Bazen çok değer verdiğiniz insanlarla ilgili kötü şeyler duyduğunuzda toptan reddeden bir konum alabiliyorsunuz. Bu nedenle Muazzez İlmiye Çığ ve HZİ Vakfı meselesini tek tek yazmaya ve neden kendisini asla sevmediğimizi anlatmaya çalışacağım: - 1971'de bir vakıf kuruluyor. Adı HZİ Vakfı. Kurucuları arasında bugün ölen Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Turan İtil var. Turan İtil bu vakıf için kritik önemde bir kişi. Almanya ve sonrasında ABD'de nöropsikiyatri üzerine akademik faaliyetlerde bulunuyor. LSD deneyleri, zihin kontrol deneyleri derken ABD Gıda ve İlaç Dairesi'nin yanı sıra toplumun tepkisi nedeniyle Türkiye'ye geliyor. Neyse bu vakıf 1974'ten itibaren yaptığı çalışmalarla bilimsel çevrelerde adını duyuruyor. ABD'de insan sağlığına olumsuz etkileri saptandığı için deneyleri yasaklanan bazı ilaçları Türkiye'de insan denekler üzerinde kullanıyorlar. Çünkü Türkiye'de yaşayan insanların canı ABD'dekiler kadar değerli değil. - Vakıf, çalışanların sosyal bağlantıları aracılığıyla para karşılığında lise ve üniversite çağlarındaki gençleri deneylere ikna ediyordu. Ayrıca ordudaki generallere düzenli olarak sunum yapıp siyasi mahkumlar üzerinde deney yapmanın yollarını arıyorlardı. Özellikle darbe sonrasında hapisteki devrimcileri ve bazı ülkücüleri bu "deneylerde" kullanıyorlar. Kimi yerlerde mahkumlara söz geçiremiyorlar ama kimi yerlerde askerlerin yardımıyla zorla imzalattıkları beyan formu ile deneyler yapıyorlar. Deneyler çoğunlukla HZİ Vakfı'nın Gayrettepe'deki ofisinde yapılıyor. Ayrıca 1983 yılında Ayhan Songar'ın bazı deneyleri Cerrahpaşa'da yaptığı da söyleniyor. - Darbeden 4-5 yıl sonra artık HZİ vakfına duyulan şüphe artıyor. Nokta Dergisi 1985 yılında vakıf tarafından denek olarak kullanılan 2 gençle röportaj yapıyor. Gençler 8 hafta boyunca farklı dozlarda bir ilaç verildiğini söylüyor. Nokta Dergisi'ne konuşan gençler 3 bin lira gibi bir para aldıklarını söylemişler. Gençleri vakfa getiren arkadaşları ise şu ilginç bilgiyi veriyor: "Benden sağlıklı ve asabi genç getirmemi istediler." - Gencin aktarımı ilginç çünkü deneylerin sürdürücüsü olan Turan İtil ve Ayhan Songar komünizmin ve faşizmin bir tür rahatsızlık olduğuna inanıyor. Bu iki "hoca" Türkiye'de bu çalışmalarına meşru bilimsel zemin hazırlamak için "Türkiye’de Teröristlerin Rehabilitasyonu Uluslararası Sempozyumu" tarzı etkinliklerde boy gösteriyor. Hatta Songarla birlikte çalışan Nevzat Tarhan, çalışmaların sonucuna dair Ayhan Songar'ın "Sağcılar geri zekalı, solcularsa anti-sosyal ve psikopat çıktı" dediğini söylüyor. (Bu arada Sedat Peker, Nevzat Tarhan'ın SADAT'a psikolojik harp konusunda danışmanlık yaptığını iddia etmişti. Tarhan'ın bu iddiayı yalanlamasının ardından Peker, Tarhan'ın SADAT hissedarı olduğunu gösteren bir belge paylaşmıştı.) - Vakıf 12 Eylül sonrasında Mamak, Metris, Erzurum gibi cezaevlerinde bazı siyasi tutuklulara deney yapıyor. Kimi tutuklular cezaevinden alınıp İstanbul'daki merkeze getiriliyor. İstanbul'daki klinikte o dönem pek çok sağlık merkezinde olmayan ileri teknoloji ekipmanlar var. Vakıf merkezinin ABD'de olduğu da herkes tarafından biliniyor. Hal böyle olunca kamuoyu yavaş yavaş tepki göstermeye başlıyor. 1990'a gelindiğinde ise Dev-Sol Gayrettepe'deki vakıf merkezini bombalıyor. Örgüt, yaptığı açıklamada insana saygı duymayan ve kobay gibi kullanan CIA bağlantılı bir merkezi bastıklarını belirtiyor. - Saldırıdan sonra Turan İtil, pılını pırtını toplayıp ABD'ye gidiyor ve ordu ile daha önce yaptığı çalışmalarına burada devam ediyor. Muazzez İlmiye Çığ ise Türkiye'de kalıp kendi alanındaki çalışmalara devam ediyor. Yönetim Kurulu Başkanı olduğu vakfın bu faaliyetleri nedeniyle yargılanmıyor. Bu faaliyetler kendisine sorulduğunda ise yasadışı bir şey yapmadıklarını her şeyin kurallara uygun olarak yapıldığını, insanların deneylere kendi istekleriyle katıldıklarını söylüyor. 1984'ten sonraki iddialar üzerine Sağlık Bakanlığı inceleme başlatıyor. HZİ Vakfı'nın faaliyetlerinde sakıncalar bulunuyor fakat bunu önleyecek yasalar olmadığı iddiasıyla konu kapatılıyor. 2011 yılında ise İtil aleyhine bir suç duyurusu yapılıyor. Yapan 12 Eylül'de idamla yargılanan Ülkücü Recep Küçükizsiz. Bu davadan da sonuç çıkmıyor. Sonuç: Şimdi büyük sümerolog dersiniz aydın dersiniz vs. sıfatı ne olursa olsun kurduğu vakıf aracılığıyla 2700'ü mahkum 5 bin insan üzerinde insan sağlığını riske atan deneylerin yapılmasına ön ayak olmuş bir insan var. Deneylerin asıl sürdürücüsü kardeşi Turan İtil fakat Muazzez İlmiye Çığ, bu deneyler yapılırken vakfın başkanı ve bu durumdan rahatsız değil. Sonrasında da deneylerin kurallara uygun yapıldığını iddia ediyor. Yani sevgili dostlar sizin birtaneniz bir işkence merkezinin kurucusu. Neresinden tutup seviyorsunuz bilmiyorum fakat ben burasından tutup kendisini tarih önünde mahkum ediyorum. Çünkü kendisini hukuken mahkum edebilecek bir yargımız yoktu. Tweet genelinde geçtiğini söylediğim belgeler, röportajlar, aktarımlar ve iddiaların kaynakları: https://librared.com/arsiv/nokta-dergisi-yil-3-sayi-10-17-mart-1985/… https://e-kutuphane.teb.org.tr/pdf/eczaciodasiyayinlari/izmir-may85/4.pdf… https://drdogansahin.blogspot.com/2014/12/12-eylulle-hesaplasma-ve-darbe.html… https://ihtisastramvayi.com/2018/05/11/pasif-agresif-tarifi/… https://gazeteduvar.com.tr/ciaden-sadata-ozel-harp-taktikleri-haber-1540080… https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/bizim-sevgili-hastaligimiz-266019… https://x.com/dmitrictopov/status/1858193860041621812…
10 Aralık 2014 Çarşamba
12 EYLÜL'LE HESAPLAŞMA VE DARBE DÖNEMİNDE PSİKİYATRİ
12 EYLÜL DARBESİYLE HESAPLAŞMA
Prof. Dr. Doğan Şahin
Askeri Diktatörlüğün İnsan Hakları Sicili
650 bin kişi gözaltına alındı, bunların hemen hepsi işkence gördü. 1990 yılına varıldığında gözaltına alınan ve işkence görenlerin sayısı 1.000.000’u geçmişti. Diktatörlüğün ilk 3 yılında gözaltı dönemi sonsuza kadar uzatılabiliyordu. 200 günden uzun işkence görmüş onlarca hasta gördüm.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 14 kişi açlık grevinde öldü, 16 kişi “kaçarken” vuruldu, 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi,
43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi, 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
1 milyon 683 bin kişi fişlendi, Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,
7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, idam cezası verilenlerden 50’si asıldı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı olduğu için işten atıldı, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti.
937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı, 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu,
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi, 40 ton gazete ve dergi yakıldı.
İktidarlar Neden Terör ve Şiddete Başvurur ?
Muhalafetten, iktidarı normal koşullarda ellerinde bulundurmamaktan korkan iktidarlar sıklıkla toplumu korkutmak için terör ve şiddete başvururlar. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün kasten terorize ve travmatize ettiği kesim tüm vatandaşlardır. Diktatörlük herhangi bir şekilde kendisine veya düşüncelerine karşı çıkan, bunların yanında olmayan herkesi travmatize edeceğini göstererek ve bu konuda sınırlarının da olmadığını açıkça belli ederek, tüm toplumu herhangi bir siyasi konuyla ilgilenmemeleri, ilgileneceklerse de büyük kuramcı Kenan Evrenin dediklerini tekrar etmelerini dikte etmiştir.
Bütün bunlar her türlü muhalefeti susturmak ve yok etmek için kullanıldı. Bireyleri korkutmak, korkmayanları korkana kadar şiddete maruz bırakmak ya da öldürmek, sonuç olarak da iktidarı ellerinde bulunduranların istediği gibi düşünen ve davranan bir toplum yaratılmak istendi.
