La chute,
Albert Camus
© 1956, Editions Gallimard, Paris
© 1997, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
1. basım: 1997
19. basım: Temmuz 2013, İstanbul
E-kitap 1. Sürüm Şubat 2014, İstanbul
201 3 tarihli 19. Basım esas alınarak hazırlanmıştır.
ROMAN
1957 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ
Fransızca aslından
çeviren
Albert Camus’nün Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:
Yabancı,
1981
Mutlu Ölüm,
1991
Tersi ve Yüzü, 1992
Yolculuk Günlükleri, 1993
İlk Adam,
1994
Yaz,
1994
Başkaldıran İnsan, 1995
Düğün / Bir Alman Dosta Mektuplar, 1995
Sürgün ve Krallık, 1996
Sisifos Söyleni,
1997
Veba,
1997
ALBERT CAMUS, 1913 yılında Cezayir’de dünyaya geldi.
Cezayir Üniversitesi’nde sürdürdüğü felsefe öğrenimini sağlık nedenleriyle
yarıda bıraktı. 1938’de Paris’e gitti, ilk yapıtları Tersi ve Yüzü ve Düğün
bu dönemde yayımlandı. Edebiyat dünyasına asıl girişini, 1942’de yayımlanan Yabancı
adlı romanı ve Sisifos Söyleni başlıklı felsefi denemesi belirledi.
Birbirini tamamlayan bu iki yapıtta, varoluşçu izler taşıyan “saçma”
felsefesini geliştirdi. Başkaldıran İnsan, Yaz,Sürgün ve Krallık isimli
eserleriyle hem edebiyat hem de düşünce alanlarında yetkinliğini kanıtladı. Mutlu
Ölüm ve İlk Adam adlı romanları ölümünden sonra yayımlandı. 1957’de
Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen ve bugün XX. yüzyıl edebiyat ve düşünce
dünyasının en önemli adlarından biri kabul edilen Albert Camus, 1960 yılında
bir araba kazasında yaşamını yitirdi.
HÜSEYİN DEMİRHAN, çevirmen, felsefeci ve yazar olarak
kültür yaşamımıza önemli katkılarda bulundu. Batı dillerinden pek çok eseri
dilimize kazandırdı. Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü ve Edebiyatçılar Derneği Onur
Ödülü’ne değer görüldü. Belli başlı çevirileri arasında Platon’un Devlet’i,
Hegel’in Bütün Yapıtları-Seçmeler I, Karl Marx’ın Demokritos ile
Epikuros’un Doğa Felsefeleri, Bazil Nikitin’in Kürtler:Sosyolojik ve Tarihi
İnceleme adlı yapıtları sayılabilir. Demirhan, 1 Nisan 2005’te öldü.
Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı
sıkmadan? Korkarım ki bu kuruluşun kaderini elinde tutan saygıdeğer gorille
anlaşmayı bilmiyorsunuz. Gerçekten de Hollanda dilinden başka dil bilmez o. Siz
davanızı savunmak için bana izin vermedikçe, sizin ardıç rakısı istediğinizi
anlamayacaktır. İşte bakın, umarım ki, beni anladı; başını böyle sallayışı onun
benim kanıtlarıma boyun eğdiğini gösteriyor olmalı. Gerçekten de davranıyor o,
acele ediyor, akıllı bir yavaşlıkla. Şanslısınız, homurdanmadı. Hizmet etmek
istemediği zaman, bir homurtu yeter ona: Kimse üstelemez. Keyfinin kralı olmak,
koca hayvanların ayrıcalığıdır. Ama ben gidiyorum, bayım, size hizmet ettiğim
için mutlu olarak. Teşekkür ederim size, eğer can sıkıcı bir kimse rolü
oynamayacağımdan emin olsaydım, kabul ederdim. Fazla iyisiniz. Bu yüzden
bardağımı sizinkinin yanına koyacağım.
Haklısınız, suskunluğu sağır edici onun. İlkel
ormanların sessizliğidir bu, ağzına kadar yüklü olan. Bizim o suskun dostumuzun
uygar dillere surat asmakta inat etmesine şaşıyorum zaman zaman. Onun işi gücü,
nedense Mexico-City adını taktığı bu Amsterdam barına her ulustan
denizcileri kab ul etmek. Böylesi görevlerle, onun bilgisizliğinin rahatsız
edici olmasından korkmaz mısınız? Cro-Magnon insanının Babil Kulesi’nde
oturduğunu düşünün! En azından yurt özlemiyle kahrolurdu orada. Ama öyle değil
işte, bizimkisi sürgünlüğünün acısını duymuyor, yolunda yürüyor yine, hiçbir
şey tedirgin etmiyor onu. Onun ağzından işittiğim nadir tümcelerden biri ya
seçmek, ya seçmemek gerektiğini bildiriyordu. Neyi seçmek ya da seçmemek
gerekliydi? Kuşkusuz kendisini. İtiraf ederim, bu açık yürekli yaratıklar çeker
beni. Meslek ya da eğilim gereği, insan üzerinde çok düşündüğümüz zaman, primat
maymunlara özlem duyduğumuz olur. Art düşünceleri yoktur onların.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim konuğumuzun birkaç
art düşüncesi var, her ne kadar bunları bulanık biçimde içinde besliyorsa da.
Yanında söylenenleri anlamaya anlamaya, sonunda kuşkucu bir karakter kazandı.
Bu alıngan ciddiyet havası bundan ileri geliyor; sanki insanlar arasında bir
şeyin aksadığından kuşkulanırmış gibi, en azından. Bu durum, kendi işini
ilgilendirmeyen tartışmaları daha güç kılıyor. Örneğin, başının üstündeki, dip
duvarda duran, yerinden indirilmiş bir tablonun izini belli eden şu boş
dörtgene bakın. Gerçekten de orada bir tablo, işin en ilginç yanı, gerçek bir b
aşyapıt vardı. Evet, oradaki görevli onu aldığı ve bıraktığı zaman ben oradaydım.
Her iki durumda da aynı güvensizlik içinde oldu bu, haftalarca kafasında evirip
çevirdikten sonra. Bu noktada toplum, kabul etmek gerekir ki, kendi doğasının
içten yalınlığını bir ölçüde bozdu.
Şunu dikkate alın ki, onu yargıladığım falan yok benim.
Onun haklı güvensizliğini değerlendiriyorum ve bunu onunla seve seve p
aylaşırdım, eğer benim iletişimci doğam, gördüğünüz gibi, buna karşı
gelmeseydi. Yazık ki gevezeyim ve kolayca b ağlanıyorum. Uygun mesafeleri
korumasını bilsem de, her türlü fırsat elverişli geliyor bana. Fransa’da
yaşarken, akıllı bir adamla karşılaştığım zaman hemen arkadaşlık kurmadan
edemezdim. Ah! Görüyorum ki, şart kipindeki bu deyişte duraksıyorsunuz. Bu kipe
karşı ve genellikle güzel dile karşı duyduğum zaafı itiraf ederim. Bu zaafımdan
dolayı suçluyorum kendimi, inanın. İyi bilirim ki, nitelikli çamaşır zevki
insanın ayaklarının ille de kirli olmasını
gerektirmez. Biçem de, poplin kumaş gibi, mayasılı
gizler çoğu zaman. Eninde sonunda kem küm edenler de temiz değildir diyerek
avutuyorum kendimi. Elbette, ardıç rakısı içelim yine.
Amsterdam’da uzun zaman kalacak mısınız? Güzel kent,
değil mi? Çok mu çekici? İşte uzun zamandır duymadığım bir sıfat. Yıllardır,
Paris’ten ayrıldığım günden beri. Ama yüreğin belleği vardır ve ben bizim o güzel
başkentimizin hiçbir yerini unutmadım, rıhtımlarını da. Paris gerçek bir göz
cümbüşüdür, dört milyon siluetin oturduğu görkemli bir dekordur. Son sayımda
beş milyon mu? Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana hep öyle gelmiştir
ki, hemşerilerimizin iki tutkusu var: fikirler ve zina. Rasgele, sanki. Onları
suçlamaktan da kaçınalım hani; yalnız onlar değil, tüm Avrupa bu durumda.
Gelecekteki tarihçilerin bizim için ne diyeceklerini düşünüyorum bazen. Günümüz
insanı konusunda bir tümce söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve gazete
okuyordu. Bu güçlü tanımdan sonra konu biter, diyebilirim.
Hollandalılar mı, a hayır, onlar çok daha az modernler!
Zamanları var, bakın onlara. Ne yapıyorlar? Peki öyleyse, bu baylar şu
bayanların emeğiyle geçiniyor. Kaldı ki bunlar, erkek olsun, dişi olsun, her
zamanki gibi, yalan düşkünlüğü ya da ahmaklıkla buraya gelmiş pek kentsoylu
yaratıklardır. Kısacası, düş gücü fazlalığı ya da eksikliğiyle. Zaman zaman bu
b aylar bıçak ya da tabanca kullanırlar, ama bunu gönülden istediklerini
sanmayın. Rol gereğidir bu, o kadar; son kurşunlarını atarken korkudan ölürler.
Öyle ama, ben onları ötekilerden daha ahlaklı buluyorum, aile içinde, yavaş
yavaş yıpratarak öldürenlerden daha ahlaklı. Toplumumuzun bu tür bir yok etme
için örgütlenmiş olduğuna dikkat etmediniz mi? Brezilya ırmaklarındaki o
küçücük b alıklardan söz edildiğini herhalde işitmişsinizdir, hani binlercesi
ihtiyatsız yüzücüye saldıran, birkaç saniyede onu küçük lokmalarla yiyip b
itiriveren ve ortada tertemiz bir iskeletten b aşka bir şey bırakmayan b
alıklardan ? İşte böyledir onların örgütlenmesi. “Temiz bir yaşama razı
mısınız? Herkes gibi?” Evet diyorsunuz doğal olarak. Nasıl hayır diyebilir
insan? “Tamam. Sizi temizlerler. Bir iş, bir aile, örgütlenmiş boş zaman işte
budur.” Ve küçük dişler tene saldırır, kemiklere kadar yer. Ama yanlış
söyledim. Onların örgütü dememeli. Bizim örgütümüz bu, eninde sonunda: Kim kimi
temizleyecek !
Sonunda ardıç rakımız geldi işte. Sağlığınıza. Evet,
goril ağzını açıp bana doktor, dedi. Bu ülkede herkes doktor ya da profesördür.
Saygı göstermesini sever onlar, iyiliklerinden ve alçakgönüllülüklerinden
ötürü. Onlarda, hiç değilse, kötülük ulusal bir kurum değildir. Aslında hekim
değilim ben. Doğrusunu bilmek isterseniz, avukattım buraya gelmeden önce.
Şimdiyse cezaevi yargıcıyım.
Ama kendimi tanıtmama izin verin: Jean-Baptiste
Clamence, kulunuz. Sizi tanıdığıma sevindim. Herhalde işadamısınız?.. Aşağı
yukarı mı? Harika yanıt! Aynı zamanda akıllıca; hepimiz her şeyde aşağı
yukarıyız. Şimdi biraz dedektiflik oynamama izin verin. Aşağı yukarı benim
yaşımdasınız, aşağı yukarı her yeri gezip görmüş kırk yaşında adamların
deneyimli gözü var sizde, aşağı yukarı iyi giyimlisiniz, yani bizde olduğu gibi
giyinmişsiniz ve düzgün elleriniz var. Demek ki bir kentsoylusunuz aşağı
yukarı! Ama incelmiş bir kentsoylu ! Gerçekten de, şart kipindeki fiillerde
duraksamak kültürünüzü iki kez kanıtlıyor, çünkü önce bu fiilleri tanıyorsunuz,
sonra da bunlar sinirlendiriyor sizi. Son olarak da, sizi eğlendiriyorum ben,
bu ise, övünmek gibi olmasın ama, sizde b elli bir fikir açıklığı bulunduğunu
gösteriyor. Öyleyse siz aşağı yukarı... Ama ne önemi var? Meslekler
mezheplerden daha az ilgilendiriyor beni. İzin verirseniz, size iki soru
sorayım, ama yersiz bulmazsanız yanıt verin bunlara. Varlıklı mısınız? Biraz
mı? Güzel. Yoksullarla paylaştınız
mı bunu? Paylaşmadınız. Öyleyse siz benim Saduki
dediğim kişilerdensiniz. Kutsal Kitabın dediklerini yerine getirmediyseniz, bu
size pek bir yarar sağlamaz derim. Sağlıyor mu? Demek Kutsal Kitabı
biliyorsunuz? Doğrusu, ilgimi çekiyorsunuz benim.
Bana gelince... Kendiniz karar verin, bakalım. Boyumla,
omuzlarımla ve çoğu zaman yırtıcı olduğu söylenen şu yüzümle daha çok bir rugby
oyuncusuna benziyorum, değil mi? Ama konuşmama bakılırsa, biraz ince olduğumu
kabul etmek gerekir. Paltomun tüyünü sağlamış olan deve herhalde uyuzmuş. Buna
karşılık tırnaklarım b akımlı. Ben de okumuş yazmış bir insanım, yine de,
yalnızca yüzünüze b akarak içimi döküyorum size. Son olarak, iyi tavırlarıma ve
güzel dilime karşın. Zeedijk gemici barlarının bir gediklisiyim ben. Pekâlâ,
merakınız bitsin artık. Benim mesleğim çifte yüzlü, o kadar, tıpkı yaratılış
gibi. Söylemiştim, cezaevi yargıcıyım ben. Bir tek şey açık benim durumumda,
hiçbir varlığım yok. Evet, zamanında zengindim, hayır, başkalarıyla hiçbir şeyi
paylaşmadım. Neyi kanıtlar bu? Benim de bir Saduki olduğumu... Limandaki
canavar düdüklerini duyuyor musunuz? Bu gece sis var Zuyderzee’nin üzerinde.
Gidiyor musunuz hemen? Sizi alıkoymuşsam bağışlayın
beni. İzin verirseniz, ben ödeyeyim hesabı. Mexico-City’de evimde
sayılırsınız, sizi burada ağırlamaktan son derece mutlu oldum. Yarın kesin
olarak burada olacağım, her akşamki gibi ve davetinizi minnetle kabul edeceğim.
Yolunuz... Pekâlâ... Limana kadar size eşlik etmemde sakınca var mı, böylesi
daha kolay olurdu da? Oradan, Yahudi mahallesinin çevresini dolaşarak, çiçek ve
gümbürtülü müziklerle dolu tramvayların geçtiği o güzel caddeleri bulursunuz.
Oteliniz bu caddelerden birinde, Damrak’ta. Lütfen, siz önden buyurun. Ben
Yahudi mahallesinde oturuyorum, hani Hitlerci kardeşlerimizce meydan haline
getirilmeden önceki adıyla Yahudi mahallesinde. Ne temizlik! Yetmiş beş bin
Yahudi sürülüyor ya da öldürülüyor, havasız bırakılarak yapılan bir temizlik
bu. Ben bu uygulamaya, bu yöntemli sabra hayranım! İnsanın karakteri olmadı mı,
bir yöntem bulması gerek. Burada bu yöntem harikalar yarattı doğrusu, ben de
tarihin en b üyük suçlarından birinin işlendiği bir yerde oturuyorum. Belki de
benim gorili ve onun güvensizliğini anlamama yardım eden şey budur. Böylece
ben, dayanılmaz bir biçimde beni semp atiye götüren bu doğa eğilimine karşı
koyab iliyorum. Yeni bir yüz gördüğüm zaman, bende biri bir alarm zili çalıyor.
“Yavaş olun. Tehlike var!” Semp atinin en güçlü olduğu zamanlar bile,
tetikteyim.
Biliyor musunuz, bizim küçük köyde, bir misilleme
eylemi sırasında bir Alman sub ayı ihtiyar bir kadından, iki oğlundan rehin
olarak kurşuna dizilecek birini seçmesini n azikçe rica etmişti. Seçmesini,
tasarlayabiliyor musunuz bunu? Şunu mu? Hayır, şunu. Ve onun alıp götürüldüğünü
görmesini. Üzerinde durmayalım, ama inanın bana bayım, her türlü sürpriz
mümkün. Güvensizliği kabul etmeyen saf yürekli bir insan tanıdım. Barışçıydı,
özgürlükçüydü, tüm insanlığı ve hayvanları aynı sevgiyle seviyordu. Seçkin bir
ruh, evet, bu kesin. Avrupa’da, son din savaşları sırasında köye çekilmişti.
Evinin eşiğine şöyle yazmıştı: “Nereden gelirseniz gelin, hoş geldiniz, buyurun
içeri.” Sizce kim yanıt verir bu güzel davete? Milis askerleri! İçeri girerler
evlerine girer gibi ve bağırsaklarını deşerler adamın.
Ah! Bağışlayın bayan! Zaten bir şey anlamadı kadın.
Nasıl da kalab alık, öyle değil mi, bu kadar geç bir vakitte ve günlerdir
dinmeyen bu yağmura karşın! Çok şükür ki ardıç rakısı var, bu karanlıklarda tek
ışık. Onun size verdiği altınsı, b akırsı ışığı duyuyor musunuz? Ben kentin
içinde, akşamları, ardıç rakısının sıcaklığında yürümeyi seviyorum. Geceler b
oyunca yürüyorum, düş kuruyorum ya da ha bire konuşuyorum kendi kendime. Evet,
bu akşamki gibi, biraz b aşınızı şişirmekten de korkuyorum, teşekkürler, çok n
aziksiniz. Ama çok
sarhoşum; ağzımı açtım mı, tümceler akıyor. Bu ülke
esin veriyor bana zaten. Bu halkı seviyorum ben, kaldırımlarda cıvıl cıvıl
cıvıldayan, küçücük evler ve sular arasında sıkışmış, sisler, soğuk topraklar
ve çamaşır gibi dumanı tüten denizle sarmalanmış bu halkı. Seviyorum, çünkü
çift yönlüdür o. Burada ve başka yerdedir.
Elbette! Kaygan
kaldırımda onların ağır aksak adımlarını duyduğunuz için, altın renkli
çirozlarla ve ölü yaprak rengindeki mücevherlerle dolu dükkânları arasından
hantal hantal geçtiklerini gördüğünüz için, kuşkusuz onların bu akşam ortada
olduklarını sanıyorsunuz. Herkes gibisiniz siz de, bu namuslu insanları bir
çıkar ortağı ve satıcı topluluğu olarak görüyorsunuz, paralarını sonsuz yaşam
şanslarıyla birlikte hesap eden ve tek coşkuları, başlarında geniş şapkalarla
bazen anatomi dersleri almak olan kişiler olarak, öyle değil mi?
Aldanıyorsunuz. Onlar yanımızda yürürler, doğru, yine de, bakın kafaları
nerededir: Kırmızı ve yeşil dükkân tabelalarından dökülen o neondan, ardıç
rakısından ve naneden oluşmuş siste. Hollanda bir düştür, b ayım, gündüz daha
dumanlı, gece daha yaldızlı bir altın ve duman düşüdür ve gece gündüz bu düş
Lohengrin’le doludur, tıpkı, bütün ülkede denizlerin çevresinde, kanallar b
oyunca durmadan dönüp duran, gömütlük kuğularını andıran, yüksek gidonlu
bisikletleri üzerinde hülyalı hülyalı kayıp giden kimseler gibi. Onlar, b
aşları b akır rengi bulutları içinde, düş görürler, döne döne giderler, sisin
altınsı tütsüsü içinde uyurgezercesine dua edenler, artık orada değillerdir.
Binlerce kilometre öteye, uzak Cava Adası’na doğru uçup gitmişlerdir. Onlar,
tüm vitrinlerini süsledikleri o yüzünü buruşturan Endonezya tanrılarına dua
ederler, o tanrılar ki şu anda üzerimizde gezmektedirler, görkemli maymunlar
gibi, dükkân tabelalarına ve merdiven biçimindeki çatılara asılmadan önce,
Hollanda’nın yalnız satıcılar Avrupası olmayıp deniz olduğunu, Cipango’ya1 ve insanların çılgın ve
mutlu olarak öldükleri o adalara götüren deniz olduğunu bu özlem dolu
sömürgelilere anımsatmak için.
Ama kapıp koyverdim kendimi, savunmaya giriştim !
Bağışlayın. Alışkanlık, b ayım, eğilim, üstelik bu kenti ve nesnelerin özünü
size anlatmak isteği! Çünkü nesnelerin özündeyiz. Dikkat ettiniz mi,
Amsterdam’ın ortak merkezli kanalları cehennemin dairelerine benzer? Elbette
kötü düşlerle dolu kentsoylu cehennemi. Dışarıdan geldiğiniz zaman, bu
daireleri geçtiğiniz ölçüde, yaşam ve dolayısıyla ondaki suçlar daha yoğun,
daha karanlık olur. Burada biz son dairedeyiz, şey dairesi... Oo! Biliyorsunuz
demek? Hay Allah, sizi sınıflandırmak daha zorlaşıyor. Ama, neden nesnelerin
merkezinin burada olduğunu söyleyebileceğimi anlıyorsunuz demek; kıtanın bir
ucunda olsak bile. Duyarlı bir insan anlar bu tuhaflıkları. Öyle ya da böyle,
gazete okuyanlar ve zina edenler daha ileri gidemezler. Onlar, Avrupa’nın her
yanından gelir ve iç denizin çevresinde, renksiz kumsalda duraklar. Canavar
düdüklerini dinlerler, gemilerin siluetlerini sis içinde boşuna ararlar, sonra
yeniden kanalları geçerler ve yağmur altında geri dönerler. Soğuktan donmuş
durumda Mexico-City’ye ardıç rakısı istemeye gelirler, her dilde. Ben
orada onları b eklerim.
Haydi yarına kadar hoşça kalın, b ayım ve sevgili
hemşerim. Hayır, şimdi yolunuzu bulursunuz; bu köprünün yanında bırakıyorum
sizi. Geceleri bir köprüden hiç geçmem ben. Kendi kendime ahdetmişim de ondan.
Birinin kendini suya attığını varsayın. İki şeyden biri, ya onu kurtarmak için
arkasından suya atlayacaksınız ve soğuk mevsimde sağlığınızı tehlikeye
atacaksınız ya da bırakacaksınız gitsin, o zaman da suya dalmaktan kaçınmanız
bazen tuhaf kırıklıklar bırakacak sizde. İyi geceler! Nasıl? Şu vitrinlerin
arkasındaki bayanlar mı? Düş, bayım, ucuza düş! Hindistan’a yolculuk! Bu
kişiler baharat kokusu sürünürler. İçeri girersiniz, perdeleri çekerler ve uçuş
başlar. Tanrılar çıplak bedenlerin üzerine iner ve adalar,
rüzgâr altında kabarmış palmiyeden bir saçla taçlanmış
olarak çılgınlar gibi sapıtırlar. Deneyin.
1. Japonya. (Y.N.)
Bir cezaevi yargıcı nedir? Ah! Bu öyküyle merakınızı
uyandırdım. Bunda hiçbir kötü niyetim yoktu, inanın. Üstelik demek istediğimi
daha açık anlatabilirim. Hatta bir anlamda bu benim görevlerim arasına girer.
Ama önce size birtakım olguları açıklamam gerek, bunlar öykümü daha iyi
anlamanıza yardım edecek.
Birkaç yıl önce, Paris’te avukattım, hem de hayli tanınmış
bir avukat. Elbette gerçek adımı söylemedim size. Benim bir uzmanlık alanım
vardı. Soylu davalar. Dul ve yetimler, derler ya hani, nedendir bilmem, çünkü
kötü dullar ve yırtıcı yetimler vardır. Yine de, kol yenlerimin harekete
geçmesi için bir sanıkta en hafif kurban kokusunu almam yetiyordu. Hem de ne
hareket! Bir fırtına! Yüreğim kol yenlerimdeydi sanki. Gerçekten, adalet her
akşam benimle yatıyor sanırdınız. Görseydiniz, sesimin tonundaki uygunluğa,
coşkumdaki gerçekliğe, savunmalarımdaki inandırıcılığa ve sıcaklığa, kendini
tutan öfkeye hayran olurdunuz, eminim. Beden yapısı bakımından doğa beni iyi
donatmış, soylu davranış hiç çaba göstermeden gelir bana. Üstelik iki içten
duygu destekler beni: Parmaklığın haklı yanında bulunmanın verdiği doyum ve
genellikle yargıçlara karşı duyduğum içgüdüsel küçümseme. Bu küçümseme belki de
o denli içgüdüsel değildi; şimdi biliyorum ki, bunun nedenleri vardı. Ama,
dışarıdan bakılınca, daha çok bir tutkuya benziyordu. Şurası yadsınamaz ki, hiç
değilse şimdilik, yargıçlara gerek var, öyle değil mi? Yine de, bir insanın bu
şaşırtıcı görevi uygulamak için ortaya çıkmasını anlayamıyordum. Kabul
ediyordum bunu, çünkü görüyordum, ama hani çekirgeleri kabul ettiğim gibi
biraz. Şu farkla ki, bu yaratıkların ortalığı kaplaması bana bir kuruş bile
kazanç getirmemiştir, oysa küçümsediğim kimselerle diyaloğa girerek hayatımı
kazanıyordum.
Ama işte, haklı yandaydım, bu da vicdanımın rahat
olmasına yetiyordu. Doğruluk duygusu, haklı olmanın verdiği doyum, kendini
değerlendirmenin sevinci, b ayım, bizi ayakta tutan ya da ilerleten güçlü
zembereklerdir. Tersine, insanları bundan yoksun ederseniz, onları ağzı köpüren
köpeklere çevirirsiniz. Nice suçlar işlenmiştir, yalnızca bunları işleyenler
kusurlu olmaya dayanamadıkları için! Vaktiyle bir sanayici tanımıştım,
mükemmel, herkesçe sevilen bir karısı vardı, ama adam yine de aldatıyordu
karısını. Bu adam, haksız olduğu için, bir erdem beratı alamadığı ya da bu
berata layık olamadığı için, sözcüğün tam anlamıyla kuduruyordu. Karısı mükemmel
davrandıkça, o büsbütün kuduruyordu. Sonunda haksızlığı kendisi için dayanılmaz
bir hal aldı. O zaman ne yaptı dersiniz? Onu aldatmaktan vaz mı geçti? Hayır.
Öldürdü onu. İşte böyle başladı ilişkim onunla.
İmrenilecek bir durumdaydım hani. Yalnızca suçlular
kampına geçmek tehlikesiyle karşılaşıyor değildim (özellikle, bekâr olduğum
için karımı öldürme şansına sahip değildim), aynı zamanda onların savunmasını
da üzerime alıyordum, yalnız şu koşulla ki, kimilerinin iyi birer vahşi oluşu
gibi, onlar da iyi birer cani olsunlar. Bu savunmayı yürütüş tarzım bile bana
büyük doyumlar sağlıyordu. Meslek hayatımda gerçekten kusursuzdum. Hiçbir zaman
rüşvet almadım, bunu söylemeye gerek yok, ama hiç kimse için aracılıkta
bulunmaya da tenezzül etmedim. İşin daha da az rastlanır yanı, ben, kendisine
yaranmak için hiçbir gazeteciye, dostluğundan yararlanayım diye hiçbir devlet
görevlisine dalkavukluk etmeye kalkışmadım. İki üç kez Legion d’honneur
nişanını alma şansına erdim, ama bunu, benim
için gerçek bir ödül olan sessiz bir onurla reddettim.
