Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Saf Aşkın Üstadı

 

 

“Saf Aşkın Üstadı”: Ahmed Gazzalî ve Tasavvuf Anlayışı

Hazırlayan: Halil BALTACI

Giriş

Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed Gazzâlî’nin İslâm düşünce tari­hindeki önemli mevkii, tasavvufun sistemleştirilmesine olan katkısı ve tasavvuf sahasındaki büyüklüğü,    tasavvuf alanının diğer bir önemli ismi küçük kardeşi Ahmed Gazzâlî’nin yeterince görünmesine engel olmuştur. Her ne kadar aşk, vecd ve cezbe yolunu benimseyen tasavvuf ehlinden bir kısım kimseler onun tasavvuftaki yüksekliğini İhyâ müellifi Muhammed

 Gazzâlî’ye tercih etmişlerse de  gerek tasavvufun geçmiş dönemlerinde gerekse günümüzde Gazzâlî denince akla hemen Ebû Hâmid Muhammed gelmektedir. Ahmed Gazzâlî ise sadece ilgilileri tarafından bilinmekte, ül­kemizde ise yeterince tanınmamaktadır.    Aslında bu sadece bize has bir durum da değildir. Genelde İslâm ve İslâm düşüncesi özelde tasavvufla meşgul olan yabancı araştırmacı ve bilim adamları da Muhammed kadar Ahmed Gazzâlî’ye iltifat etmemiş, onu çalışmalarına konu edinmemiş- lerdir.4 Bu bağlamda İran’da Nasrullah Pûrcevâdî ve Ahmed Mücâhid gibi bazı araştırmacıların ön ayak olduğu kayda değer bazı çalışmaların dışında hakkında önemli araştırmaların bulunmadığını söylemek durumundayız. Bu makalede Ahmed Gazzâlî’nin hayatı, eserlerinden hareketle tasavvufî görüşleri, bazı fikir ve ifadelerinden dolayı hakkında literatürde yapılan tartışmalar ve eserlerine genel hatlarıyla bir nebze olsun ışık tutulmaya çalışılmıştır.

I.  Tarihî ve Tasavvufî Kişiliği İtibariyle Ahmed Gazzâlî: Hayatı, Tarîkatı, Te’lifâtı

1.    Hayatı

Tam adı İmâm Mecdüddîn Ebu’l-Futûh Ahmed bin Muhammed bin Ahmed Gazzâlî  et-Tûsî’dir. Künyesi Ebû’l-Futûh olup, Zeynüddîn, Mecdüddîn ve Şihâbüddîn gibi lâkaplarla tanınır. Babasının adı Muham- med’dir. Kaynaklarda kendisi hakkında kullanılan ifadelerden bazıları şunlardır: “Melikü’l-abdâl, sultânü’t-tarîkat, şeyhü’l-meşâyıh, Cüneyd-i sânî, Kurretu ‘ayn-ı Muhammed Mustafa’, sâhib-i kerâmât ve işârât, cemâlü’l-islâm.”

Doğum tarihi hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur. Bu konudaki bilgilere ise daha çok büyük biraderi Ebû Hâmid Muhammed Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) doğum tarihi olan 450/1058 yılı üzerine yapılan yorum­lardan ulaşılmıştır. Buna göre İmam Gazzâlî’den birkaç yaş küçük olduğu varsayıldığında 451-454/1059-1062 yılları arasında bir zaman diliminde doğduğu ifade edilmiştir.  Kaynaklar doğum tarihi gibi doğum yeri hak­kında da bilgi vermemektedir, fakat Muhammed Gazzâlî gibi Horasan şe­hirlerinden ve bugün İran sınırları içinde bulunan o dönemki adıyla Tûs, bugünkü adıyla Meşhed şehrinde doğmuştur.

Çocukluğu Tûs’da geçen Ahmed Gazzâlî’nin babası dokumacılıkla uğ­raşan Muhammed Gazzâlî’dir. İlme ve tasavvufa meyli olduğu anlaşılan baba Gazzâlî’nin, fakihler meclisine gidip de onları dinlediğinde kendisi­ne fakîh, vâizlerin sohbetlerine katıldığında ise kendisine vâiz olabilecek çocuklar vermesini Allah’tan niyaz ettiği nakledilir.  Görünen o ki Allah onun bu duasına karşılık vermiş ona Muhammed gibi bir fakîh, Ahmed gibi bir vâiz nasip etmiştir. Baba Muhammed Gazzâlî ölmeden önce yaşla­rı henüz küçük olan evlatlarının bakım ve terbiyesini dostlarından birisi olan Ahmed Râzıkânî’ye (Râdıkânî) emânet etmiştir.  Her iki kardeşin de küçük yaşlardan itibaren medrese eğitim aldıkları ve ilim tahsil etme ko­nusunda istekli oldukları anlaşılmaktadır.

Ahmed ve Muhammed Gazzâlî’nin Ahmed Râzıkânî’nin yanında ne ka­dar kaldıkları belli değildir. Ancak Muhammed Gazzâlî’nin ilim talebiyle Tûs’tan ayrılarak önce Cürcân’a daha sonra da Nişabur’a gittiği bilinmek­tedir.  Ahmed Gazzâlî’nin hayatının bu dönemi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Ancak onun ya ağabeyi Muhammed’le beraber hareket ede­rek onunla birlikte seyahat ettiği ya da diğer kardeşleriyle birlikte Tûs’ta kalmış olabileceği ihtimal dâhilindedir. Yine de Ahmed’in Tûs’ta kalmış olma ihtimâli daha yüksektir. Fakat ister ağabeyiyle birlikte gitmiş isterse kardeşleriyle beraber Tûs’ta kalmış olsun, büyük Şâfiî fakihleri arasında gösterilip Muhammed Gazzâlî’nin Nizâmiye medreselerindeki görevini bı­raktığında onun yerine bu işi deruhte etmesi, Ahmed Gazzâlî’nin gençlik yıllarından itibaren özelikle fıkıh alanında iyi bir eğitim sürecinden geçti­ğini gösterir.

Ahmed Gazzâlî’nin zâhirî ilimlere dâir yaptığı çalışmalara ilâve olarak, babası ile ilk hocası Ahmed Râzıkânî’nin tesiriyle tasavvufa yöneldiği, seyr u sülûkü tercih edip riyâzât yaptığı görülmektedir. Eserlerinde terbiyesi al­tında yetiştiği hiçbir şeyhinin adını zikretmese de Şeyh Ebûbekr Nessâc et- Tûsî’nin (ö. 487/1094) onun şeyhi olduğu hakkında ittifak vardır.  Şeyh Ebûbekr Nessâc et-Tûsî aynı zamanda Muhammed Gazzâlî’nin de şeyhi olarak kabul edilir. Bu yıllarda fıkıh ve tasavvufu birlikte yürüten Ahmed Gazzâlî’nin, daha sonra başka şeyhlerle de irtibat kurduğu ve tamamıyla ta­savvufa yöneldiği sonra da Bağdat’a gittiği anlaşılmaktadır.  Tasavvufa in­tisap ettiği ilk dönemlerde insanlardan uzak olmayı, halvet ve uzleti tercih ederken, sonraki dönemlerde Horasan-Nişabur mektebinin karakteristik aşk, vecd ve cezbe tarîkini seçmiştir. Bu bağlamda kaleme aldığı Sevânih adlı eserindeki aşk, âşık ve mâşuk hakkındaki değerlendirmeleriyle tasavvufta aşkın metafiziğini ele alan ilk sûfî müellif olma özelliği taşımaktadır.

Mutasavvıfların pek çoğunda olduğu gibi Ahmed Gazzâlî de seyahat­lerde bulunmuş, çeşitli beldeler gezmiştir. Tûs’tan ayrılıp Irak’a gittiği ta­rih belli değildir. Fakat hemen bütün kaynaklar Muhammed Gazzâlî’nin Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’ndeki görevi bıraktığında yerine kardeşi­nin ders verdiğini ifade etmektedirler ki Muhammed Gazzâlî’nin mânevî bir buhran içinde olması sebebiyle görevinden ayrıldığı tarih 488/1095 senesidir.  Bağdat’ta bulunduğu esnada sadece medresede eğitim ver­mekle kalmamış önemli vaaz ve sohbetlerini yine bu dönemde burada gerçekleştirmiştir.  Ağabeyi Muhammed Gazzâlî’nin 505/1111 senesinde vefâtı esnasında Tûs’ta olduğu, ağabeyinin ölümüyle ilgili verdiği bilgiler sebebiyle kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır.  Sevânih nüshalarından birisi Ahmed Gazzâlî’nin 508/1114 yılında Merağa ve Tebriz’de olduğunu göstermektedir.  Kâtip Çelebî’nin verdiği bilgilere göre 510/1116 yılında Âmid şehrindedir.  Bu tarihten sonra 515/1121 yılına kadar nerede ol­duğuyla ilgili bilgimiz yoktur, fakat 515/1121 senesinde Selçuklu sultanı Melikşah’ın Bağdat’ta vefât eden annesinin cenazesinde minbere çıktığı­na göre bu sene burada olmalıdır. Yine bu yıl içinde Hemedân’da olduğu ve önemli talebesi Aynü’l-kudat Hemedânî’nin kendisine intisap ettiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.  Bu vakitten sonra vefât ettiği 520/1126 yılına kadar Kazvîn’de halvete çekilip sükûneti tercih ettiği görülmektedir.

Ahmed Gazzâlî o dönem büyük İran şehirlerinden birisi olan Kazvîn’e yerleştikten sonra, Tedvîn müellifi Râfi’î el-Kazvînî, Alaüddevle Simnânî ve Hamdullah Müstevfî gibi isimlere göre 517/1123, genel kabule göre ise 520/1126 yılında burada vefât etmiştir. Ahmed Gazzâlî’nin Kazvîn’de bu­lunan kabrinin, sünnî olduğu gerekçesiyle tahrip edildiği fakat daha sonra yeniden inşa edildiği dile getirilmektedir. Kabrinin bulunduğu mescidin adı önceleri “Mescid-i Ahmediyye” iken daha sonra “İmamzâde Ahmed” olarak değiştirilmiştir. Bugün Ahmed Gazzâlî’nin türbesinin de içinde bu­lunduğu bu mescidin adı “Mescid-i Şeyhü’l-İslâm”dır.  

2.    Tarîkat Silsilesi, Mürîd ve Talebeleri

Tasavvufun müesseseleri olan tarikatların mânevî bir silsile ile Hz. Peygamber’e ulaşmaları o tarikatın meşrûiyet ve sıhhati açısından son derece önemlidir. Bütün sahih tarîkatler mânevî bir zincirle ya Hz. Ali (r.a.) ya da Hz. Ebûbekir vâsıtasıyla Hz. Muhammed’e (s.a.) ulaşmak du­rumundadır. Bu bağlamda Ahmed Gazzâlî, Hz. Peygamber’in (s.a.) mânevî mîrasını bir silsile zinciri ile kendisinden sonrakilere ulaştırma bakımın­dan önemli bir halkadır. Şimdi kaynaklarda zikredilen silsileleri hakkında kısaca bilgi verelim.

Ahmed Gazzâlî’ye ulaşıncaya kadar kendi tarîkat silsilesi şu şe­kildedir: Hasan Basrî, Habib Acemî, Ma’rûf Kerhî, Serî Sakatî, Cü- neyd Bağdâdî, Ebû Ali Rudbârî, Ebû Ali Kâtib, Ebu’l-Kâsım Gürgânî (Kürregânî), Ebubekir Nessâc, Ahmed Gazzâlî. Onu kendisinden son­raki tarîkatlara bağlayan iki önemli isim vardır. Bunlardan birisi Ebü’n- Necîb es-Sühreverdî (ö. 563/1167) diğeri ise Saînüddîn Ebu’l-Fazl el- Bağdâdî’dir (ö. 550/1155-56). Bu iki mürîdi onu kendisinden sonraki gerek Şiî, gerekse Sünnî tarîkatlara bağlayan önemli halkalardır. Ebu’l- Fazl Bağdâdî ile devam eden silsile Ahmed Gazzâlî’yi Şah Nimetullâh-ı Velî (ö. 832/1428-29) yoluyla Nimetullâhiye tarîkatı  ile Ekberiyye ve Şâziliyye tarîkatına bağlar. Fakat Gazzâlî’yi büyük sünnî tarîkatlara bağlayan asıl önemli halka Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’dir. Gazzâlî Sühreverdî yoluyla; Sühreverdiyye, Kübreviyye, Mevleviyye, Halvetiy- ye, Desûkiyye, Zeyniyye gibi tasavvuf tarihinin büyük tarîkatlarına mânevî yolla tesir etmiştir. Ahmed Gazzâlî’nin silsilesi içinde bulundu­ğu tarîkatların bazıları şu şekildedir:

Sühreverdiyye: Cüneyd-i Bağdâdî’den sonra şu şekilde devam eder; Ebû Ali Rudbârî, Ebû Osman Mağribî, Ebü’l-Kâsım Gürgânî, Ebû Bekir Nessâc, Ahmed Gazzâlî, Ebü’n-Necib Sühreverdî, Şeyh Şihabüddîn Sühreverdî. Bu kol Ali Buzguş, Abdussamed Natanzî yoluyla bir taraftan İbrahim Desûkî (Desûkiyye), diğer bir kol ise Zeyniyye’nin pîri Zeyneddîn Hâfî’ye ulaşır.  Kübreviyye silsilesi, Ebûbekir Nessâc, Ahmed Gazzâlî, Ebü’n- Necib Sühreverdî, Ammâr Yâsir Bitlîsî, Necmüddîn-i Kübrâ şeklinde de­ vam etmektedir. Yine kaynaklarda Necmeddîn-i Kübrâ’nın şeyhlerinden Ruzbihân Mısrî’nin Ahmed Gazzâlî’nin ashabından olduğuna dair bilgiler mevcuttur.

