Hazırlayan:
Naile BALTACI
Dinin sadece zahir yaşantıda değil,
insanın derununu ifade eden kalp ve mana boyutunda da yaşanması ve içselleşmesi
gerektiği İslam’ın ilk devirlerinden beri bilinen bir gerçektir. Peygamber
Efendimizden sonraki dönemlerde bu bilinçten hareketle zahit sufîler ortaya
çıkmış olduğunu görüyoruz.
İslam’ın
ilk dönemlerinde bir zühd hareketi olarak başlayarak günümüze gelinceye kadar
pek çok evreler geçirip sistemleşen ve bir bilim dalı olarak günümüzde
varlığını devam ettiren tasavvufun, mahiyetini ve tarihi gelişimini en iyi
şekilde anlayabilmenin bir gereği de mutasavvıfların fikirlerinin derinlemesine
bilinebilmesidir. İşte ilk eserlerin tedvin edilmeye başlandığı, tasavvuf
kavramlarının kullanılıp yaygınlaştığı dönemin mutasavvıflarından olan Ebû Saîd
el-Harrâz’ı (v. 286/899) araştırmamıza konu edinmemizin en önemli sebeplerinden
biri de bu husustur.
Hicrî III.
yüzyılda ise Zünnûn el-Mısrî’de (v. 245/859) olduğu gibi mârifet ve muhabbeti
de zühdün içine katarak harmanlanmış yeni yapılanmalar tasavvufun temeline
yerleşmiştir. Ebû Saîd el-Harrâz da bu geleneğin bir temsilcisidir. Harrâz’ın
tasavvufî temel kavram ve makamlara dair görüşlerini incelediğimiz eserlerinde
bu hususu ayrıntılı olarak görmekteyiz. Ayrıca tasavvuf kitaplarında fena ve
beka konusunda ilk söz söyleyen sufî diye nitelendirilmesine karşın bu
eserlerde müstakil olarak özel bir vurgu ile fena ve bekadan söz edilmediği,
hatta Kitâbu’l-Hakâik ta tanımı yapılan kavramların içinde de fena ve
bekanın zikredilmediği dikkatimizi çekmiştir. Eserlerde tüm kavram ve makamlara
fena ve beka çerçevesinden bakıldığını, hepsinin insanı fenaya oradan da bekaya
ulaştıran bir merhale, aşama veya safha olarak görülüp değerlendirildiğini
anlamaktayız. Bekanın ise insan-ı kâmil’in erişeceği son nokta olarak
nitelendirdiği bunun yanı sıra velâyetin ve mârifetin baki olduğu da Harrâz’ın
eserlerinde yer almaktadır. Harrâz fenayı ve bekayı bilcümle makam ve hallerin
özü olarak görmektedir.
Ele
aldığımız bu üç eserden Kitâbü’l-Keşf ve ’l-Beyân ’da baştan sona
enbiyânın evliyâdan üstün olduğu Kur’an ve hadislerden deliller getirerek ifade
edilmektedir. Kitâbü’l-Ferâğ’da ise gerçekten zikir ehli olabilmek,
mârifeti elde edebilmek ve bir kulun manevî yolda hedefine varıp fena ve bekayı
bulabilmesi için nefsinin, kalbinin ve amellerinin hangi safhalardan geçeceği,
Allah’tan gayriden nasıl fâriğ olunacağı anlatılmaktadır. Bunları anlatırken
Harrâz, kader, ilahî irade, velilik konularına da değinerek kişinin sadece
kendi istek ve gayretiyle bu makama erişemeyeceğini de vurgulamaktadır. Kitâbü’l-Hakâikte
de birçok tasavvufî hal ve makama tanımlar getirmektedir. Bu tanımların büyük çoğunluğu
tasavvuf kaynaklarındaki tanımlarla örtüşürken sadece birkaçında Harrâz’a özel
yorumlar tespit edilmiştir. Bazı kavramlar ise diğer tasavvuf kaynaklarında
terim olarak ele alınmamıştır.
Aynı
zamanda Ebû Saîd el-Harrâz’ın el yazması olarak Kastamonu İl Halk
Kütüphanesinde 2713 demirbaş numaralı eserde kayıtlı olan bu risalelerinin
başka bir nüshasının bulunmayışı ve ilgili tasavvuf dönemine dair günümüze ışık
tutması açısından önemli olduğu için çalışmamıza konu ettik. Bu eserleri hem
tercümelerini yaparak gün yüzüne çıkarmak hem de içeriklerini beyan etmek
amacıyla tez konusu olarak ele aldık.
Önce
orijinal el yazmalarını okuyup tercüme ettik. Ardından da eserlerdeki konuları
belirledik. Bu konuların tespitinden sonra üç eseri birlikte ele alıp diğer
tasavvuf kaynaklarıyla da bağlantılı olarak değerlendirmeye çalıştık. Genel
kabul görmüş tasavvuf kavramlarının hem sözlük anlamlarına hem de o kavramın
tasavvuf ilmi açısından terim anlamına beraberce tezimizde yer verdik. Böylece
Harrâz’ın görüşlerini daha ayrıntılı ve anlaşılır halde ortaya koymaya gayret
ettik.
Tezimizin
giriş bölümünde Harrâz’ın hayatı, hocaları, talebeleri ve eserlerine yer
verdik. Birinci bölümde Harrâz’ın Kitâbü’l-Keşf ve’l-Beyân, Kitâbü’l-Ferâğ,
Kitâbü’l-Hakâik isimli üç eserinin tanıtımını yaptıktan sonra eserlerinin
orijinal metnine de yer vererek tercümesini yaptık. İkinci bölümde ise
Harrâz’ın bu üç eserdeki tasavvufî görüşlerini serdederek eserlerdeki muhtevayı
açıkladık.
Sonuç
bölümünde çalışmadan elde ettiğimiz sonuçları ve Harrâz’ın bu eserlerinden
edindiğimiz çıkarımları sunmaya çalıştık.
Naile
BALTACI
Konya 2009
EBÛ SAÎD EL-HARRÂZ’IN HAYATI VE ESERLERİ
Ebû Sâîd
el-Harrâz’ın hayatı hakkında müstakil bir çalışma yapmış olduğumuz için burada
Harrâz’ın hayatına ana hatlarıyla temas etmekle yetinilecektir.1
A.
1. İsmi, Künyesi ve Doğum Tarihi
Künyesi Ebû
Saîd olan Harrâz’ın ismi, kaynaklarda Ahmed b. İsâ olarak yer almaktadır. Bağdatlıdır ve Bağdat’ta doğduğuna nispetle el-Bağdâdî;
mesleği olan, deriden yapılmış kılıç kını, su kabı gibi şeyleri dikmesinden
dolayı el-Harrâz olarak anılmaktadır.
Sûfî
şeyhlerin büyüklerinden kabul edilmiştir ve yine sûfîler arasında “Kameru’s-Sûfiyye”
diye meşhurdur. Bağdat’ta
doğmuştur, kaynakları
incelediğimizde doğum tarihinin bilinmediğine dair ibârelerle karşılaşmaktayız.
Günümüze
ulaşmayan Kitâbu’s-Sırr adlı risalesindeki görüşlerinden dolayı
Bağdat’ta tenkitlere uğrayınca Buhara’ya, oradan da Mekke’ye gitmiştir. Bir
süre burada ikamet ettikten sonra Mısır’a geçmiştir. “Allah ile benim aramda
perde yoktur.” sözü tepkiyle karşılandığından Mısır’ı da terk etmek zorunda
kalmıştır. Daha sonra Basra’ya gitmiştir. Sufilerin imamlarından ve şeyhlerin
ulularındandır. Aynı zamanda düşüncelerine ittiba edenler kendi ismine nispetle
“Harrâziyye” ekolü olarak tasavvuf tarihi eserlerinde anılmaktadır.
“Tecrîd, inkıtâ ve halvet hakkında onun sözlerinin büyük bir tesiri vardır.
“Fenâ ve bekâ konusunda ilk söz söyleyen kimsedir.” denilmiştir. Kısaca ifade
etmek gerekirse Harrâziyye yolunun tümü bu iki kelimede saklıdır.”
Ebû Saîd
el-Harrâz, Serî es-Sekatî (v. 253/867), Bişr el-Hafî (v. 151— 227/764-841), Muhammed b. Mansûr et-Tûsî gibi sufilerin
müridi olmuştur. Zünnûn el-Mısrî (v. 245/859 veya 246/860), Cüneyd el-Bağdâdî (v. 297/909) gibi ünlü sufilerle de sohbet etmiştir.
Ebu’l-Hasen
Ali b. Muhammed b. Ahmed b. Hasen el-Vâiz el-Mısrî (v. 251- 338/865-949), Ebû
Cafer Muhammed b. el-Misbâh es-Seydalânî (v. ?), Ali b. Hafs er-Râzî (v. ?),
Ebû Muhammed el-Harîrî (v. ?), Ebû Bekr Muhammed b. Abdillâh ed-
Dekkâk/ez-Zaggâg (v. 290/903), Ebû Bekr Muhammed b. Ali el-Kettânî (v. 322/934)
ve Muhammed b. Ahmed b. Mukâtil (v. ?) Harrâz’ın müridleri arasında
sayılmaktadır.
Ebû Saîd
el-Harrâz’ın hayatından bahsederken onun bazı tasavvuf? kişiliğine de değinmeyi
uygun bulduk. Bunlar klasik kaynaklarımızda yer alan birkaç örnekten ibarettir.
Görüşlerine ikinci bölümde geniş bir şekilde değinilecektir.
Ebû Saîd
el-Harrâz’ın kendisi anlatıyor: “Bir arefe gecesi Ulu ve Yüce Allah’a o kadar
çok yaklaştım ki bu yakînlık O’ndan bir dilekte bulunmama ihtiyaç bırakmadı.
Allah Teâlâ’dan dilekte bulunmam için nefsim benimle çekişmeye başladı. Bu
esnada hatiften işittiğim bir ses bana şöyle dedi: ‘Allah’ı bulduktan sonra
O’ndan başkasını mı istiyorsun?’”
Yine Ebû
Saîd el-Harrâz kendisi ile ilgili bir olayı şöyle anlatıyor: “Çölde yolculuk
yapıyordum. Son derece acıkmıştım. Nefsim Allahtan yiyecek istememi benden
talep etti. Bu konuda Allaha yalvarmaya niyet edince hatiften bir ses işittim.
Şöyle diyordu: ‘Bize yakîn olduğunu iddia ediyorsun, biz bize gelenleri zarara
uğratır mıyız hiç?’ Aciz ve zaafını ileri sürerek sabır ve kuvvet istiyorsunuz.
Sanki O sizi, siz O’nu görmüyormuşsunuz gibi!”
Yine kendi
ifadeleri ile “Benim Allah ile olan ilişkilerimde yemek konusu üç günde bir
karnımı doyurmak şeklinde idi. Bir gün çöl yoluna çıktım. Üç gün geçti ve
hiçbir şey yemedim. Dördüncü gün olunca kendimde bir zayıflık hissettim ve
oturdum. Bu sırada hatiften şöyle bir nidâ duydum. ‘Yâ Ebâ Saîd! Sebeplere
sarılmayı mı tercih edersin yoksa mânen güçlü olmayı mı?’ Hemen kendime geldim
ve dedim ki; ‘Mânen güçlü olmaktan başka bir şey istemem.’ Hemen içinde
bulunduğum durumdan çıkıp kalktım ve tam on iki gün hiçbir şey yemeden yürüdüm.
Açlık sebebi ile hiçbir acı da hissetmedim.”
Şeytan
ile ilgili olarak yaşadığı bir hali ise şu şekilde ifade etmektedir. “Bir gece
rüyada İblis’i benden uzaklaşır vaziyette görmüş ve ‘Yanıma gel nereye böyle’
demiştim. İblis dedi ki: ‘Halkı kandırdığım vasıtaları siz kendinizden kaldırıp
attınız. Yanına gelip de ne yapacağım.’ Harrâz: ‘Ne imiş o?’ dedim. “Dünya”
dedi. Benden biraz uzaklaşınca bana yönelerek dedi ki: ‘Yalnız benim için sizde
bir latife kaldı.’ ‘Nedir o?’ dedim. ‘Oğlanlarla düşüp kalkmak.’ dedi.” Yine Harrâz, İblis ile alakalı olarak yaşadığı
bir halden şu şekilde bahsetmektedir. “Rüyamda İblis’in bana saldırdığını
gördüm. Sopayı alıp ona vurmak istediğimde bir ses ‘İblis bu sopadan korkmaz, o
ancak kalpte parlayan îmân nurundan korkar’ dedi.”
Harrâz’ın
Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile olan ruhî/manevî
karşılaşmasıyla ilgili olarak ise şu beyanları kaynaklarda yer almaktadır.
“Şam’da bulunuyordum. Rüyamda Rasul-i Ekrem’in Ebû Bekr (v. 13/639) ve Ömer’e
(v. 23/644) dayanarak bana doğru geldiğini gördüm, ben de şiir gibi bir şeyler
söylüyordum. Rasul-i Ekrem göğsüme vurarak ‘Bunlar şerri hayrından çok olan
şeylerdir.’ buyurdu.
Sufilerle
birlikteliği ile ilgili olarak da Harrâz der ki: “Sufilerle uzun uzadıya sohbet
ettiğim halde aramızda hiç ihtilaf çıkmadı. ‘Neden?’ diye sorulunca, ‘Çünkü
onlarla beraber bulunurken nefsimin aleyhinde bulunurdum.’ demiştir.”
Harrâz’ın
manevî olgunlaşmasında, geçirdiği ailevî bir ibtilâ çok etkili olmuş
görünmektedir. Şöyle ki anlatılduğına göre Ebû Saîd el-Harrâz’ın salih bir
çocuğu vardı, vefat etti. Vefatından sonra Harrâz onu rüyasında gördü. “Ey
oğulcuğum, bana tavsiyede bulun.” dedi. Çocuğu “Allah’la aranda bir gömlek bile
olmasın.” dedi. Ebû Saîd otuz sene boyunca gömlek giymedi. Yine o diyor ki:
“Sufiye gereken hoş ince görünüşlü olmak, halvete devam etmek, güzelce korunmak
ve yokluk anında kimseden istememektir. Eğer böyle olmazsa yalancılarla
arasında bir fark yoktur.” Yine Harrâz diyor ki: “İnsanların Allah’a en uzak
olanı mârifet ve yakınlık iddia eden kimselerdir ki bu, onların çoğunun Allah
katında en sevilmeyen kişiler olduğuna işarettir.”
Harrâz’ın
vefat tarihi konusunda ihtilaf vardır. Sülemî (v. 412/1021) ve Şa‘rânî (v.
973/1565) 279/892 tarihini
verirken Kuşeyrî (v. 465/1072) 277/890,
Câmî (v. 892/1492) ise 286/899 tarihini vermektedir. Tarihçiler ve
tabakat sahiplerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş 286/899 tarihidir.
Kaynaklarda ifade edildiğine göre Kahire’de vefat etmiştir.
Ebû Saîd
el-Harrâz’ın dört yüz civarında kitap tasnif ettiğini Ferîdüddîn Attar (v.
618/1221) nakletmektedir. Bunlardan elde mevcut olanlara burada yer 27 verilecektir.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi katalog bilgilerine göre 37 Hk 2713/2 nu.da kayıtlı olan ve
bizim bu araştırmada üzerinde çalıştığımız üç eseri de içeren yazma nüsha er-Risâletü
’t-Tüsterî adıyla kayıtlıdır. Müellifi ise “el-Harrâz Ebû Ya‘kûb Saîd b.
Sehl et-Tüsterî (öl. 273/886 veya 283/896)” olarak yer almaktadır. Bu müellif
bilgisinde Harrâz ile Sehl b. Abdillâh et-Tüsterî’ye ait bilgiler/isimler
karışmıştır. 283/896 olan vefat tarihi Tüsterî’ye aittir. Bu karışıklığın
sebebi bize göre ilgili eserde 88.b-133.a vr. arasında yer alan bir risale olan
Kitâbü Mi‘yâri’t-Tasavvuf’un başlık sayfasında yer alan (vr. 88.a) ve bu
eserin Harrâz ve Tüsterînin sözlerini ihtiva ettiğine dair açıklayıcı başlık
bilgisidir. Eserin kime ait olduğu ise bu araştırmanın konusu dışında olmasına
rağmen Harrâz’a ait risaleler arasında yer alması ona ait olma ihtimalini
güçlendirmektedir. Eserle ilgili olarak müstakil bir çalışma da yapılmıştır.
Yeri geldiğinde buna da temas edilecektir.
1.
Kitâbu’s-Sıdk
ev et-Tarîku İlallâh
Bu eser,
Harrâz’ın talebeleri için yazmış olduğu tasavvuf ve tarikatın daha çok pratik
yönünü inceleyen önemli bir risaledir. Süleymaniye Kütüphanesi Şehit Ali Paşa,
1374 numarada bulunmaktadır. Eser A.J. Arberry tarafından The Book of
Truthfulness (Kitâb al-Sidq) adıyla yayımlanmıştır. Eseri Abdulhalim Mahmud da et-Tarîku
îlallâh ismiyle neşretmiştir.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de varak 71.b-78.a
arasında yer almaktadır. Bu eser çalışmamıza kaynaklık eden üç eserden birisi
olduğu için Birinci Bölümde yer alan “Eserin Tanıtımı” başlığı altında detaylı
bilgi verilecektir.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de 78.a-87.b varaklar
arasında yer almaktadır. Bu eser de çalışmamıza kaynaklık eden üç eserden
birisi olduğundan “Eserin Tanıtımı” başlığı altında detaylı bilgi verilecektir.
Bu eser
Kastamonu İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu no: 2713’de 64.b-70.b
varaklar arasında yer almaktadır. Bu eser de çalışmamıza kaynaklık eden
eserlerden biri olması hasebiyle “Eserin Tanıtımı” başlığı altında daha
ayrıntılı bilgi verilecektir.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de 57.b-62.a varaklar
arasında yer alan bu eser, küçük bir risale olup dünyanın değil de ahiretin
tercihi lazım geldiğini göstermek için yazılmıştır. Brockelmann tarafından GAL.’de
ismi zikredilmiş değildir.
Bu eser de
Kastamonu İl Halk Kütüphanesinde nu. 2713, 88.b-133.a varaklar arasında
bulunmaktadır. Kitâbü
Mi‘yâri’t-Tasavvuf, Müslüm Öztürk tarafından Kitabu Mi ’yarı
’t-Tasavvuf ve Mahiyatuh ve Ebû Saîd Ahmed b. Isa el-Harrâz adıyla Yüksek
Lisans Tezi olarak çalışılmıştır.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de 62.b-64.b varaklar
arasında yer almaktadır. Bu eserin başka bir nüshasının varlığı
bilinmemektedir. Allah’ı arayanların (taliplerin) derecelerini göstermek için
yazılmış olup bunları yedi derece olarak göstermektedir.
Yukarıda
adı geçen bu eserlere ilave olarak Harrâz’a nispet edilen Kitâbü
Ru’yeti’l-Kulûb, Kitâbü
Âdâbi’s-Salât ve Derecâtü’l-Mürîdîn
adlı eserler ile Vasâyâ
adlı, nasihatler ihtiva ettiği
muhtemel bir risale de kaynaklarda yer almaktadır. Fakat bu eserlere bizzat
veya katalog bilgilerinde rastlayamadık. Ayrıca yine kaynaklarda Harrâz’ın tekfir
edilmesine yol açan görüşleri ihtiva ettiği belirtilen Kitâbü’s-Sirr
adlı bir eserden de bahsedilmektedir. Derecâtü’l-Mürîdîn ve Kitâbü’s-Safâ
risalelerinin Kitâbü’s-Sirr adı altında yazılmış olabileceğine dair
iddialar vardır. Bu
iddiaların hangi delilden hareketle ortaya konulduğu anlaşılamamıştır.
TDV. İslam
Ansiklopedisi ’nde yer alan “Ebû Saîd el-Harrâz” maddesinde “Bazı
risaleleri de Kâsım es-Sâmirâî tarafından Resâ’il fi’t-tasavvuf adıyla
yayımlanmıştır (Bağdad 1967).” şeklinde bir ifadeye yer verilmiştir. Biz bu
risalelerin yukarıda adı geçen eserlerden farklı risaleler olduğu kanaatinde
değiliz.
Tasavvuf
Tarihi içerisinde, tarikatların oluşum sürecinde ilk tasavvufî fırkalar
arasında Ebû Saîd el-Harrâz’a nispet edilen tasavvufî kol “Harrâziye” olarak
anılmaktadır. Kaynaklarımızda Harrâziye’nin özelliklerine şu şekilde yer
verilmiştir. “Harrâziler Ebû Saîd Harrâz’a intisap ve tevelli ederler. Tasavvuf
yoluna dair parlak eserleri vardır. Tecrid, inkıta ve halvet hakkında büyük bir
tesiri mevcutur. (...) Kendi yolunun ve meşrebinin tümünü bu iki kelimenin
içinde saklamıştır.”
Hucvîrî’de
yer aldığına göre; “Kulun kendi varlığından fânî olması Hakk’ın celâlini ve
azametini keşfetmesi ile olur. O derece ki Hakk’ın celâlinde dünyayı da ahireti
de unutur, himmetinin nazarında makam ve haller hakir görünür, kerametler
dağılıp gider, aklından ve nefsinden fânî olur, fenâdan da fânî olur (fânî
olduğunu görmez ve bilmez) o vakit dili Hak ile konuşur, bedeni huşû‘ ve hudu
halinde bulunur. Nitekim ubûdiyet ahdinin haline, aslî fıtratına rücu eder.”
Harrâzilerin mezhebinin kanunu ve
esası da bundan ibarettir, diyen Uludağ, Harrâz’ın dayandığı esasın yukarıda
anlatılan esaslar olduğunu ifade etmektedir. Fenâ ve bekâ anlayışının bu şekli
ile tasavvufa Harrâz vasıtasıyla girdiği konusunda kaynaklar müttefiktirler.
Uludağ’a göre Hucvîrî, Harrâz’ın fenâ ve bekâ nazariyesini etraflıca tasvir
etmektedir. Bu şekildeki fenâ ve bekâ anlayışı daha sonra bütün sufiler
tarafından benimsenmi ştir.46
Tasavvufun
ilk dönem kaynakları olarak ifade edilen eserler başta olmak üzere önemli
eserlerde sıkça adından bahsedilmekte ve görüşlerine başvurulmaktadır. Bunlara
örnek olarak Serrâc’ın (v. 378/988) el-Lüma’ adlı eseri, Kelâbâzî (v. 380/990), Kuşeyrî’nin (v. 465/1072) er-Risâle’si,
Hucvîrî (v. 470/1077), Gazzâlî (v. 505/1111) ,
Ferîdüddîn Attâr (v. 618/1221), Sühreverdî (v. 632/1240), Şa‘rânî (v. 973/1565) gibi âlimlerin eserlerini sayabiliriz. Son
dönem eserlerde de Harrâz ve görüşlerine yer verilmektedir ve kaynak olarak
kullanılmaktadır.
I. BÖLÜM
HARRÂZ’IN ÜÇ ESERİ VE
TERCÜMELERİ
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de 64.b-70.b varaklar
arasında yer almaktadır. Başka bir nüshasının olmadığı A. Ateş tarafından da
ifade edilmiştir. Biz de eserin başka br nüshasına rastlayamadık. İlk dönem
Tasavvuf kaynakları da dâhil olmak üzere daha sonraki kaynaklarda bu eserlerin
isimlerine rastlanmamıştır. Harrâz’ın çeşitli tasavvufî meselelerle ilgili
görüşlerine yer veren Tasavuf kaynaklarında da bu eserde yer alan görüş ve
ifadeleri bulunmamaktadır.
Bu eser,
“mutasavvıflar arasında uzun münakaşalara mevzu teşkil etmiş olan enbiyânın mı
yoksa evliyânın mı makamlarının daha yüksek olduğu meselesini tartışmaktadır.
Neticede enbiyânın makamlarının daha yüksek olduğu ve ahirette onların şefaatte
bulunabilecekleri kanâatine ulaşmakta ve bunu ispat için aklî delillerle
beraber peygamberlerin kıssalarından misaller zikretmektedir.”
Harrâz’ın Kitâbü’l-Keşf
ve ’l-Beyân adlı bu eseri Yüce Allah’ın bazı isim ve sıfatlarıyla beraber
O’na hamdü sena ile başlamaktadır. Salâtü selam bölümünden sonra ise konuya
geçilmektedir. Eserin başlangıcında evliyâ ve enbiyânın makamlarının arasındaki
üstünlük problemi tartışılmaktadır. Eserde evliyânın üstün olduğuna dair bir
iddiadan söz edilmekte ve bu iddianın yanlış olduğuna dair müellif gerekçeler
ve deliller sıralamaktadır. Diyebiliriz ki eser, baştan sona sadece bu konuyu
açıklama arzusuyla yazılmıştır. Müellif enbiyânın evliyâdan üstünlüğünü
savunmakta ve bunun ayet ve hadisler ile diğer muhtelif mantıkî deliller ile
desteklemektedir. Aksi görüşte olanların basiretsiz, hakikati göremeyen
kimseler oldukları dile getirilmektedir.
Müellif bu
eserinde ayetlere sıkça yer vermiştir. Eserde hadisler de kullanılmıştır.
Harrâz ruhlar âleminden, elest bezminden başlayarak yaratılışın bütün
safhalarını ele almış, meleklerin ve cinlerin yaratılması, kâfir ve müminlerin
nasıl meydana çıktığı gibi konuları kendi perspektifinden değerlendirmiştir.
Yüce Allah’ın melekleri, insanları evliyâ ve enbiyâyı hangi fıtrat üzere
yarattığına yer vermektedir. Bu sırada kalp âlemi ve ötesi ile ilgili tasavvufî
kavramlara da yer vermektedir. Eserde “mârifet, nefs, ruh, sır, ubûdiyet,
ilham, mucize, keramet, hikmet” gibi terimler yer almaktadır.
Müellif
ilham, keramet ve mucizenin birbirinden farkına özellikle açıklık getirerek bu
özelliklerin kimlere verildiğini de Kur’an’dan örneklerle anlatmaktadır.
Mucizenin yalnızca peygamberlere, kerametin enbiyâ ve evliyâya, ilhamın ise
evliyâ, enbiyâ ve müminlere ait olduğunu söylemektedir.
Müellif bu
eserinde enbiyâyı ordunun komutanına, evliyâyı da diğer rütbeli askerlere
benzetmektedir. Evliyânın yalnızca Allah ve O’nun zikriyle meşgul olduklarını,
enbiyânın ise halkı eğitmekle Allah tarafından görevli ve sorumlu olduğunu
belirtmektedir. Ayrıca müellif Yüce Allah’ın kâinatı güneş, ay ve yıldızlarla
süslediği gibi dini de nübüvvet ve risaletle süslediğini ve evliyâyı da bundan
faydalandırdığını ifade etmektedir. Enbiyânın, evliyâdan üstünlüğünü birçok
delille ispatlamaktadır. Eser, Harrâz’ın o dönemdeki bir tartışmaya ve iddiaya
cevap niteliğinde bu eseri kaleme aldığını düşündürmektedir.
Eser,
kitapları indiren, peygamberleri gönderen Yüce Mevla’nın her şeyin Melik’i
olduğunun, nebinin de velinin de ancak onun dilemesiyle gerçekleştiğinin
vurgulanmasıyla sona ermektedir.
Harrâz’ın
eserleri hakkında kısaca bilgi verirken araştırmamıza kaynak teşkil eden Kitâbü
’l-Keşf ve ’l-Beyân, Kitâbü ’l-Hakâik ve Kitâbü ’l-Ferâğ adlı üç
eserdeki üslup özelliklerine de kısaca değinmek istiyoruz. Harrâz’ın bu
eserlerinde üslup olarak şu hususlar dikkat çekmektedir: Klasik eserlerde âdet
olduğu üzere eserler hamdele ve salvele bölümüyle başlar. Bu bölüm diğer
bölümlere göre daha edebî bir üslup ile yazılmıştır.
Asıl
anlatılmak istenen konular ise yalın bir Arapça ile yazılmıştır. Genellikle çok
bilinen kelimelerle ve belirli bir kelime çeşidi kullanılarak kaleme
alınmıştır. Eserlerde birkaç tane orijinal kelime geçmiş ve sözlüklerde
rastlanmamıştır. Üslup ve anlatım kolay olmasına rağmen müstensih tarafından
atlanmış olabileceğini düşündüren kelime eksiklikleri yüzünden bazı cümleler
tercüme edilirken anlam oturtulmakta zorlanılmıştır. İbarelerdeki bu kopukluk
eserin yüzyıllar öncesine dayanan bir el yazması olması ile birleşince
risalelerin az da olsa bazı bölümlerinin anlaşılmasını önlemiştir. Bir de
özellikle Kitâbü’l-Hakâik’ta çokça yer verilen tasavvuf terimleri,
bunların kısa ve öz tanımları edebî bir üslup içerdiği ve çok az kelimeyle
ifade edildiği için yorum yapma sınırımızı daraltmış, anlamayı zorlaştırmıştır.
Ancak bu tanımların arkasından gelen kısa açıklamalar sayesinde kavramlar biraz
daha açık hale gelebilmiştir.
[64-b]
Kitâbü’l-Keşf ve’l-Beyân
Bismillâhirrahmânirrahîm.
(Rabbim kolay getirsin.)
Ebû Saîd
(el-Harrâz) (ra.) der ki: Hâlık ve Berî’,57 Sâdık ve Vefî’, dolu dolu veren Râzık, Bir Tek (Vâhid) ve Yüce (Aliy) , Mâcid ve Kaviy sıfatlarıyla muttasıf; yardım isteyene yardım
eden, kendisine özür beyan edilen, korunmayı isteyeni hıfzeden, kendisine
tevekkül edilen, kendisini dost edinene dost olan, sadece kendisine bağlanılan,
razı olduğuna yardım eden, (her türlü iş) kendisine havale edilen Allah’a
hamdolsun.
