T.C.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü İktisat Doktora Programı
Doktora Tezi
İKTİSATTA VARSAYIMLAR: METODOLOJİK BİR YAKLAŞIM DENEMESİ
Sadık Akkaya
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Kaya ARDIÇ
İstanbul
-2013-
ÖZ
Varsayımlar, sadece iktisadın değil bilimin de hem görünmez hem de
vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak, iktisat biliminde
kullanılan varsayımlar
hakkındaki tartışmalar, diğer hiçbir bilim dalında görülmedik ölçüde uzun
süreli ve yoğun bir biçimde
sürüp gitmektedir. Bu da, iktisat
özelindeki varsayımların,
bilimsel bir araştırmanın olguyu gereksiz ayrıntılarından soyutlaması gibi
temel bir yönünden daha fazla özelliği barındırıp barındırmadığı sorusunun
sürekli bir şekilde tekrarlanmasına ve hatta bu varsayımlar yüzünden iktisadın
bir bilim olup olmadığı sorusunun bile gündeme gelmesine yol açmaktadır. Bu tez çalışmasında varsayımların, bilimin temelindeki işlevinden başlanarak iktisat
bilimindeki yeri ve önemi üzerinde ayrıntılı biçimde durulmaya çalışılmıştır.
Bunun için de başta Milton Friedman’ın tartışmayı görünür
hale getiren makalesi olmak üzere, varsayımların izleri Kuhn ve Lakatos gibi bilim felsefecilerinin
çalışmalarında, bilimsel araştırma sürecinin evrelerinde aranmaya çalışılmış ve
son olarak iktisat bilimindeki temel varsayımlar ve bunların yarattığı dünya
ile bu varsayımları yaratan dünya hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.
ASSUMPTIONS
IN ECONOMICS: A METHODOLOGICAL
APPROACH
ABSTRACT
Assumptions are both invisible and indispensable parts of not only
economics but science as well. However, the debates about assumptions used in
economics have been going on for so long and in such an intensive
way that this has not been observed in any other science discipline. This situation raises the question
of whether assumptions in economics are more than a simple isolating
apparatus the investigated economic phenomena from unnecessary details.
Moreover, due to these assumptions the question of whether the economics itself
is a science has been discussed. In this work, starting from the base of
science, the place and importance of assumptions were studied elaborately. For this aim, beginning with Milton
Friedman’s famous article which made these debates related to assumptions more
apparent, the trace of assumptions in philosophers of science as Kuhn and Lakatos
and in scientific research process
has been tried to analyze.
Finally, basic assumptions of
economics, the world created by these assumptions and the world created these
assumptions have been evaluated.
ÖNSÖZ
Yalnız bilimde
değil, insanın ve insan etkileşimlerinin olduğu her yerde belirli ön kabullerde bulunmak bir
gerekliliktir. Çünkü insanların birbiriyle iletişimi görünür olduğu kadar
görünmez yönleri de olan çok katmanlı bir süreçtir. Ancak, insani ilişkilerdeki bu varsayımları, herhangi
bir bilimsel nitelik
ya da amaç taşımadığı için, olumlu anlamda ön kabul ya da olumsuz
anlamda önyargı olarak adlandırmak daha doğru bir anlatım biçimidir. Bilim ise,
bilimsel araştırma yöntemi adı verilen
bir yöntem izleyerek olgulara yaklaşır. Bilimsel
yöntemin bu görünür yüzü, insan
ilişkilerinde olduğu gibi, içinde görünmeyen ve normal hallerde pek
sorgulanmayan bir başka yüzü de içerir. Bilimin görünmeyen ve belki de görünür
kısmından daha geniş ve karmaşık
olan bu yüzünde; değer yargıları
gibi öznel yapılar yanında,
varsayımlar gibi tam olarak öznel mi yoksa nesnel mi olduğu belli olmayan
görünmez sınırlamalar da bulunmaktadır. Bu varsayımlar, bazen değer yargılarını ve ideolojiyi bilimsel
araştırmaların içine sokarken,
bazı durumlarda da bir soyutlama ve tümdengelimsel
çıkarımı sağlamaları aracılığıyla gerçek hayatın karmaşık yapısından bilimsel ve dolayısıyla nesnel bir sonuç elde edilmesinin olanaklı hale gelmesini
sağlarlar. Ancak bilimsel bir faaliyet esnasında varsayımların yukarıdaki
fonksiyonlardan hangisine aracılık ettiği her zaman tartışmalı bir konu
olmuştur. Bu durum özellikle iktisat biliminde sürekli olarak bir tartışmanın
odak noktasını oluşturmaktadır.
Bu çalışmanın
ana amacı, iktisat bilimindeki varsayımları mümkün olduğunca geniş bir şekilde incelemek
ve bunun sonucunda
iktisattaki varsayımlar üzerine
bir tez öne sürmektir. Bu inceleme ile iktisattaki varsayımların hem
diğer bilim dallarındaki
varsayımlardan nitelik farkı olup olmadığı hem de iktisattaki varsayımların bir ön kabulden ön yargıya
dönüşüp dönüşmediği sorusunun cevabı bulunmaya
çalışılmıştır. Bu amaçla,
varsayım kavramı, bilimin
temelindeki işlevinden başlayarak, iktisatta bu tartışmaların
yoğunlaşmasına neden olan Milton Friedman’ın
ünlü makalesi incelenmiştir. İktisattaki varsayımların bir paradigmanın
ya da Bilimsel Araştırma Programının (BAP) oluşturulmasındaki etkileriyle
bilimsel araştırmanın yürütülmesindeki işlevleri araştırılmıştır. Son olarak da iktisat
bilimindeki temel varsayımlar, işlevleri ve yarattığı dünya incelenmiş ve
bu varsayımların oluşturulmasında bulunulan zaman ve şartların etkileri
üzerinde durulmuştur.
Tez çalışmam
süresince; çalışmanın konusunu ve içeriğini belirlerken ve çalışma sürecinde
verdiği yol gösterici ve teşvik edici destekleri sayesinde çalışmamı
kolaylaştıran danışmanım Prof. Dr. Kaya Ardıç’a, tez izleme komitemde yer alan
ve tezimi okuyup tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Hülya Kirmanoğlu’na, Prof. Dr.
Serdar Ongan’a ve Doç. Dr. Sinan Alçın’a, özellikle tezin üçüncü bölümündeki
yardımlarını esirgemeyen İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri
Bölümü’nden Prof. Dr. Aydan Turanlı’ya, her türlü yardımı, desteği ve anlayışı
gösteren İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlilerinden arkadaşlarım Nurtaç
Yıldırım, Şeref Bozoklu, Hülya Deniz, Levent Necmi Aktürk ve Salih Yasa
Erdoğan’a teşekkürü bir borç bilirim.
ÖZ................................................................................................................................. iiii
ABSTRACT................................................................................................................... iiv
ÖNSÖZ............................................................................................................................ v
İÇİNDEKİLER............................................................................................................... vii
GİRİŞ............................................................................................................................... 1
1.
BİLİMDE VARSAYIMLARIN YERİ............................................................ 6
1.1.
Giriş....................................................................................................... 6
1.2.
Bilim ve Bilimde Temel Varsayımlar....................................................... 8
1.3.
Fizikte Varsayımlar................................................................................ 11
1.4.
Toplumbilimde (Sosyolojide) Varsayımlar.............................................. 13
1.5.
İktisatta Varsayımlar............................................................................... 15
1.6.
Fizik, Toplumbilim ve İktisadın Genel Karşılaştırılması.......................... 16
2.
MİLTON FRİEDMAN
BAĞLAMINDA VARSAYIM TARTIŞMALARI..... 19
2.1 Giriş......................................................................................................................... 19
2.2.
Varsayım Tartışmalarının Tarihi Seyri.................................................... 21
2.3.
Pozitif İktisadın Metodolojisi................................................................. 23
2.4.
Friedman’ın Varsayım
Bağlamında Eleştirisi.......................................... 30
3.
LAKATOS VE KUHN’DA VARSAYIMLAR.............................................. 33
3.1 Giriş......................................................................................................................... 33
3.2.
Kuhn ve Paradigmalar............................................................................ 35
3.2.1.
Kuhn’da Olağan Bilim.................................................................... 36
3.2.2.
Kuhn’da Bilimsel
Devrimler............................................................ 37
3.2.3.
Paradigmalar ve Eş-ölçülemezlik...................................................... 39
3.3.
Lakatos ve Bilimsel Araştırma
Programları............................................. 40
3.3.1.
Lakatos’ta Katı Çekirdek ve Koruyucu Kuşak.................................. 42
3.3.2.
Negatif ve Pozitif Problem
Çözme Tekniği...................................... 43
3.4.
Bilim, İktisat ve Milton Friedman........................................................... 44
3.5.
İktisadın Paradigma ve BAP Temelli Değerlendirilmesi.......................... 46
4.
İKTİSADİ ANALİZ AŞAMALARI VE VARSAYIMLAR 50
4.1.
Giriş 50
4.2.
Varsayım—Hipotez İlişkisi 52
4.3.
Varsayım—Gözlem İlişkisi 54
4.4.
Varsayım—Veri İlişkisi 56
4.5.
Varsayım—Tümdengelim İlişkisi 58
4.6.
Varsayım—Tümevarım İlişkisi 60
4.7.
Tümdengelim ve Tümevarımın Temel Varsayımı 62
4.8.
Varsayım—Matematik İlişkisi 63
4.8.
Varsayım—İdeoloji İlişkisi 66
4.9.
Genel Değerlendirme 69
5.
ORTODOKS VE HETERODOKS
İKTISAT OKULLARINDAKİ TEMEL VARSAYIMLAR VE ELEŞTİREL DEĞERLENDİRMESİ 72
5. 1. Giriş...................................................................................................................................... 72
5. 2. Ortodoks İktisattaki Temel Varsayımlar...................................................................................................................................... 74
5. 2. 1. Rasyonellik Varsayımı...................................................................................................................................... 74
5. 2. 2. Tam Bilgi Varsayımı...................................................................................................................................... 77
5. 2. 3. İçsellik—Dışsallık Varsayımı...................................................................................................................................... 79
5. 2. 4. Dengenin
Varlığı Varsayımı...................................................................................................................................... 82
5. 2. 5. Zamandan
ve Mekândan Bağımsızlık Varsayımı...................................................................................................................................... 85
5. 2. 6. Bir Üst Varsayım
Olarak Tam Rekabet
Piyasası Varsayımı...................................................................................................................................... 86
5.3.
Ortodoks ve Heterodoks
İktisat Okullarındaki Temel Varsayımların Oluşumu, İşlevi ve Karşılaştırılmaları 88
5. 3. 1. Klasik Akım...................................................................................................................................... 89
5. 3. 2. Neo-Klasik Akım...................................................................................................................................... 94
5. 3. 3. Marxçı İktisat Akımı...................................................................................................................................... 96
5. 3. 4. Keynesci
Akım.................................................................................................................................... 101
5. 3. 5. Neo-Klasik Sentez.................................................................................................................................... 103
5. 3. 6. Parasalcı Akım.................................................................................................................................... 104
5. 3. 7. Yeni Klasik Akım.................................................................................................................................... 108
5.
3. 8. Kurumsalcı Akım.................................................................................................................................... 109
5.4.
Tarihsel ve Toplumsal
Koşulların Varsayımların Oluşturulması Üzerindeki Etkisi ve İşlevi 113
SONUÇ.................................................................................................................................... 123
KAYNAKÇA.................................................................................................................................... 135
ÖZGEÇMİŞ..................................................................................................................................... 144
GİRİŞ
Bilim, ele
aldığı olguları nesnel bir biçimde ve belli kurallar çerçevesinde inceleyerek
bu olgular arasında anlamlı neden-sonuç bağlantıları kuran bir çalışma
disiplinidir. Olgular arasındaki bağlantıları kurma çabaları, bilim dışında,
kendinden daha eski olan din, felsefe,
gelenekler vb. yollarla da yapılabilen uygulamalardır. Fakat bilimi olgu incelemelerinde diğer
bakış açılarından ayıran ve belki de üstün kılan yön, bilimde yapılan
her şeyin her an ve her yerde eleştiriye açık bir yapıya ve yönteme sahip olması ve yanlışlanması durumunda, incelenen olguya yeni bir
biçimde yaklaşabilecek bir bakış açısını her zaman içinde barındırması veya
gerektiğinde de bunu yaratabilecek bir esnekliği gösterebilmesidir.
Bilim tarihinin
görece genç olmasına
rağmen, eleştirilere açık yapısı
nedeniyle bilim de, zamanla bir olgu olarak incelenmeye başlanmıştır. Çünkü
bilim tarihi göstermiştir ki bugün yanlış olduğu bilinen
birçok kuram ve yaklaşımlar
geçmiş zamanın biliminde doğru olarak görülmüş ve bu durum uzun süre böyle
devam etmiştir. Bu tarihsel gelişim
süreci sonunda, önce bilimin sadece yanlış
olduğu anlaşılan yaklaşım
ve kuramlarından hareketle yapılan bilime yönelik
kısıtlı ve yerel eleştiriler zamanla bir bütün olarak bilime
yönelmiştir. Bu biçimde zamanla yöntembilim (metodoloji) ve bilim felsefesi
dalları gelişerek bilimle iç içe geçmiştir. Böylece bilimin her olgu
incelemesi, bu dallar yoluyla bilimin de ayrıca bir olgu olarak incelenmesini beraberinde
getirmiştir.
Bilim, genel
anlamda doğa bilimleri ve sosyal bilimler olarak iki ana gruba ayrılır. Fakat
bu ayrım ilk başta oluşmamış ve doğa bilimleri, eğer bütün bilimlerin temeli
olduğu öne sürülen felsefeyi bir kenarda
tutarsak, bilimin temelini
oluşturmuş ve uzun süre bilim denince üstü kapalı olarak doğa bilimleri
özellikle de Klasik fizik (Newton fiziği), anlaşılmıştır. Sosyal bilimler ise
doğa bilimlerinden daha sonra bir ölçüde onları taklit etmek suretiyle
oluşmuş bilim dallarıdır. Sosyal bilimlerin bir dalı olan iktisat da bu çerçeve
içinde, temelini Adam Smith’in attığı ve özellikle Newton fiziği etkisi altında
gelişmiş bir sosyal disiplindir.
Sosyal bir bilim olan iktisadın temelindeki bu doğa bilim geleneği, bir
bilim olarak iktisadın başlangıç tarihi olarak alınan Adam Smith’in 1776
tarihli Milletlerin Zenginliği kitabından bu yana çok fazla değişmemiştir. Bu
da diğer sosyal bilimlere nazaran iktisada doğa bilimlerindekine yakın kesin
sonuçlara varma olanağı vermektedir. Bu kesin sonuçlara varma ve birçok durumda
da bu kesin sonuçların somut ekonomik yaşam ile olan kopukluğu ise uzun süredir
iktisatta önemli tartışmalara yol
açmaktadır.
İktisattaki bu
kesin sonuçlara varabilme yetkinliği daha çok kullandığı yöntemle ve bu yönteme bağlı varsayımlarla ilgilidir. Genel
olarak ana akımı temsil eden Neoklasik iktisat kuramı iktisatta yöntem olarak
varsayımsal tümdengelimi kullanmaktadır. Kullanılan bu yöntem kesin sonuçlar
sağlamasının yanında büyük tartışmalara da yol açmaktadır. Bu tartışmalar
Milton Friedman’ın 1953 tarihli The Methodology of Positive Economics (Pozitif
İktisadın Metodolojisi) adlı makalesiyle birlikte kendini daha fazla hissettirmeye
başlamıştır. Bu ünlü makaleden bu yana, ana akımı temsil eden ve genel olarak “modern iktisat teorisi”
diye adlandırılan genel geçer (egemen) iktisadın kullandığı yöntem
gibi, temel ön kabulleri ve varsayımları, bu varsayımların gerçekliğinin
önemli olup olmadığı, varsayımlardan hareketle
iktisadi modellerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve benzeri
pek çok konuda iktisatçılar
arasındaki anlaşmazlıklar devam etmektedir.
İktisattaki
varsayımlar hiçbir zaman diğer bilimlerde görülmedik düzeyde tartışmaların
merkezinde olmuş ve olmaktadır. Bu durum bilimsel bir tartışma olmaktan da çıkıp fıkralara konu olmuştur. Türkçe iktisat yazınında
telif eserlerin fazla olmamasına karşın sadece iktisattaki varsayımlar
konusunda özgün bir çalışmanın
yayınlanmış olması da (Savaş, 2007) iktisat bilimindeki varsayımların
incelenmesi için bir başka nedeni oluşturmuştur.
Bu çalışmada, varsayımlar konusu beş bölümde incelenmektedir. İlk bölümde
genel olarak varsayım kavramı, bilimin
temelindeki varsayımlar ve fizik,
toplumbilim ve iktisattaki
varsayımlar önce ayrı ayrı ele alınmış daha sonra da bunların karşılaştırılması yapılmıştır. Daha sonraki bölüm, iktisatta varsayımların bir
sorunsal haline gelmesinin temelini oluşturan Friedman’ın ünlü
makalesinin incelenmesinden oluşmaktadır. Bu bölüm kapsamında öncelikle
Friedman’a gelene kadar iktisat bilimindeki varsayımlara ilişkin Bagehot,
Keynes ve Hutchison’un görüşleri ele alınmış, daha sonra ise Friedman’ın bu
makaleyi yazmasına neden olan Rugless’in yazısı ve Friedman’ın bu ünlü
makalesine de temel oluşturan Rugless’e karşı
yorum olarak yazdığı kısa yazı irdelenmiştir. Son olarak, Friedman’ın temel
makalesi ele alınıp, bunun yarattığı kuramsal ve ders kitapları boyutundaki
etki incelenmeye çalışılmıştır. Üçüncü
bölüm iktisattaki varsayımlardan bir miktar uzak bir alanı konu edinse de, bunların
anlaşılmasına belli düzeyde yardımcı olacağı göz önünde tutularak çalışmaya
eklenmiştir. Bu bölümde bilim felsefecileri olan Kuhn ve Lakatos’un paradigma
ve Bilimsel Araştırma Programı (BAP) kavramlaştırmalarında varsayımların yeri
araştırılmıştır. Ayrıca yine bu bölümde iktisadın paradigma mı yoksa BAP mı olduğu sorusuna cevap aranmış
ve Kuhn’un ünlü makalesindeki bazı görüşleri paradigma ve BAP çerçevesinde
değerlendirilmeye çalışılmıştır. Dördüncü bölüm de, üçüncü bölüm gibi iktisatta
varsayımlar konusuyla doğrudan bağlantısı olmasa da hem bu konuyla hem de kendinden
önceki bölümle dolaylı
bağlantıları olan bir bölümdür. Bu bölümde, iktisadi ve iktisat bir
bilim olduğu için bilimsel analizde varsayımların
analizin diğer parçalarıyla olan
ilişkisi incelenmiş, ayrıca iktisat özelinde ideoloji ve
matematiğin varsayımlarla olan ilişkisi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Son
bölüm ise, esasında ikinci bölümün, üçüncü ve dördüncü bölümün çerçevesini
temel alarak genişletilmesi ve geliştirilmesinden oluşmaktadır. Bu bölümde, Ortodoks akım olan Neoklasik
iktisattaki bazı önemli varsayımlar, Heterodoks iktisat okullarının eleştirileri de göz önünde bulundurularak
incelenmiştir. Son olarak Ortodoks İktisat
akımında yer almayıp
Heterodoks akımdaki okullar tarafından temel alınan varsayımlar ile
tarihsel ve toplumsal bağlamın
kullanılan varsayımlara etkisi ele alınarak çalışma tamamlanmaktadır.
Bu çalışma
esnasında, hem çalışmaya bir çerçeve kazandırmak hem de iktisat bilimindeki çok
sayıda kaynağı okumanın sınırlı bir zamanda mümkün olmaması gerçeği karşısında,
iktisatta tüketicinin gelir ve fiyatların kısıtı altında fayda en çoklaması yapmasına
benzer şekilde, çalışma, tez süresi ve seçilen konu kısıtı altında
en fazla ve en uygun kaynakları kullanarak yapılmaya çalışılmıştır. Bunu yapmak için
çizilen çerçeve birkaç temel özellik taşımaktadır.
İlk olarak tez
çalışması, iktisat akımlarının sadece tarihsel olarak uygulama şansı bulmuş
olan Klasik, Keynesci, Marxçı ve Kurumsalcı okullar göz önüne alınmıştır. Çünkü
çalışmada incelenen varsayımların olgusal olarak denetlenmesi ancak bu varsayımları kullanan iktisadi
görüşlerin uygulanması ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle iktisadi
düşünce tarihinde işlenen
uygulama şansı bulunmayan tüm
diğer iktisat okulları çalışma dışında tutulmuştur. Klasik, ortodoks, egemen,
genel geçer ya da ana akım olarak adlandırılan ve uygulamadaki yüzünü
kapitalizmde bulan bu akım, bazı yerlerde kesintilere uğramış, ya da melez uygulamalar şeklinde kendini göstermiş
olsa bile, günümüzde dünyanın büyük çoğunluğu bu akımın pratik yüzünü
yansıtmaktadır. Keynesci akım ise esasında, uygulamada saf olarak görülmekten
çok Klasik akımla melez bir yapı oluşturarak “Neoklasik Sentez” adı altında
kendini göstermiştir. Marxçı iktisat denemesi, Marx’ın öngörülerinin tersine, İngiltere
gibi kapitalizmin en gelişmiş şekline
sahip bir ülkede değil, aksine azgelişmiş bir yapıya sahip Çarlık Rusyası’nda gerçekleşmiş ve bu uygulama
çabası 1990’ların başına kadar devam etmiştir. Kurumsalcı iktisat, kıta Avrupası’nda değil, Amerika kıtasına ve
özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’ne özgü bir iktisat anlayışıdır. Uygulama süresi en kısa olan bu akım, 1929 Krizi ile Keynesci akımın
Amerika’ya ulaşana kadar geçen süre boyunca uygulanmıştır ve günümüzde yeniden
ilgi konusu olup iktisatçıların bir kısmı tarafından
benimsenerek savunulmaktadır.
Klasik akım
olarak; Klasik, Neoklasik, kısmen Neoklasik Sentez, Parasalcı, Yeni Klasik
okullar bir bütün olarak ele alınmış ve bunlar aynı sistemin değişik yapıları olarak betimlenmiştir. Marx’ın
Klasik iktisatçılar tanımına Keynes de son halkası olarak Pigou’yu ekleyerek
Neoklasik Okulu da katmıştır. Bu çalışma çerçevesinde ise bu akıma Parasalcı
iktisat okulu ve Yeni Klasik akım eklenerek bugüne kadar getirilmiştir. Bu
çalışma amacına uygun olarak, Neoklasik Sentez, esasında tam bir Klasik akımdan
çok, bir ara dönem olarak görülmesi daha doğrudur. Çünkü Keynesci akımla Klasik
akımın bir karışımı
olan Neoklasik Sentez,
özünde
homojen varsayımları taşıyan bir yapı değildir. Keynes’e göre Klasik
akımın varsayımları gerçek hayatla
tutarlı olmaktan uzaktır.
Bu nedenle Keynes’in
yaptığı ilk iş, Klasik akımın varsayımlarını reddetmek olmuştur. Bu iki
akımın birleşimi olan Neoklasik Sentez’i bir geçici mutabakat ya da zoraki
anlaşma dönemi olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olabilir.
Bu tez
çalışmasında, hem genelden özele gidilmeye hem de mümkün olduğu kadar tarihsel
bir sıralama izlenmeye çalışılmıştır. Bu genelden özele gidiş kendini, hem varsayımların ilk olarak bilimdeki
yerinden iktisada doğru yönelmede hem de iktisattaki varsayımların en
genelinden özeline doğru gidişte göstermektedir. Tarihsel sıralama ise, daha sonraki
aşamanın hem kendisinden önceki aşamayla ilişkisi
hem de Friedman’ın makalesini paradigma kavramının şeklinde sunmak gibi
sonraki aşamadaki kavramlarla zamansal olarak daha önceki bir aşamanın
değerlendirilmesi açısından anlamlı bir yöntemdir.
Son olarak,
varsayım kavramı içine bilimsel araştırmada kullanılan ve
değişmeden süreçten çıkan bütün ön kabuller alınmıştır. Bu çalışmada aksiyom, postula ve varsayım arasındaki hiyerarşik
bir ilişkinin varlığı kabul edilse bile, bütün
bu kavramları varsayım kelimesi altında toplayarak inceleme yoluna
gidilmiştir.
1.
BİLİMDE VARSAYIMLARIN YERİ
1.1.
Giriş
Bilimde ya da
hayatın diğer alanlarında bir soruna ya da olguya
yaklaşırken her zaman belli ön kabullerle hareket edilmesi olayın doğasının getirdiği
bir sonuçtur. Çünkü bir sorun, aslında
soruna konu olan olgu bütün yönleri ile bilinmediği için ortaya çıkar. Her
yönü ile bilinen bir konunun sorun olmasına da olanak yoktur, böyle bir durumda
sorun çıktığı anda o konudaki mükemmel bilgiyle hemen çözümlenebileceği için hiçbir zaman gerçek bir sorundan söz edemeyiz. Sorunu sorun yapan belirsizlik,
ön kabulleri sorunun doğasının bir parçası haline getirir. Çünkü ön kabuller, sorunun çözüm girişiminde soruna
konu olan olgulara ilişkin geçici
de olsa adeta tam bilgi
yerine geçerler. Ön kabuller kullanarak soruna bir çözüm getirilmeye çalışılır. Aksi halde sorunun çözümüne
doğru bir adım atılamaz ve sürekli bir kısır döngü içinde sorunla
baş başa kalınır.
Bacon’un “Gerçek, hata yapana, karmaşaya düşenden daha yakındır.”
(Bacon, 2003: 130’dan aktaran Kuhn, 1991:
51) sözü, ön kabullerle de olsa olaya bir açıklama getirmenin
olay hakkında yeterli bilgi olmadığı için herhangi bir adım atmamaktan daha
önemli olduğunun en iyi ifadesidir. Bacon’un da belirttiği üzere ön kabuller
insanı sorunlar karşısında karmaşaya düşmekten
alıkoyan en önemli araçtır. Çünkü ön kabullü
de olsa bir adım atılınca atılan adım yanlış bile olsa, onun yanlış
olduğu görülmüş olur ve
olayın olası açıklamalarından biri elenerek çözüme görece bir adım yaklaşılır.
Ön kabullü adım doğru
ise, tam bilgi
durumu halindekiyle aynı sonuca daha az bilgiyle de olsa ulaşılmış olur ve sorun
çözüme kavuşturulur.
Bilimde ön kabuller aslında iki ana gruba ayrılabilir. Bunlar varsayım ve hipotez olarak adlandırılır. Bu iki ön
kabul arasındaki temel fark ise olgularla sınanıp sınanmamalarında yatmaktadır.
Olgularla sınanan ön kabullere hipotez (önsav, denence), sınanmayıp
araştırmanın başından sonuna kadar doğru kabul edilen ön kabullere de varsayım
adı verilir. Yani hipotezler a posteriori, varsayımlar ise a priori doğru kabul
edilen önermelerdir. Her ikisi de ön kabul olan hipoteze test edilen varsayım, varsayım
test edilmeyen hipotezdir denilebilir. Aynı önermeler değişik
durumlarda hipotez ya da varsayım işlevi görürler. Örneğin,
“Yarın hava sıcaklığı
20
°C’den fazla olacak.” cümlesi sınanmak için söylenmişse hipotez, eğer bu
bir veri olarak alınıp ona uygun bir şekilde hareket edilecekse varsayım
türünden bir önerme olur. Hipotezler sorunun geçici çözümleri oldukları için
deney, gözlem veya matematiksel yöntemlerle denenir ve doğru ise sorunun çözümü
olur, yanlışlanması halindeyse bir kenara bırakılıp yeni hipotezlerle
araştırmaya yeniden başlanır. Varsayımlar ise baştan doğru olarak kabul edilip,
araştırmaya konu olan sorunun çözüm
aşamalarında asla sorgulanmayan ve bir kısmı da araştırmanın bilinçaltında olan, değer yargılarının, beklentilerin ve
önyargıların bir karışımından oluşan öznel önermelerden oluşur. Fakat
hipotezlerin aksine varsayımlar genel olarak bilimsel bir araştırmanın bir
aşaması olarak belirtilmezler. Bilimsel
bir araştırma genel olarak sorun soruna yönelik hipotez→
hipotezin test edilmesi
aşamalarından oluşurken genel
olarak varsayımlardan hiç bahsedilmez ama aslında varsayımlar bilimsel
araştırmanın bütün aşamalarında ilerde üzerinde ayrıntılı olarak durulacağı
gibi kullanılırlar. Ayrıca genel olarak varsayım ile hipotezin bilimsel
çalışmalardaki işlevleri de farklıdır. Hipotezler bilimsel açıklamalarda kullanılırken, varsayımlar daha çok bilimsel açıklama öncesi olguyu soyutlamada
yani betimleme aşamasında kullanılırlar.
Varsayımlar,
kimyadaki kimyasal tepkimeye girip, tepkimeye katılmadan tepkimenin hızını artıran maddeler
olan katalizörler gibi bilimsel araştırmaya girip hiç değiştirilmeden çıkarlar
(Katalizörler hakkında bkz. Mortimer, 1975: 429-434).
Bu yönleriyle varsayımlar adeta bilimin katalizörleri işlevi görürler ve
katalizörlerin tepkime denklemlerinde yer almaması gibi varsayımlar da bilimsel
araştırmanın aşamalarında, çok büyük önemlerine rağmen, görülmezler. Varsayımların
kimyasal katalizörlerden farkı ise, kimyasal katalizörlerin tam bilinmeleri
dolayısıyla hangi tepkimeye hangi katalizörün uygun olduğu tepkimeden önce
bilinirken, herhangi bir bilimsel araştırmada, o araştırmayı hızlandıracak olan varsayımların baştan tam
olarak bilinmemesi ve bir ölçüde varsayımların araştırmayı yapacak olan kişiye bağlı, yani öznel karakteristikte olmasıdır. Bu çalışmada, bilimsel araştırmada a priori doğru kabul edilen ve çeşitli
kaynaklarda postulat, aksiyom (Yıldırım, 1979: 260), sayıtlı, faraziye (Karasar,
1995: 71), VARsayım
(Şeker, 1986: 44), öncül adları
altında geçen bütün bu kavramlar varsayım
şemsiyesi altında incelenecek ve aralarındaki
farklar yeri geldikçe belirtilmeye çalışılacaktır.
Son olarak
varsayımlar ile bilim arasındaki bir duruma bakmamız gerekir. Bir bilimsel
çalışmada ne kadar az varsayım kullanılırsa çalışma o kadar olgusal temelli
olur ve bilimin tanımına yaklaşır. Çünkü varsayımlar ne kadar artarsa bilim
olgusal temelden o kadar uzaklaşıp felsefe ve dine yaklaşmaya başlar. Bu da
bilim denen çalışmanın anlamının kendi içinde kaybolmasına ve böylece bilimin din ve felsefe gibi diğer
bilgi alanlarının içinde eriyip yok
olmasına yol açar.
1.2.
Bilim ve Bilimde Temel Varsayımlar
Hayatımızın
hemen her alanı bilimsel çalışmaların ürünleriyle her gün bir önceki günden
daha fazla dolmakta iken bilimin ne olduğu sorusuna verilebilecek kesin bir yanıt henüz bulunamamıştır. Bilim,
yaşanılan zamana, bilim dallarına, bilim konusunda kitap yazanlara ve hatta bilim adamlarına göre farklı anlamlar taşımaktadır. Bilimi “Doğru
düşünme ve sistematik bilgi edinme süreci” (Türkdoğan, 1989: 13), “…her zaman
her yerde doğru olan, doğanın evrensel yasalarını aramak” (Gülbenkian
Komisyonu, 2005: 12), “…gözlenen olaylara neden arama eğilimi sonucunda
genellemelere (hipotezlere, açıklayıcı prensiplere) ulaşma, bu genellemelerden usavurma
(muhakeme) yoluyla olaylarla
sınanması zorunlu sonuçlara
(implication) varma çabası” (Bulutay, 1972:
59), “…geçerliliği kabul edilmiş
sistemli bilgiler bütünü” (Karasar, 1995: 8) şekillerinden biriyle
tanımlayabileceğimiz gibi bazı bilim insanlarının ifade ettiği öznel tanımları
da (Yıldırım, 1979: 15) kabul edebiliriz. Hatta totolojik bir ifadeyle bilim bilimdir
denilse dahi herkesin kafasında geçmiş deneyimlerine de bağlı olarak bilime
yönelik tanımsal bir şeyler oluşabilir. Fakat bütün bilim tanımlarında görülen
ortak bir yön de yok değildir. Bu da bilimin olgusal ve yöntemsel bir çalışma
olduğudur. Yani bilim özünde, olguları belirli bir yöntemle incelemekten başka
bir şey değildir. Yöntem olgulara yaklaşımın yoludur ve bilim dalları arasında
değişebileceği gibi bilimde de zamanla değişik yöntemler kullanılmıştır. Fakat
bilimde yöntem gerek ama yeter şart değildir.
Çünkü diğer bilgi edinme türlerinde de belirli yöntemler
kullanılır. Bilimde
yöntemle birlikte
bilimin gerek ve yeter şartını
oluşturan diğer öğe, bilimin diğer bilgi edinme türlerinden ayrılmasını
sağlayan olgusal yönüdür.
Bilimin tanımı
üzerinde bu farklılaşma bilimin özellikleri konusunda kendini fazla
göstermemektedir. Bilim, olgusal, mantıksal, nesnel (objektif), eleştirici,
genelleyici, geneli arayıcı ve seçicidir (Yıldırım, 1979: 16–18). Bilimin bu
özellikleri hem bilimi diğer bilgi
türlerinden ayırır hem de bilimin kendi içindeki
durumu daha iyi açıklamayı sağlar. Örneğin
bilimin olgusal ve nesnel temelli bir uğraş olması bilimi felsefeden ve dinden
ayırırken, mantıksal olması bilimin kendi içinde tutarlılığını, eleştiriciliği bilimin kendini sürekli
denetleyip yeniden üretmesini sağlar. Bilimin genelleyici
olması bilimdeki hipotez, teori ve yasaların oluşmasına, geneli arayıcılığı her
defasında kullanılan yöntemin aynı sonucu vermesine, bilimde seçicilik de bilim
dallarının doğmasına yol açmıştır.
Bilimin
yukarda ifade edilen özelliklerinin bilimde kullanılan metotları da bir miktar
belirlediği söylenebilir. Çünkü bilimsel yöntem, bilimsel sonuçlar üretecek bir
yol olmalıdır. Yani olguya yönelmeyen, mantıksal ve nesnel olmayan,
yinelenemeyen bir yöntemin bilimselliğinden bahsedilemez. Bu özellikleri
taşıyan ve bilimde kullanılan yöntemler, tümdengelim, tümevarım, retrodüksiyon,
varsayımsal tümdengelim ve benzetme (analoji)dir (Yıldırım, 1979: 69–79). Bütün
bilimsel metotların ortak yönü betimleme ve açıklama işini birlikte
yapmalarıdır. Olgular gözlem ve deneylerle betimlenirken, hipotezler ile
açıklanmaya çalışılır.
Bilimin hem
bütün dallarında hem de bilim çalışmasına başlangıç esnasında varsayımların
bulunması daha önce de belirtildiği gibi bilimin kendi doğasının bir
parçasıdır. Çünkü bilim, özünde varsayım
temelli bir arayıştır. Diğer varsayım temelli
arayışlar olan din ve felsefeden ayrılığı sonunda olgularla sınanmasında yatar.
Din ve felsefe varsayımlar aracılığıyla spekülatif düzeyde ilerlemeye devam
ederken bilim, gözlem, deney ve diğer sınamalarla olgusal düzeyde
araştırmasına devam ederek felsefe ve
dinden ayrılmaya başlar. Yani felsefe, bilim ve dinde varsayımlar başlangıçta
yaklaşık aynı düzeydeyken araştırma ilerledikçe bilimde varsayımların ağırlığı düşer ancak hiçbir zaman yok olmaz. Ayrıca bilimde kullanılan varsayımlar
ortak iken,
felsefede kullanılanlar felsefeciye, dindekiler ise o dine özgüdür. Bilimde kullanılan bu ortak varsayımlar şunlardır (Yıldırım, 1979: 19; Karasar,
1995: 17–18):
1.
Kendi dışımızda
bir olgular dünyası vardır.
2.
Bu kendi dışımızdaki olgular dünyasını anlayabiliriz.
3.
Olgular arasında
düzenli bir neden-sonuç ilişkisi vardır.
4.
Bu dünyayı bilme ve anlama çabası değerli bir uğraştır.
İlk varsayım
bilimin kendi çalışma alanını yaratmasını
sağlar. Yani olgunun var olduğu
varsayımı, bu olguyu araştırmanın ilk adımı olduğu için bu varsayım
aracılığıyla bilim kendine bir çalışma alanı yaratmış olur. Ayrıca din ve
felsefe için gerekmeyen bu varsayım bilimi din ve felsefeden de ayırmayı
sağlar. İkinci varsayım ise bilimsel araştırmanın meşruluğunu sağlar. Yani
kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı bilimsel araştırma için gerek
şart ama yeter şart değildir. Bu ikinci varsayım, ilkiyle birlikte
düşünüldüğünde bilimsel çalışma için gerek ve yeter şartları oluşturarak
bilimsel çalışmayı meşru bir uğraş
haline getirir. Üçüncü varsayım
bilimsel çalışmanın tek tek olgular için değil, olgu kümeleri için yapıldığını
gösterir. Çünkü olgular arası düzenli neden-sonuç ilişkilerinin var olduğunu
varsaymak bilimin niteliklerinden olan genelleyicilikle birleşerek tekil
olgular üzerine değil olgu kümeleri üzerine teori ve yasalar elde edilmesini
sağlar. Son varsayım ise aslında bilimi
değil de bilim adamının uğraşını değerli varsayarak dolaylı yoldan bilimsel
çabaları teşvik eden bir ön kabuldür.
Bilimin bu temel varsayımları yanında, bilim dallarının karmaşık dünya
karşısında belli düzenlilikler arayışı
da işe varsayımlarla başlamasına neden olur. Fakat bu varsayımlar bilim
dallarına özgü, sadece o alanı bağlayan türden varsayımlardır.
Bu çalışmada konunun dağılmaması ve belli bir çerçeveye oturtulması amacıyla iktisadın fizik ve toplumbilim
arasında bir bilim olduğu varsayılarak, önce fizik, ardından toplumbilim ve en
son olarak da iktisattaki varsayımların neler
oldukları ve genel işlevleri üzerinde durulacaktır.
1.3.
Fizikte Varsayımlar
Fizik denilen
bilim dalını “amacı çevremizdeki dünyadan bir anlam çıkarma” (Ruelle, 2006: 8) uğraşı ya da “Maddenin kimyasal
yapısındaki değişiklikler dışında genel veya geçici yasalara bağlı, deneysel
olarak araştırılabilen, ölçülebilen, matematiksel olarak tanımlanabilen madde
ve enerji olgularıyla uğraşan bilim dalı” (Avundukluoğlu ve Turhan, 2007: 150)
olarak tanımlasak ta, bilimler içindeki asıl önemi ise bu anlam çıkarma
çalışmalarındaki başarısından dolayı diğer bilimler tarafından örnek alınmasında
yatan doğa bilimlerinin bir dalı olarak tanımlayabiliriz. Fiziğin tanımı ve
gelişim tarihi genel olarak çok açık olduğu düşünüldüğü için fizik ders kitaplarında çok kısa bir şekilde yapılır.
Bazı fizik kitaplarında ise hiç yapılmadan
doğrudan fizik ampirik bir bilim dalı olduğundan standartlar, birimler,
boyutlar gibi ölçüm temellerinden başlanır (Halliday ve Resnick, 1981: 1).
Fizik biliminin tarihsel olarak nasıl oluştuğuyla ilgili aşağıdaki alıntı temel
bir fizik kitabından alınmıştır:
“Aşağı yukarı 1850 yılına kadar, doğal ya da deneysel felsefe adı verilen
kitaplar bulunuyordu. Bu ad, deneye bağlı konular ile edebiyat ve felsefe gibi
deneysel olmaya konular arasındaki farklılığı göstermekteydi. Deneysel felsefe
ile ilgili sonuçlar
ve yorumlar çoğaldıkça, bir
kişinin bütün bu alanlarda çalışması zorlaştı ve alt bölümler ortaya çıktı.
1850’den çok önceleri, kimya, astronomi, jeoloji ve buna benzer alanlar
bağımsız disiplinlere ayrılmıştı. Bunlardan arta kalan öz, fizik olarak ortaya
çıktı.” (Keller ve diğ., 1995: 1).
Fiziğin bütün tarihinin böyle adeta geçiştirircesine birkaç satırda ifade edilmesi asıl ilgi alanının fiziğin
uygulama alanı olduğunu
göstergesidir. Gerçekten de
fizik doğadaki düzen arayışı ile bir tutulan bilim dalıdır. Bu arayış ve
sonucunda elde edilen fizik yasaları,
fiziğin tarihin bir döneminde bilimle eş tutulmasına yol açacak kadar önemli
hale gelmiştir. Fizik de kendi içinde zamanla klasik ve modern fizik olarak
ikiye ayrılmış ve fiziğin kendi içinde mutlak bilgiye ulaşma iddiası
zayıfladıkça bilimde mutlak arayışı da bir miktar azalmıştır. Bunun sebebi fiziğin uzun süre, bilimin ideal hali
olarak görülmüş olmasında aranmalıdır. Çünkü fizik, basit, kesin (deterministik), zaman ve mekândan bağımsız yasaların en fazla bulunduğu alandır ki bu da aslında bilimin
de asıl amacıdır. Fiziğin bu tür yasalar elde etmesinde en önemli yardımcısı matematik olmuştur. Matematik fiziğin
yasalarının dile getirilmesinde ve anlaşılmasında en önemli araçtır. Öyle
ki Newton kendi adıyla anılan fiziksel kanunlarını ifade etmek için fizikten
önce matematikte diferansiyel ve integral hesabı bulmuş bir insandır (Keller ve
diğ., 1995: 128). Çünkü Galileo’nun dediği gibi, matematik fiziğin dilidir
(Keller ve diğ., 1995: 74) ve fizik yasalarını bulmak kadar önemli bir diğer
şey de bunu ifade edecek olan dili yaratmaktır.
Bilim dalları
içinde varsayımlar, sosyal bilimlere göre doğa bilimlerinde daha az görünür. Çünkü doğa
topluma nazaran çok yavaş değişir ve en fazla düzene sahip ve ampirik
yapısı nedeniyle sonuçları
konusunda en az tartışma olan bilim dalları doğa bilimleridir. Doğa bilimleri
içinde de aynı doğal olgunun farklı yönlerini
inceleyen fizik ve kimya ampirik yönleriyle en öne çıkan bilim dalları
arasındadır. Fizik özelinde
varsayımların çok etkili olmamasının iki önemli sebebi vardır. İlk olarak, sosyal bilimlerde çeşitli olgular
arasındaki belirsizlikleri ortadan kaldırıp uslamlamadaki boşlukları kapatmak
için kullanılan basit varsayımlar, fizikte bu boşluklar ampirik gözlemlerle
kapatıldığı için kullanılmasına gerek yoktur. İkinci olarak bilim dallarının
temellerini oluşturan ve aksiyom ya da postulat denilen temel varsayımlar fizik bilimi parçalı
bir yapıda olduğu için fizikte
pek kullanışlı değillerdir
(Feynman, 2000: 26). Fizikte varsayımlara en yakın olan şey belki de fizikteki düşünsel
deneylerdir (Planck, 1996: 227). Bu düşünsel deneylere
en iyi örnek te İsviçre’deki
CERN’de Higgs parçacığını bulmaya yönelik
yapılan deneylerdir. Bu tür bir çalışmada her şey zihinde
belirli varsayımlarla üst üste
getirilip bir sonuç elde edilir, bu sonuç daha sonra değişik yollarla ampirik
olarak kontrol edilir ve böylece kesin sonuç elde edilir. Fakat burada da işin sonunda ampirik deneyim söz konusu olduğu
için varsayımın varlığından
pek söz edilemez, söz edilse dahi işlevinin diğer alanlardakiyle aynı olduğu kuşku götürür bir şey
haline gelir. Genel olarak fizik hakkında, fiziğin
ve incelediği alanın yapısı
dolayısıyla kullandığı varsayımların bilimin temel varsayımları olduğu
söylenebilir. Fizikte kullanılan varsayımlar bilimdeki “olgular neden-sonuç
ilişkisi vardır” varsayımının bu bilim dalı özelindeki uygulamalarından ibarettir. Onun dışında
fizikte kendine özgü temel varsayımlar bulunmaz. Fizik güçlü ampirik yapısı
nedeniyle genellikle ön kabullerden varsayımları
değil hipotezleri kullanan bir bilim dalıdır.
1.4.
Toplumbilimde (Sosyolojide) Varsayımlar
Toplumbilim
adından da anlaşıldığı gibi toplumu inceleyen pozitif bir sosyal bilimdir.
“Amacı, insanların davranışlarını belirleyen toplumsal çevrenin yapısal
öğelerini aydınlatmak, bu çevrenin oluşumunda, işleyişinde ve gelişimindeki
düzenlilikleri açıklamaktır.” (Ozankaya, 1994: 11). Toplumbilimin ilgi alanına
giren toplum ise gelişigüzel ya da geçici insan yığınları değil bir kurumlaşmış
davranış biçimleri bütünü ya da sistemidir. ““Kurumlaşmış” toplumsal davranış
biçimleri demekle uzun zaman ve mekân dilimleri içinde durmadan tekrarlanan- ya
da modern toplumsal kuramın diliyle sosyal olarak üretilen- davranış ve inanç
biçimleri” (Giddens, 1994: 18)
kastedilmektedir.
Modern anlamda
toplumbilimin yeni olması, aslında inceleme konusu olan modern toplumun
da yeni olmasından ileri gelir. Modern toplum olarak sanayi devrimi sonrası toplumun alınması
gibi toplumsal olguları pozitif ya da nesnel bir şekilde incelenmeye
başlanmasının da toplumbilimi görece genç görünmesinde etkisi vardır. Çünkü bu
bilime 1839’da toplumbilim adını koyarak isim babası olan August Comte’un
toplumbilime en büyük katkısı bu bilim dalının da doğa bilimlerinin uyguladığı pozitif
yöntemi uygulamasını önermiş
olmasıdır (Ergun, 1974: 31).
Ayrıca bilimleri sıralayan Comte bu sıralamada en üst basamağa en karmaşık olgu olan
toplumu incelediği için toplumbilimi yerleştirmiştir (Ergun, 1974: 37–38).
Toplum bilim
toplumu incelerken belirli yöntem ilkelerine göre çalışma yapar (Gökçe, 1988:
36–39; Ozankaya, 1994: 39–46). Bunlardan bilmediğini varsaymak, nesnellik,
olgunun belirlenip sınırlandırılması, birim ve bütün düzeylerdeki
çözümlemelerin birleştirilmesi ve kavramların açık seçik tanımlanması
ilkelerinin bütün bilimler
için geçerli olduğunu
söyleyebiliriz. Toplumbilimde kendi alanına
özgü olarak üç ilkeden söz edebiliriz. İlk olarak toplumbilim somuttan yani yer
ve zaman bakımından belirli,
ampirik olarak denenmesi olanaklı olgulardan yola çıkar.
İkinci olarak toplumsal olayların karşılıklı bağımlılık içinde bir bütün
oluşturduğunu, son olarak da toplumun ancak değişme boyutuyla yani tarihsel
boyut içinde ele alınması gerektiğini
ileri sürer. Bu ilkelere uygun olarak toplumbilimde araştırma yöntemi olarak
gözlem ve düzenli çözümlemedir (Ozankaya, 1994: 46).
Toplumbilimde
varsayımlar büyük tartışmalara yol açmasa da belli başlı iki toplumbilimci
özelinde incelenebilir: Alvin W. Gouldner ve Max Weber. Gouldner alan varsayımlarını (domain
assumptions), o alanın metafiziği olarak tanımlamaktadır (Gouldner, 1971: 15).
İnsanların rasyonel olup olmaması, toplumun istikrarlı ya da istikrarsız olarak
alınması vb. alan varsayımları, daha sonra ele alınacak olan paradigma ve Bilimsel Araştırma
Programları (BAP) ile paralel bir yapı
göstermektedir. Weber’in ideal tipler olarak sunduğu ve varsayımlara dayalı birer soyutlama olan
kavramsallaştırmaları ise temelini toplumbilimden ziyade iktisattan almasına
karşın, herhangi bir değer yargısı
taşımaktan çok analitik amaçlarla soyutta inşa edilen
birer kavramsallaştırmadır (Weber, 1986: 60). Varsayımlar, Gouldner’de toplumbilimin temelindeki bazı sorgulanmayan ön kabulleri su yüzüne çıkarmak; Weber’de
ise, toplumu yeniden inşadan ziyade anlamada
bir araç olarak kullanmak için bulunmaktadır.
Başta
toplumbilim olmak üzere sosyal bilimlerde varsayımlar, eğer iktisadı inceleme
dışında tutarsak daha çok olgu incelemeleri esnasında soyutlama ve bir olgunun
nedenlerinden etkileri en az olanlarını dışarıda tutarak neden sonuç ilişkisine
yönelik hareket etmenin bir sonucudur. Fakat varsayımlar asla sosyal bilimlerin
incelemiş olduğu olgunun
bağlamından kopmasına neden olmaz. Bu nedenle fizik gibi toplumbilimde de çok güçlü bir
ampirik uygulama alanı olduğu için, genellikle bilimsel çalışmanın doğal olarak
getirdiği basit varsayımlar kullanılır. Bu basit varsayımlar bilimsel
çalışmanın genellikle ön kabullerinden hipotezlerinde bulunur ve ampirik olarak test edildiği için artık bir ön kabul
olmaktan çıkıp somut olarak yanlış ya
da doğru sonuç halini alır. Toplumbilim de fizik gibi bütünlüğünü koruyamadığı
için bu bilim dalını bir bütün halinde tutan temel varsayımların varlığından da
söz edilemez (Ozankaya, 1994: 81). Böylece toplumbilimde varsayımların incelemiş
olduğu olgunun bağlamından kopmasına neden olmadığı
söylenebilir. Aynen fizik gibi bu bilim dalı da güçlü ampirik
yapısı nedeniyle ön kabullerden varsayımları değil
hipotezleri kullanan bir bilim dalıdır.
1.5.
İktisatta Varsayımlar
İktisat, hem
analiz araçlarının en iyi kullanıldığı bir alan olarak sosyal bilimlerin en gelişmiş disiplini olmayı
başarmış, hem de her iktisatçının bulunduğu konum, benimsediği ideoloji ve beklentileri doğrultusunda ayrı bir tanımı olacak
kadar geniş ve sınırları belirsiz bu nedenle de gerçekten var olup olmadığı
bile hala tartışılan bir bilim dalı haline gelmiştir. İktisadın birçok tanımı
bulunması aslında iktisatçının aklında olup açığa vurmadığı belli varsayımları
iktisadın özüne atfetmesinin bir
sonucudur. Bunun sonucu Samuelson’un uzun süre temel kaynak olarak kabul edilen İktisat
kitabında bile beş ayrı iktisat
tanımı verilmiştir (Samuelson,
1973: 5). Bu çalışmada ise, iktisat tanımı olarak incelenen ana akımın,
insanların sınırsız olan talepleri ile bu talepleri karşılamak için toplumun sınırlı mal ve hizmet üretme yeteneği arasındaki çatışmayı uzlaştırma
(Begg ve diğ., 2001: 2) şeklindeki genel ifadesi alınmıştır. Çünkü bu tanım,
bugünkü ana akım iktisadının temelindeki kavramlara hem atıf yapmakta hem de
çözüm yollarını imlemektedir. Fakat
burada kullanılan ana akım iktisat kavramının ne olduğu da açıklanmalıdır.