Son olarak, yoksullardan hiçbir zaman para almadım, bunu da herkese ilan
etmedim. Bütün bunlarla övündüğümü sanmayın, aziz bayım. Değerim sıfırdı:
Toplumumuzda tutku yerine geçen açgözlülük her zaman güldürmüştür beni. Benim amacım
daha yüksekti; bu deyimin benim için yerinde olduğunu göreceksiniz.
Ama daha şimdiden, doyumumun ne olduğuna karar
verebilirsiniz. Kendi doğamın keyfini sürüyordum ben, hepimiz de biliriz ki,
mutluluk buradadır, her ne kadar, kendimizi yatıştırmak için, bu zevkleri bazen
bencillik adı altında mahkûm etme numarası yapsak da. Hiç değilse,
yaratılışımın bu yanının keyfini sürüyordum, bu yanım dul ve yetime o denli
uygun biçimde tepkide bulunuyordu ki, böyle yapa yapa, tüm yaşamıma egemen
oluyordu sonunda. Örneğin, körlerin sokaklarda karşıdan karşıya geçmesine
yardım etmeyi çok seviyordum. Daha uzaklardan, bir b astonun bir kaldırımın
köşesinde duraksadığını görür görmez atılıyordum, b azen yardımsever bir elin
uzanmasından bir s aniye önce körü b aşkalarının yardımına gerek bırakmadan
yakalıyordum ve onu, geliş gidişin engelleri arasından, yumuşak ve emin bir
elle kavrayarak kaldırımın sakin limanına götürüyordum, orada karşılıklı bir
heyecan içinde ayrılıyorduk birbirimizden. Aynı şekilde, sokakta yol soranlara
bilgi vermeyi, ateş sunmayı, ağır yüklü arab alara omuz vermeyi, yolda kalmış
otomobili itmeyi, dinsel kurtuluşçunun sattığı gazeteyi ya da Montparnasse
Mezarlığı’ndan çalıp çalmadığını bilmesem de, ihtiyar satıcının s attığı
çiçekleri s atın almayı her zaman sevmişimdir. Ayrıca, ah! Bunu söylemek daha
güç, sadaka vermeyi de seviyordum. Dostlarımdan koyu bir Hıristiyan, bir
dilencinin evine yaklaştığını görünce ilk kapıldığı duygunun nahoş olduğunu
kabul ediyordu. Bendeyse daha kötüsü oluyordu: Çok seviniyordum. Geçelim bunu.
Daha çok, nezaketimden söz edelim. Bu nezaket ünlüydü,
ama tartışma götürmezdi yine de. Terb iyeli olmak gerçekten de bana b üyük
sevinçler veriyordu. Bazı sab ahlar otobüste ya da metroda yerimi, görünürde
kime layıksa ona bırakmak, yaşlı bir kadının düşürdüğü bir şeyi yerden alıp iyi
bildiğim bir gülümsemeyle ona vermek ya da salt benden daha acelesi olan bir
kimseye, tuttuğum taksiyi bırakmak şansına erersem, günüm bu yüzden
aydınlanıyordu. Dahası, söylemem gerek ki, kamu ulaşım araçlarının grevde
olduğu günlerde, otobüs duraklarında, evlerine gidemeyen bazı mutsuz
hemşerilerimi arab ama alma fırsatını bulunca seviniyordum. Sonra, tiyatroda
bir çiftin bir araya gelmesine olanak sağlamak için koltuğumu onlara bırakmak,
yolculukta bir genç kızın yetişemediği bir fileye valizlerini yerleştirmek b
aşkalarından daha sık yaptığım yiğitliklerdi, çünkü bunları yapma fırsatlarını
daha dikkatle kolluyordum ve daha tatlı zevkler alıyordum bu davranışlardan.
Cömert de sayılıyordum, gerçekten de öyleydim.
Kendimden çok vermişimdir, herkesin önünde ve özel yaşamımda. Ama bir eşyadan
ya da bir miktar paradan yoksun kalmam gerektiğinde acı duymak bir yana, bundan
her zaman zevk alıyordum, bu zevklerin en küçüğü bir çeşit hüzün değildi, b azen
bende, bu özverilerin kısırlığını ve bunları izleyecek olası nankörlüğü
düşününce doğan bir hüzün. Hatta vermekten öylesine zevk alıyordum ki, buna
mecbur olmaktan nefret ediyordum. Para işlerinde titizlik beni yıkıyordu ve
buna hoşnutsuzlukla razı oluyordum. Cömertliklerimin efendisi olmam
gerekiyordu.
Bunlar birer ayrıntı, ama yaşamımda, özellikle de
mesleğimde tattığım sürekli hazları size anlatacak ayrıntılar. Örneğin,
adliyenin koridorlarında sırf adalet ya da acıma duygusuyla, yani bedava
savunduğunuz bir sanığın karısının sizi durdurması, bu kadının onlar için
yaptığınızı dünyada hiçbir şeyin ödeyemeyeceğini mırıldanması, ona yanıt olarak
bunun çok doğal olduğunu, herkesin bunu yapabileceğini
söylemeniz, hatta ona önündeki kötü günleri göğüslemek için bir yardım
önermeniz, sonra da, kadının içini boşaltmasını kısa kesmek ve bunu tam dozunda
bırakmak için zavallı kadının elini öpmeniz ve işi orada kesmeniz, inanın bana
aziz bayım, hırslı bayağı insanlardan daha yükseğe çıkmanız ve erdemin artık
yalnızca kendisiyle beslendiği o en yüce noktaya ulaşmanız demektir.
Bu yüksek noktalarda duralım. Şimdi anlıyorsunuzdur
daha yüceyi amaçlamaktan söz ederken ne demek istediğimi. O yüce noktalardan
söz ediyordum, yaşayabileceğim biricik noktalardan. Evet, kendimi yüksek
konumlardan başka yerde hiçbir zaman rahat hissetmemişimdir. Yaşamın
ayrıntılarına kadar, üstte olma gereksinimindeydim. Otobüsü metroya, üstü açık
faytonları taksilere, taraçaları ara katlara yeğliyordum. Sizi, başınızı
gökyüzüne dikmeye zorlayan spor uçaklarının meraklısı olduğum gibi, gemilerde
de kıç güvertelerinin ebedî gezginini simgeliyordum. Dağda, kapalı vadilerden
kaçıp boğazlara, yaylalara gidiyordum; en azından, ovayı andıran düzlüklerin
adamıydım. Kader tornacılık ya da kiremitçilik gibi bir el sanatı seçmek
zorunda bıraksaydı beni, sakin olun, damları seçerdim ve baş dönmesiyle dostluk
kurardım. Yük amb arları, gemi amb arları, mahzenler, mağaralar, çukurlar
tüylerimi ürp ertiyordu. Dahası, gazetelerin ilk sayfasını kaplamak küstahlığını
gösteren ve b aşarıları beni iğrendiren mağara bilginlerine ayrı bir kin
duyuyordum. Kayalık bir dar geçitte (bu bilinçsizlerin dediği gibi bu sifonda)
başları sıkışıp kalmak pahasına yerin sekiz yüz metre altına ulaşmaya çalışmak,
sapık ya da b eyni sarsılmış kişilerin marifeti gibi görünüyordu bana. Bunun
altında suç vardı.
Gözün hâlâ gördüğü, ışıkla yıkanan bir denizden beş yüz
ya da altı yüz metre yükseklikteki doğal bir düzlük ise, en rahat soluk aldığım
yerdi, hele insan denen o karıncaların üstünde yalnız başınaysam. Vaazların,
dinsel söylevlerin, alev mucizelerinin ulaşılabilecek yüksekliklerde geçmesini
kolayca anlıyordum. Bence mahzenlerde ya da cezaevi hücrelerinde düşünmüyordu
insan (meğer ki bunlar görüş alanı geniş bir kulede bulunsun); buralarda insan
küfleniyordu. Ve ben, tarikata girdikten sonra, hücresi beklediği gibi geniş
bir görünüm yerine bir duvara b aktığı için p ap azlıktan vazgeçen o adamı
anlıyordum. Bense küflenmiyordum, inanın buna. Günün her saatinde, kendi başıma
ve b aşkalarıyla birlikte tep eye tırmanıyordum, orada herkesin göreceği
ateşler yakıyordum ve sevinçli bir selam yükseliyordu bana doğru. İşte böylece,
hiç değilse, yaşamdan ve kendi yetkinliğimden zevk duyuyordum.
Çok şükür ki mesleğim, doruklara olan bu eğilimimi doyuruyordu.
Bu meslek insan kardeşlerime karşı olan her türlü kırgınlığımı gideriyor,
kendilerine hiçbir şey b orçlu olmadan onları kendime b orçlu bırakıyordum. Bu,
benim de sırasında yargıladığım yargıcın, minnete zorladığım sanığın üzerine
çıkarıyordu beni. İyi ölçüp tartın bunu, aziz bayım: Ceza görmeden yaşıyordum.
Hiçbir yargılamaya uğramıyordum, mahkeme önünde değil, yukarıda bir yerlerde b
ulunuyordum, tıpkı eylemi yüceltmek ve ona anlamını vermek için bir araçla
zaman zaman sahneye indirilen o tanrılar gibi. Kısacası, üstte yaşamak, kalab
alığın insanı görmesi ve selamlamasının tek b içimi olarak kalıyor yine.
Benim iyi yürekli suçlularımdan b azıları da, zaten,
adam öldürürken aynı duyguya kapılmışlardı. Onların içinde bulundukları acı
durumda, gazeteleri okumak onlara bir çeşit mutsuz ferahlama getiriyordu
kuşkusuz. Birçok insan gibi onlar da, adlarının karanlıkta kalmasına
dayanamıyorlardı artık ve bu sabırsızlık onları nahoş aşırılıklara
götürebiliyordu kısmen. Ün kazanmak için insanın kapıcısını öldürmesi yeter. Ne
yazık ki, geçici bir ün söz konusudur burada, çünkü bıçaklanmaya layık ve
bıçaklanan o kadar kapıcı var ki! Suç hep
sahnenin önünde işleniyor, ama suçlu orada ancak kısa
bir süre için yer alıp hemen başkasına terk ediyor yerini. Bu kısa zaferler de
eninde sonunda çok pahalı ödeniyor. Tersine, bizim o zavallı ün arayıcılarımızı
savunmak ise gerçekten tanınmak demek oluyordu, aynı zamanda ve aynı yerlerde,
ama daha ekonomik yollarla. Bu da beni, onların en az bedel ödemeleri için
değerli çabalar harcamaya özendiriyordu: Onlar ödedikleri bedeli biraz da benim
yerime ödüyorlardı. Buna karşılık, ortaya serdiğim öfke, yetenek, heyecansa
onlara karşı her türlü borcumu ortadan kaldırıyordu. Yargıçlar ceza veriyor,
sanıklar bunun kefaretini ödüyor, bense her türlü ödevden özgür, yargıdan da,
yaptırımdan da b ağışık olarak bir cennet ışığı içinde serb estçe egemenlik
sürüyordum.
Gerçekten de cennet bu değil miydi, aziz bayım:
Doğrudan kavrayarak yaşamak? Benim yaşamım böyle oldu işte. Hiçbir zaman yaşamayı
öğrenme gereksinimi duymadım. Bu konuda daha doğduğum zaman her şeyi b
iliyordum. Bazı kimseler vardır, sorunları insanlardan korunmak ya da en
azından onlarla anlaşmaktır. Benim için anlaşma yapılmıştı. Gerektiği zaman
teklifsiz, zorunlu olunca suskun, hem laub ali, hem ciddi bir kimse olarak
rahat ilişkiler içindeydim. Bu yüzden de ünüm fazlaydı ve yeryüzünde b
aşarılarım sayısızdı. Elim yüzüm düzgündü, aynı zamanda hem yorulmaz bir
dansçı, hem bilgisini satmayan bir derin bilgin olarak gösteriyordum kendimi,
aynı zamanda hem kadınları, hem adaleti sevmeyi b aşarıyordum, ki pek kolay bir
iş değildir bu, sporla ve güzel sanatlarla uğraşıyordum; neyse, kısa keseyim de
gözünüze girmeye çalıştığımdan kuşkulanmayasınız. Ama bir insan düşünün lütfen,
olgun yaşta, sağlığı mükemmel, çok yetenekli, hem beden, hem zekâ
çalışmalarında becerikli, ne yoksul, ne zengin, iyi uyuyan, kendisinden son
derece memnun, ama bunu ancak sevimli bir insancıllıkla gösteren bir adam. O
zaman, tam bir alçakgönüllülükle, b aşarılı bir hayattan söz edebileceğimi
kabul edersiniz.
Evet, benden daha doğal az kimse bulunur. Yaşamla
uyuşmam eksiksizdi, yaşama ilişkin hiçbir alayı, hiçbir büyüklüğü ve hiçbir
köleliği reddetmeden, yukarıdan aşağıya yaşama katılıyordum. Hele, onca insanı
şaşırtan ya da aşkta ya da yalnızlıkta yıldıran ten, madde, kısacası fizik,
köleleştirmeden eşit sevinçler s ağlıyordu bana. Bir bedeni olmak için
yaratılmıştım ben. İşte bendeki bu uyum buradan geliyor, insanların hissettiği
ve bazen bana, yaşamalarına yardım ettiğini itiraf ettikleri bu rahat
egemenlik. Bu yüzden arkadaşlığımı arıyorlardı. Örneğin, bana daha önce
rastladıkları duygusuna kapılıyorlardı sık sık. Yaşam, yaşamın varlıkları ve b
ağışları ayağıma geliyordu; bu armağanları iyilik yüklü bir övünçle kabul
ediyordum. Doğrusu, bunca tamlık ve sadeliğe sahip bir insan olarak kendimi
biraz insanüstü nitelikte görüyordum.
Namuslu, ama silik bir ailenin çocuğuydum (babam
subaydı), ama yine de bazı sabahlar, itiraf ederim ki, kendimi kral çocuğu ya
da Musa’nın yanar çalısı gibi hissediyordum. Söz konusu olan, altını çizin
bunun, herkesten daha zeki olmak inancı içinde yaşamaktan b aşka bir şeydi.
Kaldı ki bu inanç, onca ahmak tarafından paylaşıldığı için herhangi bir sonuç
doğurmuyor. Hayır, eksiksiz insan ola ola, itiraf etmekten çekiniyorum bunu,
kendimi bir şey için biçilmiş kaftan olarak hissediyordum. Bu uzun ve sürekli b
aşarı için seçilmiş kişi olarak. Bu da, eninde sonunda benim
alçakgönüllülüğümün bir sonucuydu. Bu b aş arıyı yalnızca kendi yeteneklerime
yüklemekten kaçınıyordum ve bunca farklı, bunca uç niteliklerin tek bir kişide
toplanmasının yalnızca rastlantı sonucu olduğuna inanamıyordum. İşte bu yüzden
kendimi herhangi bir yüce kararla bu mutlu yaşama layık kılınmış hissediyordum.
Şöyle ya da böyle. Dinsiz olduğumu söylersem, bu kanıda olağanüstü neyin
bulunduğunu daha da iyi anlayacaksınız. Olağan ya da olağanüstü, bu kanı beni
uzun zaman gündelik yaşamın üstüne
çıkardı ve yıllarca, sözcüğün gerçek anlamıyla,
havalarda yüzdüm, bu yıllarıma da doğrusu yürekten yanıyorum hâlâ. Şu akşama
kadar yüzdüm havalarda... Ama söylemeyeceğim bunu, başka bir konu bu,
unutulması gereken. Hem, abartıyorum belki. Şurası gerçek ki her şeyde
rahattım, ama hiçbir şeyden de hoşnut değildim. Her haz bir başka hazzı
aratıyordu bana. Eğlentiden eğlentiye koşuyordum. Gecelerce dans ettiğim
oluyordu, varlıkların ve yaşamın gittikçe delisi olarak. Kimi zaman, dansın,
hafif alkolün, köpürüşümün, herkesi hoyratça bırakışımın beni hem yorgun, hem
doygun bir coşku içine attığı o gecelerde geç vakit, yorgunluğun son noktasında
ve bir saniyelik bir zaman içinde, varlıkların ve dünyanın gizemini sonunda
anladığım duygusuna kapılıyordum. Ama ertesi gün yorgunluk yok oluyor, onunla
birlikte gizem de uçup gidiyordu; yeniden atılıyordum ortaya. Böylece koşup
duruyordum, her zaman dolu, ama hiçbir zaman doymamış biçimde, nerede
duracağımı bilmeden, ta ki müziğin durduğu, ışıkların söndüğü güne, daha
doğrusu geceye kadar. Mutlu olduğum eğlentiyse... Ama, dostumuz maymuna
seslenmeme izin verin. Kendisine teşekkür etmek için b aşınızı sallayın, hele
hele, b enimle için, yakınlığınıza ihtiyacım var.
Bu söylediklerim,
görüyorum ki, ş aşırtıyor sizi. Hiç birdenbire yakınlık, yardım, dostluk
ihtiyacı duyduğunuz olmadı mı? Evet, elbette. Ben yakınlıkla yetinmesini
öğrendim. Yakınlık kolayca bulunur, hem de hiçbir bağlantıya sokmaz insanı. İç
konuşmadaki, “Size yakınlık duyduğuma inanın,” sözü hemen, “Şimdi de başka
şeylerle uğraşalım,” sözünden önce gelir. Bu, başbakanlara özgü bir duygudur; felaketlerden
sonra ucuza elde edilir. Dostluk ise daha sadedir. Uzun sürelidir ve elde
edilmesi zordur, ama bir kez de elde edildi mi, artık ondan kurtuluş yoktur,
gereğini yerine getirmek gerekir. Hele hele hiç sanmayın ki, dostlarınız her
akşam size telefon edip dostluk gereği o akşam intihara mı karar verdiniz ya da
düpedüz arkadaşa mı ihtiyacınız var, dışarı çıkacak durumda mısınız diye
soracaklar. Hayır, eğer telefon ederlerse, bu, sakin olun, yalnız olmadığınız
ve yaşamın güzel olduğu bir akşam vakti olacaktır. İntih ar a ise daha çok
onlar iteceklerdir sizi, onlara göre, kendinize karşı ödeviniz gereği.
Dostlarımızın bizi çok yüceltmesinden Tanrı korusun bizi, aziz bayım. Görevi
bizi sevmek olanlara, yani yakınlarımıza, müttefiklerimize (ne deyim!) gelince,
başka bir derttir bu. Gerekli sözcüğü söyler onlar, ama bu, daha çok, işlerine
gelen bir sözcüktür; tüfek atar gibi telefon ederler. Ve de vururlar. Ah!
Bazaine’ler!2
Nasıl? Hangi akşam? Geleceğim o konuya, sabırlı olun.
Bir bakıma, bu dostlar ve müttefikler hikâyesiyle konunun içindeyim zaten.
Bakın, dostu hapse atılan bir adamdan söz ettiler bana, adam her akşam evinde
yerde yatıyormuş, sevdiği kişiden esirgenen bir rahatlıktan yararlanmamak için.
Kim, aziz b ayım, kim yatar yerde bizim için? Ben yatab ilirim mi diye
soruyorsunuz? Dinleyin, yatab ilmek isterdim, yatarım da. Evet, hepimiz
yatabileceğiz bir gün, bu da kurtuluş olacak. Ama kolay değil bu, çünkü dostluk
dikkatsizdir ya da en azından güçsüzdür, istediğini yapamaz. Belki de yeterince
istemez mi bunu? Belki de yaşamı yeterince sevmiyor muyuz? Duygularımızı yalnız
ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne
kadar severiz, değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş
hocalarımıza ne kadar hayranızdır ! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, b
elki de tüm yaşamları b oyunca bizden b ekledikleri o saygı. Ama biliyor
musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni
basittir! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar,
zamanımızı rahatça kullanabiliriz, s aygıyı boş zamanlarımızda kokteylle
sevimli bir metres arasına koyab iliriz. Bizi bir şeye yükümlü kılarlarsa,
belleğe yükümlü kılar onlar, bizimse b elleğimiz zayıftır. Dostlarımızda
sevdiğimiz, taze ölüdür, acılı ölü, heyecanımız, eninde sonunda kendimiz!
Çoğu zaman kendisinden kaçtığım böyle bir dostum vardı.
Biraz canımı sıkıyordu, üstelik ahlaklıydı. Ama can çekişirken beni buldu
yeniden, telaşlanmayın. Her gün ziyaretine gittim. Benden hoşnut olarak,
ellerimi sıkarak öldü. Sık sık peşime düşen ve emeline ulaşamayan bir kadın
genç yaşta ölüverdi. Yüreğime öyle bir oturdu ki! Üstelik kendini öldürmüştü
kadın! Tanrım, ne tatlı telaş! Telefon çalar, yürek taşar, cümleler kısa
kesilir, ama örtülü anlamlarla yüklüdür, acı b astırılır ve hatta, evet, biraz
da kendini suçlar insan !
İnsan böyledir, aziz bayım, iki yüzü vardır onun:
Kendini sevmeden sevemez. Gözleyin komşularınızı, şansınıza bir ölüm olursa binanızda.
Onlar kendi küçük yaşamları içinde uyurken, örneğin kapıcı ölür. Hemen
uyanırlar, koşturmaya b aşlarlar, bilgi alırlar, acınırlar. Taptaze bir ölü,
gösteri başlar sonunda. Onların trajediye gereksinimleri vardır, neylersiniz,
onların küçük aşkınlıklarıdır bu, ap eritifleridir. Üstelik, size kapıcıdan söz
etmem bir rastlantı mı dersiniz? Benim bir kapıcım vardı, gerçekten çirkin,
kötülük timsali, anlamsız ve içi hınç dolu bir canavardı, bir Fransisken
rahibini bile ürkütürdü. Artık onunla konuşmuyordum bile, ama, sırf varlığıyla
benim her zaman huzurumu kaçırıyordu. Öldü, cenazesine gittim. Nedenini söyler
misiniz bana?
Ölüm töreninden önceki iki gün çok ilginç geçti.
Kapıcının karısı hastalanmış, tek göz evde yatıyordu, onun yanında da sehpalara
uzatılmış tabut duruyordu. Kiracılar mektuplarını kendileri almak
zorundaydılar. Kapıyı açıyorlar, “Günaydın madam,” diyorlar, kadından, eliyle
gösterdiği ölünün övgüsünü dinliyorlar ve mektuplarını alıp gidiyorlardı. Bunun
hoş hiçbir yanı yok, değil mi? Yine de tüm bina sakinleri fenol kokan odaya
uğradılar. Kiracılar bu iş için hizmetçilerini de göndermiyorlar, fırsattan
yararlanmak için kendileri geliyorlardı. Hizmetçiler de geliyordu, ama gizlice.
Ölünün gömüleceği gün, tabut büyük olduğu için odanın kapısından geçmiyordu.
Kapıcı kadın, hem hayran, hem üzgün bir şaşkınlıkla, “Ah sevgilim, ne kadar da
iri yapılıydın!” diyordu. “Kaygılanmayın, madam, ayakta geçiririz!” diye yanıt
veriyordu cenaze görevlisi. Ayakta geçirdiler ölüyü, sonra da yatırdılar. Ve yalnız
ben (anladığıma göre her akşam içkisini rahmetliyle birlikte içen eski bir
meyhaneci yamağıyla birlikte) mezarlığa kadar gidip lüksü beni şaşırtan bir
tabuta çiçekler serptim. Daha sonra, kapıcı kadını ziyaret ettim, kadın bir
trajedi havasında teşekkürlerini sundu bana. Bütün bunlara sebep neydi, söyler
misiniz? Olsa olsa aperitif.
Bunun gibi, b arodan yaşlı, “işbirlikçi” bir çalışma
arkadaşımı gömdüm. Her zaman elini sıktığım, hayli küçümsenen bir yargıç
yardımcısı. Çalıştığım yerde herkesin elini sıkardım zaten, hem de iki kez. Bu
dostça alçakgönüllülük, herkesin, ilerlemem için gerekli olan sempatisini
kazandırıyordu bana, hem de çok ucuza. Bizim o yargıç yardımcımızın gömülmesi
için baro b aşkanı hiç rahatını b ozmamıştı. Bense b ozmuştum, hem de bir
yolculuğa çıkmak üzereyken, bu da dikkati çekti. İyice biliyordum ki, benim
orada cenazede bulunuşum dikkatleri çekecek ve lehime yorumlanacaktı.
Anlıyorsunuz ya, o gün yağan kar bile durduramadı beni.
Nasıl? O konuya geliyorum, hiç korkmayın, zaten o konudayım.
Ama önce şuna dikkatinizi çekmeme izin verin, heyecanının tadını daha iyi
çıkarmak için tab utun haçı, güzel meşesi ve gümüş kulpları için b üyük
masraflara giren bizim kapıcı kadın, bundan bir ay sonra güzel sesli, giyim
budalası bir herifle nikâhsız yaşamaya başladı. Adam kadını dövüyordu, korkunç
çığlıklar geliyordu içeriden, hemen arkasından da adam pencereyi açıp sevdiği
romansı söylüyordu: “Kadınlar, ne güzelsiniz!” “Ne de olsa!” diyordu komşular.
Ne de olsa ne, sorarım size? Evet, görünüş bu baritonun aleyhineydi, kapıcı
kadının da. Ama sevişmediklerini söyleyemezsiniz. Kadının kocasını sevmediğini
de söyleyemezsiniz. Kaldı ki,
giyim budalası herif, sesi ve kolları yorulup da
ortadan yok olunca, bizim sadık kadın öleni yeniden övmeye başladı! Oysa ben
öylelerini biliyorum ki, görünüş kendilerinden yana, ama gerçekte hiç de vefalı
ve içten değiller. Bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını
verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emeğini, dürüstlüğünü bile, ama bir
akşam, kadını hiç sevmemiş olduğunu anladı. Canı sıkılıyordu, hepsi bu,
insanların çoğu gibi canı sıkılıyordu. Böylece karmaşa ve dram dolu bir yaşam
yaratmıştı kendine. Bir olayın olması gerek, insan b ağlantılarından çoğunun
açıklaması işte bu. Bir olayın olması gerek, hatta aşksız bir köleliğin, hatta
savaşın ya da ölümün bile. O halde yaşasın ölü gömme törenleri!
Benimse, hiç değilse böyle bir özrüm yoktu. Canım
sıkılmıyordu, çünkü sultanlar gibi yaşıyordum. Size sözünü ettiğim akşam,
diyebilirim ki, her zamankinden daha az sıkılıyordum. Hayır, gerçekten, bir
olayın olmasını istemiyordum. Ama yine de... Şimdi bakın, aziz bayım, güzel bir
sonbahar akşamıydı, kentin üzerinde ılıklığını, Seine’in üzerinde nemliliğini
hâlâ sürdüren bir akşam. Gece yaklaşıyordu, gökyüzü batıda hâlâ aydınlıktı, ama
kararıyordu, sokak lambaları fersizce parlıyordu. Sol kıyıdaki rıhtımlardan
Arts Köprüsü’ne doğru çıkıyordum. Sahafların kapalı tezgâhları arasından
ırmağın parladığı görülüyordu. Rıhtımlarda kalabalık yoktu: Paris yemeğe oturmuştu
bile. Hâlâ yazı anımsatan sararmış ve toz yüklü yapraklara b asıyordum.
Gökyüzü, iki sokak lamb ası arasında görünüp kayb olan yıldızlarla doluyordu
yavaş yavaş. Geri gelen sessizliğin, akşamın yumuşaklığının, boş Paris’in
tadını çıkarıyordum. Memnundum hayatımdan. Gündüzüm iyi geçmişti: Rastladığım
bir kör, umduğum ceza indirimi, müşterimin sıcak el sıkışı, birkaç cömert
davranış ve öğle sonu; bazı dostlar önünde, yönetici sınıfımızın taş
yürekliliği ile seçkinlerimizin ikiyüzlülüğü konusunda ayaküstü parlak bir
konuşma.