O Allah ki
kudret ve yücelikte eşsiz, izzet ve şerefte benzersiz, nimetleri vermede
devamlı, ihsanı bol olandır. Şeriki, benzeri ve yardımcısı olmaktan berîdir,
münezzehtir. Ve yine yolları aydınlatan, açık eden, nurlandıran, seçtiği nebi
ve resullerle (kendisine) yükselme yolunu sevdiren Allah’a hamdolsun. Ki
seçtiği resul ve nebiler risaleti tebliğ ettiler, emâneti yerine ulaştırdılar,
îmâna davet ettiler, kâfir ve azgınlara karşı Allah için cihat ettiler. Ve
onları varlıkların en şereflisi ve en çok isteneni ile tamamladı, onlara ahlakı
sevdirdi, şan ve şerefi onlara ikram etti. Düşüşünden sonra onunla hakkı tekrar
ayağa kaldırdı. Onunla yükselişinden sonra şirki kontrol altına aldı ve
kâfirler hoşlanmasa da İslam’ı izhar etti.
Asırların
geçmesiyle kopmayan, yenilerin eklenmesiyle pekişen daimi, bereketli çokça
salât ve selam Allah’ın Resulü’nün ve âlinin üzerine olsun.
Gelelim
konumuza... Tasavvuf ehlinden bir grup, enbiyânın makamı ile evliyânın makamı
arasındaki ayrımı karıştırdılar. Evliyânın makamını enbiyâdan daha yüksek kabul
ettiler. Bu, onların bizzat hakikatin kendisinden perdelenmiş olmaları
sebebiyledir. Eğer onlardan bu konuda perde kaldırılsa idi, asıllar ayrılır ve
ortaya çıkardı. Enbiyânın şefaatinin dünya ve ahirette olduğunu bilirlerdi.
Birincisi (dünyadaki şefaat) peygamberlik lisanıyla, emir, şefkat ve mahlûkata
nasîhat şeklindedir. Onun bir benzeri de ahirettedir.
Peygamberler
Rabbinin izni ile bütün yaratılmışların şefaatçileridir. Onlar dinde önde
olanlardır. Onlar dini esaslardaki asıllarda sebat edenlerdir. Onlar dinin
reisleridir, âlemler içerisinden seçilmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah Âdem’i ve Nuh’u seçti.” Öyleyse, evliyânın konumunu enbiyânın önüne
geçirme hususu neye dayalı olarak yanlış düşünenlerin dilinde dolaşıyor. Bunun
hakikatini bilselerdi bu esaslar onlara ayan olurdu. Bu iddiadan Allah’a
sığınırız.
Muhakkik
bilginler bu esaslarda Melik Teâlâ’nın tedbirine nazar ettiler ve Allah’ın
kitabına uygun olan şekilde görüş beyan etmişlerdir. Halkı enbiyânın
(aleyhimü’s-selam) sunduklarını anlar hale getirmişlerdir. Çünkü nübüvvet
velayete ek olarak verilmiştir. Yani nebiler nübüvvetin başlangıcından önce
velî idiler. Sonra Allah (onlara) velâyetin üzerine nübüvveti ziyade olarak
verdi. Bu, Allah’tan onlara vazıh bir hikmet ve açıklanmış bir ayettir. Onlar
amellerinde muhlis, hallerinde dürüsttürler. Dini hususlarda mübalağa
sahibidirler. İddia sahiplerinin karıştırması iki hususta olmuştur. Bunlar Musa
ve Hızır (as.), Süleyman ve Asaf (as.) kıssalarıdır.
Bilmezler ki
her velî bir nebinin yanındadır. İşte bu da nebinin (as.) şerefidir. Evliyâlar
mahlûkat içinde Melikin muradına işaret etseler de Allah (Azze ve Celle)
nebilere kudret lisanıyla hitap etmiştir.
Görülüyor
ki; enbiyâ dışındaki mahlûkat evliyânın işaretini işitmekten men olmuşlardır.
Çünkü her velî nebinin izinde yol alır ve onun yanında bulunur; Hızır ve
Lokman’ın kıssasında görüldüğü gibi. Hızır ona demişti ki; “Sen Allah Teala’nın
andığı ve sevdiği Lokman’sın. Beni seni andığı gibi andı ve yırtıcı hayvanlar
benimle konuşurdu.”
Allah (Azze
ve Celle) enbiyâyı isimleri ile zikretti. Onlara kitaplar indirdi ve onları (o
kitaplarda) andı. Şu ayette buyurduğu gibi: “Allah Musa (as) ile konuştu.” Yine Yüce Allah buyurdu: “Allah,
İbrahim’i dost edindi.” Şanı
Yüce Allah buyurdu ki: “Ey İsa, Ben seni muhakkak öldürüp sonra da katıma
yükselteceğim.” Sübhanehu
Teâlâ buyurdu ki: “Ey Davud, Biz sana yeryüzünün halifeliğini verdik.”
Görülüyor
ki Allah Teâlâ enbiyâyı isimleriyle zikretti ve onlara kitaplar indirdi.
(Hâlbuki) çok azı müstesna, her velî velayetiyle anılır ismiyle veya zatıyla
(nefs) değil. Onlar halktan gizlenmişlerdir. Dikkat edin, müminlerin hepsi
Âdem’in (as.) çocuğudur. Onlar enbiyânın ordusudur, enbiyânın takipçisidir.
Yüce Allah
melekleri yarattı. Bazısını bazısına üstün kıldı. Nebilerinde bazısını bazısına
üstün kıldı. Enbiyânın üstünlüğü onları diğer mahlûkat içerisinden seçmiş
olmasıdır. Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurdu: “Onları ilim üzere âlemler
içerisinde seçmişizdir.” Evliyânın şefkati Melik’in hikmeti iledir.
Çünkü Allah (Azze ve Celle) meleklerden mukarrabîn olanları arza indirdi ve
mahlûkatın en hayırlısı olan enbiyâya gönderdi.
Enbiyânın gönderilmesi,
Melâikenin yedinci gökten yeryüzüne
rihleti/yolculuğu
gibi yaratılışta yedinci derecedendir. Nebî (s.a.v.) şöyle dediği gibi: “Ben
Âdemoğlunun efendisiyim, övünme yok.” Allah Teâlâ melekleri belirli (bilinen)
makamlar üzere yarattı. Bütün melekler ibadet ve muamelede makamları üzere
devam etmektedirler. Onlar derecelerinde yükselirler. Enbiyâ da kalplerinin
işleyişi itibariyle onlar gibi yaratılmışlardır. Çünkü meleklerin nefisleri her
türlü âfetten (günahtan vb.) korunmuştur. Evliyâ da, muamelede değil ama
mârifette onlar gibi yaratılmıştır. Evliyâ’nın ruhları da teşbihi akla
getirecek hususlara meyletmekten korunmuştur. Meleklerin şerefi
nefislerinin/kendilerinin istikâmetiyledir. Nebilerin safveti ise kalplerinin
muamelesi sebebiyledir. Evliyânın seyri ruhlarının işaretiyledir. Çünkü
melekler lisanlarıyla konuşurlar, enbiyâ kalpleriyle istikâmettedirler, evliyâ
ise ruhlarıyla nazar ederler. Bunların hepsi kendi makamlarında şereflidirler.
Mârifetlerinde gark olmuşlardır. Hepsi kendi derecelerinde en hayırlı
makamdadırlar, mârifetlerinin tedbirine nazar ederler, onların hepsi Rablerinin
hükmünde müsavidirler.
Görülüyor
ki, dünya meliklerinden her bir melik velâyet ehlinin işlerini yürütmek
içindir. Melîk düzenleyendir, velayet ehline benzemez. Halkının isteğini bilir.
İhsanlarını makamlarına ve derecelerine göre aralarında taksim eder.
Mahlûkatı
yaratan, yaratılmışların suretlerini belirleyen, farklılıklarına göre
rızklarını taksim eden zikri yüce Allah Teâlâ meleklerin rızklarını da
kendilerine taksim etti. Meleklerin payını “ubûdiyette istikâmet” olarak takdir
etti. Enbiyânın rızklarından payını da nefse ait, kalbe ait, tab’a (bedene) ait
olmak üzere üç çeşide ayırdı. Nefsin kısmeti yenilen ve içilenlerdir. Tab’ın
payı kadınlardan ve güzel şeylerden verildi. Kalbin nasibi ise kitap, hikmet ve
risaleti tebliğ olarak verildi. Evliyânın kısmeti ise bu taksimattan nefsin
nasibi, tab’ın nasibi ve kalbin nasibi ile mücadeledir (münâzeledir). Nefsin
payı yiyecek ve içeceklerden, tabiatın (bedenin) payı mübah şeylerden, kalbin
payı da nefsin hakikatini bilmedir (mârifet). Enbiyâ, evliyâ ve diğer mahlûkatı
Allah şu âyette buyurduğu gibi şereflendirdi. “İzzet Allah’ındır, Resulünündür
ve müminlerindir.” Allah’ın
izzeti kendindendir, kendi dışında bir şeye bağlı değildir. Enbiyânın izzeti,
Melik Teâlâ’nın izzet vermesiyledir, müminin izzeti ise tevhîdin (Allah’ı tek
bilmesi ve inanması) şerefiyledir. Tevhîdin şerefi de Melik Teâlâ’nın telkini
ile olmuştur.
Enbiyâ ile
evliyânın makamını bir tutmak hiç kimse için mümkün değildir. Çünkü evliyânın
kalpleri mahlûkatın bilgisini ve onların makamlarını ihata etmekten
müstağnidir. Onlar velayet makamı ile meşgul olurlar. Melik Teâlâ’nın
dilemesini beklerler. Nefislerini muhâsebe ederler. Sonuç olarak onların ilmi,
işlerindeki noksanları bilmeleridir.
Kendilerini
asla nefislerine vermezler (meşgul olmazlar, hasretmezler). (Kaldı ki,) nasıl
olur da başka şeyle meşgul olsunlar. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “O gün
(ahirette), herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Müellif Ebû Saîd) der ki; Evliyânın âlameti
kendilerinin aleyhine olsa bile, dünyada kalplerine gelen havâtırı
bilmeleridir. Dünyada mârifetlerinin tedbirine nazar etmeleri onlar için bir
hayrettir. Diğer mahlûkatın hayreti ise kıyamet günündedir.
Ubûdiyetin
hakikatinden perdelenmiş iken kişi nasıl olur da “ben ve sen” demekle
meşgul olur. Görmez misin ki, bu şekilde iddia eden şeytandan oldu. O (şeytan)
“Ben ondan (Âdem’den/insanoğlundan) hayırlıyım, beni ateşten onu topraktan
yarattın.” demişti. Bütün
mahlûkat içerisinde “ene (ben)” diyen bir kimsenin sözü, kibirden
kaynaklanan ve ubûdiyetten kör olmaktan ileri gelen bu (şeytanın) sözü gibidir.
Kul “ben” deyince Allah Teâlâ “sen” değil “Ben” buyurur. Kul “Sen”
deyince ise Allah Teâlâ “Ben ve sen” buyurur.
Evliyânın
aralarındaki üstünlüğü bu cümledendir. Onlardan hiçbiri “ben” demezler. Çünkü
Allah Teâlâ onları varlıkların en aşağısından en şereflisine yükseltti.
Denizdeki işaretini hatırlaması için Nebisi Mûsâ’yı (as.) Hızır’ın yanına sabır
için gönderdiğinde (ortaya çıktı ki) kimin işareti nefsine olursa minnetin vakî
olmasından uzak kalamaz. “Ben” demesi âdemoğlunun nefsine işaretinin sebebidir.
Kalbinin, kalbinden de organları yoluyla bütün bedenine (yayılan) mihnetle
imtihanıdır. Eğer bütün kalpler Hakkı kabul etseydi o zaman Hak bütün “âlem”de
ve her bir şeyde görünürdü.
Bu ilim
Allah’ın muhabbetiyle kalplerini teskin ettiği kimseler olan ilham ehli ve
hükümde inbisat ehli olanlar dışında kimsede yoktur. Evliyâdan bir gurup şöyle
dedi: “Allah, Mûsâ ile konuştu.” Enbiyâ ile de meleklerin vahyetmesiyle
konuştu. Müminlerle ise kendinden gelen bir ilham yoluyla konuştu. Bu, Allah’ın
Hz. Mûsâ’nın annesine ilham ettiği gibidir ki şöyle buyurdu: “Biz Mûsâ’nın
annesine vahyettik” Allah’ın
vahyi ancak ona idi, ona emretmesi de Allah’ın bal arısına ilham etmesi gibi,
ilham yoluyla oldu. “Onu (Hz.
Mûsâ’yı) bir sandığa koy dedik annesi de koydu.”
Allah Teâlâ
şöyle buyurdu: “Rabbin bal arısına ‘Ağaçlardan ve dağlardan evler edin’ diye
vahyetti/ilham etti.” Yine
Allah Teâlâ şöyle buyurdu. “Allah (Kâbil’e) kardeşinin (Hâbil’in) cesedini nasıl
gömeceğini göstermek için, Âdem’in oğlu da öyle yapsın diye bir karga
gönderdi.” Hayvanlara da
ilham etti. Sonra onları, Allah katında değerli olduğu için Âdemoğluna musahhar
kıldı.
Diğer
mahlûkata olan üstünlüğü sebebiyle âdemoğluna ilham edilmiştir. Enbiyâdan
öyleleri vardır ki onlara melekle vahiy gönderilmemiş, ilham veya rüya yoluyla
(vahiy) gönderilmiştir. Bu şekil ilhama müminlerden “sıddîk” (mertebesinde)
olanlar varis olmuşlardır.
Bazı
kimseler iddia etmişlerdir ki; Allah Teâlâ enbiyâya alametler ve mucizeler
(ayetler) verdi. Onları (bu ayetlerle) diğer insanlar arasında özel bir konumda
kıldı. Bunların hiçbiri peygamberler dışında diğer insanlara verilmemiştir.
Allah peygamberlere kerametler ve mucizeler verdi. Mucizeler de peygamberlerden
başkasına verilmemiştir.
Kerametler
Allah’ın, peygamber olarak gönderdiği kullarına ilim, hikmet ve fayda olarak
verdiği rahmetinin ta kendisidir. Mucizeler ise sadece peygamberler içindir.
Onun dışında hiçbir kimseye verilmez. İbrahim (as.) kıssasını görmez/bilmez
misin? Allah “Ey ateş! İbrahim’e soğuk ve esenlikli ol.” diye buyurdu. Yine Rabbine teslim
olarak/dayanarak kuşları diriltmesi (İbrahim’in) (as.)
kerametlerindendir/mucizelerindendir. Aynı şekilde kendi azametini ve celalini
görmesi için huzuruna (Hz. Muhammed’i) (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
yükseltmesi kerametlerdendir. Yine kendilerine evliyâların ihsan edilmesi
peygamberlerin kerametlerindendir.
Mucizeler
ancak peygamberlere verilir. Kerametlerin ise sadece enbiyâya has olması uygun
değildir. Sıddıklara da vardır, zaruret zamanlarında rahmet istediklerinde ve
Allah’ın lütuf ve merhametine yöneldiklerinde -sıddıkların dışındaki- müminlere
de vardır.
Böylece
Allah’ın kereminden ve ihsanından dışlanmış olmazlar. “Muhakkak Allah dilediği
şekilde işlerini yürütür.”
Diğer bir
açıdan, enbiyânın zikri ilmi ezelide geçti. Çünkü ilk yaratılan ve peygamber
olan Hz. Âdem’di. Diğer bütün mahlûkat onun sırtından (sulbünden) çıktı. Fer’in
Onun zatında aslın önüne geçmesi caiz değildir. Çünkü nebilerin ilki Âdem (as.)
sonuncusu ise Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ki onların hepsine
tabi olunmuştur.
Onlar
(nebiler) Kitap ve sünnete sımsıkı tutunurlar. Bilesin ki her bir peygamber
nefislerine işaret mihnetiyle imtihan olurlar. Allah bu imtihanı onların uyanış
sebebi kılmıştır. Bu (bazen) evliyâdan birinin bir sohbeti olur, bazen velînin
lisanından dökülen bir hikmet olabilir. Yahut ta (hakka) marufa dair bir
işaret... Eğer velî hicap mihneti ile imtihan olmuşsa kalbini, kalbin
salahatinin sebebi olan muhabbet kaplar. O enbiyâdandır (evliyâdandır ),
şu kadar var ki o kalbi ile hidâyet eder ve enbiyânın izleri üzere çalışır.
Her velî
enbiyânın risaletine uyan kimsedir. Her nebi meşiet ve hidâyet gereği evliyânın
hikmetine müşfiktir. Her velî bir nebinin muhabbetindedir, mütevazıdır, hakkıyla
bilendir (âlim), onun hürmetini bilendir (ârif), onların menzilinde alçak
gönüllüdür, Allah Teâlâ nebileri ve resulleri diğer yaratılmışlar arasında
asker içindeki kumandan gibi yapmıştır. Diğer asker ve işçiler ordunun sahibine
yol bulamazlar. Kendileri için (komutanın) işaretine tabi olurlar, emrine itaat
ederler, yasağından kaçınırlar. Bu sebeple onlardan her biri enbiyâdan
aşağıdadır. Evliyâdan olan mürseller (özel olarak görevlendirilmiş olanlar) ise
onların (müminlerin) altında değildir. Rablerine itaatten geri durmazlar ve
onun nebi ve resullerinin yolunu izlerler. Allah Teâlâ yakînlık ve atayı
enbiyâ, resuller, evliyâ ve sıddıklara ihsan etmiştir.
Diğer sair
yaratılmışlar yani müminler için rızıklar var edilmiştir. Diğer dünya
mülklerini buna kıyas et. Taksimatta ise, büyük çoğunluk arasında askerlerini
komutanlar, vezirler, ulu kişiler nasıl ayırırlar, onları yakîn kılarlar,
onların vezirler, komutanlar, ulu kişiler için verdikleri (veya onlara
verilenler) erzakı bölüştürmeyi diğer orduların mensuplarına değil de kendi
yakînlarında olanlara yaptılar. İhsanın taksimi taksim eden (mu‘tî) tarafından
yapılır. Hikmetin inzali de peygamberlerin (enbiyânın) ve velilerin kalbinedir.
Enbiyânın (seçilmesinin) hikmeti Âlemlerin Rabbinin kelamına uygun olarak
gerçekleşmektedir. Çünkü enbiyâ Allah’ın fiilleri ile hemhal olmuşlardır. Emr
lisanı ile Allah’ın yardımına mahzar olmuşlardır. Evliyânın hikmeti kudret
denizindendir. Çünkü evliyâ risalet gereği enbiyânın mahlûkatı Allah’a davete
memur olmalarına karşın, Melik Teâlâ’nın tedbirine nazar etmişlerdir (muttali
olmuşlardır). Fakat onların kalplerini hidâyet nuru, hizmet ışığı, mârifet
aydınlığı aydınlanmıştır. Çünkü evliyânın işareti enbiyânın ibadetinden daha
zayıftır. Çünkü enbiyânın lisanları marufu eda (yerine getirmek) sadedinde
emrolunmuşlardır. Enbiyânın ruhları marufla bir arada olmak üzere
hazırlanmıştır. Evliyânın lisanları Mevla’nın zikri ile hareket halindedir.
Kalpler Mevla’nın meşietine (dilemesine) nazırdır. Ruhları Mevla’ya yakînlığa işaret
etmektedir.
Evliyâ’nın
lisanında emir (Allah’ın emri ile memur olma) mihneti (ağırlığı) yoktur.
Onların kalplerinde azamet mihneti de yoktur. Ve (evliyânın) ruhlarında nazar
mihneti yoktur. Bu sebeple lisanlarının saflığı ince ve latif hale gelmiştir.
Kalplerinin nazarı ise neşe ve sevince dönmüştür. Ruhlarının işareti ululuk ve
tahayyür ile ve kararın gitmesiyledir. Görmez misin ki enbiyânın kelamı sükût
ve karar iledir. Kalplerinin işareti itminân üzeredir. Ruhlarının sohbeti
ünsiyet üzerinedir.
Evliyâ ve
enbiyâ arasındaki bu ayrımı işitmek evliyâ üzerine vaciptir. Bu işin
hakikatinden bahsetmek iddianın afetinden vazgeçmek zan ve töhmetin helâkinden
kurtulmaktır. Görmez misin, Allah Teâlâ arzı yağmur ve nebat ile süsledi ve onu
sultanla mamur etti. Gökyüzünü güneş, ay ve yıldızlarla süsledi. Bunun gibi
dini de nübüvvet, risaletle ve kitapla süsledi. Bitkileri (beslenmeleri için)
yaratılmışlara taksim etti. Yağmurun yağmasını arza/yeryüzüne (az veya çok
olmak üzere) bölüştürdü. Yaratılmışların işlerinin düzenlenmesi ve kalplerinin
teskini için hükümdarları sebep kıldı. Gökteki güneşi yeri ışıldağıyla
aydınlatması için yarattı. Yerin onun ışığından ve nurundan faydalanmasını
sağladı. Ay ve yıldızlar da aynı şekilde (yarattı).
Tıpkı
bunlar gibi irâdesi gereği kitap indirdi. Seçmek suretiyle peygamberler
gönderdi. Ve (sonsuz) ilmiyle nübüvveti beyan etti. Ve Hakkı kabul ve Melîk’in
tedbiri hususunda velayet ehlini faydalandırdı. Her nebî ve velî irâde (meşîet)
denizinde gark olmuşlardır. Çünkü bütün bu olanların aslı Allah Tebâreke ve
Teâlâ’nın dilemesi (meşîeti) iledir.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de 78.a-87.b varaklar
arasında yer almaktadır. Başka nüshasına rastlamadığımız eserin araştırmamıza
konu edindiğimiz diğer eserler gibi daha sonraki kaynaklarda ismine
rastlanmamıştır. Sonraki dönemde Harrâz’ın görüşlerinin yer aldığı eserlerde
bulunan Harrâz’a ait ifadelere de kaynaklık etmemektedir.
Ateş
tarafından da tek nüsha olarak belirlenen bu eserde “Harrâz şeriatta kullanılan
bazı tabirleri ehl-i mârifet, yani sûfîlerin nokta-i nazarlarına göre izah
etmektedir... Nüshanın sonunda izah edilmiş olan kelime ve tabirlerin bir
listesi vardır.” Üslup
özellikleri ile ilgili açıklamaya üç eserin de üslup özellikleri benzer olduğu
için Kitâbü’l-Keşf ve’l-Beyân" ın tanıtımında yer verilmiştir.
Kitâbü’l-Hakâik
araştırmamıza konu olan eserlerdendir. Bu sebeple eserin muhtevası hakkında
kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. Bu eserine de hamdele ve salvele ile
başlayan Harrâz, “hikmet yolunun meseleleri” dediği hakikatleri yetmiş iki
çeşit kavram ve makamı ele alarak açıklamıştır.
İlk olarak
“akıl” kavramı ile başlamış, “îmân, mârifet, ilim, hikmet, yakîn” kavramları
ile devam etmiştir. Tasavvuftaki bilinen terimlerin yanında “istidâd, ihtimâm,
ihtimâl, istiğâse” gibi kavramları da açıklamıştır. Bu kavramların bazılarına
tasavvuf terimlerini konu alan sözlüklerde rastlanmamıştır. “Sıdku’r-rağbe,
sıdku’r- rahbe, vicdân-ı halâveti’l-mahabbe” gibi tabirlerin de müellife has
tabirler olduğu düşünülmektedir. Tasavvufta anlamı yerleşmiş “takvâ, huşû,
zühd, havf’ gibi kavramları yine tasavvuf literatürüyle aynı anlamlarda
kullanmasına rağmen; “şükür, sabır, tevâzu‘ ” gibi bazı kavramları tasavvuf
literatüründe yaygın olarak kendilerine yüklenen anlamların dışında
kullanmıştır.
Yine Kitâbü’l-Hakâik”ta
da Kitap ve Sünnet’e gereği gibi ittiba etmenin ve bezm-i elestte Cenab-ı
Hakk’a verilen ahde uygun davranmanın önemine değinen müellif, “belâ”
sözünden de bazı ince nükteler çıkarmaktadır. “Ey kardeşim'” diye
kitabının son bölümlerine doğru muhataba nasîhat üslubuna geçen müellif, bu
bölümde çok ince, naif gönül alıcı nasîhatler vermekte ve tavsiyelerde
bulunmaktadır.
Sünneti,
dünyayı sevmemek ve sahâbeyi sevmek olarak nitelendiren Harrâz, dünyayı
reddedenin dünyadan nasibi kadarına zaten ulaşacağına sahâbeyi sevmenin de
onların ahlakıyla kişinin bezenmesi anlamına geleceğine değinmektedir.
“Muhabbetin
tadını bulmak” başlığıyla eserinin son tanımını yapan Harrâz, yaratılmışların
muhabbetini bulmanın sırrı olarak kusurluların sevgisinden uzaklaşma ve
Rabbü’l-Âleminin muhabbetinin lezzetini duymayı ifade etmektedir. Her bir
makama erişen kimsenin özelliklerini de birer cümleyle ifade eden Harrâz, bu vasıflar
kendisinde bulunan kimseye kalbî açılımın gerçekleşeceğini bildirmektedir. Bu
halin gizlenmesi ve şükredilmesi gereken bir durum olduğunu da ilave
etmektedir.
Bu sayılan
hasletlere erişememiş olan kimsenin de hasret ve pişmanlık içinde hizmete devam
etmesini ve yalvararak Allah’tan inayet dilemesini tavsiye etmektedir. İzah
edilen yetmiş iki kavramın isimlerinin tekrar sayıldığı bu eser duâ ve salâvat
ile sona ermektedir.
Kitâbü’l-Hakâik
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ebû Saîd (rahimehullah)
der ki: Minnet bahçelerindeki değişimler adedince Allah’a hamdolsun. Kerem
ağaçlarının altında zatıyla ne kadar münezzehtir. Nimetinin meyveleri arasında
zatıyla da nimetlendirmiştir. Evliyâsı onun nimetlerinin esirleridir. Asfiyası
kereminin rehinleridir. Sevdikleri onun minnetinde nimetlerinin azat olmayan
köleleridir, kereminin ayrılmayan rehinleridir, nimetlerinin salıverilmeyen
esirleridir. O’nun nimetleri (sayesinde) âbidler kulluk ederler, O’nun keremi
(sayesinde) sevenler severler ve O’nun minneti (sayesinde) ârifler hakkıyla
bilirler (mârifet). Salât ve selam Nebi’nin (as.), onun temiz ailesinin ve
seçilmiş ashabının üzerine olsun.
(Konumuza
gelecek olursak:) Bu kitabımda şeriatın beyanı üzere, mârifet ehlinin
lisanıyla, veciz ve kısa bir tarzda, uzatıp genişletmeksizin, hikmet yolunun
meselelerini bir araya getirdim. Akıl konusuyla başlıyorum.
Aklın
aslı/mahiyeti (zatiyyet) nedir? Akıl, nefsi amelin esaslarına/usulüne götüren
kalpteki bir nurdur. Yani kim Allah’ı tanımanın/mârifetin nuru ile Allah’tan
gayriye iltifat etmeksizin Allah için amel ederse o akıllıdır.
Îmânın aslı
nedir? Cennet sevabı ve cehennem azabı türünden olan gaybî şeylerin açığa
çıkmasıdır. Yani kim îmân hakikatlerinin nurunun cennetin nuru ve cehennem gibi
gaybî şeylerin üzerine doğmasını sağlar, kalbiyle de mutmain olursa o mümindir.
[79-a]
Mârifetin
aslı nedir? (Allah’tan başka)
her türlü güç, kuvvet ve kudreti reddetmektir. Yani kim Allah’ı bütün kemal-i
kudretiyle tanırsa kudret olmayan şeylere karşı o kimsede iltifat kalmaz. İşte
o âriftir.
İlmin
aslı nedir? “Hain bakışları bilen” (Allah’tan) korkmaktır. Yani kim her yerde her
makamda Âllâm (olan Allah)’tan kendisini suçlardan ve günahlardan alıkoyan
tarzda ciddi bir şekilde/hakkıyla korkarsa işte o âlimdir.
Hikmetin
aslı nedir? Sözün isabetli ve hizmetin yerli yerince olmasıdır. Yani kim sözde
isabet eder (doğru söyler); Allâm (olan Allah)’a tâatı/ibadeti yerli yerince ve
güzelce ifa ederse işte o hâkimdir.
Zekânın
aslı nedir? Öyle bir nurdur ki ittisal ve minnet nurlarıyla görülür. Yani kim
Mevla’nın setr nurlarını kıyamet günü taksim ettiği zekâ nuruyla görürse işte o
zekidir.
Yakînin
aslı nedir? Dinde istikâmet üzere olmakla beraber apaçık olan Hak ile mutmain
olmaktır. Yani kim Rabbi’nin (Celle ve Alâ) Rububiyyetinin cemalinde kalbi
teskin olur, nefis (beden) ve kalple ubûdiyetin şevkini sabırla yerine
getirirse işte o mûkindir (yakînî îmân sahibidir).
Tevfîkin
aslı nedir?
Dosdoğru
yola revan olması için Şefkatli, Melik olan Rafik’in (Allah’ın) yoldaşlığıdır/dostluğudur.
Yani Rahman kimi ifdâl/fazilet vermek suretiyle ve itminân/nimetlendirme ile
tâat ve ihsan yoluna hidâyet ederse işte o muvaffak olmuş kişidir.
İsmetin
aslı nedir? Ma’siyetten Allah’a sığınmaktır. Yani kim zulüm, fesat ve kullarına
eziyet eden bir hükümdardan (gerçek) Melik ve Cevâd olan Allah’a sığınırsa işte
o masumdur/korunmuştur.