Çünkü bugünkü anlamda ana akım iktisat sadece Marx’ın tanımladığı ya da Keynes’in
mütevazı ekleme yaptığı o eski Klasik İktisat değildir (Keynes, 1967: 3). Bugün
Parasal İktisatçılar reel değişkenleri sadece reel değişkenlerin etkileyeceğini öne sürerek, Yeni Klasik İktisatçılar ise her koşulda
bireyin rasyonel davranacağını bu nedenle devletin
piyasaya müdahalenin etkin olmayacağını iddia ederek aslında klasik ekolun bir
parçası haline gelmişlerdir. Çünkü bir ekolden olmak aynı zaman diliminde yaşamakla
değil, ortak paydalarda buluşmakla olur. Ayrıca İktisatta
okulları yaratan asıl etken kullandıkları varsayımlardır. Lucas’ın rasyonel
beklentiler teorisi, Friedman’ın
paranın etkinsizliği tezi zaten eski Klasik iktisadın
temel tezleridir, daha doğrusu eski
Klasik iktisadın rasyonellik ve para ve sermaye piyasalarının birbirinden
bağımsız incelenebileceği tezlerinin çağdaş biçimleridir. Bu nedenle
inceleyeceğimiz ana akım iktisadını ilk önce tanımlamamız daha doğru olur: Ana akım iktisadı bireysel rasyonalite, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler
sloganıyla piyasaya karışmayan devlet isteği ve bütün bunların
yaratacağına inandıkları doğal düzen
(klasik iktisatta bu doğal düzene
özel bir ad verilir: tam rekabet piyasası) anlayışından oluşan bir sistemdir
ve arkasındaki varsayım kısaca şöyle
ifade edilir: Devletin piyasaya karışmadığı, rasyonel bireylerin kendi
çıkarları peşinde koştuğu bir düzende, hem toplum hem de bireyler için fayda en
çoklaması sağlanır ve bu tam rekabet adlı doğal düzen piyasa dışından bir etkiye maruz
kalmadığı sürece böyle sürüp gider. Yani ana akım iktisadı,
özünde öncelikle olgulara
değil liberal felsefeye bağlıdır ve bu felsefenin temellerini kendine esas
alır. Bu nedenle de önce olgusal değil, varsayımsal bir bilimdir. Bu da
iktisatta varsayımların rolü ve öneminin diğer hiçbir bilim dalında olmadığı
kadar önemli ve farklı olmasına yol açmıştır.
İktisatta
varsayımlar konusu bütün diğer bilim dallarındakinin yalnız nicelik olarak
değil nitelik olarak da çok ilerisinde bir konumda bulunmaktadır. Çünkü ana
akım iktisadı, toplumbilimdeki gibi sosyal ve bir ölçüde güçsüz bir neden sonuç
ilişkisinin ötesinde fiziktekine benzer evrensel bir neden sonuç ilişkisi arama
eğilimindedir. Bu eğilim yüzünden varsayımlar bu dalın temel direklerini
oluşturmaktadırlar. Bu varsayımlar aracılığıyla iktisat var olan dünyayı değil
varsayımlarla yarattığı ve bu dünyaya paralel olan bir dünyayı incelemektedir.
Bu yönüyle incelediği dünya Popper’in Üçüncü dünyası ya da daha önce çeşitli felsefeciler tarafından yaratılan ütopik bir dünyaya
benzemektedir. Adeta
yaşadığımız dünyayı Platon’un görüngü dünyasına, incelemek için yarattığı
dünyayı ise idealar dünyasına dönüştürmüş ve bu sebeple
bu dünya ile çelişen durumlarda bile eksikliği kendi kuramında
değil bu dünyada görerek çalışma yöntemini değiştirmeyi reddetmiştir.
1.6.
Fizik, Toplumbilim ve İktisadın Genel Karşılaştırılması
İktisatta,
toplumbilim ve fiziğin tersine ön kabullerden hipotezler değil varsayımlar daha baskın bir görünüm sergiler.
Bunun bir sebebi de iktisadın incelediği alanla inceleme
yöntemi arasındaki ikilemdir. İktisat toplumbilim ile aynı inceleme alanına sahipken, çözümlemelerinde fizik kadar kesin olma isteği ancak ve
ancak varsayımların kullanılması ile gerçekleşmiştir. Aslında
aynı zamanda toplumsal bir
olgu olan iktisadi olgular varsayımlar aracılığıyla, adeta doğal bilimlerdeki olgular
gibi zamandan ve mekândan bağımsız
yasalara sahip varsayımsal olgulara
dönüşmüşlerdir. Ayrıca bu temel varsayımlar, toplumbilim veya fiziğin tersine ana akım iktisadının bir bütün
olmasını, parçalı bir yapı göstermemesini sağlar. Böylece ana akım iktisat
denilince bu varsayımlar sayesinde bütünsel bir yapı oluşturmuş bir bilim dalı
akla gelmektedir.
İktisat biliminin
fizik bilimini kendine
örnek olarak geliştiği
genel kabul gören bir yargı
olmasına karşın, bu yargının toplumbilim için de geçerli olduğu Zimmerman’ın şu
satırlarından çok açık bir şekilde görülebilir:
“19. Asır sosyolojisi basitti, fakat tıpkı Newton mekaniği gibi kendi
dünyası için kifayetli idi. 20. Asır sosyolojisi daha mütekâmil izahı
daha güç olduğu halde önceki
devrin takdire dayanan doktrinini çok defa herkes anlıyabiliyordu. 20.
Asır sosyolojisi Newton fiziğine ve
mekaniğine kıyasla modern fizik
gibidir.” (Zimmerman, 1964: 6).
İktisadın, toplumbilimin aksine, Newton fiziğinden, ki aslında Newton
fiziğinden daha fazla Descartesçi fizik anlayışına benzemektedir, modern fiziğe
geçememesi kullandığı varsayımları değiştirmemesinin dolaylı bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, ana akım iktisadında
varsayımların baskın olmaları kadar önemli bir konu da varsayımların zaman içinde pek değişmemiş olmasıdır. Rasyonel insan, doğal
denge, devletin piyasaya müdahale etmemesi ilkesi gibi temel varsayımları Adam Smith’den beri pek bir değişim
geçirmemiştir. Varsayımların bu kadar uzun süre değişmemesinin bir sebebi ana akım iktisadının arkasındaki liberal felsefenin pek
değişmemiş olmasıysa bir diğer sebebi de ana akım iktisadının aynı zamanda
aksiyomatik bir sistem olmasında aranmalıdır(Aksiyomatik sistem hakkında bkz.
Yıldırım, 1999: 161–181). Temelinde
belli ana varsayımların olduğu ana akım iktisadı, kapalı sistem olduğu
için her şeyi kendi mantıksal sistemi içinde olguya başvurmadan
kanıtlayabilecek bir yapıya sahiptir. Bu yönüyle Euclides
geometrisi gibi aksiyomatik bir sistem oluşturmaktadır. Zamanla da adeta
bu mantıksal tutarlılık uğruna varsayımlar hiçbir şekilde değiştirilmeyip
olgusal içerikten taviz verilmeye başlanmış ve olguyla
ters düşen sistemi
korumak için ad hoc kabullerle sisteme olan
inanç ayakta tutulabilmiştir. Bu durumun yan etkisi Kant’ın “Kavramsız
algı kör, algısız kavram boştur.” sözünde en iyi şekilde belirtilmiştir. Ana
akımın ilk dönemlerinde varsayımlar ile kurulmuş olan sistem algıya bir kavram
ekleyerek iktisadi olguların belirli
bir düzeyde açıklanmasını sağlamıştır. Fakat zamanla mantıksal tutarlılık uğruna varsayımları ve hipotezleri
değiştirmediği için, hızla değişen
iktisadi ilişkiler arasında aynı kavramları kullanması ana akımın olgusal
temelinin yok olmasına bu nedenle de ana akım iktisadının kavramlarının içinin
boşalmasına yol açmıştır. Bu durumun en temel sebebi de aslında kullandığı
varsayımlar değil, ana akımın temel felsefesini meşrulaştırma uğruna
varsayımları değişen iktisadi dünyaya uydurmayı değil, değişen dünyayı kendi
varsayımsal ve kapalı sistemiyle açıklamaya çalışmasında yatar. Çünkü bilimde,
bilimin doğası gereği varsayımlar yapmak normal bir durumdur. Normal olmayan bilimsel çalışmada varsayımları kullanmak değil, olgusal temelden
uzaklaşma pahasına sürekli
aynı varsayımları kullanarak analiz yapmayı sürdürmeye çalışmaktır. Bu durum, bilimde esas olanın hipotez ya da
varsayım olarak önkoşullar değil, olgular olduğu düşüncesine ters düşen bir
durumdur.
2.
MİLTON FRİEDMAN BAĞLAMINDA
VARSAYIM TARTIŞMALARI
2.1
Giriş
Milton
Friedman, 1912 yılında göçmen bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi1.
1928 yılında Rutgers Üniversitesi’nde lisans eğitimine başlayan Friedman,
kendisinden ders alıp etkilendiği iki hocası Homer Jones ve Arthur Burns
sayesinde ekonomik konularla ilgilenmeye başladı. Lisans eğitimi sonunda Brown
Üniversitesi’nden Matematik ve Rutgers’deki hocası olan Homer Jones’un
referansıyla da Chicago Üniversite’sinden Ekonomi alanında burs kazanınca
hocaları ve 1929 Krizi etkisiyle
ekonomi alanında yüksek lisan eğitimini seçip Chicago Üniversitesi’ne girdi.
Burada dönemin en önemli iktisatçılarından Frank Knight ve Jacob Viner’ın
öğrencisi oldu. Milton Friedman 1945’e kadar başta, başında
kendisini çok etkilemiş olan Wesley Clair Mitchell’in olduğu Ulusal Ekonomik
Araştırmalar Bürosu ( Nationa Bureau of Economic
Research) olmak üzere Amerikan Hazinesi’nin çeşitli
bölümlerinde ve çeşitli üniversitelerde çalıştı. Bu tarihten itibaren tekrar akademik hayata dönen Friedman, 1946’da
Columbia Üniversitesi’nden doktora derecesini aldıktan sonra aynı yılın Eylül
ayından itibaren Chicago Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. 1948 yılında profesörlüğe atanan Friedman,
birkaç üniversitede misafir öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1967’de Amerikan
Ekonomik Topluluğu’nun başkanlığına getirilmiş, 1976’da Nobel İktisat Ödülü’nü
almış ve ertesi yıl Chicago Üniversitesi’nden emekli olmuştur. 1977’den öldüğü
2006 yılına kadar Califonia’daki Stanford Üniversitesi’ne bağlı Hoover
Enstitüsü’nde kıdemli uzman olarak çalışan Friedman diğer birçok gazetenin
yanında 1966–1984 arasında da Newsweek dergisinde iktisat konusunda köşe
yazıları yazmıştır. Matematiğe ve
ampirik çalışmalara olan eğilimi ve Chicago ekolüne bağlılığı, bütün çalışmaları boyunca kendini hep göstermiş, Keynesci akıma
1Bu bölüm
hazırlanırken şu kaynaklardan karşılaştırmalı olarak yararlanılmıştır: Milton
Friedman’ın tam biyografisi için bkz. Ebenstein, 2007; “İktisatçı Olarak
Gelişimin” adıyla kendi iktisadi düşüncesinin evrimini anlattığı otobiyografik
bir yazı için bkz. Breit ve Hirsch, 2009, 65–78.
Ayrıca Friedman hakkında ek olarak şu kaynaklara başvurulabilir: Vane ve
Mulhearn, 2005, 82–88; Pressman, 2006, 235–243; Blaug ve Vane, 2003, 272–274.
Friedman’ın düşünceleri ve desteklediği politikaların yarattığı olumsuzluklar
hakkında bkz. LaRouche ve Goldman, 1980, Türkçe bir kaynak olarak bkz. Gürkan
Yay, 2007a.
eleştirileriyle
de Klasik akımın yeniden ve özellikle para temelinde
restorasyonunda öncü rolü
üstlenmiştir.
Milton
Friedman, 20 yy’ın ikinci yarısından itibaren yalnız Parasalcı okulu kurarak
iktisatta değil, uygulamayı da etkileyerek politik iktisatta önemli roller oynamış olan bir bilim adamıdır.
Friedman’ı iktisatçılar arasında tartışmaların da her zaman merkezine oturtan
en önemli yön belki de Keynesci ekonomiye getirdiği eleştirilerdir. Milton
Friedman’ın iktisat bilimine katkıları kuramsal, felsefi ve yöntembilimsel
olmak üzere üç ana başlıkta incelenebilir. Kuramsal katkıları, öne sürmüş
olduğu kavramlar aracılığıyla kendi döneminin ana akım iktisadına yaptığı
eleştirilerde kendini göstermektedir. Friedman’ın iktisada kazandırdığı en
önemli kavramlar sürekli gelir hipotezi,
doğal işsizlik oranı, yeni para talebi ve arzı tanımları ve daha az önemli
olmakla birlikte uyarlamalı beklentiler hipotezidir. Getirdiği bu kavramlar ile
devrinin ana akımı olan Keynesci iktisada karşı durması da onu her zaman
iktisadi konulardaki tartışmaların bir aktörü haline getirmiştir. Friedman,
Keynes’in aksine bireyin tüketiminin cari gelirine değil, uzun dönemde elde
etmeyi umduğu gelire de bağlı olduğunu iddia etmiş ve 1957’de yazmış olduğu A
Theory of the Consumption Function adlı eserinde tüketim fonksiyonunu buna göre
yeniden düzenlemiştir. Friedman’ın Keynesci
iktisattan ayrıldığı diğer önemli bir alan
işsizlikle mücadele yönteminde kendini göstermektedir. 1968 yılında doğal
işsizlik oranı kavramını ortaya atan Friedman’a göre her ülkenin
belirli bir doğal işsizlik
oranı olduğu ve bunun değiştirilemeyeceğini öne sürmüştür. Bunun en önemli sonucu Phillips eğrisinin uzun
dönemde dik bir doğru olacağı ve enflasyon-işsizlik ödünleşmesinin (trade-off)
uzun vadede geçersiz hale gelmesidir. Milton Friedman iktisat dünyasında en
fazla para konusundaki çalışmalarıyla tanınmış bir iktisatçıdır. Friedman’ın bu
alandaki en önemli iki çalışması para tarihi üzerine 1963’de yazmış olduğu A
Monetary History of United States ve 1970 tarihli Monetary Statistics of United States kitaplarıdır. Para kuramı ve tarihi alanındaki çalışmaları da yeni bir
para talebi denklemi ve para arzı tanımını beraberinde getirmiştir. Para
konusundaki çalışmaları o kadar etkili olmuştur
ki 1968’de Karl Brunner’in adını koyduğu
Parasalcı (Monetarist) Okul’un kurucusu ve en önemli temsilcisi sayılmıştır.
1977 Nobel İktisat Ödülü’nü
de tüketim teorisi,
istihdam istikrar politikaları konusundaki
görüşleri ve para kuramı ve tarihi konusundaki katkıları sayesinde
almıştır. Daha ziyade ikincil bir
değerde görülen ve Friedman’ın kavramsallaştırmış olduğu uyarlamalı beklentiler de (adaptive expectations) Keynes’in
iktisattaki belirsizlik anlayışına bir tepki olarak görülebilir. İktisat felsefesi ya da normatif
iktisat alanındaki çalışmalarında Friedman’ın ana söylemi, ekonomide
Keynesci etkilerle büyüyen devletin bireysel
özgürlüklere bir tehdit olduğu ve devletin uygulamış olduğu iktisat politikalarının
da etkisiz kaldığı yönündedir. Friedman’ın iktisat felsefesini 1963’te yazdığı
Kapitalizm ve Özgürlük (Capitalism and Freedom) ve eşi Rose Friedman ile
birlikte yazdığı 1980 tarihli Free to Choose kitaplarıdır. Yöntembilimsel
katkısı bütün ömrü boyunca sadece 40 sayfalık The Methodology of Positive
Economics makalesi ile sınırlıdır. Fakat etkisi hala süren ve çevresinde
fırtınalar kopartılan bu makale, 20. yy’ın Friedman varsayımlar konusunu
gündeme getiren ilk kişi olmamasına rağmen, bu alanda ana akım iktisadından
önemli bir savunucusu olduğu için, daha önceden pek görünür olmayan bu
tartışmaya meşruiyet kazandırarak bir görünürlük ve hız katmıştır.
2.2.
Varsayım Tartışmalarının Tarihi Seyri
İktisat
bilimindeki varsayımlara yönelik eleştiriler, Milton Friedman’ın 1953 tarihli
makalesinden çok daha eski bir geçmişe sahiptir. Friedman’ın bu ünlü ve
tartışmalı makalesi de kendinden önceki tüm eleştirilere bir cevap niteliği
taşımaktadır. İktisat tarihi içinde varsayımlara yönelik eleştiriler üç
iktisatçı özelinde ifade edilecektir: Walter Bagehot, Terence Hutchison ve John
Maynard Keynes.
Walter Bagehot, iktisadın bir bilim olmasının başlangıcı sayılan Adam Smith’in 1776 tarihli Ulusların Zenginliği
kitabından yüzyıl sonra kaleme aldığı çalışmasında, zamanın da etkisiyle,
iktisadın sadece İngiltere’deki olumlu sonuçlarından söz etmiş bu nedenle de
çalışmasının başlığını İngiliz Politik İktisadı’nın
Postulaları (The Postulates of English Political Economy) biçiminde koymuştur (Bagehot,
1880:1). Politik iktisadın
Tarihçi Okul üyelerine
benzer şekildeki bu eleştirisi, onu, varsayımlarının sadece belirli bir
yerde yani İngiltere’de geçerli olduğu için başka yerlerde
pek popüler olmadığı
sonucuna ulaştırmıştır.
Bagehot’a göre politik ekonomi, soyut ve statik ya
da dinamik gibi tümdengelimsel
bir bilimdir. Bu nedenle de gerçekçi olmayan
(unreal) ve hayali (imaginary)
öznelerle ilgilenir. Statik ve dinamik gibi kavramları mükemmeldir, maddi
olmayan (immaterial) özneleri inceler
(Bagehot, 1880: 73-74).
Bu durumu sağlayan varsayımlar İngiltere için doğru
ancak kıta Avrupası için istenmeyen sonuçlar vermektedir. Burada kalkış
noktaları farklı iki ülke için aynı reçetenin ya da varsayımların farklı
sonuçlar verebileceği gibi bir sonuca ulaşılabilinmektedir.
Terence
Hutchison, İktisat Kuramının Önemi ve Temel Postulaları (The Significance and
Basic Postulates of Economic Theory) adlı eserinde iktisattaki varsayımlara bir
başka açıdan yaklaşmaktadır (Hutchison, 1960). Çalışmasında öne çıkardığı ilk
noktanın, Popper’in bilim olanla olmayan arasında bir ayrım çizgisi çekme girişimine benzer şekilde, ampirik
bilimlerdeki ifade veya ifade sistemleri ile tüm diğer ifadeleri ayırmak için
bir ayrım çizgisi çekme böylece de bilim ile bilim olmayanı ayırma olduğunu
ifade etmektedir (Hutchison, 1960: vii). Çalışmasının amacının ise, iktisadı
diğer sosyal bilimlerden ayıran saf teorinin öneminin değerlendirilmesine
yardım etmek olduğunu belirtmektedir (Hutchison, 1960: 3). Bunun için de önce
önermeleri (proposition) daha sonra da bu önermelerin dayanağı olan postula ya da varsayımları incelemiştir. Hutchison, iktisattaki önermelerin ampirik olarak yanlışlanamadığını,
varsayımların ise var olan sorunları görünmez kıldığını öne sürmektedir (Hutchison, 1960: 161-162). Hutchison’un bu görüşleri belki de
kendisi bir yöntembilimci olduğu için iktisat biliminde pek fazla bir yankı yapmamıştır.
Son olarak
Keynes, kendinden önce ana akımı temsil eden Klasik iktisadı içyapısının
tutarsızlığı yüzünden değil, kullandığı varsayımların gerçek hayattan kopuk olması nedeniyle
eleştirmiş ve Genel Teori eserine:
“… geleneksel ekonomide yanlışlıklar varsa bunları, büyük bir mantık
uyarlığı kaygusuyla meydana getirilmiş bilimsel yapısında değil, fakat açıklık ve genellikten yoksun bulunan öncüllerinde[premisses] aramak gerekmektedir. Şu
halde, iktisatçıları temel hipotezlerinin [basic assumptions] yeni eleştirmeli incelemesine kalkışmaya inandırmaktan
ibaret olan amacımıza ancak pek soyut
ve o
derecede çok bilimsel
tartışmalarla erişebiliriz.”
(Keynes,1980: XI; Keynes, 1967: V)
ile başlamış
ve sonuç bölümünde
de aynı şeyi,
“Klasik teoriye karşı yaptığımız eleştiri, onun analizindeki mantık
yanılmalarını belirtmekten çok zımni hipotezlerinin [tacit assumptions] hiçbir zaman, ama hiçbir zaman gerçekleşmemiş
olduğunu ve dolayısıyla somut dünyanın ekonomik problemlerini çözümlemeye
yeterli bulunmadığını ortaya koymaktan başka bir şey olmamıştır.” (Keynes,1980:
403; Keynes, 1967: 378)
Milton
Friedman, Keynesci akıma karşı Parasalcı karşı Devrimi, bu makalesiyle ve varsayımlar konusundaki
tartışmalara karşı bir saldırıya geçerek başlatmıştır.
2.3.
Pozitif İktisadın
Metodolojisi
Milton
Friedman hem liberal iktisat felsefesine hem de iktisat teorisine dair birçok
makale ve kitap yayınlamasına karşın, iktisat metodolojisi konusundaki
fikirlerini sadece bir makalede dile getirmiş ve bu konudaki düşüncelerine sonradan bir ekleme yapmadığı gibi kendisine yöneltilen eleştirilere de hiçbir zaman
doğrundan bir cevap verme gereği duymamıştır. Fakat 1953 yılında yazdığı
Pozitif İktisadın Metodolojisi (The Methodology of Positive Economics) adlı makalesi aradan
geçen elli yıldan fazla zamana rağmen güncelliğini hala yitirmemiş ve iktisat
metodolojisi tartışmalarının merkezinde olmaya devam eden ender yazılardan biri
konumunu korumayı başarmıştır.
Milton
Friedman’ın bu ünlü makalesi 1953 yılında yayınlanmış olmasına rağmen,
metodoloji konusundaki bu makalede ifade ettiği düşünceleri 1941’e kadar gitmektedir. Fakat asıl olarak kendisinin
de The Methodology of Positive Economics adlı makalesinde belirttiği gibi
makalesinin iskeletini, 1952’de Richard Rugless’ın yazdığı (Ruggles,
1952, 408–53) yazıya eleştiri
olarak kaleme aldığı üç sayfalık yorum yazısı (Friedman, 1952, 455–57) oluşturmaktadır. Rugless’ı
ağaçlara dikkatli bakmaktan ormanı görememekle suçlayan Friedman, bunun sebebini
de pozitif ve normatif iktisadı net olarak birbirinden ayıramamasına
bağlamaktadır. 1952 tarihli üç sayfalık küçük savunma yazısını geliştirerek ve
Rugless’ı doğrudan hedef almadan, 1953’te savunma yönü daha az görülen ve bağımsız bir niteliğe bürünmüş
40 sayfalık bir makale haline getirmiştir.
Friedman, Pozitif İktisadın
Metodolojisi adını verdiği
ve altı bölümden oluşan 1953 tarihli makaleye 1952 yılındaki yazısının
ikinci paragrafıyla başlamış ve John Neville Keynes’in pozitif iktisat,
normatif iktisat ve iktisat sanatı adını verdiği tanımları kendine referans
olarak aldığını göstermiştir. Pozitif iktisadı “nedir?” Normatif iktisadı da
“ne olmalıdır?” hakkındaki sistematikleştirilmiş bilgi olarak tanımlayan Neville
Keynes, iktisat sanatını
da veri bir hedefe ulaştıran
kurallar sistemi olarak tanımlamaktadır (Friedman, 1953: 3). Friedman’ın
alıntıyı kestiği son cümleden sonra Neville Keynes pozitif iktisadın amacının
düzenlilikleri saptamak, normatif iktisadın amacının ideallerin belirlenmesi,
iktisat sanatının amacının ise kuralları formülleştirmek olduğunu ifade
etmektedir (Keynes, 1917: 22). Bu tanımlardan sonra Friedman, yazısının
amacının Keynes’in “ayrı bir pozitif bilim” (distinct positive science) olarak tanımladığı iktisadın
kurulması esnasında oluşan belli metodolojik problemleri, özellikle de önerilen bir hipotezi geçici olarak pozitif bir
bilimin parçası olarak nasıl kabul edileceği olduğunu ifade etmektedir
(Friedman, 1953: 3).
Friedman’a
göre pozitif ve normatif iktisat arasındaki karışıklık bir dereceye kadar
kaçınılmazdır (Friedman, 1953: 3). Ancak hem normatif iktisat hem de iktisat
sanatı aslında pozitif iktisadın sonuçlarını kullandıkları için pozitif
iktisada bağlıdırlar. Batı dünyasında ve özellikle de Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki insanların iktisat politikaları hakkındaki farklı görüşleri,
insanların en sonunda savaşabilecekleri ana değerler hakkındaki temel
farklardan değil, pozitif iktisadın gelişmesiyle ortadan kalkacağını düşündüğü
insanların uygulanacak iktisat politikalarının
sonuçları hakkındaki farklı tahminlerinden kaynaklanmaktadır. Bundan hareketle
Friedman, doğru iktisadi politikalar hakkında görüş birliğinin, normatif
iktisattaki gelişmelerden çok pozitif iktisattaki gelişmelerin bir sonucu
olacağını ve bu nedenle pozitif iktisadı normatif iktisattan kesin olarak
ayırmanı iktisadi politikalara katkı
sağlayacağını savunmaktadır (Friedman, 1953: 6).
Friedman, pozitif bir bilimin temel amacının henüz gözlemlenmemiş olaylar
hakkında geçerli ve anlamlı tahminler yapılmasını sağlayan kuram ya da
hipotezler geliştirmek olduğunu belirterek başladığı ikinci bölümde, böyle bir kuramın iki
parçadan oluştuğunu belirtmektedir (Friedman, 1953: 7). Bu parçalardan
biri bir totolojiler kümesi olan ve bağımsız bir içeriği olmayan dil, diğer
kısmı da karmaşık gerçekliğin temel özelliklerini soyutlamak için kullanılan
anlamlı hipotezler bütünüdür. Dil
bakımından kuram kendi içinde bütünlük ve tutarlılık açısından incelenirken, hipotezleri açısından ise, açıklamak
istediği olguları tahmin etme
gücüne göre değerlendirilir. Sadece olgusal deliller hipotezlerin doğru ya da
yanlış olduğunu gösterir. Friedman’a göre “hipotezlerin geçerliliğiyle ilgili tek sınama, onun tahminlerinin deneyimlerle
karşılaştırılmasıdır.” (Friedman, 1953: 8). Fakat sosyal bilimlerdeki hipotezler doğa bilimlerindekiler kadar kolayca sınanamaz. Yine de bu durum Friedman’a göre sadece bir derece farkıdır
ve nitelik farkı yaratmaz.
Yani Friedman yöntembilimsel tekçilik taraftarıdır. İktisatta hipotezlerin
sınanmasındaki zorluk hipotezlerin saf biçimsel ya da totolojik analize geri çekilmesine yol açmaktadır. Fakat
Friedman, iktisat kuramının eğer kılık değiştirmiş bir matematikten farklı bir şey olması isteniyorsa totolojik
yapılardan fazlası olması gerektiğini belirtmektedir (Friedman, 1953: 11-12).
Friedman’a
göre hipotezlerin olgularla sınanmasındaki zorluklar, daha kolay bir yola, hipotezlerin yalnız
çıkarımlarıyla değil, varsayımlarının gerçeğe
uygunluğuyla da sınanmasına yol açmaktadır (Friedman, 1953: 14). Ancak Friedman, genel olarak kuramın önemi
arttıkça varsayımlarının gerçek dışılığının da arttığını, çünkü bu durumda çoğu
az ile açıklamak için ortak ve esas elemanların incelenen olguyu çevreleyen
karmaşık ve detaylı olaylardan soyutlamak gerektiğini bunun da ancak betimsel
olarak gerçekçi olmayan varsayımlarla başarılabileceğini belirtmiştir. O
nedenle varsayımların gerçekliğinin değil, onların eldeki problemi çözmede
yeterince iyi tahmin edip etmediklerinin önemli olduğunu belirtmektedir.
Böylece de hipotez ve kuramların iki farklı
sınanması teke inmiş olur (Friedman, 1953: 15).
Friedman
varsayımların gerçekçi olmamasının önemini, Klasik iktisadın temelini oluşturan
tam rekabet veya saf tekel varsayımlarının, tekelci
rekabet ve eksik rekabet
analizlerinin gelişmesiyle gerçek dışı varsayımlar oldukları için
eleştirilmeleri üzerine belirtmiştir. Friedman’a göre Klasik iktisadın hipotezlerinin
çıkarımlarıyla deneyimler arasındaki uygunluk göz ardı edilerek
tartışmalar varsayımlarının betimsel yanlışlığı gibi ilgisiz bir alana
yönelmiştir (Friedman, 1953: 15–16).
“Bir Hipotez
Varsayımlarının Gerçekçiliğiyle Sınanabilir mi?” adını verdiği üçüncü bölümde
Friedman, yazısına düşen cisimler yasası örneğiyle başlayıp, sanki havasız ya da sürtünmesiz bir ortamda hareket
ediyormuş gibi davranan ağır bir top için geçerli olan serbest düşüş formülünün bir tüy için gerçek olmamasını hem kuramı varsayımlarıyla sınamanın imkânsızlığı hem de kuramın
varsayımları kavramının belirsizliğini gösterdiğini ileri sürer. Friedman
“Bildiğim kadarıyla, aynı formülün elde edilmesini sağlayan başka varsayımlar
kümesi olabilir. Bu formül işe yaradığı için kabul edilir, biz havasız bir
ortama yakın bir ortamda yaşadığımız için değil.” demektedir (Friedman, 1953:
18). Tüy için kuram işe yaramadığı için havasız ortam varsayımının yanlış
olmasından hareketle, kuramın açıklayabildiği olayları tanımlayarak varsayımların
geçerli kullanımının, sıklıkla ve yanlışlıkla kuramların açıklayacağı olayları
belirlemek için kullanılabileceği şeklinde yorumlandığı bunun da kuramın varsayımlarıyla
sınanabileceği yönündeki inanca yol açan önemli bir kaynak olduğunu belirtmektedir.
Buna benzer şekilde bir ağaçtaki yaprakların sanki güneş ışığından en fazla
faydalanmak için davrandıkları ya da uzman bir bilardo oyuncusunun sanki
karmaşık matematik formüllerini biliyor gibi vuruş yaptığını varsaymanın, bu
varsayımların açık yanlışlığına karşın, bu varsayımların çıkarımlarının gözlemler sonucu elde edilen kanıtlarla
uygunluğunu sağladığı için büyük bir inandırıcılığı olduğunu öne sürmektedir
(Friedman, 1953: 21).
Bu örneklerle iktisattaki çok sayıda durumda firmaların sanki tam bilgi
ve maliyetlerini bilerek marjinal maliyeti marjinal gelire eşit olduğu noktada
faydalarını en çokladığını yönündeki
hipotez arasında sadece küçük bir adım olduğunu belirten Friedman, sonunda asıl
konu olan Klasik iktisadın varsayımlarının eleştirisine karşı cevap vermeye
başlamıştır. Friedman’a göre gelirini en çoklamaya çalışan iş adamı başka türlü
davranarak piyasada tutunamaz. Yani bu hipotez gerçekçi kılan varsayımları değil, piyasadaki doğal seçim işlemidir. Ayrıca bu hipotezin yanlış
olduğu yönündeki
birçok uygulama ve girişim başarısız
olmuştur (Friedman, 1953: 23).
Friedman,
varsayımların kuramın sınanmasında kullanılamayacağını belirttikten sonra, kuramın varsayımlarının üç işlevi olduğunu
belirtmektedir (Friedman, 1953: 23):
Varsayımları,
sıklıkla kuramın betimlenmesi ve sunulmasında ekonomik bir yol sağlarlar.
Varsayımlar, çıkarımlarıyla bazen hipotezlerin dolaylı olarak sınanmasını kolaylaştırırlar.
Son olarak da varsayımlar, bazen kuramın geçerli olduğu koşulların
belirlenmesi için uygun araçlardır.
Friedman’a göre daha önce verdiği
ağacın yapraklarına dair örnekte
kullandığı varsayımlar birinci türe girerler ve bu varsayımlar sayesinde
hipotez daha yoğun olurken bu durum aynı zamanda daha az geniş kapsamlı
olmasına da yol açmamıştır (Friedman, 1953: 24).
Friedman, bir hipotezin soyut model ve tanım kuralları
kümesi olmak üzere iki parçadan oluştuğunu
söylemektedir (Friedman, 1953: 24). Model soyut ve bütündür, bir tür cebir ya da mantıktır. Bu yönüyle de kendi
tutarlılığını, bütünlüğünü ve çıkarımlarını denetleyen bir yapıdır. Bu durum da
modelde belirsizlik veya yaklaşıklığın olmadığını gösterir. Modelde kullanılan
kurallar ise soyut ya da bütün olamaz. Kurallar somut olmalıdır bu nedenle de bütünlük taşımazlar. Friedman’a göre mümkün olduğunca
nesnel bir bilim yapma arayışında, amacımız incelenen
olgu alanını sürekli şekilde genişletmeyi mümkün kılacak şekilde kuralları
açıkça formüle etmek olmalıdır. Fakat bunu ne kadar başarılı yapmaya çalışsak
da kuralların uygulamasında kaçınılmaz olarak kanılar için yer kalacaktır.
Friedman’a göre doğru yargıda bulunma kapasitesi öğretilemez, doğru bilimsel ortamda bulunmakla ve
deneyimle öğrenilir
ve bütün bilimlerde amatörle profesyoneli, kaçıklıkla bilimi birbirinden ayıran ince bir çizgi işlevi görür (Friedman,
1953: 25).
Friedman
kuramın can alıcı ya da temel varsayımları konusunda ise bunların soyut modelin
anahtar öğeleri olduğunu ve bir modeli tanımlamak için birçok farklı postula
kümeleri kullanılabileceğini belirtir. Friedman’a göre aksiyom ya da postula
şeklindeki temel varsayımlar hem örtük olarak modeli içerir hem de model
tarafından örtük olarak içerilir. Yani temel varsayımlar ile model birbiriyle
yer değiştirebilir. Bu temel varsayımların seçimi ise basitlik, sezgisel akla
yatkınlık ve modelin değerlendirilmesi ve uygulanmasıyla ilgili düşüncelere uygunluk
temelinde seçilebilir (Friedman, 1953: 26).
Friedman, varsayımların işaret ettiği olguların
türü ile hipotezlerin açıklanması için tasarlandığı
olgu türlerinin farklı olmasının da varsayımların hipotezlerin doğrudan
sınanmasında bir araç olarak kullanılamamasına bir sebep olarak ileri
sürmekte ve bu sınamaya atfedilecek önemin de ancak bu iki olgu türü arasında
ne kadar yakın bir ilişki olduğuna dair verilecek karara bağlı olduğunu ifade
etmiştir (Friedman, 1953: 28). Ayrıca Friedman’a göre böyle dolaylı
bir sınama farklı arka
planlardan gelen insanlar için farklı sonuçlar çıkmasına sebep olmaktadır. Bu konuda da bir olaya toplumbilimciler
ile iktisatçıların farklı şekilde bakmalarını örnek olarak göstermiştir.
Friedman “Bilimde hiçbir zaman kesinlik yoktur. Bir hipoteze karşı olan ya da
onu destekleyen kanıtların ağırlığı asla tamamen nesnel bir biçimde değerlendirilemez.”
diyerek te bilim adamının bir konuyu incelerken hiçbir zaman değer
yargılarından tamamen sıyrılarak karar vermediğini belirtmiştir (Friedman,
1953: 30).
Friedman,
soyut metodolojik konulardan sonra beşinci bölümde bunların Klasik iktisada eleştiriler özelindeki
yansımalarını ifade etmiştir. Friedman’a göre Ortodoks iktisat kuramının
varsayımlarının ve dolayısıyla da kuramın kendisinin gerçekçi olmadığına yönelik sürekli eleştiriler yerine daha iyi bir kuram getirmediği
ve kanıtlarla desteklenmediği için
yersizdir (Friedman, 1953: 31). Ayrıca Friedman, bir kuramın tamamen
betimsel olarak gerçekçi
olamayacağını, bunu gerçekleştirmek
için yapılacak girişimleri de kuramı tamamen kullanışsız hale
getireceğini savunmaktadır. Ayrıca, gerçekçiliğin sınanmasının doğrudan
varsayımların betimsel doğruluğu olarak algılanması durumunda hangi noktada
durulması gerektiği konusunda bir
temel anlayış olmadığını ileri sürmektedir. Betimsel doğruluk ile analitik uygunluk arasındaki karmaşanın
Ortodoks iktisada yönelik temel eleştirinin kaynağı olduğunu belirten Friedman,
bunun karmaşık olan gerçeği açıklamak için kuramların da daha karmaşık olması
gerektiği yönünde bir inanca yol açtığını, bu inancın da zamanla aslında
kuramsal açıdan hiçbir değeri olmayan eksik rekabet ve tekelci rekabet
kavramlarının geliştirilmesine neden olduğunu belirtmiştir. Friedman’a göre betimsel
doğruluk ve analitik uygunluğun birbirine karıştırılması sonucu ortaya çıkan ve
Chamberlain ve Robinson’un geliştirdiği bu kavramlar, Marshall’ın geliştirdiği firma, endüstri, tam rekabet, saf tekel gibi kavramlara yeni bir ekleme yapmadığı gibi klasik
iktisadın atfedilen kusurlarını düzeltme yönünde de yanlış adımlar atılmasına
yol açmıştır (Friedman, 1953: 34-35).
Altıncı ve son
bölüm olan “Sonuç” bölümünde Friedman, daha önce belirttiği düşüncelerini
kısaca tekrarladıktan sonra Klasik iktisada kendi eleştirisini getirmiştir.
Friedman “İktisat kuramına yapılan bu kadar eleştirilerin yersizliği, var olan
iktisat kuramının yüksek düzeyde güveni hak ettiğini göstermez.” (Friedman,
1953: 41) dedikten sonra var olan iktisat kuramındaki en güçsüz ve en az tatmin
edici kısmın parasal dinamikler olduğunu belirtmiştir (Friedman, 1953: 42).
Daha sonra bu konudaki çalışmalarıyla
da Monetarist iktisadın kurucusu ve en önemli temsilcisi haline gelmiştir. Friedman
son olarak da pozitif iktisattaki ilerlemenin sadece var olan hipotezlerin sınanması ve gözden
geçirilmesini değil, yeni hipotezler ortaya konmasını da gerektirdiğini fakat
bu konuda şeklen ve ilk ağızdan çok az şey söylenebileceğini belirttikten sonra
yazısını şu cümlelerle bitirmiştir: “ Yeni hipotezlerin kurulması ilham, sezgi ve keşfin yaratıcı bileşimi,
bunun esası ise bilindik malzemede yeni bir şeyin
görülmesidir. Bu süreç mantıksal değil psikolojik kategorilerle tartışılmalı,
bilimsel eserler üzerine inceleme yapılmayıp biyografi ve otobiyografiler üzerinde
çalışılmalı, kıyas ya da kuram değil genel doğru ve örnek ile
geliştirilmelidir.” (Friedman, 1953: 43).
2.4.
Friedman’ın Varsayım
Bağlamında Eleştirisi
Friedman’ın bu
makalesinin ardından özellikle varsayımların gerçekliği konusunda birçok
eleştirel ve destekler nitelikte makale yazılmış ve Friedman’ın bu makalesi
etrafında varsayımlar ve iktisat metodolojisi yeniden ve yeniden tanımlanarak
üretilmiştir2. Hatta yayınlanmasının
ellinci yılı için bir derleme kitabı
bile yayınlanması bu makale etrafındaki tartışmaların hala ne kadar canlı
olduğunu göstermektedir (Mäki, 2009). Fakat bu çalışmada
Friedman’ın bu makalesine farklı bir çerçevede bakılacaktır. Bu bakış
açısının özünü de bu makalenin aslında ilk başta belirtildiği gibi bağımsız bir
çalışma olmadığı ve Klasik iktisada yönelik eleştirileri bertaraf etmeyi
amaçlayan bir savunma ve de karşı saldırı yazısı olduğudur. Yani Friedman’ın bu
makalesi hem Ruggles’ın iktisattaki güncel metodolojik tartışma ve gelişmeleri anlattığı
uzun yazısıyla hem de Friedman’ın bu yazıya karşı yazdığı bir yıl
önceki üç sayfalık
kısa yazısıyla birlikte
düşünülerek değerlendirilmelidir.
Ruggles yazısında, hipotezlerin
sadece ampirik verilerle kanıtlanamayacağını, iktisadın amacının artık çoğu klasik
iktisadın temelini oluşturan az sayıdaki kendi kendini kanıtlayan postulatların
çıkarımlarını keşfetmek olmadığını, hem 19. yy. ilk yirmi yılındaki Kurumsalcı
anlayış hem de zamanındaki ampirik araştırmalarına verilen önemin Ortodoks iktisadın yersizliği ve gerçek
dışılığına bir tepki olduğunu ifade ettikten
sonra sonuç bölümünde ekonomideki bütün problemlere
uygulanabilecek en iyi yöntem diye bir şey olamayacağını öne sürmüştür. Friedman,
2 Burada genel olarak farklı bir çerçevede
değerlendirme yapıldığı için Friedman’ın bu ünlü
makalesi hakkında yapılmış olan çalışmalara doğrudan atıf yapılmayacaktır.
Fakat bu konudaki çalışmaları da belirtmekte
fayda vardır. Friedman’ı bu makalesi sonrası
destekler ve eleştirir
nitelikte çok sayıda
yazı yazılmış, yazılan bu yazılanların eleştirisi ve buna ilk
eleştirmenin verdiği cevaplarla adeta kökü ve gövdesi Friedman’ın makalesi, ana
dalları ilk eleştiri yazıları,
dalların dalları da eleştirilerin eleştirisi olan bir ağaç meydana gelmiştir.
Friedman’ın bu çalışmasını destekler ve eleştirir nitelikteki temel çalışmalar için bkz. Samuelson,
1963; Rotwein, 1959; Nagel, 1963; Musgrave, 1981; Meltz, 1965;
Mayer, 1993; Hands, 2003;
Boland, 1979; Machlup,
1955; Caldwell, 1980; Wible, 1982;
Bear ve Orr,
1967;
Stanley, 1985; Hetzel, 2007; Hammond, 2003. Friedman’ın varsayımlar hakkındaki
görüşleri doğrudan ( Nicholson, 1978: 4-7) ve dolaylı (Lipsey
ve Steiner, 1975: 23-25) biçimde
ders kitaplarına da
yansımıştır. Türkçe yazında ise Friedman’ın bu yazısı özellikle Musgrave’ın,
Friedman’ın varsayımları karıştırdığını iddia edip varsayımları üçe ayırdığı
makalesi etrafında tartışılmıştır. Bu konudaki
çalışmalar için bkz. Buğra, 2005, 277–291; Şeker, 1986, 44–50; Eren, 1994, 175–192;
Demir, 1995, 140–156;
Görün, 1982; Bulutay, 1972, 64–65; Friedman’ın makalesinin varsayımlar
açısından değil genel olarak yöntem açısından bir değerlendirilmesi için bkz.
Gürkan Yay, 2007b; Friedman’ın bu yazısını Popper ile birlikte değerlendirildiği bir
çalışma için bkz. Keyder, 1979, 2–4.
bu yazıya eleştiri amacıyla aynı kitapta yayınlanan ve kitabın son üç
sayfasını oluşturan yazısına ise daha
önceden belirtildiği gibi Ruggles’ın ağaçlardan ormanı görememekle itham
etmiştir. Friedman’a göre Ruggles pozitif ve normatif iktisadı birbirine
karıştırmaktadır. Normatif ve pozitif iktisadı birbirinden ayırt etmenin en
önemli yararı ise, zamanla pozitif iktisat geliştikçe temelini normatif
iktisattan alan iktisat politikalarında da farklılaşmanın azalacağına yönelik
beklentisidir. Friedman, pozitif iktisadın en büyük sorununun geçici
hipotezlerin geçerliliği konusundaki sınamada yattığını, bu sınamanın
zorluğunun da kişileri hipotezleri varsayımlarıyla dolaylı olarak sınamalarına götürdüğünü ileri sürmektedir. Bu durumda da hipotezlerin yanlış bir şekilde
varsayımlarının gerçekçiliğiyle sınandığı ve bunun da Klasik iktisada yönelik
haksız eleştiriler getirilmesine yol açtığını belirtmektedir. Friedman asıl
amacını, bu kısa yazısının son cümlesinde ortaya koymuştur: Alfred Marshall’ın somut gerçeğin keşfi için gerekli
olan bir motorun keşfine yönelik vurgusu betimsel gerçekçilik
isteği ve zorlamasıyla örtülme eğilimini doğurmuştur. Friedman’ın burada da
görüldüğü gibi temel problemi Marshall’ın motoruna bir halel gelmemesidir.
Çünkü Friedman’a göre Marshall’ın iktisadi olaylara yönelik kurmuş olduğu temel çerçevede bir problem bulunmamaktadır. Asıl sorun bu çerçevede
değil, sorunların bu çerçeve içinde kalınarak çözümlenmeye çalışılmamasındadır.
Bu konuda eksik rekabet ve tekelci rekabet çalışmalarına yönelik yaptığı
eleştirilerin özünü bu temel
çerçevenin korunmasına yönelik
savunmacı yaklaşımı oluşturmaktadır. Çünkü Friedman’a göre bu
tür çalışmalar zamanla temel çerçevenin tamamen yok olmasına yol açabilir.
Milton
Friedman, metodoloji alanındaki bu ünlü çalışmasına dair soruları genelde ya
cevap vermeden ya da kısa cevaplarla geçiştirmiştir. Zamanını iktisadın nasıl yapıldığı
hakkında konuşmaktan ziyade iktisat yapmak için harcadığını söyleyen Friedman, bu konuda
verdiği bir cevapta “Benim söylediğim herhangi bir hipotezin nihai testi onun
öngörülerinde bulunur yoksa varsayımlarında değil” (Parasız, 1996: 270) diyerek bu konuda ilk günkü konumunu
koruduğunu göstermiştir.
Friedman’ın bu tepkisel tutumu aslında bir sonraki bölümde işleyeceğimiz
paradigma ve bilimsel araştırma programı kavramlarıyla açıklanabilir. Friedman Klasik iktisadın Marshall tarafından
getirilen temel çerçevesine, paradigmasına ya da bilimsel araştırma programına
olan inancı dolayısıyla, bu konuda yapılan saldırılara karşı sistemi
metodolojik anlamda savunmak amacıyla bu makaleyi yazmış, özellikle başta para
konusu olmak üzere, doğal işsizlik oranı, sürekli gelir teorisi ve diğer
kavramsallaştırmalarıyla ve iktisadı
Marshallcı bakış açısı içinde kalmak şartıyla
yeni yorumlar getirerek de karşı saldırıya geçmiştir.
3.
LAKATOS VE KUHN’DA VARSAYIMLAR
3.1
Giriş
Bilim felsefesi, bilimi felsefenin konusu haline getiren
felsefenin bir alt dalıdır ve “…amacı kısaca bilimi
anlamaktır.” (Yıldırım, 1979: 9). Bilimi anlamak amacıyla da farklı yaklaşımlar
ortaya çıkmıştır. Bilimi bilim tarihi aracılığıyla anlayabileceğimiz gibi “…bilimsel araştırmalarda bulunan kişilerin, tek tek ya da
grup olarak taşıdıkları nitelikleri ve içinde bulundukları sosyal ve kültürel
koşulları inceleyerek” te anlaşılmaya çalışılabilir (Yıldırım, 1979: 9). Bu
bölümde bilimsel araştırmanın nasıl yapıldığı ve bilimsel gelişmenin nasıl
oluştuğu belli başlı bilim felsefecilerinin görüşleri çerçevesinde ele alınıp buradan hareketle iktisat özelinde bazı
çıkarımlar yapılmaya çalışılacaktır.
Bilim
felsefesi tartışmaları, öncelikle mantıksal pozitivizmle ve hemen ardından da bunun bir eleştirisini yapan Karl Popper ve
eleştirel akılcılıkla başlamasına rağmen 1960'lı
yıllardan sonra ve Thomas Kuhn’un
Bilimsel Devrimlerin Yapısı ( Kuhn, 1983) isimli kitabıyla güncellik
ve hız kazanmıştır. Bilime yönelik bakış açısında büyük değişimler
getirmiş olan bu yapıt, bugün hâlâ bilim felsefesi tartışmalarının merkezinde
yer almakta ve bu konuda taraf olan her kesimin başvurduğu bir kaynak olmaya
devam etmektedir. Bugün bilim felsefesi denilince akla belli başlı dört isim
gelmektedir: Karl Popper, Thomas Kuhn, Imre Lakatos, Paul Feyerabend. Fakat bu
çalışma esasında bunların ikisi özelinde yürütülecektir. Çalışmanın dışında
tutulan Feyerabend ve Popper’ın düşüncelerinden ise genelde diğer ikisinin eleştiri ve yorumlanmasında
faydalanılacaktır. Fakat Feyerabend ve Popper’ın bu çalışmanın çerçevesine
neden girmediğine dair bir açıklama da yapılmalıdır.
Paul
Feyerabend'in bilim felsefesi alanındaki çalışmaları, özünde, bu çalışma
çerçevesinde ele alınan Lakatos ve Kuhn’un bir sentezidir (Feyerabend’in Kuhn
ve Lakatos’un bilim felsefeleri hakkındaki görüşleri için bkz. Feyerabend,
1992). Bu anlamda çalışmalarında bir özgünlük bulunmamaktadır. Diğer taraftan sözü edilen
diğer üç bilim felsefecisinin aksine Feyerabend’in zamanla bir bilim
felsefecisi özelliğini de kaybettiği söylenebilir. Çünkü 1970 tarihli Yönteme
Hayır (Feyerabend, 1999) kitabından başlayarak, çalışmaları bilim çerçevesinden
bilimin tartışılması çerçevesine evrilmiş, önce bilimde herhangi bir yöntemin
diğerine üstün olamayacağını daha
sonra da, bu çalışmanın çerçevesi dışında bir konu olan, bilimin öteki bilgi
biçimlerinden hiyerarşik anlamda bir üst konumda
olamayacağını ve bilimin öteki bilgi edinme biçimlerinden sadece bir tanesi olduğunu iddia etmiştir.
Bir anlamda Feyerabend, mesleğinin başlarında bilim felsefecisi iken, zamanla
bilgi edinme biçimlerinin birbirinden üstün olmadığı ön kabulüne sahip bir bilgi felsefecisi olduğu düşünülebilir.
