ÖNSÖZ
Tasavvuf, doğduğu
zamandan beri, pratik ve teorik olarak işlerliğini, canlılığını ve dinamikliğini
sürdürmekte ve hem halkın hem de havâssın ilgi odağı olmaktadır. Tasavvufun bir
yaşam biçimi olarak hayatın içinde daima tutunabilmesinin, başlıca iki sebebi
vardır: Birinci sebeb, tasavvufun “insan”ı yani, Allah’ın halifesini imar etme
çabasında olması; ikinci ve en önemli sebeb ise, tasavvufun insanı imar etme
çabasını Kur’an ve Sünnetten beslenerek sürdürmesidir.
Tasavvufun en büyük
gayesi, insanın halifelik sıfatına yakışır bir biçimde kemâlâta erişmesini sağlamaktır.
Bu durumda bu gayeye ulaşmak için tasavvufun en önemli konularından ikisini şöyle
ifade edebiliriz: a) Nefisle Mücâhede b) İnsanın dünya karşısındaki tutumu.
Buna göre tasavvuf, dünya hususunda bir duruş biçimi, hayatın akışı içinde ve
dünyanın aldatıcılığına rağmen; “aşkın olan”ı bilme, keşfetme ve “aşkın olan”a
ulaşma çabasıdır. Bir diğer açıdan tasavvuf, Allah’ın halifesi olarak insanın
ontolojik duruşunu; yani insanın dünyadaki varlığının ne anlama geldiğini ve
insanın dünyayla olan ilişkisinin nasıl olması gerektiğini irdeler. Bunu
yaparken, dünyayı öteleyerek arka plana itmediği gibi, dünyayı içselleştirerek
hayatın merkezine de yerleştirmez. Ancak insanın dünya ile ukbâ arasında denge
kurması gerektiğinin altını çizer.
Derinlikli düşünebilen
hemen her insan, hayatın anlamı üzerine zaman zaman zihin yormaktadır. Mesleği,
fikirleri, şartları ne olursa olsun, bütün insanlarda hayatını anlamlı kılmak,
insanlar tarafından anlaşılmak, önemsenmek ve dünyada âtıl olmaktan kendini
uzak tutmak gibi bir çaba vardır. Aslında bu çabanın temelinde yatan en büyük
sebeb, insanın içinde saklı duran “halifelik” ruhudur. Çünkü Cenâb-ı Allah
halifeliğe lâyık bularak insanı yaratmış ve yine insanı bu yönü ile diğer
canlılardan üstün bir konuma yerleştirmiştir. Bu konumlandırma sebebiyle
yeryüzündeki bütün canlılar insana hizmetçi kılınmış ve insan da Allah’ın kulu
ve halifesi olarak; Allah’ı bilmekle, tanımakla mükellef kılınmıştır. Söz
konusu bu hiyerarşi sebebiyle, her insan bilerek veya bilmeyerek hayatında bir
arayış ve bir sorgulama içindedir: Hayat, kimileri için refah içinde yaşamak;
kimileri için mutluluğu yakalamak; kimileri için ise ilahi olanı, hakikati
kavramaktır.
Hayatı anlamlı
kılabilmek için nasıl yaşamalıyız sorusu bir bilmece ise, bu bilmecenin cevabı,
ancak ilâhî olana/kutsal olana yaslanmakla bulunabilir. Yine anlaşılan odur ki,
hayatın ne olduğu, ancak insanın niçin varlık alemine/var görünen aleme geldiği,
niçin ete-kemiğe büründüğü sorusuna cevap bulmakla çözülecektir.
Sûfîler, dünya
hayatını anlamlandırma ve yorumlama hususunda, kendilerine özgü bakış açılarıyla
ün yapmışlar, insanlığa ışık tutmuşlardır. Biz de bu çalışmamızda büyük bir
sufi olan Mevlânâ’nın önemli eserlerinden Mesnevî’yi konu edindik.
Mevlânâ söz konusu eseriyle hayatı nasıl anlamlı kılacağımız hususunda bize ışık
tutar, yolumuzu aydınlatır. Ona göre her insanın dünyaya dâir bir hikâyesi
vardır ve kulluk şuurunu özümsemiş herkesin hikâyesi Allah katında ayrı bir
öneme sahiptir. Bu açıdan Mevlânâ bir sufi, bir âlim, bir mütefekkir olarak
bizi bilinçli olmaya, O’nu bilmeye/tanımaya davet eder. Bize hakikate giden
yolları işaret eder ve bizi O’nu keşfetmeye çağırır.
Bununla birlikte
çalışmamızdan kısaca bahsetmek gerekirse; bu çalışmamız ayrı başlıklar altında
beş ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde ilk olarak dünya kelimesinin
kökenini, dünyanın ilk yaratılışını, niçin yaratıldığını ve dünyanın
yaratılmasının Mevlânâ’ya göre ne anlama geldiğini aktarmaya çalıştık.
İkinci bölümde
genel olarak dünya hayatıyla ilgili âyet ve hadisleri konu edindik. Buna
ilaveten sufilerin dünya hayatıyla ilgili görüşlerini ve Mesnevî’de
geçen dünya hayatıyla ilgili tanımlamaları inceledik.
Üçüncü bölümde
genel olarak canlıların, özel olarak ise insanların dünya hayatındaki
konumlarını aktarmaya çalıştık. İnsanın dünyaya tek cevher halinde yayılmasını,
alınyazısını, doğumdan ölüme geçirdiği safhaları ve Allah’a giden yolda insanın
önündeki dünyevî engelleri ifade etmeye çalıştık.
Dördüncü bölümde
dünya hayatı karşısında Allah’ın seçkin kullarının tutumlarına ve ehli dünya
ile Allah’ın seçkin kulları arasındaki ilişkiye yer verdik.
Son bölüm olan beşinci
bölümde ise, insanoğlunun neler yaparak hayatını anlamlı ve değerli kılabileceğini,
insanın “elest bezmi”ndeki sözleşmeye sadık kalabilmesi için nasıl yaşaması
gerektiğini açıklamaya çalıştık.
Son olarak çalışmam
boyunca fikirleriyle bizi aydınlatan ve yardımlarını esirgemeyen danışman hocam
Doç. Dr. Dilâver Gürer’e, hocam Yrd. Doç. Dr. Hülya Küçük’e ve çalışmamı
kontrol ederken yardımlarını esirgemediği için Dr. Mustafa Genç’e teşekkürü
borç bilirim.
Abdullah KUŞLU
KONYA -2006
GİRİŞ
I.
HAYATI
ve ŞAHSİYETİ
Mevlânâ, 6
Rebîülevvel 604’te (30 Eylül 1207) Belh’de dünyaya gelmiştir.[1]
Mesnevî’nin girişindeki kayda göre, adı Muhammed b. Hüseyin
el-Belhî’dir. Lakâbı Celâleddîn olup, ‘efendimiz’ anlamına gelen ‘Mevlânâ’
unvanı ise, kendisine gösterilen saygı ve sevgiyi ortaya koymak ve onun değerli
bir şahsiyet olduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Diğer yandan Anadolu’ya
nisbetle ‘Rûmî, Mevlânâ-î Rûm, Mevlânâ-î Rûmî’; müderris olduğu için, ‘Molla
Hünkâr, Mollâ-yı Rûm’; doğum yerine izafeten ise, Belhî olarak da anılmaktadır.[2]
Bahâeddin Veled’in
Belh’ten ayrılış sebebi ve Mevlânâ’nın Konya’ya geliş tarihi ile ilgili olarak
kaynaklarda değişik rivayetler vardır. Ancak Bahâeddin Veled’in Belh’ten
ayrıldığı sırada Mevlânâ’nın beş yaşında olma ihtimali yüksektir. [3]
Bahâeddin Veled’in Belh’ten sonraki yolculuğu hususunda da değişik rivayetler
olmakla birlikte,[4]
onun Konya’ya gelişi 618 /1221 tarihine tekâbül etmektedir. [5]
Mevlânâ, Konya’ya
gelmeden önce Larende (Karaman)’da bir süre kalmış ve orada on yedi veya on
sekiz yaşlarında Şerafeddin Lâlâ olarak bilinen Semerkantlı bir âlimin kızı
olan Gevher Hatun’la evlenmiştir. Bu evlilikten Sultan Veled ve diğer oğlu
Alâeddin dünyaya gelmiştir.[6]
Gevher Hatun’un vefatından sonra evlenmiş olduğu Kirâ (Kerrâ, Gerâ) Hatun’dan
ise, Muzafferüddîn Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya gelmiştir.[7]
Küçük yaşlardan
itibaren, Sultânu’l-Ulemâ unvanıyla anılan babası Bahâeddin Veled’ten
(ö.628/1231) tasavvufî açıdan etkilenmiş olan Mevlânâ, yine
çocukluk ve gençlik yıllarında, babasının yakın ilişkisinden dolayı Kübreviyye
Tarikatı’nın gölgesinde yetişmiştir.[8]
Babasının
vefatından sonra Mevlânâ’nın terbiyesi ile Burhâneddîn-i Tirmîzî (ö.639/1241)
ilgilenmiştir. [9]
Coşkun bir sûfî olduğu için ‘Fahru-l- Meczûbîn’ lâkabıyla övülen,[10]
Burhâneddîn-i Tirmîzî Mevlânâ’ya dokuz yıl mürşitlik etmiş, onu hemen tutuşmaya
hazır bir çıra hâline getirmiştir.[11]
630/1233 yılında
Mevlâna’nın Burhâneddîn-i Tirmizi ile bir yolculuğa çıktığı anlaşılmaktadır.
Birlikte Konya’dan Kayseri’ye kadar gitmişler, Burhâneddîn-i Tirmizi orada
kalmış, Mevlana ise Halep’e gitmiştir. Halep’te birkaç medresede ders gördükten
sonra Şam’a geçmiş, Mukaddemiyye Medresesine yerleşmiştir. Sipehsâlâr
Mevlânâ’nın başta Arap Dili ve Edebiyâtı, Lügat, Fıkıh, Tefsir ve Hadis gibi
ilimlerin yanında aklî ve naklî ilimlerden icazet aldığını ve onun Şam’da
Muhyiddin İbnü’l -Arabî, Sa’deddîn-î Hammûye, Osmân- ı Rûmî, Evhadüddîn-i
Kirmânî ve Sadreddîn-i Konevî ile uzun müddet sohbet ettiğini bildirir. 12
Mevlânâ Şam’da bir süre kaldıktan sonra Konya’ya dönmüş13 ve
Burhâneddîn-i Tirmîzî’nin vefatından sonra başta fıkıh olmak üzere İslâmî
ilimler üzerine dört yıl kadar ders vermiştir.14
Mevlânâ, Burhâneddîn-i Tirmîzî’nin vefatından beş yıl sonra halk arasında Şems-i Perende (Uçan Şems) lâkabıyla anılan Şems-i Tebrîzî (ö.645/1247) ile Konya’da karşılaşmıştır. Kaynaklarda Şems-i Tebrîzî’nin soy şeceresi ve nerede doğup büyüdüğü ile ilgili çok fazla bilgiye rastlamak mümkün değildir. Bununla birlikte O’nun Tebriz şehrinde sepet ve zenbil örücüsü Ebû Bekr-i Tebrîzî’nin müridi olduğu15 ve derin melâmet anlayışından kaynaklanan çoşkun tavırlarıyla halk nazarında dikkat çektiği bilinmektedir.[12] Mevlânâ, Şems ile karşılaşmasından sonra, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakmış, halkla tamamen ilgisini kesip, bütün zamanını onunla sohbet ederek geçirmeye başlamıştır.[13] Artık Mevlânâ, ders halkaları ve ilmî münâzaralarla meşgul olmak yerine, semâ ederek coşkun ve cezbeli bir yaşayış içindedir.[14]
Mevlânâ’nın hemen
hemen bütün zamanını Şems ile birlikte geçirmesi ve halkla çok fazla
ilgilenememesi; halkın Şems’e karşı kıskançlık duymasına ve ona olumsuz tavır
takınmasına sebep oldu. Halkın kendisine olumsuz duygular beslediğini ve
önyargılı yaklaştığını hisseden Şems-i Tebrîzî 21 Şevval 643 (9 Mart 1246) Perşembe
günü[15]
Konya’yı sessizce terk etmek durumunda kaldı. Şems’e içli mektuplar yazan[16]
Mevlânâ Şems’in Şam’da olduğunu öğrenince onu getirmesi için Sultan Veled’i Şam’a
gönderdi.[17]
“On beş ay ayrılıktan sonra Şam’dan tekrar Konya’ya dönen Şems, bazı
rivayetlere göre artan tepkiler sonucu bu kez öldürülmüştür.”[18]
Şems’in öldürülmesi 5 Şaban 645 (5 Aralık 1247 ) tarihine tekabül etmektedir.[19]
Bir müddet sonra Şems’in
vefatını kabullenen Mevlânâ, önceleri Şems’e beslediği sevgi ve muhabbeti bu
sefer Kuyumcu Selâhaddin’e (ö.657/1258) beslemeye başlamıştır. Kuyumcu
Selâhaddin ümmî olmakla birlikte; Mevlânâ’ya mürşidlik eden Burhâneddin-i
Tirmîzî’den (ö.639/1241) feyz almış ve Şems’in sevgisini kazanmış olup riyâzâta
düşkünlüğüyle tanınan birisiydi.[20]
Ancak on yıllık bir zaman diliminden sonra, Selâhaddîn bir hastalığa yakalanmış
ve Aralık
1258’de vefat etmiştir.[21]
Mevlânâ, Selâhaddîn’in vefatından sonra, hilafet makamına Hüsameddin Çelebi‘yi
(ö.682/1284) geçirmiştir.[22]
“Mevlânâ Hüsâmeddin
Çelebi’nin hilafet makamına geçişinden, Sultan Veled’e (ö.711/1312) göre on,
Sipehsalar’a göre dokuz yıl sonra rahatsızlanarak 5 Cemâziyelâhir 672 (17
Aralık 1273) tarihinde vefat etti.”[23]
Cenaze namazı, taşınması, defnedilmesi her din ve zümreden halkın katıldığı bir
törenle gerçekleşti. Mevlânâ vasiyet etmiş olduğu halde Sadreddîn-i Konevî’nin
ağlamaktan namazı kıldıramadığı ve bunun üzerine namazı Kadı Serâceddin’in
kıldırdığı bilinmektedir.[24]
“Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma
vakti olarak tanımlaması sebebi ile ölüm gününe “şeb-i arûs” (düğün gecesi)
denmiş ve ölüm yıldönümleri bu adla anılagelmiştir.”[25]
II.
ESERLERİ
1-
Dîvân-ı Kebîr: “Gazellerden ve rubâilerden meydana gelen eser çok geniş hacme
sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî
mahlasları kullanıldığından Dîvân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla
anılmaktadır.”[26]
Mevlânâ’nın şiirlerinden oluşan bu büyük dîvânın basma nüshasında Mevlânâ’ya
ait olmayan şiirler de vardır.[27]
“Dîvân-ı Kebîr’i;
R. A. Nicholson İngilizce’ye, Mithat Baharî Beytur ve Abdülbaki Gölpınarlı
Türkçe’ye tercüme etmişlerdir. Dîvan’da yer alan rubâîler, Dîvân-ı Rubâiyyât
adıyla ayrı bir kitap haline getirilmiş, birkaç kere Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Bütün rubâîleri (1765 rubâî) içine alan tercüme de Abdülbaki Gölpınarlı’ya
aittir.”[28]
2-
Mesnevî:
Birçok Dünya diline çevrilmiş ve şerh edilmiş olan[29]
“Mesnevî, tasavvufi düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslâm
kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır.”[30]
Anadolu’da Mesnevî’nin ilk mütercimi Gülşehrî olmakla birlikte Süleyman
Nahîfî tarafından ise ilk tam Türkçe manzum tercümesi yapılmıştır. En çok
kullanılan tercümesi Veled İzbudak’ın Veledî nüshasına dayandırdığı
çevirisidir. Abdülbaki Gölpınarlı tarafından gözden geçirilen ve eklemeler
yapılan eser Maarif Velâleti tarafından basılmıştır.[31]
Mesnevî’nin Anadolu’da ilk tam şerhi Farsça olarak
Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Efendi tarafından yapılmıştır. Türkçe şerhlerin
içinde İsmâil Rusûhî Ankaravî’nin Mecmûatü’l-letâif adlı şerhi en muteber
olanıdır. Abdülmecid Sivâsî’nin 1328 beyitlik, İsmâil Hakkı Bursevî’nin 738
beyitlik, Âbidin Paşa’nın birinci cildi ihtiva eden şerhi olmakla birlikte
Ahmed Avni Konuk’un şerhi tam şerhtir. Tâhirülmevlevî’nin (Tahir Olgun) ilk
dört cilt ile beşinci ciltten 1000 beyit kadar şerh edebildiği ve kalanını Şefik
Can’ın şerhettiği eser ise 18 cilt halinde basılmıştır. Mesnevî şerh
geleneğinin son halkası ise Abdülbaki Gölpınarlı’nın şerhidir.[32]
“Mesnevî,
Mevlânâ’nın hayatının bir semeresi olduğundan ve didaktik bir gaye güdüldüğünden,
sûfînin seyr-u sülûkuna ve geçirdiği manevî tekâmül mertebelerine dair içeriği
ile dikkat çekmektedir.”[33]
3-
Fihi Mâ Fîh: Kendisi hayatta iken oğlu Sultan Veled veya bir başka
müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden
meydana gelen eserin dili,[34]
halk Farsça’sıdır ve hiç tekellüf yoktur.[35]
Altmış bir bölümden oluşan bu eserin Türkçe’ye tercümesi Meliha Anbarcıoğlu
tarafından yapılmıştır.[36]
4-
Mecâlis-i Seb’a: Mevlânâ’nın vaaz ve sohbetlerinden oluşan eserde konuyla
ilgili ayet ve hadislerin yanında Senâî, Attâr gibi şairlerin şiirlerine de yer
verilmiştir.[37]
Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesi’ndeki nüshası esas alınarak Feridun Nafiz Uzluk
tarafından iki defa neşredilmiştir. Ayrıca Mevlânâ Müzesi’ndeki nüshası esas
alınarak Tevfik Sübhânî tarafından neşredilmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı bu
nüshayı esas alarak Türkçe’ye çevirisini yapmıştır.[38]
5-
Mektûbât: Bu eserde Mevlânâ’nın farklı sebeplerle çeşitli kimselere
yazdığı mektupları bulunmaktadır. Bunların bir kısmı yakınlarına, çocuklarına
ve müridlerine gönderdiği mektuplardır. Çoğu ise yöneticilere yazılmıştır.[39]
İlk kez Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki nüsha esas alınarak Feridun Nafiz Uzluk
tarafından neşredilmiş olan eserin en güvenilir olanı Tevfik Sübhânî’nin Konya
Mevlânâ Müzesi’ndeki 751 (1350) tarihli nüshayı esas alarak yaptığı neşirdir.
Abdülbaki Gölpınarlı değişik kütüphanelerdeki altı nüshayı karşılaştırarak
eseri Türkçe’ye çevirmiştir.[40]
Evrâd-ı Kebîr ve
Evrâd-ı Sagir-i Hazret-i Mevlânâ adıyla bir arada basılan küçük ve büyük olmak
üzere iki evrâd daha vardır ki bazı dua ve süreleri ihtiva edip Mevlânâ’ya
nisbet edilmektedir. Traşnâme, Aşknâme, Risâle-i Âfâk-u Enfüs gibi bazı manzum
eserlerle birlikte Risâle-i Akâid, Âfâk-u Enfüs, Hâbnâme gibi bazı mensur
eserler de Mevlânâ’ya nisbet edilmekle birlikte bu eserlerin muhtevâ açısından
Mevlânâ’ya aidiyeti de şüphe taşımaktadır.[41]
III. FİKRİ YAPISI
Mevlânâ’nın düşünce
ve fikirlerini sağlıklı bir şekilde anlayabilmek ve irdeleyebilmek için
öncelikle vurgulanması gereken şu olmalıdır: “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, her şeyden
önce müslüman bir mutasavvıftır. Şâir, edip, musikîşinas, müderris gibi
vasıfları da bu iki temel vasfı takip etmektedir.”[42]
Bu açıdan onun dînî-tasavvufî fikirlerinin temel kaynağının Kur’an ve sünnet
olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Mevlânâ’nın düşünce
dünyası son derece derinliklidir. Çünkü “O tefekkürü; din, ilim, felsefe ve
tasavvuf süzgecinden geçirmiş; îman ve sevgi potasında eritmiş; neticede kelâm
ilminin tartışmalarına çözüm bulan, ehl-i sünnet inancına uygun, zaman ve
mekânla aşınmayan sağlam bir tefekkür sistemi ortaya koymuştur.”[43]
Bu sebeple onun düşünce dünyası ayrı bir inceleme ve çalışma gerektirmektedir.
Ancak biz çalışmamız gereği onun düşüncelerine kısa maddeler halinde değinmeyi
uygun buluyoruz:
1.
Aşk: Mevlânâ’ya göre aşk, mahlûkatın yaratılışının temel
sebebi ve hayatın özüdür. Şâyet aşk olmasaydı yeryüzünün âhengi bozulur, düzeni
altüst olurdu. Bu sebeble aşkın en ileri noktası olduğu için Allah aşkı her şeyin
önünde gelmektedir. Mâdemki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan
Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde bir değere sahiptir.[44]
Mevlânâ’ya göre insanlar kibir, kıskançlık vb. kötü huylardan yalnızca ilâhî aşkla
kurtulabilirler.
2.
İnsan: Mevlânâ’ya göre insan yaratılmışların içinde en değerli
varlıktır. Çünkü insan meleklerin bile vâkıf olmadığı ilimlerle donatılmış[45]
ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak;
“Andolsun ki, biz insanı üstün kıldık.”[46]
âyetiyle insanoğlunun bu üstünlüğünü vurgulamıştır.[47]
“Madde itibâriyle çok zayıf olan insan, mânâ itibâriyle muazzam bir
kudrete sahiptir ve bu kudret madde üzerinde tasarruflar yapar.”[48]
3.
İlim: Mevlânâ ilme çok büyük değer verir. Ancak Mevlânâ’nın
değer verdiği ilim insanı Hakk’a götüren ilimdir. Ona göre insana yaratılış gayesini
hatırlatmayan ilim; ilim değildir.
4.
Şiir: Büyük bir sufi, büyük bir mütefekkir olarak bilinen
Mevlânâ aynı zamanda iyi bir şâirdir. Ancak o kendini bir şâir olarak kabul
etmemekte ve şiire yönelmesinin asıl sebebini şiirin Anadolu’da kabul
görmesiyle açıklamaktadır.[49]
Bilinmesi gereken bir husus da Mevlânâ’nın şiiri daha çok bir eğitim
aracı olarak kullandığı ve öğütlerini şiirin altın tepsisi içinde sunduğu
hususudur.[50]
5.
Semâ: Mevlânâ’ya göre semâ, ruhu kuvvetlendiren bir nizam
ve intizam dâiresidir. Semâda edep ve erkan, hendese ve âhenk vardır. Semâda
herhangi bir oyundaki başıboşluk ve kaos bulunmaz. Gökyüzünde milyonlarca
yıldız, gezegen nasıl nizam ve intizam içinde birbirleri etrafında dönmekte ise
semâzenler de aynı nizam ve intizam içinde dönmektedirler.[51]
6.
Akıl: Mevlânâ aklı, küllî ve cüz’î akıl olmak üzere ikiye
ayırır. Küllî akıl, mutlak varlığın zuhuru olup Hakikat-ı Muhammediye olarak
isimlendirilen akıldır. Cüz’î akıl ise insanın ferdi aklıdır.[52]
Küllî akıl her şeyi bilen, ortaya çıkarandır. Küllî akıl öğretmendir, cüz’î
akıl ise her zaman ve zeminde öğrenmeye muhtaçtır.[53]
Mevlânâ zaman zaman cüz’î aklı övmekle birlikte, Allah’a akıl ve kıyasla ulaşmanın
mümkün olmayacağını vurgular. Ona göre Allah’a ulaşmanın yolu aşktan
geçmektedir.[54]
7.
Ahlâk: Mevlânâ bir toplumun fertlerinin huzurlu ve mutlu
olması için güzel ahlâkla donanması gerektiğini belirtir. Ancak insan
üzerindeki tesirlerinin yansıması için, güzel ahlâk insanın özüne, kalbine
yerleşmeli ve gösterişten arınmış olmalıdır. Bunun için de hırs, kıskançlık,
kibir, yalan, haset v.b. kötü huyların terkedilmesi zaruridir.[55]
8.
İbadet: İslâmın temel prensiplerine son derece bağlı olan
Mevlânâ, insanın yaratılış gayesini; “Ben cinleri ve insanları ancak bana
kulluk etsinler diye
yarattım.” [56]
âyetiyle ele almaktadır. Bu durumda insanın yaratılmasındaki temel gaye Allah’a
kulluk etmektir. Allah’â inanmanın ve Allah’ı sevmenin en bariz göstergesi ise
ibadetlerdir. Bununla birlikte Mevlânâ’ya göre Hakk’a ibadet edilmesi kadar
önemli olan bir husus da ibadetin samimiyet ve ihlastan yoksun olmamasıdır.[57]
9.
Kader-İrâde: Kelam ilminin konusu olan kader-irâde konusu
her zaman tartışılagelmiştir. Bu hususta bazıları insanın fiillerinde
ihtiyarının olmadığını, dolayısıyla insanın yaptıklarından sorumlu olmayacağını
öne sürmüşlerdir ki, bu fikri taşıyanlara cebrî denilmiştir. Bunun aksine
insanın bütün fiillerinde ihtiyar söz konusu olduğunu kabul edenler de her şeyin
insanın elinde olduğu inancına kapılarak kaderi inkâr etme durumuna gelmişlerdir.
Mevlânâ kader ve irâde konusunda ifrat ve tefrite düşmeden ortaya yolu tutmuş,
hem insanın fiillerinde ihtiyarın söz konusu olduğunu hem de ilâhî takdirin
varlığını savunmuştur.[58]
Sonuç itibâriyle
Mevlânâ’nın Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin fikirlerinden etkilenip etkilenmediği
hep tartışıla gelmiştir. Bazıları İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ’nın düşünce
sistemini iki farklı kutup diye takdim ederken; bazıları da İbnü’l- Arabî’nin
irfan ehline hitap eden fikirlerini Mevlânâ’nın halkın seviyesine indirgeyerek
anlaşılır kıldığını savunmuş; bir kısım da İbnü’l-Arabî’nin Mevlânâ üzerinde
kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.[59]
I. BÖLÜM
DÜNYANIN YARATILMASI VE YARATILMASININ
HİKMETLERİ
I. DÜNYANIN YARATILMASI
Dünya, “yakın
olmak” anlamındaki “dünüv” kökünden türemiş bir kelimedir ve “en yakın”
anlamına gelen “ednâ” kelimesinin müennesidir. “Kur’an’da âhiret ve âhiret
hayatının karşılığı olmak üzere çok defa, ‘yakın hayat’ anlamındaki
el-hayâtü’d-dünyâ tamlamasında hayat kelimesinin sıfatı olarak, bazen de
belirli şekliyle isim olarak kullanılmıştır. Kur’an’da yer ve yeryüzü için arz
kelimesi kullanılmış, şu anda yaşanılan hayata ‘el-hayâtü’d- dünyâ, âcile,
ûlâ’; sonraki hayata ‘ukbâ, dârü’l-karâr’ gibi isim ve sıfatlar da verilmiştir.
Böylece Kur’an-ı Kerim’de arz coğrafî, dünya ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak
yer almış; dünya kötülenir veya hafife alınırken kozmik varlığı değil burada
sürdürülen ve âhiret kaygısını geri planda bırakan hayat tarzı kastedilmiştir.
Dünya sahih hadislerde de bu anlamda kullanılmıştır.”[64]
“Yeryüzü ile burada
yaşanan hayat arasında yakın bir ilişki bulunduğundan zamanla dünya kelimesi
sıfat olma özelliğini kaybederek yerkürenin ismi haline gelmiş ve ‘ay altı
varlık alanı, bu âlem, güneş sistemindeki gezegenlerden biri, yer küresi’ şeklinde
tarif edilmiştir.”[65]
Bu sebeple “yerküre” olarak sufilerin nazarında ve Mesnevî’de dünyanın
yaratılmasının ne anlama geldiğine kısaca değinmekte fayda görüyoruz.
İslâmî-Tasavvufî
kanaate göre hiçbir şey yaratılmadan önce ezelde sadece Allah vardı. “Fakat
yer, gök, zaman, mekân, hülâsa hiçbir şey yaratılmamıştı. Yalnız varlıkların
âyân-ı sâbitesi, yâni ne şekilde yaratılacağı, taslağı, planı Allah’ın indinde
vardı. Sonra, zaman, mekân v.b. eşya yaratıldı. Zamansızlıktan zaman,
mekânsızlıktan mekân yaratıldı”[66]
diğer bir deyişle:
“Allah bildiğini
ortaya koymadıkça, âdeta ilahi tasavvur, ilahi plan olan âyân-ı sabiteyi
meydana çıkarmadıkça da, cihana doğurma dert ve zahmetini vermedi.”[67]
İşte Mevlânâ’nın
nazarında dünyanın yaratılması; mahlûkâtın âyân-ı sâbitesinin meydana çıkması,
Allah’ın bildiği şeyleri apaçık ortaya dökmesi anlamına gelmektedir. Buna göre:
“Ey kurtuluş yolu,
kurtuluş çâresi arayan kişi! Gözünü mekânsızlığa, yâni zamandan da,
mekândan da
münezzeh olan Allah’a çevir. Ölmek üzere olan bir adamın gözü nasıl rûhuna
çekilir onu izlerse, sen de öyle yap.
Bu dünya
cihetsizlik âleminden meydana gelmiştir. Bu dünyaya “lâmekan” (=yersizlik)
âleminde muvakkat bir yer verilmiştir.
Daha dünyada iken Allah’ı bulmak ve Allah’ın en
yakını olmak istiyorsan, var gibi görünen bu hayal âleminden, bu fânî âlemden,
bize yok gibi görünen mânâ âlenine, sonsuzluk âlemine geri dön.
Bize yok gibi görünen, yokmuş gibi gelen o
âlemden ürkme, korkma. Çünkü o yokluk mânâ âlemidir. Gelir yeridir. Kazanç
yeridir. Şu var gibi görünen âlem ise, hayâl âlemidir. Madde âlemidir. Az çok
masraf yeri, gider yeridir. Burada ömür harcanır.
Mademki Allah’ın yaratma yerinin, sanatının
tezgâhı yokluktur; yokluktadır. Bu yüzdendir ki, yokluğun dışında olan şu
varlık âleminde (=maddî âlemde) ne varsa hepsi değersizdir.”[68]
Mevlânâ’ya göre her
sanat, her hüner arazdan meydana gelir. Bir terzinin diktiği gömlek, bir aşçıbaşının
yaptığı yemek, bir mühendisin inşa ettiği bina v.b. bir arazdan bir düşünceden
meydana gelir. Bunun gibi dünya da yaratılmadan önce bir araz, bir düşünce
olarak mevcuttu. Netice itibariyle dünyanın yaratılması da baştan sona küll-î
aklın düşüncesinden ibarettir. Buna göre:
“Evlere köşklere bak, bunlar da yapılmadan
önce, mühendisin zihninde, düşüncesinde masala benzerlerdi.
Hoşumuza gittiği için seyrettiğimiz, sofası
düzgün, tavanı kapısı uygun bir şekilde yapılmış filan ev, mühendisin zihninde
var idi.
Mühendisin zihnindeki o a’raz, o düşünce
aletleri hazırladı. Ormanlardan kesilen direkleri
getirdi. Böylece ev yapılıp, meydana çıktı.
Her sanatın her hünerin aslı, temeli, mayası
hayalden, a’razdan, düşünceden başka nedir?
Dünyanın bütün cezalarına bir maksat gütmeden
bak, hepsi de a’razdan başka bir şeyle meydana gelmemiştir.
Önce düşünce vardır. Sonra bu düşünce işe
çevrilir. İşte kendini gösterir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil.
Yani kâinatı yaratan Allah, önce kâinatı yaratmayı irade buyurmuş, sonra
icabına göre yaratmıştır.
Meyveler, önce gönül düşüncesinde tohum
halindedir. Sonra meyve olarak meydana çıkar, görünür.
Sen bir işe girişip, bir meyve fidanı dikince,
sonunda meyvenin meydana gelmesi yolunda ilk harfi okudun, yani ilk adımı
attın.
Gerçi fidanın kökü, dalları, yaprakları, önce
vardı. Ama, onların hepsi de, meyve vermek için var olmuşlardı. Bu sözler, bu
söyleyişler hep a’razları anlatmak için; bu aslandan, bu kurttan bahsediş de
öyle.
Bütün âlemler a’raz idi. ‘İnsanın ezelde
anılmaz, bahsedilmez bir zamanda bulunduğu haberi, ona gelmedi mi?’âyeti bu
manayı bildirmek için geldi.
Bu a’razlar neden
doğar? Şekillerden, suretlerden. Şekiller neden doğar? Düşüncelerden.
Aslında bu dünya
‘küllî aklın’ düşüncesinden ibârettir. Akıl padişaha benzer; şekiller, suretler
onun elçileri, peygamberleri gibidir.”[69]
Sufilere göre
dünyanın yaratılmasının sırlarından birisi de “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmeyi istedim, halkı yarattım...”[70]
hadisinde saklıdır. Bu hadis ile dünyanın dolayısıyla insanın yaratılmasının
anlamını daha iyi anlayabiliriz. Çünkü mahlûkat yaratılmadan önce ezelde
yalnızca O vardı. O bir hazineydi, ululuğunun ve rablığının gizliliğini
bildirmeyi istedi. Bilinmezlik perdesini yırtarak güzelliğini ve sırlarını açığa
vurmayı irade etti. Bu sebeple yeryüzünü sayısız nimet ve güzelliklerle
donattı. Nasıl deniz coşmakla köpüğünü oluşturursa; Cenâb-ı Hak da bilinmeyi
istemekle kâinatı yarattı. Nitekim Mevlana bu konuda şöyle demiştir.
“Deniz coşunca coşkunluğunu köpük halinde
ortaya kor. Köpürüşü de: ‘Bilinmeyi sevdim, bilinmek istedim.’sırrını açığa
vurur.”[71]
“Oğlum, sen bütün dünyayı ağzına kadar ilimle,
güzellikle dolu bir testi bil,
Şanı ve kudreti pek yüce olan Allah, gizli bir
hazine idi. Güzelliğinden, büyüklüğünden, hadsiz hesapsız büyüklüğünden ötürü
gayb perdesini yırttı. Ve kara topraktan ibâret olan şu dünyayı sayısız
varlıklarla, güzelliklerle, hesapsız nimetlerle doldurdu da göklerden daha
parlak bir hale getirdi.
Gerçekten de Allah gizli bir hazine iken
bilinmeyi istedi. Güzelliklerle dopdolu olduğundan coşup taştı ve toprağı
atlaslar giyinmiş bir sultan gibi süsledi, donattı.”[72]
İnsan, Cenâb-ı
Hakk’ın gayp perdesini yırtıp dünyayı sayısız güzelliklerle, nimetlerle
donatması karşısında sükût etmelidir. Çünkü söylenen her söz O’nun sınırsız
kudreti ve büyüklüğü karşısında aciz kalacaktır. O’nun güzelliklerini
kelimelerle ifade etmeye çalışmak boşuna çabalamak, boşuna yorulmaktır. O’nu
anlatmak için sarfedilen her söz O’nu perdelemek demektir. “Cenâb-ı Hakk’tan,
onun güzel eserlerinden bahsetmek, Hakk’ın kendi güzelliğini göstermekte olduğu
pencereyi kapatmak gibidir. Bu hususta söz söylemek, O’nun hakîkatini
göstermeye kalkışmak,
o hiddet güneşini, o gerçek güzelliği gizlemek olur ki, buna imkân yoktur.”[73]
A.
Hakk’ın
Sıfatlarının Yansıması Olarak Dünyanın
Yaratılışı
“Hak Teâlâ
dünyamızı, bütün zerâfet ve inceliğiyle ve artık bundan daha güzel olamayacak
bir şekil ve görünüşte yaratmıştır.”[74]
“Her şey Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelligâhı olduğuna göre, min vechin her
şey Hak’tır; ancak O mutlak olması hasebiyle kesretin arkasındaki vahdet,
hakikat olması sebebiyle de her şeyin üstündedir, her şeyden münezzehtir.
Hakk’a nisbetle halk, aynadaki suret, çekirdekteki ağaç, buhardaki buz v.b.
gibidir.”[75]
İnsan yeryüzünde her nereye bakarsa Allah’ın kudretine şahit olur. Her şey
Hakk’ın varlığına işarettir. Gökyüzü, güneş, ay, yıldızlar, toprak hepsi ama
hepsi O’nun sıfatlarının tecellisidir. Buna göre:
“Cenâb-ı Hak,
gözleri ma’rifet nûru ile aydın olanlara, bu dünya evinin altı yüzünü, kendi
âyetlerinin mazharı
kıldı. Onlar nereye bakarlarsa Hakk’ı görürler!
Gözleri mânen aydın olanların hangi hayvana,
hangi bitkiye bakarlarsa baksınlar, Rabbin
güzelliğinin bahçelerinden mânevî gıdalar
almalarını diledi.
Bundan dolayı da Hak âşıklarına; “Nereye
dönerseniz dönün, orada O’nun yüzü, O’nun sıfatı vardır.”diye buyurdu.
Susar da bir bardak su içerseniz, suyun içinde
de Hakk’ı görürsünüz! Fakat Hak âşığı olmayan kişi, suyun içinde kendisini,
kendi sûretini görür!
Âşık’ın varlığı Hak’ta fânî olursa, acaba âşık
suda kimi görür?
Ay nasıl suya akseder, suda görülürse, âşıklarda
güzellerin yüzlerinde Hakk’ın güzelliğini görürler!”[76]
Dünyadaki bütün
güzellikler ve nimetler Hakk’ın sıfatlarının yansıması olduğu gibi; sıkıntılar,
dertler de Hak’tandır. Nitekim yeryüzünde barışın hâkim olduğu zamanlar gibi,
savaşın hâkim olduğu zamanlar da mevcuttur. Halkların birbirlerine kardeşlik,
muhabbet, sevgi duyması kadar birbirlerinden nefret etmesi, birbirleriyle didişmesi
ve savaşması da yeryüzünde eksik olmaz. Neticede huzur ve mutluluk gibi,
sıkıntılar ve dertler de hayatın birer parçası ve kâinatın işleyişinin gereğidir.
Çünkü kâinatta olan biten her şeyde bizim vâkıf olamadığımız ancak Hakk’ın
bildiği nice hikmetler gizlidir. Buna göre:
“Halkın didişmesi,
çekişmesi hep güzellik içindir. Yapraksız bulunmanın güzelliği, süsü; Tûbâ ağacının
nişanıdır. Yani yoksulluk azığı, mutluluk belirtisidir.
Halkın hiddeti,
öfkesi, savaşı uzlaşmak, barışmak içindir. Rahatı tuzağa düşürecek, yani elde
edecek olan rahatsızlıktır.
Her tokat, okşamak
için vurulur; her şikayet insana şükretmeyi anlatır.”[77]
Mevlânâ’ya göre
insan her şeyin Hakk’ın sıfatlarının yansıması olduğunu, Hak’tan geldiğini
idrâk edemez. İnsan mutluluğu da, hüznü de, iyiliği de, kötülüğü de kendine bağlar.
Her şeyi kendi yapıp ettikleriyle ilintilendirir de, Hakk’ı kendi benliğiyle
perdeler. Mutlulukta hüzün, hüzünde mutluluk saklandığını ve hikmete dayanmayan
hiç bir şey olmadığını bilemez. Böylece olan bitenin O’nun sıfatlarının
yansıması olduğunu unutur. Bunu vurgulayarak Mevlânâ şöyle der:
“Ey kerem sahibi!
Sen cüz’den küllün kokusunu al! Ey hikmet sahibi, sen de zıddın kokusunu, yani
kötülüklerden iyilik, mutsuzluklardan mutluluk kokusu al!
Zavallı insan!
Kendini gereği gibi bilemedi, tanıyamadı. Çok ötelerden, yücelerden ezel
âleminden geldi; bu noksanlar âlemine, bu kirli dünyaya düştü.
İnsan kendisini
ucuza sattı. O değerli atlas kumaş gibiydi; kendini bir hırkaya yamadı.”[78]
B.
Dünyanın
Her An Yenilenmesi
Mevlânâ’ya göre
Cenâb-ı Hak, dünyayı yarattıktan sonra daima dünyayı düzenler ve yeniler. İnsanlar
fark etmese de dünya aralıksız değişim içindedir. “Mutlak vücûd her an tecelli etmekte
ve her tecelli derhal zâil olarak yerine yenisi gelmektedir. Bu var ve yok olma
arasındaki zaman pek kısa olduğu için tecelli ötekine bitişik gibi görünmekte
ve hissedilmektedir. Kur’an’da buna ait ayetler vardır. ‘Allah her gün bir şe’ndedir.’[79]
meâlindeki âyet, tecellide tekrar olmadığını ve her giden tecellinin yerine
onun aynı değil misli geldiğini te’yid eder. Çünkü tekrar acizden gelir,
mislini icad etmek ise yeni bir yaratma kudretine delalet eder.
Bu hususta sinema şeridindeki
görüntüleri algılamadaki gözün yanılması bir misal olarak gösterilebilir. Şeritteki
tek tek fotoğraflar, gözün algılamadaki kabiliyetini aşan bir sür’atle peşpeşe
geldiği ve kaybolan her resmin yerine bir benzeri resim getirildiği için göz
bunu devamlı imiş gibi algılamakta, film kareleri arasındaki boşlukları ve bir
film karesinden diğerine geçişteki zaman dilimini ve yeni sûreti ayrı olarak
algılayamamaktadır.” [80]
Mevlânâ’ya göre de
Cenâb-ı Hak o âlemden bu âleme kervanlar gönderir. İlkbahar mevsiminde ağaçlar
çiçek açar, otlar biter ve dünya tazelenir; sonbahar olunca ağaçlar ölür ve yok
olur. Kimileri ölmektedir, kimileri de doğmaktadır. İşte bütün bunlar dünyanın
her an yenilendiğinin işaretleridir:
“Aman ya Rabbi! Her
an yokluk âleminden, varlık âlemine katar katar yüz binlerce kervanlar gelir
durur.
Sonbahar gelince, o yüz binlerce dal, o yüz binlerce
yaprak, bozguna uğrar da ölüm denizine batar gider.
Siyahlar giyinmiş kargalar, ölülere ağlayan kadınlar gibi,
solmuş, perişan olmuş gül bahçesinde, yeşilliklerin yok oluşuna ağlar dururlar.
Tekrar varlık âleminin sultanından, yokluğa; ‘Yutmuş olduğun
şeyleri geri ver.’diye ferman gelir.”[81]
“Göklerde ve yerde bulunanlar, her şeyi O’dan isterler.
Çünkü tüm varlıklarını O’na borçludurlar. Cenâb-ı Hak, her gün, her an yeni bir
iştedir. ‘Kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür. Bir hali giderir, başka
hali getirir.’âyetini oku da, Allah’ı kesinlikle işsiz, güçsüz sanma.
O’nun en hafif, en basit işi, her gün bu dünyaya üç ordu
yollamasıdır.
Bir orduyu doğacak çocukların döllenmesi için babaların
bellerinden anaların rahmine gönderir.
Bir ordu da, dünya erkek ve dişilerle olsun diye,
rahimlerden yeryüzüne gönderdiği çocuklar ordusudur.
Cenâb-ı Hak bir orduyu da herkes yaptıklarının karşılığını
görsün diye yeryüzünden, ötelere, ecel tarafına gönderir.”[82]
Mevlânâ’ya göre,
Hakk’ın “Rezzak” sıfatıyla tecelli etmesi de dünyanın her an yenilenmesi
anlamına gelmektedir. Çünkü mahlûkatın rızıklanması, canlıların her birinin
bazen avcı bazen de av konumunda olması demektir. Dünyanın yaratılmasından bu
yana süre gelen bu durum, dünyanın durmaksızın yenilendiğinin göstergesidir.
Mevlânâ şöyle der:
“Su içsin de, yüzlerce ot bitirsin.’ diye,
Allah’ın lûtfu, keremi toprağa görünmez boğazlar ihsan eder.
Sonra topraktan yaratılan mahlûklara boğaz
verir, dudak verir. Onlar da topraktan biten otları arayıp otlarlar.
Hayvan, toprağın otunu otlayıp semirince;
insana lokma olur, ortadan kalkar gider.
Hayvan etini yiyerek beslenen insandan da ruh
ayrılınca, insan toprağın kucağına düşer. Bu defa da toprak insanı yer.
Ben, zerreler gördüm ki, hepsi de ağızlarını
açmışlar, lokmalar bekliyorlardı. Eğer onların yediklerini söyleyecek olursam,
bahis uzar gider.
Ağaçların, bitkilerin yaprakları bile, O’nun
nimetinden rızıklanmada. Yarattığı her varlığı düşünen, esirgeyen lûtfu
dadılara da dadılık etmede.
Rızıklara bile O rızık vermededir. Çünkü bir
rızık olan buğday; rızıklanmadan, yani gıdalanmadan, nasıl olur da boy atar,
yetişir?
Bu sözün şerhine
son yoktur, söylemekle bitmez. Ben, bir parçasını söyledim, öbür parçasını da
artık sen bil, sen anla!”[83]
Dünyanın her daim
yenilenmesinde, insanoğlu için ibretler saklıdır. İlkbaharın güzelliğinden,
sonbaharın sararmış halinden, geceleyin dolunayın tatlı parlaklığından, gündüz
güneşin doğuşundan ve batışından insanlar kendilerine ders çıkarmalıdır:
“Ey üstad! Bu kevn-ü fesâd, yani oluş ve bozuluş
dünyasında ‘kevn’, yani oluş, hiledir; ‘fesâd’,yani bozuluş da dünyanın ağızsız,
dilsiz nasihatı, öğüdüdür.
Kevn (=oluş), yani varlıklar, dünya nimetleri
derler ki: ‘Ey insanoğlu; bana bağlan ki, ben kutluyum, güzelim!’ Fakat fesat
(=bozuluş) da der ki: ‘Git, benden uzaklaş; bana bağlanma ki, ben hiçbir şey değilim,
faniyim.’
Ey ilkbaharın güzelliklerini görüp dudağını
ısıran, hayran olup kalan kişi! Bir de sonbaharın
sararmış halini, soğukluğunu seyret!
Gündüz nurlar saçan güzel güneşin parlak yüzünü
görünce, bir da akşam batışı zamanında onun yorgun, hasta, kanlara bulanmış ölümünü
de hatırla!
Geceleyin gökyüzünde dolunayı gördün, tatlı
parlaklığına, solgun nurlar saçışına hayran oldun. Bir de onu ay sonunda zayıf
düşmüş, incelmiş, can vermekte iken, onun dolunay olan halini düşün! Bütün
varlıklar böyle olduğu gibi insan da böyledir. Onun da güzel hali, olgun hali,
sonra çöküşü vardır! [84]
“Kâşâni’nin
ifadesine göre: İnsan ‘âlem-i sagîr’, âlem de ‘insan-ı kebir’dir.”[85]
Bu açıdan, kâinatın yaşadığı değişimi, insan da kendi içinde yaşar. Meselâ,
insanın doğumu ile ölümü arası ilkbahar ile sonbahar gibidir. İnsan da, bazen
gündüzü bazen geceyi yaşar. Mevlânâ bunu şöyle dile getirir:
“Bir çocuk güzelliği
ile herkesi hayran bırakır, fakat seneler geçip de ihtiyar bir bunak haline
girince, etrafındakilere yük, halka da rezil olur!
Gümüş bedenli
güzeller gençliklerinde seni avlarlarsa da, onların ihtiyarlık yüzünden
pörsüdüklerini, buruştuklarını, pamuk tarlasına dönen bedenlerini de seyret!
Nice parmaklar
vardır ki, ustalar o parmakların düzgünlüğüne, güzelliğine gıpta ederler. Ama,
zaman gelir, herkesin beğendiği o parmaklar, titremeye başlar, iş yapamaz olur!
Can gibi ve nergis
bakışlı, mahmur bir göz görürsün ki, sonunda görmez olur! O güzel gözden sular
akmaya başlar!
Aslanların safında
yürüyen aslan gibi bir yiğit görürsün; gün gelir o yiğit, fare gibi birine mağlup
olur!
Çevik, ileriyi
gören, üstün kabiliyetli bir san’atkâr, sonunda kart eşeğe döner!
Misk kokuları
saçan, akıllar çelen kıvırcık saçlar, sonunda boz bir eşeğin kuyruğuna döner!
Bütün bu şeylerin,
ilk güzelliklerine, hoş hallerine bak; sonra da onların nasıl bozulduklarını,
ne hallere girmiş olduklarını gör!”[86]
İnsanın ve kâinatın
kevn-ü fesat (oluş ve yok oluş) halinde olması, Hakk’ın mana denizinin
kabarması ve alçalması dolayısıyladır. Ancak “Halkın idrâki, Hakk’ın görünmez
mana denizinin kabarmasından, alçalmasından ne anlar! Onların anlayışları,
ilâhi hakikatlerin tecellisinden habersizdir!”[87]
İnsanoğlu işin
sonunu iyi görmeli ve dünyaya bağlanmamalıdır. “Kim işin sonunu daha iyi
görüyorsa, o daha mutludur! Kim daha fazla dünya âhirini görür, ona bağlanırsa,
o da Allah’tan çok fazla uzaktır.”[88]
11.DÜNYANIN YARATILMASININ HİKMETLERİ
A.
Kâinatın
Aşkın Gölgesinde Yaratılması
Sufilere göre,
Allah’ın isim ve sıfatlarının yansıması olan bu dünyanın ve güzelliklerinin
yaratılmış olmasının sebeplerinden birisi muhabbettir, aşktır. Bu açıdan
muhabbet, başlangıçta “Hak’tan zuhur etmiş ve bütün âlemin icâdına sebep olmuştur.
Ve ‘...Allah onları, onlar da Allah’ı severler...’[89]
âyetinde de muhabbetin önce Hak’tan zuhur ettiği teyid edilmektedir.”[90]
Böylelikle Allah ilk önce zamanın hareketini ve akabinde ise tedbirli olan ve
kendini bilen ruhu halk
etmiştir. İşte bu
ruh sufilerin nur-ı muhammedî diye isimlendirmiş oldukları ruhtur. Sonra
ruhların her biri feleğin hareket ve devranı ile zuhur etmiştir. Aslında bu
ruhların mevcudiyetleri âlem-i gaypta var iken âlem-i şahadette saklıydı.
Bununla birlikte Hak Teâlâ nübüvveti Hz. Peygamber’e müjdeledi ve “ol” emriyle
su ve çamurdan insanı vücuda getirdi.[91]
Bu sebeple:
“Aşk gökyüzünü
çatlatır, yüzlerce yarık açar; aşk, sebepsiz olarak yeryüzünü titretir! Pâk,
temiz aşk, Hz. Muhammed’e eş oldu, dost oldu. Allah bu aşk yüzünden Peygamber
Efendimiz’e; ‘Sen
olmasaydın bu yerleri, bu gökleri yaratmazdım.’diye buyurdu.
Hâsılı son söz şu
ki: Hz. Muhammed aşkta Allah’ın habibi, sevgilisi olmak hususunda eşsizdi. Bu
yüzden Cenâb-ı Hak; onu peygamberler arasından seçti!
Hak O’nun hakkında;
‘Tertemiz aşk olmasaydı, sen benim habibim olmasaydın hiç gökleri yaratır mı
idim?’diye buyurdu.”[92]
Mevlânâ’ya göre
Hakk’ın fermanında, ‘sen olmasaydın’ yazılıdır. Yani Hz. Allah, Peygamberi
Ahmed (a.s.)’a duyduğu muhabbet ve sevginin hürmetine mahlûkatı yaratmış ve
mahlûkatın her birinin rızkını taksim etmiştir. Bu açıdan, mahlûkatın her biri
aşk sebebiyle yaratıldığı gibi; yeryüzünün noksansız ve kusursuz bir düzenle işlemesi
de aşk sebebiyledir. Şayet aşk olmasaydı, yeryüzünün âhengi bozulur, düzeni
altüst olurdu. Mahlûkatın her biri başına buyruk hareket ederdi:
“Göklerin dönüşünü
aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı.
Aşk olmasaydı
cansızlar, bitkilere girer de onlar da yok olur muydu? Büyüyüp yetişen
nebatlar, kendilerini gıda olarak canlılara feda ederler miydi? Bitkiler âdetâ
can olmak için kendilerini canlılarda yok etmektedirler.”[93]
“Cihanın bütün
zerreleri, o ezeli hüküm dolayısıyla çift çifttir. Her çift birbirine aşıktır.
Kehribârın saman
çöpünü dilemesi, çekmesi gibi, âlem de bir cüz’de kendi çiftini, eşini
dilemektedir.[94]
Mevlânâ dünyanın aşkla
ayakta durduğunu açıklarken “gökyüzü” ile “yeryüzünü” delil getirir. Buna göre,
“gökyüzü” erkektir, “yeryüzü” ise kadındır. Bu çiftler, birbirlerine aşkla bağlıdırlar
ve yine birbirlerine aşkla hizmet etmektedirler:
“Gökyüzü yeryüzüne ‘Merhaba!’der. Seninle ben
kehribarla saman çöpü gibiyiz. Birbirimizi sevmekteyiz.’diye söylenir.
Akla göre gökyüzü erkektir, yeryüzü ise kadın;
gökyüzünün attığını, verdiğini yeryüzü besler yetiştirir
Yeryüzünün sıcaklığı kalmayınca, gökyüzü, güneş
vasıtasıyla ona sıcaklık gönderir, ıslaklığı kalmayınca da yağmur yağdırır, onu
ıslatır.”[95]
“Gökyüzü kadınını beslemek için, kazanç peşinde
koşan erkekler gibi, yeryüzünün etrafında döner durur.
Yeryüzü de o hanımlığı yapar. Cansızlar,
bitkiler, hayvanlar gibi çocuklar doğurur, onları
emzirmek ve beslemek için uğraşır durur.
İş böyle olunca yeryüzünü de gökyüzünü de
akıllı, şuurlu olarak bil. Çünkü onlar Allah’ın
koyduğu şaşmaz kanunlar gereği, akıllı insanlar
gibi iş görürler.
Bu iki güzel, yani yeryüzü ile gökyüzü,
birbirinden süt içmese idi, yani birbirlerinden faydalanmasalardı, nasıl olur
da, karı koca gibi birbirinin dileğine uyarlardı?
Yeryüzü olmasaydı, güller nasıl olur da
açarlar, güzel kokularını etrafa yayarlardı? Erguvanlar nasıl olur da boy
atarlardı? Gökten yağmurlar yağmasaydı; gök, güneş vasıtasıyla yeryüzüne
sıcaklık yaymasaydı, yeryüzü ne doğururdu?
Dişinin gönlünün erkeğe meyletmesi, her ikisinin
de işini tamamlaması, düzene girmesi içindir.”[96]
B.
“Elest Bezmi”ndeki Sözleşme Gereği
Kâinatın Yaratılması
Sufilere göre,
Cenâb-ı Hak, bedenlerimizi yaratmadan önce ruhlarımızı yarattı. Âlem-i ervâhta,
ruhların her biri Hz. Allah’ın: “.Ben sizin Rabbiniz değil miyim?...” sualine,
“.Evet Rabbimizsin, şahit olduk.” cevabıyla karşılık verdiler[97]
ve ahitleşmiş oldular. Mevlânâ’ya göre, bu dünya “mahkeme
koridorudur.” Biz
ise, ezeldeki sözleşmeye şahitlik yapmak için, bu koridorda beklemekteyiz.
Ancak gafletten dolayı şahitlik yapmamakta direniyoruz:
“Bizler kaza ve
kader hâkiminin şu dehlizinde, yani şu dünyada; ‘Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?’ sorusunun
cevabına; ‘Evet Rabbimizsiniz.’ cevabını verdiren bir ahitte bulunduğumuz, bu
ezel dâvâsının görülmesi, gerçekleştirilmesi için bulunuyoruz.”[98]
“Ruhlar,
cisimlerden öncedir. Ruhlar âleminin cisimler âleminden önce var olduğunda
akıl, şeriat ve keşif bilgileri ittifak etmişlerdir. Allahû Teâlâ, cisimler
âlemini ruhlar âlemi/âlem-i ervâh vasıtasıyla yaratmış; onu, Hak’tan varlığını
kabul etmede ruhlar âlemine tabi kıldığı gibi, özellik ve hükümde de ruhlar
âlemine tabi kılmıştır. Cisimler âlemi/âlem-i ecsâm, bir açıdan, ruhlar
âleminin/âlem-i ervâh gölgesi gibidir.”[99]
Bu sebepten kâinatın yaratılmasındaki maksat ile insanın yaratılmasındaki
maksat birebir örtüşmektedir. Çünkü “Hak sayısız esmâ-i hüsnâsını, onları câmî
olan bir varlıkta görmek istemiş, bir başka deyişle kendi sırrının kendine
zâhir olmasını dilemiş ve bunun için de ilk olarak âlemi ruhsuz bir ceset şeklinde
yaratmıştır.”[100]
Böylece “Allahû Teâlâ âlemi halkettikten sonra onun ikmâlini Âdem ile gerçekleştirmiştir.”[101]
Bundan böyle,
yeryüzü insana hizmet ederken, insan da Hakk’a hizmetle sorumlu kılınmıştır. Bu
anlamda, kâinat -insan ilişkisi çok yönlü bir durum almıştır. Bundan sonra
kâinat, nimetleriyle ve külfetleriyle, insanı Hakk’a götürebilecek veya insanı
Hak’tan ayırabilecek bir konuma sahiptir. Bu durumda Hakk’ın: “Yeryüzünde olan şeyleri,
insanların hangisinin daha iyi amel ettiğini ortaya koyalım diye, yeryüzü için
süs yaptık.”[102]
fermanı bize ışık tutar.
Artık insan,
Hakk’ın esmâsının zuhuru olmakla birlikte, kutsal emaneti de yüklenmiş ve
halîfelik makamıyla şereflenmiştir. İnsan-kâinat ilişkisi, insan-Allah ilişkisine
de açıklık getirmektedir. Çünkü insan, kâinatla olan ilişkisinde halife olmanın
gücüyle birlikte, halîfe olmanın ağırlığını da omuzlarında taşımaktadır.
Yeryüzü, insan için
her dâim imtihan olma özelliğine sahip olduğu gibi, insan guruplarını
iyilikleri ve kötülükleri nispetinde ayırt edici özelliğe de sahiptir. Böylece
Hak, temsil gücüne göre iyi ruhları kötü ruhlardan; inciyi boncuktan ayırmayı
irâde etmiştir. Mevlânâ konuyu şöyle açıklar:
“Musa (a.s.) dedi ki: ‘Ey soru, hesap günü olan
kıyametin sahibi Rabbim! Bir şeyi güzel bir şekilde yapıyorsun, yaratıyorsun,
sonra onları yıkıp, bozuyorsun.
Erkek olsun, dişi olsun, cana canlar katan
güzeller yaratıyorsun, sonra da onları öldürüyorsun, yıkıyorsun; neden böyle
yapıyorsun Rabbim?’
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘Ya Musa! Biliyorum ki,
sen bu soruyu inkârdan, gafletten yâhut da hevâ ve hevesine uyduğun için
sormuyorsun.
Yoksa hoş görmez, edebe sokardım, azap ederdim;
bu soru yüzünden seni incitirdim. Fakat sen bizim işlerimizdeki hikmeti,
sonsuzluk sırrını anlamak istiyorsun.
Böylece de bunu halka duyurmak, her ham kişiyi
pişirmek, oldurmak istiyorsun.
Bu hikmeti sen de biliyorsun, biliyorsun ama, işi
halka anlatmak için soruyorsun.
Çünkü bu soru ilmin yarısıdır. Hiç bilmeyen, bu
bilgiden dışarıda kalan herkeste, bu soruyu sorma gücü yoktur.
Gül de diken de topraktan ve sudan yetiştiği
gibi soru da cevap da bilgiden doğar.
Tatlı bir meyve de, acı bir Ebû Cehil karpuzu
da nemden, rutubetten hâsıl olduğu gibi, sapıklık da, doğru yolu buluş da
bilgisizlikten meydana gelir.
Nefret de sevgi de tanıdık bir kimseye karşı
duyulur. Hastalık da sağlıklı ve güçlü olmak da, yediğimiz gıdalardan meydana
gelir.
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘Ey akıllı Musa,
mademki sordun, gel de cevabını dinle.
Ey Musa! Sen yere bir tohum ek de, bunun
sırrını anla ve insafa gel.’
Musa ekin ekti. Ekin bitti, yeşerdi, başaklandı,
güzel, düzgün bir hale geldi.
Orağı aldı, ekini biçti. O sırada gayptan,
gizli âlemden kulağına bir ses geldi.[103]
Mevlânâ konuyu anlaşılır
kılmak için, Hz. Allah ile Musa (a.s.)’ın diyaloğunu hikaye eder. Böylece
konuyu bir eğitimci tarzıyla herkesin anlayıp kavrayabileceği şekilde dile
getirir:
“Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘Yâ Musa! Niçin ekin
ekiyorsun? Yetişince olgunluğa ulaşınca onu biçiyorsun’
Musa ‘Ya Rabbi’ dedi, ‘Burada buğday da var
saman da. Onun için biçiyorum.
Buğday saman ambarına layık değildir. Saman da
buğday ambarında çürür. Yok olur gider.
Bu ikisini
birbirine karıştırmak hükmüne uymaz, onları eleyip, ayırmak gerek.’ Cenâb-ı Hak
buyurdu ki: ‘Yâ Musa! Sen bu bilgiyi kimden öğrendin de harman meydana
getirdin?’
Hz. Musa dedi ki: ‘Yâ Rabbi! Bu ayırt etmeyi bana sen
verdin.’ Cenâb-ı Hakk, da buyurdu ki: ‘O halde nasıl olur da bende ayırt etme
olmaz?
