Sık
sık
muhatap olduğum sorulardan biri şudur: Mustafa Özel, sen Ağrı’da doğup
*büyüdün; iyi bilirsin, şu Kürt meselesini nasıl hâlledeceğiz? Cevabım son
derece kısa oluyor: Azizim, sen de Maraşlı, Ankaralı, Edirnelisin; iyi
bilirsin, şu Türk meselesini nasıl hâlledeceğiz? Pazar Postası’nın TOBB
raporuyla ilgili soruşturmasına da bu minval üzere cevap verdim. Biraz
genişletip dikkatlerinize sunuyorum.
Bu ülkede esas olarak bir “Kürt” (veya
“Laz”, “Çerkez”...) meselesi yok, bir “Türk” meselesi vardır.
Daha doğrusu Türk’ün “ne”
olduğunu meşru bir tarzda belirleyememe sıkıntısı çekilmektedir. Ortalıkta çok sayıda kavram
dolaşmaktadır: Millet, ulus, kavim, halk, ırk, etnik grup, vs. Yirminci asrın
ilk çeyreğinde kurulan League of Nations’a “Cemiyet-i Akvam” demeyi
uygun görmüştük: “Nation” olsa olsa “kavim” olabilirdi. Sonra siyasî gramerimiz
terakki etti (!). Asrın ortalarında kurulan United Nations’a “Birleşmiş
Milletler” dedik. “Nation” bir kalem darbesiyle kavim olmaktan çıkıp, millet
oldu. Alman, Fransız, Rus kavimleri artık birer millet olduklarına göre, Türk
de bir kavim değil milletti artık. Peki Kürtler ve diğerleri? Onlara kavim
veya halk diyebilirdik. Hatta, her hangi bir isimlendirmeye bile gerek yoktu:
Türk milletinin mecburi parçaları, dağ veya deniz Türk’ü idiler.
Müslüman bir toplumu, İslâmî olmayan
terimlerle isimlendirmek ve o toplumu meydana getiren üyelerin
hukukunu (özellikle kültürel haklarını) gayr-ı İslâmî bir tarzda tesbit etmek
meşru değildir. Ve meşru olmayan hiçbir tasarruf uzun ömürlü olamaz. Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğunda, Kültlerin veya Laziann hiçbir itirazları ol- mamıştı.
Osmanlı imparatorluğu’nun geçirdiği büyük, sarsıntılara rağmen, siyasî
gramerleri temelde bozulmamıştı: Müslüman bir “millet”in unsurları idiler
ve aralarından bir kavmin (Türklerin) meşru öncülüğünde yeni bir devlet
kuruyorlardı. Bu meşruiyetin kaynağı bizzat tarihî tecrübe idi. Kürtler de,
diğer bölge kavimleri de sekiz yüzyıla yakın bir zamandan beri bu coğrafyada
muayyen Türk boylarının öncülüğünde ve Hıristiyan dünyaya (Dar ül Harb’e)
karşı koyan “devletler" kurmuşlardı. İmparatorluğun enkazı üzerinde
kuruluyor olsa da, yeni devletin öncekilerden temelde farkı yoktu. Yahut
hakiki (yani kolo- nizatör olmaya niyeti olmayan) Türk, Kürt ve diğerleri böyle
düşünüyorlardı. Misakları bu esasa müstenitti.
Kurulan yeni devletin resmî dili gayet
tabii olarak Türkçe idi ve Meclisinde Kürdistan mebusları, Lazistan mebusları
yer alıyordu. Fakat bir süre sonra, kolonizatörler galip geldi. Türk'ün bir
kavim değil, “millet" olduğuna “karar verildi”.
Üzerinde bütün Müslüman kavimlerin (yani Anadolu ve
Trakya’daki İslam milletinin) ittifak etmiş olduğu 1924 Anayasası’ndaki
“Devletin resmî dili Türkçedir” ibaresindeki resmî kelimesi kaldırıldı;
“Devletin dili Türkçedir” oldu. Herkes Türk olduğuna göre, başka dil de
konuşulamazdı.
TOBB
anketine cevap veren insanların (özellikle seçilmiş oldukları büyük ihtimal
olmasına rağmen) yüzde 97’si kendilerinin “Müslüman" olduğunu açıkça dile
getirmişlerdir. Buna rağmen, raporda yapılan yorumlar ve önerilen çözümler
arasında İslam'la bağlantılı tek kelimenin bile edilmiyor olması, problemi
ortaya çıkaran güdümlü zihniyetin hakimiyetini devam ettirmekte olduğunu
göstermektedir. Bu zihniyet sömürgeci güçler tarafından empoze edilmiş, yerli
kolonizatörler tarafından uygulanmıştır. Raporu hazırlayan ve yayınlayanlar,
koloniza- törlerin safında yer alıyorlar. Yani çözümün değil, problemin
parçasıdırlar.
Türk
meselesi, kolonizatör zihniyetinin ve kolonizatörlerin bertaraf edilmesiyle hâl
yolunu bulabilir ve öyle yapılmalıdır. Zira, Avrupa’nın ortasından bir yanda
doğuda Çin’e, bir yanda da güneyde Nijerya’ya kadar uzanan geniş bir
Afro-Avrasya kara kütlesinde “devlet kurma” iradesine sahip üç büyük insan
topluluğundan biridir Türkler (diğerleri Almanlar ile Ruslardır). Bu, bin
yıllık bir tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bir gerçektir. Başka kavimler
devlet kurmaya ehil değil midirler? Eğer “devlet” ile, bugünkü dünya sistemi
içinde manipüle edilen bir çoğu karton gövdeli ulus-devletleri
kasdediyorsanız, o zaman şimdiki gibi 180 devletin değil, belki birkaç bin
devletin bile kurulabileceği söylenebilir. Ben devlet ile, belli bir coğrafyada
harekete geçtiği zaman (ekonomisi, siyasî sistemi ve kültürel yapılarıyla etkin
duruma geldiği zaman), sayısız topluluğun kendisine katılmayı doğru ve
kazançlı bulacakları oluşumları kasdediyorum. Bu anlamda bugün yeryüzünde 180
değil, belki bir düzine kadar devlet vardır. Türkiye, “Türk ulusçuluğu”
ideolojisiyle, böyle bir hakiki devlet olma imkânından vazgeçmekte, daha doğrusu
vazgeçirilmektedir. Kürt meselesi, bu vazgeçiş senaryosunun bir perdesinden
ibarettir.
Rene
Guenon, Mustafa Kutlu’ya ne dedi? Dedi ki, eski
sanatlarla modern sanayii arasındaki fark, daha doğrusu karşıtlık, hangi tür
egemenliğin kabule şayan bulunduğuna dairdir. Eski sanatlarda nitelik,
modern sanayide ise nicelik ağır basmaktadır. Sanatlarla meslekler veya
“sanatçı” ile “zanaatçı” arasındaki fark, tamamen modem bir farktır. Eskiden
sanatçı, ayırım gözetmeden her hangi bir sanat veya meslekle uğraşan insan
iken; modemler sanatı, dolayısıyla sanatçıyı, daraltılmış sınırlı bir alana
hapsetmektedirler.
Niteliğin
egemenliği ne demektir? Yorgancı Hafız Yaşar ile yorgan yapmak için kullandığı
pamuk arasına niçin kâr/zarar endişesinden daha fazla şeyler girmektedir? Pamuk,
Hafız Efendi’ye hâl tercümesini nasıl anlatmakta, Hafız onunla hangi dilden
konuşmaktadır? Bu Böyle- dir’den okuyoruz:
“Onu
incitmekten korka korka okşuyorum. Sevildiğini anlıyor, gözlerinin içi gülüyor.
Daha birkaç gün birlikteyiz. Ona şimdiden müjdeli haberi verebilirim. Bak,
diyorum. Bu yorgan Zeynep kızın çeyizine dikiliyor. Tanıdın değil mi Zeynebi?
Hani geçende annesi ile geldilerdi. Ha, diyor, yanakları pençe, pençe kızarık
taze değil mi? Evet, diyorum, o işte. Güzel, alımlı, temiz, tertipli bir kız.
Seni yüklüklerde lavanta kokularına boğar, her bahar güneşe * * çıkarır,
tasalanma. Yok, diyor, ne tasası. Ömür kısa, yol uzun. Nasılsa sonunda yine
buluşacağız. Nasıl? Eh, diyor. Her pamuk yorganın da kendine göre bir ömrü
var. Sen de dünyaya kazık kakacak değilsin, günün birinde seni de kefenleyip
gömecekler. O zaman buluşuruz.”(s.37- 8.)
Heidegger’in
anlayışına göre, Yunanlılar için herşey physis (kendini ifşâ) olarak
görünüyordu; Romalılar için tamamlanmış iş parçaları; Ortaçağ insanları için
birer yaratık; erken modem çağ insanları için birer nesne; modemler
içinse, etkin kullanım ve büyüme maksadıyla düzene sokulacak birer kaynak. Mustafa
Kutlu, Guenon gibi Heidegger’e de aşina; aralarındaki tek fark, onlar için büyük
ölçüde zihnî bir inşâ olan bu fikirler, Kutlu için yaşadığı hayatın kutlu
armağanları. Postmodernler gibi şapkadan tavşan çıkarmaya teşne olmadığı için,
her şeyin hangi maksatla birer kaynağa dönüştürülmek istendiğini esastan
kavrayabiliyor:
“Şu
elma, armut, zerdali ağaçlarını, hatta gülleri kes; kavak dik buraya Hafız
Efendi, kavak. Senesine varmaz servete boğar seni. îşte fırsat, yanıbaşından
yol geçiverdi. Kes şu ağaçlan, temizle güzelce. Tam yeri. Bi benzin istasyonu.
Senin gücün yetmezse Kadiroğlu dünden razı. Ortak ol gitsin. Dört tane ağacın
başını bekleyeceğine.”
“Böyle
deniliyor. Onlar evlerini, ocaklarını, bahçelerini, ağaçlarını; bu yoldan, bu
elektirik tellerinden, bu motor seslerinden kendilerine ulaşan hesap-kitap
üzerine bina ettiler, ama yağma yok.”
Çırak
Süleyman’ın aklı bir türlü ustasının hesabına yat- mamakta, daha doğrusu bu
işte bir hesapsızlık sezinlemektedir: “Yo... Anlamak istiyorum. Doğrusu,
doğrusu ne?” Hafız Yaşarın cevabı, Heidegger’e parmak ısırtacak inceliktedir: “Bak.
Sanıyorum toprak, bundan böyle toprak olmaktan çıkacak. Ağaca ağaç gibi
bakmayan, toprağa toprak diyerek basmayan, adama da adam gibi muameleyi
bırakacak.”[*]
Müslümanlar
eşya ile ilişkilerinde bulundukları pasif konumdan kurtulmaya çabalarken,
mesleklerini sanki kendilerinden tamamen kopuk, kendi dışlarında ve her an
değiştirebilecekleri birer kıyafet olarak görmemeli; başta insanlar olmak
üzere, çalışma sürecine katılan her şeyi ruh sahibi birer emanet saymalı,
onlara kaynak muamelesi yapmamalıdırlar. Eşref-i mahlukatın basit bir
malzeme muamelesi gördüğü bir dünyada, hayat parlak kelimelerle süslenmiş
trajediden ibarettir.
Red
Cephesi, sırat-ı müstakime aralanan kapı. Beşerin isyandan insana dönüşü.
ELBİSE
DUASI
ağmur
Duası’na istihfaf ve şaşkınlıkla yaklaşanlar, elbise
duası karşısında nasıl duygulara kapılırlar, bilemem. Bildiğim, duaya kapanan
hayatın, trajediye açıldığıdır.
Enes
bin Mâlik (ra) dedi ki: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elbisesini
yenilediği zaman, onu Cuma günü giyerdi.”
Ebû
Saîd (ra) dedi ki: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elbisesini yenilediği
zaman, ister gömlek veya kaftan, ister sank olsun, önce ismini söyler ve sonra
şöyle dua ederdi: Allahumme leke’l-hamdu kemâ kesevteniyehu. Es’elüke min
hayrihî ve hayri mâ suni’a lehu. Ve eûzu bike min şerrihî ve şerri mâ suni’a
lehu. Allahım! Hamd sana mahsustur. Bunu bana sen giydirdin. Onun hayrım
ve ne için yapılmış ise onun da hayrını senden niyaz ederim. Onun şerrinden ve
ne için yapılmış ise onun da şerrinden sana sığınırım.”*
Trajik
bir hayat süren modem insana, giydiği elbisenin “hayır ve şerrinden” söz etmek,
deveyi iğne deliğinden geçirmekten daha zor. Yine de sanatın kıvılcımlar saçan
gücü zaman zaman ona bir şeyler hatırlatabiliyor. Rainer Maria Rilke, 1910
yılında yayımlanan Malte Laurids Brigge’nin Notlan’nda, giyilen
elbisenin insan şahsiyeti üzerindeki etkisini büyük bir belagatle dile
getirmektedir:
“Belli
bir kıyafetin doğrudan doğruya yapabileceği etkiyi ben o zamanlar öğrendim. Bu
elbiselerden birini sırtıma geçirir geçirmez o elbisenin hükmü altına
girdiğimi itiraf etmek zorundayım; o elbise benim hareketlerimi, yüzümün
ifadesini, evet hatta ilhamlarımı belirliyordu; üzerine tentene kol kapaklan
düşüp duran elim, benim her zamanki elim değildi asla; elim, bir aktör gibi
kımıldıyordu, evet, ne kadar abartılmış gözükürse gözüksün, elim kendini
seyrediyordu diyebilirim.”
Sonra
maskeli bir elbise giyen Rilke, aynaya doğru sürüklenir. “Alabildiğine büyüyen
bir bunalışla kendimi bu kıyafetten sıyırmaya çabaladığım sırada ayna, bilmiyorum
neyle, beni, başımı kaldınp bakmaya zorluyor ve bana bir hayal, hayır, hayır,
bir gerçek, yabancı, kavranması imkânsız, anormal bir gerçek dikte ediyordu;
istemediğim halde bu gerçek iliklerime işledi; çünkü şimdi o kuvvetliydi,
bense ayna olmuştum. Karşımdaki bu büyük, korkunç Biluımeyen’e gözlerimi dikmiş
bakıyordum; onunla yapayalnız bulunmak, bana müthiş görünüyordu. Ama bunu
düşündüğüm dakikada en olmayacak şey oldu: bütün anlamımı kaybetmiş, yok
olmuştum. Bir an, kendime, tarif edilmez, umutsuz ve boş bir özlem duydum.”**
Giyilen
elbisenin insana kendi anlamını kaybettirmesi ne müthiş bir tecrübedir! Buna
karşılık, “libas”ın Arapça’da “korunak” anlamına gelmesi manidardır. Ve libas
ile takva arasında bağlantı kurulmaktadır. Cenab-ı Hakk, A’raf
Sûresi’nin 26. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Ey Ademoğullan, size çirkin
yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva
elbisesidir, işte bu(nlar), Allah’ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt
alırlar.”
Değerli
yazar Fatma K. Barbarosoğlu, Moda ve Zihniyet başlıklı çalışmasında,
kıyafetin "sahip olunan dünya görüşünün aynası” olduğunu söylemektedir.
Modacılar bir kıyafeti hazırlarken, kıyafetin sunduğu imajın mevcut dünya
görüşüne denk düşmesine dikkat ettikleri gibi, geliştirdikleri modalarla yeni
dünya görüşlerinin oluşmasını da sağlamaktadırlar. "Doğu dünyası,
kıyafetiyle göze çarpmamayı, mevcut güzelliğini yabancı bakışlardan gizlemeyi
gaye edinirken; Batı dünyası için giyinmek, güzelliğin daha belirgin hale
getirilerek teşhir edilmesidir.” *** Moda, farklı zihniyet ve hayatlara kök
salan bu farkları ortadan kaldırıp, tekbiçim kıyafetleri
"”küreselleştirmek- tedir”. Bu bakımdan, Hz. Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) duasını bugün şöyle tefsir edebiliriz: "Allahım! Hamd
sana mahsustur. Modanın şerrinden ve ne için yapılıyorsa onun da şerrinden
sana sığınırız.”
G
eçen
Kurban Bayramı’nda bir hadis-i şeriften hareketle “Elbise duası” başlıklı
bir yazı yazmıştım. Hz.Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ne zaman bir
elbise giyse, hemen Allah’a hamd eder, o elbisenin hayrını diler ve şerrinden
Yüce Mevla’ya sığınırdı. Duaya kapanan kapının trajediye açıldığını vurgulayarak,
modern insanın bu incelikten uzaklaştığını, ancak bir iki sanatçının sezgi
gücüyle hakikatin yine de aramızda gezindiğini dile getirmiştim. Bu meyanda
Alman şair Rilke’nin hatıralarından bir bölümü aktararak elbisenin insan zihni
ve karakteri üzerindeki etkisine, daha doğrusu baskısına dikkat çekmiştim.
Dergâh
dergisindeki zevkli yazılarıyla tanıdığımız genç edîb M. Fatih Andı, Rilke’nin
Türk benzerine işaret ediyor: Ahmet Hamdi Tanpınar Ustad, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü nde Rilke’yi hayran bırakacak bir tahlil ve terkip gücü
göstermektedir. Her geçen gün “moda”nın hükmü altına girme durumları
vahimleşen Müslümanların, elbise giymenin gelişigüzel bir eylem olmadığını
kavramalarına yardımcı olacağını umduğum bu tahlilden kısa bir bölüm
sunuyorum.
“Yeni bir elbise giyen adam az
çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin
arkasından bakmak ihtiyacı, yahut Ben artık bir başkasıyım! diyebilmek
saadeti... (Halit Ayarcı’nın hediye ettiği elbiseyi) sırtıma daha ilk
geçirdiğim günde bütün varlığımın değiştiğini gördüm. Birden bire ufkum, görüş
zaviyem genişledi. Hayatı onun gibi bir bütün olarak mütalaaya alıştım...
Sanki bu elbise değil bir büyü idi.”
Romanımızın
baş oyuncusu Halit Ayarcı, Hayri Irdal’in fikirlerini onaylar: “Aziz Hayri
İrdal, söylediğiniz son derece doğrudur. Bütün büyük adamların, maiyetlerinde
çalışanlara daima elbiselerini ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma
imparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler
diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi. Hatta Osmanlı hükümdarlarının,
vezirlerinin kürk ve kaftan ihsan etmeleri de bu yüzden olsa gerektir. Siz,
farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını, bir çeşit psikolojik mekanizmayı
keşfettiniz.” (Vurgular bana ait. M. Ö.)
Sanayi
kapitalizminin motor gücü olan reklamcılar taifesi bu psikolojik mekanizmayı
iki yüzyıl önce keşfett- tikleri için Sistemi azmanlaştırmayı başarabildiler.
Müminlerin Sisteme karşı mücadeleleri aynı zamanda bu psikolojik mekanizmayı
bir şekilde aşabilmelerine bağlı olsa gerek.
“[İbrahim]
dedi ki: Ben Rabbime gidiyorum, o bana yolunu gösterir.”/ “Ey Rabbim! Bana
salihlerden (bir oğul) ihsan et!”/ Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik./
Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: “Ey Oğulcuğum! Rüyamda seni boğazlamakta
olduğumu görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?” dedi. Çocuk da: “Babacığım
sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi./ Ne
zamanki ikisi de bu şekilde Allah’a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı
üzerine yatırdı./ Biz de ona şöyle seslendik: “Ey İbrahim!”/ “Rüyana
gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik yapardan böyle
mükâfatlandınnz.”/ “Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı.” dedik./ Ve ona büyük
bir kurbanlık fidye verdik. (Saffât/99-107.)
İbrahim,
Halilullah idi; Allah’ın (c.c.) dostuydu. Gördüğü rüya üzerine, O’na en
sevgili varlığını, biricik oğlunu kurban etmesi gerektiği sonucuna vardı.
Rivayete göre, bu rüyayı üç gece üst üste görmüştü. Ne var ki, istişaresiz
hareket etmedi. Oğlunun fikrini sordu. “Oğulcuğum, ne dersin?” diye sual
ederken, görmediği Mutlak Varlık ile gözünün önündeki nispî varlık arasında nasıl
bir aşk/şef- kat/dostluk/vazife duygusuyla yüklüydü acaba? Bunun
İlahî
bir emir olduğunu hemen anlayan "yumuşak huylu” oğul ise sabrı seçiyordu.
Mutlak teslimiyet... Baba, en sevdiği varlığından, biricik oğlundan vazgeçiyor;
oğul ise kendi canından. Biz kurban keserken, nelerden vazgeçiyoruz acaba?
Kurbanın, yılda sadece bir defa hayvan boğazlamaktan ibaret olmadığını,
Allah’ın rızasını kazanmak için O’nun yolunda her an en sevdiğimiz şeylerden
vazgeçmeye hazır olmamız gerektiğini kavrayabiliyor muyuz?
Kurban,
Kitab-ı Mukaddes’te de aşağı yukarı aynı çerçevede nakledilmektedir. Tek
önemli fark, kurban edilenin İsmail değil, İshak olmasıdır.
“Allah, İbrahim’i deneyip ona dedi: Şimdi biricik oğlunu, Ishak'ı al ve Moriya
diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üze- rinde onu yakılan
kurban olarak sun. Ve İbrahim söylenen yere gitti, orada bir mezbah yaptı ve
odunları dizdi ve oğlu İshak’ı bağlayıp odunların üzerine koydu. Ve İbrahim
elini uzattı, oğlunu boğazlamak için bıçağı aldı...” (Tek- vin/22) Melek, koçu
getiriyor ve oğul kurtuluyor.
Melek.
Kurban keserken, galiba aklımızın ucundan bile geçmeyen mahluk. Göklerimiz
astronotlarca işgale uğrayınca, melekler de sır oldular! Geçen asrın mü’min
bir Hırıstiyanı kadar yakın değiliz meleklere, İbrahim'e, İsmail’e, İshak’a.
Selâm olsun cümlesine. Kierkegaard, Korku ve Titreme'de, “Sadece ticaret
dünyasında değil, fikirler dünyasında da düzenli bir temizlik harekâtı örgütleyen,
her şeyin pazarlığa tâbi olduğu” modem çağda, derin teslimiyetin ne olduğunu
çırpınarak anlatıyordu AvrupalIlara:
“İshak’ın
kaderi İbrahim’in elindeki bıçağın sırtındaydı. Ve o yaşlı adam, orada, yanında
biricik oğluyla doğruldu. Fakat şüphe etmedi. Biliyordu ki onu sınayan Kadir-i
Mutlak Allah idi. Ve bıçağı çekti.
İbrahim’in
koluna kini güç verdi? Sağ elini kim kaldırdı ki eli gevşeyip yanına düşmedi?
Bu sahneyi gören felç olur. İbrahim’in ruhuna kim güç verdi ki gözleri ne İs-
hak’ı, ne de koçu görmeyecek biçimde kararmadı? Bu sahnneyi gören kör olur. Bu
yalnızca bir sınamaydı.
İbrahim
Moriya Dağı’na çıktığında şüpheye düşseydi, çevresini mütereddid gözleseydi,
bıçağı çekmeden tesa- *
düfen
koçu görseydi ve Allah, Ishak yerine koçu kurban etmesine izin verseydi... bu
durumda İbrahim evine dönerdi ve herşey eskisi gibi olurdu. Yanında Sâre ve yamacında
Ishak... ve herşey ne kadar da değişmiş olurdu. İbrahim’in inzivası kaçış,
kurtuluşu rastlantı, ödülü utanç, akıbeti belki de cehennem azabı olurdu. Ve ne
imanına ne de Allah’ın inayetine tanıklık etmiş olmazdı. Sadece Moriya
Dağı’na çıkmanın ne kadar zahmetli olduğunu kanıtlamış olurdu. Ve İbrahim
unutulmazdı. Moriya Dağı da unutulmazdı. Bu dağın sözü edilirdi ama, burası
İbrahim’in şüpheye düştüğü yer diye, bir şaşkınlık yeri diye anılırdı.”
Kurban
ibadetimizin, şüphe ve şaşkınlıktan kurtulmamıza vesile olmasını diliyor, Yüce
Mevla’nın bizleri Hz. ’ *
İbrahim
ile oğlu İsmail’in (a.s.) dualarına ortak etmesi için niyaz ediyorum: “Ey
Rabbimiz, hem bizi yalnız Senin için boyun eğen Müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan
yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize
ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. İliş şüphesiz Tev-
vâb Şensin, Rahim Şensin.”
BAKKALLAR
VE ALIŞVERİŞ TAPINAKLARI
L
ondra
dönüşümde
masamın üzerinde bir not: "31. 10.
1993
Pazar günü saat 15.00’te, Müvenpick Oteli’nde yapılacak ‘Bakkallar ve
Sorunları’ toplantısında, şirketimizi temsilen bir konuşma yapmanız uygun
görülmüştür. Bilgilerinizi ve gereğini rica ederim. Genel Müdür.”
Çocukluğumun
unutulmaz bakkalı Hasan Bayvali’yi hatırladım hemen. Karaköse’nin en doğu
kısmında, Doğubeyazıt yolu üzerindeki tek bakkaldı. Yüz metre sonra ‘Laz
bostanlan’ başlıyordu. Bakkal ile aramızda yetiştirme Yurdu (Çocuk Esirgeme
Kurumu) bulunuyordu. Hasan Amca’dan en çok satın aldığım şeyler akide şekeri,
çedene şekeri ve bisküvi arası lokum idi. Hep Avrupa mallan (!) satardı
nedense. İğdır’dan gelen salça bile ‘Birinci Sınıf Avrupa Salçası' oluverirdi.
Hasan Bayvali’yi ve kızlan Hamide ve Kadriye’yi düşüne düşüne Möven- pick’e
gittim. Katıldığım oturumda Ünilever, Hacı Şekir, Paksoy ve Bingo’nun
temsilcileri vardı. (Ülker’i temsil ediyordum ben de.) Karşımızda yüz kadar Hasan
Amca, on-onbeş Genç Hasan ve birkaç tane de (biraz şık giyinmeye çalışmış)
Hamide ve Kadriye oturuyordu. Sıkıntı içindeydim. Konuşmacılar sırayla ‘
salça’larının hakiki Avrupa salçası olduğunu kanıtlamaya çalışırken bayağı
ter
döktüler. Aralarında en açıkgöz olanı kendi salçalarının “Küresel Salça”
olduğunu bile ileri sürdü. Sıram geldiğinde mütereddit bir sesle konuşmaya
başladım.
"Sevgili
Hasan Amcalar... Sizlere önce birkaç rakam sunacağım. Yılın ilk sekiz ayında
65.000 otomobil ithal edilip satılmış. Satılan yerli arabaların sayısı ise
140.000. Yani sekiz ayda tam 205.000 araba satılmış. Yıl sonu itibariyle bu
rakamın 35O.OOO’e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Diğer yandan, banka kredi
kartına sahip olanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Şu ana kadar yaklaşık
1 milyon kredi kartı hamilinin olduğu söylenmektedir. Kredi kartıyla yapılan
alışverişin hacmi 15 trilyon liraya yaklaşmıştır. • . *
İmdi,
bu girizgâha bakıp benim yanlış bir toplantıya geldiğimi, yahut evden çıkarken
yanıma yanlış dosya aldığımı düşünebilirsiniz. Hayır. Aklım başımda ve nerede
olduğumu gayet iyi biliyorum. Son bir-iki hafta yurt dışındaydım ve size Batı
ülkelerinde artık ayan beyan hâle gelmiş son derece basit bir gerçeği
hissettirmeye çalışaca- ğım: insanlar otomobiİlendikleri ve kartlandıklan zaman
din değiştiriyorlar. Afedersiniz. Fazla ağır oldu. Düzeltiyorum: Mabed
değiştiriyorlar!...
Geçen
yaz Amerika’daydım. Melekler şehri Los Ange- les’ta, kuşlarla konuşan Aziz
Francis’in beldesi San Fran- cisko’da (her iki şehir de Califomiya
eyaleilerindedirler ve Califomiya, halifenin ülkesi demektir!). Boston veya New
York’ta yüzlerce alışveriş tapınağını ziyaret ettim. İnsanlar büyük bir vecd
içinde dizi dizi rafların arasında saatlerce dolaşmakta ve meta dininin bütün
vecibelerini yerine getirmekteydiler. Sayılar alt alta üstüste konmakta,
birbirleriyle karşılaştırılmakta, rakamlar boyuna çarpılıp bölünmekten mecalsiz
kalmakta ve sonunda kasiyere bir kart uzatılmaktaydı. Sonra park yerindeki
arabaya kadar eşyalar gıcırtılı el arabalarıyla taşınmakta ve çoşku içinde
‘Shopping Mail’ terkedilmekteydi.
Hasan
Amcalar meseleyi anlamışlardı. Genç Kasanlar birbirlerinin kulaklarına
birşeyler fısıldıyor, Kadriyeler ise suratıma şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Hiç
'reklam’ yapmamış, çalıştığım şirketin ‘salçasından’ bir kelimeyle olsun söz
etmemiştim. (Derginin bu sayısı Ülker’e gönderilme- meli!) Buram buram teoloji
kokuyordum.
Sıcaklıktan
söz etmeye başladım sonra. Fransa’da ‘post- modertı’ sokakların, insanlar
birbirlerine selâm versinler diye dar yapılmaya başlandığını, modern hayatın
insanlar arasındaki sıcaklığı alıp götürdüğünü söyledim. Bu bakımdan mahalle
bakkallarının belki de en son ‘sıcaklık’ umudumuz olduğunu dilim döndüğünce
anlatmaya çalıştım. Düşük fiyatları, iç gıcıklayıcı ve gereksiz talep yaratıcı
çeşit bolluğu ama asık suratlı robotvari kasiyerleriyle içimizi soğutan dev
alışveriş tapınaklarına karşı, güleç yüzlerin ısıttığı minnacık siperler.
En
çok alkışı ben aldım. Hayra alâmet mi dersiniz?
Bonnıarşe
142
yaşında, süpermarket 64. Mega alışveriş merkezleri daha genç. Maddenin ruh
üzerindeki hakimiyetini temsil ediyorlar. Birer mübadele mekanı olmaktan çok,
eşyaya duyulan açlığın giderildiği birer tapınak adeta. Soğukluğun sıcaklık,
yabancılığın dostluk, psikolojinin biyoloji üzerindeki zaferi.
Ondördüncü
yüzyılın ünlü toplumbilimcisi İbn Haldun’a göre, yerleşik ve medenî hayat
“bolluğun bütün çeşitlerini elde ederek yaşamak, bu çeşitleri güzelleştirmek
ve daha süslü yapmak; yemek, elbise, yapı, yatak, tabak ve çanak gibi her
nesneyi güzelleştirmek" demekti, “insanlar göçebe hayatı yaşadıkları
dönemlerde birçok zanaatların ürünü olan bu nesnelere ve onları süslü püslü
yapmaya muhtaç değildiler. Fakat medeni hayata geçip, bunları en mükemmel ve
en zarif biçimde yaptıktan sonra, diledikleri biçimde kullanmaya ve bu nesnelerin
bir çok çeşit ve cinslerini talep etmeye başladılar.”
Yine
Ibn Haldun'a göre nüfus arttıkça talep de artar. Artan talep üretimi kamçılar.
Yeni yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar geliştikçe ihtiyaçlar çoğalır, insan yeni
hazlar arar, yeni araçlar bulur. Talep arzı yaratır, arz talebi. “Şehir ne
kadar kalabalıksa, ahali o kadar müreffeh, zanaatlar o kadar itibardadır.
Şehrin dilencileri bile daha zengindir.”
Demek
ki medeni hayat (yani, şehir hayatı) başlangıcından beri insan psikolojisini
biyolojisinin yerine ikame etme, yani istekleri ihtiyaç haline getirme peşinde
olmuştur. Hatta bir bakıma şehirler ancak böyle varlık kazanmışlardır. Ne var
ki, Sanayi Devrimine kadar psikolojinin zaferi çok sınırlı idi. Üretim esas
olarak toplumun temel (biyolojik) ihtiyaçlarını gidermek üzere yapılıyordu.
Sanayi ka- pitalizmi eski denge ve anlayışları altüst etti. “İhtiyaç
ekoonomisi”nden “kar ekonomisi”ne geçildi. Bunun için insanlara mal talep
etmelerinin öğretilmesi gerekiyordu. Bu önemli görevi soylu (!) bir sanat
üstlendi: Reklamcılık. Daha doğrusu, reklamcılığı da içine alacak biçimde,
pazarlamacılık.
Büyük
alışveriş mağazaları, etkin pazarlamacılığın ilk örneklerinden biri. Jean
Aristide Boucicaut 1852 yılında Paris’te Bac ve Sevres sokaklarının kesiştiği
köşede Bon Marche adlı dükkanını açtı.* Sloganı “Giriş Serbesttir” idi.
Dileyen içeri girip gezebiliyor, mallan inceleyebiliyordu. Her malın tespit
edilmiş bir fiyatı vardı ve bu fiyatlar piyasaya göre çok ucuzdu. Aynca
müşteriye aldatıl- madığı duygusu veriliyordu; satış elemanlan en küçük bir
kusuru bile müşteriye güya haber veriyorlardı: “Sayın bayan, şu küçük ççizgiye
dikkatinizi çekerim, gözünüzden kaçmış olabilir.” Kurnazca düşünülmüş bu gibi
taktiklerin halk üzerindeki etkisi büyük oluyordu.
Bon
Marche o kadar büyüdü ki, yirmi yıl sonra açılan yeni
mağaza için Büyük Larousse ansiklopedisi “Saray” kelimesini kullanıyordu.
Romancı Emile Zola, “müşterilerden oluşan bir cemaat için yapılmış modem bir
katedral” diyordu.
Yirminci
yüzyılda, ekonomik yenilikler daha çok Amerikan damgası taşıyor. Süpermarket
fikrinin mucidi, Mic- hael Cullen; bu ismi ilk kullanan ise W. H. Albers. 1929
Bunalımı işyerlerini birer birer sarsarken, Cullen çalıştığı küçük mağazalar
zincirinin patronu Albers’e zehir zemberek bir mektup yazıyordu: “Uyuyoruz be!
Dört bin şubeyle olmaz bu iş. Bir kısmını silkelemek lazım. Küçük dükkanlar
çok para yutuyor; satışları az, ıvır zıvır giderleri fazla.”
Cullen’in
patronuna yazdığı mektup aylarca patronun masasında kaldı. Kızgınlığı artan
Cullen işten ayrıldı. Arkadaşı Harry Sokoloff ile ortaklaşa, New York’un sönük
bir banliyö semtinde ilk dükkanlarını açtılar (1930). Gazetelere iki sayfalık
ilan veren Cullen, kendini “Kral Cullen: Dünyanın en büyük fiyat kincisi”
olarak takdim etti. İnsanlar en uzak semtlerden gelerek, Kral’ın mağazasından
alışveriş yapmaya başladılar.Mağazada ev gereçleri, mobilya, kozmetik, herşey
vardı, Üstelik çok da ucuzdu.
Cullen’in
gazetelere verdiği reklamlar gün geçtikçe daha bir cafcaflı oluyordu. “Kral
Cullen kimdir?” diye soruyor, sonra yine kendi cevap veriyordu. “Gerçek adı bu
mu? Bu o mu, o bu mu? işin arkasında başka biri mi var yoksa? Pekala, işte
anlatıyorum...” iki yıl sonra mağazala- nnın sayısı sekize, dört yıl sonra
onbeşe ulaştı. Fakat büyük projesinin altıncı yılında hayata veda etti.
Bir
zamanki patronu Albers, şirketinin satışlarının iyice düştüğü bir sırada Kral
Cullen’in yükselişine şahit oldu ve onunla görüşmek için çok çaba harcadı. Ama
nafile. Günün birinde kendisine yazılan ünlü mektubu hatırladı. Mektubu bulup
okudu ve Cullen modeline aklı yattı.
Albers
ilk mağazayı Cincinatti ’ de açtı ve buraya şatafatlı bir ad taktı: Süpermarket
. Cullen modeli düşünmüş, Albers adını koymuştu yeni alışveriş mekanının. Bu mekanlarda
alışveriş yapanlar, “klasik” müşteriler değildi artık. Klasikler eşyayla
beraber “sıcaklık” arıyorlardı; her alışveriş bir dostluk ilişkisiydi aynı
zamanda. “Yeni” müşteriler bolluk ve ucuzluk peşindeydiler sadece. Süpermarketlerde
herşey bedavaydı sanki! Bu duyguyu öyle ustalıkla veriyorlardı ki, müşteriler
gerçekte ihtiyaç duyulmayan birçok şeyi de satmalıyorlardı.
