Suud Petrolü İçin “Kelime-i Şehadet Getiren” İngiliz
: Harry John Philby
25 Temmuz 2021
Dr. Cafer Talha Şeker
Batı’da “Ortadoğu” denen coğrafyada yüzlerce sene devam eden
Osmanlı hâkimiyeti yerini “İngiliz asrı” denen 19.yüzyılda Britanya’ya
bırakmıştı. Britanya – Uzak Doğu ticaret güzergâhındaki bu kilit coğrafya
Londra için emniyeti sağlanması gereken bir bölgeydi. Ancak İngilizlerin
Fransız, Alman, Amerikan ve Rus rakipleri ile anlaşmakta zorlandığı zamanlarda
bu coğrafyada büyük gerginlikler yaşanmıştır. Amerikalılar, 1910’lu yıllarda bu
bölgeye girmeye çalışıp 1950’lerden itibaren bölgedeki İngiliz hâkimiyetini
devralmışlardır. Ortadoğu’nun son 100 yılını anlamak, bölgedeki İngiliz ve
Amerikan çıkarlarını anlamakla mümkündür.
Günümüz Batı medyasının dijital yayın sürmanşetlerinde ve basılı
yayın organlarında serlevha haber mevzusu olan Türkiye ve Suudi idaresi;
Türkiye ve Katar’ın dostu, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) düşmanı
olarak bilinen Gazeteci Cemal Ahmet Kaşıkçı cinayeti bahanesiyle karşı karşıya
gelmiş ya da getirilmiş gibi görünüyor. Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak için
Batılı bazı merkezlerde bu iki ülkeyi birbirine karşı denge unsuru haline
getirme stratejisinin desteklenip desteklenmediği ayrı bir mütalaa mevzusudur.
Ancak iki ülkenin Arap dünyasındaki nüfuz yayma politikaları nihayetinde Ankara
– Riyad arasında çıkar çatışmasına yol açınca iki tarafın savunucuları tarihe
atıf yaparak arşivlerde kalan kötü günlere dikkat çekmeye başladılar. Suud
destekli medya gruplarında Türkiye ve Osmanlı aleyhinde görüşler
seslendirilirken Ankara’yı destekleyen Türk medyası ve Katar medyasında Suudi
karşıtı yazılar yayınlanıyor. Peki, Suudilerin Arabistan’daki Osmanlı
idaresinden ayrıldıktan sonra İngiliz desteğiyle çölde yayılması ve daha sonra
Amerikalılarla yola devam etmeleri nasıl olmuştu? Ortadoğu’yu kontrol etmek
isteyen İngiliz stratejisine karşı Amerikan petrolcülerinin bölgeye girme
çabaları bölgenin sınırlarını nasıl şekillendirmişti? Gündemde jeopolitik
ağırlıklı sebepler yüzünden siyasi ihtilaflar yaşanırken biz tarihe bakalım.
Anadolu Dağlarında Cumhuriyet, Arabistan Çölünde
Krallık
1918’de Almanya çökünce Talat Paşa sadrazamlığındaki Osmanlı
Hükümeti de dağıldı ve İngilizlerle sulh imzalamak için kurulan yeni hükümet 30
Ekim günü Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Bundan iki hafta sonra İstanbul’u
işgal eden İngiliz ve Fransız orduları fiilen Osmanlı Devleti’ni çökerttiler.
Ancak İngiltere ve Fransa’nın siyasi kadroları arasında Ortadoğu’nun nasıl
paylaşılacağına dair ihtilaflar devam etmekteydi.
Mart 1920’de İngilizler İstanbul’daki (son) Osmanlı Meclisi’ni
kapattırınca Anadolu’daki Milli Mücadelecilerin Ankara’da yeni bir hükümet
kurmaları için meşru bir ortam oluştu. Nisan’da Büyük Millet Meclisi (bugünkü
TBMM) kuruldu. Ağustos’ta Sevr projesi Osmanlılara dayatıldı. İngilizler, 1921’de
Londra’da yapılan görüşmelerde Anadolu’da Osmanlı Hükümeti ile mi yoksa Ankara
Hükümeti ile mi yola devam edeceklerine karar verdiler. Böylece 1922’de
başlayan Lozan görüşmelerine Ankara Hükümeti davet edildi. Bu, Osmanlı
monarşisinin tasfiye edileceğini ve yerine cumhuriyetin kurulacağını
gösteriyordu.