Kavfın
(korku) aslı nedir? Korkunun şerefini ortaya koyandan emniyette olmaktır. Yani
itiraf ve nedamet tarafından sarmalanmış bir çeşit korku dışında korkabilen
kimse gerçek kâifdir/korkandır.
Recanın
tanımı nedir? Mevlâ’nın dışında zenginlik kaynağı olan şeylerden ümit
kesmektir. Yani kim dünyalıklarla meşguliyetten uzak olup aşırı bir istekle
Mevlâ’yı umarsa işte o ümit içinde (recâ) olandır.
Sıdku’r-rağbet
(istekte samimiyet) nedir? Kendisinde hırs ve istek olan kişiden kaçmaktır.
Yani kim Allah dışındakilerden müstağni kalarak Allah katında olana rağbet
ederse işte gerçekten isteyen/rağbet ehli odur.
Sıdku’r-rahbe
(korkunun samimiyeti) nedir? Kendisinde her türlü korku olan her şeyden uzak
durmaktır. Yani kim Allah dışındaki hiç bir şeyden korkmaz, dünya nimetleri ve
onlarla meşguliyetten korkarsa o gerçekten samimi olarak korkandır.
Sıdkın aslı
nedir? Gönlün doğruluğuyla lisanın doğruluğunu itiraf etmektir. Kim kalbin
doğruluğuna yakîn bir oranda mârifet ve îmân nuruna uygun olarak diliyle doğru
söylerse işte o sadıktır/doğrudur.
İhlâsın
aslı nedir? İhlâsı görmeksizin tâatte/ibadette istikâmet üzere olmaktır. Yani
kim ibadetler alanında ibadetleriyle kurtuluşu düşünmeksizin istikâmet
üzere olursa işte o muhlistir.
Sabrın
aslı nedir? Sevap ve
dereceleri görme nimetlerinin mihnetleri tasasından kurtulursa işte o
sabırlıdır. Hakkın nimetlerine muttali olmayı görme nimetine sabredenin sabrına
da “sabru’s-sâbir” denir.
Şükrün aslı
nedir? Nimetlere şükürden uzak durmaktır. Yani kim, nimete musahhar
kılındığında nimete şükürden uzak durursa ki nimeti veren Mün‘imle
meşguliyetten uzak kalmasın işte o şükredendir/şâkirdir.
Ta‘zîmin
aslı nedir? Azîm (olan Allah)’ın dışında bir şey görmemektir. Azim (olan
Allah)’ın yakînlığını, minnet ve kudretiyle üzerine olmasını önemsemek. Bil-
külliye/bir bütün olarak önünde gibi görmek, işte bu ta‘zîmdir.
Muhabbetin
aslı nedir? Kalbin muhabbet muhabbeti/sevgisi dışında muhabbet tadından boş
bırakılmasıdır. Yani kalbin gerçek mahbubun muhabbetinin tadını orada
bulabilmesi için her âciz ve kusurlu olan şeyin muhabbetinden boş tutulmasıdır.
İşte o gerçek muhiptir/sevendir.
İştiyakîn/arzunun
aslı nedir? Öncelik vermekle beraber yanmanın devamlı olmasıdır. Yani kim Melik
ve Hallâk (olan Allah Teala)’ya daha önce geçen alandaki gibi (önceden yaşanan
bezm-i elest!) yanmanın tutuşmasından, ayrılığın korkusundan, kavuşmanın
ümidinden iştiyak ederse/tutulursa işte o müştaktır.
Haşyetin
aslı nedir? Halvette (yalnızken) şehvetin sindirilmesi ve bedeni isteklerin
azaltılmasıdır. Yani kim yalnızlıkta şehevî arzularını öldürürse ve günahları
terk ederse o gerçek haşyet ehlindendir.
İntibâh
nedir? Sonu hatırlamak suretiyle uyanan başlangıçtaki imtihan vasıtalarındandır
(fitnelerdendir). Ta ki başlangıçtaki uyanış yayılsın. Şevk ve hayâ bu
türdendir. İntihâî uyanış ise hüzün ve ağlamadır. İşte o kimseye de müntebih
denir.
Tövbe’nin
aslı nedir? Günahtan kaçınmakla birlikte tövbeden de tövbe etmektir. Yani kim,
günahlarının vukuunda (bu tövbe) onu uzak tutana kadar, tövbedeki kusurunu
görerek günahlardan tövbe ederse, işte o gerçekten tövbe edendir.
İsti‘dâd
(hazırlık) nedir? İyi ve doğru yolda çalışmaya devam etmektir. Yani hayır ve
ibadet yollarından birinde afetlerden ibadetleri saflaştırmaya devam eden kişi
müsta‘iddir/hazırlanmıştır.
Emânetin
aslı nedir? Bir şeyi korumada dürüst davranmak ve ihaneti terk etmektir. Yani
kim nefsini Rabbu’l-Âlemîn’in emâneti olarak muhafaza maksadıyla korumak, dini
ve dünyayı ilgilendiren mahlûkatın emânetini yerine getirmek için her türlü
ihaneti terk eden, işte bu emin kişidir.
Takvânın
aslı nedir? Kalbiyle hevâyı/hevesini düşünmekten korkmaktır. Nefsiyle günah ve
hata olan mevzuları düşünmekten sakınmaktır. Yani kalbiyle hevâyı takip
etmekten sakınan kimse, nefsiyle/zatıyla günah vadilerinde bulunmaktan çekinen
bir kimse gerçek muttakidir.
Hayâ nedir?
Kulun, Allah’ın kendini gördüğünü bilmesidir. Yani bir kimsenin kendisinin
Allah dışında bir şeyle uğraştığında Mevlâ’nın kendini gördüğünü bilmesidir.
İşte bu hayâ sahibidir.
Tevâzu‘
nedir? Hiçbir zaman unutmaksızın Allah’ı hatırlamaktır. Yani kişinin Allah’a
karşı tevâzu‘ ederek her yerde ve her zaman bu (tevâzu‘ sebebiyle) îmân ehlini
korumasıdır. Din ve îmâna zarar vermediği sürece, işte bu mütevazıdır.
Nasîhat
nedir? Şeriata ve Ehl-i Sünnet’e uymak, bidat ve rezalet ehline muhalefet
etmektir. Yani din ve İslâm ehline din ve dünya işlerinde muvafakat etmek ve
Allah’ın zatı konusunda bidat gösterenlere muhalefet etmektir. İşte bu kişi
güvenilir bir nasîhatçidir.
Huşû‘nun
aslı nedir? Bütün gücüyle Hakk’ın önünde kalbin kıyama durmasıdır. Yani kim her
türlü meşguliyet ve muhabbetten çekilip himmetini toplarsa, kendisine varit
olan muhabbetten de uzak durmaksızın nimetlerle istifadeyi taleple
uğraşmayıncaya kadar kudretin celali altındaki şeyleri idare ederse işte o
gerçek huşû‘ sahibidir.
Zahitliğin
aslı nedir? Niyet ve irâdenin sağlam olmasıyla birlikte zorlanmayı (tekellüfü)
terk etmektir. Yani kim dünya nimetlerini elde etme konusunda zühd gösterirse
ve onlarla rızıklanmakla bir tat bulamazsa, nimetlerini istiyorum diye
zorlanmazsa ve (dünya nimetlerinden) bir şey elde etmezse o gerçek zahittir.
Kasru’l-emel
nedir? Sebepleri terk etmek ve ecelin ansızın geleceğini beklemektir. Yani kim
emelini kısa tutar, amelini güzel yapar ve sebepleri terk ederse her nefeste
ecelinin (gelebileceğini) beklerse işte o emelini kısaltmış olur.
Kanâat
nedir? Her türlü ihtiyaçtan kalbin boş olmasıdır. Yani kim kalbini Allah
dışındaki bütün meşguliyetlerden boşaltırsa ve Allah dışındaki her şeyden
Allah’ın kendini seçmesine (tercih etmesine) kanâat ederse işte o Allah’la
kanâat edendir.
Tevekkül
nedir? Kalbin yüksek sesle ağlama ve yakarmanın devamıyla birlikte Vekil (olan
Allah)’a dayanmasıdır. Yani kim Allah’ı kendisine vekil edinirse ve kalbiyle
zanda delil olarak ondan razı olur, sebeplerden de çok azına başvurursa işte o
Allah’a mütevekkildir.
Rızâ nedir?
İlahî hükmün icrası olan ve kaza olarak kendi yanında meydana gelen her şeye
kalbin razı olmasıdır. Yani kim Mevlâ’nın hükmü altında olan şeylere kalbiyle
ve nefsiyle, nimetler ve bela anında da ahdi alanındakilere de nefsiyle boyun
eğerse, işte o Mevlâ’dan razıdır.
Ahitlere
vefa (sözde durma) nedir? Çokça çaba göstermek, sağlam bir iyi niyet ve
gönülden bağlılıkla bolca gayret etmektir. Yani kim hizmet ve itaatle
yaklaşırsa, onun çabası niyet ve irâdesiyle vasf olunur ve onun ahdi cehdi
miktarıncadır. İşte o ahitlerine vefâ gösterendir.
Bükâ’
(ağlama) nedir? Kederin (üzüntünün) hayâ ve utanma tarafına akmasıdır. Yani kim
keder gözyaşlarının bağlarını onlardan pişmanlık yanışının katreleri dökülene
kadar bulanık gözlerinin üzerine (akması için) çözerse, işte o ağlayandır.
Sabrın
genişliği nedir? Mihnetler ve nimetler içindeyken denizlerin derinliği gibi
olmadır. Yani kim yağcılık yapmadan, yaralayıcı olmadan, yakıp yıkmadan tüm
mahlukatın cefasına karşı mahlukata geniş davranırsa işte o sabrı geniş
olandır.
Feraset
(firâset) nedir? Kulun, gönlün hareketlerine murakabe ve gözaltında tutma
nazarıyla görmesidir. Yani kim düşüncesinin saflığıyla sırların hareketini
murakabe ederse orada kınamanın salyalarının hareketlerini görür ve onları
azarlama ve uyarı ateşiyle değiştirir. Sonra Allah’ın nuruyla bakar itiraz ehlinin
gizlediklerine sırlardan kendisine vaki olanlarla hüküm verir. O, ferasetli
kişidir. Öyle ki Nebi (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Mümin’in ferasetinden
sakının” buyurmuştur.
Güzel ahlâk
nedir? Halkın cefası olsun Hakk’ın uzaklaştırması olsun istemi dışında
kendisine geleni kızmadan, sabırsızlanmadan ve patlamadan kabul etmektir. Yani
kim nefsini hazırlarsa ve bir halini diğerine şikâyet etmeksizin nefsini hazır
duruma getirirse o güzel ahlâklıdır.
Adâlet
nedir?
Cehalet
ehlinden hakkını istemeyi terk etmek, faziletiyle de bol bol fazl ile ikram
etmektir. Yani kim fazilet ehline bol bol fazl ihsan eder cehalet ehline de
küçük görmeksizin insafı terk ederse o adâlet ehlindendir.
Rahmet
nedir? Nefsine, onu masiyetten men ederek ve ibadetlerin kalesinde onu korumak
suretiyle rahmet etmektir. Çünkü (nefsi) o rahmete öncelikli lâyık olandır. Kim
nefsine merhamet etmezse başkasına da merhameti olmaz. Yani kim himmet, günah vadilerinde bulunmazken
şehvetin heyecanı ve meşakkatin galeyanı ile merhamet ederse ona ilham olunur,
ondan kasvet gider ve rahmet ehlinden olur.
İrâde
nedir? Üzerinde bulunduğu yaratılış ve alışkanlığın ateşini söndürmektir. Yani
kim irâdenin doğru ateşini söndürürse adetlerin şehvetinin ateşi galeyan eder,
ta ki belâ ve tembellik ondan gider. Nefis ibadetle dinçleşsin (neşvü nema
bulsun) ve o kişi irâde ehlinden olsun. Bunun dışında (aksi takdirde) o ancak
aldanma veya benzeri bir durum üzeredir.
Salâbet
nedir? Acziyet ve eziklik göstermeksizin Hak için hak edene hakkı söylemektir.
Yani kim eziklik göstermeksizin doğru bildiği yerde Hak için insanların ve
nefsinin kınamasına rağmen hakkı söylerse işte o salâbet ehlindendir.
İçtihadın
aslı nedir? Fesat ehlinin yapıp ettiklerinin kendine verdiği eleme rağmen
kalbin ve gönlün rahat edeceği üzere maksadına devamlı bir bağlılıktır.
Yani kim
Allah Teâlâ’ya huşû‘ ve bağlılık içerisinde, nefsinin tembelliği ve gönlünün
meşguliyeti olmaksızın, afetlerin ve fesat hatıralarının cilvelerinden
temizlenmiş olarak itaat ederse işte o içtihat ehlindendir.
İstikâmet nedir?
Allah için sanki kıyametin ortasındaymış gibi ibadet etmektir. Yani kim itaatte
nefsini/kendini kıyamette Hakk’ın huzurundaymış gibi istikâmet üzere
vehmeder/kabul ederse işte o istikâmet ehlindendir.
İnâbe
nedir? Kalbin bulanıklık karanlıklarından çıkarılmasıdır. Yani kim kalbini
hayır ve fazilet güneşinin ışıkları kendine görünmesi için günah ve isyan
şüphelerinin karanlığından çıkarırsa hayırseverlik ru’yetinin nurunu hizmet ve
ihsan alanına yönlendirirse işte o inâbe ehlinden olur.
Riâyet
nedir? Tevfîk ve hidâyeti (Allah’tan) beklemekle beraber (yaptığı işe) itina ve
özen göstermektir. Yani kim nefsinin iyiliği için nefsine titiz davranırsa ve
Rabbinin (rızâsı) için başına gelen ezalara tahammül ederse riâyet ehlinden
olur.
Tevfîk
nedir? Üstesinden gelemeyeceği şeylere nefsini mükellef kılmamasıdır. Yani
nefsinin kat edemeyeceği yola nefsini sokmamasıdır. Kim nefsini tâate yöneltir
ve tâatten düşmeyecek kadar riyâzete sokarsa o rıfk ve Tevfîk ehlindendir.
Sekînet
nedir?
Kalbe
atılan bir nurdur. Onunla kalpten kin ve haset uçar gider. Ve orada şefkat ve
nasîhat sakin olur. Yani kim kalbinde kin, yalan, haset olmaksızın şefkat ve
nasîhati bulursa bilsin ki onun kalbi sekînetin indiği yerdir.
Sükût
nedir? Kuvveti ölçüsünde konuşmaktır. Yani kim fuzulî sözden sükût ederse ve
Allah ve Rasülullah’ın mübah kıldığında da sözü kısa keserse o sükût ehlinden
olur.
Fikret
(fikr) nedir? Kalbin, ibret nazarıyla kudretin celâli ve minnetin cemaline
nazar etmesidir. Yani kim fikret (düşünme) ile mârifet nuruyla rızıklanırsa
kudretin esrarengizliği konusunda kalbinde ibret ve fevaid nurları doğar ve
orada istek ateşini bulur. İşte o fikret ehlindendir.
Vecel
nedir? Kalbin ansızın ecelin gelmesi korkusundan deprenmesidir. Yani kim
üzüntüler, utanma ve çekingenlik gibi sonradan başına gelecek şeyleri (düşünüp)
hatırlarsa kalbinde korku ve ürkme meydana gelir, ecelin yaklaşmasından korku
sonucunda ameli güzelleştirir ve vecel ehlinden olur.
Halvet
nedir? Kalbin hasret evinde kederlerin birleşmesiyle yalnız kalmasıdır. Yani
kim himmeti yükseltirse, kalbi şehvetin afetlerinden boş kalır, düşünceyi ve
fikri azametin derinliklerine çevirirse o halvet ehlindendir.
İhtimâm
nedir? Hüzün ve kaygının azlığıyla beraber ihtimâmın devam etmesidir. Yani kim
kaygılandığında süruruna önem verirse, genelde sevinirse o ihtimâm sahibidir.
İhtimal
nedir? Cahillerden gelen ezalara müdahale etmeksizin tahammül göstermektir.
Yani kim tüm insanlardan gelen ezalara tahammülsüzlük göstermeden ve şikâyet
etmeksizin tahammül gösterirse, belâlara sabrederse işte o halîmdir.
Tâat nedir?
İtaat edilenin hükmüne sevdiği için aralıksız boyun eğmektir. Yani kim Allah’a
hizmet ve ibadet konusunda tembellik etmeden ve usanmadan itaat ederse işte o
gerçek itaatkârdır.
İftikâr
nedir? Muhtaç olduğunu bilerek ve iftihar ederek Allah’ın huzurunda (bab-ı
rahmetinde) devamlı kaim olmaktır. Yani kim Hakkın kapısında daima muhtaçlık ve
övünç içinde, zarar görmekle beraber güzel bir bekleyiş içinde, planlayıp
ölçmeksizin ve zorlamaksızın kaim olursa işte o iftikâr ehlindendir/fakirliği
tercih edenlerdendir.
Muhâsebe
nedir? Güzel bir yöntemle murakabeye devam etmektir. Yani kim aklının nuruyla
sırrının afet hareketlerini gözlerse, havatırın hayrını ve şerrini ayırt ederse
o muhâsebe ehlindendir.
Riyâzet
nedir? Riâyet meydanında nefsi cezalandırmaktır.
Yani kim
her hareketinde ve nefesinde az yemek ve az konuşmak suretiyle nefsini razı
ederse işte o riyâzet ehlindendir.
İsti‘âde
nedir? Endişelerin kaygılar ortaya çıktığında, yardım (himmet) lisanıyla haykırmasıdır.
Yani kim yardım ve imdat çağrısıyla yanarak, vesvese ve endişe karanlığından
(kurtulmak) için, himmeti yardım arzusuyla çağırmak için haykırırsa işte o
isti‘âde ehlindendir.
Sehâ nedir?
Hayâyı elde etmek için mal ve candan mahlûkata bol bol vermektir. Yani kim
Mevlâ için malından ve canından (yani bedeniyle) şükrederek ve razı olarak bol
bol ihsan ederse şehvet ve heva ölür, Hakk’ın muradı onun muradı olarak
görünür, işte o sehâ ehlindendir.
Zikir
nedir? Zikir denizinde zakirin gark olmasıdır. Yani kim Allah’ı zikirde
kendisinde oluşan zorluk ve tembellikle beraber ezelde ayrıldığı şekliyle Allah
için zikrettiğini bilirse işte o zâkirdir.
Teslîm
nedir? Allah’ın hükmüne teslim olmaktır. Yani kim kullukla ilgili fiillerinde
Ma‘bûd’a teslim olursa, sevinçte ve sıkıntıda Rububiyetin celâlinin ahkâmı
altında rahat olursa işte o teslîm ehlindendir.
Hidâyet
nedir? Değerinin büyüklüğü ölçülmeyen bidayet nurlarını bırakmaktan uzak
olmaktır.
[85-a]
Yani kim
hidâyeti Allah’ın kendisine verdiği nimetler arasında bilir, güzel amel ve
ibadetlerini idrakin nuruyla görürse işte o hidâyet ehlindendir.
İstiğâse
nedir? İstiğâseye/yardım istemeye devam ederek saf ve duru olmaktır. Yani kim
sekînet ve özen sahasında devamda sebat ederse o istiğâse ehlindendir.
Hüsnü zan
nedir? Amellerin çokluğu, emellerin güzelliğiyle beraber bunu hazmetmenin
devamlı surette olmasıdır. Yani kim Allah rahmetinde güzelce umut besleyerek ve
dürüstlükle ümitli olarak amelini güzel yapar ve az gösterirse işte o Allah
hakkında hüsnü zan sahibidir.
Duâ nedir?
Vefâyı koruma yolunda kalbe ve nefse düşman olmaktır. Yani kim sıdk ve sefa
üzere korku ve ümit arasında ahdi ve vefâyı korursa ona şu üçünden birisiyle
duânın icabet kapıları açılır. Ya istediği şey vaktinde ona verilir, ya (duâsı)
sebebiyle bir günahı silinir, ya da o (duâ) sebebiyle derecesi yükseltilir.
Allah katında kimse itaatinden dolayı zarara uğratılmaz. Çünkü Allah Melik ve
Kerîm’dir.
Fariza
nedir? Sünnet ve şeriatın yol göstermesiyle kulun Misak Gününde Mabuduna
verdiği sözü yerine getirmesidir.
Yani kim
Kitap ve sünnette şeriatın delalet ettiği şekilde Allah’ın kendisine farz
kıldığını yerine getirirse, “Lâilâhe illallâh” sözünde gizli bulunan
şeyleri ve “belâ şehidnâ (evet, şahidiz)” lafzında hazfedilmiş esasları
yerine getirirse...
Bu konuda
latif işaretler bulunmaktadır. Konu ile tamamen ilgili olmasa da şöylece
açıklanabilir. Kim Hakk’a “belâ/evet” sözünde (durarak) hem sözde
hem de gönülden vefa gösterirse fiilleriyle bu şekilde farizayı yerine getirmiş
olur. Onun bu gayreti “belâ” kelimesindeki harflerin manalarını
bilmesidir. Ki onun harfleri üçtür, “bâ, lâm, yâ”. “Bâ”nın iştikâkı/açılımı
şudur: Ben inkar ve azgınlıktan uzağım, bu açık ve gizli barizdir. Kalben ve
lisanen her türlü isyan ve nehiyden beriyim demektir. “Lâm”ın anlamı: Hizmet,
ibadet, sünnet ve ihsandır. Çünkü onun yardımı Allah’a ubûdiyet ve istikâmet
zamanındadır. “Yâ”nın anlamı: Gönlünün nuruyla Rabbinden kendisine gelen
fazilet ve nimetleri görür, Küll olana (Allah’a) Küll’ün (rızâsı) için her
halinde meyleder, kalbi ve lisanıyla her zamanda her davranışında onun rızâsına
meyleder.
Müsteân
olan Allah’ın kapısına yardım isteyerek ve güven talep ederek sığınır. İşte bu “belâ”
harflerinin manasının açıklamasına işarettir. O harflerde Allah’tan başka
kimsenin bilmediği hikmetler vardır.
Kim vefâ
ile doğrulursa önce zikrettiğimiz şekilde, Mevlâ’nın emrettiği farzları eda
etmiş olur. Eğer bunu yapmazsa ona gereken özür dilemeye ve istiğfara devam
etmek ve kusurunu ikrar etmektir. Kuşkusuz kusurlarını itiraf eden sonsuza dek
övülmüştür. Kusurlarını ikrar demek kabul etmek demektir. Yoldan sapan ise
(amelini) bol görür, (bu da) red ve kusur alametidir.
Ey
kardeşim! Ne zaman zayıf bir kul Allah’ın koruması ve muvaffak kılması olmadan
Allah’ın kendisine farz kıldığı vefâyı tam olarak yerine getirip getirmediğini
ölçebilir. İkrarın doğrusu aciz, zaaf ve zaruret içerisinde onun desteğine
müracaat etmek ve el açarak şöyle demendir:
Kudret ve
celâli ve ceberutu yönünden zayıf kullarına emreden ve esir kullarından
zaafiyetleri ölçüsünde taşıyabilecekleri kadar ibadetlerini kabul eden Rabbim,
Sen münezzehsin. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Rabbinizden gücünüz yettiği kadar
sakının.” ve yine buyurdu ki:
“Rabbinizden gücünüz kadar korkun.”
Sünnet
nedir? Dünyayı sevmemek ve sahâbeyi sevmektir. Yani kim dünyayı nefsine rağmen
reddederse ondan Rabbinin nefsine nasip ettiği kadarına ulaşır. Ve sahâbeyi
bütün kalbi ve nefsinin saflığıyla severse onların ahlakı ve filleriyle yarını
için ahlakla donanır. İşte o kimse sünnidir/sünnete uymaktadır.
Hıfzu’l-Hurmet
nedir? Ubûdiyeti yerine getiren güzel bir duruş sergileyerek Rubûbiyetin
celâlinin ateşinin nuruyla beşeri vasıflardan fani olmaktır. İşte o kişi Allah
için hurmeti koruyanlardandır.
Minnetin
tatlılığını bulmak (vicdânu halâveti’l-minnet) nedir? Her türlü şehvet ve
günahın acısını bulmaktır. Yani kim şehvetin tadının acılığını hissederse ondan
güç ve kuvvet düşer ve günahın afetlerinin en aşağısı onda görünür. İşte bu
minnetin tadını tatmıştır.
Sahâbeyi
sevmenin tatlılığını bulmak (vicdânu halâveti hubbi’s-sahâbe) nedir? Bidat
sahibinin sözüne buğz etmektir. Yani kim Allah ve Resulü’nün sevdiğini severse
ve Allah ve Resulü’nün uzak olduğunu terk ederse o kimse sahâbenin sevgisinin
tadını tatmıştır.
Muhabbetin
tatlılığını bulmak (vicdânu halâveti’l-mahabbe) nedir? Muhabbetin aslını
bulmaktır. Mahbubun muhabbeti dışındaki her muhabbetten, her ayıptan
temizlenerek kendisi gayb perdeleri içinde olduğu halde, istediği ve isteyeceği
şeyleri yapabilendir. Yani kim yaratılmışların muhabbetinin aslını bulursa onun
sırrı ayıpların sevgisinden uzaklaşır ve Rabbü’l-Âlemîn’in muhabbetinin
lezzetini tadar.
Bunun
alameti de şunlardır: (Allah’ın) emrine itaat eder, nehyinden kaçınır,
yakınlığından korkar, affını ümit eder, düşmanlarına muvafakat etmez, Resulüne
ittiba eder, korkusunu yerleştirmez, O’nu istemekten de geri durmaz (korku ümit
arası), huşû‘dan geri durmaz, rahmetinden ümit kesmez, muhabbetini izhar etmez,
gözyaşlarını yükseltmez (açığa vurmaz), mekrinden ve gücünden emin olmaz,
nimetlerini unutmaz, O’nun için güvende çalışmayı ve O’nu zikretmeyi terk
etmez, O’nu hizmetinde olmaktan ve yakînlığından usanmazsa, başkasını O’na
tercih etmezse, nefsini özellikle de iyiliğini anmazsa (ortaya koymazsa) işte o
kimse sevilenlerden olur. Onun muhabbetinin vasıflarının en aşağısı bunlardır.
Kim
bunlardan bir şey (vasıf) kendinde bulursa onu setretsin ve bunun için
şükretsin. Eğer bulamazsa hasret ve pişmanlık elbisesini giysin. Allah
(yolunda) hizmete devam etsin ve tazarru ve iniltiyle, yalvararak ve özlemle
yardım istemeye devam etsin.
İste ki
sana versin, yardım iste ki yardım etsin. Çünkü o yardım isteyenlere yardım
edendir. Günahkârları affedendir. Hasret çekenlere merhamet edendir. Sübhândır,
Ondan başka ilah yoktur.
İşte bunlar
iyilik yolunun hasletlerinin beyanıdır. Bu (hasletler) yetmiş iki tanedir.
Kim bu
kitapta yazılanları yapmaya gücü yeterse onun için açılım gerçekleşir. Eğer
yapamazsa bu konulardaki (anlatılanlar) onları anlayan için yeterlidir. Yardım
ancak Allah’tandır. Gelmiş ve geçmişlerin en şereflisi ve en faziletlisi
Muhammed (as.) salât ve selam olsun.”
Akıl, îmân, mârifet, ilim, hikmet, fıtnat, yakîn,
tevfîk, ismet, havf, recâ, sıdku’r-rağbet, sıdku’r-rahbet, sıdk, ihlas, sabır,
şükür, ta’zim, muhabbet, iştiyak, haşyet, intibâh, tövbe, istidâd, emânet,
takvâ, hayâ, tevâzu‘, nasîhat, huşû‘, zahitlik (zehâdet), kasru’l-emel, kanâat,
tevekkül, rızâ, vefâ, bükâ (ağlama), sabrın genişliği, feraset, güzel ahlak
(husnu’l-huluk),
adâlet
(adl), rahmet, irade, salâbet, içtihat, istikâmet, inâbe, riâyet, tevfîk,
sekînet, sükût, fikret, vecel, halvet, ihtimâm, ihtimal, tâat, iftikâr,
muhâsebe, riyâzet, isti‘âde, seha, zikir, teslîm, hidâyet, istiğâse, hüsnü zan,
duâ, fariza, sünnet, hıfzu’l- hurme, sahâbeyi sevmenin tatlılığını bulmak
(vicdânu halâveti muhabbeti’s-sahâbe), minnetin tatlılığını bulmak (vicdânu
halâveti’l-minnet), muhabbetin tatlılığını bulmak (vicdânu halâveti’l-mahabbe).
İşte bu
yetmiş iki haslete ziyade olarak “vicdânu halâvet-i hubbi’s-sahâbe ve vicdânu
hubbi’l-mahabbe” eklenmiştir.
Âlemlerin
Rabbi Allah’a hamdolsun. Muhammed (as.)’a selam olsun. Allah’ın ihsanı ve
fazlıyla (bu) kitap tamamlandı.
Kastamonu
İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu nu. 2713’de varak 71.b-78.a
arasında yer almaktadır.” Tasavvuf psikolojisi bakımından önemli olan
eser, P. Nwyia tarafından tahlil edilmiştir. (Nwyia, Paul, Exegese Coranique et
Language Mystique, Beyrut 1970, s. 231-310.) A. Ateş tarafından tek nüsha olarak belirlenen
bu eserde “Harrâz insanların ruhlarını kalplerini Allah’ın zikri ile meşgul
edip O’ndan gayrı şeylerden fâriğ tutmaları lazım geldiğini ve bunun
faydalarını izah etmektedir.