Şiddet en kestirme sonuç veren siyasi yöntemdir. Fütursuzca uygulanan şiddet eninde sonunda insanları korkutur ve sindirir. İnsanlar farklı düşünüp de başları belaya gireceği olasılığını bile göze almamak için düşünmekten, siyasi konularda kafa yormaktan korkar olurlar. İnsanlar birlikte hareket etmenin, birlikte bir şeylere itiraz etmenin nasıl şiddetle cezalandırıldığını gördüklerinde birlikte hareket etmekten özenle kaçınır olurlar.
Şiddetin Toplumsal Psikolojik Sonuçları
İnkar: Uzun yıllar boyunca azalmadan devam eden gözaltılar ve işkencelerin yarattığı terör her şeyden önce suskunluk yaratmıştır. Neredeyse bir tanıdığı işkence görmemiş kimse kalmamasına rağmen, uzun yıllar boyunca ülkemizde işkence yapıldığı resmi makamlar tarafından inkar edilmiş, geriye kalanlar da buna inanmak istediklerinden inanmış gibi yapmışlardır. Mesela bir milyon insanın işkence görmüş olmasına ve işkencenin çok ağır ruhsal sorunlara yol açtığı bilinmesine kadar 1990 yılına kadar tam 10 yıl boyunca hiçbir kongrede işkence gündeme gelmemiş, işkence ile ilgili bir yayın yapılmamıştır.
Psikiyatri camiası da askeri diktatörlüğü açıkça desteklemese de suskun kalmıştır.
Çünkü, başa çıkılamayan şiddet ya da şiddet tehdidi, iki nedenle inkara yol açar:
Yanı başınızda her an sizi tehdit eden bir şeyin varlığını bilerek ve hissederek rahat edemez, günlük hayatınızı sürdüremezsiniz. İşkencehanelerin yanı başında yaşayan insanlar bile, belki işkence seslerini duyarak günlük hayatlarını sürdürüyorlardı. İkincisi ise bilmenin ve akılda bulundurmanın bir şey yapmaya zorlayabilme ihtimalidir. Ülkenin dört bir yanında yüzbinlerce insanın işkence görmekte olduğunu bilen dürüst bir insan buna itiraz etme sorumluluğu ile karşı karşıya gelecektir. İtiraz ettiğinde aynı işkencelere maruz kalacağını bildiğinden en güvenli yol ya inkar etmek ya da saldırganla özdeşleşmekti.
Saldırganla Özdeşleşme: Yani askeri diktatörlüğün toplum üzerine uyguladığı acımasız şiddetin yol açtığı travma ile başa çıkmada insanların en sık kullandığı ikinci yol, saldırganla özdeşleşmekti.
Askeri diktatörlüğün dili kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu dil şunu söylüyordu: Ülke bir iç savaşın eşiğine gelmişti ve onlar hiç istemedikleri halde mecbur kalarak, yönetime el koymuşlardı, bu işin tüm suçlusu ülkede barış ve huzuru sağlayamayan siyasi parti liderleriydi. Ayrıca huzursuzluk çıkaran herkes de suçluydu. Hak arayan işçiler, işçilerin hakları için mücadele eden sendikalar, memur dernekleri, sivil toplum örgütleri, herhangi bir şey için mücadele eden, hak arayan, örgütlenen herkes suçluydu.
Bir çok kişi askeri diktatörlükle kısa sürede uzlaşmak için saldırganla özdeşleşmenin çeşitli biçimlerini kullandı.
Anayasa referandumu öncesindeki televizyon programlarından birinde iktidar partisini temsilen katılan, parti önde gelenlerinden bir zat şöyle demişti. ”Darbe olduğunda ben bir okulda müdürdüm, solcu öğrenciler okulun teksir makinesinde bildiri basıyorlardı ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Darbe olmasaydı her şey çok kötüye gidecekti, olunca her şey normale döndü.” Bugün, aradan 30 yıla yakın zaman geçtikten sonra bile, darbelere karşı olduğunu, darbeler olmasın diye mücadele ettiğini söyleyen bir partinin temsilcisinin dili hala aynı. Hala o zamanlar hayranlık ve şükranla izlediği ve özdeşleştiği Kenan Evren’in diliyle konuşuyor.
Dünyadan, gerçeklerden, bilimden uzaklaşıp, mistisizme, büyüye yönelme: 10 yıldan uzun süren sistematik şiddet ve baskının bir sonucu ise ümitsizlikti. Bu dünyanın daha iyi, daha adil, daha kardeşçe olabileceğine dair ümitleri yok etmesiydi. Bu dünyadan ümitleri kalmayan, gerçek dünyayla mutlu olma yollarının tükendiğini düşünen insanlar, kendilerini gerçek dışı, mistik şeylere yöneltirler. Bu dünyanın yerini öte dünya alır. İnsanları öte dünyadaki sonsuz mutluluğa ulaştıracak kılavuzlar, hayali kurtarıcılar, şeyhler, cemaat liderleri türer.
Eyleme dökme: Baskı ve şiddetin toplum psikolojisine önemli etkilerinden biri de tıpkı travmatize bireyler gibi toplumun da ya hep ya hiç reaksiyonları vermeye başlamasının ortaya çıkmasıdır. Toplum yaşadığı korkuları, çaresizlikleri, zayıflık ve acizlik duygularını gidermenin bir yolu olarak, güç kullanabileceği ve başkalarını ezerek kendini güçlü hissedebileceği durumlarda şiddet kullanmaya başlar. Futbol maçlarında çıkan kavgalardan, sık sık yaşanan linç girişimlerinden, son on yılda giderek artan çeteleşme hareketlerine kadar, tüm toplumda giderek artan şiddet bunun uzamış göstergelerdir.
Ama hepsinden önemlisi tüm bu mekanizmaların bireyleri ve toplumu gerçeklerden uzaklaştırmış olmasıdır. Bildiğini bilmiyormuş gibi yapmak, gerçeği olduğu gibi kavradığında yapması gerekenleri yapmaktan korktuğu için dış gerçekliği çarpıtarak algılama alışkanlığın yaygınlaşmış olmasıdır.
Psikiyatri Topluluğu ve Üniversiteler Ne Yaptı?
Ülkemiz psikiyatrisi bir kurum olarak düşünüldüğünde diktatörlüğe destek olmamış, onunla aktif bir şekilde iş birliği yapmamıştır. Ancak başta YÖK ile üniversiteler kontrol altına alınmış, muhalif olabilecek olası öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılmışlardı, kürsüler açık bir destek vermeseler de karşı da çıkmamış, sesiz bir şekilde dönemin kazasız belasız geçmesi beklemişlerdir. Ancak bu bekleyiş her yerde her zaman o kadar sessizce de olmamıştır. İstanbul Üniversitesi senatosu Kenan Evrene fahri hukuk profesörlüğü ve hukuk doktorluğu verilmesini oy birliği ile kabul etmişti. Gene bu dönemde askeri diktatörlükle çeşitli biçimlerde işbirliği yapan, işkenceler yardım eden, işkenceleri gizleyen raporlar veren hekimler olmuştu. En çok konuşulan ve rahatsızlık veren ise Prof. Dr. Turan İtil tarafından yürütülen çeşitli etik ve insanlık dışı uygulamalar olmuştu.
Bu araştırmalardan biri HZI Vakfından Turan İtil tarafından yapılmıştır. 2700’ü tutuklu olan 5000 kişi üzerinde bir “araştırma” yapan Prof. Dr. Turan İtil Nokta Dergisine şunları söylemişti: “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kendileri de bilmiyorlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Uluslararası bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Üzerinde çalışılan şahıslar, gerçekten bir suç işlemiş kişiler. Biz bunların bilgisayar programcısı yapılmasını önerdik. Bir de en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi”.
Yaptığım bir işkence araştırması sırasında konuştuğum kişiler bana bu araştırmaların bir kısmına Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniğinin de katkıda bulunduğunu, 1983 yılında bazı mahkumların Cerrahpaşa’ya götürülerek üzerlerinde Ayhan Songar tarafından araştırma yapıldığı bildirilmişti. Daha sonra aynı bilgilere çeşitli yerlerde de rastladım.
Hesaplaşma
12 Eylül’le hesaplaşmak için yapıldığı söylenen Anayasa değişikliklerinin ardından, insan haklarına duyarlı ve namuslu insanlar, gerçek bir hesaplaşma için öncelikli olarak herkesin kendi içine işlemiş 12 Eylül zihniyeti ve diliyle hesaplaşması gerektiğini biliyorlar.
Gerçek bir demokrasi için kendi fikirlerini dayatma çabalarından, kendilerinden olmayan ve kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman, vatan haini gibi gören 12 Eylül kafası ile hesaplaşmak gerekiyor.
Üniversiteler toplumun fikir, düşünce ve bilim üretme fabrikalarıdır. Düşünce özgürlüğü nasıl ki YÖK kurularak kaldırıldı, düşünce ve bilime nasıl YÖK’le zincir vurulduysa, düşünce özgürlüğü de ancak YÖK’ü kaldırmakla başlayacak. Tabi eğer, isteniyorsa.
Gerçek bir hesaplaşma insanların cezalandırılması ve intikama değil son 30 yıldır yaralanmış, yıpranmış insanlığımızı yeniden kazanma çabasına dayanmalıdır. Bu da entelektüel dürüstlükten geçer. İncittiklerimizi, kırdıklarımızı, ötekileştirdiklerimizi anlama çabasından ve hep kendini haklı bulma rahatsızlığından kurtulmaktan geçer. Sadece bizim gibi düşünenlere gösterdiğimiz saygı aynada kendimize gösterdiğimiz saygıdır. Sadece kendi siyasi yakınlarıyla hazırlanacak Anayasa, Anaysa; sadece bizim gibi düşünenlerle kurulacak demokrasi de demokrasi değildir.
