Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Vücûd Risâleleri

 

Abdullah Salâhı Uşşâkî’nin Vücûd Risâleleri


MİFTÂHU’L-VÜCÛDİ'L-EŞHER FÎ TEVCÎH-İ KELÂMİ’Ş-
ŞEYHİ’L-EKBER (k.s.)

/lb/ Arzında ve semâvâtındaki hiç bir şeyin kendisinden eksilmediği Allah’ın adıyla. Zâtı için zâtıyla tecellî eden, sıfatlarının denizinin dalgaları dalgalanan ve bu dalgalardan mevcûdâtının aynları taayyün eden ve bu aynları kemâlâtının mazhârlarına dönüştüren Allah’ı teşbih ederim. Salavât'm efdali mir'ât-ı zât-ı İlâhî ve mahlûkâtı arasında vâsıta-ı feyz olan Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem), delâil-i âyât ile hidâyete eren âli ve ashâbının üzerine olsun.

Muhibler arasında, aklın idrâk kâbiliyetini hayrete düşüren Şeyh Muhyiddin’in (k.s.) açıklanamayan birtakım sözleri bulunmaktadır. /2a/ Özellikle Onun (“Ayn”ı olduğu şeylere vücûd vereni teşbih ederim.) sözü çoğu ârifleri hayrette bırakmıştır.

Görünüşte bu ifade, Hicâz, Rûm ve Şirâz bilginlerinin çoğuna göre şatahât türünden bir ifadededir. Bâtın açısından ise, varlıklara izâfe edilen nitelikleri ortadan kaldırmakla beliren tevhîd hakîkatini belirtir. Nitekim bu söz, bir açıklama gerektirir. Bu sûretle hakîkat mecâzdan ayrılır; Hak zuhûr eder ve belirginleşir. Çünkü bu kelâm, vahdet-i vücûda (varlığın birliği) dayanır.

Vücûd ehli iki gruptur: Mülhit ve zındık vücûdîler. Muvahhid sûfî büyükler. Mülhit,.zındık, gâfıl olan câhil vücûdîl eri erden vahdet-i vücûd hakkında söz edenler şunu zannederler: “Allah Teâlâ taayyün eden, rûhlar ve cisimler âleminden imtiyâz eden müstakil mevcûd (varlık) değildir. Aksine O, âlemin bütünüdür ve âlem Allah’ın kendisi ve Allah da âlemin kendisi kılınmıştır. /2b/Bundan başka bir vücûd ve mevcûd yoktur. Allah bütün bunlardan yüce ve büyüktür. Zîra “Allah’ın âlemin fertlerine nispeti, küllî-i tabiînin kendi fertlerine nispeti gibidir.” anlayışı açık bir küfürdür. Ârif-i billah sûfı büyükleri içerisindeki vahdet-i vücûd hakkında söz edenler konunun bu yanlış mânâda olmadığını belirtirler. Onların kastettikleri “zâtî tevhîd”dir. “Zâtî tevhîd”, varlıklara izâfe edilen niteliklerin ortadan kaldırılmasından ibârettir. Nitekim sûfıler “tevhîd”i, izâfe edilen bu niteliklerin ortadan kaldırılması, kadîmin hâdisten ayırt edilmesi olarak târif ederler. Bir benzetmeyle söylersek, vâcib olan hakîkî varlık güneşi, izâfî, ârızî ve mümkün varlık yıldızlarının üzerine doğduğunda bu yıldızlar batıp söner. Çünkü Hakîkat güneşinin nûru, ârızî ve mecâzî yıldızların nûrlarına üstün gelmiştir. Ufuklarda gündoğumu esnâsında gök cisimlerinin batıp sönmesi gözlemlendiği gibi...

Bize şöyle bir soru yöneltilerek denildi ki: “Bu husûsta fikirlerin anlayabileceği bir mertebede bir açıklama getirmeniz mümkün müdür?” Cevâben dedim ki: “Sözü söyleyen Allâmu’l-guyûb hazretlerinin himmeti ile bu açıklama mümkündür.”

/3a/ Sözün açıklanması  dalgalar   yani varlığının cömertlik denizinin feyzinden eşyâya vücûd vereni takdîs ederim.  yani varlık denizinden feyz bahşedenin feyzi  yani eşyâ dalgalarının “ayn”ı. Deniz, taayyün ve zuhûr yönünden dalgaların “ayn”ıdır.

Yalnız burada küllîlik-cüz’îlik söz konusu değildir. Deniz ve dalgaları arasında küllîlik-cüzîlik ilişkisi tasavvur olunamaz. Çünkü deniz, dalgalardan mürekkep olmadığı gibi dalgaların “gayr”ı da değildir. Dalgalar da taayyün ve taaddüt yönünden denizin ne “ayn”ıdır ne de “gayr”ı. Rûhların taaddüdü de ezelî ve ebedîdir. Zîra Allah Teâlâ âyet-i kerîmede: “Orada ebediyen kalacaklardır.” (Mâide, 5/119) buyurur. Bu sebeple   sözünden vehmedilip sakınılması gerekmez.

Çünkü “ayn” sözündeki ayniyetten Hak Teâlâ’ nin zâtî hüviyeti itibâriyle yarattığı eşyânın “ayn”ıdır gibi bâzı zihinlerde beliren mânâ kasdolunmaz. Burada “ayn”dan kastedilen “gayr’Tn karşıtı olmasıdır. /3b/ Böylece  sözünün mânâsı  (Eşyânın “gayr”ı değildir.) olur. Çünkü vâcibü’l-vücûd, mümkinü’l-vücûda feyz bahşeden ve onda müessir olandır. Vâcibü’l-vücûdun kadîm sıfatları da-ittisâl ve infisâl olmaksızın mümkinü’l-vücûdun hâdis sıfatlarına feyz verir ve onlarda müessir olur. Kendisine bir şey bitişmeyeni ve kendisinden bir şey ayrılmayanı tesbîh ederim. Âlem, kendise bir feyz bahşedene ve kendisinde tesir sâhibi olana nasıl muhtaç olmaz!

Âlemin varlık kazanmasında Hak’tan başka bir müessirin olması açık şirktir. /Ulah şirk edenlerden yüce ve münezzehtir. Vâcibu’l-vücûdun varlığımıza, sıfatlarının sıfatlarımıza feyz verişi ittisâl ve kendisinden bir şey eksilmeden, infısâl olmaksızındır. Çünkü Allah’ın varlığı bizim varlığımızdan farklıdır.

Allah’ın kadîm ve mutlak varlığı ne cevher ne cisim ne de arazdır. O ezelî ve ebedîdir. Fâni olması hasebiyle sınırlı ve hâdis (sonradan olan) varlığımız ise çabucak kaybolan hayâl gölgesi gibidir.

/4a/ Abdurrahman Câmi (k.s.) der ki:

ŞİİR:

Kevn Âlemindeki her şey ya vehim ya hayaldir.

Ya aynalardaki akisler ya gölgelerden ibarettir.

Hüdâ güneşi parlar sivâ gölgesinde,

Sakın ha şaşkın olma dalalet çölünde!

Âdem kimdir? Ezelînûrun aksi

Âlem nedir? Ebedî denizin dalgası

Akis nasıl nurdan kesilir,

Dalga nasıl denizden ayrılır.

Bil ki akis ve dalga

Nûr ve denizin “ayri’ıdır.

Burada ikilik muhaldir muhal

Kîl-u kâli bırak da sus!

 Ey Câmî

Kîl-u kâlden ne fayda var.

Sana lâzım olan hâl hâl!

Allah Teâlâ’nın sıfatlarının sıfatlarımıza nispeti böyledir. /4b/ O hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’na benzemez. Şâyet j) (şeyler Onun “ayn”ıdır.) denseydi bu söz vehmedilip sakınılma gerektirirdi.   Yani dalgalar denizin “ayn”ıdır. Bu açıklama, taaddüt (artma), tekessür (çoğalma), tebeddül (değişim) ve tagayyür (başkalaşma) içerir. Allah bu açıklamadan yüce ve beridir .

1. İtibâr   (O eşyânm “ayn”ıdır.) sözü. Denildi ki “Zihinde anında beliren her şey Onun “ayn”ıdır. Çünkü O her şeyle birliktedir.

Allah Teâlâ âyet-i kerîmede buyurur ki: “Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O’dur; beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O’dur; bunlardan az veya çok, ne olurlarsa olsunlar, nerede bulunûrlarsa bulunsunlar mutlaka onlarla berabedir.” (Mücâdele, 58/7) Allah Teâlâ maiyyet ile kayyûm olmasını gerçekleştirir.

2. İtibâr   (Şeyler Onun “ayn”ıdır.) sözü. Denildi ki “Zihinde ânında beliren her şeyden O münezzehtir.” Hadisde vârid olduğu üzere, “Allah vardı, onunla berâber hiçbir şey yoktu.”1 Yüce tâifenin öncüsü Cüneyd Bağdâdî (k.s) der ki: /5a/ “Şimdi de durum böyle olmaktadır.” Çünkü (oK) kelimesi devâm ve süreklilik içindir.

Şâyet “O her şey ile berâberdir, ancak hiçbir şey Onunla birlikte değildir.” sözünün inceliğini yakînî mânâda eksiksiz şekilde kavradıysan, tenâkuza düşmeden mârifete ulaştın demektir.

Bu ifadeyi kelâmcıların ölçüsü ile açıklamak mümkündür. Aym zamanda bu açıklama şeriat ehline göre de câizdir.

Kelâmcılar vücûdu şöyle târif ederler: Bil ki vücûd, birçok varlık arasında müşterek tek bir mefhûmdur. Bu mefhûm-ı vâhid çoğalır ve şeylere izâfeti ile hisse hisse olur. Bu mefhûm, çoğu kelamcılara göre şeylerin zâtlarından hâriç, zihnen onlar üzerine zâiddir. Bir kısmına göre ise hem zihnen hem de hâricendir.

Sadreddin Konevî (k.s.) Dokuzuncu Tenbitide şöyle der:

Bil ki “vücûd” birdir. Vücûdun zuhûru vardır ve bu açıdan /5b/ vücûd âlemdir. Vücûdun butûnu vardır ve bu yönden o, isimlerdir. Vücûdda zuhûrun butûndan, butûnun zuhûrdan temeyyüz etmesi için âlem ve esmâyı ayıran “Berzah-ı Câmi’” vardır ki o da insân-ı kâmildir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Zuhûr butûnun, butûn zuhûrun aynasıdır. Ve yine her ikisinin arasında, onları cem’ve tafsîl eden ayna mevcuttur.

Buna binâen vücûd-ı vâcibin feyzinin, vücûd-ı mümkinin “ayn”ı olmasına işâret ettik. Bu ise vücûd-ı vâcibin vücûd-ı mümkine feyz vermesi ve onda açılım sağlaması yönündendir.