Eserin
ismine ilk dönem kaynaklarda rastlanmamıştır. İçerik itibariyle de, daha
sonraki kaynaklarda yer alan ve Harrâz’a nispet edilen sözlerle bir benzerlik
tespit edilememiştir. Üslup özellikleri ile ilgili açıklamaya üç eserin de
üslup özellikleri benzer olduğu için Kitâbü ’l-Keşf ve’l-Beyân’ ın
tanıtımında yer verilmiştir.
Bu eser
araştırmamıza temel aldığımız risalelerden birisi olması sebebiyle muhtevası
hakkında da bilgi vermeyi uygun bulduk. Eserin muhtevası şu şekildedir:
Harrâz’ın Kitâbü’l-Ferâğ adlı eseri ubûdiyetin niçin ve nasıl yapılacağı
konusunda tavsiye edilen maddelerle başlamaktadır. Daha sonra mârifetin elde
edilme yolları maddeler şeklinde izah edilmiştir.
Fena’ya
dair Kur’an’dan delil getiren Harrâz, nefsin ve kalbin fenası gerçekleştiğinde
elde edilen mârifetin de bakî olduğunu merhalelerle anlatmaktadır. Bundan sonra
velayete geçerek velâyetin bezm-i elestte var olduğunu ve Yüce Allah’ın
oradayken kâfirlerin ruhlarını nasıl ayırdığını ve onların niçin Hakk’a icabet
etmediklerini anlatmaktadır. “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.”
hadisini örnek vererek kâfir ve müminlerin durumlarını ortaya koymaktadır. Bu
konuyu insanın ilk yaratılış safhasından itibaren eserinde ortaya koyan
müellif, inanan ve inanmayanların bunu neye göre belirlediklerini kendi
veçhesinden izah etmektedir.
Tevhîd ehli
dediği müminlere Kur’an ve Sünneti iyi öğrenmelerini tavsiye eden müellif
“âriflere” de özel yer vermektedir. Yüce Allah’ın enbiyâ ve evliyâya has
rahmetiyle muamele ettiğini, onların dostu olduğunu ilgili ayetlerle
delillendirerek anlatmaktadır.
Bu eserinde
“tevhîd” kelimesini “îmân” anlamında kullanan Harrâz, tevhîdin bütün amellerin
kaynağı olduğunu ve tevhîdin ameli gerektirdiğini, amellerin ihlâslı olması
lazım geldiğini ve bunun sonucunda da mârifet elde edileceğini anlatmaktadır.
Mârifetin sonrası şevk, Allah’a yöneliş (inâbe) ile sonuçlanacağını, bunun da
muhabbeti doğuracağını dile getirmektedir. Muhabbetle zikir sonucu kalbin
açılacağını anlatan Harrâz, ayrıca havf ve zühd makamlarına da değinmektedir.
Ârifin Yüce
Allah’a erişme yolunda kat ettiği mesafe ve menzilleri sırayla ifade eden
Harrâz, mârifet ehlinin ilk makamı olan “fakrdan” sonra “ittisali,” “fenayı” ve
“bekayı” da belirttikten sonra bekadan öteye hiçbir varlığın erişemeyeceğini
söylemektedir. Hikmetin asla kesintiye uğramayacağından söz eden müellif; zahide,
müştaka, muhibbe ve ârife ihsan edilenlerin hepsinin hikmetten birer nasip
olduğunu ve bunu ancak Allah’ın ihsanıyla elde edileceğini anlatmaktadır. Nur
24/21. ayeti delil getiren Harrâz, müminlere gerekenin Allah’a tevekkül, O’na
nazar edip amelleri görmemek/değer vermemek olduğunu belirtmektedir. Amele
nazar etmenin kişiye hicab olduğunu belirten müellif ilahî meşietten söz ederek
cennetin, cehennemin, saîd ve şakinin bunun bir sonucu olarak yaratıldığını
anlatmaktadır. Kâfirlerin Allah’ın hükmü ve adli gereğince kalplerinin
daraltıldığını, evliyânın kalbinin de O’nun fazlı gereğince açıldı ğını/şerh
belirtmektedir.
İblisin
ve Âdem’in yaratılışından da bahseden Harrâz, meleklerin Bakara 2/30. ayette “biz”
demek suretiyle kendilerinde bir varlık görmeleri Allah’ın hoşuna gitmemiş ve
onları Âdem’e secdeye zorlamıştır, yorumunu yapmaktadır. Bu sebeple Allah
dışında hiçbir varlığın “ben” demesinin doğru olmadığını ve Yüce Mevla’nın buna
izin vermediğini ifade etmektedir. Şeytanın da “Ben ondan hayırlıyım.”
sözü sebebiyle cezalandırıldığını anlatan Harrâz, yaratılmışların hallerinde ve
amellerinde noksan olduklarını ve bu sebeple “ben” demelerinin yanlış olduğunu
anlatmaktadır.
Dinin
aslını “vera, amellerde istikâmet, hadleri kabul etmek” olarak değerlendiren
Harrâz, kalbini korumak ve münacata devam etmek suretiyle kulun her hâlükârda
Mevla’nın bilincini kaybetmemesine de “irâde” demektedir. Allah’ın ezelî, ebedî
olduğunu ve “ferdaniyeti bilmeyi” de mârifetin esası kabul eden müellif, kalbin
Allah’tan gayrı her şeyden fariğ olmasının yollarını anlatan nasîhatlerle
risaleyi bitirmektedir. Bu nasîhatler, “Halvette/yalnızken bile tama’dan uzak
ol, nefsin kusurlarına üzül, kusurlarını görebildiğine şükret, mârifete
şükredip bu şükürde devamlı ol.” şeklindedir.
Kitâbü’l-Ferâğ
Şeyh Ebû
Saîd el-Harrâz’ın (rh.) sözlerinden...
İşârât ilmi
(tasavvuf ilmi) konusunda kitaplardan olan Kitâbü’l-Ferâğ ve Kitâbu’l-Hakâik.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Şeyh Ebû
Saîd (rh.) der ki: Bilesin ki, insanlar Mevlâ’yı zikir konusunda kendi
nefisleriyle meşgul olsalar, bunun dışındakilerden uzaklaşırlar ve kendilerini
Rablerini zikirde bulurlar.
Himmetleri
ve muratları konusunda Allah’ın birlikteliğini yeterli bulan başkasına ihtiyaç
duymayan kimseler kendine yeterliliğe (kifayete) nail olurlar. Çünkü onlar
bilirler ki, Allah Teâlâ mahlûkatı yarattı ve rızkları taksim etti, muradı
gereğince işleri düzenledi. (Ve yine bilirler ki,) bu sebepler hakkında
âriflerin mârifetinde (bilgisinde) Mevlâ’nın tedbiriyle yaratılmışı uyarmak
için; Mevlâ’nın emrettiği şekilde ubûdiyetin düzgün olması için; Mevlâ’nın
hükmüyle ilgili muamelenin nasıl olacağına dair; tevhîdin ihlâslı olması sonucu
Mevla’nın zuhuru için; mârifetin safvetinde Mevlâ’nın şereflendirmesi için ma’rufun
muradı mevcuttur.
Ubûdiyetin
düzgünlüğü (istikâmeti) şu üç şeydedir: Nefsin çalıştırılması (ictihâd), kalbin
sükûnu, tab’ın (nefsin) fenası.
Muamelenin
vefâsı şu üç şeydedir: İradeyi korumak, kalbin Allah’a yönelmesi, ruhun
dilemeyle (meşîetle) alakası.
Tevhîdin
ihlası şunlardadır: Teşbihi terk etmek, vahdaniyetin vücut bulması, ferdaniyeti
müşahede etmek.
Ma’rifetin
saflığı şu üç şeydedir: İradeyi terk etmek, himmetin faniliği, dilemenin,
istemenin kaybolması.
[72-a]
Allah
Teâlâ’nın şu buyruğunda olduğu gibi “Her canlı yok olacaktır, sadece Celâl ve
İkrâm sahibi Rabbin (Allah) hariç.” “Allah dışında her varlık yok olacaktır.”
“Her nefis ölümü tadacaktır.”
Nefis ve ona ait olanlar yok olur.
Tab‘/beden ve ona ait olanlar fanîdir. Kalp ve ona ait olanlar yok olur ama
ma’ruf ile mârifet bakidir. Hakla beraber ruh bâkîdir. İlm-i sâbıkta olan
velayet bâkîdir.
Nefsin
ölümü şu üç şeydedir: Mahlûkattan ümit kesmek, mahlûkatın methinden isteğini
kesmek, mahlûkatın şereflendirmesine karşı gözün kör olması.
Tab’ın
faniliği şu üç şeydedir: Sırrın, marufu bilme konusunda gayret göstermesi,
yardım (tevfîk) beklemede nefsin harekete geçmesi, Mevlâ’nın muttali
olma/kavuşma konusunda irâdeyi korumak.
Kalbin
fenası şu üç şeydedir: Kalbin zahirine gaybın açılması, Mevlâ’nın nazarının ve
gayretinin gönül üzerine olması, Mevlâ’nın gayretinin gönül üzerine olması.
Mârifetin
bekası şu üç şeydedir: Birincisi, onun bekası kendinden gayrinin fenasıyladır.
İkincisi, onun bekası sırrın bekasındadır. Üçüncüsü, onun bekası ilmin bekasındadır.
Velâyetin
bekası şu üç şeydedir: Birincisi, ilmin cereyanında; ikincisi, misakta (söz
verildiğinde) gerçekleşen (velayet); üçüncüsü de Adem’in yaratılışı esnasında.
Allah
Teâlâ’nın şu buyruğu gereğince: “(Meleklere hitaben) Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim.” Allah Teâlâ Âdem’i
yarattığında, kudretiyle Âdem’in sulbünü yaratacağını ve onu evliyâ ve
enbiyânın meskeni kılacağını biliyordu. O’nun ilmi, evliyâ olsun enbiyâ olsun
onun sulbünden zuhur edenleri kuşatmıştır. Melekler bunu bilmiyorlardı. Sonra
(Allah) kudretiyle bütün ruhları Âdem’in sulbünden çıkardı ve ruhlar Rablerinin
“elestü birabbiküm” sorusuna “belâ” diye cevap verdiler. İşte ruhlar bu
vakitteyken Allah’ın muhabbeti evliyânın ruhlarına oldu. Allah düşmanlarının
ruhları ise o zaman (elest bezminde) nefis ve tabiatlarından/bedenlerinden
ayrıydı. Allah Teâlâ mahlûkatın nefis ve tabiatlarını yarattığı zaman evliyânın
nefis ve tabiatları, Allah düşmanlarının nefis ve tabiatlarından ayrıldı. Allah
düşmanlarının nefis ve tabiatı olduğu hal üzere, dalalet ve azgınlık üzere
kaldı. Bu sebeple Allah düşmanlarının ruhları Hakk’a icabetten uzak oldu.
Evliyânın ruhlarının Rablerine icabeti ise ebediyete kadardır. Allah da mutlak
surette ebedîdir. Evliyâ ebedi ilimde âlemle ilgili bilgilere sahiptiler. Onlar
Hakka icabet ettikleri için nefisleri semavî bir tabiat üzere mühürlenmiş
şekilde yaratılmıştır. Nefislerinin icabeti ubûdiyetle ilgilidir. Kalplerinin
icabeti ise muameleyle ilgilidir.
Ruhlarının
icabeti de marufu müşahedeyle ilgilidir. Diğer mahlûkatın ruhları Rablerine
icabet eder bir şekilde mutmaindirler. Çünkü ruhlar “bekâ” makamında
yaratılmıştır. Müminlerin ruhlarının yaratılması ise “nur” makamındadır.
Kâfirlerin ruhlarının yaratılması “zulmet” makamındadır. Allah Teâlâ’nın şu
kavli gereğince ki: “Cinleri ve insanları bana ibadet etmesi için yarattım.”
Cinlerin ve insanların Allah’a
(celle ve alâ) muhalefeti, ruhlarıyla değil nefisleriyledir. Halkın
peygamberlere icabeti nefisleriyledir, ruhlarıyla değil. Çünkü yaratılmışlar
birbirinin sulbünden çıkmıştır. O ruhun bekasıyladır ve onun rütbeleri de ruhun
bekasıyladır. Müminlerin ruhları bedenlerini kerih görmektedir. Onların
bedenleri ruhlarının zindanlarıdır. Kâfirlerin ruhları ise bedenlerine
uymaktadır (itaat etmektedir), bedenleri ruhlarını esir almıştır. Hz.
Peygamber’in şu hadisi gereğince: “Kim Allah’a kavuşmayı isterse
(severse-muhabbet istemenin son noktasıdır) Allah da ona kavuşmayı ister. Kim
de Allah’a kavuşmayı istemezse Allah da ona kavuşmayı istemez.” Müminlerin ruhları Allah’a kavuşmayı
istemektedir. Çünkü Allah Teâlâ onları semavî olarak kerem makamında
yaratmıştır. Sonra onu indirmiş ve gayb makamında, his makamında kılmıştır.
Ve o
Rabbinin davetini beklemektedir. Mümin fena mevkiinden beka makamına ulaşmak
için (ruhun) o âleme göçmesini şiddetle ister. Kâfirlerin ruhları ise zulmet
makamında yaratılmıştır, şehvet makamına iner. Onlar kendilerini çağırdığı gün
Rablerinin davetinden korku içindedirler ve onlar peygamberlerin (as.) davetini
işitmekten gafildirler. Hak’tan yüz çevirirler ve ruhları da vefat anında
peygamberi kerih görür. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi. “İnsanlar o gün, o sesi
gerçekten işiteceklerdir. İşte bu, (kabirlerden) çıkış günüdür. Kuşkusuz,
dirilten ve öldüren Biziz. Dönüş Bize olacaktır.”
Tevhîd ehli
ve akıl ehli bu usule/esaslara ve bu şerhe/izaha dikkatle baksın. Çünkü halkın
geneli ona ihtiyaç duymazlar. Çünkü onlar usulü öğrenmek yerine furûu
öğrenmekle meşguldürler. Hâlbuki akıl ehlinin yapması gereken hikmetin beyanını
ve dinin esaslarını öğrenmektir. Ta ki problemler hallolsun ve çözümüne
ulaşabilsinler. Bundan sonra Mevlâ’nın tedbiriyle meşgul olsunlar, Mevlâ’nın
efâline/fiillerine nazar etsinler.
Allah
Teâlâ’nın Davûd (as.) buyurduğu gibi, “Beni isteyen beni bulur, benden başkasını
isteyen beni bulamaz.” Her
Rabbini isteyen talip Mevlâ’nın muradı ve ihsanı olmaksızın O’nu bulamaz. Çünkü
Mevlâ’yı talep hususunda yaratılmışın istemesi unutma ve cehaletten hali
değildir.
Hz. Mevlâ kulun dünya ve ahirette sözlerini bilendir. Ârifler
Mevlâ’yı müşahede ederler. Allah’a mârifet usulüyle vasıl oldukları halde
Mevlâ’yı talep ederler. Halik ile meşgul
olmaları sebebiyle halktan
hicap
olunmuşlardır/gizlenmişlerdir.
Allah Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi: “Allah’ın öyle kulları vardır ki ne
ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoyar.” Bilesin ki dinin esasları hukemânın/hakîmlerin
ve âkil kimselerin istinbatları üzeredir. Hikmet sahibi kimselerin istinbatı
ise usul-i dini bilme, usul-i nefsi bilme ve usul-i dünyayı bilme şeklindedir.
Çünkü usul-i din/dinin esasları Mevlâ’nın muradına bağlantılıdır. Usul-i nefs
ise usul-i dünya ile bağlantılıdır. Bunların hepsi Mevlâ’nın muradı gereğince
mârifet erkânını gerçekleştirmekle kaim olurlar.
Allah
Teâlâ’nın şu buyruğunda olduğu gibi “Dilediğine rahmetini özel kılar.” Mevlâ eşyanın esaslarına işaret etmektedir.
Mevlâ’nın dilemekle ilgili hitabı enbiyâ ve evliyâyadır. Yine Mevlâ’nın
ayetlerde olan umum hitabı müminleredir. Mevlâ’nın kafirlere olan hitabı
onların fiilleriyledir. Allah Teâlâ şu buyruğunda olduğu gibi, “Allah
insanların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostu
ise şeytandır. Onları nurdan karanlıklara götürür.” Bunların hepsi Allah’ın dilemesiyledir.
Müminler ise ebedi surette Rablerinin muradına uyarlar.
Ve onların
ruhları da başlangıçta ve emir (alemindeki) icabete uygun hareket ederler.
Onlar şu anda da açık olsun gizli olsun Allah’ın emrine uygun hareket ederler.
Onlar ahirette de Allah Teâlâ’nın rahmetini ve ikramını beklerler. Eğer
mahlukatın hepsi Hakk konusunda uyanık olsalardı dünya onlar için Allah’ın
cemalini gösteren bir ayna olurdu ve ona ibret nazarıyla bakarlardı. Gaflet,
sehv ve nisyan onları kapladığında vehimleri hakkın parıltılarını (keşfetme,
görme hususunda) kısalıyor ve ilimleri işlerin batınını idrakte aciz kalıyor.
Güç ve kuvvet ancak Azamet sahibi Allah’ındır.
Bilesin ki
Allah Teâlâ kullarından tevhîdleri/inançları kadar amel talep etmektedir. Çünkü
tevhîd bütün amellerin kaynağıdır. Âdemoğlunun şerefi tevhîdinin/îmânının
değeriyledir. Eğer kul tevhîd konusunda samimi olduğu halde ihlastan bilerek
gafil olursa onun ameli nakıstır, kabul noktasında uygun değildir.
Eğer kul
tevhîd konusunda ârif-i billâh ise tekellüfsüz ve tedbirsiz olarak (zorlama
olmaksızın) ilminde de ihlastan hâlî değildir. Çünkü amellerde ihlâs inançta
Marufu (Allah’ı) bilmektir, kalbin ahvalinde de mârifet nurunu (yakalamaktır).
Kalpteki
mârifet nurunun semeresine (meyvesine, neticesine) gelince, o şevktir. Marufu
şevkle istemedir, Mevlâ’ya yönelmedir (inâbe) ve ona muhabbettir.
Şevkin
meyvesi ise gecenin karanlığında ve gündüzün aydınlığında âşıkların
kıvılcımlarıyla lisanın açılmasıdır. Mevlâ’ya yönelmenin (inâbe) meyvesi ise
hatalardan dolayı yalvarmaktır. Muhabbetin meyvesi ise Mahbûb’un zikriyle
kalbin açılmasıdır.
Bilesin ki,
şevkin nuru havfın nurundan daha üstündür. Havfın nuru zühdün nurundan daha
üstündür. Muhabbetin nuruyla bedenler ürperir. Ruhlar mahbuba kavuşmak için
şevkle beklerler. Eğer şevk nuru sevenlerin kalplerine ulaşırsa onları
karıştırmakla yetinmez. Çünkü şevkin nuru yakıp tutuşturan bir ateştir. Havf
nuru ise ateşin odunu yiyip yok ettiği gibi (bedendeki) etleri ve kemikleri
yiyen bir ateştir. Zühd havfın ziyneti havf da zühdün ziynetidir. Zühd ve havf fikirden
ayrılmış iki daldır. Yine bu ikisi Allah’a şevkten ikiye ayrılmış dallardır.
Muhabbet makamı diğer menziller ve makamlar arasında cem makamı gibidir. Bunlar
biri diğerinden daha faziletli nurlardır. Onlar nefis taşıyanların kalplerinde
kaydedilmiş makamlardır.
Şevk makamı
(menzil) ise amel ehline göre büyük bir makamdır. Muhabbet makamı da müridlere
göre şerefli bir makamdır. Havf makamı da zahitlere göre yüce bir makamdır.
Velayet ehli bu makamların hepsini isterler. Mârifet ehli ârif olmaları hasebiyle
bu haller (ahval) ile şereflendirilmiştir.
Ârifin
kendisi ise marufu bilmekle (mârifet) hallerden hicaplanmıştır. Mârifet ehlinin
ilk makamı iftikar/fakr (ihtiyaç duyma) ile tahayyür/hayrettir. Sonra ittisal
(kavuşma) ile birlikte sürur (neşe) gelir. Sonra intibâh (uyanış) ile birlikte
fena gelir. Sonra intizâr (bekleyiş) ile birlikte bekâ gelir. Yaratılmış bir
varlık bunun daha üstüne erişemez.
Bu
makamlardan (söz etmenin) hikmeti kudretin delillerini vasfetmektir. Çünkü
Allah Teâlâ enbiyâ ve evliyâ’nın kalplerini hikmetin, risâletin ve nübüvvetin
hazineleri yapmıştır.
Kitaplar
bazen inkıtaya uğrayabilir, hikmet ise asla inkıtaya uğramaz. Çünkü hikmet
enbiyâ ve evliyâ’nın kalplerinin sırlarına uzanan Huda’nın yolunun bizzat
kendisidir. Zahitlerin hikmetten nasibi dünyayı zemmetmek, ahireti
methetmektir. Müştakların hikmetten nasibi kalbin hayreti ve rahatsızlığın
(kargaşanın, dalgalanmanın) gitmesidir. Muhiblerin hikmetten nasibi ayetleri
zikretmektir. Âriflerin hikmetten nasibi Maruf’un esrarından (elde ettiği)
işarettir. Bunların hepsi Rablerinin dilemesiyle ve onlara ihsanıyladır.
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah’ın size olan fazl-ı ve rahmeti
olmasaydı sizi hiç kimse temize çıkaramazdı. Fakat Allah dilediğini temize
çıkarır.” Âdemoğlunun
amelleri Allah Teâlâ’nın fazlıyla veya adliyle hükmetmesi için adâlet ve
fazilet arasında durmaktadır. Mârifet, yakîn ve hidâyet Ma’ruf un dilemesinden
müminlerin kalplerine doğrudur.
Bütün
müminlere gereken ihsandan (atâ) dolayı Allah’a nazar etmek ve amellerini
görmeksizin Allah’a tevekkül etmektir. Çünkü âdemoğlunun amelleri noksandan
(kusurdan), unutma ve gafletten hâli değildir. Allah’ın vermesi ise kâmildir,
mükemmeldir, noksan yoktur. Tevhîd ehlinden her kim ameline nazar ederse kalp
rahatlığı bulamaz. İşin doğrusu, ameline nazar etmesi onun hicabıdır. Eğer
emrin hakikatine nazar etselerdi hidâyet, risalet, mârifet ve kitap konusunda
minnet onları elbette ilmen kuşatırdı.
Başlangıçtaki
nazar ubudiyyet yoluyladır. Sondaki nazar ise tahayyür ve zaruret yoluyladır.
Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu buyruğunda olduğu gibi “Bir
kul için mebde (başlangıcı) ve müntehası (sonu) ile ilgili olarak hatalı,
eğlenen ve unutan kul olmak ne kadar kötüdür.” Ruhlar başlangıçta Mevlâ’ya nazar ederler,
müntehada ise kalpler Mevlâ’nn affına ve rahmetine nazar kılarlar. İster saîd
ister şaki olsun yaratılmışların hepsi bu ikisi arasındadır.
Evliyânın
saîd (cennetlik) olması Allah’ın başlangıçtaki (mebde’) nazarı sebebiyledir.
(Allah) düşmanlarının cehennemlik olması ise başlangıçtaki muradın hükmünden
dolayıdır. Mahlukattan her bir sınıf arasında bu hüküm caridir.
Bunların
hepsi Mevlâ’nın dilemesi (kaza) ile gerçekleşmiştir. Evliyâ olsun kâfir olsun
hepsi ilâhî meşîetin esirleridir. Allah Teâlâ’nın şu buyruğu gibi: “Allah kimi
hidâyete erdirmeyi dilerse onun kalbini İslam’a açar (şerh). Kimi de saptırırsa
göğsünü daraltır.” Evliyâ’nın
kalpleri (işte bu minval üzere) Allah’tan bir ihsan (fazl) ve rahmet olarak
açılmıştır.
Kâfirlerin
kalpleri ise Allah’ın hükmü ve adli gereğince daraltılmıştır. Çünkü Allah
velinin ve kâfirin hareketini bilendir. Evliyânın hareketi Allâm (olan
Allah)’ın ilminde bellidir ve ona uygundur. Kâfirin hareketi de Cebbâr’ın
hükmünde bellidir ve ona uygundur. O Allâmü’l-Ğuyûb’dur. Gayb bil-külliye O’nun
ilminde açıktır/görünmektedir. “Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey ondan
gizli kalamaz. Ne küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta yer
almasın.”
Allah
Teâlâ’nın meleklere olan hitabını görmez misin? (Ki şöyle buyurur:) “Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim.” Allah Âdem’i (as.) kudretiyle yarattı,
ikametini cennet olarak takdir etti, yaşantısını da işaret hali ve gaflet hali
olarak iki hal üzere orada belirledi. Yaratılmışları onun sırtından (sulbünden)
çıkardı, siretlerini onun haletine benzetti. Evliyâ ittiba ettikleri hallerde
onun izinden giderler. Düşmanlar (kâfirler) da kendi şehvet hallerinde onun
izinden giderler. Mevlâ mahlûkatın uyanıklık ve gaflet hallerini en iyi
bilendir. Ve yine evliyânın neşv mekânını da kâfirlerin neşv mekânını da en iyi
bilendir.
Allah Teâlâ
şöyle buyurdu: “Rabbinin izniyle güzel beldenin bitkisi (güzel) çıkar; kötü
olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz.” Bize gereken Allah (azze ve celle) için bu
“emir/takdir” konusunda teslim olmaktır. Karşı çıkmayı bırakıp evvelde ve
ahirde Ma’ruf (olan Allah)’ın çağrısını, bilgileri ölçüsünde hakîmlerin (ilim
ve hikmet sahibi kimselerin) lisanından (anladığımız kadarıyla) olup biteni
kabul etmektir.
Allah
Teâlâ mahlûkatın ahvalini mebde ve meâdda en iyi bilendir. İblis’in kıssasını
bilmez misin ki, Allah onu ateşten yarattı, rızkını da cehaletten verdi. Âdem’i
ise topraktan yarattı, mârifetle rızıklandırdı. İblis’in rızkının semeresi
kibir, Âdem’in rızkının semeresi fakr ve Rabbine ihtiyaç duymasıdır. Allah
Teâlâ’nın İblis’ten şu sözü hikâye ettiği gibi, o demişti ki; “Ben ondan daha
hayırlıyım.” Âdem de demişti
ki: “Rabbim biz kendimize yazık ettik, eğer sen bizi bağışlamazsan ve bize
merhamet etmezsen elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz.” Her kim “Ene (ben)” derse o mârifetten
hicaplanmıştır. Her kim ki Rabbine, O’na muhtaç olduğunu ifade ederek “Ente
(Sen)” derse artık onun kalbi mârifet için açılmıştır.
Bilmez
misin ki meleklerin, “Biz seni tesbih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz.” sözü üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Ben
sizin bilmediklerinizi bilirim.” Allah kendisinden bir emirle melekleri Âdem’e
secde etmeye zorladı. “Biz” sözü sebebiyle ve nefislerine (kendilerine) ve
amellerine nazar etmeleri/önem atfetmeleri sebebiyle Allah onları buna
yönlendirdi.
Mümin olan
gök ve yer ehlinin kalplerinin uyarılması Allah tarafındandır. Melekler, insan
ve cinlerden oluşan yer ve gök ehlinin hepsi Allah’ın keremine gark
olmuşlardır. Allah Teâlâ
dışında hiç kimsenin “ene (ben)” demesi doğru değildir. Kerem ve ihsan
Allah Teâlâ’dan mahlûkata sirayet etmiştir. Bütün yarattıkları hallerinde ve
amellerinde noksandan hâli olamazlar.
Dinin aslı
üç şey üzeredir. Birincisi, zahiren ve batınen haramlardan kaçınmak olan
veradır. İkincisi, emirler ve farzlarla ilgili olan amellerde istikâmettir.
Üçüncüsü ise İslâm’ın hududunu/hadlerini (muamelatla ilgili hususları) kabul
etmektir.
Allah’ın
haramlarından sakınma/vera gizli ve açık Allah’ın nehyettiği ne varsa kaçınmak,
gizliden ve açıktan tâat’ı/emirlerine uymayı kabul etmektir. Haram
kıldıklarından Allah Teâlâ’nın kendisini koruduğu hususunda minnet etmeyi
bilmek. İbadet hususunda da gizliden ve açıktan Allah’ın yardımına
şükretmektir.
İradenin
esası üçtür. Birincisi kalbine muttali olan şeylerden muhafaza, ikincisi
kişinin kalbini muhafazası, üçüncüsü ise kalbiyle münacatı (yakarmayı) muhafaza
etmesidir.
Bu
hususları artıranlara göre, kalplerinde, sözlerinde, fiillerinde ve
kulaklarında Mevla’nın bilincini bulundurmadır. Onlar sözleri, fiilleri ve
kalpleri itibariyle hayrettedirler. Onlar denizde boğulan kimse gibi, her türlü
hileden acizdir. Boğulma korkusuyla, suyun kendisini yenip bütün azalarını
kaplaması korkusuyla gözünü ve ağzını açamaz.
Müritler
velâyet makamındadırlar. Mevlâ’nın bilincinde olma durumu ile hayattardırlar.
Mevlâ’nın şereflendirmesine hicret ederler. Onun minneti yanında kusurları
sebebiyle başları eğiktir.
Mârifetin
esası üçtür. Birincisi ferdaniyeti (Allah’ın tekliğini) bilmektir.
İkincisi
ebediyeti (sonsuzluğunu) bilmek, üçüncüsü ise ezeliyeti (önsüzlüğünü)
bilmektir. Ârif kişi ilk olarak, ferdaniyet bilgisini (mârifet) elde etmede
kalbi her şeyden uzak olandır. İkincisi, ebediyet bilgisini elde etmede atâ
irâdesinden/bir şey istemekten kalbi uzak tutmaktır. Üçüncüsü de ruhunu
ezeliyet bilgisine ulaştırmaktır.