Bu saatte tenha olan Arts Köprüsü’ne çıkmış, artık
inmiş olan gecede belli belirsiz görünen ırmağa bakıyordum. Vert-Galant
karşısında, ayaklarımın altındaydı ada. İçimde, yüreğimde geniş bir güçlülük ve
nasıl anlatayım, bir yetkinlik duygusunun yükseldiğini duyuyordum. Doğruldum ve
bir sigara yakmaya davrandım, hoşnutluk sigarasını. Tam o anda arkamda bir
kahkaha işittim. Şaşırıp geri döndüm b irden: Kimse yoktu. Korkuluğa kadar
gittim. Ne bir mavna, ne bir kayık vardı. Adadan yana döndüm ve arkamda yeniden
gülüşü işittim, biraz uzakta, sanki ırmaktan aşağı doğru iniyormuş gibi. Hiç
kımıldamadan duruyordum. Gülüş hafifliyordu, ama hâlâ arkamda belirgin biçimde
işitiyordum, olsa olsa sulardan gelebilecek bu gülüşü. Aynı anda kalbimin hızlı
hızlı attığını duyuyordum. İyi anlayın beni, bu gülüşün gizemli hiçb ir yanı
yoktu; her şeyi yerli yerine oturtan iyi bir gülüştü bu, doğal, hemen hemen
dostça. Kaldı ki, az sonra bir şey işitmez oldum. Rıhtımları seyrettim,
Dauphine Caddesi’ne yöneldim, hiç ihtiyacım olmadığı halde birkaç paket sigara
s atın aldım. Sersemlemiştim, rahat soluk alamıyordum. O akşam bir dostuma
telefon ettim, ama evinde yoktu. Dışarı çıkıp çıkmamaya karar veremiyordum, tam
o anda penceremin altında gülüşler duydum. Pencereyi açıp b aktım. Kaldırımda
birkaç genç şen şakrak birbirlerine veda ediyorlardı. Omuzlarımı silkerek
pencereyi kapattım, incelenecek bir dosyam vardı zaten. Banyo odasına gidip bir
b ardak su içtim. Görüntüm aynada gülümsüyordu bana, ama gülümseyişim bana
çifteleşmiş gibi geldi...
Nasıl? Bağışlayın, başka şey düşünüyordum. Yarın sizi
görürüm herhalde. Evet, yarın. Yok yok, kalamam şimdi. Üstelik, şurada
gördüğünüz esmer ayı ile bir görüşmem var. Kuşkusuz, polisin alçakça ve
ahlaksızca aşağıladığı namuslu bir adam. Bir katil suratı mı buluyorsunuz onda?
Emin olun ki, işine uygun bir surat bu. Ev de soyuyor o, ayrıca şuna
şaşacaksınız ki, bu mağara adamı tablo kaçakçılığında uzmanlaşmıştır.
Hollanda’da herkes resim ve lale
uzmanıdır. Bu adam, o alçakgönüllü halleriyle, en ünlü
tablo soyguncusudur. Hangi soygun mu? Size söylerim belki. Bilgime şaşmayın.
Cezaevi yargıcı olsam da, burada bir Ingres kemanım var. Bu namuslu insanların
hukuk danışmanıyım ben. Ülkenin yasalarını inceledim ve diploma istenmeyen bu
mahallede bir müşteri kitlesi kazandım. Kolay değildi bu, ama güven telkin
ediyorum, öyle değil mi? Güzel, içten bir gülüşüm var, el sıkışım enerjik,
bunlar birer koz. Hem sonra birkaç zor davayı yoluna koydum. Önce çıkar
güdüsüyle, sonra inanarak. Eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman ve her yerde
mahkûm olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masum sanacaklardı kendilerini,
aziz bayım. Ve bana göre -tamam, tamam, geliyorum!- işte asıl bundan kaçınmak
gerekir. Yoksa, gülünç bir durum çıkardı ortaya.
2. 1811-1888 yılları arasında yaşamış Fransız Mareşali.
Çeşitli entrikalara karışmış, ölüme mahkûm edilmiş, bu ceza yirmi yıl hapse
çevrilmiş, hapisten kaçmış ve Ispanya’da ölmüştür. (Y.N.)
Gerçekten, aziz hemşerim, merakınızdan dolayı size
minnet borçluyum. Yine de, hikâyemin hiçbir olağanüstü yanı yok. Madem konunun
üzerinde duruyorsunuz, bilin ki, birkaç gün boyunca bu gülüşü düşündüm biraz,
sonra unuttum. Uzaktan uzağa, içimde bir yerde onu işitiyorum gibi geliyordu
bana. Ama çoğu zaman, bir çaba harcamadan başka şey düşünüyordum.
Yine de şunu kabul etmeliyim ki, bir daha Paris
rıhtımlarına ayak basmadım. Arabayla ya da otobüsle oralardan geçtiğimde içimde
bir çeşit sessizlik oluyordu. Sanırım, bir şey bekliyordum. Ama Seine’i
geçiyordum, hiçbir şey olmuyordu, rahat bir soluk alıyordum. O günlerde
sağlığımda da bozukluklar oldu. Belirli bir şey, bir çöküntü falan değil, bir
çeşit, keyfimi yeniden bulamama sıkıntısı.
Hekimlere gittim, bana kuvvet ilaçları verdiler.
Düzeliyordum, sonra yine bozuluyordum. Yaşam benim için gittikçe daha
zorlaşıyordu; beden keyifsiz oldu mu, yürek de ölgünleşir. Bana öyle geliyordu
ki, hiç öğrenmemiş olduğum, ama yine de çok iyi bildiğim bir şeyi, yani yaşamayı
unutuyordum. Evet, sanıyorum ki, her şey o zaman başladı.
Ama bu akş am da kendimi formda hissetmiyorum. Dahası,
tümcelerimi kurmakta zorluk çekiyorum. Bana öyle geliyor ki daha kötü
konuşuyorum, söylemim de o kadar sağlam değil. Havadan, kuşkusuz. İyi soluk
alamıyor insan, hava o kadar ağır ki göğsü sıkıştırıyor. Bir sakınca var mı,
aziz hemşerim, kentte biraz dolaşmak için dışarı çıkmamızda? Teşekkürler.
Akşamları kanallar ne kadar da güzel! Ben, küflenmiş
suların soluğunu, kanalda uzun süre kalan ölü yaprakların kokusunu ve çiçek
yüklü mavnalardan yükselen ölümcül kokuyu seviyorum. Hayır, hayır, bu zevkin
hastalıklı bir yanı yok, inanın bana. Tersine, bende bu, bilinçli bir karar.
Gerçek şu ki, bu kanalları hayranlıkla seyretmeye çalışıyorum ben. Dünyada en
çok sevdiğim yer ışıklar içinde yüzen Sicilya’dır, hele Etna’nın tepesinden
bakılınca, adayı ve denizi ayaklar altında görürseniz. Cava’yı da severim, ama
alize mevsiminde. Evet, gençliğimde gittim oraya. Genel olarak b ütün adaları
seviyorum ben. Oralarda egemenlik sürmek daha kolay.
Hoş ev, değil mi? Şurada gördüğünüz iki kafa, zenci
kölelerin. Bir belirti bu. Ev bir köle tüccarınındı. Ah! O zamanlar oyunlar
gizli oynanmıyordu ! İnsanlar yürekliydi, şöyle diyorlardı: “İşte, evim barkım
var, kaçak köle ticareti yapıyorum, kara et satıyorum.” Bugün, işinin bu
olduğunu açıkça söyleyen birini düşünebiliyor musunuz? Ne rezillik! Parisli
meslektaşlarımın konuşmalarını duyuyorum buradan. Konu üzerinde ödün vermez
tavırda oldukları için, onlar iki ya da üç, hatta daha fazla bildiri
yayımlamaktan çekinmeyeceklerdir. İyice düşününce, ben de katılırdım onların
imzalarına. Kölelik mi, hayır, biz ona karşıyız! Kendi evinde ya da
fabrikalarda köleliğe yer vermek zorunda kalmak, şeylerin özünde vardır, ama bununla
övünmek, işte bu olmaz.
İnsanın egemen olmaktan ya da hizmet görmekten
vazgeçemeyeceğini b iliyorum. Her insanın temiz hava gibi, kölelere gereksinimi
vardır. Kum an da etmek soluk almak demektir, bu kanıdasınız, değil mi? En
nasipsizler bile soluk almayı b aşarır. Toplumsal merdivenin en altında bulunan
kimsenin bile bir eşi ya da çocuğu vardır. Bekârsa bir köpeği vardır. Kısacası,
asıl olan, karşıdakinin yanıt verme h akkı olmaksızın insanın kızabilmesidir.
“Babaya yanıt
verilmez,” formülünü bilirsiniz, değil mi? Bir anlamda
bu formül tuhaftır. Sevilen kişiye değil de kime yanıt verilir bu dünyada? Bir
başka anlamda da inandırıcıdır bu. Birinin son sözü söylemesi gerekir. Yoksa,
her nedene karşı bir başka neden ileri sürülebilir: O zaman sonu gelmez bu
işin. Güç ise, tersine, her şeyi keser atar. Epey zaman harcadık bunu anlamak
için, ama sonunda anladık. Örneğin, dikkatinizi çekmiştir, bizim o ihtiyar
Avrupamız artık iyi yolda felsefe yapıyor. İnsanların bön kafalı olduğu
zamanlardaki gibi, “Ben böyle düşünüyorum. Sizin itirazlarınız nelerdir?”
demiyoruz artık. Aklımız başımıza geldi. Diyalog yerine bildiriyi koyduk.
“Doğru olan budur!” diyoruz, “Bu doğruyu tartış ab ilirsiniz dilerseniz, bu
bizi ilgilendirmez. Ama birkaç yıl içinde polis gelip haklı olduğumuzu size
gösterecektir.”
Ah! Sevgili dünya! Şimdi her şey açık. Birbirimizi
tanıyoruz, neye gücümüzün yettiğini b iliyoruz. Bakın, konuyu değilse bile
örneği değiştirirsek, ben hizmetime gülümseyerek koşulmasını istemişimdir hep.
Hizmetçi, kederli bir havada olunca günlerimi zehirliyordu. Gerçi neşeli olmama
hakkına sahipti. Ama kendi kendime; onun hizmetini ağlayarak değil de gülerek
görmesinin kendisi için daha iyi olacağını söylüyordum. Gerçekte, benim için
daha iyiydi b öylesi. Yine de, benim düşünüş tarzım, pek o kadar parlak olmasa
da, tümüyle ahmakça değildi. Aynı şekilde, Çin lokantalarında yemek yemekten
hep kaçınıyordum. Niçin? Çünkü Asyalıların sustuklarında ve beyaz adamların
önünde, çoğu zaman küçümseyici bir havaları vardır. Tabii, bu havayı hizmet
ederken de sürdürürler! O zaman insan önündeki piliçten nasıl tat alabilir,
hele hele onlara b akarken haklı olduğunu nasıl düşünebilir?
Aramızda kalsın, şu halde kölelik, hem de gülümseyen
kölelik kaçınılmaz bir ş eydir. Ama bunu kabul etmek zorunda değiliz. Köleler
edinmekten kendini alıkoyamayan kimsenin onlara özgür insan demesi daha iyi
olmaz mı? Önce ilke olarak, sonra da onları umutsuzluğa düşürmemek için. Bu
ödünü onlara b orçluyuz, öyle değil mi? Bu şekilde onlar gülümsemeye devam ederler,
biz de vicdan rahatlığımızı koruruz. Yoksa kendimizden vazgeçmek zorunda
kalırdık, acıdan çılgın, dahası alçakgönüllü hale gelirdik, her şey mümkün.
Bakın dükkân tabelası da yok, bu tabela ise rezalet. Kaldı ki, herkes masaya
oturup gerçek işini, kimliğini açıklasaydı, ne halt edeceğimizi bilemezdik!
Şöyle kartvizitler düşünün: Dupont, ödlek filozof ya da Hıristiyan mülk sahibi
ya da zina eden insansever, istediğinizi seçebilirsiniz. Ama bir cehennem
olurdu bu! Evet, cehennem böyle olmalı: tabelalı caddeler ve düşüncesini
anlatma olanaksızlığı. İnsan, kesin olarak sınıflandırılmıştır.
Siz örneğin, aziz hemşerim, tabelanızın ne olacağını
düşünün biraz. Susuyor musunuz? Peki, daha sonra yanıt verirsiniz. Ben
kendiminkini biliyorum: Çifte bir yüz, sevimli bir Janus ve bunların üzerinde
firmanın formülü: “Güvenmeyin ona.” Benim kartlarımda ise “Jean-Bap-tiste
Clamence, Komedya oyuncusu.” Bakın, size sözünü ettiğim o akşamdan kısa bir
süre sonra bir şey keşfettim. Bir körü üzerine çıkmasına yardım ettiğim bir
kaldırımda bırakırken, selamlıyordum. Bu şapka çıkarış kuşkusuz ki ona yönelik
değildi, çünkü bunu göremezdi o. Öyleyse kime yönelikti? Halka. Rolden sonra
selamlar. Fena değil, değil mi? Bir b aşka gün, aynı dönemde, kendisine yardım
ettiğim için teşekkür eden bir arab a sahibine kimsenin böyle davranamayacağı
yanıtını verdim. Tabii, kim olursa olsun, böyle davranırdı demek istiyordum. Bu
talihsiz dil sürçmesi yüreğime oturdu. Alçakgönüllülük b akımından üstüme yoktu
gerçekten. Gösterişsizce kabul etmek gerekir ki, aziz hemşerim, hep benlik
gururuyla dolmuşumdur ben. Ben, ben, ben, aziz yaşamımda hüküm süren ve her
söylediğim şeyde işitilen nakarat buydu işte. Ancak övünerek konuşabilmişimdir
ben, hele
gizemi bende saklı bulunan o gürültülü ağzı sıkılıkla konuşuyorsam.
Şurası bir gerçek ki, her zaman özgür ve güçlü yaşadım. Düpedüz, kendime denk
hiç kimse görmemek gibi üstün bir nedenle, kendimi herkes karşısında özgür
hissediyordum. Size söylediğim gibi, kendimi herkesten daha zeki saymışımdır,
ama aynı zamanda daha duyarlı ve daha becerikli, seçkin nişancı, benzersiz
sürücü, en iyi âşık saymışımdır. Aşağılığımı kolayca görebileceğim alanlarda
bile, örneğin yalnızca iyi bir oyun arkadaşı olduğum teniste, eğer antrenman
yapmaya vaktim olsaydı, bu alandaki şampiyonları bile geçeceğime kolayca
inanıyordum. Kendime yalnızca üstünlükler tanıyordum, bu ise iyi yürekliliğimin
ve dinginliğimin nedenlerini açıklıyordu. Başkalarıyla ilgilendiğim zaman,
tümüyle özgür olarak, alçakgönüllülükle yapıyordum bunu ve işin şerefi bana
yöneliyordu: Kendime karşı duyduğum sevgide bir basamak yükseliyordum.
Size sözünü ettiğim akşamı izleyen dönem içinde, b aşka
doğrularla birlikte, yavaş yavaş bu apaçık gerçekleri de keşfettim. Hemen
değil, hayır, çok belirgin bir biçimde de değil. Önce belleğimi yeniden
kazanmam gerekti. Şeyleri derece derece daha açık gördüm, zaten bildiğimi
öğrendim biraz. O zamana değin hep şaşırtıcı bir unutma gücü yardım etmişti
bana. Her şeyi unutuyordum, ilk önce de kararlarımı. Aslında hiçbir şeyin önemi
yoktu. Savaş, intihar, aşk, sefalet, koşullar beni zorladığı zaman bunlara
dikkat ediyordum gerçi, ama nazik ve yüzeysel bir b içimde. Kimi zaman, en
gündelik nitelikteki yaşamıma yab ancı bir davaya tutkuyla sarılır
görünüyordum. Ama aslında ona katılmıyordum, tabii, özgürlüğümün zorlandığı
zamanlar dışında. Nasıl anlatayım? Dünya kayıyordu. Evet, her şey kayıp
geçiyordu üzerimden.
Doğru konuşalım: Unutkanlıklarımın övgüye değer olduğu
da oluyordu. Dikkat etmişsinizdir, inancı, tüm hakaretleri b ağışlamak olan
insanlar vardır, bu hakaretleri b ağışlarlar gerçi, ama hiç unutmazlar. Ben
hakaretleri b ağışlayacak kadar iyi bir yapıda değildim, ama sonunda onları
unutuyordum hep. Benim kendisinden nefret ettiğime inanan biri, onu geniş bir
gülümseme ile selamladığımı görünce apışıp kalıyordu. O zaman, yapısına göre ya
b endeki ruh büyüklüğüne hayran oluyor ya da ödlekliğimi küçümsemeyle
karşılıyordu, oysa bu davranışımın nedeni daha basitti: Adını bile unutmuştum
adamın. İlgisiz ya da nankör kılan aynı sakatlık o zaman büyük ruhlu hale
getiriyordu beni.
Demek ki, ben-ben-ben’in günü gününe sürekliliği
dışında başka bir süreklilik olmadan yaşıyordum. Günü gününe kadınlar, günü
gününe erdem ya da erdemsizlik, günü gününe, köpekler gibi, ama her gün
sağlamca yerinde duran kendim. Böylece yaşamın yüzeyinde ilerliyordum,
sözcükler içinde, hiçbir zaman gerçek içinde değil. Tam okunmamış o kitaplar,
tam sevilmemiş o dostlar, tam gezilmemiş o kentler, tam sarılmamış o kadınlar!
Sıkıntıdan ya da dalgınlıkla birtakım el kol hareketleri yapıyordum. Varlıklar
birbirini izliyor, birbirine takılmak istiyorlardı, ama ortada hiçbir şey
yoktu, bu da berbat bir şeydi. Onlar için. Bense unutuyordum. Kendimden b aşka
bir şeyi hiçb ir zaman anımsamamışımdır ben.
Yine de belleğim yavaş yavaş geldi yerine. Daha doğrusu
ben belleğime kavuştum ve orada, beni b ekleyen anıyı buldum. Size bundan söz
etmeden önce, izin verin aziz hemşerim, keşif gezim sırasında bulguladığım şey
hakkında birkaç örnek vereyim (bu örnekler, eminim, sizin için yararlı
olacaktır).
Bir gün, arab amı sürerken, yeşil ışıkta hareket
etmekte bir s aniye geciktiğim zaman s ab ırlı hemşerilerimin sırtıma
ışıklarını hiç durmadan boşalttıkları sırada, birden, aynı koşullar altında
meydana gelmiş bir b aşka serüveni anımsadım. Tek gözlüklü ve golf pantolonlu,
ufak tefek bir adamın sürdüğü bir motosiklet beni geçmiş ve kırmızı ışıkta
önümde durmuştu. Dururken ufak tefek adam motorunu
durdurmuştu ve onu yeniden çalıştırmak için boşuna çabalıyordu. Yeşil ışıkta,
her zamanki nezaketimle, geçmem için motosikletini kenara almasını istedim.
Ufak tefek adam tıknefes motorunun üzerinde sinirlenmekte devam ediyordu. O
zaman, Paris nezaket kurallarına göre, “Sen kendine bak!” diye yanıt verdi.
Yine terbiyeli bir tavırla, ama sesimde hafif bir sabırsızlık tonuyla
üsteledim. “Her ne olursa olsun yaya ve atlı olarak gidersin,” diyerek lafımı
ağzıma tıkadı. Bu sırada arkamda birkaç korna sesi duyulmaya b aşlamıştı. Daha
kesin bir tavırla adamdan terbiyeli olmasını ve trafiği tıkamamasını rica
ettim. Motorunun artık açığa çıkan kötü niyetinden dolayı kuşkusuz çileden
çıkan öfkeli adam dayak yemek istiyorsam, bunu seve seve yapacağını bildirdi
bana. Bu kadar terbiyesizlik beni öfkelendirdi ve bu ağzı bozuk kişinin
kulaklarını çekmek niyetiyle arabamdan çıktım. Korkak olduğumu sanmıyorum (ama
nasıl da sanılmaz ya!), karşımdakinden bir baş uzundum, kaslarım her zaman iyi
çalışmıştır. Şimdi de inanıyorum ki, dayak atmaktan çok dayak yiyecektim. Ama
yola daha yeni çıkmıştım ki, toplanmaya b aşlayan kalab alıktan bir adam çıkıp
üzerime yürüdü, son derece düşük bir insan olduğumu ve b acaklarının arasında
bir motosiklet bulunan, bu yüzden de avantajsız durumda olan bir adama vurmama
izin vermeyeceğini bildirdi bana. Bu silahşöre döndüm ve gerçekte onu görmedim
bile. Nitekim başımı ancak çevirmiştim ki, hemen hemen aynı anda motosikletin
yeniden cayırdadığını duydum ve kulağıma şiddetli bir darb e yedim. Daha ne
olduğunu anlamama vakit kalmadan motosiklet uzaklaştı. Şaşkın şaşkın
d’Artagnan’a doğru yürüdüğüm anda, adamakıllı büyümüş araba kuyruğundan çileden
çıkmış bir korna konseri yükseldi. Yeşil ışık yeniden yanıyordu. O zaman, hâlâ
biraz şaşkın bir halde, yakama yapışan ahmağı sarsalamak yerine, uslu uslu arab
ama döndüm ve hareket ettim, bu sırada ahmak herif ben geçerken “zavallı herif”
dercesine beni selamlıyordu, hâlâ anıms arım.
Önemsiz hikâye mi dersiniz? Kuşkusuz öyle. Ne var ki,
bunu unutmam için uzun süre geçti, önemli olan bu. Yine de b irtakım özürlerim
vardı. Dayak yememe izin vermiştim hiç yanıt vermeden, ama korkaklıkla
suçlanamazdım. Şaşkınlığa uğrayarak, her iki yandan da sorguya çekilerek, her
şeyi birbirine karıştırmıştım ve arab a ışıkları benim kafamdaki bu karışıklığı
son haddine çıkarmıştı. Yine de, şerefimi ayaklar altına almış gibi mutsuzdum.
Hiç tep ki göstermeden arab ama binerken görüyordum kendimi, anımsadığıma göre
çok zarif bir mavi gömlek giymiş bulunduğum için daha da hayran kesilmiş bir
kalab alığın alaycı b akışları altında. Bana yine de haklı görünen bir “zavallı
adam” lafını işitiyordum. Kısacası, halkın önünde şişkinliğimi yitirmiştim.
Gerçi belirli koşulların bir araya gelmesi sonucu olmuştu bu, ama her zaman
birtakım koşullar vardır. Bundan sonra, ne yapmam gerektiğini açıkça
görüyordum. Kendimi d’Artagnan’ı esaslı bir yumrukla devirir, arabama biner,
bana vurmuş olan o pis herifi izler, yakalar, motorunu bir kaldırıma
sıkıştırır, kendisini bir köşeye çeker ve ona tam da layık olduğu tokadı
indirirken görüyordum. Birkaç değişik biçimiyle bu küçük filmi hayalimde yaş attım.
Ama iş işten geçmişti, birkaç gün kötü bir hıncı içimde yoğurup duydum.
Bakın, yağmur yeniden başladı. İster misiniz, şu
sundurmanın altında duralım. Güzel. Nerede kalmıştım? Ah! Evet, şeref
konusunda! Bu serüvenin anısını yeniden bulduğum zaman onun ne anlama geldiğini
anladım. Kısacası, hayalim olguların sınavına dayanmamıştı. Şimdi açıkça
anlaşılıyordu ki eksiksiz, gerek kişisel durumu, gerekse mesleği bakımından
başkalarına saygı duyabilecek bir insan olmayı hayal etmiştim. Yarı Cerdan,
yarı de Gaulle hani. Kısacası, her şeyde egemen olmak istiyordum ben. İşte
bunun içindir ki,
birtakım havalar veriyordum kendime, düşünsel
yeteneklerimden çok bedensel ustalığımı göstermekte kullanıyordum
züppeliklerimi. Ama, hiç tepki gösteremeden halkın karşısında dayak yedikten
sonra kendim hakkındaki bu güzel imajı sürdürmem artık mümkün değildi. Kendimde
bir temsilcisini gördüğüm o gerçek ve zekâ dostu kişi olmuş olsaydım, seyircisi
olan kimselerce unutulmuş bu serüven beni ne yönden etkilerdi? Olsa olsa, bir hiç
için öfkelenmekle ve de öfkelendiğim için, hazırcevap olamadığımdan dolayı
öfkemin sonuçlarına karşı duramamakla suçlanırdım. Bunun yerine, öcümü alma,
vurma ve yenme arzularıyla yanıyordum. Sanki gerçek arzum dünyanın en zeki ya
da en cömert yaratığı olmak değilmiş de, yalnızca her istediğim kişiyi dövmek,
hem de en ilkel biçimde en güçlü kimse olmak değilmiş gibi. Gerçek şu ki, her
zeki insan, iyi bilirsiniz bunu, bir gangster olmayı ve salt şiddet yoluyla
toplum üzerinde egemenlik kurmayı düşler. Bu iş, birtakım uzmanlık konularını
işleyen romanların düşündürebileceği kadar kolay olmadığı için, genellikle,
politikaya bel bağlanır ve en acımasız partiye koşulur. Herkese egemen olmak bu
yolla mümkün oluyors a, ruhunu küçültmenin ne önemi var, değil mi? Ben de
kendimde zulmetme yönünde tatlı düşler b uluyordum.
Hiç değilse şunu öğreniyordum ki, ben ancak onların
suçunun bana hiçbir zarar vermediği ölçüde suçluların, sanıkların yanında
bulunuyordum. Onların suçluluğu benim güzel konuşmama neden oluyordu, çünkü
onların kurb anı ben değildim. Kendim tehdit altına girdiğim zamansa, yalnız
ben de bir yargıç kesilmekle kalmıyor, daha da fazlası olmak istiyordum: Her
türlü yasanın dışında, suçluyu tepelemek ve dize getirmek isteyen öfkeli bir
efendi. Bundan sonra, aziz hemşerim, kendini bir adalet tims ali ve saçı
bitmedik yetimlerin doğuştan savunucusu sanmaya ciddi biçimde devam etmek çok
zordur.
Yağmur hızlandığına, vaktimiz de olduğuna göre
belleğimde az sonra gerçekleştirdiğim yeni bir keşfi size açabilir miyim?
Yağmurdan korunan şu banka oturalım. Yüzyıllar var ki, pipo içenler aynı kanala
yağan aynı yağmuru seyrederler burada. Size anlatacağım şey biraz daha zor. Bu
kez bir kadın söz konusu. Önce şunu bilmek gerekir ki, ben kadınlar konusunda
her zaman ve hiç zahmetsizce b aşarılı olmuşumdur. Onları mutlu kılmayı ya da
onlarla kendimi mutlu kılmayı b aşardığımı söylemiyorum. Hayır, yalnızca b
aşarılı olduğumu söylüyorum. Hemen her istediğim zaman amaçlarıma ulaşıyordum.