Allah’ın yarattığı kullar arasında tertemiz olan ruhlar da,
günah tozlarına bulanmış ruhlar da var
Balçığa batmış sedef durumunda olan bedenlerin de hepsi bir
değildir, birinde inci var, öbüründe boncuk
Buğdayları nasıl samandan ayırmak gerekse, bu iyi ve kötü
ruhları birbirinden ayırt etmek gerek.”[104]
Cenâb-ı Hak kâinatı
bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok hikmete binâen yaratmış ve yeryüzünde her şeyi
insanın hizmetine sunmuştur. Dünya da âhiret de O’nun işine yaramaz:
“O pâdişahlar pâdişahının
hiçbir şeye tama’ı, hiçbir şeye arzusu yoktur. Bütün bu devleti ve nimeti halk
için yaratmıştır. Ne mutlu bunları bilene, anlayana.
Dünya mülkü, devlet
ve saltanatı, hatta dünya ve âhiret, bunları yaratmış olan Allah’ın ne işine
yarar?”[105]
Mevlânâ yeryüzünde
yaratılmış olan her şeyin bir amaç üzerine yaratıldığını ve hiçbir şeyin boşuna
yaratılmamış olduğunu da vurgulayarak şöyle der:
“Hiçbir ressam var
mıdır ki, yaptığı resmi hiçbir fayda beklemeden, ancak resim yapmak için
yapsın?
Belki misâfirlerin
ve büyüklerin seyretmeleri için ve bu yüzden gönülleri ferahlasın, kederden
kurtulsunlar diye yapar.
Çocukların
sevinmesi, dostların o resimlere bakarak geçmiş gitmiş dostları hatırlamasını
ister.
Hiçbir testici
yoktur ki, içine su konmasını düşünmeden, testisini sırf testi yapmak için
yapsın.
Hiçbir kâseci
kâseyi ancak kâse olsun diye yapar mı? Hayır; içinde yemek yenmesi, yemek
konması için yapar.
Hiçbir hattat,
yalnız güzel yazı yazmak için, hüner göstermek için yazı yazar mı?
Yazdıklarını
okusunlar diye yazar.[106]
Nasıl ki resim,
ressamın varlığına işaret etmekte ise, yaratılmış olan bu dünya da bir
Yaratıcı’ya işaret eder. Görünen her şey, görünmeyenin eseridir. Şayet O
görmeye güç yetiremediğimiz Allah olmasaydı, görünen bu âlem de olmazdı:
“Görünen nakış,
resim, gayb âlemindeki resmi ve nakşı belgeler. Ona delâlet eder. O da bir başka
gayb sûretinden meydana gelmiştir. Yâni bir başka görünmeyen resim için var
olmuştur.
Yapılan, ortaya
konan eserlerin faydalarını görüşüne, anlayışına, idrâkine göre; üçüncüye, dördüncüye,
onuncuya kadar say.
Oğlum bunlar,
satranç oyununa benzer. Her oyunun faydasını sonrakinde gör.
Bu yaratılmış şeyleri,
bu güzel san’at eserlerini, bu san’at oyununu, gizli oyun için ortaya
koydular. O da
öbürü için öbürü de filan için. ( Gizli oyun, san’atkâra o eseri yaptıran gizli
elin oyunu. Aslında yapan, yaptıran odur.)
Böylece gözünü altı
cihete, altı yöne çevir, dikkatle bak ki, karşındakini mat edinceye kadar
oynayacağın oyunları gör.
Merdiven çıkarken
birinci basamağa, ikinciye çıkmak için ayağına basıyorsun.
İkinci basamağı da
üçüncüye çıkmak için; bil ki, böylece basamak basamak daha dama kadar
çıkarsın...
Yemek yersin
kuvvetlenirsin, bedeninde meni hâsıl olur. Meni de soy sop elde etmek, gönlü,
gözü aydınlatman içindir.”[107]
C.
Elest
Ülkesinin Kadrini Bilmek İçin Kâinatın Yaratılması
Yeryüzünde her şey
zıddıyla kâimdir. İyinin kıymeti, kötüyü tanımakla; tatlının kıymeti acıyı
tatmakla bilinir. Allah’ın halk etmesi açısından iyinin de, kötünün de,
tatlının da, acının da bir anlamı vardır. Bu dünya hayatı da, iyinin kıymetini
bilelim, dünya ile ahireti kıyas edelim de ahiretten yana tercih koyalım diye
halk edilmiştir:
“Tatlı
su görmemiş ve içmemiş olan bir kuş, acı ve tuzlu su içinde neşe ile kanat
çırpar durur.
Zıt
olan şey, zıt olan şeyle tanınır. İnsan yarayı görünce, onu iyileştirmek için
çaresini arar.
Hâsılı
‘Elest ülkesinin’ kadrini bilesin diye, dünya hayatı öne sürülmüştür.
Buradan kurtulup oraya varınca, ölümsüzlüğün
tatlı âleminde, Allah’a teşekkür eder, durursun.
Orada dersin ki, ‘Meğer dünyada toprak elemiş,
faydasız şeylerle uğraşmış da, bu tertemiz
âlemden kaçıp durmuşum.
Yazıklar olsun, ne olurdu, daha önce ölseydim
de, o balçık âleminde çektiğim zahmetler, ızdıraplar, ölüm korkusu daha az
olsaydı.”[108]
II. BÖLÜM
MESNEVÎ’DE DÜNYA HAYATINA
DAİR METAFORLAR
I.
DÜNYA
HAYATINA GENEL BİR BAKIŞ
Cenâb-ı Hak,
kâinatı ve Hz. Âdem’i yarattıktan sonra, Âdem’e eşyanın isimlerini, yâni eşyanın
özünü ve sırrını öğretmiştir.[109]
Hz. Allah eşyanın isimlerini öğretmekle, insanın kâinat ve eşyayla olan ilişkisini
de düzenlemiş olmaktadır. Artık insan toprağın, suyun, ateşin, havanın ve diğer
eşyanın özünü bilmektedir ve fakat bu bilgisinden dolayı imtihanla da baş başadır.
Kâinat ve eşyayla olan ilişkisini Hakk’ın buyruğuna göre düzenlemekle
sorumludur.
Bundan böyle Hak
Teâlâ, Hz. Âdem’den bu yana sürekli insanoğlunun kâinatla, dünyayla olan ilişkisinin
nasıl olacağını gösterecek peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bütün ilâhî
kitaplarda dünya hayatının insan için ne ifâde ettiği bildirilmiştir. Kur’an-ı
Kerim’de de dünya ve dünya hayatıyla ilgili bir çok âyet-i kerime
bulunmaktadır. Bu âyetlerden birkaçını zikretmemiz gerekirse:
“İnsanlara;
kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar ve
ekinler kabilinden şehvet sevgileri ziynetli gösterildi. Bunlar dünya hayatının
geçici menfaatidir. Halbuki Allah var ya! İşte âkıbet güzelliği O’nun
yanındadır.”[110]
“Bilmiş olun ki, bu
dünya hayatı bir oyun ve bir eğlence, bir süs ve aranızda bir övünme, mal ve
evlatta üreme yarışından ibarettir. Bir yağmur gibi ki, onun bitirdiği nebat
çiftçilerin hoşuna gider, sonra kurur. Onu sararmış görürsün, sonra da çerçöp
olur. Ahirette ise, şiddetli bir azap ve Allah’tan bir mağfiret, bir rıza
vardır. Dünya hayatı ancak bir aldanış metâından başka bir şey değildir.”[111]
“O halde sen, bizim
zikrimizden (Kur’an’dan) yüz çevirip yalnızca dünya hayatını isteyen
kimselerden yüz çevir.”[112]
Yine bir çok âyet-i kerimede dünya zevkinin geçiciliğinden,[113]dünya
hayatının aldatıcılığından,[114]dünyanın insanları
kandırmaması
gerektiğinden,114
[115]dünya hayatının âhiret hayatına tercih
edilmemesi
gerektiğinden[116]
bahsedilmiştir.
Hz. Peygamber de
birçok hadisinde dünya hayatından bahseder:
“Dünyada ya garip
bir insan gibi ol, ya da bir yolcu gibi ol.”[117]
“Dünya ile benim ne
alâkam var. Ben bir ağacın altında gölgeleyen sonra da orayı terk edip giden
biri gibiyim.”[118]
“Dünya müminin
zindanı, kâfirin cennetidir.”[119]
Yine sahabeden biri
Hz. Peygamber’e: “Yâ Rasûlullah! Bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim
zaman beni hem Hak, hem de halk sevsin.”diye sorduğunda Hz. Peygamber şöyle
cevap verdi: “Dünyaya karşı zâhid ol ki, Allah tarafından sevilesin. İnsanların
ellerindekilere karşı zâhid ol ki onlar tarafından sevilesin.”[120]
Kur’an-ı Kerim’de
ve hadislerde genellikle dünya hayatı yerilirken, âhiret hayatı ise övülmüştür.
Oysa bütün bu âyetlerden ve hadislerden dünyanın tümüyle kötülüklerden ibâret
olduğu anlamı çıkmaz. İslâm dini dünyayı ve âhireti birlikte mütâlaa eder.
Ancak insan fıtratı gereği dünyaya meyletmeye ve âhiret hayatını ihmal etmeye
çok müsaittir. Bu meyletme ihtimalinin şiddeti oranında dünya hayatı yerilmiş,
âhiret hayatı ise övülmüştür. Böylece Cenâb-ı Hakk insanın dünyaya meylini
azaltmayı ve yönünü âhirete çevirmesini irâde etmiştir.
Ayrıca ayetleri ve
hadisleri insanın bu dünyaya hangi âlemden kopup geldiği sorusuyla birlikte düşünmeliyiz.
İnsan bu dünyaya ait değildir ve bunun için hep hasretle yanıp tutuşmaktadır.
Bu durumda elest sözleşmesini unutmayan ruhlar, yani nereye ait olduğunu
bilenler için yeryüzü hep zindan ve gurbet yeridir, acı doludur. Cenâb-ı Hakk
bu insanlardan hep çile içinde yaşamalarını, hep acı çekmelerini istememiştir.
Fakat bahse konu olanlar zaten dünya hayatının en güzel zamanlarında bile bir
burukluk içindedirler. Çünkü akıllarının bir ucunda daima asıl ait oldukları
yere dönecekleri ve dostlarıyla hasret giderecekleri o muhteşem zaman dilimi
yer almaktadır.
Hz. Peygamberden
sonra fetihlerin çoğalmasıyla Müslümanların mal ve mülkleri çoğalmış, dünyayla
olan bağları artmıştı. Bu durum üzerine Müslümanların bir kısmı bu dünyaya ve
dünya malına karşı diğer Müslümanları uyarma ihtiyacı hissetmişti. Bu aynı
zamanda tasavvufî hayatın başlangıcı anlamına da geliyordu. O zamandan bu yana
dünya hayatını kötüleyen, dünya hayatına mesafeli olunması gerektiğini
hatırlatan sufiler bu tavırlarıyla tarih boyunca dikkat çekmişlerdir.
Sufilerin dünya
hakkındaki görüşleri Kur’an ve sünnetle birebir örtüşmektedir. Klasik tasavvuf
kaynaklarında sufilerin dünyayla ilgili görüşlerine daha çok zühd bölümünde
rastlarız. Konumuzun daha iyi anlaşılması için bazı sufilerin görüşlerine de değinmemiz
gerekir:
Büyük sufilerden Şiblî’ye
zühdden sorulunca şöyle demiştir: “Yazıklar olsun size! Dünyada bir sineğin
kanadından değerli ne var da, onda (dünyada) zühd konusu olsun!” (Şiblî bu
sözüyle Hz. Peygamber’in dünyanın Allah katında bir sineğin kanadı kadar bile
bir değeri olmadığını bildiren hadisini ifade etmiştir. Böylece zaten bir değeri
olmadığı için dünya hakkında zühd diye bir konudan da bahsetmenin yersiz ve
gereksiz olacağını vurgulamıştır.)[121]
Bir müridin dünya
malı ile olan alâkasını açıklamak ve müridin dünya malına olan sevgisinin
tehlikeli olduğunu vurgulamak için; Bir mürit dünya ile alâkasını koparmak
için, öncelikli olarak dünya malıyla alâkasını kesmelidir. Çünkü müridin Hakk’a
meyletmesini engelleyen şey budur. Mürit dünya ile alâkasını sürdürdükçe, bu
durum onu tekrar çıktığı şeye (dünya ile ilgili heveslere) sürükler.”denilmiştir.[122]
Bazen insanın
dünyayı övmesi kadar yermesi de dünyayla meşgul olmaktan kendini alamadığını
gösterir. Dünyaya ne olumlu ne olumsuz takılmamamız gerektiğini, asıl olanın
yönümüzü Allah’a çevirmek olduğunu vurgulayarak, Yahya b. Muaz şöyle demiştir:
“Dünya bir gelin gibidir. Onu talep eden kimse ona tarakçılık yapar. Zahit
dünyanın yüzünü karartır saçını (başını) yolar, elbisesini delik deşik eder.
(Ârife gelince) Ârif ise Allah ile meşgul olur ve dünyaya hiç iltifat etmez.”[123]
Bütün kötülüklerin
dünya sevgisinden kaynaklandığına ve kişinin dünyaya meyletmesiyle Allah’tan
uzaklaşacağına değinerek Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ
kötülüklerin hepsini bir evin içinde topladı ve o evin anahtarını dünya sevgisi
kıldı. Yine iyiliklerin de hepsini bir evin içinde topladı ve o evin anahtarını
da zâhid olarak yaşamakta kıldı.”[124]
Bir kimse mal
biriktirmek için Süfyân-ı Sevrî’den izin istedi. (Bu hususta onun onayını
almayı istedi.) Süfyân-ı Sevrî de şöyle cevap verdi: “Mal biriktiren kişi beş şeye
mübtelâ olur:
1-Tûl-i
emel
2-Çok
hırslı olmak
3-Çok
cimri olmak
4-Âhireti
unutmak
5-Verâ
ve takvâda noksanlık”[125]
İlk dönemlerde,
sufilerin dünya ve içindekiler konusunda hırslı olmayı, çok fazla mal sahibi
olmayı hoş karşılamadıklarını görmekle birlikte; zamanla bu anlayışın değişikliğe
uğradığına şahit oluyoruz. Buna göre kişi, dünyanın içinde belki de en
merkezinde bile olabilir. Yani kişi mal ve mülke, makam ve mevkiye, kısaca
Allah’ın ona verdiği bütün dünya nimetlerine sahip olabilir. Nitekim bir kişinin
dünya nimetlerine sahip olması, onun dünyaya meylettiği anlamına gelmediği
gibi, bir kişinin dünya nimetlerinden yoksun olması da onun zâhid olduğunu
göstermez. Önemli olan, kişinin dünya malına ve hırsına sahip olmamasıdır.
Bazen mal ve mülk sahibi olmamak, kişinin hırsını ve meylini arttırabileceği
gibi, bazen de çok mal ve mülke sahip olmak, kişinin dünyaya meylini
azaltmasına, dünya hırsının sönmesine sebep olabilir.
Ayrıca her kişinin
dünyası farklıdır. Kiminin dünyası mal, kiminin evlat, kiminin makam ve mevki,
vs. olabilir. Yani, kişiyi Allah’tan alıkoyan şey ne ise, işte dünya odur. Bu
durumda, birisi için mal ve mülk dünya olabildiği gibi, diğeri için bu böyle
olmayabilir. Allah’a olan bağımızı zayıflatan her şey dünyadır. Kişi Hakk’a
giden yolda neye karşı en çok zaaf gösterirse, onun dünyası odur. Bu sebeple kişinin
zaaf gösterip nefsine, hırsına engel olamadığı her nesne onun dünyasıdır.
Kısaca Bağdat sufilerinin önemli simalarından İbn-i Atâ’nın tarifiyle de: “
Kulu âhiretten alıkoyan şey dünyadır. O nedenle kiminin dünyası arazi, kiminin
ticaret, kiminin iktidar, kiminin Salih amel ve onunla övünme, kimininse nefsi
ve şehvetidir. Yani herkes dünyaya bir şekilde bağlıdır.”[126]
II.
MESNEVÎ’DE DÜNYA
HAYATINA DAİR
METAFORLAR
Mesnevî’de, dünya ve dünya hayatıyla ilgili
birbirinden bağımsız ve çok çeşitli tanımlamalar mevcuttur. Mevlânâ, bu
tanımlamaların her birisinde, dünya hayatının farklı farklı hilelerine ve
aldatmacalarına işaret eder. Zaten dünya, insan için çok yönlü ve her açıdan değişik
imtihanlarla dolu bir meydan yeridir. Bu sebeple “dünya hayatı ve insan” çok
yönlü ele alınması gereken, çok iyi irdelenmesi gereken bir konu durumundadır. Mesnevî’de
de bu konunun bahsettiğimiz şekilde ele alındığına şahit oluyoruz.
A.
Dünya
Allah’tan Gafil Olmaktır
Cenâb-ı Hak,
dünyayı ve dünya nimetlerini yarattıktan sonra bütün bu nimetleri, insanın
hizmetine sunmuştur. İnsana mal bağışlamış, evlat bağışlamış, makam ve mevki bağışlamıştır.
İnsanların bir kısmı, bu nimetler vesilesiyle Rabbini her an hatırlar, O’nu
zikreder, O’na şükreder. Onlar nimetleri değil de nimeti vereni gördüklerinden
Rabbiyle olan sözleşmelerini hep taze tutarlar. Diğer bir açıdan da, onların
gönüllerinde ve düşüncelerinde Hak vardır. Yani; gönüllerinde dünya
nimetlerinin sevgisi yer etmediği için Onların dünya nimetlerine sahip
olmaları, onları Hak’tan uzaklaştırmamış aksine Hakk’a yaklaştırmıştır. Ancak
kimi insanları ise sahip oldukları nimetler Allah’tan
alıkoyar, o
kimseler benliklerini/kendilerini görürler de Allah’ı görmezler. İşte bütün
nimetler artık onlar için dünyadır. Anlaşılan o ki, her şey insanın kendisinde
başlar ve insanın kendisinde son bulur. İnsanın gönlüne Hak sevgisi yerleşmişse
onun sahip oldukları onun dünyası değildir. İnsanın gönlüne dünya sevgisi yerleşmişse,
onun için sahip olduğu her şey dünyadır. Çünkü onu Allah’tan alıkoyar. Mevlânâ
bunu şöyle anlatır:
“Dünya nedir? Dünya Allah’ı bilmemek, Allah’tan gafil
olmaktır. Yoksa kumaş, para, kadın ve evlat değildir.
Mala din için sahip olanlar hakkında, Peygamber Efendimiz:
‘Bu ne güzel, ne hayırlı mal.’ Diye buyurdu.
Geminin içindeki su, gemiyi batırır. Geminin altındaki su
ise gemiyi kaldırır, sırtında taşır.
Mal, mülk sevgisini gönlünden çıkarıp attığı için Süleyman
(a.s.) kendisine fakir dedi. Ağzı kapalı desti, uçsuz bucaksız denizin üstünde,
hava dolu bir gönülle yüzer durur. Gönlünde dervişlik havası, aşk havası
bulunan kimse de dünya denizinin üstünde batmadan durabilir.
Gerçi bu cihan bütünüyle onun mülkü ise de, cihan mülkü
onun gözünde bir hiçten ibarettir.
Şu halde gönlü, ‘minledün’ ilmiyle yani ilâhî aşk havasıyla
doldur da, onun ağzını bağla ve mühürle.”[127]
Mevlânâ bu
tanımıyla dünyayı el-etek çekilecek, sırt dönülecek, ısrarla kaçınılması
gereken bir mekan olarak görmediğini vurgulamaktadır. Bir kimsenin mal-mülk
edinmesi, makam ve mevki kazanması gibi durumlar başta olmak üzere dünya
nimetlerine sahip olmak Allah’tan alıkoymadıkça yerilecek, kınanacak bir durum
teşkil etmez. Bir diğer açıdan bir kimsenin kibirlenmesine yol açan bir sadaka
veya kendini beğenmesine sebep olan ibadetler o kimse için “dünya” olmaktadır.
Bu durumda her şey insanın kalbine/niyetine, insanın eşyayı nasıl algıladığına
bağlıdır.
B.
Zindan
Metaforu
İnsan, bu madde
âlemine, bu süflî âleme gelmekle kendini zindana hapsetmiştir. Çünkü insan
ötelerden, arştan, efendisinin yanından bu kirli âleme
gelmiştir.
Rabbinden ayrıldığı için acı çekmektedir, ayrılığın ateşiyle kavrulmaktadır.
Ruhumuz dâima asıl ait olduğu o kutlu mekânı hatırlamakta ve fakat kavuşamamanın
da etkisiyle ızdırap içindedir:
“Ey pâdişahım! Ben, senin zindanında kalmış bir Yusufum;
beni kadınların elinden kurtar!
Ben ötelerde arş tarafında idim. Anamın şehveti, ‘İnin’
emri ile beni aşağılara, bu kirli dünyaya çekti, düşürdü!
O tam yücelikten, o yüksek mevkiden bir kadının hilesi ile
rahim zindanına takıldım! Ruhumu yükseklerden, arştan bu sufli yere, bu dünyaya
getirdi. Gerçekten de kadınların hilesi pek büyük!”128
Dünyanın bir zindan
olduğunu eserinin bir çok yerinde vurgulayan Mevlânâ, şu örnekle konuyu biraz
daha açıklığa kavuşturur:
“Su havuz içinde mahpus gibidir. Fakat, rüzgâr
onu emer, yukarı çeker, alır. Çünkü su da, rüzgâr gibi dört unsurdan biridir.
Rüzgâr, o suyu azar azar alır, ta madenine
kadar götürür. Onu hapisten kurtarır, sen bu hali, bu gidişi, tükenişi
göremezsin.
Bizim alıp verdiğimiz bu nefesler de, bizim
canlarımızı, tıpkı onun gibi azar azar dünya hapishanesinden çalar götürür.”129
İnsan için her ne
kadar bu âlem zindan ise de insanoğlu bu hâli hakkıyla idrâk edemez. Gurbette
olduğunu unutur, her şeyiyle dünyayı kazanmaya yönelir ve hırsa kapılır. Öyle
hırslanır ki yıldızları keşfeder de, kendini keşfedemez:
“Her ne kadar bu dünya, senin nazarında çok
büyük ve nihayetsiz ise de, bilakis o, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile
değildir.
Gerçekten de bu cihan, sizin canlılarınızın
hapishanesidir. Siz, asıl kendi yurdunuzun bulunduğu yere doğru gidiniz.
İçinde bulunduğunuz bu cihan sınırlıdır,
mahduttur; halbuki öteki hudutsuzdur. Bu cihanda görülen nakışlar, şekiller,
sûretler, mana âleminin önünde perdedir, engeldir. Firavun’un yüzbinlerce
mızraklık ordusunu, Hz. Musa’nın bir tek asası kırdı, geçirdi. Calinus’un
yüzbinlerce ilâcı ve doktorluk hüneri, Hz. İsa’nın ve onun hayat bağışlayan
nefesi karşısında faydasız kaldı.
Câhiliye devri şairlerinin yüzbinlerce şiirleri
vardı. Bütün bu şiirler, Hakk’ın ümmî bir
peygamberine vahy
edilen Kur’an karşısında utanç vesilesi oldular.
Bu kadar üstün ve
kudret sahibi Allah’ın huzurunda, bir kimse, değer bilmeyen âdi bir insan değilse,
nasıl olur da can vermez?
Anlayışlı olmakla,
herkesin akıl erdiremediği şeyleri anlamakla insan Hakk’a varamaz. Allah’ın
fazlı, keremi ancak kırık kalpleri, yıkık gönülleri arar.”[128]
Mevlânâ’nın
tabiriyle, insan halife olduğunu unutmakla, ‘su ve balçığa’ yönelmiş olur.
Kendi eliyle kendi mahpusluğunu katmerleştirir, sefaletini çoğaltır. Hak ile
arasına dünya perdesini çekmiş olur:
“Rûh, seni çok
yukarlara, göklerin ötelerine götürürken sen, su ve balçık tarafına yönelerek,
esfel-i sâfiline, aşağıların aşağısına düşmüşsün.
Bu düşüşle sen
kendini, akılların bile kıskandıkları çok üstün bir halden, süfliliğe, aşağının
aşağılığı haline düşürmüşsün.
Şimdi senin bu değişmeni,
bu masalda geçen Zühre yıldızına çevrilen kadının değişmesiyle bir mukayese et
de gör ki, kendini çok değersiz bir şeyle değiştirmişsin.
Hırs atını
yıldızlara doğru sürmüşsün. Onlara dâir bilgiler elde ediyor, mesafeler
ölçüyor, yeni yeni yıldızlar keşfediyorsun da, kendini keşfedemiyorsun.
Meleklerin secde ettikleri Âdem’i tanımıyorsun.
Ey hayırsız evlad,
sen, Âdem’in torunu olduğun halde, ne zamana kadar, bu alçaklığı bir
yücelik, bu
soysuzluğu bir şeref sayacaksın?
Ne zamana kadar,
bütün dünyayı zapt edeceğim, bütün dünyayı kendimle dolduracağım, diye avunup
duracaksın?” [129]
C.
Bu
Âlem Suretler Âlemidir
Mevlânâ, bu âlemin
suretlerden, hayallerden ve gölgelerden ibâret olduğunu, bu âlemin mana
âleminden geldiğini vurgular. Mana âlemi, fikir ve düşünce gibidir. Nasıl ki
bir kişinin, fikir ve düşüncesini göremezsek, mana âlemini de göremeyiz. Ancak
bir kimse önce fikreder ve düşünür; sonra beynindekini kelimelere dönüştürür; işte
o kimsenin, düşüncelerine kelimelerle varlık giydirmesi, bu suretler âlemi, görünen
âlem gibidir. Fakat aslolan şey, kelimeleri var kılan o düşüncedir. Bu suretler
âlemi de, vücuda gelmeden önce Hakk’ın bilgisindeydi. Hz. Allah, ilminde gizli
olan bu âlemi suretlere
büründürdü. Ancak
O’nun ilmi, insanların bildiği gibi sonradan, yani yaratılmış değildir. Bu
gölgeler âlemi, ezelden beri O’nun ilminde mevcuttur:
“Hiç şüphesiz,
bizim gözlerimiz O’nu idrâk edemez, kavrayamaz. Fakat O bizi görüp idrâk eder.
Sen bunun sırrını Hz. Musa ile Tur Dağı vakıasından anla.
Mana âleminden
gelen bu suret âlemini, ormandan çıkıp gelen bir aslan say. Mana âlemi fikir ve
düşünce gibidir. Sen suret âlemini, düşünceden meydana gelen söz ve ses bil.
Bu söz ve ses düşünceden
doğdu. Fakat sen düşünce denizinin nerede olduğunu bilmezsin.
Fakat hoşuna giden bir
söz seni heyecanlandırdığı, sana manevî bir zevk verdiği zaman, işittiğin söz
dalgasının güzelliğini hissedersin de, onun kopup geldiği, mana denizinin çok
yüce, çok hoş bir deniz olduğunu anlarsın.
İlâhî bilgi, düşünce
dalgaları halinde belirdi. Önce ses ve söz haline geldi. Bu ses ve söz de
kelimeler, cümleler şekline girip suret bağladı.
Böylece sözden bir şekil,
bir suret meydana geldi. Söz dalgası önce kulağımıza çarptı, etkisini yaptı,
sonra döndü, ölüp gitti. Kendini yine geldiği denize götürdü, görünmez oldu.
Şu görünen suret
âlemi, suretsizlikten, yani mana âleminden geldi, sonra yine oraya döndü.
‘Gerçekten de Biz, yine O’na dönenlerdeniz.’âyeti bu hakikati belirtmektedir.”[130]
Bu âlem, suretler
âlemi olsa da insan bu dünya hayatına alışır, bu dünyaya bağlanır. Mevlânâ’nın
deyimiyle “resime bağlanır da ressamı unutur. Bedenlere suretlere aldanır da
bedenleri ve suretleri halk edene yönelmez.” Bütün bunlara rağmen, kurulmuş düzenini
bırakmayı istemez. Mevlânâ, bu durumu insanın alışkanlığı ve gafleti olarak
bildirir ve insanın bu halini yadsıyarak şöyle der:
“Bir geçit yeri olan dünyadan ayrılmak insana zor gelir. İnsanın
temelli olarak kalacağı asıl yurdundan ayrılmanın bundan daha zor olacağını
bil!
Şekilden, suretten, resimden ayrılmak sana zor gelir. Ya o
resmi yapandan, güzel suretler, bedenler halk edenden ayrı düşmek ne kadar zor
olacaktır?
Şu mihnetlerle,
dertlerle dolu olan aşağılık dünyanın ayrılığına sabredemeyen dost! Allah’ın
ayrılığına karşı nasıl dayanabiliyorsun? Sabredebiliyorsun?
Şu kara suyu, yani
dünyayı bile terk etmeye sabredemiyorsun. Âb-ı hayat olan ilâhî feyz çeşmesine
nasıl sabredebiliyorsun?
Şu kara suyu
içmedikçe pek rahat edemiyorsun. İyi kişilerden ve onların içtikleri kaynak
suyundan ayrılınca
hâlin ne olur?”[131]
D.
Büyücü
Kadın Metaforu
Büyü, insanın
gözünü gönlünü bağlayan bir hiledir. Büyülenen insan, olayları olduğundan
farklı görür. Güzeli çirkin; çirkini güzel görür. Olayları, olduğu haliyle doğru
bir biçimde algılayamaz. Mevlânâ, dünyayı kendini insanlara güzel ve hoş gösteren,
ama gerçekte çirkin ve ihtiyar bir kadına benzetir. Bu durumda dünya, insanı
sıkıntılara, acılara, dertlere sürükler ve fakat insan dünyanın büyüsüne
kapıldığı için bu sıkıntıları sevinç, neşe gibi algılar. Ömrünü boş yere ve
faydasız geçirir. Mevlânâ konuyu bir hikaye ile şöyle açıklar:
“Bir padişahın yiğit
bir oğlu vardı. Onun iç yüzü de, dış yüzü de hünerlerle süslenmişti.
Padişah rüyasında oğlunun
öldüğünü görür. Âlemin temizliği, duruluğu gözlerine bulanık
görünmeye başladı.
İçine düşen evlat
sevgisi ateşi onu yaktı, yandırdı. Ateşin kızgınlığından göz yaşları bile
kurudu.
Padişah gamla
dertle öyle doldu ki, âh etmeye bile gücü kalmadı.
O kadar üzgündü, kalbi o kadar acılarla dolmuştu ki, ölümü
diler oldu. Bedeni işten güçten kaldı. Çalışamaz hale geldi. Fakat daha yaşayacak
zamanı olduğu için uykudan uyandı.
Allah acıyanların en acıyanı olduğu için, çok acı duyan
kullarının yardımına yetişir. Padişah uyanıp da aklı başına gelince öyle
sevindi ki, ömründe hiç böyle sevinç hissetmemişti.
Kederden ölecek hale gelen, ölümü isteyen padişah, bu defa
da sevinçten ölecekti...” 133 [132]
“Rüyada oğlunun öldüğünü gören padişah düşünceye daldı da, ‘Bu gam geldi
geçti, ama
ruhum bu çeşit şeylerden mahzun oldu, kötü zanna düştü.’dedi.”[133]
Hikâyeye göre, padişah
gördüğü bu rüya üzerine oğlunu evlendirmeyi murad eder. Böylece hem oğlunun
mürüvvetini görecek, hem de soyunu sopunu devam ettirecektir. Ancak, padişah
ile karısı arasında, şehzâdenin evliliği konusunda tartışma yaşanır. Padişah, oğluna
‘iyi huylu, terbiyeli, mayası güzel, temiz soydan gelen bir kız’ almayı
isterken; karısı mal mülk sahibi birinin kızını
almayı
istemektedir. Nihayetinde, padişahın dediği olur ve şehzâdeye hem ahlâklı hem
de güzel bir kız bulunur. Mevlânâ hikayeye şöyle devam eder:
“Nihayet temiz kişinin
soyundan gelmiş o kızla, şehzadenin nikâhı kıyıldı.
Kader bu ya akıl
ermez. O civarda büyücü bir kadın vardı. O da güzel şehzadeye gönül vermişti.
O Kâbil’li ihtiyar
kadın şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki, o büyüye Bâbil büyücüleri bile haset
ettiler.
Şehzade o çirkin
koca karının âşığı oldu. Güzel gelinden de vazgeçti, düğünden de.
Doksan yaşındaki o
kokmuş kadının ayakkabılarını öptü, durdu. İhtiyar kadın şehzadenin ne aklını
bıraktı ne de fikrini.
Şehzade tam bir yıl
ona esir oldu. Tam bir yıl kokmuş o ihtiyar kadınla yaşayış, şehzadeyi tüketti,
onu ekin gibi biçerek zayıflattı, âdeta yarı canlı bir hale getirdi.
Başkaları onun
eriyip gitmesinden ızdırap içindeydiler. O ise büyünün verdiği sarhoşluktan
ötürü kendinden bile haberi yoktu.
Dünya padişaha
zindan olmuştu. Şehzade ise hısım ve akrabalarının ağlamalarına gülüyordu.
Padişah bu işte bir
ilâhî sır olduğunu, bundan sonra yalvarıp yakarmaktan başka bir çare bulunmadığını
iyice anladı.
Secdeler etmekte;
‘Ya Rabbi! Ferman senindir. Hakk’ın mülkünde, Hakk’tan başka kim ferman sahibi
olabilir? diye yalvarmaya başladı.”[134]
Padişahın
yalvarmaları sonucunda başka bir büyücü o ihtiyar kadının büyüsünü bozdu. Büyünün
bozulmasıyla padişah rahata kavuştu. Allah’a binlerce kez şükretti. Şehzâdeye
kırk gün kırk gece düğün yaptı. Şehzâde büyülendiği günleri hatırladıkça o
haline üzülmekteydi. Kendisini büyüden kurtardığı için padişaha minnet
duyuyordu. Mevlânâ, bu dünyayı ‘büyücü kadına’; mü’minleri ise ‘şehzadeye’
benzeterek şöyle devam eder:
“İşte bir mümin de
ilâhî nur tarafına yol bulup, gaflet karanlığından kurtulunca, aynen şehzade
gibi olur.
Ey Hak yolu
yolcusu! Ey kardeş! Bil ki, hikâyede geçen şehzade sensin. Bu köhne dünyada
yeniden doğmuşsun.
Kâbil’li büyücü
ise, bu dünyanın sembolüdür. O nice erleri renge ve kokuya esir etmiştir.
Dünya seni bulanık şehvet
nehrine düşürünce ‘Kul eûzü...’ surelerini oku üfle.
Üfle de bu dünya
büyüsünden, onun verdiği ızdıraptan kurtul; sabahı yaratan Allah’a sığın.
Bu yüzdendir ki,
Cenâb-ı Peygamber dünyaya ‘büyücü’ dedi. Çünkü dünya efsûnlarla âdeta halkı
büyüler, kuyuya atar.
Ey Hak yolcusu!
Dikkat et, dünya denilen kokuşmuş ihtiyar kadının kuvvetli büyüsü vardır.
Onunla padişahları bile esir etmiştir.
İçte, gönülde de
onun üfürüp büyü yapan büyücüleri vardır. Büyü düğümlerini düğümleyen, üfleyen,
bizi dünyaya ve dünya nimetlerine bağlayan odur.
Gerçekten de bir
büyücü kadın olan dünya, pek bilgili kadındır. Onun büyüsünü çözmek herkesin
harcı değildir.
Eğer akıllar onun
düğümünü çözebilseydi, yani insanlar akılları ile dünyanın hilelerinden
kurtulabilselerdi,
Allah peygamberleri gönderir mi idi?” [135]
“Altmış yıldır o
oltanın zahmetini, acısını çekiyorsun; ne hoş bir halin var, ne de sünnete
uygun bir yaşayışın var.
Kötü işler işlemedesin,
kötü bahtlısın. Çünkü ne dünyada hoş, iç rahatlığı ile yaşayabiliyorsun, ne de
günahlardan kurtulabilmişsin.
Dünyanın üfürmesi,
büyü düğümlerini pekiştirdi, artık eşsiz olan tek yaratıcının üfürmesini bekle.
Onun üfürmesini
iste de, o eşsiz yaratıcı sana ‘Ruhumdan ona üfürdüm.’ Desin de, dünyanın
büyüsünden seni kurtarsın. Sana ‘Yücel’ diye buyursun.
Hakk’ın nefhasından
başka bir şey dünya büyüsünün üfürüğünü yakamaz. Çünkü büyü üfürüğü kahır üfürüğüdür.
Öteki sevgi lütûf üfürüğüdür.
Allah’ın rahmeti
kahrından üstündür, ileridir. İleriye ulaşmak istiyorsan yürü. İlerlemiş ilâhî
rahmete kavuşmuş birini ara.
Böylece mânen
tertemiz insan ol da, hûrilerle evlendirilmiş kişilerin mertebesine eriş. Ey
kendisine büyü
yapılmış padişah! Senin için kurtuluş yolu budur.
Dünya koca karısı
senin yanında oldukça ve sen onun işvelerine kapılıp kaldıkça, ne onun ağı,
tuzağı çözülür, ne büyü düğümleri...”[136]
Mevlânâ’ya göre
insanların akıllarını ve mantıklarını kullanarak dünyanın büyüsünden kurtulmaları
mümkün değildir. Çünkü dünya son derece usta bir büyücüdür. Dünyanın büyüsünü
ancak peygamberler bozabilir. Çünkü onlar dünyanın büyüsünü bozmak için
gönderilmişlerdir. Bu sebeple insanlar dünyada huzurlu olmak için peygamberleri
izlemelidirler.
E.
Ağzını
Açmış Timsah Metaforu
Çok çeşitli
nimetleri olan dünya hayatının bir o kadar da tuzakları bulunur. İnsanoğlu
hayatı boyunca mal için, rızık için, mevki için didinir ve çabalar durur. Bu
telaş, bu yoğunluk içinde bazen neyin peşinde olduğunu bile unutur. Denizin en
ortasına, en derin yerine, dalıp giden acemi bir dalgıç gibi dünyaya dalar
gider ve kendini kaybeder. Aslında insanın rızkını kazanması, son derece meşru
bir haktır. Bu açıdan bakıldığında, zaten bütün insanlar hep meşru buldukları
hedefler için yola çıkarlar, fakat yol alırken gaflete düşmek insanoğlunda
tahribâta yol açar. Bu durumda yola çıkmak bazen insan için yoldan çıkmak
anlamındadır. Mevlânâ, ‘Dünya ağzını açmış timsah gibidir.’ diyerek; insanı
karnını doyurmak için timsahın dişlerinin arasındaki kurtçukları almaya çalışan
kuşlara benzetir:
“Timsah ağzını
açar; dişlerinin arasında uzun uzun kurtlar vardır!
Onun yediğinin
artıkları, dişlerinin arasında kalır, kurtlanır! Dişlerinin arasında küçük
kurtlar kaynaşır.
Küçük kuşlar; timsahın
dişleri arasındaki kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için
oraya girerler.
Ağzı kuşlarla
dolunca, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir.
Sen; ekmekle,
yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da bir timsahın ağzı bil!
Ey yiyecek peşinde
koşan, yiyecek için çırpınıp duran kişi; lokma peşinde koşarken zaman
timsahından emin olma!”[137]
F.
Dünya
Çocukların Oyun Yeri Gibidir
İnsanların bu
dünyadaki hali, kiralık bir evde oturmakta olan kiracının hali gibidir. Bir
kimse, kiraladığı evde yeni baştan düzen kurar, baştan sona tâdilat yapar ve
orada bir müddet kaldıktan sonra orayı sessizce terk eder. Oraya yaptığı
masrafı, harcadığı emeği, ödediği bedeli düşünmeye bile fırsat bulamaz. O
mekanda iyi ve kötü günleri olmuştur. Ama şimdi bütün bunlar bir oyun gibi
gelip geçmiştir. Bu dünya da bir oyun ve oyalanmacadır. Her gelen gider. Geride
yalnız hatıralar kalır ve bu hatıralar, bir oyun gibi diğer insanların dilinde
dolaşır durur. Mevlânâ, dünya halini bütünüyle çocukların oyun ve oynaşmasına
benzeterek, bu durumu şu şekilde izah eder:
“Gece olunca
yalandan dükkan açan çocuk, eve aç olarak döner. Öbür çocuklar giderler, o tek
başına kalakalır.
Bu dünya da o çocukların oyun yeri gibidir. Gece de ölümü
göstermektedir...”[138]
“İnsanların birbiri ile savaşmaları da çocukların savaşına benzer.
Tamamıyla özsüzdür, temelsizdir, manasızdır.
Hepsi de tahta kılıçlarla savaşırlar. Hepsi de faydasız bir
şeyle uğraşır, dururlar.
Madem bütün
insanlar bir oyun oynamaktadır; o halde herkes oyunu kurallarına göre oynamalı,
hiç kimse gereksiz tartışmalar, boş kavgalarla oyalanmamalıdır. Herkes oyun
arkadaşlarına iyi ve hoş davranmalı, oyun boyunca faydalı olmalıdır. Çünkü her
oyunun bir süresi vardır ve o süre dolmadan oyunun hakkını teslim etmek
gerekir. Bunun için, Mevlânâ şöyle demektedir:
“.Ey bu yalan dünyada ‘Ticaret yapıyorum,
helâl-haram gözetmeksizin kazanıyorum.’ diyen gâfil! Sen de o çocuk gibi
hayırlı işler, faydalı eserler ortaya koymadan; elin boş, kesen boş, kendin ise
yorgun bitkin bir halde mezara girersin.”[139]
G.
Rüya
Metaforu
Hz. Allah,
rızkımızı kazanalım diye gündüzü; dinlenelim ve yorgunluğumuzu atıp, bir
sonraki güne hazır olalım diye geceyi yaratmıştır.[140]
İnsanoğlu, uyku ile vücut dengesini muhafaza eder. Aynı zamanda rızkı
için çalışıp-çabalamaya da güç depolamış ve hayatının sürekliliğini sağlamış olur.
Rüya ise, uykuya ayırdığımız zamanın içinde bir zamandır. Rüya, çok kısa bir
zaman içinde (saniyelerle ifade edilen bir zaman içinde) görülür. Uyku asıl,
rüya ise fürûdur. Çünkü insanın uyumaktaki asıl hedefi, rüya görmek değil
dinlenmektir. Uykuya nazaran rüya fürû olduğuna göre, âhiret hayatına nazaran
dünya hayatı da fürûdur. Asıl olan ahirettir, bu dünya ise bir rüya gibidir.
Dünya; bir rüya kadar kısa, bir rüya kadar geçici, bir rüya gibi gerçeğin dışında
yanılsamadır. Bu durumda hüzünlerimiz de sevinçlerimiz de birer yanılgı, birer
yalandır:
“Aslında bu dünya bir rüya gibidir. Ey Hak yolcusu! Rüyada
görülen hayalleri gerçek sanıp zanna kapılma; rüyada bir el kesilse bu
korkulacak bir şey değildir!
Rüyada bıçak senin başını keserse ne çıkar? Hem
başın yerindedir, hem de ömrün uzun olacaktır!
Rüyada bedenini ikiye biçilmiş görsen de
bedenin kesilmemiştir, sapasağlamdır; uyanıp kalkınca hasta bile olmadığını
anlarsın.
Hülasa, rüyada bedenin bir parçasının
kesilmesinden, hatta iki yüz parça edilmesinden korkulmaz.
Maddesiyle, şekli ve suretiyle var gibi görünen
bu dünya için Hz. Peygamber: ‘Uyuyan bir kişinin gördüğü rüyadır.’ diye buyurdu
Bu dünya hayatının bir rüya olduğunu anlar da,
gönül gözünü açarak etrafına bakarsan, her an işte, her an yaratmakta olan
Allah, senin beden testini kırarsa üzülme, çünkü onu istediği zaman yine
yaratır!”[141]
İnsanların birçoğu,
dünyanın hakikat olmadığını bilmekle birlikte, bu bilgi ile amel edemezler. Çoğu
kez dünyanın hile ve tuzaklarından kendilerini arındıramazlar. Kendilerini
arındırmaya güç yetirebilenler ise, ancak âriflerdir. Çünkü onların bu dünya
hakkındaki bilgileri ilme’l yakîn derecesinde değil, hakka’l yakîn
derecesindedir. Nitekim Mevlânâ şöyle der:
“Dünyanın bir rüya olduğunu sen bir bilgi
olarak duydun, taklitle kabul ettin de, papağan gibi hiç heyecan duymadan;
‘Dünya bir rüyadır.’diyorsun. Halbuki ârifler; peygamberin haber verdiği bu
hakikati kendileri gördüler, ona göre bu habere uyarak yaşadılar.”[142]
H.
Dünya
Bir Tih Sahrası Gibidir.
Tih Sahrası: İsrâiloğulları’nın
Mısır’dan çıkınca kırk yıl kaldıkları çöldür. Burada kendilerine bir bulut
gölgelik etmiş, gökten pişmiş kuş eti, kudret helvası yağmıştı.[143]
İsrâilliler Allah’ın lütuflarına karşılık kanaat edecekleri yerde, Hz. Musa’dan
sarımsak, mercimek, soğan gibi şeyler istediler ve bir çeşit yemekten
bıktıklarını söylediler. Bunun üzerine yoksulluğa düştüler ve vebâ hastalığı
ile cezalandırıldılar.”[144]
Bu dünyayı Tih Sahrasına benzeterek Mevlânâ şöyle der:
“Bu dünya bir Tih
Sahrası gibidir. Ey Hakk yolunun yolcusu! Sen de Hz. Musa’ya benzersin. Biz ise
günahlarımız yüzünden bu sahrada belalara uğramış İsrâiloğulları gibiyiz.
Bu sahrada
yıllardır yol yürüyoruz. Sonunda yine ilk menzilde, adım attığımız yerde
esiriz.
Musa’nın kavmi bir
hayli yol aldıkları halde, yine kendilerini ilk adım attıkları yerde buldular.
Eğer Hz. Musa’nın
gönlü bizden razı olsaydı, sahrada bir yol belirir, bir yol görünürdü.
Fakat o gönül
bizden tamamıyla soğumuş ve kırılmış olsaydı, bize gök sofrası iner mi idi?
Gökten hiç yiyeceğimiz
gelir mi idi?
Bir taş parçasından
kaynaklar coşar mı idi, sahrada canımızı kurtarabilir mi idik?”[145]
Mevlânâ’ya göre
insanlar Tih Sahrası gibi olan bu dünyada, Allah’ın verdiklerine kanaat etmeyip,
günahlara dalarak, nefislerine uydukları için belaya maruz kalırlar. Pek çok
insan işlemiş olduğu salih amellerin yanında günahlara da devam ettiğinden Hak
Teâla o kullarını manevî bir çıkıştan mahrum bırakır. Bununla birlikte Cenâb-ı
Allah hiçbir zaman kullarını terk etmiş ve onlardan rahmetini kesmiş değildir. Şayet
öyle olsaydı, gökten inen rızıklar kesilir ve insanlarla birlikte bütün
mahlûkat perişan olurdu.
İ. Çok Isınmış Hamam Metaforu
Mevlânâ, bu dünyayı
çok ısınmış bir hamama benzetir. Her ne kadar, hamam, insanın temizlenip
kirlerden arınarak, rahatlamak için uğradığı bir mekân ise de; çok ısınmış bir
hamam, insanı bunaltır da insanın rahatını kaçırır. İnsanın, öyle bir hamamda
keyif yapmak şöyle dursun, canı daha da sıkılır ve daralır. İnsan, bir an önce
oradan uzaklaşmanın çaresini arar. Orada şifa değil dert bulur. O tür bir
hamam, onun için bir hizmet değil hezimet olur.
“Bu dünya çok
ısınmış, çok kızmış bir hamama benzer, orada nefes alamaz olursun, bunalırsın;
ruhun da pek sıkılır.
Halbuki hamam
enlidir, boyludur. Fakat sıcaklığı yüzünden, sana dar gelir, canın sıkılır ve
usanırsın.
Dışarı
çıkmadıkça gönlün ferahlamaz. O halde hamamın genişliğinden sana ne fayda
olur.”[146]
J.
Dünyada İnsanın
Hali Geniş Bir Ovada Dar Ayakkabı
Giymek Gibidir
Mevlânâ’ya göre,
insanın dünyadaki hali “geniş bir ovada dar ayakkabı giymeye benzer.” Ova ne
kadar geniş olursa olsun; ayakkabı dar olduğu için, ovanın genişliğinin önemi
yoktur. İnsan, bu durumda hem yorgun düşer, hem de adım attıkça acısı ve
sıkıntısı çoğalır:
“Yahut ey yolunu şaşırmış
kişi, dar bir ayakkabı giyersin de geniş bir ovada yürümeye çalışırsın.
O ovanın genişliği
sana dar gelir, o ova sana zindan olur.
Fakat seni uzaktan
gören kişi; ‘O bu ovada lâle gibi açılmış, yani neşeli bir halde bulunuyor.’
der.
O kişi bilmez ki;
sen zalimler gibi görünüşte gül bahçesindesin ama, ruhun sıkıntıdan feryat edip
duruyor.”[147]
K.
Şehr-i Sebzvar Metaforu
Mevlânâ burada
dünyayı Sebzvar şehri olarak takdim eder ve konuyu bir hikâyeyle anlatır. Bu
hikâyeye göre, Sebzvar şehrinin tüm ahalisi ehl-i sünnete aykırı, aşırı görüşlere
mensup Râfizîlerden oluşmaktadır. Sultan Harzemşah bu şehri fetheder ve onlara
kendisine Ebu Bekir adında birini getirmelerini emreder. Şayet bu şartını
yerine getirmezlerse (Ebu Bekir adında birini bulmazlarsa), hepsini öldüreceğini
ilan eder. Üç gün sonra yolu Sebzvar’a düşen hasta, zayıf birisini bulurlar.
Mevlânâ konuya şöyle devam eder:
“Buldukları
kişi yolcu imiş, Sebzvar yolu üstünde olduğu için uğramış ve hastalanıp bir
harâbe köşesinde bitkin, perişan bir hale gelmişti.
O
yakın bir köşede uyuya kalmıştı. Onu görür, görmez; ‘Aman çabuk ol!
Kalk
padişah seni istiyor. Şehrimiz senin yüzünden kılıçtan kurtulacak dediler.’
Adam;
‘Gücüm olsaydı, yürüye bilseydim, gitmem gereken yere giderdim, böyle
kalmazdım.
Ben bu düşman şehrinde
kalır mıydım? Yürür dostların şehrine giderdim’ dedi.
Bir tabut
getirdiler, Ebu Bekir’i kaldırıp üstüne yatırdılar.
Hamallar onu
yüklenip Ebubekir adında birisinin bulunduğunu görsün diye, Harzemşah’ın
huzuruna getirdiler.”[148]
“Aslında bu dünya
bir Sebzvar şehridir. Allah adamı burada kaybolmuştur. Akılsız, fikirsiz
sayılmıştır. Harzemşah da Cenâb-ı Hakk’ı temsil etmektedir ki, o büyük Rab, rezil
insanlardan saf ve halis bir gönül ister, doğru özlülük ister.”[149]
L.
Yalancı
Bir Terzi Metaforu
Mevlânâ dünyanın
yalancı bir terzi olduğunu bir hikâye ile dile getirir. Hikâyeye göre şehrin
birinde bir terzi vardır. Bu terzi müşterilerine tatlı dille muamele etmekte,
onlara birbirinden güzel masallar anlatmaktadır. Müşteriler terzinin
masallarını can kulağıyla dinlerken, terzi de kumaşlardan çalmakta ve onları
hile ile aldatmaktadır. Terzinin bu huyunu öğrenen bir Türk arkadaşıyla iddialaşır
ve terziye asla aldanmayacağını ifade eder. Ancak terzi çok ustadır ve tatlı
dili, güler yüzü ile Türk’ü de oyalar ve onun kumaşından da çalar. Mevlânâ
dünyayı hikâyede anlatıldığı gibi yalancı bir terziye benzeterek şöyle devam
eder:
“Ey şüphenin,
bilgisizliğin kabrine baş aşağı düşen kişi, ne zamana kadar masal dinleyip
duracaksın?
Ne zamana kadar şu
dünyanın işvesini tadacaksın? Ne başında aklın var, ne de ruhunda bir huzur
var!
Fena, zalim bir
arkadaş olan şu dünyanın masalları, oyunları, senin gibi yüz binlerce kişinin şerefini,
haysiyetini çaldı, aldı, götürdü.
Âlemin terzisi olan
bu felek, hayat yolunda yürüyen binlerce kişinin ten elbiselerini, şaşkın,
akılsız çocuklar gibi hem yırtar, hem diker.
Feleğin hoşa giden,
oyalayan halleri, bağları, bahçeleri, meyvelerle süslerse de, kış gelince bütün
güzelliklerin yerinde yeller eser.
İhtiyar çocuklar
ise onun önüne oturmuşlar, kutluluğu, kutsuzluğu ile alay eder gibi ondan bir şey
elde etmeye uğraşıyorlar.”[150]
M.
Dünya
Zıtların Savaş Yeridir
Mevlânâ’ya göre
dünya her ne kadar durgun görünse de aslında öyle değildir. Aslında dünya
zıtların birbiriyle savaştığı bir yerdir ve varlığını bu savaşla
sürdürmektedir. İmanlının imansızla; imansızın da imanlıyla savaşıp durduğu
gibi zerre zerreyle savaşmakta ve bu böyle sürüp gitmektedir. Mevlânâ bu konuyu
şöyle anlatır:
“Dikkatle bakarsan görürsün ki, bu dünya, baştan
başa savaştan ibarettir. Zerre zerre ile adeta dinin imanın, imansızlıkla savaştığı
gibi savaşır durur.
O sola doğru uçmaktadır. Öbür zerre sağa doğru
gidip bir şeyler aramaktadır.
Bir zerre yukarıya çıkmada, öbürü aşağıya düşmekte;
durur gibi görünürler ama, onların savaşını, bu durgunluk âleminde gör.
Onların görünen savaşları, gizli savaşlarından
meydana gelmektedir. Bu aykırılığı gör de, o aykırılığı anla.”[151]
N.
Dünya
Türlü Nimetlerle Dolu Bir Bağdır
Mevlânâ dünyayı
türlü türlü nimetlerle dolu olan bir bağa benzetmektedir. Her çeşit insanın
faydalandığı bu bağda kimilerinin kısmeti toprak, kimilerinin ise manevî
sayfalardır. Mevlânâ bu hususu şöyle dile getirir:
“Dünya, türlü türlü nimetlerle dolu bir bağdır.
Fare ile yılan ve bunlar gibi olanların, bunların tabiatında bulunanların
kısmeti yine topraktır. Yani bunlar manevî sofradan nasiplerini alamazlar.
İster kış olsun, ister yaz; onların yiyecekleri
topraktan gelen gıdalardır. Fakat sen ey insan, kâinatın amirisin. En üstün bir
varlıksın. Öyle olduğu halde neden yılan gibi topraktan gelen gıdaları yiyorsun
da, ruhanî olan gök sofrası aramıyorsun?
Tahtanın içindeki küçük kurt, tahtayı yer de;
‘Kimin böyle lezzetli helvası var?’diye mırıldanır.
Pislik böceği de, pislikler içinde iken,
dünyada ondan başka gıda aramaz.”[152]
O.
Dünya
Mahşer Günü
İçin Ekin Tarlasıdır
Cenâb-ı Hak,
Kur’an-ı Kerim’de: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım.”[153]
buyurmuştur. Âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere bu dünya insanoğlunun
kulluk etmesi, yani Hakk’ın emrettiklerini yerine getirmesi, nehyettiklerinden
de sakınması için yaratılmıştır. Bu açıdan dünya bir ekin tarlasıdır ve insanoğlu
bu dünyada -iyilik veya kötülük- ne ettiyse mahşerde onu devşirecektir. Mevlânâ
bunu vurgulayarak şöyle der:
“Kim
sonu daha iyi görürse, o daha mesuttur, daha mutludur. Kim işe daha sıkı
sarılır, daha fazla ekin ekerse, daha çok mahsul elde eder.
Kim
bu dünyanın mahşer günü için bir ekin tarlası olduğunu bilirse, burada çok
eker, orada çok mahsul kaldırır.”155 [154]
Bunların dışında Mesnevî’de
geçen dünya tanımlamaları kısaca şöyledir:
“Kargalar şehridir.”[155],
“Yas konağıdır.”, “Daracık deve yatağıdır.”[156],
“Mihnet ve ızdıraplarla insanı yakan ateş mahallidir.”[157],
“Bir iş için uğranılan ahır gibidir.”[158],
“Daracık bir duraktır.”[159],
“Dünya bir ağaç gibidir.”[160],
“Vefasızdır.”[161],
“Altı köşeli bir kuyudur.”[162],
“Puthanedir.”[163],
“Külhan gibidir.”[164],
“Küp gibidir.”[165],
“Dünya denizdir.”[166],
“Hasta ve fânidir.”[167],
“Karanlıklar ve gayb âlemidir.”[168],
“Aldanma yurdudur.”[169],
“Dünya bir kurt, dünyaya meyleden insan da koyun gibidir.”[170]
Ayrıca bir beyitte de kuş insanın sembolü olarak dünya ve dünya malı da “yem, tuzak” olarak
sembolize edilmiştir.[171]
III.
BÖLÜM
HAYATIN
AKIŞI İÇİNDE DÜNYADAKİ VARLIKLARIN
KONUMLARI
1 .GENEL OLARAK CANLILARIN DÜNYA
HAYATINDAKİ KONUMU
A.
Memlûk
Olarak Varlıklar
Cenâb-ı Hak,
mahlûkatın rızkını en güzel şekilde taksim eder. O’nun, herhangi bir canlıyı,
aç ve açıkta bırakması düşünülemez. Çünkü O, merhametlilerin en
merhametlisidir. Mevlânâ, bütün mahlûkatı Allah’ın ailesi gibi kabul eder.
Mahlûkatı, en güzel şekilde rızıklandırdığı için, Allah’ı da “en güzel aile
reisi” diye zikreder:
“Bu dünyada binlerce canlı varlık, sıkıntısız,
hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir.
Üveyk kuşu, geceki rızkı, henüz meydanda
yokken, ağacın üstünde Allah’a şükreder. Bülbül: “Ey duaları kabul eden
Allah’ım, sana güveniyorum, beni aç bırakmayacağına, rızkımı vereceğine
inanıyorum, sana hamd-ü senalar olsun .”der. Doğan kuşu, rızkını padişahın
elinden bekler de, pis leşlerden ümidini keser.
Böylece sivrisinekten tut da file kadar, bütün
mahlûkat, Allah’ın ailesi sayılır. Allah da ne güzel bir aile reisidir!”[174]
Allah, mahlûkatı
rızıklandırdığı gibi, her birini emri altında tutar ve dilerse onları halden
hale, şekilden şekile sokar. Her şey, O’na muhtaçtır ve hiç bir şey O’nun izni
olmaksızın, kâinatta hareket alanı bulamaz Hak, mahlûkatın üzerinde tümüyle
tasarruf sahibidir. O, “Mümît” (öldüren) sıfatıyla tecelli eder de bir canlıya
öl” derse, o canlının ölmesini kimse engelleyemez. Yine O, “Muhyî” (dirilten)
sıfatıyla tecelli eder de bir canlıya “ol” derse, o canlının dirilmesini/diri
kalmasını kimse engelleyemez. Bütün bu tasarruf ancak O’nun şanına yakışır.
Mevlânâ’nın deyişiyle:
“...Mükevvenât, bütün varlıklar; insan, hayvan,
bitki ve cansız sandığımız varlıklar hepsi Hakk’ın kudretli elinde olup, her şey
O’nun emri ile mana âleminden suret âlemine ve suret âleminden mana âlemine
döner, giderler.
Hak’tan; “Şekle bürün!” diye bir emir gelir. Şekle
bürünürler, yine Hakk’ın emri ile şekillerden kurtulurlar, mücerret mana
olurlar.
Şu halde; “Halk da onundur, emir de onundur.”
Âyetinin manasını anla! Halk, surettir, şekildir. Can yani ruh da emirdir. Can
emre binmiştir.
Aslında binen de padişahın emrindedir, binilen
de. Beden kapıda beklemekte, ruh da huzurdadır. Yani binen ruhtur, binilen de
bedendir. Beden ilahi bir dergâh olan bu dünyada, bu sufli âlemde; can ise ruh
âleminde, huzur-ı ilâhidedir.
Suyun testiye dolması istenince, padişah can
ordusuna “Binin!”emrini verir. Yani Allah’ın emrinde olan ruhların bulundukları
o ulvî âlemden, bu suflî âleme (dünyaya) gelmeleri istenince, Cenâb-ı Hak, ruh
ordusuna: “Atlarınıza binin!”emrini verir. Onun koyduğu kanun gereğince,
erkeklerle kadınlar birleşirler, çocuklar doğar, böylece ruhlar ten atlarına
binerler.”[175]
B.
Dünyada
Her şeyin Canlı Olup Hakk’ı Tesbih Etmesi.
Mevlânâ’ya göre,
yeryüzünde bütün varlıklar canlıdır ve Hakk’ı tesbih ederler.[176]
Cansız zannettiğimiz her şey, bize göre cansızdır, ama hakikat âleminde
canlıdır. Biz, o varlıkların canlı olduğunu anlayamayız. Mevlânâ konuyu şöyle
açıklar:
“Allah seni bir
avuç toprak iken nasıl insan yaptı? Bütün toprakları ve cansız sandığın şeyleri
de böyle bilmek ve tanımak gerek.
Gördüğümüz
cansızların hepsi de, yani bize, bu âleme göre cansızdır, ölüdür. O yanda,
hakikat âleminde canlıdırlar. Burada susup duruyorlar; orada konuşmaktadırlar.
Allah onları o
taraftan bizim tarafa gönderince, Musâ’nın âsası gibi bize karşı ejderha
olurlar.
Dağlar, Hz.
Dâvud’un sesine ses verir, onunla beraber ilahî okur. Demir onun avucunda mum
gibi yumuşar.
Rüzgâr, Hz.
Süleyman’a hamal olur, onu taşır. Deniz, Musâ’ya söz söyler, onunla konuşur.