Kalbin
kesilmesi (her şeyden uzaklaşması) üç şekilde olur. Birincisi, halvette/yalnız
iken (bile) istek ve arzudan (tama‘) kalbin uzak olmasıdır. Derim ki; nefsin
kusurlarını bildiğinde onlardan dolayı üzülme ile meşgul ol. Onları bildiğine
şükür ile meşgul ol. Sonra nefsin hatalarına karşı mârifet nimeti için Allah’a
şükür yoluna revan ol. Mârifetin şükründe devam üzere ol. Mârifet şükrü ile
meşgul ol ki, şükre tabi olarak hatalarından çıkabilesin. Hatalardan çıkmaya
gücün yetmezse kusurların bilgisinden ümitsizlik içinde acze düşme.
Başarı ve
yardım sadece Allah’tandır.
II. BÖLÜM
HARRÂZ’IN BU ÜÇ
ESERDEKİ TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
A.HALLER,
MAKAMLAR VE KAVRAMLAR
Kelime
anlamı “sâbir/sabreden” anlamına gelen ârif, Arapça’da irfan sahibi manasında
kullanılmaktadır. Allah’ı gerçek yönüyle bilen kişi demektir. Âlim ilmi tahsil
eder, ârif ise irfana ilham ve hal ile ulaşır. Cenab-ı Hakk’ı keşf ve müşahede
yoluyla bilen kişiye ârif denir. Mârifet ise Arapça’da “bilgi” anlamına gelen
bir kelimedir. Bilindiği üzere tasavvufta şeriat, tarikat, hakikat, mârifet
mertebeleri vardır. Bunların başında İslâm dinini yaşamak anlamındaki şeriat
gelir. Takvâ cihetine ağırlık vererek yaşayanların ulaştığı inceliğe tarikat;
takvâ ve verada titizlikle varılan sonuca hakikat; bu yaşamanın mana açısından
kişide ifade ettiği bilgi planındaki sonuca da mârifet denir. İlim kesbî,
mârifet vehbîdir. Kul Hakk’ın kapısından ayrılmaz ve sürekli itikâf halinde
yaşar. Bunun sonunda kendisine havâtır gelir, kalbine gelen sırlardan bahseder.
Bu kişiye ârif, bu kişinin bilgisine mârifet denir.
Tasavvuf
literatüründe ârif düşünerek, işin sonunu getirerek ve tecrübe ile bilgi sahibi
olan demektir. Âlim, mutlak ilim ve bilgi sahibidir. Ârif, mârifet ehlidir.
Mârifet ise takvâ ve sülûk neticesi hâsıl olan bir bilgidir. Ârif her yerde
Hakk’ın bin bir tecellisini müşahede edebilen kimsedir. Sufilerin ekserisi ise mârifeti, Allah
hakkında bir şey bilmediğini bilmek, kulların o yüce varlığı tanımaktan aciz
olduklarını anlamaları olarak tarif etmişlerdir.
Harrâz’a
göre mârifet, Allah dışındaki her türlü güç ve kudretin gerçekte olmadığını
bilmek, onları reddetmektir. Bu da Allah’ı kemal-i kudretiyle tanıyan kimsede
gerçekleşir. İşte gerçek ârif Allah dışındaki şeylere iltifat etmez. Harrâz mârifeti Allah’ı kemaliyle tanımak ve
onun dışında her türlü güç ve kuvveti reddetmek olarak tanımlamaktadır.
Mârifet ile
ilişkisi sebebiyle Harrâz’ın ilim hususnda söylediklerine de burada yer
verilecektir. İlim, bilmek manasına gelen Arapça bir kelimedir. Sufîler
ilmi kesbî ve vehbî diye ikiye ayırırlar. Kesbî ilim kazanmak, akıl yoluyla şeraiti
öğrenmektir. Vehbî ilim ise Allah’ın kulun kalbine atmasıyla olur, sonunda
mârifet gerçekleşir. Harrâz’a
göre Allah’tan her yerde her makamda, kendisini günahlardan alıkoyacak bir
şekilde hakkıyla korkmak ilimdir. Kanâatimize göre Harrâz’ı böyle bir tanım
yapmaya “Kullarından Allah’tan hakkıyla korkanlar ancak âlimlerdir.” âyeti sevk etmektedir. Harrâz’ın delil olarak kullandığı ayet ise
“Allah gözlerin hainliğini bilir.” ifadesi ile başlayan ayettir. Harrâz’ın burada kastettiği ilim, kesbî olan
ilimdir.
Harrâz’a
göre, himmeti ve muradı Allah’la olmak olan, Allah’ın birlikteliğini yeterli
bulan kişi başkasına ihtiyaç duymaz ve kendine yeterliliğe eriştirilir. Bu
kimseler bilirler ki mahlûkatı yaratan, rızkları taksim eden, işleri istediği
gibi çekip çeviren sadece Allah’tır. Bunlarla ilgili sebepleri ârifler
mârifetleri ile bilirler. Yani her mevcut olan işte Allah’ın tedbir, irade ve
takdiri vardır. İnsanlar bu hususu bilsinler diye ârifler onları
uyarmaktadırlar.
Allah’ın
istediği şekilde kulluğa devam etmek, Allah’ın Kur’an’da emrettiği hükümleri
sadakatle yerine getirmek, Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili îmân
konularında ihlâslı hale gelerek kalbini saflaştırıp Allah’ın o kalpte zuhur ve
inkişafına erişebilmek için gereken hususları, yani Allah’a vasıl olmanın
yollarını ve bu yolda Allah’ın isteklerini ârifler mârifetleriyle bilirler.
Âriflerin bu mârifeti elde ederken geçtikleri safhalar vardır. Bu merhaleler ve
aşamalar geçilmeden anlatılan mârifete ulaşmak imkânsızdır. İşte Kitâbu’l-Ferâğ
adlı eserinde Harrâz, ilgili aşamaları şu şekilde anlatmıştır:
Öncelikle
ubûdiyet konusunda kulun tam
bir istikâmet kaydedebilmesi gereklidir. Bunun yolu da kişinin nefsini ibadet
ve tâat ile çalıştırarak bu gayretinde devamlı olmasından geçer. Aynı zamanda
kişi kalbinin dünyevî meşgalelerden arınmasını ve Allah’a tam bir teslimiyetle
huzur ve sükûn bulmasını sağlamalıdır. Bunun yanı sıra ilgili konuda Harrâz,
ubûdiyetin istikâmeti için tabın faniliğini, yani kişinin benlik duygusundan
kurtulup Allah’a saf olarak yönelmesini gerekli görmektedir.
Mârifet
yolunda ilerleyen kimsenin geçmesi gereken aşamaların ikincisi de Harrâz’ın
“muâmelenin vefası” diye nitelendirdiği vasıflardır. Harrâz muamele ile dinin
fıkhî hükümlerini kastetmektedir. Bunların uygulanması konusunda tam bir irade
ortaya koyup Allah’a kalben yönelerek Allah’ın muradı ile tam bir bağlantı
içerisinde olmayı gerekli görmektedir. Kişiye ağır gelen dinî hükümleri yerine
getirme hususunda nefse taviz vermemeyi, Allah nasıl istemiş ise o şekilde
yerine getirmenin zorunluluğunu kastetmektedir.
Mârifet
yolunun yolcusu bir kul hem ubûdiyet hem de muamele açısından Allah’a
yönelişini gerçekleştirdikten sonra tevhîdinin ihlâsı için de yapması gerekenler vardır.
Harrâz bunları da Kitâbu’l-Ferâğ adlı eserinde kategorik bir biçimde
anlatmıştır. Harrâz’a göre kulun îmânında ihlâsı elde edebilmesi için istek ve
arzularını terk etmesi Allah’ın dilemesine bağlanması, vahdaniyeti yani Allah
ile beraberlik sırrını yakalaması, her şeyi O’nun varlığında görebilmesi
gerekmektedir. Bunun bir üst mertebesi de “ferdaniyeti müşahede etmektir” ki bu
da kulun Allah’tan başka varlık görmemesi anlamına gelmektedir.
Mârifetin
gerçekleşmesi için öncelikli olarak bilinmesi gereken esaslar olduğunu ifade
eden Harrâz, bu esasları “Usulü’d-dini bilmek”, “Usulü’n-nefs’i bilmek”,
“Usulü’d-dünya’yı bilmek” şeklinde ifade etmektedir. Harrâz’a göre usul-i din
Mevlâ’nın muradıyla bağlantılıdır. Usulûn nefs, Usul-i dünya ile bağlantılıdır.
Bunların hepsi Mevlâ’nın arzusu gereğince Mârifet’in temel şartlarını yerine
getirmekle kaim olur. Kanâatimize göre Harrâz, bahsi geçen
usulü’d-din ile itikat ve inanç konularını; usulü’n-nefs ile tasavvuf ve
psikoloji gibi hususları; usulü’d- dünya ile de muamelât ile ilgili konuları
kastetmektedir.
Harrâz
mârifetin saflaştırılması için kulun iradesini tamamen Allah’ın iradesine
bağlaması, himmetin dahi
kaybolması, herhangi bir şeyi isteyemeyecek duruma gelme halinin gerçekleşmesi
gerektiğini ifade etmektedir.
Harrâz’a
göre, Allah kulun dünya ve ahirette her sözünü bilendir. Ârifler Mevla’yı
müşahede ederler. Allah’a mârifetin usulüyle ulaştıkları halde Mevla’yı talep
etmeye devam ederler. Allah ile meşgul olmaları sebebiyle halktan
gizlenmişlerdir. Harrâz buna delil olarak Allah Teâlâ’nın şu beyanına yer
vermektedir: “Allah’ın öyle kulları vardır ki ne ticaret ne de alış veriş
onları Allah’ı zikretmekten alıkoyar.”
Kitâbü’l-Ferâğ"da
mârifeti başka bir açıdan ele alan Harrâz üç şekilde açıklamıştır. Birinci esas
olarak “ferdaniyeti bilmek” demiştir. Bununla, Allah’ın tek olduğunu, her şeyin
yegâne müdebbiri olduğunu, evrendeki bütün her şeyin O’ndan sadır olduğunu ve
O’nun iradesi ile hükmünde olduğunu idrak etmeyi kastetmektedir. İkincisi ise
“ezeliyeti bilmektir” diyen Harrâz, bu ifadesi ile Allah’ın ezelî takdir ve
tedbiri nasıl hüküm vermişse eşyanın ona göre şekillendiği ve o rotada
ilerlediğini kulun idrak edebilmesini kastetmektedir. Üçüncüsü de “ebediyeti
bilmektir” diyen Harrâz, ebedî olanın yalnız Allah olduğunu, kulun sahip olduğu
veya olacağı her şeyin fenâ damgasıyla bu âlemde bulunduğunu idrak ederek,
kalbiyle dünyalık istemeyi terki kastetmektedir.
Kalbin bu
durumlara gelebilmesi için kulun dikkat etmesi gereken bir kısım şeyler vardır.
Bunlardan bir tanesi halvette, yani yalnızken bile kalbini tamadan/istek ve
arzudan arındırmaktır. İnsan kusurlarını bilip onlar için üzülmelidir. Bununla
beraber kusurlarını görebildiğine de şükretmelidir. Nefsin hatalarına karşı
Allah’ın mârifet nimeti vermesine şükretmeli ve bu şükürde devam üzere
olmalıdır. Böylelikle hatalardan vazgeçmesi mümkündür. Eğer hatalardan
vazgeçmeye gücü yetmezse ümitsizlik ve acziyete düşmemelidir.
Mârifetin
ilk yaratılışta insana verildiğini ifade eden Harrâz bu konuyu şu şekilde izah
etmektedir. Allah’ın mebde’ ve meâdda mahlûkatın durumlarını en iyi bir şekilde
bildiği için Hz. Âdem’i topraktan yaratarak mârifetle rızıklandırmış ve ona
Rabbi’ne ihtiyaç duyduğunu bilmeyi öğretmiştir. Bu konuya “Rabbim biz
kendimize yazık ettik, eğer sen bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen
elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz.” ayetini delil getirmiştir. Rabbine, O’na
muhtaç olduğunu ifade ederek “Sen” diyen kimse mârifet sahibidir. Şeytanın
benlik iddiasında bulunması cehalet ve kibrindendir. “Ben ondan hayırlıyım.”
demesi üzerine mârifetten
hicaplanmıştır. Hatta Harrâz’ın yorumuna göre meleklerin “Biz seni tesbih
ediyoruz ve seni takdis ediyoruz.” ayetindeki sözleri ile, yani “biz” dedikleri
için, dolayısıyla kendilerine ve amellerine önem atfetmeleri sebebiyle Allah onları
Âdem’e secde etmeye zorlamıştır.
Harrâz’a
göre, yer ve gök ehlinin kalplerinin uyarılması Allah’ın bir lütuf ve
ihsanıdır. Bu sebeple Allah’ın dışında hiç kimsenin “Beri” demesi doğru
değildir. Çünkü yaratılmışlar her hal ve amellerinde noksandırlar.
Fenâ,
Arapça’da “fânî olmak, yok olmak” manasına gelir. Zıddı bekâdır. Aslında bekâ “intihası olmayan”
anlamında kullanılan bir kelimedir. Nesnelerin sufinin gözünden silinmesine fenâ
denir. Fenâ hali kulun benliğinin kaybolması ile tevhîdin gerçekleşmesi
demektir. Bu hal tevhîdin en yüksek derecesidir. Bekâ ve fenânın terim anlamı ile ilgili olarak
kaynaklarımızda şu bilgilere ulaşmaktayız.
a.
Kötü huyların davranışların
yok olması fenâ, yerlerini güzel huyların ve iyi davranışların alması bekâdır
(et-tahalluk bi-ahlâkıllâh).
b.
Kulun kendi (nefsânî) sıfat
ve vasıflarından sıyrılıp çıkması fenâ, Allah’ın sıfat ve vasıflarıyla
süslenmesi bekâdır (İttisâf bi-evsâfillâh).
c.
İnsanın kendisini,
etrafındaki halkı ve eşyayı görmemesi bekâdır.
d.
İnsanın fenâ halinde
olduğunu da bilmemesi “fenâdan fenâ”dır. (Fenâ ender fenâ). Sâlik önce
kendisinden fânî oluyor, sonra Hakk’ı gördüğü için Hakk’ın sıfatından fânî
oluyor, sonra Hakk’ın varlığında tamamıyla yok olduğu için fenâsını görme
halinden de fânî oluyor. (...) Allah’ta fânî olma haline fenâ fillâh, Allah’ta
bâkî olma haline bekâ billâh denir.
Hucvîrî
fenâ ve bekâ hususunda Ebû Saîd el-Harrâz’ın görüşlerini şu şekilde
özetlemektedir. “Fenâ kulun ubûdiyeti görmesinden fânî olmasıdır, bekâ ise
kulun ulûhiyetin şahidi (ve tecellilerini temaşa etmesi) ile bâkî olmasıdır.”
Hucvîrî bu görüşü açıklama sadedinde şu ifadelere yer verir. “Kul fiilini
görmediği zaman ubûdiyetin hakikatine vasıl olmuş, fiilini ve amelini görmekten
fânî olmuş, Allah Teâlâ’nın fazlını ve lütfunu görme hali ile bâkî olmuş,
böylece muamelesi ve ameli tümü ile Hakk’a nispet edilmiş, hiçbir şeyi kendine
nispet etmemiş olur. (.) Kul kendisi ile alakalı olan şeylerden fânî olunca
Hakk’ın ulûhiyetinin güzelliği ile bâkî olur.”
Hucvîrî’de
yer aldığına göre; “Kulun kendi varlığından fânî olması Hakk’ın celâlini ve
azametini keşfetmesi ile olur. O derece ki Hakk’ın celâlinde dünyayı da ahireti
de unutur, himmetinin nazarında makam ve haller hakir görünür, kerametler
dağılıp gider, aklından ve nefsinden fânî olur, fenâdan da fânî olur (fânî
olduğunu görmez ve bilmez) o vakit dili Hak ile konuşur, bedeni huşû‘ ve hudu
halinde bulunur. Nitekim ubûdiyet ahdinin haline, aslî fıtratına rücu eder.” Harrâzilerin mezhebinin kanunu ve esası da
bundan ibarettir, diyen Uludağ, Harrâz’ın dayandığı esasın yukarıda anlatılan
esaslar olduğunu ifade etmektedir. Fenâ ve bekâ anlayışının bu şekli ile
tasavvufa Harrâz vasıtasıyla girdiği konusunda kaynaklar müttefiktirler.
Uludağ’a göre Hucvîrî, Harrâz’ın fenâ ve bekâ nazariyesini etraflıca tasvir
etmektedir. Bu şekildeki fenâ ve bekâ anlayışı daha sonra bütün sufiler
tarafından 157 benimsenmiştir.
Kitâbü’l-Ferâğ
adlı risalesinde Harrâz, fenâ ve bekânın tanımını veya nasıllığını ortaya
koymaktan ziyade insandaki fânî ve bâkî unsurları irdelemekte; mârifetin, ruhun
ve velâyetin bâkîliğini anlatmaktadır. Nefsin tab’ın ve kalbin nasıl fenâya
erebileceğini, bekâya nasıl varılacağını ortaya koymaktadır.
“Fenâ”
denince ilk akla gelen sufi olan Harrâz düşünce sistematiğinde fenâ’yı
delillendirirken şu ayetlere dayanmaktadır.“Celâl ve İkram sahibi Rabbin hariç
her canlı yok olacaktır.” “Allah dışında her varlık yok olacaktır.”
“Her nefis ölümü tadacaktır.”
Nefs ve ona
ait olanlar ile tab’ (beden) ve ona olanlar fânîdir. Kalp ve ona ait olanlar
yok olur ama maruf ile mârifet (Allah’ı bilme) bâkidir. Hak ile beraber ruh
bâkidir. İlm-i sabıkta olan velayet bâkidir. Bu ifadeleri ile Harrâz nefsi, bedeni, kalbi
ve bunlara ait olanların hepsini fânî olarak değerlendirmektedir. Ona göre
Allah’ın ilmi ezelisinde belirlediği velayet ve yaratmayı takdir ettiği ruh,
Bâkî olan Allah ile bâkîdir. Harrâz’a göre ruh, Allah’tan geldiği için bâkîdir.
Yaratılmazdan evvel Allah’ın ilmi ezelisinde olması hasebiyle ruh da velayette
Allah’ın ilmi gibi bâkîdir.
Nefsin fenâ
mertebesine ulaşmasını Harrâz, kendi içerisinde bölümlere ayırarak
incelemiştir. Yani nefs, tab‘, kalp şeklinde ayırımlar yapmış ve bunların
faniliğini tek tek ele almıştır. Bütün bunlar fenaya erişirse mârifet baki
olacaktır. İşte Harrâz nefsin faniliğinin gerçekleşmesini şu esaslara
bağlamaktadır.
Harrâz,
kişinin insanlardan kendisine herhangi bir faydanın veya menfaatin gelmesi
hususunda bir beklenti içerisine girmemesini, insanların kendisini salih
amellerinden dolayı methetmesini istememesini, insanlara sahip oldukları şeyler
sebebiyle gıpta etmemesini o kimsenin fânîlik mertebesine ulaşma yolunda mesafe
kat ettiğinin göstergesi olarak kabul etmektedir. Bunlar gerçekleştiği zaman
fânîlik mertebesine ulaşma durumu da gerçekleşmektedir.
“Tab’ın
fenâsı”nın şu esaslar yerine getirilirse gerçekleşeceğini ifade eden Harrâz bu
konuda şu görüşlere yer vermektedir.
Bunun için ilk şart, insanın sırrını
temizlemesidir. Sır, “nefsi harekete geçiren ruhani bir nurdur, nefsin
haletidir. Sır olmaksızın nefs iş yapmaktan aciz kalır.” Sırrın mârifeti artırma konusundaki
gayret ve çabasının yanında nefsin de devamlı olarak Allah’ın bu konuda
kendisine yardım etmesini canı gönülden beklemesi sonucunda kul, Allah’ı
kavrayabilmek için sürekli bir irade ve azimle çalışır, o hale gelir ki
mizacında bu gayretten başka bir şey kalmaz. Bu şekilde tab’ı da fânîlik 164
sırrına erer.
Harrâz
“kalbin fenâsı” için de şu şartların gerektiğini belirtmektedir. Harrâz burada
“kalbin helaki” kavramını kullanmaktadır. O, bunu ifade ederken kalbin
fânîliğini, varlık olarak kendini kaybetmesini kastetmektedir. Eğer gaybın
sırları kalbe doğmuşsa ve Allah’ın nazarı gönül üzerine düşmüş ise aynı zamanda
Mevla o kulun gönlüne gayreti ile muamele ediyorsa artık o kalpte Mevla’dan
gayriye yer yoktur. Mevlâ’nın muhabbeti o gönlü tamamen kapladığı için fânî
olmuştur.
Bütün
bunların ardından kulun gönlünde artık mârifet ortaya çıkmaktadır. Harrâz’a
göre mârifetin bekâsı da şu hususlar ile meydana gelir: Mârifet dışındaki her
şey fâni olmalıdır. Sır bâki olursa mârifet de bâkidir. Mârifetin bekâsı ilmin
bekâsıyla gerçekleşir. Konuyu
daha geniş ele alacak olursak, mârifetin tam anlamıyla gerçekleşmesi için
Allah’ın bilgisi dışındaki her şey fenâyı tatmalıdır. Bunun sonucunda sır bekâ
mertebesine ulaşır. Böylece kuldaki mârifet de bâkîleşir. Kulun mârifetinin,
Allah hakkındaki bilgisinin bekâ mertebesine ulaşabilmesi için bu konudaki
ilminin de bekâ mertebesine ulaşmış olması gerekmektedir.
Harrâz,
fenâya ulaşan ârifin intizâr (bekleyiş) ile bekâya kavuşacağını ve bekânın
ötesine yaratılmış hiçbir varlığın erişemeyeceğini de söylemektedir. Bütün bu makamları izahının hikmetini de beyan
eden Harrâz, kitapların inkıtaya uğrayabileceğini, ama hikmetin asla inkitaya
uğramayacağını ifade ederek bütün bu makamların ilahî kudretin birer delili
olduğunu söyler.
Kelime
olarak “nusret” anlamına gelen velayet, Arapça’da “birine yaklaşmak, yakînlık,
akrabalık, (vâv’ın esreli şekliyle) imaret, sultanlık, hüküm, valilik vb.”
anlamları ihtiva eden bir kelimedir. Nefsinden tam olduğunda kulun Hak ile
hareket etmesi, Kur’ân-ı Kerîm’deki “Allah müminlerin velisidir.” ayetine göre tüm inananlar Allah’ın dostudur.
Allah’ın kulunu dost edinmesi, onun üzerinde isimleriyle tecelli etmesidir.
Veli
Arapça’da “yardımcı, dost” anlamındadır. “el-Velî” Allah’ın güzel isimlerindendir.
Allah’a yakînlık sağlamış olan kişilere veli denir. “Veli” kelimesi hem fail
hem de meful anlamındadır. Fail olarak tâat halinde devamlı olan kişiyi, mef’ul olarak da
Allah’ın nimetleri üzerine devamlı olan kulu ifade eder. Kısaca sürekli olarak
tâata devam eden, isyandan uzak duran, şehvetlerden kaçınan âriflere veli
denir, çoğulu evliyâ kelimesidir.
Velâyetin
ve velinin durumunu Kuşeyrî’de geçen Harrâz’ın şu cümleleri güzelce
özetlemektedir. “Allah Teâlâ kullarından birini kendine dost ve veli kılmak
istediği zaman üzerine zikir kapısını açar, zikirden zevk aldı mı kurb
(yakînlık) kapısını açar, sonra onu bu sayede üns meclislerine yükseltir. Sonra
tevhîd kürsüsüne oturtur. Daha sonra aradaki perdeleri kaldırarak ferdaniyet
evine sokar. Celal ve azametini temaşa ettirir, velinin gözü celal ve azamet
üzeine düşünce benliğini kaybeder. O zaman kul kötürüm ve fânî hale gelir,
hareketsiz kalır. Hak Teâlâ’nın hıfzına intikal eder, nefsine ait davalardan
uzaklaşır.”
Allah Teâlâ
şu buyruğunda eşyanın esaslarına işaret ediyor. “Dilediğine rahmetini özel
kılar.” Harrâz’a göre
Mevlâ’nın bu ayetteki dilemekle ilgili hitabı enbiyâ ve evliyâyadır. Yine Mevlâ’nın ayetlerde olan
umum hitabı müminleredir. Mevlâ’nın kâfirlere olan hitabı onların fiilleriyle
ilgilidir. Allah şu buyruğunda buna işaret etmektedir. “Allah insanların
dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostu ise
şeytandır. Onları nurdan karanlıklara götürür.” Bunların hepsi Allah’ın dilemesiyledir.
Müminler ebedî surette Rablerinin muradına uygun olarak yaşarlar.
Müminlerin
bu itaat hallerini ise Harrâz şöyle izah etmektedir. Müminlerin ruhları da
başlangıçta ve emir âlemindeki icabete uygun hareket ederler. Onlar şu anda da
açık olsun gizli olsun Allah’ın emrine uygun hareket etmektedirler. Onlar
ahirette de Allah’ın rahmet ve ikramını beklerler. Harrâz mahlûkatın içerisinde
itaat etmeyenlerin durumunu da şöyle izah etmektedir. “Eğer mahlûkatın hepsi
Hak konusunda uyanık olsalardı dünya onlar için Allah’ın Cemalini gösteren bir
ayna olurdu ve ona ibret nazarıyla bakarlardı. Gaflet, sehiv ve nisyan onları
kapladığı için vehimleri, Hakk’ın parıltılarını görme, keşfetme hususunda
kısalıyor, ilimleri işlerin batınını görmekten âciz kalıyor.” Bu sebeple Allah’a itaatten uzaklaşıyorlar,
demektedir.
Harrâz,
Yüce Allah’ın enbiyâ ve evliyânın kalplerini hikmet, risalet ve nûbûvvetin
hazinesi kıldığını bildirir. Hikmeti ise enbiyâ ve evliyânın kalplerinin sırlarına
uzanan “Hüdâ’nın yolu” olarak değerlendirir.
Her makam
sahibinin hikmetten nasibi olduğunu Harrâz’ın şu ifadelerinden anlamaktayız.
“Zahitlerin, hikmetten nasibi dünyayı zem, ahireti methetmektir. Müştakların
hikmetten nasibi kalbin hayreti ve kargaşanın gitmesidir. Muhiblerin hikmetten
nasibi ayetleri zikirdir. Âriflerin hikmetten nasibi ise Maruf olan Allah’ın
esrarından elde ettiği işarettir. Bütün bunların hepsi Rablerinin dilemesi ve
ihsanıyla olur.
Müritlerin
velayet makamında bulunduğunu zikreden Harrâz, onların daima Mevlâ’nın
bilincinde oldukları için hayat sahibi (hayy) olduğunu ifade eder. Müritlerin,
Allah’ın kendilerini daha da şerefli makamlara eriştirmesine doğru bir hicret
halinde olduklarını, kusurlarını görmeleri sebebiyle de başlarının daima eğik
olduğunu belirtir.
Evliyânın
ruhlarının Rablerine icabeti ise ebediyete kadardır. Allah ebedîdir, evliyâ da
ebedî ilimde âlemle ilgili bilgilere sahiptir. Onların Hakk’a icabetleri
nedeniyle nefisleri yüce bir yaratılış üzere mühürlenmiştir. Nefislerinin
icabeti ubûdiyetle gerçekleşir. Kalplerinin icabeti ise muamele yoluyladır.
Ruhların icabeti de marufu müşahede iledir. Bütün mahlûkatın ruhları Rablerine
gönül hoşnutluğu ile icabet etmektedir. Çünkü ruhlar bekâ makamında
yaratılmıştır. Müminlerin ruhlarının yaratılması Allah’ın nur vazetmesiyledir.
Kâfirlerinki zulmet vazetmesiyle yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın kavlinde yer
alan “Cinleri ve insanları bana ibadet etmesi için yarattım.” buyruğu bununla alakalıdır. Cin ve insanlardan
bu buyruğa karşı gelenlere gelince, aslında onların nefisleri ruhlarına karşı
çıkmaktadır. Ruhlar Allah’a icabet etmiştir. İnsanların Peygamberlere olan
icabeti ruhları ile birlikte nefisleriyledir. Çünkü insanlar birbirinin
sulbünden çıkmıştır. Kısaca
bütün ruhların aslında Allah’a icabet ettiklerini ifade eden Harrâz, insan ve
cinlerden asi olanların durumunu sadece nefisle olan bir itaatsizlik olarak
nitelendirmektedir.
Velâyetin,
ruhun ve mârifetin bâkî olduğunun Allah’ın ilm-i ezelisi bağlamında Harrâz
tarafından ifade edildiğini belirtmiştik. İşte Harrâz’ın velâyetin bâkîliğini
izah ederken neyi kastettiğini şu cümlelerden anlamaktayız.
Velâyet
ilimle beraber yürümelidir. Velayet Allah tarafından ihsan edilen bir husus
olmakla beraber ancak ilimle birlikte olduğu zaman bâkîlik hüviyeti
kazanmaktadır. Aksi takdirde Harrâz’a göre bundan söz edilemez. İlim ile
kastedilen ise mârifet, Allah’ı tanıma anlamındaki bilgidir. (Ruhlar âleminde)
misakta gerçekleşen velâyet bâkîdir. Ruhlar âlemindeki misakta Allah’ın velayet
takdir ettiği kimseler velidir. Âdemin yaratılışı esnasındaki buyrukla
gerçekleşen velâyet de bâkî olan velâyettir. Allah Âdemi yarattığında
kendisinden sonraki nesiller arasından velayet makamına ulaşacak olanları
bilmekteydi. Bu bâkî olan bir velayettir.