Bende b elli bir çekicilik buluyorlardı. Düşünün bir! Çekicilik nedir,
bilirsiniz: Açık hiçbir soru sormadan bir çeşit evet yanıtı alma biçimi. O
dönemde durumum böyleydi işte. Sizi şaşırtıyor mu bu? Haydi haydi, inkâr
etmeyin. Şimdiki halimle çok doğal bu. Ne yazık! Belli bir yaştan sonra her insan,
kendi yüzünden sorumludur. Benimki... Ama ne önemi var bunun? Olay ortada,
bende çekicilik buluyorlardı ve ben bundan yararlanıyordum.
Yine
de işin içine hiçbir hesap karıştırmıyordum; iyi niyetliydim ya da buna yakın.
Benim kadınlarla ilişkim doğal, rahat, kolaydı, yaygın deyimiyle. Buna hile
karışmıyordu ya da yalnızca onların bir s aygı gibi kabul ettikleri ap açık
hile karışıyordu. Onları seviyordum ben, beylik deyimiyle, bu da onların hiçb
irini sevmedim anlamına gelir. Ben kadın düşmanlığını hep b ayağı ve ahmakça
bulmuşumdur ve tanıdığım hemen b ütün kadınların benden daha iyi olduklarını
düşünmüşümdür. Yine de, böyle çok üstün yere koymakla, hizmet etmekten çok
kullanmışımdır onları. Nasıl kullanmazdım ki?
Tabii, gerçek aşk pek az rastlanan bir şeydir, aşağı
yukarı yüzyılda iki ya da üç kez görülür. Bunların dışında boş gurur ya da can
sıkıntısı vardır. Kendi payıma ben Portekizli rahibe değilimdir. Katı yürekli
değil, tam tersine, yufka yürekliyimdir, gözyaşlarım kolayca
akar. Ne var ki, atılışlarım hep kendime dönüktür,
içlenmelerim kendimle ilgilidir. Aslında, hiç sevmemiş olduğum doğru değil.
Yaşamımda hiç değilse bir büyük aşka tutulmuşumdur ki bunun da konusu hep ben
olmuşumdur. Bu bakımdan, çok genç yaşımın kaçınılmaz güçlüklerinden sonra çabucak
bir noktada yoğunlaşmışımdır: Şehvet ve yalnızca şehvet hüküm sürüyordu aşk
hayatımda, yalnızca zevk alınacak, elde edilecek nesneler arıyordum. Kaldı ki
yapım da yardım ediyordu buna: Doğa bana karşı cömert davranmıştı. Bundan az
gururlanıyor değildim ve çok doyumlar alıyordum, ama bunların zevk mi, yoksa
prestij mi olduğunu söyleyemem şimdi. Güzel, diyeceksiniz ki yine övünüyorum.
Hayır demem buna ve bu konuda doğru olanla övündüğüm ölçüde az gurur duyuyorum.
Her
ne olursa olsun, ten düşkünlüğüm öylesine gerçekti ki, on dakikalık bir macera
için bile anamı babamı inkâr ederdim, sonra da pişman olurdum elbet. Ne
diyorum? Hele on dakikalık bir macera ve daha fazlası için, eğer bu maceranın
yarınsız olacağından emin olursam. Pek tabii, birtakım ilkelerim vardı, örneğin
dostlarımın karıları benim için kutsaldı. Ancak, birkaç gün önce kocaları için
dostluk duymaktan vazgeçiyordum çok içten olarak. Belki de buna ten düşkünlüğü
dememem gerekirdi. Ten düşkünlüğü kendi başına iğrenç değildir. Bağışlayıcı olalım
ve bir çeşit güçsüzlükten söz edelim, aşkta yapılan işten b aşka bir şey görme
yeteneksizliğinden, doğuştan gelen bu yeteneksizlikten. Bu güçsüzlük, ne de
olsa rahat bir şeydi. Bendeki unutma yetisiyle birleşince o, özgürlüğümü
destekliyordu. Aynı nedenden dolayı, bana verdiği bir uzaklaşma ve b ağımsızlık
havası gereği, yeni b aşarılar kazanma fırsatını sağlıyordu bana. Romantik
olmaya olmaya, romanesk olana sağlam bir besin sağlıyordum. Kadın dostlarımızın
Napoleon Bonaparte’la şu ortak yönleri vardır ki, herkesin b aşarısızlığa
uğradığı yerde b aşaracaklarını sanırlar hep.
Bu alışverişte ben, ten düşkünlüğümden başka bir şeyi
doyuruyordum zaten: Oyun düşkünlüğümü. Kadınlarda, hiç değilse masumluk tadını
taşıyan belli bir oyunun arkadaşlığını seviyordum. Görüyor musunuz, sıkılmaya
dayanamam ben ve yaşamda yalnızca eğlenceye değer veririm. Her topluluk, parlak
bile olsa, beni çabucak sıkar, oysa hoşuma giden kadınlarla hiç
sıkılmamışımdır. İtiraf etmekte güçlük çekiyorum ama, Einstein’la yapacağım on
görüşmeyi güzel bir figüran kızla gerçekleştireceğim bir ilk buluşmaya feda
ederdim. Gerçi onuncu buluşmada Einstein’ı ya da derin kitaplar okumayı
özlerdim. Kısacası, b üyük sorunlarla ancak küçük taşkınlıklarımın aralarında
uğraşmışımdır. Ve kaç kez, kaldırıma dikilip dostlarla giriştiğim ateşli bir
tartışmanın ortasında, o sırada caddeden fırtın a gibi bir kadın geçtiği için,
bana söylenen şeylerin ucunu kaçırmışımdır.
Dolayısıyla, oyun oynuyordum. Kadınların çok çabuk
hedefe gidilmesini sevmediklerini biliyordum. Önce konuşma, onların deyimiyle
sevecenlik gerekliydi. Avukat olduğum için konuşma sıkıntısı, askerde komedyen
çırağı olduğum için de b akış sıkıntısı çekmiyordum. Sık sık rol
değiştiriyordum; ama ortada her zaman aynı piyes vardı. Örneğin, anlaşılmaz bir
biçimde çekilme numarası, “Ne olduğunu bilemiyorum,” “Nedeni yok,
çekiciliğinize kapılmak istemiyordum, aşktan bezmiştim vb.” numarası,
repertuvarın en eski numaralarından biri olsa da, her zaman etkiliydi. Ayrıca,
b aşka hiçbir kadının size vermediği, belki de, hatta kesinlikle geleceği
olmayan (çünkü çok fazla güvenceye alamazdı insan kendini), ama bu yüzden
yerine başkası konulamayacak gizemli mutluluk numarası da vardı. Özellikle, her
zaman iyi karşılanan küçük bir söylev geliştirmiştim, eminim, alkışlayacaksınız
bunu. Bu söylevin özü şu acıklı ve b oyun eğer b eyanda yatıyordu: Hiçbir şey
değildim ben, bana b ağlanmaya değmezdi, yaşamım b aşka yerdeydi benim, günlük
mutluluktan nasibi yoktu bu yaşamın, oysa bu mutluluğu
belki her şeye yeğlerdim, ama işte, iş işten geçmişti artık. Bu kesin sonuçlu
gecikmenin nedenleri üzerinden esrar perdesini kaldırmıyordum, yatağa gizlerle
dolu olarak girmenin daha etkili olduğunu bildiğimden. Bir anlamda zaten,
söylediklerime inanıyor, rolümü yaşıyordum. Bu durumda, kadın arkadaşlarımın da
coşkuyla oyun a katılmaları şaşırtıcı sayılmaz. Bu dostlarımdan en duyarlı
olanları beni anlamaya çalışıyor ve bu çaba onları hüzünlü teslimiyetlere
götürüyordu. Oyunun kurallarına uyduğumu ve eyleme geçmeden önce konuşma nezaketini
gösterdiğimi görerek memnun olan başkaları fazla beklemeden gerçeğe teslim
oluyorlardı. O zaman ben kazanıyordum, hem de iki kez, çünkü onlara karşı
duyduğum arzu dışında kendime karşı beslediğim aşkı da her seferinde kendi
güzel yeteneklerimi doğrulayarak tatmin ediyordum.
Bu o kadar doğru ki, kadınlardan kimileri bana zaman
zaman şöyle böyle bir zevk verseler bile, kuşkusuz, birdenbire yeniden
kavuşulan bir suç ortaklığından önceki hasretin hızlandırdığı o tuhaf arzudan
yardım görerek, ama aynı zamanda, ilişkimizi sıkılaştırmanın ancak bana b ağlı
olduğunu görmek için de, o kadınlarla yeniden ilişkiye girmeye çalışıyordum ara
sıra. Dahası bazen, işi başka hiçbir erkeğe bağlanmayacaklarına dair yemin
ettirmeye vardırarak bu konudaki kaygılarımı kesin olarak yatıştırmaya
çalışıyordum. Yine de ne yüreğin, ne de hayal gücünün bu kaygıda bir payı
yoktu. Gerçekten de bir çeşit, iddialı olma alışkanlığı bende o denli
somutlaşmıştı ki, durumun ap açık olmasına karşın benim olan bir kadının bir
gün b aşkasının olabileceğini kafamın içinde canlandırmakta güçlük çekiyordum.
Ama onların bana ettikleri o yemin onları bağlarken beni özgür kılıyordu.
Kimsenin olmadıkları sürece onlarla ilişkimi koparmaya karar verebiliyordum, bu
ise, öteki durumda benim için hemen her zaman olanaksızdı. Böylelikle, onlar
yönünden, onları denetlemiş oluyordum; benim gücümse uzun zaman için sağlama
bağlanıyordu. İlginç, değil mi? Ama durum böyle işte, aziz hemşerim. Kimileri,
“Sev beni!” diye bağırır, ötekiler, “Sevme beni!” diye. Ama en kötü ve en
mutsuzu olan bir bölümü de, “Sevme beni, yine de bana sadık kal!” diye. Ne var
ki, doğruyu hiçbir zaman kesin olarak anlayamayız, her varlıkla buna yeniden
başlamak gerekir. Yeniden b aşlaya b aşlaya, alışkanlıklar edinilir. Kısa zaman
sonra söylem düşünmeden gelir size, arkasından da refleks gelir: Bir gün
gerçekten arzu etmeden alma durumunda bulunursunuz. İnanın bana, hiç değilse
bazı insanlar için arzu edilmeyeni almamak hiç değilse dünyanın en zor işidir.
İşte başıma bir gün böyle bir şey geldi, o kadının kim
olduğunu size söylemem yararlı değil, yalnız şunu söyleyebilirim ki, beni
gerçekten allak bullak etmese de, edilgen ve açgözlü haliyle çekmişti beni.
Açıkçası, bekleneceği gibi iş şöyle böyle oldu. Ama hiç komplekse kapılmadım ve
o kişiyi çabucak unuttum, bir daha da görmedim. Kadının hiçbir şeyin farkın a
varmadığını düşünüyordum, dahası bir fikir sahibi olabildiğini bile
sanmıyordum. Esasen onun edilgen havası kendisini dünyadan koparıyordu gözümde.
Yine de, birkaç hafta sonra onun benim yetersizliklerimi üçüncü bir kişiye
açtığını öğrendim. Bunun üzerine biraz aldatıldığım duygusuna kapıldım hemen;
kadın sandığım kadar edilgen değilmiş, yargılama gücü eksik değilmiş meğer.
Sonra omuz silktim ve güler gibi yaptım. Hatta buna adamakıllı güldüm, bu
olayın önemsiz olduğu açıktı. Alçakgönüllülüğün kural olduğu bir alan varsa,
tüm beklenmedik yanlarıyla cinsellik değil midir? Hayır, yalnızken bile en
kazançlı kim olacak oyunudur bu. Omuz silkmelerime karşın, gerçekte davranışım
ne oldu benim? Bu kadını bir süre sonra yeniden gördüm, onu b aştan çıkarmak ve
kendisine gerçekten sahip olmak için ne gerekiyorsa yaptım. Çok zor olmadı bu:
Kadınlar da başarısız kalmayı sevmezler. O andan itib aren, açıkça istemeden,
onu üzmeye b aşladım. Onu
bırakıyor ve yeniden alıyordum, uygun olmayan yerlerde
ve zamanlarda kendini vermeye zorluyordum, her alanda ona öyle hoyrat
davranıyordum ki, sonunda ona bağlandım, tıpkı zindancının tutuklusuna
bağlandığı gibi. Bu da, acılı ve zorlama bir zevkin şiddetli kargaşası içinde,
kendisini köle eden şeye yüksek sesle saygısını belirtinceye kadar sürdü. O gün
ondan uzaklaşmaya başladım. Daha sonra da unuttum onu.
Nazik suskunluğunuza karşın, bu serüvenin pek parlak
olmadığı yolundaki fikrinize katılırım. Yine de bir kez kendi yaşamınızı
düşünün, aziz hemşerim! Belleğinizi kazın, belki de orada buna benzer bir
hikâye bulacaksınız, daha sonra anlatırsınız bunu bana. Bense, bu iş aklıma
gelince hep gülüp durmuşumdur. Ama bu, Arts Köprüsü’nde işittiğime oldukça
benzer bir başka gülüştü. Kendi söylevlerime ve savunmalarıma gülüyordum ben.
Hem de kadınlara yönelik söylevlerimden çok savunmalarıma. Hiç değilse
kadınlara az yalan söylüyordum. Tavrımda açıkça, kaçamaksız biçimde içgüdü
konuşuyordu. Aşk edimi, örneğin, bir itiraftır. Bencillik orada gösterişli
gösterişli b ağırır, boş gurur kendini ortaya serer ya da gerçek cömertlik
kendini açığa vurur. Son olarak, öteki entrikalarımdan çok, bu can sıkıcı
hikâyede, düşündüğümden daha açık yürekli olmuş, kim olduğumu ve nasıl yaş ayab
ileceğimi söylemiştim. Tüm görünüşlere karşın, demek ki özel yaşamımda,
özellikle de size söylediğim gibi davrandığım zamanlar, masumluk ve adalete
ilişkin coşkun meslekî konuşmalarımdakinden daha onurluydum. Hiç değilse,
kişilere karşı davranışımı görerek, yaratılışımın gerçeği konusunda
aldanamazdım. Hiç kimse zevklerinde ikiyüzlü olmaz; bunu bir yerde mi okudum,
yoksa ben mi düşündüm, aziz hemşerim?
Böylece bir kadından kesin olarak ayrılmakta duyduğum
güçlüğü, beni onca zamandaş ilişkilere götüren bu güçlüğü düşündüğüm zaman,
bundan yüreğimin sevecenliğini suçlu tutmuyordum... Kadın dostlarımdan biri
bizim tutkumuzun Austerlitz’ini beklemekten yorulup da geri çekilmekten söz
ettiği zaman, beni eyleme geçiren bu sevecenlik değildi. Hemencecik ileri bir adım
atan, ödün veren, özlü konuşan bendim. Sevecenliği ve bir yüreğin tatlı
zayıflığını ben, yalnızca bu karşı koyuştan biraz heyecana düşerek, bir
sevginin mümkün olan kaybından da telaşa kapılarak görünüşü ancak kendim
hissettiğimde, kadınlarda uyandırıyordum. Bazen gerçekten acı çektiğimi
sanıyordum gerçi. Ama yine de âsinin, onu zahmetsizce unutmam için gerçekten
çekip gitmesi yetiyordu, tıpkı onu, yeniden dönmeye karar verdiği zaman
unuttuğum gibi. Hayır, terk edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğum zaman
beni uyandıran ne aşk, ne de yürek cömertliği değil; yalnızca sevilme ve bence
bana b orçlu olunan şeyi alma arzusuydu. Sever sevmez ve arkadaşım unutulur
unutulmaz yeniden p arlıyor, en iyi durumda hissediyordum kendimi, sevimli
oluyordum.
Şuna da dikkat edin ki, bu sevgiye yeniden kavuşur
kavuşmaz ağırlığını duyuyordum onun. Öfkelendiğim zamanlar, en iyi çözümün
ilgilendiğim kişi için ölüm olacağını düşünüyordum. Bu ölüm bir yandan b
ağımızı sürekli kılardı, öte yandan onun b askısını kaldırırdı, ama, b aşka
türlü tasarlanamayacak bir özgürlüğe kavuşmak için ne herkesin ölümünü dilemek,
ne de en sonunda dünyayı insansız bırakmak olmazdı. Benim duyarlılığım ve insan
sevgim buna karşıydı.
Bu entrikalarda zaman zaman duyduğum tek derin duygu
minnettarlıktı, her şeyi iyi gittiği ve bana, gidip gelmenin hem rahatı, hem de
özgürlüğü bırakıldığı zaman, ancak bir b aşka kadının yatağından yeni çıktığım
sırada ötekiyle daha nazik ve neşeli oluyordum, sanki kadınlardan birine karşı
yüklendiğim b orcu tüm öteki kadınlara yayıyormuşum gibi. Kaldı ki duygularımın
görünürdeki karışıklığı ne olursa olsun, elde ettiğim sonuç açıktı: Bütün
sevgilerimi, istediğimde kullanmak üzere çevremde tutuyordum. Bu durumda, tüm
varlıkların ya da bunlardan mümkün olan en çoğunun tüm
yeryüzünde bana yönelmiş olmaları koşuluyla, sonsuzcasına boş, ne zaman olursa
olsun çağrıma yanıt vermeye hazır, kendilerini ışığımla nimetlendirmeye
tenezzül edeceğim güne kadar kısırlığa mahkûm biçimde ancak yaşayabilirdim
kendi rızamla. Kısacası, mutlu yaşayabilmem için, seçtiğim varlıkların hiç
yaşamamaları gerekliydi. Onların yaşamlarını benim keyfime bağlı kılmak
gerekirdi.
Ah! Size bunu anlatmaktan hiç zevk almıyorum. Kendim
hiçbir şey ödemeden her şeyi istediğim, onca insanı hizmetime koşturduğum,
onları bir gün elimin altında bulunduracak biçimde buzdolabına kaldırdığım o
dönemi düşündüğüm zaman, içimde uyanan tuhaf duyguyu nasıl adlandıracağımı
bilemiyorum. Acaba utanç değil miydi bu? Utanç, söyleyin bana, aziz hemşerim,
yakmaz mı biraz? Evet mi? O zaman söz konusu olan belki budur ya da bununla
ilgili o gülünç duygulardan biridir. Her ne olursa olsun, bana öyle geliyor ki,
belleğimin ta ortasında bulduğum bu maceradan bu yana bu duygu beni terk
etmemiştir, bu maceranın öyküsünü de, konudan onca sapmalarıma ve haklı
bulacağınızı umduğum yakıştırma çab alarına karşın, artık daha fazla
geciktiremem.
Bakın, yağmur dindi! Evime kadar bana arkadaşlık edin
lütfen. Tuhaf bir yorgunluğum var, ama konuştuğum için değil, salt daha neler
söylemem gerektiğini düşündüğümden. Haydi bakalım! O önemli keşfimi anlatmam
için birkaç sözcük yeter. Niye uzun laf etmeli zaten ? Heykelin güzel olması
için güzel söylevlerin uçup gitmesi gerek. O kasım gecesi, arkamda birinin
güldüğünü sandığım akşamdan iki ya da üç yıl önce, Royal Köprüsü’nden sol
kıyıdaki evime dönüyordum. Saat gecenin biriydi, hafif bir yağmur, daha doğrusu
bir çisenti vardı, tek tük yayanın o yana, bu yana kaçmasına neden olan. Bir
kadın dostumun evinden az önce ayrılmıştım, kadın herhalde uykuya dalmıştı
bile. Bu yürüyüşten mutluydum, biraz uyuşmuş haldeydim, bedenim sakinleşmişti,
damarlarımda yağan yağmur gibi tatlı bir kan dolaşıyordu. Köprüde, ırmağa b
akar gibi korkuluğun üzerine eğilmiş bir karaltının arkasından geçtim. Daha
yakından bakınca, kara giysili, ince bir genç kadın fark ettim. Kara saçlarıyla
mantosunun yakası arasında, duyarlılığıma seslenen körpe ve ıslak bir ense
görünüyordu yalnızca. Ama kısa bir duraksamadan sonra yoluma devam ettim.
Köprünün ucunda, evimin bulunduğu Saint-Michel doğrultusunda rıhtımlara vurdum
yolumu. Bir iki metre kadar yürümüştüm ki, suya düşen bir cismin gürültüsünü
duydum, gürültü gecenin sessizliği içinde bana çok b üyük geldi, aramızdaki
mesafeye karşın. Orada kalakaldım, ama arkama dönmedim. Bunun hemen arkasından,
yine ırmağa doğru inen, sonra ansızın sönen bir çığlığın defalarca
yinelendiğini işittim. Birden donup kalmış gecede bunu izleyen sessizlik bana
sonu gelmez gibi göründü. Koşmak istedim, ama kımıldayamadım. Sanıyorum,
soğuktan ve heyecandan titriyordum. Kendi kendime acele etmeli diyordum; ama
karşı konulmaz bir güçsüzlüğün bedenimi kapladığını duyuyordum. O zaman ne
düşündüğümü unuttum şimdi, “Çok geç, çok uzak...” ya da böyle bir şey. Hiç
kımıldamadan dinliyordum hep. Sonra, küçük yavaş adımlarla yağmur altında
uzaklaştım. Kimseye haber vermedim.
Ama geldik işte, benim evim, sığınağım burada! Yarın
mı? Evet, nasıl isterseniz. Sizi Marken Adası’na götürürüm seve seve,
Zuyderzee’yi görürsünüz. Saat on birde Mexico- City’de buluşalım. Ne
dediniz? O kadın mı? Ah! Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Ertesi gün de, ondan
sonraki günler de gazeteleri okumadım.
Bebeklere
özgü bir köy, siz öyle bulmuyor musunuz? Canlı renkleri hiç de eksik değil! Ama
ben sizi canlı renkler için getirmedim buraya, aziz dostum. Herkes sizi, kadın
başlıklarına, tahta kunduralara ve balıkların cila kokuları içinde tütün
içtikleri süslü evlere hayran kılabilir. Bense, tersine, burada önemli olan
şeyleri size gösterebilecek nadir kişilerden b iriyim.
Bende ulaşmaktayız. Gereğinden fazla zarif olan bu
evlerden elden geldiğince uzak olmak için onu izlemek gerek. Lütfen, oturalım
burada. Nasıl buluyorsunuz? Negatif görünümlerin en güzeli bu, değil mi? Bakın,
burada kum tepesi adı verilen, solumuzdaki şu kül yığınına, sağımızdaki gri
bende, ayaklarımızın altındaki kurşunî mor kumsala ve önümüzdeki donuk çamaşır
suyu rengindeki denize, külrengi sularının yansıdığı engin gökyüzüne. Nemli bir
cehennem, gerçekten! Yalnız yatay çizgiler var, hiçbir parıltı yok, uzay
renksiz, yaşam ölü. Evrensel silinme, gözlere görünen hiçlik değil mi bu? İnsan
yok, özellikle insan yok! En sonunda ıssızlaşmış gezegen karşısında yalnızca
siz ve ben! Gökyüzü yaşıyor mu dediniz? Haklısınız, aziz dostum. Kalınlaşıyor
o, sonra çukurlaşıyor, havada merdivenler açıyor, b ulutta kapılar kapıyor.
Güvercinler bunlar. Hollanda göğünün milyonlarca güvercinle dolu olduğuna
dikkat etmediniz mi? Bunlar o kadar yüksekten uçarlar ki, göze görünmez,
kanatlarını çırpar, aynı hareketle iner çıkar, gökyüzünü, rüzgârın götürüp
getirdiği grimsi tüy dalgalarıyla doldururlar. Güvercinler yukarıda b ekler,
bütün yıl b oyunca b ekler. Yerin üzerinde döner durur, b akar, inmek isterler.
Ama deniz ve kanallardan, tabelalarla kaplı çatılardan b aşka bir şey yoktur,
hiçbir baş da yoktur konacakları.
Ne demek istediğimi anlamıyor musunuz? Yorgunum, itiraf
edeyim. Konuşurken ipin ucunu kaçırıyorum, dostlarımın övmekten hoşlandığı o
zihin açıklığım kalmadı artık. Dostlarım diye de ilke olarak söylüyorum zaten.
Artık dostlarım yok, yalnızca yardakçılarım var. Buna karşılık sayıları çoğaldı
onların, tüm insanlık onlar. Tüm insanlık içinde de ilk önce siz. Orada bulunan
kişi her zaman ilktir. Dostlarım olmadığını nasıl mı biliyorum? Çok basit:
Bunu, iyi bir oyun oynamak, neredeyse onları cezalandırmak için kendimi
öldürmeyi düşündüğüm gün keşfettim. Ama kimi cezalandırmak? Birkaçı şaşıracak,
kimse kendini cezalandırılmış hissetmeyecekti. Anladım ki, dostlarım yoktu.
Kaldı ki, dostlarım olsaydı bile, daha ilerlemiş olmayacaktım. Eğer intihar
edebilsem de sonra suratlarını görebilseydim, o zaman ürküttüğüm kurb ağaya
değerdi. Ama yeryüzü karanlıktır, aziz dostum, tahta kalın, kefen ışık
geçirmez. Ruhun gözleri, evet kuşkusuz, eğer bir ruh varsa ve onun da gözleri
varsa ! Ama işte, emin değilizdir, hiçb ir zaman emin değilizdir. Yoksa bir
çıkış yolu bulunurdu, insan kendini ciddiye aldırabilirdi en sonunda. İnsanlar
gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz
öldüğünüzde inanırlar. Hayatta olduğunuz sürece durumunuz kuşkuludur, ancak
onların kuşkuculuğunu hak edersiniz. Bu durumda, manzaranın tadına
varabileceğimize ilişkin tek bir inanç bulunsaydı, inanmak istemedikleri şeyi
kanıtlayıp onları şaşırtmak zahmetine değerdi. Ama kendinizi öldürüyorsunuz, o
zaman size inanıp inanmamalarının ne önemi var: Siz orada değilsiniz ki, zaten
uçup gidiveren şaşkınlıklarını ve pişmanlıklarını yakalayabilesiniz, her
insanın hayal ettiği gibi, kendi
cenaze töreninizde hazır bulunsanız, neyse. Kuşkulu
olmaktan çıkmak için, düpedüz var olmaktan çıkmak gerekir.
Kaldı ki, böylesi daha iyi değil mi? Onlar ilgisiz
olsalardı, çok acı çekerdik. Bir kız, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş bir
oğlanla evlenmesine engel olan babasına, “Bunu ödeyeceksin!” diyordu. Kız
kendini öldürdü. Ama babası hiç de bir şey ödemedi. Herif balık avlamayı çok
seviyordu. Üç pazar sonra yeniden ırmağa dönüyordu, “Unutmak için,” diyordu
buna. Hesap doğruydu, unuttu. Aslında, tersi şaşırtıcı olurdu. Karımızı
cezalandırmak için öleceğimizi sanırız, oysa özgürlüğünü veririz ona. Bunu
görmemek de böyledir. İnsanların sizin davranışınız hakkında ortaya koydukları
nedenleri dinlemeye kalkışacağımızı hesap etmeden. Ben kendi payıma onların
söyleyeceklerini şimdiden duyuyorum: “Kendini öldürdü, çünkü dayanamadı...” Ah!
Aziz dostum, insanlar bulgulama bakımından ne kadar yoksul. Bir nedenden ötürü
intihar edilir sanırlar hep. Ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar
edilebilir. Hayır, onların kafası almaz bunu. O zaman insanın isteyerek ölmesi,
kendisi hakkında vermek istediği fikre kendini feda etmesi neye yarar? Siz
ölünce onlar bundan yararlanıp davranışımıza ahmakça ya da bayağı nedenler
bulmaya çalışacaklardır. Şehitler, aziz dostum, unutulmak, alaya alınmak ya da
kullanılmak arasında bir seçim yapmak zorundadırlar. Anlaşılmaya gelince, asla.