Kredi
kartlan, modern alışveriş merkezlerinin zaferini perçinledi. Kartla yapılan
alışveriş, “bedavalık” duygusunu pekiştirdi. İktisat teorisinin “rasyonel”
tüketicisi, irrasyonel bir yaratık olup çıktı. Şu anda Amerika Birleşik
Devletlerinde kartla hesapsız alışveriş yapma hastalığına yakalanmış insanları
tedavi etmekte olan sağlık merkezleri giderek yaygınlaşıyor.
Hülasa,
alışveriş merkezleri modem birer tapmak bugün. İnsanlar eşyaya karşı
açlıklarını gidermek için saatlerce rafların arasında geziniyor, mallara
dokunuyor, etiketleri yokluyor ve boyuna hesap yapıyorlar. Hesapsız he- sap
yapma hüneri galiba sadece modern insana özgü, işin garip tarafı, bu tapmaklar
insanların manevi/toplumsal ihtiyaçlarını gidermiyor, onları yeni ihtiyaçlar
içinde boğmaya yarıyorlar sadece.
Bize
gelince, kendi “tüketim” kalıplarını geliştirmekten bile aciz olan, empoze
edilmiş fikirler gibi, empoze edilmiş tüketim kalıplarıyla yaşayan toplamların
iflah olması mümkün değildir. Üretmeden tüketmeyi düşünen toplumlar,
başkalarının kuklası olmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar.
*
Bkz. Rene Sedillot: Dünya Ticaret Tarihi: Değiştokııştan Süper- markete,
İstanbul: Cep Kitapları, 1983.
Para,
İktisadî
değer ölçüsü. “Namus-u asgar”, diyordu atalarımız. İbn Rüşd, Aristo’nun para
anlayışına şiddetle muhalifti. Toplum, arzu ettiği zaman paranın değerini
değiştirme hakkına sahip olamazdı. Her şeyin mutlak kaynağı ve değer ölçüsü
olarak Allah nasıl ki “Namus-u Ek- ber” idi ve değişmezdi, o halde piyasada
alınıp satılan her şeyin değer ölçüsü olan para da küçük namus ve dolayısıyla
değişmez olmalıydı. Paranın değerini artırmak riba, azaltmak ise hırsızlıktı.
Tarihçilere
göre, ilk para Anadolu’da kullanılmış. Milattan önce yedinci yüzyılda Küçük
Asya’daki küçük bir krallık olan Lidya’da. Homer’in kahramanları paraya aşina
değildi. Ahd-i Atik’de de pek sözü edilmiyor. Kâğıt para, “devlet”in birey
üzerindeki zaferi; devletin, yani ya kaba siyasi gücün, ya incelikli mücessem
sermayenin. İmparatorluklarda, haraç-eksenli sistemin giriftleşlikçe aksamaması
ve bürokrasinin toplum üzerindeki kontrolünün daha rasyonel (yani
hesaplanabilir) olabilmesi için başvurulan çare. Modern dünyada ise, sermayenin
kesintisiz birikimi için, tekele mütemayil güçlerin siyasi mekanizmayı kullanarak
yaptıkları büyük “icat”. Para biriktir ey özgür birey, biz onu senin çıkarın
için alıp kullanırız. “Afetlersiniz, siz kimsiniz?” Biz devletiz, sermayeyiz.
Liberaliz, hakemiz, demokratız, tekelciyiz, serbest rekabetçiyiz. Bütün numaralar
bizdedir, otuz iki kısım tekmili birden. Seni koruruz. Demokrasiyi koruruz.
Laikliğin teminatıyız. Sen para biriktir. • *
Modem
dünya, bireyin kıstırıldığı dünya. Özgürlüğün bile metalaştığı bu dünyada
gerçek bir kaçış imkânı yok. Her şey meta ağlarının içinde. Modernlik öncesi
toplumların değişmez olduğu, buna karşılık modem dünyanın değişmeyi norm
haline getirdiği düşüncesi bir kuruntudan ibaret. Nicel zamanın (kronos)
yanısıra nitel zamanın (kairos) farkına varanlar bu iddaya gülümsüyorlar:
Geleneksel,
premodern sistemleri modern dünyadan ayırdeden şeyin premodern sistemler
değişmez kalırken modern dünya sisteminin değişmeyi ana odak haline getirmekte
olduğu sık sık dile getirilmektedir. Bu gerçekte yanlıştır. Premodern
toplumlar mütemadiyen değişmekte idiler; modern dünya ise, laf kalabalığı bir
yana bırakıldığında, dikkate şayan derecede yavaş değişmekte olan bir dünyadır.
Bununla beraber, değişim ideolojileri bakımından her ikisi arasında önemli bir
fark vardır: Premodern sistemlerde, ne zaman gerçek değişim meydana gelmezse,
gerçekte değişmenin meydana gelmiş olduğu iddia edilerek haklılaştırılmaktadır.
(I. Wallerstein, Capitalist tvorld- eeconomy,
1979.)
Geleneksel
sistemlerde “bireyler”, yani alınlarmın teriyle kazanmakta olan sanaatçılar,
tacirler, işçiler... kaçabiliyorlardı. Örgütlü bürokrasiler onları zaptetmede
son kertede çaresizdiler. îşta tam tamına 700 yıl öncesinden bir örnek. Yıl
1294, yer İran:
Sadreddin
ve vezirlerden bazıları zaman zaman, Çin’de kullanılmakta olan kâğıt para (çao)
hakkmda konuşur ve onu İran’da da dolaşıma sokma imkânı üzerinde tartışırlardı.
Meseleyi Saraya sundular ve Moğul Hanı Gayhatu (1291-1295) inceleme yapması
için Pulad Çingsanga emir verdi. Çingsang’ın raporuna göre, çao, kralın mührünü
taşıyan ve bütün Çin ülkesinde madeni para yerine kullanılan bir kâğıttı.
Vezirlerin
en akıllısı olan Şiktur Noyon çao’nun ülkeyi tahrib edeceğini, Sultanın itibarını
zedeleyeceğini ve köylülerle askerlerin kaçmasına yol açacağını söyledi.
Sadred- din buna cevap olarak Hakan’a, Şiktur’un altını çok sevdiğini, bunun
için çao’ya karşı çıktığını söyledi ve alelacele bir ferman çıkarıldı. 27 Şaban
693 (27 Temmuz 1294) Sad- reddin ve üç vezir çao’yu dolaşıma soktular. Fermana
göre, çao’yu almayı reddedenin başı vurulacaktı. İlk hafta, kılıç korkusundan
ahali çao’yu kabul etti, fakat az bir pahaya. Tebriz ahalisinin çoğu şehri
terketti; giderken de kumaş ve giyecek namına ne varsa götürdüler. Kalabalık
şehir neredeyse boşaldı.
Bir
gün pazaryerindeki dervişlerden biri Sadreddin’in eteklerine kapanarak şöyle
dedi:
Yanan
ciğerlerimizin kokusu dünyayı bürüdü
Burnunuz
bu kokuyu almıyor mu efendim?
Bu
sözlerden etkilenen Sadreddin, şehrin durumunu da düşünüp yiyecek maddelerinin
altın parayla alınıp satılmasına izin veren bir ferman çıkarttı. Bir süre
sonra, şehir tekrar eski canlılığına kavuştu ve o piyasadan kalktı.” (Reşidüddin, Cami-ül
Tevarih, 3, s. 239-41.)
Modem
dünyanın Sadreddin’leri ciğer kokusunu hissetmedikleri gibi, şikayetçi
olabilecek dervişler de meydanda yok. Ellerine tutuşturulmuş oyuncaklarla
oyalanıyorlar: Özgürlük, demokrasi, yurttaşlık, ulus, birey, us (akıl)...
Modern
dünyanın mitleri bunlar. Karşı çıkanlar çarpılır, aman sus. Sen para biriktir.
Yurttaşlık görevini yerine getir. Biriktirdiğin parayı ulusal bankaya yatır.
Us’lu olduğunu kanıtla. Gerisini devlete bırak. Devlet seni korur. “Sahi mi;
korur mu gerçekten?” Off, sıktın be kardeşim.
Hayat
sarp bir yokuş
Paran
kadar konuş...
Araplar’ın
güzel
bir sözü var: “Enbaü’l yevm, mislu enbaü’l ems; la cedid tahteş Şems.” Türkçesi:
Dün ne olmuşsa, bugün aynı şeyler oluyor; güneş altında yeni bir şey yok.
Bu ilkenin sosyal düşüncede de ana batlarıyla geçerli olduğunu düşünüyorum.
Bize yeni gibi gelen fikirlerin, tahayyül edemiyeceğimiz kadar eski bir
tarihleri vardır. Bugün, para sistemindeki bozukluklar ve bunun sosyal ahlâkla
bağlantısı üzerinde derin fikirler serdetmiş bir 14/15. yüzyıl düşünürünün
fikirlerini sunmak ve bu fikirleri günümüzün İktisadî problemleriyle
bağlantılamak istiyorum. Düşünürümüzün temel iddiası şu: Bir toplum
bozulmadıkça, yani o toplumun yönetici ve zengin sınıfları bencilliğin
pençesine düşmedikçe, o toplumun parası bozulmaz. Hasta para, mânen hasta bir
toplumun eseridir!
Ahmed
ibn Ali el-Makrızi (1364-1442), Memluk hanedanının idaresi altındaki Kahire’de
muhtesiblik yapmış bir İslam bilginidir. Kıtlıkları ve para sistemini
incelediği iktisatla alakalı eserlerinde, meseleye “Sistem Krizi” açısından
yaklaşmakta ve bütün zamanların iktisat teoris- yenleri için ufuk açıcı
olabilecek tesbit ve tahliller yapmaktadır.
Üstada
göre, kıtlık ve açlık sadece Nil’in belirli dönemlerde çok fazla ve diğer
dönemlerde çok az sulama suyu getirmesi gibi doğal afetlerin sonucu değildir.
Bu şekilde doğal bir faktörün yol açtığı sorun her zaman beşerî örgütlenme
marifetiyle çözülebilir. Buhranın sebebi, mevcut rejimin sosyo-ekonomik
acziyetinde yatmaktadır. Ülke aşırı vergileme ve baskıcı angarya ile (fazla
üretimin kaymağım yiyen) feodal bir sınıfın yükü altındadır. Gelirin kaymağına
konmanın ikinci aracı ise para sektöründe bulunmaktadır: Devlet ve güçlüler,
mevcut paralar üzerinde oynayarak kendi satınalma güçlerini (çoğunluğun
aleyhine) sürekli olarak arttırmaktadırlar.
Makrızi’nin
yaşadığı devirde, tedavülde üç tür madenî para vardı: altın dinar, gümüş
dirhem ve bakır fals (çoğulu fıdus). Memluk hanedant, devlet
hazînesini doldurmak için giderek artan miktarda düşük-değerli fulusu piyasaya
sürmekteydi. Örtülü bir devalüasyondu bu. Zengin sınıflar kendilerini korumak
için daha değerli olan dinar ve dirhemleri istif ediyor, piyasayı düşük değerli
bakır paralarla dolduruyorlardı. (Sonraki yüzyıllarda bu ikame “Gresham
Kanunu” adıyla bilinecektir: Kötü para, iyi parayı kovar.) Makrızi
sadece bu kanunu formüle etmekle kalmıyor, ikame mekanizmasının derinliklerine
inerek onu topyekün bir dinî ve İçtimaî bağlama yerleştiriyordu.
Makrızi’ye
göre, paranın değerinin (ayarının) düşürülmesi, toplumsal değerlerdeki genel
bunalımın ve kötü (suistimalci) yönetimin bir belirtisidir. Memlukların yönetiminden
bu yana kamu idaresinde yolsuzluk hüküm sürmekte ve dolayısıyla toplumsal
verimlilik hasreti çekilmektedir. Makrızi bu durumu şöyle formüle ediyor: Kötü
yönetim, iyisini kovdu. Tepedeki feodal sınıflar kitleleri ezmektedir.
Memuriyetlerin adil bölüşümü yerini
Kur’an’daki
ana ilkelere saygısı olmayan suistimalci yönetime bırakmıştır.
Bilginimize
göre, para bir değer ölçüsü olmak bakmamdan namus ül adi ’dir ve
doğrudan doğruya namus ül ek- ber olan İlahî Kanun (şeriat) ile
bağlantılıdır. Parasal sistem, ancak bütün sosyo-ekonomik ve siyasî sistem
düzene sokulduğunda, yani Kur’an’daki ana ilkeler uygulandığında adil ve verimli
tarzda işleyebilir. Para birimleriyle oynamanın yol açtığı fiyat enflasyonu
sadece parasal bir olgu değildir. Hasta para, mânen hasta bir toplumun
eseridir. İbn Rüşd haklıdır: Bir değer Ölçüsü olarak değişmemesi gereken
para biriminin değerini arttırmak riba, azaltmak ise hırsızlıktır. (Bkz. iktisat
Risaleleri, Iz Yayıncılık, 1994, s. 96-7.)
Bugünün
Türkiye’sinde talep yönlü olmaktan çok mali- yet-yönlü bir enflasyon
yaşamaktayız. Ahalinin satınalma gücü her geçen gün azaldığından, yüksek
talebin enflasyona yol açtığını iddia etmek mümkün değildir. En azından, talep
her geçen gün düşüyor olmalıdır. Devlet kendi açıklarını kapatmak için boyuna
yüksek faizli senet ihraç etmekte ve bunu şirketlere/bankalara satmaktadır.
Şirketler ise, geleceğin enflasyonundan ziyade, geçmişin enflasyonunu esas
almakta ve belirli aralıklarla (bazıları her ay) ürünlerina zam yapmaktadırlar.
Günümüzde Türk Lirası’nı Memluk- lar’ın fulusuna, Dolar ve Mark gibi yabancı
paralan ise dinar ve dirheme benzetebiliriz. Devlet ve burjuvazi fulustan
kaçmakta ve dinar ile dirheme hücum etmektedirler. Ahaliye ise ödemeleri düşük
değerli fulus ile yapmaktadırlar.
Netice
olarak, bugün ülkemizde kötü para iyi parayı kovuyorsa, bunun sebebi kötü
yönetimin iyi yönetimi kovmuş olmasıdır. Siyaset ve iktisatta “iyi”
yönetimlere kavuştuğumuz an, paramızın hastalığı şifa bulacaktır.
Şeyh
Sadi’den bir hikâye dinleyelim önce. Adamın biri, Fars
atabeglerinden Sa’d-i Zengî'yi övmüştü. Hükümdar da altınla, hıl’atle gönlünü
almış, onu hünerine göre bir yere tâyin etmişti. Fakat adam, paranın üzerindeki
“Allah bes/ Allah her şeye yeter!” yazısını görünce kendinden geçip
hıl’ati sırtından attı. O sözün cezbesiyle ruhunda öyle bir alev parladı ki
hemen yerinden fırlayıp çöl yolunu tuttu.
Çöldeki
arkadaşlarından biri sordu: "Başına ne geldi ki böyle değişiverdin? Sen ki
vaktiyle üç kere yer öperdin; öyle olduğuna göre bu nimeti tepmemeliydin.'’ • *
Adam
güldü: “Önceleri, dedi, korkuyla, ümitle vücudum söğüt gibi titrerdi. Fakat
sonunda Allah bes! sözünün verdiği kuvvet sayesinde gözüme ne bir şey
görünür oldu, ne de bir kimse!”
Rene
Guenon’dan öğrendiğimize göre, eski paralar tamamen
geleneksel sembollerle kaplıdır, hatta bunlar özellikle çok derin bir anlam
taşıyan semboller arasından seçilmiştir. Geleneksel medeniyetlerde dindışı
(profan) bakışaçısmm olmaması, paranın da dindışı sayılmasına engeldi. “Eğer
öyle olmuş olsaydı, parayla kesinlikle hiçbir ilgisi olmayan manevî bir
otoritenin işe el atması nasıl açıklanabilirdi? Ayrıca, değişik geleneklerin
paradan söz ederken, gerçekten ‘manevî bir etkiyle’ yüklenmiş olan bir şey gibi
söz etmelerini nasıl açıklayabilirdik? Paranın etkisi (itibarı), üzerindeki
semboller vasıtasıyla sağlanabilmekteydi; bu semboller paraya normal ‘dayanak’
teşkil ediyorlardı.” (Niceliğin Egemenliği, Iz Yay., 1990, Çev. Mahmut
Kanık; 16. bölüm)
Paranın
‘"bozulması”, sadece profan bir kisveye bürünmesi, insanoğlunun açgözlük
ve nankörlüğünü sistemleştirdiği modern zamanlarda mümkün olabilmiştir. Avrupa
ortaçağlarında bile, hükümdarlar "paraların şeklini bozmakla”
suçlanabiliyordu. Yani, hükümdar olmalarına rağmen, paranın şeklini kendi
inisiyatifleriyle değiştirdikleri zaman, maddî iktidara tanınan hakları
çiğnemiş sayılıyorlardı. Guenon’a göre, profan tarihçilerin hiçbir zaman anlayamadığı
bu “hak” meselesi, İlkçağda olduğu gibi, Ortaçağda da paranın, modemlerin
kesinlikle bilmediği yönlerinin olduğunu göstermektedir. Paranın salt bir
niceliğe indirgendiği günümüzde, insanoğlunun varoluşun “hikmetini” kavraması
neredeyse imkânsız hale gelmektedir. Çağımızın ünlü şairlerinden T. S. Eliot,
bir şiirinde bunu derin bir kavrayışla dile getirmektedir. Türkçeleştirmeye
gayret edelim:
Kartal
en derin noktasına süzülüyor göklerin Ardısıra gidiyor köpekleriyle avcı.
Kümelenen
yıldızların daimî inkılâbı, Daimî tekerrürü mukarrer mevsimlerin, Baharın ve
güzün dünyası, doğumun ve ölümün!
Fikir
ve eylemin sonugelmez çevrimi, Sonugelmez icat, sonugelmez deney,
Hareketin
bilgisini getirir, sükûnunkini getirmez;
Konuşmanın
bilgisini getirir, sükûtunkini getirmez;
Getirir
bilgisini kelimelerin, Getirmez hiçbir şey Kelime'ye dair.
Bütün
bilgimiz cehaletimize daha çok yaklaştırır bizi, Ölüme daha da yaklaştırır bizi
bütün cehaletimiz, Fakat ölüme yakınlık daha yakın olmak değil Tanrı’ya.
Yaşamakta
yitirdiğimiz Hayat nerede?
Nerede
bilgide yitirdiğimiz Hikmet?
Ya
malumatta elden kaçırdığımız Bilgi?
Yirmi
asırlık çevrimleri Göklerin
Tanridan
uzaklaştırıp Toprağa çiviledi bizi
T
aksitli
satışlar
gibi, tüketici kredileri de insana satın aldığı herşey bedavaymış duygusunu
veriyor. Banka reklâmlarının ne kadar etkileyici olduğuna dikkat ediyor
musunuz? Dördüz çocuğu olan yeni evli gençlerin bile problemlerini şipşak
hallediveriyorlar!
Tüketici
kredilerinin iki yönlü işlevi var: Bir yandan, çalışan tabakaların
sadakatini teminat altına alıyor; diğer yandansa ekonomideki talep
yetersizliğini telâfi ediyorlar. Hiç kimsenin çalışmama/tüketmeme
özgürlüğü yok. Kenneth Galbraith, çeyrek yüzyıl önce, bu işlevlerin önemine
şöyle işaret ediyordu:
“Reklâmcılık
ve pazarlama sayesinde yaratılan ihtiyaçlar, büyük bir talep oluşturmalarının
yamsıra, işçilerin ■
hizmetlerini
de teminat altına alırlar, ideal olarak, çalışan insanların ihtiyaçları
gelirlerinin biraz üzerinde tutulur. Ondan sonra borca girmeleri için zorlayıcı
teşvikler sağlanır. Ortaya çıkan borcun baskısı, onların birer işçi olarak
güvenilirliğini arttırır.”
Tüketimi
teşvik sayesinde, üretimin de kamçılanacağını, böylece sanayi sektöründe
büyüme meydana geleceğini ve bunun sonuçta herkesin yararına olacağını
söyleyen
»
iktisatçılar
doğru söylemiyorlar mı? işte, meselenin püf noktası. Doğru söylüyorlar ama,
incir çekirdeğini doldurmaz bir doğru. İktisat, bilimden çok sanat. Joan
Robinson haklı: “iktisat, iktisatçılar tarafından aklatıl mamayı öğrenme
sanatıdır." Aldatılmayı sağlayan aletler: Rakamlar. Onları hamur gibi
yoğurmak, binbır türlü yorumlamak mümkün. Onun içindir ki üç tür yalan var
derler:
Yalan,
kuyruklu yalan ve istatistik.
* * _______________________________________________________________________________ __________________________________________________________________________________
incir
çekirdeğini doldurur doğru şu: Türkiye ekonomisinin tüketim desteğine
değil, ihracat desteğine ihtiya- * » • •
cı
var. Iç tüketimle bir ekonomiyi büyütmek değil, şişirmek
mümkün. Nefes yetmediği zaman, şişen ekonominin havası hemen iniveriyor. Son iki
yılın tecrübesi bunu yeterince doğruluyor. Türkiye ekonomisi 1993 yılında »
*
yüzde
7 büyüdü; 1994 yılında yüzde 7 küçüldü. Önce şişti, sonra havası alındı. Şimdi
yeni bir şişmeye doğru sürükleniyor.
Büyümenin
ekonominin hangi sektöründe meydana geldiği, talep yapısının ve büyümenin
maliyetinin ne olduğu önemlidir. Bunları göz önüne almadan, sadece büyüdük diye
caka satmanın anlamı yoktur. Mesela, 1993 yılında ekonomi yüzde 7, imalat
sanayii ise yüzde 9 büyürken, otomotiv sektörü yüzde 32 büyümüştü. Eh,
otomobil "medeniyet” demek olduğuna göre, sektörü bir yılda üçte bir
nispetinde büyütmek olağanüstü bir başarı sayılmalıydı. Ne var ki, bu
medeniyet araçlarını hiçbir barbara sata- mıyorduk. ihracat nispeti en düşük
sektördü ve üretim patlamasının arkasında büyük ölçüde tüketici kredileri yatıyordu.
En büyük iki otomobil imalatçısı (Tofaş ile Renault), üretimlerinin ancak
yüzde ikisini ihraç edebilmişlerdi.
Bankalar
ihracat kredisi yerine niçin tüketim kredilerini
I
tercih
ediyorlar? Çünkü daha kazançlı. Oysa, bu işin sos- yal maliyeti çok yüksek,
ihracat yoluyla elde edilemeyen döviz, ‘‘sıcak para” politikalarıyla
yurda sokulmak isteniyor ve yabancalara akıl almaz bir kaynak transferi yapılıyor.
Bankalar kendi kısa vadeli kârlarını düşünüyor olabilirler; ama onlara bu
yolda destek olan hükümetlerin “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde”
olduklarına şüphe yok.
Bir
gazete
haberi: “Almanya'nın tarım bölgesi Bavye- ra eyaletinde düzenlenen bir
resim yarışmasında, Alman çocuklarının üçte birinin ineklerin rengini mor zannettikleri
ortaya çıktı. Muenster kentindeki bir dergi, Bav- yera eyaletindeki kreşlere 40
bin poster dağıttı ve çocuklardan resimleri boyamaları istendi. Çocukların
üçte birinin inekleri mor renge boyadığı gözlendi. Sebep sonradan anlaşıldı:
Bir çikolata reklam ve ambalajında ineklerin mor renkte olması. Bavyera
Tarımcılar Federasyonu yetkilileri, kırsal kesimde bile bu tür reklamların
çocukları etkileyerek, gerçek ile hayalî kavramları karıştırmalarına yol
açtığını belirttiler.” (Zaman , 22. 4. 95) * «
Öyle
görünüyor ki, reklamcılık modem toplumdaki en etkili toplumsallaştırma
kurumudur: Kitle iletişim ortamlarının muhtevasını biçimlendirmekte, cins
kimliğinin inşâsında anahtar bir rol oynamakta, ihtiyaçların meydana
getirilmesi bakımından çocuklarla ana-babalarmın ilişkilerine etki etmekte,
siyasî kampanyaların stratejilerine yön vermekte, spor ve pop müziği gibi en
önemli kültürel kurumlarımızdan bazılarını kontrol etmekte ve son zamanlarda
gündelik konuşmalarımızın en revaçta konularından biri haline gelmektedir.
Maddî, somut ve tarihsel düzeyde reklamcılık malların pazarlanmasıyla ilgili
basit bir uğraştır. Ancak, modern toplumda nesneler hakkında ve nesneler
marifetiyle egemen bir söyleme dönüşmektedir.*
Modem
dünyanın en önemli (yani en tahripkâr) bilimi fizik değil, reklamcılıktır. Bir
sanata dönüşen bilim. İnsanlara mal talep etmelerini öğretmenin sanatı. Bu
yüksek “öğrenim” sayesinde, beşer psikolojisi, biyolojisinin yerine ikame
edilin Yani insanoğlunun arzu ve hevesleri, birer organik ihtiyaç haline
getirilin Kıskançlık meşrulaştırılır. İktisatçılar bugünkü ihtiyaçların
organik olduğunu, yani başkalarınca tasarlanmadığını iddia ederken başka bir
gezegenden gelmiş gibidirler. Sanayileşmiş dünyanın “özgür” bireyi günde
ortalama 1600 reklam mesajına maruz kalmaktadır. Bu bombardıman altında ihtiyaçların
doğal gelişiminden söz edilebilir mi?
Reklam
sektörünün son “numaralarından biri, meslek erbabını reklam malzemesi olarak
kullanmak; böylece özellikle çocuklar üzerinde mutlak bir nüfuz elde etmek. Diş
doktorunun tavsiye ettiği macunu nasıl kullanmazsınız? Mesleklerin reklam
yolunda kullanılması, yani insanlara doğal olmayan ihtiyaçların
benimsetilmesine basamak yapılması ahlâkî bir zaaftır. Bu, meslek sahiplerinin
kendi işlerinin tanıtımını hiç yapmamaları demek değildir. Bir tür tanıtım
her zaman zorunludur. Ancak, reklamcılık tanıtımdan öte bîr şeydir. Doğalın
yerine yapayı, gerçeğin yerine hayali koyma girişimidir. Eskiden her
mesleğin bir pîrinin olması, muhtemelen bunların doğal ihtiyaçların
karşılanması dışında, sadece bir serma-
ye
biriktirme aracı olarak kullanılmalarını önlemeye matuftu. Eskiden “sanat” ile
“zanaat” arasında fark gözetilmiyordu. Şiir nasıl aşkla yazılıyorduysa,
mintan da aşkla dikiliyordu. Mesleklerin reklam aracı olduğu bir dünyada, aşkın
yerini para kazanma hırsından başka alacak bir şey kalmaz.
*Sut Jhally: The Codes of
Advertising 1987, s.1.
Kayserili dostlarımı
akıl ve duygu dolu buldum. Akılları pek tabii bir adım önde gidiyordu. (Ne de
olsa, çoğunlukla işadamlarıydı muhataplarım. Şirketlere “akıl satarak”
geçindiğimi öğrenen MUSIAD başkanı Mustafa Bey, memleketlerinde aç
kalabileceğimi imâ edercesine, “Kayserili akla değil, mala para verir”
diyordu.) Yusuf ile Esat, yayınevinin yanısıra bir radyo istasyonu ile günlük
bir gazeteyi kahramanca omuzlamış götürüyorlar. Onların da duyguları bir adım
(hayır, birkaç adım) önde. îşadam- lanyla ilim, siyaset ve sanat çevresi
arasındaki beraberlik hayranlık uyandırıyor. Değerli işletme hocası Prof. Nurettin
Kaldırımcı kendini adeta işadamlarına adamış. (Demek ki, Kayserililer bazan
akla da itibar ediyorlar! Nurettin Hocanın MÜSİAD’da düzenlediği derslere
muntazaman devam ediyorlarmış.) Selahattin ve Ahmet Coşkun Beyler, iş
hayatının İslâmî ilkelere göre yürütülmesi hususunda Kayserili genç tüccar ve
sanayicilerin her an başvurdukları şahsiyetler. Faizden sigortaya kadar birçok
hususta onlar için kıh kırka yararak araştırma yapıyorlar. imrenilecek bir
dostluk; heyecan verici bir dayanışma.
Titus
Burckhardt, Fez şehrini anlattığı bir çalışmasında, ilim ile ticaret erbabı
arasındaki geleneksel ilişkiyi çok canlı bir şekilde tasvir etmekte ve yeni
dönemde üniversitenin şehrin dışına taşınmasının menfi sonuçlarından söz
etmektedir: “Üniversite camisi el-Kareviyye öğretim görevlileriyle beraber
eski şehrin duvarları dışına taşındı. Bu hadise Fas’ın bağımsızlığa
kavuşmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti ve ardındaki sebepler ne olursa
olsun eski şehrin atmosferini kötü biçimde etkiledi. Bin yıllık bir geçmişi
olan bu üniversitede öğrenim halka açık yapılıyordu. Camiyi ziyarete gelen
herkes, âlimler tarafından verilen dersleri takip etmekte serbestti. Bu hocaların
şehir hayatında çok belirgin bir etkileri vardı; hatta bazı dersleri takip
etmek için çoğu zanaatkar ve tacirler gündüzleri dükkânlarını bir saatliğine
kapatmayı âdet edinmişlerdi. Bugün şehrin eski bir banliyösünde sıkışıp
kalan üniversite, şehir hayatından tamamen kopmuş durumdadır.'"'(Islâm
Şehri, Ağaç Yayınları, 1992, s. 237.) Kayseri’de bir an için kadîm Fez
şehrinin canlandığını hissettim. Eminim ki Kadı Burhaneddin’in şehrinde de
ulema ile esnaf benzer bir yakınlık içindeydiler.
İslam
Ansiklopedisi’nden öğrendiğimize görev Kayseri, Hitit imparatorluğu’ndan
bile önce bir ticaret merkenuyordu. Kapadokya Krallığı’nın merkezi oldu.
Bir ara Sasanîler tarafından yağmalanıp tahrip edildi, sonra He- raklius
tarafından kurtarıldı (M.S. 611). Muaviye tarafından haraç vermeye zorlandığı
tarihte (647) gene güzel ve zengindi. Hişam’ın hilafeti sırasında
(724-43) Mesleme, Kayseri’ye iki saldın düzenledi ve muhtemelen şehri muvakkaten
ele geçirdi. Onbirinci asırda Bizans siyaseti ve Türk istilası Ermeni
Gregoryenlerin bu Rum Ortodoks bölgeye göç etmelerine yol açtı. Şehir 1343'ten
138l’e kadar Eretna Hanedanı’nın yönetimindeydi ve sonunda onların payitahtı
oldu. Ibn Batuta’ya göre Anadolu’nun en büyük şehri idi. Kadı
Burhaneddin, Eretna yönetimine son verdi. Ve yıldırım Bayezid şehri 1398’de
fethetti. Fakat, Timur’a yenilince, şehir Karamanlılar’ın eline geçti; takriben
100 yıl Karamanlılar ile Dulkadiroğulları, Kayseri uğruna kapıştılar. En
sonunda Yavuz Sultan Selim, Kayseri’yi Osmanlı ülkesine kattı.
Kayseri’nin
bir ticaret merkezi olarak sürüp giden önemi Kuzey-Güney ve Doğu-Batı ticaret
yolları üzerindeki yerleşiminden gelmekteydi. Şehrin sınaî yapısı son derece
gelişkindi. Boyahaneler, mezbahalar, tabakhaneler, değirmen ve yağ presleri,
boza, şarap ve mum imalathaneleri... Tanm ürünleri arasında buğday, arpa, üzüm,
pamuk, badem ve pirinç gelmekteydi. Kayseri atlan pek meşhurdu; sucuk ve
pastırma sanayii için sığır, koyun ve manda beslenirdi. Evliya Çelebi’ye
göre, Kayseri’nin pastırma ve sucuğuna İstanbul’dan o kadar fazla talep olurdu
ki, bu malları şehirde bulamazdınız. Çok sayıda kervansaray, çarşı ve
pazaryeri, sayısız demirci ve mücevhercisi vardı. “Tıpkı Bursa ve Edime gibi,
Kayseri’nin de iki bedesteni vardı ve tüccannın kazancı ve keyfi yerindeydi.” (Islâm
Ansiklopedisi, ikinci edisyon, Cilt 4, s. 843)
Kayseri’de
onüçüncü yüzyıl Anadolu’sunun havasını teneffüs ettim. Anadolu ahîleri, manevî
bir coşku içindi Abdalan-ı Rûm ile kucaklaşıyor ve birer uçbeyi edasıyla sefere
hazırlanıyorlardı. Ak tolgalı beylerbeyi henüz ufukta gözükmese de, Kayserili
Tuna’yı geçmeyi kafasına koymuş, gönlüne nakşetmişti.
Onbeşinci
yüzyılda,
biricik oğlunun ileri bir ticaret tahsili görmesini arzu eden bir Alman tacir,
tanınmış bir üniversite hocasına müracaat eder. Hoca der ki, eğer sadece toplama
ve çıkarma ile sınırlı bir tahsil istiyorsanız, bunun için Alman
üniversiteleri kâfidir. Fakat oğlunuzun çarpma ve bölmeyi de
öğrenmesini istiyorsanız, bu sanatları tahsil etmenin yeri İtalya’dır. Bu
derece ileri bir tahsil sadece orada mevcuttur.* Aynı şekilde, Venedik’te
tahsilde bulunan oğluna mektup yazan bir Alman baba, ona şu öğütte bulunuyordu:
“Sabahlan erken kalk, kiliseye vaktinde git ve aritmetik hocanı can kulağıyla
dinle.”**
Onaltmcı
yüzyıldan 18. yüzyıl başlarına kadar Avrupa töplumlannda büyük bir dönüşüm
yaşandığı bilinmektedir. Bu dönüşümün anahtar veçhelerinden biri teknik yenilenmenin
kurumsallaşmasıdır. Her şeyden önce, yeni bir nicel ölçüm anlayışının
gelişmesi demektir bu. Ne var ki, dönüşümün kökleri çok gerilere,
Afro-Avrasya medeniyetlerine kadar uzanmaktadır. Onbeşinci yüzyılda bilhassa
İtalyan şehir devletlerinde zirvesine ulaşan nicellik duygusu köklerini
Hind-Islam dünyasında bulmaktadır.
Onaltıncı
yüzyıl başlarında, ticarî ve malî yöntemler ba- * kurundan Kuzey Avrupa'nın
Hansa tüccarı ile İtalyan meslektaşları arasında enaz iki asırlık mesafe vardı,
diyor Frank Swetz. Ta 14. yüzyıldan itibaren kuzey tüccarı arta dela
mercadanta (ticaret sanatı) öğrenmek maksadıyla Venedike gelirdi. Alman
işadamlarının oğulları Welsche Praktik (ticarî aritmetik ve döviz
mübadelesine dair yabancı uygulamalar) tahsili için Venedik’e akın ederlerdi.
Bu nevi hünerleri kazandıktan sonra, yeni bir kelime hâzinesiyle yurtlarına
dönerlerdi: Disagio (iskonto), credito (kredi), valuta (değer),
netto (net fiyat), vs. O kadar ki, Almanlar için beş katlı, 80 kişilik
özel bir bina bile yapılmıştı: Fondaco dei Tedeschi. (Depo, pazar ve
otel fonksiyonlarını birleştiren Fondaco’nun Arapça funduk’tan geldiğine
dikkat ediniz.)***
Akdeniz
kıyılarındaki temasları neticesinde, Italyanlar (bilhassa Venedikliler)
Hind-Arap rakam sistemine ve onunla yapılan hesaplamaya aşina oldular.
Cezayir'deki bir Piza ticaret kolonisinde büyüyen Pisa’h Leonardo, bir Arap
hocadan bu yeni aretmetik sistemini öğrendi. Yeni rakamların Avrupa genelinde
kullanılan Roma rakamlarına nispetle çok üstün olduğunu kavrayan Leonardo, bu
yeni bilginin tebliğcisi oldu ve ünlü eseri Liber Abacı’yi yazdı (1202ı.
Metnin büyük bölümü Hind-Arap rakamları ve onların algoritmlerine dair genel
bir giriş mahiyetinde olmakla beraber, Leonardo Fibonacci’nin meslekî geçmişini
yansıtan ve aritmetiğin ticarî uygulamalarını ele alan özel bir bölüm de ihtiva
ediyordu. Bu kitap ve ilettiği mesaj Piza, Cenova ve Venedik fondacolarından
büyük iltifat gördü; kısa bir süre sonra da Hind-Arap rakamları muhasebe
defterlerindeki Roma rakamlarının yerini aldı. Abaküsler, yerini kalem ve
mürekkeple yapılan hesaplara bıraktı. Bu yeni matematiksel bilgi aynı zamanda
Ispanya’da (Endülüs) yayımlanan Arapça kitapların çevirilmesi yoluyla da
Avrupa’ya yayıldı. Italyanlar bu bilgiyi vakit geçirmeden muhasebeye
uygulayarak çift-girişli kayıt sistemini geliştirdiler. Rasyonel
muhasebe olmasaydı, rasyonel kapitalizm ortaya çıkamazdı.
