Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İKTİSATTA VARSAYIMLAR: METODOLOJİK BİR YAKLAŞIM DENEMESİ

 

 

T.C.

İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
 Enstitüsü İktisat Doktora Programı

Doktora Tezi

İKTİSATTA VARSAYIMLAR: METODOLOJİK BİR YAKLAŞIM DENEMESİ

Sadık Akkaya

Tez Danışmanı: Prof. Dr. Kaya ARDIÇ

İstanbul

-2013-


ÖZ

Varsayımlar, sadece iktisadın değil bilimin de hem görünmez hem de vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak, iktisat biliminde kullanılan varsayımlar hakkındaki tartışmalar, diğer hiçbir bilim dalında görülmedik ölçüde uzun süreli ve yoğun bir biçimde sürüp gitmektedir. Bu da, iktisat özelindeki varsayımların, bilimsel bir araştırmanın olguyu gereksiz ayrıntılarından soyutlaması gibi temel bir yönünden daha fazla özelliği barındırıp barındırmadığı sorusunun sürekli bir şekilde tekrarlanmasına ve hatta bu varsayımlar yüzünden iktisadın bir bilim olup olmadığı sorusunun bile gündeme gelmesine yol açmaktadır. Bu tez çalışmasında varsayımların, bilimin temelindeki işlevinden başlanarak iktisat bilimindeki yeri ve önemi üzerinde ayrıntılı biçimde durulmaya çalışılmıştır. Bunun için de başta Milton Friedman’ın tartışmayı görünür hale getiren makalesi olmak üzere, varsayımların izleri Kuhn ve Lakatos gibi bilim felsefecilerinin çalışmalarında, bilimsel araştırma sürecinin evrelerinde aranmaya çalışılmış ve son olarak iktisat bilimindeki temel varsayımlar ve bunların yarattığı dünya ile bu varsayımları yaratan dünya hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.

ASSUMPTIONS IN ECONOMICS: A METHODOLOGICAL APPROACH

ABSTRACT

Assumptions are both invisible and indispensable parts of not only economics but science as well. However, the debates about assumptions used in economics have been going on for so long and in such an intensive way that this has not been observed in any other science discipline. This situation raises the question of whether assumptions in economics are more than a simple isolating apparatus the investigated economic phenomena from unnecessary details. Moreover, due to these assumptions the question of whether the economics itself is a science has been discussed. In this work, starting from the base of science, the place and importance of assumptions were studied elaborately. For this aim, beginning with Milton Friedman’s famous article which made these debates related to assumptions more apparent, the trace of assumptions in philosophers of science as Kuhn and Lakatos and in scientific research process has been tried to analyze. Finally, basic assumptions of economics, the world created by these assumptions and the world created these assumptions have been evaluated.

ÖNSÖZ

Yalnız bilimde değil, insanın ve insan etkileşimlerinin olduğu her yerde belirli ön kabullerde bulunmak bir gerekliliktir. Çünkü insanların birbiriyle iletişimi görünür olduğu kadar görünmez yönleri de olan çok katmanlı bir süreçtir. Ancak, insani ilişkilerdeki bu varsayımları, herhangi bir bilimsel nitelik ya da amaç taşımadığı için, olumlu anlamda ön kabul ya da olumsuz anlamda önyargı olarak adlandırmak daha doğru bir anlatım biçimidir. Bilim ise, bilimsel araştırma yöntemi adı verilen bir yöntem izleyerek olgulara yaklaşır. Bilimsel yöntemin bu görünür yüzü, insan ilişkilerinde olduğu gibi, içinde görünmeyen ve normal hallerde pek sorgulanmayan bir başka yüzü de içerir. Bilimin görünmeyen ve belki de görünür kısmından daha geniş ve karmaşık olan bu yüzünde; değer yargıları gibi öznel yapılar yanında, varsayımlar gibi tam olarak öznel mi yoksa nesnel mi olduğu belli olmayan görünmez sınırlamalar da bulunmaktadır. Bu varsayımlar, bazen değer yargılarını ve ideolojiyi bilimsel araştırmaların içine sokarken, bazı durumlarda da bir soyutlama ve tümdengelimsel çıkarımı sağlamaları aracılığıyla gerçek hayatın karmaşık yapısından bilimsel ve dolayısıyla nesnel bir sonuç elde edilmesinin olanaklı hale gelmesini sağlarlar. Ancak bilimsel bir faaliyet esnasında varsayımların yukarıdaki fonksiyonlardan hangisine aracılık ettiği her zaman tartışmalı bir konu olmuştur. Bu durum özellikle iktisat biliminde sürekli olarak bir tartışmanın odak noktasını oluşturmaktadır.

Bu çalışmanın ana amacı, iktisat bilimindeki varsayımları mümkün olduğunca geniş bir şekilde incelemek ve bunun sonucunda iktisattaki varsayımlar üzerine bir tez öne sürmektir. Bu inceleme ile iktisattaki varsayımların hem diğer bilim dallarındaki varsayımlardan nitelik farkı olup olmadığı hem de iktisattaki varsayımların bir ön kabulden ön yargıya dönüşüp dönüşmediği sorusunun cevabı bulunmaya çalışılmıştır. Bu amaçla, varsayım kavramı, bilimin temelindeki işlevinden başlayarak, iktisatta bu tartışmaların yoğunlaşmasına neden olan Milton Friedman’ın ünlü makalesi incelenmiştir. İktisattaki varsayımların bir paradigmanın ya da Bilimsel Araştırma Programının (BAP) oluşturulmasındaki etkileriyle bilimsel araştırmanın  yürütülmesindeki  işlevleri  araştırılmıştır.  Son  olarak  da  iktisat

bilimindeki temel varsayımlar, işlevleri ve yarattığı dünya incelenmiş ve bu varsayımların oluşturulmasında bulunulan zaman ve şartların etkileri üzerinde durulmuştur.

Tez çalışmam süresince; çalışmanın konusunu ve içeriğini belirlerken ve çalışma sürecinde verdiği yol gösterici ve teşvik edici destekleri sayesinde çalışmamı kolaylaştıran danışmanım Prof. Dr. Kaya Ardıç’a, tez izleme komitemde yer alan ve tezimi okuyup tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Hülya Kirmanoğlu’na, Prof. Dr. Serdar Ongan’a ve Doç. Dr. Sinan Alçın’a, özellikle tezin üçüncü bölümündeki yardımlarını esirgemeyen İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nden Prof. Dr. Aydan Turanlı’ya, her türlü yardımı, desteği ve anlayışı gösteren İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlilerinden arkadaşlarım Nurtaç Yıldırım, Şeref Bozoklu, Hülya Deniz, Levent Necmi Aktürk ve Salih Yasa Erdoğan’a teşekkürü bir borç bilirim.

İÇİNDEKİLER

ÖZ................................................................................................................................. iiii

ABSTRACT................................................................................................................... iiv

ÖNSÖZ............................................................................................................................ v

İÇİNDEKİLER............................................................................................................... vii

GİRİŞ............................................................................................................................... 1

1.                            BİLİMDE VARSAYIMLARIN YERİ............................................................ 6

1.1.                                  Giriş....................................................................................................... 6

1.2.                                  Bilim ve Bilimde Temel Varsayımlar....................................................... 8

1.3.                                  Fizikte Varsayımlar................................................................................ 11

1.4.                                  Toplumbilimde (Sosyolojide) Varsayımlar.............................................. 13

1.5.                                  İktisatta Varsayımlar............................................................................... 15

1.6.                                  Fizik, Toplumbilim ve İktisadın Genel Karşılaştırılması.......................... 16

2.                            MİLTON FRİEDMAN BAĞLAMINDA VARSAYIM TARTIŞMALARI..... 19

2.1 Giriş......................................................................................................................... 19

2.2.                                  Varsayım Tartışmalarının Tarihi Seyri.................................................... 21

2.3.                                  Pozitif İktisadın Metodolojisi................................................................. 23

2.4.                                  Friedman’ın Varsayım Bağlamında Eleştirisi.......................................... 30

3.                            LAKATOS VE KUHN’DA VARSAYIMLAR.............................................. 33

3.1 Giriş......................................................................................................................... 33

3.2.                                  Kuhn ve Paradigmalar............................................................................ 35

3.2.1.                                        Kuhn’da Olağan Bilim.................................................................... 36

3.2.2.                                        Kuhn’da Bilimsel Devrimler............................................................ 37

3.2.3.                                        Paradigmalar ve Eş-ölçülemezlik...................................................... 39

3.3.                                  Lakatos ve Bilimsel Araştırma Programları............................................. 40

3.3.1.                                        Lakatos’ta Katı Çekirdek ve Koruyucu Kuşak.................................. 42

3.3.2.                                        Negatif ve Pozitif Problem Çözme Tekniği...................................... 43

3.4.                                  Bilim, İktisat ve Milton Friedman........................................................... 44

3.5.                                  İktisadın Paradigma ve BAP Temelli Değerlendirilmesi.......................... 46

4.                            İKTİSADİ ANALİZ AŞAMALARI VE VARSAYIMLAR                   50

4.1.                                  Giriş                          50

4.2.                                  Varsayım—Hipotez İlişkisi                          52

4.3.                                  Varsayım—Gözlem İlişkisi                          54

4.4.                                  Varsayım—Veri İlişkisi                          56

4.5.                                  Varsayım—Tümdengelim İlişkisi                          58

4.6.                                  Varsayım—Tümevarım İlişkisi                          60

4.7.                                  Tümdengelim ve Tümevarımın Temel Varsayımı                          62

4.8.                                  Varsayım—Matematik İlişkisi                          63

4.8.                                  Varsayım—İdeoloji İlişkisi                          66

4.9.                                  Genel Değerlendirme                          69

5.                            ORTODOKS VE HETERODOKS İKTISAT OKULLARINDAKİ TEMEL VARSAYIMLAR VE ELEŞTİREL DEĞERLENDİRMESİ                   72

5. 1. Giriş...................................................................................................................................... 72

5. 2. Ortodoks İktisattaki Temel Varsayımlar...................................................................................................................................... 74

5. 2. 1. Rasyonellik Varsayımı...................................................................................................................................... 74

5. 2. 2. Tam Bilgi Varsayımı...................................................................................................................................... 77

5. 2. 3. İçsellik—Dışsallık Varsayımı...................................................................................................................................... 79

5. 2. 4. Dengenin Varlığı Varsayımı...................................................................................................................................... 82

5. 2. 5. Zamandan ve Mekândan Bağımsızlık Varsayımı...................................................................................................................................... 85

5. 2. 6. Bir Üst Varsayım Olarak Tam Rekabet Piyasası Varsayımı...................................................................................................................................... 86

5.3.                                  Ortodoks ve Heterodoks İktisat Okullarındaki Temel Varsayımların Oluşumu, İşlevi ve Karşılaştırılmaları                          88

5. 3. 1. Klasik Akım...................................................................................................................................... 89

5. 3. 2. Neo-Klasik Akım...................................................................................................................................... 94

5. 3. 3. Marxçı İktisat Akımı...................................................................................................................................... 96

5. 3. 4. Keynesci Akım.................................................................................................................................... 101

5. 3. 5. Neo-Klasik Sentez.................................................................................................................................... 103

5. 3. 6. Parasalcı Akım.................................................................................................................................... 104

5. 3. 7. Yeni Klasik Akım.................................................................................................................................... 108

5. 3. 8. Kurumsalcı Akım.................................................................................................................................... 109

5.4.                                  Tarihsel ve Toplumsal Koşulların Varsayımların Oluşturulması Üzerindeki Etkisi ve İşlevi    113

SONUÇ.................................................................................................................................... 123

KAYNAKÇA.................................................................................................................................... 135

ÖZGEÇMİŞ..................................................................................................................................... 144

GİRİŞ

Bilim, ele aldığı olguları nesnel bir biçimde ve belli kurallar çerçevesinde inceleyerek bu olgular arasında anlamlı neden-sonuç bağlantıları kuran bir çalışma disiplinidir. Olgular arasındaki bağlantıları kurma çabaları, bilim dışında, kendinden daha eski olan din, felsefe, gelenekler vb. yollarla da yapılabilen uygulamalardır. Fakat bilimi olgu incelemelerinde diğer bakış açılarından ayıran ve belki de üstün kılan yön, bilimde yapılan her şeyin her an ve her yerde eleştiriye açık bir yapıya ve yönteme sahip olması ve yanlışlanması durumunda, incelenen olguya yeni bir biçimde yaklaşabilecek bir bakış açısını her zaman içinde barındırması veya gerektiğinde de bunu yaratabilecek bir esnekliği gösterebilmesidir.

Bilim tarihinin görece genç olmasına rağmen, eleştirilere açık yapısı nedeniyle bilim de, zamanla bir olgu olarak incelenmeye başlanmıştır. Çünkü bilim tarihi göstermiştir ki bugün yanlış olduğu bilinen birçok kuram ve yaklaşımlar geçmiş zamanın biliminde doğru olarak görülmüş ve bu durum uzun süre böyle devam etmiştir. Bu tarihsel gelişim süreci sonunda, önce bilimin sadece yanlış olduğu anlaşılan yaklaşım ve kuramlarından hareketle yapılan bilime yönelik kısıtlı ve yerel eleştiriler zamanla bir bütün olarak bilime yönelmiştir. Bu biçimde zamanla yöntembilim (metodoloji) ve bilim felsefesi dalları gelişerek bilimle iç içe geçmiştir. Böylece bilimin her olgu incelemesi, bu dallar yoluyla bilimin de ayrıca bir olgu olarak incelenmesini beraberinde getirmiştir.

Bilim, genel anlamda doğa bilimleri ve sosyal bilimler olarak iki ana gruba ayrılır. Fakat bu ayrım ilk başta oluşmamış ve doğa bilimleri, eğer bütün bilimlerin temeli olduğu öne sürülen felsefeyi bir kenarda tutarsak, bilimin temelini oluşturmuş ve uzun süre bilim denince üstü kapalı olarak doğa bilimleri özellikle de Klasik fizik (Newton fiziği), anlaşılmıştır. Sosyal bilimler ise doğa bilimlerinden daha sonra bir ölçüde onları taklit etmek suretiyle oluşmuş bilim dallarıdır. Sosyal bilimlerin bir dalı olan iktisat da bu çerçeve içinde, temelini Adam Smith’in attığı ve özellikle Newton fiziği etkisi altında gelişmiş bir sosyal disiplindir.

Sosyal bir bilim olan iktisadın temelindeki bu doğa bilim geleneği, bir bilim olarak iktisadın başlangıç tarihi olarak alınan Adam Smith’in 1776 tarihli Milletlerin Zenginliği kitabından bu yana çok fazla değişmemiştir. Bu da diğer sosyal bilimlere nazaran iktisada doğa bilimlerindekine yakın kesin sonuçlara varma olanağı vermektedir. Bu kesin sonuçlara varma ve birçok durumda da bu kesin sonuçların somut ekonomik yaşam ile olan kopukluğu ise uzun süredir iktisatta önemli tartışmalara yol açmaktadır.

İktisattaki bu kesin sonuçlara varabilme yetkinliği daha çok kullandığı yöntemle ve bu yönteme bağlı varsayımlarla ilgilidir. Genel olarak ana akımı temsil eden Neoklasik iktisat kuramı iktisatta yöntem olarak varsayımsal tümdengelimi kullanmaktadır. Kullanılan bu yöntem kesin sonuçlar sağlamasının yanında büyük tartışmalara da yol açmaktadır. Bu tartışmalar Milton Friedman’ın 1953 tarihli The Methodology of Positive Economics (Pozitif İktisadın Metodolojisi) adlı makalesiyle birlikte kendini daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Bu ünlü makaleden bu yana, ana akımı temsil eden ve genel olarak “modern iktisat teorisi” diye adlandırılan genel geçer (egemen) iktisadın kullandığı yöntem gibi, temel ön kabulleri ve varsayımları, bu varsayımların gerçekliğinin önemli olup olmadığı, varsayımlardan hareketle iktisadi modellerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve benzeri pek çok konuda iktisatçılar arasındaki anlaşmazlıklar devam etmektedir.

İktisattaki varsayımlar hiçbir zaman diğer bilimlerde görülmedik düzeyde tartışmaların merkezinde olmuş ve olmaktadır. Bu durum bilimsel bir tartışma olmaktan da çıkıp fıkralara konu olmuştur. Türkçe iktisat yazınında telif eserlerin fazla olmamasına karşın sadece iktisattaki varsayımlar konusunda özgün bir çalışmanın yayınlanmış olması da (Savaş, 2007) iktisat bilimindeki varsayımların incelenmesi için bir başka nedeni oluşturmuştur.

Bu çalışmada, varsayımlar konusu beş bölümde incelenmektedir. İlk bölümde genel olarak varsayım kavramı, bilimin temelindeki varsayımlar ve fizik, toplumbilim ve iktisattaki varsayımlar önce ayrı ayrı ele alınmış daha sonra da bunların karşılaştırılması yapılmıştır. Daha sonraki bölüm, iktisatta varsayımların bir

sorunsal haline gelmesinin temelini oluşturan Friedman’ın ünlü makalesinin incelenmesinden oluşmaktadır. Bu bölüm kapsamında öncelikle Friedman’a gelene kadar iktisat bilimindeki varsayımlara ilişkin Bagehot, Keynes ve Hutchison’un görüşleri ele alınmış, daha sonra ise Friedman’ın bu makaleyi yazmasına neden olan Rugless’in yazısı ve Friedman’ın bu ünlü makalesine de temel oluşturan Rugless’e karşı yorum olarak yazdığı kısa yazı irdelenmiştir. Son olarak, Friedman’ın temel makalesi ele alınıp, bunun yarattığı kuramsal ve ders kitapları boyutundaki etki incelenmeye çalışılmıştır. Üçüncü bölüm iktisattaki varsayımlardan bir miktar uzak bir alanı konu edinse de, bunların anlaşılmasına belli düzeyde yardımcı olacağı göz önünde tutularak çalışmaya eklenmiştir. Bu bölümde bilim felsefecileri olan Kuhn ve Lakatos’un paradigma ve Bilimsel Araştırma Programı (BAP) kavramlaştırmalarında varsayımların yeri araştırılmıştır. Ayrıca yine bu bölümde iktisadın paradigma mı yoksa BAP mı olduğu sorusuna cevap aranmış ve Kuhn’un ünlü makalesindeki bazı görüşleri paradigma ve BAP çerçevesinde değerlendirilmeye çalışılmıştır. Dördüncü bölüm de, üçüncü bölüm gibi iktisatta varsayımlar konusuyla doğrudan bağlantısı olmasa da hem bu konuyla hem de kendinden önceki bölümle dolaylı bağlantıları olan bir bölümdür. Bu bölümde, iktisadi ve iktisat bir bilim olduğu için bilimsel analizde varsayımların analizin diğer parçalarıyla olan ilişkisi incelenmiş, ayrıca iktisat özelinde ideoloji ve matematiğin varsayımlarla olan ilişkisi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Son bölüm ise, esasında ikinci bölümün, üçüncü ve dördüncü bölümün çerçevesini temel alarak genişletilmesi ve geliştirilmesinden oluşmaktadır. Bu bölümde, Ortodoks akım olan Neoklasik iktisattaki bazı önemli varsayımlar, Heterodoks iktisat okullarının eleştirileri de göz önünde bulundurularak incelenmiştir. Son olarak Ortodoks İktisat akımında yer almayıp Heterodoks akımdaki okullar tarafından temel alınan varsayımlar ile tarihsel ve toplumsal bağlamın kullanılan varsayımlara etkisi ele alınarak çalışma tamamlanmaktadır.

Bu çalışma esnasında, hem çalışmaya bir çerçeve kazandırmak hem de iktisat bilimindeki çok sayıda kaynağı okumanın sınırlı bir zamanda mümkün olmaması gerçeği karşısında, iktisatta tüketicinin gelir ve fiyatların kısıtı altında fayda en çoklaması yapmasına benzer şekilde, çalışma, tez süresi ve seçilen konu kısıtı altında

en fazla ve en uygun kaynakları kullanarak yapılmaya çalışılmıştır. Bunu yapmak için çizilen çerçeve birkaç temel özellik taşımaktadır.

İlk olarak tez çalışması, iktisat akımlarının sadece tarihsel olarak uygulama şansı bulmuş olan Klasik, Keynesci, Marxçı ve Kurumsalcı okullar göz önüne alınmıştır. Çünkü çalışmada incelenen varsayımların olgusal olarak denetlenmesi ancak bu varsayımları kullanan iktisadi görüşlerin uygulanması ile mümkün olmaktadır. Bu nedenle iktisadi düşünce tarihinde işlenen uygulama şansı bulunmayan tüm diğer iktisat okulları çalışma dışında tutulmuştur. Klasik, ortodoks, egemen, genel geçer ya da ana akım olarak adlandırılan ve uygulamadaki yüzünü kapitalizmde bulan bu akım, bazı yerlerde kesintilere uğramış, ya da melez uygulamalar şeklinde kendini göstermiş olsa bile, günümüzde dünyanın büyük çoğunluğu bu akımın pratik yüzünü yansıtmaktadır. Keynesci akım ise esasında, uygulamada saf olarak görülmekten çok Klasik akımla melez bir yapı oluşturarak “Neoklasik Sentez” adı altında kendini göstermiştir. Marxçı iktisat denemesi, Marx’ın öngörülerinin tersine, İngiltere gibi kapitalizmin en gelişmiş şekline sahip bir ülkede değil, aksine azgelişmiş bir yapıya sahip Çarlık Rusyası’nda gerçekleşmiş ve bu uygulama çabası 1990’ların başına kadar devam etmiştir. Kurumsalcı iktisat, kıta Avrupası’nda değil, Amerika kıtasına ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’ne özgü bir iktisat anlayışıdır. Uygulama süresi en kısa olan bu akım, 1929 Krizi ile Keynesci akımın Amerika’ya ulaşana kadar geçen süre boyunca uygulanmıştır ve günümüzde yeniden ilgi konusu olup iktisatçıların bir kısmı tarafından benimsenerek savunulmaktadır.

Klasik akım olarak; Klasik, Neoklasik, kısmen Neoklasik Sentez, Parasalcı, Yeni Klasik okullar bir bütün olarak ele alınmış ve bunlar aynı sistemin değişik yapıları olarak betimlenmiştir. Marx’ın Klasik iktisatçılar tanımına Keynes de son halkası olarak Pigou’yu ekleyerek Neoklasik Okulu da katmıştır. Bu çalışma çerçevesinde ise bu akıma Parasalcı iktisat okulu ve Yeni Klasik akım eklenerek bugüne kadar getirilmiştir. Bu çalışma amacına uygun olarak, Neoklasik Sentez, esasında tam bir Klasik akımdan çok, bir ara dönem olarak görülmesi daha doğrudur. Çünkü Keynesci akımla Klasik akımın bir karışımı olan Neoklasik Sentez, özünde

homojen varsayımları taşıyan bir yapı değildir. Keynes’e göre Klasik akımın varsayımları gerçek hayatla tutarlı olmaktan uzaktır. Bu nedenle Keynes’in yaptığı ilk iş, Klasik akımın varsayımlarını reddetmek olmuştur. Bu iki akımın birleşimi olan Neoklasik Sentez’i bir geçici mutabakat ya da zoraki anlaşma dönemi olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olabilir.

Bu tez çalışmasında, hem genelden özele gidilmeye hem de mümkün olduğu kadar tarihsel bir sıralama izlenmeye çalışılmıştır. Bu genelden özele gidiş kendini, hem varsayımların ilk olarak bilimdeki yerinden iktisada doğru yönelmede hem de iktisattaki varsayımların en genelinden özeline doğru gidişte göstermektedir. Tarihsel sıralama ise, daha sonraki aşamanın hem kendisinden önceki aşamayla ilişkisi hem de Friedman’ın makalesini paradigma kavramının şeklinde sunmak gibi sonraki aşamadaki kavramlarla zamansal olarak daha önceki bir aşamanın değerlendirilmesi açısından anlamlı bir yöntemdir.

Son olarak, varsayım kavramı içine bilimsel araştırmada kullanılan ve değişmeden süreçten çıkan bütün ön kabuller alınmıştır. Bu çalışmada aksiyom, postula ve varsayım arasındaki hiyerarşik bir ilişkinin varlığı kabul edilse bile, bütün bu kavramları varsayım kelimesi altında toplayarak inceleme yoluna gidilmiştir.

1.                            BİLİMDE VARSAYIMLARIN YERİ

1.1.                             Giriş

Bilimde ya da hayatın diğer alanlarında bir soruna ya da olguya yaklaşırken her zaman belli ön kabullerle hareket edilmesi olayın doğasının getirdiği bir sonuçtur. Çünkü bir sorun, aslında soruna konu olan olgu bütün yönleri ile bilinmediği için ortaya çıkar. Her yönü ile bilinen bir konunun sorun olmasına da olanak yoktur, böyle bir durumda sorun çıktığı anda o konudaki mükemmel bilgiyle hemen çözümlenebileceği için hiçbir zaman gerçek bir sorundan söz edemeyiz. Sorunu sorun yapan belirsizlik, ön kabulleri sorunun doğasının bir parçası haline getirir. Çünkü ön kabuller, sorunun çözüm girişiminde soruna konu olan olgulara ilişkin geçici de olsa adeta tam bilgi yerine geçerler. Ön kabuller kullanarak soruna bir çözüm getirilmeye çalışılır. Aksi halde sorunun çözümüne doğru bir adım atılamaz ve sürekli bir kısır döngü içinde sorunla baş başa kalınır. Bacon’un “Gerçek, hata yapana, karmaşaya düşenden daha yakındır.” (Bacon, 2003: 130’dan aktaran Kuhn, 1991: 51) sözü, ön kabullerle de olsa olaya bir açıklama getirmenin olay hakkında yeterli bilgi olmadığı için herhangi bir adım atmamaktan daha önemli olduğunun en iyi ifadesidir. Bacon’un da belirttiği üzere ön kabuller insanı sorunlar karşısında karmaşaya düşmekten alıkoyan en önemli araçtır. Çünkü ön kabullü de olsa bir adım atılınca atılan adım yanlış bile olsa, onun yanlış olduğu görülmüş olur ve olayın olası açıklamalarından biri elenerek çözüme görece bir adım yaklaşılır. Ön kabullü adım doğru ise, tam bilgi durumu halindekiyle aynı sonuca daha az bilgiyle de olsa ulaşılmış olur ve sorun çözüme kavuşturulur.

Bilimde ön kabuller aslında iki ana gruba ayrılabilir. Bunlar varsayım ve hipotez olarak adlandırılır. Bu iki ön kabul arasındaki temel fark ise olgularla sınanıp sınanmamalarında yatmaktadır. Olgularla sınanan ön kabullere hipotez (önsav, denence), sınanmayıp araştırmanın başından sonuna kadar doğru kabul edilen ön kabullere de varsayım adı verilir. Yani hipotezler a posteriori, varsayımlar ise a priori doğru kabul edilen önermelerdir. Her ikisi de ön kabul olan hipoteze test edilen varsayım, varsayım test edilmeyen hipotezdir denilebilir. Aynı önermeler değişik

durumlarda hipotez ya da varsayım işlevi görürler. Örneğin, “Yarın hava sıcaklığı 20

°C’den fazla olacak.” cümlesi sınanmak için söylenmişse hipotez, eğer bu bir veri olarak alınıp ona uygun bir şekilde hareket edilecekse varsayım türünden bir önerme olur. Hipotezler sorunun geçici çözümleri oldukları için deney, gözlem veya matematiksel yöntemlerle denenir ve doğru ise sorunun çözümü olur, yanlışlanması halindeyse bir kenara bırakılıp yeni hipotezlerle araştırmaya yeniden başlanır. Varsayımlar ise baştan doğru olarak kabul edilip, araştırmaya konu olan sorunun çözüm aşamalarında asla sorgulanmayan ve bir kısmı da araştırmanın bilinçaltında olan, değer yargılarının, beklentilerin ve önyargıların bir karışımından oluşan öznel önermelerden oluşur. Fakat hipotezlerin aksine varsayımlar genel olarak bilimsel bir araştırmanın bir aşaması olarak belirtilmezler. Bilimsel bir araştırma genel olarak sorun soruna yönelik hipotez→ hipotezin test edilmesi aşamalarından oluşurken genel olarak varsayımlardan hiç bahsedilmez ama aslında varsayımlar bilimsel araştırmanın bütün aşamalarında ilerde üzerinde ayrıntılı olarak durulacağı gibi kullanılırlar. Ayrıca genel olarak varsayım ile hipotezin bilimsel çalışmalardaki işlevleri de farklıdır. Hipotezler bilimsel açıklamalarda kullanılırken, varsayımlar daha çok bilimsel açıklama öncesi olguyu soyutlamada yani betimleme aşamasında kullanılırlar.

Varsayımlar, kimyadaki kimyasal tepkimeye girip, tepkimeye katılmadan tepkimenin hızını artıran maddeler olan katalizörler gibi bilimsel araştırmaya girip hiç değiştirilmeden çıkarlar (Katalizörler hakkında bkz. Mortimer, 1975: 429-434). Bu yönleriyle varsayımlar adeta bilimin katalizörleri işlevi görürler ve katalizörlerin tepkime denklemlerinde yer almaması gibi varsayımlar da bilimsel araştırmanın aşamalarında, çok büyük önemlerine rağmen, görülmezler. Varsayımların kimyasal katalizörlerden farkı ise, kimyasal katalizörlerin tam bilinmeleri dolayısıyla hangi tepkimeye hangi katalizörün uygun olduğu tepkimeden önce bilinirken, herhangi bir bilimsel araştırmada, o araştırmayı hızlandıracak olan varsayımların baştan tam olarak bilinmemesi ve bir ölçüde varsayımların araştırmayı yapacak olan kişiye bağlı, yani öznel karakteristikte olmasıdır. Bu çalışmada, bilimsel araştırmada a priori doğru kabul edilen ve çeşitli kaynaklarda postulat, aksiyom (Yıldırım, 1979: 260), sayıtlı, faraziye (Karasar, 1995: 71), VARsayım (Şeker, 1986: 44), öncül adları

altında geçen bütün bu kavramlar varsayım şemsiyesi altında incelenecek ve aralarındaki farklar yeri geldikçe belirtilmeye çalışılacaktır.

Son olarak varsayımlar ile bilim arasındaki bir duruma bakmamız gerekir. Bir bilimsel çalışmada ne kadar az varsayım kullanılırsa çalışma o kadar olgusal temelli olur ve bilimin tanımına yaklaşır. Çünkü varsayımlar ne kadar artarsa bilim olgusal temelden o kadar uzaklaşıp felsefe ve dine yaklaşmaya başlar. Bu da bilim denen çalışmanın anlamının kendi içinde kaybolmasına ve böylece bilimin din ve felsefe gibi diğer bilgi alanlarının içinde eriyip yok olmasına yol açar.

1.2.                             Bilim ve Bilimde Temel Varsayımlar

Hayatımızın hemen her alanı bilimsel çalışmaların ürünleriyle her gün bir önceki günden daha fazla dolmakta iken bilimin ne olduğu sorusuna verilebilecek kesin bir yanıt henüz bulunamamıştır. Bilim, yaşanılan zamana, bilim dallarına, bilim konusunda kitap yazanlara ve hatta bilim adamlarına göre farklı anlamlar taşımaktadır. Bilimi “Doğru düşünme ve sistematik bilgi edinme süreci” (Türkdoğan, 1989: 13), “…her zaman her yerde doğru olan, doğanın evrensel yasalarını aramak” (Gülbenkian Komisyonu, 2005: 12), “…gözlenen olaylara neden arama eğilimi sonucunda genellemelere (hipotezlere, açıklayıcı prensiplere) ulaşma, bu genellemelerden usavurma (muhakeme) yoluyla olaylarla sınanması zorunlu sonuçlara (implication) varma çabası” (Bulutay, 1972: 59), “…geçerliliği kabul edilmiş sistemli bilgiler bütünü” (Karasar, 1995: 8) şekillerinden biriyle tanımlayabileceğimiz gibi bazı bilim insanlarının ifade ettiği öznel tanımları da (Yıldırım, 1979: 15) kabul edebiliriz. Hatta totolojik bir ifadeyle bilim bilimdir denilse dahi herkesin kafasında geçmiş deneyimlerine de bağlı olarak bilime yönelik tanımsal bir şeyler oluşabilir. Fakat bütün bilim tanımlarında görülen ortak bir yön de yok değildir. Bu da bilimin olgusal ve yöntemsel bir çalışma olduğudur. Yani bilim özünde, olguları belirli bir yöntemle incelemekten başka bir şey değildir. Yöntem olgulara yaklaşımın yoludur ve bilim dalları arasında değişebileceği gibi bilimde de zamanla değişik yöntemler kullanılmıştır. Fakat bilimde yöntem gerek ama yeter şart değildir. Çünkü diğer bilgi edinme türlerinde de belirli yöntemler kullanılır. Bilimde

yöntemle birlikte bilimin gerek ve yeter şartını oluşturan diğer öğe, bilimin diğer bilgi edinme türlerinden ayrılmasını sağlayan olgusal yönüdür.

Bilimin tanımı üzerinde bu farklılaşma bilimin özellikleri konusunda kendini fazla göstermemektedir. Bilim, olgusal, mantıksal, nesnel (objektif), eleştirici, genelleyici, geneli arayıcı ve seçicidir (Yıldırım, 1979: 16–18). Bilimin bu özellikleri hem bilimi diğer bilgi türlerinden ayırır hem de bilimin kendi içindeki durumu daha iyi açıklamayı sağlar. Örneğin bilimin olgusal ve nesnel temelli bir uğraş olması bilimi felsefeden ve dinden ayırırken, mantıksal olması bilimin kendi içinde tutarlılığını, eleştiriciliği bilimin kendini sürekli denetleyip yeniden üretmesini sağlar. Bilimin genelleyici olması bilimdeki hipotez, teori ve yasaların oluşmasına, geneli arayıcılığı her defasında kullanılan yöntemin aynı sonucu vermesine, bilimde seçicilik de bilim dallarının doğmasına yol açmıştır.

Bilimin yukarda ifade edilen özelliklerinin bilimde kullanılan metotları da bir miktar belirlediği söylenebilir. Çünkü bilimsel yöntem, bilimsel sonuçlar üretecek bir yol olmalıdır. Yani olguya yönelmeyen, mantıksal ve nesnel olmayan, yinelenemeyen bir yöntemin bilimselliğinden bahsedilemez. Bu özellikleri taşıyan ve bilimde kullanılan yöntemler, tümdengelim, tümevarım, retrodüksiyon, varsayımsal tümdengelim ve benzetme (analoji)dir (Yıldırım, 1979: 69–79). Bütün bilimsel metotların ortak yönü betimleme ve açıklama işini birlikte yapmalarıdır. Olgular gözlem ve deneylerle betimlenirken, hipotezler ile açıklanmaya çalışılır.

Bilimin hem bütün dallarında hem de bilim çalışmasına başlangıç esnasında varsayımların bulunması daha önce de belirtildiği gibi bilimin kendi doğasının bir parçasıdır. Çünkü bilim, özünde varsayım temelli bir arayıştır. Diğer varsayım temelli arayışlar olan din ve felsefeden ayrılığı sonunda olgularla sınanmasında yatar. Din ve felsefe varsayımlar aracılığıyla spekülatif düzeyde ilerlemeye devam ederken bilim, gözlem, deney ve diğer sınamalarla olgusal düzeyde araştırmasına devam ederek felsefe ve dinden ayrılmaya başlar. Yani felsefe, bilim ve dinde varsayımlar başlangıçta yaklaşık aynı düzeydeyken araştırma ilerledikçe bilimde varsayımların ağırlığı düşer ancak hiçbir zaman yok olmaz. Ayrıca bilimde kullanılan varsayımlar

ortak iken, felsefede kullanılanlar felsefeciye, dindekiler ise o dine özgüdür. Bilimde kullanılan bu ortak varsayımlar şunlardır (Yıldırım, 1979: 19; Karasar, 1995: 17–18):

1.                                        Kendi dışımızda bir olgular dünyası vardır.

2.                                        Bu kendi dışımızdaki olgular dünyasını anlayabiliriz.

3.                                        Olgular arasında düzenli bir neden-sonuç ilişkisi vardır.

4.                                        Bu dünyayı bilme ve anlama çabası değerli bir uğraştır.

İlk varsayım bilimin kendi çalışma alanını yaratmasını sağlar. Yani olgunun var olduğu varsayımı, bu olguyu araştırmanın ilk adımı olduğu için bu varsayım aracılığıyla bilim kendine bir çalışma alanı yaratmış olur. Ayrıca din ve felsefe için gerekmeyen bu varsayım bilimi din ve felsefeden de ayırmayı sağlar. İkinci varsayım ise bilimsel araştırmanın meşruluğunu sağlar. Yani kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı bilimsel araştırma için gerek şart ama yeter şart değildir. Bu ikinci varsayım, ilkiyle birlikte düşünüldüğünde bilimsel çalışma için gerek ve yeter şartları oluşturarak bilimsel çalışmayı meşru bir uğraş haline getirir. Üçüncü varsayım bilimsel çalışmanın tek tek olgular için değil, olgu kümeleri için yapıldığını gösterir. Çünkü olgular arası düzenli neden-sonuç ilişkilerinin var olduğunu varsaymak bilimin niteliklerinden olan genelleyicilikle birleşerek tekil olgular üzerine değil olgu kümeleri üzerine teori ve yasalar elde edilmesini sağlar. Son varsayım ise aslında bilimi değil de bilim adamının uğraşını değerli varsayarak dolaylı yoldan bilimsel çabaları teşvik eden bir ön kabuldür.

Bilimin bu temel varsayımları yanında, bilim dallarının karmaşık dünya karşısında belli düzenlilikler arayışı da işe varsayımlarla başlamasına neden olur. Fakat bu varsayımlar bilim dallarına özgü, sadece o alanı bağlayan türden varsayımlardır.

Bu çalışmada konunun dağılmaması ve belli bir çerçeveye oturtulması amacıyla iktisadın fizik ve toplumbilim arasında bir bilim olduğu varsayılarak, önce fizik, ardından toplumbilim ve en son olarak da iktisattaki varsayımların neler oldukları ve genel işlevleri üzerinde durulacaktır.

1.3.                             Fizikte Varsayımlar

Fizik denilen bilim dalını “amacı çevremizdeki dünyadan bir anlam çıkarma” (Ruelle, 2006: 8) uğraşı ya da “Maddenin kimyasal yapısındaki değişiklikler dışında genel veya geçici yasalara bağlı, deneysel olarak araştırılabilen, ölçülebilen, matematiksel olarak tanımlanabilen madde ve enerji olgularıyla uğraşan bilim dalı” (Avundukluoğlu ve Turhan, 2007: 150) olarak tanımlasak ta, bilimler içindeki asıl önemi ise bu anlam çıkarma çalışmalarındaki başarısından dolayı diğer bilimler tarafından örnek alınmasında yatan doğa bilimlerinin bir dalı olarak tanımlayabiliriz. Fiziğin tanımı ve gelişim tarihi genel olarak çok açık olduğu düşünüldüğü için fizik ders kitaplarında çok kısa bir şekilde yapılır. Bazı fizik kitaplarında ise hiç yapılmadan doğrudan fizik ampirik bir bilim dalı olduğundan standartlar, birimler, boyutlar gibi ölçüm temellerinden başlanır (Halliday ve Resnick, 1981: 1). Fizik biliminin tarihsel olarak nasıl oluştuğuyla ilgili aşağıdaki alıntı temel bir fizik kitabından alınmıştır:

“Aşağı yukarı 1850 yılına kadar, doğal ya da deneysel felsefe adı verilen kitaplar bulunuyordu. Bu ad, deneye bağlı konular ile edebiyat ve felsefe gibi deneysel olmaya konular arasındaki farklılığı göstermekteydi. Deneysel felsefe ile ilgili sonuçlar ve yorumlar çoğaldıkça, bir kişinin bütün bu alanlarda çalışması zorlaştı ve alt bölümler ortaya çıktı. 1850’den çok önceleri, kimya, astronomi, jeoloji ve buna benzer alanlar bağımsız disiplinlere ayrılmıştı. Bunlardan arta kalan öz, fizik olarak ortaya çıktı.” (Keller ve diğ., 1995: 1).

Fiziğin bütün tarihinin böyle adeta geçiştirircesine birkaç satırda ifade edilmesi asıl ilgi alanının fiziğin uygulama alanı olduğunu göstergesidir. Gerçekten de fizik doğadaki düzen arayışı ile bir tutulan bilim dalıdır. Bu arayış ve sonucunda elde edilen fizik yasaları, fiziğin tarihin bir döneminde bilimle eş tutulmasına yol açacak kadar önemli hale gelmiştir. Fizik de kendi içinde zamanla klasik ve modern fizik olarak ikiye ayrılmış ve fiziğin kendi içinde mutlak bilgiye ulaşma iddiası zayıfladıkça bilimde mutlak arayışı da bir miktar azalmıştır. Bunun sebebi fiziğin uzun süre, bilimin ideal hali olarak görülmüş olmasında aranmalıdır. Çünkü fizik, basit, kesin (deterministik), zaman ve mekândan bağımsız yasaların en fazla bulunduğu alandır ki bu da aslında bilimin de asıl amacıdır. Fiziğin bu tür yasalar elde  etmesinde  en  önemli  yardımcısı  matematik  olmuştur.  Matematik  fiziğin

yasalarının dile getirilmesinde ve anlaşılmasında en önemli araçtır. Öyle ki Newton kendi adıyla anılan fiziksel kanunlarını ifade etmek için fizikten önce matematikte diferansiyel ve integral hesabı bulmuş bir insandır (Keller ve diğ., 1995: 128). Çünkü Galileo’nun dediği gibi, matematik fiziğin dilidir (Keller ve diğ., 1995: 74) ve fizik yasalarını bulmak kadar önemli bir diğer şey de bunu ifade edecek olan dili yaratmaktır.

Bilim dalları içinde varsayımlar, sosyal bilimlere göre doğa bilimlerinde daha az görünür. Çünkü doğa topluma nazaran çok yavaş değişir ve en fazla düzene sahip ve ampirik yapısı nedeniyle sonuçları konusunda en az tartışma olan bilim dalları doğa bilimleridir. Doğa bilimleri içinde de aynı doğal olgunun farklı yönlerini inceleyen fizik ve kimya ampirik yönleriyle en öne çıkan bilim dalları arasındadır. Fizik özelinde varsayımların çok etkili olmamasının iki önemli sebebi vardır. İlk olarak, sosyal bilimlerde çeşitli olgular arasındaki belirsizlikleri ortadan kaldırıp uslamlamadaki boşlukları kapatmak için kullanılan basit varsayımlar, fizikte bu boşluklar ampirik gözlemlerle kapatıldığı için kullanılmasına gerek yoktur. İkinci olarak bilim dallarının temellerini oluşturan ve aksiyom ya da postulat denilen temel varsayımlar fizik bilimi parçalı bir yapıda olduğu için fizikte pek kullanışlı değillerdir (Feynman, 2000: 26). Fizikte varsayımlara en yakın olan şey belki de fizikteki düşünsel deneylerdir (Planck, 1996: 227). Bu düşünsel deneylere en iyi örnek te İsviçre’deki CERN’de Higgs parçacığını bulmaya yönelik yapılan deneylerdir. Bu tür bir çalışmada her şey zihinde belirli varsayımlarla üst üste getirilip bir sonuç elde edilir, bu sonuç daha sonra değişik yollarla ampirik olarak kontrol edilir ve böylece kesin sonuç elde edilir. Fakat burada da işin sonunda ampirik deneyim söz konusu olduğu için varsayımın varlığından pek söz edilemez, söz edilse dahi işlevinin diğer alanlardakiyle aynı olduğu kuşku götürür bir şey haline gelir. Genel olarak fizik hakkında, fiziğin ve incelediği alanın yapısı dolayısıyla kullandığı varsayımların bilimin temel varsayımları olduğu söylenebilir. Fizikte kullanılan varsayımlar bilimdeki “olgular neden-sonuç ilişkisi vardır” varsayımının bu bilim dalı özelindeki uygulamalarından ibarettir. Onun dışında fizikte kendine özgü temel varsayımlar bulunmaz. Fizik güçlü ampirik yapısı

nedeniyle genellikle ön kabullerden varsayımları değil hipotezleri kullanan bir bilim dalıdır.

1.4.                             Toplumbilimde (Sosyolojide) Varsayımlar

Toplumbilim adından da anlaşıldığı gibi toplumu inceleyen pozitif bir sosyal bilimdir. “Amacı, insanların davranışlarını belirleyen toplumsal çevrenin yapısal öğelerini aydınlatmak, bu çevrenin oluşumunda, işleyişinde ve gelişimindeki düzenlilikleri açıklamaktır.” (Ozankaya, 1994: 11). Toplumbilimin ilgi alanına giren toplum ise gelişigüzel ya da geçici insan yığınları değil bir kurumlaşmış davranış biçimleri bütünü ya da sistemidir. ““Kurumlaşmış” toplumsal davranış biçimleri demekle uzun zaman ve mekân dilimleri içinde durmadan tekrarlanan- ya da modern toplumsal kuramın diliyle sosyal olarak üretilen- davranış ve inanç biçimleri” (Giddens, 1994: 18) kastedilmektedir.

Modern anlamda toplumbilimin yeni olması, aslında inceleme konusu olan modern toplumun da yeni olmasından ileri gelir. Modern toplum olarak sanayi devrimi sonrası toplumun alınması gibi toplumsal olguları pozitif ya da nesnel bir şekilde incelenmeye başlanmasının da toplumbilimi görece genç görünmesinde etkisi vardır. Çünkü bu bilime 1839’da toplumbilim adını koyarak isim babası olan August Comte’un toplumbilime en büyük katkısı bu bilim dalının da doğa bilimlerinin uyguladığı pozitif yöntemi uygulamasını önermiş olmasıdır (Ergun, 1974: 31). Ayrıca bilimleri sıralayan Comte bu sıralamada en üst basamağa en karmaşık olgu olan toplumu incelediği için toplumbilimi yerleştirmiştir (Ergun, 1974: 37–38).

Toplum bilim toplumu incelerken belirli yöntem ilkelerine göre çalışma yapar (Gökçe, 1988: 36–39; Ozankaya, 1994: 39–46). Bunlardan bilmediğini varsaymak, nesnellik, olgunun belirlenip sınırlandırılması, birim ve bütün düzeylerdeki çözümlemelerin birleştirilmesi ve kavramların açık seçik tanımlanması ilkelerinin bütün bilimler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Toplumbilimde kendi alanına özgü olarak üç ilkeden söz edebiliriz. İlk olarak toplumbilim somuttan yani yer ve zaman bakımından belirli, ampirik olarak denenmesi olanaklı olgulardan yola çıkar.

İkinci olarak toplumsal olayların karşılıklı bağımlılık içinde bir bütün oluşturduğunu, son olarak da toplumun ancak değişme boyutuyla yani tarihsel boyut içinde ele alınması gerektiğini ileri sürer. Bu ilkelere uygun olarak toplumbilimde araştırma yöntemi olarak gözlem ve düzenli çözümlemedir (Ozankaya, 1994: 46).

Toplumbilimde varsayımlar büyük tartışmalara yol açmasa da belli başlı iki toplumbilimci özelinde incelenebilir: Alvin W. Gouldner ve Max Weber. Gouldner alan varsayımlarını (domain assumptions), o alanın metafiziği olarak tanımlamaktadır (Gouldner, 1971: 15). İnsanların rasyonel olup olmaması, toplumun istikrarlı ya da istikrarsız olarak alınması vb. alan varsayımları, daha sonra ele alınacak olan paradigma ve Bilimsel Araştırma Programları (BAP) ile paralel bir yapı göstermektedir. Weber’in ideal tipler olarak sunduğu ve varsayımlara dayalı birer soyutlama olan kavramsallaştırmaları ise temelini toplumbilimden ziyade iktisattan almasına karşın, herhangi bir değer yargısı taşımaktan çok analitik amaçlarla soyutta inşa edilen birer kavramsallaştırmadır (Weber, 1986: 60). Varsayımlar, Gouldner’de toplumbilimin temelindeki bazı sorgulanmayan ön kabulleri su yüzüne çıkarmak; Weber’de ise, toplumu yeniden inşadan ziyade anlamada bir araç olarak kullanmak için bulunmaktadır.

Başta toplumbilim olmak üzere sosyal bilimlerde varsayımlar, eğer iktisadı inceleme dışında tutarsak daha çok olgu incelemeleri esnasında soyutlama ve bir olgunun nedenlerinden etkileri en az olanlarını dışarıda tutarak neden sonuç ilişkisine yönelik hareket etmenin bir sonucudur. Fakat varsayımlar asla sosyal bilimlerin incelemiş olduğu olgunun bağlamından kopmasına neden olmaz. Bu nedenle fizik gibi toplumbilimde de çok güçlü bir ampirik uygulama alanı olduğu için, genellikle bilimsel çalışmanın doğal olarak getirdiği basit varsayımlar kullanılır. Bu basit varsayımlar bilimsel çalışmanın genellikle ön kabullerinden hipotezlerinde bulunur ve ampirik olarak test edildiği için artık bir ön kabul olmaktan çıkıp somut olarak yanlış ya da doğru sonuç halini alır. Toplumbilim de fizik gibi bütünlüğünü koruyamadığı için bu bilim dalını bir bütün halinde tutan temel varsayımların varlığından da söz edilemez (Ozankaya, 1994: 81). Böylece toplumbilimde varsayımların incelemiş olduğu olgunun bağlamından kopmasına neden olmadığı

söylenebilir. Aynen fizik gibi bu bilim dalı da güçlü ampirik yapısı nedeniyle ön kabullerden varsayımları değil hipotezleri kullanan bir bilim dalıdır.