Harrâz’a
göre, Allah “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyruğu gereğince Âdemi yarattığında onun
sulbündeyken evliyâyı da enbiyâyı da var etmişti ve biliyordu. Melekler bunu bilmiyorlardı. Allah kudretiyle
ruhları Âdemin sulbünden çıkarıp “elestü birabbiküm/Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” dediğinde “belâ/evet, tabi ki,” diye cevap verdiler. Allah işte o vakitte evliyânın ruhlarına
muhabbet etti. Allah düşmanlarının ruhları ise o zaman
nefs ve tab’larından ayrıydı. Allah bütün mahlûkatın nefs ve tabiatlarını
yarattığında evliyânın nefs ve tabiatları, Allah düşmanlarının nefs ve
tabiatlarından, dalalet ve azgınlıkları sebebiyle ayrıldı. Bunun sonucunda
ruhları nefislerine uyum sağlayarak Allah’a 193 itaatten uzaklaştı.
Harrâz’ın
ifadesine göre yaşadığı dönemde Tasavvuf ehlinden bazıları arasında velilerin
Peygamberlerden üstün olduğuna dair bir tartışma vardır. Velilerin daha üstün olduğu iddia
edilmiştir. Harrâz, bu görüşte olanlar hakkında “hakikatin perdelenmesi” ifadesini
kullanarak bu görüşe katılmadığını ve karşı çıktığını bildiriyor. Bu meseledeki şüpheleri bertaraf etmek ve
konuyu açıklığa kavuşturmak maksadı ile Kitâbü’l-Keşf ve ’l-Beyân adlı
risaleyi bu konuya ayırdığını söyleyebiliriz.
Harrâz,
Peygamberlerin velilerden üstün olduğuna dair delillerini şu şekilde
sıralamaktadır:
a.
Peygamberlerin şefaati
hem dünya hem ahirettedir. Dünyadaki şefaati peygamberlik görevlerini icra
etmek olarak nitelendiren Harrâz, peygamberlerin mahlûkata şefkat ve
nasîhatlerini de bir tür şefaat kabul etmektedir. Bunun benzeri bir şefaatin de
peygamberlerce ahirette yapılacağını belirtmektedir.
b.
Peygamberlerin sadece
müminlerin değil, bütün yaratılmışların şefaatçisi olduğunu kabul eder.
c.
Peygamberlerin din
önderi olduğunu ve dinin esaslarında sebatkâr olduklarını ifade eder.
d.
Peygamberlerin âlemler
içerisinden seçilmiş kişiler olduklarını belirten Harrâz, “Allah Adem’i ve
Nuh’u seçti.” âyetini de bu konuya delil getirmektedir.
Velilerin seçilmişliği hakkında Kur’an’da bu ayet benzeri bir delilin
olmadığına dikkat çeken Harrâz, neden böyle bir iddianın ortaya atıldığına
anlam veremediğini belirterek bu iddiayı anlamsız bulmakta ve iddia
sahiplerinden Allah’a sığındığını
beyan etmektedir.
e.
Harrâz, bir diğer
yönden de “muhakkik ulema” diye tanımladığı gerçek âlimlerin Kur’an’a uygun
görüş beyan ettiklerini ve onların velâyetin üstünlüğü noktasında bir iddiaları
olmadığını vurgulamaktadır.
Velâyetin üstünlüğünü savunanların delillerine de yer veren Harrâz bu
iddiaların cevaplarına da değinmektedir. Hızır-Musa, Süleyman-Asâf kıssalarını
delil getirerek velilerin peygamberlere yardımcı oldukları ve yol gösterdikleri
yönünde iddiada bulunanlara Harrâz şöyle cevap vermektedir.
1.
Her veli bir nebiye
tabidir. Allah Teâlâ nebîlere kudret lisanıyla hitap etmiştir. Yani onlarla
konuşmuştur.
2.
Nübüvvet zaten velâyetin üzerine verilmiştir. Çünkü her nebi nübüvvetinden önce
velidir.
3.
Allah Kur’an’da
nebilere ismiyle hitap etmiştir. Evliyâ ise isimleri ile değil vasıflarıyla
zikredilmiştir. Allah’ın peygamberlere kitap indirilmiş olması ve bu kitaplarda
onları ismiyle anması enbiyânın üstünlüğüdür. Bu konuya şu ayetlerden delil
getirmektedir. “Allah Musa (as.) ile konuştu.” “Allah, İbrahim’i dost edindi.” “Ey İsa, Ben seni muhakkak öldürüp sonra da katıma
yükselteceğim.” “Ey Davud,
Biz sana yeryüzünün halifeliğini verdik.”
4.
Enbiyânın âleme ilan
edilmesine karşın velilerin halktan gizlenmiş olduklarını beyanla Harrâz, ilk
insan ve ilk Peygamber olan Hz. Âdem’in insanlığın başı olduğuna ve bütün
enbiyâ ve evliyânın onun takipçisi olduğuna dikkat çekmektedir.
5.
Peygamberlerin seçilmiş
olmaları sebebiyle yaratılmışlardan üstün olduğunu belirten Harrâz, bu hususa
da “Onları ilim üzere âlemler içerisinde seçmişizdir.” âyetini delil gösterir.
6.
Peygamberlerdeki
şefkatin Allah’ın hikmeti ile olduğunu söyleyen Harrâz, Allah’ın mukarrabîn
meleklerini yeryüzüne indirip sadece Peygamberlere gönderdiğini belirtir.
7.
Harrâz Peygamber
Efendimizin “Ben Âdemoğlunun efendisiyim, övünme yok” hadisini de bu üstünlüğün delili olarak
saymıştır.
Haddizâtında Kitâbü’l-Keşf ve ’l-Beyân adlı eserini “Peygamber
ve veli arasındaki üstünlük tartışmaları”na ayıran Harrâz sonuç olarak, enbiyâ
ve evliyâyı makam açısından bir tutmanın mümkün olmadığını söyler. Çünkü
veliler insanlar ve onların işleri hakkındaki bilgiler ile peygamberler gibi
meşgul olup ilgilenemezler. Onlar velayet makamlarıyla meşgul olurlar. Yani,
daima velilerin işleri Cenab-ı Hak iledir. Onun dilemesine tâbi olup
nefislerini muhâsebe ederek yaşarlar. Onların ilmi kendi manevi
faaliyetlerindeki noksanları bilmekten ibarettir.207 208
Kitâbü’l-Keşf ve ’l-Beyân adlı eserinin sonlarına doğru Harrâz,
yine enbiyânın üstünlüklerini anlatmaya yönelmiş ve evliyâdan ayrıcalıklı
yönlerini izah için bir benzetme yapmıştır. Harrâz’a göre Allah, nebi ve
resulleri, askerler içindeki komutan gibi insanlar içinde önder kılmıştır.
Askerler nasıl komutanın işaretine tabi olup ona itaat ederse insanlar da
Peygamberlere öyle tabi olurlar. Enbiyâ da insanlar içinde olduğuna göre, onlar
da Peygamberlere tabidir. Ama derece olarak müminlerin üstündedirler. Evliyâ
resullerin yolunu izlerler. Harrâz’a göre Allah kurbiyet ve ihsanı enbiyâ,
evliyâ ve sıddıklar için vazetmiştir.
Melek, Peygamber ve Velinin Farkları
Harrâz varlıkları, melek, nebi, veli, sıradan insanlar ve diğer
varlıklar olarak kategorilere ayırır. Onun varlık anlayışına göre, Yüce Allah
her varlığı kendi kategorisinde ayrıcalıklı ve şerefli yaratmıştır. Herkes
kendi makamı üzere yükselir. Bütün melekler hem ibadet hem de muamele (yani
Allah’la iletişim veya yaratıcıya karşı görevleri) itibariyle bizzat kendileri
bir bütün olarak ubûdiyetlerine devam ederler. Melekler bütün yönleriyle şirk,
isyan, günah gibi şeylerden korunmuşlardır. Asla günah işlemeden yaşarlar.
Melekler nefisleriyle istikâmettedirler. Evliyâ ise ruhları itibariyle
meleklere benzer, nefisleriyle değil. Yani mârifet bakımından melekler gibi
yaratılmışlardır. Muamele konusunda insanî özellikleri devam etmektedir. Yani
evliyânın ruhları her türlü teşbihi akla getirecek şeylere meyletmekten
korunmuştur. Evliyânın seyri, yükselişi ruhlarıyla olmaktadır.
Harrâz evliyânın özelliklerinden birisi olarak hayreti de ele alır. Evliyânın kendilerini asla
nefisleriyle meşgul etmediklerini belirten Harrâz, onların aynı zamanda kendi
aleyhlerine bile olsa dünyada kalplerine gelen havâtırı bildiklerini ifade
ediyor. Dünyada iken evliyânın mârifetlerinin tedbirine nazar etmelerini de
evliyânın hayret makamı olarak değerlendiriyor. Diğer insanların hayretinin ise
kıyamet gününde olacağını söylüyor.
Enbiyânın saflığı, arınmışlığı ise kalpleri itibariyledir. Yani
kalpleri daima istikâmet üzeredir. Hem ubûdiyet hem de muamele açısından
ruhları da kalpleri de istikâmet üzere devam eder. Meleklerden farkları ise
onlar bizzat nefsen de hatadan hali değillerdir. Eğer öyle olsaydı meleklerden
hiçbir farkları kalmazdı. İşte Harrâz, melek, enbiyâ ve evliyâyı bu şekilde
kategorize ederek aralarında ince ayırımlar tespit etmiştir. Önce meleklerin,
sonra Peygamberlerin, sonra da velîlerin durumlarını açıklayıp hepsinin kendi
derecelerinde en hayırlı makamlarda olduğunu ve Rablerinin hükmüne tabi
olduklarını söylemektedir.
Allah Teâlâ yaratılmışların suretlerini düzenleyen ve ölçülerine göre
farklı farklı rızıklandırandır. Harrâz’a göre Allah melekleri de ubûdiyette
istikâmetle rızıklandırmıştır.
Peygamberlere
olan rızkını ise üç paya ayırmıştır.
a.
Nefse ait olanlar:
Yenilen ve içilen şeyler.
b.
Kalbe ait olanlar:
Kitap, hikmet ve risaleti tebliğ.
c.
Tab’a (mizaca) ait
olanlar: Kadınlar ve güzel şeyler.
Yüce Allah’ın evliyâya verdiği kısmetin payını da Harrâz, Kitâbü’l-Keşf
ve ’l- Beyân adlı eserinde şöyle izah etmektedir: Evliyânın nasîbi de yine
nefs, kalp ve tab’ olarak şöyledir. Nefse ait rızıklar, yiyecek ve içecekler;
bedene ait rızıklar, mübah olan şeylerdir. Evliyânın kalbinin rızkı da mârifet/
nefsin hakikatini bilmek şeklinde 217
verilmiştir.
Yüce Allah’ın “İzzet Allah’ındır, Resulünündür ve müminlerindir.” âyetinde yaptığı taksimatı Harrâz,
üstünlük ve şeref açısından bir delil olarak sunmaktadır. Allah’ın izzeti
kendindendir, başka bir şeye bağlı değildir. Peygamberlerin izzeti, onlara
Allah’ın vermesiyledir. Müminlerin izzeti ise tevhîdlerinin, Allah’ı tek bilip
öylece inanmasının şerefiyledir. Harrâz, eserlerinde tevhîd kelimesini îmân ve inanç
anlamında kullanmaktadır. Mümine tevhîd telkinini yapan yine Allah Teâlâ’dır.
Harrâz, manevî rızıkların taksimini de komutanın, erzakı askerlere,
vezirler vasıtasıyla dağıtmasında olduğu gibi Allah’ın enbiyâ ve evliyâ
vasıtasıyla müminlere ulaştırdığını iddia ediyor. Aynen bu örnekte olduğu gibi
Allah Teâlâ hikmetin inzalini enbiyâ ve evliyânın kalbine yapar. Daha doğrusu
enbiyâ Allah’ın fiilleri ile kaynaşmış ve Allah’ın yardımına mazhar
olmuşlardır. Davete memur edilmişlerdir. Evliyânın Mevlâ’yı zikir halinde
olmasının yanında enbiyâ Allah’la bir arada olmak üzere hazırlanmıştır.
Harrâz bu risalede son olarak şu hususları ifade etmektedir. Enbiyâ ve
evliyâ arasındaki bu ayırımı bilmek evliyâya vaciptir/gereklidir. Bu konunun
hakikatinden bahsetmek, bu iddianın afetinden vazgeçmek, töhmetten kurtulmak
gerekir. Allah Teâlâ yeryüzünü nasıl güneş, ay, yıldızlarla süslemiş, arza
yağmur indirip nebatla süslemişse, dini de kitap, peygamber ve risaletle
süslemiştir. Yağmuru ve bitkileri yeryüzünde nasıl bölüştürdü ise kitap
indirerek, peygamberler seçerek, nübüvveti beyan ederek iradesi ve tedbiri
hakkında velayet ehlini faydalandırmıştır. Nebi de velî de ilahî iradenin
ummanında gark olmuştur. Bütün bu olanların aslı Allah Teâlâ’nın dilemesiyle
gerçekleşmektedir.
“Bir şeyi koruma, muhafaza etme ve dilde bir şeyin akması” anlamındaki
zikir, Arapça’da unutmanın zıddı olan ve hatırlamayı ifade eden bir kelimedir. Zikrin hakikati,
zikredilenden/Allah’tan başkasını unutmaktır. Tasavvufta zikir, lisanın zikri,
kalbin zikri, sırrın zikri şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Havassü’l- havassın
makamı olan zikir zâkirin mezkûrda erimesini, kaybolmasını ifade eder.
Kur’an’da zikir kelimesi çokça geçmektedir. Kişi zikrettiğini sever, sevdiğini tanır,
tanıdığına teslim olur, teslim olduğuna dost olur, kul olur. Hakiki zikir zikir esnasında mezkûr olan
Allah’tan başkasını unutmaktır. “Unuttuğunda Rabbini zikret.” ayeti delil getirilerek Allah’tan başkasını
unutursan O’nu zikretmiş olursun, şeklinde yorumlanmıştır. Tasavvufun en temel unsurlarından biri olmuş
ve kaynaklarda da genişçe yer bulmuştur.
Harrâz’a göre kişinin gerçekten zikir ehli olabilmesi için sadece
kendisiyle meşgul olup gayriyi bırakması gerekir. Yani kendisini düzeltmekle
meşgul olup ağyar ile uğraşmaksızın gayretlerine devam ederek Rabbini
zikretmeye öyle alışır ki artık o, zikir ehlinden olur.
Harrâz Kitâbu’l-Hakâik’ta ise zikri, “zikir denizinde zakirin
gark olması” şeklinde tanımlamaktadır. Harrâz bu ifadesini açıklama sadedinde
şu görüşe yer verir. “Kim Allah’ı zikrederken kendisinde oluşan zorluk ve
tembelliğe rağmen ezelde ayrıldığı Allah için zikrettiği bilincinde olursa o
gerçek zâkirdir” Harrâz’ın
zikir ile ilgili bu ifadeleri yukarıdaki tanımda yer alan “sırrın zikri”
maddesindeki zikir açıklaması ile örtüşmektedir.
Tevhîd, Arapça’da “birleştirmek” demektir. “Allah’ın tek ve şeriki
olmadığına îmân etmek” anlamında terimleşmiştir. Cürcânî, Allah’ın zatını akılla tasavvur
olunan, zihnî olarak hayal edilebilen her şeyden uzak tutmak, diye tarif eder.
Yine ona göre tevhîd üç şeyde olur. 1. Allah’ı rubûbiyetle tanımak. 2.
Vahdaniyetle ikrar etmek. 3. Eş ve benzer olanları ondan nefyetmek. İki çeşit
tevhîd tanımı yapılmıştır. 1. Kulun ve Allah’ın iradesinin bir noktada birleşmesine
kusudî tevhîd denir. Kulun iradesinin Hakk’ın iradesinde erimesi şeklinde de
tanımlanır. 2. Sâlikin vecd halinde masivayı terk ederek sadece Hakk’ı
görmesidir. Bu da şuhûdî tevhîdtir.
Kaynaklarda yer alan bilgilere göre büyük sûfilerden birisi “Tevhîd,
Allah’ı tek olarak görmendir. Bu ise Hakk’ın seni sana göstermemesidir.”
demiştir. el- Lüma’ da
nakledildiğine göre Harrâz vecd ile ilm-i tevhîde ererek tahkik erbabından
olanların ilk makamının, kalplerden eşya ile ilgili hatıraların fânî olup
yalnız Allah duygusunun bâkî kalması olduğunu belirtir.
Harrâz eserlerinde tevhîd kelimesini îmân anlamında kullanmaktadır.
Harrâz’ın ifade ettiğine göre; “Allah Teâla kullarından inançları kadar amel
talep etmektedir. Çünkü tevhîd/îmân bütün amellerin kaynağıdır. Âdemoğlunun
değeri tevhîdinin/îmânının değeri ölçüsündedir.
Kelimenin fiil kökü itibariyle “seçmek” anlamına gelen ihlâs; “gösterişi
bırakmak, tâatta, ibadette samimi olmak” manalarını ihtiva eden Arapça bir
ifadedir. Tam bir doğrulukla kullukta bulunmaktır. Islahat-ı Meşayıh’ta, ihlâs hakkında şöyle
denmektedir: İhlâs, amel için, Allah’tan gayri şahit talep etmemeye denir.
Kişinin içinde Allah’tan gayriyi görmez hale gelmesi, ihlâsın en son
noktasıdır.
Harrâz’a göre ihlâs, kişinin ihlâslı olmasına rağmen bu ihlâsını göz
önünde bulundurmaksızın ibadette istikâmet/devamlılık üzere olmasıdır. Yani kim
ibadetlerini yerine getirirken sadece bu ibadetleriyle kurtuluşa ereceğini
düşünmeksizin Allah’ın lütfu sayesinde bu kurtuluşun gerçekleşeceğini düşünür
ve bu hal üzere istikâmette olursa işte o muhlistir. Eğer kul tevhîd konusunda
samimi olduğu halde ihlâstan bilerek gafil olursa onun ameli nakıstır, kabule
şayan değildir. Eğer kul tevhîd konusunda ârif-i billâh ise ilminde de
ihlâslıdır. Çünkü amellerde ihlâs, inançta Allah’ı bilmektir. Kalbin ahvalinde
de mârifet nurunu yakalamaktır.
“Kişiyi bir şeye doğru çekmek” anlamındaki şevk, Arapça’da “iştiyak ve özlemi” ifade eden bir
kelimedir. “Kalbin sevgilisine kavuşmak üzere çekilişine veya sevgili
anıldığında kalbin heyecanlanmasına” şevk denir. Kalpteki şevk lambadaki
fitile, aşk da ateşteki yağa benzer. Kuşeyrî’ye göre şevk, sevgiliyi temaşa için
kalbin coşması ve heyecanlanmasıdır. Şevk, muhabbet miktarınca olur.
Harrâz’a göre kalpteki mârifet nurunun semeresi şevktir. Allah’ı şevkle
istemektir, Allah’a yönelmektir (inâbe) ve O’na muhabbettir. Şevkin belirtisi
gecenin karanlığında ve gündüzün aydınlığında âşıkların kıvılcımlarıyla lisanın
açılmasıdır. İnâbenin alameti de Allah’ın zikriyle kalbin açılmasıdır.
Harrâz’a göre, şevk’in nuru havfın nurundan daha üstündür. Havfın nuru da zühdün
nurundan üstündür. Muhabbetin
nuruyla bedenler ürperir. Ruhlar mahbub olan Allah’a kavuşmak için şevkle
beklerler. Eğer şevk nuru sevenlerin kalplerine ulaşırsa onları altüst etmekle
kalmaz, çünkü o yakıp tutuşturan bir ateştir.
Havf nuru ise ateşin odunu yiyip yok ettiği gibi etleri ve kemikleri
yiyen bir ateştir. Zühd ve havfı birbirinin ziyneti olarak gören Harrâz,
ikisini de şevk’in birer kolu olarak görmektedir.
Havf, Arapça’da “korku” manasınadır. Allah’ın kahrından korkarak dinde sabit
olmaktır. Bunun zıddı recâdır. Diğer bir tarife göre havf, “yasaklanan
şeylerden ve günahlardan utanmak ve bu hususta üzüntü duymak” demektir. Recâ, Arapça “ummayı, ümit etmeyi” ifade eden
bir kelimedir. “Allah’tan ümit kesmemek” anlamına gelir. Zümer 39/53. âyete göre Allah’tan ümit kesmek
büyük günahlardandır. Allah’ın lutfuna nail olmayı ummak recâ’yı, tersi de
havfı doğurur.
Havf ve recâ hal, bilgi ve eylemden meydana gelir. Geleceğe ait bir şey
insanın hatırına gelip kalbine yerleştiğinde, bu şey hoşa gitmeyen bir şeyse
buna havf, hoşa giden ve arzulanan bir şeyse ona recâ denir. Recâ Hakk’ın fazl
ve ihsanını görerek ve Kur’an diliyle saydığı nimetlerini duyup bilerek,
Allah’ın sevap ve rahmetinden ümitvar olmaktır. Havf mârifet sonucudur. Zühd,
sabır ve tevbe havftan kaynaklanır. Zühd ve tevbe insanda sıdk ve ihlâs
duygularını inşa eder, zikir ve tefekküre yöneltir. Zikir ve tefekküre devam
ise muhabbeti hazırlar. Sufiler ümitvar olarak yapılan ibadeti, korkularak
yapılan ibadetten üstün görürler. Çünkü ümitvar olmak sevgiye daha yakîndır.
Harrâz’a göre gerçek korku, Allah’tan emniyette olmaktır. Yani Harrâz’a
göre günahlardan pişmanlık ve itiraf yüzünden oluşan bir endişe ile değil,
Allah’ın korkulmaya en layık varlık olması sebebiyle O’ndan korkmaktır,
kanâatindedir.
Mevlâ’nın dışında her şeyden, zenginlik kaynağı olan dünyevî
meşguliyetlerden uzak olup sadece Allah’ı istemeyi ise Harrâz recâ olarak tarif
etmektedir.
“Buğz”un zıddı olan muhabbet Arapça’da “sevgi, aşk” demektir. Tasavvufta “muhabbetin hakikati her
şeyini sevdiğine bağışlaman, kendine de sende olan hiçbir şeyi bırakmamandır.”
Mutasavvıflara göre, âlemler
içinde aşka yabancı bir zerre bile yoktur. Fakat her yaratığın aşkı kendi
istidad ve kabiliyetine göredir. Nefse galebe çalmak için en kestirme yol, aşk
yoludur. Mutasavvıflar aşkı “mecâzî” ve “hakîkî” olmak üzere ikiye ayırırlar.
Mecazî aşk geçici suretlerden birini sevmektir. Hakîkî aşk ise mutlak varlığı,
Allah’ı sevmektir. Hakk’tan başka her şeyden geçmektir. Hakikî aşka eren
kendinden geçmiş, fenâ fillâha ermiştir.
Harrâz’a göre gerçek muhabbet, kalbin muhabbetin sevgisi dışındaki her
tür muhabbet tadından uzak tutulmasıdır. Yani kim gerçek Mahbub olan Allah’ın
muhabbetinin tadını kalpte bulabilmesi için kalbini her şeyin muhabbetinden
uzak bırakabilirse o gerçek muhiptir/sevendir.
Harrâz, muhabbet makamını diğer menzil ve makamlar arasında cem makamı
olarak görmektedir. Şevk’in amel ehli için, havfın ise zahitler için büyük bir
makam olduğunu söyleyen Harrâz, muhabbet makamının da müritler için şerefli
olduğunu söyler. Velâyet ehlinin bu makamların hepsini istediğini belirtir ve
mârifet ehlinin bu ahvalin hepsiyle şereflendirildiğini ifade eder.
Sufiler ittifakla derler ki, insanları yaratan Allah’tır, fiillerini
yaratan da Allah’tır. Hayır veya şer olsun insanların yaptıkları fiillerin
hepsi, Allah’ın kaderi, kazası, meşieti ve iradesi iledir. Hz. Peygamber
“Vallahi Allah’a, Allah’ın kaderine hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna
inanmadıkça îmân etmiş olmazsınız.”
buyurmuştur.
Harrâz, insanoğlunun yapıp ettiği amellerin Allah’ın fazlıyla veya
adliyle hükmetmesi için adâlet ve fazl arasında bulunduğunu söyler. Mârifetin
yakîn ve hidâyetin Allah’ın iradesiyle müminlerin kalplerine doğru olduğunu
ifade eder. Buradan kâfirlere de kötü fiilleri sebebiyle adâleti ile
hükmettiğini anlamış oluyoruz. Harrâz’ın Allah’ın dilemesiyle/iradesiyle
ilgili şu âyeti delil getirir. “Eğer Allah’ın size olan fazl-ı ve rahmeti
olmasaydı sizi hiç kimse temize çıkaramazdı. Fakat Allah dilediğini temize
çıkarır.”
Harrâz’a göre, başlangıçtaki Allah’a nazar ubûdiyet yoluyladır. Sonraki
nazar ise tahayyür ve zaruret
yoluyladır. Konuya Peygamber Efendimizin şu sözü delil getirilmiştir. “Bir kul
için mebde (başlangıcı) ve müntehası (sonu) ile ilgili olarak hatalı, eğlenen
ve unutan kul olmak ne kadar kötüdür.” Ruhlar başlangıçta Mevlâ’ya nazar ederler,
müntehada ise kalpler Mevlâ’nın affına ve rahmetine nazar kılarlar. İster said
ister şaki olsun yaratılmışların hepsi bu ikisi arasındadır.
Harrâz, ister cennetlik ister cehennemlik olsun ruhların hepsinin
başlangıçta Mevlâ’ya müntehada ise kalplerin Mevlâ’nın affına nazar ettiklerini
ifade eder. Kişinin cennetlik olmasının Allah’ın mebde’ nazarı sebebiyle
olduğunu, düşmanların cehennemlik olmasının da yine Allah’ın başlangıçtaki
muradından dolayı olduğunu söyler. Bütün bunların Allah’ın meşieti ile gerçekleştiğini
ifade eder. Bu konuda
Kur’an’dan “Allah kimi hidâyete erdirmeyi dilerse onun kalbini İslam’a açar
(şerh). Kimi de saptırırsa göğsünü daraltır.” ayetini delil getirir”.
Evliyânın kalplerinin Allah’ın fazlı ve rahmeti sonucu açıldığını,
kâfirlerin kalplerinin ise hükmü ve adli sonucu daraltıldığını ifade eden
Harrâz, Allah’ın ezelî ilmine konuyu bağlayarak, Mevlâ bunları zaten
bilmekteydi, veli ve kâfirin nasıl hareket edeceğini bildiği için bu şekilde
hüküm verdi demektedir. “Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey ondan gizli
kalamaz. Ne küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta yer
almasın.” Yüce Allah’ın
“Allâmü’l-Ğuyûb” sıfatını dile getiren Harrâz, onun ilminde her şeyin açık
olduğunu belirtir.
Kök anlamı itibariyle “işini başkasına havale etmek” anlamına gelen
tevekkül; Arapça, “vekil edinme, güvenme, aczi izhar edip başkasına güvenme ve
dayanma” anlamında bir kelimedir. “Gerekli çabayı sarf edip her türlü tedbiri
aldıktan sonra işi tam bir inançla Allah’a havale etmeye” tevekkül denir.
Tevekkül bir kalp amelidir. Tevekkülde esas olan kalbin ıstırapsız olmasıdır.
Gönlünde Allah’tan başka fail
olmadığı inancı taşıyan kulun O’na güvenip dayanmasıdır. Genel ve umumî
ifadesiyle tevekkül hareketlerini tabii-ilâhî kanunlara uydurduktan sonra
Allah’a dayanıp güvenmektir.
Harrâz da tevekkülü Vekil olan Allah’a dayanıp teslim olmak şeklinde
yorumlamıştır. Kalben yakarmaya devam ederek Vekil olan Allah’a dayanmak
tevekküldür. Kim Allah’ı vekil edinir, ondan razı olur sebeplerin de çok azına
başvurursa o mütevekkildir.
Allah’ın kendilerine bahşettiği fazl ve atâdan dolayı müminlerin
Allah’a nazar edip amellerini görmeden tevekkül etmeleri gerektiğini belirten
Harrâz şu karşılaştırmayı yapar. “Âdemoğlunun amellerinde noksan, unutma ve
gaflet vardır. Allah’ın vermesi ise mükemmeldir.” Ameline nazar etmenin zararlarını da burada
kısaca açıklayan Ebû Saîd el-Harrâz, tevhîd ehlinin amelini görmesini, yani
ibadetlerini, iyiliklerini kayda değer bulmasını, bunların kendisini kurtaracağını
ummasını kişiye bir hicap ve engel olarak görmektedir. Bu tür kişilerin asla
kalp huzuru bulamayacağını söylemektedir. Onlar salih amelleri yapabilmenin
Allah vergisi olduğunu bilseler, emrin hakikatine nazar etselerdi hidâyetin de,
risaletin de, mârifetin de Allah’tan geliyor olduğunu görürlerdi. Bunun
sonucunda Allah’a karşı olan minnet ve şükran borcunu ilmen kavrarlardı, yorumunda bulunmaktadır.
Vera Arapça’da “çekinmek sakınmak” anlamına gelir. Terim olarak ise “takvâ, Allah’tan korkmak,
şüphelilerden kaçınmak, mübah ve mekruhlarda bile titiz davranmayı” ifade eder.
Kulun gazap veya rızâ halinde gayriyi konuşmamasıdır. Bütün gayretini Allah
rızâsına yöneltmektir. Verayı çeşitli ayırımlarla anlatan tasavvuf erbabı
bunlardan birinde zâhir verayı bedenin organlarının şeriat endeksli hareket
etmesi olarak, bâtın verayı ise kalbe Allah’tan başkasını sokmamak şeklinde
ifade etmişlerdir.