HEDEFİNİ ŞAŞIRMIŞ BİR İSYANIN ÜRÜNÜ OLARAK KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR Doğan Şahin GİRİŞ Bu yazıda son yıllarda giderek artan her şe...
ERKEKLERDE CİNSEL İSTEK AZLIĞI KOCANIZ (veya SEVGİLİNİZ) NEDEN SEVİŞMEK İSTEMİYOR OLABİLİR? Prof. Dr. Doğan Şahin Kocanız ya ...
ÖZGÜRLÜK ve ORGAZM Prof. Dr. Doğan Şahin İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Sosyal Psikiyatri Servisi ORGAZM VE ÖZ...
NEFRET NE İŞE YARAR? Ya da NEFRET TEMEL İHTİYAÇLARDAN BİRİ MİDİR? Prof. Dr. Doğan Şahin İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anab...
NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU Prof. Dr. Doğan Şahin GİRİŞ Mental aktivite, kendilik tasarımının yapısal bütünlüğünü, zamandak...
KİMLİK ve KİŞİLİK BOZUKLUKLARI Doğan Şahin GİRİŞ VE BİR VAKA Kişilik bozukluklarında sıklıkla kimlik sorunlarına da rastlan...
CİNSEL YAŞAMINIZI BERBAT HALE GETİRMENİN GARANTİLİ 16 YOLU Prof. Dr. Doğan Şahin GİRİŞ Uzun yıllardır cinsel sorunların tedavi...
KEND İ L İ K SAYGISI EKS İ KL İĞİ N İ N GÖSTERGES İ OLARAK K İ BR İ N DÖRT YÜZÜ Doğan Şahin K İ BR İ N İ K İ TEMEL ÇE Şİ D ...
"YALANDAN" TEST Prof. Dr. Doğan Şahin Yalandan test, çünkü gerçek, bilimsel bir test değil, yani “mahsusçuktan”. Yala...
AFFETMEK BİZİ GÜÇLENDİRİR Mİ? Prof. Dr. Doğan Şahin Eski libas gibi aşığın gönlü Söküldükten sonra dikilmez imiş Âşık S...
KADINLARDA CİSNEL İSTEK AZLIĞI KARINIZ (veya SEVGİLİNİZ) NEDEN SEVİŞMEK İSTEMİYOR OLABİLİR? Prof. Dr. Doğan Şahin Karın..
MAYIS 11, 2018ILKER KUCUKPARLAK
Pasif Agresif Tarifi
Pasif agresif numunesi olarak Marie Schrader (Kaynak rollingstone.com)
Müdavimler bilir, psikolojik bir fenomeni hayatın içinden örneklerle anlatmaya çalışıyorum İhtisas Tramvayı’nda. Pek çok ayrı mecrada da gündelik hayattan örnekleme pratiğine rastlayabilirsiniz. Psikolojik fenomenlerden biri ısrarla iş yaşamı üzerinden örneklerle anlatılır: Pasif Agresif Kişilik. “Çeşmeye gitmem demez ama testiyi kırar da getirir” atasözü tam bir pasif agresif tanımıdır aslında. Hayır (çeşmeye gitmem) diyememe ama bu direnci bir takım aksaklıklar, gecikmeler, unutkanlıklar, sakarlıklar üzerinden (testiyi kırar) yaşama hali. Bir arkadaşının üzerine yıktığı angaryaya höst diyememe, gönülsüz de olsa gönülsüzlüğünü ifade edememe, bir taahhütte bulunmuş olma ama tam o taahhüdün gerçekleşeceği anda telefonunun şarjı bittiği için ulaşılamama başka bir örnek olabilir. Teknoloji ilerlediği için testilerin kırılması telefonların sessizde unutulması ya da şarjlarının (kontrol edilmediği için) bitivermesine evrilmiştir artık. Pasif agresif bir adam ev işlerinde eşiyle ortak sorumluluk almak istemediğini söylemez ama yemek yaparken ortalığı o kadar pisletir ki dolaylı biçimde bedel ödetmiş olur. Daha yoğun bir pasif agresif tutum o yemeği yakmak olabilir. Partnerlerine yöneltemedikleri agresyonu erekte olamayarak dolayımlayan adamlar ve orgazm olamayarak dolayımlayan kadınlar, bu dolayım içerisinden partnerlerinin kendilerini çekici hissetmemesine neden olabilirler. Pasif agresif unutkanlıklar, sakarlıklar, beceriksizler, patavatsızlıklar vardır özetle. Misal buyrun size takdir görünümlü pasif agresif patavatsızlık: “Ah, hayatım senin kendine özen göstermene hayranım. Bu yaşta liposakşın yaptırıyorsun ya, herkese gururla bahsediyorum senden!” Elbette pasif agresifliğin iş yaşamında bolca tezahürü vardır ama şu kısa pasajdan da anlayacağınız üzere konu iş yaşamına özgü değil.
Bir kişinin doğum ve isimlendirilme öyküsü o kişinin öyküsünün sanılandan çok daha önemli bir kısmını oluşturuyordur bazen, o kişiye ilişkin çok şey anlatır yani. Bir tanı için de aynısı geçerli olabilir. Pasif Agresif Kişilik Bozukluğu için ise II Dünya Savaşı’na ve bir psikiyatrist olan Albay William C. Menninger’a dönmemiz gerekiyor. 1945 yılında Albay Menninger “kasti beceriksizlikler” yoluyla görevini yerine getiremeyen askerlerle ilgili endişelerini rapor eder. Bu askerler aşikar biçimde emre itaatsizlik etmemekle birlikte; somurtarak, inatlaşarak, geciktirerek ve etkisizlikle pasif engellemeler yaratmaktaydılar. Albay Menninger’a göre bu olgunlaşmamış (immatür) bir kişiliğin olağan askeri strese verdiği bir tepkiydi.
Albay William C. Menninger (Kaynak: Wikipedia)
Albay Menninger’ın tanımı önemli:
Tepkiyi veren = Olgunlaşmamış (immatür)
Tepkiye neden olan = OLAĞAN askeri stres
Bu tanımın II Dünya Savaşının devam ettiği yıllarda yapıldığını tekrar hatırlayalım. En az 50 milyon kişinin öldüğü, insanlık tarihinin halen gördüğü en büyük yıkımdan bahsediyoruz. Fakat bu tanımla savaşın; ölümün; ruhsal travmanın; emir altına girmenin; konuşmanın, yürüyüşün, selamlaşmanın, giyimin standardize hale getirilmesi ile kişiliksizleştirilmenin bir anda olağanlaştırıldığını, bu olağan duruma verilen tepkinin ise bir olgunlaşmamışlık alameti olarak olağandışılaştırıldığını görüyoruz.
Muktedir Tarihi Yazar da Psikiyatriyi Boş Geçer mi?
Albay Menninger’ın bir de Sovyetik izdüşümü var, Andrei Snezhnevsky. Profesör Snezhnevsky 1960larda “hantal şizofreni” (sluggish schizophrenia- вялотеку́щая шизофрени́я) adında bir hastalık icat etti. İzdüşüm daha otoriteryan bir rejime olunca sonuçları da etiketlemeden ibaret kalmıyor sanırım. Hantal şizofreninin tanı kriterleri öylesine gevşekti ki çoğu zaman hastalığı kanıtlamak için rejim karşıtından başka “semptoma” gerek kalmıyordu. Bu nedenle hantal şizofreni “Bu temelde, komünizm karşıtlığı çığırtkanlığı yapanların akıl durumlarının normal olmadığını açıkça söyleyebiliriz” diyen Kruşçev’in işine çok gelmiş olsa gerek. Bu yeni tanı hızla -şaşırtıcı olmayan biçimde- muhalifleri sindirme aygıtına dönüşmüş, muhalefet semptomunu çıkaran ama “içgörüsü olmayan” yani hastalığını kabul etmeyen binlerce kişi hastanelere kapatılmıştı. Hadi, adını koyalım, hantal şizofreniden muzdarip kişiler biraz paranoid de oluyorlardı aslında. Öyle ya, demokratik ve güvenli bir hukuk devletinde muhalif olmanın şüpheciliğe yol açması beklenemezdi. Sonuç olarak Moskova’da şizofreni tanısı hızla tırmanarak İngiltere’nin yaklaşık iki katına çıkmış ve Moskova dünyanın en kalabalık şizofreni tanılı bireyine sahip kenti haline gelmiştir.
Andrei Snezhnevsky ve madalyası (Kaynak: Alchetron.com)
Örnekleri Uzaklarda Aramayalım
Ve Doğan Hoca’nın 12 Eylül Darbesiyle Hesaplaşma‘sına bakalım:
“Ülkemiz psikiyatrisi bir kurum olarak düşünüldüğünde diktatörlüğe destek olmamış, onunla aktif bir şekilde iş birliği yapmamıştır. Ancak başta YÖK ile üniversiteler kontrol altına alınmış, muhalif olabilecek olası öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılmışlardı, kürsüler açık bir destek vermeseler de karşı da çıkmamış, sesiz bir şekilde dönemin kazasız belasız geçmesi beklemişlerdir. Ancak bu bekleyiş her yerde her zaman o kadar sessizce de olmamıştır. İstanbul Üniversitesi senatosu Kenan Evrene fahri hukuk profesörlüğü ve hukuk doktorluğu verilmesini oy birliği ile kabul etmişti. Gene bu dönemde askeri diktatörlükle çeşitli biçimlerde işbirliği yapan, işkenceler yardım eden, işkenceleri gizleyen raporlar veren hekimler olmuştu. En çok konuşulan ve rahatsızlık veren ise Prof. Dr. Turan İtil tarafından yürütülen çeşitli etik ve insanlık dışı uygulamalar olmuştu.