1.5.                             İktisatta Varsayımlar

İktisat, hem analiz araçlarının en iyi kullanıldığı bir alan olarak sosyal bilimlerin en gelişmiş disiplini olmayı başarmış, hem de her iktisatçının bulunduğu konum, benimsediği ideoloji ve beklentileri doğrultusunda ayrı bir tanımı olacak kadar geniş ve sınırları belirsiz bu nedenle de gerçekten var olup olmadığı bile hala tartışılan bir bilim dalı haline gelmiştir. İktisadın birçok tanımı bulunması aslında iktisatçının aklında olup açığa vurmadığı belli varsayımları iktisadın özüne atfetmesinin bir sonucudur. Bunun sonucu Samuelson’un uzun süre temel kaynak olarak kabul edilen İktisat kitabında bile beş ayrı iktisat tanımı verilmiştir (Samuelson, 1973: 5). Bu çalışmada ise, iktisat tanımı olarak incelenen ana akımın, insanların sınırsız olan talepleri ile bu talepleri karşılamak için toplumun sınırlı mal ve hizmet üretme yeteneği arasındaki çatışmayı uzlaştırma (Begg ve diğ., 2001: 2) şeklindeki genel ifadesi alınmıştır. Çünkü bu tanım, bugünkü ana akım iktisadının temelindeki kavramlara hem atıf yapmakta hem de çözüm yollarını imlemektedir. Fakat burada kullanılan ana akım iktisat kavramının ne olduğu da açıklanmalıdır. Çünkü bugünkü anlamda ana akım iktisat sadece Marx’ın tanımladığı ya da Keynes’in mütevazı ekleme yaptığı o eski Klasik İktisat değildir (Keynes, 1967: 3). Bugün Parasal İktisatçılar reel değişkenleri sadece reel değişkenlerin etkileyeceğini öne sürerek, Yeni Klasik İktisatçılar ise her koşulda bireyin rasyonel davranacağını bu nedenle devletin piyasaya müdahalenin etkin olmayacağını iddia ederek aslında klasik ekolun bir parçası haline gelmişlerdir. Çünkü bir ekolden olmak aynı zaman diliminde yaşamakla değil, ortak paydalarda buluşmakla olur. Ayrıca İktisatta okulları yaratan asıl etken kullandıkları varsayımlardır. Lucas’ın rasyonel beklentiler teorisi, Friedman’ın paranın etkinsizliği tezi zaten eski Klasik iktisadın temel tezleridir, daha doğrusu eski Klasik iktisadın rasyonellik ve para ve sermaye piyasalarının birbirinden bağımsız incelenebileceği tezlerinin çağdaş biçimleridir. Bu nedenle inceleyeceğimiz ana akım iktisadını ilk önce tanımlamamız daha doğru olur: Ana akım iktisadı bireysel rasyonalite, bırakınız  yapsınlar, bırakınız geçsinler

sloganıyla piyasaya karışmayan devlet isteği ve bütün bunların yaratacağına inandıkları doğal düzen (klasik iktisatta bu doğal düzene özel bir ad verilir: tam rekabet piyasası) anlayışından oluşan bir sistemdir ve arkasındaki varsayım kısaca şöyle ifade edilir: Devletin piyasaya karışmadığı, rasyonel bireylerin kendi çıkarları peşinde koştuğu bir düzende, hem toplum hem de bireyler için fayda en çoklaması sağlanır ve bu tam rekabet adlı doğal düzen piyasa dışından bir etkiye maruz kalmadığı sürece böyle sürüp gider. Yani ana akım iktisadı, özünde öncelikle olgulara değil liberal felsefeye bağlıdır ve bu felsefenin temellerini kendine esas alır. Bu nedenle de önce olgusal değil, varsayımsal bir bilimdir. Bu da iktisatta varsayımların rolü ve öneminin diğer hiçbir bilim dalında olmadığı kadar önemli ve farklı olmasına yol açmıştır.

İktisatta varsayımlar konusu bütün diğer bilim dallarındakinin yalnız nicelik olarak değil nitelik olarak da çok ilerisinde bir konumda bulunmaktadır. Çünkü ana akım iktisadı, toplumbilimdeki gibi sosyal ve bir ölçüde güçsüz bir neden sonuç ilişkisinin ötesinde fiziktekine benzer evrensel bir neden sonuç ilişkisi arama eğilimindedir. Bu eğilim yüzünden varsayımlar bu dalın temel direklerini oluşturmaktadırlar. Bu varsayımlar aracılığıyla iktisat var olan dünyayı değil varsayımlarla yarattığı ve bu dünyaya paralel olan bir dünyayı incelemektedir. Bu yönüyle incelediği dünya Popper’in Üçüncü dünyası ya da daha önce çeşitli felsefeciler tarafından yaratılan ütopik bir dünyaya benzemektedir. Adeta yaşadığımız dünyayı Platon’un görüngü dünyasına, incelemek için yarattığı dünyayı ise idealar dünyasına dönüştürmüş ve bu sebeple bu dünya ile çelişen durumlarda bile eksikliği kendi kuramında değil bu dünyada görerek çalışma yöntemini değiştirmeyi reddetmiştir.

1.6.                             Fizik, Toplumbilim ve İktisadın Genel Karşılaştırılması

İktisatta, toplumbilim ve fiziğin tersine ön kabullerden hipotezler değil varsayımlar daha baskın bir görünüm sergiler. Bunun bir sebebi de iktisadın incelediği alanla inceleme yöntemi arasındaki ikilemdir. İktisat toplumbilim ile aynı inceleme alanına sahipken, çözümlemelerinde fizik kadar kesin olma isteği ancak ve

ancak varsayımların kullanılması ile gerçekleşmiştir. Aslında aynı zamanda toplumsal bir olgu olan iktisadi olgular varsayımlar aracılığıyla, adeta doğal bilimlerdeki olgular gibi zamandan ve mekândan bağımsız yasalara sahip varsayımsal olgulara dönüşmüşlerdir. Ayrıca bu temel varsayımlar, toplumbilim veya fiziğin tersine ana akım iktisadının bir bütün olmasını, parçalı bir yapı göstermemesini sağlar. Böylece ana akım iktisat denilince bu varsayımlar sayesinde bütünsel bir yapı oluşturmuş bir bilim dalı akla gelmektedir.

İktisat biliminin fizik bilimini kendine örnek olarak geliştiği genel kabul gören bir yargı olmasına karşın, bu yargının toplumbilim için de geçerli olduğu Zimmerman’ın şu satırlarından çok açık bir şekilde görülebilir:

“19. Asır sosyolojisi basitti, fakat tıpkı Newton mekaniği gibi kendi dünyası için kifayetli idi. 20. Asır sosyolojisi daha mütekâmil izahı daha güç olduğu halde önceki devrin takdire dayanan doktrinini çok defa herkes anlıyabiliyordu. 20. Asır sosyolojisi Newton fiziğine ve mekaniğine kıyasla modern fizik gibidir.” (Zimmerman, 1964: 6).

İktisadın, toplumbilimin aksine, Newton fiziğinden, ki aslında Newton fiziğinden daha fazla Descartesçi fizik anlayışına benzemektedir, modern fiziğe geçememesi kullandığı varsayımları değiştirmemesinin dolaylı bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, ana akım iktisadında varsayımların baskın olmaları kadar önemli bir konu da varsayımların zaman içinde pek değişmemiş olmasıdır. Rasyonel insan, doğal denge, devletin piyasaya müdahale etmemesi ilkesi gibi temel varsayımları Adam Smith’den beri pek bir değişim geçirmemiştir. Varsayımların bu kadar uzun süre değişmemesinin bir sebebi ana akım iktisadının arkasındaki liberal felsefenin pek değişmemiş olmasıysa bir diğer sebebi de ana akım iktisadının aynı zamanda aksiyomatik bir sistem olmasında aranmalıdır(Aksiyomatik sistem hakkında bkz. Yıldırım, 1999: 161–181). Temelinde belli ana varsayımların olduğu ana akım iktisadı, kapalı sistem olduğu için her şeyi kendi mantıksal sistemi içinde olguya başvurmadan kanıtlayabilecek bir yapıya sahiptir. Bu yönüyle Euclides geometrisi gibi aksiyomatik bir sistem oluşturmaktadır. Zamanla da adeta bu mantıksal tutarlılık uğruna varsayımlar hiçbir şekilde değiştirilmeyip olgusal içerikten taviz verilmeye başlanmış ve olguyla ters düşen sistemi korumak için ad hoc kabullerle sisteme olan

inanç ayakta tutulabilmiştir. Bu durumun yan etkisi Kant’ın “Kavramsız algı kör, algısız kavram boştur.” sözünde en iyi şekilde belirtilmiştir. Ana akımın ilk dönemlerinde varsayımlar ile kurulmuş olan sistem algıya bir kavram ekleyerek iktisadi olguların belirli bir düzeyde açıklanmasını sağlamıştır. Fakat zamanla mantıksal tutarlılık uğruna varsayımları ve hipotezleri değiştirmediği için, hızla değişen iktisadi ilişkiler arasında aynı kavramları kullanması ana akımın olgusal temelinin yok olmasına bu nedenle de ana akım iktisadının kavramlarının içinin boşalmasına yol açmıştır. Bu durumun en temel sebebi de aslında kullandığı varsayımlar değil, ana akımın temel felsefesini meşrulaştırma uğruna varsayımları değişen iktisadi dünyaya uydurmayı değil, değişen dünyayı kendi varsayımsal ve kapalı sistemiyle açıklamaya çalışmasında yatar. Çünkü bilimde, bilimin doğası gereği varsayımlar yapmak normal bir durumdur. Normal olmayan bilimsel çalışmada varsayımları kullanmak değil, olgusal temelden uzaklaşma pahasına sürekli aynı varsayımları kullanarak analiz yapmayı sürdürmeye çalışmaktır. Bu durum, bilimde esas olanın hipotez ya da varsayım olarak önkoşullar değil, olgular olduğu düşüncesine ters düşen bir durumdur.

2.                   MİLTON FRİEDMAN BAĞLAMINDA VARSAYIM TARTIŞMALARI

2.1                            Giriş

Milton Friedman, 1912 yılında göçmen bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi1. 1928 yılında Rutgers Üniversitesi’nde lisans eğitimine başlayan Friedman, kendisinden ders alıp etkilendiği iki hocası Homer Jones ve Arthur Burns sayesinde ekonomik konularla ilgilenmeye başladı. Lisans eğitimi sonunda Brown Üniversitesi’nden Matematik ve Rutgers’deki hocası olan Homer Jones’un referansıyla da Chicago Üniversite’sinden Ekonomi alanında burs kazanınca hocaları ve 1929 Krizi etkisiyle ekonomi alanında yüksek lisan eğitimini seçip Chicago Üniversitesi’ne girdi. Burada dönemin en önemli iktisatçılarından Frank Knight ve Jacob Viner’ın öğrencisi oldu. Milton Friedman 1945’e kadar başta, başında kendisini çok etkilemiş olan Wesley Clair Mitchell’in olduğu Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu ( Nationa Bureau of Economic Research) olmak üzere Amerikan Hazinesi’nin çeşitli bölümlerinde ve çeşitli üniversitelerde çalıştı. Bu tarihten itibaren tekrar akademik hayata dönen Friedman, 1946’da Columbia Üniversitesi’nden doktora derecesini aldıktan sonra aynı yılın Eylül ayından itibaren Chicago Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. 1948 yılında profesörlüğe atanan Friedman, birkaç üniversitede misafir öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1967’de Amerikan Ekonomik Topluluğu’nun başkanlığına getirilmiş, 1976’da Nobel İktisat Ödülü’nü almış ve ertesi yıl Chicago Üniversitesi’nden emekli olmuştur. 1977’den öldüğü 2006 yılına kadar Califonia’daki Stanford Üniversitesi’ne bağlı Hoover Enstitüsü’nde kıdemli uzman olarak çalışan Friedman diğer birçok gazetenin yanında 1966–1984 arasında da Newsweek dergisinde iktisat konusunda köşe yazıları yazmıştır. Matematiğe ve ampirik çalışmalara olan eğilimi ve Chicago ekolüne bağlılığı,  bütün  çalışmaları  boyunca  kendini  hep  göstermiş,  Keynesci  akıma

1Bu bölüm hazırlanırken şu kaynaklardan karşılaştırmalı olarak yararlanılmıştır: Milton Friedman’ın tam biyografisi için bkz. Ebenstein, 2007; “İktisatçı Olarak Gelişimin” adıyla kendi iktisadi düşüncesinin evrimini anlattığı otobiyografik bir yazı için bkz. Breit ve Hirsch, 2009, 65–78. Ayrıca Friedman hakkında ek olarak şu kaynaklara başvurulabilir: Vane ve Mulhearn, 2005, 82–88; Pressman, 2006, 235–243; Blaug ve Vane, 2003, 272–274. Friedman’ın düşünceleri ve desteklediği politikaların yarattığı olumsuzluklar hakkında bkz. LaRouche ve Goldman, 1980, Türkçe bir kaynak olarak bkz. Gürkan Yay, 2007a.

eleştirileriyle de Klasik akımın yeniden ve özellikle para temelinde restorasyonunda öncü rolü üstlenmiştir.

Milton Friedman, 20 yy’ın ikinci yarısından itibaren yalnız Parasalcı okulu kurarak iktisatta değil, uygulamayı da etkileyerek politik iktisatta önemli roller oynamış olan bir bilim adamıdır. Friedman’ı iktisatçılar arasında tartışmaların da her zaman merkezine oturtan en önemli yön belki de Keynesci ekonomiye getirdiği eleştirilerdir. Milton Friedman’ın iktisat bilimine katkıları kuramsal, felsefi ve yöntembilimsel olmak üzere üç ana başlıkta incelenebilir. Kuramsal katkıları, öne sürmüş olduğu kavramlar aracılığıyla kendi döneminin ana akım iktisadına yaptığı eleştirilerde kendini göstermektedir. Friedman’ın iktisada kazandırdığı en önemli kavramlar sürekli gelir hipotezi, doğal işsizlik oranı, yeni para talebi ve arzı tanımları ve daha az önemli olmakla birlikte uyarlamalı beklentiler hipotezidir. Getirdiği bu kavramlar ile devrinin ana akımı olan Keynesci iktisada karşı durması da onu her zaman iktisadi konulardaki tartışmaların bir aktörü haline getirmiştir. Friedman, Keynes’in aksine bireyin tüketiminin cari gelirine değil, uzun dönemde elde etmeyi umduğu gelire de bağlı olduğunu iddia etmiş ve 1957’de yazmış olduğu A Theory of the Consumption Function adlı eserinde tüketim fonksiyonunu buna göre yeniden düzenlemiştir. Friedman’ın Keynesci iktisattan ayrıldığı diğer önemli bir alan işsizlikle mücadele yönteminde kendini göstermektedir. 1968 yılında doğal işsizlik oranı kavramını ortaya atan Friedman’a göre her ülkenin belirli bir doğal işsizlik oranı olduğu ve bunun değiştirilemeyeceğini öne sürmüştür. Bunun en önemli sonucu Phillips eğrisinin uzun dönemde dik bir doğru olacağı ve enflasyon-işsizlik ödünleşmesinin (trade-off) uzun vadede geçersiz hale gelmesidir. Milton Friedman iktisat dünyasında en fazla para konusundaki çalışmalarıyla tanınmış bir iktisatçıdır. Friedman’ın bu alandaki en önemli iki çalışması para tarihi üzerine 1963’de yazmış olduğu A Monetary History of United States ve 1970 tarihli Monetary Statistics of United States kitaplarıdır. Para kuramı ve tarihi alanındaki çalışmaları da yeni bir para talebi denklemi ve para arzı tanımını beraberinde getirmiştir. Para konusundaki çalışmaları o kadar etkili olmuştur ki 1968’de Karl Brunner’in adını koyduğu Parasalcı (Monetarist) Okul’un kurucusu ve en önemli temsilcisi sayılmıştır. 1977 Nobel İktisat Ödülü’nü de tüketim teorisi, istihdam istikrar politikaları konusundaki

görüşleri ve para kuramı ve tarihi konusundaki katkıları sayesinde almıştır. Daha ziyade ikincil bir değerde görülen ve Friedman’ın kavramsallaştırmış olduğu uyarlamalı beklentiler de (adaptive expectations) Keynes’in iktisattaki belirsizlik anlayışına bir tepki olarak görülebilir. İktisat felsefesi ya da normatif iktisat alanındaki çalışmalarında Friedman’ın ana söylemi, ekonomide Keynesci etkilerle büyüyen devletin bireysel özgürlüklere bir tehdit olduğu ve devletin uygulamış olduğu iktisat politikalarının da etkisiz kaldığı yönündedir. Friedman’ın iktisat felsefesini 1963’te yazdığı Kapitalizm ve Özgürlük (Capitalism and Freedom) ve eşi Rose Friedman ile birlikte yazdığı 1980 tarihli Free to Choose kitaplarıdır. Yöntembilimsel katkısı bütün ömrü boyunca sadece 40 sayfalık The Methodology of Positive Economics makalesi ile sınırlıdır. Fakat etkisi hala süren ve çevresinde fırtınalar kopartılan bu makale, 20. yy’ın Friedman varsayımlar konusunu gündeme getiren ilk kişi olmamasına rağmen, bu alanda ana akım iktisadından önemli bir savunucusu olduğu için, daha önceden pek görünür olmayan bu tartışmaya meşruiyet kazandırarak bir görünürlük ve hız katmıştır.

2.2.                             Varsayım Tartışmalarının Tarihi Seyri

İktisat bilimindeki varsayımlara yönelik eleştiriler, Milton Friedman’ın 1953 tarihli makalesinden çok daha eski bir geçmişe sahiptir. Friedman’ın bu ünlü ve tartışmalı makalesi de kendinden önceki tüm eleştirilere bir cevap niteliği taşımaktadır. İktisat tarihi içinde varsayımlara yönelik eleştiriler üç iktisatçı özelinde ifade edilecektir: Walter Bagehot, Terence Hutchison ve John Maynard Keynes.

Walter Bagehot, iktisadın bir bilim olmasının başlangıcı sayılan Adam Smith’in 1776 tarihli Ulusların Zenginliği kitabından yüzyıl sonra kaleme aldığı çalışmasında, zamanın da etkisiyle, iktisadın sadece İngiltere’deki olumlu sonuçlarından söz etmiş bu nedenle de çalışmasının başlığını İngiliz Politik İktisadı’nın Postulaları (The Postulates of English Political Economy) biçiminde koymuştur (Bagehot, 1880:1). Politik iktisadın Tarihçi Okul üyelerine benzer şekildeki bu eleştirisi, onu, varsayımlarının sadece belirli bir yerde yani İngiltere’de geçerli olduğu için başka yerlerde pek popüler olmadığı sonucuna ulaştırmıştır.

Bagehot’a göre politik ekonomi, soyut ve statik ya da dinamik gibi tümdengelimsel bir bilimdir. Bu nedenle de gerçekçi olmayan (unreal) ve hayali (imaginary) öznelerle ilgilenir. Statik ve dinamik gibi kavramları mükemmeldir, maddi olmayan (immaterial) özneleri inceler (Bagehot, 1880: 73-74). Bu durumu sağlayan varsayımlar İngiltere için doğru ancak kıta Avrupası için istenmeyen sonuçlar vermektedir. Burada kalkış noktaları farklı iki ülke için aynı reçetenin ya da varsayımların farklı sonuçlar verebileceği gibi bir sonuca ulaşılabilinmektedir.

Terence Hutchison, İktisat Kuramının Önemi ve Temel Postulaları (The Significance and Basic Postulates of Economic Theory) adlı eserinde iktisattaki varsayımlara bir başka açıdan yaklaşmaktadır (Hutchison, 1960). Çalışmasında öne çıkardığı ilk noktanın, Popper’in bilim olanla olmayan arasında bir ayrım çizgisi çekme girişimine benzer şekilde, ampirik bilimlerdeki ifade veya ifade sistemleri ile tüm diğer ifadeleri ayırmak için bir ayrım çizgisi çekme böylece de bilim ile bilim olmayanı ayırma olduğunu ifade etmektedir (Hutchison, 1960: vii). Çalışmasının amacının ise, iktisadı diğer sosyal bilimlerden ayıran saf teorinin öneminin değerlendirilmesine yardım etmek olduğunu belirtmektedir (Hutchison, 1960: 3). Bunun için de önce önermeleri (proposition) daha sonra da bu önermelerin dayanağı olan postula ya da varsayımları incelemiştir. Hutchison, iktisattaki önermelerin ampirik olarak yanlışlanamadığını, varsayımların ise var olan sorunları görünmez kıldığını öne sürmektedir (Hutchison, 1960: 161-162). Hutchison’un bu görüşleri belki de kendisi bir yöntembilimci olduğu için iktisat biliminde pek fazla bir yankı yapmamıştır.

Son olarak Keynes, kendinden önce ana akımı temsil eden Klasik iktisadı içyapısının tutarsızlığı yüzünden değil, kullandığı varsayımların gerçek hayattan kopuk olması nedeniyle eleştirmiş ve Genel Teori eserine:

“… geleneksel ekonomide yanlışlıklar varsa bunları, büyük bir mantık uyarlığı kaygusuyla meydana getirilmiş bilimsel yapısında değil, fakat açıklık ve genellikten yoksun bulunan öncüllerinde[premisses] aramak gerekmektedir. Şu halde, iktisatçıları temel hipotezlerinin [basic assumptions] yeni eleştirmeli incelemesine kalkışmaya inandırmaktan ibaret olan amacımıza ancak pek soyut ve o derecede çok bilimsel tartışmalarla erişebiliriz.” (Keynes,1980: XI; Keynes, 1967: V)

ile başlamış ve sonuç bölümünde de aynı şeyi,

“Klasik teoriye karşı yaptığımız eleştiri, onun analizindeki mantık yanılmalarını belirtmekten çok zımni hipotezlerinin [tacit assumptions] hiçbir zaman, ama hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğunu ve dolayısıyla somut dünyanın ekonomik problemlerini çözümlemeye yeterli bulunmadığını ortaya koymaktan başka bir şey olmamıştır.” (Keynes,1980: 403; Keynes, 1967: 378)

Milton Friedman, Keynesci akıma karşı Parasalcı karşı Devrimi, bu makalesiyle ve varsayımlar konusundaki tartışmalara karşı bir saldırıya geçerek başlatmıştır.

2.3.                             Pozitif İktisadın Metodolojisi

Milton Friedman hem liberal iktisat felsefesine hem de iktisat teorisine dair birçok makale ve kitap yayınlamasına karşın, iktisat metodolojisi konusundaki fikirlerini sadece bir makalede dile getirmiş ve bu konudaki düşüncelerine sonradan bir ekleme yapmadığı gibi kendisine yöneltilen eleştirilere de hiçbir zaman doğrundan bir cevap verme gereği duymamıştır. Fakat 1953 yılında yazdığı Pozitif İktisadın Metodolojisi (The Methodology of Positive Economics) adlı makalesi aradan geçen elli yıldan fazla zamana rağmen güncelliğini hala yitirmemiş ve iktisat metodolojisi tartışmalarının merkezinde olmaya devam eden ender yazılardan biri konumunu korumayı başarmıştır.

Milton Friedman’ın bu ünlü makalesi 1953 yılında yayınlanmış olmasına rağmen, metodoloji konusundaki bu makalede ifade ettiği düşünceleri 1941’e kadar gitmektedir. Fakat asıl olarak kendisinin de The Methodology of Positive Economics adlı makalesinde belirttiği gibi makalesinin iskeletini, 1952’de Richard Rugless’ın yazdığı (Ruggles, 1952, 408–53) yazıya eleştiri olarak kaleme aldığı üç sayfalık yorum yazısı (Friedman, 1952, 455–57) oluşturmaktadır. Rugless’ı ağaçlara dikkatli bakmaktan ormanı görememekle suçlayan Friedman, bunun sebebini de pozitif ve normatif iktisadı net olarak birbirinden ayıramamasına bağlamaktadır. 1952 tarihli üç sayfalık küçük savunma yazısını geliştirerek ve Rugless’ı doğrudan hedef almadan, 1953’te savunma yönü daha az görülen ve bağımsız bir niteliğe bürünmüş 40 sayfalık bir makale haline getirmiştir.

Friedman, Pozitif İktisadın Metodolojisi adını verdiği ve altı bölümden oluşan 1953 tarihli makaleye 1952 yılındaki yazısının ikinci paragrafıyla başlamış ve John Neville Keynes’in pozitif iktisat, normatif iktisat ve iktisat sanatı adını verdiği tanımları kendine referans olarak aldığını göstermiştir. Pozitif iktisadı “nedir?” Normatif iktisadı da “ne olmalıdır?” hakkındaki sistematikleştirilmiş bilgi olarak tanımlayan Neville Keynes, iktisat sanatını da veri bir hedefe ulaştıran kurallar sistemi olarak tanımlamaktadır (Friedman, 1953: 3). Friedman’ın alıntıyı kestiği son cümleden sonra Neville Keynes pozitif iktisadın amacının düzenlilikleri saptamak, normatif iktisadın amacının ideallerin belirlenmesi, iktisat sanatının amacının ise kuralları formülleştirmek olduğunu ifade etmektedir (Keynes, 1917: 22). Bu tanımlardan sonra Friedman, yazısının amacının Keynes’in “ayrı bir pozitif bilim” (distinct positive science) olarak tanımladığı iktisadın kurulması esnasında oluşan belli metodolojik problemleri, özellikle de önerilen bir hipotezi geçici olarak pozitif bir bilimin parçası olarak nasıl kabul edileceği olduğunu ifade etmektedir (Friedman, 1953: 3).

Friedman’a göre pozitif ve normatif iktisat arasındaki karışıklık bir dereceye kadar kaçınılmazdır (Friedman, 1953: 3). Ancak hem normatif iktisat hem de iktisat sanatı aslında pozitif iktisadın sonuçlarını kullandıkları için pozitif iktisada bağlıdırlar. Batı dünyasında ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki insanların iktisat politikaları hakkındaki farklı görüşleri, insanların en sonunda savaşabilecekleri ana değerler hakkındaki temel farklardan değil, pozitif iktisadın gelişmesiyle ortadan kalkacağını düşündüğü insanların uygulanacak iktisat politikalarının sonuçları hakkındaki farklı tahminlerinden kaynaklanmaktadır. Bundan hareketle Friedman, doğru iktisadi politikalar hakkında görüş birliğinin, normatif iktisattaki gelişmelerden çok pozitif iktisattaki gelişmelerin bir sonucu olacağını ve bu nedenle pozitif iktisadı normatif iktisattan kesin olarak ayırmanı iktisadi politikalara katkı sağlayacağını savunmaktadır (Friedman, 1953: 6).

Friedman, pozitif bir bilimin temel amacının henüz gözlemlenmemiş olaylar hakkında geçerli ve anlamlı tahminler yapılmasını sağlayan kuram ya da hipotezler geliştirmek olduğunu belirterek başladığı ikinci bölümde, böyle bir kuramın iki

parçadan oluştuğunu belirtmektedir (Friedman, 1953: 7). Bu parçalardan biri bir totolojiler kümesi olan ve bağımsız bir içeriği olmayan dil, diğer kısmı da karmaşık gerçekliğin temel özelliklerini soyutlamak için kullanılan anlamlı hipotezler bütünüdür. Dil bakımından kuram kendi içinde bütünlük ve tutarlılık açısından incelenirken, hipotezleri açısından ise, açıklamak istediği olguları tahmin etme gücüne göre değerlendirilir. Sadece olgusal deliller hipotezlerin doğru ya da yanlış olduğunu gösterir. Friedman’a göre “hipotezlerin geçerliliğiyle ilgili tek sınama, onun tahminlerinin deneyimlerle karşılaştırılmasıdır.” (Friedman, 1953: 8). Fakat sosyal bilimlerdeki hipotezler doğa bilimlerindekiler kadar kolayca sınanamaz. Yine de bu durum Friedman’a göre sadece bir derece farkıdır ve nitelik farkı yaratmaz. Yani Friedman yöntembilimsel tekçilik taraftarıdır. İktisatta hipotezlerin sınanmasındaki zorluk hipotezlerin saf biçimsel ya da totolojik analize geri çekilmesine yol açmaktadır. Fakat Friedman, iktisat kuramının eğer kılık değiştirmiş bir matematikten farklı bir şey olması isteniyorsa totolojik yapılardan fazlası olması gerektiğini belirtmektedir (Friedman, 1953: 11-12).

Friedman’a göre hipotezlerin olgularla sınanmasındaki zorluklar, daha kolay bir yola, hipotezlerin yalnız çıkarımlarıyla değil, varsayımlarının gerçeğe uygunluğuyla da sınanmasına yol açmaktadır (Friedman, 1953: 14). Ancak Friedman, genel olarak kuramın önemi arttıkça varsayımlarının gerçek dışılığının da arttığını, çünkü bu durumda çoğu az ile açıklamak için ortak ve esas elemanların incelenen olguyu çevreleyen karmaşık ve detaylı olaylardan soyutlamak gerektiğini bunun da ancak betimsel olarak gerçekçi olmayan varsayımlarla başarılabileceğini belirtmiştir. O nedenle varsayımların gerçekliğinin değil, onların eldeki problemi çözmede yeterince iyi tahmin edip etmediklerinin önemli olduğunu belirtmektedir. Böylece de hipotez ve kuramların iki farklı sınanması teke inmiş olur (Friedman, 1953: 15).

Friedman varsayımların gerçekçi olmamasının önemini, Klasik iktisadın temelini oluşturan tam rekabet veya saf tekel varsayımlarının, tekelci rekabet ve eksik rekabet analizlerinin gelişmesiyle gerçek dışı varsayımlar oldukları için eleştirilmeleri üzerine belirtmiştir. Friedman’a göre Klasik iktisadın hipotezlerinin

çıkarımlarıyla deneyimler arasındaki uygunluk göz ardı edilerek tartışmalar varsayımlarının betimsel yanlışlığı gibi ilgisiz bir alana yönelmiştir (Friedman, 1953: 15–16).

“Bir Hipotez Varsayımlarının Gerçekçiliğiyle Sınanabilir mi?” adını verdiği üçüncü bölümde Friedman, yazısına düşen cisimler yasası örneğiyle başlayıp, sanki havasız ya da sürtünmesiz bir ortamda hareket ediyormuş gibi davranan ağır bir top için geçerli olan serbest düşüş formülünün bir tüy için gerçek olmamasını hem kuramı varsayımlarıyla sınamanın imkânsızlığı hem de kuramın varsayımları kavramının belirsizliğini gösterdiğini ileri sürer. Friedman “Bildiğim kadarıyla, aynı formülün elde edilmesini sağlayan başka varsayımlar kümesi olabilir. Bu formül işe yaradığı için kabul edilir, biz havasız bir ortama yakın bir ortamda yaşadığımız için değil.” demektedir (Friedman, 1953: 18). Tüy için kuram işe yaramadığı için havasız ortam varsayımının yanlış olmasından hareketle, kuramın açıklayabildiği olayları tanımlayarak varsayımların geçerli kullanımının, sıklıkla ve yanlışlıkla kuramların açıklayacağı olayları belirlemek için kullanılabileceği şeklinde yorumlandığı bunun da kuramın varsayımlarıyla sınanabileceği yönündeki inanca yol açan önemli bir kaynak olduğunu belirtmektedir. Buna benzer şekilde bir ağaçtaki yaprakların sanki güneş ışığından en fazla faydalanmak için davrandıkları ya da uzman bir bilardo oyuncusunun sanki karmaşık matematik formüllerini biliyor gibi vuruş yaptığını varsaymanın, bu varsayımların açık yanlışlığına karşın, bu varsayımların çıkarımlarının gözlemler sonucu elde edilen kanıtlarla uygunluğunu sağladığı için büyük bir inandırıcılığı olduğunu öne sürmektedir (Friedman, 1953: 21).

Bu örneklerle iktisattaki çok sayıda durumda firmaların sanki tam bilgi ve maliyetlerini bilerek marjinal maliyeti marjinal gelire eşit olduğu noktada faydalarını en çokladığını yönündeki hipotez arasında sadece küçük bir adım olduğunu belirten Friedman, sonunda asıl konu olan Klasik iktisadın varsayımlarının eleştirisine karşı cevap vermeye başlamıştır. Friedman’a göre gelirini en çoklamaya çalışan iş adamı başka türlü davranarak piyasada tutunamaz. Yani bu hipotez gerçekçi kılan varsayımları değil, piyasadaki doğal seçim işlemidir. Ayrıca bu hipotezin yanlış

olduğu yönündeki birçok uygulama ve girişim başarısız olmuştur (Friedman, 1953: 23).

Friedman, varsayımların kuramın sınanmasında kullanılamayacağını belirttikten sonra, kuramın varsayımlarının üç işlevi olduğunu belirtmektedir (Friedman, 1953: 23):

Varsayımları, sıklıkla kuramın betimlenmesi ve sunulmasında ekonomik bir yol sağlarlar.

Varsayımlar, çıkarımlarıyla bazen hipotezlerin dolaylı olarak sınanmasını kolaylaştırırlar.

Son olarak da varsayımlar, bazen kuramın geçerli olduğu koşulların belirlenmesi için uygun araçlardır.

Friedman’a göre daha önce verdiği ağacın yapraklarına dair örnekte kullandığı varsayımlar birinci türe girerler ve bu varsayımlar sayesinde hipotez daha yoğun olurken bu durum aynı zamanda daha az geniş kapsamlı olmasına da yol açmamıştır (Friedman, 1953: 24).

Friedman, bir hipotezin soyut model ve tanım kuralları kümesi olmak üzere iki parçadan oluştuğunu söylemektedir (Friedman, 1953: 24). Model soyut ve bütündür, bir tür cebir ya da mantıktır. Bu yönüyle de kendi tutarlılığını, bütünlüğünü ve çıkarımlarını denetleyen bir yapıdır. Bu durum da modelde belirsizlik veya yaklaşıklığın olmadığını gösterir. Modelde kullanılan kurallar ise soyut ya da bütün olamaz. Kurallar somut olmalıdır bu nedenle de bütünlük taşımazlar. Friedman’a göre mümkün olduğunca nesnel bir bilim yapma arayışında, amacımız incelenen olgu alanını sürekli şekilde genişletmeyi mümkün kılacak şekilde kuralları açıkça formüle etmek olmalıdır. Fakat bunu ne kadar başarılı yapmaya çalışsak da kuralların uygulamasında kaçınılmaz olarak kanılar için yer kalacaktır. Friedman’a göre doğru yargıda bulunma kapasitesi öğretilemez, doğru bilimsel ortamda bulunmakla ve

deneyimle öğrenilir ve bütün bilimlerde amatörle profesyoneli, kaçıklıkla bilimi birbirinden ayıran ince bir çizgi işlevi görür (Friedman, 1953: 25).

Friedman kuramın can alıcı ya da temel varsayımları konusunda ise bunların soyut modelin anahtar öğeleri olduğunu ve bir modeli tanımlamak için birçok farklı postula kümeleri kullanılabileceğini belirtir. Friedman’a göre aksiyom ya da postula şeklindeki temel varsayımlar hem örtük olarak modeli içerir hem de model tarafından örtük olarak içerilir. Yani temel varsayımlar ile model birbiriyle yer değiştirebilir. Bu temel varsayımların seçimi ise basitlik, sezgisel akla yatkınlık ve modelin değerlendirilmesi ve uygulanmasıyla ilgili düşüncelere uygunluk temelinde seçilebilir (Friedman, 1953: 26).

Friedman, varsayımların işaret ettiği olguların türü ile hipotezlerin açıklanması için tasarlandığı olgu türlerinin farklı olmasının da varsayımların hipotezlerin doğrudan sınanmasında bir araç olarak kullanılamamasına bir sebep olarak ileri sürmekte ve bu sınamaya atfedilecek önemin de ancak bu iki olgu türü arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğuna dair verilecek karara bağlı olduğunu ifade etmiştir (Friedman, 1953: 28). Ayrıca Friedman’a göre böyle dolaylı bir sınama farklı arka planlardan gelen insanlar için farklı sonuçlar çıkmasına sebep olmaktadır. Bu konuda da bir olaya toplumbilimciler ile iktisatçıların farklı şekilde bakmalarını örnek olarak göstermiştir. Friedman “Bilimde hiçbir zaman kesinlik yoktur. Bir hipoteze karşı olan ya da onu destekleyen kanıtların ağırlığı asla tamamen nesnel bir biçimde değerlendirilemez.” diyerek te bilim adamının bir konuyu incelerken hiçbir zaman değer yargılarından tamamen sıyrılarak karar vermediğini belirtmiştir (Friedman, 1953: 30).

Friedman, soyut metodolojik konulardan sonra beşinci bölümde bunların Klasik iktisada eleştiriler özelindeki yansımalarını ifade etmiştir. Friedman’a göre Ortodoks iktisat kuramının varsayımlarının ve dolayısıyla da kuramın kendisinin gerçekçi olmadığına yönelik sürekli eleştiriler yerine daha iyi bir kuram getirmediği ve kanıtlarla desteklenmediği için yersizdir (Friedman, 1953: 31). Ayrıca Friedman, bir kuramın tamamen betimsel olarak gerçekçi olamayacağını, bunu gerçekleştirmek

için yapılacak girişimleri de kuramı tamamen kullanışsız hale getireceğini savunmaktadır. Ayrıca, gerçekçiliğin sınanmasının doğrudan varsayımların betimsel doğruluğu olarak algılanması durumunda hangi noktada durulması gerektiği konusunda bir temel anlayış olmadığını ileri sürmektedir. Betimsel doğruluk ile analitik uygunluk arasındaki karmaşanın Ortodoks iktisada yönelik temel eleştirinin kaynağı olduğunu belirten Friedman, bunun karmaşık olan gerçeği açıklamak için kuramların da daha karmaşık olması gerektiği yönünde bir inanca yol açtığını, bu inancın da zamanla aslında kuramsal açıdan hiçbir değeri olmayan eksik rekabet ve tekelci rekabet kavramlarının geliştirilmesine neden olduğunu belirtmiştir. Friedman’a göre betimsel doğruluk ve analitik uygunluğun birbirine karıştırılması sonucu ortaya çıkan ve Chamberlain ve Robinson’un geliştirdiği bu kavramlar, Marshall’ın geliştirdiği firma, endüstri, tam rekabet, saf tekel gibi kavramlara yeni bir ekleme yapmadığı gibi klasik iktisadın atfedilen kusurlarını düzeltme yönünde de yanlış adımlar atılmasına yol açmıştır (Friedman, 1953: 34-35).

Altıncı ve son bölüm olan “Sonuç” bölümünde Friedman, daha önce belirttiği düşüncelerini kısaca tekrarladıktan sonra Klasik iktisada kendi eleştirisini getirmiştir. Friedman “İktisat kuramına yapılan bu kadar eleştirilerin yersizliği, var olan iktisat kuramının yüksek düzeyde güveni hak ettiğini göstermez.” (Friedman, 1953: 41) dedikten sonra var olan iktisat kuramındaki en güçsüz ve en az tatmin edici kısmın parasal dinamikler olduğunu belirtmiştir (Friedman, 1953: 42). Daha sonra bu konudaki çalışmalarıyla da Monetarist iktisadın kurucusu ve en önemli temsilcisi haline gelmiştir. Friedman son olarak da pozitif iktisattaki ilerlemenin sadece var olan hipotezlerin sınanması ve gözden geçirilmesini değil, yeni hipotezler ortaya konmasını da gerektirdiğini fakat bu konuda şeklen ve ilk ağızdan çok az şey söylenebileceğini belirttikten sonra yazısını şu cümlelerle bitirmiştir: “ Yeni hipotezlerin kurulması ilham, sezgi ve keşfin yaratıcı bileşimi, bunun esası ise bilindik malzemede yeni bir şeyin görülmesidir. Bu süreç mantıksal değil psikolojik kategorilerle tartışılmalı, bilimsel eserler üzerine inceleme yapılmayıp biyografi ve otobiyografiler üzerinde çalışılmalı, kıyas ya da kuram değil genel doğru ve örnek ile geliştirilmelidir.” (Friedman, 1953: 43).

2.4.                             Friedman’ın Varsayım Bağlamında Eleştirisi

Friedman’ın bu makalesinin ardından özellikle varsayımların gerçekliği konusunda birçok eleştirel ve destekler nitelikte makale yazılmış ve Friedman’ın bu makalesi etrafında varsayımlar ve iktisat metodolojisi yeniden ve yeniden tanımlanarak üretilmiştir2. Hatta yayınlanmasının ellinci yılı için bir derleme kitabı bile yayınlanması bu makale etrafındaki tartışmaların hala ne kadar canlı olduğunu göstermektedir (Mäki, 2009). Fakat bu çalışmada Friedman’ın bu makalesine farklı bir çerçevede bakılacaktır. Bu bakış açısının özünü de bu makalenin aslında ilk başta belirtildiği gibi bağımsız bir çalışma olmadığı ve Klasik iktisada yönelik eleştirileri bertaraf etmeyi amaçlayan bir savunma ve de karşı saldırı yazısı olduğudur. Yani Friedman’ın bu makalesi hem Ruggles’ın iktisattaki güncel metodolojik tartışma ve gelişmeleri anlattığı uzun yazısıyla hem de Friedman’ın bu yazıya karşı yazdığı bir yıl önceki üç sayfalık kısa yazısıyla birlikte düşünülerek değerlendirilmelidir. Ruggles yazısında, hipotezlerin sadece ampirik verilerle kanıtlanamayacağını, iktisadın amacının artık çoğu klasik iktisadın temelini oluşturan az sayıdaki kendi kendini kanıtlayan postulatların çıkarımlarını keşfetmek olmadığını, hem 19. yy. ilk yirmi yılındaki Kurumsalcı anlayış hem de zamanındaki ampirik araştırmalarına verilen önemin Ortodoks iktisadın yersizliği ve gerçek dışılığına bir tepki olduğunu ifade ettikten sonra sonuç bölümünde ekonomideki bütün problemlere uygulanabilecek en iyi yöntem diye bir şey olamayacağını öne sürmüştür. Friedman,

2 Burada genel olarak farklı bir çerçevede değerlendirme yapıldığı için Friedman’ın bu ünlü makalesi hakkında yapılmış olan çalışmalara doğrudan atıf yapılmayacaktır. Fakat bu konudaki çalışmaları da belirtmekte fayda vardır. Friedman’ı bu makalesi sonrası destekler ve eleştirir nitelikte çok sayıda yazı yazılmış, yazılan bu yazılanların eleştirisi ve buna ilk eleştirmenin verdiği cevaplarla adeta kökü ve gövdesi Friedman’ın makalesi, ana dalları ilk eleştiri yazıları, dalların dalları da eleştirilerin eleştirisi olan bir ağaç meydana gelmiştir. Friedman’ın bu çalışmasını destekler ve eleştirir nitelikteki temel çalışmalar için bkz. Samuelson, 1963; Rotwein, 1959; Nagel, 1963; Musgrave, 1981; Meltz, 1965;

Mayer, 1993; Hands, 2003; Boland, 1979; Machlup, 1955; Caldwell, 1980; Wible, 1982; Bear ve Orr,

1967; Stanley, 1985; Hetzel, 2007; Hammond, 2003. Friedman’ın varsayımlar hakkındaki görüşleri doğrudan ( Nicholson, 1978: 4-7) ve dolaylı (Lipsey ve Steiner, 1975: 23-25) biçimde ders kitaplarına da yansımıştır. Türkçe yazında ise Friedman’ın bu yazısı özellikle Musgrave’ın, Friedman’ın varsayımları karıştırdığını iddia edip varsayımları üçe ayırdığı makalesi etrafında tartışılmıştır. Bu konudaki çalışmalar için bkz. Buğra, 2005, 277–291; Şeker, 1986, 44–50; Eren, 1994, 175–192;

Demir, 1995, 140–156; Görün, 1982; Bulutay, 1972, 64–65; Friedman’ın makalesinin varsayımlar açısından değil genel olarak yöntem açısından bir değerlendirilmesi için bkz. Gürkan Yay, 2007b; Friedman’ın bu yazısını Popper ile birlikte değerlendirildiği bir çalışma için bkz. Keyder, 1979, 2–4.

bu yazıya eleştiri amacıyla aynı kitapta yayınlanan ve kitabın son üç sayfasını oluşturan yazısına ise daha önceden belirtildiği gibi Ruggles’ın ağaçlardan ormanı görememekle itham etmiştir. Friedman’a göre Ruggles pozitif ve normatif iktisadı birbirine karıştırmaktadır. Normatif ve pozitif iktisadı birbirinden ayırt etmenin en önemli yararı ise, zamanla pozitif iktisat geliştikçe temelini normatif iktisattan alan iktisat politikalarında da farklılaşmanın azalacağına yönelik beklentisidir. Friedman, pozitif iktisadın en büyük sorununun geçici hipotezlerin geçerliliği konusundaki sınamada yattığını, bu sınamanın zorluğunun da kişileri hipotezleri varsayımlarıyla dolaylı olarak sınamalarına götürdüğünü ileri sürmektedir. Bu durumda da hipotezlerin yanlış bir şekilde varsayımlarının gerçekçiliğiyle sınandığı ve bunun da Klasik iktisada yönelik haksız eleştiriler getirilmesine yol açtığını belirtmektedir. Friedman asıl amacını, bu kısa yazısının son cümlesinde ortaya koymuştur: Alfred Marshall’ın somut gerçeğin keşfi için gerekli olan bir motorun keşfine yönelik vurgusu betimsel gerçekçilik isteği ve zorlamasıyla örtülme eğilimini doğurmuştur. Friedman’ın burada da görüldüğü gibi temel problemi Marshall’ın motoruna bir halel gelmemesidir. Çünkü Friedman’a göre Marshall’ın iktisadi olaylara yönelik kurmuş olduğu temel çerçevede bir problem bulunmamaktadır. Asıl sorun bu çerçevede değil, sorunların bu çerçeve içinde kalınarak çözümlenmeye çalışılmamasındadır. Bu konuda eksik rekabet ve tekelci rekabet çalışmalarına yönelik yaptığı eleştirilerin özünü bu temel çerçevenin korunmasına yönelik savunmacı yaklaşımı oluşturmaktadır. Çünkü Friedman’a göre bu tür çalışmalar zamanla temel çerçevenin tamamen yok olmasına yol açabilir.

Milton Friedman, metodoloji alanındaki bu ünlü çalışmasına dair soruları genelde ya cevap vermeden ya da kısa cevaplarla geçiştirmiştir. Zamanını iktisadın nasıl yapıldığı hakkında konuşmaktan ziyade iktisat yapmak için harcadığını söyleyen Friedman, bu konuda verdiği bir cevapta “Benim söylediğim herhangi bir hipotezin nihai testi onun öngörülerinde bulunur yoksa varsayımlarında değil” (Parasız, 1996: 270) diyerek bu konuda ilk günkü konumunu koruduğunu göstermiştir.

Friedman’ın bu tepkisel tutumu aslında bir sonraki bölümde işleyeceğimiz paradigma ve bilimsel araştırma programı kavramlarıyla açıklanabilir. Friedman Klasik iktisadın Marshall tarafından getirilen temel çerçevesine, paradigmasına ya da bilimsel araştırma programına olan inancı dolayısıyla, bu konuda yapılan saldırılara karşı sistemi metodolojik anlamda savunmak amacıyla bu makaleyi yazmış, özellikle başta para konusu olmak üzere, doğal işsizlik oranı, sürekli gelir teorisi ve diğer kavramsallaştırmalarıyla ve iktisadı Marshallcı bakış açısı içinde kalmak şartıyla yeni yorumlar getirerek de karşı saldırıya geçmiştir.

3.                            LAKATOS VE KUHN’DA VARSAYIMLAR

3.1                            Giriş

Bilim felsefesi, bilimi felsefenin konusu haline getiren felsefenin bir alt dalıdır ve “…amacı kısaca bilimi anlamaktır.” (Yıldırım, 1979: 9). Bilimi anlamak amacıyla da farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bilimi bilim tarihi aracılığıyla anlayabileceğimiz gibi “…bilimsel araştırmalarda bulunan kişilerin, tek tek ya da grup olarak taşıdıkları nitelikleri ve içinde bulundukları sosyal ve kültürel koşulları inceleyerek” te anlaşılmaya çalışılabilir (Yıldırım, 1979: 9). Bu bölümde bilimsel araştırmanın nasıl yapıldığı ve bilimsel gelişmenin nasıl oluştuğu belli başlı bilim felsefecilerinin görüşleri çerçevesinde ele alınıp buradan hareketle iktisat özelinde bazı çıkarımlar yapılmaya çalışılacaktır.

Bilim felsefesi tartışmaları, öncelikle mantıksal pozitivizmle ve hemen ardından da bunun bir eleştirisini yapan Karl Popper ve eleştirel akılcılıkla başlamasına rağmen 1960'lı yıllardan sonra ve Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı ( Kuhn, 1983) isimli kitabıyla güncellik ve hız kazanmıştır. Bilime yönelik bakış açısında büyük değişimler getirmiş olan bu yapıt, bugün hâlâ bilim felsefesi tartışmalarının merkezinde yer almakta ve bu konuda taraf olan her kesimin başvurduğu bir kaynak olmaya devam etmektedir. Bugün bilim felsefesi denilince akla belli başlı dört isim gelmektedir: Karl Popper, Thomas Kuhn, Imre Lakatos, Paul Feyerabend. Fakat bu çalışma esasında bunların ikisi özelinde yürütülecektir. Çalışmanın dışında tutulan Feyerabend ve Popper’ın düşüncelerinden ise genelde diğer ikisinin eleştiri ve yorumlanmasında faydalanılacaktır. Fakat Feyerabend ve Popper’ın bu çalışmanın çerçevesine neden girmediğine dair bir açıklama da yapılmalıdır.

