27 MAYIS'IN GÖLGESİNDE BİR “İRTİCA” HAMLESİ: TÜRKÇE EZAN
By Önder Duman
ATATURK_DONEMI_DIN_UYGULAMALARI_1923-193.pdf
By Ali Hikmet
By Şayan Ulusan
By öznur torun
Sırat-ı Müstakim ve Okuyucu Mektupları: Sorulan, Tartışılan, İnşa Edilen İslam
By Ayşe Polat
İBADET DİLİNİ TÜRKÇELEŞTİRME ÇABASI OLARAK TÜRKÇE EZAN ÖRNEĞİ
İslâm Mecmuası (1914-1918) "Dinli bir hayat, hayatlı bir din" 3 Cilt
By İlhami Danış
MEHMET AKİF ERSOY'UN TÜRK DÜNYASI ŞAİRLERİNDEKİ TESİR ALANINA BİR BAKIŞ
By Atıf AkgünATATURK_DONEMI_DIN_UYGULAMALARI_1923-193.pdf
By Ali Hikmet
By Adnan Oktar (Harun Yahya) Kitapları
ATATÜRK'ÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ, UYGARLIK İDEOLOJİSİ
By Adnan Oktar (Harun Yahya) Kitapları
ATATÜRK'ÜN FİKİRLERİ VE DÜŞÜNCELERİ
By Şayan Ulusan
Tek Parti̇ Dönemi̇ Di̇n Poli̇ti̇kasi (1923-1946)
By hüseyin KARA
Religion in Turkish Modernization
By Ali Ağcakulu
İBADET DİLİNİ TÜRKÇELEŞTİRME ÇABASI OLARAK TÜRKÇE EZAN ÖRNEĞİ
Kurtuluş Savaşı'nın Manevi Reisi
İBADET DİLİNİ TÜRKÇELEŞTİRME ÇABASI OLARAK TÜRKÇE EZAN ÖRNEĞİ
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKLERDE EZAN MÛSİKÎSİ
By Uğur Alkan
Din Siyaset İlişkisi Temelinde Türk Siyaseti, (Uygulamalar, Söylemler, Muhalefet, 1950 1960)
Din Dili ve Mevlid Çerçevesinde Tanrı Kavramının Serüveni (A Survey of the concept of God)
By Rifat Atay
KEMALİZMİN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
I
Kemalizmin
Türkçe Ezan Hikayesi............................................... :.................... 9-15,
BİRİNCİ
BÖLÜM
İBADETLERİN
TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ VE
TÜRKÇE EZAN KONUSU...........................................................
17
Ziya
Gökalp ve Türkçe Ezan................................................................................... 18
Atatürk'ün
İbadetlerin Türkçeleştirilmesindeki Hedefleri..................................... 20
Tekbir,
Ezan, Kamet ve S âlânın Türkçeleştirilmesi.............................................. 23
Tanrı
Uludur, Tanrı Uludur.................................................................................... 31
Hutbenin
Türkçe Okunması.................................................................................... 33
Camiler
Din ve Dünya işleri İçindir........................................................................ 34
Namazın
Türkçe Kur'ân'la Kıldırılması.................................................................. 39
Sazlı
Sözlü Hafızlar Topluluğu ile Kur'ân ve Mevlid Seansları........................... 40
REHBER YAYINLARI :
39
Araştırma -
İnceleme Dizisi : 15
.'KEMALİZMİN
TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ"
adlı eserin
tüm yayın hakları
"REHBER Yayıncıhk"a aittir.
Halk
Partisi ve Laiklik Prensipleri......................................................................... 108
Tarihi
163. Madde.................................................................................................. 113
163.
Maddenin Zulmü Böyle Başladı................................................................... 116
Dinsizlik
Diktotoryası............................................................................................. 119
Müslümanlar
Komünistlerden Daha mı Kötü!..................................................... 122
Gelelim
Din Meselesine........................................................................................... 127
BEŞİNCİ
BÖLÜM
TANRI ULUDUR'DAN
ALLAHU EKBER’E GİDEN YOL......... 145
Meclis
Müzakerelerinin En Heyecanlı Anında İki Kişi Meclis'te Arapça Ezan Okumaya
Başlıyor! 148
Ezan
Okuyanlara Hazır Damga: Tarikatçılar!..................................................... 150
Tarikatçılar
Meclise Nasıl Girdiler?....................................................................... 151
Tarikatçılar
Neler Anlatıyor?................................................................................. 152
Tarikatçıların
Başka Arkadaşları Var mı idi?........................................................ 153
ALTINCI BÖLÜM VE
ALLAHU EKBER............. '...................... 157
Ezanı
Muhammedi................................................................................................. 162
Ezan......................................................................................................................... 162
Ezan-ı
Muhammedi’nin Lisân-ı Kur'ân ile Okunması Üzerine.......................... 165
Demokrat
Parti ve Ezan Meselesi:......................................................................... 168
Kur’ân
Diliyle Ezan................................................................................................ 187
Ezan'ın
Teşrii........................................................................................................... 190
Artist
Şadi Bile Türkçe Kur'ân'ın Asla Olamayacağına Karar Vermişti............... 42
Mustafa
Kemal Kur'ân Okuyor!.............................................................................. 43
Yeni
Mevlit veya Kemalist Mevlit........................................................................... 59
Gerçek
Mevlid-i Nebi............................................................................................... 73
İKİNCİ BÖLÜM TÜRKÇE
KUR ÂN LA NAMAZ KILINABİLİR! 83
Kur'ân'ın
Türkçe Tercümesiyle Namazda Okunması............................................ 84
Kur'ân
Dili Üzerinde Bir İnceleme.......................................................................... 86
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
TÜRKÇE EZAN, TEPKİLER
VE BURSA ULUCAMİİ OLAYI.... 89
Atatürk
Arapça Ezan Okuyanlara Seslendi: "Allah'ın Belası Yobazlar".............. 91
Ezan
Okuyanlar Tutuklanıyor................................................................................ 94
Yeni
Hükümetin Dini............................................................................................... 96
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
TÜRKÇE EZANİN EMNİYET
SÜBABI: DİYANET İŞLERİ REİSLİĞ İ 101
Atatürk,
"Türk'ün Martin Luther'i"....................................................................... 103
Partiler
tslâmsız Olamıyorlar?............................................................................... 105
KEMALİZMÎN
TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
14 asra yakın
bir zaman, bütün müminlerin ortak sesi, sembolü ve bu manada da İslâm
Dünyasının tam bir istiklâl Marşı olan Ezan-ı. Muhammedi, bizim ülkemizde, tüm
Islâm Dünyasının ve Müslümanların zıddına 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren
"Allahu Ekber, Allahu Ekber" yerine, "Tanrı Uludur, Tanrı
Uludur” diye okunmaya başlamıştı.
Hedefleri, Ziya
Gökalp'in:
Bir ülke ki
camiinde Türkçe Ezan okunur,
Köylü anlar
manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki
mektebinde Türkçe Kur'ân okunur,
Ey Türk oğlu,
işte senin orasıdır vatanın!
dizelerinde
ifade ettiği gibi Arapça ezandan ve Arapça olduğu için de Kur'ân'dan kurtulmak
idi.
Müzisyen Hafız
Saadettin Kaynak, Hafız Yaşar Okar, Hafız Ali Rıza, Hafız Burhan, GalatasaraylI
Hafız Nuri, Adliydi Hafız Fahri, Hafız Kemal ve Hafız Cemil gibi aslında çok
iyi mevlid okumakla ünlü sesi güzel, müziğe yatkın hafızlar topluluğu ile
Arapça ezandan kurtulmanın çalışmaları bizzat Mustafa Kemal Atatürk'ün
başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda
Ezanı
Tertip ve Tensik Eyleyen Lâfızlarda Değişiklik Olamaz........................ 195
Ezanın
Faydaları................................................................................................ 201
Halkçı
Gazetelerin Taarruzları.......................................................................... 203
YEDİNCİ
BÖLÜM EZAN DELİLERİ NİN HİKAYESİ. 211-252
5
— Haydi kurtuluşa.
6
— Tanrı Uludur, Tanrı Uludur,
7
— Tanrıdan başka yoktur
tapacak."
Dünyanın hiçbir
ülkesinde görülmemiş ve işitilmemiş olan bu garip ezanı devlet
konservatuarından İhsan Bey bestelemişti.
Güfte'ye en
büyük katkı şüphesiz Mustafa Kemal'in idi.
Nihayet bu ezan
kesin emirlerle dört bir tarafından
3 Şubat 1932 tarihinden itibaren tangur, tungur okunmaya başladı. Arapça
ezanı saklı saklı okuyanların başına gelenler ise pişmiş tavuğun başına
gelmemişti.
Türkçe Ezan
işinde devletin en büyük yardımcısı Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ile
Diyanet İşleri Başkanlığı idi.
Diyanet İşleri
Başkanlığı, Tahrirat Müdürlüğü'nün 360/ 128 sayılı, 4.2.1933 tarihli
genelgesiyle de bu yeni ezan için tüm müftülüklere Mustafa Kemal'in isteği
doğrultusunda bir tamim göndermişti.
Gönderilen
tamimde Başkan Rıfat Börekçi, Arapça ezan okuyan, okunmasına göz yuman ve bu
konuda tereddüde düşen tüm din görevlilerinin acımasızca cezalandırılacağını belirtiyordu.
Rıfat Börekçi
kraldan fazla kralcı kesilerek, daha henüz ortada Arapça ezan okuyanlarla
ilgili bir ceza, kanunu olmamasına rağmen, "Binaenaleyh bu tamimin ele
geçmesiyle birlikte, bütün diyanet memurlarının, imam ve hitaplerin ve
müftülüklerin Türkçe ezan ve kamet'e uymaları, aksi takdirde, buna muhalefet
edenlerin kat'î ve şedît mücazata maruz ka-
yürütülüyordu.
Mustafa Kemal, sık
sık hafızlara hitaben kendi yaptığı devrimlerı hatırlatarak: "Hafız
Beyler! Asıl İnkılabı sizler yapacaksınız! Türkçe Kur'ân okumakla ve Ezan-ı
Türkçeleştirmekle vatana en büyük hizmeti sizler yapacaksınız! Bunu
başarırsanız sîzlere sırmalı kaftanlar giydireceğim, sizi büyük camilere hatip
yapacağım" diyor ve Dolmabahçedeki bu faaliyetlerde sık sık
müzisyen-hafızlara iltifat ediyordu.
Camilerde
okunacak Türkçe Kur’ân ve minarelerden seslenilecek olan Türkçe Ezan için
hafızların kıyafetini bizzat Mustafa Kemal tesbit etmişti.
Mustafa Kemal
hafızlar grubunun başı olan Saadettin Kaynak’a hitaben: "Sarık sarmayacak,
cübbe giymeyeceksiniz! Hutbe okurken dahi böyle olacaksınız! Benim gibi başı
açık ve fraklı-smokinli!" buyruğuyla cami içi kıyafeti de belirlemiş olur.
Artık çeşitli
müzik aletleriyle meşk edilen ve Dr. Reşid Galip ile, Hasan Cemil Çambel’in
yönetiminde notalaştırılan Türkçe Ezan okunmaya hazırdır. Seçilen camiler,
Yerebatan, Süleymaniye ve Sultanahmet’tir.
Nasıl mı
okunacak?
İşte böyle:
’T— Tanrı
Uludur, Tanrı Uludur (4 kez)
2
— Şüphesiz bilirim ve
bildiririm ki, Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
3
— Şüphesiz yine bilirim ve
bildiririm ki Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
4
— Haydi Namaza.
nımladığı
Türkmen asıllı Ankara Hasköy'de oturan Sadık (Ça- kırtepe) Efendi’yi, yapmış
olduğum bu röpürtajlarda daha iyi tanıyacak ve Türkçe Ezan, Arapça Ezan
savaşının tarihsel boyutuna tanıklık etmiş olacaksınız.
Kitabımızın son
bölümünde bu aziz kahramanların Arapça ezan uğruna katlandıkları çileleri
kendi ağızlarından dinleyeceksiniz.
Ne varki Bilal-i
Habeşi ruhlu bu kahraman insanlardan TBMM Ezan kahramanı Osman Yaz Efendi 1989
yılında, Has- köy’lü ve Çubuk ilçesinin Kuruveren Köyünden Pehlivan Deli Yusuf
Amca 1992 yılında, Sadık Çakırtepe Amca ise Keçiören Kızlarpınarı mevkiinde
1991 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuşlar ve yaptıkları ezan mücadelesinin
karşılığını şimdi kendi dünyalarında -biiznihi Tealâ- Rablarından
almaktadırlar.
TBMM’de yasaklı
dönemde Arapça ezan okuyarak tarihe geçen insanlardan bir tek Hacı Muhiddin
Ertuğrul Efendi bugün Hasköy Shell benzinliği arkası merdivenler bölgesinde 80
yaşa yaklaşan ömrü içersinde yaşantısını devam ettirmektedir.
Biz bu
eserimizde Türkçe Ezan olayının başlangıç ve bitiş hikayelerini, ibadetleri
Türkçeleştirme eylemlerini ve bu uğurda yapılan TBMM çalışmalarını yine
akademik disiplin içersinde incelemekte ve sonunda da Allahu Ekber’e yeniden dönüşün
mücadelelerini ortaya koymaktayız. Bu sebeple kitabımıza ”Kemalizmin Türkçe
Ezan Hikayesi: TANRI ULU- D UR ’dan ALLAHÛ EKBER ’e Giden Yol! ” adını verdik.
Tabi ki bu
hikayenin biz sadece Cumhuriyet Dönemi boyutunu ele aldık. Yer yer zaman zaman
özellikle sol aydınların
lacaklarını
tamimen beyan eylerim..." diyerek, Arapça ezan okuyanların şiddetle
cezalandırılacağını resmen belirtmiş oluyordu.
işte bu tamimle
birlikte 3 Şubat 1932 tarihinden başlayarak, 16 Haziran 1950 tarihinde Tanrı
Uludur'dan yeniden Allahu Ekber'e geçilen güne kadar aralıksız tam 18 yıl bu
gök kubbede "Tanrı Uludur" denilerek ezanlar okutuldu.
Bu 18 yıllık
zaman içerisinde Arapça ezan okumanın mücadelesini veren yüzlerce isimsiz
kahraman da bu uğurda zulümler gördü, işkencelere maruz kaldı ve bir kısmı da,
Arapça ezan okumanın delisi-divanesi olduğu için rejimce Bakırköy Akıl
Hastanesine delidir diye kapatıldı.
Bakırköy Akıl
Hastanesinde 1932-1949 yılları arasında daima birkaç "ezan delisi"
"en önemli hasta" diye misafir edilmişlerdi. Sadece Ankara Çubuk ve
Hasköy bölgelerinden bizzat benim isim isim tesbit ettiğim sürekli Arapça ezan
okundu diye adı "ezan delisi'ne çıkmış olan ve bu suç (!)tan dolayı da aylarca
Bakırköy Akıl Hastalıkları Merkezinde "deli"- muamelesine tabi
tutulmuş 52 ismi biliyorum.
Tanrı Uludur'dan
Allahu Ekber'e giden yolun bu kahraman -delilerini değil- velilerini ve onların
verdiği akıl almaz mücadelelerini tanımanız için 1986-87 yıllarında, ezanın bu
tarihe geçmemiş öyküsünü sizlere aktarabilmek için "ezan delileri
"yle ilginç görüşmeler yaptım.
TBMM'de ilk kez
ve üstelik bütün engellemelere rağmen Arapça ezan okuyan Hacı Muhiddin Ertuğrul
Efendi'yi, Hacı Osman Yaz Efendi'yi, stadyumlarda milli maç esnasında bile
Arapça ezan okuyan Hasköylü Pehlivan Yusuf Efendi'yi ve hele hele Atatürk'ün ve
İsmet İnönü'nün bizzat "gerici deli" diye ta-
La ilahe İllallah
Bundan böyle
kıyamete kadar bir daha hiç kimse ezana tecavüz edemeyecek ve hiç kimsenin gücü
Allahü Ekber'i Tanrı Uludur'a dönüştürmeye yetmeyecektir.
Bu ezanlar ki
şehadetlerin dinin temeli
Ebedi yurdumun
üstünde benim inlemeli!
Hasan Hüseyin
Ceylan
26.01.1996
Ankara
1960 sonrası
gündeme getirdiği Türkçe Ezan isteklerini önemsiz bulduğumuz için bu kitaba
koymadık.
Bir de bütün
Türkiye'nin yakından yaşadığı günlerce Medya'nın manşetinden inmeyen 24 Aralık
1995 seçimleri dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nin Ankara 1.
Bölge birinci sıra adayı DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral’ın Bil- kent
Üniversitesi'nde gündeme getirdiği Türkçe Ezan isteklerini ve bu konuda basında
çıkanları kitabımıza -bilerek- almadık!
Çünkü Ezan-ı
Muhammedi ile oynamanın neye ma- lolacağını bu hal 24 Aralık 1995 seçimlerinde
tekrar gösterdi ve Allahü Ekber ezanı bir kez daha "Tanrı Uludur"
diye ezan okunsun isteyen DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral'ı nasıl çarptığını
tarihi tekerrür içerisinde yeniden ispatladı.
Evet tarih
varoldukça İslâm ümmeti, ümmetin bir İstiklal Marşı hüviyetinde olan ezanı için
hep Bilal-i Habeşi gibi haykırmaya devam edecektir:
Allahü Ekber,
Allahü Ekber
Allahü Ekber,
Allahü Ekber '
Eşhedü en La
llâhe İllallah
Eşhedü en La
llâhe İllallah
>>
Eşhedü enne
Muhammeden Resulüllah
Eşhedü enne
Muhammeden Resulüllah
Hayyaalas Salâh,
Hayyaalas Salâh
Hayyaalel Felâh,
Hayyaalel Felâh
Allahü Ekber,
Allahü Ekber
İBADETLERİN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ
VE TÜRKÇE EZAN KONUSU
Ezanın bütün bir
İslâm ümmetine ve dünya gezegeninde yaşayan yaklaşık 1 milyar 200 milyonluk
Müslüman nüfusa yönelik müşterek bir manası vardır. Yerinde bir tabirle ezan,
bu 1 milyar 200 milyonluk İslâm dünyasının tam bir "İstiklal Marşf’dır.
Her duyanın saygı duyduğu, davetine icabet etmeye çalıştığı ve ona maddî-manevî
zevkler verdiği bir İstiklal Marşı.
Dünyanın hiçbir
ülkesinde, hangi dine müntesip olursa olsun, İslam müstesna, insanları
böylesine etkileyen ve insanlara günde en az beş kez seslenen böyle bir
davetiyeye rastlanamaz.
Ezan; sosyolojik
olarak İslâm toplumları nezdinde ortak bir sembol olması bir yana, namaza ve
ibadete davet etmesi cihetiyle kulluğa yönelik tarafıyla da, İslâm dünyasının
müşterek kulluk davetiyesidir. Her Müslüman nerede olursa olsun, isterse
bilmediği bir dilin konuşulduğu bir Müslüman ülkesinde bulunsun, duymuş olduğu
ezan sesi ile ortak bir heyecan ve birlik hissi ile dolar. Yüzlerce ayrı dilin
konuşulduğu İslâm dünyasında ezan, Müslüman birlik hissini günde en az beş kez
hatırlatan tek birlik sembolüdür.
Hristiyanlar için
çan ne manayı ifade ediyorsa Müslümanlar içinde Ezan öyledir.
Aslında Ziya Gökalp
şiirinin bu ilk bendinde de görüldüğü gibi sadece ezanın Türkçeleştirilmesi
teklifini gündeme getirmekle kalmıyor, Türkçe Kur'ân fikrini de ortaya atmış
oluyordu. Hatta Gökalp, "Türkçülüğün Esasları” isimli kitabında,
Türkçe yapılan ilahi, zikir ve Mevlid-i Şerifi örnek göstererek şunlann da
Türkçe olmasını istiyordu:
1. ibadette
okunanlar (tilavet) dışında Kur'ân okunuşu,
2.Bütün ibadet ve
ayinlerden sonra okunan dualar ve mü- nacaat (yakarış),
3. Cuma ve Bayram
Namazı Hutbeleri[1]
[2]
[3]
Ziya Gökalp’in
düşünceleri, Cumhuriyet'in kuruluşu ve özellikle de 3 Mart 1924 devrimlerinden
sonra Mustafa Kemal’in her an aklını meşgul eden hususlardı. Ziya Gökalp bir
"Dinsel reform,,(3) olarak bunları düşünmüşse de, Atatürk için
dinî hayat ve ibadetlerdeki reformlar, dinsel reform olmaktan öte bir
"Kültürel reform"<4> idi.
20 Haziran 1928
tarihinde İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nce hazırlanan ve daha
önceki bölümlerde de tam metnini sunduğumuz "İslamiyet'i Islah"
projesi ile Atatürk’ün arzuladığı bu "Kültürel reform"un temelleri
atılmış oluyordu.
Prof. M. Fuad
Köprülü, Prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Prof. İsmail İzmirli, Prof. Halil
Halid, Prof. Arapgirli Hüseyin Avni, Prof. Hilmi Ömer ve Prof. Hilmi Ziya gibi
on kişilik bir
lümanlar için de
ezan aynı derecede ve ondan çok daha yüce manalar ifade etmektedir.
Böylesine yüce
manalarla dolu ve Müslümanların tek ortak sembolü olan ezan, nasıl ve ne
sebeble ve hatta nasıl bir fayda umularak yapıldığı bugün bile açıklanamayan
bir tarzda 1932 yılı başlarında ortak sembollükten soyutlamak ve ’Türke
has" bir şekle sokmak anlayışıyla Türkçeleştirilmeye başlandı.
Ezanın
Türkçeleştirilmesi hadisesi her ne kadar, 1932 Şubat’ında gerçekleştiyse de,
muhteva olarak değişikliğin düşünülmeye başlaması çok daha önceki yıllara
rastlar.
Ezanın
Türkçeleşmesi fikrini ortaya atan kişi şüphesiz Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp
ilk defa "Vatan" adlı şiirinde ibadetlerin Türkçeleştirilmesi fik
rini ortaya atmış ve Türkçe ezanla ilgili olarak Vatan adlı şiirinin ilk
bendinde şöyle de- mişti:(1)
i» I
Bir ülke ki,
camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar
manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe
Kur'ân okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hûda'nın...
Ey Türk oğlu, işte senin
orasıdır vatanın!
1. Ziya Gökalp, Yeni Hayat, s.
9. 1941 (2. Basım).
c)
Namazın Türkçe Kur'ân’la kıldırılması
d)
Halkın rağbetini çekmek için camilerin sıhhî ve
bediî bir hale getirilmesi.
Özellikle ilk üç
konu üzerinde yoğunlaşan Mustafa Kemal Atatürk,ibâdetlerin Türkçeleştirmesi
işinde kendilerinden en çok faydalanacağı kişileri etrafında toplamaya başladı
ve Dolmabahçe Sarayı’nda bu kişilerle aylar süren bir çalışma başlattı.
Çalışmalara katılan
kişiler devrin çok meşhur hafızları, musikişinas ve mevlithanları idi. Hafız
Sadettin Kaynak ve Hafız Burhan gibi musikişinaslar olduğu kadar, tegannili me-
vlid okumalarıyla tanınmış meşhur hafızlardan seçme bir grup bu toplantılara
katılıyorlar idi.
Dolmabahçe
Sarayı’nda bizzat Atatürk’ün başkanlığı ve gözetiminde yürütülen ibadet dilinin
Türkçeleştirilmesi çalışmalarına katılan hafızlar şunlardı: Beşiktaşlı Hafız
Rıza, Hafız Burhan, Hafız Sadettin (Kaynak), Enderunlu Hafız Yaşar (Okur),
Sultan Selimli Hafız Ali Rıza (Sağmen), Adliye'deki Hafız Fahri, Galatasaray
Muallimi Hafız Nuri ve tüm bu hafızlara başkanlık etmek üzere Üsküdarlı Hafız
Cemil.[4]
[5]
[6]
Bu dokuz seçme
hafız, "Din inkılabı’’^91 için yapılacak değişikliklerde ve
özellikle de ibadetlerin Türk- çeleştirilmesinde çalışmak için 1931 yılı
Ramazan ayının on- beşinden itibaren Dolmabahçe Sarayı’na çağrılmaya başladılar/1^
ilmi(!) heyet
tarafından takdim edilen bu proje ile, "İbadetin dilinde”, "İbadetin
şeklinde", "İbadetin sıfatında" ve "İbadetin fikriyatında"^
olmak üzere dört ana başlıkla ibadetlerdeki reformlar başlatılmak istenmişti.
İşte bu projenin
"İbadetlerin dili" bölümünde deniliyor ki: "ibadetlerin
Lisanı" Türkçe olmaktır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri
kabul ve istimal[7]
[8]
[9]
edilmeli ve ma- bedlerde bu esasta teşkilat yapılmalıdır."
İbadetlerin dili
üzerine yapılması teklif edilen bu değişiklikler 1928 yılından itibaren en
başta Atatürk ve İnönü’yü ve sonra Cumhuriyet Halk Partisi'nin ileri
gelenlerini konu üzerine düşündürmeye başlamıştı.
İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörlerinin teklif başında açmış,
oldukları ibadetlerdeki değişiklik projesi, Atatürk’te beklenen etkiyi yapmış
ve kendisini bu konuda 1931 yılı sonlarında kesin olarak harekete geçmeye
itmişti.
Atatürk'ün
İbadetlerin Türkçeleştirilmesindeki Hedefleri
Bu sıralarda
Atatürk'ün üzerinde durmak ve başarmak istediği şeyler başlıca namazın
etrafında dolaşıyor ve onun şekilleri çevresinde toplanıyordu.Bunları dört ana
başlık altında gösterebiliriz:
a)
Tekbir, Ezan, Kamet ve Salâtın Türkçeleştirilmesi,
b)
Hutbenin Türkçe Okutulması,
idi. Bu vaadlere
ulaşabilmek için hafızlar saz ve orkestra eşliğinde var güçleriyle
çalışıyorlardı.
Saz heyeti
arasında: Selanikli "Kanuni” Mustafa, Mısırlı Udî İbrahim ve Kemani Ermeni
Nobaryan var idi/14) Saz heyetine iki erkekle bir kadın sesleriyle
eşlik ediyorlar ve okunan Türkçe Kur'ân'a ritm(!) vermeye çalışıyorlardı/[10]
[11])
Tekbir,
Ezan, Kamet ve Salanın Türkçeleştirilmesi
Tekbir, Ezan,
Kamet, Salâ ve Kur’ân'ın Türkçeleştirilmesi ile ilgili bu hummalı faaliyetleri
bizzat yaşayan kişiler, bu çok renkli(!) çalışmalarla ilgili hatıra tutmayı da
ihmal etmemişlerdi. Özellikle notaya ve ritme uygun olarak tekbir getiren ve
Türkçe Kur'ân okuyan ve bu suretle de Atatürk’ün din inkılabında "Göz
bebeği" olma ünvanına erişen Sultan Se- limli Hafız Rıza'nın (Hafız Ali
Rıza Sağman) hatıraları bu konuda çok ilgi çekicidir/[12])
Hafız Ali Rıza
Sağman, hatıralarında bu hummalı çalışmaları şöyle anlatıyor:
"...Sarayın
altındaki küçük salonda tekbir meselesi bahis mevzuu oldu. Yaklaşmakta olan
bayramda camilerde okunacak olan tekbirlerin Türkçeleştirilmesi isteniliyordu.
Halbuki bu hafızların yapacakları iş değildi. Bunu yalnız Arapça bilen hem de
musikide tasarruf sahibi olan kimselerin yapması lâzım gelirdi. Bu vaziyet
karşısında gayretin dayıya düştüğü anlaşıldı.
Hafızlar Atatürk’ün
gözetiminde Ramazan’ın sonuna kadar Tekbir, Ezan, Kamet, Sala ve Hutbenin Türkçeleştirilmesi
üzerine yoğun bir şekilde çalışmaya başladılar. (11) Daha sonra
Ramaza'nın bitimiyle 1932 yılının şubat ayına kadar geçen süre içerisinde de
Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi üzerine çalışıldı. Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi
çalışmalarında da Atatürk, hem güzel sesinden ve hem de hitabetindeki düzgünlüğünden
dolayı Hafız Sadettin Kaynak’ı çalışmaların organizatörü kılmıştı.
Saz ve orkestra
heyeti ile birlikte yürütülen Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi çalışmasına,
Süleymaniye Müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Hafız
Burhan, Hafız Yaşar Okur ve Hafız Nuri katılmışlardı.(,2)
Okunan Türkçe
Kur'ân'ın önce Gazi'ye beğendirilmesi asıl olduğundan hafızlar bir hayli ter
döküyor ve halkın bu şekli beğenmiyeceğini bile bile çok yoğun gayretler sar-
fediyorlardı. Bunun bir başka sebebi de Atatürk'ün heyette bulunan hafızlara :
'İnkılaplarımızın son merhalesini sizler yapacaksınız Hafız Beyler!"
diyerek iltifatta bulunmuş olması ve: "Sizi Sultan Camiilerine hatip
yapacağım. Size sırmalı kaftanlar giydireceğim!"[13] [14]
[15]
gibi hafızlar için o günkü şartlarda en büyük kabul edilen vaadlerde
bulunmasıydı.
Tabi o zamanın
hafızlan için sırmalı kaftan giymek ve Selatin camilerine hatip olmak
erişilmesi çok zor olan rütbeler
Allah’a karşı
Tanrı; Ekbere karşı Ulu ve büyük kelimeleri üzerinde hayli münakaşa oldu.
Neticede görüldü ki, "Allah'u Ekber," "Allah Büyüktür" ve
"Tanrı Uludur" cümlelerinin üçü de hece sayısınca birdir. Allah’u
ekber ibaresindeki nağmeyi Türkçeleştirdiğimiz ibareye aynen geçirdik. Tekbirin
ibaresi benim tezime göre şöyle oldu:
Tanrı Uludur, Tanrı
Uludur, Tanrıdan başka Tanrı yoktur. Tanrı Uludur. Tanrı Uludur. Hamd ona
mahsusdur.
Müzakere bu safhaya
gelince Hasan Cemil şöyle bir teklifte bulunarak münakaşaya son verdi:
— Her ikisini de
Atatürk’e okuruz, onun istediği ve beğendiği kabul edilir.
Hasan Cemil’in
reisliğindeki konuşmalar bitmiş, tekbir şöyle böyle Türkçeleştirilmiş, nağmeler
yerli yerine konmuş ve "Allah Büyüktür", "Tanrı Uludur"
ihtilafının halli de Atatürk'ün yüksek tasviplerine bırakılmıştı. Şimdi bu
komisyon azası sarayın üst katında bulunan Atatürk'ün huzuruna çıkıyordu.
Billûr parmaklıklı merdivenden çıkarken reisimiz Hasan Cemil bize:
— Durun, dedi,
şunlara bir sürpriz yapalım!
Atatürk'le
yanındakiler bizim üst kata çıktığımızı görmemişlerdi. Oraya çıkar çıkmaz,
reisimiz teklifi üzerine: "Allah Büyüktür", "Allah
Büyüktür" diye o maruf nağmeleri yüksek sesle ve hep bir ağızdan bağırarak
yürümeye başladık. Henüz Allah'ın adı saray kubbelerini titretmeye başladığı
ilk anda Atatürk'ün başı bizden yana döndü ve pek hoşlanarak ve gülerek
yerinden kalktı, bize doğru yürümeye başladı. Biz de okuya, okuya kendilerine
yaklaştık. Atatürk, pek seviniyor, tatlı tatlı gülüyordu. Tekbir bitmişti. Hasan
Cemil söze başladı.
Bu derece acele
edilmesinin türlü sebebi olabilir: Yapılacak işte iyiliğin, kötülüğün yeri
olmaması yani bir şey olsun da nasıl olursa olsun fikrinin hakimî bulunması
düşüncesi bir sebep olacağı gibi, yaklaşmakta olan 1931 yılının bayramında bu
işe başlanmış olması düşüncesi de ikinci bir sebep olabilir.
Herhangi bir rejim
yeni kurulurken nasıl kurulursa öyle gider ve temelleşir. Bu temel ilkin doğru
olarak konulursa iyi olur diye uygun olduğunu sandığım bir düşünce kafamın
içini sardı. Doğruya aykırı bir usulün konması, yanlış bir ibare ile işin
aslının, ruhunun çığırından çıkartılması ihtimali ki bunun böyle olacağı ortada
görülüyordu-yüreğimi titretti. Bugün camilerde okunmakta olan Türkçe tekbir
işte bu titreyişin eseridir. Bunu öğünerek söylemek hakkına malik
bulunmaktayım Şimdiye kadar karanlık kalmış olan bu mesele, bizden sonraki
nesillere kalacak olan bu eser birkaç satır ile tesbit edilecek olursa o geceki
mücahede ve mücadelenin mükafatını fazlasıyla almış olduğumu itiraf ve kabul
ederek bunu birkaç fıkra ile izah edeceğim:
Bugün camilerde
okunan Türkçe tekbir sırf benim mü- cahademin meyvasıdır. Bunu yalnız iddia
değil, ispat da ederim. En birinci şahidim oradaki Hafız arkadaşlarımda.
Hasan Cemil'in
reislik ettiği bu meclisteki 9 hafızdan 8’i bir taraf oldular. Bunların başında
Hafız Kemal vardı. Hafız Kemal, "Allah’u Ekber’i" "Allah
Büyük’tür" tarzında Türkçe'ye çevirelim diyordu. Ben, Allah büyüktür
terkibinin hem sıfatına hem mefhumuna itiraz ederek Tanrı Ulu'dur denilmesini
ileri sürdüm. Hafız Kemal, davasını haklı göstermek için "Allah Büyüktür"
terkibinin bizce munis olduğunu, ağzımızın buna alışkın bulunduğunu
söylüyordu. Sadeddin Kaynak da Hafız Kemal tarafını tutuyordu. Fakat o da
tezini müdafaa edemedi.
KEMALİZMİN TÜRKÇE
EZAN HÎKAYESİ
-
Evvelki unutulsun! Tamamen Türkçe olsun!
"Tanrı Uludur" diye okunsun.
Buyurdu. Ben
titriyordum, Çünkü böyle bir işi, böyle bir huzurda başarmış ve imtihanı
kazanmıştım. Arkadaşlarım sü- küte daldılar. Yalnız Galatasaray Lisesi
muallimlerinden Hafız Nuri kulağıma: Tebrik ederim diye fısıldadı.
Atatürk kazanan
tarafı bilmiyordu. Beşeriyet duygularından sıyrılmış olamayız. Bu şekli iddia
edenin kim olduğunu Atatürk'ün de bilmesini isterdim. "Tanrı Uludur"
şekli tastamam benim mücahedemin bir meyvesi idi.
Bununla beraber
sofrada yine de mesele üzerinde konuşmalar oldu. Atatürk yeni metnin aslından
daha parlak olduğunu ve nağmeye yakıştığını söyledi:
Hafız Kemal de
şöyle garip bir mütalaada bulunmaktan çekinmedi:
-
Biz minarede de ezan okurken Allah kelimesinde
nağme yaparız da...
Atatürk bir şey
söylemedi. Ben işi üzerime alarak dedim ki:
-
Bu muazzam inkilâp karşısında böyle bir nağme dinlenmez
ya!
Yine Atatürk’ün
huzurunda bir mesele görüşülürken ben, tekbirde geçen hamd ve mahsus kelimeleri
hakkındaki görüş ve anlayışımı da kendilerine arz ettim. Ahteri Kebir'i
getirtti. Bu kelimelere baktı. Lügatin verdiği mânalar da bunu tutmamış olacak
ki:
-
Biz şimdilik hamd ona mahsustur diyelim de
istikbalin Türk'ü daha iyisini bulsun! Onlar da onu Türkçeleştirsin!
Buyurdular. Bu iş
de böyle neticelendi.
Tekbiri Türkçe’ye
çevirirken Hafızlar arasında ihtilâf çıktı. Kimi "Tanrı Uludur" olsun
diyor, kimi "Allah Büyüktür" olsun diyor. İkisinden birisinin
kabulünü yüksek tasviplerinize bıraktık" dedi.
Reisimiz Hafız
Cemil münakaşayı olduğu gibi söylememiş, kısa kesmişti. "Tanrı
Uludur" diyen hafızların bir kısmı değil, bir teki idi. Ben onun böylesi
söylemesini isterdim. Fakat o sırada sükûttan başka çare yoktu.
Atatürk: "Her
ikisini de dinleyelim!" buyurdular.
ilkin "Allah
Büyüktür" diye başladık. Kemal ile arkadaşları pek istekli ve neşeli
okuyorlardı. Kendilerininkini beğendirmek için azami gayret sarfediyorlardı.
Atatürk ise, kaşlarını çatarak dikkat kesilmiş, ayakta dinliyordu.
Tekbir bitti,
Hakikaten pek parlak okunmuştu. Saray çın çın ötüyordu. Atatürk:
-
Buyurdular. "Allah Büyüktür" avazeleri
tekrar yükseldi. Bundan sonra Atatürk:
-
Şimdi ötekini!
Buyurdular. Şimdi
benim dediğim okunacaktı. Okundu. Fakat arkadaşların, bilâiltizam diyeceğim,
neşesiz oldukları seziliyordu. Atatürk bunun için de:
-
Bir daha!
Buyurdular. Bir
kere daha okuduk. Bu sefer ben de onlara inat kuvvetli ve neşeli okudum. Okuyuş
bitti. En heyecanlı bir ana gelmiştik. Yalnız hafızlar değil, oradakilerin
hepsi dikkat kesilmiş, kulak kesilmiş, göz kesilmişti.Atatürk’ün ne diyeceğini,
hangisini beğeneceğini bir an evvel öğrenmek istiyorlardı. O, üç değil, iki
kelime ile hem de sabırsızlıklara, meraklara son verdi, hem de tekbirin
metnini tespit etti ve:
Diyanet İşleri
Başkanlığının Devletle iç içe organize ettiği ve tüm müftülüklere de tamimen
gönderdikleri ibadetler ve şekilleri ile ilgili bu çeşit inkılaplar hakkında
içeride ve dışarıda ilginç yorumlar yapılıyordu.
Alman Gotthard
Jaeschke, Dolmabahçe sarayında yürütülüp Meclisçe kanunlaşmadan, tamamen bir
emir doğrultusunda yürütülen bu uygulamaları "Şeriatın egemenlik alanına
açık bir hücum" olarak yorumluyordu.[16]
Jaeschke,
"Şeriata açık bir hücum" olarak yorumladığı bu uygulamaların
kökeninde eğer bir kahraman aramak gerekirse bu kahramanlığın Mustafa Kemal’den
önce Ziya Gökalp'e ait olduğunu dile getiriyor ve Şeriate bu manada ilk
hücumun Ziya Gökalp'ten geldiğini iddia ediyordu.
H.H. Schaeder’e
göre, her ne kadar Ziya Gökalp'in, İslam ümmetinden, Türk kültüründen ve Avrupa
medeniyetinden olmak şeklinde dile getirdiği meşhur felsefesiyle bu kahramanlık
uyuşmazlık içindeyse de[17]Ziya
Gökalp herşeye rağmen 20. asrın başlarında Ezan’ın ve Kur'ân’ın Türk-
çeleştirilmesini "Vatan" adlı şiiriyle dile getirmişti.
Vatan adlı bu
şiirin bir kıtasında Gökalp
Bir ülke ki
camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar
manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki
mektebinde Türkçe Kur'ân okunur,
Tekbir
için yapılan mesai daha sonra ezana ve kamete de teşmil edildi. Onlar da
Türkçeleştirildi ve camilerde okunulmağa başlandı. Fakat hükümet lâik olduğu
için bunları ne resmî ve ne dinî bir makamdan; meselâ Diyanet İşleri Reisliğinden
getirtiyor, ne de bir kanun mevzuu yapıyordu. Bu işler böylece hususî
şekillerde ve kanunî olmıyan teşebbüslerle yapılıp durdu.[18] *
Bu tür
Türkçeleştirme teşebbüslerinde henüz Salâ denilen ve Peygamber’e hürmet ve
tazimi gösteren dinî metin üzerinde durulmuyordu. Nihayet Diyanet İşleri
Reisliği bununla da meşgul olarak Sala’nın da Türkçe ve notaya uygun, ritmle
söylenebilecek bir tarza dönüştürülmesi çalışmalarını başlattı ve Sala’nın üç
muhtelif şeklini hazırlayıp ezandan sonra okunmak üzere bütün Müftülüklere
gönderdi.
* t
Diyanet İşleri
Reisliği’nin bu konudaki 6.3.1933 tarihli dikkat çeken tamimi şöyledir:[19]
"Öz dilimizle
her tarafta Türkçe ezan okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salât okumak
âhenksiz düşeceği gibi Hükümeti celilenin takip buyurduğu maksad-ı milliyeye de
uygun gelmediğine binaen İstanbul’daki erbabı ihtisasla bil- muhabere yukarıda
yazılan üç suret ile Türkçe tekbir gönderilmiştir. Her hangisi arzu olunursa
icabında alâkadarların ondan okumaları tamamen beyanolunur."
Bu emir üzerine
İstanbul Müftülüğü, İstanbul’daki İlahiyat Fakültesi müderrisleriyle görüşerek
bunu da tespit edip bildirmiş ve Salâ işini de böylece sona erdirmişti!
İlk Dil Kongresinden
sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü Ocak 1932’den itibaren, bütün cami ve
hademe-i hayrat’m (din görevlileri) amiri sıfatıyla önce Diyanet İşleri
Reisliği’ne ve sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü makamına bağlı bütün cami ve
mescitlere Türkçe ezan için her türlü hazırlığın yapılmasını emretti/[20]
Ezanın yeni şekli
Diyanet İşleri Başkanlığınca Atatürk'ün de onayından geçmiş şekliyle tüm
müftülüklere ta- mimen Ocak 1932'den itibaren gönderilmiş oldu/[21]
[22]
Onaylanan Türkçe
Ezan'ın tam metni şöyle idi:
L Tanrı Uludur.
(4kere) 2. Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki Tanrı'dan başka yoktur tapacak, 3.
Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki, Tanrının elçisidir Muhammed, 4. Haydi
namaza, 5. Haydi kurtuluşa, 6. Namaz uykudan hayırlıdır (Yalnız Sabah
namazında), 7. Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, 8. Tanrıdan başka yoktur tapacak.
Her ne kadar
Türkçeleştirilmiş bu ezanın güftekârları bir hafızlar grubu ise de gerçek
güftekâr Mustafa Kemal Atatürk idi. Bu güftenin bestekârlarına da Devlet
Konservatuarından İhsan bey ile, Ermeni Nobaryan getirildi/28)
Ezan'ın hemen
arkasından Tekbir, Tehlil ve Salavat-ı Şe- rifelerin Türkçeleştirilmiş
şekilleri de Diyanet İşleri Reis-
Küçük büyük
herkes bilir buyruğunu Huda'nın... Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!®®
diyerek Türkçe ezan
reformunun temelini daha 20. asrın başlarında atmış olu-yordu.
Aslında şiirde adı
geçen, "Ezan"dan başka, Ziya Gökalp, "İslam Ümmetinden"
olgusuna tersliğine rağmen "Türkçülüğün Esasları" isimli
eserinde, tekke ve dergahlarda Türkçe yapılan zikirlerde okunan ilahilerle ve
sonradan yaşayan bir dinsel tören haline gelmiş bulunan Türkçe Mevlid’i Şerif-i
örnek göstererek şunların da Türkçe olmasını istiyordu.[23] [24]
1.
İbadette okunanlar (tilavet) dışında Kur'ân
okuyuşu
2.
Bütün ibadetlerin sonunda yapılan dua ve
münacaatler
3.
Hutbeler
4.
Tekbir ve Salavat-ı Şerifeler.
Ziya .Gökalp
bunları isterken öne sürdüğü tek gerekçe Türklükle birlikte ibadetlerde vecd ve
itmi'nan’ın artması idi.[25]
[26]
Ziya Gökalp’in
gündeme getirdiği ve daha sonra Dol- mabahçe Sarayı'nda hafızlar grubunda meşk
edilerek şekillenen Türkçe Ezan, Kamet, Tekbir ve Salavat-ı Şerife ilk kez bir
Ramazan ayında 3 Şubat 1932 tarihinde okundu. Tekbirler ve Salavatlar da
Teravih namazlarında okunmaya başlandı/25^
Türkçeleştirilen
ibadet şekillerinden birisi de hutbeler idi. Öncelikle Cuma Hutbesi ve Bayram
namazları hutbeleri, halk hiçbir şey anlamıyor (!) düşüncesiyle
Türkçeleştirilemeye tâbi tutuldu. Atatürk, "Eğer hutbe hitabetmek ve
halkla konuşmak ise, halkın o hutbeyi her şeyiyle anlamış olması gerekir.
Halka hitap ederken onun anlayacağı bir dille konuşmak en tabii ve en mantıklı
bir yol olduğundan şüphe yoktur." diyerek hutbenin Türkçeleştirilmesinin
ve ondaki Arapça duaların atılması gerektiğinin kendince gerekçesini de ortaya
koymuş oluyordu.
Aslında Hutbenin
Türkçeleştirilmesi ile ilgili örneği Mustafa Kemal Balıkesir Lala Paşa Camiinde
1923 yılında bizzat kendisi vermişti. Daha önceki bölümlerde de tam metnini
sunduğumuz bu hutbenin önemli bölümlerini yeniden zikrederek konuyla ilgili
Hafız Saadettin Kaynak'ın ilginç hatıralarına yer vermek istiyorum.
Mustafa Kemal
sözkonusu hutbesinde minberin birinci, üçüncü ve yedinci basamaklarında
okunması gereken duaları atlayarak hutbeyi okuyacağı basamağa çıkmış ve öylece
hutbesini okumuştu.
Mustafa Kemal’in
arzuladığı ve istediği şey, ibadetleri şekillendirmek ve belli kalıplara koymak
değildir. Onun için minberin merdivenlerinde durmayıp, dua okumadan direkt olarak
hutbesine başlamıştı.
Hutbede şöyle
diyordu: .
"Ey
Millet,Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, ati- feti ve hayrı
üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenabı Hak tarafından
insanlara hakayiki tebliğe memur Resûl olmuştur. Kanuni Esasi cümlenizce
malumdur ki Kur'ân-ı Azimüşşan'daki hususdur. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan
di-
liği’nce bütün müftülüklere tamimen gönderildi. Diyanet İşleri Reisi
Börekçizâde Rıfat Efendi’nin (Rıfat Börekçi) tüm müftülüklere gönderdiği
tebliğ de şunlar yazılıydı/[27])
“Türkçe
olarak camilerimizden ve minarelerden okunmaya başlanan Ezan'ın ahengini
sağlamak ve millî devlet politikalarına aykırı düşmemek üzre(!) Tekbir ve
Salavat-ı şerifeler de aşağıdaki şekilde Türkçeleştirilmiştir. Salavat için Müftülüklerin
seçimine bağlı olarak aşağıdaki şu üç şekil bildirilmiştir.
Salavat-ı
Şerife "Ey Tanrının elçisi Muhammed, salât sana, selam sana.(ya da: Senin
üzerine olsun rahmet ve selamet ey Muhammed); veya (Ey Tanrının sevgilisi
Muhammed salât sîzindir, selam sîzindir.)
Tekbir
için- "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, Tanrıdan başka Tanrı yoktur. Tanrı
uludur, Tanrı uludur, Hamd ona mahsustur."
Tekbir ve Salavat-ı
Şerifeler için bu yeni şekli kullanmayanlar için de, Türk Ceza Kanunu’nun 526.
maddesi gereği ceza öngörüldü. 2 Haziran 1941 tarihli kanunla bu maddeye
yapılan ilaveye göre (herhangi bir yerde, görev dışında bile olsa ve görevli
olmasa bile) Arapça olarak ezan okuyanlar ve tekbir getirip, Salavat-ı Şerife
zikredenler için üç ay hapisle cezalandırma kabul edildi/[28])
Peygamber
zaman-ı sadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz
ve gerek Hülefa-yı Raşidin'in hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki
gerek Peygamberin, gerek Hülefayı Raşidin'in söylediği şeyler o günün
meseleleridir. O günün askerî, İdarî, malî, siyasî ve İçtimaî hususatıdır.
Ümmet-i İslâmiye tekessür ve Memalik-i İslâmiye tevessüa başlayınca Cenabı
Peygamber'in ve Hülefai Raşidin'in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat
etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa bir takım
zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde büyük rüesa idi. Onlar cami şerife
ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir ve irşat için ne söylemek lâzımsa
söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin
reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı
aldatmamasıdır. Halkı ahval-i umumiyeden haberdar etmek son derece haizi
ehemmiyettir.
Çünkü
her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hali faaliyette bulunacak, iyi
şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun
arkasından gitmiyecektir, ancak milletten ayrı bir lisanda olması ve onların da
bugünkü icabat ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişah namını
taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeğe mecbur etmek içindi.
Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır. Başka değildir. Yüz, iki yüz
hattâ bin sene evvelki hutbeleri okumak insanları cahil ve gaflet içinde
bırakmak demektir. Hutbenin her halde nasın kullandığı lisanla görüşmesi
elzemdir. Geçen sene Millet Meclisinde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki :
(Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menbaı feyiz, bin men- baı
nur olmuştur.) Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi
ve anlaşılması ve hakayiki fenniye ve İlmiyeye mutabık olması lâzımdır.
Huteba-yı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün
takip etmeleri zarurîdir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat
verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık
olmalıdır ve olacaktır/[29]^
nimiz
son dindir, ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen
tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş
olsaydı, bununla diğer kavanin-i kevniye-yi İlâhiye beyninde tezat olması icap
ederdi. Çünkü bilcümle kavain-i kevniyeyi yapan Cenabı Hak'tır.
Arkadaşlar;
Cenabı Peygamber mesaisinde iki dâr’a, iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi
hanesi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini, Allah'ın evinde yapardı.
Hazreti Peygamberin ismi mübareklerine iktifaen bu dakikada milletimize;
milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu dar-ı
kutside Allah'ın huzurunda bulunuyorum. Beni buna mazhar eden Balıkesir'in
dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile
büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Mustafa
Kemal:
"Camiler
Din ve Dünya İşleri İçindir"
Efendiler,
camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.
Camiler taat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lâzım
geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin
zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve
dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü
meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin
düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-i milliye, iradei milliye yalnız bir
şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin arzularının, emellerinin
muhassa-lasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek ne sormak
istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim."
"Hutbeler
hakkında irat edilen sualden anlıyorum ki bugünkü hutbelerin tarzı
milletimizin hayat-ı fikriyesi ile lisaniyle ve ihtiyacat-ı medeniyesiyle
mütenasip görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa hitap etmek, yani söz
söylemek demektir. Hutbenin mânası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir
takım mefhum ve mânalar istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat eden hatibdir.
Yani söz söyliyen demektir. Biliyoruz ki Hazreti
İsmet Paşa’da orada
idi. Okuma şekline ve hitabet tarzına dair bazı tavsiyelerde bulundular. Ertesi
gün şu hutbeyi Sü- leymaniye minberinde okudum:
"Ey ululardan
ulu Tanrı! Sana hamdederiz. Bütün âlemleri yoktan var eden ve onlara rızık
veren Şensin. Sana şükrederiz. Bütün mahlûkat içinde insanları en mükerrem
yaratan sensin.
En şerefli kulunu,
doğruluğunda hiç şüphe etmediğimiz büyük kitabınla bize hak Peygamber olarak
gönderdin. Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım isteriz. Ey Ulu Tanrı bizi
imandan ayırma (Hatibin peygamberle kitabın adını söylememesi dikkate değer.)
Ey Müslümanlar! Ulu
Tanrı buyuruyor ki : Bazı insanlar Allah'a ve ahiret gününe inandık, biz de
müminiz derler. Böylelikle Allah'ı ve müminleri aldatmak isterler. Halbuki
onlar yalnız kendilerini aldatırlar. Ve böyle yaptıklarını da anlamazlar.
Onlara dünyayı fesada vermeyiniz! denildiği zaman hayır! Biz ıslah ediyoruz
derler. Halbuki ifsat ederler, lâkin anlamazlar.
Kendilerine herkes
gibi iman ediniz! denildiği zaman, biz apdallar gibi mi inanacağız? derler.
Halbuki kendileri ap- daldırlar. Bunu bilmezler! Allah ile yaptıkları ahitleri
bozanlar, Allah’ın birleşmeyi emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünü fesada
verenler hüsrandadırlar. Islah edilen yeryüzünü ifsat etmeyiniz. Allah ifsat
edenleri sevmez. Kendiniz yapmadığınız iyilikleri başkalarına nasıl tavsiye
edersiniz? Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz?
Ey insanlar şeytana
uymayınız o, sizin açık düşmanmızdır. Size fenalığı ve namussuzluğu o emreder.
Allah
Bu hutbenin
okunduğu 1923'den 1932 tarihine kadar Türkçe hutbenin sözkonusu edilmediği
anlaşılıyor. Fakat ezanın ve tekbirlerin Türkçeleştirilmesi sırasında tekrar
ele alındığı görülüyor. Atatürk'ün Din İnkılâplarında çalışmış olan Hafız
Sadeddin Kaynak bu konuda hâtıralarında diyor ki:
"Türkçe Kur'ân
okunması’tecrübelerine nihayet verildiği gecenin ertesi gün Ramazan'ın son
Cuma'sı idi. O gün Sü- leymaniye Camii çok kalabalık olur. İstanbul halkı
arasında şöyle bir kanaat yaşar: Ramazan'ın son Cuma'sı Sü- leymaniye'de namaz
kılânm bütün günahları affolunurmuş. Atatürk halkın bu toplantısından istifade
edilerek ilk Türkçe hutbenin Süleymaniye'de okunmasını arzu ve emir buyurdular.
Hutbenin mevzuunu da kendileri elindeki Kur'ân tercümesinden seçtiler. Mevzu şu
idi.:
"O gafillere
yeryüzünü ifsat etmeyin denildiği zaman biz (ifsat değil) ıslah ediyoruz
derler. Halbuki işte onlar müf- sittirler. Fakat ne yaptıklarının farkında
değillerdir."
Bu mevzuu
genişletmek ve hutbeyi hazırlamak için zamana ihtiyaç vardı. Müsaade istedim.
Kıyafet hususunda bir iradeleri olup olmadığını sordum.
- Kafiyen sarık
istemem. İşte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık olarak, fakat hava
soğuktur, paltonu giyebilirsin."^
Atafürk'ün bu kesin
emrine diyecek birşeyim yoktu. Ne diyeyim. İnkılap yapılıyor. İtiraz etmeden
"peki" dedim.(33)
32e
6 Şubat 1932 tarihli Milliyet Gazetesinde Sadeddin Kaynağın başı açık ve smokin
üstündü paltosu olduğu halde Süleymaniye minberinde hutbe okurken çekilmiş bir
resmi vardır.
33.
Sadi Barak, Atatürk ve Din, s. 62-75.
diye bağırdı. Fakat
bunu ne cemaat dinledi, ne de imam.[30] Fakat
çok şükür itiraz eden yalnızca bu Arap kılıklı kişi idi onu da polisler derhal
yakalayıp karakola götürdüler ve tahminim bir güzel benzettiler.”[31]
İşte 1932 den itibaren
Türkiye’de bütün camilerde hutbenin Türkçe okutulmasına bu suretle başlanmış
ve bunun için de Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kitaplar yazılıp bastırılmış
oldu.
Namazın
Türkçe Kur'ân'la Kıldırılması
Dini ibadetlerde
yapılan devrimlerden ve fakat hiç tutmayan devrimlerden biri de namazın Türkçe
Kur’ân’la kılınması idi. Maarif Tarihi yazarı Osman Ergin konuyla
ilgili olarak şöyle diyor: ”1200 küsur seneden beri sürüklenip gelen bu mesele
ile Atatürk’ün esaslıca uğraşacağından şüphe mi edilir? Evet Atatürk bununla
da uğraşmış, fakat sonuna kadar gidememiştir!...”
Dinde yapılan
devrimlerden Türkçe Kur'ân'la namaz kılmak işini bizzat yaşamış ve bu devrime
iştirak etmiş olanlardan bu konuyu dinlemek her halde yerinde olur sanırım.
Hafız Rıza Sağman
hâtıralarında diyor ki:
"Atatürk'ün
devrim ufukları gün geçtikçe açılıyor ve genişliyordu. Bir milletin en görünür
vasfını, en açık karakterini, şüphe yok ki, onun dili gösterir. Atatürk'ün bu
işi, yapmakta olduğu devrimlerin belki en başında gelecekti. Türkçe adını taşıyan
dile Türklük damgasını vurmak!
hakkında
bilmediğinizi söylemeyi o öğretir. Allah'ın kitabını okuyanlar, namaz kılanlar,
ihsan ettiğimiz rızkdan gizli ve âşi- kâr sadaka verenler tükenmez bir mala
sahip olacaklarından emin olabilirler. Allah onlara mükâfatını verecek ve
lütfunu arttıracaktır.
- Oturulacak-
Ayakta:
Allah ve melekleri,
Peygamber’e salat ve selâm ederler. Ey müminler siz de Peygamber’e salat ve
selâm ediniz.
- Dua -
Ulu Tanrım, hak ve
adaletle hareket edenleri sen payidar eyle. Cumhuriyetimizi ve Türk Milletini
sen muhafaza eyle. Türk ordusunu havada, denizde ve karada daima muzaffer eyle.
Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Mahsulatımızı her türlü afetlerden
sakla. Mübarek şehitlerimize ve ölülerimize rahmet eyle.
- Hatime -
Allah adi ve ihsan
ile emreder. Akrabanızdan muhtaç olanlara muaveneti emreder. Fuhşu ve kötülüğü
ve haksızlığı nehyeder. Allah size nasihat veriyor umulur ki (bunu can ku-
lağıyle dinler ve) düşünürsünüz."
O gün çok kar
yağmıştı. Buna rağmen Süleymaniye Camii tıklım tıklım dolmuştu. Namazı ben
kıldırmadım, İmam kıldırdı. Hutbe ile namaz arasındaki zamanda Arap olduğu anlaşılan
bir adam mihraba yakın bir yerde:
- Böyle hutbe
olmaz, namaz fasittir.
-
Başka Hafızlar var ki tecvitçidirler, onları bu
işe karıştırmak istemem, bana sizin gibi münevver Hafızlar lâzımdır! Tecvide
gerek yok.
derlerdi ve bu
sözlerle de Hafız İdrisle, Eyüp Hatibi Hafız Nuri gibileri kastederlerdi. Bu iş
için ilk çağrıldığımız gece Atatürk'e mülâki olmadık. Maarif Vekili Reşit
Galip Bey meseleyi bize şu yolda açtı:
-
Camilerde Türkçe Kur’ân okuyacaksınız. İşte size
birer tane Kur'ân veriyoruz. Evet bu tercüme belki iyi değildir. Çünkü
Arapça'dan Fransızca'ya ve ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla
beraber Ankara'da daha iyi bir Kur'ân tercümesi yaptırılmaktadır.
Tebliğ olunan
Atatürk’ün bu emri üzerine hangi Hafızın nerede ve saat kaçta okuyacağını
kararlaştırdık. Reşit Galip bunları not etti. Hangi surelerden hangi âyetleri
okuyacağımızı da biz kendi aramızda seçecektik. Aynı surenin bir kaç Hafız tarafından
okunmasını temin için her Hafız bir aşır seçti ayrıldık.
Ertesi gün çıkan
gazeteler, o gün Türkçe Kur'ân okuyacak Hafızların adlarını, okuyacakları
camileri ve okuma saatlerini iri harflerle yazdılar. Ben ikindi namazından
sonra Beyazıt camiinde kütüphane kapısının önünde okuyacaktım. O gün camiye
vardığımda hergünkünün bir kaç misli kalabalığın beni beklemekte olduğunu
gördüm. Heyecanlı idim. O ana dek yapamadığım bir işi yapacaktım,
sıkılıyordum. Zaten bu işin bir şeye benzemiyeceğine ben de kaniidim. Türkçe,
mensür bir ibareyi makamla okuyacaktım. Tuhaf bir şey olacağını ben de kestiriyordum.
Türlü türlü
sebeplerle bu kalabalık husule gelmişti. Bir
Buna nereden
başlamalı idi? Tarihte ve her zaman bir milletin dilinin şu parçalara
bölündüğü görülmektedir: Din dili, devlet dili, edebiyat dili, halk dili.
Bu parçaların
içinde ruhlara kök salan, duyguları daha kökten kavrayan şüphesiz, din dili
idi. Atatürk işte bu Dil De- vrimine buradan başlamayı başarı bakımından uygun
bulmuş olacak ki günün birinde bu cepheyi kurdu. Sarayda bulunduğumuz
gecelerin birinde onun:
-
Pek yakında yepyeni bir dile kavuşacaksınız! sözü
kulaklarımda hâlâ çınlamaktadır.
