HERBERT MARCUSE
Freud Üzerinde Felsefi Bir Araştırma
Çeviren: SEÇKİN ÇAĞAN
İSTANBUL
SOFIE MARCUSE'NİN
ANISINA
1901 — 1951
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Giriş
Bölüm : GERÇEKLİK İLKESİNİN EGEMENLİĞİ
ALTINDA
1.
Psikanalizin Gizli Yönü
Haz İlkesi ve Gerçek İlkesi Genetik ve Bireysel Baskı Uygarlıkta «Baskı
altına alınmış olanın yeniden ortaya çıkışı»
Uygarlık ve İstek : Fedakârlığın
rasyonalizasyonu
Kurtuluş Aracı Olarak «Geçmiş Şeylerin
Anımsanması»
2.
Baskı Altına Alınmış Bireyin Kaynağı (Ontogenesis)
Karşıtların Dinamik bir Birliği olarak Ansal Cihaz
Freud'un İçgüdüjer Teorisinde Evreler İlkel İçgüdülerin Ortak Tutucu Yapısı
Nirvana İlkesinin Olasılı Üstünlüğü İd, Ego, Superego
Aklın (psişin) Maddeleşmesi
Superegonun Reaksiyoner Özelliği
Freud'un Temel Kavramının Değerlendirilmesi
Freud'un Psikolojisinde Tarih Yorumunun
Çözümlenmesi
Baskı ile «artık-baskı» Arasındaki Ayrım
Yabancılaşmış Çalışma (Emek) ve Çalışma İlkesi
Cinsiyetin Yönetimi: Haz Üzerine Konan
Tabular
Yoketme İçgüdülerinin Yönetimi
Uygarlığın Öldürücü Diyalektiği
3.
Baskıcı Uygarlığın Kaynağı (Filogenesis) Bireysel Egonun
«İlkel Kalıtımı»
İlkel Yığınlar: Ayaklanma ve Tahakkümün
Yeniden Kuruluşu
Suçluluk Duygusunun İkili İçeriği
Baskı Altına Alınmış Olanın Dinde
Yeniden
Ortaya Çıkışı
Devrimin Başarısızlığı
Baba - İmgelerindeki ve Ana -
İmgelerindeki Değişim
4.
Uygarlığın Diyalektiği
Yokedici Eğilimlere Karşı Güçlendirilmiş
Savunma İhtiyacı
Uygarlığın Yücelme (Süblimasyon) İsteği:
Cinsiyetin Ortadan Kalkışı
Eros'un (Yaşam İçgüdülerinin) Zayıflaması:
Yokedici Eğilimlerin Ortaya Vurulması
Üretimcilikte Gelişme ve Tahakkümde Gelişme
Endüstriyel Uygarlıkta Yoğunlaştırılmış
Denetim ve Baskı
Baba ile Mücadelenin Çöküşü
Superegonun Kişilikten Uzaklaşması, Egonun Kısıtlanması
Yabancılaşmanın Bütünlenmesi
Yerleşik Gerçek İlkesinin Ayrılması
5. Felsefî Ara
Freud'un Batı Felsefesi Geleneğindeki Uygarlık Teorisi
Saldırgan ve Aşamacı Özne Olarak Ego
Tahakküm Mantığı Olarak Logos
Tahakküm Mantığına Karşı Felsefî Protesto
Olmak ve Oluşmak : Aşamaya karşı Süreklilik
Aristoteles, Hegel ve Nietzsche'de Sonsuz Dönüş
Varoluşun Özü Olarak Eros
Bölüm II : GERÇEK İLKESİNİN ÖTESİ
6. Yerleşik Gerçek
İlkesinin Tarihsel Sınırları Kıtlık ve Tahakkümün Eskimişliği
Yeni Bir Gerçek İlkesi Varsayımı Baskıcı Olmayan Topluma Yönelmiş
İçgüdüsel Dinamik
Varsayımı Gerçekleştirme Sorunu
7. Hayal ve Ütopya
Hayale karşı Mantık «Geçmîş»in Sürdürülmesi
Hayalin Gerçek Değeri Baskısız ve Heyecansız
Yaşamın Görüntüsü Yetkin bir
Uygarlıkta Gerçek Özgürlük Olasılığı
Gelişimin Yeniden Tanımlanması Gerekliliği 8. Orpheus ve Narcissus
İmgeleri
Baskıcı Olmayan Uygarlıklardaki İnsan Yaşamı Türleri
Prometheus'a Karşı Orpheus ve Narcissus Eros'un, Mantığın - ölümün -
İstibdatına Karşı Mitolojik Savaşı
İnsan ve Doğanın Duyusal Kültürde Uzlaşması
9. Estetik Boyut
Duyusallığın Bilimi Olarak Estetik Haz ve Özgürlük, İçgüdü ve Ahlâk
Arasında Uzlaşma
Baumgarten, Kant ve Schiller'in Estetik Teorileri
Baskıcı Olmayan Kültürün Öğeleri Çalışmanın Eğlenceye Dönüşümü
10. Cinsiyetin Eros'a
Dönüşümü Tahakkümün Ortadan Kaldırılması
11. Cinsel İçgüdüler
Üzerinde Etki Cinsiyetin Eros'a «Kendi Kendine Yücelişi» Özgür Yücelişe Karşı
Baskı
Baskıcı Olmayan Toplumsal İlişkilerin
Ortaya Çıkışı
İnsan Yeteneklerinin Özgür İşleyişi
Olarak Çalışma
Nefsî Çalışma İlişkilerinin Olasılığı
12. Eros ve Thanatos
Yeni Mantık Fikri: Hoşnutluğun Ussallığı Nefis Ahlâkı
Zamanın Akışına Karşı Savaş
Eros ve Ölüm İçgüdüsü Arasındaki İlişkinin
Değişimi
EPİLOG : NEO-FREUDIAN REVİZYONİZMİN
ELEŞTİRİSİ
AŞK VE
UYGARLIK
ÖNSÖZ
Bu kitap, psikolojik kategoriler
üzerinde duruyor; çünkü bugün, psikolojik kategoriler, siyasal kategoriler
durumuna gelmiştir artık. Bir yanda psikoloji ile öte yanda siyasal ve toplumsal
felsefe arasındaki alışılagelmiş sınır, insanın bugün içinde bulunduğu koşullar
tarafından ortadan kaldırılmıştır. Eskiden bağımsız ve tanımlanabilir olan
psikolojik süreçler, bireyin devlet içindeki fonksiyonu, yani kamu yaşantısı
tarafından massedilmektedir. Bu yüzden, psikolojik sorunlar, siyasal sorunlara
dönüşmekte; kişisel huzursuzluklar, eskisinden çok daha büyük ölçüde, bütünün
huzursuzluğunu yansıtmakta ve kişisel huzursuzlukların giderilmesi, eskisinden
çok daha büyük ölçüde, bütünün huzursuzluğunun ortadan kalkmasına
bağlanmaktadır. Bu çağ, totaliter devletlerin olmadığı yerlerde dahi, totaliter
olma eğilimindedir. Akıl (psyche), kendini kamu gücüne karşı ayakta
tutabildiği, mahremiyet gerçek olduğu, gerçekten istendiği ve kendi kendine
biçimlendiği sürece, psikoloji bir özel düzence (disiplin) olarak geliştirilip
uygulanabilir. Birey, kendi kendisi için varolma yeteneğinden ya da olanağından
yoksun ise, psikoloji terimleri, aklı tanımlayan ve belirleyen toplumsal
güçlerin-, terimleri durumuna gelir. Bu koşullar altında, psikolojiyi,
toplumsal ve siyasal olayların çözümlemesine uygulamak, bu olayların ortadan
kaldırmış olduğu bir yakınlığa parmak basmak demek olur. Oysa yapılan iş,
bunun hemen hemen tersi; yani, psikolojik kavramların, siyasal ve sosyolojik
özünü geliştirmektir.
Bazı temel soruları yeniden formüle
etmeğe ve bunları, henüz bütünüyle araştırılıp açıklanmamış bir yönde izlemeye
çalıştım. Bu araştırmanın bir deneme niteliğinde olduğunu biliyor ve bazı
sorunları, özellikle estetik teorisine ilişkin bazı sorunları, daha etraflı
olarak ilerde ele- almayı umuyorum.
H. M.
GİRİŞ
Sigmund Freud’un, uygarlığın, insan
içgüdülerinin zaptedilmesine bağlı olduğu yolundaki önermesi, hiç tartışmasız
kabul edilmiştir. Ancak, içgüdülerin zaptedüişinin birey üzerindeki acılı
etkisi, kültürün sağladığı yararlara değer mi, değmez mi sorusu fazla ciddiye
alınmamıştır. Üstelik, Freud’un kendisinin bu işlemi kaçınılmaz ve
değiştirilmez olarak görüşü, soruyu daha da önemsiz kılmıştır. İnsanın
içgüdüsel gereksinmelerinin özgürce doygunluğa erişmesi, uygar toplumla
bağdaşamayacak, uz- laşamayacak bir durumdur. Doygunluktan vazgeçme ve
doygunluğu erteleme, gelişimin ön koşullarıdır. Freud, «Mutluluk, bir kültürel
değer değüdir.» der. Mutluluk, tam r gün (fulltime) çalışma düzen- cesine,
tekeşli (monogamik) üreme düzencesine, yerleşik kanun ve düzen sistemine bağlı
olmalıdır. Libidodan metodik olarak fedakârlık etmek, libidoyu kesinlikle,
toplumsal açıdan yararlı eylemlere ve anlatımlara yöneltmek, kültürdür.
Bu fedakârlık karşılıksız kalmamıştır:
uygarlığın teknik açıdan ileri bölgelerinde, doğanın fethi tamamlanmış ve
eskisinden çok sayıda insanın, eskisinden çok sayıda gereksinmesi, eskisinden
çok daha iyi biçimde karşılanmıştır. Ne yaşamın meka- nizasyonu ve
standardizasyonu, ne ansal yoksullaşma, ne de günümüzün giderek artan
yıkıcılığı, Batı uygarlığının gelişimini yönetmiş olan «ilke»nin soruşturulması
için gerekli bir zemin hazırlamışlardır. Üretimciliğin sürekli artışı, herkese
daha da iyi bir yaşam vaadini, hergün biraz daha gerçek durumuna
getirmektedir.
Ancak, görünüşe göre, gelişimin artması
ve yoğunlaşması, özgürsüzlüğün artması ve yoğunlaşması ile bağıntılıdır.
Endüstriyel uygarlık dünyasının her yerinde, insanın insana tahakkümü, giderek
yayılmakta ve etkinleşmektedir. Ve bu eğilim, gelişim yolundaki geçici ve
rastlantısal bir gerileyişe de benzememektedir. Toplama kampları, kitle katliamları,
dünya savaşları ve atom bombaları «yeniden barbarlığa dönüş» değil; modern
bilimin, modern teknolojinin ve modern tahakkümün başarılarının baskı altına
alınmamış gereklilikleridir. Ve insanın insana bağlanması ve de insanın insanı
yok etmesinin en etken biçimi, insanlığın maddî ve entellektüel yeteneklerinin
gerçekten özgür bir dünya yaratmaya yeterli olduğu, uygarlığın doruk
noktasında oluşur.
Bugünkü kültürün bu olumsuz yanları,
yerleşik kuramların artık geçerliliklerini yitirdiğini ve yeni uygarlık kalıplarının
ortaya çıktığını belirlemektedir: Baskı, gereksizleştiği oranda
şiddetlendirüerek sürdürülür. Eğer bu durum, uygarlığın özü için gerekli ise,
o zaman, Freud’un, uygarlığın bunlara değip değmeyeceği sorusu anlamsız olur;
çünkü başka bir alternatif yoktur zaten.
Ancak Freud’un kendi teorisi, uygarlığı
baskı ile tanımlamasını çürütmektedir. Freud’un teorik olgularına dayanarak,
bu sorunun tartışılması yeniden ele alınmalıdır. Özgürlükle baskı,
üretimcilikle yıkıcılık, tahakkümle gelişim arasındaki ilişki, gerçekten
uygarlığın temel ilkesini mi meydana getirir? Yoksa bu ilişki, insan yaşamının
bir belirli tarihsel düzeninden mi doğar? Freudian [Freud ekolüne ait]
terimlerle belirtmek gerekirse; haz ilkesi ile gerçek ilkesi arasındaki
çatışma, insanın içgüdüsel yapısının baskı yoluyla değişimini gerektirecek
ölçüde uzlaşamaz durumda mıdır? Yoksa bu çatışma, özü itibarile değişik bir
yaşam deneyine, insan ve doğa arasında özü itibarile değişik bir ilişkiye ve
özü itibarile değişik yaşantı ilişkilerine dayanan, baskıcı olmayan bir
uygarlık kavramının oluşmasına yol açar mı?
Baskıcı olmayan uygarlık kavramı, soyut
ve ütopik bir spekülasyon olarak ele alınmayacaktır. Bu konudaki araştırmanın
iki somut ve gerçek temele dayandığına inanıyoruz. Bunlardan birincisi,
Freud’un teorik kavramının, yine Freud’un, baskıcı olmayan bir uygarlığın
tarihsel olasılığını sürekli reddetmesini çürütmesi; İkincisi de, baskıcı uygarlık
olgulannm, giderek baskının ortadan kaldırılmasını gerektirecek ön koşulları
hazırlamasıdır. Bu noktalan açıklığa kavuşturmak için, Freud’un teorik
kavramını, kendi sosyo - tarihsel içeriğinin sınırları içinde yeniden
yorumlamaya çalışacağız.
Yapacağımız bu iş, revizyonist neo -
Freudian ekollere karşıtlığı gerektirecektir. Revizyonistlerin tersine olarak,
Freud’un teorisinin, özünde «sosyolojik» (1) olduğuna ve bu özü ortaya
çıkarmak için, herhangi bir yeni kültürel yada sosyolojik yöntemin gerekli
olmadığına inanıyorum, Freud’un «biyolo- jizm»i, neo - Freudian [yeni Freud
ekolleri] ekoller tarafından sürekli olarak hasır altı edilmeye çalışılan bir
derinlik boyutundaki sosyal teoridir. Bu ekoller, gücü, bilinçaltmdan büince,
biyolojik etmenlerden kültürel etmenlere kaydırarak, toplumun içgüdülerde
yatan köklerini keserler ve toplumu, kaynağını ve meşrutiyetini araştırıp
soruşturmaksızm, bireyin karşısına, hazır «çevre» olarak çıktığı düzeyde ele
alırlar. Böylece, bu çevrenin neo - Freudian çözümlemesi, toplumsal ilişkilerin
aldatıcı görünümüne bağlı kalır ve bunların eleştirisi, sadece, yerleşik
kurumlann kesinlikle onaylanmış ve iyice korunmuş alanı içinde devinir. Bunun
doğal sonucu olarak, neo - Freudian eleştiri, kesinlikle ideolojik olarak
kalır: yerleşik düzenin dışında herhangi bir kavramsal temeli yoktur; eleştirici
fikirlerinin ve değerlerinin çoğu, sistemin ortaya koyduğu fikirler ve
değerlerdir. İdealist ahlâk ve din, büyük mutlulukla yeniden canlanırlar: ahlâk
ve dinin, başlangıçta kendi huzursuzluk ve sağlıksızlık iddialarını geri
çeviren psikolojinin sözcüklerde allanıp pullanmaları, kimliklerini resmî
olarak istenen
(1)
Psikanalitik
kavramların sosyolojik niteliği konusunda bakınız: Heinz Hartmann, «The
Application of Psychoanalytic Concepts to Social Science» (Psychoanalytic
Ouarterly Dergisi, Cilt XIX. Sayı 3-Yıl 1950); Clyde Kluckhohn, Mirror for Man;
Heinz Hartmann, Ernst Kris ve Rudolph M. Lovvenstein «Some Psychoanalytic
Comments on ‘Culture and Personality’» (Psychoanalysis and Culture: Essays in
Honor of Geza Roheim adlı yapıttan).
ve reklâm edilen bir tutumla gizler. (2)
Daha da ötesi, uygarlığın tarihsel yapısını yansıtacak en somut görünümlerin,
özellikle revizyonistlerin reddettiği kavramlarda olduğuna inanıyoruz.
Freudian metapsikolojinin hemen tamamı, Freud’un son içgüdüler teorisi,
insanlığın tarih öncesinin yeniden kuruluşu hakkmdaki fikirleri, bu kavramlara
aittir. Freud, bu kavramları, sadece birer çalışma süreci içinde yararlanılacak
varsayım olarak almış; belirsiz ve karanlık sorunların ışığa çıkarılmasında;
teorik olarak bağlı olmayan kavramlar arasında deneme niteliğinde bağlar
kurulmasında bunlardan yararlanmış ve bu kavramları, daima düzeltüebilir ve
psikanalitik teori ve pratiğin gelişiminde yararlı olmadıkları anda da
vazgeçilebilir kavramlar olarak düşünmüştür. Psikanalizin Freud sonrası
gelişiminde, bu metapsikoloji, hemen tamamen saf dışı edilmiştir. Psikanaliz,
toplumsal ve bilimsel açıdan itibar kazandıkça, kendini uzlaştırıcı
spekülasyonlardan kurtarmıştır. Bunlar, gerçekten ve hem de pek çok anlamda
uzlaştırıcı spekülasyonlardı: bunlar, sadece klinik gözlemi ve iyileştirici
(terapötik) yararlılık alanını aşmakla kalmamışlar; insanı, toplumsal
tabulara, Freud’un eski «salt - cinsiyet» (pan - seksüalizm) görüşünden daha
saldırgan olan terimlerle, yani, uygarlığın patlayıcı temelini açığa vuran
terimlerle tanımlamışlardır. Şimdi ele alacağımız konu ile, psikanalizin
(kendi içinde dahi) tabulaştırıl- mış kavramlarını, uygarlığın temel
eğilimlerini tanımlamak için kullanmaya çalışacağız.
(2)
Neo-Freudain
revizyonizm konusunda daha ayrıntılı bilgi için, Epilog’a bakınız.
Bu yazının amacı, psikanalizin kendisine
değil, psikanaliz felsefesine yararlı olmaktır. Bu yazı, büyük ölçüde teori
alanında kalacak ve psikanalizin bugünkü oluşumu olan teknik düzencenin
dışında yürüyecektir. Freud, sözcüğün dar anlamı ile bir insan teorisi, bir
«psiko-loji» meydana getirmiştir. Freud, bu teori ile kendisini, felsefenin
büyük geleneği içine yerleştirmiş ve felsefî ölçüye girmiştir. Freud kavramlarını,
düzelterek yada geliştirerek yorumlamakla değil; bu kavramaların felsefî ve
toplumsal anlamlan ile ilgileniyoruz. Freud, bilinçli olarak, felsefesini,
biliminden ayırmış ve neu-Freudian ekol, bu felsefenin büyük bölümünü
yadsımıştır. İyileştirici (terapötik) nedenlere dayanarak yapılacak böyle bir
yadsıma, haklı görülebilir. Ancak, bireysel hastalıkları iyileştirmeye değil,
genel bozukluğu teşhise yönelen bir teorik kuruluşun gelişimini, hiçbir
iyileştirici uslamlamanın (muhakemenin) baltalamaması gerekir.
Terimler üzerinde, birkaç ön açıklama
yapmayı gerekli buluyorum.
«Uygarlık», Freud’un «Uygarlık ve
Tatminsizlikleri» (Civilization and Its Discontents) adlı yapıtında olduğu
gibi, «kültür» terimi ile değiştirilerek kullanılmıştır.
«Baskı» ve «baskıcı» terimleri, teknik
anlam dışında, hem bilinçli ve hem de bilinçsiz, hem iç ve hem de dış baskı,
zorlama ve kısıtlama anlamlarında kullanılmıştır.
«İçgüdü» terimi, Freud’un Trieb görüşü
uyarınca, insan organizmasının, tarihsel değişimlere bağlı ana «itişleri
anlamındadır. Bu itiler, bedenî olduğu kadar, ansal olarak da simgelenirler.
BİRİNCİ BÖLÜM
GERÇEKLİK
İLKESİNİN EGEMENLİĞİ
ALTINDA
— I —
PSÎKANALÎZÎN
GİZLÎ YÖNÜ
Freud teorisinden çıkan insan kavramı,
Batı uygarlığının en çürütülmez suçlanışı ve aynı zamanda, en sarsılmaz
savunusudur. Freud’a göre, insanın tarihi, insan baskısının tarihidir. Kültür,
insanın sadece toplumsal değil, aynı zamanda biyolojik yaşamını da kısıtlar
ve insan varlığının sadece bazı bölümlerini değil, içgüdüsel yapısının
bütününü bastırır. Ancak, böylesi bir baskı, gelişimin ilk koşuludur. İhsanın
temel içgüdüleri, kendi doğal hedeflerini izlemekte özgür bırakılsalar,
sürekli birlik ve beraberlikle uzlaşamazlar. Bu içgüdüler bir noktada
birleşseler dahi, kendi kendileri bu birliği bozarlar. Denetim altında olmayan
Eros, ölümcül karşılığı olan Ölüm içgüdüsü kadar öldürücü olabilir. Bu
içgüdülerin, yokedici güçleri, kültürün sağlayamayacağı bir doygunluğun, bir
hoşnutluğun peşinde olmalarıdır. Sürekli olarak böyle bir doygunluğu arar ve
bunu bir amaç edinirler. Bu yüzden, içgüdüler, hedeflerinden saptırılmalı,
amaçlarından uzaklaştı- rılmalıdırlar. Uygarlık, temel hedeften, yani ihtiyaçların
karşılanmasından fedakârlık edildiği zaman başlar.
içgüdülerin gösterdiği değişim,
uygarlıkta, ansal cihazın gösterdiği değişimdir. Hayvansı itüer, dış gerçeğin
etkisiyle insan içgüdülerine dönüşür. Bunların, organizma içindeki asıl
«yerleri» ve temel yönleri değişmez. Ancak hedefleri ve kendilerini ortaya
koyuş biçimleri değişir. Psikanalitik kavramların tümü (yücelme, özdeşleşme,
tasarım, baskı, içe dönüş), içgüdülerin değişebilirliğini gösterirler, içgüdülere,
ihtiyaçları ve doygunlukları kadar, biçim veren bir gerçek de, sosyo - tarihsel
dünyadır. Hayvan evresindeki insan, yapısında oluşacak ve sadece içgüdüsel
hedeflerini değil, içgüdüsel «değer»lerini de etkileyecek, yani hedeflerin
belirlenmesine yön veren ilkeleri etkileyecek temel bir değişim geçirdikten
sonra, insan evresine gelebilir, içgüdüleri yöneten değerler sistemindeki
değişimi şöyle tanımlayabiliriz:
Freud bu değişimi, haz ilkesinin
gerçeklik ilkesine dönüşümü olarak tanımlamıştır. «Ansal cihazın», bu iki
ilkenin terimlerile tanımlanması, Freud’un teorisinin temelini meydana getirir
ve ikili kavramların tüm değişmelerine karşın, temeli olmakta devam eder. Bu
tanım, büyük ölçüde (tamamen değil) bilinçsiz ve bilinçli işlemler arasındaki
ayrımı karşılar. Birey, sanki iki boyut içinde ve değişik ansal süreçler ve
ilkeler tarafından nitelenerek varolur. Bu iki boyut arasındaki ayrım, yapısal
bir ayrım olduğu kadar, bir genetik - tarihsel ayrımdır: Haz ilkesiyle
yönetilen bilinçsiz davranışlar, «eski ve başlangıçtaki ilkel süreçleri;
gelişmede bilinçsiz davranışların, tek ansal işlem olduğu, bir evrenin kalıntılarını»
kapsarlar. Bunlar, «haz almak»tan başka birşey aramazlar ve ansal eylem,
«hoşnutsuzluk (acı) doğurabilecek tüm işlemlerden sıyırır kendini.» (3) Ancak,
kısıtlanmamış haz ilkesi, doğal ve insancıl çevre ile çatışmaya düşer. Birey,
ihtiyaçlarının tamamen ve acıya meydan vermeden karşılanmasının olanaksız
olduğunu, acı çekerek anlar. Ve bu düş kırıklığı deneyinden sonra, ansal
işlemin bir başka ilkesi güç kazanmaya başlar. Gerçeklik ilkesi, haz ilkesini
geride bırakır: însan, anlık, kuşkulu ve yıkıcı hazdan vazgeçip, ertelenmiş,
kısıtlanmış, ama «güvenli» hazza yönelmeyi öğrenir. (4) Fedakârlık ve
kısıtlama sonunda kazanılan bu süreklilik yüzünden, Freud, gerçeklik ilkesinin
haz ilkesini «tahtından indirmek» yerine «güvene aldığını» ve «yadsımak»
yerine «değiştirdiğini» ileri sürer.
Mamafih, psikanalitik yorum göstermiştir
ki; gerçeklik ilkesi, hazzın sadece kalıbı ve süresinde değil, özünde bir
değişimi gerektirmektedir. Hazzın, gerçeklik ilkesine uydurulması, içgüdüsel
doygunluğun yıkıcı gücünün, yerleşik toplumsal düzgüler ve ilişkilerle
uyuşmazlığının bastırılmasını ve başka bir yöne çevrilmesini; bunun doğal
sonucu olarak da, hazzın kendisinin bir başka nitelik almasını gerektirir.
(3)
Collected
Papers, Cilt IV, Sf. 14’teki «Formulations Regard- ing the Two Principles in
Mental Functioning» (Yayıncının izniyle iktibas edilmiştir.)
(4)
Aynı
yapıt, Sf. 18.
Haz ilkesi altında, hayvansı içgüdüler
yığınından pek farklı olmayan insan, gerçeklik ilkesinin kurulmasıyla,
örgütlenmiş bir ego durumuna gelmiştir. İnsan, «yararlı olanı» ve kendine yada
hayatî çevresine zarar vermeden elde edilebilecek olanı arar. İnsan,
gerçeklik ilkesinin yönetimi altında, mantık fonksiyonunu geliştirir: Gerçeği
«denemeyi», iyiyle kötü arasında, doğru ile yanlış arasında, yararlı ve
zararlı arasında ayrım yapmayı öğrenir. Dikkat, bellek ve yargı yetenekleri
edinir. Kendisine dış güçler tarafından kabul ettirilen bir ussallığa bağlı,
bilinçli ve düşünen bir özne durumuna gelir. Sadece bir tek düşünce - eylemi
kalıbı, ansal cihazın yeni örgütünün «dışında» kalır ve gerçeklik ilkesinin
yönetimine girmeme özgürlüğünü sürdürür: Hayal
(fantazi), «kültürel
değişikliklerden korunur» ve haz ilkesine bağlı kalır. Bunun dışında, ansal
cihazın tümü, etken biçimde gerçeklik ilkesine bağlanır. Haz ilkesinin
üstünlüğü döneminde, «ansal [zihnî] cihazı, uyarma birikimlerinden kurtarmaya
yarayan» «devimsel - boşalımsın [motor - discharge -ha- rekî boşalma] görevi,
bu kez «gerçeğin gerektiği gibi değiştirilmesi»ne yarar; yani eyleme dönüşür.
(5)
însan isteklerinin ve bunların
karşılanması yollarının alanı, böylece büyük ölçüde genişlemiş olur ve
insanın, gerçeği, «yararlı olan» uyarınca değiştirebilme yeteneği,
doygunluğunu engelleyen dış baskıların giderek kalkacağını gösteren bir
belirti sayılabilir. Ancak, ne istekleri, ne de gerçeği değiştirmesi artık
kendinin olmaktan çıkar: Bunlar, toplum tarafından «düzenlenirler». Ve bu
«düzenleme», ki-
(5)
Aynı
yapıt: Sf. 16.
sinin kendi, temel içgüdüsel
ihtiyaçlannı bastınr ve niteliklerini değiştirir. Eğer özgürlüğün ilk örneği
baskının yokluğu ise; o zaman uygarlık, bu özgürlüğe karşı savaş demektir.
Haz ilkesinin yerine gerçeklik ilkesinin
geçişi, insanın gelişiminde, bireyin (ontogenesis) olduğu kadar, türün
(philogenesis) gelişiminde büyük iz bırakan [Travmatik] olaydır. Freud’a göre
bu olay, bir tek defa değil; insanlık tarihinde ve her bireyin yaşantısında
defalarca oluşagelen bir olaydır. Bu olay, filogenetik olarak, ilk göçebe klanda, klan başkanı o- lan babanın, gücü ve hazzı kendi tekeline alıp,
oğullarını fedakârlık [renunciation] etmeye zorlamasıyla ilk kez ortaya çıkar.
Ontogenetik olarak ise, ilk kez çocuklukta meydana gelir ve gerçeklik ilkesine
boyun eğme zorunluluğu, ana, baba yada öteki eğiticiler tarafından yaratılır.
Ancak, hem tür olarak, hem birey olarak, bu boyun eğiş, sürekli yinelemelerle
ortaya konur. Klan başkanı babanın yönetimini, ilk başkaldırmadan sonra,
oğulların yönetimi izler ve kardeşler klanı, kurumlaşmış toplumsal ve siyasal
tahakküm biçiminde gelişir. Gerçeklik ilkesi, bir kurumlar sistemi içinde
gerçekleşir. Ve böylesi bir sistem içinde yetişen birey, gerçeklik ilkesinin
gerekliliklerini, kanun ve düzeni öğrendiği gibi öğrenir; sonra da bu
öğrendiklerini, kendinden bir sonraki kuşağa devreder.
Gerçeklik ilkesinin, insan gelişiminde,
sürekli olarak yeniden kurulması durumu, bu ilkenin, haz ilkesi üzerindeki
zaferinin mutlak ve sağlam olmadığını gösterir. Freud’un görüşüne göre,
uygarlık, bir «doğal durumu» hiçbir zaman, bir kerede ve mutlak olarak sona
erdirmez. Uygarlığın üstesinden geldiği ve bastırdığı şeylerin tümü, yani haz
ilkesinin istekleri, uygarlığın kendi içinde varlıklarını sürdürürler. Bilinç
dışı [lâşuuri], yenik haz ilkesinin hedeflerini silip atmaz. Dış gerçeğin
uzaklaştırdığı ve bu gerçeğe ulaşamayacak durumda olan haz ilkesinin bütün
gücü, sadece bilinç dışında varlığım sürdürmekle kalmaz, aynı zamanda, kendisine
üstün gelmiş olan gerçeği çeşitli yollarla etkiler. «Baskı altına alınmış
olanların yeniden ortaya çıkışı», uygarlığın tabulaştırılmış ve gizlenmiş
tarihini meydana getirir. Ve bu tarihin araştırılması, sadece bireyin değil,
uygarlığın da gizini açığa vurur. Freud’un bireysel psikolojisi, özü itibarile
toplumsal psikolojidir. Baskı, bir tarihsel olgudur. İçgüdülerin, baskıcı
denetime etken biçimde bağlanma zorunluluğunu doğa değil, insanlar yaratır.
Klan başı olan baba, tahakkümün ük örneği olarak, uygarlık tarihini belirleyen
kölelik, başkaldırma ve güçlendirilmiş tahakkümün zincirleme tepkilerini
başlatır. Ancak, ta başından, yani tarih öncesindeki ilk başkaldırısı izleyen
tahakkümün yeniden ortaya çıkışından bu yana, dış baskılar, iç baskılarla
desteklenmiştir: Özgür olmayan birey, efendilerini ve onların buyruklarını,
kendi ansal cihazına yansıtır. Özgürlükle savaş, baskı altındaki bireyin kendi
kendini baskıya sokması biçiminde, kişinin aklında kendini yeniler ve bu kendi
kendini baskıya sokuş, bireyin efendilerini ve bu efendilerin kuramlarını
destekleyip sürdürmeye yarar. Freud’un, uygarlığın dinamiği olarak ortaya
koyduğu şey, ansal dinamiktir. [Mental dyna- mic.]
Freud’a göre, gerçeklik ilkesinin
yönetimi altında, içgüdülerin baskıcı biçimde değiştirilmesi, «Ezelden
bugünedek süregelmiş, temeldeki yaşama savaşı» tarafından ortaya konulmakta ve
desteklenmektedir. Kıtlık (Lebensnot, Ananke), insanlara içgüdüsel itilerini
özgürce doygunluğa kavuşturama- yacaklarını, haz ilkesine bağlı olarak
yaşayamayacaklarını öğretir. Toplumun, içgüdüsel yapıyı kesinlikle değiştirme
nedeni «ekonomiktir; çünkü toplum, çalışmadıkları takdirde, üyelerinin
yaşamını sürdürmeye yeterli güce sahip olmadığı için, bu üyelerin sayısının
azalmasına ve enerjilerinin cinsel faaliyetten, çalışmaya yöneltilmesine
çalışacaktır.» (6)
Bu görüş, uygarlığın kendisi kadar
eskidir ve her zaman, baskı için en etken rasyonalizasyonu meydana getirmiştir.
Freud’un teorisi de, bir ölçüde, bu rasyonalizasyona katılır: Freud «temeldeki
yaşama savaşının», «sonsuz» olduğunu kabul etmekte ve bu yüzden, haz ilkesi
ile gerçeklik ilkesinin «ezelden ebede kadar» uyuşmazlık içinde olduğuna inanmaktadır.
Baskıcı olmayan bir uygarlığın olanaksız olduğu görüşü, Freud’un teorisinin temel
taşlarından biridir. Ancak, Freud’un teorisi, bu rasyonalizasyo- nun
çerçevesini kırıp aşan öğeleri de kapsar. Bu öğeler, Batı düşüncesinin egemen
geleneğini sarsar ve hattâ değişimini gerektirirler. Freud’un çalışmasını
niteliyen en büyük özellik, kültürün en üst değerlerindeki ve başarılarındaki
baskıcı içeriği, uzlaşmaz bir dirençle ortaya koymasıdır. Böyle yapmakla,
kültür ideolojisinin temeli olan, baskı ile mantığın denklemini yadsımış olur.
Freud’un metapsikolojisi, uygarlıkla barbarlık, gelişme ile sıkıntı, özgürlükle
mutsuzluk arasındaki iç ilişkinin, yani, en uç nokta-
(6)
A
General Introduction to Psychoanalysis, Sf. 273.
da. kendini Eros’la Thanatos (ölüm
içgüdüsü) arasındaki ilişki olarak ortaya koyan bağıntının, kaçınılmaz
gerekliliğini ortaya çıkarmak ve araştırmak yolunda, sürekli yinelenen bir
çabadır. Freud, kültürü, romantik yada ütopik bir açıdan değil, yol açtığı
acı ve sefalet açısından inceleyip araştırır. Böy- lece, kültürel özgürlük,
özgürsüzlük ışığında ve kültürel gelişim, kısıtlamalar ışığında açığa çıkar.
Kültür, bu nedenle çürütülmez: özgürsüzlük ve kısıtlama, kültürün zorunlu
bedelidir.
Ancak Freud, bu kısıtlama ve
özgürsüzlüğün alanını ve derinliğini ortaya koymakla, insanlığın
tabulaştırılmış isteklerini; yani, özgürlükle gerekliğinin çakışacağı bir
düzen isteğini desteklemiş olur. Gelişmiş bilinç alanında ve bu bilincin
yarattığı dünyada varolan tüm özgürlükler; türetilmiş, tavizci ve ihtiyaçların
mutlak karşılanması pahasına elde edilmiş özgürlüklerdir. Ve, ihtiyaçların
mutlak karşılanışı, mutluluk olduğuna göre, uygarlıktaki özgürlük, özü
itibarile mutluluğa karşıdır: Mutluluğun, baskıcı değişimini (arıtılmasını -
süblimasyon) gerektirir. Bunun tersine olarak, bilinç dışı, yani ansal
kişiliğin en derin ve en eski tabakası, istek ve baskının yokluğu demek olan,
mutlak doygunluk itişidir. Bu durumda, bilinç dışı, gereklilik ve
özgürlüğün dolaysız özdeşliğidir. Freud’un görüşüne göre, bilincin
tabulaştırdığı özgürlük ve mutluluk denklemi, bilinç dışı tarafından
desteklenip sürdürülür. Bu denklemin gerçeği, bilinç tarafından geri püskür-
tüldüğü halde, aklı huzursuz kılmakta devam eder: Bireysel gelişimde, mutlak
doygunluğa ulaşılmış olan eski evrelerin anısını sürdürür. Ve geçmiş, gelecekten
haklar talep etmeye; uygarlığın başarılan
temeli üzerinde, cennetin yeniden
yaratılması isteğini uyandırmaya devam eder.
Eğer bellek, psikanalizin temeline, bir
kesin idrak kalıbı olarak yerleşirse, bu salt iyileştirici [terapötik]
araçtan öte birşeydir: Belleğin iyileştirici rolü, belleğin gerçek değerinden ortaya çıkar. Bu gerçek değeri, belleğin, yetkin ve uygar
bireyin sırt çevirdiği ve hatta geçersiz kıldığı, oysa bir zamanlar uzak
geçmişini doldurmuş olan ve hiçbir zaman tamamen unutulmayan vaadler ve
potansiyelleri koruma ve sürdürme görevinde saklıdır. Gerçeklik ilkesi,
belleğin idrak görevini, yani belleğin, mutluluğun bilinçli olarak yeniden
yaratılması isteğini ortaya çıkaran, geçmiş mutluluk deneyine bağlı kalmasını
engeller. Belleğin psikanalitik erkinliği [ser- bestîsi], baŞkı altına alınmış
bireyin us çerçevesini parçalar. Anlayış, yerini yeniden - anlayışa bıraktığı
zaman, çocukluğun yasaklanmış imgeleri ve itileri, mantığın yadsıdığı gerçeği
anlatmaya başlar. Geri dönme, ilerici bir görev yüklenir. Yeniden ortaya
çıkarılan geçmiş, bugünün tabulaştırdığı dönüm noktalarını ortaya koyar.
Üstelik, belleğin tazelenmesi, hayalin [fantazinin] idrak içeriğinin de
tazelenmesine yol açar. Psikanalitik teori, bu ansal yetenekleri, düşleme ve
hayal gibi tarafsız bir alandan çekip alır ve bunların kesin gerçeklerini
yeniden elde eder. Bu buluşların ağırlığı, sonunda kendilerini meydana getiren
ve sınırlayan çerçeveyi kıracaktır. Geçmişin erkinliği, bugün ile uzlaşmasında
son bulmaz. Geçmişi ortaya çıkaran kişinin, kendi kendini baskı altına
almasına karşı, geçmişe yönelme, geleceğe yönelme eğilimi gösterir. Recherche du temps perdu [Geçmişin araştırılması], geleceğin erkinliği için bir araç
durumuna gelir. (7)
Aşağıda, psikanalizdeki bu gizli yönü
ele alacağız.
Freud’un, baskıcı ansal cihazın gelişimi
konusundaki çözümlemesi, iki düzeyde geliştirilmiştir:
(a)
Ontogenetik: baskı altındaki bireyin, ilk çocukluktan,
bilinçli toplumsal yaşamına kadar olan yetişmesi.
(b)
Filogenetik: baskıcı uygarlığın, ilkel klandan,
kurumlaşmış uygarlık durumuna gelişi.
Bu iki düzey, sürekli olarak
birbirleriyle bağıntılıdır. Bu iç bağıntı, Freud’un, tarihte baskı altına
alınmış olanın yeniden ortaya çıkışı yolundaki görüşünde özetlenmiştir: Birey,
kendi türünün gelişimindeki, büyük izler bırakmış [Travmatik] olayları yeniden
dener ve bunlara yeniden katılır ve içgüdüsel dinamik, baştan sona kadar,
bireyle tür arasındaki (tekle bütün [külliye] arasındaki) çatışmayı ve bu
çatışmanın çeşitli çözümlerini yansıtır.
Önce, bireyin ontogenetik gelişimini ele
alıp, çocukluktan, yetkin ve uygar duruma gelişine kadar olan süreci
izleyeceğiz. Daha sonra, filogenetik kaynaklara dönecek ve Freud’un görüşünü,
uygarlaş-
(7)
XI.
Bölüme bakınız. Belleğin, toplumsal düzeyde olduğu kadar, bireysel düzeydeki
görevinin psikanalitik yorumu konusundaki en yeterli çalışma Ernest G.
Schachtel’in «On Memory and Childhood Aninesia» adlı incelemesidir. Bu yazı,
tamamen, belleğin patlayıcı gücü üzerinde ve toplum tarafından denetlenmesi
ile «uzlaştırılması» üzerinde toplanmıştır. Bence, bu inceleme, psikanaliz
felsefesine gerçekten yararlı birkaç yapıttan biridir. Bu yazı, A Study of
Interpersonal Relation adlı kitabın, 3-49 sayfalarında yayınlanmıştır.
mış türün yetkin dönemine kadar
genişleteceğiz. Bu iki düzey arasındaki sürekli iç bağıntı, sık sık karşıt
atıfların, bir düzeydeki olguları bir başka düzeyde ortaya koymanın ve
yinelemelerin kaçınılmaz olması demektir.
BASKI ALTINA
ALINMIŞ BlREYÎN KAYNAĞI
(ONTOGENESIS)
Freud, baskının gelişimini, bireyin
içgüdüsel yapısına bağlar. İnsan özgürlüğünün ve mutluluğunun kaderi, beden ve
ruhun, doğa ve uygarlığın katıldığı ve tam anlamıyla bir ölüm kalım savaşı
olan, içgüdülerin savaşında, belirlenip kararlaştırılır. Bu biyolojik ve aynı
zamanda sosyolojik dinamik, Freud’un metapsikolojisinin merkezidir. Freud, bu
kesin varsayımları, sürekli duraksama ve tanımlamalarla ortaya koydu ve bunları
askıda bıraktı. Bu varsayımların, 1920’den sonra ortaya çıkmaları için uygun
bir ortam olan son içgüdüler teorisini, ansal kişiliğin anatomisi konusunda en
azından iki değişik görüş izledi, içgüdülerin psikanalitik teorisinin tarihçesini,
burada yinelemeye gerek yok (8) Bu teorinin, bazı bölümlerinin kısaca
özetlenmesi, konumuza hazırlık olarak yeterlidir.
(8)
Freud'un
(özellikle New Introductory Lecture’da yer alan) kendi araştırmalarına ek
olarak, bakınız : Siegfried Bemfeld, Ueber die Einteilung der Triebe (Imago’da
yayınlanmıştır. Cilt XXI, 1935); Ernest Jones, Psychoanalysis and the Instincts
(British Journal of Psychology’de yayınlanmıştır, Cilt XXVI, 1936) ve Edward
Bibring, The Development and Problems of the Theory of the Instincts
(International Journal of Psycoanal- ysis'de yayınlanmıştır. Cilt XI, 1941).
Freud’un teorisinin çeşitli evreleri
boyunca, ansal cihaz, bilinç dışı ve bilinç yapılarındaki karşıtların; ilk ve
ikinci süreçlerin; kalıtım yoluyla elde edilmiş, «huylarla saptanmış» ve
sonradan edinilmiş güçlerin; beden - ruh ve dış gerçeğin dinamik birliği
biçiminde görünür. Bu ikili kuruluş, id, ego ve superegonun daha sonraki üçlü
topolojisinde dahi geçerliliğini sürdürür; aracı ve «çakışan» öğeler, iki kutba
yönelirler. Ve en çarpıcı anlatımlarına, ansal cihazı yöneten iki uç ilkede,
yani haz ilkesi ile gerçeklik ilkesinde ulaşırlar.
Freud’un teorisi, gelişiminin ilk
evresinde, cinsiyet (libidoya bağlı itiler) ile ego (kendini sürdürme)
içgüdüleri arasındaki karşıtlık çevresinde kurulmuştur. Son evresinde ise, bu
teorinin temel konusu, yaşama içgüdüleri (Eros) ile ölüm içgüdüsü arasındaki
çatışmadır. Kısa bir ara dönem sırasında, ikili kavram, yerini, kendine dönük
[narcissistic] libido varsayımma bırakmıştır. Freud teorisinin bütün değişik
evreleri boyunca, cinsiyet, içgüdüsel yapıdaki üstünlüğünü sürdürür.
Cinsiyetin üstün durumunun kökleri, Freud’un anlayışı içindeki ansal cihazın
yapısındadır: Eğer ilk ansal işlemler, haz ilkesi tarafından yönetiliyorlarsa;
o zaman, bu ilkeye bağlı olarak faaliyet gösteren ve böylelikle yaşamın
kendisini sürdüren içgüdü, yaşam içgüdüsü demektir. Ancak, Freud’un
başlangıçtaki cinsiyet kavramı, Eros’un yaşam içgüdüsü olması kavramından çok
uzaktır. Her şeyden önce, cinsiyet içgüdüsü, ego (ya da kendini sürdürme)
içgüdülerile aynı paralelde olan sadece bir belirli içgüdüdür (ya da, daha
doğrusu, içgüdüler grubudur). Ve kendine
özgü, oluş, amaç ve hedeflerle tanımlanır. Freud’un teorisi, en azından, 1914
yılında narkisizmi ortaya atışma dek, «salt cinsiyet» olmaktan çok uzaktır.
Teorinin bu dönemdeki niteliği, cinsiyet alanını kısıtlamadır. Bu kısıtlama,
cinsel olmayan kendini sürdürme içgüdülerinin bağımsız bir varlığı olup
olmadığını araştırma konusunda sürekli olarak karşılaşılan güçlüklere karşın
sürdürülmüştür. Bu görüş, cinsel olmayan kendini sürdürme içgüdülerinin,
«görevi, organizmanın ölüme ulaşan yolunu izlemesini sağlamak ve organizmanın
kendi yapısında bulunanların dışında, herhangi bir başka inorganik yaşama dönüş
olanaklarını engellemek olan», sadece bileşen [mürekkip] içgüdüler oldukları,
ya da bir başka deyişle, bu içgüdülerin, libidoya değgin bir yapıda, yani
Eros’un bir bölümü oldukları yolundaki varsayımdan da çok uzaktır. (9) Mamafih,
çocukluk dönemindeki cinsiyetin ve bedendeki sınırsız erotogenik alanların ortaya
çıkarılışı, kendini sürdürme içgüdülerinin, libidoya değgin bileşiklerinin
tamnmasını ve cinsiyetin, yaşam içgüdüsü (Eros) terimlerile yeniden ve son
olarak yorumlanmasını sağlar.
İçgüdüler teorisinin aldığı son biçimde,
kendini sürdürme içgüdüleri; yani bireyin kutsal sığmağı ve «yaşam savaşının»
mazereti olan içgüdüler çözülür: Bunların faaliyeti, türsel cinsiyet
içgüdülerinin faaliyeti; ya da kendini sürdürme, toplumsal açıdan yararlı
saldırı ile sağlandığı takdirde, yoketme içgüdülerinin faaliyeti olarak ortaya
çıkar. Artık Eros ve ölüm içgüdüsü, iki temel içgüdüdür. Ancak, üzerinde önemle
durulması gereken nokta, Freud’un, yeni
(9)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 51.
kavramı ortaya koyusunda, içgüdülerin
ortak yapısına, ayrımlarına oranla öncelik tanıması ve bunu defalarca
yinelemesidir. Çarpıcı ve ürkütücü olan, içgüdüsel yaşamın tümündeki temel gerici
ya da «tutucu» eğilimin ortaya çıkarılışıdır. Freud, daha önce farke- dilmemiş
olan, «içgüdülerin ve belki de organik yaşamın tümünün evrensel bir niteliği,»
ile, kısaca, «yaşayan varlığın, huzur bozucu dış güçlerin baskısıyla bırakmak
zorunda kaldığı geçmiş bir durumu yeniden canlandırması konusunda, organik
yaşamın yapısında bulunan bir zorunlulukla», yani bir çeşit «organik esneklik»
yada «organik yaşamın özündeki durağanlık» ile karşılaşmış olduğu kuşkusundan
kendini kurtaramamıştır. (10) Bu, Freud’un başlangıçtan beri, bilinç dışında
faaliyet gösterdiğini anladığı «ilk işlemlerin» asıl içeriği ya da özü
olmalıdır. Bunlar, ilk önce, dış gerçeğin organizma üzerindeki etkisiyle oluşan
«uyarıcı niceliklerin serbestçe boşalması» isteği olarak tanımlanmışlardır
(11); tamamen serbestçe boşalım, mutlak doygunluk demek olur. Yirmi yıl sonra,
Freud hâlâ bu varsayımdan hareket etmektedir:
«Demek oluyor ki, haz ilkesi, işi ansal
cihazı tamamen uyarmalardan kurtarmak veya uyarma ölçüsünü değişmez bir
nicelikte saptamak ya da imkân oranında düşük tutmak olan bir fonksiyonun hizmetindeki
bir eğilimdir. Ancak, haz ilkesinin saydığımız olasılıklardan, kesinlikle
hangisine ait olduğu-
(10)
Aynı
yapıt, Sf. 47.
Ayrıca bakınız: New Introductory Levtures on Psychoanalysis,
Sf. 145- 146.
(11)
The
Interpretation of Dreams (The Basic Writings of Sigmund Freud, Sf. 534).
nu henüz belirleyebilecek durumda değiliz.» (12)
Kavramın iç mantığı, kendini giderek
daha çok kanıtlamaktadır. Uyarmalardan sürekli kurtuluş, yaşamın başlangıcında
kesinlikle bir kenara bırakılmıştır; böylelikle, dengeye yönelen içgüdüsel eğilim,
en uç noktasında, yaşamın ötesine geçen bir gerilemedir. Ansal cihazın ilk
süreçleri, bütünüyle doygunluk ararlarken, «bütün canlı maddelerin en evrensel
çabasına, yani, inorganik dünyanın sükûnuna dönme çabasına» (13) ölümle
bağlanıyor gibidirler. İçgüdüler, ölüm yörüngesine çekilirler. «Eğer yaşamın,
Fechner’in sürekli denge ilkesi tarafından yönetildiği doğru ise; yaşam, ölüme
doğru sürekli bir inişten ibarettir.» (14) Bu durumda, Nirvana İlkesi, «ansal
yaşamın ve belki de genel olarak fizyolojik yaşamın hâkim eğilimidir.» Ve, haz
ilkesi, Nirvana ükesinin ışığında, Nirvana ilkesinin bir «anlatımı» olarak
görünür:
«...Uyarmalardan (Nirvana İlkesi’nden) doğan
iç gerginliği azaltmak, değişmeyen bir oranda sürdürmek veya ortadan kaldırmak
çabası, anlatımını, haz ilkesinde bulur; bu olguyu kavramamız, ölüm
içgüdülerinin varlığına inanmamız için en güçlü nedenlerden birini meydana
getirir.» (15)
Ancak, Nirvana ilkesinin üstünlüğü, haz
ve ölümün ürkütücü yakınlığı, kurulduğu anda dağılır. Organik yaşamın gerici
durağanlığı, ne denli evrensel olursa olsun, içgüdüler, hedeflerine öz
itibarile ayrı
(12)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 86.
(13)
Aynı
yapıt.
(14)
The
Ego and the Id, Sf. 66.
(15)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 76.
kalıplarda
ulaşmaya çalışırlar. Bu ayrım, yaşamı sürdürme ve yoketme arasmdaki ayrıma
eştir, içgüdüsel yaşamın ortak yapısından, iki karşıt içgüdü gelişir. Yaşam
içgüdüleri (Eros), ölüm içgüdüleri üzerinde üstünlük kazamrlar. Bu içgüdüler,
«ölüme doğru iniş»e karşı çıkar ve engeller: «Eros’un, cinsiyet içgüdülerinin
isteklerile, içgüdüsel ihtiyaçlar biçiminde ortaya çıkan yeni gerilimler
yaratılır.» (16) Bu gerilimler, tohum hücrelerinin organizmadan ayrılması ve
iki tohum hücresinin birleşmesiyle, yaşamı yeniden üretme görevlerine başlar
(17) ve «her sefer daha büyük yaşam birlikleri» kurmak ve bunları sürdürmek
yolunda ilerlerler. (18) Böylelikle, ölüme karşı, canlı maddenin «potansiyel
ölümsüzlüğünü» kazanırlar. (19) içgüdüsel yaşamın, dinamik ikiliği [düalizmi]
garantilenmiş gibi görünür. Ancak, Freud, derhal, içgüdülerin temelindeki ortak
yapıyı ele alır. Yaşam içgüdüleri, «canlı maddenin ük evrelerini yeniden ortaya
getirmeleri bakımından, «daha yüksek düzeyde olmakla beraber, öteki içgüdüler
kadar tutucudurlar.» (20) Böylelikle, cinsiyet, sonunda, ölüm içgüdüsüyle aynı
ilkeye uymuş olur. Daha sonra, Freud, cinsiyetin gerici niteliğini belirtmek
için, Plato’nun, «canlı maddenin, yaşamaya başladığı anda, küçük parçacıklara
bölündüğü ve bu parçacıkların, bölündükleri andan itibaren sürekli olarak,
cinsel içgüdüler yoluyla yeniden birleşme çabasında olduğu» yolundaki «hayalî
[fantastik] varsayımını» anımsar. (21) Eros, bütün kanıtlara karşın, son
çözümlemede, ölüm içgüdüsünün yararı-
(16)
The
Ego and the Id, Sf. 66.
(17)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 52-53.
(18)
An
Outline of Psychoanalysis, Sf. 20.
na mı çalışır ve yaşam, gerçekten, uzun
ve «ölüme ulaşan bir dolambaçlı yol» mudur? (22) Ancak, karşıt varsayımı
geçerli kılma konusunda, kanıtlar, yeterince güçlü ve dolambaçlı yol,
yeterince uzundur. Eros, tüm yaşamı koruyup sürdüren, yüce, birleştirici güç
olarak tanımlanır. (23) Eros’la Thanatos arasındaki uç ilişki, askıda ve
belirsiz olarak kalır.
Eğer, Eros ve Thanatos, her yerde hazır
ve nâ- zır varlıkları ve sürekli birleşmeleri [füzyon] (ve ayrılmaları
[difüzyon]) ile yaşam sürecini niteleyen iki ana içgüdü olarak ortaya çıkarsa;
o zaman, bu içgüdüler teorisi, daha önceki Freud kavramlarının yeniden formüle
edilmesinden çok daha başka bir özellik taşır. Psikanalistler, yerinde bir
görüşle, Freud’un son metapsikolojisinin, özü itibarile yeni bir içgüdü
kavramına dayandığını belirtmişlerdir: Artık içgüdüler, kaynakları ve organik
görevlerinin terimleriyle değil; yaşam süreçlerine bir belirli «yöntem»
(Richtung) veren belirleyici bir güç terimiyle, yani «yaşam ilkeleri»
terimlerile tanımlanmaktadırlar. içgüdü,
ilke, düzen [regülasyon]
kavramları, birbirlerine yaklaştırılmakta, benzer kılınmaktadır. «Bir yanda,
belirli ilkelerle düzenlenen bir ansal cihaz ve öte yanda, ansal cihaza
dışardan sızan içgüdüler arasındaki kesin karşıtlık, daha fazla sürdürülemez.»
(24) Üstelik, içgüdülerin, narkisizmin ortaya
(19)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 53.
(20)
Aynı yapıt, aynı
sayfa.
(21)
Aynı yapıt, Sf.
80.
(22)
Aynı yapıt, 50-51.
(23)
The
Ego and the Id, Sf. 88. Civilization and Its Discont- ents, Sf. 102.
çıkışından bu yana kuşkulu bir durum
almış olan ikili [düalist] kavramı, şimdi bir başka
yönden gelen tehlike ile karşı karşıya kalmış gibi görünmekte- dir. Ego
içgüdülerinin, libidoya değgin öğelerinin anlaşılmasıyla, «libidoya değgin
olanların dışında herhangi bir içgüdü göstermek» (25), «kendilerini E- ros’un
türevi olarak ortaya koymayan» herhangi bir içgüdüsel iti bulmak kesinlikle
olanaksız duruma gelmiştir. (26)
Temel içgüdüsel yapıda, Eros’un dışında
her-' hangi birşey bulabilme yeteneksizliği, yani, daha sonra göreceğimiz gibi,
gerçeğin doğal bir sonucu olan bu yeteneksizlik, veya bir başka deyişle, cinsiyetin
birciliği [monizmi], bugün tam tersine, ölüm birciliğine dönüşür gibi
görünmektedir. Hiç kuşkusuz, yineleme ve gerileme zorunluluğunun çözümlemesi
ile Eros’un son noktadaki sadistik bileşenleri, sarsılmış olan ikili kavramı
yeniden güçlendirirler: Ölüm içgüdüsü, temel içgüdüsel yapıda, Eros’un eşi
olarak yer alır ve ikisi arasındaki sonsuz savaş, temel dinamiği meydana
getirir. Ancak, içgüdülerin ortak «tutucu yapısı»nın ortaya çıkarılması, ikili
kavrama karşı koyar ve Freud’un son metapsikoloji- sini, insan biliminin en
büyük entellektüel ataklarından biri durumuna getirecek biçimde askıda ve de-
(24)
Edward
Bibring, «The Development and Problems of the Theory of the Instincts». Ayrıca
bakınız : Heinz Hartmann «Comments on the Psychoanalytic Theory of Instinctual
Drives» (Psychoanalytic Ouarterly dergisinde yayınlanmıştır. Cilt XVII, Sayı 3-
1948).
(25)
Beyond
the Plasure Principle, Sf. 73.
(26)
The
Ego and the Id, Sf. 66.
rinde bırakır. İki temel içgüdünün ortak
kaynağını araştırma, artık engellenemez. Fenichel (27),
bizzat Freud’un, «başlı başına tarafsız [nötr] olan, ama aynı zamanda, bir
erotik veya yokedici iti, yani yaşam veya ölüm içgüdüsü ile birleşme
yeteneğinde olan, yer değiştirebilir bir enerji» varsayımında bulunmakla, bu
yolda kesin bir adım atmış olduğunu belirtir. Daha önce, hiçbir zaman ölüm,
yaşamın özüne bu denli sürekli olarak alınmamıştı; ama aynı zamanda, ölüm,
Eros’a hiç bu denli de yaklaşmamıştı. Fenichel, Eros ve ölüm içgüdüsü
antitezinin, «başlangıçta ortak olan bir köken ayrışma» olup olmadığı
sorusunu ortaya atar. Ölüm içgüdüsü biçiminde bir araya toplanmış olayların
[fenomenlerin], «tüm içgüdüler için geçerli» ve gelişme süreci içinde «dış
etkenlerle değişmiş olabilecek» bir ilkenin anlatımı olarak alınabileceğini
ileri sürer. (28) Üstelik, eğer bütün organik yaşamdaki «gerileme -
zorunluluğu», mutlak sükûn peşinde koşuyorsa ve eğer, Nirvana ilkesiğ haz
ilkesinin temeli ise, o zaman, ölümün gerekliliği tamamen yeni bir ışık
altında ortaya çıkar. Ölüm içgüdüsü, kendi adına değil, gerilimin boşalması
uğruna yokedicidir. Ölüme iniş, acıdan ve yokluktan bilinçsiz bir kaçıştır.
Ölüme yönelme, acıya ve baskıya karşı sonsuz bir savaştır. Ve ölüm içgüdüsünün
kendisi, bu savaşı etkileyen tarihsel değişimlerden etkilenir gibi
görünmektedir. İçgüdülerin tarihsel niteliğinin daha ayrıntılı açıklaması, içgüdüleri,
Freud’un içgüdüler teorisinin son biçiminin
(27)
«Zur
Kritik des Todestriebes» (Imago’da yayınlanmıştır, XXI- 1935, Sf. 463).
(28)
The
Psychoanalytic Theory of Neurosis, Sf. 59. karşılığı olan
yeni kişi kavramı içinde ele almayı gerektirir.
Ansal yapının ana tabakaları, id, ego ve superego olarak belirlenir. En. eski, en büyük ve temel tabakı id’dir, yani
bilinç dışının, temel içgüdülerin alanıdır. İd, bilinçli, toplumsal bireyi meydana
getiren kalıplar ve ilkelerden bağışıktır. İd, ne zamandan etkilenir, ne de
karşıtlıklardan zarar görür; «hiçbir değer, iyi yada kötü ve hiçbir ahlâk»
tanımaz. (29) Kendini sürdürme amacı gütmez (30) : bütün istediği
ihtiyaçlarının, haz ilkesi uyarınca doyurulmasıdır. (31)
Dış dünyanın (çevrenin) etkisi altında,
îd’in, uyarıları algılama ve uyarılardan korunma organlarıyla donanmış bir bölümü,
giderek gelişmiş ve ego olmuştur. Ego, idle dış dünya arasındaki
«aracı»dır. Algı ve idrak egonun en küçük ve «en yüzeydeki», topografik olarak
dış dünyaya en yakın olan bölümüdür. Ama ego, bu araçlar dolayısile («algıcı -
idrak sistemi»), gerçeği gözlemleyip deneyerek, gerçeğin «doğru görüntüsünü»
[resmini] alıp sürdürerek, kendini gerçeğe uydurarak ve gerçeği kendi çıkarı
uyarınca değiştirerek, varlığını sürdürür. Böylelikle ego, «îd’in karşısında,
dış dünyayı simgelemek ve bu yolla İd’i kurtarmak» gibi bir ödev yüklenir;
«çünkü, aksi takdirde dış güçlerin üstün kuvvetini hiç hesaba katmadan, körü
körüne içgüdülerini doyurma peşinde olan İd, yokolmaktan kurtulamaz.» (32)
Egonun bu ödevi yerine getirir-
(29)
New
Introductory Lectures, Sf. 105.
(30)
An
Outline of Psychoanalysis, Sf. 19.
(31)
New
Introductory Lectures, Sf. 104, (32) Aynı yapıt, Sf. 106.
ken, ana görevi, îd’in içgüdüsel
itilerini, gerçekle çatışkıyı en aza indirecek biçimde koordine etmek,
değiştirmek, düzenlemek ve denetlemektir: Yani gerçekle uzlaşmayan itileri
bastırmak; diğerlerini, hedeflerini değiştirerek, gerçekle «bağdaştırmak»;
bunların doygunluğunu geciktirmek yada yönünü değiştirmek; doygunluk
kalıplarını değiştirmek; vb. Ego, bu yolla, «îd’deki işlemler üzerinde tartışmasız
etki yapan haz ilkesini tahtından indirir ve yerine, daha büyük güven ve daha
büyük başarı vaadeden gerçeklik ilkesini geçirir.»
Ego olmadığı
takdirde yokolması, yada kendi kendini yoketmesi mutlak olan bir organizmaya,
içgüdüsel doygunluk sağlamak gibi bütün önemli görevlerine karşın, ego,
îd’den «türemiş» olmak damgasından kurtulamaz. îd’e oranla, egonun işlemleri ikinci derecede işlemler olarak kalır. Egonun bağımsız görevini, Freud’un, bütün
düşüncenin «doygunluk anısından başlayan ............................................. ve
devimsel deneyler yo
luyla bir kere daha ulaşılan, aynı
anının eş uyarısına uzanan bir dolambaçlı yol olduğu» (33) formülü kadar
çarpıcı biçimde açıklayan bir başka görüş daha yoktur. Bütün düşüncenin
temelinde, doygunluk anısı yatar ve bu geçmiş doygunluğu yeniden elde etme
itişi, düşünce sürecinin arkasındaki gizli, itici güçtür. Gerçeklik ilkesi, bu
süreci, sonu gelmeyen bir «dolambaçlar» dizisi durumuna getirdiği için, ego,
gerçeği, daha çok düşman gözüyle görür ve
(33)
The
Interpretation of Dreams, Sf. 535. Psikanalizin daha sonraki gelişmesinde,
egonun rolü, daha «olumlu» olarak ele alınmış ve «sentetik» ve «bütünleyici»
görevleri üzerinde durulmuştur. Bu konuda, Epiloga bakınız.
ego’nun tutumu, daha çok bir «Savunma»
olur. Ancak, öte yandan, gerçek, bu dolambaçlar yoluyla, (sadece «değiştirilip
azaltılmış» doygunluk olmakla beraber) doygunluk sağladığı için, ego,
doyurulduk- ları takdirde, yaşama zarar verecek itileri geri çevirir.
Böylelikle, egonun savunması, iki cepheli bir savaş durumuna gelir.
Egonun gelişme süreci içinde, bir başka
ansal «varlık» ortaya çıkar: Superego. Bu, çocuğun ana babaya karşı uzun süreli
bağımlılığından doğar; ana babanın etkisi, superegonun çekirdeği olarak kalır.
Buna bağh olarak, bir takım toplumsal ve kültürel etkiler de superegoya işler
ve sonunda superago, yerleşik ahlâk düzeninin ve «insanların yaşamdaki yücelikler
dedikleri şeylerin» güçlü bir simgesi biçiminde pıhtılaşıp donar. İlk önce ana
babanın ve daha sonra öteki toplumsal öğelerin bireye kabul ettirdiği «dışkısı
tlamalar,» egoya «işlenir» ve «vicdan» durumuna gelir. Bundan sonra, suçluluk
duygusu, (özellikle Oedipus durumunda) bu kısıtlamaları aşmaktan veya aşmak
arzusundan doğan cezalanma ihtiyacı, ansal yaşama nüfuz eder. «Bir kural
olarak, ego, baskıları, superegosunun hizmetinde ve emrinde olarak dışa
vurur.» (34) Ancak, bu baskılar, kısa bir süre içinde, sanki otomatik olarak,
bilinç dışı olurlar, ve suçluluk duygusunun «büyük bölümü» bilinç dışında
kalır.
Franz Alexander, «algıya (ve yargıya)
bağlı bilinçli suçlamanın, bilinçsiz baskı işlemine dönüşümünden» söz eder.
Değişken psişik enerjinin, bir «esnek [tonic] kalıba», yani aklın [psychel]
madde-
(34)
The
Ego and the Id, Sf. 75.
leşmesine yönelen bir azalma eğiliminde
olduğu varsayımını ileri sürer. (35) Başlangıçta, gerçeğin istekleri
(superegonun oluşumu içindeki ana babanın ve onlardan sonrakilerin istekleri)
ile bilinçli savaşın, bilinç dışı otomatik tepkilere dönüşümü biçimindeki
gelişim, uygarlık sürecinin en önemli aşamala- nndandır. Gerçeklik ilkesi,
bilinçli egonun bir belirli yöne çekilmesile kendini gösterir: İçgüdülerin bağımsız
gelişimi dondurulur ve bü içgüdülerin kalıbı çocukluk düzeyinde saptanır. Bir statüko ante’ye bağlılık, içgüdüsel yapıya aşılanır. Birey, (simgesel olduğu kadar
gerçek anlamıyla da) içgüdüsel olarak reaksiyoner olur. Kendine karşı,
bilinçsiz olarak, gelişimin çocukluk dönem için uygun sayılabilecek, ama
(bireysel ve toplumsal) olgunluğun ussal potansiyelleri ışığında geçerliliğini
yitirmiş bir şiddet uygulamasına girişir. (36) Birey, yapılmamış işler veya
uygar gerçekle, uygar insanla bağdaşmayacak işler için kendisini cezalandırır
(ve cezalanmış olur).
Superego, böylelikle, sadece gerçeğin
değil, geçmiş gerçeğin isteklerini de zorlar. Bu bilinç dışı mekanizmalar
dolayısile, ansal gelişim, gerçek gelişimin gerisinde kalır ya da (ansal
gelişim, gerçek gelişimin bir etmeni olduğuna göre) gerçek gelişimi erteler
ve geçmiş adına potansiyellerini yadsır. Geçmiş, iki yönlü görevini, bireyi ve
bireyin içinde bulunduğu toplumu biçimlendirirken ortaya koyar.
(35)
Frar.z
Alexander, The Psychonalysis of the Total Perso. nality, Sf. 14.
(36)
Aynı
yapıt, Sf. 23-25. Superegonun yapısı ve kaynağının ayrışması konusunda daha
ayrıntılı bilgi için IV. Bölüme bakınız.
İd, kıtlıktan, yokluktan kurtulmanın bir
gereklilik olduğu dönemdeki, ilk haz ilkesinin üstünlüğünü anımsayarak, bu
dönemin anılarını, bütün geleceklere taşır: Yani geçmişi, gteleceğe yansıtır.
Ancak, yine bilinç dışı olan superego, artık tam doygunluk sağlamaktan
uzaklaşmış bulunan ve cezalandırıcı bir nitelik taşıyan, içinde bulunulan ana,
acılı bir biçimde uyma durumuna gelmiş olan geçmiş adına, gelecek üzerindeki
bu içgüdüsel hak isteğini reddeder. Gerek filogenetik ve gerekse ontogenetik
olarak, uygarlığın gelişimi ve bireyin yetişmesiyle, özgürlükle gereklilik
arasındaki birliğin anıları, özgür- süzlüğün gerekliliğini kabul etme ile
bastırılır. Ussal ve ussallaştırılmış olan bellek, gerçeklik ilkesinin önünde
boyun eğer.
Gerçeklik ilkesi, organizmayı, dış
dünyada destekler. İnsan organizmasının söz konusu olduğu durumlarda, bu bir tarihsel dünyadır.
Herhangi bir evrede, gelişen egonun karşılaştığı dış dünya, gerçeğin ansal
yapıyı, toplumsal etmenler ve araçlarla etkileyen bir belirli sosyo - tarihsel
düzenidir. Freud’un gerçeklik ilkesi kavramının, bu düzeni, tarihsel
olasılıkları, biyolojik gereklilikler durumuna getirerek ortadan kaldırdığı
ileri sürülmüştür. Freud’un, gerçeklik ilkesinin etkisi altında, içgüdülerin
baskıcı değişimi konusundaki çözümlemesi, gerçeğin bir belirli tarihsel
kalıbından, salt ve basit gerçeğe bir genelleme yapar. Bu eleştiri geçerlidir,
ancak geçerliliği, Freud’un genellemesindeki gerçeği, yani uygarlıkta,
gerçeklik ilkesinin kütün tarihsel kalıplarının tabanında içgüdüleri bastırıcı
bir düzen olduğu gerçeğini değiştirmez. Eğer Freud, içgüdülerin baskıcı
düzenini, temel haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasm-
daki uyuşmazlık yüzünden haklı görürse,
uygarlığın, bir örgütlü tahakküm biçiminde geliştiği yolundaki tarihsel
gerçeği düe getirmiş olur. Bu gerçeğin farkında olması, Freud’un, uygarlığı,
ilk klanın ataerkil despoizmi yerine, kardeşler klanının içselleştirilmiş
[dahilileştirilmiş -internalized-] despotizminin geçişinden çıkaran filogenetik
kuruluşunun bütününe yön vermiştir. Ve özellikle, bütün uygarlığın,
örgütlenmiş tahakküm olması yüzünden, tarihsel gelişim, bir evrensel biyolojik
gelişim değeri ve gerekliliği kazanır. Böylelikle, Freud’un kavramlarının
«tarihsel olmayan» niteliği, bunun karşıtı olan öğeleri kapsar: Bu öğelerin,
tarihsel özü, (bazı «kültürel» neo - Freudian ekollerin yaptığı gibi) bir
takım sosyolojik etmenler eklenerek değil, kendi içeriklerini ortaya çıkararak
yeniden elde edilmelidir. Bu anlamda, konumuzun bundan sonraki bölümü, Freud
teorisi kavramlarından ve bu teorinin, tarihsel süreçlerin doğal (biyolojik)
süreçler olarak göründüğü maddeleşmiş kalıplar içindeki önermelerinden çıkarılan
bir «ekstrapolasyon» (37) olacaktır.
Terminolojik olarak, bu ekstrapolasyon,
kavramların, eş anlamlı karşıtlarının bulunmasını gerektirir: İçgüdülerin,
biyolojik ve sosyo - tarihsel değişiklikleri arasında yeterli ayrım yapmayan
Freud terimlerinin, belirli sosyo - tarihsel öğeleri gösterecek, terimlerle
karşılanması gerekir. Aşağıda, bu tür terimlerden ikisini ele alacağız:
(a) Artık
- baskı: toplumsal
tahakkümün gerektirdiği kısıtlamalar. Bu (temel) baskıdan farklı-
(37)
Extrapolation,
uygulamalı matematikte, gözlemlenmiş ve çizelge üzerinde belirlenmiş değerlerin
dışındaki değerler tahmini anlamındadır. (Ç.N.)
dır: Temel baskılar, insan neslinin uygarlıkta sürdürülmesi için
gerekli içgüdü «değişiklikleredir.
(b) Edim [performance] ilkesi: gerçeklik ilkesinin genel tarihsel kalıbı.
Gerçeklik ilkesinin gerisinde, Ananke ya
da kıtlık (Lebensnot) temel gerçeği vardır. Yani, yaşam savaşı, sürekli
kısıtlama, feragat ve erteleme olmaksızın, insan ihtiyaçlarının karşılanmasına
yetmeyecek kadar yoksul bir dünyada yer alır. Bir başka deyişle, olasılı her
türlü doygunluk, çalışmayı; ihtiyaçları karşılayacak araçları
sağlamak için az veya çok sıkıntılı bir düzene girmeyi ve iş yüklenmeyi
gerektirir. Olgun bireyin bütün yaşamını dolduran işin sürdürülmesi için, haz
«ertelenir» ve sıkıntı (acı) üstünlük kazanır. Ve temel içgüdülerin amacı,
hazzm sürdürülmesi ve acının yokluğu olduğuna göre, haz ilkesi gerçekle
bağdaşmaz ve içgüdüler bir baskıcı denetime bağlanırlar.
Ancak, Freud’un metapsikolojisinde büyük
önem verilmiş olan bu yargı, aslında kıtlığın bir belirli düzeninin ve bu düzenin zorladığı
bir belirli yaşam davranışının sonucu olan kıtlık olayına bağlı
olduğu ölçüde, temelsiz bir görüş olur. Kıtlık, (çok değişik biçimlerde
olmakla beraber) bütün uygarlık boyunca, öylesine düzenlenmiştir ki; ne
bireysel ihtiyaçlar uyarınca toplu olarak dağıtılmış, ne de ihtiyaçların
karşılanmasını sağlayacak meta üretimi, bireylerin gelişen ihtiyaçlarını
karşılama amacı ile düzenlenmiştir. Tersine, kıtlığın dağıtımı da,
kıtlığın üstesinden gelme çabası, yani çalışma biçimi gibi, başlangıçta
tamamen şiddet yoluyla, daha sonra da gücün daha ussal biçimde kullanılışıyla,
bireye zorla kabul ettirilmiştir. Ancak, bu ussalık, bütünün gelişimi için ne
denli yararlı olursa olsun, tahakkümün ussalığı olarak kalmış ve kıtlığın
giderek fethedilmesi, içinden çıkılmaz bir durumda, tahakkümün çıkarına
bağlanmış ve bu çıkar uyarınca biçimlendirilmiştir. Tahakküm, ussal otorite
uygulanmasından farklıdır. Herhangi bir toplumsal iş bölümünde doğal olarak
ortaya çıkan otorite, bilgiden doğar ve bütünün ilerlemesi için gerekli görev
ve düzenlerin yönetimine bağlı kalır. Bunun tersine olarak, tahakküm, kendini
güçlendirmek ve ayrıca lıklı bir duruma getirmek için bir belirli grup ya da
birey tarafından uygulanır. Böylesi bir tahakküm, teknik, maddî ve entellektüel
gelişimi bir yana bırakmaz; ama, bu gelişimi, us dışı kıtlığı, yokluğu ve
kısıtlamayı sürdürürken, kaçınılmaz bir yan ürün olarak alır.
(İnsanın ve doğanın) çeşitli tahakküm
biçimleri, gerçeklik ilkesinin çeşitli tarihsel kalıplarıyla sonuçlanır.
Örneğin, bütün üyelerinin normal olarak, yaşamlarını sağlamak için çalıştığı
bir toplumda, çalışmanın, bir belirli gruba özgü uğraş alanı olduğu toplumdan
daha başka baskı kalıpları gerekir. Buna benzer olarak, baskının alanı ve
ölçüsü, toplumsal üretimin bireysel tüketime veya kazanca yönelişine;
pazarlama ekonomisi veya plânlı ekonomiye, özel veya kollektif mülkiyete bağlı
olarak değişir. Bu ayrımlar, gerçeklik ilkesinin içeriğini etkiler; çünkü,
gerçeklik ilkesinin bütün kalıpları, içgüdülerin gerekli «değişimini» ileten
ve zorlayan kanunlar ve değerler ile toplumsal kurumlar ve ilişkiler sistemi
içinde oluşmak zorundadır. Gerçeklik ilkesinin bu «oluşumu», uygarlığın
değişik evrelerinde ayrımlar gösterir. Üstelik, gerçeklik ilkesinin bü
tün kalıpları, içgüdüler üzerinde büyük
ölçüde ve yaygın bir baskıcı denetim kurulmasını gerektirirken, gerçeklik
ükesinin belirli tarihsel kurumlan ve tahakkümün belirli çıkarları da, uygar
insan toplumu için vazgeçilmez olan bu baskıların dışında ve üstünde ek baskılar
meydana getirirler. Tahakkümün belirli kurumlarmdan doğan bu ek baskılar, artık - baskı adını verdiğimiz baskılardır.