Hem sonra, dosdoğru hedefe gidelim, ben yaşamı
seviyorum, işte benim gerçek zaafım bu. Ben yaşamı öylesine seviyorum ki,
yaşamdan b aşka şeyler için hiçbir imgelemim yok. Böyle bir açgözlülüğün halk
adamına özgü bir yanı var, öyle değil mi? Soylu, kendisinden ve kendi
yaşamından biraz uzaklaşmadan kendisine bakmaz. Gerekirse ölür insan, boyun
eğmektense zincirini kırar. Ama ben b oyun eğiyorum, çünkü kendimi sevmeye
devam ediyorum. Bakın, size anlattığım b ütün şeylerden sonra, içim neyle doldu
dersiniz? Kendimden tiksinmeyle mi? Ne münasebet, en başta başkalarından
tiksiniyordum ben. Gerçi kendi kusurlarımı biliyor ve bunlardan yeriniyordum.
Yine de, hayli övgüye değer bir inatla bunları unutmaya devam ediyordum. Başkalarının
davası ise, tersine, yüreğimde boyuna sürüyordu. Kuşkusuz bu sizi şoke ediyor,
değil mi? Belki de bunun mantıklı olmadığını düşünüyorsunuz? Ama sorun mantıklı
kalmak değil. Sorun aradan sıyrılmak, özellikle de, evet özellikle de yargıdan
kurtulmaktır. Cezadan kurtulmak demiyorum. Çünkü yargısız cezaya dayanılabilir.
Zaten onun masumluğumuzu garantileyen bir adı vardır: mutsuzluk. Hayır,
tersine, yargıdan kurtulmak, mahkemece hiç karar verilmeksizin hep
yargılanmaktan kaçınmak söz konusudur.
Ama
o kadar kolayca kurtulunmaz yargıdan. Yargı için, zina için olduğu gibi, hep
hazırızdır bugün. Şu farkla ki, kusurlardan korkmaya neden yoktur. Eğer bundan
kuşkunuz varsa, hayırsever hemşerilerimizin can sıkıntılarını gidermeye
geldikleri o tatil otellerinde ağustos ayındaki yemek konuşmalarına kulak
verin. Eğer bir sonuca varmakta yine tereddüde düşerseniz, bizim o günkü b üyük
adamlarımızın yazılarını okuyun. Ya da kendi ailenizi gözlemleyin, ib ret
alırsınız. Aziz dostum, ne kadar küçük olursa olsun, onlara bizi yargılamaları
için fırsat vermeyelim ! Yoksa paramparça oluruz. Biz vahşi hayvan
terbiyecisinin aldığı önlemleri almak zorundayız. Kafese girmeden önce bu adam
usturayla yüzünü kesme felaketine uğramışsa, o vahşi hayvanlar için ne
ziyafettir bu! Ben bunu, b elki o kadar mükemmel olmadığım yolunda içime bir
kuşku girdiği gün b irden anlamışımdır. O zamandan beri kuşkulu olmuşumdur.
Biraz kanım aktığına göre, bütünüyle kurb an olacaktım: Hayvanlar beni p
arçalayacaktı.
Çağdaşlarımla ilişkilerim görünüşte aynıydı, ama yine
de inceden inceye uyumsuz hale geliyordu. Dostlarım değişmemişti. Fırsat
düştükçe, benim yanımda buldukları uyum ve güvenliği övüyorlardı hep. Ama ben
ancak uyumsuzluklara, içimi dolduran kargaşaya karşı duyarlıydım, kendimi
kolayca yaralanır ve herkesçe suçlanır durumda hissediyordum. Türdeşlerim
gözümde, alışık olduğum saygılı dinleyiciler olmaktan çıkıyordu. Merkezi
olduğum çemb er kırılıyor ve insanlar mahkemedeki gibi tek bir sıraya
diziliyorlardı. Kendimde yargılanacak bir yan olduğunu kavradığım andan
başlayarak, onlarda da dayanılmaz bir yargılama eğilimi bulunduğunu anladım.
Evet, eskisi gibi yine oradaydılar, ama gülüyorlardı. Ya da daha doğrusu,
rastladıklarımdan her biri gizli bir gülümsemeyle bana b akıyor gibime
geliyordu. Dahası, bu dönemde, ayağıma çelme takıyorlar izlenimine kapıldım.
Gerçekten de, herkese açık yerlere girerken iki üç kez tökezledim durup
dururken. Hatta bir keresinde boylu boyunca serildim yere. Benim Descartes’çı
Fransız yanım çabucak kendini toplar ve bu kazaları tek sağduyulu Tanrı’ya,
yani rastlantıya mal ederdi. Ama ne önemi var, bana kalan güvensizlikti.
Dikkatim uyanınca, düşmanlarım olduğunu keşfetmekte
güçlük çekmedim. Önce mesleğimde, sonra da toplum yaş amımda. Kimileri için,
kendilerine hizmet etmiştim. Kimileri içinse, hizmet etmeliydim. Kısacası, b
ütün bunlar düzenin içindeydi ve ben bunu fazla üzüntü çekmeden keşfettim. Buna
karşılık, şöyle böyle tanıdığım ya da hiç tanımadığım insanlar arasında
düşmanlarım olduğunu kabul etmek bana daha zor ve acı geldi. Size birkaç
kanıtını verdiğim saflığımla, beni tanımayanların, benimle düşüp kalktıkları
takdirde beni sevmekten geri duramayacaklarını düşünmüştüm hep. Ama değilmiş.
Özellikle beni çok uzaktan tanıyan, benim de kendilerini hiç tanımadığım kimseler
arasında bana düşmanlık besleyenlere rastladım. Kuşkusuz dolu dolu ve kendimi
mutluluğa sere serpe bırakıvererek yaşadığımı seziyorlardı: Affedilmez bir
şeydi bu. Başarı havası, belli biçimde taşındığı zaman, bir eşeği kudurtur. Öte
yandan yaşamım adamakıllı doluydu ve zamansızlıktan bir sürü teklifi
reddediyordum. Sonra da, aynı nedenden, bu reddedişlerimi unutuyordum. Ama bu
teklifler bana, yaşamları dolu olmayan ve yine aynı nedenden benim
reddedişlerimi anımsayan kimseler tarafından yapılmıştı. İşte böylece, yalnızca
bir örnek olacak olursak, kadınlar eninde sonunda pahalıya mal oluyorlardı
bana. Kadınlara ayırdığım zamanı erkeklere veremiyordum, onlar da beni her
zaman affetmiyorlardı. İşin içinden nasıl çıkmalıydı? Mutluluğunuz ve
başarılarınız, ancak bunları cömertçe paylaşmaya razı olduğunuz takdirde
affedilir. Ama mutlu olmak için b aşkalarıyla fazla ilgilenmemek gerekir. Bunun
üzerine, çıkış yolları kap anır. Ya mutlu ve yargılanır ya da b ağışlanır ve
sefil olacaksınız. Bana gelince, adaletsizlik daha da büyüktü: Eski mutluluklar
için mahkûm ediliyordum ben. Uzun zaman genel bir uzlaşmanın hayali içinde
yaşamıştım, oysa her yandan yargılar, oklar ve alaylar yağıyordu üstüme, bense
dalgın ve gülümser durumdaydım. Uyarıldığım gün bir açık görüşlülük geldi bana.
Her türlü yarayı aynı anda aldım ve bir hamlede tüm gücümü yitirdim. O zaman
bütün evren gülmeye başladı çevremde. İşte buna hiçbir insan (yaşamayanlar,
yani bilgeler dışında) dayanamaz. Tek savunma gösterisi kötülüktedir. O zaman
insanlar yargılanmamak için yargılamaya koşarlar. Ne olsun istersiniz? İnsanda
en doğal olarak bulunan fikir, ona doğasının derininden kaynar gibi safça gelen
fikir, masumluğun fikridir. Bu açıdan hepimiz, Buchenwald Toplama Kampı’nda,
kendisi de esir olan başvuru kayıt görevlisine gelip bir şikâyette bulunmakta
inat eden şu küçük Fransız’a benzeriz. Bir şikâyet mi? Görevli ve arkadaşları
gülüşüyorlarmış: “Olmaz, oğlum, burada şikâyet yapılmaz.” Çocuk, “Bakın bayım,
benim durumum ayrı. Masumum
ben!” diyormuş.
Hepimizin durumu ayrıdır. Hepimiz bir konuda başvuruda
bulunmak istiyoruz! Herkes, her ne pahasına olursa olsun, masum olmak
dileğinde, hatta bunun için tüm insan soyunu ve Tanrı’yı suçlamak gerekse bile.
Bir insanı zeki ya da yüce ruhlu kılan çabaları övmekle onu şöyle böyle
sevindirirsiniz. Tersine, onun doğal yüce ruhluluğuna hayran olursanız, yüzü
ışıldar. Buna karşılık, bir suçluya, hatasının doğasından ya da karakterinden
değil, talihsiz koşullardan ileri geldiğini söylerseniz, size derinden minnet duyar.
Dahası, savunma sırasında ağlamak için bu ânı seçer. Ne var ki, doğuştan dürüst
ya da zeki olmakta bir meziyet yoktur. Nasıl ki doğuştan suçlu olmakla koşullar
gereği suçlu olmak arasında sorumluluk bakımından fark yoktur kuşkusuz. Ama bu
hergeleler bağışlanmayı, yani sorumsuzluğu isterler ve utanmadan doğayla ilgili
birtakım doğrulamalar ya da koşullarla ilgili özürler ileri sürerler, bunlar
çelişik olsa bile. Önemli olan, onların masum olmalarıdır, erdemlerinin,
doğuşun lütfuyla, kuşkuya düşürülemeyeceğidir.
Ve geçici bir talihsizlikten doğmuş olan hatalarının
ancak geçici nitelikte oluşudur. Size söylemiştim, yargıdan kaçıp kurtulmak söz
konusudur. Yargıdan kaçmak zor olduğundan, doğasını hem sevdirmek, hem b
ağışlatmak nazik iş olduğundan, hepsi de zengin olmaya çalışırlar. Niçin? Bunu
merak ettiniz mi hiç? Güç kazanmak için, elbette. Ama özellikle şunun için:
Zenginlik insanı hemen verilecek yargıdan bağışık tutar, sizi metrodaki kalab
alıktan ayırıp nikel kaplanmış bir arab aya kap atır, korunaklı geniş park
yerlerinde, yataklı vagonlarda, lüks kamaralarda tecrit eder. Zenginlik, aziz
dostum, henüz aklanma değildir, ama her zaman hoş karşılanması gereken
ertelemedir.
Hele hele, dostlarınız kendilerine karşı içten olmanızı
istedikleri zaman onlara inanmayın. Onlar, sizin içtenlik vaadinizde
bulacakları ek bir güvenceyi kendilerine sağlayarak onlar hakkındaki iyi
fikrinizi sürdüreceğinizi umarlar yalnızca. İçtenlik nasıl dostluğun bir koşulu
olur? Her ne pahasına olursa olsun, gerçek sevgisi hiçbir şeyi kollamayan ve
hiçb ir şeyin kendisine direnemeyeceği bir tutkudur. Bir kusurdur o, b azen bir
konfordur ya da bir bencilliktir. Eğer bu durumda bulunursanız, çekinmeyin.
Doğruyu söyleyeceğinize söz verin ve en fazla yalanı söyleyin. Böylece onların
derin arzusuna yanıt verirsiniz ve sevginizi iki kere kanıtlarsınız onlara.
Öylesine doğru ki bu, biz kendimizden iyi olanlara
nadir olarak bel bağlarız. Daha çok onların toplumundan kaçarız. Tersine, çoğu
zaman kendimize benzeyen ve zayıf yanımızı paylaşan kimselere açarız içimizi.
Demek ki kendimizi düzeltmeyi ya da iyileştirmeyi istemeyiz: Önce kusurlu diye
hüküm giymemiz gerekir. Yalnızca acınmayı ve yolumuzda cesaretlendirilmeyi
dileriz. Kısacası, biz hem suçlu olmaktan çıkmayı, hem de kendimizi arıtmak için
çaba göstermemeyi isteriz. Yeterli hayasızlık da yoktur, yeterli erdem de
yoktur. Ne kötülük, ne de iyilik enerjisine sahibizdir. Dante’yi bilir misiniz?
Sahi mi? Hay Allah! Şu halde Dante’nin Tanrı ile Şeytan arasındaki kavgada
yansız melekler de kabul ettiğini bilirsiniz. Ve onları, bir çeşit cehennem
girişi olan, vaftizsiz ölen çocukların konulduğu dehlizlere yerleştirdiğini de.
Biz o dehlizdeyiz, aziz dostum.
Sabır mı? Kuşkusuz haklısınız. Son Yargı’yı bekleme
sabrı gerekli bize. Ama işte zamanımız dar. Hatta öylesine dar ki, ben cezaevi
yargıcı olmak zorunda kaldım. Yine de, önce keşiflerimle uzlaşmak ve
çağdaşlarımın gülüşüyle hesaplaşmak zorunda kaldım. Kulağıma sesler geldiği o
akşamdan bu yana, çünkü gerçekten seslendiler bana, yanıt vermek ya da en
azından yanıt aramak zorunda kaldım. Kolay değildi bu; uzun zaman şaşkın
dolaştım. Önce, bu sürekli gülüşün ve gülenlerin içimi daha aydın görmeyi, bön
olmadığımı
anlamayı bana öğretmeleri gerekti. Gülmeyin, bu gerçek
göründüğü kadar birincil değil. Bütün öteki gerçeklerden sonra keşfedilen
gerçeklere birincil denir, hepsi bu.
Şurası muhakkak ki, kendi üzerimdeki uzun
araştırmalardan sonra insanın yaratılışındaki o derin çift yönlülüğü gün
ışığına çıkardım. O zaman, belleğimi kaza kaza, alçakgönüllülüğün parlamama,
küçülmenin yenmeme ve erdemin ezmeme yardım ettiğini anladım. Barışçı yollarla
savaş açıyordum ve en sonunda, çıkar gütmezlik yoluyla, göz diktiğim her şeyi
elde ediyordum. Örneğin, insanların doğum günümü unutmalarından hiç
yakınmıyordum; dahası, bu konuda ağzı sıkı davranmama belli bir hayranlıkla
şaşıp kalıyorlardı. Ama benim çıkar gütmezliğimin nedeni daha da gizliydi: Ben
bu konuda kendime acıyabilmek amacıyla unutulmayı istiyordum. İyi bildiğim,
hepsinden şerefli olan tarihten günlerce önce tetikte duruyordum, hata
edeceklerini umduğum kimselerin dikkatini ve belleğini uyandırabilecek hiçb ir
sözü ağzımdan kaçırmamak için dikkat kesilmiş durumdaydım. (Bir gün bir ev
takvimine antika süsü vermek istememiş miydim?) Yalnızlığım iyice kanıtlandığına
göre, kendimi erkekçe bir hüznün güzelliğine bırakabilirdim.
Tüm erdemlerimin ön yüzünün böylece daha az etkileyici
bir arka yüzü de vardı. Şurası doğru ki, bir b aşka anlamda, kusurlarım lehime
dönüyordu. Yaşamımın hatalı tarafını gizleme zorunda bulunuşum, bana örneğin,
erdem havasıyla karıştırılan soğuk bir hava veriyor, ilgisizliğim sevilmeme
yarıyor, bencilliğim cömertliklerimde en üst noktasına ulaşıyordu. Bu kadar
yeter: Fazla simetri kanıtlama yapmama zarar verir. Ama katılaşıyordum hani,
oysa bana bir kadeh içki ya da bir kadın sunulmasına hiçbir zaman karşı
koyamamışımdır! Aktif, enerjik sayılıyordum, oysa krallığım yataktı benim.
Dürüstlüğümü haykırıyordum, ama sanırım, sevdiğim kimselerden bir teki yoktur
ki, sonunda ona ihanet etmemiş olayım. Tabii, ihanetlerim b ağlılığıma engel
olmuyordu, uyuşukluğumla epey b üyük bir iş b aşarıyordum; aldığım zevk
sayesinde insan kardeşlerime yardım etmekten asla geri durmamıştım. Ama bu ap
açık gerçekleri kendime ne kadar tekrarlasam da, bundan yalnızca yüzeysel
avunmalar çıkarıyordum. Bazı sabahlar, davamın ilk soruşturmasını sonuna kadar
götürüyor ve özellikle küçümseme işinde harika olduğum sonucuna varıyordum. En
sık yardım ettiğim kişiler en küçümsediklerimdi. Kibarlıkla, heyecan dolu bir
dayanışma ile her gün b ütün körlerin suratına tükürüyordum.
İçtenlikle buna bir mazeret bulabilir misiniz? Bir
mazeret var, ama öyle zavallı ki, onu değerlendirmeyi düşünemem. Her ne olursa
olsun, durum şu: Ben insan işlerinin ciddi olduğuna hiçbir zaman derinlemesine
inanamamışımdır. Ciddiyet, eğer gördüğüm ve bana yalnızca eğlenceli ya da
sıkıcı bir oyun gibi görünen b ütün bu işlerde değilse, neredeydi, bu konuda
hiçbir şey b ilmiyordum. Gerçekten de öyle çab alar ve kanılar var ki hiç
anlamam. Para için ölen ve bir “mevki” yitirdikleri için umutsuzlanan ya da
ailelerinin mutluluğu için b üyük tavırlarla kendilerini feda eden o tuhaf
yaratıklara şaşkın ve biraz kuşkulu bir gözle bakıyordum hep. Sigaradan
vazgeçmeyi kafasına koyup irade gücüyle bunu başaran o dostu daha iyi
anlıyordum. Bir sabah bu adam gazeteyi açar, ilk hidrojen b omb asının
patladığı haberini okur, bunun harika etkilerini öğrenir ve hemen bir tütüncü
dükkânına girer.
Gerçi b azen yaşamı ciddiye alır gibi oluyordum. Ama
ciddi şeyin kendisinin boşluğu çabucak gözüme çarpıyor ve elimden geldiği kadar
rolümü oynamaya devam ediyordum yalnızca. Etkili, zeki, erdemli, iyi yurttaş,
öfkeli, b ağışlayıcı, dayanışmacı, yapıcı vb. olmayı oynuyordum. Kısacası, bu
kadarı yeter, zaten anlamışsınızdır ki ben de, orada dikildikleri halde orada
bulunmayan Hollandalılarım gib iydim: En fazla yer kapladığım anda ortada
yoktum. Ben ancak spor yaptığım zamanlarda ve kışlada,
kendi zevkimiz için temsil ettiğimiz piyeslerde oynarken gerçekten içten ve
coşkulu olmuşumdur. Her iki halde de oyunun bir kuralı vardı ki, ciddi değildi,
ama öyle sayarak eğleniyorduk. Şimdi de, ağzına kadar dolu bir stadyumdaki
pazar maçları ve benzersiz bir tutkuyla sevdiğim tiyatro, kendimi içinde masum
hissettiğim biricik yerleridir dünyanın.
Ama, aşk, ölüm ve sefillerin gündeliği söz konusu
olduğu zaman böyle bir tutumun meşru olduğunu kim kabul eder? Yine de ne
yapmalı? Ben Yseult’nün aşkını ancak romanlarda ya da bir sahnede hayal
ediyordum. Can çekişenler bana rollerine gömülmüş gibi görünüyorlardı bazen.
Yoksul müşterilerimin yanıtları bana her zaman aynı dokuya uygun gibi
geliyordu. Buna göre, insanların ilgilerini paylaşmadan aralarında
yaşadığımdan, yükümlendiğim bağlantılara inanamıyordum. Mesleğimde, ailemde ya
da yurttaşlık yaşamımda benden b ekledikleri şeylere yanıt verecek kadar nazik
ve gevşek yapılıydım, ama her defasında, sonunda her şeyi bozan bir çeşit
dalgınlık içinde. Ben tüm hayatımı çifte bir burç altında yaşadım ve en ciddi
eylemlerim en az yükümlendiklerim olmuştur çoğu zaman. Eninde sonunda bu değil
miydi, ahmaklıklarıma ek olarak, kendimde affedemediğim şey, kendimde ve
çevremde etkisini hissettiğim yargıya karşı son derece şiddetle ayak dirememe
neden olan ve beni bir çıkar yol aramak zorunda bırakan şey?
Bir süre ve görünüşte yaşamım, hiçbir şey değişmemiş
gibi sürüp gitti. Raylar üzerinde gidiyordum. Sanki bile bileymiş gibi övgüler
çevremde iki kat artıyordu. Felaket tam da buradan geldi. Şu sözü anımsarsınız:
“Tüm insanlar hakkınızda iyi konuştu mu, vay halinize!” Ah! Bu sözü söyleyen
çok güzel söylemiş! Vay halime benim! Demek ki makine kaprisler, açıklanmaz
duruşlar göstermeye b aşladı.
İşte o zaman ölüm düşüncesi gündelik yaşamımı kapladı.
Ölümümle aramdaki yılları hesaplıyordum. Benim yaşımda ölmüş insan örnekleri arıyordum.
Ve görevimi yerine getirmeye zaman bulamayacağım düşüncesi bana azap veriyordu.
Hangi görev? Hiç bilmiyordum bunu. Açık konuşursak, yaptığım iş sürdürülmeye
değer miydi? Ama sorun tam bu değildi. Gerçekten de, gülünç bir korku peşimi
bırakmıyordu: İnsan, tüm yalanlarını itiraf etmeden ölemezdi. Tanrı’ya ya da
temsilcilerinden birine değil, bunun üzerindeydim ben anlayacağınız gibi.
Hayır, yalanı insanlara, bir dosta ya da örneğin sevilen bir kadına itiraf
etmek söz konusuydu. Aksi halde, bir yaşamda saklı kalmış bir tek yalan oldu
mu, ölüm bunu kesinleştirirdi. Hiç kimse bu konuda hiçbir zaman doğruyu
bilemezdi, çünkü doğruyu bilen tek kişi, sırrının üzerine yatan ölünün
kendisiydi. Bir doğrunun böyle mutlak biçimde öldürülmesi baş dönmesi veriyordu
bana. Bugünse, parantez içinde söyleyeyim, daha çok, ince hazlar verecektir.
Örneğin, herkesin aradığı bir şeyi yalnız benim bildiğim ve üç güvenlik
görevlisini boş yere koşturan bir nesnenin benim evimde olduğu düşüncesi son
derece zevklidir. Ama bırakalım bunu. O dönemde reçeteyi bulamamıştım ve
üzülüyordum.
Silkinip kendime geliyordum, elbette. Bir insanın
yalanının kuşakların tarihinde ne önemi vardı ve denizdeki tuz tanesi gibi
çağların okyanusunda kayb olmuş sefil bir aldatmacayı doğrunun ışığına kavuşturmak
istemek ne iddialı bir şeydi! Kendi kendime şunu da diyordum ki, bedenin ölümü,
gördüğüm ölümlere göre akıl yürütecek olursam, yeterli ve her şeyi b ağışlatan
bir cezaydı kendi başına. Orada insan, can çekişmenin teri içinde, kurtuluşunu
(yani kesin olarak yok olma hakkını) kazanıyordu. Ne var ki sıkıntı büyüyor,
ölüm b aşucumda hazır b ekliyor, ben onunla yatıp kalkıyordum, iltifatlar da
tahammülümü taşıyordu gittikçe. Yalanlar, bu iltifatlarla birlikte öylesine
ölçüsüz şekilde artıyor gibi geliyordu ki bana, bir daha hesabımı asla
ödeyemeyeceğimi sanıyordum.
Bir gün geldi, artık dayanamadım. İlk tepkim aşırı
oldu. Yalancı olduğuma göre, bunu açığa vuracaktım ve ikiyüzlülüğümü bütün bu
ahmakların suratına, onlar anlamadan önce fırlatacaktım. Doğruyu söylemeye
kışkırtılarak, meydan okumaya karşılık verecektim. Gülmeyi önlemek için,
kendimi genel alayın içine atmayı tasarladım. Kısacası, yargıdan kaçmak söz
konusuydu yine. Gülenleri kendi yanıma çekmek ya da en azından kendimi onların
yanına getirmek istiyordum. Örneğin, sokakta körleri itip kakmayı düşünüyordum
ve bundan duyduğum sinsi ve önceden bilinmez sevinçten, ruhumun bir parçasının
hangi ölçüde onlardan nefret ettiğini kavrıyordum, küçük sakat arab alarının
lastiklerini patlatmayı, üzerinde işçilerin çalıştığı yapı iskelelerinin
altında “pis yoksul” diye haykırmayı, metroda süt b eb eklerini tokatlamayı
planlıyordum. Bütün bunları hayal ediyordum, ama hiçbir şey yapmadım ya da buna
yakın bir şey yaptımsa bile unuttum. Şurası kesin ki, adalet kelimesi bile
tuhaf öfkelere düşürüyordu beni. Savunmalarımda bu kelimeyi mecburen
kullanıyordum yine. Ama insanlık anlayışını açıkça lanetleyerek bunun öcünü
alıyordum, ezilenlerin namuslu insanları ezdiğini b elirten bir manifesto
yayımlayacağımı b ildiriyordum. Bir gün bir lokantanın terasında ıstakoz yerken
bir dilenci rahatsız etti beni, patronu çağırıp herifi kovmasını istedim ve
adaleti yerine getiren p atronun nutkunu gürültülü gürültülü alkışladım:
“Rahatsız ediyorsunuz müşterileri,” diyordu patron. “Kendinizi bu bayların,
bayanların yerine koyun bakalım!” Aynı zamanda, her önüme gelene, karakterine
hayran olduğum bir Rus mülk sahibi gibi davranmanın artık mümkün olmadığından
yakınıyordum: Bu adam, köylülerinden kendisini hem selamlayanları, hem de
selamlamayanları kırb açlatıyor, böylece her iki halde de aynı ölçüde
terbiyesizce s aydığı bir küstahlığı cezalandırıyormuş.
Yine de bundan daha vahim taşkınlıklarımı anımsıyorum. Polise
Kaside ve Satırın Yüceltilmesi adlı birer deyiş yazmaya başlamıştım.
Bizim o profesyonel insanseverlerimizin toplandığı özellikli kahveleri sık sık
ziyaret etmeye zorluyordum kendimi özellikle. İyi geçmişim oralarda iyi
karşılanmama neden oluyordu tabii. Oralarda, kendimi göstermeden, kocaman bir
söz dökülüyordu ağzımdan: “Tanrı’ya şükür!” diyordum ya da daha sade bir
ifadeyle “Tanrım...” diyordum. Bilirsiniz, bizim o meyhane dinsizlerimiz Kudas
ayininde ne kadar çekingendirler. Bu densiz sözden sonra bir an apışıp
kalıyorlar, şaşkın şaşkın birbirlerine b akıyorlar, sonra gürültü kopuyordu, b
azıları kahveden dışarı kaçıyor, b azıları da hiçbir şey dinlemeden öfkeyle
gıdaklıyor, hepsi de kutsanmış suyun altındaki şeytan gibi kıvranıyordu.