Feyerabend bilimi kutsal bir ineğe benzeten Antony Standen’e benzer
şekilde, zamanla bilime
içten değil dıştan bir eleştiri getirdiği
için bu çalışmanın dışında tutulmuştur. Standen’den Feyerabend’e giden
yolun ne kadar kısa ve düz olduğunun
en iyi kanıtı, aşağıda alıntılanan Standen’in kitabının sonu ile Feyerabend’in
kitabının başı arasındaki benzerlikten görülebilir:
“Galileo, İtalya’da bir kuleden (ki bu kule öğrenci efsanelerinin dışında Pissa Kulesi değildir) aşağı iki ağırlığı
bıraktığında neyi başlattığının farkında değildi. Ayrıca, resmi kaynaklara göre, o
zamandan beri Galileo’dan çok ileri, fizikten
çok uzaklara giden,
modern bilimsel yöntemi de başlattı. Bilim fizikten uzaklaştıkça kötüledi, ancak, fiziğin
kendi başına neredeyse hak
ettiği şanı kurban etmeden… Kötülemekle de kalmadı, bir de komikleşti. Bilimin
insanlara ne yapabileceğini kişisel deneyimle öğrenmemek için bilim adamlarını
dikkatle izlemeli, işleri tepemizden halletmediklerine emin olmalıyız. Ama
onları izlerken de, çok eğlenebiliriz. Bilim adamlarına kahkahalarla
gülebiliriz ve gülmeliyiz de ve bu, onların bizi düzenlemesini, ortalama hale
getirmesini ya da sentetik mutluluğa koşullandırmasını engellemek için en iyi yol olacaktır. Ne yapıyorlar ki? Dünya üzerindeki en gülünesi şeyi. Kutsal bir ineğin etrafında toplanıp eğiliyorlar. (Standen,
1997: 153).
“Birinci Dünya bilimi;
Avrupa’daki bilimsel devrimden doğmuş olan ve hâlihazırda
dünyanın dört bir yanında üniversitelerde ve teknoloji kurumlarında öğretilip uygulanmakta
olan bilim, bize sayısız fikir ve teknolojik başarı armağan etti. Ona
çoğunlukla “akılcılık” denen, bilimin sistematik ve açıkça belirlenebilir bir
tarzda üretildiğini ve diğer tüm gelenekleri hükümsüz kıldığını öne süren bir
ideoloji eşlik ediyor. Bir bilimsel yöntem vardır: dünyanın neye benzediğini ve
onu ihtiyaçlarımıza uygun şekilde nasıl değiştirebileceğimizi keşfetmemize
yardımcı olur.
Yönteme Karşı bu önermeyi reddediyor…” (Feyerabend, 1999: 7-8)
Karl Popper ise bu çalışma çerçevesinde Lakatos bağlamında zaten ele
alındığı için tekrara düşmemek için ayrıca ele alınmayacaktır.
Çünkü Popper’ın
Kuhn’a karşı kendi görüşlerini kendinden önce Lakatos geliştirmiştir.
Popper, bilim felsefesinde çoğunlukla yanlışlanabilirlikle, bilimsel
olanla olmayan arasında
bir sınır çizgisi çekme bağlamında ele alınmaktadır. Fakat Karl
Popper’ın bu çalışma çerçevesinde öne çıkarılacak olan görüşü üç dünya teorisidir. Bunun nedeni de iktisada katkısının yanlışlanabilirlikten ziyade olguları üçüncü dünyada
incelenmesini sağlaması olduğunu
öne sürülecektir. Bu sayede iktisat
aksiyomatik bir sistem haline gelmiştir. Bu konuda çalışmanın ileriki
bölümlerinde daha ayrıntılı düşünceler ileri sürülecek ve konu daha ayrıntılı
bir şekilde ele alınmış olacaktır.
3.2.
Kuhn ve Paradigmalar
Bilim
dünyasında paradigma denince akla aynı anda bu kavramı kazandıran Thomas Kuhn
da gelmektedir. Kuhn’un bilim anlayışı, paradigma merkezli bir bilim görüşüdür.
Paradigmayı Kuhn, “…bir bilim çevresine belli bir süre için bir model sağlayan,
yani örnek sorular ve çözümler temin eden, evrensel olarak kabul edilmiş
bilimsel başarılar”(Kuhn, 1991: 35) biçiminde
tanımlamış ve bu kavramı olağan bilim çerçevesinde ele almıştır.
Kuhn’da olağan bilim “…geçmişte kazanılmış bir
ya da daha fazla bilimsel
başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş araştırma anlamında kullanılmaktadır.
Söz konusu başarılar belli bir bilim çevresinin, uygulamanın sürekliliğini
sağlamak üzere bir süre için temel kabul ettiği bilimsel ilerlemelerdir.”
(Kuhn, 1991: 45). Kuhn’a göre bu
başarının iki temel özelliği vardır:
her birinin temsil ettiği başarı ya da ilerleme, rakip bilimsel etkinlik
tarzlarına bağlanmış olanları çevrelerinden koparacak kadar yeni ve benzersiz” ve “…çeşitli birçok sorunun çözümünü, yeniden oluşacak
bir topluluğun ilerdeki çabalarına bırakacak
kadar açık uçlu… yani daha da yeni gelişmelere açık” olması(Kuhn, 1991: 45).
Kuhn, çalışmasının bundan sonraki kısmında
bu iki özelliği paylaşan başarılara olağan bilimle yakından
ilintili olan “paradigma” terimini kullanmıştır. Kuhn’a göre paradigma olmadan
da bilimsel araştırma yapılabilir fakat paradigmanın varlığı bilim dalı için
olgunlaşmanın göstergesidir (Kuhn, 1991: 46). Çünkü
“Bir paradigmanın ya da paradigma adayının olmadığı yerde, belli bir
bilimin gelişmesiyle uzaktan yakından
ilinti olabilecek bütün etkenlerin göreli
önemlerini ayırt etme olanağı yoktur. Bunun sonucu
olarak ilk aşamadaki
olgu biriktirme işlemi daha sonraki
bilimsel gelişmede
görülenden çok daha fazla şansa bırakılmış bir etkinliktir. Üstelik
az çok gizli kalmış
bilgilerin belli bir amaçla aranması için ortada herhangi bir neden yoksa,
başlangıç aşamasındaki bu olgu toplama işleminin doğal olarak hâlihazırda duran
veri zenginliğiyle sınırlı kalacağı görülür.”(Kuhn, 1991: 49).
Buradan da anlaşılacağı üzere Kuhn için paradigma o bilim dalı için adeta
bir üst açıklamadır. Paradigmanın olmadığı yerde bilim olgu toplanması bir
başka deyişle betimlemenin ötesine geçemez. Paradigma ise bu betimlemeye bir
açıklama getirdiği gibi hem getirdiği
bu açıklamaya uygun yeni betimlemelerin yapılmasını
sağlar hem de kendi çerçevesi içinde kalan alt
düzeyli açıklamaların kendisiyle çelişmesinin önüne geçecek şekilde bir
oto kontrol düzeneği yaratır.
Kuhn’a göre
bilim topluluğu tek bir paradigmayı kabul ederek profesyonel ve dışa kapalı bir
araştırmaya geçilir ve bunun geriye dönüşü olmaz (Kuhn, 1991: 54). Paradigma
“…kabul görmüş bir model ya da örnek” (Kuhn, 1991: 54) olarak alınınca
paradigma ile olağan bilim arasındaki ilişki ve fark daha iyi görülebilir. Paradigma bir bilimin bazı can alıcı
sorunlarını daha iyi çözmüş olmasına rağmen bu “daha başarılı olmak, ne tek bir sorunda tamamıyla başarı ne de büyük
sayıda sorunda hatırı sayıda başarı demektir.”(Kuhn, 1991: 54). Paradigma “…umulan başarının bir habercisi niteliğindedir.”(Kuhn, 1991:
55). Olağan bilim ise “…bu umudun gerçeğe dönüştürülmesinden ibarettir
(Kuhn, 1991: 55). Kuhn için olağan bilim, paradigmanın bıraktığı bir temizlik
işine verilen addır (Kuhn, 1991: 55). Çünkü olağan bilimin görevi paradigma ile
olgular arasındaki uyum derecesini paradigmayı ayrıştırarak arttırmaktır.
3.2.1.
Kuhn’da Olağan Bilim
Olağan bilim,
paradigma temelli ve onun ayrıştırılarak geliştirme çabasının adıdır. Fakat bu çalışmalar, diğer bir ifadeyle
paradigmanın ayrıştırılmasını
amaçlayan çalışmalar beklenmedik yenilikleri hedef almazlar (Kuhn, 1991: 63). Çünkü olağan bilim içerikte esaslı
yenilikler peşinde değildir, onun hedefi “…paradigmanın uygulama kapsamına ve
kesinliğine” (Kuhn, 1991: 64) katkıda bulunmaktır. Bu yönüyle olağan bilimin problemleri bulmacalar olarak görülebilir.
Ve “Eğer bir sorun bulmaca olarak sınıflandırılacaksa, mutlaka bir çözümü
olması yeterli bir özellik değildir. Bunun yanı sıra hem kabul edilebilir çözümlerin niteliklerini hem de bunların hangi
aşamalardan geçerek elde edileceğini sınırlayan kurallar olmalıdır.” (Kuhn,
1991: 65) Çünkü paradigma hangi tür soruların bilimsel olarak kabul edilip
üyelerinin teşvik edeceğini de belirleyen bir yapıdır. Paradigma “Daha önce
standart olarak görülmüş olanlar da dâhil diğer sorunları ‘metafizik’ (Kuhn, 1991: 64) diyerek reddeder
ve bunlar ya başka bir bilim dalının
konusu olarak kabul edilir ya da üzerinde zaman harcamaya değmeyecek
kadar önemsiz olduklarını ileri sürer (Kuhn, 1991: 64). Paradigmanın olduğu bir
bilim dalında bilim adamları olağan bilim çalışmaları sırasında
birer bulmaca çözücüsü
haline geldiği için adeta bir
teknisyen gibi çalışır. Bu nedenle
olağan bilim esnasında paradigma değil bilim adamı sınanmış olur çünkü
başarısızlık paradigmaya değil bulmacayı çözemeye bilim adamına atfedilir ve
bir başka bilim adamının bu sorunu çözeceğine dair bir inanç oluşur. Fakat bu
bilim adamına atfedilen başarısızlık belli bir süre tekrarlanırsa olağan
bilimde bunalımlar baş gösterir. Bu noktada Kuhn ile Popper’in bilim
anlayışlarına baktığımızda farklı noktadan başlamalarına rağmen aynı noktaya
ulaştıkları görülür. Kuhncu anlamda paradigma
temelli bilimsel çalışma
doğrulama ve Popperci bilimsel faaliyet ise yanlışlama olarak ele
alınırsa her iki durumda da yanlışlamanın mümkün olduğu görülür. Kuhncu
anlayışın tek farkı yanlışlamanın, Popper’in anlayışındaki şekilde bir
yanlışlama çabasının değil, sürekli bir doğrulama çabasının sonucu olmasıdır.
Bu durumun nedeni ise paradigma temelli bilim
anlayışının kendine olan güveni ve bunun sonucu olarak savunmacı değil,
sürekli yayılmacı bir özellik taşımasıdır. Bilimsel çalışma esnasında gerçekte
hangisinin kullanıldığı bir yana, tek bir yanlışı aramakla bütün olgulara
bakarak yani tüketerek doğrulamak sonuçta aynı noktaya ulaşılmasını sağlar.
3.2.2.
Kuhn’da Bilimsel
Devrimler
Kuhn’a göre
“…paradigma öncülüğünde yapılan araştırmanın aynı zamanda paradigma değişikliği
yaratmanın da en etkili yolu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.” (Kuhn, 1991: 75). Bilimsel devrimler özünde sürekli
tekrar eden bunalımların bir sonucudur. Bunalımlar ise belirsizliklerden kaynaklanır. Kuhn için
belirsizlik “…olağan bilimde ele alınan bulmacaların beklenen sonuçlara sürekli olarak direnmelerinden
kaynaklanır.” (Kuhn, 1991: 86) Bu
bunalımlar ise olgu düzeyinde yenilikler olan keşifler ile kuram düzeyinde
yenilikler olan icatlardan kaynaklanır. Fakat Kuhn için “keşif ile icat, yahut olgu ile kuram arasındaki bu ayırım
aşırı derecede yapaydır…
bilimsel keşif bağlamında olgu ve kuram yenilikleri” (Kuhn, 1991: 75–76) iç içedir. Kuhn’da “ Keşif bir aykırılığın
farkına varılmasıyla başlar, yani doğanın, olağan bilimi yöneten paradigma
kaynaklı beklentilere herhangi bir
şekilde aykırı düştüğünün anlaşılması gerekmektedir.” (Kuhn, 1991: 76). Bir aykırılık
sezisiyle icat edilen yeni kuramlar
paradigmada büyük yıkımlar yaptığı gibi olağan bilimin temel sorunları
ve tekniklerinde de büyük değişiklikler gerektirir. Ayrıca bir kuramın
farklı yorumlanmalarındaki çoğulluk
ta bir bunalımın habercisidir.
Bunalımların yeni kuramların ortaya çıkmasını önkoşulu
olması her bunalımın yeni bir
paradigma getireceği anlamına gelmez. Çünkü Kuhn’da bunalım durumlarında bilim
adamlarının tepkilerine bakmamız gerekir. Kuhn’a göre “Bilim adamı, inancını
kaybetmeye ve yeni almaşıkları incelemeye başlasa da, kendisini bunalıma
getiren paradigmayı hiçbir zaman terk etmez. Yani bilim felsefesinde karşı
örnek olarak kabul edilen aykırılık, bilim adamı için bir anlam taşımaz.” (Kuhn, 1991: 94). Çünkü “…bilimsel bir
program bir kez paradigma haline geldikten sonra ancak hazırda yerini
alabilecek bir başka almaşık adayı varsa geçersiz kılınabilir.” (Kuhn, 1991:
94). Bu nedenle bilim adamları için “…herhangi bir paradigmayı reddetme kararı
aynı zamanda daima bir başkasını da kabul etme kararıdır.” (Kuhn, 1991: 94). “Bir paradigmada bunalımlara yol açan ve
aykırılıklar yeni paradigmanın bakış açısından totolojik olarak görülürler,
yani başka türlü olması dahi düşünülemeyecek birer mantıksal doğru haline
gelirler.” (Kuhn, 1991: 95). Fakat
her aykırılık ve karşı örnekte bilim adamlarının paradigmalarını reddetmeleri beklenemez. Çünkü “…hem en ufak zorlukta paradigmayı reddedip he de bilim
adamı olmaya devam etmek imkânsızdır.” (Kuhn, 1991: 95). Kuhn bunun sebebini
şöyle ifade eder: “Doğaya bakış açımızı belirleyen ilk paradigma bulunduktan
sonra, artık paradigma olmadan araştırma yapmak diye bir şey söz konusu
olamaz.” (Kuhn, 1991: 95). Bütün bunalımların paradigmanın belirsizleşmesi ve bunun ardından da
olağan bilim kurallarının gevşemesiyle başladığını ifade eden Kuhn,
bunalımların üç şekilde sonuçlanabileceğini belirtir:
bunalımı çıkaran sorun paradigmanın
esnemesiyle çözülebilir; aynı sorun ilerde çözülmek için “adeta dosyalanarak
daha gelişmiş araçlara sahip olacak ileriki kuşaklar için bir kenara bırakılır;
son olarak da bunalım “…yeni bir paradigma adayının ortaya çıkması ve bunun
kabulüyle son bulur.” Eğer bunalım yeni bir paradigmanın ortaya çıkmasıyla sona ererse
“…yaşanan yeni paradigmaya geçiş bilimsel
bir devrimdir.” (Kuhn, 1991: 99). Çünkü bunalımla bir paradigmadan
diğerine geçiş “…birikime dayalı bir süreç olmaktan çok uzaktır, yani önceki
paradigmanın geliştirilmesiyle yapılacak bir iş değildir. Tersine, bilim
dalının farklı temellerden başlayarak yeniden kurulması söz konusudur.” (Kuhn,
1991: 99).
3.2.3.
Paradigmalar ve Eş-ölçülemezlik
Kuhn bilimsel
devrimlerin, paradigma temelli bilimin doğal sonucu olduğunu öne sürmektedir.
Çünkü paradigma temelli olağan bilim bulmaca çözme işlevinden başka bir görev
yapamaz. Olağan bilim asla paradigmayı sorgulayamayacağı için aykırılık ve
bunun sonucu ortaya çıkan bunalımları da çözümlemesini beklememek gerekir. Bunalımlar ancak ve ancak bilimin temelden
değişmesiyle bir başka anlatımla yeni bir paradigmanın
eskisinin yerini almasıyla çözülebilir. Bilimsel devrimler paradigma temelli
olağan bilimlerin doğasının getirdiği bir zorunluluktur. Bilimsel devrimlerin doğal sonucu ise paradigmalar arasında
ortak ölçütlerin olmaması dolayısıyla önceki ve sonraki paradigmaları eş
ölçülemez olmalarıdır. Çünkü her
bilimsel devrim bilim dalını farklı temellerle yeniden ve adeta sıfırdan
kurmaktadır. Bu durumda “…yeni bir paradigmanın peşinden giden bilim adamları yeni araçlar benimser ve farklı yerlere
bakmaya başlarlar.” (Kuhn, 1991: 118). Bu da bilim adamlarının “…araştırma ile
bağlanmış oldukları dünyayı farklı biçimde görmelerine neden olur.” (Kuhn,
1991: 118). Kuhn “…bilimsel ya da ampirik açıdan tarafsız bir dil yahut
kavramlar siteminin” olmamasının paradigmalar arası karşılaştırmayı imkânsız
hale getirdiğini ileri sürer. Schumpeter’in “Marksistler, Marksist olmayan
iktisatçıları çaresiz bırakan
bütün sorunlara birer cevap
bulduklarını ileri sürmektedirler. Oysa kendileri bu sonuca ancak sorunları
değiştirmek sayesinde varmaktadırlar.” (Schumpeter, 1974: 86) sözleri
iktisatta farklı paradigmaların varlığına ve bu paradigmaların eşölçülemez olduğuna bir örnek
olarak alınabilir. Ayrıca yeni
paradigma eskisinin kavramlarını kullansa bile bu “…eski terimler yeni ilişkiler içine” (Kuhn, 1991: 144)
girdiğinden eş ölçülere vurulamaz hale gelirler. Fakat bu paradigmal geçiş
Kuhn’a göre “…mantığın ve ‘tarafsız’ deneyimin zoruyla adım adım
gerçekleştirilemez… ya topyekûn birden bire olur… ya da hiç olmaz.” (Kuhn,
1991: 145). Bu tür bir paradigmadan diğerine geçiş kanıtla olmaz, daha çok
iknayla, öznel ya da estetik kaygılarla olur. Max Planck’ın ifadesiyle “Yeni bir
bilimsel doğru hasımlarını ikna edip onları aydınlatarak zafere ulaşmaz, sadece
hasımlar birer birer öldükleri için, yeni kuşaktan başkasını bilmeyen bir kuşak
oluşur.”( Planck, 1996: 18’den aktaran Kuhn, 1991: 145–146). Bu şekilde bilim,
paradigmal geçişler anlamında bilimsel devrimlerle ilerler.
3.3.
Lakatos ve Bilimsel Araştırma
Programları
Imre
Lakatos’un özünde bilimsel gelişmeyi açıklarken Kuhn’dan farkı pek belirgin
değildir. Çünkü Lakatos, Kuhn ile Popper arasında bulunmaktadır ve Kuhn’a karşı
Popper’ın yanlışlamacı görüşlerini geliştirmiştir.
Imre Lakatos
kendi bilimsel ilerleme görüşünü belirttiği yazısında, kendi görüşlerine gelene
kadar bilim konusunda uzun bir giriş yazısıyla başlar (Lakatos, 1992: 112–160). Yazısına “Bilgi
yüzyıllardır ispatlanmış bilgi anlamına geliyordu.” (Lakatos, 1992: 112) diye
başlayan Lakatos bir anlamda bilimin temelinin uzun süre doğrulamacılık
olduğunu ifade ettikten sonra “Doğrulamacılara göre, bilimsel bilgi ispatlanmış
önermelerden ibarettir.” (Lakatos, 1992: 115) diyerek doğrulamacılığın
yönteminin de tümevarımsal mantık olduğunu belirtir. Fakat zamanla “…bütün
teorilerin eşit ölçüde doğrulanamaz (ispatlanamaz) oldukları ortaya çıkmıştır.”
(Lakatos, 1992: 116). Bu durumda,
mutlak doğruluktan, bilimsel
teorilerin “…mevcut ampirik delillere göre farklı ihtimaliyet
derecelerine sahip olduklarını düşünen” (Lakatos, 1992: 116) İhtimaliyetçilerin bu görüşü de “…kısa sürede, temelde Popper’in ısrarlı çabalarıyla çok genel şartlar
altında bütün teorilerin, delil her ne olursa olsun, sıfır derecesinde ihtimal
derecesine sahip bulundukları gösterildi;
bütün teoriler sadece eşit ölçüde doğrulanamaz değildirler, aynı zaman da
eşit ölçüde ihtimal dışıdırlar da.” (Lakatos, 1992: 117). Bu aşamadan sonra
doğrulamacılığın yerini
yanlışlamacılığın aldığını belirten Lakatos, yanlışlamacılığı da dogmatik,
metodolojik ve gelişmiş (sofistike) yanlışlamacılık
olarak üç kategoriye ayırmıştır.
Lakatos’a göre
“…dogmatik yanlışlamacılık bütün bilimsel teorilerin şartsız yanılabilirliğini
kabul eder ancak yanılmaz bir ampirik temel türünü savunur… dogmatik
yanlışlamacıya göre ampirik karşı delil bir teoriyi yargılayabilecek tek ve
biricik nihai karar merciidir.” (Lakatos, 1992: 117). Bunun doğal sonucu olarak
da “…dogmatik yanlışlamacılığın mantığına göre, bilim, teorinin, katı olguların yardımıyla tekrarlanan yıkımıyla gerçekleşir...
bilim cesur spekülasyonlarla ilerler; fakat bunların bazıları kesin, nihai
çürütmelerle elimine edilebilirler ve daha sonra da yerlerine yine cüretkâr,
yeni ve en azından başlangıçta çürütülmemiş durumdaki spekülasyonlar ikame
edilir.” (Lakatos, 1992: 119). Buna karşın ampirik temelleri olmayan üniversal
ihtimaliyete dayanan bir teori dogmatik yanlışlamacılığın sınır çizgisi çekme
kriterine göre yanlışlanamaz. Fakat bu onun bilimsel olmadığını göstermez. Bu
nedenle “…dogmatik yanlışlamacılık, savunulamaz bir şeydir.”(Lakatos, 1992: 119).
Metodolojik
yanlışlamacılık ise dogmatik yanlışlamacı gibi yanlışlamayı savunur fakat
deneysel karşı delile mutlak bir anlam atfetmez. Çünkü “…tek bir gözlem,
tesadüfî bir hatanın tesadüfî bir sonucu olabilir: bu tür riskleri azaltmak
için metodolojik yanlışlamacılar bir emniyet kontrolüne başvururlar. Bu türden
kontrollerden en basit olanı deneyin tekrarlanmasıdır.” (Lakatos, 1992: 132)
Metodolojik yanlışlamacılar, dogmatik yanlışlamacıların aksine “…bir teori eğer
bir ‘ampirik temeli’ varsa ‘bilimsel’dir.” (Lakatos, 1992: 134) şeklinde bir
sınır çizgisi çekerek, dogmatik yanlışlamacılığın yetersiz kaldığı üniversal
ihtimaliyete dayanan bir
teorilerin de hem bilimsel alandaki yerini kabul eder hem de bunların yanlışlanmasının
yolunu açar. Metodolojik yanlışlamanın dogmatik yanlışlamadan temel farkı ise
yanlışlanmış bir teorinin hala doğru olabileceğini öne sürmesidir: “…eğer bir
teori ‘yanlışlanmış’ ise hala doğru olabilir.” (Lakatos, 1992: 133). Fakat gene de böyle bir riskin alınması
gereklidir aksi takdirde
“…bilimin gelişmesi,
büyüyen bir kaostan başka bir şey olmayacaktır.” (Lakatos, 1992: 133). Bu
yönüyle, dogmatik yanlışlamacıların mutlak inancı kadar bir inancı olmasa da,
yanlışlamada gene de deneyi esas almaya devam eder.
Lakatos, hem
dogmatik hem de metodolojik yaklaşımın fiili bilim tarihiyle uyuşmayan iki
temel özelliği olduğunu belirtir: Bunlardan birincisinin bir teoriyle deneyin
değil, rakip teorilerle deneyin karşılaştırılması, diğeri ise deneylerin
yanlışlamadan çok doğrulamada kullanılmalarıdır (Lakatos, 1992: 141). Bundan
hareketle de Popper’in tarzı olduğunu söylediği gelişmiş yanlışlamacılığı ele
almaya başlar. Dogmatik yanlışlamacılıkta bir kuram, kendisiyle çelişen gözlem
önermesiyle yanlışlanırken, gelişmiş yanlışlamacılıkta bir teori ancak kendi
yerine konulabilecek, onun açıkladığı her şeyi açıklayan, ondan daha fazla
ampirik içeriğe sahip ve sahip olduğu bu artı içeriğin bir kısmı doğrulanmış
bir kuram varken yanlışlanmış sayılır. Yani “…dogmatik yanlışlamacılığın
aksine, ne deney, deneysel rapor, ne gözlem önermeleri, ne de iyi düzeyde
doğrulanmış alt düzey yanlışlayıcı hipotezler tek başlarına yanlışlamaya
götüremezler. Daha iyi bir teorinin doğuşundan önce yanlışlama imkânsızdır.” (Lakatos, 1992: 147). Ayrıca Lakatos’a
göre “ …dogmatik anlamda yanlışlama, gelişmiş
anlamda yanlışlama için zaruri de değildir: bir geliştirici problem değişikliği çürütmelerle karıştırılamaz. Bilim yol gösterici
herhangi bir çürütme olmaksızın gelişebilir” (Lakatos, 1992: 149). Lakatos,
gelişmiş yanlışlamacılıkta, keşfin mantığının temeli olarak teori yerine teori
serileri kavramını getirerek kendisinin bilim felsefesine kazandırmış olduğu
araştırma programları kavramına giriş yapmış olur. Bu teori serileri araştırma programları içinde bir süreklilikle
birbirine bağlanır ve “Bu süreklilik bilim tarihinde hayati bir rol oynar,
keşfin mantığın temel problemleri bir araştırma programları metodolojisi
incelemesi dışında tatmin edici bir şekilde ele alınamaz.” (Lakatos, 1992: 161)
3.3.1.
Lakatos’ta Katı Çekirdek ve Koruyucu Kuşak
Lakatos Bilimsel Araştırma Programları (BAP) Metodolojisi adını verdiği
yönteminde bilimsel gelişmeyi, teori serilerindeki geliştirici ve yozlaştırıcı
problem değişikliklerine göre ele aldığını ifade eder (Lakatos,
1992: 162). Bu teori serilerinin
serideki üye teorileri birbirine bağlayan belirli bir süreklilik
gösterdiğini belirtip, bu sürekliliğin ise araştırma programından doğup
evrildiğini belirtir. Bu araştırma programının
ise bizim kaçınmamız ve izlememiz gereken
bazı metodolojik kurallardan
oluştuğunu öne sürer (Lakatos, 1992: 162).
Lakatos’un
Bilimsel Araştırma Programları Metodolojisi dört temel kavram üzerine bina edilmiştir: katı çekirdek, koruyucu
kuşak, negatif problem
çözme tekniği ve pozitif problem
çözme tekniği. Lakatos’a
göre “Bütün araştırma
programları ‘katı çekirdekleri’ ile tanınabilirler (Lakatos, 1992: 163). Katı
çekirdek araştırma programının sorgulanamaz ve hatta sorgulanması düşünülemez ana
parçasını oluşturur. Bunun çevresinde bulunan koruyucu kuşak ise katı çekirdeği
korumakla yükümlü olan yardımcı hipotezlerden oluşur. Koruyucu kuşak, testlerin
yükünü taşımak zorunda olduğundan kısmen ya da tamamen değişebilir bir yapıdır
(Lakatos, 1992: 163). Yani bu sert çekirdek
“…taraftarlarının metodolojik
kararlarıyla çürütülemezdir: anomaliler yalnızca yardımcı hipotezlerle gözlem
hipotezleri ve başlangıç şartlarının oluşturduğu koruyucu kuşakta değişikliğe
yol açarlar” (Lakatos, 1992: 164). Çünkü katı çekirdek
BAP’ın ana varsayımlarını taşıyan merkezidir. Bir
yönüyle de salt varsayımlardan oluşan bir yapıdır. Klasik akımın emek-değerden
fayda- değere geçerek temel yapısını korumayı başarması, bu akım için koruyucu
kuşağın değer kuramı olduğunu gösterir.
3.3.2.
Negatif ve Pozitif Problem
Çözme Tekniği
Negatif ve
pozitif problem çözme tekniği, nelerin yapılıp yapılmayacağını belirleyerek BAP’ın uygulamadaki yüzünü oluşturur. Negatif
problem çözme tekniği, katı
çekirdeği oluşturan ana varsayımların sorgulanmasının önünü kapatır, araştırma
programı içinde çalışan bilim adamlarının neleri yapmaması gerektiğini
belirtir. Çünkü “Negatif problem çözme tekniği, programın öncüllerinin
metodolojik kararlarıyla çürütülemez sert çekirdeğini belirler.” (Lakatos,
1992: 165). Pozitif problem çözme tekniği ise araştırma programının
varyantlarının nasıl değiştirilip geliştirileceğini ve koruyucu kuşağın
kısmen ya da tamamen nasıl yenileceğini
belirten ve kısmen dile getirilmiş bir talimatlar ve imalar serisinden oluşur. Pozitif
problem çözme tekniği hem bilim adamını bir anomaliler okyanusunda
şaşkına dönmekten kurtarır hem de fiili karşı örnekleri ve mevcut verileri
görmezlikten gelir (Lakatos, 1992: 165). Hangi problemin seçileceğini
anomaliler değil pozitif problem çözme tekniği belirler (Lakatos, 1992: 169 ).
Lakatos’a göre
bilimsel gelişme yozlaşan BAP’tan ilerleyen BAP’a geçiştir (Eren, 1994: 119).
“İlerlemeyi ve yozlaşmayı tayin eden de ampirik içeriktir” (Buğra, 1995: 320).
İlerici programlar daha çok nesnel gerçekliği açıklayabilecek kuramlar
içerirken, yozlaşan programlar da kuram ile ampirik gerçek arasındaki bağ bir noktadan sonra adeta kopar ve kuram kendi
dışındaki bu ampirik gerçekleri ad hoc hipotezlerle içselleştirmeye başlar
(Buğra, 1995: 320–321). Fakat hangi noktadan
sonra yozlaşan programın
tamamen kullanışsız olduğu da belirsizdir. Çünkü Lakatos’a göre başta yozlaştırıcı gibi görülen bir araştırma programı
zamanla geliştirici olabileceği gibi ilk anda geliştirici bir araştırma programı
olarak görülen bir program
da yozlaştırıcı bir hale gelebilir
(Eren, 1994: 119). Bunun iktisat özelinde örneği 1929 kriziyle
yokolduğu düşünülen Klasik akımın 1970 sonrası stagflasyon kriziyle birlikte
yavaş yavaş Keynesci iktisadın yerini almasıdır.
3.4.
Bilim, İktisat
ve Milton Friedman
Bilim, bir
bilim dalı olarak iktisat bilimi ve Milton Friedman paradigma ya da BAP
açısından değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuçlar burada kısa olarak ele
alınmaya çalışılacaktır. Bilim, bir bilgi edinme türü olarak, din, gelenekler
ve felsefeyle karşılaştırıldığında
tarihsel olarak en yeni ve genç olan bilgilenme kaynağıdır. Ancak geçen bu kısa
süreye rağmen, bilgi edinmede paradigma haline gelmiş ve diğer bilgi edinme
türlerinin de daha alt düzeyde görülmesine yol açmıştır. Bunun temel sebebi,
bilimin diğer bilgi edinme alalarına da girip onların cevaplarına alternatifler sunmasıdır. Bilim bugün diğer bütün bilgi edinme türlerinin ilgilendikleri alanlara
girmekle kalmayıp yeni alanlar da açarak, paradigma anlamında normal bilim yaparak
ampirik temelini genişletmiş, BAP anlamında ise ilerleyen bir program özelliği
göstermiştir. Bilimin her yöne doğru genişleyen bu yapısını Pearson
şu şekilde ifade etmektedir: “Bilimsel
yöntem zihni bir alışkanlık
haline geldiğinde, zihnin bütün gerçekleri bilim denen şeye dönüştürmesi bu yöntemin bir özelliğidir. Bilimin
çalışma sahası sınırsız, malzemesi sonsuzdur.” (Pearson, 1911: 12). Bir başka
ifadeyle herhangi bir olgunun diğer bilgi edinme türleriyle açıklanmış olması o olguya yönelik bilimsel
bir çalışmanın önünde bir
engel oluşturmamaktır. Çünkü bilim açısından
aslolan durum bir olgu hakkında sadece açıklama yapmak değil,
bilimsel bir açıklama yapmaktır.
İktisat bilimi
ise, bilimin bilgi edinme türleri arasında baskın hale gelmesine benzer
şekilde, sosyal bilimlerde ana açıklayıcı bilim haline gelmiştir. Bunun sebebi ise bilimde olduğu gibi zihnin her şeyi
bilinme dönüştürmesi değil, insan hayatında artan iktisadi yönün açıklanmasının getirdiği doğal zorunluluktur. Toplumlarda iktisat geliştikçe hayatın
her alanına ve aşamasına sızmakta
bu da iktisadi bir değişken
kullanmada toplum ve bireyin anlaşılmasını zor hatta imkansız kılmaktadır.
İktisadın hayattaki genişlemesine paralel olarak onu açıklamaya çalışan iktisat
bilimi de genişleyerek diğer sosyal bilim dallarının alanına girmeye başlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, iktisadın diğer sosyal bilimleri
sömürgeleştirmesi ya da iktisadın sosyal bilimlerde paradigma haline gelmesi, insan hayatındaki iktisadi yönün insani, ahlaki ve diğer yönlerine karşı başat hale gelmesinin bir
sonucundan başka bir şey değildir. İktisadın bilimsel olarak sosyal bilimler
alanındaki artan etkisi, olgusal bir gerçeğin, kendini bilimde de bir başka
gerçeğe dönüştürmesinin bir ifadesidir.
Milton
Friedman ise paradigma anlamında normal bilime en iyi örnektir. Friedman,
“Marshall’ın motoru”nu adeta revizyondan geçirip tekrar çalıştırmıştır.
Makalesinde tanımladığı pozitif bilim, normatif bilim ve veri bir hedefe
ulaştıran kurallar sistemi olan bilim sanatından, kendisi pozitif bilim
yaptığını düşünse de aslında sanat
yaptığının farkında bile olmadan bir sanat olan normal bilim faaliyetini
sürdürmüştür. Yaptığı bu çalışmalar ile Klasik akımın ampirik temelini
geliştirerek, 1970 sonrası stagflasyon krizi ardından Keynesci akımdan Klasik
akıma tekrar dönüşün de
hazırlayıcılarının en başta geleni olmuştur.
3.5.
İktisadın Paradigma
ve BAP Temelli Değerlendirilmesi
Lakatos ve
Kuhn’da hiçbir zaman doğrudan doğruya varsayımlardan bahsedilmemesine karşın,
açıklamaları genel anlamda sosyal
bilimlerdeki ve özelde de iktisattaki ana varsayımların incelenmesini sağlar. Çünkü Kuhn ve Lakatos
bilimde ana varsayımların anlaşılması ve bunların nasıl korunduğunun görülmesi
için faydalı birer çerçeve sunmaktadırlar.
Hem Kuhn hem
de Lakatos paradigma ve BAP kavramlarını doğa bilimleri temelinde
geliştirmişlerdir. Ayrıca her ikisine göre de sosyal bilimler doğa bilimlere
göre az gelişmiş bilim dallarıdır. Bu nedenle Lakatos ve Kuhn’un bu
kavramlarını iktisat bağlamında kullanmak tartışmalı bir konudur. İktisatla
ilgili her iki düşünürün çalışmalarında çok fazla bir şey bulunmamasına karşın Kuhn’un
çalışmasındaki bir cümle iktisadın da paradigma çerçevesinde incelenip, paradigmaya sahip bir bilim dalı olduğunu göstermektedir:
“…iktisatçıların kendi alanlarının bilimsel konumu hakkında diğer bazı sosyal
bilimcilere göre çok daha az kaygı duymaları[nın] nedeni iktisatçıların bilimin
ne olduğunu daha iyi bilmeleri
midir, yoksa asıl anlaştıkları
nokta iktisadın ne olduğu mudur?”
(Kuhn, 1991: 152). Buradan Kuhn’un ekonominin artık bir paradigmaya sahip olduğuna inandığı
görülür. Bu inancın sebebi de, ekonomideki bilimsel
çalışmaların sürekli olarak ekonominin ne olduğu üzerine değil, anlaşılan bu
ekonomi temelinden hareketle bu paradigmanın ampirik olarak sürekli
geliştirilmeye çalışılmasıdır. Bu anlamda iktisatta bir paradigma vardır ve alternatif paradigmalar diğerlerinin temellerini sorgulamaya yönelik eğilimleri
olan okullar olarak görülebilir. İktisatta
bir paradigmanın varlığına
en iyi kanıt aşağıda iki ayrı kaynaktan alıntılanan satırlarda
görülebilir:
“1970’lere gelinene kadar‚ “Enflasyon‚ İşsizlik‚ Durgunluk ve Gerileme
aynı anda ortaya çıkabilir mi‚ böyle bir durum tutarlı
mıdır?” sorusu dünyanın
başlıca üniversitelerinde
öğrencilere makro iktisat teorisi
imtihanlarında sorulan tipik bir soruydu.
Başarılı öğrencilerin bu soruya olumsuz cevap vermeleri beklenirdi. Üstün
başarılı öğrencilerin ise istisnai olarak az gelişmiş ülke şartlarında
strüktürel tipte bir işsizliğin iktisadi büyüme ve enflasyona rağmen varlığını
sürdürebileceğini ilave etmeleri beklenirdi.
1970’lerde gerçekleşen olaylar
bu tip cevapları geçersiz kılmıştır.” (Gönensay‚ 1978: Önsöz’den)
“Yerleşik kanılarla mücadelesinde yazar, Adam Smith’in
yazılarında, artık bir mesafe konulması gerekli gördüğü pasajlara gönderme
yapmayı özellikle uygun bulmuştur;
bununla birlikte, Adam Smith’in o derin
yapıtının, Siyasal İktisat biliminin önemine
inanan herkeste haklı olarak uyandırdığı hayranlığı, bu kitabın yazarının
paylaşmadığı sanılmamalıdır.” (Ricardo, 2008 : 2)
Engels’in “Sosyalizm, …, tüm ayrıntı ve bağlamlarında daha da
geliştirilmesi gereken bir bilim haline geldi.” (Bermstein, 2011 : 29) sözü de
sosyalizmin alternatif bir paradigma düzeyine
ulaştığı için artık kuramsal düzlemde
sadece Marxçı çerçevede bir
normal bilim faaliyetine dönüştüğünü göstermektedir. Paradigma ya da BAP çerçevesinde bakıldığı zaman iktisatta
belli başlı dört paradigma
bulunmaktadır: Klasik, Keynesci, Marxçı ve Kurumsalcı iktisat paradigmaları. Bunların
her biri kendine
özgü paradigmalara veya BAP bağlamında ifade edilirse sert
çekirdeklere sahiptir. Fakat Kurumsalcı iktisat Amerika dışında pek etkili olamamış
bir paradigmadır. Marxçı iktisat anlayışı
ise adeta Klasik anlayışın tam tersi
bir paradigma ya da temel varsayımlara sahip bir anlayış
olarak görülebilir. Hem Marxçı
hem de Kurumsalcı iktisat anlayışı bu tez çalışmasının en sonunda
karşılaştırmalı olarak inceleneceği için burada bundan sonra bunlar hakkında
bir açıklama yapılmayıp Klasik ve Keynesci
paradigmaların karşılaştırılması
yapılacaktır.
İktisadın ilk
paradigması, Adam Smith’in 1776 tarihli Milletlerin Zenginliği kitabını günümüz
iktisadının başlangıcı olarak alan Klasik paradigmadır. Bu paradigma yapısındaki birçok değişmeye
rağmen günümüze kadar gelmiş ve iktisatta hala egemen olan bir anlayıştır. Bu
anlamda iktisatta ilk paradigma, alternatifleri zamanla ortaya çıkmış olmasına
rağmen henüz yıkılamamış bir durumdadır. İktisatta henüz bir bilimsel devrim
olmamıi ancak Lakatoscu anlamda BAP değişimi gerçekleşmiştir.
Klasik iktisadın
paradigması ya da BAP’ının katı çekirdeği dört temel
kavramı içerir: akılcılık, metodolojik bireycilik, piyasa ve en iyi (optimum)
denge. Bunu bir cümle halinde de şöyle ifade edebiliriz: Bireyler, akılcı bir
şekilde piyasada fayda ya da kârlarını ençoklamaya çalışırsa bu hem kendileri hem de toplum açısından en iyi dengenin
elde edilmesini sağlar.
Bu dört temel kavram ya da ana
varsayımdan birinin olmaması
Klasik iktisadın da olmaması demektir.
Klasik iktisadın alternatifi olan paradigmalar da bu temel varsayımların
sorgulanması temelinde kendilerine iktisatta
yer açmışlardır. Fakat özü Klasik iktisat ile aynı
olduğu için Neoklasik iktisat, bir ara dönem çözümü olarak uzun süre iktisat
politikasında hüküm süren Neoklasik Sentez,
Keynesci paradigmaya ilk darbeyi
vuran Parasalcı İktisat ve son olarak da Yeni Klasik İktisat akımları aslında
kendi başlarına bir paradigma olmaktan ziyade Klasik iktisadın yeni dış
şartlara uyum sağlamış yüzlerinden yani bir BAP’ın alt varyantlarından başka
bir şey değildir. Yani Klasik sistem kendini
korumak için adeta yapısından tavizler
vermiş, Lakatos’taki sert
çekirdeği saran koruyucu kuşağı
şartlara göre kısmen ya da tamamen yenilemiş, bu yenilemeler
de çeşitli zamanlarda çeşitli isimler almışlardır.
Klasik
İktisat, Smith ile başlayıp Ricardo ile soyut yapısına yavaş yavaş oturtulmaya
başlanmıştır. Klasik iktisadın ilk karşılaştığı ve bunalım yaratan sorun Ücret Fonu Teorisi’nin reddidir.
Bu bunalım esnasında
alternatif bir paradigma olarak ortaya çıkan İngiliz
Tarihçi Okulu’dur (Kurmuş, 1982). Fakat Klasik İktisat akımı bu bunalımı aşacak
kadar esnek bir paradigmaya sahip olduğunu göstermiş ve Neoklasik İktisadın
temeli olan marjinal teori ile bu zorlu virajı geçmiştir. Klasik İktisat Neoklasik İktisat’a geçmekle
paradigma ya da sert çekirdeğinden değil sadece bunun dış görüntüsünden
vazgeçmiş, değerden faydaya atlayarak geçirmiştir.
Alfred
Marshall’ın büyük katkısıyla 1929 Buhranı’na kadar düşünce ve uygulamada egemenliğini sürdüren Neoklasik İktisat
akımı ise, 1929 Büyük
Bunalımı ile büyük bir inanç ve uygulama
alanı kaybına uğramıştır. Bu krizin iktisatta
yarattığı alternatif paradigma ise John Maynard Keynes’in 1936 tarihli İstihdam
Para Faizin Genel Teorisi isimli kitabını referans alan Keynesci iktisat akımıdır.
Keynesci iktisat özü itibariyle alternatif bir paradigma ya da BAP’tır.
Çünkü Keynes Klasik akımın temel
varsayımlarına karşı çıkmıştır. Bu karşı
çıkışını ise Genel Teori kitabında şöyle ifade etmiştir: “Bizim bugün kabul
gören klasik iktisat teorisini eleştirimiz onun analizindeki mantıksal
çatlaklar bulmaktan çok onun üstü
örtülü varsayımlarının çok ender gerçekleşeceğini veya hiç gerçekleşmeyeceğini ve bu nedenle de gerçek dünyanın ekonomik problemlerini
çözemeyeceğini işaret etmekten ibarettir.”(Keynes, 1967: 378’den aktaran
Robinson, 1984: s. 79). Fakat Keynes, bu temel varsayımların yerine yenilerini koymadığı
için kalıcı hale gelemeyip Klasik iktisadın bir
varyasyonu gibi görülmesine neden olmuştur. Bu nedenle Keynesci iktisat bir paradigma olamamış, Klasik akımın geçici süre verdiği bir tavizle Neoklasik
İktisat ile birleştirilip Neoklasik
Sentez olarak kendinden uzak bir yapı olarak 1970’lere kadar egemen akım
olarak varlığını sürdürmüştür.
Parasalcı
iktisat, Keynesci akımın eleştirisi üzerinden kurulmasına rağmen kendi içinde belli özgünlükler taşımaktadır. Eleştirilerini 1950’lerin sonunda yapmaya başlayan bu Klasik İktisat anlayışı,
1970’lerdeki stagflâsyon durumunda işlerliğini kaybeden Keynesci akıma yalnız kuramda değil uygulamada da bir
alternatif olmuş ve zamanla da tamamen onun yerine geçmiştir. Parasalcı akım Klasik
İktisat’ın devamı olmasına rağmen belirli açılımlarla geliştirici bir fazıdır
denilebilir. Bu açılımlardan en önemlisi, daha önce hiçbir klasik iktisat
anlayışında olmayan parasal değişkenlere önem verme anlayışının
geliştirilmesidir. Fakat Parasalcılar, Klasik akımın temel varsayımlarını ve
aksiyomatik yapısını görüp onu esas
itibariyle kabullenmişlerdir.
Yeni Klasik
İktisat ise, ana akım desteklerken yeni bir katkı getirmediği için Lakatoscu
anlamda Klasik iktisadın yozlaştırıcı bir aşaması olarak görülebilir. Çünkü
Yeni Klasikler, 19.yy Klasik İktisat anlayışının belirsizlik altında rasyonel
beklentiler varsayımının kabulüyle aynen işleyeceğini öne sürmekten öteye
gidememektedir. Klasik akıma tek katkısı, eğer bir katkı olarak alınabilirse,
daha önce içinde barındırmadığı makro iktisadı mikro iktisat temelinde ve
Keynesci makro iktisada alternatif olarak geliştirmeleridir. Fakat belirsizlik
altında rasyonel birey temelinde geliştirilen
bu akım da, yakın zamanda
meydana gelen dünya ölçeğindeki büyük krizle birlikte tartışmalı bir hale
gelmiştir.
4.
İKTİSADİ ANALİZ AŞAMALARI VE VARSAYIMLAR
4.1.
Giriş
Bilim esasında iki temel üzerinde yükselir: olgu ve yöntem. Ancak bu
temellerden biri olan olgu, bilim için gerek şart olmasına karşın aynı zamanda yeter şart
olma gereğini yerine getirememektedir. Çünkü diğer bilgi edinme türleri de bir
noktaya kadar olguya başvurmaktadır. Hatta bilim ile felsefe, din ve gelenekler
vb. bilgi edinme türleri çoğunlukla
aynı olguları kullanmaktadır. Bu durum da, sadece olguya başvurmanın bilimi diğer bilgi
edinme türlerinden ayırmada kullanılabilecek
bir ölçüt olmayacağını göstermektedir. Benzer şekilde, bilimin temellerinden
olan yöntem de tek başına bilimin ayırıcı bir özelliği değildir. Çünkü her tür
bilgi edinme süreci içkin olarak bir yöntemi de kendi bünyesinde taşımaktadır.
Örneğin bilim gibi felsefenin de kendine özgü bir yöntemi ya da yöntemleri varken ve hatta bu
iki ilgi türü bazı açılardan ortak olan yöntemler kullanırken, bu iki
bilgi edinme ya da bilgi üretme türlerini birbirinden ayırmak için yöntemin
varlığını ölçüt almak imkânsızdır. Bu nedenle bilimi, olguya dayanma ve
bilimsel yöntem adı verilen bir yöntem kullanması diğer bilgilenme türlerinden ayırır. Bu durumda
bilim için olgu gerek
şart, yöntem ise bu gerek şartı tamamlayan yeter şartı meydana getirmektedir.
Ancak bilimdeki olgu ve yöntemin birbirinden tamamen bağımsız olduğu düşünülmemelidir. Olgu yöntemle
görünür ancak aynı zamanda yöntem de olguya bağlı olarak değişebilir bir yapıdadır. Bir başka ifadeyle,
yöntem bilime içkindir ancak olgu yönteme aşkındır.
Çünkü bilim, bilimsel yöntem adı verilen bir yöntemi içinde barındırır fakat bu yöntem de
olgularla karşılaştıkça kendine
yeni biçimler verir. Bilim, yöntem ve olgu arasındaki ilişkiler
aşağıdaki alıntıda kendini net bir şekilde göstermektedir:
“Bilgiden değilse bile «ilim»den bahsedilen her yerde aynı zamanda bir
«usul»den bahsolunduğu da şüphesizdir. İlimsiz bir usul boş bir kalıptan,
usulsüz ilim ise yolsuz ve kanalsız bir nazariyatçılıktan ibarettir. Bir bilgi şubesinin «ilmî» değeri, o şubede kullanılan usul veya usullerin
değeri ile ölçülüyor. Bilmukabele bir usulün değeri, tatbik edildiği ilim
sahasında elde ettirdiği müsbet neticeler, hatta ilmî faydalarla ölçülecektir.”
(Fındıkoğlu, 1945: 1).
“İlim metoda tabiîdir.” sözü bilim ile yöntem arasındaki ilişkinin en
yalın ifadesidir. Ancak yöntem de gücünü olguları açıklama
başarısından almaktadır.
Ayrıca aynı olgu kümesini açıklamada birden fazla yöntem de
kullanılabilmektedir. Nasıl dört karbon atomunun kendi aralarında değişik
şekilde bağlanmaları kömür ve elmas gibi birbirinden nitelik ve değer açısından çok farklı iki maddeyi
oluşturuyorsa, aynı olguları değişik şekilde birbirine bağlayan çeşitli
yöntemler de elmas ya da kömür ayarında sonuçlara yol açmaktadır. Ancak kömür
ve elmasta çok net görülen bu
sonuçlar, bilimde hemen kendini göstermemekte ve zamanla ve çok yavaş şekilde
ortaya çıkmaktadır. Üstüne üstlük hiçbir bilim insanı, bir başkasının elmas
ayarında sonuç bulduğunu iddia ettiği bir yerde kendi sonuçlarının kömür
kalitesinde olduğunu kabule doğal olarak yanaşmamaktadır.
Bilim, kendine
konu ettiği olguları bilimsel bir yöntemle inceler. Bilimsel yöntem ise
problemin aşamalar halinde incelenmesi, diğer bir ifadeyle bir tür çözümlemeye (analize)
tabi tutulmasıdır. Temel olarak bilimde
uygulanan bu aşamalar gözlem,
hipotez, veri ve bu verilerin değerlendirilmesinden bir sonuç elde edilmesidir. Ancak bu aşamalar bir başka bakış
açısıyla iki temel bölüme de
ayrılabilir: buluş bağlamı, doğrulama
bağlamı. “Olguları ve olgular arasındaki ilişkileri saptama, bu saptanan
olgu ve olgusal ilişkileri açıklamaya elverişli teorik kavram ve hipotezleri
bulma ve ortaya atma buluş bağlamına; bulunmuş hipotez veya teorilerden olgusal
olarak test edilebilir sonuçlar çıkarma ve bu sonuçları
yeni gözlem ya da deney verileri ile karşılaştırma işlemleri doğrulama
bağlamına girer.” (Yıldırım, 1979: 60). Başka bir deyişle buluş bağlamı, eldeki
soruna yönelik kurulan hipotez ve kullanılan varsayımları içerirken doğrulama
bağlamı verileri ve bu
verilerin işlenmesini süreçlerini içerir. Bu tür bir bakışla
bilimdeki keşif bağlamı daha öznel bir yapı şeklindeyken,
doğrulama bağlamı herkesin üstünde uzlaştığı bir nesnellik sergiliyormuş gibi
görülebilir. Fakat keşif ve doğrulama bağlamının birbirinden bağımsız olmadığı
unutulmamalıdır. Bilimde keşif ve doğrulama
bağlamını birbirine bağlayan temel aşama ise gözlem aşamasıdır. Gözlemler hem keşif
bağlamında hipotez ve varsayımlara bağlı hem de bilimde eldeki sorunun çözümüne
yönelik verilerin belirlenmesi ve değerlendirilmesinde doğrulama bağlamında da uzantısı bulunan bir bilim aşamasını oluşturur. Bu bölümde öncelikle
bilimin çeşitli aşamalarında varsayımların yeri ve önemi üzerinde
durulacak, daha sonra da özellikle iktisat
özelindeki matematik varsayım
ve ideoloji varsayım ilişkileri irdelenmeye
çalışılacaktır.