Yeni kurulacak olan Türkiye’nin Lozan’da tanınmak ve meşru bir
devlet olabilmek için Londra’dan destek almaya ihtiyacı vardı. Lozan’a giden
Ankara Hükümeti’nin elinde Yunan Ordusu’nu yenmiş olmanın gücü değil başka
kozlar vardı. Hilafet, saltanat, Musul ve Batum gibi elinde maddi ve “manevi”
büyük kozlar olan Ankara Hükümeti, uzun süreçler sonuncunda Lozan’da “netice
alabildi.”
1922’de saltanat kaldırılınca 1923’te Lozan’ın ikinci aşaması
nihayete erebildi. 1924’te hilafet kaldırılınca İngiltere de Lozan’da imzalanan
antlaşmayı tanıdı. Böylece kurulan Türkiye Cumhuriyeti, sınırları ötesindeki
tüm iddialarından vazgeçip içeride reformlar yapmaya başlayacaktı. 1925’te
Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılarak hem muhafazakârlar hem de sosyalistler ve
bütün muhalifler susturulmaya başlandı. Zira o günlerde Ankara’da İngilizlerle
Musul’un İngiltere’ye bırakılması görüşülüyordu. Lozan’da Fransızlar ve
Amerikalılar İngilizlerin işini zorlaştırdığı için İngiltere ile yeni kurulan
Türkiye arasında bu meselenin halli tehir edilmişti. Böylece yeni görüşmeler
sonucu 1926’da nihayete eren Ankara Antlaşması’yla Musul da İngiltere’ye
bırakıldı. Aynı yıl İstanbul’a Mustafa Kemal Paşa’nın heykeli dikildi ve
İslamiyet temelli şer’i hukuk ilga edilip Batılı kanunlar “Medeni Kanun” olarak
kabul edilmeye başlandı. Bundan sonra başlayacak olan iç siyaset, ıslahat
anlayışlı reformlarla değil revolution mantıklı kökten değişiklikleri
beraberinde getirecekti. Ancak Ortadoğu’da ‘reform’ peşinde koşan bir diğer
rejim daha vardı: Suudi Emirliği.
Anadolu’da bunlar yaşanırken Arabistan’da da Haşimiler ile Suudiler
arasında ve ayrıca Suudilerin kendi içlerinde olmak üzere iki mücadele
yaşanmaktaydı. Suudi Arabistan Emiri Abdülaziz İbni Suud, batısında Şerif
Hüseyin ve doğusunda İhvan ile mücadele ediyordu. Bu İhvan, 1920’lerde Mısır’da
teşkilatlanan Hasan el-Benna ve arkadaşlarının kurduğu İhvan-ı Müslim’den
farklı bir grup olan Arabistan’daki Suudilerin “kardeşler” denen “cihatçı” ekibiydi.
Hicaz’daki Haşimiler, İngiliz desteğini kaybedince Suudiler İslamiyet’in
mukaddes beldelerini yüzlerce sene elde tutan Haşimilerin elinden almak üzere
harekete geçtiler. O günlerde petrolü ve ciddi bir geliri olmayan Suudiler için
Hicaz’ı almak hac gelirlerini Riyad’a bağlamak ve Cidde Limanı’ndan gelir elde
etmek olacağı için çok mühimdi. Ancak çölde Suudilerin müttefiki İhvan isyan
edip İbni Suud’a başkaldırınca işler zorlaşmaya başlamıştı. Çölde Takrir-i
Sükûn Kanunu çıkarmaya gerek yoktu ancak İhvan’ın İbni Suud’u öldürmekle tehdit
etmesi Türkiye’deki İzmir Suikastı vakasına çok benziyordu. Hatta sonuçları
itibariyle de çok benzeyecekti.
İbni Suud
1923’te Türkiye’de hilafetin ilgası için adımlar atılınca İbni Suud
derhal bir adamını Ankara’ya gönderip Mustafa Kemal Paşa’ya yakınlık göstermeye
başladı. Yeni halifenin Mustafa Kemal olacağını sanıyorlardı. Suudi Elçi, Emir
Abdülaziz’in M. Kemal Paşa’ya hürmet ettiğini ve “İslam’a bir Mustafa Kemal
veren Allah’a şükürler olsun!” diyerek dua ettiğini söyledi. Hatta Şerif
Hüseyin’e saldırıp Hicaz’ı ele geçirmeye hazırlanan Suudi Emir, Mekke’de bizzat
Mustafa Kemal’e dua edecekti.