Ay, Hz. Ahmed
(a.s.)’ın işaretini görür ve ortasından ikiye ayrılır. Nemrud’un ateşi İbrahim
(a.s.)’a gül bahçesi olur.
Toprak, Karun’u
ejderha gibi sömürür yutar. Hannâne direği akıl, fikir sahibi olur; Peygamber
Efendimizden ayrı düşünce ağlar, inler.
Taş, Hz. Ahmed
(a.s.)’a selam verir. Dağ Yahya (a.s.)’a söz söyler.”[177]
Mevlânâ, mahlûkatın
Hakk’ı tesbihi konusunda, Mutezileyi eleştirir. Mutezile’ye göre, mahlûkatın
Hakk’ı bizim bildiğimiz gibi tesbih etmesi, söz konusu olamaz. Mahlûkatın
tesbihi mecâzî anlamdadır. Şayet öyle olmasaydı, mahlûkatın da insanın sahip
olduğu gibi bazı organlara (ağız ve dil) olması gerekirdi. Mevlânâ, kelâm
ilminin tartışma konusu olan mahlûkâtın tesbihi konusunu açıklayarak, Mutezile
inancında olanların yanıldığını esefle vurgular ve şöyle der:
“Siz madde âlemini bırakınız, canlılar âlemine
gidiniz de, âlemin cüz’lerinin tesbihlerini
ve gürültülerini işitiniz!
O zaman cansızların tesbihini apaçık duyarsınız
da, Mutezile’nin yanlış yorum ve vesveselerinden kurtulursunuz!
Senin gönlünde manevî kandiller, yâni basîret
nûrun olmadığından, görmek ve mana çıkarmak için yorumlarda bulunuyor,
te’villere başvuruyorsun.
Mutezile inancında olanlar derler ki:
‘Cansızların tesbihinden maksat; zâhirî tesbih, yani kulakla duyulacak tesbih
değildir. Onları tesbih ediyor diye düşünmektir. Yoksa ‘Onların tesbihini
duydum.’ diye dâvâya kalkışmak da aslı olmayan bir hayaldir.
Belki onları gören ibret alır da; ‘Sübhanallah’
diyerek Cenâb-ı Hakk’ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler.
O cansız şey, sana Allah’ı tesbih etmeyi
hatırlatıyor, ‘sübhanallah’ dedirtiyorsa, işte bu hatırlatış onun söze gelmesi,
tesbihi sayılır.”
İşte mutezile inancında olanların te’vili,
yorumları budur. Kendisinde hâl nûru
olmayan, yani gönül gözü kapalı olan kişinin
durumu başka türlü olmaz ki...”[178]
Mevlânâ, insanın
altın ve gümüş peşine takılarak, canlıların Hakk’ı tesbih etmelerine kulak
tıkadığını ve mahlûkatın tesbihini duyamadığını vurgular. Ona göre, bütün dünya
canlıdır, ancak biz gözlerimizin perdesinden dolayı, dünyayı duygusuz ve ölü
bir dünya olarak algılarız da hakikati göremeyiz. Ancak peygamberler ve Allah
dostlarına mahlûkatın sesleri yabancı değildir. Bu durumda;
“Cansız gibi görünen varlıklar; ‘Biz’ derler,
‘Duyarız, işitiriz, görürüz, bakarız; fakat sizin gibi nâmahremlere,
yabancılara, anlayışsızlara karşı susup durmaktayız!
Ey gafiller! Siz cansızlar tarafına
gidiyorsunuz. Yani altın, gümüş, mevki, şöhret peşinde koşuyorsunuz.
Cansızların canına ve rûhanî olan diline nasıl mahrem olabilirsiniz, onların
zikir ve tesbihlerini hangi kulakla dinleyebilirsiniz?”[179]
“Nasıl ki bu dünya, Peygamberin gözünde Cenâb-ı
Hakk’ı tesbih etmekte, onun noksan sıfatlardan tenzih etmeye dalmış gitmiş canlı
bir varlık. Bize göre ise cansız.
Duygusuz bir dünya...
Peygamberin gözünde bu dünya aşkla, iyilikle,
güzellikle dopdolu. Başkalarının gözünde ise ölü ve cansızdır.
Gökler de yeryüzü de onun gözünde Allah’ı
tesbih ederek hızlı hızlı hareket halinde dönmede, o kerpiçten, taştan bile
manalı sözler, nükteler duymaktadır.
Duygusuz insanlara ise, bu dünya tamamıyla
dönmüş, ölmüş görünmekte. Ben bu anlayışsız insanların gözlerindeki perdeden
daha şaşılacak bir perde görmedim.
Bütün mezarlar bizim gözümüzde bir. Fakat
velilerin gözlerinde, o mezarların her biri ya cennetten bir bahçe, ya
cehennemden bir çukurdur.”[180]
C.
Varlıkların
Çeşitleri ve
İnsan
Mevlânâ’ya göre,
Cenâb-ı Hak yeryüzünde başlıca melekler, hayvanlar ve insanlar olmak üzere üç
çeşit canlı yaratmıştır. Melekleri bazı özel hasletlerle donatmış olduğundan,
onlar sadece Allah’a ibâdet edip, bundan başka bir şeyle meşgul olmazlar.
Topraklarında hırs yoktur. Hayvanlara gelince, onlar bilgisizdir. Onların
dünyası, ahır ve ottan ibârettir. İnsanlar ise, hem meleklerin hem de
hayvanların mayasıyla yoğrulmuştur. Bunun için, insanın duyguları hep bir çatışma
halindedir. İnsan, hep gel-git halinde, hep bir arayış içinde, ahsen-i takvimle
esfel-i sâfilin arasında yol alır. Bazen ahsen-i takvim derecesine yükselir,
bazen de esfel-i sâfilin derekesine düşer. Mevlânâ bunu şöyle izah eder:
“Bir hadiste buyrulmuştur ki: Allah, âlemindeki
varlıkları üç çeşit olarak yarattı.
Yarattıklarından bir kısmına akıl verdi, bilgi
verdi, cömertlik verdi. Bunlar meleklerdir; Allah’a secde etmekten başka bir şey
bilmezler!
Mayalarında hırs yoktur; hevâ ve heves yoktur.
Bunlar, baştan başa nurdur; Allah aşkı ile diridirler, Allah aşkı ile yaşarlar.
Yarattıklarından diğer bir kısmı bilgisizdir,
hayvan gibi ot yer, otlar semirir.
Onlar, ahırdan ve ottan başka bir şey
görmezler; kötülüklerden, aşağılıklardan; iyiliklerden, yüceliklerden haberleri
yoktur.
Allah’ın yarattıklarından üçüncü kısmı ise
insanlardır, âdemoğullarıdır. Bunlar, yarı yaratılışları bakımından
melektirler, yarı yaratılışları bakımından da eşektirler.
İnsan yaratılışı gereği, eşek olan yarısı ile aşağılıklara,
belden aşağı duygulara meyleder. Melek olan öbür yanı ile de başı göklere
yükselir, yücelikler arar, akla uygun şeylere kendini verir.
Hakk’ın yarattıklarından ilk iki kısım yâni
meleklerle hayvanlar, zıtlarla uğraşmaktan, savaşmaktan uzak, rahat ve huzur
içinde, kendi normal hayatlarını yaşamaktadırlar. Fakat üçüncü kısım, yani
insan ise, iki zıt huy sahibidir: Hem tertemiz vicdan sahibidir, melektir, hem
de hayvan. Bu yüzden de aklı ve şehveti ile uğraşıp durmaktan azap içindedir.”[181]
11.
DÜNYA
HAYATI VE İNSANLA İLGİLİ METAFORLAR
A.
İnsanın Dünyaya Tek Cevher Halinde Yayılması
Sufilere göre, Hak
Teâlâ bütün ruhları tek bir ruhtan yaratmıştır. Konuyu biraz daha anlaşılır
kılmak gerekirse; “Bütün cüz’i ruhların külliyetine ‘Mutlak Rûh’ denir ki, bu
rûh Kadir gecesinde tenezzül eder.[182]
Bu ‘külli rûh’da mahluk olduğu için, hakikatte Hak vücûdunun gölgesidir. Birçok
gölge vardır. Cisim cüz’i ruhun gölgesi, cüz’i ruh külli ruhun gölgesi, külli
ruh da ilâhi ruhun gölgesidir.”[183]
Bu sebeple ruhlar
âleminde renkler yoktu, sadece renksizlik vardı. Bölünmeler, tefrikalar,
farklılıklar yoktu, ancak ruhlar bedene, diğer bir ifadeyle; yeryüzüne düşünce
ayrışmalar ortaya çıktı ve yeryüzüne renkler hâkim oldu. Mevlânâ bunu şöyle
anlatır:
“Biz bütün kâinata, tek bir cevher hâlinde
yayılmıştık, orada hepimiz de başsızdık, ayaksızdık.
Bu âlemde görülen bölünmeler, tefrikalar,
imtiyazlar o âlemde yoktu. Biz o âlemde Ehâdiyyet mertebesi’nde, güneş gibi her
tarafa nur saçan bir cevher idik. Su gibi saf ve berrak bir halde bulunuyorduk.
O güzel ve latif nur surete gelince, şekle
bürününce, kal’a burclarının gölgeleri gibi sayılar meydana geldi.
Burcları mancınıklarla yıkın da, birbirinden
bölünenlerin, ayrılanların arasındaki fark kalksın.
Ben, bu sırrı etraflıca açıklamayı, anlatmayı
çok isterdim ama, zayıf akıllı birisinin ayağının kaymasından, inkâra düşmesinden
korkarım.”[184]
B.
Balçığa
Bürünen Ruhlar ve İnsanın Gurbeti
İnsanoğlu, dünyaya
gelmekle ‘sevgili’den ayrı düştüğü için, bu dünya insana sürgün yeridir. Bu
yüzden, hep ızdırap içinde, hasretle yanıp tutuşmaktadır. Dünya, insanın önünde
bir perde, bir duvardır. Acı içinde âh vâh eden insan, kavuşmayı arzular; ancak
bir türlü kavuşamaz. Kafesin içindeki bir kuş gibidir. Kafese ait olmadığını
bilmektedir; ancak bunu bilmek ızdırabını çoğaltır. Küçük bir akarsu gibidir.
Denize kavuşmayı ister; fakat kavuşamaz. Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk
cildinde, insanın dünya gurbetinde olduğunu şu şekilde açıklar:
“Şu Ney’in neler söylediğini can kulağı ile dinle, o
ayrılıklardan şikayet etmektedir. Ney kendine has bir dille, hal dili ile diyor
ki: ‘Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, feryadımdan, duygulu olan erkek de,
kadın da inlemekte, ağlamaktadır...”[185]
Mevlânâ’nın
temsilinde kamışlık ney’in ana yurdudur, asıl vatanıdır. Ney de insanı temsil
eder. Ney kamışlıktan koparılıp, ana yurdundan ayrı düşmüş acı ve ızdırap
içindedir. İnsan da bu dünyaya gelmekle cennetten, asıl vatanından ayrı düşmüş ve
vatanına özlemle yanıp tutuşmaktadır. Gurbette olduğunu bilen insan, neyin
ayrılıktan feryat ettiği gibi feryat etmekte, derdini dile getirmekte, yana
yakıla özlemini haykırmaktadır. Ancak bu feryadını anlatamamakta, böylece
gurbetin kasvetli havasında yalnızlığını daha çok hissetmektedir. İnsan gurbeti
içine gömmekte, gözyaşlarını içine akıtmaktadır:
“...Şu var ki beni
dinleyen her insan, benim neler söylediğimi anlayamaz.
Benim feryadımı
duyamaz. Beni anlamak, beni duymak için, ayrılık acısı çekmiş, gönlü
yaralanmış, içli
bir insan isterim ki, acılarımı dertlerimi ona anlatayım.
Aslından,
vatanından ayrı düşmüş, oradan uzaklaşmış kişi, orada geçirmiş olduğu mutlu
zamanı arar, o zamanı tekrar yaşamak ister, ayrıldığı sevgiliye tekrar kavuşmak
arzu eder.
Ben her mecliste,
her toplulukta, inledim, ağladım durdum. Ben huysuz insanlarla da düşüp
kalktım.
Herkes, kendi anlayışına,
zamanına göre benim dostum oldu. Ama, kimse benim gönlümdeki sırları araştırmadı,
öğrenemedi.
Halbuki benim
sırrım, feryadımdan uzak değildir. Fakat her gözde onu görecek nur, her kulakta
onu işitecek güç yoktur.
Ten candan, can da
tenden gizli değildir. Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.”[186]
Ayrılık, insanlığın
en büyük acısıdır; ancak kimileri gaflet içinde bu dünyaya alışır ve bu dünyayı
benimser de asıl vatanını, nereden geldiğini, nereye ait olduğunu hatırlamaz.
Hatırlayanlar da dertlerini, hasretlerini dillendirdiği halde bu dünyayı
benimseyenler tarafından anlaşılmaktan uzaktırlar. Mevlânâ, dünyayı
benimseyenleri yabancı bir şehre yerleşip, kendi şehrini unutan düşüncesiz
insanlar olarak niteler:
“Bir adam yıllarca bir şehirde yaşasa, hatta
orada doğsa, büyüse, bir zaman için uyusa, uykuya dalsa, rüyasında;
Kendini iyi kötü şeylerle dolu bir şehirde
görür de, kendi şehri hatırına bile gelmez. ‘Ben orada idim, yani asıl
memleketimde idim, şimdi oturmakta olduğum o yeni şehir, benim şehrim değil,
nasılsa buraya gelmiş, buraya bağlanmışım.’demez.
Demesi şöyle dursun, o kendini dâima bu yeni şehirden
imiş, orada doğmuş, oraya alışmış sanır.
Ne şaşılacak şeydir iki: Ruh da yurt edindiği
gayb âlemini, o eski vatanını unutup, bu fani
dünyaya kapılıp kalmıştır.”[187]
“Ruh âleminde bulunan ve henüz şu kirli dünyaya
gelip maddî varlığa bürünmeyen o tertemiz ruhlardan, akıllardan, dünyaya gelip
tene yerleşen ruha: ‘Ey aslını unutan vefasız!’diye mektup geliyor.
Mektupta diyorlar ki: ‘Ey geldiği asıl vatanını
unutan vefasız, şu madde dünyasına geldin, beş günlük sefil, uygunsuz dostlar
buldun, eski dostlardan yüz çevirdin.
Her ne kadar küçük çocuklar oyundan hoşlanırlar,
oyuna dalarlarsa da, akşam olunca, büyükleri onları çeke çeke evlerine götürürler.
Küçük çocuk oyun oynarken soyundu, hırsız da
geldi, elbise ve ayakkabısını aldı gitti.
Çocuk oyuna öyle hararetle öyle istekle dalmıştı
ki, külâhı da, gömleği de aklından çıkmış gitmişti.
Gece geldi çattı, çocuk oyundan da bir fayda
görmedi, eve gitmeye de yüzü yoktu.
‘Dünya hayatı bir eğlence ve oyundan
ibârettir.’âyetini işitmedin mi ki, kıymetli ömrünü boş yere harcadın, şimdi de
korkuyorsun.
Gecenin karanlığı bastırmadan, elbiseni ara,
dedi-kodu ile vaktini harcama.”[188]
Ruhların her biri,
“elest bezmi”nde Hakk’a söz vermişlerdir. Bütün ruhlar Rablerini tanımışlar,
Rableriyle ahitleşmişlerdir. Bunun için, iyiliğe/iyi olana meyletmek insanın
ruhunda, özünde mevcuttur. Ruhlar beden kafesine girince, başka bir deyişle;
insan yeryüzüne gelmekle, özünü, asıl vatanını unuttu. Mevlânâ’nın deyimiyle,
insan balçığa bürünmekle, yeryüzüne inmekle kirlendi. Paha biçilmez bir inci
gibi olan ruhumuz, kadınların aybaşlarında kirlendiği gibi; kirlendi de biz o
inciyi, o mücevheri tanımaktan aciz kaldık. Mevlânâ, bir hikâye ile konuyu
aydınlatır:
“Susığırı; denizden bir mücevher çıkarır,
çayırlığa koyar, onun etrafında otlar, karnını doyururdu.
Geceleyin o mücevherin ışığında, acele acele
sünbülleri, süsenleri otlardı yerdi.
Susığırının gıdası en güzel kokulu çiçekler,
nergisler, nilüferler olduğundan onun pisliği anber olurdu.
Bu böyle olursa, ilâhi nurlarla gıdalanan bir
kimsenin nasıl olur da dudaklarından insanı şaşırtan, büyüleyici sözler çıkmaz?
Bal arısı gibi ilâhi ilhamla beslenen bir kişinin
evi, nasıl olur da balla dolmaz?
O susığırı getirdiği
mücevherin nurlandırdığı yerde otlar iken daldı da, mücevherden iyice uzaklaştı.
Tacirin biri, susığırının
otladığı yerin, o çayırlığın karanlıkta kalması için mücevheri balçıkla sıvadı.
Kendisi kaçtı, bir
ağaca çıktı. Susığırı güçlü boynuzlarıyla onu vurup öldürmek için aradı durdu.
Düşmanını
boynuzlamak için o çayırın etrafını, belki yirmi defa döndü dolaştı.
Düşmanını bulmaktan
ümidini kesince, o erkek susığırı mücevheri koyduğu yere geldi.
Fakat o iri, şahane
mücevherin balçıkla sıvandığını görünce, İblis gibi balçıktan korktu, kaçtı.
İblis bile balçığa
karşı kör olur, sağır olursa, susığırı balçığın içinde çok kıymetli bir
mücevherin olduğunu nereden bilecek, anlayacaktı?
İnin! İlâhi emri,
canı, bu aşağı ve kirli yeryüzüne indirdi, düşürdü. Bu düşüş kadınların
aybaşlarında
kirlendikleri gibi onu kirlendirdi de, bu yüzden namazdan, Hakk’a ulaşmaktan
alıkoydu.”189
C.
Yeryüzündeki İnsanlar
Harfler Gibidir
“Harfler şekil ses
bakımından birbirine benzememektedirler. Fakat harf adı altında düşünce ve sözü
meydana getirmek için birleşirler. Onlar da (insanlar) renk, yaşayış, huy,
bilgi, anlayış, ahlâk bakımından birbirine benzemezler. Fakat insan namı
altında aynı kalıpta birleşirler. Çeşitli harfler bir noktada toplandıkları
gibi çeşitli huyda, çeşitli yaradılışta, çeşitli renklerde olan insanlar da bir
noktada birleşirler. Çünkü hepsi de aynı kalıpta, aynı ilahî emaneti taşımaktadırlar.”190
Mevlânâ bu konuyu şöyle açıklar:
“Önce şunu bil ki, elif’ten yâ’ya kadar
harflerin başka başka şekillerde oluşu gibi, bütün
insanların da canları, huyları çeşit çeşittir.
Bu çeşitli şekillerdeki harfler, düşünceyi ve
sözü, dile getirmek için, birleşirler. Çünkü harfler bir bakıma göre baştan ayağa
dek birdir. Bir bakıma göre de, birbirlerine aykırıdırlar, çeşitli yönlere
çekilebilirler.
Harfler, bir bakıma, birbirlerine zıt düşmezler.
Bir bakıma da hepsi harf oldukları, harf adı ile anıldıkları için birleşme ve
anlaşma halindedirler. Bir bakıma faydasızdırlar, ciddi değillerdir. Bir bakıma
da faydalı ve ciddidirler.”191
D.
Dünya
Bir Ağaç İnsanlar O Ağacın Ham Meyveleridir
Mevlânâ, dünyayı
bir ağaca; insanları da ham meyvelere benzetir. Nasıl ham meyveler ağaca
sımsıkı yapışırsa; manevî zevkten yoksun olanlar da, bu dünyaya sımsıkı
sarılır. Manevî lezzeti tatmamış olan kişiler, olgunlaşmamış; tadı damağa
acılık veren meyveler gibidir. Meyvenin ham olanı, ne insanın canına can katar;
ne de ağaca bir fayda verir. Olgunlaşmış meyve ise, insanın vücuduna karışmakla
varlığının anlamını kazanır. Allah’ın halifesi olan insanın gücüne güç katar ve
mertebesini yükseltmiş olur. Yani, olgunlaşan meyvenin yeri “köşkler ve
saraylardır.” İnsan da ancak manevî yollarla olgunlaşınca, lâyık olduğu makam
ve mertebeye vâsıl olur. Bu halde, insan dünya mülkünün bir hiçten ibâret olduğunu
anlar. Dünya mülkü, insanı cezbetmekten uzak olur. Zaten meyvenin ağaca yapışıp
kaldığı gibi; insanın da dünyaya yapışıp kalması, taassuptan öte bir şey değildir.
Oysa taassup, gözleri kör; kulakları sağır eder de hakikate açılan kapıların
kapanmasına sebep olur. Taassup, insanı sıkıntıdan sıkıntıya; dertten derde
sürükler. Mevlânâ, insanın bu halini şöyle izah eder:
“Ey kerem sahibi dinleyiciler! Bu dünya bir ağaca
benzer; biz de o ağacın üzerindeki yarı ham meyveleriz!
Ham meyveler dallarına sımsıkı sarılırlar.
Çünkü hamlık mertebesinde meyve, köşke ve saraya lâyık değildir.
Fakat meyveler olgunlaşınca, tatlılaşınca,
dudakların ısıracağı hale gelince, artık düşmeye hazırdırlar ve dallara pek gevşek
sarılırlar.
İnsanın ağzı da o manevî ikbal ve saadetten
tatlılaşınca, dünya mülkü ona manasız ve soğuk gelir.
Bir şeye sımsıkı sarılmak taassuptur,
hamlıktır. Ey Hak yolu yolcusu; sen henüz olgunlaşmadın! Böylece ana karnındaki
çocuk gibi oldukça, işin kan emmektir; yani zahmet ve sıkıntı çekmektir.
Söylenecek bir şey daha kaldı ama, onu sana
bensiz olarak Rûhu’l Kudüs (melek) söylesin!”[189]
E.
Yeryüzündeki İnsan
Sayısınca Hakk’a Giden Yol Vardır
Yeryüzünde,
milyonlarca insan ve yine bu insan topluluklarının oluşturduğu, yüzlerce değişik
grup mevcuttur. Hemen her insanın, kendine göre bir inanışı, kendi seviyesinde
Allah’a uzanan bir yolu vardır. Kimileri, çokça ibadetle, kimileri cömertlik ve
insanlara yardım etmekle; kimileri bir kul olarak hayatında geçirdiği imtihana,
yaşadığı sıkıntılara sabretmekle, Cenâb-ı Hak ile kendi arasında bir köprü
kurar. Bu yolların, her biri de Hakk’a ulaşmada geçerli bir yol olma özelliğine
sahiptir. İnsanların her biri, kendi tecrübe ettiği yolu, Hakk’a ulaşan en
kestirme yol gibi algılar ve böylece hiç kimse, diğerinin yolundan haberdar
olmaz.
Mevlânâ’nın
tâbiriyle; bir merdivenden çıkan diğer merdiveni görmez, diğerinin halinden
haberdar değildir; ancak başı ve sonu olmayan mülkün, göğe uzanan milyonlarca
merdiveni vardır. Mevlânâ şöyle der:
“Cihanda, gökyüzüne
kadar basamak basamak uzanan gizli merdivenler vardır.
Her grubun, her
topluluğun ayrı bir merdiveni vardır; her gidişin, her yürüyüşün başka bir göğü
bulunmaktadır!
Her biri (her bir
merdivenden çıkan) öbürünün (öteki merdivenlerden çıkanların) halinden
habersizdir; çünkü başı ve sonu olmayan pek geniş bir mülk var!
Bu; ‘O neden böyle
hoş?’ diye şaşırmış kalmış; o; ‘Bu neden böyle şaşırmış?’diye hayrette kalmış.”[190]
Bu söz sufiler
tarafından pek çok anlamları ihtivâ edecek şekilde ve değişik tarzlarda ifade
edilmiştir. Meselâ: “Ebu Bekir Tamestânî (ö.340/951) Allah’a ulaşan yollar
mahlûkatın adedi kadardır.”[191]
demekte, Kübreviyye tarikatının kurucusu ve Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn
Veled’in şeyhi olan büyük sufi Necmüddin Kübrâ ise bu cümleyi şöyle
yorumlamaktadır: “a) Allah’a ulaşan yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır.
b) Dünyada ne kadar yaratık varsa o kadar Hakk’a giden yol olduğu gibi ne kadar
iyi huy ve ahlâk varsa onların da her biri O’na gider. c) Allah’a ulaşan
yolların çok oluşunda, insanların sanat ve mesleklerinin çokluğuna da işaret
vardır.
Kısaca bu
yollardan, hangisi ile Hakk’a teveccüh edilirse vuslatın mümkün ve müyesser
olduğuna şu âyet de işaret etmektedir: ‘...Her nereden yola çıkarsan yüzünü
Mescid-i Haram’a, Kâbe’ye çevir.’[192]
Yani yönleri çokluğu gaye olan isim ve varlığın çokluğunu gerektirmez. Kâbe’nin
hangi yönünde bulunursanız bulunun yine O’na yönelirsiniz. Hakk’a tâlip olan
kimsenin vuslat kapısına ulaşması kesindir. Çünkü bütün eşya ve varlıkta ilâhî
isimler tezâhür eder. Dolayısıyla sanat ve eşya da Allah’a ulaştırma gücüne
sahip, yol göstermeye muktedirdir.[193]
“Esans satan ölçme,
terazi kefesi yapan tartma dolayısıyla Allah’ın Adl ismi ile ilgilidirler.
Fâtiha suresindeki ‘Allah’ım bizi doğru yola ilet.’ meâlindeki âyette geçen doğruluk
da bu anlamdadır. Yine güzel kokusu olan şeyler O’nun Cemal ismine, acı olanlar
da ‘Her acı şifadır.’ sözü gereğince Nafi’ ismiyle ilgilidir. Zehir gibi
zararlı nesneler Celal isminin mazharıdır. Bunun gibi saltanat İsm-i azamla,
vezaret Vekil’le, müftülük ilimle, eğitim ve öğretim ise ‘Allah O’na (Adem’e)
isimleri öğretti.’[194]
sırrı ile kadılık ve adliye teşkilatı ise ‘.Şüphesiz Rabbin kıyamet günü
hükmünü verecektir.’[195]
gerçeği ile ilgilidir. Çünkü isim müsemmâyı, yani sahibini gösterir, ona işaret
eder. Müezzin ‘Allah sizi selâmet evine ve yurduna çağırıyor.’[196]
âyetine, imam ise, ‘Kulunun lisanı ile Allah kendisine hamdedenin hamdini işitti.’
mefhumuna işarettir. Mürid-mürşid, ‘.Allah dilediğini tezkiye eder, manevî
dünyasını temizler.’[197]
Anlayışı, alan ve satan ise ‘Allah cenneti onlara vermek üzere müminlerin mallarını
ve canlarını satın aldı.’[198]
âyeti ile ilgilidir.”[199]
F.
Günah İşleyen İnsanlar Kasap İçin Otlayan Kuzu Gibidirler
İnsanoğlu, hevâ ve
hevesine kapıldıkça, kıymetli inciyi bulmaktan uzaklaşacak, kendinden, özünden
kopacak ve ait olduğu yeri hatırlamayacak, tevbeyle temizlenemediği için ziyana
uğrayacaktır. İnsanoğlunun, bu kirlenmişlik içinde, asıl vatanı olan cennete
girmeye yüzü kalmayacaktır. Çünkü insan, bu durumda özüne ihanet etmiş, sözüne
sadık kalmamıştır. İnsanın bu halini “kasap için otlayan kuzu”ya benzeterek
Mevlânâ şöyle der:
“Yayılıp otlayan
kuzu gibi, halkın canı da hem yer, hem de kendisini yerler.
Kuzu otlayıp
yayıldıkça, kasap yani cehennem; ‘O bizim için otlayıp semiriyor.’diye sevinir.
Sen de yiyip
içmede, cehennem gibi oburluk ediyorsun, ama farkında olmadan kendini cehennem
için semirtmektesin.”[200]
Oysa insan aslını
unutmak için ve kirlenmek için dünyaya gönderilmiş değildir. Tertemiz olarak
dünyaya gelen insan, temiz kalmayı başardığı ölçüde, varlığının anlamını
kazanmış olacaktır. Çünkü insan, bedenden ibâret et ve kemik yığını değildir. İnsan
ruhuyla, merhametiyle, vicdanıyla, onuruyla insandır. Mevlânâ şu cümleyle bu
duruma işaret eder:
“Asıl kendi işini, vazifeni düşün! Sen dünyaya
sadece mezardaki kurtlara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin. Bir gün
de hikmet çayırında, fazilet otlağında otla da, o aydın ve güçlü gönül
sevinsin, gelişip, güzelleşsin.”[201]
“Bilinmelidir ki;
her günah ve iyiliğin, insanın bâtınından zâhirine sirayet eden bir takım
özellikleri vardır; bu bağlamda bazen, zâhirden bâtına sirayet de olur: Çünkü
necâsetin bazı türleri hemen yok olurken, bazısı da külfetle birlikte gecikerek
yok olur; bazı necâsetin etkisi, ölüme kadar devam edip, berzâhta silinirken,
bazısının etkisi mahşere kadar sürer; bazısının tesiri ise, ateşe girinceye
kadar devam eder.”[202]
Bu sebeple insan için en önemli şey, nereye ait olduğunu hiç
aklından
çıkarmamasıdır. İnsanın nereye ait olduğunu bilmesi, aynı zamanda dünyadaki
duruşunun nasıl olacağının ipuçlarını gösterir. İnsan, nereye ait olduğunu
bildiği oranda, temiz kalma çabasını çoğaltacaktır. Bunun için Mevlânâ keskin
bir ifadeyle, hafızalarımızı tazeleyerek ve bize bir defa daha nereden geldiğimizi
hatırlatarak, şu cümleyi sarf eder:
“Rüyâ görüyorum
ama, uykuda değil! Bu kirli dünyaya ait olmadığımı iddia ediyorum; yalancı değilim.”[203]
G.
Kader
ve Kaza Karşısında
İnsan
Tek cevherden
yaratılan ve yaratıldıklarında renksiz olan, tefrikadan uzak olan ruhlar, bu
dünyada renklere büründüler, bölük pörçük oldular, birbirleriyle zıtlaştılar. İyi
ruhlar ve kötü ruhlar olmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Bölünmeden sonra,
ruhların hangisinin hangi renge bürüneceği, hangisinin iyilerden ve kötülerden
olacağı, ezel âleminde Hakk tarafından bilinmekteydi. Hangisinin kara, hangisinin
ak olacağı belliydi. Mevlânâ’nın tâbiriyle; bazı ruhlar, yeryüzüne gelmeden
önce günahlarla ayıplarla doluydu. Bütün ruhlar, kaza ve kaderin hükmüne boyun
eğmiş olarak gelirdi. Ezel âleminden kimlerin iyi veya kötü olacağı yahut
kimlerin cennetlik veya cehennemlik olacağı bilinmekteydi. “Yani kötü kişi
anasının karnında iken de kötüdür.” Mevlânâ, insanın alınyazısının değişmeyeceğini
vurgulayarak şöyle der:
“Aslında bazı ruhlar, dünyaya gelmeden önce
ayıplarla, suçlarla dolu idiler. Fakat ana rahminde bulundukları için
insanlardan gizli idiler. Böylece ruh kaza ve kader hükmüne boyun eğer daha
ezel meclisinden, bu âleme ayıplı bir ruh olarak seyreder. Kötü kişi anasının
karnında iken kötüdür. Fakat bu gibilerin halleri, bedenlerindeki belirtilerden
anlaşılır, bilinir.
Beden can çocuğuna gebedir. Bir ömür boyu onu
vücut rahminde taşır, besler; ölüm ruhun bir başka âleme doğması hadisesinin
sancılarıdır.”[204]
Bu durumda, akla
gelecek ilk soru şu olacaktır. Madem her şey bellidir, insanların alınyazısı bellidir,
değişmeyecektir. O halde, günah işleyenlerin suçu nedir? İnsan çaresizlik
içinde masum değil midir?
Allah’ın insanın
sonunu bilmesi veya insanın yazısının değişmeyecek olması; insanın iradesini
kullanmaması anlamına gelmez. Her insanın amelinde, kendi iradesi söz
konusudur. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak şöyle bir incelik söz konusudur: İnsanın
sonunun ne olacağı, Hak katında bilinmekle birlikte; bu bilgi insan için
gizlidir. Bu gizlilik, insanın irâdesini iyi işlerde kullanmasını ve
iyiliklerle dolu bir hayat sürmek için, çaba sarfetmesini gerektirir. Bir
misalle bu durumu biraz daha açıklayabiliriz: Bir kimse, ağır bir hastayı
ziyarete gittiğinde, hastanın halini görür ve hastanın haline vâkıf olur. Dışarı
çıktığında, yanındaki kişiye, “bu hasta en yakın zamanda ölür.” dediğinde ve o
hasta birkaç gün içinde öldüğünde, o hastanın ölümü, o kişinin sözüne bağlı
olarak gerçekleşmiş değildir. Hastalığı ya da şartları ölümü gerektirdiği için
ölmüştür. O kişinin bilgisinin, hastaya bir zararı veya faydası dokunmuş değildir.
Mevlânâ da insanın işlediği fiillerde irâdesinin olduğunu vurgulayarak şöyle
der:
“Bizim inlememiz, sızlamamız, ağlamamız,
ıstırabımızın, aczimizin, zavallılığımızın delilidir. Fakat yaptığımız
hatalardan, işlediğimiz günahlardan pişman olmamız, utanmamız da ihtiyarımızın
yani yapma gücümüzün olduğunu gösterir.
Eğer bizde ihtiyar, irade olmasaydı,
yaptıklarımızdan neden utanacaktık, niçin günahlarımızdan pişman olup, bir daha
yapmamaya ahdedecektik?
İhtiyar olmasaydı, hocalar neden talebelerini
terbiye etmeye uğraşırlardı? Ve niçin türlü
türlü tedbirler düşünürlerdi?”[205]
“Dünya işlerinden, zevklerinden hangi işe
meylin varsa, o işte kendi yapma gücünü açıkça
görüyor, cebre bırakmayıp onu kendinden
bilerek, kendin yapıyorsun.
Meylin ve isteğin olmayan bir işte ise cebri
kabul ediyor: “Kul ne yapsın bu Allah’ın takdiridir.”diye düşünüyorsun.”[206]
İnsanın, sonunu
bilmemesi, büyük bir nimettir. İnsanlar, cennetlik veya cehennemlik
olacaklarını yahut başlarına neler geleceklerini bilselerdi; hayat karmakarışık
olur, insanların yaşamaya hevesleri kalmazdı. Bunun yanında,
insanların said
veya şakî olacaklarını bilmemeleri, onları her dâim uyanık olmaya sevkeder. Bir
insan, ne kadar çok iyilik yapsa da, sonunu bilmediği için bunu yeterli görmez.
Hakk’a hizmet etmenin yollarını, daha çok arar, daha çok iyilik yapma azminde
olur ve yine hep sonunun şakî olma ihtimalini göz önünde bulundurarak, daha
dikkatli ve tedbirli olur. Kendini beğenmez; çünkü sonu belli değildir. Ama
irâdesi vardır. Kaza ve kader şüphesiz haktır, fakat şunu da bilir ki, kulun
çalışması da haktır. Buna göre:
“...Şu hayat mücadelesinde insan, başarıya ulaşamamış,
zarar etmiş, bir şey elde edememişse, bu hal onun gereği gibi çalışmamasından
ileri gelmiştir. Eğer başarıya ulaşmış, kazanmış, kâr etmişse, bu muvaffakiyet
onun çalışmasından, çok gayret sarfetmesindendir.
Yoksa Adem Cenâb-ı Hakk’a: ‘Rabbimiz biz
gerçekten de nefsimize, kendimize zulmettik.’der miydi?
Hz. Adem böyle demezdi de; ‘İşlediğim günah
benim bahtımdan; kaderim böyle imiş, kaderim böyle olunca da tedbirin,
çekinmenin ne faydası var?’derdi.
İblis gibi; ‘Beni sen azdırdın, hem kadehimizi
kırıyor, hem de bizi dövüyorsun.’derdi. Evet, kaza ve kader haktır ama, kulun
çalışması, tedbirli olması da haktır. Aklını başına al da İblis gibi tek gözlü
olma.
İki iş arasında tereddüte düşeriz. İhtiyarımız
(=yapma gücümüz olmasa bu tereddüt olur mu?
İki eli, iki ayağı bağlı olan kişi, bu işi mi
yapsam, yâhut şu işi mi yapsam der mi? Demek ki bizde bir ihtiyar (=yapma gücü)
var.
Bu halde iken iki işten hangisini yapayım
sorusu akla gelir mi? Denize mi dalayım, havaya mı uçayım diyebilir miyim?
Ey genç; kaza ve kadere az bahane bul. Nasıl
oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun?
Zeyd kan döksün, Amr kısasını çeksin; Amr şarap
içsin, Ahmet dayak yesin; böyle şey olur mu?
Neye çalıştın da zararını faydasını görmedin?
Ne ektin de onu biçip devşirmedin? Candan, tenden doğan işin, hareketin çocuğun
gibi gelir, senin eteğini tutar, yakana yapışır.
Yaptığın işe gayb âleminde bir şekil bir suret
verirler. Hani hırsızlık için darağacı kurmazlar mı? Onun gibi.”[207]
H.
Kaza
Gelince Basiret Bağlanır Göz Kör Olur
Sufiler, kazayı
ikiye ayırır: Biri kazay-ı mübrem, diğeri ise kazay-ı muallaktır. Kazay-ı
mübrem, kayıtsız şartsız insanın başına gelecek kazadır. Ne kavlî ve fiilî dua;
ne de alınacak olan tedbir onu defedemez. Diğeri kazay-ı muallak olup, kavlî
veya fiilî duayla yahut tedbirle defedilebilecek kazadır.
Her insanın, kendi
hayatıyla ilgili plan ve programı vardır. İnsan, kendine bir hedef çizer, uğraşır,
didinir, yorulur, elinden gelen bütün tedbirleri alır. Her şeyi yerli yerince
yaptığını, hedefine adım adım yaklaştığını düşünür. Hedefine yaklaştığını
görünce de kendisiyle gurur duyar, emeklerinin boşa gitmediğini kabul eder. Başarmak
üzere olduğunu görünce, kendine pay çıkarır. Ancak aradan belli bir zaman
geçince, bir anda elinde olmadan her şeyin kötüye gittiğini, bütün bu
yaptıklarının kendisini istediği noktaya değil de; hiç ummadığı, beklemediği ve
arzulamadığı bir noktaya sürüklediğini görür. Bu durumda, gurur duyarak yaptığı
bu işleri, kendisinin yaptığını unutur da, sonucu Cenâb-ı Hakk’a bağlar ve
kaderinden şikayet eder.
İnsanın, yaşadığı
bazı şeyler, kazay-ı mübrem sınıfına girer ve insan bunları değiştirmeye güç
yetiremez. Olayın akışını değiştirmek için aldığı bütün tedbirler de onu
takdire yaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Aldığı tedbir de takdir gereğidir
ve sonuç değişmez. Bir çok insanın zaman zaman, “keşke, şimdiki aklım olsaydı”
gibi ifâdelerine rastlarız. Şimdiki aklı olsaydı da, o zaman bir şey değişmeyecekti.
Bu durumu Mevlânâ, şu hikâyeyle açıklar:
“Saf bir kişi, bir
kuşluk vakti, koşa koşa Hz. Süleyman’ın adâlet sarayına sığındı.
Yüzü gamdan,
korkudan sararmış, iki dudağı mosmor kesilmişti. Hz. Süleyman, ona; ‘Efendi!
Sana ne oldu?’ diye sordu.
Adam; ‘Azrâil, bana
öyle öfkeli, öyle kin güder bir gözle baktı ki...’dedi.
Hz. Süleyman;
‘Peki,’ dedi. ‘Sen şimdi benden ne istiyorsun? Onu söyle!’ Adam; ‘Ey canları
koruyan büyük varlık! Rüzgâra emret de.
Beni buradan
Hindistan’a götürsün; belki kulunuz, oraya gidince canını kurtarmış olur.’
Hz. Süleyman
rüzgâra emretti. Rüzgâr da o adamı aldı, hemen deniz üstünden uçarak
Hindistan’ın iç taraflarında bir yere götürdü.
Ertesi gün dîvan
kurulmuştu. Herkes Süleyman’ın huzuruna gelmişti. Hz. Süleyman Azrâil’e dedi
ki:
‘Senin korkundan
gelip bana sığınan, o müslümana, onu canından, malından, evinden, barkından
ayırmak, avare etmek için mi öyle öfkeli baktın?’
Azrâil dedi ki:
‘Ben ona öfkeli bakmadım. Ben onu yol üstünde gördüm de, şaşırdım kaldım, bu
sebeple ona şaşkın şaşkın baktım.
Çünkü Cenâb-ı Hak
bana ‘Onun canını bugün Hindistan’da al!’ diye buyurmuştu.
Şaşırdım da kendi
kendime dedim ki: ‘Bu adamın yüzlerce kanadı bile olsa, onun bugüm Hindistan’a
varabilmesi çok uzak, çok zor.’
Ey yoksulluktan,
ilahi takdirden korkan ve ihtiraslarına kapılan kişi; sen, bütün dünya işlerini
buna kıyas et, gözünü aç da, hakikati gör.
Kimden kaçıyoruz?
Kendimizden mi? Ne de olmayacak şey! Kimden neyi kapıyoruz? Neyi kaçırıyoruz? Allah’tan
mı? Ne büyük günah...”[208]
Mevlânâ’nın
temsilinde olduğu gibi, insan kendi eliyle kendi kaderine koşar. Bunun yanında,
bazen de insanoğlu hiç planlamadığı, aklının ucundan bile geçmeyen bir yerden
rızıklanır ya da planlamadığı bir yerde makam ve mevki sahibi olur. Bu durumu
ise ilahi takdir olarak nitelendirmez de; zaten kendisinin o durumu hak edecek
bir kapasiteye, bir donanıma sahip olduğunu düşünür. Başarıyı kendine mal eder.
Sufiler, her iki
durumda da insanın, Hakk’a yönelmesi gerektiğini vurgularlar. Bir musibete uğradığında
halkın, ‘keşke bunu böyle yapmasaydım’ demelerine aldırış etmemesi gerektiğini;
çünkü zillette izzetin saklandığını belirtirler. Yine insanın bir nimete kavuştuğunda
da, bunu kendisinden değil, Hak’tan bilmesi gerektiğini bildirirler. Zaten
insan için kapanan bir kapı varsa, onun yerine açılan bir kapı da olacaktır.
Dünya hayatı da bir sınanma bir imtihan olduğuna göre, insan olaylara takılıp
kalmamalıdır. Çünkü her şey geçicidir. Velev ki, kapanan bir kapıdan sonra,
açılan bir maddi kapı olmasa da manevi bir kapı söz konusu olacaktır. Her iki
durumda da insan sabredenlerden ve şükredenlerden olmalıdır. Geçmişe de geleceğe
de takılmadan ân’ı yaşamalıdır. Çünkü geçmiş zaman geçmiş, gelecekse bizim
bilgimiz dışındadır. O halde insan, elinde olmayan için Hakk’a yalvarmalı,
sabır dilemeli, dua ve niyazla istikamet üzere yoluna devam etmelidir. Mevlânâ şöyle
der:
“Kaza ve kader
zuhur edince, bir tuzağı göremiyorsam, bu yolda bilgisiz olan yalnız ben değilim
ki.
Ne mutlu o kimseye
ki işin iyi yönünü tutmuş, zorlamayı saldırmayı bırakmış, yalvarma yakarma
yoluna düşmüştür.
Eğer kaza seni gece
gibi kaplayacak ve karanlıkta bırakacak olursa, gam yeme çünkü kaza ve kader,
sonunda yine senin elinden tutar, seni aydınlığa çıkarır.
Kaza ve kader yüz
kere canına kasdetse, yine sana can verecek, derman edecek odur. Şu kaza, yüz
kere yolunu vursa, yine senin çadırını gökyüzünün yücesine kurar.
Kazanın seni
korkutmasını, kerem eseri bil... Çünkü bu korkutma, seni emniyet meleğine
götürmek içindir.”[209]
İnsan, dünya
hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu unutur; ahireti önemsemez de dünyayı öne
çıkarırsa, onun sabretmesi de şükretmesi de mümkün olmaz. Böylece ziyan
edenlerden olur. Bu açıdan, insanın dünyaya nasıl baktığı, dünyaya hangi pencereden
baktığı, hayatta nasıl bir duruş sergilediği çok önemlidir. Çünkü insanın
dünyada sergilediği duruş, onun birebir ahirete bakış açısıyla ilgilidir.
Ahireti merkeze koyarak, dünyaya bakmak ile dünyayı merkeze koyarak dünyaya
bakmak arasında çok büyük fark vardır. Olan olmuş, her şey bitmiş ve insanın
sonucu değiştirecek gücü yoksa tevekkül etmeli, inkâra düşmemeli, bu durum karşısında
sus pus olmalı, ölü gibi olmalıdır. İnsanın böyle yapabilmesi ise, dünyayı
nasıl algıladığı ile bağlantılıdır. Bu sebeple:
“İlahi kazayı inkâr
eden karganın binlerce aklı bile olsa kâfirdir.”[210]
“Kader icabı sana
bir felaket mi geldi? Bir şeyden yara mı aldın? Başına gökten bir bela mı erişti?
Buna karşılık büyük bir mükâfata kavuşacağını düşün ve bekle!
O öyle bir padişahtır
ki, sana bir sille vurunca, bu silleden sonra sana, başına konacak bir taç,
oturup yaslanacağın bir taht bağışlayacaktır.
Bütün dünya onun
nazarında bir sinek kanadı değerindedir. Bir silleye karşılık sonsuz bağışlarda
bulunur.
Boynunu şu altın
dünyanın boyunduruğundan bir an önce kurtar da, sille satın almaya, sille
yemeye bak!
Peygamberler de başlarına
gelen dertlere, belalara, musibetlere sabrettiler de o yüzden şereflendiler,
yüceldiler.
Fakat ey genç, sen
hazırlıklı ol, dikkatle onu, gelecek mükâfatı bekle. Gelince seni evde bulsun.
Yoksa ‘Geldim, evde
kimseyi bulamadım.’der. Getirdiği kıymetli hediyeleri geri götürür.”[211]
Sufilerin
nazarında, ilahî takdir gerçekleştikten sonra, tedbirler de fayda etmedikten
sonra “kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyebilmek gerekir. Bunun aksi olduğunda,
insan hem dünyasını hem ahiretini kaybeder İnsan, böyle durumlarda rüzgârın
önünde savrulan yaprak misâli, Hakk’ın iradesine teslim olmalıdır. Mevlânâ şöyle
diyerek konuyu açıklar:
“Başına gelecek
ilahî takdiri, alın yazısını gören kişinin gönlü, güzel tedbirlerle o takdiri
değiştirmeye kalkışmaktan
nasıl hoşlanır?
Kendi aklına, kendi
tedbirine aldanansa, tuzak içindedir. Ama yine de tuzak kurar. Fakat ne bu
tuzak kurtulur, ne de tuzak kuran.
Yüzlerce çayır,
çimen bitse yahut kuruyup dökülse, sonunda yine Allah’ın ekmiş olduğu tohum
biter.
İlk ekilen ekinin
üstüne ekin ekenler ama bu ikincisi yok olur gider, ilk ekin kalır.
Olgun olan, sağlam
olan, seçkin olan ekin ilk tohumdur.”[212]
“Kaderden
sakınmakta perişan olmak, kötülüklere uğramak vardır. Yürü tevekkül et, çünkü
tevekkül işlerin en iyisidir.
Ey öfkeli kişi,
kaza ve kaderle pençeleşme ki, kaza ve kader de seninle pençeleşmesin, kavgaya
tutuşmasın.
Allah’ın hükmüne ve
takdirine karşı ölü gibi olmak gerek ki, sabahın Rabbi olan Allah’tan bir kahır
yarası almayasın.
Tevekkülden daha
güzel bir kazanç yoktur. Hakk’a teslim olmaktan daha hoş ne vardır?
Birçok kimseler
beladan kaçıp, başka bir belaya tutulurlar. Yılandan kurtulayım derken
ejderhaya düşerler.
İnsan çare arar,
hileye sapar, fakat hilesi ayağına dolaşır, tuzak olur. Can sandığı bağrına
bastığı en yakını, onun kanını içmek ister.
İnsan düşmanından
korunmak için kapısını kapar, kilitler. Halbuki düşman evin içindedir.
Firavun’un hilesi
de buna benzer.”[213]
Utbetü’l Gulâm’ın
bir defasında bütün geceyi: “(Ey Rabbim!) Bana azap da etsen sana âşığım, bana
merhamet de etsen sana âşığım.” Diyerek geçirdiği rivayet edilmektedir.[214]
Bu cümleden de anlaşılacağı gibi sufiler takdire boyun eğmek hususunda daima
rıza halinde olmak gerektiğini vurgulamışlardır. Çünkü her kim Hak’tan razı
olarak takdire boyun eğerse Hak Teâlâ o kimseden razı olur
ve o kimsenin
rızasını kolaylaştırır. İnsanoğlu kendine gelen musibet ve sıkıntılar karşısında
isyan etmeksizin Hakk’a karşı rıza halinde olmalıdır.
İ. İyilik ve Kötülüğün Nisbîliği
Mevlânâ’ya göre,
iyilik ve kötülük kavramı birbirinden bağımsız olarak düşünülemeyecek iki
kavramdır. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yaratan Cenâb-ı Hakk’tır. İnsanların
yeryüzünde iyi veya kötü işlemiş olduğu bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın
sıfatlarının tecellisidir. Şayet iyilikle kötülük bir arada olmasaydı, dünyanın
yaratılması söz konusu olmaz; dolayısıyla insanın dünyada imtihan edilmesi de
söz konusu olmazdı. Zaten iyilikle kötülük, yani iyilerle kötüler bir arada
olduğu için insan dünya hayatında sınanmaktadır. Bu açıdan insanlar (iyi veya
kötü) bir vakıa olarak olaylara kendi pencerelerinden bakarlar. Bütün insanlar
olayları kendi bakış açılarına, değerlerine ve anlayışlarına göre iyi veya kötü
diye değerlendirirler. Yeryüzünde yaşayan milyonlarca insanın, olayları ve diğer
insan gruplarını kendilerine göre değerlendirdiklerini düşündüğümüzde bütün
insanların ittifak ettiği “mutlak kötülük” kavramına ulaşamayız. Bu sebeple:
“Dünyada mutlak kötülük yoktur. Şunu iyi bil
ki: Kötü de kötülük de nisbîdir, herkese göre değişir.
Dünyada hiçbir zehir, hiçbir şeker yoktur ki,
birine ayak, öbürüne ayak bağı olmasın. Birine ayaktır, öbürüne ayak bağı;
birine zehirdir, öbürüne sanki şeker.
Yılanların zehri yılanlara hayattır. Fakat
insana nisbetle ölüm.
Deniz suda yaşayan mahlûklara sanki bağ,
bahçedir. Fakat karada yaşayanlara ölümdür.”[215]
Mevlânâ, sözlerinin
yanlış anlaşılmasını engellemek için konuyu müşahhaslaştırarak, hikâye yoluyla
anlatır. Söz konusu hikâye ise, Ebu Cehil’in Hz. Peygamber’e hangi gözle baktığını
dile getirir:
“Hz. Muhammed’i Ebu
Cehil gördü de: ‘Haşimoğullarından çirkin bir yüz belirdi.’dedi.
Hz. Peygamber ona buyurdu ki: ‘Haddini geçtin
ama doğru söyledin.’
Halbuki, Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’i
görünce: ‘Ey güneş sen ne doğudansın, ne batıdansın, lâtif bir nurla
parla.’diye buyurdu.
Peygamber Efendimiz ona da: ‘Ey şu değersiz
dünyadan kurtulan aziz varlık, doğru söyledin.’diye buyurdu.
Orada bulunanlar; ‘Ey insanların en şereflisi,
en büyüğü, ikisi de birbirine aykırı düşen söz söyledi. İkisine de; ‘Doğru
söyledin’ diye buyurdunuz; bunun sebebi nedir?’ dediler.
Hz. Muhammed (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Ben Hakk’ın
kudret eli ile cilâlanmış bir aynayım, Türk olsun, Hintli olsun; bana bakar, kendi
nasılsa beni öyle görür.”[216]
Bütün bu
anlatılanlarla birlikte şu da bilinmelidir ki, kimi zaman insanın yaşadıklarından
iyilik olarak nitelendirdikleri O’nun hakkında kötülük, kötülük olarak
nitelendirdikleri iyilik olabilir. Hayat uzun bir süreçtir, bu yüzden insanın
yaşadığı olayların hayır mı, şer mi oldukları zamanın akışı içinde daha sağlıklı
değerlendirilebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Savaş hoşunuza gitmese de
üzerinize yazıldı. Gerçi o size hoş gelmez, fakat olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız;
oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin
hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[217]
buyrulmuştur. Mevlânâ bu âyeti yorumlayarak şöyle demektedir:
“Bir vâiz vardı. Vaaz etmek için kürsüye çıkınca,
yol kesici eşkıyaya dua ederdi.
Elini kaldırır: ‘Ya Rabbi!’derdi. ‘Kötülere,
bozguncuya, eşkıyaya merhamet et. Onlara acı.
Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine,
bütün kâfir gönüllere, kiliselerde, manastırlar da bulunanlara sen merhamet
et.’
O temiz kişilere, iyi huylu insanlara dua
etmezdi. Pis, ahlâksız, kötü kişilerden başkalarına hayır duada bulunmazdı.
Ona dediler ki: ‘Senin bu duaların alışılmış, işitilmiş
dualar değildir. Sapıklara hayır duada bulunmak, büyüklük, asalet değildir.
Vâiz dedi ki: ‘Ben onlardan iyilik gördüğüm
için haklarında hayır duada bulunmayı âdet edinmişimdir.
Onlar bana karşı o kadar kötülükte bulundular.
O kadar zulüm ve cefalar ettiler ki, sonunda beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar.
Ben ne vakit dünyaya yöneldimse, dünya işlerine
candan bağlandımsa, onlardan dayaklar yedim, eziyetlere uğradım, yaralar aldım.
Yediğim dayaklardan, uğradığım belalardan,
hakaretlerden, Allah’a sığınmaya, yalvarmaya başladım, böylece o kurt gibi
zalimler, beni doğru yola Hak yoluna getirdiler.
Ey akıllı kişi, onlar benim doğru yolu bulmama
sebep oldukları için, haklarında hayırlı dualarda bulunmak boynumun borcu
oldu.”[218]
J.
Hayatın İki
Önemli Safhası: İhtiyarlık ve Gençlik
İnsanın doğumla başlayan
dünya hayatı çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık evrelerinden sonra sona erer.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Sizi Allah yarattı, sonra da
sizi O öldürecektir Sizden bazınız da en aşağılık ömüre kadar vardırılır ki,
biraz ilimden sonra, hiçbir şey bilmez olsun. Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi
bilir ve tam kudret sahibidir.”[219]
İnsanın özellikle gençlik ve ihtiyarlık olmak üzere iki dönemi çok önemlidir.
Mevlânâ, bu sebeple gençlik ve ihtiyarlık dönemine dikkat çekmektedir.
İnsanın gençlik dönemi,
dünyayla olan bağlantılarının sık olduğu bir dönemdir. Gençlik, bu yönden
ilkbahar gibidir. Herkesin bu dönemde hedefleri, idealleri ve yaşama hevesi
vardır. Bu dönemde birçok kimse, iyi bir hayat sürmek için gerekli şartları oluşturmayı
düşünmekte; vücut dengesi, gücü ve kuvveti yerinde olduğu için, zorlu, yoğun
bir çalışma içine girmektedir. Bütün bu şartlar içinde insanın kendine,
çevresine, topluma ve de bu gücü ve kuvveti ona veren Rabb’ine karşı da
sorumlulukları vardır. İnsan, bu sorumlulukların bilincinde olmalı ve dünya
için mesâi harcarken kulluk ve insanlık vazifesini ihmal etmemelidir. Mevlânâ
gençliği yemyeşil taze bir bağa benzeterek şöyle der:
“Ne mutlu o kişiye ki, gençlik günlerini
ganimet bilir de, borcunu öder. Yani dînî ve insanî vazifesini yerine getirir.
Bedeni sapasağlam iken, vücudunda da yüreğinde
de güç kuvvet varken kulluğunu yerine getirir.
O gençlik çağı ter ü taze bir bağa benzer. Bol
bol meyveler verir.
Genç adamın kuvvet ve şehvet duyguları akar
durur.
Gençlik; yapılmış, döşenip dayamış, tavanı
yüksek, dört duvarı sağlam, onarmaya gereği bulunmayan bir eve benzer.
Ne
mutlu ihtiyarlık günleri gelip çatmadan; hastalıklar, üzüntüler, çaresizlikler
yakasına
yapışmadan
insanlık vazifesini yapana...”[220]
Gençlik döneminden
sonra ise, yavaş yavaş ihtiyarlık dönemi yaklaşmaya başlar. Kur’an-ı Kerim’de
“erzel-i ömür”[221]
diye nitelendirilen ihtiyarlıkta ise, insanın dünyaya bakışı gençliğin
aksinedir. Güçten kuvvetten kesildiği bu dönemde insan, çevresi tarafından
önemsenmediği, kendisiyle yeterince ilgilenilmediği düşüncesine kapılır ve git
gide yalnızlaşır. Yalnızlık dolayısıyla ihtiyarlar çok duygusal ve bir çocuk
gibi kırılgandır. Ölümün yaklaştığı hissi ve ölümden sonrasını bilememek, karmaşık
duygulara yol açar. Kulluk ve insanlık görevini ihmal etmiş ihtiyarlar, ömrünü
boşa geçirmiş olduğu düşüncesiyle daha çok yaşama; daha çok çalışma ve kazanma
hırsına kapılır. Böylelikle o kimselerin ihtiyarlık dönemleri gençlik
dönemlerinden daha fazla yoğunluk kazanır. Bu durum ölümün ayak seslerini
bastırmaya yöneliktir.
Kendinden emin
olmamakla birlikte, kulluk ve insanlık görevini yerine getirmek için ömür
süren; çaba sarfeden ve hayatını bu uğurda, bu istikamette geçiren ihtiyarlar
için, ölümün diğer adı hayattır. Elbette onlarda da bir korku, bir tereddüt,
sonundan emin olamama hali vardır; ancak amellerini Allah’ın rahmetiyle
birlikte ele aldıklarından, havf ile recâ arasında gidip gelirler. Onlar için
ölüm bahardır. Ekilen ürünü toplama zamanıdır. Tevekkülle ölümü kabullenme çabasına
girerler. İbâdet ve taatlerini çoğaltırlar. Amel torbalarını daha çok doldurmak
için uğraşırlar. Dünyaya hevesleri bitmiştir. Dünyanın bir oyun kadar kısa olduğunu
en iyi onlar bilmektedir. Onlara havf ve recânın verdiği bir olgunluk, bir
sükunet ve vakar hâkimdir.
Her hâlükarda
ihtiyarlık âcizliktir, tükenmişliktir, iki arada bir derede misali
bilinmezliktir. Uzuvların tutmadığı, dermanın kesildiği ve başkalarına muhtaç
olmanın ezikliğiyle meşakkatin çoğaldığı bir dönemdir. Mevlânâ ihtiyarlığı şöyle
anlatır:
“İhtiyarlıkta beden çorak toprak gibi gevşer
dökülür. Çorak bir tarladan hiçbir vakit hoş bitki yetişmez.
Köhneleşmiş bir bedende kuvvet ve şehvet suyu
kesilmiştir. Artık o kendisinden de, başkalarından da faydalanamaz.
Kaşlar eğer kuskunu gibi aşağı düşmüştür.
Gözler sulanmış ve kararmıştır.
Yüz buruşmuş, kertenkele sırtına benzemiştir.
Söz söyleyemez, laf atamaz bir hale gelmiştir. Dişler de dökülmüştür.
Gün geçip gitmiş, akşam vakti gelip çatmıştır.
Bir leş haline gelen beden topallayıp kalmış, yol da uzun ve uzak; iş yeri
yıkılmış, iş düzeni de bozulmuştur.
Alışkanlıklar, kötü huylar derinlere kök salmış,
kökleri sağlamlaşmıştır. Onları sökecek güç kuvvet de azalmış, tükenmiştir.”225
K.
İnsanın İçine Korku Salınmıştır
Mevlânâ’ya göre,
Hz. Allah bütün mahlûkatın kalbine korku salmıştır. Hz. Allah korkuyu vesile
kılarak dünyanın düzenini sürdürür, insanların her biri kendi işiyle meşgul
olur; kendi işini önde tutar, içindeki korkudan dolayı durmadan çalışır çabalar
da diğer insanlarla ilgilenmeye fırsat bulamaz. Böylece fitne fesat yayılmaz.
Her insan korktuğu şey dolayısıyla diğer insanın işini görür. Böylece
yeryüzünün düzeni hiç bozulmadan devam eder. Bir memur âmirinden korktuğu için
görevini aksatmadan yapar. Bir öğrenci öğretmeninden koktuğu için, bir işçi
patronundan korktuğu için sorumluluklarının bilincinde olur.
Aslında hiç kimse
sadece birisinden korkmayla işini yapıyor değildir. Ama insanoğlu, işinin
hakkını vermediğinde hem kendisine, hem sorumluluk veren kişiye, hem de
çevresine saygısızlık etmiş olur. İnsan kendisine de başkasına da saygısızlık
etmeyi istemez. Bu korkuyu hep içinde taşır. İşte bütün bu korkuları kalplere
salan da Allah’tır. Allah insanların duygularının hâkimidir ve insanların
duyguları üzerinde tasarruf sahibidir. Mevlânâ, bu durumu şöyle anlatır:
“Değirmen beygiri
koşar durur. Onun maksadı ancak sopa yemekten kurtulmaktır.
O değirmen
beygirinin su çektiğinden, yahut susamdan yağ çıkardığından haberi bile yoktur.
Öküz de arabayı
çekmek, eşyayı götürmek için değil, dayak yiyip yaralanmak korkusundan işe
koyulur, koşar.
Hak ona yalnız öyle
bir acı korkusu vermiştir de, o yüzden işler görür.