Mevleviyye tarîkatında bir kol Necmeddîn-i Kübrâ, Bahâ Veled, Mu- hakkık Burhâneddîn Tirmîzî ve Mevlânâ Celâleddîn ile devam ederken diğer bir kol ise Kutbeddîn Ebherî, Rükneddîn Sücâsî, Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ Celâleddîn şeklinde devam etmiştir.  Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen Ekberiyye Tarîkatının silsilesinin bir halkası da yine Ahmed Gazzâlî’dir. Buna göre silsile İbnü’l-Arabî’ye kadar şu şekilde gelmektedir: Cüneyd Bağdâdî, Ebû Ali Rudbârî, Ebû Ali Kâtib, Ebu’l-Kâsım Gürgânî, Ebubekir Nessâc, Ahmed Gazzâlî, Ebu’l-Fazl Bağdâdî, Ebu’l-Berekât Ali el-Bağdâdî, Ebû Ya’zâ el-Mağribî, Ebû Saîd el-Mağribî, Ebu Medyen el- Mağribî, Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arabî.  Bu silsile bazı farklı isimlerle aynı zamanda Şâzeliyye tarîkatının kurucusu Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî’ye de ulaşmaktadır. Ahmed Gazzâlî’nin Ebu’n-Necîb Ziyâüddîn Sühreverdî yoluyla Halvetiyye silsilesinde yer alması da bu tarikat men­supları tarafından muteber kabul edilmiştir.  Ahmed Gazzâlî’nin sadece büyük tarîkat silsilelerindeki yerini gösteren bu bilgiler derinlemesine araştırmalarla genişletildiğinde onun hemen bütün tarîkatlara bir şekilde tesir ettiğini ortaya koyacaktır.

Ebûbekir Nessâc’ın vefâtından kendi vefât tarihi olan 520/1126 yılına kadar yaklaşık otuz üç sene irşad görevi yerine getirdiği ve önemli talebe­ler yetiştirdiği anlaşılan Ahmed Gazzâlî, yaşadığı dönemde çok yer gezmiş, vaaz ve sohbetlerinden pek çok kimse istifâde etmiştir. Bununla beraber kaynaklarda kendisinin mürîd ve talebelerinden de bahsedilmektedir. Baktığımızda onun en önemli talebesinin “Aynü’l-kudat” lakabıyla meşhur olan Abdullah b. Muhammed Meyâncî Hemedânî olduğunu görmekteyiz. Gazzâlî’nin en seçkin talebesi olup h. 525/1131 senesinde şehid edilmiş­tir. Aynü’l-kudat eserlerinde şeyhinin ismini anmakta, ondan nakiller yap­ maktadır.  Aynü’l-kudat ile Gazzâlî arasında mektup yoluyla yazışmaların olduğunu da ifade etmek gerekir.

Kaynaklarda Gazzâlî’nin bir diğer önemli talebesi olarak Fars şiirinin büyük şâir ve âriflerinden Hakîm Senâî Gaznevî’nin adı zikredilir. Tarâiku’l- hakâik adlı eserde Hakîm Senâî (ö. 535/1141) Aynü’l-kudat ile birlikte Gazzâlî’nin talebesi olarak gösterilmiştir.  Senâî’nin Ahmed Gazzâlî’nin talebesi olma ihtimâli tarihî bakımdan mümkün görünse de bu bilgiyi des­tekleyen başka bir kaynak tespit edemedik. Bu sebeple bu rivayete ihti­yatla yaklaşmak gerekir.  Onun bir diğer talebesi Ebu’l-Fazl el-Bağdâdî’dir (ö. 550/1155-56). Kendisini sonraki pek çok tarîkata bağlayan silsilede yer alan bu zâtın ismi Sevânih’te zikredilmiştir.  Başka bir talebesi ola­rak Gureru’l-hikem ve dürerü’l-kilem adlı eserin müellifi Şeyh Abdulvâhid Âmidî et-Temîmî (ö. 550/1155-56) gösterilir.  Ahmed Gazzâlî’nin ta­lebesi olarak zikredilen bir diğer isim İbnü’l-Bezrî Cezerî olarak bilinen Ebu’l-Kâsım Ömer b. Muhammed’dir (ö. 560/ 1164-65). Şâfii fakihleri- nin büyüklerinden olan bu zât Bağdat’ta hem Muhammed hem de Ahmed Gazzâlî’den ders okumuştur. Ahmed Gazzâlî’nin bir diğer önemli talebesi ise Sühreverdî tarîkatının müessisi Züyâüddîn Ebû Necîb Abdulkâhir b. Abdullah Sühreverdî (ö. 563/1167)’dir.  Kübrevî, Sühreverdî ve Mevlevî tarîkatlerini Ahmed Gazzâlî’ye Ebû Necîb Sühreverdî bağlamaktadır. Bu isimler dışında hicri altıncı asrın âriflerinden Necmeddîn-i Kübrâ’nın şeyhi Ruzbihan Mısrî ve önemli Şiî muhaddislerinden Ali bin Şehrâşub Sarevî Mâzenderânî (ö. 588/1193) de Ahmed Gazzâlî’den feyz alan kim­seler arasında gösterilmektedir.  Ahmed Gazzâlî’nin talebeleri arasında büyük fakîhlerin bulunması ve ağabeyi Ebû Hâmid’in ayrılmasından sonra Nizâmiye Medresesi’nde onun görevini üstlenmesi onun tasavvufun ha­ricinde, başta fıkıh olmak üzere diğer ilimlere de vakıf olduğunu göster­mektedir. Kaynaklarda kendisinden bahsedilirken çok yerde “Şâfiî fakîhi” olarak tanıtılmaktadır.

Ahmed Gazzâli hem yaşadığı dönemde hem de sonraki dönem sûfîlerine tesir etmiş önemli bir mutasavvıftır. Tesir bakımından her­halde en önce zikredilmesi gereken isim ağabeyi Ebû Hâmid Muham- med Gazzâlî olmalıdır. Çünkü diğer İslâmî ilimlerin de önde gelen âlimlerinden olan ve büyük eserler veren İmam Gazzâlî’nin tamamen tasavvufa yönelmesinde kardeşi Ahmed’in büyük katkısı olsa gerektir.  Murtezâ Zebîdî (ö. 1205/1790) İthâfü’s-sâde adlı İhyâu ulûm şerhinde bu konuya dair şöyle bir bilgi aktarmaktadır:

“Sonra Bağdat’a döndü ve orada vaaz meclisi kurdu. Sonra ehl-i hakîkatin sözlerini dile getirip, İhyâ kitabını anlattı. Bazı mecmualarda gördüm ki onun seyahatinin ve zühde yönelmesinin sebebi bir gün insanlara vaaz ederken kar­deşi Ahmed’in gelmesi ve kendisine şu beyitleri okumasıydı: ‘Yavaşken onlara yardım ettin, fakat hızlandıklarında gayretleriyle seni geride bıraktılar. Ken­din hidâyete ulaşmamışken başkalarına hidâyet etmeye çalışıyorsun, kendin öğüt almazken başkalarına öğüt veriyorsun. Ey bileyici taş, daha ne zamana kadar demiri keskinleştirecek fakat kendin kesmeyeceksin.’ Bu sözler onun dünya alakalarını terk etmesine sebep oldu.”

Bu arada İmam Gazzâlî’nin de kardeşi Ahmed Gazzâlî üzerinde tesiri olduğundan bahsetmek mümkündür. Ahmed Gazzâlî’nin ismi geçen tale­belerinden başka, tasavvufun çeşitli konularında kendisinden sonra gelen sûfî müellifleri etkilediğini dile getirdik, bunlar içinde özellikle Risâletü’t- Tayr ile Ferîdüddîn Attâr’a, Sevânih ile Şeyh Fahreddîn-i Irâkî’ye, yine bazı konularda Ruzbihân Baklî, Evhâdüddîn-i Kirmânî, Necmeddîn-i Dâye, Mevlânâ Celaleddîn, İzzeddîn Mahmûd Kâşânî ve Sa’dî-i Şirâzî gibi isimle­re tesir etmiştir. Bu sûfî müellifler, kaleme aldıkları eserlerinde kendisin­den iktibaslarda bulunmuş onu metheden ifadeler kullanmışlardır. Bunun yanı sıra tasavvuf silsilelerindeki konumu sebebiyle tasavvufî mîrâsın son­raki nesillere ulaştırılması, hankâh hayatı ve uygulamaları, yazdığı eserler ve özellikle tasavvufun aşk boyutuyla alakalı dile getirdiği ifadelerle tasav­vufun hem pratik hem de nazariyatına tesir ettiği tartışılmazdır.

3.    Eserleri

Ahmed Gazzâlî Arapça ve Farsçayı iyi kullanan, her iki dilde eser veren sûfî müellifler arasındadır. Aşağıda Arapça-Farsça ayırımı yapılmaksızın öncelikle Gazzâlî’ye âidiyeti kesin olarak tesbit edilen eserler üzerinde durulacak, daha sonra da kendisine nisbet edilen eserler hakkında kısaca bilgi verilecektir.

a.    Sevânih

Ahmed Gazzâlî’nin en meşhûr ve en önemli eseridir. Farsça kaleme alınan eser, kaynaklarda Sevânihü’l-uşşâk olarak da geçer. Aşk konusunda yazıl­mış Farsça eserlerin ilkidir. Bu eseri Sâinüddîn adlı bir dostunun aşkın anlamına dair bir eser yazmasını istemesi üzerine kaleme aldığını ifade etmektedir.  Eser bir dibâce ve yetmiş beş kısa fasıldan oluşmaktadır. Gazzâlî’nin bu eserinde ilâhî ya da beşerî bir aşk anlatılmamıştır, bu eserde dile getirilen bizzat “aşk” mefhumunun kendisidir. Buna bağlı olarak aşkın mâhiyeti ve hakîkati, âşık ve mâşukun halleridir.  Başka bir ifadeyle bu eserin konusu aşkın metafiziğidir. Nesir olarak kaleme alınmasına rağmen esere şiirsel bir söyleyiş hâkimdir. Ayrıca müellif eser boyunca yer yer hem kendisine ait olan hem de kendinden öncekilerden iktibas ettiği şiirlere de yer vermiştir. Risâlede cümleler oldukça kısa ve çarpıcı, söyleyiş vecîz, anlam çok defa kapalıdır. Kaldı ki Gazzâlî eserinde “kelâmımız sadece bir işârettir”  sözüyle bu kapalı ve sembolik dile bizzat kendisi dikkat çek­miştir.

Eseri, muhtevâ olarak Mâide Sûresi nin; Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” meâlindeki 54. âyetinin geniş bir açıklaması olarak kabul etmek mümkündür. Zâten risâlenin hemen başlangıcında zikredilen âyetin bu kısmı sonraki bölümlerde de yer yer dile getirilmiştir. Gazzâlî her ne kadar aşkın ifade edilmezliğini ve bu konudaki büyük zorluğu dile getirmişse de risâle boyunca âyetin ışığında aşkın hakîkati, âşıklar, mâşuk yolunda âşığın katlandığı sıkıntılar, aşk derdi ve bu derdin herkese veril­memiş olduğu gerçeği, aşk-melâmet ilişkisi, aşkın hüsn ve cemâl ile olan irtibatı üzerinde durmuştur. Âşık ve mâşukun sıfatları, mâşukun âşık üze­rindeki mutlak hâkimiyeti, tekebbür ve mezellet, aşk ve ayrılık, aşk ve kıs­kançlık eserin temel konularıdır. Eserde aşk-vuslat ilişkisini ateş-pervâne sembolüyle dile getirdiği bölümler fenâ anlayışını anlama bakımından ayrıca kayda değerdir. Gazzâlî’nin bu eserinde göze çarpan bir diğer hu­sus, daha sonra tasavvuf ve İslâm Edebiyatı’nın önemli sembollerinden, tasavvufî hakîkatlerin ifadesi konusunda sıkça kullanılacak olan zülf, had, hal, kad, dîde, ebru ve gamze gibi sembollerden bahsedilmiş olmasıdır.

Ahmed Gazzâlî’den bahsedilen her yerde kendisiyle zikredilen Sevânih ilk dönemlerden itibaren dikkat çekmiş sonraki sûfî müelliflere hem muhtevâ hem de şeklî açıdan tesir etmiştir. Bunlar içinde Fahreddîn-i Irâkî’nin Lemaât’ı,  hem Aynü’l-kudât Hemedânî hem de Abdurrahmân Câmî’ye nisbet edilen Levâyih ve Sa’dî-i Şirâzî’nin Gülistân’ı zikre değer eserlerdir.  Eserin sonraki dönemlerde şerhleri de yapılmıştır. Sevânih’in kütüphanelerde yazma olarak bulunan şerhleri üzerine çalışma yaparak onları bir araya getiren İranlı araştırmacı Ahmed Mücâhid hazırladığı eserde beş şerhi tanıtıp metinlerini yayınlamıştır. Buna göre Sevânih’in en meşhur şerhi İzzeddîn Mahmûd Kâşânî (ö. 735/1334) tarafından man­zum olarak kaleme alınan Künûzu’l-esrâr ve rumûzu’l-ahrâr adlı eserdir. Daha sonra Hüseyn Nâgûrî’nin (ö. 901/1495), hicri 12. asırda yaşamış olan Çeştiyye müntesiplerinden Muhammed Çeştî’nin (ö. ?) aynı ada sa­hip Şerh-i Sevânih ve yine Çeştî şeyhlerinden Nizâmüddîn Thânîserî’nin (ö. 1035/1625-26) Bahru’t-tasavvuf adlı şerhleri vardır. Mücâhid eserinde yine hicri IX. asırda yapılmış şârihi belli olmayan bir şerhe de yer vermiş- tir.  Eserin dünyanın değişik kütüphanelerinde onlarca yazma nüshası bulunmaktadır. İlk defa altı farklı nüsha esas alınarak Alman müsteşrik Helmut Ritter tarafından 1942 yılında İstanbul’da neşredilen Sevânih’in bugün değişik tarihlerde farklı kimseler tarafından yapılmış sekiz ayrı neş­ri vardır. Eser Richard Gramlich tarafından 1976 yılında açıklamalı bir şe­kilde Almancaya, Nasrullah Pûrcevâdî tarafından 1986 yılında İngilizceye, Turan Koç ve M. Çetinkaya tarafından Aşkın Halleri adıyla 2004 yılında Türkçeye tercüme edilmiştir.

b.    Mecâlis

Ahmed Gazzâlî’nin Bağdat’ta bulunduğu sırada verdiği vaazlar ve sohbet­lerinin bir araya getirilmesi sûretiyle meydana gelen küçük hacimli Arapça eseridir. İlk dönemlerden itibaren bilinen ve içinde geçen bazı ifadelerden dolayı Gazzâlî’nin tenkit edilmesine sebep olan bu eserin Gazzâlî’nin kale­minden çıkmadığı, mürid ya da talebelerinin, verdiği vaazlar ya da yaptığı sohbetlerin kaydedilmesi suretiyle meydana getirildiği anlaşılmaktadır. Fakat eserdeki ifadelerin anlam bakımından tamamının Ahmed Gazzâlî’ye ait olduğu konusunda mutabakat vardır.  Araştırmacılar Mecalisin tek nüshasının Dublin’de bulunan Chester Beatty kütüphanesinde 3682/2 numarada bulunduğunu söylemektedirler.