Sazlı Sözlü
Hafızlar topluluğu İle Kur’ân ve
Mevlid Seansları
1931 Ramazan'ının
on beşinden itibaren saraya ça- ğırılmağa başladık. Bu işte çalışacak Hafızlar
şunlardı: 1- Be- şiktaş'lı Hafız Rıza, 2- Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, 3-
Hafız Sadeddin (Kaynak), 4- Hafız Burhan, 5- Hafız Fahri, 6- Hafız Nuri, 7- Hafız
Yaşar, 8- Hafız Zeki, 9- Sultan Selimli Hafız Rıza. İşte bu Hafızlar Ramazan’ın
sonuna kadar Atatürk'ün bol bol iltifatına mazhar oldular.
Atatürk bize:
-
İnkilâplarımın son merhalesini siz yapacaksınız
Hafız beyler!
diye iltifatlarda
bulunurdu. Ve:
-
Sizi Sultan camilerine hatip yapacağım, size
sırmalı kaftanlar giydireceğim! gibi vaatlerle de bizleri sevindiriyorlardı.
Yine Atatürk bu İnkılâp çalışmalarından bahis buyururken:
ğılacağı sırada
artist Şadi eğilerek kulağıma kısaca: "Ben davamdan vazgeçtim, Türkçe
Kur'ân'ın hiç olmayacağını şimdi daha iyi anlamış oldum" dedi ve hızla
yanımdan ayrılıp gitti.
Anladım ki öyle
önceden tasarlandığı gibi Türkçe Kur'ân pek tutmayacaktı. Çünkü onu artist Şadî
bile beğenmemişti. Ancak ne yapalım Gazi ille de Türkçe okunacaktır
diyordu..." (36)
Hafız Sadettin
kaynakla beraber diğer hafızların Türkçe Kur’ân talimleri ve ilk kez yerebatan
Camii ve Beyazıd camilerinde halkın huzurunda okumalarından sonra Türkçe
Kur'ân fikri halkla birlikte okuyan hafızlarda bile tutmamıştı. Bu işin mutlaka
olması da istendiğinden hafızların elinden bir şey gelmiyordu.
Yine bu Ramazan
gecelerinin birisi Kur'ân meselesine ayrılmıştı. Atatürk'ün önündeki masa
üzerinde Kur’ân tercümesi duruyordu. Bu kitabın ötesine, berisine kağıttan
işaretler konulmuş olması Kur'ân'ın İncelenmekte olduğunu ve bazı yerleri için
özel çalışmalar yapıldığını gösteriyordu.
İşte bu çalışmalar
için Sadettin Kaynak bakınız neler söylüyor.
"Atatürk o
işaretli yerlerden birisini açtı ve okunmasını bendenize emretti. Okunması
istenen yer Nisa Sûresinin hürmeti müsahare âyeti idi. Bu âyette anaların,
kızların, kardeşlerin, teyzelerin, halaların, erkeklere haram olduğu beyan
ediliyordu.
36.
Osman Alkan Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1950.
grup, Kur’ân bakalım bize ne söylüyor? merakiyle kubbenin altını
doldurmuştu. Bir başka grub. Türkçe Kur’ân bakalım nasıl okunacak? diye
gelmişti. Bir takımı da bakalım Türkçe okunan Kur’ân birşeye benzeyecek mi?
şüphesiyle orayı kaplamışlardı.
Artist Şadi Bile
Türkçe Kur'ân'ın Asla Olamıyacağma Karar Vermişti
O gün, orada hususî
bir güzellikle de karşılaştım. Bu kalabalık cemaatin en önünde ve benim
oturacağım minderin tam karşısında ünlü artist Şadi oturmakta idi. Gazetede
okuduğu havadis üzerine orada yer bulmak için, kimbilir, kaç saat önce gelmişti.
Orada yerleşmişti.
Şadi ile çok iyi ve
samimi görüşürdük. Deryadil bir adamdı. Derviş olur tekkeye gider ve halkaya
girerek ve kimsenin yapmağa muktedir olmadığı coşkun zikirler yaparak kan ter
içnide kalırdı. Sofu olur camiye gider, Kur’ân dinlerdi. Ruhanî musiki aşkına
düşer, kiliseye girerdi. Artist olur, sahneye çıkar, aktörlük yapardı. Nasıl
söyleyeyim, ruh bakımından türlü türlü boyaya boyanır, çeşit çeşit şekiller
gösterir tuhaf bir zattı. Bu tuhaflıklarından birisi de Kur’ân'ın Türkçe
okunması hakkında benimle daha önceden yaptığı münakaşalardır. İhtimal ki
Haşim Nahiften müteessir olmuş, ihtimal ki Ziya Gökalp’in bu husustaki
düşüncelerinin tesiri altında kalmış olacak ki:
Her Türkün Allah’ın
kendi bildiği ve konuştuğu bir dil ile yavarmasını işin ruhuna uygun bularak
Kur'ân’ın da Türkçe okunmasını yürekten isteyenlerdendi. İşte o isteği bugün
resmen yapılacaktı. Niçin bu fırsattan faydalanmasın? Bu maksatladır ki
erkenden gelmiş, en önde yer bulmuş, oturmuştu.
O kalabalığın gözü,
dikkati, hattâ merakı ve istiğrabı önünde Kur’ân'ın Türkçesini okudum. Okuma
bitip herkes da-
Kadir gecesi
yaklaşıyordu. Bu gece Türkçe okumaların en önemlisi Ayasofya'da yapılacaktı. Ve
bütün dünyaca dinlenmek üzere Ayasofya’ya radyo cihazı da konulmuştu.
Kadir'den bir
evvelki gece Atatürk bize hem mümeyyizlik; hem de hocalık yaptı. Fatiha
sûresini hepimize birer birer okuttu. Hiç birimiz numara alamadık. Bu okunuş,
nağme ile değil, hitabe şeklinde oluyordu. Nisbeten en iyi okuyanımız Sadeddin
Kaynak'tı. Fakat onun da, beğenilmediği görülüyordu.
En sonra Atatürk
ayağa kalktı. Göğsünü ilikledi. Hür- metkârane bir vaziyet aldı. Önündeki masa
üzerinde Türkçe Kur’ân açık duruyordu. Fâtiha Sûresinin Türkçesini o ezberlemişti.
Sûreyi bir kere daha gözden geçirdi. Yüzüne verdiği ciddiyet alâmetleriyle,
gözünü karşıda bir noktaya dikerek okumaya başladı. Arasıra kitaba da
bakıyordu. Okudu, o kadar güzel ve canlı okudu ki güzel ve canlı okuyan bile
hayran oldu. İyyake’lerdeki hem niyaz nüktelerini hem hasır mânalarını hakikaten
canlandırdı.
İhdina'daki
yalvarışları psikolojisine en uygun durumda okumayı başardı. Hasılı Türkçe bir
ibare; nükteleri, bedîi rolleri ancak bu kadar meydana çıkarılmak suretiyle
okunabilirdi.
Hitabe bittikten
sonra Ayasofya'da da böyle okunmasını tavsiye buyurdular.
1600 yaşına
yaklaşan Ayasofya son defa olarak altlı, üstü baştan aşağıya, minelbab
ilelmihrap, dolmuştu. Denildiği gibi, biri kubbeye çıkıp da bir leblebi tanesi
atmış olsaydı hakikaten yere ve ayaklar altına düşmeyecek, başlarda ve omuzlarda
kalacaktı.
Bu kalabalık
arasında ıkına, tıkına teravih kılındıktan
Atatürk bu âyete
bozulmuştu. “Yükselmiş, medeniyeti gelişmiş bir aleme, Analarınızı
nikahlamayınız, kızlarınızı nikahlamayınız demenin çok mânâsız bir şey
olduğunu söylüyordu. Ve bilhassa âyetin "ve en tecmeu beynel uhteyni illâ
ma selef" parçasının mânası "İki kardeşi aynı zamanda nikahlamayınız.
Eğer böyle bir şey yaptıysanız Allah affeder." şeklinde söylenince Atatürk
çok sinirlendi ve işte bu hezeyandır diyerek böyle bir şeyin olamayacağını
belirtti.
Âyetin Türkçesini
ben okuduğum ve Atatürk'e muhatap bulunduğum için itirazlarına da ben cevap
vermek durumundaydım. Cesaretimi topladım ve Atatürke:
- Efendim bu, iki
kardeşi aynı zamanda nikâh altında bulundurmayınız. Biri ölür veya boşanırsa o
vakit bulundurunuz" manasına gelir. Burada bana okumam için verdiğiniz
meal çok yanlış yazmış" dedim.
Bu açıklamama
rağmen Atatürk kani olmadı ve mesele de o gün bu kadarla kapandı. Anlaşılan
Atatürk itirazıma da bozulmuştu.[32]
Atatürk’ün Din ve
Kur’ân hakkındaki kanaati benim anladığıma göre şudur:
O diyordu ki, Türk
bunun (Kur'ân’ın) arkasından koşuyor. Fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde
neler var, bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım arkasından koştuğu
kitapta neler olduğunu Türk anlasın. Evet ben de bilirim ki insan dinsiz
olmaz. Fakat Türkün dini tabiattir. Bunu size münevversiniz diye söylüyorum.
oluyordu. Daha ilk
başlanışında ben bu işin iyi bir sona ere- miyeceğini anlamıştım. Hattâ Kadir
gecesi Ayasofya camii'nde yani saray dışarısında yapılan ilk tücrebeden dahi
arkadaşların nağme ve lahin ile okumalarına karşı ben Müzzemmil Sûresini
hitabet tarzında okumuştum. Bunu radyo ile cihan da dinledi. Atatürk o gece
sarayda dinleyerek fevkalâde mahzuz olmuştu. Yaver Celal Bey'in anlatışına göre
ben bu suretle, okurken o defaatle:
-
Bravo Saadettin!
diye bağırmıştı.
Ertesi gece sarayda
idik. Atatürk bu memnuniyetini bizzat bana da tekrarladılar. Hattâ o gece
Finlandiya’dan gelen bir telgrafta ora Müslümanları bundan dolayı Atatürk'e
teşekkür ediyorlardı.
Ertesi sene Atatürk
Ankara'dan İstanbul'a bir Ramazan için gelmişti. Bu sene camilerde halka Türkçe
Kur'ân okumak tecrübelerini yaptırdı. Bu işte çalışacak olan arkadaşlara birer
vesika verdirildi. Ben Fatih Camii'nde okumağa memur edilmiştim. Ve hitabet
tarzında okuyordum. Bir gün Fatih Camii'nde Kur'ân'ı Arapça okuyup bitirdikden
sonra cemaate hitaben:
-
Dinlediğiniz sûrenin şimdi Türkçesini de
okuyacağım!
dedim. Ve Fatir
sûresinin tercümesini okumağa başladım. Cemaat bu okuyuştan çok mütehassıs ve
memnun oldular.
-
Aman Hafız efendi, biraz daha oku!
diyerek bu hitabet
tarzında okuyuşun çok yerinde ve muvafık olduğunu söylediler. Ve
-
Allah razı olsun, ne güzel oldu, dinimizi anladık,
Allah
sonra
Türkçe Kur'ân okunuşu başladı. Hafızlar içinde en parlak okuyan yine Hafız
Sadettin oldu."
Hafız Sadettin
Kaynak'ta bu mühim hâdiseyi hatıralarında şu satırlarla tespit etmiştir:
"... Türkçe
Kur"ân okunması tecrübelerine ilkin tekbir’in Türkçe'ye tercüme edilen
şeklinin aynı melodi ile okunması suretiyle başlandı.
Tekbir önceleri
Gazi'nin meclisinde Arapça "Allahu Ekber" diye asıl şeklinde
okunuyordu ve bunun melodisi üzerinde hayranlıkla duruluyordu. Sonra bunun
tercümesi emir buyuruldu. Bütün arkadaşların iştirakiyle bu da yapıldı. Tercümenin
üzerine melodiyi getirerek tecrübeler ve etüdler yaptık. Sonra Atatürk'ün
huzurunda böylece okuduk ve okumayı defalarca tekrarladık. Nihayet resmen
kabul ve tamim edildi."
"Sıra Türkçe
Kur'ân tecrübelerine gelmişti. Atatürk'ün arzusu; Kur'ân’ın Türkçesinin de
aslı gibi makam ve lahin ile okunması merkezinde idi. Fakat bu, bir türlü
olmuyojdu. Çünkü tercüme nesirdi. Bununla beraber, iyi bir nesir de değildi.
Kur'ân'ın edaya gelmesi, lahin ile okunmaya uyması Arap dilinin medler,
gunneler, idgam'ların ve bunlara benzer hususiyetler oluşundan başka bir de
Kur'ân'ın kentlisine has olan nefes alma için secavet'leri, secia ve kafiye'ye
benziyen, fakat seci ve kafiye olmayan; şiire benziyen, fakat şiir olmayan;
nesre benziyen, fakat nesir olmayan sözün kısası her şeyiyle, her haliyle metni
gibi 'okunmasının da bir mucize oluşundan ileri geliyordu. Türkçe tercümesinde
bu vasıfların hiç biri yoktu. Ve bir türlü olmuyordu ve olamıyordu.
Türkçe, hitabet
dili olarak çok kuvvetli idi. Bununla beraber Türkçe’de makamla bir nesri
okumak çok acaip bir şey
Dediler. Gösterdiği
yer Nisa sûresinde "hürmeti mu- sahere" âyetinin tercümesi idi. Bu
âyette "ve en tecmeû beynel uhteyni illa ma kad selef innallahe kâne
gafuren rahimâ." ibaresi şöyle tercüme edilmişti:
"İki hemşireyi
nikah etmeyiniz. Bir emir vaki olmuş ise Allah gafur ve rahimdir." Burada
Atatürk yüksek sesle:
Konya’ya git, orada
karının hemşiresini bilmeden al sonra da bir emri vaki oldu, Allah gafur ve
rahimdir de ha! Bu bir hezeyandır!" dedi. Bu sözler ve bu anlayış üzerine
herkes derin bir sükûte ve acı bir korkuya düşmüştü. Ben ayağa kalkarak
yapılan yanlışlığı dile getirmek için.
- Atatürk’üm.
Burası yanlış tercüme edilmiştir, âyetin asıl tercümesi şöyledir"
Diyerek anlatmağa
çalıştım ve şunları da sözlerime ilâve ettim:
İki hemşireyi bir
zamanda nikahınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten
sonra ötekini alınız. " İlâ ma kad selef" âyeti, "bir emri vaki
olmuş ise" olarak ma- nalanamaz. Onun gerçek manası Kur'ân’ın nüzulünden
yani is- lâmiyetten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır demektir. Bunlardan
dolayı Cenab-ı Hak sizleri muhatap tutmaz. Gafur ve Rahim olan Allah bu
müsaadesiyle bu evsafta bulunan bir çok kadınların kocasız kalmasına müeddi
olacak hareketi lütfen affediyor, demektir. Diye de izah ettim.
Atatürk bu
izahatımı sonuna kadar alâka ile dinledi ve hiç bir şey söylemediler ve;
-Bu gece bu kadarla
iktifa edelim, musiki faslına geçelim! buyurdular.
ne buyurmuş
öğrendik!
dediler. O gece
sarayın muayede salonunda bütün Hafızlar toplandık. Bir çok davetliler de
vardı. Ve bunlar Türkçe Kur’ân okunması tecrübesinde bulunmak üzere çağrılan
kimselerden ibaretti. Saz heyeti de vardı.
Tecrübeyi yapacak
olan hafızlar: Süleymaniye müezzini Kemal, Beşiktaş’tı Rıza, Sultan Selimli
Rıza, Fahri, Burhan, Yaşar, Nuri ve Ben.
Saz heyeti
arasında: Selânikli Kanunî Mustafa, Mısırlı İbrahim, Kemanî Ermeni Nobaryam
vardı. Meclisimizde iki erkekle bir de kadın bulunuyordu. Tecrübelere
başladık. O sırada ayağa kalkarak o gün Fatih Camii’ndeki hâdiseyi, halkın
hitabet tarzında okuyuşu memnuniyetle nasıl karşıladıklarını Atatürk'e arz
ettim. Cevaben:
-
Öyle ise o şekilde tecrübeler yapalım!
buyurdular. Ve
Kur'ân tercümesinden Fatihâ sûresini açıp Kemal’e uzattılar. Kemal okudu.
-
Olmadı ver ben okuyayım, buyurdular. Ve okudular.
Sonra bu sûreyi sıra ile orada bulunanlara okuttular. Fakat hiç birisinin
okumasını beğenmediler. Çünkü Türkçe nasıl hitabet edilir? Bunun usulünü ve
inceliklerini arkadaşlar içinde bilen ve Atatürk’ün istediği şekilde okumağa
muktedir olan kimse yoktu.
Sıra bana geldi.
Ben en sonda ve Atatürk’ün sol tarafında oturuyordum okudum.
-
İşte böyle okuyunuz, böyle istiyorum, buyurdular.
Tekrar bana dönerek:
Sana bir yer
gösterdim orasını oku!
Hitabeye:
Atatürk’üm ve kahraman Türk ordusunun kumandanları diye başladım ve şöylece
devam ettim:
(Ulu Tanrının büyük
kitabından Âli tmrân Sûresi 163.üncü âyeti Tanrıya sığınarak okudum,)
"Tanrı yolunda
muharebe ederken ölenleri öldü zannetmeyiniz. Onlar Tanrının nezdinde yaşarlar
ve rızıklarını Tanrıdan alırlar."
(Enfal sûresi 47,
62 ve 67.nci âyetler. Tanrıya sığınarak okuyorum.)
"Ey Mü’minler!
Düşman ordusu karşısında bulunduğunuz zaman daima Tanrının adını zikrediniz,
felâh bulursunuz.
Ey mü’minler!
Tanrının düşmanlarını ve kendi düşmanlarınızı ve Tanrının bilip de sizin
bilmediğiniz gizli düşmanları korkutmak ve onlara karşı koyabilmek için
elinizden geldiği kadar kuvvet ve gücünüzün yettiği mertebe harp âletleri
hazırlayınız. İçinizden azim sahibi yüz kişi iki yüz düşmanı mağlûp edecektir.
Ve bin kişi Tanrının izniyle iki bine galebe çalacaktır. Tanrı âzim
sahipleriyle beraberdir."
(Sâf sûresi; 4, 11,
12 ve 13.ncü âyetler. Tanrıya sığınarak okuyorum.)
"Tanrı kendi
uğrunda saffı harp nizamında kale gibi metin olarak harp edenleri sever.
Ey mü’minler!
Cehennemin elim azabından kurtulmak için size bir çare haber vereyim mi?
Tanrıya ve Elçisi Mu- hammed’e iman ediniz ve mallarınızı, canlarınızı (onların
uğrunda) feda ediniz. Eğer bilirseniz işte bu; sizin için hayırlıdır."
Ertesi gece yine
huzurlarına çağırıldım. İsmet Paşa da orada idi. Beni yanına oturttu ve ;
-
Dün geceki bahsi bir daha anlat dedi. Anlattım.
-
Senin dediğin doğru imiş. Ben bugün tetkik ettim,
elimizde bulunan tercümenin yanlışlığı meydana çıktı. Sahih bir tercüme elde
edinceye kadar bu işi bırakalım buyurdular."[33]
Türkçe Kur'an’la
namaz kılma olayı ile ilgili olarak Hafız Saadettin Kaynak hatıralarının bir
başka bölümünde şöyle der:
"Yine bu
Ramazandan sonra bir gece idi. Atatürk bütün Ordu Müfettişlerini davet etmişti.
O gece Hasan Cemil Bey va- sılasıyle:
-
Saadettin Ordu Müfettişlerine Kur'ân’dan bir
hitabe irad etsin Lüzum görürse hazırlansın!
Tarzında bir emir
tebliğ edildi. Meclisten ayrıldım. Kur’ân’daki muhabereye, askerliğin
faziletine ve şehitliğin yüksek mertebesine dair olan bazı âyetlerin
tercümelerini yazdım. Ben bunlarla meşgulken Atatürk, Hasan Cemil Bey’i iki
defa bulunduğum yere göndermiş ve:
-
Daha hazırlanmadı mı, biraz çabuk olsun!
buyurmuştu. Bir çeyrek saat içinde hazırlandım. Tamam haberini verdim. Mecliste
masa başında Atatürk'ün tam karşısına düşen bir yer seçtim. Atatürk'ün iki
tarafında Ordu Müfettişlerinden Ali Sait Fahreddin ve Şükrü Naili ve daha bazı
paşalarla huzuru mutat zatlar ve diğer bir çok misafirler vardı. Ve yirmi
kişiye yakın da saz heyeti bulunuyordu.
raber
yaşayacaktır." dedi. Bu sözler hem mevsimsiz idi, hem de ruhsuz
söylenmişti. Bittabi hiç bir alâka ve yankı uyandırmadan geçti.
Atatürk’ün din
telâkkisi ve Din inkılâbı hakkındaki kanaatim şudur:
Bir yılbaşı
gecesiydi. Tokatlıyan’da Türkiye güzellik kraliçesi seçilecekti. O gece
sarayda Atatürk’le yalnız denilecek kadar yalnızdık. Misafir de yoktu, musiki
heyeti de yoktu. Kılıç Ali Atatürk’ü oraya götürmek istiyordu ve kandırmağa çalışıyordu.
Atatürk:
-
Reisi Cumhur öyle yerlere gidemez, siz gidin!
buyurdular.
Yine Türkçe ezan
okunması yeni emir edildiği günlerden ^birinde idi. Bursa'da bir kaç yobaz
böyle şey olamaz! Demişler ve emre rağmen ezan ile kameti eskisi gibi okumağa
devam etmişler. Atatürk bunları kastederek:
-
Bunlar çok gafil insanlardır. Hristiyanlık âlemi
bütün muvaffakiyeti kiliselerinde' vücude getirdikleri müziğe borçludurlar.
Türk her mukaddese hürmetkârdır. Türkün dini şu veya bu din değildir. Türkler bütün
tarih boyunca her mukaddes tanınan şeye hürmet ve tazim etmişlerdir.
Türkler dinlerinin
ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’ân Türkçe olmalıdır. Fakat bu mevzu
üzerinde hiç forsa vermeyin!
Bu sözleriyle
Atatürk ne demek ve ne yapmak istiyordu? Bunu söylemişti. Türk her mukaddese
hürmet ve tazim eder, Türkün dini şu veya bu din değildir, sözleriyle Türkler
dinlerinin ne olduğunu bilmelidir. Sözlerini mütalaa edersek Atatürk'ün din
hususunda yapmak istediği inkılâp kendiliğinden
(Adiyat sûresi. Tanrıya
sığınarak okurum.)
“Soluk soluğa koşan
ve ayaklarını yere vurduğu zaman kıvılcım çıkaran ve sabahleyin düşmana hücum
ederken ayaklarıyla tozlar savuran atlar ve düşman kıtalarını yararak yol açan
gaziler hakkı için yemin ederim (ki) insan Tanrıya karşı nankördür!”
Büyük bir dikkat ve
alâka ile dinlenen bu hitabenin sonunda beni çok alkışladılar. Bu arada
Atatürk:
-
Kur’ân’da neler varmış! Bunlardan bizim hiç
haberimiz yoktu! buyurdu. Bu arada Fahreddin Paşa ayağa kalkarak şöyle bir
mukabelede bulundu:
-
Atatürk'üm! Türk ordusu vücude getirdiğin büyük inkılâbı
hirzi can etmiştir. Bu inkılâbını da öyle yapacaktır. Maddî ve manevî iki
kuvvete dayanan ordu şimdiye kadar mânasını anlamadığı manevî kuvvetin ne
olduğunu bu inkılâpla daha iyi anlıyacak ve bunu bilerek düşmana öyle hücum edecektir.
İzzettin Paşa da bu
mealde kısa bir söz söyledi:
Bunları müteakip
Atatürk dedi di:
-
Türk Milleti Şarktan, Garpten gelecek her hangi
bir tehlikeye karşı sizin vaktinde tedbir almış olmanızdan dolayı emniyet
içinde evinde yatıyor ve huzur içinde çalışıyor. Japon be- liyyesi (o sıralarda
Çin - Japon harbi yeni başgösteriyordu) Çin’i istilâ eder, günün birinde
Rusya'yı da çiğnerse bu belâyı durduracak ancak Türk ordusudur.
Yine o gece,
sazendelerden kim olduğunu iyice hatırlamadığım birisi bir aralık musikimiz
hakkında iltizamkâr ve himaye edici bir söz söylenmesini rica etmişti. Şükrü
Kaya biraz sonra bazı sözler söyledi. Ve “Türk musikisi Türkle be-
Kur’ân'ın
tilâvetini ve mevlidi bekliyordu..."[34]
Bu bekleyişi ve
okunan Türkçe Kur'ân’larla, notaya uygun olarak tegannili bir şekilde söylenen
mevlid-i şerifi ve ondan sonraki gelişmeleri de gelin 4 Şubat 1932 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi'nden izleyelim.
Türk dilinde
yapılan inkılaplarla, din üzerinde yapılan inkılapların en amansız savunucusu
olan Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Ayasofya
Camiinde yapılan bu Türkçe ibadetler (!) için şunları yazıyordu/[35]^
"...Vahdaniyetin,
tevhidin Arapça söylenişi olan La ilahe illallah kelimesinin Türkçesi nedir?
Neden biz Türkler La ilahe İllallah diyoruz? Bunun Türkçesini Süleyman
Çelebi'nin Me- vlid'inde şu mısra ile adeta işlenmiş bir pırlanta halinde görüyoruz.
"Birdir ol kimdir andan artık Tann yok"
İşte tevhid budur,
bu memleket, Arap memleketi ve bu millet de Arap milleti olmadığına göre, bu
manasız bid'at (!) sonsuza dek devam edip gidemezdi. Millî kültürümüzde elbette
sosyal tesirleri olan dinin ergeç öz dilimizde Türkçe olarak terennüm edilmesi
lazımdı. "[36]
Yunus Nadi,
İslâm'ın ve imanın sembolü olan kelime-i te- ' vhide bulduğu yeni Türkçe
ifadeye böylesine sevinirken, Hafız beylerin Ayasofya’da okuduğu Türkçe Yasin
ve Tebareke’nin de herkes tarafından anlaşıldığını ve bundan böylede Türkçe olarak
ibadet yapılması gerektiğini dile getirerek: "İşte en büyük devrim(!) bu
devrimdir" diyordu.
meydana çıkar.
Gerek Kur'ân'ın
gerekse ezanla, kametin ve tekbirin Türkçe okunması karşısında halkın aldığı
vaziyeti 1932 senesi Kânunusani ve Şubatına rastlayan Ramazan da çıkan günlük
gazeteler izahlarla ve fotoğraflarla tespit etmişlerdir. Tafsilat o
gazetelerden öğrenilebilir, bununla beraber yalnız bir gazetenin, yazmış olduğu
yazının şu bir kaç satırını Maarif Tarihine geçirmekten de kendimi alamadım:
"Mübarek Kadir
gecesine rastlayan dün gece hemen bütün stanbul'un büyük camilerinde Türkçe
Kur’ân tilavet olunmuş, mevlit okunmuş ve Müslümanlar geceyi ibadet ve huşû
içinde geçirmişlerdir.
Ayasofya camii bu
dini ihtilafallerin siklet merkezini teşkil etmiştir.
Halk, bilhassa
Kur'ân’ın kendi öz dilindeki tilâvetini işitebilmek için ikindi vaktinden
itibaren büyük mabedin salonlarını doldurmaya başlamıştı. Akşam saat alaturka
on ikide kesafet azami haddini bulmuş ve camiden içeriye girebilmek müşkül bir
mesele haline gelmişti. Yatsı vakti camiin içi ve dışı görülecek bir manzara
teşkil ediyordu. Her taraf lebalep dolmuştu. Zabıta izdihama mani olmak için
tedbir almış ve camii kapılarına bir çok polis memurları ikame edilmişti. Bizzat
Polis Müdürü ve müdüriyet erkânı tedbirlere nezaret ediyorlardı.
Camiin dışı bile
daima içeri girmek isteyen kesif halk tabakasıyla örülmüştü. Yatsı okunduğu
vakit ancak ön saflarda bulunanlar namaz kılmaya imkân bulabildiler. Gerilerde
saf teşkil etmeye ve namaz kılmaya hiç bir imkân yoktu. Küçük, büyük, erkek,
kadın halk büyük bir vecd ve huşû içinde
Nitekim "yeni
mevlit"te de görüldüğü gibi
"Ger
dilerseniz bulasız şevk-ü nevât
Atatürk’e Atatürk'e
essalât, essalât."
gibi direkt olarak
cematı müslimin O'na salat ve selam'a davet ediliyor, bazan da:
"Dediler ey
kıble-i muhtaç-1 halk
Kutlu olsun sana bu
mirac-ı halk
Milletin olduğumuz
devlet yeter
Hizmetin kıldığımız
izzet yeter
Ger dilersiz
bulasız oddan necât
Mustafa Kemal'e
essalât, essalât." gibi sözlerle de "ateşten ve cehennemden
kurtuluşun yalnız Mustafa Kemal'e "essalât" da olduğu vurgulanıyordu.
Önce Hafız Sadettin
Kaynak'ın, sonra Hafız Yaşar Nuri Okur'un başlattığı Atatürk'e "özel
dua" ve "özel mevlit" olayı, işte böylece 1938 tarihinde
AnkaralI Aşık Ömer müstear imzasıyla Behçet Kemal Çağlar tarafından tam
anlamıyla bir Süleyman Çelebi mevlidine nazire olarak gerçekleştirilmiş oldu.
Ve Türk halkı
böylece 1938'de "yeni mevlid"ine kavuşmuş oldu.
Cumhuriyet
Gazetesi
Atatürk için camide yapılan bu özel duadan çok esinlenmiş olacak ki, dua kadar
mevlidin de değişikliğe uğratılarak Mustafa Kemal için mevlid okunması gerektiğinin
hemen kampanyasını açmış bulunuyordu.
Öyle ya! Bu
memleket Arap memleketi, bu millet Arap milleti ve bu insanların lideri de
Muhammed Mustafa olmadığına göre, "niçin Araplar adına, Arap
memleketlerini tas- viren ve Muhammed Mustafa'ya mevlit okunsun?" idi.
4 Şubat 1932
tarihli Cumhuriyet Gazetesinde verdiği haberde Ayasofya Camii'nde
okunan mevlidden ve Türkçe Kur’ân’dan bahisle şunları dile getiriyordu:
"Duanın
sonlarında Hafız Yaşar Bey duaların en güzeliyle dua ediyordu: "Türkiye
Cumhuriyetini ilelebet payidar eyle ya rabb! Ulu Gazimiz Mustafa Kemal
Hazretlerinin de vücudunu sıhhatle daim eyle ve onu başımızdan eksik eyleme ya
Rabbi!"[37]
Bu güzel dualara
Ayasofya Camiini dolduran binlerce kfşi de hep bir ağızdan "amin"
diyordu."
Cumhuriyet
Gazetesi'nin yazdığı bu haberden de öğreniyoruz ki, Hafız Yaşar'ın duasıyla
önemli gecelerde ve kandillerde Mustafa Kemal için de hususen bir dua
başlatılmış oluyordu. Onun için yapılan bu dua şekli bugünkü kandillerin de
vazgeçilmez bir unsuru oldu.
Hafız Yaşar'ın bu
sünnetini (!) bugün de her kandil ve bayramlarda uygulayarak, Diyanet
Teşkilatı' ve duahanları vazifesini yerine getirmenin sevinci içindedirler!...
Hafız Yaşar Nuri
Okur'un Cuma günleri, kandil ve bayram günleri "Ulu Gazi" için
yaptığı muhteşem duadan sonra, yine "Ulu Gazi" için kandil günlerinde
okunan mevlid-i şerifle birlikte duanın ve mevlidinde keyfiyeti değişmiş
oluyordu.
Artık "Ulu
Gazi" duaların ve mevlitlerin de baş tacı olmuş "Salat ve
Selam"lar yalnızca O'nun adına getirilir hale gelmişti.
neticilerin çok
hoşuna gitmişti. Niçin gitmesin ki bu yeni mevlitte İsmet İnönü'ye de özenle
yer verilmiş, İnönü’nün ruhunda Atatürk'ün varlığının görülebileceği
müjdelenmişti.
Atatürk adına
yazılan bu "yeni mevlit" ile aslında ezanı, namazı, Kur'ân'ı, duası
ve mevlidi Türkçe olan "Türk'ün yeni ibadet seti" böylece tamamlanmış
oluyordu.
Hemen hemen
bütünüyle Süleyman Çelebi'nin Hazreti Peygamber’e aşkının nişanesi olarak
yazdığı mevlide benzetilmek istenen ve o şekilde de uygulanan Behçet Kemal Ça-
ğlar’ın mevlidi şu şekilde idi: (Mevlidin tam bir uyarlama olduğunu hemen her
okuyucu ilk bakışta farketsin için Süleyman Çelebi Mevlidi ile Behçet Kemal
Çağlar'ın mevlidini yanyana yayınlamış oluyoruz.)
YENİ
MEVLİT VEYA KEMALİST MEVLİT
- Süleyman
Dede’nin Ruhuna hürmetle ithaf olunur.
Yurdu halkı her kim
ol evvel ana Her işi asan ede Allah ona Millet adın zikredelim bir kere Vâcip
oldur cümle işte Türklere Şevk ile «Türküm» dese bir dem lisan Dökülür cümle
hüzün misli hazan; İsmi pâkin pâk olur zikreyleyen Her murâdâ erişir «Türküm»
diyen Mağra devri anda evler vâr idi; Türk yetişkin başkalar barbar idi. Kim ki
hakkı sevdi ikrar eyledi: Dil, yazı, ev... Cümle ol vâreyledi.
Hafız Sadettin
Kaynak ile birlikte Atatürk'le ölümüne kadar dinle ilgili her tür reformun
hazırlanmasında yanında bulunan Hafız Yaşar (Okur) böyle bir kampanyaya da
gönülden hazırlıklı idiler. Ve hemen ikisi birlikte daha Atatürk hayatta iken
O’na ait mevlidin aşağıdaki ilk dörtlüklerini tesbit etmişlerdi bile.
Ol Zübeyde
Mustafâ'nın ânesi
Ol Sedeften doğdu
ol dürdânesi
Can gelip oldu
Rıza'dan hamile
Vakt erişti hafta ü
eyyâm ile/[38]
Atatürk için
düşünülen mevlidin ilk dörtlüğü alel acele bu muhtevada müzisyen - hafızlar
tarafından oluşturulunca Süleyman Çelebi merhumun Hazreti Peygamber'e aşkının
nişanesi olarak yazdığı meşhur mevlidinin aslında ne hale dönüşeceğinin
kopyası da bu dörtlükle birlikte verilmiş oluyordu.
Nitekim
Dolmabahçe'de Atatürk'ün 10 Kasım 1938 tarihinde "saatleri bile durduran",
dokuzu beş geçe anındaki ölümü üzerine Ankarah Aşık Ömer diye de bilinen
rejimin şairi Behçet Kemal Çağlar hemen harekete geçerek, 1934 yılında Hafız
Sadettin Kaynak ve Hafız Yaşar Okur'un başlattıkları mevlitten de ilham alarak
Mustafa Kemal Atatürk'e bir mevlit yazmaya koyuldu.
Behçet Kemal Çağlar
Kasım 1938 sonlarına doğru mevlidini tamamlayıp Atatürk'ün ölümünün
"Kırkıncı gecesi"nde ezbere okuduğu bu mevlid, başta İsmet Paşa’nın
ve diğer yö-
Fatihin anlında
raksan oldu ol Sanma hiç bir anda noksan oldu ol Erdi umman üzre Hayreddine
Yine oydu yine oydu yine o Her büyük alnına nur-u şehap Türke her zülmette
meş’al, mahtap Mümkünü yok başka kavme aline Gezdi işbu nur alından eline Geçti
böyle nice ay nice sene Vakt erişti Bin sekizyüz seksene Geldi çün ol rahmeten
lil âlemin Gitti nur anda karar etti hemin Ger dilersiz bulasız oddan necat
Mustafayı ba Kemal’e essalât
Ol Zübeyde
Mustafâ’nın ânesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi Gün gelip oldu Rıza’dan
hamile Vakt erişti hafta ü eyyam ile Mustafa'nın gelmesi oldu yakin Çok
alâmetler belirdi gelmedin Zülmet içre kaynayıp gitmişti Türk Sânasın ol nuru
kaybetmişti Türk... Dedi gördüm ol habibin ânesi Bir aceb nur kim güneş
pervanesi Berk urup indi yatâğa nagehan Gökleredek nur ile doldu cihan Nûrdan
bir parmak açtı bahredek Oldu Asya kıt’ası birden döşek
Rehberi irfan olan
Türkü tanı İlk koşan o ilk sapâna hayvanı. Ger dilersiz bulasız oddan necat .
Can verin tek isteyin Türke hayat.
Ey azizler işte
başlarız söze: Bir vasiyet kılarız illa söze Ol vasiyet kim derim her kim tuta
Misk gibi kokusu canlarda tüte. Genç nesil irfanı müzdat eylesin Halka ersin
halkı irşat eylesin. Halka anlatsın ki Türktür tacidar. Türke Türk kaldıkça
imkân, hamle var.
Haktaâlâ çün
yarattı Türkü ilk. Dedi: Üç kıt’ada olsun olan mülk (Mustafa) nurunu alnınâ
kodu Bil (Kemal) in nurudur bu nur dedi. Kıldı nur ilk Türkün alnında karar.
Kaldı anın ile nice rüzgâr. Gayrisiyle Türkte oldu böyle fark Nura garkoldu bu
yüzden garbü şark Kim ki Türke bâş olur hasmın kırar Bilki ol nur etmiş alnında
karar İşbu nur ile olur gafil reşit Hânü hakan bay gedâ cümle şehit Ermek üzere
Mustafa'nın nuruna Hamle eyler can verir yurt uğruna. Bir alından bir alına
kaydı o Cengizin Timurun alnındaydı o
Kupkuruydu bende ol
lahza ağız Geldi Temris etti ikramı kımız İçtim anı oldu cismim nûra gark Nûr
ile beynimde yokdu zerre fark Geldi bir bozkurt ayağıyle reyan Arkamı sıvâdı
kuvvetle hemân Seyrederken dört yanım hayranü lâl Şemsin emsâli tulü etti Kemal
Türk elinde ruhlar oldu şâduman Sallü aleyhi ve sellim teslima, Hatta tenalü
cennetin naima. Ger dilersiz bulasız oddan necat, Aşk ile şevk ile edin
Mustafa’ya esselât. An olup eşya bile bulmuştu can Cümle zerratı vatan etti
seda Çağrışuben dediler ki merhaba Merhaba Bahri
Merhaba ey yâr
merhaba Merhaba ey baş halâskâr merhaba Merhaba ey Türklüğün matlubu sen
Merhabe ey milletin mahbubu sen Merhaba ey canı canan merhaba Merhaba ey derdi
derman merhaba «Merhaba ey asi millet melcei» Merhaba ey inkılâplar menşei
Gözleri göz alnı hem bedri münir Ey kamu düşmüşlere sen destigir. Ey gönüller
derdinin dermanı sen Padişaha karşı halk fermanı sen Ger dilersiz bulasız şevkü
necat
Piri tarih tuttu
elden yat dedi Gökte bir gök bayrak hali vâr idi Tatlılaştı birden umman suları
Herbiri bir yıldız almış tuğları Zatar oldu atlı serden geçtiler Atları ummânı
birden içtiler Yer kesilmiş suyu geçti ordular Birden etrafımda növbet durdular
Bildim anladım ki ol halkın beyi Eyledi tasmim cihana gelmeyi Doğrulup yerden
şehitler saf saf Kâbe misli kıldılar evim tavaf Yarılıp çıktı duvardan nagehan
Geldi üç hatun bana oldu ayan Çevre yanıma konup konuştular Mustafayı birbirine
muştular Biri Yavuz, biri Fatih bir Timûr ânesi Dediler eşsiz bunun dürdanesi
Bu senin oğlun gibi kadri cemil Bir anaya vermemiştir ol Çelil Mustafa’nın
Mustafa'sı doğmada Müjde kim Türkün atası doğmada. Bu gelen insanların
imkânıdır Bu gelen insanların insanıdır. Ger dilersiz bulasız şekü necat
Mustafayı bâ kemale essalât Der Zübeyde çünkü vakt oldu tamam Kim vücude gele
ol hayrülenam Susadım gayet hararetten kati Eyledim ret cam dolusu şerbeti
Mustafa’yı
Harbiyeye verdiler Hâzırolsun millete imdat için Hırsa geldi orda istibdat için
Uykusuz kaldı hürriyet aşkına Tam erişti orda millet aşkına Namını hakketti tam
buldu Kemal Aklına koymuştu labüt ihtilal Gün begün ol ilmine ilm ekledi Hizmet
üzre tam zamanı bekledi Sabrı Eyyub üzre sabretti müdam Ta ki gün gelsin ve
vakt olsun tamam Ger dilersiz bulasız şevkü necat Azmedin de Türke ram olsun
hayat Ehli iz’an farkedü'ben şaşalar Harba girdi Tal’at Enver paşalar Kahra soktu
nara koydu milleti Padişahın yoktu zerre kıymeti Topla zırhlıyla revan oldu
yola Girmek üzre üç hasım İstanbul’a Hasta inan Türk’ü kahra geldiler Vahü
eyvah Seddibahre geldiler Ahmanı Osmanlısı âmirlerin Şaşurûben düştüler acze
hemîn Mustafa mîri alaydı ol zaman Sabrı bitti fiyle başvurdu heman Türk olan
tam Türk olan tek âmir o < Türk eriyle mucizata kadir o Bîkaıiulık ellere
tasmim ona Ettiler hem oıduyu teslim ona Baş bulunca aslan oldu her nefer
Can verin tek Türke
ram olsun hayat
Çünkü doğdu tarihin
bir tanesi Cümle fatihler olup pervanesi Birbirine müjdeleyü her melek Raksa
girdi şevkü şadından felek,
Şevk ile yahşiye
döndü her yaman Hayrete düştü Zübeyde ol zaman
Gördü gitmiş ol
havatın kimse yok Görmedi oğlun tazarrû kıldı çok Artacaktı büsbütün derdi yası
Gördü kim bir
köşede Türk atası
Kırmızı bir bezde
görmüş bir beyaz A’m takbil i’le kılmış serfiraz Debreşir dudakları söyler
kelâm Anlıyamazdım ne derdi ol hüman Kulağım ağzına verdim dinledim Söylediği
sözü ol dem anladım Derki, ey bayrak yüzüm tuttum sana Milletim gelsin hemen
benden yana Halka bağlayıp gönülden himmeti Der idi «vâ Milleti vâ Milleti.»
Halka verdi tıfl iken eyyamını Sen kocaldın anmıyorsun namını Ger dilersiz
bulasız kalktan necat Atatürk'e Atatürk’e essalât Doğduğundan geçti beş on yıl
zaman Kargalardan hıfzedem derdi hemen Dayısının tarlasında baklayı Memleketten
kara kuvvet kovmayı Ol zamandan eylemiş talim meğer
Can verin tek
isteyin halka hayat Gel berü ey aşk oduna yanıcı Kendüyü mâşûka âşık sanıcı
Dinle miyracı Kemali sen ayan Aşık isen aşk oduna durma yan Aşka ermişsen eğer
şekvayı kıs Bin dokuzyüz on dokuz onbeş mayıs Vakti miyraç vuslatı halkın demi
Rehberi yok hem Bürâki bir gemi Hem kuşanmak istemez hülle kemer Sırma rütbe
oldu birden derbeder Söktü birden vurdu ânı yerlere îytibar halktı rütbe erlere
Bekliyordu halk onu bahtı siyah Anlayuben hali ol bahri siyah Dedi ulaş millete
ya Mustafa Muntazırdır anda eshabı cefa Kimde kim aşkın nişanı vardürür Akibet
maşuka anı erdürür Çalkanıp dört beş gün ol şahı harem Geldi Samsun'a hemen
bastı kadem Anladı kim bitti her şey arkada Marifet halkın habibi olmada Ger
dilersiz bulasız şevkü necat Can verin tek isteyin halka hayat Mustafa'dan önce
sultâna söven Halkı hakla bir tutup her dem öven Şehri terkel bir münasip dağ
bulan Halka âşık sultana âsi olan Erlere ol payitahtı bihaya
Türk kazandı en
sonunda tam zafer Sanma ibret aldılar da kandılar Sürdüler ordan ora
kıskandılar Vaktü saat ermemişti dinledi Nerde bozgun varsa gitti önledi
Müttefikler pes dedi mağlup olup Âli osmanın günü etti gurup Son hafidi çıktı
korkak hem deni Padişahın en laîn en mîskini Döndü düşmanlar elinde bir kula Üç
hasım birden girip İstanbul'a Şurda burda yok yere kan eyledi Şehri masum
Türk'e zindan eyledi Ağlar oldu Türk olan büyük küçük Cümlenin bahtı siyah
boynu bükük Bir sedâ yok diyebilsin doğrulun Kerbelâ efganı var İstanbul'un
Bitti her şey zannedip kabrin eşen Bitti her şey zannedip hâinleşen Payitahtın
kaç münevver insanı Bilmiyordu hangi kan Türk’ün kanı Coştu mu her kudretin
üstündedir Düşmanı kahreylenmek kastindedir. Zerre toz kondurmıyan iymanına Bir
tek insan vardı halkı âşinâ En siyah efkara dalmiş her kafa Halkı hakla bir
görürdü Mustafa Tam zamanda ihtilâl intacına Halk denen hakkık erip miyracına
Ger dilersiz bulasız oddan necat
«Ol kaçar görse
gerek cananını Bîhurufü lafzü savt ol ruhu halk Mustafa'ya söyledi kim ver
kulak iyice bil mahbubû matlubun benem Sevdiğin can ile mağbudun benem Gi’ce
gündüz durmayıp istediğin Nola kim görsem cemalin dediğin Gel habibim sana âşık
olmuşum Kendimi ben sana bende kılmışım Zâtıma mir'at edindim zatını Bile
yazdım adm ile adını. Ol sevinçten sığmaz oldu kâbına Hali arzetti yakın
ahbabına Dediler ey kıblei mühtacı halk Kutlu olsun sana bu miyracı halk
Milletin olduğumuz devlet yeter Hizmetin kıldığımız izzet yeter Ger dilersiz
bulasız oddan necat Mustafa'ya Mustafa'ya essalât Emri halkü hakkı intaç içre o
Kaldı gitti gayrı miyraç içre o Rah ile rehber hemen kaynaştılar Her cihetten
düşmana ulaştılar Mucizata döndü her bir arbede Arsa emsal oldu ol Kocatepe
Debredicek dudağın ol mâhveş Deprenirdi gökte hem ay hem güneş Harta üzre ol
şuâından gece iğne düşse bulunurdu ey hoca. Sadrı nurundan karanlık giceler
Köhne devlet derdi:
«Bâğî, eşkiya»... Eşkiya ervahı karşı geldiler Mustafa’ya izzet ikram kıldılar.
Sânasm kim kan ve candan ses gelir Hem Dadal'dan hem Kozan'dan ses gelir «Gel
aman gel, gel aman er oğlu er»... Coşturuben sazını «Köroğlu» er Terceman ehli
cefanın aşkına Türkü söyler Mustafa’nın aşkına Sultan hain Bey sapıtmış çete
var Vakit tamam fırsat tamam hoş geldin İstanbul’dan riya müdara çıkar Sen
geldin orada hakka eş geldin srafil'in suru sesin bu sabah
Emrindedir Yunus,
Seyrani, Emrah. Dağdadır ben gibi binlerce gümrah Başını kaybeden halka baş
geldin. Köroğlu hayranın her eroğlu er Emrinde bu millet dünya tepeler Uzat
parmağını çöksün tepeler Oğlum ustam ağam hoş geldin. Her biri kutluladı
miyracını Dediler «Giydin saadet tacını» «Yürü kim meydan şenindir bu gece
«Sohbeti türkân şenindir bu gece «Ermedi evvel gelen bu devlete «Kimse lâyık
olmadı bu rif ate «Ruhu halka ermek üzre gel beri» «Sahibi mevlût Süleyman
Rehberi «Rahı aşkda kim sakınır cânını
Milleti bir çehrede
oldur gören Her kim ol insan için yaş indire Yaşı halkın cümle derdin söndüre
Adet olmuştu Celâle her seher Bir haber salmak «Eyi hayrülbeşer» Ağlayu ağlayu
ol derdli Celâl Saldı eshab içine bir gün melâl Susalım biz söylesin Aşık Ömer
Kim bu vezn ile verilmez bu haber: Yok gayri bizleri uyku dönek vay Kime bel
bağlıyak kime dönek vay Vay amansız ecel alçak felek vay Türklük yüreğini
dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Dereler denizler çağlar ağlayıp
En büyük en güzel en yiğit kayıp Rabbimde göz yaşı dökmezse ayıp Türklük
yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Atan gitti millet başın
sağ olsun Ölümü devre açsın yeni çağ olsun Dağlar birer birer yanar dağ olsun
Türklük yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Bakışları şimşek
gibi çakardı Yarını görürdü düne bakardı Kürsüye çıktı mı arşa çıkardı. Türklük
yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri B izdendi sevinci
bizdendi derdi
Harbe yürürdü
yiğitler kocalar Doğduğu gün bahre dönmüş parmağı Kastedermiş Akdenize varmağı
«Akdeniz! Bu, ilk hedeftir ordular!» Ordular da kuş misali vardılar Baş bulunca
aslan oldu her nefer Türke erdi tam zafer eşsiz zafer. Düşmanından kurtarınca
ulusu Baktı hâle bu ulular ulusu
Baktı'Türk’ün mülkü
hem battı harap Anladı kim çare tekti inkılâp Türkte kan iyman cesaret bibedel
Aldı garptan her ne var gerçek güzel Kalkolup dîne dehalet eyliyen Hırsına
iymanı âlet eyliyen Gaspeden halkın o gün neyse varı Bir takım âyet, hadis
simsarları Dini ihlâl eyliyorlardı hemen Ol laiklik öyle çıktı ol zaman Din ve
halk kalsın deyü salim beri Herkesin vicdanı hür andan beri Ger dilersiz
bulasız oddan necat Mustafa’ya Mustafa'ya essalât... Gel berü ey sahibi aşkü
vefa Gel berü ey kalbi irfanü sefa İşbu firkat sözünü gûş edelim Derd ile ah
eyleyüp cûş edelim Akıtalım gözümüzden yaşları Tazelensin bağrımızın başları
Ağlayup anın için görmez olan
Yoktu hacet bir
vasiyet kılmaya Tek halife tek münasip arkadaş Millet ehliyetli hem seçmekte
baş Geldi derhal meclisi davet günü ttifakla müntehaptı İnönü.
Vardı kürsüye
yerini yerini Hali gördü ol Atanın yerini Derd ile ah eyleyüben ol zaman Doldu
meclisin içi zârii figan Meclise nazırdı ruhu Mustafa Bîhurûfü lafzü savt etti
nida: Türkte cevher işledim yıllarca ben» «Biliniz; her biriniz bir parça ben.
«Kalbolundum hep size hiç kalmadım «Ölmedim ben ölmedim ben ölmedim Her birin
ruhu güçn güş eyledi Başka fanilerle farkı gördüler nönüde Atatürk'ü gördüler.
Ger dilerseniz
bulasız şevkü necat Atatürk'e Atatürk'e essalât.
Ankaralı Aşık
Ömer (Behçet Kemal Çağlar)
Allah adın
zikredelim evvelâ, Vâcib oldur cümle işte her kula.
Allah adın her kim
ol evvel ana, Her işi âsân ide Allah anâ.
Biz uyurduk o
bizleri beklerdi Uyudu nöbeti bizlere verdi Türklük yüreğini dağlasın gayri
Cihan da bizimle ağlasın gayri Dönmüş denizler göz yaşı tasma Dünya ortak
çıkmış Türk’ün yasma Her evden bir ölü çıkmışçasına Türklük yüreğini dağlasın
gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Gitti her ocağın söndü alevi Yeryüzü
dediğin bir ölü evi Cihan türbe olsa almaz bu devi Türklük yüreğini dağlasın
gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Kaybını yıldızlar bile hileler Kınla
kanatlar düşe yeleler Kurt kuş duyup cenazesin kılalar Türklük yüreğini
dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Gök düşsün toprağa toza belensin
Gece mezarına yıldız elensin Şehitler doğrulsun nöbet dolansın Türklük yüreğini
dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Dünya hem kabr olur hem onu gömer
Yıldızlar kandildir semalar kemer Sus boğulayazdın sus Âşık Ömer Türklük
yüreğini dağlasın gayri Cihan da bizimle ağlasın gayri Ruhu Türkten ta ebet
ayrılmaya
«Ger dilersiz
bulasız oddan necât, Aşk ile derd ile edin es-salât.»
Ey azîzler işte
başlarız söze, Bir vasiyyet kılarız illâ size.
Ol vasiyyet kim
derim her kim tuta, Misk gibi kokusu canlarda tüte.
Hak Teâlâ rahmet
eyleye ana, Kim beni ol bir dua ile ana.
Her kim diler bu
duâda buluna, Fâtiha ihsân ide ben kuluna. Lillâhi Fatiha.
Hak Teâlâ çün
yarattı Âdem'i, Kıldı Âdem'le müzeyyen âlemi.
Âdem'e kıldı
feriştehler sücûd, Hem ana çok kıldı ol lûtf ıssı cûd.
Mustafa nûrunu
alnında kodu, Bil Habîb’im nûrudur bu nûr dedi.
Kıldı ol nûr anın
alnında karâr, Kaldı anın ile nice rûzigâr.
Sonra Havvâ alnına
nakletti bil, Durdu anda dahi nice ay u yıl.
Şît doğdu ana
nakletti bu nûr, Ânın alnında tecellî kıldı nûr.
Erdi brâhim ü
îsmâil'e hem, Söz uzanur ger kalanın der isem.
İşbu resm ile
müselsel muttasıl, Tâ olunca Mustafâ’ya müntekil.
Allah adı olsa her
işin önü, Hergiz ebter olmaya anın sonu.
Her nefeste Allah
adın de müdâ’m, Allah adiyle olur her iş tamâm.
Bir kez Allah dese
aşk ile lisân, Dökülür cümle günâh misl-i hazân.
İsm-i pâkin pâk
olur zikreyleyen, Her murâda erişir Allah deyen.
Aşk ile gel imdi
Allah diyelim, Derd ile göz yaşi’le âh edelim.
Ola kim rahmet kıla
ol pâdişâh, Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol İlâh.
Birdir ol birliğine
şek yokdurur, Gerçi yanlış söyleyenler çokdurur. Cümle âlem yoğ iken ol var
idi, Yaradılmışdan ganî cebbâr idi.
Var iken ol yoğ idi
ins ü melek,
Arş ü ferş ü ây ü
gün hem nüh felek. Sun'ile bunları ol var eyledi, Birliğine cümle ikrâr eyledi.
Kudretin izhâr edip
hem ol Celîl, Birliğine şunları kıldı delîl.
Ol dedi bir kerre
var oldu cihân, Olma derse mahvolur ol dem hemân.
Bâri ne hâcet
kılarız sözü çok, Birdir Allah andan artık Tanrı yok. Haşre dek ger denilirse
bu kelâm, Nice haşrola bu olmaya tamâm.
Pes Muhammed’dir bu
varlığa sebeb, Sıdk ile anın rızâsın kıl taleb.
Geldi hûrîler bölük
bölük bugûr, Yüzleri nûrundan evim doldu nûr. Hem havâ üzre döşendi bir döşek,
Adı Sündüs döşeyen anı melek.
Çün göründü bana bu
işler ayan, Hayret içre kalmış idim ben hemân.
Yarılup duvar çıktı
nâgehân, Geldi üç hûrî bana oldu ayân.
Bazılar derler ki
ol üç dilberin, Âsiye'ydi biri ol mehpeykerin.
Biri Meryem Hatun
idi âşikâr, Birisi hem hûrîlerden bir nigâr.
Geldiler lûtf ile
ol üç mehcebîn, Verdiler bana selâm ol dem hemîn.
Çevre yanıma gelüp
oturdular, Mustafâ'yı birbirine muştular.
Dediler oğlun gibi
hiç bir oğul, Yaradılalı cihân gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi
kadr-i cemîl, Bir anaya vermemiştir ol celîl.
Ulu devlet buldun
ey dildâr sen, Doğiserdir senden ol Hulk-i hasen. Bu gelen ilm-i ledün
sultânıdır, Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.
Bu gelen aşkına
devreyler felek, Yüzüne müştak durur ins ü melek.
Bu gece ol gecedir
kim ol şerif, Nûr ile âlemleri eyler latîf.
Bu gece dünyayı ol
cennet kılar, Bu gece eşyâya Hak rahmet kılar.
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN ------------------------------------------- -
Geldi çün ol
rahmeten li'l-âlemîn, Vardı nûr anda karâr etti hemîn.
«Ger dilersiz
bulasız oddan necat, Aşk ile şevk ile edin es-salât.»
Âmine Hatun
Muhammed anesi, Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.
Çünki Abdullâh’tan
oldu hâmile, Vakt erişti hafta vü eyyâm ile. Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn,
Çok alâmetler belirdü gelmeden.
Ol Rebîülevvel âyı
nîcesi, Onikinci gice isneyn gicesi. Ol gice kim doğdu ol Hayrü'l-beşer, Anası
anda neler gördü neler.
Dedi gördüm ol
Habîb'in anesi
Bir acep nûr kim
güneş pervânesi. Berk urup çıktı evimden nâgehân Göklere dek nûr ile doldu
cihân. Gökler açıldı ve feth oldu zulem, Üç melek gördüm elinde üç alem.
Biri meşrik biri
mağribte anın, Biri damında dikildi Kâ'be’nin.
Bildim anlardan kim
ol halkın yeği, Kim yakîn oldu cihâna gelmeği.
İndiler gökten
melekler saf u saf, Kâ'be gibi kıldılar evim tavâf. Kâ'be savt etdi o demde
nâgehân, Dedi doğdu bu gice şems-i cihân.
Yaradılmış cümle
oldu şâdümân, Gam gidüp âlem yeniden buldu can.
Cümle zerrât-ı
cihan idüp nidâ, Çağruşuben dediler kim merhabâ. Merhaba ey âli sultân merhabâ,
Merhabâ ey kân-ı irfan merhabâ.
Merhabâ ey sırr-ı
Kur’ân merhabâ,
Merhabâ ey derde
derman merhabâ. Merhabâ ey bülbül-i bâğ-ı cemâl, Merhabâ ey âşinâ-yı Zü'l -
Celâl.
Merhabâ ey mâh u
hurşid-i Hüdâ,
Merhabâ ey Hak’dan
olmayan cüdâ. Merhabâ ey âsi ümmet melcei, Merhabâ ey çâresizler eşfei.
Merhabâ ey can-ı
bâki merhabâ, Merhabâ uşşaka sâki merhabâ. Merhabâ ey kurretü’l - ayn-i Halîl,
Merhabâ ey has-ı mahbûbi Celîl.
Merhabâ ey rahmeten
li'l-âlemîn, Merhabâ sensin şefi’ül müznibîn. Merhabâ ey pâdişâh-ı dü cihân,
Senin içün oldu kevn ile mekân.
Ey cemâli gün yüzü
bedr-i münîr, Ey kamu düşmüşlere sen destgîr. Destgîrisin kamu üftadenin, Hem
penahı bende vü âzadenin.
Ey gönüller
derdinin dermanı sen, Ey yaradılmışların sultanı sen. Sensin ol sultânı cümle
enbiyâ, Nûr-i çeşm-i evliyâ vü asfiyâ.
Bu gece şâdân olur
erbab-ı dil, Bu geceye can verür ashâb-ı dil.
Rahmeten lil -
âlemîn’dir Mustafâ, Hem şefi’ül müznibîn'dir Mustafâ. Vakfını bu resme tertîb
ettiler, Ol mübârek nûru tergîb ettiler.
Âmine ider çün vakt
oldu tamâm, Kim vücûda gele ol Hayrü’Lenâm.
Susadım gayet
hararetten kati, Sundular bir câm dolusu şerbeti.
Şerbeti karşımda
tuttu hûriler, Bunu sana verdi Allah dediler.
Kardan ak idi ve
hem soğuk idi, Lezzeti dahi şekerde yok idi.
İçtim anı oldu
cismim nûra gark, Edemezdim kendimi nûrdan fark.
Geldi bir ak kuş
kanadiyle revân, Arkamı sığadı kuvvetle hemân.
Doğdu ol sâatte ol
Sultân-ı din, Nûra gark oldu semavat ü zemîn.
Sallü aleyhi ve
sellimü teslima, Hattâ tenalü cenneten naîma.
Ger dilersiz
bulasız oddan necât, Aşk ile şevk ile edin es-salât.
Es-salâtü
ve's-selâmü aleyke yâ Resûlallâh. essalâtü ve‘s-selâmü aleyke yâ Habîballâh,
Es-selâtü ve’s-selâmü eleyke yâ Seyyidel evveline ve’l-âhirîn.