Örneğin, tekeşli - ataerkil ailenin sürmesiyle,
veya hiyerarşik iş bölümüyle ya da bireyin özel yaşamı üzerinde kamu
baskısıyla zorunlu duruma gelen, içgüdüsel enerjinin değişimi ve dönmesi, bir belirli gerçeklik
ilkesine özgü artık - baskı olgularıdır. Bu baskılar, insanın, hayvansı
insandan animal sapiens’e gelişimini belirleyen, içgüdülerin temel
(filogenetik) kısıtlanışına eklenirler, içgüdüsel iti- leri, kısıtlama ve
yöneltme gücü; biyolojik gereklilikleri, bireysel ihtiyaçlar ve istekler
durumuna getirme yeteneği, doygunluğu azaltmaktan çok arttırır: Doğanın
«dolayımlaşması», zorunluluğunun kırılması, haz ilkesinin insancıl kalıbıdır,
içgüdülerin bu kısıtlanışı, başlangıçta kıtlık ve hayvansı insanın uzun süreli
bağımlılığının zoruyla ortaya çıkmış olabilir. Ancak sonradan, insana, yokluğun
körü körüne karşılanması zorunluluğunu, istenen doygunluğa çevirme yeteneğini
sağlayan, ayrıcalık ve üstünlük durumuna gelmiştir. (38)
Bölümsel cinsel itilerin «sınırlanması»,
üretime yönelen cinsel gelişim, yoğunlaşmış hazzı olanaklı kılan, bu temel
baskı tabakasına bağlıdır: Organizmanın olgunlaşması, hazzm normal ve doğal
olgun-
(38)
XI.
Bölüme bakınız.
laşmasını gerektirir. Ancak, içgüdüsel
itilerin üstesinden geliş, aynı zamanda doygunluğa karşı da kullanılabilir :
Uygarlık tarihinde, temel baskı ve artık - baskı çözülemez biçimde birbirlerine
girift olmuşlar ve üremeye yönelen normal gelişim öylesine düzenlenmiştir ki,
insan yaşamındaki bir belirli toplumsal düzenin gerekliliklerini yerine
getirmek için, bölümsel itiler ve bunların «alanları» cinsellikten
uzaklaştırılır [desexualize]. «Yakınlaşma duyularının» (koku alma ve tat)
değişiklikleri, temel baskı ile artık - baskı arasındaki iç ilişkinin iyi bir
örneğidir. Freud’a göre, «içgüdüdeki pislikten hoşlanan [coprophilic] öğeler,
muhtemelen insanın dik durmaya başladığı ve koku alma organını yerden uzaklaştırdığı
gelişme evresinden beri, estetik fikirlerimizle bağdaşmazlar.» (39) Mamafih,
uygarlıkta yakınlaşma duyularının boyun eğişinde bir başka yön daha vardır: Bu
duyular, aşırı yoğun bedenî haz üzerine konmuş tabular karşısında yenik
düşerler. Koklama ve tat almadan duyulan haz, «daha çok bedenî, fiziksel bir
hazdır ve bundan dolayı, sesten doğan arıtılmış hazza ve tüm hazların içinde en
az bedenî olan, güzel birşeyi görmekten doğan hazza oranla, cinsel hazza daha
yakındır.» (40) Koku ve tat, aslında, yüceltilmemiş, arıtılmamış haz (ve
bastırılmamış tiksinti) uyandırırlar. Bu duyular, bireyleri, genelleştirilmiş
ve gelenekselleştirilmiş bilinç, ahlâk ve estetik kalıplarını gerektirmeksizin
dolaysız ola-
(39)
The
Most Prevalent Form of Degradation in Erotic Life (Collected Papers, Sf. 215.)
(40)
Ernest
Schachtel, On Memory and Childhood Amnesia (A Study of Interpersonal Relations,
Sf. 24).
rak birbirlerine bağlar (veya ayrırlar).
Bu dolaysızlık, örgütlenmiş tahakkümün etkenliği ile; «kişileri
birbirlerinden ayırmaya, aralarına mesafe koymaya ve kendiliğinden kurulan
ilişkiler ile bu tür ilişkilerin, «doğal», hayvansı anlatımlarını engellemeye»
yönelen bir toplumla uzlaşamaz. (41) Yakınlaşma duyularının verdiği haz,
bedenin erotoge- nik alanlarını istesmar eder ve bunu, sadece haz uğruna
yapar. Bu duyuların baskı altına alınmamış gelişimi, organizmayı, iş aracı
olarak toplumsal kullanılışının gerektirdiği cinsiyetten uzaklaşmanın etkilerini
yok edecek ölçüde erotize eder.
Uygarlığın yazılı tarihi boyunca,
kıtlığın zorladığı içgüdüsel kısıtlama, hiyerarşik kıtlık ve iş bölümünün
yarattığı kısıtlamalarla yoğunlaşmıştır; ta- hakümün çıkarı, gerçeklik ilkesi
altında, içgüdülerin düzenine artık - baskıyı da eklemiştir. Haz ilkesi,
sadece uygarlığın gelişimine karşı koyduğu için değil, haz ilkesinin gelişimi
tahakküm ve ağır işi sürdürecek uygarlığa karşı koyduğu için alaşağı
edilmiştir. Freud, uygarlığın, cinsiyete karşı tutumunu, «üstünlüğü ele
geçirmiş olan ve geri kalanları, kendi çıkarı ve yararı için istismar eden» bir
aşirete ya da halkın bir bölümüne benzetmekle, bu gerçeği kavramış görünür.
«Ezilenler arasında başgösterecek bir ayaklanma korkusu, daha şiddetli
kurallar konması için bir neden olur.» (42)
Gerçeklik ilkesi altında, içgüdülerin
değiştirilmesi, ölüm içgüdüsünü olduğu kadar, yaşam içgüdüsünü de etkiler:
Ancak ölüm içgüdüsünün gelişimi,
(41)
Aynı
yapıt, Sf. 26.
(42)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 74.
sadece yaşam
içgüdüsünün, yani baskıcı cinsiyet düzeninin gelişimi ışığında bütünüyle
anlaşılabilir. Cinsel içgüdüler, gerçeklik ilkesinin asıl yükünü, taşırlar.
Bunların düzeni, bölümsel cinsel içgüdülerin, üreticiliğe bağlanması ve üretme
görevini yüklenmesile doruk noktasına varır. Bu işlem, libidonun, kişinin kendi
bedeninden uzaklaşarak, karşı cinsin yabancı bir nesnesine yönelmesini
gerektirir (Birinci ve ikinci derecedeki narkisizmin üstünlüğü). Bölümsel içgüdülerin
ve üretici olmayan cinsel itilerin doyurulması bağımsızlık derecelerine göre,
sapıklık olarak tabulaştırılır, arıtılır veya üretici cinsiyete bağlı iti- ler
durumuna dönüştürür. Üretici cinsiyet ise, uygarlıkların çoğunda, tekeşli
kurumlar içinde kana- iize edilir. Bu düzen, cinsiyetin niceliksel ve niteliksel
kısıtlanması biçiminde sonuçlanır: Bölümsel içgüdülerin birleştirilmesi ve
üretici görevi yüklenmeleri, cinsiyetin özünü, değiştirir: Cinsiyet, organizmanın
bütününü yöneten bağımsız bir «ilke» olmaktan çıkar ve özel bir amaç için
geliştirilmiş (spesiyalize) bir geçici fonksiyona, yani amaca ulaşıcı bir araca
dönüştürülür. «Düzenlenmemiş» cinsel içgüdüleri yöneten haz ilkesinin
sınırları içinde, üretim sadece bir «yan - üründür.» Cinsiyetin temel içeriği,
bedenin çeşitli alanlarından haz alma görevi»dir. Bu görev, sadece «sonunda,
üretim görevinin hizmetine girer.» (43) Freud, cinsiyetin, böyle bir «hizmet»
dü- . zeni olmadığı takdirde, cinsel - dışı olan herşeyi ve buna bağlı olarak,
cinsiyetten uzaklaşmış, olgun üretim evresinde dahi olsalar, bütün uygar
toplumsal ilişkileri reddedeceğini defalarca belirtmiştir:
(43)
An
Outline of Psychonalysis, Sf. 26.
«... Uygarlıkla cinsiyet arasındaki
çatışma, cinsel sevginin iki kişi arasındaki ilişki olması ve bir üçüncü
kişinin ancak fazlalık veya huzursuzluk yaratması, oysa uygarlığın, daha
kalabalık insan grupları arasındaki ilişkiler üzerine kurulması durumundan
doğar. Bir aşk ilişkisi, doruk noktasına vardığı anda, çevredeki dünyaya karşı
herhangi bir ilgi için yer kalmaz; sevişen çift birbirlerine yeter, hatta,
kendilerini mutlu kılacak çocuklarına dahi ihtiyaçları yoktur.» (44)
Freud, daha önce de, cinsel içgüdülerle
kendini sürdürme içgüdüleri arasındaki ayrımı incelerken, cinsiyetin öldürücü
niteliğini de gösterir.
«Bu görevin yerine getirilmesinin,
bireyin diğer eylemleri gibi, her zaman yararına olmadığı inkâr edilemez;
ancak, kişi, olağanüstü bir haz uğruna, bu görev tarafından, kendi yaşamını
tehlikeye düşüren ve çoğu kere de öldürücü bir duruma sürüklenir. (45)
Ama, cinsiyetin, uygarlıkla «çatışma»
durumunda bulunan ve özü itibarile patlayıcı olan bir güç olarak yorumlanması,
Eros’un, «organik maddeleri her sefer daha büyük birlikler durumunda
birleştirme» (46), «her sefer daha büyük birlikler kurma ve bunları sürdürme,
kısaca birbirine bağlama» (47) çabası olarak tanımını nasıl haklı gösterir?
Cinsiyet, nasıl olur da, «mükemmele yönelen içgüdünün yerini alabilecek» (48),
«dünyadaki herşe-
(44)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 79-80.
(45)
A
General Introduction to Psychology, Sf. 358.
(46)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 57.
(47)
An
Outline of Psychoanalysis, Sf. 20.
(48)
Beyond
the Pleasure Principle, Sf. 57.
yi bir arada
tutabilecek muhtemel güç (49) durumuna gelebilir? Cinsiyetin toplum dışı
[asosyal] nitelikte olduğu görüşü, «aşk ilişkilerinin (ya da daha ılımlı bir
anlatımla, duygusal bağların), aynı zamanda grup düşüncesinin özünü meydana
getirdikleri varsayımı» (50) ile nasıl bağdaşabilir? Ortada görülen karşıtlık,
patlayıcı, yıkıcı nitelikleri, cinsiyetin daha eski kavramlarına ve yapıcı
nitelikleri Eros’a bağlamakla çözülmez: Çünkü Eros, bu niteliklerin her
ikisini de kapsar. Freud, «Civilization and Its Discontents» adlı yapıtında,
yukarda verdiğimiz bölümden hemen sonra, bu iki yönü birleştirir: «Eros,
başka hiçbir durumda, varlığının özünü, birçoktan bir tek yapma amacını bu
denli açığa vurmaz; ancak, bu amacına, bilindiği gibi, iki insanın sevişmesi
kanalıyla ulaştıktan sonra, daha ileri gitmek istemez.» Eros’un yapıcı kültürel
gücünü, sadece cinsiyetin arıtılmış, yüceltilmiş kalıplarına yerleştirmekle de,
bu karşıtlık ortadan kaldırılmış olmaz: Freud’a göre, her seferinde daha büyük
birliklere yönelen iti, Eros’un kendi biyolojik - organik yapısında vardır.
Yorumumuzun bu evresinde, cinsiyetin iki
karşıt yönünü uzlaştırmaya çalışmaktan çok, bu iki yönün, Freud’un
teorisindeki, uzlaştırılmamış iç gerilimi yansıttığını ileri süreceğiz; hasta
bir uygarlığın yıprattığı ve zincire vurduğu Eros’un, birleştirici ve doyurucu
bir güç olduğu fikri, Freud’un, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi ve cinsiyetle
uygarlık arasındaki, kaçınılmaz «biyolojik» çatışma görüşüne karşı çıkar.
Birleştirici ve doyurucu Eros fikri, özgür Eros’-
(49)
Group
Psychology and the Analysis of the Ego, Sf. 40. ■(50) Aynı yapıt.
un, sürekli, uygar toplum ilişkilerini
reddetmediğini; sadece, haz ilkesinin yadsıması demek olan bir ilke altındaki
toplumsal ilişkilerin baskı-üstü düzenine karşı koyduğu anlamını taşır. Freud,
«cinsel yönden birbirlerini doyuran ve bütün öteki insanlara çalışma ve ortak
çıkarlarla bağlı olan» (51) çiftlerden meydana gelecek bir uygarlık imgesi
kuruyor. Ancak, böyle, «istenmeye değer» bir durumun olamayacağını ve hiçbir
zaman da olmamış olduğunu; kültürün, cinsiyetten «amacı engellenmiş libido
gibi ağır bir haraç aldığını ve cinsel yaşamın kısıtlanmasının kaçınılmaz
olduğunu» hemen sözlerine ekliyor. Freud’a göre, kültürün, «cinsiyete
karşıtlığının nedeni, cinsiyetle girift olmuş saldırgan içgüdülerdir: bu
içgüdüler, her zaman uygarlığı yıkmakla tehdit ederler ve kültürün, «kendilerine
karşı, bütün güçlerini toplayıp seferber etmesini» zorunlu duruma getirirler.
Kültürün insan neslini özdeşliklere ve amacı engellenmiş aşk ilişkilerine
sürükleyen metodlar sistemi, işte bu yüzden ortaya çıkar. Cinsel yaşam
üzerindeki kısıtlamalar, işte bu yüzden meydana gelir.» (52) Ancak, Freud, bu
baskıcı sistemin de, çatışmayı gerçek bir çözüme ulaştırmadığını gösteriyor.
Uygarlık, yıkıcı bir diyalektiğe saplanır: Eros üzerindeki sürekli
kısıtlamalar, sonunda yaşam içgüdülerini zayıflatır ve böylelikle, bu
içgüdülerin karşı koymak üzere «toplandıkları» güçleri, yani yıkıcı güçleri
serbest bırakır. Freud metapsikolojisinin, daha henüz araştırılıp açıklanmamış
ve hattâ tabu- laştırılmış özünü meydana getiren bu diyalektik, daha sonra ele
alınıp incelenecektir; biz burada, yer
esi) Civilization and Its Discontents, Sf. 80. Ayrıca
bakınız: The Future of an Illusion, Sf. 10-11.
(52)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 86-87.
leşik gerçeklik ilkesi tarafından kabul
ettirilen, belirli tarihsel baskı kalıbını açıklamak için, Freud’un, Eros’un
karşıtlık kavramından yararlanacağız.
Artık-baskı terimini orthya atarken, konuyu, gerçeklik ilkesinin toplumsal
«bünyesi»ni meydana getiren kurumlar ve ilişkiler üzerinde topladık. Bunlar,
sadece, aynı kalan gerçeklik ilkesinin değişen dış belirtilerini değil,
aslında, gerçeklik ilkesinin kendi değişimini simgelerler. Buna bağlı olarak,
çağdaş uygarlığın baskı alanını ve sınırlarını aydınlatmak için, bu baskıyı,
bu uygarlığın başlangıcını ve gelişimini yönetmiş olan gerçeklik ilkesinin
terimleriyle tanımlamamız gerekir. Bu ilkeyi, yönetimi altındaki toplumun,
bireylerin rekabet içindeki ekonomik edimlerine göre tabakalaştığını belirtmek
için, edim ilkesi olarak tanımlıyoruz. Hiç kuşkusuz, bu
tek tarihsel gerçeklik ilkesi değildir: toplumsal düzenin başka kalıpları da
vardır ve bunlar sadece, ilkel kültürlere özgü olarak kalmamış, varlıklarını
sürdürerek modern çağlara da ulaşmışlardır.
Daimi genişleme süreci içindeki,
karşıtlığı ve kazancı destekleyen bir topluma özgü olan edim ilkesi,
tahakkümün giderek ussallaştırılacağı, bir uzun gelişme devresi gerektirir. Bu
durumda, toplumsal çalışma üzerindeki baskı, toplumu, daha büyük ölçüde ve
daha iyiye yönelen koşullar altında yeniden yaratır. Uzun bir süre boyunca,
tahakkümün çıkarları ile bütünün çıkarları, uyuşum içinde, aynı paralelde
yürürler: Üretim cihazının yararlı kullanılışı, bireylerin ihtiyaçlarını ve
yeteneklerini karşılar. Halkın büyük çoğunluğu için, söz konusu doygunlukların
alanı ve biçimi, kendi emekleriyle belirlenir; ancak bu emek, kendi
denetimlerinde olmayan ve bireyin, yaşamak için, boyun eğmek zorunda bulunduğu
bir
bağımsız güç biçiminde işleyen bir
cihazın emrinde çalışmak demektir. Ve bu cihaz, iş bölümü ne denli
uzmanlaştırılırsa, o denli yabancılaşır. İnsanlar, kendi yaşamlarını sürmez;
daha önce kurulmuş ve yerleşmiş olan görevleri yerine getirirler. Çalıştıkları
zaman, kendi ihtiyaçlarını ve yeteneklerini karşılamazlar; yabancılaşma içinde çalışırlar. Artık, çalışma genelleşmiştir;
aynı biçimde, libido
üzerindeki baskılar da genelleştirilmiştir. Bireyin yaşamının büyük bölümü olan
çalışma zamanı, acı ve sıkıntı zamanıdır; çünkü yabancılaşmış emek,
doygunluğun olmaması, haz ilkesinin yadsınması demektir. Libido, toplum
açısından yararlı faaliyetlere yöneltilir. Birey, bu faaliyetlerde, ancak
cihazın yararına olduğu takdirde ve ölçüde, kendisi için çalışabilir ve çoğunlukla,
kendi yetenek ve isteklerine uygun düşmeyen faaliyetlerde bulunur.
Ancak (ve kesinlikle) , bu biçimde geri
çekilmiş içgüdüsel enerrji, (arıtılmamış, yüceltilmemiş) saldırgan içgüdü
durumuna gelmez; çünkü, bu enerjinin, (çalışmadaki) toplumsal kullanılışı,
bireyin yaşamını destekler ve hattâ zenginleştirir. Libido üzerindeki
kısıtlamalar, daha ussal ve daha evrensel oldukça, toplumun bütününe işleyen
kısıtlamalar biçimine girer. Bu kısıtlamalar, birey üzerinde, dış nesnel
kanunlar ve içsel bir güç olarak kendilerini ortaya koyarlar: Toplumsal
otorite, «vicdan»a ve bilinçaltına işler ve bireyin kendi isteği, kendi ahlâkı
ve kendi doygunluğu olarak faaliyet gösterir. -Normal» gelişimde, birey,
baskısını «serbestçe», sanki kendi yaşamı imişcesine yaşar: Kendisinden ne istemesi
bekleniyorsa, onları ister; doygunlukları ve hazları, kendisinin ve
başkalarının yararına olan doygunluklar ve bazlardır; birey, haklı olarak ve
çoğu kez de çoşkun bir mutluluk
içindedir. İş günleri ya da iş geceleri arasındaki birkaç saatlik boş zaman
içinde hattâ bazen iş sırasında, «part-time» olarak yer alan bu mutluluk,
bireyin, edimini sürdürmesini sağlar ve edimin sürekliliği de, hem bireyin ve
hem de başkalarının çalışmasını sürekli kılar. Bireyin erotik edimi, toplumsal
edimi ile eş düzeye getirilir. Düzeni kabullenip, buna uyan bireyleri az çok
yeterince mükâfatlandıran ve böyle yapmakla da, toplumu, bir bütün olarak az
çok yeterince yeniden yaratan büyük nesnel düzen içinde, baskı ortadan
kaybolur.
Cinsiyetle uygarlık arasındaki çatışma,
tahakkümün bu gelişimiyle ortaya çıkar. Edim ilkesi altında, akıl ve beden,
yabancılaştırılmış çahşmanın birer aracı durumuna getirilirler. Bu araç
görevini de, ancak, insan organizmasının ashnda olduğu ve olmak istediği nefsi
[libidinal] özne-nesne özgürlüğünden vazgeçmekle yerine getirilebilirler. Bu
değişimde, zamanın bölümü büyük rol oynar. İnsan, iş günleri süresince,
yabancılaştırılmış edimin bir aracı olarak, sadece «part-time» (53) varolur; geride
kalan zaman içinde, kendisi için yaşamakta serbesttir. (Eğer ortalama iş günü,
iş yerine gidip gelme ve işe hazırlanmada harcanan zamanla birlikte on saat
ise ve eğer, uyumak ve beslenmek gibi biyolojik ihtiyaçlar günün bir on
saatini daha alıyorsa; bireyin yaşamının büyük bölümü süresince, kendine
ayırabileceği serbest zaman, yirmidört saatte ancak
(53)
Çalışma
saati olarak, «full-time -tam gün» ve «part-time- yarım gün» olarak dilimize
yerleşmişse de, buradaki kullanılışı, iş saatlerinin içinde ve dışında kalan
zaman dilimlerim belirttiği için, sözcük Türkçeye çevrilmeden, «part-time»
olarak aktarılmıştır. (Ç. N.)
dört saattir.) Bu serbest zaman,
potansiyel olarak, hazza elverişlidir. Ancak, îd’i yöneten haz ilkesi, «aynı
zamanda, hazzın geçici parçalanışına yani birbirinden ayrı, küçük dozlar
biçiminde dağılımına karşı koyması bakımından da «Vakitsiz [sonsuz]» dur. Edim
ilkesi ile yönetilen bir toplum, zorunlu olarak, hazzı bölecektir; çünkü,
organizma, yabancılaşmaya, ta kökünden, yani haz egosundan alışmalıdır. (54)
Organizma, vakitsiz ve yararsız doygunluk isteğini, «hazzın sonsuzluğa dek
sürmesi» isteğini unutmayı öğrenmelidir. Üstelik, yabancılaşma ve baskı, iş
gününden, serbest zamana taşar. Böylesi bir koordinasyonun, dıştan yani toplumsal
etmenler tarafından zorlanması gerekmez ve genellikle de bu tür bir zorlama
olmaz. Boş zamanın temel denetimi ve baskısı, iş gününün uzunluğu üe,
yabancılaştırılmış çalışmanın yorucu ve mekanik düzeni ile sağlanır. Bunlar,
boş zamanın, pasif bir dinlenme ve çalışma enerjisinin yeniden yaratılışı
biçiminde harcanmasını gerektirirler. Üretimcüik gelişiminin, baskıcı
tahakkümün koyduğu sınırlan aşma tehlikesi gösterdiği, endüstriyel uygarlığın
son evresine kadar, kitle yönetimi tekniği, boş zamanı doğrudan doğruya
denetleyen bir eğlence endüstrisi kurmamış veya devlet, bu tür denetimlerin
kurulması işini üzerine almamıştır. (55) Bireyi başı boş bırakmaya gelmez.
Çünkü, îd’in meydana getirdiği nefsi enerji, başı boş kaldığı ve baskı
gerçeğinden kurtulma potansiyellerinin farkında olan özgür bir akılla
desteklendiği zaman, en uç sınırlarını zorlayacak, yaşam ilişkilerinin her
zamankinden daha büyük bö-
(54)
Hiç
kuşkusuz her toplum biçimi, her uygarlık, yaşamın ihtiyaçlarını ve lüksünü
sağlamak için, çalışma zamanı koymak
lümünü kapsamaya çalışacak ve
böylelikle, gerçeklik egosunu ve bu egonun baskıcı edimini parçalayacaktır.
Cinsiyetin düzenlenmesi, edim ilkesinin
ana çizgilerini ve bu ilkenin toplumu düzenleyişini yansıtır. Freud,
merkezileşme üzerinde önemle durur. Merkezileşme, özellikle, bölümsel
içgüdülerin çeşitli hedeflerini, karşı cinsin bir nefsi hedefi biçiminde
«birleştirmek» ve üreyici üstünlük kurmak yolunda faaliyet gösterir. Her iki
durumda da, birleştirme işlemi baskıcıdır; yani, bölümsel içgüdüler, serbestçe
«daha yüksek» bir doygunluk düzeyine gelmezler; parçalanır ve bağımlı
fonksiyonlara indirgenirler. Bu işlem, bedenin, toplum açısından gerekli,
cinsiyetten uzaklaştırılması durumunu sağlar: Libido, bedenin, büyük
bölümünü, çalışma aracı olarak kullanılmak üzere serbest bırakarak, sadece bir
tek bölümü üzerinde toplamr. Böylelikle, libidonun, zamana değgin azaltı- lışı,
mekâna değgin azaltılışı ile tamamlanmış olur.
Aslında, cinsel içgüdünün, öznesi ve
nesnesi üzerinde, herhangi bir yabancı, zaman ya da mekân sınırlaması yoktur:
Cinsiyet, yapısı itibarile, «değişebilir biçimli - sapık»tır [polymorphous -
perverse]. Cinsel içgüdünün toplumsal düzenlenişi, üretici göre-
zorundadır. Ancak, çalışmanın her türü ve kalıbı, özü
itibarile, haz ilkesiyle uyuşmazlık içinde değildir. İşle bağıntılı insan ilişkileri,
«itilerin, narkisist, saldırgan ve hattâ erotik olan nefsî bileşenlerinin büyük
ölçüde boşalımım sağlayabilirler». (Civili- zation and Its Discontents, 34. Sf.
nın notu) Uzlaşmaz çatışma, çalışma (gerçeklik ilkesi) ile Eros (haz ilkesi)
arasında değil, yabancılaşmış çalışma (edim
ilkesi) ile Eros arasındadır. Yabancılaşmış, nefsî çalışma kavramı aşağıda
açıklanacaktır.. (55) IV. Bölüme bakınız.
ve hizmet etmeyen yada hazırlık
sayılmayan tüm cinsel belirtileri sapıklık olarak tabulaştırır. Çok şiddetli
kısıtlamalar olmadığı takdirde, bunlar, kültür gelişiminin bağlı olduğu
yücelişi bozup ortadan kaldırırlar. Fenichel’e göre, «üreme öncesi
[pregenital] çabalar, yücelmenin hedefidir» ve üremenin önceliği, bu hedefe
varmanın ön koşuludur. (56) Freud, sapıklıklar üzerindeki kısıtlamaların,
neden böylesine olağanüstü bir şiddetle sürdürüldüğünü araştırmıştır. Vardığı
sonuç şudur: Hiç kimse, sapıklıkların, sadece nefret uyandırıcı değil, aynı
zamanda, «sanki iğfal edici bir etki yapan ve bu sapıklıkların tadını çıkaranlara
karşı duyulan derinde ve gizli bir gıptanın olduğu yerde yok edilmesini
gerektiren» (57) müthiş ve ürkütücü birşey olduğunu akimdan çıkaramaz. Sapıklıklar,
«normal» cinsiyetten daha büyük bir pro- messe
de bonheur [mutluluk sözü]
verir gibidirler. Verdikleri sözün kaynağı nedir? Freud, normallikten
sapmaların, üreyici cinsel faaliyeti reddetmenin kendine «özgü» niteliği
üzerinde durmuştur. Sapıklıklar, böylelikle, üreme düzeninin buyruğuna giren
cinsiyete ve bu düzeni güven altına alan kuramlara karşı ayaklanışı
belirlerler. Psikanalitik teori, üreme dışında kalan ve üremeyi engelleyen
cinsel faaliyetlerde, üreme zincirini sürdürmeye ve böylelikle baba tahakkümüne
bir karşı koyuş, yani «babanın yeniden ortaya çıkmasını» (58) önleme çabası
görür. Sapıklıklar, haz ilkesinin, tamamen gerçeklik ilkesinin kölesi oluşuna
karşı çıkar gibidirler. Bir baskı dünyasında,
(56)
The
Psychoanalytic Theory of Neurosis, Sf. 142
(57)
A
General Introduction to Psychoanalysis, Sf. 282
(58)
G.
Barag, «Zur Psychoanalyse der Prostitution» (Imago'da yayınlanmıştır, cilt,
XXIII, Sayı 3, Sf. 345, 1937)
içgüdüsel özgürlük istemeleri,
çoğunlukla, cinsel baskıya eşlik eden suçluluk duygusunu kesinlikle
reddetmeleri niteliğindedir. (59)
Sapıklıklar, haz ilkesi adına, edim
ilkesine isyan etmekle, «gerçeklik deneyinden kurtulmuş ve sadece haz ilkesine
bağlı kalmış» (60) ansal faaliyet olan hayale [fantaziye] derin bir yakınlık
gösterirler. Hayal, cinsiyetin sapık belirtilerinde, sadece kurucu bir rol
oynamakla kalmaz (61) aynı zamanda, sanatsal imgeleme olarak, sapıklıkları,
mutlak özgürlük ve doygunluk imgelerine bağlar. Normal olan, toplum açısından
yararlı olan ve iyi olan arasında bir denge kurulmasını gerektiren bir baskıcı
düzende, [salt haz için girişilen faaliyetlere değgin] haz belirtileri, fleurs
du mal [kötülük çiçekleri] olarak görünmek zorundadırlar. Sapıklıklar,
cinsiyeti, yararh bir amaç için araç olarak kullanan topluma karşı, cinsiyetin
kendisini bir amaç olarak alırlar. Böyle yapmakla da, kendilerini, edim
ilkesinin tahakkümü dışında bırakır ve bu ilkenin temeline karşı çıkarlar.
Organizmayı bir çalışma aracına dönüştüren uygarlık sürecini altüst etmekle
tehdit ettikleri için, toplumun, kendi dışına atmak zorunda kalacağı, nefsi
ilişkiler kurarlar. Sapıklıklar, baskının hüküm sürebilmesi ve insan ve doğaya
her zamankinden daha etken tahakkümü kurabilmesi için bastırılması gereken
şeylerin simgeleri; yani, özgürlükle, mutluluk arasındaki yıkıcı özdeşliğin
simgeleridir. Üstelik, sapıklık uygulamalarına izin vermek, sadece iş gücünün
düzenli üretimini
(59)
Otto
Rank, Sexualitat und Schuldgefühl, Sf. 103
(60)
Freud,
«...Two Principles in Mental Functioning» (Collec- ted Papers, IV, Sf. 16-17)
(61)
Rank,
Sexualitat und Schuldgefühl, Sf. 14-15
değil, belki de insan neslinin kendisini
tehlikeye atacaktır. Normal insan yaşammda dahi tehlikeli olan, Eros’la ölüm
içgüdüsünün birbirine kaynaşması bu durumda tehlike çizgisini de aşacak biçimde
bir çözülme gösterir. Ve bu kaynaşmanın çözülmesi, ölüm içgüdüsündeki erotik
içeriği ve cinsel içgüdüdeki öldürücü içeriği ortaya çıkarır. Sapıklıklar,
Eros ve ölüm içgüdüsünün özdeş kılınmalarım veya Eros’un, ölüm içgüdüsüne
bağlanmasını ileri sürerler. Libidonun kültürel ödevi (belki de yaşam ödevi?),
yani «yoketme içgüdüsünü zararsız duruma getirme» (62) ödevi, bu durumda boşa
çıkmış olur, en üst düzeyde ve mutlak doygunluk peşinde olan içgüdüsel iti, haz
ilkesinden Nirvana ilkesine geriler. Uygarlık, bu muazzam tehlikeyi tammış ve
onaylamıştır. Uygarlık, bir yanda, Eros’un,
kendisinin bir amaç olması
biçimindeki, bütünlüğe ulaşmamış, ama daha gerçekçi olan anlatımını kanun dışı
sayarken, öte yanda, ölüm içgüdüsüyle Eros’un, Liebestod’un
son derece yücel- miş ve
(tekeşli) dünyasında bir araya gelişini takdirle karşılar.
Ölüm içgüdüsünün, Eros’unkine eş bir
toplumsal düzeni yoktur: İçgüdünün faaliyet gösterdiği derinlik, onu
sistematik ve metodik bir düzene sokulmaktan korur; sadece türevsel
belirtilerinden bir kısmı, baskıya uğrar. Ölüm içgüdüsü, sado - mazoşis- tik
doygunluk meydana getirmesi bakımından, kesinlikle, sapıklıklar tabusu içine
girer. Ama yine de, uygarlığın bütün gelişimi ancak ölüm içgüdüsünün ve
türevlerinin değişimi ve kullanımı ile sağlanabilir. Temel yoketme
içgüdüsünün, Egodan dış dünyaya saptırılması, teknolojik gelişime yararlı
olur. Ve ölüm
(62)
Freud,
«The Economic Problem in Masochism» (Collected Papers, II, Sf. 260)
içgüdüsünün, süperegonun oluşumunda
kullanılması, haz ilkesinin, cezalamcı biçimde gerçeklik ilkesine boyun
eğmesini sağlar ve uygar ahlâkı güven altına alır. Bu değişimde, ölüm içgüdüsü,
Eros’un buyruğuna girer; saldırgan itiler, doğanın, insan neslinin yararına
olarak sürekli değiştirilmesi, üstesinden gelinmesi ve işletilmesi için
gerekli enerjiyi sağlarlar. İnsan, nesnelere, hayvanlara (ve zaman zaman insanlara)
saldırmak, onları parçalamak, değiştirmek, ezmekle, dünya üzerindeki
egemenliğini genişletir ve uygarlığın daha da zengin evrelerine ulaşır. Ancak
uygarlık, baştan sona, öldürücü içeriğinin izini taşır:
«...insanın yapıcı toplumsal çahşmalanmn
tümünün yapısında ve özünde, bir ölüm unsuru olduğuna; gücünü yitirmeyen
hiçbir gelişim itişi olmadığına; aklın, güçlü bir barbarlığa karşı sürekli
savunma sağlayamayacağına nerdeyse inanmak zorunda kalırız.» (-63)
Toplumsal açıdan kanalize edilmiş
yokedicilik, bütün yararlılıklara karşı koyan bir iti ile, aslını defalarca
ortaya koyar. Ulusun ve grubun düşmanlarına karşı savaşın ve zamanın, mekânın
ve insanın yıkıcı, yokedici biçimde fethinin çeşitli ussal ve ussallaştırılmış
nedenlerinin altında, Eros’un öldürücü eşi, yani ölüm içgüdüsü, bu yoketme
eyleminin kurbanlarının eyleme ısrarlı bir rıza göstermeleri ve katılmalarıyla
belirgin olarak ortaya çıkar. (64)
«Kişiliğin kuruluşunda yoketme içgüdüsü,
kendini en belirgin olarak, superegonun oluşumu
(63)
Wilfred
Trotter, Instincts of the Herd in Peace and War, Sf. 196-197
(64)
Bakınız,
Freud, «Why War?» (Collected Papers, V, Sf. 273)
içinde gösterir.» (65) Hiç kuşkusuz, superego, îd’in
«gerçeğe aykırı» itilerine karşı savunucu rolü ve Oedipus kompleksinin kesin
fethindeki görevi ile, egonun birliğini kurar ve korur; Egonun, gerçeklik
ilkesi altında gelişimini güvene alır ve böylelikle Eros’un yararına çalışmış
olur. Ancak, superego bu hedeflere, Egoyu îd’ine karşı yöneltmekle, yokedici içgüdülerden
bir kısmını, kişiliğin bir bölümüne karşı çevirmekle; yani, kişiliğin bir
bütün halindeki birliğini yıkarak, «bölerek» ulaşır. Böylece, yaşam içgüdüsünün
karşıtının yararına çalışmış olur. İçten - yönetilen yokedicilik, olgun
kişiliğin özünü meydana getirir. Uygar bireyin, en aziz ahlâk etmeni olarak
görülen vicdan, ölüm içgüdüsü ile karışmış olarak ortaya çıkar; superegonun
gerektirdiği kategorik zorunluluk, kişiliğin toplumsal yaşantısını kurarken,
kendi kendini yoketme zorunluluğu olarak kalır. Baskının etkisi, yaşam
içgüdüsüne olduğu kadar, ölüm içgüdüsüne de bağlıdır. Normal olarak, ölüm
içgüdüsü üe yaşam içgüdüsünün birliği, sağlam ve güçlü bir kaynaşmadır. Ancak,
superegonun şiddeti, bu güçlü dengeyi sürekli olarak tehdit eder. «İnsan,
başkalarına karşı saldırgan eğüimlerini bastırdığı oranda, ego - ülküsü içinde
müstebit, yani saldırgan duruma gelir... Ego - ülküsünün Egosuna karşı
saldırgan eğilimleri, daha saldırganlaşır.» (66) En aşın biçiminde, yani
melankoli içindeki «ölüm içgüdüsünün salt kültürü,» ego üzerinde etkili
olabilir: «Ölüm içgüdülerinin bir çeşit toplanma yeri» (67) durumuna gelebilir.
Ancak, en büyük tehlikenin kökü, Ego’nun normal durumundadır. Ego’nun faaliyeti,
(65)
Franz
Alexander, The Psychoanalysis of the Total Perso- nality, Sf. 159
(66)
The
Ego and Id, Sf. 79-80
(67)
Aynı
yapıt, Sf. 77-79
— 72 —
«Saldırgan içgüdülerin, superegoda
erkinliğe kavuşması olduğuna göre, Ego’nun Libidoya karşı mücadelesi,
Libidoyu, acıya ve ölüme maruz bırakır. Süper - Ego’nun saldırılarına katlanan
ve hatta bunlara boyun eğmek zorunda kalan Ego’nun, kendi yarattıkları
bölünme ürünleri tarafından yok edilen tek- hücrelilerinkine (protozoa) benzer
bir kaderi vardır.» (68)
Ve Freud, «(ansal) ekonomik açıdan,
superegoda işleyen ahlâkın, buna benzer bir bölünme ürünü olduğunu» belirtir.
Freud’un metapsikolojisi, bu ortamda
uygarlığın öldürücü diyalektiği ile karşı karşıya gelir; uygarlığın gelişimi,
yıkıcı güçlerin giderek erkinliğe kavuşmasına yol açar. Freud’un bireysel
psikolojisi ile uygarlık teorisi arasındaki bağıntıyı açıklamak için, içgüdüsel
dinamik yorumunu bir başka düzeyde, yani filogenetik düzeyde ele almak gerekir.
(68)
Aynı
yapıt, Sf. 84
— III —
BASKICI UYGARLIĞIN KAYNAĞI
(FILOGENESÎS)
Baskının kaynağını araştırma çabaları,
çocukluğun ilk devrelerinde oluşan, içgüdüsel baskının kaynağına dek uzanır.
Superego, Oedipus kompleksinin mirasçısıdır. Cinsiyetin baskıcı düzeni,
genellikle, üreme öncesi ve sapık belirtilere karşı bir tutuma yönelir.
«Doğumun travması», ölüm içgüdüsünün ilk belirtilerini, yani, rahmin
Nirvanasına dönme itişini ortaya çıkarır ve bu itinin bundan böyle bastırılmasını
gerektirir. Gerçeklik ilkesi, faaliyetini, çocukta öylesine mutlak ve öylesine
şiddetli biçimde tamamlar ki; olgun bireyin davranışları, çocukluk deneylerinin
ve tepkilerinin yinelenmesinden pek fazla farklı olmaz. Ancak, gerçeklik
etkisiyle trav- matik olan çocukluk deneyleri, birey - öncesi, yani
türseldir [generik]: Çocuğun uzun süreli bağımlılığı, Oedipus durumu ve üreme
öncesi cinsiyet, kendilerine özgü çeşitlemeleri olmakla beraber, hepsi de tür
- insana [genus - man] aittir. Ayrıca, asabı [nevrotik] kişilikteki
superegonun us dışı şiddet ve sertliği, bilinçsiz suçluluk duygusu ve cezalanma
ihtiyacı; bireyin aslî «günahkâr» itileriyle uygunluk içinde değildir.
Olgunluk boyunca, suçluluk duygusunun sürmesi ve (daha sonra göreceğimiz gibi)
yoğunlaşması, cinsiyetin aşın baskıcı düzenlenişi, yine bireysel itiler için
yerinde sayılabilecek tehlikelerin terimlerile yeterince açıklanamaz, ilk travmalara
karşı gösterilen bireysel tepkiler de, «bireyin kendi deneyi» olarak anlatılamaz.
Bunlar, «türsel olaylara gösterilmiş tepkilere daha uygun bir yolla» bireysel
deneylerden ayrılırlar ve genel olarak, ancak «böyle bir etki kanalıyla»
açıklanabilirler. (69) Kişiliğin ansal yapısının çözümlemesi, böylelikle, ilk
çocukluk döneminin ötesine gerilemek; birey tarihinin öncesinden, tür
tarihinin öncesine gitmek zorunda kalır. Otto Rank’a göre, kişilikte, türün
isteklerinin karşılığı olan bir «biyolojik suçluluk duygusu» vardır. «Çocuğun,
ilk yıllarda, kendisini yetiştirmekle sorumlu kişilerden öğrendiği» ahlâk
ilkeleri, «İlkel insanın belirli filogenetik yankılarım» (70) gösterirler.
Uygarlık, hâlâ ilkel kalıtımla belirlenmektedir, ve Freud’un
belirttiğine göre, bu kalıtım, «sadece eğilimleri değil, kavrayış yeteneğine
değgin içerikleri, eski kuşakların deneylerinin anılarını da kapsar.» Bireyin,
hâlâ türle olan eski özdeşliğini sürdürmesi bakımından, bireysel psikoloji, kendi içinde grup psikolojisidir. İlkel kalıtım, «bireysel psikoloji ile kitle
psikolojisi arasındaki arayı» kapatır. (71)
Bu kavram, toplumsal bilimin metoduna ve
özüne dek uzanan bir anlam taşır. Psikoloji, kişiliğin ideolojik örtüsünü
yırtıp, kuruluşunu ortaya çı-
(69)
Freud,
Moses and Monatheism, Sf. 157
(70)
Alexander,
The Psychoanalysis of the Total Personality, Sf. 7
(71)
Freud,
Moses and Monotheism, Sf, 158 karırken, bireyi
çözmeye yöneltilir: Bireyin, bağımsız kişiliği, insan neslinin genel
baskısının donmuş belirtileri olarak
görünür. Tarihsel dünyayı fethetmiş ve biçimlendirmiş olan, kendine dönük
bilinç [self - consciousness] ve mantık, iç ve dış baskı imgesi içinde
faaliyet göstermişlerdir. Bunlar, birer tahakküm öğesi olarak çalışmışlardır:
Sağladıkları (küçümsenmeyecek) özgürlükler, kölelik toprağında yetişmiş ve bu
izi daima taşımışlardır. Bunlar, Freud’un kişilik teorisinin, huzur kaçırıcı
yönleridir. Psikoloji, Ego - kişilik fikrini, temel bileşenlerine «çözmekle»,
(Ego’nun bilincinde olmaksızın), bireyi gerçekten meydana getiren birey-altı ve birey-önce- si etmenleri açığa vurur:
Bireyin içindeki ve üstündeki bütünün [külliyenin] gücünü ortaya koyar.
Bu ortaya koyuş, modern kültürün en
güçlü ideolojik kalelerinden birini, yani, bağımsız birey görüşünü temelinden
sarsar. Bu noktada, Freud’un teorisi, katılaşmış sosyolojik kavramları,
tarihsel içeriklerini çözme yolundaki büyük çabalara katılır. Freud’un
psikolojisi, özel ve genel yaşantı çevresi içindeki somut ve bütünlenmiş
kişiliğin üzerinde durmaz; çünkü, bu yaşam, kişiliğin özünü ve yapısını,
ortaya koymaktan çok, gizler. Bu yaşam toplumu meydana getiren insanların ve
kuramların ağı içinde kalıplaşmış, uzun tarihsel süreçlerin nihaî sonucudur.
Bu süreçler, kişiliği tanımlar ve ilişküerini belirlerler. Buna bağlı olarak,
bu süreçlerin gerçekten ne olduklarını anlamak için, psikoloji, onların gizli
kaynaklarım araştırarak, kalıplarını kırmak, çözmek zorundadır. Psikoloji, bunu
yaparken, kişiliği belirleyici çocukluk deneylerinin, türün deneylerine bağlı
olduğunu; bireyin, insan türünün evrensel kaderini yaşadığını ortaya çıkarır.
Geçmiş, bugünü belirler; çünkü insan soyu, henüz kendi tarihinin üstesinden
gelememiştir. Freud’a göre, evrensel kader, içgüdüsel itilerde belirlenir;
ancak, bu içgüdülerin kendileri, tarihsel «değişikliklere» bağlıdırlar.
Bunların başlangıcında, ilk baba ile simgelenen tahakküm deneyi, yani Oedipus
durumunun en aşırı derecesi bulunur. Bu durum hiçbir zaman tamamiyle
altedilemez: Uygar kişüiğin olgun egosu, hâlâ, ilkel insanın kalıtımım taşır.
Egonun bu bağımlılığı akılda tutulmadığı
takdirde, Freud’un daha sonraki yazılarında, olgun Ego’nun bağımsızlığı
üzerinde, giderek artan bir önemle durması, psikanalizin en ileri kavramlarının
bir yana bırakılışının mazur gösterilişi, ve kültürel, ve kişiler arası
ekollerin yenilişi gibi yanlış bir yoruma yol açabilir. Freud, son
yazılarından birinde (72), Ego’nun bütün değişikliklerinin, «çocukluğun ilk
yıllarındaki savunucu çatışmalar sırasmda edinilmemiş olduğunu» ileri sürer ve
«her bireysel egonun, başlangıçtan itibaren, kendi özel yatkınlıkları ve eğilimleri
olduğunu; egoda, doğuştan çeşitlemeler bulunduğunu» söyler. Ancak, egonun bu
yeni bağımsızlığı, tam tersine dönüşür gibidir: Freud, egonun, birey -
öncesine türsel eğilimlere olan temel bağımlılığı görüşünden caymak şöyle
dursun; bu eğilimlerin, egonun gelişimindeki rollerini daha da güçlendirir.
Çünkü, egonun doğuştan olan değişikliklerini, Bizim ‘ilkel kalıtımımız’
terimlerde tanımlar ve «ego varolmadan önce bile, varolduktan sonraki gelişim
çizgisi, eğilimleri ve tepkileri belirlenmiş durumdadır» (73) diye düşünür.
Gerçekten de,
(72)
Analysis
Terminable and Interminable (Collected Papers, V, Sf. 343)
(73)
Aynı
yapıt, Sf. 343 - 344
egonun belirli biçimde ortaya çıkışı,
«ilkel kalıtımımızda bulunan ilkel insan gelişiminden gelen birikimlerin» belirtisiyle
birlikte görünür. Freud, egonun doğal yapısından, «Ego ile İd arasındaki
topog- rafik ayrışmanın, araştırılmaya pek değer olmadığı» sonucunu çıkardığı
zaman, Ego ile îd’in bu benzerliği, iki ansal güç arasındaki dengeyi, ego yerine
îd, yani bireysel süreçler yerine türsel süreçler lehine bozuyor gibidir. (74)
Freud teorisinin hiçbir bölümü ilkel
kalıtımın sürmesi fikri, yani, Freud’un, insanlığın tarih öncesini, ilk
klandan, baba tahakkümü kanalıyla uygarlığa geçiş biçimindeki yeniden kuruşu
kadar, reddedilmemiştir. Bilimsel tanıtlamanın ve hattâ mantık uygunluğunun
sağlanmasındaki güçlükler, çok belirgin ve belki de aşılamaz durumdadır. Üstelik
bunlar, Freudian varsayımın etkenlikle karşı geldiği tabularla
güçlendirilmişlerdir: Bu varsayım, insanın, Tanrıya karşı işlediği günahın
cezası olarak yitirdiği bir cennete değil; tamamen dünyaya bağlı bir despot -
baba tarafından kurulmuş ve ona karşı girişilmiş başarısız ve tamamlanmamış
ayaklanma tarafından sürdürülmüş olan insamn insana tahakkümüne ulaşır, «tik
günah» insana karşı işlenmiş bir günahtır. Ve, kendisi de suçlu olan birine
karşı işlenmiş olduğu için, günah sayılmaz. Ve bu
(74)
Heinz
Hartmann, «Mutual Influences in the Development of Ego and Id» adlı yazısında,
filogenetik niteliği önemle belirtir: «Yüzbinlerce yıllık evrim süreci ile
gelişmiş olan, Ego ve îd’in ayrışması, bir eğilim biçiminde, bir bakıma insanın
doğal kişiliği durumundadır. «Bununla beraber, Hartmann, «Ego gelişiminde, bir
temel bağımsızlık olduğunu» varsayar. Hartmann'm söz konusu yazısı, «The
Psychoanalytic Studv of 'the Child» adlı yapıtın, VII. Cildindedir.
filogenetik varsayım, olgun uygarlığın,
hâlâ eski ansal gelişmemişlikle şartlandığını açığa vurur. Tarih öncesi
itilerin ve davranışların anısı, uygarlığın huzurunu kaçırmaya devam eder:
Bastırılmış olanlar, yeniden geri gelir ve birey, hâlâ, çok eskiden üstesinden
gelinmiş itiler ve çok eskiden beri görünmeyen davranışlar için
cezalandırılır.
Freud’un varsayımı, herhangi bir
antropolojik kanıtla doğrulanmasa; bu varsayımın, bir dizi felâketli olay
içinde, tahakkümün tarihsel diyalektiğini göstermesi ve böylelikle, uygarlığın
bugüne dek açıklanmamış yönlerini açıklaması dışında kalan bölümleri, tamamen
bir yana atılmak zorunda kalır. Freud’un antropolojik spekülasyonunu sadece bir
tek anlamda, simgesel değeri için kullanıyoruz. Varsayımın belirttiği eski
olaylar, antropolojik doğrulama alanının ötesinde kalabilirler. Bu olayların,
kanıt olarak gösterilmiş sonuçları, tarihsel olaylardır ve bunların, Freud’un
varsayımı açısından yorumu, bunlara, tarihsel geleceği belirten ve bugüne dek
küçümsenmiş bir önem kazandırır. Eğer bu varsayım, sağduyuya karşı
geliyorsa, bu karşı çıkışıyla, sağduyumuzun unutmaya alıştırıldığı bir gerçeği
ortaya atıyor demektir.
Freud’un varsayımında, ilk insanlar
grubu, bir bireyin ötekiler üzerinde zorla egemen oluşu biçiminde kurulmuş ve
sürdürülmüştür. Tür - insan yaşamının bir döneminde, yaşam, tahakkümle düzenlenmiştir. Ve ötekilere tahakküm etmeyi başaran insan, baba, yani
istenilen kadınlara sahip olan ve bu kadınlarla oğullar ve kızlar üretip
bunları yaşatan adam olmuştur. Baba, kadını (en yüce hazzı) kendi tekeline
almış ve klanın bütün öteki üyelerini, kendi gücüne boyun eğmek ve bağlanmak
zorunda bırakmıştır. Baba, ötekileri, en yüce hazdan yoksun kılmayı başardığı
için mi, tahakküm kurmayı başarabilmiştir? Herhalükârda, hazzın
tekelleştirilmesi, bir bütün olarak grup için, acının eşit olmayan dağılımı
demektir: «...oğulların kaderi zorluydu; babalarının kıskançlığını
uyandırdıkları takdirde, ya öldürülüyorlar, ya hadım ediliyorlar, ya da sürülüyorlardı.
Bunlar, küçük topluluklar halinde yaşamak ve karılarını, başkalarından çalmak
[kaçırmak] suretile bulmak zorundaydılar.» (75) ilk klanda yapılması gerekli
bütün işlerin yükü, babaya özgü hazdan yoksun kılınmakla, içgüdüsel enerjilerini
haz vermeyen, ama gerekli olan faaliyetlere yöneltmekte «serbest» kalmış
bulunan oğulların omuzuna yükleniyordu, içgüdüsel ihtiyaçların doygunluğunun,
babanın zoruyla kısıtlanması, hazzın baskı altına alınması, böylelikle, sadece
tahakkümün bir sonucu olarak kalmıyor, aynı zamanda, tahakkümün sürekli fonksiyonu için gerekli, ansal ön koşullara da hazırlanmış oluyordu.
îlk klanın bu düzeni içinde, ussal olan
ve olmayan, biyolojik ve sosyolojik etmenler, ortak ve ayrı çıkarlar,
çözülemez bir düğüm biçiminde birbirlerine girift olmuşlardır, ilk klan,
kendini şu veya bu düzende sürdüren, geçici çalışma içinde yaşayan bir gruptur.
Bu yüzden, düzeni kurmuş olan ataerkil despotizm, grubu yaratmak ve sürdürmek,
böylelikle de bütünün ve ortak çıkarın yeniden üremesini sağlaması bakımından
«ussal» sayılabilir. İlk baba, haz üzerine zorla konulmuş kısıtlama ve nefsi
doygunluktan pehriz yoluyla gelişimin zeminini hazırlayarak, uygarlığın
gelişimi için bir örnek meydana
(75)
Moses
and Monotheism, Sf. 128 getirmiş; böylelikle, geleceğin,
düzenceli «iş gücü» için ilk ön koşulu yaratmıştır. Ayrıca, hiyerarşik haz
dağıtımı, «haklı» görülmüş; korunmuş, güven altına alınmış ve hattâ sevgiyle
karşılanmıştır: Despot, baba olduğu için, uyruklarının kendisine karşı duyduğu
nefret, başlangıcından beri bir biyolojik sevgiyle, yani babanın yerine geçmek
ve ona öykünmek [taklit etmek] kendilerini, gerek güç ve gerekse haz yönünden
onunla özdeş kılmak isteği biçiminde belirlenen bir ikili duyguyla birlikte
yürümüştür. Baba, kendi çıkarı için, tahakküm kurmuş; ancak yaşı, biyolojik
görevi ve (hepsinden önemlisi) başarısı dolayısiyle haklı karşılanmıştır:
Grubun dağılmamasını sağlayan «düzen»i baba kurmuştur. İlli baba, oynadığı bu
rolle, uygarlığın gelişimini belirleyen, mütehakkim baba - imgelerinin bir
öncüsü, bir habercisi olmuştur. Baba, kendi kişiliğinde ve görevinde, gerçeklik
ilkesinin iç mantığını ve gerekliliğini birleştirmiştir. Babanın «tarihsel
hakları» vardır. (76)
Klanın üreyici düzeni, babadan sonra
sürmüştür:
«... oğullardan biri veya öbürü, ilk
klanda ba- banınkine benzer bir duruma ulaşmayı başarabilir. Doğal olarak,
elverişli bir durum ortaya çıkar: Bu da, kendisine çok düşkün olan anasının
koruması dolayısile, babanın yaşlılık döneminden yararlanan ve ölümünden sonra
onun yerine geçen, en küçük oğulun durumudur.» (77)
ilk ataerkil despotizm, böylelikle
«etken» bir düzen durumuna gelmiştir. Ancak, klana zorla kabul ettirilmiş
düzenin etkenliği sanırım pek güve-
(76)
Aynı
yapıt, Sf. 135
(77)
Aynı
yapıt, Sf. 128
nilmez bir güç olarak kalmış ve ataerkil
baskıya karşı duyulan nefret giderek güçlenmişdir. Freud’un varsayımında, bu
nefret, sürgün edümiş oğulların ayaklanmasında, toplu olarak babayı halledip
öldürmelerinde ve kardeşler klanının kuruluşunda doruk noktasına ulaşır.
Kardeşler klanı ise, öldürülen babayı tanrılaştırır ve Freud’a göre, toplum
ahlâkını yaratan tabularla kısıtlamaları uygular. Freud’un tarih
varsayımında, kardeşlerin ayaklanması, klanın kadınları üzerine babanın koymuş
olduğu tabuya karşı bir ayaklanma olarak alınır ve hazzm eşitsiz dağılımına
karşı, herhangi bir «toplumsal» protesto olmadığı belirtilir. Buna bağlı olarak
egemenliği ellerine geçirmiş kardeşlerin kendi kendilerine koydukları
tabuların, grubu bir bütün olarak sürdürmek gibi bir ortak çıkar içinde baskıyı
gerektirmesiyle, dar anlamdaki uygarlık, ancak kardeşler klanında başlamış
olur. Ve kardeşler klanını, ilk klandan kesinlikle ayıran psikolojik olay, suçluluk duygusunun gelişmesidir, ilk klanı aşan gelişim, yani uygarlık,
suçluluk duygusunu gerektirir: Uygarlık kendi varlığının bağlı olduğu, temel
yasakları, kısıtlamaları ve doygunluğun ertelenmesini bireylere aşılar ve
böylelikle sürekliliklerini sağlar.
«Babanın öldürülmesinden sonra, her
birinin babanın yerine geçmeyi istediği kardeşler arasında da, bir süre çekişme
olduğu akla yakındır. Sonunda, kardeşler, bu çekişmenin boşuna olduğu kadar,
tehlikeli olduğunu da anlamışlardır. Bu pahalıya mal olmuş anlayış ve sürgünde
bulundukları sırada, aralarında doğmuş olan bağlılıkla, birlikte başardıkları
kurtuluş eyleminin anısı, sonunda, aralarında bir birlik, bir tür toplumsal
anlaşma doğmasına yol açmıştır. Böylece, içgüdüsel doygunluktan feragate,
karşılıklı zorunlulukların tanınmasına, parçalanmayacak ve kutsallaştırılmış
kuramların kurulmasına, yani kısaca, ahlâk ve kanunun başlangıcına eşlik eden
ilk toplumsal düzen kalıbı meydana gelmiştir. (78)
Babaya karşı ayaklanma, biyolojik bir
haklılık kazanmış olan otoriteye karşı ayaklanmadır. Babanın öldürülmesi,
grubun yaşamını korumuş ve sürdürmüş olan düzeni, yıkmak demektir. Başkal-
dıranlar, bütüne ve dolayısiyle kendilerine karşı suç işlemişlerdir. Ötekilerin
ve kendi kendüerinin nazarında suçludurlar ve bu suçlarından dolayı pişmanlık
duymalıdırlar. Babanın öldürülmesi, en büyük cinayettir; çünkü, üreyici
cinsiyet düzenini, baba kurmuş ve böylelikle, kendisi, bütün bireyleri yaratan
ve sürdüren tür olmuştur. Ata, baba ve despot olan kişi, cinsiyetle düzeni,
hazla gerçeği birleştirir; sevgi ve nefret uyandırır; insanlık tarihinin dayanağı
olan biyolojik ve sosyolojik temeli güven altına alır. Babanın ortadan
kaldırılması, grubun sürekli yaşamının ortadan kalkması ve haz ilkesinin, tarih
öncesi ve tarih altı gücünün yeniden kurulması tehlikesini yaratır. Ancak, oğullar
da, babalarının istediği şeyi, yani, ihtiyaçlarının sürekli olarak karşılanmasını
istemektedirler. Bu amaçlarına da, sadece, hazzı baskı ve denetim altına almış
ve böylelikle grubun yaşantısını sürdürmüş olan, tahakküm düzenini, bir başka
kalıp içinde yinelemekle ulaşabilirler. Baba, bir tanrı olarak varlığını
sürdürür ve günahkârlar, yeni yeni günahlar işlemeye devam edebilmek için,
ona tapınarak kendilerini affettirirler. Bu arada, yeni babalar, grubun
düzenini ve kendi yönetimlerini sürdürmek için, haz üzerine konan bas-
(78)
Aynı
yapıt, Sf. 129
Kiıarı güven altına alırlar. Tahakkümün
bir kişiden birkaç kişiye geçerek gelişmesi, hazzın «toplumsal yaygınlığını»
gerektirir ve yönetici grubun kendi kendini baskıya sokması zorunluluğunu
yaratır: Yönetici grubun bütün üyeleri, yönetimlerini sürdürmek istiyorlarsa,
tabulara uymak zorunda kalırlar. Bu durumda, baskı, ezenlerin kendi
yaşamlarına sızar ve bu grubun içgüdüsel enerjisinin bir bölümü, «çalışma»
yoluyla boşaltılabilecek bir erkinliğe ulaşır.
Aynı zamanda, klanın kadınlarının
tabulaştırıl- ması, aileler ve klanlar arası bir birleşmeye ve yayılmaya yol
açar; örgütlenmiş cinsiyet, Freud’un, Eros’un uygarlıktaki fonksiyonu olarak
nitelediği daha büyük üniteler kurmaya başlar. Kadınların oynadığı rol,
giderek önem kazanır. «Babanın ölümüyle boş kalan gücün büyük bölümü kadınlara
geçti; bunu, analar saltanatı dönemi izledi.» (79) Freud’un varsayımı uyarınca,
uygarlığa doğru gelişim süreci içinde, anaerkil devreden önce ilk ataerkil
despotizminin gelmesi temel gerekliliktir: Freud’un varsayımına göre,
anaerkil dönemde, geleneksel olarak, baskıcı tahakkümün azlığı, erotik
özgürlüğün yaygınlığı, aslî «doğal» koşullar olmaktan çok, ataerkil despotizmin
alaşağı edilmesinden doğan bir sonuçtur. Uygarlık gelişiminde, özgürlük, ancak
kurtuluş biçiminde meydana gelebilir. Kurtuluş, tahakkümü izler ve
tahakkümün yeniden ortaya çıkmasına yol açar. Anaerkil dönem, bir ataerkil
karşı - devrimle son bulur ve bu ataerkil devrim, dinin kurumlaştırıl- ması ile
istikrar ve güç kazanır.
«O sırada, bir büyük toplumsal devrim
yapılmıştı. Anaerkil dönemi, ataerkil düzenin yeniden kuruluşu izledi. Şurası
mutlak ki; yeni babalar hiçbir
(79)
Aynı
yapıt, Sf. 129-130 zaman, ilkel babanın kadirimutlaklığım
kazanamadılar. Çok kalabalıktılar ve ilk klana oranla, daha büyük topluluklar
halinde yaşıyorlardı. Birbirleriyle geçinmek zorundaydılar ve toplumsal
kurumlann baskı ve kısıtlaması altındaydılar.» (80)
Erkek tanrılar ilk olarak, büyük ana
tanrılıklarının yanı sıra, oğullar biçiminde ortaya çıkarlar. Ama, giderek
baba niteliği alırlar. Çok tanrılılık, tek tanrılılığa dönüşür ve o zaman,
«gücü sınırsız olan bir tek baba tanrılığı yeniden ortaya çıkar.» (81) Yüce ve
yüceltilmiş olan ilk tahakküm, sonsuz, kozmik ve iyi bir görünüm alır ve bu
kalıp içinde, uygarlığın gelişimini korur. îlkel babanın «tarihsel hakları»
yeniden kazanılır. (82)
Freud’un varsayımına göre, kardeşler
klanı için bir içgüdüsel duygu olan ve bu klanın giderek ilk «toplum»
biçimindeki birliğini sağlayan suçluluk duygusu, öncelikle, en büyük cinayetin,
yani babanın öldürülmesinin verdiği suçluluk duygusudur. Cinayetin sonuçları
endişe ve telâş uyandırır. Ancak, bu sonuçlar iki yönlüdür: Bir yandan,
(terörle olsa bile) grubun yaşamını sürdürmüş olan otoritenin ortadan
kalkmasıyla, grubun yokolma tehlikesini ortaya çıkarır; öte yandan ise, bu
otoritenin yokluğu, babasız, yani baskısız ve tahakkümsüz bir toplumun
müjdecisi olur. Suçluluk duygusunun, bu iki yönlü durumu ve ikili duyguyu
yansıttığını söylemek, sanırım yerinde olur. Başkaldırmış olan baba katilleri,
sadece birinci sonucu, yani grubun yokolma tehlikesini bertaraf etmeye
çalışırlar: Bir tek baba yerine, bir çok baba geçirerek ve sonra o bir tek
babayı tanrılaştırıp içselleştirerek tahakkümü yemden ku- (80)
Aynı yapıt, Sf. 131 -132 (81) Aynı yapıt, aynı sayfa (82) Aynı yapıt, Sf.
135-136
rarlar. Ancak böyle yapmakla, kendi
eylemlerine, yani kurtuluş ve erkenlik vaadine ihanet etmiş olurlar. Despot
baba, böylelikle, kendi gerçeklik ilkesini, kendine baş kaldırmış olan
oğullarına aşılamış olur. Oğulların ayaklanması, geçici bir süre için tahakküm
zincirini kırar ve sonra, yeni özgürlük yeniden ve bu kez, oğulların otoritesi
ve eylemiyle baskı altına alınır. Oğullardaki suçluluk duygusunun, kendi
yaptıkları işe ihanet edişlerini ve onu yadsı- yışlannı da kapsaması gerekmez
mi? Baskıcı baba-, yı yeniden ortaya çıkarmaktan ve kendi kendilerine zorla
kabul ettirdikleri tahakkümün sürmesini sağlamaktan suçlu değilmidirler ?
Freud’un filogenetik varsayımı, içgüdüsel dinamik konusundaki görüşü ile karşı
karşıya geldiği anda bu soru ortaya çıkar. Gerçeklik ilkesi, en ilkel ve en
gaddarca zorunluluk kalıbı içinde bile olsa, kök salmaya başladığı zaman, haz
ilkesi ürkütücü ve korkutucu birşey durumuna gelir. Özgür doygunluk itileri,
endişe ile karşıkarşı- ya k-lırlar; ve bu endişe bu itilere karşı korunmayı
gerektirir. Bireyler, kendilerini, yokluk ve acıdan kurtuluş hayaline karşı,
mutlak doygunluğa karşı korumak, savunmak zorunda kalırlar. Mutlak doygunluk,
böylesi bir doygunluğu ilk ve son olarak sağlamış ana olan kadmla simgelenir.
Bunlar, erkinlik ve tahakkümün ritmini yeniden yaratan, içgüdüsel
etmenlerdir.
«Kadın, cinsel gücü yüzünden, toplumsal
yapısı, babaya karşı duyulan korku temeline dayanan toplum için tehlikelidir.
Halk, babayı, özgür olmak için değil, kendilerini, anaya karşı daha güvenle koruyacak,
daha ağır bir boyunduruk altına girmek için öldürür.» (83)
Kral - baba, sadece, «dayanılmaz
baskılar koyduğu için değil; aynı zamanda, bir tek bireyin koy- — 87 —
duğu baskılar, «aile içi cinsel ilişki
[incest] için yeterli bir engel olmadığı», yani, anaya dönme arzusunu
yeterince engelleyemediği için öldürülür. (84) Bu yüzden kurtuluş, eskisinden
de «mükemmel» bir tahakkümle izlenir.
«Baba tahakkümünün, erkekler tarafından
yönetilen güçlü devlet sistemine yönelen gelişimi; amacı, kadınları,
eskisinden de çok, yönetim dışında bırakmak olan ilk baskının bir devamıdır.»
(85)
Kral - babanın alaşağı edilmesi bir
suçtur; ancak, onun yeniden güçlendirilmesi de bir suçtur ve uygarlığın
gelişimi için, bu suçların her ikisinin de işlenmesi gerekir. Gerçeklik
ilkesine karşı işlenen günahın kefareti, haz ilkesine karşı işlenen suçla
karşılanır : Böylelikle kefaret kendi kendisini ortadan kaldırmış olur.
Suçluluk duygusu, yinelenmiş ve yoğunlaştırılmış kefarete karşın sürer: Endişe
ortadan kalkmaz. Çünkü haz ilkesine karşı işlenmiş suçun kefareti
ödenmemiştir. Tamamlanmamış bir iş üzerinde, yani kurtuluş üzerinde suç söz
konusudur. Freud’un formüllerinden bir kısmı bunu belirtir. Suçluluk duygusu
«uygulanmamış bir saldırganlığın sonucudur»; ve,
«Önemli olan, kişinin babasını öldürmesi
veya bundan kaçınması değildir. Kişi, her iki durumda da suçluluk duymak
zorundadır. Çünkü suç ikili duygunun çatışmasının, yani Eros’la, yıkıcı içgüdünün
ya da ölüm içgüdüsünün arasındaki sonsuz çekişmenin bir belirtisidir.» (86)
Freud çok daha eskiden, bireyin içinde «gizlenen» ve ona yöneltilecek (83)
Otto Rank, The Trauma of Birth, Sf. 93
(84)
Aynı
yapıt, Sf. 92
(85)
Aynı
yapıt, Sf. 94
(86)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 128, 121.
suçlamaları «sindirmek» için bekleyen
(87) önceden - varolan bir suçluluk duygusundan söz etmiştir. Bu görüş,
kökleri, bireyin bilinçaltının da ötesine uzanan bir
«bağımsız [floating] endişe» fikri ile aynı paralelde gibi görünür.
Freud’un varsayımına göre, ilk suç ve
ona bağlı suçluluk duygusu değişik kalıplarda olmakla beraber, bütün tarih
boyunca yinelenir. Bu suç, eski ve yeni kuşaklar arasındaki çatışmada, yerleşik
otoriteye yönelen ayaklanma ve başkaldırmalarda ve bunlara bağlı kefaret
ödemelerde, yani otoritenin yeniden kurulması ve yüceleştirilmesinde sürer.
Freud, bu tuhaf, sürekli yinelemeyi açıklarken, dinsel psikoloji ile
tanımladığı «baskı altına alınmış olanın
yeniden ortaya çıkışı» varsayımını
ileri sürmüştür. Freud’un düşünüşüne göre Musa’nın öldürülmesi ile başlayan
Yahudilik tarihinde, babanın öldürülüşünün, bunun «yeniden ortaya çıkışının»
ve kefaretinin izleri vardır. Freud’un varsayımının somut anlamı, anti -
Semitizm yorumunda daha bir açıklığa kavuşur. Freud’a göre, anti - Semitizm,
büinçaltma kök salmıştır: Yahudi- lerin «Tanrı Babanın ilk göz ağrısı oldukları
iddiasından» doğan bir kıskançlık; hadım edilme tehlikesine karışan bir
sünnet korkusu, ve belki de en önemlisi, modern insanların çoğuna «sadece yakın
zamanlarda» kabul ettirilmiş yeni dine (Hristiyan- lığa) karşı duyulan öfkedir.
Bu öfke, hristiyanlığın geldiği kaynağa, yani Yahudiliğe «yansıtılmıştır»
.(88)
(88) Moses and Monotheism, Sf. 144
(87)
Psychoanalysis
and the Ascertaining of Truth in Courts of Law (CoIIected Papers, II, Sf. 23)
Eğer bu düşünceyi, Freud’un ötesine
sürdürür ve suçluluk duygusunun iki yönlü kaynağına bağlarsak, Isa’nın yaşamı
ve ölümü, babaya karşı bir mücadele ve babaya karşı kazanılmış bir zafer olarak
görünür. (89) Oğulun getirdiği müjde, kurtuluş müjdesi (Eros demek olan)
Agape’nin (90), (tahakküm demek olan) şeriati yenmesi haberidir. Bu görüş,
Isa’nın, yeryüzündeki insanları kurtarmak için gelmiş bir Mesih, büyük Halâskâr
olduğu fikriyle uyuşur. O zaman, Mesih’in bir başka varlığa dönüştürülmesi
[transubstantiation] ve Oğulun, Babanın yanı sıra tanrılaştırılması, kendi
müritlerinin, getirdiği habere ihanetleri yani, büyük kurtuluşun yadsınması,
kurtarıcıdan öç alınması demek olur. Bu durumda, Hristiyanlık, Agape - Eros akidesini,
yeniden Şeriate teslim edecek; baba - buyruğu yeniden kurulacak ve
güçlenecektir. Freud’un deyimiyle, ilk suçun kefareti, Oğulun getirdiği haber
uyarınca, yeryüzünde bir barış ve sevgi düzeni içinde ödenmiş olacaktır. Oysa
bu kefaret ödenme-
(89)
Bakınız,
Erich Fromm, Die Entvvicklung des Christus- .dogmas.
(90)
Agape,
Hristiyan dininde iki anlama gelen Yunanca bir sözcüktür. Birinci anlamı
Ahdicedit'in Hieronymus'un çevirisi olan Vulgata’daki ve Doudai - Reims
çevirisindeki «merhamet, hayırseverlik» ve Yeni Standart Çevirideki
«sevgi" anlamıdır. insanın Tanrıya duyduğu «sevgi» ve komşusuna (yada
kardeşine) olan «sevgisi», Tanrının birliğini ve ululuğunu kabul eden kişiye
özgü bir duygudur. Tanrının bu ululuğu, agape’nin Tanrının İsa’ya karşı duyduğu
sevgi biçimindeki yorumuyla, daha belirlenir. Sözcüğün ikinci anlamı ise,
Kilise Ululan tarafından, «sevgi şöleni»dir. Bu şölenler, ya (yoksulların
çağırıldığı bir hayırseverlik biçimindeki) yemekler, ya da (ekmek ve şarabın
önemli sayıldığı) dinsel törenlerdir. (Ç.N.)
mis, bir başka suçla, Oğula karşı işlenmiş bir suçla, daha
da artmıştır. Oğulun varlığının bir başka varlığa dönüştürülmesi, getirdiği
haberin de özünü değiştirmiş; Oğulun tannlaştırılması, onun mesajının da
yeryüzünden kaldırılması demek olmuştur. Acılar ve baskılar
sürdürülegelmiştir.
Bu yorum, Freud’un Hristiyanlann, «kötü
vaftiz edildikleri», «yalınkat bir Hristiyanlık kisvesi altında, ataları
gibi, yani barbarca bir çok tanrılılık inancında oldukları» yolundaki
önermesine daha da önem kazandıracaktır. (91) Hristiyanlar, kurtarıcı akideyi,
gerçeği eskiden olduğu gibi özgürlükten uzak tutan, yüceltilmiş ve arıtılmış
bir kalıp içinde kabul edip buna uydukları oranda «kötü vaftiz edilmişlerdir.»
(Freud’un tanımladığı anlam içindeki) baskı, Hristiyanlığm
kurumlaştırılmasında, ancak pek ufak bir rol oynamıştır. Asıl anlamın değişimi,
asıl hedeften sapma, apaçık, gün ışığında, bilinçli olarak ve genel uslamlama
ile genel bir hak veriş içinde oluşmuştur. Arıtılmamış anlamı ve arıtılmamış
amacı kurtarmaya çalışan kâfirlere karşı, kurumlaştırılmış Hristiyanlığm
giriştiği silâhlı mücadele de aynı açıklık içinde yürütülmüştür. Hristiyan-
hğın yayılma döneminde, (Hristiyan devrimlerine karşı yapılan kanlı savaşların,
gerçekten ussal nedenleri vardır. Nitekim Cathari’lerin, Albigensian’la- rın,
Anabaptist’lerin (92) haçlı bayrak altmda ayaklanan kölelerin, köylülerin ve
yoksulların gaddarca ve düzenli olarak öldürülmesi, cadıların ve onları
savunanların yakılması, yani güçsüzlerin bu sadistçe ortadan kaldırılışı,
bilinçsiz içgüdüsel güçle- (91) Moses and Monotheism, Sf. 145 (92)
Cathari, Albigensian ve Anabapstist, Hristiyanlığm, 12. ve 13. yüzyıllarda.
Batı Avrupa’da etken olmuş mezhepleridir. Cathr.ri’ler, o devirde, örgütlenmiş
kiliseleri ve düalist görüş- rin,
tüm ussallık ve ussallaştınlmışlık çerçevesini kırıp parçaladığını gösterir.
Cellâtlar ve aveneleri, kendi istedikleri, ama reddetmek zorunda oldukları bir
kurtuluşun hayaliyle boğuşmuşlardır. Oğula karşı işlenilen suç, faaliyetleriyle
bu suçu akıllardan silmeyenlerin öldürülmesile unutulmalıdır. Baskı altına
alınmış olanın yeniden ortaya çıkışı endüstriyel uygarlığın gücüyle
yenilinceye dek, yüzyıllar boyu gelişim ve uygarlaşma gerekmiştir. Giderek gerçekçi
bir görünüm almış olan kurtuluş imgesi, dünyanın her yerinde yok edilir.
Toplama ve çalışma kampları, uyumcu olmayanların [non - konformist- lerin]
yargılanması ve acıları, baskı altına alınanın geri dönüşüne karşı girişilen
topyekûn seferberliği belirleyen bir nefret ve öfke boşalımıdır.
Eğer dinin gelişimi, temel ikili fikri,
yani tahakküm imgesini ve kurtuluş imgesini kapsıyorsa; o zaman,
Freud’un «The Future of an Illusion» [Bir Hayalin Geleceği] adh tezini yeniden
değerlendirmek gerekir. Freud, bu tezinde, enerjinin, insanlık durumunun
gerçek gelişiminden, bir imgesel [hayalî] sonsuz kurtuluş dünyasına yönelen
tarihsel sapışındaki dinin rolü üzerinde durur. Freud bu hayalin ortadan
kalkmasının insanlığın gerek entellektüel ve gerekse maddî gelişimine büyük
ölçüde hız vereceğini düşünmüş ve bilim üe bilimsel mantığı, dinin, leriyle
tanınırlar. Cathari’lerin düalizmi, iyiliği, Tanrının yarattığı ve ruhun
dünyasına özgü olduğu kötülüğü ise şeytanın yarattığı ve madde dünyasına özgü
olduğu yolundaki ikili inançları, yani iyilik ve kötülük için iki ayn yaratıcı
kabul etmeleridir. Albigensian’lar, Fransa'da, bu mezhebin etken olduğu bir dinî
merkez durumundaki Albi kenti halkına verilmiş addır. Anabaptistler ise,
vaftizin, yetişkin kişilere uygulanmasını savunan ve Reformun radikal ya da
sol kanadını meydana getirenlerdir. (Ç.N.)
kurtarıcı karşıtları olarak övmüştür. Freud’un,
belki de başka hiçbir yazısı, Aydınlanma’nın [Enlighten- ment] (93) büyük
geleneğine bu denli yaklaşmamıştır. Ama, aynı zamanda, başka hiçbir yazısı da,
Freud’un Aydınlanma diyalektiğine yenilişini bu denli açıkça belirtmemiştir.