Mecâlis, vaaz ve sohbetlerden derlenerek yazıldığı için sistematik bir görüntü arz etmemektedir. Bununla birlikte coşkulu bir üslûbun hâkim olduğu bu eser tasavvufun hem uygulama hem de nazarî taraflarına işaret etmiş olması sebebiyle Ahmed Gazzâlî’nin tasavvufa dâir pek çok konu­daki görüşlerini tanımak bakımından son derece önemlidir. Eserde iba­detlerde ihlâslı olma ve ibadetlerin derûnî anlamları sık işlenen konular arasındadır. Mecâlis’in önemli bir bölümü kendisine sorulan sorulara ver­diği cevaplardan oluşmaktadır. Eserde, zikredilen görüşlerin âyet, hadîs ve peygamber kıssalarıyla güçlendirme gayreti göze çarpmaktadır. Ahmed Gazzâlî’nin tasavvuf anlayışını ele aldığımız bölümde önemli bir kısmına işaret ettiğimiz için tekrara düşmemek adına burada eserin konuları hak­kında detaylı bilgi vermeyeceğiz. Eser Ahmed Mücâhid tarafından tah­kik edilerek notlandırılmış, Farsça’ya çevrilerek hş.1389/m. 2011 yılında Tahran’da neşredilmiştir.

c.    et-Tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd

Ahmed Gazzâlî’nin Arapça kaleme aldığı küçük hacmine rağmen önemli eserlerinden birisidir. Tevhîd konusuna müellifin irfânî bir tarzla yaklaşı­mını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kelime-i tevhîdin bir kale­ye benzetilip bu kaleye sığınan kimselerin kurtulacağına dair peygamber müjdesinin açıklaması olmak üzere kaleme alınmıştır. Kâinatta tevhîdden başka bir hakîkat olmadığına işâret eden bu risâle, diğer eserlerinde olduğu gibi kısa bölümler ve coşkulu söyleyiş tarzı ile Gazzâlî’nin üslûbuna uygun­dur. Gazzâlî “Lâ ilâhe illallâh” sözünü çeşitli vecheleriyle ele almış, âlemde kelime-i tevhîdin hakîkatinden hiçbir varlığın hâlî olmadığına vurgu yap­mıştır. Öyle ki âlemin var olup varlığını devam ettirmesi kelime-i tevhid ile gerçekleşmektedir. Eserde kalp, ruh, sır gibi insanın derûnî latîfelerine vurgu yapılmakta kelime-i tevhîd ile ilişkisine dikkat çekilmektedir. Yine Kelime-i tevhîdi “nefy” ve “isbat” çerçevesinde ele alan Gazzâlî, nefyi “âlem-i adl”, isbâtı ise “âlem-i fazl”a nisbet etmekte, Eş’arî geleneğe nisbe- tini ortaya koymaktadır. Müellifin iman konusunda, insanları mertebeler hâlinde ele alarak incelemesi risâlenin dikkat çekici taraflarından birisidir.

et-Tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd’i yayına hazırlayan Ahmed Mücâhid farklı isimler altında doksan beş nüshanın bulunduğu kütüphaneyi zikretmiş­tir.  Risâleye şerhler yazılmış olup, Edirne Müftüsü Muhammed Fevzî tarafından et-Tefrîd fî tercemeti’t-tecrîd adlı tercümesi eserin bir nevi şer­hi olarak da değerlendirilebilir.  Risâle; et-Tecrîd fî ilmi’t-tevhîd, et-Tecrîd fî marifeti kelimeti’t-tevhîd, el-Hısnü’l-ekber, el-Hısnu’l-hasîn, Hadîsü Lâ İlâhe İlallâh, er-Risâletü’t-tevhîd  gibi isimlerle de bilinmektedir. Eser bazı kaynaklarda Muhammed Gazzâlî’ye de nisbet edilmektedir. Fakat eserin yazma kayıtları daha çok Ahmed Gazzâlî adına kayıtlı olup, daha da önemlisi risâlenin dil ve üslûbunun özellikleri diğer eserleriyle ben­zer olduğundan bu risâlenin Ahmed Gazzâlî’ye ait olduğunu söylemek mümkündür.

Risâletü’t-tuyûr/tayr

Kuşlar risâlesi (Dâstân-ı Murğân) geleneği içinde önemli bir risâledir. Risâle Farsça kaleme alınmış olup, Arapça tercümesi küçük farklılıklar içermekte ve bu tercüme kaynaklarda genellikle Ebû Hamîd Muhammed Gazzâlî’ye nis­bet edilmektedir.  Eser Ahmed Gazzâlî’nin üslûbuna uygun olarak nesir şiir karışık bir şekilde kaleme alınmıştır ve bu yönüyle Sevânih’e benzemektedir. Bu eser, kendilerine bir padişah bulmak maksadıyla kuşlar padişahı Sîmurğa ulaşmak için kuşların yolculuklarını konu edinir. Bu oldukça uzun, pek çok tehlike içeren zorlu bir yolculuktur. Fakat bütün tehlike ve engelleri geçen kuşlar sonunda yuvası bir adada olan Sîmurğa ulaşır ve huzuruna çıkarlar. Eser sembolik olarak kuşların hikâyesi ise de, gerçekte bu geçici gölgeler dün­yasında aslî vatanından uzak kalmış, semâvî ikâmetgâhlarında asıllarını öz­leyen tüm varlıkların Huzûr-i İlâhîye doğru uçmalarını anlatır. Yine kuşların hikâyesi, Mâşûk-i Îlâhî’nin huzûruna varmak için duydukları özlem, seyr u sülûktan başka bir şey olmayan seferde karşılaştıkları zorluklar ve nihayet menzile ulaşmaları konusunda ruhların hikâyesinden başka bir şey değildir.  Ferîdüddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-tayr eserine kaynaklık eden bu risâlenin ko­nusu Attar’ın eseriyle aynıdır. Fakat Attâr’ın Mantıku’t-tayr ndaki görkemli finalin bu eserde bulunmadığını da ifade etmek gerekir. Risâle Türkçeye de tercüme edilmiştir.  

d.    Risâle-i Ayniyye ve Nâmehâ-yı Ahmed-i Gazzâlî

Ahmed Gazzâlî’nin talebelerine özellikle de Aynü’l-kudat Hemedânî’ye yazdığı mektuplardan meydana gelen eseridir.  Mektupların yazılış ama­cı mürîd/mürîdlerin irşâd ve terbiyesidir. Mektuplar Arapça Farsça karı­şık şekilde yazılmıştır. İbadetler, bazı tasavvufî kavramlar, dinî ve ahlâkî tavsiyeler, ilim-amel birlikteliği ve ölüm gerçeği başta gelen konulardır. Mektuplarda önceki mutasavvıfların sözleri ve ibret verici menkıbelerine de yer verilmiştir. Risâle-i Ayniyye’nin çeşitli kütüphanelerde yazma nüs­haları mevcuttur. Nâmehâ ise mektuplardan oluşmasına rağmen Risâle-i Ayniyye’den farklıdır. Bu mektuplar Aynü’l-kudat Hemedânî’nin şeyhine yazdığı mektup ve bu mektupta dile getirdiği beş soruya mukabil Ahmed Gazzâlî’nin cevaplarını içeren yedi mektuptan oluşur. Sorular genel olarak selâm, meleklere ve peygamberlere selâm vermenin sebebi, kader sırrı ve emânet, mürîdin rüyâ görmesi ve Ebu’l-Hasan Harakânî ile alakalı bir va­kıasının tabiri gibi konulardadır. Ahmed Gazzâlî ilgili soruların cevabını içeren yedi mektup yazarak mürîdinin sorularına cevap vermiştir.

Bu eserlerden başka mürîd ve talebelerine vasiyetlerinin bulunduğu birkaç varaktan oluşan Vasiyyetnâme veya Pendnâme, Makâle-i Rûh gibi eserlerle, ağabeyi Muhammed Gazzâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-dîn adlı eserinin muhtasar edilmiş şekli olan Lübâbü’l-İhyâ veya Muhtasaru’l-İhyâ adlı eseri­nin kendisine ait olduğu anlaşılmaktadır.

İsmi geçen eserlerin dışında Ahmed Gazzâlî’ye nisbet edilen eserler de vardır. Bunların başında Yûsuf Sûresi’nin tefsiri olan Bahru’l-muhabbet fî esrâri’l-meveddet adlı eser gelmektedir. Arapça olarak kaleme alınan bu eser Gazzâlî’nin tefsir metodu hakkında bilgi sahibi olmak açısından önemli­dir. Nasrullah Pûrcevâdî bu eserin Ahmed Gazzâlî’ye ait olduğu görüşün­dedir.  Müellife nisbet edilen eserlerden bir diğeri Farsça kaleme alınan Bahru’l-Hakîka adlı eserdir. Ahmed Mücâhid bu eserin metnini Mecmu’a-i Âsâr-ı Fârsı de vermesine rağmen bu eserin Ahmed Gazzâlî’ye ait olmadığı dile getirilmiştir.  Kendisine nisbet edilen diğer bir eser semâ’ hakkında kaleme aldığı ifade edilen Bevâriku’l-ilmâ’ fî reddi ala men yuharrimu’s-semâ’ bi’l-icma adlı eserdir.  Bu eser tashih ve tercüme edilerek James Robson tarafından 1938 yılında Londra’da neşredilmiştir.  Gazzâlî’ye nisbet edi­len bir diğer eser yine Arapça kaleme alınan Sırru’l-esrâr fî keşfi’l-envâr adlı risâledir. Bu eser Abdulhamîd Sâlih Hamdân tarafından 1988 yılın­da Kahire’de neşredilmiştir. Bunlar dışında el-Hak ve’l-hakîka, ez-Zahîra fî ilmi’l-basîra gibi eserler de Ahmed Gazzâlî’ye nisbet edilmiştir.

II. Tasavvuf Tarihi Literatüründe Ahmed Gazzâlî: Görüşleri, Karşıtları, Taraftarları

Ahmed Gazzâlî’nin zâhirî ilimleri tahsil ederken bir yandan da tasavvufî bir hayatın içine girdiğini belirtmiştik. Tasavvufî hayatla erken yaşlarda babasıyla katıldığı zikir meclislerinde tanıştığı anlaşılmaktadır. Yine daha önce belirttiğimiz üzere çocuk yaşta emanet edildiği Ahmed Râzıkânî’nin tasavvufî bir kişiliğe sahip olması da tasavvufa olan alakasına şüphe­siz tesir etmiştir, fakat onun gerçek anlamda tasavvufa bağlanması pîri Ebûbekir Nessâc (ö. 487/1094) sayesinde olmuştur. Tasavvufî hayatının ilk dönemlerinde daha çok zühde önem verdiği, halvet ve uzleti tercih et­tiği bilinmektedir. Fakat onun asıl şöhreti daha sonra aşk ve cezbe yolu­nu seçmekle, aşk ve cezbenin tesiriyle vücûda getirdiği eserler sayesinde olacaktır. Onun aşk yolunu tercih etme sebebi hakkında kaynaklarda bilgi olmamakla birlikte, bu konuda özellikle Ebûbekir Nessâc ve onun şeyhi olan Şeyh Ebu’l-Kâsım Gürgânî (ö. 450/1058)’nin tesirinin olması muhte­meldir. İblis hakkındaki ifadelerinin Hallâc’a benzerliği ve Horasan bölge­sinin tasavvuf ortamında yetişmeleri sebebiyle Gürgânî’nin de Ebûbekir Nessâc’ın da cezbe ehli coşkun yaratılışa sahip mutasavvıflar olduğu söy­lenebilir. Buradan hareketle Ahmed Gazzâlî’yi; Bâyezid Bistâmî, Hallâc el- Mansûr, Ebû Hüseyin en-Nûrî, Ebûbekir Şiblî gibi sûfîlerce temsil edilen aşk ve cezbe tarîkinin temsilcisi olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. Bütün bunlarla beraber daha sonra üzerinde durulacağı gibi zâhiren aykırı gözüken bir takım ifadelerine rağmen onun tasavvufî anlayışı ve uygula­malarının genel anlamda ehl-i sünnet tasavvufu içinde taşkınlıktan uzak bir görünüm içinde olduğunu da belirtmek gerekir.

Ahmed Gazzâlî daha çok hakkındaki tartışmalarla gündeme gelmiş bir sûfîdir. Tartışmaların daha çok “cemâlî olması, İblîs hakkındaki ifadeleri, semâ’ etmesi” gibi konular çerçevesinde, zâhire “aykırı” bir takım söz ve uygulamalarına hasredilmiş olması, yazdığı eserler ve yetiştirdiği talebe­lerle tasavvuf düşüncesinin gelişimi ve sonraki nesillere aktarılmasında­ki katkılarının yeterince ele alınmasına engel olmuştur. Biz bu çalışmada hakkındaki tartışmaları da ihmal etmeden onun tasavvufa olan katkısına genel hatlarıyla işaret etmeye çalışacağız.

Ahmed Gazzâlî’nin tasavvufî görüşleri hakkındaki değerlendirmeler için eserlerinden hareket edilecekse, öncelikle tasavvufî fikirlerini eser­lerinde düzenli bir şekilde takip etme konusunda zorluk bulunduğunun dile getirilmesi gerekir. Bu durumun sebebi onun belli bir disiplin için­de eser veren bir müellif olmasından ziyâde, iyi bir vâiz ve hâtip olması, eserlerinin genellikle vaaz ve sohbetleri ile mürid ve talebelerine yaz­dığı mektuplarının bir araya getirilmek suretiyle oluşturulmuş olma­sıdır. Gazzâlî’nin bütün görüşlerini detaylandırarak ortaya koymak bu makâlenin sınırlarını aşacağından bu bölümde görüşlerine bir numune olması bakımından kısa bir özet hâlinde Ahmed Gazzâlî’nin tevhîd ve aşk konularına getirdiği yorumlara, ibadetlere bakışı ve tasavvuf uygu­lamalarına dair görüşlerine temas edilecektir. Sonrasında ise hakkın- daki tartışmalar, karşıtlarının ve taraftarlarının karşı görüş ve ifadeleri çerçevesinde değerlendirilmeye çalışılacaktır.