Otuz
arkadaşımızla
birlikte yola çıkarken, kendimize Tarık bin Ziyada örnek aldık. O nasıl
Endülüs’e giderken gemilerini yakıp, idealine ulaşabilmek için bazı şeylerden
feragat etmişse, biz de aynı şekilde yalnızca başarmak üzere yola çıktık.
Ispanya’da muhteşem bir Islâm devletinin kurulabilmesi için nasıl gemiler
yakılmışsa, biz de o şekilde arkadaşlarımızla birlikte bu işe başladık.
İnançlarımız doğrultusunda güçlenmeyi ve bu sayede İktisadî alanda '‘Biz de
varız” diyebilecek duruma gelmeyi amaçlıyoruz. .
Tutkun
Akbaş’ın “Ekonomide İslâmî Yapılanma” başlıklı yazı dizisinde görüşüne
başvurduğu Sayha Şirketler Topluluğu (Konya) başkanı M, Erol Doğru, faaliyetlerinin
hedefini böyle açıklıyor. Serazad Anadolu ahilerinin yola çıkış beyannamesidir
bu. Hareketlerine gönül veren ve onları murakabe edecek gazi, abdal ve bacılara
kavuştukları gün Endülüs hayal olmaktan çıkacaktır.
Tabiatıyla,
Sayın Doğru’nun sözlerini ve benim yorumumu abartılı bulanlar çıkacaktır.
Türkiye’de sermayenin büyük ölçüde İstanbul ve çevresinde temerküz ettiğini,
Anadolu sermayesinin henüz çok yetersiz olduğunu, uluslararası boyutunun
olmadığını, dolayısıyla derin hülyalara
dalmanın fantaziye kaçacağını
düşünenler olacaktır. Onlara, Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük iktisat
tarihçilerin- den biri olan Prof. Sabri Ulgener’in cevap vermesi daha yerinde
olur: 4 *
“İktisadî
analizde zayıf bir tarafımız olmalı: insanı çoğunlukla devre dışı bırakarak
olup bitene sadece mal ve para akımı gözüyle bakmayı alışkanlık haline
getirmişiz. Dizi dizi rakamlar, formüller, göz doldurucu gösteri ve
göstergeler! Hepsi iyi ve hiç birine diyeceğimiz yok! Ancak bütün bu dizileri
ve matematik bağlantıları temelde ruh ve mânâ tarafı ile doldurup canlandıracak
unsuru (insanı) hiç yokmuş gibi düşününce işin rengi değişiyor. Ekonomik
düzenin son kertede insan davranışımızla belirlenmiş olacağını kolaylıkla
gözden kaçırıyoruz. Aynı usuller, aynı teknoloji bir yerde istenileni verirken
bir başka yerde tam aksi sonuçlara varıyorsa, farkın usul ve âletlerden çok
onları kullananın vasıflarından gelmiş olabileceği bugün bile yeterince
anlaşılmıştır denemez. Goet- he’nin Mefısto ağzından söylettiği gibi,
Kim
bir canlıyı tanımak ve anlatmak istese, ilk işi ruhunu kovmak oluyor.
Aslında
tam tersi olmak lazımdı. Analize insansız değil, insandan başlamak gerekirdi.”*
Bugünün
ahileri, Ahi Evremden el almışçasına, fütüv- vetnâmelerinde yazılı olan dinî
ilkelere bağlı kalmaya, onları yaşatmaya gayret göstermektedirler. Fütüvvetnâ-
melere göre, ahî teşkilatı mensuplarında bulunması gereken vasıflar vefâ,
doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola
şevketine, affedici olma ve tövbe idi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet,
hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdi.**
Anadolu
ahîleri ayaklarını fütüvvet (yiğitlik) toprağına sağlam basıp dürüstlük ve
cömertliklerini (yani cihad ruhunu) devam ettirdikleri müddetçe, karşılarında
ne em- <
peryal
İstanbul sermayesi durabilir, ne de emperyalist Batı sermayesi. Tarihin motor
gücü sermaye değil, ihlas ve, I
evet,
hırstır, ihtirasla meşru bir hedefe yönelindiği zaman, akıl almaz işler
başarılabilir.
Kapitalizm
ile
din arasındaki ilişkiler daha çok Alman düşünürlerini meşgul etmiş. İngilizler
iktisat ilminin (tıpkı fizik gibi) “evrensel” yasalarını bulmakla meşgul
olurken, Almanlar dikkatlerini İktisadî servetin manevî kaynaklarına teksif
etmişler. Bunda Almanya’nın sanayi kapitalizmine geçişte geç kalmasının payı
üzerinde durmak lazım. Sadece Weber ve Sombart’ın eserlerinde değil, Marx’ın
ilk dönem tahlillerinde bile kapitalist toplumun manevî “alt yapısı” öne
çıkarılmaktadır:
“Yahudiliğin
dünyevî temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar. Yahudiliğin bu
dünyadaki ibadeti? Sıkı pazarlıkçılık (bezirgânlık). Yahudiliğin dünyevî tanrısı?
Para. Peki o halde! Bezirgânlıktan ve paradan, yani
pratik, gerçek Yahudilikten kurtulma çağımızın kendi kendini kurtarması ile
aynı şey olacaktır. Bezirgânlığın, daha doğrusu bezirgânlık imkânının dayandığı
temeli yıkan bir toplum örgütlenmesi Yahudinin varlığını imkânsız hale
getirir. Onun dinî bilinci tophımumuzun can alıcı havasında yavan bir sis gibi
dağılır.
Yahudi
sadece malî güç kazanmak suretiyle değil, aynı zamanda o yüzden ve ondan ayrı
olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun
Hıristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi suretiyle kendini Yahudice
bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hıristiyanların Yahııdileşmesi
ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır. Yeni Hınstiyanın putu Mammon'dur
artık (servet tanrısı); ona sadece dudaklarıyla değil, beden ve ruhunun bütün
gücüyle yakarır. Dünya onun için Borsadan başka birşey değildir ve şu
yeryüzündeki biricik işinin komşularından daha zengin olmak olduğuna
inanmıştır. Pazarlama ruhu çarpmıştır onu ve rahatlayabilmesi için tek yol
nesneleri değiş tokuş etmesidir. Yahudinin toplumsal kurtuluşu, toplumun
Yahudilikten kurtarılmasıdır.”*
Tutkun
Akbaş’ın yazı dizisi ve Feridun Yılmaz’ın “Türk kapitalizminin ahlâk sorunu
(olabilir mi?)” başlıklı yazısı (Yeni Şafak, 22.7.95) beni iki yönlü bir değerlendirme
yapmaya şevketti. Bir yandan, kapitalizmin veya ona benzer bir İktisadî
yapılanmanın Osmanh mülkünde niçin gerçekleşmediği; bu hususta özellikle tasavvufun
oynadığı rolün ne olduğu; bir yandan da Müslümanların günümüzdeki İktisadî
hamlelerinin ahlâkî temelinin bulunup bulunmadığı. Ferudun Yılmaz yazısını şu
hükümle bağlıyordu: “Kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü bir bünyenin kabul edebileceği
ahlâk olsa olsa Protestanlıkta olduğu gibi seküler bir ahlâk olmak durumundadır.
İslâm’ı seküler kılmadan kapitalist toplumu ahlâklan- dırabilir iniyiz?” « «
Dört
yıl önce kaleme aldığım “Ozal, tüketim kapitalizmi ve Protestan ahlâkı” başlıklı
makalemi şu hükümle bitirmiştim: Japon sanayileşmesini başlatanlar, köşeyi
dönme ahlâkına sahip tüketim sevdalıları değildi. Japon kalkınmasının
‘psikolojik take-off'u, Şibuzavva Eiçi’nin sözleriyle, “Japon ülkesine borcunu
ödemek” ilkesine dayanıyordu. Mesele ne yabancı bir zihniyeti, ne yabancı bir
ahlâkı benimsemek değil, farklı (düşman!) bir dünyada geliştirilen İktisadî
yapılara önce kendi değerler sistemi içinde anlam vermek, böylece onları
toplumun bilincinde meşrulaştırıp millet fertlerini o alanda “savaşmaya” yöneltmekti.
Böyle bir meşrulaştırmanın islamî bir çerçevede nasıl mümkün olabileceği
(hatta, mümkün olup olmadığı) ve maliyetinin ne olacağı çağdaş ulemanın önündeki
en önemli meseledir.** Sayın Yılmaz, “Mustafa Özel bu konudaki suskunluğunu
bozmalıdır” deyip, tasavvuf ile İktisadî ahlâk arasındaki meseleyi aydınlatmaya
davetiye çıkardığına göre, yine iş başa düştü demektir.
Max Weber, kapitalizmin ruhu tahlilinde “İslam”
bahsini tamamlamaya fırsat bulamadan terk-i dünya eyledi. Yazabildiği birkaç
satırda, Islamiyetin “büyüyü reddeden ahlâkî bir peygamberliğe dayalı
tektanrıcı bir din” olduğunu kabul ediyordu. Allah her şeye
kadir, her yerde hazır ve nazır idi; insanoğluna muayyen bir kader tayin
etmişti. Bütün bunlar göz önüne alınınca, asketizm (tıpkı Protestanlıkta
olduğu gibi) potansiyel bir “kurtuluş endişesi”ne çözüm olarak zuhur
edebilirdi. Fakat böyle olmadı. Niçin? Weber suçu şu iki sosyal gruba yüklüyor-
du: Gaziler ve Sufîler.
Tektanrıcılığı
vazeden Kur’an, Weber'e göre, savaşçı bir hayat tarzının sosyo-ekonomik
gereklerine uydurulurken, “kurtuluş” (felah, selamet) arayışı cihad kavramı vasıtasıyla
toprak peşinde koşma tarzında yeniden yorumlandı. Böylece İslam “millî bir
Arap dini”ne dönüştürüldü. Yahudi-Hrıstiyan tektanrıcılığına uzanan köklerine
rağmen, İslam hiçbir zaman bir selamet dini olamadı. Savaşçı grup (gaziler)
dinî arayışı bir fetih serüvenine dön- dürdü; tasavvuf ise Islam a büyü ve
sefahatle ilgili unsurlar sokarak tektanrıcılık anlayışını sulandırdı
Weber’in
gerek Protestanlık, gerekse İslam’la alakalı genellemeleri aslında kendinden
önceki asırlarda Batı ve İslam dünyası üzerinde fikir yürüten Avrupalı
düşünürlerin spekülasyonlarının bir özetiydi ve İslam dünyasında da hatırı
sayılır ölçüde taraftarı vardı. Guizot’nun Avrupa Medeniyetinin Umumi Tarihimde
dile getirdiği “Avrupa’daki toplumsal ilerlemenin Protestan Reformunu takip
etmiş olduğuna” dair fikirleri Afganî, Abduh ve Reşid Rıza gibi
İslam modemistleri için hareket noktası oldu. “Afgan?nin kendini İslam’ın
Luther’i olarak görmesi şaşırtıcı değildir.”** Yahya Kemal bile bu
asrın başlarında şöyle bir değerlendirme yapmaktan kendini alamamaktadır:
“Eğer tasavvuf ve Melamîlik araya girmese idi, tıpkı îngilizler gibi işinde ve
ibadetinde çalışkan insanların cemaati olurduk. Eline her def alan Ene’l Hakk
diyor. Böyle bir cemiyeti nasıl idare edersin? Ve nasıl terakki ettirirsin?”
Sabri
Ulgener hocamız da benzer bir düşünce çizgisini devam
ettirmiştir. Ferudun Yılmaz’ın özetini tekrarlayacak olursak, İslam
toplumlarında “üretken olmayan, gösteriş tüketimine yönelik ve toprağa bağlı”
bir İktisadî yapılanmanın meydana gelmesinin başlıca sebebi, dinin toplumsal
alana geçişte, yani “zihniyet”in ortaya çıkışında vuku bulan dönüşümdür.
Toplumsal yapıda tasavvuf ve tarikatlar hakim unsur olmuş ve bu oluşum İktisadî
yapıyı şiddetli biçimde etkisi altına almıştır. Tasavvuf hakimiyetinin
İktisadî hayatta en belirgin olarak ortaya çıktığı saha fütüvvet/ahîlik
teşkilatlarıdır. Bu teşkilatlar diğer bazı siyasî faktörlerin de etkisiyle içe
kapanık, gelecek kaygısı pek gütmeyen ve rasyonellikle bağlarını koparmış,
İktisadî bir teşekkülden ziyade dinî bir teşekkülü andıran bir yapıya
sahiptir. Bu durum ortaya “irrasyonel” bir zihniyet çıkarmıştır. Yani İslam
aslında bağrında “rasyonel” unsurlar taşırken, toplum hayatına tasavvuf
vasıtasıyla yansıması, iktisadiyatımızın gelişmesini engelleyici bir irrasyo-
nellik doğurmuştur.
Sosyal
tarih çalışmalarının yeterli olmadığı ve Avrupa- merkezci bir genellemeciliğin
sultasını hâlâ sürdürdüğü bir dönemde geliştirilen Weber-Sombart çizgisi, bizi
kelimelerin büyülü ağırlığı altında ezmektedir. Braudel’in yerinde
ifadesiyle, “Eğer kapitalist zihniyetin kökenlerini gerçekten keşfetmek
istiyorsak, kelimelerin büyüleyici çemberinden çıkıp gerçek hayata bakmalıyız.”***
Nitekim, Avrupa toplamlarının “gerçek” hayatına bakabilen tarihçiler, Weber’in
rasyonel kapitalist işletmesinin bütün vasıflarıyla Protestan Reformasyonundan
bir asır önce Katolik İtalyan şehir devletlerinde (Venedik, Floransa,
Cenova, Lucca, Prato...) mevcut olduğunu tesbit etmektedirler. Osmanlı tarih
çalışmalarının henüz pek iptidai olduğu, elimizdeki belgelerin yüzde 1 ’inin
dahi tasnif edilmediği bir dönemde, büyük ölçüde edebî eserlerden hareketle
yapılan tahliller, bugün önümüzü aydınlatmaktan çok karartmaktadır. Toprağın en
büyük (neredeyse tek) servet kaynağı olduğu 18. asır ortalarına kadar,
gözlerimizi sadece şehirlerdeki ticaret erbabına çevirerek yapacağımız hiçbir
tahlil bize kapitalizmin tabiatı ve gelişimi hakkında kâmil bir fikir vermez.
Dolayısıyla, tasavvuf ile İktisadî hayat arasında kurulan olumsuz bağlantı
hakikatte hiçbir şeyi açıklamamaktadır.
İmparatorluk
ekonomisinin
ayırıcı vasfı “muhafaza- kârhk”tır. Şehirlerde geleneksel lonca yapısını muhafaza
etmek, ahalinin temel ihtiyaçlarını temin etmenin teminatı olarak
görülmektedir. Bunun için, üretim veya pazarlamada her hangi bir yenilik
yapılması hoş karşılanma- makta, İktisadî güçlerin gelişmesine sınırlar
konmaktadır. Bunun dinî hiçbir temeli veya meşruiyeti yoktur. Fiyat teşekkülü
üzerindeki baskıları dinen meşru sayan ulema umumiyetle maslahat ilkesinden
hareket etmiştir.
Halil
İnalcık’ın belirttiğine göre, tıpkı Memluklar gibi, Osmanhlar da lonca yapısını
muhafaza etmeye çalışıyorlardı. “Bu tutucu siyaset her hangi bir yeniliğin
toplumu kargaşa ve anarşiye sürükleyeceği ve bunun sonucunda devlet hâzinesinin
gelir kaybına uğrayacağı fikrinden «
kaynaklanıyordu,
idari ve askeri menfaatler fiyatlarda ve malların kalitesinde istikrar
gerektiriyordu. Bu muhafazakâr siyaset, ıslahatçı Osmanh devlet adamlarının
Avrupa’nın liberal fikirlerine kucak açtıkları 19. yüzyıla kadar devam etti.
Yakın-doğu ekonomisinin lonca sisteminin sınırlamalarından kurtulmasını
önleyen ve güçlü bir OsmanlI burjuvazisinin meydana gelmesini engelleyen, işte
bu muhafazakârlıktı.”
Ancak,
ne loncalar üzerindeki sınırlama, ne de sözümo- na “tasavvufun uyuşturucu
etkisi”, servetin asıl kaynağının toprak olduğu bir dünyada “servet
peşinde koşan ve sermayesine sermaye katan” ayrı ve bağımsız bir sınıfın niçin
teşekkül etmemiş olduğunun makul bir açıklaması olamaz. “Burjuvaziyi sadece
ticaret alanında aramak, ilk örneklerin nasıl ortaya çıktığını ve bunun tarım
kesimindeki gelişmeleri nasıl etkilediğini anlamak bakımından önemlidir.
Fakat, asıl serüven kırsal kesimde cereyan etmiştir. Klasik kapitalizmin temel
örneği (Ingiltere) ile modem kapitalizmin biricik örneği (Japonya) köylerdeki
servet birikiminin üzerinde yükselmişlerdir. “Adam zengin olur mu?” başlıklı
denemede* ortaya attığım fikirleri kısaca özetlemekte yarar var:
Onbeşinci
yüzyıl, İngiliz köylülüğünün altın çağıydı. Köylüler (doksan dokuz yıla kadar
uzanan) uzun-vadeli kiralarla toprak işletebiliyor ve tarım ürünlerinin
fiyatları muntazaman yükseliyordu. Kiraların nispeten istikrarlı seyretmesi,
buna karşılık pazara yönelik ürünlerinin fiyatlarının giderek artmasıyla,
birçok zengin köylü maliyetlerinin üzerinde bir fazlalığı biriktirmeye
başladılar. Bu köylüler küçük toprak parçalarını satın alabiliyor ve (gübrenin
en önemli kaynağı olan) hayvancılığa yatırım yapabiliyorlardı. Bu durum
tarımda verimliliği arttırıyor ve tarımsal ürünlerin fiyatlarındaki göreli
artışın yolaçtığı avantajla beraber servet biriktirme güçleri katlanıyordu.
Yoksul, borçlu köylülerin arazilerini satın alarak köylü toplumunun küçük meta
üretimiyle meşgul bir üst sınıfını oluşturan bu tabakaya yeomen denmektedir.
Bunlar, “bir grup ihtiraslı, saldırgan küçük kapitalist” olarak tasvir
edilmektedir. Çitleme hadisesi ilk olarak bunlarla başlamıştır. Yoksul köylüler
topraklarından koparılarak, buraları çayır haline getirilmiş ve gerek yün ham
maddesini temin, gerek tarımda verimliliği amaçlayan gübre temini için
hayvancılık yapılmıştır. Onaltıncı yüzyılın başlarına gelindiğinde, köy
toplumundan hem yerli bir yarı- soylu sınıf (gentry), hem de yerli bir
proleterya doğmuştu.
Köy
toplumunun kendi içinde farklılaşarak zengin ve yoksullar diye ikiye ayrılması,
yoksulların zaman içinde büsbütün yoksullaşarak üretim araçlarından tamamen
kopmaları ve zenginlerin emrindeki proleterlere dönüşmeleri 18. yüzyıldan
itibaren Japonya’da da görülen ve modem kapitalist-işçi karşıtlığının modelini
oluşturan bir gelişmedir.’Feodal’ Japonya’da tipik olarak her köyde bir iki
büyük arazi, birkaç orta ölçekli arazi ve çok sayıda küçük toprak parçası
bulunmaktadır. Büyük araziler en küçüklerin on, yirmi katı kadardır; hatta yüz
ve daha fazla misli olanlar bile vardır. Yoksul köylüler zenginlerce kiralanmakta
ve emeklerinin karşılığı olarak kendilerine bir miktar ekilecek tarla verilmektedir.
Zengin ve yoksul köylü arasındaki bu ilişki (oyabun-kobun) toplum içindeki
karşılıklı bağımlılığın diğer önemli bir halkasını oluşturuyordu. Oyabun, zayıf
kobun’un sadece işvereni değil, aynı zamanda hâmisi ve temsilcisiydi.
Böyle
bir sınıfsal yapı içinde, gerek beylerin, gerekse zengin köylülerin zamanla
daha fazla servet biriktirme yönünde hareket etmeleri ve nüfusun büyük
bölümünün ellerinde kalan son toprak parçasını da terkedip proleterleşmesi
kaçınılmazdı. Acaba benzer bir gelişme Osmanlı toplumunda niçin meydana
gelmedi? Can alıcı som budur ve bu soru cevaplandırılmadıkça Osmanlı toplumunda
modem burjuvazinin ve kapitalist üretim ilişkilerinin niçin boy vermediği
açıklanamaz. Kabahati tasavvufa yükleyip “gerçek” hayata, İmparatorluk
düzenindeki siyaset- iktisat ilişkisine bakmamak yanıltıcı olur.
Onsekizinci
yüzyıla
kadar servetin esas kaynağı toprak olduğundan, kurulan imparatorluklar
esasen birer köylü imparatorluğudurlar. Siyasî otorite ne kadar geniş bir
toprağı vergilendirebiliyorsa, o kadar fazla gelir elde ediyor; ne kadar fazla
gelir elde ediyorsa, o kadar güçlü bir (merkezî ve yerel) orduya sahip
oluyordu. Siyasî merkezin gücü, İktisadî faaliyet ve süreçlerin istikametini
tayin ediyordu. Osmanlı tarım sisteminin 15. yüzyıl sonrası Ingiliz ve 17.
yüzyıl sonrası Japon tarım sistemlerinden temelde hangi noktada ayrıldığını
anladığımız zaman, “kapitalist” üretim ilişkilerinin niçin gelişmediğini kavramış
oluruz. Bunun için öncelikle edebî eserlere değil, gerçek hayata, yani toprak
rejiminin işleyiş tarzına bakmamız gerekiyor.
Yaşayan
(hatta, gelmiş geçmiş) en büyük Osmanlı tarihçisi kabul edilen Halil İnalcık’a
göre, Türkiye’nin ana ekonomik karakteri olan, küçük köylü aile işletmelerine
dayanan sosyo-ekonomik yapıyı Osmanlı mirî toprak rejimi ve çift-hâne sistemine
borçluyuz. Türkiye ekonomisi ve sosyal yapısı 1950 ’ye kadar Osmanlı
dönemindeki asırlık geleneksel esas karakterlerini korumakta idi. Geleneksel
tarım ekonomisinin ana üretim aracı, bir çift öküz ile çekilen sabandır. Her
köylü ailesine bir çift öküz ile sürülebilecek olan bir toprak parçası tahsis
edilmiştir. Bu topraklar tapuludur. Tapu rejimine göre tasarruf edilen arazi
satılamaz, hibe ve vakıf edilemez. Bunlar babadan oğula bir işletme birliği
olarak geçen raiyyet çiftlikleri dir. Köylü bunu kendisi işlemek
zorundadır. Üretim işini kendisi düzenler. Üretim araçları olan öküz, saban ve
tohumu kendisi sağlar ve bağımsız bir işletme ünitesi olarak toprağı kendisi
işler. Devlete ve sipahiye karşılıksız hiçbir hizmet yapmaya mecbur değildir.
Onun emeğini kimse karşılıksız sömüremez. Bu anlamda Osmanlı köylüsü hür ve
bağımsızdır, imparatorluk bürokrasisinin esas vazifelerinden biri bu
rejimi korumaktır. Bizans ve Osmanlı imparatorluklarında reaya yani
çiftçi aileler ve toprak birimi (yani çiftlik= bir çift öküzle işlenebilen
arazi ünitesi) büyüklere karşı daima titizlikle korunmaya çalışılmıştır.
Bizans’ta dynatoi, OsmanlIlarda ckabir diye anılan var- lıklılara
karşı köylüler daima “fakir”, “yoksul” tabiri ile himayesi gerekli bir sınıf
olarak ele alınmıştır. Bu imparatorlukları köylü imparatorlukları diye
vasıllandırmak yanlış olmaz.*
Köylünün
toprağını ucuza kapatan muhteris bir üst sini- fin ortaya çıkması titizlikle
engellenmiş, Ingiltere’dekine benzer “çitleme” hadiseleri vuku bulmamıştır.
Böylece tarım kesiminde ne büyük bir köylü nüfusun yoksullaşması söz konusu
olmuştur, ne de tarımsal sermaye birikimi. Bu iki süreç de Avrupa’da kapitalist
yapılar teşekkül edip de Osmanlı sistemini ettkilemeye başladıktan sonra imparatorluk
ahalisinin gündemine girmeye başlamıştır. Buna rağmen, İnalcık’ın selahiyetle
belirttiği gibi, Osmanlı tarım sistemi 20. asrın ortalarına kadar bile esas
yapısını muhafaza etmiştir.
Kapitalizm,
imalat sanayimden önce, tarım alanında filiz veren bir sosyoekonomik sistemdir.
Osmanlı tarım sistemi ve onun Cumhuriyet e devrettiği miras kapitalist
yapıların teşekkülüne imkân verecek özellikte değildir.
Kombassan
Şirketler
Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Haşim Bayram, kapitalist ilişkiler ağı
içindeki konumlarını şöyle değerlendiriyor:
‘'Her
sistem kendi içinde geçerlidir. Elbette ki, bir Müslüman olarak Cenab-ı
Hakk’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda kendi sistemimizi kumaya
çalışıyoruz ve haliyle birçok zorluklar çekiyoruz. Çünkü acımasız kapitalist
sistem, bütün müesseseleri ve ilkeleriyle hayata hâkim. Kimimiz ayak topuğuna,
kimimiz belimize, kimimiz boğazına kadar (sisteme) batmış durumdayız. Ortada
bir bataklık var ve biz bu bataklığı aşmaya, yeni bir model oluşturmaya
çalışıyoruz. Kolay olmuyor. Çünkü insanlarımıza olaylar at gözlüğü ile
izlettiriliyor. Kimsenin ‘gerçeği’ bildiği yok. İnşaallah kombassan’ın açtığı
çığır gittikçe büyüyecek, bütün insanlarımız için ve ülkemizin kalkınması için
gereken meşru herşey yapılacaktır.”
Son
beş yazıda anlatmak istediklerimi bu görüşler çerçevesinde hülasa etmek
istiyorum:
1.
Kapitalist
sistemin uzunca bir zamandan beri hayatımızı çepeçevre kuşattığını bütün
aklıbaşında insanlar görüyor ve sistemin baskısından kurtulmanın yolları
üzerinde kafa yoruyorlar. Meşruiyet dairesinde “kendi sistemimizi” kurmaya
çabalıyorlar. Bu “iş”in kolay olmadığını da biliyorlar, çünkü halk, tıpkı devlet
gibi (ama büyük ölçüde şuurunda olmadan) kapitalist sistemin suç ortağı. Hem
halkımıza, hem ülkemize (bu ikinci ifadede ulus- devletin ağırlığını
hissediyoruz, değil mi?) hizmet edecek alternatif bir İktisadî sistemin ahlâkî
temellerini araştırıyorlar.
2.
Avrupa
kapitalizmi Protestan ahlâkının eseri değildir. Kapitalizmin “rasyonel” ruhu
daha önce de mevcuttu. Protestanlık bu süreci hızlandırmış olabilir. ( Bazı
tarihçiler Protestanlığın katkısını “göçmen” Protestanlarla sınırlıyorlar;
dolayısıyla esas katkının Proteslanlık/veya Yahudilikten mi, yoksa
göçmenlikten mi geldiği meselesi yine açık kalıyor.)
3.
Osmanlı
şehirlerinde ileri bir ticaret hayatı mevcuttu. Bu hayatın bir burjuva sınıfı
meydana getir(e)memesinin sebebi sufîler veya Weber’in ileri sürdüğü kadı
hukuku değildir. Siyasî merkezin kâr hadleri üzerindeki sürekli baskısı (narh
rejimi) ticareti, dolayısıyla imalatı caydırıcı olmuştur.
4.
Tarım
kapitalizmi teşekkül etmeden, sanayi kapitalizmi teşekkül etmez (etmemiştir).
Sanayi öncesi tarımsal yapılara ve toprak rejimlerine bakmadan, sadece şehirlerin
serüveninden hareketle bir burjuva sınıfının niçin ortaya çıktığı (veya
çıkamadığı) anlaşılamaz.
5.
Kapitalist
ahlâk, Protestanlıkla bağlantılı olsun olmasın, seküler (dünyevî) bir
ahlâktır. Kapitalist, kendini sonsuz sermaye birikimine vakfetmiş bir
insandır. Bu vakfetmede mistik (dolayısıyla, irrasyonel) bir taraf sözkonusu-
*
dur
(Weber bile buna işaret etmektedir), işletmesi insan için var olacağına, insan
işletmesi için var olmaktadır. Bu,
Protestanlığın
özünden çıkan ve onun tasdik edebileceği bir durum değildir. Dinin hiç
kasdetmediği bir netice hasıl olmuş ve bir kurum olarak kilise (sırf kendi
varlığını sürdürebilmek için) bu neticeyi meşrulaştırmıştır.
6.
F. Yılmaz’ın
“İslam’ı seküler kılmadan kapitalist toplumu ahlâklandırabilir miyiz?” suali
tavzihe muhtaçtır. Kapitalist toplumun zaten muayyen bir ahlâkı (etiği) vardır
ve o toplumu İslâmî veya Budist ahlâkla bezeyemezsi- niz. Kapitalistin bu
hayattaki birinci gayesi, sermayesini en yüksek hızla arttırmak ve
biriktirmektir. Bugün bizim de sınırları (yahut nüfuz alanı) içinde yaşadığımız
kapitalist sistem, bütün sosyal sistemler gibi “tarihseledir; yani muayyen bir
ömrü vardır ve muhtemelen önümüzdeki asırda başka bir tarihsel sisteme
dönüşecektir.
7.
Mü’minlere
göre, Allah insanları (ve cinleri) sadece kendisine kulluk etmeleri için
yaratmıştır. Dolayısıyla, İktisadî olanları da dahil olmak üzere, insanoğlunun
bu dünyadaki bütün faaliyetleri bu gayeye hizmet etmek zorundadır. Servet
edinme, hatta sıradan, basit bir çalışma bile meşruiyetini bu temel ilkeye
uygunluktan alır. Çalışmak için çalışmak gayr-ı meşrudur.
8.
Tasavvuf,
çalışma ve kazanç faaliyetimizi böyle bir şuur içinde sürdürme; kendimizi şu
anda belirli ölçülerde içine gömülü bulduğumuzdan daha üst bir varlık alanına
yükseltme hususunda bize büyük imkânlar sunuyor kanaatindeyim. Elbette bu her
şeyin garantisi değildir. “Nasıl olsa bir tekkemiz var, bir de holdingimiz
olsun. Sonra bir banka, bir de fınans kurumu kurduk mu işimiz tamam!” diyenler
vardır ve olacaktır. Böyleleri, içine gömülü oldukları kapitalist ilişkileri
meşrulaştırmaktan başka birşey yapıyor değillerdir. Ihlassız ihtiras gayr-ı
meşrudur.
9.
Kapitalist
sistem çözülüş safhasındadır. Bu çözülmenin bir çöküşe inkılab etmemesi için
Batılı düşünürler çok ince bir tarzda bir ‘'medeniyet aşısı"
peşindedirler. Ne var ki, sistemin tabiatı buna müsait değildir. Batı insanı,
ileri seviyedeki bir İktisadî faaliyeti sadece şahsî çıkar sağlamanın ötesine
giden cemaatçi/manevî gayelerle sürdürmenin mantığına yabancıdır.
10.
I
11.
ı
12.
j j
13.
I
14.
Müslümanların
temel meselesi, pratik hayatın içinde mücadele etmekte olan insanların kaygı ve
sıkıntılarını giderecek dinamik bir ilimadamları çevresinin, sıhhatli bir ilim
geleneğinin mevcut olmayışıdır. Tüccar ve sanayicinin mücadelesi, sadece
Sisteme karşı bir cidal olmaktan çıkarılıp bütün yönleriyle meşru bir
mücahedeye (cihada) çevrilebildiği gün, sadece Müslümanlar için değil, Sistemin
işleyişinden sıkıntı ve zarar gören bütün insanlar için gün doğmuş olacaktır.
Cahiliye,
kelimenin
avamî manasıyla cahillik demek değil. Bir çoğumuz Mekke ahalisinin bedevî
olduğunu, bilgisiz ve görgüsüz oldukları için taş (hatta helva)dan putlara
taptıklarını, bu yüzden de cahil olarak nitelendirildiklerini düşünmeye
yatkınız. Oysa, Dînin son halkası olarak İslâm, bir çöl toplumuna değil, medenî
bir topluma indirilmiştir. Mekke ahalisi risaletten önceki asırda iki dünya
imparatorluğu (Sasanî ve Bizans) ile ticaret yapıyor, Yemen ve Habeşistan ile
İktisadî ilişkiler kuruyor, Kızıl Deniz’de gemi işletiyorlardı. Bilgisiz ve
görgüsüz bir toplumun bu derece, “beynelmilel” ilişkiler içine girebilmesi
mümkün değildir. Binaenaleyh, Mekke’nin “cahilliği” başka bir düzlemde
aranmalıdır. Mekkeliler “dil bilmez, yol sürmez” oldukları için değil,
bildiklerini Allah’ın bildirdiğiyle irtibatlı kılmadıkları, bu hususta inat
ettikleri için cahil diye nitelendirildiler. Bunun en tipik örneği Ebu
Cehil’dir.
Muğire b. Şu’be’nin anlattığına göre,
Resulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil’i
Islâm’a davet edince şu cevabı almıştı: “Ya Muhammedi Tanrılarımıza dil
uzatmaktan vazgeçecek misin? Yalnız senin getirdiğine şehadet etmemizi mi
istiyorsun? Biz, senin vazifeni yaptığına şehadet ediyoruz. Vallahi
söylediklerinin gerçek olduğunu bilsem elbette sana uyarım.” Resullulah gidince,
Ebu Cehil, Muğireye dönerek şöyle diyor: Andolsun ki, onun söylediklerinin hak
olduğunu kesinlikle biliyorum. Fakat beni meneden bir şey var. Kusayy oğulları
hicabe bizde dediler, peki dedik. Sikaye bizde dediler, peki
dedik. Nedve bizde dediler, kabul ettik. Livae bizde dediler,
ona da peki dedik. Sonra onlar yemek verdiler, biz de verdik. Nihayet bir
konuda onlarla tam diz dize gelmişken (yani aramızda eşitlik sağlamışken),
onlar “Peygamber de bizden” dediler. Yoo, vallahi bunu kabul edemem.*
Bilindiği
gibi, hicabe, sikaye gibi müesseseler Kâbe ile bağlantılı hizmetlerin
görülmesine matuftu. Bu hizmetleri görenler için, tabiatıyla, bir gelir kaynağı
teşkil ediyorlardı. Kusayy zamanından beri Kureyş bu hizmetleri tekelinde
bulunduruyordu. Kureyş ululan ve diğer Mekke ululan Hz. Peygamber ile
münasebetlerinde sürekli olarak mevcut konumlannm muhasebesini yapıyorlardı.
Hatta, rivayete göre, kendileri için ikinci bir meclis oluşturması halinde
iman edebileceklerini söylüyorlardı. Bilal, Suheyb, Ammar, Habbab ve İbn
Mesud’gibi yoksul müminleri yanından kovmasını, onlann ter kokulanna
dayanamadıkla- nnı beyan ediyorlardı. Rivayete göre Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ileri gelen zenginlerin iman etmesini çok arzu ettiğinden,
içinden onlann teklifini kabul etmeyi geçirmişti. Bunun üzerine Kehf suresinin
28 ve 29. ayetleri nazil buyuru Imuştur:
“Rablerinin
rızasını dileyerek sabah akşam O’na ibadet edenlerle birlikte kendini tut,
sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı zinetine kapılıp gözünü ashabından
ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan
uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işi gücü haddi aşmak olan kimseye
sakın uyma. Onlara şöyle de: Benim size getirdiğim hak, Rabbinizden’dir.
Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
Mekke
dönemi, başta Resulullah olmak üzere, müminlerin dünya hayatına, o hayatın
nimetlerine ve özellikle bu nimetlerin bir kısmını tekellerine almış olanların
tekebbürüne karşı nasıl tavır almaları gerektiğinin ölçülerini sunmaktadır.
Temel ölçü, insanlar arasındaki üstünlüğün servet ile değil, iman ile
bağlantılı olduğudur. Cahiliye ekonomi politiğinin temeli olan “Paran kadar
konuş”, muhkem bir tarzda reddedilmiştir. Yeni ölçü şudur: Çalış, kazan.
Kazancım zekât ve sadaka ile arındır. Ve her halükârda şunu bil ki, kazandığın
servet hiçbir şekilde senin için bir üstünlük veya kurtuluş nişânesi olamaz.