Ruslar, İngilizlerin Arabistan’ı idare etmekte zorlandıklarını fark
edip 1924’ten itibaren bölgeye alakalarını artırmaya başladılar. Böylece bir
yandan Suudilere yakınlaşmaya başlayan Sovyetler, aynı zamanda Hicaz’da
tutunmakta İngiliz desteği alamayan Şerif Hüseyin’e yaklaştılar. Suudiler ise
aynı yıl içinde Mekke’ye girdikleri gibi bir sonraki yıl içinde Medine’yi ele
geçireceklerdi. Bu dönemde Amerikan Rockefeller şirketleriyle Sovyetler
liderliği arasında Bakü petrolleri ve Sovyetlerin kalkınma projelerine kredi
desteği için gizli ortaklık müzakereleri yapılıyordu. Muhtemelen Sovyetlerin
Arabistan’da İngiliz nüfuz sahasını daraltma hamlesi, Amerikalılardan destek
bulan Rusların elini güçlendiriyordu. Nitekim 1925’te Sovyetler bir yandan
Ankara’da İngilizlerle görüşerek Musul’u vermeye hazırlanan Türk Hükümeti’ni
İngilizlere karşı kışkırtmaya çalışırken diğer yandan Suudileri para, silah ve
mühimmat desteği vaat ederek İngiliz safından uzaklaştırıp kendilerine
yaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Roosevelt ve Ibn Saud
Türkiye’de 1925’ten itibaren Takrir-i Sükûn Kanunu ile içeride
muhalifler bertaraf edilmeye başlandı. Hükümeti rahatsız den sosyalist, dindar
ve sair bütün gazete ve mecmualar kapatıldı. Ankara’yı rahatsız edecek en ufak
bir ifadenin basında yer almasına izin verilmeyecekti. Aynı yıl içinde Musul
İngilizlere bırakılırken basında muhalif bir ses görülmedi ve bu milli mesele adeta
kısa sürede unutuldu. Çölde ise İngilizler Sovyetlerden daha güçlüydüler ve
Suudiler Mayıs 1926’da Medine’deki türbeleri yıkmaya başlamışlardı bile.
Suudilerin bu tavrı Vehhabi itikadı dışındaki bütün Müslümanların tepkisini
çekmeye başlarken aynı yıl Musul da Türklerden alınmış oldu. İngilizler,
Medine’de yaşanan yıkımın İslam dünyasında tepki görmesinin İngiliz çıkarlarına
aykırı olmadığına karar verdikleri için İbni Suud’a bu noktada baskı yapmayı
uygun görmediler.
Hedef: Çölün Siyah Altınları
Suudileşmekte olan Arabistan, iç krizlere gark olmuş, iç savaş çöle
yayılmıştı. İbni Suud, “kardeşler”i olan müttefiki İhvan grubuyla ihtilaf
yaşıyordu. İhvan, isyan edip çölde Suudileri tehdit etmeye başlayınca, 1927’de
Abdülaziz İbni Suud, İhvan’ın kendisini ve politikalarını tekfir eden
iddialarını Vehhabi ulema konferansında değerlendirmeyi teklif etti. Suudiler
meseleyi böylece çözmeyi hedeflemişlerdi ancak İhvan bu teklifi bir tuzak
olarak görüp olumlu cevap vermedi. Bu kez Riyad uleması İhvan Hareketi’ni
“yoldan çıkmış sapkınlar” olarak ilan etti. İhvan lideri el-Duveyşi de “sapkın
eşkıyanın elebaşı” olarak görülmeye başlandı. Kendisinin ve takipçilerinin canı
ve malı helal ilan edildi. Bütün çölü kendi imkânlarıyla idare etmesi mümkün
olmayan İbni Suud’un silahı ve mühimmatı azalıyordu. Emir, hayli zor durumda
kalabilir, Hicaz’da zaten iktidarına karşı kin besleyenler varken Necd’deki
düzen de bozulabilirdi. Görünen o ki sadece İngilizler Suud’a yardım ederlerse
işler yoluna girecekti. Nitekim aynı yıl İngiltere ile Suudiler arasında Cidde
Antlaşması imzalanınca Suud’un bağımsızlığı kabul edilmiş oldu. Böylece meşru
bir devlet olan Suudi Emiri, Hicaz ve Necd’in hâkimi olarak tanınmıştı ve
antlaşma aynı zamanda Suudilerin İhvan’dan korunacağının alametiydi.