Böylece her kazanç
sahibi de, dünyayı ıslah etmek için değil, kendisi için çalışır.
Herkes derdine bir derman,
yarasına bir merhem arar. Bu yüzden de âlem ayakta durur, işler yürür, gider.
Hak korkuyu bu
âleme direk yapmıştır. Herkes korku yüzünden bir işe sarılmıştır.
Allah’a hamd ve
senalar olsun ki, korkuyu yeryüzüne mimar yaptı. Yeryüzünü onunla düzene koydu.
Bunların hepsi de
iyiden, kötüden korkarlar; fakat hiç kimse yoktur ki, kendi kendinden korksun.
Şu halde, hakikatte
herkese hâkim olan biri var. O, duygularla duyulmaz, gözle görülmezse de,
herkese çok yakındır.”[222]
Yeryüzündeki bütün
insanlar ya bir şeyleri elde etmek ya da elde ettiklerini muhafaza etmek için
çabalamaktadır. Kaygısız ve korkusuz yaşayanlar ancak hakikati keşfedebilenlerdir.
Diğer bir deyişle ; “Yüzlerini Hakk’a teveccüh edip, mâsivâdan İ’râz eden
kullardır.” Mevlânâ şöyle devam eder: “Herkes dünyada bir işle meşguldür. Kimi
kadın, kimi mal, kimi kazanç, kimi ilim muhabbetindedir. Cümlesi, benim
dermânım, zevkim, hoşluğum, râhatım ondadır ve o, rahmet-i Hak’tır diye i’tikâd
eder. Bir dem mükedder olunca, o zevk ve râhat teharrîsi, doğru değilmiş, meğer
iyi arayamamışım, tekrar teharrî edeyim der. Vaktâki yine arar yine bulamaz. Tâ
rahmet hicabsız yüz gösterinceye kadar böylece arar durur.”[223]
L.
İnsan ve Dünyanın Sıkıntıları
İnsanın hayatı doğumdan
ölüme kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte insanın, neşelendiği, sevindiği
günler olacağı gibi; hüzünlendiği, dertlendiği günler de olacaktır. İnsan bütün
bu yaşadıklarıyla, hem sevinmeleriyle, hem kederleriyle insandır ve hayat dediğimizde
aklımıza inişli- çıkışlı bir süreç gelir. Hz. Peygamber’in bize haber verdiği
haliyle en çok peygamberler, daha sonra ise derece derece Allah dostları ve diğer
insanlar sıkıntı çeker. Hz. Allah insanlara kaldırabilme güçlerine göre yük
verir. Diğer bir deyişle Hz. Allah, hangi kulunu daha çok sevmekteyse, onun
yükünü çoğaltmaktadır. Nitekim Mevlânâ şöyle der:
“Cenâb-ı Hak Firavun’a yüzlerce mal, mülk verdi
de, o ululuk, büyüklük davasına kalkıştı ve halka; ‘Ben sizin
rabbinizim.’demeye başladı.
O kötü yaratılışlı, mayası bozuk Firavun’un,
Allah’a yalvarmasın, sızlanmasın diye, bütün
ömründe bir defa olsun başı ağrımadı.
Allah, Firavun’a şu dünyanın bütün mülkünü,
saltanatını verdi de, ona dert, ağrı, sızı, gam vermedi.”[224]
Allah’ın
sevdiklerinin yükünü çoğaltması meselesi, aklını kullanan insana ilk planda
garip gelebilir. Oysa bunun anlamı şudur: Allah sevdiği kuluna dert verdiyse
ondan önce dayanma gücü verir, sabır verir. Nitekim bazen başkalarında gördüğümüz
bir sıkıntıya, asla güç yetiremeyeceğimizi düşünürüz. Ama sıkıntıyı yaşayan
insanın alışmış olduğunu, sıkıntıyı aşmış olduğunu, soğukkanlı olduğunu
gözlemleriz. İkinci olarak Allah dert verdiyse, o kulunun sevap hanesini
doldurmayı irade etmiş demektir. O kişinin sevap hanesi dolduğu oranda, Hakk’a
yakınlığı artacaktır. Bir diğer açıdan Allah dert verdiyse, o kulunun kendisini
hep anmasını, bir an bile olsun gaflete düşmesini istememektedir. Yani o
kulunun dünyaya meyletmesini kıskanmaktadır. Çünkü dertlinin inlemesinde ihlas
vardır; bağrı yanıklığın verdiği bir masumluk, bir samimiyet vardır.
Bu sözlerden sonra
bilinmelidir ki, insan her ne olursa olsun Allah’tan dert istememelidir. Çünkü
insan ancak sabredebildiği takdirde, dert onu Allah’a yaklaştırır;
sabredemezse, dert onun önünde büyük bir engeldir. Hz. Peygamber hem dünya hem
de ahiret için iyilik ve güzellik isteyerek Hakk’a yalvarmıştır. Mevlânâ konuyu
şöyle anlatır:
“Şunu iyi bil ki, Sana Allah’ı hatırlatan, seni
inciten, gizlice Allah’a yalvartan dert; dünya
mülkünden saltanatından daha iyidir.
Dertsiz yapılan dua; soğuktur, bir işe yaramaz.
Fakat dertli iken, acı çekilen dua; gönülden kopar gelir.
O dudak altından sesi çıkarman, o gizli
niyazın, o geldiğin ve geleceğin ezel âlemi, ruh âlemini düşünmen yok mu?
İşte samimi, saf ve
hüzünlü bir sesle; ‘Ey feryadıma erişen Allah’ım, ey tek yardımcım olan
Allah’ım!’ demen gerçek duadır.”[225]
Dünya sıkıntıları karşısında insanların takındığı tutum iki
türlüdür. İnsanların bir kısmı dünyanın meşakkatlerini göğüslemeye güç
yetiremeyenlerdir. Çünkü insanın nefsi zaaflara, hatalara ve günahlara
meyillidir. İnsan sabretmeye yakın olduğu kadar, isyan etmeye ve aklınca
sorgulamaya da yatkındır. Dünyayı keyif sürülecek, rahat edilecek bir mekân
olarak algılayanların sabretmesi zordur. Çünkü dünyayı bu şekilde algılayanlar,
keyiflerini kaçıracak en küçük bir sıkıntıdan bile hazzetmez.
Dünyayı ahiretin
bir tarlası olarak görenler ise, acılarına uhrevî bir anlam katarlar. Acılarını
bu anlamla yoğurabilenler, daha sabırlıdır. Buna göre, dert; insan dert edindiği
için, dert olmaktadır. İnsan dünyaya bel bağladığı, dünyadan kopamadığı ve
rahatına kıyamadığı için rahatını bozan her şeyi dert edinir de, ömrünü
vesveselerle, boş kuruntularla hebâ eder. Mevlânâ’ya göre, insan ilahi aşkı
yakalasa derdini kendine derman edinecektir. Mevlânâ şöyle demektedir:
“Ömür bazen dağlara tırmanarak, bazen denizleri
geçerek, bazen ovaları aşarak bu toprak
âleminde geçti, gitti.
Böylece kıymetli ömrünü geçim derdi uğruna, şu
madde âleminde harcayıp dururken, mana âleminin ab-ı hayatını nerede
bulacaksın? Mâsivâ deryasının dalgalarını yarıp da ilahi âleme nasıl
geçeceksin?
Şu dünya hayatında karşımıza çıkan, bize çok
önemli gibi görünen çeşitli vak’alar, haller, zorluklar, engeller, toprak
âleminin dalgaları olup bunlar bizim vehmimizden, anlayışımızın kıtlığından, düşüncelerimizin
noksanlığından meydana gelmektedir.
Halbuki mana denizinin, aşk denizinin dalgaları
bizim vehmimizi, anlayışımızı, düşüncemizi mahveder. Bizim aklımızı başımızdan
ve bizi bizden alır. Bizi kendimizden geçirir, mest eder.
Mana denizinin verdiği mestlik de senin için
yetmez, bu tam mestlik değildir. Sen bu yarı mestlikle kaldıkça, gerçek
mestlikten uzaksın. Bu yarı mestlik yüzünden kör olursun
da gerçek mestlik kadehini göremezsin.
Bu dünyanın dedikodusu toz gibidir. Gönül
aynasını örter. Sen aklını başına al da, bir zaman için susmayı huy edin.”[226]
1.
Dünya
Sıkıntılarının Yaratılmasının Hikmeti
Cenâb-ı Hak, hiçbir
şeyi boşuna yaratmış değildir. Yaratılmış olan her şey, yerli yerinde ve olması
gerektiği gibi yaratılmıştır. Nasıl kâinat ve insan boşuna yaratılmadıysa, diğer
canlılar da, iyilikler de, kötülükler de hepsi Hakk’ın yaratmasıyla mevcuttur.
Yeryüzünde insanın gönlünün neşe bulması da, insanın gönlüne gam ve keder düşmesi
de Hakk’ın irâdesiyle vukû bulur. Yine bunun gibi, cennet boşuna olmadığı gibi,
cehennem de boşuna değildir.
Dünya hayatında
çekilen sıkıntının ve meşakkatin bir hikmete dayandığını vurgulayan Mevlânâ,
bir sufi ile bir kadı’nın diyaloğuna yer vererek konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlar. Mevlânâ sufinin diliyle her kişinin zaman zaman aklına gelebilecek
sorulara yer verir. Böylece konuyu herkesin anlayabileceği tarzda ayrıntılara
inerek okuyucuyu tatmin edecek bir şekilde sunar. Hikâyeye göre sufi ile kadı
arasındaki diyalog şöyledir:
“Sufi:
‘Ne olurdu şu dünya kaşlarını hiç
çatmasaydı!’dedi. ‘İnsanlara dâima gülseydi, dâima acısaydı!
Her an ortaya bir acılık katmasaydı ve şekilden
şekle girerek, insanı paralamasaydı!
Gece gündüzün aydınlığını çalmasaydı! Nurunu talan
etmeseydi! Kış zevk ve sefa bahçelerini soldurmasaydı!
Sağlık kadehi, hastalık taşıyla kırılmasaydı!
Korku emniyet ve güveni hırpalamasaydı! Kullarına lütfettiği nimetlerinde bir
sıkıntı olmasaydı, cömertliğinden ne eksilirdi?’ ”231
“Sufi tekrar dedi
ki; ‘Yardımı niyaz edilen Allah, her şeye kadirdir. Bizim işimizi,
isteklerimizi, ziyansız bir hale sokabilir.
Ateşi güllük,
bostanlık yapan, bunu da yapabilir. Kârımızı ziyansız bir hale sokabilir.
Dikenden gül bitiren o kudretli varlık, bu kışı da bahar haline döndürebilir.”[227]
[228]
Kadı:
“İnsanın hoşuna gitmeyen, insana acı gelen
ilahi amir olmasaydı, güzel, çirkin, değersiz taş, kıymetli inci bulunmasaydı!
Nefis, şeytan, heva ve heves, zahmet ve meşakkat,
didinmek, uğraşmak ve kavga olmasaydı!
Ey utanmaz adam, sultan kullarını ne adla çağıracaktı?
Nasıl; ‘Ey sabırlı, ey hilim sahibi!’diyecekti?
Nasıl; ‘Ey yiğit kişi, ey hâkim!’diyecekti?
Sabırlılar, doğrular,
sadıklar, fakirleri doyuranlar; yol kesenler, ahlâksızlar olmadıkça, lanetlenmiş
şeytan bulunmadıkça, nasıl anlaşılır? Nasıl belli olurdu?
İlim ve hikmet, doğru
yolu belirtmek içindir. Her tarafa yol bulunsa idi, hikmet boş bir şey olurdu.
Sen ise cismânî
duyguların kaynaştığı, pis, kirli tabiatının istekleri uğruna iki dünyanın da
yıkılmasını
istiyorsun.”[229]
2.
Dünya
Sıkıntılarına Karşı Dört Yol Arkadaşı
İnsanoğlu yaşadığı
müddetçe, dünyanın sıkıntısına, derdine, külfetine uğramaktan kurtulamaz. İnsanoğlu,
ancak bu dünyadan ahirete göç edince, dünya sıkıntısından kurtulabilir.
Mevlânâ’nın tâbiriyle, dünya zindanının ayak bastı parası alınmayan, zindan
dayağı atılmayan hiçbir yeri yoktur. İnsan dertten kaçarsa başka derde tutulur.
Ancak insanoğlu kendi iç dinamikleriyle, manevî duygularıyla, ruhani yönüyle
sıkıntılarla baş edebilir. Kaçmak, kurtuluş değil bunalımdır. İnsan edindiği
yol arkadaşlarıyla, sıkıntıların üstesinden gelebilir. İnsanın dört yol arkadaşı;
kanaat, hayal, iman ve sabırdır:
“Sen Allah’ın
verdiklerine razı olmadıkça, rahat etmek, kurtulmak ümidi ile nereye kaçsan,
orada karşına bir âfet çıkar, bir bela gelir, sana çatar.
Dünyanın hiçbir köşesi
canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak,
O’nun manevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur.
Kurtulma çaresi
bulunmayan dünya zindanının, ayak bastı parası alınmayan, zindan dayağı
atılmayan bir köşesi yoktur.
Allah’a yemin
ederim ki, fare deliğine girsen bir kedi pençesiyle tutulursun.
İnsanoğlu hayallere
kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar.
Yok hayalleri hoşa
gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir
gider.
Yılanların,
akreplerin bile arasında olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa...
Yılanlar da,
akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin bakırı altın yapan bir
kimyası vardır.
Sabır, güzel
hayallerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir,
seni rahatlatır.
O kurtuluş hayali,
içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir.
Sabır, iman yüzünden baş tâcı olur. Çünkü sabrı olmayanın
imanı yoktur.[230]
Hz.
Peygamber; ‘Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.’diye
buyurdu.
Bir
kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat, yine o adam bir başkasının
nazarında, resim gibi güzeldir.
Çünkü
senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir.”234
[231]
Mevlânâ, Fîhi Mâ
Fîh adlı eserinde de insanın hayal kurmasına ve ümit beslemesine değinerek şöyle
der: “Bir âdemi, her bir şeyin hayâli o şey tarafına götürür. Hayâl-i bağ bağa,
dükkânın hayâli dükkâna sevk eder.” Ümide gelince; “Zîrâ kâfir kavimden başkası
Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.[232]
Âyet-i kerîmesi mucîbince Hak’tan ümît kesmemelidir. Ümit, tarîk-i eymenin başıdır.
Eğer yola girmiyor isen, bârî yolun başını bekle.”[233]
Buradan da anlaşıldığı
üzere Mevlânâ bir kimsenin neyin peşinde olduğunu, neyi amaçladığını, hangi
gâye ile yaşadığını hayalleriyle ölçmektedir. Kısaca bir kimsenin hayâli neyse
dünyâsı da odur. İnsan güzel hayallerle güzellikleri yaşamalı ve içinde yaşatmalıdır.
Bununla birlikte insan yaşadığı sıkıntılar karşısında ağır başlı olmalı, sabır
ve ümitle kanaatkâr olmayı da kendisine ilke edinmelidir.
M.
Nefis İle Ruh
Arasında İnsan
İnsan nefsiyle,
ruhuyla, kalbiyle, aklıyla bir bütündür. Nefis insanı kötüye, çirkine çeker.
Ruh ise iyiye, güzele çeker. İnsan süflî duygularla, ulvî duyguların; dünya ile
ahiretin, cennet ile cehennemin; ak ile karanın arasındadır. İnsan kâinata
bazen mânâ, bazen madde gözüyle bakar. Bazen nefis, bazen ruh galip
gelir. İşte insanın
hayatı böylece devam eder gider. Mevlânâ, insanın aslına dönmesini salık verir
ve şöyle der:
“İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür
ile, ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet
galebe ederse; olta olur.
İnsanın yarısı mümin, yarısı ateşe tapandır.
Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: ‘İçinizde mümin
de var, kâfir de var.’diye buyurdu.[234]
İnsanın alaca öküz gibi sol tarafı kapkara.
Öbür tarafı ise ay gibi aktır.
Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını
görürse, onu sevmez. İyilik tarafını görürse, onu beğenir.
Yusuf (a.s.) kardeşlerinin gözüne çirkin bir
hayvan gibi görünüyordu. Halbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi
güzeldi.
Kardeşleri onu çekemediler, kötü hayale
kapıldılar da, onu çirkin gördüler. Bu göz; teferruâtı, parça bucağı gören fânî
gözdür. Küllîyi (=bütünü) gören, her şeyde bütünün sıfatını müşâhede eden gönül
gözü, mana gözü onlarda yoktur.
Sen bizim şu başımızda görünen fânî gözü, asıl
gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz, her şeyi nasıl görürse,
fânî gözümüz de er-geç onun tarafına döner.”[235]
Yeryüzünde iyiliği
de kötülüğü de barındıran tek varlık insandır. Bu sebeptendir ki insan hem
esfel-i sâfilîn, hem de ahsen-i takvîm olmaya müsaittir. İnsan hem iyiliğe hem
de kötülüğe meyillidir. İşte bu hal insanı insan yapan en büyük unsurdur.
Mevlânâ insanın bu ahvâlini şöyle anlatır: “Âdem’in vücudu bir sancak gibidir.
Sancağı evvelâ havaya kaldırırlar; ondan sonra her taraftan akıl, fehim, hışım,
gazap, hilim, kerem, havf ve recâ ahvâl-i bî-pâyân ve bî-hadd sıfât askerlerini
o sancağın altında cem’ ederler. Uzaktan nazar eden kimse, yalnız sancağı
görür. Ammâ yakına gelen kimse, sancağın altında sayısız halkı görür. Ya’nî
gâfil teni görür ve âkıl onda ne gevherler ve ne kadar ma’nâlar olduğunu
bilir.”[236]
Bunun için insan
dünyanın maddî aşklarına değil, gayb âleminin aşklarına yönelmelidir. İkiliğe
sahip olan insan teke yönelmeli, üç günlük dünyanın hilelerinden uzak
kalmalıdır. Madde dükkânını kapamalı, mana dükkânını açmalıdır.
“Senin
âşıkların kerem perdesi ardında, senin için feryâd ediyorlar. Zaman zaman
haykırıyorlar, sen onları gör. Yani senin gerçek âşıkların gözünün önünde
bulunanlar değildir. Senin gerçek âşıkların ötelerdedir.
Sen
bu dünyanın maddî aşklarına, fânî âşıklarına bakma. Sen gayb âleminin âşıklarına
âşık ol. Beş günlük âşıklara pek aldırış etme.
Bu
fânî âlemin âşıkları hile ile seni kendilerine çekerler de, seni yerler.
Yıllardır çok küçük bir fâide görmedin, ufak bir mânevî yardım almadın.
Fânî
varlıklar yolunda ne zamana kadar feryâd edip duracaksın, gürültü edeceksin.
Ayakların yaralandı halâ bir murada eremedin.
Sağlık,
hoşluk zamanlarında yüzüne gelenlerin hepsi de sana dosttur, arkadaştır. Dertli
ve gamlı olduğun vakitte ise, Allah’tan başka sana kim dost olur?
Gözünün,
dişinin ağrıdığı vakit, feryâda yetişen Allah’tan başka kim senin elinden
tutar?”[237]
“Ey
insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise Mekânsızlık âlemindedir. Sen bu
dünya
dükkânını
kapa da, öbür dükkânı, mana dükkânını aç.”[238]
N.
Dünya
Hayatının Sonu Olarak Ölüm
1.
Ölümün
Elçileri
Bu dünya hayatı
insanoğlu için geçici bir mekândır. İnsan doğumla bu fânî mekana adım atmış olur.
Çocukluk çağı, gençlik çağı derken zaman su gibi akar gider. Her doğan kişi bu
mekâna ölümle veda eder. Ancak herkesin dünyadaki hikâyesi farklı farklı olur.
Kiminin hikâyesi dilden dile dolaşır, kimininki ise ölür ölmez unutulur.
Neticede her doğan bir gün ölür. Bu mekânda hiç kimse ebedî değildir. Nitekim
Hz. Allah şöyle buyurmuştur: “Biz senden önce de hiçbir insana ebedilik
vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedi mi kalacaklar?”[239]
Ölüm insana
gelmeden önce haberciler gönderir. Mevlânâ’ya göre dertler, sıkıntılar,
hastalıklar, insanın ihtiyarlaması, güçten kesilmesi, saçlarının ağarması bütün
bunlar, ölümün habercisidir. Mevlânâ konuyu şöyle açıklar:
“Genç
iken daha kanatlı idin, önce altın gibi kıymetli ve sevimli idin;
ihtiyarlayınca altınlığı terk ettin de, altın isteğine düştün.
Sen
üzümlerle dolu bir asma idin. Nasıl oldu da üzümlerin döküldü? Nasıl oldu da,
meyvelerin tam olacağı bir zamanda bozulup gittin, kuruyup, çürüdün?
Bilmiş
ol ki, her hastalık, ölümden bir parçadır. Eğer yolunu bulursan ölümün bu
parçasını, bu cüz’ünü kendinden çıkar, at gitsin.
Dertler,
hastalıklar, ölümden gelen elçilerdir. Ey olmayacak şeylerle uğraşan kişi,
ölümün
elçilerinden
yüz çevirme, onlarla iyi geçin ki ölüme de alışmış olasın.”[240]
2.
Ölüm
Gelince Dünya İnsanı Yalnız Bırakır
Bir kimse ölüm döşeğinde
acı içinde kıvranırken, hiç kimse ona yardım edemez. Ne serveti ona fayda
verir, ne aile efrâdı, ne de akrabaları. Şayet ecel gelmişse hiçbir ilaç tesir
etmez. O kimse sevdiklerinin gözü önünde yavaş yavaş erir gider ve onun bu
halini görenler de çaresizlik içinde kıvranır durur.
İnsanların bir
kısmı, dünyaya iki elle sarılır. Dünyayı kazanmak uğruna nice değerlerini
kaybetmeyi göze aldığı gibi; dostlarını, sevdiklerini bile dünya meşgalesiyle
ihmal eder. Bütün ömrünü, zamanını boş işlerin peşinde, bir oraya bir buraya koşturmakla
geçirir. Ancak ölüm gelip çatınca dünya ve içindekiler insanı terk eder, yalnız
bırakır. Buna göre:
“Sebepleri kesen,
ortadan kaldıran ecel ile ölüm ordusu gelir çatar; kış mevsiminde ölüm
bahçesinin
dallarını keser, yapraklarını döker! Bilindiği gibi ecel gelip çatınca, hiçbir
doktor, hiç bir ilaç işe yaramaz. Ölümü önleyen bütün sebepler, bütün tedbirler
ortadan kalkar! Ölüm ordusu öldürücü korkunç hastalıkları temsil etmektedir.
O zaman kesilen
dallara, dökülen yapraklara bahar da yardım edemez. Ancak, gönüldeki sevgilinin
bahara benzer yüzü yardım eder.
Can verme gününde,
vefasız dünya insandan ayağını çekiverir, gider. Bu sebeple toprağa;
‘aldanma yurdu’ adı
verilmiştir.
Elinde olan maddi
imkânlar seni hayata bağlardı da, o zaman ; ‘ben dertlenirdim!’ derler; sağa
sola koşarlardı. Şimdi sen can vermek üzere iken onlar nereye gitti; onlar
seninle dertlendi mi? Ne gezer!
Dertlere düştüğün,
gamlandığın zamanlarda; ‘Gam, zahmet senden uzak olsun; gamla aranda on dağ olsun!’derdi.
Zahmet ordusu, gam-elem askeri yani, öldürücü
hastalıklar gelip çatınca, vefasız dostun ağzını kapattı; nefes bile almıyor!
Seni tanımamazlıktan geliyor, sana; ‘Seni bir yerde görmüştüm.’ demiyor!” [241]
3.
Ölüm Olmasaydı Dünya Sapından Ayrılmamış Harman Yerine
Benzerdi
İnsan için doğum ne
kadar doğal bir vakıa ise, ölüm de aynı şekilde doğaldır. Her ne kadar
birisinin ölümü, doğum gibi sevinilecek bir durum olmasa da, ölüm acı ve garip
olsa da, kâinatın düzeni böyledir. Ölüm olmasaydı, dünya karmakarışık bir hal
alır; dünyanın düzeni bozulurdu. Kısaca ölüm olmasaydı, hayat olmazdı. Mevlânâ,
bu durumu şöyle izah eder:
“Biri; ‘Ne hoştu bu dünya ölüm olmasaydı, ölüm
çıkıp gelmeseydi.’demekte idi.
Başka birisi de diyordu ki; ‘Ölüm olmasaydı,
ızdıraplarla dolu olan bu dünya, çekilmezdi, hiç bir işe yaramazdı.
Ovaya yıkılmış, dökülmüş, danesi sapından
ayrılmamış, ihmal edilmiş bir harmana benzerdi.’
Bir çeşit manevî ölüm olan dünya hayatını, sen
dirilik sandın. Tohumu çorak yere çektin.
Hiçbir ölü öldüğüne yanmaz, hayıflanmaz. Azığının
azlığına yanar.
Yoksa aslında o dar bir yerden, bir kuyudan
kurtulmuştur. Bir ovaya düşmüş, bir devlete
kavuşmuş, ferahlığa erişmiştir.
Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından
geniş bir ovaya geçmiştir.”[242]
4.
Ölmek Dirilmektir
Ölmek yok olmak,
çürümek, toprak olup gitmek anlamına gelmez. Ölüm, insanın dünya hayatından
âhiret hayatına geçmesidir. İnsan ölümle yeni bir hayata başlar. İnsan dünya
hayatında nasıl yaşamışsa, ahrette ona göre dirilecek ve dünyada ektiklerini
ahirette biçecektir. Mevlânâ şöyle der:
“Ölüm gibi görünen,
fakat hakikatte ölümsüzlük olan hal, bize helal olmuştur. Bu dünyada maddî
rızkın kesilmesi veya azalması da, bize öteki dünyanın rızkı olmuştur.
Bizi korkutan, can
vermenin görünüşü, dış yüzü; ölümdür. İç yüzü ise diriliktir, yaşayıştır.
Görünüşte tükenmedir. Hakikatte ebedi hayattır.
Ana rahmindeki çocuğun
doğması, bulunduğu dünyadan yeni bir dünyaya göç etmesidir. Fakat dünyaya gelişi,
onun için yeniden açılıp saçılmasıdır.”247
Mevlânâ’ya göre
ölüm; hasretin, yalnızlığın, acı ve ızdırabın son bulması demektir. İnsan
dostundan ayrı düştüğü için dünyada gariplik çekmekte olduğundan ölümle bu
gariplikten kurtulacaktır. Bu açıdan Mevlânâ kendi ölümünü de dosta kavuştuğu
için hayat bulmak olarak niteleyerek şöyle der:
“Ölüm meyvesi benim
için tatlıdır. ‘Onlar hayattadırlar.’ Âyeti, benim gibi şehit olmak isteyenler
için gelmiştir.
Ey güvendiğim
dostlarım! Beni kınayarak, ayıplayarak öldürüm. Çünkü öldürülmem, beni ebedi
hayata kavuşturacaktır.
Ey yiğit! Gerçekten
de benim hayatım ölümümdedir. Yerimden, yurdumdan ne vakte kadar ayrı kalacağım.
Bu dünyada duruşum
benim için bir ayrılık olmasaydı; ‘Öldüğümüz zaman hiç şüphe yok ki, biz yine o
Allah’a varanlardanız.’ diye buyrulmazdı.”248
Sufilere göre,
insan ölüme her an ölecekmiş gibi hazırlık yapmalıdır. Çünkü ölümün ne zaman
geleceği belli olmaz. Hiç kimse ölümden sonra nasıl bir akıbet ile karşılaşacağını
bilmez. Bu sebeple insan ölümün acısından, ızdırabından Hakk’a sığınmalıdır.
Hz. Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmeli, hayırlı amellerini çoğaltmalı,
günahlardan sakınmalı, akıbeti hususunda emin olmamalıdır.
III.
ALLAH’A
GİDEN YOLDA DÜNYEVî ENGELLER
VE İNSAN
A.
Dünya
Sevgisi
Sufiler, dünya ile
olan münasebetlerine belli bir mesafe koymuşlar, kalplerinin dünya sevgisinden
arınması için mücâhede ve riyâzata yönelmişler, zühd hayatı yaşamayı tercih
etmişlerdir. Nitekim Ali b. Ebu Talib’e zühdden sorulunca o da şu cevabı verir:
“Dünyayı mümin de yese, kâfir de yese buna aldırış etmemendir.”[243]
Mevlânâ, kalpleri
dünya sevgisi ile dolu olanları, ana rahmindeki çocuğun haline benzetir. Çocuğun
doğması için bütün şartlar gerçekleşir ve çocuğu ana rahminden dışarı çekerler,
fakat çocuk direnir ve ana rahminden çıkmak istemez. Oysa çocuk ana rahminden
çıkmakla; geniş bir âleme gelmiş olacak, rahatlık ve ferahlık bulacaktır:
“Calinus gibi bu
dünyayı seven ve dünyadan ayrılmak istemeyenlerin hali; ana rahmindeki çocuğun
haline benzer. Kerem ederler, çocuğu dışarı çekerler, halbuki o ana rahmine doğru
kaçmaya çalışır.
Allah’ın lütfu,
çocuğun yüzünü bu âleme doğru çevirir, o ise ana karnına sokuldukça sokulur,
çıkmak istemez.
Çocuk kendi kendine
der ki; ‘Bu şehirden, bu ana yurdundan dışarı çıkarsam, ayrılırsam, acaba bir
daha böyle bir makamı bir daha bulabilir miyim?
Çıkacağım o havası
bozuk şehre bir kapı olsaydı da, oradan şimdi yaşadığım rahme bakabilseydim.
Yahut da kapı değil
de, bir iğnenin deliği kadar bir görüş yeri olsaydı da, oradan içinde bulunduğum
rahim görünse idi.
Ana rahmindeki çocuğun,
rahmin dışında geniş bir âlemin bulunduğundan nasıl bir haberi yoksa,
Calinus’un da ölümden sonra bir âlemin bulunduğundan haberi yoktu. Çocuk bilmez
ki; rahimdeki aldığı yaşlıklarda, rahimde aldığı gıda, dışarıdaki âlemin
lütfundandır, feyzindendir.”[244]
İnsanoğlu da
dünyaya olan sevgisinden ötürü, bu dünyadan kopmayı istemez. Oysa dünyayı masum
gösteren, insanın dünyaya bağlanmasını mazur gösteren şey gaflettir. İnsan
ancak gaflet içinde olduğu için dünyaya bağlanabilir. Nitekim Mevlânâ şöyle
der:
“Bu dünyanın direği gafletten ibârettir. Devlet
nedir? ‘Dev’ (=kuş) sözü ile, ‘let’ (=dayak) sözü.
Dünya devletinin yani maddi dünya varlığının
evveli; koşup didinme, sonu; dayak yemektir. Bu dünya harabesinde devlet sahibi
olmak için eşekçesine ölmekten başka bir şey yoktur.
Yapacağın bir iş ki, sonunda pişman olacaksın,
o pişmanlık başta olsa idi, sen o işin peşinde koşar mı idin?”[245]
Cenâb-ı Allah’ın
Kur’an-ı Kerim’de kalplerin pas bağlayacağından251 [246],
mühürleneceğinden[247],
kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olacağından[248],
kalplerde hastalık bulunduğundan[249]
v.s. haber vermektedir. Hz. Peygamber de hadisinde şöyle bildirmektedir:
“Haberiniz olsun ki, vücutta bir et parçası vardır. O iyi ve sağlam olursa,
vücut da sağlam olur. O kötü olursa, vücut da kötü ve fâsid olur. Bilesiniz ki,
o et parçası kalptir.”[250]
Bu açıdan sufiler,
Kur’an ve sünnette emredildiği haliyle, kalbin mâsivâdan arınması gerektiğine
vurgu yaparlar. İnsan Allah’ın huzuruna kalb-i selim ile çıkmalı, kalbini bütün
kötülüklerden, öncelikle kötülüklerin başı olan dünya sevgisinden arındırmalıdır.
Nitekim Bişr Hafî; “Sufi, kalbini Allah için tertemiz yapan kimsedir.”[251]
diyerek kalp temizliğine dikkat çekmiştir. Azîzân lakabıyla anılan Buharalı
büyük sufi Ali Râmîtenî dünya ve ahreti iki kız kardeşe benzeterek şöyle demiştir:
“Dünya ve âhiret iki kız kardeş gibidir. Bir kişinin iki kız kardeşi birden
nikahlaması mümküm değildir. Dünya ve âhiret sevgisi bir arada bulunamaz. Oysa
ikisi de mahlûktur. O halde yaratıcı ile yaratılmışın sevgisi bir arada nasıl
bulunsun?”[252]
Mevlânâ dünya
sevgisiyle, şehvetle ve günahlarla kirlenmiş olanların kalplerinin “balçığa
karışmış su gibi” olduğunu vurgular. Balçıkta su vardır, ama o suyun bir
faydası olmaz. O su temizlikte kullanılmaz, o su içilmez. Balçıktaki o su hiç
kimsenin işine yaramaz. İşte bu şekilde insan da gönül aynasını su gibi
berraklaştırır, kirden, pastan temizlerse o aynaya Hakk’ın yarattığı
güzelliklerin yansıması vurur. Bu durumda insan kâinat ve mahlûkata gönül
gözüyle, basiret ve firasetle bakar. Mevlânâ bunu şöyle anlatır:
“Gönül aynası dünya sevgisi tozundan, nefsânî
arzulardan temizlenir, pak ve saf bir hale
getirilirse, orada su ve toprak nakışlarından
başka şeyler görürsün.
Gönül aynasında hem resmi, nakşı görürsün; hem
de resmi ve nakşı yapanı; hem devlet, saadet yaygısı seyredersin; hem de onu
yayanı ve döşeyeni.”[253]
“Balçığın içinde su vardır, vardır ama, o balçığa
yenilmiş, balçıkta kaybolmuştur. Sen de
gönlüne; ‘Bu da gönüldür.’ diyemezsin. Çünkü
senin gönlün de kirli emellere, şehvete, hiddete, mevki hırsına, dünya
isteklerine mağlup olmuş, onlar arasında kaybolup gitmiştir.”[254]
Sufilere göre
insanoğlu kalbini Hakk’ın sevgisiyle meşgul etmeli ve kalbini dünya sevgisinden
arındırmalıdır. Çünkü kalbi dünya sevgisiyle dolu olan kimse meylini dünyevî
nesnelere çevirir. Bu sebeple dünyadan yüz çevirmiş olan Salih kimselerin uyarı
ve ikazlarından nasip alamaz, onların ahlâkıyla ahlâklanamaz ve kendi kendine
kötülük etmiş olur. Bu tehlikeye dikkat çekerek Abdülkâdir Geylânî şöyle demiştir:
“Dünya sevgisi kalbinde olduğu müddetçe sâlihlerin ahvâlinden bir şey bekleme.
Halktan dilendiğin, onları şirk koştuğun sürece kalp gözün açılmaz. Çünkü kalp
Allah’ın evidir. O’nun evi olan yere ise şirk hiç yakışmaz.”[255]
B.
Dünya
Nimetleri
Hz. Allah’ın
insanlara bahşettiği nimetlerin haddi hesabı yoktur. Yeryüzü, gökyüzü,
bitkiler, yaratılmış olan her bir şey, insanın hizmetine sunulmuştur. Yağmur yağar,
toprağı canlandırır; toprak yeşerir, hayvanların rızkı olur. Hem bitkiler hem
de hayvanlar birbirlerinin ve nihayet insanın rızkı olur. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de ‘Rızkınız da, size verilen azap da göklerden gelir.’[256]
buyrulmuştur. Yeryüzünde sayısız nimetler vardır ve bu nimetler insanın
faydasına sunulmuştur: İnsan bu nimetleri değerlendirmeli, bu nimetlerden
faydalanma yoluna gitmelidir:
“Allah’ın lütuf ettiği kârdan kâr edin.
Yararlanın, ama lütuflara karşı pek de şımarmayın, aşırı sevinç göstermeyin;
çünkü Allah sevinip övünenleri sevmez.
Size gelen dünya nimetlerinden yararlanın, bir
miktar ferahlanın. Fakat şunu da bilin ki, dünya nimetleri; para, pul, mevki, şöhret
gibi aşırı derecede meşgul eden gönlünüzü çeken bu şeylerin hepsi de sizi
Rabbinizden uzaklaştırır.”[257]
Her insanın sahip
olduğu nimetler hususunda Allah’ı anması, O’na şükretmesi gerekir. Ancak
sufilere göre şükrün en makbul olanı şudur ki; insan nimetleri vereni görür ve
bu sebeple nimetleri vereni tefekkür etmekten, O’na hayranlık duymaktan
nimetlere şükretmeyi aklına getiremez. Kendini de nimetleri de görmekten âciz
kalır. Bu açıdan, “Şükür, nimetleri vereni görmekten dolayı şükürden gâib
olmaktır.”denilmiştir.[258]
Ancak insan, nimeti
vereni değil de, nimeti görürse dünyanın tuzaklarına çabuk kapılır. Böylece
dünya nimetlerinden hoşlanır, bütün ömrünü dünyayı kazanmak için ziyan eder.
Dünya nimetlerinin zevkleriyle oyalanırken âhireti ve bir gün öleceğini unutur.
Çocuk gibi nimetlere takılır kalır. Mevlânâ şöyle der:
“Çocuğun gözü, eşek gibi maddî yiyeceklerde,
dünyaya ait isteklerdedir. Akıllı kişilerin gözleri ise âhiret işlerinde, son
hesaplardadır.
O çocuk gibi gâfil olan kişi, ahırdaki otu lezzetli
bulur, yani dünya nimetlerinden hoşlanır,
onların zevkine varır. Olgun kişi ise ahırdaki
hayvanların kasap eli ile kesileceğini, yani çeşitli gıdalarla beslenen
bedenlerin sonunda mezarlarda çürüyeceğini düşünür.”[259]
Mevlânâ, insanın
dünya nimetlerine dalıp gitmesini ve bu sebeple dünyanın hilelerine akıl
erdirememesini, “koyunun kurdu tanımaması” olarak ifade ederek şöyle devam
eder:
“Allah kurdun yediği koyuna, yani mümine der
ki: “Günah kurdunun kopardığı tozu gördün de ne diye meledin? Yani istiğfar
edip Hakk’a sığınmadın? Ne diye seslenmedin?
Koyun, yani hayvan tabiatlı kişi, günah
kurdunun kopardığı tozu bilemedi; kendi aklına bilgisine güvendi de, dünya
nimetlerinden yararlanmaya daldı.
Aslında koyunlar
bile kendilerine zarar verecek, onları paralayacak kurdu kokusundan tanırlar,
bilirler ve ondan uzaklaşırlar.
Hayvanlar bile
aklederler, aslanların kokusunu duyarlar da otlamayı bırakır dağılırlar.
Sen de ey Hak âşığı!
Allah’ın öfke aslanının kokusunu alınca, günah yerinden geri dön, Allah’a
yalvarmaya, yakarmaya dua etmeye başla!”[260]
İnsanoğlu için
dünya nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu nimetlerin hepsi de önem
arzeder. Buna rağmen, insan dünya nimetlerine çokça meyletmemelidir. Ne de
olsa, dünya fanidir ve bâki olan dururken, fani olan tercih edilmemelidir.
Nitekim Fudayl b. Iyaz, daima âhireti tercih etmemiz gerektiğini vurgulamak
için şöyle bir misal göstermektedir. Fudayl’ın bu misaline göre, dünya
altından; âhiret çanak çömlekten de olsa biz çanak çömlekten olan âhireti her
zaman altından olan dünyaya tercih etmeliyiz. Çünkü nihayetinde çanak çömlek
bâkî olduğu için fânî olan altından daha çok tercih edilmeye lâyıktır.[261]
Mevlânâ’ya göre,
dünyanın şekerinde zehir, tatlısında acı gizlidir. İnsan midesinin veya başının
ağrıdığını öne sürmeli ve dünya nimetlerine dalmamalıdır. Her hâlükarda dünya
nimetleri içi kof ceviz gibidir. İçi kof ceviz tıkır tıkır ses çıkarmakla, kulağa
hoş insana cazip gelse de insanı aldatır. Cevizin tıkırtısına yönelen insan, cevizin
içinin boş olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrar. Cevizin tıkırtılarının bir
kandırmaca ve aldatmaca olduğunu farkeder. İşte dünya nimetleri böyledir.
Mevlânâ konuyu şöyle anlatır:
“Bu dünya sarayının yağlı, ballı tuzaklarına düşmemek,
görünüşe aldanmamak ihtiyattır.
Çünkü bu fani dünyanın ne tadı vardır, ne de
tuzu. Dünya nimetleri ile geçici güzellikleri ile bizi aldatır, sihir okur,
kulağa üfler.
‘Ey nur gibi apaydın kişi! Gel, bize misafir
ol. Ev senindir, sen de benimsin.’der.
Akıllılık, tedbir ve ihtiyat ona derler ki;
‘Midem rahatsızdır, dünya nimetlerinden daha fazla bir şey yiyemem, kendim de
hastayım. Şu mezar gibi olan dünya beni hasta etti.’diyebilesin.
Yahut da: ‘Benim başım ağrıyor; sen bu ağrıyı
geçirmeye bak. Halbuki isteklerinle beni daha çok rahatsız ediyorsun. Baş ağrımı
artırıyorsun.’ Ya da; ‘Dayımın oğlu beni çağırdı. Ben oraya gidiyorum.’diye
dünyayı aldatasın, başından savasın.
Çünkü bu dünya sana
tatlı bir şerbet verecek olsa, ona zehir karıştırır, öyle verir. Bu yüzdendir ki,
bedeninde yaralar açılır.
Sana elli ya da
altmış altın verse bile, ey balık gibi gafil olan kişi; o verdiği altınlar
ettir. Seni avlamak için, onları oltasına takar da sana öyle uzatır.
Dünya sana bir şey
verecek olsa yalandan verir. Hilecinin sözü içi çürümüş ceviz gibidir.
O çürümüş cevizlerin
takırtısı, yani dünya nimetleri, dünyanın sana olan vaatleri, senin aklını
çeler. Çünkü yüz binlerce akıl, onun için bir akıl bile değildir, yani dünya
yüz bin aklı bile bir yola sokar.”[262]
C.
Dünyayı
Elde Etme Hırsı
Hırs kişinin elini
kolunu bağlayan, gözünü perdeleyen bir hastalıktır. Hırs insanın yaratılışı
itibariyle fıtri olan bir duygudur. Ancak kişinin ahiretini ihmal edecek kadar
dünyaya hırs duyması, masumiyetin ortadan kalkması anlamına gelir. Kişi
hırslandığı oranda masumiyetini kaybeder, dünyayı elde etmek için her yolu meşru
ve mübah görmeye başlar. Dünya konusunda ne kadar hırslanırsa âhiret konusunda
o kadar gaflete düşer. Bundan sonra bitmez tükenmez heveslere kapılır ve hem
kendisine hem insanlara bir faydası dokunmaz.
İnsanoğlu hırsından
kurtulur ve kanaat sahibi olursa rahata kavuşur. Kanaat, insanı hem bu dünyada
hem ahrette huzura kavuşturur. Çünkü kanaat sahibi olan birinin dünyaya bakışı,
hırslı olan birinin bakışından çok farklıdır. Nitekim “Kimin kanaati yağlı
olursa ( yani çok kuvvetli olursa), her türlü et suyu onun hoşuna gider. Her
hâliyle Allah Teâlâ’ya yönelen kimseye Allah rızık olarak kanaat verir.”[263]
1.
Uzun
Yaşama Hırsı
Hz. Allah’ın
yarattığı nimetler ne kadar çok ise, insan nefsinin hırs duyduğu nimetler de o
kadar çoktur. Nefis dünya malına, makam ve mevkiye, şöhret olmaya, insanların
arasında sevilip sayılmaya ve birçok şeye hırs duyar. Uzun yaşamayı istemek de
bunlardan biridir. Her kim uzun yaşamaya hırs duymakta ise, o kimse için dünya
gurbet olmaktan çıkmış demektir. Uzun yaşamaya hırslı olmak, dünyayı çok
sevmekle bağlantılıdır.
Sufiler, çok uzun
yaşama hırsını, hiçbir zaman hoş karşılamazlar. Bununla birlikte, bu hırs
ihtiyar birisinde olursa, bu durum çok daha acıklı bir durumdur. Mevlânâ, çok
yaşama hırsıyla dolu olan, doksan yaşındaki ihtiyar bir kadının halini örnek
verir. O rengi sapsarı, yüzü buruşuk, beli iki büklüm olan ihtiyar kadın
kendini güzel gösterme hırsından çatlamaktadır. Mevlânâ o ihtiyar kadının
halini şöyle tasvir eder:
“Aslında o vakitsiz
öten bir horozdu. Yolsuz, yolcusuz bir yoldu. Boş tencerenin altında yanan
kızgın bir ateşti.
İhtiyarlıktaki hırs
Yahudilerde bile olmasın! Allah’ın bu hırsı verdiği kişi, ne kötü kişi, ne
talihsiz kişidir!
Köpek kocar da dişleri
dökülürse, insanlara saldırmayı bırakır. Tezeğe, gübreye saldırır.
Şu ileri yaşlardaki
ihtiyar köpeklere bak! Dişleri biraz daha keskinleşmede, yani çok yaşlı
oldukları halde
pirlik hırsını atamıyorlar. Daha çok hırs sahibi olmuşlar.
Kocamış köpeğin
derisinden tüyleri dökülür. Sen bir de atlastan, ipekten süslü elbiseler giyen şu
kocamış köpeklere bak!
Bu ihtiyarların
belden aşağı duygulara, nefsani arzulara, paraya olan aşkları köpek nesli gibi
artmada.
Böyle bir ömür
cehennem sermayesi, kin ve gazap kasaplarına salhane...
Çok ileri yaşlarda
oldukları halde bu ihtiyarlara ‘Ömrün uzun olsun.’ denince gönülleri hoş olur.
Memnun olurlar da gülerek ağızlarını açarlar.
Aslında bu
ihtiyarlara uzun ömür dilemek, onlar için bir bedduadır. Fakat o dünya hırsından
dolayı bu bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz.
Eğer, zavallı
ahretten kıl ucu kadar bir şey görseydi; ‘Böyle ömür senin olsun.’derdi.”[264]
İhtiyar bir
kimsenin hırslı olması, o kimsenin Rabbiyle olan bağını gevşek tuttuğuna ve
dünyadan kopamadığına işaret eder. Hırsın sebebi dünya bağlarından
kaynaklanmaktadır. Mevlânâ’nın tabiriyle o kişi, ‘Hak yolunda bir er olamamıştır.’
İşte ihtiyarlığında dünyaya hırslı olanların halini Mevlânâ şöyle anlatır:
“Bir insan çok
ihtiyarladı, kocadı da, Hak yolunda bir er olamadı ise, onun adını ‘yaşlanmış koca
karı’ diye çağırır.
Onun ne sermayesi
vardır, ne değeri, ne de sermaye kabul edecek hali.
Ne hoş bir şey
verebilir, ne de alır. Ne bir manası, anlamı var, ne de manayı anlayacak hali!
Ne dili var ne kulağı,
ne aklı var ne gözü! Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne de bir düşünceye
sahip!
Ne niyazı, ne
yalvarışı var, ne de nazlanacak güzelliği var! Soğan gibi kat kat olmuş, her
katı da pis pis kokmada!
Ne Hakk’a yürümüş yol
almış, ne o yola gidecek gücü kalmış o hayasızın, ne bir manevî yönü yanışı
var! Ne harareti, ne de ah edişi!”[265]
2.
Dünya
Hırsı ve Şeytan
Mevlânâ, iki farklı
kuş örneği ile hırslı olanların ve olmayanların halini, misal getirir. Nasıl
bir kuş yem için bir tuzağa kolay yakalanırsa, hırslı olan insan da dünyanın
aldatmacalarına kolay kapılır. Bu misale göre, kuşlardan biri hakikat
sofrasından gıdalanır, yani manevî yanını kuvvetlendirir, taat ve ibadetini
artırır da tuzaktaki yemi görür. Böylece yem ile sağduyusu arasında çatışmalar
başlar. Yemin olduğu tuzağa yönelen kuş yakalanır ve bir daha kurtulamaz. Ancak
hakikat sofrasından gıdalanıp, nefsani arzularından kurtulan diğer kuş ise,
kendini tuzağa kaptırmaz da hürriyetini elinde tutar ve boğazının kesilmesini
kurtarmış olur.
İnsanlar da bu iki
kuşun misali gibidir: Bir kısmı, hırsından dolayı dünyadan başka bir şey görmez
de, hakikat sofrasından gıdalanan manevi yemek borusunu kendi eliyle keser
atar. Diğer bir kısım ise dünya nimetlerine kapılmadığı için kendi eliyle kendini
kölelikten azad etmiş olur. Mevlânâ bu konuyu şöyle anlatır:
“Avcı, yani şeytan; dünya hırsı, para sevgisi,
yüksek mevki arzusu, hiddet ve şehvet yemlerini saçar durur. Yemler
meydandadır. Fakat bu yemlerin başımıza getireceği felaketler gizlidir; o görünmez.
Nerde yem görürsen ondan sakın, sakın ki tuzağa
düşmeyesin. Kolun kanadın bağlanmasın.
Şeytanın saçtığı yemlere kapılmayan kuş, hilesi
tuzağı olmayan hakikat sahrasından gıdalanır, orada yem yer.
Hakikat sahrasından gıdalanan kuş, aldığı
manevî gıdayı yer de, şeytanın tuzağından kurtulur, böylece onun kolu, kanadı
bağlanmaz.
Bir kuş bir duvarın üstüne kondu. Onun gözü
tuzaktaki yemi gördü.
O kuşun bir gözü hakikat yuvasında idi. Bir
gözü de , dünya hırsından ötürü şeytanın saçtığı yemlerde idi.
Şeytanın saçtığı yemlere düşen bakışı ile
hakikat sahrasına bakışı arasında savaş başlar. Yemlere bakan bakışı üstün
gelirse akıl, irfan ve sağduyu başından gider.
Başka bir kuş ise; bu tereddütü bıraktı, yeme
bakmadan vazgeçti, hakikat ovasına uçtu, gitti.
Ne mutlu ona! Neşeli bir halde kanat çırptı da,
sonunda nefsani duygularından kurtulmuş, üstün varlıklara iman oldu.
Ona uyan kişi de kurtuldu. Eminlik, hürriyet
makamına geçti, oturdu.
Çünkü onun gönlü ihtiyatlı kişilerin padişahı
oldu da, bu yüzden gül bahçesi, çimenlik onun durağı haline geldi.
Ey hırslı kişi, çok defa hırs tuzağına düştün,
kaç defa boğazını kesilmeye verdin.
Sonra tevbe etmişsin; tevbeleri kabul eden
Allah, tevbeni kabul etti de seni sevindirdi.”[266]
D.
Dünya
Malı
Sufiler, dünya nimetlerinin
başında gelen dünya malı konusunda, birçok görüş bildirmişlerdir. Genel kanaate
göre, insan gönül bağladığı takdirde, dünya malı Allah’a giden yolda insanın
ayağına takılan bir taş; insanın ayağını kanatan ve acıtan bir diken olur.
Nitekim dünya malına rağbet etmeyen bir kimseden övgüyle söz ederek, Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dünyaya karşı zahit olan ve va’z etme ihsan
olunan bir kimse gördünüz mü ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder.”[267]
Hz. Peygamber,
insanoğlunun dünya malına karşı doyumsuzluğunu vurgulayarak, bir hadisinde şöyle
buyurmuştur: “Âdemoğlunun bir dere altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını
topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.”[268]
Sufiler, dünya
malının şerrinden Allah’a sığınmışlar ve Allah’tan kâfî derecede, halka muhtaç
olmayacak miktarda, mal ve mülk sahibi olmayı istemişlerdir. İnsanın halkın
eline bakması, halka muhtaç duruma düşmesi hoş
karşılanmaz. Bu
açıdan kendi kendine yetebilmek için dünya malı bir lütuftur; ancak çokluğu
gurur ve kibir vesilesi olup, kulun zararına yol açabilmektedir. Mevlânâ buna
değinerek şöyle der:
“Dünya malı, dünya nimetleri, Hakk’ın kullarına
lütfu, ihsânı, âdeta manevi tebessümleri gibidir. Fakat dünya malı bizi
aldatır, aklımızı başımızdan alır, mağrur ve perişan eder.”[269]
“Ey Hak yolunda kararsız olan kişi! Mal
çerçöptür. Ama sende sevdası oldukça da boğazında durur. Âb-ı hayat içmene
engel olur.
Eğer düzenbaz, kurnaz bir kişi, seni Hak’tan
alıkoyar, senin yolunu keser, malını çalarsa üzülme; Allah’a şükret; bir yol
kesiciyi başka bir yol kesiciyi alıp götürmüş oluyor. Tehlikeli bir düşmandan
kurtulmuş sayılırsın.”[270]
Sufilere göre, bir
kimse ne kadar çok mülk edinirse o derece dünyaya bağlılığını pekiştirmiş olur.
Bunu vurgulamak için Ebu’d Derdâ şöyle demiştir: “İki dirhemi olan kimsenin
dünya sevgisi, bir dirhemi olandan daha kuvvetli olur.”[271]
1.
İnsanın
Eşyaya Esir Olması
Mevlânâ’ya göre,
belli bir zaman sonra eşya insana değil de; insan eşyaya hizmet etmeye başlayarak
eşyanın esiri olur. Mevlânâ insanın bu hâlini şöyle anlatır:
“Bu dünyadaki
malımız, mülkümüz bizi kendisine bağlamış, eşyaya esir etmiş de, bize bir türlü
sırtımızdan atamadığımız bir yük olmuştur.
Bu hal ahretteki
büyük nimetlere engel olmaktadır. Bedenimiz de dünya nimetlerine düştüğü için,
ruhumuzu manevî elbiselerden soymaktadır.”[272]
İnsanın eşyaya/varlığa
sahip olması, sahip olduğunu elinde tutmak için çaba sarfetmesi anlamına gelir.
İnsan mal ve mülkün çoğaldığını gördükçe, zenginleştikçe dünyaya daha sıkı
sarılır. Servet sahibi olan birinin dünyaya sımsıkı yapışması, hoş olmamakla
birlikte; fakir olduğu halde dünyaya rağbet edenin hali
daha kötüdür.
Mevlânâ, yoksul olduğu halde dünya malına hırslı olan kimseyi, yoksul olarak
kabul etmez. Dünyaya meylinden dolayı onun yoksulluğu şekilden ibârettir. Onun
hali oburluktur. O ekmek yoksuludur, ancak buğday yoksulu değildir. Mevlânâ bu
halde olan yoksulları kınayarak şöyle der:
“Allah’tan fakir, fakat dünya malına istekli
olan kişi, fakirliğin nakşıdır, resmidir; can ehli, yani manevî hayat sahibi değildir.
Köpek resmine sen kemik atma.
Onda lokma yoksulluğu vardır, Hak yoksulluğu
yoktur. Bir ölünün önüne yemek tabağı koyma.
Ekmek dervişi toprak balığı gibidir. Şekli balığa
benzer de, denizden ürker, kaçar.
O tavuk gibi ev kuşudur. Hakk’a yakınlık dağında
bulunan Hidâyet Zümrüd-ü Anka’sı değildir. Güzel yemekler yer, şerbetler içer,
yani dünya lokması yer ama, Allah lokması yemez. ”[273]
2.
Bir
Tuzak Olarak Dünya Malı
Mal ve mülk sahibi
olmaktan ötürü Allah’ı unutmak, insanın felaketine açılan bir kapıdır. Çünkü
bir varlığa sahip olmak, o varlığı sahiplenmek, o varlığa sımsıkı sarılmak,
onun devamı ve düzeni için gece gündüz çaba sarfetmek demektir. İnsan varlığa
sahip olmakla, kendinde varlık görmeye, kendini varlıklı görmeye başlar.
Bayezid şu sözüyle,
sufilerin dünyaya ve dünya malına bakış açılarını özetlemiştir: “O’na ulaştığın
yere ne ile (nasıl) ulaştın?” diye sorulunca o da: “Dünyanın bütün sebeplerini
(dünyevî bütün arzuları, kişiyi dünyaya bağlayan her şeyi) toplayarak kanaat
ipiyle bağladım. Sonra da onları sıdk mancınığına koyarak ümitsizlik denizine
attım ve rahatladım.”[274]
Mevlânâ da aynı
pencereden bakarak, dünyanın tuzak; dünya malının da yem olduğuna dikkat
çekerek şöyle der:
“Dünyanın
yemi meydandadır da, tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş görünür
ama, sonu öyle değildir.
Ey dünyanın maddî
nimetleri peşinde koşan tâlip! Dünya nimetlerine ulaştın, ona kavuştun mu?
Yazıklar olsun, eyvahlar olsun sana. Bil ki, bu nimetlerin sonunda pişmanlık
vardır, inlemek vardır, gözyaşı dökmek vardır.”[275]
3.
Mal
ve Mülk Sevdası Ölümün Kapı Gıcırtılarını Duyurmaz
Her doğan kişi, doğduğu
zamandan itibaren ölüme adım adım yaklaşır. Doğumun olduğu yerde ölüm
kaçınılmazdır. Doğum ölümle, ölüm de doğumla kardeştir ve her ikisi de
birbirini tamamlamaktadır. Ölüm ürkütücü olmakla birlikte, herkesin kapısını
çalmaktadır. Bazen bir komşunun, bazen bir dostun; bazen bir akrabanın olmak
üzere, ölümün her daim kapıları çaldığına şahit oluruz.
Mevlânâ’ya göre,
ölüme açılan nice nice kapılar vardır. Hastalıklar, dertler vs. hepsi ölümün
kapı gıcırtılarıdır. Her bir kapı, gıcır gıcır ses çıkarır; ancak dünya malının
şarhoşluğuna kapılmış olan insanlar, bu kapı gıcırtılarından habersizdir. Mal
sevdası o insanların gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiştir. Onlar ne ölüme
açılan kapıları görebilir; ne de kapı gıcırtılarını duyabilirler. Onlar, gaflet
denizinde yüzmektedirler. Oysa ömür mumu sönmek üzeredir. Mevlânâ bu konuda şöyle
der:
“Ölümün sonsuz sayısız sebepleri vardır. Biz
onların hangisinin yolunu kapayabiliriz ki?
Gerçekten de çok can yakan, çok korkutan,
ısırıcı olan ölüme açılan yüz pencere, yüz kapı vardır. Her birisi açılırken
gıcır gıcır gıcırdamaktadır.
Fakat mal mülk peşinde koşan, dünya hırsına düşen
kişinin kulağı, hırsı yüzünden ölüm
kapılarının o acı gıcırtılarını duymamaktadır.
Bedenlerdeki dertler, çeşitli hastalıklar, düşmanların
cefâsı, dostların vefâsızlığı ölüm kapılarının gıcırtılarıdır.
Ey dost! Sen tıp ilminde hastalıkların adları
bulunan fihristi bir gözden geçir de bak ki; ne kadar ateşli, korkunç
hastalıklar var. Bunlar bizi ölüme götürmektedir.
Bütün hastalıklardan bu beden evine yol vardır.
Her iki adımda bir içi akreplerle dolu bir kuyu, yani hastalıkların getirdiği
acılarla, kederlerle dolu kuvvetlerle karşılaşılır.
Başımıza gelen belaların rüzgârı çok sert
esmede, ömrümüzün mumu ise sönmek üzere; çabuk olalım çabuk davranalım da
ömrümüzün mumundan bir başka mum uyandıralım, bir başka mum elde edelim.
O iki mumdan birini rüzgâr söndürürse, bâri
öbürü ile yola devam edelim.
Biz de hayatın
sırrına eren ârif gibi yapalım: Ârif bu noksan ve hatalarla dolu beden
mumundan, beden gibi kör bir kandilden kurtulmak için gönül kandilini
uyandırır.
Biz de öyle yapalım
da günün birinde bu kandil ansızın sönerse, onun yerine can kandilini
koyalım, can
kandilini uyandıralım.”[276]
4.
Malı
Harcama Şekli
İslam tarihi
kaynaklarında dünya malının Allah yolunda harcanması ve Allah rızası için paylaşılmasıyla
ilgili pek çok olay anlatılmaktadır. Bu olayların en önemlilerinden birisi de
hicretten sonra Hz. Peygamber’in muhacirlerle ensarı kardeş ilan etmesi ve
bunun üzerine ensarın muhacirlere karşı gösterdiği cömertlik ve fedâkârlıktır.
Öyle ki, ensarın bağ ve bahçelerinden elde ettikleri ürünü muhacirlerle bölüşmesi
ve diğer fedâkarlıkları karşısında muhacirler Hz. Peygamber’e gelerek şöyle
demişlerdir: “Ey Allah’ın Resulü! Biz bu Medineli kardeşlerimiz kadar iyi
insanlar görmedik. Gelirleri az olmasına rağmen onu bizlerle paylaşıyorlar. Bol
ürün aldıklarında ise, payımızın kat kat fazlasını veriyorlar. Vallahi bize
sevap bırakmamalarından korkuyoruz.”[277]
[278]
Mevlânâ’ya göre
insanın ömrü zamanın akışı içinde nasıl tükenmekteyse dünya malı da insan
farkında olmadan tükenir gider. İnsan ömrünü ve malını Allah’a adamalıdır.
Allah’a adanmayan ömür de mal da kar gibi erir gider. Mevlânâ buna işaret
ederek şöyle der:
“Mal ile beden, kar gibi erir, gider. Fakat
onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’an’da ‘Allah
cennet karşılığında satın aldı.’diye buyrulmuştur. Kar gibi eriyip giden mal,
senelerin harap ettiği, çökerttiği beden ve mevki hırsı, şöhret, şehvet gibi
dünyaya ait olan şeylerin, size paradan, yani malınız ve bedeninizin manevî karşılığı
olan cennetten üstün görünmesi, şüpheler içinde kıvranarak, tam imana kavuşmadığımız
içindir.
Ey aşağılık kişi!
Sendeki bu zan, ne şaşılacak bir haldir ki; yakîn tam inanç bahçesine 284
uçamıyor.”