Kıssadan
hisse:
Müslümanın
“Protestanlaşması” ilke olarak mümkün değildir. Daha müminler Mekke’de iken,
“Protestanlaşma- ya” giden bütün yollar tıkanmıştır.
*
Kandehlevi, Hayatüs-Sahabe, 1. cilt, s. 65.
Prof. Mehmet Aydın hakiki
bir ilim adamı. Alim ve aydın. Alim, çünkü beşerî bilgiyi İlahî bilgiyle
irtibat- landırmada ağaran saçları ölçüsünde mesafe katetmiş. Aydın, çünkü
modem dünyanın karmaşıklığı karşısında ehliyetli bir düğüm çözücü. MUSIAD İzmir
şubesinin düzenlediği “İş Hayatında İslam İnsanı” konulu toplantıda yap- * *
tığı konuşma her iki vasfını da tebarüz ettiriyor. Özenle hazırlanan MUSIAD
Bülteninin 95/4. sayısından kısaca özetliyorum:
Kur’an-ı
Kerim, insanın üreten ve kazanan bir özne olarak ekonomik hayatın içinde yer
almasına karşı değildir. O’nun reddettiği, servet ve sermaye sayesinde bir
hakimiyet, bir saltanat kurma arayışıdır. “Müstekbir,” para sayesinde kendini
güvende hisseden insandır. Mekke toplumunda çok yanlış bir mal-insan
ilişkisi kurulmuştur. Mal insana sahte bir güvenlik hissi veriyor, insan kendini
mal ile tanımlıyor. Ben değerliyim, değerli bir insanın elinde olduğu için mal
da değerlidir demiyor; malım var, onun için değerliyim diyor. Değerli
olmasını, kendini insan saymasını mala, zenginliğe bağlıyor. Değerini onunla
biçiyor. Ne kadar malı varsa, o kadar değeri var. Onunla ebedî olacağına
inanıyor. Bir bakıma ölümsüzlüğünü bile İktisadî davranışında görüyor. Daha
da kötüsü, bütün bunları zayıf insanların zararına yapıyor. Zayıf insan onun
elinde ya köledir, ya cariye; ya da emeğinin hakkı verilmeyen işçi. Yahut faiz
vasıtasıyla sömürülen bir varlık. Böyle bir grup, zayıflar üzerinde hakimiyet
kuruyor. Böy- lece o cemiyet de müstekbirin cemiyeti haline geliyor. Bugünkü
toplum da, tıpkı Cahiliye toplumu gibi, müstekbirin düzenine sahiptir.
Prof.
Aydın’a göre, îslamiyette “Bir lokma, bir hırka” anlayışı yoktur. Allah Teala,
kullarına mal sevgisi ve servet kazanma hırsı vermiştir. Mühim olan, ölçüyü
tutturmaktır. Kur’an-ı Kerim’in bizden gerçekleştirmemizi istediği değerlerin
bir çoğu mala bağlıdır. Yani mal ile ete kemiğe büründürülen değerlerdir.
Mesela, cömertlik. Cömertlik bir değerdir ve bu değerin gerçekleşebilmesi için
insanın cömertlik yapabilme imkânına sahip olması gerekir.*
Turtûşî’ye
göre, kerem, cûd, seha ve îsar kavramlarının ortak yanı
cömertliktir. Kerem; yücelik, asalet, üstünlük anlamına da gelir. Cûd,
cengâverlik ve cömertlik demektir. Sehâ, elindekini verebilen demektir. Isâr
ise, kardeşini kendine tercih eden, onun için yokluğa katlanabilen insanın
sıfatıdır. Hikmet ehline göre, güzel huyların hepsinin temeli cömertliktir.
Cömertliğin aslı, nefsi haramlardan uzak tutmak, sahip olunan şeyleri
yakın-uzak herkese dağıtabilmektir. Hayrın bütün kollan ve şubeleri cömertliğin
şubeleri içindedir.** Turtûşî, şöyle bir meselle cömertlik bâbını sona
erdirmektedir:
“Rivayet
olunduğuna göre, Behlül b. Râşid (r.a)’in bir miktar yiyecek maddesi vardı.
Fiyatlar yükselince, elindeki zahirenin eski fiyattan satılmasını emretti.
Sonra da ya-
nm
ölçek hububat satın alınmasını istedi. Kendisine niçin önce satıp sonra satın
aldığı sorulduğunda, şöyle dedi: İnsanlar sevindiği zaman sevinmek,
üzüldükleri zaman da üzülmek istiyorum; bu yüzden böyle yaptım.”
1
MÜSİAD
Bülteni, Mayıs 1995, s.21.
2
* Muhammed b.
Turtûşî: Sirâcu’l-Mülûk, İstanbul: İnsan, 1995, s.252.
"Adam
zengin olur mu/ Zengin adam olur mu?” yazısını şu hükümle bitirmiştim: Adam
azmeder zengin olur, zengin şükreder adam olur; ve Allah mülkünü dilediğine,
dilediğince verir. Tarihi tecrübe göstermiştir ki, zenginliğin en temel
kaynaklarından ikisi azim ve dürüstlüktür. Elbette hilekarlık da birçok
servetlerin kaynağı olmuştur. Fakat bunlar umumiyetle ferdi hadiselerdir. Bir
toplumda umumi bir zenginleşmenin olabilmesi için, sahtekarlığın kural değil,
istisna haline getirilmiş olması lazımdır.
Azmetmek,
servetin olduğu kadar, başta ilim olmak üzere her türlü kazancın birinci
şartıdır. Ahmed b. Han- bel’e “Evinde veya camide oturup, ben çalışmayacağım;
takdir edilen rızık kendiliğinden bana gelsin, diyen bir kimse hakkında ne
dersin?” diye sorulduğunda. îmanı Ahmed şöyle cevap vermiştir: Bu kimse ilmi
bilmeyen ve düşüncesinde sapıtan bir kimsedir. Acaba bu insan Hz. Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) şu hadislerini duymamış mıdır: “Allah benim rızkımı
mızrağımın gölgesi altında kılmıştır.’’ “Kuş, sabahleyin yuvasından karnı aç
çıkar; akşam yuvasına karnı tok döner.”
İmam
Gazali, Ahmed b. Hanbel’in sözlerini aktardıktan sonra, şu yorumu yapar:
“Resulullah’ın ashabı karada ve denizde ticaret yaparlardı. Hurmalıklarda
çalışırlardı. Onlara uymak elbette bir Miislümanın vazifesidir ve elbette
ancak onlara uyulur. Gerisi boş laftır.” (ihya, II, s.174).
Azim,
elbette modem dönemlerde de servet edinmenin, büyük iktisadi başarılar
sağlamanın anahtarı olmuştur. Bugün Türkiye'nin en büyük üç bankasından biri
olan Yapı Kredi’nin kurucusu Kazım Taşkent, 55 yaşında günlüğüne şunları
yazıyordu (8 Ağustos, 1949): “Hep çalıştım ama bir doyumsuzluktan da
kurtulamadım. Yeteri kadar çalışmadığım düşüncesi beni tedirgin ediyor. Beni
başarılı sayıyorlar. Başarmam gerekenlerin hepsini yapabildiğimi
sanmıyorum. Belki bunun için rahat değilim. Ama mutsuz da sayılmam. Hayatta az
dinlendim, çok az eğlendim, hiç bir zaman da kendimi bunlara hak kazanmış
saymadım. Gençler benden öğüt istiyorlarsa, çok yorulduktan sonra dinleniniz,
başardıktan sonra eğleniniz, derim.”
Azim
ve gayretin yanısıra, dürüstlük de servetin anahtarlarından biridir. Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Dürüst tüccar kıyamet gününde sıddık ve şehidlerle
beraber haşrolunur.” Kanaatime göre dürüstlük ebedi hayatta ne kadar
semereli ise, şu kısa dünya hayatında da netice vericidir. Saflığa varmayan,
kişinin kendini sömürtmesine kapı açmayan bir dürüstlük her zaman için kazanç
kaynağıdır. Modern servetlerin arkasında da, hiç değilse uzunca bir zaman,
manevi saikler vardır. Modern kapitalizmin ilk örnekleri Hıristiyanlığın
insanların zihnine (dolayısıyla da iktisadi faaliyetlerine) baştan sona hakim
olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Wemer Soınbart, Floransa imalatçı ve tacirlerinin
"Kilisenin imanlı çocukları" olduklarını belirtir. Dinleri, iş
hayatlarını dölledi. Tacirlerin anılarında rastladığımız birçok ifade samimi
bir dini inancı yansıtmaktadır: "Bir tacirin hayatı şüpheden
uzak
olmalıdır. Sahtekarlık asla muvaffak olmaz. Allah’tan korkan (muttaki/dürüst)
insanın serveti ise kök salar. Kazanç Allah’ın lütfudur, çocuklar da. Her
şeyimizi O’ndan alırız. İşletmelerimize lütufta bulunan ve onları hedeflerine
ulaştıran O’dur,”
Sosyal
bir ahlakın gelişmediği bir toplumda, sadece vurkaç anlayışıyla servet peşinde
koşmak hüsrana uğramaktır. Müslüman fertlerin de, toplumlann da dünya ve
ahiretleri beraberce kurtulabilir.
Aşıkpaşazâde
Tarihi’nden
kısa bir bölüm bize Osma- noğullannın altı asırlık hükümranlıklarının ahlâkî ve
rasyonel temellerini göstermeye yetiyor:
Bu
Osmanlı hanedanı ne yaparsa ahlâk kanunu üzere yapar. Osman Gazi, Karaca
Hisar’ın fethinden sonra, kardeşi Gündüz’ü çağırdı: “Sen ne dersin? Biz bu
ülkeleri nasıl fethedelim? Nasıl hareket edelim ki etrafımızda asker
toplansın?” diye sual eyledi. Kardeşi: “Civarımızdaki illeri vuralım, bozalım”
dedi. Osman Gazi dedi ki: “Bu düşünce yanlıştır. Şundan ki, biz bu illeri
yıkıp yakınca Karaca Hisar şehrimiz mamur olmaz. Yapılması gereken budur ki
komşularımızla iyi geçinip dostluk edelim.”
Osman
Gazi, Eskişehir’in hamam yöresinde pazar kurdurdu. Etrafın kâfirleri
dahi gelirler, işlerini görürlerdi. Zaman zaman, (Osmanoğullanyla iyi
geçinmeyen) Ger- miyan halkı da gelirdi. Bir gün Bilecik’ten pazarcı kâfirler
gelmişler. Germiyan’dan dahi gelmişler. Bu Bilecik’te kâfirler iyi bardak
yaparlar. Pazara yük ile satmaya getirmişler. Germiyanh’nın birisi bir bardak
almış. Bedelini ödememiş. Bu kâfir gelmiş Osman Gazi’ye şikâyet etmiş. Osman
Gazi de o kişiyi getirtmiş. Belki dövmüş ve kâfirin hakkını alıvermiş. Gayet
iyi yasak etmiş ki asla Bilecik kâfirini incitmeyeler.
İş
o dereceye vardı ki Bilecik kâfirlerinin kadınları dahi gelirler, Eskişehir
pazarında alış veriş edip emniyet ve selametle giderlerdi. Bu Bileciğin
kâfirleri dahi gayet güvenmişlerdi ki "Bu Türk bizimle iyi dostluk eder”
derlerdi.*
İktisadî hayatı ahlâkî temeller
üzerine bina etmek ve pazar emniyetini sağlamak Asr-ı Saadet’ten beri Müslümanların
şiarı olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, Eskişehir pazarı da tıpkı Medine pazarı
gibi sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlar için her bakımdan güvenli
bir alış veriş merkezi olmuştur. Pazarın ilkeleri evrenseldir, sadece
müzminler için değil, herkes için aynı ölçüde geçerli- dir. Bu aynı zamanda
“rasyonel” tercihtir de. Çünkü uzun vadede ancak böyle bir pazar, böyle bir
İktisadî düzenleme kazanç getirebilir. Sadece bir tarafa yontan bir düzenleme,
kısa vadede birilerine menfaat sağlasa bile, uzun ömürlü olamaz.
Bu
gerçeğin yakın zamanlardaki en çarpıcı örneklerinden biri bizim meşhur Laleli
pazarımızdır. Doğu bloku parçalanınca, bir anda binlerce komşu (Rus, Macar, Romen,
Çek, Bulgar...) Laleli'ye hücum etmişti. Tıpkı yedi asır evvel Bilecik
küffarının, daha avantajlı gördükleri için Eskişehir pazarına rağbet etmeleri
gibi. Kapahçarşı ve Sultanhamam ile beraber, Laleli’nin yıllık cirosunun bir
ara 5 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyordu. Sonra ne oldu?
Germiyanoğulları pazaryerinde cirit atmaya başladılar. Hak olan ölçüyü tatbik
edecek bir otorite de mevcut olmayınca, komşular gelmez oldu. “Defolu mallar,
dolandırıcılık ve kazık fiyatlar Laleli pazarının sonunu getirdi. Laleli esnafı
şimdi pişman, “Altın yumurtlayan tavuğu kendi ellerimizle kestik”
diyorlar.”**
Bilecik
kâfirlerinin hakkını kollayan Osman Gaziler, altı asırlık bir dünya devletinin
temellerini atmışlardı. Komşu ülke insanlarının hakları derdest edilirken
uyuyan Cumhuriyet yöneticileri, Birleşik Avrupa’nın bodrumuna kabul edilmeyi
tabii ki şeref sayacaklar. Germiyanoğulla- nmn hâmilerine o kadarı bile
fazladır.
*
Aşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul: MEB 1000 Temel Eser, 1970,
s. 1546.
*
Milliyet, 6 Temmuz 1995, s. 9.
Müslüman
işadamlarının
ticarî hayatlarında “sofuca” davranmalarının onlara hem ahîret hem dünya kazancı
temin edeceği yolundaki görüşlerimi biraz “idealist” bulan ve beni gerçekçi
olmaya davet eden okuyucularım var. Onlara geçmişten örnekler vermek de kâr
etmiyor; bugünün dünyasından misaller istiyorlar. Ben de kendilerine Safra
Cumhuriyeti’ni anlatmak istiyorum. Fakat önce biraz tarih bilgisi lâzım gene
de.
Wemer
Sombart 20. yüzyıl başlarında yazdığı Burjuva adlı kitabında, kapitalist
ruhun gelişimine Yahudiliğin katkısını şöyle anlatıyordu: Yahudi için din,
sadece bir kutsal günler meselesi değildir. Onun gündelik hayattaki bütün
eylemleri din tarafından düzenlenmektedir. Yahudi her davranışında, onun
kendini küfre mi nimete mi götüreceğini sorar. Yahudi şeriatı sadece Tanrı ile
insan arasındaki ilişkileri düzenlemekle kalmamakta, insan ile doğal dünya
arasında mümkün olan her ilişkiye yön vermektedir. Yahudi hukuku, Yahudi
dininin bir cüz’üdür.
Mabetleri
yerle bir edilip, devletleri sona erdirilince,Yahudiler din adamlarının ve
Heine’nin “portatif anavatan” dediği Tevrat’ın çevresinde kümelendiler.
Aralarında yaşadıkları milletler tarafından dışlandıkça (veya kendi kendilerini
dışladıkça), din adamlarının etkisi arttı. Zulme maruz kaldıkça dinî hükümlere
sımsıkı sarıldılar. Bu hükümler Talmud’da bulunuyordu; Yahudiler çağlar boyunca
Talmud’da ve Talmud için yaşadılar ve varlık kazandılar.
Businessweek
dergisi geçen yılki bir sayısında ünlü bankacı Edmond Safra’yı kapak konusu
yapmıştı (7.3.94). “Finans Dünyasının Esrarlı Adamı” başlığıyla verilen haber
şöyle başlıyordu:
“Manhattan
40. Cadde üzerindeki Republic Bank Tower’da Cuma öğleden sonrayı yaşıyoruz ve
giderek derinleşen kış gölgeleri Sebt gününün yaklaştığını haber veriyor. Az
sonra, dindar Yahu- dilerin iş yapmaları, herhangi bir çalışma içinde olmaları
veya ata (hatta asansöre) binmeleri haram sayılacak. Edmond Safra da 24 saat
boyunca kendini 50 milyar dolarlık bankacılık imparatorluğundan koparacak.
Gerçi Sebt günü (Cumartesi) Safra asansör kullanıyor ama bu onun canını çok
sıkıyor.”
Edmond
J. Safra, Suriye kökenli bir Yahudi banker. Diğer meslektaşları gibi fazla
aceleci değil. “Para kazanmak için çok acele ediyorlar” diyor, “benim acelem
yok. 1000 yıl ayakta kalacak bir banka kurmak istiyorum ben”.
Çocuğu
olmayan Safra, bankaları için “bunlar benim çocuklarım, benim hayatım” diyor.
Safra’yı ve kurduğu Para Cumhuriyeti’ni anlamak için Orta Doğu’nun Sefar- dik
Yahudi cemaatine uzanmalıyız diyor Businessweek yazarları. Safralar nesiller
boyu, büyük bir ticaret merkezi
*
olan Halep şehrinin banker ve sarrafları idiler. İsrail’in önde gelen
hukukçularından ve Safra’nın bu ülkedeki şahsî temsilcisi Yigal Arnon,
"Sürgündeki Yahudi cemaatlerinden hiçbiri, üyelerinin birbirine yakınlığı
bakımından Halep1 tekine benzemez, diyor. Sanki büyük bir kabile
gibiler. Bugüne değin, hep böyle oldular.”
Derginin
53. sayfasında birbirini tamamlayan üç resim * w ■ var:
îlkinde Edmond Safra, kardeşiyle beraber İsrail Başbakanı İzak Rabin ile poz
veriyor; İkincisinde Ağlama Duvarı önünde dua ediyor; üçüncüsündeyse geleneksel
Yahudi giysisiyle ibadete hazırlanıyor. Din, siyaset ve ideoloji bu iktisat
imparatorunun hayatında iç içe geçmiş bulunuyor. Tıpkı ünlü Yahudi banker
Nathan Rotschild gibi. Bay Rotschild, sürekli beyaz eldivenler giyer ve
"kâfirler dokunmuştur” endişesiyle hiçbir kapının tokmağını bizzat
çevirmezmiş. Bunun için yanında daima bir hizmetçi dolaştırır ve kapıları ona
açtırırmış!
Safra’nın
en büyük üzüntüsü, Cumhuriyetinin hiçbir zaman ABD’nin en büyük bankası haline
gelemeyeceği gerçeği. Gerçi 1990 yılında Chase Manhattan Corp.’un hisselerini
satın alabilecek güçteymiş; fakat Yahudiler, Yahudi olmayan bir ülkede en büyük
bankaya sahip olmamalıdırlar. "Babam öğretti bunu bana. Brezilya’daki
kardeşlerime de söyledim. Asla en büyük banka olmayın.”
Suriye’deki
Yahudi cemaatine yardım etmeyi bir "görev” sayan Edmond Safra, son
yıllarda 7000 Sefardik Yahudi öğrenciye burs vermiş. Dilinden düşürmediği
ifade ise "Baruç Haşîm”, yani "Tanrı’mn şanı ne yücedir.” îsra-
il-FKÖ anlaşmasını hayatının en mutlu olayı sayan Safra, -v
1990’dan
itibaren İsrail’deki bankalara da ortak olmaya başlamış.
Safra
Cumhuriyeti "portatif anavatanca bağlılık sayesinde serpilip gelişmiş.
Şimdi “vaadedilmiş ülke”nin genişletilmesine hizmet etme peşinde. Safra’ya
göre zaman düşman değil bir müttefiktir. “Bankacılık kitabı 6000 yıl önce
yazılmıştır,” diyor. Bankacılık “basit, aptalca bir iştir.” Bankacı hiçbir
zaman büyük miktarda borç vermez. “Babam bana şunu öğretti: Eğer bir insana çok
fazla miktarda borç verirsen, iyi bir insanı kötü bir insana çevirmiş
olursun.”
Komünizmin
iflası
birçok insan için kapitalizme duyulan öfkenin dinmesi anlamına gelebilir.
Sosyalizm insanlar arasında eşitliği (?) sağlamaya çalışırken, hayat
standartlarında nispî bir düşüşe yol açtı. Kapitalizm ise
eşitsizliği
yoğunlaştırırken, hayat standartlarını yükseltmiş oldu. Özellikle “merkez”
ülkelerine ait verilerden hareketle, “modem zamanların büyük ideolojik
muharebe-
si”nin
sona erdiği ileri sürülmektedir.
Tabii,
insan sadece ekmekle yaşamaz. Peter Berger’in deyişiyle, “Batı’nın entellektüel
tahayyülüne musallat” bir rüya olarak sosyalist vizyon, sadece yaşadığımız çağa
özgü değildir. Sosyalizmin kökleri, Batı’nın ahlâkî gele- neklerinin
türetildiği ilk devir Musevî ve İsevî kültürlere kadar geri götürülebilir. Sosyalizmin
çekiciliği büyük ölçüde onun cemaatçi toplum tasavvurunda yatmaktadır. Ve bu
tasavvur, tanım gereği, servetin istihsalinden ziyade âdil bölüştürülmesiyle
ilgilenmektedir. Kapitalist sistemden önce de tam bir eşitlik olduğu söylenemez;
bütün toplumlann bir “kaymak tabakası” olagelmiştir. Sanayi kapitalizminden
önce bu kaymak tabakası hiçbir toplumda nüfusun yüzde 1 ’ini aşıyor değildi;
birçok yerde daha azdı. Bunların toplumsal servetten aldıkları pay,
dolayısıyla, yüzde 5-10’u aşmıyordu. Servetin geriye kalan onda dokuzluk kısmı,
nüfusun yüzde 99’u arasında az çok eşit bir biçimde paylaştırılıyordu;
toplumsal mekanizmalar bunu gerçekleştirmeye matuftu.
Kapitalist
sistem “kaymak tabakasf’mn sınırlarını genişletti; nüfusun yüzde 15-20’sini
içine alır hale geldi. Ne var ki, nüfusun bu beşte birlik kısmı toplumsal
servetin yüzde 80-90’lık bir kısmına hükmeder oldu. Yani
beşte birin serveti beşte dört, beşte dördün servetiyse beşte bir oldu. Genelde
servet miktarı muazzam ölçüde artmış olsa bile, eşitsizlik eskiye göre
katmerlenmiş hale geldi.
Modem zamanlarda birçok dindar veya
“hümanist” düşünürün, yönelimleri bakımından antikapitalist olmaları ve bu
sebeple sosyalizme meyletmeleri şaşırtıcı değil. O kadar ki, Latin Amerika’da
Marksizmin Hıristiyan! bicimi diyebileceğimiz Özgürlük ilahiyatı (Liberation
The- ology) bile geliştirildi. Modem sosyalist düşünce, moder- nist ve sözde
bilimsel tutkularına rağmen, nasıl kadîm Ju- daik ve Hıristiyan? fikirlerin
ihyası ise, modern eşitlikçi Hınstiyanî düşünce de “tarihsel” sosyalizmin
devamıdır. Güneş altında yeni bir şey yok...
Peter
Berger’in derlediği bir kitaba katkıda bulunan Ahlâk ve Kamu Politikası
Merkezi (Washington) müdürü George Weigel, zengin Amerikan Katoliklerinin
kendilerini nasıl algıladıklarını ve bağlı bulundukları kiliselerin onların
konumlarını anlamlandırmada nasıl zaaf içinde olduğunu belagatle dile
getirmektedir.* Weigel, önce Matta İncili’nden bazı ayetler zikreder: “Hâzinen
nerede ise, kalbin de orada çarpacaktır.”(6: 21). “Ve Isa şakirtlerine dedi:
Doğrusu size derim ki, zengin adamın göklerin melekûtuna girmesi zordur.
Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Allah’ın melekûtuna girmesinden daha
kolaydır. Ve bunu işitince, şakirtler: Öyleyse kim kurtulabilir? diyerek çok
şaştılar. Ve Isa onlara bakıp dedi: İnsanlar indinde bu imkânsızdır, fakat
Allah indinde her şey mümkündür.” (19: 23-26).
Weigerin
sorusu şu: Başarılı Katolik işadamının konumu, dinî otorite tarafından doğru
anlaşılabilmekte ve meşru görülmekte midir? Bunların girişimci enerjileri sayesinde
binlerce insan iş imkânı bulmakta, vergileriyle devlet harcamaları yapılmakta,
hayır kurumlanma yönelik faaliyetleriyle toplumsal faydaya önemli katkılarda
bulunul- maktadm Peki bu insanların Katoliklikleri bütün bunlar hakkında ne
söylemektedir? “Şayet hakikat dile getirilecekse, diyor Weigel, pek bir şey
söylememektedir. Hatta, bunu kendine pek dert etmediğini bile söylememiz mümkün.”
Tabiatıyla
bu durum Amerikan Katoliklerini “iki aradabir derede” bırakmaktadır. Weigel’in
endişe ve önerilerini bir sonraki yazıda anlatalım.
George
Weigel, tebliğinin başında Matta İncili’nden bir mesel
nakletmektedir: “Çünkü [Allah’ın melekû- tu], başka bir ülkeye giderken
hizmetçilerini çağırıp mallarını onlara teslim eden adam gibidir. Birine beş,
birine iki, birine de bir lira (talent) olarak, kabiliyetine göre her birine
ayrı ayrı verdi; ve yola çıktı. Beş lira alan hemen gidip onlarla ticaret
etti, beş lira daha kazandı. İkiyi alan da böylece iki lira daha kazandı. Biri
alan ise, gidip toprağı kazdı, efendisinin parasını sakladı. Ve uzun bir
zaman sonra, efendi geldi ve onlarla hesap gördü. Beş lira alan gelip beş lira
daha getirerek dedi: Efendi, bana beş lira verdin; işte, ben beş lira daha
kazandım. Efendisi ona dedi: Aferin, iyi ve sadık hizmetçi; sen az şeyde sadık
oldun, seni çok şeyler üzerine koyacağım; efendinin şenliğine gir. İki lira
alan da gelip dedi: Efendi, bana iki lira verdin; işte, ben iki lira daha
kazandım. Efendisi ona dedi: Aferin, iyi ve sadık hizmetçi; sen az şeyde sadık
oldun, seni çok şeyler üzerine koyacağım; efendinin şenliğine gir. Ve bir lira
almış olan da gelip dedi: Efendi, ben senin ekmediğin yerden biçer, saçmadığın
yerden devşirir sert bir adam olduğunu bilirdim. Ve korktum, gidip senin
liranı toprakta sakladım; işte, malın sende! Fakat efendisi cevap verip ona
dedi: Kötü ve tembel hizmetçi, benim ekmediğim yerden biçtiğimi, saçmadığım
yerden devşirdiğimi bilirdin. Paramı bankacılara vermen gerekti; gelince
faiziyle geri alırdım. Bundan dolayı, lirasını ondan alıp on lirası olana
verin. Çünkü her kimin varsa, ona verilecektir; kimin yoksa, elinde olanı bile
alınacaktır. Ve işe yaramaz hizmetçiyi dış karanlığa atın; orada ağlayış ve
diş gıcırtısı olacaktır.” (25: 14-30).
Bu
ayetler ışığında Amerikan Katolikliğinin üçyüz yıllık tarihini tahlil eden
Weigel, şu neticeye varmaktadır: Katolik sosyal düşüncesinin teolojik nüvesinde
bir servet kazanma ahlâkının gelişimini engelleyen hiçbir şey olmadığı gibi,
onu muhtemelen teşvik eden bir öz vardır. Çağdaş Katolik teolojisinin İlahî
yaratıcılık ile beşerî yaratıcılık arasındaki benzerliğe dair
vurgusu böyle bir ahlâkın gelişimi için önemli bir teolojik temeldir.
Katolik
‘ulema’nın merkezî fikirleri, Heidegger’i çağrıştırmaktadır. Filozof,
nihilizmin teşrihini yaparken şöyle diyordu: “Nihilizm, Batı tarihinin temel
hareketidir... Tanrı’nın ve Kilise öğretisinin yerine aklın otoritesi geçer.
Dünyadan duyuötesine kaçış, yerini tarihî ilerlemeye bırakır. Uhrevî sonsuz
saadet gayesi, en büyük sayının dünyevî mutluluğuna dönüşür. Din kültünün
dikkatli muhafazası, bir kültür yaratma veya medeniyeti yayma coşkunluğu
içinde yumuşatılır. Daha önceleri Kutsal Kitab’ın Tan- n’sınm emsalsiz
özelliği olan yaratıcılık, beşer faaliyetinin ayırdedici işareti olur. Beşerî
yaratıcılık sonuçta ticarî işletmeye geçer.”
Katolik
ahlâkının kapitalist teşebbüse engel olmadığını ispat eden en önemli tarihsel
kanıt, 14-16. yüzyıllar arası İtalyan şehir devletlerindeki muazzam İktisadî
gelişmedir. Araştırmalar, bu dönemde Venedik, Floransa, Cenova, Lucca gibi
şehirlerde, Weber’in “rasyonel kapitalist işletme” diye nitelediği teşebbüsün
bütün veçheleriyle var olduğunu göstermektedir. Yani rasyonel kapitalizm, We-
ber’in iddia ettiği gibi, Protestanlığın eseri değildir. Protestanlığın 16.
yüzyılda ortaya çıkmasından bir iki asır önce, kapitalist işletme bütün
özellikleriyle mevcuttu. Belki Protestanlığın bu eğilimi güçlendirdiği
söylenebilir. * * A
Öyle
anlaşılıyor ki, çağdaş Katolikler bir nevi ihkak-ı hak peşindeler. Kendilerinin
de en az Protestanlar kadar “yaratıcı” olduklarını, isyankârlık nişanının
kendilerine de verilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Dünyayı elde etmek için
ahireti yıkmak umurlarında bile değil. Nasıl olsa mu- harref Incil onların bu
yönelişlerini takdis ediyor.
M
üteşebbis
insanların edebî metinler okumaya ayıracak fazla zamanları yoktur. Yirmi dört
saat işlerini düşünmek, işletmeleriyle ilgili hayaller kurmak, akşamları da
yine işleriyle irtibatlı toplantı ve kokteyllere katılmak zorundadırlar.
Okumaya fırsat buldukları ender zamanlarda da işleriyle doğrudan ilgili pratik
şeyler okumak isterler; edebî metinler "ağır” gelir. Peki, akademisyenler?
Roman okuyan kaç iktisatçı, şiire “düşkün” kaç işletme hocası tanıyorsunuz? Ya
ilahiyat hocalarımız? Oysa, iş adamlarıyla en yakın ilişki içinde olan, onlara
“akıl veren” ehl-i marifet bu üç gruptur. Edebî eserlerin “zamanın ruhu”na
nüfuz etmede vazgeçilmez kaynaklar olduğunu idrâk etmemiş olabilirler mi?
Yirminci
yüzyıl dünya romanının zirvelerinden biri, aynı zamanda iyi bir şair olan
Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Avrupalı, Japon, Kuzey veya Güney Amerikalı birçok sıradan
romancıyı dünya roman piyasasına süren Batı roman sanayii, Türk
romanını tabii olarak görmezden gelmiştir. Oysa Peyami Safa, Kemal Tahir,
Adalet Ağaoğlu ve Tanpınar gibi romancılarımız, birçoğu alelacele Türkçe’ye de
çevrilen bu romancılardan gerçekten çok üstündürler.
Tanpınar’ın
Saatleri Ayarlama Enstitüsü nü ders kitabı olarak okutacak ilk iktisat
hocasının ellerinden öpeceğim. Zaman bilincini ve bunun modern İktisadî
hayattaki anlam ve önemini bu kadar derinden kavrayan bilimse) bir Türkçe eser
var mıdır? Ya Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” başlıklı kısa denemesi?
iki farklı âlemin taban tabana zıt zaman anlayışlarını bu kadar ustaca mukayese
eden bir doktora tezi yazılmış mıdır?
Saat, zamanı homojenleştiren aygıt.
Günün, ışığa ve karanlığa göre ayarlanan ve her biri diğerinden farklı olan
sabah, öğle, ikindi, akşam , yatsı, gece., gibi bölümlere ayrılmasına son
verip, onu 24 eşit parçayaayıran zorba. Çin ve İslam
dünyasında bir takım eski örnekleri olmakla beraber, sosyal ve İktisadî
hayatın düzenlenmesinde etkili bir araç olarak mekanik saatin niçin
AvrupalIlar tarafından geliştirildiğini P. G. Walker şöyle izah ediyor:
"Makinelerin toplumu yeniden biçimlendirmekte, insanların alışkanlık ve
hayat tarzlarını değiştirmekte olduğunu gözlediğimizden, makinenin sosyal üstyapıyı
belirleyen özerk bir kuvvet olduğunu düşünmeye meylederiz. Hakikatte, bunun
tersi doğrudur. Makinenin (bu bahiste, mekanik saatin) niçin Avrupa’da ortaya
çık- •
mış
olduğu beşerî özelliklerde aranmalıdır, insanlar bu makineyi geliştirip
sosyal bir fenomen olarak uygulamadan önce, kendileri mekanik hale gelmek
zorun- daydılar.”
Tanpınar’ın romanının başkişisi, Halil
Ayarcı. Tıpkı Midhat Efendi’nin Râkım’ı gibi, onun da temel vasfı adı- ■ na
yansıtılmış. Romanda sık sık karşımıza çıkan Hayri Ir- dal, eski hayatımızın
saat üzerine kurulduğunu söyler; ancak, Walker’ın sözünü ettiği mekanik hale
gelişten çok uzak bir seyirdir bu. Iş hayatında yüksek verim sağlanması için
zamanın tekdüze hale getirilmesinden ziyade, Allah’a kulluğun daha düzenli
yapılmasını mümkün kılan bir araçtı saat. “Muvakkit Nuri Efendi’den
öğrendiğimize göre, Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima Müslü-
manlar ve onlar içinde en dindar olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş vakit
namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat, Allah’ı
bulmanın en sağlam çaresiydi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.
Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç
âleme ait, büyük ve ebedî inançların sesiydi.”
Ahmet
Haşim ise, Gurebâhâne-i Laklakan’da insanlarımızın saatin aktif (yani
Faustiyen) tarzda kullanıldığı bir ortamın havasını teneffüs etmeye henüz
başladıkları bir devri şöyle tasvir ediyor: “Yabancı saati alışkanlığından
evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığiyle simsiyah olan ve sırtı,
çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük
bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yansına uzanan 24
saatlik ‘gün’ tanılmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, 12 saatlik, kısa,
hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanm mes’ut olduğu günler, işte
bu günlerdi.”
*
Carlo M. Cipolla: Clocks and Culture , New York: W. W. Norton, 1978, s.
103.
Muvakkit
Nuri Efendi’ye göre, şeytanın insanları iğfal
etmek, onlara vakitlerini israf ettirmek suretiyle hak yolundan ayırmak için
baş vurduğu çarelerden biri ayarsız saatlerdi. Bozuk bir saat hasta bir
insana benzerdi; mazur görülebilirdi. Fakat ayarsız bir saatin hiçbir mazereti
yoktu. O bir İçtimaî cürüm, korkunç bir günahtı. Ayar ise, “saniyenin peşinden
koşmak”tı. Bu yaklaşım, Halit Ayarcı’yı tabiatıyla büyülüyordu: “Düşün Hayri
İr- dal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu demektir ki, iyi ayarlanmış bir
saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir
ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yan vaktimizi kaybediyoruz.
Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte onsekiz milyon saniye
kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye
eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir
ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. He- sab et artık senede kaç insanın ömrü
birden kaybolur. Halbuki bu onsekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut
saatlerin çoğu da işlemez, içlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır.
Çıldırtıcı bir kayıp... çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan
zamandan kayıpAhmet Haşim, başka tür bir kayıba işaret etmektedir. Tanpınar’ın
kahramanı modern bir ekonominin gerektirdiği zaman bilincine sahip olmamayı
tenkit ederken, Haşim “yabancı saatler”in kullanılmasının hayata bakış tarzımız
üzerindeki “korkunç tesiriyle” hüzünlenmektedir. “Giden saatler
babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların
hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar,
hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar
ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve
ruhlarımız için onu tanınmaz hale getirdiler.”
Günü,
hepsi birbirine eşdeğer 24 saate bölen yeni zaman telakkisini ve onu ölçen
aygıtın sosyal mânâsını da çok iyi kavramıştır şair. “Yeni saat, Müslüman
akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, 24 saatlik yabancı
‘gün’ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı.” Fecir
vakti uyanmanın başka medeniyet camialarına yabancı bir hususiyet olduğunu
belirten Haşim, bunun Müslümanlar içinse rüyasız bir uykunun sonu, ibadet ve
ümidin başlangıcı olduğunu söylüyor. “Şimdi heyhat, eski wsaat’le
beraber akşam da fecir de bitti. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan
yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi
ateş saçan gözlerle beklediğini bili- > yoruz. Artık fecri yalnız
kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki
saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan
saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde
yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.”
Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, saat ve zamanla alâkanın asıl yaşama şuuru olduğunun
topluma öğretilmesi için kurulmuş. "'Terakki saatin tekâmülüyle başlar,”
diyor Halit «
Ayarcı,
“insanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman
medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya
başla- dı.” Peki, bunu niçin, ne uğruna yaptılar? “Iş için,” diye cevap veriyor
Enstitü kurucusu. “İnsan, her şeyden önce iştir, iş ise zamandır.”
Tanpınar,
Faust’u hâlâ tanımadığımızdan şikâyetçidir; Ahmet Haşim ise, İlahî
Komedya yazarının hüznünü paylaşmaktadır. Dante, Floransa ahalisinin
“saatin dokuzla onbeşi çaldığını işitmediği”, yani hayatın ve insanların “iş”
uğruna mekanikleşmedikleri devirde “kanaatkâr ve iffetli, rahat ve huzur içinde
yaşadıkların]” söylüyordu.
Ne
dersiniz, Haşim (ve Dante) mi haklı, yoksa Tanpı- nar (ve Goethe) mi?
Carl
Becker’in bir sözünü hatırlıyorum: “Onüçüncü
yüzyıl, onsekizinci yüzyıldan daha rasyoneldi. Çünkü, birincisi inancı rasyonel
bir temele oturtmaya çalışırken, İkincisi rasyonalizmi inanç haline getiriyordu.”
Max Weber de kapitalizmin ruhunu araştırırken aynı paradoksla karşı
karşıyaydı: Vuku bulan, rasyonelleşme miydi, yoksa tam tersi mi? Meseleyi şöyle
vazediyordu:
“İşadamlarına
sonugelmez yarışlarının ‘anlamının’ ne olduğunu, sahip oldukları şeylerle niçin
hiçbir zaman tatmin olmadıklarını ve dolayısıyla kaçınılmaz surette anlamsızca
salt dünya metaı için sağa sola seyirttiklerini sorduğumuzda, zaman zaman şu
cevabı verirler (cevap vermesini biliyorlarsa tabii): ‘Çocuklarımın ve
torunlarımın geçimini sağlamak için.’ Ancak, bu görüş sadece onlara özgü
olmayıp gelenek ehli için de geçerli olduğundan, muhtemelen daha basit, daha
kesin bir tarzda, kesintisiz çalışma düzeniyle işletmenin ‘kendi hayatları
için vazgeçilmez’ hale gelmiş olduğunu söyleyeceklerdir. Gerçekten de tek
doğru açıklama budur ve kişisel mutluluk bakımından bu hayat tarzında o denli
irrasyonel (akıldışı) olan özelliği gözler önüne sermektedir: işletmesi insanoğlu
için değil de, insanoğlu işletmesi için yaşamaktadır.”
Dante-Haşim
çizgisi, dünya hayatındaki kemini (nicel) kazanmalardan ziyade keyfî (nitel)
kazanından tercih ettiğinden, Goethe-Tanpınar çizgisinin nicelci yaklaşımına
yabancıdır. Her fırsatta bu Faustiyen yönelişi lanetlediğinden, bu çizgi
kabaca “gelenekselci” veya “eski-düzenci” olarak nitelendirilmiştir. Buna
karşılık, yeni-düzenci rasyonel yaklaşımın kesinlikle makul (akla uygun)
olmadığı Weber gibi bir modemist tarafından bile kesin biçimde dile
getirilmektedir. Eşya araç olmaktan çıkmış, insanoğlu için amaç haline
gelmiştir. Buna “rasyonellik” (hesabilik) denebilir belki; ancak bunun
“ınakuliyet” ile alakası yoktur.
İslam
rasyonelliğinin, makuliyete boyun eğen bir “hesabını bilmek” olduğunu
düşünüyorum. İnsanoğlu esas olarak “Allah’a ibadet etmek için” yaratılmıştır.
Eşya hiçbir * zaman insan çalışmasının nihaî hedefi olamaz, ibadeti (kulluğu)
kolaylaştıran bir araçtır sadece. Tabii, eşya sahipliğinin aynı zamanda
insanoğluna kulluğu unutturacak bir çekiciliği de vardır. Bununla beraber,
yaşadığımız çağda, Müslümanın hakkıyla kulluk yapmasını güçleştiren faktör,
eşya üzerinde çok fazla değil, belki çok az denetim kurmuş olmasıdır. Eşyaya
rasyonel değil, makul bir tarzda sahip olan Müslümanlar, kendileri ve insanlık
için yeni bir hayat sahası açmış olacaklardır. Bir çoğu son derece varlıklı
olan, fakat sıra Allah yolunda cihada geldiği zaman gözünü kırpmadan bu
varlıktan vazgeçebilen Ashab-ı Kirâm, eşya üzerindeki makul denetimin ebedî
timsalleridir.
Harun
Reşid miladî 807 yılında Şarlman’a bir elçi gönderdi.
Abbasî halifesinin Batılı imparatora yolladığı hediyeler arasında “muhteşem
bir mekanik hünerle yapılmış bir saat vardı; su ile işleyen ve küçük bronz çanların
uygun aralıklarla pirinçten bir levhaya çarpmasıyla onıki saatin akışını
gösteren bir aygıt. Öğle vaktinde, oni- ki pencereden oniki atlı çıkıyor ve
pencereler arkalarından kapanıyordu/1 Bu malumatı kendisine borçlu
olduğumuz Eginhard, “saatin içinde daha birçok şeyler var” diyor ve sözleri
bu Arap saatinin Frenk sarayında uyandırdığı şaşkınlık ve hayranlığı ifşa
ediyor. Batı dünyasının hiçbir yerinde bu gibi mekanik harikalar yapma veya görme
imkânı yoktu. ... Miladî 1338 yazında bir Venedik gemisi Doğu’ya doğru yelken
açtı. Başka şeylerin yanısıra, geminin hamulesi içinde bir de saat vardı:
Giovannni Lo- redan’ın Delhi’de satmayı umduğu, muhtemelen mekanik bir saat.
Avrupa, Asya’ya makine satmaya başlamıştı. Mütevazi bir başlangıçtı bu, fakat
yeni bir çağın açıldığını haber veriyordu.*
Batı
dünyasında, 14. yüzyıldan beri şehirler arasında bir statü işaretiydi saat.
Önce ibadet vakitleri, sonra çalışma vakitleri “zamanı homojenleştiren” mekanik
saate ayar-
lanmaya
başlandı. Yarı rasyonel, yan mistik bir bağlıjık oluştu toplumla saat arasında.
İşadamları için büyük bir yardımcıydı mekanik saat, çalışanlar için manevî ve
maddî cendere. İngiliz şair Dafydd (14. yy ikinci yarsı), “Geceyi öğüten
karanlık bir değirmen” diyor ve lânetliyordu bu uğursuz âleti.
Saatin
bizim dünyamıza nakli rasyonel bir talep olmaktan son derece uzak.
Alışageldiğimiz ve hoşnut olduğumuz “ağır akan” hayatın derûnî boyutuna bir
ilâve, bir çeşni olarak bakmışız saate. Karanlık değirmeni nûrlan- dırmış,
“aceleci” olmaktan çıkarmış, tabiatın ritmine uydurmuşuz âdeta. Güneşle,
horozla, ezanla akraba kılmışız. Böylece bir “Müslüman Saati” çıkmış ortaya.
Henüz toplumbilimcisini bulamamış olan bu saat hakkında Tanpınar ve Hâşim’in
görüşlerini daha önce aktarmıştım. Bu yazıda Refik Halid’in 60 yıl önce
Yenicami saatinin işlememesinden duyduğu hüznü yansıtmak istiyorum:
“Geldiğimdenberi,
her önünden geçişte, eski alışkanlıkla, elimi saatime götürüyorum. Fakat
bakınca, ufak bir kederle duraksıyor, yoluma devam ediyorum. Yenicami saatleri
işlemiyor. Bu çifte saat, o zamanki tabirlerle biri alaturka, öbürü alafranga, istibdat ve
meşrutiyet İstanbul’unun en doğru ayarını gösterirdi. Dedem, babam ve ben,
belkide yedi göbek İstanbul’da gömülü ecdadım, asırlarca, ona bakarak saatimizi
ayar etmiştik. Asırlarca İstanbul halkı, onun önünden geçerken, bir nevi selâm
ve tazime, hatta ibadete benziyen merasime tâbi olmuştu: Gözler yelkovanlara
çevrilir, eller saatlere götürülürdü.
Yenicami
muvakkithanesi, sanki Kora’da, Tibet’de, Annam’da bir ilâh mâbedi, saati ise
acaip dinlerin revaçta olduğu böyle uzak şark memleketinde bir ilâh
heykeliydi; kendine mahsus işaretlerle selâmlanması, önünde bir çeşit istavroz
çıkarılması âdetti. Hergün bir milyonun yarışma
yakın
kalabalık, çeşitli, renkli, tıpış tıpış yürüyen bir halk bu âyini yapardı.
Sabah akşam, iki kere, işine giderken ve dönerken yapanlar da çoktu.
O,
şimdiki elektrikli saatler gibi aceleci değildi; durup durup hoppaca atlamaz,
saniyeden saniyeye çocukça sıç- ramazdı. Bana bu zamanın saatlerinden daha
ağır, daha vakarlı, başka bir küreye, başka bir güneş manzumesine mahsus ölçü
ile işler gibi görünürdü. Atlı arabalara, atlı tramvaylara, fotin kunduralı
efendi yürüyüşüne yakışan bir temkinli, ihtiyatlı ilerleyişi vardı. Gölgesine
basmaktan, karıncayı ezmekten ürken bir yürüyüş! -Saatiniz kaç? Diye soruldu
mu, gurura benziyen bir tavırla, meselâ: - Beşi sekiz geçiyor, derdik ve ilâve
ederdik, Yenicami ayarı...
İstanbul’da
sabah ezanları bu saatle okunur, horozlar onu bilerek öter, güneş onunla doğar,
vapurlar ilk düdüklerini ona uydurarak çalar, şehir böyle uyanır, böyle harekete
gelir, yine böyle, (Yenicami muvakkitinin) işlettiği saatle gevşer, su
yürütürdü. Yenicami saati, fermanına boyun eğilen tam bir Şehinşah idi.
Padişah yasağı üç gün sürer, padişahlar ve fermanları devrilir, fakat onun
sultanlığı, saniye şaşmadan, hükmünü yürütürdü.”[†] [‡]
Salonu
boydan
boya yürüyüp kürsüye çıktı. Vakur fakat mahzun bir gülümseme vardı yüzünde.
Mazlum bir milleti temsil etmekte olduğu her halinden belliydi. Konuşması kısa
ve vazıh oldu; mecazların arkasına gizlenmedi. Laiklik, demokrasi, kadın
meselesi, Müslüman- lar’ın sanatlara uzak durması ve daha birçok konuda uzunca
düşünmüş olduğunu .hissettim. Bir eylem adamı ancak bu kadar “entellektüel”
olabilirdi. Bazı fikirlerine tam yakınlık duymasam da, Tunuslu kardeşlerimin
böyle bir muhalif lidere sahip olmalanndan ötürü sevinç duy
dum.
Serebrenica’nın hüznünü yaşadığımız bir günde bu 54 yaşındaki ârif eylemciyi
dinlemek umutlarımı tekrar yeşertti. Kuvvetle inandım ki, Müslüman toplumlar
böyle liderler çıkardıkça Mekke’den yayılan nur sönmeyecektir.
Gannuşi’nin
ilk mühim tesbiti şu oldu: İslam dünyasın- da devletler, Hilafet’in ilgasından
bu yana ne İslam’ı temsil etmektedirler, ne de Müslümanlar’ı. Yabancı
irâdenin, yabancı çıkarlarının temsilcisidirler sadece. Laiklik, bu si- t
yasetin
örtüsüdür. Ve bugün bu tür yönetim bütün Müslüman dünyada
marjinalleştirilmiştir, köşeye kıstınlmıştır. Meşruiyeti ve dolayısıyla
herhangi bir geleceği yoktur. Kelimenin tam anlamıyla iflas etmiştir. Laiklik,
Araplar’ı birleştiremedi. Türkler’i İslam dünyasından kopardı. Tarihte ilk
defa olarak, Türkler’le Kürtler’i birbirine düşürdü.
Mücahit
liderin önemli bir tesbiti de şu: Laik yönetici ve aydınlar yaşlandı. Bu konuda
yapılan toplantılarda yaş ortalamasının ne kadar yüksek olduğunu
görebilirsiniz. Oysa Tunus hapishanelerinde bugün 15.000 genç Müslüman
yatıyor. Tunus, Arap dünyasında laikliğin giriş kapısıydı, şimdi çıkış kapısı
oluyor.
İngiltere’nin
dört bir yanından Leicester’a koşup gelen 100 dolayındaki Türk talebe, birkaç
diğer konuşmacıyla beraber, Raşid Gannuşi’yi de zevk ve ibretle dinlediler.
Toplantı sona erdiğinde, hepsinin gözlerinden şu gerçeği anlamış olduklarını
okuyabiliyordunuz: “Bedeli ödenmedikçe, hak dahi olsa, hiçbir dava başarıya
ulaşamaz. Ve mazlumlar hak olan davalarında sebat ettikçe, dünyanın kirlenmiş
bilinci onlara bulaşamaz.”
insanlık
ailesine ancak temiz bilinç sahipleri doğru yolu gösterebilir.
Yeni
hegemonyalar,
yeni tanımlarla temayüz eder. Huntington’ın "Medeniyetler
Çatışması" tezini bu bağlamda değerlendiren Edward Said, postmodern
değil, postkolonyal bir döneme girdiğimizi, bunun da yeni bir kolonyalizm
(sömürgecilik) olduğunu söylüyor. New Sta- tesman and Society dergisinin
1995 başlarında kendisiyle yaptığı konuşma, yeni Oryantalistlerin de maskesini
indiren özlü bir metin.
Said önemli bir tesbitle başlıyor
konuşmasına: Bir soğuk savaş teorisyeni olan Hungtington kendine yeni bir çatışma
biçimi (Tabii, mutlaka bir çatışma olmalı!) bulmak zorundaydı. Tek medeniyet
anlayışı iflas ettiğinden, yeni dönemin kaderi medeniyetler arası çatışma
olacaktı; tezi bundan ibrettir. Kültür ile medeniyet arasında bir ayırım
yapmıyor. Saydığı medeniyetlerin her birinin içinde, kültür veya medeniyetin
tanımına dair büyük bir mücadele vardır. Gerçek muharebe medeniyetlerin değil,
tanımların çatışması biçiminde sürmektedir. Huntington’ın makalesi aslında
yayınlandığı-derginin (Foreign Affairs) bir önceki 0 sayısındaki
makalesinin (“İslam bir Tehlike midir?”) devamıdır ve Bemard Lewis’in etkisi
altında yazılmıştır.
Lewis
beş yıl önce Atlantic Monthly dergisinde yayımladığı makalesinin
başlığını “İslâmî Gazabın Kökleri” koymuştu. İslam, Batı sekülerliğini hiçbir
zaman benimseme- miştir Levvis’e göre, rasyonelliği de hiçbir zaman benimsemediği
gibi. Tek istisna, lâik bir devlet olan Türkiye’dir. Öbür İslam ülkeleri
acziyet içinde Batı’ya kin kusmaktadırlar. Huntington, Lewis ’in kötü bir
kopyasıdır; kaynakları son derece polemiğe yatkın ve çocukçadır. Mesela,
Konfüçyanizm ile İslam arasında tehlikeli bir suç ortaklığından korktuğunu
söylemektedir ki, gülünç bir şeydir bu.
Geçen
yüzyılın sonlarında da emperyalizm benzer bir tehdit duygusu yaşamıştı. O zaman
da “tehlike”ye, “öteki” medeniyete dair bir söylem geliştirilmişti. Baş aktör
Gustave Le Bon idi: Önce kalabalıkların, ardından medeniyetlerin, sonra tehdit
altındaki dünya düzeninin psikologu. Dönemin yazarlarında, Batı’ya yönelik
tehlikeler hususunda büyük bir isteri mevcuttu.
Çatışma
medeniyetler arasında değil, her bir medeniyetin içinde cereyan etmektedir. İslam’ın
kendi dışındaki her şeyle çatışma içinde olduğu, oryantalistlerin icadıdır.
Edward
Said, Filistin’in namusu. Müslüman toplu- 1/mun gayr-ı
müslim sözcüsü. 1967 kapışmasına kadar Columbia Üniversitesi’nde mukayeseli
edebiyat okutmakla meşgul titiz bir hoca. Kudüs’te doğmuş (1935), Mısır ve
Lübnan’da büyümüş. Aile fertleri 1947-48’de • •
Filistin’den
atılmış; Ürdün ve Lübnan’da yaşamaya mecbur olmuşlar. ABD’de okuduğu 12 yıl
(1951-63) boyunca, her tatilde Orta Doğu’ya koşmuş. ‘ Ailem oradaydı ve en çok
orada kendimi evimde hissediyordum.” 1967 savaşı her şeyi kökten değiştirmiş.
Duygusal bakımdan Arap dünyasına ve bilhassa Filistin’e ne ölçüde bağlı olduğu
sınanacaktır artık.
“Benim
neslim ondokuzuncu yüzyıl sonlarında gelişen Nahda (Arap kültürünün
yeniden doğuşu) hareketinin temsil ettiği Arap milliyetçiliğinin eseriydi. Bu
hareket 1917 yılında Osmanlı imparatorluğuma karşı yapılan büyük Arap
isyanında zirvesine çıkmıştı. Bizi isyana teşvik eden İngiliz ve Fransızlar’ın
bize bağımsızlık vaadettikle- ri bir uğrakta, ihanete uğradık. Bu iki büyük
sömürgeci güç Arap dünyasını kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayırarak manda
veya eyaletler halinde yönettiler. Üstüne üstlük, 1917 Balfour Bildirisi
Filistin’i bir yurt olarak Siyonistlere vaadediyordu.”
Orta
Doğu’ya kültürel bağlılığı ve ilim namusu Said’e önce Oryantalizm'i
yazdırdı, sonra Filistin Mesele- si'ni. Kültür ve Emperyalizm birincinin
devamı, Yurt- suzluk Siyaseti İkincinin. Bu iki kitap da diğerleri gibi Türkçe’ye
kazandırılmalı. Burada daha ziyade Said’in İslam dünyasındaki radikal
hareketlere yönelttiği tenkidi özetlemek istiyorum.
Said’e
göre, gerçek İslam’ı temsil ettikleri görüntüsünü vermeye çalışan hareketlerin
çoğu temelde Blanquisttir- ler. Kitle hareketleri değil, sadece iktidarı ele
geçirmeye çalışan onuncu yüzyıl İsmailîleri gibidirler, siyasî bir programları
yoktur. “Filistin’de kendileriyle tartıştım biraz, ‘İslam tek çözümdür’den
başka bir şey bilmiyorlar. Peki, ekonomiyi nasıl idare edeceksiniz? diye
sorduğumda, ‘Onu sonra düşünürüz’ diyorlar. Kafayı büyük ölçüde kişisel
davranışların düzenlenmesine takmışlar. Kıhk kıyafet nasıl olacak, kadınlar ne
giyecek, vesaire.”
.
Saide göre, siyasî alanda İslâmî alternatif yok, İslâmî protesto var sadece. Kendilerine
çok yakın Osmanlı tecrübesinden bile haberleri yok. Orada çeşitli
“millet”lerin bir arada yaşatıldığını görüyoruz. [Said, kendini Hıristiyan
azınlığıa mensup, fakat kültürü İslam olan bir insan sayıyor.) Bugünün tek
önemli meselesi, modernliğin anlamı meselesidir ve Müslüman dünyadaki “radikal”
siyasî hareketlerin buna verdikleri bir cevap yoktur. Hatta, mesele- s|c den
haberdar olduklarını söylemek bile fazla olur.
Ciddi
tenkitler gururumuzu kırabilir, ama moralimizi bozmamalı. Said, son kertede
“Batılı”. Çünkü, Hrıstiyan menşeli ve seküler. Tam bir İslâmî söyleme sahip
olmasını bekleyemeyiz. Önemli olan, tenkidini nasıl göğüsle-
mekte
olduğumuz. Filistin’in Namusu’na, namusluca cevap verebildiğimiz gün, hakiki
kurtuluş yolunda ilk adımı atmış olacağız.
*
The PoUtics of Dispossession, London: Vintage,
1995.
**Bu
iki kitap Pınar Yayınlan arasında neşredilmiştir.
***
Ne w Statesman and Socîety, 10.2.1995.
Taşrada yaşayan
herkesin bir Ahmet Ağabey’i olsun isterim. O, büyük şehirdeki fakültede okusun,
siz kasaba lisesinde. Size Necip Fazıl’ın bütün kitaplarını getirsin, Sezai
Karakoç’un. Diriliş ve Edebiyat dergilerini göndermeyi hiç ihmal etmesin.
Pakdil’i, Zarifoğlu’nu, « • • • Ozdenörenler ’i.. onun sayesinde tanıyın. Bir
de Bu Rilke'yi. Bir süre okumasamz da 'olur. Dilini (gerçekte muhtevasını)
ağır bulduğunuzu söyleyin. Zararı yok. Nasılsa birgün Üstadın BabIâli'sini
okurken şöyle bir cümleye rastlayacaksınız: “Allahın, iç gözü iyi görsün diye
dış gö zünü kapattığı sahici münevver Cemil Meriç.” Bu Ulke'yi artık
okumamak olmaz. Hem, kaneviçeli yeni baskısı da çıkmıştır. Bismillahi Teala...
Anma yazılarında herkes biraz (belki
daha çok) kendini anlatır. Bundan kaçmanın imkânı var mı? Anılan kim olursa olsun,
yazılar umumiyetle şöyle başlar: Bir kış günü, bir arkadaşımla beraber,
ziyaretine gitmiştik... Evet,aynen böyle olmuştu. Osman Birkan (şu anda MUSIAD Bursa
şubesi başkanı) ile beraber kendisini Boğaziçi üniversitesi’nde yapılacak
Tanzimat ve Türk Musikisinin Meseleleri toplantısına davet etmek üzere
Göztepe’deki evine gitmiştik. (1976/77 ders yılı olsa gerek.) Bir ara Osman’a
“Sakson Köleleri”ni okutmak istedi. Osman daha kitabı açmadan ben girizgâhı
ezberden okudum. Beş altı yıl süren bir dostluğun revakı oldu bu.
Okuldaki
“sosyal demokrat” arkadaşlarla zaman zaman ziyaretine giderdik. Ruhi Tunçer’i
çok tutmuştu. Enis Berberoğlu ile “Yumuşak” Mustafa’yı ve dayısını da (DİE eski
başkanı Prof. Orhan Güvenen). Bankada çalışırken çoğu pazar günlerim Tütüncü
Mehmet Efendi Caddesi’ndeki eski fakat toprağa yakın apartman dairesinde
geçerdi. O haftanın dergilerini götürür, kendisine okur- dum. Bazan sayfalarına
notlar düşerdik, izzet ve Cengiz Beyler gelirlerdi çoğu zaman. Arada bir Ülgener
Hoca uğrardı. Recep Doksat daha sık gelirdi. Bir seferinde, içeriden yeni
çıkmış bir arkadaşa “baba öğüdü” vermeye kalkınca, Meriç Hoca dayanamamıştı.
“Siz ne diyorsunuz Recep Bey, insanın bütün değeri isyan etmesindedir; bilhassa
haksız devlete!”
Ziyaretçilerin
çoğu dindar insanlardı. Daha çok “Nurcular”. Hepsine iltifat eder, hiçbirinin
dünyasına girmezdi. Birkaç ziyaretten sonra bunu apaçık görebilirdiniz. Nitekim,
1982 yılında, Akademi Kitabevi’nde “solcu” aydınlarla (Vedat Türkali, Hilmi
Yavuz, Emil Galip Sandalcı..) muhabbeti sırasında kendini ziyaret eden
“Bizimkiler” hakkında günlüğüne şunları yazacaktır: “Dostlar geldiler, hayalete
benzeyen dostlar. Coşkun, İsmail Kanlıdere, Ce- vat...* Hepsi de iyi çocuklar.
Ama hiçbirini tanıyamamıştım, daha doğrusu hiçbiri beni tanımıyordu. Birlikte
bir otobüs yolculuğu yapmıştık. Otobüsteki ne kadar bizdik? Bana gegce(cten
vajan olanlar bu anonim hayranlardan fazla, ilk defa karşılaştığım Vedat
Türkaii’ler, Sandalcılar, Hâdi beylerdi.”
İltifata
susuzdu. Bizim gülümseyerek, bazan kendimizi tutamayıp gülerek okuduğumuz
mektupları çok ciddiye alır, cevap yazardı. 1982 sonlarında, Kayseri’den Muhsin
Ilyas Subaşı şiir kitabını göndermiş, kendisinden açıkça “icazet” istiyordu.
Ben artık şair oldum, lütfen tasdik eder misiniz, demeye getiriyordu. Bir saate
yakın zaman ayırıp bana uzunca bir mektup yazdırdı. Şiirde, tıpkı musikide
olduğu gibi, “orta”nın olmadığını gayet nazik bir dille ifade etti. Şiirin
nazım demek olmadığım, nazımpe- restliğin bir çocukluk hastalığı olduğunu
belirtti. Ve üç büyük şairimiz hakkında eşsiz bir değerlendirme yaptı: “Yahya
Kemal büyük bir nazım ve zaman zaman kuvvetli bir şairdir. Abdülhak Hamid içli
bir şair ve zaman zaman kuvvetli bir nazımdır. Haşim hemen her zaman güçlü bir
şair, arada bir kusursuz bir nazımdır.”**
Aydınların
çoğunu küçümser, hemen hepsinden iltifat beklerdi. Şairlerin, hak ettiklerinden
fazla şöhret sahibi olduklarını düşünürdü. (Bunların başında Necip Fazıl ve
İsmet Özel geliyordu. Onlar hakkmdaki hükümleri bu bakımdan zaman zaman insaf
sınırlarım aşıyordu.***) Araf- taydı. Halbuki otobüsteki “iyi çocuklar”
şairleri çok sevi- yorlardı ve sebep şiir değildi. “Ihkak-ı hak” talebinde bir-
leşiyorlardı. Şiir böyle bir beraberliği kolaylaştırıyordu belki. Arayı bulmak
istiyordu Hoca ve taraflara eşit mesafede duruyordu. Haklan gasbedilenler ise
tarafgir olmamayı doğru bulmuyorlardı. Medine Ahidnâmesi henüz
“keşfedilmemişti”.
Cemil Meriç öldü ve unutuldu. Bu
kadannı hak etmemişti. On yıldır Bu Ülke dışında hiçbir
temel kitabı yayımlanmadı. Yani hükümlerinin gerekçeleri meçhul kaldı. Şu anda
30 yaşın altında olanlar için bir 19. asır aydınından farkı yok. Çocukları,
babalarının Arafın sol cenahına lâyık olduğunu düşünüyor. Ölünceye kadar
Cemil Meriç adının ağızlara alınmadığı sol. Otobüsteki iyi çocuklar için
yazdığı kitapların yayımlanıp yayımlanmayacağını da bilmiyoruz.
Allah
rahmet eylesin.
*** Jurnalin 2. cildinde ismet
Ozel’e dair yazının ilk üç cümlesi ile en sondaki İngilizce ifade onun için
söylenmemiştir. Zaman zaman bize okutturduğu notlarında, sözkonusu üç cümleden
sonra “İsmet Özel’e hayran” şeklinde bir ifadenin bulunduğunu çok iyi
hatırlıyorum. Notları yayına hazırlayanlar, farklı sayfaları birbirine monte
etmişlerdir. O yıllarda, durgunluğunun sekinete mi, meskenete mi benzediği;
sönmüş bir yanardağ mı, bir kaya parçası mı olduğu pek belli olmayan başka biri
olmalı. “Müeddep” biri.
Gökte
bulut yok söğütler yağmurlu
Tunaya
rastladım akıyor çamurlu çamurlu
Hey
Hikmetin oğlu, Hikmetin oğlu
Tunanın
suyu olaydın
Karaormandan
geleydin
Karadenize
döküleydin
Mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin >
Geçeydin
Boğaziçinden *
başında
İstanbul havası çarpaydın
Kadıköy
iskelesine çarpaydın çırpmaydın
vapura
binerken M e metle anası.
Nâzım
Hikmet, kötü okul kurbam. “Mektepten Memlekete” bir türlü dönemeyişinin
başlıca sebebi bu. Kaba maddecilik, o ince ve dürüst insanın mezarı oldu. Kendinden
önce Yahya Kemal ve Yakup Kadri de “yatılı” okumuşlardı. Tecessüs ruhunu
büsbütün kaybetmedikleri için, sonunda kör topal Memlekete dönebildiler. Nâzım,
yirmi yaşında insanlığın ezelî ve ebedî bütün meselelerini çözen formülü
bulduğuna inandırıldı. Hayatına da yazık etti, şiirine de. Ne kendi tarihini
tahlil edebilecek hazırlığı vardı, ne Batı tarihini. Şiirindeki Bedreddin, bir
Anadolu bilgesi olmaktan çok, bir ondokuzuncu yüzyıl Alman Yahudisi. *
Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl.
Cemal Süreya, Sezai Karakoç, ismet Özel. Birinciler geleneğin son halkası
idiler, İkinciler yeniliğin ilk halkası. Nâzım, aradaki berzahtır. Aruzla
rabıtası olmasa, serbest şiiri o kadar gür sesle “söyleyemezdi”. Yukarıdakilere
göre belki daha özgün, ama daha az şair. Şöhretini şiirinden çok, hayalleri
okşamasına borçlu. Toplumsuz toplumcularımızın ilki. “Toplumcu” olmak için,
toplumdan uzağa düştüler. Yaldızlı çıkmaz sokak.
Nâzım’m
bedeni değil, ruhu kaçaktı. Nâzım’ın ve Nâ- zımlann. Rusya’ya gitmesi hem
önemsiz, hem kendi suçu değil. Hakiki bir cumhuriyette, can güvenliği içinde
yaşıyor olsa buna ihtiyaç duymazdı. Nitekim, sığınmak zorunda kaldığı
Stalin’in ne denli insan düşmanı olduğunu anlamakta gecikmedi ve birkaç yıl
sonra Paris’te Makime Rodinson’u Fransız Komünist Partisi’nden uzaklaştıracak
olan İvan İvanoviç'i yazdı. İvan’ın varlığı ve yokluğu Stalin için
önemli değildi. Anladı ki Marksçılık sadece bir dünya görüşü değil, siyasî
elitler arası rekabetin bir aracı olarak üretim sürecinin putlaştırılmasıdır.
insan bu süreçte makineden farksız bir alettir sadece. “Makineleşmek isteyen”
şairin hayalkınklığını tahayyül edin.
Nâzım,
“bizim” kaçağımız. Mezarının Anadolu’da bir söğüt gölgesine getirilmesi sıcak
karşılanmalı. Bu toprak kendine isyan eden (daha doğrusu, cilve yapan) nice
evladını bağrına basmıştır. Hem, Nâzım’ın Rusya’ya kaçışı, ülkeye değil,
rejime isyandı. Yeterince hayalkırıklığı yaşadı. Yatılı okumanın ezikliğini
üzerinden atamamak sadece onun değil, neredeyse bütün Türk aydınlarının kaderi.
Onlar tarihlerini inkâr etseler de, biz kaçaklarımızı inkâr etmeyelim.
Torunlarının emaneti sayalım. Onlara sahip çıkalım ki, torunları kurtulsun.
İnsanları
yüceltecek
büyük romanlar yazmak! 1988 yılında, bir iş seyahati için bulunduğum Kahire’de
Necip • •
Mahfuz’un
Nobel Ödülü alması karşısında duyduğu sevince hayret etmiştim. Yetmiş yedi
yaşındaki Mısır bilgesinin (!) ağzı kulaklarına değiyor, televizyon
ekranlarına sığamıyordu. Geç te olsa, Efendilerimiz tarafından takdir
edilmişti! Mahfuz’a bu ödülü verenlerin bir Kemal Ta- hir’i, bir Peyami Safa
veya Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlamamalarını nasıl izah edecektik? Siyasî
cevap, sıranın henüz Türkiye’ye gelmediği şeklinde olabilirdi. Mesela,
Türkiye günün birinde Avrupa Birliği içinde yer alırsa, o zaman (hiç şüphesiz,
Yaşar Kemal’den başlayarak!) bazı romancılarımıza ödüller verilebilir, eserleri
Avrupa roman sanayiinin emtiası arasına girebilir. Hâl-i hazırda, ciddi
romancılarımızın Nobel veya benzeri ödüllerle taltif edilmesi bir çelişki
olur. Niçin?
Kemal
Tahir olsa, buna şöyle cevap verirdi; Ben romanlarımı, Batılı efendiye: “Efendimiz,
bunalımdasınız! Alınız, bununla biraz avununuz, eğleniniz!” diye
yazmıyorum. “Beri bak hayvan! Soyguncu olduğun için bunalımdasın! Seni bu
bunalımdan ya ölüm kurtarır, ya soygunculuğa karşı çıkman! Bak sana senden
üstün
insanı gösteriyorum! Bunaltın artsın” diye yazıyorum. /
Kemal
Tahir, Batılıdan üstün dediği Anadolu insanının romanını yazmak istiyordu. Bu
“üstünlük” bir asabiyet duygusunun eseri değil, ona göre, nesnel bir tarihî
gerçek idi. “Ben, Anadolu halkının yazarıyım. Bu halk, yabancı bir
imparatorluğun zorla çalıştırdığı bir köle-halk değildir. Dünyanın en büyük
imparatorluğunu kurmuş, bu imparatorluğu kökleştirip geliştirmiş, en az altı
yüzyıl kanıyla, canıyla, aklıyla, malıyla savunup yaşatmış kahraman ve soylu
bir halktır. Bu özelliğiyle çok, pek çok paşa görmüştür. Bunların iyisini de,
kötüsünü de pek çok görmüştür. Hiçbir paşa, ne yapmış olursa olsun, bu halka
ilah olacak, ilah tanıtılacak güçte sayılamaz. Ancak ödevini yapmıştır. (.................................................... ).... e biz ne kadar şan ve şeref
vermişsek, o
kadar
da eleştirmek hakkı kazanmışızdır. Şan ve şeref verirken miskalle
tartmamışsak, eleştirirken de miskalle tartmak zorunda değiliz.”
Kemal
Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan başlayarak, Kurt Kanunu, Yorgun Savaşçı ve
Yol Ayrımı’na uzanan nehir romanıyla, “kolonizatör” zihniyetine sahip yeni yöneticilerle,
dolayısıyla Batılı efendilerle çetin bir hesaplaşmaya girişmiştir. Bu
hesaplaşmanın hazırlık safhalarını bütün çıplaklığı ile Notlar dan
takip edebiliyoruz. Namus ve tefekkür ehli bir romancının bütün umut ve arayışlarım,
inkisarlarını, gerçekçiliğini, hayalciliğini., hiçbir müdahale yapmadan 15 cilt
halinde Türk okuyucusuna sunan Cengiz Yazoğlu ile Baykan Sezer Beylere teşekkür
ediyor; Bağlam Yayınları’nı da bu manevî kazancı maddî zararından büyük işi
başardıkları için kutluyorum.
Çizgi
bir
dii, dil bir ihsan. Onunla örtüleri aralıyor Hasan. Sohbetin, sözün çocuğu.
Köylü çünkü. “Uç yerlerdir köyler; dünya ile âhiretin sınırında kurulmuşlardır
sanki. Kitapları yok, sohbetleri vardır.” Şehri, Hac’dan dönen büyüklerden
dinler köylüler. Bursa, Konya, Şam. Bağdat, Mekke, Medine... Cennet yolunun
mükrim konaklan.
Ömer
Lekesiz, şehirde gece yürüyüşüne çıkan çizgi ustasının “dilini” tahlile
çalışmış*. Çizgileri “okumaya” kalkmamış; okunmasına yardımcı olabilecek
tutamaklar sunuyor sadece . Gece yürüyüşünün bir şehrin (medine- b
nin)
sokaklannda değil, bir uçtan diğerine Islâm medeniyetinin hikmet burçlannda
gerçekleştirildiğini anlıyoruz. Özellikle Sezai Karakoç’a dair çizgiler bunu
mükemmel bir tarzda ele veriyor. Ömer’in gereğinden fazla “bilimsel”
tahlilleri, okuyucunun gece yürüyüşüne tutulmuş müsmir bir fener. Bir kaldıraç,
bir bocurgat.