Bu araştırmalardan biri HZI Vakfından Turan İtil tarafından yapılmıştır. 2700’ü tutuklu olan 5000 kişi üzerinde bir “araştırma” yapan Prof. Dr. Turan İtil Nokta Dergisine şunları söylemişti: “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kendileri de bilmiyorlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Uluslararası bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Üzerinde çalışılan şahıslar, gerçekten bir suç işlemiş kişiler. Biz bunların bilgisayar programcısı yapılmasını önerdik. Bir de en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi”.
Yaptığım bir işkence araştırması sırasında konuştuğum kişiler bana bu araştırmaların bir kısmına Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniğinin de katkıda bulunduğunu, 1983 yılında bazı mahkumların Cerrahpaşa’ya götürülerek üzerlerinde Ayhan Songar tarafından araştırma yapıldığı bildirilmişti. Daha sonra aynı bilgilere çeşitli yerlerde de rastladım.”
Bu da Mustafa Hoca’nın hatıralarından:
“Prof. İtil ve Prof. Songar’ın araştırmasının sonuçlarına benim tanık olduğum ilk sunum 1984’te Bursa’daki bir kongreydi. Songar konuşmasında araştırma sonuçlarına göre.,‘solcuların genetik olarak suçlu olduğunu’ söyledi. Bir de Erzurum Cezaevi’ndeki tutukluların kendilerine sürekli iğne yapıldığına dair tanıklıkları biliyorum. Bu ilaç 100 kişiye uygulanmış.”
Sadece muhaliflik mi? Bazen normal doğuma ikna olmamış olmak da sizi psikolojinin/psikiyatrinin nesnesi haline getirebilir.
Sağlık Bakanı Müezzinoğlu ve ikna olmak istemeyen kadınlar
Ve elbette komünizm hayranlığı…
Komünizm Hayranı Deli (Kaynak: https://twitter.com/mbdincaslan)
Ereksiyon düşmanı eşitlik
Hürriyet’te yayınlanan Ereksiyon Düşmanı Eşitlik…
İntihar Ettiren Gösterişçilik
Gelelim Pasif Agresiflik Meselesine
Konu nereden nereye geldi diyenler olabilir ama ihtisas tramvayının alamet-i farikası hangi durağa gideceğinizi bilemeden biniyor olmanın heyecanı değil mi zaten? Yukarıdaki örnekler kişinin yaşadığı durumu, kişinin içinde olduğu bağlamı gözetmeksizin kişinin psikolojik patolojisiyle açıklamanın farklı tezahürleri. Komünizme muhalif misiniz, hantal şizofreniniz var! Sınırın bu yanında komünizm hayranı mısınız, düz delisiniz! Pasif Agresiflik de benzer biçimde işlev görüyor sanırım. II Dünya Savaşı’nda isteksiz bir asker ya da plazada işinde anlam bulamayan bir beyaz yakalı olmanız durumu değiştirmiyor. Çalışma yaşamının ne kadar derin bir yabancılaşma barındırdığının bir önemi yok, tıpkı II Dünya Savaşı’nın “olağan askeri stres” olması gibi.
Pasif agresiflik vardır, tıpkı şizofreninin de olduğu gibi. Konu bu terimlerin bağlamı, durumu, sistemi aklayıp anormalliği bütünüyle bireye atfetmek amacıyla kullanılıyor oluşu. Pasif agresiflikle ilgili tartışma agresif kısmını kaldırıp pasiviteyi korumaya yönelik şekilleniyor gibi. Bireye değil bağlama dönen eleştirel bir bakış pasif agresifliğin agresiflik kısmını değil pasiflik boyutunu irdeleyecektir. Kızgınlık diğer tüm duygular gibi bir duygudur, kızgın hissediyor olmak tek başına bir patoloji ifade etmez. Bazen de kızılır… Dolayısıyla sizler için agresif olmamanızı değil, aktif agresif olmanızı temenni ederim sevgili pasif agresifler.
CIA’den SADAT’a: Özel harp taktikleri
Peker'in Nevzat Tarhan'la ilgili paylaşımları 12 Eylül öncesinde siyasi tutuklar üzerinde yapılan ilaç deneylerine kadar uzanan 'özel harp' taktiklerinin yeniden hatırlanmasına neden oldu...
30 Ekim Cumartesi 2021 Saat: 10:11Güncellenme: 31 Ekim Pazar 2021 Saat: 08:20
Sadık Güleçsgulec@gazeteduvar.com.tr
DUVAR - Sedat Peker’in kamuoyunda psikolog olarak tanınan Prof. Dr. Nevzat Tarhan’la ilgili paylaşımları önceki açıklamaları kadar ilgi çekmedi. Oysa bir kuşak Nevzat Tarhan ve onun 'yanında yetiştiği' Ayhan Songar'ı bir başka nedenle tanıyor. Önce Sedat Peker’in Nevzat Tarhan için yazdıklarını hatırlayalım. Şöyle demişti Peker: “Ordudan mecburi emekli edilen Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan’ın uzmanlık alanı psikolojik harptir. Nevzat Tarhan’la çalışmalarınız ne üzerine? Güvenlik şirketiyiz diyorsunuz. Nevzat Tarhan’ın sizin için yaptığı psikolojik harp çalışmalarının sebebi nedir? Anlaşılan o ki sizinle işimiz uzun."
‘OLUK OLUK KAN AKITACAĞIZ’ PSİKOLOJİK HARP TAKTİĞİYDİ
Bu açıklamanın ardından Sedat Peker’in biraz daha ayrıntıya inen bir açıklaması geldi: “Ülkede korku iklimi yaratmak için silahlanın çağrısını yapmam ortak fikirdi. Oluk, oluk kan dökülme çıkışını yapacağından haberdar değildik diyemezsiniz. O tarihlerin birkaç gün öncesinde yaptığım görüşmelerin HTS kayıtları da ortaya çıkacaktır.”
Özetle Peker asmakla, kesmekle, oluk oluk kan akıtmakla ilgili önceki açıklamalarının SADAT ve Nevzat Tarhan odaklı bir psikolojik harp taktiği olduğunu söylüyordu.
Ama bizim konumuz bu açıklamalar ve ayrıntıları değil. Peker’in açıklamalarında bahsedilen özel harp tekniklerinin hem ülkemizde hem dünyada uzun bir geçmişi olduğunu biliyoruz. ABD’de başlayan ve Türkiye’ye uzanan psikolojik savaş taktiklerinin geçmişinde, Sedat Peker’in açıklamalarında yer alan Nevzat Tarhan, Tarhan’ın asistanlığını yaptığı Ayhan Songar, “dünyaca ünlü Sümerolog” olarak tanınan Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Turan İtil de var.
ABD’DEN TÜRKİYE'YE BİR ÖZEL SAVAŞ ÖRGÜTÜ
Akademisyen, psikolog ve Üsküdar Üniversitesi Rektörü Nevzat Tarhan’ı sadece bu unvanlarıyla tanımıyoruz. Ama önce biraz geçmişe gitmekte fayda var. Nevzat Tarhan asker kökenli bir akademisyen. Kuleli Askeri Lisesi mezunu, uzun yıllar Gülhane Tıp Akademisi’nde (GATA) albay rütbesi ile görev yapmış bir asker. 1994 yılında emekliye ayrıldı. Kendisi daha sonra yaptığı bir açıklamada bu emekliliğin eşinin başörtülü olması sebebiyle 'zorunlu olarak dilekçe verdirilmesi' sonucu olduğunu söyledi.
2010 yılında düzenlenen "Askeri Vesayetten Normalleşmeye'' konulu panelde emekli tuğgeneral ve
SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi, Nevzat Tarhan'a 'Herkes için Adalet Ödülü' vermişti.
Peker’in itirafları sonucunda SADAT-Tarhan ilişkisi olduğu iddiasının gündeme gelmesi ile bu işin ana yönlendiricisi olan ABD’den Türkiye’ye uzanan eski bir hikâyeyi tekrar aktaralım.
AYHAN SONGAR’IN ASİSTANI
Nevzat Tarhan’ın aynı zamanda Türkiye sağının önemli isimlerinden psikolog Ayhan Songar’la bir öğrenci-öğretmen ilişkisi vardı. Ayhan Songar, bir psikolog olmanın ötesinde 12 Eylül’den sonra cuntanın hayata geçirmeye çalıştığı Türk-İslam sentezinin önemli ideologlarındandı. Tarhan’ın, Ayhan Songar’ın asistanı olduğu biliniyor. Hatta Songar’ın ölümünden sonra, ölüm yıldönümlerinde yapılan etkinlikleri de o düzenliyor.