Bunu çocukça buluyorsunuzdur herhalde. Ama yine de bu
şakalar için daha ciddi bir neden vardı belki. Oyunu bozmak ve özellikle,
düşüncesi bile beni çıldırtan o aldatıcı şöhreti yıkmak istiyordum. “Sizin gibi
bir adam...” diyorlardı bana kibarca, bense sararıyordum. Genel nitelikte
olmadığı için onların beni değerlendirmesini istemiyordum, hem nasıl genel
olsundu, onu paylaşamadığıma göre? O zaman, yargı olsun, değerlendirme olsun,
her şeyi bir gülünçlük mantosuyla sarmak daha iyiydi. Her ne olursa olsun, beni
boğmakta olan duygudan kurtulmam gerekiyordu. Ciğerinde ne olduğunu gözler
önüne sermek için, her yerde kalıbına girdiğim güzel mankeni kırmak istiyordum.
Genç stajyer avukatlar karşısında yap acağım bir konuşmayı anımsıyorum. Beni
tanıtan baro b aşkanının inanılmaz övgülerine sinirlenerek kendimi fazla
tutamadım. Benden b eklenen ve ısmarlama olarak ortaya koym akta hiç
zorlanmadığım coşku ve heyecanla söze b aşlamıştım. Ama birdenbire savunma
yöntemi olarak karma yapmayı öğütlemeye b aşladım. Ancak aynı anda hem bir
hırsızı, hem bir namuslu insanı yargılayıp birincinin suçlarını ikin ciye
yükleyen modern
engizisyon soruşturmalarının geliştirdiği o karma
değil, diyordum. Tersine, namuslu insanın bu durumda avukatın, suçlarını ortaya
koyarak hırsızı savunmak söz konusuydu. Bu konuda fikrimi çok açık olarak
anlattım:
“Varsayalım ki, kıskançlıkla adam öldürüp acıklı duruma
düşmüş herhangi bir yurttaşı savunmayı kabul ettim. Bakın, derim, sayın jüri
üyeleri, insan kendi doğal iyiliğini cinselliğin kötülüğünün sınavından geçmiş
görünce, ortada nasıl da küçük bir kabahat kalır! Tersine, insanın, hiç de iyi
olmadığı ya da aldatılmış olmadığı halde, demir parmaklığın berisinde, kendi
yerinde bulunması daha da vahim değil midir? Ben özgürüm, sizin sert
davranışlarımızdan uzağım, ama yine de kimim ben? Gurur yönünden bir güneş;
yurttaş, bir şehvet tekesi, öfkeli bir firavun, bir tembellik kralı. Kimseyi
öldürmedim mi? Henüz değil, kuşkusuz! Ama değerli insanları ölüme terk etmedim
mi? Belki. Ve belki de yeniden başlamaya hazırım. Oysa şu adam, bakın ona,
yeniden başlamayacak. Onca iyi çalışmış olduğuna hâlâ şaşkın.” Bu konuşma genç
meslektaşlarımı biraz afallattı. Bir süre sonra gülmeyi yeğlediler. Güzel bir
dille insan kişiliğinden ve onun varsayılan haklarından söz ettiğim konuşmamın
sonuç bölümüne gelince adamakıllı rahatladılar. O gün alışkanlık ağır bastı.
Bu sevimli çılgınlıkları yinelemekle yalnızca kafaları
biraz karıştırmış oluyorum. Fikirleri yatıştırmış değil, hele kendimi
yatıştırmış hiç değil. Dinleyicilerimde genellikle rastladığım şaşkınlık,
onların biraz çekingen sıkıntısı, sizin şimdi gösterdiğinize -yoo, itiraz
etmeyin- hayli benzeyen o sıkıntı, hiçbir yatışma sağlamadı bana. Görüyor
musunuz, kendini masum kılmak için kendini suçlamak yetmez, yoksa ben ağzı süt
kokan bir kuzu olurdum. İnsanın kendini b elli bir biçimde suçlaması gerek; bu
b içimi ayarlamak için çok zaman gerekti bana, bunu da, kendimi tam bir bırakış
içinde bulduktan sonra keşfettim. O zamana kadar, gülüş çevremde dalgalanmaya
devam etti, ama benim düzensiz çab alarım ondaki o iyi dilekli, hemen hemen
sevecen ve bana acı veren tarafı ortadan kaldıramadı.
Ama deniz kabarıyor, sanırım. Gemimiz kalkmak üzere,
gün sona eriyor. Bakın, güvercinler toplanıyor havada. Birbirlerine
sürtünüyorlar, s anki kımıldamıyorlar, ışık da azalıyor. İster misiniz, susalım
da bu hayli hüzün verici saatin tadını çıkaralım ? Olmaz mı, sizi
ilgilendiriyor muyum? Çok dürüstsünüz. Kaldı ki, şimdi sizi gerçekten
ilgilendirmem olası. Cezaevi yargıçları konusunda fikrimi açıklamadan önce size
sefahatten ve boğuntu hücresinden söz etmem gerek.
Aldanıyorsunuz, azizim, gemi iyi yol alıyor. Ama
Zuyderzee ölü bir denizdir ya da buna yakın. Sis içinde yitip gitmiş düz
kıyılarıyla nerede başladığı, nerede bittiği bilinmez. Hiçbir işaret noktası
olmadan gidiyoruz, hızımızı değerlendiremiyoruz. İlerliyoruz, hiçbir şey de
değişmiyor. Bir gemi seferi değil bu, bir düş.
Yunan adalarında ise tersine bir izlenim içindeydim.
Durmadan yeni adalar göze çarpıyordu ufuk eğrisinde. Onların ağaçsız omurgası
gökyüzünün sınırını çiziyor, kayalık kıyıları deniz üzerinde belirgin biçimde
gösteriyordu kendini. Hiçbir bulanıklık yoktu; keskin ışıkta her şey
nirengiydi. Ve bir adadan öbürüne, yine de sürüklenen küçük gemimizde hiç
durmadan, köpük ve gülüş dolu bir koşuda, serin dalgacıkların tepesinde gece
gündüz sıçradığımı sanıyordum. O zamandan beri içimde bir yerde Yunanistan
ırgalanır durur, belleğimin kıyısında, hiç durmadan... Eh! Orada ben de
ırgalanırım, lirikleşirim! Durdurun beni, aziz dostum, ne olur!
Sırası gelmişken sorayım, Yunanistan’ı bilir misiniz?
Hayır mı? Daha iyi! Ne yapardık orada biz, sorarım size? Oraya saf yürekler
gerekli. Bilir misiniz, orada dostlar sokakta el ele tutuşarak ikişer ikişer
gezerler. Evet, kadınlar evde kalırlar, olgun, saygıdeğer, b ıyıklı erkeklerin
de parmakları dostunun parmaklarına dolanmış bir biçimde ciddi ciddi
kaldırımları arşınladıkları görülür. Doğu’da da mı bazen? Öyle olsun. Ama
söyleyin bana, Paris sokaklarında elimi tutar mıydınız benim? Ah! Şaka
ediyorum. Ağırbaşlı bir tutumumuz vardır bizim, kir pas süsler bizi. Yunan
adalarında boy göstermeden önce uzun uzun yıkanmamız gerekir. Oralarda hava
iffetlidir, deniz ve zevk durudur. Bizse...
Şu bez koltuklara oturalım. Ne sis! Sanırım, b oğuntu
hücresi konusunda kalmıştım. Evet, söz konusu olan nedir söyleyeceğim size.
Çırpınıp durduktan, o küstahça büyük havalarımı tükettikten sonra, çab alarımın
yararsızlığından dolayı cesaretim kırılınca, insanlarla düşüp kalkmaktan
vazgeçmeye karar verdim. Yoo hayır, ıssız ada aramadım, ıssız ada kalmadı
artık. Yalnızca kadınlara sığındım. Bilirsiniz, onlar hiçbir güçsüzlüğü
gerçekten mahkûm etmezler: Daha çok bizim güçlerimizi aşağılamaya ya da
silahsızlandırmaya çalışırlar. İşte bu yüzden kadın, savaşçının değil, suçlunun
ödülüdür. Onun limanıdır o, b arınağıdır; erkek genellikle kadının yatağında
tutuklanır. Bize yeryüzü cennetinden kalan tek şey değil midir kadın ? Elim
böğrümde kalınca, doğal limanıma koştum. Ama nutuk çekmiyordum artık. Hâlâ
biraz oynuyordum, alışkanlıkla; ama buluş yeteneğim eksikti. Yine iri bir laf
ederim korkusuyla, itiraftan çekiniyorum: Bana öyle geliyor ki, o dönemde bir
aşk ihtiyacı duydum. Edepsizce, değil mi? Her ne olursa olsun, kör bir acı, bir
tür yoksunluk duyuyordum, bu yoksunluk beni daha sahipsiz kıldı ve yarı zorla,
yarı merakla birtakım b ağlantılara girmemi sağladı. Sevmek ve sevilmek
ihtiyacında olduğumdan, âşık olduğumu sandım. Başka deyimle, aptallık ettim.
Deneyimli bir insan olarak o zamana kadar hep sormaktan
kaçındığım bir soruyu sık sık sorarken yakalıyordum kendimi. “Beni seviyor musun?”
sorusu takılıyordu dilime. Bilirsiniz, böyle durumlarda, “Ya sen?” diye yanıt
vermek âdettir. “Evet,” diye yanıtlarsam bu soruyu, gerçek duygularımın
ötesinde b ağlamış oluyordum kendimi. “Hayır,” demeye kalkışırsam, artık
sevilmeme tehlikesini göze alıyor ve bunun acısını çekiyordum. İçinde huzuru
bulacağımı umduğum duygu ne denli tehlikeye düşerse,
arkadaşımdan o duyguyu o denli çok bekliyordum. Böylece, gittikçe daha açık
vaatlere sürükleniyor, yüreğimden gittikçe daha büyük bir duygu ister hale geliyordum.
Bu şekilde, şirin bir alık için yalancı bir tutkuya kaptırdım kendimi; bu kadın
yürek basınını o denli iyi okumuştu ki, sınıfsız toplumun kurulacağını bildiren
bir aydının güven ve inancıyla söz ediyordu aşktan. Bu inanç, bilmez
değilsiniz, sürükleyicidir. Ben aşktan da söz etmeye çalıştım ve sonunda
kendimi inandırdım. Hiç değilse, kadının metresim olduğu ve aşktan söz etmeyi
öğreten yürek basınının aşk yapmayı öğretmediğini anladığım âna kadar. Bir
papağanı sevdikten sonra bir yılanla yatmak zorunda kaldım. Böylece, kitapların
vaat ettiği, benimse hayatta hiç karşılaşmadığım aşkı b aşka yerde aradım.
Ama antrenmanım eksikti. Otuz yılı aşkın bir zamandır
yalnızca kendimi sevmiştim. Böyle bir alışkanlığı kaybedeceğimi nasıl umardım?
Bu alışkanlığı hiç kaybetmedim ve bir tutku heveslisi olarak kaldım. Vaatleri
çoğalttım. Aynı anda birçok aşklar yaşadım, başka zamanlarda birçok ilişkilere
girdiğim gibi. O zaman, b aşkalarına, o güzel ilgisizlik günlerimdekinden daha
fazla mutsuzluk getirdim. Size söyledim miydi; umutsuzluğa düşen papağanımın
açlıktan ölmeye yattığını? Çok şükür ki, zamanında yetiştim ve elini tutmaya
razı oldum, ta ki o, gözde haftalık dergisinin kendisine tanımladığı kır
şakaklı mühendise, adamın Bali’ye yaptığı bir yolculuk dönüşünde rastlayıncaya
kadar. Şurası kesin ki, tutkunun sonsuzluğu içinde kendimi yitmiş ve b
ağışlanmış bulmak şöyle dursun, hatalarımın ağırlığını ve sapkınlığımı daha da
artırdım. Bu yüzden aşktan öylesine dehşete düştüm ki, yıllarca, Pembe
Renkli Yaşamın ya da Yseult’nün Aşktan Ölümü’nün adını duyunca
dişlerimi gıcırdattım durdum. O zaman kadınlardan vazgeçmeyi ve iffetli
yaşamayı denedim. Eninde sonunda, onların dostluğu bana yetmeliydi. Ama bu,
oyundan vazgeçmek demekti. Arzunun dışında kadınlar, her türlü b eklentinin
dışında sıktılar beni ve b elli ki ben de sıktım onları. Artık ortada oyun,
tiyatro kalmayınca, gerçeğin içindeydim kuşkusuz. Ama gerçek, aziz dostum, can
sıkıcıdır.
Aşktan ve iffetten umudumu kesince, geride, aşkın
yerine çok iyi geçen, gülüşleri susturan, sessizliği geri getiren ve en
önemlisi, ölümsüzlüğü sağlayan sefahatin kaldığını düşündüm en sonunda. Belli
bir uyanık sarhoşluk derecesinde, gece geç vakit iki kızın arasında yatarken ve
her türlü arzudan boşalmışken, umut bir işkence olmaktan çıkar, farkın da
mısınız, zihin tüm zamanlar üzerinde hüküm sürer, yaşama acısı ebediyen
geçmiştir. Bir anlamda ben, hiçb ir zaman ölümsüz olmak isteğinden
vazgeçmemekle, hep sefahat içinde yaşamıştım. Yaratılışının temeli ve aynı
zamanda kendime karşı duyduğum, size de sözünü ettiğim b üyük aşkın bir sonucu
değil miydi bu? Evet, ölümsüz olma isteğiyle yanıyordum ben. Aşkımın değerli
nesnesinin hiçb ir zaman kayb olmamasını arzu etmeyecek kadar çok seviyordum
kendimi. Uyanıklık halinde ve kendimizi ne kadar az tanırsak tanıyalım,
uçkuruna düşkün bir maymuna ölümsüzlük tanınması için geçerli nedenler
görülmediği için, bu ölümsüzlüğün yerine geçecek şeyler bulunması gerekir.
Sonsuz yaşamı arzuladığım için orospularla yatıyor ve geceler b oyunca
içiyordum. Sab ahları, tabii, ağzımda ölümlü insan yaşamının aç tadı kalıyordu.
Ama saatlerce sonsuz bir mutluluk içinde yüzmüştüm. Size itiraf edebilecek
miyim bilmem? Hâlâ yüreğim eriyerek anımsarım, bazı geceler pis bir gece
kulübüne gidip bana yüz veren ve hatta uğrunda bir akşam övüngen bir sakallıyla
dövüştüğüm, her an kılık değiştiren bir dansözle buluşuyordum. Her gece
tezgâhta, bu eğlence yerinin kırmızı ışığı ve tozu içinde, bir dişçi gibi yalan
söyleyerek ve uzun uzun içerek boy gösteriyordum. Şafağı bekliyor, mekanik bir
biçimde kendini zevke
veren, sonra da birden uyuyakalan prensesimin her zaman
bozuk yatağında yıkılıp kalıyordum sonunda. Gün ışığı gelip usulca bu bozgunu
aydınlatıyor, bense şanlı bir sabahta kımıldamadan yüceliyordum.
Alkol ve kadınlar, itiraf edeyim ki, layık olduğum tek
ferahlığı sağladı bana. Bu sırrı size açıyorum, aziz dost, kullanmaktan
çekinmeyin onu. O zaman göreceksiniz ki, gerçek sefahat kurtarıcıdır, çünkü
hiçbir yükümlülük yaratmaz. Onda insan ancak kendini sahiplenir, bu durumda da,
kendilerini seven büyük âşıkların yeğlediği uğraş olarak kalır o. Bir vahşi
orman olarak kalır, geleceği ve geçmişi olmayan, özellikle vaadi olmayan,
dolayısız yaptırımı da olmayan. Onun uygulandığı yerler dünyadan ayrıdır. Ona
girerken korku da, umut da bırakılır. Konuşma onda zorunlu değildir; orada
gelip aradığımız şey sözsüz, dahası çoğu zaman parasız elde edilebilir. Ah! Ne
olur, o zamanlar bana yardım etmiş olan bilinmedik ve unutulmuş kadınlara,
bırakın ayrıca saygılarımı sun ayım. Bugün de, onlardan kalan anıma s aygıya
benzer bir şey karışıyor.
Her ne olursa olsun, bu kurtuluşu çekinmeden kullandım.
Dahası, günah denilen şeye b atmış bir otelde aynı anda hem bir orospuyla, hem
de yüksek tab akadan bir genç kızla yaş adığımı görmüşlerdir. Bunlardan
birincisiyle hizmet eden dost şövalye rolü oynamışımdır, ikincinin ise bazı
gerçekleri tanımasını sağlamışımdır. Ne yazık ki, orospunun çok burjuva bir
yaratılışı vardı: Daha sonra, modern fikirlere çok açık dinsel bir gazete için
anılarını yazmaya razı oldu. Genç kız ise dizgininden boşanmış içgüdülerini
tatmin etmek ve dikkate değer yeteneklerine bir uğraş sağlamak için evlendi.
Ben de, o dönemde, çoğu zaman iftiraya uğrayan bir erkek derneğince aynı
değerde bir kişi olarak karşılanmaktan az gurur duyuyor değildim. Bunun
üzerinde durmayacağım: Bilirsiniz ki, çok zeki insanlar bile yanındakinden bir
şişe fazla devirmekten şeref duyarlar. Sonunda, bu mutlu sefahat içinde sükûnu
ve kurtuluşu bulabilecektim. Ama, burada da, içimdeki bir engele çarptım. İlk
kez karaciğerim rahatsızlandı ve öyle bir yorgunluğa uğradım ki, hâlâ üzerimde.
İnsan ölümsüzlük oyunu oyn ar, birkaç hafta sonra ise, yarına kadar gövdesini
sürükleyip sürükleyemeyeceğini bile bilmez.
Gece serüvenlerimden vazgeçtiğim zaman bu deneyimden
elde ettiğim tek kâr yaşam acısının azalması oldu. Bedenimi kemiren yorgunluk
aynı zamanda içimdeki birçok diri noktayı törpülemişti. Her aşırılık diriliği,
dolayısıyla acıyı azaltır. Sefahatta, sanılanın tersine, çılgınca hiçbir yan
yoktur. Uzun bir uykudan başka bir şey değildir o. Dikkat etmişsinizdir,
gerçekten kıskançlık çeken insanların en acele ettikleri şey, kendilerine
ihanet ettiğini sandıkları kadınla yatmaktır. Kuşkusuz onlar, kendi sevgili
varlıklarının hep onlara ait olduğundan bir kez daha emin olmak isterler. Ona
sahip olmak isterler, beylik deyimiyle. Ama bunun nedeni, hemen arkasından daha
az kıskanç olmalarıdır da. Bedensel kıskançlık, insanın kendisi hakkındaki bir
yargı olduğu kadar hayal gücünün de bir sonucudur. Aynı koşullarda sahip
olduğumuz kötü düşünceleri rakibe de mal ederiz. Çok şükür ki, aşırı zevk hayal
gücünü de, yargı gücünü de zayıflatır. O zaman acı, erkeklikle birlikte ve onun
kadar uzun zaman uyur. Aynı nedenlerden ötürü yeniyetme gençler ilk
metresleriyle metafizik kaygıyı yitirir ve bürokratikleştirilmiş birer fuhuş
olan bazı evlilikler aynı zamanda cüretkârlığın ve buluşun tekdüze cenaze
arabaları haline gelir. Evet, aziz dost, burjuva evliliği ülkemize terlik
giydirdi, yakında da ölümün kapılarına getirecek onu.
Abartıyor muyum? Yoo, ama sapıtıyorum. Yalnızca o işret
aylarında sağladığım avantajı söylemek istiyordum size. Bir çeşit sis içinde
yaşıyordum, öyle bir sis ki, içinde gülüş, sonunda duyamayacağım kadar
hafifliyordu. İçimde şimdiden onca yer eden ilgisizlik artık
direnmeyle karşılaşmıyor ve damar sertleşmesi gibi
sertliğini artırıyordu. Heyecanlar kalmamıştı artık! Hep aynı mizaç, daha
doğrusu mizaçsızlık! Veremli ciğerler kuruyarak iyileşir ve mutlu sahiplerini
yavaş yavaş havasız bırakır. İşte ben de böyle, iyileşerek sakin sakin
ölüyordum. Her ne kadar dilimdeki sapıklıklarla şöhretim iyice sarsılmışsa da,
mesleğimi düzenli bir şekilde yürütebilmem yaşamımdaki kargaşayla bozulmuşsa
da, hâlâ işimle geçinebiliyordum. Yine de, insanların gece aşırılıklarımdan
daha çok dil kışkırtmalarıma takılmaları ilginçtir. Savunmalarımda bazen
Tanrı’ya salt dilden atıfta bulunmam müşterilerimde güvensizlik uyandırıyordu.
Kuşkusuz, Tanrı’nın, çıkarlarını, yasada sırtı yere gelmez bir avukat kadar
koruyamayacağından korkuyorlardı. Buradan, bilgisizliğim oranında Tanrı’yı
yardıma çağırdığım konusuna varmak bir adımlık işti. Müşterilerim bu adımı attı
ve seyrekleşti. Zaman zaman yine savunma yapıyordum. Hatta bazen,
söylediklerime artık inanmadığımı unutarak güzel savunma yapıyordum. Kendi
sesim beni sürüklüyor, ben onun peşinden gidiyordum; eskisi gibi gerçekten
göklerde uçmadan biraz yerin üstüne çıkıyor, alçaktan uçuyordum. Sanatımın
dışında, az insan görüyor, birkaç eskimiş ilişkiyi zoru zoruna sürdürüyordum.
Hatta, arzu işe karışmadan salt dostlukla akşamlar geçirdiğim oluyordu, şu
farkla ki, can sıkıntısına boyun eğmiş olarak, bana söylenenleri yarım yamalak
dinliyordum. Biraz şişmanlamıştım ve bunalımın bittiğini sandım. Söz konusu
olan artık ihtiyarlamaktı yalnızca.
Yine de bir gün, bir kadın dostuma önerdiğim, ama
iyileşmemi kutlamak için yaptığımı söylemediğim bir yolculukta bir
transatlantiğin, tabii üst güvertesinde bulunuyordum. Birden, demir rengi
okyanusun üzerinde kara bir nokta gördüm. Gözlerimi hemen çevirdim, yüreğim
çarpmaya b aşladı. Yeniden b akmaya kendimi zorladığım zaman kara nokta kayb
olmuştu. Tam b ağıracak, ahmakça yardım çağıracaktım ki, noktayı yeniden
gördüm. Gemilerin arkalarında bıraktıkları döküntülerden biri söz konusuydu.
Yine de noktaya b akmaya tahammül edememiş, bunun boğulmuş bir insan olduğunu
düşünmüştüm hemen. O zaman, doğruluğu uzun zamandır bilinen bir fikre boyun
eğermişçesine, isyana kapılmadan anladım ki, yıllar önce Seine üzerinden
sırtımda yankılanan o çığlık, Manş Denizi’nin sularına doğru sürüklenerek,
okyanusun sınırsız genişliği içinde, dünyada yol almaya devam etmiş ve ona rast
geldiğim şu güne kadar orada beni b eklemişti. Yine anladım ki, benim
vaftizimin acı suyunun bulunduğu her yerde, denizlerde ve nehirlerde beni beklemeye
devam edecekti. Söyleyin bana, burada da suyun üzerinde değil miyiz?
Sınırlarını karanın sınırlarıyla karıştıran dümdüz, tekdüze, bitmez tükenmez
suyun üzerinde? Amsterdam’a yaklaştığımıza nasıl inanmalı? Bu muazzam kutsal su
kabının içinden çıkamayacağız hiç. Dinleyin! Şu görünmez iri martıların
çığlıklarını duymuyor musunuz? Bize doğru çığlık atıyorlarsa, neye çağırıyorlar
bizi?
Ama bunlar, iyileşmediğimi, hep sıkışık durumda
olduğumu ve bir çıkar yol bulmam gerektiğini kesin olarak anladığım gün de Atlantik
üzerinde çığlık atan, seslenen aynı martılar. Şanlı yaşam bitmişti, ama
kudurganlık ve sıçramalar da b itmişti. Boyun eğmek ve suçluluğu kabul etmek
gerekiyordu. Boğuntu hücresinde yaşamak gerekiyordu. Sahi, ortaçağda b oğuntu
hücresi adı verilen o zindan hücresini bilmezsiniz. Genellikle insan ömür boyu
unutuluyordu orada. Bu hücre şaşılacak b oyutlarıyla ayrılıyordu ötekilerden.
Bir insanın ayakta duramayacağı kadar alçak, yatamayacağı kadar da dardı.
Engelli bir durum almak, köşegen biçiminde yaşamak gerekiyordu orada; uyku bir
düşüş, uyanıklık bir çömelmeydi. Azizim, sözcüklerimi ölçerek söylüyorum, bu b
asit buluşta deha vardı. Her Allah’ın günü, bedenini uyuşturan o hareketsiz
baskı altında mahkûm, suçlu olduğunu ve
masumluğun keyifle gezinmek demek olduğunu öğreniyordu.
Doruklara ve yüksek köprülere alışkın bir adamı bu hücrede düşünebiliyor
musunuz? Ne dediniz? Bu hücrelerde yaşanabilir ve aynı zamanda masum olunabilir
mi? Olası değil, hiç olası değil! Yoksa düşünme gücüm güme giderdi. Masumluğun
kambur yaşamaya zorlanması varsayımını bir an bile göz önüne alamam. Kaldı ki,
hiç kimsenin masum olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz, oysa herkesin suçlu
olduğunu kesinlikle onaylayabiliriz. Her insan başkalarının suçuna tanıklık
eder, inancım ve umudum bu benim.
İnanın bana, dinler, ahlak dersi vermeye kalkıştıkları
ve birtakım emirler yağdırdıkları andan itibaren yanılırlar. Suçluluğu yaratmak
ve cezalandırmak için Tanrı zorunlu değildir. Benzerlerimiz, kendimizin
yardımıyla yeterlidir bunun için. Son Yargı’dan söz ediyordunuz. Bırakın da
saygıyla güleyim buna. Gözümü kırpmadan bekliyorum onu. Daha kötüsünü tanıdım
ben, insanların yargısını. Onlar için hafifletici nedenler yoktur, iyi niyet
bile suç olarak düşünülür. Hiç tükürük hücresinden söz edildiğini işittiniz mi,
bir halkın dünyanın en b üyük halkı olduğunu kanıtlamak için son zamanlarda
icat ettiği hücreden ? Tutuklunun içinde ayakta durduğu, ama hiç
kımıldayamadığı daracık bir dört duvar. Onu çimentodan kozasına sımsıkı kap
atan sağlam kapı çenesinin hizasında durmaktadır. Bu durumda adamın ancak yüzü
görülür ve gelip geçen her gardiyan bu yüze ağız dolusu tükürük atar. Hücrede
sıkışıp kalan tutuklu, gözlerini kapamasına izin varsa da, yüzünü silemez. Alın
size, azizim, bir insan icadı. Bu küçük şaheser için Tanrı’ya ihtiyaçları
olmadı insanların.
Öyleyse? Öyleyse, Tanrı’nın tek yararı, masumluğu
güvence altına almaktır ve ben dini daha çok b üyük bir temizleme girişimi
olarak görürüm, zaten onun özü bu olmuştur, ama kısaca, ancak üç yıl süreyle, o
zaman da adı din değildi onun. O zamandan beri sabun bulunmuyor, burnumuz pis
ve karşılıklı olarak burnumuzu siliyoruz. Hepsi temb el, hepsi cezalı,
üzerlerine tükürdük mü, yallah b oğuntu hücresine! İlk kim tükürecek oyunudur
bu, o kadar. Size büyük bir sır söyleyeceğim, azizim. Son Yargı’yı beklemeyin.
Her gün içindeyiz onun.