Gece
Yürüyüşü, A. Samet’in fedakârâne çabasıyla güzel bir
kıyafetle okuyucuya sunulduğunda, Nehir dergisinin soruşturmasına ben
de kısa bir cevapla katılmıştım. Bugün orada sarfettiğim sözlere her hangi bir
ilavede bulunmakta zorlanıyorum. Söz, sınırlarını seviyor.
Hiç
bir sanatçı özgün değildir. Yine de her “büyük” sanatçı ancak kendine atıfla
anlaşılabilir. Hasan Aycın, âhir zaman ateşini avucunda (hayır, ruhunda)
hissederek çiziyor. “Mitik” bir şahsiyet. Sanki yaratılışın ilk anında yaşıyormuş
gibi, insan denen “unutkan” mahlûka, o ilk anın heyecanını ve âhir zamanda
bulunuyor olmanın dehşetini birlikte tattırıyor. İnsanı o ilk ana
yaklaştırıyor. Tuzakları gösteriyor. İğvaların üzerinden atlatıyor.
“İlkelliğin” içtenliğine yöneltiyor.
Modem
insan, homo economicus olmayı eşref-i mahlûkat olmaya tercih eden
bir bedbaht. Kayıplarını idrâkten bile âciz. Sanatçı, bu bahtsıza kaybolan
cennetin kokusunu hissettirmiyorsa, başka ne yapar? Bütün mesele,
hatırlamakta. Ve insanoğlu unutkan. Dahası, modem insan “bilinçli” hafıza
kaybına mahkûm. Hasan’ın çizgileri nisyanla zikrin sınır taşlan, unutma ile
hatırlamanın. Mâ- bedin içinden doğru beslenen bir pınar. Eşiğe yaklaşanlar
behemehal avuçlarını doldurup yaralarına götürüyorlar. Mâbedin dışında gezinen,
cenazelerinin içeridekilerce kaldırılmasını bekleyenler korkulu (ve anlamsız) gözlerle
bakıyorlar. Bakıp duruyorlar sadece. Güneş tepelerine vurdukça, mâbedin saçak
lan altına sığınmak geçiyor içlerinden. Dehşetle irkilip geri çekiliyor,
geceyi (hayır, karanlığı) arzuluyorlar. Güneş edeb erkân üzere çekilince,
karşılarında yine Hasan: Hanzala ile elele “Gece Yürüyü- şü”ne çıkmış.
Onüç
yıl önce ilk buluşmamızda Molla Kasım’lık yapmış, çizgilerini sanat eseri olan
ve olmayanlar diye ikiye ayırmıştım. Sıcak bir gülümseyişle karşılamıştı
tenkitlerimi. Şimdi her yeni çizgisini heyecanla bekliyorum. Bütün çizgileri
"son çizgi” artık. Her yürüyüşten sonra defterini kapatabilir. Kalemiyle
değil, ruhuyla çiziyor. Ruhlarımızı sarıp sarmalayışı bundan.
Çizgi
ustası Hasan, büyük söz ustalarının soyundan. Onlar, kelimeleri şifaya
kavuşturma peşindeydiler. Kelimeler şifa bulmadıkça, kalpler ve zihinler
sıhhate kavuşamazdı. Çağımızda bunun altından kalkılması imkânsız bir iş
olduğunu sezmiş olmalı ki, çizgiye iltica etmiş Hasan. Ve mürtefı ilticagâhmda,
kalp paraları ayıklar gibi, sahte duyuş ve düşünüşleri bertaraf ediyor.
Münzevi, müstakim ve müsterih.
Seksen
yıl
önce, ABD Başkanı Woodrow Wilson “Dünyayı demokrasi için emin hale getirmek”ten
söz ediyordu. Bu formül, ABD’nin yirminci yüzyıl dünya siyasetindeki temel
retoriği oldu. Noam Chomsky, otuz yıldır bunun gerçekte “Dünyayı Amerikan
kapitalizmi için emin hale getirmek maksadıyla” baskı, işkence ve katliam
yapması siyaseti olduğunu söylüyor. 1957 yılında, henüz 30 yaşındayken
dilbilim alanında ortaya attığı hipotezle bir anda meşhur olan Chomsky, sonra
iflah olmaz bir muhalif olmayı seçti. (Hipotezinin özü, insanoğlunun lisan
sahibi olmada doğuştan ve benzersiz bir melekeye sahip olduğuydu.)
Chomsky’nin
temel görüşü şu: ABD ve dünyanın bütün diğer ülkelerindeki iktidar seçkinleri
(power elite) tahsil- sizleri marjinalleştirmek, tahsillilerinse beyinlerini
yıkamak suretiyle kendi amaçlarına hizmet ettirerek ayakta kalmayı başarırlar.
Bir gazeteci, “Belki de Amerika’yı yönetenler gerçekten şefkatli bir
demokraside yaşıyor olduklarına inanmaktadırlar, bu hususta belki de samimidirler”
deyince, üstadın mütebessim cevabı şu oluyor: “Evet. Rusya’yı idare edenler de
aynı inanca sahipler. Himmler de böyle düşünüyordu. Himmler’in günlüğünü
okudunuz mu hiç? Baştan sona kendinin asalet ve ihtişamıyla dolu. Himmler ne
kadar samimi ise. ABD ve Rusya’yı yönetenler de o kadar samimi.”*
Chomsky’ye
göre, sıradan insanlar hakikati görüyor. Gazeteci yine şaşkın. Sıradan
insanlar, katılımı daha kolay olduğundan, futbolu siyasete tercih etmiyorlar
mı? Cevap sarsıcı: “Hakikati görebilme imkânına sahipler. Fakat bu, hakikati
görmekte oldukları anlamına gelmiyor. Özel bir derunî ışık yok. Sağduyudur bu.
Beşerî işlerin püf noktası, insanların ihtimam gösterdikleri şey şu: Hiç kimse
hiçbir şeyi anlıyor değil. Madem ki hiçbir şey bilinmiyor, o halde hakikati 10
yaşındaki bir çocuğa izah edebilirsiniz.”
Peki,
insanlar hakikati görebiliyorsa, öfkeyle ayağa dikilmezler mi? David Hume’un
cevabını iktibas ediyor Chomsky: “İtaat ancak rey ile teminat altına
alınabilir.” Türkçesi, insanlar propaganda yoluyla müsamahakâr hale
getirilirler.
Birçok
sözde bilimadamına göre, Chomsky bir fesat te- orisyeni. “İddialarıma cevap
verme yeteneği olmayan aydınların attığı çamur bu” diyor üstad. “Adam Smith ne
ölçüde bir fesat teorisyeni ise ben de o kadar fesat teorisye- niyim.” Peki
anirşist mi? Kendini böyle nitelemesi insanları korkutmuyor mu? “Korkutuyor
belki. Fakat korkutmaması lazım. Russell en iyi döneminde anarşizme çok
yakındı. Benim görüşüme göre anarşizm doğrudan doğruya Aydınlanmadan ve klasik
liberalizmden gelmektedir.”
Soğuk
Savaş ve ideolojiler çağı sona ermesine rağmen, diye sorguluyor gazeteci,
Amerikan siyaseti sağa doğru -
çarkediyor.
Bu nasıl oluyor? ideolojiler sona ermez, diyor Chomsky. Aydınların yeni bir
icadı bu. Elit aydınların yazdığı hemen hemen her şeyin latifeden ibaret
olduğunu söyleyebiliriz. “Aydınlar varoluşlarını, iktidara hizmetlerini, derin
gözükmelerini vesair haklılaştırmanm bir yolunu bulmak zorundalar. Onun için
bu gibi saçmalıkları ortaya atıp dururlar.”
İyi
ama, kendisi de bir aydın değil mi? “Bir kişiyim ben, diyor. Bahçemdeki
çimenleri biçen adamdan daha aydın değilim.”
Aydın
olmayı pek aydınlık bulmayan bu muhalif-i ma- derzadın kitaplarını bizde
umumiyetle Pınar Yayınlan neşretti. “Hakikati gören” kaç kişiye ulaştı
acaba?
*
Financial Times, 24-25 Haziran 1995.
Modern
dünyada,
kurulu düzenlerin en kolay ayarttıkları insanların başında “aydınlar” geliyor.
Aydını ister Gramsci’nin anladığı mânâda, bir sınıfa veya işletmeye organik
tarzda bağlı insanlar; ister Benda’nm anladığı mânâda insanlığın vicdanı
olmaya aday yüce ahlâklı filozof-krallar olarak düşünelim, sonuç fazla
değişmiyor: Aydın, keskin diline, gerçekten muhalefet ediyor gibi görünmesine
rağmen, mevcut sistemin yıkımından çok kendini toparlamasına hizmet ediyor.
Niçin böyle oluyor ve bu açmazdan kurtulmanın yolu var mı? Oryantalizm
yazarının BBC serüveninden hareketle bu sorulara cevap vermeye çalışalım.
Edward
Said iki yıl önce BBC’nin ünlü “Reith Lectu- res” programının konuşmacısı olur.
1948 yılında Bertrand Russell ile başlatılan; Toynbee, Oppenheimer, Galbraith
gibi fikir adamları ile sürdürülen bu yıllık programa Said’in davet edilmesi
“demokrasinin beşiği” Ingiltere’de “olay” olur. Filistin mücadelesinde aktif
rol alan, “Yahu- dilere ve bütünüyle Batı medeniyetine” karşı tavır aldığı
eserlerinde aşikâr olan bir “Arap”, Hıristiyan olsa bile, bu dersleri vermeye
lâyık mıydı? Ne var ki, dinleyicilerin yoğun tepkisi BBC’nin kararını
değiştirmiyor ve Said altı
hafta
süren 30'ar dakikalık konuşmalarını yapıyor. Bu konuşmalar şimdi 90 sayfalık
sevimli bir risale şeklinde kitaplığımızın mutena bir köşesine oturmuş
bulunuyor.* Sayfalan arasında kuşbakışı geziniyoruz:
Bizi
önce çocukluğunun Filistin’ine götürüyor Said. “Londra bu sabah dedi ki,”
tarzından ibarelerle BBC Orta Doğu’da hayatımızın önemli bir parçasıydı,
diyor; “Londra” hep doğruyu söylerdi sanki. BBC’ye bu nazarla bakılması
sömürgeciliğin bir kalıntısı mıydı, bilmiyorum diyor; fakat her halükârda
BBC’nin halk hayatında ne Amerika’nın Sesi’nin, ne de CNN dahil Amerikan özel
TV ağlarının sahip olmadığı itibarlı bir konumunun olduğu aşikârdı.
Said,
aydının evrensel bir vicdan olduğunu düşünmek bakımından Benda’ya yakın.
Bizi başkalarının gerçekliğinden koparan yakın arkaplanımızın, dil ve
milliyetimizin temin ettiği basit kesinliklerin ötesine geçmek tehlikelidir;
aydın, bu tehlikeyi göze alabilendir, diyor. Gell- ner’in Benda’ya nazire
olarak yazdığı “Aydınların ihanetinin ihaneti” denemesinin** bizi hiçbir yere
götürmedi- *
ği,
Benda’nın Aydınların Ihaneti’nden*** daha az vazıh, eleştirdiği
Sartre’dan daha az cesur, hatta kaba bir dogmayı takip ettiklerini ileri
sürdüğü bir takım yazarların görüşlerinden bile daha az işe yarar olduğu
kanaatindedir. Aydının konumunu şöyle vazediyor:
Hepimiz
bir toplumda yaşıyoruz ve kendi dili, geleneği, tarihsel durumu olan bir
milliyetin üyeleriyiz. Aydınlar nereye kadar bu fiilî durumların hizmetkârı,
nereye kadar düşmanıdırlar? Aynı şey aydınların
kurumlarla (akademiler, kilise, meslek kuruluşları) olan ilişkileri ve
zamanımızda onları olağanüstü derecede “kafa- lamış” olan dünyevî güçlerle
ilişkileri için de geçerlidir. Benim görüşüme göre, aydının birinci
derecedeki göre-
d
bu tür ilişkilerin meydana getirdiği baskılardan olabildiğince paçayı kurtarma
arayışıdır. Bu bakımdan aydın bir sürgün, bir marjinal, iktidardakilere hakikati
haykırmaya çabalayan bir dilin müellifi olan bir amatördür.
Bu
modem zamanlar amatörünün hikâyesini birkaç gün takip etmeye değer mi dersiniz?
1
EdWard Said: Representations
of the Intellectual, London: Vin- tage, 1994.
2
* The
Political Responsibility of the Intellectuals,
eds. Macle- an+Montefiore+Winch, Cambridge: Cambridge University Press, 1990.
3
** Juiien
Benda: La Trahison des Clercs, Paris 1927. İng. çev.: The Treason of the
Intellectuals, London: Norton, 1980.
Said
bir
soruyla başlıyor: Aydınlar çok geniş mi, yoksa aksine son derece küçük ve
seçilmiş bir insan grubu mudur? Yirminci yüzyılın en ünlü iki aydın tanımı bu
hu- *
susta
temelden karşıttırlar. Italyan eylemci, gazeteci ve siyaset felsefecisi Antonio
Gramsci “toplumdaki bütün insanların aydın olduğunu, fakat hepsinin
aydının işlevlerine sahip olmadığını” söylemektedir. Toplumda aydın işlevi
görenler ikiye ayrılır: Nesiller boyu aynı şeyi yapage- len öğretmen, rahip
veya idareci gibi geleneksel aydınlar; ve doğrudan doğruya bir sınıf
veya işletmenin çıkarlarına hizmet eden organik aydınlar. Kapitalist
girişimci kendinin yanısıra sanayi teknisyenini, siyasî iktisat uzmanım, yeni
bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin organizatörlerini husule getirir.
Bugünün reklamcı veya halkla ilişkiler uzmanları ve parti danışmanları da bu
anlamda birer organik aydındırlar. Geleneksel aydınlar gibi yerlerinde sabit
durmaz, fikirleri değiştirme ve piyasayı genişletmeye yönelik hareketli bir
mücadele içinde bulunurlar.
Öbür
uçta Julien Benda’nın meşhur tanımı vardır: Aydınlar, insanlığın vicdanını
teşkil eden, çok marifetli ve ahlâklı minnacık bir zümredirler: Sokrat, Hz.
İsa, Spinoza, Voltaire, Renan. Yüce tuttukları şeyler, kesinlikle bu
dünyaya ait olmayan ebedî hakikat ve adalet ölçüleri olduğundan, gerçek
aydınlar bir dinadamları zümresi (clergy) teşkil ederler. Sıradan insanlar
maddî üstünlük, kişisel ilerleme ve (mümkün olduğunda) dünyevî güçlerle yakın
ilişki peşinde olurlar. Bu bakımdan Benda, aydının statü ve başarmamı her zaman
ehl-i dünyanın (la- ity) karşı kutbuna koyar ve onları dinî bir terimle tesmiye
eder. Gerçek aydınlar, “faaliyetleri esas olarak pratik amaçların takibi
olmayan, bir sanat veya bilim yahut metafizik düşünce uygulamasından neşe
alan, sözün kısası gayr-ı maddî üstünlükleri ele geçirmek peşinde olan ve
dolayısıyla ‘Benim krallığım bu dünyada değildir’ diyen” insanlardır.
Peki
bunlar tamamen terk-i dünya eylemiş, esrarlı işlerle uğraşan, fildişi kulede
yaşayan düşünürler midir? Kesinlikle hayır! Gerçek aydınlar, metafizik
tutku ve çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkeleriyle harekete geçip
yolsuzlukları kınadıkları, zayıfları savundukları, kusurlu veya zalim otoriteye
meydan okudukları zaman kişiliklerini bulurlar. Kazığa bağlanıp yakılma,
sürgün edilme veya çarmıha gerilme tehlikesini göze alırlar. Bu bakımdan
sayıları ister istemez azdır. Güçlü bir kişiliğe sahip olmak ve mütemadiyen
statükoya muhalefet etmek zorundadırlar. Benda bunların nasıl oluyor da
hakikati biliyor olduklarını veya ebedî ilkelere göz kamaştırıcı nüfuzlarının
özel fantazilerden ibaret olup olmadığını pek işe karıştırmıyor. Fakat olumlu
veya olumsuz aydın örneklerinin hepsi de ikna edicidir.
Ne
var ki, Gramsci’nin aydının toplumsal analizi gerçekliğe daha yakındır: Aydın,
toplumda belirli bir işlevler * «
kümesini
yerine getiren kişidir. Özellikle 20. yüzyılın sonlarında o kadar çok sayıda
yeni meslek türedi ki (TV ve radyo yayıncılar, akademisyenler, bilgisayar
analistleri, spor ve medya hukukçuları, yönetim danışmanları, politika
uzmanları, hükümet danışmanları, özel piyasa raportörleri ve hatta bütün bir
modern kitle gazeteciliği), bütün bunlar Gramsci’nin vizyonunu haklı çıkarmaktadır.
Bugün, bilginin üretim veya dağıtımıyla bağlantılı her hangi bir alanda
çalışmakta olan herkes aydındır. En sanayileşmiş Batı toplumlannda bilgi
sanayileriyle hakiki fizikî üretim sanayileri arasındaki oran, birinciler
lehine keskin bir artış göstermektedir. Amerikalı sosyolog Alvin Gouldner
birkaç yıl önce aydınların toplumdaki yeni sınıf olduklarını ve eski para
veya mülk sahibi sınıfın yerine geçtiklerini söylüyordu.[§]
Bu yükselişleri yüzünden, aydınlar artık geniş bir halk kitlesine hitab
etmiyor; aksine, bir eleştirel söylem kültürünün üyeleri haline geliyorlar.
Gramsci’nin
organik
aydını, Wallerstein’in vur abalıyası. Sistemkarşıtı hareketlerin 150 yıldır
kapitalist sistemi dönüştürmek şöyle dursun, onun gün geçtikçe kuvvetlenmesine
yaradıklarının sebebini özellikle “sosyalist aydının kalaya alınmasında”
buluyor. Açıklaması kısaca şöyle:
Liberalizmin
dış görünüşünün aldatıcılığı (yani, onun serbesti kisvesi altında gerçekte
sermaye birikim sürecini hızlandıran işlevi) işin başından beri biliniyordu ve
iki yüzyıl boyunca sık sık kuvvetli biçimde dile getirilmişti. Bununla beraber
sosyalist geleneğe mensup hareketler kendilerinin belagatli liberalizm
eleştirileriyle tutarlı biçimde davranmadılar. Çoğunlukla, tam aksini
yaptılar! Çünkü hepsi de gösterişli biçimde insanlık adına konuştuğunu
iddia eden bu hareketlerin toplumsal temeli gerçekte dünya nüfusunun sınırlı
bir zümresiydi. Bunlar arasında şehirli işçi sınıflarının vasıflı ve yarı
vasıflı olanları, dünya aydınları ve kapitalist dünya-ekonominin işleyişinin
daha çabuk görülebildiği kırsal alanların daha vasıflı ve eğitimli grupları
vardı (Aşağı yukarı, Gramsci’nin organik aydınlan). Bunlar önemli bir sayıya
baliğ oluyordu, fakat hiç te dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuyorlardı.*
İnsanlık
adına konuşan aydın, Julien Benda’nın rüyasıydı. Aydınların İhaneti,
aydınların bir nevi evrensel mekânda yaşadıkları izlenimini vermektedir: Me
ulusal sınırlarla kuşatılmışlardır, ne etnik kimlikle. Fakat 1927 yılında
Benda’ya öyle geliyordu ki, aydınlarla uğraşmak sadece AvrupalIlarla
uğraşmaktı (beğenerek sözünü ettiği tek Avrupalı olmayan kişi Hz. Isa’ydı).
O
günden bugüne çok şey değişti, diyor Edward Said. Evvela, Avrupa ve Batı artık
dünyanın geriye kalan kısımları için karşıkonulmaz ölçü koyucular değildir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük sömürge imparatorluklarının dağılması,
Avrupa’nın bir zamanlar dünyanın karanlık yöreleri denen ülkelerin
entellektüel ve siyasî bakımlardan aydınlatılmasındaki yeteneğini azalttı.
Soğuk Sa- vaş’ın zuhuru, Üçüncü Dünya’nm ortaya çıkışı ve Birleşmiş
Milletler'in (uygulamasa bile) ima ettiği halkların evrensel özgürleşmesiyle,
Avrupaiı olmayan ulus ve gelenekler ciddi önem kazanmaya başladılar.
Bu
durumda aydın, kendi “ulus”unun uluslararası sistem içindeki sözcüsü olmayı
seçen kişi midir? Evet diye cevap vermek çok kolay. Ya “ulus” dediğiniz
topluluk bizzat o sistemin ihdas ettiği, vücut bulmaya zorladığı bir varlık
ise? Bu durumda aydının sözcülüğü, sözde temsil ettiği insanlardan çok,
sistemin işleyişinden maksimum çıkar sağlayanlara yarayacaktır.
Aydın,
ülke içinde belirli bir grupla özdeşleşen, onun duyuş tarzını ve çıkarlarım
sembolik bir dille propaganda eden kişi midir peki? Said’in cevabı son derece
öğretici: “Her aydının, ona kulak veren bir seçmen kitlesi vardır. Mesele,
bu insanların tatmin edilmesi, mutlu tutulması gereken bir müşteri topluluğu
olarak mı; yok-
sa
meydan okunması, muhalefete çekilip toplumda daha ileri bir demokratik katılım
yolunda harekete geçirilmesi gereken bir topluluk olarak mı görüldüğüdür. Ancak,
her iki durumda da otorite ve iktidardan yakayı kurtarmanın, aydının onlarla
ilişkisinden sıyrılmanın yolu yoktur. Aydın, otoritenin karşısına hangi sıfatla
çıkacaktır: Profesyonel bir yardakçı olarak mı, yoksa onun mükâfatsız, amatör
vicdanı olarak mı?”
Aydın,
toplum içindeki her hangi bir grupla bağlantısını evrensel hakikat ve adalet
ilkeleri olduğunu düşündüğü şiarların üzerine çıkarmadığı; ulusu temsil
görüntüsüyle (bugünkü çoğu ulusçuların yaptığı gibi) uluslararası sisteme
hizmet etmediği;doğruluktan sapma eğilimleri gösteren herkese tavizsiz uyanda
bulunmaya çalıştığı ölçüde, Müslüman bir topluluk nezdinde güvenilirdir.
*
I. Wallerstein: “Aydınlanma, ilerleme ve Liberalizm,” Bilgi ve Hikmet,
Bahar 1995.
Şehzade Korkut’a
göre, medrese idealleriyle yetişen in- l^sanlar ile ahali potansiyel bir
“iyiler taifesi”ydi; padişah emrindeki kapıkulları ise “kötüler taifesi”.
Cevdet Pa- şa’ya göre, çeşitli vesilelerle Avrupa tüccarı ile işbirliği yapıp
ahaliyi soyan [bürokrat-tüccar] zümre “reziller” ta- ifesiydi. Said Nursi, maddeci
bir dünya görüşünü Müslüman bir millete zorla dayatmak isteyen Batıcı-lâik
“kötü- ler”e karşı, “iyilerim imanını koruyacak bir dinî söylem geliştirdi; ismet
Özel ise kendi hayat hikâyesinden (“masalından”) hareketle modern dünyada
“iyilerden yana ol- ma”mn ne demek olabileceğini gösterdi.
Şerif
Mardin’in “İyiler ve Kötüler” başlıklı makalesinin kısa özeti bu. Dört
yıl önce Daedalus dergisinde yayımlanan bu güzel yazıyı Türkçeye
çevirip Dergâh dergisinde yayımlamıştım. Daha sonra Tarih Risaleleri
başlıklı derlemeye* dahil ettiğimde, hocamız hakkındaki genel kanaatlerimi de
ifade etmeyi gerekli görmüş ve şöyle demiştim:
Şerif
Mardin, Türk sosyolojisinin “onur konuğu”. Bizimkiler ne
yapıyor diye meraklanıp ülkesini ziyarete gelmiş bir “Avrupa Türkü”. Said
Nursi üzerindeki etüdü intibak problemini halletmek yerine çetrefilleştirmiş.
Birkaç
yıl
önce Türk Edebiyatı Vakfı nda cami, namaz, zikir., gibi İslâmî “semboller”den
hareketle yaptığı konuşmada en az yirmi defa "... gibi geliyor bana”
dediğini kaydetmiştim. İhtiyat değil bu, tereddüt. Üyelerinin manevî dünyasına
giremediğimiz bir toplumu tahlil etmenin olağan çekingenliği. The Genesis..
yazarı, ondokuzuncu yüzyıl Türkiye’sini hepimizden iyi tanıyor; ama
yirminci yüzyılda İstanbul’da değil de Paris’te yaşamış gibi. Türk toplu-
munun Büyük Yabancısı. (Böyle binlerce “yabancf’nın var olduğu gerçeği, onları
marjinallikten kurtarmıyor. Olsa olsa, “Medine Vesikası” tartışmasının
muhatabı kılıyor!)
Cemil
Meriç inanan yabancıydı; kendini Müslümanlar arasında
zorunlu bir “otobüs yolculuğuna” çıkmış farzedi- yordu. Şerif Mardin belki
inanmak isteyen, ama buna bir türlü gönlü (aklı?) yatmayan yabancı. Ahmet Rıza
ile, Abdullah Cevdet ile aynı “kara tirene” binmiş. Avrupa’da Müslüman,
Türkiye’de Avrupalı. Varalı değil, muaddel bilinç. Genç Osmanlılara, Jön
Türklere, Said Nursi’ye dair hakikaten öncü nitelikteki çalışmalarının toplumda
karşılığını bulamaması bu yüzden, ilim adamı tesbitle yetinemez; istikamet
göstermek zorundadır. Tarafsız ilim, düzenbazlığa çıkarılmış davetiye.
Şerif
Mardin, Celal Nuri’nin, Abdullah Cevdet’in devamı. Onlara kıyasla Batı’ya daha
çok, İslam’a daha az aşina. Celal Nuri’lere gösterilmeyen müsamahayı Şerif
Mardin’lere gösterebilecek miyiz? Göstermeli miyiz? Göstermemek için haklı
sebeplerimiz olmakla beraber, gösterilmesinden yanayım. Cemil Meriç’in
yukarıdaki isimlerle ilgili hükmünü paylaşıyorum: “Bunlar hiçbir zaman küfr-ü
mutlak içinde değildiler. Olsa olsa agnostiktiler. Çağdaşlarının bağışlamadığı
bu dürüstlük, bu samimiyet. Kabuklu hayvanlar, her düşünen insanın karşılaştığı
bu beşeri tereddütleri anlamak istemedi. ... Dava şu: Bir yanda kafası işleyen,
kâinatın muammalarını anlamak için hem dinlerin, hem felsefelerin ışığından
faydalanmak isteyen, bütün bilgilere, bütün düşüncelere açık birkaç kişi..
Ötede mutlak hakikati belli sloganlara irca ederek Müslümanlığı fıtrî bir
imtiyaz olarak kendilerine mal eden bir iki oportünist. Ve İkincilerin
etrafında kümelenen adsız ve şuursuz yığın. Abdullah Cevdet'i tekfir edenler
onun geniş irfanını affedemiyorlardı.” (Gergedan , Nisan 1988.)
Müslüman
gençliğin irfanı bugün bütün medeniyetleri kucaklayacak seviyede. Kemal
Tahirler, Şerif Mardinler, Attila İlhanlar., “bizim yabancılarımız”.
Onlarla aynı gemideyiz. Geminin bizim sularımızda seyretmekte olduğunu
kabul etmeleri şartıyla onları affedebiliriz. Bu “uzlaşma” değil, bir ihkak-ı
hak meselesidir. Başka türlü, “iyilerden yana olmak” mümkün değildir.
*
Tarih Risaleleri^ İz Yayıncılık, 1995.
Şerif
Mardin son derece güzel bir edisyon kitap hazır- Ölamış:
Orta Doğu’da Kültürel Geçişler.* Amerikan Üniversitesi İslami Araştırmalar
Kürsüsü tarafından 1989 Aralık ayında düzenlenen bir konferansın tebliğlerinden
meydana gelen kitapta Said Emir Ercümend siyasî geleneklerin
modernleştirilmesinde anayasaların rolünü, Semir Halef ise Beyrut
Amerikan Üniversitesi örneğinden hareketle New England püritanizmi ile Orta
Doğu’da liberal eğitim arasındaki ilişkiyi inceliyor. Richard Khuri, Arap
dünyasının Marksist Müslümanı olarak şöhret yapan Hasan Hanefi’nin Arap-İslam
dünyasında özgürlüğün olmadığı yolundaki fikirlerini eleştirirken; Şahruh
Ahe- vi, Seyyid Kutup’tan yola çıkarak felsefenin sefaleti ve İslam
geleneğinin korunması meselesini tartışıyor. Şerif Mardin’in tebliği “Necip
Fazıl ve Nakşibendilik” alt başlığını taşıyor. Ust başlıktan modern
Türkiye’de laikleşmenin etkileri çerçevesinde aydın ile kültürel değişme
arasındaki ilişkiyi aydınlatmaya çalıştığını anlıyoruz. Derlemenin en ilgi
çekici bölümlerinden biri Michael Me- eker’m: “Müslüman Aydın ve Sözüne
Kulak Verenler.” Bugün, Meeker’m tesbitlerinden bir kesit sunmaya çalışacağım.
Meeker’a
göre, son onbeş yılda, “Müslüman aydın” veya “İslamcı aydın” diye
adlandırılan yeni bir tür köşe yazan ve denemeci, tahsilli Türk müminleri
arasında dikkate değer sayıda dinleyiciyi kendine çekti. (Bunlar üzerine yazı
yazanlar İslamcı aydın tabirini kullanırken, kendileri çoğunlukla Müslüman
aydın tabirini tercih ediyorlar.) Müslüman aydın, Cumhuriyet rejiminin siyasî
ve kültürel kurumlarını eleştirirken, Türkiye Müslümanlarının hayat tarzlarının
yeniden-İslamîleştirilmesi çağrısında bulunmaktadır. Her ne kadar İslamcıların
yüz yıllık Batılılaşma eleştirilerine medyun-u şükran ise de, yeni Müslüman aydın
daha çok 1950-sonrası laik Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir. Bu arkaplan onu
Türkiye’de daha önceki İslamcı düşünürlerden ayırmaktadır. Düşüncesinin büyük
bir bölümü İslamcı direnme ve muhalefet geleneğine tetabuk etmekle beraber,
kullandığı dil, andığı veya tahlil ettiği eserler, Batıcılık ve laikliğe karşı
tutumu ve söyleminin daha az ele gelir veçheleriyle alışılmadık bir tiptir. »
Müslüman aydın otuz-elli yaş
arasındadır ve İstanbul veya Ankara’da ikamet etmektedir. Taşradaki bir
kasabalı veya memur ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, ilk, orta ve liseyi
taşrada bitirmiştir. Sonra Ankara veya İstanbul’un yolunu tutarak, oralarda
bir veya daha fazla Türk üniversitesinde laik yüksek öğrenim görmüştür. Çalışmaları
fen veya mühendislikten ziyade beşeri bilimler veya sosyal bilim sahalarında
temerküz etmiştir. (Türkiye’deki Müslüman aydının bu özelliği İslam
dünyasındaki Müslüman radikallerinkinden farklıdır. Sivan'ın tesbitine göre,
radikaller daha ziyade teknik bir eğitimden geçmektedir- < * r
*
ler.)
Üniversiteyi bitirdikten sonra, Ankara veya İstanbul’un daimi mukimi haline
gelmektedir. Türkçeden başka bir veya iki Avrupa yahut Orta Doğu dili
bilmektedir. Batı edebiyatı, felsefesi veya sosyal tarihine ciddi ve uzun
ömürlü
bir alakayla eğilmiştir ve eserlerinde İslâmî otorite veya kaynaklardan daha
çok Batılı yazarlara atıflar vardır. Fakat Müslüman alimlerin fikir ve
eserlerini de sıkça zikreder ve bazan uzun uzadıya tartışır.
« ta
Meeker,
bu ön bilgilerden sonra ismet Özel’den hareketle “Müslüman aydının
kültür siyasetini değerlendiriI
yor”
ve Ozel’in eserlerinden altı uzun çeviri yapıyor.
Michael
Meeker’a göre, kendini yabancı sosyal çevrelerden tecrit
etmeye meyyal muhafazakâr mümin, Müslüman aydını laik aydından pek farklı
görmemektedir. Müslüman aydının yeni Türkçeyi akıcı bir üslupla kullanması,
bazan Batılı modalara dayanıyor gibi olan tahliller yapması ve Avrupa siyaset
felsefesinin meseleleriyle fazlaca haşır neşir olması muhafazakâr mümini tedirgin
etmektedir. Aynı zamanda, Müslüman aydının Batı ve İslam kültürleri arasında
köklü bir fark bulup ortaya çıkarmasından da rahatsız olmaktadır. Bu bakımdan
Müslüman aydını “modemist”, “radikal”, “solcu”, “Humeynici” ve hatta “Şii”
sayarak reddedebilmektedir.
Her
ne kadar Müslüman aydın bazı muhafazakârlarca aşın biı tip olarak
resmediliyorsa da, çağdaş İslam funda- mentalizmine dair Batılı çalışmalarda
ortaya çıkan “radikal İslamcı” tipten uzaktır. Radikaller Batıyı topyekün
“şer” kaynağı sayıp reddederken, Müslüman aydın önce Batı’yı anlamak istemektedir.
Temel İslâmî ilkelere müracaatla, Batı medeniyetinin bir tarih süreci içinde
oluşumunu tahlil etmekte, bu çabayı Batı’ya muhalefet projesinin ilk adımı
olarak görmektedir. «
Türkiye’deki
Müslüman aydınlar, öbür İslam ülkelerindeki aydınlardan niçin bu kadar
farklıdırlar? Bu sorunun cevabı, onların okuyucularıyla paylaştıkları hayat
tecrübesinin unsurlarında aranabilir. Yeni Türk okuyucu nesli, aldıkları
tahsil gereği Batı entellektüel ve kültür akımlarına yakından aşina olan, Batı
medeniyet ve kurumlan hakkında “doğrudan” bilgi ve tecrübe sahibi olan bir
nesildir. İslâmî kimliklerini Batı ile doğrudan temas sayesinde
keşfetmişlerdir.
Müslüman aydınların temsilcisi
sayılabilecek çok sayıda yazar arasında özellikle bir tanesi Türk okuyucuları
tarafından nispeten daha fazla tanınmaktadır. Bu, bir zamanlar Ankara ve
İstanbul kafelerindeki Bohemci aydınlar arasında yer alan bir şahsiyetken,
bugün hem laikler hem de İslamcılar tarafından en özgün Müslüman aydın kabul
edilen İsmet Özel’dir. İsmet Özel’in ilk deneme kitabı olan Uç
Mesele, İslamcı düşüncede yeni bir hareket noktasıdır. Diğer Müslüman
aydınların eserleri üzerinde güçlü bir etki uyandırmıştır ve Türkiye’deki bu
yeni dinî yönlenmenin manifestosu sayılabilir.
Meeker’ın ismet Özel tahlilini bir
sonraki yazıda özetleyeceğim. Bu yazıyı, iki yıl önce Dergâh dergisinin
soruşturmasına verdiğim kısa bir cevapla noktalıyorum: “İsmet Özel’in
düşüncesi, Müslümanlar bakımından en az şiiri kadar önemli ve etkilidir. Uç
Mesele, ufuk açıcı bir ilk çalışma. ‘İslamcı aydınlar’ henüz bu kitabın
sınırlarından öteye geçebilmiş değiller.”
İsmet
Ozel’in laik, solcu bir şairden Müslüman savunucu ve
tahlilci olma istikametindeki kişisel dönüşümü (Meeker burada conversion/dönme
terimini uygun görmeyip transformasyon/dönüşüm kelimesini kullanıyor.)
İslamiyet’in Türkiye Cumhuriyetiyle ilişkisi üzerinde fikir yürütmemiz
bakımından onu çok iyi bir konuma yerleştirmektedir. Birçoğu beşyüz kelimeyi
geçmeyen kısa denemelerinde kendi kişisel tecrübesini gözden geçirmekte ve
kendini Türk toplum ve tarihinin bir ürünü olarak değerlendirmektedir. Bu
yaklaşım ona İslâmî inançlarını en yakın çağdaş hadiseler bağlamına
yerleştirebilme imkânı vermektedir. * •
•
İsmet
Özel, kendisi gibi Batıcı etkilerden derin biçimde etkilenmiş Müslümanlara özel
bir rol biçmektedir. Türkiye’de İslam’ın kaderinin Müslümanların topyekün istikbaline
işaret ettiğini, çünkü Türkiye’nin diğer bütün İslam ülkelerinden çok daha
şiddetli biçimde Batılılaşmadan etkilendiğini ileri sürmektedir. Bu
yöneliş Ozel’in denemelerine öbür Müslüman yazarların eserlerinde görülmeyen
bir tazelik vermektedir. Kur’an ve Hadis’i zikreden geleneksel İslam’ın bir
temsilcisi sıfatıyla değil, Türkiye’de sanat, müzik, edebiyat ve tarih üzerin-
de
kışkırtıcı yorumlar yapmasını mümkün kılan Cumhuriyet toplumunun içindeki adam
sıfatıyla yazmaktadır. İslâmî kurumlara yönelik laikçi eleştirilere, çoğu
zaman onları yönlendiren riyakârlık, tekebbür ve diktacılık maskelerini düşürmek
suretiyle cevap verdiği denemelerinde ustalığının zirvesine çıkmaktadır.