İmam Kuşeyrî der ki: “Vera şüpheli şeyleri terk etmektir.” İbrahim b.
Ethem de “Vera şüpheli olan her şeyi terk etmektir. Fuzulî şeyleri terk etmek
demek olan malayaniden uzak kalmaktır.” Şiblî “Vera Allah Teâlâ hariç her
şeyden şiddetle sakınmaktır.”
Dinin aslını üç temel üzerine bina eden Harrâz, bunlardan ilkini vera
olarak görmektedir. Verayı da “zahiren ve batınen haramlardan kaçınmak” diye
nitelendirmektedir. İkincisini ise “amellerde istikâmet üzere devamlılık”
olarak belirten Harrâz, dinin temeli saydığı üçüncü maddeyi de “dinin hadlerini
kabul etmek, yani muamelatla ilgili hususları kabul etmek” olarak
zikretmektedir.
Veranın tanımına daha da açıklık getiren Harrâz, veranın Allah’ın
nehiylerinden gizli olsun aşikâr olsun her durumda kaçınmak olduğunu belirtir.
Aynı şekilde gizli olsun açıktan olsun her şekilde emirlere itaati şart koşar.
Bunları yaparken de Allah’ın kişiyi haramlardan koruduğu için ve ibadetleri
yapabilme konusunda da yardımı dolayısıyla Allah’ın yardımına karşın O’na
şükretmeyi vera sahibinin nitelikleri arasında saymaktadır.
“Dilemek ve
istemek” anlamındaki kökten ism-i fail olan mürid, kelime anlamı itibariyle
“irade ve talep eden, ehl-i irade, isteyen, arzu eden” anlamlarına gelmektedir.
Terim olarak ise; “iradesi
olmayan, iradesinden soyutlanan, iradesini kullanmayan” anlamı ile beraber
“kendisine semanın kapısı açılan ve isimle Hakk’a erenler arasına katılıp ona
eren,” “kendisi için Hakk’ın irade ettiğinden başka bir şey irade etmeyen,
Hakk’ın iradesi önünde ve karşısında kendi iradesini hiçe sayan” anlamları
verilmiştir. İrade ise Arapça
istemeyi ifade eder. Hakikat çağrısına icabet etmeyi gerekli kılan, kalpteki
muhabbet ateşinden bir kor parçasıdır, şeklinde tanımlanmıştır. İrade hakkında
diğer açıklamalar şöyledir. İnsanın bir şeye inanması, sonra ona azmetmesi,
daha sonra da onu istemesi; tam anlamıyla Hakk’a yönelmek, halktan yüz çevirmek
ki bu, muhabbetin başlangıcıdır.
Hakikatte mürid muraddır, murad da müriddir. Çünkü Allah Teâlâ’yı irade
eden kimse, Ulu ve Yüce Allah’tan olan ezeldeki irade ile O’nu irade
etmektedir. Önce Allah kulunu irade ettiği için sonra kul O’nu irade etmiştir.
Maide 5/54, 119. ayetler buna delildir.
Harrâz’a göre iradeli olmak için alışkanlıkları bırakmak gerekir. Eğer
irade olmazsa âdet ve alışkanlıkların sonucunda nefsin istekleri ön plana
çıkar. Tembellik ortadan kalktığında nefis ibadetle dinçleşir ve kişi irade
ehlinden olur. Harrâz irade
kelimesini kişinin Allah’a ibadet ve kulluk yolunda ilerlerken her türlü
alışkanlığını bile terk edecek kadar güçlü bir irade ve istek sahibi olma
anlamında kullanmıştır.
İradeyi üç açıdan ele alan Harrâz, bunları şöyle izah etmektedir.
Birincisi kalbini kalbe gelen her türlü şeyden koruma altına almak. İkincisi
kalbini temiz haliyle korumaya devam etmek. Üçüncüsü de bu iki hususa devamla
beraber Allah’a yalvarıp yakarışa devam etmek. Bu hususlara ilave yapanların da
olduğunu ifade eden Harrâz, kalple beraber sözlerde ve fiillerde, hatta
işitilen hususlarda dahi Mevlâ’nın bilincini bulundurmanın gerekli olduğunu
ilave ettiklerini belirtir. Bu durumda olan kişi söz, fiil ve kalp itibariyle
hayret makamındadır.
Kelime anlamı itibariyle “doğru olarak isabet ettirmek” anlamındaki
tevfîk, Arapça, “başarıya
erdirmeyi” ifade eden bir kelimedir. “Her hangi bir iş vuku bulmadan önce
Allah’ın kuluna yaptığı yardıma (inayet)” tevfîk denir. Kök anlamı itibariyle güç yetirme anlamındaki
“cehd” kelimesinden gelen ve “savaşmak” anlamına gelen mücâhede, insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine
ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı
ibadetler, zikir, tesbih ve duâdır. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak
suretiyle nefsi inceltmektir. Bu eylemi ifade eden ise eğitmek, yetiştirmek
anlamındaki kökten gelen ve “eğitim” anlamına gelen riyâzet terimidir.
Harrâz da tevfîk tanımını yukarıda yer aldığı gibi anlamaktadır.
Allah’ın tâat yoluna hidâyet ettiği kişi muvaffak kişidir, demektedir. Kitâbü’l-Hakâik
adlı eserinde Harrâz, tevfîki bir başka açıdan daha ele almaktadır. Kişinin,
nefsini kaldıramayacağı şeylerin altına sokmamasına da tevfîk demektedir. Bu
sebeple kişinin nefsini tâattan düşmeyecek kadar riyâzete sokması gerektiğini,
ancak o zaman ibadette muvaffak olabileceğini ifade etmektedir. Yani kişiyi de
tevfîk konusunda sorumlu kılmakta ve bu sorumluluğu yerine getirdikten sonra
Allah’ın yardımını istemesini öngörmektedir. Yani kul Allah’ın yardımı olmadan
muvaffak olamaz. Allah da kulunun gücü nispetinde ondan ibadet ister, daha
fazlasını istemez. Bu nedenle kul da kendini taşıyamayacağı yüklerin altına
sokmamalıdır ki böylece muvaffak olsun.
Harrâz’a göre tevfîk, Allah’ın refik olmasıdır. Allah kime fazilet
verip nimetler ihsan ederek tâat ve ihsan yoluna hidâyet emişse o kimse tevfîke nail
olmuştur. Kişi üstesinden
gelemeyeceği şeylere nefsini mükellef kılmamalıdır. Nefsinin kat edemeyeceği
yola nefsini sokmamalıdır. Kim nefsini tâate yöneltir ve tâatten düşmeyecek
kadar riyâzete sokarsa o rıfk
ve tevfîk ehlindendir.
Harrâz bu konu ile ilgili olarak diyor ki: “Ey kardeşim! Ne zaman zayıf
bir kul Allah’ın koruması ve muvaffak kılması olmadan Allah’ın kendisine farz
kıldığı vefayı tam olarak yerine getirip getirmediğini ölçebilir. İkrarın
doğrusu aciz, zaaf ve zaruret içerisinde onun desteğine müracaat etmek ve el
açarak şöyle demendir: “Kudret ve Ceberutu yönüyle zayıf kullarına emreden ve
esir kullarından zafiyetleri ölçüsünde taşıyabilecekleri kadar ibadetlerini
kabul eden Rabbim, Sen münezzehsin.” Harrâz bu konuya delil olarak şu ifadeyi
kullanmaktadır:
“Rabbinizden
gücünüz yettiği kadar sakının.”, “Rabbinizden gücünüz kadar korkun.”
B. HARRÂZ’IN SADECE TANIMINI YAPTIĞI
Bu başlık
altında topladığımız kavramlar Harrâz’ın Kitâbu’l-Hakâik adlı eserinde
yer almakta olup bu eser bir tür terminoloji sözlüğü niteliğinde kaleme
alınmıştır. Eser, yetmiş iki adet kavramın sadece tanımları yapılmak suretiyle
telif edilmiştir. Biz de bu kavramların bir önceki başlık altında incelenenler
dışında kalanlarını terim anlamları ile birlikte burada vermeye çalışacağız.
Harrâz’ın tanımlarını ilgili kavramların günümüzde yazılan Tasavvuf terminolojisi
kitapları ile karşılaştırarak kısaca değerlendirmeye gayret ettik.
Akıl,
Arapça’da “men’ hacr ve nehy” manasınadır. İnsandaki idrak kabiliyetine verilen
addır. İslâm dininde mükellef olmak için akıl şarttır. Eskilerin tarifiyle
akıl, zâtında maddeden mücerret, fiilinde maddeye bitişen bir cevherdir. Bir
görüşe göre akıl, kalpte hak ile batılı ayırt eden bir nurdur.
Harrâz’ın
aklı tarif edişi de bu yöndedir. Ona göre nefsinin zaafını, aczini bilerek
Allah’a sığınan kişi aklını doğru yönlendirebilir. Bunun için Harrâz gerçek
aklın insanı kulluğa sevk ettiğini ifade eder. Harrâz’a göre akıl, insanı amel
ve ibadetin gereğini yapmaya (usulüne) sevk eden kalpte olan bir nurdur.
Dolayısıyla kim mârifet nuruyla Allah dışında hiçbir şeye iltifat etmeksizin,
sadece Allah için amel ederse o kişi akıl sahibidir.
Îmân,
Arapça’da ifâl babından, “inanmak” anlamında bir mastardır. Kalp ile tasdik,
dil ile ikrara îmân denir. Tasavvufî açıdan îmân birkaç çeşit olarak
değerlendirilir.
a.
İlmi istidlâl ile meydana
gelen îmân,
d.
Huzurî îmân, bu son üçü
sülük ile elde edilir.
Harrâz’ın
îmân tarifi, gaybî konulara gözüyle görmüş gibi kalben mutmain olarak inanmayı
öngörmektedir. Bu da kanâatimizce sülûk ile ulaşılan îmâna işaret etmektedir.
Harrâz’a göre cennet ve cehennem gibi gaybî şeylere kalbiyle mutmain olarak
îmân eden kimse gerçek mümindir.
Yakîn, Arapça
kesin ve açık bilgiyi ifade eden bir kelimedir. Kuşeyrî ilmel- yakîn,
ayne’l-yakîn, Hakka’l-yakîn olmak üzere üç türlü yakînden söz eder. Bir şeyi
bizzat yaşamak suretiyle elde edilen bilgi Hakka’l-yakîndir. Yakînde şüpheye
yer yoktur. Zira kalp bir şeyin hakikati konusunda tatmin durumdadır. Yine
yakîn, delil ile değil, inanç kuvveti ile apaçık görmeyi ifade eder.
Harrâz’ın
yakîn tanımı bu tanımla örtüşmekle beraber, o kulluk şevkini hem beden hem
kalple yerine getirmek ve Hak ile mutmain olmayı yakîn olarak açıklamıştır.
Dinde istikâmet üzere olup Hak ile mutmain olan kimse Harrâz’a göre yakîn
derecesindedir. Kim Allah’ın Rububiyyetinin cemalinde kalbini teskin eder ve
hem bedeni hem de kalbiyle kulluk şevkini sabırla yerine getirirse işte o yakîn
sahibidir.
Duâ,
Arapça’da “isteme, yalvarma, niyaz” gibi manaları olan bir kelimedir. Bazı
meşâyıh-ı kiram en üstün duânın rızâ ve sükût olduğunu söylerken, bir kısmı da
duâyı bizzat ibadet olarak değerlendirir ve “Duâ ibadetin özüdür” hadisini delil getirirler. Avamın duâsı dil
iledir, ârifinki ise kalp iledir.
Harrâz’a
göre “Vefâyı koruma yolunda kalbe ve nefse düşman olmaktır. Kim sıdk ve sefa
üzere, korku ve ümit arasında ahdi ve vefâyı korursa duânın icabet kapısı şu üç
şekilden biriyle ona açılır. Ya istediği şey vaktinde verilir, ya duâsı
sebebiyle günahı silinir, ya da derecesi yükseltilir. Allah katında kimse itaatinden
dolayı zarara uğratılmaz.” Harrâz yukarıdaki tanımında duânın ne
şartlarda kabul edileceğini, daha doğrusu duâya nasıl icabet edildiğini
anlatmakta ve edilen duânın asla boşa gitmeyeceğini ifade etmektedir.
Arapça
hikmet; “felsefe, adâlet, ilim, hilm, peygamberlik, Kur’an-ı Kerim, İncil,
veciz söz” anlamlarında kullanılan bir kelimedir. Amel ve bilgi
bütünleşmesinden meydana gelen ilimdir. Söz ve davranıştaki isabet, olanı
olduğu gibi bilmek de hikmet olarak değerlendirilmiştir. Harrâz hikmeti sözde doğruluk, tâati de yerli
yerinde ifa etmek olarak tarif etmiştir.
Harrâz,
ismeti Allah’a sığınmak
olarak tarif etmektedir. Her türlü zulüm, fesat veya zalim bir hükümdardan
Melik ve Cevâd olan Allah’a sığınan kişi masumdur/korunmuştur.
Sıdk,
Arapça “doğruluk” demektir. İnsanın içinde olanla dışında olanın eşit
olmasıdır. Sıdk, iç ve dışta Allah ile beraberliği istikâmet üzere muhafaza
etmekle olur. Kuşeyrî sıdkı “Hallerinde leke, inancında şüphe, amelinde ayıp
olmamasıdır.” şeklinde tanımlar.
Harrâz
sıdkı dil ile birlikte gönlün de doğru olmasıdır, şeklinde tanımlar. Kim kalbin
doğruluğuna yakîn bir oranda mârifet ve îmân nuruna uygun olarak diliyle doğru
söylerse işte o kimse Harrâz’a göre gerçek sadıktır/doğrudur. Kendisinde hırs ve
istek olan kimseden uzaklaşmayı “sıdku’r-rağbe” (isteğin samimiyeti) olarak
ifade eden Harrâz, sadece Allah katında olana rağbet edip Allah dışındakilerden
müstağni olmayı kastetmektedir. Allah’tan başkasından korkmamayı, dünya
nimetleri ile meşgul olmaktan korkmayı sıdku’r-rahbe (korkunun samimiyeti)
olarak ifadelendirir. 314
Sabır,
“birini bir şeyden alıkoymak, katlamak, hapsetmek, tutmak, dayanmak, sabretmek
vs.” gibi anlamları olan Arapça bir kelimedir. Başa gelen bela ve sıkıntıya
dayanmaya sabır dendiği gibi ibadetlere ve isyandan kaçınmaya devamlılığa da
sabır denir.
Harrâz’a
göre gerçek sabır, sevap ve derece elde etme nimetlerinin mihnetlerine
aldırmamaktır. Hakk’a ulaşma yolu olan sahada Hakk’a muttali olduğunu
görmeyeni, bu uğurda sabredeni de bu derecede değerlendirmektedir.
Harrâz’ın
tanımda ifade ettiği sabır sözlükte yer alan sabırdan çok daha üst düzey bir
gerçekliktir. Kişinin Hakk’a ulaşan yolda ne kadar makam ve derece kat ederse
etsin bunları hiç yokmuş gibi farz edebilmesi, hâlâ kendini sıfırda hissetmesi
ve bilmesi Harrâz’a göre sabır diye nitelendirilmiştir.
Sabrın
hoşgörüye yani diğer yaratılmışlara bakan veçhesine de sabrın genişliği
(siatu’s-sabr) tabirini kullanan Harrâz, bunu da şu şekilde açıklamaktadır:
“Mihnette de nimette de denizlerin derinliği gibi olmaktır. Her kim yağcılık
yapmadan, yaralayıcı olmadan, yakıp yıkmadan tüm yaratılmışların cefasına
katlanıp onlara karşı hoşgörülü davranırsa o sabrı geniş olandır.”
Harrâz
burada sabır konusunda derinleşip yükselmek diyebileceğimiz üst bir hale
gelmeye sabrın genişliği demiştir. Her halükârda hiçbir zaman, hiç kimseye
karşı tahammülsüz olmamayı ifade etmektedir.
Şükür,
Arapça bir kelime olup, Türkçede de kullanılır. Yapılan iyiliği övme
anlamındadır. Nimetin değerini bilmek anlamında şükür ilim, hal ve amel olmak
üzere üç türlüdür. Âlimlerin şükrü dilde, âbitlerinki fiilde, âriflerinki de
haldedir.
Harrâz’ın
şükür yorumu da bildiğimizden farklıdır. Harrâz burada da çok üst düzey bir
tanımla şükrü açıklamıştır. Mün’im-i Hakikî’den O’na şükretmek maksadıyla bile
bir an ayrı olmamaktır.
Harrâz’ın
ifadesine göre gerçek anlamda şükür, nimetlere şükürden uzak durmaktır. Yani
kim, nimete mazhar kılındığında nimeti veren Mün’im-i Hakikî olan Allah'la
meşguliyetten uzak kalmamak için nimete şükürle meşgul olmaz ise işte o gerçek
anlamda şükredendir/şâkirdir.
Ta‘zîm
Allah’ın dışında bir şey
görmemektir. Allah’ın yakînlığını, minnet ve kudretiyle kendi üzerine olmasını
önemsemektir. Harrâz, ta‘zîmi
tanımlarken bu kavram ile aynı kökten gelen Allah’ın Azîm vasfına vurgu
yapmakta ve bu vasfı özellikle kullanmaktadır.
İştiyak,
bir şeyi arzulayıp ona meyletmek anlamında Arapça bir kelimedir. İştiyak özlemek demek olup tasavvufta,
alınan hazzın sürekli olması için aşığın sevgilisine kavuşmayı şiddetle
arzulamasıdır.
Makamı ne
kadar yükselirse yükselsin iştiyakîn devamlı olmasıdır. Önceden olduğu gibi yanmaya devam
etmektir. Harrâz iştiyakı,
gönüldeki yanmanın devamlılığı derken sözlükle benzer anlamda kullanmıştır.
Haşyet,
korkmak manasında Arapça bir kelimedir. Gelecekte hoşa gitmeyecek bir şeyin
beklentisinden kaynaklanan kalp üzüntüsüdür. Bu bazen günahlar sebebiyle
olabilir, bazen de Allah’ı bilmek veya O’nun heybetinden olabilir.
Peygamberlerin haşyeti bu türdendir.
Harrâz’a
göre haşyet, yalnızlıkta şehvetin sindirilmesi, bedenî isteklerin
azaltılmasıdır. Kim şehevî arzuları öldürüp, günahı terk ederse o haşyet
ehlindedir. Harrâz haşyeti
şehvetin öldürülüp, bedenî arzuların azaltılması ve günahı terk etmek diye
yorumlamıştır. Yani haşyet ehlini ancak Allah’ın heybetinden dolayı haşyet
duyanlar olarak yorumlamıştır.
İntibâh,
Arapça, uyanma demektir. Manevî yardımla Allah’ın kulunu harekete geçirmesi,
zorlaması demektir. Harrâz’a
göre kişinin sonunu hatırlayarak şimdiden uyanık olmasıdır. Başlangıçta uyanık
olmayan sonunda uyanır ki bunun sonucu hüzün ve ağlamadır. Şevk ve hayâ
başlangıçtaki uyanışın belirtisidir.
Tövbe,
Arapça’da dönme, pişmanlık anlamlarını ifade eden bir kelimedir. Günahtan
pişmanlık duyarak vazgeçmektir. Tasavvufî olgunluk yolundaki makamların
ilkidir. Cüneyd “günahı unutmaya” Sevrî (v. 161 h.) de “ Allah’tan gayri her
şeyden yüz çevirmeye” tevbe demiştir.
Harrâz’a
göre, günahlardan kaçmakla birlikte, tövbeden de tövbe etmektir. Kişi hem
tövbedeki kusurunu görmeli hem de tövbesi onu günahtan uzak tutmalıdır. Harrâz, kulun tövbesinin de kusurlu olduğu
için ondan bile tövbe etmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Kelime
olarak bir şeye hazırlanmak demek olan istidâd, Harrâz’a göre iyi ve doğru yolda çalışmaya
devam etmektir. Yani hayır ve ibadet yollarından birinde tehlikelerden
ibadetleri saflaştırmaya devam eden kişi istidâd sahibidir.
Emânet
korumada dürüstlük ve ihaneti terk etmektir. Harrâz’a göre, kişi nefsini
Rabbi’nin emâneti olarak korur, dinî ne dünyevî konuda yaratılmışların
emânetini korursa, bunlarla ilgili olarak her türlü ihaneti de terk ederse o
emindir.
Takvâ,
Arapça korkma, sakınma, kaygılanma anlamında bir kelimedir. Takvâ, dini daha
derin bir anlayışla yaşama olayıdır, dinde hassaslıktır. Takvâda ruhsattan
kaçış, azimetle amel ediş söz konusudur.
Harrâz’a
göre takvâ kalbiyle hevayı düşünmekten korkmaktır. Nefsiyle günah ve hata olan
mevzuları düşünmekten sakınmaktır. Harrâz, takvâ’yı hevadan kaçmayı değil,
düşünmeyi bile terk olarak yorumlamıştır.
Hayâ,
Arapça utanmak manasına gelen bir kelimedir. Nefsin bir şeyden çekinmesi, o
konuda yerilmekten korkarak terk etmesidir.
Kuşeyrî
hayâ, Allah’ın huzurunda davayı ve iddiayı terk etmek, demiştir. Kulun, Allah dışında bir şeyle
uğraştığında Allah’ın kendini gördüğünü bilmesidir.
Tevâzu‘,
Arapçada alçak gönüllülüğü ifade eder. Tasavvufta insanın nefsini Hakk’ın
huzurunda kulluk mevkiine kayması, halka karşı şefkatli olup kibirli ve gururlu
olmamasıdır. Hak karşısında eğilmek, hakkı kabullenmektir.339
Harrâz’a
göre hiçbir zaman unutmaksızın Allah’ı hatırlamaktır. Din ve îmâna zarar
vermediği sürece ve îmân ehlini korumaya devam ettikçe kişi mütevazıdır. Harrâz tevâzu‘yu da Allah’ı anmadaki
devamlılık olarak tarif eder.
Harrâz’a
göre nasîhat, Şeriat ve Ehl-i Sünnet’e uymak, bidat ehline muhalefet etmek, din
ve İslam ehline din ve dünya işlerinde muvafakat göstermek, Allah’ın zatı
konusunda bidat düşüncelere sapanlara karşı koymaktır ki bu kimse de güvenilir
bir 342
nasîhatçidir.
Huşû‘,
Arapça itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu‘ göstermek, korkmak gibi anlamlara
gelir. Hakk’a boyun eğmek, kalbin Hakk’ın önünde hazır bulunmasına huşû‘
denmiştir. Hasan-ı Basrî (v. 110/728) “Kalpte Allah korkusunun sürekli olarak
bulundurulmasıdır.” demiştir.
Harrâz da
huşû‘yu benzer manada açıklamıştır. Ona göre huşû‘, bütün gücüyle Hakk’ın
önünde kalbin kıyama durmasıdır.
Zühd,
Arapçada rağbetsiz olmak, yüz çevirmek demektir. Kur’an’da Yusuf 12/20’de bu
kelime geçmektedir. Başka ayetlerde de dünya hayatı gurur metaından başka bir
şey değildir. Sufîlere göre
zühd iki şekildedir: a.Haramdan yüz çevirmek. b.Helalin fazlasından yüz
çevirmek. Cüneyd “Elin boş olduğu şeyden kalbin de boş olmasıdır.” diye tarif
eder.
Harrâz’a
göre dünyayı istememek konusunda zorlanmamak zühd alametidir ki o “Niyet ve
iradenin sağlam olmasıyla birlikte tekellüfü terk etmektir.” şeklinde ifade
eder.
Kasru’l-emel,
emeli kısaltmaktır ki Harrâz’a göre sebepleri terk etmek ve ecelin ansızın
geleceğini beklemektir. Yani kim emelini kısa tutar, amelini güzel yapar,
sebepleri terk edip her nefeste ecelini beklerse o emelini kısaltmış olur.
Kanâat,
Arapça ikna olmak, yetinmek vs. anlamları ifade eder. Yaşamak için zarurî olan
ihtiyaçlar dışında kalan, bütün nefsî arzu ve hayvanî isteklerden uzak durmak,
yeme, içme ve çeşitli konularda aşırıya kaçmamaktır.
Harrâz’a
göre kanâat her türlü ihtiyaçtan kalbin boş olmasıdır. Kim kalbini Allah
dışındaki her şeyden boşaltırsa, Allah dışındakiler değil de Allah’ın kendisini
seçmesine kanâat ederse o Allah’la kanâat edendir. Harrâz kanâati değişik bir veçheden ele alarak
Allah’ın dışında her şeyden kalbini boşaltıp yalnız Allah’la beraber olmakla
kanâat etmek şeklinde tarif etmektedir.
Rızâ,
Arapçada razı olmak, memnun olmak demektir. Kalbin hükmün akışı altında sükunet
halinde bulunması, genelde rızâ, hüküm ve kazaya itirazda bulunmamayı ifade
eder.
Harrâz’ın
rızâ anlayışı da tanımla aynı yönde ifade edilmiştir. Ona göre, ilahî hükmün
bir tecellisi olan ve kaza olarak kendi yanında zuhur bulan her şeye kalbin
razı olmasıdır. Yani, kim Allah’ın (hükmü altında olan şeylere) takdirine hem
kalbi hem de nefsiyle, nimet ve bela anında da kendi ahdi alanındakilere
nefsiyle boyun eğerse o Allah’tan razıdır.
Vefâ,
Arapça bir şeyi yerine getirmek, vefâlı olmak gibi anlamları olan bir
kelimedir. Kur’an-ı Kerîm’de Bakara 2/40. âyette ifadesini bulan bu terim,
Allah’a “elest” bezminde verilen sözü yerine getirmeyi gösterir. Buna “vefa bil
ahd” de denir.
Harrâz’ın
anlayışında ahde vefâ çok gayret gösterip, sağlam bir iyi niyet ve gönülden
bağlılıkla çalışmaktır. Yani kim hizmet ve tâata yaklaşırsa onun çabası niyet
ve iradesine göre vasıflandırılır ve onun ahdi gücü miktarıncadır. Böylece ahde
vefâ etmiş olur. Harrâz ahde
vefâyı gösterebilme konusunda Allah’ın, kullarını güçleri miktarınca sorumlu
tuttuğunu, kulun iyi niyet ve samimiyetle gücü nispetinde çok çalışması
gerektiğini ancak böyle vefâlı olabileceğini ifade eder.
Bükâ,
Arapça ağlamak anlamına gelen bir kelimedir. İlk dönem sufîleri bekkâûn (çok
ağlayanlar) diye anılmışlardır. Ağlama günah, Allah korkusu, Allah’tan ayrı
kalma veya sevgi sebebiyle olur.
Kur’an-ı
Kerim’de Meryem 19/58, Tevbe 9/82, Necm 53/60, İsra 17/109. ayetler ağlamayı
tavsiye etmektedir. Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
ağlayamayan sahâbe-i kirama “ağlar gibi yapınız” buyurmuştur.
Harrâz’a
göre bükâ, üzüntünün hayâ ve utanma tarafına sevk edilmesidir. Kim keder
gözyaşlarını akıtırsa, pişmanlıkla yanarak ağlarsa gerçekte ağlayan işte odur.
Firâset,
Arapça görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olmak anlamında bir
kelimedir. Yakîn’in açılması, gaybın görünmesidir. Firâset îmân makamlarından
birisidir. Bu hususa işaret eden ayetler de vardır. Tevessüm de firâsetin eş anlamlısıdır.
Mütevessim, müteferris kelimeleri de ayetlerde basiret manasına gelmektedir.
Firâset herkeste az çok bulunmakla
birlikte tasavvufta kastedilen kalbî ilhamla bir şeyi sezip bilme anlamındaki
firâsettir ki buna ilahî lütufla ulaşılabilmektedir.
Harrâz’a
göre firâset kulun, gönlün hareketlerini kontrol altında tutarak murakabe
etmesidir. Kişi sırrını murakabe eder, gerekli yerde uyarı ve azarlama ile
değiştirme yapar, Allah’ın nuruyla bakar, itiraz ehlinin göremediklerine
kendisinde beliren sırlarla hüküm verirse o ferasetli kişidir. Harrâz bu bakış açısına delil olarak '“Mümin
'ın ferasetinden sakının. Çünkü o Allah ’ın nuruyla bakar” ’1 hadisini
kullanır.
Harrâz’da
ifadesini bulan “hüsnü’l-hulk” güzel huy/ahlak demektir. Harrâz’a göre ister halkın cefası
türünden olsun, ister Hakk’ın kazası türünden olsun, kişinin istemi dışında
kendisine gelen her şeyi kızmadan, sabırsızlanmadan kabul etmesidir. Kim bir
halini diğerine şikâyet etmeksizin nefsini hazır duruma getirirse o güzel
ahlaklıdır.
Adâlet,
Arapça âdil olmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak anlamlarına gelir. Bu da
farklı farklı olur. Bu konuda zirve noktası “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetindeki
ifadedir. Bu uç nokta Hz.
Rasulullah’tan başkasında bulunmaz.
Harrâz’a
göre, fazilet ehline bol bol vermek ama onlara meyletmemek, cehalet ehline de
insafı terk etmemek, onları küçük de görmemek adâlettir. Harrâz’ın adâlet tarifi ârif kişinin diğer
insanlarla olan tavır ve davranış biçiminin nasıl olması gerektiğine dair bir
yorumdur. “Fazilet sahiplerine sende bol bol ver ama onlara meyletme, cahillere
de insaf edip onlara da meyletme fakir kimseyi küçük de görme” şeklinde bir
ifade kullanmıştır.
Rahmet,
Arapça açmak demektir. Hz. Peygamberin Deldi! de kaydedilen 201 isminden
biridir. Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahim isimleri de bu köktendir. Rahmet,
açmak, yazıklamak, esirgemek, lütfetmektir, İki türlü rahmet vardır;
a.