Çünkü mümkinin zâtî açıdan müstakil vücûdu yoktur. Şâyet olsaydı vâcib bizâtihî (zâtıyla zorunlu) olurdu. Şurası açıktır ki, mümkinin vücûdu kendi zâtıyla değil, Allah ile vâcibdir (vâcib billah). Mümkinin müstakil vücûdunun yokluğu husûsunda Allah Teâlâ buyurur ki “Onun vechi müstesna her şey yok olucudur.” (Kasas, 28/88) Yâni hadd-i zâtında şu anda yok olucudur. Taftazânî (r.h.) Şerh-i Akâid inde der ki: /6a/ “Her mümkin zâtî yönden yok olucudur. Şu mânâda ki vücûd-ı imkânî, vücûd-ı vâcibîye nazaran adem (yokluk) menzilesindedir.” Gazzâli (k.s.) bu husûsta der ki: “Eşyânın zâtları yoktur. Onlar ancak adem-i mahz (sırf yokluk)dır. Bu îtibârla ma’dûmdur. Eşyânın vücûdu ancak varlık verenle birlikte ele alınırsa söz konusu olur. Zâtî yönden her bir şey, yok olmakla berâber Hakk’ın kendisine varlık vermesi açısından mevcûttur.”

Mümkin olan varlıklar, dereceleri yükselten Hakk’ın vücûdundan âri ve ârızdırlar. Vücûd-ı ânzî (sonradan olan varlık) mevcûd-ı mümkinin zâtı yönünden müstakil değildir. Çünkü mümkin, vücûd kendisine bitişmeden önce mevcûd bir şey olmadığı zaman ma’dûm (yok olan) olmayı içeriyordu. Vücûd bitiştikten sonra ise ânzî bir varlık ile mevcûd oldu. Bu sebeple zâtî yönden kendisinde müstakil bir vücûd yoktur/ 6b/ Bilâhare mümkinin vücûd-ı ânzî ile muttasıf olmasıyla zâtî yönden ma’dûm ve yok olması sâbit olmuştur. Nitekim mümkin, vücûd ile muttasıf olmadan önce ma’dûmdur. Allah Teâlâ’nm şu âyeti bunu desteklemektedir: “Muhakkak ki seni yaratmadan önce hiç bir şey yoktu.” (Meryem, 19/9) Çünkü mümkin varlıklar ancak feyz ve cömertlik sâhibi vücûd-ı vâcibe istinâd etmekle var oldular. Şâyet mümkin varlıklar, vücûd-ı vâcibten ayrı düşmüş olsalar zâtî yönden ma’dûm ve yok olacaklardır.

Bu sebeple Şeyh-i Ekber (r.a.) der ki: “Ayn”lar varlık kokusu koklamamı şiardır. Ancak Hakk’ın vücûdunu giyinmişler ve emr âleminden varlık kazanan halk âlemine intikâl etmişlerdir.” “Bilin ki, yaratma da emir de onundur; âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir.” (A’raf, 7/54)

RasadüT-Maârifte belirtilir ki: îmkâniyetin lâzım-ı gayr-ı mufârığı adem-i aslîdir. Nitekim mümkin kendisi olmaklığı açısından adem-i aslîdir. Zîra mümkinin varlığı ârızîdir. Şu halde adem, mümkinin lâzımı ve zâtının muktezâsıdır. /7a/ Diğer yönden “mümkinin vücûdu ve ademi, zâtî iktizâsı gereği değildir.” derler. Onların bu sözden kastettikleri, mümkinin illiyet nokta-i nazarından ne vücûdu ne de ademi iktizâ etmemesidir. Yâni vücûdu ve ademi için bir illet olmaz. Zîra mümkinin vücûdu ve ademi kendi varoluş kanunları gereği zımnen bunu içerir. Bununla berâber adem-i aslî bir illet içermez. Ve kendisinden başkasının da muktezâsı olmaz. Öyleyse vücûdun ve ademin illetinin yokluğu yeterlidir. Ademin illeti nasıl olur?!

Fiitûhât’ta Hakîm Tirmîzî’nin sorduğu 97. suâle cevâben denir ki: “Onun vechi müstesna her şey helak olucudur.” (Kasas, 28/88) âyetini şu mânâdadır. Zât-ı Hak’tan başka her şey mahv olmuştur. Yâni kendisine “şey” ismi verilen yok olucudur. Zâhir (zuhûr eden) mazhârın (kendisinde zuhûr olunan) “ayn”ı üzere mazhârm “şeyliği”nde zuhûr eder ki, bu “şeylik” yok olucudur. Mazhâr vücûdla ittisâfı halinde yok olur. /7b/ Yâni bu mazhar, adem olan helâk ile ittisâf durumunda helâk olur. Mümkinin ademi zâtidir. Yâni ma’dûm olması zâtının hakîkatindendir. Şeyler zâtî muktezâ olarak bir takım emirleri iktizâ ederse, bu şeylerin ortadan kalkması muhâl olur. Öyleyse eşyâda böyle bir iktizâ kâbiliyeti yoktur. O halde vücûd ile ittisâf etsin veya etmesin adem hükmünü buradan izâle ihtimâli yoktur. Hak zâtı için varlığı gerçekleştirdiğinde eşyânın vücûdu muhâldir. Bunun gibi mümkin de zâtı için ademi gerçekleştirdiğinde vücûdu muhâl olur. Bundan ötürü biz mümkini mazhâr kıldık.Mümkinin varlığı mazhariyetten ibârettir. Bu mazhariyet te yok olucudur. Düşün! Kavra ve öğret!

ŞİİR:

İnsaflı ve kendisine doğru yolun gösterilmesini taleb eden ol!

Bundan dolayı mürşid bir veliyi ara!

Bir olan vücûd-ı mutlak zâtî yönden çoğalmaz ve artmaz. Mutlak olan güneşin ışığı, zâtî yönden bir çok ve sınırlanmış olan evlere girmekle çoğalmaz ve sınırlanmaz. /8a/ Evlerin köşelerinde çoğalan ve akseden ışık, güneş ışığının ne “ayn”ı ne de “gayr”ıdır. Güneşe ne dâhil ne de ondan hâriçtir. Ancak mutlak olan güneş ziyâsı, birleşme ve ayrılma olmaksızın feyz verdiği için, yansıyan ve çoğalan ışığın “ayn”ıdır. Birleşme ve ayrılma (ittisâl ve infisâl) ancak birbirine zıt ve farklı iki şey arasında tasavvur olunabilir. Bir şey diğer bir şeyden büyük oranda farklılık kazanmadan ayrılmazsa kendisinden başkası olmaz. Zîra bu hususta ayrılma ve farklılaşma yoktur. Nitekim, güneş ışıklarının pisliklere yansıması ile de güneşin kendisinde bir eksiklik gerekmez. Aksine o pislikleri güneş ışıkları temizler. Dikkat edilmelidir ki, sözü tenzih mahallindedir. Teşbih Hakk’ın kevnî noksanlıklardan tenzihidir. Yâni vücûdun kevnî varlıklara feyz yolu ile bağlantısı vücûdu ne çoğaltır; ne sınırlar ve ne de eksiltir. Çünkü Allah Teâlâ mümkinâtın eksikliklerinden münezzeh, ekvâna (varolanlara) gereken kemâllerden mukaddestir. Âyet-i kerîme bunu destekler: “Muhakkak O her şeyi kuşatıcıdır.” (Fussilet, 41/54) Nitekim varlığının kuşatması bütün eşyâyadır. Kuşatması hüviyetinin eşyânın hakikatlerine sereyâm iledir. Bu ise zarf-mazrûf ikilemi ile açıklanamaz. Zîra o halde kuşatılan mazrûf, kuşatan ise zarf olur. Allah bundan yüce ve büyüktür.

Şâyet ibârenin zâhirinden bir zorlama olmaksızın ayrılır; âyeti tevîl eder ve bundan kastedilen “Allah’ın zâtı değil ilmi kuşatıcıdır” dersen, biz de deriz ki, “Allah’ın ilmi zâtının “gayr”ı değildir, zâtından ayrı da değildir.” Şâyet sen sınırlı olan vehminle “zâtı ilminden başkadır. İlmi zâtından ortaya çıkmıştır ve zât olmaksızın her şeyi kuşatmıştır.” şeklinde düşünürsen, bu tevîlin faydası yoktur. Ve bu hatanın âlâsıdır. Çünkü bu durumda, zât ile sıfat farklı farklı bir konumda olmayı gerektirir. /9a/ Allah’ın zâtı bütün âlemleri kuşatmadığı zaman zâtı belirli bir yönü gerektirir ki, Allah’ın şe’ni yönlerden ve sınırlamalardan yücedir. Âyet-i kerîme bunu şöyle destekler: “Rahmân arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 20/5) Hazret-i Peygamber (a.s.) buyurur ki; “Şâyet siz bir ip sarkıtırsanız o ip Allah’a iner.”Bu iki işâretten ortaya çıkmaktadır ki, Allah Teâlâ zâtı ve ilmi ile üst ve alt bütün varlıkları kuşatır. “Yerde ve gökte olan ufacık bir tane bile ondan gizli kalamaz.” (Sebe, 34/3)

Şeyh-i Ekber (k.s.) Fütûhâtisimli eserinin “el-ismu’l-alî” adlı bölümünde aşağıdaki âyeti şu şekilde tevîl eder: “Rahmân arşa istivâ etti. Göklerde ve yerde, her ikisi arasında ve toprağın altında bulunanlar onundur.” (Tâhâ, 20/69) Bil ki, Şeyhimiz Ebû Abbas Uryenî bu âyetteki (j-yJi lafzında vakfederdi. Sonra

âyete devâm eder, okurdu. Ve âyetteki fiilini (sâbit oldu.) mânâsına hami ederdi. Buna göre âyet (Cenâb-ı Hak arş üzerindedir. Yerde, gökte ve bunların arasında ve yerin altında ne varsa Onun mülkü olduğu sâbittir.) mânâsına gelir. /9b/ Ariflerin kalbinde Allah Teâlâ’nın kadri ve mekânı yücedir.

Şimdi haber-i sıdk ve iman ile sâbit olan mekânın yüceliği meselesi kalmıştır. Âlim-i billah olan ulemânın tarîk-i tecellî-i sûrîden vukû bulan beyânâtının delîli de Hakk’ın yüceliğinden dolayı “O her şeyi kuşatıcıdır.” (Fussilet, 41/54) cümle-i celîlesidir. Zât-ı ilâhiyyesini tenezzülât-ı rabbâniyyesiyle vasf edince artık bu nüzûl nisbet-i uluvva aynen delildir. Çünkü   kavlinde vakf edilip de semâya nûzûl-i İlâhîsi vasf ve beyân edilmemiş olsa, istivâ ve istilâ hakkmdaki uluvv tahakkuk etmezdi. Halbuki zât-ı bârî semâda ilâh-ı hakîkî olduğu gibi arzında da yine ilahtır. “O gökte ve yerde ilahtır.”

(Zuhruf, 43/84) âyeti de bunu te’yîd etmektedir. “Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir.” (Hadîd, 57/4) lafz-ı celîli de bunu te’yîd eder.

İşte bu tenezzülât-ı ilâhiyyesiyle had ve mikdar zuhûr etmese ve hangi sûrette tecellî ve kimlere nuzûl ve tecellî (takarrüb) etmekte olduğu bu tenezzülâtıyla bilinmiştir. Buna binâen uluvv-ı ilâhî-yi umûmî ve takarrübî muhakkaktır. Bu hakîkati bilip de Hakk’a duâ ve istiğfar ile sâil olanlar saâdet mazhârıdırlar.