Hülyalardan
sıyrılmış bir solcu olarak ismet Özel aynı zamanda İslam’ı 1960 ve 70’lerin
sağ-sol ideolojik tartışma ve kavgalarından kaçış olarak görmeye meyyaldir.
Okuyucularını İslâmî bir kimliği, Batı veya Doğu bloklarının sunduğu
alternatiflerden kesinlikle farklı olan üçüncü bir yol olarak benimsemeye
teşvik etmektedir. Denemelerinde, dindarlık hem huzur veren bir melce, hem
de Türk toplumunun bir parçası olan şiddetli siyasî husumete aktif bir cevap
olarak boy göstermektedir.
Özel,
birçok muhafazakâr Müslümanın kanaatlerini sarsmakta da tereddüt etmemektedir:
Türkiye’deki Müslümanların, Allah onlardan yana olduğu için her şeyin bir
şekilde yolunda gideceği düşüncesiyle yan gelip yalamayacakları ikazında
bulunmaktadır. Nefslerini murakabe altına almalı, ferdî eylem için bir program
geliştirmelidirler. Bu onların bir takım nahoş gerçekleri kabul etmelerini
gerektirecektir: Müslümanlar Türkiye’de büyük çoğunluk değil, küçük bir
azınlıktırlar. Birlik içinde değildirler ve hiçbir zaman bir tek çeşit Türk
Müslüman olmayacaktır.
Hakiki Müslümanlar küçük bir azınlık
olsalar da, İslam Türkiye’deki büyük çoğunluğun inanç ve uygulamalarındaki
gözükmeyen (latent) boyuttur. Dolayısıyla, İslâmî bir hareket bu daha derin ve
yüce tutulan değerlerin temsilcisi olduğu ölçüde halk adına hareket edebilir.
Fazilet
Koleji ile Data Teknik Bilgisayar şirketi ortaklaşa bir
sempozyum düzenlediler: “Bilgi Toplumu ve Eğitimimiz”. Bu sempozyumda konuşan
değerli bilima- darm Toygar Akman’dan Cizreli Ebu’l İzz’in geliştirdiği
robot makinalann hikâyesini dinleyince, bilim ile sanayi ilişkisine ve farklı
toplumlarda teknolojiden beklenen hizmete dair bir değerlendirme yapmanın
yararlı olacağım düşündüm. Önce, Fransız tarihçi Braudel’den, İskenderiye’de
bundan tam 2000 veya 2100 yıl önce geliştirilmiş olan buhar motorlarının
hikâyesini dinleyelim.
Üstada
göre, bir takım icatların yapılmış olması hemen bir sanayi devrimine yol
açmaz. Önemli olan, ekonominin sözkonusu icatları kullanabilme kapasitesine
ulaşması, o icatların sağlayacağı katkıya ihtiyaç duyacak hale gelmiş
olmasıdır. Başarılı bir devrim, top- yekün bir gelişme sürecini
gerektirmektedir. Bir toplum ve ekonominin bütün kesimleri bu süreçle
alakalıdır ve değişime eşlik etmek, değişimi sürdürmek ve fiilen değişime
uğramak yeteneğinde olmalıdırlar. Her sanayi devrimi bir unsurlar bileşimidir,
bir “aile kompleksi”, bir değişik faktörler dizisi. Bazan bir icat tecrit
edilmiş halde boy verir, parlak ama işe yaramaz, verimli bir beynin kısır
meyvesi; duyan bile olmaz. Bazan bir çeşit take-off vuku bulur, belki enerji
alanındaki bir devrimin, tarım veya zanaat teknolojisindeki âni bir
ilerlemenin, pazarlamadaki bir sıçramanın veya nüfus artışının sonucu olan bir
havalanma: Bir ilerleme fışkırması olur, motor başlama noktasındaymış gibi
görünür; sonra herşey durma noktasına gelir.
Büyük tarihçi
tahlilini şöyle bağlıyor: “Hiçbir sanayi devrimi, hatta daha geniş anlamda
üretim ve mübadelede hiçbir ilerleme tam olarak bilimsel ve ekonomik bir süreç
sayılamaz. Ekonomi insan hayatının diğer kesimlerinden tecrit edilmiş halde
mevcut olamaz; ekonomi onlara, onlar da ekonomiye bağımlıdırlar.” Braudel, çarpıcı
bir örnek olarak Batlamyus Mısır’ını veriyor. Buhar motoru, Deniş Papin
veya James Watt’dan 18 veya 19 asır önce, MÖ 100 ila 50 arasında İskenderiye’de
icat edilmiş bulunuyordu. Belli bir mesafeden ağır bir tapınak kapısını açıp
kapayan bir mekanizmayı işletebilen aeolipile adı verilen bir çeşit
buhar türbünü Mısırlı bir “mühendis” tarafından icat edilmişti.Bu icat, başka
birkaç icatm peşinden yapılmıştı: emme pompası, basma tulumba, termometrenin
bazı ilk örnekleri, çeşitli savaş motorları... Bunlar ya sıkıştırılmış havaya
veya büyük yaylara .bağlı olarak çalışıyorlardı ve çoğunun pratik olmaktan
ziyade te- orik önemi vardı. O uzak günlerde, İskenderiye zonkla' yan bir icat
merkeziydi. Bir iki yüzyıl önce, birkaç devrim vuku bulmuştu zaten: kültür,
ticaret ve bilim devrimleri:
Oklid,
Batlamyus ve Eratostenes’in çağıydı bu. Üçüncü yüzyılın başlarında, şehirde
yaşadığı sanılan Dicaearchus “haritada, Cebelitarık Boğazımdan Toroslar ve
Himalaya- lar üzerinden Pasifik Okyanusu’na uzanan bir arz derecesi çizgisi
çizen” ilk coğrafyacıydı. Üçüncü yüzyılda İskenderiye’nin bir mühendislik
okulu bile vardı. (Civiliza- tion and Capitalism, III, s.543.)
Bu
icatlar niçin birbirlerinden güç alarak bir sanayi dev- rimine dönüşmedi? Çünkü
köleci toplumda ihtiyaç duyulan enerjiyi temin edecek bol sayıda köle
vardı. O zamana kadar mevcut olanlardan daha güçlü enerji kaynaklarına ihtiyaç
yoktu. Böylece Hellen toplumu, “mühendislerinin” icatlarına kayıtsız kaldı.
Yukarıda
sözünü ettiğim sempozyumda konuşan Dr. Şa- kir Kocabaş, insanların çağlar boyu
tıpkı canlılar gibi otomatik işler yapan makinalara büyük ilgi ve hayranlık
gösterdiklerini dile getirdi. “İnsanlarda sanki canlılığı taklit eden
makinalar, süs eşyası ve oyuncaklar yapma derinden gelen bir arzu olarak
bulunmaktadır.” Kocabaş’a göre, Abbasiler zamanında Musa Kardeşlerin yaptığı ve
hidrolik prensiplerine dayanan çok çeşitli otomatik aygıt tasarımlan,
Selçuklular zamanında Ebül İzz’in yaptığı otomatlar İslam bilim ve teknoloji
tarihinde en çok bilinen çalışmalardır. Bu çalışmalar daha sonra Endülüs ve
Orta Doğu yoluyla Avrupa’ya geçmiş ve birçok Avrupaiı mekanikçi tarafından
geliştirilmiştir.
İnsana
benzeyen
makineler yapma fikrinin yirminci yüzyıldaki öncülerinden biri, Çek piyes
yazarı Karel Çapek. 1920 yılında yazdığı Russumun Universal Robotları adlı
piyesinde, Çekçe robota denilen işçilerin görevlerini yapacak olan
makinelerin, tıpkı insanlar gibi söz dinleyebileceklerini ve akıllı
davranışlarda bulunabileceklerini ileri sürmüştü.
Toygar
Akman’a göre, insana benzeyen makineler yapmanın tarihi oldukça eski. Hz.
Isa'dan 700 yıl önce Çin bilgini Yang Wu Lien, otomatik bir dilenci keşiş
yapmıştı. Omuzuna asılı olan çanta belirli bir ağırlığa ulaşınca veya çekilince,
Sadaka!.. Sadaka!., diye ses çıkarıyordu. Yine Çinli Han Çih-Ho, 890
yılında tahtadan ve zıplayan bir kedi yapmıştı. Alman bilgin ve filozof
Albertus Magnus onikinci yüzyılda otomatik bir hizmetçi yapmıştı. Robot
hizmetçi, kapıyı açarak misafirleri selamlıyor ve onlara birkaç kelime
sesleniyordu. Onbeşinci yüzyılda Leonardo de Vinci pekçok otomatik
makineler yapmıştı. Bunların en ilginci, Fransa Kralı 12. Lui şerefine yaptığı
aslandı. Kral Milano’ya geldiği zaman, Otomatik Aslan, KraFı şehrin girişinde
karşılamış, biraz ilerledikten sonra önünde durmuş ve göğsünü gösterecek
biçimde
pençelerini kaldırarak, Fransa kralının arması olan Zambak şeklini
göstermişti. Descartes ve Edison, sonraki
yüzyılların ünlü robot tasarımcıları arasında zikredilebilir.
Toygar
Akman, 1972 ylında Diyarbakır kütüphanesinde İbrahim Hakkı Konyalı’nın “800
Yıl Önce Türk Sarayları Makineleşmişti” başlıklı makalesini görünce çok şaşırmış.
Yazar, Selçuklu boylarından Artuk Türklerinin Diyarbakır’ı başkent yaptıklarım
ve güneye doğru uzanarak Kudüs’e kadar indiklerini, bu bölgede ileri bir
medeniyet kurduklarını belirtiyormuş. Artuk beylerinin saraylarını bilim
adamlarına açtıklarını, bu bilginlerden Cizreli Ebu’l Izz’in pek çok
robot adamlar yaptığını, kitabının orijinalinin İstanbul’da Üçüncü Ahmet
Kitaplığı’nda, bir örneğinin de Ayasofya Müzesi’nde bulunduğunu söylüyormuş.
“Yazıda yer alan robot adamlar, insanda hayret duyguları uyandırıyor”muş.
Akman, kitabın orijinalini bulduktan
sonra, araştırmalarını derinleştiriyor; kitabın kısmen Almanca’ya çevrildiğini,
Ayasofya’daki eserin 66 sayfasının çalındığını, kitaptaki taslaklara uygun
robotların Prof. Wideman tarafından yapıldığını ve bunların Erlangen
Üniversitesi’nde bulunduğunu öğreniyor. Batıhlann Ibn-al Razzas Cesari dedikleri
bilginin eseri 1974 yılında Donald Hill tarafından İngilizce’ye çevrilerek
yayımlanıyor (The Book of Knowledge of Ingenious Mechanical Devices).
Ebu’l
Izz, otomatik hareketi hangi güç kaynaklarıyla sağlıyordu? “Bunlardan biri, suyun
basıncı ile Havanın Etkisi, suyun kaldırması ile Şamandıraların
Etkisi ve mumun erimesiyle meydana gelen Ağırlık Kaybedilmesinden Hasıl
Olabilecek Hareket. Bir an insanın aklı almıyor! Ancak, Ebu’l îzz, Artuk
Beyi Ebu’l Feth Mahmud ibn Mehmed ibn Karaaslan için yazdığını söylediği kitabında,
hükümdar ve kardeşine 25 yıl otomatik makineler yapmış ve işletmişti.”
Cizreli
bilginin otomatik saatlerinden biri şöyle çalışıyordu: Sistem, suyun
yükselmesi ile harekete geçen şamandıranın bağlı olduğu iple makaraları
döndürüyor, böylece iki “robot adam”ın biri yazıcı, diğeri de hesapla- yıcı
olarak zamanı (saati) işleyerek gösteriyorlardı. Tıpkı eski bilgisayarlardaki
Okuyucu ve Yazıcı kafalar gibi, sistem işliyor, su aktığı müddetçe saatin kaç
olduğu tesbit ediliyordu.
Hükümdar,
bilginimize, elleri kirli olan hizmetçilerin kendisine ve misafirlerine
hizmette bulunmasını doğru bulmadığını, bu sebeple misafirlerine hizmet edecek
robot adamlar ile kendisinin temiz abdest almasını sağlayacak makineler yapıp
yapamayacağını sormuştu. Ebu’l İzz, Ar- tuk hükümdarının bu isteklerini yerine
getirmiş ve kısa zamanda istenen robotları yapmıştı. Otomatik Abdest Alma
Makinesi şöyle çalışmaktaydı: Hükümdar makinenin yanına yaklaştığında,
işlem başlıyordu. Makinenin üstünde bulunan tıpanın çıkartılması ile içeriye
dolan hava, depoda bulunan suyun aşağıya akmasına yol açıyordu. Aşağıda su
yüzeyinde bulunan şamandıra ise suyun akışına bağlı olarak yükselip kendine
bağlı olan Robot Adamın kolunu harekete geçiriyor ve Robot elindeki ibriği
eğerek, suyu hükümdarın ellerine dökmeye başlıyordu. Abdest alma işi
tamamlanırken, yükselen şamandı ra ikinci kolu harekete geçiriyor, bu sefer
Robot sol elinde tuttuğu havlu ve tarağı Hükümdara uzatıyordu.
Tabiata
hükmetme arayış ve ihtiyacı içinde olmayan kadîm toplumlann teknolojiyle
ülfetleri bu sınırlar içindeydi. Bugün, tabiatı ve insanları hükmü altına
almada teknolojiyi basit bir araç düzeyine indirmiş bir medeniyet camiasıyla
hesaplaşırken, tabiata ve insana “İlahî bir emanet” muamelesi yapan geleneksel
toplumlann zili niyetleriyle irtibat içinde olmalıyız. Böyle bir tutum, hem
eşyaya dair bilginin ilelebet bir medeniyetin tekelinde kalamayacağının
bilinmesi, hem de yaşanmaya değer bir hayatın inşâsı için elzemdir.
Sayın
Mustafa
Özel. Geçmişte birçok kahramanımız yaşamış. Tarihimiz bunların şereflendirdiği
altın sayfalarla dolu. Bugün niçin kahraman çıkaramıyoruz? Nesil mi bozuldu?
Genlerimizle mi oynandı? Kahramansız toplum olma vasfımız daha ne kadar sürecek?
Bu
türden soru soranlara önce Sezai Karakoç’un “Çocukluğumuz” şiirinden mısralar
okuyorum. Yaşadığımız çelişkiyi hiçbir toplumbilimcinin iyi bir şair kadar dile
getirebileceğine inanmıyorum çünkü.
Babamın
uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş
gelirdi Ali bir kırata
Ali
ve at, gelip kurtarırdı biti darağacından
Asya’da,
Afrika’da, geçmişte gelecekte
Biz
o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş
kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü
Çocuklarla
oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali
güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman
Ali
olmaktan bir sedef her çocukta
Babam
lâmbanın ışığında okurdu
Kaleler
kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde
bayram yapardık
İslâm
bir sevinçti kaplardı içimizi
Peygamberin
günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Be
diri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyuyamazdık
Şimdi
hiç birinden eser yok
Gitti
o geceler o cenk kitapları
Dağıldı
kalelerin önündeki askerler
Çocukluk
güzün dökülen yapraklar gibi
(ŞiirlerIV,
Diriliş Yayınları, 1975)
Kahramanlarını
yaşadığı güne taşıyamayan bir millet, tarihin inşâsına etkin biçimde katılamaz.
Başkalarının yapacağı bir tarihin malzemesi olur ancak. Çocukluğumuzun Alisi,
Hamzası, Seyyid Battalı yetişkinlik çağımızda bize bir şey söylemiyorsa, onları
çevremizde göremiyor, teşhis edemiyorsak; Bedrin, Hayber’in simgesel karşılıklarını
bulamıyorsak, hayatımızın özsuyu çekilmiş, irâde sahibi varlıklar olduğumuz
şüphe dairesine girmiştir.
Belli
bir yaşa ulaştıktan sonra, aklı duygularına baskın gelmeye başlayan genç
adamın, elinde kılıçla Battal Gazi’nin Diyâr-ı Rûm üzere sefer eylemesini
gözünde canlandırması tabiatıyla güçleşir. New York’tâki Türk Günü’nde kılıç
kalkan ekibinin seyircilerin bir çoğunu korkutup kaçırması gibi, Kapıkule’yi
elinde kılıçla geçen Battal’ın nasıl gülünç bir duruma düşeceği ortada. O halde
cenk kitaplarımızdaki kahramanları bugün nasıl yaşatacağız? Kimdir bugünün
Alisi, Hamzası, Battalı?
Sanayi
Devrimi, toplumsal gücün kaynağında bir tahav- vüle yol açtı. Kas kuvvetinin
yerini, toplumsal örgütlenme ve o örgüt içinde cansız enerji kaynaklarından
(makinelerden) daha fazla yararlanma aldı. “Doğu” toplamlarının bireyleri,
“Batı” toplumlarının bireylerinden tek tek daha güçlü, hatta daha akıllı
olabilirdi. Ama Batılının “toplumsal aklı” daha çok güç üretiyordu artık.
Zamanın kahramanı, bu süreçte toplumsal etkinliğe en çok katkıda bulunandı.
Sanayi
sonrası dönüşümü yaşıyoruz bugün. Anahtar kavramlarımız: Bilgi, teşebbüs,
rekabet. Kahramanlık ruhu ancak bu alanlarda ete kemiğe bürünebilir artık.
Bilgili, müteşebbis, yarışan bir cemaatin üyeleri olmak zorundayız. Hikmetle
irtibatlı bilgi, umumun menfaatini kollayan teşebbüs, hayra yönelik yarışma.
Aksi halde, hiçbir kaleyi kuşatamaz, hiçbir fetihte bayram yapamayız.
Ve
tilke’l
eyyamu, nudaviluha beyne-n nâs (Al-i Imrân, 140). “Biz şu günleri insanlar
arasında döndürüp dururuz.” Zafer günleri, bozgun günleri. Hiç biri ebedî
değil. Bu ayet-i kerime, Uhud savaşında Müslümanların uğradığı geçici
başarısızlık üzerine indirilmiştir. Bir önceki ayet şöyledir: “Gevşemeyin,
üzüntüye kapılmayın. Eğer kalpten inanmışsanız, üstün gelecek olan sîzsiniz.” Bedir’de
Müslümanlar kendilerinden sayıca çok fazla olan müşrikleri yenince, beşerî
durum gereği, gurura kapılmışlardı. Uhud’daki yenilgi ise onları mahzun
etmişti. Yüce Yaratıcı, bütün bu durumların "geçiciliğine” işaret
buyurmaktadır: “Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de
de) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte biz bu günleri insanlar arasında
döndürüp dururuz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan
şahidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.”
Allah
Elçisi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) muhatap olduğu küçük toplulukların
serüvenleri aslında insanlığın serüveninin bir icmalidir. "Günler”,
belirli coğrafyalardaki toplumlar ("medeniyetler”) arasında
döndürülmektedir. Bundan tam bin yıl önce, dünya İktisadî hayatının çekim
merkezi Çin’in doğusundaki Pasifik kıyıları idi. Islâmiyetin
yükselişiyle, çekim merkezi Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’e kaydı. Onbirinci
asırdan itibaren Güney Avrupa yükselmeye başladı; onaltıncı asırdan itibaren
Kuzey Avrupa ( Atlantik). Yirminci yüzyılda, dünya ekonomisinin çekim merkezi
Doğu Pasifik'e (ABD) kaydı. Şimdi Pasifik’in batısına, yani Çin’in doğusuna
kayıyor. Böylece bin yıl içinde “küresel” bir çevrim tamamlanmış oluyor.
Gündönü- mü yaklaşıyor.
Bin
yıl önce, Çin’de Sung hanedanı hüküm sürüyordu. Onuncu asırdan onüçüncü asrın
sonlarına kadar üstünlüğünü devam ettiren Çin “medeniyeti” geçmişten çok sayıda
dikkate şayan teknolojiler tevarüs etmişti. “Sung Çin’inin malzeme hurcu, Orta
Çağ Avrupa’sında şahit olacağımız şeylerin büyük kısmını haber veriyordu” diyor
Eric Jones. Asya’nın başka yerlerinde ve ta Avrupa’ya kadar meydana gelen
ticarileşmenin büyük bölümü Çin fikirlerinin batıya doğru yayılmasının
eseridir. Bu yayılma, Sung hanedanı bozkırdan gelen istilacıların egemenliğine
girdikten sonra da devam etti, tıpki ölü bir yıldızdan yeryüzüne ulaşan
ışıklar gibi.*
Bugün
dünyanın en büyük ve en hızlı büyüyen ekonomileri yine Pasifik kıyılarında
kümelenmiş bulunuyor: Japonya, Kore, Tayvan, Tayland, Malezya, Endonezya ve
(en önemlisi) Çin. Asya Pasifik ekonomisinin yükselişi modern iktisat
coğrafyasının hakim gerçeği, yirminci yüzyıl iktisat tarihinin en çarpıcı
hadisesidir. Modern talihte, Avrupa ve AvrupalIların yerleştiği diğer
bölgelerin dışında kalan büyük bir kültür bölgesinin gerçekleştirdiği ilk
“sürdürülebilir büyüme" başarısıdır bu.
Söz
konusu “yükselme”nin niçin ve nasıl gerçekleştiği kadar, kültürel bakımdan
kapitalist dünya sistemine bir alternatif sunup sunmayacağı da çok önemlidir. Japonya
dışındaki Doğu Asya hamlesinin büyük ölçüde “Batı-eksenli” olduğu aşikârdır.
Kapitalist ülkeler arası yoğun rekabet birçok sanayi sektöründe coğrafî
yeniden- yerleşimleri zorunlu kılmış, 1965-90 arası çeyrek yüzyılda en emin
bölge olarak Doğu Asya seçilmiştir. Özellikle Çin ile Japonya’nın bu yeni
dönemdeki kültürel yönelişleri çok önemli olacaktır. Bakalım “şahidler”den
olmayı mı, yoksa Avrupaiı selefleri gibi “fasidler”den olmayı mı tercih
edecekler. Ve bakalım post-modem dünyanın Müslümanları onlara nasıl yardımcı
olabilecek!...
*
Corning Full Circle: An Economic History of the Pasifle Rim, Oxford:
Westview, 1993, s. ix.
“Bu
beden doktorları pek bilgilidirler. Senin hastalıkla- rint senden iyi bilirler!
idrara bakıp ahvalini anlarlar. Sen hastalığını o tarzda bilemez, teşhis
edemezsin. Sonra, nabızdan, benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu
alırlar.” Mevlana Celaleddin, Mesnevi’de böyle tanımlıyordu doktorları.
Tıb
ve eczacılık, insanın kendisi kadar eski bilimler. Elimizdeki ilk Budist
kaynaklar sık sık hekim Jivaka’nın muhteşem cerrahî ameliyatlarının
hikâyelerini anlatıyor. Milattan önce üçüncü asra ait Mahavagga ve Majihima-
Nikaya’lar cerrahlıktan söz ediyor, hekim Asoka’nın tıbbî bitkiler
yetiştirdiğini, insanlar ve vahşi hayvanlar için hastaneler kurduğunu
bildiriyorlar. Çaraka ve Susruta gibi ünlü tıb kitaplarının MS 800 yıllarında
Arapçaya çevrildiği biliniyor.
Kadîm
Yunan’da bilimsel tıbbı kurumsallaştıran, Hi- pokrat. Bugün elimizde bulunan 70
eser dolayındaki Hi- pokrat külliyatının tamamen ona ait olmadığı, bir kısmının
daha sonra onun izinde yürüyenlerce yazıldığı tahmin ediliyor. MÖ 400
yıllarında yaşayan Hipokrat, “İnsan sevgisinin bulunduğu yerde, sanat sevgisi
de vardır” sözüyle, kendinden sonra gelen birçok hekime rehber olmuştur.
Sanattan
kasdı, insani, hastaya derinden saygılı, çıkar gözetmeyen, düzenli ve
bilgili, sükûnet içinde icrâ edilen tıb mesleğiydi. “Hekim Apollo adına,
Asclepius, Heygieia ve Panacea adına, bütün tanrı ve tanrıçaları da tanıklığa
çağırarak ant içiyorum: Gücümün ve muhakememin elverdiği ölçüde bu andı ve bu
yazılı misakı yerine getireceğim.” Bugün temel tahsillerini bitiren bütün
doktor adaylarının içtiği ünlü Hipokrat andı böyle başlıyor. (Müslüman doktor
adaylarına yukarıdan dayatıldığı için, onlann da çoğunlukla ‘gıcık kaptıkları’
bu ant, son derece İnsanî bir mesaj taşıyor. Ne idarecilerin bu mesajı
bulanıklaştırmaya hakları var; ne de gençlerin Yunanî diye karşı çıkmaya.
Yunan tanrılarını saymazsınız, olur biter!)
İslam
medeniyeti hekimi, hakim (hikmetli kişi, bilge) * mevkiine yüceltti.
“Tıpkı matematik alanında, İslam’ın merkezî öğretisi olan tevhîd ve
uygulamalarının Pisagor- cu sayılar teorisiyle uyumlu hale getirilmesi ve Grek
matematiğinin Lslamî perspektif ile bütünleşme imkânının sağlanması gibi, uyum
ve denge denilen başka bir temel İslâmî öğreti de Hipokrat ve Galenci
geleneklere dayanan felsefenin Müslümanlar tarafından kolayca hazmedilmesin!
sağladı.”*
İslam
medeniyeti daha başlangıç döneminde tıb ilmine olağanüstü bir önem verdi. Latin
dünyasında Rhazes adıyla tanınan Razi 100'den fazla tıbbî eser yazdı. En ünlü
kitabı olan "‘Çiçek Hastalığı ve Kızamık” Latinceye çevrildikten sonra
1498-1866 arasında kırk defa basıldı. “Çiçek hastalığı sürekli bir ateşle
başlar, sırta ağrı verir, burnu kaşındırır ve uykuda titretir insanı.” Razi'nin
diğer ünlü kitabı El-Hâvî, Suriye kanalıyla hemen hemen bütün Grek tıb
ilmini ihtiva etmektedir. Bu kitap 1279’da SicilyalI Yahudi hekim Ferec ibn
Selim (Farragut of Girgenti) tarafından Latinceye çevrilir. ibn Sina veya Batı
dünyasındaki yaygın adıyla Avicenna hem İslam dünyasının, hem de bütün
‘"Orta Çağlar”ın en büyük tıb bilgini kabul edilir. El- Kanun
fi’t-Tıbb, bu sahada yazılan en büyük sistematik eserdir. Onikinci asırda
Latinceye çevrilen Kanun, o kadar talep edilen bir kitap haline geldi ki, 15.
asrın son 30 yılında tam 16 defa ♦ [**]
• yayımlandı. Ustad, Semum (Zehirler) bölümünde, “insan ve dört ayaklı hayvan
ısırması hakkındadır” alt başlığı ile kuduz hastalığını inceler, ibn
Sina’nın kuduzla ilgili tedavi yöntemleri Osmanlı hekimlerince 19. asrın
sonlarına kadar aynen uygulanır. Pasteur’ün kuduz aşısını buluşundan bir yıl
sonra (1886), II. Abdülhamid hekim Zoreros Paşa, hekim Miralay Hüseyin Remzi ve
Kaymakam Veteriner Hüsnü Bey’den müteşekkil bir heyeti Paris’e gönderir.
Pasteur’ün kendisinden kuduz aşısının hazırlanışını öğrenen heyet 1887’de
Dar-ül Kelb ameliyathanesinin açılmasına önayak olur.
Sonra?
Eh, bundan sonrasını da bir “iktisatçı nın anlatması biraz ayıp olmuyor mu?
Ehliyetli hekimlerimizin katkısını bekliyoruz.
Martin
Bernal’in Avrupa’nın kültürel kibrine ağır bir darbe indiren
kitabı birkaç yıldır İz Yayıncılık mutfağında çile dolduruyor. Dosyalarımı
karıştırırken, yedi yıl önce South ve Inquiry dergilerinden
kitapla alakalı tuttuğum notlara gözüm ilişti. Black Athena gün yüzü
görünceye kadar, Bernal’in fikirlerinin bir icmalini okuyucuya sunmak faydalı
olur düşüncesiyle, tuttuğum notları aktarıyorum.
Gana’nın
İngiliz sömürge yönetiminden kurtulduğu heyecan dolu yıllarda, siyahların
“ilerlemesi” hususunda söyleyecek sözü olan her siyah, entellektüel metaını pazarlamak
için Akra’ya koşuyordu. Amerikalı sanatçı Earl Sweeting de bunlardan biriydi.
Metaı tarihti Sweeting’in; posta kartlarına şu meydan-okuyan tarihî görüşleri
resmediyordu: “Matematiği eski Mısır’da Afrikalılar geliştirdi”,
“Yunanlılar mimarîyi Afrikalılardan öğrendi”, “Yunan’a felsefeyi Afrikalılar
öğretti”... Birçok Afrikalı, beyinleri sömürgeleşmeden henüz kurtulmadığı
için, Sweeting’in iddialarına şüpheyle baktı. Onlara öğretilen tarihe göre,
Yunan medeniyeti bütün modern bilginin kendisinden aktığı bir kaynaktı.
Afrikalılar Yunan’a ne vermiş olabilirdi?
O
günlerde Akra’ya gelen meşhur aydınlardan biri de müteveffa bilim tarihçisi J.
D. Bernal idi: Science in His- tory’nin yazan ve Martin Bernal’in
babası. Oğul Ber- nal’in Yunam bilginin kaynaklarına ilgisi o günlerde başladı.
İsrailliler
ile komşuları (özellikle Kenanîler ve Fenikeliler) arasındaki münasebetleri
incelerken, Martin Bernal hayretle şunu keşfetti: İbranice ile Fenikece
bırbirince anlaşılabilir dillerdi ve ciddi dilbilimciler her ikisini aynı
Kenanî dilin lehçeleri sayıyorlardı, ibranice ile Yunanca arasında şaşırtıcı
benzerlikler bulan Bernal, daha önce Çince, Japonca, Vietnamca ve bir Afrika
dili olan Çiçe- va’yı incelediği için, Yunanca ile olan bağların gelişigüzel
rastlantılar olduğunu kabul etmedi. Ona göre, birbiriyle teması olmayan diller
için bu sayıda paralellik normal değildi. Anladı ki Kenanî lehçeler Akdeniz’in
her tarafında konuşuluyordu, özellikle Fenikelilerin seyahat ettikleri ve
yerleştikleri yörelerde. Dolayısıyla, Kenanî kelimelere ses ve anlam bakımından
benzeyen sayısız Yunanca kelimenin Kenanîce/Fenikece’den alınmış olmaması için
hiçbir sebep yoktu.
Bernal’in
daha sonraki keşfi, Yunanca’nm oluşumunda üçüncü bir dilin rol oynadığıydı, “ikna
oldum ki, Yunan kelime hâzinesinin yüzde 20-25’i ve Yunan tanrılarının
birçoğu ile yine birçok yer isimleri Mısır dilinden geliyordu.” Yunan
kelimelerinin yaklaşık yüzde 50’sinin de Hind-Avrupa menşeli olduğu
bilinmektedir. Bu dilbilim gerçeklerini keşfettikten sonra Bernal, eski Mısır
ile Yunan arasındaki ilişkileri daha yakından incelemeye başlıyor.
Yunanistan’ın kurulduğu binyılda Mısır, Doğu Akdeniz’in o zamana kadarki en
büyük medeniyetiydi. Antik Yunan yazarları, Mısır dinine olan borçları ve
kültürün diğer veçheleri hakkında çokça eseryazmışlardı. Yunanlılar,
kendilerinin Mısırlılar ve Fenikeliler tarafından sömürgeleştirildiklerine,
kültürlerinin çoğunu bu sömürgecilerden aldıklarına hakikaten inanıyorlardı.
Oysa günümüzde Yunan’ı Mısır'a iliştirmeye karşı kültürel yasaklar vardı.
Bemal’in
incelemeleri başka bir büyük sürprizle devam etti: Yunan medeniyetini eski
Mısır’a bağlayan tarih görüşü aslında 19. yüzyılın başlarına kadar itibardaydı
ve bize öğretilen Yunan tarihi 1840’larda geliştirilmişti. “Astour bana
tarihyazımında Fenikelilere karşı takınılan tavrın büyük ölçüde
Anti-Semitizmden etkilendiğini öğretmişti; dolayısıyla, Mısırlıların bir
kenara itilmesiyle 19. yüzyıldaki Kuzey Avrupa ırkçılığı patlaması arasında
bağ kurmak benim için artık çok kolaydı.”
Bemal
bir Afrikalı olsaydı, keşiflerinin değeri ne olursa olsun, Svveeting’in
akıbetinden kurtulamazdı. Evet, AvrupalIların “daha aşağı” toplundan
sömürgeleştirip onlara “medeniyet” öğrettikleri tarzındaki kibirli varsayımlar
sadece geçersiz değil, aynı zamanda tarihî gerçekleri örten mahirâne
uydurmalardı. Fakat bu uydurmacılığa karşı çıkış basitçe yapılamazdı. Batı
bilim kurumlarının öğrettikleri “tarih”in böylesine büyük bir yalanı 100 yıl
ayakta tutmuş olması insan aklına karşı haksız bir tecavüzdür. Ne var ki,
suçlulan yargılamak için “nesnel” bir araştırmacıya veya en azından bu işte
çıkarı olmayan bir bilim adamına ihtiyaç vardı. Dördüncü cildi tamamlanmak
üzere olan Siyah Atena’nın yazan, bu tür bilginlerden biridir.
Bernal’i
okurken,
Cemil Meriç Hocayı hatırlamamak mümkün mü? Ümrandan Uygarlığa, “Yunan
Mucizesi” ile başlıyordu. Kostantinidi Efendi’den Sadullah Pa- şa’ya, Yahya
Kemal’den Yakup Kadri’ye, Hasan Ali’den Sabahattin Eyüboğlu’na kadar Türk
aydınlarının Yunan hayranlığım sergiledikten sonra, üstad 1870’de Paris’te
yayımlanmış Les Grecs a toutes les epoques başlıklı kitaptan hareketle
bu temelsiz hayranlığın tenkidini yapıyordu.* Kitabın yazan, ırkçı
ülkedaşlarının hışmına uğramamak için adını gizlemiş? kendini “eski bir
diplomat” diye tanıtmıştı. Giriş şöyleydi:
“Bir
kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın
terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne
yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetinin en parlak
devrinde ahalisinin kırkı köle, biri hür. Bir kavim ki, bütün meziyetlere
düşman: kabiliyete, asalete, servete. Kâh paralı asker, kâh haydut. Amacı tek:
yağma. Her hayasızlığı tanrılaştıran bu kavim üç şeyde birinci: Kibirde,
yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle
pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş.”
Aydınlanma
döneminin kimi düşünürleri, Yunan efsanesinin farkındadırlar. Küçük
Yunanistan’ın, bir-iki yüz millik karşı sahildeki Fenike ve özellikle Mısır
medeniyetleri tarafından etkilenmemiş olmasının imkânsızlığını bilmektedirler.
Yunan’a ait birçok şeyin, Romalılardan bu yana abartılageldiğini de. “Çağının
cahil aydınlarına Yu- nan’ın tahayyül ettikleri Yunan olmadığını ilk haykıranlardan
biri, Voltaire. İkinci Katerina’nın, sahiden her şeyi Yunanlılara mı
borçluyuz? sualine verdiği cevap şu: Hayır efendim, Yunanlılar hiçbir şeyi
keşfetmemiş. Pek az şeyi ıslah etmişler, hem de çok çok geç.”
Eflatun ve talebesi Aristo dahil olmak
üzere birçok Yunan filozofu Mısır bilim ve düşüncesinin etkisine dair eserler
vermiş, Aristo “Mısır’ın matematiğin beşiği olduğunu” yazmıştı
(Rahipler kastının boş vakti çoktu orada). Aristo aynı zamanda MakedonyalI
fatih Büyük İskender’in hocasıydı, Sasanî İmparatorluğu’nu fetheden ve
İskenderiye şehrini kuran İskender. Mısır dinlerinin de- rin etkisinde olan
İskender, Ammon’un Oğlu olduğu- * * •
nu
iddia ediyordu. Ölünce Mısır'a gömülen İskender’in
peşinden gelenler, Mısır dinini yaygınlaştırıp, onun toplumsal etkilerinden
yararlandılar.