Ayhan Songar
MECİDİYEKÖY’DE BİR SAĞLIK MERKEZİ BOMBALANDI
Tam bu noktada 90’lı yıllarda o dönem çok şaşırtıcı görünen bir bombalama olayını da aktarmak gerekiyor. Mecidiyeköy’de bir sağlık merkezine giren bir grup binayı boşaltmış, çalışanları alt kata almış ve içeriye koydukları bombayla merkezi kullanılmaz hale getirmişlerdi. O güne kadar farklı saldırılar olsa da silahlı sol örgütlerin bu şekilde içinde sivillerin olduğu bir sağlık kuruluşunu basmaları görülmüş bir eylem biçimi değildi. Gazeteciler de adını şimdiye kadar hiç duymadıkları bu sağlık kuruluşunun neden basıldığını anlamaya çalışıyorlardı. Ardından o dönem adı sıkça anılan Dev-Sol’dan bu sağlık kuruluşunun bir “işkence merkezi” olduğu şeklindeki açıklama geldi.
TUTUKLULARIN İŞKENCE MERKEZİ MİYDİ?
Peki, neden bu merkez bombalanmıştı? Seksenlerin sonuna doğru tekrar yayınlanmaya başlanan sosyalist dergilerin okuyucu mektuplarının büyük kısmını hapishanelerden gelen yazıların doldurduğu sayfalarda onların aktardığı, bazı olaylar dikkat çekiciydi. Bazı tutuklular, hastalandıktan sonra götürüldükleri sağlık kuruluşlarında kendilerine verilen ilaçlardan şikayet ediyorlardı. Bazıları ise iradeleri dışında bilmedikleri yerlere götürüldüklerini ve ilaç verildiğini yazmışlardı. Sonradan ortaya çıkan bir takım bilgilere göre, bu yerlerden birisi Dev-Sol’un bombaladığı belirtilen Mecidiyeköy’deki Hamide Zekeriya İtil (HZİ) Vakfı’ydı. Örgütün yaptığı açıklamada da bu merkezde 'siyasi tutuklulara ilaç verildiği' iddia ediliyordu.
1971 yılında kurulan söz konusu vakfın kurucu başkanı ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'dı. Kardeşi Turan İtil de yönetimdeydi. Vakfın baş harflerinin açılımını Muazzez İlmiye Çığ, kendisi ile yapılan bir röportajda şöyle açıklıyor: “Annemin ismi Hamide, babamın ismi Zekeriya ve soyadımız İtil'in ilk harflerini yan yana getirdik. Neyse, ben vakfı idare ediyorum ama araştırmaları benim yapacak halim yok.”
Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Turan İtil.
ABD’DE BEYİN FONKSİYONLARI UZMANI
Vakıftaki “tıbbi” çalışmaların esas mimarı olan kardeş Turan İtil hakkında en ayrıntılı aktarımı, gazeteci Serhat Öztürk’ün “Çivi Çiviyi Söker, Muazzez İlmiye Çığ” adlı kitabında bulmak mümkün. Çığ, kardeşinin 1958’de önce Almanya’ya daha sonra Amerika’ya gittiğini söylüyor. Amerikalılar onun anlatımına göre, Turan İtil’in özellikle “beyin fonksiyonlarını tetkik projesi” ile ilgilenmişlerdi.
1971’de kurulan vakfın kuruluş amacını Çığ, kardeşinin "Türkiye’ye olan borcunu ödemek istemesi" olarak açıklıyor. Onun anlatımlarına göre, özellikle yurt dışından getirilen ilaçlar, Türk insanının bünyesine uygun hale getirilmeliydi. Vakfın ilk çalışması da bu yönde olmuştu: “O zaman iki profesör arkadaşıyla Türkiye'deki Valium'un beyindeki tesirini, Amerikan ve Alman Valium'larıyla mukayese ettiler. Sonuçta Türk Valium'unun beyne çok az etki yaptığını buldular. Bunu, ABD'deki Gıda ve İlaç İdaresi'ne (FDA) raporla bildirdiler ve ilmi bir neşriyatta yayımladılar.”
İLAÇ ARAŞTIRMALARI İÇİN 3. DÜNYA ÜLKELERİ SEÇİLDİ
Yine beyindeki elektrik dalgalarını ölçmek için kullanılan elektroansefalografi (EEG) adlı cihazı Türkiye’ye getirerek "hastalara hizmet etmek" istemişti. Bu vakfın kağıt üzerinde kalmadığı yetmişli yıllardan başlayarak Türkiye’de faaliyete geçtiği anlaşılıyor. Yine bazı ilaçların etkileri üzerine hastalarda denemeler yapıldığı da Çığ’ın anlatımlarından ortaya çıkıyor: “Biz vakfı açtıktan sonra bir taraftan araştırmalar yürüyordu, bir taraftan da dışarıdan hasta alıyorduk. Orada laboratuvar var, ucuza çalışıyoruz, millet bayılıyordu. Bir alt katı da tutmuştuk, her şey çok güzel gidiyordu. Fakat arada bir kulağıma dedikodular geliyordu.” Bu dedikoduların ayrıntısına inmiyor Muazzez İlmiye Çığ. Kimbilir belki de 'hastalara' verilen ilaçların ne olduğuyla ilgiliydi... Vakfın bundan sonraki çalışmalarına geçmeden önce konunun ABD’ndeki geçmişine bakmak gerekiyor.
CIA, LSD ARAŞTIRMALARINI TUTUKLULAR ÜZERİNDE DENEDİ
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte CIA, bugün ayrıntıları yeni yeni çıkmaya başlayan çok farklı alanlarda çalışmalar yürüttü. Bunlardan en önemlisi karşı tarafın ajanlarından, diplomatlarından bilgi almaya dayanan tekniklerdi. CIA, şu sorunun cevabını merak ediyordu: Kişinin davranışlarını, konuşmalarını yönlendirecek ilaçlar yapılabilir mi? Hayvan deneyleri sonrası karşılarına şu soru çıktı: Peki, bu ilaçlar nasıl ve kimler üzerinde denenecekti? Çünkü yapılmak istenen deney, son derece sıra dışıydı. Gönüllü kobayların kullanılmasına imkan yoktu. CIA, kendisine bağlı laboratuvarların bu isteğine kolay bir yol buldu. Sokaklarda binlerce eroin bağımlısı vardı! Amerikan hapishanelerinde yüzde 90’ı siyah Amerikalılardan oluşan uyuşturucu bağımlısı mahkûmları kullanmaya karar verdiler. Ancak bu çalışmalar zamanla dışarıya sızdı ve soruşturmalar açıldı.
FDA ÇALIŞMALARI YASAKLADI
Çalışmalar için ikinci büyük engelse Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi’nden (FDA) gelmişti. FDA, beyni etkileyecek kimyasal ilaçların insanlar üzerinde denenmesini yasaklamıştı. Bu nedenle birçok Amerikan ilaç şirketi çalışmalarını üçüncü dünya ülkelerinde yapmaya başladı. Turhan İtil’in de bu tür yasaklardan şikâyetçi olduğunu daha sonra kendisiyle yapılan bir röportajdaki sözlerinden anlıyoruz: “Bir memlekette, tıbbi bulguları engellemeye çalışıyorsanız, bunun bir güzel yolu da insan haklarını bahane ederek tıbbi araştırmaları önlemek.”
İTİL ‘BİR VASITA’ İLE ASKERİ CUNTAYA ULAŞTI
12 Eylül Darbesi’nin ardından yine Muazzez İlmiye Çığ’ın anlatımlarına göre, "memleketi için bir şeyler yapmak isteyen" Turhan İtil, dönemin askeri cuntasına “bir vasıta” ile ulaşmıştı. Yapılmak istenen çalışmada İtil, şunları amaçlıyordu: “Turan, ‘ben ne yapabilirim’ diye düşündü. ‘Bu genç çocuklar nasıl teröre bulaştılar, bunların psikolojisini araştırabilirim’ dedi. Daha sonra Turan buraya geldi. O zaman Evren Paşa ve Milli Güvenlik Kurulu var. Bir vasıtayla kurula gidip, yapmak istediği araştırmayı anlattı. Meğer askerler daha 1977 yılında böyle bir araştırmaya başlamışlar.”
TÜRKİYE’DE İLAÇLAR DENENDİ Mİ?
Şüphesiz bu araştırmaların yapılacağı denekler cezaevlerindeki siyasi tutuklular olacaktı. Peki yapılmak istenen yalnızca bir 'anket çalışması' mıydı? Yoksa Turhan İtil’in esas çalışma alanı olan beyne etki eden ilaçlar bu araştırmalarda kullanıldı mı? “Neden teröre bulaşıyorlar” sorusu üzerine geniş kapsamlı bir çalışma yapıldığını bizzat çalışmaya katılanların anlatımlarından biliyoruz. Dönemin siyasi tutukluları arasında bu konuda çok sayıda tanıklık olduğunu da biliyoruz. Son olarak Türk Tabibleri Birliği üyesi, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Şahin, 12 Eylül’ün 30. yılı nedeniyle Türkiye Psikiyatri Derneği’nin yayın organına yayınlanan yazısında HZİ Vakfı’nın “insanlık ve etik dışı araştırmalar yaptığını" belirtiyor, işkence iddiaları ile ilgili görüştüğü bazı tutukluların bunu teyit ettiğini aktarıyordu.
5 BİN KİŞİ ÜZERİNDE ARAŞTIRMA YAPILDI
Onun verdiği bilgilere göre, araştırmalar HZİ Vakfı’ndan Turan İtil tarafından 5 bin kişi üzerinde yapılmıştı. İtil kendisiyle yapılan ender röportajlardan birinde 1985 yılında Nokta Dergisi’ne araştırma sonuçlarına ilişkin şunları söylüyordu: “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki, bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kendileri de bilmiyorlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Uluslararası bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük... Bir de en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde 40’a kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.”