Uygarlığın bugünkü döneminde, rasyonalizmin ilerici fikirleri, ancak yeniden
formüle edüdikleri takdirde tekrar elde edilebilirler. Bilim ve dinin
görevleri ve birbirlerile ilişkileri değişmiştir. Bu dönemi belirleyen, insan
ve doğanın topyekûn seferberliği içinde, bilim, en yıkıcı araçlardan biri
durumuna gelmiş; bir zamanlar vaadetmiş olduğu korkudan kurtuluşu ortadan
kaldırır olmuştur. Bu vaadin, bir ütopya oluvermesile, «bilimsel» demek, hemen
hemen bir dünya cenneti fikrini suçlamakla eş anlama gelmiştir. Bilimsel
davranış, dinin, militan karşıtı olma niteliğini çoktandır yitirmiş ve aynı
biçimde, din de, yıkıcı öğelerini etken biçimde saf dışı etmiş ve insanları,
genellikle, acı ve suç karşısında vicdan huzuruna alıştırmıştır. Kültür
çerçevesi içinde, bilimin ve dinin görevleri, birbirlerini tamamlayıcı
niteliğe gelmektedirler. Bugünkü kullanılışları ile, gerek bilim ve gerekse
din, bir zamanlar uyandırmış oldukları umutlan yadsımakta ve insanlara,
yabancılaşmış bir dünyanın gerçeklerini değerlendirmeyi öğretmektedirler. Bu
anlamda, din artık hayal olmaktan çıkmış ve akademik kuru-
(93) «Enlightenment", 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da
oluşmuş, tanrı, mantık, doğa ve insan kavramlarının iç ilişkilerinden
geliştirilmiş bir düşünce ve inanış eylemine verilen addır. Bu eylemin temel
görüşü, doğru uslamlamanın, doğru bilgiyi bulacağı ve insanlığı mutluluğa
götüreceğidir. Kaynağı eski Yunan’a dek uzanan bu görüşün, dinsel, siyasal,
ekonomik, tarihsel, sanatsal ve genel gelişim teorileri vardır. (Ç.N.)
luşu, günümüze egemen olan pozitivist
eğilimle aynı paralele gelmiştir. (94) Din, barış ve mutluluk konusunda, tâviz
verilmemiş istekleri hâlâ sürdürürken, «hayalleri», bu isteklerin yok
edilmesine çalışan bilimden daha büyük bir gerçek değerine sahiptir. Dinin,
baskı altına alınmış ve değiştirilmiş anlamı, bilimsel davranışa teslim
edilmesile kurtanlamaz.
Freud, bireysel nevrozun tarihini
çözümlemesinde (95) tamamen geliştirilmiş olan, baskı altına alınanın yeniden
ortaya çıkışı fikrini, insanlığın genel tarihine uygular. Bireysel
psikolojisinden grup psikolojisine doğru atılan bu adım, en tartışmalı
sorunlardan birini ortaya atar: Baskı altına alınanın tarihsel ortaya çıkışı,
nasıl anlaşılmalıdır?
«Binlerce yüzyıllık süre boyunca, bir
ilkel babanın varolmuş bulunduğu ve ne gibi bir akibete uğramış olduğu,
kesinlikle unutulmuştur. Öyleyse, nasıl olur da, bir gelenek sorunu var
olabilir?» (96)
Freud’un, «Bilinç dışı anılardaki geçmiş
etkisi» varsayımına dayanan cevabı, geniş çapta tartışma ile karşılanmış ve
reddedilmiştir. Ancak, bu varsayım, her kuşağın anısını tazeleyen somut ve
elle tutulur etmenler karşısında, hayalî [fantastik] niteliğinin büyük
bölümünü yitirmektedir. Freud, baskı altına alınmış olanın, bilinçüstüne
çıkabileceği koşulları sayarken, «bastırılmış olan şeye bağh» içgüdülerin
güçlenişinden ve «bastırılmış olan şeye, onu yeniden canlandırma gücüne sahip
olacak kadar benzeyen» olaylar ve deneylerden söz eder. (97) Iç-
(94 Bakınız, Max Horkheimer, «-Der neueste Angriff atıf die
Metaphysik» (Zeitschrift für Sozialforschung, VI, 1937, Sf. 4) (95)
«Repression» (Collected Papers IV, Sf. 93)
(96)
Moses
and Monotheism, Sf. 148
(97)
Aynı
yapıt, Sf. 150
güdülerin güçlenmesine örnek olarak,
«ergenlik çağındaki süreçleri» gösterir. Olgunluğa erişen, üreyi- ci
cinsiyetin etkisi altında,
«...bütün insanların hayallerinde,
çocukluk eğilimleri yeniden ortaya çıkar... ve bunlar arasından biri, çocuğun
ana babaya karşı cinsel duygusunu, şaşmaz yinelemeler ve öncelik içinde açığa
vurur. Genellikle, bu, zaten cinsel çekim tarafından, yani oğulun anaya, kızın
babaya yönelmesile belirlenmiştir. Aynı zamanda, bu kesinlikle ana ve babaya
dönük cinsel hayallerin yenilmesi ve bir yana bırakılmasıyla, ergenliğin, en
acı verici olduğu kadar en önemli olan psişik olgularından biri meydana gelir.
Bu olgu, kültürel gelişim için çok önemli olan, eski ve yeni kuşaklar
arasındaki karşıtlığı kuracak, ana ve babanın otoritesinden kopmadır. (98)
Bastırılmış olan şeyi, ona bağlı
içgüdülerin belirgin güçlenişi dahi olmaksızın, «uyarabilecek» olan olaylar ve
deneyler, toplum düzeyinde, bireyin her- gün karşılaştığı ve kendi yapılan
içinde hem tahakkümü ve hem de tahakkümü yıkma itişini yeniden yaratan (aile,
okul, atölye, büro, devlet, kanun, yürürlükteki ahlâk ve felsefe gibi)
kurumlar ve ideolojilerde ortaya çıkar, ilk durumla, uygarlıktaki tarihsel
yinelenişi arasındaki kesin ayrım, uygarlıkta, yönetici - babanın normal
olarak, artık öldürülme- mesi, kesilip yenilmemesi ve tahakkümün, normal
olarak, artık kişisel olmamasıdır. Ego, superego ve dış gerçek, kendilerine
düşeni yapmışlardır. Ancak, «çatışmanın fonksiyonu ve sonuçları değişmediği
(98)
Three
Contributions to the Theory of Sex (Basic Writings ■of Sigmund Freud, Sf.
617-618) Ayrıca bakınız, Anna Freud, «The Ego and the Mechanisms of Defense,»
11. ve 12. bölümler. takdii’de,» önemli olan, kişinin babasını
oıaurmesı veya bundan kaçınması değildir.
Oedipus durumunda, başından başlayarak,
babanın zaferini güven altına alan koşullar altında, ilk durum yinelenir.
Ancak, bu koşullar, oğulun yaşamını ve gelecekte babanın yerini alma yetisini
de güvene alırlar. Uygarlık bu uzlaşmayı, nasıl sağlamıştır? Bu sonuca ulaşmış
olan bedenî, ansal ve toplumsal süreçlerin derecesi, Freud’un psikolojisinin
içeriği ile tamamen eş düzeydedir. Güç, özdeşleme, baskı ve arıtma ego ve
superegonun oluşumunda iş birliği yaparlar. Babanın görevi, giderek, kendi
bireysel varlığından, toplumsal varlığına, oğlundaki imgesine (vicdana),
Tanrıya, oğula, toplumun olgun ve kısıtlanmış bir bireyi olmayı öğreten çeşitli
öğelere ve etmenlere aktarılır. Ceteris paribus [diğer koşullar denk olursa],
bu süreç için gerekli kısıtlama ve feragatin yoğunluğu, muhtemelen ilk
klandakinden daha az değildir. Ancak bu kez, kısıtlama ve feragat, baba, oğul
ve bütün olarak toplum arasında daha ussal biçimde dağıtılmış ve bunların
bedeli daha büyük olmamakla beraber nisbeten güven altına alınmıştır. Tekeşli
aüe, babaya yüklediği kaçınılmaz zorunluluklar ve sorumluluklarla, babanın haz
tekelini kısıtlar; kalıtımla aktarılabilen özel mülkiyet kurumu ve çalışmanın
evrenselleştirilmesi, oğula, kendisine, toplumsal açıdan yararlı çalışmalarına
uygun olarak tanınacak hazzı beklemek gibi bir hak verir. Bu nesnel kanunlar
ve kurumlar çerçevesi içinde, erginlik süreçleri, babadan kurtuluşu, bir
gerekli ve meşru olay durumuna getirirler. Bu kopuş, bir ansal bunalım
yaratır, ancak, hepsi o kadarla kalır. Ondan sonra, oğul baba ailesini terkeder
ve kendisi bir baba ve baş olma yolunu tutar.
Babanın despotik tekelciliğini,
kısıtlanmış eğitim ve ekonomi otoritesine çeviren, haz ilkesinin edim ilkesine
dönüşümü, aynı zamanda, mücadelenin asıl hedefini, yani anayı değiştirir. îlk
klanda, istenilen kadının imgesi, yani babanın metresi - karısı, dolaysız ve
doğal bir birlik içindeki Eros ve Thana- tos’tur. Bu kadın, cinsel içgüdülerin
hedefi ve oğulun, tüm istek ve ihtiyaçların yokluğu demek olan mutlak
doygunluğu, yani doğum öncesi Nirvanası, bir zamanlar onun içinde yaşadığı ana
olmuştur. Belki de, aile içi cinsel ilişkiye konulan tabu, ölüm içgüdüsüne
karşı ilk savunu; Nirvana, yani, gelişimin, Yaşamın yolunu engelleyen gerici,
sükûn itişi üzerine konan tabu olmuştur. Ana ve zevce birbirinden ayrılmış ve
böylelikle Eros’la Thanatos arasındaki öldürücü özdeşlik bozulmuştur. Ana
konusunda, cinsel aşk amacı - engellenmiş duruma gelir ve sevgiye (şefkate)
dönüşür. Cinsiyet ve sevgi birbirlerinden ayrılırlar: Bunlar, ancak, şefkatli
olduğu kadar cinsel olan ve amacı - engellenmiş olduğu kadar amacına - ulaşan
zevce sevgisinde yeniden birleşirler. (99) Şefkat, nefsî duygulara gem
vurulmasından, ilk babanın zoruyla başlanılan perhizden doğar. Bir kere ortaya
çıktıktan sonra da, sadece ailenin değil, aynı zamanda sürekli grup ilişkilerin
kurulmasının da psikolojik temeli durumuna gelir:
«îlkel baba, oğullarını, dolaysız cinsel
eğilimlerini doygunluğa eriştirmekten men etmişti; onları nefsî duygularına
gem vurmaya ve daha sonra da, kendisi ve birbirleri arasında, cinsel
amaçlarından dolayı engellenmiş eğilimlerini ortaya çıkarabilecek
(99)
Three
Contributions to the Theory of Scx, Sf. 599, 615. Group Psychology and the
Analysis of the Ego, Sf. 117-118. Civilization and Its Discontents, Sf. 71.
bağlar kurmaya zorladı. Bir başka
deyişle, onları, grup psikolojisine zorladı.» (100)
Uygarlığın bugünkü düzeyinde, kısıtlama
ve engellemelerin bedelinin ödendiği sistem içinde, baba, içgüdüsel ve
toplumsal düzeni yıkmadan yenilebilir : Babanın imgesi ve görevi, çocuklar
babayı tanı- masa bile, her çocukta, kendilerini sürdürmektedir. Baba,
bütünüyle kurulmuş otorite ile kaynaşmış durumdadır. Tahakküm, kişisel
ilişkiler alanını aşmış ve insan ihtiyaçlarının giderek büyüyen bir ölçü içinde,
düzenli biçimde karşılanması için kurumlar kurmuştur. Ancak, uygarlığın
temellerini sarsan, işte bu kuramların gelişi olmuştur. Bunun iç sınırları,
endüstriyel devrin sonunda ortaya çıkar.
(100)
Group Psychology and the Analysis of the
Ego, Sf. 94
— IV —
Freud, uygarlığın gelişiminde, suçluluk
duygusuna büyük rol yükler. Hattâ, gelişimle, giderek
artan suçluluk duygusu
arasında bir karşılıklı ilişki dahi kurar. Bunu yaparken amacının, «suçluluk
duygusunun, kültür evrimindeki en önemli sorun olduğunu göstermek ve uygarlık
gelişimi bedelinin, suçluluk duygusunun artması yüzünden mutluluğun yi-
tirilmesile ödendiğini belirtmek» olduğunu bildirir. (101) Freud, uygarlık
geliştikçe, suçluluk duygusunun «daha da güçlendiğini», «yoğunlaştığını», «sürekli
olarak arttığını» (102) defalarca ve önemle belirtmiştir. Freud’un ileri
sürdüğü kanıt, iki yönlüdür: Freud, bu sonuca, ilk olarak, içgüdüler teorisi
yoluyla çözümlemeler yaparak ulaşır. Kanıtlamasının ikinci yönü ise, teorik
çözümlemesinin, çağdaş uygarlığın büyük huzursuzlukları ve tatminsizliklerde;
yani, yaygın savaşlarla, her yerde ve her zaman görülen eza ve cefalarla, anti
- Semitizmle, kitle katliamlarıyla, taassup ve tutuculukla, giderek artan
zenginlik ve bilgi ortamı içinde «hayallerin»,
(101)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 123 (102) Aynı yapıt, Sf. 120-122
sıkıntının, hastalığın ve sefaletin
varlığıyla doğrulanmasıdır.
Suçluluk duygusunun tarih öncesine
kısaca değinmiş bulunuyoruz; «bu duygunun kaynağı Oedipus kompleksidir ve
kardeşlerin elbirliği ile babanın öldürülmesi üzerine ortaya çıkar.» (103) Kardeşler,
saldırgan içgüdülerini doyurmuşlar; ancak babalarına karşı duydukları sevgi,
vicdan azabına yol açmış, superegoyu yaratmış ve böylelikle, «yapılan işin
yinelenmesini engelleyecek kısıtlamaları» (104) yaratmıştır. Buna bağlı olarak,
insan, bu işi yinelemekten kaçınır olmuş; ancak kuşaktan kuşağa, babaya ve
onun yerini alanlara yönelen saldırgan iti yeniden canlanmış ve kuşaktan
kuşağa, saldırganlığın yeniden engellenmesi gerekmiştir:
«O zaman, her feragat, bir dinamik
vicdan kaynağı durumuna gelir; doygunluktan, her yeni vazgeçiş, bunun
şiddetini ve hoşgörürsüzlüğünü arttırır... doyurmadığımız her saldırgan iti,
superego tarafından alınır ve (egoya karşı) saldırganlığım daha da arttırmak
üzere saklanır.» (105)
[Yoketme] eyleminin isteğini çekip alan
ve bastırılmış saldırganlığı dahi cezalandıran superegonun aşırı şiddeti,
Eros’la ölüm içgüdüsü arasındaki sonsuz savaşın terimlerile açıklanır: Babaya
(ve toplumsal haleflerine) yönelen saldırgan iti, ölüm içgüdüsünün bir
türevidir; baba, çocuğu anadan «ayırmakla», aynı zamanda ölüm içgüdüsünü,
Nirvana itişini de engeller. Böylece Eros hesabına çalışmış olur; superegonun
oluşumunda, aşk da faaliyet gösterir. Eros’un, engelleyici temsilcisi olarak,
(103)
Aynı yapıt, Sf. 118
(104)
Aynı yapıt, Sf. 120
(105)
Aynı yapıt, Sf. 114
Oedipus çatışmasındaki ölüm içgüdüsünü
bastıran, güçlü baba, ilk «komünal» (toplumsal) ilişkilerin kurulmasım zorunlu
kılar: Babanın koyduğu yasaklar, oğullar arasında bir eşitlik ve beraberlik,
amacı - engellenmiş sevgi (şefkat), klan dışından kız alma [exogamy], arınma
yaratır. Eros, feragat temeli üzerinde, yaşamı her sefer daha büyük üniteler
biçiminde birleştirme görevine başlar. Ve baba, toplum yetkililerinin
kişiliğinde çoğaldığı, bütünlendiği ve onlara yerini verdiği zaman;
yasaklamalar ve engellemeler yaygınlaştığı zaman, saldırgan itiler ve bunların
hedefleri de yaygınlaşır. Ve bununla birlikte, toplum yönünden, savunmaları
güçlendirme ihtiyacı, suçluluk duygusunu yoğunlaştırma gerekliliği de artar:
«Kültür, insanlığı, birbirine
kenetlenmiş bir kitle haline getiren, bir içsel erotik itiye uyduğuna göre, bu
amacına, ancak, sürekli olarak artan bir suçluluk duygusu uyandırma yoluyla
ulaşabilir. Babaya ilişkin olarak başlamış olan duygu, topluma ilişkin olarak
son bulur. Eğer uygarlık, aile grubundan, bir bütün olarak insanlık grubuna
ulaşan, önüne geçilmez bir gelişim süreci ise; o zaman, ikili duygunun
çatışkısından, aşk ve ölüm eğilimlerinin sonsuz savaşından doğan suçluluk
duygusunun, yoğunlaşması, bu duygunun, bireylerin kaldıramayacağı bir ölçüye
büyümesine dek, uygarlıkla girift olacaktır.» (106)
Suçluluk duygusundaki artışın, bu
niceliksel çözümlemesinde, suçluluğun niteliğindeki değişim, yani giderek
artan us dışı özelliği ortadan kaybolur gibidir. Gerçekten de, Freud’un, temel
sosyolojik açısı,
(106) Aynı yapıt, Sf. 121 -122
onu bu yolu izlemekten alakoymuştur.
Freud’a göre, mevcut ussallıkla kıyaslanabilecek, daha yüce bir ussallık
yoktur. Eğer, suçluluk duygusunun us dışı durumu, uygarlığın kendi us dişiliği
ise, o zaman, bu durum ussal demektir. Ve eğer, tahakkümün ortadan
kaldırılışı, kültüre zarar veriyorsa; o zaman, tahakkümün kaldırılması en büyük
suç olarak kalır ve bunu engelleyecek hiçbir etken yol, ussal sayılamaz.
Mamafih, Freud’un kendi içgüdüler teorisi, onu daha ileri gitmek ve bu
dinamiğin bütün ölüm- cüllüğünü ve yersizliğini ortaya çıkarmak zorunda
bırakmıştır. Saldırganlığa karşı, güçlendirilmiş savunu gereklidir; ancak,
yaygın saldırganlığa karşı, savunun etken olabilmesi için, cinsel içgüdülerin
güçlendirilmesi gerekir; çünkü, sadece güçlü bir Eros, yoketme içgüdülerini
«zaptedebilir». Ve, işte bu, gelişmiş
uygarlığın yapamayacağı tek şeydir; çünkü, bu uygarlığın varlığı, yaygın ve yoğun kısıtlamalarla baskılar
temeline dayanır, içgüdüsel hedeflerin saptırılması ve engellenmesi zinciri
kınlamaz. «Genel olarak, bizim uygarlığımız, içgüdülerin bastırılması temeli
üzerine kurulmuştur.» (107)
Uygarlık, herşeyden önce, çalışmada,
yani, yaşamın gerekliliklerini sağlamak ve çoğaltmak için yapılan çalışmada
gelişim demektir. Bu çalışma, normal olarak, kendi içinde bir doygunluğa yol
açmaz; Freud’a göre, bu, hazzedilmez ve sıkıntılı birşeydir. Freud’un
metapsikolojisinde, herhangi bir «işçilik içgüdüsü», «ustalık içgüdüsü» vb.
gibi itilere
(107)
«Civilized
Sexual Morality and Modem Nervousness (Collected Papers, II, Sf. 82)
yer verilmemiştir. (108) Haz ve Nirvana
ilkelerinin yönetimi altındaki içgüdülerin, tutucu yapıda oldukları görüşü,
böylesi bir varsayıma kesinlikle kapalıdır. Freud, raslantısal olarak,
«insanın çalışmaya karşı duyduğu doğal nefretaten söz ederken, sadece, kendi
temel teorik kavramından bir sonuç çıkarmış olur. (109) İçgüdüsel «mutsuzluk ve
çalışmaa belirtisi, Freud’un yazılarında (110) defalarca el alınmıştır
Freud’un, Prometheus miti üzerindeki yorumu, cinsel isteğin engellenmesile,
uygar çalışma arasındaki bağıntı üzerine kurulmuştur. (111) Uygarlıktaki temel
çalışma nefis - dışıdır; emektir. Ve emek, «haz vermeyen tatsız birşeydir» ve
de böylesi tatsız birşe- yin, zorla yapılması gerekir, «insan, cinsel
enerjisini tasarruf etmekle, mutlak doygunluk sağlayacak bir haz elde edebilse,
bu enerjiyi bir başka kanala dökmesi için ne gibi bir neden olabilir? Bu
hazdan hiçbir zaman vazgeçmez ve herhangi bir gelişim de gösteremez.» (112)
Eğer, aslî bir «çalışma içgüdüsü» yoksa; o zaman, (tatsız) çahşma için gerekli
enerji-
(108)
Ives
Hendrick, «Work and the Pleasure Principle» (Psychoanalytic Quarterly
dergisinde yayınlanmıştır, Cilt XII, 194.8, Sf. 314.) Bu yazı üzerinde, daha
ayrıntılı bilgi için, X. Bölüme bakınız.
(109)
Civilization
and Its Discontents, 34. sayfanın notu.
(110)
Freud,
16 Nisan 1896 tarihli bir mektupta, «yoğun çalışma için gerekli, aşın olmayan
bir sefalet»ten söz eder. Emest Joncs, «The Life and Work of Sigmund Freud»,
Cilt I, Sf. 305. (111) Civilization and Its Discontents, Sf. 50-51’in notu (CoIIected
Papers, V, Sf. 288) Freud’un, çalışmayla sağlanmış nefsi doygunluk üzerindeki,
tamamen karşıt önermesi konusunda X. Bölüme bakınız.
(112)
The
Most Prevalent Form of Degradation in Erotic Life (CoIIected Papers, IV, 216)
nin, temel ıçguuuıvıuvıı,
yum. vııiöeı ve uıtım ı^guuu-
lerinden «çekilip alınması»
zorunludur. Uygarlık, büyük, ölçüde, Eros’un yapıtı olduğuna göre, herşey- den
önce, nefisten «çekilip alınmış» demektir: Kültür, «ihtiyacı olan ansal
enerjinin büyük bölümünü cinsiyetten sıyırıp elde eder.» (113)
Ancak, amacı - engellenmiş cinsiyetten
enerji alan, sadece çalışma itileri değildir. Özellikle, («Ana, baba ile
çocuklar arasındaki şefkatli ilişkiler... arkadaşlık duyguları ve evlilikteki
duygusal bağlar» gibi) «toplumsal içgüdüler», amaçlarına ulaşmaları «iç dirençle
engellenmiş» itileri kapsarlar. (114) Bu itiler, ancak böylesi bir feragatle,
toplumsal olabilirler. Her birey, (önce dış, sonra iç baskılarla zorlanan)
kendi feragatini ortaya koyar ve «bu kaynaklardan, uygarlığın madde ve fikir
zenginliğinin ortak birikimi meydana gelir.» (115) Freud, bu toplumsal
itilerin, (cinsel amaçlarından vazgeçmedikleri ve «doygunluğa belirli
yaklaşmalarla» yetindikleri için) «arınmış olarak tanımlanmamaları gerektiğini»
belirttiği halde, bunların, armmışlığa «yakından ilintili» olduklarını
söylemiştir. (116) Böylelikle, uygarlığın temel alanı, bir arınma (yücelme)
alanı olarak ortaya çıkar. Ancak, arınma, cinsiyetten
uzaklaşmayı gerektirir.
Arınma, ego ve îd’deki bir «tarafsız değişken enerji» birikiminden enerji
aldığı takdirde dahi, bu tarafsız enerji, «libidonun narkisist birikiminden»
(113)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 74
(114)
«The
Libido Theory» (Collected Papers, V, Sf. 134) (115) «Civilized» Sexual Morality
and Modem Nervousness (Collacted Papers, II, 82)
(116)
«The
Libido Theory» Sf. 134 gelir, yani, cinsiyetten uzaklaşmış
Eros’tur. (117) Arınma işlemi, içgüdüsel yapıdaki dengeyi bozar. Yaşam, Eros
ile ölüm içgüdüsünün birleşmesidir; bu birleşmede, Eros, karşıtım bastırmıştır.
Ancak:
«Arınmadan sonra, erotik bileşen
[mürekkip], daha önce kendisiyle birlik içinde bulunan yıkıcı öğelerin tümünü
zaptedemez ve bunlar, saldırganlık ve yıkıcılık eğilimleri olarak ortaya
çıkarlar.» (118)
Kültür, sürekli arınma gerektirir; bu
gereksinmeyle de, Eros’u, yani kültürün kurucusunu güçten düşürür. Ve
cinsiyetten uzaklaşma, Eros’u güçsüzleş- tirerek, yokedici itileri erkinliğe
kavuşturur. Böylece, uygarlık, ölüm içgüdülerinin, yaşam içgüdüleri üzerinde
üstünlük kurmaya çalıştığı bir içgüdüsel bölünme tehlikesile karşı karşıya
kalır. Feragatle başlayan ve ileri feragatle gelişen uygarlık, kendi kendini
yok etmeye yönelir.
Bu fikir, doğru olamayacak denli
pürüzsüzdür. Bir takım, itirazlar yükselir. Herşeyden önce, her çalışma, cinsiyetten
uzaklaştırmayı gerektirmez ve her çalışma bir tatsızlık, bir feragat değildir.
Ayrıca, kültürün zorladığı engellemeler de, ve belki de başlı başına bu
engellemeler, ölüm içgüdüsünün türevlerini, yani saldırganlığı ve yıkıcılığı
etkilerler. En azından, bu açıdan bakılınca, Kültürel engellemeler, Eros’un
gücünü arttırmaya yardımcı olurlar. Ayrıca, uygarlıktaki çalışmanın kendisi,
saldırgan içgüdülerin, büyük ölçüde, toplumsal
kullanılışıdır; ve
böylelikle de,
(117)
The
Ego and the Id, Sf. 38, 61 -63. Bakınız, Edward Glover, «Sublimation,
Suhstitution and Social Anxiety» (International Journal of Psychoanalysis
dergisi. Cilt XII, Sayı 3, 1931, Sf. 264)
(118)
The
Ego and the Id, Sf. 80
Eros’un yararına çalışmış olur. Bu
sorunların yeterli incelemesi, içgüdüler teorisinin, edim ilkesi üzerindeki
engelleyici yönteminden kurtulduğu (edim ilkesinin başarılarıyla ortaya
çıkabilecek) baskıcı - olmayan bir uygarlık imgesinin, özü itibarile incelendiği
varsayımını gerektirir. Bu araştırmanın son bölümünde, böyle bir denemeye
girişeceğiz; şimdilik, deney niteliğinde bazı açıklamaların yeterli olacağım
sanıyorum.
Çalışmanın fizik kaynakları ve arınma
ile olan ilişkisi, psikanalitik teorinin en ihmal edilmiş alanlarından birini
meydana getirir. Belki de başka hiçbir noktada, psikanaliz, «üreyicilik»
nimetinin resmî ideolojisine, bu denli boyun eğmemiştir. (119) Bu durumda,
(Epilogda göreceğimiz gibi) psikanalizdeki ideolojik eğilimlerin teorinin
üstüne çıktıkları Neo - Freudian ekollerde, çalışma ahlâkı eğiliminin yaygınlığına
şaşmamak gerekir. «Asıl» tartışma, gereklilikler alanındaki çalışmayı, yani
emeği geri plâna iterek, tamamen, «yaratıcı» çalışma ve özellikle sanat
üzerinde yapılır.
Hiç kuşkusuz, büyük ölçüde nefsî
doygunluk sağlayan, yapılması haz veren bir çalışma biçimi vardır. Ve sanatsal
çalışma, aslî olduğu sürece, baskıcı olmayan bir içgüdüsel ortamdan doğuyor ve
baskıcı olmayan amaçları kapsıyor gibidir. Hattâ öylesine ki; arınma teriminin,
bu tür çalışmaya uygulanabilmesi için büyük bir değişikliğe uğraması gerekir.
Ancak, uygarlığın dayanağı olan iş ilişkileri yığını, çok daha ayrı bir
çalışma türü temeline dayanır. Freud, «ekmeğini kazanmak için yapılan günlük
çalışmanın, özgür bir seçme ile belirlenmesi durumunda, bir be-
(119)
Yukarda
sözü edilen Ives Hendrick’in yazısı, iyi bir örnektir.
lirli doygunluk sağlayacağını» (120)
ileri sürer. Ancak, eğer «özgür seçme», önceden belirlenmiş gereklilikler
arasında bir kısıtlı seçme yapmaktan daha geniş anlamda ise ve eğer çalışmada kullanılan
eğilimler ve itiler, baskıcı gerçeklik ilkesi tarafından önceden
kalıplaştırılmış değillerse, o zaman günlük çalışmanın vereceği doygunluk, pek
az raslanılan bir ayrıcalık olur. Uygarlığın madde temelini kuran ve büyüten
çalışma, daha çok emek, yani yabancılaşmış, acılı, sıkıntılı ve süfli emek
olmuştur ve öyle olmakta da devam etmektedir. Böylesi bir çalışma, bireysel
ihtiyaçları ve eğilimleri karşılamaktan uzaktır. Bu tür çalışma, insanlara
ilkel ihtiyaçlar ve kaba kuvvetle zorla kabul ettirilmiştir. Eğer,
yabancılaşmış emeğin, Eros’la herhangi bir bağıntısı varsa; bu ancak, çok
dolaylı bir bağıntı olabilir ve ancak büyük ölçüde arıtılmış ve
güçsüzleştirilmiş bir Eros’la kurulabilir.
Ama, çalışmadaki saldırgan itilerin
uygarca en- gellenişi, Eros’un güçsüzleşmesini dengelemiş olmaz mı? Nefsî
itilerin olduğu kadar saldırgan itilerin de, çalışmada, «arıtılma yoluyla»
doyurulduğu varsayımı ileri sürülmüş ve çalışmanın, kültürel açıdan yararlı
«sadistik niteliği» üzerinde sık sık durulmuştur. (121) Tekniğin ve teknolojik
ussallığın gelişimi, «değiştirilmiş» yıkıcı içgüdüleri, büyük ölçüde masseder:
«Yıkıcı içgüdü, düzeltildiği ve
boyunduruk altına alındığı (yani amacı engellendiği) ve hedeflere yöneltildiği
zaman, egoya, ihtiyaçlarının doygunluğunu
(121)
Bakınız,
Alfred Winterstein, «Zur Psychologie der Arbeit» (121) Bakınız, Alfred
Winterstein, «Zur Psychologie der Arbeit» (Inıago’da yayınlanmıştır, Cilt
XVIII, 1932, Sf. 141)
ve doğa üstündeki gücünü sağlamak zorunda kalır.» (122)
Teknik, gelişimin temelidir. Teknolojik
ussallık, üretici çalışmanın düşünce ve davranış kalıbını hazırlar. «Doğa
üstünde güç kazanmak», artık uygarlıkla eş anlama gelmiştir. Bu eylemlerdeki
arıtılmış yıkıcılık, Eros’un faaliyetini güven altına alacak derecede
bastırılmış ve amacından saptırılmış mıdır? Görünüşe göre, toplum açısından
yararlı yıkıcılık, yine toplum açısından yararlı libidoya oranla, daha az
arınmıştır. Hiç kuşkusuz, yıkıcılığın, egodan dış dünyaya döndürülmesi,
uygarlığın gelişimini güvenli kılmıştır. Ancak, dışa dönük yıkıcılık, yine
yıkıcılık olmakta devam eder: Hedeflerine, çoğu kez, gerçekten ve şiddetle
saldırır, onların biçimini bozar ve bunlar, ancak yarı yarıya tahrip edildikten
sonra yeniden kurulabilirler; üniteler zorla bölünür ve bunları meydana
getiren parçalar, yine zorla, yeni bir düzene sokulurlar. Doğa, sözcüğün tam
anlamıyla «bozulur». Arıtılmış saldırganlığın, (tıbbî ameliyat gibi) ancak
belirli türlerinde, bu bozma, hedefin yaşamını doğrudan doğruya güçlendirir.
Yıkıcılık, gerek kapsamı gerek amacı bakımından, uygarlıkta, libidoda olduğundan
daha dolaysız bir doygunluğa erişiyor gibidir.
Ancak, yıkıcı içgüdülerin bu biçimde
doyurulması, bunların enerjisini Eros’un hizmetine yöneltmez. Bunların yıkıcı
güçleri, kendilerini bu hizmetin ve arınmanın ötesine sürüklemek zorundadır;
çür kü, amaçları, ne madde, ne doğa, ne herhangi bir nesne değil, yaşamın
kendisidir. Eğer bu güçler, ölüm içgüdüsünün türevleri iseler, herhangi bir
«muadil»i [substitude] son amaç olarak kabul edemezler. Bu
(122)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 101
durumda, içgüdüler, yapıcı teknolojik
yıkımla, doğanın yapıcı bozulmasıyla, yine yaşamın yokedilmesine doğru
ilerlemelerini devam edecekler ve radikal «Gerçeklik
İlkesinin Ötesi» varsayımı,
geçerliliğini sürdürecektir : Kendini sürdürme, kendini güvene alma ve
buyruk olma içgüdüleri, bu yıkıcılığı massettikleri ölçüde, organizmanın
«ölüme yönelen yolunu» güvenli kılma görevini yükleneceklerdir. Freud, bu
varsayımı, kurduğu anda geri almış ve ortadan kaldırmıştır. Ancak, «Civilization and Its Discontents» adlı yapıtında ileri sürdüğü formüller,
bu varsayımın temel içeriğini yeniden ortaya çıkarır gibi bir nitelik taşırlar.
Yaşamın (insan ve hayvan yaşamı) yokedil- mesinin, uygarlığın gelişimi ile
birlikte gelişmiş olması; insanların bilimsel yollarla öldürülmesinin,
gaddarlığın ve nefretin, baskının ortadan kaldırılması yolundaki gerçek
olanağa bağıntılı olarak artmış olması, yani günümüz endüstriyel uygarlığının
yıkıcı yönü, yıkıcılığı, tüm ussallığın ötesinde sürdüren içgüdüsel köklere
bağlıdır. Bu durumda, doğa üzerindeki giderek artan egemenlik, üretici emeğin
gelişimi ile birlikte, insan ihtiyaçlarını sadece
birer yan ürün durumuna
getirecek ve o biçimde karşılayacaktır: Artan kültürel zenginlik ve bilgi,
gelişen yıkıcılık için gerekli malzemeyi ve çoğalan içgüdüsel baskı
ihtiyacını sağlayacaktır.
Bu tez, içgüdüsel baskının, uygarlığın
bir belirli evresindeki derecesini ölçmek için, nesnel bir ölçünün varlığını
gerektirir. Oysa, baskı, genel olarak, bilinç dışı ve otomatiktir; buna karşın,
derecesi sadece bilinç ışığında ölçülebilir. (Filogenetik olarak gerekli)
baskı ile artık - baskı arasındaki ayrım, aranılan ölçü olabilir. Bastırılmış
kişiliğin tüm yapısı içinde, artık - baskı, tahakkümün belirli çıkarında
sürdürülmüş, belirli toplumsal koşullardan doğan baskı bölümüdür. Bu artık -
baskının alanı, ölçü için ger Akli standardı meydana getirir: Bu alan
küçüldüğü oranda, söz konusu uygarlık evresi, daha az baskıcıdır. Bu ayrım,
insanın katlandığı acıların, biyolojik ve tarihsel kaynakları arasındaki ayrıma
eşittir. Freud’un sıraladığı, «insan acılarının üç kaynağı», yani, «doğanın
üstün gücü, bedenlerimizin çürüyen yapısı ve aile, toplum, devlet içindeki
insan ilişkilerini düzenleme metodlarımızın yetersizliği» (123) gibi kaynaklar
arasında, hiç değilse birinci ile sonuncusu, kesinlikle tarihsel kaynaklardır;
doğanın üstünlüğü ve toplumsal üişkilerinin düzeni, uygarlığın gelişimi ile
temel değişmeler geçirmişlerdir. Buna bağlı olarak, baskının ve bu baskıdan
doğan acıların gerekliliği, uygarlığın olgunluğuna, doğa ve toplum üzerinde kazanılmış
ussal egemenliğin alanına göre değişir. Nesnel olarak, içgüdüsel engelleme ve
kısıtlama ihtiyacı, çalışma ve [belirli bir düzenceye göre] ertelenmiş
doygunluk ihtiyacına bağlıdır. Uygarlığın olgun bir evresinde, maddî ve
entellektüel gelişim dolayısile feragat ve çalışmanın gerekliliği azaldığı
zaman, yani uygarlık, tahakküm ve çalışmayla harcanan içgüdüsel enerjinin
büyük bölümünü serbest bırakabilecek duruma geldiği zaman, eşit derecedeki ve
hattâ daha az ölçüde bir içgüdüsel kısıtlama, daha büyük ölçüde baskı
yaratacaktır. İçgüdüsel baskının alanı ve yoğunluğu, ancak, özgürlüğün tarihsel
açıdan olanaklı alanına ilişkin olarak belirlenebilir. Freud’a göre,
uygarlığın gelişimi, özgürlüğün gelişimi demek midir?
Freud’un teorisinin, yinelenen «tahakküm
- ayaklanma - tahakküm» döngüsünü temel nokta olarak
(123)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 43
aldığını gördük. Ancak, ikinci tahakküm
kalıbı, sadece birincinin yinelenmesi değildir; döngüsel devinim, tahakkümün gelişimidir. İlkel babadan, kardeşler klanı yoluyla, olgun uygarlığın belirli
niteliği o- lan kurumlaşmış otorite sistemine geçen tahakküm, giderek kişisel
olmaktan uzaklaşır, nesnelleşir, evrenselleşir ve aynı zamanda, giderek ussal,
etken ve üretici olur. Sonunda, tamamen gelişmiş edim ilkesinin yönetimi
altında, boyun eğiş, (fiziksel ve kişisel gücün vazgeçilmez bir araç olarak
kalmasına karşın) toplumsal iş bölümü yüzünden oluşmuş gibi görünür. Toplum,
sürekli ve giderek yaygınlaşan bir yararlı çalışmalar sistemi olarak ortaya
çıkar; görevlerin ve ilişkilerin hiyerarşisi, nesnel mantık görünümü alır:
Kanun ve düzen, toplumun yaşamı ile- özdeş olurlar. Aynı süreç içinde, baskı
da, kişisellikten uzaklaştırılır: hazzın kısıtlanması ve bölünmesi, toplumsal
iş bölümünün bir fonksiyonu (ve «doğal» sonucu) olur. Hiç kuşkusuz, baba, paterfamilias olarak, çocuğu, yetişkin devresinde toplumun kendisine yönelteceği
artık - baskıya hazırlayan, temel içgüdüler kısıtlamasını hâlâ yürütür. Ancak
baba, bu görevini, «ananın sahibi» olarak değil, toplumsal iş bölümü içinde
ailenin yerini simgeleyen kişi olarak yerine getirir. Buna bağlı olarak,
bireyin içgüdüleri, kendi iş gücünün toplumsal kullanılışı yoluyla baskı ve
denetim altına alınır. Birey, yaşamak için çalışmak zorundadır; ve bu çalışma,
sadece gününün sekiz, on, oniki saatini ve bu saatlerin karşılığında
enerjisinin işe yöneltilmesini değil, aynı zamanda, iş saatlerinin içinde ve
dışında, edim ilkesinin ahlâk kalıbına ve ölçülerine uygun bir davranışı
gerektirir. Tarihsel açıdan, Eros’un, (haz ilkesinin, gerçeklik ilkesine bağımlılığını
tamamlayan) üreyici - tekeşli cinsiyete indirgenişi, ancak, bireyin toplum
cihazı içinde çalışmanın öznesi - nesnesi durumuna gelmesiyle tamamlanmış
olur. Oysa, ontogenetik açıdan, çocukluktaki cinsiyetin ilk bastınlışı, bu
tamamlanmanın ön koşulu ve gerekliliği olarak kalır.
Hiyerarşik bir toplumsal çalışma
sisteminin gelişimi, sadece tahakkümü ussallaştırmakla kalmaz, aynı zamanda,
bu tahakküme yönelecek ayaklanmayı da «sınırlar». Bireysel düzeyde, ilk
başkaldırı, normal Oedipus çatışkısının çerçevesi içinde sınırlanır. Toplumsal
düzeyde ise, yinelenen ayaklanma ve dev- rimleri, karşı - devrimler ve eski
duruma dönüşler [restorasyon] izler. Eski dünyanın köle ayaklanmalarından,
sosyalist devrime dek, ezilenlerin tüm mücadeleleri, bir yeni ve «daha iyi»
tahakküm sistemi kurmakla sonuçlanmıştır; gelişim, gittikçe düzene sokulan bir
baskı ve denetim zincirlemesiyle oluşmuştur. Her devrim, bir yönetici grubun
yerine, bir başkasını geçirmek için gösterilen bilinçli çabadır; ancak aynı
zamanda, her devrim, «hedeften sapıp aşırılıklara» varacak olan tahakküm ve
istismarm ortadan kaldırılması için çalışmış güçleri de serbest bırakmıştır.
Bunların yenügilerindeki kolaylık, bir takım açıklamaların yapılmasını
gerektirir. Ne mevcut iktidar düzeni, ne üretici güçlerin yetkin olmayışı ve
ne de sınıf bilincinin yokluğu, bu durumu açıklamaya yeterli değildir. Her
devrimde, tahakküme karşı savaşın, zafere ulaşabileceği bir tarihsel an olmuş,
ama bu an elden kaçırılmıştır. Bu oluşumda, (güçlerin yetkinsizliği ve
eşitsizliği gibi nedenlerin geçerliliği olsun veya olmasın) bir kendi kendine bozgun yaratıcı etmeni gerektirdiği mutlak gibidir. Bu
bakımdan, her devrim, aynı zamanda, ihanete uğramış bir devrimdir.
Freud’un, suçluluk duygusunun başlangıcı
ve sürekliliği konusundaki varsayımı, bu sosyolojik olu-
sumu, psikoloji terimlerile açıklar:
Ayaklananların, kendisine karşı ayaklanmış oldukları iktidarla olan
«benzerliklerini - özdeşliklerini» açıklığa kavuşturur. Bireylerin, hiyerarşik
iş düzenine ekonomik ve siyasal açıdan katılışları, tahakküme hedef olmuş
kişilerin, kendi kendilerine baskı yarattıkları bir içgüdüsel sürece eşlik
eder. Ve gücün, giderek ussallaştırılması, baskının giderek
ussallaştırılmasında yansır. Tahakküm, bireyleri, çalışma aracı durumuna getirmekle,
onları feragate ve sıkıntıya zorlamakla, artık sadece ya da öncelikle belirli
ayrıcalıkları değil, aynı zamanda, toplumu bir bütün olarak ve büyüyen bir ölçü
içinde sürdürür. Bu bakımdan, ayaklanma suçu, fazlasile yoğunlaşır. İlk babaya
yönelen ayaklanma, yeri başkalarınca doldurulabilecek (ve doldurulmuş) olan
bir bireyi saf dışı bırakmıştır; ama babanın egemenliği, gelişip genişleyerek,
toplumun egemenliği durumuna geldiği zaman, böylesi bir yerini doldurma, olasılı
görünmez ve suç, öldürücü bir nitelik alır. Suçluluk duygusunun
ussallaştırılması, tamamlanmış olur. Ailenin ve kendi bireysel biyolojik
otoritesinin çerçevesi içinde sınırlanmış olan baba, toplumun yaşamını
sürdüren yönetimde ve yönetimi koruyup sürdüren kanunlarda, eskisinden de
güçlü olarak, yeniden ortaya çıkar. Babanın bu son ve en arınmış varlığı, [baba
tahakkümünden] kurtuluşla, «simgesel» olarak yenilemez: Yönetimden ve
yönetimin kanunlarından kurtuluş yoktur; çünkü bunlar, özgürlüğün en yüce
koruyucuları olarak görünürler. Bunlara yönelecek bir başkaldırı, yine en
büyük suç olacak ve bu kez, doygunluğu yasaklayan despot - hayvana değil, insan
ihtiyaçlarının gelişmiş doygunluğu için gerekli meta ve hizmetleri sağlayan
hakim düzene karşı bir ayaklanma olacaktır. Bu durumda, başkaldırı, insan
toplumunun tümüne yönel-
mis bir suç olarak görünür ve bu yüzden
ne bedeli, ne kefareti ödenemez.
Ancak, bizzat uygarlığın gelişimi, bu
ussallığı yapaylaştırmaya yönelir. Mevcut erkinlikler ve mevcut doygunluklar,
tahakkümün gerekliliklerine bağlıdır; bunların kendileri birer baskı aracı
durumuna gelirler. Başlangıcından bu yana, kurumlaşmış baskıyı haklı göstermek
için ileri sürülmüş olan kıtlık mazereti, insanın doğa üzerindeki bilgisi ve
denetiminin, insan ihtiyaçlarının asgarî çalışmayla sağlanmasına yol açacak
derecede ilerlediği zaman, eski gücünü yitirir. Dünyanın çok geniş
alanlarında, hâlâ hüküm sürmekte olan yoksulluğun nedeni, artık insan ve doğa
kaynaklarının yetersizliği değil, bu kaynakların dağıtılma ve kullanılma
biçimleridir. Bu ayrım, politikaya ve politikacılara yersiz görünebilir; ama,
baskı gerekçesini, insan istekleri ile bu isteklerin karşılanması için gerekli
ortam arasındaki «doğal» ve sonsuz uyuşmazlıkta bulan bir uygarlık teorisi için
büyük önem taşımaktadır. Eğer baskının temel nedenini, belirli siyasal ve
toplumsal kurumlar değil de, böylesi bir «doğal» koşul meydana getiriyorsa, o
zaman bu baskı, us dışı duruma gelmiş demektir. Endüstriyel uygarlığın
kültürü, insan organizmasını, her zamankinden daha duyusal, ayrışmış, değişken
bir araç durumuna getirmiş ve bu aracı, amaca dönüştürecek kadar büyük bir
toplumsal servet yaratmıştır. Eldeki kaynaklar, insan ihtiyaçlarında niteliksel
bir değişime yardımcı olurlar. Çalışmanın ussallaştırılması ve
mekanikleştirilmesi, sıkıcı işe (yabancılaşmış çalışmaya) yöneltilmiş
içgüdüsel enerji miktarını azaltma ve böylelikle, bireysel yeteneklerin özgür
eylemiyle belirlenen amaçlara ulaşılması için gerekli enerjiyi serbest bırakma
yolunda bir eğilim gösterir. Teknoloji, yaşamın gerekliliklerinin üretimi
için gereken zamanı asgariye indirmek ve böy- lece, gereklilik ve gerekli israf
alanının ötesindeki ihtiyaçların geliştirilmesi için zaman
tasarrufu yapmakla, enerjinin, baskıcı kullanımına karşı bir faaliyet
göstermiş olur.
Ancak, bireyi, bir zamanlar, kıtlık ve
yetkinsizlik mazeretile konulmuş kısıtlamalardan, gerçekten kurtarma olasılığı
arttıkça, yerleşik tahakküm düzeninin bozulmaması için, bu kısıtlamaları
sürdürmek ve bunlara dokunulmazlık kazandırmak ihtiyacı da aynı derecede
artar. Uygarlık, kendisini, özgür olabilecek bir dünya hayaline karşı savunmak
zorundadır. Eğer toplum, artan üretimciliğini, (statükonun
hiyerarşisini bozacağı
için) baskının azaltılması yolunda kullanamazsa; üretimcilik, bireylere karşı
yönelmek zorundadır. Böylece, üretimciliğin kendisi, bir evrensel baskı aracı
durumuna gelir. Çağımız endüstriyel uygarlığında, tahakkümün, üretimcilik üzerinde
hüküm sürdüğü, potansiyellerini kısıtladığı ve saptırdığı zaman, totaliterlik,
uygarlığa yayılır. İnsanların, gerek içe ve gerekse dışa karşı, sürekli seferberlik
durumunda tutulmaları zorunlu olur. Tahakkümün ussallığı, kendi temellerini
tehlikeye sokacak bir aşamaya gelmiştir; bu yüzden, her zamankinden daha
etken olarak, yeniden güçlendirilmek zorundadır. Bu kez, baba,
öldürürülmeyecektir, hattâ «simgesel» bir öldürme dahi olmayacaktır; çünkü,
yerini alacak bir halef bulunmayabilir.
Superegonun «otomatikleşmesi», toplumun,
tehlikenin karşısına çıkardığı savunma mekanizmalarını belirtir. Savunma,
içgüdülerden çok, başı boş bırakıldığı takdirde, ihtiyaçların daha çok ve daha
iyi biçimde karşılanmasında baskının oynadığı rolü anlayabilecek olan bilinç
üzerindeki baskı ve denetimin güçlendirilmesiyle sağlanır. Çağdaş endüstriyel
uy
garlık alanında daima uygulanmış olan,
bilincin yönetimi, totaliter ve «popüler kültürlerin» çeşitli yorumlarında;
Özel ve toplu yaşamın, kendiliğinden doğan ve gerekli olan tepkilerin
koordinasyonu olarak tanımlanmıştır. Düşüncesiz, boş zaman faaliyetlerinin
ilerlemesi, anti - entellektüel ideolojilerin zaferi, bu eğilimin birer
örneğidir. Bilincin ve boş zamanın, daha önce serbest olan alanlarına yayılan
bu baskı ve denetim, (eskiden, bütün’ün üzerindeki baskılar daha az etken
olduğu için, daha önemli olmuş bulunan) cinsel tabularda bir gevşemeye yol
açar. Puritan ve Victorian devirlerle karşılaştırıldığı zaman, bugün, cinsel
özgürlük (1920’lerde apaçık bir karşı tepki varolmuş olduğu halde) hiç tartışmasız
artmış bulunmaktadır. Ancak, aynı zamanda, cinsel ilişkiler de, toplumsal
ilişkilerle çok yakın bir paralele gelmişler ve cinsel özgürlük, yararlı
uyuşumla [conformity] bağdaştırılmıştır. Cinsiyetle, toplumsal yarar ve çıkar,
yani kendisi, haz ilkesile gerçeklik ilkesi arasındaki çatışmanın tepkesi olan
çıkar4 arasındaki temel karşıtlık, gerçeklik ilkesinin haz ilkesi
üzerindeki gelişen üstünlüğü ile bulanık ve belirsiz bir duruma gelir. Bir
yabancılaşma dünyasında, Eros’un/erkinliği, mutlak olarak, yıkıcı, öldürücü
bir güç biçiminde, baskıcı gerçeği yöneten ilkenin yadsınması kalıbında
faaliyet gösterecektir. Büyük Batı uygarlığı ebediyatının, sadece «mutsuz aşk»ı
yüceltmesi, Tristan mitinin, bu aşkı simgeleyen anlatım durumuna gelmiş olması
raslantısal değildir. Mitin, marazı romantizmi, kesinlikle «gerçekçidir». Erkinleştirilmiş
Eros’un yıkıcılığının tersine olarak, tekelci baskılar sistemi içinde iyice
sipere alınmış olan, gevşek cinsel ahlâk, sistemin yararına çalışır. Yadsıma,
«olumlu olan»la koordine edilmiş; gece ile gündüz, düş dünyası ile çalışma
dünyası, hayalle ha-
yal kınklığı bağdaştırılmıştır. Bu
durumda, bu düzenli ve sürekli denetim altındaki gerçek içinde, eğlenen ve
dinlenen bireyler, düşleri değil, gerçek günleri; peri masallarını değil,
bunların yadsınmasını anımsamış olurlar. Erotik ilişkilerinde, çekici, romantik,
ve en sevdikleri reklâm filminin havasına uygun bir biçimde, «ödevlerini
yaparlar.»
Ancak, birleştirilmiş ve
yoğunlaştırılmış baskı sistemi için, önemli değişimler yer almaktadır. Bunlar,
superegonun yapısını ve suçluluk duygusunun niteliği ile anlatımını etkilerler.
Ayrıca, bunlar, tamamen yabancılaştırılmış dünyanın, var gücünü harcayarak
yeni bir gerçeklik ilkesi için temel ve malzeme hazırlar gibi göründüğü bir
duruma yönelirler.
Superego, aslından uzaklaşır ve
travmatik baba deneyinin yerini, dış kaynaklı imgeler alır. Ailenin, bireyi
topluma uydurmadaki rolü önemini yitirdikçe, baba - oğul çatışması, örnek -
çatışma olmaktan çıkar. Bu değişiklik, yüzyılın başından bu yana, «serbest»
kapitalizmden, «örgütlü» kapitalizme yönelen değişimi belirlemiş olan temel
ekonomik süreçlerden meydana gelir. Bağımsız aile teşebbüsleri, ve onlardan
sonra bağımsız kişisel teşebbüsler, toplum düzeninin üniteleri olmaktan
çıkarlar; büyük çaptaki, kişisel olmayan gruplaşmalar ve birlikler tarafından
massedilirler. Bu arada, bireyin toplumsal değeri, bağımsız yargı ve kişisel
sorumlulukla değil, kalıplaşmış bilgi ve maharet ile topluma uyma nitelikleriyle
ölçülür.
Bireyin, teknolojik düzende ortadan
kaldırılması [ilgası], ailenin toplum içindeki fonksiyonunda bir inişe yol
açar. (124) Eskiden, iyi ya da kötü, bireyi
(124)
Bu
süreçlerin çözümlemesi konusunda, bakınız: Studien
yetiştiren ve eğiten, aile idi. Ve
birey, egemen kurallar ve değerleri, kişisel algıları ve kişisel yaşantısı ile
öğrenirdi. Hiç kuşkusuz, Oedipus durumunda, karşı karşıya gelenler, bireyler
değil, «kuşaklar» (türün üniteleri) olmuştur. Ancak, Oedipus çatışkısının kalıtımsal
devroluşuyla, bu kuşaklar, bireylere dönüşmüş ve çatışkı, bireysel bir yaşantı
içinde sürmüştür. Baba ve ana ile, sevgi ve saldırganlığın kişisel hedefleri
olarak yapılan mücadele yoluyla, genç kuşaklar, toplum yaşamına, büyük ölçüde kendi itileri,
kendi fikirleri ve kendi ihtiyaçları ile girmişlerdir. Buna bağlı olarak,
superegolarının oluşumu, itilerinin baskıcı değişimi, feragatleri ve arınmaları
çok kişisel deneyler olmuştur. Ve işte bu yüzden, topluma uyma süreçleri,
acılı izler bırakmıştır ve edim ilkesinin yönetimindeki yaşam, yine özel bir
uyuşmazlık [non - conforimty] alanım kapsamaya devam etmiştir.
Ancak, bugün, ekonomik, siyasal ve
kültürel tekellerin yönetimi altında, yetkin superegonun oluşumu,
bireyselleşme evresini atlıyor gibidir: Türün parçası, doğrudan doğruya
toplumun parçası durumuna gelir, içgüdülerin baskıcı düzeni, kollektif bir
görünümdedir ve ego, bir bütün, aile - dışı etmenler ve öğeler sistemi
tarafından, vaktinden önce toplumsallaştırılıyor gibidir. Okul öncesi dönemi
kadar erken bir çağda, mahalle takımı, radyo ve televizyon, uyuşma ve
başkaldırma örneklerini verirler; bu örneklere aykırı davranışlar, aile
çerçevesinden çok, dışardan ve aileye karşı olarak cezalandırılır. Kitle
iletkenleri uzmanları, istenilen değerleri yayarlar; yetenek, dayanıklılık,
kişilik, düş ve romans konusunda en uy-
über Autoritat und Familie, Max Horkheimer; ayrıca, Max
Horkheimer, Edipse of Reason.
gun eğitimi yaparlar. Aile, artık, bu
eğitimle rekabet edemez. Kuşaklar arasındaki mücadelede, taraflar yer
değiştirmiş gibidirler: Oğul, babadan daha iyi bilir; artık eskimiş babadan
kalma kalıpların karşısına, yetkin gerçeklik ilkesinin temsilcisi olarak dikilir.
Oedipus durumunda ilk hedef olan baba, daha sonra, saldırganlık için pek de
uygun düşmeyen bir hedef durumuna gelir. Servet, bilgi, hüner ve deneyleri
oğula aktarma konusundaki otoritesi, büyük ölçüde azalır; verebileceği şeyler
daha az ve bu yüzden, engelleyebileceği şeyler de daha azdır. Gelişmiş baba,
düşman olarak da, «ideal» olarak da, en uygunsuz kişidir. Ve, çocuğun ekonomik,
duygusal ve entellek- tüel geleceğine biçim vermekten artık uzaklaşmış olan
bütün babalar, aynı durumdadır. Ama, kısıtlamalar yine süregelirler;
içgüdülerin baskıcı denetimi yine devam eder; saldırgan itiler yine
varlıklarını sürdürürler. Bu itilerin yöneldiği, babanın yerini almış kişiler
kimlerdir?
Tahakküm, bir nesnel yönetim sistemi
biçiminde kalıplaşınca, superegonun gelişimini yöneten imgeler, kişisel
olmaktan çıkar. Eskiden sııperegoyu «besleyen», efendi, başkan, şef olmuştur.
Bunlar, gerçeklik ilkesini, kendi, elle tutulur, haşin ve de kerim, gaddar ve
de güler yüzlü kişiliklerinde simgelemişler- dir. Ayaklanma isteğini
uyandırmışlar ve sonra, bunu cezalandırmışlardır. Uyuşumun zorlanması, onların
kişisel görevi ve sorumluluğu olmuştur. Bu yüzden, kişi olarak yaptıkları ve
olduklarından dolayı kendilerine duyulan nefretin yanısıra, saygı ve korku da
uyandırmışlardır, itiler ve bunları doyurmak için gösterilen bilinçli çabalar
için, canlı birer hedef olmuşlardır. Ancak, zamanla, bu kişisel baba - imgeleri,
kuramların gölgesi ardında kaybolmuştur. Üretim cihazının ussallaştırılmasile,
görevlerin artmasile, tahakküm, yönetim kalıbına girer. Bu kalıbın doruk
noktasında, ekonomik gücün toplanması, bir ano- nimliğe dönüşür: En üst
tabakadakiler de dahil, herkes, cihazın kendi kuralları ve eylemleri
karşısında güçsüz görünür. Baskı ve denetim, baskı altına alınan ve denetilen
kişilerin, yöneticileri ve memurları olduğu, normal çalışma düzenindeki
bürolarca yürütülür. Efendiler, artık bireysel bir fonksiyona sahip değildir.
Sadistik başkanlar, kapitalist istismarcılar, bir bürokrasinin ücretli
memurları durumuna getirilmişlerdir. Kendilerine bağımlı olan kişiler, onları
sadece bir başka bürokrasinin üyeleri gözüyle görürler. Bireyin acısı,
sıkıntısı, tükenmişliği ve güçsüzlüğü, bireyin her zamankinden daha iyi bir yaşam
sürmesini sağlayan, yüksek üretim ve yeterli çalışma düzeyindeki bir sistemden
meydana gelir. Bireyin, kendi yaşam düzeni için duyduğu sorumluluk,
ihtiyaçlarını belirleyen, karşılayan ve deneten kuramların toplamı demek olan
«sistem»le, bütünle girift olur. Saldırgan itiler, boşa çıkarlar; ya da daha
doğrusu, nefret, karşısında, kendilerine düşen görevi yerine getiren ve bu
nefretin, hiç suçsuz birer kurbanı olan gülümseyen iş arkadaşları, başını kaşıyacak
vakti olmayan rakipler, söz dinler memurlar, yardım etmeye hazır toplum
düzenleyicileri bulur.
Böylece geri püskürtülen saldırganlık,
yeniden içe döner: Bastırma değil, bastırılan suçludur. Peki, suçu nedir? Maddî
ve entellektüel gelişim, dinin gücünü, suçluluk duygusunu açıklayamayacak
denli azaltmıştır. Egoya karşı dönen saldırganlık, anlamsız duruma düşer:
Bilinci koordine edilmiş, mahremiyeti ortadan kaldırılmış, duyguları uyuşum
içinde kaynaştırılmış olan bireyin, kendini suçluluk duygusuna karşı
geliştirebileceği, kendi vicdanına göre ya-
şayauueuegı, un «manevi uurıyası»
aaımamıscır artık. Egosu öylesine küçülmüştür ki; id, ego ve superego
arasındaki çok kalıplı karşıt süreçler, kendilerini klasik kalıpları içinde
ortaya koyamaz duruma gelmişlerdir.
Ama yine de, suç mevcuttur. Suçluluk,
bireylerden çok, bütünün bir niteliği olma durumunda; bir kollektif suç,
elindeki madde ve insan kaynaklarını boşa harcayan ve engelleyen bir kurumlar
sisteminin baltalanması biçimine girmektedir. Bu kaynakların alanı, üretim
yeteneğinin, gerçekten ussal kullanılışı ile elde edilebilecek insan
özgürlüğünün derecesi ile tanımlanabilir. Bu ölçü uygulandığı takdirde, görülecektir
ki; endüstriyel uygarlık merkezlerinde, insan, hem kültürel ve hem de fiziksel
bir yoksulluk içinde tutulmaktadır. Sosyolojinin, bugünkü kitle kültüründeki
insandan uzaklaşma süreçlerini belirleyen klişelerin çoğu doğrudur; ancak
bunlar, yanlış yöne sapmış görünürler. Geriletici olan şey, mekanizasyon veya
standardizasyon, yahut evrensel koordinasyon değil; bunların, düzmece
özgürlükler, düzmece seçmeler ve düzmece bireycilik altında gizlenişidir. Büyük
şirketlerin etki alanındaki yüksek yaşam standardı, somut sosyolojik anlamda kısıtlayıcıdır: Bireylerin satmaldıkları meta ve hizmetler, ihtiyaçlarını denetir ve
yeteneklerini dondururlar. Bireyler, yaşamlarına zenginlik getiren metalar
karşılığında, sadece emeklerim değil, aynı zamanda serbest zamanlarını da
satarlar. Daha iyi yaşam, yaşam üzerindeki mutlak ve yaygın denetim tarafından
ortaya çıkarılmıştır, insanlar, apartman yığınlarında yaşarlar ve bir başka
dünyaya kaçmak için kullanamayacakları özel arabalara sahip olurlar.
Dondurulmuş yiyeceklerle dolu, kocaman buz dolapları vardır. Aynı fikir ve
ülküleri yayan, düzinelerle dergileri ve ga- zeteıerı varaır. Hepsi aynı soydan
olan ve bireyleri meşgul edip, dikkatlerini, daha az çalışabileceklerinin ve
kendi ihtiyaçları ile doygunluklarını kendilerinin belirleyebileceğinin farkına
varmaları demek olan temel sorundan saptıran sayısız beğenileri, sayısız eğlenceleri
ve sayısız cihazları vardır.
Bugünün ideolojisi, üretim ve tüketimin,
tahakkümü yeniden yaratmaları ve mazur göstermelerinde gizlidir. Ancak,
bunların ideolojik niteliği, yarar sağladıkları gerçeğini değiştirmez. Bütünün
baskıcılığı, büyük ölçüde, yararlılığından gelir: Bu baskıcılık, maddî
kültürün alanını genişletir, yaşamın gerekliliklerinin sağlanışını
kolaylaştırır, rahatlık ve lüksü daha ucuza maleder, eskisinden geniş alanları,
endüstri yörüngesine çeker ve bütün bunları yaparken, bir yandan da, eziyet ve
yıkıcılığı sürdürür. Birey, bu yararların bedelini, zamanından, bilincinden,
düşlerinden fedakârlık etmekle; uygarlık ise, herkese özgürlük, herkese
adalet, herkese barış vaadinden fedakârlık etmekle öder.
Potansiyeldeki kurtuluşla, gerçekteki
baskı arasındaki çelişme, doyma noktasına ulaşır: Bu çatışma, dünyanın her
yerindeki yaşam alanlarına sızar. Gelişimin ussallığı, düzeninin ve yönteminin
ussallıktan giderek uzaklaşmasına yol açar. Toplumsal birlik ve yönetim gücü,
bütünü, dolaysız saldırıdan korumaya yetecek kadar güçlüdür; ancak, birikmiş
saldırganlığı yok etme gücünde değildir. Bu saldırganlık, bütüne bağlı
olmayanlara, varlıkları bütünün yadsınması demek olanlara yöneltilir. Bu karşıt,
en büyük düşman olarak, Deccal olarak görünür: Bu düşman, her zaman, her
yerdedir; gizli güçleri temsil eder; ve onun her yerde hazır ve nâ- zırhğı,
topyekûn seferberliği gerektirir. Savaşla barış, sivil halkla silâh altındaki
halk, gerçekle propaganda arasındaki ayrım silinir. Çok eskiden aşılmış,
tarihsel evrelere gerileme olur ve bu gerileme, sado- mazoşistik evreyi, ulusal
ve uluslararası ölçüde yeniden canlandırır. Ancak, bu evredeki itiler, bir yeni,
«uygar» kalıp içinde canlanırlar: Kesinlikle arıtılmamış olarak, toplama ve
çalışma kamplarında, koloni savaşlarında ve iç savaşlarda, ceza sömürgelerinde
toplum açısından «yararlı» eylemler durumuna gelirler.
Bu koşullar altında, bugünkü uygarlık
döneminin, eski dönemlerden daha yıkıcı olup olmadığı sorusu, yersiz olur.
Ama ne olursa olsun, tarih boyunca süregelmiş yıkıcılığı öne sürerek, bu
sorunu bir yana atmak olanaksızdır. Bugünkü dönemin yıkıcılığı, kendini, ancak
bugünün, geçmiş devirlerin koşulları ile değü, kendi potansiyelleri ile
ölçülmesi halinde tamamen ortaya koyar. Savaşların, profesyonel ordular
tarafından, belirli alanlarda yapılma- sile, dünya çapında ve bütün halklara
yönetilmiş olarak yapılması arasında; dünyayı özgürlüğe kavuşturacak teknik
buluşların, sıkıntının ortadan kaldırılması için kullanılmasile, sıkıntının
yaratılması için kullanılması arasında; binlerce kişinin savaşta
öldürülmesile, milyonlarca kişinin, mühendisler ve doktorların yardımıyla
bilimsel olarak yok edilmesi arasında; sürgünlerin, başka ülkelere sığı-
nabilmeleri ile dünyanın her yanından kovulmaları arasında; insanların doğal
olarak bilgisiz oluşlarile, günlük edindikleri bilgi ve eğlenceler kanalıyla
bilgisiz duruma getirilişleri arasında, niceliksel ayrımdan, çok daha
büyük bir ayrım vardır. Yepyeni bir kolaylıkla, terör, normal düzenle ve
yıkıcılık, yapıcılıkla bağdaştırıhnaktadır. Ama yine de, gelişim
devam etmekte ve baskı alanım giderek
daraltmaktadır. Tahakküm, ilerici eyleminin doruk noktasında, sadece kendi
temellerini sarsmakla kalmaz; aynı zamanda, tahakküme yönelen karşıtlığı da
yozlaştırır ve ortadan kaldırır. Geride kalan, zenginlik ve güç yaratan, ve
edim ilkesinin içgüdüsel köklerim kurutan bir hava getiren, mantığın
olumsuzluğudur.
Emeğin yabancılaştırılması, hemen hemen
tamamlanmıştır. Fabrikalardaki zincirleme çalışma [assembly - line] mekaniği,
büroların tekdüze çalışma kalıbı, satmalına ve satma töreni, insan potansiyellerde
olan tüm bağlantılarından sıyrılmıştır. îş ilişkileri, büyük ölçüde, bilimsel
yönetim ve yeterlik uzmanlarının değiştirebileceği nesneler durumuna gelmiş
kişiler arasındaki ilişki olmuştur. Hiç kuşkusuz, henüz geçerli olan rekabet, bir
belirli ölçüde, bireyciliği ve kişisel davranışı gerektirir; ancak, bu
nitelikler, ait oldukları rekabet gibi, yapay ve görüntüsel duruma
gelmişlerdir. Bireyciliğin, sadece adı vardır; o da, yine sadece, (vamp kadın,
ev kadını, Ondine, erkek adam, iş kadını, yaşam mücadelesindeki genç çift
gibi) belirli tiplerin (125) simge- lenişinde, ve tıpkı, rekabetin, cihazlar,
paket kağıtları, çeşniler, renkler vb. gibi şeylerin üretiminde önceden
belirlenmiş çeşitlere indirgenişi gibi bir kısıtlı alan içinde varlığını
sürdürür. Bu aldatıcı yüzeyin altında, bütün iş dünyası ve bu dünyanın tüm
eğlencesi, hepsi de yönetime aynı biçimde bağlı canlı ve cansız şeyler sistemi
durumuna gelmiştir. Bu dünyada, insan yaşamı, kendi içinde, deviniminin ilke-
(125)
Bakınız,
Leo Lowenthal «International Who’s Who 1937» (Studies in Philosophy and
Societal Science dergisi. Cilt VIII, 1939) ve «Historical Perspectives of
Popular Culture» (American Journal of Sociology, LV, 1950)
sini taşımayan meta, madde, malzemeden
başka bir- şey değildir. Bu kemikleşme durumu, içgüdüleri de, içgüdülerin
engellenişini ve değiştirilişini de etkiler. Aslî dinamikleri, durağanlaşır :
Ego, supergo ve İd arasındaki karşılıklı etki, otomatik tepkiler biçiminde
kalıplaşır. Superego’nun kemikleşmesine, egonun kemikleşmesi eşlik eder. Bu
oluşum, zamana ve zemine uygun kalıplaşmış davranışlarda kendini gösterir.
Giderek bağımsızlık yükünü omzundan atan bilincin bütün görevi, bireyi bütünle
koordine etmekten ibaret kalır.
Bu koordinasyon öylesine etkendir ki;
genel mutsuzluk artacağına, azalmıştır. Bireyin, mevcut baskının farkına
varışı, bilincinin yönetimle kısıtlanışı ile engellendiğinden söz etmiştik. Bu
işlem, mutluluğun içeriğini de değiştirir. Mutluluk kavramı, özelden ve
nesnelden daha geniş bir anlam taşır (126). Mutluluk, sadece doygunluk
duygusunda değil, özgürlük ve doygunluk gerçeğindedir. Mutluluk, bilgi
gerektirir: Mutluluk, animal rationale’in ayrıcalığıdır. Bilincin
kısıtlanmasıyla, bilginin denetimi ile, bireysel haberleşmenin, kitle
haberleşmesi ile massedilişi ile, bilgi yönetilir ve kısıtlanır. Birey, neler
olup bittiğini, gerçekten bilemez. Ezici, eğitim ve eğlence cihazı, onu bütün
ötekilerle birlikte, tüm zararlı fikirlerin ayıklanacağı bir uyuşukluk içine
sokar. Ve, bütün gerçeğin bilinmesi, mutluluğa pek yararlı olmadığından,
böylesi bir genel uyuşukluk, bireyi mutlu kılar. Eğer bunalım, genel huzursuzluktan
öte birşey, bir yaşantı durumu ise, o zaman, bu «bunalım çağı» denilen çağ, bunalımın
anlatımını bulamaması ölçüsünde yücelir.
(126)
Bakınız,
Herbert Marcuse, «Zur Kritik des Hedonismus» (Zeitschrift für Sozialforschung,
Cilt VII, 1938, Sf. 55)
Bu eğilimler, kişinin kendi kendini
engelleme ve kısıtlamasını geliştirme yolunda harcanan enerji ve çabanın büyük
ölçüde azaldığını göstermektedir. Bireyle
bireyin kültürü arasındaki canlı bağlar, gevşemiştir. Bu kültür, birey için ve bireyin
içindeki, egemen değer ve kurumlar tarafından yaratılan ve yinelenen
kısıtlamalar sistemi demektir. Artık, gerçeklik ilkesinin baskıcı gücü, eskisi
gibi, baskı altına alman bireylerce yenilenip tazelenmemektedir. Bireylerin
kendi yaşamlarının etmenleri ve kurbanları olma fonksiyonu azaldıkça,
gerçeklik ilkesinin, kültür yapısını zenginleştiren ve aynı zamanda koruyan
«yaratıcı» özdeşlikler ve arınmalar kanalıyla güç kazanması da zorlaşmıştır,
insanlığın korkularını ve umutlarını, hâlâ taviz vermeden belirten gruplar ve
grup ülküleri, felsefeler, sanat ve edebiyat yapıtları, yürürlükteki gerçeklik
ilkesinin karşısına dikilir: Bunlar, bu ilkenin mutlak yadsınması
durumundadırlar.
Gelişmiş yabancılaşmanın olumlu yanları
ortaya çıkar. Edim ilkesine destek olmuş olan insan enerjileri, giderek gözden
çıkarılabilir bir duruma gelir. Gerekliliklerin ve israfın otomatikleşmesi, çalışmanın
ve emeğin otomatikleşmesi, bu alandaki bireysel potansiyellerin tanınmasına
engel olur. Bu otomatikleşme, nefsî uyarılara sed çeker. Kıtlık ideolojisi,
sıkıntının, tahakkümün ve feragatin üreticiliği görüşü, ussal temelinden
olduğu kadar içgüdüsel temelinden de ayrılır. Yabancılaşma teorisi göstermiştir
ki; insan kendini emeği ile tanımamakta, yaşamı bir çalışma aracı durumuna
gelmiş bulunmakta, çalışması ve ürettikleri, birey olarak kendisine bağımlı
olmayan bir kalıp ve güç kazanmış bulunmaktadır. Bu durumdan kurtulmak,
yabancılaş-
manın engellenmesini değil,
bütünlenmesini, baskı altına alınmış, üretici kişiliğin yeniden canlandırılmasını
değil, ortadan kaldırılmasını gerektirir. İnsan potansiyellerinin,
(yabancılaşmış) çalışma dünyasından kaldırılması, çalışmanın, insan potansiyelleri
dünyasından kaldırılması için gerekli ön koşulları hazırlar.
— V —
Freud’un uygarlık teorisi, psikolojik
teorisinden çıkar: Uygarlık teorisinin, tarihsel süreç konusundaki görüşü,
tarihin canlı özü olan bireylerin ansal cihazını çözümlemekle elde edüir. Bu
görüş, kültürel kurumlan, fonksiyonlarının aracı olan bireyleri ne duruma
getirdikleri açısından incelediği ölçüde, koruyucu ideolojinin zannı yırtmış
olur. Ancak, psikolojik görüş, belirgin bir noktada yanılgıya düşer gibidir:
Tarih, bireylerin «arkasında» ve üzerinde gelişmiştir; ve tarihsel süreçlerin
kanunları, bireylerden çok, nesnelleşmiş [maddeleşmiş] kurumlan yöneten
kurallar olmuştur. (127) Bu eleştiriye karşı, Freud’un psikolojisinin, ansal cihazda,
bireyin, daha henüz tür olduğu ve bugünün, daha henüz geçmiş olduğu bir boyuta
uzandığını ileri sürdük. Freud’un teorisi, bireyden kopmanın sosyolojik
gelişimi altındaki biyolojik süreci, ortaya çıkarır. Biyolojik süreç, Nirvana
ilkesinin yönetiminde ve sosyolojik süreç, gerçeklik ilkesinin denetimi
altındadır. Bu türsel kavram dolayısüe, Ferud’-
(127)
Bakınız,
Theodor W. Adomo «Psychoanalyse und Sozio- logie» (Sociologica), Frankfurter
Beitrage zur Soziologie, Cilt I.
un psikolojisi per se [kendiliğinden]
türün psikolojisi durumundadır. Ve Freud’un türsel psikolojisi, içgüdülerdeki
değişimi, tarihsel değişimler olarak açığa vurur: Eros’la ölüm içgüdüsü
arasındaki savaşın, kültürün kuruluşu ile yıkılışı arasındaki çatışmanın,
baskı ile baskı altına alınanın yeniden ortaya çıkışı arasındaki mücadelenin
yinelenen oluşumu, insanlığı geliştiren tarihsel koşullarla yaratılır ve
düzenlenir.
Ancak, Freud teorisinin metapsikolojik
anlamı, sosyoloji çerçevesinin de ötesine geçer. Temel içgüdüler, yaşama ve
ölüme, yani organik maddeye bağlıdır. Ve bunlar, organik maddeyi, geride
inorganik madde ile ve ilerde daha yüce ansal anlatımlarla birleştirirler. Bir
başka deyişle, Freud’un teorisi, varoluşun temel kalıplarının yapısı üzerinde
belirli varsayımları kapsar: Yani ontolojik anlamlar taşır. Bu bölümde, bu
anlamların, sadece kalıptan öte birşey olduğunu, Batı felsefesinin temel
ortamına bağlı olduklarını göstermeye çalışacağız.
Freud’a göre, uygarlık, içgüdülerin
metodik en- gellenişi ile başlar. İçgüdüsel düzenin iki belli başlı kalıbı
vardır: (a) Sürekli ve yaygın grup ilişkilerine yol açacak biçimde, cinsiyetin
engellenişi, (b) Bireyin ve doğanın üstesinden gelmeye, bireysel ve toplumsal
ahlâka yol açacak biçimde, yıkıcı içgüdülerin engellenişi. Bu iki gücün
birleşmesi eskisinden daha büyük grupların yaşamını, eskisinden etken biçimde
koruyup sürdürdüğü için, Eros, karşıtı üzerinde üstünlük kurar: Toplum
yararına kullanılış, ölüm içgüdüsünü, yaşam içgüdüsünün emrine girmeye
zorlar. Ancak, uygarlığın gelişimi, arınmanın ve denetlenmiş, baskı altına
alınmış saldırganlığın alanını genişletir; her iki durumda da, Eros
içgüdüsel yapıdaki gerileyici bir
eğilime (son çözümlemede ölüm içgüdüsüne) mahkûm kaldığını; uygarlık
gelişiminin, son ve mutlak doygunlukta huzura kavuşmak isteyen, (bastırılmış
olmakla beraber) dirençli bir iti ile karşı karşıya geldiğini gösterir.