“Ey dünya malı için
çırpınan ve dünyaya tapan gâfil; Firavun’da olan kötü ahlâk, tamamiyle sende de
var. Sen de kibirlisin, sen de kendini beğeniyorsun, sen de mal ve şehvet peşinde
koşuyorsun! Fakat senin ejderhan, yani nefsin, acizlik, yoksulluk kuyusuna düşmüş,
güçsüz kalmış da Firavun gibi saldıramıyor, bir şey yapamıyor!”[279]
“Sen nasıl olur da kendini dünya malına ve vefasız olan fani güzellere
feda ediyorsun? Nasıl olur da kötü bir zanna kapılıp, çok vefalı olan Rabbini
bırakıp vefasızlar tarafına gidiyorsun?”[280]
Mevlânâ’ya göre,
insan dünya malını nereden kazandığını kontrol ettiği gibi; nereye harcadığını
da kontrol etmelidir. Şayet insan dünya malının cazibesine kapılır ve Allah
için harcama yapmazsa hüsrana uğrayanlardan olur.
E.
Nefis
“Lügatte bir şeyin
nefsi, o şeyin varlığı (kendisi) anlamındadır. Sufiler nefs kelimesi ile bir şeyin
vücudunu veya va’z olunmuş bir kalıbı kasdetmezler. Onlar nefs kelimesiyle bir
kulun (kötü) illetli vasıflarıyla yerilen huy ve fiillerini kasdederler.”[281]
Kur’ân-ı Kerîm’de,
nefsin hilesininin çok şiddetli olduğu vurgulanmıştır. Nefsin şerrinden tam
manasıyla korunmanın zorluğuna işaret edilerek, Hz. Yusuf’un diliyle şöyle
buyrulmuştur: “Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü
gerçekten çok emreder. Ancak, Rabbimin esirgediği müstesnâ! Çünkü Rabbim çok bağışlayıcı,
çok merhametlidir.”[282]
Sufilere göre,
insan dünyanın tuzaklarından ancak nefsiyle mücahede ederek korunabilir. Bu
durumu vurgulamak için Resûlullah’ın nâibi[283]
lâkabıyla anılan Abdülkâdir Geylânî şöyle demiştir: “Nefis pistir, pisliktir.
Kul ile Hak arasına giren her türlü sapık hevânın, azgın şehvetlerin ve
zevklerin menşeidir. Kul bedeliyet (abdallık, nebî bedeli olma makamı) ve
sıddîkıyet (sıddık olma) haline ulaşsa bile, ruhu ademoğlunun cesedinde bulunduğu
müddetçe, nefsin şerrinden emin olmanın yolu yoktur.”[284]
Afîfî, sufilerin
nefsi tanıma ve nefisle mücâhede hususunda, çok ince ve isabetli tesbitler
yaptıklarını belirterek şöyle demiştir: “Sufiler nefis, nefsin meyil ve
afetleri ile ilgili araştırma sahasında, derin düşünce ve içtekini dışarı
çıkarma metodları ile son derece parlak ahlâki- psikolojik (psiko-etik) bir
servet bırakmışlardır. Bu servet ne kadar ince duygulara sahip olduklarına,
nefsin hevâ ve eğilimlerini ne kadar derin araştırıp ne kadar dakik analiz
ettiklerini ortaya koyar mahiyettedir.”[285]
Mevlânâ da aynı şekilde,
nefsi insanı Allah’tan alıkoyan en büyük engel olarak görür. İnsan nefis
yüzünden günah çukurunun birinden çıkar ve diğerine dalar. Bununla birlikte,
nefis de ruh gibi insanın bir parçasıdır. İnsan bu açıdan nefsiyle akrabadır.
Ancak bu akrabalık, insanın başına türlü dertler açar. Bu sebeple insanın tek
çıkar yolu, nefsine acımadan onunla mücâhede etmesi ve nefsin kötülüklerinden
kendini korumasıdır. Mevlânâ güzel bir hikâyeyle durumu özetler:
“Adamın birisi
öfkeye kapıldı da, hem yumrukla döve döve, hem de hançerle annesini öldürdü.
Birisi ona;
‘Yaratılışının kötülüğü yüzünden analık hakkını hatırına getirmedin mi?’dedi.
‘O çirkin huylu
anneni neden öldürdün? Söylemiyorsun, o sana ne yapmıştı?’
Adam; ‘Annem çok
kötü, utanılacak bir iş işledi. Ben de dayanamadım onu öldürdüm. Ayıbını toprak
örtsün.’diye cevap verdi.
Annesini öldüreni
kınayan kişi; ‘Anneni öldüreceğine, annenle kötü iş yapan adamı
öldüreydin.’deyince, suçlu oğul; ‘Her gün başka birisini mi öldüreydim?’diye
cevap verdi.
‘Onu öldürmekle
halkın kanını dökmekten kurtuldum. Birçok insanın boğazını kesmekten onun boğazını
kesmek hayırlıdır.’
Ey Hak âşığı! Bu
hikâyede geçen kötü huylu anne, senin nefsindir. Senin nefsinin sembolüdür.
Onun kötülükleri, fesadı her tarafa yayılmıştır.
Aklını başına al
da, o kötü nefsi öldür. Çünkü o kötü nefs yüzünden, her an bir aziz varlığa
kasdediyorsun.
Onun yüzünden bu
güzelim dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Hak ile de, halk ile de savaşıyorsun.
Nefsini öldürür,
yani onun isteklerini hiçe sayar, onun sözünü dinlemezsen, yaptığın hatalardan
sonra şundan, bundan özür dilemekten kurtulursun. Yaşadığın memlekette hiçbir
düşman kalmaz.”[286]
Sufilerin sık sık
nefsi öldürmekten, nefsi yok etmekten bahsettikleri bilinen bir husustur. İnsanın
nefsini öldürüp, ondan kurtulması mümkün değildir. Çünkü nefis insanın
vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu sebeple sufiler “nefsi öldürmek” deyimiyle
nefsin hile ve oyunlarına karşı insanın ölü gibi olmasını kasdetmektedir.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî “nefsi nasıl öldürebilirim?” diye soran kişiye:
“Nefsine tâbi olmaktan, ona uymaktan öl. Halka uymaktan öl. Onlardan ümidini
kes. Bir şey isterken, onları Hakk’a şirk koşmayı terk et. Her amelini Allah
rızası için yap.”[287]”
diye cevap vermiş ve bu hususa açıklık getirmiştir.
1.
Nefsin
Arzuları
İnsan, dünya
hayatında Rabbine kulluk etmekle sorumludur. Bu sorumluluğun bilincinde olan
her insan, kulluk vazifesini yerine getirmek için gayret eder. İbadet ve
tâatini çoğaltır. Her geçen günün hesabını verecek olmanın kaygısını taşıyarak,
amel defterini doldurmayı ister. Bununla birlikte, bir yandan da nefsinin
istekleriyle karşı karşıya bulunur. Bir yandan amel defterini iyiliklerle
dolduran insan, diğer yandan da nefsine uyarak kendi eliyle iyiliklerini
tüketmektedir.
Mevlânâ, bu dünyayı
buğday ambarına benzetir. İnsan ise, durmaksızın bu ambara buğday biriktirir.
Yani insan durmadan ibâdetle, hayır ve hasenâtla, ambarını doldurur. Ancak
ambarın içine sızan fare, durmaksızın buğdayları telef etmektedir. İşte bu fare
insanın nefsidir. Buğday ambarına sızan fare dolayısıyla, nasıl ambar dolmaz,
buğdaylar telef olursa; nefsin arzularının karışması dolayısıyla da
ibâdetlerimiz ağırlığını kaybeder. Ne kadar buğday doldurulsa da, fare ambarı
deldikçe, zarar kaçınılmazdır. İnsan, ne kadar ibâdet etse de, nefsine uydukça
zarar edecektir. Kâr etmenin en kestirme ve en kısa yolu, fareyi yani; nefsi
öldürmektir. Mevlânâ şöyle der:
“Biz şu dünya
ambarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz.
Bir gün aklımızı başımıza
alıp da, buğdayın böyle azalmasının kaybolmasının, ambara giren fareden ve onun
hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz.
Fare ambarımızı
delmiş, ambarımız onun hilesinden harap olmuştur.
Ey Hak tâlibi can,
önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya
çalış.
Büyüklerin büyüğü
olan, gönüllere gönül kesilen sevgili peygamberimizin; ‘Namaz ancak kalp huzuru
ile olur.’ Hadisini hatırla da nefisten, yani şeytandan kurtulmak için kalb
huzuru ile namaza başla.
Eğer ambarımızda,
hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibadet buğdayı nereye giderdi?
Her gün azar azar
da olsa, candan ve sevgi ile yapılan ibadetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç
rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor? ”[288]
Mevlânâ bir başka
beyitte ise, ‘nefsin arzularını’ ayağa batan dikenlere benzetir. Bu hâlde yol
almak mümkün olmadığından, insan ayağına batan dikenleri söküp atmalıdır:
“Ey bu dünya talebi
uğruna, nefsânî istekler için, diyar diyar dolaşan ve Allah’ın sıfatlarını
gücünü, büyüklüğünü göremeyen gönlü körleşmiş kişi, ne vakte kadar ‘Bu gülistan
nerede, nerede?’deyip duracaksın?
Can ayağına batmış nefsânî
istekler dikenini, şehvet ve hiddet dikenini çıkarmadıkça gözün kararır,
göremezsin. Bu halde nasıl dönüp dolaşacaksın?
İlahi emaneti taşıdığından
çok üstün bir güce sahip olan ve dünyalara sığmayan, Âdemoğlu cismânî zevkler
dikeninin etrafında gizlice dolaşır durur.”[289]
2.
Nefis
Çakmak Taşı ile Demirdir
Nefis,
sıkıntılardan uzaklaşıp rahata kavuştukça, hilelerini çoğaltır. Aynı şekilde
rahata kavuştukça, Hakk’ın nimetlerini görmez de şikayet ederek sızlanır durur.
Sufilerin büyüklerinden Rebi b. Huraş şöyle diyerek bu duruma değinir:
“Nefislerinize rahatlığı vaad etmeyiniz. Şayet böyle yaparsanız hemen ertesi
gün sizi (hile ve kötülükleriyle) sıkıntıya sokar.”[290]
Mevlânâ’ya göre
insan için birçok put vardır. Ancak bütün putların anası nefistir. Putların her
biri yılan gibidir; fakat nefis ejderha gibidir. Diğer bir deyişle bütün
kötülüklerin sebebi nefistir. Bu açıdan insan nefsini terbiye etmedikçe
kendinden emin olmamalı, kendine güvenmemeli ve nefsine karşı uyanık olmalıdır.
Mevlânâ bu durumu şöyle açıklar:
“Sahabenin araştırıcı
olanları, kılı kırk yaranları, Peygamber Efendimizin, nefsin hilesi
hususundaki
beyanları karşısında hayran kalırlardı.
Bütün putların
anası, sizin nefsinizin putudur. Hâriçte görülen putlar, birer yılandır,
halbuki nefis putu bir ejderhadır.
Nefis çakmak taşı
ile demirdir. O put ise çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile
söner.
Kıvılcım söner ama,
çakmak taşı ile demir su ile söndürülebilir mi? İnsanoğlu bu ikisi kendisi ile
beraber oldukça nasıl emin olabilir?
Çakmak taşı ile
demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi
söndürsün.
Su ancak dışarıda
bulunan ateşi söndürür. O taşın ve demirin içine nasıl girer?”[291]
F.
Şehvet
Şehvet: Nefsin yeme
içme ve cinsi hayat gibi aşırı meylettiği bedenî arzuların tümünü kapsamakta
olup,[292]
şeytanın insanoğlunu saptırmak için kullandığı etkili silahlardan birisidir. İnsanoğlunun
şehvetten korunmasının en kolay yolu, midesini tıka basa doyurmaktan ve çok
yemekten uzak durmasıdır. Midesini tıka basa dolduran kimsenin kalbinde hikmet
yeşermez ve o kimsenin süfli arzuları canlılık kazanır. Nitekim Hz. Peygamber
de: “İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak
birkaç lokma yeter.”[293]
buyurarak yemek yemeyi gereksinim olmaktan çıkarıp, bir alışkanlığa dönüştürmekten
bizi men etmiştir.
Sufiler, Kur’an ve
sünnete dayanarak, şehvetten en güzel biçimde korunmanın açlıkla olacağını
belirtmişlerdir. Nitekim Yahya b. Muaz şöyle der:
“Bir mürit çok
yemek yemeye müptela olduğu zaman melekler onun için şefkat duyarak ağlarlar.
Kim hırsla yemeye alışırsa şehvet ateşiyle tutuşur.”[294]
Ebu Süleyman Darânî
ise: “Akşam bir lokma eksik yemek gece sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok hoşuma
gider.”[295]
diyerek az yemenin faydalarının, bazen nafile ibadetten bile daha fazla olduğunu
vurgulamıştır.
Mevlânâ şehveti
“geri geri giden bir ata” benzetmektedir. Şehvet, insanı geri götürdüğü için,
insan yemek ve içmek hususunda titizlik gösterip, şehvetini budamalıdır. Nasıl
bir ağaç budanınca daha verimli olursa, bir insan da açlıkla şehvetini budamalı
ve böylece kalbini güçlendirmelidir. Mevlânâ şöyle devam eder:
“Birisi bir beyden at istedi. Bey de; ‘Yürü,
git de o güzel atı al!’dedi.
Adam; ‘Ben o atı istemem.’dedi. Bey; ‘Neden
istemiyorsun?’deyince, adam; ‘o at ileri gitmekte inatçı, huysuz; hep geri geri
gitmek ister.
Durmadan geri geri gitmek sevdasında.’ Bey;
‘Öyle ise’ dedi, ‘Sen de ona ters bin; kuyruğunu eve doğru çevir.’
Senin bu nefis atının kuyruğu da, şehvettir. Bu
sebepledir ki, o kendini beğenen, kendisine tapan kişi hep geri geri
gitmektedir.
Nefsindeki şehvet, mademki aslında sana kuyruk
oldu da seni çekip çevirmede, seni istediği tarafa götürmektedir. Ey hali, başka
hale çeviren, sen de o şehveti, yani çok şiddetli arzuyu mana tarafına çevir de
iyiye kurtuluşa doğru git!
Şehvetini yemeden, içmeden kestin mi, o şehvet
yüce, şerif olan akıl tarafına yönelir, seni o tarafa doğru çeker götürür.
Nasıl ki ağacın lüzumsuz bir dalını budayınca,
kuvvet öteki dallara gider, öteki dallar canlanır, güzelleşir.
Sen de şehvet atının kuyruğunu o tarafa çevirince,
geri geri gitse bile seni kurtaracak olan mana tarafına doğru gider, oraya
dayanır.”[296]
1.
Vesvese
ve Kuruntular
Hz. Allah Kur’an-ı
Kerim’de: “Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin çirkin şeylere sevk eder.
Allah ise kendi tarafından bir mağfiret ve bir kâr vaad ediyor. Allah’ın
kudreti geniş, ilmi çoktur.”[297]
buyurmuştur. İnsanın kalbine gelen vesvese ve kuruntular, hem ibâdetlerin
tadını hem de insanın manevî huzurunu bozar. İnsan, vesvese ve kuruntulara
kapılarak, tevekkül ve teslimiyetten uzaklaşır. Kendi ayaklarıyla dünya
tuzaklarına doğru yol alır.
Mevlânâ, insanın
vesvese ve boş hayallerle uğraşmasını, rüyada şehvet suyu dökmeye benzeterek şöyle
demektedir:
“Yaşayışımız icabı
her gün, birçok kuruntularla, hayallerle örselenmekte, kârımızı zararımızı düşünmekte,
eldeki malımızın yok olmasından korkmaktayız.
Bu yüzden ruhun ne
safâsı kalır, ne neş’esi, ne gücü, ne güzelliği, ne nuru, ne de göklere çıkacak
yolu kalır.
Asıl uyuyan o
gâfildir ki, gönlüne gelen şehvânî duyguları, nefsani vesveseleri canlandırır,
onlarla beraber yaşar. Kapıldığı hayalleri hoşuna gider, onu ümide düşürür,
âdetâ onlarla konuşur.
O, rüyasında
çirkin, iğrenç şeytanı huri gibi güzel görür de, ona şehvet suyunu döker. Nesil
tohumunu çorak yere döktüğünü anlayınca uyanır, kendine gelir, o vakit de hayal
gözünün önünden kaçar gider.
O zavallıya,
rüyasından arta kalan şey, baş ağrısı, sersemlik, yorgunluk ve bedendeki
pisliktir. Ah... O hem var gibi görünen, hem de görünmeyen hayalden... Ah...”[298]
2.
Doyumsuzluk
ve Aç Kalma Korkusu
İnsanın, Allah’tan
uzaklaşmasına sebep olan nedenlerden birisi de, tûl-i emel sahibi olmasıdır. İnsan
dünyada bin yıl yaşayacakmış gibi, dünya ile ilgili bin bir çeşit hayal kurar
ve dünya uğruna nice planlar yapar. Gün gelir rızkını kazanır, kazancının çoğalmasıyla
mal ve mülk edinir. Kazandıklarını kaybetmemek için kendince tedbirlere başvurur.
Oysa insan, doğduğundan beri nasibinde olana kavuşmaktadır. Çünkü Allah daha doğmadan
onun payını ayırmıştır. Yıllarca hayat sürmüş, bir gün olsun aç kalmamış; ama hep
aç kalma korkusuyla yaşamıştır. Geriye bakıp düşündüğünde, bunun farkına
varacaktır. Ancak kuruntularından, gelecek kaygısından, kaybetme korkusundan
kendini kurtarıp da düşünemez ve ibret alamaz.
Aslında bütün
kaygıların temelinde dünya sevgisi yatmaktadır. İnsan, itibarlı ise itibarını,
zengin ise mal ve mülkünü kaybetme korkusuyla ömrünü harcar. Oysa makam, mevki,
mal, sahip olduğu her şey ona bağışlanmıştır. Bu
sebeple sûfiler her
türlü vesveseden korunmak için “an”ı yaşamaktan bahsederler. İnsan ne geçmişi
düşünmeli; ne de geleceği, yalnızca “an”ı yaşamalıdır. İnsan ne kadar uğraşsa
da nihayetinde Allah’ın takdirinden başkası olmayacaktır. İnsan rızkı hususunda
olduğu gibi diğer hususlarda da bunu böyle bilmelidir. Mevlânâ insanın geleceğe
yönelik kaygılarını yemyeşil bir adada açgözlü bir öküzün hikâyesiyle dile
getirir:
“Yemyeşil otlarla
dolu bir ada vardı. Orada ağzının tadını bilen obur bir öküz tek başına yaşardı.
O öküz; akşama
kadar orada otlar, bütün otları yer, akan dereden su içer, beslenir, iri yarı
semiz bir hale gelirdi.
Gece olunca; ‘Yarın
ne yiyeceğim ?’diye üzülür, dertlenir; derdinden, üzüntüsünden ötürü
zayıflar, kıla
dönerdi.
Sabah olunca ada
yine yeşerir; çiçekli otlar, yemyeşil çayır çimen ta bele kadar boy atardı.
Öküz oburluğu ile,
açlığı ile yeşilliğe dalar, akşama kadar ne varsa hepsini otlar, bitirirdi.
Yine semirir, iyileşir,
şişer; bedeni yağla, etle dolar kuvvetlenirdi.
Akşam olunca yine
açlık korkusuna düşer, bu korku ile titremeye başlar, yine zayıflardı.
‘Yarın otlama vakti
gelince ne yiyeceğim, ne edeceğim?’diye düşünür, üzüntüye kapılırdı.
Senelerden beri bu
obur öküzün bu hali sürdü gitti.
‘Bunca yıldır şu yeşilliklerde
otluyorum; bu çimenlikte karnımı doyuruyorum!’diye düşünmezdi.
‘Hiçbir gün rızkım
azalmadı, bu korku bu içimin yanışı neden?’diye aklına getirmezdi.”[299]
Allah, yeryüzünde
nefes alan her bir kulunu, nice yıllardan beri rızıklandırmaktadır. Ancak insan
yıllardan beri rızıklandığını, hiç aç kalmadığını görmez de, gelecekte aç
kalmak gibi hiçbir dayanağı olmayan kuruntulara kapılır. Oysa Allah, bugüne
kadar onu nasıl doyurduysa, bundan sonra da şüphesiz doyuracaktır. Mevlânâ, bu
durumu şöyle ifade eder:
“O
öküz nefsin sembolüdür. O adadaki otlarla, çiçeklerle dolu ova da dünyayı
göstermektedir. Nefis, yemek ve ekmek korkusu ile hep zayıflar durur.
‘Gelecek günlerde
ne yiyeceğim; yarının rızkını nereden elde edeceğim?’diye düşünür durur.
Yıllardır yedin,
yiyorsun; yiyeceğin eksilmedi. Artık geleceği bırak da, biraz geçmişe bak!
Yediğin, içtiğin şeyleri
hatırla; geleceği düşünme, geleceğe bakma da; az sızlan, az kederlen!”[300]
Sonuç olarak “nefis
insanın mücahede ve muharebe etmesi, kendini gösterdiği tüm özellilerini yok
etmesi gereken en büyük düşmanıdır; insanı küfür ve mâ’siyete çeken şeytan
nefistir; o, şer ve kötülüğün kaynağıdır. Çünkü varlıkları, sadece maddî
ihtiyaçları esnasında görür. Herhangi bir gerçeği kendi boyasıyla boyamadan
aklın onu idrak etmesine izin vermez.”[301]
İnsan hem bu
dünyada hem ahirette yaşama kabiliyetine sahip olan bir varlıktır. Bununla
birlikte, nefis dadılık yaparak insanı yanıltır. Mevlânâ konuyu şöyle anlatır:
“Gönlünde kuruluğa, şu kuru toprağa, dünyaya
olan istek de seni büyüten dadından geliyor. Dadıyı bırak; çünkü onun niyeti
kötüdür.
Sen dadıyı şu kuru toprak da bırak da yürü,
kazlar gibi mana denizine dal!
Eğer senin tabiatının anası seni sudan
korkutursa, sen korkma; denize doğru koş!
Sen kaz gibi, hem karada hem denizde yaşayabilirsin.
Sen kokmuş kümesli tavuk değilsin.
Sen Hakk’ın; ‘Âdemoğullarını yücelttik.’
âyetinin padişahısın. Hem karada hem denizde gezebilirsin.
Kur’an’da; ‘Canla onları denizde taşıdık.’buyrulmuştur.
Sen de kara gibi olan tabiat âleminden, deniz gibi olan can âlemine koş!”[302]
G.
Haset
Haset: Haset edilen
kimsenin sahip olduğu maddî ve manevî nimetlerden aşırı bir istekle mahrum
kalmasını istemek.[303]
Haset, toplumdaki huzuru ve kişiler arası ilişkileri, gizliden gizliye
dinamitleyen bir hastalıktır. İnsan haset etmeye başladığında, nefsi ona galip
gelir. Hasetçi dünyada rahat bulamaz. Çünkü içinde daima haset saklıdır. Bu
sebeple “haset eden kimse günahsız olanlara karşı kızgınlık içindedir, sahibi
olmadığı mal hususunda cimrilik yapmaktadır, denilmiştir.”[304]
Sufiler, haset
etmenin, Allah’ın nimetlerini görmemekle ve kadere rıza göstermemekle eşit olduğunu
vurgulamışlardır. Haset eden bir kimse, haset etmekle Allah’ın kendi üzerindeki
nimetlerini görmemekte ve kendi payına düşene razı olmamaktadır. Nitekim bu
durumu izah etmek için Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: “Allah Hz. Musa
(a.s.)’a şöyle buyurmuştur: Haset eden kimse ni’metime düşmandır, benim hükmümü
reddedendir, kullarım arasında dağıttığım rızkıma karşı gücenendir, onlara
(haset ettikleri kullara) karşı samimi olmayandır.”[305]
Mevlânâ, hasedin
çok kötü bir huy olduğunu, bize bir hikâyeyle anlatır. Haset eden kişi şükretmekten,
Rabbinin nimetlerini görmekten uzaktır, onun gözü hasetle bağlanmıştır. Bu
sebeple o kişi, dünyevî hususlarda kendinden daha düşük olanı, kendinden daha
kötü olanı hiç görmez. Gözü hep yukarıdadır ve hep bir huzursuzluk içindedir:
“Bir saka vardı,
bir de sırtı mihnetten çember gibi iki büklüm olmuş eşeği vardı.
Eşek, her tarafta
bol gıda ile beslenmiş, tavlı, semiz, güzel, genç Arap atlarını gördü. ‘Bu
atların halleri mükemmel, gıdaları yerinde; peki neden azap ve bela yalnız bana
mahsus?’”[306]
Bu hikâyede eşek aç
gözlü bir kişiyi anlatmaktadır. O kişinin kanâatten, şükürden, sabırdan nasibi
yoktur. Hasedinden çatlayacak kadar ızdırap içindedir. Durmadan şikâyet etmekte
ve huysuzlanmaktadır. Mevlânâ şöyle devam eder:
“Derken
ansızın savaş sesi duyuldu. Arap atlarına eğerler vuruldu, kemerler sıkıldı,
muharebeye götürüldüler.
Onlar
düşmandan oklar yediler, yaralandılar; her yanlarına temrenler saplandı.
Muharebeden geri dönünce, o Arap atlarının sağ kalanları
bitkin, perişan bir halde ahıra girip yerlere yıkıldılar.
Onların ayakları sağlam iplerle bağlandı; nalbantlar sıra
sıra dizildiler.
Sivri bıçaklarla yaralarını yarıyor, yaralarından
temrenleri çıkarıyorlardı.
Eşek bunları görünce: ‘Ya Rabbi!’dedi. ‘Ben fakirliğime,
sıhhat ve âfiyetime razıyım.’ O güzel gıdaları istemem, o çirkin yaraları da;
âfiyet isteyen, kurtuluş dileyen dünyayı terk eder.”[307]
Hikâyeden de anlaşılacağı
üzere, nimetin çok olduğu yerde külfet de çok olur. Allah, kullarını iyi bildiği
için nimeti de külfeti de buna göre dağıtır. Her kuluna gücü nispetinde yük
verir. Bu sebeple insan manevî bir hastalık olan hasetten kalbini korumalı ve
elinde olanla yetinmeli, elinde olanın kıymetini bilmelidir.
IV.
BÖLÜM
DÜNYA HAYATI KARŞISINDA EHLULLÂH ve EHL-İ
DÜNYA
I.DÜNYA HAYATI KARŞISINDA EHLULLÂH
A.
Dünya
Hayatında Peygamberler
Peygamberler
bulundukları toplumun en seçkin kişileridir. Onlar, diğer insanlardan farklı
olarak, vahye mazhar olup faziletle donatılmış, topluma önderlik eden
kimselerdir. Hz. Allah, dünya yaratılalıdan beri, toplumlara peygamberler
göndermiş ve böylece peygamberler vasıtasıyla, insan guruplarına ilahi mesajlar
iletmiştir.
“İnsan, sağlam, doğru,
gerçek bir itikadın yanında, bunun gereği olarak, bir takım mükellefiyetler,
yükümlülükler ve ibadetlerle nefsini tezkiye etmek, kâmil ahlâkın sahibi olmak
durumundadır. Allah’a giden yolda mükellefiyetlerin
neler olduğunu
akılla bulmak ve bilmek mümkün değildir. İnsan aklıyla tekliflerin neler olduğunu,
mükâfat ve ceza gerektiren amelleri, hayrı ve şerri, maruf ve münkeri, emirleri
ve yasakları ortaya koyup bunların herkes tarafından itibar görmesini sağlayamaz.
Nübüvvet sayesindedir ki, insanoğlu ilk insandan itibaren bir yandan bir ve tek
olan Allah’a sahih ve geçerli bir itikadla iman etmiş ve O’ndan başkasının
ibadete lâyık olmadığını bilmiş, bütün insanlık âleminde yürürlükte olan
fazilet ve reziletlerin ne olduğu konusunda sahip bulunduğu bilgilerin
Allah’tan geldiğine şâhit olmuştur. Yeryüzü insanında en ibtidaisinden en
medenisine kadar yaygın ve hüsnü-kabul gören faziletlerin temelinde nübüvvetin
olduğu açık bir gerçektir. Aklın açıkça benimsediği hayırların ve şerlerin ilk
insan ve ilk peygamberlerden itibaren insanlara tebliği nübüvvetle olmuştur.”[314]
1.
Genel
Olarak Peygamberlerin Dünyaya Gönderilmesi
Peygamberler, bir
toplum için uçsuz bucaksız bir çölün ortasında canlılık veren, dirilik veren
saf ve berrak bir su birikintisi gibidirler. Gündüz yeryüzüne ışık saçan bir
güneş gibi, gece karanlığı aydınlatan ay gibidirler. Allah, yeryüzündeki
insanlara rehberlik etmesi, insanlara hakikati öğretmesi ve insanların her iki
dünyada da huzur bulması için onları göndermiştir. Peygamberler seçilmiş olup,
diğer insanların sahip olmadıkları bir takım özellikleri barındıran Allah’ın şerefli
kullarıdır.
“Şüphesiz,
insanları çirkin hallerden, yanlış düşüncelerden kurtarmak, onlara din ve dünya
görevlerini öğretmek ve böylece hem dünya, hem de âhiret mutluluğuna ermelerini
sağlamak, gönüllerdeki yaratıcıyı arama duygularını ilahi bilgiler ile sükûnete
kavuşturmak, zihinlerdeki Allah hakkındaki şüpheleri izale etmek, kısaca insanoğluna
kılavuzluk etmek için gönderilmiş, Allah’ın elçileri olan peygamberlere
insanlık her zaman ihtiyaç duymuştur.”[315]
Bu sebeple Mevlânâ peygamberlerin insanlar üzerinde çok hakları olduğunu
vurgulayarak şöyle der:
“Peygamberler bize
işin sonunu önceden haber vererek doğru yolu gösterdikleri için üstümüzde çok
hakları vardır.
Ektiğin tohumdan,
dikenden başka bir şey çıkmaz! Yalnız dünya için çalışır, dünya için yaşarsan,
ötelere yol bulamazsın!
‘Tohumu benden al ki, mahsul versin; benim
kanadımla uç ki, ötelere yol bulasın.’ Her nebi ümmetine, her veli de kendisine
uyana böyle söyler!”[316]
2.
Peygamberlerin
Dünyada Allah’ın Terazisi Olmaları
“Peygamberler,
hayatları boyunca Allah’ı, ona inanmanın gereğini ve önemini, onun sıfatlarını,
ona nasıl kulluk edileceğini, onun rızasının nasıl ve hangi yollarla kazanılacağını
insanlara öğretmeye çalışmışlar ve bu uğurda her türlü sıkıntıya katlanmışlardır.”[317]
Bu sebeple, peygamberler vasıtasıyla inanan ile inanmayan; iyi ile kötü
birbirinden ayrılmıştır.
Mevlânâ’ya göre,
ruhlar âleminde ayrılık- gayrılık, iyi ile kötü yoktu. İnsanların ruhları bu
dünyaya zuhur edince iyilerle kötüler, kalp para ile sağlam para karıştı. Kimse
kimsenin ne olduğunu bilmezdi, ta ki peygamberler gelene kadar. Peygamberlerin
gelmesi ise, pirinç ile taşın ayrılması anlamına geliyordu:
“Koku satanların tablalarını seyret. Her cins
kokuyu kendi cinsinin yanına koymuşlardır.
Cinsleri kendi cinsleri ile karıştırırlar, bu uygunluktan
bir güzellik, bir süs meydana getirirler.
Güzel kokuların yanına şeker ve mercimeği karıştırırlarsa,
satıcı bunları birer birer birbirinden ayırır.
Ruhlar âleminde, ruhlarımızın tablaları kırılıp
da, insanların ruhları bu dünyaya, bu zuhur
âlemine dökülünce iyiler ve kötüler birbirine
karıştı.
Cenâb-ı Hak, Peygamberleri ve kitapları, bu
zuhur âleminde birbirine karışan ruhların iyilerini kötülerinden ayırt etmek
için gönderdi.
Peygamberler gelmeden önce hepimiz birdik,
bütün insanlar bir toplum olarak görüyorduk. İyi miyiz, kötü müyüz? Durumumuzu
kimse bilmezdi.
Dünyada kalp para da, sağlam para da geçiyordu.
Biz de gece yolcuları gibi gaflet ve bilgisizlik içinde idik.
Peygamberlerin güneşi doğunca; ‘Ey kalp olan,
karışık olan sen uzaklaş; ey saf olan sen de yaklaş.’ dedi.
Renkleri ayırt etmeyi göz bilir, la’li taştan
göz ayırt eder.
İnciyi de, süprüntüyü de göz tanır. Onun
içindir ki, toz toprak gözü incitir.”[318]
Mevlânâ’ya göre
peygamberler, güneş; inanmayanlar ise yarasadır. Yaratılış gereği, ilahi denge
dolayısıyla, yarasa her dâim güneşten nefret eder. Yine O’nun ifadesiyle,
pislik böceği gülsuyunun güzel kokusunu hissedemez. Mevlânâ, Hz. Peygamberin
diliyle şöyle devam eder:
“Resul-i Ekrem
efendimiz buyurdu ki: ‘Benim peygamber olduğumu, bu âlemin, yani bu
dünyanın halkının
kabul edip etmemesi ile ilgim yoktur. Allah benim şahidim olduktan sonra halkın
benim elçiliğimi tasdik etmemesinden ne gam?’
Yarasa güneşi
göremez. Görüyorum derse; onun gördüğü güneş değildir.
Bir takım
yarasacıkların benden nefret etmesi Allah’ın parlak bir güneşi olduğuma
delildir.
Eğer bir pislik
böceği gül suyuna rağbet ederse, o suyun gül suyu olmadığı anlaşılır.
Eğer kalp bir para
mihenk taşına vurulmak istense, o mihenk taşının doğru bir mihenk
olduğundan şüphe ederler.”[319]
Mevlânâ’ya göre
peygamberler bu dünyada Allah’ın terazisidir. Ağır olanı hafif olandan, unu
kepekten; samanı taneden, müşriki müminden ayırt ederler. Mevlânâ şöyle
anlatır:
“Hırsız gündüzü değil, karanlıkta çalışabilmek
için, geceyi ister. Şunu iyi bil ki, ben gece
değilim. Dünyada parıl parıl parıldayan bir
tarafı aydınlatan gündüzüm.
Ben her şeyi ayırt ederim: Müşriği Allah’a
inanandan; samanı ve daneyi kalbur gibi ayırt ederim.
Ben onu kepekten ayırt ederim: ‘Şunlar
insandır, mana eridir, ruhtur; şunlar da insan değil, insan kılığında,
maddeden, şekilden, kalıptan ibarettir.’ derim.
Ben dünyada Allah terazisine benzerim, hafif
olan her şeyi ağır olandan ayırt ederim.
Bir buzağı sütünü emdiği anasını Allah bilir. Eşek
de adi şeylere, dünya meta’ına bayılır; kendine uygun şeyi seçer.
Müşrikler bana cefa ettiklerini sanırlar,
halbuki onların cefası ile gönül aynamın tozu silindi.”[320]
3.
Peygamberlerin
Dünya Nimetleri Karşısındaki Tutumu
Nebilere bu
dünyanın nimetleri cazip gelmez. Çünkü onlar asıl olanı, hakikat olanı görmüşlerdir.
Bu sebeple onlar, bu dünyanın suni olan, gelip- geçici olan nimetlerinden zevk
almazlar. Bu dünyanın nimetleri onların ruhlarını doyurmaz. Çünkü onların
mayaları, Hak zevkiyle yoğrulmuştur:
“Nebilerin mayaları
Hak zevkiyle, Hak aşkıyla yoğrulmuş olduğu için, onlar bu dünyanın fani
zevklerinden, bu gelip geçici neşelerden vâreste kaldılar. Kendilerini
kurtardılar. Onların ruhları, öteki âlemin hoşluğunu, neşesini görmüşler, tatmışlardı
da bu yüzden bu
dünyanın
güzellikleri, hoşlukları onlara oyuncak gibi görünürdü.
Diri bir güzeli
seven kişi, ölüyü nasıl olur da kucaklar sever?”[321]
[322]
Peygamberler ruhlar
gibi, melekler gibi, saf ve masumdurlar. Bu sebeple, nasıl Hz. Peygamber
Cebrâil’i yeryüzüne çekiyorsa, diğer peygamberler de melekleri öylece çekerler.
Çünkü yaratılmış olan her şey kendi cinsini kendine çeker. Masum ve temiz olan,
masum ve temiz olanı; kirli ve günahlara dalmış olan da, kendi gibi olanı
kendine çeker. Mevlânâ, peygamberlerin masum ve temizliğini anlatırken şöyle
devam eder:
“Peygamberler, ruh
ve melek gibi saf ve masum oldukları için, Peygamber Efendimizin Cebrâil’i
çektiği gibi, gökteki melekleri çeker, yeryüzüne indirirler.
Rüzgâr aslında ateş
cinsindendir, onun dostudur; pek sevişirler. Rüzgâr olmasa ateş yanmaz kararır,
söner. Bu yüzdendir ki birbirine zıt görünen bu dostlar, durmadan göklere
yükselirler, göğün yolunu tutarlar.
Boş bir testinin ağzını
sıkıca kapatsan da havuzun ortasına yahut bir derenin içine bıraksan,
Kıyamete kadar dibe
batmaz. Hep suyun üstünde durur. Çünkü içinde havadan başka bir şey yoktur.
İçindeki havanın
meyli göklere doğru olduğu için, testiyi de batmaktan, suyun dibine gitmekten
alıkoyar.
Peygamberlerin
cinslerinden olan asıl ruhlar da, bu kirli yeryüzünde kalmak istemezler,
gölgeler gibi çekile çekile arkalarından giderler, göklere doğru yönelirler.
322
4.
Peygamberler
ve Dünya Sıkıntıları
Peygamberler, ilahi
emirleri diğer insanlara tebliğ ederler ve insanları Allah’a çağırırlar. “Çok ağır
bir görev olan ve ‘ilahi emri insanlara duyurma’ şeklinde tarif edebileceğimiz
tebliğ esnasında peygamberlerin pek çok meşakkat ile karşı karşıya kaldıkları
malumdur. Bu durum Hz. Peygamber’in lisanından şu sözlerle dile getirilmiştir:
‘Peygamberler, insanlar içinde en şiddetli belaya uğrayan kesimdir, sonra
derece derece diğer insanlar belaya uğrar.’ [323]
Onların karşılaştığı belalar, sıkıntılar ise başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere
peygamberlerden bahseden ilâhî kitapların her birisinde anlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de
ve hadislerde, peygamberlerin sıkıntıları pek çok açıdan dile getirilmektedir.
Bununla birlikte, peygamberler gibi müminler de sıkıntılara maruz kalırlar.
Mevlânâ bir çok beytinde, sıkıntılarla boğuşmanın bir gereklilik, mümin için
bir arınma olduğunu bildirir. Mümin, sıkıntıları kendine yoldaş edinmelidir.
Çünkü sıkıntılar, Allah’ın şefkat ve merhamet kapılarını aralar.
Sıkıntılar
sebebiyle insanın daima Allah’a yalvarma-yakarma halinde oluşuna şahit oluruz. İnanan
bir kimse sıkıntıya düştükçe yalnızlaşır, kendi iç âlemine döner de dünyanın boş
işleriyle, gereksiz çekişmeleriyle uğraşmaz. “Müminin canı porsuk gibidir.” Acı
çektikçe kuvvetlenir, kendine gelir ve Allah’ı tanır. Mevlânâ şöyle der:
“Kul dertlerden, uğradığı
zulümlerden, başına gelen belalardan, aldığı yaralardan sızlanır, feryat eder.
Hastalıkların getirdiği ağrılardan, sızılardan Cenâb-ı Hakk’a yüzlerce şikayette
bulunur.
Cenâb-ı Hak da
buyurur ki: Ağrı, sızı, dert, zahmet sonunda seni yalvaran, yakaran bir kul
etti. Seni gafletten uyandırdı. Doğru yola düşürdü.
Sen ağrıdan,
sızıdan değil, asıl senin yolunu kesenden, seni bizim kapımızdan uzaklaştıran
çeşitli nimetlerden, zenginlikten şikâyet et.
Hakikatte bir düşman
senin ilacın, kimyandır. Onun kötülüğü, zulmü seni faydalandırır. Seni içine
kapanmaya, gönlünü bulmaya, ‘Aman Allah’ım!’ demeye zorlar.
Bu yüzdendir ki,
sen onun zulmünden ve şerrinden kaçar, yalnızlığa sığınırsın; Allah’ın
lütfundan yardım dilersin.
Hakikatte senin en
yakın dostların, senin en belalı düşmanlarındır. Çünkü dostların tatlı dilleriyle
seni oyalarlar. Hak’tan uzak düşürürler.
Hani porsuk adlı
bir hayvan vardır. Dayak yedikçe şişmanlar, semirir. Dayak yedikçe daha iyileşir,
sopa vurdukça daha semirir.
Müminin canı da
porsuk gibidir. Hastalık, dert, mihnet ve ızdıraplarla kuvvetlenir, semirir.”[324]
İşte müminlerin en
dertlisi, en sıkıntılısı, en bağrı yanık olanı ise peygamberlerdir. Onlar,
ilahi emirler uğruna, canlarını satılığa çıkarırlar. Allah ile yaptıkları bu
alışveriş, onların peygamber olmalarının sonucudur. Yaşadıkları dertler, onları
insanlar içinde garipleştirir. Bu gariplik ise, yalnızca onların katlanabileceği
bir garipliktir. Onlar gariplerin garibidir. Onlar, bazen ateşe, bazen kuyuya
atılan kutlu erlerdir:
“Bu sebepledir ki, peygamberler, dünyada yaşayan
bütün insanlardan daha fazla zahmetlere düştüler. Izdıraplara katlandılar.
Onların başlarına gelen ızdıraplara, belalara
başkaları katlanamadıkları için, peygamberlerin canları bütün insanların
canlarından daha üstün, daha büyük bir hale geldi.”[325]
5.
Peygamberler
ve İlahi Aşk
Mevlânâ’ya göre,
bütün peygamberler ilahi aşkın sarhoşudurlar. Hz. Peygamber de ilahi aşkta yok
olmuş, hiçliğe bürünmüş, ilahi aşka kendini feda etmiştir. İslam tarihi
kaynaklarında geçen bir rivâyete göre, Hz. Peygamber bir keresinde, vahyin
kesilmesiyle kederlenmiştir. Vahyin kesintiye uğraması ile müşrikler dedikodu
çıkarmış, onun hüznünü koyulaştırmışlardır. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler
nazil olmuştur: “Rabbin seni terk etmedi, darılmadı da. Muhakkak âhiret senin
için dünyadan hayırlıdır. Ve ileri de Rabbin sana öyle ihsanda bulunacak ki,
sen de razı olacaksın.”[326]
Mevlânâ, Hz. Peygamberin aşkla dolu olduğuna değinerek şöyle der:
“Mustafa (a.s.)’ı
ayrılık derdi kaplayınca, bir müddet ilahi tecelliden mahrum kalınca kendisini
dağdan aşağı atmaya kalkardı.
Cebrâil görünüp de;
‘Sakın kendini atma, ‘Kün’ (=ol) emri ile sana nice devletler verilmiştir.’
deyince;
Mustafa sükûnet
bulur, kendini aşağı atmaktan vazgeçerdi. Sonra yine ayrılık derdi gelip
çatınca;
Yine gamdan, dertten
bunalınca, kendini yine dağdan aşağı atmayı tasarlardı.
Yine Cebrail
kendini gösterip; ‘Ey eşi olmayan mana padişahı, bunu yapma!’ derdi.
Perde açılıp da o
inciyi gönlünde buluncaya kadar bu hal devam etti. Yani Hakk’ı gönlünde
buluncaya kadar, ayrılıktan kurtuluncaya kadar bu hal sürdü.”[327]
Aslında yeryüzünde
bütün insanlar, kendilerini bir aşka feda etmektedirler. Kimi mevkiye, kimi
mala, kimi şehvete kendini feda eder. Ancak hakiki âşıklar, peygamberler ve
onların varisleridir. Sadece onlar ebedi sevginin aşk denizinde boğulmayı göze
alabilirler:
“Halk her çeşit mihnet uğrunda kendini öldürüp
dururken, bütün mihnetlerin sebebi, aslı olan ayrılık ateşini nasıl çeksin, bu
ateşe nasıl dayansın?
İnsanların kendilerini feda etmelerine hayret
edilir, şaşılır. Fakat her birimiz kendimizi bir huya feda etmişizdir. Yani
kimimiz yüksek mevkiye, kimimiz dünya malına, kimimiz şehvete kendimizi
kaptırmışızdır.
Ne mutlu o kişiye ki, gerçek sevgiliyi gönlünde
bulmuş, varlığını ona feda etmiştir.
Aslında herkes bu dünyada bir fennin, bir
sanatın, bir işin fedaîsidir. Ömrünü o yolda harcar, o yolda ölür gider.
Dünyanın ister batı tarafında olsun, ister doğu
tarafında bulunsun, bütün insanlar ölecektir. Böylece dünyada ne seven kalıyor,
ne de sevilen herkes ölüp gidiyor.
Hiç olmazsa hayatını ilahi aşk uğrunda harcayan
o bahtlı adam kendini öyle bir fenne, öyle bir hünere feda etmiş ki, o feda edişte,
o ölüşte, o mahvoluşta yüzlerce hayat vardır.
Hakk’a karşı duyulan aşkta, onu seven de,
sevilen de ölümsüzdür. Öyle bir sevgiye nâil olanlar iki âlemde de dileklerine
ermiş, iyi bir ad san bırakmışlardır.
Ey benim kerim olan büyüklerim, aşıklara
acıyınız; onların şanı ölüp gittikten sonra da ölüme hazır olmaktır.”[328]
Bütün peygamberler
gibi Hz. Peygamber’in savaşı ve barışı Allah içindir. Onun nefsine uyması,
dünyada bir devlet elde etmek için çabalaması söz konusu değildir. O’nun Allah
sevgisiyle dolu olduğunun bir başka kanıtı da mî’rac olayıdır. Nitekim mî’raca
çıktığında gözü hiç kaymamış, gözü Hak’tan başka bir varlığı görmemiştir. O, göğün
hazinelerine ulaştığı zaman, yeryüzünün
hazinelerine göz
kırpmamıştır. “Göz ne şaştı, ne de haddini aştı.”[329]
âyet-i celîlesi ile, bu olay bize haber verilmiştir. Mevlânâ buna değinerek şöyle
der:
“ ‘Hz. Peygamber
Mekke’nin fethine çalıştı.’ Diye nasıl olurda dünya sevgisiyle
töhmetlendirilebilir?
O, öyle büyük ve
üstün bir varlıktır ki, imtihan günü, yani miracda yedi kat göğün
hazinelerinden hiç birine dönüp bakmadı. Gönlünü onlara kaptırmadı.
Onu görebilmek için
yedi kat göklerin ufukları hurilerle, peygamberlerin, ermişlerin ruhları ile
dolmuştu.
Bu hurilerin her
biri, ona hoş görünmek için süslenmişti. Fakat onda dost düşüncesinden, yani
Allah sevgisinin sevdasından başka bir şey yoktu.
O, Allah’ın büyüklüğü,
kudreti ve sevgisi ile öyle dolmuştu ki, Allah’a en yakın olanlar bile oraya
yol bulamazlardı.
Rasul-i Ekrem
Efendimiz buyurmuştur ki: ‘Allah ile bizim aramıza ne şeriat sahibi bir
peygamber, ne bir melek, ne de bir ruh sığar.’ Artık bunu siz düşünün.
Yine Peygamber Efendimiz
buyurmuştur ki: ‘Gözümüz Hak’tan başkasına meyletmedi, bakmadı; bizim gözümüz,
kuzgunlar gibi dünya leşine kaymamıştır. Biz cümle âlemi renklendiren, güzelleştiren
Hakk’ın mestiyiz; bağın bahçenin değil.
Mana göklerin,
akılların hazineleri bile aziz Peygamberimizin gözüne bir saman çöpü gibi değersiz
görünürken.
Mekke, Şam, Irak ne
olabilir ki, onlara karşı şiddetli bir istek duysun da, onları elde edebilmek
için savaşa girişsin...
Peygamber Efendimiz
hakkında böyle bir düşünceye, ancak bilgisizliğinden, hırsından, kıyaslara
kalkışan kötü niyetli bir kişi düşer.”[330]
6.
Son
Peygamber Hz. Muhammed ve Dünya
Hz. Peygamber
gönderilmiş olan peygamberlerin sonuncusudur. O, “Ve biz seni âlemlere rahmet
olarak göndermişizdir.”[331],
“Yemin olsun ki, sizin için Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler ve Allah’ı
çok ananlar için, Allah’ın peygamberinde pek güzel bir örnek vardır,”[332]
âyet-i kerîmelerine mazhar olmuş, üsve-i hasene/en güzel örnek şahsiyet olan
bir peygamberdir.
“Mevlânâ Mesnevî’sinde,
ümmeti olduğu peygamberle ilgili pek çok rivâyeti, onun pek çok hadisini
nakleder ve onları yorumlar. Bu cümleden olarak,
kaba bir hesaba
göre Mesnevî’de Hz. Peygamber ile ilgili 28 adet müstakil rivâyetin konu
başlığı altında işlendiğini tesbit ediyoruz. Bu rivâyetlerin bazıları birkaç on
beyit olduğu gibi, bazıları da çok daha uzundur. Buna ilaveten Mesnevî’de
9 adet hadis de konu başlığı altında şerhedilmiştir. Kısaca yukarıdaki
izâhımıza ilâveten, Mesnevî’de Hz. Peygamber ile ilgili konuların da bir
hayli yekün tuttuğunu belirtmek isteriz.”[333]
Mevlânâ, Hz.
Peygamber’in peygamberlerin sonuncusu olduğunu hatırlatmaktadır. Ustaların
ustası olan Hz. Allah, Hz. Peygamber ile peygamberlik sanatını en güzel şekilde
sona erdirmiştir. Böylece geçmiş peygamberlerin bıraktıkları mühürler, Hz.
Ahmed’in dini hürmetine kaldırılmıştır. Mevlânâ şöyle devam eder:
“Hz. Muhammed bu
dünyada da şefaatçidir. Bu dünya din dünyasıdır, o dünya ise cennetler
dünyasıdır.
Bu dünya onlara yol
gösterir, o dünya onlara ay gibi olan yüzünü gösterir.
Onun gizli ve âşikâr
âdetleri: ‘Ya Rabbi ümmetime, kavmime doğru yolu göster, onlar gerçekten de
bilmiyorlar!’ diye dua etmekti.
Onun mübarek nefesi
ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul edilmiştir. Ona benzer
birisi ne gelmiştir, ne gelecektir. Bu sebeple o cömertlikte son peygamber olmuştur.
San’atında pek
ilerlemiş bir üstadı görünce; ‘Bu sanat sende bitmiştir, tamamlanmıştır.’ demez
misin?
Sen ey Peygamberim,
mühürleri kaldırmada, kilitleri açmada sonsun. Sen can bağışlayanlar dünyasında
bir ‘hatem’sin.
Hâsılı Hz.
Muhammed’in hadislerindeki işaretler tamamıyla açıklık içinde açıklıktır. Onun
mübarek ruhuna, kutlu gelişine, evladının zamanına da yüz binlerce salât-ü
selam olsun.
Onun bahtlı,
devletli halifesinin oğulları, onun can unsurundan, gönül unsurundan doğmuşlardır.
İster Bağdatlı
olsunlar, ister Heratlı, ister Reyli olsunlar, onlar kirli mizaçtan arınmış,
onun mübarek soyundandır. ”[334]
B.
Dünya
Hayatında Ârifler
“Ârif Allah
Teâlâ’nın kendi zatını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşahede ettirdiği
kimse. Müşahede ve temaşadan hâsıl olan bilgiye marifet, bu bilgiye sahip olan şahsa
da ârif denir. Aynı hususları âlim yakîn yoluyla bilir. Keşf ve müşahede
yoluyla yani manevi ve ruhi tecrübelerle Allah hakkında zevki ve vecdi
bilgilere sahip olana ârif-i billah veya sadece ârif, ârifin bu yolla tanıdığı
Allah’a maruf denir.”[335]
Sufilere göre, ârif
olan kimse bütün uzuvlarıyla Cenâb-ı Allah’a hizmet eden kimsedir. Ancak onu diğer
varlıklardan ayıran bazı farklılıklar vardır. O farklılıklardan en önemlisi ise
şudur: Ârif olan kişi marifet ehli olduğu için, Allah’a kulluk görevini yerine
getirirken kendini zorlayarak, itekleyerek kulluk yapmakta değildir. O en doğal
haliyle kulluk halindedir. Yürürken, otururken, ayakta iken, yerken, içerken
her bir halinde Allah’a kulluğun sınırları içindedir. Bu hal onun için alışılagelen
bir haldir; bu sebeple o kendisinin bu halinden haberdar bile olmayabilir.
Nasıl ki, yıllarca aynı mesleği icra eden bir usta, artık mesleğinin
inceliklerine vakıf olmuşsa ve ârif olan kişi de Allah’a kulluk etmenin
inceliklerine sahiptir.
Ârifin fena
makamında cisim olarak varlığa sahip olmakla birlikte sıfat olarak yokluk
içinde bulunduğunu vurgulamak için şöyle denilmiştir: “Ârif yoklukla varlık
arasında tereddüt halindedir.” Yani ârif olan (ehl-i hal) olan kimse bedenen ve
cismen vardır; ancak vasıf ve sıfat açısından yok gibidir.”[336]
Ârif olan kişi, her
haliyle Allah’a teslim olmuştur. O maddî kazanç konusunda iradesini terk etmiş olduğundan
rahat ve huzur içindedir. Rızkını temin etmek için çabalar, fakat daha çok
kazanmak gibi bir gaye gütmez. Muhtaç olmamak için çalışır; ancak az da çok da
kazansa onun için fark etmez. O bu çabalamayı görmez de rızıkları dağıtan
Allah’ı görür. Nitekim Mevlânâ bunu vurgulayarak ârif olanları şöyle anlatır:
“Onlar (Ârifler),
kendi tembelliklerine dayanmışlar, her işi Cenâb-ı Hakk’ın takdirine bırakmışlar,
didinmekten vazgeçmişler, huzura kavuşmuşlardır.
Halk, Hakk’ın
fiilini, takdirini görmez de, bu yüzden rahat ve huzur nedir bilmez; gece ve
gündüz zahmet ve meşakkatten
kurtulamaz!
Haydi tembelliğinizi
söyleyin de, sırrınızı anlayayım, tembelliğinizin derecesini bileyim!”[337]
1.
Ârif,
Uyanık İken de Dünyaya Karşı Uykudadır
Mevlânâ’ya göre
ârifler, dünya nimetleriyle kalplerini meşgul etmezler. Onlar dünya konusunda
uyanık değillerdir. Dünya konusunda ince eleyip sık dokuma gereği duymazlar.
Sahip oldukları ile yetindikleri gibi, sahip olmadıklarının peşine de düşmezler.
Dünya konusunda kurnaz ve uyanık değillerdir. Aksine dünyaya karşı derin bir
uykuya dalmışlardır. Dünyaya sahip olmak ya da olmamak onların umurunda bile değildir.
Mevlânâ şöyle diyerek konuyu açıklar:
“Allah’ım,
sen her gece ruhları ten tuzağından azad eder, onları dünyaya ait işlerden,
hatıralardan kurtarırsın.
Ruhlar,
her gece ten kafesinden kurtulurlar da, kimsenin hükmü altında bulunmadan,
kimseye hükmetmeden hürriyete kavuşurlar.
Zindandaki
mahpuslar gece uyuyunca, zindanda bulunduklarından habersizdirler. Yüksek
mevkilerde
bulunanlar da, refah içinde yaşayan mutlu kişiler de uykuya dalınca her şeylerini
kaybederler.
Uykuda
ne gam, ne kazanmak, ne kaybetmek endişesi vardır. Ne de şunun bunun hayali
vardır.
Ârif
olan zâtın hali, uyanık iken de böyledir. Yani Ârif olan uyanıkken de dünyaya
karşı
uykudadır.
Cenâb-ı Hak Ashab-ı Kehf hakkında da: ‘Onlar uykuda idiler.’ tabirini kullanmıştır.
Bu nasıl olur? deme.
Onlar
gece gündüz dünya hallerine karşı uykuya dalmışlardır, onlar Cenâb-ı Hakk’ın
elinde evirip çevirdiği kalem kesilmişlerdir.” [338]
“Ârifler
iki dünyadan da vazgeçmiş, ne bu dünyada, ne de öteki dünyada gayeleri zevk
olmayan, zevk peşinde koşmayan tembel kişilerdir! Bu sebepten de onlar tarla
sürmeden zahmetsizce harman da devşirirler.”[339]
Ârif için elinin altında
olan mal mülk önemli değildir; o marifet sahibi olduğu için Allah’ın rızasını
gözetmektedir. Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir: “Ben zengin veya fakir olarak
sabahladığıma önem vermem. Çünkü benim için hangisinin hayırlı olacağını
bilemem.”[340]
Endülüslü Meşhur
Ebu Medyen de şu sözüyle ârif olmanın, dolayısıyla Allah’a ulaşmanın reçetesini
sunmuştur: “Eğer gerçek hedefe ulaşmak istiyorsan, Allah hariç maddî olan her şeyi
terk et.”[341]
2.
Âriflerin
Aşk Boyutu ve Zâhid
Aşk: Sevginin son
mertebesi, sevginin insanı tam olarak hükmü altına alması, varlığın aslı ve
yaratılış sebebi.[342]
Aşk kelimesinin
aslı “ışk”tır. Işk sarmaşık demektir. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri istilâ
ederse, aşk da girdiği kalbi ve vücudu öylece istilâ ettiğinden, şiddetli
sevgiye “aşk” denmiştir. Aşk lafzı Kur’an’da zikredilmemiş; fakat İbn-i
Arabî’nin beyanına göre kinâye yoluyla îrâd buyrulmuştur: Kur’an’daki “eşedd-i
hubb” buna delil sayılmıştır.[343]
Sufiler Allah’a
yaklaşmanın, Allah’ın ruzasını kazanmanın en kısa yolunun, aşktan geçtiğini
söylerler. Kur’an’da da “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.”[344]
buyrulmuştur. Bir kimse Allah ve resulüne aşkla bağlıysa, bu durumda o kimse
Allah’ın rızasını kazanmak için en büyük cevheri içinde barındırmaktadır.
Sufiler aşkla
alınan yolun çabuk tükeneceğini söylerler. Çünkü aşk insanın içinden gelen ve
insanı her açıdan motive eden bir duygudur. İçinde aşk olan kimse, dış uyarıcılara
gerek kalmadan yapması gerekeni kendi iç dinamikleriyle yapar. Aşkla yapılan
dua kabul olur, aşkla dökülen gözyaşını Hakk’a melekler ulaştırır. Kâinat aşkla
ayakta durur.
Mevlânâ ârifin bir
günde, zâhidin ise bir ayda yol alacağını bildirmiştir. Çünkü birisinde aşk
vardır, diğerinde ise korku vardır Ârif deli divane bir halde, ölçüp biçmeye
fırsat bulamadan, sadece ulaşma kaygısıyla yanıp tutuşmakta ve o şekilde kulluk
etmektedir. Aşk onu her dâim diri tutmakta ve o kavuşma hayaliyle koşa koşa yol
almaktadır. Mevlânâ durumu şöyle anlatır:
“Evet ârif, her an
padişahın tahtına kadar ulaşır; zahid ise bir günlük yol almak için bir aya
muhtaçtır. Fakat zahidin de şerefli bir günü vardır; vardır ama nasıl olurda
onun günü elli bin seneye eşit olur?
Hak yolunda çalışanın
ömründe her gün, dünya yıllarının elli bin yılıdır.
Akıllar bu sırra
eremez, kapı dışında kalır. Vehmin ödünü patlatırsa, bırak patlatsın. Aşka düşen
kişide zerre kadar korku yoktur. Aşk mezhebinde her şey aşka kurbandır. Aşk Hak
Teâlâ’nın vasfıdır. Fakat korku, midesine ve şehvetine esir olmuş kulun
vasfıdır.
Kur’an-ı Kerim’de:
‘Onlar Allah’ı severler.’ âyetini okudun ya, bu; ‘Allah da onları sever.’
müjdeli sözüne yakındır.
Şu halde muhabbeti
de Hak Teâlâ sıfatı bil, aşkı da! Azizim; korku, Hak sıfatı olamaz. Hak sıfatı
nerede, bir avuç toprağın sıfatı nerede? Sonradan yaratılanın sıfatı nerede,
tertemiz, önü sonu olmayan Hakk’ın sıfatı nerede?
Eğer ben aşkın şerhini
yapsam, aşkı anlatmaya kalkışsam ve buna devam etsem, yüz kıyamet kopar, yine
de sözü tamamlanmaz.”[345]
Ârif hep kavuşma
ümidiyle yol alırken; zahid için aynı durum söz konusu değildir. Zâhid yol
alırken hep tereddüt içindedir Zahid korktuğu durumlarda yol almakla birlikte,
korkmadığı durumlarda ise kendini tembelliğin kollarına bırakmaktadır. İnsan
dâima korkuyla yaşayamaz, korkuyu unutabilir. Ancak aşkı unutamaz:
“Çünkü kıyametin
kopacağı bir zaman vardır; bu dünyanın bir gün sonu gelecektir, fakat
Hak sıfatının sonu,
hududu yoktur.
Aşkın beş yüz
kanadı vardır; her kanadı arşın en yüksek yerinden yerin dibine kadar bütün
kâinatı kaplar.
Korkak zahid ayağı
ile koşar; aşıklar ise şimşekten, rüzgârdan daha hızlı uçarlar.
O korkaklar aşkın
tozuna nasıl ulaşabilirler? Çünkü aşk derdi gökyüzünü bile çökertir, döşeme
yapar.
Zahid bu makama ulaşamaz;
ancak lütuf ışığının yardımı ile bu cihandan, bu uygunsuz gidişten, yürüyüşten
kurtulur, azad olur.”[346]
Ârif bütün
tercihlerini sonucu düşünmeden sevgili için kullanır. Bunu ifade etmek için
Kettânî şöyle der: “Muhabbet bütün tercihler sevgili için yapmaktır.346 [347]
C.