İhvan, İbni Suud’u devirip Suudilerin elindeki Vehhabi Devleti’ni
ele geçirme iddiasıyla taarruza geçti. Bu esnada çölde İngilizler ve
Amerikalıların başka hesapları vardı. İngilizler, Arabistan Yarımadası’nın
Osmanlı sonrasında tek hâkimi olduklarını iddia ederlerken Amerikalılar bölgede
petrol aramak istiyorlardı. Kuzeyde Türkiye ve güneyde Suudi devletlerinin
varlığı kabul edildikten sonra nihayet 1928’de İngiltere, Fransa ve ABD
arasında Ortadoğu’daki petrol ve maden arama izinleri için çizilen Kızıl Hat
haritası üzerinde antlaşma kabul edildi. Türkiye ve Arabistan’ı da ihtiva eden
bu harita, küresel ortakların aralarındaki muhtemel ihtilafları önlemek için
hazırlanmıştı. İngiliz stratejisi ise bu haritanın kabulüyle Ortadoğu’da aktif
olmak isteyen Amerikan şirketlerin İngiliz siyaseti tarafından kontrol altında
tutulmasını hedeflemişti.
İngilizler, İbni Suud’u tehdit eden İhvan’a karşı Suudileri
destekleyeceklerini söylediler. Kızıl Hat haritası kabul edildikten sonra
bölgedeki meşru devletlerin güvenliği sağlanmalıydı. Nihayet 1929’da son
sahnesi yaşanan Suudi – İhvan savaşında İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin
desteğiyle İbni Suud çöldeki düşmanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak oldu.
Şimdi sıra çölün altındaki “siyah altın”ı paylaşmaya gelmişti.
İngilizler ile Amerikalı petrol şirketlerinin temsilcileri arasında
sürekli görüşmeler yapılıyordu. Eskiden Rockefeller Ailesi tarafından kurulmuş
ve küresel güce ulaşıp dünya petrol piyasasının ciddi bir kısmını kontrol eden
Standard Oil Şirketi geçmişten beri Londra ile Amsterdam’da Rothschild destekli
kurulmuş olan Royal Dutch Shell ile kıyasıya bir rekabet içindeydiler.
Standard, 1911’den sonra alt şirketlere bölünerek tasfiye edildiğinde bu
tasfiyeden en çok kimin karlı çıktığı ayrı bir mevzudur. Ancak Osmanlı
Devleti’nin tasfiyesi sonrasında Almanların Musul’daki payını kaybetmesiyle
Irak’taki petrolden hisse alan Fransızlar, Paris’teki bankerlerin desteğiyle
kurulmuş olan CFP (bugünkü TOTAL) ile Ortadoğu’daki ham madde paylaşım sahasına
girdiler. Fakat Fransızlar Körfez’e yanaştırılmayacaktı. Londralı bankerlerin
sermayesiyle desteklenen ve İngiliz Hükümeti’nin kontrolündeki İngiliz – İran
Petrol Şirketi (bugünkü BP) de yeni paylaşımın en büyük ortaklarından olacaktı.
Musul’daki kaynakların Avrupa’ya pazarlanmasında ortak olan bu şirketlerin
Ortadoğu’da yeni kurulan ülkelerin siyasi sınırlarının çizilmesinde belirleyici
amil olduklarını söyleyebiliriz. Keza zikredilen şirketler arasında
anlaşmazlıklar yaşandığında bu İngiliz, Fransız ve Amerikan hükümetleri
arasında mesele olarak masaya yatırılmıştır.