Üretimcüik ile gücün artışı ve tahakküm, yıkıcılık kanalıyla, ussal
gerekliliğin ötesine geçerler. Kurtuluşu arama çabaları, Nirvana’yı arama çabalarıyla
gölgelenir.
Kültürün topluma yararlı kılınmış itiler
aracılığı ile nirvana ilkesinin yönetiminde olduğu yolundaki huzur bozucu
varsayım, psikanalizi sık sık tedirgin etmiştir. Gelişim, gerilemeyi «kapsayıp,
sınırlar». Otto Rank, doğum travması görüşünden hareketle, kültürün, rahim -
içi durumu yeniden yaratacak «koruyucu kabuklar’ı eskisinden daha büyük ölçüde
kurduğu sonucuna ulaşmıştır:
«Uygarlığın ve teknik bilginin, sürekli
olarak arttırmaya çalıştığı her rahatlık daima daha uzağında kaldığı temel
amacın yerine, sağlam birşey koymaktan başka işe yaramaz». (128)
Ferenczi’nin teorisi ve özelikle «üreme
organlarından uzaklaşan» genito-fugal libido fikri (129), bu sonuca yönelir.
Geza Roheim de, kültür evrimindeki belirleyici içgüdüsel nedenlerden biri
olarak, «hedefin yitirilmesile, karanlıkta kalma» tehlikesini gösterir. (130)
Nirvana ilkesinin, uygarlıktaki dirençli
gücü, Eros’un kültür kurucu gücü üzerindeki kısıtlamaların alanını ve ölçüsünü
aydınlığa çıkarır. Eros, ölüm
(123)
The
Trauma of Birth, Sf. 99.
(129)
X.
Bölüme bakınız.
(130)
The
Origin and Function of Culture, Sf 77. içgüdüsüyle olan
savaşında kültürü meydana getirir. Eros, yaşam içgüdülerini doyurmak için,
varlığı her zaman daha büyük ve daha zengin ölçüde sürdürmek; yaşam içgüdülerini,
doyurulmamak, ortadan kaldırılmak tehlikesinden korumaya çalışır. Ölümün
içgüdüsel değerini arttıran, Eros’un başarısızlığı, yaşamdaki doygunluktan yoksun kalıştır. Gerilemenin çeşitli
kalıpları, uygarlığın yetersizliğine karşı; haz üzerinde sıkıntının, doygunluk
üzerinde çalışmanın egemen oluşuna karşı, bilinçsiz birer protestodur.
Organizmanın çok derinlerindeki bir eğilim, uygarlığı yöneten ilkeye karşı
koyar ve yabancılaşmadan uzaklaşmakta direnir. Bu başkaldırıda, ölüm içgüdüsünün
türevleri, Eros’un nevrotik ve sapık belirtileriyle birleşirler. Freud’un
teorisi, bu karşı eğilimleri, defalarca gösterir. Yerleşik kültürün ışığında
yıkıcı görünen bu eğilimler, yıkmaya çalıştıkları şeyin, yani baskının
yıkıcılığını kanıtlarlar. Bunların amacı, sadece gerçeklik ilkesinin karşıtı olmak,
yani varolmamak değil, aynı zamanda, gerçeklik ilkesinin ötesine geçmek, bir
başka varoluş kalıbına ulaşmaktır. Bu eğilimler, gerçeklik ilkesinin tarihsel
niteliğini, geçerliliğinin ve gerekliliğinin sınırlarım gösterirler.
Freud’un metapsikolojisi, bu noktada,
Batı felsefesinin mecrasına girer.
Batı uygarlığının bilimsel ussallığı,
meyvalarını vermeye başladığı zaman, kendi psişik kavramlarının giderek
farkına varmaya ve bilincine gelmeye başlamıştır, insanın ve doğal çevrenin
ussal değişimini meydana getiren ego, kendini, özü itibarile, düşünceleri ve
davranışları nesnelere egemen olmak üzere yaratılmış bir saldırgan özne olarak
ortaya koymuştur. Bu ego, bir nesneye karşı olan öznedir. Bu a priori karşıtlık
deneyi, ego agens’i olduğu kadar, ego cogitans’ı da nitelemiştir. Doğa (gerek
dış dünyanın ve gerekse kendisinin tabiatı), egoya, savaşılacak, yenilecek ve
hattâ bozulacak birşey olarak «verilmiştir.» Kendini sürdürmenin ve kendini geliştirmenin
ön koşulu, bu olmuştur.
Mücadele, bireyin «aşağılık» yetilerinin
yani arzu ve şehvet yetilerinin sürekli olarak, içerden bastırılmasıyla
başlar. Bunların baskı altına alınması en azından Plato’dan bu yana, insan
mantığının kurucu öğesi olarak düşünülür ve bu yüzden, mantık, görevi
itibarile baskıcıdır. Mücadele, insan ihtiyaçlarına yararlı olabilmesi için,
sürekli saldırılması, engellenmesi ve işletilmesi gereken dış doğanın fethiyle
doruğuna ulaşır. Ego, varlığı «uyarma» [pro- vocation] (131) olarak, «tasarım»
(132) olarak alır. Her varoluş koşulunu, yenilmesi gereken bir kısıtlama, bir
başka kalıba dönüştürülmesi gereken bir engelleme olarak görür. Ego, böylesi
bir davranışı gerektirecek herhangi bir olaydan önce dahi, eylemin ve
üretimciliğin üstesinden gelmeye şartlanır. Max Scheler, modern bireyin
varoluşla ilgili, «doğaya egemen olmak için duyduğu bilinçli ya da bilinçsiz
itinin primum movens olduğunu» ve bu itinin, kuruluş olarak,
modern bilim ve teknolojiden önce geldiğini, yani bilimsel düşünce ve sezgiden
önceki bir «mantık - öncesi ve mantık - dışı» olduğunu belirtmiştir. (133)
Doğa, tahakküme boyun eğmiş bir organizma tarafından a priori denendiği
için, baskı ve denetime uygun görülür. (134) Buna bağlı olarak, çalışma,
(131)
Gaston
Bachelard, «L’Eau et les Reves,> Sf. 214. (132) J.P. Sartre, «L'Etre et le
Ndant», çeşitli yerlerinde. (133) Die Wissensformen und die Gesellschaft, Sf.
234 - 235. (134) Aynı yapıt, Sf. 298 - 299. Scheler, «herschaftswilliges
Lebcwesen»e değinir.
doğa ile yapılan mücadelede, a priori güç
ve uyarımdır. Çalışma, direncin yenilişidir. Bu tür bir çalışma görüşünde,
nesnel dünyanın imgeleri, «saldırının yöneltileceği noktaların simgeleri»
olarak görünür; eylem, tahakküm biçiminde oluşur ve gerçek, per se «direnç»
olarak görünür. (135) Scheler, bu düşünce kalıbını, «tahakküme ve edime bağlı
bilgi» olarak adlandırır ve bunda, modern uygarlığın gelişimine yol göstermiş
olan belirli bilgi kalıbının varlığını görür. (136) Bu bilgi, sadece ego, yani
düşünen ve devinen özne konusundaki değil, aynı zamanda, onun nesnel dünyası
konusundaki hakim görüşü, yani böyle olmak görüşünü de biçimlendirmiştir.
Logos konusunda, asıl Yunan kavramının
anlamı ne olmuş olursa olsun, Aristoteles mantığının resmen kabulünden bu
yana, bu terim, uslamlamayı [muhakemeyi] düzenlemek, sınıflamak ve yönetmek
fikri ile kaynaşmıştır. Ve bu mantık görüşü, üretici olmaktan çok, algıcı olan;
aşamadan çok, doygunluğa yönelen, yani kesinlikle Haz İlkesine bağlı kalan yeti
ve davranışların giderek karşıtı durumuna gelmiştir. Bunlar, mantığın
gelişimine yararlı olabilmeleri için, yenilmesi ve kısıtlanması gereken, usa ve
mantığa aykırı davranış ve yetiler olarak görünür. Mantık, doğanın her zaman
daha etkin biçimde değiştirilmesi ve işletilmesiyle, insan potansiyellerinin
karşılanmasını sağlamak zorundadır. Ancak, süreç içinde, amacın, araçtan önce
geldiği görülür; yabancılaşmış çalışmaya verilen zaman, bireysel ihtiyaçlar
için ayrılan zamanı yutar
(13f>) Aynı yapıt, Sf. 459, 461.
(136)
Die
Formen des AVissens und die Bildung, Sf. 33. Scheler'- in kullandığı deyim,
«Herrsohafts - und Leistungwissen»dir.
ve ihtiyaçların ne olacağını belirler.
Logos, tahakküm mantığı olarak ortaya çıkar. Ve mantık, düşünce birimlerini
işaretlere ve simgelere indirgediği zaman, düşüncenin kanunları, hesaplama ve
yönetme tekniği durumuna gelmiş olur.
Ancak, tahakküm mantığı, hiçbir
karşıtlıkla karşılaşmadan zafere ulaşmaz. Özne ile nesne arasındaki karşıt
ilişkiyi belirten felsefe, aynı zamanda, bunların uzlaşma yolunu da gösterir.
Aşamacı öznenin durup dinlenme bilmeyen çalışması, özne ile nesnenin uç noktada
birleşmesiyle, yani, kendi doygunluğu için varolan «kendi içinde ve kendi için
varoluş» fikriyle son bulur. Doygunluk Logos’u, yabancılaşma Logos’unun
karşısına çıkar: Bu ikisini bağdaştırma çabası, Batı metafiziğinin içsel
tarihini meydana getirir. Bu metafizik, klasik formülünü, Aristoteles’in, nous
theos’da doruk noktasına varan, varoluş kalıpları hiyerarşisinde bulur: Nous
theos, artık kendinden başka hiçbir şeyle tanımlanmaz ve sınırlanmaz; bütün
durumlar ve koşullarda tamamen kendisi olur. Varoluşa doğru yükselen eğri,
kendi içinde devinen döngü biçiminde kapanır; geçmiş, bugün ve gelecek bu
çember içinde kalır. Aristoteles’e göre, bu varoluş biçimi, sadece tanrıya
özgüdür; ve düşüncenin devinimi, yani kuramsal düşünce, bu varlığa tek
«deneysel» yakınlaşma biçimidir. Bunun dışında, deney dünyası, böylesi bir
doygunluğa katılmaz. Sadece «Eros - benzeri» bir istek, bu dünyayı, kendi
içindeki amacına bağlar. Aristoteles kavramı, dinsel bir görüş değildir. Nous
theos, sanki, evrenin bir parçasıdır ve ne bu evrenin yaratıcısı, ne efendisi,
ne de kurtarıcısı değil sadece, tüm potansiyelin gerçekleşmiş olduğu,
«tasarım»ın başarılmış olduğu bir varoluş kalıbıdır.
Aristoteles kavramı, kendisinden sonraki
bütün değişimler boyunca, kendini sürdürmüştür. Mantık Çağının sonunda, Batı
düşüncesi, Hegel ile, mantığın kategorilerini ve mantık dünyasını yöneten ü-
keleri gösterme yolundaki son ve en büyük atağını yaptığı zaman, yine nous theos sonucuna varmıştır. Bu görüşte de, yine, doygunluk, mutlak fikire ve
mutlak bilgiye bağlanır. Yine, döngünün devinimi, yıkıcı ve üretici aşamanın
acıya yol açan sürecine son verir. Bu görüşte, döngü, bütünü kapsar: Dünya
demek olan evrensel mantık çemberi içinde, tüm yabancılaşma hem haklı görülür
ve hem de ortadan kaldırılır. Ancak, felsefe, bu durumda, mantık yapısının
kurulduğu somut tarihsel temeli anlamış olur.
«Ruhun [Akim] Fenomenolojisi» [Phenomeno- logy of the Spirit],
mantığın kuruluşunu, tahakkümün kuruluşu ve tahakkümün üstünlüğü olarak
açıklar. Mantık, doğal ve tarihsel dünyaya egemen olup, bunu, kendini tanımak
için kullanan insanın, kendine dönük bilincinin gelişmesile birlikte gelişir.
Salt bilinç, kendine dönük bilinç evresine vardığı zaman, kendisini ego olarak
bulur. Ve ego, ilk arzudur: Ego, kendi bilincine,\ sadece kendini,
bir «başkası» ile ve bir «başkası» içinde doyurarak ulaşır. Ancak, böylesi bir
doygunluk, «başkası»nm yadsınmasını» gerektirir; çünkü, ego, kendini, gerçekten
bütün «başkalıklara» karşı «kendi için varoluş» olarak kanıtlamak zorundadır.
(137) Bu görüş, bireyi, gerçek olabilmek için, kendini sürekli kanıtlama ve
tanıtlama zorunda olan, dünyayı kendi «yadsınması» ve özgürlüğünün
reddedilmesi olarak gör
(137)
Bu,
ve bundan sonrakiler, (B, IV, A) Fenomenolojisine uygundur.
düğü için, varlığına karşı olan birşeye
ya da bir kimseye karşı, sürekli biçimde varlığını sınamak ve. ortaya koymakla
varolabilen bir kişi olarak alır. Ego, özgür olmalıdır. Ancak, eğer dünya,
«yadsıma niteliğinde» ise, o zaman egonun özgürlüğü, efendi olarak
«tanınmasına» ve «kabul edilmesine» bağlıdır. Ve böylesi bir tanımayı, ancak
bir başka ego, bir başka kendi bilincine varmış özne sağlayabilir. Nesneler,
canlı değildir. Onların direncini yenmek, egoyu doyurmaz ve egonun gücünü
«sınamaz»; «Kendine dönük bilinç, ancak bir başka kendine dönük bilinçte
doygunluğa erişir.» Nesne - dünyaya karşı saldırgan tutum, doğaya tahakküm,
böylelikle, sonunda, insanın insana tahakkümüne yönelir. Bu, başka öznelere
dönük bir saldırganlıktır: Egonun doygunluğu, bir başka ego ile «olumsuz
ilişkisi» - ne bağlıdır:
«Her iki kendine dönük bilincin ilişkisi,
öylesine kurulmuştur ki; bunlar kendilerini ve birbirlerini, ancak bir ölüm
kalım savaşıyla tanıtlayabilirler. Ve izgürlük, sadece yaşamı tehlikeye atmakla
elde edilebilir.» (138)
Özgürlük, kölelikten kurtuluş anlamına
geldiği için değil; insan özgürlüğü kavramı, bir başkasıyla olan karşılıklı
«olumsuz ilişki» ile belirlendiği için, yaşamın tehlikeye atılmasını
gerektirir. Ve olumsuz üişki, yaşamın bütünlüğüne etki yaptığı için, özgürlük,
ancak yaşamın kendisini tehlikeye atmakla «sınanabilir». Ölüm ve endişe («şu
ya da bu şey için veya şu ya da bu an için endişe duymak değil, kişinin «bütün
varlığı» için endişe duymak anlamındaki endişe) (139), insan özgürlüğünün ve
doygunlu-
(138)
The
Philosophy of Hegel, Sf. 402.
'139) Aynı yapıt, Sf. 407.
yunun temel koşullarıdır. Kendine dönük
Bilincin olumsuz yapısından, efendi ve köle, tahakküm ve kölelik
ilişkileri doğar. Bu ilişki, kendine dönük bilincin özgül yapısına ve ötekine
(özne ve nesne) karşı özgül tutuma bağlıdır.
Ancak, «Ruhun
[Aklın] Fenomenolojisi», tahakküm
mantığının gelişiminden başka birşey olmasa idi; Batı uygarlığının kendi
kendini yorum- layışı durumunda olmazdı. «Ruhun
[Aklın] Fenomenolojisi», ötekine
yönelen karşıt ilişkiden meydana gelmiş özgürlük kalıbının yenilişine yönelir.
Gerçek özgürlük kalıbı, sürekli yenme eylemi değü, bu eylemin, varlığın açıkça
bilinmesi ve bundan doygunluk sağlanmasıyla durması demektir. Fenomeno- loji’nin
sonundaki ontolojik hava, Prometheus dinamiğinden tamamen farklıdır:
«Ruhun [Aklın] yaraları iz bırakmadan
kapanır; yapılan iş sonsuza dek sürmez; Ruh [Akıl], onu, tekrar kendi içine
alır ve onda mevcut teklik niteliği (bireycilik)., derhal geçip gider.» (140)
Özgürlüğün gerçeği konusunda, karşılıklı
tanıma ve kabul etme hâlâ sınayım durumundadırlar; ancak bu kez, terimler,
bağışlama ve uzlaşmadır:
«Uzlaşma sözcüğü,
kendisinin salt tanımını, evrensel öz niteliğinde olarak, karşıtında bulan
(nesnel olarak) mevcut Ruhtur [Akıldır]. Bu mutlak Ruh [Akıl] demek olan bir
karşılıklı tanımadır.» (141)
(140) «Die Wunden des Geistes heilen, ohne dass Narben
bleiben; die Tat İst nicht das Unvergangliche, sondem wird von dem Geiste in
sich zurückgenomen, und die Seite der Einzelheit...ist das unmittelbar
Verschwindende.» «The Phenom- enology of the Mind», Cilt II, Sf. 679 (Çeviri
değiştirilmiştir.) (141) «Das Wort der Versöhnung İst der daseiende Geist, der
das reine Wissen seiner selbst als allgemeines Wesen in seinem
Bu formüller, Hegel’in ruhun [aklın]
belirtileri çözümlemesinin, «kendine dönük bilinçli ruh [akıl]» durumuna
vardığı noktada, ruhun [aklın] «kendisi için ve kendi içinde varolduğu» noktada
ortaya çıkar. Bu durumda, öteki ile olumsuz ilişki, tamamen, nous olan
ruhun aklın varhğmdadır; algıcılık olan üreticiliğe, doygunluk olan eyleme
dönüşmüştür. Hegel’in, Encyolopedia’sında, sistemini açıklayışı «zevk alır» sözünde
son bulur. Batı uygarlığının felsefesi, gerçeğin, bu uygarlığı yöneten ilkenin
yadsımasında gizli olduğu fikrinde özetlenir. Buradaki yadsıma, iki
anlamlıdır. Birinci anlamı, özgürlüğün, sadece düşüncede gerçek gibi göründüğü
ve ikinci anlamı, varlığın, sonsuz ilerleyen ve aşama yapan üre- yiciliğinin,
kendine dönük bilinç içindeki algıcılığın sürekli huzur ve sükûnu içinde
amacına ulaştığıdır.
Ruhun [Aklın] Fenomenolojisi, baştan sona kadar, ontolojik ve
tarihsel içerik arasındaki gerilimi sürdürür: Ruhun [Aklın] kendini ortaya
koyuş biçimleri, Batı uygarlığının temel evreleridir, ancak, bu tarihsel
belirtiler, yadsımanın etkisine maruz kalırlar; ruh [akıl], kendisine ancak
mutlak bilgi içinde ve mutlak bilgi biçiminde ulaşır. Bu, aynı zamanda,
düşüncenin ve varoluşun gerçek kalıbıdır. Varoluş, kendi özü itibarile, mantık
demektir. Ancak, Hegel’e göre, mantığın en yüce biçimi, mevcut kalıbın hemen
tam karşıtıdır: Bu yüce mantık kalıbı, elde edilmiş ve sürdürülmüş doygunluk,
özne ile nesnenin belirgin birliği, evrensel olanla bireysel olanm kaynaşması,
yani, durağan bir birlik yerine, tüm varolmanın kendini özgürce dışsallaştırma
(Entausserung)
Gegenteile... anschaut, -ein gegenseitiges Anerkennen,
vvelches der absolute Geist ist.» Aynı yapıt, Sf. 680. (Çeviride değişiklikler
yapılmıştır.)
olduğu, potansiyellerin erkinliği ve
«hazzı» olduğu bir dinamik birliktir. Tarihin işi, tarihte son bulur:
Yabancılaşma ortadan kaldırılmıştır; ve onunla birlikte zamanın aşması ve
akması da durmuştur. Ruh [Akıl], «zamana değgin kalıbını yener, Zamanı yadsır.»
(142) Ancak, tarihin «son»u, içeriğini yeniden elde eder: Zamanın yenilgisini
meydana getiren güç, anımsamadır (bellektir). Ruhun [Aklın], kendi gerçeğini
elde ettiği mutlak bilgi, ruhun [aklın], «kendi gerçek özüne girişi ve
(dışsal) yaşantısını terkederek, Gestalt’ini anımsamaya teslim edişidir.»
(143) Varoluş, artık eskisi gibi, geleceğe doğru, acılı bir aşama değil,
geçmişin, huzur içinde yeniden elde edilişidir. Geçmiş olan herşeyi kendinde
saklamış bulunan anımsama, «maddenin, içsel ve gerçekten yüce kalıbıdır.»
(144)
Burada, anımsamanın, varoluşun en yüce
kalıbı için belirleyici kategori olarak ortaya çıkışı, Hegel felsefesinin iç
yöntemini belirtir. Hegel, gelişim fikrinin, yerine varolanın yeniden
üretilmesi ve bütünlenmesi içinde devinen ve kendi kendine yeterli bir
çevrimsel [devirli - cyclical] gelişimi kabul eder. Bu gelişim, insanın bütün
tarihini (öznel ve nesnel dünyasını), ve tarihinin kavranmasını, yani
geçmişinin
(142)
«...hebt
scinc Zeitform auf; tilgt die Zeit.» Aynı yapıt, Sf. 821.
(143)
«...sein
Insichgchen, in welchem er sein Desein verlasst und seine Geştalt der
erinnerımg übergibt.» Aynı yapıt. «Kişinin kendine dönüşü», dışsallıktan geri
dönüş anlamındaki Almanca Er - innerung terimini karşılayacak İngilizce bir
terim yoktur. [Türkçe çeviri, İngilizce metne uygun olarak yapılmıştır.]
(144)
«...das
Inncre und die in der Tat höhere Form der Substanz.»
anımsanmasını gerektirir. Geçmiş, içinde
yaşanılan an olarak kalır; geçmiş ruhun [aklın] yaşamının ta kendisidir; olmuş
olan, olmakta olanı belirler. Özgürlük, uzlaşma, yani geçmişin kefaretini ödeme
demektir. Eğer geçmiş geride bırakılır ve unutulursa, o zaman, saldırgan
aşırılıkların sonu gelmez. Aşırılığın gelişimi, şu ya da bu yolla önlenmelidir.
Hegel, ruhun [akim] yaraları, iz bırakmadan kapanır» diye düşünür. Hegel’e
göre, ulaşılmış uygarlık düzeyinde, mantığın zaferi ile, özgürlük bir gerçek
olmuştur. Oysa, ne devlet, ne de toplum, özgürlüğün asıl kalıbını
kapsamamaktadır. Devlet ve toplum, ne denli ussal bir düzen içinde örgütlenmiş
olurlarsa olsunlar, yine de özgürsüzlüğün etkisin- dedirler. Gerçek özgürlük,
sadece düşüncede vardır. Böylece, kurtuluş, bir tinsel olgu durumuna gelir.
Hegel’in diyalektiği, yerleşik gerçeklik ilkesinin çerçevesi içinde kalır.
Batı felsefesi, başladığı fikirle son
bulur. Başlangıçta ve sonda, yani Aristoteles’te ve Hegel’de, en yüce varoluş
kalıbı, en yüce mantık ve özgürlük biçimi nous,
ruh [akıl], Geist olarak
ortaya çıkar. Başlangıçta ve sonda, deneysel dünya, olumsuz içinde kalır, ruhun
araç ve gereci ya da onun, yer- yüzündeki temsilcisi durumunda bulunur.
Gerçekte, ne anımsama, ne de mutlak bilgi, olmuş olanın ve olmakta olanın
kefaretini ödeyemez. Ama bununla beraber, bu felsefe, sadece deneysel dünyayı
yöneten gerçeklik ilkesini değil, aynı zamanda, bu ilke-
nin yadsımşını da tanıtlar.
mesi, eğri yükselişi değil, döngünün
kapanışıdır: Yani, yabancılaşmadan geri -
dönüştür. Felsefe, böylesi
bir durumu, ancak kuramsal düşünce olarak kapsayabilir. Başlangıçla son arasında,
mantığın, tahakküm mantığı olarak gelişimi, yani yabancılaşma yoluyla
gelişim, yer alır. Bastırılmış özgürlük, düşüncede ve ülküde sürdürülür.
Batı felsefesinin akımı, Hegel’den sonra
tükenir. Tahakküm Logos'u, kendi sistemini kurmuştur ve onu izleyen, artık
bir epilogdur: Felsefe, akademik bünye içinde, belirli (ve pek de hayatî olmayan)
bir fonksiyon olarak sürer. Yeni düşünce ilkeleri, bu bünyenin dışında
oluşurlar: Bunlar, nitelik açısından yenidirler ve değişik bir mantık
kalıbına, değişik bir gerçeklik ilkesine bağlıdırlar. Bu değişiklik, metafizik
terimlerle, varlığın özünün, artık Logos olarak alınmadığı biçiminde açıklanır.
Ve, varoluşun temel deneyindeki bu değişiklikle, tahakküm mantığı tehlikeye
girer. Schopenhauer, varlığın özünü irade olarak tanımladığı zaman, bu öz, ne
pahasına olursa olsun, kurtarılması gereken doyurulmaz bir istek ve
saldırganlık olarak ortaya çıkar. Schopenauer’a göre, bu istek ve saldırganlık,
ancak yadsmmakla kurtarılabilir. İrade, bir sona gelmeli, bitmelidir. Ancak,
Nirvana ülküsü olumlu anlatımı sağlar: Son [ölüm], doygunluktur. Nirvana, haz
ilkesinin imgesidir. Bu bakımdan, Richard Wagner’in operasında da, yine baskıcı
bir kalıp içinde ortaya çıkar: Baskıcıdır; çünkü, (bütün iyi teoloji ve
ahlâkta olduğu gibi) burada da doygunluk, dünya nimetlerinden, yeryüzündeki mutluluktan
feragati gerektirir. Principium individuati- onis’in kendisi, yanılgıya düşmüştür;
doygunluk, ancak onun dünyasının ötesinde vardır. En coşkun Liebestod, en büyük feragati kutlar.
Sadece Nietzsche’nin felsefesi,
ontolojik geleneği aşar. Ama, Nietzsche’nin, Logos’u, iktidar isteğinin
bastırılması ve saptırılması ile suçlayışı, öylesine belirsiz ve bulanıktır ki,
çoğu kez anlaşılamamıştır. Herşeyden önce, suçlayışın kendisi, belirsizdir.
Tarihsel açıdan alınırsa, Logos, iktidara gelme isteğini bastırmak yerine,
serbest bırakmıştır. Baskıcı olan, bu isteğin, inşam emeğinin kölesi ve kendi
doygunluğunun düşmanı yapan üretici fedakârlığa yönelen yöntemidir. Ayrıca, iktidar isteği, Nietzsche’nin son sözü de olmamıştır: «îrade,
işte bu, kurtarıcı ve haz sağlayıcıdır: Sizlere bunu öğrettim, dostlarım! Ama,
şimdi, şunu da öğrenin: İradenin kendisi, henüz bir tutsaktır.» (145) îrade,
henüz tutsaktır; çünkü, zaman üzerinde hiçbir gücü yoktur: Geçmiş, sadece
kurtarılmamış olmakla kalmaz, kurtanlmadığı için, tüm kurtuluşu engellemeye
devam eder. Zamanm yaşam üzerindeki gücü kırılmadıkça, özgürlük olamaz.
Zamanın «geri dönme- yişi», vicdan azabı yarasının kapanmamasına yol açar: Öç
duygusunu ve cezalanma ihtiyacını arttırır; bu ihtiyaç ve öç duygusu ise,
geçmişi ve huzursuzluğu ölüme dek kendisi ile birlikte sürdürür. Hristiyan
ahlâkının zafere ulaşmasıyla, yaşam içgüdüleri yollarından saptırılmış ve
kısıtlanmıştır; vicdan azabı, «Tanrıya karşı işlenmiş bir suç»’a bağlanmıştır.
«İnsan içgüdülerine,» «efendi»ye, «ba- ba»ya, ilk ataya ve dünyanın
başlangıcına karşı düşmanlık, başkaldırı, ihtilâl itişi aşılanmıştır. (146)
Böylelikle, baskı ve yoksun kılma haklı karşılanmış ve onaylanmış, insan
yaşamını belirleyen, egemen ve saldırgan güçler durumuna getirümiştir.
Bunların giderek artan toplumsal kullanılışıyla, gelişim, zorunlu olarak,
gelişmiş baskı olmuştur. Bu yolda herhangi bir alternatif yoktur, ve hiçbir
tinsel ya da öte dünyaya değgin özgürlük, kültürün
(145)
Thus
Spake Zarathustra, II. Bölüm.
(146)
The
Genealogy of Morals, II. Bölüm. baskıcı temeli
için bir karşılık olamaz. «Ruhun yaraları», kapandıkları takdirde, iz
bırakırlar. Geçmiş, bugünün hakimi durumuna gelir ve yaşam, ölüme verilen bir
haraç olur:
«Ve Ruhun üstünden, bulut bulut ardına
geçti; ta ki sonunda delilik şöyle buyurdu: «Herşey ölüp gider; bu yüzden
herşey ölmeye lâyıktır! Ve bu, Adaletin ta kendisidir; Zaman kendi çocuklarını
yutar, Zamanın kanunu budur: îşte delilik böyle buyurdu.» (147)
Nietzsche, Batı felsefesi ve ahlâkının
temeli olan devâsâ safsatayı, yani olguların özlere, tarihsel durumların
metafizik durumlara dönüşümünü ortaya koyar. Insanm güçsüzlüğü ve umutsuzluğu,
güç ve servetin eşitsizliği, adaletsizlik ve acı, doğa üstü [transcendental]
bir suça ve günaha yüklenmiş; ayaklanma, asıl günah, Tanrıya itaatsizlik sayılmış
ve doygunluk istemek, şehvet olarak adlandırılmıştır. Üstelik, bütün bu
safsatalar, zamanın tanrılaştırılmasmda birleştirilmişlerdir: Deneysel
dünyadaki herşey ölüp gittiği için, insan, özü itibarile ölümlü bir varlıktır
ve ölüm, yaşamın özünde vardır. Sadece yüce değerler ölümsüzdür ve bu yüzden,
sadece onlar, sahiden gerçektir: Yüce değerler ise, insanın iç yapısı,
bağlılık, herhangi birşey istemeyen ve beklemeyen sevgidir. Nietzsche’nin bu
değişimlerdeki tarihsel kökeni ortaya çıkarma çabası, bunların ikili
fonksiyonunu da açıklar: Bu değişimlerin görevi, yeryüzünün ayrıcalıklardan yararlanamayan
kişilerini huzura kavuşturmak, yaşamlarına bir denge vermek ve onlara haklar
tanımak, öte yandan da, onları, bu durumda bırakanları korumaktır. Bu iş bir
çığ gibi büyümüş ve Batı
(147)
Thus
Spake Zarathustra.
uygarlığını her zaman eskisiden daha
yüksek etkenlik yüzeylerine ulaştıran üretici baskının şahlanışı içinde,
efendilerle köleleri, yönetenlerle yönetilenleri içine almıştır. Ancak,
etkenliğin artışı, yaşam içgüdülerinin gerilemesini, yani insanın çöküşünü
gerektirmiştir.
Nietzsche’nin eleştirisi, ele alındığı
açı itibarile, bütün akademik toplum psikolojilerinden farklıdır: Nietzsche,
Batı uygarlığına temelden karşı olan bir gerçeklik ilkesinden söz eder.
Geleneksel kalıp, kendi içinde amaç olarak var olmak yani haz (şehvet) ve haz
almak deneyine dayanarak reddedilir. Zamana karşı girişilen savaş, bu açıdan
ele alınır: İnsan, gerçekten kendinin olan bir dünyada kendisini bulmak
istiyorsa, varlığın üzerindeki varoluşun istibdatını yıkmak gerekir.
Kavranılmamış ve üstesinden gelinmemiş zaman akışı, yani anlamsız kayıp, yani
bir daha olamayacak olan, acılı «olmuş», varolduğu sürece, varlık, iyiyi kötüye
ve kötüyü iyiye saptıran o yıkıcılık tohumunu taşıyacaktır. İnsan, ancak
zaman aşımının önüne geçildiğinde, yani sonsuzluk olan, şimdi ve burada
yaşanan an olduğu zaman kendine erişebilir. Nietzsche'nin kavramı, kapanmış
döngü görüşüyle, yani gelişim de- ğü, sonsuz geri dönüşte son buluyor:
«Herşey geçer, herşey geri döner;
Varlığın çarkını sonsuza dek çevirir. Herşey ölür, herşey yeniden
tomurcuklanır; Varlığın yılı sonsuzdur. Herşey kırılır, herşey yeniden bir
araya getirilir; Varlığın yapısı kendini sonsuza dek hep aynı biçimde onanr.
Herşey ayrılır, herşey birbirine yeniden kavuşur; Varlığın halkası sonsuza dek
kendim birleştirir. Her Şimdi’de Varlık başlar; her Burada’nm çevresini,
Orada’mn alanı kuşatır. Merkez heryerdedir. Sonsuzluğun yolu dolambaçlıdır.»
(148)
Kapalı döngü, daha önce de ortaya çıkmış
Aristoteles ve Hegel’de, kendi içinde amaç olarak varolmanın simgesi durumunda
alınmıştır. Ancak Aristoteles, bu simgeyi sadece
nous theos’a özgü kılmış ve
Hegel, bunu mutlak fikirle açıklamış iken, Nietzsche, ölümlünün sonsuz geri
dönüşünü, olduğu gibi, tüm somutluluk ve ölümlülüğü ile ele alır. Bu, yaşam
içgüdülerinin, tüm kaçışları ve yadsınmaları reddeden mutlak anlatımıdır.
Sonsuz geri dönüş, gereklilik ve doygunluğun aynı paralele geldiği bir varlığa
yönelmiş, bir erotik davranış görüşü ve iradesidir.
«Koruyucu kalkanı gerekliliğin!
Yüce doruğu Varlığın!
Hiçbir istekle ulaşılmayan, Hiçbir Hayır’la lekelenmeyen, Sonsuz Evet’i
varlığın : Seni sonsuza dek söylüyorum, Çünkü seni seviyorum, sonsuzluk» (149)
Sonsuzluk, bir yabancılaşmış varoluş avuntusundan beri, bir öte dünyaya özgü
kılınmakla, gerçek acının gerçek olmayan bir mükâfatı durumuna getirilmekle,
baskı aracı yapılmıştır. Burada, sonsuzluk yeryüzü adına, çocuklarının sonsuz
geri dönüşü, leylâk ve gülün, dağlarla göllerin üstünde parlayan güneşin,
sevenin ve sevilenin, onları yaşamları için duyacakları endişenin, acının ve
mutluluğun, sonsuz geri gelişi adına yeniden istenmektedir. Ölüm, vardır; ölüm,
ancak ölümden önce yeryüzünde varolmuş olanların, tümünün yeniden doğmasıyla,
salt yineleyiş olarak değil, istenen ve aile-
(148)
Aynı
yapıt, III. Bölüm («The Convalescent»).
(149)
«Ruhm
und Ewigkeit» (Werke, Cilt VIII, Sf. 436).
nen bir yeniden
yaratılışla izlendiği takdirde yenilebilir. Böylece, sonsuz geri dönüş, acının
geri gelmesini de kapsar. Ancak, bu acı, daha büyük doygunluk, daha
yüceltilmiş haz için bir araç olacaktır. (150) Acının dehşeti, «zayıflık
içgüdüsünden», acının kapsamlı oluşundan, sona erdirici ve öldürücü oluşundan
gelir. Acıyı, olumlu anlatım için bir uyarı durumuna getirmek, haz zincirinin
bir baklası yapmak konusunda, insanın «gücü yeterince sağlamsa» (151), acı,
onaylanabüir. Sonsuz geri dönüş doktrini, tüm anlamına, «haz sonsuzluk ister»,
yani «kendisinin ve herşeyin ölümsüz olmasını ister» temel önermesinde ulaşır.
Nietzsche’nin felsefesi, korkunç
geçmişin öğelerini yeterince kapsar: Acıyı ve gücü yüceltmesi, yenmeye
çalıştığı ahlâk kalıbının niteliklerini sürdürür. Mamafih, bir yeni gerçeklik
ilkesinin imgesi, baskıcı ortamın çerçevesini kırar ve kurtuluşu ilkel
kalıtımdan umar. «Yeryüzü, fazlasıyla uzun bir süredir, deliler evi durumuna
gelmiştir.» (152) Nietzsche’ye göre, kurtuluş, suçluluk duygusunun tersine
döndürülmesine bağlıdır; insanlık, vicdan azabını, yaşam içgüdülerinin
onaylanmasıyla değil, yadsınmasıyla, ayaklanma ile değil, baskıcı fikirlerin
kabulü ile birleştirmelidir.» (153)
Batı felsefesinin gelişiminde, mantık
sisteminin tarihsel sınırlamalarını ve bu sistemi aşma çabalarını ortaya
çıkaran bazı dönüm noktalarına değindik. Mücadele, varlıkla varoluş, yükselen
eğri ile kapalı döngü, aşama ile doygunluk içinde duruş ara-
(150)
Aynı
yapıt, Cilt XIV, Sf 301.
(151)
Aynı
yapıt, Sf. 295.
(152)
The
Genealogy of Morals, II. Bölüm, Sf. 22.
(153)
Aynı
yapıt, Sf. 24.
sındaki karşıtlıktan doğar gibidir.
(154) Bu, tahakküm mantığı ile, doygunluk isteği arasındaki savaştır. Her
ikisi de, gerçeklik ilkesini tanımlamak iddiasındadırlar. Geleneksel ontolojiye
karşı çıkılır: Logos çerçevesi içinde varolma kavramına karşı, mantık dışı
çerçeve, yani irade ve haz içinde varolma kavramı belirir. Bu karşıt görüş,
kendi Logos’- unu, yani, doygunluğun mantığını formüle etmeye çalışır.
Freud’un teorisi, en aşırı görüşlerde,
bu felsefî dinamiğe katılır. Freud’un, varlığın özünü tanımlamaya çalışan
metapsikolojisi, bu özü, geleneksel Logos tanımının karşısında, Eros olarak
niteler. Ö- lüm içgüdüsü, Eros’a (varolma ilkesine) karşı, varolmama (varlığın
yadsınması) ilkesini onaylar. Freud’un kavramında, iki ilkenin her yerde ve her
zaman birbirine kaynaşmış olması, varolma ve varolmamanın geleneksel metafizik
kaynaşmasına karşılıktır. Kuşkusuz, Freud’un Eros kavramı, sadece organik
yaşama değgindir. Ancak, ölüm içgüdüsünün «son»u olarak, inorganik madde,
organik maddeye öylesine kopmaz bağlarla bağlıdır ki, (yukarda belirtildiği
gibi) Freud’un kavramına, bir genel ontolojik anlam vermek olanaklı görülür.
Varolmanın temeli, haz istemektir. Bu istek, insan yaşamında, bir «amaç»
durumuna gelir: Canlı maddeyi daha büyük ve daha dayanaklı üniteler içinde
birleş-
(154)
Burada
özetlenen, iki karşıt, zaman kavramı, Mircea Eliade’nin «The Myth of the Etemal
Retum» adlı kitabında ele alınmaktadır. Eliade, «çevrimsel» zaman görüşü ile,
«zincirleme» zaman görüşünü karşılaştırmakta, birinci görüşün «geleneksel»
(üstün niteliği ilkellik olan) uygarlıklara, ikinci görüşün «modem insana» özgü
olduğunu belirtmektedir. tirme konusundaki erotik iti,
uygarlığın içgüdüsel kaynağıdır. Cinsel içgüdüler, yaşam içgüdüleridir: Gelişen
hayatî ihtiyaçlar uyarınca, doğaya egemen olarak yaşamı sürdürme ve
zenginleştirme itişi, aslında erotik bir itidir. Ananke, güvenliği değil, hazzı
arayan yaşam içgüdülerinin doyurulmasına karşı bir engel olarak görülür. Ve,
«yaşamak için savaşmak», aslında haz için savaşmaktır: Bu amacın kol- lektif
bütünlenişi ile kültür başlar. Ancak, daha sonra, yaşam savaşı, tahakkümün
çıkarma uygun olarak düzenlenir: Kültürün erotik temeli değiştirilir. Felsefe,
varlığın özünü, Logos olarak aldığı zaman, bu artık, insanın ve doğanın
bağımlanaca- ğı mantığa buyuran, bu mantığın efendisi ve yöneticisi olan
tahakküm Logos’u durumuna gelmiştir.
Freud’un, varlığı Eros çerçevesinde
yorumlaması, Plato felsefesinin, kültürü, baskıcı arınma olarak değil, Eros’un
özgür gelişimi olarak alan ilk dönemlerindeki görüşlerini yeniden ele alır. Ta
Plato zamanında dahi, bu kavram, bir ilkel - mit kalıntısı olarak görülmüştür.
Eros, Logos’a massedilmiş ve Logos, içgüdüleri bastıran mantık olmuştur. Ontoloji
tarihi, dünyayı kapsayan ve yöneten gerçeklik ilkesini yansıtır: Metafizik
Eros kavramındaki anlayış, yeraltına gömülmüştür. Bu kavramlar, eskatalojik
[ölümden sonraki dünya bilimi] değişmeler içinde, kalıtımsal davranışların
çoğunda, hedonist [yaşamın amacını] felsefede kendilerini sürdürmüşlerdir.
Bunların tarihi, Agape’de- ki Eros değişiminin tarihi (155) gibi, daha henüz
yazılmamıştır. Freud'un kendi teorisi de, genel eği-
(155)
Bakınız,
Anders Nygren, «Agape and Eros».
ıımı ızıer: breua un teorisinde, egemen gerçeklik ilkesinin
ussallığı, Eros konusundaki metafizik spekülâsyonlara üstün gelir.
Şimdi, Freud’un spekülasyonlarının tam
anlamını yakalamaya çalışacağız.
İKİNCİ BÖLÜM
«İnsan kaderinde, insanın öte dünyasının
nasıl olacağını kararlaştırma çabası ile ne kadar zaman harcanmıştır! Öte
dünyanın nasıl olduğunu anlama yolundaki çabalar, ne denli artmışsa, insan,
içinde yaşadığı dünyayı, o denli az tanımıştır. İçinde yaşadığı, ona sahip
olduğu herşeyi veren, bildiği tanıdığı tek sevgili dünya, vaize ve papaza göre,
insan düşüncesinde, en az yer tutması gereken dünya olmuştur. Kişiye, doğduğu
günden başlayarak, o dünyaya veda etmesi öğütlenmiş, veda etmesi buyu-
rulmuştur. Ah, bu güzel dünyanın kötülüklerinden yeterince nasiplendik! Bu
dünyanın, bizim yuvamız olması, üzücü bir gerçek değil. Bize sadece, başımızı
sokacak bir dam altı, birkaç parça giyecek, biraz da yiyecek, ve yanısıra
leylâkla gül ve de elma ile armut vermiş olsa bile, bu dünya, ölümlü ya da
ölümsüz insan için en uygun yuvadır.» •
Sean O’Casey, Günbatımı ve Akşam Yıldızı
— VI —
YERLEŞİK GERÇEKLİK İLKESİNİN
TARİHSEL SINIRLARI
Bundan önceki çözümlemede, uygarlığın
içgüdüsel yapısındaki bazı temel görüşleri ve özellikle, Batı uygarlığı
gelişimini yönetmiş olan gerçeklik ilkesini tanımlamaya çalıştık. Bu gerçeklik ilkesini,
edim ilkesi olarak gösterdik; ve mevcut toplumsal çalışma düzeninden doğan
tahakküm ve yabancılaşmanın, bu gerçeklik ilkesi tarafından içgüdülere
uygulanan baskıları büyük ölçüde belirlediğini ve etkilediğini belirtmeye
çalıştık. Edim ilkesinin, gerçeklik ilkesi olarak sürdürülen yönetimini olduğu
gibi kabul edip etmememiz (uygarlığın bu ilkenin ışığı altında incelenip
incelenmeyeceği); veya edim ilkesinin, niteliksel açıdan değişik, baskıcı
olmayan bir gerçeklik ilkesinin ön koşullarını hazırlayıp hazırlamadığı sorusu
ortaya çıkmıştır. Psikanalitik insan teorisinin karşısına, bazı temel,
tarihsel görüşleri çıkardığımız zaman bu soru kendini ortaya koymuştur:
(a)
Edim ilkesi altında, uygarlığın gelişimi, yabancılaşmış
çalışma üzerindeki toplumsal baskıların büyük ölçüde azalabileceği bir
üretimcilik düzeyine ulaşmıştır. Buna bağlı olarak, içgüdülerin bas-
kıçı düzeninin sürdürülmesi, «yaşam
savaşı»ndan çok, bu savaşın uzamasındaki çıkarlar, yani tahakkümün çıkarları
tarafından zorunlu kılınmıştır.
(b)
Batı uygarlığını temsil eden felsefe, edim ilkesinin temel
niteliklerini kapsayan bir mantık kavramı geliştirmiştir. Ancak, aynı felsefe,
bu niteliklerin yadsınması demek olan bir daha yüce mantık kalıbı, yani
algıcılık, imgeleme, haz duyma kavramı ile son bulur. Öznenin, egonun daima aşamam
ve üretici eylemi terimlerile tanımlanışının ardında; egonun kurtarılması,
yani bütün aşamaların, varoluşun tümünü kapsayan, tüm başkalıklar içinde,
kendisi için ve kendisi ile olan bir varlık kalıbında duruşunun imgesi
gizlidir.
Edim ilkesinin tarihsel niteliği ve
sının sorunu, Freud’un teorisi için büyük önem taşımaktadır. Gördüğümüz gibi,
Freud, yerleşik gerçeklik ilkesini (yani edim ilkesini), gerçeklik ilkesi
olarak tanımlar. Buna bağlı olarak, edim ilkesi, kendini, gerçeklik ilkesinin
sadece bir belirli tarihsel kalıbı olarak ortaya koyarsa, Freud’un uygarlık
diyalektiği, kesinliğini yitirecektir. Üstelik, Freud, içgüdülerin tarihsel
niteliğini de, «yapılan - tabiatlan» ile tanımladığı için, edim ilkesinin
göreliliği, Freud’un Eros’- la Thanatos arasmdaki içgüdüsel dinamik konusunda
ileri sürdüğü temel kavramı dahi etkileyecektir : Eros’la Thanatos’un ilişkisi
ve bu ilişkinin gelişimi, bir başka gerçeklik ilkesinin altında, daha başka
olacaktır. Bunun tersine olarak, Freud’un içgüdüler teorisi, gerçeklik
ilkesinin göreli (tarihsel) niteliğine karşı en güçlü yargılardan biri
durumundadır. Eğer cinsiyet, özü itibarile, topluma karşı ve toplum dışı ise;
ve eğer yıkıcılık, bir temel içgüdünün belirtisi ise, o zaman, baskıcı olmayan
bir ger-
çeklik ilkesi fikri, spekülâsyondan
başka birşey olamaz.
Freud'un içgüdü teorisi, sorunun
incelenmesi gerekli yönü ve yöntemi belirtir. Edim ilkesi, cinsiyetin ve
yıkıcı içgüdünün bütünüyle bastırıldığı bir düzeni zorunlu kılar. Bu yüzden,
tarihsel süreç, edim ilkesinin kuramlarını yürürlükten kaldırırsa, içgüdülerin
düzenini de yürürlükten kaldırması, yani, içgüdüleri, edim ilkesinin
gerektirdiği kısıtlamalar ve sapmalardan kurtarması gerekir. Bu artık - baskının
giderek ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak, giderek genişleyen bir
yıkıcılık alanının, güçlendirilmiş libido tarafından massedilmesi veya zararsız
duruma getirilmesi gerçek bir olanak kazanmış olur. Pek tabiidir ki, Freud’un
teorisi, herhangi bir psikanalitik ütopya kurulmasına yer vermez. Eğer Freud’un
teorisini kabul eder ve buna karşın, baskıcı olmayan uygarlık fikrinde tarihsel
öz olduğu konusunda yine direnirsek; o zaman, bu tarihsel öz, Freud’un
içgüdüler teorisinin kendisinde var demektir. Freud’un kavramları, yeniden
yorumlanmayı gerektirecek öğeleri kapsayıp kapsamadığı açısından, tekrar ele
alınmalıdır. Bu görüş, daha önceki sosyolojik incelemede ileri sürülen görüşün
paralelinde olacaktır, önceki incelemede, edim ilkesinin kemikleşmesini,
yaratmış olduğu tarihsel koşullardan «söküp çıkarmaya» çalışmıştık; şimdi de,
içgüdülerin tarihsel değişimlerinden, baskıcı olmayan gelişimlerinin
olasılığını «söküp çıkarmaya» çalışacağız. Böylesi bir görüş, haz ilkesi adına,
yerleşik gerçeklik ilkesinin eleştirilmesini, insan yaşamının iki boyutu
arasında süregelmiş olan karşıt ilişkinin yeniden değerlendirilmesini
gerektirecektir.
Freud, iki ilke arasında temel
çatışmanın kaçınılmaz olduğunu belirtir; ancak, teorisinin açıklan-
masıyla, bu kaçınılmaz su götürür bir
duruma gelir. Uygarlıktaki kalıbı içinde çatışma, Ananke’nin, Lebensnot’un,
yani yaşam savaşının hüküm sürmesiyle meydana gelir ve devam eder. (Teorinin,
Eros ve ölüm içgüdüsü kavramlarını kapsayan daha sonraki evresi de, bu tezi
ortadan kaldırmaz: Bu durumda, Lebensnot, organik yaşamın yapısında varolan
kusur ve eksiklik olarak ortaya çıkar.) Yaşam savaşının, içgüdülerini baskıcı biçimde
değiştirilmesini gerektirmesinin başlıca nedeni, içgüdüsel ihtiyaçların
mutlak, acısız ve sıkıntısız doyurulması için yeterli kaynak ve araç
olmayışıdır. Eğer bu doğru ise, yaşam savaşında içgüdülerin baskıcı düzenlenişi,
dış etmenlere, yani, içgüdülerin «yapısında» doğal olarak olmayan ve
içgüdülerin geliştiği belirli tarihsel koşullardan ortaya çıkan etmenlere
bağlı demektir. Freud’a göre, böylesi bir ayrım, anlamsızdır; çünkü,
içgüdülerin kendileri, «tarihsel»dir (1), tarihsel yapının «dışında» hiçbir
içgüdüsel yapı yoktur. Ancak, bu görüş, tarihsel yapının içinde olmak şartile,
ayrım yapma fikrinden vazgeçmez. Tarihsel yapının içinde yapılacak bir ayrım,
iki düzeyde yürütülür gibidir: (a) Filogenetik - biyolojik düzey. Hayvansı
insanın, doğayla savaşı içinde gelişimi, (b) Sosyolojik düzey. Uygar birey ve
grupların, kendi aralarında ve çevrelerinde yaptıkları savaş içinde gelişimi.
îki düzey, sürekli ve ayrılamaz bir karşılıklı etki içindedirler; ancak, ikinci
düzeyde ortaya konan etmenler, birinci düzey için «dış» etmenlerdir ve bu
yüzden (gelişim süreci içinde, birinci düzeye «düşebildikleri» halde) değişik
bir ağırlıkları ve geçerlilikleri vardır: Bunlar, birinci düzeydeki etmenlere
oranla, daha görelidirler; daha
(1)
Bakınız, örneğin «Beyond the Pleasure
Principle», Sf. 47, 49.
büyük hızla ve türün gelişimini
tehlikeye atmaksı- zm ve saptırmaksızm değişebilirler. İçgüdüsel değişimin kaynağındaki
bu ayrım, baskı ile artık - baskı arasında gösterdiğimiz ayrımın temelindedir.
Baskı ile artık - baskı arasındaki ayrım, sosyolojik düzeyde oluşur ve orada
sürdürülür.
Freud, insanın içgüdüsel yapısındaki
tarihsel etmenin kesinlikle farkındadır. Dini, «yutturmaca»- nm bir belirli
tarihsel kalıbı olarak ele alırken, kendi karşı, şu çıkışı yapar: «İnsan,
ussal yargılara öylesine kapalı ve içgüdüsel isteklerinin öylesine em-
rindeler ki, onların elinden içgüdülerini doyuracak bir aracı neden alıp da,
yerine ussal yargılan getirsin?» Bu sorusuna, şöyle cevap verir: «İnsanlar,
gerçekten böyledir; ama, hiç kendi kendinize, insanlann böyle olmak zorunda
bulunup bulunma- dıklamnı, iç yapılarının bunu gerektirip gerektirmediğini
sordunuz mu?» (2) Ancak, Freud, içgüdüler teorisinde, tarihsel aynmdan
hareketle, herhangi bir sonuç çıkarmaz; sadece, her iki düzeye de, eşit ve
genel bir geçerlilik tanır. Freud’un metapsikolojisi için, engellemelerin,
kıtlık yüzüden, ya da kıtlığın hiyerarşik dağıtımı yüzünden veya yaşam savaşı
yüzünden, ya da tahakkümün çıkarı yüzünden konulmuş olmasının bir önemi
yoktur. Ve gerçekten de, iki etmen, yani filogenetik - biyolojik ve sosyolojik
etmenler, uygarlığın yazılı tarihi boyunca, bir arada ilerlemişlerdir. Ancak, bunların
beraberliği, çoktandır «gayrîtabiî» duruma gelmiş ve haz ilkesinin, gerçeklik
ükesi tarafından, baskıcı «değiştirilişi» de, aynı sonuca uğramıştır.
Freud’un, haz ü- kesi özünün kurtarılması olanağını, devamlı olarak
(2)
The Future of an Illusion, Sf. 81.
reddedişi, kıtlığın, tahakküm kadar sürekli olduğu
varsayımını, incelenmeyi gerektirecek bir varsayımı zorunlu kılmaktadır. Bu
varsayıma bağlı olarak, bir dış etmen, teorik olarak, ansal yaşamın yapısında,
hattâ en temel içgüdülerin özünde bulunan bir etmenin değerini kazanır.
Uygarlığın geniş açıdan göıünşü ve Freud’un içgüdüsel gelişim konusundaki
kendi yorumu açısından, bu varsayım iyice araştırılmak zorundadır. İçgüdüsel
gelişimin, giderek baskıdan uzaklaşması yolundaki tarihsel olasılık, ciddiye
alınmalı ve eğer, uygarlık daha yüksek bir özgürlük evresine ulaşacaksa,
tarihsel bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Freud'un içgüdüler teorisinde, baskıcı
olmayan bir uygarlık varsayımına ulaşmak için, Freud’un temel içgüdüler
kavramım yeniden gözden geçirmek, hedeflerini ve iç ilişkilerini yeniden
incelemek gerekir. Bu kavramda, baskıcı olmayan bir uygarlık varsayımının
karşısına çıkan, ölüm içgüdüsüdür: Böylesi bir içgüdünün varlığı, uygarhğın
kurduğu kısıtlama ve baskıları «otomatik» olarak yaratır; doğal yıkıcılığın,
sürekli baskı doğurması zorunludur. Bu bakımdan, incelememizin, Freud’un ölüm
içgüdüsü çözümlemesinden başlaması gerekir.
Gördüğümüz gibi, Freud’un son içgüdüler
teorisinde, «organik yaşamın doğal yapısındaki canlı varlığın, bozucu dış
güçlerin baskısıyla terketmek zorunda kaldığı bir eski durumu yeniden kurma zorunluluğu»
(3), her iki temel içgüdüde, yani Eros ve ölüm içgüdülerinde ortak olarak
vardır. Freud, bu gerileyici eğilimi, organik yaşamdaki «durağanlığın»
belirtisi olarak alır; ve şu varsayımlı açıkla-
(3)
Beyond the Pleasure Principle, Sf. 47.
mayı yapar: Yaşam, cansız maddede başladığı zaman, taze
organizmanın, cansız duruma dönerek kurtulmayı istediği bir güçlü «gerilim»
ortaya çıkmıştır. (4) Organik yaşamın ilk devrinde, eski inorganik varoluş
durumuna dönen yol, muhtemelen pek kısa ve ölüm, pek kolay olmuştur; ancak, zamanla,
«dış etkiler» bu yolu uzatmışlar ve organizmayı, eskisinden çok daha uzun ve
karmaşık bir «ölüm yolu» izlemek zorunda bırakmışlardır. «Yol» uzadığı ve
karmaşık olduğu oranda, organizma yücelir ve güçlenir: Sonunda da, dünyayı,
kendi egemenliği altına alır. Ama, içgüdülerin asıl hedefi, yani inorganik
yaşama, «ölü» maddeye dönme amacı yine sürer. Freud, özellikle burada, en aşırı
varsayımını geliştirirken; temel içgüdüsel gelişimi, dış etmenlerin
belirlemiş olduğunu defalarca yineler: Organizma, «bozucu dış güçlerin baskısı
altında», eski durumu terketmek zorunda kalmıştır; organik yaşamın olguları,
«bozucu ve saptırıcı dış etkenlere bağlanmalıdır»; kesin «dış etkiler, henüz
canlı olan maddeyi, asıl yaşam sürecinden giderek daha fazla uzaklaşmaya
zorunlu olacak biçimde değiştirirler.» (5) Eğer organizma, «iç nedenlerden
ötürü» ölürse (6), o zaman ölüme giden yol, dış etmenlerce hazırlanmış
demektir. Freud, bu etmenlerin, «yaşadığımız dünyanın tarihinde ve bu dünyanın
güneşle ilişkisinde aranılması gerektiği» (7) inancındadır. Nitekim, hayvansı
insanın gelişimi, jeolojik tarih içinde kalmaz: İnsan, doğal tarih temeli
üzerinde, ken-
(4)
Aynı
yapıt, Sf. 50.
(5)
Aynı
yapıt, Sf. 47, 49, 50.
(6)
Aynı
Yapıt, Sf. 50.
(7)
Aynı
yapıt, Sf. 49.
di tarihinin öznesi ve nesnesi durumuna
gelir. Eğer, aslında, yaşam içgüdüsü ile ölüm içgüdüsü arasındaki ayrım pek
ufak ise; bu ayrım, hayvansı insanın tarihinde giderek büyür ve tarihsel
sürecin temel niteliklerinden biri durumuna gelir.
Burada çizdiğimiz şema, Freud’un temel
içgüdüsel dinamik kuruluşunu açıklayabilir :
Şema, bir tarihsel süreci, organik
yaşamın başlangıcından (2. ve 3. evreler), iki temel içgüdünün oluşum
evresinden geçerek (5. evre), bu içgüdülerin, uygarlıktaki «değiştirilmiş»
gelişimlerine (6 ve 7. evreler) kadar gösteriyor. Dönüm noktaları, 3. ve 6.
evrelerdir. Her iki dönüm noktası da dış etmenler yüzünden oluşur ve
içgüdülerin, buna bağlı «tarihsel oluşum» dinamiği de yine bu dış etmenlerin
etkisiyle meydana gelir. 3. evredeki dış etmen, organik yaşamın doğuşu ile
ortaya çıkan «gevşememiş gerilim»dir. Yaşamın, bir önceki evreden daha acılı
ve daha az «doyurucu» olduğu «deneyi», bu gerilimi, gerileme yoluyla gevşetecek
ölüm içgüdüsünü yaratır. Böylece, ölüm içgüdüsünün faaliyeti, ilk düş
kırıklığı travmasının; yani bu durumda, bir jeolojik - biyolojik olaya bağlı
yokluk v€ acının sonucu olarak ortaya çıkar.
Mamafih, ikinci dönüm noktası, artık
jeolojik - biyolojik olmaktan çıkmıştır: Bu dönüm noktası, uygarlığın
eşiğindeki oluşumdur. Buradaki dış etmen Ananke, yani bilinçli yaşam
savaşıdır. Ananke, ölüm içgüdüsünün, topluma yararlı saldırganlık ve ahlâka
dönüşümünü zorunlu kıldığı gibi, cinsel içgüdülerin de, (önce, ilk babanın
kaba kuvvetiyle, daha sonra kurumlaşma ve içselleştirme kanalıyla) baskıcı
denetimini zorlar. İçgüdülerin (gerçekten uzun bir süreç olan) bu düzenlenişi,
uygar iş bölümünü, gelişimi ve «kanun ile düzen»! yaratır; ancak, bu düzen,
aynı zamanda, Eros’un giderek güç- süzleşmesine ve saldırganlıkla suçluluk
duygusunun artmasına yol açan olaylar zincirini de başlatır. Bu gelişimin,
yaşama savaşının «doğal yapısında» olmadığını, sadece bu savaşın, baskıcı
düzeninde bulunduğunu ve bugünkü dönemde, kıtlığın ola-
sili yenilgisinin, bu savaşı daha da us
dışı duruma getirdiğini görmüştük.
Ancak, içgüdülerin kendilerinde dış
dünyadaki kıtlık ya da bollukla ilgili olmaksızın, baskıcı kısıtlamaları
gerektirecek toplum dışı güçler yok mudur? Yine burada da, Freud’un,
içgüdülerin yapısı «tarihsel oluşumdur» önermesini anımsıyoruz. Bu yüzden,
içgüdülerin yapısı, içgüdülerin bu yapıya gelmesini gerektiren temel koşulların
değişmesi halinde değişebilir. Yaşam savaşının, hâlâ kıtlık ve tahakküm
çerçevesi içinde yürütülmesi bakımından, bu koşullar hâlâ aynıdır. Ancak,
bunlar, ortadan kaldırılmaları konusunda bir gerçek olanak bulunması
bakımından, giderek geçerliliklerini yitirmekte ve «düzmece» olmaktadırlar.
Uygarlığın (ilkesi aynı kalmak şartıyla) temelinin değişim
ölçüsü, uygarlığın başlangıcı ile bugünkü dönemi arasındaki ayrımın,
uygarlığın başlangıcı ile bundan bir önceki dönem, yani içgüdülerin «yapısının»
oluştuğu dönem arasındaki ayrımdan çok büyük olmasıyla belirtilebilir.
Kuşkusuz, uygarlık koşullarındaki değişim, sadece oluşmuş insan içgüdülerini
(cinsel ve saldırgan içgüdüleri) etkileyecektir. Freud’un canlı madde için
varsaydığı biyolojik - jeolojik koşullar içinde, böylesi bir değişim olamaz;
yaşamın doğumu bir travma olmaya devam etmekte ve böylelikle Nirvana ilkesi
sarsılmaz temeller üzerinde görünmektedir. Nitekim, ölüm içgüdüsünün türevleri,
sadece cinsel içgüdülerle kaynaşarak faaliyet gösterirler; yaşam geliştiği
sürece, ölüm içgüdüsü, cinsel içgüdülere bağımlı kalır; destrudo’nun (yıkıcı
içgüdüler «enerjisi»nin) kaderi, libidonunkine bağlıdır. Buna bağlı olarak,
cinsiyetin gelişimindeki niteliksel bir değişim, zorunlu olarak, ölüm içgüdüsünün
belirtilerini değiştirecektir.
Böylece, baskıcı olmayan bir uygarlık
varsayımı. hreşeyden önce, libidonun, yetkin uygarlık koşulları içinde,
baskıcı olmayan gelişimi için bir olanağın varlığını göstermekle, teorik
olarak geçerli kılınmalıdır. Böylesi bir gelişimin yönü, Freud’a göre, özleri
itibarile gerçeklik ilkesinin dışında kalan ve bu özgürlüklerini yetkin bilinç
dünyasına ulaştıran ansal güçler tarafından belirlenir. Bu güçlerin yeniden
incelenmesi, ikinci adımımız olacaktır.
— VII —
Freud’un teorisinde, gerçeklik ilkesine
karşı çıkan ansal güçler, bilinç dışına itilmiş ve oradan faaliyet göstermeye
başlamış güçler olarak belirtilir. «Değiştirilmemiş» haz ilkesi, sadece en
derindeki ve en «ilkel» bilinçsiz işlemler üzerinde egemendir: Bu işlemler,
baskıcı olmayan düşüncenin kurulması için gerekli ölçüleri ya da böyle bir
kuruluşun gerçeklik değerini belirleyemezler. Ancak, Freud, gelişmiş bilinç
alanında dahi, gerçeklik ilkesinin yönetimine girmemiş tek ansal eylem olarak,
hayali gösterir. «Two Principles of Mental Functioning» adlı yapıtındaki bir
tanımlamayı burada veriyoruz.
«Gerçeklik ükesinin ortaya çıkışıyla,
bir düşünce - eylemi kalıbı, ötekilerden ayrılmış oldu. Bu düşünce - eylemi
biçimi, gerçeklik - sınanmasından kurtuldu ve sadece haz ilkesine bağlı kaldı.
Bu, çocuk oyunlarıyla başlayan ve daha sonra düşleme
olarak sürdürülüp gerçek
nesnelere bağımlılığını terkeden hayal kurma (das Phantasieren) eylemidir.» (8)
(8)
CoIIected Papers, IV, Sf. 16-17. Ayrıca, bu
kitabın I. Bölümüne bakınız.
Ansal yapının tümünde, hayal çok
belirgin bir rol oynar: Hayal, bilinç dışının en derin tabakalarını, bilincin
en yüce ürünleriyle (sanat), düşleri gerçekle bağlar; türün ilk örneklerini,
kollektif ve bireysel anıların sürekli, ama bastırılmış fikirlerini, özgürlüğün
tabulaştırılmış imgelerini koruyup sürdürür. Freud, bir yanda, «cinsel
içgüdülerle hayal» ve öte yanda, «ego içgüdüleri ile bilinç eylemi» arasında
olmak üzere iki bağlantı kurar. Bu ikili bölüme, sadece daha sonra ortaya
konulmuş olan (bağımsız ego içgüdülerinden ayrılan) içgüdüler teorisi
açısından değil, aynı zamanda, hayalin, sanatsal (ve hatta normal) bilinçle
birleşmesi' açısından da kabul edilemez durumdadır. Ancak, hayalin işlemesi
konusunda büyük önem taşıyan, hayalle cinsiyet arasındaki yakınlık sürdürülür.
Hayalin (imgelemin) kendi kanunları ve
ger- ; eklik değerleri olan bir düşünce işlemi olarak alınması, psikolojide ve
felsefede yeni bir adım değildir; Freud'un getirdiği yenilik, bu düşünce
kalıbının ortaya çıkışfnı ve haz ilkesiyle olan temel bağlantısını gösterme
çabası olmuştur. Gerçeklik ilke- bırakılmasına yol açar. Daha önceleri, haz
egosunda birleşik olan bir ansal süreç, bu durumda ikiye ayrılmış olur; Bu
ayrılışta, büyük bölüm, gerçeklik ilkesinin kurulması, bilincin bölünmesine ve
bir parçasının kendi gelişimini belirlemek üzere bir kenarda bırakılmasına
yol açar. Daha önceleri, haz egosunda birleşik olan bir ansal süreç bu durumda
ikiye ayrılmış olur. Bu ayrılışta, büyük bölüm gerçeklik ilkesinin
egemenliğine bağlanır ve onun gereklilikleri ile aynı paralele getirilir.
Bilincin bu bölümü, böylesine şartlandırılmış olarak, gerçeği yorumlama,
yönetme, değiştirme, anımsamayı ve unutmayı yönetme, hattâ
gerçeğin ne olduğunu, nasıl kullanılması
gerektiğini ve nasıl değiştirileceğini belirleme tekelini elinde tutar. Ansal
cihazın öteki bölümü, güçsüz, önemsiz, gerçek dışı olma pahasına, gerçeklik
ilkesinin baskısından kurtulur. Bu durumda, eskiden ansal enerjisinin bütünü tarafından
yönetilen ve itilen ego, artık sadece, gerçeklik ilkesine ayak uydurmuş olan
bölüm tarafından yönetilmeye başlar. Sadece ve sadece bu bölüm, ego’nun
hedeflerini, ölçülerini ve değerlerini belirliyecektir. Bu bölüm, mantık, olarak,
yargının, doğrunun, ussalın tek birikimi durumuna gelir ve neyin yararh, neyin
yararsız, neyin iyi, neyin fena olduğuna o karar verir. (9) Hayal, haz
egosunun gerçeklik egosu biçiminde düzenlenmesi işlemiyle yaratılmış ve yine
bu işlem tarafından geride bırakılmıştır. Mantık, üstünlüğünü kurar; haz
vermeyen, ama doğru ve yararlı olan ansal eylem durumuna gelir. Hayal ise, haz
verici, ama yararsız ve gerçek dışı, sadece bir imgelem, bir düşlemedir. Bu
bakımdan, hayal, haz ilkesinin dilini sürdürmeye, baskıdan kurtuluşun,
engellenmemiş istek ve doygunluğun türküsünü söylemeye devam eder. Ama, gerçek,
mantığın kanunlarına göre gelişir ve düş diline bağlı kalmaktan çıkar.
Nitekim, hayal (imgelem), aklın, gerçek
tarafından düzenlenmeden önceki, öteki bireylerin karşısına bir «birey»
olarak çıkmadan önceki yapısını ve eğüimlerini sürdürür. Ve bu yüzden, tıpkı
bağımlı
(9)
Bu
anlamdaki mantık, geleneksel teorik psikolojideki ussal yeti (entellekt) ile eş anlamda değildir. Buradaki terim, bilincin,
gerçeklik ilkesinin baskısı altına girmiş olan ve «bitkisel», «duyusal»,
«istek» yetilerinin düzenlenmiş bölümünü kapsayan kısmını belirtmektedir.
kaldığı İd gibi, imgelem de, birey
yaşamının tür yaşamı olduğu tarih altı geçmişin «anısını», haz ilkesinin
yönetiminde, evrensel olanla tek olanın dolaysız birleşmesinin imgesini saklar.
Bunun tersine olarak, insanın bundan sonraki bütün tarihi, bu ilk birliği
bozmakla nitelenir: Egonun «bağımsız bireysel organizma olma yeteneği» bir
kuşaklar dizisinin «üyesi olma yeteneği» ile çatışmaya düşer. (10) Artık tür,
bilinçte, bireyler arasında ve de bireylerle dünyaları arasında sürekli
yenilenen çatışmada yaşar. Edim ilkesi altındaki gelişim, bu çatışmalar boyunca
ilerler. Bu gerçeklik ilkesinin tanımladığı principium
individuationis, her biri
kendi açısından pricipium in- dividuationis’i ortadan kaldırmaya çalışan ve bu
arada, kendi enerjilerinin sürdürdüğü gelişim tarafından, sürekli olarak
hedeflerinden uzaklaştırılan temel içgüdülerin baskıcı kullanımını ortaya
atar. Bu çabada, içgüdülerin her ikisi de bastırılırlar. Karşıt principium individuationis’in dünyası içinde ve o dünyaya karşı olan
imgelem, türle ve «ilkel» geçmişle birlik olarak, bireyin bütünü üzerinde hak
iddia etmeye devam eder.
Freud’un metapsikolojisi, bu noktada,
imgelemi, haklarına kavuşturur. Hayalin, bir temel, bağımsız ansal işlem
olarak, kendi deneylerinden edinilmiş, kendi gerçek değeri, yani, karşıt
insanlık gerçeğine üstün gelme değeri vardır. İmgelem, bireyin bütünle, isteğin
gerçekleşme ile, mutluluğun mantıkla bağdaşmasını tasarlar. Yerleşik gerçeklik
ilkesi, bu uyuşumu bir ütopya durumuna getirince, hayal, bunun bir gerçek
olabileceğinde ve olması gerektiğinde, hayalin altında bilgi olduğunda
direnir. İmgelemin ger-
(10)
A
General Introduction to Psychoanalysis, Sf. 359.
çekleri, ilk kez, hayalin kendisi
oluştuğu zaman, bir algılama ve kavrama dünyası, yani aynı zamanda hem nesnel
hem öznel olan bir dünya yarattığı zaman gerçekleşmiş olur. Bu durum, sanatta
meydana gelir. Hayalin, idrak görevinin çözümlemesi, böylece, «güzellik bilimi»
olarak estetiğe yönelir. Estetik kalıbın gerisinde, duyusallığm ve mantığın
bastırılmış uyuşumu, yani, yaşamın tahakküm mantığı tarafından düzenlenmesine
karşı sonsuz protesto, edim ilkesinin eleştirisi bulunur.
Sanat, sadece bireyde değil, türsel -
tarihsel düzeyde de, «baskı altına almanın belki en belirli geri dönüş
biçimidir. Sanatsal imgelem, yenik düşmüş uctuluşun, ihanete uğramış vaadin
«bilinçsiz anısına» biçim verir. Sanat, edim ilkesinin yönetimi altında,
kurumlaşmış baskının karşısına, «özgür özne durumundaki insan imgesini
çıkarır. Ancak, sanat, öz- gürsüzlüğün egemen olduğu bir durumda, özgürlük
imgesini, sadece özgürsüzlüğün yadsıması kalıbında sürdürebilir.» (11) Özgürlük
bilincinin uyanışından bu yana, ilkel içeriği yani, özgürsüzlüğün yadsımasını
açığa vurmamış bir tek gerçek sanat yapıtı yoktur. Bu içeriğin, estetik
ilkelerle yönetilen estetik kalıba nasıl eriştiğini daha sonra inceleyeceğiz.
(12) Sanatın eleştirici görevi, bir estetik olgu olarak, kendi kendini
yenicidir. Sanatın kalıba bağlanması, sanattaki özgürsüzlüğün yadsınışmı
canlandırır. Özgürlüğün, yadsınabilmesi için, sanat yapıtında gerçeğe benzer
olarak simgelenmesi gerekir. Bu benzerlik öğesi (gösteri, Schein), simgelenen
gerçeği, zorunlu ılarak estetik ölçülere bağlar ve böylelikle gerçeği,
(11)
Theodor
W. Adomo, «Die gegangelte Musik» (Der Monat, Cilt V, 1953, Sf. 182).
(12)
IX.
Bölüme bakınız.
şiddetinden sıyırmış olur. Üstelik,
sanat yapıtının kalıbı, içeriği haz verici niteliklerle ortaya koyar. Anlatım,
düzün [ritm] ve vezin, haz verici bir estetik düzen getirirler: Bu düzen,
içerikle uyuşur. Zevk duymanın ve hattâ eğlencenin estetik niteliği, sanat ne
denli trajik ve ne denli uzlaşmaz olursa olsun, sanatın özünden koparılamaz.
Aristoteles’in sanatın yumuşatıcı etkisi üzerindeki önermesi, sanatın ikili
görevini özetler: Yani sanatın görevi, hem karşıt olmak ve hem de uzlaşmak; hem
suçlamak ve hem de suçsuz çıkarmak; hem bastırılmış olanı anımsamak ve hem de
bunu yeniden «arınmış» olarak bastırmaktır. İnsanlar, klâsiklerle kendilerini
yüceltir: Kendi ilk örneklerinin ayaklanışını, zaferini, feragatini ya da
yokoluşlannı okur, görür ve duyarlar. Ve bütün bunlar, estetik bir kalıp
içinde olduğu için de, bundan zevk alır ve unuturlar.
Sanat, ikiz değerli olmakla beraber,
yine estetik kabbın çerçevesi içinde, kurtuluşun bastırılmış imgesini yansıtmış;
karşıtlık demek olmuştur. Bugünkü dönemde, topyekûn seferberlik devrinde, bu
ikiz değerli karşıtlık dahi gerçekleştirilemez gibidir. Sanat, sadece kendi
kendini yok ettiği, geleneksel kalıbını yadsıyarak özünü kurtarabildiği ve
böylece uzlaşmayı reddettiği, yani sürrealist ve ton - dışı [atonal] (13)
olduğu zaman kendini sürdürebilmektedir. Aksi takdirde, sanat da, bütün gerçek
insan anlatımlarının kaderini paylaşır: Yani ölüp gider. Kari Kraus’un, Faşist
dönemin başında yazdıkları hâlâ geçerlidir:
«Das Wort entschlief, als jene Welt
erwachte.» Hayalin, gerçeklik ilkesine karşıtlığı, düşleme, imgeleme,
hayalleme, «bilincin akışı» gibi gerçek -
(13)
Theodor
W. Adomo «Philosophie der neuen Musik»
altı ve gerçek - üstü işlemlerde, daha
az arınmış bir kalıp içinde olmakla beraber, daha az yadırgatıcıdır. Hayal,
gerçeklik ilkesinin ötesinde bir doygunluğa ulaşmak demek olan en aşırı
isteğinde, yerleşik principium individuationis’in
kendisini ortadan kaldırır.
Belki de, hayalin temel Eros’a bağlılığının kökleri bu oluşumda gizlidir:
Cinsiyet, canlı organizmanın, bireyin ötesine geçen ve onun türle olan bağlantısını
güvene alan tek fonksiyonudur.» (14) Cinsiyet, gerçeklik ilkesi tarafından
düzenlendiği ve denetil- diği sürece, hayal, pormal cinsiyetin karşısında kendini
gösterir. (Hayalle sapıklık arasındaki yakınlığı daha önce ele almıştık.) (15)
Mamafih hayaldeki erotik öge, sapık belirtilerin ötesine uzanır. Bu öge, yaşam
içgüdülerinin, baskı altına alınmaksızın doygunluk içinde huzura kavuşacakları
bir «erotik gerçeğe» ulaşma amacı güder. Bu, hayal - işleminin, gerçeklik
ilkesine karşıtlığının en son noktasıdır; hayal, bu niteliği ile, ansal
dinamikte eşi olmayan bir rol oynar.
Freud, hayalin oynadığı rolün önemini
anlamıştır; ancak metapsikolojisi, bu noktada bir kaçınılmaz dönüme ulaşır.