4.2.
Varsayım—Hipotez İlişkisi
Bilimin
başlangıcının geleneksel bakışla gözlem ya da Popperci görüşe göre sorun olduğu
düşünülse de (Magee, 1982: 51) bilim esasında hipotezle başlar. Çünkü her
insan, hemen her gün bilinçli ya da bilinçsiz olarak gözlemler yapar ve birçok
problemlerle yüz yüze gelir. Eğer bilim problem ya da gözlemle başlasaydı, yeryüzünde herkese potansiyel birer bilim
adamı gözüyle bakmak gerekirdi. Hâlbuki herkes gözlem yapmasına karşın her
gözlemcideki potansiyel bilim adamlığı bundan ilerisine gidemez. Çünkü gözlem
kendiliğinden bilimsel bir sonuç doğurmayabilir ve insanlar gözlemden sonra
sorunlarını bilim dışı yollarla da çözmeye çalışabilirler. Bu nedenle bilim adamlığı potansiyelini gerçeğe
dönüştürenler, sorunlarla karşılaşan ya da gözlem yapanlar
değil, hipotez adı verilen geçici
çözümlerle olguya yönelik sistemli
ilk adımı atıp bilimsel bir yöntemle geri kalan aşamaları da gerçekleştirenlerdir. Çünkü bilim, bir
başka açıdan betimleme ve açıklama aşamalarından oluşur (Yıldırım, 1979,
59–60). Betimleme genel olarak bütün bilgi türlerinde açıklamaya nazaran daha
fazla ortak yönü olan bir aşamadır. Bu nedenle bilim aslında açıklamayla başlar
ki, bu açıklamanın başlangıcı da hipotezdir. Hipotez de özünde bir probleme önerilen geçici bir çözüm önerisinden
başka bir şey değildir. Bu anlamda
bilimsel araştırmanın sonunda doğruluğu ya
da yanlışlığı belirlenecek olan geçici bir doğru olarak görülebilir.
Yukarıda belirtildiği gibi, hipotez, bilimsel araştırmanın keşif
bağlamının bir parçasıdır. Bu yönüyle de hipotez varsayımda olduğu gibi, onu
kuran bilim adamının öznel değerlerini, beklentilerini ve doğrularını yansıtır.
Hipotezler olgularla doğrulandıkça yani doğruluk değerleri arttıkça kuramlara
kuramlar da yasalara dönüşürler. Fakat hem hipotezler hem de onların bir üst
aşaması olarak görülen kuramlar kesin bir doğruluk taşımazlar (Ströker, 1990:
49–50; Bilgiseven, 1989: 139–140). Aralarında niteliksel bir fark olup olmadığı da aslında kuşkuludur. Bu
durum en üst hipotezler olarak
adlandırabileceğimiz kanunlar açısından da doğru kabul edilebilir. Çünkü
hipotez “doğrulanmak üzere ortaya atılan gözlemsel ya da algısal genelleme”,
kuram “kısmen doğrulanmış ancak tümü ile kesinleşmemiş varsayımlar [hipotezler]
dizgesi”, kanun ise “tüm gözlem ya da deney sonucu doğrulanmış bir kuram” (Armağan,
1983: 32) olarak tanımlanmaktadır. Bu şekilde
bir tanımlama yalnız hipotez ve
kuramların değil, kanun adı verilen
en genel doğruların da yanlışlanmaya açık bir yapıda olduğunu bu anlamda kanun,
kuram ve hipotezler arasında bir nitelik değil nicelik ya da derece farkı
olduğunu gösterir. Aksi durumda bilimde yanlışlamanın bir sınırı olduğu ve
bilimde asla yanlışlanamayacak bilgiler olduğu varsayılmış olur ki, bu varsayım bilimin
özüne ters bir durumu
gösterir.
Kanun, kuram
ve hipotez arasındaki ilişki,
herhangi bir bilim dalında bir ast- üst
ilişkisidir. Bir başka ifadeyle bir bilim dalının en üst ve ampirik içeriği en
fazla doğrulanmış önermeleri olan kanunlar, hem kuramları hem de hipotezlerin çerçevelerini belirlerler. Benzer şekilde
kuramlar da hipotezlerin çerçevesini sınırlar.
Bu şekilde bakılınca, bir bilim dalında
kuramlar kanunlara, hipotezlerin de hem kuram hem de
kanunlara ters olamayacağı ortaya çıkar. Hipotezleri kurarken kabul edilen yasa
ve kuram gibi bu üst ön kabuller, aynı zamanda Kuhncu anlamda birer paradigma
işlevi de görür. Ströker’in “ bilim adamı, olguları belirli koşullar altında, yasalardan, bu yasaları yine daha
üst basamaktaki yasalardan ve en sonunda bunları
da mevcut bir kuramdan hareketle ‘açıklar’”. (Ströker, 1990: 42) ifadesiyle hipotezlerin doğruluk değerinin daha yüksek olduğu kuram ve yasalardan çıkarıldığı ve özünde bunların
çıkarımlarına ters olamayacağı belirtilir.
Varsayımlar da
hipotezler gibi birbirlerinden derece farkıyla ayrılan üç türe ayrılabilir:
aksiyom, postula ve varsayım. Her ne kadar aksiyomlar “genel nitelikte olup tüm bilimler için doğru olan ilkeler”
(Yıldırım, 1999: 162) olarak tanımlansa da, günümüzde bilimdeki gelişme göz
önünde tutulursa aynı zamanda herhangi bir bilim dalında doğruluğu
ispatlanmadan kabullenilen en üst varsayımlar olarak görülebilir. Benzer
şekilde postulaları “ her bilime göre değişen, konuya özgü ilkeler” (Yıldırım,
1999: 163) şeklinde
tanımlanmasına karşın bunlar da artık gelişen bilim dallar
sebebiyle bir bilim dalının alt dallarında kabul edilen
önermeler olarak görülebilir. Son olarak varsayımlar ise
hem konunun özünü niteliksel olarak etkilemeyen hem de hipotezler ile ilişkili
deneyime başvurulmadan temel doğrular kabul edilen önermeler olarak
görülebilir. Hipotezlerde olduğu gibi varsayımlar arasında da bir ast-üst
ilişkisinden bahsedilebilir. Herhangi bir bilim dalında aksiyomlara aykırı
postula ve aksiyom ve postulalara aykırı varsayımlar yapılıp çözümleme
yapılamamaktadır.
Varsayım ile hipotez arasındaki ilişki ise iki şekilde oluşur.
İlk olarak varsayım incelenen
olguyu hipoteze uygun biçimde soyutlama görevinde bulunur. İkinci olarak da
varsayım hipotezin kısıtıdır. Çünkü insanlar hipotezler kurarken bu
hipotezlerini belirli ön kabullere ve temel varsayımlara dayandırır. İşte bilim adamının kurduğu hipotezler bu üst varsayımların kısıtlı
dünyasından süzülerek gelir.
Klasik
iktisatta ise varsayım ile hipotez ilişkisi biraz daha değişik bir görüntü
sergiler. Klasik iktisadın aksiyomatik yapısı sebebiyle, bundan çıkan
sonuçların bilimsel olup olmadığı tartışmalı bir hale gelmektedir. Çünkü
bilimde hipotezler, sentetik yani olguyla doğrulanıp yanlışlanabilen ön
cevaplardır. Fakat Klasik iktisatta kullanılan varsayımlar sayesinde, sentetik
önermeler olan hipotezler analitik önermelere
dönüşür ve olguya başvurmadan kendi kendini doğrulayan bir yapı haline gelir.
Bir anlamda hipotezlerin varsayımdan bir farkı kalmamaktadır. Bu nedenle ana
akımda tek nedenli ve deterministik yasalar bulunmaktadır. Bu yasaların
sonucunu hipotez nedenini ise varsayım oluşturur. Bu durumda hipotezler,
olgudan bağımsız totolojik ifadelere dönüşürler. Çünkü Walras’ın yasasına
benzer şekilde, n adet değişkenden n-1 tanesi varsayım ise n. değişken de
kendiliğinden varsayım haline gelmektedir.
4.3.
Varsayım—Gözlem İlişkisi
Bilimin
aşamaları içinde en önemli aşama gözlem aşamasıdır. “Gözlem, kendiliğinden
oluşan ya da bilinçli olarak hazırlanan olayları belirdikleri sırada sistematik ve amaçlı
bir [şekilde] incelemektir.” (Sencer, 1978: 113). Gözlem herhangi bir sorunun varlığını belirleyen aşamadır. Ayrıca gözlem hipotezin
belirlenmesinin ardından yani buluş bağlamının dışında, doğrulama
bağlamını oluşturan verilerin elde
edilmesinde de kullanılır. Gözlemin iki ayrı aşamada kullanılması bilimsel
çalışmadaki ağırlığını göstermekle birlikte, bu iki gözlem aşamasının
birbirinden tamamen ayrı olduğu düşünülmemelidir. Gözlemle hem sorun
belirlenir, hem geçici bir çözüm için hipoteze yol gösterilir hem de bu
hipotezin doğrulanması ya da yanlışlanmasında kullanılacak veriler elde edilir.
Gözlem aşamasının önemi kadar, saf bir gözlemin
var olup olmadığı tartışması da önemli bir konuyu
teşkil etmektedir. Çünkü insanlar durdukları yere, eğitim ve kültürel geçmişlerine ve de değer yargılarına göre gözlem yaparlar
ve bunun sonucunda da soruna yönelik bir hipotez ortaya atarlar.
Gözlemin saf olmadığını, kuram yüklü
gözlemin varlığını yalnız paradigma temelli bir bilimsel anlayışı savunan Kuhn
değil nesnel bir bilginin varlığını öne süren Popper de kabul etmektedir. Yani
gözlem denilen bilimsel faaliyeti belirli üst beklentilerle yapılır. Popper,
“biz her şeye, daha önceden benimsemiş bulunduğumuz bir teorinin ışığında
yaklaşırız.” (Popper, 1992: 61) diyerek
gözlemin kurama bağlı olduğunuz
belirtmiştir. Gözlem Kuhncu anlamda paradigmadan ya da Popperci bakışta nesnel
bilgiden bağımsız bir şekilde yapılamaz. Çünkü paradigmanın kendisi de yanlı
bir gözlemin sonucudur. Gözlemin mutlak olmadığının en iyi ifadesi “… her görme
biçimi aynı zamanda bir görmeme
biçimidir” (Marx, 2004: 54) sözünde
kendini bulur. Bu nedenden ötürü paradigma veya nesnel bilgi, gözlemi
etkileyerek hangi soruların sorulacağını belirler.
İktisat özelinde durum ise biraz daha farkıdır. Çünkü Klasik akımda
aksiyomatik yapısının getirdiği bir sonuç olarak gerçek bir gözlemden söz
edilemez. Gözlemlerin yerine genelde bazı temel varsayımlar kullanılır ve bunun
dışındaki gözlemlerin de bu temel varsayımlarla çelişmesine izin verilmez.
Klasik aksiyomatik sistemde gözlem bu sistemin temelini oluşturmaz ona sadece
görünür bir meşruiyet sağlama görevini yerine getirir. Örneğin hiçbir gözlem
Klasik akımın temelini oluşturan
denge ya da rasyonellik ile çelişemez. Ayrıca Klasik iktisatta bir gözlem
yapıldığı da kuşkuludur. Sosyal bilimlerdeki sürekli ya da aralıklı (Karasar,
1995: 158–159), denetimsiz (dışarıdan gözlem- katılarak gözlem)
ya da denetimli (Sencer,
1978: 114–121) gözlemden
hangisinin kullanıldığı belirsizdir. Çünkü Klasik
akım, tam rekabet piyasası adını verdiği varsayımsal bir ortamda çalıştığı
için gözlem yaptığı bir ortam
olup olmadığı da şüphelidir.
4.4.
Varsayım—Veri İlişkisi
Bilimde veri
“işlenmemiş kanıtlar” ya da “gözlenen ve kaydedilen “şey”dir” (Karasar, 1995:
132). Yani veri aslında gözlemin bir sonucudur. Buradaki gözlem, sorun
belirleme aşamasındaki değil, önerilen hipotezin değerlendirilmesinde yani
doğrulama aşamasındaki gözlemdir. Bilimin olgusal temelli
olması nedeniyle, bilimde veri
çok temel bir işlev görür. Fakat
verinin gözlemle ilişkisi verinin de gözlem
gibi kuram yüklü olmasını beraberinde getirir. Bu nedenle de verilerin bir
hipotezin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda karar vermede temel teşkil
etmesi bilimde görünmez bir döngünün oluşmasına neden olur. Çünkü herhangi bir
soruna yönelik hipotez, gözlem ve verilerin kuram yüklü olması, sonucun da bir
dereceye kadar kuram yüklü olmasına yani daha başlangıçta bir cevabın var
olduğunu daha doğrusu çözümün belirli
bir kuramın sınırları içinde bulunması gerektiğini gösterir.
Bu yönüyle kuram aslında herhangi bir problemi çözmeyi, öncelikle kendi
meşruiyet alanını genişletmek amacıyla
ister ve sorunu,
hipotezi, gözlemi, verileri
ve bu verilerin işlenmesini
kuramın kanıtları olması anlamında önemser. Kuhn bu durumu “… bilim adamı kabul
edilmiş bir paradigma sayesinde herhangi bir verinin ne olduğunu, bu veriyi
çıkartmak için ne tür araçlar kullanabileceğini ve yorumu için hangi kavramların yararlı
olduğunu rahatlıkla bulabiliyordu. Eğer ortada bir
paradigma varsa, onu geliştiren çabanın en önemli kısmı zaten verilerin
yorumlanmasıdır.” (Kuhn, 1991: 125) şeklinde belirtirken, Popper bu durumu
kuram yüklü gözlemin varlığını kabul ederek dolaylı yoldan ifade etmektedir.
Verilerin
kuram yüklü oluşu olgu ile veri arasındaki bağlantıyı zayıflatan en önemli
etkendir. Bilim esasında olguya yönelik, yani olguyu açıklamayı amaç edinen bir
faaliyettir. Ancak bunu yaparken doğrudan olguyu değil, ondan türettiği
verileri kullanır. Veri ise olguyu bir
bütün olarak yansıtmaktan çok, olgunun sadece bir yüzüne ışık tutarak bilimsel
faaliyetin olgunun sadece bir kısmına
nüfuz etmesine
neden olur. Göz önüne alınan bu yüzün olguyu yansıtma derecesi ne kadar
yüksek olursa bilimsel çalışmanın başarısı da o kadar fazla olur. Bilimsel
faaliyet bu yönüyle, doğrudan
demokrasiden ziyade dolaylı (temsili) demokrasiye benzer ve olayları ve olguları
açıklamaktaki başarısının da ancak temsili demokrasinin başarısı kadar olacağı
her zaman akılda tutulmalıdır.
Kuhn ve Popper
yaklaşımlarında paradigma ya da kurama bağlı olarak veri eldesi, verilere
ilişkin bir başka gerçeği de ortaya çıkarmaktadır. Bilimsel araştırmada veriler, uygulamada verilerin
değerlendirilmesi aşamasından önce gelse de,
kuramsal olarak bakıldığı zaman, verilerin değerlendirilmesi aşamasından
sonraki bir aşama gibi görünmektedir. Bir başka deyişle
veriler, her zaman model
kurulduktan sonra ele edilmeye çalışılan
gözlemsel olgulardır. Bu bir bakıma da
doğal bir durumdur. Çünkü hiç kimse nerede kullanacağını bilmediği bir veriye
toplayamaz. Hatta nerede kullanılacağı bilinmeyen bir verinin ne tür bir veri
olduğu bilinemeyeceği için toplanması da imkânsızdır. Bilimde verinin,
paradigma ya da kurama bağlı olmasının ardında da tam olarak bu durumun, yani
sadece belirli bir amaca göre veri toplanabilmesinin mümkün olması yatar.
Klasik
iktisatta ise varsayımlar ile veriler arasında gözleme benzer bir şekilde tek
yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Varsayımlar hangi verilerin toplanması
gerektiğini ve bunların nasıl işleneceğinin sınırlarını çizer. Ayrıca Klasik
akım sadece yaratmış olduğu piyasaya yönelik verilerin toplanmasını onaylarken,
bunun dışındaki verilerin ise iktisatla ilgili olamayacağını ileri sürüp reddeder.
Bu açıdan bakıldığı
zaman, fiyat verisinin ya da piyasaya ilişkin verilerin toplanması bir
paradigmanın göstergesidir. Çünkü aslında sonsuz değişik veri toplanabilecekken
sadece belirli tür verilerin toplanması ancak bir paradigmanın varlığı ile
açıklanır ki Klasik iktisatta paradigma kendini temel varsayımlarda gösterir.
Ayrıca klasik akım bir paradigma olduğu için verilerin kullanılacağı modeller
de önceden belirlenmiştir. Örneğin,
para ile ilgili verilerin para arzı
ve talebinde, fiyat ve ücretle ilgili bilgilerin de nasıl işleneceği, bunlardan
çıkacak sonuçların nasıl yorumlanacağı önceden kesin olarak belirlenmiştir.
Gözlem gibi verinin de bir kurama bağlı olması en iyi biçimde ABD iktisadında
görülmektedir:
“ABD Ulusal Gelir ve Üretim Hesapları 1940’ların başında
Milton Gilbert tarafından geliştirilmiş ve Keynesci-Hicksçi teoriye uygun bir
çerçeveye yerleştirilmişti. Diğer önemli ülkelerin hükümetleri gibi ABD
hükümeti de‚ o günden beri ulusal gelir ve tüketim verilerini hala bu teorinin gereklerine uygun biçimde hazırlamaktadır… Bir anlamda resmi
modellemenin temeli olarak işlev gören teoriyi dayatan şey bizzat verileridir-
çünkü bugünkü verilerimiz zihinlerdeki tek bir teoriyle
üretilmişlerdir.” ( Akerlof
ve Schiller‚ 2010: 36).
Klasik akımda verilerin bir başka özelliği de sadece niceliksel verilerin
toplanıyor olmasıdır. Niteliksel ilişkiler daha önceden temel aksiyomlar
tarafından belirlendiği için, bu niteliksel özelliklere karşıt olabilecek veriler
hem toplanmamakta hem de toplananlar öznel damgası vurularak göz adı
edilmektedir. Örneğin, üretici ya da tüketicilerin rasyonelliği niteliksel olarak önceden kabul edildiği için rasyonelliğin olup
olmadığına dair verilerin toplanması paradigma tarafından engellenmektedir. Bu
duruma benzer bir şekilde verilerin kullanıldığı yani işlendiği modellerde
nedensellik yönleri de baştan belirlenmekte ve sonradan değiştirilmesine
müsaade edilmemektedir. Örneğin para arzı ve enflasyona yönelik veriler toplanmakla birlikte nedenselliğin yönü olarak para arzından enflasyona doğru gidilmektedir. Benzer
biçimde üretim ile emek ve sermayeye ilişkin veriler toplandığında da üretim
miktarı, emek ve sermaye miktarlarının bir sonucu olarak görülmekte, yani
nedenselliğin yönü baştan belirlenmektedir. Sarmal ya da yönü baştan belli olmayan bir nedensellik
anlayışı bu akım için geçerli
olmamaktadır.
4.5.
Varsayım—Tümdengelim İlişkisi
Tümdengelim
doğrulara akıldan ulaşmanın yoluna verilen
addır. Bu yönüyle de akılcılığı bilimde meşru bir yöntem
olarak kullanmanın görünür yüzünü yansıtır. Tümel doğulardan tekil olgular için
doğrulara ulaşmanın yolu olan tümdengelimin, Bacon’un tümevarım yöntemini doğal
bilimlerde temel doğrulama yolu olarak önermesine kadar bilimdeki temel
doğrulama yaklaşımı olduğu söylenebilir. Tümdengelim yönteminin en önemli
özeliği aslında bize mantıksal doğrular vermesidir.
Bir başka ifadeyle, “tümdengelimde kesinlik ve mutlak doğruluk vardır.” (Eren,
1994: 16). Yani “Bir argümanda öncüller doğru ve sonuç için yeterli ise,
sonucun yanlış olması imkânsızdır.” (Yıldırım, 1999: 21).
Tümdengelim matematik ve geometride kullanılması ile diğer bilim dallarındaki kullanılışı arasında temel
bir fark bulunmaktadır. Tümdengelimde mantıksal geçerlilik “içeriğe değil
biçime bağlı olduğu” için (Yıldırım, 1999: 22) bilimler için tümdengelim gerek
ama yeter sonucu verememektedir. Bu nedenle tümevarımda mantıksal geçerlilik
ile olgusal doğruluk ayrı ayrı ele alınmalıdır. Mantıksal geçerlilik
tümevarımın biçimsel yapısını oluşturur ve mantıkçı açısından önermelerin
doğruluk değeri bir başka deyişle bir önermenin doğru olup olmadığı değil, mantıksal geçerliliği yani
“birtakım çıkarım kurallarına başvurarak geçerli argümanları geçersiz
olanlardan ayırt etme” (Yıldırım, 1999: 22) önemlidir. Olgusal doğruluk,
tümdengelimde mantıksal geçerlilik içerikten bağımsız olduğu için, kendi
doğruluğunu gene kendisinin sağlaması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, bilimlerde tümevarımın
kullanımında en önemli ölçüt, tümevarımsal çıkarımın dayandığı öncüllerdir.
Bilimlerde öncüller analitik değil sentetik olduğu için bu öncüller
“mantığın değil, bilimlerin konusudur.” (Yıldırım: 1979: 35). Bilim
dalları için öncüller kendine özgü
olduğu için, her bilim dalında öncüller bir tür varsayım görevi yapmaktadır ve
bu varsayımların doğrulanması ya da yanlışlanması kendi dallarına özgü olarak
yapılmaktadır. Genellikle bu öncüller o bilim dalındaki Kuhncu paradigmayı ya da Popperci
anlamda temel teoriyi
oluşturmaktadır. Kısaca
bilimlerde tümevarım bilgi üretimi için kullanılırken, mantıksal geçerlilik
gerek şartı, öncüllerin doğruluğu ise yeter şartı oluşturmaktadır.
Klasik
iktisadın yöntemsel olarak varsayımsal tümdengelimi kullandığını ileri
sürülmektedir. Ancak klasik akım, dayandığı aksiyomlar tartışılmaz olarak kabul
edildiği için, aslında tümdengelimi kullanmaktadır. Kullandığı öncülleri
tartışmasız kabul edildiği ve bu durum da geride tutulup görünmez hale geldiği
için, tümdengelimin mutlak doğruluğu klasik akım kendine mal etmeye
çalışmaktadır. Bu açıdan da mantık ve matematik gibi klasik akım da adeta
içeriğinden bağımsız olarak doğru hale gelmektedir. Aksiyomatik bir yapı, kendi
içinde doğruluğunu varsayımlar aracılığıyla ve aklı kullanarak sağladığından,
bu yapının doğruluğu gerçekte ancak varsayımlarının doğruluğuyla sınırlıdır.
Klasik akımda temel varsayımlar olan rasyonellik ve denge temel öncüller olarak
alınmakta, bu öncüllerden tümevarım aracılığıyla yeni önermeler üretilmekte ve bu önermeler de gene kendisinin ürettiği
bir ortamda topladığı
verilerle sınanmakta ve buna da varsayımsal tümdengelim olarak sunulmaktadır. Ancak varsayımsal tümdengelimde, öncüller
olgusal olduğu yani yanlışlanabilir
nitelikteki yasa ya da kuramlar olduğu halde, Klasik akımda aksiyomatik yapı
yüzünden aksiyomlar ve postulalara dönüşmekte ve bu durum özünde bilimsel olmaktan çok, olgusal
içeriği olmayan mantıksal sonuçlara yol açmaktadır.
4.6.
Varsayım—Tümevarım İlişkisi
Tümevarım
doğrulama yöntemi açısından tümdengelimin tersi bir süreç izleyerek tekil
olgulardan genellemelere ulaşılmasını sağlar. Ancak tümevarım tümdengelimin tam
tersi olarak alınmaması gerekir. Çünkü tümdengelimin tersine tümevarım sonuçta
mutlak sonuçlara ulaşamamaktadır. Tümevarım özünde “bir genelleme metodudur”
(Yıldırım: 1979: 70) ve betimlemeden açıklamaya geçen bir yapıya sahiptir.
Tümevarımda genelleme ya da açıklamayı meşrulaştıran üç şart vardır:
“1. Bir genellemeye temel teşkil edilen gözlem önermelerinin sayısı çok olmalıdır;
2.
Gözlemler çok değişik şartlar altında tekrarlanmalıdır;
3.
Hiçbir kabul edilmiş
gözlem önermesi, onlardan elde edilen yasayla çelişmemelidir.”
(Chalmers, 2008: 13).
Tümevarımın bu yeni gözlemlerle her an yanlışlanabilir yapısı özellikle Popper tarafından eleştirilmiş ve bilimsel anlamda uygun bir
yöntem olmadığı iddia edilmiştir. Popper’a göre tümevarım, her an yeni bir
olguyla yanlışlanabilecek bir yapıda olduğu için, bilgi bilimsel
(epistemolojik) anlamda bununla doğrulama yapılamamakta ve tümevarım özünde bir
sorun taşımaktadır (Popper, 2005: 3–7). Tümevarımın, tümdengelimin tersine
mantıksal olarak asla doğrulanamaması ve bu nedenle de hiçbir zaman tam bir
mantıksal geçerliliğe sahip olmaması artık kabul edilmiş bir durumdur (Yıldırım,
1979: 70; Chalmers, 2008: Bölüm 2). Ancak bu eleştiriyi bilimde
yanlışlamacılığı savunan birinin yapması şaşırtıcı bir durumdur. Çünkü bir
hipotezin yanlışlanması elde edilme yöntemine de bağlıdır ve tümevarım
doğrulamacılıkta kullanılmaya yatkın bir yöntem olmasına rağmen sadece ve
sadece bir karşı örnekle yanlışlanabilmektedir ve bu durumda
“genel önermenin yanlışlığı
mantıkça itiraz kabul etmez bir biçimde ortadadır.” (Ströker, 1990: 50).
Tümdengelimde öncülleri yanlışlamak, tümevarımdaki tek bir karşıt örnekle
yanlışlamaya nazaran her zaman daha zordur. Çünkü o öncüller aynı zamanda o
alandaki temel doğruları teşkil ederler
ve bu nedenle hem yanlışlanmaları daha zordur hem de bu alanda çalışan bilim adamları için bir
paradigma ya da teori işlevi gördükleri için yanlışlanmaları istenir bir şey
değildir.
Doğa
bilimlerinin gelişmesinin temelinde tümevarım bulunmaktadır. Çünkü hemen hemen
bütün fiziksel ve kimyasal yasalar uzun süren deneylerin sonuçlarının
genellenmesinden ibarettir. Bu yasalar elde edildikten sonra, bunlar birer öncül
olarak alınıp tümdengelimle yeni hipotezler öne sürülmüş ve bunlar da gene tümevarım kullanılarak doğrulanmaya
çalışılmıştır. Çünkü tümdengelim esasında öncüllerden hareketle çıkarım yapar ve bu çıkarımlar doğrulanmadığı sürece mantıksal açıdan tutarlı olsa da olgusal açıdan doğru
olduğu kabul edilemez. Tümevarım burada tümdengelimsel olarak elde edilmiş
önermelerin olgusal denetlenmesini sağlamaktadır. Bu anlamda temel paradigması
oturmuş bir bilim dalında, tümevarım ya da tümdengelim birbirinden bağımsız
olarak kullanılamaz ve varsayımsal tümdengelim adı altında beraber olarak
kullanılırlar. Tümevarım tek başına
ancak paradigma öncesi dönemde veri toplama aşamasında kullanılır ve bir
paradigma oluştuktan sonra da tümevarım o paradigmanın olgusal içeriğini
genişletmenin bir aracı olmaktan kendini kurtaramaz.
Tümevarımın
tümdengelimin süreç olarak tersi bir süreci izlemesi varsayımların yok olmasına değil nitelik değiştirmesine neden
olur. Bu doğrulama yolunda ise olgudan
genellemeye gidiş tamamen
varsayımsal bir durumdur.
Çünkü tek tek olgulardan genelleme yapmak ancak bazı şeyleri varsayarak
olur. Eğer bütün tekil olgular incelenip bir genellemeye gidilirse buna
tümevarım denemez ve bu durumda elde edilen doğru tümevarımsal bir doğru değil
salt bir doğru niteliği taşır. Fakat tümevarımın özünde bütün tekil olayları
değil bir kısmını inceleyip geri kalanların da bu incelenen olgulardaki
sonuçlara benzer sonuçları vereceğini varsaymak
vardır. Bu nedenle tümevarımda olgusal doğrulardan genelleştirilen genel ve mantıksal doğrulara
varmak ancak bunu varsaymakla olur. Çünkü tümdengelimle
karşılaştırıldığında tümevarımda açıklamaya temel oluşturan gözlemler
“sonuç için bir dayanak
sağlamakta ancak onu zorunlu kılmamaktadır.” (Yıldırım, 1999: 27). Bu nedenle
“Tümevarımcı akıl yürütmede gözlem ile sonuç arasındaki bağ, gözlemlenen
durumların sahip olduğu özelliklerin gözlemlenmeyen durumlar için de geçerli
olduğunu ileri süren fakat açıkça belirtilmeyen bir kategorik küçük öncül
tarafından sağlanmaktadır.” (Kurmuş, 1982: 225). Buradan hareketle
tümdengelimde doğrulamanın başında varsayım kullanılırken tümevarımda
varsayımın işlemin sonunda
kullanıldığı ancak işlev açısından benzer oldukları söylenebilir. Her iki
durumda da varsayım doğrulama işleminin temelinde yer alır ve doğruluk
varsayımın doğruluğuna bağlı olduğu için, bir tür varsayımsal
doğruluktan söz etmek daha anlamlı
bir yaklaşım olur.
4.7.
Tümdengelim ve Tümevarımın Temel Varsayımı
Bilimsel
çalışmalarda, yönteme içkin olan mantıksal çıkarım türü olarak yalnızca
tümevarım ve tümdengelim olduğuna dair ön kabul, tümevarım ve tümdengelimin
temel varsayımı gibi bir işleve sahiptir. İktisadın tam rekabet ile tekel
arasında hareket ettiğini
varsaymak gibi, bilimin
de çıkarım olarak
ya tümdengelim ya da tümevarım yapmak zorunda
olduğuna dair geniş bir inanç vardır. Ancak bilimsel çıkarım bilim adamlarınca
yapılan bir faaliyet olduğu için, yapılan herhangi bir çıkarımı tümevarım ve tümdengelm gibi bileşenlerine ayırmak
imkansız hale gelmektedir. Daha da önemlisi eğer paradigma temelli bir bilim
yapıldığı varsayımından hareket edilirse, hem tümevarım hem de tümdengelim
sadece normal bilimin araçları haline gelmekte aralarındaki tek fark ise
tümevarımın paradigmaya olgusal temelden, tümdengelimin ise mantıksal temelden
hareketle genişletmeye çalışmasıdır.
Bilim denilince
akla gelen ilk isim olan Isaac Newton,
her ne kadar tümevarım ile tümdengelimi birlikte kullandığı iddia
edilse de tam olarak hangi tür çıkarımı kullandığı tarışmalı olan bir bilim
adamıdır. Newton’un bilimsel keşifler konusundaki aşağıdaki sözleri bu duruma
en iyi örnektir:
“…keşiflerini nasıl yaptığını sorunca Newton “durmadan
onları düşünmekle,” cevabını vermiş, başka bir sefer, konuşkan ve keyfi yerinde
gözüktüğü bir sırada da: “konuyu ara vermeden önümde tutar ve parıltılar azar
azar açılarak her taraf ışıkla doluncaya kadar beklerim.” demiştir.” (Andrade,
1964: 26-27)
Isaac Newton’un
yukarıdaki ifadeleri ilk bakışta düşünme
ve onunla bağlantılı olarak
akılcılık ve tümdengelim yöntemini
kullandığını akla getirebilir. Fakat
Newton’un tümdengelimi kullanmış olması için kendinden önce varolan bazı
aksiyomları doğru kabul etmesi gerekir
ki, kullandığı aksiyomları kendisi türettiği için
bunun doğru olduğu pek düşünülemez. Newton’un keşif süreci, yalnız tümdengelim
ya da tümevarımla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Newton’un retrodüksiyonu
ve benzetimi (analoji) de çıkarım yöntemi olarak kullandığının en iyi örneği ay
ve dünya arasındaki çekim konusunda kendini göstermektedir:
“Newton Ay’ın, yeryüzünde hareket eden bir cismin uyduğu kanunlar
gereğince hareket ettiğine kanaat getirmişti… Newton Woolsthorpe’ta bir elma
ağacının altında otururken düşünceleri
çimenler üzerine düşen bir elmanın çıkardığı yumuşak bir sesle altüst
oluyor. Elma, Yer onu merkezine çektiği için düştü diyor ve – anladığıma göre-
aklına birdenbire şu geliyor: Yer mademki elmayı çekiyor, Ay’ı da çekemez mi?
Ayı yörüngesinden dışarı kaçı gitmekten alıkoyan
kuvvet, aradaki büyük
mesafe yüzünden gereği kadar zayıflıyan bu çekim kuvveti
olamaz mı? Ay harekette olmasaydı mutlaka, elma gibi, yeryüzüne düşmez miydi?
Şu farkla ki, Yer elmadan çok daha büyük olduğu için, Yer de aynı zamanda Ay’a
doğru ölçülebilecek kadar düşerdi.”
(Andrade, 1964: 28-29)
Bilimsel
keşfin ve bilimsel sorunların çözümlerinin sadece tümevarım ya da tümdengelimle
değil, daha karmaşık veya daha az bilinen başka çıkarım yollarıyla da
yapıldığının tek örneği olmamakla birlikte en önemli örneği Newton’dur. Ancak
Newton’dan sonra da hiçbir keşif, tümevarım ve tümdengelimin düz mantığı içinde
yapılmamıştır (tümevarım ve tümdengelim dışındaki
bazı çıkarım yöntemleri için bkz. Yıldırım, 1971: 92-116).
4.8.
Varsayım—Matematik İlişkisi
Matematik,
mantık ve geometri gibi diğer bilim dallarının ortak olarak kullandığı bir
bilim dalı ve bir bilim yapma dilidir. Bütün bilimler matematikten en geniş ölçüde kullanmaktan geri durmazlar. Doğa bilimleri için matematik,
Galileo’nun “Doğanın dili matematikle yazılmıştır.” sözünden de görüleceği gibi adeta onların doğal bir uzantısı haline
gelmiştir. Sosyal bilimlerde ise matematik
istatistik
aracılığıyla genellikle verilerin işlenmesinde ve sonuçların elde edilmesinde kullanılır.
İktisat
biliminde matematiğin yeri ve önemini diğer bilimlerden ayrı görmek gerekir.
Bunun en önemli nedeni ise iktisadın matematiği ekonometri adında bir dal
yaratacak kadar ileri ve geniş biçimde kullanmasıdır. Diğer doğa ya da sosyal bilimler ekonometri gibi
kendilerine özel bir matematiksel dal kurmamışken iktisadın buna yönelmesinin
bazı nedenleri vardır. İlk olarak Klasik iktisat aksiyomatik bir sistem olduğu için matematiksel bir dile
de kolaylıkla çevrilebilir bir yapıdadır. Özellikle iktisattaki Marjinal devrim
iktisadın mantıksal formunu bulmasını sağlamanın
yanı sıra marjinalite, minimum ve maksimum kavramlarının doğrudan doğruya türev ile
ilişkili olması da iktisadın
matematikselleşmesinin en önemli adımını oluşturmuştur.
İktisatta
matematiğin kullanımı Neoklasik iktisat akımıyla başlamış olmasına karşın, asıl
matematikselleşme 20. yy.ın ortalarına doğru başlamıştır. Mishan’ın “İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bir
iktisatçı bir felsefeciden daha fazla felsefe yapıyordu. Bugün ise bir
teknisyenden daha fazla teknisyenlik yapıyor. “ (Mishan, 1981: xiii) sözü bu durumu en iyi anlatan ifadelerden biridir. Bunda en önemli sebep ise
iktisadın artık sadece belirli ihtiyaçları karşılaması isteğidir. İktisatta
matematikleşme bir ara dönem olan iktisatta Neoklasik Sentez’in egemenliğinde
başlamış ancak Keynesci akım yıkıldıktan sonra da hem Parasalcı akım hem de
Yeni Klasik akım döneminde de artarak sürmüştür. Bunun en önemli nedenlerinden
biri de iktisatta paradigmanın tam olarak yerleşmiş olmasıdır. Çünkü bir bilim
dalında paradigma yerleştikten sonra, bilim adamları için yapılacak tek şey, o
bilim dalının temelini sorgulamak değil, adeta bir teknisyen gibi bağlı
bulunduğu paradigmanın olgusal temelini genişletmektir. Ayrıca iktisadın
matematikselleşmesinin en önemli kaynağı ise matematikleştirmeye uygun
varsayımların kullanılmasıdır. Yani varsayımlar ve matematik arasında
adeta bir alt yapı üst yapı ilişkisi
bulunmaktadır ve matematik bir sebep değil sonuçtur. İktisatçılar
istedikleri sonuçları matematiksel olarak elde edebilmek için onları elde
etmeye en uygun varsayımları kullanarak amaçladıkları sonuçlara
ulaşabilmektedirler. İktisat bilimindeki matematikselleşmeye
karşı en önemli eleştirilerden biri Keynes tarafından getirilmiştir.
Keynes, “İstihdam Fonksiyonu” adlı 20. Kısımda dipnot olarak “ Cebirden (haklı olarak)
hoşlanmayanlar 20. Kısmın ilk alt başlığına bakmadıklarında pek bir şey
kaybetmeyeceklerdir.” (Keynes, 2008: 241) dedikten sonra,
“Son zamanlarda “matematiksel” iktisadın büyük bir kısmı açısından, bu iş oyundan başka bir şey değildir. Başlangıç
hipotezleri öylesine belirsizdir ki, bir sürü işe yaramaz ve kendini beğenmiş semboller içinde bıraktığı
yazarlara gerçek dünyanın
karmaşıklıklarını ve karşılıklı bağımlılıklarını unutmalarının müsebbibi
haline gelirler.” (Keynes, 2008: 255).
sözleriyle iktisatta
matematiğin kullanımı konusundaki görüşlerini dile getirmiştir.
Irwing Fisher’in “Yürüyerek gidemeyeceğiniz bir yere trenle de gidemezsiniz.” (Samuelson, 1962: 56) sözü iktisatta matematiğin tartışılmasının
en önemli bir başka sebebidir. Çünkü
matematik iktisatta uzun sözlerle anlatılacak bir şeyi kısaca anlatmaya
yarayan bir dil olmaktan çıkıp iktisadın tek dili haline gelmiştir. Böylece matematik kullanan
bazı iktisatçılar yürüyerek
gidemeyecekleri bir yere trenle gidiyormuş izlenimi yaratmaya
başlamışlardır. Ayrıca klasik iktisat yapısındaki matematiğe uygun varsayımlar
nedeniyle matematik kullanarak matematiğin arkasına gizlenerek adeta matematiksel
mükemmelliğinin cazibesinden ve mutlak
doğruluğundan yararlanmaktadır. Ancak burada bir başka sorun ortaya
çıkmaktadır. Klasik akım varsayımları aracılığıyla matematikleşmeye çok uygun
bir yapı oluşturur. Bu da aslında her tür aksiyomatik yapı için geçerli
olabilecek bir sonuçtur. Fakat matematiği hem sadece niceliksel ilişkilerde kullanarak
paradigmanın niteliksel olarak eleştirilmesinin önünü kapar hem de matematiği
istatistik ve ekonometri olarak bir başka ifadeyle bir olasılık temelinde
kullanarak yanlışlamayı çok zor bir hale getirir. Böylece
hem doğa bilimlerindeki gibi matematiği kullandığı izlenimi yaratarak matematiğin
mükemmelliğinin ve kusursuzluğunun arkasına saklanır hem de varsayımların
oluşturduğu aksiyomatik yapısını Popperci anlamda bir yanlışlamadan korumuş
olur.
4.8.
Varsayım—İdeoloji İlişkisi
İdeoloji sözü, olumlu ya da olumsuz
anlamda bir yanlılığı ifade eder. Fakat bu yanlı tutum alış ne doğrulamaya
ne de yanlışlamaya ihtiyaç göstermeyen belirli öncüller aracılığıyla tümevarımsal olarak bütün her şeyi kapsayan
bir yapıya dönüşme eğilimi
gösteren bir niteliğe sahiptir. Bu açıdan bilimi ideolojiden ayıran en önemli nokta, eleştiriye mutlak biçimde açık olması ve eleştiri aracılığıyla yeni baştan kurulabilecek kadar esnek bir yapı sergilemesidir. Ancak buna rağmen
gene de ideoloji bilimden hiçbir zaman tam olarak ayrılıp ideolojiden
tamamen bağışık bir bilim olgusuna ulaşılamaz. İdeoloji genelde kendini buluş
bağlamında gösterir. O nedenle ideoloji, bilim tarafından bilimsel çalışmaların
başında değil ancak sonunda ayıklanabilir bir olgudur. Çünkü bilimde ideoloji
kendini varsayım ve hipotezlerde gizler. Her bilim adamı hipotezlerini kendi
öznel değer yargılarına ve varsa ideolojisine göre kurar ve bunu
doğrulamaya çalışır. Bilimin yanlışlamaya açık yönü ise bu ideolojik sonuçları çürütmekte en etkili yoldur. Ancak
ideoloji yalnız buluş bağlamı değil, doğrulama
bağlamına da sızmışsa
orada bilimden değil, adeta
ideolojiyi meşrulaştıran bir gizli totolojik yapını varlığından söz edilebilir.
Böyle bir durumda ideolojiden kurtulmak doğrulama bağlamının yeniden
tanımlanmasını gerektirebilir.
Varsayımların,
sorgulanmaya kapalı yapısı nedeniyle, bir bilim dalındaki ağırlığı oranında o
bilim dalının ideolojiye açık hale geldiği söylenebilir. Klasik iktisadın
varsayımlara dayalı aksiyomatik bir yapıya sahip olması ise bilim dalları
içinde ideolojiye en açık dalın iktisat ve özellikle de ana akımı temsil eden
klasik iktisat olmasına yol
açmaktadır. Varsayımlar özellikle de
ana varsayımlar aslında ideolojileri saklar. Varsayımların tartışılmadan
alınması ise ideolojinin tartışılmadan kabulüdür. Klasik iktisat
varsayımlarının taşıdığı ideolojiyi iki
şekilde gizler. İlk olarak
varsayımlarına dayanarak elde ettiği sonuçların zamandan ve mekândan bağımsız
doğrular olduğunu iddia ederek bu zaman ve mekân üstü doğruların
ideolojisizliğin kanıtı olduğunu öne sürer. Çünkü ideolojiler mantısal olarak
değil ancak olgusal olarak yanlışlanabilirken klasik iktisadın bu sonuçları asla
yanlışlanamaz ve bu nedenle bir ideolojiye mal edilemez. İkinci olarak
ana akım iktisadı kendini pozitif iktisat olarak sunar ve diğer anlayışları
normatif olduğu için ideolojik bir yapı taşıdığını iddia eder. Klasik iktisada
göre iktisat,“nedir?” sorusuyla ilgilendiği ölçüde pozitif bir bilim dalıdır.
“Nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap veren iktisat ise normatif ve bu nedenle
de doğal olarak ideolojik bir yapıda bulunur. Böylece ideoloji
sadece “nasıl olmalıdır?” sorusuna verilen cevapla
ileriye yönelik bir olgu gibi
sunulur. Ancak Klasik iktisadın ideolojisi, geriye doğru üzerinde yükseldiği
temel varsayımlarda saklıdır. Klasik akım ideolojiyi ileriye doğru tanımlayarak gerideki
ideolojik yapısını görünmez
kılmaya çalışır ve bu tanım geçerli kabul edildiği sürece de
kendisinin ideolojilerden bağışık bir yapıda olduğu imge ve inancını sürdürmeyi
başarır. Olgusal olan her “nedir?”in bir “nasıl olmuştur?”u olmasına karşın,
Klasik akım, ileriye yönelik “nasıl olmalıdır?” sorusunun içine
“nasıl olmuştur?” sorusunu da gizleyerek varlığını adeta zaman üstü bir hale getirmiştir. Klasik akımda
ideoloji bir başka açıdan iktisadi olgulara yaptığı vurgularda görülür. Bu
anlayışta ücret katılığına fiyat katılığından, sendika ve greve lokavttan daha
fazla ve olumsuz anlamda vurgu yapılırken, kâr temelli iktisadi faaliyetler hem
olumlanır hem de iktisadın temeli olarak alınır.
Klasik akımın ideolojiyi dışlamada bu kadar hassas olmasının temelinde
ideolojinin çağrıştırdığı olumsuz düşünceler önemli rol oynar. İdeoloji birçok
bilim adamı tarafından “bir sahte düşünceler sistemi”, “sınıflaşma olgusu”,
“kurulu düzeni destekleyen bir düşünce sistemi”, “bir topluluğun üyelerinin
ortak inanç ve düşünce sistemi”, “toplumsal kuruluşun içinde, ekonomik ve
siyasal “düzeylerle” var olan bir “düzey”, “sahte bilgi”, “sahte bilinç”,
“egemen sınıfın ayrıcalıklı durumunu haklı göstermek için, gerçeklerin (nesnel
koşulların) bilinçli ya da bilinçsiz çarpıtılmasıdır.” (Ergil, 1984:137–153)
biçimlerinde tanımlanmıştır. Burada ideoloji tanımlarının daha ayrıntılarına ya da diğer tanımlara (genel olarak ideoloji tanımlarının gelişimi için bkz.
Mardin, 1982: Bölüm 1 ve Ergil, 1984) girilmese de ideoloji kavramının
çoğunlukla olumsuzluk içerdiği ayrıca bazı düşünürlere göre de bilimden ve
hayattan tamamen soyutlanamayacağı görülür. Ancak bu çalışma bağlamında,
ideoloji ve klasik iktisat akımının ilişkisi sadece iki konu altında ele
alınarak sınırlandırılacaktır: güç ilişkileri ve aksiyomatik yapı-ideoloji
bağlantısı.
İdeoloji, yalnız yanlı olmayı ve meşruiyet sorununu değil, güç
ilişkilerinin de dolaylı olarak akla getiren
bir kavramdır. Gücün varlığının en büyük yan etkisi ise onu
kullanırken kendini gösterir.
Galbraith, “Gücü kullanmak
için hiç kuşkusuz
en iyi strateji, böyle bir güce sahip olunduğunu yadsımaktır. En aksi
zorbalar dâhil, hükümdarlar uzun zaman kendilerini ‘yüce buyruğun’ yalnızca
temsilcisi olarak görmüşler ve göstermişlerdir.” (Galbraith, 1990: 23)
ifadesiyle ana akımın güç ilişkilerini ancak onu reddederek en rahat biçimde kullanabileceğini belirtmiştir. Klasik akım, uygulamadaki yüzü olan kapitalizmin ve serbest piyasanın
güç ilişkilerini dışladığını ve her şeyin bireylerin gönüllü arz ve
talebiyle gerçekleştiğini ileri sürer. Bu gönüllü ilişki çoğu durumda zorunlu
bir hale gelse de, kuramın yapısı bunu göstermekten çok gizlemeye yönelik
olduğundan, kuram ile uygulama
arasındaki farklılık sürekli bir hal almıştır.
İdeoloji ile
ana akım iktisadının incelenecek ikinci ve son yönü bilim- ideoloji
ilişkisidir. İdeolojiyi bilimden
ayıran en önemli özelliklerden biri de ideolojik bilgi adı altında bir bilgi türünün
var olması ve bu bilginin
üretilme şeklidir. İdeolojik bilgi üretiminde hem kavramlar
“kuram-dışı gereksinimlerin” etkisini yansıtır.” hem de ilgilendiği sorunları “kuram-dışı
çıkarlar” belirler ve “Bunlar önceden saptanmış çözümleri içerdikleri için
sahte sorulardır.” (Ergil, 1984: 149). Bu nedenle ideolojik bilgi hem yanlıdır
hem de gerçeğin bütününü göz önüne almadığı için kısmi bir bilgi olmaktan
kendini kurtaramaz. İdeolojinin bu yanlı bilgiyi üretmesi kendi yapısının doğal
bir sonucudur. Çünkü ideoloji
“içyapısı bakımından tıpkı din bilim gibi tutarlı
ve uyumludur.” (Ergil, 1984: 146). Bir başka ifadeyle ideoloji kendi içinde
olgusal doğruluk taşımasa da mantıksal bir çelişki taşıması imkânsız bir
yapıdır. Bu noktada Klasik akım ile tam olarak bir örtüşme gerçekleşir. Çünkü Klasik
akım da kendi içinde ideoloji gibi hem aksiyomatik bir yapıya sahiptir
ve temel bazı varsayımlara dayanır hem de bu varsayımlar aracılığıyla yaptığı çıkarımları bilimsel bilgi adı
altında sunarak, bu bilgi çerçevesinde toplumu dönüştürmeyi ve değiştirmeyi
amaçlar.
4.9.
Genel Değerlendirme
Bilimsel
bilginin elde edilme süreci bilim felsefesinde iki farklı görüşe sahip Karl
Popper ve Thomas Kuhn bağlamlarında bakıldığı zaman iki farklı görünüm
taşımaktadırlar. Popper Bilimsel Araştırmanın Mantığı (Popper, 2010) adlı
kitabında “Akla yeni bir şeyin (idea) nasıl geldiği sorusu- ister müzikal bir
konu, ister dramatik bir ikilem, isterse bilimsel bir kuram olsun- bilgi
mantığının değil, görgül ruhbilimin alanına girer.” (Popper, 2010, 7)
iddiasında bulunmaktadır. Bu ifadelerden de görüldüğü üzere Popper için bilimin buluş ve doğrulama
aşamalarından buluş aşaması
hem bilimsel bilginin mantıksal çözümlemesi alanına dâhil edilemez hem de bunun
doğal sonucu olarak buluş ve doğrulama bağlamları arasında bir ikilikten
(dikotomi) söz edilebilir. Popper’ın bilim felsefesi alanındaki bu temel
çalışmasında, buluş bağlanımın doğrulama bağlamını etkileyemeyeceğini o nedenle
de nesnel bir doğrulama bağlamına ve dolayısıyla da nesnel bir bilginin var
olabileceğine inandığı görülmektedir.
Thomas Kuhn
ise Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kuhn, 1991) adlı kitabında bilimdeki keşif
bağlamını da paradigma kavramı aracılığıyla bilimsel araştırmaların çalışma
alanına dâhil etmiş ve Popper’ın vardığı sonuçlardan daha farklı bir noktaya
ulaşmıştır. Kuhn, bilimsel araştırmanın keşif bağlamını da içine alan
çalışmasında paradigmanın bilimsel keşfi yönlendirdiğini ileri sürmektedir.