Dünya
Hayatı Karşısında Veliler
Kelime anlamı
olarak veli: “Dost, yar, sevgili, eren, ermiş, Hakk’ın dostu ve sevgilisi.”[348]
anlamındadır. Çoğulu evliyadır. Hucvîrî ise “veli” kelimesini değişik açılardan
ele alarak izah eder.
Ona göre “Velî”
kelimesi (feil) vezninde ve ism-i mef’ul manasında olabilir. Buna göre Hak
Teâlâ, “O Salih kulları tevelli eder.”[349]
buyurmuştur. Şüphesiz, Allah Teâlâ kulunu fiillerinden ve vasıflarından ötürü
terk etmez. Onu kendi himayesinde muhafaza eder. Bir diğer açıdan “veli”
kelimesi “feîl” vezninde mübalağa ile ism-i fail manasında olabilir. Nitekim
kul Hakk’ın taatini tevelli eder, Kendinden gayrısından yüz çevirir. Bu mürid,
o ise murad olur. “Velî” kelimesiyle ilgili bütün manalar Hakk’tan kula ve
kuldan Hakk’a caizdir ve mümkündür. [350]
Kur’an- ı Kerim’de
Allah’ın müminlere veli, dost olduğu “Eğer yüz çevirirlerse (endişelenmeyin)
bilin ki, Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[351],
müminlerle kâfirler arasında bir dostluk olmaması gerektiği “Müminler müminleri
bırakıp da, kâfirleri dost edinmesin. Bunu her kim yaparsa Allah’tan hiçbir şey
(yani yardım) yoktur...”[352]
âyetleriyle vurgulanmıştır. “Âyet ve hadislerin aydınlığında velilerin ‘inanan,
takvâya eren, farz amellerle birlikte nafilelere de devam eden Allah dostları
oldığı’ ortaya çıkmaktadır.”[353]
Sufilere göre,
velilerin bazı özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu özellikleri kısaca şu
şekilde sıralayabiliriz: “Velî, zahirî hükümlere ve şer’î adaba saygılıdır.
Bunları titizlikle uygular. Velî masum değildir, ama mahfuzdur. Yani Hak onları
günaha düşmekten değilse bile, düştükleri günahta ısrar etmekten korur. Velî
hasbel beşer günah işler ama tevbe eder ve günahta ısrar etmez. Velî keramet
izhar etmez, ama keramet velîden zuhur eder. Velî kesinlikle keramet göstermez,
keramet sahibi olduğunu da iddia etmez. Gayri ihtiyarî kendisinden keramet
zuhur edince de, bunun bir mekr-i ilahi olması ihtimalini göz önüne alarak,
endişe eder. Velînin velî olduğunu bilmesi icab etmez. Pek çok velî vardır ki,
velî olduğunu bilmez. Fakat bazı velîler velî olduklarını bilirler. Bazı
velilere hüsn-ü hâtime nasip olmayabilir, yani velî, velîlik makamından düşebilir,
azledilebilir.”[354]
Sufiler arasında,
velî-velâyet meselesi bir çok açıdan tartışılmıştır. Bu tartışma konularından
birisi de, bir insanın velî olduğunu bilip bilmeyeceği konusudur. “Bazıları
insanın kendisinin veli olduğunu bilmeyeceğini; çünkü i’tibârın hüsn-i hâtimeye
bağlı bulunduğunu söylerler. Kimse son nefesinin ne olacağını bilemeyeceğine
göre, velî olup olmadığını bilemez. Diğer bir görüş ise bir kimsenin velî olduğunu
bilmesinin (mümkün olduğu) düşüncesidir. Ashabdan ‘aşere-i mübeşşere’ buna
delildir. Çünkü ashab-ı kiramdan olan bu on sahabî, hayatlarında Allah Rasulü
tarafından cennetlik olmakla müjdelenmişlerdir. Onlar hayatlarında bunu
bilebildiklerine göre daha sonraki nesillerin de kendilerinin velî olduğunu
bilmeleri doğaldır.”[355]
“Sufilerin
nübüvvetin mirası gibi gördükleri “velâyet” konusu baştan beri dikkatleri çekmiştir.
İlk devir sufilerinden olan Hakim Tirmizî’den başlayarak pek çok sufi, bu
konuda söz söylemiş, eser telif etmiştir.”[356]
1.
Velîler
Dünyanın Panzehiridir
Mevlânâ’ya göre,
insanın en büyük düşmanı nefis ve şeytandır. Nefis ve şeytan, ikisi birden
insanın kalbine hücum eder, binbir vesveseyle, binbir hileyle insanı kötülüğe
sevkeder. Öyle ki, nefis ve şeytan âdeta insanı büyüler de insan; yalanı
hakikat, hakikati yalan zannetmeye başlar:
“Seni (nefis ve şeytan)
dünyaya yöneltir, gönlüne dünya sevgisi, mal, mülk sevdası kor da, ahiretteki
sonsuz gıdayı sana kolay gösterir.
O nefis sana ölümü
bile ehemmiyetsiz gösterirse, bu işe şaşılmaz. Çünkü o, büyüsü ile bunun gibi
yüzlerce iş yapar.
Büyü bazen bir
saman çöpünü hile ile, sanatla dağ yapar, bazen de bir dağı saman çöpü haline
getirir.
O nefis ve şeytan,
çirkin olan şeyleri, hile ile güzelleştirir. Bazen de güzelleri, güzellikleri
çirkinleştirir.
Sihrin yani büyünün
hali budur. Efsunlar okur, üfürür. Hakikâtleri değiştirir.
Bazı zaman insanı eşek
gösterir, bazı zaman da eşeği tam bir adam haline kor.
İşte böyle bir
büyücü, senin içinde gizlidir. O da şeytan gibi vesvese veren nefsindir.”[357]
Nefis ve şeytanın
hileleri, entrikaları birer zehirdir. İnsanı zehirler ve onulmaz hastalıklara
sebebiyet verir. Ancak zehrin olduğu yerde, panzehir de bulunur. İşte insanın
iki büyük düşmanı olan nefis ve şeytanın panzehiri velilerdir, onlar manevî
büyüleriyle nefsin büyülerini bozarlar. Nefis ve şeytan harap ederken, veliler
imar eder.
Mevlânâ, velilerin
nefis ve şeytanın büyüsünü nasıl boşa çıkardığını, şu şekilde anlatıyor:
“Fakat sihir ve
büyücülerin bulunduğu dünyada, öyle manevî büyücüler(yani veliler) vardır ki,
onlar nefsin büyülerini bozarlar.
Oğul bu taze ve
tesirli zehirin bulunduğu ovada panzehir de bitmiş ve gelişmiştir.
Panzehir, yani veli
sana ‘gel’ der, ‘Beni siper edin. Çünkü ben sana zehirden fazla hayırlıyım.
Nefis ile şeytanın
sözü büyüdür, seni yıkar, harap eder. Benim sözüm de bir çeşit büyüdür. Ama
onun büyüsünü bozar, seni kurtarır.’
Peygamber Efendimiz
de:’Sözde sihir gibi, büyü gibi tesir ediş vardır.’ diye buyurmuştur.”[358]
2.
Dünya,
Velilerin Gözünde Kıl Gibidir
Yeryüzündeki
insanların her birinin, dünyaya bakışı; dünyayı algılayışı farklı farklıdır.
Her bir kimse, dünyaya kendi penceresinden bakar ve dünyayı kendi kişiliği,
kendi tecrübesi, kendi yaşadıklarıyla algılar. Kimisi dünyayı para olarak,
kimisi keyif sürme mekânı olarak, kimisi ticaret olarak, kimisi mal ve mülk
olarak algılar. Yine insanlar, dünyayı algıladıkları gibi görürler ve
algıladıkları gibi yorumlarlar. Dünya, tüccarın gözünde tüccarlarla; çiftçinin
gözünde çiftçilerle, ârifin gözünde âriflerle, zalimin gözünde zalimlerle
doludur.
Mevlânâ’ya göre,
nasıl insanın her bir uzvunun ayrı bir görevi varsa, yani sahip olduğumuz her
bir uzvumuz, kendi gücü nisbetinde dünyayı algılıyorsa, yeryüzündeki insanlar
da böyledir. Burnumuz dünyayı koku alarak, kulağımız ses olarak, dilimiz tat
olarak dünyayı algılar. Bunun yanında ne burnumuzun, ne kulağımızın, ne de
dilimizin dünyanın güzelliklerinden haberi yoktur. Çünkü bu uzuvlarımız,
güzellikleri algılayacak donanıma sahip değildir:
“Senin dünyayı görüşün,
anlayışın kişiliğine göredir; pak ve tertemiz olan velileri görüp
tanımana, senin
kirli duyguların engel olmaktadır.
Bir zaman duygunu
apaçık görüş suyuyla yıka, arıt; şunu bil ki, sufilerin çamaşır yıkamaları da
böyledir!
Sen kirli
duygulardan temizlenirsen, gözündeki gaflet perdesini kaldırırlar, pak ve saf
olan
velilerin ruhları,
sana kendilerini duyururlar, hissettirirler.
Bütün âlem nur
olsa, güzellik olsa, o güzellikten ancak gözün haberi olur. Diğer uzuvlar ve
hisler onu müşahede edemez!
Mesela gözünü kapatarak
bir güzelin; ‘Saçını, yanağını iyice gör, yakından müşahede et,
anla!’diye kulağı
ona yaklaştırırsan...
Kulak sana der ki:
‘Ben güzeli göremem ama güzel seslenirse o sesi duyarım!
Ben bilginim ama,
kendi bilgimde bilginim. Benim hünerim ancak sözü ve sesi duymaktır!
‘Ey burun aklını başına
al da, gel şu güzeli bir gör!’desen bu istediğini burun yapamaz, onun harcı değildir.
Burun; ‘Misk
olursa, gül suyu olursa, kokusunu alırım.’der. ‘Benim hünerim budur, bilgim
budur; ben bunu haber veririm!
Ben o baldırı gümüş
renkli olan güzelin yanağını nasıl görebilirim? Sen bana gücümün yetmediği bir şeyi
buyurma!’
Doğru olmayan his
ise, eğriden başka bir şey göremez; önüne ister eğriyi getir, ister doğruyu, o
hep eğri görür.
Hocam; şaşı bir göz
biri iki gördüğü için hakikâti görmekten alıkonmuştur.”[359]
Dünyanın
güzelliklerinden haberdar olan tek uzvumuz, gözümüzdür. Oysa diğer
uzuvlarımızın bu güzellikleri algılayamıyor olması, dünyanın bu güzelliklere
sahip olmadığı anlamına gelmez. Ama dünyanın bütün güzelliklerine rağmen, burun
sadece kokuyu, kulak sadece sesi algılamaya devam eder. İşte insanlar da,
uzuvlarımız gibidir. Paraya hırslı olan, dünyayı sadece para olarak, altına
hırslı olan sadece altın olarak, buğdaya hırslı olan ise sadece buğday olarak
algılar. Para da, altın da, buğday da dünyanın sadece bir parçasıdır. Daha
önemli olan nice şeyler vardır. Ancak bunu daha geniş bakabilenler, bakış açısını
geniş tutabilenler görebilir.
Dünyaya da ahirete
de, hakikat penceresinden bakabilenler, ancak velilerdir. Bu sebeple onların
gözünde, dünya da âhiret de kıl gibidir. Nasıl uzuvlarımızın içinde, dünyayı
hakiki mânâda gören/algılayan gözümüz ise, insanların içinde de velilerdir. Bu
açıdan veliler, insanların gözü kulağıdır. İnsanlar, onlar olmayınca dünyayı doğru
algılayamaz, onlar olmadan dünyaya şaşı bakarlar. Mevlânâ şöyle devam eder:
“Ey eğri görüşlü kişi,
bana kendi gözünle bakma da, biri iki görme.
Bir an kendini terk
et ve bana benim gözümle bak da, varlık âleminin ötesinde, geniş bir âlem gör!
Varlıktan da
kurtul, addan da, sandan da... Aşk içinde aşkı seyret vesselam.
Bil ki, beden
hapsinden kurtulunca, kulağın da göz olabilir, burnun da.
‘Âriflerin her kılı
bir göz olur.’ Diyen tatlı dilli padişah doğru söylemiştir.”[360]
“Peygamberlerin ve velilerin gözleri, deniz kadar geniştir; o genişlik
dolayısıyla dünya ve âhiret onlara bir kıl gibi görünür.
Binlerce gökyüzü o
gözlere girecek olsa, uçsuz bucaksız denizin karşısındaki kaynağa döner.
Velinin
gözü bu fani âlemden ve bu âleme ait şeylerden vazgeçtiği için gayb âlemini
görür de, o yüzden herkes tarafından öpülür durur.
Hakikâti
anlayacak, duyacak bir tek kulak bile bulamıyorum ki, o güzel gözlerden
bahsedeyim, onlara ait gizli sırlar söyleyeyim.
O
büyük velini o övülmüş erin yüzünden, gözlerinden süzülüp gelerek damlayan
gözyaşını Cebrâil (a.s.) bile kapardı.
O
hoş huylu, o faziletli veli, izin verirse, Cebrâil o katreyi kanadına, ağzına
sürerdi.”[361]
3.
Veliler
Dünya Sevgisiyle Yaralı Olanların Yaralarını Sararlar
Hakikatte eşyayı
olduğu gibi doğru olarak algılayanlar, veliler olduğu için, onların eşyaya bakış
açıları, halkın bakış açılarından farklıdır. Bu sebeple veliler, halka yardımcı
olmaya çalışırlar, halkı uyarırlar ve onlara hakikati hatırlatma girişiminde
bulunurlar. Gönülleri dünya sevgisiyle dolu olduğundan, halk velilerin
gördüklerini göremez. Onlar, dünya sevgisinden ötürü eşyanın künhünü
kavrayamazlar. Dünya sevgisi onların gözünü ve gönlünü bağlamıştır.
Mevlânâ’ya göre,
veliler halkın dünya sevgisinden kaynaklanan yaralarını sarmakla uğraşırlar.
Veliler çaba sarfetmelerine rağmen, halk onların sözlerine kulak tıkar, onların
sözleri halka masal gibi gelir. Bu anlamda halk, yarası olan merkep gibidir.
Veliler ise o yaralara bez yapıştırarak, yaraları söküp atmayı isteyen
veteriner hekim gibidir. Yine veliler padişahın doğan kuşudur. Halk ise baykuşlar
gibidir. Veliler yüce padişahtan haber getirir, ancak halk padişahın
bilgisinden aciz olduğu için velilerin sözlerinden bir anlam çıkaramaz:
“Mala mülke
sarılmaları yüzünden, belki bu sözleri işitmek onlara acı gelir.
Eşeğin yarasına bir
bez bağlasan da, o bez yaraya yapışsa, orada kurusa, onu çekip almak
istediğin zaman eşek;
Canı yandığı için
çifte atmaya başlar. Ne mutlu o kimseye ki, böyle bir hareketten çekindi, böyle
bir işe girişmedi.
Hele eşeğin elli
tane yarası olursa ve her yarasına da bir bez yapışmış kalsa o eşeğin hali ne
olacak? Başına kadar balçığa saplanmış gibidir.
Mal, mülk, ev, bark
bez gibidir. Bu hırs ise yaraya benzer. Kimin hırsı fazla ise, onun yarası da
fazladır.
Baykuşun
evi yıkık yerdir, harabedir. O ne Bağdat, ne Tebes şehirlerinin güzelliklerini,
vasıflarını dinler.
Padişahın
doğan kuşu, yoldan gelerek, bu baykuşlara padişahtan yüzlerce haber getirse;
Başkenti,
orada eşsiz bağları, bahçeleri, dereleri anlatsa, yüzlerce düşman ona ‘Vah
vah!’ derler.
Doğan
kuşu saçmalıyor, eski masalları anlatıp duruyor, olmayacak şeylere ne laflar
düzüyor.
Halbuki
eskimiş, köhnemiş, ebedi olarak çürümüş olanlar, asıl onlardır. Yoksa o nefis
eskiyi yenileştirir, tazeleştirir.
Eski
ölülere can bağışlar, onları diriltir. Akıl tacını başına kor. İman nuru
lütfeder. Ruh bağışlayan güzelden gönlünü esirgeme. O seni kıratın üstüne
bindirir.
Başını
tâc bağışlayan o yüce erden çevirme! O yani veli gönlünün ayağındaki yüzlerce
bağı çözüp, seni hürriyetine kavuşturacaktır.
Fakat
bu hakikati kime söyleyeyim? Bütün köyde herkes ölü gibi; nerede bir diri? Âbı
hayata doğru koşan kim var?”[362]
Mevlânâ’ya göre
velîler halkın uhrevî kazançlar elde etmesini sağlamak için halka dünyevî
tuzaklar hazırlarlar. Böylece halkı iyiliğe, dürüstlüğe sevketmeyi dilerler.
Böyle yapmakla velîler dünyevî bir kazanç elde etmeyi ummazlar. Mevlânâ durumu şöyle
izah eder: “O eâzım-ı evliyâ, ehli dünyâyı dünyâ tuzağıyla sayd edip, o
mertebe-i refîa-i ma’neviyyeye başkalarını da îsâl etmek ve âhiret tuzağına düşürmek
isterler. Onları i’tâ eylemek için halkı aldatırlar. Yoksa onlardan bir şey
almak için değil. Meselâ bir kimse hîle ile kuşları tutup, yemek ve satmak için
bir tuzak kurar. Buna “mekr” ve “hîle” derler. Fakat pâdişâhın birisi kendinin
gevherinden haberi olmayan acemî ve bî- kıymet bir doğan kuşunu tutmak ve kolu
üzerinde onu müşerref ve muallem ve müebbet kılmak için tuzak kurarsa, sûrette
hîle olmakla berâber ona ma’nâda “mekr” demezler. Bunu sıdk ve atâ-bahşlık ve
ölüyü diriltmek ve taşı la’l etmek ve ölü menîyi insan kılmak ve bunlardan daha
âlî etmek bilirler.”[363]
4.
Velilerin
Sözleri İlkbahar Yağmurları Gibidir
Allah’ın insanlara
sunduğu nimetlerden her birinin ayrı ayrı hikmeti vardır. İnsana bahşedilen nimetlerin
kimisi çok tatlı, kimisi az tatlı; kimisi çok acı, kimisi de az acıdır. Yaz
mevsimi gelir, güneşin sıcaklığı insanlara “Aman Allah’ım!” dedirtir. Kış mevsimi
gelir, insanlar bedenlerine işleyen güneşin o sıcaklığına hasret kalır. Rüzgâr
olur, her şeyi yerle bir eder; rüzgâr olur, buğday başaklarını okşaya okşaya
kucağında büyütür. Yağmurun yağması da bu şekilde çeşitlilik arzeder:
“Yağmur vardır,
beslemek, yetiştirmek için yağar; yağmur vardır, her şeyi perişan etmek için yağar.
Bahar yağmurlarının
faydası şaşılacak bir şeydir. Fakat sonbahar yağmuru, bağ ve bahçeler için
sıtma yerine geçer, ağaçları titretir, yaprakları sarartır, döker, çürütür.
Bahar yağmuru bağı ve bahçeyi nazla besler, güz yağmuru ise onu sarartır,
soldurur. Böylece soğuğu, güneşi, rüzgârı hep birbirine aykırı bil de şaşırıp
kalma.
Tıpkı bunun gibi
gayb âleminde de çeşitlilik vardır. Bazısı zararlı, bazısı faydalı; bazı yağmurlar
bereket getirir, bazısı ziyan.”[364]
İlkbahar yağmuru,
insanları daima mest eder. İlkbaharda yağan yağmur, mevsimin güzelliğine
güzellik katar. Ilık ılık esen rüzgâra ve hafif hafif yağan yağmura güneş de
arkadaşlık eder. Böylece hepsi de el ele tutuşmuş olarak, yeryüzünü neşelendirirler.
İnsanlara Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini hatırlatırlar. Ayrıca ilkbahar yağmurları,
bereketin habercisi olur. Toprak, ilkbaharda düşen yağmurla susuzluğunu
giderir; kana kana suyunu içer ve sevincinden çeşit çeşit çiçekleri, otları doğurur.
Şayet ilkbahar yağmuru olmazsa, toprak hüzün yorganını üstüne çeker, kendi kabuğuna
çekilir. Doğurganlığından ve cömertliğinden vazgeçer, insanları yeterince
faydalandırmaz. Mevlânâ’ya göre, velilerin sözleri de ilkbahar yağmurları
gibidir:
“Ermiş kişi olan
abdalın nefesi de, gayb âleminin baharındandır. O nefes yüzünden gönülde, canda
manevi yeşillikler, tazelikler belirir.
Onların nefesleri
talihli, kabiliyetli kişilere bahar yağmurlarının ağaçlara yaptığı tesiri
yapar.
Eğer herhangi bir
yerde kuru bir ağaç varsa, bunun kuruluğunu can rüzgârından bilme.
Rüzgâr vazifesini bildi,
esti gitti. Canı kabiliyetli olan kişi, rüzgârın tesirini candan kabul etti.
Peygamber Efendimiz
buyurmuştur ki: ‘Ey Ashabım, ey benim dostlarım, sakın ilkbahar serinliğinden
ürkerek, bedenlerinizi örtmeyin.
Çünkü ilkbahar
rüzgârı ağaçlara yaptığı tesiri bedenlerinize de, canlarınıza da yapar.
Fakat sonbahar soğuğundan
kaçının, çünkü sonbahar soğuğu üzüm bağlarına yaptığını size de yapar.
Bu hadisi rivayet
edenler, manasını zahire, görünüşe göre vermişler, bunu da yeter bulmuşlardır.
Hadiste bahis buyrulan
sonbahar, nefistir, nefsin isteğidir. Akıl ve can da ilkbaharın ta kendisi,
sonsuzluktur.
Şu halde hadisin
manası şöyle yorumlanır: Velilerin pak, temiz nefesleri bahar gibidir.
Yaprakların, filizlerin hayatıdır.”[365]
Bundan dolayı, halk
velilerin sözlerini dinlemekten uzak kalmamalıdır. Veliler ne söylerse
söylesin, halk velilerin eteğinden yapışmalı ve onların sözlerine sarılmalıdır:
“Bu
sebeple yumuşak olsun, sert olsun; velilerin sözlerini dinlemekten örtünüp
kaçınma; onlara kulak ver; o sözler dinine destek olur.
Sıcak
da söyleseler, soğuk da söyleseler onları hoş gör; o sözleri tut.
Tut
da şu dünya hadiselerinin çeşitli etkilerinden, sıcağından, soğuğundan, yakıp
kavuran cehennem azabından kurtul.
O
mübarek sözlerin sıcağı da soğuğu da ilkbahardır, hayattır. O sözler gerçekliğin,
tam inancın, kulluğun özüdür, mayasıdır.
O
nefeslerle can bahçeleri dirilir, gerçek hayata kavuşulur. O nefeslerle gönül
deryaları incilerle dolar.
Bu
hale gelmiş akıllı bir kişinin gönül bahçesinden bir çöp misali, cüz’i bir
manevî zevk eksilse, o kişinin gönlüne binlerce gam, binlerce keder gelir,
konar.”[366]
5.
Veliler
İyi Canları Kendilerine Çekerler
Mevlânâ’ya göre,
velilerin kalpleri çok güçlüdür. Bu yüzden onlar, iyi gönüllü insanları
kendilerine çekerler. Her ne kadar iyi hal sahibi, iyi gönüllü olan insanlar,
velilere kendi ayaklarıyla gittiklerini düşünseler de; aslında veliler, onları
kendilerine çekmektedirler ve onlar bunun farkında değillerdir. Onlar, sahip
oldukları kehrübâ ile halkın iyi olanlarını derleyip toplarlar. Yine onlar
halkın
Firavun gönüllü
olanlarını da, kendilerinden uzaklaştırmışlardır. Firavun gönüllü olanlar, bu
yüzden velilere düşman olmuşlardır:
“Kemal sahibi velilerin gönülleri, Firavun’ların, imansız
kişilerin canlarını kendilerinden
uzaklaştırınca onlar, sapıklık içinde kalırlar.
Bu sapıkları bu dünya da istemez, öteki dünya da. Bu
yüzdendir ki yollarını bulamayan bu zavallılar, iki dünyadan da nasip alamamışlardır.
Hakk’ın has kullarından baş çeker, uzaklaşırsan, bil ki,
onlar senin varlığından bıkmışlardır, usanmışlardır.
Onların kehrübası vardır, o kehrübayı meydana çıkarırlarsa,
senin bu saman çöpüne benzeyen varlığını deli divane ederler, kendilerine
çekerler.
Fakat kehrübalarını gizlerler de, onlara doğru koşuşunu,
onlara kendini verişini istemezlerse, seni nefse, azgınlığa teslim ederler.
Hayvanlık mertebesi, nasıl insanlık mertebesine esirse,
yenilmişse, İnsanlık mertebesinin de velilerin elinde esir olduğunu bil.”[367]
6.
Veliler
Dünyada Hakk’ın Vakit Vakit Duyulan Kokularıdır
Allah’ın velileri
yeryüzünün direkleridir. Onların olduğu yerde Allah’ın rahmeti, mağfireti eksik
olmaz. Onların vesilesiyle, halk gaflete dalmaktan kurtulur. Onlar, insanların
alıp verdikleri nefesler gibidir. Bir insanın nefes alıp vermeden yaşaması
mümkün olmadığı gibi; Allah dostlarından mahrum olan bir toplum da uzun vadeli
ayakta kalamaz. Veliler toplumların manevi nefesleri, manevi bekçileridir.
Mevlânâ’ya göre
veliler, Allah’ın yeryüzündeki kokularıdır. İnsanlar onlar sayesinde, Hakk’ın
kokusuna ulaşırlar. Onlar sayesinde hevâ ve heveslerine esir olmaktan ve günah
deryasına dalıp gitmekten korunurlar. Mevlânâ velilerin ehemmiyetini şöyle
arzeder:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
‘Hakk’ın esintileri, güzel, temiz kokuları, manevî lütufları, ihsanları, feyizleri
bu günlerde olduğu gibi, dünya durdukça vakit vakit eser durur.
Bu vakitlere kulak verin; aklınız, fikriniz
onlarda olsun da o güzel kokuları duyun; o lütufları, feyizleri kaçırmayın.
Ondan güzel bir
koku geldi. Sizi gaflette gördü, geçti gitti. Uyanık olan, onu isteyen kişiye
de can bağışladı, hayat verdi.
Ey dost bir başka
güzel koku daha geldi. Aklını başına al da, uyanık ol da, hiç olmazsa bundan
mahrum kalma...
Ateşi canlı olan şehvet
ve hiddet onun yüzünden yatıştı, söndü. Gaflet ve bilgisizlik sebebiyle ölmüş kişi
de onun feyzinden manevî bir kaftan giydi.
Velinin feyzi ile
gaflet ölüsünün dirilmesi, elde ettiği bu tazelik ve hareket, ‘Tuba’ ağacının
tazeliği ve hareketidir. Bu halkın hareketi değildir.”[368]
7.
Veliyi
Hor Görmek, Aslanın Kuyruğuyla Oynamaktır
Kudsî hadisin
birinde Hz. Allah şöyle buyurmuştur: “Kim benim veli bir kuluma düşmanlık
ederse ben ona harb ilan ederim. Kulum bana kendisi üzerine farz kıldığım şeylerden
daha hoş bir şeyle yaklaşamaz. Kulumun bana olan yakınlığı nafilelerle devam
eder. Hatta ben onu severim. Ben onu sevince de, onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum Benden bir şey isterse veririm. Benden
kendisini bir şeyden korumasını isterse onu korurum.”[369]
Bu sebeple sufiler,
Allah’ın veli kuluna hürmet gösterilmesi hususunda, büyük titizlik göstermişlerdir.
Allah’ın veli mertebesinde olan kulları, Allah’ın has dostlarıdır. Bu yüzden
onlara düşmanlık etmek, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Onları sevmek ise,
Allah’ın bizi sevmesine ve bizi koruyup kollamasına vesile olur.
Mevlânâ’ya göre,
hiç kimse Allah’ın veli kulunu hor görmemelidir. Velilere karşı düşmanlık
yapan, onları inciten kimseler nankörlük içindedirler. O kimseler hakikatin
sırlarından uzaktırlar, onlar ateş, veliler ise sudur. Ateş suya asla zarar
veremez; ancak su ateşi isterse söndürebilir. Velileri hor ve hakir görenler
gül değil de diken peşinde olanlardır:
“Ey kamil insanı,
veliyi hor gören, yüzü yıkanmamış pis adam, ne yapıyorsun?
Kiminle kavga
ediyorsun? Kime haset etmektesin?
Sen bir aslanın
kuyruğu ile oynuyorsun; sen meleklere saldırıyorsun.
Şer nedir bilmeyen,
tamamıyla hayırdan ibaret olan şeyhe niye kötü söylüyorsun? Kendine gel de, o
alçalışı kendin için bir yükseliş görme!
Kötü kimdir? İşi
insanları ateş gibi yakan bir haydut. Şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi.
Ateş her zaman su ile korkutulur. Çünkü onu
söndürür, onun düşmanıdır. Fakat su yanmaktan alevlenmekten hiç korkar mı? Sen
de ezel denizi olan şeyhin karşısında ateş gibisin.
Ayın yüzünde leke, ayıp görmeye, cennette diken
toplamaya kalkışıyorsun.
Ey gül değil de diken arayan kişi! Sen cennete
girebilsen, orada kendinden başka diken bulamazsın.
Güneşi balçıkla sıvamak istiyorsun, ayın on
dördünde bir noksan, bir gedik, bir çatlak arıyorsun.
Dünyada parlayan, göz kamaştıran, nurlar saçan
güneş, bir yarasa yüzünden hiç gizlenir mi?
Ayıpları kamil insanlar, pirler beğenmedikleri
için ayıp sayılmıştır. Ayıpları, gizli şeyleri de onlar kıskanmışlar; ‘Açığa
çıkarsa, insanlar rahatsız olurlar.’ Diye düşünmüşlerdir de, o yüzden ayıplar
gizlenmiştir.”[370]
Velilere kötü zanda
bulunarak bir yol alınamaz. Bir kimse velilere kötü zan beslemekle, rahmet
suyunun önünü kesmiş olur:
“Bari velilere uzaktan olsun hizmet etmeye çalış.
Şimdiye kadar uzak kalışından pişman ol. Hemen işe koyul! Hiç değilse onlar
hakkında kötü zanda bulunma, iyi zanda bulun!
Böylece o yoldan sana bir feyz rüzgârı gelsin.
Sen onlara haset ederek, neden rahmet suyunun önünü kesiyorsun, bağlıyorsun?
Uzakta bile olsan velilere karşı alçak gönüllü,
saygılı ol! O tarafa yönel, çünkü Kur’anda;
‘Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa
döndürün!’ diye buyrulmuştur.”[371]
Şeyh Ebu
Abdurrahman Sülemi’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Abdullah Râzî, Ebu Osman
Hîrî’nin Muhammed b. Fadl Belhî’yi övdüğünü işitti ve onu görmeyi arzu etti.
Fakat ziyaretine gittiğinde Muhammed b. Fadl’ı istediği gibi bulamadı. Abdullah
Râzî geri gelince, Ebu Osman o zâtı nasıl buldun? Diye sordu. Zannettiğim gibi
bulamadım, dedi. Ebu Osman; o halde sen onu küçümsedin, bir kimse bir kimseyi
küçümserse ondan faydalanmaktan mahrum kalır. Hemen hürmetle ona dön, dedi.
Abdullah Râzî derhal geri döndü ve onu ziyaret ederek ondan faydalandı.”[372]
Sonuç olarak
Mevlânâ’ya göre akıl vücut için ne ise veliler de halk için odur. Şöyle ki; bir
vücudun bütün uzuvları akılla idare edilmekte ve yine bütün uzuvlar akla itaat
etmektedir. Akıl vücudun sağlıklı olduğunun ve düzenli işlediğinin
belirtisidir. Bunun gibi veliler akıl, halk da vücut gibidir. Halk işlerinde
velilere müracaat eder ve velilere tâbi olursa bu onların büyük faydalar elde
etmesine sebep olur. Ancak halk velileri arka planda bırakır onları
önemsemezse, pişmanlıktan ve perişanlıktan kurtulamaz. Mevlânâ konuyu şöyle
anlatır: “İmdi, o yolda bir reîs olup, tevâbi’i de ona mutî’ oldukları bir
vakitte, işler salâha yüz tutar. Şimdi, akıl dahî kendi fermanına tâbi’
oldukları vakit, reâyâ-yı tenin ıslahı fikrinde olur. Meselâ bir kimse
“Gideyim” diye fikr eder. Bunu ayak onun fermânına mutî’ olduğu vakitte fikr
eder; ve illâ ayağı mutî’ olacak bir halde değil ise, bu fikirde bulunmaz. Şimdi
akıl, ten içinde emîr gibidir. Kendisinin bütün akıl ve dânişi ve nazarı ve
ilmi ile, a’zâ-yı insânînin başı hükmünde olan o velîye nisbetle, insanın
a’zâ-yı sâiresi hükmünde olan halkın kâffesi sırf tendirler; ve onların
arasında akıl, o velîdir. Mâdem ki halk ten gibidirler, o velîye mutî’
olmadıkça onların ahvâli daima perişanlık ve pişmanlık içinde geçer. Ve mutî’
oldukları vakitte itaatleri öyle olmalıdır ki, o her ne yaparsa münkâd olmalı
ve kendi akıllarına müracaat etmemelidir. Zirâ onu, kendi akıllarıyla
anlayamamaları câizdir. Ona külliyen mutî olmaları îcâb eder. Nitekim bir çocuğu
bir terzi dükkânına verirler, onun alâ-külli-hâl üstâdına itaatı lâzımdır. Eğer
dikmek için uçkur verirse, uçkur diker; ve elbiseye dikilecek siyah nişâneler
verirse, onları diker; san’at öğrenmek isterse, külliyen kendi tasarrufundan
geçip üstâdının emrine mahkûm olmalıdır.”[373]
11.
EHLULLÂH
İLE EHL-İ DÜNYA ARASINDAKİ İLİŞKİ
A.
Dünyada İyi de
Kötü de Mevcuttur
Dünya hayatı,
iyilerin de kötülerin de alışverişe çıktığı bir pazar gibidir. Bu âlemde iyi
ile kötü; güzel ile çirkin bir arada bulunur. Halil İbrahim’in olduğu yerde,
Nemrut’un olması gibi; Nemrut’un olduğu yerde de Halil İbrahim’in olması,
takdir gereğidir. Çünkü dünya imtihan dünyasıdır. Oysa hep iyilerin olduğu
mekân cennet, kötülerin olduğu mekân ise cehennemdir.
Mevlânâ dünyayı
pazara benzeterek, bu pazarda güzel ve sağlam kumaşların yanında; çirkin ve
defolu kumaşların da olduğunu belirtir. Şayet pazar yeri olan bu dünyada hep
iyi kumaşlar olsaydı iyinin kıymeti bilinir miydi? İnsan nasıl edepsizi
görmekle edebin önemini daha iyi kavramaktaysa; kötüyü görünce de iyinin değerini
daha iyi anlamaktadır. Her ne kadar iyinin ölçüsü kötü olmasa da, kötünün
olmadığı yerde de, iyinin hakkını teslim etmek güçleşir.
İnsanoğlu istediği
zaman iyi, güzel ve hoş olana ulaşabildiği takdirde, istediğini elde etmenin
psikolojisiyle, iyi ve güzel olanı nefsinde sıradanlaştırır. Fıtratı gereği
kadir- kıymet bilmez olur. Nitekim insanın nefsi, sahip olduğunun kıymetini
bilmeye değil, elinde olmayanı elde etmeye meyillidir. Nefis elde ettikçe, daha
çok elde edeceği şeyler arar. Kısaca insan, iyi ve hoş olanın kıymetini
hakkıyla bilemez. Hz. Musa’nın kavmine, gökyüzünden kudret helvası ile bıldırcın
eti indirildiği halde[374];
onlar Hz. Allah’a şikâyet ettiler de, böylece sahip oldukları nimetlerin
kıymetini bilemediler. Nefis sahip olduğuna şükretmek yerine, sahip oldukça
sahipleneceği yeni şeyler arar. Nitekim hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Ademoğlunun bir dere altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka
bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.”[375]
Mevlânâ Allah’ın kanunu gereği, iyi ile kötünün bir arada bulunmasının, bir
gereklilik olduğuna değinerek şöyle der:
“Dünyada ayıplı, kusurlu mallar olmasaydı, alış
veriş edenlerin hepsi de ahmaklaşırdı. Bütün kumaşlar kusursuz olduğu için,
kumaş tanımak kolay olurdu. Mâdem ki ayıplı yok, ehil olan da, olmayan da bir
olmuştur.
Eğer dünyadaki şeylerin
hepsi de ayıp ve kusurlu bulunsa idi, o vakit de aklın faydası olmazdı. Çünkü
hepsi de odundan ibâret bir yığın içinde, öd ağacı yok demektir.
Her kim ‘Bu dünyada
bulunan her şeyin hepsi de Hak’tır.’ Dese, o kişi ahmağın biridir. ‘Herşey
batıldır.’ diyen de kötü kişidir.”[376]
Dünya hayatında iyi
ile kötü; güzel ile çirkin gibi zıtlar bir arada olduğu gibi, kâinatın işleyişinde
de zıtların varlığı söz konusudur. Mevlânâ’ya göre Hz. Allah bazen “mümit”
sıfatıyla, bazen “muhyi” sıfatıyla tecelli eder. Bazılarını öldürür, bazılarını
diriltir; bazılarını sapıtır, bazılarını hidayete erdirir. Zıtlar birbirini
tamamlamakta ve dünyanın düzeni aksamadan devam etmektedir:
“Gece gündüzün meşguliyetini,
işini, gücünü giderir. Sen aklın uyku halindeki dönmüşlüğüne bak ki, bu uyku
bedene rahatlık, zihne açıklık verir.
Sonra yine gündüzün
nuru ile gece yok olur gider. Hayat yeniden başlar. Gecenin öldürdükleri cansız
bıraktıkları yeniden canlanır, hayat bulur.
Gerçi gecenin
getirdiği uykuya dalmak, gözler kapandığı için karanlıkta kalmak, dünyayı
görmemektir. Fakat âb-ı hayat da karanlıklar içinde değil midir?
Akıllar uyku
karanlığında güçlenip, tazelenmiyor mu? Şarkı söyleyenin duraklaması, sesine
ses katmıyor mu?
Zıtlar zıtlarla
beliriyor. Allah süveyda (=kalbin nüvesinde olan siyah nokta)’da aşkın ebedi
nurunu patlatmadı mı?
Bahçıvan fidan boy
atsın, meyve versin diye kötü ve zararlı dalları budar, keser.
İşi iyi bilen
bahçıvan, bahçe ve meyve gelişsin güzelleşsin diye bahçedeki otları yolar.
Sevgili ağrıdan,
hastalıktan kurtulsun diye diş hekimi çürük dişi çeker, çıkarır. Kusurlar
içinde, birçok kazançlar saklıdır. Şehitler için de ölümde hayat vardır.
Rızık yiyen boğaz
kesilince yani Allah yolunda savaşan şehit olunca, Rabbi o şehidi manevî
rızıklarla rızıklandırır.
Bir hayvanın boğazı
kesilince, insanın boğazı bundan yararlanır, gıda alır. O hayvan insan bedenine
karışır, şereflenir.
İnsanın boğazı
kesilince, yani insan, insanlık yolunda, Allah yolunda şehit olunca, ondan ne
olacağını, değerinin nasıl artacağını, buna kıyas et.”[377]
Cenâb-ı Hakk’ın iyi
ile kötüyü birlikte yaratmasında bir takım hikmetler gizlidir. Bu açıdan iyi de
kötü de Cenâb-ı Hakk’ın katında bir gerekliliktir. Ancak bu durum insanların
nazarında böyle değildir ve insanların iyi ile kötüyü ayırmayıp eşit görmeleri söz
konusu olmamalıdır. Bu açıdan Mevlânâ insanların
nazarında kötülüğün
iyilikle eşit tutulup hoş görülemeyeceğini vurgulayarak şöyle der: “Eyvallah,
her şey Hak’tandır; ve her şey Hakk’a nisbetle iyidir; velâkin bize nisbeten
böyle değildir. Dervişlerin Hakk’a nisbeten iyidir dedikleri doğrudur; ve her şey
Hakk’a nisbeten iyidir ve kemâldir. Fakat bize nisbeten her şey musâvî değildir.
Zinâ ve nâ-pâklik ve bî-namazlık ve namaz ve küfür ve İslâm ve şirk ve tevhîd,
cümleten Hakk’a nisbetle iyidir. Velâkin bize nisbetle zinâ ve sirkat ve küfür
ve şirk kötüdür; ve tevhîd ve namaz ve hayrât bize nisbeten iyidir; ve bunların
cümlesi Hakk’a nisbetle iyidir. Nitekim bir pâdişâhın mülkünde zindan ve darağacı
ve hil’at ve mal ve emlak ve hışım ve sûr ve şâdî ve tabl ve alem hep
mevcuttur. Pâdişâha nisbetle bunların hepsi iyidir. Hil’at nasılki onun
mülkünün kemâli ise, darağacı ve zindan dahî, öylece onun mülkünün kemâlidir;
ve ona nisbetle cümlesi kemâldir; fakat halka nisbetle hil’at ve darağacı bir
olmaz.”[378]
B.
Dünya İyilerle
Kötülerin Mücadele Sahasıdır
Mevlânâ’ya göre,
Hz. Adem’in halife olarak yaratılmasından beri dünya, hep iyilerle kötülerin
mücadelesine sahne oldu. Bu mücadele, o zamandan beri aralıksız sürüp
gitmektedir. Hz. Allah Adem’i ve İblis’i yaratmakla “biri beyaz, diğeri siyah”
iki bayrak dikti.
“Bu iki ordu
arasında çok çetin ve kanlı savaşlar oldu, geçti, gitti.
Böylece ikinci
devirde Habil geldi. Onun pâk ve temiz türünün zıttı Kâbil oldu.
Bu şekilde
adâletten, zulümden ibâret olan bu iki bayrak, devir devir Nemrud zamanına
kadar geldi.
Nemrud, İbrahim’in
zıttı oldu. Ona düşman kesildi. O iki ordu, birbirine kin besledi. Savaştı,
durdu.
Devir devir, zaman
zaman bu iki fırka Firavun ile şefkatli, merhametli Mûsâ’nın zamanına kadar
savaştı.
Cenâb-ı Hak Mûsâ’nın
kavmi ile Firavun’un kavmi arsında denizi âdetâ hakem olarak koydu da, iki
taraftan birisinin zaferi kazanmasını sağladı.
Mustafa (s.a.v.)’in
devrine, onun peygamber oluşuna kadar bu böyle devam etti; bu defa da o
mübârek, Ebû Cehil ile, o cefa ordusunun kumandanı ile savaştı.”[379]
Bu sebeple şeytan,
müminin apaçık düşmanıdır. Kur’an-ı Kerim’de “Çünkü şeytan sizin düşmanınızdır.
Siz de onu düşman tutun. Çünkü o, kendi taraftarlarını ancak cehennemlik
olmaları için çağırır.”[380]
buyrularak bu hususta müminler uyarılmıştır. Müminlerin düşmanı olan şeytan tek
başına değildir. Yeryüzünde Allah’ın dostu olan Allah orduları olduğu gibi, şeytanı
dost edinen şeytanın orduları da mevcuttur. Şeytan Hakk’ın kullarına vaatlerde
bulunur ve böylece onları kendi safına çeker. “Şeytan onlara vaat eder, onları
kuruntulara düşürür; ama şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.”[381]
buyurulmuştur.
Dünyanın
yaratılmasıyla başlayan büyük savaş, yani Hz. Adem ile İblis’in başlattığı savaş
bu zamana kadar sürmüştür. Nitekim kıyamete kadar sürecektir. Ancak konumuz
itibariyle müminlere değinmemiz gerekirse, müminler kendi aralarında iki grup
teşkil eder: Hayatı boyunca Hz. Allah’a dost olmak için çabalayan, yani ahreti
önceleyen, hayatını da buna göre düzenleyen ve seçkinler zümresi olarak
nitelendirilenlerdir. Ya da kalplerini dünya sevgisi bürümüş olup, dünyadaki
arzu ve heveslerine ulaşmak için her yolu mübah görecek derecede ehl-i dünya
olanlar.
Mevlânâ’ya göre
yeryüzünde herkes kendi cinsini bulur. Alim alimi, zalim ise zalimi bulur.
Bununla birlikte Allah’ın dostu olanlar, ehl-i dünya olanlardan çok
farklıdırlar. Veliler, ârifler, zahitler bir tarafta, ehl-i dünya olanlar bir
taraftadır. Mevlânâ ehl-i dünya ile Allah’ın seçkin kullarını şöyle anlatır:
“...Dünyada kemik ile gübre kırıntıları,
kuzgunların yani nefsine uymuş kötü kişilerin ekmekleri, gıdaları olmuştur.
Hikmet şükrü nerede? Kuzgun nerede? Gübrede yaşayan
kurt nerede? Bağ bahçe nerede?
Nefisle savaşmak, ahlâksız adamın işi değildir.
Eşeğin ardında öd ağacı yakılmaz, eşeğe
misk sürülmez.
Kıyamet günü adâlet günüdür. Adâlet demek, her şeyi
yerli yerine koymak demektir. Ayakkabı ayağındır. Külâh da başa aittir.
Böylece her isteyen, muradına, isteğine erişir.
Her şey kendine takdir ve tahsis edilen yerine varır.
Her istek,
isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir. Suyun eşi bulut...”[382]
Mevlânâ dünyaya,
dünya nimetlerine dalıp giden, şehevî arzularına düşkün olanların kıblesini
“sofra” olarak niteler. Burada kıble kelimesi yön anlamında ele alınmalıdır.
Bir kimsenin nereye yöneldiğini, varacağı yeri ifade etmek maksadıyla “kıble”
kelimesi kullanılmıştır. Allah dostlarının yönü ise, yedi kat gökte olan
sidre-i müntehâdır:
“Cebrâil’in ve Hak’la aşina olan ruhların
kâbesi, kıblesi yedi kat göğün yüksek yeri olan
Sidre’dir. Şehvetine düşkün ve midesine kul
olanları kıblesi de sofradır.
Ârifin kıblesi, vuslat nurudur. Filozoflaşmış aklın
kıblesi de hayâldir.
Zahidin kıblesi, ihsan, lütuf ve kerem sahibi
olan Allah’tır. Tama sahibinin kıblesi de altın kesesidir.
Mana sahiplerinin, olgun kişilerin kıblesi
sabırdır, tahammüldür. Şekle, sûrete tapanların
kıblesi de taşlardaki nakışlar, resimlerdir,
putlar ve heykellerdir.
İç âlemini, mana âlemini, ruh âlemini
kendilerine yurt edinenlerin kıblesi, nimetler veren, lütuf ve ihsanlarda
bulunan Allah’tır. İç âlemine inemeyen, dışta kalan görünüşe
tapanların kıblesi de kadının yüzüdür. ”[383]
Allah dostları olan
veliler halkı Hakk’a çağırırlar, halka iyiliği emrederler ve onları
kötülüklerden nehyederler. Hiçbir çıkar gözetmeksizin yalnızca Allah’ın
rızasını kazanmak için uğraşırlar, böylelikle halkı hem dünya hem âhiret
sadetine kavuşturmayı isterler. Ancak halk onların bu masum niyetlerini fark
edemez, kalplerine hakim olan vesveseden dolayı da onların bu davranışlarını
kötüye yorarlar, onların art niyetli olduklarını düşünmekten geri durmazlar.
Allah’ın veli
kullarının dünyadaki halleri gurbet içinde yalnızlık halidir. Onlar dünyaya
gelmekle zaten gurbettedirler. Bunun yanında onların yalnızlığını, garipliğini
çoğaltan diğer bir unsur daha vardır ki, o da genellikle halk tarafından anlaşılmaktan
mahrum olmalarıdır. Onlar halkı bir annenin evladını koruması gibi korumaya
çalışırlarken, haksız iftira ve ithamlara maruz kalmaktadırlar.
Mevlânâ bu durumu,
baykuşların içine düşen bir doğan kuşu misaliyle şöyle anlatır.
“Bir doğan yolunu şaşırdı,
bir yıkık yere vardı. Orada baykuşlar arasına düştü.
O doğan ilahî rıza
nuru ile tamamıyla nur olmuştu. Etrafını pekiyi görürdü. Fakat kaza ve
kader çavuşu onun
gözünü kör etmiş, görmez bir hale getirmişti.
Kader çavuşu onun
gözüne toprak serpti de yolunu şaşırttı. Onu bir harabeye baykuşlar arasına düşürdü.
Harabede bulunan
baykuşlar onun başına vuruyorlar, nazlı kanatlarını yoluyorlardı.
Baykuşların içine bir
gürültüdür düştü: ‘Doğan geldi, bizim yerimizi alacak diye bağırmaya başladılar.
Öfkeli korkunç köy
köpekleri gibi, o garibin hırkasını çekiştirmeye başladılar.
Doğan diyordu ki:
‘Benim baykuşlarla ne ilgim var? Bu yıkık yerde bu baykuşlarla ne işim var? Ben
burada nasıl yaşayabilirim? Ben böyle yüzlerce virâneyi baykuşlara feda ederim.
Ben burada kalmak istemem, ben padişahlar padişahına
dönüp gideceğim.
Ey baykuşlar! Fazla telaşa kapılmayın,
kendinizi meraktan öldürmeyin; ben burada bu
viranede kalacaklardan değilim. Ben vatanıma
gideceğim.
Bu yıkık yer size
hoş görünüyor. Benim nazlandığım yer ise padişahın koludur, bileğidir.”[384]
Veliler doğan kuşları
gibidir. Onları anlamaktan uzak olan dünya halkı ise, baykuşlar gibidir. Doğan
kuşu olan veliler onlara yüce padişahtan bahseder; ancak doğan kuşunun yüce
padişahtan bahsetmesi; anlayışsız, önyargılı ve padişahtan bîhaber olan baykuşların
yani, halkın velilere daha çok saldırmalarına, iftira atmalarına yol açar. Doğan
kuşu baykuş olmadığı gibi, baykuşların mekânına ait değildir. İşte veliler de
mal mülk sevgisi olan dünya ehl-i gibi değildir. Bu dünya da onların rahat ve
huzur bulduğu bir mekân değildir. Mevlânâ şöyle devam eder:
“Baykuşlardan biri
dedi ki: ‘Doğan sizi yerinizden yurdunuzdan söküp atmak için hileye
sapıyor, sizi şaşırtıyor.
Hile ile yuvamızı
elimizden alacak, bizi kandırıp yerimizden atacak.
Bu hileci doğan
kendini tok gösteriyor ama, vallahi bu bütün harîslerin en kötüsüdür.
O hırsından balçığı
pekmez gibi yer. Ey dostlar, sakın ayıya yumruk kaptırmayın. Bizim gibi saf kişileri
yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden söz ediyor. Küçük bir kuş padişahla
aynı cinsten olur mu? Azıcık aklın varsa onu dinleme.
O padişahın
cinsinden mi? Vezirin cinsinden mi? Badem helvasına sarımsak yakışır mı?
‘Padişah adamları
ile beni arıyor.’ demesi de, onun hilesinden düzeninden.
İşte sana kabul
edilmeyecek bir mâihülya, işte sana kabul edilmeyecek ham laf, ahmak avlayan
tuzak.
Kim bu söze
kanarsa, aptallığından kanar. Sıska bir kuş padişaha nasıl lâyık olur? Baykuşların
en zayıfı, en bayağısı bile onun beynine vuruyor, hani padişahtan bir
yardımcı?’ diyordu.”[385]
Halbuki Hz.
Peygamber bir kudsi hadiste şöyle buyurmuştur: “Kim benim veli bir kuluma
eziyet ederse, bana harp ilan etmiş olur...”[386]
Bu kudsi hadisten anlaşıldığı üzere, bir kimse kasden Allah’ın veli bir kuluna
düşmanlık yaparsa, o kimse yüce Yaratıcıya harp ilan etmiş olmaktadır. Yine
evliyadan biri dua ettiğinde Allah o duaya icabet etmektedir. Kısaca veli bir
kulun Allah katında derecesi yüksektir. Allah o kullarının nazlanmalarından,
dua etmelerinden, yalvarma ve yakarmalarından hoşlanmaktadır. Buna rağmen
dünyaya dalıp gitmiş olan halk, bundan habersizdir. Mevlânâ bu durumu hikâyenin
devamında şöyle anlatır:
“Doğan da onlara dedi ki: ‘Eğer benim
kanadımdan kırılacak olursa, padişahlar padişahı
baykuş yuvalarının kökünü kazır.’
Baykuş kim oluyor
ki, bir doğan bile beni incitir, gönlümü kırarsa, bana cefa ederse Padişah her
yokuşta, her inişte, doğanların başlarından yüzlerce binlerce harman yığar,
tepe yapar.
Benim bekçim, padişahın
lütuflarıdır, inâyetleridir. Nereye gidersem gideyim, padişah benimle
beraberdir.
Hayalim padişahın
gönlündedir. Benim hayalim olmadıkça padişahın gönlü hastadır.
Padişah beni
uçurunca, onun nuru gibi gönül yücelerinde uçarım.”[387]
Evliyaya olan
sevgisinden dolayı Hz. Allah diğer kullarına da yeni yeni kapılar açar.
Allah’ın evliyasına ayak uyduran, onların izini takip eden her bir
kimse Allah’a daha
çok yaklaşır. Allah’ın rahmetine, bereketine, af ve mağfiretine nâil olur.
Halktan olan kimseler sırf evliyaya yaklaşmakla Allah’a da yaklaşmış olurlar.
Yine Mevlânâ hikâyenin devamında bunu şöyle dile getirir:
“Bir ay gibi bir güneş gibi uçarım da, göklerin
perdelerini yırtarım.
Akılların parlaklığı benim fikrimdendir,
göklerin parıltısı benim yüzümdendir.
Ben bir doğanım, ama Huma denilen devlet kuşu
bana hayrandır. Baykuş kim oluyor ki, bizim gibilerin sırrını veya padişaha
olan yakınlığını bilsin.
Padişah kurtulmam için zindanı açtı, bağlanmış yüz
binlerce kişiyi azad etti.
Bir an beni baykuşlar arasında bulundurdu,
benim sohbetimden baykuşları doğanlaştırdı.
Ne mutlu o baykuşa ki, tâli’i yâr olur da, uçuşumdan
benim sırrımı anlar.
Bana uyun, bana sarılın da doğan olun. Baykuşsunuz
ama iri doğan kuşları halini alın.
Böyle bir padişahın sevgilisi olan nerede
bulunursa bulunsun, o nasıl garip olur? Padişah kimin derdine deva olursa, o
ney gibi inler; sessiz kalmaz.
Ben mülk sahibiyim, başkasının yemeğini
yemiyorum. Padişah kıyıdan benim davulumu
çalmakta, nöbetimi vurmaktadır.
Benim davulumu çalan “irci’î” (=geri dön)
sesidir. Benimle davaya girişenin inadına, benim şahidim Cenâb-ı Hakk’tır.”[388]
C.
Ehl-i
Dünyanın İyilerden Sıkılmaları
Sufiler nefisle
mücâhedeyi, tasavvuf eğitiminin temeli kabul ederler. Bir kimse Allah’a
yönelmek için öncelikle nefsinin arzularına gem vurmalıdır. Nefisle mücâhedenin
ve nefsin arzularıyla baş etmenin zorluğunu vurgulamak için, Abdullah b.
Ömer’in Hayyan b. Harice’ye söylemiş olduğu şu ifadeler çok önemlidir. Hayyan
b. Harice Abdullah b. Ömer’e gaza hakkında ne dersin diye sorduğunda o şöyle
cevap vermiştir: “Önce nefsinle başla ve nefsinle mücâhede et, kendinle başla
ve kendine karşı savaş. Eğer sen firar ederken öldürülürsen, Allah seni firari
olarak diriltir, eğer mürai (riyakar) olarak öldürülürsen, Allah da seni mürai
(riyakar) olarak diriltir. Şayet sen sabırlı olduğun halde sevap ümidiyle
öldürülürsen, Allah seni sabreden ve sevap umduğun bir halde diriltir.”[389]
Nefsin kötülüğü
emrettiği “Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis gerçekten kötülüğü
çok emreder. Ancak Rabbimin esirgediği müstesnâ! Çünkü Rabbim, çok bağışlayıcı,
çok merhametlidir.”[390]
âyetiyle açıkça sabit olmuştur. Nefsini terbiye etmediği müddetçe, insanın
iyiliğe yönelmesi, iyi kişilerle birlikte olması zorlaşmaktadır. Ancak insan
riyâzât ve mücâhede ile nefsini terbiye ederse o zaman nefsin afetlerinden
korunup iyi ve güzel olana yönelebilir. Nitekim dünyevî arzularla, dünya
sevgisiyle meşgul olan insanların kalpleri, gönül ehli kimselerden
sıkılmaktadır. Mevlânâ bu durumu şu hikâyeyle dillendirir:
“Bir padişah hoş bir içki meclisi kurmuş, orada
içip sarhoş olmuştu. O sırada kapının önünden bir din adamı, fakih geçiyordu.
Sarhoş padişah, “Şu adamı meclise gatirin; şu
lâ’l renkli şaraptan ona içirin!”diye emir verdi.
Onu, zorla meclise getirdiler. Hoca, yılan
zehri gibi asık suratla somurtup istemeyerek o içki meclisine oturdu.
Hocaya şarap sundular, içmedi. Öfke ile yüzünü
sâkîden de, pâdişahtan da çevirdi.
“Ben, ömrümde ağzıma şarap koymadım! Bana, en
kuvvetli öldürücü zehir, şaraptan daha hoş gelir!”dedi.
“Aklınızı başınıza alın! Bana şarap yerine
zehir verin de, ben kendimden kurtulayım, siz de bu işten kurtulun!”
Şarap içmeden gürültüye başladı. Meclis, neşesini
kaybetti; oraya dert ve ölüm havası gibi ağır bir hava çöktü
(İşte bu şekilde)Nefsine düşkün kişiler, dünya
ehli olanlar gönül ehli ile beraber oturdukları zaman hâle gelirler”[391]
D.
İyilerle Kötülerin Fiziki Beraberliğinin
Sebebi
Cenâb-ı Hakk’ın
takdiri gereği bu dünyada iyi de kötü de mevcuttur. Aslında iyilerle kötülerin
bir arada bulunması dünyanın yaratılışı gereğidir. Çünkü dünya zıtlarla ayakta
durmaktadır. İnsan kendi içinde bile iyi ile kötüyü barındırır. Ruh ve nefis
insanın melekî ve şeytanî olmak üzere iki farklı cihetidir.
Mevlânâ da Allah
dostları ile ehl-i dünyanın, cahillerin bir arada bulunmasını Cenâb-ı Hakk’ın
bir kanunu olarak görür. Buna rağmen Allah dostlarının yeri bu dünya değildir.
Onların yeri Allah’ın yanıdır. Çünkü bülbülün yeri çayırlık ve çimenlik, pislik
böceğinin yeri ise pisliktir. Mevlânâ bu durumu şöyle izah eder:
“Bir hekim dedi ki: ‘Çölde bir karga ile bir
leyleği beraber gördüm.
Bu hâle şaştım ve aralarındaki birlik, anlaşma
nedir; bunu anlayayım diye hallerine dikkat ettim.
Şaşkın bir hâlde onlara yaklaştım. İkisinin de topal
olduklarını gördüm.
Hele yurdu gökyüzü (=arş) olan iri doğan kuşu
(ârif) ile yurdu yeryüzü olan harabeler kuşu yarasa (bilgisiz kişi) nasıl dost
olabilirler?
Biri İlliyyîn’in güneşi, öbürü Siccîn’den kopup
gelmiş yarasa;
Biri her ayıptan arınmış tertemiz bir nur,
öbürü her kapının dilencisi;
Biri Ülker burcunda bir ay, öbürü gübre içinde
bir kurt...”[392]
Zünnun Mısri demiştir
ki: “Ârif ile muâşerette bulunmak, Allah Teâlâ ile muâşerette bulunmaya benzer,
O Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandığı için senden olan şeylere tahammül eder ve
sana yumuşak davranır.[393]
Oysa ehl-i dünya ile muâşeret kişinin kalbini katılaştırır ve dünyayı o kişinin
gözüne değerli gösterir. Bir kimsenin ehl-i dünya ile çokça muâmelede bulunması
o kişinin dünyaya meylini çoğaltır.
Mevlânâ, Allah
hakkında tecrübî yollarla bilgiye ulaşmış âriflerle, Allah’ı
bilmekten/tanımaktan yoksun olan cahillerin, durumunu anlatmaya şöyle devam
eder:
“Biri Yusuf yüzlü, İsa nefesli bir varlık,
öbürü bir kurt, yahut da boynunda çıngırak bulunan bir eşek
Biri mekânsızlık âleminde uçmakta, öbürü
köpekler gibi samanlıkta yaşamakta.
Gül, gönül dili ile pislik böceğine ‘Ey koltuğu
kokmuş!’der, ‘Eğer sen gül bahçesinden kaçarsan, senin bu tiksintin gül
bahçesinin kemâlini ve üstünlüğünü belirtir.
Benim gayretim, yâni seni istemeyişim ‘Ey alçak
kişi, buradan uzaklaş!’diye kafana bir çomak vurur.
Ey alçak! Eğer sen benimle birlikte olursan,
bazıları senin, benim aslımdan bir cins olduğunu sanırlar.
Bülbüllere yakışan yer, çayırlık ve
çimenliktir, pislik böceğinin yurdu da pisliktir.”[394]
Dünya hayatında
ruhlara beden giydirildiğinden, bedenler iyi ruhlara da kötü ruhlara da perde
olur ve ruhların önünde set oluşturur. Bu açıdan biz iyilerle kötüleri
bilemeyebiliriz. Çünkü biz insanların bedenlerini görürüz. Bu görüşümüz ise
insanları tanımak için kısıtlıdır. Nasıl ki insanın gönlüne vesvese de ilham da
doğmaktaysa, iyi ruh da kötü ruh da dış görünüşleri aynı olan bedenlerde
saklıdır. Bu sebeple insan gönül sarrafı olmalı ve böylece ehl-i dünya ile
Allah dostlarını ayırt etmelidir:
“Birkaç gün için olsun o su kuşlarının yani
velilerin yanlarına git de, seni alsınlar, âb-ı hayata kavuştursunlar.