TARHAN ARAŞTIRMAYI DOĞRULADI
Bu araştırmaya ilişkin Ayhan Songar’la çalışmış Nevzat Tarhan’ın da bir tanıklığı var. Tarhan kendisinin bu çalışmalara katıldığına ilişkin iddiaları reddediyor. Ancak Ayhan Songar’ın bulduğu sonuçları kendisinin de bulunduğu sohbet ortamlarında açıkladığını söylüyor: “Araştırmanın sonuçlarına göre sağcılar geri zekalı, solcularsa anti sosyal ve psikopat çıktı." Yine Tarhan’ın anlatımlarına göre araştırma sonuçları Harbiye Orduevi’nde Genelkurmay'a bir sunumla aktarılmıştı. Peki, ABD’de CIA’in hayat kadınları, uyuşturucu bağımlıları ve mahkûmlar üzerinde denediği bilinen bu ilaçlar, Türkiye’de de denenmiş miydi? Burada HZİ Vakfı’nın araştırmalarında "kobay" olan tutukluların anlatımları dışında bazı psikiyatristlerin dönemin “ruhundan” etkilenerek yaptıkları açıklamalar da var elimizde.
SORGUDA İŞKENCE YERİNE İLAÇ TAVSİYE EDİLDİ
Güneş Gazetesi’nde 12 Aralık 1987 yılında yayınlanan bir haberde Dicle Üniversitesi’nden psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Balcı'nın bir açıklaması yer alıyordu. Tutuklulara işkence yapıldığını son derece doğal bir şekilde kabullenen bu akademisyen, kendince daha “insani bir yöntemi” tavsiye ediyordu: “Sorgulamalarda işkence yerine, insanda otokontrolü kaybettiren ve yaşanan olayları hatırlattıran Sodyum Pentothal adlı ilaç kullanılmalı”ydı...
Yine dönemin sağcı-muhafazakâr Tercüman Gazetesi’nde emniyette işkence yapıldığı iddiaları ret edilirken, işkence yerine “Ankara’da sorgulanan iki şahsa Sodyum Pentothal” verildiği açıkça yazılmıştı. Yani işkence yapılmıyordu, ilaç veriliyordu.
SUNUMLAR CIA VE ORDUYA YAPILDI
Turan İtil ve Ayhan Songar ikilisinin yaptıkları araştırmalar sadece bir yerlerde yayınlanmak üzere yapılmadı. Zaman zaman dönemin en üst düzey devlet yetkililerine sunumlar yaptılar. 1983 yılında Harbiye Orduevi’nde “Uluslararası Terörün Çağdaş Yönleri” adlı bir seminer düzenlediler. Yine 1985 yılında “Türkiye’de Teröristlerin Rehabilitasyonu” başlıklı bir panel düzenlendi. Katılımcılar arasında Turan İtil ile yakın dostluğu bilinen CIA İstasyon şefi Paul Henze, Orgeneral Necdet Öztorun, dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz vardı. Bilinen şey, bu sunumlardan sonra Türkiye cezaevlerindeki siyasi tutuklulara yönelik yeni uygulamaların başladığıdır. Mamak, Metris hatta Diyarbakır cezaevlerindeki uygulamaların bu seminerler ile yakın ilişkisi olduğuna ilişkin iddialar da dillendirildi.
ÇIĞ: BİLİM BÖYLE İLERLİYOR
Fakat Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de sistemin içinden ve dışından bu yöntemleri ifşa edenler çıktı. Çalışmalarda yer alan bir kadın akademisyen, gazetecilere “Amerika’da kullanılması yasak olan ilaçların hastalara ve tutuklulara” verildiğini sızdırmıştı. Çığ’a göre bu açıklamanın tek sebebi "bu kadının Ayhan Songar ile kişisel çatışması"ydı. Bu haberler Cumhuriyet Gazetesi’nde ve Nokta Dergisi’nde 1985 yılından sonra yayınlanmaya başladı. Çığ, hastaların “kobay” olarak kullanıldıklarını bilmedikleri şeklindeki iddiaya da cevap vermişti. Çığ, bu araştırmaların yapıldığını kabul ediyor ancak "her şeyin kuralına uygun olduğunu" söylüyordu. Ona göre hastalar “gönüllünün rızası olduğuna dair imza alınması dahil” bütün haklara sahiptiler. Çığ, yapılan yayınlar konusunda İlhan Selçuk’u suçladı.
Cumhuriyet gazetesinin Mart 1985'de “Toplum ve Hekim” sayfalarında konu hem İtil’in hem Muazzez İlmiye Çığ’ın açıklamalarına cevap olarak dönemin saygın bilim insanları tarafından ele alındı. Dönemin Türk Tabipler Birliği başkanı Prof. Dr. Nusret Fişek bu ilaç denemelerinin yasadışı olduğunu belirterek şu açıklamayı yapmıştı: “Bayan Çığ beyanatında 'maddi karşılık uğruna fedakârlık yapan insan çok' diyor. Bu, fukaralığın sömürüsü anlamına gelir ve böyle bir deney tıp meslek ahlakına aykırıdır. İkinci sorun ise hükümetin, insanlar üzerinde deney yapabilmeleri için bilim adamlarına izin veren bir komite kurmamış olmasıdır. Bu durumda karar, bilim adamlarının bilgi ve vicdanlarına kalmaktadır."
VAKIF BOMBALANINCA ABD'YE DÖNDÜ
Bütün bu tartışmalar Dev-Sol’un, HZİ Vakfı’nın İstanbul Mecidiyeköy’deki merkezini basması ile son buldu. Turan İtil bu baskından sonra Amerika’ya döndü. Amerikan Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir psikoloji merkezinin başına getirildi. Orhan Gökdemir’in bu konuda “sol.org’da” yayınlanan bir yazısında dediği gibi bütün bunlar unutuldu, hepsi birer saygın bilim insanı kimliğine büründüler. Turan İtil, 2014’de 90 yaşında öldü. Yine bu araştırmalarda yer alan Ayhan Songar ise Nevzat Tarhan öncülüğünde her yıl üniversitelerde düzenlenen etkinliklerle anılıyor. Muazzez İlmiye Çığ, 90’lı yıllardan sonra yazdığı kitaplardan dolayı "dünyanın en ünlü Sümeroloğu ve aydın Cumhuriyet kadını" olarak yaşıyor.
Turan İtil hakkındaki tek soruşturma
Ülkü Ocakları davasında tutuklanan
Küçükizsiz'in şikayeti ile açıldı ancak sonuçsuz kaldı.
AÇILAN TEK SORUŞTURMA SONUÇSUZ KALDI
Bu konuda açılan tek dava ise 12 Eylül’de gözaltına alınan bir ülkücüye ait. Mamak’da “mengele” olarak adlandırdıkları işkencelerde bulunmuş doktoru bir televizyon programında gören Recep Küçükizsiz, hemen bu kişi hakkında suç duyurusunda bulundu. Küçükizsiz, Turan İtil’i tanımıştı ve kendilerine işkence yapan ekipte olduğunu söylüyordu. Ama bu soruşturmadan bir sonuç alınamadı. Sadece tarihe bir kayıt düşülmüş oldu.
Nevzat Tarhan’ın da Ayhan Songar ile olan yakınlığı nedeni ile bu ekibin içinde olduğu iddiaları basında yer aldı. Ancak kendisi bunları kesin bir dille reddetti. Bugün onun hakkında duyduğumuz son gelişme ise Sedat Peker’in psikolojik savaş yöntemleri hakkında SADAT’a yardım ettiği iddiası. Peker, onun "SADAT’ın ortağı" olduğunu gösterdiğini belirttiği belgeleri de yine sosyal medyadan yayınladı. Toplumsal hareketlere karşı CIA eliyle başlayan olaylar zincirinin bugün de farklı şekillerde varlığını sürdürdüğünü ise yine bu açıklamalardan anlıyoruz...
Bizim sevgili hastalığımız
06.07.2019
1990 yılına denk gelen bir Haziran gününde dört Dev-Sol militanı Gayrettepe’deki HZİ Vakfı’nın kapısını çaldı. Kapı açıldı. İçeriye giren militanlar vakıf çalışanlarını dışarı çıkardı. Duvarlara sloganlarını yazdıktan sonra el yapımı bir bombayı vakfa bırakıp çıktı. Eylemin ardından yayınlanan “Devrimci Sol-Silahlı Devrim Birlikleri” imzalı bildiride “Amerikan ilaç tekellerinin hizmetinde çalışan ve CIA tarafından finanse edilen HZİ Vakfı, örgütümüz tarafından basıldı ve tahrip edildi” deniyordu.
HZİ Vakfı pek bilinen bir kuruluş değildi. Haberini yapan gazeteciler bile şaşırmıştı vakfın hedef alınmasına. Kurucularından Prof. Dr. Turan İtil de pek tanınmış bir isim değildi. Diğer kurucu Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ herkesin malumuydu. Malum olmayan iki profesörün kardeş olduğuydu. Yönettikleri vakfın 12 Eylül karanlığında cezaevlerinde üstlendiği uğursuz rol de öyle...
“HZİ”, Hatice Zahit İtil’in baş harfleri. Hatice Zahit Hanım, Prof. Dr. Turan İtil ve Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın anneleri. “Nöropsikiyatri” alanında faaliyet gösteren bir vakıftı bu. Haliyle yükün çoğu küçük kardeş Turan’ın omuzlarındaydı.