Paul Feyerabend'in bilim felsefesi alanındaki çalışmaları, özünde, bu çalışma çerçevesinde ele alınan Lakatos ve Kuhn’un bir sentezidir (Feyerabend’in Kuhn ve Lakatos’un bilim felsefeleri hakkındaki görüşleri için bkz. Feyerabend, 1992). Bu anlamda çalışmalarında bir özgünlük bulunmamaktadır. Diğer taraftan sözü edilen

diğer üç bilim felsefecisinin aksine Feyerabend’in zamanla bir bilim felsefecisi özelliğini de kaybettiği söylenebilir. Çünkü 1970 tarihli Yönteme Hayır (Feyerabend, 1999) kitabından başlayarak, çalışmaları bilim çerçevesinden bilimin tartışılması çerçevesine evrilmiş, önce bilimde herhangi bir yöntemin diğerine üstün olamayacağını daha sonra da, bu çalışmanın çerçevesi dışında bir konu olan, bilimin öteki bilgi biçimlerinden hiyerarşik anlamda bir üst konumda olamayacağını ve bilimin öteki bilgi edinme biçimlerinden sadece bir tanesi olduğunu iddia etmiştir. Bir anlamda Feyerabend, mesleğinin başlarında bilim felsefecisi iken, zamanla bilgi edinme biçimlerinin birbirinden üstün olmadığı ön kabulüne sahip bir bilgi felsefecisi olduğu düşünülebilir. Feyerabend bilimi kutsal bir ineğe benzeten Antony Standen’e benzer şekilde, zamanla bilime içten değil dıştan bir eleştiri getirdiği için bu çalışmanın dışında tutulmuştur. Standen’den Feyerabend’e giden yolun ne kadar kısa ve düz olduğunun en iyi kanıtı, aşağıda alıntılanan Standen’in kitabının sonu ile Feyerabend’in kitabının başı arasındaki benzerlikten görülebilir:

“Galileo, İtalya’da bir kuleden (ki bu kule öğrenci efsanelerinin dışında Pissa Kulesi değildir) aşağı iki ağırlığı bıraktığında neyi başlattığının farkında değildi. Ayrıca, resmi kaynaklara göre, o zamandan beri Galileo’dan çok ileri, fizikten çok uzaklara giden, modern bilimsel yöntemi de başlattı. Bilim fizikten uzaklaştıkça kötüledi, ancak, fiziğin kendi başına neredeyse hak ettiği şanı kurban etmeden… Kötülemekle de kalmadı, bir de komikleşti. Bilimin insanlara ne yapabileceğini kişisel deneyimle öğrenmemek için bilim adamlarını dikkatle izlemeli, işleri tepemizden halletmediklerine emin olmalıyız. Ama onları izlerken de, çok eğlenebiliriz. Bilim adamlarına kahkahalarla gülebiliriz ve gülmeliyiz de ve bu, onların bizi düzenlemesini, ortalama hale getirmesini ya da sentetik mutluluğa koşullandırmasını engellemek için en iyi yol olacaktır. Ne yapıyorlar ki? Dünya üzerindeki en gülünesi şeyi. Kutsal bir ineğin etrafında toplanıp eğiliyorlar. (Standen, 1997: 153).

“Birinci Dünya bilimi; Avrupa’daki bilimsel devrimden doğmuş olan ve hâlihazırda dünyanın dört bir yanında üniversitelerde ve teknoloji kurumlarında öğretilip uygulanmakta olan bilim, bize sayısız fikir ve teknolojik başarı armağan etti. Ona çoğunlukla “akılcılık” denen, bilimin sistematik ve açıkça belirlenebilir bir tarzda üretildiğini ve diğer tüm gelenekleri hükümsüz kıldığını öne süren bir ideoloji eşlik ediyor. Bir bilimsel yöntem vardır: dünyanın neye benzediğini ve onu ihtiyaçlarımıza uygun şekilde nasıl değiştirebileceğimizi keşfetmemize yardımcı olur.

Yönteme Karşı bu önermeyi reddediyor…” (Feyerabend, 1999: 7-8)

Karl Popper ise bu çalışma çerçevesinde Lakatos bağlamında zaten ele alındığı için tekrara düşmemek için ayrıca ele alınmayacaktır. Çünkü Popper’ın

Kuhn’a karşı kendi görüşlerini kendinden önce Lakatos geliştirmiştir. Popper, bilim felsefesinde çoğunlukla yanlışlanabilirlikle, bilimsel olanla olmayan arasında bir sınır çizgisi çekme bağlamında ele alınmaktadır. Fakat Karl Popper’ın bu çalışma çerçevesinde öne çıkarılacak olan görüşü üç dünya teorisidir. Bunun nedeni de iktisada katkısının yanlışlanabilirlikten ziyade olguları üçüncü dünyada incelenmesini sağlaması olduğunu öne sürülecektir. Bu sayede iktisat aksiyomatik bir sistem haline gelmiştir. Bu konuda çalışmanın ileriki bölümlerinde daha ayrıntılı düşünceler ileri sürülecek ve konu daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmış olacaktır.

3.2.                             Kuhn ve Paradigmalar

Bilim dünyasında paradigma denince akla aynı anda bu kavramı kazandıran Thomas Kuhn da gelmektedir. Kuhn’un bilim anlayışı, paradigma merkezli bir bilim görüşüdür. Paradigmayı Kuhn, “…bir bilim çevresine belli bir süre için bir model sağlayan, yani örnek sorular ve çözümler temin eden, evrensel olarak kabul edilmiş bilimsel başarılar”(Kuhn, 1991: 35) biçiminde tanımlamış ve bu kavramı olağan bilim çerçevesinde ele almıştır. Kuhn’da olağan bilim “…geçmişte kazanılmış bir ya da daha fazla bilimsel başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş araştırma anlamında kullanılmaktadır. Söz konusu başarılar belli bir bilim çevresinin, uygulamanın sürekliliğini sağlamak üzere bir süre için temel kabul ettiği bilimsel ilerlemelerdir.” (Kuhn, 1991: 45). Kuhn’a göre bu başarının iki temel özelliği vardır: her birinin temsil ettiği başarı ya da ilerleme, rakip bilimsel etkinlik tarzlarına bağlanmış olanları çevrelerinden koparacak kadar yeni ve benzersiz” ve “…çeşitli birçok sorunun çözümünü, yeniden oluşacak bir topluluğun ilerdeki çabalarına bırakacak kadar açık uçlu… yani daha da yeni gelişmelere açık” olması(Kuhn, 1991: 45). Kuhn, çalışmasının bundan sonraki kısmında bu iki özelliği paylaşan başarılara olağan bilimle yakından ilintili olan “paradigma” terimini kullanmıştır. Kuhn’a göre paradigma olmadan da bilimsel araştırma yapılabilir fakat paradigmanın varlığı bilim dalı için olgunlaşmanın göstergesidir (Kuhn, 1991: 46). Çünkü

“Bir paradigmanın ya da paradigma adayının olmadığı yerde, belli bir bilimin gelişmesiyle uzaktan yakından ilinti olabilecek bütün etkenlerin göreli önemlerini ayırt etme olanağı yoktur. Bunun sonucu olarak ilk aşamadaki olgu biriktirme işlemi daha sonraki

bilimsel gelişmede görülenden çok daha fazla şansa bırakılmış bir etkinliktir. Üstelik az çok gizli kalmış bilgilerin belli bir amaçla aranması için ortada herhangi bir neden yoksa, başlangıç aşamasındaki bu olgu toplama işleminin doğal olarak hâlihazırda duran veri zenginliğiyle sınırlı kalacağı görülür.”(Kuhn, 1991: 49).

Buradan da anlaşılacağı üzere Kuhn için paradigma o bilim dalı için adeta bir üst açıklamadır. Paradigmanın olmadığı yerde bilim olgu toplanması bir başka deyişle betimlemenin ötesine geçemez. Paradigma ise bu betimlemeye bir açıklama getirdiği gibi hem getirdiği bu açıklamaya uygun yeni betimlemelerin yapılmasını sağlar hem de kendi çerçevesi içinde kalan alt düzeyli açıklamaların kendisiyle çelişmesinin önüne geçecek şekilde bir oto kontrol düzeneği yaratır.

Kuhn’a göre bilim topluluğu tek bir paradigmayı kabul ederek profesyonel ve dışa kapalı bir araştırmaya geçilir ve bunun geriye dönüşü olmaz (Kuhn, 1991: 54). Paradigma “…kabul görmüş bir model ya da örnek” (Kuhn, 1991: 54) olarak alınınca paradigma ile olağan bilim arasındaki ilişki ve fark daha iyi görülebilir. Paradigma bir bilimin bazı can alıcı sorunlarını daha iyi çözmüş olmasına rağmen bu “daha başarılı olmak, ne tek bir sorunda tamamıyla başarı ne de büyük sayıda sorunda hatırı sayıda başarı demektir.”(Kuhn, 1991: 54). Paradigma “…umulan başarının bir habercisi niteliğindedir.”(Kuhn, 1991: 55). Olağan bilim ise “…bu umudun gerçeğe dönüştürülmesinden ibarettir (Kuhn, 1991: 55). Kuhn için olağan bilim, paradigmanın bıraktığı bir temizlik işine verilen addır (Kuhn, 1991: 55). Çünkü olağan bilimin görevi paradigma ile olgular arasındaki uyum derecesini paradigmayı ayrıştırarak arttırmaktır.

3.2.1.                             Kuhn’da Olağan Bilim

Olağan bilim, paradigma temelli ve onun ayrıştırılarak geliştirme çabasının adıdır. Fakat bu çalışmalar, diğer bir ifadeyle paradigmanın ayrıştırılmasını amaçlayan çalışmalar beklenmedik yenilikleri hedef almazlar (Kuhn, 1991: 63). Çünkü olağan bilim içerikte esaslı yenilikler peşinde değildir, onun hedefi “…paradigmanın uygulama kapsamına ve kesinliğine” (Kuhn, 1991: 64) katkıda bulunmaktır. Bu yönüyle olağan bilimin problemleri bulmacalar olarak görülebilir.

Ve “Eğer bir sorun bulmaca olarak sınıflandırılacaksa, mutlaka bir çözümü olması yeterli bir özellik değildir. Bunun yanı sıra hem kabul edilebilir çözümlerin niteliklerini hem de bunların hangi aşamalardan geçerek elde edileceğini sınırlayan kurallar olmalıdır.” (Kuhn, 1991: 65) Çünkü paradigma hangi tür soruların bilimsel olarak kabul edilip üyelerinin teşvik edeceğini de belirleyen bir yapıdır. Paradigma “Daha önce standart olarak görülmüş olanlar da dâhil diğer sorunları ‘metafizik’ (Kuhn, 1991: 64) diyerek reddeder ve bunlar ya başka bir bilim dalının konusu olarak kabul edilir ya da üzerinde zaman harcamaya değmeyecek kadar önemsiz olduklarını ileri sürer (Kuhn, 1991: 64). Paradigmanın olduğu bir bilim dalında bilim adamları olağan bilim çalışmaları sırasında birer bulmaca çözücüsü haline geldiği için adeta bir teknisyen gibi çalışır. Bu nedenle olağan bilim esnasında paradigma değil bilim adamı sınanmış olur çünkü başarısızlık paradigmaya değil bulmacayı çözemeye bilim adamına atfedilir ve bir başka bilim adamının bu sorunu çözeceğine dair bir inanç oluşur. Fakat bu bilim adamına atfedilen başarısızlık belli bir süre tekrarlanırsa olağan bilimde bunalımlar baş gösterir. Bu noktada Kuhn ile Popper’in bilim anlayışlarına baktığımızda farklı noktadan başlamalarına rağmen aynı noktaya ulaştıkları görülür. Kuhncu anlamda paradigma temelli bilimsel çalışma doğrulama ve Popperci bilimsel faaliyet ise yanlışlama olarak ele alınırsa her iki durumda da yanlışlamanın mümkün olduğu görülür. Kuhncu anlayışın tek farkı yanlışlamanın, Popper’in anlayışındaki şekilde bir yanlışlama çabasının değil, sürekli bir doğrulama çabasının sonucu olmasıdır. Bu durumun nedeni ise paradigma temelli bilim anlayışının kendine olan güveni ve bunun sonucu olarak savunmacı değil, sürekli yayılmacı bir özellik taşımasıdır. Bilimsel çalışma esnasında gerçekte hangisinin kullanıldığı bir yana, tek bir yanlışı aramakla bütün olgulara bakarak yani tüketerek doğrulamak sonuçta aynı noktaya ulaşılmasını sağlar.

3.2.2.                             Kuhn’da Bilimsel Devrimler

Kuhn’a göre “…paradigma öncülüğünde yapılan araştırmanın aynı zamanda paradigma değişikliği yaratmanın da en etkili yolu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.” (Kuhn, 1991: 75). Bilimsel devrimler özünde sürekli tekrar eden bunalımların bir sonucudur. Bunalımlar ise belirsizliklerden kaynaklanır. Kuhn için

belirsizlik “…olağan bilimde ele alınan bulmacaların beklenen sonuçlara sürekli olarak direnmelerinden kaynaklanır.” (Kuhn, 1991: 86) Bu bunalımlar ise olgu düzeyinde yenilikler olan keşifler ile kuram düzeyinde yenilikler olan icatlardan kaynaklanır. Fakat Kuhn için “keşif ile icat, yahut olgu ile kuram arasındaki bu ayırım aşırı derecede yapaydır… bilimsel keşif bağlamında olgu ve kuram yenilikleri” (Kuhn, 1991: 75–76) iç içedir. Kuhn’da “ Keşif bir aykırılığın farkına varılmasıyla başlar, yani doğanın, olağan bilimi yöneten paradigma kaynaklı beklentilere herhangi bir şekilde aykırı düştüğünün anlaşılması gerekmektedir.” (Kuhn, 1991: 76). Bir aykırılık sezisiyle icat edilen yeni kuramlar paradigmada büyük yıkımlar yaptığı gibi olağan bilimin temel sorunları ve tekniklerinde de büyük değişiklikler gerektirir. Ayrıca bir kuramın farklı yorumlanmalarındaki çoğulluk ta bir bunalımın habercisidir.

Bunalımların yeni kuramların ortaya çıkmasını önkoşulu olması her bunalımın yeni bir paradigma getireceği anlamına gelmez. Çünkü Kuhn’da bunalım durumlarında bilim adamlarının tepkilerine bakmamız gerekir. Kuhn’a göre “Bilim adamı, inancını kaybetmeye ve yeni almaşıkları incelemeye başlasa da, kendisini bunalıma getiren paradigmayı hiçbir zaman terk etmez. Yani bilim felsefesinde karşı örnek olarak kabul edilen aykırılık, bilim adamı için bir anlam taşımaz.” (Kuhn, 1991: 94). Çünkü “…bilimsel bir program bir kez paradigma haline geldikten sonra ancak hazırda yerini alabilecek bir başka almaşık adayı varsa geçersiz kılınabilir.” (Kuhn, 1991: 94). Bu nedenle bilim adamları için “…herhangi bir paradigmayı reddetme kararı aynı zamanda daima bir başkasını da kabul etme kararıdır.” (Kuhn, 1991: 94). “Bir paradigmada bunalımlara yol açan ve aykırılıklar yeni paradigmanın bakış açısından totolojik olarak görülürler, yani başka türlü olması dahi düşünülemeyecek birer mantıksal doğru haline gelirler.” (Kuhn, 1991: 95). Fakat her aykırılık ve karşı örnekte bilim adamlarının paradigmalarını reddetmeleri beklenemez. Çünkü “…hem en ufak zorlukta paradigmayı reddedip he de bilim adamı olmaya devam etmek imkânsızdır.” (Kuhn, 1991: 95). Kuhn bunun sebebini şöyle ifade eder: “Doğaya bakış açımızı belirleyen ilk paradigma bulunduktan sonra, artık paradigma olmadan araştırma yapmak diye bir şey söz konusu olamaz.” (Kuhn, 1991: 95). Bütün bunalımların paradigmanın belirsizleşmesi ve bunun ardından da

olağan bilim kurallarının gevşemesiyle başladığını ifade eden Kuhn, bunalımların üç şekilde sonuçlanabileceğini belirtir: bunalımı çıkaran sorun paradigmanın esnemesiyle çözülebilir; aynı sorun ilerde çözülmek için “adeta dosyalanarak daha gelişmiş araçlara sahip olacak ileriki kuşaklar için bir kenara bırakılır; son olarak da bunalım “…yeni bir paradigma adayının ortaya çıkması ve bunun kabulüyle son bulur.” Eğer bunalım yeni bir paradigmanın ortaya çıkmasıyla sona ererse “…yaşanan yeni paradigmaya geçiş bilimsel bir devrimdir.” (Kuhn, 1991: 99). Çünkü bunalımla bir paradigmadan diğerine geçiş “…birikime dayalı bir süreç olmaktan çok uzaktır, yani önceki paradigmanın geliştirilmesiyle yapılacak bir iş değildir. Tersine, bilim dalının farklı temellerden başlayarak yeniden kurulması söz konusudur.” (Kuhn, 1991: 99).

3.2.3.                             Paradigmalar ve Eş-ölçülemezlik

Kuhn bilimsel devrimlerin, paradigma temelli bilimin doğal sonucu olduğunu öne sürmektedir. Çünkü paradigma temelli olağan bilim bulmaca çözme işlevinden başka bir görev yapamaz. Olağan bilim asla paradigmayı sorgulayamayacağı için aykırılık ve bunun sonucu ortaya çıkan bunalımları da çözümlemesini beklememek gerekir. Bunalımlar ancak ve ancak bilimin temelden değişmesiyle bir başka anlatımla yeni bir paradigmanın eskisinin yerini almasıyla çözülebilir. Bilimsel devrimler paradigma temelli olağan bilimlerin doğasının getirdiği bir zorunluluktur. Bilimsel devrimlerin doğal sonucu ise paradigmalar arasında ortak ölçütlerin olmaması dolayısıyla önceki ve sonraki paradigmaları eş ölçülemez olmalarıdır. Çünkü her bilimsel devrim bilim dalını farklı temellerle yeniden ve adeta sıfırdan kurmaktadır. Bu durumda “…yeni bir paradigmanın peşinden giden bilim adamları yeni araçlar benimser ve farklı yerlere bakmaya başlarlar.” (Kuhn, 1991: 118). Bu da bilim adamlarının “…araştırma ile bağlanmış oldukları dünyayı farklı biçimde görmelerine neden olur.” (Kuhn, 1991: 118). Kuhn “…bilimsel ya da ampirik açıdan tarafsız bir dil yahut kavramlar siteminin” olmamasının paradigmalar arası karşılaştırmayı imkânsız hale getirdiğini ileri sürer. Schumpeter’in “Marksistler, Marksist olmayan iktisatçıları çaresiz bırakan bütün sorunlara birer cevap bulduklarını  ileri  sürmektedirler.  Oysa  kendileri  bu  sonuca  ancak  sorunları

değiştirmek sayesinde varmaktadırlar.” (Schumpeter, 1974: 86) sözleri iktisatta farklı paradigmaların varlığına ve bu paradigmaların eşölçülemez olduğuna bir örnek olarak alınabilir. Ayrıca yeni paradigma eskisinin kavramlarını kullansa bile bu “…eski terimler yeni ilişkiler içine” (Kuhn, 1991: 144) girdiğinden eş ölçülere vurulamaz hale gelirler. Fakat bu paradigmal geçiş Kuhn’a göre “…mantığın ve ‘tarafsız’ deneyimin zoruyla adım adım gerçekleştirilemez… ya topyekûn birden bire olur… ya da hiç olmaz.” (Kuhn, 1991: 145). Bu tür bir paradigmadan diğerine geçiş kanıtla olmaz, daha çok iknayla, öznel ya da estetik kaygılarla olur. Max Planck’ın ifadesiyle “Yeni bir bilimsel doğru hasımlarını ikna edip onları aydınlatarak zafere ulaşmaz, sadece hasımlar birer birer öldükleri için, yeni kuşaktan başkasını bilmeyen bir kuşak oluşur.”( Planck, 1996: 18’den aktaran Kuhn, 1991: 145–146). Bu şekilde bilim, paradigmal geçişler anlamında bilimsel devrimlerle ilerler.

3.3.                             Lakatos ve Bilimsel Araştırma Programları

Imre Lakatos’un özünde bilimsel gelişmeyi açıklarken Kuhn’dan farkı pek belirgin değildir. Çünkü Lakatos, Kuhn ile Popper arasında bulunmaktadır ve Kuhn’a karşı Popper’ın yanlışlamacı görüşlerini geliştirmiştir.

Imre Lakatos kendi bilimsel ilerleme görüşünü belirttiği yazısında, kendi görüşlerine gelene kadar bilim konusunda uzun bir giriş yazısıyla başlar (Lakatos, 1992: 112–160). Yazısına “Bilgi yüzyıllardır ispatlanmış bilgi anlamına geliyordu.” (Lakatos, 1992: 112) diye başlayan Lakatos bir anlamda bilimin temelinin uzun süre doğrulamacılık olduğunu ifade ettikten sonra “Doğrulamacılara göre, bilimsel bilgi ispatlanmış önermelerden ibarettir.” (Lakatos, 1992: 115) diyerek doğrulamacılığın yönteminin de tümevarımsal mantık olduğunu belirtir. Fakat zamanla “…bütün teorilerin eşit ölçüde doğrulanamaz (ispatlanamaz) oldukları ortaya çıkmıştır.” (Lakatos, 1992: 116). Bu durumda, mutlak doğruluktan, bilimsel teorilerin “…mevcut ampirik delillere göre farklı ihtimaliyet derecelerine sahip olduklarını düşünen” (Lakatos, 1992: 116) İhtimaliyetçilerin bu görüşü de “…kısa sürede, temelde Popper’in ısrarlı çabalarıyla çok genel şartlar altında bütün teorilerin, delil her ne olursa olsun, sıfır derecesinde ihtimal derecesine sahip bulundukları gösterildi;

bütün teoriler sadece eşit ölçüde doğrulanamaz değildirler, aynı zaman da eşit ölçüde ihtimal dışıdırlar da.” (Lakatos, 1992: 117). Bu aşamadan sonra doğrulamacılığın yerini yanlışlamacılığın aldığını belirten Lakatos, yanlışlamacılığı da dogmatik, metodolojik ve gelişmiş (sofistike) yanlışlamacılık olarak üç kategoriye ayırmıştır.

Lakatos’a göre “…dogmatik yanlışlamacılık bütün bilimsel teorilerin şartsız yanılabilirliğini kabul eder ancak yanılmaz bir ampirik temel türünü savunur… dogmatik yanlışlamacıya göre ampirik karşı delil bir teoriyi yargılayabilecek tek ve biricik nihai karar merciidir.” (Lakatos, 1992: 117). Bunun doğal sonucu olarak da “…dogmatik yanlışlamacılığın mantığına göre, bilim, teorinin, katı olguların yardımıyla tekrarlanan yıkımıyla gerçekleşir... bilim cesur spekülasyonlarla ilerler; fakat bunların bazıları kesin, nihai çürütmelerle elimine edilebilirler ve daha sonra da yerlerine yine cüretkâr, yeni ve en azından başlangıçta çürütülmemiş durumdaki spekülasyonlar ikame edilir.” (Lakatos, 1992: 119). Buna karşın ampirik temelleri olmayan üniversal ihtimaliyete dayanan bir teori dogmatik yanlışlamacılığın sınır çizgisi çekme kriterine göre yanlışlanamaz. Fakat bu onun bilimsel olmadığını göstermez. Bu nedenle “…dogmatik yanlışlamacılık, savunulamaz bir şeydir.”(Lakatos, 1992: 119).

Metodolojik yanlışlamacılık ise dogmatik yanlışlamacı gibi yanlışlamayı savunur fakat deneysel karşı delile mutlak bir anlam atfetmez. Çünkü “…tek bir gözlem, tesadüfî bir hatanın tesadüfî bir sonucu olabilir: bu tür riskleri azaltmak için metodolojik yanlışlamacılar bir emniyet kontrolüne başvururlar. Bu türden kontrollerden en basit olanı deneyin tekrarlanmasıdır.” (Lakatos, 1992: 132) Metodolojik yanlışlamacılar, dogmatik yanlışlamacıların aksine “…bir teori eğer bir ‘ampirik temeli’ varsa ‘bilimsel’dir.” (Lakatos, 1992: 134) şeklinde bir sınır çizgisi çekerek, dogmatik yanlışlamacılığın yetersiz kaldığı üniversal ihtimaliyete dayanan bir teorilerin de hem bilimsel alandaki yerini kabul eder hem de bunların yanlışlanmasının yolunu açar. Metodolojik yanlışlamanın dogmatik yanlışlamadan temel farkı ise yanlışlanmış bir teorinin hala doğru olabileceğini öne sürmesidir: “…eğer bir teori ‘yanlışlanmış’ ise hala doğru olabilir.” (Lakatos, 1992: 133). Fakat gene de böyle bir riskin alınması gereklidir aksi takdirde “…bilimin gelişmesi,

büyüyen bir kaostan başka bir şey olmayacaktır.” (Lakatos, 1992: 133). Bu yönüyle, dogmatik yanlışlamacıların mutlak inancı kadar bir inancı olmasa da, yanlışlamada gene de deneyi esas almaya devam eder.

Lakatos, hem dogmatik hem de metodolojik yaklaşımın fiili bilim tarihiyle uyuşmayan iki temel özelliği olduğunu belirtir: Bunlardan birincisinin bir teoriyle deneyin değil, rakip teorilerle deneyin karşılaştırılması, diğeri ise deneylerin yanlışlamadan çok doğrulamada kullanılmalarıdır (Lakatos, 1992: 141). Bundan hareketle de Popper’in tarzı olduğunu söylediği gelişmiş yanlışlamacılığı ele almaya başlar. Dogmatik yanlışlamacılıkta bir kuram, kendisiyle çelişen gözlem önermesiyle yanlışlanırken, gelişmiş yanlışlamacılıkta bir teori ancak kendi yerine konulabilecek, onun açıkladığı her şeyi açıklayan, ondan daha fazla ampirik içeriğe sahip ve sahip olduğu bu artı içeriğin bir kısmı doğrulanmış bir kuram varken yanlışlanmış sayılır. Yani “…dogmatik yanlışlamacılığın aksine, ne deney, deneysel rapor, ne gözlem önermeleri, ne de iyi düzeyde doğrulanmış alt düzey yanlışlayıcı hipotezler tek başlarına yanlışlamaya götüremezler. Daha iyi bir teorinin doğuşundan önce yanlışlama imkânsızdır.” (Lakatos, 1992: 147). Ayrıca Lakatos’a göre “ …dogmatik anlamda yanlışlama, gelişmiş anlamda yanlışlama için zaruri de değildir: bir geliştirici problem değişikliği çürütmelerle karıştırılamaz. Bilim yol gösterici herhangi bir çürütme olmaksızın gelişebilir” (Lakatos, 1992: 149). Lakatos, gelişmiş yanlışlamacılıkta, keşfin mantığının temeli olarak teori yerine teori serileri kavramını getirerek kendisinin bilim felsefesine kazandırmış olduğu araştırma programları kavramına giriş yapmış olur. Bu teori serileri araştırma programları içinde bir süreklilikle birbirine bağlanır ve “Bu süreklilik bilim tarihinde hayati bir rol oynar, keşfin mantığın temel problemleri bir araştırma programları metodolojisi incelemesi dışında tatmin edici bir şekilde ele alınamaz.” (Lakatos, 1992: 161)

3.3.1.                             Lakatos’ta Katı Çekirdek ve Koruyucu Kuşak

Lakatos Bilimsel Araştırma Programları (BAP) Metodolojisi adını verdiği yönteminde bilimsel gelişmeyi, teori serilerindeki geliştirici ve yozlaştırıcı problem değişikliklerine göre ele aldığını ifade eder (Lakatos, 1992: 162). Bu teori serilerinin

serideki üye teorileri birbirine bağlayan belirli bir süreklilik gösterdiğini belirtip, bu sürekliliğin ise araştırma programından doğup evrildiğini belirtir. Bu araştırma programının ise bizim kaçınmamız ve izlememiz gereken bazı metodolojik kurallardan oluştuğunu öne sürer (Lakatos, 1992: 162).

Lakatos’un Bilimsel Araştırma Programları Metodolojisi dört temel kavram üzerine bina edilmiştir: katı çekirdek, koruyucu kuşak, negatif problem çözme tekniği ve pozitif problem çözme tekniği. Lakatos’a göre “Bütün araştırma programları ‘katı çekirdekleri’ ile tanınabilirler (Lakatos, 1992: 163). Katı çekirdek araştırma programının sorgulanamaz ve hatta sorgulanması düşünülemez ana parçasını oluşturur. Bunun çevresinde bulunan koruyucu kuşak ise katı çekirdeği korumakla yükümlü olan yardımcı hipotezlerden oluşur. Koruyucu kuşak, testlerin yükünü taşımak zorunda olduğundan kısmen ya da tamamen değişebilir bir yapıdır (Lakatos, 1992: 163). Yani bu sert çekirdek “…taraftarlarının metodolojik kararlarıyla çürütülemezdir: anomaliler yalnızca yardımcı hipotezlerle gözlem hipotezleri ve başlangıç şartlarının oluşturduğu koruyucu kuşakta değişikliğe yol açarlar” (Lakatos, 1992: 164). Çünkü katı çekirdek BAP’ın ana varsayımlarını taşıyan merkezidir. Bir yönüyle de salt varsayımlardan oluşan bir yapıdır. Klasik akımın emek-değerden fayda- değere geçerek temel yapısını korumayı başarması, bu akım için koruyucu kuşağın değer kuramı olduğunu gösterir.

3.3.2.                             Negatif ve Pozitif Problem Çözme Tekniği

Negatif ve pozitif problem çözme tekniği, nelerin yapılıp yapılmayacağını belirleyerek BAP’ın uygulamadaki yüzünü oluşturur. Negatif problem çözme tekniği, katı çekirdeği oluşturan ana varsayımların sorgulanmasının önünü kapatır, araştırma programı içinde çalışan bilim adamlarının neleri yapmaması gerektiğini belirtir. Çünkü “Negatif problem çözme tekniği, programın öncüllerinin metodolojik kararlarıyla çürütülemez sert çekirdeğini belirler.” (Lakatos, 1992: 165). Pozitif problem çözme tekniği ise araştırma programının varyantlarının nasıl değiştirilip geliştirileceğini ve koruyucu kuşağın kısmen ya da tamamen nasıl yenileceğini belirten ve kısmen dile getirilmiş bir talimatlar ve imalar serisinden oluşur. Pozitif

problem çözme tekniği hem bilim adamını bir anomaliler okyanusunda şaşkına dönmekten kurtarır hem de fiili karşı örnekleri ve mevcut verileri görmezlikten gelir (Lakatos, 1992: 165). Hangi problemin seçileceğini anomaliler değil pozitif problem çözme tekniği belirler (Lakatos, 1992: 169 ).

Lakatos’a göre bilimsel gelişme yozlaşan BAP’tan ilerleyen BAP’a geçiştir (Eren, 1994: 119). “İlerlemeyi ve yozlaşmayı tayin eden de ampirik içeriktir” (Buğra, 1995: 320). İlerici programlar daha çok nesnel gerçekliği açıklayabilecek kuramlar içerirken, yozlaşan programlar da kuram ile ampirik gerçek arasındaki bağ bir noktadan sonra adeta kopar ve kuram kendi dışındaki bu ampirik gerçekleri ad hoc hipotezlerle içselleştirmeye başlar (Buğra, 1995: 320–321). Fakat hangi noktadan sonra yozlaşan programın tamamen kullanışsız olduğu da belirsizdir. Çünkü Lakatos’a göre başta yozlaştırıcı gibi görülen bir araştırma programı zamanla geliştirici olabileceği gibi ilk anda geliştirici bir araştırma programı olarak görülen bir program da yozlaştırıcı bir hale gelebilir (Eren, 1994: 119). Bunun iktisat özelinde örneği 1929 kriziyle yokolduğu düşünülen Klasik akımın 1970 sonrası stagflasyon kriziyle birlikte yavaş yavaş Keynesci iktisadın yerini almasıdır.

3.4.                             Bilim, İktisat ve Milton Friedman

Bilim, bir bilim dalı olarak iktisat bilimi ve Milton Friedman paradigma ya da BAP açısından değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuçlar burada kısa olarak ele alınmaya çalışılacaktır. Bilim, bir bilgi edinme türü olarak, din, gelenekler ve felsefeyle karşılaştırıldığında tarihsel olarak en yeni ve genç olan bilgilenme kaynağıdır. Ancak geçen bu kısa süreye rağmen, bilgi edinmede paradigma haline gelmiş ve diğer bilgi edinme türlerinin de daha alt düzeyde görülmesine yol açmıştır. Bunun temel sebebi, bilimin diğer bilgi edinme alalarına da girip onların cevaplarına alternatifler sunmasıdır. Bilim bugün diğer bütün bilgi edinme türlerinin ilgilendikleri alanlara girmekle kalmayıp yeni alanlar da açarak, paradigma anlamında normal bilim yaparak ampirik temelini genişletmiş, BAP anlamında ise ilerleyen bir program özelliği göstermiştir. Bilimin her yöne doğru genişleyen bu yapısını Pearson şu şekilde ifade etmektedir: “Bilimsel yöntem zihni bir alışkanlık

haline geldiğinde, zihnin bütün gerçekleri bilim denen şeye dönüştürmesi bu yöntemin bir özelliğidir. Bilimin çalışma sahası sınırsız, malzemesi sonsuzdur.” (Pearson, 1911: 12). Bir başka ifadeyle herhangi bir olgunun diğer bilgi edinme türleriyle açıklanmış olması o olguya yönelik bilimsel bir çalışmanın önünde bir engel oluşturmamaktır. Çünkü bilim açısından aslolan durum bir olgu hakkında sadece açıklama yapmak değil, bilimsel bir açıklama yapmaktır.

İktisat bilimi ise, bilimin bilgi edinme türleri arasında baskın hale gelmesine benzer şekilde, sosyal bilimlerde ana açıklayıcı bilim haline gelmiştir. Bunun sebebi ise bilimde olduğu gibi zihnin her şeyi bilinme dönüştürmesi değil, insan hayatında artan iktisadi yönün açıklanmasının getirdiği doğal zorunluluktur. Toplumlarda iktisat geliştikçe hayatın her alanına ve aşamasına sızmakta bu da iktisadi bir değişken kullanmada toplum ve bireyin anlaşılmasını zor hatta imkansız kılmaktadır. İktisadın hayattaki genişlemesine paralel olarak onu açıklamaya çalışan iktisat bilimi de genişleyerek diğer sosyal bilim dallarının alanına girmeye başlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, iktisadın diğer sosyal bilimleri sömürgeleştirmesi ya da iktisadın sosyal bilimlerde paradigma haline gelmesi, insan hayatındaki iktisadi yönün insani, ahlaki ve diğer yönlerine karşı başat hale gelmesinin bir sonucundan başka bir şey değildir. İktisadın bilimsel olarak sosyal bilimler alanındaki artan etkisi, olgusal bir gerçeğin, kendini bilimde de bir başka gerçeğe dönüştürmesinin bir ifadesidir.

Milton Friedman ise paradigma anlamında normal bilime en iyi örnektir. Friedman, “Marshall’ın motoru”nu adeta revizyondan geçirip tekrar çalıştırmıştır. Makalesinde tanımladığı pozitif bilim, normatif bilim ve veri bir hedefe ulaştıran kurallar sistemi olan bilim sanatından, kendisi pozitif bilim yaptığını düşünse de aslında sanat yaptığının farkında bile olmadan bir sanat olan normal bilim faaliyetini sürdürmüştür. Yaptığı bu çalışmalar ile Klasik akımın ampirik temelini geliştirerek, 1970 sonrası stagflasyon krizi ardından Keynesci akımdan Klasik akıma tekrar dönüşün de hazırlayıcılarının en başta geleni olmuştur.

3.5.                             İktisadın Paradigma ve BAP Temelli Değerlendirilmesi

Lakatos ve Kuhn’da hiçbir zaman doğrudan doğruya varsayımlardan bahsedilmemesine karşın, açıklamaları genel anlamda sosyal bilimlerdeki ve özelde de iktisattaki ana varsayımların incelenmesini sağlar. Çünkü Kuhn ve Lakatos bilimde ana varsayımların anlaşılması ve bunların nasıl korunduğunun görülmesi için faydalı birer çerçeve sunmaktadırlar.

Hem Kuhn hem de Lakatos paradigma ve BAP kavramlarını doğa bilimleri temelinde geliştirmişlerdir. Ayrıca her ikisine göre de sosyal bilimler doğa bilimlere göre az gelişmiş bilim dallarıdır. Bu nedenle Lakatos ve Kuhn’un bu kavramlarını iktisat bağlamında kullanmak tartışmalı bir konudur. İktisatla ilgili her iki düşünürün çalışmalarında çok fazla bir şey bulunmamasına karşın Kuhn’un çalışmasındaki bir cümle iktisadın da paradigma çerçevesinde incelenip, paradigmaya sahip bir bilim dalı olduğunu göstermektedir: “…iktisatçıların kendi alanlarının bilimsel konumu hakkında diğer bazı sosyal bilimcilere göre çok daha az kaygı duymaları[nın] nedeni iktisatçıların bilimin ne olduğunu daha iyi bilmeleri midir, yoksa asıl anlaştıkları nokta iktisadın ne olduğu mudur?” (Kuhn, 1991: 152). Buradan Kuhn’un ekonominin artık bir paradigmaya sahip olduğuna inandığı görülür. Bu inancın sebebi de, ekonomideki bilimsel çalışmaların sürekli olarak ekonominin ne olduğu üzerine değil, anlaşılan bu ekonomi temelinden hareketle bu paradigmanın ampirik olarak sürekli geliştirilmeye çalışılmasıdır. Bu anlamda iktisatta bir paradigma vardır ve alternatif paradigmalar diğerlerinin temellerini sorgulamaya yönelik eğilimleri olan okullar olarak görülebilir. İktisatta bir paradigmanın varlığına en iyi kanıt aşağıda iki ayrı kaynaktan alıntılanan satırlarda görülebilir:

“1970’lere gelinene kadar‚ “Enflasyon‚ İşsizlik‚ Durgunluk ve Gerileme aynı anda ortaya çıkabilir mi‚ böyle bir durum tutarlı mıdır?” sorusu dünyanın başlıca üniversitelerinde öğrencilere makro iktisat teorisi imtihanlarında sorulan tipik bir soruydu.

Başarılı öğrencilerin bu soruya olumsuz cevap vermeleri beklenirdi. Üstün başarılı öğrencilerin ise istisnai olarak az gelişmiş ülke şartlarında strüktürel tipte bir işsizliğin iktisadi büyüme ve enflasyona rağmen varlığını sürdürebileceğini ilave etmeleri beklenirdi.

1970’lerde gerçekleşen olaylar bu tip cevapları geçersiz kılmıştır.” (Gönensay‚ 1978: Önsöz’den)

“Yerleşik kanılarla mücadelesinde yazar, Adam Smith’in yazılarında, artık bir mesafe konulması gerekli gördüğü pasajlara gönderme yapmayı özellikle uygun bulmuştur; bununla birlikte, Adam Smith’in o derin yapıtının, Siyasal İktisat biliminin önemine inanan herkeste haklı olarak uyandırdığı hayranlığı, bu kitabın yazarının paylaşmadığı sanılmamalıdır.” (Ricardo, 2008 : 2)

Engels’in “Sosyalizm, …, tüm ayrıntı ve bağlamlarında daha da geliştirilmesi gereken bir bilim haline geldi.” (Bermstein, 2011 : 29) sözü de sosyalizmin alternatif bir paradigma düzeyine ulaştığı için artık kuramsal düzlemde sadece Marxçı çerçevede bir normal bilim faaliyetine dönüştüğünü göstermektedir. Paradigma ya da BAP çerçevesinde bakıldığı zaman iktisatta belli başlı dört paradigma bulunmaktadır: Klasik, Keynesci, Marxçı ve Kurumsalcı iktisat paradigmaları. Bunların her biri kendine özgü paradigmalara veya BAP bağlamında ifade edilirse sert çekirdeklere sahiptir. Fakat Kurumsalcı iktisat Amerika dışında pek etkili olamamış bir paradigmadır. Marxçı iktisat anlayışı ise adeta Klasik anlayışın tam tersi bir paradigma ya da temel varsayımlara sahip bir anlayış olarak görülebilir. Hem Marxçı hem de Kurumsalcı iktisat anlayışı bu tez çalışmasının en sonunda karşılaştırmalı olarak inceleneceği için burada bundan sonra bunlar hakkında bir açıklama yapılmayıp Klasik ve Keynesci paradigmaların karşılaştırılması yapılacaktır.

İktisadın ilk paradigması, Adam Smith’in 1776 tarihli Milletlerin Zenginliği kitabını günümüz iktisadının başlangıcı olarak alan Klasik paradigmadır. Bu paradigma yapısındaki birçok değişmeye rağmen günümüze kadar gelmiş ve iktisatta hala egemen olan bir anlayıştır. Bu anlamda iktisatta ilk paradigma, alternatifleri zamanla ortaya çıkmış olmasına rağmen henüz yıkılamamış bir durumdadır. İktisatta henüz bir bilimsel devrim olmamıi ancak Lakatoscu anlamda BAP değişimi gerçekleşmiştir.

Klasik iktisadın paradigması ya da BAP’ının katı çekirdeği dört temel kavramı içerir: akılcılık, metodolojik bireycilik, piyasa ve en iyi (optimum) denge. Bunu bir cümle halinde de şöyle ifade edebiliriz: Bireyler, akılcı bir şekilde piyasada fayda ya da kârlarını ençoklamaya çalışırsa bu hem kendileri hem de toplum açısından en iyi dengenin elde edilmesini sağlar. Bu dört temel kavram ya da ana

varsayımdan birinin olmaması Klasik iktisadın da olmaması demektir. Klasik iktisadın alternatifi olan paradigmalar da bu temel varsayımların sorgulanması temelinde kendilerine iktisatta yer açmışlardır. Fakat özü Klasik iktisat ile aynı olduğu için Neoklasik iktisat, bir ara dönem çözümü olarak uzun süre iktisat politikasında hüküm süren Neoklasik Sentez, Keynesci paradigmaya ilk darbeyi vuran Parasalcı İktisat ve son olarak da Yeni Klasik İktisat akımları aslında kendi başlarına bir paradigma olmaktan ziyade Klasik iktisadın yeni dış şartlara uyum sağlamış yüzlerinden yani bir BAP’ın alt varyantlarından başka bir şey değildir. Yani Klasik sistem kendini korumak için adeta yapısından tavizler vermiş, Lakatos’taki sert çekirdeği saran koruyucu kuşağı şartlara göre kısmen ya da tamamen yenilemiş, bu yenilemeler de çeşitli zamanlarda çeşitli isimler almışlardır.

Klasik İktisat, Smith ile başlayıp Ricardo ile soyut yapısına yavaş yavaş oturtulmaya başlanmıştır. Klasik iktisadın ilk karşılaştığı ve bunalım yaratan sorun Ücret Fonu Teorisi’nin reddidir. Bu bunalım esnasında alternatif bir paradigma olarak ortaya çıkan İngiliz Tarihçi Okulu’dur (Kurmuş, 1982). Fakat Klasik İktisat akımı bu bunalımı aşacak kadar esnek bir paradigmaya sahip olduğunu göstermiş ve Neoklasik İktisadın temeli olan marjinal teori ile bu zorlu virajı geçmiştir. Klasik İktisat Neoklasik İktisat’a geçmekle paradigma ya da sert çekirdeğinden değil sadece bunun dış görüntüsünden vazgeçmiş, değerden faydaya atlayarak geçirmiştir.

Alfred Marshall’ın büyük katkısıyla 1929 Buhranı’na kadar düşünce ve uygulamada egemenliğini sürdüren Neoklasik İktisat akımı ise, 1929 Büyük Bunalımı ile büyük bir inanç ve uygulama alanı kaybına uğramıştır. Bu krizin iktisatta yarattığı alternatif paradigma ise John Maynard Keynes’in 1936 tarihli İstihdam Para Faizin Genel Teorisi isimli kitabını referans alan Keynesci iktisat akımıdır.

Keynesci iktisat özü itibariyle alternatif bir paradigma ya da BAP’tır. Çünkü Keynes Klasik akımın temel varsayımlarına karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışını ise Genel Teori kitabında şöyle ifade etmiştir: “Bizim bugün kabul gören klasik iktisat teorisini eleştirimiz onun analizindeki mantıksal çatlaklar bulmaktan çok onun üstü

örtülü varsayımlarının çok ender gerçekleşeceğini veya hiç gerçekleşmeyeceğini ve bu nedenle de gerçek dünyanın ekonomik problemlerini çözemeyeceğini işaret etmekten ibarettir.”(Keynes, 1967: 378’den aktaran Robinson, 1984: s. 79). Fakat Keynes, bu temel varsayımların yerine yenilerini koymadığı için kalıcı hale gelemeyip Klasik iktisadın bir varyasyonu gibi görülmesine neden olmuştur. Bu nedenle Keynesci iktisat bir paradigma olamamış, Klasik akımın geçici süre verdiği bir tavizle Neoklasik İktisat ile birleştirilip Neoklasik Sentez olarak kendinden uzak bir yapı olarak 1970’lere kadar egemen akım olarak varlığını sürdürmüştür.

Parasalcı iktisat, Keynesci akımın eleştirisi üzerinden kurulmasına rağmen kendi içinde belli özgünlükler taşımaktadır. Eleştirilerini 1950’lerin sonunda yapmaya başlayan bu Klasik İktisat anlayışı, 1970’lerdeki stagflâsyon durumunda işlerliğini kaybeden Keynesci akıma yalnız kuramda değil uygulamada da bir alternatif olmuş ve zamanla da tamamen onun yerine geçmiştir. Parasalcı akım Klasik İktisat’ın devamı olmasına rağmen belirli açılımlarla geliştirici bir fazıdır denilebilir. Bu açılımlardan en önemlisi, daha önce hiçbir klasik iktisat anlayışında olmayan parasal değişkenlere önem verme anlayışının geliştirilmesidir. Fakat Parasalcılar, Klasik akımın temel varsayımlarını ve aksiyomatik yapısını görüp onu esas itibariyle kabullenmişlerdir.

Yeni Klasik İktisat ise, ana akım desteklerken yeni bir katkı getirmediği için Lakatoscu anlamda Klasik iktisadın yozlaştırıcı bir aşaması olarak görülebilir. Çünkü Yeni Klasikler, 19.yy Klasik İktisat anlayışının belirsizlik altında rasyonel beklentiler varsayımının kabulüyle aynen işleyeceğini öne sürmekten öteye gidememektedir. Klasik akıma tek katkısı, eğer bir katkı olarak alınabilirse, daha önce içinde barındırmadığı makro iktisadı mikro iktisat temelinde ve Keynesci makro iktisada alternatif olarak geliştirmeleridir. Fakat belirsizlik altında rasyonel birey temelinde geliştirilen bu akım da, yakın zamanda meydana gelen dünya ölçeğindeki büyük krizle birlikte tartışmalı bir hale gelmiştir.

4.                   İKTİSADİ ANALİZ AŞAMALARI VE VARSAYIMLAR

4.1.                             Giriş

Bilim esasında iki temel üzerinde yükselir: olgu ve yöntem. Ancak bu temellerden biri olan olgu, bilim için gerek şart olmasına karşın aynı zamanda yeter şart olma gereğini yerine getirememektedir. Çünkü diğer bilgi edinme türleri de bir noktaya kadar olguya başvurmaktadır. Hatta bilim ile felsefe, din ve gelenekler vb. bilgi edinme türleri çoğunlukla aynı olguları kullanmaktadır. Bu durum da, sadece olguya başvurmanın bilimi diğer bilgi edinme türlerinden ayırmada kullanılabilecek bir ölçüt olmayacağını göstermektedir. Benzer şekilde, bilimin temellerinden olan yöntem de tek başına bilimin ayırıcı bir özelliği değildir. Çünkü her tür bilgi edinme süreci içkin olarak bir yöntemi de kendi bünyesinde taşımaktadır. Örneğin bilim gibi felsefenin de kendine özgü bir yöntemi ya da yöntemleri varken ve hatta bu iki ilgi türü bazı açılardan ortak olan yöntemler kullanırken, bu iki bilgi edinme ya da bilgi üretme türlerini birbirinden ayırmak için yöntemin varlığını ölçüt almak imkânsızdır. Bu nedenle bilimi, olguya dayanma ve bilimsel yöntem adı verilen bir yöntem kullanması diğer bilgilenme türlerinden ayırır. Bu durumda bilim için olgu gerek şart, yöntem ise bu gerek şartı tamamlayan yeter şartı meydana getirmektedir. Ancak bilimdeki olgu ve yöntemin birbirinden tamamen bağımsız olduğu düşünülmemelidir. Olgu yöntemle görünür ancak aynı zamanda yöntem de olguya bağlı olarak değişebilir bir yapıdadır. Bir başka ifadeyle, yöntem bilime içkindir ancak olgu yönteme aşkındır. Çünkü bilim, bilimsel yöntem adı verilen bir yöntemi içinde barındırır fakat bu yöntem de olgularla karşılaştıkça kendine yeni biçimler verir. Bilim, yöntem ve olgu arasındaki ilişkiler aşağıdaki alıntıda kendini net bir şekilde göstermektedir:

“Bilgiden değilse bile «ilim»den bahsedilen her yerde aynı zamanda bir «usul»den bahsolunduğu da şüphesizdir. İlimsiz bir usul boş bir kalıptan, usulsüz ilim ise yolsuz ve kanalsız bir nazariyatçılıktan ibarettir. Bir bilgi şubesinin «ilmî» değeri, o şubede kullanılan usul veya usullerin değeri ile ölçülüyor. Bilmukabele bir usulün değeri, tatbik edildiği ilim sahasında elde ettirdiği müsbet neticeler, hatta ilmî faydalarla ölçülecektir.” (Fındıkoğlu, 1945: 1).

“İlim metoda tabiîdir.” sözü bilim ile yöntem arasındaki ilişkinin en yalın ifadesidir. Ancak yöntem de gücünü olguları açıklama başarısından almaktadır. Ayrıca aynı olgu kümesini açıklamada birden fazla yöntem de kullanılabilmektedir. Nasıl dört karbon atomunun kendi aralarında değişik şekilde bağlanmaları kömür ve elmas gibi birbirinden nitelik ve değer açısından çok farklı iki maddeyi oluşturuyorsa, aynı olguları değişik şekilde birbirine bağlayan çeşitli yöntemler de elmas ya da kömür ayarında sonuçlara yol açmaktadır. Ancak kömür ve elmasta çok net görülen bu sonuçlar, bilimde hemen kendini göstermemekte ve zamanla ve çok yavaş şekilde ortaya çıkmaktadır. Üstüne üstlük hiçbir bilim insanı, bir başkasının elmas ayarında sonuç bulduğunu iddia ettiği bir yerde kendi sonuçlarının kömür kalitesinde olduğunu kabule doğal olarak yanaşmamaktadır.