Şüphe ile yoğrulmuş aklın anlayışına göre “şeyler” Hakk’ın bir parçasıdır. Bu anlayış selîm bir aklın kıyâsı değil sakat ve kısır bir vehmin kıyâsıdır. /10a/ Küllilik ve cüz’îlikten kat’-ı nazar ettiğimizde nasıl olur da şeyler Hakk’ın bir parçası olur?! Oysa durum şudur ki, küllilik ve cüz’îlik hâdis varlıkların arazlarındandır. Vücûd-ı vâcib hâdis varlıklardan farklıdır. Çünkü lügatta “küll” mânâyı câmi’ ve lafzı bir olan isimdir. “Cüz”ise bir cismin kendisinden meydana geldiği madde demektir. Allah bundan yücedir. Sûfî ıstılâhında ise, “küll” isimlerin hepsine câmi’ olan Hazret-i vâhidiyye-i ilâhiyye olarak Hakk’ın ismidir. Bu açıdan “zâtı ile ahad, esmâ ile küll” denilir. Bu mânâ üzere “küll” Hakk’a ıtlâk olunur. Ancak küll, “şeyler, Hakk’ın “ayn”ıdır.” mânâsına ıtlâk olunmaz. Allah Teâlâ on hadden münezzehtir. On hadd, altı yön (arka, ön, sağ, sol, yukarı, aşağı) öncelik, sonralık, bütün ve parçadan meydana gelir.

Bütün bu anlatılanlara göre /10b/ eser ve müessirin aynı olması gerekir. Oysa Mîzârite da belirtildiği gibi müessir eserden farklıdır. Şâyet sen “illet-i failiyye dediğimiz müessir illet, ma Tülün dışındadır. Nasıl olur da müessir eserin “ayn”ı olabilir?!” kâidesini ileri sürersen, biz cevâben deriz ki: “ Şâyet müessir ile eser yâni illet-i failiyye ile ma’lûl her ikisi de hâdis olurlarsa bu kâide müsellemdir.” Ancak bu konu üzerinde düşünülmesi gerekir. Meselâ, ağaçta müessir olan çekirdek ağacın dışında değildir. Buna göre illet-i müessire kadîm, ma’lûl hâdis olursa yukarıda zikredilen kâide geçersizdir. Zîra vâcibu’l- vücûdun feyzi olan kadîm müessir eserin hârici olursa bir çok yönden fesat ortaya çıkar. Eğer kadîm müessir, eserin hârici olursa bu durum sıfatların iptâlini, sınırlandırılmasını, Allah’ın her şeyi kuşatıcılığının ortadan kaldırılmasını ve Allah’ın “Biz size şah damarınızdan daha yakınız.” (Kaf, 50/16) âyetinin hükümsüz kalmasını gerektirir. Ancak şah damarının /İla/ cesedin bütününden sayılmasında şüphe yoktur. Allah Teâlâ hakîkat-i insâniyyeye cesedden daha yakın ise nasıl olur da cesedin hâricinde olabilir.   (biz) zamîri “ilim” mânâsında kullanılamaz. İlim sıfatı Allah’tan gayrı ve ondan ayrı olmadığı halde sen kelimesini ilim ile tevîl edersen nerede kaldı tevîlin husûsiyyeti! Allah Teâlâ buyurur ki, “Nereye yönelirseniz yönelin, Allah’ın vechi oradadır, Allah kuşatıcı ve alimdir.” (Bakara, 2/115)

“Vâsi”’ (kuşatıcı) lafzı celâlet zamirini hâmildir. Bu durumda tevîl ihtimâli yoktur. Muhakkik âlimler “vech” kelimesi hakkında, bir şeyin vechinin onun zâtı olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Ta ’rîfafla, “Hakk’ın vechi bir şeyin kendisiyle hak olduğu şeydir. Çünkü “şey” ancak Allah Teâlâ ile hakîkat kazanır.” denilmiştir. Buna şu âyet ile işâret edilmiştir: “Nereye yönelirseniz yönelin, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 2/1159)

Allah’ın vechi bütün eşyâya hakîkat kazandıran Hakk’ın”ayn”ıdır. Kim Hakk’ın kayyûmiyetinin eşyâ için olduğunu düşünür ve müşâhede ederse, o kimse her şeyde Hakk’ın vechini gören kişidir. Allah Teâlâ buyurur ki “Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.” (Vâkıa, 56/85) Sen çok iyi bilirsin ki /11b/ ilim görülecek türden bir şey değildir. Eğer sen “O’nu gözler idrâk edemez.” (En’âm, 6/103) âyetine dayanarak zâtının da böyle olduğunu söylersen; biz deriz ki, bu âyette rü’yetin cevâzına dâir bir engel yoktur. Çünkü âyette geçen Y istiğrâk için olduğu zaman iki mânâ söz konusudur. Ya herkesin göremeyeceği mânâsına gelir (selb-i umûm), ya da genel anlamda görmenin olamayacağı mânâsına gelir (umûm-ı selb). Eğer herkesin göremeyeceği mânâsına gelirse, bâzı gözlerin Allah’ı idrâk etmesine bir engel yoktur. Eğer genel anlamda görmenin olamayacağı anlamına gelirse, bu durumda Allah’ı idrâk O’nu ihâta etmek mânâsındadır. Çünkü idrâk rü’yet ve ihâta anlamında kullanılır. Bu halde ihâtanın olmaması, ihâtasız görmenin mümkün olabileceğini engellemez. Cenâb-ı Hak bir önceki âyetin devâmında şöyle buyurur. “Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir. Kim ki görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir.” (En’âm, 6/104) Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfı de bu âyeti destekler: “Rabbinizi ayın on dördüncü gecesinde dolunayı gördüğünüz gibi göreceksiniz.”1 Ve yine Hazret-i Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diğer bir hadîs-i şerîfı de aynı âyete istinâd eder: “Allah. Teâlâ Adn cennetinde, olduğu gibi öylece tecellî edecektir.”2 Kim zuhûr edende rü’yetin hakikatinden emin olursa mazhârlarda şuhûda ulaşır.

  Allah bizi sâdece ünsiyet yoluna iletsin. Onun nûrunu görmemiz, zuhûrunu müşâhede ederek sevinmemiz için gözlerimizi ve kalblerimizi kudsiyyet ışığı ile aydınlatsın.

Hâsılı, eser mazhâr mânâsında ele alındığında varlık denizinden feyz bahşedenin feyzi eserin “ayn”ı olur. Ancak eserin mazhar olması isti’dâdı ölçüsündedir. Mazhar zuhûr edenin “ayn”ı değildir. Zîra mazhar iki yönden ele alınabilir: Birincisi, kendisinde gayriyyet zuhûr eden mukayyed ve müteayyen olan şahsiyyet yönü, İkincisi, varlıkların kendisiyle kâim oldukları gayriyyetin söz konusu olmadığı mutlak vücûd yönü.

Taayyün açısından zuhûr eden, mazharın “gayr”ı değil “ayn”ıdır. Böylece çekirdeğin ağaçta bulunması gibi feyz, mazharda müessir ve vücûdun feyzi eserin “ayn”ı olur. Şeylerin Hakk’ın “ayn”ı olması gerekmez. Zîra mutlak vücûdun feyzi, mutlak vücûdun “ayn”ı değildir. Çünkü Allah Teâlâ bizzât kendisidir ve başkası olamaz./12b/Aynı görüş nokta-i nazarından feyze mazhâr olan da feyzin “ayn”ı değildir. Öyleyse mazhar zuhûr edenin feyzinin “ayn”ı olmadığı halde nasıl olur da bizâtihî kendisi olan mutlak vücûdun aynısı olur. Düşün, incele, tahkîk et!

ŞİİR:

Ey düşünen kimse! Bu sözler maksada vusûl için sana el verir.

Şâyet bir anlayış ve akıl sâhibi isen bunu düşün!

Taleb olunan şeyi, şüphe ile yoğrulmuş akıl terazisi ile araştırma! Çünkü matlûb, kavrama mertebelerinin üzerinde ve allâm olan Allah’ın hükm-i İlâhîsi kaynağındandır.

Bu ancak müşâhede ve ilhâm yolu ile gerçekleşir. Hikmet ve kelâm terazisinin doğrulaması ile tasavvur olunamaz. Çünkü şüphe terâzisinin kefesi Allah’ı kuşatâmaz, ve O’na mutâbık gelemez, içeremez.

ŞİİR:

Felsefenin feryâdı hiç burada yankı yapar mı ?!

Hiç fayda verir mi safsatanın karanlığı ?!

îmâm-ı Âzam’ın bir tanrıtanımaz ile meşhur olan tartışmasında söyledikleri bunu destekler. Tartışma şöyle gelişir:

Tanrıtanımaz: “Allah var mıdır?'

İmâm-ı Âzam: “Evet,vardır.”

Tanrıtanımaz: “Öyleyse var olanın bir mekânı olması gerekmez mi?/13a/Allah’ın mekânı nerede?

İmâm-ı Âzam: “Söyle bakalım, senin rûhun var mı? “

Tanrıtanımaz: “Elbette ki var.”

îmâm-ı âzam: “Rûhunun cesedindeki belli mekânı nerede?”

Tanrıtanımaz, bu soru üzerine şaşırıp kaldı.

îmâm-ı Âzam: “Bana süt dolu bir kap getirin.” ve getirdiler. İmâm-ı Âzam tanrıtanımaza hitâben: “Bunun içinde yağ var mı?”

Tanrıtanımaz: “Tabii ki var.”

İmâm-ı Âzam: “Yağın süt içindeki belli mekânı nerede?”

Tanrıtanımaz bu soru karşısında iyice şaşırdı. İmâm-ı Âzam devâm ederek: “İşte aynı şekilde Allah Teâlâ da âlemde belli bir mekânı olmaksızın mevcûttur.”

İmâm-ı Âzam bu sûretle aklî ve hissî delilleri kullanarak tanrıtanımazı susturdu.

Taayyünden ötürü Allah Teâlâ hâlsiz ve mahalsiz bir şekilde bütün eşyâyı kuşatır. Bu sebeple belli bir mekânı yoktur.

Nitekim az önce de geçtiği gibi Allah’ın kuşatıcılığı hakîkatierine hüviyetinin sirâyet etmesi ile olunca eşyânın Hakk’ın ne “ayn”ı ne de “gayr”ı olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ eşyânın içinde ve dışında olmaksızın eşyâya vücûdunun cömertlik feyzinden varlık bahşetmiştir. Zîra sereyân /13b/ duhûl ve hurûc gerektirmez. Duhûl ve hurûc ancak su ve maşrapada olduğu gibi iki cevherde tasavvur olunabilir. Yine gül ve gül kokusu misâlinde olduğu üzere sirâyet yoluyla hulûl, cevher ve araz söz konusudur. Nitekim vücûdun feyzi ne cevher ne de arazdır. Nasıl olur da bu hususta hâl ve mahal nazar-ı îtibar olur. Şâyet durum böyleyse “birbirine zıt iki şeyin hükmünün ortadan kaldırılması gerekir” şeklinde bir îtiraz vâki olursa ben de daha önce söylediğim gibi derim ki:

Lâhûti ankâ kuşu örümceğin tuzağıyla avlanamaz.

Örümceğin evi evlerin en zayıfıdır.

ŞİİR:

Cüz’î akıl Kur’ân î nasıl kuşatır ve kavrayabilir;

Örümcek zümrüd-ü ankâ kuşunu nasıl avlayabilir?!