Küçük kardeş Turan pek hazırlıklı ve donanımlıydı; vakıf adına 12 Eylül’ün en karanlık yıllarında generallerin teşvikiyle Mamak, Metris, Erzurum gibi siyasi tutuklu ve hükümlülerin çoğunlukta olduğu toplama kamplarında solcular üzerinde farmakolojik deneyler yaptı. Hatta seçilen bazı mahkumlar adı geçen vakfa taşındı, burada da “bilimsel” deneylere tabi tutuldu. Vakfa yakın oturan site sakinleri kafalarında tuhaf başlıklar ve kablolar olan insanlar gördüklerini söylüyorlardı. Vakfın kurbanları deneylerin farmakoloji ile sınırlı olmadığını; hipnoz, beyin fizyolojisi, elektromanyetizma gibi “zihin kontrolü” ile alakalı alanları kapsadığını söylüyorlardı. Belli ki o karanlıkta fizik ile fizikötesi arasındaki sınır kolayca aşılmıştı.
Milli Güvenlik Konseyi emriyle cezaevlerinde yürütülen bu çalışmalara katılan bir isim daha vardı. 12 Eylül cuntasına yakınlığı ile meşhur Prof. Dr. Ayhan Songar hem bağımsız olarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümünde, hem de HZİ Vakfı bünyesindeki çalışmalara katılıyordu. Hep birlikte “insanlardaki komünist eğilimlerin tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu” ispatlamaya çalışıyorlardı.
Prof. Turan İtil bombalama eyleminden sonra, biraz da ülkedeki karanlığın dağılmakta olduğunu fark ederek vakfın kapısına kilit vurup ABD’nin yolunu tuttu. O gidince cezaevlerine yönelik çalışmaları Ayhan Songar yürüttü. Amerikan menşeli birtakım ilaçlar solcular üzerinde deneyerek, tutsakları rızası dışında elektro-fizyolojik çalışmalara dahil ederek birtakım deneyler yoluyla beyinde komünistliğe neden olan bir hastalık odağı aradılar. Bulamadıklarını biliyoruz.
“@ortotoxic” adlı bir sosyal medya kullanıcısı hatırlattı; Komünizmi bir hastalık olarak gören psikiyatrik yaklaşımı Naziler geliştirmişti. Naziler bu “hastalığı” tedavi etmek için itlaf ve kısırlaştırma yöntemlerini denediler. Bu yöntemler yetersiz kalınca lobotomi yoluyla deneklerden uysal hayvanlar yaratmaya giriştiler. Sovyetler Birliği savaştan etki alanını genişleterek çıkınca yöntemleri Amerikalılar devraldı, geliştirmeye çalıştı.
HZİ Vakfı’nın kurucusu Turan İtil, o korkunç işlerin tam ortasından Türkiye’ye fırlatılmıştı. Ayhan Songar ise ülkenin yerli ve milli karanlığı “Türk-İslam Sentezi”nin ürünüydü.12 Eylül generallerinin bu ikiliyi teşhis etmesini ve kullanmasını asla rastlantı sayamayız.
***
Haklarını verelim: Ayhan Songar’ın tersine, Turan İtil sıradan bir farmakolog, alelade bir akademisyen değildi. Dünya çapında araştırmalara, buluşlara, patentlere imza atmış, ABD’de yabancıların ulaşamayacağı haklar elde etmişti.
Şaşırtıcı bir biyografisi var haliyle. Nazi Almanya’sının şerrinden kaçıp Türkiye’ye sığınan Yahudi kökenli bilim insanlarından Ord. Prof. Dr. Philipp Schwart’ın öğrencisi. Bu ilişki ona 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da çalışma fırsatı verdi. 1960’lı yılların başında Almanya’da Erlangen-Nürnberg Üniversitesi’nde doçent oldu ve Nöropsikiyatri Bölümünde başhekimlik yaptı. O yıllarda St. Louis Missouri Üniversitesine davet edildi. 1974’e kadar araştırmalarını burada sürdürdü. 1975’te davet edildiği New York Tıp Koleji’nde Biyolojik Psikiyatri Başkanı olarak 15 yıl görev yaptı. Amerikan Hava Kuvvetleri ve Missouri Üniversitesi Psikiyatri Enstitüsü bünyesinde LSD üzerine araştırma birimlerine öncülük etti. Amerikan Ordusu ile birlikte çalıştı, NATO ile sıkı iş birliği yaptı. Dahil olduğu ve destek verdiği projeler arasında CIA destekli meşhur “Zihin Kontrol Programları” da var.
Ardından kendi vakfını kurdu, araştırmalarını orada sürdürdü. Fakat Amerika’da ayaklanan gençler vakfına sıkıntı çıkarıyor, protesto ediyor, imkân bulursa yakıp yıkıyordu. Vakfı Türkiye’ye taşımaya karar verdi, burada daha özgür olacaktı. 1971’de Gayrettepe’de kurulan HZİ Nöropsikiyatri Vakfı, New York’taki HZI Research Center’ın bir şubesiydi.
12 Eylül’ün çok yakında ülkeyi onun için koca bir laboratuvara dönüştüreceğini tahmin ediyor muydu bilinmez. O laboratuvarda bulduklarını sır gibi sakladı. Bulgularının bir kısmını 1983’te İstanbul’da yapılan bir seminerde “özel davetlilerle” paylaşmıştı sadece. O özel davetliler seminerden öğrendikleri bilgilere dayanarak cezaevlerinde “Mamak Modeli”ni uygulamaya karar verdi. Koğuş sisteminden hücre sistemine geçildi. Zekâ dereceleri düşük olanların yeniden topluma kazandırılması için tedrici af yoluna gidildi. Sağcı ve solcu tutsaklar aynı koğuşa atıldı, disiplin arttırıldı. “Atatürk ilke ve inkılapları” eksenli bir eğitim yürürlüğe konuldu. İradeleri kırmak için bütün cezaevleri işkence hanelere dönüştürüldü.
Kahramanımız ünleniyordu. 1983’de CIA’nin Uluslararası Dış Politika Enstitüsü ve HZİ Vakfı ortaklığında “Uluslararası Terörün Çağdaş Yönleri” adlı bir seminer düzenlendi. Katılımcılar arasında Turan İtil’in dostu CIA İstasyon Şefi Paul Henze, Orgeneral Necdet Öztorun, Vali Nevzat Ayaz vardı. 1985’te “Türkiye’de Teröristlerin Rehabilitasyonu Uluslararası Sempozyumu”nu düzenledi. Henze yine onur konuğuydu.
Songar ekolünden gelen “Psikiyatrist” Prof. Nevzat Tarhan, sonuçları kamuoyundan gizlenen bu araştırmayla ilgili olarak Prof. Songar’ın dost sohbetlerinde “Araştırmanın sonuçlarına göre sağcılar geri zekalı, solcularsa anti-sosyal ve psikopat çıktı” dediğini itiraf etti. Büyük keşiftir. Geri zekalılığın tedavisi yoktur ama anti-sosyallik ve psikopatlık tedavi edilebilir!
***
1990’daki o Dev-Sol baskını küçük bir yol kazasıydı. Sonra Turan İtil de karanlık vakfı da çabucak unutuldu. Ayhan Songar saygın bir bilim insanına dönüştü. Fakat kurbanlar hayattaydı ve ara sıra hatırlama eğilimi gösteriyorlardı. “Ülkücü” Muhsin Yazıcıoğlu ekibinden Recep Küçükizsiz cezaevinden çıkıp uzun yıllar yurtdışında kaçak yaşadıktan sonra 2011 yılında ülkeye döndü. Bir gün unutmak istediği Mamak’ın beyaz önlüklü Mengelesi umulmadık bir yerde karşısına dikildi. Televizyonda bilirkişiydi Dr. Mengele. Aradan geçen onca yıla rağmen Prof. Dr. Turan İtil’i hemen tanıdı ve soluğu mahkemede aldı. Binlerce kurbanı olan Prof. İtil böylece ilk kez resmi soruşturmanın konusu oldu. Bunun dışında hakkında tek bir soruşturma açılmamıştı. Niye açılsın? Turan İtil bu düzenin ta kendisidir.
Emperyalizmin kanlı laboratuvarlarında bir ömür geçiren kahramanımız 2014’te 90 yaşında öldü. Karanlık bir hayat sürdü, karanlığa gömüldü.
***
Aralarında Nobel ödüllüler de var, Amerika’da yetişip ülkeye dönen “bilim insanları”nın çoğunun anti-sosyal olduklarını ve psikopat göründüklerini fark edince şaşırmıştım. Sonuncusu ödülünü alıp ülkeye dönünce ne yapacağını şaşırdı; Genelkurmay’dan çıkıp Anıtkabir'e koştu, oradan MHP’ye uğradı. BBP’de çayını içtikten sonra Beştepe’de aile fotoğrafı çektirdi. Dediğine göre Atatürkçüydü. İzleyenler, onun bir psikopat mı yoksa bir geri zekalı mı olduğunu anlayamadı. Amerikan laboratuvarı efektidir.
O karanlıkta ne bulabilirler ki? Beş bin kişi üzerinde “araştırma” yapan Prof. Dr. Turan İtil de vaktiyle bir dergide derin bulgularını şöyle anlatmıştı: “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kâfi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kendileri de bilmiyorlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı… Biz bunların bilgisayar programcısı yapılmasını önerdik. Bir de en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.”