1. Ahmed Gazzâlî Tasavvufunun Ana Konuları

a. Tevhîd ve Aşk

Ahmed Gazzâlî’nin tevhîd konusuyla alakalı fikirlerini bu konuda müstakil bir risâle kaleme aldığı et-Tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd ile vaâz ve sohbetlerin­den derlenerek yazılan Mecâlis adlı eserlerinden takip etmek mümkündür. Sevânih de baştan sona sembollerle aşk ve tevhîd konusunun ele alındığı bir eserdir. Bu bağlamda “Lâ ilâhe illâllah” cümlesine yüklediği anlamları irdelediğimizde onun hem itikâdî konulara bakış açısını hem de varlık ve nefs konularına getirdiği yorumları değerlendirme fırsatı bulmuş oluruz.

Gazzâlî kelîme-i tevhîdi tevhîd ilmi olarak niteler ve hem Allah hakkındaki görüşlerini hem de Allah-insan ve Allah-âlem ilişkisini bu söz çerçe­vesinde temellendirmeye çalışır. Genel hatlarıyla aşağıda değerlendirile­ceği gibi “lâ ilâhe illallâh” sözünün hakîkatine ulaşan kimse Allahı, âlemi ve kendisini tanımış olmaktadır. Allah hakkındaki ifadeleri, bu konudaki itikâdî görüşünü de göstermesi bakımından önemlidir. Buna göre

“Allah; sayı, çeşit ve değişmeden münezzehtir. Zâtında ve sıfatlarında tektir; ilminde, kudretinde ve tasarrufunda biriciktir. Cisim, cevher ve araz olmaktan münezzehtir; aksine bütün cisim, cevher ve arazların yaratıcısıdır. Her tür­lü mahalden mukaddestir; hiçbir şekilde onun hakkında yön, cihet veya ma­halden bahsedilemez. Tahavvül ve zevâlden berîdir, hulûlden mukaddestir ve O’ndan başka ilah yoktur. Vehim, his ve hayâlden uzaktır, O, hiçbir şey olma­dan önce vardı, zamana bağlı olmadığı için geçmişte nasılsa şimdi de öyledir ve gelecekte de öyle olacaktır. O benzersiz ve sonsuzdur. Yönler O’nu kuşatamaz. Haller O’nu değiştiremez...”''1

Dikkat edilirse burada genel olarak tenzîhî bir dil kullanılmıştır. Fa­kat bütün bu ifadeler tasavvufî kavramlardan birisi olan “fark” halinde, yani kulun Rabbiyle ayrı oluş hâlinde geçerlidir. Burada dile getirilen bü­tün bu tenzih ifadeleri tamamıyla şehâdet ya da mülk, kendi ifadesiyle “adl âlemi” ile ilgili olduğunu müellifin aşağıda verdiği bilgilerden anla­mak mümkündür.

Gazzâlî insanın tevhîd ve mârifet, yani Allah hakkındaki bilgisini doğ­rudan etkileyen üç mertebeden söz etmektedir. Buna göre kişi birinci mertebede fenâ âlemine ulaşıp Hakk’ın tasarrufuna mazhar olduğunda tevhîdin safâsıyla tasfiye olacak, Hak Teâlâ’nın tenzih ve tevhîd nurlarıyla şirk, küfür, şüphe, Cenâb-ı Hakk’ı mahlûkata benzer vasıfta vehmetmek gibi karanlıklardan kurtulacaktır. Burası insanın sâlikler zümresine dâhil edildiği ve insan kalbinin rıza, teslimiyet, tefvîz, itminan ve sekîne gibi hallere ulaştığı mertebedir. Bu mertebe Gazzâlî’nin mertebeler sıralama­sında kalbe tekabül etmektedir. İkinci mertebede insan ruh âlemine ulaşır ve bu âlemde “Ona rûhumdan üfledim. (Hicr 15/29)” sırrıyla kıdem sıfatıyla şereflendirilerek Allah Teâlâ’ya ait ezelî sıfatların özelliklerine tüm ayrın­tılarıyla şâhit olur. Bu mertebede Gazzâlî kıdemin hadese tafdîline işaret ederek “rûhun” Allah’a izâfe edilmesini ona verilen değer çerçevesinde ele almış, yaratan ile yaratılanın çok ince bir çizgiyle ayrılacak kadar birbirine yaklaşmasına vurgu yaparak Allah ile kul arasındaki hem bu çok yakınlığa hem de ayrılığına dikkat çekmiştir.    Son mertebe olan sır âlemine ulaşıl­dığında ise gaybın sırlarına muttali olunur. Kul ile Allah arasına başka hiç­bir varlığın giremediği âşığın göz aydınlığı olan bu mertebe, Hazret’ten ge­ len kudret lütufları ile âşığın mâşukunun cemâline nazar ettiği müşâhede mertebesidir. Bu mertebeye ulaşan kimsenin kalbinde kulak, lübbünde göz açılır, böylece kulak olmaksızın duyar, göz olmaksızın görür. Sadece gaybın sesini duyar ve sadece gaybı görür. Bu mertebeye ulaşan kabza-i ilâhîye düşer, tevhîd ve mârifetin en yüksek derecelerine, sır ve himmetin en üst menzillerine ulaşır. Bu makamda artık hiçbir söz mânâ ifade etmez, sırların düğümü çözülür. Burası tamamıyla hayret makamıdır. Artık bura­dan öteye akla ve ifadeye yol yoktur.

Ahmed Gazzâlî kelime-i tevhîdi söylemeyi iman konusu olma tarafıyla değerlendirip “Lâ ilâhe illallâh” cümlesinin sözde kalıp sadece dil ile ifade edilmekten ziyâde kalp, sır ve rûhta yer bulması gerektiğine dikkat çeker. Sözü kabuğa, mânâyı öze; sözü sedefe, mânâyı inciye; sözü bedene mânâyı rûha benzeterek, özü ve inciyi kaybettiğimizde kabuğun işe yaramayacağı­nı hatırlatır.  Yine ruh olmaksızın beden sadece cesettir. Bütün bu sebep­lerden dolayı Gazzâlî, kalb, ruh ve sırra inememiş ve sadece dille ifade edi­len bu söz sahibini, zâhiri süslü fakat bâtını küfür içinde, kalbi karanlık ve katılaşmış kimse olarak nitelendirir.  Hevâyı ilâh edinmişken ve gereğini yerine getirmeden kelime-i tevhîdi söylemeyi yalancılık olarak değerlendi- rir.  Buna göre kelime-i tevhîdin dilde kaldığı kimseler münâfık, kalbine indiği kimseler mü’min, kelime-i tevhîdin meskeni rûh olanlar âşık, mes­keni sır olan kimseler ise (mükâşif) keşf sahibidirler. Bu merâtib aynı za­manda avâm, havâs ve havâssü’l-havâssın iman derecelerine işaret etmek- tedir.  Dikkat edilirse Ahmed Gazzâlî merâtibe önem vermekte özellikle kelime-i tevhîdin sırasıyla kalb, ruh ve sır gibi latîfelerdeki hususiyetlerine vurgu yapmaktadır. Latîfelerin çeşitlenmesiyle zikrin farklılaşması konu­sundaki ifadeleri ise dikkate değer bir husustur.

Kalb, Gazzâlî için anahtar kelimelerden birisidir. Kalbi insan şehrini yöneten hükümdar olarak kabul ederek onun iyi olmasıyla köle ve hizmet­çiler mesabesinde olan bütün beden âzâlarının iyi, kötü olmasıyla kötü olacağını söyleyerek kalbin insan bedenindeki mutlak hâkimiyetine vurgu yapar. Tevhîdin korunması hususu tamamen kalbin görevidir.  Kalbin iş­levini aşk üzere bina eden Gazzâlî’ye göre âşık olmayan bir kalp boşlukta­dır, onun tanınması ancak aşk ile olur.  Bu anlamda insandaki her bir uz­vun bir işle görevlendirildiğini dile getirdikten sonra kalbin aşk ve âşıklık için yaratıldığını, başka bir görevinin bulunmadığını açıklar.  O halde Gazzâlî’ye göre tevhîd ile aşk aynı şeydir.

Gazzâlî kalbin mertebeleri ve miraçları olduğunu dile getirerek ruh ve sırrı kalbin birer mertebesi saymaktadır. Buna göre kalb âlemine mürîdler, rûh âlemine sıddıklar ve sır âlemine ise murâd sahipleri yükselir. Diğer bir deyişle kalb âlemi mübtedilerin, ruh âlemi mütevassıtların, sır âlemi ise müntehîlerin miracını gösterir. İşin diğer bir vechesine göre ise kalp âlemi tevbe edenlerin, rûh âlemi muhiblerin, sır âlemi ise âriflerin miraç mahal­lidir.  Bütün bunlar neticesinde kalp âleminin keşfeden “Lâ ilâhe illlâh”, ruh âlemini keşfeden “Allah Allah”, sır âlemini keşfeden ise “Hüve Hüve” zikrini dile getirir. Birincisi kalbin, ikincisi rûhun, üçüncüsü ise sırrın gı­dasıdır. Kalbden sırra doğru gitmek isteyen latîfelerden sırasıyla geçmeli, insan şehrinin sırrına vâkıf olmak isteyen sırasıyla hareket etmeli kalb ka­pısını “Lâ ilâhe illallâh”, ruh kapısını “Allah Allah”, sır kapısını ise “Hüve Hüve” anahtarı ile açmalıdır.

Gazzâlî’ye göre varlığın ortaya çıkmasında kelime-i tevhîdin önemli bir yeri vardır. Buna göre “Lâ ilâhe ilallâh” cümlesinin neticesi vahdâniyete ârif olmak, meyvesi ise ferdâniyyetin ikrârıdır. Zaten varlığın vücûda gel­mesi ve kâinatın yaratılmasının esas sebebi de budur. Eğer vahdâniyetin bilgisi ve ferdâniyetin ikrârı olmasaydı varlık meydana gelmeyecek, ketm-i ademde kaybolup gidecekti. Bütün mahlûkat da Allah’ın “kulum” ifade­siyle kendisine nisbet ettiği insan için var edilmiştir.  Ahmed Gazzâlî, ta­lebesi Aynü’l-kudat’a yazdığı bir mektupta, “Lâ ilâhe illallah” sözünü aşk tevhidinin tercümanı olarak değerlendirmesi,  kelime-i tevhîd ile aşkın tevhîdi arasındaki ilişkiye dikkat çekmesi bakımından önemlidir.

Peki, varlığa çıkan âlem ile kelime-i tevhîdin arasındaki münasebeti Gazzâlî nasıl açıklamaktadır? Kelime-i tevhîdi “lâ ilâhe” nefy ile “illallâh” isbat olmak üzere ikiye ayırırken, âlemi de mülk, şehâdet veya dünya ha­yatına karşılık gelen “adl âlemi” ile “melekût veya âhiret” âlemine karşılık gelen “fazl âlemi” olmak üzere iki kısım kabul eder. Buna göre “adl âlemi” şeytanın hükmünün geçtiği, onun insana kötülükleri ilkâ edip bayağılığa ve şehevî köklere çağırdığı âlemdir. “Fazl âlemi” ise bütün bunların aksine tevhîd ve takvanın ilham olunduğu âlemdir.  Adl âlemini oluşturan yedi cüz vardır ki bunlar; his, şuğl, hevâ, küdûretü’n-nefs, nefs, beşeriyet ve ta­biattır. Bunların ardında şeytan vardır. Fazl âlemi ise şu sekiz cüzden mü­teşekkildir: his, fehm, akıl, fuâd, kalb, rûh, sır ve himmet. Benzer şekilde bu kuvvelerin ardında ise melek bulunmaktadır.  Gazzâlî nefsi “adl” âlemine nisbet ederken kalp, ruh ve sırrı “fazl” âlemi içinde değerlendirir ve kişinin nefs âleminden kalp âlemine yükselmesi gerektiğine dikkat çeker. Bütün yerilmiş sıfatların ve meydana gelen günahların mahallinin nefs olduğu­nu dile getirerek onun muhâlefet ve âfet mahalli olduğunu söyler. Bütün bu yerilmiş sıfatların temizlenmesi ve hamîde olanlarıyla değiştirilmesi, küfür karanlığından imân nûruna çıkma anlamına gelir ki bundan sonra nefsten değil artık kalb, ruh ve sırdan bahsedilir.  Gazzâlî’nin Zülkarneyn kıssasından hareketle âb-ı hayatı kalbe, karanlıkları ise nefse izâfe etmesi dikkat çekicidir.

Gazzâlî’nin tevhîd ilmiyle ilgili dile getirdiği; “Basîret gözünü aç, çünkü vücûdda ondan başka bir şey yoktur... Vücûdu mevcûda, yaratışı yaratıcılı­ğına delâlet eder.”  veya “Ey kulum! Benden başka varlık (vücûd) yoktur.”  gibi bazı ifadeleri daha sonraki mutasavvıflarca sistemli bir şekilde dile ge­tirilecek vahdet-i vücûd fikrini hatıra getirmektedir.

Fıkıhta Şâfiî itikâdda Eş’arî olan Ahmed Gazzâlî’nin sadece tevhîd ilmi ve iman konusunda değil kaza-kaderle irtibatlı olarak saâdet ve şakâvetin ezelde belirlendiği,  ru’yetullah,  hüsün-kubuh,  mûcizeler  gibi konu­lara getirdiği yorumları Eş’arîliğin genel görüşlerine mutabıktır. Eserinin bir yerinde tevhîdle ilgili görüşlerinin Muattıla, Veseniyye (putperestlik), Yahudilik, Hıristiyanlık, Dehriyye, Seneviyye (Düalizm), Müşebbihe, Ka- deriyye, Mu’tezile, Cebriyye gibi olmadığını aksine Muhammedî selefîlik olduğunu söylerken  kasdettiği Eş’arîliktir. Müellifin itikâdî görüşleri ma­kalenin konusu olmadığından bu konuda geniş bilgi edinmek için müelli­fin eserlerine müracaat etmek gerekir.