Tabiî akıldan vazgeç ki gönlüne sızmasın.

Biz “Allah hay” (Allah diridir) dediğimizde “hay” sıfatından onun hareketli veya sakin olması zannolunabilir. Ancak Hak Teâlâ ne hâreketlidir ne de sükûn hâlindedir. Çünkü hareket iki zaman ve iki mekân arasında vâki olur. Sükûn ise iki zaman arasında ve bir mekânda ortaya çıkar. Allah Teâlâ zaman ve mekândan münezzehtir. Böyle olduğu halde zât-ı Hak hakkında birbirine zıt iki şeyin hükmünün ibtâli veya içtimâına dayanan kıyas nasıl dile gelebilir.

Ârif-i billah’a “Allah’ı ne ile tanıdın?” sorusu yöneltilir. Ârif-i billah/14a/“iki zıt şeyi cem’ etmekle” diye cevaplar. Akabinde Hak Teâlâ’ nin “O ilk ve sondur, zâhir ve bâtındır.” (Hadîd, 56/3) âyetini delil getirir.

Allah Teâlâ hakkında zaman söz konusu olmayınca evveliyyeti (ilkliği), âhiriyyetinin (sonluğunun), âhiriyyeti de evveliyyetinin aynısı olur. Bununla berâber Hak Teâlâ hem bâtında zuhûr eden hem zuhûr etmede bâtın olandır. Böylece iki zıt şey ân-ı vâhidde ve tek bir yönde birleşir. Bu konuda felsefe ve kelâm terâzisi ile işleyen vehimlerin kıyâsı tatbik olunamaz. Anla!

ŞİİR:

“İlimde felsefe vardır, "iddiasında bulunan kimseye söyle!

Bir şeyi akılda tutmaya çalışırken bir çok şey senden uçup gitmede.

Ey mesûd olan tâlib! Şuhûd yıldızlarından hudûd bulutlan çekilirse, kuyûd ufuklarından vücûd güneşi parlar. Allah Teâlâ buyurur ki: “Yeryüzü Rabbi’nin nûruyla aydınlanır.” (Zümer, 39/69)

Reşîd olan Allah’tan gözlerimizdeki keskin ve kalın perdeyi kaldırıp açmasını ve bizi şu âyete muhâtab kılanlardan eylemesini isteriz. “O gün gözlerin keskindir.” /14b/ (Kaf 50/22) Böylece eşi ve benzeri olmayan Allah-ı vâhid’in vechini kesret aynalarında müşâhede ederiz. Hak Teâlâ buyurur ki: “Her nereye yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 2/115)

Ey Allahım! Bizi dünya ve âhirette gözleri kapalı olanlardan ve yolunu şaşıranlardan eyleme! Muhakkak Allah Teâlâ gerçeği söyler ve doğru yola iletir.

Makâlenin müsveddesi kemâl noktasına ulaştı. Bu müsvedde onu tevîl eden, vebâlde kâmil, kemâlde nâkıs kişilerin en hakîri Abdullah Salâhi’nin elinden Hicrî 1182 yılı Şevval ayının beşinde çıkmıştır.

Kendisinden, kendisi için kendisi ile kendisine kemâl zuhûr eder. “Ayn” ıstılâhının açıklanmasının temize geçirilmesi noksansız ve kusursuz bir şekilde açıklayan Abdullah Salâhi’nin elinden ortaya çıkmıştır. İki cihânın, insanların ve cinlerin efendisi Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) in /15a/ hicretinin ikinci senesinin bir kısmının ikisinden seksen ikideki ikinin evvelindeki iki hâriç ilk ondaki ikide bulunan bir istiğnâ etti.

Bitti.

Yazdığım ve “Miftâhu’l-vücûdi’l-eşher fî tevcîh-i kelâmi’ş-Şeyhi’l-Ekber” diye isimlendirdiğim risâlenin mûteber târihine âit remzin açılımı şöyledir: “Ayn” ıstılâhı şârihin elinden noksansız ve kusursuz bir şekilde yorumlanıp temize geçirilmiştir. îkinin bir kısmının ikisinden seksen ikideki ikinin evvelindeki iki hâriç ilk ondaki ikide bulunan bir istiğnâ etti.

“Tevcîhu’l-ayn” tâbirini kullandığımda buradaki tevcîh ve îhâmın nev’i bediî bir şekilde olan tevriye cinsindendir. Yani “tevcîhu’l-ayn” lafzı risâlenin içeriğini çağrıştırmaktadır. /15b/ Çünkü bu lafız Şeyh-i Ekber’in   sözündeki “ayn”m açıklamasından ibârettir. Ve yine bu lafız şunu çağrıştırmaktadır ki, düşülen târih ibâresi tevriye türlerinden bir tür olmak üzere tevcîh ve îhâm kabîlindendir. Çünkü onun tevriye olunan yakın mânâsı yazım târihini hissettirmektedir. Tevriye olunan uzak mânâsı ise kitâbmın içeriğinin özetini belirtir. Tevriye olunan mânâsı ile târih remzinin açıklanması şu biçimdedir:

Ben “bir ikiden istiğnâ etti.” derken “bir (vâhid)”.ile “elif’i kasdediyorum. Ve “elif’ ile de teşbîh yoluyla “kalem”i kasdediyorum. “İki”den iki parmağı kasdediyorum. Çünkü kitap tâmamlandığında “kalem” artık iki parmaktan istiğnâ etmiştir. “İki”deki “fi’l-isneyn” sözümden kasdım ise Pazartesi günüdür. “İki hâriç ilk on” sözümden maksadım ilk on gündeki sekizinci gündür. “İkinin evveli” sözüyle anlatmak istediğim iki bayramın birincisi olan Şevval ayıdır. /16a/ “Seksen iki” sözünden kasdettiğim sekseni iki senesidir. “İki” derken işâret ettiğim iki yüzdür. Böylece yüzseksen iki senesi ortaya çıkmış olur. “İkinin bir kısmı” dediğimde ikibinin bir kısmı demek istedim. Hâsılı kitabın temize geçirilmesi Pazartesi günü başlamıştır, bitimi ise 1182 senesi 8 Şevval Salı günü gerçekleşmiştir.

Tevriye olunan uzak mânâsıyla târih remzinin açılımı şöyledir: “İkideki ikiden bir istiğnâ etti” derken “bir”le kasdettiğim zâtın ahadiyyetidir. “İki”den kastım ise “ikilik mertebesi”dir. Bununla şunu anlatmak istiyorum: Câmi’, mutlak ve vâhid olan zâtın feyzi, ikide ve fazlasında ortaya çıkan ikilik rütbesinden müstağnidir. Çünkü iki kesretin evvelidir. “İki hâriç ilk on” derken /16b/ kasdettiğim sekiz sübûti sıfattır. Çünkü iki lafzı ondan çıkarılırsa kalan sekizdir. Evvel lafzı vücûda atfedilen nisbetlerin ve izâfetlerin ilkidir. “On” lafzında on akıl, on nefis ve on hadde işâret vardır. “İkinin birincisi” derken anlattığım “hakîkat-ı muhammediyye”dir. Çünkü ikinin birincisi “taayyün-i ewel”dedir. Nitekim Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’ın yarattığı ilk şey rûhumdur.”1 “Allah’ın yarattığı ilk şey nûrumdur.”2 “Allah’ın yarattığı ilk şey kalemdir.”3 “Allah’ın yarattığı ilk şey akıldır.”4 Bütün bu isimler yâni, rûh, nûr, kalem, akıl “hakîkat-ı muhammediyye”ye âittir. Aksi takdirde evveliyyet İkinciden, üçüncüden ve dördüncüden zâil olur. Yâni, varhk ve yokluk arasında hakîkat-ı muhammediyyenin aracılığına itibârla zâil olur demek istiyorum. Hakîkat-ı muhammediyyenin kalem diye isimlendirilmesinin nedeni bilgileri ilm-i ezelînin hokkasından /17a/ levh-i mahfuz denilen levh-i tafsîliyye ve nefs-i külliyyeye aktarmasıdır.

Bundan dolayı sûfî ıstılâhmda “elif Te zât-ı ahadiyyete işâret edilir. Zât-ı ahadiyyet ezelde ilk olması hasebiyle Hak’tır. Ayrıca “elif’in zât-ı ahadiyyete işâreten kullanılması doğru ve ince bir mülâhaza ile anlaşılır ki, lafzî ve kitâbî olan harflerin tamamı eliften oluşmuştur. Şöyle ki, düz çizgi (elif) eğilip bükülerek kitâbî, sesler de mahreçlere

Mü’minlerin emîri Ali b. Ebî Tâlib (k.s.)’den rivâyet edildiğine göre o, bir hâlin etkisi altında iken şöyle der: “Ben “bâ”nın altındaki noktayım.” O bu sözü ile, tahalluk ile isimlerin kemâl mertebesine ulaşmaya, akl-ı evvelin mazharlarınm en kâmiline işâret eder.

“Seksen iki”den kastım, “İmâm” lafzının sayılarına tekâbül eden /17b/ sayıdır. Allah Teâlâ buyurur ki: “Biz her şeyi imâm-ı mübinde saymışızdır.” (Yâsin, 36/12) “İmâm-ı mübîn”den maksadın levh-i mahfuz olduğu söylenmiştir. Ayrıca “imâm-ı mübîn” hakikatlerin husûsiyetlerinin kemâlini kendisinde cem’ eden hakîkat-ı muhammediyyedir. Çünkü o, ikinci mertebedeki şeylerin özüdür. Hakîkat-ı muhammediyye mazhar-ı tâmmdır. Bu nedenle Hazret-i Peygamber “ümmî” ve “imâm” olarak isimlendirilmiştir.

“îki”den kasdettiğim, mağarada olan iki kimsenin İkincisidir. O kimse, “Üzülme! Allah bizimle berâberdir.” demiştir. Bu sözü söyleyen “nâsûtî mertebe”de hakikatlerin hakikati için mazhar-ı tâmmdır.

“İkinin bir kısmı” sözünden maksadım, ikilik mertebesinin bir kısmına yöneliktir. Bu terkibin açılımı şu şekildedir: Zât-ı vâhide-i mutlaka ikide ve daha fazlasında vücûdunun cömertlik denizinin feyzinin oluşum hâli olan ikilik mertebesinden müstağnidir. Yâni feyzin öncelikle sekiz sübûti sıfattaki ve bu sıfatların eserlerinin mazharlarındaki oluşum hâlini kastediyorum. Bu eserler, on akıl, on nefs ve on hadden ve Allah’ın ikinin evvelinden, yani hakîkat-ı muhammediyyeden kendilerine varlık bahşettiği /18a/ şeylerden ibârettir. Hazret-i Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ben Allah’tanım, mü’minler de bendendir.”1 Bu durum Hazret-i Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) büyük peygamberlerin imâmı olmasından dolayıdır. Nitekim haber-i celîde şöyle buyurulmuştur: “Eşyâyı senin için, seni de benim için yarattım.” Bir kudsî hadis de bunu şöyle teyîd eder: “Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım”. Hadîs-i kudsî ikilik mertebesinin bir kısmına itibârladır.