Günümüzdeki El-Kaide (ve DAEŞ) gibi yapıların 1920’lerdeki bir
versiyonu olan (yukarıda sözünü ettiğimiz) ‘İhvan’, İngiliz desteğiyle ortadan
kaldırılınca Suudilerin sahip oldukları çöllerde maden arama imtiyazını
İngilizlere vermesi bekleniyordu. Aslında bunu bizzat bir İngiliz şirkete
teklif etmişlerdi ancak istedikleri karşılığı alamamışlardı. Standard’ın
adamları daha aktiftiler. Nasıl Anadolu’da kurulan Cumhuriyet Musul’u
bırakmadan meşruiyetini kazanamadıysa Arabistan’daki Suudi Emir de İngilizce
konuşan şirketlere petrol imtiyazı vermeden devletini ilan edip milletlerarası
sistemde tanınamayacaktı. Ancak Suudi Arabistan’ın kuruluşu İngiliz desteğiyle
olsa da 1932’de Suudi Krallığı (Emirliği) olarak tanınması İngilizler kadar
Amerikalıların desteğiyle olacaktı. Ve ertesi yıl ABD’li petrol şirketleriyle
Suudiler arasında bugünlere dek uzanacak büyük bir antlaşma imzalanacaktı. Bu
antlaşma, bugünkü Suudi devi ARAMCO şirketinin Amerikan sermayeli başlangıcıydı.
Peki, bu antlaşmaya kim aracılık etmişti?
Mr. Philby (Şeyh Abdullah)
Suudi Petrolü İngiliz Casusunu Hidayete Erdirdi!
Standard Oil’in İbni Suud ile anlaşmasını sağlayan kişi eski bir
İngiliz casusu olan Mr. Philby idi. Uzun beyaz sovbuyla (fistanlı) çölde “Şeyh
Abdullah” ismiyle dolaşıyordu. I. Dünya Harbi esnasında İngiliz askeri
istihbaratı, Harry John Philby gibi bazı kişileri İbni Suud ile görüşmeye
göndermişti. Aynı dönemde Enver Paşa’nın İbni Suud’u İngilizlerden uzak tutmak
üzere gönderdiği Türk heyeti de Necd’deydi. Ancak 1915’te İbni Suud,
İngilizlerle gizli bir antlaşma imzalayıp silah, para ve gıda takviyesi alarak
Osmanlı safından ayrıldı ve Türk heyeti eli boş gönderdi. Zaten ertesi yıl
Hicaz’daki Şerif Ailesi de benzer bir hamleyle Osmanlı safından ayrılacaktı.
1915’te Osmanlı safındaki İbni Reşid ile İngiliz destekli İbni Suud savaşırken
bu savaşı idare eden İngiliz askeri istihbaratçılardan William Shakespear de
orada hayatını kaybetti. Philby ise Necd’deyken İbni Suud’un oğlu Faysal ile
tanışmış ve aralarında dostluk başlamıştı. Mr. Philby, savaş sonrasında Hicaz’a
gitti ve Cidde’de ticaret yapmaya başladı. Faysal ve babasının yanına
yaklaştıkça çöle daha fazla hâkim olmaya başladı. O kadar ki artık Philby’nin
şirketi İbni Suud’a borç vermeye başlamıştı ve kendisi Arabistan çöllerini
boydan boya dolaşıp nerelerde petrol aranabileceğini kurgulamaya başlamıştı.
Ancak Cidde’deki İngiliz diplomatların raporlarında kendisine şüpheyle
yaklaşıldığı belli oluyordu.
Mr. Philby
Mr. Philby, 1930 senesinde “kelime-i şahadet” getirdi. Riyad ve
Cidde’de çevresi genişliyordu. Aslında İbni Suud’un çevresindekiler O’nun
hidayetine hep şüpheyle baksalar da Suudiler arasında “Şeyh Abdullah” ismiyle
zikredilmeye başlanan bu adam, (bizzat incelediğim) İngiliz arşivlerinde hep
“Mr. Philby” olarak kayıtlıydı. Amerikan arşivlerine bakacak olursak ABD’de ve
İsrail’de de hep “Philby” ismiyle biliniyordu. Ancak eskiden beri gayet
pragmatik davranan İbni Suud için Abdullah Philby’nin neye inandığı değil
kendisine neler vaat ettiği önemliydi. Suudi Emir, danışmanlığını yapan bu
(eski) İngiliz casusundan kendisini petrol zengini yapacak arabuluculuğu
halletmesini bekliyordu. Bu dönemde İsrail’i kurmaya çalışan Siyonist lobiciler
de Londra – Washington hattında çalışırlarken Arap dünyasında ortak
çalışacakları bir lider arayışındaydılar. Philby vasıtasıyla İbni Suud’a
uzandılar ve O’nun Filistin’de İsrail Devleti planına destek vermesini
istediler. İsrail’in ilk
reisicumhuru Haim Weizmann, o günlerde İbni Suud ile ortaklık projesi
geliştirmişti. Mr. Philby’den bu ortaklığın hayata geçirilmesi için aracılık
yapmasını rica ettiyse de bazı sebeplerden ötürü bu hedefe ulaşılamadı.