Temel ansal işlemlerden birinin gerçeği olarak, bir değişik gerçek kalıbının
imgesi ortaya çıkar. Bu imge, evrensel olanla tek olan arasındaki yitik
birliği ve yaşam içgüdülerinin, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesinin uyuşumu
dolayısiyle sağlanan mutlak doygunluğunu kapsar. Bu imgenin,
pirincipium individuationis’in dışında ve üstünde, tüm insanlığa özgü
olması, önemini daha da arttırır. Ancak, Freud’a göre, bu imge, sadece türün
(ve bireyin), tüm uygarlıktan önceki, ta-
(14)
Freud,
«A General Introduction to Psychonalysis» Sf. 358 (15) II. Bölüme bakınız.
rih - altı geçmişinin hayalini canlandırır. Uygarlık, ancak, haz ilkesi ile
gerçeklik ilkesi arasındaki tarih - altı birliğin bozulmasıyla gelişebileceği
için, bu imge bilinç dışında gömülmek, ve imgelem, salt hayal çocuk oyunu,
düşleme durumuna gelmek zorundadır. İlk klandan, uygarlığın her zaman bir
öncekinden daha ileri ve yüce kalıplarına ulaşan uzun yol, tersine çevrilemez.
Freud’un vardığı sonuçlar, doğanın «ideal» durumu görüşüne yer vermezler; ama
aynı zamanda da, uygarlığın doğası olarak bir belirli tarihsel uygarlık kalıbı varsayımını
kapsarlar. Freud’un kendi teorisi, bu sonucu doğrulamaz. Bu teori, edim
ilkesinin tarihsel zorunluluğundan ve bu ilkenin, tarihsel zorunluluğun
ötesindeki sürdürülüşün- den hareketle, bir başka gerçeklik ilkesi altında, bir
başka uygarlık kalıbının olasılı bulunduğu sonucuna ulaşmaz. Freud’un
teorisinde, baskıdan kurtulmak, bir bilinç dışı, tarih altı ve hattâ insan altı
geçmişe özgü, temel biyolojik ve ansal süreçlerle ilgili bir
olaydır; buna bağlı olarak da, baskıcı olmayan bir gerçeklik ilkesi fikri, bir gerilemeyi
gerektirir. Böy- lesi bir ilkenin kendisinin tarihsel gerçek olabileceği, hayal
imgelerinin, insanlığın (kötü biçimde) üstesinden gelinmiş geçmişinden çok
henüz üstesinden gelinmemiş geleceğine değgin olabileceği, Freud’e, en iyi
olasılıkla sadece bir ütopya olarak görünmüştür.
İmgelemin gerçek değerinin bulunmasını,
gerileyici eğilimler adına kötüye kullanma tehlikesinin örnekleri, Cari
Jung’un yapıtında verilmiştir. Jung,
imgelemin idrak gücü üzerinde, önemle
durmuştur. Jung’a göre, hayal, bütün öteki ansal fonksiyonlarla, «ayrılamaz»
bir birlik içindedir; hayal, «bir bakarsınız, en ilkel, bir bakarsınız tüm
yeteneklerin en aşırı ve en cüretkâr sentezi olarak
görünür.» Hayal, «cevaplanabilir tüm
soruları cevaplayan yaratıcı eylemlerin hepsinin» üstündedir; hayal, «ansal
karşıtları», iç ve dış dünya arasındaki çatışma gibi birleştirebilecek tüm
olanakların anasıdır.» Hayal, nesne ile öznenin, içe dönüklük ile dışa dönüklüğün
uzlaşmaz istekleri arasında daima bir köprü olmuştur. (16) İmgelemin, hem
geçmişi anımsayan, hem geleceği tasarlayan niteliği böylelikle, açıkça
belirtilmiş olur: İmgelem sadece geriye yani geçmişin altın çağına değil; aynı
zamanda ileriye, henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşebilecek olasılıklara da
dönüktür. Ancak, Jung’un daha önceki çalışması, imgelemin geriye dönük ve buna
bağlı olarak «hayalî» nitelikleri üzerinde durmuştur: Düşleme, «gerileyici bir
biçimde, belleğin ham maddesine doğru yönelir»; bu, «ilk algılamaya geri
dönüştür.» (17) Jung psikolojisi gelişimi sonunda, gerici ve reaksiyoner görüşlere
bağlanmış ve Freud metapsikolojisinin eleştirici sezgilerini saf dışı
bırakmıştır. (18)
imgelemin gerçek değeri, sadece geçmişe
değil, geleceğe de bağlıdır: imgelemin uyandırdığı özgürlük ve mutluluk kalıbı,
tarihsel gerçeği iletme isteğinde bulunur, imgelemin, gerçeklik ilkesi
tarafından özgürlük ve mutluluk üzerine konulan sınırlamaları kabul
etmeyişinde, olabilecek olanı unutmayı reddedişinde, hayalin
eleştirici fonksiyonu gizlidir : «Resduire l’imagination â l’esclavage, quand
bien meme il y irait de ce qu’on appelle grossierement le bonheur, c’est se
derober â tout ce qu’on trouve, au
(16)
Jung,
«Psychological Types», Sf. 69.
(17)
Psychology
of the Unconscious, Sf. 13-14
(18)
Edward
Glover’in dört başı mamur çözümlemesi, Jung’un yapıtı üzerinde daha uzun boylu
durmayı gereksiz kılmaktadır. Bakınız «Freud or Jung?»
fond do soi, de juctice supreme. La
seule imagination me rend compte de ce qui peut
etre.» (19) Sürrealistler,
Freud’un buluşlarındaki devrimci niteliği farkettiler: «imgelem, belki de artık
haklarını istemek üzeredir.» (20) Ancak, «Düş, yaşamın temel sorunlarının
çözülmesinde de uygulanamaz mı? (21) diye sormakla, düşün, içeriğinden hiçbir
taviz vermeksizin gerçek durumuna getirilmesini isteyerek, psikanalistleri de
geride bırakmışlardır. Sanat, devrimle bir birlik kurmuştur. İmgelemin gerçek
değerine, hiçbir taviz vermeksizin bağlılık, gerçeği daha kapsamlı kavramayı
sağlar. Sanatsal imgelem önermelerinin, olguların mevcut düzeni içinde doğru
olmayışı, bu önermelerin gerçeğinin yapısından, özünden meydana gelen bir
durumdur:
«Bir gerçek durumuna ilişkin önermenin
doğru olmayışı, estetik başarı açısından, hayatî bir doğruluk olduğunu
gösterir. Bu doğru olmayış, temel niteliği olan «büyük yadsımayı» belirtir.»
(22)
Bu Büyük Yadsıma, gereksiz baskıya karşı
bir protesto, özgürlüğün en yüce kalıbını elde etmek, yani «endişesiz
[bunalımsız] yaşamak» (23) için yapılan bir mücadeledir. Ama bu görüş,
herhangi bir tepki uyandırmadan, ancak sanatta dile getirilebilir. Si-
(19)
«İmgelemin
köleliğe indirgenişi kişinin sözüm ona mutluluğu söz konusu bile olsa, kişinin
kendi içindeki en yüce adalet kavramını bozar.
Ne olabileceğini, bana sadece imgelem söyler. Andre Breton «Les Manifestes de
Surrealisme», Sf. 15. Bu ilk bildiridir.
(20)
Aynı
yapıt, Sf. 25
(21)
Aynı
yapıt, Sf. 26
(22)
A.N.
Whitehead, «Science and the Modern World», Sf. 228 (23) «Ohne Angst Leben» T.W.
Adomo, «Versuch über Wagner>, Sf. 198
yasal teorinin ve hattâ felsefenin, daha
gerçekçi olan ortamında, bu fikir hemen dünyanm her yerinde ütopya olarak
görmüştür.
Gerçek olanakların, ütopya âlemine
sürülmesi, edim ilkesi ideolojisinin, temel niteliğidir. Tarih - altı geçmişe
değil de, tarihsel olan günümüze ve yetkin uygarlığa yönelen bir baskıcı
olmayan içgüdüsel gelişim kurulsa, o zaman ütopyanın kendisi anlamsızlığa
düşer. Edim ilkesinin yadsınması, bilinçli ussallığın gelişimine karşı değil,
onunla birlikte ortaya çıkar: Bu yadsıma, uygarlığın en yetkin kalıbını gerektirir.
Edim ilkesinin faaliyeti, insanın ilkel bilinçaltı ve bilinci ile gerçek
potansiyelleri arasındaki uyuşmazlığı daha da arttırmıştır. İnsanlık tarihi,
içgüdülerin değişimi bakımından, yeni bir dönüm noktasına yaklaşıyor gibidir.
Ve tıpkı bundan önceki dönüm noktalarında olduğu gibi, ilkel ansal yapının,
yeni çevreye uydurulması yeni bir âfete, çevrenin kendisinde meydana gelecek
yıkıcı bir değişime yol açacaktır. Ancak Freud’un varsayımlarına göre, birinci
dönüm noktası, bir jeolojik tarih olayı olmuş ve İkincisi uygarlığın
başlangıcında yeralmış iken, üçüncüsü uygarlığın, ulaşılmış en yüksek düzeyinde
meydana gelecektir. Bu durumda, dönüm noktasındaki kişi, artık o tarihsel
hayvansı insan değil, nesnel dünyayı kendi gerçekleştirme alanı olarak elde
etmiş ve düzenlemiş olan bilinçli, ussal özne olacaktır. Freud’un içgüdüler
teorisindeki tarihsel etmen, Freud’a göre, baskıcı gerçeklik ilkesinin ana
nedeni olmuş olan Ananke’nin temelleri, uygarlığın gelişimi ile sarsıldığı
zaman meyvalarını vermiştir.
Ancak yine de, bütün gelişime karşın,
kıtlık ve yetkinsizliğin, «herkese ihtiyacına göre» ilkesinin gerçekleşmesini
engellemeye yeter oldukları konu-
sundaki fikrin geçerliliği vardır.
Uygarlığın ansal kaynakları gibi maddi kaynakları da hâlâ öylesine kısıtlıdır
ki, toplumsal üretimciliğin, bireysel ihtiyaçların evren çapında karşılanmasına
yeniden yöneltilebilmesi için, oldukça düşük bir yaşam standardı gereklidir.
Herkesin insanca bir yaşam sürebilmesi için, pek çok kişinin yönetilmiş
rahatlıklarından vazgeçmeleri zorunludur. Üstelik, endüstriyel uygarlığın
mevcut uluslararası yapısı, böyle bir fikri gülünç duruma düşürmektedir. Ancak
bu durum, edim ilkesinin geçerliliğini yitirdiği konusundaki teorik direncin
gerçeğini değiştirmez. Haz ilkesi ile gerçeklik ilkesinin uyuşumu, herkese
bolluk düzenine bağlı değildir. En uygun soru, insan ihtiyaçlarının, artık -
baskıyı kaldırabilecek biçimde ve ölçüde karşılanabileceği bir uygarlık
durumunun tasarlanıp tasarlanamayacağıdır.
Böylesi bir varsayımlı duruma ancak
içgüdü değişimlerinin iki karşıt kutbundaki noktalarda ulaşılabilir : Bu
noktalardan biri, tarihin ilk başlangıcı, İkincisi ise en yetkin dönemi
olacaktır. Birinci nokta, kıtlığın, baskıcı olmayan dağılımını (örneğin eski tarihin
anaerkil evrelerinde olmuş olabilecek bir dağılımı) belirleyecektir, ikinci
nokta ise, kıtlığın üstesinden gelinmesinden sonra, tamamen gelişmiş endüstriyel
toplumlardaki ussal düzeni gösterecektir. İçgüdülerin, bu iki koşul altındaki
değişimi tabü ki pek farklı olacaktır. Ancak, bir belirgin nitelik, her iki uç
için de ortak özellik olarak kalacaktır: İçgüdüsel gelişim, tahakküm
çıkarlarının gerektirdiği artık - baskının içgüdüleri kısıtlamaması bakımından
baskıcı olmaktan çıkacaktır. Bu nitelik, (birinci evrede en ilkel ve ikinci
evrede büyük ölçüde genişlemiş ve gelişmiş olan) temel insan ihtiyaçlarının,
ya-
İli toplumsal ihtiyaçlar kadar cinsel
ihtiyaçların, yiyecek, giyecek, barınak ve eğlence ihtiyaçlarının
karşılanışını yansıtacaktır. Bu doygunluk, (en önemli yönü budur) çalışmadan,
ani insan yaşamı üzerinde yabancılaşmış çalışmanın egemen olmadığı bir düzende
sağlanacaktır. İlkel koşullar çerçevesinde, ihtiyaçların ilkel niteliği
yüzünden, iş bölümünün (kişisel ya da cinsel) gelişmemiş durumu ve görevlerin
kurumlaşmış bir hiyerarşik uzmanlığa yönelmemesi dolayısile, yabancılaşma, henüz ortaya çıkmamıştır. Yetkin endüstriyel uygarlığın «ideal» koşulları altında
ise, çalışmanın tamamen otomatikleşmesi, çalışma saatlerinin asgariye
indirilmesi ve görevlerin değişebilirliği ile yabancılaşma tamamlanmış
olacaktır.
Özgürlüğü, daha yüksek bir yaşam standardı
koşuluna bağlayan görüş, baskının sürmesini kolayca haklı göstermeye yarar.
Yaşam standardının, otomobiller, televizyonlar, uçaklar ve traktörler çerçevesi
içinde tanımlanması, edim ilkesinin kendi tanımlamasıdır. Bu ilkenin yönetimi
dışında, yaşam düzeyi başka ölçülerle değerlendirilecektir: Bu yeni değer
ölçüleri, temel insan ihtiyaçlarının evrensel plânda doygunluğu, dışsal olduğu
kadar içsel ve «ussal» olduğu kadar içgüdüsel açıdan, suçluluk ve
korkudan kurtulmak olacaktır. «La vraie civilization..n’est pas dans le gaz, ni
dans la vapeur, ni dans les tables tour- nantes. Elle est dans la diminution
des traces du pec- originel.» (24) Bu, gelişimin, edim ilkesinin ötekindeki
tanımıdır.
(24)
«Gerçek
uygarlık, ne gazda, ne buharda ve ne de döner levhalarda değildir. [Gerçek
uygarlık] ilk günahın izlerini ortadan kaldırmaya bağlıdır. Baudelaire, «Mon
Coeur Mis a Nu, 32 (Oeuvres Posthumes, Cilt II, Sf. 109).
Yetkin uygarlıkta, en elverişli koşullar
altında, maddî ve entellektüel zenginliğin hüküm sürmesi, ihtiyaçların acısız
doyguluğuna yol açılması ve bu arada da tahakkümün, bu doygunlukları
engelleyememe- si demek olacaktır. Bu durumda, (tamamen mekanikleşmiş ve
ussallaştırılmış olan) zorunlu çalışmaya yöneltilecek enerji miktarı, öylesine
az olacaktır ki, baskıcı kısıtlama ve değiştirmelerin büyük bir alanı, artık
dış güçlerin desteğini görmediği için, çökecektir. Buna bağlı olarak, haz
ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasındaki karşıtlık, haz ilkesinin lehine
değişecek; Eros, yaşam içgüdüleri, görülmemiş bir erkinliğe kavuşacaklardır.
Bu durumu, uygarlığın yıkılması ve tarih
öncesi vahşiliğe dönmesi, bireylerin, bütün doygunluk yollarının ve kendi
enerjilerinin tükenmesi sonunda ölmeleri ; yokluk ve baskının kalkışının maddi
ve entellektüel üretimi daha yüksek düzeye ve daha büyük ölçüye ulaştıracak
enerjinin tamamım alıp götürmesi mi izleyecektir? Freud, bu soruya olumlu
cevap veriyor. Freud’un cevabı, bir takım varsayımların ses çıkarılmadan kabul
edilmesi esasına dayanıyor: Bu varsayımlara göre, özgür nefsî ilişkiler, özleri
itibarile çalışmaya karşıdır; enerjinin, nefsî ilişkilerden çekilip alınması
ve çalışmanın kuruluşuna yöneltilmesi gerekir ancak mutlak doygunluğun
olmayışı, çalışmanın toplumsal düzenini sürdürür. Ussal bir toplum düzeninin
en elverişli koşulları altında dahi, insan ihtiyaçlarının doygunluğu, çalışmayı
gerektirecek ve sadece bu durum bile, niteliksel ve niceliksel içgüdü
kısıtlamalarına ve sayısız toplumsal tabulara yol açacaktır. Uygarlık, ne denli
zengin olursa olsun, sürekli ve metodik çalışmaya ve böylece doygunlukların,
hoşa gitmeyen ertelenişine bağlıdır. Te- ı
mel içgüdüler, «yapıları gereği» böyle
bir ertelemeye karşı ayaklandıklarına göre, bunların baskıcı biçimde
değiştirilmesi, uygarlıkların tümü için bir zorunluluk olarak kalır.
Bu fikre karşılık olmak üzere, Freud’un
«içgüdüsel baskı - toplum açısından yararlı çalışma - uygarlık» arasında
kurduğu iç ilişkinin, anlamlı olarak «içgüdüsel özgürlük - toplum açısından
yararlı çalışma - uygarlık» iç ilişkisi biçiminde değiştirilebileceğini
göstermemiz gerekir. Mevcut içgüdüsel baskının, çalışma zorunluluğundan değil,
tahakküm çıkarına uygun belirli toplumsal çalışma düzeninden meydana geldiğini
ve bunun, büyük ölçüde, artık - baskı olduğunu söylemiştik. Buna bağlı olarak,
artık - baskının ortadan kaldırılması, çalışmayı değil, ama insan yaşamını bir
çalışma aracı durumuna getiren düzeni, kendiliğinden ortadan kaldıracaktır.
Eğer bu doğru ise, baskıcı olmayan bir gerçeklik ilkesinin doğuşu, çalışmanın
toplumsal düzenini yıkmak yerine değiştirecek; Eros’un erkinliği, yeni ve
sağlam iş ilişkileri yaratacaktır.
Bu varsayımın ele alınması, modern
kültürün en çok korunan değerlerinden biriyle, yani üretimcilikle karşı karşıya gelmeyi gerektirecektir. Endüstriyel uygarlıktaki
varoluşçu tutumu, belki de bu fikir kadar belirten başka hiçbir görüş yoktur.
Bu fikir, öznenin, sürekli aşama içindeki ego terimleri çerçevesindeki
felsefî tanımlaması içine girer. însan, toplum açısından yararlı şeyleri yapma,
çoğaltma ve geliştirme yeteneğine göre değerlendirilir. Böylelikle, üre-
timcilik, doğanın değişiminin ve doğa üzerindeki egemenliğin ölçüsünü
belirler; denetilmeyen bir doğal çevrenin yerine, denetim altındaki bir teknolojik
çevrenin getirilmesini sağlar. Ancak, iş bölümünün, bi
reyler yerine, yerleşik üretim cihazının
yararına bağlanması oranında, yani bir başka deyişle, toplumsal ihtiyacın,
bireysel ihtiyaçtan ayrıldığı oranda, üre- timcilik haz ilkesinin karşısında
bir eğilim göstermiş ve kendi içinde bir amaç olma yolunu tutmuştur. Ürc-
timcilik, baskının yardakçısı ya da kuru, şiirsellikten uzak övgüsü anlamına
gelmiştir; Üretimcilik, kendi dışındaki heyşeyin, hoşgörünün, algıcılığın yalanlanması,
aklın ve bedenin «en derin tabakaları» üzerinde egemen olunması, içgüdülerin
istismarcı mantıkla yola getirilmesi demektir. Yeterlilik ve baskı
birbirlerine kaynaşırlar: İş üretimini arttırmak, hem kapitalizmin ve hem de
Stalinist Stakhanovizmin (25) en kutsal ülküsüdür. Bu üretimcilik görüşünün
tarihsel sınırları vardır: Bunlar, edim ilkesinin sınırlarıdır.
Üretimciliğin, edim ilkesinin tahakküm alanı dışında, bir başka anlamı ve haz
ilkesi ile ilişkisi vardır : Bu anlam ve ilişki, bir yandan yeni bir gerçeklik
ilkesi iddiasını devam ettiren ve öte yandan özgürlüğü edim ilkesinden koruyup
sürdüren imgelem süreçleri içinde tasarlanır.
İmgelemin ütopik iddia ve istekleri,
tarihsel gerçeklerle dolup taşmaktadır. Eğer edim ilkesinin başarıları,
kuramlarını geride bırakırsa, bu başarılar, aynı zamanda, üretimciliğin
yöntemine, insanın emeğine bağımlı oluşuna da karşı koyarlar. Bu kölelikten
kurtulan üretimcilik, baskıcı gücünü yitirir ve bireysel ihtiyaçların özgür
gelişimine yol açar. Geli-
(25)
Sovyet
hükümeti 1932 yılında, üretimin arttırılması için yaygın bir kampanyaya
girişmiş ve 1935’in ikinci yarısında, bir gecede 102 ton kömür çıkaran Aleksey
Stakhanov’un başarısı diğerlerine örnek olarak gösterilmiş ve üretimin
artırılması yolundaki çalışmalara «Stakhanovit Harekâtı» adı verilmiştir.
(Ç.N.) şimın yöntemindeki böylesi bir değişim, gerektirdiği
temel toplumsal iş düzeninin ötesine geçer. Madde üretimi, ne denli adalete ve
usa uygun düzenlenmiş olursa olsun, hiçbir zaman özgürlük ve doygunluk alanı
olamaz; ama, yabancılaşmış çalışma dünyasının dışında insan yetilerinin özgür faaliyeti için gerekli zaman ve enerjiyi
sağlayabilir. Çalışmanın yabançı- laştırılması arttığı oranda, özgürlük
potansiyeli de artar: Topyekûn otomatikleşme, bu potansiyel için en elverişli
koşulu yaratır. Özgürlüğü ve doygunluğu tanımlayan, çalışmanın dışındaki
alandır ve bu, insan yaşamının, edim ilkesinin yadsıması demek olan bu alanın
çerçevesi içindeki tanımıdır. Yadsıma, tahakkümün ussallığını ortadan kaldırır
ve bu ussallığın biçimlendirmiş olduğu dünyayı, doygunluk ussallığı ile
yeniden tanımlayarak, bilinçli bir tutumla «gerçeklikten uzaklaştırır».
Gelişimin yönündeki böylesi bir tarihsel dönüş, ancak edim ilkesinin başarıları
ve potansiyelleri temeline oturduğu zaman olanak kazanır; oysa edim ilkesi, öte
yandan, çalışma dünyası ve doğa ile savaş dahil olmak üzere, insan yaşamını
tümüyle değiştirir. Edim ilkesini aşacak bir gelişim, mevcut yaşamı, daha çok
düşünce, daha çok eğlence kanalıyla geliştirip, tamamlamak, «daha yüce
değerlerin» reklâmını yapmak ve bu değerleri uygulamak, kişinin kendini ve
yaşamını yüceltmekle sağlanamaz. Bu fikirler, edim ilkesinin kültürel yapısına
özgü görüşlerdir. «Topyekûn çalışmanın» yozlaştırıcı etkisinden yakınmak, bu
dünyadaki ve öte dünyadaki iyi ve güzel şeyleri değerlendirmeyi öğütlemek, bir
kenarda ve aşağıda bıraktığı çalışma dünyası ile insanı uzlaştırması
bakımından bizzat baskıcı davranışlardır. Üstelik, bu tutum, çabayı, baskının
kök saldığı ve sürdürüldüğü alandan saptırmak yoluyla, baskının devamını
sağlar.
Edim ilkesinin ötesinde, bu ilkenin
kültürel değerleri kadar, üretimciliği de geçerliliğini yitirir. O zaman,
yaşam savaşı yeni bir temel üzerinde ve yeni hedefler ve amaçlarla yürütülür:
Bu savaş, insan yetilerinin erkin çalışması üzerindeki kısıtlamalara, ağır iş,
sıkıntı, hastalık ve ölüme karşı birleşik bir mücadeleye dönüşür. Ayrıca, edim
ilkesinin yönetimine, içgüdüsel dinamiğin denetimi eşlik ettiği halde, yaşam
savaşma yeni bir yöntem verilmesi, bu dinamikte kesin bir değişimi
gerektirecektir. Aslında, böyle bir değişim, gelişimi sürdürmek için gerekli
koşul olarak ortaya çıkacaktır. Şimdi, bu değişimin aklın yapısını
etkileyeceğini, Eros’la Thanatos arasındaki dengeyi değiştireceğini,
tabulaştırılmış doygunluk alanlarını yeniden harekete geçireceğini ve
içgüdülerin tutucu eğilimlerini susturacağım göstermeye çalışacağız.
Varolmanın yeni bir temel deneyi, insan yaşamını tümüyle değiştirecektir.
Edim ilkesinin ötesinde, bir teorik
kültür yapısı kurma çabası, tek kelime ile «mantık dışıdır.» Mantık, edim
ilkesinin ussallığıdır. Batı uygarlığının başlangıç döneminde dahi, yani bu
ilkenin kurumlaşmasından çok önce de, mantık, bir kısıtlama, bir içgüdüsel
baskı aracı olarak tanımlanmıştır; İçgüdülerin, duyusalhğın alanı her zaman
mantığın düşmanı ve mantığa zarar verici olarak kabul edilmiştir. (26)
Felsefenin, insan yaşamına değgin olarak incelediği kategoriler, mantıkla baskı
arasındaki bağıntıyı sürdürmüşlerdir. Duyusallık, haz, içtepi alanına ilişkin
ne varsa, mantığın karşısında olarak düşünülmüş, yani bastırılması,
kısıtlanması gerekli birşey olarak görülmüştür. Günlük konuşma dili de, bu
değer ölçüsünü sürdürmüştür: Bu alanla ilgili sözcükler ya müstehçen, ya da
vaazlara yakışır bir
(26)
V.
Bölüme bakınız.
(27)
New
York Birleşik Yasama Komisyonu tarafından verilen bir kanun teklifinde, Mizah
Dergilerine ilişkin olarak «Şehevî istekleri uyandırmak amacıyla hazırlanmış
çıplaklık, cinsiyet veya şehvetle ilgili resimlerin basıldığı dergilerin»
satışı ve dağıtımının yasaklanması istenmiştir. (New York Times, 17 Şubat
1954). ,
hava içinde söylenir. Plato’dan, modern
dünyanın «Schund und Schmutz» kanunlarına kadar, haz ilkesine
yöneltilen iftiralar ve yasaklamalar, bu ilkenin karşı koyulmaz gücünü
kanıtlamışlardır; Böylesi bir yasaklamaya ya da iftiraya karşı olmak, kolayca
gülünç duruma düşürebilir kişiyi.
Ancak, (gerek teorik ve gerekse pratik
olarak) baskıcı mantığın egemenliği hiçbir zaman mutlak olamamıştır: Bu
mantığın idrak üzerindeki tekelciliğine her zaman karşı çıkılmıştır. Freud,
hayalin (imgelemin) mantıkla bağdaşmaz bir gerçeğe bağlı olduğunu belirtirken,
bir tarihsel geleneği sürdürmüştür. Hayal, Büyük Yadsımanın gerçeğini koruduğu
ölçüde, ya da olumlu açıdan almak gerekirse, tüm mantığa karşı, insan ve
doğanın mantık tarafından bastırılmış mutlak doygunluk isteğini koruduğu
ölçüde idrak edilebilir. Hayal dünyasında, mantık dışı özgürlük imgeleri,
ussal görünürler ve içgüdüsel doygunluğun «aşağılık yanı» yeni bir değer, yeni
bir itibar kazanır. Edim ilkesinin kültürü, imgelemin folklorda ve peri
masallarında, edebiyatta ve sanatta yaşattığı tuhaf gerçekler önünde eğilir. Bu
gerçekler, halk dünyası ile akademik alanda doğru olarak yorumlanmışlar ve
yerlerini bulmuşlardır. Nitekim, bu gerçeklerden, mevcut gerçeklik ilkesini
aşacak bir yeni gerçeklik ilkesi çıkartma çabaları tamamen boşuna olmuştur.
Novalis’in «Bütün içsel yeti ve güçlerle bütün dışsal yeti ve güçler, yaratıcı
imgelemden çıkarılmalıdır» yolundaki önermesi (28), tıpkı sürrealistlerin de pratiquer la poesie programı gibi bir tuhaflık olarak kabul edil-
(28)
Schriften,
Cilt III, Sf. 375. Bakınız Gaston Bachelard, «La Terre et les Reveries de la
Volonte,» Sf. 4-5.
inekten öteye gidememiştir, imgelemin,
yaşantısal tutumlar, uygulamalar ve tarihsel olanaklar için ölçüler yarattığı
konusundaki direnmeler, çocukça hayaller olarak görünür. Sadece ana örnekler,
sadece simgeler kabul edilmiş ve bunların anlamı, bireysel ve kültürel
yetkinlik döneminin terimleri yerine, çoktan geride bırakılmış filogenetik
veya ontogenik dönemlerin terimlerile yorumlanmıştır. Şimdi bu simgelerden
bazılarını tanımlamaya ve bunların tarihsel gerçeklik değerlerini incelemeye
çalışacağız.
Özellikle, imgelemde, insanlığın
kaderini belirleyen davranışları ve işleri simgeleyen «kültür - kahramanları»
üzerinde duracağız. Bu durumda, işin başında, üstün gelen «kültür -
kahramanlarının», kültürü, sürekli acı pahasına yaratan, düzenbaz ve tanrılara
karşı (acı çeken) isyancı olduğu gerçeği ile karşı karşıya geliriz. Bu
kahraman, üreticiliği, yaşama egemen olma yolundaki sonu gelmez çabayı simgeler.
Ancak, üretimciliğinde, Lütûf ve lanet, gelişim ve acı çözülmez biçimde
birbirlerine girift olmuşlardır. Prometheus, edim ilkesinin ilk örneği olan
kahramandır. Ve Prometheus’un dünyasında, cinsiyet ve haz demek olan, kadın
öge Pandora, bir lanet, bir belâ, yıkıcı ve bozucu olarak görünür. «Kadınlar neden
böylesine belâdırlar?» (Hesiod’da Prometheus’la ilgili) bölümün sonundaki
cinsiyetin suçlanışı, her- şeyden önce, kadınların ekonomik açıdan üretimci olmayışlarını,
bir işe yar anlayışlarını, yoksul bir adamın bütçesindeki lükse ayrılan
harcamalar demek olduklarını belirtir. (29) Kadının güzelliği ve vaad ettiği
mutluluk, uygarlığın çalışma dünyasında, öldürücüdür.
(29)
Bakınız
Norman O. Brown «Hesiod’s Theogony», Sf. 18-19 ve «Kermes the Thief» Sf. 23.
— 185 —
mger rrometheus, çalışmanın,
iiretimciliğin ve baskı yoluyla gelişimin kültür - kahramanı ise; o zaman, bir
başka gerçeklik ilkesinin simgeleri, tam karşıt kutupta aranmalıdır. Orpheus ve
Narcissus (tıpkı benzerleri Dionysos gibi, yani tahakküm mantığını, us alanını
kutsayan tanrının karşıtı olarak) çok başka bir gerçeği simgelerler. (30)
Bunlar, Batı dünyasının kültür - kahramanları olmuşlardır. Bunlar, hazzın ve
doygunluğun imgesi, buyurmayıp sadece şarkı söyleyen ses, sunan ve alan el,
üstünlük çalışmasına ve çabasına son yeren
banş, inşam tanrı ile ve
doğa ile birleştiren zamandan kurtuluş olmuşlardır. Edebiyat, onların
imgelerini koruyup sürdürmüştür. Örneğin, «Orpheus’a
Soneler» şöyle der: «Und
fast ein Madchen wars und ging hervor aus diesem einigen Glück von Sang und
Leier und glanzte klar durch ihre Frühlingsschleier und machte sich ein Bett in
meinem Ohr.
Und schlief in mir. Und alles war ihr
Schlaf.
Die Baume, di eich je bewundert, diese fühlbare Ferne, die gefühlte
Wiese und jedes Staunen, das mich selbst betraf. Sie schlief die Welt.
Singender Gott, wie hast du sie vollendet, dass sie nich begehrte, erst wach zu
sein? Sieh, sie erstand und schlief. Wo İst ihr Tod?» (31)
(30)
Narcissus
simgesi ve «Narcissistic» terimi burada, Freud’un teorisindeki anlamlarıyla
kullanılmamıştır.
(31)
«Nerdeyse
genç bir kız, ışık gibi ilerledi seke seke
Şarkı ve lirin yüce mutluluğundan
Ve pırıl pırıl ilkyaz örtüleri arasından. Geldi bir yatak
yaptı kendine kulağım içre.
Ve uyudu içimde. Onun uykusundaydı tüm nesneler:
Ya da, suyun aynasında, kendi
güzelliğini yakalamaya çalışan Narcissus için söylenilenler. Bütün cisimlerin
geçip gittiği zaman ırmağına eğilip, şunları düşler Narcissus :
«Narcisse reve au paradis...
Quand done le temps, cessant sa fuite,
laissera-t-il que cet ecoulement se repose? Formes, formes divines et perennelles!
qui n’attondez que le repos pour reparaître, oh! quand, dans quel silence, vous
recristalliserez - vous ?
Le paradis est toujours â refaire; il
n’est point en quelque lointaine Thule. II demeure sous l’apperence. Chaque
chose detient, virtuelle, Pintime harmonie de son etre, comme chaque sel, en
lui, l’archetype de son cristal; - et vienne un temps de nuit tacite, oû les
eaux plus denses descendent: dans les abîmes imperturbes fleuriront les tremies
secretes...
Tout s’efforce vers sa forme perdue...» (32) «Un grand calme m’ecoute,
oû j’ecoute l’espoir.
La voix des sources change et me parle
du soir;
J’entends l’herbe d’argent grandir dans
l’ombre sainte, Et la lune perfide eleve son miroir
Hayran olduğum ağaçlar, büyüleyici
güzelliği
Bilinmeyen uzakların, çayırın uçsuz
bucaksız yeşilliği
Ve tutulduğum tüm büyüler.
Bütün bir dünya uyurdu onun içinde. Sen ey türküler yakan
tanrı, Onu nasıl böylesine mükemmel kıldın ki
Artık uyanmak istemedi? Uyandı ve uyudu.
Nerde onun ölümü?»
Rainer Maria Rilke. «Sonnets to Orpheus: Duino Elegies,»
Sf. 3.
(32)
«Narcisse
cennet düşlüyor...
Zaman koşmaktan ne zaman vazgeçip, bu akışın durma-
Jusque dans les secrets de la fontaine eteinte.» (33) «Admire dans
Narcisse un eternel retour
Vers l’onde oü son image offerte â son amour Propose â sa beaute toute
sa connaissance:
Tout mon şort n’est qu’obeissance A la force de mon amour.
Cher corps, je m’abandonne â ta seule puissance; L’eau tranquille
m’attire oû je me tends mes bras: A ce vertige pur je ne resiste pas.
Que puis-je, ö ma Beaute, faire que tu ne veuilles?» (34)
sına izin verecek? cisimler, yeniden canlanmak için
bekleyen kutsal ve sonsuz cisimler! Ne zaman, hangi gece yeniden teces- süm
edeceksiniz?
Cennet daima yeni baştan yatırılmalı. Cennet, bir uzak, bir
bilinmeyen kuzey ülkesinde değil; görüntünün altında can çekişiyor. Herşey,
potansiyel olarak, varlığının içten uyuşumunu kendine saklar - tıpkı, her
tuzun, kendi kristalinin örneğini içinde tuttuğu gibi. Ve suların çekildiği,
daha yoğunlaştığı bir suskun gece gelecek; o zaman, tedirgin edilmemiş uçsuz
bucaksız boşluklarda, gizli kristaller filizlenecek... Herşey, yitirdiği kalıbını
arar..» Andrd Gide «Le Traitd du Narcisse.»
(33)
«Bir
büyük sükûn duyar beni, benim Umudu duyduğum yerden;
Kaynakların sesi değişir ve söz
eder geceden;
Kutsal gölgelikte duyarım
büyüdüğünü gümüşî otların,
Ve hain ay, yükseltir aynasını
derinlerden, Yansıtır gizlerini kurumuş pınarın.
Paul Valdry «Narcisse Parle.»
(34)
«Hayran
kalın Narcissus’un,
İmgesini aşkına ve tüm bilgisini
güzelliğine
Bu dilin havası «dinıinution des traces
du peche originel»dir [ilk günahın izlerini ortadan kaldırmaktır] ; yani ağır
iş, sıkıntı, tahakküm ve feragat temeli üzerine kurulmuş kültüre karşı
ayaklanmadır. Orpheus ve Narcissus imgeleri, Eros ve Thanatos’la uyuşurlar.
Bu imgeler, egemen olunacak ve denetilecek bir dünyanın değil, özgürlüğe, yani
insan ve doğanın bastırılmış ve dondurulmuş kalıpları içinde tutulan Eros’un
güçlerini serbest bırakacak bir özgürlüğe kavuşturulacak dünyanın deneylerini
ammsatır. Bu güçler, yıkıcılık değil, barış olarak, şiddet değil, güzellik
olarak anılırlar. İmgelerin bağlı oldukları boyutu belirlemek için, bir araya
toplanmış olan imgeleri şöyle bir sıralamak ye terlidir: Bu imgeler, haz- zm
kurtarılışını, zamanın duruşunu, ölümün massettiklerini, yani sessizliği,
uykuyu, geceyi, cenneti, yani ölüm olarak değil, yaşam olarak Nirvana ilkesini
belirtirler. Baudelaire, böylesi bir dünyanın imgesini, iki dizeyle yansıtır:
«Lâ, tout n’est gu’ordre et beaute,
Luxe, calme, et volupte.» (35)
Bu, düzen sözcüğünün baskıcı anlamını
yitirdiği belki de tek ortamdır. Buradaki düzen, özgür
Sunan suların aynasına sonsuz dönüşüne
Benim bütün kaderim bağlıdır
Aşkımın gücüne boyun eğişe..
Sevgili beden, senin mutlak gücüne
teslim oluyorum, Kollarımı uzattığım yerde durgun sular bekliyor beni, Bu saf
çılgınlığa karşı koymuyorum.
Ey Güzelliğim, senin istemediğin neyi yapabilirim?» Paul
Valery, «Cantate du Narcisse, II. Sahne.»
(35)
«Ne
varsa hepsi düzen ve güzellik, lüks, sükûn ve duyusallık.»
Eros’un yarattığı, doygunluk düzenidir.
Durağan, dinamik olanı yener, ama bu, kendi doygunluğu, kendi bütünlüğü içinde
devinen bir durağanlık; duyusallık, eğlence ve şarkı demek olan bir
üretimciliktir. Bu biçimde yansıtılmış imgelerin ayrıntılarına girmek ve
benzerlikler kurmak çabası, boşuna olacaktır; çünkü, sanat dilinin dışında, bu
imgeler anlamlarını değiştirir ve baskıcı gerçeklik ilkesinin altında edindikleri
anlamlarla kaynaşırlar. Ancak, bunların bağlı olduğu gerçeklere uzanan yolu
izleyip, o gerçeklere ulaşmak gerekir.
Prometheus’un dünyasındaki kültür -
kahramanlarının tersine, Orpheus ve Narcissus’un dünyasındaki kahramanlar,
gerçek dışı ve gerçekçilikten uzaktırlar. Bu kahramanlar, «olanaksız» bir yaşantı
ve davranışı belirlerler. Kültür kahramanlarının yaptıkları da, mucizevî,
inanılmaz ve insan üstü olmak bakımından, «olanaksız» davranışlardır. Ancak,
onların hedefleri ve «anlamları» gerçeğe aykırı değil; tersine, gerçeğe
yararlıdır. Bu kahramanlar, gerçeği geliştirir ve güçlendirirler; gerçeği
yoketmezler. Oysa, Orpheus ve Narcissus imgeleri, gerçeği yok ederler; bu
imgeler, «bir yaşama biçimi»ni yansıtmazlar; bunlar, yerin altına ve ölüme bağlı
imgelerdir. En iyi olasılıkla, şiirsel olurlar; yani ruha ve kalbe
seslenirler. Ama, insanın ölümü yenemeyeceği, veya güzelliğe duyulan
hayranlıktaki yaşam çağrısını unutamayacağı ve reddedemeyeceği gibi olumsuz öğretilerin
dışında, herhangi bir «mesaj» iletmezler.
Bu tür ahlâkî mesajlar, çok değişik bir
anlama yüklenirler. Orpheus ve Narcissus, tıpkı Prometheus ve Kermes gibi,
gerçekleri simgelerler. Ağaçlar ve hayvanlar Orpheus’un dilini yanıtlar. Pınar
ve orman, Narcissus’un isteğine cevap verirler.
kyıpııeua ve inaruıssus dünyasının Eros’u, uyanır ve
canlı ve cansız nesnelerde, organik ve inorganik doğada gerçek olan, yani
gerçek olup da, erotik olmayan gerçeklik içinde bastırılmış potansiyelleri serbest
bırakır. Bu potansiyeller, bünyelerindeki telos’u, «oldukları gibi olmak»,
«orada olmak» biçiminde belirtirler.
Orheus ve Narcissus açısından dünya
görüşü, edim ilkesinin dünyasını sürdüren şeyi yadsır. İnsanla doğa, özne ile
nesne arasındaki karşılık ortadan kalkar. Varolma, insanı ve doğayı insanın
doygunluğunun, bozulmaksızın doğanın da doygunluğu olabilecek biçimde
birleştiren bir doygunluk deneyidir. Kendilerde konuşulan, sevilen, üzerlerine
titremlen çiçekler, pınarlar ve hayvanlar, oldukları gibi, yani güzel görünürler.
Hem sadece kendileriyle konuşanlar ve kendilerini sevenlere değil, kendi
kendilerine de, «nesnel olarak güzeldirler. «Le monde tend â la beaute.» (36)
Orp- heus ve Narcissus dünyasının Eros’unda, bu eğilim erkinliğe kavuşur:
Doğanın nesneleri, oldukları gibi olma özgürlüğünü elde ederler. Ancak,
oldukları gibi olabilmeleri, erotik tutuma bağlıdır: Telos’larını sadece bu
davranışta bulurlar. Orpheus’un şarkısı, hayvanlar âlemine barış getirir;
aslanla kuzuyu ve aslanla insanı uzlaştırır. Doğanın dünyası, tıpkı insanların
dünyası gibi, baskı, zulüm ve acı dünyasıdır ve tıpkı insanlarınki gibi,
doğanın dünyası da,
(36)
«Dünyanın
güzelliğe eğilimi vardır.» Gaston Bachelard, «L’Eau et les R6ves,» Sf. 38.
Ayrıca Joachim Gasquet’nin formülüne bakınız: «Le monde est un immense
Narcisse en train de se pensen» Sf. 36.
kurtuluşunu bekler. Bu kurtuluş, Eros’un
yapıtıdır. Orpheus’un şarkısı, nesnelerin dondurulmuşluğunu çözer, ormanları ve
kayaları harekete geçirir. Ancak, onları, hazza katılmaları için harekete
geçirir.
Narcissus’un aşkını, doğanın yankısı
yanıtlar. Hiç kuşkusuz, Narcisus, Eros’un karşıtı
görünümündedir: Narcissus,
aşkı, başka insanlarla birleşen aşkı reddedip kovar ve bu yüzden de Eros
tarafından cezalandırılır. (37) Eros’un karşıtı olarak, Narcissus, uykuyu ve
ölümü, suskuyu ve duruşu simgeler. (38) Trakya’da, Dionysos’la yakın ilişkisi
vardır. (39) Ama Narcisus’un imgelerine renk veren, soğukluk, sofuluk ve
kendini sevme değildir. Sanat ve edebiyatta sürdürülen, Narcissus’un bu
davranışları olmamıştır. Narcissus’un suskunluğu, bir ölü sessizlik değildir
ve avcılarla orman perilerinin aşkını küçümsediği zaman, bir Eros’u, bir başka
Eros uğruna reddet-
(37)
Friedrich
Wieseler, «Narcissos : Eine kunstmythologische Abhandlung, Sf. 90, 94.
(38)
Aynı
yapıt, Sf. 76, 80-83, 93-94.
(39)
Aynı
yapıt, Sf. 89. Orpheus mitolojisinde, Narcissus ile Dionysos (özdeş kılmmasalar
bile) çok yakın bir benzetme ile birbirlerine bağlanmışlardır. Zagreus -
Dionysos, Titanların verdiği aynada kendini seyrederken. Titanlar onu yakalar.
Eski bir mitoloji (Plotinus, Proclus), aynada kendini seyretme olayını,
tanrının, dünyanın kalabalığında kendini belirtmesinin başlangıcı olarak
yorumlar. Bu süreç, son simgesini, tanrının Titanların elinde parçalanışı ve
sonra Zeus tarafından yeniden dünyaya getirilişi belirler. Böylelikle mit,
ayrılmış olanın, yani Tanrı ile dünyanın, insanla doğanın yeniden birleşmesini,
birle birçokun özdeşliğini belirtir. Bakınız, Ervvin Rhode «Psyche» Cilt II,
Sf. 117’nin notu. Otto Kem, «Orpheus», Sf. 22-23. Ivan M. Linforth «The Arts of
Orpheus,» Sf. 307.
mis olur. Narcissus, kendine özgü bir
Eros’la yaşar ve sadece kendini sevmez. (40) (Hayranlık duyduğu imgenin, kendi
imgesi olduğunu bilmez.) Eğer, Narcissus’un Erotik davranışı, ölüme yakınsa ve
ölüm getirirse, o zaman, durma, uyku ve ölüm, birbirlerinden acı verici
biçimde ayrılmazlar: Bütün bu evrelerde baştan sona, Nirvana ilkesi egemendir.
Ve Narcissus öldüğü zaman, kendi adını taşıyan çiçekte yaşamaya devam eder.
Narcissus’u Orpheus’la bir araya
getirmek ve her ikisini de, gerçeğe yönelen, baskıcı olmayan erotik tutumun
simgeleri olarak yorumlamakla, Narcissus imgesini, Freud’un libido teorisi
yerine, mitolojik - sanatsal gelenekten almış oluyoruz. Freud’un temel narkissizm kavramında, yorumumuzu destekleyecek bir yön bulabiliriz.
Narkissizmin psikanalize girişi, içgüdüler teorisinin gelişiminde bir dönüm
noktası meydana getirmiştir : Bağımsız ego içgüdüleri (kendini sürdürme içgüdüleri)
varsayımı yıkılmış ve yerine, ego ve dış nesneler bölümünden önce, ayrılmamış,
birleşik bir libido görüşü geçmiştir. (41) Gerçekten de, temel narkissizmin
ortaya çıkarılışı, libidonun gelişimi içinde, sadece yeni bir evre olmaktan
daha öteye geçmiş; gerçeğe yönelen bir başka yaşantı ilişkisinin ana örneği
gün ışığına çıkmıştır. Temel narkissizm, otoerotizmden farklıdır; narkissizm,
narkissistik egoyu, nesnel dünya ile kaynaştırarak, «çevre»yi de içine alır.
Ego ile dış gerçek arasındaki normal, karşıt ilişki, ego ve gerçek ilişkisinin
ancak daha sonraki bir evresidir:
(40)
Narcissus,
çoğu resimlerde, üzgün ama düşmanca olmayan bir Amor’la beraber görünür. Bu
konuda bakınız, VVieseler, «Narkissos», Sf. 16 -17.
(41)
II.
Bölüme bakınız.
«Aslında, ego herşeyi kapsar; dış
dünyayı, daha sonra kendinden uzaklaştırır. Bu bakımdan, şimdi duymakta
olduğumuz ego-duygusu, çok daha kapsamlı bir duygunun, yani, evreni kuşatan ve ego ile dış dünya arasında kopmaz
bir bağıntıyı belirleyen bir
duygunun kısıtlanmış durumudur.» (42)
Temel narkissizm kavramı, «Civilization
and Its Discontents» adlı yapıtın giriş bölümündeki açıklamada belirlenir;
yani, narkissizm, sadece bir nevro- tik belirti olarak değil, yetkin gerçeklik
egosu ile bir arada bulunan ve gerçeğin meydana getirilişindeki kurucu
öğelerden biri olarak kendini sürdürür. Freud, mevcut temel ego - duygusunun
«kavrayış içeriğini», «sınırsız bir yayılma ve evrenle bir ve eş olma» (umman
[uzay] duygusu [oceanic feeling]) olarak tanımlar. (43) Ve yine aynı bölümde,
umman [uzay] duygusunun, «sınırsız narkissizm»! yeniden kurmaya çalıştığını
belirtir. (44) Genellikle, bencil bir tutumla gerçekten uzaklaşma diye
bilinen narkissizmin, burada evrenle bir oluşundan çıkan paradoks, kavramın
yeni ve bilinmeyen bir derinliğini ortaya kıyar: Yetkin olmayan otoerotizmin
ötesinde, narkissizm, kapsamlı bir yaşam düzeni yaratacak biçimde, gerçekle
temel bir bağıntılılık gösterir. (45) Bir başka deyişle, narkissizmin, bir
başka gerçeklik ilkesinin tohumunu taşıması olasıhdır: Egonun nefsî uyarımı
(kişinin ken-
(42)
Civilization
and Its Discontents, Sf. 13.
(43)
Aynı
yapıt, Sf. 14.
(44)
Aynı
yapıt, Sf. 21.
(45)
Hanns
Sachs, «The Delay of the Machine Age» adh yazısında, narkissizmi. Yunan
uygarlığının gerçeklik ilkesini kuran öğelerden biri olarak göstermeye
çalışmıştır. Yunanlıların, bilgi
di bedeni), bu dünyayı bir yeni varolma
biçimine dönüştürecek tarzda, nesnel dünyanın yeni bir uyarımı için gerekli
kaynak ve birikim durumuna gelebilir. Freud’a göre, bu yorum, narkissistik
libidonun arınmada oynadığı rolle doğrulanmaktadır. Freud, «The Ego and the
Id» adlı yapıtında, «tüm arınmanın, cinsel nesne - libidoyu narkissistik
libido’ya dönüştüren ve belkide sonra, libidoya bir başka amaç yükleyen ego
etmeni yoluyla olup olmadığı» sorusunu ortaya atmıştır. (46) Eğer durum bu ise,
o zaman, tüm arınma, nar- ikssistik libidonun, taşkın ve nesnelere yaygın
biçimde yeniden harekete geçmesiyle başlıyor demektir. Bu varsayım, arınma
fikrinde bir devrim yapmaktan başka bir yenilik getirmez: Varsayıma göre,
libidonun kısıtlayıcı saptırılışı yerine, yayılma sonucu ortaya çıkacak bir
baskıcı olmayan arınma kalıbı vardır. Bu fikri, daha sonra inceleyeceğiz. (47)
Orpheus - Narcissus
imgeleri, Büyük Yadsımanın. yani, nefsî nesneden (ya da özneden) ayrılmayı
kabul etmemenin imgeleridir. Bu reddedişin amacı, özgürlük, yani ayrılmış
olanların yeniden birleşmesidir. Orpheus, kurtarıcı ve yaratıcı şairin
ilk örneği- ve ustalıklarının, bir makine
teknolojisi kurmaya yeterli olduğu halde, bunu neden yapmamış oldukları
sorununu incelemiştir. Sachs, ekonomik ve sosyolojik temel üzerine oturtulan
alışılmış açıklamalarla yetinmemiş ve Yunan kültürüne egemen olan narkssist
etmenin teknolojik gelişimi önlediğini ileri sürmüştür: Sachs’a göre, bedenin
nefsî uyarımı öylesine güçlüdür ki, mekanizasyona ve otomatikleşmeye karşı
koymuştur. Sachs’ın bu yazısı «Pysychoanalytic Ouarterly» dergisinde
yayınlanmıştır. (Cilt II, Sf. 420- 1933).
(46)
«The
Ego and the Id,» Sf. 38.
(47)
X.
Bölüme bakınız.
aır: iiöj
urpneus, dünyaya dana yüce bir düzen, baskıya yer verilmeyen bir düzen getirir.
Onun kişiliğinde, sanat, özgürlük ve kültür sonsuza dek birbirlerine
kaynaşmışlardır. Orpheus, kurtuluşun şairi, insanı ve doğayı, zor kullanarak
değil, şarkılarla barışa ulaştıran, kurtuluş ve barış getiren tanrıdır :
«Orpheus, keşiş Orpheus, sözcüsü
tanrıların, Cinayetlerini ve murdar yemelerini engelleyen vahşi insanların,
Ve yola getiren kaplanlarla aslanların
Gazaba gelmiş vahşetini.
Çok eski zamanlarda ozanlara düşerdi,
Yani akla düşerdi - ayrım yapmak
Arasında özelle genelin,
Kutsalla sıradan olanı ayırmak,
Düzeltmek kötülüklerini nefse düşmenin,
Belirlemek kurallarını evli olanların
Ve kentlerin kurulmasıyla, tahtaya
oyulması kanunların.» (49)
Ancak, kültür - kahramanı Orpheus, çok
değişik bir düzenin kurucusu olarak tanınır ve bu değişikliği de yaşamı ile
öder:
«...Orpheus, ya aşktaki
başarısızlığından, ya da bütün sevgisini ve bağlılığını bir tek kişiye vermiş
olmasından dolayı, bütün kadınların aşkından sakındı kendini. Ama yine de, pek
çok kadın aşık oldu ozana ve aşkları karşılıksız kaldığı için acı çektiler. Orpheus,
aşkını genç oğlanlara sunmakla, ve onların gençliklerinde, ilkbaharın ve ilk
çiçeklerin hazzına
(48)
Bakınız,
Walter Rehin, «Orpheus» Sf. 63. Kültür - kahramanı olarak Orpheus konusunda
bakınız, Linforth «The Arts of Orpheus» Sf. 69.
(49)
Horace,
«The Art of Poetry».
varmakla, tüm Trakya halkına örnek
oldu.» (50)
Aklı başından gitmiş TrakyalI kadınlar,
Orp- lıeus’u paramparça ettiler. (51)
Klâsik mitoloji, Orpheus’u, cinsel
sapıklığın başlangıcı ile birleştirir. O da, Narcissus gibi, normal Eros’u,
bir dinsel ülkü uğruna değil, daha doygun bir Eros uğruna reddeder. O da
Narcissus gibi, üreyici cinsiyetin baskıcı düzenine karşı çıkar. Orpheus ve
Narcissus Eros’u, bu düzenin yadsıması, yani Büyük Yadsıma’dır. Kültür -
kahramanı Prometheus’la simgelenen dünyada, Eros, bütün düzenlerin yadsınışı-
dır; oysa bu yadsımada, Orpheus ve Narcissus, bir yeni gerçeği, kendine özgü
düzeni olan ve değişiklik ilkelerle yönetilen bir gerçeği ortaya çıkarırlar.
Orpheus Eros’u, varlığı değiştirir: Bu Eros, zulûme ve Narcissus’un yaşamı,
güzelliğin yaşamı ve yaşantısı, kendini düşünüp, kendini seyretmektir. Bu
imgelerin gerçeklik ilkesinin bulunacağı ve değerlendirileceği yer, estetik boyuttur.
(50)
Ovid,
«Metamorphoses», X, Sf. 79 - 85. Bakınız Linforth, «The Arts of Orpheus».
<51) Ovid, «Metamorphoses» XL, Cilt II. Sf. 121-122.
ESTETİK boyut
Şurası mutlak ki, estetik boyut, bir
gerçeklik ilkesini geçerli kılmaya yeterli değildir. Estetik alanı, tıpkı
kendini meydana getiren ansal yeti, yani imgelem gibi, özü itibarile «gerçek
dışıdır» ve gerçeklik ilkesinin dışında bir özgürlüğü sürdürmeyi, gerçek içinde
etkisiz olma pahasına elde etmiştir. Estetik değerlerin yaşamdaki görevi,
kültür açısından bir yüceliği belirlemek, kültürel bir donatım olmak veya
kişisel meraklara [hobbylere] hizmet etmektir. Ama, bu değerlerle yaşamak,
dâhilere vergi bir ayrıcalık, ya da düşkün Bohemlerin belirtisidir. Edim ilkesinin
dünyasını biçimlendirmiş olan teorik ve pratik mantığın yargısı önünde,
estetik yaşantı mahkûm durumdadır. Nitekim, burada, estetik görüşün, edim
ilkesine karşıt kavram ve gerçeklerin «kültürel yoldan bastırılması» sonunda
ortaya çıkmış olduğunu göstermeye çalışacağız. Estetiğin
asıl anlam ve görevini
bulmak yoluyla bu baskıyı teorik olarak kaldırma çabasını göstereceğiz, Bu iş,
haz, duyumsallık, güzellik, gerçek, sanat ve özgürlük arasındaki iç bağıntıyı
yani estetik teriminin felsefî tarihinde ortaya çıkan bağıntıyı
göstermeyi gerektirir. Bu tarih içinde, terim, duyuların gerçeğini sürdüren ve
özgür-
-ton
lük gerçeği içinde, insanın «yüce» ve
«aşağılık» yetilerini, duyumsallığı ve aklı, hazzı ve mantığı uzlaştıran bir
dünyayı amaç edinir. Biz, sadece, estetik teriminin anlamının saptandığı
devri, yani onsekizinci yüzyılın ikinci yarısını inceleyeceğiz.
Kant’ın felsefesinde, özne ile nesne
arasındaki temel karşıtlık, duyumsallık ve akıl (anlayış), istek ve idrak,
pratik ve teorik mantık gibi ansal yetiler arasındaki ikilikle yansıtılır. (52)
Pratik mantık, (ahlâkî) amaçlar için kendi kendine konulan ahlâk kuralları
içinde özgürlüğü; teorik mantık ise, nedensellik [illiyet] kuralları altında
doğayı kurar. Doğa dünyası, özgürlük dünyasından tamamen ayrıdır: Hiçbir öznel
bağımsızlık, nedenselliğin kuralları içine giremez ve hiçbir duyu ayrıntısı,
öznenin bağımsızlığını belirliyemez (çünkü aksi takdirde, özne özgür olamaz.)
Ancak, öznenin bağımsızlığı nesnel gerçek içinde bir «etki »ye sahip olma durumundadır
ve öznenin kendisi için belirlediği amaçlar gerçek olmalıdır. Böylelikle, doğa
alanı, özgürlüğün kuruluşunu «kabul edebilir», bu kuruluştan «etkilenebilir»
olmalı; özgürlükle doğa alanının birleşebileceği bir ara boyut bulunmalıdır.
Teorik ve pratik mantık arasında, bir üçüncü «yeti», yani doğa alanından,
özgürlük alanına «geçiş»i sağlayacak ve yüce yetilerle, aşağılık yetileri, bir
başka deyişle, bilgi yetileriyle istek yetilerini birbirine bağlayacak bir
üçüncü yetinin aracı olması gereklidir. (53) Bu üçüncü yeti, yargı yetkisidir.
Aklın, başlangıçtaki ikili (52) Bunlar, birbirleriyle bağıntı
kurabilecek çiftler değildir. Farklı kavram alanlarını (genellikle ansal
yetileri, idrak yetilerini ve bunların uygulanma alanlarını) gösterirler.
(53)
Kant,
«Critique of Judgement», Sf. 16, Giriş, III.
ayrışmasının temelinde, bir üçlü bölünme
vardır. Teorik mantık (anlayış), a priori idrak ilkelerini ve pratik mantık, istek
(irade) ilkelerini ortaya koyar- ölüme, özgürlük, erkinlik yoluyla üstün gelir.
Orpheus’un dili, şarkıdır ve çalışması eğlencedir, ken, yargı yetisi de, acı ve
haz duyguları dolayısiyle bu iki yeti arasında aracılık eder. Yargı, haz duygusu
ile birleştiği zaman, estetik olur ve bu yetinin uygulanma alanı da sanattır.
Bu, estetik fonksiyon konusunda, Kant’m «Cri- tique
of Judgment» adlı yapıtının giriş bölümünde yer alan klasik türeminin
kabataslak bir özetidir. Bu açıklamadaki belirsizliğin nedeni, büyük ölçüde,
estetiğin (duyulara ilişkin) asıl anlamı ile Kant’ın devrinde
kesinlikle üstünlük kazanmış olan (özellikle sanattaki, güzelliğe ilişkin)
anlamını kaynaştırmış oluşudur. Kant’ın, bastırılmamış içeriği yeniden elde
etme çabası, aşamacı metodunun kısıtlı sınırları içinde boşa çıkmışsa da,
Kant’m kavramı, estetik boyutun tüm alanını anlama konusunda yine en iyi yol
göstericidir.
«Critique of Judgment»da, estetik boyut
ve karşılığındaki haz duygusu, sadece akhn bir üçüncü boyutu ve yetisi olarak
değil; akhn merkezi olarak, doğanın özgürlüğü algılayabileceği, gerekliliğin
bağımsızlıkla kaynaşabileceği bir dolayım olarak ortaya konur. Bu
dolayımlaşmada, estetik fonksiyon, «simgesel» bir fonksiyondur. «Critique»in
ünlü 59. Paragrafı, «Ahlâkın Simgesi Olma Açısından Güzelliğe Dair» başlığını
taşır. Kant’ın sisteminde, ahlâk, pratik mantığın, kendi kendine konulmuş
kurallar altında, kendini gerçekleştirdiği özgürlük alanıdır. Güzellik,
özgürlük gerçeğini sezgisel olarak gösterdiği ölçüde, bu alanı simgeler.
Özgürlük, hiçbir duyu - al-
2(M.
gılaması ile karşılanamayan bir fikir
olduğuna göre, bu gösteriş, sadece «dolaylı», simgesel, per analogiam olabilir. Bu tuhaf kıyaslamanın [nedenden sonuca varmanın - illetden
esere hüccetin] ve aynı zamanda estetik fonksiyonun, «aşağılık» duyumsallık (Sinn-
lichkeit) yetilerini ahlâka bağlayışının temelini açıklamaya çalışacağız. Bunu
yapmadan önce, estetik sorununun önem kazandığı ortama bir göz atmamız yerinde
olacak.
Yerleşik gerçeklik ilkesinin bir belirli
tarihsel niteliğini tanımlamamız, Freud’un bu ilkenin evrensel geçerliliği
olarak kabul ettiği niteliğin yeniden incelenmesine yol açmıştır. Bu
geçerliliği, uygarlığın zorladığı baskıcı denetimlerin kaldırılması
konusundaki tarihsel olanak açısından ele almış bulunuyoruz. Bu uygarlığın
kendi başarıları, edim ilkesinin geçerliliğini tüketmiş, içgüdülerin baskıcı
kullanımım eskitmiş- tir. Ancak, edim ilkesinin başardığı işler temeli üzerine
kurulacak baskıcı olmayan bir uygarlık fikri, içgüdüsel erkinliğin (ve giderek
tüm erkinliğin), uygarlığın kendisini yıkacağı fikri ile karşı karşıya gelmiştir.
Çünkü uygarlık, sadece feragat ve çalışma (emek) ile, bir başka deyişle,
içgüdüsel enerjinin baskıcı kullanımı ile sürdürülmektedir. Bu kısıtlamalardan
kurtulan insan, çalışma ve düzen olmaksızın yaşayacak; ve sonunda, kültürü yok
edecek bir biçimde, doğanın tutsağı olacaktır. Bu karşı fikri yanıtlamak için,
baskıcı üretimciliğin kültür - kahramanlarının tersine, yaratıcı algıcılığı
simgeleyen ba- ze imgelem örneklerini anımsamış bulunuyoruz. Bu örnekler, insan
ve doğanın, tahakküm ve istismar yerine, doğal nefsi güçlerinin serbest
bırakılmasıyla doygunluğa ulaşmalarım simgelemişlerdir. Bunun üzerine, bu
simgelerin «doğruluğunu araştırmak ve
tanıtlamak» işini, yani bunların, edim
ilkesinin ötesinde bir gerçeklik ilkesinin simgeleri olma
açısından gerçeklik değerlerini gösterme işini üzerimize almış bulunuyoruz.
Sanırım, Orpheus ve Narcissus imgelerinin belirgin niteliği, insan ve doğanın,
düzenin güzellik ve çalışmanın eğlence olduğu estetik davranış içindeki erotik
uzlaşmasıdır (Birleşmesidir). Bu konuda attığımız ikinci adım estetik
davranışın, gerçek dışı bir müze ya da Bohem havasına saptırılmaktan
uzaklaştırılması olmuştur. Bu amaçla, estetik boyutun tüm kapsamını, felsefe
açısından meşruiyetini tanıtlamakla elde etmeye çalışmış bulunuyoruz.
Gördüğümüz gibi, Kant’ın felsefesinde, estetik boyut, duyusallıkla ahlâk, yani
insan yaşamının iki kutbu arasındaki merkezi kapsamaktadır. Eğer durum bu ise,
o zaman estetik boyutun, her iki alan için geçerli ilkeleri içine alması
gerekir.
Bu boyutun temel görüşü, kavramsal
olmaktan çok, duyusaldır. Estetik algılama, fikir değil, sezgidir. (54)
Duyumsallığın yapısı «algıcılık», yani verilmiş nesnelerden etkilenme yoluyla
idraktir. Estetik fonksiyonun, merkez olabilmesi, duyumsallıkla olan bu aslî
yakınlığından dolayı olanak kazanır. Estetik
(54)
Aşağıdaki
inceleme, Kant’ın yorumundaki belirgin yönlerin çok kısa bir özetidir. İki
temel idrak yetisi (duyusallık ve anlayış) ile üç yeti (duyusallık, imgelem,
idrak) varsayımları arasındaki karmaşık ilişki burada incelenemez. «Critique of
Püre Reason»daki aşamacı estetik ile «Critique of Judgment»ta- ki estetik
fonksiyon arasındaki bağıntıda, yine burada ele alınamaz. Kant’ın sistemindeki
estetik fonksiyonun merkezî rolünü ilk gösteren Heidegger olmuştur. Bu konuda,
Heidegger’in «Kant und das Problem der Metaphysik» adlı yapıtına bakınız ve
temel idrak yetileri arasındaki ilişki konusunda, özellikle 31. ve 129.
sayfalara bakınız.
algılamaya, haz eşlik eder. (55) Bu haz,
bir nesnenin «maddesi» ve (içsel ya da dışsal) «amacı» söz konusu olmaksızın,
salt formunun algılanmasından elde edilir. Salt formu içinde simgelenen bir
nesne, «güzel»dir. Böylesi bir simgeleme, imgelemin işi (ya da daha doğrusu
eğlencesi) dir. Estetik algılama, tıpkı imgelem gibi, hem duyumsallık ve hem
de aynı zamanda, duyumsallıktan («üçüncü» temel yetiden) daha fazla birşeydir:
Algılama haz verir, ve bu yüzden özneldir; ancak bu haz, nesnenin kendi salt
formundan meydana geldiği için, estetik algılamaya evrensel ve zorunlu
olarak, yani herhangi bir öznenin algılaması konusunda eşlik eder.
Estetik imgelem, duyusal ve bu yüzden algıcı olduğu halde, yaratıcıdır:
Kendine özgü bir bağımsız sentez içinde, güzelliği
meydana getirir. Estetik
imgelemde, duyusallık, nesnel bir düzen için evrensel geçerliliği olan ilkeler
ortaya koyar.
Bu düzeni tanımlayan iki ana kategori,
«amaçsız amaçlılık» ve «kuralsız kuralcılık »tır. (56) Bu nitelikler, Kant’m
yorumu ötesinde, gerçekten baskıcı olmayan bir düzenin özünü kapsarlar Birinci
nitelik, güzelliğin yapısını, İkincisi ise, özgürlüğün özünü tanımlar. Bu
niteliklerin ortak yanı, insan ve doğanın erkinliğe kavuşmuş potansiyellerinin
özgür faaliyeti ile doygunluğa ulaşmaktır. Kant, bu kategorileri, sadece aklın
işlemleri olarak geliştirir. Ancak, Kant’m teorisinin, kendi çağdaşları
üzerindeki etkisi, aşamacı felsefesinin koyduğu sınırların çok ötesine taşmış;
«Critique of Judgment»ın yaymlanışından birkaç yıl
(55)
Verdiğimiz
bilgi, «Critique of Judgment», Giriş Bölümü VII, Sf. 29’a bağlıdır.
(56)
«Zweckmassigkeit
ohne Zweck; Gcsctzmassigkeit ohnc Gesetz». Aynı yapıt, Sf. 16-17, 22.
sonra, Schiller, Kant’ın kavramından,
bir yeni uygarlık kalıbı görüşüne ulaşmıştır.
Kant’a göre, «amaçsız amaçlılık» (formal
amaçlılık), nesnenin, estetik simgelemdeki kalıbıdır. Nesne ne olursa olsun
(nesne ya da çiçek, hayvan yada insan), yararlılığı çerçevesinde, hizmet
edebileceği bir amaca bağh olarak veya «içsel» bütünlüğü ve tamamlığı
açısından simgelenip yargılanmaz. Estetik imgelemde, nesne, böylesi ilişkiler
ve niteliklerden arınmış olarak, kendisi olarak simgelenir. Nesnenin, bu biçimde
«verilmesi» görüşü, günlük ve bilimsel görüşlerden tamamen ayrıdır; nesne ile
teorik ve pratik mantık dünyası arasındaki tüm bağlar koparılmış, daha doğrusu
askıya alınmıştır. Nesneyi, kendi «erkin» varlığına kavuşturan bu görüş, imgelemin
özgür faaliyeti sonucudur. (57) Özne ve nesne, yeni anlamda bir özgürlüğe
ulaşırlar. Varoluş konusundaki tutumda yer alan bu radikal değişim sonunda,
nesnenin bu durumda, kendini gösterdiği kalıbın yarattığı bir yeni haz niteliği
ortaya çıkar. Nesnenin «salt form’u, «çeşitlinin birliği»ni, kendi kurallarına
bağlı bir devinim ve ilişki uyuşumunu, yani, nesnenin «orada varoluşunun»,
varlığının salt belirtisini gerektirir. Bu, güzelliğin belirtisidir. İmgelem,
anlayışın idrak görüşüyle aynı paralele gelir ve bu beraberlik, estetik
nesnenin özgür uyuşumuna, haz verici bir karşılık olan, ansal yetilerin
uyuşumunu sağlar. Güzellik düzeni, imgelemin faaliyetini yöneten düzenin bir
sonucudur. Bu ikili düzen, kurallara uygundur; ancak, kuralların kendileri,
özgürdür: Yani, zorla kabul ettirilmemiş kurallardır ve belirli amaç-
(57)
Bakınız
Herman Moerchen, «Die Einbildungskraft bei Kant» (Jahrbuck für Philosophie und
Phaenomenologische Forschung, IX, Sf. 478-479).
larla hedeflerin saptanmasını zorunlu
kılmazlar. Bu kurallar, yaşamın kendi salt formudurlar. Estetik «kurala
uygunluk», Doğa ile özgürlüğü, Haz ile Ahlâkı birbirine bağlar. Estetik yargı,
«...haz ya da acı duygusuna göre bir
kurucu ilkedir. İdrak yetilerinin faaliyetindeki, uyuşumu bu haz alanını
kapsayan özerklik (doğanın amaçlılığına değgin) kavramı, doğanın kavramsal
alanı ile özgürlüğün alanı arasında aracı bir bağ durumuna getirir.. Bu
özerklik, aynı zamanda, aklın, ahlâk duygusundan algılanabilirliğini de
arttırır.» (58)
Kant’a göre, estetik boyut, duyularla
aklın karşı karşıya geldiği ortamdır. Dolayımlaşmayı, «üçüncü» ansal yeti
olan imgelem sağlar. Ayrıca, estetik boyut, doğa ile özgürlüğün de karşı
karşıya geldikleri ortamdır. Bu ikili dolayımlaşmayı, insanın aşağılık ve
yüce yetileri arasında, uygarlığın gelişimi yani duyumsal yetilerin mantığa
bağımlı kılınması ve bunların toplumsal ihtiyaçlar için baskıcı kullanımıyla
sağlanan gelişim tarafından yaratılmış yaygın çatışma gerektirir. Böylelikle,
estetik boyutta, duyumsallıkla mantık arasında bir dolayımlaşma kurma
yolundaki felsefî çaba, insan yaşamının, baskıcı bir gerçeklik ilkesi
tarafından birbirinden koparılmış iki alanını uzlaştırma çabası olarak ortaya
çıkar. Dolayım fonksiyonu, duyumsallığa yakın olan, duyulara ilişkin olan
estetik yeti tarafından yürütülür. Buna bağlı olarak, estetik uzlaşma,
duyumsallığın, mantık istihdafına karşı güçlenmesini ve giderek, duyu-
sallığın, mantığın baskıcı tahakkümünden kurtulmasını gerektirir.
(58)
Critique
of Judgment, Giriş, IX, Sf. 40-41 (Çeviride değişiklik yapılmıştır.)
Gerçekten de, Kant’m teorisine
dayanarak, estetik fonksiyon, kültür felsefesinin ana temi durumuna geldiği
zaman, mantığın duyumsal ve duyumsallı- ğm ussal olduğu baskıcı olmayan bir
uygarlığın ilkelerini belirlemek için kullanılır. Schiller’in, «Critigue of
Judgment» dan büyük ölçüde etkilenmiş olan «Let- ters on the Aesthetic
Education» (1795) adlı yapıtı, estetik fonksiyonunun kurtarıcı gücünden yararlanarak,
uygarlığı yeniden kurma amacına yönelir: Estetik fonksiyonunun, bir yeni
gerçeklik ilkesi olasılığım kapsadığı düşünülür.
Batı düşüncesi geleneğinin iç mantığı,
Sebiller’i, bu yeni gerçeklik ilkesini ve buna bağlı yeni görüşü, estetik
olarak tanımlamak zorunda bırakmıştır. Bu terimin, aslında, «duyulara ilişkin»
olduğunu ve duyuların idrak fonksiyonunu belirttiğini söylemiştik. Ussallığın
egemenliği altında, duyumsallığm idrak fonksiyonu sürekli olarak azaltılmıştır.
Baskıcı mantık kavramına uygun olarak, idrak de, aklın «yüce», duyusal olmayan
yetilerine özgü duruma getirilmiş; estetik, mantık ve metafizik tarafından
massedilmiş- tir. Duyumsallık, «aşağılık» ve hattâ «en aşağılık» yeti olarak,
idrak alanında olsa olsa, akhn yüce yetileri tarafından düzenlenecek ham
maddeleri sağlamaktan öteye geçememiştir. Estetik fonksiyonun kapsamı ve
geçerliliği, alabildiğine yontulup küçültülmüştür. Duyumsallık, ikinci
derecede epistemolojik bir durumda, önemsiz bir felsefî değer kazanmış; us- çu
epistemolojiye uymayan işlemleri, yani bilginin pasif algılanması ötesine geçen
işlemleri, açıkta kalmıştır. En fazla açıkta kalan değer ve anlamlar ise,
imgeleme ilişkin olanlar, yani, özgür, yaratıcı, ya da doğrudan doğruya
«verilmiş» olmayan nesnelerin yeniden yaratıcısı sezgiler; nesneleri,
kendileri
«olmaksızın» simgeleme yetisi olmuştur.
(59) Kavramsal anlayış bilimi olan mantığın karşılığı durumunda, duyumsallık bilimi
olarak estetik yer almamıştır. Ancak, onsekizinci yüzyılın ortalarına doğru,
estetik, bir yeni felsefe düzencesi güzellik ve sanat teorisi olarak ortaya
çıkmıştır: Terimin bu modern kullanımına Alexander Baumgarten yol açmıştır.
Anlamdaki, «duyulara ilişkin» oluştan, «güzellik ve sanata ilişkin» oluşa
yönelen değişim, bir akademik yenilikten çok daha büyük önem taşır.
Estetik teriminin
felsefî tarihi, duyumsal (ve bu yüzden «bedenî) idrak işlemlerinin baskıcı
yönetimini yansıtır. Bu tarihte, estetiğin bağımsız bir düzence olarak
kuruluşu, mantığın baskıcı yönetimiyle karşı karşıya gelir: Estetik fonksiyonun
merkezî durumunu göstermek ve bu fonksiyonu yaşamsal bir kategori olarak
kurmak çabaları, duyuların doğal gerçeklik değerlerini, mevcut gerçeklik ilkesi
altındaki yoksunluklarına karşı harekete getirir. Estetik düzencesi, duyumsallık düzenini, mantık düzeninin karşıtı olarak kurar. Kültür
felsefesinde ortaya atılan bu görüş, duyuların, uygarlığı yıkmak yerine,
uygarlığa çok daha sağlam bir temel kazandıracak ve potansiyellerini
geliştirecek biçimde erkinliğe ulaştırılması amacını güder. Bir temel iti
kanalıyla, yani hareket itişi kanalıyla faaliyet gösteren estetik fonksiyon,
«zorunlulukları ortadan kaldıracak ve insanı, gerek manen ve gerekse maddeten
özgürlüğe ulaştıracaktır.» Estetik fonksiyon, duygu ve algıları, mantığın
fikirlerde bağdaştıracak, «mantık kuralla-
(59)
Kant’ın
«Critique of Püre Reason’daki tanımı 'Aşamacı Es- letik’tir. Sf. 24.
rını manevî zorunluluklardan» sıyıracak
ve «onları, duyuların isteği ile uzlaştıracaktır.» (60)
Fesefî duyumsallık
terimini (bir idrak edici
ansal yeti olarak), duyuların erkinliği ile birleştiren bu yoruma, etimolojik
belirsizlikten yararlanma diye karşı çıkılabilir; duyumsallık [sensuousness]
sözcüğünün kökü olan duyu [sens], burada sensuality [nefse düşkünlük] anlamı
taşımaz. Almancada, duyumsallık ve nefse
düşkünlük, bir tek terimle,
Sinn- lichkeit sözcüğü ile belirlenir. Bu terim, idrakçi duyu -
algıcılığını ve simgelemeyi (duyum - sensation) olduğu gibi, içgüdüsel
(özellikle cinsel) doygunluğu da tanımlar. Bu ikili anlam, felsefe dilinde
olduğu kadar, günlük konuşma dilinde de sürdürülmüş ve Sinnlichkeit teriminin kullanılışıyla estetiğin kuruluşuna bağlanmıştır. Bu
durumda, terim, insanın «aşağılık» («belirsiz», «karışık») idrak yetilerine ek olarak
«acı ve haz duygusunu», yani duyumlara ek olarak
algıları gösterir. (61)
Schiller’in, «Letters on the Aesthetic
Education» adlı yapıtında,
estetik fonksiyonun itisel, içgüdüsel niteliği üzerinde önemle durulmuştur.