Hayır, bir şey yok, bu berbat nemli havada biraz
ürperiyorum, o kadar. Zaten geldik. İşte. Siz önden b uyurun. Ama, rica ederim,
biraz daha kalıp bana eşlik edin. Sözümü bitirmedim daha, devam etmem gerek.
Devam etmek, zor olan bu işte. Bakın, onu niçin çarmıha gerdiler, biliyor
musunuz, onu, şu anda b elki düşünmekte olduğunuz kişiyi? Güzel, bunun için bir
sürü neden vardı. Bir insanın öldürülmesi için her zaman nedenler vardır. Buna karşın,
onun yaşamasını haklı çıkarmak olanaksızdır. İşte bu yüzden suçlu her zaman
avukatlar bulur, masum ise bazen. Ama, iki bin yıl b oyunca bize çok iyi
açıklanan nedenler yanında, bu korkunç can çekişme için bir b üyük neden vardı,
b ilmiyorum niçin bu neden onca dikkatle gizlenir. Gerçek neden, kendisinin b
üsb ütün masum olmadığını b ilmesidir. İşlemekle suçlandığı hatanın ağırlığını
taşımasa bile, bilmeden b aşka hatalar işlemişti. Bilmeden mi? Eninde sonunda,
işin kaynağında o vardı; masumların kılıçtan geçirildiğini işitmiş olmalıydı.
Yakınları onu emin yere götürürken kılıçtan geçirilen Yahudiye çocukları, onun
yüzünden değilse niçin ölmüşlerdi? Bunu kendisi istememişti, elbette. O kanlı
askerler, o ikiye biçilmiş çocuklar onu dehşete düşürüyordu. Ama ben eminim ki,
unutamıyordu onları. Ve onun b ütün davranışlarında sezilen o hüzün, yavruları
için dövünen ve hiç teselli kabul etmeyen Rahel’in sesini geceler boyunca duyan
kişinin onulmaz melankolisi değil miydi? İnilti gecenin içinde yükseliyor, Rahel
onun uğruna öldürülmüş çocuklarını çağırıyor, o ise yaşıyordu !
Onun bildiğini bilen birisi olarak, insan konusunda her
şeyi bilen birisi olarak -Ah!
Suçun ölmek kadar, öldürmek olmadığına kim inanırdı!-
gece gündüz o masum suçuyla yüz yüze gelen birisi olarak, tutunmak ve devam
etmek fazla güç geliyordu kendisine. Yaşamda yalnız kalmamak ve başka yere,
belki destekleneceği bir yere gitmek için, işi bitirmek, kendini savunmamak,
ölmek daha iyiydi. Ama desteklenmedi, bundan da yakındı ve her şeyi bitirmek
için kınanıp hırpalandı. Evet, onun yakınışını ortadan kaldırmaya başlayan,
sanırım, üçüncü İncil yazarıdır. “Beni niçin terk ettin?” İsyancı bir çığlıktı,
öyle değil mi? Haydi o zaman makas! Şuna da dikkat edin ki, Luka hiçbir şeyi
makaslamasaydı, durum o kadar dikkat çekmeyecekti; onca yer tutmayacaktı, bu
kesin. Böylece kınayan, yasakladığını ilan etmiş oluyor. Dünyanın düzeni de
anlaşılmazdır.
Ne var ki kınanan, devam edemedi. Ben ne dediğimi
biliyorum, azizim. Bir zamanlar, her an bir sonraki ana nasıl ulaşabileceğimi b
ilmiyordum. Evet, bu dünyada savaş yapılabilir, aşk taklit edilebilir,
hemcinsine işkence yapılabilir, gazetelerde boy gösterilebilir ya da yalnızca
örgü örerken komşu çekiştirileb ilir. Ama bazı hallerde, devam etmek, yalnızca
devam etmek insanüstü bir şeydir. O ise insanüstü değildi, inanın bana. Can
çekişmesini çığlığa döktü, ben de bu yüzden onu seviyorum, dostum, bilmeden
öldü o.
Felaket şu ki, bizi yalnız bırakıp her ne olursa olsun,
yoluna devam etti, hatta, onun bildiği şeyi biz de bilerek, ama yaptığını
yapmaktan ve onun gibi ölmekten aciz kalarak boğuntu hücresinde pineklediğimiz
zaman bile. Tabii, onun ölümünden biraz yararlanmaya kalkıştılar. Eninde
sonunda, şunu söylemek dâhice bir işti: “Pek de lekesiz değilsiniz, güzel, bu
bir gerçek. Peki öyleyse, ayrıntısına girmeyelim işin! Haç üzerinde bir hamlede
temizleyelim bu işi!” Ama bir sürü insan yalnızca daha uzaktan göze çarpmak
için şimdi haça tırmanıyor, hatta bunun için çok uzun zamandan beri orada
bulunan kişiyi biraz çiğnemek gerekse bile. Bir sürü insan, hayırseverliği
uygulama alanına koymak için cömertlikten vazgeçmeye karar vermiştir. Ey
haksızlık, ona yapılmış olan ve benim yüreğimi sıkan haksızlık!
Bakın, yine kendimi
kaptırdım, savunma yapmaya b aşlıyorum neredeyse. Bağışlayın, bunun için
nedenlerim var, anlayın. Bakın, buradan birkaç sokak ötede Çatıdaki Tanrımız
adını taşıyan bir müze var. Vaktiyle onlar, yeraltı mezarlarını çatı katlarına
yerleştirmişlerdi. Ne olsun istersiniz, mahzenler burada sular altında kalmış
durumda. Ama bugün, içiniz rahat etsin, onların Tanrısı ne çatıda, ne mahzende
artık. Onlar onu kalplerinin zindanında bir mahkeme üzerine tünetmişlerdir ve
onun adına yargılamaktadırlar. O ise gün ahkâr kadına yumuşak bir sesle, “Ben
de mahkûm etmiyorum seni!” diyordu; olsun, yine de mahkûm eder onlar, kimseyi
bağışlamazlar. Tanrı adına, işte layığın bu senin. Tanrı mı? Bunu o kadar
istemiyordu o, dostum. Sevilsin istiyordu yalnızca. Elbet onu seven kimseler
vardır, Hıristiyanlar arasında bile. Ama sayılıdır onlar. O, bunu öngörmüştü
zaten, mizah duygusu vardı onda. Petrus, bilirsiniz, korkak Petrus, inkâr eder
onu: “Ben bu adamı tanımıyorum... Ne demek istediğini anlamıyorum senin... vb.”
Gerçekten ileri gidiyordu! Ve o, bir sözcük oyunu yaptı: “Petrus’un3 üzerine kilisemi kuracağım.” Alay daha ileri
götürülemezdi, öyle değil mi sizce? Ama hayır, onlar hâlâ b askın çıkıyorlar !
Görüyorsunuz, sorunu iyi biliyordu o. Sonra da, onları, ağızlarında b ağışlama,
yüreklerinde hüküm olmak üzere, yargılamaya ve mahkûm etmeye bırakarak ebediyen
çekip gitti.
Çünkü artık acıma kalmadı denemez, hayır, vallahi, hiç
durmadan bunu konuşuyoruz. Ne var ki, artık kimse aklanmaz oldu. Ölmüş masumluk
konusunda yargıçlar bol bol konuşuyor, her türden yargıçlar, İsa’nın ve
Deccal’in yargıçları ki, bunlar zaten, boğuntu hücresinde uzlaşmış aynı
kişiler. Çünkü yalnız Hıristiyanlara yüklenmemek gerekir. Ötekiler de işin
içinde. Bilir misiniz, bu kentte Descartes’ı barındıran
bir evin ne olduğunu? Tımarhane. Evet, genel sapıtma ve işkence bu. Tabii biz
de kendimizi o tımarhaneye koymak zorundayız. Fark etmişsinizdir ki, hiçbir
şeyi kayırmıyorum, öte yandan biliyorum ki, siz de aynı şekilde düşünüyorsunuz.
Böyle olunca, mademki hepimiz yargıcız, o halde hepimiz birbirimize karşı
suçluyuz, hepimiz kendi berbat tarzımıza göre İsa’yız, bir bir haça gerilmişiz,
ama yine bilmeden. Hiç değilse biz öyle olurduk, eğer ben Clamence, çıkar yolu,
tek çözümü, doğruyu bulmasaydım...
Yoo, kesiyorum burada, aziz dost, korkmayın! Zaten
sizden ayrılıyorum artık, işte kapımın önüne geldik. İnsan yalnızlıkta,
yorgunluk da eklenince buna, kendini seve isteye peygamber yerine koyuyor. Ne
de olsa, halim ortada benim, çürümüş taşlar, sisler ve sularla kaplı bir çöle
sığınmış biri, b asb ayağı zamanlara özgü içi boş p eygamb er, sırtı bu yosun
tutmuş kapıya yapışmış, parmağı alçak bir gökyüzüne doğru kalkmış, hiçbir
yargıya tahammül edemeyen, yasasız insanlara ilenip duran, kafası alev ve
alkolle dolu, Mesih’siz İlya. Çünkü onlar ona dayanamazlar azizim, bütün sorun
da bu. Bir yasayı benimseyen kimse, kendisini inandığı bir düzene yeniden
yerleştiren yargıdan korkmaz. Ama insan acılarının en büyüğü yasasız
yargılanmaktır. Biz yine de bu acı içindeyiz. Doğal dizginlerinden yoksun kalan
yargıçlar, rasgele boşanarak lokmalarını çifter çifter yutarlar. O zaman
onlardan daha hızlı gitmeye çalışmak gerekmez mi? İşte büyük telaş o zaman b
aşlar. Peygamberler ve şifacılar çoğalırlar, iyi bir yasayla ya da kusursuz bir
örgütle hedefe varmak için acele ederler, yeryüzü ıssızlaşmadan önce. Çok şükür
ki, ben hedefe vardım! Son ve başlangıcım ben, yasayı müjdeliyorum. Kısacası,
cezaevi yargıcıyım.
Evet, evet, bu mesleğin ne olduğunu yarın söyleyeceğim
size. Yarından sonra gidiyorsunuz, demek ki zamanımız dar. Dilerseniz gelin
evime, zili üç kez çalarsınız. Paris’e mi döneceksiniz? Paris uzak, Paris
güzel, unutmadım onu. Onun akşamüstlerini anımsıyorum, hemen hemen aynı
dönemde. Akş am iner, kupkuru ve çatır çatır, dumandan mavileşmiş çatılara;
kent için için homurdanır, nehir tersine akıyor gibidir. O zamanlar ben
sokaklarda avare dolaşırdım. Şimdi onlar da dolaşıyor, biliyorum! Dolaşıyorlar,
bıkkın kadına, asık suratlı eve doğru acele gider gibi görünerek... Ah! Dostum,
büyük kentlerde avare dolaşan yalnız kişi nedir, bilir misiniz?
3.“Petrus” taş demektir.(Ç.N.)
Sizi yatakta karşıladığım için mahcubum. Bir şey değil,
biraz ateşim var, ardıç rakısıyla gideriyorum onu. Bu nöbetlere alışığım ben.
Sanırım, papa olduğum sırada kaptığım bir sıtma. Yoo, yarı şaka ediyorum. Ne
düşündüğünüzü biliyorum; anlattığım şeyde doğru ile yanlışı ayırt etmek çok
güç. İtiraf ederim ki haklısınız. Bense... Bakın, çevremden birisi insanları üç
kategoriye ayırırdı: Yalan söylemeye mecbur kalmaktansa hiçbir şey gizlememeyi
yeğleyenler, hiçb ir şey gizlememektense yalan söylemeyi yeğleyenler ve aynı
zamanda hem yalanı, hem de gizi sevenler. Bana en uygun gelen kategoriyi siz seçin.
Her ne olursa olsun, ne önemi var bunun? Yalanlar
gerçek yolunda buluşmaz mı sonunda? Ve benim hikâyelerimin hepsi, gerçek olsun,
yalan olsun, aynı amaca yönelmez mi, aynı anlamı taşımaz mı? O zaman, onların
gerçek ya da yalan olmalarının ne önemi var, eğer onlar, her iki halde de,
vaktiyle ne idiğimi, şimdi ne olduğumu anlatıyorlarsa? Bazen bir şeyin içyüzü,
yalan söyleyende doğru söyleyenden daha iyi belli eder kendini. Doğru, ışık
gibi kör eder. Yalansa, tersine, her nesneyi değerlendiren güzel bir
alacakaranlıktır. Hasılı, dilediğiniz anlamda alın bunu, ama ben bir esir
kampına papa olarak atandım.
Oturun, rica ederim. Odaya bakıyorsunuz. Çıplak, ama
temizdir. Mobilyasız, tenceresiz bir Vermeer. Kitap da yok burada; uzun
zamandır okumaktan vazgeçtim. Eskiden evim yarı okunmuş kitaplarla doluydu. Bir
karaciğerin yarısını yiyip yarısını atan insanlar kadar iğrenç bir şey bu.
Zaten ben artık itirafları seviyorum, itiraf yazarları da özellikle, itiraf
etmemek için, b ildikleri üzerine hiçb ir şey söylememek için yazarlar.
İtiraflara geçme iddiasında bulundukları zamansa güvensizliğe düşme ânıdır,
ceset b oyanır. İnanın bana, bu işte ustayım ben. O zaman kestirip attım.
Kitaplar kalmadı, faydasız nesneler de kalmadı, yalnız bir tabut gibi düz ve
cilalı zorunlu şeyler kaldı geriye. Esasen o tertemiz örtülü, kaskatı Hollanda
yataklarında insan, mumya içindeymiş gibi saf kokulu, yaşarken ölür kefene
sarılıp.
Benim papalık maceralarımı merak mı ediyorsunuz?
Alelade şeyler doğrusu. Bundan size söz etme gücünü bulabilecek miyim b ilmem.
Evet, sanırım ateşim azalıyor. Bundan yıllar öncesiydi. Rommel sayesinde
savaşın alevlendiği Afrika’daydık. Yoo, ben savaşa katılmamıştım, sakin olun.
Avrup a savaşından da kurtulmuştum zaten. Kuşkusuz askere alınmıştım, ama sıcak
savaş görmedim hiç. Bir anlamda pişmanım buna. Belki birçok şeyi değiştirecekti
bu, öyle değil mi? Fransız ordusu cephede bana ihtiyaç duymadı. Benden yalnızca
çekilişe katılmamı istedi. Bundan sonra Paris’e döndüm ve Almanlarla
karşılaştım. Yeni yeni sözü edilmeye başlanan Direniş hareketi çekti beni,
vatansever olduğumu keşfettiğim anda aşağı yukarı. Gülümsüyor musunuz?
Haksızsınız. Keşfimi Châtelet’de, metronun koridorlarında yaptım. Biz köpek
labirentte yolunu kaybetmişti. Tüyleri dik, bir kulağı düşük, gözleri keyifli,
iri bir köpekti; sıçrıyor, gelip geçenlerin b acaklarını kokluyordu. Pek eski
ve pek sadık bir duygulanımla severim köpekleri. Her zaman b ağışlayıcı
oldukları için severim. Köpeği çağırdım, duraksadı, ama belirgin biçimde
tavlanmış, kıçı oynayarak duruyordu birkaç metre önümde. Bu anda, neşeli neşeli
yürüyen genç bir Alman askeri beni geçti. Köpeğin önüne gelince b aşını okş
adı. Hiç duraksamadan hayvan, aynı keyifle askerin arkasından gitti ve onunla
birlikte ortadan kayb oldu. Canım sıkıldı ve Alman askerine karşı duyduğum bir
çeşit öfkeyle, tepkimin vatanseverce olduğunu kabul etmek durumunda
kaldım. Eğer köpek bir sivil Fransız’ı izlemiş olsaydı,
bunu düşünmezdim bile. Tam tersine, bu sevimli hayvanı bir Alman alayının
maskotu olmuş görüyordum hayalimde, bu da beni öfkelendiriyordu. Deneme, demek
ki inandırıcıydı.
Direniş hareketi hakkında bilgi almak niyetiyle Güney
bölgesine gittim. Ama gidip de bilgi edinince, tereddüt ettim. Girişim bana
biraz delice ve her şeyi söylemek gerekirse, romantik görünüyordu. Hele,
yeraltı eyleminin ne mizacıma, ne de benim o havadar tepeler zevkime uygun
olmadığı kanısındaydım. Bana öyle geliyordu ki, benden istenen, bir mahzende
günler ve geceler boyu halı dokumak, sonra b irtakım hoyrat heriflerin gelip
beni oradan çıkarmasını, önce işlediğim halıyı bozmasını, sonra da beni başka
bir mahzene sürükleyip öldürünceye kadar dövmesini beklemek olacaktı. Bu
yeraltı kahramanlığına kendilerini verenlere hayranlık b esliyordum, ama onlar
gibi yapamazdım.
Hal böyle olunca, Londra’ya ulaşmak gibi belli belirsiz
bir niyetle Kuzey Afrika’ya geçtim. Ama Afrika’da durum aydınlık değildi,
birbirine zıt partiler bana aynı ölçüde haklı görünüyorlardı, bu yüzden
vazgeçtim. Halinizden anlıyorum ki, bir anlamı olan bu ayrıntılar üzerinden
çabucak geçtiğim düşüncesindesiniz. Pekâlâ, diyelim ki, sizin gerçek değerinizi
ölçtüğüm için, onları daha dikkatle kavrayasınız diye çabuk geçiyorum. Her ne
ise, sonunda Tunus’a ulaştım, orada tatlı bir dost iş buldu bana. Bu dost,
sinemayla uğraşan çok zeki bir kadındı. Onu Tunus kentine kadar izledim ve
gerçek işini ancak Müttefiklerin Cezayir’e çıkarma yapmasından sonraki günlerde
anladım. Kadın dostum o gün Almanlar tarafından tutuklandı, ben de tutuklandım,
ama istemeden. Şimdi kadının ne olduğunu bilmiyorum. Bana gelince, hiçbir
kötülük yapmadılar bana, b üyük azaplar çektikten sonra anladım ki daha çok bir
güvenlik önlemi söz konusuymuş. Trablus yakınlarındaki bir kampa atıldım,
insanın kötü muamele görmekten çok susuzluk ve yokluk çektiği bir yerdi burası.
Size tablosunu çizmeyeceğim oranın. Bizler, yarı yüzyılın çocukları, bu tür
yerleri tasarlamak için tasvire muhtaç değiliz. Bundan yüz elli yıl önce göller
ve ormanlar için gözümüz yaşarıyordu. Bugünse hücre lirizmimiz var. Bu bakımdan,
size güveniyorum. Yalnızca birkaç ayrıntı ekleyeceksiniz manzaraya: sıcak,
dimdik bir güneş, sinekler, kum, su yokluğu.
Benimle birlikte, iman sahibi bir genç Fransız vardı.
Evet! Bir peri masalı bu gerçekten. Duguesclin tipi, hani. Çarpışmaya katılmak
için Fransa’dan İspanya’ya geçmişti. Katolik general enterne etmişti onu ve
Franco’nun kamplarında nohutların, deyim yerindeyse, Roma tarafından
kutsandığını görmek derin bir üzüntüye düşürmüştü kendisini. Ne bundan sonra
gelip altına düştüğü Afrika göğü, ne de kamptaki eğlenceler bu üzüntüden
kurtaramamıştı onu. Ama düşünceleri ve de güneş kendisini normal halinden
çıkarmıştı biraz. Bir gün, her yanından adeta erimiş kurşun akan bir çadırda
biz bir düzine arkadaş sinekler arasında soluyup dururken, Romalı dediği kişiye
karşı saldırılarını yineledi. Kaç günlük sakalıyla şaşkın şaşkın b akıyordu
bize. Çıplak gövdesi terle kaplıydı, elleri kaburga kemiklerinin görünen
klavyesi üzerinde piyano çalıyordu. Bize, bir taht üzerinde dua etmek yerine,
mutsuzlar arasında yaşayan yeni bir papa gerektiğini ve bu işin ne kadar çabuk
olursa o kadar iyi olacağını söylüyordu. Başını sallayarak şaşkın gözleriyle
dimdik b akıyordu bize. “Evet,” diye tekrar ediyordu, “mümkün olduğu kadar
çabuk!” Sonra birden sakinleşti ve ölgün bir sesle, onu aramızdan seçmek
gerektiğini söyledi: Kusurları ve erdemleriyle tam bir adam bulmak ve ona,
acılarımızın ortaklığını kendisinde ve b aşkalarında canlı tutm ayı kabul
etmesi şartıyla, itaat yemininde bulunmak gerekiyordu.
“İçinizden hanginizin en çok kusuru var?” dedi. Şaka
olsun diye ben parmağımı kaldırdım, benden başkası da kaldırmadı. “Güzel,
Jean-Baptiste yararlı olacak.” Yoo, böyle
demedi, çünkü o zamanlar adım başkaydı. Ama, benim
yaptığım gibi, bu iş için kendini önermenin en büyük erdemi gerektirdiğini
belirtti ve benim seçilmemi teklif etti. Ötekiler onayladılar, oyun olsun diye,
ama yine de biraz ciddiyetle. Gerçek şu ki, Duguesclin etkilemişti bizi. Bense,
sanırım, büsbütün de gülmüyordum. Önce küçük peygamberimin haklı olduğu kanısına
vardım, sonra da, güneş, yorucu işler, su savaşı yüzünden kısacası keyfimiz
yerinde değildi. Şurası kesin ki, haftalarca, gittikçe daha ciddi olarak
papalığımı sürdürdüm.
Neydi bu iş? Doğrusu, grup başkanı ya da hücre
sekreteri gibi bir şeydim. Ötekiler, dahası inancı olmayanlar bile bana itaat
etme alışkanlığını edindiler. Duguesclin acı çekiyordu; acısıyla ben
uğraşıyordum. O zaman, papa olmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını anladım ve
bunu dün de, kardeşlerimiz yargıçlar üzerine size onca küçümseyici nutuklar
çektikten sonra, anımsadım. Kampta büyük sorun su dağıtımıydı. Politik ve
dinsel nitelikte b aşka gruplar türemişti ve her biri kendi arkadaşlarını
kayırıyordu. Ben de kendi arkadaşlarımı kayırmak zorunda kaldım, bu ise
şimdiden küçük bir ödün demekti. Kendi aramızda bile tam bir eşitliği
sürdüremedim. Arkadaşlarımın durumuna ya da görecekleri işlere göre; filan ya
da falanı koruyordum. Bu ayrımcılıklar başına işler açar insanın, inanın bana.
Ama doğrusu, yoruldum ve o dönemi düşünmek istemiyorum artık. Diyelim ki can
çekişen bir arkadaşın suyunu içtiğim gün hapı yuttum. Hayır, hayır, Duguesclin
değildi bu, ölmüştü o, sanırım, yoksunluklara fazla katlanıyordu. Hem sonra,
sağ olsaydı eğer, onun uğruna daha uzun zaman dayanırdım, çünkü seviyordum onu,
evet, seviyordum, hiç değilse bana öyle geliyor. Ama, ötekilerin bana nasıl
olsa ölecek olan bu adamdan daha çok ihtiyaçları olduğu ve onlar için kendimi
korumam gerektiği kanısıyla suyu içtim, bu kesin. İşte azizim, imparatorluklar
ve kiliseler böyle doğar ölümün güneşi altında. Ve dünkü nutuklarımı biraz
düzeltmek için, artık yaşadım mı, yoksa düşünü mü kurdum bilemediğim b ütün bu
şeylerden söz ederken aklıma gelen b üyük fikri söyleyeceğim size. Büyük fikrim
papayı bağışlamak gerektiğidir. Önce, buna herkesten çok ihtiyacı vardır onun.
Sonra, onun üzerine çıkmanın tek yoludur bu...
Şey! Kapıyı iyi kapadınız mı? Evet mi? Lütfen yoklayın
bir. Bağışlayın, bende sürgü kompleksi var. Uykuya dalacağım sırada, sürgüyü
itip itmediğimi bilemem hiçbir zaman. Her akşam, onu yoklamak için kalkmam
gerekir. İnsan hiçb ir ş eyden emin olmuyor, size söyledim bunu. Bu sürgü
kaygısının bende korkak bir mülk sahibinin bir tepkisi olduğunu sanmayın.
Vaktiyle dairemin kapısını kilitlemezdim, arab amı da. Parama b ağlı değildim,
sahip olduğum şeylere sıkı sıkı yapışmazdım. Doğrusu, sahip olmaktan utanırdım
biraz. Sosyete nutuklarımda inançla şöyle haykırdığım oluyordu: “Mülkiyet,
baylar, bir cinayettir!” Servetimi buna layık bir yoksulla paylaşacak kadar b
üyük bir yüreğim olmadığından, onu olası hırsızların emrine b ır akıyor,
böylece adaletsizliği rastlantıyla düzelteceğimi umuyordum. Bugünse hiçbir
şeyim yok. Böyle olunca güvenliğim için kaygı duymuyorum, ama kendim ve
hazırcevaplığım için kaygı duyuyorum. Aynı zamanda, kralı, papa’sı ve yargıcı
olduğum sımsıkı kapalı, küçük evrenin kapısını temelli kapatmak da istiyorum.
Sırası gelmişken, duvardaki şu dolabı açar mısınız
lütfen. Evet, o tabloya bakın. Tanımadınız mı onu? Dürüst Yargıçlar
tablosu bu. Yerinizden sıçramıyorsunuz? Kültürünüzde demek ki boşluklar var?
Gazeteleri okusaydınız, Van Eyck’ın ünlü kilise oyması Tanrı’nın Kuzusu’na
Tapınma nın panolarından birinin 1934’te Gent’ teki Saint- Bavon
Katedrali’nden çalındığını anımsardınız. Bu pano, Dürüst Yargıçlar adını
taşıyor ve kuts al hayvana tapınmaya gelen atlı yargıçları temsil ediyordu.
Kayıp aslı bulunamadığı için,
yerine çok güzel bir kopyası konuldu. Aslı işte burada.
Yoo, benim bunda bir rolüm yok. Geçen akşam gördüğünüz bir Mexico-City
gediklisi onu, sarhoş olduğu bir akşam bir şişe içki karşılığında sattı gorile.
Önce ben dostumuza onu iyi bir yere asmasını tavsiye ettim ve uzun zaman bizim
o dindar yargıçlar, bütün dünyada aranıp dururken, Mexico-City’ de
ayyaşların ve pezevenklerin üzerinde taht kurup oturdular. Sonra goril, isteğim
üzerine onu burada depoya kaldırdı. Önce buna biraz homurdanarak karşı durdu,
ama ben işi kendisine anlatınca korktu. O zamandan beri yalnız bu değerli
yargıçlar bana arkadaşlık ediyor. Orada, tezgâhın üzerinde nasıl bir boşluk
bırakmış olduklarını gördünüz.
Panoyu neden mi geri vermedim? Hey gidi, sizde bir
polis refleksi var hani! Pekâlâ, size sorgu yargıcına cevap verir gibi cevap
vereceğim, meğer ki bu tablonun gelip benim odama düştüğü birinin aklına gelsin
hiç olmazsa. Bunun nedenleri şunlar: Birincisi, tablo bana değil, Gent
piskoposu kadar ona layık olan Mexico-City patronuna ait. İkincisi, Tanrı’nın
Kuzusu’na Tapınma nın önünden geçenler arasında kimse kopyayı aslından
ayıramaz ve dolayısıyla kimse benim kusurum yüzünden zarara uğramış değil.