Söylediği sözü ol
dem anladım. Der ki ey Mevlâ yüzüm tuttum sana, Yâ İlâhi ümmetim vergil bana.
Ümmetim dedi saha
çün Mustafâ.
Ver salevât sen de
âna bul safâ.
Çünki ben bu işleri
gördüm ayân, Kalmadı sabrım hemen düştüm revân. Geldi aklım gördüm ol sahib
vefâ, Gözlerim nûru ve oğlum Mustafâ.
Sürmelenmiş gözleri
gör hikmeti, Göbeği kesilmiş olmuş sünneti.
Yüzü nûru gün gibi
hoş berk urur, Çünki gördüm gönlüme geldi sürür.
Kaynatıp nâr-ı
muhabbet kanımı, Aluben bağrıma bastım canımı.
Hakka bağlayıp
gönülden himmeti, Der idi kim ümmeti vâ ümmeti.
Tıfliken ol diler
idi ümmetin, Son kocaldın terkidersin sünnetin.
Ümmetim dedi sana
çün Mustafâ, Ver salâvat sen de ana bul safâ.
Ger dilersiz
bulasız oddan necât, Aşk ile şevk ile edin es-salât.
Yunus Nadi, Yakup
Kadri ve Falih Rıfkı Atay ve Naşit Hakkı Uluğ gibi yazarlar her ne kadar Türkçe
Kur'ân ve Türkçe namaz için bu olaydan sonra yoğun propagandalara girdilerse
de, en başta yanlış tercümelerle okunan Türkçe Kur'ân'larla ve
Ey nübüvvet
mührünün sen hatemi, Ey risâlet tahtının sen hâtimî.
Çünki nûrun rûşen
etti âlemi, Gül cemâlin gülşen etti âlemi.
Oldu zâil zulmet-i
cehl ü dalâl, Buldu bâğ-ı mârifet ayn-i kemâl.
Yâ Habîbu’llâh bize
imdâd kıl, Son nefes dîdânn ile şâd kıl. Ger dilersiz bulasız oddan necât, Aşk
ile şevk ile edin es-salât.
Çünki ol mahbûb-i
Rahmân ü Rahîm, Kıldı dünyayı cemâlinden naîm. Birbirine muştulayu her melek,
Raksa girdi şevk u şâdiden felek.
İşbu heybetten
Âmine hubrû, Bir zaman gidip geldi geru.
Gördü gitmiş
hûriler hiç kimse yok, Görmedi oğlun tezarru kıldı çok.
Hûriler aldı
tasavvur kıldı ol, Hayret içre çok tefekkür kıldı ol.
Çevre yanın isteyu
kıldı nazar, Gördü kim bir köşede Hayrü’l-beşer.
Şöyle Beytullâh'a
karşı ol Resûl, Yüz yere urmuş vü secde kılmış ol.
Secdede başı dili
tahmîd eder, Hem getürmüş parmağın tevhîd eder.
Debrenür dûdakları
söyler kelâm Anlayamazdım ne derdi ol hümâm.
Kulağım ağzına
verdim dinledim.
MUSTAFA
KEMAL ATATÜRK’ÜN DİYANET
YETKİLİLERİNDEN İSTEDİĞİ RAPOR:
"TÜRKÇE KUR’ÂNLA
NAMAZ KILINABİLİR!"
Fatih Camii,
Göztepe Camii, Yerebatan Camii, Sultanahmet, Süleymaniye ve Ayasofya
camilerinde değişik zamanlarda (1930 - 32) yapılan Türkçe Kur'ân ve Türkçe
namaz uygulamaları, çok kaliteli ve güzel sesli hafızlardan; Hafız Sadettin
Kaynak, Hafız Yaşar Okur, Hafız Cemil ve Hafız Ali Rıza gibi kişilerden
oluşmasına rağmen halk nazarında birtürlü tutmayınca ve Türkçe namaz kıldıran
imamların arkasında çok geçmeden, "olmaz böyle şey!" denilerek,
"uydum imama" diyecek bir tek cemaat kalmayınca yapılması istenen bu
din inkılabının durumu da çıkmaza girmişti.
Bu tür konularda
Mustafa Kemal'in yardımına en başta ya Diyanet İşleri Başkanlığı koşuyor veya
ibadetlerde reform anlayışının temelini oluşturan İlahiyat Fakültesi koşuyordu.
Türkçe namaz ve
Türkçe Kur’ân konusunda da Mustafa Kemal'i bu çıkmazdan kurtarmak adına
İlahiyat Fakültesi Şubat 1932 tarihinden sonra çalışmaya başlamıştı. Hedef
Türkçe Kur'ân’ın olabileceği ve dolayısıyla da Türkçe namazın caizliği
bu yeni ibadet
şekliyle namazları kılmak Türk Milletine çok tuhaf geliyordu.
Nitekim Saadettin
Kaynak’ın arkadaşı artist Şadi'nin bile beğenisini görmeyen bu yeni ibadet
şekline üç-beş ay gibi kısa bir zaman sonra hiç iltifat eden kalmamıştı. Çünkü
bu yeni ibadet şekli için Türkçe namaz kılınırken, imamın arkasında
"uydum imama" diyecek bir tek cemaat bile bulunamamıştı.
Bu sebeple zorunlu
olarak Türkçe namaz şeklinden çark edilmiş oldu. Ancak Türkçe Ezan 1950 yılına
kadar devam etdi.
■ Pek aşikârdır ki Kur'ân; önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında Arabî değildir. Halbuki bu âyetlerde kat'î surette Kur'ân'ın bu kitaplarda mevcut olduğu beyan edilmekte olduğundan
Kur'ân kelimesinin önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında olan ile
Peygamberimize indirilmiş olan arasında iştirak noktasını ifade ettiği
anlaşılmaktadır. Bu iştirak noktası ise yalnız Arapça değildir. Belki
Arapça'nın ifade ettiği mânayı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i
hususîdir.
Bundan
dolayı namazda okunması emredilmiş olan Kur'ân; bu iştirak noktasını teşkil
eden Kur’ân'dır. Bu ise yukarıda söylenildiği veçhile Arapçanın ifade ettiği
mânayı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususidir. Kesilen bir
hayvanın kesildiği esnada çekilen besmelenin herhangi bir dil ile çekilmesi
icma ile caiz olduğu gibi; namazda dahi herhangi bir dil olursa olsun Kur'ân'ı
kıraat caiz olmuş olur/[39])
Bundan
dolayı Kur'ân'ın yalnız nazımdan ibaret olduğunu kabul eden İmam Ebu Hanife'ye
göre bu kitabın Arapça olan hususî nazım ve terkibini güzelce telâffuz kudreti
olanlar ile bu nazm-ı Arabiyi telâffuza kudreti olmıyanlar arasında bir fark gözetmeye
bir mahal kalmadığından nazm-ı Arabîyi telâffuz kudreti olsun veya olmasın
herhangi bir kimsenin namazda Kur'ân'ı herhangi bir dil ile okuması caizdir/[40]*
Namazın
başlangıcında dahi İmam Ebu Hanife'ye göre Arapça'dan başka herhangi birdil ile
Allah zikredilerek meselâ (Tanrı Uludur...) demek caiz olur. Çünkü Âlâ sûresi
âyet 15 - "Rabbının adını anar anmaz namaza durdu." Âyetiyle sabit olduğu
vech üzere namazın başlangıcında maksut olan, Tanrı'nın anılmasıdır. Bunun ise
hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrıyı herhangi bir dil ile anmak diğer bir dil
ile anmağa müsavidir/[41]*
Netice:
İmamı Azam'a göre Arapça'dan başka herhangi bir dil ile namazın başlangıcında
Tann'yı anmak namazın içinde üzerine bir rapor hazırlamaktı. Bu raporu Rıfat
Börekçi’nin ölümünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilen lahiyat
Fakültesi profesörlerinden M. Şerafettin Yaltkaya hazırlamış ve daha önceki
bölümlerde sunduğumuz “İbadetleri Islah Projesinin hazırlayıcılarından olan
İzmirli İsmail Hakkı da raporu tetkik ederek, Şerafettin Yaltkaya ile birlikte
Mustafa Kemal'e vermişlerdi.
Bugün için tarihî
önemi haiz olan ve istenilen bir emir için zorlanmadık kapı bırakmıyan bir
rapor niteliğindeki bu ilginç çalışmayı buraya aynen almak istedik.
"Kur’ân'ın
Türkçe Tercümesiyle Namazda Okunması" başlıklı raporda şu mütalalara yer
veriliyor.
KUR'ÂN'IN
TÜRKÇE TERCÜMESİYLE NAMAZDA
OKUNMASI
Bu
meselenin başında Kur'ân'ın ne olduğu bilinmek lâzımdır. Ebu Hanife'ye göre
Kur'ân lâfız değil; belki lâfzın ifade ettiği mânadır/[42]^ k
Bunun
için Kur'ân'ın Arapça, Türkçe ve Acemce gibi herhangi bir dile ihtisası
yoktur. Mânadan ibaret olan Kur'ân'ın herhangi dil ile ifade olunması
müsavidir/[43])
'Ebu
Hanife'nin bu baptaki delilleri şunlardır:
1-
Şuara sûresi âyet 196 = "Şüphe yoktur ki
Kur'ân: Önden gelip geçen Peygamberlerin kitaplarında var idi."
2-
Âlâ sûresi âyet 18 = "Şüphe yoktur ki bu
Kur'ân; ilk kitaplarda var idi."
Bununla
beraber bu iki İmam, Kur'ân'ın hususî nazmı olan Arapça'yı telâffuzdan âciz
olan kimseler hakkında Arapça'dan başka herhangi birdil ile Kur'ân'ın
okunmasını caiz görmüş olduklarından üstatları ile bu îkî şakirt arasında
ihtilâf kalkmış olur/1')
İmam
Ebu Hanife'nin bilâhare şakirtlerinin fikirlerine rücu ettiği diğer bir şakirdi
Nuh Bin Meryem-ül Mervezi'den na- klolunmuşsa da bu nakil hilâfiyat
kitaplarında görülmüyor. Yalnız hilâfiyata ait manzum bir eser yazan Ömer Bin
Muhammed- ün Nesefi (vefatı h. 357) Ebu Hanife ile tilmizleri arasındaki yu-
kanki ihtilaâfı bildirdikten sonra şu:
"Ebu
Hanife'nin bilâhare tilmizlerin kavline döndüğünü kendisinden itimada şayan
olan raviler rivayet etmiş olduklarından aralarında ihtilâf kalmamıştır"
sözünü söylüyor.
Ve
bu âyetin şerhinde Zevzeni, (mamı Âzam'ın bu rücu' rivayetini Ebu Bekir
Razi'ye atfetmektedir/[44] [45]^
Halbuki: .
Ebu
Bekir Razi Ahkâmül-Kur’ân'mda Şuara Sûresindeki yukarıda zikrettiğimiz
âyetinde:
"Bu
âyet; Kur’ân'ın bir dilden başka bir dile naklolmasının Kur'ân'ı, Kur'ân
olmaktan çıkarmıyacağına delildir..." diyerek mamı Âzam gibi Kur'ân'ın
mânadan ibaret olduğunu beyan etmekte olduğundan İmam Âzam ile ayni fikirdedir.
Ve bu rücuu ri- vayat etmediği meydandadır. Bundan başka bir rücu' rivayeti
kafi olmak için (h. 370)'te vefat etmiş olan Ebu Bekir Razi'ye değil; ilk
asırlara kadar çıkarılmak, daha sarih İmamı Âzam'a mülâki olan kimselerden veya
tek bir kimseden inkitaa uğra- maksızın müselselen rivayet edilmek lâzım
gelirken biz bu rivayeti İmam-ı Âzam'dan iki üç asır sonra yazılmış olan kitaplarda
görüyoruz.
Ebu
Bekir Razi'den sonra (h. 490) hududunda vefat eden Serahsi, Mebsutunda asla bu
rücu'dan bahsetmiyor. Bilâkis Se-
Kur’ân’ı
ve ka'deterde teşehhütleri okumak ve cuma günleri hutbe irat etmek caiz olur.(ü)
İmamı
Âzam'a göre ezanda muteber olan urftur/[46] [47]^
Şakirtlerinden
Hasan Bin Ziyad'ın İmamdan rivayetine göre bu nokta şöyle izah ediliyor: Meselâ
Acemce ezan okunduğu takdirde halk ezan olduğunu anlıyacak olursa bu ezan
caizdir, anlamıyacak olurlarsa caiz değildir. Çünkü ezandan maksat namaz
vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir/[48] [49] [50]^
İmam
Ebu Yusuf ve mam Muhammed'e göre Kur'ân yalnız mâna değil; mâna ile beraber
nazım-ı Arabinin mecmuundan ibarettir. Bunların delilleri şunlardır:
Kur'ân
Dili Üzerinde Bir İnceleme
1-
Zuhruf sûresi âyet 3 = “Biz o kitabı Aıapça Kur'ân
kıldık."
2-
Şuara sûresi âyet 195 = "Açık bir dil ile
olan Arapça ile (sana indirdik.)"
İmameyn
bu âyetlerden Kur'ân'ın yalnız mâna değil; lâfız ve mânadan mürekkep olduğunu
anlamışlardır. Bunlara göre lâfız ve mâna Kur'ân'ın ayrı ayrı birer rüknüdür.
Şu kadar var ki lâfız rüknü zait olmakla aczzamanında sakıt olur/9)
Halbuki:
-
Raad sûresi âyet 37 = "Biz o kitabı hükmü Arabî olmak üzere
indirdik." Buyrulduğu halde yine bu âyet; hükmün arabî diline ihtisasına
delâlet etmiyor. Çünkü acemce ile olan hüküm dahi bu kitap ile hükümdür/10)
TÜRKÇE EZAN, TEPKİLER VE
BURSA ULUCAMİİ OLAYI
Devlet
Konservatuvarında Bestekar İhsan Beyin nezaretinde ve 9 kadar seçme hafızın
olanca gayretiyle Dol- mabahçe Sarayı'nda meşk etmeye (!) çalıştığı "Tanrı
Uludur, Tanrı Uludur" şeklindeki Türkçe ezan hiçbir kanun ve meclis kararı
olmadan ve sadece saraydan çıkan emirle 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren
minarelerde okunmaya başlanınca, 155 asır Ezan-ı Muhammediye'yi "Allahu
Ekber, Allahu Ekber" diye dinleyenlerin hoşnutsuzluğuyla karşılaşmıştı.
Çünkü İslâm dünyasında ilk kez sadece bu ülkede Ezan-ı Muhammedi alışkanlığı
bozuyor ve Ezanlar "Tanrı Uludur" şeklinde okunuyordu. Özellikle
büyük şehirlerde büyük bir takibatla ve kontrolle yürütülürken Türkçe Ezan
1932 yılında daha köylere ve ilçelere pek girmemişti.
Özellikle İstanbul,
Ankara, İzmir, Bursa, Trabzon ve Rize gibi büyük illerde Dahiliye Vekaleti
(İçişleri Bakanlığı) nezaretinde yürütülen Türkçe Ezan uygulaması için ilk
büyük ve örgütlü tepki Bursa’dan gelmişti.
16 Kasım 1932'de
Bursa Valisi
Fatin’in başkanlığındaki Türkçe Ezan komisyonunun toplanışından tam dört gün
sonra[51]
rahsi, Ebu Hanife'nin namazda
Kur'ân'ın Arapça'dan başka bir dil ile okunmasını caiz gördüğünü söylediği
sırada diyor ki:
"İranlIlar
Selman'dan Kur'ân'ın birinci sûresi olan Fatiha'yı Acemce yazıp kendilerine
göndermesini istemişler. Selman da bu sûreyi Acemce yazıp kendilerine göndermiş
ve bunlar dilleri Arapça'ya yazıncaya kadar namazlarda Fatiha'yı Acemce okumuşlardır."
İşte Ebu Hanife namazda Kur’ân'ın Arapça'dan başka bir dil ile okunmasının caiz
olduğunu bununla istidlâl etmiştir. Bununla beraber namaz kılan kimseye vacip
olan, be- lâgat ve fesahatiyle insanları acze düşüren Kur'ân'ı okumaktır. Umum
insanları acze düşürmek ise yalnız Arapça ile değil herkesin konuştuğu ana
dili ile olacağından meselâ: İranlIların acze düşmeleri Arapça ile değil, kendi
lisanları olan Farisi ile zahir ve sabit olmuştur. Ve Allah'ın kelâmı Kur'ân
mahlûk ve muhdes değildir. Lisanlar ise umumiyetle mahlûk ve muhdestir. Şu
halde Kur'ân'ın bir lisan-ı mahsusu kalmamış olur/[52])
Şafi'ye
göre namazda Kur'ân'ı Farisice okumak hiçbir veçhile caiz değildir. Ûmmi olup
Kur'ân'ı Arapça okumaktan aci? olan kimse hiçbir şey okumaksızın namaz kılar/[53])
Hülâsa:
İmam-ı Âzam nazm-ı arabiyi rükün olarak kabul etmediği ve kendisinin rücuu ise
sonradan şuyu' bulduğu halde bilâhare gelen fakihler Imameyn ile beraber nazm-ı
arabi'nin rüknü aslî değil ancak rüknü zait olduğunu ve acz zamanında sükut
edebileceğini ileri sürmüşler ve bu noktada her iki tarafın ittifakı hasıl
olmakla artık Hanefi imamları arasında bir ihtilâf kalmamıştır.
5
Mart 1934
M.
Şerafettin YALTKAYA
labalığın etrafını sardırarak önlem almaya çalışmıştı.
Nihayet Bursa Ezan
direnişi saatler geçtikçe önlenmesi ve yatıştırılması bir tarafa, neredeyse
halka malolacak bir olay haline gelmeye başlayınca bu sefer Vali Fatin Bey,
Bursa’da bulunan Tümen Komutam’ndan acil yardım ister. Tümen Komutanı da o
sıralar İzmir’de bulunan Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa'ya durumu bir şifreli
telgrafla bildirince olanlar olur.
Çünkü Kolordu
Komutanı Ali Hikmet Paşa, kendisine Bursa olayı ile ilgili telgraf geldiğinde
(3 Şubat) Atatürk’le beraber İzmir’de öğle yemeğindedir.
Mustafa Kemal
Atatürk'ün, Ali Hikmet Paşa'ya gelen şifreli telgrafla birlikte Bursa’daki
Ezan ayaklanmasını öğrenir öğrenmez ağzından dökülen ilk sözler "Cahil
mürteciler", "Kara yobazlar" olmuştur.
Olayın bundan
sonraki bölümünün ve Ezanın Türkçeleştirilmesi sırasında yaşanan bu ilk
ögrütsel olayın, bilinmeyen ayrıntılarını ve Atatürk’ün bu olayla birlikte
kaleme aldığı "Din üzerine" isimli yazısını konumuzu aydınlatması
açısından aynen burada yayınlamış oluyoruz/[54]^
Atatürk Arapça
Ezan Okuyanlara Seslendi:
"Allah’ın
Belası Yobazlar"
"Allah'ın
belâsı yobazlar... Dudaklarını kıpırdatmamıştı bile. Bu nedenle, hemen yanında
oturan "Gazi Hazretleri"de söylediklerini duymamıştı. Kolordu
Komutanı Ali Hikmet
Sadık adında
biri Türkçe Ezan aleyhine bir vaaz vermiş ve Türkçe Ezan’ın, İslâm dünyasına
hakaret olduğunu ve bir dinsizlik örneği teşkil ettiğini bildirerek, halkı bu
konuda harekete geçmeye çağırmıştı.
Bursa Ulu Camii’de
verilen bu ateşli vaaz öyle tesirini göstermişti ki, 1 Şubat 1933 tarihinde
Vaiz Sadık Efendi ve Kazan Türkleri'nden Evkaf Memuru Yahyaoğlu İbrahim’in başkanlığında
kalabalık bir grup, Ulu Camii önünde toplanarak Türkçe Ezan uygulamasını
şiddetle protestoya başladılar.
Kalabalık Ulu
Camii’den vilayete kadar yürüyüşe geçip, yürüyüş anında hem Arapça Ezan
okuyorlar ve hem de Ankara'nın ortaya koyduğu gayr-i İslâmî uygulamaları
attıkları sloganlarla protesto ediyorlardı.
Kalabalık önce
Bursa Müftüsü Nurettin Efendi’nin huzuruna gelerek müftüyü îslâma, dine ve
ezana sahip çıkmaya davet ettiler. Müftü Nurettin Efendi’nin: "Merak
etmeyin! Bunlar kısa zamanda hallolacaktır" demesinden sonra kalabalık vilayete
doğru yürüyüşünü devam ettirdi.
Bursa Evkaf memuru
Yahyaoğlu İbrahim ve Vaiz Sadık Efendi, Vali Fatin’in de huzuruna çıkarak
valiye: "Yahudilerin Sinegog’da, Hristiyanların kilisede ibadetleri
bakımından rahatsız edilmediklerini" örnek göstererek namazlarına, ezanlarına
ve Kur’ân-ı Kerim’lerine devletin karışmamasını söylediler.
Polisin kalabalığa
müdahale etmesiyle de kalabalıkla polis arasında tartışmalar ve kavgalar çıktı.
Vali Fatin, polisler vasıtasıyla gerekli önlemleri almakta güçlük çekince Bursa
Belediye Başkam Muhiddin Bey devreye girmiş ve hemen "Belediye Zabıta
Memurları "nı hiç zaman kaybetmeden ka-
“Arapça
isteıîik" olayı da Evkaf Müdürlüğü'nün hemen bitişinde Ulu Cami’de meydana
gelecekti.
Dert anlatma.
Camiden çıkanlar bitişikteki Evkaf Müdürlüğü’nün önünde toplanmaya başlamıştı.
Kalabalık giderek artarken 80 kişilik bir grup da içeri girmiş ve Evkaf Mü-
dürü’nün karşısına dikilmişti. Elektrikçi Arnavut Seyfettin en öndeydi ve
müdüre bağırıyordu: “Halkın Türkçe Ezan istemediğini ve bu maksatla aşağıda
toplandıklarını size haber veriyorum.” Karşısında 80 kişiyi gören Müdür, daha
sonra ürküp sarardığını saklamayacaktı. Arnavut Seyfettin'in bağırması bile
dışardaki kalabalıktan gelen "Istemeyüz" naralarından zor
anlaşılıyordu. Müdür Bey, kendisinin hiçbir yetkisi olmadığını, bir dertleri
varsa Vali Bey’e söylemeleri gerektiğini zor bela anlatabilmişti. Arnavut
Seyfettin'in "Vilayete kardaşlarım! “ narası Evkaf Müdürü’nün paçayı kurtardığını
gösteriyordu. Derin bir nefes almış ve başını sallayarak doğrusunun bu olduğunu
belirtmişti. Ama son Arapçacı da binayı terk edince telefona sarılıyor ve
polise durumu bildiriyordu.
Fatin ve Muhittin
Beyler, Belediye Başkanı Muhittin Bey olayı validen önce öğrenmiş, hiç zaman
kaybetmeden "Za- bıta-ı Belediye memurlarına" gerekli önlemleri
aldırmıştı. Bu gibi durumlarda tereddüde hiç düşmez, ne yapılacağına bir kez
karar verir ve anında uygulamaya geçerdi. Vali'nin makamında olmadığını da
biliyordu. Otomobiline atladığı gibi evine gitti.
Belediye Başkanı
Vali'nin evine yaklaşırken Arapçacı mürteciler de, "Arapça ezan
istedik" naralarıyla vilayetin merdivenlerini çıkıyorlardı. Alt kattaki
odaları doldurmuşlar, büyük bir kalabalık da dışarıda kalmıştı. Halk gerçekten
ola-
Paşa yaverinin sol
omzu üzerinden uzattığı Bursa’dan gelen "şifre',yi okuyor,
okudukça da hırsından morarıyordu. Vali niçin böyle davranmış, hiç
anlayamamıştı. Dahası, sağ yanına oturan Gazi Mustafa Kemal soruyordu:
"Nedir?’’ Ali Hikmet Paşa için şifreyi Mustafa Kemal’e uzatmaktan başka
çare yoktu. Şimdi korkunç bir fırtınanın kopacağını bilmemek için onu tanımamak
gerekirdi. Ali Hikmet Paşa, Gazi’nin yanında savaşmıştı ve onu çok iyi
tanıyordu. Bu yüzden, Bursa’dan gelen şifrenin yemeği de noktaladığının
farkındaydı. Mustafa Kemal kâğıdı masaya koyarken ayağa kalkıyor ve talimatı
çok kısa oluyordu: "Yemek bitti... Şimdi hareket..."
4 Şubat 1933.
Otomobil, tren istasyonuna giderken, Kor- don’dan geçiyordu. Bir süre sonra
İzmir gerilerde kalacaktı. Kordon’da işte tam bu yerde, Yunan’m yakıp kül
ettiği Kraemer Palas'ta körfez manzarasını seyretmişti. Arna şimdi bir zamanlar
içini ferahlatan denizin çırpıntısını bile görmek istemiyordu. Bursa olayını
tüm ayrıntısıyla öğrenmişti. Ve öfkeliydi...
Gerçi bir buçuk ay
önce de, yani 18 Aralık 1932'de de yine Bursa’da dinde Türkçe-Arapça uygulama
yüzünden bir olay meydana gelmişti. Gazi, olayı dikkatle incelemişti. Bir vaiz
Türkçe Ezan aleyhinde konuşunca halk camii terk etmişti. Şimdi ise, görünüşte
tam tersi olmaktaydı.
Bursa’da Ezan ve
"Kamet"in Türkçe okunması Ra- mazan'da başlamıştı. Yobazların bu
uygulamaya karşı olduğu biliniyordu. Ne var ki, görevlilerden yobazlara katılan
pek olmamıştı. Ama ocak sonlarına doğru bazı camilerde sadece ezan Türkçe
okunur hale gelmişti. İlgililerin uyarılarına da pek kulak asılmıyordu.
Şahin, Gürcü Hafız
Mustafa, çilingir Salih, Elektrikçi Seyfettin gibileri yer almıştır."
İsmet Paşa kaygılı,
Gazi Mustafa Kemal'in 4 Şubat 1933 günü İzmir'den ayrıldığı ve Afyon
istikametinde yol aldığı, anında Ankara’ya ulaştırılmıştı. Hükümet, İsmet Paşa
başkanlığında olağanüstü toplanarak olayı görüşüyordu. İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Beylerin Bursa’ya giderek hadiseye bizzat el
koymaları kararlaştırıldı. Ama Başvekil İsmet Paşa’nın kaygısı olaydan çok
Mustafa Kemal’in Bursa’ya gitmekte oluşundan kaynaklanıyordu. Gerçi bu gibi
durumlarda hükümet de Mustafa Kemal kadar tavizsiz bir tutum izliyordu ama,
İsmet Paşa gene de Gazi Mustafa Kemal'le Bursa’dan önce bir görüşmenin yararlı
olacağına karar veriyor ve ertesi gün (5 Şubat 1933) Afyon'da onu yakalıyordu.
Bu arada, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Adliye Vekili Yusuf Kemal ile Emniyet-i
Umumiye Müdürü Tevfik Hadi Beyler de Bursa yolundaydılar.
Altı yıl önce,
İsmet Paşa Afyon'da Mustafa Kemal’le buluşmuş ve Bilecik’e kadar birlikte
yolculuk etmişlerdi. Her ikisi de bu "hadisede" izlenecek yöntem
konusunda tam bir "mutabakata" varmışlardı. Nitekim ertesi gün
Atatürk'ün Bursa'da Anadolu Ajansı'na verdiği "Resmî tebliğ" de İsmet
Paşa ile yaptığı görüşmenin izlerini görmek mümkün olacaktı. Bilecik’e
varıldığında, İsmet Paşa Ankara'ya dönüyor, Mustafa Kemal de otomobille
Bursa’ya gidiyordu. Gazi Paşa altı yıl önce bu konuda bir kez daha kesin olarak
uyarısını yapmış ve şöyle demişti: İnsanlıkta din konusundaki duygu ve
bilgiler, her türlü hurafelerden ayırdedilerek gerçek bilim ve fen ışınlarıyla
saflaştırılıp olgunlaştırılıncaya değin, din oyunu oynayanlara her yerde
rastlanacaktır."
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
yın dışındaydı.
Karşı kaldırımda toplananlar ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.
Şükrü Sökmensüer
anlatıyor: 1933'te Emniyet Genel Müdür Yardımcısı lan Şükrü Sökmensüer, Prof.
Afet İnan'ın kızı ve dönemin tanığı Arı İnan’la yaptığı ve banda kaydedilen
görüşmesinde Bursa olayının bu bölümünü şöyle anlatıyor: "Vilâyete hücum
ediyorlar. Alt katını tutuyorlar, üst kata çıkamıyorlar. Çünkü Jandarma
silahla üst katta onlara karşı duruyor. Vali Fatin Bey, o sırada emrinde
bulunan Jandarma Talim Terbiye Müfrezesi'nden yardımcı kuvvet isteyeceğine, tutuyor
telefonla oradaki Tümen Kumandanı’ndan yardımcı kuvvet istiyor. Tümen
Kumandanı İzmir'de bulunan Kolordu Kumandanı Ali Hikmet Paşa'ya kuvvet verip
veremeyeceği hakkında şifreyle malumat soruyor. O zaman kuvvet vermek
selâhiyeti Kolordu Kumandanı Ali Hikmet Paşa'da o gün Atatürk'le beraber öğle
yemeğinde, şifre geliyor, yaveri Ali Hikmet Paşa'ya veriyor. Paşa okuduktan
sonra Atatürk'e uzatıyor..?"
İşte olanlar o
zaman oluyor ve Atatürk yemek sofrasında haykırıyor: "Ne olacak mürteci
adamlar... Kara yobazlar..?"
Olayın yankıları
İzmir'de duyulurken, Bursa'da polis duruma hâkim olmuş ve tutuklamalara çoktan
başlamıştı bile. Vilâyetin dışında toplananlar dağıtılmış, içerideki
işgalciler ise, gözaltına alınmıştı. Ancak, büyük bir bölümünün ertesi günü
salıverilmesi daha sonra savcının işten el çektirilmesine yol açacaktı. Bursa
müftüsü de değiştirilmiş, yerine Kavalalı Mehmet Ali Efendi atanmıştı.
İstanbul gazeteleri "tevkifat"ı manşette veriyorlardı. "Dünkü
tevkifatta Tatar İbrahim, Arnavut
Kıhçzade Hakkı Bey,
Paşa Hazretleri yeni hükümetin dini olacak mı?
-
Vardır efendim; İslâm dini hürriyet-i efkâra
(özgürce düşüncelere) mâliktir.
Hakkı Bey- Yeni
hükümet bir din ile tedeyyün (bir dine bağlı) edecek mi?
-
Edecek mi, etmeyecek mi bilemem. Bugün mevcut olan
kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir. Mütedeyyindir (dine
bağlıdır) ve dini, Din-i îslâmdır. Yani komünistlik gibi dini reddedecek
ortada bir mesele yoktur.
Hakkı Bey- Şu halde
Paşa Hazretleri, bir mesele hakkında herkesin itikadâtı (inançları) ve
düşüncelerine göre bir fikir ortaya koymak hususunda hükümet beni susturacaktır
veyahut tecziye (ceza) edecektir. Diyecek ki, sen şu hususta hükümetin
düşündüğü gibi düşünmüyorsun.
-
Hükümetin düşündüğü gibi hiç kimsenin düşünmeye
mecburiyeti yoktur. Hürriyet-i hâkikiyenin (gerçek özgürlüklerin) cari olduğu
bir memlekette hürriyeti vicdaniye (vicdan özgürlüğü) vardır veyahut yoktur.
Olduktan sonra bunu düşünmek doğru değildir. Vicdanın icabâtını (gereklerini)
söyler.
Mustafa Kemal bu
olayı hiç unutmayacak, dört yıl sonra CHP’nin 15-20 Ekim 1927 tarihlerinde
Ankara’da toplanan II. Kurultayında 36.5 saat süren Büyük Nutuk'unda ele alacak
ve şöyle diyecekti: (Yeni hükümetin dini olacak mı?) İtiraf edeyim ki, bu suale
muhatâb olmayı hiç arzu etmiyordum. Sebebi pek kısa olması lâzım gelen cevabın
o günkü şeraite (koşullara) göre ağzımdan çıkmasını istemiyordum. Gazeteci
muhatabımın sualine hükümetin dini olamaz, diyemedim, aksini söyledim.”
Dinin her
kademesinde. Eğer Atatürk Bursa’daki köşkte Mustafa Kemal'in otomobili Bursa’ya
ertesi sabah girmiş, Atatürk doğruca kendisine ayrılan köşke gitmişti. Olayın
ayrıntılarını öğrenmiş, Şükrü Kaya ile Yusuf Kemal Beyleri bekliyordu.
İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanı’nın Bursa’ya gelişleri öğleyi bulmuştu. Halk
Partisi binasında Mustafa Kemal'in kendilerini kabul etmesini beklerken alınan
önlemleri gözden geçirmişlerdi. Köşke çağrıldıklarında karşılarında oldukça
sakin bir Mustafa Kemal buluyor ve buna çok seviniyorlardı. Bakanların gerekli
bilgileri vermelerinden sonra Atatürk, Anadolu Ajansı muhabirinin içeri
alınmasını istiyor ve muhabire şu açıklamasını yazdırıyordu: "Bursa’ya
geldim. Hadise hakkında alakadarlardan malumat aldım. Hadise haddizatında
fazla ehemmiyeti haiz değildir. Herhalde cahil mür- teciler, Cumhuriyet
adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin
sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrikle vesile etmeye asla müsamaha
etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Mes’elenin mahiyeti esasen din değil,
dildir. Kafi olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî
benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır."
Mustafa Kemal'in
açıklamasını alan A.A. muhabiri dışarıya fırlarken İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Beyler memnunlukla birbirlerine bakıyorlardı.
Atatürk'ün açıklaması, düşündükleri gibi sert değildi. Bunu kendisine
anlatırken, Gazi Hazretleri dinlemiyordu bile. Pencerenin önünde sigarasını
içerek Bursa'yı seyrediyordu ve İzmit'te on yıl önce gazetecilerle yaptığı
görüşmeyi hatırlıyordu:
Ezandan, dünya
güzeli Keriman Halis Hanım'ın, Mısır seyahatine kadar uzanan bir gündemle
Türkiye, daha 1932'lerde bile nasıl bir arabesk kültürün sahibi olduğunu
dünyaya göstermiş oluyordu. Bir tarafta "Allahu Ekber" yerine
"Tanrı Uludur" mücadeleleri, bir diğer tarafta da ezanını değiştiren
bir ülkenin dünya güzeli seçilen "Millî Kız"ının dünya
seyahatleri...
1933 Türkiye'sinin
manzarasıdır bunlar.
pencerenin önünden ayrılıp
iki bakana dönerek, “Yazınız efendim" demeyip, "Başvekil İsmet Paşa
Hazretlerine..." diye başlayan şifeyi Ankara’ya göndermeseydi, İsmet
Paşa, Bursa olayının yumuşak bir inişle çözümlendiği kanaatine varacaktı.
Şükrü Sökmensüer bunu şöyle anlatıyor: "Atatürk, Ankara’dan Heyet-i Vekile
(Bakanlar Kurulu) hal-i ictimada (toplantı halinde) iken Başbakan İsmet
Paşa’ya şu emri veriyor: "Çok mühimdir? Bademe (bundan böyle) dinin her
safhasında Türk dili hâkim olacaktır." Aynen okuduğum gibidir verdiği
emir. Yani o andan itibaren ezan, tekbir, hutbe ve namaz Türkçe okunacak."
Atatürk’ün bu emri
Bakanlar Kurulu'nun yeniden1 olağanüstü toplanmasına yol açıyordu.
Kurulda, halkın konuya yavaş yavaş sokulması görüşü hâkimdi. Başbakan İsmet
Paşa da buna katılıyordu. Sıra Mustafa Kemal’i iknaya kalmıştı. Sökmensüer,
İsmet Paşa’nın hemen Atatürk'ü aradığını söylüyor ve gelişmeyi şöyle
anlatıyor: "Paşa müsaade edin bu hareketi hemen birden bire yapmayalım.
Memlekette bir reaksiyon başlayabilir. Bu reaksiyonu önlemek için derece
derece girelim. Evvelâ ezan, sonra tekbir, namaz; yavaş yavaş girerek halkı
hazırlayalım. Bu ricamızı lütfen kabul buyurunuz."
Mustafa
Kemal diretmemiş, Başbakan İsmet Paşa’nın bu ricasını kabul etmişti. Ertesi gün
de İstanbul’da Evkaf Müdüriyeti bir "Resmî tebliğ" yayınlayarak
bundan böyle tüm camilerde ezanın Türkçe okunacağını bildiriyor ve Bursa
"hadisesi" ni noktalıyordu. }
7 Şubat 1933'te
İstanbul gazeteleri, Mustafa Kemal’in, Mudanya'ya kadar karayoluyla oradan
Gülcemal vapuruyla İstanbul'a geldiğini yazarlarken, 1932 yılı Dünya Güzeli
Keriman Halis Hanım’ın da Mısır'a gittiğini haber veriyordu. Bursa hadisesi de
böylece kapanmış oluyordu.
TÜRKÇE EZANİN EMNİYET SÜBABI:
DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ
Bursa Valisi Fatin Bey'in,
Bursa Tümen Komutanı'ndan, O’nun da Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa'dan Arapça
ezan okuma isteğiyle ilgili “Bursa ezan ayaklanmasının bastırılması için yardım
istemesi ve yardım isteği ile ilgili şifre telgrafın Mustafa Kemal Atatürk'ün
yanında okunmasıyla, Mustafa Kemal'in dudakları arasında Bursa'daki ezan
olayını yorumlayan şu çok kısa ifadeler dökülüvermişti: “Allah'ın belası
yobazlar."
Arapça ezan
okumuşlar sözü Mustafa Kemal’in Kolordu sofrasından acilen kalkmasına yetmişti.
Atatürk hemen talimatını verdi “Beyler! Yemek bitti.. Şimdi hemen Bursa’ya hareket
ediyoruz... "[55]
İşte Bursa'daki
Arapça ezan okuma isteği ile ilgili olarak başlatılan “Allahu Ekber"
yürüyüşü, Mustafa Kemal tarafından bu şekilde çok keskin ifadelerle ve şiddetle
değerlendirilince, Türkçe ezan okuma ile ilğili uygulamalarda biraz gevşek(!)
davranan Diyanet İşleri Başkanlığı, Atatürk'ün bu tavrını bir emir
rekse bu tavrın
hemen akabinde müftülüklere gönderilen Diyanet İşleri Başkanlığı tamimi çok
net olarak şu gerçeği ortaya koyuyordu: “Türkçe Ezan okumaya riayet etmeyenler
şiddetle cezalandırılacaklardır."
• İşte bu sebeple
hiç kimse bu meseleyi İlmî olarak da olsa tenkit şöyle dursun tahlil etmeye
bile cesaret edemiyordu.
3 Şubat 1932
tarihinde bütün il ve ilçelerde resmen okunmaya başlanan “Tanrı Uludur Tanrı
uludur" şeklinde ezana çok partili hayata geçiş tarihi olan 1945 yılına
kadar çok zecri tedbirler uygulanmış ve Türkçe ezan aleyhine en ufak bir
gösteriye veya tenkit ve tahlile mahal verilmemiştir.
Ancak mevcut uygulamanın
Türkiye Cumhuriyeti'ne batı medeniyeti kapılarını açtığı ve Türkiye'yi
Islâmlık’tan ayırdığı konusunda pek çok yazı yazanlar olmuştur. Yunus Nadi,
Falih Rıfkı, Yakup Kadri, M.Esat Bozkurt, Naşit Hakkı gibi yazarlar bunların
başında gelir.
Atatürk,"Türk’ün
Martin Luther’i"
Bunlardan hele
Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk İhtilâli" ismini verdiği
kitabı'nda, girişilen dini reformlara ve bütün İslâm dünyasındaki uygulamanın
tersine, "Tanrı Uludur" diye okunan ezana değinerek, Atatürk'ü Martin
Luther yerine koymuş ve onu dini millileştiren Türk’ün yeni bir din önderi
olarak nitelemişti/3^
Türkçe Ezan ve
Türkçe Kur'ân ile ilgili olarak içerden olmasa bile dışardan Hind Hilafeti
Komitesinden ve Ingiltere'de
3.
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s. 313, İstanbul 1940.
telakki ederek aynı
gün bütün müftülüklere "Herkes kesinkes Türkçe ezan okuyacak, aksine
davrananlar mutlak surette cezalandırılacaklar!" diyerek bir tamim
gönderdi.
Diyanet İşleri
Reisliği, Tahrirat Müdürlüğünün 360-128 sayılı emirleri ile tüm müftülüklere
gönderilen tamim şu şekilde idi.[56]
"Dahiliye
Vekâleti celîlesinden varıd tezkerede" "Türkçe ezan; hakkında
riyaset-i aliyyelerince ittihaz olunan karar ve tamimin her tarafta aynı
hassasiyetle tatbik ve takip edilmemekte olduğu velâyetlerin işârından
anlaşılmakta olduğundan bu teşevvüş ve intizamsızlığın izalesini temin edecek
kafi ve sarih tebligatın te'kiden ve müstacelen ifası ve keyfiyetten
vilâyetlerin de haberdar edilmesi için bir suretin vekâlete gönderilmesi, ifade
ve izbar buyurulduğuna nazaran av.elce riyaset makamınca tesbit de Evkaf Umum
Müdürlüğü tarafından vilâyetlere ve Evkaf Müdürlüğü'ne ta'mim edilen Türkçe
Ezan ve İkamet suretlerinin memleketin her tarafında, hattâ en ücra bir
köşesinde aynı şekil ve aynı zamanda bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbiki
zaruri olduğu halde şer'an memnun olmayan böyle Türkçe Ezan ve Kamet hakkında
bazı müftüler tarafından tereddüde meydan verildiği anlaşılmıştır.
"Binaenaleyn
bu ta'mimin vüsulünü müteakip umum ilmiye memurları,imam ve hatiplere kat'î
tebliğat icrası ile en ufak bir muhalefet irtikâp edeceklerin kat'î ve şedit
mücazata ma'ruz kalacakları ta'mimen beyan olunur efendim."
4.2.1933
Diyanet İşleri Reisi Rıfat.
Gerek Mustafa
Kemal'in Bursa'da Arapça ezan isteği ile ilgili ayaklanmalara karşı gösterdiği
sert şiddetli tavır ve ge-
îslâm âlimlerinden
uygulamanın yanlışlığı üzerine bir söz söylenmemişti.
Bursa olayından
sonra Türkçe Ezan uygulamasına karşı 1945'lere kadar toplu birkaç hareketin
dışında bir hareket de görülmemişti. 1935 yılında Siirt’te Nakşibendi Şeyhi ve
Büyük İslâm alimi Şeyh Halid’in ve 1936 yılında da yine Şeyh Halid’in büyük
oğlu Molla Abdülkuddüs’ün giriştikleri bölgesel eylemler,[57] [58]
[59]
1936 yılı Ocağın’da yine Nakşibendi tarikatından Kayserili Ahmet Kalaycı’nın
yönettiği Çorum ve İskilip olayları,Türkçe Ezan ve dinde girişilen reformlar
aleyhine girişilen sayılı karşı hareketlerdendi.
18 Temmuz 1945
tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşuyla başlayan çok partili hayatla
birlikte Türkçe Ezan ve diğer dinî uygulamalara karşı girişilen karşı
hareketler hemen bir anda bütün toplum katmanlarında yayılmaya başlamıştı.
Halkın 1932-1945 yılları arası İslâma olan baskılar dolayısıyla patlama
noktasına gelişi ve çok partili dönemde-biraz CHP zulmünün getirdiği birikim
ile-hemen her parti dine karşı sıcak bakmak mecburiyetinde hissetmişti
kendisini.
Partiler
Islâmsız Olamıyorlar?
Gerçekten, örneğin
Milli Kalkınma Partisi, dış politika îslâm Birliği Şark Federasyonu” tasarısını
gerçekleştirmek istemişi ve tüzüğünün 19,maddesinde, "Maarifte her şey
ahlak ve milli anane esasına göre ayarlanacaktır." ifadesine yer ver-
miştir.[60]
1946'da kurulan Sosyal Adalet Partisi, Dünya Müs-
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
bulunan Müslüman
topluluklarından uygulamanın yanlışlığı üzerine mektuplar gelmiş ve dışarıda
konferanslar verilmişti.
16 Kasım 1932 günü
Kraliyet Orta Asya Derneği’nde verilen Türkiye'de Cumhuriyetin Dokuz
Yılı" başlıklı konferansta "Bir hilafet merkezi olan Türkiye’de bu
uygulamalar garip geliyor!" denilerek özellikle Türkçe ezan aleyhine
sözler söylenmişti. Bu konferansta konuşan Londra Camii baş imamı Abdurrahman
Efendi, Türkçe ezanla ilgili olarak şunları söylemişti:^
“Mustafa
Kemal'e büyük bir general ve büyük bir yönetici olarak samimi bir hayranlık
duyuyor, ama el sürmemesi gereken bazı şeylere karışmasına ve onları cebri
olarak uygulamasına da esef ediyorum. Kur’ân-ı Kerimi TürkçpicsMfmesi ve Türkçe
çeviriyi Arapça aslının yerine geçirmek isteyişi ile çok büyük bir yanlış
yaptı. Kur'ân'ı Kerimi tercüme etmek yasak değildir. Ancak İslâm dünyasının
hiçbir yerinde Kur'ân'ın herhangi bir dile çevirisinin Arapça aslının yerine
geçtiği görülmemiştir. Hele hele bütün bir İslâm aleminin ve Müslümanların
ortak ezanını “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" diye Türkçeleştirilmiş okunmaya
başlaması biz Müslümanları çok üzmüştür."
Londra Camii Baş
İmamı'nın söylediği bu sözler, genelde Müslümanların söyleyişlerinin bir ortak
yansımasıydı. Ancak içerideki, Türkiye’deki Müslüman kitlenin bu uygulamalar
için söyleyecekleri şeylerin peşin peşin önüne geçildiği için, 18 Temmuz 1945
tarihinde "Milli Kalkınma Partisi" nin kuruluşuyla başlayan[61]
[62]
hiçbir kurum ve kuruluştan ve de
ramında
özetlemiştir. Burada, “laikliği, devletin din ile hiçbir ilgisi bulunmaması ve
hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir olmaması
manasında" anlayarak "Din hürriyetini, diğer hürriyetler gibi,
insanlığın mukaddem haklarından (Madde 14)"(l9) saymakla
birlikte D.P., daha muhalefetteyken, 1949’daki İkinci Büyük Kurultay'ında
İslâmcı görüşlere öncelik tanımış, Parti Genel Başkanı Celal Bayar, söylevinde,
"Türk Milletinin Müslüman olduğunu, Müslüman olarak Allah'ına
kavuşacağını" belirterek[63]
[64]
dinsel ideolojinin etkin olduğunu sosyoloji kategorilerinin desteğini kazanmak
üzerine ilk girişimlerde bulunmuştur. Ancak D.P. Terakkiperver ve Serbest
fırka denemelerinden aldığı dersle iktidara geçmeden önce dini, açıkça bir
politika öğesi olarak kullanmaktan sakınmıştır.
Değişen iç politika
koşulları, iktidardaki CHP'nin genel olarak programım ve özellile de laiklik
ilkesini yeniden ele almasına yol açmıştır. 1945 yılında CHP'de, ilk olarak
dinde köklü bir reform yapmak üzere,
a- Laik bir rejimde
Diyanet İşleri Teşkilatının yer almaması,
b- Kur'ân'm
Öztürkçe düzenlenmesi,
c- badet yerlerinin
halkevleri şekline sokulması,
d- Dinsel
kılıkların kaldırılması,
e- İbadet yöntem ve
zamanlarının düzenlenmesi vb. öngören bir önerge, yine aynı parti içinde bir
tepkiye yol açmıştır.
106
İdmanları Birliği
fikrini desteklemek amacı gözetmiştir/[65]) Aynı yıl
kurulan partilerden Çiftçi ve Köylü Partisi, geleneklere bağlılığını bildirmiş/[66])
Arıtma Korunma Partisi de dinci bir siyasal parti özelliği taşımıştır/[67])
Yine 1946 yılında kurulan ve İslâm Koruma Partisi adını taşımakla birlikte
siyasal eylemde bulunmayan bir kuruluş amacının yalnız İslâmın yükselmesi ve
dayanışması olduğunu bildirmiştir/[68]) 1947’de
kurulan Türk Muhafazakar Partisi, İslâmî ilkeleri temel almış/[69]
[70])
1948’de dinci bir grubun D.P.’den ayrılarak kurduğu Millet Partisi, dine ve
geleneklere büyük ağırlık tanıyan bir parti olarak belirmiştir. Gerçekte,
programının 7. maddesinde "Parti İçtimaî nizamın teşekkülünde,
itikatların, ahlakın, geleneklerin, örf ve adetin büyük hisselerini tanır.
Bunlar sık sık değişmezler ve devletin nüfuzu dışında kalır" anlayışından
hareketle, 8. maddesinde "Din müesseselerine ve millî ananelere
hürmetkâr" olan bu Parti 12. maddesinde "Din işlerinin devlet
işlerinden ayrı tutulmasını kabul,l(15) etmekle birlikte din
işlerinin özerk ve ayrı bir kuruluşa bağlanmasını istemektedir/[71])
1946 yılında
kurulan Toprak, Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi de, dinsel kuruluşların
özgürce örgütlenme hakkına sahip olması gerektiğini programında açıkça
belirtmiştir/[72])
Öte yandan, 7 Ocak
1946’da C.H.P.’den ayrılan ya da çıkarılan milletvekilleri tarafından kurulan
Demokrat Parti/[73])
1950’den sonra izleyeceği din politikasının temellerini prog-
yılmıştır.[74]
''Siyaset maksat veya şahsi nüfuz ve menfaat temini kastıyla yapılan dinî
telkinlerin” cezalandırılmasını öngören tasarı, tepkiyle karşılanmış, Osman
Nuri Koni "Dinsizliği esas alan” bu tasarının "Dini İslâm'a tecavüz
ve laikliğe küliiyen muhalif” olduğunu ileri sürmüştür/[75]^ Necati
Erdem ise "Böylelikle dinsizliğine ayrıcalık tanınarak laiklik perdesi
altında dinsizlik korunmuştur”[76]
diyerek değişiklik tasarısını şiddetle reddetmişlerdir.
Türk Ceza Kanununun
163. maddesinin yeniden gözden geçirilmesi ve "İhtiyacı karşılayacak
şekilde” denilerek, dindarlar üzerinde daha geniş bir yelpazede zulmün
başlatılması için yapılan 163. maddenin değiştirilmesine yönelik yasa tasarısı
tartışılırken, görüldüğü gibi ilginç konuşmalara da sahne olunuyordu.
Asıl ilginç olan
CHP içerisinde de bir kısım milletvekillerinin "Tek Parti” dönemini
sorgulayan tavırları idi: Hamdullah Suphi, Sinan Tekelioğlu, Şükrü Neyman,
Yusuf Ziya Kösemen gibi şahısların TBMM içerisinde din lehine çıkışları ve
CHP'nin dine olan tavrını eleştirir olması CHP’nin de ister istemez dinî
görüşlerini yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyordu.
Nitekim 1947
Kurultayı’nda, Cumhuriyet Halk Partisi, gerek mevcut siyasal partilerin dinsel
öğelere dayanarak politika yürütmeleri ve gerekse şahıs bazında
milletvekillerinin -CHP'li
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
Din, inanç ve
pratikleriyle ilgili konuların devletçe düzenlenmesinin dine
"müdahale" olduğu görüşünü savunan biı kanat, Parti’de ağırlık
kazanarak 1947 Kurultayı’nda varlığını açıkça ortaya koymuştur.
CHP'nin 7.
Kurultay’ı, laiklik sorununun tartışıldığı ve gelenekçilerin katı bir ilke
olarak uygulandığına inandıkları laikliğin yumuşatılması isteğiyle ortaya
çıktıkları bir kurultay olmuştur. İnsanlar arasındaki sosyal dayanışmanın
dinle sağlanabileceği noktasından hareket eden gelenekçiler, dine önem
verilmesi ve ilgi gösterilmesi, yeni kuşakların yetişmesinde "manevî bir
gıda" olan dinden yararlanılması gerektiğini savunmuşlardır.
Halk
Partisi ve Laiklik Prensipleri
Bununla birlikte,
7. Kurultay gelenekçilerin Önerilerini reddederek laikliğe ve devrimciliğe
bağlı bir tavır takınmıştır. (21) Dini siyasal bir araç haline
getirme eğilimlerinin belirmesi üzerine, 1949 yılında "Son zamanlarda
dincilik propaganda ve cereyanları dikkati çekecek bir mahiyet almıştır.
Cemiyet nizamlarını dinî akidelere uydurmak isteyenlerin hareket ve faaliyetleri
ise tehlike teşkil etmeye başlamıştır"[77] [78]
[79]
gerekçesiyle Ceza Kanunu'nun 163. maddesinin yeniden gözden geçirilmesi ve
ihtiyacı karşılayacak bir şekilde düzenlenmesi zorunlu sa-
geçen
tartışmalardı/28)
Meclisin 105.
birleşiminde 163. maddeyle ilgili değişiklik yasası tartışılırken bir ara
Osmanlı Hanedanının mallarıyla ilgili soru önergesi gündeme gelmişti. O zaman
Millet Partisi'nin Meclis Grubu Reisi Osman Nuri Koni hilafeti ve buna bağlı
olarak Şeriat düzenine olan gereksinmeyi sa- vunabilen bir kişi olarak dikkat
çekti.[80]
[81]
Osman Nuri Koni
konuşmasında, Cumhuriyet sonrası din-devlet ilişkilerine de değinerek özellikle
Türkçe Ezan, Türkçe Kur’ân ve ibadet reformu gibi konuların tam bir dinsizlik
meselesi olduğunu söyleyerek, 163. madde dinî İslama tecavüz ve mevcut haliyle
laikliğe külliyen muhalefet olarak varlığını devam ettirmektedir, demiştir/[82]^
Millet Partisi(31)
Meclis Grubu Reisi Osman Nuri Köni’nin konuşmaları, belki TBMM’de 1924’lerden
itibaren yapılan ve Şeriat özlemini ifade eden ilk konuşmalarından biriydi.
Çünkü meşhur 3 Mart 1924 devrimlerinden sonra hemen herkesin sesi
kesilmiş-kestirilmiş demek daha doğru- ve din aleyhine olan "Tek
Parti" uygulamalarına hemen hiç kimseden aleyhte bir hareket olmamıştı. Bu
bakımdan Osman Nuri Köni’nin çıkışı anlamlı bir çıkıştı. 25 yıllık bir aradan
sonra yeniden Meclis’te tslâm, din ve hilafet gündeme getirilmişti. Ayrıca
Osman Nuri Köni’nin çıkışı, halkın dinî duygularını değerlendirerek
kitleselleşen Demokrat Parti’yi de konturpiyede bırakıyordu. Ve en önemlisi bu
tür konuşmalar DP'nin dinsel
bile olsa- sık sık
dine müracaat etmeleri dolayısıyla parti uygulamalarını ve özellikle de
"Altıok" prensiplerini yeniden gözden geçirmeyi planlamak durumunda
kaldı. "İbadet hürriyeti", "inanç hürriyeti", "daha
hür bir Diyanet İşleri Başkanlığı", "Dine daha çok önem
verilmesi" gibi konular[83]
özellikle kırsal kesim milletvekilleri tarafından CHP’nin 1947 Kurultayı’nda
gündeme getirilmişti. Hatta din bir "manevî gıda" olarak nitelendirilerek,
bu gıdadan CHP'nin yeterince faydalanamadığı (CHP suçlanarak) dile
getirilmişti. Kurultayda CHP Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu: "Din,
hayatımızın iktizasıdır" ve "Maddeye tapan toplumu uyarmak, manevî
ihtiyaçları tatmin etmek, ancak Islâm dininin kabul ettiği ahlak kanunlarını
öğrenmek ve onları tedris etmekle mümkündür.. "[84] diyerek
CHP'yi artık dine sıcak bakmaya davet etmişti.
Ancak bir takım
sağduyulu ve muhafazakar milletvekillerinin 1947 Kurultayı'ndaki bu teklifleri
hiç kaale alınmayınca, Kurultayın hemen ardından CHP'den büyük kopmalar
olmuştu. Milletvekillerinin bir kısmı Demokrat Partiye ve bir kısmı da Millet
Partisi’ne gitmişti.
İşte böyle bir
ortamda TBMM’de 163. maddeyle ilgili değişiklik tasarısı gündeme gelince,
Sinan Tekelioğlu gibi bir kısım CHP’li milletvekili için yeniden dini savunma
ve din aleyhtarı uygulamalara son verilmesi gibi konulara değinme fırsatı
çıkmıştı.
TBMM'nin 8.6.1949
tarihli 105. birleşiminin ve 9.6.1949 tarihli 106. birleşiminin 1.2. ve 3.
oturumlarında yapılan taı- tışmalar bir yazıyla "Dini koruma" ile
"Dine saldırı" arasında
görüşmeler ve bu
görüşmeler esnasında partilerin durumu, dinde vlet ilişkilerinin 1950
sonrasının filmini vereceği için önemliydi.
8.6.1949 ve
9.6.1949 tarihleri arasında iki gün süren[85] konuşmaları,
TBMM Zabıt Ceridelerinden ve o konuşmaların dinle ilgili bölümlerini tamamıyla
veren Sebiliirreşad dergisinden özetleyerek vermek istiyorum.
Değiştirilmesi
teklif edilen 163. madde şöyle idi:
Madde
163- "Türkiye lâik bir devlettir. Devlet kanunları, müesses her türlü
nizam, millet ve memleketin gerçek ihtiyacının ve bir lüzum ve icabın
karşılığı ve ifadesidir.
Kanun
ve nizamlar, devletin kuruluşunda hakim olan asla esasa uygun ve onun yararına
olur. Bunların devletin esas prensiplerine ve temel ilkelerine aykırı bir asla
dönüştürülmesi hiçbir surette düşünülemez, caiz görülemez.
Bunun
için laikliğe aykırı olarak sosyal ve İktisadî veya siyasî veya hukukî
nizamları kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmayı hedef tutan her
hareket kanun ile ceza-ı müeyyide haline alınmıştır."
işte bu kanunda
yeterince açıklık göremediğinden ve dinî çalışmalara gerekli ceza
verilmediğinden CHP ile DP el ele vererek kanunun şu şekilde değiştirilmesini
teklif etmişti:
Yürürlükteki
madde; "Devletin emniyetini ihlâl edebilecek harekete halkı teşvik"
unsurunu ihtiva ettiği için, uygulamada tabiî olarak bu unsura uygunluk
aranmakta ve bu itibarla da önlenmesi gereken birçok fiiller müeyyide dışında
kalmaktadır.
görüşleri muhafaza
için değil, CHP iktidarına muhalefet için var olduğunu da ortaya koyuyordu.
Nitekim DP'nin
kurmaylarından Celal Bayar’ın Me- clis’teki 163. maddeyle ilgili değişiklik
tasarısı görülmezden önce laiklikle ilgili İzmir’de verdiği bir demeç, DP’nin
dine olan bakış açısını da sergiliyordu.
Celal Bayar, İzmir
konuşmasında çok net olarak "Şeriatı yaşatmayacağız! devleti dindarların
baskısından kurtaracağız ve bunun için de 163. maddeyi yasallaştıracağız!
"Şeriat isteklilerine göz yummayacağız ve onları ezeceğiz"[86]
[87]
[88]
gibi ifadeler kullanınca geleneksel dinci kanatların fevkâlade tepkisini almış
ve DP içerisindeki dinî ağırlığı olan milletvekillerinin zamanla Millet
Partisi'ne geçmelerini sağlamıştı/[89]^ Hatta bu
konuşma, 163. maddenin değiştirilmesi ile ilgili yasa tasarısı 8.6.1949
tarihinde Meclis’te görüşülürken, muhtıra olarak yine DP tarafından savunulunca
o zamanın dinî yayınları, "CHP; DP el el", "CHP ve DP dine karşı
ortak siyaset gütmek için birleştiler! "[90] diyerek
Demokrat Parti’nin tavrını eleştirmişlerdi.
Çoğulcu Demokrasiye
geçişte inananlara karşı sürekli bir "Demoklesin Kılıcı "m
oluşturacak olan 163. maddeyle ilgili i
fıkra,
madde de üçüncü fıkra olarak aynen kabul edilmiştir.
2-
Dini, dinî hissiyatı ve dince mukaddes sayılan
şeyleri alet ederek propaganda yapmak:
Tasarı,
bu hususta poropagandanın cezalandırılması için üç türlü maksat güdülmüş olması
gerektiği hükmünü ihtiva eder: Siyasî maksat, şahsî nüfuz tesisi maksadı, şahsî
menfaat temini maksadı.