(62) Bu nitelik, yeni estetik düzencesinin temel malzemesini meydana getirir.
Estetik düzen- cesi, «duyusal idrak bilimi», «aşağı idrak yetilerinin mantığı»
olarak alınmıştır. (63) Estetik, mantığın (60) Schiller, «The Aesthetic
Letters, Essays and the Philosop- hical Letters» Sf. 66-67 (Çeviride değişiklik
yapılmıştır.) (61) Alexender Baumgarten, «Meditationes Philosophicae de
Nonnullis Ad Poema Pertinentibus» Sf. 25-26 (Albert Riemann’m «Die Aesthetik
A.O. Baumgartens» adlı yapıtından Sf. 114).
(62)
Schiller,
«The Aesthetic Letters», Dördüncü ve sekizinci mektup ve daha başka bölümler.
(63)
Baumgarten
«Aesthetik» (A.G. Baumgarten, Sf. 1, ayrıca bakınız, Sf. 44) «Meditationes
Philosophicae» Sf. 115.
«kardeşi» ve aynı zamanda karşılığıdır.
Mantığın egemenliğine karşı olma, yeni bilimi şöyle nitelemiştir: «...mantık
değil duyumsallık (Sinnlichkeit), estetik doğrunun ya da yanlışın kurucusudur.
Duyum- sallığm doğru olarak kavradığı veya kavrayabileceği şeyleri, mantık,
yanlış kabul etse bile, estetik, doğru olarak simgeler.» (64) Kant ise,
antropoloji konusundaki konuşmalarında şöyle demiştir: «...insan, tıpkı
evrensel anlayış kuralları kurduğu gibi evrensel duyumsallık (Sinnlichkeit)
kuralları kurabilir. Örneğin, bir duyumsallık bilimi, yani estetik ve bir
anlayış bilimi, yani mantık vardır.» (65) Duyumsallık ilkeleri ve gerçekleri,
estetiğin içeriğini meydana getirir ve «estetiğin hedefi ve amacı, duyusal idrakin
mükemmele ulaşmasıdır. Mükemmel olan ise, güzelliktir.» (66) Burada,
estetiğin, duyumsallık büi- mini, sanat bilimine ve duyumsallık düzenini, sanat
düzenine dönüştüren adım atılmıştır.
Bir temel terimin etimolojik kaderi,
nadiren ras- lantı biçimde gelişir. Nefse düşkünlük’ten [sensua- lity],
duyumsallık’a [sensuousness] (duyusal [sen- sitıve] idrake) ve oradan da sanata
(estetiğe) yönelen kavramsal gelişimin arkasındaki gerçek nedir? Duyumsallık,
yani dolayımlaşma kavramı, duyuları, idrakin kaynakları ve organları olarak
gösterir. Oysa duyular büyük ölçüde, hatta temelde idrak organları değildir.
Duyuların idrak fonksiyonu, istek fonksiyonu (nefse düşkünlük [sensuality]) ile
karıştırılır ; bunlar erotogeniktir ve haz ilkesi ile yönetilirler. Bu idrak ve
istek fonk-
(64)
Baumgarten,
«Aesthetik», Sf. 42.
(65)
Aynı
yapıt, Sf. 57.
(66)
Baumgarten,
«Aesthetica» Cilt I, Sf. 14.
siyonlarının karışımından, duyu -
idrakini, aklın, mantığın kavramsal faaliyetine bağlanmaksızm ve bu faaliyetle
biçimlendirilmeksizin gerçeklik ilkesine uygun duruma getirmeyen, karışık,
pasif, bağımlı nitelik ortaya çıkar. Felsefe, kurallarını ve değerlerini
kabul etmiş olduğu için, duyumsallığm, mantık egemenliğine bağlanmama isteği,
felsefede bir yer tutamamış; büyük ölçüde değiştirildikten sonra, sanat
teorisine sığınabilmiştir. Sanatın gerçeği, duyum- sallığı, mantıkla
uzlaştırarak özgürlüğe kavuşturmaktır: Bu, klâsik idealist estetiğin, ana
görüşüdür. Sanatta,
«...düşünce, gerçekleştirilir ve madde, dışardan,
düşünce tarafından belirlenmez; doğal, duyumsal ve algısal olan nesneler,
ölçülerine, amaçlarına ve uyuşumlarına kendi kendilerine sahip oldukları ölçüde,
madde de özgür olur. Algı ve duygu, ruhun evrenselliğine yüceltildiği zaman,
düşünce, doğaya karşı düşmanlığını sadece göstermekle kalmaz, kendini doğa ile
eğlendirir. Duygu, eğlence ve haz, doğa ile özgürlüğün, duyumsallık ile
mantığın, kendi birliklerinde haklarını ve doygunluklarını
bulabilecekleri biçimde onaylanır ve haklı görülür.» (67)
(67)
«(Im
Kunstschönen İst) der Gedanke verkörpert, und die Materie von ihm nicht
ausserlich bestimmt, sondem existiert selber frei, indem das Natürliche,
Sinnliche, Gemüth u.s.f. in sich selbst Maass, Zvveck und Uebereinstimmung hat,
und die Anschauung und Empfindung ebenso in geistige Allegemeinheit erhoben
İst, als der Gedanke seiner Feindschaft gegen die Natur nicht nur entsagt,
sondem sich in ihr erheitert und Empfindung, Lust und Genuss berechtigt und
geehiligt İst, so dass Natur und Freiheit, Sinnlichkeit und Begriff in Einem
ihr Recht und Befriedigung finden. «Hegel,» «Vorlesungen iiber die Aesthetik»
Cilt I, Giriş (Samtliche Werke) X, Sf. 95. Bakınız «The Philosophy of Fine
Art», I, Sf. 83.
Sanat, egemen mantık ilkesinin karşısına
çıkar: Sanat, duyumsallığın düzenini simgelemekle, tabu- laştırılmış bir
mantığı, yani baskı mantığının karşısındaki, doygunluk mantığını canlandırır.
Yüceltilmiş estetik kalıbın arkasından, yüceltilmemiş içerik ortaya çıkar: Bu
içerik, sanatın, haz ilkesine bağımlılığıdır. (68) Sanatın erotik kökenlerinin
araştırılması, psikanalizde büyük rol oynar; ancak, bu kökenler, sanattan çok
sanatçının işi ve görevidir. Estetik kalıp, duyumsal kalıptır, yani duyumsallık düzeni tarafından yaratılmıştır. Eğer, duyu - idrakinin «mükemmelliği»,
güzellik olarak tanımlanırsa, bu tanımlama yine de, içgüdüsel doygunlukla bir
içsel bağıntı anlamını taşır ve estetik haz, yine haz sayılır. Ancak, nefsî
[sensual] asıl, «bastırılır» ve doygunluk, nesnenin salt formu içinde
kalır. Duyuların kavramsal olmayan gerçeği, estetik değer olarak onaylanır ve
gerçeklik ilkesinden kurtuluş, yaratıcı imgelemin «özgür faaliyeti»ne
bahşedilen bir hak olarak ortaya- çıkar. Bu durumda, oldukça değişik ölçüler
içinde bir gerçek tanınmış olur. Ancak, bu öteki, «özgür» gerçek, sanata
bağlandığı ve deneyi, estetik davranışa özgü sayıldığı için, bağlayıcı
değildir ve insan yaşamını, olağan yaşam düzeni içinde bağlamaz, yani «gerçek
dışıdır».
Schiller’in, estetik fonksiyonun
yücelişini bozma çabası, Kant’ın görüşünden hareket eder: Estetik fonksiyon,
ancak imgelemin, aklın merkez yetisi olması ve ancak güzelliğin, «insanlık
için gerekli bir koşul» olması dolayısile, (69) uygarlığı yeniden bi-
(68)
Bakınız,
Otto Rank, «The Play - impulse and Aesthetic Pleasure» (Art and Artist).
(69)
Schiller,
«The Aesthetic Letters» Sf. 46.
çimlendirmekte
belirgin rol oynayabilir. Schiller’in yazdığı devirde, böylesi bir yeniden
biçim verme gerekliliği açıkça görülüyordu: Herder ve Sebiller, He- gel ve
Novalis, hemen hemen birbirlerinin eşi terimler içinde, yabancılaşma kavramını
geliştirmişlerdir. Edim ilkesinin yönetimi altında, endüstriyel toplum ortaya
çıkmaya başladığı zaman, ilkenin yapısındaki olumsuzluk, felsefe çözümlerine
sızmıştır:
«...eğlence, emekten, araç amaçtan, çaba
mü- kâfatlandırılmaktan koparılmıştır. Bütünün sadece bir tek küçük bölümü
içinde sınırlanmış olan insan, kendini sadece bir parça durumuna getirir;
yalnızca, kendi çevirdiği çarkın tekdüze uğultusunu duymaktan, kendi varlığının
armonisini hiçbir zaman geliş- tiremez ve kendi yapısındaki insanlığa biçim
vereceği yerde, sadece mesleğinin, biliminin bir kopyası durumuna gelir.»
(70)
«Modern insanda bu yarayı açan»,
uygarlığın kendisi olduğuna göre, bu yarayı iyileştirebilecek olan, ancak yeni
bir uygarlık kalıbı olabilir. Yarayı açan, insan yaşamının iki uç boyutu
arasındaki karşıt ilişki olmuştur. Schiller, bu karşıtlığı, duyumsallık ve
mantık, madde ve form (ruh), doğa ve özgürlük, tek ve bütün (evrensel) gibi
bir dize ikili kavramla açıklar. Boyutlardan her biri, bir temel iti tarafından,
yani «duyumsal - iti» ve «form - itişi» tarafından yönetilir. (71) Birinci
iti, özü itibarile algıcı, edilgen; İkincisi ise, etken, yönetici ve
mütehakkim- dir. Kültür, bu iki itinin birleşmesinden ve karşılıklı etküerinden
doğar. Ancak, yerleşik uygarlık, düzeninde bu itilerin ilişkisi karşıtlık
olarak gelişmiştir. Uygarlık duyumsallığı ussallaştırıp, man-
(70)
Aynı
yapıt, Sf. 22 (Çeviride bazı değiişklikler yapılmıştır.) (71) Aynı yapıt, Sf.
53.
tığı duyumsallaştırarak, bu iki itiyi
birbiriy- le bağdaştıracağı yerde, duyumsallığı mantığa öylesine bağımlı
kılmıştır ki, duyumsallık, kendini yeniden kanıtlamak istediği takdirde, bunu
ancak yıkıcı ve «uygarlıktan uzak» kalıplar içinde başarabilir; mantığın
istibdatı ise, duyum- sallığı güçsüzleştirir ve barbarlaştırır, insan potansiyelleri
kendilerini serbestçe gerçekleştirebileceklerse, bu çatışmanın çözülmesi
gerekir, insan yaşamına, temelden etki yapacak süreli güce, sadece itiler sahip
olduğu için, iki iti arasındaki böylesi bir uzlaşmayı, ancak üçüncü bir iti
sağlayabilir. Schüler, bu dolayım itişini, oyun
itişi, hedefini, güzellik
ve amacını, özgürlük olarak tanımlar. Şimdi Schiller’in görüşündeki tüm
kapsamı geleneksel yorumun bu fikri sınırladığı kerim estetik kalıptan
kurtarmaya çalışacağız.
Yapılacak iş «siyasal» bir sorunun
çözülmesi, yani insanın, gayrî İnsanî yaşam koşullarından kurtarılmasıdır.
Schiller, siyasal sorunu çözmek için, «kişinin estetik kanalından geçmesi
gerektiğini, çünkü özgürlüğe estetikteki güzelliğin yol açtığını» belirtir.
Oyun itişi, bu kurtuluşun aracıdır. Bu iti, birşey «ile» oynama amacını gütmez;
yokluk ve dış zorunlulukların ötesinde, yaşamın kendi oyunu yani, korkusuz ve
endişesiz bir yaşamın ve böylelikle özgürlüğün belirtisidir. insan, sadece
baskıdan, yani iç ve dış, maddî ve manevî baskıdan özgür olduğu, kanunlar ya da
ihtiyaçlarla kısıtlanmadığı zaman özgürdür. (72) Ancak, bu kısıtlamalar,
gerçeğin ta kendisidir. Böylelikle, özgürlük, dar anlamda,
yerleşik gerçekten özgürlük demek olur; insan, ancak «gerçek ciddiyetini
yitirdiği» ve ihtiyaç «hafiflediği» (leicht) za-
(72)
Aynı
yapıt, Sf. 70-71, 96.
man özgür olur. (73) «En büyük
budalalıkla, en büyük akıl, sadece gerçeği aramaları bakımından, birbirlerine
yakındırlar.» Ancak, gerçek için duyulan böylesi bir ihtiyaçla, gerçeğe böylesi
bir bağlanış, «sadece yokluğun sonucudur». Bunun tersine olarak, «gerçeğe
kayıtsız kalmak» ve «görüntüye gösterişe» (Gösterişe - Schein) ilgi duymak,
yokluktan kurtulmanın ve «insanlığın gerçekten gelişiminin» sonucudur. (74)
Gerçekten insancıl bir uygarlıkta, insan yaşamı, çalışmak yerine eğlenmek
olacak ve insan, ihtiyaç yerine gösteriş içinde yaşayacaktır.
Bu fikirler, en ileri düşünce
açılarıdır. Burada söz konusu edilen gerçekten kurtuluş, aşamacı, «içsel» ya
da sadece (Schiller’in açıkça belirttiği gibi (75) entellektüel özgürlük değü;
gerçek içindeki özgürlüktür. «Ciddiyetini yitiren» gerçek, yokluk ve
ihtiyacın, insancıl olmayan gerçeğidir ve bu gerçek, yokluk ve ihtiyaçlar,
yabancılaşmamış çalışma ile karşılanabildiği zaman, ciddiyetini yitirir. O zaman,
insan, yetileri ve potansiyellerde «oynamakta» özgür olur ve ancak, onlarla
«oynayarak» özgür duruma gelebilir. Dünyası, gösteriş (Schein) dünyası ve
düzeni, güzelliğin düzeni olur. Oyun özgürlüğün gerçekleşmesi demek olduğu
için, maddî ve manevî gerçeğin kısıtlanmasından daha fazla birşeydir:
«...insan, uygun olanla, iyi olanla, mükemmel olanla sadece «ciddi olabilir», ama güzelle, oynar. (76) Oyun alanı, baskıcı bir dünyanın süsü,
lüksü ve tatili durumunda ise, o zaman, bu formüller, so-
(73)
Aynı
yapıt, Sf. 71.
(74)
Aynı
yapıt. Sf. 130-131.
(75)
Aynı
yapıt, Sf. 93, 140, 142.
(76)
Aynı
yapıt, Sf. 72.
rumsuz bir «estetisizm» durumuna gelir.
Ama burada, estetik fonksiyon, tüm insan yaşamını yöneten ilke olarak
alınmıştır ve ancak, «evrensel» olduğu takdirde bu yönetimi başarabilir.
Estetik kültür, «algı ve duygu kalıplarında temelden bir devrimi» (77)
gerektirir. Böylesi bir devrim ise, ancak uygarlığın, en yüksek fiziksel ve
entellektüel yetkinliğe ulaşmasıyla olanak kazanır. Ancak «ihtiyaç baskısı»
yerini «bolluk baskısı»na bıraktığı zaman, insan yaşamı, «kendi içinde hem
araç, hem amaç olan özgür devinime girmek» zorunluluğunu duyacaktır. (78)
Yokluğun zorunlu kıldığı acı verici amaçlar ve işlerin baskısından kurtulmuş
olan insan, «olması gerektiği gibi olmak özgürlüğüne» sahip olacaktır. (79)
Ancak, «olması gerektiği gibi olan», özgürlüğün • kendisi, yani oyun özgürlüğü
olacaktır. Bu özgürlükten yararlanan ansal yeti, imgelemdir. (80) İmgelem,
bütün varlığın potansiyellerini belirtir ve tasarlar. Kısıtlayıcı maddenin tutsağı
olmaktan kurtulan bu potansiyeller, «salt formlar» olarak ortaya çıkarlar. Bu
durumda kendilerine özgü bir düzen kurarlar: «Güzelliğin kuralları uyarınca»
(81) varolurlar.
Oyun itişi, bir kez uygarlık ilkesi
olarak üstünlük kurduktan sonra, gerçeği, tam anlamıyla değiştirecektir. O
zaman, doğa, yani nesnel dünya, ne (ilkel toplumda olduğu gibi) insana egemen
olarak, ne de (yerleşik uygarlıkta olduğu gibi) insanın ege-
(77)
Aynı yapıt, Sf. 138 (Çeviri değiştirilmiştir).
(78)
Aynı yapıt, Sf. 140 (Çeviri değiştirilmiştir).
(79)
Aynı yapıt, Sf. 100.
(80)
Aynı yapıt, Sf. 133.
(81)
Aynı yapıt, Sf. 111.
menııgıncıe oıaraK aegu, oır «ımgeıem»
nesnesi olarak denenecektir. Temel ve kurucu deneydeki bu değişimle, deney
nesnesinin kendisi değişecek; bozucu tahakküm ve işletilmeden kurtulmuş ve
bunun yerine, oyun itişiyle biçimlendirilmiş olan doğa da, kendi gaddarlığından
kurtulacak ve nesnelerinin «içşel yaşamını» belirten amaçsız kalıplarının zenginliği
göstermekte özgür olacaktır. (83) Ve bunun karşılığında, öznel dünyada da bir
değişim meydana gelecektir. Burada da, estetik deney, insanı çalışma aracı
durumuna getiren bozucu ve istismarcı üretimciliği engelleyecektir. Ancak,
insan acılı bir edilgenlik durumuna dönmeyecektir. Yaşamı, yine etkenliğini
sürdürecek, .ancak, «sahip olduğu
ve ürettiği şeyler, artık köleliğin
izlerini, ürkütücü belirtisini taşımak zorunluluğunda olmayacaktır» (84);
yokluk ve endişenin ötesinde, insan faaliyeti gösteri,
yani potansiyellerinin
özgür belirtisi durumuna gelecektir.
Schiller’in kavramındaki yıkıcı nitelik,
bu noktada ortaya çıkar. Sebiller, uygarlığın hastalığını, insanın iki temel
itişi (duyumsal iti ile form itişi) arasındaki çatışkı olarak, daha doğrusu bu
çatışkının bozucu «çözümü» olarak, yani, mantığın duyumsallık üzerinde
baskıcı bir istibdat kurması olarak teşhis etmiştir. Buna bağlı olarak, karşıt
itilerin uzlaştırılması, bu istibdatm kaldırılmasını, yani, du- yumsallığın
haklarının geri verilmesini gerektirecektir. Özgürlüğün, mantık yerine,
duyumsallığın kurtuluşunda ve «yüce» yetilerin, «aşağılık» yetiler
yapıt, Sf. 115, 123.
yapıt, Sf. 114.
yapıt, Sf. 142-143 {Çeviri değiştirilmiştir). lehine sınırlanmasında aranması gerekecektir. Bir başka deyişle,
kültürün kurtarılması, uygarlığın, duyumsallık üzerine koymuş olduğu baskıcı
deneti- imin kaldırılmasını zorunlu kılacaktır. Ve gerçekten de, «Aesthetik
Education» [Estetik Eğitim] görüşünün altındaki temel fikir budur. Bu görüşün
amacı, ahlâkı duyumsal bir temel üzerine oturtmaktır. (85) Mantık kuralları,
duyuların isteği ile bağdaştırılma- lıdır. (86) Üstün durumdaki form - itişi
kısıtlanma- lıdır: Duyumsallık, muzafferane olarak egemenliğini sürdürmeli ve
ruhun (Geist) gizli faaliyeti ile kendine yönelteceği şiddete karşı
direnmelidir. (87) Hiç kuşkusuz, eğer özgürlük, uygarlığın yönetici ilkesi
olacaksa, sadece mantık değil, aynı zamanda «duyumsal iti» de kısıtlayıcı bir
değişim geçirmek zorundadır. Duyumsal enerjinin fazladan boşalımı, özgürlüğün
evrensel düzeni ile uyuşmalıdır.
Ancak, duyumsal itiye kabul ettirilecek herhangi bir düzen, «özgürlüğün
faaliyeti» (88) olmalıdır. Özgür bireyin kendisi, bireysel ve evrensel
doygunluk arasında bir uyuşum yaratmalıdır. Gerçekten özgür bir uygarlıkta,
yasaların tümü, bireylerin kendi kendilerine meydana getirdikleri yasalardır:
«Özgürlüğü özgürlükle vermek, estetik devletin evrensel yasasıdır.» (89)
«Gerçekten özgür bir uygarlıkta, bütünün isteği, ancak, bireyin kanalıyla
doygunluğa ulaşabilir.» (90) Düzen, ancak bireylerin özgür doygunluğu üzerine
kurulduğu ve bu doygunlukla sürdürüldüğü takdirde özgürlük olur.
(85)
Aynı yapıt, Sf. 10.
(86)
Aynı yapıt, Sf. 67.
(87)
Aynı yapıt, Sf. 63.
(88)
Aynı yapıt, Sf. 63.
(89)
Aynı yapıt, Sf. 145.
(90)
Aynı yapıt, Sf. 145.
Sürekli doygunluğun öldürücü düşmanı,
zamandır; içsel bitimlilik [fânilik] ve tüm durumların sınırlılığıdır. Bu
yüzden, tüm insanlığın kurtuluşu fikri, zorunlu olarak, zamana karşı savaşmayı
da kapsar. Gördüğümüz gibi, Orpheus ve Narcissus imgeler:, geçip gidişe ölüme
karşı bir ayaklanmayı, zamanın akışını engelleme yolundaki umutsuz bir çabayı,
yani haz ilkesinin tutucu niteliğini simgelemiş- lerdir. Eğer «estetik durum»,
gerçekten bir özgürlük durumu olacaksa, zamanın yıkıcı sürecini kesinlikle
altetmesi gerekir. Sadece bu, baskıcı olmayan bir uygarlığın belirtisidir.
Böylelikle, Schiller, kurtarıcı oyun itişine «zamanı zaman içinde yoketme»,
varlıkla varoluşu uzlaştırma, değişimle özdeşliği bağdaştırma görevini
yüklemiştir. (91) insanlığın daha yüce bir kültür düzeyine ulaşması, bu görevde
toplanır.
Schiller’in yapıtındaki idealist ve
estetik yücelmeler, bu yapıtın radikal içeriğinin etkisini azaltmazlar. Jung,
bu radikal anlamın farkına varmış ve ürkmüştür. Jung, oyun itişi yönetiminin,
«bugüne- dek en yüce tutulmuş değerlerin aşağılanmasına» yol açacak biçimde
«baskının kaldırılmasına», «bir kültür buhranına», tek kelimeyle «barbarlığa»
se- beb olacağı konusunda uyarma yapmıştır. (92) Schiller’in kendisi, baskıcı
kültürü, bu tür kültürle özdeş kılma konusunda, Jung’dan daha çekimser
davranmıştır; görünüşe göre, Schiller, eğer daha yüce bir kültüre yol açacaksa,
baskıcı kültürün bir buhrana girme ve değerlerinin aşağılanması tehlikesini
göze almıştır. Schiller, oyun itişinin, ilk belirtilerinin «kolayca
farkedilmeyeceğini», çünkü duyum-
(91)
Aynı
yapıt, Sf. 65.
1 92) Jung, «Psychological Types» Sf. 135.
sal itinin «vahşi isteğiyle» sürekli
olarak araya gireceğini anlamıştır. (93) Ancak, Schiller, bu tür «barbar»
patlamaların, yeni kültürün gelişimiyle geride bırakılacağını ve eski kültürden
yenisine sadece bir tek «sıçramanın» yeterli olacağını düşünmüştür. Bu
«sıçramanın» toplumsal yapıda yaratacağı, buhranlı değişimlerle
ilgilenmemiştir: Bu değişimler, idealist felsefenin sınırları dışındadır. Ancak,
Schiller’in estetik kavramında, değişimin, baskıcı olmayan bir düzene yönelişi
açıkça belirtilmiştir;
Bu kavramın, temel öğelerini bir araya
toplarsak, şunları görürüz:
(a) Çalışmanın (emeğin), oyuna ve
baskıcı üretimciliğin, «gösteriye» dönüşmesi. Yani, uygarlığın belirleyici
etmeni olarak, yokluğun (kıtlığın) altedilmesinden sonra gelmesi gereken bir
değişim. (94)
(93)
Schiller,
«The Aesthetic Letters» Sf. 142.
(94)
Son
zamanlarda, insan özgürlüğünü, biyolojik temel üzerinde, oyun terimlerile
tanımlama yolunda bir atak, Gustav Bally tarafından, «Vom Ursprung und den
Grenzen der Freiheit» adlı yapıtta ve özellikle 29., 71. ve 74 - 75. sayfalarda
gerçekleştirilmiştir. Bally, özgürlük boyutunu, içgüdüsel determinasyondan
kurtulmada görür, insan, hayvanlarda olduğu gibi, mutlaka içgüdüleri
tarafından yönetilmez. însanm, «içgüdüsel hedeflerden uzak kaldığı» bir entspanntes Feld-bir Spielraum vardır. İnsan, bunlarla ve böylece dünyası ile
oynar. Bu, içgüdüsel hedeften sürekli uzak kalma tutumu, insan kültürünü
olanaklı kılar.
Bally’nin görüşü, Schiller’inkine yakındır. Ancak,
Bally’nin kavramı gerileyici, Schiller’inki ise ilerleyicidir. Schiller’in oyunlu
özgürlüğü, içgüdüsel erkinliğin sonucudur; Bally’ninki ise.
(b)
îki temel ve karşıt itinin uzlaştırılabilme- si için,
duyumsallığm (duyumsal itinin) kendi kendini yüceltişi - artışı ve mantığın
(form - itişinin) aşağılanması.
(c)
Zaman, sürekli doygunluğu yokedici olduğu için, zamanın
altedilişi.
Bu öğeler, haz ilkesi ile gerçeklik
ilkesi arasındaki bir uzlaşmanın öğeleriyle tamamen özdeştir. Burada, oyunda
ve gösteride, imgeleme (hayale - fan taziye) yüklenen kurucu rolü anımsayalım:
İmgelem, baskıcı gerçeklik ilkesinin dışında özgürlüğünü sürdürmüş olan ansal
süreçlerin hedeflerini korur ve sürdürür; bu hedefler, estetik fonksiyonları
içinde, yetkin uygarlığın bilinçli ussallığı biçiminde birleştirilebilirler.
Oyun itişi, iki karşıt ansal süreç ve ilkenin asgarî müştereki olarak kalır.
Estetik felsefeyi, Orpheus ve Narcissus
imgelerine bağlayan, bir başka etmen daha vardır: Bu etmen, öznel ve nesnel
dünyanın, insan ve doğanın uyuşum içinde bir araya geldiği baskıcı olmayan bir
düzen görüşüdür. Orpheus simgeleri, ölümü yenmek için yaşayan ve doğayı
erkinliğe kavuşturarak, kısıtlanmış ve kısıtlayıcı maddenin, canlı ve cansız
nesnelerin güzel ve oyuncul kalıplarını serbest bırakmasını sağlayan, türküler
yakan bir tanrı üzerine kurulmuştur. Artık, «henüz elde edilmemiş bir-
«içgüdülere karşı göreli bir erkinliktir», (Sf. 94)
içgüdüsel ihtiyaçlara karşı koyma özgürlüğüdür. Bu durumda, yeni özgürlük
yorumunun, istekleri yadsıma, reddetme, kişinin nefsini tutma «cesareti», kendi
kendini baskıya sokma gücü (Sf. 79) demek olan eski özgürlük biçiminde ortaya
çıkmasına şaşmamak gerekir. Ve, mutlak ve gerçek özgürlük, «endişeden ve
ölümden kurtuluş», yapay ve «kuşkulu» bir erkinlik olarak ısrarla reddedilir.
(Sf. 100).
şey» (95) peşinde koşmayan ve bunları
istemeyen simgeler, korku ve kısıtlamalardan kurtulmuşlardır ve böylece per se özgürdürler.
Narcissus’un kendini düşünmesi ve seyretmesi, erotizm içinde güzelliğe kendini
teslim edişinde ve kendi yaşamını kopmaz biçimde doğayla birleştirişinde, bütün
öteki eylemleri reddeder. Buna benzer olarak, estetik felsefe de, baskıcı
olmayan düzeni, insanın içindeki ve dışındaki doğanın, özgürce «yasalara»,
yani gösteri ve güzellik yasalarına uyabileceği biçimde kabul eder.
Baskıcı olmayan düzen, özü itibarile,
bir bolluk düzenidir: Gerekli kısıtlamaları, ihtiyaçlar yerine
«fazlalıklar» sağlar. Uygarlıkla, ancak bolluk düzeni uyuşabilir, idealist ve
materyalist kültür eleştirileri, bu noktada birleşirler. Her iki eleştiri de,
baskıcı olmayan bir düzenin, ancak, bütün temel ihtiyaçların, asgarî zaman
içinde, asgarî maddî ve manevi enerji harcanmasıyla karşılanabileceği, uygarlığın
en yüce yetkinlik evresinde olanak kazanacağı konusunda fikir birliğine
varırlar. Bu eleştiriler, edim ilkesinin yönetimine bağlı özgürlük görüşünü
reddederek, özgürlüğü, evren ölçüsünde doyurulmuş yaşam - ihtiyaçları temeli
üzerinde kurulacak yeni bir yaşam kalıbına özgü kılarlar. Özgürlük alanı, ihtiyaç
alanının ötesinde olarak düşünülür: Özgürlük, «yaşam
savaşının» içinde değil, dışındadır. Yaşamın gerekliliklerine sahip olmak ve
bunları sağlamak, özgür bir toplumun, içeriği değil, ön koşuludur. İhtiyaç
dünyası, çalışma (emek) dünyası bir özgürsüzlük dünyasıdır; çünkü, bu dünyada,
insan yaşamı, insan yetilerile isteklerinin erkinliğine yer vermeyen ve insanın
kendisine ait olmayan hedefler ve görevlerle belirlenir. Bu dünyadaki elverişli
ko-
(95)
«...um
ein endlich noch Erreichtes» (Rijke)
şullar, bu yüzden, özgürlük ölçüleri
içinde değil, ussallık ölçüleri içinde, yani üretim ve dağıtımın, toplumun
bütün üyelerinin ihtiyaçlarını en kısa zamanda karşılayabilecek biçimde
düzenlenmesile tanımlanmalıdır. Zorunlu çalışma, özü itibarile gayrî İnsanî,
mekanik ve tekdüze eylemler sistemidir; böylesi bir sistemde, bireycilik,
kendi içinde bir amaç ve değer olamaz. Toplumsal çalışma sisteminin, bireyciliğin,
kaçınılmaz biçimde baskıcı çalışma dünyasının dışında gelişebilmesi için zaman
ve mekân tasarruf etme amacıyla düzenlenmesi akla yakındır. Oyun ve gösteri,
uygarlık ilkeleri olarak, çalışmanın değişimini değil, insan ve doğanın
özgürce gelişen potansiyellerine tamamen bağlanmasını gerektirir. Bu durumda,
oyun ve gösteri fikirleri, üretimcilik ve edim değerlerinden ne denli uzak
olduklarını açıkça ortaya koyarlar: Oyun, üretici
ve yararlı değildir; çünkü,
çalışmanın ve boş zamanların baskıcı ve istismarcı niteliklerini ortadan
kaldırır; gerçekle «sadece oynar». Ancak, çalışmanın ve boş zamanın, arınmış
niteliklerini, «yüce değerlerini» de yok eder. Mantığın aşağılaştırılması, özgür
bir kültürün ortaya çıkması için, en azından, duyumsallığın kendi kendini
yüceltmesi kadar gereklidir. Yerleşik tahakküm sisteminde, mantığın baskıcı
yapısı ve duyu - yetilerinin baskıcı düzeni birbirlerini tamamlar ve
desteklerler. Freud’un deyimiyle; uygar ahlâk,
bastırılmış içgüdülerin ahlâkıdır; bastırılmış içgüdülerin kurtuluşu, uygar ahlâkın
«alçaltılmasmı» gerektirir. Ancak, yüce değerlerin bu alçaltılışı, onları,
koparılmış oldukları, insan yaşamının organik yapısına yeniden ulaştırabilir ve
bu yeniden birleşme, yapının kendisini değiştirebilir. Eğer, yüce değerler,
aşağılık yetilerden ve bu yetilere karşı olan ayrılıklarını ve uzaklıklarını
yitirirlerse, aşağılık yetiler, serbestçe, kültürden algılanabilirler.
— X —
CİNSİYETİN eros a dönüşümü
Mitoloji ve felsefedeki bir uç eğilimden
çıkardığımız, baskıcı olmayan kültür görüşü, içgüdülerle mantık arasında yeni
bir ilişkiye yönelir. İçgüdüsel özgürlükle düzenin uzlaştırılması, uygar ahlâkı
altüst eder: Baskıcı mantığın istihdafından kurtulan içgüdüler, özgür ve
sürekli yaşamsal ilişkilere yönelir; bir yeni gerçeklik ilkesi yaratırlar.
Schiller’in «estetik durum» fikrinde, yetkin uygarlık düzeyinde baskıcı
olmayan bir kültürün gerçekleşmesi öngörülür. Bu düzeyde, içgüdülerin düzeni,
Freud’un psikolojisinde olduğu gibi, bir toplumsal (Schiller’in
terminolojisiyle, siyasal) sorun durumuna gelir. Egoyu ve superegoyu yaratan
süreçler, aynı zamanda, toplumsal kurumlar ve ilişkileride meydana getirip
sürdürürler. Yücelme, özdeşlik ve içe dönme gibi psikanalitik kavramların,
sadece psişik değil, aynı zamanda toplumsal bir anlamı da vardır: Bunlar,
bireyin karşısına nesnel varlıklar olarak çıkan bir kurumlar, yasalar, etmenler
ve nesneler sisteminde son bulurlar. Bu karşıtlıklar içindeki sistemde, ego ile
superego arasındaki, ego ile îd arasındaki ansal çatışkı, aynı zamanda,
bireyle toplum arasındaki çatışkıdır. Bireyle toplum arasındaki karşıtlık,
bütünün ussallığını kapsar ve bireyin baskıcı güçlere karşı mücadelesi, nesnel
mantığa karşı bir mücadele durumuna gelir. Bu yüzden, içgüdüsel erkinliğe yol
açacak, baskıcı olmayan bir gerçeklik ilkesinin ortaya çıkışı, uygar ussallığın
ulaşılmış düzeyinin ötesine gerileyecektir. Bu gerileme, toplumsal olduğu
kadar psişik olacak; gerçeklik egosunun gelişiminde geride bırakılmış olan
libidonun ilkel evrelerini yeniden harekete getirecek ve gerçeklik egosunun
varolduğu tolpumun kuramlarını ortadan kaldıracaktır. Bu kurumlar çerçevesi
içinde, içgüdüsel erkinlik, yeniden barbarlığa dönüş anlamını taşır. Ancak,
uygarlığın doruk noktasında oluşan ve yaşam savaşının yenilgisi olarak değil,
yengisi olarak ortaya çıkan ve özgür bir toplumca desteklenen böylesi bir
erkinlik, çok değişik sonuçlara ulaşabilir. Bu durumda, yine uygarlık
sürecinin altüst edilmesi, yine kültürün yıkılması demek olacak, ama bu
yıkılış, kültürün, işini tamamlamasından ve özgür olabilecek bir dünya ile
insanlık yaratmasından sonra meydana gelecektir. Bu, yine bir gerileme olacak,
ancak, yetkin bilinç ışığında ve yeni bir ussallığın önderliğinde oluşan bir
gerileyiş durumuna gelecektir. Bu koşullar altında, baskıcı olmayan bir uygarlık
olanağı, gelişimin önlenmesine değil, erkinliğine bağlıdır. O zaman, insan
kendi yaşamını, tamamen gelişmiş bilgisi uyarınca düzenleyebilecek; nenin iyi,
nenin kötü olduğunu yeniden araştırabilecektir. Eğer, uygarlık içindeki insanın
insana tahakkümüyle birikmiş olan suçun kefareti ödenecekse, o zaman, «ilk
günah» yeniden işlenmelidir: «Yeniden masum olabilmek için, yeniden bilgi
ağacının mey- valarını yememiz gerekir.» (96)
(96)
«Wir
müssen wieder vom Baum der Erkenntnis essen, um önce, içgüdülerin
en «düzensizi», yani cinsiyet üzerinde sınanmalıdır. Ancak, cinsiyet
içgüdülerinin, kendi dinamikleri kanalıyla ve değişmiş yaşam ve toplum
koşulları altında, yetkin bireyler arasında sürekli erotik ilişkiler
kurabilmeleri halinde, baskıcı olmayan bir düzen olanak kazanabilir. Bütün
artık - baskının ortadan kaldırılışından sonra, cinsiyet içgüdülerinin, sadece
gelişimle uyuşabilen değil, aynı zamanda gelişimi, uygar özgürlüğün daha yüce
düzeylerine ulaştırabilecek bir «nefsi ussallık» kurup kuramayacaklarını kendi
kendimize sormamız gerekir. Şimdi, bu olasılığı, Freud’un kendi terimlerile
inceleyeceğiz.
Freud’un, cinsel içgüdüler üzerindeki toplumsal
baskı ve denetimin gerçekten azaltılması halinde, bu durumun, en elverişli
koşullar altında dahi, cinsel düzeni, uygarlık öncesi devrelere doğru
döndüreceği konusundaki görüşünü tekrarlamış bulunuyoruz. Böylesi bir gerileme,
edim ilkesinin temel kalelerini yıkacak; cinsiyetin tekeşli üreme iiçnde
kanalize edilişini ve sapıklıklar üzerindeki tabuları altüst edecektir. Edim
ilkesinin yönetimi altında, birey bedeninin nefsi uyarılması ve başkalarıyla
nefsi ilişkiler kurulması, normal olarak boş zamanlara özgü kılınmış ve
üreyici cinsel ilişkinin hazırlığı ve yürütülmesine yöneltilmiştir. Nefsi
ilişkiler, ancak ayrık [istisnaî] durumlarda ve büyük ölçüde yüceltilerek,
çalışma alanına sokulabilirler. Doyurucu olmayan çalışma için daha büyük ölçüde
enerji ve zaman sağlamak ihtiyacından meydana gelen bu kısıtlamalar, organiz- in den
Stand deı- Unschuld zurückzufallen.» Heinrich von Kleist, «Ueber das
Marionettentheater» son cümle.
muna getirebilmek için, bedenin
cinsiyetten uzak tutulmasını sağlarlar. Bunun tersine olarak, çalışma saatleri
ve çalışmada harcanan enerji, asgarîye indirildiği takdirde, serbest zamanı
yönetecek bir karşılık bulunmazsa, bu kısıtlamalar temelinden sarsılır.
Libido, başı boş kalır ve gerçeklik ilkesinin kendini kısıtladığı kurumsal
sınırların ötesine aşar.
Freud, uygarlığın dayanağı olan, kişiler
arası sürekli ilişkinin, cinsel içgüdünün amacından alakon- masını
gerektireceğini defalarca yinelemiştir. (97) Aşk ve aşkın gerektirdiği sürekli
ve güvenli ilişkiler, cinsiyetin «sevgi - şefkat» ile birleşmesi temeline dayanırlar.
Bu birleşme ise, içgüdülerin meşru belirtisinin yüceltildiği ve buna eşlik
eden diğer bölümlerin gelişiminin engellendiği, çok uzun ve gaddar bir
uygarlaşma sürecinin tarihsel sonucudur. (98) Cinsiyetin bu kültürel arınışı,
aşka yüceltilişi, göreli toplumsal ilişkilerden [possessive societal relations]
ayrı ve kesinlikle bunlarla çatışan göreli özel ilişkiler [possessiye private
relations] kuran bir uygarlık içinde olmuştur. İnsanların yaşamı, ailenin mahremiyeti
dışında, üretimlerinin ve çalışmalarının değişim değeri ile belirlenirken,
evdeki ve yataktaki yaşamları, kutsal ve ahlâkî yasaların ruhu içine
girmiştir. İnsanlığın kendi içinde bir amaç olması ve hiçbir zaman sadece araç
olarak kalmaması düşünülmüştür. Ancak bu ideoloji, bireylerin toplumsal
fonksiyonları yerine, özel yaşamlarında, çalışma alanı yerine, nefsî doygunluk
alanında etkili olmuştur. Uygar ahlâk var gücüyle, bedenin sadece, bir haz
nesnesi, ara- (97) Collected Papers, IV, Sf. 203; Group Psychology and
the Analysis of the Ego, Sf. 72, 78.
(98)
Collected
aPpers, IV, Sf. 215.
nesneleşme [şeyleşme], tabulaştırılmış
ve fahişelere, soysuzlaşmışlara, sapıklara özgü itibar edilmeyecek bir
ayrıcalık olarak kalmıştır, insanın, doygunluğunda ve özellikle cinsel
doygunluğunda, yüce bir varlık olması, yüce değerlere bağlı kalması zorunlu
kılın-, mış; cisiyetin, aşkla itibar kazanması gerekmiştir. Baskıcı olmayan bir
gerçeklik ilkesinin ortaya çıkışı ve edim ilkesinin yarattığı artık - baskının
ortadan kalkışı ile, bu süreç altüst olacaktır. Toplumsal ilişkilerde,
nesneleşme [şeyleşme], iş bölümünün serbestçe gelişen bireysel ihtiyaçların
karşılanmasına yöneltilmesiyle azalacak; nefsî ilişkilerde ise, bedenin şey-
leşmesi üzerindeki tabu hafifleyecektir. Artık, «full- time» çalışma aracı
olarak kullanılmayan beden, yeniden cinsiyete dönecektir [resexualize].
Libidonun bu yayılmasıyla meydana gelecek gerileme, kendini ilk kez, bütün
erotogenik alanların yeniden faaliyete geçmesiyle gösterecek ve bundan sonra,
üreme öncesi çok biçimli cinsiyetin yeniden canlanması ve üreme üstünlüğünün
çöküşü ile ortaya çıkacaktır. Beden, tümüyle, bir uyarım nesnesi, zevk alınacak
bir şey, bir haz aracı durumuna gelecektir. Nefsî ilişkilerin değerinde ve
alanındaki böyle bir değişim, kişilera- rası özel ilişkilerin ve özellikle
tekeşli ve ataerkil ailenin düzenlendiği kuramların dağılmasına yol açacaktır.
Bu olasılıklar, içgüdüsel özgürlüğün,
ancak cinsel manyaklarla dolu bir topluma, yani, toplum- suzluğa yol açacağı
konusundaki fikirleri doğrulamaktır. Ancak, yukarda özetlediğimiz süreç, libidonun
sadece erkinliğini değil, üreme üstünlüğü altında kısıtlanmış cinsiyetten,
bütün kişiliğin erotize edilmesine yönelecek bir değişimi gerektirir. Bu, libi-
donun patlayışından çok, yayılışı, yani
baskıcı gerçeklik ilkesi tarafından birbirinden koparılmış özel ve toplumsal
ilişkiler arasında bir köprü olabilecek bir yayılıştır. Libidonun bu değişimi,
bireysel ihtiyaç ve yetilerin erkin faaliyetine izin veren toplumsal
değişimin bir sonucu olacaktır. Bu koşullar dola- yısile, değişmiş libidonun, edim
ilkesi kuramlarının ötesindeki özgür gelişimi, kısıtlanmış cinsiyetin,
bu kuramların egemenliği içindeki başı boşluğundan tamamen farklıdır.
İkinci süreç, bastırılmış cinsiyetin patlak vermesine yol açar; libido, bu
baskının izlerini taşımaya devam eder ve kendini, uygarlık tarihinde pek iyi
bilinen, çok çirkin biçimlerde, ortaya koyar: Örneğin, herşeyi göze alabilecek
yığınların, «sosyete seçkinlerinin», açlıktan ölmek üzere olan, yabancı
lejyonerlerin, hapishane ve toplama kampı gardiyanlarının sadistik ve
mazoşistik zevk âlemlerinde ortaya koyar. Cinsiyetin böylesine başı boşluğu,
dayanılmaz bir yoksunluk içinde, geçici bir soluk alma yaratır; içgüdüsel
kısıtlamanın kökenlerini zayıflatacağına, büsbütün güçlendirir. Bu yüzden de,
bu tür boşalımlar, baskıcı rejimlerde zaman zaman yararlı bir araç olarak
kullanılmışlardır. Bunun tersine olarak, değişmiş libidonun, değişmiş kurumlar
içindeki serbest gelişimi, bir yandan, önceden tabulaştırılmış alanları, zamanı
ve ilişkileri erotize ederken, öte yandan da, salt cinsiyet belirtilerini,
çalışma düzeni de dahil olmak üzere çok daha büyük bir düzen içinde
kaynaştırıp, asgariye indirecektir. Bu ortamda, cinsiyet, kendi yücelişine
yönelir: Libido, sadece uygarlık öncesi ve çocukluk dönemlerini yeniden canlandırmakla
kalmayacak, aynı zamanda bu dönemlerin sapık içeriğini de değiştirecektir.
Sapıklıklar terimi, özü itibarile apayrı
bir kaynaktan oluşan cinsel olguları kapsar. Uygarlıkla l
daşmayan içgüdüsel belirtiler üzerine
konan tabularla, baskıcı uygarlık ve özellikle tekeşli üreme egemenliği ile
bağdaşmayan içgüdüsel belirtiler üzerine konan tabular, aynıdır. Oysa,
içgüdünün tarihsel dinamiği içinde, örneğin, pislikten hoşlanma ile cinsel
sapıklığın birbirlerinden çok ayrı yerleri ve fonksiyonları vardır. (99) Buna
benzer bir ayrım, aynı sapıklık içinde mevcuttur: Sadizmin fonksiyonu, özgür
nefsî ilişkilerde ve SS Birliklerinin faaliyetlerinde aynı değildir. Bu
sapıklıkların, gayrî İnsanî, zorlayıcı, cebrî ve yıkıcı kalıpları, baskıcı
kültür içindeki insan yaşamının genel sapıklığı ile bağlantılı görünmektedir.
Ancak, sapıklıkların, bu kalıplardan ayrı, içgüdüsel bir özleri vardır ve bu
öz, kendini, yüksek uygarlıkla normal olarak bağdaşabilen kalıplarda ortaya
koyabilir. İçgüdünün bastırılmış bölümlerinin hepsi, bu sonuca
uğramamışlardır; çünkü bunlar, insanın ve insanlığın evrimini engellemişlerdir.
Edim ilkesinin gerektirdiği saflık, düzenlilik, temizlik ve üreme, hiçbir
yetkin uygarlığın doğal gereklilikleri değildir. Ve de, tarih öncesi ve
çocukluk evrelerinin istek ve davranışlarının yeniden canlanması, mutlak
gerileme değildir; bunun tam tersi, yani, her zaman için, daha iyi bir
geleceğin bastırılmış vaadi olan bir mutluluk olasılığı da mevcuttur. Freud, en
aşırı formüllerinden birinde, mutluluğu «tarih öncesi bir isteğin eninde
sonunda doyurulması» olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: «îşte, zenginliğin
bu denli az mutluluk sağlaması bu yüzdendir: Para, hiçbir zaman, çocukluk
isteği olmamıştır.» (100)
(99)
99)
II. Bölüme bakınız.
(100)
Emest
Jones, «The Life and Work of Sigmund Freud» Cilt I, Sf. 330.
Ancak, eğer insanların mutluluğu,
çocukluk isteklerinin doygunluğuna bağlı ise, Freud’a göre, uygarlık,
çocukluk isteklerinin en güçlüsünün, yani Oedi- pus isteğinin bastırılmasına
bağlıdır. Özgür bir uygarlıkta, mutluluğun gerçekleştirilmesi, yine bu baskıyı
gerektirir mi? Yoksa, libidonun değişimi, Oedipus durumunu da kapsar mı?
Varsayımımız içinde, bu tür spekülâsyonlar önemsizdir; Oedipus kompleksi,
nevrotik çatışkıların temel kaynağı ve örneği olmakla beraber, kesinlikle,
uygarlıktaki tatminsizliklerin temel nedeni ve bu tatminsizliklerin ortadan
kalkmasındaki temel engel değildir. Oedipus kompleksi baskıcı bir gerçeklik
ilkesinin yönetimi altında bile «geçer». Freud, «Oedipus kompleksinin
geçişine» değgin iki yorum ileri sürer: «Bu komplex, başarıya ulaşamaması
yüzünden, ortadan kaybolur», ya da «tıpkı yeni dişler çıkmaya başladığı zaman,
süt dişlerinin dökülüşü gibi, yokolma zamanı geldiği için sona erer.» (101)
Her iki durumda da, kompleksin geçişi, «doğal» bir olay olarak görünür.
Cinsiyetin kendi kendini yüceltmesinden söz ettik. Bu terim, cinsiyetin,
belirli koşullar altında, yerleşik uygarlığın, içgüdülere kabul ettirdiği
baskıcı düzene bağlı olmaksızın, yüce insancıl ilişkiler yaratabileceğini
belirtir. Bu tür kendi kendine yücelme, edim ilkesinin dışında, tarihsel bir
gelişimi gerektirir. Bu gelişim, içgüdüsel gerilemeyi sağlayacaktır. Bu durum,
içgüdünün gelişimi konusunda, üremenin hizmetindeki cinsiyetten, «bedenin
alanlarından haz duyma fonksiyonu» (102) içindeki cinsiyete gerilemek
(101)
Collected
Papers, II, Sf. 269.
(102)
An
Outline of Psychoanalysis, Sf. 26.
i
demektir. Cinsiyetin ilkel yapısının
böylece yeniden kuruluşuyla, üreme fonksiyonun üstünlüğü, tıpkı bu üstünlüğe
eşlik etmiş olan, bedenin cinsiyetten uzak- laştırılışmın yıkılışı gibi
yıkılır. Organizma, bütünüyle, cinsiyetin temeli durumuna gelir; ve aynı zamanda,
içgüdünün hedefi, özgülleştirilmiş bir fonksiyon, yani «kişinin kendi üreme
organlarını, karşı cinsten bir başkasmınkilerle temas haline getirmesi» (103)
tarafından massedilmekten çıkar. Bu şekilde genişletilmiş olan içgüdünün alanı
ve hedefî, organizmanın kendi yaşamı durumuna gelir. Bu süreç, hemen hemen
doğal olarak, kendi içsel mantığı ile, cinsiyetin Eros’a kavramsal dönüşümünü
gerektirir.
Freud’un son yazılarında, Eros teriminin
ortaya çıkışı, hiç kuşkusuz, değişik nedenlerden ileri gelmiştir: Eros, yaşam
içgüdüsü olarak, daha büyük bir cinsiyet alanından çok, daha büyük bir
biyolojik içgüdü anlamı taşır. (104) Mamafih, Freud’un Eros’- la cinsiyet
arasında bir ayrım yapmayışı, raslantısal olmayabilir ve Eros terimini
(özellikle The Ego and the Id, Civilization and Its Discontents ve An Outline
of Psychoanalysis adlı yapıtlarındaki) kullanış biçimi, cinsiyetin kendi
anlamında bir genişlemeyi gösterir. Freud, açıkça Plato’ya atıfta bulunmamış
olsa dahi, terime verilen önemdeki değişiklik açıkça belirlidir; Eros,
cinsiyetin, niceliksel ve niteliksel genişleyişini belirtir. Bu genişlemiş
kavram ise, kendine eş bir değişme geçirmiş yücelme kavramını gerektirir.
Cinsiyetin değişmeleri, Eros’un değişmeleriyle aynı değildir. Freud’un yücelme
kavramı, cinsi-
(103)
Aynı
yapıt, Sf. 25.
(104)
Siegfried
Bernfeld ve Edward Bibring’in Imago dergisinin XXI, XXII. ciltlerindeki (1935,
1936) yazılarına ve ayrıca VI. Bölümdeki şemaya bakınız.
yetin, baskıcı gerçeklik ilkesi
altındaki akıbetine değinir. Böylece, yücelme, içgüdünün «toplumsal değerlerimizi
belirleyen» (105) yamacında ve hedefinde bir değişim anlamı taşır. Bu terim,
aşağıdaki ortak özelliklere sahip, bilinçsiz işlemlere uygulanır:
«... nesne - libidonun amacı, içsel ya
da dışsal yoksunlukların sonucu olarak, hemen hemen tamamen saptırılır,
değiştirilir ya da engellenir. Bu oluşumların büyük çoğunluğunda, yeni amaç,
cinsel doygunluktan ayrı ya da uzak, yani cinsel - dışı veya cinsel - olmayan
bir amaçtır.» (106)
Bu tür yücelme, büyük ölçüde, belirli
toplumsal gerekliliklerden meydana gelir ve değişik «toplumsal değerleri» olan
başka ve daha az baskıcı uygarlık kalıplarına, otomatik olarak yayılamaz. Edim
ilkesi altında, libidonun yararlı faaliyetlere yöneltilmesi, ilk çocukluk
döneminden sonra gerçekleştirilir. O zaman, yücelme, cinsiyetin fonksiyonel ve
yerel kısıtlanmasını, tekeşli üremeye yöneltilişini, ve bedenin büyük
bölümünün cinsiyetten uzaklaştırılmasını da içine alan şartlandırılmış bir
içgüdüsel yapı üzerinde faaliyet gösterir. Yücelme, bu şekilde şartlandırılmış
libidoyu ve libidonun mütehakkim, istismarcı, saldırgan gücünü etkiler. Haz
ilkesinin «baskıcı» değişimi, gerçek yücelmeden önce oluşur ve yücelme,
baskıcı öğeleri, toplum açısından yararlı eylemlere aktarır.
Ancak, başka yücelme biçimleri de
vardır. Freud, yüceltilmiş itilerle «yakından ilintili» olduk-
(105)
Freud,
«New Introductory Lectures on Psychoanalysis» Sf. 133.
(106)
Edvvard
Glover, «Sublimation, Substitution and Social Anxiety» (International Journal
of Psychoanalysis dergisi, Cilt XII, Sayı 31931, Sf. 264).
lan halde, yüceltilmiş olarak
tanımlanmayacak, amacı - engellenmiş cinsel itilerden söz eder. «Bunlar,
doğrudan doğruya cinsel amaçlarını bir yana bırakmamışlar, ancak, bu amaçlara
ulaşmaları, iç dirençlerle engellenmiştir. Bunlar, doygunluğa yakın durumlarla
tatmin olurlar.» (107) Freud, bunları «toplumsal içgüdüler» olarak adlandırır ve
örnek olarak, «ana - baba ile çocuklar arasındaki ilişkileri, dostluk
duygularını ve kaynağı cinsel çekim olan evlilikteki duygusal bağları»
gösterir. Ayrıca, Freud, «Group Pschology and the Analysis of the Ego» adlı
yapıtında, toplumsal ilişkilerin (uygarlıkta «zümre - community»), yüceltilmiş
nefsî bağlar kadar, yüceltilmemiş bağlara da dayandığını önemle
belirtmiştir: Bu durumda,« kadınlara yönelen cinsel aşk» kadar, «cinsiyetten
uzaklaştırılmış, yüceltilmiş, başka erkeklere yönelen cinsel sapıklık
niteliğindeki aşklar da sürekli ve yaygın bir kültürün içgüdüsel kaynakları
olarak görünürler.» (108) Bu kavram, Freud’un kendi teorisinde, baskıcı
yücelmeden doğan uygarlıktan çok daha başka bir uygarlık, yani, özgür nefsî
ilişkilerden doğan ve bunlarla sürdürülen bir uygarlık fikrini gerektirir. Geza
Roheim, Ferenczi’nin «üremeden uzaklaşan Libido» (109) görüşünü, kültürün
nefsî kaynağı konusundaki teorisini desteklemek üzere kullanmıştır. Aşırı
gerilimin kalkmasıyla, libido, nesneden tekrar bedene döner ve «bütün
organizmanın, libido ile yeniden uyarılması, organların çalışmasını
mükâfatlandıran ve daha çok
(107)
Collected
Papers, V. Sf. 134’te yeniden basılmış olan «The Libido Theory» adlı
ansiklopedik bilgiden.
(108)
Sf.
57.
(109)
^«Versuch
einer Genitaltheorie» Sf. 51-52.
çalışması için bir uyarım olan mutluluk
duygusunu sağlar.» (110) Kavram, «libidonun, kültür gelişimine yönelen» bir
üremeden uzak eğilimini kapsar; yani, libidonun kendisinde, baskıcı dış
değişim olmaksızın, «kültürel» anlatıma yönelen doğal bir
eğilim olduğu anlamını taşır. Ve, libidodaki bu «kültürel» yatkınlık,
üremeden uzak bir görünüm taşır; bir başka deyişle, organizmanın bütününü
erotize etmeye yönelen bir tutumla, üreme üstünlüğünden uzaklaşır.
Bu kavramlar, baskıcı olmayan yücelme olanağını
kabul etmeye yaklaşırlar. Geride kalanlar, spekülâsyon olarak bir yana
bırakılır. Gerçekten de, yerleşik gerçeklik ilkesi altında, baskıcı olmayan yücelme,
ancak, bütünlenmemiş ve bilince yükselmemiş durumlarda ortaya çıkabilir;
bu yücelmenin tamamen gelişmiş biçimi, cinsiyetten uzaklaşmamış yücelmedir.
İçgüdü, amacından «saptırılmaz»; «düzenlenmiş» üreyici cinsiyet anlamında
cinsel olmayan, ama yine de nefsi ve erotik olan eylemler ve ilişkilerle
doygunluğa erişir. Baskıcı yücelmenin egemen olduğu ve kültürü belirlediği
durumlarda, baskıcı olmayan yücelme, kendini, toplumsal yararlılık alanının
tümüne karşı olarak ortaya koymalıdır. Bu açıdan bakınca, baskıcı olmayan
yücelme, kabul edilmiş üretimcilik ve çalışmanın tamamen yadsınışı olarak
(110; Roheim, «The Origin and Function of Culture» Sf. 74.
Roheim, «Yearbook of Psychoanalysis»te (Cilt I) yayınlanan «Sublimation» adlı
yazısında, yücelmede «îd isteklerinin ve çabalarının, bir başka kalıp içinde
üstün geldiklerini» belirtir. Böylece, «...mevcut görüşlere karşı olarak,
yücelmede, superego tarafından ele geçirilmiş îd’e özgü bir alan yoktur, tam
tersine, îd, superego alanına tecavüz etmiştir.» (Sf. 117) Burada da,
libidonun, yücelmedeki çıkışı üzerinde durulmaktadır.
görünür. Orpheus ve Narcissus imgeleri
yeniden anımsanır: Plato, Orpheus’u «yumuşaklığından» dolayı suçlar (Orpheus
sadece harp çalarda (111) ve bu «yumuşaklığı» yüzünden, Narcissus’un
«katılmayı» reddetmesi yüzünden olduğu gibi, tanrılarca cezalandırılmıştı.
(112) Gerçek karşısında, Orpheus ve Narcissus suçludurlar: Çünkü, istenilen
yücelmeyi reddetmişlerdir. Ancak,
«La sublimation n’est pas toujours la
negation d’un desir; elle ne se Presente pas toujours comme une sublimation
contre des instincts. Elle peut etre une sublimation pour un ideal. Alors
Narcisse ne dit plus: «Je m’aime tel que je suis.» il dit: «Je suis tel que je
m’aime.» (113)
Orpheus ve Narcissus Eros’u, gerçeği,
bireyi ve çevresini değiştiren, nefsî ilişkiler içinde kapsar. Ancak, bu
değişim, tek tek bireylerin kendi başlarına yapacakları bir iştir ve bu
bakımdan ölüme yol açar. Yücelme, içgüdülere karşı olmayıp da, onları des-
teklese ve güçlendirse bile, birey - üstü bir süreç olarak kalmalıdır.
Narkissistik libidonun, bireyin tek başına yürütebileceği bir olgu olarak
yemden canlanması, kültür yapıcı bir gelişim değil, nevrotik bir oluşumdur:
(111)
Bir
müzik âleti «çalmak» sözcüğü, İngilizcede aynı zamanda «oyun» anlamına gelen
«play» sözcüğü ile ifade edildiği için, yazar burada «oyun itisi»ne değinerek
«harp çalmak»tan söz ediyor. (Ç.N.)
(112)
Symposium
179, D.
(113)
«Yücelme,
her zaman, bir isteğin yadsınışı değildir, her zaman, içgüdülere karşı yücelme
kalıbına girmez. [Bu] bir ülkü uğruna yücelme olabilir. Bu yüzden Narcissus,
artık «Kendimi olduğum gibi seviyorum.» demez, «öyleyim ki, kendimi seviyorum.»
der. Gaston Bachelard «L'Eau et les Reves» Sf. 34-35.
«Nevrozla yücelme arasındaki ayrım,
kesinlikle, bu olgunun toplumsal niteliğidir. Nevroz tecrit eder, yücelme
birleştirir. Yücelmede, yeni birşey, örneğin, bir ev, bir toplum veya bir araç
yaratılır ve bu, bir topluluk içinde ya da topluluğun yararına yapılır.» (114)
Libido, kendi kendine yücelme yolunu,
ancak toplumsal bir olgu olarak tutabilir. Bastırılmamış bir güç
olarak, libido, kültürün oluşumunu, ancak, birbirlerfyle ilintili bireyleri,
ihtiyaçlarını ve yetilerini geliştirecek çevreyi kurmalarında bir araya getiren
koşullar altında gerçekleştirebilir. Çok biçimli ve narkissist cinsiyetin
yeniden canlandırılması, kültür için bir tehlike olmaktan çıkar ve organizma,
bir yabancılaşmış çalışma aracı olarak değil de, kendi bilincinde bir özne
olarak varolduğu, yani, toplum açısından yararlı çalışma, aynı zamanda bireyin
kesinlikle ve açıkça doygunluğunu sağladığı takdirde, çok biçimli ve Narkissist
cinsiyet, kültür kurucu bir niteliğe ulaşabilir. İlkel toplumda, bu çalışma
düzeni anlık ve «doğal» olabilir; yetkin uygarlık düzeninde ise, bu tür
çalışma, ancak erkinliğin sonucu olarak düşünülebilir. Bu koşullar altında,
«bedenin alanlarından zevk almak» eylemi, sürekli ve yaygın nefsî ilişkileri
amaç edinecek ölçüde genişleyebilir, çünkü böy- lesi genişleme, içgüdünün
doygunluğunu arttırır ve yoğunlaştırır. Ayrıca, Eros’un yapısında, itinin «yayılmasının»
beden alanına özgü olduğunu haklı gösterecek hiçbir nitelik yoktur. Eğer
organizmanın maddî bölümünün, manevî bölümünden karşıtlık içinde ayrılması,
baskının tarihsel bir sonucu ise, bu karşıtlığın ortadan kaldırılması, manevî
alanı da,
(114)
Roheim,
«The Origin and Function of Culture» Sf. 74.
itiye açacaktır. Duyumsal mantık konusundaki estetik
görüş, bu tür bir yatkınlığın olduğunu doğrulamaktadır. Manevî alan, Eros’un
«dolaysız» nesnesi durumuna geldiği ve nefsî bir nesne olarak kaldığı için, bu
oluşum, yücelmeden tamamen ayrıdır: Bu durumda, ne enerjide ve ne de amaçta bir
değişiklik söz konusu değildir.
Eros ve Agape’nin herşeye karşın, aynı
şey oldukları (Eros’un Agape değil, ama Agape’nin Eros olduğu) görüşü, hemen
hemen ikibin yıllık teolojiden sonra biraz tuhaf görünebilir. Bu özdeşliğin
savunucusu olarak. Plato’ya yani, Batı kültürüne, Eros’un baskıcı tanımını ilk
kez yapan Plâto’ya dahi atıfta bulunmak da, pek yerinde görülmeyebilir. Ama yine
de, manevî ilişkilerin cinsel kaynağını ve sözünü en açık seçik olarak
belirten., «Symposium»dur. Dio- tima’ya göre, Eros’un bir güzel beden için
duyulan isteği, bir başkasına ve giderek tüm güzel bedenlere sürüklediğini,
çünkü «bir bedenin güzelliğinin, bir başkasının güzelliğine eş olduğunu» ve
«her bedenin güzelliğinin aynı olduğunu farketmemenin» budalalık olacağını
belirtir. (115) Bu gerçekten çok biçimli cinsiyetten, istek duyulan bedeni
canlandıran şeye, yani akla (ruha) ve onun çeşitli belirtilerine karşı bir
istek doğar. Erotik doygunlukta, birinin bedenine duyulan aşktan, başkalarının
bedenine duyulan aşka, oradan güzel iş ve oyuna duyulan sevgiye ve sonunda
güzel bilgiye karşı beslenen sevgiye uzanan, sürekli bir yükseliş vardır.
«Yüksek kültür»’e ulaşan yol, oğlanlara karşı beslenecek gerçek bir aşktan geçer.
(116) Manevî «döllenme» tıpkı bedenî dölleme (115) 210 (B. Jowett,
«beden» olarak değil, «kalıp, cisim» olar rak çevirmiştir.)
(116)
211,
(B. Jowett, «...gerçek aşkın etkisinde» olarak çevirmiştir.)
gibi Eros un yapıtıdır ve Polis’in,
doğru ve gerçek düzeni, tıpkı aşkın doğru ve gerçek düzeni gibi, erotiktir.
Eros’un kültür kurucu gücü, baskıcı olmaya
yücelmedir: Cinsiyet
hedefinden saptırılmaz ve hedefe ulaşması engellenmez; cinsiyet hedefine
ulaştıktan sonra, aşama yapar ve daha büyük doygunluklar aramaya başlar.
Baskıcı olmayan yücelme görüşünün
ışığında, Freud’un, Eros’u, «yaşamın uzaması ve daha yüce gelişimlerin
gerçekleşmesi için, canlı maddeyi, her şefer daha büyük üniteler biçimine
sokmaya» çalışmakla nitelemesi (117), bu durumda, daha da büyük önem
kazanmaktadır. Biyolojik iti, kültürel iti durumuna gelir. Haz ilkesi, kendi
diyalektiğini ortaya koyar. Bedenin tümünü, hazzın öznesi - nesnesi durumuna
getirme yolundaki erotik amaç, organizmanın sürekli arınmasını, algıcıhğını
yoğunlaşmasını, duyumsadığının artmasını gerektirir. Bu amaç, kendi
gerçekleşme tasarımlarını yaratır: Bu tasarımlar, ağır iş ve sıkıntının ortadan
kalkması, çevrenin düzeltilmesi, hastalık ve sağlıksızlığın yenilmesi, lüksün
yaratılmasıdır. Bu eylemlerim tümü, doğrudan doğruya haz ilkesinden doğar ve
aynı zamanda, bireyleri «daha büyük üniteler» içinde ilişki kurmaya yönelten,
çalışmayı kurar. Edim ilkesinin köreltici tahakkümüne bağh kalmaktan
kurtulan bu eylemler, itiyi, amacından saptırmaksızm değiştirirler. Orta yerde
bir yücelme, ve bunun sonucu olarak kültür vardır; ama bu yücelme aynı zamanda
çalışma ilişkileri durumuna gelmiş bulunan nefsî ilişkileri, genişleten ve
sürekli kılan bir sistem içinde yürür.
Çalışmaya yönelen bir erotik eğilim
olduğu görüşü, psikanalize yabancı değildir. Freud’un kendisi,
(117)
Freud,
Collected Papers, V. Sf. 135.
çalışmanın «narkissistik, saldırgan ve
hattâ erotik itiler gibi nefsî itilerin büyük ölçüde boşalımı» için elverişli
bir ortam sağladığını belirtmiştir. (118) Bu sözü (119) daha önce de ele almış
ve doğruluğunu araştırmış bulunuyoruz; çünkü, burada, yabancılaşmış ve
yabancılaşmamış çalışma (yani emek ve çalışma) arasında bir ayrım
yapılmamıştır: Yabancılaşmış çalışma, yapısı itibarile, insan potansiyellerini
ve buna bağlı olarak da, çalışma içine girebilecek, «nefisle bağıntılı itileri»
bastırıcı niteliktedir. Ancak, Freud’un bu fikri, «Group Psychology and the
Analysis of the Ego» adlı yapıtında önerdiği toplum psikolojisi açısından
bakıldığı zaman, ayrı bir önem kazanır. Freud, «libido, büyük hayatî
ihtiyaçların karşılanması üzerine güçlenir ve ilk hedef olarak, bu (118)
Civilization and Its Discontents, 34. Sayfanın notu.
(119)
IV.
Bölüme bakınız.
işlemde katkısı olan kişileri seçer.»
(120) demiştir. Anlamı iyice araştırıldığı zaman görülecektir ki; bu önerme,
Freud’un, «yaşam savaşının» (yani «büyük hayatî ihtiyaçların karşılanması» için
yapılan mücadelenin), kısıtlayıcı bir gerçeklik ilkesiyle içgüdülerin
denetimini gerektirmesi bakımından, aslında nefse - karşı olduğu varsayımıyla aynı
paraleldedir. Şurası unutulmamalıdır ki; Freud, libidoyu, sadece büyük hayatî
ihtiyaçların karşılanmasına değil, bu ihtiyaçların doygunluğunu sağlayacak, insanların ortak çabalarına, yani çalışma sürecine bağlar:
«...deneyler göstermiştir ki; işbirliği
yapılması halinde iş arkadaşları arasında, bunların ilişkilerini sadece
sağlayacak ilişküerin ötesine götüren ve güçlendiren nefsî bağlar
kurulmaktadır.» (121)
(120)
Group
Psychology and the Analysis of the Ego, Sf. 57. (121) Aynı yapıt, aynı sayfa.
Eğer bu doğru ise, zaman Ananke,
uygarlıkta içgüdülerin kısıtlanması için ve de baskıcı olmayan bir nefsî kültür
olanağının yadsıması için yeterli neden olamaz. Freud’un «Group Psychology and
the Analysis of the Ego» da ileri sürdüğü fikirler, Eros’u kültürü kurucu
olarak alan tezinin yeni bir formülü olmaktan çok daha büyük önem taşırlar:
Burada, kültür, Eros’un kurucusu olarak ortaya konur; yani, Eros’un en içsel
eğiliminin, «doğal» doygunluğu olarak, kültür gösterilir. Freud’un uygarlık
psikolojisi, Ananke ile özgür içgüdüsel gelişim arasındaki uzlaşmaz çatışma
temeline dayanır. Ama, Ananke, nefsî gelişimin temel alanı durumuna geldiği
takdirde, bu karşıtlık ortadan kalkar. Yaşam savaşı sadece, (VI. Bölümde ileri
sürdüğümüz gibi) içgüdüsel özgürlük olanağının yokedilmesini gerektirmemekle
kalmayacak, hattâ, içgüdüsel doygunluk için bir «dayanak» yaratacaktır.
Uygarlığın temelini meydana getiren çalışma ilişkileri, ve böylelikle
uygarlığın kendisi, cinsiyetten uzaklaştırılmamış içgüdüsel enerji tarafından
«desteklenecektir.» Yücelme kavramının tümü tehlikeye düşecektir.
Bu duruma, (baskıcı) yücelme olmaksızın
çalışma, toplum açısından yararlı faaliyet sorumu yeniden ele alınabilir. Bu,
çalışmayı oyuna dönüştürecek, insan yetilerinin özgür faaliyetine yol açacak
biçimde, çalışmanın niteliğinde değişiklik sorunu olarak ortaya çıkar. Böylesi
bir değişim için gerekli, içgüdüsel koşullar nelerdir? Bu soruyu cevaplandırma
konusunda en aşırı çabayı, Barbara Lantos, «Çalışma ve İçgüdüler» (122) adlı
yazısında göstermiştir. Lantos, çalışma ve oyunu, bu eylemlerde yer alan içgü-
(122)
International
Journal of Psychoanalysis dergisi, Cilt XXIV (1943) 3. ve 4. Bölümler Sf. 114.
düsel evrelere göre tanımlar. Oyun,
tamamen haz ilkesine bağlıdır: Haz, erotogenik alanları harekete geçirdiği
ölçüde, eylemin içinde mevcuttur. «Oyunun temel niteliği, içgüdüsel
doygunluktan başka bir amaca hizmet etmeksizin, kendi kendine doygunluk
sağlayışıdır.» Oyunu belirleyen itiler, üreme öncesi itilendir: Oyun, hedefsiz
otoerotisizmi belirtir ve zaten nesnel dünyaya dönük, bileşen içgüdüleri
doygunluğa ulaştırır. Oysa çalışma, kendi dışındaki amaçlara, yani kendini
sürdürme amacına hizmet eder. «Çalışmak, ego’nun, kendini sürdürme için gerekli
olan şeyleri dış dünyadan elde etme yolundaki etken çabasıdır.» Bu zıtlık,
içgüdülerin düzenlenmesiyle, insan faaliyetlerinin düzenlenmesi arasında bir
paralellik kurar:
«Oyun, kendi içinde bir amaçtır;
çalışma, kendini sürdürmenin bir etmenidir. Bileşen içgüdüler ve otoerotik
eylemler, bir uzak sonuç beklemeksizin haz ararlar; üreme faaliyeti, dölleme
etmenidir. Cinsel içgüdülerin üreyici biçimde düzenlenişi, ego içgüdülerinin,
çalışma düzenine paraleldir.» (123)
Böylelikle, bir eylemin, oyun ya da
çalışma olduğunu belirten, bu eylemin kapsamı değil, amacıdır. (124) İçgüdüsel
yapıdaki (üreme öncesinden üreme dönemine geçiş gibi) bir değişim, insan
eyleminin, kapsamı ne olursa olsun, içgüdüsel değerinin değişmesine de yol
açar. Örneğin, eğer çalışmanın yanı sıra, üreme öncesi çok biçimli bir
erotisizmin yeniden faaliyete geçmesi durumunda, çalışma, çalışma kapsamını
yitirmeden doyurucu olmaya yönelebilir. Kıtlık ve yabancılaşmanın yenilmesi
sonucunda ortaya çıkan işte bu tür bir çok biçimli erotisizmin
(123)
Aynı
yapıt, Sf. 117.
yeniden faaliyete geçişidir. Bu yüzden,
değişmiş olan toplumsal koşullar, çalışmanın oyuna dönüşümünü sağlayacak
içgüdüsel bir temel yaratacaklardır. Freud’un deyimiyle, doygunluğa ulaşma
çabalan, tahakkümün çıkarınca ne denli az yönetilir ve ne denli az
engellenirse, libido, kendini o denli özgürce büyük hayatî ihtiyaçların
doygunluğu terçıeline oturtacaktır. Yücelme ve tahakküm bir arada yürürler.
Ve, yücelmenin ortadan kaldırılışı, -içgüdüsel yapının değişimi ile birlikte,
Batı uygarlığının belirgin niteliği olan insana ve doğaya karşı tutumu da değiştirecektir.
Psikanalitik edebiyatta, nefsî çalışma
ilişkilerinin gelişimi, genellikle, «kültürün hakim özelliği olarak bir anaç
tutumun» varlığına bağlanır. (125) Bu bakımdan, bu tutum, yetkin uygarlıkların
olasılığı olmaktan çok, ilkel toplumların bir niteliği olarak düşünülür.
Margaret Mead’in, Arapesh kültürü konusundaki yorumu tamamen bu temel üzerinde
kurulmuştur :
«Arapesh’lere göre, dünya, kişinin
kendisi için değil, gururlanarak ve böbürlenerek değil, istifçilik ya da
faizcilik için değil, patatesler ve köpekler ve domuzlar ve hepsinden çok da,
bebeler büyüsün diye bakılması gereken bir bahçedir. Yaşlılarla gençler
arasında çatışma olmaması, kıskançlık ya da gıpta olmaması ve işbirliğine önem
verilmesi gibi, Arapesh özelliklerinin çoğu, bu bütünü kapsayan tutumdan
doğmuştur.» (126)
(124)
Aynı
yapıt, Sf. 118.
(125)
Roheim,
«The Origin and Function of Culture», Sf. 75.
(126)
«Sex
and Temperament in Three Primitive Societies» Sf. 100.
Bu tanımlamada, temelden değişik bir
dünya görüşü ortaya çıkar: Doğa, bir tahakküm ve işletme nesnesi olarak değil,
insanları büyütürken, bir yandan kendi de gelişen bir «bahçe» olarak alınır.