Ahmed Gazzâlî’nin tasavvuf anlayışının en temel kavramının hangisi olduğu sorulacak olsa buna verilecek cevap hiç şüphesiz aşk olacaktır. Ta­savvuf tarihinde onu ayrıcalıklı kılan da onun aşka dair görüş ve ifadeleri­dir. Râbiatü’l-Adeviyye ile başlayıp sonra Ma’rûf Kerhî, Bâyezid-i Bistâmî, Hallâc el-Mansûr gibi sûfîlerle ile gelişen aşk, cezbe ve sekr yolunun büyük temsilcilerinden birisi olarak o, bu konuda kendinden sonraki sûfî müel­lifleri de derinden etkilemiştir. Bu konuda vücûda getirdiği Sevânih’i, aşk hakkındaki görüşlerini bilme adına önemli bilgiler sunmaktadır. Fakat bizzat eserin sahibi aşkın tarif edilemez ve anlatılamazlığına dikkat çeke­rek ifadelerinin sadece birer işâretten ibaret olduğunu söyler.  Gerçekten de Sevânih, bu anlamda tasavvufun zor metinlerinden birisidir. Müellifin eserdeki ifadeleri şerhi gerektiren bir tarzda kapalı, farklı anlaşılmaya se­bep olacak şekilde birçok anlam katmanına sahip olmasından dolayı aşk konusunun anlaşılması konusunda zorluk barındırmaktadır. Buna rağ­men onun aşka dair görüşlerine kısaca temas etmekte fayda vardır.

“Ey Müslümanlar! Sizi kendisinde düşmanlık bulunmayan bir şeye davet edi­yorum; Aşk’a.”

Ahmed Gazzâlî aşkı, ezelî ve ilâhî bir hakîkat olarak tanımlar. Bütün mevcûdâtı ve tabii olarak insanı Hakk’a doğru çeken kuvvet aşktır. Aşk, ezelde neş’et eden ve Zât-ı Ehadiyyete ait bir hakîkattir.

“O (aşk) kuşun ve yuvanın bizzat kendisidir; zâtın ve sıfatın; tüyün ve kana­dın kendisidir. Havanın da uçanın da kendisidir. Avcının ve avın; hedefin ve hedef edilenin; tâlibin ve matlûbun kendisidir. Evvelin ve âhirin, sultanın ve tebânın, kılıcın ve kının bizzat kendisidir. O hem bahçe hem ağaç, hem yuva hem kuş, hem ağaç hem de meyvedir.”

Aşkın ve tevhîdin gerçekliği ve tekliği hakkında şu ifadelere yer verir:

“O hem güneş, hem felektir; o hem asuman, hem zemindir; o hem âşık, hem mâşuk hem de aşktır -ki âşık ve mâşuk da aşktan türemiştir-; türeme ve araz­lar ortadan kalktığında iş yeniden hakîkatin yegâneliğine döner.”

Aşk ezelde Hakk’ın zâtından neş’et etmiş, daha sonra rûh ile birlikte bu âleme gelmiştir.  Aşkı kalbin bir basamağı olan rûh ile birlikte ele alan ve rûhu aşkın bineği olarak niteleyen Gazzâlî, her ikisinin de kendi asıllarına yani Zât-ı Hakk’a geri dönüşünün ve vahdetin yine bu birliktelik ile gerçek­leşeceğini düşünmektedir, çünkü aşk can binitinden başka bir şeye binmez.

Aşkın sırlarının onun harflerinde gizli olduğunu ifade eden Gazzâlî’ye göre, aşk kelimesini oluşturan “ayn, şîn, kâf” harflerinden “ayn harfi: göze ve görmeye”, “şîn harfi: dolu dolu içilen şevk şarabına”, “kâf harfi ise kal­be” işâret etmektedir.  Ona göre âşık; tamamıyla fakirlik, mezellet içinde ve ihtiyaç sahibi olma özellikleriyle tevhîd yolunun yolcusu olan sâlik veya tâlibtir. Mâşuk ise, bütünüyle istiğna makamında bulunan, tekebbür ve tecebbür sahibi Hak Teâlâ’dır. Zâhirde ayrı görünen aşk, âşık ve mâşuk üç­lüsü, Zât-ı ehadiyyet mertebesinde birlik hâlindedir.

Tasavvufta varlığın ortaya çıkmasında aslî unsur olarak aşk ya da mu­habbet kavramı öne çıkar. Varlığın meydana gelmesi “kenz-i mahfî” olarak bilinen hadiste zikredildiği şekilde Allah’ın bilinmeye olan sevgi ve arzu­su iledir. Bu bilinme isteği Hakk’ın kendi cemâli ve hüsnüne olan iştiyâkı ile açıklanabilir. Zira mutlak güzel sadece Allah’tır. Kıdemde aşk, âşık ve mâşuk birlikte idi ve bunlar arasında bir ayrılıktan bahsetmek mümkün değildi. Allah kendi güzelliğine âşık olması sebebiyle güzelliğine ayna ola­cak âşıkların ruhlarını yaratarak mutlak güzelliği onlara da göstermişti. İşte elest bezminde bulunan âşıkların ruhları Hakk’ın cemâline âşık oldu­lar ve ebede kadar bu aşk üzere olacaklarına söz verdiler. Aşk onun güzelli­ğinden meydana geldiği için nâmütenâhîdir, âşık da bu güzellikten olduğu için aynı durum onun için de geçerlidir.  Bütün âlem Allah’ın “muhibb” isminin mazharı olduğu için âlemdeki herşeyde mutlaka muhabbet ve aşk­tan bir hisse vardır.

Aşk,  . (Allan onları sever, onlar da Allah ı severler. Mâide 5/54)” sırrınca Allah ile kulları arasında karşılıklıdır. Hatta denilebilir ki Allah’ın kullarına olan aşkı, kullarının ona olan muhabbetinden öncedir. Zaten “yuhibbuhum” önce gelmeseydi “yuhibbunehu” ortaya çıkmaz, hiç kimse muhabbet sözünden dem vuramazdı.  Bu konuda Gazzâlî, Bâyezid-i Bistâmî’nin şu sözünü hatırlatır:

“Uzun zamandır benim O’nu istediğimi zannederdim, oysaki önce beni iste­yen O’nun kendisiymiş.”

Ahmed Gazzâlî varlığın her mertebesinde güzelliğe dikkat çekerek, aşkın gerçek güzelden neş’et ettiğini savunur. Mevcûdâtın tamamında bu güzellik ve muhabbetin tecellîlerini görmek mümkündür. Bu anlamda bütün mevcûdat Hakk’ın güzelliğini seyrettiği bir ayna olarak da kabul edilebilir. Allah’ın seçip diğer mahlûkâta üstün tuttuğu insan, bu anlamda Allah için mükemmel bir aynadır. Aşk, güzellik ve kemal, varlık içinde âşıklık istidâdına sahip yegâne varlık olan insanda fıtrî olarak bulunur ve bütün insanlar bu sıfatları kendi istidadınca Hak’tan almıştır. Ahmed Gazzâlî’nin bir takım işaretlerle ortaya koyduğu varlığın sebebinin aşk olduğu fikri daha sonra vahdet-i vücûd siste­minde daha sistemli ve sarih bir şekilde açıklanıp izah edilecektir.

Ahmed Gazzâlî aşkı çeşitli kısımlara ayrısa da ona göre aşk birdir. Aşkın diğer çeşitleri de hakîkatte ilâhî aşkın tezâhürleridir. Bu anlamda, esasında hakîkatin mukabili olan mecaz tasavvufta kişiyi hakîkate eriştiren bir köp­rü olarak görülmüştür. Eserinde dile getirdiği Sultan Mahmûd’un Ayaz’a,  Mecnûn’un Leylâ’ya,  Pervâne’nin Şem’e  olan aşkını da bu çerçevede de­ğerlendirmek gerekir. Bütün bu mecâzî âşıklar kendilerini mâşuk-i hakîkî de fânî kıldıklarında, tamamıyla mâşukun sıfatlarını elde eder, bir anlam­da mâşuk-i hakîkî hâline gelirler.

Aşk bahsinde; melâmet, kıskançlık, belâ, cefâ, tahammül, nâz, niyâz, cilve, istiğna, iftikâr, mezellet, tecrîd, tefrîd, mârifet, ilim, kalb, ruh, gibi kavramlara Ahmed Gazzâlî’nin yüklediği anlamların tamamını irdelemek bu çalışmanın sınırını aşacağından bir nümûne olmak bakımından bu ka­darıyla kifayet edilecektir.

b. Şer’î İbâdetler ve Tasavvufî Uygulamalar

İbadet mevzuu Ahmed Gazzâlî’nin eserlerinde ehemmiyetle üzerinde durdu­ğu konuların başında gelir. Vaazlarında ve sohbetlerinde cemaatine, pek çok mektubunda müridlerine ibadet ve tâati tavsiye ederken, bu yola ayak koyan herkesin şerîatın gereklerini titizlikle yerine getirmesi gerektiğine vurgu ya- par.  Gazzâlî’nin ibâdetlerden kastı alışkanlık gereği bir takım hareketlerle adetlerin yerine getirilmesi demek değildir. Onun ibadetlerden anladığı ihlâs ve istikamet içinde canlı ve şuurlu, hareketleri kadar mânâsının da farkında olarak Hakk’ın emirlerini yerine getirmektir.  Bu anlamda onun şu ifade­leri ibadete bakışı hakkında bize ipucu verir: “Ey Müslümanlar! İbâdetlerin sûretlerine nasıl kanaat ettiniz de ruhlarını unuttunuz. Âzâlarmızın hare­ketlerine kanaat etmeyiniz ki Allah âzâlara bakmaz.”

Eserlerinde özellikle abdest, namaz ve zikir üzerinde çok durmuştur. Onun abdest konusundaki şu ifadeleri tasavvufî açıklamalarını görme ba­kımından bize fayda sağlayacaktır:

“Eğer sana abdesti öğretecek olursam öğrenmek ister misin? Abdest konu­sunda bilinmesi gereken ilk şey istincâdır ve dünya necasettir. Ondan uzaklaşamayan kimsenin temizlenmesi ve dolayısıyla namazının sahih olması mümkün değildir. Dünyanın kendisini ve eserini bertaraf etmek gereklidir. Elindekilerden sadaka vermek onun eserlerini bertaraf eder. Sonra abdestte niyet etmektir ki niyet, her şeyden yüz çevirip Hakk’a dönmektir. ‘Dünyayı üç talak ile boşamaya niyet et ki bir daha ona dönmek mümkün olmasın.’ Sonra ağzında Allah’ın zikri ile mazmaza yap. Dilini insanların gıybetini yapmaktan koru. Sonra emrin nüzûlunun nesimiyle istinşâk yap. Allah’ın emrini büyük say. Sonra yüzünü yıkarken ‘yüzümü ona döndürdüm’ sözüyle emrine âmâde ol. İki elini yıkarken akan suyla beraber iki dünyayı da bırak gitsin. Başını mesh etmekle kafandaki hayâlleri de uzaklaştır. Ayaklarını yıkamakla yere sıdk kademiyle bas. Bunları yerine getirdiğin zaman namaz kapısı sana açılır.”  

Namaz, Gazzâlî’nin eserlerinde üzerinde en çok durulan ibadettir. Allah’a yakın olma konusunda en önemli ibadet olan namazın cesedi, kalbi ve rûhu vardır. Buna göre namazın amel ve hareketleri onun cese­di, namazdaki huzur onun kalbi, zikredilenin müşâhedesiyle zikirde kay­bolma hâli ise onun rûhu ve göz aydınlığıdır.  Kılınan namazda ihlâs ve istikâmet arayan Gazzâlî’ye göre ibadette ihlâs her Müslüman’a vaciptir ve bir işte ihlâs yoksa o işin yokluğu varlığından daha iyidir. Namazda ihlâsı anlatan şu ifadeleri dikkat çekicidir:

“Eğer kalp huzuruyla iki rekât namaz kılsan ve bu esnada da iki somun ekmek yesen namazın ihlâslıdır. Fakat sen namazda rekâtları sayıyor ve imam tesbîhi uzattığında ona lanet okuyorsun, bu namazda ihlâs yoktur.”  “Kırk yıldır na­maz kılmayan bir adam vardı. Fakat ne zaman “Allahu Ekber” dese kendinden geçip bayılıyordu. Namaz kılmasa bile bu adama canım feda olsun, senin na­mazına ise “öf” olsun.”

Gazzâlî, kalp huzuruyla kılınan bir rekât namazın bile sahibinin kalp aynasında ilâhî nurların parlamasına sebep olacağını söyleyerek bu konu­da cem-i himmetin önemine ve namazın bir âdeti yerine getirmekten baş­ka bir anlamı olduğunun farkında olmak gerektiğine işaret etmektedir.

Ahmed Gazzâlî’nin tasavvuf anlayışını göstermesi bakımından zikir ve vird kavramları da önemlidir. Kelime-i tevhîd insanın mânevî dönüşümü­ne yaptığı tesirle önemli bir zikir cümlesidir. Çünkü zikir sultanı olan “Lâ ilâhe illallâh” cümlesi insaniyet şehrine girdiğinde oradaki yerilmiş sıfat­ları izâle eder ve bunları övülmüş sıfatlara dönüştürür.  Burada özellikle kalbe vurgu yapan Gazzâlî, kalb-zikir ilişkisine dikkat çekerek yükselişin buradan başlayacağını dile getirir. Zaten kalbi kalb hâline getiren şey de ona göre zikirdir, öyle ki kalb bir nefes anı kadar olsun zikirden uzak kala­cak olsa, oraya artık kalb denmez, çünkü kalbin sevgilisi ve âşığı zikirdir.  İnsan için zikirden daha önemli bir meşguliyet yoktur. Zikir peygamber­lerin ve evliyanın kalplerinde Allah’ın bir kılıcıdır, kalbde Hakk’ın sevme­diği ne varsa kesip atar. Zâten Hz. Peygamberin öne geçen “müferridleri” Hakk’ın zikrine harîs olan kimseler olarak tanımlaması da bu yüzdendir.  Ahmed Gazzâlî kendisine hangi zikrin daha faziletli olduğu sorusunu yine bir merâtib tesis ederek gizli zikrin korku, bâtın zikrin şevk, rûhun zikri­nin ise iştiyâk ve müşâhede ile alakalı olduğunu söyler.

Ahmed Gazzâlî eserlerinde zikirle ilgili nazarî bilgiler yanında uygula­maya dair bilgiler de vermiştir. Bu bağlamda zikir çeşitleri, sayıları ve za­manı zikrin tesiri açısından önemlidir. Meselâ her gece “Lâ ilâhe illallâh” kelime-i tevhîdi, zikir olarak bin kere söylenmelidir. Özellikle Cuma ak­şamları büyük bir fırsat olarak görülmeli, ibadet ve zikir konusunda iyi değerlendirilmelidir. Bu gecede uykuyu haram bilmeli, abdest, namaz ve tesbîhle meşgul olunmalıdır. Çünkü bu gecede tesbîh ve zikir, bağrı yanmışların cânı olur.  Gece virdleri tamam yapılmalı  her akşam كهيعص ve “ حم عسق” âyetleri yetmiş defa okunmalıdır.  Çünkü “حم” aşk ateşi, “Lâ ilâhe illallâh” ifadesi ise aşk tevhîdinin tercümanıdır.