Bu
konuda üzerinde geniş müzakereler yapan komisyonumuz aşağıda yazılı esasları
kabul ve maddeyi buna göre tadıl etmiştir.
a)
Lâikliği sarsmak maksadı ile dinî veya dinî
hissiyatı veya dince mukaddes sayılan şeyleri alet ederek propaganda suç
sayılmıştır. Devlet nizamını dinî esas ve inançlara uydurmak, lâikliği sarsmak
demektir. Bu itibarla, birinci fıkrada yazılı amaçlarla cemiyet kurmak suç
sayıldığı gibi bu maksatlarla propaganda yapmak da bu fıkra ile müeyyide altına
alınmıştır.
b)
Bu umumi unsuru dışında, lâikliği sarsmak, devlet
ni-’ zamlarını dinî esas ve inançlara uydurmak maksadı, tahakkuk etmek de dinî
veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri aleJitlak siyasî
menfaatlere alet edilerek propaganda yapılması suç sayılmıştır.
c)
Genel lâikliği sarsmak maksadı dışında olsa dahi,
şahsi nüfuz tesisi maksadı ile dini veya dinî hissiyatı, veya dince mukaddes
tanınan şeyleri alet ederek propaganda yapmak müeyyide altına alınmıştır.
Hükümet
tasarısında mevcut olan "Şahsi menfaat temini maksadı" ile dini veya
din’i hissiyatı veya dince mukaddes tanılan şeyleri alet ederek propaganda
yapmak" iltibasa yol açacağı düşünülen madde şümulünün dışında
bırakılmıştır ve cezayı müstelzimdir.
d)
Söz, yazı, resim v.s. vasıtalarla yayılan fikrin,
kanunda cezalandırılan maksatları istihdaf edip etmediği hususu, propaganda
yapan şahsın hal ve mazisine, yayılan fikirlerin mahiyetine göre isabetle
takdiri gereken en mühim noktadır.
Propagandanın
aleniyet unsuru dolayısıyla, bu fikirleri yay-
Tasanda
teklif olunan madde iki esas hükmü ihtiva etmektedir:
1-
Lâikliğe aykırı olarak devlet nizamını dinî esas
ve inançlara uydurmak maksadı ile cemiyet teşkili.
Lâikliğin
iki cephesi vardır. Vatandaşların diledikleri dinî inanca sahip olabilmelerini
temin için vicdan hürriyetini masun tutmak ve (Devlet nizamını dinî esasların
müdahalesinden korumak) (Devlet nizamını dinî esaslara uydurmak isteyen bir
cemiyet, vicdan hürriyeti ile dilediği dine intisap etmesi ancak, devlet
nizamının dinlerin müdahalesinden masun kalması ile mümkün olur.
Bu
itibarla devletin İçtimaî, İktisadî, siyasî veya hukukî nizamını dinî esaslara
uydurmak maksadını güden cemiyet teşkili bu madde ile yasaklanmıştır.
Maddedeki
"lâikliğe aykırı olarak" ibaresi, devletin siyasî veya hukukî
nizamını değiştirmek ve onun yerine kanunen caiz olan diğer fikirlerin
uygulanmasını istemek yolundaki fikrî çalışmaları maddenin şümulü ’ dışında
bırakmak için ko- nululmuştur. Lâikliğe aykırı olmayan siyasi ve hukuki
ilkelerin 141.nci maddenin 2.nci fıkrasındaki yıkıcılık hariç bir cemiyetin
proğramında yer alması gayet tabiîdir.
Maddedeki
"kısmen de olsa" ibaresi, lâikliği korürfiâ yolunda kabul edilen suç
unsurlarına gerekli olan şümulü vermek için kullanılmıştır. Devlet nizamını
topyekün dinî esaslara uydurmak iddiasının dışında, ise nizamının yalnız bir
kısmını bu gayeye çevirmek için kurulacak!!... Bir cemiyetin madde hükmünden
hariç kalması istenemez. Yer yer kurulacak bu gibi cemiyetlerin çalışmaları
mecmuu binnetice devlet nizamını lop- yekûn dinî esaslara uydurmak demek
olacağı tabiîdir.
Maddenin
ikinci fıkrası, bu gibi cemiyetlere girenleri veya girmek için yol gösterenleri
cezalandırmaktadır. Bunlara verilecek "bir yıldan yedi yıla kadar hapis
cezası" komisyonumuzca, altı aydan aşağı olmamak üzere hapse çevrilmiştir.
141.nci
maddeye kıyasen, dağılmaları emredilen cemiyetleri yeniden tesis edenlere
verilecek cezayı gösteren bu
sahte
nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahi yeniden tesis, teşkil, tanzim veya
sevk ve idare edenler hakkında verilecek cezalar, üçte birden eksik olmamak
üzere arttırılır.
Siyasî
menfaat temin veya şahsî nüfuz tesis eylemek veya her ne suretle olursa olsun
laiklik esasını sarsmak maksadı ile dini veya dinî hissiyatı veya dince
mukaddes sayılan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda
yapan veya telkinde bulunan kimse, bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası
ile cezalandırılır. Yayın yeri veya yayın vasıtası veya yayın konusu
bakımından az zarar umulan hallerde failine 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası
verilir. Bu maddede yazılı olan cemiyetler hakkında 141. maddenin son fıkrası
hükmü yürür."
141.
maddenin son fıkrası ise, iki kişinin dahi birleşmeleri ile cemiyetin vücut
bulacağını ifade etmektedir"
(10
Haziran 1949-5439 sayılı ek Ceza Kanunu)
Tabii kanunun bu
şekle dönüştürülmesi inançlı milletvekilleri için bardağı taşıran son damla
olmuştu. Milletvekilleri arasında şiddetli bir tartışma ortamı oluşmuştu.
Ceza kanununun bazı
maddelerini değiştiren kanun tasarısının 163. madde ile ilgili sözkonusu
müzakerelerinde ilk sözü alan Millet Partisi Meclis Grubu Reisi Osman Nuri
Koni, laiklik hakkında uzun uzadıya izahlardan sonra, biz de laikliğin tamamen
tatbik edilip edilmediği mevzuunu ele aldı. Diyanet şleri ve Evkaf bütçesinin
hükümetçe hazırlandığı, dinî tedrisat işleri ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın
meşgul olduğunu söyleyen Koni:
”- Laiklik bu
mudur?" dedi ve şöyle devam etti:
Türkiye’de
Hristiyanlar, Museviler var. Dinî işlerini cemaatleri görür. Bütçeleri buraya
geliyor mu? İşlerine karışıyor muyuz? Bu ayrılık, gayrılık nedir? Onlar, bu
sahada
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
mak
isteyenler daha çok münferit ve gizli çalışma yoluna sapmışlar; söz ve
hareketle bu maksatları telkin madde dışında kaldığı için faaliyetlerini bu
yolda göstermişlerdir. Maddenin üçüncü fıkrası ile telkin de müeyyide altına
alınmış bulunuyor. Komisyonumuz, "işlemle telkin" yerine "her
hangi bir fiil ve hareketle telkin" ibaresini yazmakla, söz söylemeden,
bu fikirleri fiilî örnekler vererek telkin edenlerin de müeyyide içine alınmalarını
sağlamak istemiştir.
163.
Maddenin Zulmü Böyle Başladı
Kısaca
değiştirilmek istenen 163. madde ile Müslümanlar öyle bir cendereye sokulmak
istenmiştir ki, laikliğe aykırı bir söz söylenmezse bile, Müslümanların İslâmî
düşüncelerinden dolayı ve yaptığı fiiller dolayısıyla cezalandırılmaları
sözkonusu olmuştur.
Nitekim böylesine
ağır ve hukuk dışı bir uygulama inanan insanlara 163. madde var olduğu
müddetçe zulm etsin için CHP ve DP koalisyonuyla yasalaşıvermişti.
Milletvekillerinin tenkit ve taklitleri de TBMM salonlarında bir "hoş
seda" olarak kalıvermiştir.
İşte böylesine
inanan kesimlere en geniş manada inançları dolayısıyla cezalandırılacak olan
madde kanunlaşmış haliyle şu şekle bürünmüştür:
Madde
163- Laikliğe aykırı olarak devletin İçtimaî veya İktisadî veya siyasî veya
hukukî temel nizamlarını kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacı
ile cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse, iki yıldan
yedi yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Böyle cemiyetlere
girenler ve girmek için başkalarına yol gösterenler, 6 aydan aşağı olmamak
üzere hapis cezası ile cezalandırılırlar.
Dağılmaları
emir edilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri
Bu sırada Başbakan
Şemseddin Günaltay‘ın gülmekte olduğunu gören Koni, şöyle devam etti:
Bakın gülüyor, ben
gülmüyorum. Başbakan, bizimle, milletle istihza etmektedir. O bu haliyle demokrasi,
balık kavağa çıkınca olur, demek istiyor.
kinci Abdülhamid de
tatlı tatlı konuşurdu. İşte bu İkinci Abdülhamid, Mithat Paşa’ya ayağa kalkar,
elini öper, ona "babacığım” derdi. Bu hareketi ile Mithat Paşa’yı
hakikatte milleti kafese koyuyordu. Tarihte Mithat Paşa’nın akibetini
bilirsiniz. İkinci Hamid, istibdadını ve tahakkümünü din üzerine yapardı. Şimdi
ise dinsizlik üzerine yapılıyor. Gaye birdir: İstibdat ve tahakküm... Sonra,
bu manevralara siyaset diyorlar, akıllarına şaşarım."
Osman Nuri Koni,
sözünün bu kısmında gene Bakanlara şöyle hitap etti.
"- Ey genç
bakanlar, siz isterseniz memlekete faydalı olabilirsiniz! Hayat fanidir. Ben
belki 5 dakika sonra ölebilirim. Debdebeye, saltanata güvenmeyiniz."
Osman Nuri, bu
sefer:
"- Başbakan,
sana geliyorum..." diyerek şunları söyledi:
Senin de benim gibi
bir ayağın çukurda. Burada birkaç günlük ömrümüz, kaldı. Gittiğin yol
yanlıştır; hak yol, adalet yolu, değildir. Şimdi adli baskıyı da icad
ediyorsunuz, milleti esir ve köle yaşatmak istiyorsunuz."
Köni'nin son hitabı
şu oldu:
"- Büyük
Millet Meclisi'ne hitap ediyorum ve vic-
daha mümtaz
yaşıyorlar demektir.
İbadetin şekline de
karışıyoruz: Şöyle kamet getirilecek, böyle ezan okunacak diye...
Buna da hakkımız
yoktur.
Bu müdahaleler
Anayasaya da, demokrasiye de aykırıdır."
Hükümet programının
okunduğu celsede kendi sözlerine karşı Başbakanın teessürünü ifade ettiğinden
de bahisle:
O zaman fiili
icraata intizar etmek lazım geldiğini belirtmiştim. İşte seri halinde kanunlar
geldi; daha da gelecektir. Bunların bir maskesi var: Seçim kanunu, Başbakanın,
o zaman sözlerime karşı beyan ettiği teessüründe samimi olmadığını şimdi ilan
ediyorum.
Hükümetin getirdiği
bu tasarı ile vicdan hürriyeti ile laiklik ayaklar altına alınmaktadır. Ayrıca
Anayasayı da heder ediyoruz. Rica ederim, tasarıyı tekrar tekrar okuyunuz.
Güzel sözler arasında birçok fıkralar sıkıştırılmış. Ne din, ne de dinsizlik
istismar edilemez. Dinsizlik temel ittihaz ediliyor.
Bu tasarı ise,
dinsizliğe revaç vermektedir. İçindeki hükümlerde dini İslâm'a tecavüz vardır.
Başbakan, demokrasi getirmek istiyor ama, onun asıl hedefi hürriyetsiz
hürriyet ve hü- rriyetsiz demokrasi kurmaktır. Maksat, tahakkümü yaşatmak,
istibdatı tahkim etmek, halkı esir olarak, köle olarak yaşatmaktır. Memleketimizde
daha demokrasi doğmamıştır ve doğmadan da öldürülmeye çalışılmaktadır.
Başbakan, ötede beride, harıl harıl demokrasiden bahsediyor. Sadece alemi kandırmak
ve aldatmak için bahsediyor."
Grubu’ndaki
müzakeresinde ve netice grup üyelerinin umumi heyette parti disiplini kaydından
muaf tutulduklarından bahisle memurlar hakkında mütenazir hükümler ihtiva eden
tasandaki maddenin çıkarılmış olduğunu söyledi. Bu iki kanunun bir kül teşkil
ettiğini kaydederek, yalnız halka ait kısmının meclise getirilmesini doğru
bulmadı. Hele komünistlikle mücadele bahsine hemen hiç yer verilmediğini ileri
sürdü.
Oturduğu yerden,
kendisine, tasarıyı okumasını tavsiye eden Naşid Fırat’a büyük bir asabiyetle:
Sen sus, cahil
adam, bu işi anlamazsın” diye bağırdı. Sinan Tekelioğlu ezcümle dedi ki"
”- Bu kanunun
Anayasaya uygun olduğunu bir tek insan söyleyebilir mi? Bu kanun ile arasındaki
samimiyeti de tamamen yıkacak, Sultan Hamid zamanını aratacaktır. Zaten karıma
söyledim: "Eğer bu kanun çıkarsa benden ümidi kes" dedim. Memleket
için çok tehlikeli bir kanundur. Kaldı ki, artık irticanın vaki olacağını
düşünmek memleketi tanımamaktır.
Komünizme göz
yummak dindarları hapishanelere doldurmak korkunç vaziyet-Bir taraftan
farmasonlar, diğer taraftan genç Hristiyanlar Teşkilatı, bir taraftan da bu
kanunun tazyiki:
Sinan Tekelioğlu,
komünistliği sabit olan bazı kimselerin işleri başında kalmasına göz yumulduğu
halde, memlekete sadık insanların: "Sen dinle alakalısın” diye deliğe tı-
kılacağından bahisle, bir taraftan masonluk, bir yandan genç Hristiyanlar
teşekküllerinin, bir taraftan da hükümetin bir kanunla takibatından sonraki
hali korkunç ve tehlikeli buldu.
"Evet,
memleket tehlikededir, dedi. Böylece saçma bir kanun çıkarsa emniyet, samimiyet
de kalmıyacak. Sultan Ab- dülhamid zamanı aranacaktır. Bu memlekette irtica
vardır diye
120
danlarınıza
müracaat ederim. Bu tasarı Anayasayı ayaklar altına almaktadır. Kabulünüze
layık değildir. Tarih karşısında reylerinizi şerefle kullanacağınıza emniyetim
var."
Millet Partisinin
Meclis Grup Başkanı, gene Başbakana dönerek sözlerine şöyle son verdi.
Size bir şey
söyleyeceğim: Kim darılırsa darılsın. Hü- kümet-i Osmaniye'nin son
zamanlarında, bilhassa mütareke devrinde, memleketi asla sevmeyen bir sadrazam
vardı: Damat Ferit, öyle değil mi? Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Damat Ferid
Paşası ise bu Şemseddin Bey'dir."[91] [92]
Bundan sonra
kürsüye, Müstakil Demokratlardan Hasan Dinçer geldi. Komünizme karşı yalnız
ceza tehdidi ile tedbir almanın katı olmadığını, sonra sadece zevahir
kurtarmaktan ibaret bir keyfiyet mahiyetinde kalacağını, 163'üncü maddeye gelince;
bunun laiklik prensibini tehlikeye düşürecek bir mahiyet taşıdığını, bilhassa
vicdan hürriyetini zedelediğini anlattı ve uzun konuşmanın sonunda aceleye
gelmiş olan bu tasarının komisyonlarda yeniden incelenmesinin lüzumlu olduğunu
söy- ledi.<38>
Halk Partisinden
Sinan Tekelioğlu, tasarıyı şiddetle ten- kid etti. Aşırı solcu ve sağcı
tabirlerinin suistimale müsait olduğunu, hakkı kazanan müstakil olması lazım
geldiğini belirterek dedi ki:
Tarihî, mühim ve
tehlikeli bir kanunu müzakere etmek üzereyiz" diye söze başladı. Bu
mevzunun, CHP Meclis
"- Bu tasan
ortada iken, Müslümanların, dinî esasları ele alarak, kendi aralarında
konuşmaları dahi suç olur, hucüm ve iftiraya maruz kalırlar, dinî mukaddesatı
öne sürmek suç teşkil ediyor da, aynı esasa göre dinsizlik niçin ele alınmıyor?
Bu vaziyet, dindarların ellerini kollarını bağlayıp üzerlerine dinsizleri
saldırtmak demek değil midir?” dedi ve aşırı solcuları hedef tutan maddelerdeki
cezaların daha hafif olduğunu ileri sürürek sağcılara daha fazla yüklenildiğini
kaydetti:
Bu Müslümanlar,
komünistlerden daha mı kötü?" dedi.
Muammer Alakant,
maddedeki bir hükmün komünizm aleyhtarı propagandayı dahi engeller şekilde
olacağını iddia etti. Hatta bir adam din esaslarına dayanarak hırsızlık
aleyhinde bulunur ve Kur’ân'da yazılı olduğunu ileri sürerse bu telkinin suç
sayılabileceğini kaydetti ve arkadaşlarıyla birlikte, bu tasarının, yeniden
gözden geçirilmesi için komisyona havalesini isteyen bir takrir
hazırladıklarını bildirdi; önergeyi başkanlığa verdi/4h
"-Mesele,
parti meselesi değil, memleket meselesidir. Bizim milletimiz demokrasiyi
benimsemiştir ve düşmandan gözü gibi korumak azmindedir. Bunun için düşmanlarla
mücadele elzemdir. Ancak, demokrasiye taarruz türlü türlü olur. Demokrasi
prensibine uygun olmayan kanunlar da demokrasiyi yaralar. Hukukî prensipler,
hiç bir mülahaza karşısında feda edilemez. Anayasa vatandaşa fikir, vicdan,
söz, cemiyet teşkili ve toplantı hürriyeti temin etmiştir. Bunlara karşı bir
tatbikat yolsuzluğuna meydan verecek iltibaslı, kanun formülleri kabul
edilemez. O zaman demokrasinin düşmanları değil, kendisi yaralanmış
olur."
düşünmek, milleti
tanımamak demektir. Komünist oldukları sabit olanların birçoğu iş başındadır.
Bu kanun geri alınsın.” (39)
Reşad Aydınlı da
163. maddenin fevkalade elastik olduğunu göstermek üzere bazı misaller verdi.
Mesela Avrupa’dan kürk getirmeye döviz bulan hükümet, Hac yolunu neden kapar,
denecek olsa bunun suç sayılacağını ileri sürdü. Tasanda ısrar edilmeyerek
komisyona geri verilmesini istedi. Israr edilirse kanunun muhalefeti imha için
kurulmuş bir tuzak olduğunun teeyyüd edeceğini ilave etti.[93] [94]
"Müslümanlar
Komünistlerden Daha mı Kötü!"
Bingöl Milletvekili
Feridun Fikri Düşünsel, Osman Nuri Köni’nin, ''Tasarı dini İslâm'a
tecavüzdür" mahiyetindeki sözlerine uzun uzadıya cevaplar vererek,
Müslüman çocukları tarafından Müslüman dinine karşı böyle bir tasarının hazırlandığını
ummayı ancak şuur eksikliğine hamletti.
Muğla Milletvekili
Necati Erdem:
"- Sayın
Feridun Fikri üstadımız, madde üzerinde konuşmayı emretti. Bu emre imtisal
ediyorum" diye söze başladı ve maddeler üzerinde mütalaalar yürüttü.
Evvela "Bir sınıfın diğer sınıf üzerine tahakkümü" ibaresini ele
alarak:
Tahakküm nedir?
Mahiyeti nedir? Hudutları nedir? Hangi fikirler tahakkümün çerçeve hududuna
dahil, hangisi bundan hariç kalır?" dedi. Bütün fıkraları muğlak ve müphem
buldu:
bulunuyorlardı.
Şemseddin Günaltay:
Sizin bizzat
bakışınız bana, bu durumdan üç defa şikayet etmiştir. Daima irtica
endişesinden bahsetmiştir” deyince gene gürültüler oldu Günaltay:
”• Sizlere mi,
Başbakanınıza mı, hangisine inanalım? Samimi olunuz efendiler” dedi.
Demokratlar
bağlaşıyorlardı.
Şemseddin Günaltay:
'‘-Kendisine hücüm
etmedim. Sadece söz söyledim."
Demokratlar, hep
birden bağlaşıyorlardı. Şemseddin Günaltay:
"-Efendim,
konuşmamız sırasında irticadan şikayet etti: "Kanun yapacağım" dedim.
Bunu anlatıyorum. Sizin baş- kanınızın aleyhinde bulunmadım" diye tekrar
etti.
Başbakan: -muhalif,
bütün memleket bilmelidir ki, hükümetin tek hedefi, huzur ve sükunu
muhafazadır ve bu huzur ve sükün için de demokrasinin temelini teşkil eden
kanunları ilme ve tecrübeye uygun şekilde hazırlamaktır. Şimdi görüştüğümüz
kanun, belki de hiç tatbik edilmeyecektir."
Bazı muhalif
miletvekilleri:
" -Yani tehdit
makamında..." deyince, Başbakan
" -Evet
hainleri korkutmak için" diye bağırdı.
Şahsından
bahsetmeseydi, cevap vermiyeceğini söyleyen Günaltay, Yargıtay üyeliğine kadar
çıkmış olan Osman Nuri Köni’nin vicdan hürriyeti hakkmdaki anlayışı karşısında
duyduğu hayranlığı, hayretini belirterek:
" -25 senedir
bu memlekette değil miydiniz? Nerede ya-
-.!....... -
124
HASAN HÜSEYİN CEYLAN
Demircili, iki
kişinin birbiriyle konuşmasının dahi cemiyet teşkili sayıldığını, bu kanunun
acele tanzim edildiğini, tatbikatta birçok suistimaleri mucib olacağını, birçok
vatandaşları mağdur edeceğini belirterek:
"- Şu halde
mesele, sadece bir reaksiyon meselesidir” dedi ve bu müzakerelerin maddeler
üzerinde açılmasını daha uygun gördü.
Bu sırada Başbakan
Şemseddin Günaltay söz istedi ve kürsüye geldi, dedi ki:
"-Huzurunuza
sunulan tasarı hakkında, karşı parti mensubu arkadaşlarımın sözlerini dikkatle
dinlediğimden, memleket ve parti duygularından bahsederek dedi ki:
İrtica yoktur"
diyorlar, bunu ben de kabul ediyorum. Ancak komünizm, irtica siması halinde
tezahür edebilir, ettiği yerler de vardır. Fenalıkların olmasını hep birlikte
istemiyoruz. Fakat bunu önleyecek kanunu yapmalıyım" diyor. Bu tasarılarla
kimseyi asmıyoruz, kesmiyoruz. Hadise çıkmadan, fiili sabit olmadan hiç kimse
mahkum edilecek değildir. Bu kanun, demokrasiyi öldürmek için değil, yaşatmak
için getirilmiştir. Bir memlekette huzur ve sükun olursa herkes fikrini serbest
serbest söylemek imkanına malik olur."[95]
Ahmet Veziroğlu
(Afyon)- Bu kanunla değil!
Bu sırada muhalefet
sıralarında başlayan gürültüler artmıştı. Demokrat milletvekillerinden
bazıları, ayağa kalkarak Başbakanın sözlerinin samimi olmadığını belirten
hareketlerde
Vahdetîlerin
belirmesine meydan vermemek içindir ki, bu kanunu getirdik. Hedefimiz
budur" dedi.
"Vicdanın
manasından bahsettikten sonra laisizme gelince; bizim anlayışınıza göre,
laisizm, devlet işlerine yani milletin hayati kanunlarına esas olarak başka
menbalara müracaat etmeksizin Büyük Millet Meclisi'nin hükümlerini sağlamaktır.
Din ile dünyayı ayırmanın manası budur. Laisizmi; dünya işlerine dir işlerini
karıştırmamak diye tarif ediyorlar ve bundan laisizmin bir nevi dinsizlik
olduğu neticesini çıkarmak istiyorlar. Fakat bizim anlayışımızda laisizm,
bizim hayata ait bütün kanunlarımızı ancak B.Millet Meclisi yapar demektir,
başka hiçbir menbaa istinad etmeyiz demektir.
Açıkça izah edeyim,
daha şu demektir: Arabistan’ın Hicaz bölgesinde yetişmiş olan îmamı Malik’in
bin bu kadar sene evvel, o zamanın ve o muhitin icap ve ihtiyacına göre yaptığı
içtihadlara ittiba edecek değiliz. Gene söyleye-yim, Afrika'da berberiler
arasında yaşayan îmam Hanbel'in memleketinin icap ve ihtiyaçlarına göre
kurduğu esasları kabul edecek değilim. Bizim kabul edeceğimiz kanunlar, bu memleketin
en güzide evlatları olarak seçilip B. Millet Meclisi'ne gelen,
milletvekillerinin tanzim edecekleri kanunlardır.”
"Şimdi gelelim
din meselesine:
Bunun haricinde
herkes vicdanen hürdür, inandığı şeye hür olarak inanır ve biz müslüman olmak
itibariyle, Hazreti Mu- hammed'in din olarak telkin ettiği herşeye inanıyoruz
ve ona göre ibadetlerimizi yapmakta serbest bulunuyoruz. Din de bu demektir.
Evet, ibadette hürüz, hiç kimseyi camie gitmekten menetmiyoruz. (Osman Nuri
Köni’ye hitaben) Yahudilere ağı-
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
şadınız” dedi. Bu
sırada Osman Nuri, oturduğu yerden: "Sizinle beraber Türkiye'de yaşadım”,
dedi.
Başbakan; "Bu
kanunla Müslümanlığa kas- dedilmemiştir." dedi.
Osman Nuri Koni:
” -Sen
kasdediyorsun” diye bağırdı. Şemseddin Günaltay, mam Hatib mektebleri açan,
İlahiyat Fakültesi kuran bir hükümet başkanına bu isnadın yapılamayacağını
anlatırken, hayli asabileşmişti. Osman Nuri Köni’ye hitaben:
” -Vicdanını öne
al!" diye bağırdı.
Osman Nuri Koni de;
"-Küstah sensin” diye karşılık verdi.
Günaltay:
"-Ben küstah demedim" diyerek sözlerini tekrarladı. Bana hiç kimse
Müslümanlığa kasdeden adam diye hitap edemez. Ben bilerek inanan bir
Müslümanım. Seni de herkes bilir, beni de."
Osman Nuri:
"-Yalancı! riyakar!"
Şemseddin- Kendi
vasfınızı söylüyorsunuz.
Bu kanun inşallah
tatbik edilmez.
Bu kanun üzerinde
karşı parti mensuplarının endişeye düşmelerine mahal olmadığını belirtirken:
" İnşallah
tatbik bile edilmez. Fakat, asayişi muhafazadan hükümet mesuldür. Eline böyle
bir şey vermezsen icabında vazifesini yapamaz. O zaman da mesuliyet hükümete
değil, bu kanunu reddedenlere ait olacaktır" dedi.
Osman Nuri Köni'nin
Damat Ferit teşbihine cevap olarak sadece şunları söyledi:
" -Damad Ferit
gibi hilafet ordusu kuranların ve Derviş
imiş gibi konuşma
yapmıştı. Bunun için olsa gerek en çok alkışı da CHP'li milletvekillerinden
almıştı.
CHP'de nasıl Prof.
Dr. Şemseddin Günaltay din uzmanlığı ve adeta din danışmanlığı yapıyorsa,
Prof. DR. Fuad Köprülü de öylece DP'nin din uzmanlığını ve din düşmanlığını
yürütüyor gibiydi. Bu herkesçe bilindiği içindir ki, halk kesimi Köprülü’nün
163. madde ve irtica ile ilgili konuşmasını DP'nin dine bakışı olarak görmüştü.
Ve tabi Sebilürreşat sahibi ve başyazarı Eşref Edib’in de söylediği gibi
bu konuşmalar CHP ile DP'nin konu laiklik ve 163. madde olduğunda hemfikir olduğunu
ve inanan kesime karşı tavır alabileceklerini göstermişti.
Fuat Köprülü’nün
konuşmasını DP’nin dine bakış açısını sergilemesi açısından TBMM'nin 105.
Birleşimin oturumundaki şekliyle buraya aynen almak istiyorum:[96]
Fuad
Köprülü (İstanbul)- "Muhterem arkadaşlar, eğer dün kanunun müzakeresi
esnasında birkaç noktadan Başbakan’ın ileri sürdüğü bâzı mütalâalar olmasaydı
söz almaya hiç lüzum görmeyecektim. Fakat Başbakan’ın söylediği bazı sözler vakıalara
uygun değildir. Onun için her halde ortada bir sui tefehhüm olduğu veyahut da
o esnada arkadaşlar konuşurken, başvekilin bulunmadığı anlaşılıyor. Ondan
dolayı bu ciheti izah için, müsaadenizle birkaç söz söyleyeceğim.
Başbakan
dediler ki; Demokrat Parti Başkanı komünistlik ve irticaa karşı.mücadele
hususunda, onlara karşı icabeden şiddetli tedbirleri alma hususunda, benimle
müttefiktirler. Bunu ilâve olarak da bâzı Demokrat Partili Milletvekillerinin
sözlerinin buna aykırı düştüğünü ve bu suretle konuşan milletvekillerinin
maksatlarını anlamadığını halbuki samimî olmaları, lâzım geldiğini ilâve
ettiler.
zının suyu aktı.
Halbuki müslümanlar da onlar gibi serbestçe camilerine gidiyor ve ibadetlerini
yapıyorlar. Bu memlekette hiç kimse müslümanların ibadetlerine mümanaat edemez,
edemeyecektir de.
Bizce müslümanhk
dinin ana hükümleridir sonradan uydurma hurafeler değildir. Din hükümlerine
tamamen riayet eden bir müslümana bu memlekette hiç kimse müdahale
edemez."
Müzakerenin
ikinci günü Demokrat Parti namına söz söyleyen Prof. Dr. Fuat Köprülü, uzun
bir hitabede bulunmuş, bu kanunu çok hararetli bir surette müdafaa etmiş, adeta
bu kanunu kendileri teklif etmiş gibi benimsemiş, bundan dolayı Halk Partisi
kendilerini alkışlamış, Başbakan Demokrat Partinin bu kanuna tamamiyle mutabık
olduğunu, esasep Demokrat Parti, laiklik esasını ötedenberi muhafaza ve müdafaa
eylediğini, komünizmin müslüman memleketlere, bilhassa mü- V. teassıp muhitlere yeşil sarık sararak
girdiğini beyan etmiş ve
bu beyanı bilhassa
Halk Partisi tarafından şiddetle al- Ikışlanmıştır.
Sonra laikliğin
Cumhuriyet'in temellerinden biri olduğunu, uzun zamandan beri yapılan fikri ve
fiili mücadelelerin mahsulü olduğunu, bu prensip ortadan kalkarsa fikir hürriyetinin
ne kadar darlaşacağını tahminin güç olduğunu, bu sayede kimsenin kimseye
dinsizlik isnad edemeyeceği, Demokrat Parti’nin bu kanuna tabiatiyle taraftar
olduğunu söylemiş, Demokratlar ve Halk Partiler tarafından müştereken sürekli
surette alkışlanmıştır.
Prof. Dr. Fuad
Köprülü, Demokrat Parti adına konuşurken aslında tüm CHP’li milletvekillerinin
de alkışladığı gibi halkın DP’den beklediği şekliyle değil, sanki bir CHP’li
ihanet şebekesi halinde tecelli
etmiştir. Bu itibarla memleketimizde bunun en ufak tecellilerine dahi müsaade
etmemek, bütün Türkler için, bir vatan borcudur.
Komünizm,
her memlekete, o memleketin icaplarına göre, o memleketin psikolojisine göre
propaganda yolları bularak, türlü maskeler altına girerek nüfuz eder. Bundan
çok evvel 1924 senesinde, ondan dört sene kadar evvel, 1919-1920 de Bol-
şeviklerin şarkta ve bilhassa İslâm memleketlerinde propaganda yapmak için
nasıl usul takip etmeleri icabettiği hakkında bir talimatnamelerini tesadüfen
okumuştum. Bu talimatnameye göre ki, zaten aklın mantığın icabatı da budur,
komünizm müslüman memleketlerine asıl hakiki simasiyle yani dini, milliyeti,
aileyi, mülkiyeti, namusu ve haysiyeti inkâr ederek, bunlar aleyhinde açıkça
cephe alarak giremez: Müslüman memleketlerine bilhassa taassubun hâkim olduğu
geri sahalara, başında koskoca bir yeşil sarık sararak girer (Soldan bravo
sesleri).
Bundan
iki sene evvel İstanbul’da Beyoğlu caddesinden geçerken Rus Sefaretinin
önündeki vitrinde teşhir edilen propaganda resimleri gözüme çarptı baktım; çok
kocaman sarıklar ve muhteşem cüppeler. Gözüm de pek iyi görmüyor. Yaklaştım,
altlarında kimisi meselâ Özbek Şura Cumhuriyetinin Reisi; başında koskoca bir
sarık, birisi bilmem nerenin reisül üleması, birisi bilmem nerenin nesi. Hepsi
bilâ istisna böyle büyük mevki sahiplerini gösteren adamlar; hepsi çok büyük
sarıklar ve muhteşem cüppelerle mahallî ve dini kıyafetlerle gösteriliyordu.
Arkadaşlar;
bunun çok açık bir propaganda vasıtası olduğundan şüphe edilebilir mi? Dünyada,
her faaliyette bulunmak istediği sahanın psikolojisine ve tarihî icaplarına
göre hareket etmesini en iyi bilen propaganda şebekesi, müesseseler! doğrudan
doğruya komünist Rusya içinde bulunur ve orada bunun için hususi adamlar
hazırlanır.
Arkadaşlar;
bu itibarla komünizme karşı korunma tedbirlerini ihtiva eden bir kanunun
irticaa karşı da korunma tedbirlerini ihtiva etmesi kadar tabii birşey olamaz.
İrtica ile dini birbirinden tamamen ayırmak icabeder. Bu iki mefhumu birbirine
yaklaştırmak dine karşı büyük bir hürmetsizlik olur.
Arkadaşlar;
eğer bu kanun hakkında partimize mensup olan arkadaşlarımızın burada
söylediklerini dikkatle dinlediyse, arkadaşlarımızın Hükümetin getirdiği bu
kanunla istihdaf ettiği gayede, yani memlekette komünizmi ve irticai ezmek, ona
meydan vermemek hususunda tamamiyle mutabık kaldıklarını anlardı. Onların
itirazları, kanun maddelerinin bu gayeyi temin edemeyeceği, yahut bunun
dışında, (tazyik vasıtası olabilecek bir mahiyet taşıdığı dolayısiyledir) sırf
bu noktadadır. O itibarla arada hiçbir tezat ve samimiyetsizlik yoktur ve
olamaz. Çünkü Demokrat Parti Reisi, kendisiyle görüştüğü esnada eldeki bugünkü
kanunu görmüş değildir, umumi olarak, prensip olarak, irticaa ve komünizme
Demokrat Partinin daima şiddetle muarız olduğunu ve karşı durduğunu ifade
etmişti (Bravo sesleri).
Arkadaşlar,
yalnız partimizin başkanı değil, bütün mensupları muhtelif vesilelerle
matbuatta, nutuklarımızda ve Meclis kürsüsünde bu esas prensibimizi daima
tekrar edegelmişizdir. Çünkü, bizim proğramımızda lâiklik esası şiddetle
müdafaa ve muhafaza olunmaktadır. Dinin siyasete alet edilmesi memleket için
büyük takbih olunmaktadır. Gerek komünizme karşı ve gerek faşizm, nazizm gibi
diktatörlük teşekküllerine karşı hürriyet hakkı verilemiyeceği, hürriyet
düşmanı ideolojilere sahip olan bu mesleklerin hürriyeti yıkmak, baltalamak
için hürriyetten istifade etmek hakları olamıyacağı da partimizin proğramında
sarahaten ifade edilmiştir.
Arkadaşlar;
görüyorsunuz ki biz ilk günden bugüne kadar sözlerimizde ve fiillerimizde daima
proğramımızda müdafaa ettiğimiz prensiplere her zaman açık ve samimî olarak
bağlı kaldık, bundan sonra da aynı yolda devam edeceğimiz pek tabiîdir.
Muhtelif
vesilelerle huzurunuzda birkaç defa komünizmin bu memleket için ve bütün dünya
için nasıl büyük bir âfet olduğunu ve olacağını ifade etmiştim. Bütün
mukaddesatı yıkan, namusu, şerefi, milliyeti ve insanlık haysiyetini ortadan
kaldıran ve bunu istihdaf eden komünizm, bugün dünyanın en uzak köşelerine,
Çin'e, Şili'ye kadar, tamamiyle bir Moskof propagandası vasıtası ve Moskof
siyasetinin âleti mahiyetini almıştır. Yani ideolojik, felsefî mahiyetini,
esasen sakat olan, çürük olan bu mahiyetini de kaybetmiştir ve her yerde siyasî
bir
çoktanberi
kabul etmiş oldukları umumi bir esastır.
Hattâ
lâisizmi Fransa'daki mânasıyla almayan memleketlerde bile, bizim lâiklikten
umumi olarak, esas olarak anladığımız mâna yani din ile devlet işlerinin
birbirinden ayrılması esası çoktan ve çoktan kabul edilmiş bulunuyor. Çünkü
aksine imkân yoktu. Çünkü tarih, bu büyük esası kabul etmeyen milletlerin
şarkta ve garpta daima geri kaldığının şahidi olmuştur. Lâiklik yani din ve
devlet işlerinin ayrı olması esası slâm âleminde de, bizim 25 sene evvel
kurduğumuz lâiklikle başlamış değildir, arkadaşlar. Islâm tarihini iyi tetkik
eden şarklı ve garph bütün müdekkiklerin, bütün âlimlerin müttefikan vardıkları
neticeye göre meselâ Emeviler Devleti, ashaptan olan Hazreti Muaviye
tarafından kurulmuş olan bu İslâm saltanatı tamamiyle din ve devlet işlerini
ayırmış, lâik bir devlettir. Muahharan Ab- basiler devrinde teokratik bir
mahiyat almasının sebebini yani saltanatın aynı zamanda halifeliğe yani
halifeye ruhanî bir mahiyet verilerek ruhanî ve cismanî iki kuvveti nefsinde
toplamasının sebebi de, yine İslâm tarihi ile uğraşan müverrihlerin müttefikan
bildirdiklerine göre, Bizans İmparatorluğunun bir taklidinden ibarettir.
Biliyorsunuz ki; bütün bu işlerde, vakıa yeri değil ama kısaca arzedivereyim,
tarihin muhletif devirlerinde muhtelif Türk ve slâm Devletlerinde din ve devlet
işlerinin ayrıldığını, hükümdarın, hükümdar olmak sıfatiyle memlekette kanun
vaz'ı salâhiyetini kendi uhdesine aldığını ve onun hükümdar sıfatiyle
çıkardığı kanunların kadılar, kanun adamları tarafından tatbik edildiğini
görüyoruz. Bunun uzun tafsilâtı var, ben âcizane, biraz bu işlere merak ettim,
meşgul oldum. Onun için inanmayan, kani olmayan arkadaşlar olursa, kendilerine
ica- beden izahatı vermeye müheyyayım.
Arkadaşlar;
görüyorsunuz ki, şu halde din ile devletin ayrılması işi çok eskidir. Hattâ,
Osmanh İmparatorluğu zananında da, bunun her zaman böyle olduğu iddia edilemez.
Osmanlı tarihini tetkik edenler bilirler ki, meselâ şeyhülislâmlık, son asırlarda
devletin en mühim mevkii olan bir nevi dinî murakabe icra eden makam dahi. 16.
asırda teessüs etmiştir. Osmanlı İmparatorluğunda ondan evvel böyle bir makam
mevcut değildir.
Arkadaşlar;
şunu arzedeyim ki, bütün bunlar, tarihin bu tecrübeleri meydandadır. Avrupa'da
Kurunuvus'ta tarihini dol-
Propaganda
daima hakiki maksadını maskeler altında gizler. Din propagandası hiçbir zaman
hakiki dindarlar tarafından yapılmaz. Dini kendi hasis menfaatlerine, âdi
amellerine alet etmek isteyen simsarlar ve bezirgânlar tarafından yapılır
(Bravo sesleri).
Bakınız,
tarihi tetkik ediniz. 18.nci asırda Ruslarla yaptığımız harpleri anlatan
vakanüvisler yazarlar. Orduya ne olduğu, nereden geldiği belli olmayan
birtakım derviş kıyafetinde, hoca kıyafetinde adamlar gelir ve askerler arasına
girerlermiş; ve askerlere: "Niye harb ediyorsunuz, kumandanlarınız sizi
sattı, dinsiz oldu, onları bırakınız, yerlerinize gidiniz" tarzında
propaganda da bulunurlarmış. Görüyorsunuz ki arkadaşlar yapılan bu
propagandalardaki usuller yeni icatlar değildir. Çarlık zamanından kalma eski
icatlardır. Fakat ne kadar yazık ki, onlar dedelerinin eski icatlarını
unutmayıp onu tekemmül ettiriyorlar; biz, kendi tarihlerimizde yazılı olan
hakikatleri, maalesef yüzde 90, hattâ 95'imiz unutmuş bulunuyoruz.
Arkadaşlar:
laiklik esası, hiç şüphe yoktur ki, bugünkü Cumhuriyetimizin bugünkü Türk
cemiyetinin temellerinden, esaslarından biridir ve uzun zamandan beri yapılan
fikrî hazırlıkların ve ondan sonra fiiliyat sahasında yapılan mücadelelerin,
bazen ileriye, bazen geriye doğru atılan adımların muvaffak olmuş ve yerleşmiş
bir eseridir. Lâikliği biz tamamiyle meselâ Fransa'da anlaşıldığı mânada değil,
daha mahdut mânada kullanmışızdır. Bu mâna, daha ziyade, herşeyden evvel din
ile Devlet işlerinin ayrılması esası üzerinde toplanıyor. Bizde garp
medeniyetini memlekete getirmek arzusunda bulunanlar bütün iyi niyetlerine
rağmen maalesef ne şark medeniyetini, İslâm medeniyetini, ne de garp
medeniyetini, onun mahiyetini, köklerini lâyikiyle bilemedikleri için, bu gibi
tâbirlerin anlaşılmasında, tatbikinde tefsirlerinde birtakım yanlışlıklara yol
açılmıştır. Bundan dolayı lâikliğin hattâ din düşmanlığı tarzında tefsir
edildiğine dahi maalesef şahit olmuşuzdur. Bugün artık aradan geçen aşağı
yukarı çeyrek asırlık zamandan sonra, artık bu ifratlar ortadan kalkmış,
hakikatler anlaşılmıştır ve anlaşılması da iktiza etmektedir.
Lâiklik,
yani din ile devletin birbirinden ayrılması bugün yer yüzünde bütün medeni
cemiyetlerin, bütün demokrat milletlerin
135
Fatih'te
intişare başladı, o daBeyanülhak'ı tekfir etti, "sen kâfirsin" dedi.
Düşünün
arkadaşlar, bu tekfir etme işinin hududu nereye kadar varır? Sonra bütün tarih
boyunca hocalar hocaları, mezhepler mezhepleri, dervişler hocaları, hocalar
dervişleri... Mütemadiyen tekfir edegelmişlerdir. Ne olur bunun sonu? Bu asırda,
medeniyetin bu terakki devrinde milliyet hissinin, İnsanî tesanüt hissinin bu
kadar ilerlediği bir devirde böyle şeylerin tasavvuru dahi korkunçtur; bunlar
ancak Kurunuvusta'dan kalma geri kafalara sığacak şeylerdi. Mısır ve Arap
memleketlerinde şubeleri teşekkül eden gayet muazzam bir cemiyet vardır. Bu
cemiyetin adı Müslüman Kardeşler Cemiyeti idi ve gayet muazzam maddî vesaite
de malikti. Fakat nihayet bunun bir komünist teşkilâtı olduğu meydana çıktı.
Buna mensup olan yüz binlerce müslüman, kendilerinin hangi maske altında neye
hizmet ettiklerini elbette bilemezlerdi. Arkadaşlar, bizim milletimiz bütün
tarihi boyunca Islâm dininin en sadık saliki ve en kahraman müdafii olmuştur.
Islâm dini, Türk milletinin teşekkülü üzerinde de mühim bir âmil olmuştur.
Bunu
hiçbir zaman unutmamaklığımız icabeder.Ama aynı zamanda bütün tarihçilerin,
hattâ Türk dostu olmayan bâzı ecnebi tarihçilerin şahadetiyle sabittir ki Türk
Milleti hiçbir zaman mütaassıp değildir. Diğer dinlere karşı, diğer fikirlere
karşı, diğer mezheplere karşı tarihin bütün devirlerinde en büyük toleransı,
büyük müsamahayı göstermiş, onların dinî varlıklarını, itikatlarını yani emri
vicdani olan dinlerini muhafaza etmelerine ta- mamiyle hizmet etmiş, hattâ
onları himaye etmiştir. Bu bütün dünya tarihi içinde Türk milleti için büyük
bir şereftir. Türk milleti, mütaassıp değildir, bir irtica hareketine müsait
değildir. Eğer kendi kendine kalsa, eğer birtakım siyasî kuvvetler irtica hareketi
onu tahrik etmeselerdi 31 Mart faciasının olmasına imkân var mıydı?
İrtica,
mutlak kötü niyetlerin, hattâ yabancı kuvvetlerin memleketi yıkmak isteyen
kuvvetlerin tahriklerine, onların propagandasına, onların tesirine bağlıdır.
Bu tesirler de her zaman kontrol edilmesi çok müşkül mahiyette gizli
kaynaklardan gelir. İşte bundan dolayıdır ki, komünist propagandasının,
komünist
duran
din ve mezhep münazaaları Islâm tarihinde Islâm medeniyetinin sukutuna ve
milyonlarca insan kanının akmasına sebep olan dinî mücadeleler, hep dinin
siyasete alet edilmesinden ileri gelmiş acı hâdiselerdir. Halbuki İslâm medeniyetinin
maddeten ve mânen parlak devirleri, Bağdat'ta İslâm rönesansı dedikleri ve
bugün Avrupa medeniyetinin büyük nispette temelini teşkil eden Şark İslâm
medeniyet devri, dinin siyaset aleti olarak kullanılmadığı devirdedir. Din ve
Devlet işlerinin daima ayrı kaldığı hürriyet devirlerindedir. O zamanlarda
din, hiçbir zaman, (fikir hürriyetine) müdahale etmemiştir. Büyük Devlet
ricalinin, Abbasî hükümdarlarının saraylarında muhtelif din ve mezheplere
mensup insanlar karşı karşıya fikir münakaşalarında bulunabiliyorlardı.
Arkadaşlar,
dinle devletin tefriki prensibi yani lâiklik, bugünkü cemiyetin temeli olan,
bugünkü demokrat âlemin temeli olan bu prensip ortadan kalktığı zaman, fikir
hürriyetinin nasıl daralabileceğin], yok olabileceğini tahmin etmek güçtür.
Biz, 31 Mart günlerini görmüş, "mekteplidir" diye birtakım insanların
tanımadığı birtakım insanlar tarafından sokaklarda öldürüldüğüne şahit olmuş
insanlarız.
Tekfir,
birbirine "sen dinsizsin, sen müslüman değilsin" demek İslâm dinine
tamamen aykırıdır. İslâm dininin esasatını bilenler hiçbir müslümanın diğer bir
müslümanı tekfir ede- miyeceği ve bunun usulünün, şartlarının da din
kitaplarında yazılı bulunduğunu bilirler. Bu şartların tahakkuku da hemen imkânsız
gibi bir şeydir: binaenaleyh uluorta tekfir, slâm'ın ahlâkına mugayirdir.
Müsaadenizle
bir hâtıramı anlatacağım; Meşrutiyetin başında birtakım gençler bir mecmua
neşrediyorlardı; orada da şairin biri bir şiir yazmıştı. O sırada intişare
başlayan Sıratı müstakimde (ki sonradan Sebülürreşat olmuştur) bir makale
çıktı, o makale şairin tamamen aleyhinde idi ve "neuzübilâh sen
kâfirsin" dendi. Aradan bir zaman geçti, o sırada Beyazıt'daki hocalar
Beyanülhak diye bir mecmua çıkarmaya başladılar, bu sefer bu Beyanülhak,
Sıratımüstakimi tekfir etti "sen kâfirsin", "sen dinden
çıktın" dedi. Talihin garip bir cilvesi, iş bununla da kalmadı, şimdi
ismini hatırlıyamadığım taş basması bir mecmua
hakkında
cidden endişeye düşmüştüm. Demokrat Partili arkadaşlardan bazılarının tasarı
aleyhinde ondan sonra söz söylemeleri ise ufukta gözümüzün önünde karanlık
kabuslar belirtmişti. Dünkü heyecanım bundan ileri geldi. Fakat bugün
anlıyorum ki, demokrat arkadaşların noktai nazarları maddelere aitmiş.
Esaslarda bizimle berabermiş. Çok teşekkür ederim.
Maddelere
ait fikirlerini de soğukkanlılıkla ve memleket menfaatlerini gözönünde tutarak
münakaşa eder, bir neticeye varırız.
Demokrat
Parti’nin sayın lideri bana bu noktalardaki fikirlerini birkaç defa izah
etmişti. Dün bu partiye mensup arkadaşların sözleri beni şaşırtmıştı. Köprülü,
Demokrat Parti Başkanının o fikirlerini burada açıkça partileri namına te'yid
ettiği için kendisine teşekkür ederim. Köprülü arkadaşımın profesör olarak
çok iyi bildiğim bu fikirlerini bugün DP adına burada açıkça ifade etmesini
girdiğimiz demokrasi yolunun istikbali için emniyet veren bir düşünce olarak
telakki ediyorum (Bravo sesleri).
Arkadaşlar!
Demokrasi, partileri ayn da olsa ortak memleket menfaatleri için aynı şeyleri
düşünebilen insanlarla yükselecektir ve inkılaplarımız da böyle
korunacaktır.'^[97]^
Demokrat
Partili olmasına rağmen, Başbakan Günaltay'ın böylesine iltifat ettiği Fuad
Köprülü, CHP'nin de el altından yaptığı çalışmalarla kısa zamanda DP grubunu
da din açısından CHP çizgisine getirebilmişti.
Konuşmalardan
sonra kanunun iadesi hakkındaki takrirler reddolunarak maddelerin müzakeresine
geçildi. Doktor Adnan Adıvar, "nizamları devirmek" ibaresinden sonra
"Demokrasi esaslarını bozmak" fıkrasını da ilave ettirmek istemişse
de kabul olunmamıştır.
Bu
kanunun şiddetle aleyhinde bulunan CHP milletvekili Sinan Tekelioğlu, kürsüye
gelerek komünizmi önleyici tedbirler alınmasına rağmen bu gaye ile kurulmuş
bazı cemiyetlerin hâlâ
teşkilâtının
çok yaygın ve kuvvetli bulunduğu bir devirde, Arap memleketlerindeki Müslüman
Kardeşler teşekkülünü göz önünde bulundurarak, bu irtica hareketlerinin daima
komünistliğe alet olduklarını düşünmek ve ona göre gözümüzü açmak, intibaha
gelmek icabeder (Bravo sesleri).
Dikkat
ediniz, bütün dünyada dinin en yüksek, mukaddes mevkide bulunduğu, din
adamlarının bütün cemiyetin hürmetine mazhar oldukları garbî Avrupa
memleketlerine ve Amerika'ya bakınız. Bu memleketler dini ve devlet işlerini
birbirinden tamamıyla ayırmış olan memleketlerdir, lâik olan memleketlerdir.
Bu memleketlerde din âlimlerinin, dinî vazife gören insanların; hakir görülmesi
değil bilâkis ifa ettikleri yüksek vazifelerin kutsiyeti ile, mütenasip bir
değer verilmiştir.
Vicdanlara
hâkim olan dini bir siyaset vasıtası derecesine indirmek, hem bir memleketin
hayatına karşı suikasttır, hem de bizzat ve her şeyden evvel dinin kudsiyetine,
ulviyetine karşı bir suikast teşkil eder, hürmetsizlik teşkil eder. Onun için
böyle bir kanunun esas itibariyle tanzimine biz tabiatiyle taraftarız. Ancak, şimdi
maddelerin müzakeresine geçildiği zaman arkadaşların ayrı ayrı, maddeler
üzerinde arz ve izah edecekleri veçhile buradaki maddelerde öyle birtakım
kayıtlar, hükümler var ki; onların mevcudiyeti kanunun istihdaf ettiği bu
gayeden ayrılmasını, daha başka taraflara tevcih edilebilmesini ve mesalâ bir
siyasî baskı, bir parti aleti olabilmesini mümkün kılıyor, şüpheleri
uyandırıyor. Vatanın mânevî müdafaası gibi yüksek bir maksat güden bir kanunun
her hangi bir maddesinden, şu veya bu fıkrasından dolayı umumi efkârda şüpheye,
tereddüde mahal verecek şekilde kalmasına heyeti muhteremenizin mâni olması ve
şüpheleri ortadan kaldırarak, bunun, bütün bir milletin müşterek iradesine
uygun bir kanun halinde çıkmasını bilhassa rica ediyorum." (Her taraftan
bravo sesleri şiddetli alkışlar).
Köprülü’yü
müteakiben Başbakan Günaltay kürsüye gelmiş şöyle demiştir:
-
Ben dün Osman Nuri Köni'nin birdenbire bir bomba gibi patlayan tehlikeli
sözlerinden sonra demokrasimizin geleceği
Ey
demokrasi, senin namına ne kanunlar tedvin ediliyor!"
Bundan
sonra Müstakil Grup adına Hasan Dinçer de uzun bir konuşma yaparak, laikliğin
bu madde ile ihlal edildiğini uzun uzadıya anlattı.
Sinan
Tekelioğlu da söz aldı. Çok heyecanlı sözler söyledi. Çok tehlikeli bulduğu bu
madde hakkında sözleri Mecliste elektrikli bir hava husule getirdi. Ehemmiyetli
münakaşalara yol açtı. Laikliğin hukukî izahında bulundu:
Bu
maddenin doğrudan doğruya slâm dinini istihdaf ettiğini söyledi.
Bundan
sonra iki müslümanın bir araya gelip konuşamayacaklarını, birlikte camiye
gidemiyeceklerini söyledi. Sözleri büsbütün kesilen Tekelioğlu;
Görülüyor
ki, bu şerâit dairesinde konuşmaya artık hiç imkân yoktur" diyerek
kürsüden indi.,l(46>
CHP’nin Seyhan
Milletvekili Sinan Tekelioğlu’nun, "Bu şerâit dairesinde konuşmaya imkan
yoktur” diyerek çizmeye çalıştığı TBMM görüntüsü, çok partili sisteme geçilmiş
olmasına rağmen aslında din konusunda ortamın nasıl birden antidemokratik
şartlara dönüştürüldüğünü göstermesi açısından ilginçtir. Çünkü Cumhuriyet Halk
Partisi de, CHP’li Diyanet İşleri Başkam Şemsettin Günaltay da, Demokrat
Partilisi de, ta Celal Bayar'a varana dek konu Şeriat, din, İslâm gibi
meseleler açılınca çok kolay hep bir ağızdan "Şeriatı ezeceğiz ve
dincilere göz açtırmayacağız"^[98] [99]^
diyebilmişlerdir.
"Medrese"
kökenli Başbakan Şemsettin Günaltay’dan (CHP), yine "Medrese" kökenli
Fuat Köprülü'ye (DP) kadar güya iki zıt partinin laiklik ve irtica adına inanan
kesim üzerine
faaliyette bulunduklarını bildirmiş,
bunlardan Farmason Cemiyeti ile genç Hristiyanlar Cemiyeti'nin (Y.M.C.A.
Dörneğinin
1 tam bir serbest? ile
çalıştıklarını söylemiş ve hükümetin bu hususlara azami dikkat göstermesini
istemişti.
Müteakiben
Adalet Bakanı Fuat Sirmen kürsüye gelmiş ve muhtelif hatipler tarafından ileri
sürülen dilek ve mütalaalara cevap vererek Mason derneklerine de işaret etmiş
ve memleketimizde mer’i olan hükümlere göre kanunlara aykırı olmamak şartı
ile herkesin cemiyet kurabileceğini, Türk Mason derneğinin de kanun ve
nizamlara aykırı olarak kurulmadığını ve köklerinin dışarda olduğu hakkında
Mason derneğinin verdiği statüde hiçbir nokta bulunmadığını, bu bakımdan da kendilerinin,
bir hukuk devleti olarak derneğin kurulmasına mani olmadıklarını söylemiştir.
Sonra,
İçişleri Bakanı Emin Erişirgil söz alarak kürsüye gelmiş ve Sinan Tekelioğlu
tarafından ortaya atılan Mason dernekleri meselesine dair açıklamada bulunarak
Sinan Te- kelioğlu'nun bu dernekler hakkında evvela sorduğu soru akabinde
kendisinin harekete geçtiğini ve İstanbul Valisine tahkikat yapmasını bildirdiğini,
Valinin de dernek müessislerini davet ederek kendileri ile etraflı surette
görüştüğünü, neticede derneğin kökünün katiyen dışarda bulunmadığının
anlaşıldığını beyan etmiştir.
163.
maddenin müzakeresi sırasında Muammer Alakant, komünizm bahsinde hükümler
değiştirilmeden sadece cezaların arttırıldığını fakat din bahsinde yeniden
garip ve müphem bir takım hükümler konulmuş olmasını 1950 seçimlerine geçilmeden
önce bir baskı olarak kabul ettiklerini anlattı:
”-
Biz, asla irticai destekleyen insanlar değiliz. Fakat, dine hürmetkarız"
diyen Alakant, maddede irticai önleyecek hükümlerin bulunmadığını söyleyerek
sözlerini şöyle bitirdi:
45.
YMCA Derneği: "Genç Hristiyan Erkekler Derneği" olup aynı derneğin
Türkiye'de faaliyet gösteren bir de YWCA "Genç Hristiyan Kadınlar
Derneği" adı altında.bir kuruluşları vardır.
a)
Millî hakimiyetin gerçekten cari olduğu bütün memleketlerde
komünizmle mücadelenin en tesirli silahının sefaleti, vurgunculuğu ve hayat
pahalılığını önlemek ve İktisadî kalkınmayı sağlamak olduğunu bizzat
Türkiye'nin de istifade ettiği Marshall planına hakim olan zihniyet açıkça
göstermektedir. Memleketimizde memnuniyetsizliklerin, sefaletin ve vurgunculuğun
beslediği komünizm cereyanını yalnız kanunî şiddet hareketiyle önlemeğe çalışmanın
acze ve samimiyetsizliğe delalet ettiği meydandadır.
b)
Laiklik esasını korumak maksadıyla kanun
çıkarttığını iddia eden Halk Partisi ve Hükümeti yalnız müslümanların din
işlerine karıştığına göre laikliği ve binnetice vicdan ve din hürriyetini
kendileri çiğniyor demektir. Binaenaleyh bu hürriyeti onlara karşı korumak
gerektir. Bu durum karşısında Millet Partisi din işleri hakkındaki görüşünü
proğramının 12. maddesi ile şöyle tesbit etmiştir: "Madde 12. parti din
işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasını kabul eder. Herkesin vicdan ve
itikat hürriyetini dilediği dilde ve dilediği şekilde ibadet etmek hakkını
mukaddes tanır. Parti Türkiye'de muhtelif din ve mezheplere mensup cemaatlerin
dini maksatla teşkilat vücuda getirmelerini ve dinî vakıfların bu teşkilata
devredilmesini tasvip ve müdafaa eder. Bu teşkilat kendi mensuplarının din
işlerini tanzim ve idareye selahiyetli olmalıdır. Parti ilk ve orta tedrisata
din dersleri ilave edilmesini ve üniversitelerde İlahiyat Fakültesi ihdasımı
muvafık görür. Fakat din derslerine iştirak, öğrenciler reşit oluncaya kadar
aile reisinin irade ve ihtiyarına tabiidir. "Şu halde partimiz bu şiarı
ile kendisine karşı yapılan iftiraların karanlık siyasî maksatların mahsulü
olduğunu Türk Miletine ilan eder.
c)
Partimiz milletvekilleri: "Meclis kürsüsünden
bu memlekette irtica temayülü yoktur, irtica vardır diyenler, millete iftira
ediyorlar" demişlerdir. Milletvekillerimizin bu görüşü karşısında Başbakan
aynen : "Memlekette irtica yoktur diyorlar. Bunu ben de kabul edeyim."
dedikten sonra ayrıca "bu kanun belki hiç'tatbik edilmez." diye
ilave etmiştir. Başbakanının bu beyanatına göre, böyle bir kanunun yapılmasını
gerektiren gerçek bir ihtiyaç karşısında değiliz demektir. Bu itibarla bir
ihtimal ve vehmi bahane ederek muhalefeti ezmek maksadiyle seyyal unsurları
havi olan bir kanun çıkarılmıştır kanaatindeyiz. Mevhum bir teh-
yapılacak zulümde birleşmeleri, dinî tabanda
laikliğin dinsizlik şeklinde uygulanmaya devam edeceği inancını sürdürmüştür.