Bütün bu işâretlerin özü şudur: “Şevâhid-i ayarf’isimli risâlede işâret ettiğimiz gibi vücûd-ı vâhid-i mutlak taayyünlerin çoğalmasıyla tekessür etmez. Eğer zât, sıfatların artmasıyla çoğalmıyorsa nasıl olur da mümkin varlıkların mazharlarınm artmasıyla

ZEYLÜ’L-KİTÂB Bİ-AHSENİ’L-HITÂB

/18b/ “Miftâhu’l-vücûd ilâ nihâyeti’l-maksûd” olarak isimlendirdiğim ve üzerinde çaba sarfettiğim kitap nihayete erince Şeyh Muhyiddin’i (k.s.) rüyada gördüm. Rüyada bana, aklı hayrette bırakacak güzel bir kelâm ile hitâb etti. Bu kelâm  “Bir “nokta”yı kısa geçtin.” dir. Bundan kastedilen kitaptaki noktadır.

Nokta ile işâret edilen nükteyi ve bu kelâma verilecek cevâbın içeriğini bir an anlayamadım. Rüyâyı gördükten bir müddet sonra uyandım. Kelâmın hakikatinin ortaya çıkması için vehme dayanan öncülleri zihnimde kurguladım. Ama bu öncüller beni istenilen yola yöneltmedi. Daha sonra uyku bastırdı ve Şeyh Muhyiddin’i (r.a.) tekrar rüyâda gördüm. Bana j “Noktanın kısa geçilmesi muhittedir.” şeklinde bir ifâde kullanınca kelâmdan kastedilen inceliği anladım ve bu sarih sözü tefekkür ederek uykudan uyandım. Ancak doğru mânâyı bir türlü elde edemedim. Bir müddet sonra bir kez daha uyku bastırdı. Ve Şeyh Muhyiddin’i (r.a.) bir kez daha rüyâda gördüm. Bana şöyle dedi:          "Noktanın ihmâl edilmesi muhitin yazılıp belirlenmesi

mevzûundadır.” /19a/ Şeyhin feyzinden bir an kalbimde İlmî bir lâyiha parlayıp beni tamâmen kapladığında Şeyh-i Ekber’in bu sözle anlatmak istediğinin “O her şeyi kuşatıcıdır”. (Fussilet 41/54) âyet-i kerîmesinin tefsîri olduğunu bildim. Biz bu âyet-i kerîmeyi önceki risâlede belirtmiştik.

Bu sözler şu mânâya gelir. Âyet-i kerîmeyi sen doğru ve gerçek bir şekilde vücûd dâiresinin kuşatması mânâsında tefsîr ettin. Ancak her muhîte bir merkez gerekir. Vücûd dâiresinin merkezi ortasındaki noktadır. İşte sen muhîtin merkezi olan vücûd dâiresinin noktasını ihmâl ettin. Şâyet bu noktayı belirtseydin söylemiş olduğun kelâm kâmil olacaktı. Şeyh-i Ekber’in zikrettiği bu işâreti yakînî mânâda kavradım. Ve anladım ki, Şeyh Muhyiddin’in feyzi bu âyet-i kerimeyi tefsirde ve noktanın belirtilmesinde bize bahşolunmuştur.

Misâl ve hayâl âleminden geri dönüp bu âlemde hissetmeye başlayınca kalp aynasında tecellî vâsıtasıyla merkezin mânâsını icmâlî olarak elde ettim. Allah Teâlâ’ya her bir halde kemâl mazhârı vâsıtasıyle feyzinin bahş edilen nimetlerinden ötürü hamdettim. Allah muvaffak olma ile bizi teyîd ve tahkik yoluna irşâd etsin. “Feyz-i akdes”e dayanarak /19b/ ve “feyz-i mukaddes” ten medet umarak derim ki:

Vücûd hakkında küllî mertebeler bâzı kimselere göre dörttür. Lâhût âlemi, ceberût âlemi, melekût âlemi ve nâsût âlemi. Bâzılarına göre ise küllî mertebeler beştir ve “Hazarât-ı hamse” diye isimlendirilir. Bu tasnifte beşinci mertebe diğer dört hazreti kendinde cem’ eden insan-ı kâmil mertebesidir. Bâzılarına göre de bu mertebeler altıdır. Birinci mertebe, zât-ı ahadiyye mertebesidir. İkincisi, hazret-i vâhidiyye olan mertebe-i ilâhiyye, üçüncüsü mücerred rûhlar mertebesi, dördüncü misâl âlemi ki, melekût veya âmil nefisler âlemi de denir. Beşincisi mülk ve şehâdet âlemi, altıncısı mertebelerin hepsini câmi’ olan insân-ı kâmildir. Bâzılarına göre ise yedidir. Birinci mertebe, lâ-taayyün veya “amâ” denilen zât-ı ahadiyye mertebesidir. Amâ âlemi denmesinin sebebi şurivâyete dayanır: Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’a bir keresinde şöyle soruldu /20a/ “Rabbımız gökyüzünü yaratmadan önce nerede idi?” Aleyhi’s-selâm buyurdu ki: “Altında ve üstünde hava bulunmayan amâda idi.”1 İkinci mertebe isimler ve sıfatlar mertebesidir ve taayyün-i evvel-i İlmî diye tâbir olunur. Üçüncü mertebe Allah’ın ilminde bulunan a’yân-ı sâbite mertebesidir. Kelâmcılar a’yân-ı sâbiteyi hakikatler, felsefeciler ise mâhiyetler olarak isimlendirirler. Bu mertebe taayyün-i sâni-i İlmî adı ile de müsemmâdır. Zikredilen bu üç mertebeye hep birlikte âlem-i lâhût veya âlem-i lâ-taayyün denilir. Dördüncü mertebe mücerred rûhlar mertebesidir. Bu mertebeye ayrıca taayyün-i evvel-i kevnî ismi verilir. Nitekim Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah’ın yarattığı ilk şey rûhumdur.”2 buyurmuştur. Bu mertebenin diğer ismi âlem-i ceberût’tur. Ebû Tâlib Mekkî’ye göre ceberût, azamet âlemidir. Bundan kasdettiği İlâhî isimler ve sıfatlar âlemidir. Çoğu kimseye göre “ceberût” âlem-i evsaftır. /20b/ O da bütün emirleri kapsayan berzahtır. Diğer ismi ile rûhlar âlemi. Beşinci mertebe mücerred nefsler mertebesidir. Bu mertebeye melekût âlemi de denilir. Ebû Tâlib Mekkî’ye göre “Melekût” rûhlara ve nefslere hâs olan gayb âlemidir. Bundan ötürü nefsler âlemine âlem-i misâl-i mutlak denilir. Altıncı mertebe arştan ferşe kadar olan ve içerisinde cinslerin, türlerin ve şahısların sûretlerini barındıran mutlak şehâdet âlemidir. Diğer isimleri âlem-i his ve âlem-i mülktür. Yedinci mertebe mertebelerin hepsini kendinde toplayan insân-ı kâmil mertebesidir. Bütün bu küllî mertebeleri kavrarsan bu mertebelerin mutlak vücûd dâiresi için bir merkezin gerektiğini bilirsin. Bu merkez, bütün İlmî ve kevnî hakikatleri içeren “mazhar-ı tâm”dır.

Nitekim, Hak Sübhânehû ve Teâlâ zâtı için zâtıyla tecellî ve zâtında /21a/ bütün sıfatlarını müşâhed etmek istediğinde, onları mazhar-ı tâm olan bir hakikatle müşâhede etmeyi istedi.Sonra hazret-i ilmiyye’de hakîkat-i muhammediyye’yi îcâd etti.Böylece âlemin bütün hakikatleri,Hak Teâlâ’nın onlara varlık bahşetmesi ile icmâlî olarak varoldular. Sonra Hak Teâlâ onları vücûd-ı tafsili olarak îcâd etti.Böylece sâbit aynlar olarak ortaya çıktılar ve İlâhî mertebede “hakîkat-i muhammediyye” vücûd dâiresinin merkezi oldu. Hakîkat-i muhammediyye, ilmi hakikatlerin hepsine şâmil olan mazhâr-ı tâmdır.Nitekim Allah Teâlâ Dâvûd (a.s.)’a şöyle vahyetmiştir: “Ey Dâvûd! Ben Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendim, Âdem oğlunu Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve mahlûkâtın her birisini de Âdem oğlu için yarattım. Benim ile meşgul olan kimseyi kendisi için yarattığımın yoluna iletirim. Kendisi için yarattığımla ilgilenen kimseye ise ilgilendiği şeyi kendimden perde kılarım.” Allah Teâlâ’mn kavl-i şerifinin mânâsı şudur: Hakk’ın zâtı vâsıtası ile Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’i kendim için yarattım. Muhakkak ki Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) isimlerin, sıfatların /21b/ hükümlerin, eserlerin tümüne şâmil olan küllî hakikatimin mazhândır. Âlem bütünüyle Hazret-i Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın vücûdunun tafsilâtlarının bir süreridir. Ve Onun hakikatinin hakîkatlarine mazhârdır. Âlem-i kebîrin ona nisbeti cesedin rûha nisbeti gibidir. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âlemin rûhudur. Âlem, Hazret-i Muhammed’in bedeni ve cesedidir. Âlemden kastedilen Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın hakîkat-i câmiasıdır. Nitekim cesedden maksûd olan da cesedin üzerinde müdebbir olan rûhtur. Tabsıratü’l-mübtedî isimli eserde de mevzû’ bu şekilde ele alınmıştır.

Sadreddin Konevî Hazretleri Nefehâtaâh eserinde der ki: “Bilesin ki! Hak Teâlâ zâtî şe’nlerinin şâir hükümlerini içeren gayb-ı hüviyetinde gizlenmiş olan en kâmil sûretiyle zuhûrunu istediğinde, zâtî hasebiyle veya şe’ne göre her bir şe’nde zuhûr etti. Şe’nin “ayn”ını veya şe’ne göre bu şe’nde zâtını izhâr etmek için değil. Bilâkis bütün şe’nlerden, şuûnatmın şâir hükmünü kesbetmek için, cem’ sûretiyle /22a/ emrin bütünü olan fertlerden her bir ferdi izhâr etti.

Allah Teâlâ vasfını ve hükmünü, şe’nlerinin içerdiği husûsiyetlere göre onlara zât-ı mutlakmdan ve şâir şuûnatmı cem’ etmesine göre tanıttı. Hak Teâlâ’nın taaddüd eden zuhûru şe’nlerine göre “halk” olarak isimlendirilir.

Allah Teâlâ’nin zuhûru cem’inin ahadiyyeti iledir. Ve zuhûr insan-ı kâmilin hakîkatı olan şe’n-i küllî-i cem’îye nisbetledir. Hak Sübhânehû şe’n-i küllî-i câmî-i külliyye açısından ve cem’-i ahadiyyeye göre insan-ı kâmil aynasında zuhûr eder. Bu şe’n şuûnâtm bütün hükümlerini iktisâb eder. Çünkü Hak Teâlâ ahadiyyet mertebesinde bütün şe’nleri cem’ etmiştir. Bununla berâber şe’n-i küllî-i câmî-i külliyye ve ahadiyyet-i cem’ bütün şen’leri kendinde cem’ etmiştir ve onlara şâmildir.

Hakk’ın vücûdunun zuhûr gayelerinden birisi her bir şe’n sebebiyle ya zikredilen şeyin iktisâbı için ya da bu şe’ne göre Hakk’ın zuhûr etmesi içindir. /22b/ Sâdece bu şe’nin zuhûr etmesi bir gaye değildir.

Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın rûhu, Allah Teâlâ’nın sûretinin kemâliyle zuhûru için yaratılmıştır. Hazret-i Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki, “Allah’ın yarattığı ilk şey rûhumdur.” Böylece Onun rûhu (a.s.) rûhâniyyet mertebesinde vücûd dâiresinin merkezidir. Rûhu, İlmî hakikatleri ve kevnî rûhları içerisine alan mazhar-ı tâmdır. Allah Teâlâ buyurur ki: “Rûhun ve meleklerin saf saf oldukları gün.” (Nebe’, 78/38) Rûhtan kasdedilen rûh-ı muhammedîdir ki, o gün muhammedî rûh Allah indinde hilâfet makâmında kıyâm eder. Melekler de Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’a karşı sultanın önünde hizmetkârların dizilişi gibi saf saf dururlar. Bu sebeble rûh-ı muhammedî rûh-ı a’zam olarakisimlendirilir. Zîra rûh-ı muhammedînin şe’ni rûhlann ve mülklerin şuûnâtını kuşatması yüce ve büyüktür. Ayrıca rûh-ı muhammedîye akl-ı evvel ve kalem-i a’lâ ismi verilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cevherine önce ve sonrakilerin bütün ilimleri nakşolunmuştur. Sonra Allah Teâlâ, Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın şe’ninden ulvî ve süflî âlemlerin bütün şuûnâtını izhâr etmiştir. Nitekim Hazret-i Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şe’ni bütün şe’nleri kapsar.

/23a/ Daha sonra Hak Teâlâ, Hazret-i Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sağ tarafından küllî nefs ve levh-i mahfuz olan onun mücerred nefsini îcâd etti. Akl-ı evvelden nefs-i külliyyeye veya kalem-i a’lâdan levh-i mahfuza bütün şe’nleri inzâl etti. Bu şekilde Hazret-i Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nefs-i mücerredesinde şâir bütün mücerred nefisler varlık kazandı. Hazret-i Peygamberin mücerred nefsi bu hazrette vücûd dâiresinin merkezidir. Diğer bir deyişle İlmî hakikatleri, yaratılmış rûhları ve kevnî nefisleri mündemiç olanmazhar-ı tâmdır.

Sonra Allah Teâlâ bu saydıklarımızdan basit veya mürekkep olan ulvî ve semâvî varlıkları icâd etti. Yâni birinci akıldan ikinci aklı, İkincisinden üçüncüsünü îcâd etti. Ve ona kadar bütün akıllara varlık bahşetti. Böylece her bir akıl feleğinin varhk dâiresinde Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’a niyâbeten bir merkez oldu. Sonra Allah Teâlâ basit /23b/ veya mürekkep, cemâd, nebât, hayvan ve insandan müteşekkil müvelledâttan süflî varlıkları îcâd etti. Bunu müteâkiben Âdem (a.s.)’ı yarattı, onu tesviye ettiğinde Âdem’e Hazret-i Muhammed’in rûhundan üfürdü. Çünkü Hazret-i Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rûhu varlık ağacının ilk meyvesidir. Allah Teâlâ onun nefsine şeref ve onurlanma ekledi. Zîra o, İlâhî isimlerin bütününü kendisinde toplayan sûret-i kemâlinin zuhûrudur. Âyet-i kerîmede Allah Teâlâ buyurur ki: “Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman.” (Hicr, 15/29) Yâni Âdem (a.s.) şe’n-i muhammedîye mazhâr kılındı. Bu sebeble Allah zü’l-celâl şöyle buyurur: “Allah bütün isimleri Âdem’e öğretti.” (Bakara, 2/31) Böylece Âdem (a.s.) yeryüzünde halîfe ve nasûtî mertebede Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’e niyâbeten vücûd dâiresinin merkezi oldu. Sonra bütün peygamber ve velîler birer birer Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’m bîsetine kadar hakîkat-i muhammediyyeyi mazhar ve vücûd dâiresinin /24a/ merkezi oldular. Hazret-i Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâsût âlemine gönderildiği zaman bi’l-asâle varlık dâiresinin merkezi oldu. Hazret-i Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın dâr-ı bekâya intikâlinden sonra evliyâ-yı kirâm birer birer zamanın nihâyetine ve deverânın son bulmasına dek varlık dâiresinin merkezi olmaya devam ettiler ve edeceklerdir de. Evliya topluluğunun ilki, sonu ve bu ikisi arasında bulunanların tümü Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın nâibleridirler. Muhammed Busayrî kasidesinde der ki:

ŞİİR:

Âyetler getiren her birRasûl-i kiram

Münevver oldu Onun nuruyla

Rasûlullah ’tan meded uman onlar

Denizden bir avuç su, yağmurlardan bir damla.

Daha önceden zikrettiğimiz Sadreddin Konevî (k.s.)’nin Nefehâtindeki kavli bu şiiri teyîd eder. Nefehât\âki nefha-i ilâhiyye-i câmia-i külliyye aslî sırlan içerir. Bu da isimlerin mertebeleri, vücûdun ve imkânın hükümleri kemâl ve noksan mertebesi, vücûd dâiresinin merkezi /24b/ ve bu merkezin câmî-i muhît ve şâmil olan insan-ı kâmile ihtisâs edilmesidir.

Bil ki, Hakk’ın başlangıcı için taayyünlerin hepsini kendinde toplayan taayyüne göre hükümler ve sıfatlar söz konusudur. Taayyünden kastedilen Hakk’ın ıtlâk sıfatından çıkıp îtibârî-nisbî veya vücûdî-adedî çokluk olmasıdır. Bu hükümler ve sıfatlar Hakk’ın birliğinde yokluğa mahkûmdur ve Hakk’ta gizli bulunmaktadır. Onların zuhûru ancak daha önce işâret edilen taayyün-i câmî’den ayrılıp farklılaşan itibârî taayyünler yönüyledir. Ayrıca bu hüküm ve sıfatlar bir olan vücûda ârız olan vücûdî taayyünler açısından zuhûr ederler ki, onlar kâbil ve müteaddid olan mümkin mâhiyetlerdir. İşte bu ahkâm ve evsâfa bizim açımızdan isimler de denilir.

İlâhî isimler çeşitli kısımlara ayrılır. Birincisi, gerçekte şe’nler olan vücûddan ayrı mâhiyetlerdir. İkincisi, mâhiyetler olarak ortaya çıkan vücûdî taayyünlerin isimleridir. Üçüncüsü mertebelerin ilkidir. /25a/ O da vücûdun mâhiyetlere bitişmesinden meydana gelen taayyünlerdir ki, ilk iki kısımdan önce yer alır. Dördüncü kısım, Hakk-ı mutlak ile imkân-ı mutlak ve mümkinât arasında neş’et eden varlıklara âit nitelikler ve nisbetlerdir. Zikredilen her iki kısım arasında nâmütenâhî olan mümkinlerin misalleri yer alır. Mümkin varlıkların misalleri îcâdın değil vücûdun vâcib olmasının hükümleri ve Hakk’a nisbet edilen lâhikalarıdır. Örneğin, kabz-bast, öldürme-diriltme vs. gibi fiil ve sıfatlardır. Her ne kadar bu hükümlerin eserlerinin zuhûru tavakkuf ve şartlara göre aklî sûretler olarak taayyün etse de Hakk’a nisbet edilen fiil ve sıfatlar vücûdun vâcib olmasının hükümleridir. Bununla berâber mümkin mâhiyetlerin, mümkin olmalarına çeşitli vâsıtalar sebebiyle ortaya çıkan mümkin olma tarzlarının çeşitliliğine ve mümkinlerin özellikleri ve gerektirdiklerine göre hükümleri ve vasıfları vardır. Bu hükümler ve sıfatlar ancak, zuhûr eden vücûdî taayyünlerle ortaya çıkarlar. /25b/ Yâni zuhûr etmeleri vücûd iledir.

İlim sıfatı vücûd nokta-i nazarından vücûddan ayrılmaz. Hangi mâhiyet vücûdu en tam bir şekilde kabûl eder. Zîra mümkin olmanın hükümleri vücûdda en az ve en zayıf bir şekildedir. Vücûdun ilmi ise en açık ve en fazladır. Akl-ı evvel ve insân-ı kâmiller buna misal getirilebilir. İnsân-ı kâmillerin imkânî çok olan hükümleri Hakk’ın birliğinde ve vücûbunun hükümlerinde yok olmaya mahkûmdur. İnsân-ı kâmiller vücûdî ve mertebî dâirenin ortasındaki dâirede yer alırlar. Bu nokta mazhârî-misâlî, rûhânî-mânevî bütün îtidal mertebelerini kendisinde birleştiren ilâhî-küllî îtidal mertebesidir. Tabiî-mîzâcî itidallerin sâhibi, bütün vücûb ve imkân hükümlerini kendisinde cem’ edendir.

İnsân-ı kâmiller dışında kalan her bir şey, insân-ı kâmillere yakınlık ve uzaklık derecelerine göre yer alır. Ve bu iki asıl arasında mevcûdâtın mertebeleri taayyün eder ve varlıklar ilimleri nisbetinde hiyerarşi kazanır. Her bir varlık vücûb ve imkân hükümlerinin tümünden hâlî kalamaz.

/26a/ Her kim ki, içten bir yönelişle vücûbun hükümlerini imkânın hükümlerine üstün tutarsa bir şeyin mârifetini elde eder ve bu mârifet ile zâtî kazanmalara nâil olur. Şâyet bu kimsenin varlığı bir çok vâsıtalarla ilgilenirse, imkânın vücûh ve hükümleri artan bir şekilde bu kişiye sirâyet eder. Böylece kendi varlığına ârız olan değişimin kesretinden ötürü ilmi az olur. Mâhiyetlerin, vücûdu kabul etmelerinin eksikliği de bu şekildedir. Bu durum eşyâya olan cehâlete ve ilme sebeb olur. Bu mevzûun tafsili bu kitapta ele alınmıştır.

Dâirenin noktasından murâd, itidal mahallidir. Noktadan çıkıp muhite (çembere) uzanan bütün düz çizgiler birbirine eşittir. Meselâ, yanan bir ateş çemberine bir karınca bırakırsan, karınca çemberin bütün yönlerinden sakınır ve halkanın ortasında durur. /26b/ Çünkü her yönden gelen harâret karıncayı yakabilir. Çemberin ortası, itidal (denge) mahallidir. Bunu kıyâs et.! Şâyet itidal noktasından ayrılıp dalâlet çemberine yaklaşırsak celâl ateşi bizi yakar. Saâdet merkezinden çıkarılıp, şakâvet dâiresine dûçâr kılınmaktan melik olan Allah Teâlâ’ya sığınırız. Bütün külli mertebelerde Rasûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), imkânî varlık dâiresinin noktasının aslı olduğu için, aleyhi’s-selâm ilk akıl, külli rûh, rûhların rûhu, kalem-i a’lâ, arş, adi, gökleri ve yeri kâim eden halk-ı mahlûktur vs.