Bulguları budur. Fakat bizim bu tarihten damıttığımız bulgu daha sağlamdır. Antikomünizm bir hastalık değildir, egemen sınıfın doğal refleksidir. Bununla birlikte bulaşıcıdır, bünyesi zayıf olanlarda beyne yerleşir, tahrip eder, ahmaklaştırır. Sonuç ortada…
Daha önce yazmıştık, tekrar edelim: Komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. Haliyle ortadan kaldırmak için insanın insan yanını silmeniz gerekir. Tarihleri gösteriyor ki bu da imkânsız bir iştir. Onun için bu yola heves edenler deneklerinin değil sadece kendilerinin insanlığını silebiliyor. İlaç, LSD, işkence hepsi hikâye: insanı insanlıktan çıkarmanın tek yolu antikomünizm bulaştırmaktır.
Komünizme gelince; bu bizim sevgili hastalığımızdır, kimseye yedirmeyiz!
***************************
Muazzez İlmiye Çığ vefat etmiş. Kardeşi Turan İtil ile kurdukları vakfı Devrimci Sol bombalamıştı 1990 yılında. Bıraktıkları bildiri de şöyledir:
HZI Vakfı Olayının Düşündürdükleri
Ecz. Necla BAL
Nokta Dergisi ve Cumhuriyet Gazetesi’nin uzun zamandır konu ettiği ve yalnız meslek çevrelerinin değil, tüm ka-muoyunun büyük oranda ilgisini çeken insan üzerinde yapılan ilaç denemeleri konusu yetkililerce araştırılmaya baş-lanılmıştır. Sonuç ne olursa olsun konunun ortaya çıkışıyla farkedilen bir gerçek üzerinde durulması gereklidir. HZİ Vakfı olayı ile ortaya çıkan bu çalışmaların başka kurum ve kuruluşlarca da yapılıp yapılmadığı çok kesin ol-mamakla birlikte, bu konuda bazı çevrelerin kuşkulan olduğu gerçektir. Bu kuşkular insanlar üzerinde yapılacak ilaç denemelerinin hangi sınırlar içinde kalması gerektiğini be-lirleyecek yasal önlemler geliş-tirilmesi gereğini ortaya çıkar-mıştır.
Ülkemizde bu tür çalışmaları sınırlayan 1262 sayılı yasanın ilgili hükümleri ile Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi ne yazık ki, insan sağlığını koru-maya yönelik yeterli hükümleri getirmemiştir. Birincisi yasaya aykm davrananlara çok küçük bir para cezasını öngörmekte; İkincisi ise konuyu Haysiyet Divam’na göndermektedir. Bu güne değin yapılan çalışmalarda kişilerin davranışlarını belki de cezaların hafifliği belirlemiştir. Çünkü ilgili yayınları izlediğimizde şu olgularla karşılaşıyoruz:
1— Araştırmaya yapanlar Türkiye’de bazı yasaların var-lığından bilgi sahibidirler. Öyle ki, denemelerin ülkemizde yapılmasına gerekçe olarak yasaların sıkı olmaması göste-rilmiştir.
2— Yasaların varlığından bilgi sahibi olan bu kişiler hiç-bir makamdan izin alma gere-ğini duymamışlardır.
3— Yapılan çalışmalar 1974 yıllarında yayınlandığı ve ül-kemizde yapılan bilimsel top-lantılarda açıklandığı halde deontoloji tüzüğü işletilmemiş- tir.
Bu üç olgu üzerinde durmak ve konuyu bu açıdan değerlen-dirmek gereği vardır. Bunlardan birincisi uluslararası bilimsel bir dergide yayınlanan çalışmaların ülkemizde yapılma gerekçesi, yasaların daha az kısıtlayıcı olması biçiminde gösterilmiş ve hiçbir yerden izin alma gereği de duyulma-mıştır. En azından 1974 lerden beri tıp çevrelerinde bilinen bu çalışmalar hakkında yetkili meslek örgütü tarafından hiçbir şey yapılmaması da gariptir.
Çalışmaların niteliği ise daha ilginçtir. Her ne kadar ça-lışmaya adı karışan bilim a- damlarmdan bazıları, bu çalış-malara katılmadıklarını açık-lamışlarsa da; bir kısmı bunun üniversitelerin görev alanı içinde olduğunu savunma ge-reğini duymuşlardır. Konunun bu noktada düğümlendiğini söylemek mümkündür. Bugün ilaçla ilgili herkes bilir ki, ilaç olmaya aday kimyasal madde-lerin tümü yapılan bir dizi la- boratuvar ve hayvan deneyle-rinin sonuçlarına bağlı olarak, sonuçta insanlar üzerinde mutlaka denenmek zorundadır. İnsanda denenme aşaması ise daima küçük de olsa bir riski içinde taşımaktadır. Bu yönüyle insanca uygularımıza aykırı gelen bir durum söz konusu olamaz. Bilim gelişecekse bu kaçınılmazdır. Kullandığımız her ilaç insanlar üzerinde mutlaka denenmiştir ve bundan sonra da bu denemeler sürdürülecektir.
Ancak ilgili olayın patlak vermesine neden olan yayında durum bazı noktalarıyla fark-lıdır. Çalışmalara dikkatle ba-kıldığında merkezi sinir siste-mini doğrudan etkileyen mad-delerle çalışılmıştır. Bu çalış-maların Amerika Birleşik Dev-letlerinde yasaklanmalarının nedeni budur. İlgili yayınında Türkiye’de yapılan çalışmaların yayınlandığı bölümün hemen ardından gelen yazı bize daha belirgin ipuçları vermektedir. «Psikotropik İlaçların Geliştirilmesi» başlığını taşıyan yazının ilk paragrafında şöyle denilmektedir; «Diüretik ve antikolinerjik türünden bir ilacın klinik araştırmasmı yapmak pek güç olmayabilir ancak, bu psikoaktif bir ilaçsa nörofarmakologlar için durum imkansızlaşır... Çünkü insanm merkezi sinir sistemi hayvan-lara göre çok daha fazla komplikedir...» Böylece başka ülkelerde bulunmuş birtakım kimyasal maddelerin niçin ül-kemiz insanında denendiğini daha iyi anlıyoruz ve niçin bazı ülkelerde bu tür denemelerin yasaklandığım da...
Bilim, yaşamını o yolda har-cayan bilim adamının kafasının ve emeğinin üzerinde gelişen ve insanca saygıyı hak eden bir çalışma alanıdır. Bu çalışma alanında küçük de olsa bazı risklere katlanmak sıradan insanların payına da düşebilir. Bu olayda insana garip gelen nokta bu değildir. Ülkemizin yetiştirdiiğ bilim adamlarından bazılarının, başka ülkelerin vatandaşları için sakıncalı gördükleri denemeleri yine o ülkeler adına, kendi vatandaşlarma uygulama yoluna gitmeleridir. Bu olayda milletçe onurumuzu kıran bir yan vardır. Kısacası bu olayda insanı üzen bir yan vardır.
' T.E.B. Merkez Heyetinin 21. Dönem 2.
v Bölgelerarası Toplantısı Marmaris’te yapıldı
TEB’in 2. bölgelerarası top-lantısı Aydm-Muğla Eczacı O- dasınm düzenlemesiyle 26-27- 28 Nisan 1985’te Marmaris'te yapıldı. Son olarak Ekim 1984 te Çeşme’de yapılan toplantı-dan sonraki gelişmelerin de-ğerlendirildiği bu toplantıda alman kararlar ve yapılacak çalışmaları şöylece özetleyebi-liriz.
•— Majistral reçeteler hazır-lanmış ve 300 tanesi 11.000 TL den TEB tarafından satışa su-nulmuştur. Yüzlerce reçetenin yer aldığı bu kitap meslektaş-larımız için çok faydalı bilgi-lere yer verilmiştir. Türk Ta- bibler Birliği tarafından Tabib Odalarına ve Tabiblere de bu kitap hakkında bilgi verilecek ilerde reçetelerin bu kitapta yer alan tariflerden oluşmasına çalışacaktır. Dileyen mes-lektaşlarımız odamız kanalıyla bu kitabı temin edebilir.
— T.E.B. tarafından bilgi-sayar alınmış ve bundan sonraki çalışmaların bilgisayar denetiminde ve daha sağlıklı bir biçimde yapılması sağlanmıştır.
— S.S.Y.B. Eczacılık Genel Müdürlüğünün İl Sağlık Mü-dürlüklerine gönderdiği son genelge ile Bölge Eczacı Oda-larının eczaneler açılırken uy-guladığı denetimler kaldırıl-mıştır. Muvazaa’nın artması ve şimdiye kadar odaların dos-yalarında yer alan bilgilerin bundan böyle aksamasına yol açabilecek ve çok vahim so-nuçlar doğurabilecek böyle bir uygulama esefle karşılanmış ve çekilen telgraflarla olay kı-nanmıştır.
— Veteriner ilaçların ecza-nelerde satışına ilişkin bir ko-misyon oluşturulmuş ve çalış-malara devam etmektedir.
— Devlet ihale kanununa bağlı kurumlar ile eczaneler arasındaki anlaşmaların Maliye Bakanlığı ile TEB arasında yapılacak belirli bir anlaşma çerçevesinde yapılabilmesi sağ-lanmıştır. Bu husustaki çalış-malar devam etmektedir.
— 6197 sayılı kanunda ya-pılacak değişiklikler gözden geçirilmiş, yapılması istenen değişiklikler komisyona bildi-rilmiştir. İki eczacının eşit şartlarda kârda ve kuruluşta eşit paylarla katıldığı eczane ortaklığı odalar tarafından be-nimsenmiş ve bununla ilgili bir taslak hazırlanması komisyona iletilmiştir.