Bilimdeki hipotezleri içeren keşif bağlamına paradigma yol göstermektedir.
Paradigma aracılığıyla o bilim dalında hangi soruların sorulabileceği
belirlenmektedir. Buna ek olarak, sorulan bu soruların hangi süreçlerle ve
hangi verileri kullanarak doğrulanacağını da yine paradigma belirlemektedir. Bir başka deyişle,
paradigma yalnız buluş bağlamını
değil, doğrulama bağlanımı
da etkilemekte ve paradigma aracılığıyla da buluş bağlamı ve doğrulama bağlamı
arasındaki ikilik kaybolup
buluş bağlamının doğrulama
bağlamını etkilemesi söz konusu olmaktadır.
Popper’in
buluş ve doğrulama bağlamlarını birbirinden ayırıp buluş bağlamından bağımsız
bir doğrulama bağlamı getirmesi, bir yönüyle nesnel bilginin var olmasının temellerinden birini oluşturur. Çünkü nesnel bilgi ancak nesnel
bir
doğrulama sürecinin sonucu elde
edilebilir. Buluş ve doğrulama bağlamları arasında bir ilişki olması durumu ise, keşif bağlamının içinde bulunan
metafizik unsurların doğrulama bağlamına da bir miktar sirayet etmesine neden
olabilir. Bu durumda da doğrulama bağlamının nesnelliği sorunu ve bunun sonucu
olarak da bilimsel bilginin nesnelliği sorunu ortaya çıkar. Kuhn’un
paradigması, hem buluş ve doğrulama bağlamlarını daha yakın bir ilişki içinde
betimlemekte hem de nesnel bilgiden çok paradigmaya dayalı ve ona bağımlı bir
bilgiyi gündeme getirmektedir. Çünkü paradigma temelli bilimde, sadece o
çerçevede yapılan hipotezleri ve kullanılan varsayımları değil, aynı zamanda
kullanılan veriler ile bu verileri işleme ve değerlendirme yollarını
da paradigma belirler.
Ancak bunun sağlanmasıyla paradigma kendi ampirik doğrulama
alanını genişleterek, o bilim dalındaki
yerini daha da sağlam bir hale getirebilir.
Klasik iktisat
ise aksiyomatik bir sistem olması yönüyle hem Kuhn hem de Popper göz önüne
alarak incelenirse çok daha yararlı sonuçlara varılmış olur. Klasik iktisat
belli ana varsayımlar üzerinde yükseldiği için bu varsayımları göz ardı edip
incelendiği zaman, zamanda ve mekândan bağımsız bir nesnel bilgiye ulaşıldığı
sonucuna varılabilir. Ancak diğer taraftan bu varsayımlara ışık tutacak şekilde
yapılacak bir incelemede ise, bu varsayımların birlikte yarattığı aksiyomatik
sistemin aksiyomatik bir paradigma yarattığı ve bütün nesnellik iddiasının bu
paradigmanın nesnelliğini de gizli olarak içinde barındırdığı görülebilir.
Ancak aksiyomatik bir sistemin aslında bir paradigma olmayacağına da dikkat etmek gerekir. Diğer bir deyişle Klasik iktisat Kuhncu anlamda bir
paradigma değildir. Çünkü Klasik akımda hipotezler, varsayımlar, veriler ve
verilerin değerlendirilmesi özünde aksiyomatik yapıyı doğrulama ya da
yanlışlama için değil, onu meşrulaştırma için kullanılırlar. Meşrulaştırmanın amaç olduğu bir yerde ise, bilimsel araştırmanın aşamaları da doğal
olarak araçsallaştırılmış olur. Bu ise hem Popper hem de Kuhn’un bilim
felsefesinde bulunmayan bir durumdur.
Bütün bu açıklamalardan, klasik akımın bilimsel açıdan özel bir yapı
olduğu öne sürebilir. Çünkü bilimsel
araştırmaların aşamaları olan hipotez, gözlem, veri ve yorum aşamaları burada varsayımsal bir yapıda işlemektedir. Hatta diğer bilim
dallarının aksine, klasik akımda varsayımlar da bilimsel araştırmanın bir
aşamasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Klasik akım incelenirken, her önermesi
kök neden analizine benzer bir kök varsayım
analizine yapılarak değerlendirilmeli ve önermelerin temelindeki varsayımlar açığa çıkartılmalıdır. Bu
durum Klasik analizin bilimden ziyade mantık
biliminin bir uygulamasına benzemesine yol açmaktadır ve bu akım, Öklid geometrisi gibi belirli varsayımlar üzerinde
yükselmektedir. Sonuç olarak Klasik akım ne yanlışlanabilir ne de tüketilebilir
olduğundan bilimsel anlamda tartışılabilir bir kuram olmaktan çok uzaktır.
5.
ORTODOKS VE HETERODOKS İKTISAT
OKULLARINDAKİ TEMEL VARSAYIMLAR VE ELEŞTİREL DEĞERLENDİRMESİ
5. 1. Giriş
Birçok
iktisatçı için Klasik iktisat, kurucusu olan Adam Smith’in Isaac Newton’un Fizik biliminde kurduğu
büyük yapının benzerini
kendisi için örnek alarak çıktığı yolda, bugünkü
yapısına ulaşmış bulunmaktadır. Smith, doğadaki dengenin iktisada yansımasının
“görünmez el” yardımıyla kendiliğinden gerçekleşeceğini iddia etmiştir. Ancak
bu görüş iki açıdan doğruluğu tartışmalı bir konumdadır. İlk olarak bugünün
amoral, ahistorik ve aksiyomatik iktisadının Smith’in iktisadı olduğu
tartışmaya açık bir konudur. Çünkü Smith döneminde iktisat tam bir kesinlikle ahlaktan
ve tarihten bağımsız
bir yapı taşımamakta ve iktisadi denge
konusunda aksiyomatik bir sistemden ziyade, Smith’in, Newton’un Yerçekimi
Kanunu’na benzeyen bir denge var olduğuna dayandırdığı bir inancına
dayanmaktadır. Bugünkü aksiyomatik Klasik akım bu durumu gizleyerek, hem bir
süreklilik olduğu ve bu nedenle de doğru olduğu inancı yaymakta hem de kendini
bu şekilde Newton’a eklemleyerek matematiği kullanmada yaptığı
gibi eleştirilerden uzak bir
yapıya ve bir destek ve savunma hattına kavuşmaktadır.
İkinci bir
konu da bugünkü iktisadın Smith aracılığıyla Newton’a değil de doğrudan
Descartes’e bağlanmasının daha doğru bir yaklaşım
olacağıdır. Newton fiziği her ne
kadar aksiyomatik bir yapıya sahip olsa da olguyla denenmeleri sonucu yerini
büyük oranda Einstein tarafından şekillendirilen çağdaş fiziğe bırakmıştır. Bunun en önemli nedeni, kullandığı yöntemin varsayımsal tümdengelim oluşudur. Bu yöntemle, varsayımlara dayalı ve ilk anda
aksiyomatik olarak görülen bir sistem yaratılsa dahi, bunun olgularla denetlenmesi
(doğrulanması ya da yanlışlanması) her an açık olduğu için bu yapının yıkılması
ve yerine yeni bir yapının
kurulması mümkün olmuştur. Ancak kendini Adam Smith ile başlatan klasik
sistem ise zamanla kapalı bir aksiyomatik sisteme dönüşmüştür. Bu durumun temel
sebebi de kullanılan yöntemin varsayımsal tümdengelimden çok sadece belli
öncüllere bağlı çıkarımlara izin veren tümdengelim olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Klasik sistemin iktisadı
açıklama biçimi Newton’un değil, Descartes’in astronomideki açıklama
yöntemine benzemektedir. Çünkü klasik akım esasında Newton sistemindeki gibi denetlenebilecek hipotezlerden değil,
Descartes’in girdaplar teorisindekine benzer şekilde denenmeden kabullenilen varsayımlardan oluşan bir yapıdır.
Descartes “…gök cisimlerinin hareketini ele alırken matematik metotlar
kullanmamış, daha ziyade bazı felsefe prensiplerinden başlıyarak ortaya bir
kainat sistemi koymuştur…” (Andrade, 1964: 17). Klasik akımın tek farkı bunu
matematiksel bir dile de çevirerek niteliksel değil, niceliksel bir fark
yaratmasıdır. Bu durum belli varsayımlara dayanarak
bir iktisadi açıklama yöntemi kullanan Klasik akıma Newton’un çalışma
biçiminden daha yakındır. Kaldı ki, kendisi ve çalışması hakkında ölümünden
kısa süre önce “ “Dünya beni nasıl görüyor bilmem; ama ben kendimi deniz
kıyısında oynıyan ve şurada burada ötekilerden daha yuvarlak bir çakıl, yahut
ötekilerden daha güzel bir deniz hayvanı kabuğu bulmakla oyalanan bir çocuğa
benzetiyorum.” ”(Andrade, 1964: 93) biçiminde konuşan
birini örnek alınarak
bir aksiyomatik yapının
oluşturulması pek olası görülmemelidir.
Klasik
iktisadın, Smith sonrasında Newton’un tarihsel anlamda öncesinde bulunan
Descartes’e yönelimi bir anlamda aksiyomatikleşerek gerilediğinin ve Lakatoscu
anlamda yozlaşma aşamasına geçtiği
söylenebilir. Bu yozlaşma
ya da geriye gidiş ve Smith’den geri adımla aksiyomatikleşen iktisat,
fizik bilimindeki gibi kesin sonuçlara ulaşma şansına kavuşmuştur. Ancak bu
durumda iktisadın gerçek dünyayla olan bağlantısı çok kısıtlı hale gelmiştir. Bu, sosyal bilim olan iktisadın doğa bilimi olan fiziğin
sonuçları gibi kesin sonuçlar elde etme isteğinin karşısında verdiği doğal bir
bedeldir. İktisat, ancak ve ancak aksiyomatik bir yapıya kavuşunca doğa
bilimlerindeki kesinliğe ulaşabilir. Fakat bu durumda da yaşanan değil
aksiyomatik olarak kurgulanan ve bu nedenle de çok kısıtlı bir dünyada kesinliğe
ulaşır ki böyle bir durumun uygulama dışı yararı bir kenara bırakılırsa
uygulamadaki yararı tartışmalı hale gelir. Buna karşın uygulama dışı yararının,
uygulamadaki yararından bazen çok daha fazla olduğu hatta bazı durumlarda
uygulamayı mümkün kılan tek unsurun da bu uygulama dışı yararı olduğu ilerde
görülecektir.
5. 2. Ortodoks İktisattaki Temel Varsayımlar
Ana akım
iktisadı, özünde varsayımların yarattığı bir yapıda çalışır. Diğer bir
ifadeyle, Ortodoks iktisattaki temel varsayımlar bu dünyaya paralel bir dünya yaratarak burada
çalışma yapılmasını sağlar. Fakat bu yapı aksiyomatik olduğu için, kendi
kendini sürekli doğrulayan ve asla yanlışlanması mümkün olmayan bir dünya
kurar. Klasik akım aslında aksiyomatik yapıyı temelde rasyonellik, tam bilgi,
azalan fayda/artan maliyet varsayımları ile yaratır. Bu varsayımların doğal sonucu olan denge ve zamandan ve mekândan
bağımsız iktisat yasaları birer varsayım değil, ideolojik işlevleri
olan birer sonuçtur.
Esas itibariyle rasyonellik bir olgu, en iyi
denge bir amaç, zamandan ve mekandan
bağımsızlık bir sonuçtur. Fakat bu olgu, amaç ve sonuçlar da yüklendikleri
işlevlere bakılınca aksiyomatik yapıyı oluşturan varsayımlar kadar önemlidir ve
bir anlamda varsayım olarak ele alınıp incelenebilir.
5. 2. 1. Rasyonellik Varsayımı
İktisatta
rasyonellik varsayımı, hem üretici hem de tüketicilerin kâr ve fayda
ençoklaması (maksimizasyonu) yaptığının en kısa ifadesidir. Tüketicilerin fayda ençoklaması yapmasını
doğal sonucu tüketici dengesidir. Üreticiler için kâr ençoklaması ise onlar
için üretim dengesini verir. Fakat hem üreticiler hem de tüketiciler dengeye
yalnızca rasyonel davranarak değil, bunu yanında birçok diğer varsayıma dayanılarak aksiyomatik olarak ulaşırlar. Kuenne‘e göre aksiyomatik olarak tüketici dengesine 5
varsayımın gerçekleşmesi, üretici dengesine ise ancak 10 varsayımın gerçekleşmesiyle ulaşılabilir (Kuenne, 1968). Klasik akımdaki rasyonellik varsayımı belki de
denge ile birlikte en fazla eleştirilmiş ve incelenmiş varsayımdır. Çünkü Klasik iktisadın temel
dayanaklarından biri ve belki de en önemlisi
üretici ve tüketicilerin rasyonel davrandıklarını varsaymasıdır. Bu varsayım
iktisadın aksiyomatik bir yapıya kavuşmadan önce bir inanç halinde olduğu ilk
zamanından beri iktisat yazınında bulunmaktadır ve bir anlamda Smith’i ana
akımın kurucusu yapan şeyin de, rasyonel bireyi iktisada sokmasıdır
denilebilir.
Rasyonel birey iktisat yazınına Smith ile birlikte girse de
rasyonalitenin süreklilik taşıdığını ileri süren Schumpeter, bu düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:
“Rasyonel tutum, insanoğlunun kafasına ekonomik ihtiyaçların baskısı
altında kendini kabul ettirmiştir. Hiç tereddüt etmeden
söyleyebilirim ki, her çeşit mantık
ekonomik bir karar şemasından doğar, ya da çok sevdiğim bir formül
kullanırsam: ekonomik şema, mantığın kalıbıdır… Bu prosedür,
kapitalizme bağlı olmadan,
bağımsız olarak ve ekonomik aktiviteyle direkt ilgi
kurmamış olarak yürümektedir. Şahsi çıkar ve kazanç yönünden de aynı husus
söylenebilir. Kapitalizm öncesi insan, kapitalist insandan daha az çıkarını
düşünmez. Serfler ve feodal senyörler egoist çıkarlarını çok defa fazla sert
biçimde göstermekteydiler. Buna rağmen, kapitalizm tutumda, harekette
rasyonaliteyi geliştirmektedir.” (Schumpeter, 1974: 193-194).
Schumpeter her çağın kendi rasyonalitesi olduğunu, bir başka ifadeyle
rasyonalite kavramı değişmese de rasyonel davranışın zaman ve mekana göre
değiştiğini belirtmektedir.
İktisatta
rasyonellik metodolojik bireycilikle birlikte ele alındığında dengeyi imler:
Rasyonel bireylerden oluşan bir toplulukta üretici ve tüketicilerin rasyonel
davranışının, diğer varsayımlar göz ardı edilerek, en ideal dengeyi yaratacağı varsayılır. Fakat aksiyomatik yapıda temel
varsayımlardan biri olan rasyonellik varsayımının gerçek dünyadaki durumu
dengeye değil dengesizliğe yönelen bir yapı doğurmaktadır. Örneğin: limon
problemi, ahlaki tehlike, asil-vekil problemi hep rasyonelliğin bir sonucudur.
Bunların hiçbirinde insanlar irrasyonel bir davranış içine girmemektedirler
ancak gerçek hayattaki bu rasyonel davranış istenen ideal dengeye ulaşılmasının
önündeki en büyük engeli de beraberinde getirmektedir. Çünkü gerçek hayatta
amoral birey olmadığı gibi zaman da rasyonel davranışın içeriğini değiştirmekte ve ideal bir dengeye
ulaşılsa bile bu dengenin kararsız yani her an dengesizliğe yönelen bir yapıda
olmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, iktisat kuramındaki rasyonel
bireyin gerçek hayattaki
karşılığı toplumsal dengeyi
bir olasılığa indirger. Her zaman bir dengeye ulaşılmasını sağlar ancak
bu denge çoğunlukla en iyi dengeden farklı ve daha etkinsiz bir noktada
gerçekleşir. Çünkü birey açısından ana amaç en iyi denge değil, kâr veya faydasını
ençoklamaktır. Bu
durum Smith ve Schumpeter’de aşağıda yapılan alıntılarda net bir şekilde görünmektedir:
“Kendi öz kârını düşünmesi, bir sermaye sahibine o sermayeyi tarımda veya
sanayide yahut toptan veya perakende ticaretin
özel bir kolunda kullanmaya karar verdirten tek nedendir. Bu çeşitli
yollardan birinde veya ötekinde kullanılmasına göre, o sermayenin harekete
geçirebileceği değişik miktarda üretken emek ve bunun topluluğun toprağıyla
emeğinin yıllık ürününe katacağı
değişik değerler üzerinde sermaye
sahibinin kafa yorduğu olmaz.”
(Smith, 2011: 405- 406).
“ Ekonomik analiz bakımından klasiklerin en belirli
başarısı, ekonomik çalışmanın yalnızca kazanç prensibine dayandığı için mutlaka
tüketicilerin çıkarlarına aykırı düşeceği fikrini çürütmeleri olmuştur…
Bununla birlikte en fazla verim eğilimi ve kazanç avının birbirleriyle
telif edilmez [uzlaştırılmaz] olmadığını görmekle, kazanç avının verim
eğilimine sebep olduğunu belirtmek arasında büyük bir fark vardır. Klasikler bu
ayrılığı giderememişlerdir. Çağdaş analizlerin
ışığı altında, klasik teorinin
yalnızca “sezi” kısmının
değer taşıdığı, teorik
alanda ise iskambil kâğıdından yapılmış bir şatoya benzediği ortaya
çıkmaktadır.” (Schumpeter, 1974: 130-131).
Rasyonel insan
eyleminin amoraliteyle birleşmesinin en önemli sonuçlarından biri iktisadi
olanla ahlaki olan arasındaki bağın kopmasıdır. Ahlaki olandan kopuş yalnız
amoralite ile değil, “pozitif” bir iktisat yaptığını iddia edip, vicdani
değerleri normatif alana hapsetmekle de sağlanmaktadır. Marx bu durumu,
“Kapitalist üretimin manufaktür dönemi boyunca gelişmesiyle birlikte,
Avrupa kamuoyu, utanç ve vicdan denen şeyin son kalıntılarını da yitirmişti…
Liverpool köle ticaretiyle göbek bağlamıştı. Bu, onun ilkel birikim yöntemiydi…
Pamuklu sanayii İngiltere’ye çocuk köleliği getirdiği gibi, Birleşik
Devletler için de, daha önce azçok ataerkil bir nitelik taşıyan kölelik
düzenini, ticari bir sömürü sistemi haline getirmesi için bir dürtü olmuştur
(Marx, 1986: 776).”
şeklinde ifade ederken,
Veblen,
“Rekabete dayalı modern toplumun üyeleri rakiptirler ve vicdandan ne
kadar uzaklarsa o kadar çabuk avantaj
yakalayıp başarıya ulaşırlar. Yani bu birey tipi, koşullar
ona fırsat tanıyorsa diğerlerini açıkça aldatabilir ve hatta [onlara]
zarar verebilir.” (Veblen,
2005: 153).
sözleriyle durumun
normalliğine ve kâr veya fayda ençoklamasının doğal sonucu
olduğuna vurgu yapmaktadır. Bir başka ifadeyle
kâr veya fayda ençoklaması ile
denge arasında hiyerarşik bir ilişki vardır ve bu ilişkide denge rasyonel davranışa göre daha alt basamakta bulunur.
Böyle bir durumda en iyi denge rasyonelliğin doğal sonucu değil, rasyonel
davranışın olası sonuçlarından biri haline gelmektedir.
Klasik akıma
göre rasyonel insan, dengesizliğe ve başkasının zararına ve kendinin olağanüstü
karına yönelik bir harekette bulunsa bile bunun cezasını ilerde çekebileceği
için buna yönelmez. Bu düşüncenin gerisinde bir tür ölümsüz insan varsayımı
yatmaktadır. Keynes’in “uzun vadede hepimiz öleceğiz.” sözü belki de bu durumun gerçek dünyada bir karşılığı olmadığının en iyi ifadesidir. Bu adeta ölümsüz bireyin
gerçek hayatta karşılığının olmaması elde edilen sonuçlarda
niteliksel değişmelere yol açar. Çünkü ölümsüz ve ölümlü insanı davranışı
birbirinden farklı olduğundan sonuçları da farklı olarak ortaya çıkar. Bu durum
en iyi oyun teorisinde görülebilir. Adeta ölümsüz ve uzun vadede yaşayan biri
için sonsuz sayıda adımı düşünerek hareket etmesi ve yapacağı bir şeyin
karşılığını eninde sonunda alacağını
düşünmesine rağmen, ölümlü bir insan sanki kesikli veya birkaç adımlık bir oyun
teorisindeki gibi hareket eder ve atacağı adımın yakın zamanda karşılığının olmadığını görür ya da hissederse o adımı atıp alacağından fazlasını alarak oyundan çıkabilir. Bu
durum ise yukarıda bahsettiğimiz fizik ile iktisat arasındaki durumun bir
uzantısını doğurmaktadır: nasıl ki iktisat fizikteki kadar kesin sonuçlara ulaşmak
için aksiyomatik bir yapı kurma bedelini ödemişse,
bu aksiyomatik yapıyı korumak için de rasyonellik tanımında yaşanan
dünyaya uygun değişikliklere gitmeye yanaşmayarak yaşanan gerçekleri
açıklayamama pahasına kendi aksiyomatik
dünyasına sıkışıp kalmayı
yeğlemektedir (İktisattaki çeşitli rasyonel davranış kuramları üzerine
karşılaştırmalı bir çalışma
için bkz. Görün, 1984). Diğer bir ifadeyle bu kısıtlı rasyonellik aksiyomatik yapının
bütünlüğünü çok iyi sağlamak pahasına
gerçeklerden uzaklaşmıştır ve uzaklaşmaya devam etmektedir.
5. 2. 2. Tam Bilgi
Varsayımı
İktisatta tam bilgi varsayımı
iki temel varsayımı
da içinde barındırmaktadır. İlk olarak tam bilgi
varsayımı aslında tam bilgiyi tam işleme varsayımını içerir. Tam bilgiye sahip
olmak, aynı zamanda içkin olarak
bu bilgiye dayanılarak yapılabilecek
her türlü çıkarımı da yapabilme gücüne sahip bireyi ima eder. İkinci
olarak tam bilgi varsayımı zamandan bağımsız ele alındığı için statik
beklentiler sahip bireyleri varsayar. Diğer bir ifadeyle tam bilgi geleceği
mükemmel bir şekilde görmeyi de içerdiği için beklentilerin bir anlamı olmaz,
çünkü beklenti ile bilgi her zaman tam olarak örtüşür. Veblen “ zevk ve
meşakkati şimşek hızıyla bir hesap makinesine, mutluluk arzusu dürtüsünün
oradan buraya sürüklediği mütecanis bir sıvı küresi”ne (Karacan, 1980: 46)
benzettiği rasyonel bireyi sadece rasyonelliği ile değil yukarda belirtilen tam
bilgi varsayımıyla da birlikte belirtmesi, aslında tam bilgi varsayımının
rasyonellik varsayımına, tam bilgiyi işleme varsayımının da tam bilgi varsayımına içkin olduğunun bir göstergesidir.
Galbraith, tam bilgi varsayımı konusunda şu eleştiriyi
getirmektedir:
“İktisadi bilgi gerçekten kusursuz olsaydı, sosyalist olmayan dünyadaki
iktisadi sistem mevcut durumuyla ayakta kalamazdı. Herhangi bir ücretler, faiz
oranları, mal fiyatları, farklı firma ve sanayilerin performansı, hisse senedi
ve tahvillerin fiyatlarına ilişkin ne olacağını kesinlikle ve tam olarak
bilebilseydi, böyle aziz biri bilgisini başkasına vermez ya da
satmazdı; bunu yapmak yerine bu bilgiyi kendisi için kullanırdı ve bir
belirsizlikler dünyasında tekelinde tuttuğu belirlilik muazzam kârlı olurdu.
Böyle bir bilgi karşısında herkes yenilgiye uğrarken, o, çok geçmeden
bütün el değiştirilebilen malların
sahibi olurdu. Sosyalizm
böyle bir düşünceyi yok eder. Aslında, modern iktisadi sistem, onun geleceğini
okuyanlara ait çalışmaların mükemmelliği nedeniyle değil, onların hata
yapacaklarına yönelik büyük güvenden dolayı ayakta kalır.” (Galbraith, 2004:
14)
Tam bilgi varsayımı da rasyonellik varsayımı gibi eleştirilere uğramış ve
hem bilginin bir maliyeti olduğu hem de eksik bilgi temelli davranışların gerçek hayatı daha iyi açıkladığı ileri
sürülmüştür. Karl Marx bile Kapital’de bir dipnot olarak “Burjuva toplumunda,
her insanın alıcı olarak, ansiklopedik meta bilgisine sahip olduğu yolunda ekonomik bir fictio juris (varsayım-ç.) egemendir”
(Marx, 1986: 50) diyerek hem bu varsayımın önemini hem de ne kadar eski bir
varsayım olduğunu göstermiştir. Galbraith’e göre çoğu durumda, “İnsanlar
arasında bilgiden ya da bilgi eksikliğinden bile değil ama bilmediği şeyi
bildiğini sanmaktan doğan bir ilişki biçimi” (Galbraith, 2009: 90) varlığını
sürdürse de Klasik akım, daha önceki rasyonellik
varsayımında olduğu gibi aksiyomatik yapıyı korumak uğruna, gerçek hayattaki
esas durum olan eksik bilgi temelli iktisadi davranışları kuramdan sürekli uzak tutmaya çalışmıştır. Böylece de, aksiyomatik
yapının korunması açıklama
gücünden feragat etmeyle
sağlanabilmiştir. Son olarak
bu başlık altında
rasyonellik ile tam bilgi ilişkisine değinmek gerekir. Yukarıda
Galbraith’ten yapılan alıntıda da görüldüğü gibi, rasyonel bireyin tam bilgiyi
istemesi sadece kendisi içindir. Bunun temel
nedeni de eksik bilgi tam bilgi dengesizliğinden yararlanmak istemesidir.
Böyle bir durumda, normalüstü bir kâr ya
da gelir elde eder ki, bu durum,
rasyonelliğin yalnız en iyi dengeyi değil, tam bilgiyi de kendi çıkarına uygun
şekilde dışladığının en iyi göstergesi olur. Varsayımların hiyerarşisi içinde rasyonellik,
yalnız en iyi dengenin değil tam bilginin de üzerinde bir konumdadır. Bu nedenle
rasyonel bireylerin oluşturduğu bir toplumda yalnız en iyi denge değil, herkes için tam bilgiye sahip olmak ta bir
olasılıktır.
5. 2. 3. İçsellik—Dışsallık Varsayımı
İktisadi
çözümlemede bir değişkenin içsel ya da dışsal alınması ilk başta rasyonellik ve
tam bilgi gibi açık birer varsayım olarak görülmese de yerine getirdiği işlevle
birlikte düşünüldüğü zaman işlevleri açısından Klasik akımda birer varsayım
oldukları görülebilir. Çünkü bir değişkeni
içsel ya da dışsal almak aksiyomatik
yapının korunmasında önemli rol oynar.
İktisadi incelemelerde bazı değişkenlerin içsel bazılarının dışsal kabul
edilmesi iki şekilde sağlanmaktadır. İlk olarak ceteris paribus yani diğer
bütün değişkenler sabit kabul edilerek kısmi analiz yapılmakta ve bundan elde
edilen çözümler sonra tekrar bir araya getirilmektedir. Üretici ve tüketici
teorisindeki uygulama buna en iyi örneği oluşturmaktadır. Böylece
aslında olgusal değil mantıksal doğrulara ulaşılmaktadır. Bu durumda
da yanlışlama zor hatta imkânsız
hale gelmektedir. İkinci olarak da sistemin dengesini korumak için sistemde dengesizlik yaratan şeyler dışsal kabul
edilerek dengenin korunması sağlanmış olur. Klasik akım aksiyomatik yapısını
bozabilecek her türlü değişkeni ya dışsal ya da normatif olarak adlandırmakta
ve sistemini bu değişkenleri böyle tanımlandırarak sürdürmektedir.
Klasik akımın dışsal olarak ele aldığı en önemli iktisadi büyüklük
para arzıdır. Para arzının dışsal kabul edilmesi hem sistemin aksiyomatik olarak
dengesinin bozulmasını önler hem de klasik aksiyomatik sistemin aslında
bir reel analiz yöntemi olmasının bir
sonucudur. Klasik analiz özünde bir
reel analiz olduğu, yani reel iktisadi
büyüklüklerin sadece reel iktisadi değişkenlerle değiştirilebileceği ön kabulünden hareket ettiği için, parayı
uzun süre iktisadi olaylarda adeta bir etkisiz eleman, tül gibi görme eğiliminde olmuştur.
Ancak zamanla paranın
iktisatta oynadığı rol reel değişkenleri etkileyecek boyutlara ulaşınca, parayı bu defa da
etkisiz eleman haline getirmek için onu dışsal olarak ele almaya ve para
otoritelerinin reel değişkenleri etkilemeyecek şekilde kullanılması gerektiği
öne sürülmüştür.
Klasik akımın
bir başka dışsal değişkeni olan devletin de içsel ya da dışsal alınması
sonuçları değiştiren bir varsayımdır. Klasik akıma göre devlet, iktisadi
olayların gelişimine etkide bulunmayan, daha doğrusu bulunmaması gereken ve
para gibi sadece bir tül görevi yapan siyasal bir kurumdur. Ancak Marx’ın “BURJUVA ekonomisi sistemini şu sırayla
inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret,
dünya pazarı.” (Marx, 1970: 21)
sözlerinde devletin artık dışsal değil içsel bir değişken olarak görüldüğü
varsayılmaktadır. Devleti iktisadi anlamda içsel olarak görmek ya da iktisadın
içinde incelemeye tabi tutmak dengenin bu değişkene göre yeniden kurulmasına
yol açar.
Klasik
iktisat, sürekli bir denge inanci üzerinde yükseldiği için krizleri de dışsal almakta ve bir anlamda da
geçici bir süreç olarak görmektedir. Marx, kapitalizmin krizlerini içsel alıp
bunların sistemin sonunu getireceğini öne sürerken, Schumpeter için de içsel
olan bu krizler sistemin sonunu getirmekten ziyade sistemi sürekli zinde tutan
ve geliştiren olgular olarak ele amaktadır;
“Gözönünde tutulması gerekli esas nokta, kapitalizmden bahsettiğimiz
zaman bir gelişim olayından söz açtığımızdır… Kapitalizm…, kendine özgü
özelliği yüzünden ekonomik bir değişim metodu ya
da tipidir ve durgun bir durum göstermez
hiçbir zaman da gösteremez. Oysa kapitalizmin bu gelişimci niteliği, yalnızca,
ekonomik hayatın daima değişen bir ekonomik ve sosyal ortam içinde akmasından
ve değişmelerin ekonomik aksiyonun verilerini de değiştirmesinden ileri
gelmektedir. Şüphesiz adı geçen faktör önemlidir ve savaşlar, ihtilaller gibi
unsurlar sık sık endüstriyel değişimlere sebep olmaktadırlar, ama bütün bunlar
harekete geçirici birer motör niteliği taşımazlar. Rejimin gelişimci niteliği, nüfusun otomatik olarak artmasına, sermayenin aynı şekilde çoğalmasına ya da para sistemlerinin
“kaprislerine de bağlı değildir. Bu faktörler de ilk sebepleri değil, şartları teşkil ederler. Kapitalist mekanizmayı çalıştıran ve çalışmasını devam ettiren; yeni
tüketim maddeleri, yeni üretim metodları, yeni pazarlar,
yeni endüstriyel örgütlenmelerin tipleri, çeşitleridir ve bütün bunlar
kapitalist teşebbüs tarafından yaratılmışlardır… Yeni milli pazarların ya da dış piyasaların
açılması; el sanatları atelyelerinden, yoğun ve büyük işletmelere geçiş…
kapitalist sistemi durmadan, yorulmadan içinden bir ihtilal, yenilenme
havasında tutmakta; bütün bu elemanlar, gene devamlı olarak eski faktörleri yok
etmekte, yenilerini yaratmaktadır. Bu “Yaratıcı
yıkım gelişimi” kapitalizmin esas temelidir, ister istemez her kapitalist
teşebbüs er geç bu gelişime uymak zorundadır.” (Schumpeter, 1974: 139- 141).
Klasik akım ceteris paribus varsayımını bazı hallerde üstü örtülü olarak,
biraz farklı bir manada kullandığı da olmaktadır. Böyle durumlarda kısmi analiz
yapmak yerine, genel bir analizde ya da karşılatırmalarda diğer bütün değişkenleri sabit alması istenen sonuçların eldesini sağlamakta ancak
olgusal anlamda sorunlar doğmasına neden olmaktadır. Bu konuda iki örnek
durumun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. İlk olarak tekel ile tam rekabet
piyasalarının karşılaştırılması esnasında karşılaşılan zorluk, daha sonra da
etkin talep sorunu ele alınacaktır.
“Basit ve ayrımcı monopol teorisi, sınır durumlar dışında, monopol
fiyatının rakip fiyattan daha
yüksek; monopol üretimin, rakip üretimden daha az olduğunu göstermektedir. Bu sonuçlar ancak her iki halde de üretim metodları ve örgütlenmesinin aynı
olması şartıyla doğru sayılabilir.
Gerçekten de, birçok dağınık işletmeye uygun olmayan bazı metodlar monopol
seviyesinde çok avantajlıdır. Oysa bu durumda “monopol fiyatı daha yüksek,
üretimi daha düşük” formülü gerçek
olmaktan çıkmaktadır. Başka bir deyişle,
rakip durumda bulunan firmalar, monopolün sahip olduğu şartlara sahip olsalardı,
fiyat ve üretim seviyeleri çok
daha farklı olurdu.” (Schumpeter, 1974: 162- 163).
“Klasiklerdeki ücretleri düşürerek ürün fiyatını azaltıp tüketimi
arttırmak ücret düşüşlerinin talebi etkilemeyeceğini üstü örtülü olarak
varsaymaktadır.” (Keynes, 2008: 221-
222)
Yukardaki her iki durumda da istenen sonuç kuramda elde edilmiş olsa da
uygulama ile tam bir tutarlılık göstermemektedir.
Klasik
anlayışın dışsal aldığı en önemli olgulardan birisi de iktisattaki katılıklar (rijidite) konusudur. Bu anlayışa göre katılıklar dışsaldır
ve bu nedenle, en iyi dengeye ulaşılamamasının tek nedeni
iktisat dışı etkenlerin iktisadın işleyişine müdahale etmeleridir. Böyle bir
düşüncenin en önemli nedeninin de kuramdaki tutarlılığı sağlama güdüsü olduğu söylenebilir. Çünkü bir malın mülkiyetinin ona sahip olmayanları dışlaması gibi, rasyonelliğin de tam bilgiyi
ve dolayısıyla en iyi
dengeyi dışladığı görüldüğü takdirde kuramda büyük bir değişikliğe gitmek
gerekecektir. Tüketici veya üretici, işçi ya da sermaye sahibinin güç isteği,
tekeller, sendikalar, ücret ve fiyat katılıkları gibi olgular dışsal değil
içseldir. Çünkü rasyonel davranışın bir gereğidir. Bu olguların optium dengeye
ulaşmada birer engel olmaları, dışsal kabul edilmesi
için gerek şart olmasına karşın yeter şart değildir. Bu katılıkların dışsal olabilmesi için
gerek şart, hiyerarşinin en tepesinde bulunan rasyonelliğe aykırı olmalarıdır.
Rasyonel davranış bu katılıklara yol açtığı sürece bunları dışsal almak, sadece
ideolojik bir bakışın, önyargıların ve üstü örtülmesi gereken bazı iktisadi
olguların varlığının göstergesi olur.
Görüldüğü üzere Klasik iktisat
sistemi bozabilecek etkenleri
dışsal ve bazen de normatif olarak varsayıp sistem
dışında tutmuş ve aksiyomatik sistemin devamını ancak böyle sağlayabilmiştir.
Ancak burada unutulmaması gereken şey dışsal bir değişkeni daha büyük ya da
daha küçük bir modelde içsel hale getirmenin ya da bunu içsel bir değişken için
yapmanın ulaşılacak sonuçta nitelik bakımından değişikliklere yol açacağıdır. İktisattaki
okulları birbirinden ayıran önemli ölçütlerden biri de birbirinden çok farklı
değişkenlerle çözümleme yapmak yerine bir okulun içsel/dışsal olarak ele aldığı
bir değişkeni diğer bir okulun dışsal/içsel olarak ele alıp farklı sonuçlara
ulaşmasıdır. Örneğin Keynes’in, beklentileri dışsal kabul ederek yatırım
tasarruf dengesini aksiyomatik ve mantıksal bir doğrudan bir ihtimal düzeyine
indirgemesi bir değişkeni içsel ya da dışsal olarak kabul etmenin ne kadar
farklı sonuçlara kapı açacağının en iyi örneklerinden birisidir.
5. 2. 4. Dengenin Varlığı Varsayımı
İktisatçılar
için denge, hedeflenen bir noktaya yönelmek ya da bu noktada kararlı bir halde
durmaktır. Denge klasik iktisatta doğrudan bir varsayım olmaktan ziyade, yapılan
varsayımların sonucunda ulaşılmak
istenen bir amaç ve bu yönüyle
de bir tür dolaylı varsayımdır. Dengeyi varsayım haline getiren diğer
varsayımların varlığı değil, bu varsayımların oluşturduğu aksiyomatik bir sistemde
oluşan bir sonuca bu adın
verilmesidir. Ancak burada önemli olan dengenin bir varsayım olarak ele alınıp alınmaması değil,
elde edilen bu dengenin iktisattaki işlevidir. Klasik
iktisatta denge gerisindeki öznel ve çok kısıtlı varsayımlar bir yana bırakılarak
nesnel bir sonuç olarak görülür. Bu yönüyle dengenin varlığı eşitlik kavramının
normatif bir kavram haline gelmesine yol açar. Çünkü denge aslında eşitliği de
içkin olarak barındırdığı iddiasını taşır. Bu durumda da diğer her tür eşitlik
talebi öznel bir değer taşıdığı inancıyla görmezden gelinerek aksiyomatik
sistemin dışında tutulur.
Dengenin
yapılan her şeye bir meşruiyet getirmesi ve bir nesnel gerçek olarak sunulup
karşısına da eşitliğin öznel bir gerçek diye konumlanması, dengenin toplumdaki iktisadi
eşitlik arayışına yönelik
bir engelleme aracı olarak
kullanılmasına yol açmıştır. Bu açıdan
bakıldığında dengenin, kendi
dışındaki her türlü eşitlik ve adalet
arayışlarına karşı ideolojik bir kavram olarak kullanılması onun en önemli işlevidir. Bu nedenle denge,
iktisatta rasyonellikle birlikte en önemli iki temel varsayımdır denilebilir.
Klasik aksiyomatik sistemde denge, denge fiyatı, tam istihdam ve böylece de
iktisadi kaynakların tam kullanımı sağlar.
Klasik akımın
bu denge kavramına karşı gerçek hayatta böyle bir dengenin oluşamayacağına
yönelik eleştiriler dillendirilmiş ve dengesizlik temelleri iktisadi
yaklaşımlar gündeme gelmiştir. Örneğin Schumpeter, “Esas itibariyle kapitalist
ekonomi statik değildir ve olamaz, ne de düzenli bir gelişme göstermektedir.”
(Schumpeter, 1974: 64) diyerek bir anlamda statik dengenin aranmasına karşı çıkmışsa da denge arayışı Klasik akımın temel
düsturlarından biri olmaya devam etmektedir. Ancak dengenin asıl işlevi gerçek
hayatta değil aksiyomatik sistemdeki bütünlüğü sağlamak olduğu için rasyonellik
ve tam bilgi varsayımlarında olduğu gibi gerçekten uzaklaşma pahasına bu
dolaylı varsayım korunmaya devam etmiş ve etmektedir. Çünkü Klasik iktisatta denge, rasyonellik kadar belki bundan da önemli bir varsayımın doğru kabul edilmesiyle elde
edilen bir sonuçtur. Bu varsayım
üretim ve tüketim dengesinde kendini iki farklı şekilde gösterir:
üreticiler için artan marjinal maliyetler, tüketiciler açısından ise azalan
marjinal fayda varsayımlarıdır. Rasyonel tüketiciyi dengeye getiren şey sadece
onun rasyonel olması değil, aynı zamanda bir üründen elde ettiği marjinal faydanın
her ek bir birimde
azalmasıdır. Bu durum olgusal anlamda da doğrudur.
Ayrıca artan marjinal fayda bir üründe fiyatın üst sınırını olanaksız hale getirir. Ancak üretimdeki artan marjinal maliyetler varsayımı
tam anlamıyla olgularla doğrulanmamaktadır. Üretimde artan marjinal
maliyet varsayımı, dengeyi üretim açısından sağlamakla kalmaz aynı zamanda
piyasada çok sayıda firmanın var olmasını ve tam rekabet piyasasının sürekli
varlığını sağlayan bir sigorta işlevi görür. Ayrıca tüketimdeki marjinal fayda varsayımı
nasıl ürün fiyatı için bir üst sınır getiriyorsa,
üretimde artan marjinal maliyet varsayımı da aynı ürün fiyatında bir alt sınır
getirilmesini sağlamaktadır. Bu varsayımın doğru olmaması doğrudan doğruya tam
rekabet piyasasının var olmamasına da yol açar. O nedenle aksiyomatik sistemi
koruma pahasına olgularla çelişse dahi bu varsayım korunmaya devam edilmiştir. Bu varsayımın doğruluğunda kuşkuya götüren etken gelişen
bilim ve teknolojinin herhangi bir sektörde artan maliyetli üretimi sabit ya da
azalan maliyetli bir üretime
dönüştürüp dönüştüremeyeceği sorusudur. Bu soruya verilebilecek olumlu yanıtın
koşulu ise o sektörde artan maliyetle yapılan
üretimi daha düşük maliyetli yeni bir emek/sermaye oranıyla yapılıp
yapılamayacağında saklıdır. Eğer bu başarılırsa artan yerine azalan maliyetli
bir üretime geçilmesi mümkün hale
gelmektedir. Böyle bir durumda ise hem ürün fiyatı rekabetle azalabilmekte hem de firmalar
üretim kapasitesi açısından
tam rekabetteki üreticilerin
üstünde bir üretim ve böylece de piyasada bir ekonomik güç haline
gelmektedirler. Böyle bir durumda artık tam rekabetten ya da tam rekabete yönelmekten çok eksik rekabetli
piyasalardan söz edilebilir. Klasik akım bu durumu göz önünden uzak tutmak için
denge ile rasyonellik arasında adeta doğrudan bir bağ varmış gibi davranmakta
ve artan marjinal maliyet varsayımını şöyle bir üstünkörü ifade ederek adeta
önemsiz ve sonucu değiştirmeyen bir ayrıntı gibi göstermeye çalışmaktadır. Ancak burada da rasyonellik ile denge arasındaki ilişkiye daha yakından
bakmak gerekmektedir. Tam bilgi varsayımında olduğu gibi, dengede de
rasyonellik en iyiyi sağlama konusunda içsel bir zorlamayla karşılaşmaz. Çünkü
rasyonel davranış kâr veya fayda ençoklamasına insanı zorlasa da, ne tam
bilgiye ne de en iyi dengeye
ulaşmaya kendiliğinden götürmez. Yani rasyonellik ile en iyi dengenin çakışması
ancak eğrinin doğruya denk gelmesiyle olur. Rasyonel birey tam bilgiyi kendi
dışındakilerden uzaklaştırarak bir mülk haline getirmeye, böylece de bu
mülkiyeti diğer mülkiyetleri gibi kendi kullanımına ayırarak kendinden başka
herkesi dışta tutmaya çalışır. Bunun
doğal sonucu da dengenin en iyide değil, tam bilgiye sahip rasyonel bireyin kârını
veya faydasını en çok yapan noktada oluşmasıdır. Bir
başka ifadeyle rasyonellik dengeyi sağlar ancak en iyiyi değil, kendine
en uygununu seçmeye çalışır. Bu durumda denge yalnız iktisâdi
değil, bir güçler mücadelesi
sonucu oluşan noktanın adı olur. Bu nedenle her anlamlı bilgi ve güç
değişiminde denge de sürekli değişir.
5. 2. 5. Zamandan
ve Mekândan Bağımsızlık Varsayımı
İktisadi
kuramların bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli olduğu iddiası da denge
kavramı gibi dolaylı bir varsayımdır. Çünkü zamandan ve mekândan bağımsız
rasyonel bireylerin, tam bilgi varsayımı altındaki her türlü davranışı hem
zamanı hem de mekânı aşan bir nitelik taşır. Ancak denge gibi zamandan ve
mekândan bağımsız iktisadi yasaların da iktisat dışında iki temel normatif ve ideolojik
işlevi bulunmaktadır.
İlk olarak zaman
ve mekândan bağımsız bir yasa kavramı, zaman ve mekâna göre değişen yasaları
daha alt düzeyde görmeye yol açar. Bir başka deyişle olguları daha iyi açıklasa
da zamana ve mekâna göre değişen bir yasa tam bir yasa gibi görülmeme
eğilimiyle karşı karşıya kalır. Çünkü zaman ve mekân üstü yasaların olduğu yerde zamana ve mekâna bağlı
yasalar ancak bunların daha altında bir yerde konumlandırılabilir. Ancak Klasik
akım zamandan ve mekândan azade bu yasaları belirli varsayımlar altında
olguların sınamasına başvurmaya gerek görmeden aksiyomatik bir sistem içinde
elde ettiğini gözden kaçırdığı sürece bu imgeyi sürdürebilir. Çünkü bu tür bir
yasa, ancak böyle elde edilip bu sistem korunarak sürdürülebilir.
İkinci olarak da böyle bir yasaların
varlığı Klasik sistemin
uygulamadaki yüzü olan piyasa kapitalizminin de zaman ve mekân üstü
olduğu izlenimin yaratmaktadır. Piyasanın bir kurum olduğu ve diğer bütün kurumlar
gibi zaman içinde insanların
karşılıklı etkileşimiyle evrilerek bugüne geldiği gerçeği bu şekilde örtülmeye çalışılmaktadır. Böylece bir kurum olarak
piyasa zamanı ve mekânı aşan bir
nitelik kazanır. Bu durum ise piyasanın ideolojik olarak desteklenmesine yol
açmaktadır. Klasik akım,
yasalarının zamandan ve mekândan bağımsızlığı iddiasını
kullandığı temel varsayımlara dayandırdığını gizlediği gibi, bu sonucun
piyasayı destekleyen normatif bir nitelik taşıdığını da gizleyerek sonucu nesnel bir sonuç
olarak sunmaya çalışmaktadır.
5. 2. 6. Bir Üst Varsayım
Olarak Tam Rekabet Piyasası Varsayımı
Bugünkü Klasik akım, genel olarak tam rekabet ortamı
denilen varsayımsal bir
piyasadan hareket eder. Bu durum aslında iktisatta aksiyomatikleşmenin bir
sonucudur. Çünkü Adam Smith ile başlayan ve Klasik Akım olarak ele alınan ilk
dönemde serbest piyasa kavramı
kullanılırken, Neoklasik Akım olarak
ikinci dönemine karşı gelen yeni
dönemde serbest piyasa, aksiyomatik sistemin gereklerine uygun olacak şekilde
belirli varsayımlara dayanılarak tam rekabet piyasası denilen hayali bir piyasaya
yerini bırakmıştır. Bu nedenle tam rekabet ortamı
da rasyonellik ve tam bilgi
gibi bir varsayım olmasına rağmen onlardan farklı olarak özünde bir üst
varsayımdır. Çünkü bu varsayım aslında yapılan diğer bazı varsayımlar sonucu
elde edilen bir varsayımdır. Tam rekabet ortamının
önemi Klasik iktisat
için tartışmasızdır: denge ancak ve ancak tam rekabet ortamında
sağlanınca hem doğru fiyat olan denge
fiyatı oluşuyor hem de üretici ve tüketici artığı maksimum olup herhangi bir
etkinsizlik söz konusu olmamaktadır. Bu nedenle,
“Ne Marshall, ne
Wicksell, ne de Klasikler mükemmel rekabetin istisna olduğunu kabul
etmişlerdir… Tam rekabetin gerçekleşmesi için gerekli şartlar daha yakından
araştırılırsa… ortak tarımsal üretim bir yana bırakılırsa mükemmel rekabetin
uygulama sınırları çok dardır.” (Schumpeter, 1974: 134).
Tam rekabet piyasasının gerçekleşmesi için rasyonel üretici ve tüketici,
tam bilgi varsayımlarının yanında kendine özel dört varsayımı daha vardır. Bunlar üretici ve tüketicilerin fiyat alıcı olduğu, piyasada çok sayıda alıcı
ve satıcının bulunduğu, piyasadaki malın homojen olduğu ve bunlara ek olarak da
piyasanın denge fiyatından alışverişe başlamasını sağlayan
bir Walrascı mezatçı
olduğu varsayılır. Bu varsayımlar altında dengede başlayan
işlemler sürekli bir denge içinde devam eder ve dengesizlik durumunda da
dengeye yönelen bir yapı oluşur. Diğer bir anlatımla, bu varsayımlar altında
tam rekabet piyasasında hem sürekli bir dengeden söz edilebilir
hem de bir dengesizlik durumunda dengeye yönelme eğilimi yani kararlı bir
denge yapısı taşır. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi bu varsayımlardan
sadece birincisinin gerçek hayatta tam bir karşılığı görülmektedir. Piyasada
çok sayıda alıcı bulunur ancak artan marjinal maliyet varsayımının sağlanmadığı
yerlerde çok sayıda firma bulmak olası değildir. Bu durumda da tam rekabetten tekelci rekabet, oligopol ya da tekel piyasalarına doğru bir kayma olur ve denge de bu yeni piyasalarda
ulaşılan dengeye karşılık gelir. Ayrıca tam rekabetin en önemli şartlarından
biri olan homojen ürün varsayımı da
gittikçe gerçekle tutarsız bir hale gelmektedir. Rasyonel
bir üretici için farklılaştırılmış ya da farklılaştırıldığı yanılsaması
yaratılmış bir mal üretmek homojen mal
üretmekten her zaman daha fazla gelir getireceği konusu belirsiz olsa da, ürettiği malın o
piyasada kendine bir güç sağladığı kesindir. Bu iktisadi güçle de zamanla gelirini tam rekabetteki gelirinin
ütüne çıkarması daha olası hale gelir. Bu nedenle homojen ürünlerin olmadığı
günümüzde tam rekabetten çok eksik rekabet piyasalarının görülmesi normal
karşılanması gereken bir durumdur. Bu durum da aslında rasyonel davranışın
doğal sonucudur. Rasyonellik, tam bilgiyi dışladığı için tam rekabeti de ister
istemez dışlamaktadır. Nasıl ki esneksizlik ya da katılıklar rasyonelliğin
sonucu olduğu için dışsal değil içsel ise, tam bilginin dışlanması da kuramda değil ancak uygulamada eksik rekabeti
dışsal değil, içsel bir sonuç haline getirmektedir. Walrascı mezatçı ise, sırf
aksiyomatik sistemi tutarlı kılmak ve zaman kavramını
sisteme dâhil etmemek
için yaratılmış hayali bir
kişiliktir. Çünkü mezatçının olmadığı bir alışverişte, ilk anda ortaya çıkan
bir dengesizlik bir tarafa avantaj sağlayıp onu bir iktisadi güç haline
getirerek dengeden sapmış bir fiyat-miktar sonucuna yol açabilir. Bütün bu
varsayımların aynı anda gerçekleşmesi ile elde edilen tam rekabet dengesi ve en
etkin fiyatı, gerçek hayatta Bertrand modeliyle elde etmek de bir o kadar olası
kolay görünmektedir. Çünkü iki firmalı bir fiyat modeli olan Bertrand modelinde
sadece homojen mal varsayımı
vardır ve fiyat da tam rekabetteki gibi marjinal maliyetin marjinal gelire eşit
olduğu noktada oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında denge ve etkin fiyat,
sadece hayali bir tam rekabet piyasasında değil, bir başka hayali ama tam
rekabetin olmadığı oligopol piyasasında da sağlanabilir. Bunlar arasındaki
seçim ise aynı sonuca götürdüğü için artık iktisadi değil, politik bir tercih
haline gelmektedir.