Bütün bunlara ilave olarak Ahmed Gazzâlî’nin eserlerinde yeri geldikçe tasavvufun; melâmet , fenâ-bekâ , mârifet , muhabbet , müşâhede ve mükâşefe , rüyâ , havf ve recâ  gibi nazarî konularının yanında; şeyh- mürîd ilişkisi , şerîat-tarîkat-hakîkat , ahlâkî mevzular ve nefs tezkiyesi  gibi uygulamalara temas ettiği, ilgili konularda tecrübelerini paylaştığı görülmektedir.

2.    Ahmed Gazzâlî’nin Düşünceleri Etrafındaki Tartışmalar

Ahmed Gazzâlî tasavvuf tarihindeki tartışmalı isimlerden birisidir. Başta zâhir âlimleri olmak üzere yer yer mutasavvıfların da kendisini tenkit etti­ğini görmekteyiz. Kendisine muhalefet edilen konuların başında İblîs hak- kındaki ifadeleri, şâhid-bâzî ya da cemâlî olduğu iddiaları ile semâ’ konusu gelmektedir. Şimdi genel hatlarıyla bu konular üzerinde durmak istiyoruz.

a. Ahmed Gazzâlî’ye Yöneltilen Eleştiriler ve Bazı Muhâlifleri

Ahmed Gazzâlî’yi tenkit edip ifade ve görüşlerine itiraz edenlerin ba­şında tefsîr, hadîs, tarih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) gelmektedir. Gazzâlî henüz hayatta iken doğduğu anlaşılan (h. 510/1116) İbnü’l-Cevzî’nin ifadeleri, onun çağdaşı olduğu için birin­cil kaynak olarak kabul edilebilir ve Gazzâlî hakkında bilgi veren sonraki dönem eserlerin kaynağı durumundadır. İbnü’l-Cevzî, Ahmed Gazzâlî’yi özellikle İblîs hakkındaki ifadeleri, güzel yüze olan düşkünlüğü, semâ’, hi­tabet kabiliyetini kendi şahsî çıkarları için kullanması gibi konularda eleş­tirmiştir. Sonraki kaynaklarda ise İbnü’l-Cevzî’nin eserlerinde zikrettiği eleştirilerin tekrar edildiği, yeni bir eleştiri konusunun olmadığını söyle­mek gerekir. İbnü’l-Cevzî’ye göre Ahmed Gazzâlî başlangıçta zâhid ve sûfî iken daha sonra oldukça kuvvetli bir vâiz olup âvâmın sevgisini kazanmış­tır. Fakat sonraları vaâzlarını maddi ücret karşılığında yapmaya başlamış, hatta Selçuklu Sultanı Mahmûd’un meclisinde minbere çıktığında bunun karşılığı olarak bin dinar almıştı. Bu meclisten ayrıldığında vezirin oldukça güzel olan atına binmiş, vezir atın bir daha geri gelmeyeceğinden yakın- mıştır.  İbnü’l-Cevzî başka bir eserinde istediği kadar parayı alana kadar Gazzâlî’nin Tâciyye meclisinde vaaz vermediğini, istediği bin dinarın zor­luklarla toplanabildiğini ve ancak bu şekilde vaaz ettiğini nakleder.  Bu konuyla ilgili olarak muhaliflerinin bir diğer iddiaları ise onun gösterişe önem verdiği ve süslü elbiseler giyerek dolaştığı ile ilgili rivayetlerdir.  Bu bağlamda eleştirilerin şeyhin dünya hayatına olan alakası çerçevesinde dile getirildiği görülmektedir.

Ahmed Gazzâlî’nin şiddetle tenkit edildiği konuların başında onun cemalî ya da şâhid-bâzî (güzel yüzlü genç kimselere bakmaya düşkün olma) olması iddiası gelmektedir. Bu konuda söz söyleyen zâhir âlimlerinin ba­şında tabii olarak yine İbnü’l-Cevzî’yi görmekteyiz. O, Gazzâlî’yi genç oğ­lanlarla zaman geçirmekle tenkit edip onun şâhid-bâzî olduğunu ileri sür­ mektedir. Eserinde zikredilen bir rivâyet Ahmed Gazzâlî’nin bu iddialar karşısında gösterdiği tepkiyi görmek ve onun melâmet anlayışına işaret etmesi bakımından önemlidir:

“Ahmed Gazzâlî’nin şâhid-bâzî olduğu, tüysüz oğlanlara bakıp onlarla oturup vakit geçirdiği meşhurdur. Hatta Ebu’l-Hüseyin bin Yûsuf’un bana aktardığına göre o şöyle demiştir; ona (Gazzâlî) tüysüz bir oğlan olan hizmetçisi hakkında mektup yazıp işin yanlışlığını anlattım. Mektubu okuduğu sırada minberdey­di, sonra hizmetçiyi çağırdı, hizmetçi minbere onun yanına çıktı, Gazzâlî iki gözünün arasından öptü ve işte mektubun cevabı dedi.”

İbnü’l-Cevzî bu hâdiseyi Telbîsü İblîs adlı eserinde de dile getirecek, Gazzâlî’nin yaptığı bu eyleme şaşırmadığını söyleyerek orada bulunan ve herhangi bir tepki göstermeyen cemaati biraz da ağır ifadelerle tenkit ede- cektir.  İbnü’l-Cevzî’nin bu rivâyetini nakleden İbn-i Kesîr ise: “Bu sözün doğruluğunu Allah bilir.” kaydını düşmüştür.

Güzel yüze olan düşkünlüğü ile ilgili bir rivayet ise Şems-i Tebrîzî’nin Makâlât’ında geçmektedir. Şems-i Tebrîzî şöyle anlatıyor:

“Söylemesi hoş değil ama Ahmed’in güzel yüzlere karşı bir meyli vardı. Ama şehvet yönünden değil. Çünkü onun gördüğü şeyleri başkalarının gözü göremiyordu. Onu parça parça etseler kendisinde bir şehvet zerresi bile yoktu. Davra­nışlarını bazı kimseler hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı.”

Benzer bir konuda Evhâdüddîn-i Kirmânî’yi eleştiren  Şems-i Tebrîzî’nin Ahmed Gazzâlî’nin güzel sûretlere olan düşkünlüğünü bir menkıbesini de dile getirmek suretiyle savunması, bu durumun beşerî ve hayvânî isteklerden kaynaklanmadığına işaret etmesi önemlidir.

Şeyhin güzel yüze olan düşkünlüğü ile ilgili diğer bazı rivayetler eserlerde    zikredilmekte, diğer bazı mutasavvıfları için de suçlama unsuru olan bu durum daha çok beşerî his ve şehvet duygusundan tamamen uzak, gerçek cemâle olan iştiyak ve cemâlin maddî ve hissî suretlerdeki tecellîsi ile müdafaa edilmeye çalışılmıştır. Nitekim bu konuda Şems-i Tebrîzî’nin ifadelerini aktarmıştık. Benzer bir savunmanın Abdurrahman Câmî tara­fından yapıldığı görülmektedir, konunun anlaşılması bakımından da ol­dukça ehemmiyeti bulunan bu açıklamalarda Câmî şöyle demektedir:

“Ulu ariflerden birisi dedi ki; ‘tahkîk ve tevhîd ehline göre kâmil, Hak Subhânehu ve Teâlâ’nın mutlak cemâlini rûhânî mazharlarda basîret gö­züyle müşâhede ettiği gibi maddî ve hissi mazharlarda da basarla aynen müşâhede eden kişidir.’ Ârifler mutlak mânevî cemâli basîret gözüyle gö­rürler, mukayyed sûrî cemâli baştaki gözle gördükleri gibi. Hak Teâlâ’nın cemâlinin mutlak ve mukayyed olmak üzere iki itibârı vardır. Birincisi mut­laktır ki, ‘o, o olduğu cihetten’ zâtî cemâlin hakîkatidir. Ârif mutlak cemâli ancak fenâfillah’ta müşâhede edebilir. İkincisi ise mukayyeddir. Mukayyed cemâl, hissî veya rûhânî mazharlarda tenezzül hükmünden hâsıl olur. Ârif eğer hüsn görürse onu Hakk’ın cemâli olarak bilir. Ancak bu güzelliği; maddî mertebelere inmiş Hak cemâli olarak bilir. Ârif olmayanın bakışı bunun gibi olmaz, ârif olmayanlar şaşkınlık çukurunda kalmamak için güzellere bakma- malıdır. Şeyh Ahmed Gazzâlî, Şeyh Evhâdüddîn Kirmânî ve Şeyh Fahreddîn Irâkî (k.s) gibi meşâyıhın bazı büyükleri sûrî ve hissî mazharlardaki cemâli mütealasıyla meşgul olmuşlardır. Bu konuda hüsn-i zan ve doğru inanç bes­lemek lâzımdır.”135

Ahmed Gazzâlî, tasavvufun tartışmalı diğer konularından birisi olan semâ’ meclislerinde semâ’ etmesi sebebiyle de eleştirmişlerdir. Bu konu­daki rivayetlerin tamamı Ebû Sa’d bin Sem’ânî (ö. 562/1167) tarafından nakledilmiş, sonraki kaynaklar da onun bu rivayetlerini aktarmışlardır. Meselâ İbn Hacer Lisânü’l-mîzan adlı eserinde şöyle demektedir:

“Sûfîlerden bir gurup semâ’ etmek için toplandılar. O esnâda kavvâl bir şeyler söyledi. Ebu’l-Fütûh (Gazzâlî) ayağa kalktı vecde gelerek semâ’a başladı. Başı yerde ayakları yukarıda dönmekteydi. Topluluk yorulup gece yarısı dağılıncaya kadar bu şekilde başı yerde ayakları yukarıda semâ’ yaptı.”

İbn Hâcer’in aktardığı bu hâdise diğer bazı kaynaklarda da tekrar edil­mektedir. Gazzâlî’nin semâ’ yaptığı bilinmekle birlikte, başı yerde ayakları havada saatlerce semâ’ yapması -eğer bir kerâmet ızhârı değilse- gerçekten de tuhaf bir durumdur. Bu durum muhaliflerinin işi nereye kadar götürdü­ğünü ortaya koyması bakımından anlamlıdır. Benzer şekilde İbnü’l-Cevzî, Ahmed Gazzâlî’yi sadece semâ’ ettiği için eleştirmekle kalmamakta, vecde gelerek sarığını inleyen değirmenin dişleri arasına atarak parçalanmasına sebep olduğu için onu müsrif olmakla da suçlamaktadır.

Bütün bu suçlamalara rağmen Ahmed Gazzâlî’nin semâ’a devam etti­ği görülmektedir. Semâ’ın cevazına hükmeden ağabeyi Ebû Hâmid gibi o da semâ’ın câiz olduğunu şevk ve ünsle dolu bir mü’minin semâ’dan hâli olamayacağını zikrederek bu konuda Hz. Ömer’in; “evinde terennüm et­meyen sahabenin olmadığı” şeklinde bir rivayeti aktarır.  Semâ’ın haram olmadığını savunan Bevâriku’l-ilma’ fî reddi ala men yuharrimu’s-semâ’ bi’l- icma’ adlı bir eser yazdığı zikredilen Gazzâlî’ye göre semâ’ın câiz olması bir tarafa hatta mürîdler için müstehabdır. Çünkü semâ’ müridleri nefsî bu­lanıklıklardan temizler ve onu Cenâb-ı Hakk’a doğru çeker. Semâ’ rûhun tasfiyesi için kuvvetli bir vesîledir. Mâsivallahtan mücerred olmuş ve gaybın mânâlarını elde etmiş kimseler içinse semâ’ vâciptir. Kendisinden önce var olan önemli bir tasavvuf uygulaması olan ve özellikle Mevlevîlikle birlikte zirveye çıkacak olan semâ’ın sonraki dönemlere aktarılmasında Gazzâlî’nin de katkı sahibi olduğu anlaşılmaktadır.

Ahmed Gazzâlî’nin zâhir âlimler tarafından tenkit ve itirazlarına sebep olan bir diğer ciheti onun İblîs hakkındaki bir takım görüş ve ifadeleridir. Muarızları eserlerinde onun İblîs taraftarı olduğunu, onu mazur görüp hakkında övgü dolu ifadeler kullandığını dile getirmişlerdir.  Esasında İblîsle ilgili bu tartışmaların asıl muhatabı Hallâc el-Mansûr’dur. Çünkü onun, eseri Tavâsin’de Hz. Mûsa ile İblîs arasında geçtiğini ifade ettiği ri­vayette kullandığı ifadeler hiç de alışılmış sözler değildir. Gazzâlî de bu rivâyeti eserine aldığı ve eleştirilerin de genelde bu rivayetle ilgili olmasın­dan dolayı Hallâc’ın sözlerini alıntılamak gerekir:

“Mûsâ (a.s) ile İblîs Tûr Dağı’nda karşılaştılar. Mûsâ (a.s); “Ey İblîs! Seni sec­de etmekten engelleyen sebep neydi?” diye sordu. İblîs: “Benim sadece bir mâbuda ibadet etme davam” diye cevap verdi. “Eğer Âdem’e secde etseydim senin gibi olurdum. Nitekim bir seferinde sana ‘Dağa bak’ diye nida edildi, sen baktın. Bana ise bin kere ‘Âdem’e secde edin’ diye seslenildi de secde etmedim. Davamın anlamı için secde etmedim.” Mûsâ (a.s) ona; “emri terk ettin” dedi. İblîs; “bu emirden değil ibtilâdandır (imtihan)” dedi. Mûsâ (a.s); “senden yüz çevrildi” dedi. İblîs; “Ey Mûsâ! Ben İblîsim, hâle de güvenmek olmaz, çünkü değişir. Fakat mârifet sahîhtir, kişi değişse bile onda değişme olmaz.” Mûsâ (a.s); “Onu şimdi yâd et.” dedi. “Ey Mûsâ düşünce yâd edilmez. Ben de mezkûr (zikredilenim) o da mezkûrdur.”

“Zikri zikrimdir, zikrim zikridir. İki (zâkir) zikreden bir arada olur mu?”