Bilim, kendine konu ettiği olguları bilimsel bir yöntemle inceler. Bilimsel yöntem ise problemin aşamalar halinde incelenmesi, diğer bir ifadeyle bir tür çözümlemeye (analize) tabi tutulmasıdır. Temel olarak bilimde uygulanan bu aşamalar gözlem, hipotez, veri ve bu verilerin değerlendirilmesinden bir sonuç elde edilmesidir. Ancak bu aşamalar bir başka bakış açısıyla iki temel bölüme de ayrılabilir: buluş bağlamı, doğrulama bağlamı. “Olguları ve olgular arasındaki ilişkileri saptama, bu saptanan olgu ve olgusal ilişkileri açıklamaya elverişli teorik kavram ve hipotezleri bulma ve ortaya atma buluş bağlamına; bulunmuş hipotez veya teorilerden olgusal olarak test edilebilir sonuçlar çıkarma ve bu sonuçları yeni gözlem ya da deney verileri ile karşılaştırma işlemleri doğrulama bağlamına girer.” (Yıldırım, 1979: 60). Başka bir deyişle buluş bağlamı, eldeki soruna yönelik kurulan hipotez ve kullanılan varsayımları içerirken doğrulama bağlamı verileri ve bu verilerin işlenmesini süreçlerini içerir. Bu tür bir bakışla bilimdeki keşif bağlamı daha öznel bir yapı şeklindeyken, doğrulama bağlamı herkesin üstünde uzlaştığı bir nesnellik sergiliyormuş gibi görülebilir. Fakat keşif ve doğrulama bağlamının birbirinden bağımsız olmadığı unutulmamalıdır. Bilimde keşif ve doğrulama bağlamını birbirine bağlayan temel aşama ise gözlem aşamasıdır. Gözlemler hem keşif bağlamında hipotez ve varsayımlara bağlı hem de bilimde eldeki sorunun çözümüne yönelik verilerin belirlenmesi ve değerlendirilmesinde doğrulama bağlamında da uzantısı bulunan bir bilim aşamasını oluşturur. Bu bölümde öncelikle

bilimin çeşitli aşamalarında varsayımların yeri ve önemi üzerinde durulacak, daha sonra da özellikle iktisat özelindeki matematik varsayım ve ideoloji varsayım ilişkileri irdelenmeye çalışılacaktır.

4.2.                             Varsayım—Hipotez İlişkisi

Bilimin başlangıcının geleneksel bakışla gözlem ya da Popperci görüşe göre sorun olduğu düşünülse de (Magee, 1982: 51) bilim esasında hipotezle başlar. Çünkü her insan, hemen her gün bilinçli ya da bilinçsiz olarak gözlemler yapar ve birçok problemlerle yüz yüze gelir. Eğer bilim problem ya da gözlemle başlasaydı, yeryüzünde herkese potansiyel birer bilim adamı gözüyle bakmak gerekirdi. Hâlbuki herkes gözlem yapmasına karşın her gözlemcideki potansiyel bilim adamlığı bundan ilerisine gidemez. Çünkü gözlem kendiliğinden bilimsel bir sonuç doğurmayabilir ve insanlar gözlemden sonra sorunlarını bilim dışı yollarla da çözmeye çalışabilirler. Bu nedenle bilim adamlığı potansiyelini gerçeğe dönüştürenler, sorunlarla karşılaşan ya da gözlem yapanlar değil, hipotez adı verilen geçici çözümlerle olguya yönelik sistemli ilk adımı atıp bilimsel bir yöntemle geri kalan aşamaları da gerçekleştirenlerdir. Çünkü bilim, bir başka açıdan betimleme ve açıklama aşamalarından oluşur (Yıldırım, 1979, 59–60). Betimleme genel olarak bütün bilgi türlerinde açıklamaya nazaran daha fazla ortak yönü olan bir aşamadır. Bu nedenle bilim aslında açıklamayla başlar ki, bu açıklamanın başlangıcı da hipotezdir. Hipotez de özünde bir probleme önerilen geçici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildir. Bu anlamda bilimsel araştırmanın sonunda doğruluğu ya da yanlışlığı belirlenecek olan geçici bir doğru olarak görülebilir.

Yukarıda belirtildiği gibi, hipotez, bilimsel araştırmanın keşif bağlamının bir parçasıdır. Bu yönüyle de hipotez varsayımda olduğu gibi, onu kuran bilim adamının öznel değerlerini, beklentilerini ve doğrularını yansıtır. Hipotezler olgularla doğrulandıkça yani doğruluk değerleri arttıkça kuramlara kuramlar da yasalara dönüşürler. Fakat hem hipotezler hem de onların bir üst aşaması olarak görülen kuramlar kesin bir doğruluk taşımazlar (Ströker, 1990: 49–50; Bilgiseven, 1989: 139–140). Aralarında niteliksel bir fark olup olmadığı da aslında kuşkuludur. Bu

durum en üst hipotezler olarak adlandırabileceğimiz kanunlar açısından da doğru kabul edilebilir. Çünkü hipotez “doğrulanmak üzere ortaya atılan gözlemsel ya da algısal genelleme”, kuram “kısmen doğrulanmış ancak tümü ile kesinleşmemiş varsayımlar [hipotezler] dizgesi”, kanun ise “tüm gözlem ya da deney sonucu doğrulanmış bir kuram” (Armağan, 1983: 32) olarak tanımlanmaktadır. Bu şekilde bir tanımlama yalnız hipotez ve kuramların değil, kanun adı verilen en genel doğruların da yanlışlanmaya açık bir yapıda olduğunu bu anlamda kanun, kuram ve hipotezler arasında bir nitelik değil nicelik ya da derece farkı olduğunu gösterir. Aksi durumda bilimde yanlışlamanın bir sınırı olduğu ve bilimde asla yanlışlanamayacak bilgiler olduğu varsayılmış olur ki, bu varsayım bilimin özüne ters bir durumu gösterir.

Kanun, kuram ve hipotez arasındaki ilişki, herhangi bir bilim dalında bir ast- üst ilişkisidir. Bir başka ifadeyle bir bilim dalının en üst ve ampirik içeriği en fazla doğrulanmış önermeleri olan kanunlar, hem kuramları hem de hipotezlerin çerçevelerini belirlerler. Benzer şekilde kuramlar da hipotezlerin çerçevesini sınırlar. Bu şekilde bakılınca, bir bilim dalında kuramlar kanunlara, hipotezlerin de hem kuram hem de kanunlara ters olamayacağı ortaya çıkar. Hipotezleri kurarken kabul edilen yasa ve kuram gibi bu üst ön kabuller, aynı zamanda Kuhncu anlamda birer paradigma işlevi de görür. Ströker’in “ bilim adamı, olguları belirli koşullar altında, yasalardan, bu yasaları yine daha üst basamaktaki yasalardan ve en sonunda bunları da mevcut bir kuramdan hareketle ‘açıklar’”. (Ströker, 1990: 42) ifadesiyle hipotezlerin doğruluk değerinin daha yüksek olduğu kuram ve yasalardan çıkarıldığı ve özünde bunların çıkarımlarına ters olamayacağı belirtilir.

Varsayımlar da hipotezler gibi birbirlerinden derece farkıyla ayrılan üç türe ayrılabilir: aksiyom, postula ve varsayım. Her ne kadar aksiyomlar “genel nitelikte olup tüm bilimler için doğru olan ilkeler” (Yıldırım, 1999: 162) olarak tanımlansa da, günümüzde bilimdeki gelişme göz önünde tutulursa aynı zamanda herhangi bir bilim dalında doğruluğu ispatlanmadan kabullenilen en üst varsayımlar olarak görülebilir. Benzer şekilde postulaları “ her bilime göre değişen, konuya özgü ilkeler” (Yıldırım, 1999: 163) şeklinde tanımlanmasına karşın bunlar da artık gelişen bilim dallar

sebebiyle bir bilim dalının alt dallarında kabul edilen önermeler olarak görülebilir. Son olarak varsayımlar ise hem konunun özünü niteliksel olarak etkilemeyen hem de hipotezler ile ilişkili deneyime başvurulmadan temel doğrular kabul edilen önermeler olarak görülebilir. Hipotezlerde olduğu gibi varsayımlar arasında da bir ast-üst ilişkisinden bahsedilebilir. Herhangi bir bilim dalında aksiyomlara aykırı postula ve aksiyom ve postulalara aykırı varsayımlar yapılıp çözümleme yapılamamaktadır.

Varsayım ile hipotez arasındaki ilişki ise iki şekilde oluşur. İlk olarak varsayım incelenen olguyu hipoteze uygun biçimde soyutlama görevinde bulunur. İkinci olarak da varsayım hipotezin kısıtıdır. Çünkü insanlar hipotezler kurarken bu hipotezlerini belirli ön kabullere ve temel varsayımlara dayandırır. İşte bilim adamının kurduğu hipotezler bu üst varsayımların kısıtlı dünyasından süzülerek gelir.

Klasik iktisatta ise varsayım ile hipotez ilişkisi biraz daha değişik bir görüntü sergiler. Klasik iktisadın aksiyomatik yapısı sebebiyle, bundan çıkan sonuçların bilimsel olup olmadığı tartışmalı bir hale gelmektedir. Çünkü bilimde hipotezler, sentetik yani olguyla doğrulanıp yanlışlanabilen ön cevaplardır. Fakat Klasik iktisatta kullanılan varsayımlar sayesinde, sentetik önermeler olan hipotezler analitik önermelere dönüşür ve olguya başvurmadan kendi kendini doğrulayan bir yapı haline gelir. Bir anlamda hipotezlerin varsayımdan bir farkı kalmamaktadır. Bu nedenle ana akımda tek nedenli ve deterministik yasalar bulunmaktadır. Bu yasaların sonucunu hipotez nedenini ise varsayım oluşturur. Bu durumda hipotezler, olgudan bağımsız totolojik ifadelere dönüşürler. Çünkü Walras’ın yasasına benzer şekilde, n adet değişkenden n-1 tanesi varsayım ise n. değişken de kendiliğinden varsayım haline gelmektedir.

4.3.                             Varsayım—Gözlem İlişkisi

Bilimin aşamaları içinde en önemli aşama gözlem aşamasıdır. “Gözlem, kendiliğinden oluşan ya da bilinçli olarak hazırlanan olayları belirdikleri sırada sistematik ve amaçlı bir [şekilde] incelemektir.” (Sencer, 1978: 113). Gözlem herhangi  bir  sorunun  varlığını  belirleyen  aşamadır.  Ayrıca  gözlem  hipotezin

belirlenmesinin ardından yani buluş bağlamının dışında, doğrulama bağlamını oluşturan verilerin elde edilmesinde de kullanılır. Gözlemin iki ayrı aşamada kullanılması bilimsel çalışmadaki ağırlığını göstermekle birlikte, bu iki gözlem aşamasının birbirinden tamamen ayrı olduğu düşünülmemelidir. Gözlemle hem sorun belirlenir, hem geçici bir çözüm için hipoteze yol gösterilir hem de bu hipotezin doğrulanması ya da yanlışlanmasında kullanılacak veriler elde edilir.

Gözlem aşamasının önemi kadar, saf bir gözlemin var olup olmadığı tartışması da önemli bir konuyu teşkil etmektedir. Çünkü insanlar durdukları yere, eğitim ve kültürel geçmişlerine ve de değer yargılarına göre gözlem yaparlar ve bunun sonucunda da soruna yönelik bir hipotez ortaya atarlar. Gözlemin saf olmadığını, kuram yüklü gözlemin varlığını yalnız paradigma temelli bir bilimsel anlayışı savunan Kuhn değil nesnel bir bilginin varlığını öne süren Popper de kabul etmektedir. Yani gözlem denilen bilimsel faaliyeti belirli üst beklentilerle yapılır. Popper, “biz her şeye, daha önceden benimsemiş bulunduğumuz bir teorinin ışığında yaklaşırız.” (Popper, 1992: 61) diyerek gözlemin kurama bağlı olduğunuz belirtmiştir. Gözlem Kuhncu anlamda paradigmadan ya da Popperci bakışta nesnel bilgiden bağımsız bir şekilde yapılamaz. Çünkü paradigmanın kendisi de yanlı bir gözlemin sonucudur. Gözlemin mutlak olmadığının en iyi ifadesi “… her görme biçimi aynı zamanda bir görmeme biçimidir” (Marx, 2004: 54) sözünde kendini bulur. Bu nedenden ötürü paradigma veya nesnel bilgi, gözlemi etkileyerek hangi soruların sorulacağını belirler.

İktisat özelinde durum ise biraz daha farkıdır. Çünkü Klasik akımda aksiyomatik yapısının getirdiği bir sonuç olarak gerçek bir gözlemden söz edilemez. Gözlemlerin yerine genelde bazı temel varsayımlar kullanılır ve bunun dışındaki gözlemlerin de bu temel varsayımlarla çelişmesine izin verilmez. Klasik aksiyomatik sistemde gözlem bu sistemin temelini oluşturmaz ona sadece görünür bir meşruiyet sağlama görevini yerine getirir. Örneğin hiçbir gözlem Klasik akımın temelini oluşturan denge ya da rasyonellik ile çelişemez. Ayrıca Klasik iktisatta bir gözlem yapıldığı da kuşkuludur. Sosyal bilimlerdeki sürekli ya da aralıklı (Karasar, 1995: 158–159), denetimsiz (dışarıdan gözlem- katılarak gözlem) ya da denetimli (Sencer,

1978: 114–121) gözlemden hangisinin kullanıldığı belirsizdir. Çünkü Klasik akım, tam rekabet piyasası adını verdiği varsayımsal bir ortamda çalıştığı için gözlem yaptığı bir ortam olup olmadığı da şüphelidir.

4.4.                             Varsayım—Veri İlişkisi

Bilimde veri “işlenmemiş kanıtlar” ya da “gözlenen ve kaydedilen “şey”dir” (Karasar, 1995: 132). Yani veri aslında gözlemin bir sonucudur. Buradaki gözlem, sorun belirleme aşamasındaki değil, önerilen hipotezin değerlendirilmesinde yani doğrulama aşamasındaki gözlemdir. Bilimin olgusal temelli olması nedeniyle, bilimde veri çok temel bir işlev görür. Fakat verinin gözlemle ilişkisi verinin de gözlem gibi kuram yüklü olmasını beraberinde getirir. Bu nedenle de verilerin bir hipotezin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda karar vermede temel teşkil etmesi bilimde görünmez bir döngünün oluşmasına neden olur. Çünkü herhangi bir soruna yönelik hipotez, gözlem ve verilerin kuram yüklü olması, sonucun da bir dereceye kadar kuram yüklü olmasına yani daha başlangıçta bir cevabın var olduğunu daha doğrusu çözümün belirli bir kuramın sınırları içinde bulunması gerektiğini gösterir. Bu yönüyle kuram aslında herhangi bir problemi çözmeyi, öncelikle kendi meşruiyet alanını genişletmek amacıyla ister ve sorunu, hipotezi, gözlemi, verileri ve bu verilerin işlenmesini kuramın kanıtları olması anlamında önemser. Kuhn bu durumu “… bilim adamı kabul edilmiş bir paradigma sayesinde herhangi bir verinin ne olduğunu, bu veriyi çıkartmak için ne tür araçlar kullanabileceğini ve yorumu için hangi kavramların yararlı olduğunu rahatlıkla bulabiliyordu. Eğer ortada bir paradigma varsa, onu geliştiren çabanın en önemli kısmı zaten verilerin yorumlanmasıdır.” (Kuhn, 1991: 125) şeklinde belirtirken, Popper bu durumu kuram yüklü gözlemin varlığını kabul ederek dolaylı yoldan ifade etmektedir.

Verilerin kuram yüklü oluşu olgu ile veri arasındaki bağlantıyı zayıflatan en önemli etkendir. Bilim esasında olguya yönelik, yani olguyu açıklamayı amaç edinen bir faaliyettir. Ancak bunu yaparken doğrudan olguyu değil, ondan türettiği verileri kullanır. Veri ise olguyu bir bütün olarak yansıtmaktan çok, olgunun sadece bir yüzüne ışık tutarak bilimsel faaliyetin olgunun sadece bir kısmına nüfuz etmesine

neden olur. Göz önüne alınan bu yüzün olguyu yansıtma derecesi ne kadar yüksek olursa bilimsel çalışmanın başarısı da o kadar fazla olur. Bilimsel faaliyet bu yönüyle, doğrudan demokrasiden ziyade dolaylı (temsili) demokrasiye benzer ve olayları ve olguları açıklamaktaki başarısının da ancak temsili demokrasinin başarısı kadar olacağı her zaman akılda tutulmalıdır.

Kuhn ve Popper yaklaşımlarında paradigma ya da kurama bağlı olarak veri eldesi, verilere ilişkin bir başka gerçeği de ortaya çıkarmaktadır. Bilimsel araştırmada veriler, uygulamada verilerin değerlendirilmesi aşamasından önce gelse de, kuramsal olarak bakıldığı zaman, verilerin değerlendirilmesi aşamasından sonraki bir aşama gibi görünmektedir. Bir başka deyişle veriler, her zaman model kurulduktan sonra ele edilmeye çalışılan gözlemsel olgulardır. Bu bir bakıma da doğal bir durumdur. Çünkü hiç kimse nerede kullanacağını bilmediği bir veriye toplayamaz. Hatta nerede kullanılacağı bilinmeyen bir verinin ne tür bir veri olduğu bilinemeyeceği için toplanması da imkânsızdır. Bilimde verinin, paradigma ya da kurama bağlı olmasının ardında da tam olarak bu durumun, yani sadece belirli bir amaca göre veri toplanabilmesinin mümkün olması yatar.

Klasik iktisatta ise varsayımlar ile veriler arasında gözleme benzer bir şekilde tek yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Varsayımlar hangi verilerin toplanması gerektiğini ve bunların nasıl işleneceğinin sınırlarını çizer. Ayrıca Klasik akım sadece yaratmış olduğu piyasaya yönelik verilerin toplanmasını onaylarken, bunun dışındaki verilerin ise iktisatla ilgili olamayacağını ileri sürüp reddeder. Bu açıdan bakıldığı zaman, fiyat verisinin ya da piyasaya ilişkin verilerin toplanması bir paradigmanın göstergesidir. Çünkü aslında sonsuz değişik veri toplanabilecekken sadece belirli tür verilerin toplanması ancak bir paradigmanın varlığı ile açıklanır ki Klasik iktisatta paradigma kendini temel varsayımlarda gösterir. Ayrıca klasik akım bir paradigma olduğu için verilerin kullanılacağı modeller de önceden belirlenmiştir. Örneğin, para ile ilgili verilerin para arzı ve talebinde, fiyat ve ücretle ilgili bilgilerin de nasıl işleneceği, bunlardan çıkacak sonuçların nasıl yorumlanacağı önceden kesin olarak belirlenmiştir. Gözlem gibi verinin de bir kurama bağlı olması en iyi biçimde ABD iktisadında görülmektedir:

“ABD Ulusal Gelir ve Üretim Hesapları 1940’ların başında Milton Gilbert tarafından geliştirilmiş ve Keynesci-Hicksçi teoriye uygun bir çerçeveye yerleştirilmişti. Diğer önemli ülkelerin hükümetleri gibi ABD hükümeti de‚ o günden beri ulusal gelir ve tüketim verilerini hala bu teorinin gereklerine uygun biçimde hazırlamaktadır… Bir anlamda resmi modellemenin temeli olarak işlev gören teoriyi dayatan şey bizzat verileridir- çünkü bugünkü verilerimiz zihinlerdeki tek bir teoriyle üretilmişlerdir.” ( Akerlof ve Schiller‚ 2010: 36).

Klasik akımda verilerin bir başka özelliği de sadece niceliksel verilerin toplanıyor olmasıdır. Niteliksel ilişkiler daha önceden temel aksiyomlar tarafından belirlendiği için, bu niteliksel özelliklere karşıt olabilecek veriler hem toplanmamakta hem de toplananlar öznel damgası vurularak göz adı edilmektedir. Örneğin, üretici ya da tüketicilerin rasyonelliği niteliksel olarak önceden kabul edildiği için rasyonelliğin olup olmadığına dair verilerin toplanması paradigma tarafından engellenmektedir. Bu duruma benzer bir şekilde verilerin kullanıldığı yani işlendiği modellerde nedensellik yönleri de baştan belirlenmekte ve sonradan değiştirilmesine müsaade edilmemektedir. Örneğin para arzı ve enflasyona yönelik veriler toplanmakla birlikte nedenselliğin yönü olarak para arzından enflasyona doğru gidilmektedir. Benzer biçimde üretim ile emek ve sermayeye ilişkin veriler toplandığında da üretim miktarı, emek ve sermaye miktarlarının bir sonucu olarak görülmekte, yani nedenselliğin yönü baştan belirlenmektedir. Sarmal ya da yönü baştan belli olmayan bir nedensellik anlayışı bu akım için geçerli olmamaktadır.

4.5.                             Varsayım—Tümdengelim İlişkisi

Tümdengelim doğrulara akıldan ulaşmanın yoluna verilen addır. Bu yönüyle de akılcılığı bilimde meşru bir yöntem olarak kullanmanın görünür yüzünü yansıtır. Tümel doğulardan tekil olgular için doğrulara ulaşmanın yolu olan tümdengelimin, Bacon’un tümevarım yöntemini doğal bilimlerde temel doğrulama yolu olarak önermesine kadar bilimdeki temel doğrulama yaklaşımı olduğu söylenebilir. Tümdengelim yönteminin en önemli özeliği aslında bize mantıksal doğrular vermesidir. Bir başka ifadeyle, “tümdengelimde kesinlik ve mutlak doğruluk vardır.” (Eren, 1994: 16). Yani “Bir argümanda öncüller doğru ve sonuç için yeterli ise, sonucun yanlış olması imkânsızdır.” (Yıldırım, 1999: 21).

Tümdengelim matematik ve geometride kullanılması ile diğer bilim dallarındaki kullanılışı arasında temel bir fark bulunmaktadır. Tümdengelimde mantıksal geçerlilik “içeriğe değil biçime bağlı olduğu” için (Yıldırım, 1999: 22) bilimler için tümdengelim gerek ama yeter sonucu verememektedir. Bu nedenle tümevarımda mantıksal geçerlilik ile olgusal doğruluk ayrı ayrı ele alınmalıdır. Mantıksal geçerlilik tümevarımın biçimsel yapısını oluşturur ve mantıkçı açısından önermelerin doğruluk değeri bir başka deyişle bir önermenin doğru olup olmadığı değil, mantıksal geçerliliği yani “birtakım çıkarım kurallarına başvurarak geçerli argümanları geçersiz olanlardan ayırt etme” (Yıldırım, 1999: 22) önemlidir. Olgusal doğruluk, tümdengelimde mantıksal geçerlilik içerikten bağımsız olduğu için, kendi doğruluğunu gene kendisinin sağlaması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, bilimlerde tümevarımın kullanımında en önemli ölçüt, tümevarımsal çıkarımın dayandığı öncüllerdir. Bilimlerde öncüller analitik değil sentetik olduğu için bu öncüller “mantığın değil, bilimlerin konusudur.” (Yıldırım: 1979: 35). Bilim dalları için öncüller kendine özgü olduğu için, her bilim dalında öncüller bir tür varsayım görevi yapmaktadır ve bu varsayımların doğrulanması ya da yanlışlanması kendi dallarına özgü olarak yapılmaktadır. Genellikle bu öncüller o bilim dalındaki Kuhncu paradigmayı ya da Popperci anlamda temel teoriyi oluşturmaktadır. Kısaca bilimlerde tümevarım bilgi üretimi için kullanılırken, mantıksal geçerlilik gerek şartı, öncüllerin doğruluğu ise yeter şartı oluşturmaktadır.

Klasik iktisadın yöntemsel olarak varsayımsal tümdengelimi kullandığını ileri sürülmektedir. Ancak klasik akım, dayandığı aksiyomlar tartışılmaz olarak kabul edildiği için, aslında tümdengelimi kullanmaktadır. Kullandığı öncülleri tartışmasız kabul edildiği ve bu durum da geride tutulup görünmez hale geldiği için, tümdengelimin mutlak doğruluğu klasik akım kendine mal etmeye çalışmaktadır. Bu açıdan da mantık ve matematik gibi klasik akım da adeta içeriğinden bağımsız olarak doğru hale gelmektedir. Aksiyomatik bir yapı, kendi içinde doğruluğunu varsayımlar aracılığıyla ve aklı kullanarak sağladığından, bu yapının doğruluğu gerçekte ancak varsayımlarının doğruluğuyla sınırlıdır. Klasik akımda temel varsayımlar olan rasyonellik ve denge temel öncüller olarak alınmakta, bu öncüllerden tümevarım aracılığıyla yeni önermeler üretilmekte ve bu önermeler de gene kendisinin ürettiği

bir ortamda topladığı verilerle sınanmakta ve buna da varsayımsal tümdengelim olarak sunulmaktadır. Ancak varsayımsal tümdengelimde, öncüller olgusal olduğu yani yanlışlanabilir nitelikteki yasa ya da kuramlar olduğu halde, Klasik akımda aksiyomatik yapı yüzünden aksiyomlar ve postulalara dönüşmekte ve bu durum özünde bilimsel olmaktan çok, olgusal içeriği olmayan mantıksal sonuçlara yol açmaktadır.

4.6.                             Varsayım—Tümevarım İlişkisi

Tümevarım doğrulama yöntemi açısından tümdengelimin tersi bir süreç izleyerek tekil olgulardan genellemelere ulaşılmasını sağlar. Ancak tümevarım tümdengelimin tam tersi olarak alınmaması gerekir. Çünkü tümdengelimin tersine tümevarım sonuçta mutlak sonuçlara ulaşamamaktadır. Tümevarım özünde “bir genelleme metodudur” (Yıldırım: 1979: 70) ve betimlemeden açıklamaya geçen bir yapıya sahiptir. Tümevarımda genelleme ya da açıklamayı meşrulaştıran üç şart vardır:

“1. Bir genellemeye temel teşkil edilen gözlem önermelerinin sayısı çok olmalıdır;

2.                                               Gözlemler çok değişik şartlar altında tekrarlanmalıdır;

3.                                                   Hiçbir kabul edilmiş gözlem önermesi, onlardan elde edilen yasayla çelişmemelidir.” (Chalmers, 2008: 13).

Tümevarımın bu yeni gözlemlerle her an yanlışlanabilir yapısı özellikle Popper tarafından eleştirilmiş ve bilimsel anlamda uygun bir yöntem olmadığı iddia edilmiştir. Popper’a göre tümevarım, her an yeni bir olguyla yanlışlanabilecek bir yapıda olduğu için, bilgi bilimsel (epistemolojik) anlamda bununla doğrulama yapılamamakta ve tümevarım özünde bir sorun taşımaktadır (Popper, 2005: 3–7). Tümevarımın, tümdengelimin tersine mantıksal olarak asla doğrulanamaması ve bu nedenle de hiçbir zaman tam bir mantıksal geçerliliğe sahip olmaması artık kabul edilmiş bir durumdur (Yıldırım, 1979: 70; Chalmers, 2008: Bölüm 2). Ancak bu eleştiriyi bilimde yanlışlamacılığı savunan birinin yapması şaşırtıcı bir durumdur. Çünkü bir hipotezin yanlışlanması elde edilme yöntemine de bağlıdır ve tümevarım doğrulamacılıkta kullanılmaya yatkın bir yöntem olmasına rağmen sadece ve sadece bir karşı örnekle yanlışlanabilmektedir ve bu durumda “genel önermenin yanlışlığı

mantıkça itiraz kabul etmez bir biçimde ortadadır.” (Ströker, 1990: 50). Tümdengelimde öncülleri yanlışlamak, tümevarımdaki tek bir karşıt örnekle yanlışlamaya nazaran her zaman daha zordur. Çünkü o öncüller aynı zamanda o alandaki temel doğruları teşkil ederler ve bu nedenle hem yanlışlanmaları daha zordur hem de bu alanda çalışan bilim adamları için bir paradigma ya da teori işlevi gördükleri için yanlışlanmaları istenir bir şey değildir.

Doğa bilimlerinin gelişmesinin temelinde tümevarım bulunmaktadır. Çünkü hemen hemen bütün fiziksel ve kimyasal yasalar uzun süren deneylerin sonuçlarının genellenmesinden ibarettir. Bu yasalar elde edildikten sonra, bunlar birer öncül olarak alınıp tümdengelimle yeni hipotezler öne sürülmüş ve bunlar da gene tümevarım kullanılarak doğrulanmaya çalışılmıştır. Çünkü tümdengelim esasında öncüllerden hareketle çıkarım yapar ve bu çıkarımlar doğrulanmadığı sürece mantıksal açıdan tutarlı olsa da olgusal açıdan doğru olduğu kabul edilemez. Tümevarım burada tümdengelimsel olarak elde edilmiş önermelerin olgusal denetlenmesini sağlamaktadır. Bu anlamda temel paradigması oturmuş bir bilim dalında, tümevarım ya da tümdengelim birbirinden bağımsız olarak kullanılamaz ve varsayımsal tümdengelim adı altında beraber olarak kullanılırlar. Tümevarım tek başına ancak paradigma öncesi dönemde veri toplama aşamasında kullanılır ve bir paradigma oluştuktan sonra da tümevarım o paradigmanın olgusal içeriğini genişletmenin bir aracı olmaktan kendini kurtaramaz.

Tümevarımın tümdengelimin süreç olarak tersi bir süreci izlemesi varsayımların yok olmasına değil nitelik değiştirmesine neden olur. Bu doğrulama yolunda ise olgudan genellemeye gidiş tamamen varsayımsal bir durumdur. Çünkü tek tek olgulardan genelleme yapmak ancak bazı şeyleri varsayarak olur. Eğer bütün tekil olgular incelenip bir genellemeye gidilirse buna tümevarım denemez ve bu durumda elde edilen doğru tümevarımsal bir doğru değil salt bir doğru niteliği taşır. Fakat tümevarımın özünde bütün tekil olayları değil bir kısmını inceleyip geri kalanların da bu incelenen olgulardaki sonuçlara benzer sonuçları vereceğini varsaymak vardır. Bu nedenle tümevarımda olgusal doğrulardan genelleştirilen genel ve mantıksal doğrulara varmak ancak bunu varsaymakla olur. Çünkü tümdengelimle

karşılaştırıldığında tümevarımda açıklamaya temel oluşturan gözlemler “sonuç için bir dayanak sağlamakta ancak onu zorunlu kılmamaktadır.” (Yıldırım, 1999: 27). Bu nedenle “Tümevarımcı akıl yürütmede gözlem ile sonuç arasındaki bağ, gözlemlenen durumların sahip olduğu özelliklerin gözlemlenmeyen durumlar için de geçerli olduğunu ileri süren fakat açıkça belirtilmeyen bir kategorik küçük öncül tarafından sağlanmaktadır.” (Kurmuş, 1982: 225). Buradan hareketle tümdengelimde doğrulamanın başında varsayım kullanılırken tümevarımda varsayımın işlemin sonunda kullanıldığı ancak işlev açısından benzer oldukları söylenebilir. Her iki durumda da varsayım doğrulama işleminin temelinde yer alır ve doğruluk varsayımın doğruluğuna bağlı olduğu için, bir tür varsayımsal doğruluktan söz etmek daha anlamlı bir yaklaşım olur.

4.7.                             Tümdengelim ve Tümevarımın Temel Varsayımı

Bilimsel çalışmalarda, yönteme içkin olan mantıksal çıkarım türü olarak yalnızca tümevarım ve tümdengelim olduğuna dair ön kabul, tümevarım ve tümdengelimin temel varsayımı gibi bir işleve sahiptir. İktisadın tam rekabet ile tekel arasında hareket ettiğini varsaymak gibi, bilimin de çıkarım olarak ya tümdengelim ya da tümevarım yapmak zorunda olduğuna dair geniş bir inanç vardır. Ancak bilimsel çıkarım bilim adamlarınca yapılan bir faaliyet olduğu için, yapılan herhangi bir çıkarımı tümevarım ve tümdengelm gibi bileşenlerine ayırmak imkansız hale gelmektedir. Daha da önemlisi eğer paradigma temelli bir bilim yapıldığı varsayımından hareket edilirse, hem tümevarım hem de tümdengelim sadece normal bilimin araçları haline gelmekte aralarındaki tek fark ise tümevarımın paradigmaya olgusal temelden, tümdengelimin ise mantıksal temelden hareketle genişletmeye çalışmasıdır.

Bilim denilince akla gelen ilk isim olan Isaac Newton, her ne kadar tümevarım ile tümdengelimi birlikte kullandığı iddia edilse de tam olarak hangi tür çıkarımı kullandığı tarışmalı olan bir bilim adamıdır. Newton’un bilimsel keşifler konusundaki aşağıdaki sözleri bu duruma en iyi örnektir:

“…keşiflerini nasıl yaptığını sorunca Newton “durmadan onları düşünmekle,” cevabını vermiş, başka bir sefer, konuşkan ve keyfi yerinde gözüktüğü bir sırada da: “konuyu ara vermeden önümde tutar ve parıltılar azar azar açılarak her taraf ışıkla doluncaya kadar beklerim.” demiştir.” (Andrade, 1964: 26-27)

Isaac Newton’un yukarıdaki ifadeleri ilk bakışta düşünme ve onunla bağlantılı olarak akılcılık ve tümdengelim yöntemini kullandığını akla getirebilir. Fakat Newton’un tümdengelimi kullanmış olması için kendinden önce varolan bazı aksiyomları doğru kabul etmesi gerekir ki, kullandığı aksiyomları kendisi türettiği için bunun doğru olduğu pek düşünülemez. Newton’un keşif süreci, yalnız tümdengelim ya da tümevarımla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Newton’un retrodüksiyonu ve benzetimi (analoji) de çıkarım yöntemi olarak kullandığının en iyi örneği ay ve dünya arasındaki çekim konusunda kendini göstermektedir:

“Newton Ay’ın, yeryüzünde hareket eden bir cismin uyduğu kanunlar gereğince hareket ettiğine kanaat getirmişti… Newton Woolsthorpe’ta bir elma ağacının altında otururken düşünceleri çimenler üzerine düşen bir elmanın çıkardığı yumuşak bir sesle altüst oluyor. Elma, Yer onu merkezine çektiği için düştü diyor ve – anladığıma göre- aklına birdenbire şu geliyor: Yer mademki elmayı çekiyor, Ay’ı da çekemez mi? Ayı yörüngesinden dışarı kaçı gitmekten alıkoyan kuvvet, aradaki büyük mesafe yüzünden gereği kadar zayıflıyan bu çekim kuvveti olamaz mı? Ay harekette olmasaydı mutlaka, elma gibi, yeryüzüne düşmez miydi? Şu farkla ki, Yer elmadan çok daha büyük olduğu için, Yer de aynı zamanda Ay’a doğru ölçülebilecek kadar düşerdi.” (Andrade, 1964: 28-29)

Bilimsel keşfin ve bilimsel sorunların çözümlerinin sadece tümevarım ya da tümdengelimle değil, daha karmaşık veya daha az bilinen başka çıkarım yollarıyla da yapıldığının tek örneği olmamakla birlikte en önemli örneği Newton’dur. Ancak Newton’dan sonra da hiçbir keşif, tümevarım ve tümdengelimin düz mantığı içinde yapılmamıştır (tümevarım ve tümdengelim dışındaki bazı çıkarım yöntemleri için bkz. Yıldırım, 1971: 92-116).

4.8.                             Varsayım—Matematik İlişkisi

Matematik, mantık ve geometri gibi diğer bilim dallarının ortak olarak kullandığı bir bilim dalı ve bir bilim yapma dilidir. Bütün bilimler matematikten en geniş ölçüde kullanmaktan geri durmazlar. Doğa bilimleri için matematik, Galileo’nun “Doğanın dili matematikle yazılmıştır.” sözünden de görüleceği gibi adeta onların doğal bir uzantısı haline gelmiştir. Sosyal bilimlerde ise matematik

istatistik aracılığıyla genellikle verilerin işlenmesinde ve sonuçların elde edilmesinde kullanılır.

İktisat biliminde matematiğin yeri ve önemini diğer bilimlerden ayrı görmek gerekir. Bunun en önemli nedeni ise iktisadın matematiği ekonometri adında bir dal yaratacak kadar ileri ve geniş biçimde kullanmasıdır. Diğer doğa ya da sosyal bilimler ekonometri gibi kendilerine özel bir matematiksel dal kurmamışken iktisadın buna yönelmesinin bazı nedenleri vardır. İlk olarak Klasik iktisat aksiyomatik bir sistem olduğu için matematiksel bir dile de kolaylıkla çevrilebilir bir yapıdadır. Özellikle iktisattaki Marjinal devrim iktisadın mantıksal formunu bulmasını sağlamanın yanı sıra marjinalite, minimum ve maksimum kavramlarının doğrudan doğruya türev ile ilişkili olması da iktisadın matematikselleşmesinin en önemli adımını oluşturmuştur.

İktisatta matematiğin kullanımı Neoklasik iktisat akımıyla başlamış olmasına karşın, asıl matematikselleşme 20. yy.ın ortalarına doğru başlamıştır. Mishan’ın “İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bir iktisatçı bir felsefeciden daha fazla felsefe yapıyordu. Bugün ise bir teknisyenden daha fazla teknisyenlik yapıyor. “ (Mishan, 1981: xiii) sözü bu durumu en iyi anlatan ifadelerden biridir. Bunda en önemli sebep ise iktisadın artık sadece belirli ihtiyaçları karşılaması isteğidir. İktisatta matematikleşme bir ara dönem olan iktisatta Neoklasik Sentez’in egemenliğinde başlamış ancak Keynesci akım yıkıldıktan sonra da hem Parasalcı akım hem de Yeni Klasik akım döneminde de artarak sürmüştür. Bunun en önemli nedenlerinden biri de iktisatta paradigmanın tam olarak yerleşmiş olmasıdır. Çünkü bir bilim dalında paradigma yerleştikten sonra, bilim adamları için yapılacak tek şey, o bilim dalının temelini sorgulamak değil, adeta bir teknisyen gibi bağlı bulunduğu paradigmanın olgusal temelini genişletmektir. Ayrıca iktisadın matematikselleşmesinin en önemli kaynağı ise matematikleştirmeye uygun varsayımların kullanılmasıdır. Yani varsayımlar ve matematik arasında adeta bir alt yapı üst yapı ilişkisi bulunmaktadır ve matematik bir sebep değil sonuçtur. İktisatçılar istedikleri sonuçları matematiksel olarak elde edebilmek için onları elde etmeye en uygun varsayımları kullanarak amaçladıkları sonuçlara ulaşabilmektedirler. İktisat bilimindeki matematikselleşmeye

karşı en önemli eleştirilerden biri Keynes tarafından getirilmiştir. Keynes, “İstihdam Fonksiyonu” adlı 20. Kısımda dipnot olarak Cebirden (haklı olarak) hoşlanmayanlar 20. Kısmın ilk alt başlığına bakmadıklarında pek bir şey kaybetmeyeceklerdir.” (Keynes, 2008: 241) dedikten sonra,

“Son zamanlarda “matematiksel” iktisadın büyük bir kısmı açısından, bu oyundan başka bir şey değildir. Başlangıç hipotezleri öylesine belirsizdir ki, bir sürü işe yaramaz ve kendini beğenmiş semboller içinde bıraktığı yazarlara gerçek dünyanın karmaşıklıklarını ve karşılıklı bağımlılıklarını unutmalarının müsebbibi haline gelirler.” (Keynes, 2008: 255).

sözleriyle iktisatta matematiğin kullanımı konusundaki görüşlerini dile getirmiştir.

Irwing Fisher’in “Yürüyerek gidemeyeceğiniz bir yere trenle de gidemezsiniz.” (Samuelson, 1962: 56) sözü iktisatta matematiğin tartışılmasının en önemli bir başka sebebidir. Çünkü matematik iktisatta uzun sözlerle anlatılacak bir şeyi kısaca anlatmaya yarayan bir dil olmaktan çıkıp iktisadın tek dili haline gelmiştir. Böylece matematik kullanan bazı iktisatçılar yürüyerek gidemeyecekleri bir yere trenle gidiyormuş izlenimi yaratmaya başlamışlardır. Ayrıca klasik iktisat yapısındaki matematiğe uygun varsayımlar nedeniyle matematik kullanarak matematiğin arkasına gizlenerek adeta matematiksel mükemmelliğinin cazibesinden ve mutlak doğruluğundan yararlanmaktadır. Ancak burada bir başka sorun ortaya çıkmaktadır. Klasik akım varsayımları aracılığıyla matematikleşmeye çok uygun bir yapı oluşturur. Bu da aslında her tür aksiyomatik yapı için geçerli olabilecek bir sonuçtur. Fakat matematiği hem sadece niceliksel ilişkilerde kullanarak paradigmanın niteliksel olarak eleştirilmesinin önünü kapar hem de matematiği istatistik ve ekonometri olarak bir başka ifadeyle bir olasılık temelinde kullanarak yanlışlamayı çok zor bir hale getirir. Böylece hem doğa bilimlerindeki gibi matematiği kullandığı izlenimi yaratarak matematiğin mükemmelliğinin ve kusursuzluğunun arkasına saklanır hem de varsayımların oluşturduğu aksiyomatik yapısını Popperci anlamda bir yanlışlamadan korumuş olur.

4.8.                             Varsayım—İdeoloji İlişkisi

İdeoloji sözü, olumlu ya da olumsuz anlamda bir yanlılığı ifade eder. Fakat bu yanlı tutum alış ne doğrulamaya ne de yanlışlamaya ihtiyaç göstermeyen belirli öncüller aracılığıyla tümevarımsal olarak bütün her şeyi kapsayan bir yapıya dönüşme eğilimi gösteren bir niteliğe sahiptir. Bu açıdan bilimi ideolojiden ayıran en önemli nokta, eleştiriye mutlak biçimde açık olması ve eleştiri aracılığıyla yeni baştan kurulabilecek kadar esnek bir yapı sergilemesidir. Ancak buna rağmen gene de ideoloji bilimden hiçbir zaman tam olarak ayrılıp ideolojiden tamamen bağışık bir bilim olgusuna ulaşılamaz. İdeoloji genelde kendini buluş bağlamında gösterir. O nedenle ideoloji, bilim tarafından bilimsel çalışmaların başında değil ancak sonunda ayıklanabilir bir olgudur. Çünkü bilimde ideoloji kendini varsayım ve hipotezlerde gizler. Her bilim adamı hipotezlerini kendi öznel değer yargılarına ve varsa ideolojisine göre kurar ve bunu doğrulamaya çalışır. Bilimin yanlışlamaya açık yönü ise bu ideolojik sonuçları çürütmekte en etkili yoldur. Ancak ideoloji yalnız buluş bağlamı değil, doğrulama bağlamına da sızmışsa orada bilimden değil, adeta ideolojiyi meşrulaştıran bir gizli totolojik yapını varlığından söz edilebilir. Böyle bir durumda ideolojiden kurtulmak doğrulama bağlamının yeniden tanımlanmasını gerektirebilir.

Varsayımların, sorgulanmaya kapalı yapısı nedeniyle, bir bilim dalındaki ağırlığı oranında o bilim dalının ideolojiye açık hale geldiği söylenebilir. Klasik iktisadın varsayımlara dayalı aksiyomatik bir yapıya sahip olması ise bilim dalları içinde ideolojiye en açık dalın iktisat ve özellikle de ana akımı temsil eden klasik iktisat olmasına yol açmaktadır. Varsayımlar özellikle de ana varsayımlar aslında ideolojileri saklar. Varsayımların tartışılmadan alınması ise ideolojinin tartışılmadan kabulüdür. Klasik iktisat varsayımlarının taşıdığı ideolojiyi iki şekilde gizler. İlk olarak varsayımlarına dayanarak elde ettiği sonuçların zamandan ve mekândan bağımsız doğrular olduğunu iddia ederek bu zaman ve mekân üstü doğruların ideolojisizliğin kanıtı olduğunu öne sürer. Çünkü ideolojiler mantısal olarak değil ancak  olgusal  olarak  yanlışlanabilirken  klasik  iktisadın  bu  sonuçları  asla

yanlışlanamaz ve bu nedenle bir ideolojiye mal edilemez. İkinci olarak ana akım iktisadı kendini pozitif iktisat olarak sunar ve diğer anlayışları normatif olduğu için ideolojik bir yapı taşıdığını iddia eder. Klasik iktisada göre iktisat,“nedir?” sorusuyla ilgilendiği ölçüde pozitif bir bilim dalıdır. “Nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap veren iktisat ise normatif ve bu nedenle de doğal olarak ideolojik bir yapıda bulunur. Böylece ideoloji sadece “nasıl olmalıdır?” sorusuna verilen cevapla ileriye yönelik bir olgu gibi sunulur. Ancak Klasik iktisadın ideolojisi, geriye doğru üzerinde yükseldiği temel varsayımlarda saklıdır. Klasik akım ideolojiyi ileriye doğru tanımlayarak gerideki ideolojik yapısını görünmez kılmaya çalışır ve bu tanım geçerli kabul edildiği sürece de kendisinin ideolojilerden bağışık bir yapıda olduğu imge ve inancını sürdürmeyi başarır. Olgusal olan her “nedir?”in bir “nasıl olmuştur?”u olmasına karşın, Klasik akım, ileriye yönelik “nasıl olmalıdır?” sorusunun içine “nasıl olmuştur?” sorusunu da gizleyerek varlığını adeta zaman üstü bir hale getirmiştir. Klasik akımda ideoloji bir başka açıdan iktisadi olgulara yaptığı vurgularda görülür. Bu anlayışta ücret katılığına fiyat katılığından, sendika ve greve lokavttan daha fazla ve olumsuz anlamda vurgu yapılırken, kâr temelli iktisadi faaliyetler hem olumlanır hem de iktisadın temeli olarak alınır.

Klasik akımın ideolojiyi dışlamada bu kadar hassas olmasının temelinde ideolojinin çağrıştırdığı olumsuz düşünceler önemli rol oynar. İdeoloji birçok bilim adamı tarafından “bir sahte düşünceler sistemi”, “sınıflaşma olgusu”, “kurulu düzeni destekleyen bir düşünce sistemi”, “bir topluluğun üyelerinin ortak inanç ve düşünce sistemi”, “toplumsal kuruluşun içinde, ekonomik ve siyasal “düzeylerle” var olan bir “düzey”, “sahte bilgi”, “sahte bilinç”, “egemen sınıfın ayrıcalıklı durumunu haklı göstermek için, gerçeklerin (nesnel koşulların) bilinçli ya da bilinçsiz çarpıtılmasıdır.” (Ergil, 1984:137–153) biçimlerinde tanımlanmıştır. Burada ideoloji tanımlarının daha ayrıntılarına ya da diğer tanımlara (genel olarak ideoloji tanımlarının gelişimi için bkz. Mardin, 1982: Bölüm 1 ve Ergil, 1984) girilmese de ideoloji kavramının çoğunlukla olumsuzluk içerdiği ayrıca bazı düşünürlere göre de bilimden ve hayattan tamamen soyutlanamayacağı görülür. Ancak bu çalışma bağlamında, ideoloji ve klasik iktisat akımının ilişkisi sadece iki konu altında ele alınarak sınırlandırılacaktır: güç ilişkileri ve aksiyomatik yapı-ideoloji bağlantısı.

İdeoloji, yalnız yanlı olmayı ve meşruiyet sorununu değil, güç ilişkilerinin de dolaylı olarak akla getiren bir kavramdır. Gücün varlığının en büyük yan etkisi ise onu kullanırken kendini gösterir. Galbraith, “Gücü kullanmak için hiç kuşkusuz en iyi strateji, böyle bir güce sahip olunduğunu yadsımaktır. En aksi zorbalar dâhil, hükümdarlar uzun zaman kendilerini ‘yüce buyruğun’ yalnızca temsilcisi olarak görmüşler ve göstermişlerdir.” (Galbraith, 1990: 23) ifadesiyle ana akımın güç ilişkilerini ancak onu reddederek en rahat biçimde kullanabileceğini belirtmiştir. Klasik akım, uygulamadaki yüzü olan kapitalizmin ve serbest piyasanın güç ilişkilerini dışladığını ve her şeyin bireylerin gönüllü arz ve talebiyle gerçekleştiğini ileri sürer. Bu gönüllü ilişki çoğu durumda zorunlu bir hale gelse de, kuramın yapısı bunu göstermekten çok gizlemeye yönelik olduğundan, kuram ile uygulama arasındaki farklılık sürekli bir hal almıştır.

İdeoloji ile ana akım iktisadının incelenecek ikinci ve son yönü bilim- ideoloji ilişkisidir. İdeolojiyi bilimden ayıran en önemli özelliklerden biri de ideolojik bilgi adı altında bir bilgi türünün var olması ve bu bilginin üretilme şeklidir. İdeolojik bilgi üretiminde hem kavramlar “kuram-dışı gereksinimlerin” etkisini yansıtır.” hem de ilgilendiği sorunları “kuram-dışı çıkarlar” belirler ve “Bunlar önceden saptanmış çözümleri içerdikleri için sahte sorulardır.” (Ergil, 1984: 149). Bu nedenle ideolojik bilgi hem yanlıdır hem de gerçeğin bütününü göz önüne almadığı için kısmi bir bilgi olmaktan kendini kurtaramaz. İdeolojinin bu yanlı bilgiyi üretmesi kendi yapısının doğal bir sonucudur. Çünkü ideoloji “içyapısı bakımından tıpkı din bilim gibi tutarlı ve uyumludur.” (Ergil, 1984: 146). Bir başka ifadeyle ideoloji kendi içinde olgusal doğruluk taşımasa da mantıksal bir çelişki taşıması imkânsız bir yapıdır. Bu noktada Klasik akım ile tam olarak bir örtüşme gerçekleşir. Çünkü Klasik akım da kendi içinde ideoloji gibi hem aksiyomatik bir yapıya sahiptir ve temel bazı varsayımlara dayanır hem de bu varsayımlar aracılığıyla yaptığı çıkarımları bilimsel bilgi adı altında sunarak, bu bilgi çerçevesinde toplumu dönüştürmeyi ve değiştirmeyi amaçlar.

4.9.                             Genel Değerlendirme

Bilimsel bilginin elde edilme süreci bilim felsefesinde iki farklı görüşe sahip Karl Popper ve Thomas Kuhn bağlamlarında bakıldığı zaman iki farklı görünüm taşımaktadırlar. Popper Bilimsel Araştırmanın Mantığı (Popper, 2010) adlı kitabında “Akla yeni bir şeyin (idea) nasıl geldiği sorusu- ister müzikal bir konu, ister dramatik bir ikilem, isterse bilimsel bir kuram olsun- bilgi mantığının değil, görgül ruhbilimin alanına girer.” (Popper, 2010, 7) iddiasında bulunmaktadır. Bu ifadelerden de görüldüğü üzere Popper için bilimin buluş ve doğrulama aşamalarından buluş aşaması hem bilimsel bilginin mantıksal çözümlemesi alanına dâhil edilemez hem de bunun doğal sonucu olarak buluş ve doğrulama bağlamları arasında bir ikilikten (dikotomi) söz edilebilir. Popper’ın bilim felsefesi alanındaki bu temel çalışmasında, buluş bağlanımın doğrulama bağlamını etkileyemeyeceğini o nedenle de nesnel bir doğrulama bağlamına ve dolayısıyla da nesnel bir bilginin var olabileceğine inandığı görülmektedir.