Rahmet-i imtinâniye: Amel
ve ibadet edilmeden evvelki Allah’ın umumî rahmeti.
b.
Rahmet-i vücûdiye: Takvâ
ehline ahirette vaat edilen özel rahmet.
Harrâz
rahmeti kişinin nefsini koruyup onu günah işleyip sıkıntıya sokmamasıdır
demektedir.
Harrâz’a
göre, insanın nefsini masiyetten men etmesi ve ibadetlerle onu koruması nefsine
rahmet etmesidir. Çünkü nefsi rahmete öncelikle lâyık olandır. Harrâz “Kim nefsine merhamet etmezse
başkasına da merhameti olmaz.” hadisini delil getirir.
Hüsn
güzellik demektir. Hüsn-i zan ise iyi niyet anlamına gelir. Harrâz’a göre “Kim Allah’ın rahmetinden
güzelce ümit besleyerek amelini güzel yapar ve az gösterirse o Allah hakkında
hüsn-i zan sahibidir.” Yani
Harrâz kişinin yaptıklarının güzel olması neticesinde gerçek hüsn-i zanna sahip
olabileceğini aksi takdirde kişinin hüsn-i zannının gerçeği yansıtmayacağını,
boşuna bir vehim olacağını belirtir.
Harrâz’a göre salâbet acziyet ve eziklik göstermeden Hak için hak edene
hakkı söylemektir. Kim doğru bildiği yerde nefsinin veya başkasının kınamasına
aldırmadan cesurca hakkı söylerse o salâbet ehlidir.
İctihâd,
Arapça bütün gücünü harcama manasına gelir. Tasavvuf deyimi olarak, sufî’nin
meşakkat ve külfeti gerektiren işlere yönelmesi, onları yapmaya çalışmasıdır.
Harrâz’a göre ictihâd, fesat ehlinin yaptıkları kendisine elem
vermesine rağmen gayesine ulaşmaya devamlı surette gayret göstermektir. Harrâz
ictihâdı şöyle tanımlar: “Kim nefsinin tembelliği ve gönlünün meşguliyeti
olmadan afet ve fesat havatırdan temizlenmiş olarak Allah’a itaat ederse o
ictihâd ehlidir.” Harrâz’ın
tanımında da aynı yönde ifade edilmiş olan ictihâd aynı zamanda havatırdan
gönlü temizlemiş olarak Allah’a itaat olarak da tanımlanmıştır.
İstikâmet,
Arapça düzeltmek, bir şeyi doğrultmak demektir. Tâate yapışmakla birlikte
günahtan kaçınmaktır ki istikâmetin hakikatini nebiler ve velilerin büyükleri
bilir. Üç çeşit istikâmet vardır:
a.
Kelime-i şehadet üzerine
olan, dil ile istikâmet,
b.
İrade doğruluğu üzerine
olan canların istikâmeti,
c.
İbadette cehd üzere olan
erkân istikâmeti.
Harrâz’ın istikâmet tanımı üçüncü maddedekine benzemektedir. Ona göre,
“Her kim kendini sanki kıyametin ortasındaymış ve Hakk’ın huzurundaymış gibi
kabul ederek istikâmet üzere ibadet ederse o istikâmet ehlidir.” İbadetleri kemal derecede huşû‘ ve ihlâsla
Allah’a yönelip olması gerektiği gibi Cenab-ı Hakk’a ibadet etmek şeklinde
ifade edilmektedir.
İnâbe, Arapça tövbe edip dönmeyi, pişman olmayı ifade eder. Manevi
eğitim almak isteyen kişinin, bir mürşide başvurup, tövbe ederek ona
bağlanmasına inâbe denir. İnâbe aynı zamanda Kur’anî bir ifadedir. Ra’d 13/27,
Lokman 31/15, Zümer 39/17-54 gibi ayetlerde geçmektedir.
Harrâz, inâbeyi günah ve şüpheler ondan gidip, hayır yoluna hizmet ve
ihsana kişinin yönelmesi anlamında açıklamıştır. Harrâz’ın tanımında bu kelime
mürşidden inâbe almak anlamında kullanılmamıştır. Şöyle ki, ona göre kim
kalbini hayır ve fazilet onda tezahür edecek şekilde günah, isyana götüren
şüphelerden kurtarırsa ve hayır yolunda hizmet ve ihsana yönelirse işte o inâbe
ehlidir.
Riâyet, Arapça gözetmek, korumak demektir. Tasavvufta amellerin
hallerin ve vakitlerin korunması mühimdir, salik hem bunları gözetir hem de
bunları verene bakar; kul, Rabbine varana kadar ilahî koruma altındadır.
Harrâz riâyetin tanımını kişinin amellerini itina ile yerine getirmesi
anlamında kullanmıştır. Ona göre riâyet, tevfîk ve inayeti Allah’tan beklemekle
beraber yaptığı işe itina ve özen göstermektir. Kim kendine Rabbi için titiz
davranır, başına gelen ezalara tahammül gösterirse o riâyet ehlinden olur,
demektedir.
Sekînet kelimesi vakar ve iç huzuru anlamında Arapça bir kelimedir. “O
(Allah), îmânları artsın diye müminlerin kalbine sekîneti indirendir.” âyetinde bu terime işaret vardır. Gaybın
gelişinde meydana çıkan huzur hali Nebî ve velîlerin kalbine inen sekînet, nur,
kuvvet ve ruhtan teşekkül eder ve mahzun kalbi teselli eder.
Harrâz’a göre sekînet, kendisiyle kalpten kin ve hasedin gittiği,
şefkat ve nasîhat’in geldiği kalbe atılan bir nurdur. Kimin kalbinde kin, haset
ve yalan olmayıp şefkat ve nasîhat bulunursa bilsin ki o kalbe sekînet iner.
Harrâz bir kalbe sekînetin
inebilmesi için orada kin, haset ve yalanın olmaması ve şefkat ve nasihatin
bulunması gerektiğini ifade ederek kalbin durumunu anlatmaktadır.
Sükût,
Arapça susmak demektir. Tasavvufta susmak, teslimiyeti ifade eder. Tasavvuf hal
ilmi olduğu için konuşarak değil de susarak yani hal ile yaşayarak öğrenilir.
Dış sükût ve iç sükût olmak üzere iki çeşit sukut vardır. Mesela tevekkül
halindeki kişinin kalbi rızık endişeleri açısından susma durumundadır. Vücudun
hareketsiz hali de kendine göre sükûtu ifade eder. Âşık susarsa, ârif konuşursa
helak olur denmiştir.
Harrâz’a
göre kim fuzulî sözü konuşmaz, Allah ve Resulünün mübah kıldığı türden olan
sözlerini de kısa tutarsa o sükût ehlindedir. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Harrâz’a
göre sükût ehli olmanın şartı boş sözü terk, mübah olacak türden sözleri de az
konuşmaktır.
Fikir
kelimesi düşünce, teamül, derin düşüncelere dalma, Allah’ın ayet ve nimetleri
üzerinde düşünmek demektir. Ayetler üzerinde düşünmek mârifeti, nimetler
üzerinde düşünmek muhabbeti artırır.
Harrâz’ın
anlayışında tefekkür, kalbin ibret nazarıyla kudretin celâli ve minnetin cemaline
nazar etmesidir. Kim düşünme ve mârifet nuruyla rızıklanırsa Allah’ın
kudretinin esrarengizliği konusunda kalbinde fevâid ve ibret nurları doğar ve
istek ateşi belirir. İşte o fikir/tefekkür ehlindendir. Tefekkürden hedeflenen şey, kalpte ilim tahsil
etmektir. Harrâz da fikir
tanımında Allah’ın kudretine ibret nazarıyla bakmayı ve bunun sonucundaki
mârifeti elde etmeyi kastetmektedir.
Vecel:
Korkunun ilk makamı takvâdır. Bu makamda müttekiler, salihler ve amil olanlar
yer alır. İkinci makamı hazerdir. Zühd, verâ ve huşû sahipleri yer alır.
Üçüncü makamı
haşyettir. Âlim, âbid ve muhsinler yer alır. Dördüncüsü ise veceldir. Zâkirler,
muhbitler ve ârifler yer alır. Beşincisi işfâktır. Bu makam da şehitler,
muhibbûn ve özel mukarrabûndan oluşan sadıklar içindir.
Harrâz’a
göre ise vecel, kalbin ansızın ecelin gelebileceği korkusuyla deprenmesidir.
Kim (ahirette) başına gelebilecek utanma, üzüntü, çekingenlik gibi durumları
düşünüp endişe ederek ecelin ansızın gelebileceğini tasavvur edip amelini güzelleştirirse
o vecel ehlindendir.
Halvet,
Arapça yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek demektir. Tasavvufta ise,
zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyâzetleri gerçekleştirmek
üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yere belirli bir
süre için koymasıdır. Allah ile gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve
kötü huylardan temizlemek halvet olarak değerlendirilir.
Harrâz’a
göre de halvet, kalbin hasret evinde kederlerin birleşmesiyle yalnız
kalmasıdır. Yani kim himmetini yükseltir, kalbini nefsi arzuların afetinden
temizler, düşünce ve fikrini Azamet-i Kibriya’nın derinliklerine çevirirse o
halvet ehlindendir. Harrâz’ın
tanımında da kalbin her türlü şehevî düşünceden temizlenip Allah’tan gayri her
şeyden uzaklaşıp yalnız kalması ifade edilmektedir.
İhtimâm
kelimesinin kökü olan hemm kelimesi kasd, azm, düşünce, kaygı anlamlarına
gelir. Tasavvufî bir terim olarak ise “İyi ya da kötü bir işi yapmaya kalbin
karar vermesidir. Sâlikin bütün düşünceleri ve kaygıları tek bir düşünce ve
kaygı haline getirmesi tasavvufta esastır. Bir sâlikin biricik kaygısı Allah
olursa Allah onu tüm kaygılardan kurtarır.”
Harrâz’a
göre, “Hüzün ve kaygının azlığıyla beraber ihtimâmın devam etmesidir. Kim
kaygılandığında sürura önem verirse, genelde sevinirse o ihtimâm sahibidir.”
Harrâz’ın bu tanımı Tasavvuf!
terminolojide kullanılan tanım ile örtüşmektedir.
Harrâz’a
göre cahillerden gelen ezalara müdahale etmeden tahammül göstermektir. Kim
insanlardan gelen ezalara tahammülsüzlük göstermeden, şikâyet etmeden katlanır
ve belalara sabrederse o halimdir, tahammül ehlindendir.
Tâat,
Arapça itaat, muvafakat, emre boyun eğme gibi anlamları ihtiva eden bir
kelimedir. “Bir emre isteyerek muvafakat etmek” şeklinde de tanımlanmıştır.
Sülemî tâatın nedenini cehennem korkusu, cennet ümidi ve Allah’ın rızâsına
bağlar. İbadete verilen manalardan biri de tattır. Bu anlamda Allah’ın
emirlerine uyana muti denir.
Harrâz’a
göre tâat, sevgisi sebebiyle Allah’ın hükmüne daimi surette boyun eğmektir.
Yani kim Allah’a hizmet ve ibadet konusunda usanmadan itaat ederse o gerçek
itaatkârdır. Harrâz da
yukarıda ifade edilen tarif doğrultusunda bir tanım yapmıştır.
Fakr,
Arapça fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi manaları ifade eder. Varlıktan
kurtulup, Allah’ta fânî olmaktır. Mutasavvıflara fukara adı verilir. Onlar
kendilerini mülkten uzak tutmuşlardır, yani içlerinde mal mülk sevgisi
kalmamıştır. Fakrın hakikati kulun Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç
duymamasıdır.
Harrâz’a
göre gerçek fakr muhtaç olduğunu bilerek ve iftihar ederek Allah’ın huzurunda/
bab-ı Rahmetinde devamlı bu hal üzere bulunmaktır. Kim Hakk’ın kapısında daima
kendini muhtaç bilip bundan da iftihar ederek sıkıntısına rağmen güzel bir
intizarla, zorlanmadan bu hal üzere bulunursa iftikâr ehlindendir. Harrâz da fakrı tanım ile aynı anlamda
kullanmıştır.
Muhâsebe,
Arapça hesaplaşma, hesaba çekilmek anlamlarına gelir. Nefsini adım adım, soluk
soluk hesaba çeken kişinin kıyamette hasreti az, Arafat meydanında vakfeleri
kısa olur. Kısaca muhâsebe, nefsin yaptığı iyi ve kötü işler açısından kendini
hesaba çekmesidir.
Harrâz
muhâsebeyi daha içsel olarak ele almıştır. Öyle ki sırra gelen havatırı “hayır
mı şer mi olduğunun muhâsebesi” olarak tanımlamıştır. Harrâz’ın ifadesine göre
muhâsebe, güzel bir yöntemle murakabeye devamdır. Kim aklının nuruyla sırrının
afet hareketlerini gözler, havatırın hayrını ve şerrini ayırt ederse o muhâsebe
ehlindendir.
Riyâzet,
Arapça terbiye ve ıslah etme, idman yapma, eğitme vs. gibi anlamları olan bir
kelimedir. Nefsini eğitmek üzere onu aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum
bırakmaya riyâzet denir. Nefsi ibadete alıştırmak üzere eğitmek de riyâzettir.
Nefsin cihadı bir ömür boyu sürer.
Harrâz’ın
tanımında da benzer ifadelere rastlamaktayız. Ona göre riyâzet, riâyet
meydanında nefsi cezalandırmaktır. Kim her hal ve hareketinde ve her nefesinde
az yemek az konuşmak suretiyle nefsini razı ederse o riyâzet ehlidir.
Harrâz’a
göre her kim yardım ve himmet çağrısıyla yanarak, vesvese ve endişe
karanlığından kurtulmak için himmeti yardıma çağırırsa ve bunun için haykırırsa
o istiâde ehlindedir.
Sehâ,
Arapça cömertlik demektir. Sehâ Allah’ın sıfatlarındandır. Allah mutlak olarak
Kerim’dir.
Harrâz’a göre
sehâ, hayâyı elde etmek için yaratılmışlara mal ve candan bol bol vermektir.
Kim Mevlâ için malı ve bedeniyle şükrederek, razı olarak bol bol ihsan ederse
şehvet ve hevâ ölür, Hakk’ın muradı onun muradı olarak görünürse o sehâ
ehlindendir Harrâz’ın sehâ anlayışı, cömertliğin zirvesi
olarak tarif edebileceğimiz yaratılmışlara Mevla’nın rızâsı uğrunda hevâsı
ölünceye ve Hakk’ın isteği kendi isteği gibi görününceye dek bol bol ihsanda
bulunmaktır.
Teslîm,
Arapça teslim olmak, boyun eğmek anlamındadır. Cürcânî’nin tanımıyla teslîm,
“Allah’ın emrine boyun eğmek, hoşuna gitmeyen hususlarda itirazı terk etmek
veya kazayı rızâ ile karşılamaktır. Dışta ve içte herhangi bir değişme
olmaksızın inen belaya sabretmeye” teslîm denmiştir.
Harrâz’a
göre ise “Allah’ın hükmüne teslim olmaktır. Kim kullukla ilgili fiillerinde
Mabud’a teslim olursa, sevinç ve sıkıntıda Rububiyetin celâlinin hükümleri
altında rahat olursa o teslîm ehlindendir.” Harrâz’ın tanımı da sözlükte ifade edilen
yukarıdaki tanımla birebir örtüşmektedir.
Hidâyet,
Arapça irşat etmek, doğru yolu göstermek anlamında bir mastardır. Hedefe
ulaştıran yolu göstermek, ona varan yolu tutmak anlamındadır.
Harrâz’ın
tanımına göre hidâyeti kendisine Allah’ın verdiğini idrak ederek Allah’ın üzerindeki
nimetlerini bilen kimse hidâyet ehlindendir. Onun ifadesinde “Kim hidâyet
vererek Allah’ın kendisine verdiği nice nimetleri bilir, güzel amel ve
ibadetlerini idrakin nuruyla görürse o kimse hidâyet ehlindendir.” şeklinde yer
almaktadır.
İstiğâse,
Arapça yardım istemek demektir. Sıkıntılı durumda müridin şeyhinden ve zamanın
kutbundan himmet yoluyla yardım etmesini dilemesidir. Yardım Allah’tandır,
mürşitten değildir, yardım mürşidin duâsıyla gelir. Harrâz’ın ifadesine göre ise istiğâse “Yardım
istemeye devam ederek saf ve duru olmaktır.”
53.
HIFZU’L-HURME (HARAM SINIRINI GÖZETMEK)
Harrâz’a
göre, ubûdiyeti yerine getiren, güzel bir duruş sergileyerek Rubûbiyet’in
celalinin ateşinin nuruyla beşerî vasıflardan fânî olan kimseler Allah için
hurmeti koruyanlardandır.
Harrâz’a
göre Vicdân-ı halâveti’l-minnet “Her türlü şehvet ve günahın acısını
duymaktır.” Yani kim şehvetin acılığını hissederse ondan güç ve kuvvet düşer.
Günahın afetlerinin en aşağısı onda görünür. İşte bu kimse minnetin tadını .417 tatmıştır.
55.
VİCDÂNU HALÂVETİ HUBBİ’S-SAHÂBE
Harrâz’a
göre, sahâbe sevgisinin tadını bulmak, anlamındaki bu kavramda kişi, Allah ve
Resulünün sevdiğini sever, Allah ve Resulünün uzak olduğunu terk ederse o kimse
sahâbenin sevgisini tatmıştır. Bu kimse ayrıca bidat sahibinin sözüne de
duyarsız kalmaz, buğz eder.
56.
VİCDÂNU HALÂVETİ’L-MAHABBE
Bu kavram
muhabbetin aslını bulmaktır. Mahbubun muhabbeti dışındaki her muhabbetten, her
ayıptan temizlenerek, kendisi ğayb perdeleri içinde olduğu halde istediği
şeyleri yapabilendir. Kim yaratılmışların muhabbetinin aslını bulursa onun
sırrı ayıpların sevgisinden uzaklaşarak Rabbü’l-Âlemîn’in muhabbetinin
lezzetini tadar. Harrâz’a göre bunun alameti şunlardır:
1.
Allah’ın emrine uymak
nehyinden kaçmak.
2.
Allah’ın affını ümit
edip, yakînlığından korkmak.
3.
(Allah) düşmanlarına
muvafakat etmemek.
4.
(Allah’ın) Resulüne
ittiba etmek.
5.
Allah korkusunu
yerleştirmek, O’nu istemekten geri durmamak.
6.
Huşû‘dan geri durmamak,
Allah’ın Rahmetinden ümit kesmemek.
7.
Muhabbetini izhar
etmemek, gözyaşlarını açığa vurmamak.
8.
Mekrinden emin olmamak,
nimetlerini unutmamak, çalışmayı ve zikretmeyi bırakmamak.
9.
Allah’ın yolunda
bulunmaktan, hizmetinde olmaktan ve yakînlığından usanmamak
10.
Başkasını O’na tercih
etmemek
11.
Kendi benliğini (nefsini)
ve iyiliğini ortaya koymamak. Bütün bu sayılan hususları gerçekleştiren kimse
Harrâz’a göre gerçek anlamda sevilenlerden olur, muhabbetin tadını gönlünde
bulur.
Kim
bunlardan bir vasfı kendinde bulursa onu setretmeli ve şükretmelidir. Eğer
bulamazsa hasret ve pişmanlık duymalıdır. Allah (yolunda ) hizmete devam
etmeli, tazarru, inilti, yalvarışla ve özlemle yardım istemeye devam etmelidir.
Allah isteyene verir, yardım isteyene yardım eder. Günahları affeder, hasret
çekene merhamet eder. Çünkü O Sübhândır, O’ndan başka ilah yoktur. İşte bu sayılanlar iyilik yolunun
hasletleridir. Kimin bunları yapmaya gücü yeterse onun için açılım gerçekleşir.
Eğer yapamazsa bu konulardaki (anlatılanlar) onları anlayan için 421 yeterlidir.
SONUÇ
İlk dönem
Tasavvuf Tarihi kaynakları çoğunlukla hicrî III-IV/IX-X. asırlarda te’lif
edilmiştir. Araştırmamıza konu edindiğimiz Ebû Saîd el-Harrâz’a ait risaleler
ise hicrî III. asrın ürünüdür. Tasavvuf Tarihinde önemli bir yer teşkil eden
Harrâz’ın görüşlerine kendi eserleri vasıtasıyla ulaşmak için onun Kitâbü’l-Keşf
ve ’l-Beyân, Kitâbü’l-Ferâğ ve Kitâbü ’l-Hakâik adlı risalelerini
inceledik. Bu eserlerin başka bir nüshasına ulaşamadığımız için Kastamonu İl
Halk Kütüphanesi 2713 nu.da kayıtlı tek yazma nüshalarından çalışmak zorunda
kaldık.
Bu
çalışmamızla ilk dönem mutasavvıflardan olan Harrâz’ın çok az bilinen bu üç
eserini tercüme etmek suretiyle kolay ulaşılabilir hale getirmeyi hedefledik.
Bu eserlerdeki görüşleri içerik olarak sonraki Tasavvuf kaynaklarıyla
örtüşmesine rağmen diğer kaynaklarda Harrâz’a atfedilen sözlere bu eserlerde
rastlayamadık. İkinci bölümde ele aldığımız kavramlar genelde Tasavvuf
literatüründe kullanıldığı anlamda kullanılmaktadır. Tasavvuf Tarihinde fenâ ve
bekâ hakkında ilk söz söyleyen kişi olarak bilinen Harrâz’ın bu eserlerinde
tanımını yaptığı kavramlar arasında fenâ ve bekâ bulunmamaktadır. Buna rağmen
incelediği bütün kavramları fenâ ve bekâ perspektifinden ele almaktadır.
Kitâbü’l-Keşf
ve ’l-Beyân tamamıyla enbiyâ ve evliyâ arasındaki üstünlük problemini
tartışmaktadır. Bu husus bize ilgili problemin o günkü tartışma konuları
arasında yer aldığı izlenimini vermektedir. Kitâbü’l-Hakâik"ta ise
yetmiş iki adet kavramı tanımlamakta ve kısa birer cümle ile izah etmektedir.
Bu kavramları seyr-i sülûkün aşamaları olarak değerlendirmektedir. Kitâbü’l-Ferâğ"da
ise Tasavvuf yolunda bulunan kişinin ruh halini irdelemekte, karşılaşacağı
durumlar hakkında yol gösterici tahliller yapmaktadır.
Bu
çalışmamızla ilk döneme dair Harrâz’a ait eserlerden üç risaleyi daha ortaya
koymakla beraber Harrâz’ın görüşlerini de daha geniş ve daha net olarak ele
almış olduk. Bu araştırma Harrâz’ın diğer eserlerinin de Türkçe’ye
kazandırılması ve bütün eserlerinden hareketle görüşleri üzerinde yeni
araştırmalar yapılması gereğini göz önüne sermektedir. Araştırmamızın, bundan
sonra Harrâz’la ilgili yapılacak çalışmalara küçük de olsa bir katkısı olacağı
inancını taşıyoruz.
BİBLİYOGRAFYA
Acem,
Rafîk, Mevsûatu Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-Islâmî, Beyrut 1999.
Aclûnî,
İsmail b. Muhammed (v. 1162 h.), Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-Ilbâs, Beyrut
1988.
Ateş,
Ahmet, “Kastamonu Genel Kitaplığında Bulunan Bazı Mühim Arapça ve Farsça
Yazmalar”, Oriens, 1952, c.5, s.28-46.
Attar,
Ferîdüddîn (v. 618/1221), Tezkiretü’l-Evliyâ, haz. M. Zahit Kotku,
İstanbul ts.
Baltacı,
Naile, Ebû Saîd El-Harrâz ve Tasavvufî Görüşleri, Yüksek Lisans
Semineri, Danışman: Doç. Dr. Hülya Küçük, Selçuk Ü. Sos. Bil. Enst., Konya
2007.
Beyhakî,
Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn (v. 458 h.), Şu‘abu'l-Îmân, I-VIII, Beyrut
1410.
Brockelmann,
Carl, Geschichte der Arabischen Litteratur, Leiden 1938.
Buhârî, Ebû
Abdillah Muhammed b. İsmâil el-Cu'fî (v. 256/870), Sahîhu'l- Buhârî,
I-VII, Beyrut 1410/1990.
Cebecioğlu,
Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2005.
Cürcânî,
Ali b. Muhammed eş-Şerîf (v. 816/1413), Kitâbü’t-Ta‘rîfât, Beyrut 1990.
Demirci,
Mehmet, “Ebû Saîd el-Harrâz,” DlA, X, 222-223, İstanbul 1994.
Doğan,
Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1996
Ebû Dâvud,
Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî (v. 275/888), Sünenu Ebî Dâvûd, I-III,
Beyrut 1409/1988.
Gazzâlî,
Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (v. 505/1111), Ihyâu Ulûmi’d-Dîn, I-IV,
trc. Ahmet Sedaroğlu, İstanbul 1989.
Gürer,
Dilâver, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de Peygamber Öyküleri, İstanbul 2005.
Hâkim, Ebû
Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Nîsâbûrî (v. 405 h.), el-
Müstedrekale's-Sahîhayn, I-IV, Beyrut 1411/1990.
Harrâz, Ebû
Saîd (v. 286/899), et-Tarîku ilallâh “Kitâbu’s-Sıdk”, nşr. Abdulhalîm
Mahmûd, Kahire ts.
, Kitâbu'l-Keşf
Ve'l-Beyân, Kastamonu İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu, Nu:
2713, vr. 64.b-70.b.
, Kitâbu'l-Hakâik,
Kastamonu İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu Nu: 2713, vr.
78.a-87.b.
, Kitâbu'l-Ferâğ,
Kastamonu İl Halk Kütüphanesi Yazma Eserler Koleksiyonu, Nu: 2713, vr.
71.b-78.a.
, The
Book of Truthfulness (Kitâb al-Sidq), Edited Arthur John Arberry, London
1937.
Hatîb
el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (v. 463/1071), Târîhu Bağdâd, Kahire
1931 m.
Hucvîrî,
Ali b. Osman Cüllâbî (v. 470/1077), Keşfü’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi,
trc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996.
İbn Manzûr
(v. 711 h.), Lisânu’l-Arab, (I-LV), Kahire ts.
İz, Mahir, Tasavvuf,
nşr. M. E. Düzdağ, İstanbul 1995.
Kelâbâzî,
Ebû Bekr Muhammed (v. 380/990), et-Taarruf limezhebi Ehli’t- Tasavvuf,
Kahire 1412.
, Doğuş
Devrinde Tasavvuf, hz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1992.
Kuşeyri,
Abdulkerîm b. Hevâzin (v. 465/1072), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fî
Îlmi’t-Tasavvuf, Beyrut 1993.
, Kuşeyrî
Risalesi, trc. ve haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1991.
Küçük,
Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Konya 2004.
Massignon,
L., “Harrâz,” Î.A. (Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi), İstanbul
1950.
Müslim,
Ebû'l-Huseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî (v. 261 h.), Sahîhu
Müslim, I-V, Beyrut ts.
Nwyia, Paul, Exegese Coranique et Language Mystique,
Beyrut 1970.
Özek, Ali ve diğerleri, Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı
Meâli, Ankara 1993.
Öztürk,
Müslüm, Kitabu Mi’yarı’t-Tasavvuf ve Mahiyatuh ve Ebû Saîd Ahmed b. Isa
el-Harrâz, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Harran Ü. Sos. Bil. Enst.,
Şanlıurfa 1998.
Saab, Nada
A., Sufî Theory andLanguage, December 2003.
Schimmel,
Annemarie, Tasavvufun Boyutları, trc. Ergun Kocabıyık, İstanbul 1982.
Semânî, Ebû
Saîd Abdukerîm b. Muhammed b. Mansûr et-Temîmî (v. 562/1166), el-Ensâb,
thk. Abdurrahmân b. Yahyâ, I-V, India 1966.
Serrâc, Ebû
Nasr Abdullah b. Ali et-Tûsî (v. 378/988), el-Lüma‘ fî Târîhi’t-
Tasavvufi’l-Islâmî, Beyrut 2001.
____ , el-Lüma’
Islam Tasavvufu, trc. Hasan Kamil Yılmaz, İstanbul 1996
Sühreverdî,
Şihâbu’d-Dîn Ebû Hafs Ömer b. Muhammed b. Abdillah (v. 632/1240), Avârifu’l-Maârif
Beyrut 2005.
____ , Avârifü’l-Maârif
(Tasavvufun Esasları), trc. H.Kamil Yılmaz, İ. Gündüz, İstanbul 1990.
Sülemî, Ebû
Abdirrahmân (v. 412 h.), Tabakâtu’s-Sûfiyye, thk. Nureddin Şerîbe, Mısır
1372/1953.
Şa‘rânî,
Abdülvehhâb b. Ahmed b. Ali el-Ensârî (v. 973/1565), et- Tabakâtü’l-Kübrâ,
(I-II), Kahire 1954 m.
Taberânî,
Ebû'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb (v. 360 h.), el- Mu'cemu'l-Kebîr,
I-XX, Musul 1404/1983.
____ , el-Mu’cemu’l-Evsat,
I-X, Kâhire 1415.
Tirmizî,
Ebû ‘Îsâ Muhammed b. ‘Îsâ b. Sevre (v. 279 h.), el-Câmiu’s-Sahîh
(Sunenu’t-Tirmizî), I-V, Beyrut ts.
Uğur,
Hakan, “Kur’ân’da Hikmet Kavramı,” Basılmamış Doktora Semineri, ss. 1-76, Konya
2003.
Uludağ,
Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991.
Yılmaz, H.
Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.
Zebîdî,
Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b. Abdi’llatîf, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i
Sarîh Tercemesi ve Şerhi, XII+I, trc. ve şerh: Kâmil Miras, Ankara 1988.