Adi, ifrât ile tefrit arasında yer alan orta bir şeydir. Adlin adalet mânâsında bir masdar olduğu söylenir. Bu mânâda adi, îtidâl ve istikâmettir. O da sırât-ı müstakimden ibâret olan Hakk’a yöneliştir. Sırât-ı müstakim her hak sahibine hakkının verilmesini içerir. Sırât-ı müstakim şeriatlerin kaynağıdır. Çünkü İlâhî şuûnat çeşitlidir ve birbirine zıtlık arzeder. /27a/ Her bir şe’n hükmünü ve eserini yerine getirir. Zıddının hükümlerini ortadan kaldırır. Daha önceden geçtiği gibi hikmet, mazhar-ı kâmili iktizâ eder. Bu sûretle her fazilet sahibine fazileti verilir.

Sonra Allah Teâlâ hakîkat-i muhammediyyeyi ilk olarak icâd etti. Ve onu mazharların en tâmı ve en kâmili yaptı. Bunu müteâkiben daha önce geçtiği üzere, hakîkat- ı muhammediyyenin mazhârlarını var kıldı. Mücerred nefisler, eserlerinin ve şe’nierinin hükümlerini yerine getirmek için âlem-i histe zuhûra geldiler ve bunun için de cisim elbisesini giymeyi iktizâ ettiler. Böylece mücerred nefislerin kuvveden fiile olmak üzere kendilerinde gizli bulunan istîdâdlan zâhir oldu.

Allah küllî-hebâî-heyûlânî tabiatları yarattı ve Allah’ın hebâ ve heyûlâda izhâr ettiği ilk sûret üç boyuttur.

Küllî tabiatlar için dört rükün var etti. Bu küllî cisme “arş” adı verilir. Allah Teâlâ arşın ortasında kürsîyi harekete geçirip döndürdü. Kürsînin ortasında, Zuhal feleğini, Zuhal feleğinde Müşterî feleğini, Müşteri feleğinde Merih feleğini /27b/ Merih feleğinde Güneş feleğini, Güneş feleğinde Zühre feleğini, Zühre feleğinde Utarid feleğini, Utarid feleğinde Ay feleğini harekete geçirdi ve döndürdü.

Yıldızlar, burçlar ve mülklerden oluşan bütün bu felekler latîf ve tabiî cisimlerdir. Allah Teâlâ ay feleğinden ateş olan esîr feleğini, ateş feleğinden hava feleğini, hava feleğinden su feleğini, su feleğinden toprak feleğini hâreket ettirdi. Allah bu felekte mâdenler, bitkiler ve hayvanlar var etti. Ve bütün bu oluşumların her birisinde unsûrî cisimler vardır.

Allah’ın sûret-i nev’iyyede akl-ı evvelden zâhir kıldığı ilk şahıs Âdem (a.s.), nefs-i külliyeden ise Havvâ’dır. Çünkü Havvâ, Âdem (a.s.)’ın sol tarafından yaratılmıştır. Allah Teâlâ’ın sûret-i nev’iyyede küllî tabiatlardan zuhûr ettirdiği ilk şahıs ise şeytandır. Çünkü ateş, tabiat neticelerinin /28a/ sonuncusudur. Zîra şeytan, tabiatların sol tarafından yaratıldı. Sonra Allah, Âdem ile Havvâ arasından bir çok erkek ve kadın izhâr etti. Ve onların arasına şeytanı soktu. Şeytan da insanları aldatmakla onları saâdet noktasından şakâvet noktasına götürdü. Bunun üzerine Allah Teâlâ kâmil olan şeriat sâhibi peygamberleri, gönderildikleri kavimlerin zaman şartlarına uygun bir şeriatle tek tek gönderdi. Peygamber de insanları karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturdu. Bir kavmin ömrü sona erdiğinde, Allah önceki şeriatın hükmünü ortadan kaldıran başka bir şeriatla diğer peygamberi gönderir. Sonunda âhir zaman geldi ve Allah, efendimiz hâtem-i enbiyâ ve’l-mürselîn Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’i en faziletli, kıyâmet gününe ve deverânın son bulmasına kadar bâki olan, bütün şeriat ve dinleri nesheden bir şeriatla gönderdi. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriat ahkâmını, hayât ef âlini ve hakîkat ahvâlini açıkladı. Allah bizi şeriat-ı seni yy enin hükümlerine riâyet etmeye muvaffak kılsın. Allah Teâlâ hayât-ı aliyyenin alâmet /28b/ ve izlerini korumak için ömrümüzü uzun tutsun. Ve bizi ebedî saâdet noktasında kâim olmamız, sermedî şekâvet dâiresine çıkmamamız için İlâhî hakîkat hallerinin en sonuna yönlendirsin.

Kitabın sonunda Hazret-i Şeyh-i Ekber’in (Allah bizi Onun nûruyla feyzlendirsin.) âlemin hiyerarşik keyfiyeti ve şekli hakkında yazdığı bir kitabından alıntıda bulunacağız. Şeyh-i Ekber hazretleri şöyle der:

Diğer evveliyât gibi evveliyyetinin başlangıcı olmayan Allah’a hamdolsun. Onun güzel isimleri, ezelî ve yüce sıfatları vardır. Allah basitlerden, mürekkeplerden, yayılan yerden veya âlemin göklerinden meydana gelmeyen kâin’dir. O bütün ma’lûmâtla berâber âmâdadır. Allah câiz olan şeylerden acze düşmeyen kâdir, mucizelerin kendisini âciz bırakmadığı kusursuz mürîd, harf ve ses olmadan konuşan mütekellim, kelâmını işiten semi’dir. Kelâmı harflerle veya nağmelerle işitilmez. Allah zâtım gören basîr’dir. Zâtlara ilişen görünür şeyler yoktur. Kendisine ahadî dâimlik ve samedî kıyâm sıfatlarının /29a/ vâcib olduğu hayy’dır. Allah Teâlâ bu işâretlerle İnsanı varlıkların en şereflisi ve kemâllerin en tâm olanı kılmıştır.

Salât, insanların en hayırlısı, cismânî ve rûhânî varlıkların seyyidi, fırdevs cennetlerinde vesîle, acı, felâket ve belâların olduğu büyük kıyâmet gününde makâm-ı Mahmûd’un sâhibi efendimiz Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’ın üzerine olsun.

Allah (c.c.) şeyleri yoktan îcâd etmeyi, bu şeylerin aynlannda bulunan alâmet ve hadleri ortaya çıkarmayı diledi. Bu ortaya çıkarma, arazların, havâssın, fasılların, nevîlerin ve cinslerin sultanının zuhûru içindir. Şerh eden ibârelerin, resmî sıfatların ve aydınlatıcı zâtiyyenin vasıtalarıyla iltibâs perdelerini kaldıran, şüpheleri def eden, zikrettiğimiz, araz, havâs, fasıl vesâitedir. Allah Teâlâ îcâd etmeyi dilediğinde ilim sûretinde benzeşen cevherlerin, muhtelif zıd ve benzer arazların sûretlerini tecellî ettirdi. Bu zâtlar arazı /29b/ ile mütehayyiz (yer tutan) olan ve olmayan şeylerin arasını tafsîl etti. Sonra arazların ve cevherlerin zâtlarında, keyfiyetlerle birlikte hallerin ve hey’etlerin sûretlerini, kemmiyetlere bitişik veya onlardan ayrı olan ölçü ve tartıların sûretlerini, devrlerin ve zamânî hareketlerin sûretlerini, mekânî gezegenlerin ve gök cisimlerinin sûretlerini, duyusal eksiklik ve övgülerin, şer’î yerme ve medihlerin, felsefî-vaz’î fesâd ve salâh sebeblerini taşıyanların sûretlerini, mâlik ile memlûk, babalar-erkek ve kız çocuklar arasındaki izâfatın sûretlerini, köle ve yabancı câriyeleri mülk edinme sûretlerini, iyilik ve güzelliği, ilm-i dâhilâtın sûretlerini, failleri kâim kılan fiilî tevcîhâtın, fiil ve faillere bağlantı kuran münfailâtın sûretlerini tecellî ettirdi.

Allah Teâlâ bu sûretleri âyette zikredilen şu unsurlarla donatıp tezyîn etti:

“Güneşe, kuşluk vaktindeki aydınlığına, /30a/ güneşi tâkip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, ve onu binâ edene, yere ve onu yayıp döşeyene yemin ederim.” (Şems,91/1-6)

Âyette zikredilen bütün bunlar, âbâ-i ulviyyâtın ve ümmühât-ı süfliyyâtın hakîkatleridir. Bu sayılanlar oluşun, değişim ve istihalelerle meydana gelen telvînâtın sürekliliği ile bâkîdirler. Bu sûretle hazret-i ilâhiyye olan Allah’ın ilmi sâbit olur. Allah Teâlâ izzet ve sebât sâhibidir. İşte bütün bunlar Allah’ın mâlûmâttan ortaya koyduğu şeylerdir. Bunun hâricinde bir şeyin olması câiz değildir. Vâcib ve müstahîl olan şeylerin dışında hiç bir şey bâkî kalmaz.

Allah Teâlâ’nin mânevî bir ihâta ve idâre ile döndürüp harekete geçirdiği ilk mevcûd, işâretler feleğidir. İşâretler feleği, ma’kûl ve hâdis feleklerin ilkidir. Bu felek risâlelerde yazan kalemdir. Hikmetlerde ve haberlerde feyz veren akl-ı evveldir. Hakîkat-ı muhammediyye ve hakk-ı mahlûktur. Latîfe ve işâretler ehline göre adidir. Ehl-i mükâşefe nazarında kudsî-küllî rûhtur. /30b/Allah Teâlâ bu rûhu âlim, hâfız, tâm, kâmil, feyz veren ve ilim divitinden yazı yazan kıldı. O diviti nihâyete cârî olan kâinat ilimlerini irâde eden sultânının kudret eliyle hareket ettirmektedir. Bu küllî-kudsî rûh esmâ-i ilâhiyyenin derecesidir.

Sonra Allah Teâlâ işâretler feleğinin altında yer alan nefsler mâdeni feleğini hareket geçirip döndürdü. Bu felek peygamberliklerdeki levh-i mahfuzdur. İdrâk, fikir, işâret ve mükâşefe erbabınca nefs-i münfailedir. Allah (c.c.) nefs-i münfaileyi kâmil değil tâm olan, feyz-i evveli bahşeden değil, feyze mazhar olan kıldı. Nefs-i münfaile gâyelere erişmekten âciz ve eksiklik mahallindedir. Sonra keşifteki hebâyı, düşüncedeki heyûlâyı, aynlardaki değil zihinlerdeki tabiatı var kıldı. Allah Teâlâ’nin izhâr ettiği ilk sûret işte bu hebâdaki ve heyûlâdaki üç boyutun sûretidir. Dört rüknün sultânı Allah mekâna yönelince ateş, toprak, hava /31a/ ve su burçları zâhir oldu. Varlıklar birbirinden ayrıldı. Böylece bu şeffaf, latîf, kürevî ve kuşatıcı cisim, azîm ve kerîm arş olan âlemin cisimleri olarak adlandırıldı. Allah had ve miktardan münezzeh olarak rahmân ismiyle arşa istivâ etti. Onun keyfiyyetini bilemeyeceğimiz bu istivâsı kendi katında ma’lûm olmakla berâber, akıl ve zihinlere ma’lûm değildir.