Bu, insanı ve doğayı, baskıcı olmayan, ama buna karşın yine de yürüyen bir düzen
içinde, bir arada gören bir tutumdur. Çeşitli düşünce geleneklerinin, örneğin,
edim ilkesine yönelen felsefî karşıtlığın, Orpheus ve Narcissus örneklerinin,
estetik görüşün bu konuda nasıl birleştiğini görmüş bulunuyoruz. Ancak, böylesi
bir düzenin psikanalitik ve antropolojik açıdan ele almışı, tarih öncesi ve
uygarlık öncesi geçmişe yöneltilirken, biz, bu görüşü, tamamen
yetkin uygarlık koşulları altında, geleceğe yönelterek ele alacağız. Bu
durumda, Cinsiyetin Eros’a dönüşümü ve sürekli nefsî çalışma ilişkilerini
kapsayışı, bir büyük endüstriyel cihazın ussal biçimde yeniden düzenlenmesini,
büyük ölçüde uzmanlığa yönelmiş toplumsal iş bölümünü, hayale ilişkin yıkıcı
enerji kullanımını ve büyük yığınların işbirliğini gerektirir.
Gelişmiş bir endüstriyel toplumda, nefsî
çalışma ilişkileri fikri, düşünce geleneğinde pek az destek bulur. Böyle bir
destek olduğu zaman da, bu teh- lihkeli ve güvenilmez niteliktedir. Çalışmanın
hazza dönüşümü, Fourier’nin büyük sosyalist ütopyasının temel fikridir. Eğer,
«...l’industrie est la destination qui
nous est assignee par le createur, comment penser qu’il veuille nous yamener
par la violence, et qu’il n’ait pas su mettre en jeu quelque ressort plus
noble, quelqu’amorce capable de transformer les travaux en plaisirs.» (127)
(127)
[Eğer]
«endüstri, Yaradanın alnımıza yazdığı yazgı ise, — 245 —
Fourier, bu değişimin, toplumsal
kurullarda bütünüyle bir değişiklik gerektireceği hususunda diretir: Bu tür
bir değişiklik sonunda, toplumsal üretim, ihtiyaca göre dağıtılacak; görevler,
bireysel yeti ve yatkınlıklara göre verilecek; görevler sürekli olarak
değişecek; çalışma saatleri kısa devrelere bölünecektir. Ancak, «çekici
çalışma» (travail attray- ant) herşeyden önce, nefse özgü güçlerin erkinliğe
kavuşmasıyla olanak kazanacaktır. Fourier, haz verici bir işbirliğini
sağlayacak attraction industrielle [endüstriyel çekicilik]
olabileceğini varsaymaktadır. Bu varsayım, insanın yapısında mevcut olan ve mantık,
ödev, taraf tutma gibi karşıtlıklara rağmen direnen attraction passionnee [tutkulu çekicilik] temeline oturtulur. Bu attraction passionnee üç ana hedefe yönelir: «Lüksün» yaratılması, ya da beş duyunun
hazza ulaşması»; nefsî ilişkilere değgin gruplaşmalar yapılması (arkadaşlık ve
aşk); ve bu grupları, bireysel «tutkuların» (yetilerin içsel ve dışsal «oyunu»)
gelişimi uyarınca çalışma düzenine sokan bir uyuşumun yaratılması. (128)
Fourier, bütün öteki ütopist sosyalistlerden daha açık olarak, özgürlüğün,
baskıcı olmayan yücelmeye bağlı olduğunu söyler gibidir. Ancak, bu fikrin
gerçekleştirilmesi konusundaki tasarısında, bir büyük düzen ve yönetimi
öngörmekle, baskıcı etmenleri yine sürdürmüş olur. Pha’anstere’in çalışan
toplulukları, özgürlük yerine, «haz alarak güçlenmeyi», yığın kültürünün
ortadan kaldırılması yerine, güzelleştirilmesini onun, bizi endüstriye
zorla sokmak istediğine, çalışmayı hazza dönüştürebilecek çekici bir yol, daha
güzel (soylu) bir araç bilmediğine insan nasıl inanabilir?» F. Armand ve R.
Maublanc, «Fourier: Tcxcs Choisis» Cilt III, Sf. 154.
(128)
Aynı
yapıt, II, Sf. 240.
umarlar. Özgür oyun tarzındaki çalışma,
yönetime bağlı olamaz; ancak yabancılaşmış çalışma, ussal düzen içinde
yönetilebilir. Baskıcı olmayan yücelmenin kendi kültürel düzeni, bu alanın
dışındadır, ama o temel üzerine kurulur.
Bir kez daha yineliyoruz ki; baskıcı
olmayan yücelme, edim ilkesinin kurumlarıyla bağdaşamaz ve bu ilkenin
yadsınmasını gerektirir. Freud sonrası psikanalitik teorinin, bu karşıtlığı
ortadan kaldırmaya çalışması ve insanın kendi kendini bulması için baskıcı
üretimciliğin gerektiğini öne sürmesiyle, bu karşıtlık daha da önem
kazanmıştır. Ives Hend- rick, «Work and the Pleasure Principle» [Çalışma ve Haz
İlkesi] adlı yazısında (129), bu konuda çok belirgin bir örnek vermiştir.
Hendrick, «çalışmaya elverişli fizyolojik organları hareket ettirme ihtiyacı ve
enerjisi» libido tarafından değil, bir ayrı içgüdü, «üstünlük (ustalık)
içgüdüsü» tarafından sağlanır, der. Bu içgüdünün amacı, «çevrenin bir bölümünü,
algısal, entellektüel ve devimsel tekniklerin ustaca kullanılışıyla
değiştirmek, ya da denetlemektir.» «Bütünlüğe ulaşma ve ustalıkla çalışma»
isteği, «ansal ve duygusal olarak, yeterli iş çıkarma ihtiyacı biçiminde
duyulur.» (130) Bu tür çalışma, bir içgüdünün «geçici yadsınışı» değil de,
doygunluğu olarak düşünüldüğü için, çalışma, yeterli iş çıkarmakla «haz
verebilir.» Çalışma hazzı, üstünlük (ustalık) içgüdüsünün doyurulmasından
doğar; ancak, çalışma fonksiyonunu yüklenmiş olan ego öğeleri, «genellikle ve
belki de her zaman, nefsî gerilim fazlası-
(129)
Psychoanalytic
Quarterly, Cilt XII, Sayı 3, 1943.
(130)
Aynı
yapıt, Sf. 314.
nın boşaltılmasıyla
görevlendirildikleri» (131) için, «çalışma hazzı» ile nefsî haz çoğunlukla
çakışırlar.
Her zaman olduğu gibi, Freud teorisinin
revizyonu, bir gerileme demektir. Herhangi bir özel içgüdü olduğu varsayımı,
kuşku uyandırır. Bir belirli «üstünlük (ustalık) içgüdüsü» varsayımı ise, kuşkudan
. da öte bir sonuçla; Freud’un kurmuş olduğu «ansal cihaz»m dinamiğini ve bütün
yapısını yıkar. Üstelik, bu varsayım, edim ilkesinin en baskıcı yönlerini, bir
içgüdüsel ihtiyacın doygunluğu olarak yorumlamakla, bunların niteliğini bozar.
Salt ve basit çalışma, gerçeklik ilkesinin, temel toplumsal belirtisidir.
Çalışma, içgüdüsel doygunluğun saptırılmasına ve ertelenmesine bağlı olduğu
ölçüde (ki Freud’a göre öyledir), haz ilkesi ile çatışır. Eğer çalışma hazzı
ile, nefsî haz «çoğunlukla çakışır» ise, o zaman, gerçeklik ilkesi kavramı
anlamsız ve yersiz bir- şey olur ve Freud’un tanımladığı biçimdeki içgüdü
değişiklikleri, olsa olsa, bir anormal gelişim sayılabilir. Gerçeklik ilkesi,
(Hendrick’in yaptığı gibi), gerçeklik ilkesinden ayrı bir çalışma ilkesi
iddiasıyla da kurtarılamaz. Çünkü, gerçeklik ilkesi, çalışmayı yönetmediği
takdirde, gerçek içinde yönetecek hiçbir şey bulamayacaktır.
Hiç kuşkusuz, «çalışmaya elverişli»
organların, ustaca faaliyetiyle haz veren çalışmada vardır. Ama ne tür çalışma
ve ne tür haz? Eğer haz, gerçekten çalışma eyleminin içinde ise ve dış
nedenlere bağlı değilse, bu hazzın, bedenin hareket halindeki organlarından ve
bütününden, erotogenik alanların ya da bedenin tamamen erotize edilmesinden
alınması gerekir. Bir başka deyişle, bu, nefsî bir haz olmak zorundadır. Edim
ilkesile yönetilen bir gerçek içinde,
(131)
Aynı
yapıt, Sf. 317.
bu tür nefsi çalışma pek ender
raslanılan bir olaydır ve ancak «hobby», oyun ya da doğrudan doğruya erotik
bir durum içinde olmak üzere çalışma dünyasının dışında veya sınırında oluşur.
Mevcut iş bölümü içindeki normal çalışma (toplum açısından yararlı faaliyet),
bireyin, çalışırken kendi itilerini, ihtiyaçlarını ve yetilerini doyurmadığı, sadece önceden belirlenmiş bir görevi yerine getirdiği çalışma biçimidir.
Ancak, Hendrick, verilmiş gerçeklik ilkesinin altında hâkim çalışma kalıbı olan
yabancılaşmış çalışma üzerinde hiç durmamıştır. Yabancılaşmış çalışmada da
«haz» olabileceği mutlaktır. Çok güzel yazılmış bir yazıyı hazırlayan daktilo,
iyi oturan bir elbiseyi diken terzi, güzel saç yapan berber, kendisine
verilmiş işi hakkıyla yapmış işçi, «iyi yapılmış bir iş»ten dolayı haz
duyabilirler. Ancak, bu haz, ya (mükâfatlandırılma umudu gibi) dışsaldır, ya da
iyi bir iş sahibi olmaktan, iyi bir yerde bulunmaktan, cihazın yürümesine
yararlı bir iş yapmaktan duyulan (ve baskının doğal sonucu olan) bir doygunluktur.
Her iki durumda da, bu hazzın, temel içgüdüsel doygunlukla herhangi bir
ilintisi olamaz. Zincirleme imalâttaki, bürolardaki, mağazalardaki çalışmayla
içgüdüsel ihtiyaçlar arasında bağıntı kurmak, insanlıktan uzaklaşmayı, haz
olarak yüceltmek demektir. Hendrick’in, dövüşmek askerlerin işi olduğu için ve
«anlamını henüz yitirmemiş tek neden, işi yapmak» (132) olduğu için dövüşe
devam eden ve artık «ne yengi, ne de iyi bir geleceği hayalleyeme- yen»
orduların, gerektiği gibi faaliyet göstermesini, «insanların işlerini yapma
konusundaki iradelerinin en yüce deneyi» olarak almasına hiç şaşmamak ge-
(132)
Aynı
yapıt, Sf. 324.
rekir. îşin, «iş» diye yapılması
gerektiğini söylemek, yabancılaşmanın, içgüdüsel ve entellektüel özgürlüğün
tamamen yitilişinin doruk noktası, insanın ikinci değil, birinci tabiatı
durumuna gelen bir baskıdır.
Bu yanılgıların tersine, psikanalitik
teorinin gerçek ruhu, üretimcilik felsefesinin altında yatan insana karşı
güçleri ortaya çıkarmak konusundaki taviz vermeyen çabada saklıdır :
«Ağır iş, atalarımızın daima belirtmiş
olduğu gibi bir belâ olmaktan çıkmış, bir erdem durumuna gelmiştir...
Çocuklarımız, kendi çocuklarını, bir nev- rotik zorunluluk olarak çalışma
durumunda kalmayacak biçimde yetiştirmeye hazırlanmalıdır. Çalışma
zorunluluğu, bir nevrotik belirtidir. Bir dayanak noktasıdır. Bu tür bir
zorunluluk duymak, kişinin çalışması için herhangi bir belirli ihtiyaç olmadığı
halde, kendim değerli görmek için yaptığı bir atılımdır.» (133)
(133)
C.B.
Chisholm, «The Psychiatry of Enduring Peace and Social Progress» konulu açık
oturumdan. (Psychiatry dergisi, Cilt IX, Sayı 1, Yıl 1946, Sf. 31’de
yayınlanmıştır.)
olmayan koşullar altında, cinsiyet, «bü- olma» eğilimi gösterir; yani,
içgüdüsel yaygınlaştırmaya ve yoğunlaştırmaya
yarayan (ve iş ilişkileri de dahil olmak
üzere) sürekli ve yaygın ilişkiler içinde kendi kendini yüceltmeye yönelir.
Eros, sürekli bir düzen içinde, kendini «sonsuzlaştırmaya» çalışır. Bu çabanın
karşısına çıkan ilk direnç, gerçek alanında kendini gösterir. Kuşkusuz,
dünyadaki kıtlık ve yoksulluk, evrensel özgürlüğe yol açacak biçimde
yenilebilir. Ancak, bu yengi, kendi kendini sürdüren, sürekli çalışma olarak
görünmektedir. Bütün teknik gelişim, doğanın yenilmesi, insanın ve toplumun
ussallaştırılması, bireyin kendine ulaşmasını belirtmeyen, tatsız, mekanik
çalışma zorunluluğunu, yabancılaşmış çalışma zorunluluğunu ortadan kaldıramamıştır.
Mamafih, gelişen yabancılaşma, özgürlük
potansiyelini arttırır: Zorunlu çalışma, bireye ne denli yabancı olursa,
bireyi, gerçek alanında o denli az bağlı tutabilir. Tahakkümün gerekliliklerinden
kurtulmuş olan, iş saatlerindeki ve çalışma enerjisindeki niceliksel azalım,
nsan yaşamında niteliksel bir değişime yol
açar İnsan yaşamının kapsamını, çalış-
ma zamanından çok, serbest zaman
belirlemeye başlar. Giderek genişleyen özgürlük alanı, gerçekten bir oyun
dünyası, yani birey yetilerinin erkin faaliyetine açık bir alan durumuna
gelir. Bu şekilde erkinliğe kavuşan bireysel yetiler, dünyayı tanıma ve
keşfetme konusunda yeni kalıplar, yeni yollar bulacaklar ve bu kalıplar da,
zorunluluklar dünyasını, yaşam savaşını yeniden biçimlendirecektir, insan
gerçeğinin iki alanı arasındaki değiştirilmiş ilişki, istenilenle akla yatkın
olan arasındaki, içgüdü ile mantık arasındaki ilişkiyi değiştirecektir. Yaşam
içgüdüleri, cinsiyetten Eros’a yönelen dönüşümle, duyumsal düzenlerini
geliştirirler; mantık ise, zorunluluğu, yaşam içgüdülerini koruma ve
geliştirme çerçevesi içinde anladığı ölçüde duyumsal olur. Estetik görüşün
kökenleri yeniden ortaya çıkarlar ve bu kez, salt sanatsal kültürde değil,
yaşam savaşının kendinde yer alırlar. Estetik görüş yeni bir ussallık kazanır.
Mantığın, edim ilkesinin yönetimini belirleyen baskıcılığı, aslında zorunluluk
alanına özgü değildir. Edim ilkesi altında, cinsel içgüdünün doygunluğu, büyük
ölçüde, mantığın ve hatta bilincin «askıda» kalmasına; kişisel ve evrensel
mutsuzluğun bir süre için (açıktan açığa ya da gizlice) unutulmasına; akla
yatkın yaşam düzeninin baltalanmasına; görevlerin ve toplumsal durumun gerektirdiği
ödev ve değerlerin sarsılmasına bağlıdır. Mutluluk, bastırılmadığı ve
denetlenmediği takdirde, neredeyse us dışı sayılır. Bunun tersine olarak, edim
ilkesinin dışında, içgüdünün doygunluğu, daha bilinçli ve özgür ussallık
çabasını gerektirdiği ölçüde, zorla kabul ettirilmiş baskı ussallığının yan
ürünü olma durumu o denli azalır, içgüdü ne denli özgürce gelişirse, «tutucu
yapısı» kendini o denli özgürce ortaya koyar. Sürekli
doygunluk isteği, sadece
yaygın — 252 —
nefsi ilişkiler düzeninin («topluluk»)
kurulmasına yardımcı olmakla kalmaz; aynı zamanda, bu düzenin daha büyük ölçüde
ve yüksek düzeyde sürmesini de sağlar. Haz ilkesi, bilince, yayılır. Eros,
mantığı kendi terimlerile yeniden tanımlar. Doygunluk düzenine yararlı olan,
ussal sayılır.
Yaşam savaşının, bireysel ihtiyaçların
serbestçe gelişimi ve karşılanması için bir işbirliği durumuna geldiği
ölçüde, baskıcı mantık, yerini, mantıkla mutluluğun kaynaştığı bir yeni doygunluk ussallığına bırakır. Bu ussallık, kendi iş bölümünü, kendi kıdem
ölçüsünü, kendi hiyerarşisini kurar. Edim ilkesinin tarihsel kalıtı,
insanların değil, nesnelerin yönetimi durumuna gelir: Yetkin uygarlık, düzenli
işleyebilmesi konusunda, çok sayıdaki, koordine edilmiş düzenlemelere bağlanır.
Bu düzenlemelerin de, tanınan ve tanınabilecek otoriteye sahip olmaları
gerekir. Hiyerarşik ilişkiler, aslında özgürlükten uzak değildir; uygarlık,
büyük ölçüde, bilgi ve gereklilik temeli üzerine oturtulmuş, yaşamın korunması
ve sürdürülmesini amaç edinmiş ussal otoriteye dayanır. Mühendisin, trafik
polisinin, uçuş sırasında pilotun sahip olduğu otorite, bu türdedir. Burada,
baskı ile artık - baskı arasındaki ayrımı bir kez daha anımsamak yerinde
olacaktır. Eğer bir çocuk, her akima estiği zaman, sokakta karşıdan karşıya
geçmek «ihtiyacını» duyarsa, bu «ihtiyacın» baskı altına alınması, insancıl
potansiyelleri bastırı- cı bir nitelik taşımaz. Hattâ bunun tam tersi dahi söz
konusu olabilir. Kültür endüstrisinin sağladığı eğlencelerde «dinlenmek» ihtiyacı,
özü itibarile baskıcıdır. Bu dinlenme, (görüntüsel) özgürlük kalıbına girer;
böylesi bir özgürlüğün kaldırılışı, totaliter _ bir davranış gibi görünür. Bu
durumda, yine o eski
çatışma yeniden ortaya çıkar: İnsan
özgürlüğü, sadece özel bir sorun değildir. Ancak, aynı zamanda özel bir sorun da olmadığı takdirde, hiçbir şey demek değildir. Özel
yaşam, toplum yaşamından ayrı ve buna karşı olmaktan çıktığı zaman, belki de,
bireyin özgürlüğü ile bütünün özgürlüğü, bireysel ihtiyaçlara yönelen kurumlarda
şekillenen bir «genel istek» yoluyla, uzlaşabilecektir. Genel istekten talep
edilen fedakârlıklar ve ertelemeler, belirsiz ve gayrî İnsanî olmamalı, ve
bunların mantığı totaliter duruma gelmemelidir. Ancak, ortaya şu soru çıkıyor:
Özgürsüzlük, ansal cihazın kopmaz bir parçası durumuna geldiği halde, uygarlık
nasıl olur da, serbestçe özgürlüğü sağlayabilir? Ve eğer, uygarlık bunu
sağlayacak durumda değilse, o zaman, nesnel ölçüleri kim kuracak ve kim kabul
ettirecektir?
Plato’dan Rousseau’ya
kadar, verilmiş olan tek içten cevap, gerçek İyiyi bilenler tarafından yürütülecek
bir eğitim diktatörlüğü fikridir. Bu cevap çoktan eskimiştir: İnsancıl bir
yaşam yaratmaya elverişli çarelerin ne olduğunu bilmek, artık ayrıcalıklı
seçkinlere özgü olmaktan çıkmıştır. Gerçekler ve olgular fazlasıyla açık
seçiktir ve eğer, metodik olarak engellenmese ve saptırılmasa, birey bilinci bu
yollara kolayca ulaşabilecek duruma gelmiştir. Ussal ve ussal olmayan otorite
arasındaki, baskı ve artık - 1 baskı
arasındaki ayrımı, bireyler kendileri yapabi
lir ve kanıtlayabilirler. Bunu şu anda
yapmıyor olmaları, kendilerine fırsat tanındığı zaman, yapmayı
öğrenmeyecekleri demek değildir. O durumda, deneyerek ve yanılarak öğrenme,
özgürlük içinde ussal bir süreç olur. Ütopyalar, gerçek dışı tasarılar için
elverişlidir; özgür bir toplum için gerekli olan koşullar ise, bu tür
tasarılara kapalıdır. Bu koşullar, ancak usa ilişkin olabilirler.
Özgür uygarlık fikrine karşı en güçlü
tez, içgüdü ile mantık arasındaki çatışma değil, içgüdünün kendi kendine
yarattığı çatışkıdır. İçgüdünün çok biçimli sapıklığından ve kuraltara
aykırılığından doğan yıkıcı kalıplar, artık - baskıdan dolaynjrtaya çıkıyor
ise artık - baskı kaldırıldığı zaman, nefsî düzene uyabilecekse dahi, içgüdünün
kendisi, iyinin ve kötünün ötesindedir ve hiçbir uygarlık bu farklılıkla baş
edemez. Cinsel içgüdünün, hedefini seçerken, karşılıklı ilişkilere bağlı
olmayışı, bireyler arasında kaçınılmaz bir çatışmaya ve cinsel ilişkinin kendi
kendine yücelme olanağına karşı güçlü bir karşıt - teze yol açar. Ama acaba,
içgüdünün kendi yapısında, itici gücünü «kısıtlayan» bir engel var mıdır?
Acaba Eros’ta, gerçek doygunluğunu ertleyecek, saptıracak ya da engelleyecek
bir «doğal» kendi kendini kısıtlayış olabilir mi? O zaman, dışardan, bir
baskıcı gerçeklik ilkesinden yöneltilecek engellemeler ve kısıtlamalar söz
konusu olamaz; ancak, doğal bir nefsî değeri olduğu için, içgüdünün kendisi
tarafından konulacak ve kabul edilecek kısıtlamalar olduğu düşünülebilir.
Freud, bu görüşü içtenlikle ileri sürmüştür. Freud’a göre, «başlangıçtan
itibaren kısıtlanmamış cinsel özgürlük,» mutlak doygunluğa ulaşılamamasma yol
açar:
«Aklın, erotik isteklere verdiği
değerin, doygunluk istenilen anda elde edilebilecek duruma geldiği zaman, çok
küçüldüğünü göstermek kolaydır. Libidoyu doruk noktadaki birikime ve
doygunluğa ulaştırmak için, bir engel gereklidir.» (134)
(134)
«The
Most Prevalent Form of Degradation in Erotic Life» Col’ected Papers, IV, Şf.
213.
Freud, ayrıca, «cinsel içgüdünün
yapısında, mutlak doygunluğa elverişli olmayan birşey» olabileceği gibi
«tuhaf» bir olasılığı da göz önünde tutmuştur. (135) Bu görüş açık seçik
değildir ve kolayca, ideolojik tutumlar için bir mazeret durumuna gelebilir:
İstenilen anda elde edilebilecek doygunluğun ters sonuçları, baskıcı ahlâkın
en güçlü dayanak noktalarından biri olmuş olabilir. Ancak, Freud’un
teorisindeki anlam içinde, içgüdüdeki «doğal engellerin», hazzı yadsımak
yerine, ilkel tabulardan ve dış kısıtlamalardan sıyrıldıkları takdirde, hazzı
arttıracak bir fonksiyonları olabileceği öngörülür. Haz, ilkel gereklilikler
üzerindeki insa,n yengisinin bir sonucu olan, bir self - determinasyon öğesine
sahiptir:
«Doğa, gerçek hazzı bilmez; sadece
isteklerinin doyurulmasından anlar. Bütün hazlar, yüceltilmemiş itiler
açısından da, en az yüceltilmiş itiler açısından olduğu kadar toplumsaldır.
Haz, yabancılaşmadan doğar.» (136)
Hazzı, isteğin körü körüne
doyurulmasından ayıran şey, içgüdünün, kendisini anlık doygunlukla tüketmek istemeyişi,
doygunluğu yoğunlaştıracak engellemeler yaratma ve bunlardan yararlanma yeteneğidir.
Bu içgüdüsel reddediş, tahakümün yapacağı işi yapmış sayılırsa da, bunun tam
tersi bir görev de yüklenebilir: Yani, bu reddediş, nefsî olmayan ilişkileri
erotize eder, biyolojik gerilim ve boşalım, öz-
(135)
Aynı
yapıt, - Sf. 214.
(136)
«Natur
kennt nicht eigentlich Genuss; sie bringt es nicht vveiter als zur Stillung des
Bedürfnisses. Aile Lust İst gesellschaftlich in den unsubliimerten Affekten
nicht weniger als in den sublimierten.» «Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno,
«Dialektik der Aufklarung» Sf. 127.
gür mutluluğa dönüştürür. Artık,
insanların yabancılaşmış çalışmaya devam etmesini sağlayan birer araç olmaktan
çıkan, bu mutlak doygunluğun karşısındaki engeller, insan özgürlüğünü
sağlayacak birer etmen olurlar: Hazzın doğduğu öteki yabancılaşmayı, yani,
insanın kendisinden değil, salt doğadan yabancılaşmasını, özgürlük içinde
kendi kendini bulmasını sağlayıp sürdürürler. Bu durumda, insanlar, gerçekten
birer birey olarak, kendi yaşamlarına biçim ve yön vererek yaşayabilir; gerçekten
apayrı ihtiyaçlar ve gerçekten apayrı doygunluk biçimlerile, kendi
reddedişleri ve kendi seçişlerde birbirlerinin karşısına çıkarlar. Böylelikle,
haz ilkesinin üstün duruma gelişi, karşıtlıklar, acılar, umutsuzluklar, yani,
doygunluğa ulaşma çabasında bireysel çatışmalar yaratmış olur. Ancak, bu
çatışmaların nefsî değerleri vardır: Bu çatışmalar, doygunluğun ussallığı ile
karışırlar. Bu duyumsal ussallığın, kendi ahlâk yasaları vardır.
Nefsî ahlâk görüşü, sadece Freud’un,
mutlak doygunluğun karşısındaki içgüdüsel engeller fikri ile değil, aynı
zamanda superegonun psikanalitik yorumlamalarında da ileri sürülür.
Superegonun, ahlâkın ansal simgesi olarak, gerçeklik ilkesini açıkça simgelemediği,
özellikle yasaklayan ve cezalandıran babanın ilkesini temsil etmediği görüşü
ortaya atılmıştır. Çoğu kez, superego, îd’in isteklerini egoya ve dış dünyaya
karşı savunmakla, îd’le bir gizli anlaşma halinde görünür. Charles Odîer, bu
yüzden, superegonun bir bölümünün, «son çözümlemede, ahlâkın henüz haz ilkesinden
kopmamış olduğu ilkel bir evrenin simgesi olduğunu» belirtir. (137) Odier,
gerçeklik il-
(137)
«Vom
Ueber-Ich» (Internationale Zeitschrift für Psychoanalyse, XII, 1926, Sf.
280-281.
kesinin kabulünden önce, üreme öncesi,
tarih öncesi, Oedipus öncesi bir «düzmece - ahlâk» olduğundan söz eder ve bu
«düzmece ahlâk»ın ansal simgesine supe- rid adını verir. Bireyde, böylesi bir üreme
öncesi ahlâkın var olduğunu belirten psişik olgu, kendini, hadım olma korkusu
yerine, hadım olma isteği şeklinde ortaya koyan, ana ile özdeşlik kurmaktır.
Bu, gerileyici bir eğilimin kalıntısı olabilir: İlkel Ana - Hakkının
anımsanması, ve aynı zamanda, «o zamanlar kadınların sahip olduğu ayrıcalık ve
üstünlüklerin yitirilmesine karşı bir çarenin simgesi» olabilir. Odier’e göre,
üreme öncesi ve tarih öncesi superid ahlâkı, gerçeklik ilkesiyle bağdaşamaz ve
bu yüzden, nevro- tik bir etmendir.
Bu yorumu biraz daha ileri götürürsek
görürüz ki; «superid»in tuhaf belirtileri, bir başka, yitirilmiş gerçeğin ya da
ego ile gerçek arasındaki, yitik bir üişkinin belirtileri olarak ortaya çıkar.
Freud teorisine hakim olan ve gerçeklik ilkesinde toplanan gerçek görüşü,
«baba ile bağlantılıdır.» Bu gerçek, îd’in ve egonun karşısına, bir düşman dış
güç olarak çıkar. Aynı şekilde, baba da, gücü, hadım olma tehlikesinde
simgelenen ve «anaya dönük nefsî zorlamaların doygunluğuna karşı yönelen» bir
düşman kişi olarak belirir. Gelişen ego, bu düşman güçle uyuşarak yetkinliğe
ulaşır: «Hadım olma tehlikesine boyun eğiş, gerçeklik ilkesi temeline dayanan
egonun kurulmasındaki en belirgin adımdır.» (138) Ancak, egonun, bir karşıt güç
olarak karşılaştığı bu gerçek, ne ilk ve ne de tek gerçektir. Egonun gelişimi,
«ilkel nai'kissizm»den uzaklaşan bir gelişimdir; bu ilk ev-
(138)
Hans
W. Loevvald «Ego and the Reality» (Interpational Journal of Psychoanalysis,
Cilt XXXII, 1951, I. Bölüm, Sf. 12. rede, gerçek
«dışarda değil, ilkel narkissizmin ego öncesinde mevcuttur.» Bu gerçek, egoya
düşman ve yabancı değü, «sıkıkıya ego ile bağlı ve hattâ ondan farksızdır».
(139) Bu gerçek, ilk (ve son?) olarak çocuğun ana ile olan nefsî ilişkisinde,
başlangıçta ego öncesinde yer alan ve giderek ondan ayrılan ilişkide görülür.
Ve aslî birliğin bu bölünüşü ile, «aslî birliği yeniden kurmaya yönelen bir
iti», «ana ile çocuk arasında nefsî bir akım» gelişir. (140) «Ego öncesi» ile
gerçek arasındaki ilişkinin bu ilk döneminde, Narkissistik ve anaç Eros, aynı
şey olarak görünür ve ilk gerçek görüşü, nefsî birlik görüşü olur. Bireyin
üreyicilik öncesindeki Narkisistik evre, insan türünün tarihindeki anaç dönemi
«anımsar». Her iki dönemde de, egonun, savunu ve boyun dğme değil, «çevre» üe
mutlak özdeşlik demek olan tutumu ile karşılanan bir gerçek kurulur. Ancak,
babanın gerçeklik ilkesi ışığında, burada ortaya çıkan gerçek konusundaki
«anaç kavram», derhal olumsuz ve ürkütücü bir niteliğe bürünür. Yitirilmiş
Narkisist-anaç birliği yeniden kurma itişi, bir «tehdit», yani, ezici güce
sahip rahmin «anaç biçimde bireyi içine çekip yutması» tehdidi olarak
yorumlanır. (141) Düşman baba, bağışlanır ve anaya dönük cinsel isteği cezalan?
dırmakla, egoyu, ana içinde yokolmaktan koruyan bir kurtarıcı olarak görünür.
Gerçek konusunda, Narkissistik - anaç tutumun, yetkin bir uygarlıkta ve yetkin
egonun gücü altında, daha az ilkel ve daha az yutucu kalıplarda ortaya çıkıp
çıkamayacağı sorusu ileri sürülmemiştir. Böyle bir soru yerine, bu tutumu
tamamen bastırma zorunluluğu doğal kabul
(139)
Aynı
yazı, aynı sayfa.
(140)
Aynı
yazı, Sf. 11.
(141)
Aynı
yazı, Sf. 15.
edilmiştir. Ataerkil gerçeklik ilkesi,
psikanalitik yorum üzerinde etken olmuştur. Superegonun «anaç» imgeleri, ancak
bu gerçeklik ilkesinin dışında, anılar yerine umutlar belirtir, yani, karanlık
bir geçmiş yerine, özgür bir geleceğin imgeleri olabilirler.
Mamafih, içgüdüsel yapıda, anaç nefsî
ahlâkının izlerini bulmak olasılı olsa ve bir duyumsal ussallık, Eros’u özgürce
düzene uydurabilse dahi, baskıcı olmayan bir gelişim tasarımını baltalayan,
kökleri çok derinde bir engel, kısaca, Eros’u ölüm içgüdüsü üe bağlayan bağ
vardır. Ölüm, baskıcı olmayan bir yaşam gerçeğini tamamen yadsır. Çünkü, ölüm,
zamanın mutlak yadsınışıdır, oysa «haz sonsuzluk ister.» Haz ülküsü zaman
tanımaz. Zamanın, haz ilkesinin ana alanı olanı îd üzerinde herhangi bir gücü
ve etkisi yoktur. Ama, hazzı gerçeğe ulaştıracak tek yol olan ego, bütünüyle
zamana bağlıdır. Her an mevcut olan, o kaçınılmaz sonu bekleyiş, tüm nefsî
ilişküere baskıcı bir etmen katar ve hazzı acı verisi bir duruma getirir.
İnsanın içgüdüsel yapısındaki bu temel yoksunluk, bütün diğer yoksunlukların ve
bunların toplumsal etkilerinin bitip tükenmez kaynağı olur. İnsan, «hiçbir
şeyin nasıl olsa sonsuz olmayacağını»; her hazzın, kısa süreli olduğunu, bütün
ölümlüler için, doğum anının ölüm anı demek olduğunu ve bunun dışında birşey
olamayacağını öğrenir. Toplum, insanı metodik olarak boyun eğmeye zorlamadan
önce, o zaten olacağa boyun eğmeyi öğrenmiş olur. Zamanın akışı, kanun ve
düzenin sürdürülmesinde, uyuşumun sağlanmasında ve özgürlüğü bir sürekli
ütopyaya bağlayan kuramların kurulmasında, toplumun en doğal müttefikidir.
Zamanın akışı, insanların, olmuş olanları ve olabilecek olanları unutmasma
yardımcı olur; insanların daha iyi bir geçmişi ve geleceği anmamasını sağlar.
Çok uzun süreli ve ürkütücü deneylerle
edinilmiş bir bilginin sonucu olan unutma yeteneği, ansal ve fiziksel sağlığın
vazgeçümez bir gerekliliğidir ve bu yetenek olmasa, uygar yaşam dayanılmaz
olur. Ancak, bu, aynı zamanda, boyun eğme ve fedakârlığı da destekleyen ansal
yetidir. Unutmak, aynı zamanda, adalet ve özgürlük olsa bağışlanmayacak olan
şeylerin de bağışlanması demektir Böylesi bir bağışlama, adaletsizliği ve köleliği
yeniden yaratacak koşulları yeniden yaratır; Geçmiş acıları unutmak, o acılara
yol açan güçleri, hem de altetmeksizin bağışlamak demektir. Zamanla kapanan
yaralar, aynı zamanda zehiri içlerinde taşıyan yaralardır. Zamana bu boyun
eğiş karşısında, anımsamaya, bir özgürlük aracı olarak eski önemini yeniden
kazandırmak, düşüncenin en soylu görevlerinden biridir. Anımsama (Erinnerung),
bu fonksiyonuyla, Hegel’in «Phenomenology of the Spirit» adlı yapıtının
sonunda ve Freud’un teorisinde yer alır. (142) Anımsama yetisi de, unutma
yetisi gibi, uygarlığın bir ürünü ve belki de en eski ve en köklü psikolojik
olgusudur. Nietzsche, belleğin özellikle zorunluluklar, anlaşmalar, alacaklar
konusunda eğitilmesini, uygar ahlâkın bağlangıcı olarak görür. (143) Bu durum,
uygarlıktaki bellek eğitimin tek taraflılığım gözler önüne serer: Yeti, hazlar
yerine ödevleri anımsamaya yöneltilmiş; bellek vicdan huzursuzluğu, suçluluk
ve günahla bağlanmıştır. Akılda kalan, mutluluk ve özgürlük vaadi değil,
mutsuzluk ve cezalanma tehdididir.
Belleğin, bastırılmış özünü erkinliğe
kavuşturmadan, kurtarıcı gücünü serbest bırakmadan, bas-
(142)
I.
Bölüme bakınız.
(143)
Gcnealogy
of Morals, II. Bölüm, Sf. 1-3. kıçı olmayan bir
yücelme düşünülemez. Orpheus mitinden, Proust’un romanına dek, mutluluk ve
özgürlük, geçmiş zamanın yeniden elde edilmesi, yani temps retrouve fikri ile
bağlanmıştır. Anımsama, doygunluk zamanı demek olan temps perdu’yü (geçmiş zamanı)
yeniden canlandırır. Bilince işleyen Eros, anımsama ile uyarılır ve anımsama
ile, fedakârlık düzenini yadsır; belleği, zamanın egemenliği altındaki bir dünyada
zamanı yenmek için kullanır. Ancak, zaman, Eros üzerindeki gücünü sürdürdüğü
ölçüde, mutluluk kesinlikle geçmişe özgü birşeydir. Sadece yitik cennetlerin,
gerçek cennet olduğunu belirten o ürkütücü cümle, temps perdu’yü hem yargılar
ve hem de kurtarır. Geriye bakışta, geçmiş haz ve mutluluk gerçekte
olduğundan daha güzel göründüğü için değil, sadece anımsama, bitmesinden
endişe duyulmaksızm haz ve mutluluk sağladığı ve böylelikle bunlara, aksi
halde olanaksız olan bir süreklilik bahşettiği için, yalnızca yitik cennetler,
gerçek cennettir. Anımsama, geçmişi geri getirdiği vakit, zaman gücünü yitirir.
Ancak, zamanın bu yenilişi sanatsal ve
yapaydır; anımsama, tarihsel eyleme çevrilmediği takdirde, gerçek bir silâh
olamaz. O zaman, zamana karşı savaş, tahakküme karşı savaşı belirleyici bir an
olur:
«Tarihin sürekliliğini kırmak
konusundaki bilinçli istek, eylem anında devrimci sınıflara özgüdür. Bu bilinç
Temmuz devrimi sırasında kendini göstermiştir. Savaşın birinci gününün
akşamında, birkaç yerde, aynı anda, fakat birbirine bağlı olmaksızın, Paris
kulelerinin saatlerine ateş edilmiştir.» (144)
Zamanın akışını durdurma çabalarını
harekete geçiren, zaman ile baskı düzeni arasındaki anlaşma-
(144)
Walter
Benjamin, «Ueber den Begriff der Geschichte» (Die neue Rundschau, Sf. 568).
dır. Ve bu anlaşma, zamanı, Eros’un
ölümcül düşmanı durumuna getirir. Hiç kuşkusuz, zamanın tehdidi, doygunluk
anının geçişi, son için duyulan endişe ero- togenik duruma gelebilir; yani
«libidoyu doruk noktadaki birikime ve doygunluğa ulaştıracak» engeller
olabilirler. Nitekim, Faust’un, haz ilkesini geri getiren dileği, güzel anı
değil, sonsuzluğu ister. Eros, sonsuzluğa ulaşma çabasıyla, nefsî hazzı, insan
yaşamının sürekli bir kaynağı olarak değil de, sadece bir belirli alana ve
denetime bağlı olarak niteleyen kesin tabulara karşı koyar. Gerçekten de, eğer
zaman ile kurulu düzen arasındaki anlaşma bozulacak olursa, «doğal» kişisel
mutsuzluk, artık düzenli toplumsal mutsuzluğun bir desteği olmaktan çıkar.
însan doygunluğunun ütopyaya bağlanması, artık, insan içgüdülerinde yeterli bir
uyarım sağlamaz olur ve erkinlik isteği, aslında sahip olmadığı ürkütücü güce
ulaşır. Sağduyu, hazzın sonsuzluğunun öte dünyaya özgü olması konusundaki
direncinde ve ölümle hastalığa karşı savaşı, ulusal ve uluslararası güvenliğin
bitmek tükenmek bilmez isteklerinin arkasındaki plâna itme çabasında, kanun ve
düzenden yanadır.
Zamanın zaman içinde sürdürülmesi, zaman
akışının önlenmesi, ölümün yenilenmesi yolundaki çabalar, tüm ölçüler içinde
us dışı ve kabul ettiğimiz ölüm içgüdüsü varsayımı içinde de kesinlikle olanaksız
görünür. Yoksa, bu varsayım, bu çabayı daha mı ussal yapmaktadır? Ölüm
içgüdüsü, Nirvana ilkesi altında faaliyet gösterir: Bu içgüdü, hiçbir gerilimin
duyulmadığı, hiçbir isteğin olmadığı o «sürekli doygunluk» durumuna yönelir,
içgüdünün bu eğilimi, * yokedici belirtilerinin, bu duruma ulaşmasıyla
asgarîye ineceğini gösterir. Eğer içgüdünün temel hedefi, yaşamın değil de,
acının son bulması, gerilimin ortadan kalkması ise, o zaman, paradoksal
olarak, içgüdünün çerçevesi içinde, yaşamla ölüm arasındaki çatışma ne denli
azalırsa, yaşam, doygunluk durumuna o denli yaklaşır. Haz ilkesi ve Nirvana
ilkesi birbir- leriyle kaynaşırlar. Aynı zamanda, artık - baskıdan kurtulmuş
olan Eros da güçlenecek ve güçlenen Eros, ölüm içgüdüsünün hedefini
massedecektir. Ölümün içgüdüsel değeri değişecektir: İçgüdüler, baskıcı olmayan
bir düzende doygunluk arasalar ve elde etseler, gerileme zorunluluğu,
biyolojik nedenlerinin büyük çoğunluğunu yitirecektir. Acı ve yokluk azaldıkça,
Nirvana ilkesi, gerçeklik ilkesi ile uzlaşabilecek duruma gelecektir.
İçgüdüleri «daha eski bir devreye» döndüren bilinçsiz çekimin etkisi mevcut
yaşam durumunun isteğe uygun yanlarıyla büyük ölçüde azaltılacak ve yetkisiz
kılınacaktır. İçgüdülerin «tutucu yapısı», doyurucu olan bugün içinde huzura
erecektir. Ölüm, artık bir içgüdüsel hedef olmaktan çıkacaktır. Ölüm, bir
olgu, hattâ belki de bir uç gereklilik olarak kalacak; ancak bu, insanın
bastırılmamış enerjisinin protesto edeceği, en büyük savaşın yönelteceği bir
gereklilik olacaktır.
Bu savaşta, mantık ve içgüdü
birleşebilir. Gerçekten insancıl yaşam koşulları altında, on, otuz, elli ya da
yetmiş yaşında hastalığa yakalanmak arasındaki ayrım ve doygunluğa erişmiş bir
yaşam sürdükten sonra «doğal» bir ölümle ölmek, tüm içgüdüsel enerjinin var
gücüyle savaşmasına değecek önemde bir ayrımdır. Ölenler değil, ama ölmemesi
gerektiği ve ölmek istemediği halde ölenler, acı ve ızdırap içinde ölenler,
uygarlığa karşı yöneltilebilecek en büyük suçlamadır. Bunlar, aynı zamanda,
insanlığın kefareti ödenmeyecek suçunu da kanıtlarlar. Onların ölümü, bu ölümün
gereksiz olduğu, sonucun başka türlü de olabileceği gibi acı verici bir bilinç
getirir. Bu suçtan duyulan vicdan azabını yatıştırmak için, baskıcı düzenin
tüm değerleri ve kurumlan seferber olmak zorundadır. Ölüm içgüdüsü ile
suçluluk duygusu arasındaki derin bağ, bir kez daha ortaya çıkar. Ölüm ve
hastalık karşısında gösterilen sessiz «profesyonel muvafakat», ölüm
içgüdüsünün; daha doğrusu, bu içgüdünün toplumsal yararının en yaygın belirtilerinden
biridir. Baskıcı bir uygarlıkta, ölümün kendisi, bir baskı aracı durumuna
gelir. Ölüm, ister korkulacak sürekli bir tehdit olarak görünsün, ister en yüce
fedakârlık olarak kutsansın, isterse de alın yazgısı olarak kabul edilsin,
ölümü kabul etmeye a- hşmak, ta başlangıçtan itibaren, yaşama bir boyun eğme,
teslim olma etmeni getirir. Bu etmen, «ütopik» çabalara aman vermez. Eğemen
güçlerin, ölüme bir yakınlığı vardır. Ölüm, özgürsüzlüğün, yenilginin bir
sonucudur. Bugün teoloji ve felsefe, ölümü bir yaşamsal kategori olarak
göstermek için birbirleriyle yarış ediyorlar: Bunlar, biyolojik bir olguyu,
ontolo- jik bir zorunluluğa çevirip, sürekliliğini sağladıkları insanlığın
suçunu kutsuyorlar, ve ütopya vaadine ihanet ediyorlar. Bunun tersine baskının
hizmetkârı olarak işlemeyen bir felsefe, ölüme, Büyük Yad- ısma ile, yani
kurtarıcı Orpheus’un reddi ile karşı çıkacaktır. Ölüm, özgürlüğün bir sonucu
olabilir. Ölümün gerekliliği, mutlak kurtuluş olasılığını ortadan kaldırmaz.
Ölüm de, bütün diğer gereklilikler gibi ussallaştırılabilir, acısız duruma
getirilebilir. İnsanlar, sevdikleri şeylerin sefaletten ve unutulmaktan korunduklarını
bilirlerse, endişesiz ölürler. Doygunluk içinde geçirilmiş bir yaşamdan sonra,
ölme işini, kendi seçecekleri bir anda, kendi üzerlerine alabilirler. Ancak,
en büyük özgürlüğün doğması bile, acı içinde ölmüş olanların kefaretini ödemeye
yetmeyecektir. Baskısız bir uygarlık tasarısına gölge düşüren, acı içinde ölmüş
olanların anısı ve insanlığın, kurbanlarına karşı birikmiş suçluluk
duygusudur.
NEO - FREUDİAN
REVlZYONlZMİN ELEŞTİRİSİ
Yüzyılın ilk yarısında meydana gelen
temel toplumsal değişimlere bağlı olarak, günümüz kültüründe, psikanalizin
görevi de değişmiştir. Liberal dönemin ve vaadlerinin yerle bir oluşu,
totaliter eğilimin yaygınlaşması ve bu eğilime karşı koyma çabaları,
psikanalizin bugünkü durumunda yansır. Psikanaliz, Birinci Dünya Savaşının
öncesine raslayan yirmi yıllık gelişim süresi içinde, modern çağın en çok
övülen başarısı olmuş, yani birey konusundaki psikolojik eleştiri kavramlarını
geliştirmiştir. Freud. «özgür kişiliği» meydana getiren malzemenin, kısıtlama,
baskı ve feragat olduğunu göstermiş, toplumun «genel mutsuzluğünun»
iyileştirilebilecek ve normal sayılabilecek sınırın dışına çıkmış olduğunu
belitmiştir. Psikanaliz radikal bir eleştiri teorisi olmuştur. Daha sonraları,
Orta ve Doğu Avrupa devrimsi ayaklanmalar içindeyken, psikanalizin, gizlerini
açığa vurduğu topluma hâlâ ne denli mahkûm olduğu, açıkça gözler önüne
serilmiştir, insan tabiatının temel değişmezliği inancında olan, psikanalitik
insan kavramı, «reaksiyoner» görünmüştür; Freud’un teorisi, sosyalizmin
insancıl ülkülerine, insanca ulaşılamayacağı anlamını taşımaktadır. Bunun
üzerine, psikanaliz üze-
rinde revizyonlar yapılmaya başlamış ve
bu iş giderek artan bir hız ve önem kazanmıştır.
Sol ve sağ kanatlara yönelen bir bölünme
olduğu fikri yabana atılmayacak bir görüş olabilir. Freud’un eleştirimci
toplun} teorisi kavramını geliştirme yolundaki en ciddi çaba, Wilhelm Reich’m
ilkyazlarında göze çarpar. Reich, «Einbruch der Sexual- moral» (1931) adlı
yapıtında, psikanalizi, toplumsal ve içgüdüsel yapılar arasındaki ilişki
üzerine oturtmuştur. Reich, cinsel baskının, ne büyük ölçüde, tahakküm ve
işletme çıkarları tarafından zorlandığını ve buna karşılık, cinsel baskının da
bu çıkarları zorladığını ve yeniden yarattığını önemle belirtmiştir. Ancak,
Reich’ın cinsel baskı kavramında, herhangi bir ayrışma yapılmamıştır; Reich,
cinsel içgüdülerin tarihsel dinamiği ve bunların, yıkıcı itilerle kaynaşması
üzerinde hiç durmaz. (Reich, Freud’un ölüm içgüdüsü varsayımını ve son
metapsikolojisinde açıklanan derinlik boyutunun tümünü reddeder.) Buna bağlı
olarak, Reich için, cinsel erkinlik, bireysel ve toplumsal huzursuzluklar
konusunda, her derde de- vâ bir yol durumuna gelmiştir. Yücelme sorunu asgariye
indirilmiş; baskıcı olan ve olmayan yücelme arasında herhangi bir ayrım
gözetilmemiş ve özgürlük gelişimi, sadece cinsiyetin başı boş bırakılması
olarak ortaya konulmuştur. Reich’in eski yazılarında görülen eleştirimci
sosyolojik önseziler, boylece engellenmiş ve Reich’ın daha sonraki yıllarında
ortaya çıkacak hoyrat ve hayalci «hobby»lerin habercisi sayılabilecek bir
ilkelcilik [primitivizm] üstünlük kurmuştur.
Psikanalizin «sağ kanadında» Cari
Jung’un psikolojisi çok geçmeden bir yobaz düzmece - mitoloji
— ?B8 —
durumuna gelmiştir. (145) Revizyonizmin
«orta yolu», kültürel ve kişilerarası ekollerde, yani psikanalizin, bugün en
popüler olduğu alanda geliştirilmiştir. Bu ekollerin, psikanalitik teoriyi,
ideolojiye dönüştürdüklerini göstermeye çalışacağız: Bu ortam içinde,
«kişilik» ve kişinin potansiyelleri, kişilik ve kişinin doygunluğu için gerekli
tüm koşulları ortadan kaldırmış bir gerçeğin karşısında yeniden canlandırılmak
istenmektedir. Freud, özgürsüzlük ve acıyı sürdürmeyi gerekli kılan baskının,
Batı uygarlığının en yüce değerlerini ne duruma getirdiğini açıkça görmüştür.
Neo - Freudian ekoller ise, aynı değerleri, özgürsüzlük ve acıya karşı en
etkin çare olarak göklere çıkarmakta ve bunları, baskı üzerinde kazanılmış bir
yengi olarak göstermektedirler. Bu entellektüel el çabukluğu marifet,
içgüdüsel dinamiği rafa koymak ve bu dinamiğin ansal yaşamdaki rolünü
indirgemekle başarılmaktadır. Bu biçimde arıtılan akıl [ruh], yeniden idealist
ahlâk ve din tarafından doldurabilecek duruma gelmekte; ansal cihazın
psikanalitik teorisi, ruhun felsefesi biçiminde yeniden yazılabilmektedir.
Revizyonistler böyle yapmakla, Freud’un, felsefesi idealizmin, tarihe aykırı
olarak yeniden canlandırılmasıyla bağdaşamayacak psikolojik araçlarını, yani
Freud’un, kişiliğin yıkıcı içgüdüsel ve toplumsal kökenlerini ortaya çıkarmasına
yardımcı olmuş olan araçları bir kenara itmektedirler. Üstelik, (yetkin
kişinin ve kültürel çevresi-, nin) ikinci derecedeki etmenleri ve ilişkileri,
birinci derecede süreçlermiş gibi değerlendirilmekte; toplumsal gerçeğin,
kişiliğin oluşumundaki etkisini göstermek üzere belirlenmiş çizgiden
dönülmektedir. An-
(145)
Bakınız
Edward Glover «Freud or Jung?» cak, bunun tam
tersi bir oluşumun geliştiğine, yani, toplumun, akıl [ruh] üzerindeki etkisinin
gücünü yitirdiğine inanıyoruz. Freud, temel içgüdülerin değişimleri üzerinde
durarak, türün ve bireyin en gizli tabakasında yatan toplumu ortaya
çıkarmışken; revizyonistler, toplumsal kuramların ve ilişkilerin kaynağına
yönelecekleri yerde, bunların nesneleşmiş, el altındaki kalıplarını amaç
edinmekle, bu kurumlar ve ilişkilerin, doygunluğa ulaştırmaları gereken
kişiliği ne duruma soktuklarını kavrayamaz hale gelmektedirler. Revizyonist
ekollerle karşılaştırıldığı zaman, Freud teorisi yeni bir önem ve nitelik
kazanmaktadır: Bu durumda teori, eskisinden de büyük ölçüde eleştirimci
yönünün derinliğini ortaya koymakta ve belki de ilk kez, mevcut düzeni aşan ve
baskı teorisini baskının ortadan kaldırılmasıyla birleştiren öğelerini
göstermektedir.
Kültürel ekollerin revizyonizmi altında
yatan ana iti, bu bağın güçlendirilmesidir. Erich Fromm’un ilk yazıları, Freud
teorisini, bugünkü toplumla özdeş kılınmaktan kurtarma,, içgüdüsel ve ekonomik
yapılar arasındaki bağıntıyı ortaya çıkaran psiaknalitik görüşleri kesinliğe
kavuşturma ve aynı zamanda, «babaya yönelmiş edinme içgüdüsü»ne [patricentric-
acquisitive] bağlı kültürün ötesine aşacak bir gelişim olasılığını gösterme
çabası güder. Fromm, Freud’un teorisindeki sosyolojik öz üzerinde durur:
Psikanaliz, sosyo - psikolojik olguları,
«içgüdüsel cihazın sosyo - ekonomik
duruma aktif ya da pasif uyduraluş süreçleri»
olarak almaktadır. Fromm bu noktadan
hareket ederek şunları der:
«içgüdüsel cihazın kendisi, (belirli
kuruluşları içinde) büyük ölçüde değişebilir bir biyolojik ayrın-
tidir. Ekonomik koşullar ise, içgüdüsel
yapıyı değiştiren temel etmenlerdir.» (146)
însan yaşamının toplumsal düzeninin
temelinde, nefsî istek ve ihtiyaçlar yatar: İstenilen biçime girebilen ve
kolayca eğilip bükülen bu istek ve ihtiyaçlar, verilmiş toplumun «harcı»
olarak biçimlendirilir ve kullanılırlar. Böylelikle, Fromm’un «Babaya yönelmiş
edinme içgüdüsü»ne bağlı diye nitelediği toplumda (bu toplum, bizim
incelenmemizde, edim ilkesinin yönetimi altındaki toplum olarak
tanımlanmıştır), nefsî itiler ve bunların doygunlukları (saptırılmaları),
tahakkümün çıkarları ile koordine edilmekte ve böylelikle, çoğunluğu, yönetici
azınlığa bağlayan bir tesbit [stabilize] gücü durumuna getirilmektedir. Endişe,
güven, aşk ve hattâ kişinin ait olduğu gruptan kurtulma ve tek başına kalmak
isteği, tahakküm ve boyun eğmenin ekonomik yapıdaki ilişküerine hizmet
ederler. (147) Ancak, yine aynı nedenle, toplumsal yapıdaki temel değişimler,
peşleri sıra, içgüdüsel yapıda oluşacak karşılık değişimleri de sürüklerler,
Yerleşik bir toplumun tarihsel açıdan devrini doldurmasıyla, iç karşıtlıkların
büyümesiyle, geleneksel ansal bağlar gevşemektedir:
«Nefsî güçler, yeni kullanım kalıplan
için serbest duruma gelir ve böylelikle toplumsal fonksiyonlarını değiştirmiş
olurlar. Bu güçler, artık, toplumun sürdürülmesine yararlı olmaktan çıkar ve
yeni toplumsal oluşumların meydana getirilmesine yol açarlar; harç olmaktan
çıkıp dinamit olurlar.» (148)
(146)
«Ueber
Methode und Aufgabe einer analytischen Sozial- psychologie» (Zeitschrif für
Sozialforschung, Cilt I, 1932, Sf. 39-40) (147) Aynı yapıt, Sf. 51,47
(148)
Aynı
yapıt, Sf. 53
Fromm, «The sociopsychological
Significance of the Theory of Matriarchy» [Anaerkillik Teorisinin
Sosyopsikolojik Önemi] adlı yazısında (149) bu kavramdan hareket etmiştir,
içgüdü değişimlerinin tarihsel niteliği konusundaki Freud’un görüşü, gerçeklik
ilkesini, babaya yönelmiş edinme içgüdüsüne bağlı kültür kalıplarıyla
dengeleyişini bozar. Fromm, anaya yönelmiş bir kültürün (antropolojik
nitelikleri hesaba katılmaksızın), tahakkümün çıkarma değil, insanlar
arasındaki doymuş nefsî ilişkilere bağlı bir gerçeklik ilkesini öngördüğünü
belirtir, içgüdüsel yapı, babaya yönelmiş kültür temeli üzerinde kurulacak bir
özgür uygarlığın doğuşunu engellemek yerine, bu uygarlığı, kuramlarının
değişimi şartıyla, gerekli kılar:
«Cinsiyet, doygunluk ve mutluluk
konusundaki en temel ve güçlü olasılıklardan birini gösterir. Eğer bu
olasılıklara, yığınlara tahakküm ihtiyacı yerine, kişiliğin yaratıcı gelişim
iihtiyacınm gerektirdiği sınırlar içinde fırsat tanınsa, bu tek temel mutluluk
olasılığının doyurulması, kaçınılmaz biçimde, insan yaşamının bütün diğer
alanlarında da mutluluk ve doygunluk isteğinin artmasına yol açacaktır. Bu isteğin
yerine getirilmesi, bunun için gerekli maddî çarelerin elde edilmesini ve bu
bakımdan da, mevcut toplumsal düzenin yıkılmasını zorunlu kılacaktır.» (150)
Freud teorisinin toplumsal içeriği,
açıkça belirir: Psikanalitik kavramları kesinliğe kavuşturmak, bunların
eleştirici görevini kesinleştirmek, mevcut toplum biçimine karşıtlıklarım
belirginleştirmek de-
(149)
Zeıtschrift
für Sozialforschung, Cilt III (1934) (İ50) Aynı yapıt, Sf. 215
mektir. Psikanalizin bu eleştirici
sosyolojik görevi, cinsiyetin bir «üretici güç» demek olan temel rolüne
bağlıdır; nefsî istekler, gelişimi, babaya yönelmiş edinme içgüdüsü evresinin
ötesinde bir özgürlüğe ve insan ihtiyaçlarının karşılanmasına doğru yöneltir.
Bunun tersine olarak, psikanalitik kavramın ve özellikle cinsiyet teorisinin
güçsüzleşmesi, sosyolojik eleştirinin güçsüzleşmesine ve psikanalizdeki toplumsal
özün azalmasına yol açacaktır. Görünenin aksine, kültürel ekollerin durumu
budur. Paradoksal (ama sadece görünüşte paradoksal) olarak, bu gelişim, terapideki
[tedavideki] gelişmenin bir sonucudur. Fromm, «The Social Conditions of
Psychoanalytic Therapy» [Psikanalitik Tedavinin Toplumsal Koşulları] adlı
yazısında, (psikanalist ile hasta arasındaki) psikanalitik durumun, liberal
hoşgörünün bir belirtisi olduğunu ve bu bakımdan, toplumda böyle bir
hoşgörünün varlığına bağlı bulunduğunu belirtmiştir. Ancak, «tarafsız»
analistin hoşgörüsü altında, «burjuvazinin toplumsal tabularına karşı duyulan
saygı» gizlidir. (151) Fromm, bu tabuların etkenliğini, Freud teorisinin ta
özünde, Freud’un cinsel ahlâka karşı tutumunda dahi bulur. Fromm, bu davranışı
bir başka tedavi görüşü ile karşılaştırır. Belki de ilk kez Ferenczi’nin bulmuş
olduğu bu tedavi yolu, analistin, babaya yönelmiş otoriter tabulara karşı
çıkması ve hastayla, «tarafsız» değil, hastanın «lehinde» bir ilişki
kurmasıdır.. Bu yeni görüşün başlıca özelliği, «hastanın mutluluk isteğini
kayıtsız şartsız kabul etmek» ve «ahlâkı, tabulaştırıcı niteliğinden sıyırmaktır.»
(152)
” (151) Zeitschrift für Sozialforschung, Cilt IV, (1935),
Sf. 374-375 (152) Aynı yapıt, SJL..395
Ancak, bu istekler, psikanalizi içinden
çıkılmaz bir buhrana sürükler. Gerçekten kabul edildiği takdirde, «mutluluk
isteği» sadece denetlenmiş mutluluğa izin veren toplumla olan çatışmayı daha
da büyütecek ve ahlâk tabularının yıkılması, bu çatışmayı, toplumun varlığını
koruyucu katlara dek genişletecektir. Bu durum, hoşgörünün kişisel, ekonomik
ve siyasal ilişkilerde yapıcı bir etmen olduğu toplumsal çevrelerde
uygulanabüir; ama toplum bu tür bir hoşgörüyü gösteremez duruma gelirse, bu
tutum, «tedavi» fikrini ve hattâ psikanalizin varlığını dahi tehlikeye
düşürebilir. Ancak mutluluk ve «kişiliğin yaratıcı gelişimi», mevcut değerlerle
bağdaşabilecek biçimde yeniden tanımlanırsa, yani, içselleştirilir ve idealize
edilirse, mutluluk isteğini olumlu karşılamak söz konusu olabilir. Bu yeniden
tanımlama ise, psikanalitik teorinin yıkıcı toplumsal eleştirisini olduğu
kadar, yıkıcı içeriğini de güçsüzleştirecektir. Eğer bu gerçekten, (sandığım
gibi) revizyonizmin tutmuş olduğu yol ise, bunun nedeni, derin nesnel toplumsal
dinamiğidir: Baskıcı bir toplumda, bireysel mutluluk ve yaratıcı gelişim,
toplumla çelişki içindedir; eğer bunlar, bu toplum içinde tanınacak değerler
olarak tanımlanırlarsa, kendileri baskıcı duruma gelirler.
İncelememizin bundan sonraki bölümü, Neo
- Freudian psikolojinin, eylemin gerileyici niteliğinin üstün geldiği daha
sonraki dönemleri ile ilgili olacaktır. Yapacağımız iş, bu incelemede ele alınmış
olan psikanalitik teorinin eleştirici kapsamını, karşıtlarıyla birlikte
göstererek daha bir açıklığa kavuşturmaktır. Revizyonist ekollerin terapötik
hünerleri, bu konunun tamamen dışındadır. Bu sınırlamayı gerektiren neden,
sadece benim bu konuda uzman ol-
mayısım değil, aynı zamanda, psikanalizin
kendi yapısında mevcut olan, teori ile tedavi arasındaki çelişkidir. Freud,
(çok basitleştirerek) aşağıda özetleyeceğimiz bu çelişkinin farkına varmıştır.
Psikanalitik teori, bireyin hastalığının, uygarlığın hastalığından doğduğunu ve
sürdürüldüğünü kabul ederken; psikanalitik tedavi, bireyi, hasta bir
uygarlığın bir parçası olarak ve bu uygarlığa tamamen boyun eğmeden
fonksiyonunu yürütebilmesi için tedavi etmek amacım güder. Psikanalitik
tedavinin sonu demek olan gerçeklik ilkesinin kabulü, bireyin, içgüdüsel
ihtiyaçları ve özellikle cinsiyet konusundaki uygar denetim ve baskıyı
kabullenmesi anlamını taşır. Freud’un teorisinde, uygarlık, temel içgüdülere
ve haz ilkesine karşıtlık içinde kurulmuş olarak görünür. Ancak haz ilkesi,
îd’de varlığını sürdürür ve uygar ego, kendi zaman tanımaz geçmişi ve
yasaklanmış geleceği ile sürekli olarak savaşmak durumunda kalır. Teorik
olarak, akıl ve ruh sağlığı ile nevroz arasındaki ayrım, sadece, boyun eğmenin
derecesinde ve etkenliğinde saklıdır: Ruh ve akıl sağlığı, başarılı, etküi bir
boyun eğmedir; hattâ öylesine etküi ve başarılıdır ki, oldukça mutlu bir
doygunluk olarak görünür. Normallik, temelsiz ve güvenilmez bir durumdur. «Nevroz
ve psikoz, îd’in dış dünyaya karşı ayaklanışmın, «acı»sının, kendini
zorunluluklara, yani anankeye uydurmak istemeyişinin ya da uyduramayışmın
birer belirtisidir.» (153) Bu ayaklanma, insanın içgüdüsel «yapısında» oluştuğu
halde, sadece yenilmez bir üstün güçle savaştığı için değil, aynı zamanda,
«zorunluluklara» karşı savaştığı için iyileştirilmesi gereken
(153) «The loss of Reality in Neurosis and Psychosis»,
(CoIIected Papers, II, Sf. 279
bir hastalık olarak görülür. Eğer
uygarlık sürecekse, baskı ve mutsuzluk gereklidir.
Haz ilkesinin «hedefine»,
yani mutluluğa «ulaşılamaz» (154); ancak buna ulaşma çabasından vazgeçilemez ve
vazgeçilmeyecektir. Uzun vadeli olarak düşünülünce, sorun, birleyin, çökmeksizin
ne denli boyun eğebileceğidir. Bu anlamda, tedavi, bir boyun eğme süreci olur:
«Histerik durumunuzu» insanlık için olağan sayılan «günlük mutsuzluğa
dönüştürme» konusunda başarı sağlayabilirsek, pek çok şey kazanılmış olacaktır.
(155) Bu amaç, hastanın, yetkin istek ve yeteneklerini bastıran bir çevreye
tamamen uyabilecek duruma gelmesi demek değildir (ya da olmamalıdır). Ama yine
de, analist, bir doktor olarak, hastanın içinde yaşamak zorunda olduğu ve
değiştiremiyeceği toplumsal olgular çerçevesini kabul etmek zorundadır. (156)
Uyuşumun indirgenemez durumdaki bu özü, Freud’un, baskıcı uygarlık temeli,
birey-üstü, toplumsal ölçüde dahi hiçbir şekilde değişemez yolundaki görüşü
ile daha da güçlenir. Bunun doğal sonucu olarak, psikanalizin eleştirici görüşleri,
sadece teorik alanda ve belki de, özellikle, teorinin tedaviden en çok
uzaklaştığı kesimde, yani Freud’un «metapsi- kolojisinde» güç kazanırlar.
Revizyonist ekoller, teori ile tedavi
arasındaki bu çelişkiyi, teoriyi tedaviye uydurarak ortadan kaldırmışlardır.
Bu uydurma, iki yolda gerçekleştirilmiştir. Önce, (ölüm içgüdüsü, ilkel klan
varsayımı, ilk babanın öldürülmesi ve bunların sonuçları gibi)
«Civilization and Its Discontens» Sf. 39
Breuer ve Freud «Studies in Hysteria» Sf. 232. Ayrıca ba-
«A General Introduction to Psychoanalysis» Sf. 397-398 «New~ Introductory
Lectures» Sf. 206
klinik doğrulamaya açık olmayan en
spekülatif ve «metafizik» kavramlar, ya asgarîye indirilmiş ya da toptan
kaldırılmıştır. Ayrıca bu işlemde, (îd ile ego arasındaki ilişki, bilinçdışımn
görevi, cinsiyetin alanı - ve önemi gibi) Freud’un en belirgin kavramları da,
yıkıcı anlamlarını tamamen yitirecek biçimde, yeniden tanımlanmışlardır.
Bireyle toplum arasındaki, içgüdüsel yapıyla bilinç alanı arasındaki çatışmanın
derinlik boyutu tamamen kaldırılmıştır. Psikanaliz, yeniden, Freud öncesi
ortamdaki geleneksel bilinç psikolojisi yöntemine oturtulmuştur. Başarılı tedavi
uygulaması adına böylesi bir yöntem değişikliğinin doğru olup olmadığı üzerinde
duracak değiliz; ancak, revizyonistler, Freud teorisinin güçsüzleşmesini yeni
bir teori durumuna getirmişlerdir; işte biz burada, sadece bu teorinin önemi ve
anlamı üzerinde duracağız. Bu konuyu incelerken, çeşitli revizyonist gruplar
arasındaki ayrımlara değinmeden, hepsinin ortak yanı olan teorik tutumu ele
alacağız. Bu tutum, Erich Fromm, Karen Horney ve Harry Stack Sullivan’m
çalışmalarından çıkarılmıştır. Clara Thompson (157) ise, revizyonistlerin örnek
tarihçisi olarak alınmıştır.
Revizyonistlerin, Freud’a karşı belli
başlı itirazları şöyle özetlenebilir: Freud, Bireyin ve nevrozunun, çevresi
ile olan çatışmalarıyla belirlenişine gerektiği değeri vermemiştir. Freud’un
«biyolojik yöntemi», bireyin filogenetik ve ontogenetik geçmişi üzerinde
durmasına yol açmıştır: Freud, kişiliğin, kesinlikle beşinci ya da altıncı yıl
(belki de daha önce) içinde saptandığını düşünmüş ve bireyin kaderini, temel
içgüdülerin ve değişimlerinin, özellikle cinsiyetin terimleri çerçevesinde
yorumlamıştır. Bunun tersine
(157) «Psychoanalysis: Evolution and Development»
olarak, revizyonistler, konuyu «geçmişten, bugüne» (158), «biyolojik
düzeyden, kültürel düzeye», bireyin «oluşumundan», bireyin çevresine
aktarmışlardır, (159) «insan, libido görüşünü tamamen bir yana bıraktığı
takdirde, biyolojik gelişimi daha iyi anlar ve gelişimin çeşitli evrelerini
«büyüme ve insan ilişkileri» çerçevesi içinde yorumlar.» (160) Bu durumda,
psikanalizin konusu, «dünya ile ilişkisi» içinde «tüm kişilik» durumuna gelir
ve «bireyin yapıcı yönleri» ile «yaratıcı ve olumlu potansiyelleri», lâyık
oldukları öneme ve değere kavuşur. Freud, donuktur, katıdır, yıkıcıdır ve
karamsardır. Freud, hastalık, tedavi ve iyileşmenin, her iki tarafın tüm
kişiliğini kapsayacak «kişiler arası ilişkiler» sorunu olduğunu düşünmemiştir.
Freud’un kavramı, herşeyden önce, gö- reci [relativist] bir görüştür: Freud,
psikolojinin «değer yargılarının nedenini anlamamıza yardımcı olacağını, ancak,
değer yargılarının geçerliliğini belirlememize yardım etmeyeceğini»
düşünmüştür. (161) Buna bağlı olarak, Freud’un psikolojisi ahlâka yer
vermemiş, ya da sadece kendi kişisel ahlâkını içine almıştır. Üstelik, Freud,
toplumu «durağan» olarak görmüş ve toplumun «insan içgüdülerini denetleme
mekanizması» olarak geliştiğim düşünmüştür. Oysa revizyonistler, «mukayeseli
kültürlerin in- celenişinden» öğrenmişlerdir ki; «insanın tehlikesi saptanmış
hayvansı itileri biyolojik yeriler değildir ve toplumun tek görevi bu itileri
denetlemektir.» Revizyonistler, «toplumun, geçmişte, ilk babanın öldü-
Thompson, «Psychoanalysis» Sf. 15, 182
Aynı yapıt, Sf, 9, 13, 26-27, 155
Aynı yapıt, Sf. 42
Erich Fromm, «Man for Himself», Sf. 34
rülmesi sırasında kurulmuş, durağan bir yasalar düzeni olmadığı,
büyüyen, değişen ve gelişen kişilera- rası davranış ve görüş düzeni olduğu»
konusunda diretirler. Buna, aşağıdaki görüşleri de eklerler:
«insan, kültürel deney olmaksızın insan
olamaz. Toplum, kişilerde yeni ihtiyaçlar doğurur. Yeni ihtiyaçlardan bir
kısmı, yapıcı bir yönde ilerler ve gelişimin daha da artmasını sağlarlar.
Adalet, eşitlik ve işbirliği fikirleri bu türdendir. Yeni ihtiyaçlardan bir
kısmı ise, yıkıcı bir yönde gelişir ve insanların yararına olmazlar.
Toptancılık rekabeti ve çaresiz durumda olanların istismarı, kültürün yıkıcı
ürünlerinin örnekleridir. Yıkıcı öğeler üstün geldikleri zaman, savaşa yol
açan bir durumla karşılaşırız.» (162)
Bu bölüm, revizyonist ekollerin
teorisindeki çöküşü göstermek için iyi bir başlangıç olabilir. Önce, sıradan,
herkesin bildiği birşey söylenmiştir. Sonra, sosyolojik nitelikler belirtilmiştir.
Freud’da, bu nitelikler gerçekten, temel kavramların içinde mevcuttur ve bu
kavramlarla geliştirilmişlerdir; burada ise, kavranmamış, dışsal etmenler gibi
görünürler. Ayrıca, iyi ile kötü arasındaki, yapıcı ile yıkıcı (Fromm’a göre,
üretici ile üretici olmayan ve olumlu ile olumsuz) arasındaki, herhangi bir
teorik ilkeden değil, sadece mevcut ideolojiden çıkarılmış ayrım söz konusudur.
Bu nedenle yapılan ayrım sadece isteğe göre yapılmış bir seçme, teoriye aykırı
ve uyumcu «Olumlunun üzerinde durunuz» sloganına eştir. Freud haklıdır; yaşam
kötüdür, baskıcıdır, yıkıcıdır; ama, o kadar da kötü, baskıcı ve yıkıcı
değildir. Yapıcı, yaratıcı yanlan da vardır yaşamın. Toplum sadece bu değil,
aynı zamanda şudur, insan, sadece kendine karşı değil, aynı zamanda kendinden
yanadır.
Bu ayrımlar anlamsız ve hattâ göstermeye
çalışacağımız gibi (Freud’un üzerine almış olduğu) ödev yerine getirilmediği
takdirde, yanlıştır: Freud’un yüklendiği ödev, uygarlığın etkisi altında, iki
«görü- nüm’ün, içgüdüsel dinamik içinde nasıl birbirleriyle ilişkili
olduklarını ve bu görünümlerden birinin, bu dinamik dolayısile nasıl
kaçınılmaz biçimde ötekine dönüştüğünü göstermektir. Bunu göstermekten uzak
olan, revizyonistlerin, Freud’un «tek taraflılığım» «düzeltme çabalan»,
Freud’un temel teorik kavramını rafa kaldırmaktan başka birşey değildir.
Mamafih, seçmecilik [eclectisizm] terimi, revizyonist
felsefenin özünü yeterince açıklamaz. Bu felsefenin, psikanalitik teori
konusundaki sonuçları çok daha ciddidr: Freud teorisinin revizyonist «ikmali», özellikle
kültürel ve çevresel etmenlerin belirtilisi, uygarlığın ve özellikle bugünkü
toplumun yanlış bir görünümünü yansıtır. Çatışkının alanını ve derinliğini
küçültmekle, revizyonistler, yanlış ama kolay bir çözüm yolu seçmiş olurlar.
Burada, bu çözümün kısaca özetini vermeye çalışacağız.
Revizyonistlerin en yüce isteklerinden
biri, bireyin, ilk çocukluk dönemi, veya biyolojik yapısı, yahut psikosomatik
durumunun değil, «tüm kişiliğinin», psikanalizin konusu durumuna
getirilmesidir:
«Kişiliklerin sonsuz çeşitliliği, insan
yaşamının en özgül niteliğidir. Kişilik denince, bir bireye özgü olan ve o
bireyi öteküerden ayrı kılan, kalıtımla ya da sonradan edinilmiş psişik
niteliklerin bütünlüğünü anlıyorum..» (163)
«Freud’un karşılıklı alış veriş
görüşünün, analizi kişilerarası bir işlem olarak alan bugünkü yorumdan
ayrılması gerektiği apaçık ortadadır. Kişüerara- sı durumda, analist, hastasına
sadece bozulmuş yönleri itibarile değil, aynı zamanda sağlıklı kişiliği ile de
bağlanır. Yani, analitik durum, özü itibarile insancıl bir ilişkidir.» (164)
«Bunu, şu ön yargıya bağlayacağım:
kişilik, akültürasyon (165) yoluyla engellemeler olmadığı takdirde, ruh sağlığı
ya da kişilerarası düzenleyici ilişki dediğimiz bir duruma yönelir.
Organizmanın temel yönü, ileriye dönüktür.» (166)
Burada da, pek açık seçik ortada olan
(«kişiliklerin çeşitliliği,» analizin «kişilerarası bir işlem» olarak
alınışı) kavranılmadığı ve sadece belirtilip kullanıldığı için, bir yan doğru
durumuna gelir. Ve, eksik olan ikinci yarı, bu açık seçik gerçeğin anlamını
değiştirdiği için, bu yarı doğru, tamamen yanlış olur.
Yukarda örnek verdiğimiz bölümler,
revizyonist ekollerdeki, ideoloji ile gerçek arasındaki karışıklığı
kanıtlamaktadır, insanın, kalıtımla ve sonradan edinmeyle sahip olduğu çeşitli
nitelikleri, bir tüm kişilik içinde «birleştiren» birey olarak göründüğü ve
kişiliğin, kendini çok sayıda ve değişken koşullar altında, dünyaya (nesnelere
ve insanlara) bağıntılı kıldığı doğrudur. Ancak, bu kişilik ve bu kişiliğin
gelişimi, içgüdüsel yapının en derinlerine varana dek önceden kalıplaşmıştır.