Thomas Kuhn ise Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kuhn, 1991) adlı kitabında bilimdeki keşif bağlamını da paradigma kavramı aracılığıyla bilimsel araştırmaların çalışma alanına dâhil etmiş ve Popper’ın vardığı sonuçlardan daha farklı bir noktaya ulaşmıştır. Kuhn, bilimsel araştırmanın keşif bağlamını da içine alan çalışmasında paradigmanın bilimsel keşfi yönlendirdiğini ileri sürmektedir. Bilimdeki hipotezleri içeren keşif bağlamına paradigma yol göstermektedir. Paradigma aracılığıyla o bilim dalında hangi soruların sorulabileceği belirlenmektedir. Buna ek olarak, sorulan bu soruların hangi süreçlerle ve hangi verileri kullanarak doğrulanacağını da yine paradigma belirlemektedir. Bir başka deyişle, paradigma yalnız buluş bağlamını değil, doğrulama bağlanımı da etkilemekte ve paradigma aracılığıyla da buluş bağlamı ve doğrulama bağlamı arasındaki ikilik kaybolup buluş bağlamının doğrulama bağlamını etkilemesi söz konusu olmaktadır.

Popper’in buluş ve doğrulama bağlamlarını birbirinden ayırıp buluş bağlamından bağımsız bir doğrulama bağlamı getirmesi, bir yönüyle nesnel bilginin var olmasının temellerinden birini oluşturur. Çünkü nesnel bilgi ancak nesnel bir

doğrulama sürecinin sonucu elde edilebilir. Buluş ve doğrulama bağlamları arasında bir ilişki olması durumu ise, keşif bağlamının içinde bulunan metafizik unsurların doğrulama bağlamına da bir miktar sirayet etmesine neden olabilir. Bu durumda da doğrulama bağlamının nesnelliği sorunu ve bunun sonucu olarak da bilimsel bilginin nesnelliği sorunu ortaya çıkar. Kuhn’un paradigması, hem buluş ve doğrulama bağlamlarını daha yakın bir ilişki içinde betimlemekte hem de nesnel bilgiden çok paradigmaya dayalı ve ona bağımlı bir bilgiyi gündeme getirmektedir. Çünkü paradigma temelli bilimde, sadece o çerçevede yapılan hipotezleri ve kullanılan varsayımları değil, aynı zamanda kullanılan veriler ile bu verileri işleme ve değerlendirme yollarını da paradigma belirler. Ancak bunun sağlanmasıyla paradigma kendi ampirik doğrulama alanını genişleterek, o bilim dalındaki yerini daha da sağlam bir hale getirebilir.

Klasik iktisat ise aksiyomatik bir sistem olması yönüyle hem Kuhn hem de Popper göz önüne alarak incelenirse çok daha yararlı sonuçlara varılmış olur. Klasik iktisat belli ana varsayımlar üzerinde yükseldiği için bu varsayımları göz ardı edip incelendiği zaman, zamanda ve mekândan bağımsız bir nesnel bilgiye ulaşıldığı sonucuna varılabilir. Ancak diğer taraftan bu varsayımlara ışık tutacak şekilde yapılacak bir incelemede ise, bu varsayımların birlikte yarattığı aksiyomatik sistemin aksiyomatik bir paradigma yarattığı ve bütün nesnellik iddiasının bu paradigmanın nesnelliğini de gizli olarak içinde barındırdığı görülebilir. Ancak aksiyomatik bir sistemin aslında bir paradigma olmayacağına da dikkat etmek gerekir. Diğer bir deyişle Klasik iktisat Kuhncu anlamda bir paradigma değildir. Çünkü Klasik akımda hipotezler, varsayımlar, veriler ve verilerin değerlendirilmesi özünde aksiyomatik yapıyı doğrulama ya da yanlışlama için değil, onu meşrulaştırma için kullanılırlar. Meşrulaştırmanın amaç olduğu bir yerde ise, bilimsel araştırmanın aşamaları da doğal olarak araçsallaştırılmış olur. Bu ise hem Popper hem de Kuhn’un bilim felsefesinde bulunmayan bir durumdur.

Bütün bu açıklamalardan, klasik akımın bilimsel açıdan özel bir yapı olduğu öne sürebilir. Çünkü bilimsel araştırmaların aşamaları olan hipotez, gözlem, veri ve yorum aşamaları burada varsayımsal bir yapıda işlemektedir. Hatta diğer bilim

dallarının aksine, klasik akımda varsayımlar da bilimsel araştırmanın bir aşamasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Klasik akım incelenirken, her önermesi kök neden analizine benzer bir kök varsayım analizine yapılarak değerlendirilmeli ve önermelerin temelindeki varsayımlar açığa çıkartılmalıdır. Bu durum Klasik analizin bilimden ziyade mantık biliminin bir uygulamasına benzemesine yol açmaktadır ve bu akım, Öklid geometrisi gibi belirli varsayımlar üzerinde yükselmektedir. Sonuç olarak Klasik akım ne yanlışlanabilir ne de tüketilebilir olduğundan bilimsel anlamda tartışılabilir bir kuram olmaktan çok uzaktır.

5.                            ORTODOKS VE HETERODOKS İKTISAT OKULLARINDAKİ TEMEL VARSAYIMLAR VE ELEŞTİREL DEĞERLENDİRMESİ

5. 1. Giriş

Birçok iktisatçı için Klasik iktisat, kurucusu olan Adam Smith’in Isaac Newton’un Fizik biliminde kurduğu büyük yapının benzerini kendisi için örnek alarak çıktığı yolda, bugünkü yapısına ulaşmış bulunmaktadır. Smith, doğadaki dengenin iktisada yansımasının “görünmez el” yardımıyla kendiliğinden gerçekleşeceğini iddia etmiştir. Ancak bu görüş iki açıdan doğruluğu tartışmalı bir konumdadır. İlk olarak bugünün amoral, ahistorik ve aksiyomatik iktisadının Smith’in iktisadı olduğu tartışmaya açık bir konudur. Çünkü Smith döneminde iktisat tam bir kesinlikle ahlaktan ve tarihten bağımsız bir yapı taşımamakta ve iktisadi denge konusunda aksiyomatik bir sistemden ziyade, Smith’in, Newton’un Yerçekimi Kanunu’na benzeyen bir denge var olduğuna dayandırdığı bir inancına dayanmaktadır. Bugünkü aksiyomatik Klasik akım bu durumu gizleyerek, hem bir süreklilik olduğu ve bu nedenle de doğru olduğu inancı yaymakta hem de kendini bu şekilde Newton’a eklemleyerek matematiği kullanmada yaptığı gibi eleştirilerden uzak bir yapıya ve bir destek ve savunma hattına kavuşmaktadır.

İkinci bir konu da bugünkü iktisadın Smith aracılığıyla Newton’a değil de doğrudan Descartes’e bağlanmasının daha doğru bir yaklaşım olacağıdır. Newton fiziği her ne kadar aksiyomatik bir yapıya sahip olsa da olguyla denenmeleri sonucu yerini büyük oranda Einstein tarafından şekillendirilen çağdaş fiziğe bırakmıştır. Bunun en önemli nedeni, kullandığı yöntemin varsayımsal tümdengelim oluşudur. Bu yöntemle, varsayımlara dayalı ve ilk anda aksiyomatik olarak görülen bir sistem yaratılsa dahi, bunun olgularla denetlenmesi (doğrulanması ya da yanlışlanması) her an açık olduğu için bu yapının yıkılması ve yerine yeni bir yapının kurulması mümkün olmuştur. Ancak kendini Adam Smith ile başlatan klasik sistem ise zamanla kapalı bir aksiyomatik sisteme dönüşmüştür. Bu durumun temel sebebi de kullanılan yöntemin varsayımsal tümdengelimden çok sadece belli öncüllere bağlı çıkarımlara izin veren tümdengelim olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Klasik sistemin iktisadı

açıklama biçimi Newton’un değil, Descartes’in astronomideki açıklama yöntemine benzemektedir. Çünkü klasik akım esasında Newton sistemindeki gibi denetlenebilecek hipotezlerden değil, Descartes’in girdaplar teorisindekine benzer şekilde denenmeden kabullenilen varsayımlardan oluşan bir yapıdır. Descartes “…gök cisimlerinin hareketini ele alırken matematik metotlar kullanmamış, daha ziyade bazı felsefe prensiplerinden başlıyarak ortaya bir kainat sistemi koymuştur…” (Andrade, 1964: 17). Klasik akımın tek farkı bunu matematiksel bir dile de çevirerek niteliksel değil, niceliksel bir fark yaratmasıdır. Bu durum belli varsayımlara dayanarak bir iktisadi açıklama yöntemi kullanan Klasik akıma Newton’un çalışma biçiminden daha yakındır. Kaldı ki, kendisi ve çalışması hakkında ölümünden kısa süre önce “ “Dünya beni nasıl görüyor bilmem; ama ben kendimi deniz kıyısında oynıyan ve şurada burada ötekilerden daha yuvarlak bir çakıl, yahut ötekilerden daha güzel bir deniz hayvanı kabuğu bulmakla oyalanan bir çocuğa benzetiyorum.” ”(Andrade, 1964: 93) biçiminde konuşan birini örnek alınarak bir aksiyomatik yapının oluşturulması pek olası görülmemelidir.

Klasik iktisadın, Smith sonrasında Newton’un tarihsel anlamda öncesinde bulunan Descartes’e yönelimi bir anlamda aksiyomatikleşerek gerilediğinin ve Lakatoscu anlamda yozlaşma aşamasına geçtiği söylenebilir. Bu yozlaşma ya da geriye gidiş ve Smith’den geri adımla aksiyomatikleşen iktisat, fizik bilimindeki gibi kesin sonuçlara ulaşma şansına kavuşmuştur. Ancak bu durumda iktisadın gerçek dünyayla olan bağlantısı çok kısıtlı hale gelmiştir. Bu, sosyal bilim olan iktisadın doğa bilimi olan fiziğin sonuçları gibi kesin sonuçlar elde etme isteğinin karşısında verdiği doğal bir bedeldir. İktisat, ancak ve ancak aksiyomatik bir yapıya kavuşunca doğa bilimlerindeki kesinliğe ulaşabilir. Fakat bu durumda da yaşanan değil aksiyomatik olarak kurgulanan ve bu nedenle de çok kısıtlı bir dünyada kesinliğe ulaşır ki böyle bir durumun uygulama dışı yararı bir kenara bırakılırsa uygulamadaki yararı tartışmalı hale gelir. Buna karşın uygulama dışı yararının, uygulamadaki yararından bazen çok daha fazla olduğu hatta bazı durumlarda uygulamayı mümkün kılan tek unsurun da bu uygulama dışı yararı olduğu ilerde görülecektir.

5. 2. Ortodoks İktisattaki Temel Varsayımlar

Ana akım iktisadı, özünde varsayımların yarattığı bir yapıda çalışır. Diğer bir ifadeyle, Ortodoks iktisattaki temel varsayımlar bu dünyaya paralel bir dünya yaratarak burada çalışma yapılmasını sağlar. Fakat bu yapı aksiyomatik olduğu için, kendi kendini sürekli doğrulayan ve asla yanlışlanması mümkün olmayan bir dünya kurar. Klasik akım aslında aksiyomatik yapıyı temelde rasyonellik, tam bilgi, azalan fayda/artan maliyet varsayımları ile yaratır. Bu varsayımların doğal sonucu olan denge ve zamandan ve mekândan bağımsız iktisat yasaları birer varsayım değil, ideolojik işlevleri olan birer sonuçtur. Esas itibariyle rasyonellik bir olgu, en iyi denge bir amaç, zamandan ve mekandan bağımsızlık bir sonuçtur. Fakat bu olgu, amaç ve sonuçlar da yüklendikleri işlevlere bakılınca aksiyomatik yapıyı oluşturan varsayımlar kadar önemlidir ve bir anlamda varsayım olarak ele alınıp incelenebilir.

5. 2. 1. Rasyonellik Varsayımı

İktisatta rasyonellik varsayımı, hem üretici hem de tüketicilerin kâr ve fayda ençoklaması (maksimizasyonu) yaptığının en kısa ifadesidir. Tüketicilerin fayda ençoklaması yapmasını doğal sonucu tüketici dengesidir. Üreticiler için kâr ençoklaması ise onlar için üretim dengesini verir. Fakat hem üreticiler hem de tüketiciler dengeye yalnızca rasyonel davranarak değil, bunu yanında birçok diğer varsayıma dayanılarak aksiyomatik olarak ulaşırlar. Kuenne‘e göre aksiyomatik olarak tüketici dengesine 5 varsayımın gerçekleşmesi, üretici dengesine ise ancak 10 varsayımın gerçekleşmesiyle ulaşılabilir (Kuenne, 1968). Klasik akımdaki rasyonellik varsayımı belki de denge ile birlikte en fazla eleştirilmiş ve incelenmiş varsayımdır. Çünkü Klasik iktisadın temel dayanaklarından biri ve belki de en önemlisi üretici ve tüketicilerin rasyonel davrandıklarını varsaymasıdır. Bu varsayım iktisadın aksiyomatik bir yapıya kavuşmadan önce bir inanç halinde olduğu ilk zamanından beri iktisat yazınında bulunmaktadır ve bir anlamda Smith’i ana akımın kurucusu yapan şeyin de, rasyonel bireyi iktisada sokmasıdır denilebilir.

Rasyonel birey iktisat yazınına Smith ile birlikte girse de rasyonalitenin süreklilik taşıdığını ileri süren Schumpeter, bu düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:

“Rasyonel tutum, insanoğlunun kafasına ekonomik ihtiyaçların baskısı altında kendini kabul ettirmiştir. Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki, her çeşit mantık ekonomik bir karar şemasından doğar, ya da çok sevdiğim bir formül kullanırsam: ekonomik şema, mantığın kalıbıdır… Bu prosedür, kapitalizme bağlı olmadan, bağımsız olarak ve ekonomik aktiviteyle direkt ilgi kurmamış olarak yürümektedir. Şahsi çıkar ve kazanç yönünden de aynı husus söylenebilir. Kapitalizm öncesi insan, kapitalist insandan daha az çıkarını düşünmez. Serfler ve feodal senyörler egoist çıkarlarını çok defa fazla sert biçimde göstermekteydiler. Buna rağmen, kapitalizm tutumda, harekette rasyonaliteyi geliştirmektedir.” (Schumpeter, 1974: 193-194).

Schumpeter her çağın kendi rasyonalitesi olduğunu, bir başka ifadeyle rasyonalite kavramı değişmese de rasyonel davranışın zaman ve mekana göre değiştiğini belirtmektedir.

İktisatta rasyonellik metodolojik bireycilikle birlikte ele alındığında dengeyi imler: Rasyonel bireylerden oluşan bir toplulukta üretici ve tüketicilerin rasyonel davranışının, diğer varsayımlar göz ardı edilerek, en ideal dengeyi yaratacağı varsayılır. Fakat aksiyomatik yapıda temel varsayımlardan biri olan rasyonellik varsayımının gerçek dünyadaki durumu dengeye değil dengesizliğe yönelen bir yapı doğurmaktadır. Örneğin: limon problemi, ahlaki tehlike, asil-vekil problemi hep rasyonelliğin bir sonucudur. Bunların hiçbirinde insanlar irrasyonel bir davranış içine girmemektedirler ancak gerçek hayattaki bu rasyonel davranış istenen ideal dengeye ulaşılmasının önündeki en büyük engeli de beraberinde getirmektedir. Çünkü gerçek hayatta amoral birey olmadığı gibi zaman da rasyonel davranışın içeriğini değiştirmekte ve ideal bir dengeye ulaşılsa bile bu dengenin kararsız yani her an dengesizliğe yönelen bir yapıda olmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, iktisat kuramındaki rasyonel bireyin gerçek hayattaki karşılığı toplumsal dengeyi bir olasılığa indirger. Her zaman bir dengeye ulaşılmasını sağlar ancak bu denge çoğunlukla en iyi dengeden farklı ve daha etkinsiz bir noktada gerçekleşir. Çünkü birey açısından ana amaç en iyi denge değil, kâr veya faydasını ençoklamaktır. Bu

durum Smith ve Schumpeter’de aşağıda  yapılan alıntılarda net bir şekilde görünmektedir:

“Kendi öz kârını düşünmesi, bir sermaye sahibine o sermayeyi tarımda veya sanayide yahut toptan veya perakende ticaretin özel bir kolunda kullanmaya karar verdirten tek nedendir. Bu çeşitli yollardan birinde veya ötekinde kullanılmasına göre, o sermayenin harekete geçirebileceği değişik miktarda üretken emek ve bunun topluluğun toprağıyla emeğinin yıllık ürününe katacağı değişik değerler üzerinde sermaye sahibinin kafa yorduğu olmaz.” (Smith, 2011: 405- 406).

“ Ekonomik analiz bakımından klasiklerin en belirli başarısı, ekonomik çalışmanın yalnızca kazanç prensibine dayandığı için mutlaka tüketicilerin çıkarlarına aykırı düşeceği fikrini çürütmeleri olmuştur…

Bununla birlikte en fazla verim eğilimi ve kazanç avının birbirleriyle telif edilmez [uzlaştırılmaz] olmadığını görmekle, kazanç avının verim eğilimine sebep olduğunu belirtmek arasında büyük bir fark vardır. Klasikler bu ayrılığı giderememişlerdir. Çağdaş analizlerin ışığı altında, klasik teorinin yalnızca “sezi” kısmının değer taşıdığı, teorik alanda ise iskambil kâğıdından yapılmış bir şatoya benzediği ortaya çıkmaktadır.” (Schumpeter, 1974: 130-131).

Rasyonel insan eyleminin amoraliteyle birleşmesinin en önemli sonuçlarından biri iktisadi olanla ahlaki olan arasındaki bağın kopmasıdır. Ahlaki olandan kopuş yalnız amoralite ile değil, “pozitif” bir iktisat yaptığını iddia edip, vicdani değerleri normatif alana hapsetmekle de sağlanmaktadır. Marx bu durumu,

“Kapitalist üretimin manufaktür dönemi boyunca gelişmesiyle birlikte, Avrupa kamuoyu, utanç ve vicdan denen şeyin son kalıntılarını da yitirmişti… Liverpool köle ticaretiyle göbek bağlamıştı. Bu, onun ilkel birikim yöntemiydi… Pamuklu sanayii İngiltere’ye çocuk köleliği getirdiği gibi, Birleşik Devletler için de, daha önce azçok ataerkil bir nitelik taşıyan kölelik düzenini, ticari bir sömürü sistemi haline getirmesi için bir dürtü olmuştur (Marx, 1986: 776).”

şeklinde ifade ederken, Veblen,

“Rekabete dayalı modern toplumun üyeleri rakiptirler ve vicdandan ne kadar uzaklarsa o kadar çabuk avantaj yakalayıp başarıya ulaşırlar. Yani bu birey tipi, koşullar ona fırsat tanıyorsa diğerlerini açıkça aldatabilir ve hatta [onlara] zarar verebilir.” (Veblen, 2005: 153).

sözleriyle durumun normalliğine ve kâr veya fayda ençoklamasının doğal sonucu olduğuna vurgu yapmaktadır. Bir başka ifadeyle kâr veya fayda ençoklaması ile

denge arasında hiyerarşik bir ilişki vardır ve bu ilişkide denge rasyonel davranışa göre daha alt basamakta bulunur. Böyle bir durumda en iyi denge rasyonelliğin doğal sonucu değil, rasyonel davranışın olası sonuçlarından biri haline gelmektedir.

Klasik akıma göre rasyonel insan, dengesizliğe ve başkasının zararına ve kendinin olağanüstü karına yönelik bir harekette bulunsa bile bunun cezasını ilerde çekebileceği için buna yönelmez. Bu düşüncenin gerisinde bir tür ölümsüz insan varsayımı yatmaktadır. Keynes’in “uzun vadede hepimiz öleceğiz.” sözü belki de bu durumun gerçek dünyada bir karşılığı olmadığının en iyi ifadesidir. Bu adeta ölümsüz bireyin gerçek hayatta karşılığının olmaması elde edilen sonuçlarda niteliksel değişmelere yol açar. Çünkü ölümsüz ve ölümlü insanı davranışı birbirinden farklı olduğundan sonuçları da farklı olarak ortaya çıkar. Bu durum en iyi oyun teorisinde görülebilir. Adeta ölümsüz ve uzun vadede yaşayan biri için sonsuz sayıda adımı düşünerek hareket etmesi ve yapacağı bir şeyin karşılığını eninde sonunda alacağını düşünmesine rağmen, ölümlü bir insan sanki kesikli veya birkaç adımlık bir oyun teorisindeki gibi hareket eder ve atacağı adımın yakın zamanda karşılığının olmadığını görür ya da hissederse o adımı atıp alacağından fazlasını alarak oyundan çıkabilir. Bu durum ise yukarıda bahsettiğimiz fizik ile iktisat arasındaki durumun bir uzantısını doğurmaktadır: nasıl ki iktisat fizikteki kadar kesin sonuçlara ulaşmak için aksiyomatik bir yapı kurma bedelini ödemişse, bu aksiyomatik yapıyı korumak için de rasyonellik tanımında yaşanan dünyaya uygun değişikliklere gitmeye yanaşmayarak yaşanan gerçekleri açıklayamama pahasına kendi aksiyomatik dünyasına sıkışıp kalmayı yeğlemektedir (İktisattaki çeşitli rasyonel davranış kuramları üzerine karşılaştırmalı bir çalışma için bkz. Görün, 1984). Diğer bir ifadeyle bu kısıtlı rasyonellik aksiyomatik yapının bütünlüğünü çok iyi sağlamak pahasına gerçeklerden uzaklaşmıştır ve uzaklaşmaya devam etmektedir.

5. 2. 2. Tam Bilgi Varsayımı

İktisatta tam bilgi varsayımı iki temel varsayımı da içinde barındırmaktadır. İlk olarak tam bilgi varsayımı aslında tam bilgiyi tam işleme varsayımını içerir. Tam bilgiye sahip olmak, aynı zamanda içkin olarak bu bilgiye dayanılarak yapılabilecek

her türlü çıkarımı da yapabilme gücüne sahip bireyi ima eder. İkinci olarak tam bilgi varsayımı zamandan bağımsız ele alındığı için statik beklentiler sahip bireyleri varsayar. Diğer bir ifadeyle tam bilgi geleceği mükemmel bir şekilde görmeyi de içerdiği için beklentilerin bir anlamı olmaz, çünkü beklenti ile bilgi her zaman tam olarak örtüşür. Veblen “ zevk ve meşakkati şimşek hızıyla bir hesap makinesine, mutluluk arzusu dürtüsünün oradan buraya sürüklediği mütecanis bir sıvı küresi”ne (Karacan, 1980: 46) benzettiği rasyonel bireyi sadece rasyonelliği ile değil yukarda belirtilen tam bilgi varsayımıyla da birlikte belirtmesi, aslında tam bilgi varsayımının rasyonellik varsayımına, tam bilgiyi işleme varsayımının da tam bilgi varsayımına içkin olduğunun bir göstergesidir. Galbraith, tam bilgi varsayımı konusunda şu eleştiriyi getirmektedir:

“İktisadi bilgi gerçekten kusursuz olsaydı, sosyalist olmayan dünyadaki iktisadi sistem mevcut durumuyla ayakta kalamazdı. Herhangi bir ücretler, faiz oranları, mal fiyatları, farklı firma ve sanayilerin performansı, hisse senedi ve tahvillerin fiyatlarına ilişkin ne olacağını kesinlikle ve tam olarak bilebilseydi, böyle aziz biri bilgisini başkasına vermez ya da satmazdı; bunu yapmak yerine bu bilgiyi kendisi için kullanırdı ve bir belirsizlikler dünyasında tekelinde tuttuğu belirlilik muazzam kârlı olurdu. Böyle bir bilgi karşısında herkes yenilgiye uğrarken, o, çok geçmeden bütün el değiştirilebilen malların sahibi olurdu. Sosyalizm böyle bir düşünceyi yok eder. Aslında, modern iktisadi sistem, onun geleceğini okuyanlara ait çalışmaların mükemmelliği nedeniyle değil, onların hata yapacaklarına yönelik büyük güvenden dolayı ayakta kalır.” (Galbraith, 2004: 14)

Tam bilgi varsayımı da rasyonellik varsayımı gibi eleştirilere uğramış ve hem bilginin bir maliyeti olduğu hem de eksik bilgi temelli davranışların gerçek hayatı daha iyi açıkladığı ileri sürülmüştür. Karl Marx bile Kapital’de bir dipnot olarak “Burjuva toplumunda, her insanın alıcı olarak, ansiklopedik meta bilgisine sahip olduğu yolunda ekonomik bir fictio juris (varsayım-ç.) egemendir” (Marx, 1986: 50) diyerek hem bu varsayımın önemini hem de ne kadar eski bir varsayım olduğunu göstermiştir. Galbraith’e göre çoğu durumda, “İnsanlar arasında bilgiden ya da bilgi eksikliğinden bile değil ama bilmediği şeyi bildiğini sanmaktan doğan bir ilişki biçimi” (Galbraith, 2009: 90) varlığını sürdürse de Klasik akım, daha önceki rasyonellik varsayımında olduğu gibi aksiyomatik yapıyı korumak uğruna, gerçek hayattaki esas durum olan eksik bilgi temelli iktisadi davranışları kuramdan sürekli uzak tutmaya çalışmıştır. Böylece de, aksiyomatik yapının korunması açıklama

gücünden feragat etmeyle sağlanabilmiştir. Son olarak bu başlık altında rasyonellik ile tam bilgi ilişkisine değinmek gerekir. Yukarıda Galbraith’ten yapılan alıntıda da görüldüğü gibi, rasyonel bireyin tam bilgiyi istemesi sadece kendisi içindir. Bunun temel nedeni de eksik bilgi tam bilgi dengesizliğinden yararlanmak istemesidir. Böyle bir durumda, normalüstü bir kâr ya da gelir elde eder ki, bu durum, rasyonelliğin yalnız en iyi dengeyi değil, tam bilgiyi de kendi çıkarına uygun şekilde dışladığının en iyi göstergesi olur. Varsayımların hiyerarşisi içinde rasyonellik, yalnız en iyi dengenin değil tam bilginin de üzerinde bir konumdadır. Bu nedenle rasyonel bireylerin oluşturduğu bir toplumda yalnız en iyi denge değil, herkes için tam bilgiye sahip olmak ta bir olasılıktır.

5. 2. 3. İçsellik—Dışsallık Varsayımı

İktisadi çözümlemede bir değişkenin içsel ya da dışsal alınması ilk başta rasyonellik ve tam bilgi gibi açık birer varsayım olarak görülmese de yerine getirdiği işlevle birlikte düşünüldüğü zaman işlevleri açısından Klasik akımda birer varsayım oldukları görülebilir. Çünkü bir değişkeni içsel ya da dışsal almak aksiyomatik yapının korunmasında önemli rol oynar.

İktisadi incelemelerde bazı değişkenlerin içsel bazılarının dışsal kabul edilmesi iki şekilde sağlanmaktadır. İlk olarak ceteris paribus yani diğer bütün değişkenler sabit kabul edilerek kısmi analiz yapılmakta ve bundan elde edilen çözümler sonra tekrar bir araya getirilmektedir. Üretici ve tüketici teorisindeki uygulama buna en iyi örneği oluşturmaktadır. Böylece aslında olgusal değil mantıksal doğrulara ulaşılmaktadır. Bu durumda da yanlışlama zor hatta imkânsız hale gelmektedir. İkinci olarak da sistemin dengesini korumak için sistemde dengesizlik yaratan şeyler dışsal kabul edilerek dengenin korunması sağlanmış olur. Klasik akım aksiyomatik yapısını bozabilecek her türlü değişkeni ya dışsal ya da normatif olarak adlandırmakta ve sistemini bu değişkenleri böyle tanımlandırarak sürdürmektedir.

Klasik akımın dışsal olarak ele aldığı en önemli iktisadi büyüklük para arzıdır.  Para  arzının  dışsal  kabul  edilmesi  hem  sistemin  aksiyomatik  olarak

dengesinin bozulmasını önler hem de klasik aksiyomatik sistemin aslında bir reel analiz yöntemi olmasının bir sonucudur. Klasik analiz özünde bir reel analiz olduğu, yani reel iktisadi büyüklüklerin sadece reel iktisadi değişkenlerle değiştirilebileceği ön kabulünden hareket ettiği için, parayı uzun süre iktisadi olaylarda adeta bir etkisiz eleman, tül gibi görme eğiliminde olmuştur. Ancak zamanla paranın iktisatta oynadığı rol reel değişkenleri etkileyecek boyutlara ulaşınca, parayı bu defa da etkisiz eleman haline getirmek için onu dışsal olarak ele almaya ve para otoritelerinin reel değişkenleri etkilemeyecek şekilde kullanılması gerektiği öne sürülmüştür.

Klasik akımın bir başka dışsal değişkeni olan devletin de içsel ya da dışsal alınması sonuçları değiştiren bir varsayımdır. Klasik akıma göre devlet, iktisadi olayların gelişimine etkide bulunmayan, daha doğrusu bulunmaması gereken ve para gibi sadece bir tül görevi yapan siyasal bir kurumdur. Ancak Marx’ın “BURJUVA ekonomisi sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret, dünya pazarı.” (Marx, 1970: 21) sözlerinde devletin artık dışsal değil içsel bir değişken olarak görüldüğü varsayılmaktadır. Devleti iktisadi anlamda içsel olarak görmek ya da iktisadın içinde incelemeye tabi tutmak dengenin bu değişkene göre yeniden kurulmasına yol açar.

Klasik iktisat, sürekli bir denge inanci üzerinde yükseldiği için krizleri de dışsal almakta ve bir anlamda da geçici bir süreç olarak görmektedir. Marx, kapitalizmin krizlerini içsel alıp bunların sistemin sonunu getireceğini öne sürerken, Schumpeter için de içsel olan bu krizler sistemin sonunu getirmekten ziyade sistemi sürekli zinde tutan ve geliştiren olgular olarak ele amaktadır;

“Gözönünde tutulması gerekli esas nokta, kapitalizmden bahsettiğimiz zaman bir gelişim olayından söz açtığımızdır… Kapitalizm…, kendine özgü özelliği yüzünden ekonomik bir değişim metodu ya da tipidir ve durgun bir durum göstermez hiçbir zaman da gösteremez. Oysa kapitalizmin bu gelişimci niteliği, yalnızca, ekonomik hayatın daima değişen bir ekonomik ve sosyal ortam içinde akmasından ve değişmelerin ekonomik aksiyonun verilerini de değiştirmesinden ileri gelmektedir. Şüphesiz adı geçen faktör önemlidir ve savaşlar, ihtilaller gibi unsurlar sık sık endüstriyel değişimlere sebep olmaktadırlar, ama bütün bunlar harekete geçirici birer motör niteliği taşımazlar. Rejimin gelişimci niteliği, nüfusun otomatik olarak artmasına, sermayenin aynı şekilde çoğalmasına ya da para sistemlerinin “kaprislerine de bağlı değildir. Bu faktörler de ilk sebepleri değil, şartları teşkil ederler. Kapitalist mekanizmayı çalıştıran ve çalışmasını devam ettiren; yeni

tüketim maddeleri, yeni üretim metodları, yeni pazarlar, yeni endüstriyel örgütlenmelerin tipleri, çeşitleridir ve bütün bunlar kapitalist teşebbüs tarafından yaratılmışlardır… Yeni milli pazarların ya da dış piyasaların açılması; el sanatları atelyelerinden, yoğun ve büyük işletmelere geçiş… kapitalist sistemi durmadan, yorulmadan içinden bir ihtilal, yenilenme havasında tutmakta; bütün bu elemanlar, gene devamlı olarak eski faktörleri yok etmekte, yenilerini yaratmaktadır. Bu “Yaratıcı yıkım gelişimi” kapitalizmin esas temelidir, ister istemez her kapitalist teşebbüs er geç bu gelişime uymak zorundadır.” (Schumpeter, 1974: 139- 141).

Klasik akım ceteris paribus varsayımını bazı hallerde üstü örtülü olarak, biraz farklı bir manada kullandığı da olmaktadır. Böyle durumlarda kısmi analiz yapmak yerine, genel bir analizde ya da karşılatırmalarda diğer bütün değişkenleri sabit alması istenen sonuçların eldesini sağlamakta ancak olgusal anlamda sorunlar doğmasına neden olmaktadır. Bu konuda iki örnek durumun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. İlk olarak tekel ile tam rekabet piyasalarının karşılaştırılması esnasında karşılaşılan zorluk, daha sonra da etkin talep sorunu ele alınacaktır.

“Basit ve ayrımcı monopol teorisi, sınır durumlar dışında, monopol fiyatının rakip fiyattan daha yüksek; monopol üretimin, rakip üretimden daha az olduğunu göstermektedir. Bu sonuçlar ancak her iki halde de üretim metodları ve örgütlenmesinin aynı olması şartıyla doğru sayılabilir. Gerçekten de, birçok dağınık işletmeye uygun olmayan bazı metodlar monopol seviyesinde çok avantajlıdır. Oysa bu durumda “monopol fiyatı daha yüksek, üretimi daha düşük” formülü gerçek olmaktan çıkmaktadır. Başka bir deyişle, rakip durumda bulunan firmalar, monopolün sahip olduğu şartlara sahip olsalardı, fiyat ve üretim seviyeleri çok daha farklı olurdu.” (Schumpeter, 1974: 162- 163).

“Klasiklerdeki ücretleri düşürerek ürün fiyatını azaltıp tüketimi arttırmak ücret düşüşlerinin talebi etkilemeyeceğini üstü örtülü olarak varsaymaktadır.” (Keynes, 2008: 221- 222)

Yukardaki her iki durumda da istenen sonuç kuramda elde edilmiş olsa da uygulama ile tam bir tutarlılık göstermemektedir.

Klasik anlayışın dışsal aldığı en önemli olgulardan birisi de iktisattaki katılıklar (rijidite) konusudur. Bu anlayışa göre katılıklar dışsaldır ve bu nedenle, en iyi dengeye ulaşılamamasının tek nedeni iktisat dışı etkenlerin iktisadın işleyişine müdahale etmeleridir. Böyle bir düşüncenin en önemli nedeninin de kuramdaki tutarlılığı sağlama güdüsü olduğu söylenebilir. Çünkü bir malın mülkiyetinin ona sahip olmayanları dışlaması gibi, rasyonelliğin de tam bilgiyi ve dolayısıyla en iyi

dengeyi dışladığı görüldüğü takdirde kuramda büyük bir değişikliğe gitmek gerekecektir. Tüketici veya üretici, işçi ya da sermaye sahibinin güç isteği, tekeller, sendikalar, ücret ve fiyat katılıkları gibi olgular dışsal değil içseldir. Çünkü rasyonel davranışın bir gereğidir. Bu olguların optium dengeye ulaşmada birer engel olmaları, dışsal kabul edilmesi için gerek şart olmasına karşın yeter şart değildir. Bu katılıkların dışsal olabilmesi için gerek şart, hiyerarşinin en tepesinde bulunan rasyonelliğe aykırı olmalarıdır. Rasyonel davranış bu katılıklara yol açtığı sürece bunları dışsal almak, sadece ideolojik bir bakışın, önyargıların ve üstü örtülmesi gereken bazı iktisadi olguların varlığının göstergesi olur.

Görüldüğü üzere Klasik iktisat sistemi bozabilecek etkenleri dışsal ve bazen de normatif olarak varsayıp sistem dışında tutmuş ve aksiyomatik sistemin devamını ancak böyle sağlayabilmiştir. Ancak burada unutulmaması gereken şey dışsal bir değişkeni daha büyük ya da daha küçük bir modelde içsel hale getirmenin ya da bunu içsel bir değişken için yapmanın ulaşılacak sonuçta nitelik bakımından değişikliklere yol açacağıdır. İktisattaki okulları birbirinden ayıran önemli ölçütlerden biri de birbirinden çok farklı değişkenlerle çözümleme yapmak yerine bir okulun içsel/dışsal olarak ele aldığı bir değişkeni diğer bir okulun dışsal/içsel olarak ele alıp farklı sonuçlara ulaşmasıdır. Örneğin Keynes’in, beklentileri dışsal kabul ederek yatırım tasarruf dengesini aksiyomatik ve mantıksal bir doğrudan bir ihtimal düzeyine indirgemesi bir değişkeni içsel ya da dışsal olarak kabul etmenin ne kadar farklı sonuçlara kapı açacağının en iyi örneklerinden birisidir.

5. 2. 4. Dengenin Varlığı Varsayımı

İktisatçılar için denge, hedeflenen bir noktaya yönelmek ya da bu noktada kararlı bir halde durmaktır. Denge klasik iktisatta doğrudan bir varsayım olmaktan ziyade, yapılan varsayımların sonucunda ulaşılmak istenen bir amaç ve bu yönüyle de bir tür dolaylı varsayımdır. Dengeyi varsayım haline getiren diğer varsayımların varlığı değil, bu varsayımların oluşturduğu aksiyomatik bir sistemde oluşan bir sonuca bu adın verilmesidir. Ancak burada önemli olan dengenin bir varsayım olarak ele alınıp alınmaması değil, elde edilen bu dengenin iktisattaki işlevidir. Klasik

iktisatta denge gerisindeki öznel ve çok kısıtlı varsayımlar bir yana bırakılarak nesnel bir sonuç olarak görülür. Bu yönüyle dengenin varlığı eşitlik kavramının normatif bir kavram haline gelmesine yol açar. Çünkü denge aslında eşitliği de içkin olarak barındırdığı iddiasını taşır. Bu durumda da diğer her tür eşitlik talebi öznel bir değer taşıdığı inancıyla görmezden gelinerek aksiyomatik sistemin dışında tutulur.

Dengenin yapılan her şeye bir meşruiyet getirmesi ve bir nesnel gerçek olarak sunulup karşısına da eşitliğin öznel bir gerçek diye konumlanması, dengenin toplumdaki iktisadi eşitlik arayışına yönelik bir engelleme aracı olarak kullanılmasına yol açmıştır. Bu açıdan bakıldığında dengenin, kendi dışındaki her türlü eşitlik ve adalet arayışlarına karşı ideolojik bir kavram olarak kullanılması onun en önemli işlevidir. Bu nedenle denge, iktisatta rasyonellikle birlikte en önemli iki temel varsayımdır denilebilir. Klasik aksiyomatik sistemde denge, denge fiyatı, tam istihdam ve böylece de iktisadi kaynakların tam kullanımı sağlar.

Klasik akımın bu denge kavramına karşı gerçek hayatta böyle bir dengenin oluşamayacağına yönelik eleştiriler dillendirilmiş ve dengesizlik temelleri iktisadi yaklaşımlar gündeme gelmiştir. Örneğin Schumpeter, “Esas itibariyle kapitalist ekonomi statik değildir ve olamaz, ne de düzenli bir gelişme göstermektedir.” (Schumpeter, 1974: 64) diyerek bir anlamda statik dengenin aranmasına karşı çıkmışsa da denge arayışı Klasik akımın temel düsturlarından biri olmaya devam etmektedir. Ancak dengenin asıl işlevi gerçek hayatta değil aksiyomatik sistemdeki bütünlüğü sağlamak olduğu için rasyonellik ve tam bilgi varsayımlarında olduğu gibi gerçekten uzaklaşma pahasına bu dolaylı varsayım korunmaya devam etmiş ve etmektedir. Çünkü Klasik iktisatta denge, rasyonellik kadar belki bundan da önemli bir varsayımın doğru kabul edilmesiyle elde edilen bir sonuçtur. Bu varsayım üretim ve tüketim dengesinde kendini iki farklı şekilde gösterir: üreticiler için artan marjinal maliyetler, tüketiciler açısından ise azalan marjinal fayda varsayımlarıdır. Rasyonel tüketiciyi dengeye getiren şey sadece onun rasyonel olması değil, aynı zamanda bir üründen elde ettiği marjinal faydanın her ek bir birimde azalmasıdır. Bu durum olgusal anlamda da doğrudur. Ayrıca artan marjinal fayda bir üründe fiyatın üst sınırını olanaksız hale getirir. Ancak üretimdeki artan marjinal maliyetler varsayımı

tam anlamıyla olgularla doğrulanmamaktadır. Üretimde artan marjinal maliyet varsayımı, dengeyi üretim açısından sağlamakla kalmaz aynı zamanda piyasada çok sayıda firmanın var olmasını ve tam rekabet piyasasının sürekli varlığını sağlayan bir sigorta işlevi görür. Ayrıca tüketimdeki marjinal fayda varsayımı nasıl ürün fiyatı için bir üst sınır getiriyorsa, üretimde artan marjinal maliyet varsayımı da aynı ürün fiyatında bir alt sınır getirilmesini sağlamaktadır. Bu varsayımın doğru olmaması doğrudan doğruya tam rekabet piyasasının var olmamasına da yol açar. O nedenle aksiyomatik sistemi koruma pahasına olgularla çelişse dahi bu varsayım korunmaya devam edilmiştir. Bu varsayımın doğruluğunda kuşkuya götüren etken gelişen bilim ve teknolojinin herhangi bir sektörde artan maliyetli üretimi sabit ya da azalan maliyetli bir üretime dönüştürüp dönüştüremeyeceği sorusudur. Bu soruya verilebilecek olumlu yanıtın koşulu ise o sektörde artan maliyetle yapılan üretimi daha düşük maliyetli yeni bir emek/sermaye oranıyla yapılıp yapılamayacağında saklıdır. Eğer bu başarılırsa artan yerine azalan maliyetli bir üretime geçilmesi mümkün hale gelmektedir. Böyle bir durumda ise hem ürün fiyatı rekabetle azalabilmekte hem de firmalar üretim kapasitesi açısından tam rekabetteki üreticilerin üstünde bir üretim ve böylece de piyasada bir ekonomik güç haline gelmektedirler. Böyle bir durumda artık tam rekabetten ya da tam rekabete yönelmekten çok eksik rekabetli piyasalardan söz edilebilir. Klasik akım bu durumu göz önünden uzak tutmak için denge ile rasyonellik arasında adeta doğrudan bir bağ varmış gibi davranmakta ve artan marjinal maliyet varsayımını şöyle bir üstünkörü ifade ederek adeta önemsiz ve sonucu değiştirmeyen bir ayrıntı gibi göstermeye çalışmaktadır. Ancak burada da rasyonellik ile denge arasındaki ilişkiye daha yakından bakmak gerekmektedir. Tam bilgi varsayımında olduğu gibi, dengede de rasyonellik en iyiyi sağlama konusunda içsel bir zorlamayla karşılaşmaz. Çünkü rasyonel davranış kâr veya fayda ençoklamasına insanı zorlasa da, ne tam bilgiye ne de en iyi dengeye ulaşmaya kendiliğinden götürmez. Yani rasyonellik ile en iyi dengenin çakışması ancak eğrinin doğruya denk gelmesiyle olur. Rasyonel birey tam bilgiyi kendi dışındakilerden uzaklaştırarak bir mülk haline getirmeye, böylece de bu mülkiyeti diğer mülkiyetleri gibi kendi kullanımına ayırarak kendinden başka herkesi dışta tutmaya çalışır. Bunun doğal sonucu da dengenin en iyide değil, tam bilgiye sahip rasyonel bireyin kârını veya faydasını en çok yapan noktada oluşmasıdır. Bir

başka ifadeyle rasyonellik dengeyi sağlar ancak en iyiyi değil, kendine en uygununu seçmeye çalışır. Bu durumda denge yalnız iktisâdi değil, bir güçler mücadelesi sonucu oluşan noktanın adı olur. Bu nedenle her anlamlı bilgi ve güç değişiminde denge de sürekli değişir.

5. 2. 5. Zamandan ve Mekândan Bağımsızlık Varsayımı

İktisadi kuramların bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli olduğu iddiası da denge kavramı gibi dolaylı bir varsayımdır. Çünkü zamandan ve mekândan bağımsız rasyonel bireylerin, tam bilgi varsayımı altındaki her türlü davranışı hem zamanı hem de mekânı aşan bir nitelik taşır. Ancak denge gibi zamandan ve mekândan bağımsız iktisadi yasaların da iktisat dışında iki temel normatif ve ideolojik işlevi bulunmaktadır.

İlk olarak zaman ve mekândan bağımsız bir yasa kavramı, zaman ve mekâna göre değişen yasaları daha alt düzeyde görmeye yol açar. Bir başka deyişle olguları daha iyi açıklasa da zamana ve mekâna göre değişen bir yasa tam bir yasa gibi görülmeme eğilimiyle karşı karşıya kalır. Çünkü zaman ve mekân üstü yasaların olduğu yerde zamana ve mekâna bağlı yasalar ancak bunların daha altında bir yerde konumlandırılabilir. Ancak Klasik akım zamandan ve mekândan azade bu yasaları belirli varsayımlar altında olguların sınamasına başvurmaya gerek görmeden aksiyomatik bir sistem içinde elde ettiğini gözden kaçırdığı sürece bu imgeyi sürdürebilir. Çünkü bu tür bir yasa, ancak böyle elde edilip bu sistem korunarak sürdürülebilir.

İkinci olarak da böyle bir yasaların varlığı Klasik sistemin uygulamadaki yüzü olan piyasa kapitalizminin de zaman ve mekân üstü olduğu izlenimin yaratmaktadır. Piyasanın bir kurum olduğu ve diğer bütün kurumlar gibi zaman içinde insanların karşılıklı etkileşimiyle evrilerek bugüne geldiği gerçeği bu şekilde örtülmeye çalışılmaktadır. Böylece bir kurum olarak piyasa zamanı ve mekânı aşan bir nitelik kazanır. Bu durum ise piyasanın ideolojik olarak desteklenmesine yol açmaktadır. Klasik akım, yasalarının zamandan ve mekândan bağımsızlığı iddiasını

kullandığı temel varsayımlara dayandırdığını gizlediği gibi, bu sonucun piyasayı destekleyen normatif bir nitelik taşıdığını da gizleyerek sonucu nesnel bir sonuç olarak sunmaya çalışmaktadır.

5. 2. 6. Bir Üst Varsayım Olarak Tam Rekabet Piyasası Varsayımı

Bugünkü Klasik akım, genel olarak tam rekabet ortamı denilen varsayımsal bir piyasadan hareket eder. Bu durum aslında iktisatta aksiyomatikleşmenin bir sonucudur. Çünkü Adam Smith ile başlayan ve Klasik Akım olarak ele alınan ilk dönemde serbest piyasa kavramı kullanılırken, Neoklasik Akım olarak ikinci dönemine karşı gelen yeni dönemde serbest piyasa, aksiyomatik sistemin gereklerine uygun olacak şekilde belirli varsayımlara dayanılarak tam rekabet piyasası denilen hayali bir piyasaya yerini bırakmıştır. Bu nedenle tam rekabet ortamı da rasyonellik ve tam bilgi gibi bir varsayım olmasına rağmen onlardan farklı olarak özünde bir üst varsayımdır. Çünkü bu varsayım aslında yapılan diğer bazı varsayımlar sonucu elde edilen bir varsayımdır. Tam rekabet ortamının önemi Klasik iktisat için tartışmasızdır: denge ancak ve ancak tam rekabet ortamında sağlanınca hem doğru fiyat olan denge fiyatı oluşuyor hem de üretici ve tüketici artığı maksimum olup herhangi bir etkinsizlik söz konusu olmamaktadır. Bu nedenle,

“Ne Marshall, ne Wicksell, ne de Klasikler mükemmel rekabetin istisna olduğunu kabul etmişlerdir… Tam rekabetin gerçekleşmesi için gerekli şartlar daha yakından araştırılırsa… ortak tarımsal üretim bir yana bırakılırsa mükemmel rekabetin uygulama sınırları çok dardır.” (Schumpeter, 1974: 134).

Tam rekabet piyasasının gerçekleşmesi için rasyonel üretici ve tüketici, tam bilgi varsayımlarının yanında kendine özel dört varsayımı daha vardır. Bunlar üretici ve tüketicilerin fiyat alıcı olduğu, piyasada çok sayıda alıcı ve satıcının bulunduğu, piyasadaki malın homojen olduğu ve bunlara ek olarak da piyasanın denge fiyatından alışverişe başlamasını sağlayan bir Walrascı mezatçı olduğu varsayılır. Bu varsayımlar altında dengede başlayan işlemler sürekli bir denge içinde devam eder ve dengesizlik durumunda da dengeye yönelen bir yapı oluşur. Diğer bir anlatımla, bu varsayımlar altında tam rekabet piyasasında hem sürekli bir dengeden söz edilebilir

hem de bir dengesizlik durumunda dengeye yönelme eğilimi yani kararlı bir denge yapısı taşır. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi bu varsayımlardan sadece birincisinin gerçek hayatta tam bir karşılığı görülmektedir. Piyasada çok sayıda alıcı bulunur ancak artan marjinal maliyet varsayımının sağlanmadığı yerlerde çok sayıda firma bulmak olası değildir. Bu durumda da tam rekabetten tekelci rekabet, oligopol ya da tekel piyasalarına doğru bir kayma olur ve denge de bu yeni piyasalarda ulaşılan dengeye karşılık gelir. Ayrıca tam rekabetin en önemli şartlarından biri olan homojen ürün varsayımı da gittikçe gerçekle tutarsız bir hale gelmektedir. Rasyonel bir üretici için farklılaştırılmış ya da farklılaştırıldığı yanılsaması yaratılmış bir mal üretmek homojen mal üretmekten her zaman daha fazla gelir getireceği konusu belirsiz olsa da, ürettiği malın o piyasada kendine bir güç sağladığı kesindir. Bu iktisadi güçle de zamanla gelirini tam rekabetteki gelirinin ütüne çıkarması daha olası hale gelir. Bu nedenle homojen ürünlerin olmadığı günümüzde tam rekabetten çok eksik rekabet piyasalarının görülmesi normal karşılanması gereken bir durumdur. Bu durum da aslında rasyonel davranışın doğal sonucudur. Rasyonellik, tam bilgiyi dışladığı için tam rekabeti de ister istemez dışlamaktadır. Nasıl ki esneksizlik ya da katılıklar rasyonelliğin sonucu olduğu için dışsal değil içsel ise, tam bilginin dışlanması da kuramda değil ancak uygulamada eksik rekabeti dışsal değil, içsel bir sonuç haline getirmektedir. Walrascı mezatçı ise, sırf aksiyomatik sistemi tutarlı kılmak ve zaman kavramını sisteme dâhil etmemek için yaratılmış hayali bir kişiliktir. Çünkü mezatçının olmadığı bir alışverişte, ilk anda ortaya çıkan bir dengesizlik bir tarafa avantaj sağlayıp onu bir iktisadi güç haline getirerek dengeden sapmış bir fiyat-miktar sonucuna yol açabilir. Bütün bu varsayımların aynı anda gerçekleşmesi ile elde edilen tam rekabet dengesi ve en etkin fiyatı, gerçek hayatta Bertrand modeliyle elde etmek de bir o kadar olası kolay görünmektedir. Çünkü iki firmalı bir fiyat modeli olan Bertrand modelinde sadece homojen mal varsayımı vardır ve fiyat da tam rekabetteki gibi marjinal maliyetin marjinal gelire eşit olduğu noktada oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında denge ve etkin fiyat, sadece hayali bir tam rekabet piyasasında değil, bir başka hayali ama tam rekabetin olmadığı oligopol piyasasında da sağlanabilir. Bunlar arasındaki seçim ise aynı sonuca götürdüğü için artık iktisadi değil, politik bir tercih haline gelmektedir.