Şimdi hizmetim daha sâfîdir, vaktim daha hoştur, zikrim daha celîldir. Çün­kü ben ona kıdemde isteyerek hizmet ettim, şimdi de istekle hizmet edi­yorum. Aramızdan isteği, fayda, zarar, red ve yasağı kaldırdık. Beni uzak­laştırın, beni bulun, beni hayrete düşürün, beni kovun ki belki muhlisler arasına karışırsınız. Beni ebediyyen ateşte yaksanız bile bir başkasına asla secde etmem, hiçbir bedene ve hiçbir şahsa eğilmem. Onun zıddı ve çocuğu olduğuna inanmam. Dâvam sâdıkların dâvâsıdır ve ben sâdıkların sevgisini taşıyorum.”

Ahmed Gazzâlî, Hallâc’dan alıntıladığımız Hz. Mûsâ (a.s) ile İblîs arasındaki bu muhâvereyi küçük değişikliklerle eserinde şöyle zikretmektedir:

“Mûsâ (a.s) İblîsle Tur Dağı’nda karşılaştılar. Mûsâ (a.s): ‘Ey İblîs! Âdem’e ne­den secde etmedin?’ diye sordu. İblîs: ‘Hâşâ ve kellâ! Allah Bir’dir. Ben yedi yüz bin senedir Subbûh, Kuddûs demekteyim. İbadetimin yüzünü ikilik sebebiyle nasıl siyah ederim.’ dedi. Mûsâ (a.s): ‘Ey İblîs emri neden terk ettin?” deyince İblîs: ‘O emr-i ibtilâ idi, eğer emr-i irâde olsaydı ben de tevhîd ehli olurdum” dedi. Şiir:

‘Eğer beni parça parça etseler, kalbim yine de ondan başkasına meyletmez.’

Sen onu görmek istedin ve “kendini bana göster” dedin ve hemen arkasın­dan dağa baktın. Allah’a yemin olsun ki eğer dağa bakmamış olsaydın onu görürdün...  

Ahmed Gazzâlî eserlerinin başka yerlerinde de İblîsle ilgili bir takım görüşlerini ortaya koymaktadır. Meselâ Sevânih’te dile getirdiği:

“Aşkta engin özlemler vardır; âşığın, mâşukun yüce bir niteliğe sahip olmasını özlemesi bundan dolayıdır. Bu bakımdan, vuslat tuzağına düşecek herhangi bir mâşuk mâşukluğa değmez. İşte bu yüzden İblîs’e şöyle denmiştir: ‘Lânetim üzerine olsun!’ (Sad, 38/78). Bu hitap karşısında İblîs: ‘İzzetine yemin olsun ki...’ (Sad, 38/83) diye cevap vermiştir. İşte ben, sendeki bu izzet ve istiğnâyı se­viyorum; zira senin hiç kimseye ihtiyacın yoktur. Hiçbir şey sana uygun ya da denk değildir. Öyle ki eğer denk olsaydı o zaman tam bir izzet ve istiğnâ olmazdı.”

ifadeleri bu cümledendir. Eserlerinde açık bir şekilde İblîs’e övgüde bu­lunduğu ya da olumladığı herhangi bir cümle yoktur. İblîs’le alakalı riva­yetleri örneklerde olduğu gibi İblîs’in sözleriyle dile getirmekte tartıştığı bazı meselelerde delil olarak kullanmaktadır. Açık bir şekilde ifade edil­mese de onun bu konuyu kader çerçevesinde ele aldığı görülmektedir. Sa­tır aralarından İblîs’in takdîr-i ilâhî neticesinde isyan ettiği, hakkındaki hükmün ezelden belirlenmiş ve İblîs’in de bu durumun bilincinde olduğu okunmaktadır. Aslında İblîs’in Hakk’a karşı çıkması konusundaki hakîkati gerçek anlamda temellendirip açıklayan Gazzâlî’nin talebesi Aynu’l-Kudat Hemedânî olacaktır. O, nûr kavramına getirdiği yorumlar ve bu çerçevede ele aldığı “Nûr-i Muhammedî” ile İblîs’in nûru olan “siyah nûr”la alakalı açıklamalarıyla, ayrıca celâl-cemâl sıfatları, hidâyet-dalâlet kavramlarına getirdiği derinlemesine yorumlarla bir bakıma hem Hallâc’ın hem de Ah- med Gazzâlî’nin şârihi olmuştur.

Gazzâlî’nin eserlerinde İblîs hakkında onu öven ya da olumlayan bir ifade olmamasına rağmen kendisinden sonraki bazı kaynakların onu İblîs hakkında taassup sahibi olmak ve onu mazur görmekle suçladıkları zikre- dilmişti.  Bu suçlamalar konusunda aşağıda örneklerde görüleceği gibi Gazzâlî’nin İblîs’in taraftarı olduğu görüşünün mesnetsiz olduğunu söy­lemek gerekir. Fakat onu mazur görme hususundaki suçlamalarda haklı­lık payı olduğu görülmektedir. Kaldı ki kendisinden önce şeyhi Ebûbekir Nessâc’ın şeyhi olan Ebu’l-Kâsım Gürgânî’nin de İblîs hakkında: “Efendiler efendisi ve uzaklaştırılmışların başı (Hâce-i Hâcegân ve ser-i mehcûrân)” şeklinde bir tanımlama getirdiğini Aynü’l-Kudat Hemedânî eserinde zikretmektedir.  Kendisinden sonra da İblîs’le ilgili bu tür bilgi ve rivayetle­rin Attâr’dan Mevlânâ’ya kadar, özellikle aşk ve cezbe neşvesine sahip bazı sûfîler tarafından nakledilmiş olduğu görülmektedir.

Gazzâlî muhaliflerinin onu tenkit ederken dile getirdikleri görüşlerin­den birisi de Gazzâlî’nin: “Tevhîdi İblîsten öğrenmeyen kimse zındıktır.”  

şeklindeki ifadesidir. Kaynaklarda Gazzâlî’ye nisbet edilen böyle bir ibâreye kendi eserlerinde rastlayamadık.  Böyle bir suçlamaya muhatap olmasının sebebi belki de Hallâc-ı Mansûr tarafından dile getirilen: “Gök ehli içinde İblîs gibi bir muvahhid yoktur.”  ifadesinin zaman içinde mu­halifleri tarafından Ahmed Gazzâlî için bir suçlama unsuru olarak kullanıl­mış olma ihtimalidir.

Gazzâlî’nin İblîs hakkında onu öven ya da olumlayan bir tavır içinde olmadığını dile getirmiştik. Eserlerine baktığımızda Gazzâlî’nin çok defa İblîsi zemmettiğini görür; lanetlendiği, kendi enâniyeti sebebiyle reddedil­diği, Âdem’in ondan faziletli olduğu, insanların onun şerrinden ve kötülüklerinden uzak durmaları gerektiği ve şeytana karşı mücadele etmeleriyle alakalı pek çok ifadesine rastlarız.  Kendisine İblîs ve Âdem kıssasından bahsetmesinin sebebi sorulduğunda; “Ben bu konuda sizi kınamıyorum. Bu konuda mâzursunuz. Âdem ve İblîs’in hikâyesini anlatma sebebim yemin olsun ki sizin bu ikisinden birisi olabilme ihtimalinizdir. Allah Kur’ân’da İblîs’in lânetlenip Âdem’in seçildiğini bildirmiştir.”  Başka bir yerde ise sorulan benzer bir soruya; “Sen Âdem ve İblîs hakkındaki kıssayı işittiğin zaman günah işlediğinde sana bir kötülük erişir ve sen İblîs’e iltihak et­miş olursun. Ya da sana bir saâdet ulaşır ve sen Âdem’e katılırsın. Sen bu konuda büyük bir tehlike altındasın. Kim kalbini bu tehlikeden uzak tu­tarsa halleri gâfil olan kimselere çok az benzerlik gösterir. Gaflet de şirkin ikiz kardeşidir. Çünkü peygamberimiz: ‘Gaflet ve şirkten Allah’a sığınırım.’ buyurmuştur. Şimdi bütün bunların faydası olmaz mı?” şeklinde açıklama getirmiştir.  İblîs hakkındaki görüşünü göstermesi bakımından onun şu ifadelerini alıntılamak uygun olacaktır:

“Yemin olsun ki ezelî inâyet ebedî saâdetin, sermedî inâyetin azlığı ise ebedî şakâvetin esasıdır. Fakat sen her ikisinin de alâmetisin. Âdem yaratılmadan ve isyan etmeden önce kıdem sıfatı ebedî kurtuluş için seçkinlik (ictibâ) gemisini hazırlamıştı. ‘Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi. (Tâhâ, 20/122)’. Bu âsi (İblîs) ise yaratılmadan önce dalâlete uğramış olan kimselerdendi. Şimdi bu ikisi hakkındaki hüküm nedir? İkisi de kader sarrafının huzuruna geldiler, taât ve ma’siyetten oluşan hallerinin nakitlerini Hakk’ın mihengine arz ettiler. Bu âsî (İblîs) kibirlendi ve cehenneme gönderil­di, bu iyi olan (Âdem) ise Hakk’ın hazinesine (cennete) gönderildi.”

Başka bir yerde ise şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Her testi içindekini sızdırır. Mazurdurlar fakat özürleri yoktur (kabul edil­memiştir). İblîs’in nakdi arz edildi ki bu yedi yüz bin senedir dile getirdiği “Subbûhi Kuddûs” zikriydi. ‘Ben ondan hayırlıyım. (A’râf, 7/12)’ dedi. Ona de­nildi ki; ‘sen bu tesbîhi kendin için mi yoksa Allah için mi yaptın?’ Sonra Âdem takdim edildi, O ise; ‘Rabbîmiz, biz kendimize zulmettik. (A’râf, 7/23)’ dedi. İblîs’e; ‘Bu iki ifadeyi de mütalaa et! Sen rubûbiyet iddiasında bulundun. Bu miskîn (Âdem) ise ubûdiyet zilletini tercih etti. Doğrusu, bulutumuz küçükler ve zillet içinde olanlardan başkasının üzerine yağmaz.”

Eserlerinin farklı yerlerinde buna benzer ifadeler pek çoktur. Onun İblîs hakkında olumlu sayılabilecek bir görüşü vardır ki o da zikredildi- ği gibi onun ezelî bir takdir çerçevesinde yoldan çıkıp dalâlete uğramış olduğudur. Bu da zikrettiğimiz gibi Hakk’ın “Hâdi” ile “mudil”, “cemâl” ile “celâl” sıfatlarının âlemdeki tecellîleriyle alakalı bir durumdur. Bura­dan hareketle onu İblîs taraftarı olarak görmek, İslâm, ibâdetler, ihsân, ihlâs vb. konularındaki görüş ve ifadelerini görmezlikten gelmek çok da hakkâniyete uygun bir durum olmasa gerektir.

Ahmed Gazzâlî her ne kadar daha çok zâhir âlimleri tarafından eleştirilmişse de onu eleştiren sûfîler de olmuştur. Bu konuda öne çıkan isimlerden en önemlisi Hâce Yûsuf Hemedânî (ö. 535/1140)’dir. Kay­naklarda Hemedânî’nin kendisi hakkında olumsuz görüşlere sahip olduğu ve onun için “Ahmed Gazzâlî tarîkatı kirletmiştir.” dediği nak­ledilmektedir. Hemedânî’nin bir defasında Gazzâlî’nin sözünü işitin­ce “Sözü parlak bir ateş gibi, fakat Rabbânî değil şeytânî bir ateş. Din elinden gitmiştir, dünya da ona bâkî kalacak değildir.” dediği rivayet edilir.  Necmeddîn-i Râzî’nin aktardığı bir anekdot ise Hemedânî’nin, Gazzâlî’yi yolun henüz başında mübtedi tarîkat çocuklarına benzettiği­ni göstermektedir.  

Ahmed Gazzâlî zâhir âlimleri içinde en çok İbnü’l-Cevzî’nin tenkit ve suçlamalarına maruz kalmıştır. Ondan başka Gazzâlî’yi eleştirenler ara­sında hadis âlimi ve târihçi Ebü’l-Fazl Muhammed İbn Tahir el-Makdîsî (ö. 507/1113) , yine bir hadis âlimi ve târihçi Hâfız ez-Zehebî (ö. 748/1348), hadis ve fıkıh âlimi İbn Hacer el-Askalânî (ö.852/1449) gibi isimler zikredilebilir.

b. Ahmed Gazzâlî’yi Savunanlar

Ahmed Gazzâlî’yi eleştirip itirazlar yönelten kimseler olduğu gibi kendi­si hakkında hüsnü zanla hareket ederek onu savunan kimseler de vardır. Başta Ebû Hâmid olmak üzere talebeleri ve sonraki dönemde yaşayan sûfîler ve bazı tarihçiler kendisi hakkında müsbet ifadeler kullanmışlardır. Bu anlamda Muhammed Gazzâlî kardeşi Ahmed hakkında olumlu görüş­ler serdetmiştir. Rivayete göre Muhammed Gazzâlî kardeşinden kendi­sine intikal eden bazı ifadeleri incelediğinde şaşkınlığını gizleyemeyerek “Sübhanallâh! Bizim aradığımızı Ahmed bulmuş” diye cevap vermiştir.  Bu anlamda yine onun “Bizim tahsil ve çalışma yoluyla bulduğumuzu Ah­med riyâzet yoluyla elde etmiş” dediği aktarılmaktadır.

Ahmed Gazzâlî’nin bir diğer müdâfii önemli mürîdi ve talebe­si Aynü’l-kudat Hemedânî’dir (ö. 525/1131). Kendisiyle tanıştıktan sonra hayatının seyri değişen Aynü’l-kudat, eserlerinin çeşitli yerle­rinde kendisi hakkında senâ dolu ifadeler kullanmaktadır. Zübdetü’l- hakâik adlı eserindeki ifadeleri hem Ahmed Gazzâlî ile tanışması, hem onun hakkındaki düşüncelerini göstermesi hem de İmam Muhammed Gazzâlî’nin eserlerinin kendisine kifâyet etmediğini dile getirmesi bakımından önemlidir: “Zâhirî ilimlerdeki dedikodulardan bıktıktan sonra Huccetü’l-İslâm’ın eserlerini incelemekle meşgul oldum. Bu işe dört yıl devam ettim. Maksudumu oradan hâsıl ettim. Maksûduma eri­şip vâsıl olduğumu zannettim. Neredeyse ilim talebinden vazgeçecek, elde ettiğim ilimlerle iktifa edecektim. Bir yıl kadar bu şekilde kaldım.