5.3.
Ortodoks ve Heterodoks
İktisat Okullarındaki Temel Varsayımların Oluşumu, İşlevi ve
Karşılaştırılmaları
Doğa bilimleri
ile sosyal bilimleri
birbirinden ayıran özelliklerden biri de, doğa
bilimlerindeki bilgilere nazaran sosyal bilimlerdeki bilgilerin daha az kesin
ve görece olması dolayısıyla, sosyal bilimlerde bir ortodoks-heterodoks anlayış ayrımına gidilebilmesidir. Her
ikisi de Yunanca olan bu kavramlardan, Ortodoks doğru, düzgün anlamına gelen
"orthos" ve "öğreti, düşünce" anlamındaki doxa sözcüklerinin birleşiminden oluşup doğru görüş, inanç ve ana akım anlamına
gelirken; heterodoks sözcüğü
ise "farklı" anlamına
gelen heteros ile "öğreti, düşünce" anlamındaki doxa sözcüklerinden oluşur ve ana
akımdan sapmış olan anlamına gelir. Heterodoks akımlar genelde sosyal bilim
dallarında bir anlayışın çok baskın olduğu durumlarda ortaya çıkarlar. Başka
bir ifadeyle sosyal bilimlerde heterodoksi o
bilim dalında bir paradigmal anlayışın varlığıyla ilgili bir durumdur.
Heterodoks kavramı her ne kadar sosyal bilimlere ilişkin ise de aslında
sosyal bilimlerin iki dalında
kullanılmaktadır: iktisat ve din. Belki de bunun temel sebebi her iki alanda da bir paradigma
olarak ortodoks anlayışların var olabilme koşullarının bulunmasıdır. Din
açısından inanç esas olduğu için, bir ortodoks anlayışın varlığı her zaman
olagelmiş ve artık doğal kabul edilen bir anlayıştır. Ancak iktisat gibi tarihi üç asrı bile
geçmeyen bir bilim dalında
ortodoks bir anlayışın gelişmesi iktisadın başka bir yüzünün de olduğunu
gösterir. İktisadın bir ortodoksisi olması ve bunun da Klasik iktisat oluşunun
en önemli sebeplerinden biri iktisatta uygulama ile kuram arasındaki görülmez
bağlardır. Klasik iktisat piyasayı ve kapitalizmi meşrulaştırırken piyasadaki
aktörler ve kapitalizmin temellerini oluşturan üretici kesim de piyasayı
gçrünüşte kuramdaki biçime getirmek için çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle,
hiçbir sosyal bilimde olmayıp sadece dinde olan bir olgu ekonomide olmakta ve
ortodoks akımın kuramcıları ile uygulayıcıları el ele verip uygulamayla kuramı
birbirine yaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunun en önemli sebebi de bu
alanlardaki değişimin bütün insanları aynı düzeyde etkilemeyeceği gerçeğinde
saklıdır. Örneğin fizikte Newtoncu paradigmadan Einsteincı paradigmaya geçiş
eğer bir etki yaratmışsa ortalama olarak herkesi aynı düzeyde etkilemiştir. Ancak hem dinde hem de
ekonomide bir ortodoks anlayışın yıkılıp yerine başka birinin geçmesinin
etkileri herkese eşit düzeyde yansımaz. Çünkü bu alanlar yalnızca bilimin
değil, gücün de içinde bulunduğu alanlardır
ve paradigmanın değişimiyle birlikte güç
de el değiştirir ve böylece kazanan
ve kaybedenlerin olduğu bir sonuç ortaya çıkar. Bu biçimde bakıldığında
heterodoks akımlar, değişimlerin sonuçlarının dengesiz dağılım gösterdiği alanların
yarattığı doğal bir sonuçtur.
İktisattaki
heterodoks okullardan önce bunlara yol açan ortodoks akımların gelişimi ve
temel varsayımları üzerinde durmak
gerekir. Bu çalışma çerçevesinde tarihi anlamda uygulanma denemesi
olmuş ortodoks ve heterodoks akımlar
ve bunlara ek olarak Kurumsalcı akım ele alınacaktır.
5. 3. 1. Klasik
Akım
Ortodoks iktisat, Adam Smith ile başladığı öne sürülen Klasik akım ile
başlar. Ancak bu ilk klasik iktisat okulunu kendinden sonra gelen Neo Klasik
alımdan ayırmak, içerik yönünden
ziyade içeriği meşrulaştırmada kullanılan araçlar yönünden ele alındığında daha
kolay hale gelir. Genel olarak Klasik akım, Adam Smith’in Milletlerin
Zenginliği ile başlayıp, Ricardo, Malthus, Senior, Say ve J. S. Mill ile son bulan (Kazgan, 1974: 67–68) ve yerini Neo
Klasiklere bırakan iktisadi düşünce okuluna
verilen addır.
Marx, Klasik
iktisatçıları William Petty ile başlatsa da (Marx, 1986: 286) bu çalışmada
Klasik akım Smith ve Ricardo özelinde incelenecektir. Ricardo, çalışmasının esasını, servetin bölüşümü
ve vergilemenin farklı sınıflara etkisinin doğal hareketini incelemek olarak açıklarken (Ricardo,
2008: 1-2), Smith ise önce her milletin ürünün sağlayan ana
kaynak olarak gördüğü emek, emeğin işbölümünün nedenleri, bölüşümün
dayandığı doğal düzen, daha sonra da sermaye
üzerinde durarak üretimi ve bölüşümü incelemiştir (Smith, 2011: 1-3).
İşbölümünü
çalışmasının merkezine oturtmuş olan ve işbölümünün gelişmesinin bir “alışverişçi toplum” (Smith, 2011: 24) yaratacağını belirten Smith,
pratik nedenlerin zamanla bugünkü halini alan parayı ortaya çıkardığını
öne sürmektedir. Böyle bir toplumda Smith’e göre insanlar, diğer insanların
iyilikseverliğine değil bencilliğine ve çıkarlarına hitap ederek gereksinimlerini karşılar (Smith, 2011:
16). Değeri, kullanım ve değişim değeri olarak iki kategoriye ayıran Smith,
“Kullanırken en büyük değeri olan şeylerin, çoğu kez değiş ederken en az
değeri olur; ya da hiç olmaz. Bunun aksine en büyük değişim değeri olanların
kullanım değeri ya azdır, ya hiçtir.” (Smith, 2011: 30)
demekte ve bu duruma elmas ve suyu örnek göstermektedir.
Klasik akımını
“doğal” kavramı Smith’de sistematik bir şekilde kendini göstermektedir. Smith,
“Her toplulukta ya da her bölgede, emeğin yahut mal mevcudunun her çeşit
kullanılışında, gerek ücret gerekse kâr için ortalama ya da alışılmış bir kerte
vardır… Bu alışılmış ya da ortalama hadlere çoğunlukla egemen bulundukları
zaman ve yerde, ücretin, karın ya da toprak rantının doğal kertesi
denilebilir.” (Smith, 2011: 59-60).
Smith, doğal fiyat ile piyasa fiyatı farklılaşmasını malın arzı ile etkin
talebi arasındaki orana bağlamaktadır (Smith, 2011: 61-63). Buradan da “… doğal
fiyat, bütün mal fiyatlarının boyuna çevresinde dönüp dolaştıkları merkezi
fiyattır.” (Smith, 2011: 63) diyerek, Newton’un doğal çekimine benzer
bir yapıyla doğal fiyat tanımı yapmaktadır. “Her bir malın pazar fiyatı, böyle demek yakışık
alırsa, sürekli bir çekimle doğal
fiyata doğru yönelir.” (Smith, 2011: 65) diyen Smith, ancak aksaklıkların çoğu
malın fiyatını uzun süre doğal fiyatın epey üstünde tutabileceğini belirtir. Smith’in
burada aksaklıkları dışsal aldığı üstü örtülü bir varsayımdır.
Smith’e göre,
“Doğal fiyatın kendisi, oluştuğu ücret, rant ve kâr kısımlarından her birinin doğal kertesine göre değişir. Bu
kerte ise, cemiyetin içinde bulunduğu şartlara göre; zenginliğine yahut
yoksulluğuna, ilerleyen, yerinde sayan ve gerileyen durumuna göre her
toplulukta değişir.” (Smith, 2011: 69).
Smith’e göre bütün kısıtlama ve yönlendirmeler bir yana bırakılınca, açık ve sade olan
“… doğal serbestlik sitemi kendiliğinden ortaya çıkıp kurulur. Adalet
kanunlarını çiğnemedikçe her insan, kendi çıkarının peşinden dilediği gibi
gitmekle, gerek emeğini gerekse sermayesini herhangi bir başka insanın yahut
insan tabakasının emeği ve sermayesiyle rekabet ettirmekte tamamen serbest
kalır. Yapmaya kalktığında hep bin bir hileyle karşılaşacağı ve gereği gibi
yapılmasına insan aklının yahut bilgisinin hiçbir zaman yetmeyeceği bir ödev,
yani özel kişilerin çalışmalarını gözetip onu topluluğun çıkarına en uygun işler doğrultusunda yöneltmek ödevi, hükümdarın üstünden
büsbütün kalkar.” (Smith, 2011: 762-763).
Smith’e göre
doğal serbestlik sisteminde hükümdarın göz kulak olacağı görevler; topluluğu
yabancı saldırganlığından koruma (savunma), topluluğun kendi içindeki bireyleri
diğer saldırgan bireylerden koruma ( adalet) ve belirli bayındırlık hizmetleri
ile kamu kurumları kurup bakımını sağlayıp bunların sürekliliğini sağlamaktır
(Smith, 2011: 763).
Her şeyin
“doğal” olanından söz eden Smith, ücretler konusunda güç ilişkilerini kabul etmektedir. Smith’e göre ücret, işçi ile usta
[sermayedar] arasındaki sözleşmeye dayanır ve burada pazarlık
sonucunu güç belirlediği için “sonucu önceden
kestirmek güç değildir.” (Smith, 2011: 72). Ayrıca Smith, ücretlilere talebin
ancak ücret ödemek üzere ayrılan
fon artışı kadar çoğaltılabileceğini, bunu da,
ülkenin gelirinin ve mal mevcudunun artmasıyla artacağını belirtir (Smith,
2011: 75). Smith’te, “Ücretleri
yükselten mal mevcudu artışı, kârın alçalmasına vesile olur.” (Smith, 2011: 96)
diyerek, emek ile sermaye arasındaki çelişkiye siyasi olmayan bir şekilde
kendine yer bulmaktadır. Bu konuda “Malların bugünkü ya da eski göreli
değerlerini belirleyen şey, emekçiye emeği karşılığında verilen
malların göreli miktarı değil, emeğin üreteceği
malların miktarıdır. (Ricardo,
2008: 13) diyerek Smith ile aynı noktadan olaya
bakan Ricardo’ya göre “Fiyatların değişmesi kârı değiştirmez, kârı bölüşüm
oranlarının değişmesi değiştirir.” (Ricardo, 2008: 42). Ricardo bu sözleriyle
de hem ücret-kâr arasındaki uzlaşmazlığı gösterir hem de bu uzlaşmazlık
durumunda sermayedarı desteklediğini ifade eder, Çünkü Ricardo’ya göre, “Kâr düşerse
birikim güdüsü düşer ve belli bir
noktadan sonra tümden yok
olur.” (Ricardo, 2008: 95) ve üretim ve gelişmenin temeli de birikimdir.
Smith ve Ricardo’da ücretler sadece emek arzı ve talebiyle
belirlenmezler. Bu konuda Smith, “Emeğin para olarak ödenen karşılığı, ister
istemez iki şarta göre, yani emeğe karşı olan talep ile yaşam için gerekli ve
elverişli maddelerin fiyatına göre düzenlenir.” (Smith, 2011: 94) derken Ricardo,
“Ücretler iki nedenden
dolayı yükselir ya da düşer; Birincisi, emek arzı veya talebi, İkincisi,
ücretlerin harcandığı malların fiyatı.” (Ricardo, 2008: 71) sözleriyle aynı
fikirde olduğunu belirtir.
Klasik akımın
emek-değer kuramına bağlılığı hem Ricardo hem de Smith’de görülmektedir. Emeği
“… bütün malların değişim değerinin gerçek ölçüsü” (Smith, 2011: 31) olarak alan Smith, ancak nesnelere çokluk emekle değer biçilmediğini
çünkü emeğin karşılaştırılmasının zor olduğunu belirtmektedir (Smith, 2011:
33). “Malların değişim değeri, üretilmeleri sırasında harcanan emekle
orantılıdır; üstelik yalnızca o malların üretilmelerinde doğrudan harcanan emek
değil, bu emeğin sonuç vermesi için malzemeyi ya da makineleri üretmede
harcanmış olan emek de hesaba katılır.” (Ricardo, 2008: 19) diyerek emek-değer
kuramını savunan Ricardo, “Emek değer kuramı aynı değer ve dayanıklılıkta bağlı
sermaye kullanıldığında geçerli olur. Buradaki
farklılık değeri emekle birebir orantılı
olmaktan çıkarır.” (Ricardo,
2008: 27) sözleriyle de bu kuramın geçerli olduğu durumu belirtmektedir.
Ricardo,
Say’ın her arz kendi talebini doğurur tezini desteklemekte (Ricardo, 2008: 256)
fakat fiyatı arz ve talebin belirlediğine yönelik düşüncesine karşı çıkmaktadır.
“Bay Say, fiyatın temelinin, üretim maliyeti olduğunu
kabul eder, ama kitabının
çeşitli yerlerinde fiyatı belirleyenin, talebin arza oranı olduğunu da savunur. Herhangi iki malın göreli değerlerini nihai olarak belirleyen şey, onların üretim maliyetleridir,
satılabilecekleri miktar ya da müşteriler arasındaki rekabet değil.”
(Ricardo, 2008: 306-307). ve
“Malın fiyatını eninde sonunda belirleyen, sıkça söylendiği gibi arz ile
talep arasındaki oran değil,
malın üretim maliyetidir; aslında arz ile talep arasındaki oran, talepteki
artışa veya azalışa göre arzın ne kadar arttırılabildiğine bağlı olarak,
belirli bir zaman için, malın piyasa değerini belirler; ama bu etki yalnızca
geçici bir süre için geçerlidir… Mal fiyatlarının yalnızca arzın talebe ya da
talebin arza oranına bağlı olduğu kanısı, siyasal iktisatta neredeyse önkabul
hâkline gelmiş, bu bilim dahilindeki pek çok hatanın kaynağı olmuştur.
(Ricardo, 2008: 343)
Yine aynı eserinde, Ricardo, arz ve talep ile belirlenen fiyat, tekele
tabi mallar için geçerli ve sınırlı bir süre dahilinde tüm mallar için doğru
olduğunu ileri sürmektedir (Ricardo, 2008: 345).
“Üretimi bir bireyin ya da şirketin tekelinde bulunan… malların değeri,
satıcılar miktarlarını çoğalttıkça düşer, müşterilerin bu malları satın almada
gösterdikleri heves oranında ise yükselir; burada fiyatın doğal değerle bir
bağlantısı yoktur; oysa rekabete tabi olan, miktarı makul ölçüde artan
malların fiyatları, eninde
sonunda, arz ile talebin durumuna değil, üretim maliyetlerindeki artışa
ya da azalışa bağlı olarak
değişir.” (Ricardo, 2008: 346)
Smith’e göre her ülkenin toprağıyla emeğinin yıllık ürününü paylaşan
toprak sahibinin çıkarı genel çıkar ile kesin uyumludur (Smith, 2011: 280).
Ücretli sınıfın çıkarı da, toplumun
genel çıkarıyla toprak sahibininki kadar uyumludur ancak “…
işçi bu çıkarı kavrayacak ya da onun kendi çıkarıyla olan ilgisini anlayacak
yetenekte değildir.” (Smith, 2011:
281). Kârla geçinen tabakanın çıkarı ise; kâr, ücret ve
rant gibi toplumun refahı ile doğru orantılı hareket etmediği için,
toplumun genel çıkarına terstir. Çünkü kamu çıkarına ters olan “pazarı
genişletip rekabeti daraltmak, her zaman iş adamlarının çıkarınadır.” (Smith, 2011: 282).
Smith’e göre bu çıkarın halkı aldatmakta ve ezmekte menfaati olup, uygulamada
bir çok kez hem aldatmış hem de ezmiştir (Smith, 2011: 283). Ricardo ise bir
genel çıkar sınıf çıkarı karşılaştırması yapmamakta ancak “Hangi oranda ücret ödeneceği, kâr meselesi açısından
son derece önemlidir; ne de olsa, karların yüksek ya da düşük olması,
tümüyle ücret oranının düşük ya da yüksek olmasına bağlıdır.” (Ricardo, 2008: 21) ve
“Ücretlerdeki bir yükselme dışında hiçbir şey
karları etkileyemez.” (Ricardo, 2008:
91) diyerek sadece emek ile sermaye arasındaki çıkar farklılığını
belirtmektedir.
Her ne kadar bu akım kendinden sonra gelen akımın bir anlamda
öncüsü olarak görülse de bazı farklılıklar da göze çarpar. Bunlardan en
önemlisi emek-değer kuramını yani değerin kaynağını emekte gören bir anlayışa
sahip olmalarıdır. Ayrıca iktisadın tarifinde ve sınıfların varlığını kabulüyle
serbest piyasada meydana gelen ekonomik ilişkileri incelemeye çalışmışlardır.
Klasik akımda geleceği tam bir görme olduğu için beklenti söz konusu değildir,
daha doğrusu bir belirsizlik ortamı olmadığı için gerçekleşen olaylarla
beklentiler birbiriyle örtüşür.
Klasik akımın kendinden sonra gelen Neoklasik akımla paylaştıkları ortak
yönler ise rasyonel bireylerin piyasa kendi çıkarına uygun hareket ettikleri
zaman herkesin çıkarını en çoklayan bir sonuç ve dengeye ulaşacaklarına dair
inançlarıdır. Klasik akım, reel
analiz yaptığı için parayı sadece bir mübadele
aracı olarak görmüş ve paranın
miktar teorisine uygun olarak para miktarı ile fiyatların aynı yönde ve oranda
değişeceği ileri sürülmüştür. Say Yasası
sayesinde iktisada arz yönlü bir bakış olduğu için, miktar teorisi ve Say
Yasası’nın geçerliliği altında, hiçbir müdahaleye gerektirmeden tam istihdam
dengesine ulaşılacağına dair bir inançları vardır.
5. 3. 2. Neo-Klasik Akım
Neoklasik
iktisat, Kazgan’ın da ifade ettiği gibi “ dar anlamda, 1870’lerden 1920’ye
kadar olan yarım asırlık dönemde, Klasik «kıymet teorisi»de köklü değişme
yapan, fakat, bunun dışında klasik görüşleri ve birtakım kayıtlarla liberal
ideolojiyi sürdüren iktisatçıların okulu olmuştur.” (Kazgan, 1974: 125). Bu
anlamda, Neoklasik iktisat, aslında Klasik iktisadın bir varsayımının reddinin
bir sonucu ortaya çıkmıştır. Klasik iktisadın Ücret Fonu varsayımının reddiyle
ortaya çıkan boşlukta, emek değer kuramından fayda değer kuramına geçilmiş, bu geçiş Marjinal Devrim ile sağlanmış ve bundan sonraki Klasik akıma Neoklasik
iktisat akımı adı verilmiştir.
Neoklasiklerin değer konusunda geliştirdikleri
yaklaşım kendisini, bu akımın
Jevons ve Walras’la birlikte üç kurucusundan biri olan Menger’de şu şekilde
gösterir:
“Değer… ne malların kendi içlerinde olan bir
şey, onların özelliği, ne de
kendisiyle mevcut olan bağımsız bir şey değildir. Değer, iktisadi davranan
insanların yaşamlarını ve refahlarını sürdürmek için tasarrufları altındaki
malların önemi hakkında verdikleri bir hükümdür. Bundan dolayı değer,
insanların bilinçlerinin dışında
mevcut değildir. Bu yüzden,
iktisadi bireyler için bir “değere”
veya “değerlere” sahip
olan bir malı bağımsız gerçek
şeyler olarak isimlendirmek ve değeri bu şekilde nesnelleştirmek de
oldukça yanlıştır. Nesnel olarak mevcut olan varlıklar her zaman sadece
belli şeyler veya şeylerin miktarları olduğu ve değerleri
temelde şeylerin kendilerinden farklı bir şey olduğu için; değer, yaşamlarının
ve refahlarının korunması için iktisadi davranan bireylerin, şeylerin
kontrollerinde olmasının ifade ettiği önem hakkında verdikleri bir karardır.
Malların değerinin nesnelleştirilmesi, ki doğası itibariyle bütünüyle
sübjektiftir, bilimimizin temel prensipleri hakkında yine de çok fazla kafa
karışıklığına yol açmaktadır.” (Menger, 2009: 68).
Neoklasik akımın en önemli özelliği
objektif değer kuramından sübjektif değer kuramına geçilerek elmas-su çelişkisi gibi Klasik iktisadın kullanım ve
mübadele değeri tanımlarıyla çözmeye çalıştığı sorunlara
yeni bir bakış açısıyla çözüm
getirmesidir. Bu konuda Menger, altın veya elmas ile içme suyunun değer
karşılaştırmasında, suyun ihtiyaç tatmininden fazla olmasının ona hiçbir değer
atfedilmemesine yol açarken, yani bir tür iktisat dışı mal karakteri
gösterirken, altın ya da
elmasın var olan miktarıyla sağlanan en az önemli ya da son birim tatminin bile
iktisadi davranan insanlar için hala oldukça
yüksek öneme sahip olmasının ona iktisadi mal veya yüksek bir değer sağladığını
iddia etmektedir (Menger, 2009: 83). Bu akımın temel önermesi ya da
varsayımı, rasyonel bireylerin, tam bilgi ve azalan marjinal fayda/ artan
marjinal maliyet varsayımları altında ekonominin dengede olacağı, herhangi bir
dengesizliğin de bu varsayımlar ve fiyatlar, ücretler ve faizlerin esnek olduğu
varsayımları altında dengeye yönelmeyle sonuçlanacağıdır. Neoklasik akım,
ortodoks iktisat içinde yerini daha sonraları Parasalcı ve Yeni Klasik İktisat
akımlarına bıraktığında bile marjinal analizin kullanılmaya devam edilmesi,
Neoklasiklerin Ortodoks iktisada
kazandırdığı temel değerin
bu tür bir analizi iktisada
sokması ve iktisatta matematikleşmenin kapısını açması olduğu söylenebilir.
Bu akımın iktisadı matematikleştirmesi yanında toplumu fertlerin toplamından ibaret gören
metodolojik bireyciliği, aksiyomatik bir iktisadi dengenin kurulmasının önünü açmıştır. Amoral ve fayda ençoklaması yapan bireylerden
oluşan bir toplumun, varsayımsal olarak oluşturulmuş tam rekabet piyasası
adı altında bir piyasadaki işlemleri yine belli varsayımlar altında
sürekli kendi kendini doğrulayan, tam istihdam, tam kullanım ve doğru
fiyat-doğru miktar dengesini kuran bir yapının
oluşturulmasını sağlamıştır. Ancak bu yapıya
kullandığı yöntem olan akılcı, soyutlayıcı, tümdengelimci, matematiksel ve statik denge analizi ile ulaşmıştır. Bu kendi kendini
doğrulayan aksiyomatik bütün, iktisadi olgulardan uzaklaşmaya başlamış ve
olgularla sınanmak yerine her zaman ifade edilmeyen varsayımlar altında sürekli
olarak doğru gibi görülmüş ve 1929 Büyük Buhranı’na kadar ana akımın yüzü
olarak iktisatta egemenliğini sürdürmüştür. Bütün bunlara rağmen, Neoklasik
akımın zamandan ve mekandan bağımsız, denge eksenli, rasyonalite temelli aksiyomatik yapısının bugünkü geleneksel
iktisadın da temellerini oluşturması bu akımın aslında yok olmadığını ve bir
paradigma olarak karşı karşıya geldiği olgusal bunalımı
(1929 Büyük Buhranı’nı) Lakatoscu anlamda koruyucu
kuşağını değiştirerek ya da Kuhncu anlamda paradigma
krizini atlattığının en iyi kanıtıdır.
5. 3. 3. Marxçı İktisat Akımı
Dünyada
iktisadi açıdan uygulama şansı bulmuş ilk heterodoks iktisat akımı Marxçı
iktisat anlayışıdır. Sosyalizmin Karl Marx tarafından geliştirilen ve Marxçılık
adı verilen bu yüzü hem kaynağını Klasik akımdan alır hem de ona yalnız
kuramsal değil ideolojik açıdan da bir tepki olma özelliğini taşır. Marx
Kapital’de “Ben bu yapıtta, kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim
koşullarını inceleyeceğim.” (Marx, 1986: 16) sözleriyle çıkış noktasının Klasik akımın ekonomideki yüzü olan
kapitalizm olduğunu ve yapıtının nihai hedefinin de “…modern toplumun ekonomik
hareket yasasını ortaya çıkarmak” (Marx, 1986: 18) olduğunu belirtir. Marcuse’a
göre Marx bu yönüyle, yalnız diyalektik metodu değil, tarihsel olarak nesnel
yasalar olabileceği fikrini de Hegel’den almıştır.
“Nesnel tarih “yasalarına” inanmak gerçekten de Hegel
felsefesinin özünü meydana
getirir. Hegel’e göre bu
yasalar, mantığın belirtisi, insanların tarihsel
eylemlerinde ve maddi ve
entelektüel kültür çerçevesi içinde faaliyet gösteren
öznel ve nesnel
bir güçtür.” (Marcuse, ty: 10).
Marx, toplumun ekonomik biçimlenişindeki evrimi doğal tarihin bir süreci
olarak gördüğünü (Marx, 1986: 18) ve bu anlamda her ülkenin bu evrim
aşamalarını izleyeceğini şu şekilde belirtir:
“Aslına bakılırsa konu,
kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal
uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derece
gelişmiş olmaları değildir. Burada sözkonusu olan, bu yasaların kendileridir,
kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir.
Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan bir ülkeye ancak kendi geleceğinin
imgesini gösterir.” (Marx, 1986: 17)
Marx’ı Klasik akıma bağlayan
en önemli unsur emek-değer kuramını
Smith ve Ricardo’dan alıp bunu sürdürmesidir. Neoklasik akım emek-değer
kuramından fayda-değer kuramına geçmiş ve daha önce Klasik akım temsilcilerinin
çözemediği elmas-su çelişkisi gibi
sorunlara bu yeni kuramla yeni cevaplar üretmiştir. Ancak Marx
ta emek değer kuramıyla aynı soruna emek eksenli çözümünü getirmiştir:
“Aynı emek, zengin madenden zengin olmayan madene göre,
daha çok maden cevheri çıkartır. Elmas yeryüzünde az rastlanan bir şeydir, bu
yüzden bulunup çıkartılması ortalama olarak çok emek-zamanına malolur. Öyle ki
küçük bir hacmi, çok büyük emek temsil eder… Daha zengin madenlerde aynı nicelikte emek, daha çok elmasta maddeleşebilir ve elmasın değeri
düşebilir. Eğer biz, az emek harcayarak, kömürü elmasa dönüştürmeyi
başarabileydik, elmasın değeri tuğlanın değerinin altına düşebilirdi. Genel
olarak, emeğin üretkenliği ne kadar
büyük olursa, bir malın üretimi
için gerekli emek zamanı o kadar kısa, o
malda billurlaşan emek miktarı o kadar az, ve değeri de o kadar küçük
olur; tersine, emeğin üretkenliği ne kadar azsa, bir malın üretimi için gerekli olan emek-zamanı o kadar çok, malın
değeri o kadar büyük olur. Bu nedenle, bir metaın değeri, o metada maddeleşmiş
emeğin miktarı ile doğru
orantılı, üretkenliği ile ters orantılı olarak değişir.” (Marx, 1986: 54–55)
Benzer bir
biçimde “Bunların [metaların]
değerlerinin büyüklüğünü düzenleyen şeyin, metaların değişimi olmadığı…
tersine, bunların değişim oranlarını denetleyen şey, bunların değerlerinin
büyüklükleridir.” (Marx, 1986: 79) diyerek Neoklasik fayda değer kuramına
karşı kendi emek-değer kuramından çıkardığı
sonucu belirtmiştir. Marx’a göre para, farklı emek ürünlerini birbirine
eşitleyen ve değişim esnasındaki zorunluluğun doğurduğu bir araçtır (Marx,
1986: 102) ve değeri de gene
emek-zamanla ifade edilir:
“Para da öteki her meta gibi, değerinin büyüklüğünü öteki bütün metalarla
kıyaslanmadığı sürece ifade edemez. Bu değer, üretimi için gerekli emek-zamanı
ile belirlenir, aynı nicelikte emek zamanına malolan başka bir metaın
miktarıyla ifade edilir.” (Marx, 1986:
107)
Emek-değer kuramının
doğal bir uzantısı
olarak “Para, bir değer ölçüsü olarak, metalarda içkin değerin
ölçüsüne, emek-zamanına bir zorunluluk sonucu verilmiş dışsal bir biçimdir.”
(Marx, 1986: 109–110) ve fiyat ta “metada gerçekleşen emeğin para adıdır.”
(Marx, 1986: 116).
Marx,
kapitalizmin tarihsel bir kategori olduğunu, bu toplumun ekonomik yapısının,
feodal toplumun ekonomik yapısından doğup geliştiğini belirterek (Marx, 1986: 731)
“… doğa bir yanda para ya da meta sahibi, öte yanda emek-gücünden başka bir şeyi olmayan insanlar üretmiyor. Bu
ilişkinin doğal bir temeli olmadığı gibi, bütün tarihsel dönemler için ortak
bir toplumsal yanı da yoktur. Bunun geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu, ve çeşitli ekonomik
devrimler ile bir dizi eski toplumsal üretim
biçimlerinin yokolup
gitmesinin bir ürünü olduğu açık bir
şeydir.” (Marx, 1986: 184–185).
şeklinde ifade etmektedir. Ancak herhangi bir tarihsel ekonomik kategori
gibi kapitalizmin de kendini ücretli emekçi ve kapitalist olarak yeniden
ürettiğini yani üretimin kendine uygun yapıyı bir yeniden ürettiğini belirtmektedir (Marx, 1986: 594).
Marx’a göre bir tarihsel kategori olan kapitalizmin özü olan sermayenin
çıkış noktası meta dolaşımıdır ve bu sermayenin modern tarihinin başlangıcı,
16. yüzyılda dünyayı saran ticaret ile yeryüzüne yayılan pazardır (Marx, 1986:
160). Ancak bunlar kapitalizmin doğması ve gelişmesi için gerek şart olmasına
rağmen yeter şartı oluşturmaktadırlar:
“Yalnız başına para ve
meta dolaşımı, sermayenin
varoluşunun tarihsel koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun
doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran bir
kimse ile emek-gücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi
gerekiyor. Ve bu tek tarihsel
koşul, bir dünya
tarihini kapsıyor. Onun için sermaye,
ilk ortaya çıkışı ile, üretim sürecinde yeni bir çağın başladığını ilan ediyor.” (Marx, 1986: 185)
Sermayenin
tarihsel bir kategori olarak dünya tarihinde yerini almasında sonra, bu
tarihsel kategori içinde oluşan yasaların etkisini “Serbest rekabet, kapitalist
üretimin içinde yatan yasaları, tek tek her kapitalist üzerinde güce sahip
zorlayıcı dış yasalar olarak ortaya çıkarır.” (Marx, 1986: 283–284) şeklinde
ifade eden Marx, bu anlamda evrensel değil, her tarihsel kategorinin kendine
özgü yasaları olduğunu iddia eder. Bu yasalardan biri olarak iktisatta denge
konusundaki düşüncesi aşağıdaki gibidir:
“Çeşitli üretim alanlarının,
aralarında bir denge kurulması için sürekli bir eğilim gösterdikleri doğrudur:
çünkü, bir yandan, her meta üreticisi, belirli bir toplumsal gereksinmeyi karşılamak
için bir kullanım-değeri üretmek durumunda iken, ve bu gereksinmelerin
büyüklüğü nicel olarak değişirken, gene de, bunlar arasındaki orantıyı uygun bir sistem haline
getiren bir iç bağ vardır ve bu sistem kendiliğinden doğup gelişir; öte yandan metaların değer yasası,
toplumun elinde mevcut
emek-zamanından ne kadarını özel bir
meta türü için harcayabileceğini sonal olarak belirler. Ama çeşitli üretim
alanlarının denge durumuna gelme yolunda gösterdiği bu sürekli eğilim, ancak bu
dengenin durmadan bozulmasına karşı bir tepki biçiminde kendini gösterir.” (Marx, 1986: 370)
Burada da görüldüğü
gibi süreç olarak denge Marx için
de Klasik akımdaki gibi gerçek bir olgudur. Ancak Klasiklerde evrensel
bir yasa olarak görülen bu yasa,
Marx için belirli bir tarihsel kategorinin içinde geçerli olan ama herhangi bir
evrenselliği olmayan bir yasa olarak görülür. Ancak aynı tarihsel kategoriye
bakarken bazı konularda Marx Klasiklerden farklı düşüncelere de sahiptir. Bunların en önemlilerinden birisi de
emeğin geliri olan ücretler konusundadır. Klasik akımın ücret fonu teorisi ve
daha sonra da Neoklasik akımın ücreti de herhangi bir fiyat gibi piyasada
oluşan bir değişken olduğu görüşüne karşın Marx, ücretleri belirleyenin yedek sanayi ordusu olduğunu söyler: “Bütünüyle ele alındığında, genel ücret
hareketleri, tamamıyla yedek sanayi ordusunun genişleme ve daralmasıyla
düzenlenir ve bu da, sınai çevrimin devresel değişmelerine uygun olarak meydana
gelir.” (Marx, 1986: 65)
Her değerin
kaynağını emekte gören ve sermayenin el koyduğu emeği artı- değer olarak
tanımlayan Marx için, sermayenin hem oluşumu hem de gelişimi emeği sömürmesi
sayesinde gerçekleşir:
“Her türlü artı-değer, sonradan (kar, faiz, rant gibi) hangi özel biçim
altında billurlaşırsa billurlaşsın, özü bakımından, karşılığı ödenmemiş emeğin
maddeleşmesidir. Sermayenin kendisini
genişletmesinin sırrı, sonunda, başkalarının karşılığı ödenmemiş
belirli miktardaki emeği üzerindeki tasarruf yetkisi olarak kendini
açığa vurur.” (Marx, 1986: 546)
Aynı biçimde Marx’a göre kapitalist rekabet te işçilerin
karşılığı ödenmemiş emekleri
üzerinden yapılmaktadır(Marx, 1986: 563).
Diyalektik materyalizmi çözümleme yöntemi olarak kullanan “salt nicel farklılıklar bir noktadan sonra nitel
değişikliklere dönüşürler.” (Marx, 1986: 322) diyen
Marx, “… belli bir üretim biçiminin içinde yatan uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel
gelişimi, bu üretim biçiminin çözülüp dağılarak yerine bir yenisinin
kurulmasını sağlayan tek yoldur.” (Marx, 1986: 499) sözüyle nasıl ki kapitalizm
feodalitenin çözülmesiyle ortaya
çıkmışsa gelecek yeni düzenin de kapitalizmin çözülüp yıkılmasıyla meydana
geleceğini ileri sürmektedir. Kapitalizmin ileri aşamalarında sanayinin
yoğunlaşması ve fabrika sisteminin
tam olarak oturmasıyla birlikte kapitalizmin kendi karşıtını da yaratacağını
belirtmektedir:
“Maddi koşulları olgunlaştırmak ve üretim sürecini toplumsal bir ölçüye
ulaştırmakla, kapitalist üretim
tarzının uzlaşmaz çelişkilerini ve karşıtlıklarını olgunlaştırıyor ve böylece, yeni bir toplumun kurulması için gerekli öğelerin
yanı sıra, eski toplumu yıkacak kuvvetleri de sağlıyordu.” (Marx, 1986: 514–515)
“Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Marx, 1986: 782) diyerek
Marx, kapitalist sistemin tarihsel bir eğilimi olduğunu ve bu eğilime göre
zamanla tamamen mülksüzleştirilen emekçilerin artık kendi yarattığı üretim
tarzına ayak bağı haline gelen
kapitalist sistemi ortadan kaldırıp kapitalist özel mülkiyeti toplumsal
mülkiyete dönüştüreceklerini ileri sürer (Marx, 1986: 783).
Komunizm ya da sınıfsız
toplum görüşünün Karl Marx tarafından geliştirilmesi ve Ortodoks
İktisada bir alternatif oluşturmasına rağmen onun ortodoks akımla olan bağının
da göz ardı edilmemesi gerekir. Marx’ın geliştirdiği komunizm, yukarıdaki
alıntı ve açıklamalardan da görüleceği üzere, Klasik akımın emek değer
kuramının diyalektik materyalizmle harmanlanmasının bir sonucudur. Tarihin bir
sınıflar savaşının alanı olduğu ve emekle sermaye sahipleri arasında uzlaşmaz
bir çelişkinin var olduğu varsayımlarının diyalektik ile birleşmesi, insanlığı
doğal olarak bir komunist devrimi getirmektedir. Marxçı iktisadın da ortodoks iktisat anlayışları gibi kendi kendini doğrulayan bir
aksiyomatik yapı olması yanında ortodoks akımlardan temel farkı yalnız
aksiyomatik değil aynı zamanda ereksel (teleolojik) bir yapıya da sahip
olmasıdır. Marxçı anlamda sınıfsız bir dünya öngörüsü, ortodoks akımın
uygulamadaki yüzü olan kapitalizmin evrilmesi sonucu ortaya çıkacak bir
iktisadi düzendir. Bu anlamda tarihin belirli bir yönü olduğu ve son tarihsel
aşamanın da komunizm olduğu
varsayılır. Burada da tarihsel bir analiz yapılıyor gibi görünse de ereksel
bir anlayışın varlığının sonucu olarak aslında analiz tarihsel değil ortodoks
iktisat analizleri gibi zaman dışı ya da zamanlar üstü bir analizdir. Çünkü
ereksel bir çözümleme de zaman asla bir etken değildir ve olsa olsa olayların gerisindeki bir fon ve manzara imgesi yaratır. Schumpeter’in
“Kapitalizm ya da her türlü sistem ve düzen işlemez duruma gelebilir, ama
bu bozulmadan mutlak surette
sosyalizmin doğacağını ileri
sürmek pek doğru olmaz. Meydana çıkacak düzensizlikten,
karışıklıktan sosyalizmin çıkışı, diğer birçokları arasında bir imkandır.”
(Schumpeter, 1974: 100).
şeklindeki eleştirisi esasında erekbilimsel bu yapıya yöneliktir. Bu
şekilde bakıldığında, Neoklasik akımı
Klasik akımın öz evladı gibi düşünürsek Marxçı
anlamda komunizm de Klasik akımın
üvey evladı görünümündedir. Çünkü hem
Neoklasik hem de Marxçı akım aynı kaynaktan yola çıkmalarına karşın,
Neoklasik akım var olan eski yapıyı korumaya çalışırken, Marxçı akım var olan
güç yapısını değiştirmeye çalışmış ve bu nedenle hem üvey evlat muamelesi
görmüş hem de heterodoks bir akım olarak sınıflandırılmıştır.
5. 3. 4. Keynesci Akım
Marxçı akımdan sonra Ortodoks iktisat akımına alternatif olacak ikinci
heterodoks akım da gene ortodoks iktisadın içinden çıkmış olan Keynesci iktisat
akımıdır. Keynes’in ortodoks iktisat akımının o dönemdeki yüzü olan Neoklasik
iktisada eleştirisi iki temelde ele alınabilinir. İlk olarak Keynes
Neoklasiklerin Klasiklerden alıp devam ettirdiği Say Yasası’nın artık geçerli
olmadığını ileri sürmüştür. Say Yasası’nın geçerli olmaması ana akım iktisadın
reel analizinin de artık
geçerli olmadığı sonucunu
doğurur. Diğer bir ifadeyle Keynes ile birlikte paranın reel sektör üzerinde olumlu ya da olumsuz anlamda bir etkisi olabileceği iktisat yazınında
iddia edilmeye başlanmıştır. Keynes’in ana akıma ikinci itirazı kullandığı varsayımların gerçek dünyadaki karşılıklarına yöneliktir. Keynes’e göre ana akım iktisadının mantıksal
anlamda bir tutarsızlığını bulmak zordur. Ancak bu varsayımların oluşturduğu
dünyanın gerçek bir dünyada
oluşması da bir o kadar zor
bir durumdur. Bu bakımdan Klasik iktisat, Keynesci iktisadın ancak bütün
varsayımlarının gerçekleştiği bir dünyadaki özel bir durumu olabilir. Bu
anlamda Keynescilik eğer bir paradigma olarak alınacaksa bu paradigmanın ana
akım iktisadının tam tersi
varsayımları olduğu ve ondan bağımsız olarak, kendi başına tanımlanabilecek bir
paradigma yaratmadığı söylenebilir. Belki de bunun en büyük kanıtı, Keynes’in
Marxçı anlayışın tersine piyasayı reddetmeyip onun kusurlu olabileceği ve bunun
da müdahalelerle önlenebilir bir kusur olduğunu düşünmesidir.
Ancak burada
Keynesci iktisat ve Genel Teori hakkında iki nokta üzerinde durmakta yarar
vardır. İlk olarak, Keynesci iktisadın teoriden çok politikaya etki etmesi ve bu alanda daha fazla uygulama
alanı bulması konusuna eğilmek gerekir. Çünkü Keynes’in her ne kadar piyasaya
müdahale edilmesi ve bu anlamda politikaya kapı açması konusunda fikirleri varsa da Genel Teori’yi uygulamadan ziyade
kuramda bir yenilik getirmek amacıyla yazmıştır. Uygulama kuramın bir
devamı olduğundan uygulamada bir yeniliğin
öncelikle kuramda bir yenilik
getirmesi doğal bir durumdur. Keynes bu konudaki görüşlerini Genel
Teori’ye yazdığı Önsöz’ün ilk cümlelerinde açık biçimde ifade etmektedir:
“Bu kitap özellikle iktisatçı meslektaşlarımıza hitap etmektedir. Başka
kimseler için de
anlaşılabilir olmasını dileriz. Ne var ki, başlıca konusu güç teorik sorunların
incelenmesidir ve teorinin
olaylara uygulanmasını ikinci
planda tutmaktadır. Zira, geleneksel
ekonomide yanlışlıklar varsa bunları, büyük bir mantık uyarlığı kaygusuyla
meydana getirilmiş bilimsel yapısında değil, fakat açıklık ve genellikten
yoksun bulunan öncüllerinde[premisses]
aramak gerekmektedir. Şu halde, iktisatçıları temel hipotezlerinin [basic assumptions] yeni eleştirmeli
incelemesine kalkışmaya inandırmaktan ibaret olan amacımıza ancak pek soyut ve
o derecede çok bilimsel tartışmalarla erişebiliriz.” (Keynes,1980: XI; Keynes, 1967: V)
Bu ilk sözlerinde de görüldüğü gibi Keynes, kendinden önceki geleneksel iktisat anlayışına öncelikle kuramsal
temelde karşıdır. Bu alanda temel eleştirisi de kullandığı öncüller ve temel
varsayımların bir mantıksızlık yaratmasından değil, gerçek dünyada bir karşılığı bulunmamasından ötürüdür. Başka bir ifadeye,
Neoklasik akım varsayımsal bir dünya yaratmış,
bu dünyayı da aksiyomatik bir yapıyla her zaman kendini doğrular
hale getirmiştir. Ancak, 1929 Dünya Buhranı’nda görüldüğü gibi, bu
yapının gerçek dünya ile bağlantısı kopmuş ve bu kopuş ta gerçek dünyanın
sorunlarına önerdiği yanıtların artık işlevsiz bir hale gelmesine yol açmıştır.
Keynes
hakkında söylenebilecek ikinci söz, onun ve kuramının kendinden önceki ana
akıma Marx’ta olduğu gibi ideolojik bir tepki olmadığıdır. Keynes’in Klasik akıma tepkisi, yine kendi eserinin
Son Notlar bölümünde biraz uzun olsa da aşağıdaki alıntıda net olarak
görülmektedir:
“Klasik teoriye karşı yaptığımız eleştiri, onun analizindeki mantık
yanılmalarını belirtmekten çok zımni hipotezlerinin [tacit assumptions] hiçbir zaman, ama hiçbir zaman gerçekleşmemiş
olduğunu ve dolayısıyla somut dünyanın ekonomik problemlerini çözümlemeye
yeterli bulunmadığını ortaya koymaktan başka bir şey olmamıştır. Ne var ki, merkezi organlar tam istihdama mümkün
olduğu kadar yakın bir durumla bakışımlı bir üretim hacmi meydana getirir getirmez [Fakat eğer bizim merkezi kontrollerimiz pratik olarak tam istihdama karşı
gelen üretim düzeyine
en yakın durumu
meydana getirmeyi başarırsa] klasik
teori bütün hukukuna
yeniden kavuşmuş olacaktır. Üretim hacmi veri
olarak alınmışsa, yani klasik okulun anlayışı dışındaki
güçler tarafından yönetilmiş farzolunursa, bu okulun, üretilmiş malların
cinsini ve bunları üretmek için içerisine katılan üretim etkenlerinin
oranlarını ve elde edilen üretim değerinin bu etkenler arasındaki bölünümünü
belirlendiren şeyin bireysel çıkar olduğu biçiminde yaptığı analize karşı da
diyecek bir şey kalmaz. Tüketim
eğilimi ile yatırıma
teşvik arasındaki uygunluğu
sürdürmek üzere merkezi bir örgütün gerekliliği dışında, ekonomik yaşamı
daha fazla sosyalleştirmek için bir neden yoktur.
… Çalışmaya istekli ve yetenekli olan on milyon kişiden dokuz milyonu
istihdam edilmişse, bu dokuz milyon kimsenin çalışması kötü yönetilmiş anlamına
gelmez. İçinde bulunulan sistemi, kendilerine iş sağlanan bu dokuz milyonu
istihdam etmiş olmasından dolayı değil, fakat sonuncu milyona iş bulamamış
olmasından dolayı kınamak gerekir. Bugünkü sistemin kusurlu olarak
belirlendirilmesi, istihdamın yönetiminden değil, hacminden dolayıdır.
… Kuşkusuz tam istihdamı sağlamak için gerekli yönetimin merkezi
organlarının bulunuşu, Devlet’in geleneksel fonksiyonlarında büyük bir gelişmeye neden olacaktır. Zaten modern klasik teori de, ekonomik
güçlerin serbestçe uygulanmasını ılımlaştırmanın ya da yönetmenin gerekli
olabileceği çeşitli haller
üzerine dikkati çekmiştir. Ne var ki özel girişim ve sorumluluğun faaliyette bulunabileceği geniş bir alan
daha az mevcut olacak değildir. Bu alanda bireyciliğin geleneksel
avantajları bütün değerlerini koruyacaktır.” (Keynes, 1980: 403–404; Keynes, 1967: 378–380)
Yukarıdaki
uzun alıntıda da görüldüğü gibi Keynes’in asıl hedefi istihdamın hacmini tam kapasiteye çıkarma
yani tam istihdama
ulaşmaktır. Bu noktaya ulaştıktan sonra Klasik akımın kurallarının işlerlik
kazanacağını belirtir. Keynes’e göre devletin piyasaya
müdahalesi, özel kesimi dışlamayacağı
gibi bireyci toplumun da ortadan kalkmasına neden olmayacak yani ideolojik anlamda
bir sistem değişimine yol
açmayacaktır. Bu açıklamalar ve alıntıdan da görüleceği gibi Keynes, Klasik akımı gerçeklere daha fazla yaklaştırmaya çalışmış ancak onda köklü
kuramsal değişiklikler önerse de politik anlamda bir devrim önermemiştir.
5. 3. 5. Neo-Klasik Sentez
Keynes’in görüşleri asla tek başına uygulamaya geçirilmemiş ve Neoklasik
sentez adı verilen ve kuramsal temelini Hicks’in attığı bir yapı içinde (Hicks,
1937) politika uygulayıcılarına sunulmuştur. Bu anlamda Keynesci akımın egemen
olduğu 1940’lar ile 1970’li yıllar arasında iktisatta eklektik bir sistemin var
olduğu söylenebilir. Bu sistemde de
her şey yolunda iken Neoklasik iktisat, sorunlar baş gösterince de Keynesci
iktisadın uygulamaları ön plana çıkmıştır.
Bu dönemi iktisat
için hem kuramda
hem de uygulamada bir ara dönem
olarak görmek gerekir. Çünkü bu dönemde makro iktisatta Keynesci, mikro iktisatta ise Neo klasik iktisat egemendir. Bir
başka ifadeyle kurama ana akım politikaya Keynesci akım egemendir. Bunun Keynesci akıma etkisi büyük ve ağır
olmuştur. Çünkü ana akım, Keynesci akımı teoriden uzaklaştırıp iktisat
politikası alanına sıkıştırarak adeta iktisattaki politik başarısızlıklardan
bağışık bir yapıya kavuşmuştur. Bu durumun bir sonucu olarak, ilk iktisat
politikası başarısızlığında yani stagflasyon olgusuna çare olamayınca, bu
başarısızlığa Keynescilik içinde çözüm aramak yerine rafa kaldırılmış ve yerine ana akımın yeni yüzü olan Parasalcı iktisat akımı geçmiştir.
Bu dönemde mikro iktisattaki, yani kuramdaki ana akım egemenliği ve buna
karşı Keynesci alternatifler aramak, ancak Keynesci akımın gözden düşmesi sonrasına rastlamaktadır. Çünkü Keynesci
akımın başarısızlığı olayları
mikro anlamda açıklamamasından geldiği ileri sürülmüş ve makrodan
mikroya dönüş ve bu mikro temelinde yeni bir makro iktisat ve iktisat politikaları oluşturulması önerilmiştir. Bununla da Keynesci iktisat
politikalarının uygulandığı dönemde de geçerli olan ana akım mikro iktisadına
dönüşün yolu açılmıştır. Böylece de Keynesci politikalarının gölgesinde kalan
rasyonel birey, tam rekabet, denge gibi kavramlar ve rasyonel bireylerin tam
rekabet piyasasında rasyonellik varsayımı altında dengenin sağlanacağına dair
inanç yavaş yavaş tekrar belirmeye başlamıştır (Bu çalışma boyunca çalışmanın çerçevesine girmeyen
Yeni Keynesci ve Post Keynesci iktisat akımlarının Parasalcı ve Yeni Klasik akımlarla
karşılaştırmalı bir analizi
için bkz. Hiç- Birol‚ 2005).
.