Halkın bu duygulan
karşısında Millet Partisi kendilerinin CHP'den ve DP'den çok farklı
olduklarını ispat sadedinde efkar-1 umumumiyyeye bir beyanname neşretmek durumunda
kalmıştır. Millet Partisi beyannameyi neşrederken kendilerinin samimi din
destekçileri olduklarını CHP’yle birlikte DP’nin bu konuda birbirlerinin aynı
olduklarını vurgulamak istemiştir. Sözkonusu Beyanname şöyledir:
1.
Millet ve Millet Partisi, Halk Partisi ve Demokrat
Parti'nin başında bulunanların müşterek bir iftira suikastine maruzdur. Bu
Suikat Millet Partisi'ne haksız ve mesnetsiz olarak mürteci damgasını vurmaya
çalışmak şeklinde tezahür etmektedir. Buna ilaveten elemle görüyoruz ki, Bay
Celal Bayar başbakanla yaptığı ve Mecliste Başbakan tarafından bir hiddet
anında ifşa edilen gizli görüşmelerinde Türk Milletini mevcut olmayan irtica
ile lekelemek istemiş ve bu suretle demokrasinin şartı olan aleniyet esasını
çiğneyerek milleti hükümete jurnal etmiştir. Halbuki Anayasanın açık
maddelerine ve medeni demokrat memleketlerindeki anlayışa uygun olarak din ve
vicdan hürriyetinin bütün icaplarının da bu memlekette tatbikini isteyen ve din
işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasını proğramında tesbit ederek bu
esasa sadık faaliyeti ile milletin duyduğu büyük bir ihtiyaca cevap vermek
şerefini taşıyan Milet Partisi, bu nevi isnatları nefretle ve şiddetle redder.
2.
Millet Partisi malum olan proğramı ile komünizmi
yalnız İktisadî ve siyasî bir nazariye olarak reddetmekle iktifa etmemiş,
memleketimizin coğrafi şartlarını nazara alarak bunu millî bir tehlike olarak
ilan etmiş ve milliyetçilik esasına sarılmıştır.
3.
Yukarıda tesbit edilen hakikatler Büyük Millet Me-
clisi'nde hiçbir tahrife ve ricat iddialarına meydan bırakmıyacak şekilde
partimiz adına ifade edilmiştir.
4.
Ceza kanununda yapılan son değişiklik
münasebetiyle Meclis'te cereyan eden müzakerelerin ortaya koyduğu zihniyet,
hakikat ve meseleler şunlardır:
yukarıdaki
esaslara uygun olan mütalaaları tahrif edilmek suretiyle hakikat milletten
gizlenmek istenmiştir. Bu müşterek suikast karşısında Millet kanunî
mücadelesine yılmadan devam edecek, hak ve hürriyetin zaferini sağlayacaktır.
Millet
Partisi, Demokrat Parti Genel Müteşebbis Kurulu Bayar'ın “Biz Türkiye'de
Şeriatı yaşatmayacağız dediğini hatırlatarak, bu konuda CHP ile DP'nin gizlice
anlaşıp 163. maddeyi çıkarttığını halkımıza duyurmakta sayısız faydalar görür.
(Sebılürreşad,
c.2, sayı 48, Haziran 1949)
likeye
karşı silah elde etmek isteyen bir partinin 21 Temmuz seçimlerinde ve
demokrasi mücadelesinde bütün inkılapların, temeli olan millî hakimiyete ve
milletin namusu olan reyine tecavüz etmiş bulunan şirretleri takip ve tecziye
için mevcut kanunları harekete geçirmemekte inat etmesi ve bu suretle ilerde
Halk Partisi lehine işlenecek suçlara kapıyı açık bırakmak istemesi göz önünde
bulundurulacak olursa, ceza kanununda yapılan tadilatın gayesini mevhum din
irticaî maske yaparak mevcut zümre saltanatını ve siyasî irticai yaşatmak
olduğu ortaya çıkar.
5.
Ceza kanununda yapılacak değişikliğin Millet Me-
clisi'nde müzakere edildiği ilk gün de Millet Partili ve müstakil demokrat
milletvekilleri gibi Demokrat Parti milletvekillerinin de aleyhte tezahüratı
karşısında hayrete düşmüş olan Başbakan, hayret ve hiddetle Demokrat
Milletvekillerine hitaben: "Demokrat Parti başkanı ile bu mesele hakkında
birkaç defa konuştum. Demokrat Parti başkanı daima irtica endişesini izhar
etti. Ben de kendisine irticai önleyecek bir kanun tasarısı hazırlayacağımı
söyledim. Sizlere mi, Başkanınıza mı inanayım? Rica ederim samimi olunuz
efendiler." demiştir. Demokrat partili milletvekillerinin kanun
aleyhindeki tezahüratından ve Başbakanın hayret ve hiddet dolu bu ifşaatından
anlaşıldığı üzere Celal Bayar'ın kendi milletvekillerine dahi haber vermeden
Başbakanla, mutabık kalarak Millet Partisi'ni boğmak istediği sabit olmuştur.
Demokraside aleniyet esas olduğu, bay Celal Bayar da milletvekili bulunduğuna
göre, Meclis kürsüsünde konuşma yolunu bırakarak Varto ve Erzurum mektupları
ile kendi partisine sürülmek istenen irtica lekesinden şikayet ettiğini de unutarak
hükümete jurnal etmesi ve böyle bir kanunun hazırlanmasını teşvik etmesi
samimi muhalefeti temsil eden Millet Partisi'ne ve dolayısıyle millete ve
demokrasi davasına karşı yapılmak istenilen bir suikast teşebbüsünden başka
birşey değildir.
6.
Yukarıdaki yazılı sebeplerden anlaşılacağı üzere
zümre saltanatını ve demokrasi maskesi altında siyasî irticai devam ettirmek
isteyen Halk Partisi yardımcıları, ciddi, samimi ve cesur bir muhalefet yapan
Millet Partisi'ni vurmak maksad ve mevcud olmayan dini irticai bahane ederek
kanunî silahlar elde etmek istemişlerdir. Partimiz milletvekillerinin
birbirlerini tamamlayan ve
"TANRI ULUDUR'DAN ALLAHU
EKBER'E
GİDEN YOL
"Kanun
korkusu"nun "Allah Korkusu"nun önüne geçtiği yılların verdiği
birikim bütün Türkiye sathında "elden giden dinin" yeniden ele
alınması gerektiği fikrini vermiş, Millet Partisi Genel Başkanı Hikmet
Bayur'un ifadesiyle de, "Allah korkusunun her şeyin üstünde tutulması
gerektiği ",(1) toplumun dindar kesimlerinde kendini
hissettirir olmuştu.
Özellikle bu dindar
kesimlerden bazı gruplar organizeli bir şekilde "elden giden dinin ele
alınmasının ilk şekli örneği olan "Tanrı Uludur" diye okunan
ezanları, "Allahu Ekber" diyerek yeniden eski şekliyle okumaya
başlamışlardı.
Ankara, Çorum,
Yozgat, Bursa, Eskişehir, Erzincan, Rize ve Erzurum gibi önemli yerleşim
merkezlerinde 1946 yılından itibaren "korsan" bir şekilde Arapça
ezanların okunmaya başlanması; yasak da olsa "Tanrı Uludur" sesiyle
yıllardır paslanan kulaklarda güzel izler bırakmıştı.
Herkes, "demek
ki okunabiliyormuş bizim ezanımız"[100] [101]
diyerek, sonunda hapis hayatı da olsa özledikleri Ezan-ı Mu-
hışlar 1949 yılının
4 Şubatında "ezan eylemi" yaptıklarında o günlerin batı basını ile
tüm Türk basını olayı "görülmemiş hadise"^ başlığıyla manşetlerinden
vermişlerdi.
Milliyet
Gazetesi
TBMM’de "Arapça Ezan" diye verirken, Cumhuriyet "İrtica
Mecliste!" diye olayı duyurmuştu. Yine o günlerin "Kader"
Gazetesi ise "Görülmemiş Hadise" "Mecliste Arapça Ezan"
diye olayı duyurmuştu.
Evet 3 Şubat 1932
yılından itibaren yasaklanmış olan Arapça ezan, bu tarihten tam 17 yıl sonra ve
Türkçe ezan'a geçişin tam 17. yıl kutlamalarında da, üstelik Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde yeniden Arapça olarak okunmuştu. İşte olay böyleşine önemli olduğu
için ve de CHP gibi bir "Tek Parti" dönemine böyle bir olay rastladığı
için iç basın ve dış basın olayı "görülmemiş hadise!" olarak
yorumlamışlardı.
4 Şubat 1949
tarihinden tam 40 yıl sonra; 1989 yılında kitabımın ezanla ilgili bölümlerini
araştırırken, derinlemesine sürdüğüm izler neticesinde bu iki şahsı, Osman Yaz
ve Muhiddin Ertuğrul'u Ankara'da ikamet etmekte oldukları "Has-
köy"de bulmak ve kendileriyle TBMM'deki "Arapça Ezan" olayını
tüm teferruatıyla konuşmak fırsatını buldum.
Osman Yaz ve
Muhiddin Ertuğrul ile bu tarihî olay üzerine yaptığım röportajı ve sözkonusu
bu iki zatın akılalmaz ezan mücadelesini kitabımızın "hatıralar"
bölümünde değerlendirmiş olduk. Böylece biz de bizden sonra gelecek kuşaklara
çok önemli bir tarihî vesikayı aktarmış oluyoruz.
5.
5 Şubat 1949 Cumartesi günü ve tarihli Cumhuriyet, Milliyet, Kader gibi gazeteler
olayı manşetlerinde vermişlerdi.
Hasan hüseyîn ceylan
hammediye'yi
terennüm etmek isti-yordu. Bu düşüncelerle bir kısmı "bize ezancılar
derler" diyecek kadar organizeli bir şekilde gruplar oluşturarak değişik
illerde Arapça ezanlar okuyorlardı.
Özellikle Cuma
günleri tam anlaşmalı bir şekilde aynı ilin 10-15 camiisinde ve aynı anda
korsan bir şekilde okunan Arapça ezanlar; okuyanların hapis dahil herşeyi göze
almış olmalarıyla devleti ciddi olarak zor durumda bırakıyordu.
Hatta bu şekilde
yurdun dört bir tarafında Arapça ezan okuyanların/3^ kendilerine
fazla bir şey olmasın için çoğunlukta "deli raporu" bile almış
olmaları ve bilinçli bir şekilde kendilerine çevrelerine "deli"[102]
[103]
diye takdim edebilmiş olmaları bu "ezan gruplarının işini de
kolaylaştırmış oluyordu.
"Ezan
grupları", CHP’nin din adına yapmış olduğu yenilikleri, halk da
kabullenmediği için, CHP’ye ve yapılan dinî reformlara "dinsiz"lik
damgasını vurduğunda o günkü şartlarda fazla zorlanmamış oluyordu. Gerek Demokrat
Parti gerekse de Millet Partisi hem iktidara gelebilmek adına ve hem de halkın
isteklerinin yanında yer alabilmek adına bu ezan istemlerine çoğu zaman sıcak
bakıyorlardı.
"Ezan
Grubu" diye niteleyebileceğimiz, Arapça ezan okuyarak ezanın aslının toplumda
yeniden yerleşmesini arzulayan kişilerden Osman Yaz ile, Hacı Muhiddin Ertuğrul
isimli şa-
Bakan ile Soyer
arasında kürsüye inip çıkarak devam edip giden münakaşalar salonda yavaş yavaş
artan bir asabiyet havası yaratmaya başlamıştı ki işte bu sıralarda, salonun
arka tarafında dinleyicilere ayrılmış kısımda "Allahu Ekber, Allahu
Ekber" diye bir ezan okunmaya başlandı.
Sesin salondaki
akisleri henüz kulaklardan silinmemişti ki, salonda bütün milletvekilleri ve
dinleyiciler ayağa kalkarak, hayretle sesin geldiği tarafa bakmaya başladılar.
Bir kaç dakikalık kısa bir zaman geçmişti ki, resmî üniformalı polisler sesin
sahibini sessizce salondan çıkarmak için içeri girdiler. Yine bu sırada ikinci
bir ses, pestten, "Allahu Ekber" diyerek "tekbir" getirmeye
başladı. Polisler bu ses sahibini de hemen dışarı çıkardılar.
Bir kaç dakikalık
bir zaman içine sığan bu hadise, salonda büyük bir hayret havası yarattı.
Başkanlık mevkiini işgal eden Raif Karadeniz’in samiin arasında çıkan bir
sestir, demesi üzerine, bu hava dağıldı ve görüşmelere devam edildi.
Arapça Ezan okuyan
kimlermiş?
Hâdisenin kapanıp
gittiği, görüşmelerin başlayacağı bir sırada Naşit Fırat, oturduğu yerden
gazetecilere bakarak "hemen yazın bakalım" dedi.
Hâdisenin cereyanı,
yalnız gazetecileri değil, bir çok milletvekillerini de ziyadesiyle alâkadar
etmiş olacak ki, Meclis Komiserliği odasına koşuştukları görüldü.
İki şahsın
komiserlikte ifadeleri alınırken, "deli oldukları" haberi geldi.
Bilahare "Tarikat Mensubu" oldukları söylendi.
Bu söylentiler
Meclis binası içinde bir kaç şekle girip,
Sözü tekrar 4 Şubat
1949 Cuma gününe getirerek o gün Meclis’te cereyan eden olayı mahalli olması
hasebiyle en geniş şekliyle anlatmakta olan Kader Gazetesine getirmek istiyorum/[104]^
Kader Gazetesi, Demokrat Parti ve Millet Partisi çizgisinde olmasına
rağmen Arapça ezan olayını ağır ve şaşırtıcı bularak kendisi de
"görülmemiş hadise" başlığıyla olayı manşetten vermişti.
"Tarikatçılar
Ezan Okudu!" diyerek basını bambaşka yönlere çekerek verdiği olay için 5
Şubat 1949 tarihli Kader Gazetesince şunlar yazılmıştır.
Meclis
Müzakerelerinin En Heyecanlı Anında iki Kişi Meclis’te Arapça Ezan Okumaya
Başlıyor!..
"Büyük Millet
Meclisi'nin dünkü toplantısında, müzakerelerin oldukça hararetli bir
safhasında, hayret verici bir hadise cereyan etti. Dinleyiciler arasından iki
kişi birbirlerini takiben Arapça ezan okumaya başladılar.
Mutad saatte celse
açıldı. Gündemde görüşülecek dört sual takriri ile bazı kanun tasarıları vardı.
Niğde milletvekili İbrahim Refik Soyer'in 1949 yılı bütçe kanunu tasarısının
5.nci maddesindeki "memur" kelimesine dair sözlü sorusu görüşülmeğe
başlandı. Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal, bu takrire bütçe kanununun
görüşülmesi sırasında cevap verilmesinin doğru olduğunu söyledi. Refik Soyer
hemen konuşulmasını istedi. Bakan teklifinde tekrar ısrar etti. Refik Soyer
kızarak itiraz etti.
telif şehirlerinde
dolaşmaya başlamıştır. Bu arada Kayseri’de bulunduğu bir sırada Arapça ezan
okumaktan, Kütahya’da da şapka kanunu aleyhinde bulunmaktan dolayı mahkemeye verilmişti.
Seyahatleri
sırasında bazı sinir buhranı geçirdiğinden dolayı akıl hastanesine yatmış ve
23 gün tedavi altında bulunmuştur.
Osman Yaz ise,
Çubuk'un Karaviran köyünde rençberlik yapmakta idi. Askerliğini bitirip köyüne
döndüğü zaman Ti- canî tarikatının köyünde yayıldığını görmüş, o zamana kadar
hiç bir tarikata mensup olmadığı halde bu vaziyet karşısında bu tarikata
intisap etmiştir. Pilavoğlu'nun tarikatı olan Ticanî tarikatına giren Osman
Yaz bundan sonra Anadolu seyahatlerine başlamıştır. 1948 senesinde Kütahya'da
bulunduğu sıralarda Arapça ezan okuduğu için mahkemeye verilmiş ve 3 ay hapse
mahkum olmuştur.
Yakın bir zaman
evvel de, Ankara’da Hacıbayram Camii’nde Cuma namazı sırasında Arapça ezan
okumaya başlamış ve bir müddet sonra da "ey cemaati müslimin mehti resul
çıktı" diye bağırmıştır. Bu vaziyetinden dolayı da mahkemeye verilmişti?
Halen Ankara’da muhakemesi devam etmektedir.
Osman Yaz bu
hadiselerinden sonra bir müddet ortadan kaybolmuş ve dün sabah Ankara’ya
gelmiştir.
Tarikatçılar
Meclise Nasıl Girdiler?
Dün sabah Abdullah
isminde hammallık yapan bir şahıs, Kütahya Milletvekili İhsan Şerif Özgen’in
evine giderek kendisinin Kütahya’lı olduğunu ve bir arkadaşı ile beraber
Meclis'e
kulaktan kulağa
fıslanır, tahkikat bir tarafta, müzakereler diğer tarafta devam ederken,
salonda da meraklı konuşmalar başladı.
Hamdullah Suphi
Tanrıöver yanında İbrahim Arvas’la bir şeyler konuşuyordu. Biraz sonra Fahri
Kurtuluş da bu meraklı konuşmaya karıştı. Uzunca bir zaman devam eden bu görüşmelerin
benzeri, üçer dörder kişilik guruplar halindeki diğer milletvekilleri arasında
da cereyan ediyordu.
Müzakereler
bittikten sonra Ferudun Fikri Düşünsel kürsüye gelerek, hadise müsebbibleri
iki şahıs hakkında izahat verdi. Muhittin Ertuğrul ve Osman Yaz ismindeki bu
iki şahsın tarikatçılıkla meşgul Ticanî Tarikatı'na mensup olduklarını, bu
sebeple sabıkalarının da bulunduğunu bildirdi. Meclise Kütahya milletvekili
İhsan Şerifin verdiği davetiyelerle girdikleri ve bu kabil hadisenin her
milletvekilinin başına gelebileceğini, bundan böyle davetiye verilirken dikkat
edilmesini sözlerine ilave etti.
Ezan
Okuyanlara Hazır Damga: Tarikatçılar!
Meclis polis
komiserliği iki tarikatçının ifadelerini aldıktan sonra, neticeyi Meclis
Başkanhğı'na bildirdi. Yapılan tahkikat neticesinde ilk defa ezan okuyanın
Muhiddin Ertuğrul, bilahare “Tekbir" getirenin de Osman Yaz olduğu tesbit
edildi.
Muhiddin Ertuğrul,
üç ay evvel D. Demiryolları Kayaş işletmesinde istasyon memurluğu yapmakta idi.
Bir kaza neticesinde kolu kırıldığı için hizmetten ayrılmış ve Solfasol köyünde
Abdurrahman Balcı isminde bir şahsın yanında çobanlık yapmaya başlamıştı.
Abdurrahman Balcı’nın Ticanî tarikatına mensup bir şahıs olması sebebiyle,
kendisi de bu tarikata intisap etmiştir. Tarikata intisap ettikten sonra
Anadolu'nun muh-
Tarikatçıların
Başka Arkadaşları Var mı İdi?
Hadisenin
cereyanından sonra, Meclis toplantısını müteakip Şükrü Saraçoğlu gazetecileri
Meclis Başkanlığı dairesine davet etti.
Başkan
vekillerinden Raif Karadeniz, Feridun Fikri Düşünsel idareci üyelerden Halit
Bayrak'ın da iştirak ettiği bir toplantı yapıldı.
Hadise üzerinde
tahkikat yapan Meclis komiserliğinin raporu okundu ve üzerinde görüşmeler
yapıldı. Bu görüşmeler sırasında hadisenin cereyan ettiği anlarda, Meclis
binasının dışında da aynı tarikata mensup 5-6 kişinin bulunduğu ve polis
tarafından sorguya çekildiği haber verildi. Olayın örgütlü bir olay olduğu
üzerinde duruldu."
TBMM’de herşeyi
göze alarak Arapça ezan okuyan ve aslında kendileriyle yaptığımız röportajlar
okunduğunda da çok net bir şekilde görüleceği gibi Osman Yaz ve Muhiddin Ertuğrul
Beylerin bu hareketleri ve çeşitli illerde yaptıkları ezan eylemleri, 14 Mayıs
1950 seçimlerinden sonra ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Demokrat
Parti’nin Arapça ezana ser- bestiyet vermesine zemin hazırlamıştır.
Demokrat Parti’nin
biraz da, iktidar başarısını 1946-1950 arası "İslâmcı Halk Hareketi’’ne
borçlu olması sebebiyle vermiş olduğu Arapça ezan tavizi, aslında halkın zoraki
elde ettiği bir başarıydı. Ve o günlerin DP kurmaylarının da ifade ettiği gibi
aslında DP’nin Arapça ezan diye bir meselesi de yoktu. Hedef slâmcı kitleyi
darıltmamak ve o kadarcık bir tavizle bile olsa 25 yıldır CHP zulmünden bıkmış
olan bir kitleye ister istemez İslamcı gözükmek idi : îslâmcıhğa inanmasa bile!
girmek için
davetiye istediğini söylemiştir. İhsan Şerif Özgen, arkadaşının kim olduğunu,
tanıyıp tanımadığını sormuş, "Tanımazsınız, fakat Kütahya'lıdır"
cevabını almıştır. İhsan Şerif davetiyenin birisine müracaat sahibi Abdullah,
diğerine de Muhiddin isimlerini yazmıştır.
Abdullah iki
davetiyeyi almış, kendi ismini taşıyanını Osman Yaz’a vermiştir. Muhiddin ve
Osman Yaz öğleden sonra Meclis’e gelmiş, kapıda isimleri sorulduğu zaman Osman
Yaz isminin Abdullah olduğunu söylemiş ve içeri girmiştir.
Tarikatçılar
hakkında polis tahkikatı halen devam etmektedir. Hadise muhtemelen bugün
Adliyeye intikal edecektir.
Tarikatçılar
hakkında tahkikat devam ederken kendileri ile görüşen bir arkadaşımıza şunları
anlatmışlardır:
Muhiddin Ertuğrul
demiştir ki: "Müzakereler yapıldığı sırada onları dinliyordum. Birdenbire
içime Allah tarafından bir his geldi. Bu hissin tesiri ile vecd de kaldım ve
ezan okumaya başladım.
Bu kabil hisler
bana nerede gelirse gelsin, Allah’ın ismini anmak için ezan okurum."
Osman Yaz da şöyle
demiştir: "Arkadaşımın ezan okumaya başladığını görünce, elimde olmayan
bir hisle devam ettirdim. Tarikatimize göre herhangi birimizin ezan okuması yarıda
kalırsa geri kalanların hepsi devam ettirmek mecburiyetindedir. Ben de bundan
başka bir şey yapmadım."
Türk Ceza
Kanunu'nun 526. maddesinin (Arapça ezan okuyanları cezalandıran madde) vicdan
hürriyetine ve laikliğe aykırı bulunarak değiştirilmiş olması[105]
dinî kitleye verilen bu tavizlerin ilki ve en önemlisi sayılabilir. Dinî
kitleye bu taviz verilirken de DP’nin asıl isteği olan "Atatürk’ü Koruma
Kanunu",[106]
laiklik ilkeleri ve bu ilkelerin şahsında da Atatürk’ü koruma kanunu
çıkartılmıştır.
31 Temmuz 1951
tarihinde "Atatürk aleyhine işlenen suçlar" denilerek çıkartılan
5816 sayılı söz konusu yasa ile de aslında yeni 163’ler oluşmuş ve DP
tarafından "devletin müesses nizamları" gericilerden gelebilecek her
türlü tehlikelere karşı emniyete alınmış olmuştur!
Artık 50'ler
sonrasında çok daha değişik bir din-devlet ilişkisi vardır. Bu ilişkilerin
temel özelliği de dindar kitlenin bu sefer de sağ adına dinî açılardan mağdur
edildiği ve zulme uğradığıdır. Sol ve sağ iktidarlar adına devlet eliyle dine
zulmün yapıldığı yıllardır artık bundan sonraki dönemler...
Nitekim TBMM’nin
ilk dönem Galip Hocası ve DP'nin yeni kurmayı Celal Bayar, partinin 1949
Zonguldak Kongresi'ni yaparken bile, iktidara gelmek adına inanmadığı şeylere
nasıl yer verdiklerini açıkça dile getirmiştir.
Demokrat Parti'nin
kuruluşunda hayli emeği olan Cihad Baban konuyla ilgili olarak bir anısını
şöyle anlatmaktadır:
"CHP’nin
dinsiz olduğu, camileri ahır yaptığı toplantılarda hergün tekrar ediliyor,
alkış topluyor; DP kurucuları da bu sözlere hep aynı endişe ile; yani oy
kaybetmemek ve iktidarı kaçırmamak korkusuyla karşı çıkamıyorlardı. Aslında oy
toplamak kaygısı ile arkadaşlarının vermiş oldukları tavizler, Celal Bayar'ı
bile tavizsiz hale getirmişti. 1949 Zonguldak konferansını yaparken bir
delegenin "Kadınlar evlerine dönmelidir. Bu açık çıplaklığa bir son
verilmelidir. Kur'ân serbest olmalı, Kur'ân Kursları açılmalıdır. Biz ezan
sesiyle uyumak, ezan sesiyle uyanmak istiyoruz." demesi üzerine yanımda
oturan Celal Bayar kulağıma eğilerek: "Bu geri kafalılarla ve iptidai insanlarla
bizler ne yapacağız?" diye bana sormuş, fakat söz sırası kendisine
geldiği zaman oyları ürkütmemek olmak için o densiz, gerici delegenin haddini
bildirmemişti."[107]
[108]Evet
genelde bu yapıda bulunan Demokrat Partisi, Celal Bayar'ın Zonguldak Kongresi'nde
çok net olarak ortaya koyduğu gibi,inanmadığı şeylere de sırf iktidarda
kalabilmek adına taviz vermişlerdi. DP'nin iktidara geldiği 14 Mayıs tarihinden
tam bir ay sonrra 14 Haziran tarihinde ezanın yeniden Arapça okunması için bir
kanun teklifi vermesi,^verilen bu teklifin Mecliste kabulüyle,
VE
ALLAHU EKBER!..
Ankara Hasköy'de
ikamet etmekte olan Şeyh Abdurrahman Balcı Efendi, 3 Şubat 1932 yılında Ezanın
Türkçe'ye ve "Tanrı Uludur"a dönüşmesi sonucu Hasköy Zülfadıl (Sol-
fasol diye bilinir) mevkiinde bulunan tekkesinde müridanını toplayarak şu
konuşmasını yapmıştı:
"Kardeşlerim!..
Ey İhvanı Din!..
Görüyorsunuz ki bü
rejim sadece Kur’ân alfabemizi yasaklamakla, medreselerimizi kapatmakla,
hanımlarımızın baş* larını açtırmakla kalmamış, şimdi de 14 asırdır hiç
inkıtasız devam eden ve kıymete kadar müslümanlar var olduğu müddetçe de devam
edecek olan "Ezan-ı Muhammedi’mizi yasaklayarak bu gök kubbeyi
"Allahu Ekber" sadalarına hasret bırakmışlardır.
Türkiyemizdeki
Ezan-ı Muhammedi yasağı Hz. Mu- hammed Mustafa s.a.s. Efendimizi Ravza-ı
Tahiresinde rahatsız etmiş, Bilâl-i Habeşi Efendilerimizin de kemiklerini sız-
latmıştır. Bu gece rüyamda Allah’ın Resulünü gördüm ve bana: "Ey
Abdurrahman evladım! Sen benim şoyumdansın! Bak sizin ülkenizde hergün beş kez
benim "Allahın Resulü" olduğuma şehadet eden "Eşhedü enne
Muhammeden Resulüllâh" diye okunan ezanlar artık okunmuyor. Artık sizde
"Allahu Ekber" denmiyor. Bu durum ümmetim üzdüğü gibi, bize de
ızdırap ve-
Sîzlerde Ezan-ı
Muhammedi'yi okuduğunuz için dövülecek, jandarma tarafından dipçiklenecek,
karanlık hücrelere atılacak, hapishanelerde çürümeye terkedilecek, bu da yetmiyormuş
gibi sizlere deli denilerek tımarhanelere gönderileceksiniz.
Onlar o
meşakkatlere dayandılar ve ashab-ı kiram ün- vanını aldılar. Sîzlerde tahammül
ederek ve layıkıyla "Ümmeti Muhammed" olma şerefine ereceksiniz. İşte
rüyamda Re- sulüllah s.a.s. Efendimizin müjdesi budur!”
Abdurrahman Balcı
Efendi’nin bu tarihi nutku herkesi derinden etkilemiş, duyanlar duymayanlara
anlatmış ve tüm mü- ridân adeta ezan deliliğine peşinen talip olmuştu.
Şeyh Efendi
müridânına, "bu çetin vazifeye hazır olanlar ayağa kalksın!" deyince,
tekkede bulunan herkes ayağa kalkmış ve istisnasız bütün müridler mallarıyla ve
mülkleriyle "ezan ci- hadı"na hazır olduklarını bildirmişlerdi.
Artık yapılacak iş
Türkiye Vilayetlerine Şeyh Abdurrahman Efendi’nin dağıttığı şekilde dağılmaya
gelmişti. Hacı Yusuf Efendi (Pehlivan) Erzincan'a, Sadık Efendi Bursa’ya,
Gürkanh Efendi Eskişehir'e, Süleyman Efendi Rize’ye gibi herkes birer ikişer
vilayetleri paylaşmış, en uygun zamanda buralara intikal edilerek, o
vilayetlerin en büyük camisinde "Allahu Ekber" diyerek Arapça ezan
okuyacaklardı.
Ezan okuma eylemi
çok koordineli bir şekilde 1949 yılına kadar sürdü. Ezan okunanların hemen
hepsi değişik yıllarda yakalandı, kimi 3 ay, kimi 5 ay, Hacı Yusuf Efendi gibi
olanlarda 9 ay civarında hapis yattılar.
Suçlan mı? Türkiye
Cumhuriyeti topraklarında ezan vakti geldiğinde Arapça ezan okumak! Bu yiğit
insanlar ezan-ı Muhammedi yüzünden defalarca hapse atılmakla kalmamış ve
riyor.
"Tanrı Uludur”
sözlerini bir an önce "Allahü Ekber"e dö- nüştüründe bizi
rahatlatın!... ”
Ticâni Şeyhi, Şeyh
Abdurrahman Balcı Efendi, rüyasında gördüğü Allah’ın Resulünün bu ifadelerini
müridânına aktarınca bütün tekke tam bir cezbeye gelerek "Allahu Ekber,
Allahu Ekber!" diyerek naralar atmaya başladı. Herkes tıpkı Sultan
Fatih’in fetih hadisini muhatap olduğu gibi, onlar da Re- sulüllah’ın ezan
müjdesine nail olmak için can atıyorlar ve herkes şeyhlerine ne yapılması
gerektiğini soruyordu.
Abdurrahman Balcı
Efendi, Tekkenin tam ortasına büyükçe bir Türkiye haritası koyarak müridânına
anlatmaya başladı...
"Bakınız
evlatlarım!..
Şimdi ülkemizin
dört bir tarafında ezanlar "Tanrı Uludur" diye okunuyor. Ne zaman ki
sizler gönüllü olarak bütün Türkiye’ye dağılır ve her vilayetin en büyük
camisinde, üstelik şerefelere çıkarak "Allahu Ekber" ezanının
okumaya başlarsanız ve bu uğurda her türlü meşakkate göğüs gererseniz; hatta
gerçek ezanı okuduğunuz için belki aylarca ve yıllarca hapiste çürütülürsünüz,
o da yetmez bu rejim sırf "Allahu Ekber" diye sürekli ezan
okuduğunuz için sizleri akıl hastanelerine, tımarhanelere delidir diye
gönderirler. İşte o zaman "ezan-ı Muhammedi kıyamı" yerine gelmiş
olur. Bu kıyam, Mekke’de ashab-ı kiram efendilerimizin "Mekke Dönemi"
hayatlarına çok benzeyecektir.
Onlar Kur’ân
okudukları için nasıl dövüldüler, yurtlarından sürüldüler, işkencelere tabi
tutuldular, o günün ma- pııshaeleri hücrelere ve derin kuyulara atıldılar,
kızgın güneş altında üzerlerine taşlar konularak günlerce bekletildilerse...
kayelerini
dinlediğinizde o günki yasak şartlan altında bu mücadelenin nasıl şanlı bir
şekilde yürütlüdüüne tanık olursunuz.
14 Mayıs 1950
Demokrat Parti iktidarı gerçekleştiğinde işte bu ezan delileri yine yurt
sathında mitingler organize ederek hükümetten Arapça ezan isteğinde
bulunmuşlardır.
Demokrat Parti'den
Başbakan ve yakınındaki 5-10 inançlı arkadaşı, Celal Bayar gibilerinin
muhalefet ve müdahalelerine rağmen Türkiye'nin Arapça ezana kavuşacağını,
camilerin ve minarelerin bu hasretinin dineceğinin müjdesini vermişlerdir.
Nihayet 16 Haziran
1950 tarihi, bütün bir Türkiye’de en gür sadalarla Arapça ezanın resmi kararla
camilerden ve minarelerden okunduğu tarihin adıdır.
İşte bu tarihte çok
olağanüstü olaylar meydana gelmiş, kimileri ağlamış, kimileri şükür secdelerine
kapanmış, kimileri tekbirlerle ve salavat-ı şerifelerle yürüyüş yapmış,
kimileri de o günün duygularını şiirleriyle ve yazılarıyla ebedileştirmiştir.
Böylesi bir
sevincin pay sahiplerinden Sebilürreşat sahibi Eşref Edib Beyefendi ile,
Sebilürraşat yazarlarından M. Raif Oğan Efendi’nin, Arapça ezanla ilgili duygu
ve düşüncelerini de bu bölümümüze tarihi bir hatıra olarak aktarmak istiyorum.
sonunda bunlarda
benim bizzat tesbit edebildiğim 52 kişi "ezan delisi” adı altında Bakırköy
Akıl Hastalıkları Merkezine gönderilmişlerdir. Ogünkü lisanla ifade edecek
olursak camilerimizde "Allahü Ekber" ezanının okuyanlar
"Tımarhane"ye kapatılmışlardır.
1949 yılına
gelindiğinde Şeyh Abdurrahman Efendi'nin Tekkesinde yeniden bir hareketlenme
başgöstermiş ve Abdurrahman Efendi önündeki haritaya bakarak her vilayetin kırmızı
işaretle doldurulduğunu görerek, "müjdeler olsun kardeşlerim! İslâm
ezanının Türkiye’mizin her yerinde tam 17 yıl süren bir mücadelenin sonunda
tamamlamış ve her vilayette ve ilçelerinde Arapça ezanı okumuş buluyoruz.
Bundan sonra Rabbımız gördüğüm rüya gereği en geç 1 yıl içersinde memleketimize
Arapça ezan okumayı lutfedecektir inşallah. Yalnız yine rüyamda gördüm ki
Arapça ezanın yasaklandığı Büyük Millet Meclisi'nde de Arapça ezanı, Meclis
oturumu anında okumasak bu Rabbani mücadele tamamlanmamış olacaktır.
Şimdi ben sizlere
soruyorum: TBMM (Ulus'taki) içersinde ezan-ı Muhammedî’yi okuyacka ve bu
uğurda başına gelebileceklere sabredecek olanınız var mı?
Ticâni Tekkesinde
bu suale hiç beklemeden ayağa kalkan iki yiğit insan cevab verir. "Ne olur
bizi TBMM’de Arapça ezan okumaktan mahrum etmeyin.
Bu insanlardan biri
1949 yılında TCDD Ankara Müdürlüğü, Kayaş İşletme Şefi olan Muhuddin Ertuğrul,
diğerid e Hasköy'lü Osman Yaz Efendi’dir.
Muhuddin Ertuğrul
Efendi ile Osman Yaz Efendi'nin 4 Şubat 1949 Cuma günü TBMM’deki Arapça ezan
okuyuşları gerçekten tarihe geçmiştir. Kitabımızda da onların ezan hi-
Nedir bu ses ki,
sonsuz büyüklüğü ilân eder, ve yürekleri hamiyetle dolu İslâm toplulukları onu
duyunca ibadet he- yecaniyle alınlarını hürmetle secdeye korlar!
Bu ses; telâtum-i
aheng-i uhravidir önünde
Olur şütûm-i garaz,
na’ra-i husumet, o meş’um
Sadâ-yı hırs-ı
beşer bir sukûn-i hürmete mahkûm
Verir hayat
ebediyette muhatazır bir ümmide...
Bu ses; maneviyat
ahenginin dalgalarıdır. Onun önünde garaz söğmeleri, düşmanlık nâraları,
insanlığın meş’um ihtiraslarından gelen şadalar, hepsi bir hürmet sessizliğine
mahkûm kalır, yani dünyanın kinleri nefretleri silinir gider. Ümitsizlikle
can çekişmeye, ebedî bir hayat sunar.
Bu (dini hak) ka
melekler durur bu sesle selâm
Bu sesle mağrib ü
maşrık, bu sesle ârz u semavât
Kılar ilâhına
ilâ-yı sûz ü sâz ü münacat
Bu sesle nûr-ı
kemâlât uçar fazâ-yı zalama.
Bu sesle, dini
hakka meleler selâma durur.
Bu sesle, mağrib ve
maşrık, arz ve semavat; Allahına havf ve rica ile münacatını yükseltir.
Bu sesle, Kemalâtın
nurları karanlıkların semasına uçar.
(Yani, batıl ve
butlanı yıkar, zulmetleri aydınlığına çevirir).
Bir ihtizaz-ı
teselli bulur bu seste eninler;
Bu ses hitab-ı
meâlî, bu ses hilab-ı uhuvvet Ki kâinatı kılar sâye-i felahına da’vet...
Türk milleti;
hasret çektiğine kavuştu. Yalnız minareler şehri İstanbul'un yüzlerce cami ve
mescidinden değil, Türkiye’nin her bucağındaki minarelerden sünneti seniyenin
bütün elfaz ve ibaratiyle, haşmet ve azametle semalara yükseltilmesi müyesser
oldu. Allah Teâlâ’nın müminlere tebşiri bununla da zahir oldu. Hâlik; hakkın
batılı yendiğini ve yeneceğini bize müjdelemişti. Hamdusenâlar ölsün!
Bu münasebetle
büyük şair üstad Faik Ali'nin 1 Nisan 315 tarihinde intişar etmiş bulunan
(Ezan) şiirini sa- hifelerimize geçiriyoruz.
Edip ve mütedeyyin
babanın hayırlı halefi o zamanın üs- lûbiyle ezanı vecd ve hudu' ile terennüm
eyliyor. Okuyuculara bu şiirle mübarek Ramazan’da bir edebî iftar vermiş
oluyoruz. Manzumenin bazı lügat ve terkiplerini de yeni neslimizin iyice
anlayabilmesi için açıklatıyoruz:
. Üstad "Faik
Ali"den
Nedir bu nağme ki
dinler huşû'i kalb ile ümmet,
Nedir bu ses ki
ider sermedi büyüklüğü ilâm.
Evet, nedir ki;
cemaat-i pürhamiyet-i İslâm
Olur, duyunca
cebinsûde-i ibadet ü hürmel
Bu ne İlâhî bir
musiki nağmesidir ki ümmet; onu yürekten bir tazim korkusu ile dinler!
EZÂN-I
MUHAMMEDİ’NİN LİSÂN I KUR’ÂN İLE
OKUNMASI ÜZERİNE (*)
El-hamdü li’llâh
ve'ş-şükrü li’llâh
Tekbîr edildi
yurdumda Allâh
Vicdan İmân olmuşdu
evvâh
İsm-i Hudâ'ya
hasretdi ervâh Şimdi demekde serbestçe efvâh Allâhu ekber Allâhu ekber
Rub' asırdır
Türkiye hâki
Özlerdi candan bu
nâm-ı pâki
Kalmışdı Türkün
çeşmânı bâkî
Her bir minâre
kalbendi şâkî
Geldi nihâyet
men'in helâki
Allâhu ekber Allâhu
ekber
Olmaz layiklik
imâna düşmân Onda gereklidir 'âsûde vicdân Zorlandı lâkin erbâb-ı İmân
Gördü ta’arruz
tekbîr u Kur'ân
Türkçe edildi
mecbûren ezân Allâhu ekber Allâhu ekber
’
Divan-ı Tâhirü'l-Mevlevî (2); F.S.T. 78, vr 40b-41 a, 262
Bilâd-ı rûm u Arap
dinler. Afrika, Cava dinler.
İnliyenler, bu
seste bir teselli ihtizazı bulur. Bu ses bir yükselişler hitabıdır. Bu ses bir
kardeşlik hitabıdır. Öyle bir ses ki kâinatı, kurtuluşa çağırıyor ve bu
çağırışı Rum ve Arap, Afrika, C^va... Bütün İslâm dünyası ümid ve feyizle
dinliyor.
Evet teveccüh
ederken bu ses cenap ve şimale
Hayır, bu duyduğumuz
şey ne ses, ne nağme, ne elhâm;
Bu bir şellâle-i
kudsiyedir ki hâk-i fenâdan Çıkar; fakat dökülür gaye-i semâ-yı kemâle...
Evet, bu ses
cenuba, şimale uzarken dünya ve âhiret için selâmeti müjdeleyişinde bütün İslâm
toplulukları ümid ile bağlanır. Çözülmez bir camianın kardeş fertleri olduğunu
anlarlar! Bu öyle bir şeydir ki, ne ses, ne nağme, ne de musiki makamlarının
tekrarıdır. Bu öyle bir mukaddes berrak çağlayandır ki bu fenâ âleminden
fışkırır, yükselir de kemâlin en yüksek gayesine dökülür. (Allahu ekber
velilâhilhamd).
Dört yüz elli
milyon kardeşimizle, İslâm'ın şanının beş vakitte dünyanın dört köşesinden
âleme ilân eden Ezanı Mu- hammedînin lâfızlarında dahi bir beraberliğe
erdiğimiz hayırlı günlerimizi gerçek bir bayram saymak yerindedir. Her Ramazanın
sonunda tek bayram varken, Allah'ın kudret ve azameti 1369 yılı Ramazanının
başlangıcını da bize bir sevinme bayramı yapmıştır. Nimete şükür; nimetlerin
çoğalmasına sebeptir. Allahın hayır ve bereketi müslüman Türk milleti ve bütün
din kardeşlerimiz üzerine olsun.
M. Raif Oğan
îsm-i azîmi Hak
zü'l-Celâlin
Zikriyle artık dini
makâlin
Vecd-âveridir rûh-ı
Bilâl’in
Tahvîl u ref i
keyfi dalâlin
Tevfiki bî-şek
Rabbü’l-Cemâlin
Allâhu ekber Allâhu
ekber
Etdi irâde fermân-ı
kudret
Oldu hükümet erkânı
âlet
Himmetleriyle
kalkdı şu bid’at
Asûde kaldı dîn u
şerî'at
Ecrin bulurlar ey
Tâhir elbet
Allâhu ekber Allâhu
ekber
1 Ramazan 1369
Tahirü’l Mevlevi
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
Ondört 'asırdır
Hakk'ın nidası Kur'ân diliydi 'âlî şadâsı Böyleydi şer'in hükm u kazâsı Yıkdı o
hükmü bir hayli ’âşî Oldu i'âde bak ibtidâsı Allâhu ekber Allâhu ekber
Kânûn yapıldı Hak
Tanrı oldu Bid'at çıkıp da sünnet bozuldu Allâh deyenler hapse konuldu Lâkin
zamânı geldi soruldu Fetret de gitdi şer'a uyuldu Allâhu ekber Allâhu ekber
Şâhib-i şerî'at
zât-ı Peygamber Duydu meserret rûhen o server Denmekde yerde Allâhu ekber
Gûşeylesinler gökde melekler Feyziyle oldu her yer münevver Allâhu ekber Allâhu
ekber
lar geçtikten ve
vaktile zaruri görülen tedbire artık ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar bu
sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder.
Şimdi meselenin
lâiklik ve vicdan hürriyeti bakımından halline sıra gelmiştir. Dini, siyasete
karıştırmak ve dini ibadetler âmme nizamına ve umumi âdaba aykırı olmamak şart
ile herkesin dini vecibe ve ibadetlerini serbestçe yerine getirebilmesi vicdan
hürriyeti ve lâiklik esası bu anlayışa göre tes- bit edilmiştir.
Diğer
inkılâplarımız gibi lâiklik esasının da muhafazası bugün için ancak prensiplere
bağlı kalmakla mümkündür. Halbuki umumî âdaba ve âmme nizamına hiçbir
aykırılık göstermeyen ezan meselesinde memnuniyetin devamı lâiklik prensibini
menfi cihetten zedelemek mânasını tazammun eder.
Tekrar edelim ki,
irticaa, taassuba, geriliğe karşı mücadeleyi ancak prensiplere sıkı sıkıya
bağlı kalmakla mümkün görüyoruz.
Bu izahımın
milletimize malolmuş inkılâplarımızın ta- mamiyle korunacağı mânasını
taşıdığını da ayrıca tafsile lüzum görmemekteyim.
Hükümet olarak ezan
meselesi hakkında görüşümüz bundan ibarettir. Ancak kanuni hükümlerle de
alâkalı olan bu meselenin gerek prensip, gerekse grubumuzca lüzum görüldüğü
takdirde kanunda değişiklik yapmak bakımından Meclis Grubumuza arzı ve
Grubumuzca alınacak karara göre hareket olunması pek tabiidir."
Bu beyanat, Halk
Partisi’nin enkazı arasında bir bomba tesiri yaptı. Onları allak bullak etti.
İnkılâbın temelleri yıkılıyor diye yaygaralara başladılar. Demek, lâiklik
nikahına bürünen bu adamlar din hürriyetine karşı düşman imişler. Bütün millet
DEMOKRAT PARTİ VE
EZAN MESELESİ:
Eşref
EDİB
Demokrat Parti'nin
tek başına kurduğu hükümet programında ezan meselesinden de bahsolunmadı.
Fakat Zafer gazetesi Başmuharririnin sorduğu bir sual üzerine Hükümet Reisi
Adnan Menderes mühim bir cevap verdi. Bu cevabı aynen der- cediyoruz:
"Her taassup
cemiyet hayatı için zararlı neticeler doğurur. Cemiyet hayatında esas
değişikliklerin yapılabilmesi evvelâ taassup zihniyetinin yıkılmasına
bağlıdır. Bu hakikatin iyice kavranmış olması neticesidir ki, Büyük Atatürk
bir takım hazırlayıcı ön inkılâplara başlarken taassup zihniyetiyle mücadele
etmek lüzumunu hissetmişti.
Ezanın Türkçe
okunması mecburiyeti de böyle bir zaruretin neticesi olarak kabul edilmelidir.
Zamanında çok lüzumlu olan bu mecburiyet ve tedbir diğer tedbirlerle birlikte
bugünün hür Türkiye'sine zemin hazırlamıştır.
Ezanın Türkçe
okunmasına mukabil cami içinde bütün ibadet ve duaların din dilinde olması
garip bir tezad teşkil eder gibi görünür. Bunun izahı arzettiğim gibi,
geçmişteki hâdiselerin hatırlanmasına ve taassup zihniyetine karşı mücadele
zaruretinin kabul olunmasına bağlıdır. Aradan bunca yıl-
kendilerine en çok
güvendikleri bir zamanda hâk ile yeksan eder. Ellerindeki kudret ve nüfuzu
alır. Bu hale düşürür. "Fe- kutıa dabirül kavmillezine zalemû"
Zülmedenlerin arkasını Allah böyle alır. Bu, ezelî ve ebedî bir kanunu
İlâhîdir.
Kara kara
düşünüyorsunuz. Ne vakit beyaz düşündünüz ki? Din düşmanlığı işte böyle bir
cehennemdir ki şimdi siz onun içinde böyle yanıp tutuşuyorsunuz. Daha çok yanıp
tutuşacaksınız. Bütün yakıp yıktığınız, tâlân ettiğiniz iman kaleleri yeniden
yapılacak. Siz onları gördükçe kara ve kızıl düşünceler içinde
kıvranacaksınız. Azabın en ağırını çekeceksiniz. Allah size bunları herkesi
gözü önünde çektirecek. iniltilerinizi yer, gök işitecek: "Tüylerim diken
diken oldu" diyorsunuz Olacak. Siz nasıl senelerce halkın tüylerini diken
diken yaptınızsa şimdi onların cezasını çekeceksiniz. Bu cezaları çekmek için
Allah sizi yaşatacak Allah işte zalimlerden böyle intikam alır.
Bakınız azap içinde
nasıl kıvranıyorlar! Zaman gazetesinin başmakalesinden:
"Başbakanın
beyanatı bizi dehşete düşürdü. Mareşalin cenaze töreninde azametini gördüğümüz
tekbirci kütleyi, yurdun dört köşesindeki benzerlerini sevinçlerinden
çıldırtmak için bundan daha güzel bir vaid olamaz... İnkılâp prensipleriyle
ilgili bir kararın değiştirilmesine asla taraftarlık edemeyiz. Vatandaşın
şapkayı seçmek hürriyeti yok mu? Eski yazının talik, sülüs, rık’a marifetlerine
ne buyurulur? Arapça ezanın metninin vicdan hürriyetiyle bir alâkası yoktur.
"Tanrı uludur" nidasını beğenmeyen içinden dudakları arasından
"Allahü ekber" desin. Bazı zümreleri memnun etmek için bu mesele
ortaya atılmıştır. Bu, ateşle oynamaktır." (Zaman, Akşam Postası-Nusret
Safa Coşkun).
Camilerde,
minarelerde "Allahü ekber" sadalarını işit-
bunu biliyordu.
Fakat şimdi bu husumetin ne kadar derin olduğunu yakinen görmüş olacak. İyi ki
Allah, milleti bunların elinden kurtardı, yoksa biraz daha geçseydi memlekette
ne din kalacaktı, ne iman. Komünistlerin istilâsına hacet kalmayacaktı. Maazallah
memleket içinden kızıllaştırılacaktı. Milletin, bu âkıbeti sezerek kendini tam
vaktinde felâketten kurtarması
anc^c bir tevfiki
İlâhidir.
1 _ ,Hürriyetin Ankara muhabirinin beyanına göre, Halk Par
tililer bu beyanat
karşısında kurşunla vurulmuşa dönmüşlerdir. Kara ve kızıl taassubun
”Ulus"daki şu yazılarına bakınız:
"Ezanın Arapça
okunacağını öğrendiğim bu sabahtanberi perişan bir halde olduğumu sizden neye
gizliyeyim? Etime bıçak saplansa bir damla kanım çıkmaz. Hükümet gazetesinin
Atatürk inkılâplarının bir taraftan didiklenmeye başlandığını teşhir eden büyük
manşetini gördüğüm andan itibaren içimi derin bir ümitsizlik kapladı.
Sabahtanberi kara kara düşünüyorum. Tüylerim diken diken oluyor."
(Ulus-Kemal Zeki Gençosman)
Allah sizi işte
böyle perişan edecek. Yıllarca siz milletin canına okudunuz. Kalbine hançerler
soktunuz. Allah dedi diye zindanlara attınız. Allahı, Peygamberi öğrenmekten
menettiniz. Allah da şimdi sizi bu hale düşürdü. Kanlarınızı şimdi böyle
içinize akıtınız. Yirmi küsur sene milletin dinini, imanını didiklediniz.
Moskof'ların yapamadığını yaptınız. Bu faziletli milletin imanını tamamiyle
yere seremediniz, nasıl oldu da canlandı diye kıyametler koparıyorsunuz. En
ferahlı bir zamanınızda azâbı İlâhî ansızın tepenize indi. Şimdi "içimizi
derin bir ümitsizlik kapladı" diyorsunuz. Evet, Allah sîzleri böyle
ümitsizliğe, yeis ve fütura düşürdü. "Feizahüm müb- lisûn." Bütün
zalimlerin âkıbeti böyledir. Allah onları böyle
Artık içinizden,
dudaklarınız arasından istediğinizi gevelemek sırası size geldi. İçinizde gayız
ve husumetle haşrolunuz.
Bazı zümreleri
memnun etmek için bu mesele ortaya atıldı, diyorsunuz. Evet, o zümre, sizden
başka, bütün millettir. Milletin gasbolunan haklarını, çiğnenen imanını,
yıkılan hürriyetini iade için bu mesele ortaya atılmıştır. Çünkü millet böyle
istiyor. Böyle yapılsın diye vekillerini seçti ve sizi alaşağı etti. Şimdi
ateşle oynayan asıl sizsiniz. Amma bütün put- haneler yıkıldı, ateşgedeler
harabezara döndü. Siz onların enkazı arasında yanıp tutuştukça etrafı ateş
içinde görüyorsunuz. Kahrınızdan yanınız, tutuşunuz. Millet ferah ve saadet
içinde yüzüyor. İçinizdeki ateşleri etrafa sıçratmaya çalışırsanız belânızı
bulursunuz. ' •
Halkçıların
profesör payesine çıkardıkları adamın şu saçmalarına da bakınız:
"Arapça ezana
dair bu beyanatı okuyunca içimden bir ürperme duyduğumuzu saklayamayacağız.
Demek ki Demokrat Parti icraata Arapça ezan okunmasına yeniden imkan vermekle
başlayacaktır. Orta çağın dini hurafelerinden temizlenmiş lâik bir zihniyete
karşı gelmektir bu." (Ulus-Yavuz Abadan)
Profesör kafasına
bakınız. Bu sakat kafanın düşüncelerini görünüz. Bir profesör nasıl böyle
düşünür? İnsan hayretler içinde kalır. Mabetlerde "Allahüekber"
diyenler zindanlardan çıkacak diye içinden ürperti duyan bu profesör kadar
hürriyet düşmanı bir insan tasavvur olunabilir mi? İnsan sıkılmadan nasıl
böyle içindeki husumeti meydana vurabilir? Onlar "Allahüekber"i
ebediyen mezara gömmüşlerdi. Hiç böyle bir gün geleceğini tasavvur
etmiyorlardı. Şimdi günahlarını affettirmek için bir tarafa sinip isimlerini
unutturmağa çalışacakları yerde sıkılmadan yine millet mukaddesatına dil
uzatmaktan geri durmuyorlar. Demek parçalanan vücutlarının
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
mek değil, tahayyül
etmek bile sizi dehşete düşürüyor, değil mi? Ya gürül gürül elli altmış bin
minareden Allahü ekber sa- daları yükseldiği zaman ne yapacaksınız? Zaten Allah
sizin kulaklarınızı tıkamış, gözlerinizi kör etmiş, kalblerinizi mühürlemiş,
sizi dalâlet çukurlarına yuvarlamıştır. "Tekbirci kütle” diye üç dört yüz
bin halkı ve Üniversite gençliğini ve memleketin bütün müslüman halkını tahkir
ediyorsunuz. Ediniz, ediniz. Elinizdeki bütün gayız ve husumetleri ortaya dökünüz.
Hepinize Moskova'dan nişanlar, madalyalar gelecek. Millet de sizin mahiyetinizi
daha iyi anlamış olacak.
Demek mabetlerde
"Allah” diyenleri zindanlara atmak inkılâp prensipi imiş! Öyle mi? İşte o
inkılâp bugün yıkılıyor. Hak ile yeksan ediliyor. Millet böyle kara ve kızıl
inkılâp istemiyor. İmanına uzanan elleri kırıyor, kalbine sokulan hançerleri
parçalıyor:
"Şapkayı
seçmek hürriyetimiz yok mu?" diyorsunuz. Şapkanız, silindiriniz için
hürriyet istiyorsunuz da milletin "Allah" demek hürriyetine neden
senelerce mâni oldunuz? Hâlâ da mâni olmak istiyorsunuz? İsterseniz silindirlerinizi
gece gündüz, başınızdan çıkarmayınız. Yalnız siz milletin dininden, imanından
elinizi çekiniz.
Ezanı menetmenin
vicdan hürriyetiyle alâkası yok mu? Siz hem milletin kalbine hançer
sokuyorsunuz, hem de iyi bir- şey yaptığınızı söylüyorsunuz. Tıpkı Yahudiler
gibi konuşuyorsunuz. "Allahü ekber" diyenleri zindanlara atmak kadar
vicdan hürriyetine aykırı ne olabilir? Moskof diyarında, kızıllar memleketinde
bile şenaatin bu derecesi yoktur. "Ulu"yu beğenmeyen içinden
dudakları arasından Allahü ekber desin, diyorsunuz. Zülmun bu derecesi
engizisyon devrinde bile görülmemiştir. Allahın inayetiyle millet hürriyetine
kavuştu.
zınızdan
çatlıyacaksınız. Allah size bu azabı çektirecektir. Bundan kurtuluş yoktur.
Ulus'un diğer bir
yamak muharriri de şöyle diyor.
"Arapça ezan
Atatürk’ün inkılâp binasında bir gedik açar ve eza verir."
"Allahüekber"
sadası size eza verir mi küçük bey? Bu memlekette yaşayan on sekiz milyon halk
Müslümandır. Bu halkın dini, dini İslâmdır. Minarelerinde Alahüekber sadası
yükselecektir. Bu, size eza veriyorsa Moskova'ya gidebilirsiniz. Orada kızıl
çan seslerini işitirseniz, içiniz ferahlar.
Atatürk’ü ne
karıştırıyorsunuz? Sizin Atatürkçülüğünüz sahih midir sanki? Onu âlet etmekle
batılı yürüteceğinizi mi sanıyorsunuz. Artık o devirler geçti. Eğer siz hakikî
Atatürkçü iseniz, Atatürk’ün hep yaptığını kabul ediyorsanız, sahte Atatürkçü
değilseniz şuna cevap veriniz:
Atatürk
Farmasonluğu ilga etmişti. Şimdi Farmason ocakları yeniden zehirli dumanlarıyle
âfâkı kaplayınca neye ses çıkarmadınız? Çıkarmıyorsunuz?
Mademki Atatürk’ün
her yaptığı iyidir, buna neden sustunuz? Bâtıl makîsünaleyh olamaz. Bâtılın
bâtıl olduğu anlaşılınca o, bertaraf olur. Her şey millet içindir. Milletin
arzu ve iradesine hiçbir şahıs, hiçbir düşünce, hiçbir şey hâkim olamaz.
Millet her şeyden üstündür. Millet arzu ve iradesine boyun eğmek herkesin
borcudur. Allahüekber sadasını işitmek istemeyen de Karadenizin öbür tarafına
geçmekte serbesttir.
Siz Atatürk’ü neden
din düşmanı gibi göstermek istiyorsunuz? Arapça ezan vaktiyle camilerden,
minarelerden ne maksatla kaldırıldıysa kaldırılmış. Şimdi bunun yanlış bir iş
olduğu anlaşılmış. Tekrar iade ediliyor. Atatürk de bugün sağ olsaydı milletin
bu arzu ve iradesini yerine getirmekle mükellef
debelenen
her zerresinden din husumeti fışkırtıyor. Kur'ân diliyle ezan okunmasına
yeniden imkân verdiğinden dolayı hükümete çatıyorlar. İşte senelerce milleti
idare eden bu adamların hürriyeti, demokrasiyi nasıl anladıklarını görünüz.
Bunların kafaları orta çağın engizisyon hurafeleriyle doludur. Onlar vicdan
hürriyetine karşı reva gördükleri zulüm ve işkenceleri böyle lâiklik maskesini
takınarak yaptılar. Millet ve . şimdi
onları temizledi. Orta çağın engizisyon hurafelerinden ve
zulümlerinden
temizlenmiş lâik bir zihniyet inşalah bundan sonra teessüs edecek.
Bir de şu Farmason
sözüne bakınız:
"İnkılâplarımız
muâsır medeniyet yapımızın kilit taşlarıdır. Onlardan herhangi birini çekip
çıkarmanın tabiat kanunlarına uygun bir reaksiyonla diğerlerini de
sarsabileceği daima uykularımızı kaçıran bir ihtimaldir" (Ulus-Feridun
Osman Menteşeoğlu).