Su kuşları (yani mana ehli veliler) ile karada
yaşayan kuşlar (sûret ehli, dünyaya gönül verenler) dış görünüşleri ile birbirlerine
benzerler. Ama ruh, maya bakımından su ve yağ gibi birbirlerine zıt düşerler.
Her biri kendi aslına (yani su kuşu suya, kara
kuşu toprağa) kuldur, köledir. Ey salik, onlara karşı ihtiyatlı ol, çünkü
onların dış görünüşleri birdir.
Nitekim bu vesvese ile ‘elest demi’nden gelen
vahiy, her ikisi de duygu ile değil akılla anlaşılır fakat aralarında fark
vardır.
Şettanın vesvesesiyle ‘elest demi’nden gelen
vahiy, her ikisi de gönül pazarının tellalıdır, bunlar kendi mallarını metheder
dururlar.
Sen de düşünceyi tanıyan bir gönül sarrafı
isen, aklına geleni anla. İki fikirden hangisinin şeytânî, hangisinin rahmânî
olduğunu bir esirci gibi ayırt et.”[395]
V. BÖLÜM
DÜNYA KARŞISINDA İNSANOĞLUNUN SERGİLEMESİ
GEREKEN TUTUM
Mevlânâ’ya göre
ruhların her biri ilk yaratılışlarında kire, pasa, balçığa bulaşmamış, su gibi
saf ve berrak haldeydiler.[396]Cenâb-ı
Hakk’ın: “...Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna hep birlikte: “.Evet
Rabbimizsin, şahit olduk.”[397]
cevabıyla karşılık vermiş olmaları, ilk aşamada ruhların tertemiz olduğunun en
açık delilidir. Daha sonra dünyanın yaratılmasıyla birlikte ruhlar da “elest
ülkesi”nden bu dünyaya gönderildiler ve böylece bütün ruhlar asıl ait oldukları
yer olan “elest ülkesi”nden ayrı düştüler. [398]
Ruhlar bu âleme
gönderilmekle balçığa bürünmüş, çamura bulaşmış oldular. Böylece bütün ruhlar
bedenlere hapsolduğu için ruhlardan hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğu
ayırt edilemez oldu.[399]
Çünkü bazı ruhlar asıl ait oldukları yeri, asıl vatanlarını unuttular ve dünya
hayatını benimsediler; dünyada da rahat bulmak için hevâ ve heveslerine
uydular. Diğer bir kısmı ise “elest ülkesi”ndeki sözleşmeye sadık kalmak için
çabaladılar ve asıl ait oldukları yeri unutmuş olan, bu dünyayı benimsemiş olan
ruhlara karşı mücadele ettiler. Onlara kim olduklarını, kimliklerini
hatırlatmak için gayret sarfettiler. İşte bu sebeplerden dolayı dünyada bazen
karmaşa, bazen ise sükûnet hâkim oldu; ancak dünya hiçbir zaman “elest
ülkesi”ndeki refah ve mutluluğu yakalayamadı.
Mevlânâ’ya göre
insan her iki dünyada da huzur ve mutluluk dolu bir hayat sürebilir. Ancak
bunun için her bir kimsenin “elest ülkesi”nin kadrini bilmesi, “elest
ülkesi”ndeki sözleşmeye sadık kalması gerekir. İşte “elest ülkesi”ndeki sözleşmeye
sadık kalmanın şartları nelerdir? İnsanoğlu nasıl yaşadığı takdirde, bu şartları
yerine getirebilir ve sözleşmeye sadık kalabilir? Bu bölümde Mevlânâ’nın bu
hususta neler söylediğine değindik.
A.
ŞÖHRET
TALEP ETMEKTEN SAKINMAK
Şöhret insanın
nefsini azdıran ayağını kaydıran büyük âfetlerden birisidir. Şöhret olan kimse
nefis atını dizginleyemez. Bu sebeple sufiler şöhretin âfet olduğuna işaret
ederler. Çünkü şöhret insanın niyetini halis olmaktan uzaklaştırır. Şöhret olan
kimsenin niyetlerinde yüce Yaratıcının rızasını gözetmesi zorlaşır. Böylece o
kimse yavaş yavaş insanları memnun etmek için çabalar, çabaladıkça da onun
kalbinde Allah’ın sevgisi azalır. Aşama aşama o kişinin kalbine insanların
sevgisi yerleşir. Zamanla o kimse artık insanlar için yaşamaya başlar.
Rabbinden gafil olur, yaratılış maksadını unutur.
Hâce Bahâeddîn ile
ilgili rivayet edilen şu olay sufilerin şöhretten uzak durmayı ciddi bir
biçimde önemsediklerine delil teşkil etmektedir: Bir zaman Hâce Bahâeddîn ile
Buhara âlimleri bir mecliste buluşurlar. Hâce Bahâeddîn ulemâya tarikatını ve
ilkelerini anlatır. Âlimler, tarikatınızın istikamette olduğuna itirazımız yok
deyince, bazıları; giydiğiniz külah şöhrete yol açmaktadır, derler. Bunun
üzerine Hâce Bahâeddîn: “Mademki külâhım tartışma konusu olmakta, onu giymemek
daha doğru olur.” diyerek başındaki külâhı çıkarır ve bir fakire verir.
Böylelikle giyim kuşamının tanınmasına yol açıp itibar ve şöhret getirmesini
engellemiş olur.[400]
İlmin kapısı olan Hz. Ali de şöhretten sakınmanın önemini vurgulayarak şöyle
demektedir: “Zillete düş, fakat şöhret isteme, anılmak için şahsını yüceltme,
bilgili ol, fakat bilgiçlik taslama, sükut et ki, selâmete eresin. Şayet böyle
yaparsan iyileri sevindirmiş, kötüleri de kızdırmış olursun.”demiştir.[401]
Mevlânâ da Hak âşıklarının
surette topal olduğunu, övünmekten ve övünmeye sebep olacak davranışlardan
kaçındığını vurgulamaktadır. Çünkü dert ve belada nice nimetler gizlidir.
Bununla birlikte onlar için en büyük mutluluk Allah’ın rızasıdır. Onların
hayatını bu kaygı yönlendirir. Bu sebeple onların insanlar içinde tanınmış olmaları
ya da olmamaları hiçbir değer ifade etmez. Mevlânâ şöyle devam eder:
“Dünya işlerinde
bilgi bakımından çok ilerde olan, hünerleri olan kişi maddî yönden ileridir;
mânâda, mânâ âleminde gerilerde olabilir.
Cenâb-ı Hak,
Kur’an-ı Kerim’de ‘geri dönenler’ diye buyurdu. Bu geri dönüş, bir sürü
koyunun meradan ağıla
dönmesi gibidir.
Fakat sürü ağıla
dönünce giderken en önde olan keçi en geride kalır. Bunun gibi sûrette, şekilde
ileri olanlar, mânâda geri bulunanlardır.
Ağıla dönüşte
geride kalan ayağı topal keçi, sürü otlak yerine giderken suratı asıkları bile
güldürecek bir halde öne düşer.
Bu toplum, yani Hak
âşıkları, neden topal olup sûrette geri kalırlar? Neden övünmeyi, iftiharı
bıraktılar da utancı, arı kabul ettiler; bunları boş yere yapmadılar.
Hacca gidenler
içinde kırılmış ve ayağı dikenlerden yaralanmış ayaklarla yürüyenler bulunur.
Çünkü sıkıntılardan, ızdıraplardan, acılardan neşeye ferahlığa gizli yol
vardır” [402]
“Ey Hak yolunun yolcusu; bu fani dünyada baş olmaya,
öne geçmeye heves etme; topal ol geri kal da, Hakk’a dönüşte önde bulun.
Ey nazik, zarif
dost; geride en ileri gidenlerden ol, turfanda meyve de ağaçtan ileridir, ağaçtan
öncedir.
Görünüşte meyve ağaçtan
sonra meydana gelirse de, aslında o öncedir, ileridir. Çünkü ağaçtan maksat
meyvedir.”[403]
Nefsin âfetlerinden
en zor anlaşılanlardan biri, bir kimsenin halkın kendisini övmesinden zevk
almasıdır. Bu durumun alâmeti ise övülmediği zaman kişide tembellik ve gevşeklik
halinin ortaya çıkmasıdır.[404]
İşte bu durumda sufilere göre insanın şöhretin cazibesine kapılıp, Allah’ı
unutması bahis konusu olur. Oysa insanın yüce Rabbini unutması, nereye ait olduğunu
unutması anlamına gelir. Artık o insan kim olduğunu da zamanla unutacaktır.
Mevlânâ’nın tabiriyle hazine bilinmeyen yıkık dökük olanda gizlidir. Bilinende,
şöhret olanda değil.
“Eğer şehirde tanınmıyorsan; ad, san sahibi değilsen
üzülme, kaybolmazsın. Allah kullarının hallerini, ne olduklarını daha iyi
bilir.
Hani o tanınmayan kimsenin bilmediği o yıkık yer var ya,
orada korunmak için gömülmüş bir hazine vardır.
Hazineyi hiç bilinen yere korlar mı? İşte tıpkı bunun gibi,
feraha kavuşma, kurtulma da,
meşakkatler de,
sıkıntılar da gizlidir.” [405]
“Evladım! Sen aklı,
hüneri sat; hayranlığı, şaşkınlığı satın al! Küçük görülmeye, değersiz
sayılmaya bak;
horluğa yürü! Böylece manaya yönel; yoksa dünyalık kazanmak için, ticaret
maksadı ile Buhara’ya gitme.”[406]
“Kendini hasta,
zayıf, düşkün göstermeğe bak ki, seni değersiz bulup şöhret halkasının dışına
atsınlar.
Çünkü halk arasında
şöhret sahibi olmak, insanı dünyaya öyle sağlamca bağlar ki, bu bağ demir
zincirinden de beterdir.”[407]
Mevlânâ bu
satırlarıyla melâmet düşüncesini hatırlatmaktadır. Hicrî III. (m. IX.) asırda
Hamdûn Kassâr tarafından Nişabur’da kurulan ve müritleri aracılığıyla yayılan
Melâmetiyye (Melâmilik) ekolünün en önemli prensiplerinden birisi de halkın
ilgisini ve dikkatini çekmemektir. Bu sebeple onlar şöhret olmamak için gösterişten
kaçındıkları gibi, kılık kıyafetleriyle de sıradan görünmeye çalışmışlardır.[408]
Bütün bunların
ötesinde bilinmelidir ki; yerilen ve eleştirilen şey şöhreti talep etmektir.
Ancak kulun kendi çabası olmaksızın Allah-ü Teâlâ tarafından şöhret olması eleştirilecek
bir şey değildir. Aslında şöhretin fitne olması meselesi zayıf (iradeli)
insanlar için söz konusudur. Yoksa güçlü bir iradeye sahip olanlar için şöhretin
fitne olması söz konusu değildir.[409]
B.
NEFSİN
ARZULARINA UYMAKTAN VAZGEÇMEK
Yüce Allah: “Bizim
için mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ve şüphesiz
ki Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.”[410]
buyurmuştur. Sufiler bu âyete ve bu konudaki hadislere dayanarak nefis
mücahedesinin gerekliliğini vurgulamışlardır. Bununla birlikte nefisle mücahede
etmenin, nefsi yönetmenin yolu açık seçiktir ve (nefisle mücahede etmek) bütün
din ve milletlerde övülmüştür. Ancak bu hususa riayet etmek daha
çok tasavvuf yolunu
benimseyenlerin özelliği olmuştur. Bu ifade hem avam hem de havas arasında
kullanılmaktadır. (Yani nefisle mücahede hususunda sufilerin öne çıkması,
sufilerin metod ve yöntemlerinin başarısı herkes tarafından bilinmektedir.)[411]
İnsanın yaşadığı
bütün sıkıntıların başında nefsin istekleri yatmaktadır. Şayet insan nefsine
hâkim olur ve nefsini terbiye ederse, iki dünyada da mutluluğa ulaşacaktır. Bu
açıdan aslında teoride formül çok kısa ve özdür: “Nefsine hâkim ol.” Pratikte
insanın nefsine hakim olması çok güç olup; ancak Allah’ın yardımıyla ulaşılabilecek
bir durumdur. İnsanın nefsine hakim olduğunda ise, Hz. Allah onu gayba ait bazı
sırlarla donatacaktır. Nitekim Hârise, “Nefsimi dünyadan sakındırdım,
gündüzleri susuz, geceleri uykusuz kaldım. (Gündüz oruç tuttum, gece ibadet
ettim.) ve ben şimdi Rabbımın arşını apaçık bir şekilde görür gibiyim.”diyerek
dünyadan sakınmanın neticesinde gaybla ilgili halleri keşfettiğini haber vermiştir.[412]
İnsanın nefsinden
kurtulduktan sonra ferahlayacağını ifade ederek Nasrabâzî, “Nefsin senin
zindanındır. Şayet o zindandan çıkarsan ebediyen rahat edersin.”demiştir.[413]
İnsanın dünyayı da
ahireti de kazanması kendi elindedir. Dert, insanın kendi olduğu gibi derman da
kendindedir. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:
“Bu dünya bir
tuzaktır. İsteklerimiz o tuzağın yemi gibidir. Tuzaklardan, istek tuzaklarından
kaç!
Böyle davrandın mı,
nefsânî isteklerden vazgeçtin mi, içinde yüzlerce ferahlık kapıları açılır;
fakat aksine hareket ederde isteklerinden kopamazsan, fesatlıklara uğrarsın,
rahatsız olursun, tedirgin olursun.
Bu sebepledir ki
Peygamber Efendimiz; “Müftüler doğru ve sağlam fetvâlar verseler bile, siz yine
gönüllerinize danışın.” diye buyurdu.
Arzularından,
isteklerinden vazgeç de, Allah sana acısın. Kendin denedin, anladın ki ona
karşı böyle
davranmak gerek.
Mademki
kaçamıyorsun, onun takdîrinden kurtulamıyorsun, ona candan kullukta bulun,
ibadet et de, hepsinden kurtul, onun gül
bahçesine git!”[414]
İnsanlardan
yalnızca nefsinin kusurlarını görebilen kimse, tedavi için gerekli yollara başvuracaktır.
Bu açıdan insan nefsini kusurlu görmekle işe başlamalıdır. Yani kendini
bilmelidir ki, sonrasında Rabbini bilebilsin.
C.
DÜNYADA
RAHAT ETMEK İÇİN YOKLUĞA
YÖNELMEK
Sufilere göre bu
varlık âlemi, aslında var değildir. Hakikat olan, asıl var olan âlem ise bizim
göremediğimiz âlem, gayb âlemidir. Bu varlık âlemi olan dünya Cenâb-ı Hakk’ın
sıfatlarının aksetmesidir. Mevlânâ bu sebeple asıl olana, gayb âlemine
yönelmemizi istemektedir. Yani insanın varlığı (görüneni) bırakıp, yokluğa
(hakikat olana, var olduğu halde görünmeyene) yüzünü çevirmesini salık verir.
Mademki her şey O’nun sıfatlarının yansımasıdır; o halde insan yansımalara değil
yansıtana, yani O Yüce Yaratıcıya dönmelidir. Çünkü yansıyan asıl değil,
yansıtanın sadece bir eseridir. Diğer bir deyişle bina asıl değil, mimar
asıldır. Zira mimar olmasaydı, bina da olmazdı. Bu sebeple insan hakiki vücut
sahibi olan Hz. Allah’ı aramalıdır.
“Akıllı kişiler, bu dünyada görünen şeyleri,
var gibi görünen nesneleri arkalarına atmışlar, vardan yüz çevirmişler, yok
olan şeyleri, görünmeyen gerçek varlıkları aramakta ve onlara kul olmaktalar.
Çünkü Allah’ın san’atının mahzeni ve kaynağı
yokluktan başka yerde görünmez. Biraz önce de bu hususta söz açmıştık. Sen bu
sözü de o sözü de bir gör, iki görme! Demiştik ki, her sanatın sahibi, sanatını
göstermek için yokluğu arar.
Mimâr, bina yapılmamış bir arsa yahut yıkılmış,
tavanları çökmüş harap olmuş bir ev yeri arar.
Saka, içinde su bulunmayan bir kap arar. Dülger
de kapısı olmayan ev araştırır.
Bir gâyeye doğru giderken, daha doğrusu,
hakikati araştırırken herkes önce yokluğa doğru koşar, sonradan yokluktan kaçar.
Mademki senin ümidin yokluktadır, neden ondan
kaçıyorsun? Ümit bağladığın, uzlaştığın şeyle neden çekişiyorsun?
Mademki ümidin o yoklukla uzlaşmış, yoktan ve
yokluktan ne diye kaçıyorsun?”[415]
D. KENDİ VASIFLARINDAN FANİ OLUP HAKK’IN BEĞENDİĞİ
VASIFLARLA DONANMAK
Her ilim dalının
veya her zümrenin kendi aralarında kullandıkları bazı ıstılahlar mevcuttur.
Bunun gibi sufiler de kendi aralarında bazı ıstılahlar kullanmaktadır. Bu
ıstılahları kullanmalarındaki maksat, kendilerine özel manaları birbirlerine
izah etmek ve kendilerine (kendi hallerine) yabancı olanlardan ise bu manaları
gizlemektir. Sufiler, ehil olmayan kimselerin anlamalarından çekindikleri
sırlarını, onlardan saklamak için mânâsı anlaşılmayan ıstılahlar kullanmayı
tercih ederler.415 [416]
İşte sufilerin kullandıkları bu ıstılahlardan iki tanesi de fena ve bekadır.
“Sufiler fena sözü
ile insanda bulunan vasıfların yok olmasına ve beka sözü ile de (yok olan
vasıfların yerine) insanların övülen (güzel) vasıflar edinmesine işaret
ederler.”[417]
“Veli için kendi vasıflarından fani, Hakk’ın vasıflarıyla ise baki olur.”[418]
denilmesinin sebebi budur. Bir kimsenin hazlardan fani olmasının misallerinden
birisi Abdullah b. Mesud’un şu sözüdür. Abdullah b. Mesud: “...Sizden kiminiz
dünyayı, kiminiz de ahireti istiyor.”[419]
âyeti ininceye dek Resûlullah (a.s.)’ın ashabı içinde, dünyayı talep edecek
birinin olduğunu bilmediğini (bunu aklından bile geçirmediğini) ifade etmiştir.
İşte İbn-i Mesud’un bu sözü onun dünyayı talep etmekten fâni olduğunu ve bu
sebeple başkalarının durumunu da kendi durumuyla kıyasladığını ispat
etmektedir.[420]
“Tasavvufu,
‘Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi.’ şeklinde tanımlayan
Cüneyd, fenanın en yukarı derecesini yaşayan sâlikin teslimiyet ve sükunet
halini, “elest bezmi”ndeki sükunete benzetmektedir. İbn-i
Arabî ise ‘Allah’ı
görüyormuş gibi Allah’a kulluk’ anlamındaki ‘ihsan’ ile fenayı aynı anlamda
görmektedir.”[421]
Mevlânâ insanın
kainatla ve Rabbi ile olan ilişkisinde kendi bakışını terk etmesini
istemektedir. Çünkü insanın gözünde hastalık vardır. İnsan olmak, hatalı ve
yanlış görmek anlamına gelir. Bunun için insan kendi görüşünü bırakmalı da, her
şeye dostun gözüyle bakmalıdır. Nasıl yeni doğmuş bir bebek her şeyi annesinin
gözüyle algılarsa, insan da her şeyi Rabbinin görüşüyle görmeli ve
algılamalıdır. O’nun görüşünden iyi görünene iyi; kötü görünene de kötü
bakmalıdır:
“Mademki bizim gözümüzde birçok hastalık
vardır. O halde git kendi görüşünü dostun
görüşünde yok et.
Bizim görüşümüze karşılık dostun görüşünü elde
edebilmek, verilenin yerine alınan ne güzel bir karşılıktır. Onun görüşünde
bütün dilekler bulunur.
Henüz ayakta duramayan, yürümeyen, bir şey
tutamayan çocuk babasının omzunda taşınır.
Fakat olmayacak şeyler yapmaya, el ayak sahibi
olmaya başlayınca zahmetlere düşer, kötülüklere uğrar.
Halkın ruhları da ezelde, el ayak sahibi
olmadan önce, fenadan sefaya açıp duruyordu. Ne zaman ki ruhlar aleminden beden
âlemine “ininiz” emrini aldılar, öfkeye, hırsa, kanata bürünüp kaldılar.
Bizler Allah’ın ailesi ve onun süt isteyen
çocukları gibiyiz, nitekim Resulullah Efendimiz; “Halk Allah’ın ailesidir.”diye
buyurmuştur.
Hakk’ın yakını, onun sevgilisi olur da, onun
buyruklarını canla, başla kabul edecek olursan, sevgilinin buyruğunu yerine
getirmek için de gerekince canını bile verirsin.”[422]
İnsanoğlu her şeye
dostu olan Yaratıcı’nın gözüyle bakarsa, dünyada da ahirette de kâr edenlerden
olacaktır. Çünkü O’nun görüşüyle doğru algılayan insan, O’na olan sözleşmesine
daha sadık kalacak ve O’na daha çok bağlanacaktır. İnsana yakışan da budur. İnsan
sahibine itaat ettikçe, halifelik makamındaki yerini koruyacaktır. Yine insan
Rabbine hizmet ettikçe, kâinattaki diğer varlıklar da insana hizmet edecektir.
Böylece insan da diğer varlıklar da, yaratılma
gayeleriyle örtüşen
bir davranış sergilemiş olacaklardır. Kâinatta zuhur eden her bir canlı yerli
yerinde davranmanın huzurunu tadacaktır:
“Onun buyruklarını candan kabul edince, o sana
nice sırların işaretlerini verir, yükünü
kaldırır, seni senden alır. Sana başka işler,
ruhanî güçler ihsan eder.
Şu dünya hayatının beşeri ihtiyaçların yükü
altında ezilirken, seni yük altından kurtarır,
artık sen dünya istekleri altında ezilmezsin,
sen onları altına alır ezersin. Buyruklarını candan ve gönülden kabul ettiğin
için Allah seni makbul bir kul haline kor.”[423]
Mevlânâ başka
beyitlerinde ise “akl-ı küll”e itaat etmekten bahsederek konuyu açıklar. İnsan
Allah’a/ Allah’ın bilgisine teslim olursa refaha ulaşır. Ancak insan isyan
ederse, kendi eliyle dünyasını da âhiretini de cehenneme çevirmiş olur. Bir
makineyi, bir eşyayı üreten firma ürettiği malzemenin uzun ömürlü olması için
kılavuz hazırlamaktadır. O kılavuzda o malzemenin bakımı, nasıl kullanılacağı
tek tek belirtilmektedir. O kılavuzu hazırlayan, malzemeyi üreten firmadır.
Çünkü ürettikleri malzemeyi en iyi onlar tanımaktadır. İşte insanı yaratan
Allah, insanın mutlu olmasının yollarını, kılavuz olan Kur’an-ı Kerim’de haber
vermiştir. Çünkü insanı her açıdan en iyi tanıyan, yine onu yaratan Allah’tır.
Bu sebeple Mevlânâ, Hakk’a itaat eden bir sufi olarak, varlığının ne anlama
geldiğini ve ömrünün nasıl bereketli olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Birisi ‘aklı küll’e karşı nankörlüğü artırır, emrini
dinlemezse, bütün âlem ona köpek gibi
saldırıcı görünür.
Bu baba ile iyi geçin emirlerine uy. Asiliği bırak da
balçık bile sana altın görünsün. Böyle olunca, içinde bulunduğun zaman kıyamet
halini alır da, yeryüzü ile gökyüzü, sana karşı başka şekle bürünür.
Ben bu ‘aklı küll’ babası ile daima uzlaşmış bulunduğum
için, bu dünya gözüme cennet görünüyor.
Bu yüzden ben bu
dünyada yeni bir şekil, yeni bir güzellik görüyorum. Yepyeni şeyler seyrettiğimden
ötürü usancım, bezginliğim dökülüp gidiyor.
Dünyayı nimetlerle
dolu görüyorum. Kaynaklardan durmadan tatlı, coşkun sular akıyor.
Suların sesi kulağıma
geliyor; hatırımı, gönlümü alıyor, beni mest ediyor.
Dallar tevbe edenler gibi neşeli neşeli
uyanmada, yaprakları da şarkı söyleyenler gibi el çırpmaktadır.
Şemsin aynası keçe kılından parıldayıp
görünmekte, ayna kendisini gösterirse nice olur, ben ne yapabilirim?
Ben gördüklerimin binde birini söyleyemiyorum,
çünkü her kulak şüphe ile doludur, tıkanmıştır.
Benim
söylediklerim vehme göre müjdedir. Fakat akıl derki, ‘Müjde ne demek bu benim
hâlimdir.’”[424]
E.
İNSÂN-I
KÂMİL’İN GÖLGESİNDE GÖLGELENMEK
Sufilere göre
Hakk’a ulaşmanın en kolay yolu bir kâmil mürşitten terbiye görmektir. Nasıl ki,
zenaat sahibi olmak isteyen bir kimse, ustasız olmaksızın zenaat öğrenemiyorsa;
Allah’a ulaşmak için uğraşan bir mürit de kâmil bir mürşide bağlanmadan yol
alamaz. Her mesleğin bir ustası olduğu gibi, her ilmin de bir öğreticisi
vardır. “Diyebiliriz ki, bir ‘hal ilmi’ olduğu için, tasavvufta hoca, diğer
dallardakinden daha da önemlidir; kitaplardan öğrenmek, dışardan sanıldığı
kadar kolay değildir. Gazzalî de dahil bütün sufizm teorisyenleri, mürşitsiz
hakikate, hakka’l yakîne varmanın imkânsız olduğunda ittifak etmişlerdir.
Gazzâlî’nin kendisi de tasavvufa bir şeyhle girmiştir.”[425]
Bu sebeple Ebu Ali Dekkak şöyle demiştir: “(Yetiştiren) Diken birisi olmadığı
halde kendi kendine yetişen bir ağaç yapraklanır, lâkin meyve vermez. Derece
derece tarikatı öğreneceği (tarikatın usulünü ve gidişini öğreneceği) bir
üstadı olmayan müridin hâli de böyledir. Bu halde olan mürit heva ve hevesine
kulluk yapar, başka bir yol bulamaz.”[426]
Mevlânâ’ya göre de
bir mürit çok âbit ve çok maharetli olsa da kendine güvenmemelidir. Her
halükârda kâmil bir mürşidin gölgesine sığınmalıdır. Çünkü kâmil bir mürşidin
gölgesi “kaf dağı” gibi; ruhu da “simurg”tur. Bu sebeple:
“Hz. Peygamber Efendimiz bir gün Cenâb-ı Ali’ye
buyurdu ki: Yâ Ali sen Allah’ın
aslanısın,
pehlivanısın, yiğidisin.
Fakat aslanlığa, yiğitliğe
güvenme, ümid ağacının gölgesine gel, o gölgeye sığın.
Öyle akıllı bir kişinin
gölgesi altına sığın ki, hiç kimse onu rivayetlerle, nakillerle yolundan
çeviremesin
Onun gölgesi,
yeryüzünde kaf dağına benzer, ruhu da çok yüceleri tavaf eden Simurg’tur.
Kıyamete dek onun,
o kâmil insanın vasfını söylesem, onu övsem sonunu getiremem. Sen bu övmenin
biteceğini bekleme.
Sanki güneş insan şekline
gelmiş, insan sureti ile insan maskesi ile yüzünü örtmüş, gizlenmiştir. Artık
ne demek istediğimi sen anla, doğruyu en iyi bilen Allah’tır.
Yâ Ali Allah
yolunda yapılan taatlar, ibadetler içinden sen, Hakk’ın has kulu bir kâmilin
gölgesinde bulunmayı seç.
Şu dünyada herkes bir çeşit ibadete sarılmış, kendisine bir
kurtuluş yolu aramıştır.
Sen git de akıllı ve kâmil bir kişinin gölgesine sığın da,
gizli gizli savaşan sinsi bir düşman olan nefsin elinden kurtul.
Bu hareket senin için bütün ibadetlerden daha iyidir. Mürşitsiz
olarak bu yolda ilerlemiş
olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun.”[427]
Sufiler kâmil bir
mürşide bağlanan kimsenin iki haslete sahip olmasının önemine değinirler:
Samimiyet ve teslimiyet. Tasavvuf yolunu tercih eden bir mürit, dünya sevgisini
gönlünden temizlemek ve Allah’la olan bağlarını sağlamlaştırmak için, samimiyet
ve teslimiyet içinde olmalıdır. Kâmil mürşide sevgi gözüyle bakmalı ve onunla
ilgili kötü düşüncelerden arınmalıdır. Çünkü sevgi gözüyle bakınca, teslimiyet
ve muhabbet kolaylaşır. Kendisine kâmil bir mürşidin hata ve noksanları görünse
de, bunu Allah’a havale etmelidir. Bu sevgi ve muhabbetin devamı için
önemlidir. Nitekim Kuşeyrî bunu vurgulamak için Risâle’sinde şöyle bir
olay anlatır: Sehl b. Abdullah, (Basra’da fırında ekmek yapan) bir adamı veli
olarak tasvir eder. Sehl b. Abdullah’ın sohbetinde bulunanlardan biri, bunu işitince
ekmekçiye ilgi duyar ve Basra’ya gider. Fırına varınca, adamı ekmek pişirirken
hararetten korunmak için yüzüne peçe çekmiş halde görür. O zaman fırıncılar
böyle yaparlarmış. Kendi kendine: Şayet bu adam veli olmuş olsaydı, peçesiz de
olsa saçı (ve sakalı) yanmazdı, der. Daha sonra da adama selam vererek soru
sorar. Fakat somuncu: Sen beni küçük gördün, benim sözlerimden fayda göremezsin
diyerek, onunla konuşmaktan yüz çevirir. (Böylece
Allah dostu birine
ön yargıyla yaklaşmanın ve muhalefet etmenin cezasını çeker.)[428]
Mevlânâ da intisab
eden bir kimseye tavsiyelerde bulunarak şöyle der:
“Ey Hak yolunun yolcusu,
pîri bulunca, aklını başına al da, ona teslim ol; Mûsâ Peygamber gibi, Hızır’ın
buyruğu altına gir.
İki yüzlülük etme,
Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki, Hızır sana; “Artık ayrılık zamanı geldi,
git.” demesin.
Gemiyi delerse
delsin hiçbir şey söyleme, çocuğu öldürürse öldürsün sen bu işe üzülme, saçını
başını yolma.
Allah, onun eline;
“Kendi elin.” dedi. Allah’ın eli, onların ellerinden üstündür hükmünü verdi.
Allah’ın eli o çocuğu
öldürürse, diriltir de... Diriltmek de ne demek? Onu ölümsüz bir can haline
getirir.
Bu yolu, mürşidsiz,
yalnız aşan da var. Bu pek azdır. Ama bu da yine pirin himmeti ile olur.
Onların huzurunda
kemer bağlayıp, hizmet edenler nerededir? Kapı dışında durup da içeri ile
ilgilenmeyenler nerede?
Piri seçince,
tahammülsüz olma, balçık gibi uyuşukluk gösterme.
Her zahmete
kızmada, öfkelenmede, her terbiyesize kin gütmedesin. Peki ama, cilâlanmadan
nasıl ayna olacaksın?”[429]
Sufilerin gözünde
kâmil olan bir mürşide bey’at etmek, Allah’a bey’at etmek gibidir. Sonuçta
bey’at Allah’ın yolunda çalışıp çabalamak için verilmiş olan sözdür. Bey’at
Allah dostlarıyla onlara tâbi olanların, Allah’a giden yolda yardımlaşmak ve
birbirlerine destek olmak için yaptıkları bir sözleşmedir. Bunun için sufiler
bey’atı şu şekilde yorumlar:
Bey’at edilenler üç
guruptur: Peygamberler, vâris şeyhler ve selâtîn (padişahlar). Bu üç grupda
bey’at edilen hakikatte Allah-ü Teâlâ’dır. Bu üçü tâbilerin bey’atinde Allah-ü
Teâlâ’nın şahitleridir. Bu üçünün şartları vardır; bunları Allah’ın emrini
yerine getirmek cümlesi özetler. Bağlıların da yapması gerekenler vardır.
Bunları da kendilerine emredilenlere tâbi olmak cümlesi özetler.[430]
Mevlânâ velilerin
huzurundan ayrılmayı, Allah’ın emir ve nehiylerinden uzaklaşmak olarak
nitelendirir ve şöyle der:
“Allah ile bulunmak, Allah ile beraber oturmak isteyen kişi,
Allah’ın dostları olan velilerin huzurunda otursun.
Ey sâlik! Eğer velîlerin huzurundan ayrılırsan helâk
olursun. Çünkü sen bir cüz’sün, küll değilsin.
Şeytan her kimi kerem ve kerâmet sahibi olanlardan ayırırsa,
onu kimsiz kimsesiz bırakır da başını yer.
Bunu duy, bunu işit ve iyice anla ki; bir an bile olsa,
toplumdan ayrılmak, ancak şeytanın hilesidir.”[431]
F.
EHLULLÂH’IN
TAVSİYE VE NASİHATLARINA
UYMAK
Mevlânâ velilerin
gönlünü kazanmak gerektiğini vurgular. Onların gönlünü kazanan, zarardan
kurtulup kâra geçer. Onların gönlünü kıran, onları incitecek davranışlara
yönelenler tamiri mümkün olmayacak hatalara düşerler. Veliler Utarit yıldızı
gibidirler. Kim onların gönlünü kazanırsa, onlara bazı sırlar aşikâr olur.
Mevlânâ konuyu şöyle anlatır:
“Ey manevî nurlarla
nurlanan, ay gibi nurlar saçan derviş! Onların canlarının içini ev edinirsen
kendine gökyüzünde ev yapmış olursun.
Kendine velîlerin
kalbinde yer edin ki; sırları belirtmek için onlar sana Utarit yıldızı gibi
gönül defterini
açsınlar.
Kendi dostlarının,
yakınlarının yanına var! Neden yabanda avâre olarak dolaşırsın? Eğer
sen bir hilal isen,
tam ve kâmil bir ay olmaya çalış!
Bir cüz’ün, küçük
bir parçanın, küllîden (=bütününden), aslından kaçması nasıl olur? Sana her
bakımdan aykırı olan cinslerinle dost olman doğru mudur?
Cinsine bak! Mertebeleri geçe geçe başka türlü olmaktan
kurtulmuş, kendi nev’i olmuş.
Gâibleri görülmeyenleri de seyret! Kaybolmaktan kurtulmuş da
görünür olmuş.
Ey akılsız kişi ne vakte kadar kadın gibi işve ve
cilvelerle oyalanacaksın? Halkın yalanlarına, yüzüne gülmelerine aldanacaksın?
O yalancı işvelerden, gülümsemelerden nasıl yardım umarsın?
Halkın seni övmesini, sana yaltaklanmasını, onların tatlı
ve kandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine koyuyorsun.”[432]
Mevlânâ’nın
nazarında kâmil mürşidin yermesi bile halkın övmesinden iyidir. Çünkü Allah
dostları överken de yererken de hevâ ve hevesleriyle hareket etmezler. Onlar
yalnızca Hakk’ın rızasını kazanmak ve halkı hakikate yöneltmek için bunu
yaparlar. Bunun için:
“Hakikatte mana padişahları olan velîlerin acı
sözleri, hattâ dövmeleri; sana, yolunu şaşırmış sapıkların tatlı sözlerinden,
övmelerinden daha iyidir.
Padişahların tokadını ye de aşağıların, alçak
kişilerin balını yeme! Bu sûretle ermişlerin himmeti ile sen de bir er ol!
Çünkü; Onlardan hil’at gelir, devlet gelir.
Onlar; rûhun sığındığı bir et yığını olan cesedi
canlandırırlar, can haline getirirler.
Nerede mânen çıplak bir yoksul görürsen bil ki;
o zavallı, kâmil insandan kaçmış, ondan
uzak düşmüştür.
O, kör ve hiçbir şey olmayan gönlünün
isteklerine uymuştur da, mürşitten uzak düşmüştür.
Eğer mürşitten uzak düşmeseydi de onun
dileklerine uysaydı, kendisini de, yakınlarını da manen süslemiş olurdu.
Şunu iyi bil ki; bu kirli dünyada kim kendisine
yol gösterecek kâmil bir insandan kaçarsa, o; devletten mutluluktan kaçmış demektir.”[433]
G.
RUHUNU
DÜNYANIN GAM VE KEDERİNDEN
KORUMAK
Sabır: Başa gelen
musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, yakınmamak, kendine
acındırmamak.[434]
Kur’an-ı Kerim’de sabırla ilgili pek çok âyet-i kerime mevcuttur.434 [435]
Bununla birlikte Hz. Eyyüb, tutulduğu ağır hastalık karşısında gösterdiği
sabırdan dolayı sabrın sembolü olarak kabul edilmiştir.[436]
Tasavvufta sabır
bir makam olarak kabul edilir. Bununla birlikte sabır çok çeşitlidir. Bela ve
musibetler karşısında sabır, dinin emir ve nehiylerine riayette sabır, dünya
nimetlerine karşı sabır gibi.
Ariflerden
bazılarına göre sabredenler üç makam üzere bulunurlar. Bu makamlardan birincisi,
şehvetleri terk etmek olup, bu tevbe edenlerin derecesidir. İkincisi Hakk’ın
takdirine rıza göstermektir ve zahitlerin derecesidir. Üçüncü makam ise
Mevlâdan gelen her şeyi hoş karşılamak olup, bu da sıddıkların derecesidir.[437]
Sufilerin birçoğu
sabrı övmüş ve sabrın önemine değinmiştir. Mevlânâ dünya sıkıntılarından gönlün
ve ruhun arı duru olmasını salık verir. Bu durumda insan dünya gamını bedene
yüklemeli, ruhuna ve gönlüne yüklememelidir. Allah yolunda olanlara yakışan da
budur. Her bir şeyi yerli yerine, lâyık olduğu haliyle, hak ettiği yere koymak
gerekir. Çünkü adaletli olmak bunu gerektirir:
“Adâlet nedir?
Meyve ağaçlarına su vermektir. Zulüm nedir? Diken sulamaktır.
Adâlet bir nimeti
yerine koymaktır. Her su emen kökü sulamak değildir. Yâni hakkı hak
sahibine vermektir.
Müstahak olmayana vermek ise zulümdür.
Zulüm nedir? Bir şeyi
konmaması gereken yere koymak. Bu hâl belâya kaynak olur Hakk’ın nimetini cana,
akla ver. İç ağrısına uğramış, manevi belalarla düğümlenmiş, sıkıntılarla dolu
olan tabiata verme.
Dünya gamlarının
savaşını, bedenine yükle, o can çekişmeyi o çırpınıp durmayı gönlüne uğratma.
Yâni dünya meşakkatleri ile bedenini uğraştır. Gönlünü ve rûhunu onlarla meşgul
etme.
Sen yük dengini,
Îsa’nın başına koymuşsun. Yâni yükü, Îsa gibi olan rûhuna taşıtıyorsun. Eşek
gibi olan nefsini ise çayıra çalmışsın, o da orada otluyor, geziyor, sıçrayıp
yuvarlanıyor.
Sürme kulağa
çekilmez. Gönül işi de bedenden istenmez.”[438]
Bir insan gönlünü
ve ruhunu dünya gamından arındırdığı gibi, dünya sevgisinden de arındırmalıdır.
Dünyanın ne gamı, kederi; ne de sevgisi kişinin ruhuna işlememelidir. Dünyevî
olan duyguların insanın kalbinde yer etmesi, geminin içine su sızması gibidir.
Oysa su geminin dışında olursa gemiyi kaldırır, ancak içinde olursa gemiyi
batırır. Mevlânâ bu durumu şöyle izah eder:
“Geminin içindeki su, gemiyi batırır. Geminin altındaki su
ise gemiyi kaldırır, sırtında taşır.
Mal, mülk sevgisini gönlünden çıkarıp attığı için Süleyman
(a.s.) kendisine fakir dedi. Ağzı kapalı testi, uçsuz bucaksız denizin üstünde,
hava dolu bir gönülle yüzer, durur. Gönlünde dervişlik havası aşk havası
bulunan kimse de dünya denizinin üstünde batmadan durabilir.”[439]
Mevlânâ’ya göre
elindeki varlığa güvenip, kalbini dünya sevgisiyle doldurmak bir felakettir.
Varlığına güvenen kimse, elindeki varlığı görür de Hakk’ın varlığını görmez. O
kimselerin hâli “yıkık bir köy” gibidir:
“Yüksek mevkiden, halka yük oluştan sonunda
bıkarsın, nefret edersin. Sen bir şehre benziyorsun ama aslında yıkık bir
köysün.
Şimdi bulunduğun yer, maddî varlığın, sana bir şehir
gibi ihtişamlı görünürken, ona lânetler yağdır. Ondan kaç ve eşya dengini yıkık
bir yere çevirme.
Senin mânevî yüzlerce bağın, bostanın varken,
maddi varlıktan vazgeç, uzaklaş da sonunda bunalmayasın. Yıkık bir yere tapar
olmayasın. Yâni ey bu dünya virânesinde yüksek mevkîye, maddî varlığa sahip
olan kişi, sen bu varlığa güvenme ondan nefret et! Çünkü senin, mânevî ruhânî
yüzlerce bağın, bostanın varken, maddî varlığın yüksek mevkînin esiri
olmayasın.”[440]
H.
HAKK’IN
TAKDİRİNE KARŞI BOYUN EĞMEK VE
SIKINTILARA SABRETMEK
Sufilere göre dünya
geçici bir mesken yeri, dertle tasayla dolu bir harabe yeridir. Bu yüzden
onlar, dünyanın sıkıntılarına maruz kaldıklarında Allah’a tam bir teslimiyet
gösterirler. Tedbir aldıkları halde sonucunu değiştiremeyecekleri
hususlarda takdire
boyun eğerler. Dünyevî hususlarda sebepler önemlidir, ancak daha da önemlisi
Allah’ın takdiridir. Bu açıdan Mevlânâ sebepleri merkebin kuyruğuna benzetir.
Kuyruğun ise ne yöne sallanacağı belli olmaz.
Dünya geçici bir
mekân olduğu için dünyanın sıkıntıları da geçicidir. Ebedi olan ise âhiret
hayatıdır. İnsan anı yaşamalı, Hak’tan gelene razı olmalıdır. Nitekim Ebu Sehl
Su’lûkî, tasavvufu rıza hali olarak tarif etmiş ve şöyle demiştir: “Tasavvuf,
itirazdan vazgeçmektir.” 441 (Yani, nefsânî arzuların aksine cereyan
eden kadere itiraz etmeyiniz, boyun eğiniz.)
Mevlânâ bela ve
sıkıntıyı geçici bir misafir olarak görür. Misafirin gönlü hoş tutulmalı ve
misafir incinmemelidir. Diğer bir açıdan, bela ve sıkıntılar insanın Allah’a
yalvarıp yakarmasına yol açar. Böylece insan acizliğini, kulluğunu idrak eder
de gafletten azade olur. Cenâb-ı Hak sevdiği kulunu kıskanır, onun dünyaya
meyletmesini istemez. Sevdiği kulunun hep kendisini anmasını, gönlünü dünyadan
arındırmasını irade eder. Mevlânâ şöyle der:
“Kul, dertlerden, uğradığı
zulümlerden, başına gelen belâlardan, aldığı yaralardan nazlanır, feryat eder,
hastalıklardan ağrılardan, sızılardan Cenâb-ı Hakk’a yüzlerce şikayette
bulunur.
Cenâb-ı Hak da
buyurur ki: Ağrı, sızı, dert, zahmet sonunda seni yalvaran, yakaran bir kul
etti. Seni gafletten uyandırdı. Doğru yola düşürdü.
Sen ağrıdan,
sızıdan değil, asıl senin yolunu kesenden, seni bizim kapımızdan uzaklaştıran
çeşitli nimetlerden, zenginlikten şikâyet et.
Hakîkatte her düşman
senin ilacın, kimyandır. Onun kötülüğü, zulmü seni faydalandırır.
Seni içine
kapanmaya, gönlünü bulmaya, ‘Aman Allah’ım!’ demeye zorlar.
Bu yüzdendir ki,
sen onun şerrinden ve zulmünden kaçar, yalnızlığa sığınırsın; Allah’ın
lütfundan yardım dilersin.
Hakikatte senin en
yakın dostların, senin en belâlı düşmanlarındır. Çünkü dostların tatlı
dilleri ile seni
oyalarlar. Hakk’tan uzak düşürürler.”442
Hz. Peygamber bir
hadis-i şerifinde, “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” buyurmuşlardır.[441]
Mümin ahirette sayısız nimetlerle karşılaşacağı için dünya ona her halükârda
sıkıntılıdır. Bunun yanında müminin dünyayı algılayışı ahiretle birliktedir. Bu
açıdan mümin dünyayı zevk peşinde koşmakla geçirmez. Allah’ın rızasını ön
planda tuttuğundan dolayı, mümin her an imtihanda olduğunun bilincindedir.
Cenâb-ı Hak mümin
kulunu sıkıntı ve meşakkatle uyanık tutar. Her sıkıntıda Allah’ın kapısını
çalan mümin, böylece aşama aşama Hakk’a daha da yaklaşır. Böylece her
imtihandan daha da güçlenerek, daha da temizlenerek, arınarak, sıyrılır.
Mevlânâ bu durumu şöyle anlatır:
“Hani porsuk adlı
bir hayvan vardır. Dayak yedikçe şişmanlar, semirir. Dayak yedikçe daha iyileşir,
sopa vuruldukça daha semirir.
Müminin canı da
porsuk gibidir. Hastalık, dert, mihnet ve ızdıraplarla kuvvetlenir, semirir.
Hayvan derisi,
terbiye gördüğü sıralarda acı ilaçlarla belalar çeker, dertlere uğrar,
zdıraplara katlanır da “Tâif derisi” gibi hoş bir hâle gelir.
Eğer onu o acı, o
keskin ilaçlarla terbiye etmeselerdi, pis halde kalır, fenâ halde kokar
dururdu.
Sen de şu insan
denilen mahlûku tabaklanmamış, terbiye edilmemiş, rutûbetten nem kapmış,
çirkinleşmiş, ağır kokulu, ham bir deri gibi bil.
Sen ona, keskin ve
acı ilaçları bolca sür de temizlensin, arınsın, güzel ve parlak bir hâle
gelsin.
Bu acılara
katlanmaya, yani Allah’tan dert istemeye gücün yetmiyorsa, sen istemeden Allah
sana bir dert, bir musibet, bir ağrı sızı verirse, hiç olmazsa buna razı ol.
Ses çıkarma, şikâyet etme.
Çünkü dosttan gelen
belâ, musibet sizi temizler, onun bilgisi sizin tedbirlerinizden üstündür.
Belâya uğrayan kişi
onda safâ görecek olursa, o belâ ona hoş gelir. Bir hastayı iyileştiren
acı ilaç da hastaya
tatlı gelir.”443 [442]
Mevlânâ’ya göre
insan her şeyi ile dünyadan yüz çevirmeli ve yönünü Hakk’a çevirmelidir. İnsan
ancak böyle yaparsa yaratılış maksadına uygun davranmış ve kendini ucuza
satmamış olur. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ben sizi ve evkât ve enfâs
ve emvâl ve rüzgârınızı satın aldım. Eğer bana sarf eder ve bana verir iseniz,
onun bahâsı cennet-i câvidandır. İşte benim indimdeki kıymetin budur. Eğer sen
kendini cehenneme satar isen, kendine zulmetmiş olursun. Bu tıpkı bir adamın
yüz altın kıymetindeki bir bıçağı duvara çakıp, ona bir kabak veya testi
asmasına benzer.”[443]
[444]
Mevlânâ dert ve
sıkıntılardan kurtulmak için çabalamayı başka beyitlerinde de yermektedir. Ona
göre dertten ve sıkıntıdan kurtulmanın yolu kaçmak değil, dert ve sıkıntıyı yaşamaktır.
Böylece kişi hamlıktan kurtulur ve olgunlaşmaya başlar. Dünyanın
sıkıntılarından kaçmaya çalışanların hali, tencerede kaynayan nohudun haline
benzer:
“Tenceredeki nohuda
bak, ateşten canı yanınca nasıl yukarı doğru sıçramaya başlar.
Tencere kaynamaya
başlayınca, nohut, yukarılara doğru sıçramaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye
koyulur.
Niçin beni ateşlere
salıyorsun? Mâdem beni satın aldın, ne diye bu hallere uğratıyor, benim canımı
yakıyor, beni horluyorsun?
Evin hanımı da
nohuda kepçe ile vurarak der ki: Hayır, iyice kayna, adam akıllı piş de, ateşten
sıçrayıp kaçmaya kalkışma.
Ben seni hor gördüğümden,
istemediğimden, sevmediğimden ötürü kaynatmıyorum. Bir tat, bir lezzet elde
edesin de;
Gıda haline
gelesin, yenesin, cana karışasın diye kaynatıyorum, yoksa seni mihnetlere
salmak, seni horlamak için değil.
Sen bostanda su
içtin, yeşerdin, tazeleştin. İşte senin o suları içmen, bu ateşe düşmene sebep
oldu. Çünkü o su bu ateş içindi. Bir müddet yedin, içtin, kendini besledin. Şimdi
sevgi ateşi yeme ve içme ile elde edilen semizliği, hamlığı senden gidermeye uğraşıyor.
”446
İnsanın nefsi derde
mübtela olmaktan hoşnut olmaz. Çünkü nefsin arzuladığı şey, dünyada zevk ve
sefa sürmektir. Dünya nimetleri her zaman için nefse cazip gelir. Dünyada yaşanan
sıkıntılar ise nefsin tadını kaçırır, huzurunu bozar. Ancak Hz. Allah bela ve
sıkıntıyla insanın nefsini terbiye etmeyi, yola getirmeyi arzular. Bu sebepten
derdin içinde derman; karanlığın içinde aydınlık saklıdır. İşte bu Allah’ın
gizli lütfudur:
“Etle deri bir tat
almadan, yâni bedene ait zevklerden mahrum edilerek yetişmez, gelişmez. O
insanda bulunursa, dostun aşkı (ilâhî sevgi) onları nasıl yakar, eritir, yok
ederdi?
Böylece, nefse eziyet edilmeden, nefisle savaşa
girişmeden Allah sevgisi elde edilebilir miydi?
İlahî takdir gereği sana belalar, kahırlar
gelince, bu kahırlarda gizli lütûflar olduğunu düşün de üzülme, bu kahırlar
yüzünden, dünya sevgisini, zevk duyduğun her şeyi Allah yolunda fedâ edersin.
Başına gelen kahırdan sonra, onun özrünü
dilemek üzere içine girdiğin merhamet ırmağında, günahlardan, mânevî kirlerden
temizlenerek îlâhi lütuflara kavuşursun. ”447
Mevlânâ maruz kaldığı
imtihanlar hususunda insanın tam bir teslimiyet göstermesini tavsiye eder.
Çünkü tedbirin geçersiz olduğu zamanda şikâyet etmek, acıdan sızıdan dem vurmak
insanı şeytanla yoldaş eder. Mevlânâ insanın Hakk’a teslim olmasını ısrarla
belirtiyor ve bu durumu hanımın nohuda söyledikleriyle dile getiriyor:
“Hanım nohuda diyordu ki :”Ey nohut, ben Halil İbrahim’im,
sen de bıçak karşısında benim
oğlumsun. Sıcağın önüne başını koy, çünkü
rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Heyecanlanma, gönlüne korkuyu sokma, kahır
bıçağı önüne başını koy da, İsmail (a.s.) gibi senin boğazını keseyim.
Başını keserim, fakat bu baş o baş değildir. Bu
baş, kesilmekten, ölmekten uzak olan bir
baştır. Yâni bu baş, görünen maddî baş değildir.
Ey Müslüman! Allah’ın ezelî dileği, senin başının
kesilmesi değildir. Senin ona teslîm olmandır. Bu sebeple ona candan teslim
olmayı iste, dile.
Ey nohut, belâlara uğra, kayna da, ne varlığın
kalsın, ne de sen kal!
Ekili bulunduğun bostanda, bir müddet ter ü
taze durdun. Yeşiller giyinmiş olarak neşeli neşeli sallanarak güldü isen, sen şimdi
gönül bahçesinin, can bahçesinin gülüsün. Ey nohut! Sen su ve çamur bostanından
ayrıldın, fakat lokma oldun, dirilere karıştın, insanların bedenlerine girdin,
gıda oldun, kuvvet oldun, düşünce oldun, yâni bitki olarak meydana gelmiştin; şimdi
ormanlarda aslan ol, hayvânî rûh kazan, sonra insânî rûha hizmet et. ”[445]
[446]
Sonuç olarak
Allah’tan gelen belaya razı olan kimse, (bu rızasından dolayı) belanın içinde
belayı vereni temâşa ve müşâhede ederek, belanın sıkıntısını taşımaya güç
yetirir. Böylece belanın üzüntüsü, dostu (Cenâb-ı Hakk’ı) müşâhede etmenin
sevinciyle üzüntü olmaktan çıkar.[447]
İ. DÜNYA BAĞLARINI KOPARIP MÂNÂ ÂLEMİNE
YÖNELMEK
İnsanlar dünya
nimetlerine meyledince, yeryüzünde fitne ve fesat yayılır. Çünkü dünyaya
meyletmek, dünyayı yaratanın unutulmasına vesile olur. Böylece insanların işi
gücü, bütün çaba ve uğraşları dünya olur. Bunun sonucunda insanlar kendi
elleriyle yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, dünyanın düzeni alt üst olur,
dengeler bozulur.
Sufiler dünyaya
meyledilmesini çok keskin bir şekilde kınamışlardır. Onlar dünyada zühdü tercih
etmişler, mülkiyet edinerek dünyaya bağlanmaktan kaçınmışlardır.
Hz. İsa dostlarını
hakikate çağırırken öncelikle onların dünyadan medet ummalarını engellemeyi
istemiş ve şöyle demiştir: “Ey Havârilerim, muhakkak ben dünyayı sizin için
yüzüstü yere vurdum. Benden sonra sakın onu bulanık görmeyin. (Yani bundan
sonra hakikatte dünyanın ne ifade ettiğini iyi bilin de, ona ancak hak ettiği
kadar değer verin ve kalbinizle ya da fiillerinizle ona meyletmeyin.) Dünyada
Allah’a isyan edilmesi, onun (dünyanın) kötü olmasındandır. Onun kötü olmasının
bir alâmeti de ahiretin ancak onu terk edince kazanılmasıdır. Dünyayı atlayıp
geçin (önemsemeyin), onu imar etmeyin ve bilin ki her kötülüğün kaynağı dünya
sevgisidir. Nice bir saatlik şehvet vardır ki, (kısa zaman bile olsa) o
sahibine uzun pişmanlık bırakır.”[448]
Böylece Hz. İsa havarilerini dünyaya karşı uyarmış ve onların dünya hususunda
gafil olmamalarını istemiştir.
Mevlânâ kalbi dünya
sevgisiyle dolu olarak, dünyaya bağlananların durumunu, tam inanca ulaşamamış kişilerle
eş değerde görür. Dünyaya bağlılık insanın bedenini güçlü, ruhunu zayıf kılar. İnsan
dünyaya kendini bağlamakla, balçığa yani bedenin arzularına uyar da, manaya yol
bulamaz. İnsanoğlu dünyaya bağlanmamalı ve dünya sevgisini gönlünden söküp
atmalıdır. Bu durumda ancak dünyanın yolu kesilmekle ahiretin yolu önümüze
çıkar:
“Senin ot gibi ayağın yere bağlı. Tam inanca
ulaşmadığın için bir rüzgâr esince başını sallar durursun.
Fakat senin akıl ayağın yoktur ki, sûretten
mânâya gidesin; yahut da rûhunun ayağını bu
beden balçığından kurtarasın!
Ayağını beden balçığından nasıl kurtarabilirsin
ki, yaşayışın bu balçık içindedir, o balçıktandır. Bu yaşayıştan vazgeçmek çok
zordur.
Ey zavallı! Sen yaşayışı Hak’tan bulursan, o
vakit hiçbir şeye aldırış etmezsin; dünyadan da balçıktan da kurtulursun.
Süt emen bir çocuk, memeden ayrılıp sütten
kesilince mama yer, dadıyı bırakır.
Sen topraktan biten daneler gibi yeryüzü sütüne
bağlanmışsın; bu sütten kesil de gönüller gıdasını al!”[449]
J.
RIZIK
KONUSUNDA HAKK’A TEVEKKÜL ETMEK
Dünyanın
yaratılmasından bu yana hiç aksama söz konusu olmadan, Cenâb-ı Hak bütün
insanların rızkını taksim etmektedir. Ancak şeytan insanı vesveseyle aldatır. İnsanoğlu
ileride yoksulluk çekme ve başkalarına muhtaç olma endişesi ile kendini harap
eder. Bu endişeden dolayı sürekli biriktirmeye uğraşır, sürekli vesveseye
kapılır. Şeytan ise insanın bu halinden son derece memnundur. Bu açıdan Hamdûn
Kassâr demiştir ki: “İblis ve onun ordusu bir araya toplandıkları zaman, şu üç şeye
sevindikleri kadar hiç bir şeye sevinmezler: “Mümin olan birinin (bir başka)
mümini öldürmesi, bir kimsenin küfür üzere ölmesi ve bir kalpte fakirlik
korkusunun bulunması.”[450]
Yüce Allah insanoğluna
ummadığı yerden rızık verir. Yeter ki insanoğlu Allah’a teslimiyetini elden
bırakmasın. Kalp kapısını şeytanın vesveselerine kapasın. Çalışıp çabaladıktan
sonra kalbini endişelere sürüklemesin. Tedbirini alarak gerisini Allah’a havale
etsin. Çünkü Yüce Yaratıcının kullarını rızıklandırdığı nice gizli kapılar
vardır.
Allah’ın sayısız
rızık kapıları ve bitmez tükenmez hazinelerine rağmen, insanoğlu kendini rızık
endişesinden soyutlayamamaktadır. Yine insan endişelerle,
vesveselerle boğuşurken
“anı yaşama halinden” mahrum kalmaktadır. Oysa ömür atı dörtnala gitmekte ve
dünya hayatı sona yaklaşmaktadır. Mevlânâ buna değinerek şöyle demektedir:
“Derler ki: Ansızın bir aslan geldi, adamın birini kaptı,
ormana çekti götürdü.
O adam, ormana doğru çekilip götürülürken ne düşündü ise,
ey din üstadı, sen de onu düşün.
Kaza ve kader aslanı bizi ölüm ormanına doğru çekip götürüyor.
Hâlbuki canımız dünya
işleri ile, sanatla oyalanmaktadır.
Nitekim halk da, boğazına kadar acı suyun içine batmış gibi
yoksulluktan ödü kopar.
İnsanlar yoksulluktan, fakirlikten korkacakları yerde, o
yoksulluğu yaratandan, yâni Allah’tan korksalardı, çekinselerdi, onlara
yeryüzünde defineler, hazîneler belirirdi. Halkın hemen hepsi de, gam
korkusundan, gamın tâ kendisi olmuş, varlık kaygısıyla yokluğa düşmüşlerdir.”[451]
K.
GÜNAHLARA
TEVBE EDİP GÖZYAŞI DÖKMEK
Hz. Peygamber İbn-i
Ömer’e “dünyada bir yolcu gibi olmasını”[452]
nasihat etmiştir. İnsanoğlu dünyada bir yolcu gibidir. Doğumla başlayan bu
yolculuk, ölümle sona erer. İnsan yol boyunca iyilik ve güzellik dolu davranışlar
sergileyebilececeği gibi, kötülük ve çirkinlik içeren davranışlara da
kapılabilir. Hz. Allah kullarının daima melek gibi olmasını emretmemiştir.
Ancak Cenâb-ı Hak, iyi amellerimizi çoğaltmamızı ve işlediğimiz günahlar için
tevbe etmemizi emretmiştir.
Tevbe, kulun işlediği
günahlardan pişmanlık duyması anlamına gelir.
Tevbeye yönelen kimse,
kendisinin kulluğunu, Yaratıcının ise ilah olduğunu idrak etmiş olur. Tevbe
acizliğin, çaresizliğin farkında olmaktır. Kişi kendini aciz görmekle yaratanın
yüceliğini ve ululuğunu bir kez daha kavramış olur. Böylece bütün kalbiyle
Hakk’ın kapısını çalar. İnsan Hakk’ın kapısını çalarken, pişmanlığını gözyaşı
ile yoğurmalıdır. Gözyaşıyla yoğrulan pişmanlık, samimiyetin ve kulluğun zirve
noktasıdır. Cenâb-ı Allah böyle zamanda kuluna kapıyı açar ve: “Buyur ey kulum,
seni huzuruma kabul ettim.” buyurur. Nitekim bu durumu
ifade etmek için, Ka’b el’Ahbar: “Allah korkusuyla ağlarken gözümden dökülen
bir damla yaş, kalbim katı olduğu halde dağ kadar altını tasadduk etmemden bana
göre daha sevimlidir.”[453]
(Yani Allah korkusuyla dökülen bir damla yaş, katı bir kalple dağ kadar altını
sadaka olarak vermekten Allah’ın daha çok hoşuna gider. Bu hal, insanı diğerinden
daha çok Allah’a yaklaştırır.) İlmin kapısı olan Hz. Ali de ağlamayı iyiliğin
alâmeti sayarak şöyle demiştir: “Salihlerin alâmeti, rengin sarılığı, gözlerin
yaşlı olması ve dudakların solgun olmasıdır.” [454]
Mevlânâ’ya göre yağmurun
yağması, bulutların ağlaması anlamına gelir. Nasıl ki, bulutların ağlaması ile
güneşin harareti, dört mevsimi ma’mur hale getirir, bu dünyayı nimetlerle
doldurursa; insanın ağlaması ve pişmanlığı da mana âlemini imar eder. Güneşin
harareti, sıcağı, dünyayı yakar, bunaltır. Ancak bu hal, bitkilerin olgunlaşmasına
iyi gelir. Dünyanın sıkıntıları ve işlenen hatalar insanı bunaltır ve pişmanlığa
yol açar. Bazen sıcak ne kadar bunaltırsa arkasından o kadar yağmur düşer. İnsan
da ne kadar çok pişmanlık duyar, günahlarından dertlenirse; o kadar içten ve
samimi gözyaşı döker. Böylece yüreği merhametle dolar, yufkalaşır, acizliğini
bilerek Allah’a yaklaşır. Allah da o kimseye rahmetle nazar eder:
“Bulut ağlamayınca,
yâni yağmur yağmayınca, yerdeki çimenler nasıl güler? Çocuk ağlamayınca
anasının sütü nasıl coşar?