5. 3. 6. Parasalcı
Akım
Milton
Friedman’ın kurucusu olduğu Parasalcı iktisat akımı Keynesci akıma yönelik
eleştirilerini 1950’lerin ortalarından sonra başlamalarına rağmen, Keynesci
akımı yıkan şey, bu kuramsal
eleştirilerden ziyade 1970’lerin başındaki petrol
krizinin yarattığı ve durgun ortamda
enflasyon anlamına gelen stagflasyon
olgusudur. Friedman bu durumu “Düşünce
ortamının değişmesine kuram ya da felsefe değil, deneyimler yol açtı.” (Friedman,1988: 8) diyerek ifade eder. Friedman
60’larda Keynesci iktisadın temel taşlarından olan Phillips eğrisinin
uzun vadede bir doğru olduğunu yani enflasyon ile işsizlik arasında
bir ödünleşmesinin
bulunmadığını iddia etmiştir. Bu iddianın doğal olarak, devlet müdahalesiyle
iktisadi hayatın uzun vadede yönlendirilemeyeceği ve uzun vadede iktisadı içsel dinamiklerinin yön vereceği sonucunu
doğurur. Parasalcıların bu sonuç yüzünden Keynesci akıma yönelik bir karşı devrim olduğu iddia edilmektedir. Ancak Friedmancı Parasalcı akım aslında yalnız Keynesci iktisada
değil, Neoklasik akıma karşı da bir devrim niteliği taşır.
Friedmancı
Parasalcılık Keynesci iktisada karşı devrim olarak algılanmasının nedeni
açıktır: Parasalcı iktisat görüşü Keynesci mali politikaların iktisatta uzun
dönemde reel bir değişim yaratmayacağını ileri sürmektedirler. Bu yönüyle Parasalcılar, Klasik iktisadın Neoklasik
yorumundan sonraki aşamasını ifade eder. Benzer şekilde Friedman’ın devlete
biçtiği rol de Keynesci akımdan çok Neoklasik akıma benzemektedir:
“Hukuk ve düzeni koruyup sürdüren, mülkiyet haklarını tanımlayan,
mülkiyet haklarında ve ekonomik
oyunun diğer kurallarında değişiklik yapabileceğimiz bir araç olarak hizmet veren, kuralların yorumu
üzerindeki anlaşmazlıklarda hakemlik yapan, anlaşmaları yürüten, rekabeti
geliştiren, parasal çerçeve sağlayan, teknik tekelleri engelleyecek ve
çoğunluğun devlet müdahalesini haklı gösterecek kadar önemli saydığı komşuluk
etkilerini giderecek etkinliklere bulunan, deli olsun, çocuk olsun sorumsuz
kişilerin özel hayır derneklerin ve özel
aileye ek yardım veren bir devlet” (Friedman,1988: 65)
Friedman’ı
Neoklasiklere yaklaştıran bir başka yön de, hem devleti bireylerin toplamı
olarak görmesi (Friedman,1988: 14) hem de ekonomik özgürlüğü siyasal özgürlüğün
bir ön şartı olduğunu bunun da ancak rekabetçi kapitalizmle sağlanabileceğini
belirtmesidir (Friedman,1988: 18,
26). Bir başka açıdan “Kişi hem eşitlikçi hem liberal olamaz.” (Friedman,1988:
315) diyerek özgürlük ve eşitliğin
bir noktada çatışacağını ve bu çatışma
noktasında liberalin özgürlüğü
seçmesi gerektiğini belirtir. Neoklasiklerdeki amoral birey yaklaşımına
benzer bir durumu Friedman’ın şu ifadelerinde bulunabilir:
“… bir toplumda bireyin özgürlüğünü nasıl kullandığı konusunda
«özgürlüğün» söyleyecek bir şeyi yoktur, özgürlük her şeyi kapsayan bir ahlak bilimi
değildir. Gerçekte bir liberalin baş amacı, bireyi ahlaksal
sorunuyla kendi başına uğraşmaya bırakmaktır.” (Friedman,1988: 30).
Ancak Friedman, Keynesci
maliye politikalarını reddederken aynı zamanda bir yönüyle
de Keynes’i ortodoks
iktisat akımına eklemlendirmiştir. Bu eklemlendirme ile kendini akımın isminde bile göstermektedir.
Friedman, Klasik ortodoks iktisatta o zamana kadar gelen
reel analiz anlayışını reddetmiş
ve paranın reel sektörü
etkileyebileceğini, bu anlamda da paranın iktisatta Klasiklerin iddia ettiğinin
tersine, bir tül vazifesinden daha fazla bir etkiye sahip olduğunu ileri
sürmüştür. Friedman’a göre:
“Eğer bir otomatik mal standardı uygulanabilir gibi olsaydı… parasal
güçlerin sorumsuz uygulamaları tehlikesi
olmaksızın istikrarlı bir parasal çerçeve
sağlayabilirdi… Ne var ki,…
böyle bir otomatik sistemin uygulanabilir olduğu tarihte görülmemiştir.” (Friedman, 1993: 74)
Friedman, para
tarihi üzerine yaptığı çalışmalardan ve bundan çıkardığı sonuçtan şu şekilde
bahseder:
“Tarihsel kanıtların kapsamlı incelemesine dayanarak ben, şu konuda ikna
olmuşumdur: Kabaca bir karşılaştırmanın ortaya çıkardığı ekonomik istikrardaki
farklılık, gerçekte parasal kurumlardaki
farklılığa yorulabilir.” (Friedman,
1993: 80)
Bu bağlamda
Friedman’a göre, Amerika’nın 1929 krizinden çok ağır etkilenmesinin nedeni özel
girişimin doğasında var olan istikrarsızlık değil, para otoritelerinin yol
açtığı para miktarındaki üçte bir oranındaki düşüştür. Bu nedenle de Friedman “Şu anki seçimim, para otoritesine para
miktarında belli bir büyüme hızı sağlamada yol gösterecek yasalaştırılmış bir
kural olacaktır.” (Friedman, 1993: 94) diyerek kurala dayalı para politikaları
önermektedir. Bu kuralın ne olacağına dair ise:
“Kesin olmamakla birlikte para miktarındaki büyüme oranı ile nominal
gelirdeki artış oranı arasında tutarlı
bir ilişki bulunmaktadır. Para miktarı hızla büyüdüğünde nominal gelir hızla artmakta; para miktarı hızla azaldığında nominal
gelir de aynı hızla azalmaktadır.” (Friedman, 1993: 88)
sözleriyle
bunun nominal milli gelir ile para miktarındaki büyüme arasında bir ilişki
olduğunu belirtir. Çünkü Friedman’ın araştırmalarına göre parasal büyümeler
“beş ya da on sene gibi uzun olabilecek kısa dönemde” önce üretimi uyarmakta,
“on yıllık dönemler sonrasında” ise öncelikle fiyatları etkilemektedir
(Friedman, 1993: 89–90).
Ancak Parasalcılar paranın reel sektörü etkilediğini kabullenmelerine
karşın etkilerinin henüz tam olarak ölçülemediğini öne sürerek parasal
politikaların ekonomiyi etkilemede kullanılmasına karşı çıkmışlardır. Bir anlamda Keynes gibi
Say Yasası’nı reddetmişler ancak bu konuda herhangi bir politika uygulanmasına
da karşı çıkmışlardır. Çünkü Friedman’a göre:
“Parasal politikanın ne yapabileceği konusunda tarihin verdiği ilk ve en büyük ders-
ve en derin öneme sahip olan ders- para politikasının paranın kendi başına
önemli bir rahatsızlık kaynağı
olmasına engel olabilmesidir.” (Friedman,
1993: 103)
Bu şekilde bir
yol izlenirse istikrarlı bir parasal büyüme sayesinde ekonominin reel kesiminin etkin tarzda çalışması
sağlanır ve şu anki
bilgi düzeyinde parasal politikadan
beklenilebilecek en fazla şey ancak budur (Friedman,
1993: 109).
Eğer Neoklasik
iktisat ana akıma marjinal çözümlemeyi kazandırmışsa Parasalcı akımın da ana akıma reel çözümlemenin yetersizliği
düşüncesini getirdiğini ifade edebiliriz. Ancak bunun ne kadar istenir olduğu
bir soru işareti olarak kalmıştır. Çünkü Friedman’ın para ile ilgili tarihi ve
kuramsal çalışmaları, paranın en azından kısa
vadede yansız olmadığını ve bu nedenle bir iktisadi politika aracı işlevine
sahip olduğunu göstermiştir. Friedman bir ana akım iktisatçısı gibi bu aracın
kullanılmamasını ve ekonominin kendi haline bırakılmasını istemiş olmasına
rağmen, paranın yanlılığının kabulü dahi Klasik akım içinde yeni bir olgudur.
Bu durum da belirli varsayımlar altında
reel değişkenlerle aksiyomatik bir dengeye
dayana ana akım için yalnız bir yenilik
değil, aynı zamanda
bu yapıya tehdit oluşturan bir gelişmedir. Parasalcı
akımın herhangi bir olgusal sorunlarla yanlışlanmadan bir kenara bırakılıp Yeni
Klasik akıma geçmenin en önemli sebeplerinden
biri de, paranın
yansızlığı ve aksiyomatik yapının tekrar öne çıkarılması ve kendi kendine
işleyen tam rekabet
piyasası anlayışına geri dönme
isteği olarak görülebilir.
5. 3. 7. Yeni Klasik Akım
Yeni Klasik
İktisat akımı, ortodoks iktisat akımının en son aşamasına karşı gelmektedir.
Parasalcı akımın yerine Klasik akımın devamı olarak iktisat yazınındaki yerini
almıştır. Yeni Klasikleri rasyonel beklentiler kavramına verdikleri önem ve
çözümlemelerinde merkezi konuma oturttukları için Rasyonel Beklentiler Okulu olarak da adlandırılmaktadır. Yeni Klasik
anlayışın temel tezi, bireylerin yalnız tam bilgi ve ileriye yönelik tam bir
görüşün olduğu yani beklenti kavramının gereksiz olduğu bir ortamda değil,
belirsizliklerle dolu bir dünyada da rasyonel davranarak fayda en çoklaması yapmasını mümkün olduğudur (Rasyonel
beklentiler, beklenti kavramı ve rasyonel beklentiler ile Keynes sistemindeki
beklentiler ve uyarlamalı beklentiler arasındaki ilişkiler hakkında bkz. Begg,
1982: 1. ve 2. Bölüm; Rasyonel beklentiler konusunda genel bir değerlendirmesi
için bkz. Çelik‚ 2002).
Belirsizlik
altında bile rasyonel davranışın faydayı ya da kârı en çoklatacağı düşüncesi iki sonucu doğurmaktadır. Bunlardan ilki iktisat
politikasının gereksizliğine yönelik ve Keynesci akıma karşı olan
çıkarımdır. Diğeri ise Parasalcılara
karşı olup, reel çözümlemeye geri dönüş anlamında parasal değişkenleri de
iktisatta temel bir etki yapmayacağı iddiasıdır. Reel çözümleme ya da aksiyomatik
iktisada dönüş, Parasalcı
akımın paraya ekonomide
verdiği önemle
karşılaştırıldığında, Ortodoks iktisadın Parasalcıların reel analizini dışlayan
görüşünü de heterodoks bir görüş
olarak algıladığını göstermektedir. Nitekim diğer iktisadi akımların yeni bir
akımla yer değiştirmesine hep büyük bir iktisadi sorun sebep olmuştur. Klasik
iktisattan Neoklasik iktisada geçişin sebebi Ücret Fonu Teorisinin reddi ile
doğan boşluğun Marjinal analiz ile doldurulabilmiş olunmasıdır. Keynesci akımın
Neoklasik akımın yerine geçmesinin nedeni 1929 Dünya ekonomik Bunalımı,
Parasalcı akımın Keynesci iktisadın yerine geçmesine 1970’lerdeki stagflasyon
sorunudur. Ancak Yeni Klasik akımın Parasalcı iktisadın
yerini almasına herhangi bir kuramsal ya da iktisadi
uygulamaların yarattığı büyük bir kriz yol
açmamıştır. Belki 1980’lerdeki Parasalcı deneyimlerin tam başarıya ulaşmamasından söz edilebilir ancak Yeni Klasik akım hem uygulamada büyük bir başarı
kazanmamış
hem de daha çok Klasik akımın kuramına yönelik
bir akım olduğu için Ortodoks iktisadın temellerini
sağlamlaştırma işlevi görmüştür.
Yeni Klasik
akımın, rasyonel beklentiler teorisi olarak adlandırdığı ve belirsizlik altında da piyasanın dışarıdan
bir müdahaleye gerek kalmaksızın kendi kendine en iyi sonucu ve dengeyi vereceği iddiasının doğal sonuçlarından biri de Lucas eleştirisi
olarak adlandırılan durumdur. Lucas, iktisat politikasının rasyonel bireyler
tarafından hesaplanıp ona göre yeni bir davranış kalıbı geliştireceğini ve bu
nedenle politikanın etkinsiz olacağını öne sürer. Ancak rasyonel beklentilerin
aslında teori mi yoksa varsayım mı olduğu konusu bir tartışma
alanıdır. Çünkü Kirmanoğlu’na
göre bu teori yalnız Klasik iktisadı değil, Keynesci iktisadı da
doğrulamaktadır ve bu nedenle teori değil varsayım olarak ele alınmalıdır (Kirmanoğlu, 1991). Aynı katalizörün
farklı tepkimelerde farklı sonuçlara yol açması gibi aynı varsayım da farklı
durumlarda ve başlangıç koşullarında farklı sonuçlar doğurmaktadır. Tüm dünyayı
Eylül 2009’dan itibaren etkisi altına alan büyük finans krizi, şu an geçerli
ana akım olan yeni Klasik akımı nasıl etkileyeceği, yerine yeni bir Klasik akım
mı yoksa başka bir alternatif iktisat görüşünün mü geçeceği henüz belli
olmamakla birlikte Yeni Klasik İktisat Okulu’nun bu krizin nedeni olup olmadığı
bir yana krizin aşılabilmesinde bir katkısı olduğu da şüphelidir.
5. 3. 8. Kurumsalcı Akım
İktisatta baskın bir ekol olmasına karşın,
düşünce ve uygulamada birçok başka akımın var olduğu da görülmektedir. Bunların
bazıları, Anayasal İktisat, Davranışçı iktisat, Deneysel iktisat, Post Otistik iktisat, Tarihçi Okul, Kurumsalcı iktisat, Sistem-Yapı Analizi
okullardır. Bu çalışma çerçevesinde
ugulama şansına kavuşmuş bir alternatif iktisadi anlayış olan Kurumsalcı İktisat
Okulu ele alınacaktır.
Kurumsalcı
akım her ne kadar iktisat politikalarında egemen bir akım olamamışsa da, özellikle 1929 krizi sonrasında Keynesci iktisadın Amerika’ya geldiği 1945 sonrasına kadar
Amerika’da iktisat politikalarında temel belirleyicilerinden biri olmuştur (Kazgan,
1974: 212). Kurumsalcı akım, Amerika
kökenli, felsefi kökenini pragmatizmden alan ve Veblen adıyla birlikte
anılsa da eski ve yeni olmak üzere ikiye ayrılabilecek bir okuldur. Eski kurumsalcılar ve bunların
en önemlisi olan Veblen, Yeni Kurumsalcı iktisattan daha keskin bir şekilde,
hem Klasik iktisada hem de Marxçı iktisada karşıdır. Veblen iktisadı çok geniş
bir anlam yelpazesine sahip olan “kurum” kavramı çerçevesinde ve evrimci bir
yaklaşımla ele almıştır:
“Aynen diğer cinslerin hayatı gibi insanın toplum içindeki hayatı da bir
varoluş mücadelesi ve bu nedenle de seçici bir uyum sağlama sürecidir. Sosyal
yapının evrimi, kurumların doğal seçim süreci olmuştur. İnsan kurumlarında ve
insan karakterinde yapılan ve yapılmakta olan ilerleme kabaca en uygun düşünce
alışkanlıklarının doğal seçimine ve toplumun büyümesi ve bireylerin, insanların
içinde yaşadığı kurumların değişmesi ile devamlı değişen çevreye zorunlu
biçimde uyumu sürecine yerleştirilebilir. Kurumların yalnızca kendileri hakim
ya da baskın ruhsal tavır ve yatkınlıkları şekillendiren seçici ve uydurucu
sürecin sonuçları değildir, bunlar aynı zamanda özel yaşam ve insani ilişkiler
yöntemleri ve bu nedenle de sırasında etkin seçim faktörleridirler. Böylelikle
değişen kurumlar sırası geldiğinde en uygun mizaç bahşedilmiş bireylerin daha ileri
seçimini ve bireysel mizaç ve alışkanlıkların yeni kurumlar oluşması yolu ile
değişen çevreye daha da uyum sağlamasını sağlar.” (Veblen, 2005: 129).
Veblen, sadece kurum tanımlaması ile değil, endüstrinin kendi içindeki karşıtlığı farklı bir bakış açısıyla
görerek de iktisada yeni bir pencere açmıştır. Veblen’e göre, “Modern ekonomik
kurumlar, maddi ve endüstriyel olmak üzere iki kategoriden oluşur.” (Veblen,
2005: 153) ve bunların üretimdeki karşılıkları olan “İş yönetimi ile sanayi
yönetimi arasındaki bu ayrım giderek artmaya devam etmektedir.” (Veblen, 2011:
44). Buna ilaveten Veblen bugünkü üretim yapısının eskisinden farklılığına vurgu yapmaktadır.
“Bugünkü sanayi sistemi, birden fazla yönden, kendisinden önce gelenlerden
oldukça farklıdır. Bir kere kendi dengesini kuran, kapsamlı bir sistemdir ve
ustalıklı manipülasyonlardan değil, birbirine bağlı mekanik süreçlerden oluşur.
Elle değil mekanik olarak işler. Vasıflı işçiler ve araçların değil, mekanik
güçler ve maddi kaynakların örgütlenmesidir; yine de, vasıflı işçiler ve araçlar da kapsamlı mekanizmasının vazgeçilmez bir parçasıdır… Uzmanlaşmış ve standartlaşmış mal ve hizmetlerin “seri üretimi”ni hedefler. Tüm bunlardan dolayı,… sanayi
uzmanları, vasıflı teknoloji uzmanlarının yönetiminde sistemli bir kontrole
uygundur.” (Veblen, 2011: 41).
Sanayi yapısındaki bu değişim Veblen’i Marx’tan ayrı bir devrim teorisine
götürmektedir. Veblen’e göre Sovyet Rusya’daki devrimin başarısı bu ülkenin
azgelişmişliğinin bir sonucudur (Veblen, 2011: 57) ve gelişmiş dünyada
böyle bir devrimin başarısı mümkün değildir. Veblen,
“Modern uygar toplumların zorunlu maddi temelini kuran teknik olarak
ileri düzeydeki sanayi sistemini idare
edebilecek bir örgütlenmenin gelişeceği teknik örgütlenme ve sanayi yönetimi hatları,
asıl olarak da endüstri mühendisliği hattı, devrimci stratejinin ana hatlarını oluşturur.” (Veblen, 2011: 58).
diyerek devrimin ancak teknisyenlerin başarabileceği bir eylem olduğunu
belirtmekte ve Amerika Birleşik Devletleri için sadece teknisyenler sovyeti
biçiminde bir sovyet oluşması olasılığını görmektedir (Veblen, 2011: 71).
Veblen’in analizi çoğu durumda Klasik akımın sınırlarını aştığı için,
pozitif- normatif ayrımına benzer şekilde bir tür iktisadi-
iktisadi olmayan analizi çerçevesinde iktisat dışı görülme
eğilimindedir. Bunun en önemli örneklerinden biri, çalışmalarında, rasyonel
tüketimin yanında Klasiklerin irrasyonel gördükleri
gösterişçi tüketime yaptığı vurgudur:
“En sefil olanı da dâhil toplumun hiçbir
sınıfı adet olan gösterişsel tüketimin
hepsini terketmez. Bu tüketim kategorisinin son unsurları korkunç muhtaç
olma durumu haricinde bırakılmaz. Maddi haysiyetin son küçük şeylerin[in] de
bırakılması için büyük sefalet yaşanmış olmalıdır. Hiçbir sınıf veya ülke yoktur ki bu yüksek ve ruhsal
gereksinimin tüm zevkinden kendilerinin mahrum
bırakacak derecede fiziksel
baskı altında kalacak
kadar sefil olmuştur.” (Veblen, 2005: 67).
Gösterişsel tüketime verdiği önem, bunun Klasiklerin anladığı şekilde
olmadığını da ileri sürmesine yol açmıştır. Yine Veblen’e göre,
“Esas amacı ve baş unsuru gösterişsel israf olsa da herhangi bir şeyin
ya da hizmetin kullanımında faydalı bir amacın olmadığını iddia etmek
yanlıştır. Bunun yanı sıra, esas olarak faydalı bir ürünün değeri içerisinde
israf unsurunun hiçbir şekilde olmadığını iddia etmek de olanaksızdır.”
(Veblen, 2005: 76).
Buradan Veblen’e göre, malların Klasik iktisatçıların gördüğü faydaları
dışında faydalara da sahip olabileceği ve bunun her malın faydası içinde belli
oranda mutlaka bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Veblen’in Klasik anlamda
saf iktisat yapmaması
iktisadi olaylardan saf iktisadi sonuçlar çıkarmamasının da hem nedeni
hem sonucudur. Örneğin Veblen
“Mülkiyet, geçimden bağımsız olarak ortaya çıkan ve büyüyen bir kurumdur.”
(Veblen, 2005: 34) ve “Eğer birikim yapma içgüdüsü, bazılarının varsaydığı
gibi, geçinmenin ve fiziksel rahata ermenin kaçınılmaz bir şartı olsaydı, endüstriyel
verimde belli bir ilerleme kaydedildiğinde grubun toplu ihtiyaçlarının tatmin
edilmiş olması gerekirdi.” (Veblen, 2005: 37) diyerek hem saf iktisat
yapmamakta hem de ona inanç duymadığını göstermektedir.
Veblen, kıt
kaynakların etkin dağılımını inceleyen Klasiklerin aksine, kıtlığın yenilgiye
uğratıldığı sınıra gelinince, bunun çıkarlarına uygun olmadığını gören iş
adamlarınca eksik kapasiteli üretim yapılacağını ve kendileri için uygun
fiyattan satılacak miktarda mal üreteceklerini ileri sürmektedir.
“Yeni düzendeki makine sanayisi, gereğinden fazla üretkendir. Bu nedenle
üretim oranı ve hacmi, ticari hareketliliğin taşıyabileceği- yani, ilkedeki sanayi sistemini
yöneten iş adamlarına fiyat
bakımından en fazla net getirinin sağlanabileceği- düzey amaçlanarak
düzenlenmelidir. Aksi takdirde
“aşırı üretim”, iş hayatında bunalım
ve sonuçta her yerde zor zamanlar yaşanacaktır. Aşırı üretim,
piyasanın yeterince kârlı bir fiyata gerçekleştireceğinden fazla üretim
anlamına gelir. Bu nedenle ülke refahını sürmesi, ülkedeki sanayi üretimini
kontrol altında tutan iş adamlarının “verimli olmaktan vicdanen vazgeçmesi”ne
bağlı görünmektedir. İşadamları, sanayi üretimini kuşkusuz tümüyle kendi
yararları için kontrol
eder ve kendi yararları, daima
karlı bir fiyat anlamına gelir. Yatırım ve ticari
girişim ile fiyat sistemi üzerinden
örgütlenmiş bir toplumda,
mevcut sanayi tesislerinin ve işçilerin alışılageldiği
üzere tamamen ya da kısmen istihdam edilmemesi vazgeçilmez koşul olarak
görünmektedir ve bu olmaksızın, kabul
edilebilir yaşam koşulları
sürdürülemez. Yani bu gibi toplumların hiçbirinde, sanayi sistemi,
herhangi bir dönem boyunca, ticari durgunluk yaşanması ve sonuçta her sınıftan
insanın her koşulda yokluk içine girmesi pahasına tam kapasiteyle çalışamaz. Karlı bir iş için gerekenler bunu kabul
etmeyecektir. Bu nedenle, üretim
oranı ve hacmi; mevcut kaynaklar, donanım ve insan gücünün çalışma kapasitesine
ya da toplumun tüketim malları ihtiyacına göre değil, piyasanın ihtiyaçlarına
göre ayarlanmalıdır. Dolayısıyla, tesis ve insan gücünün istihdam edilmeyeceği
belirli bir sınır daima olmalıdır. Üretim oranı ve hacmi, kuşkusuz sanayi
sisteminin üretim kapasitesi arttırılarak ayarlanamaz. Bu nedenle, piyasanın durumu gerektirdiği takdirde, azami üretimin az ya
da çok altında tutularak düzenlenmelidir. Bu, daima tesis ve insan gücünün az
ya da çok istihdam edilmemesine ilişkin bir sorundur; dolayısıyla, mevcut
kaynakların istihdam edilmemesinde zekice ölçülü davranılması, “verimli
olmaktan vicdanen vazgeçilmesi”, sanayi ile ilgisi olan her tür sağlam ticari
girişimde akıl sahibi olmanın başlangıcıdır.” (Veblen, 2011: 24-25). ,
Kurumsalcı
iktisadi çözümlemeye katkı vermesi ve ana akımın bir alternatifi haline gelmemesi
iktisadi bakış açısının ne kadar katı olduğunu
göstermektedir. Çünkü bu iki iktisadi analizin bakış açısı da hem ortodoks iktisat akımından hem de
heterodoks olarak kabul ettiğimiz Marxçı ve Keynesci iktisat okullardan
oldukça farklıdır. Heterodoks iktisat okullarının temelleri ortodoks iktisat
okullarınınki ile aynıdır. Bu açıdan bakıldığında heterodoks akımların ortodoks
iktisada gerçek bir alternatif olmaları zor görünmektedir. Çünkü iktisadın Adam
Smith ile başladığını kabul eden her akım özünde ortodokstur. Bu nedenle
iktisadi analizde kurumları esas alan Kurumsalcı akımla, ortodoks iktisat
anlayışın gerçek alternatifi gibi görünmektedir.
5.4.
Tarihsel ve Toplumsal
Koşulların Varsayımların Oluşturulması Üzerindeki Etkisi ve İşlevi
İktisat her ne kadar zamandan ve mekândan bağımsız yasaların varlığını
kanıtlama uğraşında olsa da aynı zamanda sürekli olarak belirli bir zamanın ve mekânın problemini çözme gayreti
içindedir. Bu çabanın doğal bir sonucu olarak ta, iktisadi yasaların zamanı ve
mekânı aşan yönleri genellikle, belirli bir yer ve zamandaki iktisadi sorunların çözüm yollarının genelleştirilmesiyle oluşturulmaktadır. Tarihsel
ve toplumsal bağlam da, iktisadi
çözümlemeye görünür ya da
görünmez bir şekilde bu yolla dâhil olmaktadır.
İktisadı Adam Smith ile başlatan Ortodoks
akım, belli varsayımlarla zaman ve mekân üstü aksiyomatik bir sistem kurarken, bu
varsayımları o dönemki gereklere göre seçmiştir. Çünkü aksiyomatik bir iktisadi sistemi kurmak için çok çeşitli varsayım
kümeleri kullanılabilir. Eğer özellikle bir aksiyomatik sistem kurulmak
istenirse bu aksiyomatik yapıyı sağlayacak varsayım kümelerinden hangisinin
seçileceği bulunulan yer ve yaşanılan ana bağlı olacaktır. Bir başka deyişle,
kuramsal anlamda bir iktisadi sistemin aksiyomatik ya da erekbilimsel olup
olmamasına bilim adamları karar verebilir, ancak
bu karardan sonra bu iktisadi sistemin içini yaşanılan zaman ve mekândan
hareketle doldurmaları gerekir. Çünkü her iktisadi sistem siyasi yönü de olan ve bu anlamda
toplumca onaylanarak bir meşruiyet kazanması gerekli
bir yapıyı gösterir.
Ortodoks iktisadın temel varsayımı olan rasyonel birey, hem kendinden
önce başlayan ve insana verilen değeri öne çıkaran
aydınlanma hareketinin hem de
kilisenin insanı baskı altında tutan anlayışına bir tepkinin sonucudur. Ayrıca
rasyonel insan tanımı da zaman içinde işlevsel olarak değil ama anlamsal olarak
çok büyük değişimler geçirmiştir. Klasik akımın aksiyomatik bir sistem yaratma
amacında, Newton’un yarattığı Klasik Mekanik kuramının büyük etkisi vardır.
Yine aslında bir varsayım olan Ücret Fonu Teorisi de o dönemin koşullarının bir
ürünüdür. Ancak şu durum da gözden kaçırılmamalıdır. Klasik akımın ilk dönemikendi kendini doğrulayan bşr sistemi inanç
düzeyinde benimsemiş ancak onun matematiksel gösterimini yapmamıştır.
Ücret Fonu’nun reddiyle başlayıp bir
bunalım haline gelen ve sonunda Marjinal
Devrim ile Neoklasik iktisat adını alan Klasik akımın bu dönemindeki
varsayımları da döneminin birer ürünüdür. Marjinalite kavramını iktisada
kazandıran Jevons, Menger ve Walras’ın matematikçi ve mantıkçı olmaları da
böyle bir sonucun oluşmasında etkindir. İktisatta
matematikleşme İkinci Dünya savaşı sonrası hızlanmış ise de başlangıcının Neoklasik iktisadın Marjinal analizidir. Çünkü bu analiz sayesinde, toplumun yapısından
ve zamandan bağımsız aksiyomatik ve matematiksel bir yapı kurma çalışmalarında
büyük bir adım atılmıştır. Ancak toplum ve
zamandan bağımsız bir yapı kurma çalışması olarak Neoklasik iktisat akımı, 1929
Dünya Bunalımı ile bir süre Keynesci akımın iktisadi uygulamaya egemen
olmasıyla duraklamış ve Parasalcı akıma kadar iktisatta aksiyomatik anlayış pek
ortalarda görünmemiştir.
Keynesci
iktisat, toplumsal ve tarihsel bağlamda olduğunu, aksiyomatik yapının özel bir durum olabileceğini
belirterek göstermiştir. Keynesci iktisatta belirsizlik, zamanın önemini; efektif
talep ilkesi ise toplumdaki durumun
Say Yasası’nı her zaman doğrulamayacağını göstermesi bakımından önemlidir.
Keynes iktisada kendi özel varsayımlarını getirmemiş, tarihsel ve toplumsal
koşulların kendinden önceki Neoklasik yaklaşımın zaman ve mekân üstü
aksiyomatik sistemini her zaman doğrulamayacağını belirtmiştir. Bu şekilde
bakıldığında Neoklasik akım belirli varsayımlardan yola çıkarak, her zaman ve mekânda doğrulanabilecek
yasalara ulaşırken, Keynes var olan toplumsal koşul ve zamandan
yola çıkarak olgusal gerçeklerin Neoklasik aksiyomatik yapıyı doğrulamasının olasılıklardan sadece biri
olduğunu ve esas olanın yaşanılan
dünyada zamanın ve toplumsal bağlamın iktisadi davranışa
bir etkisi olduğunu ileri sürmüştür. Leontief’e göre, Keynesci akımın bu sonuçlara
ulaşması aslında Klasik akımın homojenlik varsayımını emek arzı
fonksiyonu özelinde reddetmesinin doğal bir sonucudur (Leontief, 1985: 87-90).
Keynes ise Genel Teori konusunda yazılanlara makalede, Leontief’in görüşünün
doğru olduğunu ve faiz oranını belirleyen para miktarı için de homojenlik
varsayımının geçerli olmadığını öne sürmüştür (Keynes, 1937: 209).
Parasalcı akım, Keynes’in genel fikirlerine karşı olmasına rağmen öne
sürdüğü uyarlamalı beklentiler hipotezi ile zamanın iktisatta bir önemi
olduğunu zımnen de olsa kabul etmiştir. Ayrıca parasal değişkenlerin reel etki
yaratacağını onaylayarak zamandan ve mekândan bağımsız ve reel çözümlemeye
dayanan Neoklasik aksiyomatik yapıyı reddetmiş, iktisatta
parasal olguların iktisadi değişimlere yol açabileceğini, ancak bunun
engellenmesi gerektiğini ileri
sürmüştür.
Yeni Klasik iktisat ise bir tür Neoklasik iktisada geri dönüş gibidir.
Neoklasik iktisadın zamandan ve mekândan bağımsız yasalarının ve aksiyomatik
sisteminin belirsizlik ortamında da geçerli olduğu görüşündedir. Neoklasik akım
ile aralarındaki tek fark, o zamandan bu zamana belirsizlik kavramının iktisada girişi ve bunun Klasik akım olarak Yeni Klasik akım tarafından kabulüdür. Ancak bu kabul,
belirsizlik durumunun iktisadi yasaları etkilemeyeceği için zamanın iktisatta
önemli olmadığını sonucuna götürmüştür. Zaman burada sonucu değiştiren etkin bir
değişken değil, Marxçı iktisatta olduğu gibi yasaların arkasında görülen bir
fona benzemektedir. Benzer şekilde rasyonel beklentiler teorisi ile de
toplumsal bağlamın önemli olmadığı sonucu çıkarılmıştır. Yeni Klasik anlayışın
temelini oluşturan rasyonel beklentiler kavramı her ne kadar bir teori gibi gözükse de aslında tam rekabet kavramı gibi bir üst
varsayımdır. Çünkü temelde üç varsayıma dayanarak türetilmiştir. Bu
varsayımların en önemlisi de rasyonel bireylerin yaptığı hataların normal
dağılım göstermesidir (Muth, 1961: 317). Hataların normal dağılımı da bir başka açıdan bakıldığı zaman piyasada gücün varolmadığının veya varolması halinde
bile çıkarına uygun olarak piyasayı yönlendiremeyeceği ön kabulüne
dayanır. Ancak hem Enron şirketinin batması hem de son iktisadi kriz hataların
aslında bir normal dağılım göstermediğine ve rasyonel davranışın hataların normal dağılımını engelleyen asıl etken olduğuna
en iyi örneklerdir (Enron Olayı için bkz. Sarıoğlu, 2002; Akerlof ve Schiller, 2010: 56-58) .
Marxçı
iktisat, ortodoks iktisada karşı olarak mantıksal zamanı değil, tarihsel zamanı
kullandığını iddia etse de, bu akımdaki aksiyomatik ve erekselci yapı da ne
zamanı ne de toplumsal bağlamı göz önüne almaktadır. Çünkü toplum açısından bir
gelişim çizgisi belirlenmiştir. Bu çizginin son aşamasına gelmek toplumlar için tarihsel açıdan bir zorunluluk
olarak görülmektedir. Bir başka
deyişle toplumlar burada bir özne konumundan çok nesne görevi görmektedir. Zaman da aslında Marxçı yasalar açısından etkin bir
değişken değildir. Çünkü erekselci bir ekonomi anlayışı hâkimdir.
Erekselciliğin olduğu yerde bir şeylerin olması kesindir ve sadece bir zaman meselesidir. Bir başka deyişe,
nasıl ki aksiyomatik bir iktisat kuramı bireyi ve toplumu şeyleştirir ve
değerden düşürürse, erekselcilik te zamanı nesneleştirir, değersizleştirir. Bu anlamda Marxçı yasalar her ne kadar zaman ve toplum
bağlamında görülüyorlarsa da, aslında Neoklasik iktisat yasaları kadar zaman ve
mekândan bağımsız ve yaşanılan zamanı, mekânı ve toplumu göz ardı eden bir
karaktere sahiptirler.
Klasik
iktisadi akımın varsayım bağlamında temel eleştirisini onun içinden çıkan
Keynes’in yapmış olması gibi, Marxçı iktisadın varsayım temelli eleştirisi de yine kendi içinden çıkan Eduard
Bernstein’dan gelmiştir. Zaman olgusal anlamda Marxçı akımın bazı varsayımlarını çürütmüştür. Bu konuda Bernstein zamanın kurama etkisi konusunda şu
ifadeleri kullanmaktadır:
“Komunist Manifesto’nun modern toplumun gelişimine
yönelik öngörüsü, bu gelişmenin genel eğilimini yansıttığı ölçüde doğruydu.
Ancak farklı özel çıkarsamalarda, özellikle de gelişmenin ihtiyaç duyacağı
sürenin tahmininde yanılıyordu…
Toplumsal koşulların gelişmesi Manifesto’da
anlatıldığı gibi olmadı. Bunun gözlerden gizlenmesi yalnızca
fayda sağlamamakla kalmayıp, aynı zamanda yapılabilecek en büyük ahmaklıktır. Mülk sahiplerinin sayısı azalmadı, tam
tersine arttı. Toplumsal sermayenin olağanüstü
artışı büyük sermayedarların giderek eriyen
değil, tam tersine
farklı
büyüklükteki kapitalistlerin artan sayısında buluyor. Orta
sınıfların karakteri değişmekle birlikte, bunlar toplumsal merdivendeki
yerlerini kaybetmediler.
Üretimin yoğunlaşması bugün de endüstrinin her dalında aynı güç ve hızla
gerçekleşmiyor. Birçok üretim dalında sosyalist eleştirinin tüm öngörüleri
haklılık kazanmakla birlikte, başka dallarda yetersiz kalıyor. Tarımdaki
yoğunlaşma süreci daha yavaş ilerliyor. Ticari
istatistikler işletmelerin farklı
büyüklükte olağanüstü sayıda
parçalara ayrıldığını gösteriyor ve bu
farklı kategorilerden hiçbirisi
istatitiklerden yok olma niyetinde değil.” (Bernstein, 2011: 22-23)
Yukardaki ifadelerden Bernstein’ın Marxçı sosyalizmin temel varsayımlarının
gerçekle çeliştiğini adeta Keynes gibi, bu varsayımlarla birlikte
düşünüldüğünde olgusal gerçekler
karşısında Marxçı sosyalist
akımın sosyalist dünya
görüşünün özel bir haline dönüştüğü gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Marxçı
iktisat okulu ile Klasik akımın benzerliği buna yapılan eleştirilerin
benzerliğinde de kendini göstermektedir. Bunun en iyi örneğini de Durkheim’in
Klasik akıma yönelik arz ve talep yasası hakkında, yine Bernstein’ın Marxçı
akıma yönelik diyalektiğin kullanımı konusundaki eleştirisinde daha net görmek
mümkündür:
“En üretken endüstrilerin en değerli endüstriler olması ve en çok talep
edilen ve en az bulunan ürünleri ellerinde tutanların bu ürünleri en yüksek fiyata satmalarının iyi olacağı mantığa uygundur. Fakat bu mantıksal zorunluluk hiçbir biçimde doğanın
gerçek yasalarının ortaya
çıkardığı zorunluluklara benzemez. Doğa yasaları, olguların birbirlerine ne
şekilde bağlanmasının iyi ve gerekli olacağına bakmaksızın, olguların gerçekte
hangi ilişkilerin zorunlu zinciriyle birbirlerine ilintilenmiş olduğunu ifade
ederler. Arz ve talep yasası hakkında söylediğimiz bu şeyler, ortodoks iktisat
okullarının “doğal” diye nitelendirdiği ve aslında arz ve talep yasasının özel biçimlerinden başka bir şey olmayan bütün iktisat yasaları için de geçerlidir. Bu yasaların belirli bir amaca ulaşmak için başvurulması
doğal olan veya doğal gözüken araçları
ifade etmeleri bakımından doğal oldukları
söylenebilir. Lakin, doğal yasadan, doğanın saptanmış belirli
bir varoluş biçimi
anlaşılıyorsa, bu yasalar bu doğal yasa terimiyle nitelenmemelidir. Bu
yasalar en fazla pratik bilgeliğin sunduğu önerilerden ve tavsiyelerden ibarettir. Bu yasalar, az veya çok akla
yatkın şekilde gerçekliğin açık ifadeleri
olarak sunuluyorsa, bunun nedeni bu önerilerin birçok insan tarafından çoğu durumda yerine getirildiğine dair doğru veya yanlış bir varsayımın varolmasıdır.” (Durkheim, 2004: 90-91).
“Gerçek hayatta şeyler nasıl hareket ederse etsin, deneyim bazında
saptanabilir gerçeklik zeminini terk ettiğimiz
ve ötesine geçtiğimiz anda türetilmiş tanımların dünyasına gireriz ve bundan
sonra Hegel’in koyduğu
şekliyle diyalektik yasaları
izlersek, daha farkına bile varmadan “tanımın kendi gelişimi”nin
tuzağına düşmüş oluruz. Hegelci çelişki mantığının arkasında yatan büyük
bilimsel tehlike budur.
Hegelci çelişki mantığının kuralları belli koşullarda reel şeylerin ilişkilerini ve
gelişmesini çok iyi göstermeye yarayabilir. Bunlar bilimsel sorunların formüle
edilmesinde de çok faydalı bir rol oynamış ve önemli buluşların
gerçekleştirilmesine yol açmış olabilir. Fakat gelişmeler bu kurallar temelinde
tümdengelimli bir şekilde öngörüldüğü
anda, keyfi şekillendirme tehlikesi başlamış olur ve bu tehlike, gelişmesi
söz konusu olan şey
ne kadar çok parçadan oluşuyorsa, o denli büyür.
Basit bir objede deneyim ve mantıklı çıkarsama yeteneğimiz
bizi, “yadsımanın yadsıması” gibi analoji kuralları vasıtasıyla değişik
olasılıklarla ilgili ihtimal dışı sonuçlar çıkarmaktan
alıkoyar. Ancak bir şey ne kadar çok parçadan oluşuyorsa, unsurların sayısı ne
kadar yüksekse, doğası ne kadar farklı nitelikler gösteriyorsa ve içindeki güç
ilişkileri ne kadar çeşitliyse, sözü edilen
kurallar gelişmesi hakkında
o kadar az bilgi verir.
Çünkü temel, sonuç çıkarmaya yaradığı gibi, tüm tahmin ölçüsünün
kaybolmasına da neden olabilir.” (Bernstein, 2011: 50-51).
İktisat teorisindeki değişmeler, olgusal gerçeklerle çelişmenin aşırı
derecede arttığı zamanlarda gerçekleşmiş, normal durum esnasındaki eleştiriler
genellikle kurama alınmamak yanında
pratikte de gözardı edilmiştir. Örneğin Walter Bagehot hakkındaki şu ifadeler
Klasik akımı varsayım bağlamında eleştirisinin belki doğru, ancak zamanının
kesinlikle uygun olmadığının en iyi göstergesidir:
“Walter Bagehot (1826-77) “Economic Studies” adlı eserinde geleneksel
klasik politik iktisat sisteminin‚ gerçekte evrensel
olarak doğru olmak yerine, zamanın
ve mekânın çok dar sınırları
içinde geçerli olan belirli temel varsayımlara dayandığını gösterdi. Fakat
Bagehot daha ziyade parasal problemler üzerine çalışmaları ve kendi türünde bir
klasik olarak günümüze kadar gelen “Lombard Street” kitabıyla tanınmaktadır.”
(Thomas, 1936: 699).
Bagehot’un eleştirisini yaptığı dönemde kapitalizm derin bir krize girip
temelleri sorgulanır hale gelmediği için yaptığı eleştiriler genele
yayılamamıştır. Kendisi “Her büyük kriz‚ daha önce asla kuşkulanılmayan bir konu hakkında kuşkular duyulmasını beraberinde
getirecektir.” (Bagehot‚ 1999: 157’den aktaran Galbraith‚ 2009: 150) demekteyse
de Bagehot’un varsayım eleştirilerinin dikkate
alınıp bu alanda şüphelerin belirmesi ancak 1929 Krizi’nden sonraya denk gelmektedir. 1929 Krizi sonrası Keynes
“Klasik teori olarak varsayılan özel durumun niteliklerinin, şu anda içinde
yaşadığımız iktisadi toplum açısından hiçbir geçerliliği yoktur.” (Keynes,
2008: 13) diyerek kuram uygulama ayrışmasını işaret etmiş ve Buhran’ın da
etkisiyle düşünceleri hem genele yayılmış hem de iktisat politikalarına yön
verir hale gelmiştir. İktisatta krizler yol açan sorunlar o zamana kadar ya
yapılan varsayımlar nedeniyle görünmez hâle getirilmiş ya da dışsal alınmıştır.
Uygulama ile kuram arasındaki bu ayrışma
varsayımların sistemi soyutlama yerine indirgeme işlevini yerine getirdiğinin en iyi kanıtıdır. Nitekim Keynes
kendi kuramının genel, Klasik kuramın ise kendi kuramının
özel bir hâli olduğunu öne sürerken
varsayımların Klasik kuramı kendi kuramının indirgenmiş bir formu hâline
getirdiğini görmüştür. Keynes’in eleştirisine benzer bir eleştiri bu kez
Friedman tarafından 1970’lerdeki stagflasyon krizi sonrası Keynes’e karşı
yöneltilmiş ve Friedman bu durumu “Düşünce ortamının değişmesine kuram ya da
felsefe değil, deneyimler yol açtı.” (Friedman,1988: 8) diyerek ifade etmiştir. Bütün bu
örneklerden 2009’da başlayan ekonomik krizi sonrası ana akıma yönelik
eleştirinin ampirik bir desteği olacağı öngörülebilir ancak hangi eleştirinin
etkili olacağı ve genele yayılıp
politikalara yön vereceği konusunda herhangi bir tahminde bulunmak oldukça zor
bir konudur.
İktisatta
zaman bazı düşünceleri sürekli kılarken, bazı konularda farklı sonuçlara ulaşılmasına, bazı olguların ise
zamanla ortaya çıkması nedeniyle ilk başta görünmemesine neden olur. Klasik
akımın kurucusu kabul edilen Smith’de kâr oranlarının eşitlenmesi durumu vardır
(Smith, 2011: 96) ve durum hala geçerliliğini korumaktadır. Bunun gibi Smith,
üretken ve üretken olmayan olmak üzere iki çeşit emeğin olduğunu ileri sürmektedir. Sanayi işçisinin emeği üretken emek iken,
sıradan hizmetçiler ile maiyetindeki bütün sivil ve asker memurlarla birlikte hükümdar, ordu, donanma, kilise adamları,
sanatçılar üretken olmayan emeğin birer örneğidir (Smith, 2011: 357-359).
Bu anlayış günümüzde
hala etkisini sürdüren küçük devlet anlayışının temelini
oluşturmaktadır.
Sadece zamanla
farklı sonuçlara ulaşıldığı da görülmektedir. Örneğin, Smith’de de Marx’taki gibi kapitalist ilişki
içindeki sermayedar ve emekçi vardır (Smith,
2011: 52) ve “Emek, fiyatın
hem emeğe dönüşen
kısmının değerini ölçer hem
ranta ve kara dönüşen kısmını
ölçer.” (Smith, 2011: 54)
der ancak Marx’ın aksine bundan politik bir sonuç çıkarmaz. Çünkü Smith,
emeğin kendisi yanında sermaye ya da toprak sahibini doyurmasını normal bir
durum olarak görmektedir. Ayrıca, Smith’in eserinde Marx’takine benzer bir
sefalet durumunun tasviri olmasına karşın Marx’taki gibi bir devrime
yol açmaz (Smith,
2011: 75). Benzer şekilde,
fiyatın kıtlıkla arttığını görmesine rağmen ve “Altın kıtlığını belirli bir
derece arttıracak olursanız, en küçük
altın parçası bir elmastan daha fazla değerlenip başka malların daha çoğuyla
değiş edilebilir.” (Smith, 2011: 192) demekle birlikte buradan sübjektif fayda teorisine geçmemektedir. Bir başka ifadeyle Smith’de de fayda
kavramı vardır ancak faydanın fiyatla bir bağlantısı yoktur. Neoklasik
akım bu bağlantıyı kurmuştur. İktisatta zamanla anlamı değişen
en önemli kavramlardan biri de fiyat kavramıdır. Smith’de
doğal fiyat kavramı
ile beraber piyasa
fiyatından da söz edilir ancak aslolan doğal fiyattır. Ricardo’da doğal fiyat artık göreli
fiyatta kendini gösterirken, piyasa fiyatı görünen fiyat haline gelmiştir
(Ricardo, 2008: 63). Ancak her iki durumda da emek-değer kuramı geçerlidir. Bu durum Marx’ta
“Bir meta sosyal emeğin billulaşması olduğu içindir ki bir değere
sahiptir.” (Marx, 1965: 47) biçiminde
ifadesini bulmaktadır. Emek-değer kuramının reddi, Menger’in, Smith’i emeği iktisadi
ilerlemenin merkezi faktörü yaptığı ve emeğe aşırı önem atfettiği için eleştirmesi ve “beşeri refahtaki
ilerlemenin tek bir nedenine ışık tuttuğuna inanmaktayım.” (Menger,
2009: 21) diyerek emeğin değişkenlerden sadece birisi olduğunu öne sürmesiyle
başlar. “Değer malların doğasından gelen bir özellik değil, ihtiyaçların
tatminine yönelik iktisadi mallara atfedilen önemdir.” (Menger, 2009: 64) ve “Değerin sadece doğası değil,
fakat aynı zamanda ölçüsü de sübjektiftir. Mallar her zaman belli iktisadi
bireyler için değere sahip olurlar ve bu değer aynı zamanda sadece bu bireyler
tarafından belirlenir.” (Menger, 2009: 87) sözleriyle Menger, fiyatı maliyetten
koparmıştır. Çünkü Menger, fiyatları bireylerarası mübadelenin temel özelliği
olarak değil, bu mübadelelerin doğal sonuçları ve iktisadi bir dengenin
belirtileri olarak görmektedir (Menger, 2009: 129). Böylelikle başlangıçta yapay olarak görülen piyasa fiyatı,
artık değerin tek geçerli
biçimi olmuş ve sadece arz ve taleple belirlenen bir değişken halini almıştır.
Son olarak
sadece zamanla ortaya çıkan ve ilk başta görünmediği için analize dahil
edilmeyen olgular da iktisatta görülmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi
spekülasyon güdüsüdür. Smith’e göre, eli altında mal mevcudu olan bunu, ya tüketir ya da durağan veya döner sermayeye çevirir. Bunun
dışında bir davranışta bulunan kimse, “iyice oynatmış olmalıdır.” (Smith, 2011:
303). Çünkü Smith’de spekülasyon güdüsü diye bir şey yoktur. Keynes ise,
“Kişilerin harcamadıkları parayı, bir şekilde harcayacakları fikri, günümüz
düşüncesini hala çepeçevre sarma özelliğini sürdürmektedir.” (Keynes, 2008: 27)
sözleriyle bu düşünceye karşı çıkmaktadır. Çünkü,
Keynes’e göre, “Say Yasası’na göre düşünenler, iki temel faaliyeti (bugünkü
tasarruf
ile gelecekteki tüketim) arasında bir bağ olduğunu varsaymaktadır.”
(Keynes, 2008: 28). Buna ilaveten
Smith’de de “İnsan emeğinin satın alabileceği yahut üretebileceği
malın miktarı, her ülkede etkin talebe; veya, onu hazırlayıp piyasaya getirmek için verilmesi gereken
rant, emek ve karların tümünü ödemeye istekli olanların
talebine göre, kendiliğinden, doğal şekilde düzenlenir.” (Smith, 2011: 462) biçiminde bir etkin talep olmasına karşın bir
talep krizi beklentisi asla yoktur. Çünkü, Smith’e göre,
“Yiyeceğe karşı olan istek, herkeste midesinin dar hacmi ile
sınırlanmıştır. Fakat yapı, giyim, kuşam, takım taklavat, ev döşemesindeki rahatlıklar
ve süsler için olan isteğin ucu bucağı, sınırı yok gibidir.” (Smith, 2011:
183-184)
Sonsuz istek-sınırlı kaynak kavramlaştırmasının temelini oluşturan ve
Ricardo’nun da desteklediği bu fikir (Ricardo, 2008: 259), Say Yasası’nı desteklemekle kalmaz aynı zamanda onu
talebin alt sınırı haline getirir.
İktisat anlayışı yalnız farklı zaman ve mekan içinde yaşayanlar arasında
değil, aynı dönemde yaşamış
bilim adamları arasında
da bakış açılarının farklılığı nedeniyle farklılaşabilmektedir. Bunun en iyi
örneklerinden biri Veblen ile Schumpeter’in aynı konulardaki birbirine zıt olan
düşünceleridir. Veblen sosyalist bir devrimde
sorunu büyük şirketlerde görürken, Schumpeter asıl sorunun dönüşüme hazır büyük
şirketlerde değil, kendilerini kolayca
bırakmayacak ve sosyalist düzende iş görmesi
beklenmeyen küçük şirketlerde görmektedir (Schumpeter, 1967: 106-
114). Ayrıca verimliliği baltaladığı için batacağını öngören Veblen’in tersine
Schumpeter, kapitalizmin kendi başarısızlığı yüzünden
değil aksine başarısı yüzünden yok olacağını
öngörmektedir (Schumpeter, 1974: 106-114).