Daha çok
uykularınız kaçacak, Yirmi yedi sene milletin uykusunu kaçırdınız. Onun dinine,
imanına tasallut ettiniz. Şimdi o, hürriyetine kavuşuyor diye uykularınız
kaçıyor, öyle mi? Muâsır medeniyet dediğiniz şey, din ve vicdan hürriyetine
karşı gelmek midir? Allah diyenleri zindanlara atmak mıdır? Böyle medeniyet
telâkkisi ancak komünistlere mahsustur. Ondan başka dünyanın hiçbir yerinde din
ve vicdan hürriyetine karşı bu derece şeni bir tecavüz yoktur. Yirmi yedi sene
milletin hürriyetini kilitlediniz. Göğsündeki imana el uzattınız Mabetlere
kadar tecavüz ettiniz. Şahadet getiren ağızlara kilit vurdunuz. Medeniyet
yapınız bu muydu? işte şimdi bu yapınız, bu zulüm binanız yıkılıyor. Millet bu
zulüm binasını parça parça ediyor. Daha çok uykularınız kaçacaktır. Gözünüz
önünde millet hürriyetine kavuşacaktır. Gürül gürül minarelerden Allahüekber
sadaları yükselecektir. Siz de kininizden, gay-
tâdiller,
tasfiyeler yapmağa kalkılamaz. Bu yapıldığı takdirde bunların nereye varacağı
kestirilemez. Ezan hakkındaki bu karar* inkılâp âbidesinin altından bu tuğla
çekilmesine ve bütün mihrak temelinin sarsılmasına benzer. Son seçimlerde
arapça ezan hususunda seçmenlerimiz bize de büyük tazyikler yaptılar. Fakat
seçimi kaybetmek bahasına olsa da biz onlara müsbet cevap vermedik."
Vallahi bu adamlar
çılgına dönmüşler. Allah onları serseme çevirmiş. Böyle söyletiyor. Millet
onlardan yüz çevirmişti. Şimdi bu sözlerini işittikçe ne kadar isabet etmiş olduğunu
daha iyi anlıyor. Millete, milletin arzu ve iradesine karşı geldiklerini nasıl
itiraf ediyorlar! Bu ezan meselesi onları çıldırtacak hale getirdi.
"Allahüekber" düşmanlığı iliklerine kadar işlemiş. Milletin bu
hususta kendilerine tazyik yaptığını, fakat bu tazyıka rağmen seçimi bile
kaybetmeği göze alacak kadar kara ve kızıl taassup gayyasına düştüklerini
söylemek çılgınlıktan başka bir şey değildir! Allah onların akıllarını almış,
kulaklarını sağır yapmış, gözlerini kör etmiş, kalblerini mühürlemiş! Şimdi
böyle deli deli söyleniyorlar.
Gazete muhabirleri
onlara çok güzel bir cevap vermişler. Demişler ki:
— O halde bütün
vilâyetlerde birer miting tertip edin. Bu kararı protesto edin.
Bu çok makul teklif
karşısında şaşırmışlar.
— Ya öyle mi?
demişler. Bunu yapalım da 954 seçimini de kayıp mı edelim?
Aman yarabbi, bu
adamların düşüncesine bakınız, yirmi yedi sene milletin dinine, imamına
musallat olan bu adamların sakat kafasına bakınız. Yahu bu milletin dininden,
imanından ne istersiniz? Siz mintarafişşeytan sittin sene bu milletin ba-
olurdu, değil mi?
Demokrasi devri geldiğinden sizin haberiniz yok mu?
“Milliyet gazetesi
diyor ki:
“Mustafa Kemal,
bazılarının çok yanlış olarak zannettiği gibi, din düşmanı değildi, lâikti. Din
ıslahatçısı da değildi. Ezanın Türkçe okunmasını istemekle bir reform
hareketine girişmiş değildi.
b
"Ezan, ne
karşısında dini istiğrak duyulan bir âyeti kerime, yahut herhangi bir içtimai
akide telkin eden bir hadisi şerif değildir. Türkçe okunursa cami daha
kalabalık olur.” (Milliyet-Ali Naci Karacan)
Mademki öyle imiş,
ezanın Kur’ân diliyle okunmasının Atatürk inkılâbına ne zararı var?
Ezanın âyet mi,
hadis mi, ne olduğunu herkes biliyor. Ezanı Peygamberimiz böylece takrir etmiş
ve mescidi saadette ilk ezan böyle okunmuş ve bütün İslâm dünyasında bin üç yüz
küsur sene hep böyle okunmuştur. Yüzlerce milyon Müslüman ezandan, Allahüekber
sadasından en büyük bir dinî istiğrak duyuyor. Buna ne hakla mâni oluyorsunuz?
Mesele şudur: Demokrasi devrinde halkın mukaddesatına, ibadetine müdahale etmeğe,
Allahüekber diyenleri zindanlara atmağa hakkımız var mı, yok mu? Demokrasi
devrinde, lâiklik iddiasında bulunan bir idarenin ceza kanunlarında böyle bir
şey bulunması bütün dünya nazarında bir zül değil midir? Hükümet bunu bertaraf
ediyorsa takdire mazhar olmak icabetmez mi?
Son Saat ve Vatan
gazetelerinin Ankara muhabirleri de Ankara’daki Halk Partisi mahfillerinin
fikirlerini şu suretle naklediyorlar:
“Halk Partisi bu
beyanatı “inkılâba ihanet" telâkki etmektedir. Diyorlar ki: Atatürk
inkılâbı bir küldür. Bunda
Son Telgraf diyor
ki:
“Atatürk
inkılâpları bir bütündür. Bu bütünün bir halkası koparıldı mı ötekiler de
birbirini koparır. Medrese, türbe, tekke, Arap harfi, arapça tedrisat... gelir.
Bir din dili kabul edilirse arkasından din dilini öğretmek ihtiyacı gelir.
Kur'ân-ı Kerim okuyabilmek için Arap harfi ye arapçayı okuyup yazmak gerekmez
mi?” (Son Telgraf-Ethem İzzet Benice).
Mantığa bakınız.
Din hürriyeti gelecek diye, Kur’ân okunup yazılması kolaylaşacak diye
kederlerinden çıldıracaklar. Hıristiyanların, Yahudilerin din dili kabul
ediliyor da Müslümanların din dilinin kabulüne neye bu kadar sinirleniyorlar?
Artık din dili, Kur'ân lisanı, Kur'ân yazısı, Kur'ân harfi ebediyen mezara
gömüldü mü, zannediyorlar? Kur'ân yaşıyor. Kur'ân dili ile camilerde ezan
okuyanların zindanlara atılma devri artık ebediyen tarihin kara ve kızıl
gayyasına gömülüyor. Bundan sonra inşallah Kur’ân dili serbest olacaktır.
Kur'ân diliyle minarelerde gürül gürül ezanlar okunacaktır, demokrasiye, lâikliğe
karşı gelen zincirler kırılacaktır. Son Telgraf türbeleri daha evvel
açıldığından, mekteplerde dini tedrisatın başladığından ilâhiyet diye din
müesseselerinin açıldığından haberi yok mu? Onlar inkılâp halkalarını
koparmadı mı? Milletin arzu ve iradesine karşı hiçbir halka, hiçbir zincir
yoktur. Millet bütün bu zincirleri kıracak, hakiki lâikliği, hakiki demokrasiyi
kuracaktır.
Bu da Vatan'ın
mütalâası:
"Arapça ezanı
yasak eden kanunun kalkmasını bekleriz. Yalnız "din lisanı" tabiri
kullanılmasına aklımız ermedi. Bunun bir sehiv olduğunu farzediyoruz. kanun
kalktıktan sonra isteyen Arapça okuyacaktır. Fakat biz öyle sanıyoruz ki bu
serbestiye rağmen kendi ana dilini kullanmağı tercih edenler çok olacaktır."
(Vatan-Ahmet Emin Yalman)
şına belâ mı kesildiniz.
Yıkılıp gittiniz, hâlâ bir gün yine milletin canına okuyacağınızı tevehhüm
ediyorsunuz. Artık sizin için ebediyen bu diyarda tecebbür ve tahakküm devri
gelmeyecektir. Buna emin olabilirsiniz. Millet bir daha böyle zillet ve
esarete düşmeyecektir.
Yine muhabirlerin
beyanına göre, Demokratlar da di- yoılarmış ki:
— Halk Partisi,
halka gösteriş için türbeleri açtı, mekteplere din derslerini kabul etti.
Bunlar Atatürk inkılâbına ihanet değil de Kur'ân diliyle ean okuyanlar
hakkında ki cezanın kaldırılması neden Atatürk inkılâbına ihanet oluyor?
Gayet doğru, gayet
makul bir sual. Buna ne derler? Biz de bir sual ilâve edelim: Atatürk farmason
localarını kapattı. Sonra Halk Partisi bu farmasonların tekrar teşekkülüne ve
faaliyetlerine müsaade etti. Bu, Atatürk inkılâbına ihanet değil mi?
Halk Partililer bu
ezan meselesine neye bu kadar ehemmiyet veriyorlar? Ezan, inkılâp kalesinin
temel taşı imiş! Bu yıkılırsa herşey altüst olacakmış! Demek din üzerindeki baskıların
temeli ezan oluyor. Onun için onlar ezanı menetmişler. Demek mesele, Başbakanın
gösterdiği esbabı mucibe kadar basit değil. O halde Demokratlar inkılâp
kalesinin temellerini mi yıkıyorlar? İnkılâp kalesi bu kadar çürük mü? Bunların
aklı varsa inkılâp lâfını hiç karıştırmasalar iyi ederler. Çünkü bu, olacaktır.
Muhakkak olacaktır. Kur’ân diliyle ezanlar memleketin her tarafında, elli
altmış bin minarede okunacaktır. Hem günde beş defa okunacaktır. İlâmaşallah
okunacaktır. Millet bunu istemiştir. Milletvekilleri de buna söz vermiştir.
Hükümet de milletin bu arzu ve iradesini yerine getirmek şerefini kazanacaktır.
Demokrat Parti
erkânının dedikleri gibi yapılan inkılâp, demokrasi inkılâbı büyüktür. Halk
Partililerin kafaları bu inkılâbın büüklüğünü takdir edecek âsude bir hale
henüz gelmedi.
Her ne ise, biz
şimdi bu hâdisenin esbabı mucibesi üzerinde durmayacağız, bunu başka bir zaman
bahis mevzuu ederiz. Her ne maksatla olursa olsun, bugün hükümet milletin arzu
ve iradesini yerine getirmeye himmet ediyor. Bu, cidden takdire şayandır.
İnşallah bütün
dünyaya karşı bizi pek hacil bir mevkide bulunduran bu ceza kalkar da
memleketimizde din hürriyeti yolunda güzel bir adım atılmış olur.
Kur’ân diliyle ezan
okuduğu için ilk mahkûm olan zatın mahkûmiyet kararını tasdik için o zamanki
Halk Partisi erkânı bu meseleye çok ehemmiyet vermişti. Fakat henüz kanun çıkmadığı
için bu mahkûmiyet hususî bir emre istanat ettiği vc Anayasaya aykırı olduğu
için Temyiz Mahkemesi buhükmü nakzetmişti. Bu nakz şerefi de hatırınızda
kaldığına göre, o zaman ceza dairesinde bulunan faziletli ve cesaretli Halil
Öz- yörük’e nasip olmuştu. Allah'ın lütuf ve tecellisine bakınız ki Kur'ân
diliyle ezan okuyanlar hakkmdaki cezanın kaldırılması da onun Adliye Bakanlığı
zamanına tesadüf ediyor. Bu, büyük İlâhî bir mazhariyettir, inşallah din
hürriyetini köstekleyen bütün antidemokratik kanunlar onun zamanında
kaldırılacaktır.
Ezanın Türkçe
tercümesi doğru olup olmadığına gelince, bunun doğru olmadığı ötedenberi malûm
bir keyfiyettir. Fakat kara ve kızıl taassubun diğer hürriyetlere olduğu gibi
lâiklik nikahı altında dine karşı baskıları devam ettiği müddetçe kimse bu
hususta söz söylemeye, ilmi ve lisani bir tenkid bile yapmaya cesaret
edemiyordu. Büyük mücadelelerde memleketimizde hakiki demokrasi gelince din
üzerindeki bu baskının da daha fazla
Bir "din
lisanı" olduğuna niçin aklınız ermiyor Ahmet Emin Bey? Yahudilerin
havralarda, Hıristiyanların kiliselerde ibadet ettikleri din lisanı yok mu?
Yahudiler, Hıristiyanlar Türkçe mi ibadet ediyorlar? Türklerin dini dini îslâm
olduğu, kitapları Kur’ân olduğu, namazlarını bu dil ile yaptıklarını, binaenaleyh
bir din lisanları olduğunu bilmiyor musunuz? Bir din lisanı olduğu bir sehiv
değil, bir hakikattir.
Kur'ân diliyle ezan
okuyanlar hakkında cezanın kalktıktan sonra da yine "yoktur tapacak"
diye ezan okuyacakların çok olacağını söylüyorsunuz. Göreceğiz bakalım, sizin
dediğinizi yapacak tekbir Müslüman, bir mümin müezzin çıkacak mı? Hiç
üzülmeyiniz, bütün Türkiye’deki minarelerde "Al- lahüekber" den
"Lâilâheillâllah" dan başka bir şey işitmeyeceksiniz. Kur'ân diline
arka çeviren, ihanet eden hiçbir münafık müezzin görmeyeceksiniz.
Başbakanın
beyanatına gelince, ezanın evvelce me- nedilmesine dair gösterdiği esbabı
mucibenin mânasını biz anlayamadık. Taassup zihniyetini kırmak için mi
Müslümanların ibadetlerine müdahale edilmişti. Bunun için mi Allahü ekber diyenler
zindanlara atılmıştı? Bir müddet böyle gittikten, Müslümanların dinlerine
sarılmaktaki taassubu bertaraf olduktan sonra ezanın tekrar yine Kur'ân diliyle
okunmasına müsaade edilmek üzere mi menedilmişti? Bu mesele, bu kadar basit olmasa
gerek. Başbakan bu işi hal için bir tevil yolu aramış. Amma bu hususta güçlük
çektiği meydanda.
Bu mesele, öyle
alelâde taassup zihniyetini kırmak için Müslümanlara tarhedilmiş hafif bir
cezadan ibare değildir. Bunun manası çok büyüktü. Halk Partililer bunun
manasını biliyorlar. Bilhassa Saraçoğlu bunun manasını herkesten ziyade iyi
bilir. Amma zamanlar değişti. Nasılsa millet, iradesine sahip oldu da
istediğini yapacak, yaptıracak milletvekilleri gönderdi.
fızları cürmü
meşhud ile suçlandırırken, minarelerde ve camilerde Arapça ezan ve kamet
okunmasını da menederek müezzinleri hemen alelâcele yanlış olarak tercüme
ettirdikleri Türkçe ezan okumağa mecbur etmişlerdi. Mahkemelerin eva- miri
hükümete muhalif diye verdikleri cezaları Temyiz mahkemesi kanunsuz olduğundan
bozmakta devam edince Adliye Vekâleti bundan bahisle bu babda bir kanun maddesi
konması lüzumunu ileri sürdü, bunun üzerine ceza kanununun 526’ncı maddesine şu
fıkra ilave okundu.
"Arapça ezan
ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya
kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar."
Hükümetin, bir
taraftan lâik olduğunu iddia ederken, diğer taraftan din işlerine karışması,
meselâ işte bu ezan meselesindeki müdahalesi o kadar yersizdi ki, dünyanın
hiçbir yerinde, hiçbir hukukçu yoktur ki bunu havsalasına sığdırabilsin. Lâik
bir hükümet tamamiyle bir din işi olan milletin ezap okumasına ne karışır?
"Allahu Ekber" demiyeceksin, "Tanrı uludur" diyeceksin.
"Lâilâhe illâllah" demiyeceksin. Eğer minarede, yahut camide namaza
başlarken "Allahu ekber, Lâilâhe illâllah" diyecek olursan hapisaneyi
boylayacaksın. Bu lâiklik midir? Vicdan hürriyeti bu mudur? Demokrasi buna mı
derler?
Görülüyor ki kara
ve kızıl taassup devrinde dine karşı bitaraf bir vaziyet yoktu. Kim dinin
inkişafına müteallik bir meseleden bahsedecek olsa hemen "dini siyasete
âlet ediyorsun" diye muateb oluyordu. Amma dine karşı en pervasız tecavüzlerde
bulunanlara karşı "dinsizliği siyasete âlet ediyorsun" denilmiyordu.
Vicdan hürriyeti, lâiklik, demokrasi bu mu?
Bugün Diyanet
Riyasetine bu hususta mühim bir vazife terettüp ediyor: Yalnız bu ezan meselesi
değil, vicdan hürriyetini, dini inkişafı köstekleyen ne kadar kanunlar, kararlar
devam edemeyeceği
tabii idi. Artık lâiklik nikabı altında uzun seneler dine karşı reva görülen ve
demokrasi esaslarına hiçbir veçhile uymayan haksız muamelelerin bertaraf
edilmesi zaruri idi. Binaenaleyh ezan meselesinin de bahis mevzuu edilmesini pek
tabii görmek icabetmez mi? Başbakanın bu meseleyi niçin ortaya attığını
soranlara deriz ki, artık dine karşı olan bu zulme milletin daha ziyade
tahammülü kalmamıştır. Onun için hükümet müstacelen bunu bertaraf etmeğe karar
vermiştir.
Ezan tercümesinin
ne kadar yanlış olduğunu birkaç kelime ile izah edelim: "Lâilâhe
illâllah” kelimei tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" diye
tercümenin hiç de doğru olmadığı meydandadır. İslâm meselelerinde en derin
tetkik ve tahkikik ile temayüz eden Diyanet Reisi üstad Prof. Hamdi Akseki,
ibadein felsefesine ait kıymetli yazılarında bilhassa bu noktaya çok ehemmiyet
vermişlerdi. "Allah" ile "İlâh" arasında mühim fark
bulunduğunu, "Tanrı"nın "Allah" demek olmadığını, tapmak
ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk
manası anlaşıldığından bunları ‘"puta tapmak, haça tapmak" gibi
yerlerde kullandığımızı izah etmişlerdi. Bunun gibi, ezanın diğer parçalarının
da yanlış olduğu meydandadır.
Esasen Kur'ân
diliyle ezanın aslı dururken bunun tercümesine ne lüzum var? Dört yüz elli
milyon Müslüman milletlerin yüz binlerce minarelerinde ezan hep bir dilde,
yalnız Kur’ân diliyle okunurken ve bu, İslâm vahdetinin en mühim bir noktası
iken biz niçin bunun menetmişiz? Niçin "Lâilâhe illâllah" kelimei
tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" gibi acayip bir şekle
sokmuşuz? İnkılâp hastalığına tutulan kara ve kızıl taassup, sorusuz sorgusuz
hüküm yürüttükleri dalâlet ve istibdat devrinde, diğer hürriyetlere koydukları
bağlar gibi vicdan hürriyetine de el uzatmışlar, camilerde Kur'ân talim eden
ha-
fızları cürmü
meşhud ile suçlandırırken, minarelerde ve ca
milerde Arapça ezan
ve kamet okunmasını da menederek müezzinleri hemen alelacele yanlış olarak
tercüme ettirdikleri Türkçe ezan okumağa mecbur etmişlerdi. Mahkemelerin eva-
miri hükümete muhalif diye verdikleri cezaları Temyiz mahkemesi kanunsuz
olduğundan bozmakta devam edince Adliye
Vekâleti bundan
bahisle bu babda bir kanun maddesi konması lüzumunu ileri sürdü, bunun üzerine
ceza kanununun 526’ncı maddesine şu fıkra ilave okundu.
"Arapça ezan
ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya
kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar."
Hükümetin, bir
taraftan lâik olduğunu iddia ederken, diğer taraftan din işlerine karışması,
meselâ işte bu ezan meselesindeki müdahalesi o kadar yersizdi ki, dünyanın
hiçbir yerinde, hiçbir hukukçu yoktur ki bunu havsalasına sığdırabilsin. Lâik
bir hükümet tamamiyle bir din işi olan milletin ezap okumasına ne karışır?
"Allahu Ekber" demiyeceksin, "Tanrı uludur" diyeceksin.
"Lâilâhe illâllah" demiyeceksin. Eğer minarede, yahut camide namaza
başlarken "Allahu ekber, Lâilâhe illâllah" diyecek olursan hapisaneyi
boylayacaksın. Bu lâiklik midir? Vicdan hürriyeti bu mudur? Demokrasi buna mı
derler?
Görülüyor ki kara
ve kızıl taassup devrinde dine karşı bitaraf bir vaziyet yoktu. Kim dinin
inkişafına müteallik bir meseleden bahsedecek olsa hemen "dini siyasete
âlet ediyorsun" diye muateb oluyordu. Amma dine karşı en pervasız tecavüzlerde
bulunanlara karşı "dinsizliği siyasete âlet ediyorsun" denilmiyordu.
Vicdan hürriyeti, lâiklik, demokrasi bu mu?
Bugün Diyanet
Riyasetine bu hususta mühim bir vazife terettüp ediyor: Yalnız bu ezan meselesi
değil, vicdan hürriyetini, dini inkişafı köstekleyen ne kadar kanunlar,
kararlar
182
devam edemeyeceği
tabii idi. Artık lâiklik nikabı altında uzun seneler dine karşı reva görülen ve
demokrasi esaslarına hiçbir veçhile uymayan haksız muamelelerin bertaraf
edilmesi zaruri idi. Binaenaleyh ezan meselesinin de bahis mevzuu edilmesini
pek tabii görmek icabetmez mi? Başbakanın bu meseleyi niçin ortaya attığını
soranlara deriz ki, artık dine karşı olan bu zulme milletin daha ziyade
tahammülü kalmamıştır. Onun için hükümet müstacelen bunu bertaraf etmeğe karar
vermiştir.
Ezan tercümesinin
ne kadar yanlış olduğunu birkaç kelime ile izah edelim: "Lâilâhe
illâllah" kelimei tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak"
diye tercümenin hiç de doğru olmadığı meydandadır. İslâm meselelerinde en
derin tetkik ve tahkikik ile temayüz eden Diyanet Reisi üstad Prof. Hamdi Akseki,
ibadein felsefesine ait kıymetli yazılarında bilhassa bu noktaya çok ehemmiyet
vermişlerdi. "Allah" ile "İlâh" arasında mühim fark
bulunduğunu, "Tanrı"nın "Allah" demek olmadığını, tapmak ve
tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası
anlaşıldığından bunları ’"pııta tapmak, haça tapmak" gibi yerlerde
kullandığımızı izah etmişlerdi. Bunun gibi, ezanın diğer parçalarının da
yanlış olduğu meydandadır.
Esasen Kur'ân
diliyle ezanın aslı dururken bunun tercümesine ne lüzum var? Dört yüz elli
milyon Müslüman milletlerin yüz binlerce minarelerinde ezan hep bir dilde,
yalnız Kur’ân diliyle okunurken ve bu, îslâm vahdetinin en mühim bir noktası
iken biz niçin bunun menetmişiz? Niçin "Lâilâhe illâllah" kelimei
tevhidini "Tanrıdan başka yoktur tapacak" gibi acayip bir şekle
sokmuşuz? İnkılâp hastalığına tutulan kara ve kızıl taassup, sorusuz sorgusuz
hüküm yürüttükleri dalâlet ve istibdat devrinde, diğer hürriyetlere koydukları
bağlar gibi vicdan hürriyetine de el uzatmışlar, camilerde Kur'ân talim eden
ha-
O sabah Medine'deki
bütün Müslümanlar büyük bir dini heyecen içinde uykularından uyanarak Mescidî
Saadete koştular. Ezanı işiten Hazreti Ömer koşa koşa geldi.
— Ya Resulallah,
dedi. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah hakkiçün Bilâl'in
söylediklerini rüyamda gördüm:
Müteaddit ashab da
aynı rüyayı gördüklerini gelip Hazreti Peygambere haber verdiler. Bundan sonra
Mescidi Şerifin arka tarafında ezan okunmak için hususî bir yer yapıldı. O günden
bugüne kadar 1370 senedir bütün dünyadaki minarelerde günde beş defa aynı
lisanla, aynı kelimelerle ezanı Şerif okunmaktadır.
Sabah namazlarında
söylenilen "Essalâtü hayrün mi- nennevm" cümlesi ise bir sabah
Hazreti Bilâl tarafından Hücrei Saadet önünde irad olunmuş ve Resulü Ekrem'in
emriyle sabah ezanlarına ilave olunmuştur.
Görülüyor ki ezan,
tamamiyle ibadete müteallik dini bir iştir. Buna hiç kimsenin karışmağa hak ve
salâhiyeti yoktur. Bin üç yüz küsur senedenberi bütün dünyadaki Müslümanlar,
bunu Peygamberimiz zamanında okunduğu veçhile Kur'ân diliyle okurlar. Bu,
İslâm vahdetinin en büyük sembolüdür. Her millet, bunu kendi lisanına tercüme
etmeğe kalkışırsa bu vahdet parçalanır. Her Müslüman "Lâ ilâhe illâllah",
Muhammedün Resulullah" derken bütün ruhile iman zevkini duyar. Bunun yerine
"Tanrıdan başka yoktur tapacak. Tanrının elçesidir Mu- hammed"
demekle hangi Müslüman var ki o zevki duyabilsin? Bu, Müslümanların iman ve
itikatlariyle alay etmekten başka bir şey değildir. İşte din hürriyetine karşı
olan bu tecavüzü kaldıracağını beyan etmekle hükümet çok müstacel olan bu vazifeyi
ifa etmiştir. Bu itibarla hükümeti tebrik ederiz. Allah böyle bütün hayırlı
icraatında muvaffak etsin.
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
varsa hepsini
toplayıp bunların bertaraf edilmesi için ait olduğu makama bir lâyiha
vermelidir. Madem ki antidemokratik kanunlar kaldırılacaktır, bunlar arasında
din hürriyetini köstekleyen bütün kanunlar da bertaraf edilmek icap eder.
Bu münasebetle ezanın
tarihçesi hakkında da birkaç söz söylemek muvafık olur. Namaz, Müslümanlara
daha hidayette farz olmuştu. Mekkede bazan cemaatle, ekseriya da münferiden
kılınıyordu ve namaz vakti gelince Müslümanlar hususî surette camie davet
olunurdu. İslâma düşman olan müşrikerden çe- kinildiği için minarelerden ezan
okunmak suretiyle Müslümanlar açıkça camie davet olunamıyordu. Medine'ye
hicretten sonra İslâm düşmanlarından çekinmek endişesi bertaraf olunca namaza
davet meselesini halletmek üzere Hazreti Peygamberin huzurunda bir meşveret
meclisi aktolundu. Muhtelif tekliflerde bulunuldu. Resuli Ekrem, bunların hiç
birini beğenmedi. O sırada ashabı kiramdan Abdullah B. Zeyd Hazretleri
gördükleri bir rüyayı Hazreti Peygambere arzetti. Rüyada "Allahu Ekber
Allahu Ekber. Eşhedü en lâilâhe illâllah. Eşhedü enne Mu- hammeden
Resulüllah..diye ezan aynen kendisine talim olunmuştu. Hazreti Peygamber:
— İnşallah hak
rüyadır, dedi. İşittiğin kelimeleri aynen Bilâle öğret! Onun sesi senden ziyade
olduğu gibi güzeldir de. Aynen bu kelimelerle ezan okusun.
Bu hususta vahyi
İlâhi de gelmiş olduğunu beyan buyurdular. Bunun üziren, sesi çok gür ve çok
yanık olan Habeşli Bilâl ezanı Abdullah b. Zeydden öğrendi ve Mescidi Şerif civarında
bulunan yüksekçe bir evin damına çıkarak ilk defa olarak sabah ezanını okudu:
"Allahu Ekber,
Allahu Ekber, Eşhedü en lâ ilâhe illâllah. Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah.
Hayyalesselâh. Ha- yalelfelâh. Allahu Ekber. Allahu Ekber, lâilâhe
illâllah."
Başbakan Adnan
Menderes’in "Ezanın Kur'ân dili ile okunması mevzuu" üzerindeki
beyanatının geniş akisler yaptığı görülmektedir. Bunu antidemokratik bir
manianın tashihi suretinde kabul edenler karşısında, böyle bir ıslahın iricaî
bir hareket ve inkılâp hamlelerine aykırılık olacağını iddia edenler de var. Şu
vaziyetler karşısında işin hem dünya mevzuatı, hem din ve imanın esaslarına
taallûku bakımından tahkikine geçmeği uygun buldum:
Fer’i mevzuatın
esas teşkilât kanununa mutabakatine dikkat olunmak ezlemdir. Böyle olunca,
tâli kanun ve nizamlara aslın hükümlerini ihlâl veya ihmal eyliyen cihetlerin
de tarafsız ilim ve hukuk gözü ile incelenerek aradaki tearuz ve tenakuzların
yine kanun yolu ile kaldırılmasında acele edilmek zaruridir. Meselâ: mevcut
Memurin Kanunun antidemokratik olması itibariyle tashih ve tadili nasıl bir
mecburiyet hasıl eyliyorsa, esas teşkilât kanunundaki lâiklik prensibi ile
taban tabana bir zıddiyet gösteren ezan okunması hakkındaki mevzuatı
müdevverenin ıslâh ve tadiline gidilmesi de aynı şeydir.
Hiçbir kanun
Teşkilâtı Esasiye kanununa muhalif olamayacağına ve bu kanundaki laiklik
maddesi de "din ve imana bağlı ibadetlerin erkân ve adabına müdahale
etmemeği" katiyen kabul eylemiş bulunduğuna göre, ezan meselesinin salim
ve sahih mecrasına ircaı; zarureti diniye olmakla kalmaz, kanunî mecburiyet ve
insan haklarına riayet olur.
Hukuk ya vardır, ya
yoktur. Yok ise öyle sultanın adına istibdat derler, zulüm derler, bazan
diktatörlük, bazan da şef sis-
Ezanın Kur'ân
diliyle okunması Müslümanlara çok kıymetli bir Ramazan hediyesi olacaktır. Bir
an evvel Hükümetin ve Büyük Millet Meclisnin bu hediyeyi millete bahşetmesi temenni
olunur.
Eşref Edib
terkip ve
tensikindeki manayı tercümede tamamiyle eda mümkün değildir. İkincisi, elfaz
ve ibaratının muhafazası da sünneti müekkide oluşudur. Bu hususta sahih ve
salim bir karara varmak üzere onu İslâm şeriatının daimi asliyesi olan edillei
er- baadan hangi kısımlarına dahil ve şari canibinden neden ve nasıl vaz
olunduğunu araştırmak icap eyler:
Edille; kitap,
sünnet, icma’ ve kıyas olmak üzere dörttür. Sonuncusu olan kıyas, ilk üçüne
tâbidir ve onlar da sarahati kâfiyebulunmayan hususlardadır. Ezan; kitap,
sünnet, icma ile sabittir. Maide suresi 58 inci âyetinde "Ne zaman ki siz
ezan ve kâmet ile nida eylediğinizde onlar (yani, imansızlar) namazı eğlence
ve oyuncak sayarlar, istihzaları akılsız ve cahil kavim ol-
duklarındandır." Cuma suresi 9’uncu ayetinde "Müminler cuma günü
namaz için çağrıldığı (Yani ezan okunup namaz vakti ilan olunduğu) zaman Allahı
zikre koşun, alış verişi bırakın. Bilmiş olsanız bu size alış verişten daha
hayırlıdır." bu- yurulmaktadır.
Görülüyor ki bir
kere ezan ile ilâmı keyfiyeti kitabı kerim ile nassan sabittir.
Bildiğimiz şekilde
Arapça olarak tekrarına gelince: Bu da nassı kerim ile sabit olan ezanın,
ashaptan bir kaçının gördükleri rüyada öğrendikleri ibarelerin Resulü Ekreme
bildirilmesi üzerine, Cenabı Peygamberin Bilâli Habeşiye,
— Ya Bilâl kalk,
Abdullahı Bin Zeyyid (Rüyada öğrenen zat) sana ne söylüyorsa öyle yap!
Buyurmasile, elfazı
mahsusanın aynen tekrarı sünneti müekked oluşandandır. Böyle olmakla beraber;
ezan vahy ile de teekküd eylemiştir.
Yukarıda
arzeylediğimiz gibi bu işte tam ve kâmil bir icma'ı âm dahi mütehakkik
bulunduğundan artık ne okun-
temi derler. Öyle
ki bir insan haklarını çiğneyen sultanın hüküm sürdüğü yerde artık kanun, insan
hakları, demokrasi mevzuu bahis olamaz. Var ise oradaki idare şekline hürriyet,
demokrasi idaresi derler. Öyle olunca da asıl ve esasa uymayan baskıların
kaldırılarak (hak)'ın kayıtsız ve şartsız hakimiyetine baş eğilmek iktiza
eyler. Hukuku Esasiye'ye taallûk eden- keyfiyet; bundan ibarettir ve bunun
karşısında indi ve inadî mütalâalar hükümsüz ve kıymetsizdir.
Ezarîın bir nevi
Türkçe tercümesinin devamını isteyenler; inkılâp zihniyetinin yürürlüğünü
bozmamak hususunu yanlış anlıyor ve ezartın ne olduğunu bilmemekten dolayı bunu
sadece "Müslümanlara namaz vaktinin gelmiş bulunduğunu ilandan ibaret bir
teamül" zehabına kapılarak Türkçe, yahut başka bir lisanla yapılmasında
bir mahzur varit olamayacağını sanıyorlar. Bu iddia dahi hem dünya, hem din
bakımından çürüktür. Farzı muhal olarak mahzur olmasa dahi devamı veya tebdili
münhasıran îslâm halklarına ait bulunmasına göre müdahale olunmamak ve hak
sahiplerine bırakılmak zaruridir. Halbuki, ezan ve kamet; alelâde bir devletten
ibaret değildir. Şeari di- niyedendir. Elfaz ve ibaratında tegayyürata
gidilemez. Bu hususta kısaca malûmat verelim:
Ezan: Lûgatta ilâm
yani bildirmedir. Istılahta; "Muayyen vakitlerde muayyen lâfızlar ile
ilâmı mahsustur." muayyen vakitler; namaz zamanlarıdır. Mahsus lâfızlar
ise Resulü Ekrem Efendimizin Sünneti müekkedesidir. On dört .asırdanberi bütün
hak mezheplere ve hatta bunlar dışında kalan îslâm mezhep fırkalarına intisap
eylemiş bulunan İslâm adı altındaki bütün ka- vimlerin evkatı muayyenede
tekrarlamakta bulunduklarına nazaran üzerinde müttefikan icmâ delili de
tahakkuk eylemiş bulunan lâfzan ve şeklen mütevatir i’lâmı mahsustur.
Elfazmın tebdili
iki noktadan caiz olamaz. Biri; lâfızların
Nasıl ve ne suretle
başladığına gelince: Orasını da tekrar kısaca anlatalım: Ezan bilindiği surette
teşri olunmazdan evvel Resulullah Sallâllahü Aleyhi Vessellem zamanlarında
namaz vakitleri girdikçe birisi sokaklarda dolaşarak:
— Esselât, esselât.
Diye bağırırdı.
Bunun güçlüğüne ve kifayetsizliğine karşı daha kolay ve makul bir tarz
düşünüldü. Ashapla meşveret olundu. Meşverete iştirak elmiş bulunanlardan
biri;
— Namaz vakti
gelince bir bayrak dikiniz, halk bayrağı görünce birbirlerine haber verirler,
fikrini ileri sürü ise de bu da Resuli Ekrem Efendimizce makbul görülmedi.
Meşveretle tekerrür eyliyor, fakat bir kafi karara varılamıyordu.
Yine bir gün
toplantı esnasında biri:
— Bir çan tedarik
ederek onu çalarak ilan eylesek!
Dedi. Resulü Ekrem:
— Bu nasara
âdetidir.
Bir başkası — Boru
çalsak!
Fikrini ileri
sürdü. Fahri âlem efendimiz buna:
— O da Yahudilere
mahsus âdettir.
Bir başkası da, —
Yüksek bir yerde ateş yaksak! Deyince ona da:
— O da Mecûsilere,
yani ateşe tapanlara mahsus âdettir. Buyurup hiç birine beğenmediler.
Burada sırası
gelmiş iken muhterem okuyucularıma şurasını da hatırlatayım:
İslâm bid’atleri,
(yani sonradan vazolunan veya va- zolunmuş bulunan adetleri tekrarı) bid'at
sayar. Fakat bu bid’ati ikiye ayırır: Biri Bid’ati hasene, makbul ve güzel
bid’atler, di-
masında, ne de
elfaz ve ibaratında tağyire mesağ ve imkan bulunamadığı da tavazzuh
eylemektedir.
Görülüyor ki; ezan
sadece bir davet ve ilandan ibaret değildir. İbadetlerin müteallekatından ve
dinin şeairi ve efalindendir. Böyle olunca ondaki kanuni değişikliği tıpkı
başka herhangi bir antidemokratik kanunun ilga ve ıslahı mi- sullu ele alarak
salim ve sahih merciine yine kanuni yoldan sokmak gereklidir. .....
Kaldı ki,
"Allahu ekber" tâbiri mubareki camiin içinde ve dışında namaz kılar
ve kılmaz iken söylenebiliyor, ya- zılabiliyor ve böyle oluşu yalnız vehim ve
hayalden başka bir şey olmayan irticaın baş kaldırmasına saik ve sebep olamıyor
da, minarelerden yükseltilince mi tehlike meydana çıkıyor? Böyle bir dâva;
müfsit ve batıl bir kaziyedir. Sûgrâsı da, Kûbrası da mugalâta ve safsatadan
ibaret olduğundan çıkan netice de batıldır. Cehalet ve inada dayanan bir
kanunî hatanın milletin iradesine ve ittifakına rağmen devamını istemek; ancak
Halk Partisi’nin halk için insanlık hakkı diye bir şey tanımayan sapık
zihniyetine revaç vermekten başka mana ifade eylemez.
Demokrasiyi,
lâikliği yalnız kitap sayfalarında bırakır da onun gerçek gayesini hülûs ile
tatbik cesaretini nefsimizde bulamazsak, yazıktır; lâikliğe gayri lâyık olur.
”Ezan”ın Teşrii
Ezan ile namaz
vakitlerini ilâm Kur’ân-ı Kerim ile nassan sabittir.
Bildiğimiz şekilde
ve Kur’ân dili olan elfazı mahsusa ile okunması Resulün sünneti müekkedesidir.
Bu sünneti mü- ekkedenin tatbiki de on dört asırdanberi İslâm dinine mensup
bütün kavimlerin aynen intibak ve mutavaat eylemiş bulunması ile tam ve şamil
bir icma' olarak da tekid ve teyid olunmuştur.
Sesi senden
yüksektir.
Bilâl ile beraber
kalktık. Ben ona öğretmeğe, o da okumaya başladık. Derken, Ömer bin Hattap
Radiyallahu anh bunu evinden duyunca hırkasını sürüyerek acele çıkıp yetişti
ve:
— Ya Resulullah,
seni Hak ile ba's eden Allahu Taalâya yemi ederim ki onun gördüğünü ben de
rüyamda görmüştüm.
Dedi. Resulü Ekrem
Sallâllahu aley vessellem de:
— Öyle olunca
Allaha hamdü sena olsun, buyurdular. (I)
Rivayetler
sahihdir. Şekilleri hakkında bazı farklar varsa da elfaz noktasından
birbirlerine mütekarip, maksat ve gaye bakımından ise müttefiktir. Bir
rivayete göre Hazreti Ömerülfaruk Radiyallahu anh bu rüyayı yirmi gün evvel
görmüş, fakat söylemeyip saklamış. Abdullah bin Zeyd Radiyallaha söyleyince o
da kendisinin gördüğünü de haber verince Cenabı Peygamber Efendimiz:
— Peki sen niye
söylemedin?
Diye soruyorlar.
Hazreti Ömer de:
— Ben söylemeğe
utandım. Abdullah bin Zeyd benden evvel davrandı. Onun üzerine arzeyledim.
Cevabını veriyor.
Düşünülürse Hazreti Ömer’in böyle bir mühim meselede tekaddüme cesaret
edememesindeki incelik anlaşılır. Bunun üzerine nebiyyi muhterem efendimiz,
— Ya Bilâl! Kalk da
bak. Abdullah bin Zeyd sana ne söylerse öyle yap. Buyuruyorlar.
1.
Bak: Buharı cilt 1, sayfa 150. Müslim cilt-2 sayfa 3. Umdet-ül-Kari (Buhari
Şarkî)-Mısır basması.
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
ğeri bîd’adı seyie
yani kat’i zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde tatbik ve kabul olunan usuller ve
adetler.
İşte, başka dinden
ve milletten olanlara taklit ve teşbih olarak vazolunan adetlerden bir
takımınnı makbul, bir kısmının da merdut sayılması bu yüzdendir. Ezan
keyfiyetinde de böyle olmuştur, CEnabı Resul; Müslümanların namaz vakitlerini
ilanda nusaraya, ve Yahud ve mecuse benzemelerini ve taklit eylemelerini
uygun bulmamışlardır.
Namaz vakitlerini
ilâm hususunda bir kararar varılamaması üzerine, meşverete dahil olan şair
ashap gibi Abdullah Bin Zeyyid de çok üzgünlük duymakta idi. O akşam ayrılıp
evine vardı, yattı. Tam uykuya dalmamış, yani uyku ile uyanıklık arası durumda
iken bir rüya gördü. Ertesi günü gelip rüyasını Fahri Kâinat efendimize şöyle
anlattı:
— Yâ Resulullah,
rüyamda elinde çan bulunan birini gördüm. Ona "Ey Allah'ın kulu, şunu
bana satar mısın?" dedim. Ne yapacağımı sorunca "Bununla halkı namaza
davet ederim." dedim. Bana, "Sana bundan daha yarlısmı göstersem
olmaz mı?" deyince, ben de "Hay hay!" dedim. Onun üzerine
"Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber - Eş-
hedüenlâilâhe illâllah, Eşhedüenlâilâhe illâllah-Eşhedüenne Muhammeden
Resulullah-Hayyalesselât, Hayyalesselât- Hayyalelfelâh, Hayyalelfelâh-Allahu
ekber, Allahu ekber- Lâilâhe illâllah" dedi. Sonra biraz geri çekilip yine
bana dönerek "Namaza başlayacağın vaki şöyle dersin" dedi.
"Allahu ekber", Allahu ekber-Eşhedü enlâilâheillâllah..."
Sabah olunca hemen
size koştum. Haber veriyorum.
Bunun üzerine Fahri
âlem Sallâllahüaley vessellem:
— İnşallah Hak
rüyadır. Kalk yâ Bilâl! Bilâl ile beraber sen de kalk da gördüğünü ona öğret,
ezanı o okusun. Çünkü:
namını da raf ve
camidir, işte bu matlabı âlinin başkasının lisanından saduri, onun yüksek
değerini bir kat daha açıklatmış olmaktadır.
Sabah ezanlarında
"Esselâtü hayrun minenevm" ibaresinin ilavesi de şöyle olmuştur.
Bir gün müezzini
Resul Bilâli Habeşî Radiyallahu anh, sabah vaktinin hulûlünü haber vermeğe
geldiğinde Resuli Ek- remin biraz dalmış bulunduklarını görünce, iki kere:
— Esselâtü Hayrün
minenevm.
Diye bağırıyor.
Resulü Ekrem Efendimiz bunu çok beğenerek:
— Bilâl, bu ne
güzel söz! Sabah ezanlarını okurken bunları söyle. Buyuruyor.
Ezanın tarihi
bundan ibarettir. Bu kadar sarahatler karşısında artık; bir muhtasar tslâm
tarihine bile göz atmağa lüzum görmemiş; İslâm dininin usuli iman ve edilesi
hakkında hiçbir bilgi ve inanca sahip olamamış bulunmalarına rağmen sözde
münevver geçinenlerin ve bir nevi gazeteci olanların Halk Partisi’nin çürük
zihniyetine saplanarak batıl bir baskıyı kaldırmak hususunda efkârı umumiyenin
isteğine uygunluk göstermek kiyasetini gösteren Başbakanın beyanatından ürkmelerindeki
sebep ve saikler üzerinde durmak bana düşmez. Sadece; Allah ıslâh etsin
demekle iktifa ederim.
Ezanı Tertip ve
Tensik Eyleyen Lâfızlarda
Değişiklik
Olamaz
Ezan; aklının gözü
burnundan ilerisini göremeyen, ve menfaatine uygun gelenden başka tarafı, hak
yol da olsa tutamayan gafillerin dedikleri gibi uluorta bir ilân vasıtası olmadığını
anlattık. Ezan; onların sandıkları gibi olmak şöyle
Hasan Hüseyin ceylan
Nasıl olmuş da
ezan; sahabeden birisinin yahut ikisinin rüyasına bina edilmiş? suali varittir.
Herhalde bu meselede ashabı rüyasının vahy ile tekit etmiş olması kaviyen muhtemeldir.
Nitekim Ebu Davudun "Merasil" inde kibarı tabiinden Abdullah Bin
Umeyr tarikinden sabit olduğuna göre Ömer bin Hattap Radiyallahu anh rüyasını
ihbara geldiği vakit dahi varit olmuş bulunuyordu. Müşarünileyh; rüyamı
nakledeyim derken bir de bakmış ki Bilâl Radiyallahu anh ezan okuyor. Nebiyyi
Ekrem Efendimiz Hazretleri kendisine:
— Bu dediğin husus
için daha evvel vahy geldi.
Buyurmuşlardır
Demek ki ezan; yalnız menâm ile değil, vahy ile de vüsuk bulmuştur. Ezanın;
rüyadan sonra teşri olunmasındaki hikmet şudur:
Ezan: Resulullah
Efendimize Miraçta gösterilmişti. Böyle oluşu; vahiyden daha kuvvetlidir.
Ezanın farziyeti; Me- dineye hicret vaktine kadar tehir edip de nasa naaz
vakitlerini ilan etmeği istediklerinde vahyi beklediler. Derken Abdullah bin
Zeyd rüyayı gördü ve söyledi. O rüya; Cenabı Fahn âlemin miracında gördüklerine
uygun düştüğünden:
— İnşallah bu hak
rüyadır.
Buyurup daha evvel
görmüş olduklarının arzda sünnet olması muradı İlâhi olduğunu istidlâl
eylediler. Hazreti Ömer‘in rüyası da öteki rüyaya muvafık düşünce artık hükmü
nebevi kuvvet buldu. Zaten, diğer makalemizde zikri geçen iki âyeti kerime
dahi ezanın teşri'î vahyi münzele müstenit olduğunu göstermektedir.
Burada bir lâtife
daha var: Ezanın iptida Cenabı Resulden başka bir kimsenin lisanından sadir
olmasında Rabbanî hikmet vardır. Çünkü: Ezan; "Rafanaleke Zikreke"
mansusu âlisine mutabık olarak Fahri âlem Sallâllahü Aleyhi Vessellemin
mübarek
Fıkıhan yani İslâm
hukukçularına göre: Şahit öyle bir haber vericidir ki, birinin diğerinde olan
hakkını (Yakîn)e müstenit olmak üzere hüküm meclisinde ifade eyler. Şahit,
aynı zamanda şahadetinde emin demektir; yani onun şahadetindeki bilgisinde
eksiklik yoktur. "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" tâbirindeki şahadet
de, şahidin nefsine karşı olduğu kadar, cemaati müslimine ilanı da onun
ihbarındaki emniyeti ilâm etmektir. Allah'ın hakkını, kendisi inanarak umuma
açıklıyor.
Muhaddislere göre
Allah'ın vahdaniyetine inanmak ve ilân eylemekle bu maksat da hasıldır. Ehli
münazara indinde, delilin tahallüfünden veya muhali istilzamından dolayı fesada
delâlet eden şeydir. Allah'tan başka allah bulunması hem ta- hallüfü, hem muhali
istilzam’eder, bundan dolayı fesadı muhakkaktır. Şu halde "Eşhedü en lâ
ilâhe illâllah" ibaresinin sıhhati tamdır.
Şahit; kaideyi
isbat eder. "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" da öyle bir şahittir ki,
ona uyulunca dinin bütün kavaidi külliye ve fer'iyesi hep tevsik edilmiş olur.
Sufiye indinde,
tecellidir, yahut insanın kalbinde mevcut olanın galebesi suretiyle lisanen
zikirdir. Çünkü: Kalbin galebei ilmi, lisanen zihrini zarurî kılar. Gerçekten
de öyledir, yürekten Allah'ın tecelli ve hidayetine mazhar olmadan, ağızdan
"Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" ibaresi çıkar mı? Hak; hak ile müşahededir.
Mahlûk hâlike, masnu sani'a, merzuk razıka, mevcut mucide... delâlet eylediğini
basiret gözü idrak eyliyor, vahdet ve ahadiyetin sırrını anlıyor ve yürekte
galebei iman husul buluyor da lisan dahi "Eşhedü en lâ ilâhe
illâllah" zikirle farizei rabbaniye olan ilâmı ve sünneti müekkede olan
Resulün emrü talimini yerine getiriyor.
dursun, okunmasının
ve ibarelerinin ehemmiyetleri kadar, dinlenmesinin bile edepleri vardır. Bir
müslüman; hattâ Kur’ân okurken, yahut zikrullah ile meşgul iken ezanı duyarsa
bunları tehir eder, dinler. Ezan okunurken selâm verilip alınmaz, başka işle
uğraşılmaz, icabetten başka şey düşünülmez.
Elfaz ve
ibarelerine gelince, bunlardaki manaları da bir derece açıklatmağa uğraşacağım,
tâ ki Türkçe uydurma tercümesinin aslına benzemekten dahi uzak kaldığı ve
esasında tercümenin mütemenni olduğu iyice anlaşılsın:
1-
Eşhedü: Bunun karşılığı Türkçe'sinde hiç yoktur.
Zaten aransa da bulunup konulamazdı. "Eşhedü; şahadet ederim"
demektir. Şahade de haberi kat’ı idrak suretiyle ilim, yani görmüş ve
bilmişçesine kat'iyen inanmış olmak üzere idrak ve tasdik vardır. Yani, ben
olanca bilgi ve açıklık ile tam ve kat’î olarak inandığımı ilan ederim
demektir.
Türkçe'de ve başka
dilde bunun karşılığını bir tek "başka" kelimesi ile koymağa imkan
olmadığı gibi, doğrudan doğruya "Tanrı uludur" sözüyle başlandığından
"Eşhedü"nün lâfzı da, manası da ziyaa uğratılmıştır.
Birinci eksiklik
buradadır "Eşhedü" kelimesinin maddesi asliyesi müştakati üzerinde de
biraz duralım:
Eşhedü, şahadet
getirmektir. Bu kelimeyi Araplar yemin makamında kullanırlar. Şahadet getirene
şahit derler. Şu halde "şahit" ve "şahadet" nedir?
Şahadet lügatte,
bir nesnenin hakikatine muttali olup kafi bilmek manasınadır. Istılahta, basar
veya basiret ile müşahede sebebiyle hasıl olan ıttıla ve idrakten dolayı sadir
olan kavilden ve ihbardan ibarettir. Haberi veren şahit ve fiili şahadettir. Bu
itibarla Resul Ekrem Efendimizin isimlerinden biri de şahittir.
ile mevsufun zatını
murat kabilinden Allah Teâlâ’yı bu kelime ile dahi kasdedip anmak caiz ve
mümkündür.
Bu; bir nevi zikri
cüz’; iradei kül kabilindendir. Amma iman ve usulü dinde, ”Tann",
"Allah" kelimei ilâhiyesinin ne tam tarifi, ne de o kelimenin aynıdır.
Meselâ: "Yaradana sığındım" da deriz. "Yaradan" elbette
"Allah" tır. Bu bakımdan medhûlü elbette zâti İlâhidir. Fakat,
"Allah" yalnız "Yaradan" değildir. Böyle olunca; Allah
Teâlâ’nın bütün kudret ve sıfatlarını içinde toplayan eşsiz kelime; Allah'ın
kendine verdiği isimdir. O da "Allah"tır.
Tâbirleri,
ıstılahları, delâlet edicileri Türkçeleştirmek işinde "kelime",
"lügat", "tabir" hatta ibare; usulü imana taalluk eyleyince
onu Şari’i Azamin bize tebliğ ve talim buyurduğu şekiller ve lâfızlardan başka
suretlerle ifade ve edâ caiz olamaz. Dini muamelâtta; lâfız ve kelimeler,
mefhum ve meallerle mübadele edilemez. Kur’ân’ın tercümesinin aynen
"Kur'ân" sa- yılamaması ve tercümenin aslına mutabakati ne kadar
kuvvetli olursa olsun onun Kur'ân yerine ikamesiyle ibadette ve tilâvette
kıraat olunamaması da bu sebepten ötürüdür. Böyle olunca, ibadet vaktini ilan
ve müslümanları farizanın edâsma davet mak- sideyle muayen zamanlarda okunan
"ezan" daki "Allah" adını hiçbir karşılıkla değiştirmek
münasip olmaz.
4-
"Allahu ekber": Bu tâbir; Allah'ın
birliğini, eşitsizliğini, bütün kemal sıfatlariyle tavsifini toplar.
"Allah" lâfzı; zâti rabbaninin kendine verdiği ismi zâttır. Böyle
olunca, "Tanrı" kelimesi şöyle dursun gaffar, rahim, alim vesair
misillû Kur'ân’da geçen isimler ve sıfatlarla dahi değiştirilemez.
"Tanrı" kelimesi ile dua ve senada zâti kibriya kasdolunabilir, fakat
ibadetlerde, tilâvetlerde ve bunların erkân ve şeairindc ikamesi mümtenidir.
Kezalik
"Ekber" de böyledir. Ekber; ismi tafdildir. Ulu
Ulema indinde,
garazı maksudun zikir suretiyle ilanıdır. Garazı maksut, tevhidi rabbaniyi ve
onun teşri eylediği Resulün asaletini ilân ve sünnet olan elfaz ile namaz
vakitlerini ilâm olduğuna göre bu da hasıldır. Usulde, münakaza ve muarızadan
selâmeti tahakkuk ettirmek üzere kavanini şer'e uygun olarak vasfın
mukabelesidir. Ezanda bu tarife mutabakat da mevcuttur.
2- Eşhedü enne
Muhammeden Resulûllah: ibaresi için
dahi aynı
mütalâalar tamamiyle varittir. Türkçe ezanda bir "Eş- hedü” kelimesinin
bile karşılığını mecburen bulamamış olmaklığımıza rağmen, bu işe hala doğrudur
ve devamında dinen bir mahzur yoktur diyebilmek için insanın ilim bir tarafa
kalsın, alelâde "akıl" ile bağlılığını kesmesi icap eder!
Hem lügat hem din
bakımından doğrultmak gereklidir. "Tanrı" olsa olsa belki
"ilâh" karşılığı olabilir. Fakat "Allah ismi hâstır, ismi zâttır
ve ıtlakı ancak "Allah" a muhassas ve münhasırdır. "Allah"a
"ilah" denilir; fakat insanların mu- hayyelelerinin yarattığı her
ilaha "Allah" denilemez.
"Allah",
kendi ismi zâtını Kur'ân ile kullarına aynen "Allah" şeklinde tebliğ
buyurmuş olduğuna göre bu kelime üzerinde artık hiçbir suretle değiştirme
yapılamayacağı kesindir. Allah, sıfatlarına müteallik sair isimlerini de
kullarına bildirmiş olmakla beraber, "Allah" lâfzı münifi bunların
hepsini de içinde toplamış bulunduğundan İslâmın "Allah"ımn karşılığı
-yalnız din bakımından değil, lügat ve tevsim noktasından da - ne
"Tanrı", ne de başka herhangi bir lügatle ifade olunamaz. Tanrı;
Allah'ın yerlerin, göklerin, bilinen ve bilinemeyen bütün mevcudatın, hattâ
"âdem"in dahi hâlikı, mu- cidi olması itibariyle Allah’ın
sıfatlarından olabilir ve sıfatı zikr
Bütün bunları
"Tanrının Elçisidir Muhaınıncd" so/ııuıııı neresinden ve nasıl bulup
çıkarabiliriz. "Resul" elçidir di isek "Nebi" nedir, her
resul nebidir ama, her nebi resul dcpıldıı "Resul" ıstılah manasından
çıkararak lügat manasiylc kııILmsuk da, yine "Elçi" karşılığı
münasebetsizdir. Biz Türkçe'de elçiyi, devletten bir devlet başkanma
gönderilmiş manada ahi 1/ I lal buki, vazifei rısalet; hassa değildir, âmmedir.
Bunda devirli» 1. milletler, cemaatler ve fertler vardır. Demek ki burada
"1 Içî" de uygun düşmemektedir. Kaldı ki, sünneti müekkede olarak mil
tevattiren menkul lâfızları tebdile salâhiyetimiz dahi yoktur
5-
Hâyyalesselât: Emir sigasiyle namaza davettir.
Namazı ihya edin, onu canlandırarak Allah'ın nimetlerine karşı kulluk
vazifenizi yerine getirin de dünya ve âhiret saadetine kavuşun demek olup ancak
Resul kibiryanın bildirmesi ve öğretmesi ile malûmumuz olan taati ilâhiyeye
davettir. Kula, vazifei uhtı diyetini ve şükrü nimeti ihtardır.
6-
Hâyyalelfelâh: Saadeti daimeye davettir. Çünkü:
Dün yada Allah'a karşı vazifesini yapmağa koşan elbette manevi hayatında
huzura erer. Bunda, ahiretinizi düşünün, oradaki selametiniz için dünyadaki
vazifenizi yerine getirin. Bunu yapabilmeniz; ancak Allah'ın hidayeti ve onun
vereceği kuvvet ve istitaat ile başarılabileceğinden yardımına ve lûtfuna ümid
bağlayarak tevfikini isteyin manası vardır.
7-
Lâfızların tekrarlanması: Burası da
ehemmiyetlidir. Bu tekrar ile tekit vaki oluyor. Teyiden hatırlatılıyor da
"bak, bunları unutma!" demek oluyor.
— Vaktin geldiğini
bildiriyor. Her vazifenin zamanında yapılması, ihmal olunmaması lâzım geldiğini
muayyen va-
kelimesinde bu
afdaliyet yoktur. Ekber lâfzında; mufadala da vardır. Bunu da İmam Gazali ile
Muhiddin Arabî şu suretle pek mükemmel açıklıyorlar:
"Allahu
ekber"deki mufadala iki itibarladır. Biri "Allah; haddi zatında
ekberdir", yani "Allah" kendinden gayrisinden büyüktür"
manasına değildir. Çünkü; hak ile beraber (yani, mukayesesi mümkün) başka bir
şey yoktur. Zati haktan başka ne varsa hepsi de O'nun âsârı kudret ve icadıdır.
Şu halde, "Allahu ekber"in manast (Cenabıhak; kendisini başkasının
bilmesinden ve bildiğinden daha büyüktür -öyle bir Allahu ekberdir ki kendi
büyüklüğünü ancak kendisi bilir, başkası bilemez) demektir. (Tanrı uludur)
lafından bu mana çıkar mı?
İkincisi, (Allahu
ekber) de Esmai ilahiye arasında mufadala vardır. (Allah) ismi; Allah’ın başka
isimlerinin kâffesinden daha büyüktür.
Görülüyor ki,
"Allah" ve "Ekber" lâfızlarındaki mana ve gaye bütünlüğü
başka elfaz ile tercüme suretiyle edâ kabil değildir Çünkü: Bunda
"mümin" olmanın birinci şartı elhis ve ce- molunmuştur "Allahu
ekber" tâbiri ile; Allah’ın birliği, tekliği ve eşitsizliği, bütün kemal
sıfatlariyle muttassıf ve nakaisten beri olarak tesbit ve tasdik olunuyor.
Ondan sonra teslim geliyor:
Eşhedü en
Muhammeden Resulûllah- Allaha imanı is- battan sonra Resuli tasdik suretiyle
İslâmî tevsik vardır: Bu ikisini inanarak ve bağlanarak söyleyen mümin ve
müslimdir. Bu kadarla da kalmaz. Resul Ekrem’in risaletini tasdik zımmında
şerayi ve enbiyayı salifede tasdik olunmuş bulunuyor. Böy- lece, İslâm’ın hak
din ve onun canibi rabbaniden vahyi yoluyla Resuli tarafından tebliğ ve tebşir
kılındığını kabul suretiyle teslim tamamlanmış oluyor.
Görülüyor ki; ezan;
şeair İslâmî izhar eyliyen bir mühim ilâmdır. Onda tağyirat ve tebdilât yapmak
da her ne sebep ve sa- ikle olmuş olursa olsun bid'ati seyyiedir. Kanun yoluyla
yapılmış olması esbabı meşeddede teşkil eder. En kısa yoldan, en kat’i şekilde
kaldırılması ise, inkılâp severliğe aykırı olmayacak, "batılı kaldırıp
hakkı ikame" eylemek itibariyle Kur’ân’m emrine ve müjdesine uygunluk
teşkil edecek, yapanları yaptıranları Türk mileti sonuna kadar hiç şüphesiz hayırla
yadeyleyecektir. "Nasdan hayırlı olanı, nasa hayrı dokunanıdır.”