Bir günlük çocuk
bile, yolunu bilir; “Ağlayayım da şefkatli dadım yetişsin gelsin.” der.
Sen bilmiyor musun
ki, dadıların dadısı olan “Kerîm Allah” ağlamayınca bedavaca sütünü az verir.
Cenâb-ı Hak; “Çok ağlayın.”
diye buyurmuştur. Bu söze kulak ver de, Allah’ın ihsanı ve
kerem sütü aksın.
Bulutun ağlayışı,
güneşin harareti dünyanın, dünyadaki hayatın direğidir. Bunlar bükülmüş iki ip
gibidir. Sen de bu iki ipe iyi sarıl.
Güneşin yakışı,
bulutun ağlayışı olmasaydı; cisimle a’râz nasıl gelişirdi.
Bu hararetle bu ağlayış
temel olmasaydı, bu dört mevsim nasıl olurda ma’mûr hale gelirdi?
Güneşin sıcaklığı,
dünya bulutlarının ağlayışı, dünyayı tatlılaştırıyor, dünyayı güldürüyorsa,
Öyleyse, sen de
akıl güneşini yak, parlat; gözlerinden bulut gibi yaşlar saç
Küçük bir çocuk
gibi, sana da ağlar göz gerekir. Şerefini ve manevi zevkini yok eden
ekmeği az ye.”[455]
L.
ÂHİRET
HAYATI İÇİN HAZIRLIKLI OLMAK
Cenâb-ı Allah
dünyayı ve bütün canlıları bir hikmete, bir sebebe bağlı olarak yaratmıştır.
Her canlı gibi insanoğlunun da yaratılmasının sebepleri vardır. Bu dünya bir
imtihandır ve insan bu dünyada yaptıklarını bir gün mutlaka bulacaktır. Hz.
Allah, Kur’an-ı Kerim’de: “Ben, insanları ve cinleri, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım.”[456]
buyurarak, insanların ve cinlerin yaratılma gayesini bize bildirmektedir.
Dünya hayatı çok
kısa ve geçicidir. Bu sebeple insan, dünyaya rağbet etmemeli ve yönünü mana
âlemine çevirmelidir. İnsan uhrevî işlerde acele etmeli, geç kalmamalı; şeytanın
ve nefsin hilelerine aldanmamalıdır. Nihayetinde ölümün ne zaman geleceği belli
değildir. Bu sebeple, “Kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz, Allah’ın buyruğu
gelene kadar dinde şüpheye düştünüz. Sizi kuruntular aldattı; sizi şeytanlar
Allah’a karşı da ayarttı.” buyrulmuştur.[457]
Mevlânâ’ya göre,
insanın ömrü, içi altınla dolu olan bir torbaya benzer. Ancak gece ve gündüz, o
altınları durmadan harcayan iki kişidir. Böylece torba, biz farkında olmadığımız
halde, hızlı hızlı boşalmaktadır:
“Senin ömrün, bir
altın torbaya benzer. Gece ile gündüz de altınları sayan iki kişidir.
O iki kişi ömür
torbasındaki altınları bilmeden, anlamadan sayar dururlar ve yokluğa atarlar.
Sonunda ömür torbası boşalır. Hayatın anlamı ve nûru kalmaz.
Eğer sen, bir dağdan
durmadan bir şeyler alsan da, yerine bir şey koymasan, o koca dağ zamanla
oyulur, eksilir, tükenir.
Fakat dünya işlerine
de böyle sarılma; din işlerinden başka bir işle o kadar çok uğraşma!
Çünkü sonunda dünya işi bitmeden bırakıp gideceksin.
Dünyadaki işlerin yarım ve ekmeğin de pişmemiş olarak kalacaktır.”[458]
Ömür bir su gibi
akıp gittiği halde, insanoğlu ömrünün boşa gittiğinden habersiz gaflet içindedir.
Oysa kıyamet haktır ve hesap günü de yakındır. O halde,
insan ahreti için
çalışmalı ve Allah’a yönelmelidir. Eğer insan, iyi amellerini çoğaltamıyorsa,
hiç olmazsa iyiliğe istekli ve gayretli olmalıdır. Ana rahmindeki bebeğin
kımıldaması kadar da olsa, gayret göstermelidir ki, Allah o insana merhamet
elini uzatsın:
“(Ey
insan!) Kıyamet gününü inkâr etmiyorsan, o dostun kapısına böyle eli boş olarak
nasıl ayak atıyorsun?
Azıcık olsun, uykuyu, yemeyi içmeyi bırak da Hak’la buluşacağın
zaman için bir armağan hazırla...
Ey
Hak âşığı, geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını
isteyenlerden ol.
Ana
rahmindeki çocuk gibi azıcık oyna, kımılda da sana, nûr gören duygular bağışlasınlar.
Ana
rahmine benzeyen, şu sıkıntılı, kasvetli, kederlerle dolu dünyadan dışarı
çıkarsan, yeryüzünden daha geniş, daha ferah bir âleme çıkmış olursun.”[459]
Ölümün habercileri
bir bir geldiği halde, insanların bir kısmı hâlâ bundan habersiz yaşamaktadır.
Artık ömrün son demleridir ve geriye dönüş mümkün değildir. Akranlar tek tek
âhiret yolculuğuna uğurlanmış, insanın damak tadı da bozulmuştur. Sonbaharda
yaprakların sararıp solduğu gibi, insanın bedeni güçten kuvvetten kesilmiştir.
Mevlânâ, buna rağmen gaflet uykusunda olup, dünyaya sarılanları keskin ifadelerle
uyarmakta ve şöyle demektedir:
“Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu; ömür güneşi
batmak üzere. Gücünü kuvvetini iyi harca da; şu iki nefeslik ömürden uzun bir
ömür elde edesin. Elde kalan bu kadarcık tohumu, yâni ömrünün geriye kalan son
senelerini iyi ek, Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al
da, fitilini düzelt, çabuk yağını koy, yani iyi işler yaparak son günlerini
amel ve ibadetle geçir, gönül kandilini uyandır.
Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar
geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfâr ile işe başla ki, ekin mevsimi, iyilik
günleri büsbütün geçmesin.” [460]
“Ey Hak âşığı! Sen güzellik Yûsuf’usun. Bu dünya da bir kuyu gibidir.
Allah’ın takdirine şikâyet etmeden boyun eğmek, sabretmek ise seni kuyudan
çıkaracak, kurtaracak iptir.
Ey dünya kuyusuna düşmüş Yusuf! İp uzandı, onu iki elinle
sıkıca tut. İpten gâfil olma ve
yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu.
Allah’a hamd olsun
ki; bu ipi sarkıttılar. Fazlı, keremi, rahmet ve mağfireti birlikte ihsan
ettiler.
Bu ipe yapış da,
yeni bir can âlemi gör. O âlem de kirlenmemiş, fesada uğramamış rûhlar
âlemidir. O âlem
ehline apaçık; ehli olmayana da gizlidir.
Bu yokluk âlemi,
yani evveli ve sonu yok olan bu dünya, var gibi görünmekte; gerçekten
de var olan, sonsuz
olan öbür âlem ise yok gibi görünmekte, gizli bulunmaktadır.”[461]
SONUÇ
Mevlâna
Celâleddîn-i Rûmî, küçük yaşlardan itibaren medrese eğitimi görmüş ve sonraki
zamanlarda da İslâmî ilimlerde derinleşmek için Şam’a ve Halep’e giderek,
buralarda yedi yıl eğitim görmüştür. İslâmî ilimlere vukûfiyetini sağladıktan
sonra, başta fıkıh olmak üzere İslâmî ilimler üzerine dersler vermiştir. İlk
tasavvufi eğitimini, babası Bahâeddin Veled’ten alan Mevlâna, hem büyük bir
âlim hem de büyük bir sûfîdir; başka bir deyişle o iyi bir irfan eğitimcisidir.
O iyilikseverliği ve faziletiyle, yaşadığı döneme damgasını vurmuş ve
insanların sevgisini kazanmış olan bir gönül adamıdır.
Mevlâna’nın
eserlerinin her birisi önemli olmakla birlikte; Mesnevî O’nun
eserlerinin içinde ayrı bir yere sahiptir. Tasavvuf klasiklerinden olan Mesnevî,
Mevlâna’nın seyr-u sülûkü boyunca geçirdiği hâlet-i rûhiyeyi yansıtan ve
muhtevası çok geniş olan bir eserdir. Biz de bu çalışmamızla Mevlâna’nın bu
güzel eserini konu edindik. Bir mütefekkir olarak, O’nun dünyayı ve insanın
varoluş sürecini nasıl yorumladığını, nasıl anlamlandırdığını, nasıl algıladığını
öğrenmeye çalıştık.
Mevlânâ’nın dünya
hayatına dair neler söylediğini sağlıklı bir şekilde anlayabilmemiz için,
öncelikle onun dünya ile ilgili fikirlerini sistematik bir sıralama içinde ele
almamız gerekir. Bu sıralamayı yapmadığımız takdirde, onun düşünme ve yorumlama
tarzını kavrayamayacağımız gibi; onun dünya hakkındaki düşüncelerini de
derinlemesine irdeleyemeyiz. Bu açıdan ilk olarak, onun dünyanın yaratılmasıyla
ilgili fikirlerine değinmenin faydalı olacağını düşündük ve bu sebeple çalışmamıza
bu konu ile başladık.
Mevlânâ’ya göre
yaratılışın sırrını çözebilmemiz için ilk olarak “Mutlak Bir”den bahsetmemiz
gerekir. Çünkü hiçbir şey yaratılmadan önce ezelde sadece O vardı ve bu âlemin
nasıl ve ne şekilde yaratılacağı O’nun ezeli bilgisinde, ezeli düşüncesinde
saklıydı. İşte dünyanın yaratılması o düşüncenin, o bilginin işe/eyleme dönüşmesinden
ibârettir. Dünyanın yaratılması zerâfet ve incelik içinde en güzel şekilde olmuştur.
Çünkü bu âlem her şeyiyle Hakk’ın sıfatlarının yansımasıdır. Bu sebeple insan
her nereye bakarsa baksın, orada O’nun sonsuz kudretine şâhit olur.
Mevlânâ’ya göre
dünya yaratıldıktan sonra başı boş bırakılmış değildir. Yüce Yaratıcı dünyayı
dâima yenilemekte, durmaksızın o âlemden bu âleme; bu âlemden de o âleme
kervanlar göndermektedir. Dünyanın her dâim yenilenmesinin en bâriz örneği ise,
mevsimlerin işleyişiyle birlikte canlıların doğumu ve ölümüdür. Gözden
kaçırılmaması gereken bir diğer husus da şudur ki, Hakk’ın bu tecellisi
tekerrürden ibâret değildir. Çünkü tekrar âcizlikten ileri gelir. Oysa dünyanın
yenilenmesi, yeni bir yaratmayla mümkün olmakta ve her gidenin yerine aynısı değil
yenisi gelmektedir. Bu ise birebir Hakk’ın yaratma kudretine işaret etmektedir.
Madem dünya en
güzel şekilde incelik ve zerâfet içinde yaratılmıştır; o halde bu mükemmel
yaratılışın bir takım gizli ve açık sebepleri olmalıdır. İşte Mevlânâ’ya göre
bu âlemin yaratılmasının en büyük sebeplerinden biri aşktır. Bu âlemin yaratılışı
aşktan olduğu gibi, süregelen düzeni de aşk sebebiyledir. Şâyet aşk olmasaydı,
yeryüzünün âhengi bozulur, düzeni altüst olurdu. Mahlûkatın her biri başına
buyruk hareket ederdi. Dolayısıyla cihanın bütün zerreleri çift çift yaratılmıştır
ve her çift birbirine âşıktır. Nitekim bu durumun en güzel temsili gökyüzü ile
yeryüzüdür. Gökyüzü erkektir, yeryüzü ise kadın. Gökyüzünün verdiğini yeryüzü
besler ve yetiştirir. Gökyüzü de erkekler gibi yeryüzünün peşinde koşuşturur ve
yeryüzünü gözetler durur.
Bunun yanında
dünyanın yaratılmasının diğer bir sebebi “elest bezmi”ndeki sözleşmedir. Âlem-i
ervâhta ruhların her biri Hakk’ın, “... Ben sizin Rabbiniz değil miyim?...”
suâline, “...Evet. Rabbimizsin. şahit olduk...” cevabıyla karşılık vermişler ve
böylece sözleşme yapmışlardır. Ruhların hepsi de sorulan soruya aynı cevapla
karşılık verdiklerinden; ruhlar âleminde renkler. bölünmeler. tefrikalar yoktu;
ancak ruhlar bedenlere bürünüp yeryüzüne dağılınca ayrışmalar ortaya çıktı. iyi
ruhlar ile kötü ruhlar karıştı. Bu açıdan bu dünya bir harman yeri gibidir ve
Cenâb-ı Hak dünyayı yaratmakla. sap ile samanı; yani iyi ruhlar ile kötü
ruhları birbirinden ayırmayı irâde etmiştir.
Mesnevî’de dünya hayatıyla ilgili birbirinden bağımsız
çok çeşitli tanımlamalar mevcuttur. Mevlânâ bu tanımlamaların her birinde.
dünya hayatının farklı farklı boyutlarına. çeşit çeşit hilelerine işaret etmiştir.
Bu açıdan Mevlânâ’nın dünya hayatıyla ilgili tanımlamalarından bir kaçına değinmekte
fayda görüyoruz. Mevlânâ’ya göre dünya. büyücü bir kadın gibidir ve insanı
kendine büyüleyerek kendine esir eder. Bu durumda insan. olayları olduğundan
farklı görür ve hakikati keşfedemez. Yine ona göre dünya. çocukların oyun yeri
gibidir. İnsanların çoğu da oyuna dalmakta ve kendilerini oyalamaktadırlar. Bir
diğer açıdan dünya. bir rüya gibidir. Bu sebeple insanoğlu dünyada çektiği
ızdıraplara. başına gelen felaketlere aldırış etmemelidir. Yine bu sebeple
insanoğlu. dünyanın nimetlerine kendini kaptırmamalıdır. Çünkü nihayetinde
bütün yaşananlar bir rüyadır. bir yalandır. hakikat değildir. Aslında
insanların pek çoğu. dünyanın yalan olduğunu. hakikat olmadığını bilmektedir.
Ancak bu bilgi doğrultusunda amel edenler ârifler/âşıklardır. Çünkü onların
bilgisi hakka’l- yakîn derecesinde. diğer insanların bilgisi ise taklide
dayalıdır.
Dünya hayatıyla
ilgili Mesnevî’deki bazı tanımlamalar. aynı zamanda insanın dünyadaki
konumunu da açıklayıcı niteliktedir. Çünkü dünyanın yaratılmasındaki maksat ile
insanın yaratılmasındaki maksat birebir örtüşmektedir. Bu sebeple insanın
dünyadaki konumunu, diğer bir deyişle insanın dünya ile ilişkisini, kısaca
birkaç cümleyle ifade etmeliyiz. İlk olarak Mevlânâ’ya göre insan, bu dünyada
mahpustur. Çünkü o ötelerden, arş tarafından bu kirli dünyaya gelmiştir. Bu
yüzden insanın dünyadaki en iyi hali bile, dar bir ayakkabıyla geniş bir ovada
yürümesine benzemektedir. Ova ne kadar geniş olsa da ayakkabı dar olduğundan
insan ızdırap içindedir. Yahut insanın hali, çok ısınmış bir hamamda bulunmaya
benzer. Böyle bir hamam ne kadar geniş ve konforlu da olsa, insan için hizmet
değil, hezimet üretir.
Mevlânâ insanın
dünya ile ilişkisini açıklarken, onun iç âlemindeki çekişmeyi de konu edinir.
Mevlânâ insanın iç âleminde ulvî duygularla suflî duyguların sürekli çatıştığını
ifade eder. Bu açıdan insanın irâdesi bazen nefsânî olana, bazen de ruhânî
olana meyletmektedir. Zaten insanı insan yapan, onu halife kılan temel unsur
irâdesidir. İnsan, bir insan olarak kutsal emaneti yüklenmiş olmanın sorumluluğunu,
en çok nefsi ile ruhu arasında yaşadığı bocalama durumlarında hisseder. Nitekim
Mevlânâ kendini Hakk’a yakınlaştırdığı için, zaman zaman irâdesine övgüler yağdırmakta;
bazen de takdirin önünde ölü gibi olamamaktan korkarak, Allah’a bin bir çeşit
dua ve niyazla yalvarmaktadır. Böyle durumlarda ise “Allah’ım benim irâdem hiç
olmasaydı da, her hal ve durumda kayıtsız ve şartsız teslim olabilseydim.” gibi
ifadelerle kulluk sorumluluğunu, hakkıyla yerine getirebilme kaygısıyla yaşadığını
belli etmektedir.
Bununla birlikte
Mevlânâ, dünyanın dert ve sıkıntılarını geçici bir misafir olarak kabul eder.
Bu sebeble insan, misafirinin gönlünü hoş tutmalı, onu incitmemelidir. İnsan
dertten kaçmamalı, aksine derde sarılmalı ve derdi yaşamalıdır. Çünkü Cenâb-ı
Hak kulunu gafletten uzak tutmak için, ona sıkıntı ve meşakkat yüklemektedir.
Hem insan dert ve tasayla yıkık dökük olursa, Hak Teâlâ en güzel mimar olarak
onu tekrar imar eder.
Sonuç olarak,
dünyada kulluk bilinciyle hareket eden her insanın bir takım sıkıntılarla karşılaşması
kaçınılmazdır. Ancak insan dünyada huzur bulmak için, Allah’ın seçkin
kullarıyla birlikte olmalı ve kanaat, sabır, hayâl ve iman olmak üzere dört yol
arkadaşı edinmelidir. Dünyaya hakikat penceresinden bakabilenler,
yalnızca Allah’ın
seçkin kullarıdır. Bu açıdan onlar, halkın gören gözü, tutan eli olmuşlardır.
Allah’ın seçkin kullarından sonra insanın edinmesi gereken dört yol arkadaşına
gelince bunların ilki kanaattir. İnsan, Allah’ın verdiklerine razı olup, kanaat
etmelidir. Çünkü insan kanaat etmedikçe, nereye kaçarsa kaçsın; karşısına bir
bela, bir âfet çıkacaktır. Yol arkadaşlarından bir diğeri olan güzel hayaller
ise, insanın kişiliğini geliştirir, bakış açısını zenginleştirir, dert ve
tasaları unutturur. Her şeyden önce sıkıntılardan kurtulmanın hayali gelir.
Kurtuluş hayali insanın içindeki yol arkadaşı olan imandan ileri gelir. Çünkü iman
zayıflığı insanı ümitsizliğe götürür, insana iç sıkıntısı verir. Bunun yanında
sabır, ancak imanla olursa arkadaşlık eder. Çünkü sabrı olmayanın imanı da
zayıftır.
BİBLİYOGRAFYA
Aclûnî, İsmail b.
Muhammed, Keşfu’l-hafa ve müzîli’l-ilbâs, Beyrut-1352, III, üçüncü baskı.
Afifî, Ebu’l Alâ, Tasavvuf, İslam’da
Manevî Devrim, terc.
H. İbrahim Kaçar- Murat Sülün, İstanbul-1996.
Arpaguş, Sâfî, “Bir
Mürşîd-i Kâmil Portresi: Mevlânâ Celâleddîn Rûmî”, Keşkül
Sûfî Gelenek ve Hayat, İstanbul
-2004, sayı I.
Bolat, Ali, “İbn
Atâ’nın Tasavvufi Yaklaşımları”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara-2004, sayı
XIII.
Buhârî, Ebû
Abdullah Muhammed b. İsmail, el- Câmiu’s-Sahih, Sahih-i Buhârî Tercümesi,
terc. Mehmet Sofuoğlu, İstanbul-1989, I-XVI.
Cebecioğlu, Ethem,
“Psiko-Tarih Açısından Farklı Rûhî Tekâmül Mertebelerinin Mevlâna’nın Anlaşılmasındaki
Rolü-Metodolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara-2005, sayı
XV.
Ceyhan, Semih, “Mesnevî”,
DİA., Ankara-2004, XXIX.
Çelik, İsa,
“Tasavvuf Tarihinde Ârif Kavramı”, Tasavvuf İlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2004, sayı XII.
Davudoğlu Ahmed, Kur’ân-ı
Kerîm Meâli, İstanbul, ts.
Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i
Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul-1973-1980, I-XI.
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul-1996,
onbirinci baskı.
Eflâkî, Ahmed, Menâkıbu’l-Arifin, Âriflerin
Menkıbeleri, terc. Tahsin Yazıcı, İstanbul-1995, I-II.
Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu
ulûmi’d-dîn, tah.
Irakî, Kahire-1387/1967, I-IV.
Gölcük, Şerafettin-
Toprak, Süleyman, Kelâm, (baskı y. yok), 1996, üçüncü baskı.
Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul-1985,
dördüncü baskı.
Gülabâdî, Ebu Bekr
Muhammed b. İshâk, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t- tasavvuf, tah. Ahmed Şemseddîn,
Beyrut-1422/2001.
Gürer, Dilâver, Abdülkâdir
Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul- 2003, ikinci baskı.
Gürer, Dilaver, Fusûsu’l-Hikem
ve Mesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri, İstanbul-2003, ikinci baskı.
Hucvîrî, Ali b.
Osman el-Cüllâbî, Keşfü’l-mahcûb, terc. ve tah. İs’âd Abdulhâdî Kandil, Beyrut -1980, I-II.
İbn-i Arabî,
Muhyiddin Muhammed b. Ali, Fütûhât-ı Mekkiyye, terc. Selahaddin Alpay, İstanbul-1977.
İbn-i Hanbel, Ebû
Abdullah Ahmed b. Muhammed, el-Müsned, İstanbul- 1982, I-VI.
İbn-i Mâce, Ebû
Abdullah Muhammed b. Yezid, es-Sünen, İstanbul-1982, III.
İzutsu, Toshihiko, İbn
Arabî’nin Fusûsu’ndaki Anahtar-Kavramlar, terc. Ahmet Yüksel Özemre, İstanbul-1998.
Kabaklı, Ahmet, Mevlânâ,
İstanbul-1984, dördüncü baskı.
Kandehlevî,
Muhammed Yusuf, Hayâtü’s-sahâbe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslamî
Hayat, terc. Ali Arslan, İstanbul-1993.
Kara, İsmail/
Yücer, Hür Mahmut, “Trabzonlu (Oflu) Nakşî- Halidî Yusuf Şevki Efendi ve
Hediyyetü’z-zakirîn hüccetü’s-salikîn Adlı Eseri”, Tasavvuf ve İlmi
Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2004, sayı XIII.
Konevî, Sadreddîn, Şerh-i Hadis-i Erbaîn, Kırk Hadis Şerhi, terc. Ekrem Demirli, İstanbul-2004, üçüncü
baskı.
Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin, er-Risâletü’l-Kuşeyrriyye, tah. Abdülhalîm Mahmûd-Mahmûd b. Eş-Şerîf,
Dimaşk-2000.
Kübrâ, Necmüddin, Usûlu Aşere,
Risâle İle’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemâl, Tasavvufî Hayat, haz. Mustafa Kara, İstanbul-1996.
Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Konya-2004, ikinci baskı.
Mevlânâ, Celaleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, terc. Ahmet
Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul-1994.
Mevlânâ, Celâleddîn-i Rûmî, Konularına Göre Açıklamalı
Mesnevî Tercümesi, terc. Şefik Can, İstanbul-2003, I-VI, beşinci baskı.
Muhâsibî, Hâris b. Esed, er-Riâye li-hukûkıllah,
tah. Abdülkâdir Ahmed Atâ, Âbidîn-1390/1970, üçüncü baskı.
Ögke, Ahmet, “Tasavvufta ‘Kenz-i Mahfî’ Düşüncesi ve
Sofyalı Bâlî Efendi (960/1553)’nin ‘Küntü Kenzen Mahfiyyen’ Şerhi Bağlamında
Varoluşun Anlamı, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara- 2004,
sayı XII.
Öngören, Reşat, “Mevlânâ
Celâleddîn-î Rûmî” ,DİA, Ankara-2004, XXIX.
Sühreverdî, Ebu
Hafs Ömer b. Muhammed, Avarifü’l-maârif, tah. (Heyet), (baskı y. yok),
ts. I-II.
Şahin, Hasan-
Sevim, Seyfullah, Tasavvuf, Ankara-2002.
Şa’rânî,
Abdulvahhâb b. Ahmed, et-Tabakâtu’l-kübrâ, tah. Abdurrahman Hasan
Mahmûd, Kahire, ts., I-II.
Şa’rânî,
Abdülvahhab b. Ahmed, Tenbîhü’l- muğterrîn, Dimaşk, ts.
Tahralı, Mustafa,
“Fusûsu’l Hikemde Tezadlı İfâdeler ve Vahdet-i Vücûd”, Fusûsu’l Hikem
Tercüme ve Şerhi,
II (takdim yazısı), İstanbul-1989.
Tahralı, Mustafa,
“Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhi, III (takdim yazısı), İstanbul-1989.
Tarlan, A. Nihat,
“Mevlânâ’nın Dünyası”, Keşkül Sûfî Gelenek ve Hayat, İstanbul- 2004, sayı I.
Tirmizî, Ebû
Muhammed b. İsa, es-Sünen, Sünen-i Tirmizî Tercümesi, terc. Mollamehmetoğlu
O. Zeki, İstanbul, ts., I-VI.
Tosun, Necdet, Bahâeddîn
Nakşbend,
Hayatı, Görüşleri, Târikatı, İstanbul- 2002, birinci baskı.
Turgay, Nurettin, “İslam’da
Haset Kavramı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara-2004, sayı
XII.
Uludağ, Süleyman, “Dünya”,
DİA, İstanbul-1994, X.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul-1977, üçüncü baskı.
Yeniterzi, Emine, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Ankara
-1997.
Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvuf Mes’eleleri, İstanbul-1421/2001.
[1]Eflâkî,
Ahmed, Menâkıbu’l-arifin, Âriflerin Menkıbeleri, terc. Tahsin Yazıcı, İstanbul-1995, c. I, s.
242.
[2]
Öngören, Reşat,
“Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî” , DİA, Ankara -2004, XXIX/441.
[3]
A.y.
[4]
Bk. Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul -1985, s. 40 vd.;
Öngören, a.g.m., s. 441-442.
[5]
Öngören, a.g.m., s. 442.
[6]
A. y. Ayrıca bk. Gölpınarlı, a.g.e., s. 45.
[7]
Öngören, a.g.m., s. 442.
[8] Cebecioğlu, Ethem, “Psiko-Tarih Açısından Farklı Rûhî
Tekâmül Mertebelerinin Mevlâna’nın Anlaşılmasındaki Rolü-Metodolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (Mevlânâ Özel Sayısı), Ankara- 2005, sayı XV, s. 32.
[9]
A.y.
[12]
Cebecioğlu,
a.g.m., s. 35.
[13]
Öngören, a. g. m., s. 443.
[14]
Cebecioğlu,
a. g. m., s. 36.
[15]
Eflâkî, a. g. e., c. I, s. 258.
[16]
Öngören, a.g.m., s. 443.
[17]
Gölpınarlı, a. g. e., s. 79.
[18]
Cebecioğlu,
a.g.m., s. 37.
[19]
Gölpınarlı, a.g.e., s. 85.
[20]
Gölpınarlı, a.g.e., s. 108-109.
[21]
Kabaklı, a. g. e., s. 61.
[22]
Öngören, a.g.m., s. 444.
[23]
Öngören, a.g.m., s. 444-445.
[24]
Kabaklı, a.g.e., s. 84.
[25]
Öngören, a. g.m., s. 445.
[26]
Öngören, a.g.m., s. 446.
[27]
Gölpınarlı, a. g. e., s. 269.
[28]
Yeniterzi, Emine, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Ankara -1997, s. 39.
[29]
Gölpınarlı, a.g. e., s. 268.
[30]
Öngören, a.g.m., s. 447.
[31]
Ceyhan, Semih, “Mesnevî”, DİA., Ankara-2004, c. XXIX, s. 330.
[32]
Ceyhan, a. g. m., s. 331.
[33]
Cebecioğlu,
a. g. m., s. 39.
[34]
Öngören, a.g.m., s. 447.
[35]
Gölpınarlı, a.g.e., s. 271.
[36]
Yeniterzi, a. g. e., s. 39.
[37]
Öngören, a.g.m., s. 447.
[38]
Öngören, a. g. m., s. 447.
[39]
Ayrıntılı bilgi için bk. A.y.
[40]
A.y.
[41]
A.y.
[42]
Arpaguş,
Sâfî, “Bir Mürşîd-i
Kâmil Portresi: Mevlânâ Celâleddîn Rûmî”, Keşkül Sûfî Gelenek ve
Hayat, İstanbul -2004, sayı I, s. 9-11.
[43]
Yeniterzi, a. g. e., s. 43.
[44]
Yeniterzi, a. g. e., s. 48.
[45]
Bakara, 2/31.
[46]
İsrâ,
17/70.
[47]
Yeniterzi, a. g. e., s. 43-44.
[48]
Tarlan, A. Nihat, “Mevlânâ’nın Dünyası”, Keşkül Sûfî Gelenek ve
Hayat, İstanbul- 2004, sayı I, s. 13.
[49]
Gölpınarlı, a. g. e., s. 249.
[50]
Yeniterzi, a. g. e., s. 31.
[51]
Kabaklı, a. g. e., s. 102-103.
[52]
Kabaklı, a. g. e., s. 112.
Yeniterzi, a.
g. e., s. 55.
[54]
Kabaklı, a. g. e., s. 110.
[55]
Yeniterzi, a. g. e., s. 66.
[56]
Zâriyât, 51/56.
[57]
Yeniterzi, a. g. e., s. 69.
[58]
Yeniterzi, a. g. e., s. 75.
[59]
Öngören, a.g.m., s. 445.
[64]
Uludağ,
Süleyman, “Dünya”, DİA, İstanbul-1994,
X/ 22.
[65]
A. y.
[66]
Can, Şefik,
Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, İstanbul- 2003, c. I-II,
s. 307, n. 334.
[67] Mevlânâ, Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî, Konularına Göre Açıklamalı
Mesnevî Tercümesi, terc. Şefik Can, İstanbul- 2003, c. I-II, s. 332, by. 995.
[68] Mesnevî, c. I-II, s. 307-308, by. 686-690. Mevlâna
dünyanın hâdis olduğunu
daha geniş bir
biçimde, “bir mümin ile bir filozofun konuşmaları” başlığı
altında ele almıştır.
(Bk. a. g. e., c. III-IV, s. 582- 585, by. 2833-2880).
[69]
Mesnevî, c. I-II, s. 329-330, by. 965-973, 976-978.
[70] Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-hafa ve müzîli’l-ilbâs, Beyrut- 1352, c. II, s. 132. Bu konuda ve bu hadis
üzerinde yapılmış şerh
vb. çalışmalarla
ilgili bilgi için bk. Ögke, Ahmet, “Tasavvufta ‘Kenz-i Mahfî’ Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî
Efendi (960/1553)’nin ‘Küntü Kenzen Mahfiyyen’ Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara- 2004, sayı XII, s. 9-24.
[71]
Mesnevî, c. V-VI, s. 392, by. 698.
[72]
Mesnevî, c. I-II, s. 170, by. 2860, 2862-2863.
[73]
Mesnevî, c. V-VI, s. 392, by. 699.
[74]
İbn-i
Arabî, Muhyiddin Muhammed b. Ali, Fütûhât-ı Mekkiyye, terc. Selahaddin
Alpay, İstanbul-1977,
s. 18.
[75] Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Konya-2004, s. 91.
Sufilere göre hakikatte varlık tektir. O da Allah’ın varlığıdır. Bizim yeryüzünde
varlık olarak nitelendirdiklerimizin hepsi de hayallerden ve gölgelerden
ibarettir. (Sufilerin bu konulardaki görüşleri için bk. Tahralı, Mustafa, “Vahdet-i Vücud ve Gölge
Varlık”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, III, (takdim
yazısı), İstanbul-
1990, s. 9-63.)
Mevlânâ da aynı şekilde dünyanın yaratılışını ve Allah-kâinat-insan ilişkisini zaman zaman vahdet-i
vücud konusuyla ilintilendirerek yorumlamaktadır. Örneğin Mevlânâ’nın şu ifadeleri
Allah-kâinat-insan ilişkisini
nasıl yorumladığına
delil teşkil
etmektedir: “Ey bizim canımıza can olan Rabbim, biz kim oluyoruz da, sana karşı ‘Biziz’ Diye ortaya
çıkalım. Aslında bizler de, bizim varlığımız da birer ‘yoktan’ ibarettir. Allah’ım faniyi varmış gibi gösteren ‘Gerçek
Varlık’ senden ibarettir.” (Mesnevî, c. I-II, s. 48, by. 601 vd.)
Ayrıca Abdülkâdir Geylânî’nin bu konudaki görüşleri için bk. Gürer,
Dilâver, Abdülkâdir Geylânî; Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul-2003, s. 99-100.
Bahâeddîn Nakşbend’in ve Nakşî ekolün bu konudaki görüşleri için bk. Tosun, Necdet, Bahâeddîn
Nakşbend;
Hayatı, Görüşleri,
Târikatı, İstanbul-
2002, s. 351 vd.
[76]
Mesnevî, c. V-VI, s. 616- 617, by. 3640-3646.
[77]
Mesnevî, c. III-IV, s. 80, by. 989-991.
[78]
A. y. by. 992, 1000-1001.
[79]
Rahman, 5/29.
[80]
Tahralı, Mustafa, “Fusûsu’l Hikemde Tezadlı İfâdeler ve Vahdet-i Vücûd”, Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhi, II (takdim yazısı), İstanbul-1989, s. 19- 21.
[81]
Mesnevî, c. I-II, s. 132, by. 1889, 1892-1894.
[82]
Mesnevî, c. I-II, s.198, by, 3071-3075.
[83]
Mesnevî, c. III-IV, s. 9, by. 22-29.
[84]
Mesnevî, c. III -IV, s. 501-502, by. 1594-1598.
[85]İzutsu, Toshihiko, İbn Arabî’nin
Fusûsu’ndaki Anahtar-Kavramlar, terc.
Ahmet Yüksel Özemre, İstanbul-1998,
s. 313.
[86]
Mesnevî, c. III-IV, s. 502-503, by. 1599-1600, 1604-1610.
[87]
Mesnevî, c. V-VI, s. 536, by. 2770.
[88]
Mesnevî, c. III-IV, s. 503, by. 1614.
[89]
Mâide, 5/54.
[90]
Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvuf Mes’eleleri, İstanbul-2001, s. 146.
[91]
İbn-i
Arabî, a. g. e., s. 23.
[92] Mesnevî, c. V-VI, s. 228, by. 2736-2739. Mevlânâ
mahlûkatın yaratılış sebebini
bir çok yerde “Habibim! Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım.” sırrıyla izah
eder. Mehmet Demirci bu sözün lafzen değilse de manen doğruluğunu
ifade eder. (Bk. Gürer, Dilaver, Fusûsu’l Hikem ve Mesnevî’de Peygamberlerin
Öyküleri, İstanbul-2003,
278, n. 120.)
[93]
Mesnevî, c. V-VI, s. 310, by. 3854- 3855.
[94]
Mesnevî, c. III-IV, s. 349, by. 4401- 4402. Kehribar kelimesinin anlamı
için bk. Doğan,
Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul-1996, s. 629.
[95]
Mesnevî, c. III-IV, s. 349-350, by. 4403-4406.
[96]
Mesnevî, c. III-IV, s. 350, by. 4409-4414.
[97]
A’raf, 7/172.
[98]
Mesnevî, c. V-VI, s. 29-30, by. 174.
[99]
Konevî, Sadreddîn, Şerh-i
Hadis-i Erbaîn, Kırk Hadis Şerhi, terc. Ekrem
Demirli, İstanbul-2004,
s. 15.
[100] Gürer, Peygamberlerin Öyküleri, s. 116- 117.
[101] Gürer, Peygamberlerin Öyküleri, s. 117.
[102] Kehf, 18/7.
[103] Mesnevî, c. III-IV, s. 598-599, by. 3001-3018.
[104] Mesnevî, c. III-IV, s. 599, by. 3019-3027.
[105] Mesnevî, c. I-II, s. 200, by. 3141-3142.
[106] Mesnevî, c. III-IV, s. 585, by. 2881-2886.
[107] Mesnevî, c. III-IV, s. 585-586, by. 2887-2894.
[108] Mesnevî, c. V-VI, s. 59-60, by. 598-603.
[109] Bakara, 2/31.
[110] Âl-i İmrân,
3/14.
[111] Hadid, 57/20.
[112] Necm, 53/29.
[113] Nisa, 4/77.
[114] En’am, 6/70.
[115] Lokman, 31/33.
[116] Nâziât, 79/38.
[117] Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25.
[118] Tirmzî, “Zühd”, 44; İbn-i Mâce, “Zühd”, 3; Ahmed b. Hanbel, I, 301.
[119] Müslim, “Zühd”, 1.
[120] Buharî, “Cihad”, 70; “Rikak”, 10; İbn-i Mâce, “Zühd” 8.
[121]Gülabâdî, Ebu Bekr Muhammed b. İshâk, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t-tasavvuf, tah.
Ahmed Şemseddîn,
Beyrut-1422/2001, s. 109.
[122] Kuşeyrî,
Abdülkerîm b. Hevâzin, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tah. Abdülhalîm Mahmûd-Mahmûd b. Eş- Şerîf, Dimaşk-2000, s. 575.
[123] Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu ulûmi’d-dîn, tah. Irakî, Kahire-1387/1967, c.
IV, s. 301.
[126] Bolat, Ali, “İbn
Atâ’nın Tasavvufi Yaklaşımları”,
Tasavvuf İlmi
ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara-2004, sayı XIII, s. 307.
[127] Mesnevî, c. I-II, s. 83, by. 983-990.
[128] Mesnevî, c. I-II, s. 57, by. 524-531.
[129] Mesnevî, c. I-II, s. 57-58, by. 532-534, 540-543.
[130] Mesnevî, c. I-II, s. 90-91, by. 1135-1141.
[131] Mesnevî, c. III-IV, s. 612, by. 3210-3214.
[132] Mesnevî, c. III-IV, s. 603-604, by. 3085-3091.
[133] Mesnevî, c. III-IV, s. 605, by. 3100.
[134] Mesnevî, c. III-IV, s. 607-608, by. 3144-3152, 3156-3157.
[135] Mesnevî, c. III-IV, s. 610, by. 3188-3297.
[136] Mesnevî, c. III-IV, s. 611, by. 3200-3207.
[137] Mesnevî, c. V-VI, s. 636, by. 4082-4087.
[138] Mesnevî, c. I-II, s. 453, by. 2599-2600.
[139] Mesnevî, c. I-II, s. 453, by. 2600.
[140] Kasas, 28/73.
[141] Mesnevî, c. III-IV, s. 150-151.
[142] Mesnevî, c. III-IV, s. 151, by. 1734.
[143] Bakara, 2/57.
[144] Can, a. g. e., c. I-II, s. 445, n. 547.
[145] Mesnevî, c. I-II, s. 445-446, by. 2484-2489.
[146] Mesnevî, c. III-IV, s. 280, by. 3545-3547.
[147] A.y. by. 3548-3551.
[148] Mesnevî, c. V-VI, s. 79, by. 860-866.
[149] Mesnevî, c. V-VI, s. 80, by. 867-868.
[150] Mesnevî, c. V-VI, s. 464, by. 1710-1716.
[151] Mesnevî, c. V-VI, s. 340, by. 36-39.
[152] Mesnevî, c. V-VI, s. 39, by. 301-304.
[153] Zâriyat, 51/56.
[154] Mesnevî, c. III-IV, s. 597, by. 2988-2989.
[155] Mesnevî, c. V-VI, s. 82, by. 896.
[156] Mesnevî, c. V-VI, s. 146, by. 1768.
A. y., aynı
beyit.
[158] Mesnevî, c. V-VI, s. 213, by. 2549.
[159] Mesnevî, c. V-VI, s.279, by. 3532.
[160] Mesnevî, c. III-IV, s. 93, by. 1293.
[161] Mesnevî, c. III-IV, s. 505, by. 1650.
[162] Mesnevî, c. V-VI, s. 657, by. 4570.
[163] Mesnevî, c. III-IV, s. 444, by. 818.
[164] Mesnevî, c. III-IV, s. 395, by. 238. Külhan kelimesinin anlamı
için bk. Doğan,
a. g. e., s. 702.
[165] Mesnevî, c. III-IV, s. 443, by. 811.
[166] Mesnevî, c. I-II, s. 493, by. 3140.
[167] Mesnevî, c. I-II, s. 94, by. 1295.
[168] Mesnevî, c. V-VI, s. 260, by. 3220.
[169] Mesnevî, c. V-VI, s. 614, by. 3606.
[170] Mesnevî, c. I-II, s. 94, by. 1293.
[171] Mesnevî, c. III-IV, s. 431, by. 648.
[174] Mesnevî, c. I-II, s. 157, by. 2291-2295.
[175] Mesnevî, c. V-VI, s. 343-344, by. 76-80.
[176] Bk. İsrâ,
17/44.
[177] Mesnevî, c. III-IV, s. 81-82, by. 1011-1018.
[178] Mesnevî, c. III-IV, s. 82, by. 1021-1027.
[179] A. y. by. 1019-1020.
[180] Mesnevî, c. III-IV, s. 640, by. 3532-3536.
[183] Tahralı, Mustafa, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, Fusûsu’l Hikem
Tercüme ve Şerhi, III (takdim yazısı), İstanbul-1989, s. 31.
[184] Mesnevî, c. I-II, s. 47, by. 686-690.
[185] Mesnevî, c. I-II, s. 13, by. 1-2.
[186] Mesnevî, c. I-II, s. 13-14, by. 2-8.
[187] Mesnevî, c. III-IV, s. 644, by. 3628-3632.
[188] Mesnevî, c. V-VI, s. 366, by. 451-458.
[189]Mesnevî, c. III-IV, s.
93, by. 1293-1298.
[190]Mesnevî, c. V-VI, s.
214-215, by. 2556-2559.
[191] Kübrâ, Necmüddin, Usûlu Aşere, Risâle İle’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemâl, Tasavvufî Hayat, haz. Mustafa Kara, İstanbul-1996, s. 33, n. 1.
[192] Bakara, 2/150.
[193] Kübrâ, a. g. e, s. 33-36.
[194] Bakara, 2/31.
[195] Yunus, 10/97.
[196] Yunus, 10/25.
[197] Nisa, 4/49.
[198] Tevbe, 9/111.
[199] Kübrâ, a. g. e, s. 36.
[200] Mesnevî, c. III-IV, s. 642, by. 3605-3607.
[201] Mesnevî, c. III-IV, s. 643, by. 608.
[202] Konevî, a. g. e., s. 17.
[203] Mesnevî, c. V-VI, s. 636, by. 4066.
[204] Mesnevî, c. I-II, s. 227, by. 3512-3514.
[205] Mesnevî, c. I-II, s. 84, by. 618-620.
[206] Mesnevî, c. I-II, s. 85, by. 635-636.
[207] Mesnevî, c. V-VI, s. 363-364, by. 403-420.
[208] Mesnevî, c. I-II, s. 76-77, by. 956-960, 963-970.
[209] Mesnevî, c. I-II, s. 77, by. 1256-1261.
[210] Mesnevî, c. I-II, s. 79, by. 1229.
[211] Mesnevî, c. V-VI, s. 437-438, by. 1632-1633, 1640-1645.
[212] Mesnevî, c. I-II, s. 336, by. 1055-1059.
[213] Mesnevî, c. I-II, s. 79-80, by. 909-911, 916-919.
[214] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 312.
[215] Mesnevî, c. III-IV, s. 384-385, by. 65-69.
[216] Mesnevî, c. I-II, s. 175-176, by. 2365-2370.
[217] Bakara, 2/216.
[218] Mesnevî, c. III-IV, s. 386, by. 81-90.
[219] Nahl, 16/70.
[220] Mesnevî, c. I-II, s. 353, by. 1215-1220.
[221] Nahl, 16/70.
[222] Mesnevî, c. V-VI, s. 496-497, by. 1296-1300, 2200-2204.
[223] Mevlânâ, Celaleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, terc. Ahmet Avni Konuk,
haz. Selçuk Eraydın, İstanbul-
1994, s. 29.
[224] Mesnevî, c. III-IV, s. 26, by. 200-203.
[227] Mesnevî, c. V-VI, s. 438, 1645, 1739-1741.
[228] Mesnevî, c. V-VI, s. 438-439, by. 1739-1746.
[229] Mesnevî, c. V-VI, s. 439, by. 1747-1753.
[230] İnsanoğlunu Allah’a yaklaştıran amellerden birisi de
sabırdır. Çünkü nefis, dert ve sıkıntılar karşısında durmaksızın sızlanmayı ve
şikayetlenmeyi
temenni eder. B u sebeple sabır, nefse en ağır gelen amellerden birisidir. Bu inceliğe işaret ederek Sadreddîn-i
Konevî şöyle
demiştir:
“Sabır, nefsi şikayetten
alı koymaktır. Şüphesiz
ki, nefsi şikayetten
alı koymak insana sıkıntı verir.” (Geniş bilgi için bk. Konevî, a. g. e., s. 63-64).
[231] Mesnevî, c. I-II, s. 304-305, by. 590-603.
[232] Yusuf,12/87.
[233] Fîhi Mâ Fîh, s. 10-11.
[234] Bk. Teğâbün,
64/2.
[235] Mesnevî, c. I-II, s. 305, by. 604-611.
[236] Fîhi Mâ Fîh, s. 31.
[237] Mesnevî, c. V-VI, s. 258-259, by. 3202-3207.
[238] Mesnevî, c. I-II, s. 305, by. 612.
[239] Enbiyâ, 21/34.
[240] Mesnevî, c. I-II, s. 158, by. 3205-3206, 2298, 2301.
[241] Mesnevî, c. V-VI, s. 614, by. 3604-3609.
[242] Mesnevî, c. V-VI, s. 145-146, 1760-1763, 1766-1768.
[243] Gülabâdî, a. g. e., s. 109 .
[244] Mesnevî, c. III-IV, s. 321, by. 3964-3970.
[245] Mesnevî, c. III-IV, s. 478, by. 1330-1332.
[246] Mutaffifîn, 83/14.
[247] A’râf, 7/100.
[248] Râd, 13/28.
[249] Bakara, 2/10.
[250] Buharî, “İman”,
39; Müslim, “Müsâkat”, 107.
[251] Yılmaz, a. g. e., s. 136.
[252] Tosun, a. g. e. s. 62.
[253] Mesnevî, c. I-II, s. 264, by. 72-73.
[254] Mesnevî, c. III-IV, s. 194, by. 2247.
[255] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 188.
[256] Zâriyat, 51/22.
[257] Mesnevî, c. III-IV, s. 54-55, by. 505-507.
[258] Gülabâdî, a. g. e., s. 118.
[259] Mesnevî, c. III-IV, s. 308, by. 3741-3742.
[260] Mesnevî, c. III-IV, s. 40, by. 385-389.
[261] Gazzâlî, a. g. e., c. III, s. 258.
[262] Mesnevî, c. III-IV, s. 28, by. 219-228.
[263] Kuşeyrî,
, a. g. e., s. 265.
[264] Mesnevî, c. V-VI, s. 426-427, by. 1226-1236.
[265] Mesnevî, c. V-VI, s. 427, by. 1244-1249.
[266] Mesnevî, c. III-IV, s. 225, by. 2858-2871.
[267] İbn-i
Mâce, “Zühd”, 1.
[268] Buhârî, “Rikâk”, 10; Müslim, “Zekât”, 116, 119.
[269] Mesnevî, c. I-II, s. 194, by. 3040.
[270] Mesnevî, c. I-II, s. 268, by. 133-134.
[271] Şa’rânî,
Tenbîhü’l-muğterrîn, s. 352.
[272] Mesnevî, c. I-II, s. 251-252, by. 3903-3904.
[273] Mesnevî, c. I-II, s. 180, by. 2752-2755.
[274] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 267.
[275] Mesnevî, c. V-VI, s. 352, by. 320-321.
[276] Mesnevî, c. III-IV, s. 615, by. 3102-3111.
[277] Kandehlevî, Muhammed Yusuf, Hayâtü’s-Sahâbe, Hz. Muhammed ve
Ashabının Yaşadığı İslamî Hayat, terc. Ali Arslan, İstanbul-1993, c. I, s. 368.
[278] Mesnevî, c. III-IV, s. 327, by. 4115-4117.
[279] Mesnevî, c. III-IV, s. 75, by. 971.
[280] Mesnevî, c. III-IV, s. 46, by. 338.
[281] Kuşeyrî,
a. g. e, s. 164.
[282] Yusuf, 12/53.
[283] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 100.
[284] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 260.
[285] Afifî, Ebu’l Alâ, Tasavvuf, İslam’da Manevî Devrim,
terc. H. İbrahim
Kaçar- Murat Sülün, İstanbul-
1996, s. 163.
[286] Mesnevî, c. I-II, s. 317, by. 776-785.
[287] Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 263.
[288] Mesnevî, c. I-II, s. 51-52, by. 377-383.
[289] Mesnevî, c. I-II, s. 146, by. 1969-1971.
[290] Şa’rânî,
Abdulvehhâb b. Ahmed, et-Tabakâtü’l-kübrâ, tah. Abdurrahman Hasan
Mahmûd, Kahire, ts., c.I, s. 111.
[291] Mesnevî, c. I-II, s. 49-50, by. 370- 375.
[292] Uludağ,
Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul-1977,
s. 491.
[293] Tirmizi, “Zühd”, 48.
[294] Sühreverdî, Ebu Hafs Ömer b. Muhammed, Avarifü’l-maârif, tah.
(heyet), Mekke-2001, c. II, s. 585.
[295] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 236.
[296] Mesnevî, c. V-VI, s. 422, by. 1118-1125.
[297] Bakara, 2/268.
[298] Mesnevî, c. I-II, s. 55-56, by. 411-416.
[299] Mesnevî, c. V-VI, s. 232, by. 2855-2865.
[300] Mesnevî, c. V-VI, s. 232-233, by. 2866-2869.
[301] Afifî, a. g. e., s. 172.
[302] Mesnevî, c. I-II, s. 538, by. 3769-3774.
[303] Uludağ,
a. g. e., s. 225. Haset eden kimse hem ruhen hem de bedenen kendisini yıpratır
ve daima huzursuz olur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde hasetten
korunmak gerektiği
ısrarla vurgulanmıştır.
(Geniş bilgi
için bk. Turgay, Nurettin, “İslam’da Haset Kavramı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2004, sayı XII, s. 73-96).
[304] Kuşeyrî,
, a. g. e., s. 257.
[305] Muhâsibî, Hâris b. Esed, er-Riâye li-hukûkıllah, tah. Abdülkâdir
Ahmed Atâ, Âbidîn-1390/1970, s.
575.
[306] Mesnevî, c. V-VI, s. 191-192, by. 2361, 2369-2374.
[307] Mesnevî, c. V-VI, s. 192, by. 2375-2381.
[314] Gölcük, Şerafettin-
Toprak, Süleyman, Kelâm, (baskı y. yok), 1996, s. 285.
[315] Gürer, Peygamberlerin Öyküleri, s. 50.
[316] Mesnevî, c. V-VI, s. 623, by. 3770-3772.
[317] Gürer, Peygamberlerin Öyküleri, s. 81.
[318] Mesnevî, c. I-II, s. 281, by. 280-289.
[319] Mesnevî, c. I-II, s. 416, by. 2063-2064, 2085-2087.
[320] Mesnevî, c. I-II, s. 417, by. 2088-2093.
[321] Mesnevî, c. V-VI, s. 284, by. 3588-3590.
[322] Mesnevî, c. III-IV, s. 575, by. 2697-2702.
[323] Gürer, Peygamberleri Öyküleri, s. 79.
[324] Mesnevî, c. III-IV, s. 387, by. 91-98.
[325] Mesnevî, c. III-IV, s. 388, by. 100-101.
[326] Duhâ , 93/3-5.
[327] Mesnevî, c. V-VI, s. 286- 287, by. 3535-3540.
[328] Mesnevî, c. V-VI, s. 287- 288, by. 3541-3548.
[329] Necm, 57/17.
[330] Mesnevî, c. I-II, s. 247-248, by. 3948-3957.
[331] Enbiyâ, 21/107.
[332] Ahzab, 33/21.
[333] Gürer, Peygamberlerin Öyküleri,, s. 263.
[334] Mesnevî, c. V-VI, s. 349, by. 167-177.
[335] Uludağ,
a. g. e., s. 52. Ârif kavramı tasavvuf literatürünün temel kavramlarından
birisidir. Bu sebeple sufilerin nazarında ârif kavramının ne anlama geldiğini, ârif olan kimselerin
hangi özelliklere sahip olması gerektiğini ve ârif kavramıyla ilgili olarak marifet, irfan
kavramları hakkında geniş bilgi
için bk. Çelik, İsa,
“Tasavvuf Tarihinde Ârif Kavramı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara- 2004, sayı XII, s. 25-52.
[336] Gülabâdî, a. g. e., s. 151.
[337] Mesnevî, c. V-VI, s. 676, by. 4887-4889.
[338] Mesnevî, c. I-II, s. 53, by. 388-393.
[339] Mesnevî, c. V-VI, s. 676, by. 4886.
[340] Gazzâlî, a. g. e., c. IV, s. 350.
[341] Şahin,
Hasan- Sevim, Seyfullah, Tasavvuf, Ankara-2002, s. 107.
[342] Uludağ,
a. g. e., s. 59.
[343] Yılmaz, a. g. e., s. 146.
[344] Mâide, 5/54.
[345] Mesnevî, c. V-VI, s. 181, by. 2181-2189.
[346] Mesnevî, c. V-VI, s. 182, by. 2190-2195.
[347] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 484.
[348] Uludağ,
a. g. e., s. 266.
[349] A’râf, 7/196
[350] Hucvîrî, Ali b. Osman el-Cüllâbî, Keşfü’l-mahcûb, terc. ve tah. İs’âd Abdulhâdî Kandil, Beyrut-1980, c. II, s. 443- 444.
[351] Enfâl, 8/40.
[352] Âl-i İmrân,
3/28.
[353] Yılmaz, a. g. e., s. 218.
[354] Uludağ,
a. g. e., s. 266.
[355] Yılmaz, a. g. e., s. 220.
[356] Yılmaz, a. g. e, s. 222.
[357] Mesnevî, c. III-IV, s. 326, by. 4068-4074.
[358] A. y. by. 4075-4079.
[359] Mesnevî, c. III-IV, s. 562, by. 2384-2395.
[360] Mesnevî, c. III-IV, s. 563, by. 2396-2398, 2400-2401.
[361] Mesnevî, c. III-IV, s. 563-564, by. 2641-2646.
[362] Mesnevî, c. V-VI, s. 100-101, by. 1149-1162.
[363] Fîhi Mâ Fîh, s. 26-27.
[364] Mesnevî, c. I-II, s. 148, by. 2037-2041.
[365] Mesnevî, c. I-II, s. 148-149, by. 2042-2051.
[366] Mesnevî, c. I-II, s. 149, by. 2055-2059.
[367] Mesnevî, c. I-II, s. 176, by. 2489-2495.
[368] Mesnevî, c. I-II, s. 142, by. 1951-1957.
[369] Buhârî, “Rikak”, 38.
[370] Mesnevî, c. I-II, s. 511, by. 3340-3347, 3350-3351.
[371] Mesnevî, c. I-II, s. 512, by. 3352-3354.
[372] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 500.
[373] Fîhi Mâ Fîh, s.52
[374] Bakara, 2/57.
[375] Buhârî, “Rikâk”, 10; Müslim, “Zekât”, 116, 119.
[376] Mesnevî, c. I-II, s. 481, by. 2939-2942.
[377] Mesnevî, c. I-II, s. 249, by. 3861-3867, 3870-3874.
[378] Fîhi Mâ Fîh, s. 31.
[379] Mesnevî, c. V-VI, s. 493-494, by 2155-2159, 2162-2165.
[380] Fâtır, 35/6.
[381] Nisâ, 4/120.
[382] Mesnevî, c. V-VI, s. 479, by. 1880-1882, 1887-1889.
[383] Mesnevî, c. V-VI, s. 479-480, by. 1893-1896, 1900.
[384] Mesnevî, c. I-II, s. 347, by. 1132-1141.
[385] Mesnevî, c. I-II, s. 347-348, by. 1142-1152.
[386] Buharî, “Rikak”, 38, İbn-i Mâce, “Fiten”, 36.
[387] Mesnevî, c. I-II, s. 348, by. 1153-1158.
[388] Mesnevî, c. I-II, s. 348- 349, by. 1159-1169.
[389] Hucvîrî, a. g. e., c. II, s. 433.
[390] Yusuf, 12/53.
[391] Mesnevî, c. V-VI, s. 629, by. 3914-3921.
[392] Mesnevî, c. I-II, s. 418, by. 2103-219.
[393] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 474.
[394] Mesnevî, c. I-II, s. 418-419, by. 2110-2116.
[395] Mesnevî, c. III-IV, s. 275-276, by. 3487-3492.
[396] Mesnevî, c. I-II, s. 47, by. 686 v.d.
[397] Araf, 7/172.
[398] Mesnevî, c. V-VI, s. 30, by. 175 v.d.
[399] Mesnevî, c. III-IV, s. 599, by. 3020 v.d.
[400] Tosun, a. g. e., s. 106.
[401] Gazzâlî, a. g. e., c. III, s. 343.
[402] Mesnevî, c. III-IV, s. 83, by. 1117-1122.
[403] Mesnevî, c. III-IV, s. 84, by. 1127-1129.
[404] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 178.
[405] Mesnevî, c. III-IV, s. 85-86, by. 1132-1134.
[406] Mesnevî, c. III-IV, s. 87, by. 1146.
[407] Mesnevî, c. I-II, s. 111, by. 1545-1546.
[408] Tosun, a. g. e., s. 345-346.
[409] Gazzâlî, a. g. e., c. III, s. 344.
[410] Ankebût, 29/69.
[411] Hucvîrî, a. g. e., c. II, s. 431.
[412] Kelâbâzî, a. g. e., s. 158.
[413] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 179.
[414] Mesnevî, c. V-VI, s. 361, by. 378-382.
[415] Mesnevî, c. V-VI, s. 443-444, by. 1366-1374.
[416] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 130.
[417] Kuşeyrî,
a. g. e, s. 143.
[418] Gülabâdî, a. g. e., s. 143.
[419] Âl-i İmrân,
3/152.
[420] Gülabâdî, a. g. e., s. 144.
[421] Yılmaz, a. g. e., s. 177.
[422] Mesnevî, c. I-II, s. 80-81, by. 921-927, 934.
[423] Mesnevî, c. I-II, s. 81, by. 935-936.
[424] Mesnevî, c. III-IV, s. 617-618, by. 3269-3270.
[425] Küçük, a. g. e., s. 111.
[426] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 484.
[427] Mesnevî, c. I-II, s. 188-189, by. 2959-2968.
[428] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 499-500.
[429] Mesnevî, c. I-II, s. 189-190, by. 2969-2974, 2978-2980.
[430] Kara, İsmail-Yücer, Hür Mahmut, “Trabzonlu (Oflu) Nakşî-Halidî Yusuf Şevki Efendi ve
Hediyyetü’z-zakirîn hüccetü’s-salikîn Adlı Eseri”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara-2004, sayı XIII, s. 349.
[431] Mesnevî, c. I-II, s. 425, by. 2163-2166.
[432] Mesnevî, c. I-II, s. 452, by. 2578-2584.
[433] A. y. by. 2585-2591.
[434] Uludağ,
a. g. e., s. 446.
[435] Bk. Sabırla ilgili bazı âyet-i kerimeler için Nahl, 16/127; Nahl,16/96;
Âl-i İmrân,
3/100; Tûr, 542/4;
Enbiyâ, 21/13; Meâric, 79/5.
[436] Bk. Enbiyâ, 21/83-84; Sâd, 38/43-44.
[437] Gazzâlî, a. g. e., c. IV, s. 89.
[438] Mesnevî, c. V-VI, s. 95, by. 1089-1095.
[439] Mesnevî, c. I-II, s. 83, by. 985-988.
[440] Mesnevî, c. V-VI, s. 357, by. 330-332.
[441] Müslim, “Zühd”, 1; Tirmizî, “Zühd”, 16; İbni Mâce, “Zühd”, 3; Ahmed b.
Hanbel, II, 323.
[442] Mesnevî, c. III-IV, s. 387-388, by. 97-98, 102-108.
[443] Fîhi Mâ Fîh, s. 18.
[444] Mesnevî, c. III-IV, s. 331, by. 4159-4165.
[445] Mesnevî, c. III-IV, s. 332, by. 4168-4170.
[446] Mesnevî, c. III-IV, s. 333, by. 4174-4180.
[447] Hucvîrî, a. g. e., c. II, s. 406.
[448] Gazzâlî,a. g. e., c. III, s. 252.
[449] Mesnevî, c. III-IV, s. 92, by. 1280-1285.
[450] Kuşeyrî,
a. g. e., s. 418.
[451] Mesnevî, c. III-IV, s. 191, by. 2202-2207.
[452] Buharî, “Rikâk", 3; Tirmizî, “Zühd”, 25.
[455] Mesnevî, c. V-VI, s. 27-28, by. 134-143.
[456] Zâriyat, 51/56.
[457] Hadid, 57/14.
[458] Mesnevî, c. III-IV, s. 22-23, by. 124-129.
[461] Mesnevî, c. I-II, s. 357-358, by. 1276-1280.