5.3.                             Ortodoks ve Heterodoks İktisat Okullarındaki Temel Varsayımların Oluşumu, İşlevi ve Karşılaştırılmaları

Doğa bilimleri ile sosyal bilimleri birbirinden ayıran özelliklerden biri de, doğa bilimlerindeki bilgilere nazaran sosyal bilimlerdeki bilgilerin daha az kesin ve görece olması dolayısıyla, sosyal bilimlerde bir ortodoks-heterodoks anlayış ayrımına gidilebilmesidir. Her ikisi de Yunanca olan bu kavramlardan, Ortodoks doğru, düzgün anlamına gelen "orthos" ve "öğreti, düşünce" anlamındaki doxa sözcüklerinin birleşiminden oluşup doğru görüş, inanç ve ana akım anlamına gelirken; heterodoks sözcüğü ise "farklı" anlamına gelen heteros ile "öğreti, düşünce" anlamındaki doxa sözcüklerinden oluşur ve ana akımdan sapmış olan anlamına gelir. Heterodoks akımlar genelde sosyal bilim dallarında bir anlayışın çok baskın olduğu durumlarda ortaya çıkarlar. Başka bir ifadeyle sosyal bilimlerde heterodoksi o bilim dalında bir paradigmal anlayışın varlığıyla ilgili bir durumdur.

Heterodoks kavramı her ne kadar sosyal bilimlere ilişkin ise de aslında sosyal bilimlerin iki dalında kullanılmaktadır: iktisat ve din. Belki de bunun temel sebebi her iki alanda da bir paradigma olarak ortodoks anlayışların var olabilme koşullarının bulunmasıdır. Din açısından inanç esas olduğu için, bir ortodoks anlayışın varlığı her zaman olagelmiş ve artık doğal kabul edilen bir anlayıştır. Ancak iktisat gibi tarihi üç asrı bile geçmeyen bir bilim dalında ortodoks bir anlayışın gelişmesi iktisadın başka bir yüzünün de olduğunu gösterir. İktisadın bir ortodoksisi olması ve bunun da Klasik iktisat oluşunun en önemli sebeplerinden biri iktisatta uygulama ile kuram arasındaki görülmez bağlardır. Klasik iktisat piyasayı ve kapitalizmi meşrulaştırırken piyasadaki aktörler ve kapitalizmin temellerini oluşturan üretici kesim de piyasayı gçrünüşte kuramdaki biçime getirmek için çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle, hiçbir sosyal bilimde olmayıp sadece dinde olan bir olgu ekonomide olmakta ve ortodoks akımın kuramcıları ile uygulayıcıları el ele verip uygulamayla kuramı birbirine yaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunun en önemli sebebi de bu alanlardaki değişimin bütün insanları aynı düzeyde etkilemeyeceği gerçeğinde saklıdır. Örneğin fizikte Newtoncu paradigmadan Einsteincı paradigmaya geçiş eğer bir etki yaratmışsa ortalama olarak herkesi aynı düzeyde etkilemiştir. Ancak hem dinde hem de

ekonomide bir ortodoks anlayışın yıkılıp yerine başka birinin geçmesinin etkileri herkese eşit düzeyde yansımaz. Çünkü bu alanlar yalnızca bilimin değil, gücün de içinde bulunduğu alanlardır ve paradigmanın değişimiyle birlikte güç de el değiştirir ve böylece kazanan ve kaybedenlerin olduğu bir sonuç ortaya çıkar. Bu biçimde bakıldığında heterodoks akımlar, değişimlerin sonuçlarının dengesiz dağılım gösterdiği alanların yarattığı doğal bir sonuçtur.

İktisattaki heterodoks okullardan önce bunlara yol açan ortodoks akımların gelişimi ve temel varsayımları üzerinde durmak gerekir. Bu çalışma çerçevesinde tarihi anlamda uygulanma denemesi olmuş ortodoks ve heterodoks akımlar ve bunlara ek olarak Kurumsalcı akım ele alınacaktır.

5. 3. 1. Klasik Akım

Ortodoks iktisat, Adam Smith ile başladığı öne sürülen Klasik akım ile başlar. Ancak bu ilk klasik iktisat okulunu kendinden sonra gelen Neo Klasik alımdan ayırmak, içerik yönünden ziyade içeriği meşrulaştırmada kullanılan araçlar yönünden ele alındığında daha kolay hale gelir. Genel olarak Klasik akım, Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği ile başlayıp, Ricardo, Malthus, Senior, Say ve J. S. Mill ile son bulan (Kazgan, 1974: 67–68) ve yerini Neo Klasiklere bırakan iktisadi düşünce okuluna verilen addır.

Marx, Klasik iktisatçıları William Petty ile başlatsa da (Marx, 1986: 286) bu çalışmada Klasik akım Smith ve Ricardo özelinde incelenecektir. Ricardo, çalışmasının esasını, servetin bölüşümü ve vergilemenin farklı sınıflara etkisinin doğal hareketini incelemek olarak açıklarken (Ricardo, 2008: 1-2), Smith ise önce her milletin ürünün sağlayan ana kaynak olarak gördüğü emek, emeğin işbölümünün nedenleri, bölüşümün dayandığı doğal düzen, daha sonra da sermaye üzerinde durarak üretimi ve bölüşümü incelemiştir (Smith, 2011: 1-3).

İşbölümünü çalışmasının merkezine oturtmuş olan ve işbölümünün gelişmesinin bir “alışverişçi toplum” (Smith, 2011: 24) yaratacağını belirten Smith,

pratik nedenlerin zamanla bugünkü halini alan parayı ortaya çıkardığını öne sürmektedir. Böyle bir toplumda Smith’e göre insanlar, diğer insanların iyilikseverliğine değil bencilliğine ve çıkarlarına hitap ederek gereksinimlerini karşılar (Smith, 2011: 16). Değeri, kullanım ve değişim değeri olarak iki kategoriye ayıran Smith,

“Kullanırken en büyük değeri olan şeylerin, çoğu kez değiş ederken en az değeri olur; ya da hiç olmaz. Bunun aksine en büyük değişim değeri olanların kullanım değeri ya azdır, ya hiçtir.” (Smith, 2011: 30)

demekte ve bu duruma elmas ve suyu örnek göstermektedir.

Klasik akımını “doğal” kavramı Smith’de sistematik bir şekilde kendini göstermektedir. Smith,

“Her toplulukta ya da her bölgede, emeğin yahut mal mevcudunun her çeşit kullanılışında, gerek ücret gerekse kâr için ortalama ya da alışılmış bir kerte vardır… Bu alışılmış ya da ortalama hadlere çoğunlukla egemen bulundukları zaman ve yerde, ücretin, karın ya da toprak rantının doğal kertesi denilebilir.” (Smith, 2011: 59-60).

Smith, doğal fiyat ile piyasa fiyatı farklılaşmasını malın arzı ile etkin talebi arasındaki orana bağlamaktadır (Smith, 2011: 61-63). Buradan da “… doğal fiyat, bütün mal fiyatlarının boyuna çevresinde dönüp dolaştıkları merkezi fiyattır.” (Smith, 2011: 63) diyerek, Newton’un doğal çekimine benzer bir yapıyla doğal fiyat tanımı yapmaktadır. “Her bir malın pazar fiyatı, böyle demek yakışık alırsa, sürekli bir çekimle doğal fiyata doğru yönelir.” (Smith, 2011: 65) diyen Smith, ancak aksaklıkların çoğu malın fiyatını uzun süre doğal fiyatın epey üstünde tutabileceğini belirtir. Smith’in burada aksaklıkları dışsal aldığı üstü örtülü bir varsayımdır. Smith’e göre,

“Doğal fiyatın kendisi, oluştuğu ücret, rant ve kâr kısımlarından her birinin doğal kertesine göre değişir. Bu kerte ise, cemiyetin içinde bulunduğu şartlara göre; zenginliğine yahut yoksulluğuna, ilerleyen, yerinde sayan ve gerileyen durumuna göre her toplulukta değişir.” (Smith, 2011: 69).

Smith’e göre bütün kısıtlama ve yönlendirmeler bir yana bırakılınca, açık ve sade olan

“… doğal serbestlik sitemi kendiliğinden ortaya çıkıp kurulur. Adalet kanunlarını çiğnemedikçe her insan, kendi çıkarının peşinden dilediği gibi gitmekle, gerek emeğini gerekse sermayesini herhangi bir başka insanın yahut insan tabakasının emeği ve sermayesiyle rekabet ettirmekte tamamen serbest kalır. Yapmaya kalktığında hep bin bir hileyle karşılaşacağı ve gereği gibi yapılmasına insan aklının yahut bilgisinin hiçbir zaman yetmeyeceği bir ödev, yani özel kişilerin çalışmalarını gözetip onu topluluğun çıkarına en uygun işler doğrultusunda yöneltmek ödevi, hükümdarın üstünden büsbütün kalkar.” (Smith, 2011: 762-763).

Smith’e göre doğal serbestlik sisteminde hükümdarın göz kulak olacağı görevler; topluluğu yabancı saldırganlığından koruma (savunma), topluluğun kendi içindeki bireyleri diğer saldırgan bireylerden koruma ( adalet) ve belirli bayındırlık hizmetleri ile kamu kurumları kurup bakımını sağlayıp bunların sürekliliğini sağlamaktır (Smith, 2011: 763).

Her şeyin “doğal” olanından söz eden Smith, ücretler konusunda güç ilişkilerini kabul etmektedir. Smith’e göre ücret, işçi ile usta [sermayedar] arasındaki sözleşmeye dayanır ve burada pazarlık sonucunu güç belirlediği için “sonucu önceden kestirmek güç değildir.” (Smith, 2011: 72). Ayrıca Smith, ücretlilere talebin ancak ücret ödemek üzere ayrılan fon artışı kadar çoğaltılabileceğini, bunu da, ülkenin gelirinin ve mal mevcudunun artmasıyla artacağını belirtir (Smith, 2011: 75). Smith’te, “Ücretleri yükselten mal mevcudu artışı, kârın alçalmasına vesile olur.” (Smith, 2011: 96) diyerek, emek ile sermaye arasındaki çelişkiye siyasi olmayan bir şekilde kendine yer bulmaktadır. Bu konuda “Malların bugünkü ya da eski göreli değerlerini belirleyen şey, emekçiye emeği karşılığında verilen malların göreli miktarı değil, emeğin üreteceği malların miktarıdır. (Ricardo, 2008: 13) diyerek Smith ile aynı noktadan olaya bakan Ricardo’ya göre “Fiyatların değişmesi kârı değiştirmez, kârı bölüşüm oranlarının değişmesi değiştirir.” (Ricardo, 2008: 42). Ricardo bu sözleriyle de hem ücret-kâr arasındaki uzlaşmazlığı gösterir hem de bu uzlaşmazlık durumunda sermayedarı desteklediğini ifade eder, Çünkü Ricardo’ya göre, “Kâr düşerse birikim güdüsü düşer ve belli bir noktadan sonra tümden yok olur.” (Ricardo, 2008: 95) ve üretim ve gelişmenin temeli de birikimdir.

Smith ve Ricardo’da ücretler sadece emek arzı ve talebiyle belirlenmezler. Bu konuda Smith, “Emeğin para olarak ödenen karşılığı, ister istemez iki şarta göre, yani emeğe karşı olan talep ile yaşam için gerekli ve elverişli maddelerin fiyatına göre düzenlenir.” (Smith, 2011: 94) derken Ricardo, “Ücretler iki nedenden dolayı yükselir ya da düşer; Birincisi, emek arzı veya talebi, İkincisi, ücretlerin harcandığı malların fiyatı.” (Ricardo, 2008: 71) sözleriyle aynı fikirde olduğunu belirtir.

Klasik akımın emek-değer kuramına bağlılığı hem Ricardo hem de Smith’de görülmektedir. Emeği “… bütün malların değişim değerinin gerçek ölçüsü” (Smith, 2011: 31) olarak alan Smith, ancak nesnelere çokluk emekle değer biçilmediğini çünkü emeğin karşılaştırılmasının zor olduğunu belirtmektedir (Smith, 2011: 33). “Malların değişim değeri, üretilmeleri sırasında harcanan emekle orantılıdır; üstelik yalnızca o malların üretilmelerinde doğrudan harcanan emek değil, bu emeğin sonuç vermesi için malzemeyi ya da makineleri üretmede harcanmış olan emek de hesaba katılır.” (Ricardo, 2008: 19) diyerek emek-değer kuramını savunan Ricardo, “Emek değer kuramı aynı değer ve dayanıklılıkta bağlı sermaye kullanıldığında geçerli olur. Buradaki farklılık değeri emekle birebir orantılı olmaktan çıkarır.” (Ricardo, 2008: 27) sözleriyle de bu kuramın geçerli olduğu durumu belirtmektedir.

Ricardo, Say’ın her arz kendi talebini doğurur tezini desteklemekte (Ricardo, 2008: 256) fakat fiyatı arz ve talebin belirlediğine yönelik düşüncesine karşı çıkmaktadır.

“Bay Say, fiyatın temelinin, üretim maliyeti olduğunu kabul eder, ama kitabının çeşitli yerlerinde fiyatı belirleyenin, talebin arza oranı olduğunu da savunur. Herhangi iki malın göreli değerlerini nihai olarak belirleyen şey, onların üretim maliyetleridir, satılabilecekleri miktar ya da müşteriler arasındaki rekabet değil.” (Ricardo, 2008: 306-307). ve

“Malın fiyatını eninde sonunda belirleyen, sıkça söylendiği gibi arz ile talep arasındaki oran değil, malın üretim maliyetidir; aslında arz ile talep arasındaki oran, talepteki artışa veya azalışa göre arzın ne kadar arttırılabildiğine bağlı olarak, belirli bir zaman için, malın piyasa değerini belirler; ama bu etki yalnızca geçici bir süre için geçerlidir… Mal fiyatlarının yalnızca arzın talebe ya da talebin arza oranına bağlı olduğu kanısı, siyasal iktisatta neredeyse önkabul hâkline gelmiş, bu bilim dahilindeki pek çok hatanın kaynağı olmuştur. (Ricardo, 2008: 343)

Yine aynı eserinde, Ricardo, arz ve talep ile belirlenen fiyat, tekele tabi mallar için geçerli ve sınırlı bir süre dahilinde tüm mallar için doğru olduğunu ileri sürmektedir (Ricardo, 2008: 345).

“Üretimi bir bireyin ya da şirketin tekelinde bulunan… malların değeri, satıcılar miktarlarını çoğalttıkça düşer, müşterilerin bu malları satın almada gösterdikleri heves oranında ise yükselir; burada fiyatın doğal değerle bir bağlantısı yoktur; oysa rekabete tabi olan, miktarı makul ölçüde artan malların fiyatları, eninde sonunda, arz ile talebin durumuna değil, üretim maliyetlerindeki artışa ya da azalışa bağlı olarak değişir.” (Ricardo, 2008: 346)

Smith’e göre her ülkenin toprağıyla emeğinin yıllık ürününü paylaşan toprak sahibinin çıkarı genel çıkar ile kesin uyumludur (Smith, 2011: 280). Ücretli sınıfın çıkarı da, toplumun genel çıkarıyla toprak sahibininki kadar uyumludur ancak “… işçi bu çıkarı kavrayacak ya da onun kendi çıkarıyla olan ilgisini anlayacak yetenekte değildir.” (Smith, 2011: 281). Kârla geçinen tabakanın çıkarı ise; kâr, ücret ve rant gibi toplumun refahı ile doğru orantılı hareket etmediği için, toplumun genel çıkarına terstir. Çünkü kamu çıkarına ters olan “pazarı genişletip rekabeti daraltmak, her zaman iş adamlarının çıkarınadır.” (Smith, 2011: 282). Smith’e göre bu çıkarın halkı aldatmakta ve ezmekte menfaati olup, uygulamada bir çok kez hem aldatmış hem de ezmiştir (Smith, 2011: 283). Ricardo ise bir genel çıkar sınıf çıkarı karşılaştırması yapmamakta ancak “Hangi oranda ücret ödeneceği, kâr meselesi açısından son derece önemlidir; ne de olsa, karların yüksek ya da düşük olması, tümüyle ücret oranının düşük ya da yüksek olmasına bağlıdır.” (Ricardo, 2008: 21) ve “Ücretlerdeki bir yükselme dışında hiçbir şey karları etkileyemez.” (Ricardo, 2008: 91) diyerek sadece emek ile sermaye arasındaki çıkar farklılığını belirtmektedir.

Her ne kadar bu akım kendinden sonra gelen akımın bir anlamda öncüsü olarak görülse de bazı farklılıklar da göze çarpar. Bunlardan en önemlisi emek-değer kuramını yani değerin kaynağını emekte gören bir anlayışa sahip olmalarıdır. Ayrıca iktisadın tarifinde ve sınıfların varlığını kabulüyle serbest piyasada meydana gelen ekonomik ilişkileri incelemeye çalışmışlardır. Klasik akımda geleceği tam bir görme olduğu için beklenti söz konusu değildir, daha doğrusu bir belirsizlik ortamı olmadığı için gerçekleşen olaylarla beklentiler birbiriyle örtüşür.

Klasik akımın kendinden sonra gelen Neoklasik akımla paylaştıkları ortak yönler ise rasyonel bireylerin piyasa kendi çıkarına uygun hareket ettikleri zaman herkesin çıkarını en çoklayan bir sonuç ve dengeye ulaşacaklarına dair inançlarıdır. Klasik akım, reel analiz yaptığı için parayı sadece bir mübadele aracı olarak görmüş ve paranın miktar teorisine uygun olarak para miktarı ile fiyatların aynı yönde ve oranda değişeceği ileri sürülmüştür. Say Yasası sayesinde iktisada arz yönlü bir bakış olduğu için, miktar teorisi ve Say Yasası’nın geçerliliği altında, hiçbir müdahaleye gerektirmeden tam istihdam dengesine ulaşılacağına dair bir inançları vardır.

5. 3. 2. Neo-Klasik Akım

Neoklasik iktisat, Kazgan’ın da ifade ettiği gibi “ dar anlamda, 1870’lerden 1920’ye kadar olan yarım asırlık dönemde, Klasik «kıymet teorisi»de köklü değişme yapan, fakat, bunun dışında klasik görüşleri ve birtakım kayıtlarla liberal ideolojiyi sürdüren iktisatçıların okulu olmuştur.” (Kazgan, 1974: 125). Bu anlamda, Neoklasik iktisat, aslında Klasik iktisadın bir varsayımının reddinin bir sonucu ortaya çıkmıştır. Klasik iktisadın Ücret Fonu varsayımının reddiyle ortaya çıkan boşlukta, emek değer kuramından fayda değer kuramına geçilmiş, bu geçiş Marjinal Devrim ile sağlanmış ve bundan sonraki Klasik akıma Neoklasik iktisat akımı adı verilmiştir. Neoklasiklerin değer konusunda geliştirdikleri yaklaşım kendisini, bu akımın Jevons ve Walras’la birlikte üç kurucusundan biri olan Menger’de şu şekilde gösterir:

“Değer… ne malların kendi içlerinde olan bir şey, onların özelliği, ne de kendisiyle mevcut olan bağımsız bir şey değildir. Değer, iktisadi davranan insanların yaşamlarını ve refahlarını sürdürmek için tasarrufları altındaki malların önemi hakkında verdikleri bir hükümdür. Bundan dolayı değer, insanların bilinçlerinin dışında mevcut değildir. Bu yüzden, iktisadi bireyler için bir “değere” veya “değerlere” sahip olan bir malı bağımsız gerçek şeyler olarak isimlendirmek ve değeri bu şekilde nesnelleştirmek de oldukça yanlıştır. Nesnel olarak mevcut olan varlıklar her zaman sadece belli şeyler veya şeylerin miktarları olduğu ve değerleri temelde şeylerin kendilerinden farklı bir şey olduğu için; değer, yaşamlarının ve refahlarının korunması için iktisadi davranan bireylerin, şeylerin kontrollerinde olmasının ifade ettiği önem hakkında verdikleri bir karardır. Malların değerinin nesnelleştirilmesi, ki doğası itibariyle bütünüyle sübjektiftir, bilimimizin temel prensipleri hakkında yine de çok fazla kafa karışıklığına yol açmaktadır.” (Menger, 2009: 68).

Neoklasik akımın en önemli özelliği objektif değer kuramından sübjektif değer kuramına geçilerek elmas-su çelişkisi gibi Klasik iktisadın kullanım ve

mübadele değeri tanımlarıyla çözmeye çalıştığı sorunlara yeni bir bakış açısıyla çözüm getirmesidir. Bu konuda Menger, altın veya elmas ile içme suyunun değer karşılaştırmasında, suyun ihtiyaç tatmininden fazla olmasının ona hiçbir değer atfedilmemesine yol açarken, yani bir tür iktisat dışı mal karakteri gösterirken, altın ya da elmasın var olan miktarıyla sağlanan en az önemli ya da son birim tatminin bile iktisadi davranan insanlar için hala oldukça yüksek öneme sahip olmasının ona iktisadi mal veya yüksek bir değer sağladığını iddia etmektedir (Menger, 2009: 83). Bu akımın temel önermesi ya da varsayımı, rasyonel bireylerin, tam bilgi ve azalan marjinal fayda/ artan marjinal maliyet varsayımları altında ekonominin dengede olacağı, herhangi bir dengesizliğin de bu varsayımlar ve fiyatlar, ücretler ve faizlerin esnek olduğu varsayımları altında dengeye yönelmeyle sonuçlanacağıdır. Neoklasik akım, ortodoks iktisat içinde yerini daha sonraları Parasalcı ve Yeni Klasik İktisat akımlarına bıraktığında bile marjinal analizin kullanılmaya devam edilmesi, Neoklasiklerin Ortodoks iktisada kazandırdığı temel değerin bu tür bir analizi iktisada sokması ve iktisatta matematikleşmenin kapısını açması olduğu söylenebilir.

Bu akımın iktisadı matematikleştirmesi yanında toplumu fertlerin toplamından ibaret gören metodolojik bireyciliği, aksiyomatik bir iktisadi dengenin kurulmasının önünü açmıştır. Amoral ve fayda ençoklaması yapan bireylerden oluşan bir toplumun, varsayımsal olarak oluşturulmuş tam rekabet piyasası adı altında bir piyasadaki işlemleri yine belli varsayımlar altında sürekli kendi kendini doğrulayan, tam istihdam, tam kullanım ve doğru fiyat-doğru miktar dengesini kuran bir yapının oluşturulmasını sağlamıştır. Ancak bu yapıya kullandığı yöntem olan akılcı, soyutlayıcı, tümdengelimci, matematiksel ve statik denge analizi ile ulaşmıştır. Bu kendi kendini doğrulayan aksiyomatik bütün, iktisadi olgulardan uzaklaşmaya başlamış ve olgularla sınanmak yerine her zaman ifade edilmeyen varsayımlar altında sürekli olarak doğru gibi görülmüş ve 1929 Büyük Buhranı’na kadar ana akımın yüzü olarak iktisatta egemenliğini sürdürmüştür. Bütün bunlara rağmen, Neoklasik akımın zamandan ve mekandan bağımsız, denge eksenli, rasyonalite temelli aksiyomatik yapısının bugünkü geleneksel iktisadın da temellerini oluşturması bu akımın aslında yok olmadığını ve bir paradigma olarak karşı karşıya geldiği olgusal bunalımı (1929 Büyük Buhranı’nı) Lakatoscu anlamda koruyucu

kuşağını değiştirerek ya da Kuhncu anlamda paradigma krizini atlattığının en iyi kanıtıdır.

5. 3. 3. Marxçı İktisat Akımı

Dünyada iktisadi açıdan uygulama şansı bulmuş ilk heterodoks iktisat akımı Marxçı iktisat anlayışıdır. Sosyalizmin Karl Marx tarafından geliştirilen ve Marxçılık adı verilen bu yüzü hem kaynağını Klasik akımdan alır hem de ona yalnız kuramsal değil ideolojik açıdan da bir tepki olma özelliğini taşır. Marx Kapital’de “Ben bu yapıtta, kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim koşullarını inceleyeceğim.” (Marx, 1986: 16) sözleriyle çıkış noktasının Klasik akımın ekonomideki yüzü olan kapitalizm olduğunu ve yapıtının nihai hedefinin de “…modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmak” (Marx, 1986: 18) olduğunu belirtir. Marcuse’a göre Marx bu yönüyle, yalnız diyalektik metodu değil, tarihsel olarak nesnel yasalar olabileceği fikrini de Hegel’den almıştır.

“Nesnel tarih “yasalarına” inanmak gerçekten de Hegel felsefesinin özünü meydana getirir. Hegel’e göre bu yasalar, mantığın belirtisi, insanların tarihsel eylemlerinde ve maddi ve entelektüel kültür çerçevesi içinde faaliyet gösteren öznel ve nesnel bir güçtür.” (Marcuse, ty: 10).

Marx, toplumun ekonomik biçimlenişindeki evrimi doğal tarihin bir süreci olarak gördüğünü (Marx, 1986: 18) ve bu anlamda her ülkenin bu evrim aşamalarını izleyeceğini şu şekilde belirtir:

“Aslına bakılırsa konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derece gelişmiş olmaları değildir. Burada sözkonusu olan, bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir. Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan bir ülkeye ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir.” (Marx, 1986: 17)

Marx’ı Klasik akıma bağlayan en önemli unsur emek-değer kuramını Smith ve Ricardo’dan alıp bunu sürdürmesidir. Neoklasik akım emek-değer kuramından fayda-değer kuramına geçmiş ve daha önce Klasik akım temsilcilerinin çözemediği elmas-su çelişkisi gibi sorunlara bu yeni kuramla yeni cevaplar üretmiştir. Ancak Marx ta emek değer kuramıyla aynı soruna emek eksenli çözümünü getirmiştir:

“Aynı emek, zengin madenden zengin olmayan madene göre, daha çok maden cevheri çıkartır. Elmas yeryüzünde az rastlanan bir şeydir, bu yüzden bulunup çıkartılması ortalama olarak çok emek-zamanına malolur. Öyle ki küçük bir hacmi, çok büyük emek temsil eder… Daha zengin madenlerde aynı nicelikte emek, daha çok elmasta maddeleşebilir ve elmasın değeri düşebilir. Eğer biz, az emek harcayarak, kömürü elmasa dönüştürmeyi başarabileydik, elmasın değeri tuğlanın değerinin altına düşebilirdi. Genel olarak, emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa, bir malın üretimi için gerekli emek zamanı o kadar kısa, o malda billurlaşan emek miktarı o kadar az, ve değeri de o kadar küçük olur; tersine, emeğin üretkenliği ne kadar azsa, bir malın üretimi için gerekli olan emek-zamanı o kadar çok, malın değeri o kadar büyük olur. Bu nedenle, bir metaın değeri, o metada maddeleşmiş emeğin miktarı ile doğru orantılı, üretkenliği ile ters orantılı olarak değişir.” (Marx, 1986: 54–55)

Benzer bir biçimde “Bunların [metaların] değerlerinin büyüklüğünü düzenleyen şeyin, metaların değişimi olmadığı… tersine, bunların değişim oranlarını denetleyen şey, bunların değerlerinin büyüklükleridir.” (Marx, 1986: 79) diyerek Neoklasik fayda değer kuramına karşı kendi emek-değer kuramından çıkardığı sonucu belirtmiştir. Marx’a göre para, farklı emek ürünlerini birbirine eşitleyen ve değişim esnasındaki zorunluluğun doğurduğu bir araçtır (Marx, 1986: 102) ve değeri de gene emek-zamanla ifade edilir:

“Para da öteki her meta gibi, değerinin büyüklüğünü öteki bütün metalarla kıyaslanmadığı sürece ifade edemez. Bu değer, üretimi için gerekli emek-zamanı ile belirlenir, aynı nicelikte emek zamanına malolan başka bir metaın miktarıyla ifade edilir.” (Marx, 1986: 107)

Emek-değer kuramının doğal bir uzantısı olarak “Para, bir değer ölçüsü olarak, metalarda içkin değerin ölçüsüne, emek-zamanına bir zorunluluk sonucu verilmiş dışsal bir biçimdir.” (Marx, 1986: 109–110) ve fiyat ta “metada gerçekleşen emeğin para adıdır.” (Marx, 1986: 116).

Marx, kapitalizmin tarihsel bir kategori olduğunu, bu toplumun ekonomik yapısının, feodal toplumun ekonomik yapısından doğup geliştiğini belirterek (Marx, 1986: 731)

“… doğa bir yanda para ya da meta sahibi, öte yanda emek-gücünden başka bir şeyi olmayan insanlar üretmiyor. Bu ilişkinin doğal bir temeli olmadığı gibi, bütün tarihsel dönemler için ortak bir toplumsal yanı da yoktur. Bunun geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu, ve çeşitli ekonomik devrimler ile bir dizi eski toplumsal üretim biçimlerinin yokolup gitmesinin bir ürünü olduğu açık bir şeydir.” (Marx, 1986: 184–185).

şeklinde ifade etmektedir. Ancak herhangi bir tarihsel ekonomik kategori gibi kapitalizmin de kendini ücretli emekçi ve kapitalist olarak yeniden ürettiğini yani üretimin kendine uygun yapıyı bir yeniden ürettiğini belirtmektedir (Marx, 1986: 594).

Marx’a göre bir tarihsel kategori olan kapitalizmin özü olan sermayenin çıkış noktası meta dolaşımıdır ve bu sermayenin modern tarihinin başlangıcı, 16. yüzyılda dünyayı saran ticaret ile yeryüzüne yayılan pazardır (Marx, 1986: 160). Ancak bunlar kapitalizmin doğması ve gelişmesi için gerek şart olmasına rağmen yeter şartı oluşturmaktadırlar:

“Yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihsel koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran bir kimse ile emek-gücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor. Ve bu tek tarihsel koşul, bir dünya tarihini kapsıyor. Onun için sermaye, ilk ortaya çıkışı ile, üretim sürecinde yeni bir çağın başladığını ilan ediyor.” (Marx, 1986: 185)

Sermayenin tarihsel bir kategori olarak dünya tarihinde yerini almasında sonra, bu tarihsel kategori içinde oluşan yasaların etkisini “Serbest rekabet, kapitalist üretimin içinde yatan yasaları, tek tek her kapitalist üzerinde güce sahip zorlayıcı dış yasalar olarak ortaya çıkarır.” (Marx, 1986: 283–284) şeklinde ifade eden Marx, bu anlamda evrensel değil, her tarihsel kategorinin kendine özgü yasaları olduğunu iddia eder. Bu yasalardan biri olarak iktisatta denge konusundaki düşüncesi aşağıdaki gibidir:

Çeşitli üretim alanlarının, aralarında bir denge kurulması için sürekli bir eğilim gösterdikleri doğrudur: çünkü, bir yandan, her meta üreticisi, belirli bir toplumsal gereksinmeyi karşılamak için bir kullanım-değeri üretmek durumunda iken, ve bu gereksinmelerin büyüklüğü nicel olarak değişirken, gene de, bunlar arasındaki orantıyı uygun bir sistem haline getiren bir bağ vardır ve bu sistem kendiliğinden doğup gelişir; öte yandan metaların değer yasası, toplumun elinde mevcut emek-zamanından ne kadarını özel bir meta türü için harcayabileceğini sonal olarak belirler. Ama çeşitli üretim alanlarının denge durumuna gelme yolunda gösterdiği bu sürekli eğilim, ancak bu dengenin durmadan bozulmasına karşı bir tepki biçiminde kendini gösterir.” (Marx, 1986: 370)

Burada da görüldüğü gibi süreç olarak denge Marx için de Klasik akımdaki gibi gerçek bir olgudur. Ancak Klasiklerde evrensel bir yasa olarak görülen bu yasa, Marx için belirli bir tarihsel kategorinin içinde geçerli olan ama herhangi bir evrenselliği olmayan bir  yasa  olarak görülür. Ancak aynı tarihsel kategoriye

bakarken bazı konularda Marx Klasiklerden farklı düşüncelere de sahiptir. Bunların en önemlilerinden birisi de emeğin geliri olan ücretler konusundadır. Klasik akımın ücret fonu teorisi ve daha sonra da Neoklasik akımın ücreti de herhangi bir fiyat gibi piyasada oluşan bir değişken olduğu görüşüne karşın Marx, ücretleri belirleyenin yedek sanayi ordusu olduğunu söyler: “Bütünüyle ele alındığında, genel ücret hareketleri, tamamıyla yedek sanayi ordusunun genişleme ve daralmasıyla düzenlenir ve bu da, sınai çevrimin devresel değişmelerine uygun olarak meydana gelir.” (Marx, 1986: 65)

Her değerin kaynağını emekte gören ve sermayenin el koyduğu emeği artı- değer olarak tanımlayan Marx için, sermayenin hem oluşumu hem de gelişimi emeği sömürmesi sayesinde gerçekleşir:

“Her türlü artı-değer, sonradan (kar, faiz, rant gibi) hangi özel biçim altında billurlaşırsa billurlaşsın, özü bakımından, karşılığı ödenmemiş emeğin maddeleşmesidir. Sermayenin kendisini genişletmesinin sırrı, sonunda, başkalarının karşılığı ödenmemiş belirli miktardaki emeği üzerindeki tasarruf yetkisi olarak kendini açığa vurur.” (Marx, 1986: 546)

Aynı biçimde Marx’a göre kapitalist rekabet te işçilerin karşılığı ödenmemiş emekleri üzerinden yapılmaktadır(Marx, 1986: 563).

Diyalektik materyalizmi çözümleme yöntemi olarak kullanan “salt nicel farklılıklar bir noktadan sonra nitel değişikliklere dönüşürler.” (Marx, 1986: 322) diyen Marx, “… belli bir üretim biçiminin içinde yatan uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişimi, bu üretim biçiminin çözülüp dağılarak yerine bir yenisinin kurulmasını sağlayan tek yoldur.” (Marx, 1986: 499) sözüyle nasıl ki kapitalizm feodalitenin çözülmesiyle ortaya çıkmışsa gelecek yeni düzenin de kapitalizmin çözülüp yıkılmasıyla meydana geleceğini ileri sürmektedir. Kapitalizmin ileri aşamalarında sanayinin yoğunlaşması ve fabrika sisteminin tam olarak oturmasıyla birlikte kapitalizmin kendi karşıtını da yaratacağını belirtmektedir:

“Maddi koşulları olgunlaştırmak ve üretim sürecini toplumsal bir ölçüye ulaştırmakla, kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkilerini ve karşıtlıklarını olgunlaştırıyor ve böylece, yeni bir toplumun kurulması için gerekli öğelerin yanı sıra, eski toplumu yıkacak kuvvetleri de sağlıyordu.” (Marx, 1986: 514–515)

“Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Marx, 1986: 782) diyerek Marx, kapitalist sistemin tarihsel bir eğilimi olduğunu ve bu eğilime göre zamanla tamamen mülksüzleştirilen emekçilerin artık kendi yarattığı üretim tarzına ayak bağı haline gelen kapitalist sistemi ortadan kaldırıp kapitalist özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete dönüştüreceklerini ileri sürer (Marx, 1986: 783).

Komunizm ya da sınıfsız toplum görüşünün Karl Marx tarafından geliştirilmesi ve Ortodoks İktisada bir alternatif oluşturmasına rağmen onun ortodoks akımla olan bağının da göz ardı edilmemesi gerekir. Marx’ın geliştirdiği komunizm, yukarıdaki alıntı ve açıklamalardan da görüleceği üzere, Klasik akımın emek değer kuramının diyalektik materyalizmle harmanlanmasının bir sonucudur. Tarihin bir sınıflar savaşının alanı olduğu ve emekle sermaye sahipleri arasında uzlaşmaz bir çelişkinin var olduğu varsayımlarının diyalektik ile birleşmesi, insanlığı doğal olarak bir komunist devrimi getirmektedir. Marxçı iktisadın da ortodoks iktisat anlayışları gibi kendi kendini doğrulayan bir aksiyomatik yapı olması yanında ortodoks akımlardan temel farkı yalnız aksiyomatik değil aynı zamanda ereksel (teleolojik) bir yapıya da sahip olmasıdır. Marxçı anlamda sınıfsız bir dünya öngörüsü, ortodoks akımın uygulamadaki yüzü olan kapitalizmin evrilmesi sonucu ortaya çıkacak bir iktisadi düzendir. Bu anlamda tarihin belirli bir yönü olduğu ve son tarihsel aşamanın da komunizm olduğu varsayılır. Burada da tarihsel bir analiz yapılıyor gibi görünse de ereksel bir anlayışın varlığının sonucu olarak aslında analiz tarihsel değil ortodoks iktisat analizleri gibi zaman dışı ya da zamanlar üstü bir analizdir. Çünkü ereksel bir çözümleme de zaman asla bir etken değildir ve olsa olsa olayların gerisindeki bir fon ve manzara imgesi yaratır. Schumpeter’in

“Kapitalizm ya da her türlü sistem ve düzen işlemez duruma gelebilir, ama bu bozulmadan mutlak surette sosyalizmin doğacağını ileri sürmek pek doğru olmaz. Meydana çıkacak düzensizlikten, karışıklıktan sosyalizmin çıkışı, diğer birçokları arasında bir imkandır.” (Schumpeter, 1974: 100).

şeklindeki eleştirisi esasında erekbilimsel bu yapıya yöneliktir. Bu şekilde bakıldığında, Neoklasik akımı Klasik akımın öz evladı gibi düşünürsek Marxçı anlamda komunizm de Klasik akımın üvey evladı görünümündedir. Çünkü hem

Neoklasik hem de Marxçı akım aynı kaynaktan yola çıkmalarına karşın, Neoklasik akım var olan eski yapıyı korumaya çalışırken, Marxçı akım var olan güç yapısını değiştirmeye çalışmış ve bu nedenle hem üvey evlat muamelesi görmüş hem de heterodoks bir akım olarak sınıflandırılmıştır.

5. 3. 4. Keynesci Akım

Marxçı akımdan sonra Ortodoks iktisat akımına alternatif olacak ikinci heterodoks akım da gene ortodoks iktisadın içinden çıkmış olan Keynesci iktisat akımıdır. Keynes’in ortodoks iktisat akımının o dönemdeki yüzü olan Neoklasik iktisada eleştirisi iki temelde ele alınabilinir. İlk olarak Keynes Neoklasiklerin Klasiklerden alıp devam ettirdiği Say Yasası’nın artık geçerli olmadığını ileri sürmüştür. Say Yasası’nın geçerli olmaması ana akım iktisadın reel analizinin de artık geçerli olmadığı sonucunu doğurur. Diğer bir ifadeyle Keynes ile birlikte paranın reel sektör üzerinde olumlu ya da olumsuz anlamda bir etkisi olabileceği iktisat yazınında iddia edilmeye başlanmıştır. Keynes’in ana akıma ikinci itirazı kullandığı varsayımların gerçek dünyadaki karşılıklarına yöneliktir. Keynes’e göre ana akım iktisadının mantıksal anlamda bir tutarsızlığını bulmak zordur. Ancak bu varsayımların oluşturduğu dünyanın gerçek bir dünyada oluşması da bir o kadar zor bir durumdur. Bu bakımdan Klasik iktisat, Keynesci iktisadın ancak bütün varsayımlarının gerçekleştiği bir dünyadaki özel bir durumu olabilir. Bu anlamda Keynescilik eğer bir paradigma olarak alınacaksa bu paradigmanın ana akım iktisadının tam tersi varsayımları olduğu ve ondan bağımsız olarak, kendi başına tanımlanabilecek bir paradigma yaratmadığı söylenebilir. Belki de bunun en büyük kanıtı, Keynes’in Marxçı anlayışın tersine piyasayı reddetmeyip onun kusurlu olabileceği ve bunun da müdahalelerle önlenebilir bir kusur olduğunu düşünmesidir.

Ancak burada Keynesci iktisat ve Genel Teori hakkında iki nokta üzerinde durmakta yarar vardır. İlk olarak, Keynesci iktisadın teoriden çok politikaya etki etmesi ve bu alanda daha fazla uygulama alanı bulması konusuna eğilmek gerekir. Çünkü Keynes’in her ne kadar piyasaya müdahale edilmesi ve bu anlamda politikaya kapı açması konusunda fikirleri varsa da Genel Teori’yi uygulamadan ziyade

kuramda bir yenilik getirmek amacıyla yazmıştır. Uygulama kuramın bir devamı olduğundan uygulamada bir yeniliğin öncelikle kuramda bir yenilik getirmesi doğal bir durumdur. Keynes bu konudaki görüşlerini Genel Teori’ye yazdığı Önsöz’ün ilk cümlelerinde açık biçimde ifade etmektedir:

“Bu kitap özellikle iktisatçı meslektaşlarımıza hitap etmektedir. Başka kimseler için de anlaşılabilir olmasını dileriz. Ne var ki, başlıca konusu güç teorik sorunların incelenmesidir ve teorinin olaylara uygulanmasını ikinci planda tutmaktadır. Zira, geleneksel ekonomide yanlışlıklar varsa bunları, büyük bir mantık uyarlığı kaygusuyla meydana getirilmiş bilimsel yapısında değil, fakat açıklık ve genellikten yoksun bulunan öncüllerinde[premisses] aramak gerekmektedir. Şu halde, iktisatçıları temel hipotezlerinin [basic assumptions] yeni eleştirmeli incelemesine kalkışmaya inandırmaktan ibaret olan amacımıza ancak pek soyut ve o derecede çok bilimsel tartışmalarla erişebiliriz.” (Keynes,1980: XI; Keynes, 1967: V)

Bu ilk sözlerinde de görüldüğü gibi Keynes, kendinden önceki geleneksel iktisat anlayışına öncelikle kuramsal temelde karşıdır. Bu alanda temel eleştirisi de kullandığı öncüller ve temel varsayımların bir mantıksızlık yaratmasından değil, gerçek dünyada bir karşılığı bulunmamasından ötürüdür. Başka bir ifadeye, Neoklasik akım varsayımsal bir dünya yaratmış, bu dünyayı da aksiyomatik bir yapıyla her zaman kendini doğrular hale getirmiştir. Ancak, 1929 Dünya Buhranı’nda görüldüğü gibi, bu yapının gerçek dünya ile bağlantısı kopmuş ve bu kopuş ta gerçek dünyanın sorunlarına önerdiği yanıtların artık işlevsiz bir hale gelmesine yol açmıştır.

Keynes hakkında söylenebilecek ikinci söz, onun ve kuramının kendinden önceki ana akıma Marx’ta olduğu gibi ideolojik bir tepki olmadığıdır. Keynes’in Klasik akıma tepkisi, yine kendi eserinin Son Notlar bölümünde biraz uzun olsa da aşağıdaki alıntıda net olarak görülmektedir:

“Klasik teoriye karşı yaptığımız eleştiri, onun analizindeki mantık yanılmalarını belirtmekten çok zımni hipotezlerinin [tacit assumptions] hiçbir zaman, ama hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğunu ve dolayısıyla somut dünyanın ekonomik problemlerini çözümlemeye yeterli bulunmadığını ortaya koymaktan başka bir şey olmamıştır. Ne var ki, merkezi organlar tam istihdama mümkün olduğu kadar yakın bir durumla bakışımlı bir üretim hacmi meydana getirir getirmez [Fakat eğer bizim merkezi kontrollerimiz pratik olarak tam istihdama karşı gelen üretim düzeyine en yakın durumu meydana getirmeyi başarırsa] klasik teori bütün hukukuna yeniden kavuşmuş olacaktır. Üretim hacmi veri

olarak alınmışsa, yani klasik okulun anlayışı dışındaki güçler tarafından yönetilmiş farzolunursa, bu okulun, üretilmiş malların cinsini ve bunları üretmek için içerisine katılan üretim etkenlerinin oranlarını ve elde edilen üretim değerinin bu etkenler arasındaki bölünümünü belirlendiren şeyin bireysel çıkar olduğu biçiminde yaptığı analize karşı da diyecek bir şey kalmaz. Tüketim eğilimi ile yatırıma teşvik arasındaki uygunluğu sürdürmek üzere merkezi bir örgütün gerekliliği dışında, ekonomik yaşamı daha fazla sosyalleştirmek için bir neden yoktur.

… Çalışmaya istekli ve yetenekli olan on milyon kişiden dokuz milyonu istihdam edilmişse, bu dokuz milyon kimsenin çalışması kötü yönetilmiş anlamına gelmez. İçinde bulunulan sistemi, kendilerine iş sağlanan bu dokuz milyonu istihdam etmiş olmasından dolayı değil, fakat sonuncu milyona iş bulamamış olmasından dolayı kınamak gerekir. Bugünkü sistemin kusurlu olarak belirlendirilmesi, istihdamın yönetiminden değil, hacminden dolayıdır.

… Kuşkusuz tam istihdamı sağlamak için gerekli yönetimin merkezi organlarının bulunuşu, Devlet’in geleneksel fonksiyonlarında büyük bir gelişmeye neden olacaktır. Zaten modern klasik teori de, ekonomik güçlerin serbestçe uygulanmasını ılımlaştırmanın ya da yönetmenin gerekli olabileceği çeşitli haller üzerine dikkati çekmiştir. Ne var ki özel girişim ve sorumluluğun faaliyette bulunabileceği geniş bir alan daha az mevcut olacak değildir. Bu alanda bireyciliğin geleneksel avantajları bütün değerlerini koruyacaktır.” (Keynes, 1980: 403–404; Keynes, 1967: 378–380)

Yukarıdaki uzun alıntıda da görüldüğü gibi Keynes’in asıl hedefi istihdamın hacmini tam kapasiteye çıkarma yani tam istihdama ulaşmaktır. Bu noktaya ulaştıktan sonra Klasik akımın kurallarının işlerlik kazanacağını belirtir. Keynes’e göre devletin piyasaya müdahalesi, özel kesimi dışlamayacağı gibi bireyci toplumun da ortadan kalkmasına neden olmayacak yani ideolojik anlamda bir sistem değişimine yol açmayacaktır. Bu açıklamalar ve alıntıdan da görüleceği gibi Keynes, Klasik akımı gerçeklere daha fazla yaklaştırmaya çalışmış ancak onda köklü kuramsal değişiklikler önerse de politik anlamda bir devrim önermemiştir.

5. 3. 5. Neo-Klasik Sentez

Keynes’in görüşleri asla tek başına uygulamaya geçirilmemiş ve Neoklasik sentez adı verilen ve kuramsal temelini Hicks’in attığı bir yapı içinde (Hicks, 1937) politika uygulayıcılarına sunulmuştur. Bu anlamda Keynesci akımın egemen olduğu 1940’lar ile 1970’li yıllar arasında iktisatta eklektik bir sistemin var olduğu söylenebilir. Bu sistemde de her şey yolunda iken Neoklasik iktisat, sorunlar baş gösterince de Keynesci iktisadın uygulamaları ön plana çıkmıştır.

Bu dönemi iktisat için hem kuramda hem de uygulamada bir ara dönem olarak görmek gerekir. Çünkü bu dönemde makro iktisatta Keynesci, mikro iktisatta ise Neo klasik iktisat egemendir. Bir başka ifadeyle kurama ana akım politikaya Keynesci akım egemendir. Bunun Keynesci akıma etkisi büyük ve ağır olmuştur. Çünkü ana akım, Keynesci akımı teoriden uzaklaştırıp iktisat politikası alanına sıkıştırarak adeta iktisattaki politik başarısızlıklardan bağışık bir yapıya kavuşmuştur. Bu durumun bir sonucu olarak, ilk iktisat politikası başarısızlığında yani stagflasyon olgusuna çare olamayınca, bu başarısızlığa Keynescilik içinde çözüm aramak yerine rafa kaldırılmış ve yerine ana akımın yeni yüzü olan Parasalcı iktisat akımı geçmiştir.

Bu dönemde mikro iktisattaki, yani kuramdaki ana akım egemenliği ve buna karşı Keynesci alternatifler aramak, ancak Keynesci akımın gözden düşmesi sonrasına rastlamaktadır. Çünkü Keynesci akımın başarısızlığı olayları mikro anlamda açıklamamasından geldiği ileri sürülmüş ve makrodan mikroya dönüş ve bu mikro temelinde yeni bir makro iktisat ve iktisat politikaları oluşturulması önerilmiştir. Bununla da Keynesci iktisat politikalarının uygulandığı dönemde de geçerli olan ana akım mikro iktisadına dönüşün yolu açılmıştır. Böylece de Keynesci politikalarının gölgesinde kalan rasyonel birey, tam rekabet, denge gibi kavramlar ve rasyonel bireylerin tam rekabet piyasasında rasyonellik varsayımı altında dengenin sağlanacağına dair inanç yavaş yavaş tekrar belirmeye başlamıştır (Bu çalışma boyunca çalışmanın çerçevesine girmeyen Yeni Keynesci ve Post Keynesci iktisat akımlarının Parasalcı ve Yeni Klasik akımlarla karşılaştırmalı bir analizi için bkz. Hiç- Birol‚ 2005).

.

5. 3. 6. Parasalcı Akım

Milton Friedman’ın kurucusu olduğu Parasalcı iktisat akımı Keynesci akıma yönelik eleştirilerini 1950’lerin ortalarından sonra başlamalarına rağmen, Keynesci akımı yıkan şey, bu kuramsal eleştirilerden ziyade 1970’lerin başındaki petrol krizinin yarattığı ve durgun ortamda enflasyon anlamına gelen stagflasyon olgusudur. Friedman bu durumu “Düşünce ortamının değişmesine kuram ya da felsefe değil, deneyimler yol açtı.” (Friedman,1988: 8) diyerek ifade eder. Friedman

60’larda Keynesci iktisadın temel taşlarından olan Phillips eğrisinin uzun vadede bir doğru olduğunu yani enflasyon ile işsizlik arasında bir ödünleşmesinin bulunmadığını iddia etmiştir. Bu iddianın doğal olarak, devlet müdahalesiyle iktisadi hayatın uzun vadede yönlendirilemeyeceği ve uzun vadede iktisadı içsel dinamiklerinin yön vereceği sonucunu doğurur. Parasalcıların bu sonuç yüzünden Keynesci akıma yönelik bir karşı devrim olduğu iddia edilmektedir. Ancak Friedmancı Parasalcı akım aslında yalnız Keynesci iktisada değil, Neoklasik akıma karşı da bir devrim niteliği taşır.