Üçüncüsü, bu şekilde ben egemen oluyorum. Dünyanın hayranlığına sahte yargıçlar
aday gösterilmiştir ve gerçek yargıçları da yalnız ben biliyorum. Dördüncüsü,
böylece hapse atılma şansına ben sahibim, bu ise bir bakıma çekici bir fikir.
Beşincisi, bu yargıçlar Kuzu ile buluşmaya gidiyorlar, artık ne kuzu, ne
masumluk var, dolayısıyla da panoyu çalan usta haydut, bozulmaması gereken
meçhul adaletin bir aracıydı. Son olarak, bu şekilde düzen içindeyiz biz.
Adalet masumluktan, birisi haç üzerinde, birisi öteki duvar dolabında olmak
üzere, kesin biçimde ayrı olduğundan, ben inançlarıma göre çalışmakta özgürüm.
Onca sıkıntı ve çelişkilerden sonra edindiğim o güç cezaevi yargıçlığı mesleğimi
vicdan rahatlığıyla yürütebilirim ve mademki gidiyorsunuz, bu mesleğin ne
olduğunu artık size söylememin zamanı geldi.
Önce izin verin, daha iyi nefes almak için şöyle bir
doğrulayım. Ah! Nasıl da yorgunum! Yargıçlarımı dolab a kilitleyin,
teşekkürler. Bu cezaevi yargıçlığı mesleğini şu anda icra etmekteyim.
Genellikle bürolarım Mexico-City’dedir. Ama büyük yetenekler işyerinin
ötesine de uzanır. Yatakta bile olsam, ateşli bile olsam, çalışırım. Bu meslek
esasen icra edilmez, her an nefes gibi solunur. Sanmayın ki, beş gün b oyunca,
sırf zevk için o kadar uzun nutuklar çektim size. Hayır, vaktiyle hiçbir şey
söylemeden hayli konuştum. Şimdi konuşmam bir şeye yönelik. Kuşkusuz
gülüşmeleri susturmak, kişisel olarak yargıyı önlemek düşüncesi yönlendiriyor onu,
her ne kadar görünüşte hiçbir çıkar yol olmasa da. Bundan kaçınmaya büyük engel
oluşturan şey, kendimizi mahkûm eden ilk kişinin yine kendimiz olması değil
midir? Şu halde, mahkûmiyeti hafifletmek amacıyla onu ayrımsız herkese yaymakla
işe başlamak gereklidir.
Kimse için hiçb ir zaman mazeret olmamalı, işte b
aşlangıçta ilkem bu benim. İyi niyeti, değerlendirilecek hatayı, yanlış adamı,
hafifletici nedenleri kabul etmiyorum ben. Bende kutsama yok, af dağıtma yok.
Yalnızca toplama yapılır, sonra, “Şu kadar tutuyor. Siz bir sapıksınız, şehvet
düşkünüsünüz, yalan hastasısınız, oğlancısınız, sanatçısınız vb.” denir. İşte
böyle. O kadar katı. Bu duruma göre, gerek felsefede gerek politikada ben,
insanın masumluğunu reddeden her teoriden ve ona suçlu gözüyle b akan her
pratikten yan ayım. Demek ki ben köleliğin aydın bir yandaşıyım, azizim.
Doğrusunu söylemek gerekirse, kölelik olmadan kesin
çözüm yoktur. Çok çabuk anladım bunu. Eskiden özgürlüğü dilimden düşürmezdim.
Onu kahvaltıda ekmeklerime sürer, bütün gün ağzımda çiğner, dünyaya özgürlükle
tatlı tatlı serinlemiş bir nefes salıverirdim. Bu heyb etli sözcüğü bana karşı
çıkan herkesin kafasına vururdum, arzularımın ve gücümün
hizmetine koymuştum onu. Yatakta kadın arkadaşlarımın
uykulu kulağına onu mırıldanıp onları yüzüstü bırakıp gitmek için ondan
yararlanırdım. Onu fısıldardım... Bırakalım, coştum, ölçüyü kaçırıyorum. Yine
de özgürlüğü daha çıkarsız olarak kullandığım, dahası, onu iki üç kez
savunduğum oldu, tabii işi onun için ölmeye vardırmadan, ama bazı riskler
yüklenerek. Bu ihtiyatsızlıklarımı bağışlamak gerek; ne yaptığımı bilmiyordum.
Özgürlüğün bir ödül ya da şampanyayla kutlanan bir nişan olmadığını
bilmiyordum. Ve de bir armağan, insana dudak zevki verecek bir kutu şeker
olmadığını. Hayır, tersine, bir angarya o, yalnız başına, bitkin düşürücü bir
mukavemet koşusu. Şampanya yok, insana şefkatle bakarak kadehini kaldıran
dostlar yok. Üzgün, hırçın, bir salonda yalnız, bölmede, yargıçların karşısında
yalnız, kendisi karşısında ya da b aşkalarının yargısı karşısında karar
vermekte yalnız. Her özgürlüğün ucunda bir yargı vardır; işte özgürlüğün son
derece ağır bir yük olması bundandır, hele ateşiniz olduğu ya da sıkıntıda
olduğunuz ya da kimseyi sevmediğiniz zamanlarda.
Ah! Azizim, yalnız, tanrısız ve efendisiz kimse için
günlerin yükü korkunçtur. O halde insanın kendine bir efendi seçmesi gerektir,
Tanrı artık moda olmadığına göre. Bu sözcüğün zaten anlamı kalmamıştır artık;
kimseyi şoke etme riskini göze almaya değmez bu. Bakın, hemcinslerini ve her şeyi
seven, pek ciddi ahlakçılarımızı Hıristiyanın halinden hiçbir şey ayıramaz,
kilisede vaaz vermemeleri dışında. Hıristiyanlığa dönmekten onları ne önler
sizce? Saygı belki, insanlara saygı, evet, insan saygısı. Skandal yaratmak
istemez onlar, duygularını kendilerine saklarlar. Ben her akş am dua eden
Tanrıtanımaz bir romancı tanıdım böyle. Hiçbir şeyi engellemiyordu bu:
Kitaplarında Tanrı’ya nasıl da giydiriyordu! Ne kötek! Durumu kendisine açtığım
özgür düşünceli bir militan, kötü niyet de taşımaksızın kollarını havaya
kaldırdı: “Bana yeni bir şey öğretmiyorsunuz, onların hepsi böyledir,” diye
içini çekti bu havari. Ona b akılırsa, yazarlarımızın yüzde sekseni, en azından
imza atmamak ellerinde ols aydı, Tanrı’nın adını yazar ve selamlarlardı. Ama
ona göre onlar, kendilerini sevdikleri için imza atarlar, kendilerinden nefret
ettikleri için de hiçb ir şeyi selamlamazlar. Yargı vermekten yine de
kaçınamadıkları için, ahlaka sarılırlar. Kısacası, erdemli bir şeytanlıkları
vardır onların. Gerçekten tuhaf bir çağ! Kafaların karışık olmasında ve
kusursuz bir koca iken Tanrıtanımaz olan bir dostumun zina işleyince dindar
kesilmesinde şaşılacak ne var!
Hey gidi küçük sinsiler, komedi oynayanlar,
ikiyüzlüler, nasıl da dokunaklı bir halleri vardır onların! İnanın bana, hepsi
böyledir, göğe küfrettikleri zaman bile. İster Tanrıtanımaz olsunlar ister
dindar, ister Moskovalı olsunlar ister Bostonlu, hepsi de babadan oğula
Hıristiyan. Ama doğrusu, artık ne baba var, ne kural! O zaman özgürdür insan,
davranıp kendini kurtarması gerekir, hele özgürlüğü ve onun hükümlerini
istemedikleri için de, cezalandırılmalarını isterler, korkunç kurallar icat
ederler, kiliseler yerine odun yığınları kurmaya koşarlar. Birer Savonarola’dır
bunlar, derim. Ama ancak günaha inanır onlar, b ağışlanmaya asla. Bunu
düşünürler kuşkusuz. İstedikleri b ağışlanmadır, evet, kendini bırakmadır, var
olma mutluluğudur ve duygusal da oldukları için, nişanlanmadır, taze genç
kızdır, dürüst insandır, müziktir. Örneğin benim, duygusal olmadığım halde,
neyi hayal ettiğimi bilir misiniz? Tüm yüreği ve bedeni kavrayan dolu dolu bir
aşk, gece gündüz hep sarmaş dolaş, neşeli ve coşkun, beş yıl b oyunca böyle ve
sonra ölüm. Yazık ki bu yok!
O zaman, nişanlanma ya da sürekli aşk olmayınca,
zorlama ve kırb açla hoyrat evlilik olur, değil mi? Esas olan, her şeyin, çocuk
için olduğu gibi yalın olması, her eylemin ısmarlama olması, iyi ve kötünün
keyfe b ağlı, dolayısıyla ap açık biçimde belirlenmesidir. Ve ben o kadar
Sicilyalı ve Cavalı olmama karşın, buna katılıyorum, her ne kadar onlardan
önüme ilk gelene dostluk duysam da. Ama Paris köprüleri
üzerinde, özgürlükten korktuğumu ben de öğrendim. Öyleyse, kim olursa olsun,
yaşasın gökyüzü yasasının yerine geçecek efendi... “Geçici olarak burada
bulunan babamız... Kılavuzlarımız, sertliği tatlı olan şeflerimiz, ey acımasız
ve sevgili yöneticiler...” İşte, anlıyorsunuz ki önemli olan, özgür olmaktan
çıkmak ve kendinden daha namussuz olana pişmanlık içinde itaat etmektir.
Hepimiz suçlu olduğumuz zaman, demokrasi olacaktır. Ne var ki, aziz dost,
yalnız ölmek zorunda kalmanın öcünü almak gereklidir. Ölüm yalnız başına olur,
kölelik ise ortaklaşadır. Ötekilerin de hesabı görülür, hem de bizimle aynı
zamanda, işte önemli olan bu. Sonunda herkes bir yere gelir, ama dize gelmiş ve
başı eğik olarak.
Topluma benzer şekilde yaşamak da iyi değil mi ve bunun
için toplumun bana benzemesi gerekmez mi? Tehdit, şerefsizlik, polis bu
benzerliğin kutsanmasıdır. Küçümsenince, köşeye sıkıştırılınca, zorlanınca tam
değerimi ortaya koyab ilirim, varlığımdan yararlanabilirim, kısacası doğal
olabilirim. İşte bunun için, azizim, özgürlüğü büyük bir ciddiyetle
selamladıktan sonra, onu hiç gecikmeden önüne gelene b ağışlamak gerektiğine
gizlice karar verdim. Ve fırsat bulduğumda, Mexico-City’deki kilisemde
vaaz veriyorum, iyi insanları b oyun eğmeye ve alçakgönüllülükle köleliğin
rahatlıklarını elde etmeye çağırıyorum, bu köleliği gerçek özgürlük olarak
sunmak pahasına da olsa.
Ama deli değilim ben, köleliğin hemen yarın
gerçekleşecek bir şey olmadığını çok iyi anlıyorum. Geleceğin nimetlerinden
biri olacak o, hepsi bu. O zamana kadar şimdikiyle yetinmek ve hiç değilse
geçici bir çözüm bulmak zorundayım. Bu durumda, yargıyı kendi omuzlarım için
daha hafif kılmak için onu herkese yaymanın bir b aşka yolunu bulmam gerekti.
Bu yolu buldum. Pencereyi biraz açar mısınız lütfen, burası korkunç sıcak. Çok
değil, çünkü üşüyorum da. Benim fikrim hem basit, hem verimli. Güneşte pırıl
pırıl olma hakkına sahip olmak için insan herkesi suça nasıl bulaştırmalı?
Birçok ünlü çağdaşım gibi kürsüye çıkıp insanlığa lanet mi edeceğim? Çok
tehlikeli böylesi! Bir gündüz ya da gece vakti gülüş habersizce çınlar.
Başkaları hakkında verdiğiniz hüküm dosdoğru gelip kendi yüzünüze çarpar ve
orada bazı yaralar açar sonunda. O zaman ne olur mu diyorsunuz? Pekâlâ, olan
olur o zaman. Ben, efendilerin ve onların sop alarının gelmesini b eklerken,
Kopernik gib i, b aşarıya ulaşmak için akıl yürütmeyi tersine çevirmemiz
gerektiğini keşfettim. Başkalarını mahkûm edip de hemen arkasından kendini
yargılamamak mümkün olmadığına göre, başkalarını yargılama hakkına sahip olmak
için insanın kendisine yüklenmesi gerekir: Her yargıç sonunda kefaret çektiğine
göre, ters yönde yol almak ve sonunda yargıç olabilmek için kefaretçi olmak
gerekir. Beni izliyor musunuz? Güzel. Ama daha da açık olabilmek için, nasıl
çalıştığımı söyleyeyim size.
Önce yazıhanemi kapattım, Paris’ten ayrılıp yolculuğa
çıktım; davaların eksik olmadığı herhangi bir yerde başka bir ad altında
yerleşmeye çalıştım. Dünyada böyle yerler çok, ama rastlantı, rahatlık, hayatın
cilvesi ve de belli bir nefis köreltme zorunluluğu, kanallar arasında sıkışmış,
tıkış tıkış kalab alık ve dünyanın her tarafından gelen insanların ziyaret
ettiği, sulu ve sisli bir başkenti seçmeme neden oldu. Yazıhanemi tayfalar
mahallesindeki bir barda kurdum. Limanların müşterisi çeşitlidir. Yoksullar
lüks yargı çevrelerine gitmezler, kib ar kişilerse, görmüşsünüzdür, hiç değilse
bir kez, hep kötü şöhretli yerlere saplanırlar sonunda. Özellikle burjuvaları,
yolunu sapıtan burjuvaları gözlerim; en iyi randımanımı onlarla veririm. En
ince sesleri, usta bir çalgıcı olarak, onlardan alırım.
Böylece, yararlı mesleğimi bir zamandır Mexico-City’de
icra etmekteyim. Bu meslek, deneyimini yaptığınız gibi, önce elden geldiği kadar
sık olarak herkesin önünde itiraflarda
bulunmak demektir. Enine boyuna suçlarım kendimi. Güç
değildir bu, şimdi belleğim güçlü. Ama dikkat edin, kabaca, göğsüme gümbür
gümbür vura vura suçlamam kendimi. Hayır, yumuşak yumuşak dolaşır dururum, ince
ayrımları ve konu dışı sözleri çoğaltırım, sonunda konuşmamı dinleyiciye
uyarlarım, dinleyiciyi şişiririm. Beni ilgilendiren şeylerle başkalarını
ilgilendiren şeyleri birbirine karıştırırım. Ortak özellikleri, birlikte
geçirdiğimiz deneyimleri, paylaşmakta olduğumuz zaafları, kibar tavrı, bende
hüküm süren haliyle günün adamını ele alırım. Böylelikle, herkesin olan ve de
hiç kimsenin olmayan bir portre çizerim. Kısacası, karnaval maskelerine, hani o
karşısında, “Ben bu adama rastladım yahu!” dediğimiz, hem sadık, hem
basitleştirilmiş maskelere hayli benzeyen bir maske. Portre bittiği zaman, bu
akşamki gibi, üzgün üzgün gösteririm onu: “İşte ne yazık ki ben buyum!” Suçlama
bitmiştir. Ama bu arada, çağdaşlarıma uzattığım portre bir ayna olur.
Her yanım kül içinde, ağrıdan saçlarımı yola yola,
yüzüm tırmık tırmık, ama b akışlarım delici keskin, tüm insanlık karşısında
durmuşum, utançlarımı özetleyerek, yarattığım etkiyi gözden kaçırmadan ve
“Sonuncunun sonuncusuydum ben,” diyerek. O zaman sözlerimde “ben”den “biz”e geçerim
hissedilmez bir şekilde. “İşte biz buyuz”a vardığım zaman, oyun oynanmıştır, ne
mal olduklarını söyleyebilirim onlara. Ben de onlar gib iyim, kuşkusuz, aynı
kumaştanız hepimiz. Yine de benim bunu bilmek gibi bir üstünlüğüm var, bu da
bana konuşma hakkı veriyor. Avantajı görüyorsunuz kuşkusuz. Kendimi ne kadar
suçlarsam, o kadar sizi yargılama hakkına sahibim. Daha iyisi, sizi kendinizi
yargılamaya kışkırtırım, bu da beni öylesine ferahlatır. Ah! Azizim, bizler
tuhaf, sefil yaratıklarızdır ve azıcık yaşamlarımıza geri dönsek, bizi
şaşırtacak ve kendimizi rezil edecek, çileden çıkaracak fırsatlar eksik olmaz.
Deneyin. Sizin itirafınızı b üyük bir dostluk duygusuyla dinleyeceğim, emin
olun.
Gülmeyin ! Evet, zor bir müşterisiniz siz, hemen gördüm
bunu. Ama durumu kavrayacaksınız, kaçınılmaz bir şey bu. Ötekilerin çoğu zeki
olmaktan çok, duygusaldır; hemen afallattınız onları. Zekiler için zaman
gerekir. Yöntemi sonuna kadar iyice açıklamak yeter onlara. Unutmazlar,
düşünürler onlar. Er geç, yarı oyun olsun diye, yarı şaşkınlıkla masaya
otururlar. Sizse yalnız zeki değilsiniz, görmüş geçirmiş bir haliniz de var.
Yine de şunu itiraf edin ki, bugün kendinizi beş gün öncekinden daha rahatsız
hissediyorsunuz, öyle değil mi? Şimdi, bana yazmanızı ya da tekrar gelmenizi
bekleyeceğim. Çünkü geleceksiniz, eminim bundan ! Değişmemiş bulacaksınız beni.
Hem niye değişeyim ki, bana uygun mutluluğu bulduğuma göre? İkiyüzlülükten
yerinecek yerde kabul ettim onu. Tersine ona gömüldüm ve b ütün yaşamımca
aradığım rahatı onda buldum. Aslında, önemli olanın yargıdan kaçınmak olduğunu
söylemem yanlış oldu. Önemli olan her şeyi kendimize mub ah göreb ilmektir,
zaman zaman kendi değersizliğimizi haykıra haykıra itiraf etsek de. Ben her
şeyi kendime mub ah görüyorum, yeniden, hem de bu kez gülmeden. Yaşamımı
değiştirmedim, kendimi sevmeye ve b aşkalarını kullanmaya devam ediyorum.
Ancak, hatalarımın itirafı, daha hafiflemiş olarak yeniden başlamama ve önce
doğamın, sonra tatlı bir pişmanlığın keyfini sürerek iki kez zevk almama izin
veriyor.
Çözüm yolunu bulduğumdan beri, kendimi her şeye,
kadınlara, gurura, can sıkıntısına, kine ve hatta, şu anda yükseldiğini hazla
hissettiğim ateşime bırakıyorum. Sonunda egemenliğimi sürüyorum, ama ömrümün
sonuna kadar. Yalnız benim tırmandığım ve üzerinde herkesi yargılayabildiğim
bir tepe buldum yeniden. Bazen, gecenin güzel olduğu saatlerde uzaktan uzağa
bir gülüş duyuyorum, yeniden kuşkuya kapılıyorum. Ama çabucak, her şeyi,
yaratıklar olsun, yaratılış olsun her şeyi kendi güçsüzlüğümün ağırlığı altında
eziyorum ve yeniden güç kazanıyorum.
Bu durumda, ne zaman olursa olsun, Mexico-City’yi
şereflendirmenizi bekleyeceğim. Ama şu yorganı çekin, nefes almak istiyorum.
Geleceksiniz, değil mi? Size tekniğimin ayrıntılarını bile gösteririm, çünkü
size karşı bir çeşit sempati duyuyorum. Gece boyunca onlara rezil olduklarını
öğrettiğimi göreceksiniz. Daha bu akşamdan işe başlayacağım zaten. Bundan
vazgeçemem ve de içlerinden birinin alkolün yardımıyla yere yığıldığı ve
göğsünü yumrukladığı o anlardan kendimi yoksun bırakamam. İşte o zamanlar
büyüyorum, aziz dostum, büyüyorum, özgürce nefes alıyorum, dağın üstündeyim,
ova gözlerimin altında uzanıyor. İnsanın kendini Tanrı baba hissetmesi ve kötü
yaşam ve ahlak belgeleri dağıtması ne büyük sarhoşluk! Ben, Hollanda göğünün
tepesinde, kötü meleklerimin arasında taht kurmuş oturmaktayım, Son Yargı
kalabalığının sislerden ve sudan sıyrılarak bana doğru yükselişine b
akmaktayım. Ağır ağır yükseliyor onlar, içlerinden ilkinin geldiğini görüyorum
daha şimdiden. Onun bir eliyle yarı yarıya gizlediği şaşkın yüzünde hepimizin
ortak kaderinin hüznünü ve bu kaderden kaçamamanın umutsuzluğunu okuyorum. Ve
ben, aklamadan acıyorum, b ağışlamadan anlıyorum, hele hele insanların bana
taptıklarını hissediyorum sonunda !
Evet, kıpırdayıp duruyorum, nasıl uslu uslu
yatabilirim? Sizden daha yüksek olmalıyım, düşüncelerim havaya kaldırıyor beni.
O gecelerde, daha doğrusu o sabahlarda -çünkü düşüş şafakta oluyor- dışarı
çıkıyorum, öfkeli adımlarla kanallar boyunca yürüyorum. Kurşunî mor gökyüzünde
kat kat kuştüyleri inceliyor, güvercinler biraz yükseliyor, pembe bir ışıltı,
çatıların hizasında, benim yarattığım bir yeni günü müjdeliyor. Damrak üstünde
ilk tramvay, nemli havada zilini çıngırdatıyor ve Avrupa’nın bir ucunda yaşamın
uyandığını duyuruyor, o Avrup a ki orada, aynı anda, benim uyruklarım olan elli
milyonlarca insan, ağızlarında bir acılıkla zorlana zorlana yataktan çıkıp
keyifsiz bir işe doğru yollanıyor. O zaman ben, bilmeden bana b oyun eğmiş tüm
bu kıtanın üzerinde düşüncemle süzülerek, doğmakta olan apsent tadındaki günü
içerek, sonunda kötü sözlerle sarhoş olarak mutlu oluyorum, mutlu oluyorum
diyorum size, mutlu olduğuma inanmamanızı yasaklıyorum, ölesiye mutlu oluyorum
işte! Oh! Güneş, kumsallar ve alize rüzgârları altındaki adalar, anısı insanı
umutsuzluğa düşüren gençlik!
Tekrar yatıyorum, b ağışlayın. Korkarım, coşup
kendimden geçtim, yine de ağlamıyorum. İnsan b azen s ap ıtıyor, ap açık
gerçeklerden kuşkuya düşüyor, hatta iyi bir yaşamın sırlarını keşfettiği zaman bile.
Benim çözümüm kuşkusuz en iyisi değil. Ama insan yaşamını sevmediği zaman, onu
değiştirmek gerektiğini bildiği zaman, elinde b aşka seçeneği yoktur, öyle
değil mi? Bir b aşkası olmak için en yapmalı? Olanaksız bu. Artık hiç kimse
olmamak, herhangi biri uğruna kendini unutmak gerekirdi, hiç değilse bir kez.
Ama nasıl? Bun altm ayın beni. Ben, bir gün bir kahvenin terasında elimi
bırakmak isteyen o ihtiyar dilenci gibiyim. “Ah, bayım,” diyordu adam, “mesele
kötü insan olmak değil, ama ışığı yitiriyor insan.” Evet, ışığı, sabahları,
kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.
Bakın, kar yağıyor ! Sokağa çıkmalıyım ! Beyaz gecede
uyuyan Amsterdam, karlı küçük köprüler altındaki kara yeşimtaşı kanallar, ıssız
sokaklar, boğulmuş ayak seslerim, bütün bunlar yarınki çamurdan önce geçip
giden temizlik olacak. Bakın camlara karşı kab arıp kalkan şu iri yumaklara.
Belli ki güvercinler bunlar. Bu sevgili yaratıklar sonunda yere inmeye karar
vermişler, suları ve çatıları kalın bir tüy tab akasıyla kaplıyorlar, bütün
pencerelerde çırpınıp duruyorlar. Nasıl da kaplamışlar ortalığı! Umalım ki, iyi
haber
getiriyorlardır. Yalnız seçkinler değil, herkes
kurtulacak, öyle değil mi, servetler ve zahmetler paylaşılacak ve örneğin siz,
bugünden itibaren, yerde yatacaksınız benim uğruma. Tümüyle şiir, öyle değil
mi? Haydi bakalım, itiraf edin ki, eğer gökten bir araba inip beni götürseydi
ya da kar birden alev alsaydı, donup kalırdınız. İnanmıyor musunuz buna? Ben de
inanmıyorum. Ama benim, ne olursa olsun, sokağa çıkmam gerek.
Tamam, tamam, sakin oluyorum, kaygılanmayın! Benim
duygulanmalarıma da, sayıklamalarıma da zaten pek güvenmeyin. Amaçlıdır onlar.
Bakın, şimdi bana kendinizden söz edeceğinize göre, kendi ilginç itirafımın,
amaçlarından birine ulaşıp ulaşmadığını hemen öğreneceğim. Gerçekten de,
muhatabımın polis olduğunu ve Dürüst Yargıçları çaldığım için beni
tutuklayacağını umuyorum hep. Gerisi için kimse beni tutuklayamaz, öyle değil
mi? Ama bu hırsızlığa gelince, yasanın etki alanına giriyor ve ben kendimi
suçortağı yapmak için her şeyi ayarladım; bu tabloyu saklıyorum ve her isteyene
gösteriyorum. Bu durumda beni tutuklayabilirsiniz, iyi bir b aşlangıç olur bu.
Belki de daha sonra işin geri kalanıyla uğraşanlar olur, örneğin benim kellemi
keserler, ben de artık ölmekten korkmam, kurtulmuş olurum. Toplanmış kalab
alığın üstüne o zaman siz henüz soğumamış kellemi yükseltirsiniz, onların orada
kendilerini bulmaları ve benim onlara, örnek bir insan olarak, yeniden egemen
olmam için. Her şey tamam olur ve ben, çölde b ağıran ve oradan kurtulmamı
reddeden sahte peygamberliğimi, kimsenin ruhu duymadan, sona erdirmiş olurum.
Ama siz polis değilsiniz elbet, böylesi çok basit
olurdu. Nasıl? Ah! Kuşkulanıyordum bundan işte. Size karşı duyduğum bu tuhaf
yakınlığın bir anlamı varmış meğer. Demek siz Paris’te o güzel avukatlık
mesleğini icra ediyorsunuz! Aynı türden olduğumuzu biliyordum. Hepimiz
birbirimize b enzemiyor muyuz, böyle durmadan ve muhatapsız konuşarak, önceden
cevapları bilsek de hep aynı sorularla karşılaşarak? Öyleyse, bir akşam Paris
rıhtımları üzerinde b aşınıza geleni ve nasıl yaşamınızı hiç tehlikeye atm am
ayı b aşardığınızı lütfen anlatın bana. Yıllardır gecelerimde hep çınlayıp
duran ve sonunda sizin ağzınızdan söyleyeceğim şu sözcükleri kendiniz tekrarlayın:
“Ey genç kız, kendini yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha
ereyim!” Bir kez daha, ha, amma ihtiyatsızlık! Ya söylediklerimizi hemen kabul
ediverirlerse, üstat? O zaman dediğimizi yerine getirmek gerekir. Brr!.. Su ne
kadar da soğuk! Ama yüreğimizi ferah tutalım! Artık çok geç, her zaman hep geç
olacak. Çok şükür ki öyle!