Halkçı
Gazetelerin Taarruzları
”Ezan"ın
Kur’ân dili ile okunulması hususunda Millet Meclisi’nin bir karar alması beklenirken
gazetelerden her biri de türlü mütalâalar neşreylemektedirler. Halk
Partisi'nden lütuf ve nimet görmüş olanlar "Aman, inkılaplar elden
gidecek!" yollu nara atarlarken, bir kısmı da bunu dosdoğru bir görüşle
"Demokrasinin mecburiyetlerinden saymak" yolunu tutuyor. Biz:
tahkikatımızı her bakımdan okuyuculara arzeyledik. Zaten; ezanın Kur’ân dili
ile okunmasının dini bir mecburiyet olduğunu kimse söylemeğe ve yazmağa cesaret
edemediği zamanlarda (Kasım 1947) tarihinde) Sebilürreşad da ilk defa bu mühim
meseleyi efkârı umumiyeye arzeylemiş ve Türkçe ezan okunamayacağını sebepleri
ve delilleri ile bildirmiştik. Artık; bu hayırlı ve elzem işe tahakkuk etmiş
nazariyle bakabiliriz.
Bahsi eksik
bırakmış olmamak üzere bekleyeceğiz. Halk Partisi umdelerine taraftarlık eden
gazetelerde görülen başlıca tenkitlere karşı da cevaplarımızı vererek
şahıslardan bahsetmeyeceğiz, yalnız söylenen sözlere cevap vereceğiz.
1- Bu işin bir
telkin neticesi olduğunu söylüyorlar.
kitlerde
müslümanlara ihtar eyliyor.
— Bir vazife
mevzuubahs olunca, artık başka işlerin sonraya bırakılarak önce vazifenin
yerine getirilmesinin unutulmamasını sağlıyor.
— İslâm ülkesinde,
dört köşeden o diyarın İslâm'ın hüküm ve nüfuzunda bulunduğunu fahru şerefle
ilan eyliyor.
— İslâm dini sâlikleri
arasında İslâm'ın azamet ve feyzine dayanan bir kardeşliğin, gönül birliğinin
varlığını talimi Resulûllah ile cihana ilâm eyliyor. Beş vakitte, ihtilâfı
metali'i göz önüne alırsak, günün hemen her saatinde İslâm ülkelerinin her
birinde Ezanı Muhammedi âfaka yükselmektedir. Soyu ve boyu, rengi ve mezhebi ne
olursa olsun, İslâm'ın her buunduğu yurtta aynı lâfızlar ve cümleler
tekrarlanıyor. Bu büyük vahdet; nasıl kıyılmadan kasden yıkılabilir de, öyle
bir hareketin karanlık semasına, aydınlık vasfı takılabilir?
— Halkı topluluğa
davet eyliyor ve hayır ve bereketin cemaatte ve cemaatin gönül birliğinde
olduğunu anlatarak icabeti ilan ediyor.
Ezanın davet
eylediği topluluk; insanlığın haklarına şeref veren bir birleşmedir. Orada
hürriyet vardır, istemeyen zorla sokulmaz. Pantalon ütüsü bozulacağından korkan
girmeğe icbar edilemez Yanındaki din kardeşinden iğrenip tiksinecekler gelsin
buyursun, yer ayırdık denilmez. Tam bir müsavilik vardır. Zengin ile fakir,
âlim ile cahil, hâkim ile mahkûm, vali ile köylü yanyana, aynı saftadırlar. Her
birinin gayesi de rızayı rabbaniyi celbdir. Maksatları, vazifelerini yerine
getirmektir. Hepsi de masayı kapı dışında bırakmışlar. Allah’ın huzuru
azametinde onun lütuf ve inayetine gönül bağlamışlardır. Kesret, vahdette gark
ve helâk olmuştur. İşte ezan, İslâmları bu manevi huzur ve zevke ulaşmağa
davettir.
Şef sistemi
fermanferma iken cemiyetler kanununa uygun bir cemiyet kurulmak üzere resmi
kanaldan teşebbüse geçince, emniyet makamları Halk Partisi il merkezine sorarlar
ve ondan emir almadıkça müsaade etmezlerdi. Başka İçtimaî, ve siyasî işlerde
aşağı yukarı böyle idi. Ricalülgayip her işe burnunu sokarlardı. Hatta gazete
kapatmak ve matbaa basmak gibi, muayyen bir topluluğa yaptıracakları nizamlı
(!) kıyamlarda dahi idarenin ipini ellerinde tutarlardı. Halkçı muharrirlerin
"telkin”, "emir”, "ihtar” dediği nesneler o zamanlardan
alıştıkları kötü göreneklerdir.
Sandık başlarında
ne biçim rey verildiğini, daha doğrusu verdirildiğini bilmeyen kalmamıştır.
Lâkin, berrak ve temiz sudan içmemeği ve geçmemeği tabiati rasiha yapan inatçı
mahlûkat; milletin demokrasi ve lâiklik icaplarını, yerine getirmekteki samimi
arzularını da, "telkin” saymakta mazurdurlar. Gayipten telkine ve idareye
alışmış ve menfaatlerini bunda bulmuş olanlar; başkalarını da kendi
cinslerinden sayıyorlar, ama yanılıyorlar. "Telkin" yoktur. Hak ve
hakikatin yükseltilmesinde milletin hakkı hakimiyetini kullanması vardır.
4-
"Memlekette gerçekten Arapça ezan
okutulmasını şiddetle isteyen umumi bir cereyan var mı?" diyorlar.
Elbette var. Hem bu
cereyan o kadar umumidir ki altı okla yaralanmamış ve şef sisteminin
nimetlerine bağlanmamış olan bütün İslâm halkının baş dileğidir. Millet:
kendini Millet Meclisinde vekilleriyle temsil eder. Keyfiyet oraya arzolunduğu
zaman muvafakat edeceklerin azlık mı, büyük çoğunluk mu olacağını görmek için
uzun zaman beklenmeyecektir. Milletin imanından fışkıran oybirliği var,
oybirliği...
5-
"Memleketin doğusuna doğru bu gibi
temayüllerin daha çok yaygın bir hal arzettiği gözden kaçmıyormuş!"
Çünkü seçim
günlerinde hemen her yerde halka, iktidar değişirse camilerde Arapça ezan
okunacaktır” denilmiş!.
Bunda hayret
olunacak ne var? Halk Partisi; diktatörlük zihniyetini temsil ediyordu.
Lâiklik, istibdat saltanatının istediği biçimde tatbik olunduğundan, esas
teşkilât kanuniyle teyid olunan insan haklarının izharı keyfiyeti de bir umumi
istek olarak yüreklerde yaşıyordu. Fakat, bir fırkanın keyfemayeşa satveti;
halkın müşterek oylariyle yıkılınca artık hakkın batıldan ayrılması tabii
oldu. "Telkin" filân yoktur. Milletin lâikliği tam anlayışla
tatbikini istemesi ve imanın âdap ve tealimi hürriyetine dokundurmaması
vardır.
2-
"Bu telkinata önayak olanlar kimledir?"
diye soruyorlar.
Kim olacak? Herkes,
Çünkü: Her ferdin yüreğinde sapıklığın düzeltilmesi arzusu yaşıyordu. Telkin
bizatihidir. Ve Allah’ın hidayetidir.
3-
"Arapça ezan talebini destekleyen siyasi
hizip, zümre, parti var mıdır?" diyorlar.
* Hani tilkiye
"tavuk kebabı yer misin?” diye sormuşlar da, “aybl^durup dururken insanın
güleceğini getirirsiniz!” demiş. Hizip, zümre, parti buyurduğun nesne,
fertlerin topluluğu demek ise, ezanın Kur'ân dili ile okunmasını istemeyen bir
tek müslüman Türk bulunmadığına göre, hizip, zümre pari hangi tarafta kalanlar
olur? Halk Partisi desteklemeye alışmıştır. Başka partiler desteklemez, millet
tarafından desteklenir. Alışmış kudurmuştan beterdir diye bir ata sözümüz var.
Şefçiler "telkin", "destekleme”, "dürtme”,
"dürtüştürme", "susturma", "söyletme” gibi yüksek
idare adabına alışmışlar, kendilerinin kötü gelenekleri başkalarında da var
sanıyorlar. Bu bapta şöy- lece maruzatta bulunayım:
6-
“Adnan Menderes; Arapça ezanı isteyen kuvvetli ve
umumi cereyana karşı duramamış da, gazetelere gülümseyerek malum beyanatta
bulunmuş!”
Kur'ân dili ile
ezan; sadece bir içtimai mevzu değildir. Din ve iman usulüne bağlıdır. İslâm
şeriatinin temeli olan dört delilden kitap, sünnet ve icma'a inanılınca;
okunulması farz, Kur'ân dili ile olan elfaz ve ibaratını aynen tekrar sünneti
mü- ekkede ve böylece yapmak, umumi ve müttefik bir içma ile tamamlanmış
olduğu bilinir ve öylece yapılır. Başbakan da El- hamdülillâh bir müslüman
Türktür. Doğruyu, samimi imanın iktizasını tebessüm ve sevinçle yerine
getirmeyecek de, Halk Partisi şeflerinin sapık zihniyetlerine mi uyacaktı.
Elbette yapamazdı ve yapmadı ve bundan dolayı da hakkiyle sevgimizi kazandı.
Bir milletin kahir çoğunluğunun sevgisini toplamak karşısında, şefçilerin
tarizine uğramış bulunmak da şereflerin en şereflisidir.
7-
“Ezan Arapça mı okunmalı, Türkçe mi okunmalı? Eskiden
medrese varmış, mekteplerde Arapça okunurmuş, şimdi bunlar kalkmış yerlerini
milli dil almış, müslümanlar ibadetlerini tilâvetlerini milli dil ile yapmalı
imişler!"
Dinin temellerini
yıkmak, usul ve adabını bozmak için dayndığınız tek çürük daldır. Cevaplarını,
ben âciz dahi çok vermişimdir, fakat tekrar edeyim.
Ezan; dil meselesi
değil, din meselesidir. Evvelce mekteplerde ve medresede Arapça okutulduğudan
değil, Kur'ân dili ile okunması din ve imanın erkân ve âdabından bu-
lunduğundandır. Farsça, Afganca, Ordu, Belûç, Endonezya dilleri, farklı Türk
ve Tatar lehçeleri, Çince, Japonca velhasıl dünyada ne kadar dil varsa
hepsinden biriyle konuşan her kavim ve millet on dört asırdanberi Kur'anı da,
ezanı da Arapça okuyor
HASAN
HÜSEYİN CEYLAN
Münafıklığın,
fitneciliğin bundan kötüsü olamaz. Doğuyu batıya jurnal ediyorlar. Türkiye’de
şark, garp, şimal, cenup coğrafi tabirler olmaktan başka mana ifade etmez. Yur-
dunuzak yakın her köşesinde yaşayan vatandaşlar birdir, mü- şavidir ve
kardeştirler. Kardeş kardeşi sever ve haklarına hürmet duyar. Kardeşlerin
aralarını bozmak isteyen fitnecilere Allah da, kul da lânet eder. Hey gafil,
sen nerede, hakikat nerede!
Halk Partisi’nin,
perde arkasından emir yürüten şefleri millet camiasından tardolunamadığı gibi
eskiden ister şeyh, ister başka bir şey olsun hiçbir ferdi de kanunla sağlanmış
insan hakları dışında bırakmak kabil değildir. Halk Partisi propaganda yapacak
da onlar yapamayacak mı?
Yoksa: “Hasso"
ile "Memo": cephede döğüşmeleri ve ölmeleri iktiza eylediği zaman
vatan çocuğudur, reyini kullanmak ve Millet Meclisine girmek sırası gelince
matrut ve merdut mudur? En az İncedayı kadar Hasso da, Memo da hem seçecek, hem
seçilecek, hem de imanını ve fikrini müdafaa edebilecektir. Türkiye'de sınıf farkı,
artık zümrenin tahakkümü devri artık göçtü.
Yalancının yatsıya
kadar yanabilen mumu söndü! Kardeşlerin, birlik, beraberlik, hak güneşi doğdu.
O kara gözlüğü bıraksınlar da açılan nurlu yola baksınlar..
Çeyrek asır,
şefçiler dilediklerini söylediler, istediklerini dinlettiler ve işlerine
gelenleri yaptılar ve yaptırdılar. Şimdi sıra millete geldi, millet söyleyecek,
Hasso ve Hasan isteyecek. Memo ve Memiş yaptıracak, onlar da hem dinleyecek,
hem milletin umumi isteklerinin hüküm ve nüfuzuna boyun eğeceklerdir.
Demokrasi ve hürriyet işte budur.
İster bana sorsun,
ister salâhiyetli din makamlarına, isterse İslâm dünyasındaki bütün
üniversitelerde "Usuli Din” tedris eden profesörlere, alacağı cevapların
neticeleri hep aynı olacaktır: Olamaz..
10- "İnkılâplar
bir bütündür. Bir halkası koparılınca ötekiler de birbirini koparır. Medrese,
türbe, tekke, arap harfi, arap tedrisatı, sarık, tesettür vesaire bir bakımdan
birbirinin mütemmimidir ve lâisizm ile alakalı değildir." diyorlar.
İşte korkunun
sebebi budur. Neden birbirinin mütemmimi oluyorlarmış? Bugünün dünyasında
yaşamakta olanlardan hiç biri de (lâyuhtî) değildir. Bir (lâyuhti) lik iddia
eden vardır: O da vekaleti Yesuiye makamının calisi Papa cenaplardır, ama onun
İslâm dini ile münasebeti bulunmak şöyle dursun. Nasara âlemindekilerin
hepsince de bu yetkisi tasdik ve kabul olunmuş değildir. İnsanların
söyledikleri ve yaptıkları doğru ve yanlış olabilirler. Hükümleri ebede kadar
da sürmez. Bir zamanda mecburiyet olan, başka zamanlarda mecburiyet ve zaruret
olmaz. Halefler; daima seleflerinin sözlerini de, mevzuatını da kendi zaman ve
muhitlerinin iktizalarına göre tadil ve ıslah ihtiyacmdadırlar. Bu tadil ve
ıslah ile, halef şeref kazanır. Böyle olunca, demokrasinin olmadığı zamanda
konulmuşlar, kat’i zaruret ve mübrem ihtiyaç bulunmadan demokrasinin hüküm
sürdüğü zamanda yürütmekte ısrar edilmeden zarar gelir. Ezanda Bu cümledendir.
Hem; İslâm şeriatında, "zamanın tegayyürü ile ahkâmın tağyiri caiz
olabileceği" kaidei usu- 1 iyesine sarılarak muamelâtı teşriiye
teferruatında tebdilât ve tağyiratm cevazına akıl erdirebiliyor da; çeyrek asır
evvel konulmasında (öyle diyelim!) lüzum görülmüş bir vaz'ı kanuninin
ve okumaktadır.
Bunun Arapça’yı öğrenmek ve öğrenmemek, mekteplerinde okutmak ve okulmamakla
münasebeti yoktur.
Dua başkadır, ezan
ve Kur'ân başkadır. İbadetlerin ve tilâvetlerin eşkâl, erkân ve âdabında
tadilât yapılamaz. Yapılırsa bu tadilâtın İslâm dini ile alâkası kalmaz.
Sihhatle tercümesine gelince: Hiçbir lisanda tam karşılıklarını bulmak
maddeten mümteni, dinen gayri caizdir.
9- Bazıları
"bütün bu soruları etüd edip bir cevaba bağlamak bizim ne salâhiyetimiz
dahilindedir, ne de karışmak isteriz." diyorlar.
Tek doğrusu da
budur, ama yine de karışıyorlar. Hani Nasreddin Hoca bir gün kürsüye çıkınca
hatırını toplayamaz, cemaate:
— Yahu, ben size
vaaz edeceğim ama, hatırıma bir şey gelmiyor! deyince, orada kürsünün dibinde
çömelen çocuğu:
— Baba, hiçbir şey
hatırına gelmiyorsa, oradan inmekte mi hatırına gelmiyor? der. İşte bu baylar
da böyle. Susmak o kadar güç müdür ki bir sürü başı sonunu tutmaz lafları yazı
diye gazeteye geçirirsin!
Elbette onun ve
benzerlerinin salâhiyetleri haricindedir. Ve kendisi gibi salâhiyetli
olmayanların zorlariyle yapıldığından şimdi düzeltilmesi zaruri olmuştur.
O salâhiyetli
değildir, ama ben salâhiyetlilerden biriyim. Ve Sebilürreşad da Kur'ân'm ve
ezanın yerine neden dolayı tercüme konulamayacağını hem dünya mevzuatı hem din
esasları noktasından incelemişimdir. Okumak zahmetini ihtiyar ederlerse
öğrenirler.
EZAN DELİLERİ NİN LİDERLERİNDEN
HACI YUSUF EFENDİ:
”ANKARA HACI BAYRAM CAMİİNDE
YASAK SONRASI İLK ARAPÇA EZANI
BEN OKUDUM"
H.Hüseyin Ceylan
: Yusuf Amca! 80 yaşına gelmiş olmasına rağmen söylenildiği gibi gerçekten iri
vücutlu, geniş omuzlu, pehlivan yapılı bedeninizden hiç bir şey kaybetmemişsiniz.
Hele sizi göğüs hizanıza inmiş olan o sakalınızla daha bir heybetli görüyorum.
1940-50 yılları arası Ezan-ı Muhammedi okuma uğruna atlattığınız badireler,
hapishane hayatları, işkenceler ve en son dört kez Bakırköy Akıl Hastanesine
götürülüşünüz, dönemin pehlivan yapılı siz kahramanını iz sürerek bizlere
bulmaya yetti.Şimdi o dönemin mahkemeleri, emniyet tutanaklarına geçmiş bir
Ezan-ı Muhammedi delisi olarak başınızdan geçenleri anlatır mısınız?
Yusuf Özcan : Ben 1923-1950 yılları arası
müs- lümanlarını önce aldatılmış sonra da kendilerine Islâm adına zulmedilmiş
insanlar olarak görüyorum. Eğer bakarsanız Milli Mücadele tarihine, önce
ulemanın ve meşayıhın fetvasıyla, sonra da sarıklı ve sakallı erkanın vatanı
savunmasıyla işe baş-
bir taraftan
aslında selâmet bulunmamasından, diğer taraftan esas teşkilât kanununa aykırı
olmasından ve hepsinden fazla olarak artık millete siyasi bir olgunluk
tamimiyle tahakkuk etmiş bulunmasından dolayı salim ve sahih mecrasına ircaı
neden caiz olamıyormuş?
Millet; hakkını ve
hürriyetini iyice idrak ederek olgunlaşmıştır. Eğer böyle olmasaydı son
seçimde Halk Par- tisi’nin şef saltanatını yıkabilir miydi? Millet şimdi
maddiatı kadar maneviyatına da hakim olmak şerefine erişmiştir. Din ve imanı
üzerinde, zümre baskısı istemiyor, burasını anlayamamak için şeflik postundan
keramet (?) bekleyenlerden olmak lazım gelir!
Halbuki; İslâm Türk
milletinin, artık ricalülgayibin is- tidraç ve afsunlariyle uyuşturulmağa tahammülü
de bekleyecek vakti de kalmamıştır. Böylece malûm ola!
M. Raif Oğan
caddesine
girerlerdi. Tabi en başta da başörtüsünü kurtarmış olurlardı.
Hani biz bugünlerde
Bulgarlara çok kızıyoruz. Oradaki Türklere zulüm yapıyorlar diye. Geçen bir
gazetede gördüm yazmışlar oraya Adı : Mehmed îsmailoğlu, Suçu : Namaz kılmak,
Cezası : BELENE diye. Peki Bulgarlar böylesine zulüm yapıyor diye kınıyorsun
da, yıllardır bu müslüman memleketinde, en son Anayasa’nın gerekçeli kararında
da olduğu gibi her an inananlara ve özellikle de slâm’ın örtüsüyle örtünen
başörtülü kız öğrencilere yapılan zulmü kınayabilecek misin? Aslında o
gazetelerin Bulgaristandan verdiği bu haberin yanına, Adı : Ayşe Güzel, Suçu :
Başörtüsü, Cezası : Üniversiteden atılmak diye de bir haber koymalı ve
"Burası Türkiye" diyebilmelidir.
^\lşte bu yüzden de
önce aldatıldığımızı ve sonra da hâlâ bitmek tükenmek bilmeyen zulümlere
muhatap olduğumuzu söylemek istiyorum.
Ben bunları niçin
söyledim biliyor musunuz? Sizin sorduğunuz o zulüm dolu yıllar, biraz renk
değişikliği ve ton değişikliğiyle yine devam ediyor da ondan. O zaman Ezan-ı
Muhammedi ve Kur'ân’a yönelen zulüm vardı, şimdi Allah'ın kadınlarımıza emri
olan başörtüsüne ve hatta bütün bir Ahkam- ı Kur’âniye'ye karşı bir zulüm var.
H. Hüseyin
Ceylan : Söyledikleriniz hissiyatımızdır. Ancak biz yine yaşadığınız o karanlık
dönemin hatıralarıyla başbaşa olsak. Hangi şartlarda Kur’ân eğitimi
görüyordunuz, sıkıntılarınız neler olmuştu?
Yusuf Özcan : Ben Ankara Çubuk kazasının
Guruveren köyündenim. O yıllar zaten Ankara'da dini yaşantı açıdan en
lanılmıştır. Bizler
ve bizlerden önceki ecdadın en büyük özelliği vatanla beraber dini koruma ve
dinimize, kitabımıza ve kadınımıza namahrem elinin değmemesi için var
gücümüzle çalışmak idi. Çanakkale'de Kanada, Avustralya, İngiltere ve
Fransızları o yüzden boğazın dibine göndermişti ve dinimizi, kitabımızı,
namusumuzu korumak için yedi düvel'e "Çanakkale Geçilmez"
dedirtmiştik. Hakeza Anadolu’nun kurtuluşunda savaş verenler ve yunan gavurunu
denize gömenler bu inançlar uğruna savaş vermişlerdi.Şimdi bakınız bakalım
niçin savaş verdiğimizin bir anlamı kalmış mı? Bakın bizim Çanakkale Boğazından
geçirmediğimiz düşmanlar, bugün soframıza kadar, hatta Televizyon vasıtasıyla
harim-i ismetimize kadar girmiş dunundalar. Yine Ege kıyılarımız, sahillerimiz,
Yunanistan kıyılarından ve sahillerinden bir farkı kalmadı ki. Ma- raşta
Fransız gavurunu dışarı atan ve kadınımızın örtüsüne namahrem elini uzatanlara
ders verişimizden dolayı bugün Sütçü mam'ın memleketine Kahramanmaraş ünvanı
verilmiş ve böylece bir Kahramanlık madalyasıyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez
bir şehrimiz madalya almış olmuştur. Ya şimdi! Fransız gavurunun bir bacımızın
örtüsünü başından çıkarmaya gücü yetmediği ve bu yüzden de savaş verildiği o beldede
bugün Kahramanmaraş’ta en başta bir din okulu olan İmam Hatip Okulunda
başörtülü kız öğrenciler okuyamamaktadır. Bütün Türkiye’de de iffetin, hayanın
sembolü olan o örtü en başta İmam Hatipler olmak üzere her yerde
yasaklanmıştır.
İşte ben bu yüzden
Cumhuriyet dönemi müslümanlarını aldatılmış olarak görüyorum. Eğer şimdi
Çanakkalede savaş verenler, Ege'de yunanı denize dökenler, Maraş’ta Fransızı kovanlar
mezarlarından bir kalkabilmiş olsalardı, emin olun önce bizimle savaş verirler
ve yeniden bu memleketi kurtarma mü-
ğerli hocası alim
bir zat olan Ali Balım Hoca’yı akşam üstü evini basarak jandarmalar alıp
götürdüler. Hakkında talebe okutuyor, Kur'ân öğretiyor diye şikayetler olmuş.
Zavallı hocayı bir sürü eza ve cefadan sonra Çubuk Merkeze götürüyorlar ve
türlü türlü işkencelerden sonra, en başta sakalını traş ettikten sonra ona
talebe okuttuğunu itiraf ettiriyorlar. Mahkeme edip 55 gün hapis cezası
veriyorlar, üstüne üstlük 1945 yılının parasıyla da 50 lira para cezasına
çarptırıyorlar. O günlerin ne demek olduğunu şöyle bir düşünün. Ben size
söyliyeyim 50 liraya tam beş tane öküz alınıyordu o yıllar. Yani şimdinin en az
5 milyon Türk lirası.
\ THt Balım Hoca bu
parayı damındaki büyükbaş hayvanları satarak karşılayamadı da, köylü gerisini
tamamladı. En çok hapiste 55 gün yattığına veya 50 lira para cezasına çarp-
• tırıldığına
üzülmedi de Îslâmî hayatının bir sembolü olan sakalının kesilişine üzülmüştü.
H. Hüseyin
Ceylan : Yusuf Amca! Tabi sizin o dönem resmî makamlarca en tanımlı olduğunuz
yön sürekli Arapça ezan okumanız ve her şeye rağmen Arapça ezan okumayı,
yasak olmasına rağmen sürdürmüş olmanız. Bize o hatıralarınızdan da bahseder
misiniz?
Yusuf Özcan : Ben Ankara Hacı Bayram
Camii'nde bir Cuma vakti ilk Arapça ezanı okuyan kişiyim. Yıl 1942 idi. Benden
önce Ankara'da ilk Arapça ezan Zincirli Camiinde okunmuştu ve onu okuyan da
yine bizim tanışlardan Sadık Ça- kırtepe isimli bir kardeşimiz idi. Ben ondan
bir sene sonra, fakat Hacı Bayram Camii gibi önemli bir camide okumuştum. Vakit
Cuma vaktiydi dışarıda Türkçe Ezan okunmuş, Cumanın ilk sünneti kılınmış, hoca
hutbe irad ediyordu. Tabi hocaların eline okunacak hutbeler devletçe verildiği
için hep ümeraya
dikkat çeken
ilçeler başta Çubuk, sonra Beypazarı ve Kızılcahamam’dır. Çubuk ve havalisi
Ticani tarikatı nede-niyle çok büyük takipler görmüş ve nice insan tutuklanıp
götürülmüştür. Benim Türkçem çok iyi olduğu için okuma- yazmanın da iyi
olmasıyla o zaman köylerde "Eğitmen"lik denilen bir çeşit
öğretmenlik mesleği vardı. Ben de bu özelliklerim dolayısıyla Çubuk
Kaymakamlığı tarafından Çubuğun Sığırlıhoca Köyüne 1940 yılında eğitmen olarak
gönderilmiştim. Sığırhhoca Köyü’nün tabir yerin-deyse tek öğretmeniydim. O
yıllarda hocalar sürekli takip edilirken, öğretmenler hiç takip edilmiyordu.
Biz de bu durumu fırsat bilerek, asıl eğitim Kur'ân eğitimi ve öğretimidir
diyerek okula gelen kız-erkek 250 kadar ilkokul öğrencisine h^r gün Elifba
öğretiyor, Elifba'yı geçenlere de Kur'ân ve Amme cüzü öğretiyordum. O havalide
pehlivanlığım, daha doğrusu cesaretli yapım ve dine düşkünlüğümden dolayı her
şeyi göze alabileceğim herkes tarafından bilindiği için kimse beni jandarmalara
”bu talebelere Kur'ân okutuyor" diye şikayet edemezdi. Daha doğrusu
şikayet edenin başına neler geleceğini çok iyi bilirlerdi. Nitekim 1942 yılında
hakkımda ilkokulda Alfabe yerine Elifba öğretiyor diye bir şikayet olmuştu.
Ben her halükarda alfabeyi de öğrettiğim için jandarma ve memur teftişini ucuz
atlatmıştım. Ancak sonra o şikayet eden kişiyi zorla bulup, bütün Sığırlıhoca
Köyü’nün gözleri önünde o kişiye, hani derler ya, tam anlamıyla "eşek
sudan gelinceye kadar..." sopa çekmiştim. İşte bundan sonra da o köyde
bizi veya başkasını hiçbir zaman şikayet eden olmadı.
Fakat kendi köyüm
olan Guruveren Köyünde bir çok şikayetler olmuş ve köyümüzde bulunan Ali Balım
Hoca nice eziyetlere düçar olmuştu. Bir keresinde 1945 yılı idi, Köyün de-
vüldüğümü hiç
hissetmiyordum. Jandarma ve Yüzbaşı hırsını alınca beni 5 polise teslim
ettiler. Ve "bunun tutanağını tutun, hemen hapse gönderin"diyerek
Hacıbayram Karakolunu ter- kettiler. Bu sefer de polisler bana vurmak
istediler. Ancak polislerin vurmasına dayanamadım, ben de onlara mukabele etmeye
başladım. Hatta tam bir polise yumruk atmıştım ki, kapı açıldı ve Karakol
Komiseri içeri girdi. O esnada yumruğumun tesiriyle polis yere yıkılmıştı.
Hemen komiser sordu: "Ne yapıyorsunuz bu adama?" diye onlarda,
"Hacıbayram Camiinde ezan okumuş bu adam? Orada Allahü Ekber demiş"
diye cevap verince, Karakol Komiseri çok imanlı bir adammış, hemen polislere
dönüp: "Hiç Allah diyen adam dövülür mü? Siz de hiç mi vicdan yok, derhal
serbest bırakın adamı" deyince onlar da beni hiç müzekkere yazmadan ve
savcılığa havale etmeden serbest bırakmış oldular.
İşte bu hadisenin
hemen akabinde bir gün rüyamda Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’i görmüştüm. Benim
sırtımı sıvazlayarak, "Yusuf senden çok memnun oldum. Yine ezan okumaya
devam et. Onlar "Tanrı Uludur" dedikçe ben çok rahatsız oluyorum.
Sîzlerin "Allahü Ekber" sesleri bizi çok sevindirdi" diyerek
bana iltifatlarda bulundu. Bu rüya benim hayatımın dönüm noktası oldu ve bu
rüyadan sonra bütün tehlikeleri göze alarak her yerde Allahü Ekber demeye
çalıştım. İster dışarıda, ister hapishanede ve ister akıl hastanesinde nerede
bulunursam bulunayım hep "Allahü Ekber" diyerek ezan okumaya devam
ettim: Ta 16 Haziran 1950 Demokrat Parti iktidarına ezanı yeniden Arapça
haline çevirdiği güne kadar. Bu zaman zarfında belki en az 80-100 kez nezaret
gördüm. 8 kez hapis hayatım oldu, 5 ayrı kez olmak üzere de toplam 17 ay
sürekli Arapça ezan okumam dolayısıyla Akıl Hastanesine yatırılışım söz-
itaat, Devlete ve
vatana bağlılık konuları işleniyordu. Ben üst katta şimdiki müezzin mahfelinin
bulunduğu yerdeydim. Hocanın okuduğu hutbeye çok bozulmuştum. Çünkü hoca aleni
olarak bizi Halk Partisi'nin, dolayısıyla hükümetin bu dinsiz uygulamalarına
körükörüne itaate davet ediyor ve bunun için de "Ulu’l emre itaat"
diyerek sözlerine Kur’ân âyetlerinden deliller bulmaya çalışıyordu. Zaten böyle
bir imamın arkasında namaz kılmanın durumu sarihti. îşte bu düşünceler
içerisindeyken, hoca hutbeyi bitirir bitirmez ayağa kalkıp iç ezanı Arapça olarak
okumaya başladım. Özellikle Cuma günleri büyük camilerde camiin dışında ve
içinde jandarmalar nöbet beklerdi. Sebep : Hiç kimse Arapça ezan okumasın.
Ben ezana
başlayınca caminin içinde bulunan jandarmalar hemen üst kata yanıma geldi. Hiç
unutmam başlarında bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı ben "Hayyaales Salah”a gelince
ağzımı elleriyle kapatmak istedi, iki ayağımdan da jandarmalar tutup beni
götürmek istediler. Daha ezanım bitmemişti. Önce eliyle ağzımı kapatan
yüzbaşının parmaklarını bir güzel ısırdım. O beni bırakınca zaten güçlü bir
yapıya sahiptim, hemen iki ayağımı tutan jandarmaları ayağımdan fırlattım ve
ezanıma kaldığım yerden devam edip bitirdim. O sırada imam efendi de minberden
iniyordu ki, "yakalayın bu adamı ey cemaat!" diye bağırıyordu. Ben
de, "Asıl ben seni yakalayacağım, seni fasık adam seni" diyerek
mukabele ettim. İşte o esnada dışarıdaki jandarmalar da gelmişti beni tam 6
jandarma zor yakaladı ve başlarındaki yüzbaşıyla birlikte beni Hacıbayram
Karakoluna götürdüler. Orada en başta Yüzbaşı, sonra da kendilerini
uğraştırdığım için bütün jandarmalar bana yoruluncaya kadar sopa atmışlardı.
Onlar her vurdukça ben Allah diyor veya Allahü Ekber diyor, böylece sanki dö-
çundan karakolda
toplanmış olmuştuk. En önce ben yakalandığım için beni dönemin Ankara Valisi,
Vali İzzettin Çapar’a götürdüler, Ankara Valisi bana, "senin suçun ne?”
diye sordu. Ben de "Efendim benim suçum Allahü Ekber" diyerek
Arapça ezan
okumak" dedim. "Niçin öyle okuyorsun?" diyince: "Ezan-ı
Muhammedi müslümanların ortak çağrısıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin
Allahü Ekber diye okunur. 1300 senedir de bu böyle okunmuş; böyle okunması da kıyamete
kadar müminlere emrolunmuş. Hal böyle iken bizim devletimizin bu ezanı Tanrı
Uludur diye o-kutması ne kadar abestir. Bu olsa olsa ezan düşmanlığı, Peygamber
düşmanlığı ve Kur'ân düşmanlığıdır. Ben memleketin dinsiz olmasını
istemiyorum, onun için de ezanı gerçek şekliyle, Allahü Ekber diye okudum.
Böyle okumaya da devam edeceğim, ta ki devlet bu hatasından geri
dönsün..."
tSL^Benim Ankara
Valisi İzzettin Çapar huzurunda bunları söylemem karşısında Vali bana
"Aferin sana Yusuf Efendi. Eğer senin gibi cesaretli memlekette 100 insan
oluverseydi din elden gitmezdi" diyerek beni taltif etti ve "diğer
suçluların gelmesine gerek yok, hepsini serbest bırakın diyerek Anafartalar
Karakoluna haber gönderdi ve arkadaşlarımızın serbest bırakılmasına vesile oldu.
Sonradan öğrendik ki, Vali İzzettin Çapar, Çaparzade'ler denilen çok dindar bir
ailenin evladıymış. Tabi Halk Partisi de kısa zamanda bu valiyi görevden almış
oldu.
Yine Ezan-ı
Muhammedi ile ilgili çok önemli bir hatıram 1946 yılında Erzincan'da ezan okuyuşum
idi. Bir gün yine rüyamda Peygamber s.a.s. Efendimizi görmüştüm. Bana Er-
zincana gitmemi ve orada depremden yıkılan ve fakat minaresi göçmemiş olan bir
cami olduğunu orada ezan okumamı istedi.
konusu oldu.
Yine hayatımın en
güzel anılarından olarak, ne zaman bir camide, (çok çeşitli vilayetlerde ezan
okudum) Ezan-ı Muhammedi okusam, hemen rüyamda Peygamber Efendimizi teşrif
buyurur ve bu hareketimden duyduğu memnuni-yeti bana izhar ederdi. Şimdi size
soruyorum rüyada böyle bir nimete eren insan Ezan-ı Muhammedi delisi olmaz mı?
İşte bu yüzden biz
de bu davanın delisi olduk.
H. Hüseyin
Ceylan : Ezanla ilgili diğer anılarınız?
Yusuf Özcan : 1943 yılı idi. 13 arkadaş
toplandık, Ankara'nın en önemli 13 camisinde Arapça ezan okumaya karar verdik.
Yine bir cuma vakti camilere dağıldık, ben yine Ha- cıbayram'da kalmıştım. Bu
sefer Hacıbayram o eski imamını cemaat şikayet etmiş ve değiştirmişlerdi. Hiç
olmazsa yeni imam İslâm’a bağlı kimseydi. Kur’ân okutma ve Ezan hususunda
bizlere yardımcı da oluyordu. İşte bu hocaefendi Cuma hutbesini bitirirken ben
yine iç ezanı Arapça olarak okumaya başladım. Ben ezan okurken orada bulunan
bir polis, "susturun şu adamı" diye alt kattan bağırdı. İmam efendi
de minberden inerken, "Hayır! susturmayın onu, Allahü Ekber diyen ses susturulmaz!"
diyerek beni desteklemiş oldu. Bu sefer de dışarıdan jandarma, içeriden
polisler gelerek bizi palas-pandıras tutup Anafartalar Karakoluna götürdüler.
Tabi o mücahid Ha- cıbayram Camii imamını da bizimle birlikte çalışıyor
diyerek, bizi orada desteklediği için onu da Cuma namazı kıldırmasına müsaade
etmeden alıp Anafartalar Karakoluna getirdiler. Bir müddet sonra diğer
camilerde de Arapça ezan okuyan arkadaşları yakalamış olarak Anafartalar
Karakoluna getirdiler. Tam 13 arkadaş cuma vakti camilerde Arapça ezan okumak
su-
kıklardan demir
söktük de biraz para kazandık. Fakat yine polisler bizleri takip ediyordu.
Akşamları çay içmek için otelin yanındaki kahveye gidiyorduk. Perşembe günü
akşam kahvede otururken yan taraflarımızda yine polislerin bizi takip etmekte
olduğunu gördük. O sırada hemen benim aklıma bir fikir geldi ve dedim ki:
"Arkadaşlar bu adamlar bizi ezan okuyacaklar diye takip ediyorlar. Gelin
şu masada duran domino taşlarıyla oyun oynayalım da, bizden şüphelenmesinler."
Pazar Kınık'tan Mehmed, "Fakat ben dama taşı oynamasını bilmiyorum
ki" dedi. Ben de, "kolay üç noktayı üç noktaya, beş noktayı beş
noktaya tutturacaksın. Yani aynı sayıdaki noktalar bir birine tutturulacak
dedim. Bunun üzerine başladık domino taşı oyun oynamaya. Biz oyun oynayınca
yan taraftaki polislerden bir ses: t/-"Ya bu adamlar hoca olsaydı; Ezan
okumak içni Erzincan’a gelselerdi böyle kumar oynamazlardı. Bunlar aradığımız
adamlar değil!" diyerek hedeflediğimiz numaraya düşmüş oldular. Biz de
ertesi günü Cuma vaktinden önce bana rüyamda gösterildiğinin aynısı olan Büyük
Camiyi bularak ben hemen yıkılmamış olan minaresine çıktım. Önce şerefede döne
döne bir güzel "sala" verdim. Böylece Peygamberimiz Sallallahu aleyhi
vesellemede emrini yerine getirmiş olmanın sevinciyle selam ve tahiyyatü
ihtiramımı göndermiş oldum. O sırada caminin imamı minarenin merdivenlerinden
çıkarak şerefeye geldi ve: "İn oradan be adam! Başımızı belaya
sokacaksın" deyince. Ben ta Ankara'dan buraya Ezan-ı Muhammedi'yi okumak için
geldim. Onu burada okumadan beni hiç bir güç indiremez. İstersen ben Arapça
ezanımı okuyunca, sen Tanrı Uludur diye kendi dilinden ulumaya devam et
istersen" diyerek ona mukabelede bulundum. Ve elhamdülillah şerefede
Arapça ezanı da büyük bir şevkle okuyarak tamamladım. Dışarıda muazzam bir
kalabalık birikmişti. Vali geldi, Jandarma Komutanı geldi, Müftü geldi.
220
Ben
de Erzincan'dan önce Sivas, Kayseri gibi iller varken, Erzincan’ın işaret
edilmesinde büyük hikmetler olsa gerektir diyerek hemen hazırlıklara koyuldum.
Çok güzel biı gümüş kakmalı kamam var idi. Bir de gümüş zincirli çok güzel bir
cep saatim vardı. İkisini de satıp 50 lira para biriktirdim. O sıralar yakın
arkadaşım Kızılcahamam'ın Pazar Nahiyesi'nin Kınık Köyünden zengin bir ailenin
evladı olan Mehmet isimli kişi ile, Çubuğ'un Yukarı Kareveıi Köyünden Ali Dede
isimli arkadaşlarla 1946 yılının kış ay«"da Erzincan yoluna
koyulduk. Kara trenle Erzincan'a tam bir haftada vaıabildik. Biz An- ,'t|| kara’dan üç arkadaşla hareket ettiğimizde
tarikatımızın lideri
Kemal Pilavoğlu'nu
sıkıştırıyorlar ve nihayet bizlerin Erzincan'a ezan okumak için hareket
ettiğimizi öğreniyorlar. Hemen Ankara Valisi, Erzincan Valisi'ne bir tel
çekiyor ve bizi takibat altına almasını istiyor- Söylerken de ezan okuyacağımızı
bildirip 3 hoca geliyor diyor. Nihayet biz Erzincan'a vardık, ortalık
kış-kıyamet. Trenden indikten sonra hemen sivil polisler tarafından takip
edildiğimizi anladık. Biı otele gidip 3 yataklı bir oda kiraladık. Günlerden
Çarşamba idi. Cuma gününe iki gün kaldığı için otele iki günlük peşin parayı
yatırdık. Geceleyin yanımızdaki odalardan gelen seslerin her haliyle sivil
polislere ait olduğu anlaşılıyordu. Otelin sahibine polisler, "bu adamlar
niye geldi öğren bakalım" diyerek tembihatta bulunmuşlar. Sabahleyin
otelden çıkaıken Otelci bize sordu. "Arkadaşlar ne işiniz vardı
Erzincan'da, yapılacak bir iş varsa yardımcı olalım” dedi. Tabi biz meseleyi
anlamıştık. O yıllar meşhur Erzincan ve Varto depremi olduğu için şehirde yüzlerce
bina yıkık-virane hal-deydi. Bu olayı fırsat bilerek, otel sahibine "Biz
Erzincana çalışmaya geldik. Depremde göçen evlerden demir çıkartıp onlar*
satmaya ve böylece para kazanmaya geldik" dedik. Söylediğimiz gibi de tam
iki gün yı-
acıdığından
göndermiş. Hatta bizlere 400 lira da para toplamışlar göndermişler, fakat o
parayı gardiyan ve komutan işbirliği yaparak bize o parayı vermemişlerdi.
Nihayet biz bu
şartlar altında Erzincan'da 9. ayımızı tamamladık, mahkemeye yeniden
çıkarıldık bize 7 ay hapis cezası verdiler, 9 ayımızı yatarak geçirdiğimiz
için o mahkemeden sonra mecburen serbest bırakıldık. Mahkemeden dışarı
çıktığımızda halk bize yardım etmek istedi. Bir lokantacı bize doyasıya bedava
yemek verdi, karnımızı doyurdu. Sonra bir hayırsever bizi kamyonuna sırf benzin
parası karşılığı atarak, Ankaraya getirdi. O zamanlar kamyonlar şehirlerarası
yolculukların vazgeçilmez vasıtalarından biriydi. Yaklaşık 80 kişi Kamyonun
kasasında Ankara'ya kadar 3 günde gelmiş olduk.
İşte unutamadığım
Erzincan Ezan vakası böyle olmuştu. Bir ezandan bizi tam 9 ay bilerek
yatırmışlar ve bizi mağdur etmişlerdi.
Hani şu sıralar
televizyonda Bulgar vahşetini anlatan Belene filminde ezanları susturuyorlar
ve dini inançlarına göre yaşamak isteyenleri Belene'ye gönderiyorlar ya?
Bizlere de adeta bulgar zulmü gibi yaptılar o yıllar ve bizi de çoğu zaman sırf
Aparça ezan okuyorlar diye Belene'den çok daha berbat olan Akıl Hastanesine
gönderdiler. Hani şu halkın tımarhane dedikleri yere...
H. Hüseyin
Ceylan : 9 aylık Erzincan Hapishane hayatınızı üç kişi ile nasıl
geçirmiştiniz?
Yusuf Özcan : Rabbımızın lütfuda hoştur,
kahrı da hoştur deriz ya! Mümin için inançlarını yaşamadıktan sonra ha dışarıda
olmuşsun, ha içeride olmuşsun. Hatta içerisi yaşantı yö-
Bizi oradan hemen
alıp üçümüzü birden Erzincan Merkez Ka- rakolu’na götürdüler. İfadelerimiz
alındı ve Erzincan Valisi bizi hiç kimsenin olmadığı, aslında Alay camisinden
depoya dönme, içi rutubetten çatlamış, her taraftan soğuk alan binaya yer-
leştirtti. Jandarma Komutanı da, jandarmalara sıkı sıkıya tem- bihatta bulunup
bize çok dikkat etmeleri gerektiğini söyledi. Bizi camiden dönme altı beton,
hiçbir döşemesi ve yatağı olmayan binaya götürdüler. Soğuk kış günüydü. İlk
günleri soğuktan uykusuz geçirdik. Sonra baktık olmuyor, etraftan talaş türü,
kuru yaprak türü şeyler toplayarak onlarla altımıza yatacak yerler yaptık.
Üzerimize de paltolarımızı yorgan yaparak uyumaya çalıştık. Günlük bize sadece
bir tayın ve birer kap çorba veriyorlardı. Aradan üç ay bu zor şartlar altında
geçti, yavaş yavaş havalar da ısınmaya başlamıştı. Nihayet 3. ay bizi mahkemeye
çağırdılar. Mahkemede de Ezan okumaktan bizi hiçbir gücün caydıramıyacağını,
bizi bu göreve Re- sulullah’ın memur ettiğini söyledik. Soruşturma için mahkeme
iki ay sonraya atıldı. Oysa Arapça ezan okumanın 7 günden fazla cezası yoktu.
Ama gel gör ki, memlekette adalet diye, hak- hukuk diye bir şey de kalmamıştı.
İki ay sonraki mahkemeye paramız bittiği için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı
gardiyana sattırıp, yiyecek ve içecek için kendimize harçlık yaptığımızdan,
paltosuz ve ayakkabısız çıkmıştık. Hakim Bey "niye yalınayaksınız"
deyince, hapiste parasız kaldığımızı, karnımızı doyurmak için paltolarımızı ve
ayakkabılarımızı satmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatınca, mahkemeye gelen
Erzincan halkından bir çoğu ağlamış ve bizlere acımıştı. Nihayet bundan sonra
savcılık yattığımız yere birer ranza yaptırdı ve birer de battaniye göndererek
bize yardımda bulundu. Sonradan bize üç adet ayakkabı da gönderildi. Sonradan
hapisten çıkınca öğrendik ki, ranzaları, battaniyeleri ve ayakkabıları bize
halk
KEMALİZMİN
TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
karak o meşhur tok
sesiyle "kim o, ne istiyor?" diye sorunca, Islâm'a dönmeni, imana
gelmeni ve din zulmünü bırakmanı istiyorum diyerek bağırmaya başladım.
Elimdeki kağıtları da kapıda ki o ihtiyar kadına verdim. Fakat telefonla hemen
kapıdaki asker ve polislere haber verildiği için beni polisler hemen yakaladılar
ve Ulus Karakoluna getirip önce iki gün dövdüler. "Sen hangi cesaretle
Paşa'nın huzuruna çıkıyor ve onu imana davet ediyorsun" dediler. Ben de,
"O imansız olmasaydı Kur'ân okuyanları hapsettirmez ve ezanlarımızı
değişlirtmezdi." dedim. Tâki böyle dedikçe bana sopa attılar ve hiç
unutmam hem dilimden ve hem de ayağımdan bana elektrik vererek işkence
yaptılar. Sonra da bir tezkere yazarak beni polis nezaretinde Bakırköy Akıl
Hastanesine gönderdiler. Önce beni Bakırköy'ün diliyle
"zırdeli"lerinin koğuşu olan 10. koğuşa verdiler. Koğuşa bir girdim
40 kişi var, 20 tanesi çırıl çıplak azgın deli insanlar. Diğerleri de ondan
aşağı kalmıyorlar. İşte burada kaldığım 15 gün bana 15 sene gibi geldi. Çünkü
ranzamın üzerinde namaz kılarken hemen deliler gelip, bana yumruk
vuruyorlardı. Hepsi de gerçekten deli olduğu için bir şey yapamıyordum. Nihayet
bir gün Rabbıma yalvardım ve beni bir vesileyle 10. koğuştan almaları için dua
eltim. Elhamdülillah duam hemen o an kabul oldu ki beni o akşam Paşalar koğuşu
denilen 6 kişilik bir koğuşa aldılar. Söylenildiği gibi gerçekten burada bir
paşa, İzmir Valisi, üç tane de yüksek rütbeli memur var idi. Burada ben 50 gün
kaldım, fakat koğuştakiler benim namaz kılmamdan ve Kur'ân okumamdan rahatsız
oldukları için beni bu koğuştan attırdılar. Sonunda 3. koğuşa geçtim 10 gün de
burada kaldım. Hareketlerim hep dinle ilgili, namazla ilgili olduğu için hep
şikayet ediliyordum. Nihayet beni hastane başhekimi Mazhar Osman çağırttırdı
ve beni imtihan etti. Sorduğu her soruya cevap verdiğim için, hatta tam bir
politikacı gibi ko-
nüyle daha hoş
gelir insana. Biz de bu fırsatı değerlendirerek içerdeyken yaklaşık 3 senelik
kaza namazı kıldık ve elhamdülillah ömürde bir kez olsun tutulması mendup olan
kef- faret orucu ile, ömürde en az tutulması sünnet olan 3 aylar orucunu
Ramazanla birlikte işte bu hapis hayatımız anında Erzincan'da tamamlamış olduk.
Daha doğrusu Ezan-ı Muhammedi sayesinde hiç olmazsa hapishanede kalplerimizi
paslarından arındırmaya çalıştık. Zikirlerimiz, tesbihatlarımız ve
hatimlerimizle bize hapis hayatı gülistan oldu Erzincan'da.
H. Hüseyin
Ceylan : Bakırköy Akıl Hastanesi’ne gidişiniz nasıl olmuştu?
Yusuf Özcan : 1945 yıh idi. Kur'ân
öğrenmesinin ve öğretilmesinin yasaklanması, Ezan'ın Tanrı Uludur diye okunmaya
başlaması, kadınlarda İslâm dışı kıyafetlerin revaçta olması benim canımı
sıkıyor, bir türlü yerimde duramıyordum. Ezanı Arapça okumak ta tatmin etmez
olmuştu. Nihayet bir gün, bütün bu olup bitenlerin baş sorumlusu olarak İsmet
Paşaya (İnönü) çıkmaya karar vermiştim. Bir hafta uğraşarak İsmet İnönü'ye 40
soruluk 10 sahifelik bir ültimatom hazırladım. Hazırladığım sorularda vatanın
ve milletin dinsizliğe gittiğini, bu işin baş sorumlusunun da kendisinin
olduğunu, İslâm’a, Kur'ân'a dönmedikçe hem dünyada ve hem ahirette felah
bulamayacağını anlattım. İlk paragrafta, "İnnellahe ye'muru bil adli vel ihsani..."
âyetini yazarak İnönü'yü adaletle hakla hükmetmeye çağırdım. Bir gün bu
düşünceler içersinde elimde kağıtlarım Çankaya köşküne çıktım. İsmet Paşayla görüşmek
istediğimi söyledim. Bana izin vermediler, ben de arka bahçeden, o yüksek
demirparmaklıklardan aşarak köşke geldim. Kapıyı çaldım, bir ihtiyar kadın
çıktı, İsmet Paşa ile görüşeceğimi söyleyince, İsmet Paşa üst pencereden bana
ba-
olan ve TBMM’de
ilk Arapça ezanı okuyan Muhiddin Ertuğrul Efendi’den bu olayı dinledim ama bir
de sizden dinlesem. Abdurrahman Balcı Stalin’e gönderdiği mektupta neler
yazmıştı ve gelişmeler nasıl olmuştu?
Yusuf Özcan : Abdurrahman Balcı, nasıl
Peygamber s.a.s. Efendimiz zamanın meşhur İslâm düşmanlarına; Mısır Kıpti'sine,
İran KayseTine ve Bizans Herakliyus'una davet mektupları gönderdiyse, öylece
1945'li yılların en büyük İslâm düşmanı olarak Veseryanoviç Stalin'e İslâm'a
davet mektubu göndermişti. Ve o mektup Sovyet Büyükelçiliğinin de ifadesiyle
Stalin'e gönderilen ilk ve son davet mektubu idi. Mektubun özeti, bugünkü
Ayetullah Humeyni'nin yeni Sovyet Lideri Mic- hail Gorbaçov'a gönderdiği
mektubun muhtevasının aynı idi. Kısaca Stalin Kominizmi bırakıp, İslâm'a
dönmeye, Islâm'dan başka kurtuluş yolu olmadığına davet ediliyordu. Tabi hemen
Stalin Türkiye'deki Büyükelçiliği vasıtasıyla konuyu T.Ç.'nin Reisicumhuru
İsmet Paşa'dan sorduruyor. İsmet Paşa'ya, gönderilen mektupta isim, soy isim
ve adres açık olduğu için Abdurrahman Balcı'yı buldurtturuyor^Nihayet
Abdurrahman Balcı da bizler gibi hapiste ve akıl hastanesinde yattığı için,
Stalin'e, Sovyet Büyükelçisi kanalıyla, mektubu gönderenin akıl hastası, meczub
bir Türk vatandaşı olduğu söylenerek bu vaka Stalin ile smet Paşa arası
muhabereyle kapanmış oluyor.
Ben de bu
mektuplaşmadan ilham alarak tam 10 sayfalık bir İslâm'a Davet mektubunu bizzat
kendi ellerimle Çankaya Köşküne, İsmet Paşa’nın gözü önünde bırakmış oldum.
H. Hüseyin
Ceylan : Diğer hapis hayatlarınızın uzunca bir zamanını 1954 sonrası Ankara
Merkez Cezaevi'nde geçirdiniz. Oysa 1954’de gelince Sizin delisi olduğunuz ezan
aslına Demokrat Parti tarafından döndürülmüştü. Bu sefer
nuştuğum için
Mazhar Osman etrafındaki görevlilere : "Bu adam bizden akıllı, çabuk bunun
tezkeresini yazın da Ankara’ya gönderin. Artık bu adam serbesttir, bunda
delilik filan yok diyerek beni Akıl Hastanesinden çıkarttı ve polis nezareti
olmaksızın yalnız başıma beni Ankara'ya gönderdi. Ben de Ankara Valisi'ne
gelerek durumumu rapor etim. Vali şaşırdı, "sen yalnız mı geldin?"
diye. Bana Vali biraz da tavsi-yelerde bulundu, devlete karşı gelme, Arapça
ezan okuma, fazla dindar olma diye. Ben de kendisine, dindarlığın fazlalığını
Allah ve Resülü emrediyor, Ezanı böyle okumamı isteyenler de Allah ve
Resulüdür. Dünya bir tarafa, Allah ve Resülü'nün buyrukları bir tarafa. O’nun
ve Resülü'nün buyrukları için ömrümce hapse ve akıl hastanesine girmeye razıyım
dedim. Vali, "galiba bu deli Yusuf un hakkından gelemiyeceğiz. Ne yapalım,
delidir ne yapsa yeridir deyip sineye çekeceğiz galiba" diyerek beni serbest
bıraktı. İşte ilk Bakırköy maceram da böyle oldu.
H. Hüseyin
Ceylan : İsmet Paşa'ya mektup yazmak nereden aklınıza gelmişti?
Yusuf Özcan : Türkiye'de Arapça ezan okumayı
örgütleyen hocaefendinin hulefası cesur insan, inancı uğruna her- şeyi feda
eden insan Abdurrahman Balcı isimli bir arkadaşımız vardı. Bunun bir hadisesi
var ki İsmet İnönü yakınen bilirdi ve o yıllardaki Sovyet Büyükelçisi de çok
iyi bilirdi. 1945 yılının başlarında Abdurrahman Balcı Efendi Sovyetlerin o
yıllardaki Lideri Stalin'e bir mektup göndermişti. 10 sahifelik ve bütünüyle
Stalini İslâm'a, Kur'ân’a ve İmana dönmeye davet eden bu mektubu bana ilham
kaynağı oldu ve ben de İsmet İnönü'ye 40 sorulu 10 sahifelik bir Islâm'a davet
mektubu vermiş oldum.
H. Hüseyin
Ceylan : Sîzler Abdurrahman Balcı Efendi ile yakın ilişkileriniz olmuş. Gerçi
şu anda onun damadı
kemeleri'nin
heyetlerinin hepsinin de ölümü birer ibrat levhası hasıl etmemiş midir? Hatta
cellatları bile "danalar gibi" böğüre böğüre ve affedersiniz kendi
yatak odalarına pisliklerini yapa yapa ölmüşlerdir.
24 Temmuz
1987/Hasköy - Ankara
H.Hüseyin Ceylan
: Sadık Amca! Sizler 1320 doğumlu ve 1940-1950 yıllan arası özellikle Ankara,
İstanbul ve Bursa bölgesinde okuduğunuz Arapça ezanlar dolayısıyla uzun yıllar
hapis hayatı çekmiş ve hatta sürekli yaptığınız bu eyleminizden dolayı Bakırköy
Akıl Hastanesine delidir diye defaten gönderilmiş bir insansınız.
Önce sizi tamsak
ve sonra niçin hapis hayatı ve Bakırköy Akıl Hastanesine gönderildiğinizi
öğrensek.
Sadık Çakırtepe
: Ah evladım
ah! Dinimiz gitmişti elden. Kur’ân-ı Kerim okunmaz olmuş, okuyanlar ve
okutanlar hapishanelere tıkılmış veya bin bir türlü eza ve cefa ile karşılaşmışlardı.
En önemlisi de Ezan-ı Muhammediyemiz bile elimizden alınmıştı. Tanrı Uludur
diye ulutuyorlardı süngü zoruyla.
Allaaaah....
Allahu Ekberrr.,.. Lailehe İllalllahhh........
(Sadık Amca 80
yıllık çileli hayatın verdiği çökmüş görüntüye rağmen, Hasköy'deki gecekondu
evinde bu bölüme gelince sanki 1940-1950 yılları arasına dönüp, olanca gücüyle
ve kuvvetiyle ve sesinin çıktığı kadar Allahu Ekber diye bağırmaya başladı.
Sürekli Allah sesleriyle 5-10 dakika evin içi inledi. Sonra gözyaşlarını
tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.)
Evlat görüyorsun o
günleri hatırlayınca duramıyorum.
Yusuf Özcan : Demokrat Parti her ne kadar müslümanların
oyu ile iktidara geldiyse de, dinin ahkamdan arındırılması ve geleneksel bir
inanç haline dönüştürülmesi açısından İslâmî CHP'den daha çok dejenere
etmişti. Bu yüzden bizler de Pilavoğlu, Abdurrahman Balcı gibi zatların öncülüğünde
DP'ye karşı mücadeleye başlamıştık. CHP 1950 öncesi bizi ve inancımızı
dinsizliğe uzanma adına horlarken, şimdi de, DP bizi horlamaya başlamıştı.
DP'nin yaptığı laikliği koruma adına müslümanlara zulmetmek olmuştu. Biz 1954
yılında 550 arkadaş toptan örgütlü bir teşekkül olarak, laikliğe aykırı
davranışlar hep bunlardan çıkıyor denilerek Kemal Pilavoğlu ve Abdurrahman
Balcı olmak üzere hep birlikte hapse atıldık. O zaman hiç unutmuyorum
hapisteyken 1955 yılında Pilavoğlu ile Abdurrahman Balcı'nın kendi aralarındaki
konuşmaları. O zaman Kemal Pilavoğlu demişti ki, "bunlar bizi
dindarlığımız yüzünden ve Allah'ın Devletini, Kur'â'n Nizamını isteyişimiz
yüzünden hapse attırdılar. Allah Azze ve Celle "muntekim,‘
olandır. Bakın göreceksiniz bizim 550 kardeşimizin suçsuz yere hapse tıkıldığı
gibi Demokrat Parti’nin idarecileri de en az 550 kişi hapse tıkılacak ve suçsuz
olmalarına rağmen de idam edileceklerdir."
Gerçekten benim bu
iki kulağımla 1955 yılında Ankara Merkez Hapishanesinde dinlediğim olay 1960
ihtilalinde aynen gerçekleşti ve Menderes, Zorlu ve Polatkanm idamıyla
birlikte, 550'den fazla kişi de yargılanıp hapse mahkum oldu. Allahu Teala
kudsi hadisinde ne diyor, "Benim veli kullarıma kim düşmanlık yaparsa,
ben de onlara ilan-ı harp eylerim".
Nitekim İstiklâl
Mahkemeleri’ni yöneten ve nice ulemaya ve meşayıha ölüm cezası veren Ankara ve
Şark İstiklâl Mah-
Ticani k.s.
hazretlerinin yaptığı, cihadi yönü ve eylemsel yönü zikri yönünden daha
öncelikli olan Ticani tarikatına intisap etmiştik. O zamanlar Kemal Pilavoğlu
rh.a. bu tarikatın liderliğini yapıyordu. Ve özellikle de dini koruma, Kur’ân
ve Sünneti ayakta tutma adına onun hulefası niteliğindeki büyük insan
Abdurrahman Balcı Efendi bizlerle sohbetler ederek zikirden, tesbihattan daha
önce elden giden Kur'ân’ı, Sünneti ve Ezanı kurtarmanın Allah katında en
sevgili gelen amellerden olduğunu söylüyordu.