Friedmancı Parasalcılık Keynesci iktisada karşı devrim olarak algılanmasının nedeni açıktır: Parasalcı iktisat görüşü Keynesci mali politikaların iktisatta uzun dönemde reel bir değişim yaratmayacağını ileri sürmektedirler. Bu yönüyle Parasalcılar, Klasik iktisadın Neoklasik yorumundan sonraki aşamasını ifade eder. Benzer şekilde Friedman’ın devlete biçtiği rol de Keynesci akımdan çok Neoklasik akıma benzemektedir:

“Hukuk ve düzeni koruyup sürdüren, mülkiyet haklarını tanımlayan, mülkiyet haklarında ve ekonomik oyunun diğer kurallarında değişiklik yapabileceğimiz bir araç olarak hizmet veren, kuralların yorumu üzerindeki anlaşmazlıklarda hakemlik yapan, anlaşmaları yürüten, rekabeti geliştiren, parasal çerçeve sağlayan, teknik tekelleri engelleyecek ve çoğunluğun devlet müdahalesini haklı gösterecek kadar önemli saydığı komşuluk etkilerini giderecek etkinliklere bulunan, deli olsun, çocuk olsun sorumsuz kişilerin özel hayır derneklerin ve özel aileye ek yardım veren bir devlet” (Friedman,1988: 65)

Friedman’ı Neoklasiklere yaklaştıran bir başka yön de, hem devleti bireylerin toplamı olarak görmesi (Friedman,1988: 14) hem de ekonomik özgürlüğü siyasal özgürlüğün bir ön şartı olduğunu bunun da ancak rekabetçi kapitalizmle sağlanabileceğini belirtmesidir (Friedman,1988: 18, 26). Bir başka açıdan “Kişi hem eşitlikçi hem liberal olamaz.” (Friedman,1988: 315) diyerek özgürlük ve eşitliğin bir noktada çatışacağını ve bu çatışma noktasında liberalin özgürlüğü seçmesi gerektiğini belirtir. Neoklasiklerdeki amoral birey yaklaşımına benzer bir durumu Friedman’ın şu ifadelerinde bulunabilir:

“… bir toplumda bireyin özgürlüğünü nasıl kullandığı konusunda «özgürlüğün» söyleyecek bir şeyi yoktur, özgürlük her şeyi kapsayan bir ahlak bilimi değildir. Gerçekte bir liberalin baş amacı, bireyi ahlaksal sorunuyla kendi başına uğraşmaya bırakmaktır.” (Friedman,1988: 30).

Ancak Friedman, Keynesci maliye politikalarını reddederken aynı zamanda bir yönüyle de Keynes’i ortodoks iktisat akımına eklemlendirmiştir. Bu eklemlendirme ile kendini akımın isminde bile göstermektedir. Friedman, Klasik ortodoks iktisatta o zamana kadar gelen reel analiz anlayışını reddetmiş ve paranın reel sektörü etkileyebileceğini, bu anlamda da paranın iktisatta Klasiklerin iddia ettiğinin tersine, bir tül vazifesinden daha fazla bir etkiye sahip olduğunu ileri sürmüştür. Friedman’a göre:

“Eğer bir otomatik mal standardı uygulanabilir gibi olsaydı… parasal güçlerin sorumsuz uygulamaları tehlikesi olmaksızın istikrarlı bir parasal çerçeve sağlayabilirdi… Ne var ki,… böyle bir otomatik sistemin uygulanabilir olduğu tarihte görülmemiştir.” (Friedman, 1993: 74)

Friedman, para tarihi üzerine yaptığı çalışmalardan ve bundan çıkardığı sonuçtan şu şekilde bahseder:

“Tarihsel kanıtların kapsamlı incelemesine dayanarak ben, şu konuda ikna olmuşumdur: Kabaca bir karşılaştırmanın ortaya çıkardığı ekonomik istikrardaki farklılık, gerçekte parasal kurumlardaki farklılığa yorulabilir.” (Friedman, 1993: 80)

Bu bağlamda Friedman’a göre, Amerika’nın 1929 krizinden çok ağır etkilenmesinin nedeni özel girişimin doğasında var olan istikrarsızlık değil, para otoritelerinin yol açtığı para miktarındaki üçte bir oranındaki düşüştür. Bu nedenle de Friedman “Şu anki seçimim, para otoritesine para miktarında belli bir büyüme hızı sağlamada yol gösterecek yasalaştırılmış bir kural olacaktır.” (Friedman, 1993: 94) diyerek kurala dayalı para politikaları önermektedir. Bu kuralın ne olacağına dair ise:

“Kesin olmamakla birlikte para miktarındaki büyüme oranı ile nominal gelirdeki artış oranı arasında tutarlı bir ilişki bulunmaktadır. Para miktarı hızla büyüdüğünde nominal gelir hızla artmakta; para miktarı hızla azaldığında nominal gelir de aynı hızla azalmaktadır.” (Friedman, 1993: 88)

sözleriyle bunun nominal milli gelir ile para miktarındaki büyüme arasında bir ilişki olduğunu belirtir. Çünkü Friedman’ın araştırmalarına göre parasal büyümeler “beş ya da on sene gibi uzun olabilecek kısa dönemde” önce üretimi uyarmakta, “on yıllık dönemler sonrasında” ise öncelikle fiyatları etkilemektedir (Friedman, 1993: 89–90).

Ancak Parasalcılar paranın reel sektörü etkilediğini kabullenmelerine karşın etkilerinin henüz tam olarak ölçülemediğini öne sürerek parasal politikaların ekonomiyi etkilemede kullanılmasına karşı çıkmışlardır. Bir anlamda Keynes gibi Say Yasası’nı reddetmişler ancak bu konuda herhangi bir politika uygulanmasına da karşı çıkmışlardır. Çünkü Friedman’a göre:

“Parasal politikanın ne yapabileceği konusunda tarihin verdiği ilk ve en büyük ders- ve en derin öneme sahip olan ders- para politikasının paranın kendi başına önemli bir rahatsızlık kaynağı olmasına engel olabilmesidir.” (Friedman, 1993: 103)

Bu şekilde bir yol izlenirse istikrarlı bir parasal büyüme sayesinde ekonominin reel kesiminin etkin tarzda çalışması sağlanır ve şu anki bilgi düzeyinde parasal politikadan beklenilebilecek en fazla şey ancak budur (Friedman, 1993: 109).

Eğer Neoklasik iktisat ana akıma marjinal çözümlemeyi kazandırmışsa Parasalcı akımın da ana akıma reel çözümlemenin yetersizliği düşüncesini getirdiğini ifade edebiliriz. Ancak bunun ne kadar istenir olduğu bir soru işareti olarak kalmıştır. Çünkü Friedman’ın para ile ilgili tarihi ve kuramsal çalışmaları, paranın en azından kısa vadede yansız olmadığını ve bu nedenle bir iktisadi politika aracı işlevine sahip olduğunu göstermiştir. Friedman bir ana akım iktisatçısı gibi bu aracın kullanılmamasını ve ekonominin kendi haline bırakılmasını istemiş olmasına rağmen, paranın yanlılığının kabulü dahi Klasik akım içinde yeni bir olgudur. Bu durum da belirli varsayımlar altında reel değişkenlerle aksiyomatik bir dengeye dayana ana akım için yalnız bir yenilik değil, aynı zamanda bu yapıya tehdit oluşturan bir gelişmedir. Parasalcı akımın herhangi bir olgusal sorunlarla yanlışlanmadan bir kenara bırakılıp Yeni Klasik akıma geçmenin en önemli sebeplerinden biri de, paranın yansızlığı ve aksiyomatik yapının tekrar öne çıkarılması ve kendi kendine işleyen tam rekabet piyasası anlayışına geri dönme isteği olarak görülebilir.

5. 3. 7. Yeni Klasik Akım

Yeni Klasik İktisat akımı, ortodoks iktisat akımının en son aşamasına karşı gelmektedir. Parasalcı akımın yerine Klasik akımın devamı olarak iktisat yazınındaki yerini almıştır. Yeni Klasikleri rasyonel beklentiler kavramına verdikleri önem ve çözümlemelerinde merkezi konuma oturttukları için Rasyonel Beklentiler Okulu olarak da adlandırılmaktadır. Yeni Klasik anlayışın temel tezi, bireylerin yalnız tam bilgi ve ileriye yönelik tam bir görüşün olduğu yani beklenti kavramının gereksiz olduğu bir ortamda değil, belirsizliklerle dolu bir dünyada da rasyonel davranarak fayda en çoklaması yapmasını mümkün olduğudur (Rasyonel beklentiler, beklenti kavramı ve rasyonel beklentiler ile Keynes sistemindeki beklentiler ve uyarlamalı beklentiler arasındaki ilişkiler hakkında bkz. Begg, 1982: 1. ve 2. Bölüm; Rasyonel beklentiler konusunda genel bir değerlendirmesi için bkz. Çelik‚ 2002).

Belirsizlik altında bile rasyonel davranışın faydayı ya da kârı en çoklatacağı düşüncesi iki sonucu doğurmaktadır. Bunlardan ilki iktisat politikasının gereksizliğine yönelik ve Keynesci akıma karşı olan çıkarımdır. Diğeri ise Parasalcılara karşı olup, reel çözümlemeye geri dönüş anlamında parasal değişkenleri de iktisatta temel bir etki yapmayacağı iddiasıdır. Reel çözümleme ya da aksiyomatik iktisada dönüş, Parasalcı akımın paraya ekonomide verdiği önemle karşılaştırıldığında, Ortodoks iktisadın Parasalcıların reel analizini dışlayan görüşünü de heterodoks bir görüş olarak algıladığını göstermektedir. Nitekim diğer iktisadi akımların yeni bir akımla yer değiştirmesine hep büyük bir iktisadi sorun sebep olmuştur. Klasik iktisattan Neoklasik iktisada geçişin sebebi Ücret Fonu Teorisinin reddi ile doğan boşluğun Marjinal analiz ile doldurulabilmiş olunmasıdır. Keynesci akımın Neoklasik akımın yerine geçmesinin nedeni 1929 Dünya ekonomik Bunalımı, Parasalcı akımın Keynesci iktisadın yerine geçmesine 1970’lerdeki stagflasyon sorunudur. Ancak Yeni Klasik akımın Parasalcı iktisadın yerini almasına herhangi bir kuramsal ya da iktisadi uygulamaların yarattığı büyük bir kriz yol açmamıştır. Belki 1980’lerdeki Parasalcı deneyimlerin tam başarıya ulaşmamasından söz edilebilir ancak Yeni Klasik akım hem uygulamada büyük bir başarı kazanmamış

hem de daha çok Klasik akımın kuramına yönelik bir akım olduğu için Ortodoks iktisadın temellerini sağlamlaştırma işlevi görmüştür.

Yeni Klasik akımın, rasyonel beklentiler teorisi olarak adlandırdığı ve belirsizlik altında da piyasanın dışarıdan bir müdahaleye gerek kalmaksızın kendi kendine en iyi sonucu ve dengeyi vereceği iddiasının doğal sonuçlarından biri de Lucas eleştirisi olarak adlandırılan durumdur. Lucas, iktisat politikasının rasyonel bireyler tarafından hesaplanıp ona göre yeni bir davranış kalıbı geliştireceğini ve bu nedenle politikanın etkinsiz olacağını öne sürer. Ancak rasyonel beklentilerin aslında teori mi yoksa varsayım olduğu konusu bir tartışma alanıdır. Çünkü Kirmanoğlu’na göre bu teori yalnız Klasik iktisadı değil, Keynesci iktisadı da doğrulamaktadır ve bu nedenle teori değil varsayım olarak ele alınmalıdır (Kirmanoğlu, 1991). Aynı katalizörün farklı tepkimelerde farklı sonuçlara yol açması gibi aynı varsayım da farklı durumlarda ve başlangıç koşullarında farklı sonuçlar doğurmaktadır. Tüm dünyayı Eylül 2009’dan itibaren etkisi altına alan büyük finans krizi, şu an geçerli ana akım olan yeni Klasik akımı nasıl etkileyeceği, yerine yeni bir Klasik akım mı yoksa başka bir alternatif iktisat görüşünün mü geçeceği henüz belli olmamakla birlikte Yeni Klasik İktisat Okulu’nun bu krizin nedeni olup olmadığı bir yana krizin aşılabilmesinde bir katkısı olduğu da şüphelidir.

5. 3. 8. Kurumsalcı Akım

İktisatta baskın bir ekol olmasına karşın, düşünce ve uygulamada birçok başka akımın var olduğu da görülmektedir. Bunların bazıları, Anayasal İktisat, Davranışçı iktisat, Deneysel iktisat, Post Otistik iktisat, Tarihçi Okul, Kurumsalcı iktisat, Sistem-Yapı Analizi okullardır. Bu çalışma çerçevesinde ugulama şansına kavuşmuş bir alternatif iktisadi anlayış olan Kurumsalcı İktisat Okulu ele alınacaktır.

Kurumsalcı akım her ne kadar iktisat politikalarında egemen bir akım olamamışsa da, özellikle 1929 krizi sonrasında Keynesci iktisadın Amerika’ya geldiği 1945 sonrasına kadar Amerika’da iktisat politikalarında temel belirleyicilerinden biri olmuştur (Kazgan, 1974: 212). Kurumsalcı akım, Amerika

kökenli, felsefi kökenini pragmatizmden alan ve Veblen adıyla birlikte anılsa da eski ve yeni olmak üzere ikiye ayrılabilecek bir okuldur. Eski kurumsalcılar ve bunların en önemlisi olan Veblen, Yeni Kurumsalcı iktisattan daha keskin bir şekilde, hem Klasik iktisada hem de Marxçı iktisada karşıdır. Veblen iktisadı çok geniş bir anlam yelpazesine sahip olan “kurum” kavramı çerçevesinde ve evrimci bir yaklaşımla ele almıştır:

“Aynen diğer cinslerin hayatı gibi insanın toplum içindeki hayatı da bir varoluş mücadelesi ve bu nedenle de seçici bir uyum sağlama sürecidir. Sosyal yapının evrimi, kurumların doğal seçim süreci olmuştur. İnsan kurumlarında ve insan karakterinde yapılan ve yapılmakta olan ilerleme kabaca en uygun düşünce alışkanlıklarının doğal seçimine ve toplumun büyümesi ve bireylerin, insanların içinde yaşadığı kurumların değişmesi ile devamlı değişen çevreye zorunlu biçimde uyumu sürecine yerleştirilebilir. Kurumların yalnızca kendileri hakim ya da baskın ruhsal tavır ve yatkınlıkları şekillendiren seçici ve uydurucu sürecin sonuçları değildir, bunlar aynı zamanda özel yaşam ve insani ilişkiler yöntemleri ve bu nedenle de sırasında etkin seçim faktörleridirler. Böylelikle değişen kurumlar sırası geldiğinde en uygun mizaç bahşedilmiş bireylerin daha ileri seçimini ve bireysel mizaç ve alışkanlıkların yeni kurumlar oluşması yolu ile değişen çevreye daha da uyum sağlamasını sağlar.” (Veblen, 2005: 129).

Veblen, sadece kurum tanımlaması ile değil, endüstrinin kendi içindeki karşıtlığı farklı bir bakış açısıyla görerek de iktisada yeni bir pencere açmıştır. Veblen’e göre, “Modern ekonomik kurumlar, maddi ve endüstriyel olmak üzere iki kategoriden oluşur.” (Veblen, 2005: 153) ve bunların üretimdeki karşılıkları olan “İş yönetimi ile sanayi yönetimi arasındaki bu ayrım giderek artmaya devam etmektedir.” (Veblen, 2011: 44). Buna ilaveten Veblen bugünkü üretim yapısının eskisinden farklılığına vurgu yapmaktadır.

“Bugünkü sanayi sistemi, birden fazla yönden, kendisinden önce gelenlerden oldukça farklıdır. Bir kere kendi dengesini kuran, kapsamlı bir sistemdir ve ustalıklı manipülasyonlardan değil, birbirine bağlı mekanik süreçlerden oluşur. Elle değil mekanik olarak işler. Vasıflı işçiler ve araçların değil, mekanik güçler ve maddi kaynakların örgütlenmesidir; yine de, vasıflı işçiler ve araçlar da kapsamlı mekanizmasının vazgeçilmez bir parçasıdır… Uzmanlaşmış ve standartlaşmış mal ve hizmetlerin “seri üretimi”ni hedefler. Tüm bunlardan dolayı,… sanayi uzmanları, vasıflı teknoloji uzmanlarının yönetiminde sistemli bir kontrole uygundur.” (Veblen, 2011: 41).

Sanayi yapısındaki bu değişim Veblen’i Marx’tan ayrı bir devrim teorisine götürmektedir. Veblen’e göre Sovyet Rusya’daki devrimin başarısı bu ülkenin

azgelişmişliğinin bir sonucudur (Veblen, 2011: 57) ve gelişmiş dünyada böyle bir devrimin başarısı mümkün değildir. Veblen,

“Modern uygar toplumların zorunlu maddi temelini kuran teknik olarak ileri düzeydeki sanayi sistemini idare edebilecek bir örgütlenmenin gelişeceği teknik örgütlenme ve sanayi yönetimi hatları, asıl olarak da endüstri mühendisliği hattı, devrimci stratejinin ana hatlarını oluşturur.” (Veblen, 2011: 58).

diyerek devrimin ancak teknisyenlerin başarabileceği bir eylem olduğunu belirtmekte ve Amerika Birleşik Devletleri için sadece teknisyenler sovyeti biçiminde bir sovyet oluşması olasılığını görmektedir (Veblen, 2011: 71).

Veblen’in analizi çoğu durumda Klasik akımın sınırlarını aştığı için, pozitif- normatif ayrımına benzer şekilde bir tür iktisadi- iktisadi olmayan analizi çerçevesinde iktisat dışı görülme eğilimindedir. Bunun en önemli örneklerinden biri, çalışmalarında, rasyonel tüketimin yanında Klasiklerin irrasyonel gördükleri gösterişçi tüketime yaptığı vurgudur:

“En sefil olanı da dâhil toplumun hiçbir sınıfı adet olan gösterişsel tüketimin hepsini terketmez. Bu tüketim kategorisinin son unsurları korkunç muhtaç olma durumu haricinde bırakılmaz. Maddi haysiyetin son küçük şeylerin[in] de bırakılması için büyük sefalet yaşanmış olmalıdır. Hiçbir sınıf veya ülke yoktur ki bu yüksek ve ruhsal gereksinimin tüm zevkinden kendilerinin mahrum bırakacak derecede fiziksel baskı altında kalacak kadar sefil olmuştur.” (Veblen, 2005: 67).

Gösterişsel tüketime verdiği önem, bunun Klasiklerin anladığı şekilde olmadığını da ileri sürmesine yol açmıştır. Yine Veblen’e göre,

“Esas amacı ve baş unsuru gösterişsel israf olsa da herhangi bir şeyin ya da hizmetin kullanımında faydalı bir amacın olmadığını iddia etmek yanlıştır. Bunun yanı sıra, esas olarak faydalı bir ürünün değeri içerisinde israf unsurunun hiçbir şekilde olmadığını iddia etmek de olanaksızdır.” (Veblen, 2005: 76).

Buradan Veblen’e göre, malların Klasik iktisatçıların gördüğü faydaları dışında faydalara da sahip olabileceği ve bunun her malın faydası içinde belli oranda mutlaka bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Veblen’in Klasik anlamda saf iktisat yapmaması

iktisadi olaylardan saf iktisadi sonuçlar çıkarmamasının da hem nedeni hem sonucudur. Örneğin Veblen “Mülkiyet, geçimden bağımsız olarak ortaya çıkan ve büyüyen bir kurumdur.” (Veblen, 2005: 34) ve “Eğer birikim yapma içgüdüsü, bazılarının varsaydığı gibi, geçinmenin ve fiziksel rahata ermenin kaçınılmaz bir şartı olsaydı, endüstriyel verimde belli bir ilerleme kaydedildiğinde grubun toplu ihtiyaçlarının tatmin edilmiş olması gerekirdi.” (Veblen, 2005: 37) diyerek hem saf iktisat yapmamakta hem de ona inanç duymadığını göstermektedir.

Veblen, kıt kaynakların etkin dağılımını inceleyen Klasiklerin aksine, kıtlığın yenilgiye uğratıldığı sınıra gelinince, bunun çıkarlarına uygun olmadığını gören iş adamlarınca eksik kapasiteli üretim yapılacağını ve kendileri için uygun fiyattan satılacak miktarda mal üreteceklerini ileri sürmektedir.

“Yeni düzendeki makine sanayisi, gereğinden fazla üretkendir. Bu nedenle üretim oranı ve hacmi, ticari hareketliliğin taşıyabileceği- yani, ilkedeki sanayi sistemini yöneten iş adamlarına fiyat bakımından en fazla net getirinin sağlanabileceği- düzey amaçlanarak düzenlenmelidir. Aksi takdirde “aşırı üretim”, hayatında bunalım ve sonuçta her yerde zor zamanlar yaşanacaktır. Aşırı üretim, piyasanın yeterince kârlı bir fiyata gerçekleştireceğinden fazla üretim anlamına gelir. Bu nedenle ülke refahını sürmesi, ülkedeki sanayi üretimini kontrol altında tutan iş adamlarının “verimli olmaktan vicdanen vazgeçmesi”ne bağlı görünmektedir. İşadamları, sanayi üretimini kuşkusuz tümüyle kendi yararları için kontrol eder ve kendi yararları, daima karlı bir fiyat anlamına gelir. Yatırım ve ticari girişim ile fiyat sistemi üzerinden örgütlenmiş bir toplumda, mevcut sanayi tesislerinin ve işçilerin alışılageldiği üzere tamamen ya da kısmen istihdam edilmemesi vazgeçilmez koşul olarak görünmektedir ve bu olmaksızın, kabul edilebilir yaşam koşulları sürdürülemez. Yani bu gibi toplumların hiçbirinde, sanayi sistemi, herhangi bir dönem boyunca, ticari durgunluk yaşanması ve sonuçta her sınıftan insanın her koşulda yokluk içine girmesi pahasına tam kapasiteyle çalışamaz. Karlı bir için gerekenler bunu kabul etmeyecektir. Bu nedenle, üretim oranı ve hacmi; mevcut kaynaklar, donanım ve insan gücünün çalışma kapasitesine ya da toplumun tüketim malları ihtiyacına göre değil, piyasanın ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır. Dolayısıyla, tesis ve insan gücünün istihdam edilmeyeceği belirli bir sınır daima olmalıdır. Üretim oranı ve hacmi, kuşkusuz sanayi sisteminin üretim kapasitesi arttırılarak ayarlanamaz. Bu nedenle, piyasanın durumu gerektirdiği takdirde, azami üretimin az ya da çok altında tutularak düzenlenmelidir. Bu, daima tesis ve insan gücünün az ya da çok istihdam edilmemesine ilişkin bir sorundur; dolayısıyla, mevcut kaynakların istihdam edilmemesinde zekice ölçülü davranılması, “verimli olmaktan vicdanen vazgeçilmesi”, sanayi ile ilgisi olan her tür sağlam ticari girişimde akıl sahibi olmanın başlangıcıdır.” (Veblen, 2011: 24-25). ,

Kurumsalcı iktisadi çözümlemeye katkı vermesi ve ana akımın bir alternatifi haline gelmemesi iktisadi bakış açısının ne kadar katı olduğunu göstermektedir. Çünkü bu iki iktisadi analizin bakış açısı da hem ortodoks iktisat akımından hem de

heterodoks olarak kabul ettiğimiz Marxçı ve Keynesci iktisat okullardan oldukça farklıdır. Heterodoks iktisat okullarının temelleri ortodoks iktisat okullarınınki ile aynıdır. Bu açıdan bakıldığında heterodoks akımların ortodoks iktisada gerçek bir alternatif olmaları zor görünmektedir. Çünkü iktisadın Adam Smith ile başladığını kabul eden her akım özünde ortodokstur. Bu nedenle iktisadi analizde kurumları esas alan Kurumsalcı akımla, ortodoks iktisat anlayışın gerçek alternatifi gibi görünmektedir.

5.4.                             Tarihsel ve Toplumsal Koşulların Varsayımların Oluşturulması Üzerindeki Etkisi ve İşlevi

İktisat her ne kadar zamandan ve mekândan bağımsız yasaların varlığını kanıtlama uğraşında olsa da aynı zamanda sürekli olarak belirli bir zamanın ve mekânın problemini çözme gayreti içindedir. Bu çabanın doğal bir sonucu olarak ta, iktisadi yasaların zamanı ve mekânı aşan yönleri genellikle, belirli bir yer ve zamandaki iktisadi sorunların çözüm yollarının genelleştirilmesiyle oluşturulmaktadır. Tarihsel ve toplumsal bağlam da, iktisadi çözümlemeye görünür ya da görünmez bir şekilde bu yolla dâhil olmaktadır.

İktisadı Adam Smith ile başlatan Ortodoks akım, belli varsayımlarla zaman ve mekân üstü aksiyomatik bir sistem kurarken, bu varsayımları o dönemki gereklere göre seçmiştir. Çünkü aksiyomatik bir iktisadi sistemi kurmak için çok çeşitli varsayım kümeleri kullanılabilir. Eğer özellikle bir aksiyomatik sistem kurulmak istenirse bu aksiyomatik yapıyı sağlayacak varsayım kümelerinden hangisinin seçileceği bulunulan yer ve yaşanılan ana bağlı olacaktır. Bir başka deyişle, kuramsal anlamda bir iktisadi sistemin aksiyomatik ya da erekbilimsel olup olmamasına bilim adamları karar verebilir, ancak bu karardan sonra bu iktisadi sistemin içini yaşanılan zaman ve mekândan hareketle doldurmaları gerekir. Çünkü her iktisadi sistem siyasi yönü de olan ve bu anlamda toplumca onaylanarak bir meşruiyet kazanması gerekli bir yapıyı gösterir.

Ortodoks iktisadın temel varsayımı olan rasyonel birey, hem kendinden önce başlayan ve insana verilen değeri öne çıkaran aydınlanma hareketinin hem de kilisenin insanı baskı altında tutan anlayışına bir tepkinin sonucudur. Ayrıca rasyonel insan tanımı da zaman içinde işlevsel olarak değil ama anlamsal olarak çok büyük değişimler geçirmiştir. Klasik akımın aksiyomatik bir sistem yaratma amacında, Newton’un yarattığı Klasik Mekanik kuramının büyük etkisi vardır. Yine aslında bir varsayım olan Ücret Fonu Teorisi de o dönemin koşullarının bir ürünüdür. Ancak şu durum da gözden kaçırılmamalıdır. Klasik akımın ilk dönemikendi kendini doğrulayan bşr sistemi inanç düzeyinde benimsemiş ancak onun matematiksel gösterimini yapmamıştır.

Ücret Fonu’nun reddiyle başlayıp bir bunalım haline gelen ve sonunda Marjinal Devrim ile Neoklasik iktisat adını alan Klasik akımın bu dönemindeki varsayımları da döneminin birer ürünüdür. Marjinalite kavramını iktisada kazandıran Jevons, Menger ve Walras’ın matematikçi ve mantıkçı olmaları da böyle bir sonucun oluşmasında etkindir. İktisatta matematikleşme İkinci Dünya savaşı sonrası hızlanmış ise de başlangıcının Neoklasik iktisadın Marjinal analizidir. Çünkü bu analiz sayesinde, toplumun yapısından ve zamandan bağımsız aksiyomatik ve matematiksel bir yapı kurma çalışmalarında büyük bir adım atılmıştır. Ancak toplum ve zamandan bağımsız bir yapı kurma çalışması olarak Neoklasik iktisat akımı, 1929 Dünya Bunalımı ile bir süre Keynesci akımın iktisadi uygulamaya egemen olmasıyla duraklamış ve Parasalcı akıma kadar iktisatta aksiyomatik anlayış pek ortalarda görünmemiştir.

Keynesci iktisat, toplumsal ve tarihsel bağlamda olduğunu, aksiyomatik yapının özel bir durum olabileceğini belirterek göstermiştir. Keynesci iktisatta belirsizlik, zamanın önemini; efektif talep ilkesi ise toplumdaki durumun Say Yasası’nı her zaman doğrulamayacağını göstermesi bakımından önemlidir. Keynes iktisada kendi özel varsayımlarını getirmemiş, tarihsel ve toplumsal koşulların kendinden önceki Neoklasik yaklaşımın zaman ve mekân üstü aksiyomatik sistemini her zaman doğrulamayacağını belirtmiştir. Bu şekilde bakıldığında Neoklasik akım belirli  varsayımlardan  yola  çıkarak,  her  zaman ve mekânda doğrulanabilecek

yasalara ulaşırken, Keynes var olan toplumsal koşul ve zamandan yola çıkarak olgusal gerçeklerin Neoklasik aksiyomatik yapıyı doğrulamasının olasılıklardan sadece biri olduğunu ve esas olanın yaşanılan dünyada zamanın ve toplumsal bağlamın iktisadi davranışa bir etkisi olduğunu ileri sürmüştür. Leontief’e göre, Keynesci akımın bu sonuçlara ulaşması aslında Klasik akımın homojenlik varsayımını emek arzı fonksiyonu özelinde reddetmesinin doğal bir sonucudur (Leontief, 1985: 87-90). Keynes ise Genel Teori konusunda yazılanlara makalede, Leontief’in görüşünün doğru olduğunu ve faiz oranını belirleyen para miktarı için de homojenlik varsayımının geçerli olmadığını öne sürmüştür (Keynes, 1937: 209).

Parasalcı akım, Keynes’in genel fikirlerine karşı olmasına rağmen öne sürdüğü uyarlamalı beklentiler hipotezi ile zamanın iktisatta bir önemi olduğunu zımnen de olsa kabul etmiştir. Ayrıca parasal değişkenlerin reel etki yaratacağını onaylayarak zamandan ve mekândan bağımsız ve reel çözümlemeye dayanan Neoklasik aksiyomatik yapıyı reddetmiş, iktisatta parasal olguların iktisadi değişimlere yol açabileceğini, ancak bunun engellenmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

Yeni Klasik iktisat ise bir tür Neoklasik iktisada geri dönüş gibidir. Neoklasik iktisadın zamandan ve mekândan bağımsız yasalarının ve aksiyomatik sisteminin belirsizlik ortamında da geçerli olduğu görüşündedir. Neoklasik akım ile aralarındaki tek fark, o zamandan bu zamana belirsizlik kavramının iktisada girişi ve bunun Klasik akım olarak Yeni Klasik akım tarafından kabulüdür. Ancak bu kabul, belirsizlik durumunun iktisadi yasaları etkilemeyeceği için zamanın iktisatta önemli olmadığını sonucuna götürmüştür. Zaman burada sonucu değiştiren etkin bir değişken değil, Marxçı iktisatta olduğu gibi yasaların arkasında görülen bir fona benzemektedir. Benzer şekilde rasyonel beklentiler teorisi ile de toplumsal bağlamın önemli olmadığı sonucu çıkarılmıştır. Yeni Klasik anlayışın temelini oluşturan rasyonel beklentiler kavramı her ne kadar bir teori gibi gözükse de aslında tam rekabet kavramı gibi bir üst varsayımdır. Çünkü temelde üç varsayıma dayanarak türetilmiştir. Bu varsayımların en önemlisi de rasyonel bireylerin yaptığı hataların normal dağılım göstermesidir (Muth, 1961: 317). Hataların normal dağılımı da bir başka açıdan bakıldığı zaman piyasada gücün varolmadığının veya varolması halinde

bile çıkarına uygun olarak piyasayı yönlendiremeyeceği ön kabulüne dayanır. Ancak hem Enron şirketinin batması hem de son iktisadi kriz hataların aslında bir normal dağılım göstermediğine ve rasyonel davranışın hataların normal dağılımını engelleyen asıl etken olduğuna en iyi örneklerdir (Enron Olayı için bkz. Sarıoğlu, 2002; Akerlof ve Schiller, 2010: 56-58) .

Marxçı iktisat, ortodoks iktisada karşı olarak mantıksal zamanı değil, tarihsel zamanı kullandığını iddia etse de, bu akımdaki aksiyomatik ve erekselci yapı da ne zamanı ne de toplumsal bağlamı göz önüne almaktadır. Çünkü toplum açısından bir gelişim çizgisi belirlenmiştir. Bu çizginin son aşamasına gelmek toplumlar için tarihsel açıdan bir zorunluluk olarak görülmektedir. Bir başka deyişle toplumlar burada bir özne konumundan çok nesne görevi görmektedir. Zaman da aslında Marxçı yasalar açısından etkin bir değişken değildir. Çünkü erekselci bir ekonomi anlayışı hâkimdir. Erekselciliğin olduğu yerde bir şeylerin olması kesindir ve sadece bir zaman meselesidir. Bir başka deyişe, nasıl ki aksiyomatik bir iktisat kuramı bireyi ve toplumu şeyleştirir ve değerden düşürürse, erekselcilik te zamanı nesneleştirir, değersizleştirir. Bu anlamda Marxçı yasalar her ne kadar zaman ve toplum bağlamında görülüyorlarsa da, aslında Neoklasik iktisat yasaları kadar zaman ve mekândan bağımsız ve yaşanılan zamanı, mekânı ve toplumu göz ardı eden bir karaktere sahiptirler.

Klasik iktisadi akımın varsayım bağlamında temel eleştirisini onun içinden çıkan Keynes’in yapmış olması gibi, Marxçı iktisadın varsayım temelli eleştirisi de yine kendi içinden çıkan Eduard Bernstein’dan gelmiştir. Zaman olgusal anlamda Marxçı akımın bazı varsayımlarını çürütmüştür. Bu konuda Bernstein zamanın kurama etkisi konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır:

Komunist Manifesto’nun modern toplumun gelişimine yönelik öngörüsü, bu gelişmenin genel eğilimini yansıttığı ölçüde doğruydu. Ancak farklı özel çıkarsamalarda, özellikle de gelişmenin ihtiyaç duyacağı sürenin tahmininde yanılıyordu…

Toplumsal koşulların gelişmesi Manifesto’da anlatıldığı gibi olmadı. Bunun gözlerden gizlenmesi yalnızca fayda sağlamamakla kalmayıp, aynı zamanda yapılabilecek en büyük ahmaklıktır. Mülk sahiplerinin sayısı azalmadı, tam tersine arttı. Toplumsal sermayenin olağanüstü artışı büyük sermayedarların giderek eriyen değil, tam tersine farklı

büyüklükteki kapitalistlerin artan sayısında buluyor. Orta sınıfların karakteri değişmekle birlikte, bunlar toplumsal merdivendeki yerlerini kaybetmediler.

Üretimin yoğunlaşması bugün de endüstrinin her dalında aynı güç ve hızla gerçekleşmiyor. Birçok üretim dalında sosyalist eleştirinin tüm öngörüleri haklılık kazanmakla birlikte, başka dallarda yetersiz kalıyor. Tarımdaki yoğunlaşma süreci daha yavaş ilerliyor. Ticari istatistikler işletmelerin farklı büyüklükte olağanüstü sayıda parçalara ayrıldığını gösteriyor ve bu farklı kategorilerden hiçbirisi istatitiklerden yok olma niyetinde değil.” (Bernstein, 2011: 22-23)

Yukardaki ifadelerden Bernstein’ın Marxçı sosyalizmin temel varsayımlarının gerçekle çeliştiğini adeta Keynes gibi, bu varsayımlarla birlikte düşünüldüğünde olgusal gerçekler karşısında Marxçı sosyalist akımın sosyalist dünya görüşünün özel bir haline dönüştüğü gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Marxçı iktisat okulu ile Klasik akımın benzerliği buna yapılan eleştirilerin benzerliğinde de kendini göstermektedir. Bunun en iyi örneğini de Durkheim’in Klasik akıma yönelik arz ve talep yasası hakkında, yine Bernstein’ın Marxçı akıma yönelik diyalektiğin kullanımı konusundaki eleştirisinde daha net görmek mümkündür:

“En üretken endüstrilerin en değerli endüstriler olması ve en çok talep edilen ve en az bulunan ürünleri ellerinde tutanların bu ürünleri en yüksek fiyata satmalarının iyi olacağı mantığa uygundur. Fakat bu mantıksal zorunluluk hiçbir biçimde doğanın gerçek yasalarının ortaya çıkardığı zorunluluklara benzemez. Doğa yasaları, olguların birbirlerine ne şekilde bağlanmasının iyi ve gerekli olacağına bakmaksızın, olguların gerçekte hangi ilişkilerin zorunlu zinciriyle birbirlerine ilintilenmiş olduğunu ifade ederler. Arz ve talep yasası hakkında söylediğimiz bu şeyler, ortodoks iktisat okullarının “doğal” diye nitelendirdiği ve aslında arz ve talep yasasının özel biçimlerinden başka bir şey olmayan bütün iktisat yasaları için de geçerlidir. Bu yasaların belirli bir amaca ulaşmak için başvurulması doğal olan veya doğal gözüken araçları ifade etmeleri bakımından doğal oldukları söylenebilir. Lakin, doğal yasadan, doğanın saptanmış belirli bir varoluş biçimi anlaşılıyorsa, bu yasalar bu doğal yasa terimiyle nitelenmemelidir. Bu yasalar en fazla pratik bilgeliğin sunduğu önerilerden ve tavsiyelerden ibarettir. Bu yasalar, az veya çok akla yatkın şekilde gerçekliğin açık ifadeleri olarak sunuluyorsa, bunun nedeni bu önerilerin birçok insan tarafından çoğu durumda yerine getirildiğine dair doğru veya yanlış bir varsayımın varolmasıdır.” (Durkheim, 2004: 90-91).

“Gerçek hayatta şeyler nasıl hareket ederse etsin, deneyim bazında saptanabilir gerçeklik zeminini terk ettiğimiz ve ötesine geçtiğimiz anda türetilmiş tanımların dünyasına gireriz ve bundan sonra Hegel’in koyduğu şekliyle diyalektik yasaları izlersek, daha farkına bile varmadan “tanımın kendi gelişimi”nin tuzağına düşmüş oluruz. Hegelci çelişki mantığının arkasında yatan büyük bilimsel tehlike budur. Hegelci çelişki mantığının kuralları belli koşullarda reel şeylerin ilişkilerini ve gelişmesini çok iyi göstermeye yarayabilir. Bunlar bilimsel sorunların formüle edilmesinde de çok faydalı bir rol oynamış ve önemli buluşların gerçekleştirilmesine yol açmış olabilir. Fakat gelişmeler bu kurallar temelinde tümdengelimli bir şekilde öngörüldüğü anda, keyfi şekillendirme tehlikesi başlamış olur ve bu tehlike, gelişmesi söz konusu olan şey ne kadar çok parçadan oluşuyorsa, o denli büyür.

Basit bir objede deneyim ve mantıklı çıkarsama yeteneğimiz bizi, “yadsımanın yadsıması” gibi analoji kuralları vasıtasıyla değişik olasılıklarla ilgili ihtimal dışı sonuçlar çıkarmaktan alıkoyar. Ancak bir şey ne kadar çok parçadan oluşuyorsa, unsurların sayısı ne kadar yüksekse, doğası ne kadar farklı nitelikler gösteriyorsa ve içindeki güç ilişkileri ne kadar çeşitliyse, sözü edilen kurallar gelişmesi hakkında o kadar az bilgi verir. Çünkü temel, sonuç çıkarmaya yaradığı gibi, tüm tahmin ölçüsünün kaybolmasına da neden olabilir.” (Bernstein, 2011: 50-51).

İktisat teorisindeki değişmeler, olgusal gerçeklerle çelişmenin aşırı derecede arttığı zamanlarda gerçekleşmiş, normal durum esnasındaki eleştiriler genellikle kurama alınmamak yanında pratikte de gözardı edilmiştir. Örneğin Walter Bagehot hakkındaki şu ifadeler Klasik akımı varsayım bağlamında eleştirisinin belki doğru, ancak zamanının kesinlikle uygun olmadığının en iyi göstergesidir:

“Walter Bagehot (1826-77) “Economic Studies” adlı eserinde geleneksel klasik politik iktisat sisteminin‚ gerçekte evrensel olarak doğru olmak yerine, zamanın ve mekânın çok dar sınırları içinde geçerli olan belirli temel varsayımlara dayandığını gösterdi. Fakat Bagehot daha ziyade parasal problemler üzerine çalışmaları ve kendi türünde bir klasik olarak günümüze kadar gelen “Lombard Street” kitabıyla tanınmaktadır.” (Thomas, 1936: 699).

Bagehot’un eleştirisini yaptığı dönemde kapitalizm derin bir krize girip temelleri sorgulanır hale gelmediği için yaptığı eleştiriler genele yayılamamıştır. Kendisi “Her büyük kriz‚ daha önce asla kuşkulanılmayan bir konu hakkında kuşkular duyulmasını beraberinde getirecektir.” (Bagehot‚ 1999: 157’den aktaran Galbraith‚ 2009: 150) demekteyse de Bagehot’un varsayım eleştirilerinin dikkate alınıp bu alanda şüphelerin belirmesi ancak 1929 Krizi’nden sonraya denk gelmektedir. 1929 Krizi sonrası Keynes “Klasik teori olarak varsayılan özel durumun niteliklerinin, şu anda içinde yaşadığımız iktisadi toplum açısından hiçbir geçerliliği yoktur.” (Keynes, 2008: 13) diyerek kuram uygulama ayrışmasını işaret etmiş ve Buhran’ın da etkisiyle düşünceleri hem genele yayılmış hem de iktisat politikalarına yön verir hale gelmiştir. İktisatta krizler yol açan sorunlar o zamana kadar ya yapılan varsayımlar nedeniyle görünmez hâle getirilmiş ya da dışsal alınmıştır. Uygulama ile kuram arasındaki bu ayrışma varsayımların sistemi soyutlama yerine indirgeme işlevini yerine getirdiğinin en iyi kanıtıdır. Nitekim Keynes kendi kuramının genel, Klasik kuramın ise kendi kuramının özel bir hâli olduğunu öne sürerken varsayımların  Klasik  kuramı  kendi  kuramının  indirgenmiş  bir  formu  hâline

getirdiğini görmüştür. Keynes’in eleştirisine benzer bir eleştiri bu kez Friedman tarafından 1970’lerdeki stagflasyon krizi sonrası Keynes’e karşı yöneltilmiş ve Friedman bu durumu “Düşünce ortamının değişmesine kuram ya da felsefe değil, deneyimler yol açtı.” (Friedman,1988: 8) diyerek ifade etmiştir. Bütün bu örneklerden 2009’da başlayan ekonomik krizi sonrası ana akıma yönelik eleştirinin ampirik bir desteği olacağı öngörülebilir ancak hangi eleştirinin etkili olacağı ve genele yayılıp politikalara yön vereceği konusunda herhangi bir tahminde bulunmak oldukça zor bir konudur.

İktisatta zaman bazı düşünceleri sürekli kılarken, bazı konularda farklı sonuçlara ulaşılmasına, bazı olguların ise zamanla ortaya çıkması nedeniyle ilk başta görünmemesine neden olur. Klasik akımın kurucusu kabul edilen Smith’de kâr oranlarının eşitlenmesi durumu vardır (Smith, 2011: 96) ve durum hala geçerliliğini korumaktadır. Bunun gibi Smith, üretken ve üretken olmayan olmak üzere iki çeşit emeğin olduğunu ileri sürmektedir. Sanayi işçisinin emeği üretken emek iken, sıradan hizmetçiler ile maiyetindeki bütün sivil ve asker memurlarla birlikte hükümdar, ordu, donanma, kilise adamları, sanatçılar üretken olmayan emeğin birer örneğidir (Smith, 2011: 357-359). Bu anlayış günümüzde hala etkisini sürdüren küçük devlet anlayışının temelini oluşturmaktadır.

Sadece zamanla farklı sonuçlara ulaşıldığı da görülmektedir. Örneğin, Smith’de de Marx’taki gibi kapitalist ilişki içindeki sermayedar ve emekçi vardır (Smith, 2011: 52) ve “Emek, fiyatın hem emeğe dönüşen kısmının değerini ölçer hem ranta ve kara dönüşen kısmını ölçer.” (Smith, 2011: 54) der ancak Marx’ın aksine bundan politik bir sonuç çıkarmaz. Çünkü Smith, emeğin kendisi yanında sermaye ya da toprak sahibini doyurmasını normal bir durum olarak görmektedir. Ayrıca, Smith’in eserinde Marx’takine benzer bir sefalet durumunun tasviri olmasına karşın Marx’taki gibi bir devrime yol açmaz (Smith, 2011: 75). Benzer şekilde, fiyatın kıtlıkla arttığını görmesine rağmen ve “Altın kıtlığını belirli bir derece arttıracak olursanız, en küçük altın parçası bir elmastan daha fazla değerlenip başka malların daha çoğuyla değiş edilebilir.” (Smith, 2011: 192) demekle birlikte buradan sübjektif fayda teorisine geçmemektedir. Bir başka ifadeyle Smith’de de fayda

kavramı vardır ancak faydanın fiyatla bir bağlantısı yoktur. Neoklasik akım bu bağlantıyı kurmuştur. İktisatta zamanla anlamı değişen en önemli kavramlardan biri de fiyat kavramıdır. Smith’de doğal fiyat kavramı ile beraber piyasa fiyatından da söz edilir ancak aslolan doğal fiyattır. Ricardo’da doğal fiyat artık göreli fiyatta kendini gösterirken, piyasa fiyatı görünen fiyat haline gelmiştir (Ricardo, 2008: 63). Ancak her iki durumda da emek-değer kuramı geçerlidir. Bu durum Marx’ta “Bir meta sosyal emeğin billulaşması olduğu içindir ki bir değere sahiptir.” (Marx, 1965: 47) biçiminde ifadesini bulmaktadır. Emek-değer kuramının reddi, Menger’in, Smith’i emeği iktisadi ilerlemenin merkezi faktörü yaptığı ve emeğe aşırı önem atfettiği için eleştirmesi ve “beşeri refahtaki ilerlemenin tek bir nedenine ışık tuttuğuna inanmaktayım.” (Menger, 2009: 21) diyerek emeğin değişkenlerden sadece birisi olduğunu öne sürmesiyle başlar. “Değer malların doğasından gelen bir özellik değil, ihtiyaçların tatminine yönelik iktisadi mallara atfedilen önemdir.” (Menger, 2009: 64) ve “Değerin sadece doğası değil, fakat aynı zamanda ölçüsü de sübjektiftir. Mallar her zaman belli iktisadi bireyler için değere sahip olurlar ve bu değer aynı zamanda sadece bu bireyler tarafından belirlenir.” (Menger, 2009: 87) sözleriyle Menger, fiyatı maliyetten koparmıştır. Çünkü Menger, fiyatları bireylerarası mübadelenin temel özelliği olarak değil, bu mübadelelerin doğal sonuçları ve iktisadi bir dengenin belirtileri olarak görmektedir (Menger, 2009: 129). Böylelikle başlangıçta yapay olarak görülen piyasa fiyatı, artık değerin tek geçerli biçimi olmuş ve sadece arz ve taleple belirlenen bir değişken halini almıştır.

Son olarak sadece zamanla ortaya çıkan ve ilk başta görünmediği için analize dahil edilmeyen olgular da iktisatta görülmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi spekülasyon güdüsüdür. Smith’e göre, eli altında mal mevcudu olan bunu, ya tüketir ya da durağan veya döner sermayeye çevirir. Bunun dışında bir davranışta bulunan kimse, “iyice oynatmış olmalıdır.” (Smith, 2011: 303). Çünkü Smith’de spekülasyon güdüsü diye bir şey yoktur. Keynes ise, “Kişilerin harcamadıkları parayı, bir şekilde harcayacakları fikri, günümüz düşüncesini hala çepeçevre sarma özelliğini sürdürmektedir.” (Keynes, 2008: 27) sözleriyle bu düşünceye karşı çıkmaktadır. Çünkü, Keynes’e göre, “Say Yasası’na göre düşünenler, iki temel faaliyeti (bugünkü tasarruf  ile  gelecekteki  tüketim)  arasında  bir  bağ  olduğunu  varsaymaktadır.”

(Keynes, 2008: 28). Buna ilaveten Smith’de de “İnsan emeğinin satın alabileceği yahut üretebileceği malın miktarı, her ülkede etkin talebe; veya, onu hazırlayıp piyasaya getirmek için verilmesi gereken rant, emek ve karların tümünü ödemeye istekli olanların talebine göre, kendiliğinden, doğal şekilde düzenlenir.” (Smith, 2011: 462) biçiminde bir etkin talep olmasına karşın bir talep krizi beklentisi asla yoktur. Çünkü, Smith’e göre,

“Yiyeceğe karşı olan istek, herkeste midesinin dar hacmi ile sınırlanmıştır. Fakat yapı, giyim, kuşam, takım taklavat, ev döşemesindeki rahatlıklar ve süsler için olan isteğin ucu bucağı, sınırı yok gibidir.” (Smith, 2011: 183-184)

Sonsuz istek-sınırlı kaynak kavramlaştırmasının temelini oluşturan ve Ricardo’nun da desteklediği bu fikir (Ricardo, 2008: 259), Say Yasası’nı desteklemekle kalmaz aynı zamanda onu talebin alt sınırı haline getirir.

İktisat anlayışı yalnız farklı zaman ve mekan içinde yaşayanlar arasında değil, aynı dönemde yaşamış bilim adamları arasında da bakış açılarının farklılığı nedeniyle farklılaşabilmektedir. Bunun en iyi örneklerinden biri Veblen ile Schumpeter’in aynı konulardaki birbirine zıt olan düşünceleridir. Veblen sosyalist bir devrimde sorunu büyük şirketlerde görürken, Schumpeter asıl sorunun dönüşüme hazır büyük şirketlerde değil, kendilerini kolayca bırakmayacak ve sosyalist düzende iş görmesi beklenmeyen küçük şirketlerde görmektedir (Schumpeter, 1967: 106- 114). Ayrıca verimliliği baltaladığı için batacağını öngören Veblen’in tersine Schumpeter, kapitalizmin kendi başarısızlığı yüzünden değil aksine başarısı yüzünden yok olacağını öngörmektedir (Schumpeter, 1974: 106-114).