Sonra Allah bu ilk feleğin ortasında bir ikinci feleği harekete geçirdi ve bu feleğe Kürsî adını verdi. Kürsîye iki adım attıktan sonra, kürsî’deki bütün hikmetli emirler, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiriyle birbirinden ayrıştı. Kürsünün yanında cennet çadırlarında yetişen, kem gözlerin nazar etmediği güzelleri yarattı. Sonra da o kürsüde emirlerin menzillerini düzenledi ve rûhâniyyette bu menzilleri tahkim etti. Bunları eliften, gece ve gündüz deveranından bir saate kadar yedi te’sîrâtla musahhâr kılıp tahkim etti. Bu menzilleri meze olanın ortasıyla istikrar kazanmış mutluluk ve sürekli bir bahtsızlığın iki yanı arasına, takdir edilmiş müfred olan insanın nüzûlüyle yerleştirdi.

Sonra Cenâb-ı Hak bu feleğin ortasında /31b/ üçüncü bir feleği hareket ettirip çevirdi. Üçüncü felek de Hunnes ve Künnes denilen yıldız topluluğundan musahhar ve fakir olarak seyreleyip yüzen bir yıldız yarattı. Ve tüm simsiyah yıldızları yanma koydu. Yolların darlığını, engebeli oluşunu, üzüntü ve kederi, geçip giden şeylere yazıklanmaları, ölüm sarhoşluklarını, karanlıkların ve kasıp kavuran çöllerin sırlarım, meyve veren ağaçları, yılanlar ve zararlı hayvanları, vahşî böcekleri, inceleme metodlarını, zorluk ve sıkıntıları bu feleğe bağladı. Allah Teâlâ bu feleğe, Halil’i, kulu ve rasûlü İbrâhim (a.s.)’ın rûhâniyyetini yerleştirdi.

Sonra Allah Teâlâ bu feleğin ortasında dördüncü feleği harekete geçirip döndürdü. Bu feleğin içine de Hunnes ve Künnes yıldız topluluğundan yüzüp seyreyleyen bir yıldız koydu. Bu yıldızın yanma selvi boylu hurma dallarını, adlî yargılarda ve hükümetlerde adâleti, iyilik ve mutluluğun yollarını, kendilerine nimetler bahşedilmiş beyaz yüzlü güzelleri, dengeleri, tâm olan varlıkları, ibâdet ve taatların /32a/ sırlarını, sadakaları, burhânî şeyleri, davetlere icâbeti, Arafat’ta vakfeye duranlara bakmayı, şeytan taşlama yerlerindeki (cemrelerdeki) menâsiki kabul etmeyi yerleştirdi. Allah bu felekte nebîsi, kulu ve sırdaşı Mûsa (a.s.)’ın rûhâniyyetini meskûn kıldı.

Sonra Allah (celle celâlühü) dördüncü feleğin ortasında beşinci feleği hareket ettirdi ve çevirdi. Ve yine bu felekte Hunnes ve Künnes yıldız topluluğundan yörüngesi olan bir yıldız yarattı. Bunun yanına da şiddetli kamçılarla mezheplerin himâyesini, esnek kargıları, dağ gibi sâbit kazanların kaynatılmasını, havuzlar kadar geniş yuvarlak leğenlerin doldurulmasını, taassuplar ve körü körüne bağlanmaları (kavmiyetçilikleri) fitnelerin, hidâyet ve dalâlet arasındaki harplerin tutuşturulmasını, akıl ehli ile hayalperestler arasında olan saptırıcı şüphelerle açık delillerin karşılaşmasını tevdi’ etti. Bu feleğe de iki rasûlü Hârun ve Yahya (a.s.)’ın rûhâniyyetini yerleştirdi.

Sonra bu feleğin ortasına /32b/ altıncı feleği koydu. Altıncı felekte seyreyleyen büyük bir yıldız yarattı. Onun yanına da rûhânilerin sırlarını, ışık saçan nûrları, parıldayan ışıkları, bir anda görünüp kaybolan şimşekleri, yakıcı şuaları, aydınlığa garkolmuş cesedleri, kâmil mertebeleri, mûtedil yerleşimleri, inci değerinde mârifetleri, yüce yâkutları, gün gibi âşikâr olanlarla sırları cem’ etmeyi, tesîsat öğretilerini, nûrun cârî olan nefslerini, müdebbir rûhların çıkarılmasını, gizli işlerin îzâhını, zor sorunların çözümünü, nağmelerde bulunan gökyüzü ritminin güzelliğini, peşisıra gelen vâridâtı, gaybî tenezzülâtm müteradifliğini, rûhâni mânâların en uç noktalara kadar yücelmesini, illetlerin faydalı illetlerle ortadan kaldırılmasını, güzel görünen varlıkları, güzel örfleri vb. ISSzd yerleştirmiştir. Biz bunları Tenezzülât-ı Mûsuliyye isimli kitabın 46. Bâbında zikrettik. Allah Teâlâ bu feleğe kendisine yüce bir makâm tahsîs edilen İdris Nebî’nin rûhâniyyetini yerleştirdi.

Sonra Allah Teâlâ altıncı feleğin ortasında yedinci feleği harekete geçirdi ve döndürdü. Bu felekte seyreyleyen bir yıldız yarattı. Ve bunun yanına tâm bir tasvîr, güzel bir nizâm, hoş bir işitme, hârika bir manzara, şekil ve güzellik koymuştur. Bu felekte muhteşem bir güzelliği olan Yusuf (a.s.)’ın rûhâniyyetini iskân etmiştir.

Sonra yedinci feleğin ortasında sekizinci feleği harekete geçirdi ve döndürdü. Burada Hunnes ve Künnes’ten yörüngesi olan bir yıldız yarattı. Allah Teâlâ bu yıldızın yanına vehimleri, ilhamları, vahyi, tanımayı, görüşlerin ve kıyasların yanlışa dûçâr olduğu yerleri, âdi rüyâlan, müjdeleri, bilimsel îcadları, İlmî çıkarımları, fikirlerdeki yanlış ve doğruları, vehmî olan kuvvet-i fiilleri /33b/ recezi (şiir mısrâsı), kehânetleri, firâsetleri, sihir, büyü ve tılsımları koymuştur. Bu feleğe Allah’ın rûhu, kelimesi, kulu ve rasûlü Isâ (a.s.)’ın rûhâniyyetini yerleştirmiştir.

Sonra Hak Teâlâ sekizinci feleğin ortasında dokuzuncu feleği hareket ettirdi. Ve bu felekte yörüngede olan bir yıldız yarattı. Bunun yanına da fazlalıkları, eksiklikleri, kısalma ve uzamaları, sâbit olan şeyleri, bozulmayla birlikte ortaya çıkan değişimleri verdi. Bu felekte Allah Teâlâ rasûlü, kulu, dostu ve nebîsi Âdem (a.s.)’ın rûhâniyyetini yerleştirdi.

Allah (c.c.) bu küresel feleklere hiyerarşik bir şekilde sıralanan melekleri iskân etmiştir. Meleklerin bâzısı ayakta, bâzısı oturur bir haldedir. Bâzdan rüku’, bâzdan secde eder. Allah Teâlâ buyurur ki: “Bizden herkesin belli bir makâmı vardır.” (Saffat, 37/164) Melekler göklerin direkleridir. Allah meleklerden tertemiz rûhânîler ve Hakk’ın gerçekleşmesini istediği oluşlar için vekil kıldığı, emrine âmâde melekler yaratmıştır. Allah Teâlâ bu meleklere çeşitli görevler vermiştir. Kınanmaya müstehak olanları sıkıştırmak ve baskı uygulamak, /34a/ rasûllere vahyi iletme, ilhâm verme ve Allah’tan gönderileni ilkâ etme, açıklamada bulunma, tasvîr etme, kısımlara ayrılmış şeyleri düzene sokma, Allah’tan gelen şeylerle gönüllere ferahlık ve umut verme, peyderpey insanların canlarını almak sûreti ile onları korkutma, cana kastedenleri korkutma, yıldızları kaydırma, geniş zırha îtibâr ve hükümleri yerine getirip uygulamakla görevlendirmiştir.

Sonra Hak Teâlâ dokuzuncu feleğin içinde onuncu felek olan esîr feleğini hareket ettirdi. Ve bu feleğin içine levh-i mahfuzun kapısını aralamaya çalışan hırsızları taşlamayı tevdi’ etti.

Sonra onuncu feleğin ortasında on birinci feleği hareket geçirip döndürdü. Allah Teâlâ bu felekte tozu dumânâ katan ve yağmur taşıyan fırtınaları estirdi. Sıkışıp buharlaşmadan oluşan denizleri dalgalandırdı. Bu feleğe “dâire-i zemherîr” denilir ki ondan damıtma sanatı öğrenilir. Allah Teâlâ bu felekte uçan cisimlerin rûhlarım tutmuştur. Onuncu ve on birinci felekte Hak Teâlâ gürleyen gök gürültülerini, /34b/ öldürücü şimşekleri, yok edici taşlan, ulu dağlan, inip çıkan yakıcı rûhları ve donmuş suları izhâr etti.

Sonra bu feleğin ortasında on ikinci feleğe hareket verdi. Bu feleğe âyetlerde beyân olunan ölülerin diriltilmesini tevdi’ etti. Bu felekte câri olan nişân ve alâmetler icrâ olundu. Bunun içine de konuşmayan hayvanları yerleştirdi.

Sonra Allah on ikinci feleğin ortasında on üçüncü feleği hareket ettirdi. Ve bunun içine tekvînâtın mâden, bitkiler ve hayvanlardan oluşmasını tevdi’ etti. Sonra da insanı tüm bu zikretmiş olduğumuz hâdis varlıklara benzer bir tarzda yarattı.

Sonra Hak Teâlâ insana isim ve sıfatların bilgisini bahşetti. Bütün yaratılmışları onun emrine verdi. İşte bundan dolayı mevcûdâtın sonuncusu olmuştur. İnsanın rûhâni yönünden ötürü hidâyetlerdeki evveliyet son noktalardaki âhiriyyet sırrı /35a/ kendisine doğrulanmış olur. Allah’ın inâyetlerinin izhârı için emir insanda başlatıldı ve onda son buldu. Hak Teâlâ insanı yeryüzünde halîfe yaptı. Nitekim halîfede göklerin sırlan vardır. Rab insanı açık âyetlerle, delillerle ve mûcizelerle te’yîd etti. Keramet çeşitlerini yalnızca ona bahşetti. Allah kirlileri temizlerden ayırmak için insan vâsıtası ile meşrû’ hükümlerini icrâ etti.

Habîs kimseleri şekâvetlerle aşağılara yuvarlar. İyi kimseleri de saadetlerle yüksek derecelere nâil kılar. Bu husûs zâtın iki sıfatı olan kabzateyn (iki tutum) mevzûunda geçer.

Mâdenlere gelince üç tabakadır: Topraksı, taşsı ve sulu mâdenler. Bitkiler de üçe ayrılır: Dikilenler, ekilenler, kendiliğinden bitenler. Hayvanlar da memeliler, kuluçkaya yatanlar ve bakteriler diye üçe ayrılır.

Bu âyetleri yaratan ve bu delilleri vâhid ve kahhâr /35b/ olduğuna dâir delil getiren Allah’ı tesbîh ederim. Sübhân olan Allah yeri, göğü ve varlıkları düzenlemiştir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdederim.

Asıl nüsha ile karşılaştırıldı.

13 Rebîu’l-evvel 1192



[1] Timizi, Sünen, tefsir sûre 57; îbn.Hanbel, Müsned, 2,370



Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to