Abdurrahman Balcı
bana 1941 yılında, “sen Bilali Habeşi radıyallahu anh ile arkadaş olmak
istemez misin, hadi bakalım minarelerden onun gibi yanık sesle Allahu Ekber
diye bağıra bağıra ezan oku bakalım” deyince bana Allah o anda gönlüme öyle
hisler verdi ki kendimi kuş gibi hissediyor, Tanrı Uludur diye okunan ezanların
yerine Arapça Allahu Ekber diyerek ezanın gerçeğini biran önce okumak için heyecanlanıyordum.
Bir gün yaz aylarıydı, ilk Arapça ezanımı Ankara Ulustaki Zincirli Camiinde
okudum. Cuma günüydü. Her Cuma özellikle büyük camilerde jandarmalar Arapça
ezan okumasınlar diye silahlarıyla nöbet tutarlardı. Hatta postallarıyla
camiye girip, müezzin mahfelinde nöbet tutan jandarmalar bile vardı. Ankara
Hacıbayram, Zincirli ve Aslanhane camileri buna birer örnektir. Ben Zincirli
Camiinde Cuma günü ezan okuyunca, (gizlice minareye çıkmıştım) etraf bir anda
polis ve jandarma ile dolmuştu. Minareye çıkan polisler beni zorla aşağıya
indirmek istediler ama elhamdülillah Ezan-ı Mu- hammediyeyi Peygamber s.a.s.
Efendimizin istediği tarzda tamamlamıştım. Beni minareden indirirken tekme,
tokat ve dipçiklerle indirdiler, hatta sırtıma indirilen dipçik acısıyla
minare merdiveninde yaralandım ve kaburga kemiklerim kırılmıştır.
Ben Ezan-ı
Muhammedi delisiyim. Tanrı Uludur diye okunan ezanlar bana kurşun gibi
saplanıyordu. Ben Ankara’nın Çubuk İlçesinin Karadana Köyünde doğdum. 1330
(Rumi) doğumlu olduğum için bizim nesil ilkokul şehadetnamelerini (diploma)
Türkiye Cumhuriyeti adına alan ilk nesildi. O yüzden 1923 ve sonrası
gelişmelerini çok iyi hatırlıyorum. Özellikle 1940 yıllarında zirveye ulaşan
dini zulümleri unutmamız mümkün değil, çünkü 1940-50 yılları arası hâlâ
devletin kayıtlarında mevcuttur ve hatta Hukukta Ezan-ı Muhammedi suçuna ilk
örnek Türk Ceza Kanunu'nda bizi göstermişlerdir. İşte kitap orada saklıyorum,
bakarsınız; bizler bu yıllar arasında sayısını hatırlayamıyacağım kadar
nezaret, tutukluluk ve yargılama görmüşüzdür. Ayrıca 1932 yılında meşhur Bursa
Ezan olayı ilk kez olmak üzere, 46, 47 ve 48 yıllarında 3’er kez Arapça ezan
okumam dola-yısıyla hapishaneden sonra delidir diye Bakırköy Akıl Hastanesin'e
gönderilmişimdir. Yani Allahu Ekber diye ezan okuduğum için tam 10 kez hapis ve
10 kez de Bakırköy Akıl Hastanesine yatırıldım.
H. Hüseyin
Ceylan : Nasıl başladınız Arapça Ezan okumaya? Yanılmıyorsam Ankara’da 1940-50
arası çok örgütlü bir düzeyde ve özellikle de Cuma günleri korsan bir şekilde
Arapça Ezanlar okunmuş. Onlardan bir tanesi de sîzlersiniz. 15-20 arkadaş ve
genellikle de Çubuklu olmak üzere Ezan okuma gruplan oluşturmuşsunuz ve bu bir
Cihad’dır diyerek yurdun dört bir yanında gayet bilinçli olarak Ezan okuma
eylemi yapmışsınız. Nereden aklınıza geldi böyle bir eylem?
Sadık Çakırtepe
: Biz zaten
Tanrı Uludur diye yapılan ulumalardan fazlasıyla rahatsız idik. Ankara'ya
indiğimizde Ti- caniye Tarikatı olarak bilinen ve kuruculuğunu Ahmed et-
KEMALİZM
İN TÜRKÇE EZAN HİKAYESİ
Abdurrahman Balcı
Efendi’nin bu sözleri bizde öyle tesirler uyandırdı ki, artık herkes
hapishaneyi ve hatta tımarhaneyi göze almıştı. Allah'ın takdiri o toplantıda
bulunan hemen herkes Ezan-ı Muhammedi yüzünden hapislere atıldı, binbir türlü
işkence, eza ve cefa gördüler ve sonunda da hemen hepimiz Abdurrahman Balcı da
başta olmak üzere, Yusuf Efendi, Osman Efendi, Muhiddin Efendi, Zeki Efendi,
Bursalı adaşım Sadık Efendi ve diğer hatırıma getiremediğim bütün arkadaşlar
delidir denilerek tımarhaneye, Bakırköy Akıl Hastanesine ayrı ayrı zamanlarda
yatırılmış olduk. Böylece 1942 yılındaki Abdurrahman Balcı Efendi’nin
söyledikleri 1950 yılına kadar aynen gerçekleşmiş oldu ve elhamdülillah bizim
bu dişe diş, başa baş ve her tür işkence ve zulümlere katlanarak giriştiğimiz
"Allahu Ekber" eylemi 16 Haziran 1950 yılında gerçekten 'Tanrı
Uludur'dan 'Allahu Ekber'e dönüşmüş oldu.
H. Hüseyin
Ceylan : Sizi neden Akıl Hastanesine gönderdiler?
Sadık Çakırtepe
: Efendim önce
şunu söyliyeyim ki hareketimiz 1946'ya kadar çok büyümüştü. Hatta Eskişehir
başta olmak üzere (1945 yılında) askerden de ezan okuyanlar olmuştu.
Eskişehir’de 1945 yılında 40 askerin başlarında Ali Rıza Gürkanlı olmak üzere
(Ali Rıza Gürkanlı Abdurrahman Balcı'nın damadıdır) Alaydan kaçarak önce
Eskişehir içinde, sonra Kütahya ve Ankara'da ve Alay içinde ezan okumaları o
yıllarda büyük olay olmuştu. îşte böylesine yaygın bir hareketin elebaşılarını
başta Abdurrahman Balcı olmak üzere hep Bakırköy Akıl Hastanesine göndermişlerdi.
Sebep hareketi küçük düşürmek ve yapanları da delidir diye halka takdim etmek.
Beni hemen şimdi
Hacı Bayram girişinde bulunan Otel’in alt katına (orası eskiden Anafartalar
Karakolu idi) götürüp orada ölesiye dövdüler ve "bir daha olmasın, aklını
başına al, seni hapse atarız" diyerek ağzım burnum kan içinde beni
serbest bıraktılar.
H. Hüseyin
Ceylan : Niçin Arapça Ezan?
Sadık Çakırtepe
: Ezan,
İslâm’ın günde en az beş kez tekrar bütün müslümanlara bir çağrısıdır. Bir
çağrı olmadan, bir davet olmadan İslâm'ın yeşermesi de mümkün değil. Zaten o
yüzden ezanın "Allahu Ekber'le simgelenen davetini ortadan kaldırdılar.
Davet ortadan kalkınca İslâm'ı yeşertecek da- vetçiler oluşmadı tabi. Bizi
yönlendiren Abdurrahman Balcı da Ezanı bir yeniden çağrıyı diriltmek ve sonra
müslümanların davasına sahip çıkması adına örgütlenmelerine vesile olması için
bu ezan eylemlerini yürürlüğe koydurtmuştu. 1942 yılında Has- köy mevkiinde bir
evde toplanmıştık. Bize dedi ki : "Biz Mehdi'nin askerleri olacağız. Bunun
için önce bütün putları red- deceğiz ve putların put olduğunu herkese
duyuracağız. Sonra en büyük silahımız Allahu Ekber olacak ve sürekli Arapça
ezan okuyacağız. Belki bunları yapıyoruz diye Sadık Efendi gibi Yusuf Efendi
gibi (beni ve Çubuk Guruveren Köyünden arkadaşımız Pehlivan Yusuf Efendiyi
işaret ederek) kardeşlerimiz işkence görecek, karakollara götürülecek, belki
tımarhanelere delidir diye tıkılacağız ve hatta idam bile edileceğiz. Ama
bilesiniz ki biz bunları yapmazsak bizden sonraki nesiller de Allahu Ekber
yerine Tanrı Uludur sesini işitecekler. Dünyada bugün sadece Türkiye'de Türkçe
ezan okunuyor. O yüzden en başta bizlere bu ezanı aslına döndürmek farzı
ayındır. Dünyada sadece bizim ülkemizde olduğu için de, bunun kaldırılması
dünyanın en büyük cihadı olacaktır. Hadi göreyim sîzleri, gazanız mübarek
olsun, cihadınız aziz olsun..."
Türkçesi daha güzel
değil mi?” diye sorunca: "Doktor Bey» size isminiz Ahmed oiduğu halde ben
size Hans, Kirko (herhalde George demek istemiş) desem olur mu? Hans hiç Ahmet
isminin yerini tutar mı? Biz de Allahu Ekber’in yerini hiç bir ifade
tutmayacağı için Tanrı Uludur demeyi reddediyoruz. Onun yerine Allahü Ekber
diyoruz" diye cevab verdim. Doktor benim bu cevabımdan sonra "bu adam
benden de akıllı, olsa olsa bu Allah’ın delisidir" diyerek Akıl
Hastanesinden çıkartmıştı.
Biz bu tür işkence
ve cefalara sırf "Allahu Ekber" için katlandık evlat. Allah da bize
bu gayretimiz karşılığı Tanrı Uludur yerine Allahu Ekber demeyi ve ezanı aslî
şekliyle dinlemeyi yeniden bahşetti. Yoksa Demokrat Parti’nin kendiliğinden
yapacağı şey değildi, Arapça ezan. Tabandan gelen güçlü hareket DP’yi bu
hareketi yapmaya mecbur etmişti. DP’nin aslında bizlerc 1950 sonrası yaptıkları
da 1950 öncesini aratmıyordu. Liderimiz Abdurrahman Balcı ve Kemal Pilavoğlu
gibi insanlar dikkat edilirse en çok DP döneminde hapse girmişler ve işkence
görmüşlerdir.
H. Hüseyin
Ceylan : Ezanla ilgili ilginç başka hatıralarınız vardır elbet.
Sadık Çakırtepe
: Hiç unutmam
çok partili sisteme geçiş gereği, ortada CHP'nin dışında Millet Partisi ve Demokrat
Parti gibi partiler vardı CHP'ye muhalefet eden bu iki partinin varlığı bizlere
biraz da cesaret veriyor,-bizler artık her hafta Cuma günleri Ankara'nın bütün
camilerinde korsan bir şekilde Arapça ezanlar okuyorduk. Ankara’nın içinde ve
ilçelerinde Arapça ezan okumadığımız cami kalmamıştı. Hepimiz Allah rızası
için geziyor ve Arapça ezanı halka yeniden duyurmaya çalışıyorduk.
Düşünebiliyor musunuz 40-50 arkadaş Abdurrahman Balcı’nın Aralık 1948’dc bize
yaptığı bir sohbet gereği hepimiz bütün vila-yetlere dağılmış, bazımıza da
Onlar öyle
düşünerek bizleri, toplam 40-50 arkadaşımızı değişik zamanlarda Bakırköy'e
götürmüşlerdir. Ancak Abdurrahman Balcı Efendi ve onların bu düşüncelerinin
tam tersine "delidir" raporu alınarak, ezan gibi eylemlerin daha
kolay gerçekleştirileceğini söyleyerek adeta bir gönüllüler ordusu
oluşturulmuştur. Bizim arkadaşlarımızın hepsi o zamanlar gönüllü olarak
Allah’ın deliliğine talip olmuşlardı ve Allah'ın adını her yerde daha kolay
haykırabilmek için "deli raporu" almışlardı.
H. Hüseyin
Ceyalan : Yaptığım araştırmalarda sizin de Bakırköy Akıl Hastanesine
yatırıldığınızı öğrendim. Siz neden yatırılmıştınız?
Sadık Çakırtepe
: Ben 1941
yılında Zincirli Camiinde Arapça ezan okumaya başladıktan sonra, Ankara'nın bir
çok yerinde ve Bursa, İstanbul gibi yerlerde de Arapça ezan okumuştum.
Birisinde Antalya Murat Paşa Camisine gidip orada okudum ve beni jandarmalar
yakalayıp, emniyete getirdiler. 3 gün nezarette işkence gördüm. Vücuduma
elektrik verdiler. AnkaralI ve Çubuk kazasından olduğum tesbit edilince
Ankara'ya gönderdiler. Ankara Emniyetinde 7 gün dövüldüm, ekmek-aş vermediler.
Hatta ölmemiz için bize zehir verdiler. Bir çok arkadaşımıza TBMM’de ilk
Arapça ezan okuyan Hacı Mu- hiddin'le Osman Yaz'a ve Gurumenen'li Hacı Yusuf’a
da fazla oranda vücutlarına zehir zerkettiler. Allah’ın takdiri bizler ölmedik,
Hepimizi de Bakırköy'e yaptığımız dolayısıyla delidir diye gönderdiler. Ben
onlardan çok önce 1942'de 3 ay, 1945’de 6 ay, 1946'da 5 ay, 1948'de 3 ay olmak
üzere yaklaşık 1.5 sene Bakırköy Akıl Hastanesine gönderildim. Her seferinde de
oranın Baştabibi tarafından "ya bunlar deli değil, süper akıllıdır"
denilerek geri gönderildim. Hiç unutmam birisinde (1945) baş- tabib beni çağırdı,
"oğlum niçin Arapça ezan okuyorsunuz, bak
H. Hüseyin
Ceylan : İsini olarak hatırlayabilecek misiniz o günler bu ezan eylemini
yapanları ve en çok kimler hapse girmişti?
Sadık Çakırtepe
: Bir Tarzan
Hüseyin dediğimiz Ankara’nın Çubuk kazasının Gökçedere köyünden Hüseyin Ercan
vardı. îri yapılı, pehlivan vücutlu biriydi. 10 jandarma kendisini zor
hakederdi.Şimdi rahmetlidir. En azından 30 kadar vilayeti gezerek bizzat
kendisi ezan okumuş ve defalarca hapse girip işkence görmüş bir arkadaştı.
Birisinde 1947 yılı idi, Abdurrahman Balcı arkadaşımız Hüseyin Ercanı
Çankırı'ya ezan okumaya göndermişti. Arkadaşımız Hüseyin, hep ben mi okuyacağım,
biraz da başkaları okusunlar diye düşünerek Çankırı'ya gitmemişti. Bunun
üzerine Abdurrahman Balcı, "Ezanı kadınlar mı okuyacak?" diyerek
Hüseyine kızınca, bizim tarzan Hüseyin Gökçedere köyünden Koca Kadir isimli
arkadaşını da yanma alarak Çankırı'ya gitmişti. Biz o zamanlar kendisinden
dinlemiştik. Hüseyin Efendi ile Koca Kadir bir plan yaparlar ve önce Çankırı
Demokrat Parti il başkanlığına uğrarlar, başımıza bir şey gelirse bize sahip
çıksınlar diyerek, "Biz buraya Fevzi Çakmak Paşa ile, Celal Bayar
gönderdi. Gidin Çankırı dindar bir yerdir, orada Arapça ezan okuyun" diye
gönderdi derler. Çankırılı DP'liler bize böyle bir haber gelmedi demelerine rağmen,
bizim Hüseyinle, Koca Kadir kendilerine sahip çıkılması için bu yalanın
üzerinde ısrarla dururlar. Sonra her ikisi de ayrı ayrı camilere giderek Arapça
ezan okurlar. Hüseyin Ercan yakalanır ve Karakola götürülürler. Demokrat
Partililer kendilerine hiç sahip çıkmazlar. Karakolda Hüseyin Ercan’ı iyice
dövdükten sonra, bir Kur'ân okuturlar, Hüseyin Ercan mahsus Kur'ân-ı okuyamaz.
Karakol amiri; "Bakın bu daha Kur'ân okumasını bile bilmiyor. Allah’ın
meczupları olsa gerek diyerek bunu Ankara'ya gidecek olan bir kamyona bindirip
Ankara'ya gönderirler.
iki vilayet düşecek
tarzda her vilayette Arapça ezanı duyurmaya yemin etmiştik. Abdurrahman Balcı
bu sizin ga- zanızdır, bu sizin cihadınızdır diyerek bize bulup-buluşturduğu
paralardan yardım ederek, biraz da kendimizden katarak, bazılarımız kümesteki
tavuklarını, bazımız Hacı Yusuf onlardan biridir, ahırdaki ineğini satarak, bu
eylemi gerçekleştirmek için Türkiye'ye dağıldık.Şubat'ın ilk günleri
yakalanmadan geriye gelebilenler Ankara’ya dönmüştü. IŞubat 1949 tarihinde yine
Ankara'da Abdurrahman Balcı'nın başkanlığında Karapürçek Köyü yakınlarında
toplandık. Hepimiz rapor verdik. Abdurrahman Balcı; "Elhamdülillah, şimdi
Türkiye'nin her yerinde Allah’ın ezanını duyurmuş olduk. Allah hepinizi me'cur
kılsın.Şimdi sıra kurulduğundan beri kürsüsünden hiç Ezanı Muhammediye
okunmamış olan TBMM’de ezan okumaya geldi. Ezanın Tanrı Uludur diye okunmasına
1932’de TBMM’de karar verenler, şimdi orada bizler vasıtasıyla "Allahu
Ekber" seslerini duymalıdırlar diyerek, TBMM’de bizleri Arapça ezan
okumaya davet etti. Hemen içimizden bu işin gönüllüsü olarak yiğit yapılı uzun
boylu Çubuk Guruveren’li Osman Yaz’la Abdurrahman Balcı’nın okumuş-yazmış,
ağzı iyi laf yapan Demiryollarında memurluk yapan damadı Muhiddin Efendi öne
atılarak bizler okuyalım dediler.
Ve Osman Yaz ile,
Muhiddin Ertuğrul Efendi, TBMM’de hiç unutmam 4Şubat 1949 tarihinde Cuma günü
dinleyiciler locasından Arapça ezanı bütün müdahalelere rağmen okumuş oldular.
TBMM’de okunan bu ezan Türkiye'de büyük tesirler uyandırdı. Gazeteler günlerce
bu olayı yazdılar ve konuştular. Tabi arkadaşlarımız da hemen tutuklanıp
emniyete götürüldüler. Ve orada aylarca işkence gördüler, hapiste yattılar ve
sonra bunlar delidir denilerek Bakırköy'e gönderildiler. Onlar hâlâ sağ,
kendilerini bulup buluşturursanız, bizzat kendisinden de dinlersiniz
maceralarını.
şimdi de sıra sende
bak gör bir yumrukta seni nasıl edeceğim. Böylece de bir daha Müslümanlara
zulmedemeycceksin".
Gerçekten Polis
Turan’ın felç olması Ankara'daki diğer polisleri de korkutmuştu. En önemlisi
Allah böyle bir zalimi felç olmakla cezalandırmıştı.
Bir başka
arkadaşımız İstanbul Fatih-Dramalı meşhur turşucu Abdullah Taşkesen Efendi idi.
O da 1949 yılında bir milli maçta Dolmabahçe stadında üç arkadaşıyla birlikte
ezan okumuştu. Dramanlı turşucu Hacı Abdullah Efendi ayrıca stanbul'un en büyük
sineması olan Beyoğlu’ndaki bir sinemada; şimdi adını unuttum, ezan okumuştu.
Yine Konyalı Mehmet
isimli bir arkadaşımız Ankara Valiliğinde 1949 yılında Vali Nevzat Tandoğan'ın
huzurunda, kendisinin gece kondusunun yıkılmasını fırsat bilerek vali huzuruna
çıkıp Arapça ezan okumuştu. Hatta Vali Nevzat Tandoğan, "artık vilayette
bile bunlar ezan okuyorlar diyerek Konyalı Mehmed kardeşimizin sakalından
tutup; "Bak ezan okuduğun o ağzına barut doldururum bir daha okuyamazsın.
Yoksa Ezan okuduğun dillerinle sana tuvalet yalattırırım" diyerek küfür
ve hakaretlerde bulunmuştu.
Garibtir,
müslümanların ezan okuyorlar diye ağızlarına küfreden ve ağızlarına kurşun
sıkmak isteyen Vali Nevzat Tan- doğan'ın ölümü ağzından kurşunlanarak olmuştu.
Hem de en yakın arkadaşları tarafından.
Hani "dinsizin
hakkından imansız gelir" derler ye, işte öyle bir ceza ile Allah, Vali
Nevzat Tandoğan'ı cezalandırmıştı.
Ankara Topraktık
mevkiinde oturan Konyalı Mehmed kardeş 1986 yılında Allah'ın rahmetine
kavuşmuştur.
1940-1950 yılları
arası çileli hayatımızın mücadelelerle dolu bölümlerinden sadece
hatırlayabildiklerim bunlar. O dö-
Böyle ilginç
anıları olan arkadaşlarımız olmuştur. Yine Kütahyalı Abdullah, Kayserili
Mahmud, Hasköylü Zeki ezanla ilgili işkence gören, hapis hayatı olan
kardeşlerimizden birkaçıdır.
Bir de Çorum,
Alacadan Deli Ahmet diye bir arkadaşımız vardı. Tabi bu da ezan okumaktan
dolayı hapislere girdiği için ve Bakırköy Akıl Hastanesinde yattığı için adı
Deli Ahmed'e çıkmıştı.
Ahmed Dolaşık adlı
Alacalı bu arkadaş yumruğu güçlü bir arkadaştı. Yakalandığı zaman polisin veya
jandarmanın elinden bu güçlü fiziğiyle rahatlıkla kaçabiliyordu. 1948 yılında
Ankara Cebeci Hamamönü mevkiinde bir polis adı da Turan idi. Hep bizleri takip
eder ve inananlara zulmederdi. Özellikle Arapça ezan okuyanlara emniyette hep
bu işkence ederdi. Bir gün (1948) polis Turan, Alacalı Deli Ahmed Dolaşık'ı
Cebeci Hamamönü mevkiinde sıkıştırır. Deli Ahmed, Polis Turan'a “Kardeşim Allah
diyeni ne diye takip ediyorsun. Sen slâm düşmanı mısın? Benim peşimi bırak. Bak
şimdi burada kimse yok, sana bir yumruk vurursam felç olursun, git
başımdan" deyince, Polis Deli Ahmed'i yakalamak ister. Her nasılsa Ahmed,
kendisinin bize anlattığına göre öyle bir yumruk çeker ki polise, polis o anda
olduğu yere yığılır. Ertesi gün bu polisin biz ağzı kaymış, dudakları düşmüş ve
eli hareket etmez bir tarzda felç olmuş halde gördük. Polisler her ne kadar
Kemal Pilavoğlu'nu ve Abdurrahman Balcı'yı sıkıştırdılarsa da, polis Turan’a
yumruk atanı bulamamış oldular. Zaten bu hadiseden sonra da Deli Ahmed
memleketi olan Alaca'ya tekrar dönmüş oldu ve izini kaybettirdi.
1950 Demokrat Parti
iktidarı sonrası Ankara'ya geldiğinde bu olayı arkadaşlarla birlikte
kendisinden dinlemiştik; polise yumruk atarken şöyle demiş: "Sen Allah
diyen nice ağızlara yumruklar attın, Allah diyenlerin dişlerini kırdın,
Türklerin
MilliŞef dedikleri İsmet Paşa’nın ve -Milletvekillerinin huzurunda
"Allahu Ekber” diyerek iki kişi sırayla ezan okudular” diyor.
Türkiye’de
4Şubat 1949 tarihine ve Cuma gününe rastlayan bu tarihi olayı
gerçekleştirenlerden biri de sîzsiniz. Sizin biz iki yıl süren bir iz
takibinden sonra adresinizi ve hayatta olduğunuzu bulduk. Siz bizim için bir
tarih ve kültür antikasısınız, TBMM’de Arapça Ezan okumanız cihetiyle.
Nasıl olmuştu bu
meclisteki ezan okuma olayı? Ve nasıl planlamıştınız o tarihte BBC’nin bile
”Yine Tür- kiye'deŞeriat istekleri meclise kadar sıçradı ve TBMM’de yasağa
rağmen halktan iki kişi Arapça ezan okudu!” diyerek verdiği bu olağanüstü
olayı?
Hacı Muhiddin
Ertuğrul : Efendim
önce sizi bu gayretlerinizden dolayı tebrik ederim. Evet 4Şubat 1949 tarihinde
Osman Yaz isimli arkadaşımla birlikte Büyük Millet Mec- lisi’nde İsmet Paşa’nın
huzurunda Arapça ezan okumuş ve bunu da 5Şubat 1949 tarihli bütün gazeteler
yazmıştı. Ancak bizimle bu konuda bu güne kadar mahkemelerin dışında hiç
konuşan olmamıştı. Sizin gelişinizle birlikte bu tarihî hadiseyi yeniden bundan
sonraki nesle "ezan tarihinden önemli bir sayfa" olarak
aktarabileceğimiz için Allah’a sonsuz şükürler ediyorum.
Önce kendimi
tanıtıyorum. Çünkü 5Şubat 1949 tarihli Milliyet ve Cumhuriyet gibi gazeteler
bizi deli diye tanıtmıştı. O gün mecliste bütçe tasarısı görüşmeleri yapıyor ve
meclis başkanlığı koltuğunda da Raif Karadeniz adlı bir din düşmanı
milletvekili bulunuyordu. Meclis Başkanı da tüm gazetecilere bir
"delidir" diye tanıttığı için millet bizi ne yaptığını bilmeyen
nemde Ezan-ı
Muhammediye'nin okunmasının delisi olan biz- lerin adı o yıllardan bu günlere
hep "deli” diye kaldı. Biz de Allah’ın deliliğine, Ezanın deliliğine razı
olduk. İnşaallah Rab- bim bizleri ezan için yaptığımız deliliklerle haşr eder
ve öylece mükafatlandırır.
(Sadık Çakırtepe
amca 80 yaşına gelmiş ve fakat o dönemde çektiği sıkıntılarla adeta 100
yaşında gösteren bir haliyle yeniden o eski günleri hatırlatırcasına
yatağından ayağa fırladı ve iki eliyle kulaklarını kapatarak Allahu Ekber, Allahu
Ekber diyerek öyle bir Ezan okumaya başladı ki, odasında bulunan herkes ve ben
ağlamaktan kendimizi alamadık. Ve bana dönerek evlat 3Şubat 1932 tarihinden
itibaren başlayan ezan yasağı dolayısıyla tam 18 yıllık Ezan-ı Muhammedi
mücadelemiz işte böyle geçti diyerek yeniden gözlerini o çirkin tarihe kaydırdı
ve hapishane hayatı ve Tımarhane hayatı içersinde geçen bir çeyrek asrı yeniden
derununda yaşamaya başladı.
Küçücük gecekondu
kulübesinden çıkarken 80’lik Sadık amca bana dönerek, "Evlat bir gün gelip
benimle bu konuda konuşacağını ve bunu tarihe geçeceğinizi biliyordum. Çünkü
Allah'ın Resulünü o yıllarda rüyamda görmüştüm ve bana: "Sadığım sen hiç
mahzun olma, hem yeniden Ezana kavuşacaksınız ve hem de sizleri dünyada da
ahirette de kayda geçecekler!" demişti.
Bak sen de şimdi
gelip bunları kayda geçtin. Elhamdülillah bu günleri gördüm. Artık ölsem de
gam yemem." diyerek uzanmış olduğu yatağından bizleri salavatlamış oldu.)
15 Haziran 1987
/ Ankara - Hasköy
H. Hüseyin
Ceylan : Alman Prof. Gotthard Jaeschke ”Yeni Türkiye’de İslâmlık"
kitabında, görülmemiş olay! Arapça ezanın yasak olduğu Türkiye'de başkent
Ankara’da ve üstelik TBMM’de, (Ulustaki ilk meclis binasında HHC)
ben ve Osman Yaz
arkadaşım ayağa kalkarak: ”Bu kutsal görevi biz ifâ edelim efendim!” demiştik.
Öyle bir heyecanla
ayağa kalkmıştım ki, bir an gözlerimin önüne Bedir ve Uhud harplerinde
mübareze (er dileme) anında, Resulullah Efendimizin ashabına dönerek, "var
mı içinizden bu müşrikin karşısına çıkacak?” dediğinde herkesin bir- biriyle
yarış edercesine öne fırlaması geldi, şte böylesi bir aşk ve vecd içersinde
ayağa kalkıp, ”TBMM'de karar alınarak bütün Türkiye'de susturulan ezanı asıl
hüviyetiyle ben haykıracağım!" demiştim. Aynı duygu iri yarı, uzunca
boylu (1.90) Osman Yaz adlı arkadaşımda da vardı.
İşte böylesi bir
başlangıçla TBMM’de nasıl Arapça ezan okuruz diyerek plan-proğram yapmaya
başladık. Mecliste ezan okumak için önce meclise girmek gerekiyordu. Meclise
girmek için de en azından bir milletvekilinden kart almak ve de üst-baş çok
düzgün olmak gerekiyordu.
Şubat 1949’a
girdiğimizde kendi düşüncemize uygun ve ailesi araştırmalarımıza göre dindar
olan Kütahya Milletvekili îhsanŞereften, “efendim bütçe müzakerelerinde sizi
dinlemek istiyoruz" diyerek bir dinleyici kartı aldık. Arkadaşım Osman Yaz
da Van mebusu meşayıhı kiram'dan Abdülhakim Ar- vasi’nin akrabası İbrahim
Arvas’tan Keçiörendeki evine giderek kart almıştı.
Programın birinci
kademesini tamamlamıştık. İkinci kademe kendi üstümüze-başımıza giyecek
birşeyler almaya gelmişti. Ben o zaman evimizde bulunan iki danamızı satarak
Osman Yaz arkadaşımla birlikte kendimize birer takım elbise ve kolalı mintan
aldım. Tâki iskarpinle kıravatı da unutmamıştık. Ancak paramız fötr şapka
almaya yetmediği için
deliler diye tanımıştı.
Oysa Meclis ve Reisicumhur smet Paşa bu olayı küçük düşürmek için bu yola
tevessül etmişlerdi.
Onun için ben
kendimi bu fırsatı bulmuşken de gerçek yönüyle kendimi sizlere tanıtmış olayım.
1923 yılında
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Sinopta doğmuşum. Fakir bir aileden
geliyorum. Babam ailesini geçindirmek için Sinop’tan Ankara'ya gelmiş. Ben de
askerlik dönüşünden itibaren Devlet Demiryolları Kayaş mevkiinde memurluk
yapmaya başladım.*
Memuriyetim
sırasında çok önemli dindar zevattan oluşan dost çevreleri edindim. Akşamları
bu dost meclislerinde en başta tasavvuf ve tefsir-hadis sohbetleri gibi hasbi
ders halkalarına katılarak kendimi yetiştirmeye çalıştım. Özellikle de 1944
yılından itibaren Ankara'da o zamanlar çok meşhur olan Ahmet et-Ticanî
(k.s.)'nin kurduğu Ticanî tarikatına girerek, kendimce mürid olmaya çalıştım.
Evradım ve ezkarıma elimden geldiğince riayet etmeye ve Özellikle de bizim
tarikatta Dini Mübin-i slâm'a hizmet etmeye çalıştım.
Bizim üstadımız
Abdurrahman Balcı Efendi Hazretleri idi. Din yolunda çekmediği eza, cefa ve
işkence kalmamış bir zattı. Fakat onu hiç bir şey yıldıramıyor ve din yolunda
cihad etmekten alıkoyamıyordu. 1949 yılı yeni girmişti ki bize üstadımız
Abdurrahman Balcı: "Kardaşlar! Bu zamanda yapılacak en büyük cihad 15
asırdır Arapça olarak ve "Allahü Ekber" diye okunan ezanların
yasaklanmasının kararının alındığı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yeniden
"Tanrı Uludur” yerine "Allahu Ekber” diyerek Ezan-ı Muhammedi'yi okumaktır.
Allah ve Resulü sizlerden böyle bir görev bekliyor!" deyince sohbet
halkasında bulunan kalabalık içersinden hemen
Nihayet
beklediğimiz o an gelmişti ve Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal ile,
Milletvekili Refik Soyer hararetli, hararetli tartışırken hemen ben meclise
girişe göre sol locadan ayağa kalkarak başladım ezan okumaya.
Meclis bir anda
karıştı ve büyük bir şaşkınlık oldu. Panik anında hemen polisler gelememişti ve
ben "Hayyales- Salah, Hayyales-Salah" da tam bitirmişken hemen üç
polis gelerek ikisi kolarımdan, yakalayıp, biri de ağzımı kapatarak beni
götürmek istediler. İşte ,o anda ağzımı kapatan polisin elini bir güzel
ısırarak ağzımın serbest kalmasını sağladım. Ve hemen nefes nefese
"Hayyaalel-Felah, Hayyaalel-Felah" diyebildim. Ezanın bundan
sonrasını başıma sert bir cisimle (tahta job) vurdukları için devam
ettiremedim.
Planımız gereği
hemen karşı locadan Osman Yaz ayağa kalkarak ezana benim kaldığım yerden devam
edip, "Allahu Ekber, Allahu Ekber", "Lailahe İllallah” diyerek
Ezan-ı Muhammedi’yi tamamlamış oldu.
Sonra polislerden
bir grup karşı locaya giderek Osman Yaz’ı da yaka-paça edip döverek Meclis
Amirliğine getirdiler. Bizi burada, "siz mecliste nasıl Arapça ezan
okursunuz!" diyerek acımasızca dövdüler ve bir polis arabasına atarak
doğruca Anafartalar Karakoluna götürdüler. Burada aç-suzuz ve nereye
götürüldüğümüz herkesten gizlendiği için 9 gün işkence gördük. Hele arkadaşım
Osman Yaz'a Anafartalar Karakol Amiri "Kasap Celal" diye maruf olan
kişi hunharca dayak atmış ve kafasını, gözünü parçalamıştı. Zavallı arkadaşımın
tahta job- tan yediği darbelerle başı yarılmış ve kafasından kan akmaya
başlamıştı. Kasap Celal bu durumda arkadaşımı ölecek diye korktuğu için
işkenceye bir müddet ara verdirdi. Hemen polisler gelip Osman Yaz'ın başını
gözünü sarıp onu tedavi et-
Ankara/Ulus
mevkiindeki bir şapka tamircisinden bir günlüğüne az kullanılmış iki tane fötr
şapka kiraladık.
Elbiselerimizi
giyip, kıravatımızı boynumuza taktık ve hiç istemediğimiz halde fötr şapkayı,
(ki biz ona lenger şapka derdik) başımıza geçirerek önce doğru fotoğrafçı
dükkanının yolunu tuttuk ve "ezanı okumak içni nelere katlandık"ın
bir vesikası olsun için arkadaşım Osman Yaz'la birer hatıra fotoğrafı
çektirdik. İşte burada bu resimler.
(Hacı Muhiddin
Ertuğrul Efendi konuşmamızın bu sırasında albümünden iki fotoğraf çıkartıp
bize gösterdi. Gerçekten "Lenger şapkalı", takım elbiseli ve
üzerlerinde iğreti duran kıravatlarıyla ezan öncesi çekilen bu fotoğrafta Osman
Yaz’la Muhiddin Ertuğrul’u seyretmiş olduk.)
Sonra 4Şubat 1949
Cuma günü sabah Ulustaki Meclis binasına gittik. Kapıda duran polislere
Milletvekili kartlarını göstererek içeri girdik. Hatta polisler bizi
elbiselerimizden kı- ravatımızdan ve fötr şapkamızdan mebus sanmışlardı ve biz
gelirken önlerini düğmeliyerek ayağa kalkmışlardı.
Meclise
girdiğimizde zamanın Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal bütçe üzerine konuşma
yapıyordu ve o gün Reisicumhur İsmet Paşa da meclise gelmiş, bakanlarla bütçe
üzerine görüşmelerde bulunmuştu.
Biz meclise
girdiğimizde arkadaşım Osman Yaz'la birlikte daha önce planladığımız gibi
karşılıklı iki locaya gidip dinleyiciler arasında yerimizi alacak ve mecliste
yapılan konuşmaların en hararetli zamanında ayağa kalkıp Arapça ezan
okuyacaktık. Planımızın ikinci maddesi, önce ben ezana baş- lıyacağım, sonra da
kaldığım yerden Osman Yaz devam edecek ve Ezan-ı Muhammedi’yi sonuna kadar
tamamlamış olacaktık.
KEM
ALÎZMİN TÜRKÇE EZAN HÎKAYESİ
Üç ay da
Bakırköy’de kaldım. Eski adıyla "tımarhane" olan bu yerde, yine
"Ezan deliliğinden hapishanede yattıktan sonra aynen bizim gibi buraya
gönderilmiş olan Eskişehir'in Mihalıççık Kazasının Dilek Köyünden Hacı Mevlüd
isimli bir arkadaşla ve yine aynı şekilde buraya getirilmiş olan Ankara
Çubuktan Nebi Cavit adındaki arkadaşla birlikte yine topluca namazlar kılmaya
ve ezan vakitlerinde de Arapça ezanlar okumaya başlayınca, Bakırköy Akıl
Hastanesi Baştabibi "Bu adamlar bizden akıllı insanlar. Bunları salıverin
gitsinler!" diyerek bizim hepimizi 1949 yılının Temmuz ayında serbest bıraktılar.
H. Hüseyin
Ceylan : Ezan okumakla ilgili başka hatıralarınız oldu mu? Veya konuyla ilgili
başkaca mahkemeleriniz?
Hacı Muhiddin
Ertuğrul : 1946
yılında Hacı Bayram Camiinde Cuma günü, Cuma vaazı bittiğinde tam ezan vakti
Camiinin içinde ve balkonda Cuma ezanını okumuştum. Vaiz Efendi, 'İndirin şu
deliyi oradan, hepimizin başını belaya sokacak" dediğinde, ben de vaize
dönerek, "sizin pısırıklıklarınız yüzünden Allah başımıza bu "Tanrı
Uludur"u bela eti. Asıl suçlu zalimlerin karşısında susarak dilsiz
şeytanlık yapan siz- lersiniz" diye mukabelede bulundum. Beni hemen, zaten
her cuma Hacı Bayram Camisinin dışında ”güvenlik(!)" için beklemekte olan
jandarma gelip alıp götürdü. Karakola götürdüler, yine bir sürü zulüm ve
işkence yaptılar ve fakat o zaman insaflı bir amir vardı bana dönerek: "Bu
adam Allah'ın delisi olmuş baksana nerede olsam orada ezan okurum diye ısrar
ediyor. Bırakın gitsin, belasını bizden bulmasın!" demişti. Bu sözler üzerine
ben muhakeme edilmeden salıverilmiştim.
tiler. Anafartalar
Karakol Amiri Kasap Celal, Osman Yaz’ı döverken bizi de unutmuyor ve biz de
tahta jopdan nasibimizi alıyorduk. Hiç unutmam ve o polislere de beddua
etmiştim, iki polis yanıma gelerek; biri elini ısırdığım polismiş, bana işkence
yapmaya başladılar ve bütün bağırmalarıma ve inlemelerime rağmen, tıpkı
Israilli vahşi askerlerin Filistinli mü- cahidlerin kol ve bacaklarını hunharca
taşlarla ve sopalarla kırdıkları gibi, benimdc sağ kolumu bağırta bağırla
kırdılar. Ve mahkemede de, "bir kaza sonucu kolu kırılan tarikatçı Mu-
hiddin Ertuğrul!... diye zapta geçtiler. Sonra da bizi hemen 10. günde
mahkemeye çıkartıp yargıladılar ve, TBMM’de okuduğumuz ezan yüzünden ceza
kanununda hiç yeri olmadığı halde 9 ay hapse mahkum ettiler.
H. Hüseyin
Ceylan : TBMM’de ezan okumaktan Ankara Ulucanlar Mevkiindeki hapishanede 9 ay
geçirdiniz. Hükümlülük günleriniz, kısaca hapishane hayatınız nasıldı?
Hacı Muhiddin
Ertuğrul : Hapishanede
de eziyetler devam etti. En çok uyguladıkları işkence toplu iğneyle parmaklarımıza
etle tırnak arası sokarak işkence yapmaktı. Bu bize çok ızdırap verirdi.
Arkadaşım Osman Yaz’ı kömür sobasının kalın saçtan yapılan kömür küreği ile
"sen hapishanede de akıllanmıyorsun. Burada da ezan okuyorsun!"
diyerek acımasızca dövüyorlardı.
Üç ay hapis
yattıktan sonra beni delidir diyerek İstanbul Bakırköy Akıl Hastanesine
gönderdiler. Oysa hiç bir şeyim yoktu ve tek deliliğim namaz vakti girdiği anda
nerede olursam olayım "Allahu Ekber" diyerek ezan okumamdı. İşte bu
deliliğimi (!) rejim affetmedi ve beni akıllanmam (!) için Bakırköy'e gönderdi.
okunan her yeri
işaretliyor (kırmızı kalemle) ve bizlere dönerek, "ha gayret az kaldı”
diyordu.
Hatta hiç unutmam
1950 seçimlerinin daha neticesi belli değilken, haritada kırmızı işaretsiz yer
kalmadığı için hocamız Abdurrahman Efendi bize dönerek, ”çok yakında Bilal-i Habeşi’ye
kavuşacağız. Bayramınız ve cihadınız mübarek ola!” demişti.
Söylediği bir
espriydi ve gerçekten Türkiyeli müs- lümanlar Haziran 1950 tarihinde Bilal-i
Habeşi'nin okuduğu gibi gerçek ezanlarına kavuşmuş oldular.
H. Hüseyin Ceylan
: Hacı Muhiddin Efendi, ben sîzlerden Türkiye’nin bunca vilayetinde ezan
okuyan ve adları da ”Ezan Deliliği”ne çıkan bu kahraman kişilerin aklınızda
kaldığı kadar isimlerini, gelecek nesillere bir tarihi hediye olsun için sizden
alsak.
Kimdi bu kahraman
kişiler?
Hacı Muhiddin
Ertuğrul : En
başta Hacı Yusuf, Mehmet Cavit, Nebi Cavit, Eskişehirli Mevlûd, Kütahyalı Deli
smail, Meşhur ulucami ezanını oku-yan Sadık Efendi, Osman Yaz, Askeriye'de ezan
okuyan Tayyare Başçavuşu Hüseyin Yarbaş, Çubuklu Hafız İzzet,
KızılcahamamhŞakir, Ha- sanoğlanlı Mehmed Gökçen ve diğerleri.Şimdilik
hatırladığım bunlar. Bunları çoğu ahiretlik oldular. İnşaallah Bilal-i Habeşi
(r.a.) ile buluşmuşlardır onlar.
H. Hüseyin
Ceylan : Efendim konuşmamız boyunca Türkiye’de örgütlü bir tarzda Ezan-ı
Muhammedi’yi okuma işini Abdurrahman Balcı adlı bir zatın üstlendiğini ve size
de onun manen feyiz verdiğini ifade ettiniz.
Bize bu zatı
biraz tanıtır mısınız?
Yine 1948 yılında
iki arkadaşla (Ankara Hasanoğlanlı Mehmed ile KızılcahamlıŞakir) birlikte
Kayseriye gidip, Kay- seri'nin en büyük camisi Konak Camisinde ezan okumuştum.
Kayseri polisi bizi camiden alarak karakola götürmüş ve Ankara’dan geldiğimizi
öğrenince de, "bunlar örgütlü irtica meydana getiri-yorlar!" diyerek
bizi mahkemeye sevketmişti. Mahkeme sonucu üç ay hapis cezasına çarptırıldım
ve Kayseri’de üç arkadaşımla bitlikte üç ay hapis yattım. Hapiste son 24 günümü
Kütahya Cezaevinde tamamladım.
Tabi o zamanın
gazeteleri Kütahya hapsiyle ilgili olarak "şapka kanunu"na muhalefetten
24 gün yatan AnkaralI Mu- hiddin Ertuğrul diye yazmışlardı.
H. Hüseyin
Ceylan : Efendim niye ts Kayseri’ye ezan okumaya gitmiştiniz?
Hacı Muhiddin
Ertuğrul : İşin
püf noktası buradaydı. Üstadımız Abdurrahman Balcı bize, "Türkiye'de ne
zaman Ezan-ı Muhammedi okunmayan vilayet kalmaz işte o zaman ezan
serbestleşecek. Resulullahı rüyamda gördüm bana böyle müjde verdi, ben de size
bu müjdeyi ilan ediyorum" demişti.
Bu müjdeli sözle
50’den fazla arkadaş biriktirdiğimiz paralarla seyahate çıktık ve her birimiz
bir vilayete giderek 1950 yılının Mayıs ayına kadar Türkiye'de Arapça ezan
okunmayan vilayet bırakmamıştık. Sizin de bildiğiniz gibi Ezan-ı Muhammedi
Demokrat Parti'nin Mayıs 1950 iktidarından hemen sonra serbest bırakılmıştı.
Abdurrahman Balcı Efendi’nin rüyası gerçekleşmiş oldu. Zaten rüyada
Resullullah Efendimizi gördüğü için sadık rüya idi. Bütün ihvanatın Ezan-ı Muhammedi’yi
vilayetlerde okuduğu tesbit olununca ki, üstadımız Abdurrahman Balcı Efendi bir
Türkiye haritası üzerinde ezan
Bugün kimsenin
bilmediği bir hareketi ise onun İslâmî açıdan hangi çizgide olduğunu
belirlemesi açısından çok önemlidir.
1945 yılında
Abdurrahman Balcı Efendi İkinci Dünya Harbenin bitişiyle birlikte Sovyetler
Birliği Lideri Stalin'e mektup yazmıştı. Mektubunda önce Allah'a hamd, Resulüne
Salat ve Selam sonra da hidayete tabi olanlara Selam olsun diyerek Sovyet
Lideri Stalini "yeryüzünün en adil ve en eşitlikçi sistemi" İslâm'a
davet etmişti. Mektubunun sonu "Bu mektup Rcsulullahın Mısır mukavkısı'na,
Bizans Herakliyusu'na, Habeş Necaşisi'ne ve İran Kayseri'ne gönderdiği davet
mektupları gibidir. Ben de seni İslâm'a davet ediyorum. Ki Rabbım yarın benden
hesap sormasın!" diye bitiriyordu.
Hiç unutmam bu
mektup 1945 yılı sonlarına doğru bizim hâriciyede olay olmuş ve iki ülke
arasında ciddi krizler meydana gelmişti.
Stalin önce
Sovyetlerin Ankara Büyükelçisinden kendisine gelen mektup olayının
araştırılmasını ve bunun Türk Dışişlerinden resmen sorulmasını istiyor.
Dışişleri Bakanlığı da içişleri Bakanlığı’na konuyu takdim ediyor. Mektup PTT
kanalıyla Ankara'dan gittiği belirlendiğinden hemen Ankara Emniyet Müdürlüğü
devreye giriyor ve sonunda Abdurrahman Balcı'yı evinde yakalıyorlar. Mesele
vuzuha kavuşuncada Türk Hükümeti resmen Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla Sovyet
Lideri Stalin'e mektup olayı hakkında bilgi veriyor ve "gönderilen
mektubun bir deli tarafından gönderilmiş olduğu" söylenerek "Stalin’e
davet mektubu" olayı kapatılmış oluyordu.
Abdurrahman Balcı,
Adnan Menderes'in huzuruna da iki- üç kez çıkmış ve kendisinden müslüman Türk
Milleti'nin beklentilerini anlatmıştı.
J
Hacı Muhiddin
Ertuğrul : Konuşmamda
yer yer geçmişti. Ben size bilinmeyen bir kaç yönünü anlatayım. Herkesten
önce ben onunla hanımım cihetiyle akraba oldum ve daha yakından tanıma fırsatını
buldum.
Ticanî tarikatının
liderlerinden olan bu zatın en önemli özelliği devlet şuuru ve şeriat şuurunun
siyasal boyutuyla kendisi tam anlamıyla temayüz etmiş olmasıdır.
Hakka deli oluşunun
yanında cihadın da delisiydi. "Hem içimizdeki putları, hem de dışımızdaki
putları temizlemeden kemale ulaşamayız" derdi. Nafile ibadetlerden daha
çok Allah'ın dinine siyasî yönden hizmet etmeyi severdi. Bu manasıyla
Abdurrahman Balcı Efendi fertten daha çok cemaate ve kitleye önem verirdi. Tam
anlamıyla ümmet bilincindeydi.
Bir şeyi başkasına
yap demezden önce kendisi yapar ve müridanı da öylece harekete geçerdi.
Nitekim ezan okuma
ve şapka gibi olaylarda ilk önce kendisi hapse girmiş ve bu uğurda 6-7 kez
yargılanmıştı. Hatta içimizde en uzun dönem o hapiste yatmış ve o
"Allah'ın şanı yeryüzünde yürüsün ve yücelsin" için yaptığı akıl
almaz gayretlerden dolayı tam 4 kez ve toplam olarak 1.5 sene Bakırköy Akıl
Hastanesinde yatırılmıştı. Sistemin hedefi böylesine uyanık ve organizatör bir
zatı "delidir" damgasıyla damgalamak ve öylece de yaptıklarını hafif
düşürmek idi.
Abdurrahman Balcı
1946 sonrasında başta Eskişehir'de olmak üzere Askeriye üzerinde de etki etmeye
başlamış ve Eskişehir Kolordu Komutanlığında 40 kadar askerin,Şehir içinde 40
ayrı camide Arapça ezan okunması olayını gerçekleştirmişti.
Efendim çok
teşekkür ediyorum, bana her biri bir tarih olan bu değerli bilgileri verdiğiniz
için Allah sizlerden razı olsun.
(Not : Bu tarihi
konuşma ve görüşme Hacı Muhiddin Er tuğrul ile 1988 Mayısında Ankara Hasköy
semtinde Petrol Ofisi'nin arka sırtında merdivenler bölümündeki tek katlı, sade
ve güzel gecekondusunda gerçekleştirildi, H.H. Ceylan) »
"Millet birşey anlamaz, en iyisini
yöneticiler düşünür" mantığının
Cumhuriyet-Tarihi boyunca en çarpıcı temsilcilerinden biri olan Kenan Evren'in,
özelde "din" ve genelde anladığı-anlamadığı herşey hakkında
"isabet buyurduklan"(!)...
[1]
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 113-114. Varlık Yayınları, İkinci Basım,
1955. Ankara.
[2]
Jaeschke, Yeni Türkiye'de İslâmlık, s. 43.
[3]
Jaeschke, a.g.e.,s. 43.
[4]
Ali Rıza Sağmen, "Atatürk'le Hatıralar", Millet Mecmuası, c.5, Sayı
10-11, Mart 1948.
[5]
Osman Nuri Ergin Maarif Tarihi, c.5, s. 1938.
[6]
Ali Rıza Sağman, "Atatürk'le Hatıralar", Millet Mecmuası, c.5, sayı
10, 11.3.1948.
[7]
Vakit, 20 Haziran 1928.
[8]
Jaeschke, a.g.e., s. 40-41.
[9]
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5., s. 1938-39.
[10]
Osman Nuri Ergin, a.g.e., c.5, s. 1953.
[11]
Hafız Yaşar Okur, "Atatürk'le Onbeş Yıl” (Dini Hatıralar) 1962 İstanbul.
[12]
Hafız Ali Rıza Sağman’ın hatıraları için bkz; Osman Nuri Ergin, Türk Maarif
Tarihi, c.5, s. 1939.
[13]
Hafız Saadettin Kaynak, Hatıralar.
[14]
Hafız Sadettin Kaynak, Hatıralar, Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s.
1953.
[15]
Osman Nuri Ergin, Maarif Tarihi, c.5, s. 1948.
[16]
Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye'de İslâmlık, s. 45.
[17]
a.g.e., s. 42.
[18]
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1932-1942.
[19]
TC. Diyanet İşleri Reisliği, Salat-ü Selam hk. tamim, sayı 3767. Bu tamim
6.3.1933 tarihle İstanbul Müftülüğüne gönderilmiştir.
[20]
Jaeschke, s. 45.
[21]
Diyanet İşleri Reisliği, Ocak 1932. Ezanın Tesbîti toplantısı.
[22]
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1953 ve Jaeschke, Yeni
Türkiye'de İslâmlık, s. 45.
[23]
Ziya GOkalp, Yeni Hayat, s. 9 (1941)
[24]
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 113-114. Varlık Yayınları, 1955 İstanbul
(İkinci Baskı)
[25]
Jaeschke, Yeni Türkiye'de İslâmlık, s. 43.
[26]
4 Şubat 1932 tarihli Son Posta Gazetesi.
[27]
Tekbîr ve Salavatla ilgili bu tebliğ Diyanet İşleri Reisliği'nce 6 Mart 1933
tarihinde yayınlanmıştır.
[28]
Bu cezalandırma şekli de en yoğun olarak 1940-1946 yılları arasında İnönü
döneminde gerçekleştirildi. 1946-1947 yıllarında da Adalet Bakanı Fuat
Sirmen'in zamanında bu suçtan ortalama her ay 50 kadar müslüman cezalandırılmış
oluyordu.
[29]
"Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri İzmir Yolunda" s. 93-96.
[30]
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1947.
[31]
Niyazi Ahmed Banoğlu, Atatürk'ün İstanbul'daki Hayatı c.2, s. 352.
[32]
Niyazi Ahmed Banoğlu, Atatürk'ün İstanbul'daki Hayatı, c.2, s. 352.
[33]
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1954.
[34]
Vakit, 4 Şubat 1932, Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.5, s. 1958.
[35]
Cumhuriyet, 4 Şubat 1932.
[36]
Mustafa Müftüoğlu, Cumhuriyet Tarihinde Mühim Olaylar, s. 194.
[37]
Cumhuriyet, 4 Şubat 1932t Yunus Nadi’nin Türkçe İbadetle ilgili yazısı ve
"Türkçe Duaya açılan Eller" başlıklı haberden.
[38]
Vakit, 5 Şubat 1932 Naşit Hakkı Uluğ'un yazısından.
[39]
Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî
[40]
Hüsamettin el-Buhari, a.g.e.,
[41]
İmam Serahsi, el-Mebsut, c.1, s. 36.
[42]
Ebu'l Leysi es-Semerkandî, Kitabu'l-Muhtelif
[43]
Hüsamettin el-Buharî, Şerha Camiu's-Sağir.
[44]
Hüsamettin el-Buharî, a.g.e.
[45]
Zevzenî, a.ge.e
[46]
Zeyzeni, Şerhu Manzume-i Nesefi.
[47]
a.g.e.
[48]
Serahsi, el-Mebsut, c.1, s. 36.
[49]
Zevzenî, a.g.e.
[50]
Ebu'l Leysi es-Semerkandî, Kitabu'l-Muhtelif
[51]
Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye'de İslâmlık, s. 45.
[52]
Serahsî, Mebsut, c.1, s. 36.
[53]
a.g.e.
[54]
Atatürk'ün kendi el yazısıyla ilgili anıları ilk kez "Nokta"
dergisinde yayınlanmıştı.
[55]
Bir Başka Açıdan Kemalizm, Abdurrahman Dilipak, s. 186, Beyan Yay., İstanbul,
3. Basım.
[56]
Diyanet İşleri Reisliği, Tahrirat Md. s. 360/128, 4 Şubat 1933.
[57]
Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., s. 185-188.
[58]
Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, s. 240, May Yayınları, 1974
İstanbul.
[59]
T.Z. T unaya: İslamcılık Cereyan i, s. 191, 191-192.
[60]
T.Z. Tunaya: Islâmcılık Cereyani, s. 191, 191-192.
[61]
A. Telfourd Waugh, "Nine Years of Repuplic in Turkey", Journel of the
Royal Central Asiatic Society, sayı 20, s. 66; Ocak 1933, London.
[62]
Tarık Zafer Tunaya, Siyasi Partiler, s. 638.
[63]
Demokrat Parti, Program ve Tüzük.
[64]
T.Z. Tunaya: İslamcılık Cereyanı, s. 199, 195-1988.
[65] T.Z. Tunaya: Siyasi Partiler, s. 644,
693, 695, 708.
[66] T.Z. Tunaya: Siyasi Partiler, s. 644,
693, 695, 708.
[67] T.Z. Tunaya: Siyasi Partiler, s. 644,
693, 695, 708.
[68] T.Z. Tunaya: Isiâmcılık Cereyanı, s. 192.
[69] T.Z. Tunaya: Siyasi Partiler, s. 711.
[70]
Millet Partisi Proğram ve Tüzüğü.
[71]
T.Z. Tunaya: İslamcılık Cereyanı, s. 191.
[72]
T.Z. Tunaya: Siyasi Partiler, s. 737, 646.
[73]
T.Z. Tunaya: Siyasi Partiler, s. 737, 646.
[74]
K. Arıburnu: Türk Ceza Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun
Tasarısı, s. 347, 253, 258, 259.
[75]
K. Arıburnu: Türk Ceza Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun
Tasarısı, s. 347, 253, 258, 259.
[76]
T.Z. Tunaya, İslamcılık Cereyanı, s. 200-201.
[77]
T.Z. Tunaya: İslamcılık Cereyanı, s. 199, 195-1988.
[78]
K. Arıburnu: Türk Ceza Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine
Dair
Kanun Tasarısı, s. 347, 253, 258, 259.
[80]
TBMM Zabıt Ceridesi, B. 104,8.6.1949,0,1,2,3.
[81]
Prof. Dr. Çetin Özek, Din ve Devlet s. 541.
[82]
Prof. Dr. Çetin Özek, Din ve Devlet, s. 541.
[83]
Prof. Dr. Çetin Özek, Devlet ve Din, s. 541.
[84]
a.g.e., s. 541.
[85]
TBMM Zabıt Ceridesi, B. 104-105, 0.1.2.3., 8.6.1949 ve 9.6.1949.
[86]
1948 yılında İslamcı bir grubun Demokrat Partinin din politikasını
beğenmeyerek DP'den ayrılarak kurdukları Millet Partisi, kapandığı zamana
kadar genellikle "muhafazakar" politikalarına devam etmiştir.
[87]
Prof. Dr. Çetin Özek, Devlet ve Din, s. 541.
[88]
Sebilürreşat, sayı. 39, Eşref Edip, "Şeriatı Yaşatmamak"
[89]
Celal Bayar’ın sözlerine karşı oluşan tepki için bkz. Raif Oğan, "Bayar ve
Laiklik" Sebilürreşat, sayı 47, Eşref Edip, "Bayar ve eriatı
Yaşatmamak", Sebilürreşat, sayı. 39, "Demokrat Partinin Din
Siyaseti", Sebilürreşad, sayı 27, "Partinin Din Siyaseti",
Sebilürreşad, sayı. 76.
[90]
Sebilürreşad, c.2, sayı 48, Haziran 1949.
[91]
TBMM, Tutanaklar Dergisi, Devre VH1, c.20, s. 575, Sebilürreşat, c.2, s. 48,
Haziran 1949.
[92]
TBMM Zabıt Ceridesi, 105. Birleşim. 8.6.1949 tarihli konuşma.
41.
TBMM. Tut. Der. Devre VIII, c.16.
[93]
TBMM, Tutanaklar Dergisi, c.20, s. 579, Devre VIII.
[94]
Sebilürreşat, Haziran 1949.
[95]
Sebilürreşat, c.2, Haziran 1949.
[96]
TBMM Zabıt Ceridesi, 9.6.1949, B. 105, 0.2, s. 643.
[97]
TBMM, Zabıt Ceridesi, 9.6.1949, B. 105, 0.2, s. 643.
[98]
Sebilürreşat, c.2, Haziran 1949.
[99]
Sebilürreşat, sayı. 76, "Partilerin Din Siyaseti".
[100]
Jaeschke, Yeni Türkiye'de islamlık,s.200
[101]
TBMM'de Arapça ezan okuyan Osman Yaz ve Hacı Yusuf'un kendi gruplarına
taktıkları isim
[102]
Bu gruplarla ilgili çok geniş malumatları, bizzat bu işi organize edenlerle
yaptığım röportajların bulunduğu "Hatıralar" bölümünde ilgilmle
okuyacaksınız.
[103]
Sadece Ankara'da, 1946-1950 yılları arasında, Özellikle Çubuk doğumlu olan
20-25 kişi bu maksatla "Bakırköy" raporuyla raporlanıp, "deli
" ün- vanıyla Ankara'da yıllarca Arapça ezan okumuşlardır.(HHC)
[104]
Kader Gazetesi, "Demokrat Gazete" adlı yazısıyla çok partili sisteme
geçişin 1947 yılı başlarında çıkmaya başlamış, Demokrat ve Millet Partisi
çizgisinde olan Ankara Bölgesi’ne ait bir gazete idi.
[105]
Prof. Dr. Çetin Özek, Türkiye’de Gerici Akımlar, s. 197.
[106]
5816 sayılı kanun.
[107]
İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, s. 393-394, Cem Yayınları, 6
Baskı.
[108]
Mustafa Doğan, Adnan Menderes'in Konuşmaları, c.1, s. 13-31.