İsrail’in kurulmasını İngiliz bürokratların geciktirdiğini söyleyen
Siyonistler, pek çok İngiliz ismi kötüledikleri gibi Philby’i de “alçak” bir
kişilik olarak tasvir ettiler.
Mr. Philby ve adamları Arabistan’da
1933’te Suudiler ile Rockefeller şirketleri arasında sözleşmeler
imzalandığında Philby’nin Amerikan petrol şirketlerinden iyi ödenekler alarak
cebini doldurduğu da iddia edilir. İngiltere’de kendisini “hain” ilan etmiş bir
literatür bile mevcuttur. Ancak eski bir casusun Londra’yı dolandırarak
Amerikalıları zengin edecek bir işe imza atması mümkün müydü? Londra’da O’nu
destekleyenler ile desteklemeyenler kimlerdi? Bunlar ayrı birer mevzudur.
Bildiğimiz, İngiltere’den gelen destekle doğan Suudi Krallığı’nın ABD’yle
birlikte yükseldiğidir. (Şeyh Abdullah
Philby’nin oğlu H. A. Russel Kim Philby de babası gibi İngiliz istihbaratı için
çalışmaya başlamış ancak zamanla çift taraflı oynayıp KGB için İngiltere’den
Moskova’ya istihbarat gönderince açığa çıkmış ve İngilizler tarafından
Moskova’ya iade edilmişti. Zaten Ortadoğu’da Körfez Harbi yaşanırken Sovyetler
ile İngiliz ve Amerikalılar arasında Soğuk Savaşı sona erdirmenin pazarlıkları
yapılıyordu. Oğul Philby, Moskova’da Sovyet istihbaratının göz hapsinde
yaşayarak hayatını tamamlayacaktı.)
Zbigniew Brzezinski
1950’lerde küresel rekabet gücü Londra’daki siyasi iradeyi geçen
ABD’nin Ortadoğu’daki İngiliz hâkimiyetini de devraldığı bilinmektedir. Keza
Türkiye’nin de iç siyasette çok partili döneme geçip dış politikada NATO’ya
dâhil olunmasıyla ABD nüfuzunun yerleştiği bilinmektedir. Körfez’deki
petro-dolar zengini ülkelere bu zenginliği nerede kullanacakları ve nereye
yatırım yapacakları her zaman dayatılmıştır. Riyad, geçmişte Sovyetlere karşı
ABD’nin safında yer alması beklenen pek çok “grubu” finanse ederken, bunların
Suudi itikadı Vehhabilik ile aynı çizgide buluşmasını teşvik etmiştir. ABD’li
meşhur stratejist Zbigniew Brzezinski’nin 2013’te Washington’da Afganistan
Reisicumhuru Dr. Hamid Karzai’ye bizzat söylediği gibi “Vehhabilik ABD dış
politikasında yıllarca rakiplere karşı silah olarak kullanılmıştır”. Ancak
yakın bir zaman önce Suudi Veliaht Muhammed bin Selman’ın artık Vehhabiliği
devlet eliyle desteklemeyeceklerini söylemesi dikkat çekicidir. Ortalıkta
Sovyetler olmadığına göre demek ki Rusya’nın hala dikkatle takip ettiği Vehhabi
gruplar, değişen ABD stratejisi gereği belki de artık Moskova’ya karşı
kullanılmayacaktır.