Burada son olarak iki konuya değinmek gerekir. İlk olarak, her ne kadar iktisadi akımlar aksiyomatik bir yapı kurma eğiliminde olsalar da hem Marxçılık hem de Klasik iktisat ve Keynesci akım için yalnız iktisadın değil, toplumsal bağlamın önemli olması dolayısıyla politik iktisadın esas olduğu bir gerçektir. Bunun en iyi kanıtı bu akımların siyasete ve dolayısıyla topluma da belirli bir form vermek için siyasi kuramlarının da olmasıdır. Klasik akımın siyasi yüzünü liberalizm, Marxçı akımın  yüzünü  Komünizm,  Keynesci  akımınkini  de  bu  ikisinin  arasında  bir

gerektiğinde harekete geçen bir tür müdahaleci devletçilik anlayışı oluşturmaktadır. Bu durum kurumsal iktisadın toplumsal ve zamansal bağlamdan bağımsız olarak kurgulanmasına karşın, bunun uygulamada asla zaman ve mekândan bağımsız bir durum olmayacağını kabullendiklerinin bir göstergesidir. Bununla bağlantılı olarak ele alınması gereken ikinci konu, aslında bu okulların krizleri kendi çerçeveleri içinde açıklayabilme gücünün varlığına rağmen bu anlayışlardan birinin seçimi aslında tamamen o toplumun ve o zamanın gereklerine bağlıdır. 1929 Krizi’nin yalnız Keynesci değil hem Neoklasik hem de daha sonra Parasalcı açıklaması, 1970’lerdeki stagflasyon olgusunun yalnız Parasalcı değil, Keynesci açıklamasının da bulunmuş olmasına rağmen bu alternatiflerden hangisinin seçileceği nesnel bir seçimin değil, bulunulan zaman ve yaşanan toplumun o anki gereklerinin bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, iktisadi bir soruna birden fazla çözüm yolu önerilebilse de, bu önerilerden sadece o zaman ve yer için en uygun olanı seçilir. Toplum veya iktisadi güçler iktisadi bir soruna kendi başınlarına kuramsal bir çözüm bulamayabilirler, ancak uygulamada rasyonel davranarak, önerilen reçeteler içinden kendi gereksinimlerine en fazla uyanı seçerler.

SONUÇ

İktisat bilimi, diğer tüm bilim dalları gibi bilimsel çalışmaları, olgular üzerine neden sonuç ilişkileri aracılığıyla ve bilimsel yöntem adı verilen tekrarlanabilirlik ve yanlışlanabilirlik özellikleri sayesinde nesnel olan bir yöntemi kullanarak gerçekleştirir. Ancak bu çalışmadan da görüldüğü üzere, bilimsel aşamanın görünmez bir aşamasını oluşturan varsayımların bu bilim dalında kullanımı hem diğer bilim dallarından farklıdır hem de bu varsayımlar farklı nitelikte sonuçlar elde edilmesine yol açarlar.

Varsayım, bilimin temelini oluşturur. En basitinden bilimin dışımızda bizden bağımsız bir dünya olduğunu varsayması bilim yapmanın ön koşulu ve bilimin varlığının temelini oluşturur. Ancak bilimin temelinin varsayımlardan oluşan bir yapıya dayanması, bilimi anlamsız ve salt spekülatif bir yapıya indirgemez, yalnızca bilimin çalışma alanının bir sınırı bulunduğunu ve bu sınırın aşılması durumunda yapılan bilimsel faaliyetlerin sonuçlarının net olamayacağını gösterir. Çünkü bilim, bilimsel yöntem kullanılarak yapılan bir faaliyettir ve bilimsel yöntem denilen sorunlara olgusal neden sonuç ilişkisi içinde bakma şekli de bilimden tamamen bağımsız şekilde meydana getirilmiş bir yöntem değildir. Her bilgi edinme tarzı, bu bilgiyi edinme esnasında kullanılan süreçleri de diğer bir ifadeyle bilgi edinme yöntemini de kendi içinde yani içkin olarak barındırır.

İktisat, daha önce de belirtildiği gibi fizik ile toplumbilim (sosyoloji) arasında bir yer işgal etmektedir. Çalışma alanı toplumbilim ile birçok yerde kesişmektedir. Bunun belki en büyük nedeni iktisadın inceleme alanının farklı bir bakış açısıyla da olsa aynı zamanda toplumbilimin de bir alt inceleme alanı olmasından öte, sosyal bilimlerde alt bilim dallarının doğa bilimlerindeki kadar kesin bir ayrımının zorluğudur. Belki de bundan dolayı, iktisat kendi çalışma alanını diğer sosyal bilimlerden büyük ölçüde kullandığı yöntemlerle ayırmıştır. Kullandığı varsayımsal tümdengelim yöntemi de iktisadı fizik gibi bir doğa bilimi kesinliğinde sonuçlara varmasını sağlamaktadır. İktisadın fizikle ilişkisi Adam Smith’in Klasik Fizik olan Newton fiziğine olan hayranlığı ve iktisadın da bu kesinlikte sonuçlar vermesi isteği

kadar, iktisadın sosyal bir bilim olmasına rağmen kendini sosyal tartışmaların içine çekmekten ziyade sosyal tartışmaların hem dışında hem de özellikle daha üst bir yerde konumlandırmak istemesinin de bir sonucudur. İktisat bu yöntem aracılığıyla, kendini sosyal tartışmaların dışında tutarak yapısını koruyabilmekte, üstünde tutarak ta vardığı sonuçları sorgulanamaz bir hale getirmektedir.

İktisat bilimini çalışma alanı açısından toplumbilimlerinden farklılaştıran ve fizik kadar kesin sonuçlara ulaştıran etkenlerden biri kullandığı tümdengelimsel yöntem ise diğeri de yaptığı varsayımlardır. Ancak burada da kesin olarak yöntem ile varsayımlar arasında bir ayrıma gitmek güçtür. Bilim ile bilimsel yöntemin birbiriyle olan ilişkisine benzer şekilde, iktisatta da tümdengelim ile kullanılan varsayımlar arasında karşılıklı ilişkiler bulunmaktadır. İktisat vardığı sonuçlara sadece yöntemi ya da varsayımlarıyla değil, hem yöntemin hem de varsayımların bir arada bulunmasıyla ulaşmaktadır.

İktisadın varsayımsal yapısı, zamanla kendi içinde aksiyomatik bir bütünlük yaratarak, olgudan bağımsız olarak mutlak sonuçlara varmasına yol açmıştır. Bu durum, ekonomide büyük bir sorun olmadığı sürece görmezden gelinmiş ve sistemin sürekliliğini sağlamıştır. Ancak, 1929 Büyük Kriz ve onu takip eden Büyük Buhran dönemi bu varsayımsal yapıyı olgusal anlamda yanlışlamıştır. O nedenle Keynes 1936 tarihli Genel Teori kitabına, varsayımların gerçek dünyayla olan kopukluğundan söz ederek başlamış ve sonuçta da sorunun kaynağının varsayımlar olduğunu belirtmiştir.

Keynes’in Klasik teori diye adlandırdığı ve ana akım iktisadı ya da Ortodoks iktisat diye de adlandırabilecek olan bu iktisat anlayışına bağlı iktisatçılar, yaptığı varsayımlar üzerine getirilen eleştirilere çok uzun bir süre kayıtsız kalmış ve bu konuda ilk defa 1953’te Milton Friedman tarafından yazılan The Methodology of Positive Economics adlı makalesiyle hem suskunluklarını bozmuş hem de karşı eleştirilerini getirmişlerdir.

Parasalcı akımın (Monetarizm) kurucusu ve Keynesci iktisat anlayışının bir antitezi olarak görülen Milton Friedman bu ünlü makalesinde, iktisatta yapılan varsayımların gerçekçi olup olmamasının bir iktisadi akımı değerlendirirken ölçüt olarak ele alınmasının doğru olmadığını ve daha da önemlisi bir varsayımın gerçeklikten uzaklaşmasının, onun sayesinde kurulacak hipotezlerin uygulama alanını daha da genişleteceği için, daha uygun olduğunu ileri sürmüştür. Friedman’a göre iktisatta hipotezler kurup bunu olgusal anlamda doğrulamaya ya da yanlışlamaya çalışmak pozitif iktisattır. Bu nedenle bir iktisadi anlayış sadece kurduğu hipotezlerin olgularla sınanmasıyla değerlendirilebilir. İkinci bir sınama olarak o anlayışın yaptığı varsayımları değerlendirip bir sonuca varmak hem anlamsız bir çabadır hem de normatif iktisat olarak ele aldığı nasıl olmalıdır? sorusuna yol açabileceği için normatif bir karakter taşımaktadır. Ancak bu makalede Friedman, iktisattaki temel varsayımların neler olduğuna dair kesin bir yanıt vermemektedir. Sadece bu varsayımları kullanarak oluşturulacak olan hipotezlerin anlamlı sonuçlar verip vermediğinin olgusal olarak istatistiksel kontrolunun yeterli olduğunu iddia etmektedir.

Friedman’nın bu ünlü makalesinde, varsayımların bir kuramın değerlendirilmesinde ölçüt olarak alınamayacağı görüşü kadar önemli olan bir başka görüşü de, iktisatta neyin varsayım olup olmadığına yönelik düşüncesidir. Friedman’a göre rasyonel bireyi iktisat kuramında varsayım olarak ele almak yanlış bir düşüncedir. Rasyonel davranış ya da fayda en çoklaması yapan tüketici ile kâr en çoklaması yapan üretici birey birer varsayım değil, içinde yaşanılan toplumun gerektirdiği birer davranış kalıbının adıdır. Bireylerin yaşanılan toplumda bu türlü değil de başka türlü davranışlar içinde hareket etme özgürlüğü olsa da, bu davranışlarının sonucu kendilerine olumlu ya da olumsuz olarak geri döndüğü için, bireylerin rasyonel davranışta bulunması kendilerinin çıkarınadır. Yani rasyonel davranış özünde bir varsayım ya da bir seçim konusu değil, toplumsal koşulların insanlara dayattığı dışsal bir zorlamanın adıdır. Klasik akımın herşeyin özgür bir ortamda yapıldığına dair iddiası bu koşullandırmanın kuramda bulunmamasının en önemli nedenidir. Ancak gerçek hayattaki bu koşullandırma göz önünde tutulursa çu sonuca ulaşılır: Rasyonel insan, Pavlov’un köpeğinin köpek olduğu kadar insandır.

Bu durum kendini Karl Marx’ta, her üretim biçiminin kendine özgü kuralları olduğu ve bu kuralların da o üretim biçimine tabi üretici ve tüketiciler üzerinde egemen olduğu biçiminde göstermektedir. Buradaki tek fark, Milton Friedman’ın yaşadığı çağdaki dışsal zorlamaları, bulunduğu ve de savunduğu iktisadi anlayışı zaman ve mekân üstü yani evrensel olarak görmesi sonucu bu dışsal zorlamaları da evrensel birer gerçek olarak algılamasında yatmaktadır. Yani bir başka ifadeyle, Marx iktisadi olarak kapitalizmi bir iktisadi aşama ya da bugünkü ifadeyle bir paradigma ya da bilimsel araştırma programı olarak görürken, Friedman Kapitalizmin içinden olaylara bakarak evrensel sonuçlara ulaşmaktadır. Bu da doğal bir sonuçtur. Çünkü Kuhn’a göre, hiç kimse hem bir paradigmanın içinde yaşayıp hem de onun dışına çıkıp onu başka bir gözle görebilme olanağına sahip değildir.

Paradigma kavramı yalnız iktisatta değil, bilimde de oldukça yeni bir kavramdır. Ancak bilimsel gelişmeyi açıklama yöntemi olarak Kuhn tarafından geliştirilen bu kavram, metodoloji yazınına girdiği 1963’ten bu yana, hem büyük bir takdir toplamış hem de eleştirilere ve alternatif görüşlerin yaratılmasına yol açmıştır. Milton Friedman ünlü makalesini Thomas Kuhn’un kitabından 10 yıl önce yazdığı için, Friedman’ın görüşlerinin bir paradigmaya ait olup olmadığı ya da iktisatta değişik paradigmaların var olup olmadığı soruları ancak paradigma kavramının geliştirilip bilim yazınında yaygınlaşmasından sonra sorulan sorular olmaya başlamıştır.

Thomas Kuhn paradigmayı normal bilimin çalışma alanını belirleyen bir çerçeve olarak tanımlamaktadır. Kuhn’un en önemli kavramlarından biri olan ve bilimsel çalışmanın büyük kısmının geçtiğini öne sürdüğü normal bilim, paradigmanın olgusal alanını genişletir. Thomas Kuhn’un paradigma kavramına en önemli alternatif Imre Lakatos tarafından geliştirilen Bilimsel Araştırma Programları (BAP) kavramıdır. Lakatos tarafından, Karl Popper’in görüşlerinden hareketle geliştirilen BAP’ın, Kuhn’un paradigma kavramından temel farkı bilimsel çalışmanın ne çoğunlukla normal bilim ne de kriz dönemlerinde devrimci bir faaliyet olmadığı, Popperci anlamda devrimci ve aynı zamanda evrimci bir nitelik taşıdığını öne sürmesidir.  Kuhn  ile  Lakatos’un  kavramsallaştırmalarına  daha  yakından

bakıldığında, BAP’ın, paradigma temelli bilim anlayışının özel bir hâli olduğu görülür. Çünkü paradigma temelli bilim anlayışı karşılaştığı bunalımları her defasında paradigmanın esnemesiyle çözebilir ise, orada paradigma ile BAP biririyle tam olarak örtüşüyor demektir. Bu durum sadece bir olasılık olduğu için de BAP, paradigmanın bir alt kümesi ya da özel durumu olmaktadır.

Thomas Kuhn ve Imre Lakatos’un paradigma ve BAP kavramsallaştırmaları, esasında doğa bilimleri temel alınarak geliştirilmiş olmasına karşın sosyal bilimlerde de sürekli olarak kullanılagelmiştir. Bu anlamda iktisadın bir paradigma yoksa BAP mı olduğu tartışması bile yapılmıştır. Kuhn kendi kitabında iktisadı bir paradigma olarak gördüğünü belirtmişken, Lakatos’un makalesinde bu konuda herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır. İktisadın tarihine bakılınca başka, kuramına bakılınca başka bir sonuca varmak mümkündür.

Varsayım, sadece bilimin değil, onun olgulara yaklaşma biçimi olan bilimsel yöntemin aşamalarının da temel bileşenlerinden birini oluşturmaktadır. Bilim, bilimsel bilgiyi bilimsel yöntem adı verilen bir yolla elde eder. Bilimsel yöntem ise belli aşamalarda oluşmaktadır. Varsayımlar bilimin temelinde olduğu gibi, bilimsel araştırmanın aşamalarında da önemli bir yer tutmaktadır. Ancak iktisattaki varsayımlar, bilimsel araştırma aşamalarındaki varsayımlardan farklı olarak iktisadi analizin aşamalarında da değişik sonuçlar verecek kadar etkili olmuştur.

İktisat bilimi varsayımlar temeli üzerinde yükseldiği için, iktisadi çözümleme aşamalarının bu varsayımsal yapıyı yanlışlayacak bir sonuca yol açması beklenemez. Bu varsayımsal yapı kısaca şu şekilde ifade edilebilir: rasyonel bireylerin (homo economicus ya da metodolojik bireycilik varsayımı) toplamından oluşan bir toplumda, piyasada (tam rekabet piyasası varsayımı) karşı karşıya gelen üretici ve tüketicilerin kâr ve fayda ençoklaması amacıyla yaptıklar işlemlerden hem en etkin fiyat ve miktar çifti oluşur hem de üretici ve tüketiciler kendi çıkarlarını en çoklayarak toplumun çıkarını da en yüksek düzeye çıkarırlar. Bu piyasada herhangi bir sorun meydana geldiğinde ücret ve fiyatlar yeni duruma uyum sağlayarak (esneklik varsayımı) yeni bir denge noktasına ulaşılır ve bu durum bu çerçeve içinde

sürekli olarak kendini tekrar eden bir yapı arz eder. İktisadın paradigması bu aksiyomatik inanç olduğu için iktisadi analizin de bunu sorgulaması beklenmemelidir. Çünkü paradigma içinde yapılan normal bilim onu sorgulamaz, sadece olgusal alanını genişletmeye çalışır. Kapalı bir sistem olması nedeniyle değil aksiyomatik bir yapı olması nedeniyle bir paradigma ya da BAP olarak adlandırılması bile zor olan bu yapıda her türlü bilimsel faaliyet bu yapıya meşruiyet kazandırmaya çalışır.

İktisadın varsayımsal yapısı nitel araştırmayı engellerken, nicel araştırmayı da yönlendirmektedir. İktisatta yapılan hiçbir hipotez ya da gözlem bu varsayımsal çerçevenin dışına çıkamamaktadır. Diğer bilim dallarında da hipotez ya da gözlemler paradigmanın dışına çıkamamaktadır ancak bu paradigmaların en üst düzey önermeleri varsayımlar değil, her zaman yanlışlanma olasılığı bulunan ve hipotezlerle aralarında niteliksel değil niceliksel farklılıklar olan yasa ve kuramlardır. Bu nedenle, diğer bilim dallarında yanlışlama bir dereceye kadar mümkün olsa da bu durum iktisatta zor hatta imkânsızdır. Bu nedenle aksiyomatik temelli her disiplin gibi, iktisatta da olgusal yanlışlama ile kuram geşersiz kılınamaz ancak aksiyomatik sistem olgusal çelişme durumunda bir bütün olarak reddedilebilir. Aksiyomatik bir yapısı olan iktisatta ise yasa ve kuramlar da bu yapının korunması için varsayım olmak zorundadır. İktisadi çözümlemede yalnız hipotez ve gözlemler değil, veriler ve bu verilerin işlenmesinde kullanılan denklemler ve nedensellik yönleri de bu varsayımsal yapının belirlediği çerçeveyle sınırlandırılmıştır. Bu da nicel araştırmanın çok kısıtlı bir alanda gerçekleştirilmesine neden olmaktadır. Hem nitel hem de nicel araştırmaları çok fazla kısıtlayan bu aksiyomatik yapı, zamanla olgusal dünya ile çelişkili bir hale gelmesine karşın, gerçeklikten uzaklaşma pahasına bu yapıyı korumaya çalışması, akla bu yapının iktisat dışında başka amaçları da olabileceğini getirmektedir.

İktisat bilimi varsayımsal temelde işlediği için kuramsal düzeyde tümdengelimseldir. Bu tümdengelimsel yöntem aksiyomatik yapı ile birleşince sonuçta matematiksel yapıya benzer bir sonucu vermektedir. Öklid geometrisi gibi iktisat kuramı da hem geometrik olarak kendi kendini doğrulayacak bir kapalı

aksiyomatik yapıya uygun işlemekte hem de aksiyomatik yapıyı tehdit edecek olguları normatif varsayarak matematiksel yapının dışında tutmaktadır. Matematiksel denklemler ve geometri kullanılarak hem aksiyomatik yapı meşrulaştırılmakta hem de matematik ve geometrinin mutlak doğruluğunu arkasına alarak kendini sorgulanamaz bir yapı olarak sunmasını sağlamaktadır. Böyle bir sorgulanamaz yapı kurma isteği onun bir sorgulanamaz ideoloji yaratmasına da yardımcı olmaktadır. Bilindiği üzere uygulamadaki her iktisadi düzen kendi kuramını da kendini kuramsal düzeyde meşru kılmak için hem yaratmakta hem de desteklemektedir. Günümüzde geçerli olan iktisadi düzen olan kapitalizmin kuramsal düzlemde meşruiyetini sağlayan iktisadi anlayış ise ana akım olarak sunulan ve felsefi temelini liberalizmden alan Klasik anlayıştır. Klasik iktisat denilen ve son halkasını Yeni Klasiklerin oluşturduğu bu yapı, karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu kapitalizmle birlikte yürümekte ve hem kapitalizmin ideolojik meşruiyetini sağlamakta hem de onun uygulamalarını çalışma alanı olarak seçtiğinden aksiyomatik bütünlük çerçevesinin dışına çıkmadan kendi bilimsel çalışmalarında olgusal temelini geliştirecek yeni yaklaşımlar geliştirmektedir. Bu simbiyotik ilişki her iki tarafı da geliştirirken bazen kuram uygulamaya yol göstermekte bazen de uygulama kuramı geçersiz kılarak aynı çerçevede kalmak kaydıyla yeni bir kuramın geliştirilmesine ön ayak olmaktadır. Bu yapı, iktisat kuramının ideolojik karakterinin en iyi göstergesidir. Ancak Klasik iktisat kendini pozitif bir çalışma olarak sunması ve “nedir?” sorusunun cevabının verildiği zeminle karşılıklı ilişkisinin çoğunlukla görülmemesi bu ideolojik yapının da dikkatlerden kaçmasına yol açmaktadır. Bu ideolojik yapının, kendisinin iktisatta ideolojiyi reddetmesi ve ideolojiyi politik bir hareket olarak gösterip, iktisatta herhangi bir görünür insiyatif almaya da karşı olması ideolojik olarak görülmemesinin bir başka nedenidir. Ancak eğer ideoloji tanımında hareket değil bilinç esas alınırsa, Klasik akımın da bir ideolojisi olduğu daha net görülebilir. Çünkü bilinçli bir şekilde bir harekette bulunmak kadar, yine bilinçli halde hiçbir tepki vermemek te bir ideolojinin varlığının göstergesidir.

İktisat bilimi, daha önce sıkça bahsedilmiş olan aksiyomatik yapısına uzun bir sürecin sonunda ulaşmıştır. Kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith’de bir inanç olarak görülen rasyonel bireylerin piyasadaki etkileşimiyle elde edilecek en iyi denge

düşüncesi, zaman geçtikçe aksiyomatik ve matematiksel bir temele oturtularak bugünkü biçimini almıştır. Bu süreç içinde bazı varsayımlar kuramdan atılarak yerlerine yenileri konurken bazılarının yapısı da şartlara uyum sağlamaları için güçlendirilmiştir.

İktisat anlayışı bir paradigma olarak tarihsel incelmeye tabi tutulursa paradigmanın izlediği aynı yolu izlediği görülür. Paradigma, paradigma→normal bilim→bilimsel bunalım→yeni paradigma→yeni normal bilim aşamalarını takip etmektedir. İktisat ise iktisat tarihindeki sıraya göre paradigmaya paralel olarak şu şekilde sıralanabilir: Klasik iktisat (paradigma)→Neoklasik İktisat (normal bilim)→Bunalım (1929 Krizi ve Neoklasik Sentez)→Parasalcı İktisat (yeni paradigma)→Yeniklasik İktisat (normal bilim)→Bunalım (2009 Dünya Krizi). Fakat burada temel fark bilimde yeni paradigma ile eski paradigma niteliksel olarak farklılık arz ederken, iktisatta farkın niceliksel olmasıdır. Bunun ana nedeni de iktisatta şu ana kadar gerçek bir paradigma değişiminin asla gerçekleşmemiş olmasıdır. İktisat normal dönemlerinde aksiyomatik bir bütünlükle sunduğu yapısını krizlerde inanç düzeyinde sürdürmüş ve şu ana kadar yaşadığı bütün krizleri bir şekilde aşmayı başarmıştır. Neoklasik iktisadı bitiren 1929 krizi maliye politikalarıyla atlatılmış ve bu kriz süresince bir güdücü motif (leitmotiv) olarak varlığını inanç düzeyinde sürdüren akım, sorunlar ortadan kalkınca kendini gene hem uygulama hem de kuramda etkin olarak göstermeye başlamıştır. Yaklaşık 80 yıl sonra gene aksiyomatikleştirilmiş bir inanç haline geldiği Yeni Klasik iktisat anlayışında yaşadığı 2009 krizini de daha çok para politikalarıyla atlatmaya çalışmaktadır. İktisadın tarihsel gelişimi göz önünde tutulursa bu akımın eğer bu krizi de atlatırsa belirli bir süre gene inanç düzeyinde kendini sürdüreceği ve işler yoluna girer girmez yeni varsayımlar kullanarak aynı nitelikteki yapıyı aksiyomatik bir inanç haline tekrar getireceğini söylemek olasıdır. Bu yönüyle iktisat tarihi, Klasik akım özelinde Kuhncu bir paradigmadan ziyade Lakatoscu anlamda BAP’a benzer bir yapı gösterdiği ileri sürülebilir. Eğer bu akım bir paradigma olarak alınacaksa da bütün krizleri sorunları kendi içinde çözerek atlattığı öne sürülebilir. Fakat bu krizlerin atlatılmasının sadece iktisat içinde kalınarak başarılıp başarılmadığı sorusu tartışma konusudur.

İktisatta krizlere rağmen sürekli kendini inanç→ aksiyomatik inanç→ inanç olarak tekrarlayan döngünün varlığı sadece kuramsal düzeyde açıklanabilecek bir olgu olmaktan uzaktır. Bu bilim dalında, belki hiçbir bilimde olmadığı kadar yüksek düzeyde bir gücün varlığından da bahsetmek gerekir. İktisat bilimi kuram uygulama bağlılığı yüzünden güçle görünmez bir şekilde de olsa iç içedir. Kuram uygulamayı meşrulaştırırken uygulama da kuramı doğrulayarak onu meşrulaştırmakta ve bu durum bir kısır döngüden ziyade sarmal şeklinde alanını genişleterek sürmektedir. İktisadi uygulamadaki bir değişimin yaratacağı yeni yapının eski yapıya eşitsiz yansıması nedeniyle yeni bir güç dengesi yaratması ihtimali yüzünden, var olan iktisadi sistem, kendini yalnız kuramsal düzlemde korumakla kalmaz bunun için gerektiğinde görünür ya da görünmez bir güç kullanımına da başvurabilir. Bu görünmez güç kullanımlarına en iyi örnek, kriz dönemlerinde kuramda sorunlar yaşanırken, kuramı krizden çıkana kadar inanç düzeyinde olsa dahi korumaya almaktır. Ancak bu güç kavramı yalnız var olan sistem için değil alternatifi olan sistemler için de geçerlidir. Bunların birbirinden farkı gücü kullanıp kullanmama değil, onu görünür ve görünmez biçimlerden hangisini seçtiğinde görülür. Bu gücün varlığı da iktisat kuramının bağlı bulunduğu sistem içinden dünyaya bakmasına olgularla yanlışlanmasının çok zor bir hale gelmesine neden olmaktadır. Bu anlamda da iktisadın, ana akım veya alternatifleri olsun bilimsel niteliğinin sürekli sorgulanır olmasına yol açmaktadır. Bu nedenle iktisat biliminin bilimselliği, hangi sistem olursa olsun güçten uzaklaştığı oranda artmaktadır.

İktisat biliminin güç ve ideolojiyle ilişkisi uygulamayla ilişkisinin bir sonucu olmasına karşın, uygulama olanağı hiç bulunmayan ya da kısıtlı alanlarda uygulanan alternatiflerinde de bir güç ve ideolojinın uygulama ile bütünleşmesi görülmektedir. Bu alternatiflerinin en güçlüsü ve bilineni olan Marxçı iktisat, hem ideoloji ve gücü iktisatta kabul eder hem de kendi alternatifini bunun üzerine bina ederek yeni bir ideoloji ve güç paylaşımı önerir. Bu anlamda Klasik akımda görünmez olan ve çoğunlukla kuramda da görünmediği için Klasiklerce reddedilen güç olgusu, Marxçılıkta “Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.” (Marx, 1986: 770) sözleriyle hem görünür hale getirilir hem de doğal görülerek kendi sistemleri içine yerleştirilir.

Bunun belki de en öneli nedeni Marxçı iktisat anlayışının da kökenlerinin büyük oranda Smith ve Ricardo’nun temsil ettiği Klasik iktisada dayanmasıdır. Benzer şekilde ülkelerden ve zamandan bağımsız işçi tanımlamasında da Klasik akımın rasyonel bireyinin izleri görünmektedir. Ancak kullandığı diyalektik yöntem ve artık değer, meta vb. kavramsallaştırmaları ile aynı noktadan yola çıkıp farklı bir sonuca ulaşmasını sağlamıştır. Her ne kadar Marx her şeyi bilen rasyonel üretici ve tüketici kavramlarını reddetse de ulaştığı sonuçlar ancak sermayedar ile emekçinin rasyonel davranışta bulunmaları halinde geçerli olmaktadır. Marxçı devrim için rasyonel sermayedar ve emekçi kadar gerekli bir başka üstü örtülü varsayım da, iktisadın bir nevi Ricardocu anlamda durağan bir dengeye ulaşması yani sıfır toplamlı bir oyun haline gelmesidir. Ancak böyle bir durumda çıkar çatışması bir sınıfın diğerine egemen olacağı noktaya kadar şiddetli bir şekilde sürer. Fakat eğer kapitalizm Ricardo’nun öngörüsünün tersine Schumpeterci anlamda sürekli bir yaratıcı yıkım olarak devam ederse, ki Ricardo’dan bu yana bu şekilde bir yol izlemektedir, Marxçı anlamda devrimin temel varsayımlarından biri yanlışlanmış olur. Böyle bir durumda da Marxçı anlamda bir devrim olabilir ancak bu devrim Marx’ın öngörüsü olan kitlelerin sefaletinin bir sonucu değil, varolan durumda kârlardan daha fazla pay isteyen emekçilerin yaratacağı bir devrim özelliği taşır. Marx, Klasik iktisadın deterministik yasalarını kabul etmektedir. Ancak Klasik akım tarafından zamandan ve mekândan bağımsız görülen bu yasaları evrensel olarak değil de bir sistemin kendi içinde ve kendi iç ilişkilerindeki zorlayıcı nedenler olarak sunmaktadır. Marx diyalektik yöntemi tarihe uyguladığı için analizinde sistemler bulunmakta ve yalnız bir sisteme içinden değil dışından da bakmaktadır. Bu nedenle Marx’ta determinizm herhangi bir sistemin içinde değil sistemler arasındadır ve işin içine zaman da dâhil edildiği için Marxçı iktisat erekbilimsel (teleolojik) bir yapıya sahiptir. Bir başka ifadeyle Marxçı iktisat kuramında sonuçlar zorunludur ancak bu zorunluluk belirli bir zaman geçtikten sonra kendini gösteren bir zorunluluktur. Bu yapısı nedeniyle Marxçılık, ancak Klasikler kadar bilimsel bir iktisat görünümü sergilemektedir.

Keynesci iktisat Klasik akımın ideolojik olmayan bir alternatifi olarak uygulama alanı bulmuş bir başka iktisadi yaklaşımdır. Keynes, iktisadi analizini sistemler düzeyinde değil de, tek doğru olarak kabul ettiği kapitalist sistem sınırları

içinde yaptığından ideolojik bir alternatiften ziyade teknik bir alternatif gibi görülmektedir. Ancak Keynes’in farkı, aynı sistem içinde kalmasına rağmen, yaptığı varsayımlar ve kavramsallaştırmalarla farklı bir sonuç elde etmesinde kendini göstermektedir. Keynes’in temel varsayımı bir anti varsayımdır: Keynes klasik varsayımları reddederek işe başlar. Bir başka ifadeyle Keynes’in varsayımı Klasik akımın varsayımlarının yanlış olduğunu varsaymaktan ibarettir. Bu varsayımın doğal sonucu da bu varsayımlar kullanılarak elde edilen sonuçları yadsımaktır. Bu reddediş Keynes’in eksik tüketim, efektif talep, parasal analiz vb. kavramsallaştırmalarının yolunu açmıştır. Fakat Keynesci analiz en üst düzeyde Marxçılığın komünist ya da sınıfsız dünya ve Klasiklerin Kapitalist dünya ön varsayımı gibi kendisine evrensel bir dünya ön varsayımı, ki bu Klasiklerle aynı olan Kapitalist dünya ön varsayımıdır, kabul ettiği için sadece bir sistem içinde yapılan bir bilimsel faaliyet kategorisinde değerlendirilebilir.

İktisat bilimi deterministik ya da erekbilimsel yapısı nedeniyle bir bilim dalından ziyade bir bilimsel araca benzemektedir. Ancak, bir bilim ya da onun uygulamadaki yüzü olan bilimsel araştırma, hiçbir zaman baştan sonucu belli olan bir faaliyet değildir. Böyle bir şeyin olması halinde zaten baştan sonuç bilindiği için, bilimsel bir araştırmanın yapılmasının anlamı kalmamaktadır. Benzer şekilde bilimsel bir faaliyet baştan belirli ön kabullerle yapılırsa bilimsel bir sonuca ulaşsa dahi bu sonucun bilimselliği, belirli bir çerçevenin dışına çıkamadığı için yanlış olmasa dahi sınırlı bir nitelik taşır. İktisat bilimini bir sistemin, gücün, ideolojinin dışında düşünmemek ise aslında iktisadı bir bilim olarak düşünmemekle eşdeğerdir. Bu nedenle iktisadın bir bilim olmasının ilk koşulu onun uygulama ile bir bağının olmamasıdır. Bu anlamda Kurumsal Okul ya da Sistem Yapı analizleri iktisadi durumu açıklarken onun uygulamasından bağımsız hareket ettiği için bilimsel nitelikleri daha güçlü yaklaşımlardır. Bu okullarda çözümlemeler hem zamana bağlı olduğundan zaman Klasik akımın tersine bilimde bir değişken olarak alınır, hem de zaman sonuçları değiştirebilecek gerçek bir etken olduğu için Marxçı anlayışın aksine kendi içinde bir erekbilimsel yapı da taşımaz. Bu analizler değişimi kabul eder ancak onun belirli bir yönü olduğunu baştan varsaymazlar. Bu da bir yönüyle bilim yapmanın ön koşuludur. Çünkü değişimi kabul etmemek bilimsel analizi bir noktada

sonlandırmak anlamına gelirken, o değişimin bir yönü ve sonucu olacağını iddia etmek de bilimi bir şeyleri meşru kılan bir araç haline dönüştürmekten başka bir şey değildir. Hâlbuki bilim, yapısı gereği ne bir sonu olan faaliyet ne de sadece başkalarının amaçlarına hizmet edebilecek salt bir araçtır. Tam aksine bu bilim ile sanki bilim arasındaki ayrımı belirleyen çizgidir. Çünkü bilimi bilim yapan ve onu anlamlı kılan niteliği, onun insanlık var olduğu sürece yaşayacak bir olgu ve önceden kestirilemez sonuçlara gebe bir faaliyet alanı olmasıdır.

KAYNAKÇA

Akerlof, G.A. , Schiller, R.J.:                            Hayvansal Güdüler, Çev: Neşenur Domaniç,

Levent Konyar, İstanbul, Scala Yayıncılık, 2010

Andrade, E. N. Da C.:                                       Sir Isaac Newton Hayatı ve Eseri, Çev: Avni

Yakalıoğlu, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1964.

Armağan, İbrahim:                                            Bilgi Toplumbilimine Giriş, 2. Baskı, İzmir, 1982.

Armağan, İbrahim:                                            Yöntembilim I: Bilimsel Yöntem, İzmir, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, 1983.

Avundukluoğlu, A., Turhan, Ş.:                        Fizik  Terimleri  Sözlüğü,  İstanbul,  Ötüken

Yayınları, 2007.

Bacon, Francis:                                                 The New Organon, (ed) Lisa Jardine, Michael Silverthorne, Cambridge, Cambridge University Press, 2003.

Bagehot, Walter:                                               Economic Studies, (ed.) Richard Holt Hutton, London, Longmans, Green, and Co., 1880.

Bagehot, Walter:                                               Lombard Street, NewYork, John Wiley and Sons Inc, 1999.

Begg, D. K. H.:                                                 The Rational Expectations Revolutions in Macroeconomics, London, Philip Allan, 1982.

Begg, D., Fischer, S.,:                                       Mikro İktisat, Çev: Vildan Serim, İstanbul,

Alkım Yayınları, 2001.

Dornbusch, R.

Bernstein, Eduard:                                            Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal Demokrasinin Görevleri, Çev: Levent Bakaç, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2011.

Bilgiseven, A. K.:                                             Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1989.

Blaug, M., Vane, H. R.:                                     Who’s Who in Economics, 4. Baskı, Edward Elgar, 2003.

Breit, W., Hirsch, B. T.:                                    Lives of The Laureates, 5. Baskı, Cambridge,

The MIT Press, 2009.

Buğra, Ayşe:                                                               İktisatçılar ve İnsanlar, 5. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005.

Bulutay, Tuncer:                                               Bilimin Niteliği Üzerine Denemeler, Ankara, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1986.

Bulutay, Tuncer:                                               “Bilim ve İktisat Üzerine”, Türkiye'de Üniversitelerde Okutulan İktisat Üzerine (1972), Derleyen: Fikret GÜRÜN, ODTÜ Yay., Ankara, s.59-84.

Chalmers, A. F.:                                               Bilim Dedikleri, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008.

Durkheim, Emile:                                             Sosyolojik Yöntemin Kuralları, Çev: Cenk Saraçoğlu, İstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2004.

Ebenstein, Lanny:                                             Milton Friedman A Biography, New York, Palgrave Macmillan, 2007.

Eren, Ercan:                                                     İktisatta Yöntem, 3. Baskı. Bursa, Ezgi Kitapevi Yayınları, 1994.

Ergil, Doğu:                                                     “İdeoloji Konusunda Başlıca Kuramsal Yaklaşımlar”, (İçinde) Prof. Dr. Aziz Köklü’nün Anısına Armağan, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1984.

Ergun, Doğan:                                                  100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, 2. Baskı, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1974.

Feyerabend, Paul:                                             Uzmanlaşma Yanlısı için Teselliler, (İçinde) Bilginin Gelişimi & Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Imre Lakatos, Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1992.

Feyerabend, Paul:                                             Yönteme Karşı, Çev: Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999.

Feynman, Richard:                                            Fizik Yasaları Üzerine, 13. Baskı, Çev: Nermin Arık, Ankara, Tübitak Yayınları, 1995.

Friedman, Milton.                                             “Comment”, (içinde) A Survey of Contemporary Economics, Volume II (Ed.) Bernar F. Haley, Illinois, Richard D. Irwin, Inc., 1952.

Friedman, Milton:                                             “The Methodology of Positive Economics”, Essays in Positive Economics Milton Friedman The University of Chicago Press, 1953, 3-43

Friedman, Milton:                                             Kapitalizm ve Özgürlük, Çev: Doğan Erberk, Nilgün Himmetoğlu, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 1988.

Friedman, Milton:                                             Parasalcı İktisat Siyasası, Çev: Gencer Özcan, (İçinde) Liberalizm, Refah Devleti, Eleştiriler, Kemal Saybaşılı (Der.), İstanbul, Bağlam Yayınları, 1993.

Galbraith, J. K.:                                                İktisat Tarihi, Çev: Müfit Günay, Ankara, Dost Kitapevi, 2004.

Galbraith, J. K.:                                                Ekonomi Kimden Yana, Çev: Belkıs Çorakçı,

2. Baskı. İstanbul, Altın Kitaplar, 1990.

Giddens, Antony:                                             Sosyoloji Eleştirel Bir Yaklaşım, 3. Baskı, Çev: M. Ruhi Esengün, İsmail Öğretir, İstanbul, Birey Yayıncılık, 1994.

Gouldner, A. W.:                                              “Sociology’s Basic Assumptions”, (İçinde) Sociological Perspectives (ed.) Kenneth Thompson & Jeremy Tunstall, Penguin Books, 1971.

Gökçe, Birsen:                                                  Toplumsal Bilimlerde Araştırma, Ankara, Savaş Yayınları, 1988.

Gönensay, Emre:                                              İşsizlik Durgunluk ve Enflasyon, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1978.

Görün, Fikret:                                                   “M. Friedman ve İktisatta Varsayim Sorunu”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Vol. 9 No: 3/4, 1982, 427-443.

Görün, Fikret:                                                   İktisatta Rasyonellik Aksiyomunun Yeri Üzerine, METU Studies in Developments, 11(3-4), 1984, 347-369.

Gülbenkian Komisyonu:                                   Sosyal Bilimleri Açın, 5. Baskı, Çev: Şirin

Tekeli, İstanbul, Metis Yayınları, 2005.

Gürkan Yay, G.:                                               Chicago Okulu, “Milton Friedman ve Monetarizm”, (İçinde) İktisat Yazıları, Turan Yay, Gülsün Gürkan Yay, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2007a.

Gürkan Yay, G.:                                               M. Friedman’ın “Pozitif İktisat Metodolojisi” Üzerine, (İçinde) İktisat Yazıları, Turan Yay, Gülsün Gürkan Yay, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2007b.

Halliday, D., Resnick, R.:                                 Fundamentals  of  Physics,  2.  baskı,  John

Wiley& Sons Inc., 1981.

Hicks, J. R.:                                                      Mr. Keynes and the “Classics”; A Suggested Interpretation, Econometrica, Volume: 5, Issue: 2 (April, 1937), 147-159.

Hiç- Birol‚ Özlem:                                            An Evaluation of Modern Macroeconomic Schools: Monetarism‚ New Classical School‚ New Keynesan and Post- Keynesian Economics‚ Marmara Üniversitesi İ. İ. B. F. Dergisi‚ Cilt: XX‚ Sayı: 1‚ İstanbul‚ 167-184.

Hutchison, T. W.:                                             The Significance and Basic Postulates of Economic Theory, New York, Augustus M. Kelley, 1960.

Karacan, Nuri:                                                  Marjinalistlerden Günümüze İktisadi Düşünce Tarihi Ders Notları, İstanbul, 1980.

Karasar, Niyazi:                                                Bilimsel Araştırma Yöntemi, 7. Baskı, Ankara, Alkım Yayınları, 1995.

Kazgan, Gülten:                                               İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, 2. Baskı, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1974.

Keller, F. J., Gettys, W. E.:                                Fizik 1. Cilt, Çev: R. Ömür Akyüz, İstanbul, Skove, M. J.:                                                    Literatür Yayıncılık, 1995.

Keynes, J. M.:                                                  “The General Theory of Employment”, The Quarterly Journal of Economics, February, 1937. 205-223

Keynes, J. M.:                                                  The General Theory of Employment Interest and Money, Edinburgh, Macmillan and Co. Ltd, 1967

Keynes, J. M.:                                                  İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi, 2. Baskı, Çev: Asım Baltacıgil, İstanbul, Minnetoğlu Yayınları, 1980.

Keynes, J. M.:                                                  Genel Teori, Çev: Uğur Selçuk Akalın, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2008.

Keynes, J. N.                                                    The Scope and Method of Political Economy,

4. Baskı, Augustus M. Kelley Publishers Macmilland and Co., 1917.

Kirmanoğlu, Hasan:                                          “Rasyonel Beklentiler: Teori mi Varsayım mı?”, Toplum ve Ekonomi, Mart, 1991.

Kuhn, T. S.:                                                      Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, 3. Baskı, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1991.

Kuenne, R. E.:                                                  Microeconomic Theory of Market Mechanism: A General Equilibriuum Approach, Macmillan Company, 1968.

Kurmuş, Orhan:                                               Bir Bilim Olarak İktisat Tarihinin Doğuşu,

Ankara, Savaş Yayınları, 1982.

Lakatos, Imre:                                                  Yanlışlama ve Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi, (İçinde) Bilginin Gelişimi & Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Imre lakatos, Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1992.

Larouche, L. H., Goldman, D. P.:                      The Ugly Truth about Milton Friedman,

New York, The New Benjamin Franklin House, 1980.

Leontief, Wassily:                                             The Fundamental Assumption of Mr. Keynes’s Monetary Theory of Unemployment, (İçinde)

Essays                                                                            in    Economics,    Wassily                                                                                      Leontief, Transaction Publishers, 1985.

Lipsey, R. G., Steiner, P. O.:                           Economics, Fourth Edition, Harper and Row,

1975.

Maggee, Bryan:                                                Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, Çev: Mete Tunçay, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1982.

Maki, Uskali:                                                 The  Methodology  of  Positive  Economics,

New York, Cambridge University Press, 2009.

Mardin, Şerif:                                                   İdeoloji, 2. Baskı, Ankara, Turhan Kitabevi, 1982.

Marcuse, Herbert:                                             Sovyet Marksizmi, Çev: Seçkin Çağan, İstanbul, May Yayınları, ty.

Marx, Karl:                                                       Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Ankara, Sol Yayınları, 1970.

Marx, Karl:                                                       Kapital (Birinci Cilt), 3. Baskı, Çev: Allattin Bilgi, İstanbul, Sol Yayınları, 1986.

Mayring, Philipp:                                              Nitel Sosyal Araştırmaya Giriş, Çev: Adnan Gümüş, M. Sezai Durgun, Adana, Baki Kitabevi, 2000.

Menger, Carl:                                                   İktisadın Prensipleri, Çev: A. Kemal Çelebi, Ankara, Liberte Yayınları, 2009.

Mishan, E. J.:                                                 Introduction     to     Normative                                                                     Economics,

Oxford University Press, 1981.

Mortimer, C. E.:                                               Chemistry a Conceptual Approach, Third Edition (International Student Editions) , New York, Van Nostrand Reinhold Inc., 1975.

Musgrave, Alan:                                               İktisadi Teoride Gerçekçi Olmayan Varsayımlar: Saptırılamayan F Saptırması, Çev: Mehmet Orhan, (İçinde) İktisatta Yöntem Tartışmaları, Der: Ömer Demir, Ankara, Vadi Yayınları, 1996.

Muth, John:                                                      “Rational Expectations and The Theory of Price Movement”, Econometrica, Vol. 29, No. 3, July 1961. 315-335

Nicholson, Walter:                                            Microeconomic Theory, Second Edition, Illinois, The Dryder Press, 1978.

Ozankaya, Özer:                                               Toplumbilim, 8. Baskı, İstanbul, Cem Yayınevi, 1994.

Parasız, İlker:                                                    Monetarizm ve Ünlü Monetarist ve Keynesgil İktisatçılarla Söyleşiler, 2. Baskı, Bursa, Ezgi Kitabevi Yayınları, 1996.

Planck, Max:                                                    Modern Doğa Anlayışı ve Kuantum Teorisine Giriş, 2. Baskı, Çev: Yılmaz Öner, İstanbul, Spartaküs Yayınları, 1996.

Pearson, Karl:                                                   The Grammar of Science, 2. Baskı, London, Adam and Charles Blacks, 1900.

Popper, K. R.:                                                   Olağan Bilim ve Tehlikeleri, (İçinde) Bilginin Gelişimi & Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Imre Lakatos, Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1992.

Popper, K. R.:                                                   Bilimsel Araştırmanın Mantığı, 4. Baskı, Çev: İlknur Aka, İbrahim Turan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010.

Pressman, Steven:                                             Fifty Major Economists, 2. Baskı, Routledge, 2006.

Ricardo, David:                                                 Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkeleri, Çev: Barış Zeren, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2008.

Robinson, Joan:                                                İktisat Felsefesi, Çev: Vural Savaş, İstanbul, Marmara Üniversitesi Yayınları, 1984.

Ruelle, David:                                                   Rastlantı ve Kaos, 20. Baskı, Çev: Deniz Yurtören, Ankara, Tübitak Yayınları, 2006.

Ruggles, Richard:                                             Methodological Developments, (içinde) A Survey of Contemporary Economics, Volume

II (Ed.) Bernar F. Haley, Illinois, Richard D. Irwin, Inc., 1952.

Samuelson, P. A:                                              “Economic Theory and Mathematics- An Appraisal”, American Economic Review, Vol. 52 (2), 1962, 56–66.

Samuelson, P. A.:                                             İktisat, Çev: Demir Demirgil, İstanbul, Menteş Kitabevi, 1973.

Sarıoğlu, Kerem:                                              Enron Olayı (Vak’a), Yönetim, Yıl: 13, Sayı: 41, Ocak 2002, 49-53.

Çelik‚ Sadullah:                                               “Rational Expectations: A Survey”‚ Marmara Üniversitesi İ. İ. B. F. Dergisi (Prof. Dr. Erol Zeytinoğlu’na Armağan)‚ Cilt: XVII‚ Sayı: 1‚ İstanbul‚ 85-99

Schumpeter, J. A.:                                             Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi (Birinci Cilt) , 3. Baskı, Çev: Tunay Akoğlu, İstanbul, Varlık Yayınları, 1974.

Schumpeter, J. A.:                                             Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi (İkinci Cilt), Çev: Rasin Tınaz, İstanbul, Varlık Yayınları, 1967.

Smith, Adam                                                    Milletlerin Zenginliği, 5. Baskı, Çev: Haldun Derin, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2011.

Standen, Antony:                                              Bilim Kutsal Bir İnektir, 2. Baskı, Çev: Burçak Dağıstanlı, Şule Yayınları, 1997.

Ströker, Elisabeth:                                            Bilim Kuramına Giriş, Çev: Doğan Özlem, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1990.

Savaş, V. F.:                                                     “Varsayalım ki İktisat”, 2. Baskı, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2007.

Sencer, M., Sencer, Y.:                                     Toplumsal     Araştırmalarda                                                                        Yöntembilim,

Ankara, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları, 1978.

Şeker, Murat:                                                   İktisadi ve Sosyal Bilimlerde Yöntem ve Yaklaşım Sorunları, Ankara, Değişim Yayınları, 1986.

Thomas, S. E.:                                                  Elements of Economics, Eighth Edition, London, The Donnington Press and The Gregg Publishing Co. Ltd., 1936.

Türkdoğan, Orhan:                                           Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989.

Vane, H. R., Mulhearn, C.:                               The      Nobel      Memorial      Laureates                                                                        in

Economics, Edward Elgar, 2005.

Veblen Thorstein:                                             Aylak Sınıfın Teorisi, Çev. Zeynep Gültekin, Cumhur Atay, İstanbul, Babil Yayınları, 2005.

Veblen Thorstein:                                             Mühendisler ve Fiyat Sistemi, Çev. Barış Özçorlu, Ankara, Elektrik Mühendisleri Odası Yayınları, 2011.

Weber, Max:                                                     Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, İstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986.

Yıldırım, Cemal:                                               Science Its Meaning and Method, Ankara, ODTÜ Yayınları, 1971.

Yıldırım, Cemal:                                               Bilim Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1979.

Yıldırım, Cemal:                                               Mantık Doğru Düşünme Yöntemi, 3. Baskı, Ankara, Bilgi Yayınları, 1999.

Zimmerman, C. C.:                                           Yeni Sosyoloji Dersleri, Çev: Amiran Kurtkan, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1964.


 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to