Bu önceden kalıplaşma, yani birik-
(164Jl Clara Thompson,
«Psychoanalysis» Sf. 108
(165) Akültürasyon (acculturation), ekonomik, politik,
tarihsel nedenler yüzünden, çeşitli kültürlerin birbirlerile kaynaşması ve
birbirlerinden etkilenmesini belirten antropolijik terimdir. (Ç.N.) (165) Harry
Stack Sullivan «Conceptions of Modem Psychiatry» Sf. 48
mis uygarlığın eseri olan kalıplaşma,
bireysel «gelişmedin çeşitliliği ve bağımsızlığının ikinci derecede olgular
olduğunu gösterir. Bireyciliğin altındaki gerçeğin ne ölçüde olduğu, uygarlığın
verilmiş bir evresindeki baskıcı denetimin alanına, biçimine ve etkenliğine
bağlıdır. Yaratıcı «teklik» ve yaşamın doygunluğu anlamında, bağımsız kişilik,
herzaman pek az kişiye özgü bir ayrıcalık olarak kalmıştır. Bugünkü dönemde,
kişilik, iktidar hiyerarşisi ve fonksiyonlarıyla, bu hiyerarşinin teknik, entellektüel
ve kültürel cihazları tarafından hazırlanmış bir standart reaksiyon kalıbına
yönelmektedir.
Analist ve hastası, bu yabancılaşmayı
paylaşırlar ve bu yabancılaşma, kendini, herhangi bir nevro- tik belirti
içinde değil de, «ruh sağlığının» ölçüsü biçiminde gösterdiği için,
revizyonist bilinçte yer almaz. Yabancılaşma süreci söz konusu olduğu zaman,
olduğu gibi bir bütün olarak değil de, bütünün olumsuz bir görünümü olarak ele
alınır. (167) Hiç kuşkusuz, kişilik ortadan kaybolmamıştır: Kişilik gelişmeye
devam eder ve hattâ beslenip eğitilir; ancak bu besleme ve eğitme, kişiliğin,
toplumsal açıdan uygun görülen davranış ve düşünce kalıplarına uymasını ve bu
kalıpları sürdürmesini sağlayacak biçimdedir. Bu kalıplar, böylelikle,
bireyselliği ortadan kaldırmaya yönelirler. Günümüz endüstriyel uygarhğınm«
yığın kültürü»nde tamamlanmış olan bu süreç, insanın kendini içinde bulduğu
bütün ilişkilerin, ya başka kişilerle olan ilişkiler, ya da bunlardan
çıkarılmış soyutlamalar olduğu gerçeğinden daha geniş bir anlam taşıyorsa,
kişilerarası ilişki kavramını bozuyor de-
(167; Erich Fromm’un, «Man for Himself» adlı yapıtındaki,
«piyasalarca yöntemi» konusundaki fikriyle karşılaştırınız. mektir. Eğer kavramın, bu herkesçe bilinen gerçekten daha fazla bir kapsamı
varsa, yani, «bireylerden» meydana gelmiş, «bütünlenmiş bir durumu tanımlamak
için iki ya da daha çok kişi gerekir» (168) gibi bir anlam taşıyorsa, o zaman
bu anlam asılsız ve düzmecedir. Çünkü bireysel durumlar, genel kaderin
türevleri ve görüntüleridir ve Freud’un göstermiş olduğu gibi, bireyin kaderi,
genel kadere bağlıdır. Genel baskıcılık, bireyi biçimlendirir ve en kişisel
niteliklerini dahi evrenselleştirir. Buna uygun olarak, Freud’un teorisi, daima
çocukluğun ilk yıllarına, yani evrensel kaderin bireyde oluştuğu döneme
yönelir. Sonraki, yetkin dönemin ilişkileri, oluşturucu ilişkileri «yeniden
yaratırlar». Böylelikle, en kesin belirleyici ilişkiler, en az kişilerarası
olan ilişkilerdir. Yabancılaşmış bir dünyada, türün çeşitli örnekleri karşı
karşıya gelirler: Ana - baba ve çocuk, erkek ve kadın, bir zamanlar efendi ve
köle, şimdi işveren ve işçi diye ayrılan bu örnekler, başlangıçta, evrensel
yabancılaşmanın belirli kalıpları içinde karşılıklı ilişki kurarlar. Bunlar, bu
tür ilişkiden sıyrılıp, salt kişisel ilişkiler kurdukları takdirde ve
kurdukları zaman, kendi, üstesinden gelinmiş ve kapsanmış olumsuzlukları
olarak altettikleri evrensel baskıcılığı, yine de sürdürürler. Bu durumda,
tedaviye ihtiyaçları yoktur.
Pisikanaliz, evrensel olanı, bireysel
görüş içinde açıklar. Bu ölçü içinde, ve sadece bu ölçü içinde, psikanaliz
insan ilişkilerinin kalıplaştığı nesneleşmeyi (şeyleşmeyi) kırar.
Revizyonistler, kişiyi, değiştirilebilir bir fonksiyona ve kişiliği, bir ideolojiye
dönüş-
(168)
Ernest
Beaglehole «Interpersonal Theory and Social Psyc. hology» (A Study of
Interpersonal Relations adlı yapıttan) Sf. 54
türen yabancılaşmanın gerçek durumunu
anlayamamakta (ya da bundan sonuçlar çıkaramamaktadırlar). Oysa, Freud’un
temel «biyolojist» kavramları, ideolojinin ve tepkelerinin dışına uzanır:
Freud’un, şeyleşmiş bir toplumu, «Kişilerarası görüş ve davranışların gelişen
ağı» olarak ve yabancılaşmış bireyi, «tüm kişilik» olarak almayışı, gerçeğe
uygun düşer ve asıl gerçek fikrini kapsar. Eğer Freud, gayrî İnsanî yaşantıyı,
ilerleyen insanhğın geçici bir olumsuz niteliği olarak almaktan kaçınıyorsa,
Freud’un «gayrî İnsanî» soğukluğunu ayıplayan iyi huylu, hoşgörü sahibi
eleştiricilerden çok daha insancıl demektir. Freud, «Organizmanın temel
eğiliminin ileriye yöneldiğine» kolayca kapılmaz. Ölüm içgüdüsü ve içgüdülerin
tutucu yapısı varsayımı olmasa bile, Sulli- van’m önermesi yüzeyden ve
kuşkuludur. Organizmanın «temel» yönü, gerilimin boşalmasına, doygunluğa,
huzura, hareketsizliğe yönelen dirençli itilerde çok başka bir görünüm taşır.
Zamanın akışına karşı savaş, sadece Narkissist Eros’a özgü değildir. «îleri» ve
«ruh sağlığı» terimleri, bizim toplumsal düzenimizdeki, yani «sağlam ve mutlu
insanların gelişimi için bazı bakımlardan büyük ölçüde yetersiz olan bir
toplumsal düzen» (169) içindeki anlamlarının tam tersi anlama gelecek biçimde
yeniden tanımlanmadıkları takdirde, sadomazoşistik eğilimler, ruh sağlığındaki
ileriye yönelişle bağdaşamazlar. Sullivan, böy- lesine bir yeni tanımlamadan
kaçınmakta; kavramlarını, uyuşumculukla uyuşturmaktadır:
«Eski bağlarından kendi isteği ile koptuğuna, kendini titizlikle
endoktrine ettiği yeni doğmaları
(169)
Patrick
Mullahy, «A Study of Interpersonal Relations» adlı yapıtın önsözü, Sf. XVII
seçerek kabul
ettiğine inanan kişi, mutlak, büyük güvensizliğin acısını çekmiş birisidir. Bu
kişi, genellikle, kendi düzeni içinde nefret uyandırıcı ve aykırı yapıda olan
insandır. Yeni eylem, ona, şimdi, içinden çıkmış olduğu gruba karşı yöneltilen
eski kişisel düşmanlıkları belirtme konusunda grup desteği sağlamıştır. Yeni
ideoloji, yıkıcı faaliyeti, neredeyse yapıcı gibi görünecek biçimde
ussallaştırmıştı^ Yeni ideoloji, mevcut düzenin indirgenmesi gerektiği yıkıntının
içinden çıkarılacak daha iyi bir yaşam vaadede- rek, çatışkıyı hafifletici bir
niteliğe bürünür. Bu Ütopyada, kişi ve çevresindekiler, iyi ve dürüst olacaklar,
onlar için adaletsizlik ve benzeri durumlar söz konusu olmayacaktır. Eğer
kişinin içinde bulunduğu grup, radikal gruplardan biriyse, kararların ve
seçmelerin sentezindeki uzak anıların faaliyeti, hemen hemen tamamen bastırılır
ve olasılı hayal dogmatik kalıp içinde kanalize edilir. Bu durumda, insan,
diğer radikallerle olan alış verişi dışında, üçüncü bölümde ele alman
psikopatik kişiliğe bürünmüş gibi davranabilir. Ne kendinin, ne başkalarının
gerçeğini sürekli olarak kavrayamaz ve davranışlarına, olasılı gelecek
düşüncesi olmaksızın, anlık fırsatçılık egemen olur.» (170)
Bu yazı, kişilerarası teorinin, ne
ölçüde statüko değerleri içinde belirlendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Eğer kişi, «eski bağlarından kopmuş» ve «yeni doğmaları kabul etmiş» ise,
«büyük ölçüde güvensizliğin acısını çekmiş» demektir; yani «kişisel düzeni,
nefret uyandırıcı ve aykırıdır»; bu demektir ki, yeni inancı «yıkıcı faaliyeti
ussallaştırır,» kısacası, bu insan, psikopatik bir tiptir. Kişinin
güvensizliği-
(170)
Sullivan,
<Conceptions of Modem Psychiatry» Sf. 96
_ »rçr, __ nin ussal ve akla yatkın olduğundan, kendi kişisel düzeninin değil,
başkalarınınkinin aykırı ve nefret uyandırıcı olduğundan, yeni doğmadaki yıkıcılığın,
daha yüksek bir gerçekleşme evresine yönelmesi bakımından yapıcı olduğundan
hiç söz edilmemiştir. Bu psikolojinin, mevcut değer ölçüleri dışında, hiçbir
nesnel değer ölçüsü yoktur: Sullivan bizim kültürümüz içinde, «yetkinliğin,
ancak kişinin sosyoekonomik durumu üzerinde etkili olduğunun (171) farkına
varmış bulunduğu halde, sağlık, yetkinlik, başarı, verilmiş toplumun
tanımladığı biçimde ele alınmıştır. «Eski bağlarından kopan» ve «radikal» olan
kişilerin (bu tanım İsa’dan Lenin’e, Socrates’den Giorda- no Bruno’ya kadar
hepsine uymaktadır) nevrotik olmasından kuşkulanan «daha iyi bir dünya vaadini»
ütopya ile özünü «hayal» ile ve insanlığın herkese adalet konusundaki kutsal
düşünü, uyuşmaz tiplerin (artık «onlara» adaletsizlik yok yollu) kişisel
infiali ile özdeş kılan uyuşumun, bu psikoloji üzerindeki etkisi çok büyüktür.
Ruh sağlığının, «düzene uydurucu başarı» ve gelişimle bu biçimde «uygulamacı»
özdeşliği, Freud’un, gayrî İnsanî bir topluma uyduruluşun terapötik bir hedef
olarak (172) alınması konusunda gösterdiği bütün endişe ve engelleri bir yana
atar ve böylelikle, psikanalizi, bu topluma, Freud’dan daha aşırı biçimde
mahkûm eder.
Freud, toplumun bütün tarihsel
kalıplarının altında, hepsinin ortak yanı olan temel gayrî insaniliği,
içgüdüsel yapının kendisine süren baskıcı denetimleri, insanın insana
tahakkümünü bulmuştur. Bu sez
eni; «The Interpersonal Theory of Psychiatry» Sf. 208.
(172)
Freud’un
«A General Introduction to Psychoanalysis» Sf. 332-333’tek i sözlerine bakınız.
gi dolayısile, Freud’un «durağan toplum
kavramı», revizyonistlerin dinamik sosyolojik kavramlarından daha yakındır
gerçeğe. «Uygarlığın ve tatminsizliklerinin» kökeninin insanın biyolojik
yapısında bulunduğu görüşü, Freud’un, tedavinin görevi ve amacı konusundaki
düşüncesi üzerinde büyük etki yapmıştır. Bireyin geliştireceği kişilik,
gerçekleştireceği potansiyeller ve elde edeceği mutluluk, başlangıçtan
itibaren denetim altındadır ve bunların kapsamı, ancak bu denetim çerçevesi
içinde tanımlanabilir. Freud, idealist ahlâk fikrinin görüntüsel kavramlarını
bozar: «Kişilik», baskı ve saldırganlığı içselleştirmiş ve başarılı bir
biçimde kullanmış, «kırık» bir bireyden başka şey değildir. Uygarlığın insanı
ne duruma getirdiği göz önüne alınırsa, kişiliklerin gelişimindeki ayrım,
sadece insanlığın ortak malı olan «günlük mutsuzluğun» dengeli ve dengesiz
paylaşılması arasındaki ayrımdır. Tedavinin tek başarısı, mutsuzluğun
paylaşılmasında, dengeyi sağlamaktır.
Fromm ve diğer revizyonistler, bu tür
bir «asgarî programa» karşı ve bu programın üstünde, daha yüce bir tedavi
amacı üeri sürerler: Bu amaç, «kişinin potansiyellerinin en iyi koşullar
altında ve en iyi biçimde gelişmesi ve bireyselliğinin gerçekleşmesidir. Ve
işte, asıl ulaşılamayacak olan hedef, budur. Psikanalitik tekniklerin sınırlı
olmasından değil, yerleşik uygarlığın kendi yapısı içinde, bu amacı yadsıması
yüzünden, hedefe ulaşılamaz. «Kişilik» ve «bireysellik», ya uygarlığın yerleşik
kalıbı içindeki olasılıklar çerçevesi içinde tanımlanır; ki bu
durumda, bunlar, büyük çoğunluk için, düzene başarılı biçimde uyma ile eş
anlamda olurlar; ya da, bunlar, aşamacı kapsamlarının çerçevesi içinde, gerçek
yaşantılarının ötesindeki (ve al
tındaki), toplumun yadsıdığı
potansiyellerin terimlerde tanımlanırlar; ki bu durumda da, bunların gerçekleştirilmesi,
yerleşik uygarlık kalıbının ötesine aşmayı, mevcut kalıplarla bağdaşmayan, özü
itibarile yeni «kişilik» ve «bireysellik» kalıplarına ulaşmayı
gerektirecektir. Bunun bugünkü anlamı, hastayı, ya bir âsî, ya da (aynı şey
demek olan) acı çekecek bir kişi durumuna getirecek biçimde «iyileştirmektir».
Revizyonist görüş, bu iki tanım arasında kararsızdır. Fromm, idealist ahlâkın,
eskidenberi süregelmiş değerlerini, sanki hiç kimse, bunların uyum- cu ve
baskıcı niteliklerini göstermemişcesine, yeniden canlandırır. Fromm, kişiliğin
yaratıcı biçimde oluşumundan, kişinin çevresindekilere olan ihtimamı, saygısı
ve sorumluluğundan, yaratıcı aşk ve mutluluktan, sanki, kişi bütün bunları
gerçekten yapabilir ve Fromm’un kendi tanımıyla, tamamen yabancılaşmış ve
«piyasa»’nın meta ilişkilerinin egemenliğine girmiş bir toplumda, yine de
aklını yitirmeden ve «iyi-durumda» kalabilirmiş gibi söz eder. Böylesi bir
toplumda, «kişiliğin» kendini gerçekleştirmesi, ancak ikili bir baskı temeli
üzerinde ilerleyebilir: Bu baskılardan birincisi, haz ilkesinin «arıtılması» ve
mutlulukla özgürlüğün içselleştirilmesi; İkincisi ise, bunların, mevcut
özgürsüzlük ve mutsuzlukla bağdaşabilecek duruma gelinceye kadar kısıtlanmasıdır.
Bunun sonucu olarak, yaratıcılık, aşk, sorumluluk, yönetilebilir bir boyun
eğiş anlamı taşıdıkları ve toplumsal açıdan yararlı faaliyetler çerçevesi
içinde (bir başka deyişle, baskıcı yücelme yolunda) kullanıldıkları ölçüde,
«değer» olurlar. Ve o zaman, bu değerler, özgür yaratıcılığın ve sorumluluğun
yadsınmasını, yani mutluluğun feda edümesini gerektirirler.
Örneğin, edim ilkesi altında, sağlıklı
bireyin amacı olarak gösterilen üreticilik, normal olarak (yani, yaratıcı,
«nevrotik» ve «eksantrik» ayrılıkların dışında), ticarette, yönetimde çalışmada
oldukça başarılı biçimde kendini ortaya koymalıdır. Aşk, cinsiyet konusundaki
koşullar uyarınca, yarı-yücelmiş ve hattâ engellenmiş libido durumuna
gelmelidir. Üreticiliğin ve aşkın, kabul edilmiş, onaylanmış, «gerçekçi» anlamı
budur. Ancak aynı terimler, aynı zamanda insanın özgür olarak oluşmasını ya da
böyle bir oluşum fikrini tanımlarlar. Revizyonistlerin bu terimleri
kullanışında, insanın özgür olan ve olmayan, köreltilmiş ve bütünlenmiş
yetilerini kapsayan bu belirsizlikten yararlanılır. Böylelikle de, yerleşik
gerçeklik ilkesine, ancak bu ilkenin dışında yerine getirilebilecek vaadler
yüklenir. Bu anlam belirsizliği, revizyonist felsefeyi, uyumcu olduğu yerde
eleştirimci, ahlâkçı olduğu yerde siyasal gibi gösterir. Çoğu kez, sadece tarz esas
tutumu açığa vurur. Freudian ve Neo - Freudian görüşlerin üslubunu
çözümlemek, aradaki ayrımı açıkça gösterecektir. Neo - Freudian üslûp,
özellikle felsefî yazılarda, bir vaaz, ya da sosyal yardım nutukları
havasmdadır. Bu üslûp, hem ağır, hem açık seçik, hem iyi niyetli ve hoşgörülü,
hem de metafizik değerleri günlük yaşamın olguları ve gerçekleri durumuna
getiren bir esprit de serieux içindedir. Yalan ve düzmece olan,
gerçek olarak alınır. Bunun tersine, Freud’un, «özgürlük», «mutluluk»,
«kişilik» terimlerini kullanışında bir belirli cinas vardır. Bu sözcüklerin
sonunda, ya görünmeyen bir ünlem işareti var gibidir, ya da olumsuz anlamları
açıkça belirtilmiştir. Freud, baskıya, her zaman baskı demiş, bir başka terim
kullanmaktan kaçınmıştır. Oysa re-
vizyonistler, baskıyı, bazen tam karşıt
anlamına yir- celtirler.
Ancak, revizyonistlerin, psikanalizi
idealist ahlâkla birleştirmeleri, sadece bir düzene uydurma sorunu değildir.
Neo - Freudian görüşün sosyolojik ya da kültürel yöntemi, madalyonun öteki
yüzünü, yani «yalnız öyle değil, aynı zamanda da böyle»yi sağlamış olur. Düzene
uydurma tedavisi, en sert dille yerilir (173); başarının «tanrılaştırılması»
kınanır. (174) Bugünkü toplum ve kültür, sağlıklı ve yetkin kişinin oluşmasını
büyük ölçüde kösteklemekle suçlanır; «rekabet ilkesi ve buna eşlik eden potansiyel
düşmanlık, insan ilişkilerinin tümünü kaplar». (175) Revizyonistler, kendi
psikanalizlerinin, başlı başına bir toplum eleştirisi olduğunu iddia ederler:
«Kültürel ekol’ün amacı, insanları
sadece toplumun kısıtlamalarına boyun eğebilecek duruma getirmekten daha öteye
gider; bu ekolün amacı olanak oranında, insanı, kendi huzur kaçırıcı
isteklerinden kurtarmak ve potansiyellerini geliştirme ve daha yapıcı bir
toplumun kurulmasına ön ayak olma olanaklarını sağlamaktır.» (176)
Freud’un bütün çalışmalarını kapsayan,
sağlıkla bilgi, normallikle özgürlük arasmdaki gerilim, bu durumda ortadan
kaybolur. Amacın yıkıcı karşıtlığından, geriye sadece bir «olanak oranında»
sözü kalır. «Daha yapıcı bir toplumun kurulmasına ön ayak olmak», yerleşik
toplumdaki normal fonksiyonla birleştirilir.
(173)
Fromm,
«Psychoanalysis and Religion» Sf. 73
(174)
Aynı
yapıt, Sf. 119
(175)
Karen
Horney, «The Neurotic Personality of Our Time» Sf. 284
(176)
Clara
Thompson, «Psychoanalysis» Sf. 152
Bu felsefe, eleştirilen toplumun temel
niteliklerini bir yana bırakıp, eleştiriyi yüzeydeki olgulara yöneltmekle
yürütülür. Fromm, yazılarının büyük bölümünü, üretici gelişim yolunda güçlü
engeller yaratan «piyasa ekonomisi»ne ve bu ekonominin ideolojisine ayırır.
(177) Ancak, iş bu kadarla kalır. Eleştirici görüş, eleştirilen kültürün
değerleri olan üreticilik ve «yüce kişilik» değerlerini değiştirmeye yönelmez.
Revizyonist felsefenin özelliği, olumlu ile olumsuzun, vaad ile vaadi yerine
getirmenin anlamdaş kılınmasıdır. Doğrulama, eleştiriyi masseder. Okuyucu, bu
durumda, «yüce değerlerin» kendilerine ihanet eden koşullar içinde
uygulanabileceğini ve uygulanması gerektiğini düşünebilir. Aslında da, bu değerler
bu koşullar içinde uygulanabilirler; çünkü, revizyonist düşünürler, bunları
düzene uydurulmuş ve idealize edilmiş kalıpları içinde, yani yerleşik gerçeklik
ilkesi çerçevesinde kabul ederler. îçselleştir- menin baskıcı yönlerini, diğer
birkaç analist gibi göstermiş olan Fromm, içselleştirme ideolojisini canlandırır.
«Düzene uydurulmuş» kişi, «yüce kişüiğe» ve «insancıl değerlere» ihanet etmiş
olmakla suçlanır; bu yüzden, bu insan, «başarı savaşındaki» yengisine karşın,
«içsel boşluk ve güvensizlik»ten kurtulamaz, «îçsel güçlülük ve bütünlüğe»
ulaşmış kişinin durumu, «vicdansız» arkadaşı kadar başarılı olmasa bile,
ondan çok daha iyidir.
«Bu kişi, kendisini, başkalarının
değişen kaderleri ve fikirlerinden daha az zedelenecek duruma getiren bir
güvene, yargıya ve tarafsızlığa kavuşacak ve pek çok alanda, yapıcı çalışma
konusundaki yeteneğini genişletecektir.» (178)
(177)
Fromm,
«Man for Himself» özellikle 67, 127-128. sayfalar (178) Fromm, «Psychoanalysis
and Religion> Sf. 75
Bu üslûp, revizyonist eleştirinin bağlı
olduğu Olumlu Düşüncenin Gücünü gösterir. Düzmece olan, değerler değil,
bunların tanımlandığı ve ileri sürüldüğü ortamdır: «İçsel güçlülük», kişinin
zincirle bağlı olduğu zaman dahi sahip olduğu ve Fromm’un Reform konusundaki
bir çözümlemesinde (179) kınadığı hiçbir koşula bağlı olmayan özgürlük
anlamını taşır.
Eğer, «İçsel güçlülük ve bütünlük»,
yabancılaşmış toplumun, çalışma alanında, iyi vatandaşlardan beklediği
niteliklerden (ki bu durumda, bunlar sadece yabancılaşmayı desteklemeye ,
yararlar.) daha fazla bir anlam taşıyorsa; bu değerler yabancılaşma kabuğunu ve
bu yabancılaşmanın değerlerini de parçalamış bir bilince özgü olmalıdırlar.
Ancak, böylesi bir bilince, bu değerlerin kendileri yer vermezler, çünkü bu
bilinç, bu değerleri, insanın köleliğinin birer parçası olarak alır. «Yüce kişilik»,
«aşağılık kişiliğini» sadece uygarlıkla bağdaşmaması bakımından değil, baskıcı
uygarlıkla bağdaşmadığı için feda etmiş olan bireyin, uygarlaştırılmış iti ve
istekleri üzerinde egemenlik kurar. Böylesi bir fedakârlık, gerçekten de,
insan gelişimi için gerekli bir adım olabilir. Ancak, Freud’un, yüce değerlerin,
bireye çok pahalıya mal olup olmadığı yolundaki sorusu, psikanalitik düşünürü,
bu- değerleri, yasaklanmış kapsamlarını göstermeksizin bireyi nelerden yoksun kıldıklarını
açığa çıkarmaksızm vazetmekten menedecek kadar ciddiye alınmalıdır. Bunup
yapılmamasının, psikanalitik teoriyi ne duruma getirdiği, Fromm’un aşk kavramı
ile Freud’unkini karşılaştırınca açık seçik belirmektedir. Fromm, bu konuda
şöyle der:
(179)
«Escape
from Freedom», Sf. 74 — —
«Gerçek aşkın kökeni üreticilikte
yattığı için, buna pekâlâ «üretici aşk» denüebilir. Bu, ister ananın çocuğuna
karşı duyduğu sevgi olsun, ister insanlar için beslediğimiz sevgi olsun,
isterse de, iki birey arasındaki erotik sevgi olsun, özü hep aynıdır... üretici
sevginin bütün kalıplarında ortak bazı temel etmenler olduğu söylenilebilir.
Bunlar, sorumluluk, saygı, ihtimam ve bilgidir.» (180)
Bu ideolojik formülle, Freud’un,
sevginin içgüdüsel temeli ve tabanı konusundaki, çok biçimli sapıklığı olan
cinsiyetin, şefkat ve sevgi ile kaynaşacak, yani güvensiz ve temelsiz olan ve
hiçbir zaman .yıkıcı etmenlerini tamamen yokedemeyen bir kaynaşmaya ulaşacak
dereceye gelinceye kadar kısıtlanmasını öngören uzun ve acılı süreç konusundaki
çözümlemesini karşılaştırın. Fromm’un aşk üzerindeki vaazını, Freud’un, «The
Most Prevalent Form of Degra- dation in Erotic Life» adlı yapıtındaki,
raslantısal sayılabilecek fikriyle karşılaştırın:
«..bugünkü uygarlıkta insanların
aşklarının, genel olarak fiziksel yetersizlik niteliğini taşıdıklarım
yadsıyamayız. Kültürlü kişilerin ancak birkaçında, şefkat ve şehvet birbirine
tam anlamıyla kaynaşmıştır: Erkekler hemen her zaman, cinsel faaliyetlerinin,
kadına karşı duydukları saygı tarafından baltalandığı duygusunu taşınfakta ve
ancak, aşağı türden bir cinsel nesne karşısında, cinsel gücünü tamamen geliştirebilmektedir.»
(181)
Freud’a göre, bizim kültür düzeyimizde,
aşk, te- keşli-ataerkil toplumun kabul ettirdiği tüm kısıtlamalar ve tabularla
birlikte, «amacı engellenmiş cinsiyet» olarak sürdürülebilir ve
sürdürülmelidir. Aşk,
(180)
«Man
for Himself» Sf. 98
(181)
Collected
Papers, IV, Sf. 210 meşru anlatımı dışında, yıkıcıdır ve
hiçbir biçimde, üreticiliğe ve yapıcı çalışmaya bağlanamaz. Aşk, ciddi olarak
alındığı zaman, kanun dışıdır: «Bugünkü uygar yaşam içinde, iki insan arasında
basit ve doğal bir aşka yer yoktur.» (182) Ama revizyonistlere göre,
üreticilik, aşk, sağlık ve mutluluk, bir büyük uyuşum içinde birbirlerine
kaynaşırlar; uygarlık, bunlar arasında, yetkin kişinin ciddi bir zarara yol
açmadan çözemiyeceği herhangi bir çatışmaya sebep olmamıştır.
İnsan istekleri ve bunların doyurulması,
bir kez içselleştirilip, «yüce kişiliğe» yüceltildikten sonra, toplumsal
sorunlar, öncelikle ruhsal sorunlar ’ durumuna gelir ve bunların çözülmesi bir
ahlâki görev olur. Revizyonistlerin sosyolojik katılığı, kendini
yüzeyden gösterir: Asıl savaş, insanın «ruh»unda sürdürülür. Bugünkü
otoritercilik ve «makine ile başarının tanrılaştırılması», insamn «en değerli
ruhsal servetini» tehlikeye düşürür. (183) Revizyonistlerin biyolojik alanı ve
özellikle cinsiyeti asgarîye indirmeleri, sorunu sadece bilinç dışından
bilince ve İd’den egoya aktarmakla kalmaz; aynı zamanda, insan yaşamının
yüceltilmeden önceki döneminden yüceltilmiş dönemine de getirir, içgüdüsel
doygunluğun bastırılması, geri plâna çekildiği ve insanın oluşumundaki
belirgin önemini yitirdiği zaman, toplumsal baskının derinliği azalır. Buna
bağlı olarak, revizyonistlerin, nevrotik kişiliğin oluşumundaki «toplumsal koşulların»
etkisi üzerinde durmaları, gerek sosyolojik ve gerekse psikolojik açıdan,
Freud’un bu koşullan «bir yana bırakmış» olmasından çok daha verimsiz
(182)
«Civilization
and Its Discontents,» Sf. 77'nin notu. (183) Fromm, «Psychoanalsis and
Religion,» Sf. 119 sonuçlara ulaşır. Revizyonistlerin,
içgüdüler teorisini köreltmeleri, maddî ihtiyaçlar alanının, ruhsal ihtiyaçlar
lehine küçültüldüğü geleneksel değer düşmesine yol açar. Böylelikle, toplumun,
insan denetimi üzerindeki rolü ufaltılmış olur ve bazı toplumsal ku- rumların
açıkça belirtilen eleştirisine karşın, revizyonist sosyoloji, bu kurumlann
dayandığı temeli kabul eder.
Nevroz da, bir ahlâk sorunu olarak
görülür ve birey, kendi oluşumundaki başarısızlıktan sorumlu tutulur. Kuşkusuz,
bu suçlamanın bir bölümü topluma yöneltilir, ama uzun vadede, kişinin kendisi
hatalıdır :
«Kişi, yarattığı şeye bakarak, gerçekten
iyi, diyebilir. Ama kendine bakarak, ne diyebilir?.. Bir yanda çok güzel
şeyler yaratırken, bir yanda da kendimizi, bu büyük çabaya değer kişiler
durumuna getiremedik. Bizimki, kardeşlik sevgi ve mutluluk içinde bir yaşam
değil, ruhsal kargaşa ve şaşkınlıktır.» (184)
Toplumla birey arasındaki uyuşmazlık
belirtilir ve bir yana bırakılır. Toplum, bireyi ne duruma getirirse getirsin,
yine de bireyi ve analisti, «tüm kişilik» ve bu kişiliğin üretici gelişimi
üzerinde durmaktan caydıramaz. Horney’e göre, toplum, «biriktikleri takdirde,
nevroz oluşumuna yol açabilecek» bazı belirli güçlükler yaratır. (185) Fromm’a
göre, toplumun birey üzerindeki olumsuz etkisi, daha ciddidir; ancak, bu
sadece üretici aşkın ve üretici düşüncenin faaliyetine karşı koyan bir etkidir.
Sorun, kişinin, «kendini, yaşammı ve mutluluğunu ciddiye almasına;
(184)
Fromm,
«Psychoanalysis and Religion», Sf. 1
(185)
The Neurotic Personality, Sf. 284
kendinin ve
toplumun ahlâk sorunlarım çözmeyi istemesine; kendi kendisi olabilme ve
kendisi için olabilme cesaretine» bağlıdır. (186) Bireyin, «kendisi için»
varolmakla «başkaları için» varolmak arasındaki ayrımın dahi anlamsızlaştığı
ölçüde, yönetimin öznesi - nesnesi durumuna geldiği bir totaliter devirde; her
yerde hazır ve nâzır cihazın, gerçek uyuşmazlığı gülünç duruma düşürecek ve
yenerek cezalandırdığı bir devirde, Neo-Freudian düşünür, kalkıp bireye
«kendisi için» ve «kendisi olarak» var olmasını öğütlüyor, Revizyonistlere
göre, toplumsal baskı, bütün çağların uyumcu felsefesinde yapmış olduğu gibi,
kendini bir «ahlâk sorununa» dönüşmüştür. Ve klinik nevroz durumu, «son
çözümlemede, bir ahlâkî düşkünlük» (187) olarak göründüğü zaman, «ruhun
psikanalitik tedavisi,» «dinsel» bir tutuma yönelme eğitimi durumuna gelir.
(188)
Psikanalizden, içselleştirilmiş ahlâk ve
dine kaçış, psikanalitik teorinin revizyonu sonucudur. Eğer insan yaşamındaki
«yara», insanın biyolojik yapısına işlemiyor ve uygarlığın yapısı tarafından
açılıp sürdürülmüyorsa, o zaman, derinlik boyutu, pisika- nalizden kaldırılır
ve birey - öncesi ile birey - üstü güçler arasındaki (filogenetik ve
ontogenetik) çatışma, bilinçli bireylerin ussal olan ya da olmayan, ahlâki
olan ya da olmayan davranışları sorunu olarak görünür. Psikanalitik teorinin özü,
sadece bilinç dışının rolünü ortaya çıkarmak değil, bilinçdışının belirli
içgüdüsel dinamiğinin, iki temel içgüdünün değişimlerinin tanımım yapmaktır.
Uygarlığın insan
(186)
Man
for Himself, Sf. 250
(187)
Aynı
yapıt, Sf. VIII
(188)
Psychoanalysis
and Religion, Sf. 76
üzerindeki baskısını, sadece bu değişimlerin tarihi ortaya vurur.
Eğer, cinsiyet, Freud’un ileri sürdüğü yapıcı rolü oynamıyorsa, o zaman, haz
ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında herhangi bir temel çatışma yok demektir;
insanın içgüdüsel yapısı, köreltilmeksizin, toplumsal açıdan yararlı ve düzenli
mutluluğa ulaşacak biçimde «arıtılmış» ve geliştirilmiştir. Freud, özellikle,
cinsiyette bölünmemiş haz ilkesinin simgesini gördüğü içindir ki; bireysel
deneyin çok daha derinlerinde yatan nevrotik mutsuzluğunun ve «genel»
mutsuzluğun kökenini ortaya çıkarabilmiş ve bütün bilinçli olarak denenmiş ve
yönetilmiş baskıların altındaki «temel» kurucu baskıyı farkedebilmiş- tir.
Freud, bu buluşunu çok ciddiye almış hattâ, mutluluğu, üretici aşkta ve diğer
üretici faaliyetlerdeki yüceltilmiş kalıbı ile özdeş kılacak kadar ileri
gitmiştir. Freud, bu yüzden, mutluluğun gerçekleştirilmesine yönelen bir
uygarlığın, bir afet olacağını, tüm uygarlığın sonu demek olacağını
düşünmüştür. Freud’a göre gerçek mutluluk ve özgürlükle, baskıcı bir
uygarlıkta vazedilen ve uygulanan düzmece mutluluk ve özgürlükle, baskıcı bir
uygarlıkta vazedilen ve uygulanan düzmece mutluluk ve özgürlük arasında derin
bir uçurum vardır. Revizyonistler ise, ortada böyle bir engel görmezler,
Mutluluğu ve özgürlüğü tinselleştirildikleri için, «üretim sorununun gerçekten
çözülmüş olduğu»nu rahatça söyliye- bilirler: (189)
«însan, en yüce unutlarının
gerçekleşmesine, hiçbir zaman bugünkü kadar yakın olmamıştır. Bilimsel buluşlarımız
ve teknik gelişmelerimiz, bize, karnını doyurmak isteyen herkesin oturacağı
sofra
cı 89) Fromm, «Man for Himself», Sf.
140
nıın kurulacağı günü görebilme olanağı
tanınmaktadır.» (190)
Bu önermeler doğrudur; ama ancak,
karşıtlarının ışığında bakıldıkları zaman. însan, özellikle, umutlarının
gerçekleşmesine bu denli yaklaşmış olduğu için, bunları gerçekleştirmekten bu
denli engellenmektedir. Özellikle, bireysel ihtiyaçların evren çapında
karşılanmasını gözlerimizin önüne getirebildiğimiz için, böylesi bir
doygunluğun yoluna, en güçlü engeller konmaktadır. Sosyolojik çözümleme, ancak
bu bağıntıya bir açıklık kazandırabilirse, Freud’u aşmış olur. Aksi takdirde,
Freud’un içgüdüler teorisini köreltme pahasına elde edilmiş, işe yaramaz bir
süs olarak kalır.
Freud, insan özgürlüğü ve mutluluğu ile
cinsiyet arasında sürekli bir bağlantı kurmuştur. Cinsiyet, özgürlük ve mutluluk
için temel kaynağı ve aynı zamanda, bunların uygarlıktaki kısıtlanışının gerekçesini
yaratmıştır. Revizyonistlerin, çatışmayı, özgürlük ve mutluluğu
tinselleştirerek çözmeleri, bu bağıntının güçsüzleşmesini gerektirmiştir.
Terapetik buluşlar, cinsiyetin oynadığı rolde, teorik bir indirgeme
yapılmasına yol açmış olabilir; ancak, böyle bir indirgeme, revizyonist felsefe
için herhalükârda vazgeçilemez bir koşuldur.
«Cinsel sorunlar, bazı durumlarda
hastalık belirtilerinde de sürmekle beraber, nevrozun dinamik temeli olarak
düşünülmekten çıkmışlardır. Cinsel güçlükler, nevrotik kişilik yapısının
nedeni olmaktan çok, sonucudurlar, öte yandan ise, ahlâki sorunlar, giderek
önem kazanırlar.» (191)
(190)
Fromm,
«Psychoanalysis and Religion», Sf. 1
(191)
Homey,
«New Ways in Psychoanalysis», Sf. 10
Bu görüş, libidonun rolünü küçültmekten
de öte bir anlam taşır. Bu kavram, Freud teorisinin iç yöntemini tersine
çevirir. Bu durum, en belirgin olarak, Fromm’un Oedipus kompleksini yeniden
yorumlayı- şmda ortaya çıkar. Bu yeni yorum, Oedipus kompleksini «cinsel
alandan, kişilerarası ilişkiler alanına çevirmeye» çalışır. (192) Bu
«çeviri»nin özü, anaya yönelen duygunun, «cinsel istek olmadığı», sadece korunmak,
güven içinde olmak, çocuk kalmak isteği oluşudur. «Cenin, ana ile ve anadan
dolayı yaşar ve doğum olayı, özgürlük ve bağımsızlık yolundaki bir adımdan
başka bir şey değildir.» Bu doğrudur. Ancak, elde edilecek mutluluk ve
özgürlük (eğer elde edilebilecekse), yokluk, boyun eğme ve acının etkisi
altındadır ve doğum olayı, doygunluk ve güvenden uzaklaşan yönde
atılmış, ilk ve en korkunç adımdır. Fromm’un, Oedipus kompleksi konusundaki
ideolojik yorumu, özgürlüğün mutsuzluğunu, doygunluktan uzaklaşmasını kabul
etme anlamındadır. Oysa Freud’un teorisi, Oedipus isteğinin, bu uzaklaşmaya
karşı sonu gelmez bir çocuksu protesto, yani özgürlüğe değil, acılı, baskıcı
özgürlüğe yönelmiş bir protesto olduğunu belirtir. Tam tersine, Oedipus
isteği, özgürlüğün ilk kalıbı için, yani kıtlıktan kurtulmak için duyulan, sonu
gelmez bir çocuksu istektir. Ve (bastırılmamış) cinsiyet içgüdüsü, bu ilk
özgürlük kalıbının biyolojik iletkeni olduğuna göre, Oedipus isteği, özü
itibarile «cinsel istekte.» Bu isteğin doğal hedefi, ana olarak ana değil, kadm olarak ana, yani doygunluğun kadın öğesidir. Bu
durum, algıcılık, huzur, acısız ve bölünmemiş doygunluk Eros’unun, ölüm
içgüdüsüne (rahme dönmeğe) en
(192)
«Psychoanalysis
and Religion» Sf. 79. Ayrıca Fromm’un, «The Forgotten Language»deki yorumuna
bakınız. Sf. 231-235.
”'in iaz ilkesinin, Nirvana ilkesine en
çok durumdur. Burada Eros, o er çeklik ilkesi- elediği herşeye
karşı; yani babaya, tahakküme, .yücelmeye, boyun eğmeye çarşı ilk savaşını verir.
Bundan sonra, özgürlük ve doygunluk giderek babanın ilkeleriyle birleşirler:
Kıtlıktan kurtulmak, ahlâkî ve ruhsal bağımsızlık uğruna feda edilir. Uygarlığın
psişik temelini ilk sarsan, ana-kadın için du- jUİan «cinsel istek »tir.
Oedipus çatışkısını, bireyle toplum arasındaki içgüdüsel çatışmaların prototipi
durumuna getiren, bu «cinsel istek»tir. Eğer Oedipus kompleksi, özü itibarile,
korunma ve güven («özgürlükten kaçma») isteğinden başka birşey olmasa idi;
eğer çocuk, caiz görülmeyen haz yerilin, o^ûece caiz görülmeyen güvenlik istese
idi, o zaman, Oedipus kompleksi, gerçekten bir eğitim sorunu olarak ortaya
çıkardı. Böyle olunca da, toplumun içgüdüsel açıdan tehlikeli bölgeleri
kurcalanmadan da tedavi edilebilirdi.
Ölüm içgüdüsünün reddedilmesi de aynı
elverişli sonucu verir. Freud’un ölüm içgüdüsü ve bu içgüdünün uygar
saldırganlıktaki rolü varsayımı, uygarlığın bir kenara bırakılmış
sorunlarından birini aydınlığa kavuşturmuş; ezilenleri ezenlere, askerleri
generallere, bireyleri efendilerine bağlayan, gizli bilinç dışı bağı ortaya
çıkarmıştır. Uygarlığın, tahakküm çerçevesi içindeki gelişimini belirleyen
topyekûn yokedicilik, ortadan kaldırılma olasılığına karşın, insanları araç
ve kurban durumuna getirenlerin içgüdüsel anlaşmasıyla sürdürülmüştür. Freud,
Birinci Dünya Savaşında şöyle yazmıştır:
«Su anda uygar dünyaya yayılmasına göz
yumulan muazzam gaddarlığı, zulmü, yalancılığı düşünün. Bir avuç koltuk L
eslisinin, bir avuç yozlaşmış in-
sanın, peşlerinden gelenlerde suçlu
olmadıkları takdirde bu kötülüğü sah verebileceklerine gerçekten inanıyor
musunuz?» (193)
Ama, bu varsayımın ileri sürdüğü itiler,
revizyonistlerin ortaya attığı ahlâkçı gelişim felsefesi ile bağdaşmaz. Karen
Horney, revizyonistlerin tutumunu kısaca belirtir:
«Freud’un (bir ölüm içgüdüsü) varsayımı,
düşmanlık ve yıkıcılık nedenlerinin yoketme itişinde gizli olduğunu belirtir.
Böylelikle, Freud yaşamak için yokettiğimiz yolundaki inanımızı altüst eder ve
yok- etmek için yaşıyoruz, biçimine sokar.» (194)
Freud’un kavramını bu biçimde görmek
yanlıştır. Freud, yoketmek için yaşadığımızı düşünmemiştir. Yoketme içgüdüsü,
ya yaşam içgüdülerine karşı ya da onların hizmetinde olarak faaliyet gösterir.
Üstelik, ölüm içgüdüsünün hedefi, aslında yoketmek değil, yoketme ihtiyacını
ortadan kaldırmaktır. Horney’e göre, «kendimizi tehdit edilmiş, küçültülmüş
veya hakaret edilmiş durumda bulunduğumuz ya da saydığımız» için, «güvenliğimizi
veya mutluluğumuzu, yahut da bize öyle gelen şeyleri» savunmak için yoketmek
isteriz. Bu sonuçlara varmak için, herhangi bir psikanalitik teori gerekli
değildir. Bu görüş, bireysel ve ulusal saldırganlığı ezelden beri mazur
göstermiştir. Ya, güvenliğimiz gerçekten tehlikededir; ki bu durumda, yoketme
isteğimiz ussal ve mantıkî bir tepkidir; ya da güvenliğimizin tehlikede
olduğunu «sanıyoruz- dur»; ki bu durumda bu duyguya yol açan bireysel ve birey
- üstü gerekçelerin açığa vurulması zorunludur.
(193)
A
General Introduction to Psychoanalysis, Sf. 130-131 (194) New Ways in
Psyschoanalysis, Sf. 130 - 131
Revizyonistlerin, ölüm içgüdüsünü
reddedişlerinin yanı sıra, ileri sürdükleri bir başka öneri ise, Freud
teorisinin, revizyonistlerin ilerici sosyolojik yöntemlerine oranla gerçekten
«reaksiyoner» bir anlam taşıdığını gösterir. Freud’un ölüm içgüdüsü varsayımı,
«...belirli kültürel koşullar içinde,
yokediciliğe yarayan nedenleri araştırma çabalarını kötürümleştirir. Bu
varsayım, aynı zamanda, bu koşullarda herhangi bir değişiklik yapma çabalarını
da kötürüm- leştirmelidir. Eğer insan, doğal olarak yokedici ve bunun sonucu
olarak da mutsuz ise, o zaman, daha iyi bir gelecek için ne diye çaba
gösterilsin?» (195)
Revizyonist görüş, Freud teorisinde,
itilerin de- ğiştirilebilirlik ölçüsünü, tarihin «değişimlerine» bağlı kalma
ölçüsünü asgarîye indirger. Ölüm içgüdüsü ve türevlerinin durumu da bundan
farklı değildir. Ölüm içgüdüsü enerjisinin, «daha iyi bir geleceğe» ulaşma
çabalarını mutlak kötürümleştirmeyeceğini, tersine, bu çabaların, uygarlığın
yaşam içgüdüleri üzerine koyduğu kısıtlamalar ve bu içgüdülerin, bu yüzden,
saldırganlığı yeterince «zaptedememe- leri» dolayısile kötürümleşmektedir.
«Daha iyi bir geleceğin» gerçekleştirilmesi, «piyasa»nın kötü yönlerinin
ortadan kaldırılmasından, rekabetin imansızlığını» yoketmekten çok daha başka
şeyleri gerektirir; kültürel yapıda olduğu kadar, içgüdüsel yapıda da temel
bir değişimi zorunlu kılar. Daha iyi bir geleceğe ulaşma çabalarını
«kötürümleştiren», Freud’un bu gereklilikleri farketmiş olması değil,
revizyonistlerin, bunları bugünle yarını ayıran uçurumu gizleyecek biçimde
«tinselleştirmiş» olmasıdır.
Freud, insan yapısını, insanı içsel ve
dışsal baskılardan kurtaracak biçimde değiştirebilecek toplumsal değişimlerin
olabileceğine inanmamıştır. Freud’un «fatalizm»i, esastan uzak değildir.
İçgüdü teorisinin köreltilmesi, Freud
teorisinin altüst edilmesini tamamlar. Freud teorisinin iç yöntemi (İd’den
egoya yönelen «terapötik programsın tamamen tersine olarak) bilinçten bilinç
dışına, kişilikten çocukluğa, bireyden türsel süreçlere yönelir. Teori,
yüzeyden derine, «tamamlanmış» ve şartlanmış kişiden, bu kişinin başlangıç ve
daha sonraki kaynaklarına uzanır. Bu devinim, Freud’un uygarlık eleştirisi
için temel olmuştur: Freud, ancak yetkin bireyin ve bireyin özel ve genel
yaşantısının aldatıcı kalıpları arkasına «gerilemek» suretile, bu kalıpların
temelindeki ana olumsuzlukları ortaya çıka- rabilmiştir. Üstelik, Freud, ancak
eleştirici gerilemesini, en derindeki biyolojik katlara kadar sürdürerek,
aldatıcı kalıpların yıkıcı içeriğini ve aynı zamanda, uygar baskının bütün
alanını açığa vurmuştur. Yaşam içgüdüleriinn enerjisini, libido olarak tanımlamak,
bunların doygunluğunu, tinsel aşamacıh- ğın karşısında olarak tanımlamak
demektir: Freud’un mutluluk ve özgürlük kavramı, materyalist olduğu ölçüde,
isteğin tinselleştirilmesine karşı olduğu ölçüde etken bir eleştiridir.
Neo - Freudianlar, önem noktasını
organizmadan kişiliğe, maddî temellerden ideal değerlere kaydırmakla, Freud
teorisinin yöntemini altüst etmişlerdir. Çeşitli revizyonlar, bir mantık
sırasını izler; biri ötekinin hemen arkasından sıralanır. Bütününü şöylece
özetleyebiliriz: «Kültürel yöntem» toplumsal kuramların ve ilişkilerin
tamamlanmamış yapıtlar haliyle, nesnel varlıklar kalıbıyla, yani yapılmış olgular
yerine verilmiş olgularla karşılaşır. Bunların, bu kalıplar içinde kabulü,
psikolojik önemin, çocukluktan yetkinliğe aktarılmasını gerektirir; çünkü,
kültürel çevrenin, karakteri ve kişiliği biyolojik düzey üstünde ve dışında
berlirleyebilir diye tanımlanması ancak gelişmiş bir bilinç düzeyinde olanak
kazanır. Bunun tersine olarak, ancak biyolojik etmenlerin indirgenmesi ve
içgüdü teorisinin köreltilmesi şartıyla, kişilik, kültürel değerlerin
gerçekleştirilmesini yadsıyan baskıcı temelden ayrılmış, nesnel kültürel
değerler çerçevesi içinde tanımlanabilir. Bu değerleri, özgürlük ve mutluluk
olarak gösterebilmek için, bu değerlerin, kendilerini meydana getiren malzemeden
sıyrılıp alınmaları gerekir ve bunların gerçekleştirilmesi yolundaki mücadele,
bir tinsel ve ahlâki mücadeleye dönüştürülmek zorunda kalır. Revizyonistler,
insanın, kişilerarası ilişkilerini yürütebilmesi için «parçalanması» gereken
içgüdülerin sürekli gerçeklik değerleri konusunda, Freud’un gösterdiği
direnci göstermezler. Psikanalitik teorinin bütün eleştirici görüşlerini
kazandıran bu dirençten vazgeçmekle, revizyonistler, dehşetengiz bir şekilde
eleştirdikleri gerçeklik ilkesinin olumsuz niteliklerine boyun eğerler.
"L'EXPRESS"
DERGİSİNİN MARCUSE İLE
YAPTIĞI KONUŞMANIN ÖZETİ
1968 yılı baharında, uygar
dünyanın hemen her yerinde patlak vermiş olan öğrenci hareketleri, adı,
bugünedek gazete haberlerine pek geçmemiş olan, günümüzün en ünlü ve önemli
düşünürlerinden birini, Herbert Marcuse'yi ön plâna çıkardı. Gençler, günler,
haftalar ve caddeler boyu taşıdıkları dövizlerde, Marcuse'yi Marx ve Mao ile
yanyana getirdiler ve çağımızın sözcüsü olarak Marcuse'yi yücelttiler.
L'Express dergisi, 23 - 29
Eylül 1968 tarihli sayısında, Herbert Marcuse ile yapılmış bir konuşmayı
yayınladı. L'Express'in, öğrenci hareketleri, devrim, anarşi, bugünkü ileri
toplumlar konularındaki çeşitli sorularına verdiği cevapları, özetleyerek
aşağıda sunuyoruz.
*
«Asi yada öfkeli» gençlerden
yanayım. Onları sonuna dek desteklerim. Ancak bu, onların sözcüsü olmam demek
değildir. Basın ve reklâm kurumlan, bu etiketi yapıştırmakla, beni «satılır bir
meta» durumuna getirdiler. Kitaplarımın «best - seller» oluşunu böyle
açıklayabilirm. He-
le hele adımın Guevara, Debray,
Dutsche ile bir- arada anılmasına karşıyım. Karşıyım, çünkü onlar, daha iyi,
daha mutlu bir toplum uğruna canlarını ortaya attılar. Ben ise, bu kavgaya,
sadece fikir ve sözlerimle katılıyorum. Bu, temelde bir ayrımdır. Kitaplarımın,
öğrenci hareketlerinde etkili olduğu söyleniyor. Kitabımı okumuş öğrenci
sayısının pek kabarık olduğunu sanmıyorum. Eğer durum benim sandığımın tersi
ise, gerçekten sevinirim. Kitaplarımda, toplumun, genel açıdan eleştirisini
yapmayı denedim. Sadece kapitalist toplumu ele almadım. Ve her türlü ideolojik
terimden titizlikle kaçındım. Sosyalist, marxist ideolojiyi dahi söz konusu
etmedim. Benim göstermek istediğim, günümüz toplumunun, her yönüyle içine
dönük, baskı altında ve baskıcı olduğu; her türlü bolluk içinde dahi, siyasal
özgürlük ve ahlâk erkinliğinin kısıtlayıcı amaçlarla uygulandığıdır. Amacım,
niteliksel bir değişimi başarabilmek için herşeyin reddedilmesi gerektiğini,
ya da öğrencilerin deyimiyle «bu toplumun sürekli olarak yadsınmasının» zorunlu
olduğunu göstermekti. Önemli olan, sadece kurumlan değiştirmek değildir. Asıl
önemli olan, insanı değiştirmek, görüşlerine yeni bir yön vermek, içgüdülerini
yeniden biiçmlendirmek, hedeflerini tazelemek ve değer ölçülerini yeni baştan
düzenlemektir. Sanırım, kitaplarımın, evrensel öğrenci eylemiyle aynı
paralele geldiği nokta burasıdır.
Öğrenci eyleminin temel
niteliklerinden biri, Batı düşünce sisteminin usta kişilerinden sadece kuramsal
olarak öğrendiklerini, uygulama alanına getirmeleridir. Örneğin, doğal
hakların, kurumsal haklardan üstün olması ve her türlü gayrî meşru otoriteye
karşı vazgeçilmez direnme hakkı konusundaki davranışları, büyük ilkelerin
sadece kuramsal olarak kalmasına karşı gelişlerini ve bunları uygulamaya
başladıklarını kesinlikle belirtmektedir.
Öğrenciler, kendi eylemlerine
«insancıl» yaftasının yapıştırılmasını istemiyorlar; çünkü onlarca, bu terim,
bir burjuva kavramının anlatımıdır, ve özneldir. Bu terim ve bu kavram, yıkıcı
ve baskıcı gerçeğin ortasına sığınmış bir felsefedir. Oysa, bugün öğrenciler,
birkaç kişinin felsefesini değiştirme amacını gütmüyorlar. Onların amacı, toplumun
tümünü değiştirmektir. «İnsancıl» terimini yadsımaları da, işte bu yüzden.
Bana gelince; beni sadece
Amerikan toplu- munu eleştirmekle suçlandılar. Bu doğrudur. Ancak, eğer sadece
Amerikan toplumunu eleştiriyorsam, bu, Amerikayı öteki ülkelerden daha iyi
tanıdığım için değil; Amerika'nın tüm kapitalist ve hattâ sosyalist ülkelere
örnek olmasından korktuğum içindir. Amerika'nın bugün tutmuş olduğu yol, belki
önlenebilir. Ancak, temel bir değişim şarttır. İnsanların, bugünkü
şartlandırılmış durumlarından, bu durumlara bağlı ihtiyaçlarından kopmaları
zorunludur. Bu, bir bakıma devrim olarak tanımlanabilir. Üretimciliğe yönelmiş
toplumlarda bir devrimci atılımın olup olamayacağını düşünürsek, öğrenci
eylemindeki güçlü anarşist etmeni göz önüne alammız gerekir. Bu anarşi, hem
çok güçlü ve hem de, gerçekten yeni bir belirtidir. Bunu söylerken, yirminci
yüzyılın devrimci eyleminde ve bu düzeyde yeni sayılabileceğini söylemek
istiyorum. Bu demektir ki, öğrenciler, siyasal örgütlerin katılığını, kemikleşmesini
farketmişlerdir ve bu örgütlerin,
sr>7 kemikleşme yüzünden, tüm devrimci atılganlığı
boğduğunu anlamışlardır. Bu demektir ki, bu örgütlenmenin yanısıra, devrim,
birden bire anlatımına ulaşır. Ancak, bu hareket gücü yeterli değildir.
Örgütlenmek de gerekir. Üstelik, yeni bir örgütlenme türü zorunludur. Bu,
esnek, katı ilkelerle koşullanmamış, eyleme ve yeniliklere yönelen atılımlara
kapısını her zaman açık tutan bir örgütlenme olacaktır. Bu örgütlenmenin kapsamına,
bugünün liderleri gibi, reklâm ürünü olan, siyasal parti «başkan»ları
giremeyecektir. Anarşist etmen, çok güçlü ve çok ilerici bir güçtür. Ve bu
etmen, daha yaygın bir eylemin öğelerinden biri olarak korunup sürdürülmelidir.
Ben anarşist sayılmam. Sayılmam, çünkü, her türlü devrimci eyleme karşı
örgütlenmiş ve devrimlere, tümüyle cephe almış bir toplumla nasıl savaşılabi-
leceğini aklım almıyor. Örgütlenmeksizin, böyle- sine güçlü ve örgütlü bir güce
nasıl karşı gelinebileceğini anlayamıyorum. Örgütlenmeden, yürümez bu... Bugün
solculuk, eskiden olduğu gibi, küçük burjuvanın, bir siyasal partiye karşı tutumu
değildir. Tam tersine, bugün sosyal demokrat kavramına daha yaklaşmış olan
eski solculara yönelmiş, bir devrimci azınlığın eylemidir solculuk. Her
devrimci eylemin, bir karşıt baskı yaratması doğaldır ve bu böyle
süregelmiştir. Ancak, bu tür bir karşıtlık olmasa, ilerleme de söz konusu
olamaz. Üstelik baskıları, ilerici ve reaksi- yoner baskılar olarak ayırmamız
gerekir. İnsanın ilkel saldırganlık içgüdüsü, yoketme içgüdüsü ve ölüm içgüdüsü
üzerine konan baskılar, yararlı ve gerekli baskılardır. Bunlar, daha özgür bir
toplum için, kaçınılmaz kısıtlamalardır. Fabrikatörlerin, havaya zehir
saçmalarına, bazı grupların
onc
ırkçı faaliyetine engel olacak baskılar, hiç kuşkusuz
gerekli ve devrimci baskılardır. Burada, anlatım özgürlüğüne değinirsek, şunu
belirtmek isterim ki, örneğin Nazi hareketi türünden eylemlere basın özgürlüğü
tanınmasına karşıyım. Bunlar, kesinlikle saldırgan ve yokedici nitelikteki
eylemlerdir. Ancak, bu gibi özel durumlar dışında, anlatım özgürlüğünün
kısıtlanmasından yana değilim. Irkçı, Yahudi düşmanı, yeni - Nazi akımlarına,
kesinlikle anlatım özgürlüğü verilmemelidir. Çünkü, bugün ve özellikle
Amerika'da, anlatımla uygulama arasındaki mesafe, yok denecek kadar
kısalmıştır. Yargıç Holmes'in «Medenî haklar, ancak anî tehlike durumunda
kısıtlanabilir» sözü, bugünkü uygar toplumun her an karşılaşabileceği
tehlikeler göz önünde tutulursa, daha iyi değerlendirilebilir sanırım.
.Nitekim, bu formül bugünkü öğrencilere de uygulanmaktadır. Oysa, büyük
marxist kuramcılar tarafından belirlenmiş komünizm kavramının aslında saldırgan
ve yokedici bir nitelik taşıdığına kesinlikle inanmıyorum. Burada Macaristan
ve Çekoslavakya olayları, bir karşıt örnek olarak gösterilebilirse de, ben bu
olayları komünizmle ilgili görmüyorum. Sov- yetler Birliğinin bu olaylardaki
tutumu, Stalinizm- dir ve Stalinizmde her türlü baskı, kavramın, kapsamına
girer. Amerika'yı demokratik ilkelerden uzaklaşmakla suçladığım kadar,
Sovyetler Birliğini de komünist ilkelerden uzaklaşmakla suçluyorum. Kanımca,
kapitalist kurumların ve kapitalist kültürün tümü, demokratik sosyalizmin
gelişmesine karşı cephe almaktadırlar. Gerçekten komünist bir toplum kurulup
kurulamayacağı sorununa gelince; herşeyden önce, sorunun kuramsal yönünü ele
almak gerekir. Ortada koca
bir Marxist ideoloji vardır.
Küba vardır. Çin vardır. Bolşevik ayaklanması sırasındaki, yiğit bol- şevik
tutumu vardır. Öte yandan Sovyetler Birliğinin bugünkü tutumu, Rusya'ya değil,
komünizm fikrine karşın bir davranıştır. Çekoslovakya'nın istilâsı, sosyalizm
tarihinin en kınanacak davranışlarından biridir. Bu tutum, Sovyet Rusya'nın
çok uzun süredenberi, kapitalist dünya ile rekabet içindeki siyasal ve ekonomik
tutumundaki, kaba kuvvet politikasının bir anlatımı, bir sonucu olmuştur.
Sanırım, komünist ülkelerdeki olayların büyük çoğunluğu, kapitalizmle birara-
da yaşamın ve çekişmeli bir rekabeti sürdürmenin sonucudur. Çünkü, bu
rekabetin sürdüğü ölçüde, komünist ülkelerde, kıtlık da sürüp gitmektedir.
Kıtlığın ortadan kaldırılması için baskı gerekebilir. Örneğin, mutlu azınlığın
ayrıcalıkları yüzünden, lüks ve israf yüzünden meydana gelen bir kıtlığın önüne
geçmek için, bu lüks ve israfın baskı altına alınması zorunludur. Bu tür baskı,
ilerici, yararlı baskıdır. Küba'yı ele alırsak, görürüz ki; bugün Küba'da
uygulanmakta olan baskılar, kapitalist ülkelerdeki baskılarla aynı nitelikte
değildir. Küba, bugün büyük gelişmeler içindedir. Amerika için, bugünkü
demokratik koşullar içinde bir gelişme sorununu ileri sürersek; böyle bir
gelişme olmadığını söyliyeceğim. Siyasal cihazların yarattığı Başkan
adaylarını düşünün. Bunlar arasında herhangi bir ayrım yapmak olanağı var
mıdır? Eğer demokrasi bu ise, bu bir maskaralıktan başka şey değildir. Halk bu
konuda bir fikir ileri sürmemiştir, zaten halka, fikrini soran da olmamıştır.
Amerikan gençlerinin Vietnam politikası ve yoksulluk, işsizlik, ırk ayrımı
konusundaki karşı tutumları, giderek güçlenen m n
bir baskı ile karşılanmaktadır.
Amerika'da, demokrasiye yönelecek bir eyleme, henüz olanak vardır. Ancak, bu
sadece, giderek devrimci, atılgan ve radikal eylemlerle başarılabilir. Yoksa,
yerleşik çerçeve içindeki eylemlerle, demokrasiye yönelmek olanaksızdır. Bu tür
eylemler, bu yerleşik düzenin bir oyunudur. Ve Amerikan öğrencileri, artık bu
oyunu oynamak istememekte ve önceden belirlenmiş bir demokratik düzene inanmamaktadırlar.
Ancak bu, Amerika'da bir devrim olabileceğine inandığım demek değildir. Böylesi
bir devrim olanaksızdır; çünkü öğrencilerle işçiler arasında, Fransa'daki
öğrenci eyleminde görüldüğü kadar bile bir işbirliği yoktur. Amerikan
öğrencileri, savaşçı ve karşıt bir azınlıktır. Sessiz kitlelerin ihtiyaç ve
umutlarını körükliyebi- lirler. Ama başlı başına bir devrimi gerçekleştirecek
güçte ve nitelikte değildirler, ve bunu kendileri de bilirler. Amerikan
öğrencileri de, örneğin Fransız öğrencileri gibi, bir uyarıcı, bir sözcü durumundadırlar.
Oysa ben, işçi sınıfı olmadan, hiçbir devrim olasılığına inanmıyorum. Bugün,
kapitalist ülkelerin çoğunda, işçi sınıfı, mutlu azınlığın ayrıcalıklarını
paylaşır duruma getirilmiştir. Bu işçi sınıfı, bugün egemen zümrelerin ihtiyaç
ve umutlarını paylaşmaktadırlar. Bu bakımdan, bu ihtiyaçların niteliği
değişmediği sürece, bir devrim düşünülemez. Bu durumda, devrimin oluşabilmesi
için, yeni bir insan tipinin, yeni ölçülerde düşünen,>yeni istekleri olan,
değişik özlemler duyan ve yerleşik toplumların saldırgan ve baskıcı
ihtiyaçlarından başka ihtiyaçları olan bir insan tipi gereklidir. Bugün kapitalist
ülkelerin çoğunda ve özellikle Amerika'da, yaşamı sürdürmek için, rekabeti
sürdürmek, her iki yılda bir yeni araba almak, yeni bir televizyon cihazı
satınalmak, günün büyük bölümünü televizyon Çarşısında geçirmek, halkın büyük
çoğunluğu için vazgeçilmez ihtiyaçlar durumuna gelmiştir. Bu ihtiyaçlar ise,
saldırgan ve baskıcı niteliktedirler. Televizyon programları, sadece tüketimi
kırbaçlamak için düzenlenmiş yutturmacalardır. Demiyorum ki, bugünkü toplumun
içinde bulunduğu durumun suçu televizyonda, otomobilde ve tekniktedir. Hayır,
suç bunlarda değil, bunların kullanım biçimindedir. Eğer uygarlığın sağladığı
metalar, «gönüllü kölelerin» köleliklerinden kurtulmalarına engelse, halka bu
metalara ihtiyacı olmadığını öğretmek gerekir. Bu ihtiyaçlar ortadan kalktığı
zaman, insanlar, tüketim toplumla- rındaki israfa dönük çalışma yerine,
yoksulluğun ve eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına yönelecek bir çalışmaya
girerler. Örneğin General Motors, anlı şanlı beyzadelere birer araba yapmak yerine,
halk için otobüsler yapabilir ve taşıma araçlarının insana karşı olmayacağı
bir niteliğe gelmesine çalışabilir.
Devrim eyleminin, daima
ekonomik sıkıntıyı izlediği mutlaktır. Ancak böylesi bir sıkıntı, iki olasılığa
da açıktır. Bu olasılıklardan biri, kitleleri daha otoriter ve baskıcı bir
düzene sürükleyecek olan neo - faşist eylemidir, Ekinci olasılık ise,
kitlelerin özgür bir toplum yaratma, böyle sıkıntıların oluşmayacağı bir
toplum kurma olanağını görmeleridir. Her zaman iki olasılık söz konusudur. Ve
bu olasılıklardan, kötüye yönelecek olan gelişecek diye, ikinci olasılığı da
gözden çıkarmak, kitlelerin bilinçlenmesinden vazgeçmek
düşünülemez. Bu bilinçlenme ya
da eğitim, sadece sözde değil, uygulamada da yer almalıdır. Bu durumda,
toplum, kendini savunmak için, daha da baskıcı bir tutuma yönelebilir. Ancak
bu, eylemden vazgeçmek için bir neden olmamalıdır. Karşıtlığı sürdürmek ve
güçlendirmek zorunludur. Egemen sınıflar, her zaman ve her yerde köklü
değişimlere karşı koyacaklardır. Orta sı.nı- fın da, bu eyleme karşı koyacağı
ileri sürülebilir. Bu durumda, sorun, orta sınıfın bu davranışına sebep olan
korkuyu ortadan kaldırmaktır. Korkuya karşı şiddetle savaşmanın söz konusu
olduğu bir durumda, şunu unutmamak gerekir ki, şiddet, güçsüzler için çok
tehlikelidir. Ancak daha önce, bu terimin tanımlanması gerekir. Şiddetten söz
edilirken, şiddetin çeşitliliği göz önünde tutulmaktadır. Oysa, saldırıcı
şiddet olduğu gibi, savunucu şiddet de vardır. Bir polis, ya da silâhlı
kuvvetler şiddetini veya Ku Klux Klan'ın şiddetini düşünün. Bir de şiddete
karşı olan güçlerin, bu şiddet güçlerine karşı koyarken gösterdikleri şiddeti
düşünün. Bu, saldırıya karşı, savunucu bir şiddettir. Öğrenciler bunu iyi
tanımladılar. Dediler ki, biz toplumun meşru ve yerleşik şiddetine karşı
koyuyoruz. Onlarınki bir savunma şiddetidir. Sanırım, bu sözleri doğru ve
yerin- dedir.
Bir garip siyasal
terminolojiyle, polis kuvvetlerinin seykedilmesine, ya da Vietnamdaki özel
kuvvetlerin harekâtına şiddet adı verilmiyor. Bu garip siyasal terminoloji, bu
davranışlara şiddet değil deyip geçerken, öte yandan da, kendilerini polise
karşı savunan öğrencilerin davranışını, ağaçları devirerek, arabaları ateşe
vererek kendilerini savunmalarını şiddet olarak adlandı rıyor. Dil politikası
diyebileceğimiz bu tutum, yerleşik kurumların belli başlı silâhlarından biri
olmuştur. Fransa'da yakılan otomobiller için büyük gürültü koptu. Oysa,
bundan çok daha fazla otomobilin yollarda parçalanmasına kimse ses çıkarmıyor.
Amerika'da otomobil kazalarında ölenlerin sayısı, yılda edibindir. Bunu
umursayan yok. Ama, bir otomobil yakıldığı zaman, büyük çıngar çıkıyor.
Mülkiyet hakkına tecavüz diye adlandırılıyor bu. Oysa, otomobil cinayetleri
diyebileceğimiz kazalarda ölenlere aldıran olmuyor. Olmuyor çünkü, bu
cinayetin, üretim içinde bir fonksiyonu, toplum açısından bir yararı vardır.
Tabii ki, herhangi bir yarar, ya da üretim sorunu düşünülerek, insanlar
öldürülüyor demiyorum. Demek istediğim şu: Toplum, bugünkü koşullar altında,
günlük yaşama savaşını sürdürebilmek için, saldırgan içgüdülerimizi seferber
etmektedir. Bütün bir hafta, ve haftanın hergünü sekiz saat çalışan küçük
adam, inanılmaz, insanlığa sağmaz ve insanlıkla bağdaşmaz bir işi yürütmektedir.
Bu adam, hafta sonu geldi mi, kendinden kat kat güçlü bir makinenin üstüne
binip, topluma karşı olan hıncını, bu makineden çıkarmaya çalışır. Bu
kaçınılmaz bir ihtiyaç, bir zorunluluktur. Saldırgan itilerini bu biçimde
yüceltmediği takdirde, küçük adam egemen güçlere yönelecektir.
Egemen güçlere ve davranışlara
karşı eylemlerin, öğrenci çerçevesi içinde oluşması da, öğrencilerin, küçük
adamlar gibi, ayrıcalıklı azınlıkların nimetlerine ortak edilmemiş
olmalarıdır. Çok ilginç bir noktadır bu. Örneğin Amerika'da, toplumsal
bilimlerle ilgili öğrenci ve öğretim üye
leri ile müsbet ilim
dalındakilerin tutumu arasında büyük ayrım vardır. Başkaldıranların çoğu,
birinci gruptan gelmektedir. Bunun nedeni ise, toplumsal bilim dalındakilerin,
güçlerin özleri ve nitelikleri, olayların gerisindeki güçlerin özellikleri
gibi konuları öğrenmeleri ve toplumlar içinde oluşmuş olaylardan, daha kolayca
haberdar olarak bilinçlenmeleridir. Böylesi bir bilinçlenme, halkın çoğunluğu
için olanaksızdır. Bir başka deyişle, halk, toplum cihazının içindedir ve bu
oluşumu izleyemez. Diyebiliriz ki, Fransız devrimi öncesinde, aydınların
oynamış olduğu rolü, bugün öğrenciler yüklenmişlerdir. Öğrencilerin, bugünkü
durumunu şöyle de özetleyebilirim: Öğrenciler, tecrübesiz oldukları ve bugünün
politika denen şeyi ile ilişkileri olmadığı için, ilerici, öncü olabiliyorlar.
Çünkü, bugün siyasal alanda tecrübe demek, kanlı kalleşlik oyunlarına alışmak
demektir. Kararları verenler, çok küçük gruplardır. İş oldu bittiye getirildikten
sonra, halkların desteği aranmaktadır. Vietnam sorununda, iş Kongreye dahi
getirilmemiştir. Halk, kararlara katılmamaktadır. Evet, bizler, kararlara
katılmıyoruz. Bizim fikrimiz, sadece ikinci derecede önemi olan sorunlarda
sorulur. Bugünkü öğrenci hareketleri, diyelim Amerika'da, belki Amerikan
politikasını çökertecek kadar etkili olacaktır. Ama, sistemde, yani kadrolarda
bir değişmeye yol açamayacaktır. Demokratik bir kadro içinde, daha özgür bir
topluma yönelme olasılığına pek inanmıyorum. Bu öğrencilerin fikridir. Ben de
buna katılıyorum. Bir devrim, ancak karşısındaki güç kadar güçlü olabilir. Ama
yine de bu .konuda iyimserim. Çünkü, insanlık tarihinin hiçbir döneminde, özgür
bir toplum yaratmak
için gerekli etmenlerin, bu
denli çok olduğu görülmemiştir. Bir başka açıdan aldığımız zaman ise,
kötümserim. Çünkü, başta kapitalist toplum olmak üzere, özgür bir düzeye ulaşma
olanağını engellemek için örgütlenmiş ve seferber edilmiş yerleşik toplumlar
karşısındayız. Bu toplumlar, bugün, bu olanağa karşı, topyekûn seferberlik
içindedirler. Hiç kuşkusuz, özgürlükten korkan pek çok insan vardır. Çünkü
bunlar, özgürlükten korkmaya şartlandırılmışlardır. Derler ki: «Haftada beş
saat çalıştığımızı varsayalım. Peki ya, geri kalan zamanda ne yapacağız?»
Uygarlıkların tümü, çalışma temeline oturmuştur. Bu bir bakıma doğru, bir
bakıma yanlış bir önermedir. Derebeylik düzenini ele alalım. Bu toplumda çalışma,
bir değer ve nimet değil, külfet olmuştur. Bu toplumda kölelik bulunduğunu
söyliyerek, çalışma düzenini yermeme itiraz edilebilir. Köleler varolmasına
vardı, ama, değer ölçüleri tamamen ayrıydı. Ve kültür, bu sistem içinde doğdu.
Burjuva kültürü diye birşey yoktur. Her gerçek burjuva kültürü, burjuvaya
karşıdır. Kölelerin yerine makineleri geçirelim, ya da derebeylik düzenine
dönelim, demiyorum. Makineleri köle olarak kullanmalı, ama derebeylik düzenine
dönmemeli- yiz. Bu, çalışmanın ve aynı zamanda kapitalizmin sonunu getirir.
Marx bunu çok iyi anlamıştır. Bir yazısında, teknik gelişim ve
otomatikleşmenin, insanlara üretim araçlarından sıyrılıp, erkinliğe kavuşmayı
sağlayacağını ve insanların, bu erkinlik içinde, makinelerin maddî
olanaklarıyla denemelere girişebileceğini belirtmiştir. Bu, değişim esasına
dayanan bir ekonomik değerler sisteminin de sonu demektir. Çünkü bu durumda,
üretilen
mal, meta olarak değersiz
sayılacaktır. Ve yerleşik toplumu asıl ürküten de, işte budur.
Çalışma ve çaba, kendi başına
baskıcı değildir. Sanat, yaratıcı çalışma ve aşk alanlarındaki çabalar, hiçbir
zaman kısıtlayıcı ve baskıcı değillerdir.
Bugün bir Avrupa uygarlığından
söz etmek, nerdeyse olanaksızdır. Hattâ bir Batı uygarlığı dahi söz konusu
olamaz. Sanırım batı uygarlığı ile doğu uygarlığı, giderek artan bir hızla,
birbirlerine kaynaşmaktalar. Bugünkü Avrupa uygarlığı, Amerikan uygarlığının
büyük ölçüde etkisinde kalmış ve bu uygarlığın pek çok özelliğini kendi kapsamı
içine almıştır. Bu yüzden, Amerikan etkisi olmayan bir Avrupa uygarlığı
düşünülemez. Olsa olsa, fikir alanında ve çok belirli konularda bir ayrım
olabilir. Amerikan uygarlığının olanakları, insanlık yararına kullanılabilir.
Günlük yaşamı kolaylaştıran, hafifleten herşeyin kullanılması gerekir.
Sanat konusuna gelince; Refoh
Toplumlarda, sanat, dikkati çekecek bir durum göstermektedir. Bir yandan
yerleşik toplumuı eleştirir ve yadsır, öte yandan ise, bir meta halinde,
piyasalanıp satılır. Ne denli ilerici olursa olsun, satışı olmayan hiçbir
anlatım biçimi yoktur. Bu demektir ki, sanatın fonksiyonu, en azından kuşku
ile ele alınacak bir sorundur. Her yanda müzeler, konser salonları, resim
galerileri vardır, ama sanatın fonksiyonu yoktur. Sanatın amacı, gerçeği
değiştirmektir. Bence, Mayıstaki öğrenci eyleminin en ilginç yönü, Marx'la
Andre Breton'u bir noktada birleştirmiş olmasıdır. Hayal dünyasını iktidara
getirmek demek; tam anlamıyla devrimciliktir.
Hayal dünyasının en aşırı fikir
ve niteliklerine, gerçek içinde yer vermek, bunları gerçekleştirmeye çalışmak
yeni, devrimci, ilerici bir tutumdur. Bu tutum, çok önemli bir şeyin, yani
gerçeğin sadece ussal alanda değil, belki de sadece hayal alanında olduğunun
öğrenilmiş bulunduğunu gösterir. Bundan dolayı, öğrenci devriminin, günümüz
toplumunun gelişmesinde bir dönüm noktası olacağını sanırım. Çünkü,
öğrenciler, hayali gerçeğe uygulamak çabasındadırlar.