Dr. Hamid Karzai
Bugünden bakınca…
Londra ve New York sermayesini idare eden bankerler ve siyasetçiler
lobisi, Musul’u Türkiye’den “kopartarak”, başkenti Ankara olan Cumhuriyet’i,
Doğu Arabistan’da petrolün imtiyaz hakkını alarak da Suudi Krallığı’nı
tanıdılar. Böylece İngiltere ve ABD’nin tanıdığı bu iki ülkeyi diğer dünya
ülkeleri de tanıdılar. Aradan geçen 90 küsur sene içinde “Ortadoğu” denen
coğrafyada ve “Batı” denen dünyada büyük gelişmeler ve değişiklikler yaşandı.
Türkiye’nin dost ve düşman ülkeler tanımı zamanla defalarca değişti ancak Suudi
Arabistan belki de hiç düşman veya rakip olarak görülmedi. Benzer şekilde
Türkiye de Suudiler tarafından rakip olarak görülmemişti. Ancak 2010’lu
yıllarda Arap Baharı Projesi’yle yeniden paylaşımına başlanan Ortadoğu
haritasında kurulduklarından beri ilk defa Ankara ile Riyad arasında başka bir
“elektrik” sözkonusu. Bu durum, 1920’lerdeki aktörlerin bölgedeki çıkarlarıyla
birlikte Ankara ve Riyad’ın çıkarlarını girift bir hale getirdiği için ve iki
ülke arasında kalan coğrafyanın toparlanmasında insan kaynağı ve kilit bir
konuma sahip olan Türkiye ile büyük sermaye kaynağına sahip olan Suudi
Arabistan’ı aynı hat üzerinde buluşturamayınca, farklı bir bölgesel tablo
ortaya çıktı.
1929’daki İhvan devrildiğinde İngilizler Suudilere bu hareketin liderlerini
idam etmemelerini söylemişlerdi. Bugünkü Suudiler ise, diğer İhvan ile husumet
içindeler ve bir yandan Katar diğer yandan Türkiye ile hukuku olan bu hareketi
büyük bir tehdit olarak görüyorlar. Peki ama tehdit ile işbirliği yapanları
bertaraf ederlerken öldürmemeye dikkat ediyorlar mı? Bugün Ortadoğu’da Suudiler
ve BAE liderleri Doğu Akdeniz ile Doğu Arabistan arasındaki bir ticari hatta
İsrail ile ABD (içindeki bir grup) destekli aynı ittifakta yer alıyorlar. İsmi
geçen ticari hattın Avrupa’ya uzanması için Türkiye’nin iddialı değil adeta,
bir çok şeye rıza gösteren bir yapıya büründürülmesi gerekiyor.
Jared Kushner
Suudilerin Arabistan Yarımadası’ndaki rakipleri önceleri Haşimiler
idi. Sonradan Katar Emirliği ve Abu Dabi şeyhleri oldu. Ortadoğu’daki
rakipleriyse bir dönem Mısır, Saddam devrinde ise Irak oldu. 1979’dan sonra en
büyük rakip İran oldu. Son günlerde yaşananlar sadece Suudi vatandaşı bir
gazetecinin İstanbul’daki Suudi Konsolosluğu’nda öldürülmesinden ibaret olmayıp
Ortadoğu jeopolitiğinde küresel aktörlerin hamleleri ve bu ortamda öne çıkan
Türkiye ile Suudi idareciler arasındaki tarihsel sürecin bugün evrildiği yer
ile de ilgilidir. Şimdilik görünen tabloya bakacak olursak tüm mahalli ve
küresel aktörler arasında büyük pazarlıkların devam ettiğini söylemek
mümkündür. Zira yeni bir Kızıl Hat haritasına ihtiyaç (!) vardır. Ayrıca
ARAMCO’nun da Londra ve New York’taki borsalar üzerinden yeniden
yapılandırılması gerekiyor. Bölgenin
yeni jeopolitiğinde Muhammed bin Selman’ın dedesi Abdülaziz İbni Suud rolüne
soyunduğunu varsayacak olursak ABD Başkanı D. Trump’ın damadı ve İsrail’de
yatırım sahibi lobici Jared Kushner’ı da Mr. Philby’nin “kelime-i şehadet
getirmemiş” ve daha az becerikli Amerikan versiyonu olarak mı görmeliyiz?
Sanki tarih, şaşırmaya bile fırsat vermeyecek bir hızla tekerrür ettiriliyor.