Burada son
olarak iki konuya değinmek gerekir. İlk olarak, her ne kadar iktisadi akımlar
aksiyomatik bir yapı kurma eğiliminde olsalar da hem Marxçılık
hem de Klasik iktisat ve Keynesci akım için yalnız iktisadın değil, toplumsal
bağlamın önemli olması dolayısıyla politik iktisadın esas olduğu bir gerçektir.
Bunun en iyi kanıtı bu akımların
siyasete ve dolayısıyla topluma da belirli bir form vermek için siyasi kuramlarının da olmasıdır.
Klasik akımın siyasi yüzünü liberalizm, Marxçı akımın yüzünü Komünizm, Keynesci akımınkini de bu ikisinin arasında bir
gerektiğinde harekete geçen bir
tür müdahaleci devletçilik anlayışı oluşturmaktadır. Bu
durum kurumsal iktisadın toplumsal ve zamansal bağlamdan bağımsız olarak
kurgulanmasına karşın, bunun uygulamada asla zaman ve mekândan bağımsız bir
durum olmayacağını kabullendiklerinin bir göstergesidir. Bununla
bağlantılı olarak ele alınması
gereken ikinci konu, aslında bu okulların krizleri
kendi çerçeveleri içinde açıklayabilme gücünün varlığına rağmen bu anlayışlardan birinin seçimi aslında tamamen
o toplumun ve o zamanın
gereklerine bağlıdır. 1929 Krizi’nin
yalnız Keynesci değil hem Neoklasik hem de daha sonra Parasalcı açıklaması,
1970’lerdeki stagflasyon olgusunun
yalnız Parasalcı değil, Keynesci açıklamasının da bulunmuş olmasına rağmen
bu alternatiflerden hangisinin seçileceği nesnel bir seçimin değil, bulunulan
zaman ve yaşanan toplumun o anki gereklerinin bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, iktisadi
bir soruna birden fazla çözüm yolu
önerilebilse de, bu önerilerden sadece o zaman ve yer için en uygun olanı
seçilir. Toplum veya iktisadi güçler iktisadi bir soruna kendi başınlarına
kuramsal bir çözüm bulamayabilirler, ancak uygulamada rasyonel davranarak,
önerilen reçeteler içinden kendi gereksinimlerine en fazla uyanı seçerler.
SONUÇ
İktisat bilimi, diğer tüm bilim dalları gibi bilimsel çalışmaları,
olgular üzerine neden sonuç ilişkileri aracılığıyla ve bilimsel yöntem adı
verilen tekrarlanabilirlik ve yanlışlanabilirlik özellikleri sayesinde nesnel
olan bir yöntemi kullanarak gerçekleştirir. Ancak bu çalışmadan da görüldüğü üzere, bilimsel aşamanın görünmez bir aşamasını oluşturan
varsayımların bu bilim dalında kullanımı
hem diğer bilim dallarından farklıdır hem de bu varsayımlar farklı
nitelikte sonuçlar elde edilmesine yol açarlar.
Varsayım,
bilimin temelini oluşturur. En basitinden bilimin dışımızda bizden bağımsız bir
dünya olduğunu varsayması bilim yapmanın ön koşulu ve bilimin varlığının
temelini oluşturur. Ancak bilimin temelinin varsayımlardan oluşan bir yapıya dayanması, bilimi anlamsız ve salt
spekülatif bir yapıya indirgemez, yalnızca bilimin çalışma alanının bir sınırı
bulunduğunu ve bu sınırın aşılması durumunda yapılan bilimsel faaliyetlerin
sonuçlarının net olamayacağını gösterir. Çünkü bilim, bilimsel yöntem
kullanılarak yapılan bir faaliyettir ve bilimsel yöntem denilen sorunlara olgusal neden sonuç ilişkisi
içinde bakma şekli de bilimden tamamen bağımsız şekilde meydana getirilmiş bir
yöntem değildir. Her bilgi edinme tarzı, bu bilgiyi edinme esnasında kullanılan
süreçleri de diğer bir ifadeyle bilgi edinme yöntemini de kendi içinde yani
içkin olarak barındırır.
İktisat, daha
önce de belirtildiği gibi fizik ile toplumbilim (sosyoloji) arasında bir yer
işgal etmektedir. Çalışma alanı toplumbilim ile birçok yerde kesişmektedir.
Bunun belki en büyük nedeni iktisadın inceleme alanının farklı bir bakış
açısıyla da olsa aynı zamanda
toplumbilimin de bir alt inceleme alanı olmasından öte, sosyal bilimlerde alt
bilim dallarının doğa bilimlerindeki kadar kesin bir ayrımının zorluğudur. Belki de bundan dolayı,
iktisat kendi çalışma alanını diğer sosyal bilimlerden büyük ölçüde kullandığı
yöntemlerle ayırmıştır. Kullandığı varsayımsal tümdengelim yöntemi de iktisadı
fizik gibi bir doğa bilimi kesinliğinde sonuçlara varmasını sağlamaktadır.
İktisadın fizikle ilişkisi Adam Smith’in Klasik Fizik olan Newton fiziğine
olan hayranlığı ve iktisadın da bu kesinlikte sonuçlar vermesi isteği
kadar, iktisadın sosyal bir bilim olmasına rağmen kendini sosyal
tartışmaların içine çekmekten ziyade sosyal tartışmaların hem dışında hem de özellikle
daha üst bir yerde konumlandırmak istemesinin de
bir sonucudur. İktisat bu yöntem
aracılığıyla, kendini sosyal tartışmaların dışında tutarak yapısını
koruyabilmekte, üstünde tutarak ta vardığı sonuçları sorgulanamaz
bir hale getirmektedir.
İktisat
bilimini çalışma alanı açısından toplumbilimlerinden farklılaştıran ve fizik
kadar kesin sonuçlara ulaştıran etkenlerden biri kullandığı tümdengelimsel yöntem ise diğeri
de yaptığı varsayımlardır. Ancak burada da kesin olarak
yöntem ile varsayımlar arasında bir ayrıma gitmek güçtür. Bilim ile
bilimsel yöntemin birbiriyle olan
ilişkisine benzer şekilde, iktisatta da tümdengelim ile kullanılan varsayımlar arasında
karşılıklı ilişkiler bulunmaktadır. İktisat vardığı sonuçlara sadece yöntemi ya da
varsayımlarıyla değil, hem yöntemin hem de varsayımların bir arada bulunmasıyla
ulaşmaktadır.
İktisadın
varsayımsal yapısı, zamanla kendi içinde aksiyomatik bir bütünlük yaratarak,
olgudan bağımsız olarak mutlak sonuçlara varmasına yol açmıştır. Bu durum, ekonomide büyük bir sorun olmadığı
sürece görmezden gelinmiş ve sistemin sürekliliğini sağlamıştır. Ancak, 1929
Büyük Kriz ve onu takip eden Büyük Buhran dönemi bu varsayımsal yapıyı olgusal anlamda
yanlışlamıştır. O nedenle
Keynes 1936 tarihli Genel Teori kitabına,
varsayımların gerçek dünyayla
olan kopukluğundan söz ederek başlamış ve sonuçta da sorunun kaynağının
varsayımlar olduğunu belirtmiştir.
Keynes’in
Klasik teori diye adlandırdığı ve ana akım iktisadı ya da Ortodoks iktisat diye
de adlandırabilecek olan bu iktisat anlayışına bağlı iktisatçılar, yaptığı
varsayımlar üzerine getirilen eleştirilere çok uzun bir süre kayıtsız kalmış ve
bu konuda ilk defa 1953’te Milton
Friedman tarafından yazılan The Methodology of Positive Economics adlı
makalesiyle hem suskunluklarını bozmuş hem de karşı eleştirilerini
getirmişlerdir.
Parasalcı akımın (Monetarizm) kurucusu ve Keynesci iktisat anlayışının
bir antitezi olarak görülen Milton Friedman bu ünlü makalesinde, iktisatta
yapılan varsayımların gerçekçi olup olmamasının bir iktisadi akımı
değerlendirirken ölçüt olarak ele alınmasının doğru olmadığını ve daha da
önemlisi bir varsayımın gerçeklikten uzaklaşmasının, onun sayesinde kurulacak
hipotezlerin uygulama alanını
daha da genişleteceği için, daha uygun olduğunu ileri sürmüştür. Friedman’a
göre iktisatta hipotezler kurup bunu olgusal anlamda
doğrulamaya ya da yanlışlamaya çalışmak pozitif iktisattır. Bu nedenle bir iktisadi anlayış
sadece kurduğu hipotezlerin olgularla sınanmasıyla değerlendirilebilir.
İkinci bir sınama olarak o anlayışın yaptığı
varsayımları değerlendirip bir sonuca varmak hem
anlamsız bir çabadır hem de normatif iktisat
olarak ele aldığı nasıl olmalıdır? sorusuna yol açabileceği için
normatif bir karakter taşımaktadır. Ancak bu makalede Friedman, iktisattaki
temel varsayımların neler olduğuna dair kesin bir yanıt vermemektedir. Sadece
bu varsayımları kullanarak oluşturulacak olan hipotezlerin anlamlı sonuçlar
verip vermediğinin olgusal olarak istatistiksel kontrolunun yeterli olduğunu
iddia etmektedir.
Friedman’nın bu ünlü makalesinde, varsayımların bir kuramın
değerlendirilmesinde ölçüt olarak alınamayacağı görüşü kadar önemli olan bir
başka görüşü de, iktisatta
neyin varsayım olup olmadığına yönelik
düşüncesidir. Friedman’a göre rasyonel bireyi iktisat kuramında
varsayım olarak ele almak yanlış bir
düşüncedir. Rasyonel davranış ya da fayda en çoklaması yapan tüketici ile kâr
en çoklaması yapan üretici birey birer varsayım değil, içinde yaşanılan
toplumun gerektirdiği birer davranış kalıbının adıdır. Bireylerin yaşanılan
toplumda bu türlü değil de başka
türlü davranışlar içinde hareket etme özgürlüğü olsa da, bu davranışlarının
sonucu kendilerine olumlu ya da olumsuz olarak geri döndüğü için, bireylerin
rasyonel davranışta bulunması kendilerinin çıkarınadır. Yani rasyonel davranış
özünde bir varsayım ya da bir seçim konusu değil, toplumsal koşulların
insanlara dayattığı dışsal bir zorlamanın adıdır. Klasik akımın herşeyin özgür
bir ortamda yapıldığına dair iddiası bu koşullandırmanın kuramda bulunmamasının
en önemli nedenidir. Ancak gerçek hayattaki bu koşullandırma göz önünde
tutulursa çu sonuca ulaşılır: Rasyonel
insan, Pavlov’un köpeğinin
köpek olduğu kadar insandır.
Bu durum kendini Karl Marx’ta, her üretim biçiminin kendine özgü kuralları
olduğu ve bu kuralların da o üretim biçimine tabi üretici ve tüketiciler
üzerinde egemen olduğu biçiminde
göstermektedir. Buradaki tek fark, Milton Friedman’ın yaşadığı çağdaki dışsal
zorlamaları, bulunduğu ve de savunduğu iktisadi anlayışı zaman ve mekân üstü yani evrensel olarak görmesi sonucu bu
dışsal zorlamaları da evrensel
birer gerçek olarak algılamasında yatmaktadır. Yani bir başka ifadeyle, Marx
iktisadi olarak kapitalizmi bir iktisadi aşama ya da bugünkü ifadeyle bir
paradigma ya da bilimsel araştırma programı olarak görürken, Friedman
Kapitalizmin içinden olaylara bakarak evrensel sonuçlara ulaşmaktadır. Bu da
doğal bir sonuçtur. Çünkü Kuhn’a göre, hiç kimse hem bir paradigmanın içinde
yaşayıp hem de onun dışına çıkıp onu başka bir gözle görebilme olanağına sahip
değildir.
Paradigma
kavramı yalnız iktisatta değil, bilimde de oldukça yeni bir kavramdır. Ancak bilimsel gelişmeyi
açıklama yöntemi olarak Kuhn tarafından geliştirilen bu kavram, metodoloji
yazınına girdiği 1963’ten bu yana, hem büyük bir takdir toplamış hem de
eleştirilere ve alternatif görüşlerin yaratılmasına yol açmıştır. Milton
Friedman ünlü makalesini Thomas Kuhn’un kitabından 10 yıl önce yazdığı için, Friedman’ın görüşlerinin bir paradigmaya ait olup
olmadığı ya da iktisatta değişik paradigmaların var olup
olmadığı soruları ancak paradigma kavramının geliştirilip bilim yazınında
yaygınlaşmasından sonra sorulan sorular olmaya
başlamıştır.
Thomas Kuhn
paradigmayı normal bilimin çalışma alanını belirleyen bir çerçeve olarak
tanımlamaktadır. Kuhn’un en önemli kavramlarından biri olan ve bilimsel çalışmanın büyük kısmının geçtiğini
öne sürdüğü normal bilim,
paradigmanın olgusal alanını genişletir. Thomas Kuhn’un paradigma kavramına en
önemli alternatif Imre Lakatos tarafından geliştirilen Bilimsel Araştırma
Programları (BAP) kavramıdır. Lakatos tarafından, Karl Popper’in görüşlerinden
hareketle geliştirilen BAP’ın, Kuhn’un paradigma kavramından temel farkı
bilimsel çalışmanın ne çoğunlukla normal bilim ne de kriz dönemlerinde devrimci
bir faaliyet olmadığı, Popperci anlamda devrimci ve aynı zamanda evrimci bir
nitelik taşıdığını öne sürmesidir. Kuhn ile Lakatos’un kavramsallaştırmalarına daha yakından
bakıldığında, BAP’ın, paradigma
temelli bilim anlayışının özel bir hâli
olduğu görülür. Çünkü paradigma
temelli bilim anlayışı
karşılaştığı bunalımları her defasında paradigmanın esnemesiyle
çözebilir ise, orada paradigma ile BAP biririyle tam olarak örtüşüyor demektir.
Bu durum sadece bir olasılık olduğu için de BAP, paradigmanın bir alt kümesi ya
da özel durumu olmaktadır.
Thomas Kuhn ve
Imre Lakatos’un paradigma ve BAP kavramsallaştırmaları, esasında doğa bilimleri
temel alınarak geliştirilmiş olmasına karşın sosyal bilimlerde de sürekli olarak kullanılagelmiştir. Bu anlamda iktisadın bir paradigma mı yoksa
BAP mı olduğu tartışması bile yapılmıştır. Kuhn kendi kitabında iktisadı
bir paradigma olarak gördüğünü
belirtmişken, Lakatos’un makalesinde bu konuda
herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır. İktisadın tarihine bakılınca
başka, kuramına bakılınca başka bir sonuca varmak mümkündür.
Varsayım,
sadece bilimin değil, onun olgulara yaklaşma biçimi olan bilimsel yöntemin aşamalarının da temel bileşenlerinden birini oluşturmaktadır. Bilim, bilimsel bilgiyi bilimsel yöntem
adı verilen bir yolla elde eder. Bilimsel yöntem ise belli aşamalarda oluşmaktadır. Varsayımlar bilimin temelinde
olduğu gibi, bilimsel araştırmanın aşamalarında da önemli bir yer tutmaktadır.
Ancak iktisattaki varsayımlar,
bilimsel araştırma aşamalarındaki varsayımlardan farklı olarak iktisadi
analizin aşamalarında da değişik sonuçlar verecek kadar etkili olmuştur.
İktisat bilimi varsayımlar temeli üzerinde yükseldiği için, iktisadi
çözümleme aşamalarının bu varsayımsal yapıyı yanlışlayacak bir sonuca yol
açması beklenemez. Bu varsayımsal yapı kısaca şu şekilde ifade edilebilir:
rasyonel bireylerin (homo economicus ya da metodolojik bireycilik varsayımı) toplamından oluşan bir
toplumda, piyasada (tam rekabet piyasası varsayımı) karşı karşıya gelen üretici
ve tüketicilerin kâr ve fayda ençoklaması amacıyla yaptıklar işlemlerden hem en
etkin fiyat ve miktar çifti oluşur hem de üretici ve tüketiciler kendi çıkarlarını en çoklayarak toplumun çıkarını da en yüksek düzeye
çıkarırlar. Bu piyasada
herhangi bir sorun meydana
geldiğinde ücret ve fiyatlar yeni duruma
uyum sağlayarak (esneklik varsayımı) yeni bir denge noktasına ulaşılır
ve bu durum bu çerçeve içinde
sürekli olarak kendini tekrar eden bir yapı arz eder. İktisadın
paradigması bu aksiyomatik inanç olduğu için iktisadi
analizin de bunu sorgulaması
beklenmemelidir. Çünkü paradigma içinde yapılan normal bilim onu sorgulamaz,
sadece olgusal alanını genişletmeye çalışır. Kapalı bir sistem olması nedeniyle
değil aksiyomatik bir yapı olması nedeniyle
bir paradigma ya da BAP olarak
adlandırılması bile zor olan bu yapıda her türlü bilimsel faaliyet bu yapıya
meşruiyet kazandırmaya çalışır.
İktisadın
varsayımsal yapısı nitel araştırmayı engellerken, nicel araştırmayı da
yönlendirmektedir. İktisatta yapılan hiçbir hipotez ya da gözlem bu varsayımsal
çerçevenin dışına çıkamamaktadır. Diğer bilim dallarında da hipotez ya da
gözlemler paradigmanın dışına çıkamamaktadır ancak bu paradigmaların en üst düzey önermeleri varsayımlar değil, her zaman yanlışlanma olasılığı bulunan ve hipotezlerle aralarında niteliksel
değil niceliksel farklılıklar olan yasa ve kuramlardır. Bu nedenle, diğer bilim
dallarında yanlışlama bir dereceye kadar mümkün olsa da bu durum iktisatta
zor hatta imkânsızdır. Bu nedenle aksiyomatik temelli her disiplin gibi, iktisatta da olgusal
yanlışlama ile kuram geşersiz kılınamaz ancak aksiyomatik sistem olgusal
çelişme durumunda bir bütün olarak reddedilebilir. Aksiyomatik bir yapısı olan iktisatta ise yasa ve kuramlar da bu yapının
korunması için varsayım olmak zorundadır. İktisadi
çözümlemede yalnız hipotez
ve gözlemler değil, veriler
ve bu verilerin işlenmesinde kullanılan denklemler ve nedensellik yönleri de bu
varsayımsal yapının belirlediği çerçeveyle sınırlandırılmıştır. Bu da nicel araştırmanın çok kısıtlı bir alanda
gerçekleştirilmesine neden olmaktadır. Hem nitel hem de nicel araştırmaları çok
fazla kısıtlayan bu aksiyomatik yapı, zamanla olgusal dünya ile çelişkili bir
hale gelmesine karşın, gerçeklikten uzaklaşma pahasına bu yapıyı korumaya çalışması, akla bu yapının
iktisat dışında başka amaçları da olabileceğini getirmektedir.
İktisat bilimi
varsayımsal temelde işlediği için kuramsal düzeyde tümdengelimseldir. Bu tümdengelimsel
yöntem aksiyomatik yapı ile birleşince sonuçta matematiksel yapıya
benzer bir sonucu vermektedir. Öklid geometrisi gibi iktisat kuramı da hem geometrik olarak
kendi kendini doğrulayacak bir kapalı
aksiyomatik yapıya uygun işlemekte hem de aksiyomatik yapıyı tehdit edecek olguları normatif varsayarak
matematiksel yapının dışında tutmaktadır. Matematiksel denklemler ve geometri kullanılarak hem aksiyomatik yapı meşrulaştırılmakta hem de matematik ve geometrinin mutlak
doğruluğunu arkasına alarak kendini sorgulanamaz bir yapı olarak sunmasını
sağlamaktadır. Böyle bir sorgulanamaz yapı kurma isteği onun bir sorgulanamaz
ideoloji yaratmasına da yardımcı olmaktadır. Bilindiği üzere uygulamadaki her
iktisadi düzen kendi kuramını da kendini kuramsal düzeyde meşru kılmak için hem
yaratmakta hem de desteklemektedir. Günümüzde geçerli olan iktisadi düzen olan kapitalizmin kuramsal düzlemde meşruiyetini sağlayan iktisadi
anlayış ise ana akım olarak sunulan ve felsefi temelini liberalizmden alan Klasik
anlayıştır. Klasik iktisat denilen ve son halkasını Yeni Klasiklerin
oluşturduğu bu yapı, karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu kapitalizmle
birlikte yürümekte ve hem
kapitalizmin ideolojik meşruiyetini sağlamakta hem de onun uygulamalarını çalışma alanı olarak seçtiğinden aksiyomatik
bütünlük çerçevesinin dışına çıkmadan kendi bilimsel çalışmalarında olgusal
temelini geliştirecek yeni
yaklaşımlar geliştirmektedir. Bu simbiyotik ilişki her iki tarafı da
geliştirirken bazen kuram uygulamaya yol göstermekte bazen de uygulama kuramı
geçersiz kılarak aynı çerçevede kalmak kaydıyla yeni bir kuramın
geliştirilmesine ön ayak olmaktadır. Bu yapı, iktisat
kuramının ideolojik karakterinin en iyi göstergesidir.
Ancak Klasik iktisat kendini pozitif bir çalışma olarak sunması ve “nedir?”
sorusunun cevabının verildiği zeminle karşılıklı ilişkisinin çoğunlukla
görülmemesi bu ideolojik yapının da dikkatlerden kaçmasına yol açmaktadır. Bu
ideolojik yapının, kendisinin iktisatta ideolojiyi reddetmesi ve ideolojiyi
politik bir hareket olarak gösterip,
iktisatta herhangi bir görünür insiyatif
almaya da karşı olması ideolojik olarak görülmemesinin
bir başka nedenidir. Ancak eğer ideoloji tanımında hareket değil bilinç esas alınırsa, Klasik akımın da bir ideolojisi
olduğu daha net görülebilir. Çünkü bilinçli bir şekilde bir harekette bulunmak
kadar, yine bilinçli halde hiçbir tepki vermemek te bir ideolojinin varlığının
göstergesidir.
İktisat
bilimi, daha önce sıkça bahsedilmiş olan aksiyomatik yapısına uzun bir sürecin
sonunda ulaşmıştır. Kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith’de bir inanç olarak görülen
rasyonel bireylerin piyasadaki
etkileşimiyle elde edilecek en iyi denge
düşüncesi, zaman geçtikçe aksiyomatik ve matematiksel bir temele
oturtularak bugünkü biçimini
almıştır. Bu süreç içinde bazı varsayımlar kuramdan atılarak yerlerine yenileri konurken bazılarının
yapısı da şartlara uyum sağlamaları için güçlendirilmiştir.
İktisat
anlayışı bir paradigma olarak tarihsel incelmeye tabi tutulursa paradigmanın
izlediği aynı yolu izlediği görülür. Paradigma, paradigma→normal bilim→bilimsel
bunalım→yeni paradigma→yeni normal bilim aşamalarını takip etmektedir. İktisat
ise iktisat tarihindeki sıraya göre paradigmaya paralel olarak şu şekilde
sıralanabilir: Klasik iktisat (paradigma)→Neoklasik İktisat (normal
bilim)→Bunalım (1929 Krizi ve Neoklasik Sentez)→Parasalcı İktisat (yeni
paradigma)→Yeniklasik İktisat (normal bilim)→Bunalım (2009 Dünya Krizi). Fakat
burada temel fark bilimde yeni paradigma ile eski paradigma
niteliksel olarak farklılık
arz ederken, iktisatta farkın niceliksel olmasıdır. Bunun ana nedeni de
iktisatta şu ana kadar gerçek bir paradigma değişiminin asla gerçekleşmemiş olmasıdır. İktisat
normal dönemlerinde aksiyomatik bir bütünlükle sunduğu yapısını krizlerde inanç düzeyinde sürdürmüş ve şu ana
kadar yaşadığı bütün krizleri bir
şekilde aşmayı başarmıştır. Neoklasik iktisadı
bitiren 1929 krizi maliye
politikalarıyla atlatılmış ve bu kriz süresince bir güdücü motif (leitmotiv)
olarak varlığını inanç düzeyinde sürdüren akım, sorunlar ortadan kalkınca
kendini gene hem uygulama hem de kuramda etkin olarak göstermeye başlamıştır. Yaklaşık 80 yıl
sonra gene aksiyomatikleştirilmiş bir inanç haline geldiği Yeni Klasik iktisat
anlayışında yaşadığı 2009 krizini de daha çok para politikalarıyla atlatmaya
çalışmaktadır. İktisadın tarihsel
gelişimi göz önünde tutulursa bu akımın eğer bu
krizi de atlatırsa belirli bir süre gene inanç düzeyinde kendini sürdüreceği ve
işler yoluna girer girmez
yeni varsayımlar kullanarak
aynı nitelikteki yapıyı aksiyomatik
bir inanç haline tekrar getireceğini söylemek olasıdır. Bu yönüyle iktisat
tarihi, Klasik akım özelinde Kuhncu bir paradigmadan ziyade Lakatoscu
anlamda BAP’a benzer bir yapı gösterdiği ileri sürülebilir. Eğer bu akım bir
paradigma olarak alınacaksa da bütün krizleri sorunları kendi içinde çözerek
atlattığı öne sürülebilir. Fakat bu krizlerin
atlatılmasının sadece iktisat
içinde kalınarak başarılıp başarılmadığı sorusu tartışma
konusudur.
İktisatta krizlere rağmen sürekli kendini inanç→ aksiyomatik inanç→ inanç
olarak tekrarlayan döngünün
varlığı sadece kuramsal
düzeyde açıklanabilecek bir olgu olmaktan uzaktır. Bu bilim
dalında, belki hiçbir bilimde olmadığı kadar yüksek düzeyde bir gücün varlığından
da bahsetmek gerekir. İktisat bilimi kuram uygulama bağlılığı yüzünden güçle
görünmez bir şekilde de olsa iç içedir. Kuram uygulamayı meşrulaştırırken uygulama
da kuramı doğrulayarak onu meşrulaştırmakta ve bu
durum bir kısır döngüden ziyade sarmal şeklinde alanını genişleterek
sürmektedir. İktisadi uygulamadaki bir değişimin yaratacağı yeni yapının eski
yapıya eşitsiz yansıması nedeniyle yeni bir güç dengesi yaratması ihtimali
yüzünden, var olan iktisadi sistem,
kendini yalnız kuramsal düzlemde korumakla kalmaz bunun için gerektiğinde
görünür ya da görünmez bir güç kullanımına da başvurabilir. Bu görünmez güç kullanımlarına en iyi örnek,
kriz dönemlerinde kuramda sorunlar yaşanırken, kuramı krizden çıkana kadar inanç düzeyinde
olsa dahi korumaya almaktır. Ancak bu
güç kavramı yalnız var olan sistem için değil alternatifi olan sistemler için de geçerlidir. Bunların birbirinden farkı gücü kullanıp kullanmama değil, onu görünür ve görünmez
biçimlerden hangisini seçtiğinde görülür. Bu gücün varlığı da iktisat kuramının
bağlı bulunduğu sistem içinden dünyaya bakmasına olgularla yanlışlanmasının çok zor bir hale gelmesine neden olmaktadır. Bu anlamda da
iktisadın, ana akım veya alternatifleri olsun bilimsel niteliğinin sürekli
sorgulanır olmasına yol açmaktadır. Bu nedenle iktisat
biliminin bilimselliği, hangi sistem
olursa olsun güçten uzaklaştığı oranda artmaktadır.
İktisat biliminin güç ve ideolojiyle ilişkisi uygulamayla ilişkisinin bir
sonucu olmasına karşın, uygulama olanağı hiç bulunmayan ya da kısıtlı alanlarda
uygulanan alternatiflerinde de bir güç ve
ideolojinın uygulama ile bütünleşmesi
görülmektedir. Bu alternatiflerinin
en güçlüsü ve bilineni olan Marxçı iktisat, hem ideoloji ve gücü iktisatta
kabul eder hem de kendi alternatifini bunun üzerine bina ederek yeni bir
ideoloji ve güç paylaşımı önerir. Bu anlamda Klasik akımda görünmez olan ve
çoğunlukla kuramda da görünmediği için Klasiklerce reddedilen güç olgusu,
Marxçılıkta “Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.” (Marx, 1986: 770) sözleriyle
hem görünür hale getirilir
hem de doğal görülerek kendi
sistemleri içine yerleştirilir.
Bunun belki de en öneli nedeni Marxçı iktisat anlayışının da kökenlerinin
büyük oranda Smith ve Ricardo’nun
temsil ettiği Klasik iktisada dayanmasıdır. Benzer şekilde ülkelerden ve zamandan bağımsız işçi tanımlamasında da
Klasik akımın rasyonel bireyinin izleri görünmektedir. Ancak kullandığı
diyalektik yöntem ve artık değer, meta vb. kavramsallaştırmaları ile aynı
noktadan yola çıkıp farklı bir sonuca ulaşmasını sağlamıştır. Her ne kadar Marx
her şeyi bilen rasyonel üretici ve tüketici kavramlarını reddetse de ulaştığı
sonuçlar ancak sermayedar ile emekçinin rasyonel davranışta bulunmaları halinde
geçerli olmaktadır. Marxçı devrim için rasyonel sermayedar ve emekçi kadar
gerekli bir başka üstü örtülü varsayım da, iktisadın bir nevi Ricardocu anlamda durağan bir dengeye ulaşması yani sıfır
toplamlı bir oyun haline gelmesidir. Ancak böyle bir durumda çıkar çatışması
bir sınıfın diğerine egemen olacağı
noktaya kadar şiddetli bir şekilde sürer. Fakat eğer kapitalizm Ricardo’nun
öngörüsünün tersine Schumpeterci anlamda sürekli bir yaratıcı yıkım olarak
devam ederse, ki Ricardo’dan bu yana bu şekilde bir yol izlemektedir, Marxçı
anlamda devrimin temel varsayımlarından biri yanlışlanmış olur. Böyle bir durumda da Marxçı anlamda bir devrim olabilir ancak bu
devrim Marx’ın öngörüsü olan kitlelerin sefaletinin bir sonucu değil, varolan
durumda kârlardan daha fazla pay isteyen
emekçilerin yaratacağı bir devrim özelliği taşır. Marx, Klasik iktisadın
deterministik yasalarını kabul etmektedir. Ancak Klasik akım tarafından zamandan ve mekândan bağımsız görülen
bu yasaları evrensel
olarak değil de bir sistemin kendi içinde ve kendi iç
ilişkilerindeki zorlayıcı nedenler olarak sunmaktadır. Marx diyalektik yöntemi tarihe uyguladığı için analizinde sistemler bulunmakta ve yalnız bir sisteme
içinden değil dışından da bakmaktadır. Bu nedenle Marx’ta determinizm herhangi
bir sistemin içinde değil sistemler arasındadır ve işin içine zaman da dâhil
edildiği için Marxçı iktisat erekbilimsel (teleolojik) bir yapıya sahiptir. Bir
başka ifadeyle Marxçı iktisat
kuramında sonuçlar zorunludur ancak bu zorunluluk belirli bir zaman geçtikten sonra kendini gösteren bir
zorunluluktur. Bu yapısı nedeniyle Marxçılık, ancak Klasikler kadar bilimsel
bir iktisat görünümü sergilemektedir.
Keynesci
iktisat Klasik akımın ideolojik olmayan bir alternatifi olarak uygulama alanı bulmuş bir başka iktisadi
yaklaşımdır. Keynes, iktisadi analizini sistemler düzeyinde değil de, tek doğru
olarak kabul ettiği
kapitalist sistem sınırları
içinde yaptığından ideolojik bir alternatiften ziyade teknik bir
alternatif gibi görülmektedir. Ancak Keynes’in farkı, aynı sistem içinde
kalmasına rağmen, yaptığı varsayımlar ve kavramsallaştırmalarla farklı bir
sonuç elde etmesinde kendini göstermektedir. Keynes’in temel varsayımı bir anti
varsayımdır: Keynes klasik varsayımları reddederek işe başlar. Bir başka
ifadeyle Keynes’in varsayımı Klasik akımın varsayımlarının yanlış olduğunu
varsaymaktan ibarettir. Bu varsayımın doğal sonucu da bu varsayımlar
kullanılarak elde edilen sonuçları yadsımaktır. Bu reddediş Keynes’in eksik
tüketim, efektif talep, parasal analiz vb. kavramsallaştırmalarının yolunu
açmıştır. Fakat Keynesci analiz en üst düzeyde Marxçılığın komünist ya da
sınıfsız dünya ve Klasiklerin Kapitalist dünya ön varsayımı gibi kendisine evrensel bir dünya ön varsayımı, ki bu Klasiklerle
aynı olan Kapitalist dünya ön varsayımıdır, kabul ettiği için sadece bir sistem
içinde yapılan bir bilimsel faaliyet kategorisinde değerlendirilebilir.
İktisat bilimi
deterministik ya da erekbilimsel yapısı nedeniyle bir bilim dalından ziyade bir
bilimsel araca benzemektedir. Ancak, bir bilim ya da onun uygulamadaki yüzü
olan bilimsel araştırma, hiçbir zaman baştan sonucu belli olan bir faaliyet
değildir. Böyle bir şeyin olması halinde zaten baştan sonuç bilindiği için,
bilimsel bir araştırmanın yapılmasının anlamı kalmamaktadır. Benzer şekilde
bilimsel bir faaliyet baştan belirli ön kabullerle yapılırsa bilimsel bir sonuca ulaşsa dahi
bu sonucun bilimselliği, belirli bir çerçevenin dışına çıkamadığı için yanlış olmasa dahi sınırlı bir nitelik taşır.
İktisat bilimini bir sistemin, gücün, ideolojinin dışında düşünmemek ise aslında iktisadı bir bilim olarak düşünmemekle eşdeğerdir. Bu nedenle iktisadın bir bilim olmasının
ilk koşulu onun uygulama ile bir bağının olmamasıdır. Bu anlamda Kurumsal Okul ya da Sistem Yapı analizleri iktisadi durumu açıklarken onun
uygulamasından bağımsız hareket ettiği için bilimsel nitelikleri daha güçlü yaklaşımlardır. Bu okullarda çözümlemeler
hem zamana bağlı olduğundan zaman Klasik akımın tersine bilimde bir değişken
olarak alınır, hem de zaman sonuçları değiştirebilecek gerçek bir etken olduğu için Marxçı anlayışın aksine kendi içinde bir
erekbilimsel yapı da taşımaz. Bu analizler değişimi kabul eder ancak onun
belirli bir yönü olduğunu baştan varsaymazlar. Bu da bir yönüyle bilim yapmanın ön koşuludur. Çünkü değişimi kabul etmemek bilimsel
analizi bir noktada
sonlandırmak anlamına gelirken, o değişimin bir yönü ve sonucu olacağını
iddia etmek de bilimi bir şeyleri meşru kılan bir araç haline
dönüştürmekten başka bir şey değildir. Hâlbuki bilim, yapısı gereği ne bir sonu
olan faaliyet ne de sadece başkalarının
amaçlarına hizmet edebilecek salt bir araçtır. Tam aksine bu bilim ile sanki bilim arasındaki ayrımı belirleyen
çizgidir. Çünkü bilimi bilim yapan ve onu anlamlı kılan niteliği, onun insanlık
var olduğu sürece yaşayacak bir olgu ve önceden kestirilemez sonuçlara gebe bir
faaliyet alanı olmasıdır.
KAYNAKÇA
Akerlof, G.A. , Schiller,
R.J.: Hayvansal Güdüler, Çev: Neşenur Domaniç,
Levent Konyar,
İstanbul, Scala Yayıncılık, 2010
Andrade, E. N. Da C.: Sir Isaac Newton
Hayatı ve Eseri, Çev: Avni
Yakalıoğlu, İstanbul,
Milli Eğitim Basımevi,
1964.
Armağan,
İbrahim: Bilgi Toplumbilimine Giriş, 2. Baskı,
İzmir, 1982.
Armağan,
İbrahim: Yöntembilim I: Bilimsel Yöntem, İzmir, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Yayınları, 1983.
Avundukluoğlu, A., Turhan, Ş.: Fizik Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Ötüken
Yayınları, 2007.
Bacon,
Francis: The New Organon, (ed) Lisa Jardine,
Michael Silverthorne, Cambridge, Cambridge
University Press, 2003.
Bagehot,
Walter: Economic Studies, (ed.) Richard Holt
Hutton, London, Longmans, Green, and Co., 1880.
Bagehot,
Walter: Lombard Street, NewYork, John Wiley and
Sons Inc, 1999.
Begg,
D. K. H.: The Rational Expectations Revolutions in
Macroeconomics, London, Philip Allan, 1982.
Begg, D., Fischer, S.,: Mikro İktisat, Çev: Vildan Serim, İstanbul,
Alkım Yayınları, 2001.
Dornbusch, R.
Bernstein,
Eduard: Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal
Demokrasinin Görevleri, Çev: Levent Bakaç, İstanbul, Yazılama Yayınevi,
2011.
Bilgiseven,
A. K.: Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul,
Filiz Kitabevi, 1989.
Blaug, M.,
Vane, H. R.: Who’s Who in Economics, 4. Baskı,
Edward Elgar, 2003.
Breit, W., Hirsch, B. T.: Lives of The Laureates, 5. Baskı, Cambridge,
The MIT Press, 2009.
Buğra,
Ayşe: İktisatçılar ve İnsanlar, 5. Baskı,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2005.
Bulutay, Tuncer: Bilimin Niteliği Üzerine
Denemeler, Ankara,
Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1986.
Bulutay, Tuncer: “Bilim
ve İktisat Üzerine”, Türkiye'de
Üniversitelerde Okutulan İktisat Üzerine (1972), Derleyen: Fikret GÜRÜN,
ODTÜ Yay., Ankara, s.59-84.
Chalmers,
A. F.: Bilim Dedikleri, Çev: Hüsamettin
Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008.
Durkheim,
Emile: Sosyolojik Yöntemin Kuralları, Çev:
Cenk Saraçoğlu, İstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2004.
Ebenstein, Lanny: Milton Friedman A Biography, New York,
Palgrave Macmillan, 2007.
Eren, Ercan: İktisatta Yöntem, 3. Baskı. Bursa, Ezgi Kitapevi
Yayınları, 1994.
Ergil,
Doğu: “İdeoloji
Konusunda Başlıca Kuramsal Yaklaşımlar”, (İçinde) Prof. Dr. Aziz Köklü’nün Anısına Armağan, Ankara, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1984.
Ergun,
Doğan: 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, 2.
Baskı, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1974.
Feyerabend,
Paul: Uzmanlaşma
Yanlısı için Teselliler, (İçinde) Bilginin
Gelişimi & Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Imre
Lakatos, Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları,
1992.
Feyerabend, Paul: Yönteme Karşı, Çev: Ertuğrul Başer, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 1999.
Feynman, Richard: Fizik Yasaları Üzerine, 13. Baskı, Çev: Nermin Arık, Ankara, Tübitak Yayınları,
1995.
Friedman,
Milton. “Comment”,
(içinde) A Survey of Contemporary
Economics, Volume II (Ed.) Bernar F. Haley, Illinois, Richard
D. Irwin, Inc., 1952.
Friedman,
Milton: “The
Methodology of Positive Economics”, Essays in Positive Economics
Milton Friedman The University of Chicago Press, 1953, 3-43
Friedman, Milton: Kapitalizm ve Özgürlük, Çev: Doğan
Erberk, Nilgün Himmetoğlu, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 1988.
Friedman,
Milton: Parasalcı
İktisat Siyasası, Çev: Gencer Özcan, (İçinde)
Liberalizm, Refah Devleti,
Eleştiriler, Kemal Saybaşılı (Der.), İstanbul, Bağlam Yayınları, 1993.
Galbraith,
J. K.: İktisat Tarihi, Çev: Müfit Günay, Ankara,
Dost Kitapevi, 2004.
Galbraith, J. K.: Ekonomi Kimden Yana, Çev: Belkıs Çorakçı,
2. Baskı. İstanbul, Altın Kitaplar, 1990.
Giddens, Antony: Sosyoloji Eleştirel Bir Yaklaşım, 3.
Baskı, Çev: M. Ruhi Esengün,
İsmail Öğretir, İstanbul,
Birey Yayıncılık, 1994.
Gouldner,
A. W.: “Sociology’s
Basic Assumptions”, (İçinde) Sociological
Perspectives (ed.) Kenneth Thompson & Jeremy Tunstall, Penguin Books, 1971.
Gökçe,
Birsen: Toplumsal Bilimlerde Araştırma, Ankara,
Savaş Yayınları, 1988.
Gönensay,
Emre: İşsizlik Durgunluk ve Enflasyon,
İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1978.
Görün,
Fikret: “M.
Friedman ve İktisatta Varsayim Sorunu”, ODTÜ
Gelişme Dergisi, Vol. 9 No: 3/4, 1982, 427-443.
Görün, Fikret: İktisatta
Rasyonellik Aksiyomunun Yeri Üzerine,
METU Studies in Developments,
11(3-4), 1984, 347-369.
Gülbenkian Komisyonu: Sosyal Bilimleri Açın, 5. Baskı, Çev: Şirin
Tekeli, İstanbul, Metis Yayınları, 2005.
Gürkan
Yay, G.: Chicago
Okulu, “Milton Friedman ve Monetarizm”, (İçinde) İktisat Yazıları, Turan Yay, Gülsün Gürkan Yay, Ankara,
Nobel Yayın Dağıtım, 2007a.
Gürkan Yay, G.: M.
Friedman’ın “Pozitif İktisat Metodolojisi” Üzerine, (İçinde) İktisat Yazıları, Turan Yay, Gülsün
Gürkan Yay, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2007b.
Halliday, D., Resnick, R.: Fundamentals of Physics, 2. baskı, John
Wiley& Sons Inc., 1981.
Hicks,
J. R.: Mr.
Keynes and the “Classics”; A Suggested Interpretation, Econometrica, Volume:
5, Issue: 2 (April, 1937), 147-159.
Hiç-
Birol‚ Özlem: An
Evaluation of Modern Macroeconomic Schools: Monetarism‚ New Classical School‚
New Keynesan and Post- Keynesian Economics‚
Marmara Üniversitesi İ. İ. B. F. Dergisi‚
Cilt: XX‚ Sayı: 1‚ İstanbul‚ 167-184.
Hutchison,
T. W.: The Significance and Basic Postulates of
Economic Theory, New York, Augustus M. Kelley, 1960.
Karacan,
Nuri: Marjinalistlerden Günümüze İktisadi Düşünce
Tarihi Ders Notları, İstanbul, 1980.
Karasar, Niyazi: Bilimsel Araştırma Yöntemi, 7. Baskı, Ankara, Alkım
Yayınları, 1995.
Kazgan,
Gülten: İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın
Evrimi, 2. Baskı, Ankara, Bilgi Yayınevi,
1974.
Keller, F. J., Gettys, W. E.: Fizik 1. Cilt, Çev: R. Ömür Akyüz,
İstanbul, Skove, M. J.: Literatür
Yayıncılık, 1995.
Keynes, J. M.: “The
General Theory of Employment”, The
Quarterly Journal of Economics, February, 1937. 205-223
Keynes, J. M.: The General Theory of Employment Interest
and Money, Edinburgh, Macmillan and Co. Ltd,
1967
Keynes,
J. M.: İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi,
2. Baskı, Çev: Asım Baltacıgil, İstanbul,
Minnetoğlu Yayınları, 1980.
Keynes,
J. M.: Genel Teori, Çev: Uğur Selçuk Akalın, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2008.
Keynes, J. N. The Scope and Method of Political Economy,
4. Baskı, Augustus M. Kelley Publishers Macmilland
and Co., 1917.
Kirmanoğlu, Hasan: “Rasyonel Beklentiler: Teori mi Varsayım mı?”, Toplum ve Ekonomi, Mart, 1991.
Kuhn,
T. S.: Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev:
Nilüfer Kuyaş, 3. Baskı, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1991.
Kuenne,
R. E.: Microeconomic Theory of Market Mechanism: A
General Equilibriuum Approach, Macmillan Company, 1968.
Kurmuş, Orhan: Bir Bilim Olarak İktisat Tarihinin
Doğuşu,
Ankara, Savaş Yayınları, 1982.
Lakatos,
Imre: Yanlışlama
ve Bilimsel Araştırma Programlarının
Metodolojisi, (İçinde) Bilginin Gelişimi
& Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Imre lakatos, Alan
Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1992.
Larouche, L. H., Goldman,
D. P.: The Ugly Truth about Milton Friedman,
New York, The New
Benjamin Franklin House, 1980.
Leontief,
Wassily: The
Fundamental Assumption of Mr. Keynes’s Monetary Theory of Unemployment, (İçinde)
Essays in Economics, Wassily Leontief, Transaction Publishers, 1985.
Lipsey, R. G., Steiner,
P. O.: Economics, Fourth Edition, Harper
and Row,
1975.
Maggee,
Bryan: Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset
Kuramı, Çev: Mete Tunçay, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1982.
Maki, Uskali: The Methodology of Positive Economics,
New York, Cambridge University
Press, 2009.
Mardin,
Şerif: İdeoloji, 2. Baskı, Ankara, Turhan
Kitabevi, 1982.
Marcuse, Herbert: Sovyet Marksizmi, Çev: Seçkin Çağan, İstanbul, May Yayınları, ty.
Marx,
Karl: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı,
Çev: Sevim Belli, Ankara, Sol Yayınları, 1970.
Marx,
Karl: Kapital (Birinci Cilt), 3. Baskı, Çev:
Allattin Bilgi, İstanbul, Sol Yayınları, 1986.
Mayring,
Philipp: Nitel Sosyal Araştırmaya Giriş, Çev:
Adnan Gümüş, M. Sezai Durgun, Adana, Baki Kitabevi,
2000.
Menger, Carl: İktisadın Prensipleri, Çev: A. Kemal
Çelebi, Ankara, Liberte Yayınları, 2009.
Mishan, E. J.: Introduction to Normative Economics,
Oxford University Press, 1981.
Mortimer,
C. E.: Chemistry a Conceptual Approach, Third
Edition (International Student Editions) , New York, Van Nostrand Reinhold
Inc., 1975.
Musgrave,
Alan: İktisadi
Teoride Gerçekçi Olmayan Varsayımlar:
Saptırılamayan F Saptırması, Çev: Mehmet Orhan, (İçinde) İktisatta Yöntem Tartışmaları, Der: Ömer Demir, Ankara, Vadi
Yayınları, 1996.
Muth, John: “Rational Expectations and The Theory of
Price Movement”, Econometrica, Vol.
29, No. 3, July 1961. 315-335
Nicholson,
Walter: Microeconomic Theory, Second Edition,
Illinois, The Dryder Press, 1978.
Ozankaya,
Özer: Toplumbilim, 8. Baskı, İstanbul, Cem Yayınevi, 1994.
Parasız,
İlker: Monetarizm
ve Ünlü Monetarist ve
Keynesgil İktisatçılarla Söyleşiler, 2. Baskı, Bursa, Ezgi Kitabevi
Yayınları, 1996.
Planck, Max: Modern Doğa Anlayışı
ve Kuantum Teorisine Giriş,
2. Baskı, Çev: Yılmaz Öner, İstanbul, Spartaküs Yayınları, 1996.
Pearson,
Karl: The Grammar of Science, 2. Baskı,
London, Adam and Charles Blacks, 1900.
Popper,
K. R.: Olağan
Bilim ve Tehlikeleri, (İçinde) Bilginin
Gelişimi & Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Imre
Lakatos, Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları,
1992.
Popper,
K. R.: Bilimsel
Araştırmanın Mantığı, 4. Baskı,
Çev: İlknur Aka, İbrahim Turan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Pressman,
Steven: Fifty Major Economists, 2. Baskı,
Routledge, 2006.
Ricardo, David: Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkeleri, Çev: Barış Zeren, İstanbul,
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2008.
Robinson, Joan: İktisat Felsefesi, Çev: Vural Savaş,
İstanbul, Marmara Üniversitesi Yayınları, 1984.
Ruelle,
David: Rastlantı ve Kaos, 20. Baskı, Çev:
Deniz Yurtören, Ankara, Tübitak Yayınları, 2006.
Ruggles,
Richard: Methodological
Developments, (içinde) A Survey of Contemporary Economics, Volume
II (Ed.) Bernar F. Haley, Illinois,
Richard D. Irwin, Inc., 1952.
Samuelson,
P. A: “Economic
Theory and Mathematics- An Appraisal”, American
Economic Review, Vol. 52 (2), 1962, 56–66.
Samuelson,
P. A.: İktisat, Çev: Demir Demirgil, İstanbul,
Menteş Kitabevi, 1973.
Sarıoğlu,
Kerem: Enron
Olayı (Vak’a), Yönetim, Yıl: 13,
Sayı: 41, Ocak 2002, 49-53.
Çelik‚
Sadullah: “Rational
Expectations: A Survey”‚ Marmara
Üniversitesi İ. İ. B. F. Dergisi (Prof. Dr. Erol Zeytinoğlu’na Armağan)‚
Cilt: XVII‚ Sayı: 1‚ İstanbul‚ 85-99
Schumpeter,
J. A.: Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi (Birinci
Cilt) , 3. Baskı, Çev: Tunay Akoğlu, İstanbul, Varlık Yayınları, 1974.
Schumpeter,
J. A.: Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi (İkinci
Cilt), Çev: Rasin Tınaz, İstanbul, Varlık Yayınları, 1967.
Smith, Adam Milletlerin Zenginliği, 5. Baskı, Çev:
Haldun Derin, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2011.
Standen, Antony: Bilim Kutsal Bir İnektir, 2. Baskı, Çev: Burçak
Dağıstanlı, Şule Yayınları, 1997.
Ströker,
Elisabeth: Bilim Kuramına Giriş, Çev: Doğan Özlem,
İstanbul, Ara Yayıncılık, 1990.
Savaş,
V. F.: “Varsayalım ki İktisat”, 2. Baskı, Ankara,
Nobel Yayın Dağıtım, 2007.
Sencer, M., Sencer, Y.: Toplumsal Araştırmalarda Yöntembilim,
Ankara, Türkiye
ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları, 1978.
Şeker,
Murat: İktisadi ve Sosyal Bilimlerde Yöntem ve
Yaklaşım Sorunları, Ankara, Değişim Yayınları, 1986.
Thomas, S. E.: Elements of Economics, Eighth Edition,
London, The Donnington Press and The Gregg Publishing Co. Ltd., 1936.
Türkdoğan,
Orhan: Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma
Metodolojisi, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989.
Vane, H. R., Mulhearn,
C.: The Nobel Memorial Laureates in
Economics, Edward Elgar, 2005.
Veblen
Thorstein: Aylak Sınıfın Teorisi, Çev. Zeynep
Gültekin, Cumhur Atay, İstanbul, Babil Yayınları, 2005.
Veblen
Thorstein: Mühendisler ve Fiyat Sistemi, Çev.
Barış Özçorlu, Ankara, Elektrik Mühendisleri Odası Yayınları, 2011.
Weber,
Max: Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla,
İstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986.
Yıldırım,
Cemal: Science Its Meaning and Method, Ankara,
ODTÜ Yayınları, 1971.
Yıldırım,
Cemal: Bilim Felsefesi, İstanbul,
Remzi Kitapevi, 1979.
Yıldırım,
Cemal: Mantık Doğru Düşünme Yöntemi, 3. Baskı,
Ankara, Bilgi Yayınları, 1999.
Zimmerman, C. C.: Yeni Sosyoloji Dersleri, Çev: Amiran
Kurtkan, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1964.