Sonra ansızın Seyyidim, Efendim, Şeyhü’l-imâm, Sultânu’t-tarîkat Ah­med bin Muhammed Gazzâlî (k.s.) memleketim olan Hemedân’a teşrif ettiler. Sohbetlerine devam ettiğim yirmi gün içinde bende öyle bir hâl zâhir oldu ki ne benden ne de isteklerimden hiçbir şey kalmadı.”

Aynü’l-kudat Hemedânî aynı eserin başka bir yerinde Şeyh Ahmed Gazzâlî’nin kendisi için Hakk’ın bir lütfu olduğunu, onu tanımış olmanın kendisini zemîme sıfatlardan, zâhirî ilim ve aklın hapsinden kurtardığını zikretmekte ve bunun için Hakk’a şükretmektedir.  Hemedânî diğer bir eserinde Ahmed Gazzâlî’yi râsih âlimler içinde göstermekte,  başka bir yerde ise onu ve Muhammed Gazzâlî’yi “büyükler” sözüyle anmaktadır.  Abdurrahman Câmî de Aynü’l-kudat’ın bir sözünü naklederek sûfîler zümresi içinde zâhirî ilimleri bilen kimselerin az olduğunu söylemekte, Gazzâlî kardeşlerin zâhirî ilimler içindeki yerine ve Ahmed Gazzâlî’nin zâhirî ilimlere olan vukûfiyetine dikkat çekmektedir.

Ahmed Gazzâlî’nin savunucularından bir diğer isim önemli bir ta­rihçi olan İbnü’l-Esîr’dir (630/1233). Meşhur el-Kâmil fi’t-târih adlı eserinde İbnü’l-Cevzî’nin Ahmed Gazzâlî’yi pek çok sebepten dolayı zemmettiğini, eserlerinde ve vaâzlarında sahih olmayan hadisler kul­lanmakla suçladığını belirterek onun bu konuda iftirada bulunduğunu söylemekte ve bizzat İbnü’l-Cevzî’nin eserlerinde ve konuşmalarında benzer pek çok rivâyet kullandığını hatırlatmaktadır. Ardından bi­raz da sitem dolu ifadelerle her vakit Ahmed Gazzâlî’ye nisbet edilen kötülüklerin dile getirildiğini ve sanki anlatılacak hiç iyi bir yönünün bulunmadığından şikâyet etmektedir. Bu anlamda İbnü’l-Esîr, Ahmed Gazzâlî hakkında dile getirilen bu görüş ve düşüncelerin kötü niyet ta­şıdığını ve maksatlı yapıldığı inancındadır.  İbnü’l-Esîr haricinde yine bazı kaynaklarda kendisi hakkında bilgi verilirken “zâhid imâm, amel sahibi âlim, açık kerâmetler sahibi, yol gösterici, alanındaki şöhreti ta­rif ve tavsîften vâreste...”;  “sûfî, âlim, ârif...”;  “vâizlerin büyükle­ rinden, kerâmet ve işâret sâhibi...”  şeklindeki ifadelerle tarif edildi­ğini belirtmek isteriz.

Şems-i Tebrîzî ve Mevlânâ Celâleddîn de Ahmed Gazzâlî hakkında olumlu düşünen ve kendisini öven sûfîlerdendir. Şems-i Tebrîzî’nin onun hakkındaki tartışmalara yaklaşımı daha önce zikredilmişti. Şems-i Tebrîzî şöyle demektedir:

“Allah rahmet etsin Ahmed Gazzâlî ile iki kardeşi temiz bir soydan idiler. Her biri kendi ilim dallarında eşsiz kişilerdendi. Muhammed Gazzâlî özellikle türlü ilimlerde eşsizdi. Yazdığı eserler güneşten daha parlaktır. Bunu Mevlânâ da bilir. Kardeşi Ahmed Gazzâlî ise ilâhî bilgilerde, mârifet ve irfân konusunda parmakla gösterilenlerin sultanı olmuştu.”

Hz. Mevlânâ’dan aktarılan şu ifadeler onun Gazzâlî kardeşler hakkın- daki düşüncesini değerlendirme bakımından önemlidir. Eflâkî Ariflerin Menkıbeleri (Menâkıbü’l-Ârifîn) adlı eserinde şöyle demektedir:

“Yine (Hz. Mevlânâ) buyurdular ki ‘İmam Muhammed Gazzâlî (r.a.) bu dün­yada ilim deryasını altüst etmiş, ilim bayrağını açıp bütün dünyanın kendisine uyduğu bir kimse ve bütün insanların bilgini olmuştur. Eğer onda Ahmed Gazzâlî gibi aşktan bir zerre olsaydı, daha iyi olurdu ve Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yakınlık sırrını Ahmed gibi bilirdi. Çünkü dünyada aşk gibi bir üstad, bir mürşid ve insanı doğru yola ulaştıran bir kimse yoktur.’”  

Sonuç

Tasavvuf tarihinde oldukça etkili ve önemli sûfîlerden birisi olan Ahmed Gazzâlî hakkında özellikle Türkçede yeterli akademik çalışmanın yapılma­dığını söylemek gerekir. Oysaki tasavvuf tarihinde irfân ve aşk yönüyle Muhammed Gazzâlî’den bile önemli olduğu ilgili literatürü çalışanlarca dile getirilmiştir. Hayatı tetkik edildiğinde eserleri, mürid ve talebeleriyle tasavvufî geleneğin aktarılmasında önemli bir yere sahip olduğu anlaşıl­makta, pek çok büyük tarîkat silsilelerinde yer almaktadır. Başlangıçta ta­savvufun daha çok halvet ve uzlet tarafına meyletmişken sonraları aşk ve cezbe yolunu seçerek “saf aşkın üstadı” haline gelmiştir. Bu bağlamda ka­leme aldığı Sevânih adlı eseri tasavvufta saf aşkı dile getiren ilk eser olma özelliğine sahiptir. İlk dönemlerden itibaren bazı görüş, ifade ve uygula­ maları sebebiyle şiddetli tenkitlere maruz kalmışsa da eserleri incelen­diğinde görüş ve ifadelerinin bu denli tenkit ve eleştirileri hak etmediği, muarızlarının bu konuda mübalağa içinde oldukları görülür. Fıkıhta Şâfiî itikâdda Eş’arî olan müellifin, aşk ve cezbe özelliği ile ön plana çıkmakla birlikte kendisinde Bağdat mektebinin sahv ve temkin anlayışını barındır­dığını belirtmek gerekir. İyi bir vâiz ve hâtip olduğu anlaşılan Gazzâlî’nin eserlerinde bu özelliğini görmek mümkündür. Tasavvufun çeşitli konula­rını içeren küçük hacimli eserlerinde cümleler kısa, ifadeler çarpıcı ve öz fakat muhtevâ derinliklidir.

Kaynakça

Abdulhüseyn Zerrînkûb, Custücû der Tasavvuf-i Îrân, Tahran: Müessese-i İntişârât-ı Emîr Kebîr, 1390.

Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns min hadarâti’l-kuds, Evliyâ Menkıbeleri, trc. ve şerh. Lâmi’î Çelebî, haz. Süleyman Uludağ - Mustafa Kara, İstanbul: Mârifet Yay., 2008.

Ahmed Gazzâlî, Aşkın Halleri Sevânihü’l-Uşşâk, trc. Turan Koç - M. Çetinkaya, İstanbul, 2004.

, Sevânih (Mecmua’-i Âsâr-ı Fârsî içinde), haz. Ahmed Mücâhid, Tahran: İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, 1388.

, et-Tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, tahk. Ahmed Mücâhid, Tahran: İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, 1384.

____ , Mecâlis, tahk. Ahmed Mücâhid, Tahran: İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, 1389.

, Pendnâme (Mecmû’a-iÂsâr-ı Fârsî içinde).

, Ayniyye (Mecmû’a-iÂsâr-ı Fârsî içinde).

, Nâmehây-ı Ahmed Gazzâlî (Mecmû’a-iÂsâr-ı Fârsî içinde).

Ahmed Mücâhid, Mecmua-i Âsâr-ı Fârsîyy-i Ahmed-i Gazzâlî, Tahran: İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, 1388.

Ahmed b. Osman Zehebî, Târîhü’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşâhir ve’l-a’lâm, tahk. Ömer Abdüs- selam Tedmîrî, Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, 1993.

, el-İber fî haberi men gaber, tahk. Ebû Hacer Muhammed Zaglul, Beyrut [t.y.].

Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul: MEB Yay., 1995.

Ali el-Yemânî Yafiî, Mir’atü’l-cenân ve ibretü’l-yakzân fî marifeti havâdisi’z-zamân, tahk. Halîl el-Mansûr, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1997.

Aynü’l-Kudat Hemedânî, Zübdetü’l-hakâik, tash. Afîf Useyrân, trc. Mehdi Tedeyyün, Tah­ran, 1389.

, Temhîdât, tahk. Afîf Useyrân, Tahran 1370.

, Nâmehâ-yı Aynü’l-kudât Hemedânî, tahk. Ali Nâki Münzevî - Afîf Useyran, Tahran 1387

Behrûz Sâhib İhtiyârî, “Nakdî ber Mecmü’a-i Âsâr-ı Fârsiyy-i Ahmed-i Gazzâlî”, Keyhân-ı Endîşe: Mecmu’a-ı Felsefe, Kelâm u İrfân, sayı: 43, 1371.

Ebû Hâmid Muhammed Gazzâlî, el-Munkız mine’d-dalâl, tahk. Abdulhalîm Mahmûd, Mısır [t.y.].

Ebu’l-Kâsım er-Râfi’î el-Kazvînî, et-Tedvîn fîAhbâri Kazvîn, tahk. Azîzullah Atâridî, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1987.

Fahreddîn-i Irakî, Lemaât Aşk Metafiziği, haz. Ercan Alkan, İstanbul: Hayy Kitap, 2012.

Hallâc el-Mansûr, Tavâsin (Mecmu‘a-i Âsâr-ı Hallâc içinde), tahk. ve trc. Kâsım Mir Âhûrî, Tahran 1389.

İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, tahk. Muhammed Abdulkadir Atâ- Mustafa Abdulkadir Atâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1992.

, el-Kussâs ve’l-müzekkirîn, tahk. Muhammed Lütfî Sabbâğ, Beyrut: el-Mektebü’l- İslâmî, 1977.

, Telbîsü İblîs, Beyrut 2001.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, tahk. Ömer Abdusselâm Tedmîrî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l- Arabî, 1997.

İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-mîzan, Beyrut 1971.

İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân ve enbâu ebnâi’z-zamân, tahk. İhsan Abbâs, Beyrut: Dâru’s- Sâdır, 1996.

İbn Kesîr, el-Bidâye ven-nihâye, tahk. Ali Şîrî, Beyrut: Dâr-u İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1988.

İbn Müstevfî, Târîhu Erbil, tahk. Sâmî b. Seyyid Hammâs es-Sakkar, Irak 1980.

İbnü’l-Mulakkîn, Tabakâtü’l-evliyâ, tahk. Nureddin Şerîbe, Kahire: Mektebetü’l-Hancî, 1994.

İbnü’s-Salâh Şehrezûrî, Tabakâtul-fukahâi’ş-Şâfiiyye, tahk. Muhyiddîn Ali Necîb, Beyrut 1992.

İzzeddîn Mahmûd Kâşânî ve diğerleri, Şurûh-i Sevânihü’l-Uşşâk (Penç Şerh ber Sevânihü’l- Uşşak-ı Ahmed-i Gazzâlî), tahk. Ahmed Mücâhid, Tahran: Müessese-i İntişârât-ı Dânişgâh-ı Tahran, 1388.

Kâtip Çelebî, Keşfü’z-zünûn an esâmîi’l-kütüb ve’l-fünûn, Bağdat: Mektebetü’l-Müsennâ, 1941.

Mansur el-Mervezi Sem’ânî, et-Tahbîr fi’l-mucemi’l-kebîr, tahk. Münîre Nâci Sâlim, Bağdat 1975.

Murtezâ Zebîdî, İthâfü’s-sâdeti’l-muttakîn bi-şerhiİhyai ulûmi’d-dîn, Mısır [t.y].

Nasrullah Pûrcevâdî, “Ahmed Gazzâlî”, Âşinâyân-ı Reh-i Aşk içinde, haz. Muhammed Rıza İsfendiyâr, Tahran: Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî, 1384.

Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İstanbul: İnsan Yay., 2012

Pervîz Atâbekî, “Nakd ü Berresî Kitâb-ı Ferzân: Bahru’l-hakîka ez Şeyhü’l-Meşâyıh Ahmed Gazzâlî Nîst”, Buhârâ Mecelle-i Ferhengîyü Hünerî, sayı: 3, 1377.

Rûzbihân Baklî, Şerh-i Şathiyyât, haz. Henry Corbin, Tahran: İntişârât-ı Tahûrî, 1389/2010.

Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdülkâfî Sübkî, Tabakâtuş-şâfiiyyeti’l-kübrâ, tahk. Mahmûd Muhammed Tenâhî-Abdulfettâh Muhammed el-Hulv, 1992.

Sâdık Vicdânî, Tarîkatlar ve Silsileleri, Tomâr-ı Turûk-i Aliyye, haz. İrfan Gündüz, İstanbul: Enderûn Kitabevi, 1995.

Safedî, el-Vâfîbi’l-Vefayât, tahk. Ahmed Arnâvut, Beyrut 2000. Seyyid Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, trc. Ali Ünal, İstanbul: İnsan Yay., 1985.

, “Kuşların Vahdete Uçuşu Attar’ın Mantıku’t-Tayrı Üzerine Düşünceler”, trc. İbra­him Kalın, İslam Felsefesinde Sembolik Hikâyeler 1 içinde, İstanbul: İnsan Yay., 1997. Süleyman Gökbulut, Necmeddîn Kübrâ ve Kübrevîlik, Doktora Tezi, DEÜSBE, İzmir 2009.

, “Ebu’n-Necîb Ziyâüddin es-Sühreverdî ve Âdâbü’l-Mürîdîn Adlı Eseri”, DEÜİFD, XXVIII, 2008, s. 135-152.

Şâh Ni‘metullah-ı Velî, Dîvan-ı Şâh Nimetullah, Tahran: Müessese-i İntişârât-ı Nigâh, 1391. Şems-i Tebrîzî, Makalât, trc. Osman Nuri Gençosman, İstanbul: Ataç Yay., 2013.

Zekeriya Mehmûd el-Kazvînî, Âsârü’l-bilâd ve ahbârü’l-ibâd, Beyrut: Dâru Sadır, [t.y.].

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to