AvrupalIların
Mısır kültüründen “gıcık kapmalarının” bir sebebi de, Mısır’da halk arasında
sıcak karşılanan Hıristiyanlığın yükselişi ile geleneksel Mısır tanrıları
arasındaki mücadeleydi. Onsekizinci yüzyıla doğru, Almanlar Yunanca ile
Almanca arasındaki dilbilimsel benzerliklerin Mısır hurafelerinden daha üstün
bir kültür yakınlığı gösterdiğini iddia ediyorlardı. Avrupa ilerici kıtaydı.
Mısır veya Çin’de de matematikçiler, filozoflar, metafizikçiler vardı; fakat bu
medeniyetlerde bilim “hurafelerle ve din adamlarının dogmalarıyla
baltalanıyordu”.
Böylece
modern Avrupa’da Mısır medeniyetinin itibarı düşürülürken, Yunanınki
yükseltildi. Bu sürece 18. yüzyıldaki iki entellektüel kuvvet destek sağladı: Irkçılık
ve Romantizm. Bernal, ırkçılığın izlerini 1650 sonrasında Kuzey
Amerika’nın sömürgeleştirilmesine kadar geri götürüyor. “Bu sömürgeciliğin
ikiz politikası, Yerli Amerikalıların imhâsı ve Afrikalıların
köleleştirilmesi” idi. Dönemin en önemli filozofu John Locke, bu tür
köleleştirmeye entellektüel bir zemin hazırlıyordu: Putperest Afrikalı ve
Amerikalıların Hıristiyan Avrupalılarca sömürgeleştirilmesi hakkaniyete
uygundu, çünkü bunlar mülklerini savunmuyor, ellerindeki toprağı israf ediyor,
tepe tepe kullanmıyorlardı.
Diğer
bir 18. yüzyıl “liberal” filozofu, David Hume, koyu deri renginin ahlâkî
ve zihnî aşağılık işareti olduğunu ileri sürüyordu. Hatta Hume, AvrupalIların
diğer ırklara niçin eşit muamele yapmadıklarını hakhlaştırmak için, Tanrı’nm
bir değil birçok insan türü yaratmış olduğuna bile inanıyordu.
Romantizm,
sonraki iki yüzyılın şovenizm ve ırkçılığı- nın sağlam temellerini attı, iki
şeyle uğraşıyordu: Tarih ve yerel kendine özgülük. Irksal dehânın ülkeye
(toprağa) ait olduğu, ülke ahalisinin bu dehânın değişmez özünü taşıdığı
farzediliyordu. Romantizmin rasyonelliği veya “salt aklı” küçümsemesi Kant,
Fichte ve Hegel dahil olmak üzere geç 18. ve erken 19. yüzyıl Alman
düşünürlerinin eserlerinde aşikârdır.
* Meriç Hoca, “Yunan Mucizesi’nin 1972
yılında Hareket dergisinde yayımlanmasından sonra, MIT mensubu bir
albayın eve gelip söz konusu kitabı aldığını ve bir daha kitaptan haber alamadıklarını
bir sohbetimizde dile getirmişti. Yunan hükümetine hediye mi ettiler dersiniz?
Merhum
Ali
Fuad Başgil, 1954 yılında yayımlanan ve bugün artık bir hukuk (ve sosyoloji)
klasiği sayabileceğimiz Din ve Lâiklik başlıklı eserinin “Din nedir?”
bölümüne şu soruyla başlar: “Evvela, Allah nedir?” Verdiği cevap, daha ziyade
Fransa’da gördüğü tahsilin izlerini taşımakta ve İslâm’ın “tenzih” ilkesine
ters düşmektedir: “Allah, nasıl tahayyül ederseniz o’dur.” Ne var ki, derinden
bir bilinçle tedirgin olur ve sayfa altına Muhyiddin Arabi’nin bu husustaki
“Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır” sözünü kaydederek, okuyucuyu
bu iki ifade arasındaki fark üzerinde düşünmeye davet eder.
Ciddi
yazarın ilk okuyucusu bizzat kendisidir. Din ve Lâiklik yedi yıl soma
ikinci baskısını yaparken, Ali Fuad Bey yukarıdaki iki ifade arasındaki fark
üzerinde düşünmüş ve tenzih sırrını kavramaya mazhar olmuştur. Kitabın 1961
yılındaki baskısında yaptığı açıklama, İlmî bir hatanın düzeltilmesi kadar,
ilim ahlâkının ne olduğu hususunda gelecek nesillere emsal teşkil etmektedir.
Okuyalım ve ibret alalım:
iki
baskı arasında geçen zaman içinde biz kendimiz düşündük ve yanıldığımızı
anladık. Çünkü bizim ifademiz Kur’an-ı Kerîm’in îhlâs Sûresindeki İlâhî işarete
aykırı
düşmekte ve bir nevi (şirk)e
götürmektedir ve (lâ nazire leh) hakikatiyle tenakuza düşmektedir. Filhakika Ihlâs
Sûresinde Allah’ın (küfvü) yani eşi, misli ve naziri olmadığı ifade
buyurulmaktadır. Halbuki bizim tarifimiz, hayalen de olsa, Allah’ın bir nevi
eşi ve naziri mevcut olabileceğine ihtimal veriyordu. Hazret-i Muhyiddin’in
ifadesi ise bundan kaçınmakta ve Ihlâs Sûresindeki beyana uygun gitmekte idi.
Bu
defaki baskıda biz, Hazretin aynen kendi ifadelerini almak suretiyle, aziz
ruhlarından af dileyerek, hatamızdan döndük. Bizim ilk baskıdaki ifademiz ne
kadar basit ve (şirk)e götürmekte idiyse, Hazret-i Muhyiddin’in ifadeleri de o
kadar derin ve şirkten kaçınmaktadır. Bununla beraber her iki ifade arasında
maksat bakımından fark olup olmadığı üzerinde düşünülebilir. (Böylece ilk
ifadede bile şirk kasdının olmadığını, sadece bir ifadelendirme hatasının söz
konusu olduğunu anlıyoruz. M.Ö.)
Hazret-i Muhyiddin “Allah, nasıl
tasavvur ederseniz, ondan başkadır” söziyle şunu demek istiyor: İnsan, Allah’ı
tasavvur ve tahayyül bile edemez. O’na hayalinde de olsa bir suret veremez ve
bir eş bulamaz. Çünki O varlık, insan idrâkine ve hayâline sığmaz. Bir şeyi
tasavvur ve tahayyül etmek, zihinde, iç göziyle, o şeyin hariçteki varlığının
suret ve hayâlini görmek demektir. Yeryüzünde görülen ve duyulan şeyler
arasında Allah’ın bir benzeri ve naziri yoktur ki, insan, zihninde, O’nun suret
ve hayâlini görebilsin. Bunun içindir ki, Allah’ın bütün (sıfât-ı zâtiyesi) ile
varlığı akıl ile doğrudan doğruya idrâk ve ispat edilemez. Eğer edilebilseydi,
O’nu inkâr mümkün olmazdı. Zira aklın sabit ve mütehakkık gördüğü şeyi aklen
inkâr mümkün olmaz. Bunun aksi farzedilirse aklın kendisiyle tenakuza düştüğü
kabul edilmiş olur. Aklın tenakuzu ise, aklı nefyeder, binaenaleyh mümkün
değildir.
Allah’ın
varlığı en çok kendi yarattığı eserleri ile, yani insan ve kâinatla bilvasıta idrâk
ve mantıkî muhakeme ve istidlâl yolu ile isbat edilebilir. Doğrudan isbat akıl
ile değil, (nakil) ile mümkündür
Hakikat
aşkı yüzünden ehl-i dünyanın iğvalarına sırt çeviren ve
“O ganîyem ki, bu bâzâr-ı cihanda
Feleğe
Metelik vermek için bende bozukluk
yoktur ”
diyebilen,
gönlü ve kafası zengin o seçkin insanı rahmetle yâdediyoruz.
Basın
yayın
organlarından Ingilizler’in Bosna katliamı karşısındaki tutumlarını takip
ederken, Churchill’in İkinci Dünya Savaşı ertesindeki "Yeni Dünya Düzeni”
arayışları sırasında söylediği bir sözü hatırladım: “Dünyanın yönetimi tatmin
olmuş uluslara bırakılmalıdır: Elde etmiş olduklarından daha fazlasını
istemeyen (gözü doymuş) uluslara. Şayet dünya hükümeti aç ulusların elinde
olsaydı, boyuna tehlike çanları çalacaktı. Biz gözü doymuşların daha fazlasını
isteme gerekçesi yoktur. Barış, kendi yoluna giden ve ihtiraslı olmayan halklar
tarafından korunacaktır. Gücümüz bizi başka herkesin üzerine yerleştirmiştir.
Evlerinde huzur içinde yaşayan zengin insanlar gibiyiz.”
İngiliz
yöneticiler Bosna hadisesini yorumlarken, anlaşılması imkânsız bir sürü laf
ettikten sonra, mevcut durumun kaçınılmaz olduğu (dolayısıyla, acı da olsa
normal karşılanması gerektiği) noktasına geliyorlar. Açıkça görülüyor ki, asıl
gözü doymamış olanlar, zenginlerdir. Kapitalizm bir sistem olarak "gözü
hiç doymamak” demektir. İkinci önemli husus, zengin veya yoksul, ulusların beynelmilel
arenada at koşturan asıl oyuncular olduğu görüşünün fantaziden ibaret
olduğudur. Chomsky’nin son kitabında işaret ettiği gibi, bu fantazi “ister
zengin ister yoksul, her bir ulus dahilinde köklü güç ve imtiyaz farkları
olduğu gerçeğini örten standart doktriner kamuflajdır.”
Yeni
Dünya Düzeni arayışları esas itibariyle bu güç ve imtiyaz odaklarından
gelmektedir. Soğuk Savaş, dünya nüfusunu iki kamp içinde tutup kontrol etme
maksadına hizmet ediyordu. Sovyet ekonomi sisteminin hantallığı had safhada
verimsizlikle sonuçlanınca, bu “düzenbazlığı” devam ettirme imkânı kalmadı.
Bush ve (Majör’dan Özal’a kadar) müttefiklerin hesabı, yeni bir kontrol sisteminin
mümkün olan en az maliyetle tesisiydi. Kimin için en az maliyet? “Dünya
Devleti” içinde güçlü ve imtiyazlı olanlar için. Bunların bazıları zengin,
bazıları yoksul ülkelerde yaşıyor olabilir. Ama kader birliği içindedirler.
Çeçenistan’ı acımasızca topa tutan Rus liderlerinin elini sıkan
siyasetçilerimizin veya harabeye çevrilen Çeçen başkentini Ruslar nâmına
onarmak için kolları sıvayan işadamlarımızın bu “Dünya Devleti” içindeki
saflarını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Bosna’yı
Sırp kâfiri değil, beynelmilel düzenbazlık sistemi kana bulamaktadır.
Sırplar’a kızar gibi yapıp, o sistemin dümen suyunda gidenler aynı ölçüde
suçludurlar.
Kanal
7’nin
“Medya” programında “abartı” konusunu tartışıyoruz. Modem toplumun pazarlamacı
bir toplum olduğunu, her şeyi pazarlamakla meşgul olduğumuzu, dolayısıyla
mübalağanın hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldiğini söylüyorum.
Gazetecilerle yapılan konuşmaları dinliyoruz, bazı sanatçılar telefonla programa
katılıp görüş bildiriyorlar. Asım Can Gündüz, “imaj egemenliği”nden söz ediyor
ve Batı’nın sözde “modem” genç tiplerinin ülkemizde nasıl bilinçsizce taklit
edildiklerinden yakınıyor. Kendisine Kant’ı hatırlatıyorum; üstad Aydınlanma’yı
“Kişinin kendi aklım kullanmaya cüret etmesi” olarak tanımlıyordu. Türk
aydını, Aydınlanma’yı “Avrupalının aklını kullanma pervasızlığını göstermek”
olarak algıladı, algılamaya da devam ediyor.
Fakat
programın en ilginç sorusu Süleyman Yağız’dan geldi: Şiir, roman, hikâye.,
bütün edebiyat dallarında abartı yok mudur? Varsa, abartı meselesini fazla
abartmıyor muyuz?
Şiirde
abartı olabileceğini kesinlikle reddettiğimi söyledim. Daha doğrusu abartılı
metnin şiir olamayacağını; şiirin, şairden kopan bir parça olduğunu ve kendini
hazırlayan okuyucuya olduğu gibi ulaştığım, ancak o zaman şiir
sayılabileceğini
dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Bu yazıda şiir ve abartı tartışmasını bir
örnekle derinleştirmek istiyorum.
Şiirde
abartı olabileceğini düşünenler, öyle sanıyorum ki meselenin duygularımızla
bağlantılı yönüne bakıp, bir yerde duygu varsa abartı da vardır diye
düşünenlerdir. Buna en çok aşk şiirlerinde rastladıklarım düşünürler. Ve fena
halde yanılırlar. İşte size çok çarpıcı bir örnek:
Ben
geldim geleli açmadı gökler
Ya
ben bulutları anlamıyorum
Ya
bulutlar benden bir şeyler bekler
Hayat
bir ölümdür aşk bir uçurum
Ben
geldim geleli açmadı gökler.
Bir
yağmur bilirim bir de kaldınm
Biri
damla damla alnıma düşer
Diğerinde
durur göğe bakanm
Ne
deniz ne şehir kokan gemiler
Bir
yağmur bilirim bir de kaldınm.
Nedense
yanılmış ilk gece annem
Bir
kadın gömleği giydirmiş bana
Vuramadı
gökler işte bana gem
Dinmedi
içimde kopan fırtına
Nedense
yanılmış ilk gece annem.
(Sezai Karakoç, “Yağmur
Duası”)
Şairin
bu şiirde abartı yaptığını düşünebilir miyiz? Zahirde, evet. O geldiğinden
beri gökler hiç açmamış; hayat bir ölümmüş; yağmurdan ve kaldırımdan başka
birşey bilmiyormuş; gökler ona gem vuramamış.. vesaire. Hepsi katıksız abartı!
“Mübalağa cenk olundu” diye tasvir edilir bazı muharebeler. Mübalağa âşık
olunmuş burada da.
Oysa
aşkı bir nebze tatmış hiçbir insanın bu şiirden mübalağa kokusu alması mümkün
değildir. Eksiği var, fazlası yoktur anlatılanların. Gökler “gerçekten” açmaz,
fırtı-
nalar
“gerçekten” dinmez. Eğer “gerçeği”, sadece Kartezyen sistemin koordinatlarına
yerleştirilip kesin yeri tayin edilebilen olgularla sınırlamıyorsak, bu
böyledir! Ve mübalağa âşık olmak, mübalağa şiir yazmak mümkün değildir. Gayet
sâde bir şekilde âşık olunur ve o aşk dillendiril- diğinde şiir vücut bulur.
Abartı olsun için uğraşılmışsa, ne aşk vardır ortada, ne de şiir.
İbrahim
Sadrı, Dergâh dergisinde bir vakit sürdürdüğü o tadına
doyum olmaz “Oyunbazlar” dizisinin Cüneyt Gökçer bölümünde (Sayı 7, Eylül 1990)
bu devlet sanatçısı oyuncu için şöyle diyordu: “Öyleymiş gibi dekorların, hakkaten
ağaçmış gibi ağaçların, evmiş gibi evlerin ve bununla birebir örtüşen o
adammış gibi o adam oyunculuğunun zirve noktası... Hiç şüphesiz gerçekten
yaşamış bir Kral Lear ile Gökçer’i yanyana koyduğunuzda, tercihini Gökçer'den
yana yapıp, gerçek kralımız bu! diyenlerin sayısı fazla olacaktır...
Şekspir birgün kalkıp gelirse, boğazına sarılacağı ilk- adamlardan biri
yine o olacak belki de. Ve ona Hamlet’ teki şu öğüdü hatırlatacak: Ne
olur sözlerini özentisiz, kelimeleri eğip bükmeden söyle. Elini kolunu da
havalara savurma öyle. Tadında bırak her şeyi. Eğer böyle yapacaksan,
dizelerimi şehrin tellalına okuturum daha iyi.” (Vurgular Sadri'ye ait.)
Geçen
yıl bir ara televizyon kanallarından birinde Nejat Uygur’u seyretmiştim. Bir
Pazar günü sohbet programına misafir olarak katılmış, seyircilerin sorularına
cevap veriyordu. Daha doğrusu, veremiyordu! Oyunlarında o kadar konuşkan olan
büyük oyunbaz gitmiş, yerine kekeleyen, iki lâfı bir araya getirmekten âciz bir
adam gelmişti. Normal cümle kuramıyor, meramını ifade edemiyordu. Bir süre
sonra, çağımızın büyük dinler tarihçisi Mircea Eli- ade’nin “oyuncu bir
şamandır” tarzındaki değerlendirmesine rastlamasaydım, bu hâlin esrarını
çözemeyecektim. Eliade’ye göre, oynadığı sayısız oyun boyunca bir tür ruh
göçü yaşayan oyunbaz, hayatının sonunda bunun cezasını çekmemezlik edemez.
Tahlilinin bir kısmını sunuyorum:
Tiyatroda
zamanın temsili çok önemlidir: Sahne gösterisinin gerçek süresi içinde hayalî
veya mitik zamanın temsili. Tıpkı ibadet zamanının dindışı zamandan, saatlerin,
tarifelerin zamanından farklı olması gibi, tiyatro zamanı da olağan zamanın
dışındaki bir “yolculuk”tur. Müzik de aynı şekilde bizi bazen gündelik zamanın
dışına çıkarır (en azından belirli müzikler ve bilhassa Bach böyle- dir). Bu
tecrübeyi herkes yaşamış olduğundan, en “dindışı” zihnin bile kutsal zamanı,
toplu ibadet zamanını anlamasına yardımcı olabilir. Ancak, bu tiyatro
zamanının niteliği kadar, oyuncunun durumu da beni büyülemektedir. Oyuncu
bir çeşit “ruh göçü” yaşamaktadır. O kadar çok sayıda karakteri canlandırmak
aynı sayıda reen- karnasyondan geçmek değil midir? Eminim ki, ömrünün sonunda
oyuncu nitelik bakımından bizimkinden farklı bir beşerî tecrübeye sahip
olmaktadır. Kişioğlu- nun, böyle bir sürekli reenkarnasyon (tenasüh) sürecine
cezasını çekmeyerek kendini verebileceğini sanmıyorum.
Peki,
oyuncu bir şaman mıdır? Üstadın bu soruya verdi-ği cevap şöyle: Her halükârda,
yaptığı belirli şeyler tabiatları icabı teatrikal olduğundan, şaman bir
oyuncudur. Daha genel bir tarzda, Şamanizm hem felsefenin, hem temsilî
sanatların ortak kökü telakki edilebilir. Cennete ve cehenneme gidilen
şamanik seyahat masalları belirli epik şiir ve hikâyelerin kökünde yatmaktadır.
Cemaatin manevî rehberi rolünü oynayabilmek, cemaati ıslah ve terbiye etmek,
özgüvenini tazelemek için, hile yapmak anlamına gelse bile, şaman aynı zamanda
görünmeyen şeyleri tasvir etmek ve marifetlerini göstermek zorundadır. Bu
maksatla yaptığı gösteriler, bu vesilelerle taktığı maskeler tiyatronun
kaynaklarından birini oluşturmakta- »
dır.
Şamanik modelin izi İlahî Komedya’da bile bulunabilir: tıpkı şamanmki
gibi, Dante’nin vecd halindeki yolculuğu da neyin tavsiyeye şâyan ve değerli
bir inanç nesnesi olduğunu her okuyucu için yeniden ortaya koymaktadır. (Bkz.
Ordeal by Labyrinth: Conversations with Claude-Henri Rocguet, Chicago,
1982.)
Kapitalist-girişimci,
yan
gerçek, yan mit. Batı kapitalizminin ihdasında bireyler kadar kurumlar da pay sahibi.
Özellikle sanayileşmede “geç kalan” ülkelerde “yatırım bankaları” münferit
girişimcilerden çok daha etkili olmuş. Alman kapitalizmi bir bakıma bankaların
eseri. Bugün bile Deutsche Bank, Commerce Bank gibi fınans kurumlan Alman
sanayiinin perde arkasındaki patronlarıdır.
Ruslar
on yıldır Alman ve Kore modellerini uyarlama çabası içindeler. En büyük
bankalar gazeteleri, televizyon kanallannı ve sigortacılıktan arsa
komisyonculuğuna kadar birçok işletmeyi kontrol ediyor. Bununla da kalmayıp,
Rusya’nın paraya bağımlı siyaset sisteminde, siyasi partileri finanse ediyor,
yasa çıkarma sürecini etkiliyorlar. Bugünlerde, hükümete yaklaşık 1.8 milyar
dolar borç karşılığında ülkenin en değerli şirketlerini özelleştirerek ele geçirmek
peşindeler. Yeltsin’in ilke olarak kabul ettiği bu plan gerçekleşirse, ülkenin
en büyük sanayi şirketlerini avuçlarının içine alan az sayıda dev fınans
kuruluşu zuhur etmiş olacak.
Sürünün
başını Inkombank çekiyor. 1988 yılında kurulan banka, şu anda ülkenin en büyük
özel bankası. Genel sıralamada ise dördüncü büyük banka. Müşterileri arasında
en büyük metalürji, petrol ve gaz firmaları, uçak imalatçıları, silah
ihracatçıları ve kereste tüccarı bulunan In- kombank, Rusya’nın döviz
ödemelerinin dörtte birini gerçekleştiriyor. Kıbrıs'ta bir şube, Frankfurt ve
Cenevre’de büro açan banka, atak ve yenilikçi tutumuyla mevduat sertifikalan,
poliçeler, döviz bazında hisseler, uzaktan kumandalı bilgisayar terminalleri
gibi hizmetlerin sunumunda başı çekiyor.
İki
yıl önce, Rus Savunma Bakan Yardımcısı Andrei Kokoşin, Rusya'nın can çekişen
yüksek teknoloji askeri firmalannı kurtarmak için, onları güçlü bankaların
ortaklığına açmayı önermişti. Bu, Kore çaebollan tarzında, büyük finans
sanayi gruplan teşkil etmek demekti. Bu anlayış siyaset çevrelerinden destek
bulunca, bankalar sinsice harekete geçtiler. Şu anda bütün önemli sanayi
işletmeleri özel sektör bankalarının hakimiyetine geçmiş gibi. In- kombank bu
yıl 50 milyon dolar harcayacak şirket hisse- lerini kapmak için, Menatep 100
milyon dolar. Özellikle ihracat ve iç satış yeteneği yüksek şirketleri tercih
ediyorlar: kimyevi maddeler, gıda maddeleri, inşaat malzemeleri ve kereste.
Bankalar bu suretle son derece mahir birer idareci haline geliyorlar:
Inkombank, hisselerine sahip olduğu 15 şirketi sektörel holding şirketleri
halinde örgütlerken, Menatep hisselerini satın aldığı fabrikaların murakabesi
için yabancı murakıp ve müşavirler ki ralıyor. (Bkz. Business Central Europe,
June 1995.)
Rus
devlet adamları bu tekelleşmeyi niçin kabul ediyorlar? Onların en büyük
kaygısı, büyük sanayi kuruluşlarının yabancıların eline geçmemesi. Sütten ağzı
yanan, yoğurdu üfleyerek yer: Ruslar 19. yüzyılda yabancı sermayenin aşırı hakimiyeti
yüzünden periferileştiler. Şimdi, acil ihtiyaçları olmasına rağmen, yabancı
sermayeye fazla güvenleri yok. Problemlerine rağmen, kritik sektörlerin kendi
özel bankalarının tekelinde kalmasını tercih ediyorlar. Rus modelinin Kore ve
Alman modellerinden en büyük farkı, bu İkincilerin iç piyasada tekelleşmeyi
etkin biçimde önlemiş olmalarıdır.
Rusya,
Asya’nın “hesapçı”, Avrupa’nın “hesabını bilmez” (rasyonel olmayan) parçası.
Avrupa, sanayi sonrası dönüşüm stratejilerine kafa yorarken, Ruslar Afganistan’la
uğraşmaya başladılar. Bugün de, bir takım yeraltı kaynaklarının avantajım devam
ettirebilmek için Kafkasya’da kan akıtmayı sürdürüyorlar. Hesapçılığı bırakıp,
hesabını bilir (rasyonel) oldukları gün, hem Orman Ayısı imajını silmiş, hem
de kendi geleceklerini Batıhlar’ın elinden almış olacaklardır. Yoksa her
zirvede ABD yarın Alman veya Japon) başkanından, Kafkasya ve Orta Asya’nın
istikrarını (!) sağladıkları için bahşiş dilenmekle bir yere varamazlar.
Çiller
Hükümeti’nin
“sol” kanadı, irabda mahallinin bulunduğunu, solda sıfır haline gelmediğini
taraftarlarına hatırlatmak için olacak, liranın sağından üç sıfır atmayı
gündeme getirdi. Devlet Bakanı Onur Kumbaracı- başı’nın öncülüğündeki “ilerici”
kuvvetler, “geriye dönüşü” hatırlattığı gerekçesiyle, yeni paraya “akçe”
adının verilmesine karşı çıkıyor. “Yabancıların da kolay telaffuz
edebilecekleri bir isim olarak Ata Lira”yı teklif ediyor.
Yavuz
Gökmen’e göre, “Sıfırı tüketenlerin sıfır savaşadır bu. Akıllan sıra, paradan
sıfın atıp, yeni parayı da “Ata Lira” adıyla millete yutturacaklar. Livaneli’ye
göre, Japon parası Yen olduğuna göre, Türk parasının adı Yenil olmak zorunda.
Onun için “Yenilira” adını kullanabiliriz. Milliyet anketi “halkımızın %45’inin
Yeni Türk Lirası adını benimsediğini” gösteriyor. Çetin Altan ise sosyolojik
bir söylem kullanıyor: “Toplum büyük oranda mesleksiz, politikacılar da büyük
oranda endazesiz olunca, kitlelere palavra ata ata sonunda yılan kuyruğuna
dönen para sayılarını makinelere sığdırabilmek için sıfırları atmaya gelir
sıra. Ve böylece sürüklenip gideriz.”
Paradan
sıfır atmanın başlıca iki gerekçesi var: (1) Hesaplarda kolaylık sağlaması.
(2) Psikolojik yarar sağlaması. Her ikisi de Bağdat’tan dönecek yanlış
hesaplar. Eğer muhasebe sisteminde kolaylık için sıfır atılması düşünülüyorsa,
bunun tek çare olmadığı bilinmelidir. Geçmişte kolaylık sağlamak amacıyla nasıl
kuruşlar yazılmamışsa, şimdi de binden küçük liralar yazılmaz, mesele
halledilir. Psikolojik yarara gelince, eğer ekonominin temel zaafları
giderilemezse, çok geçmeden psikolojik yıkıma dönüşür. İnsanlar, bu sefer de
olmadı, diye düşünmeye başlar, umutlarını büsbütün yitirirler.
Aslan
sosyal demokratların bu gibi canbazlıklan bırakıp, şu soru üzerinde kafa
yormaları daha hayırlı olur: Para birimlerini güçlü kılan nedir? Bundan on yıl
önce 1 Amerikan Dolan 3 Alman Markı ve 250 Japon Yeni idi. Bugün, 1 Dolar=1.5
DM=80 Yen olmuştur. Yani on yılda Alman parası Amerikan parası karşısında %100,
Japon parası ise yine Amerikan parası karşısında %200 değer kazanmıştır. Bunu
mümkün kılan, Alman ve Japon sanayilerinin rekabet gücündeki göreli
yükselmedir. Sanayi güçlenmedikçe, hiçbir siyasi canbazlık para birimini güçlendirmez.
Akçe karşısındaki tedirginlik, sosyal
demokratların tefekkürden yana ne kadar nasipsiz olduklarının işaretidir. İzzettin
Önder gibi aklıbaşında bir iktisat profesörü bile, akçe adını “Dinsel
ideolojinin paraya hakim olması anlamına geleceği için” kabul edilmez buluyor.
Gelenekle kurulacak sahici bağların bir toplumu mânen ne denli güçlendirdiğini
hiç akletmemiş ve araştırmamış olanlara ne anlatsanız fayda etmiyor. Gelenek
donukluk değil, meşruluk demektir. Asıl donukluk 70 yıldır geleneksizlikte
ısrar edip, bu tavırlarını “bilimsellik” kisvesi altında sabitleşti- renlerin
mesleğidir. Konumlarının zayıflığını sezdiklerinden, yine “Ata”nm kanatlan
altına sığınmaya çalışıyorlar. Ne var ki, bu sefer işler kötü. Ataları ne
onları kurtarabilir, ne de bol sıfırlı liralarını. Katrilyonluk borçlannı, üç
haneli enflasyonlarını, ticaret açıklarını sürekli önlerine koyup kara kara
düşüneceklerdir.
Oysa,
ak akçe kara gün içindir. Bir bilseler.
Yerli
malı
yurdun malı, her Türk onu kullanmalı.
Harçlıklarımızı
biriktirerek satın aldığımız fındık, fıstık, mandalina, portakal vesaireyi o
gün okula götürür, öğretmenlerimizle beraber yerdik. Şimdi birçok şey gibi o
eski “Yerli Malı Haftalan”ndan da eser kalmadı. Çünkü gıda maddelerini, hatta o
maddelerin satıldığı alışveriş mağazalarını bile ithal eder hâle geldik. Bugün
öğrencilerin yerli malı haftalarını Metrolarda, McDonalds’larda, Seven
Eleven’larda kutlamaları daha yerinde olur. Küresel bir köyde yaşıyoruz nasıl
olsa!
Tofaş,
birkaç
gün önce 25. kuruluş yılım kutladı. Şu anda dünyanın en büyük 23. otomobil
imalatçısı olan şirketin “son beş yılda 500 milyon dolarlık yatırımla Tempra
motorlarının üretimine de başladığı bildirildi. 1994 yılı bilanço kân 8
trilyon liraya yaklaşan Tofaş’m satış hasılatıysa 23.5 trilyon lirayı
buluyor.” Cumhurbaşkanı Demire! ile Başbakan Çiller’in de katıldığı 25. yıl
töreninde Koç Ailesi mensupları son derece heyecanlı imişler. “Çünkü,
diyorlardı, otomotiv sektörü sanayiinin en uç noktasıdır. Hiçbir ülke başka bir
ülkeye kolay kolay güvenmez. Ancak, îtalyanlar 25 yıl önce Türkiye’de otomobil
yapılabileceğine inanmışlardı. Şimdi ise kendi markalan olan bir ürünün tüm
üretimini Türkiye’ye bırakacak kadar güveniyorlar. Bu sadece bizim değil,
Türkiye’nin de gururu.” (Sabah, 28.6 1995)
Evet,
25 yıl önce Tofaş kurulurken, biz de fındık fıstık « yiyerek yerli malı
haftaları kutluyorduk. Şimdi Italyan motorlarım Türkiye’de imal edebilmenin
gururunu (!) yaşıyoruz. Ne müthiş terakkki! Bunun için ana yurdu kara ve oto
yollanyla sardık dört yandan. Sırf otomobil satılsın diye, demir yollarını es
geçtik. Bizden 10-15 yıl sonra yola çıkanlar (Güney Kore, Malezya...) kendi
otomobillerini imal edip dünya pazarlarında caka satarken, biz ancak yabancı
şirketlerin lütfuna mazhar olmanın gururunu taşıyabiliyoruz. Ne büyük
“transformasyon”!
Törende
yapılan konuşmalarda Rahmi Koç, yerli malı otomobil kullanımının
özendirilmesini isteyince, Başbakan Çiller şöyle cevap vermiş: “Yerli malımıza
yine sahip çıkıp, onu kullanmayı gurur meselesi yapacağız. Ama rekabet
içindeki yerli malını. Rekabete açılmış yerli malını kullanmak Türk
halkının gururu olacaktır.” Söylenenler doğruysa, Tofaş’ın bu yılki ihracatı
500 milyon doları bulacak. Doğrusu, yerli bir teknoloji geliştirmemiş de olsa,
bunu büyük bir başarı sayacağız. Çünkü, Tofaş da dahil olmak üzere, Koç
grubunun İstanbul Borsası’na kayıtlı 12 şirketinin (Arçelik, Aygaz, Beko,
Döktaş, Izocam, Kav, Maret, Otosan, Tat, Tofaş Türk, Tofaş Oto ve Demir Döküm)
1993 yılı ihracatı sadece 187 milyon dolar olabilmişti. Buna karşılık, 12
şirketin toplam ithalatı 764 milyon dolardı. Bu durumda, ülkeye kaybettirilen
yıllık döviz miktarı 577 milyon dolan buluyordu. Şimdi hiç değilse bir dengeye
doğru gidilmiş olacak.
Türk
sanayici ve işadamı dünya rekabetine açılmadıkça,ülkeye borcunu ödemiş olmayacak.
Bu basit gerçeği herkes dile getiriyor ama, pek az sanayici uygulamayı göze a
alabiliyor.
Herkesin gözü iç pazarda. Italyan veya Japon ortaklıklarım atlama taşı olarak
kullanabilirsek, ne âla. Bugün yapıldığı gibi, 65 milyonluk Türkiye pazarını kendilerine
açtığımız halde, hâlâ lütuf gördüğümüzü düşünüyorsak, çekiver kuyruğunu
gitsin...
Adalet
Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi
romanını okudunuz mu? 12 Eylül öncesi on yıllık bir dönemin tedirgin hayatının
entellektüel bir işadamı çevresinde örgülendirildiği akıcı bir eser. Ferit
Sakarya, ülkeye borcunu ödeme aşkıyla yanıp tutuşan bir “yurtsever” işadamı.
Şöyle düşünüyor: “Ülkemizde yerli, ulusal sanayiimizi kuracak kaynaklar var.
Tek şey yok: Günlük çıkarları o kaynakları harekete * geçirmekle ters
düşmeyecek adam, insanım seven adam. O kaynak yok işte, yok!” Bu yazıda Ferit
Sakarya’nın üllke- nin öz kaynaklara dayalı sanayileşmesine ve özel olarak da
Ortak Pazar üyeliğine dair fikirlerinin bir özetini sunmak t istiyorum.
Ortak
Pazar’a girebilmek için Odalar Birliği üyelerinde çılgın bir istek var. Ortak
Pazar’a üye olursak, ekonomik sıkıntılarımızın sona ereceğine inanıyorlar.
Avrupa ülkeleri Ortak Pazar’a üye olarak birbirlerinin önüne gerdikleri gümrük
duvarlarını kaldırmıyorlar mı? Biz üye olunca, öteki üyelerle tam bir serbest
ticarete girişebilirmişiz... Bunun ne demeye geldiğini görmüyorlar. Avrupa
ülkeleri bizi aralarına almış gibi yapacaklar. Ancak, bu kadar. Çünkü, Bay
Friedman’ın kendine özgü birtakım önlemlerinden bize düşecek pay yok.
Eskişehir şekercileri, uncuları, bisküvitçile- ri, Adana pamukçuları,
perdecileri, İstanbul gömlekçilcri, montajcıları, tekstilcileri bunu
anlamıyorlar. Bekledikleri ortaklıkta biz sadece Avrupa için, işlerine
geldiği yerde, işlerine geldiği sürece bir pazar olacağız. Ortak mortak
olmayacağız. «
Bizim
işadamlarımızın İstanbul’da ürettikleri ne? ‘Ortak- larımız’ın
vazgeçemeyecekleri, ekonomileri dara düşünce, ‘‘şunlar şunlar artık dursun,
istemiyoruz” diyemeyecekleri şeyler mi? Teşkilatlanmamış sermaye sahipleri
görüşlerime “Beyimizin kamı Avrupa’ya tok. Biz oralarda hiç yaşamadık, biraz
da biz ölelim” diye karşı çıkıyorlar. Aşağılık n
duyguları...
Ortak Pazar demek, onlar için İsviçre bankalarında paralarının olması demek.
Zürih Havaalanında biraz da onlar ‘işadamı’ rolüne çıkacaklar. Özlemleri bu.
Geleceği bu köşebaşı esnaf kafalı işadamlarına nasıl göstermeli? Hâlâ
yırtınıyoruz, nasıl anlatmalı? Bütün benbenci düşlerine karşın ekonomimizi
şahıs değil, ülke ekonomisine nasıl dönüştürmeli? (Üç Beş Kişi, s.
240-41)
Ferit
Sakarya, yirmi yıl öncesinden, sanayiciyi bir tür tefeciye çeviren bugünün
repo düzenini görür gibidir: “Evet baylar, bizim meselemiz malî rantabilite
değil, ekonomik rantabilite olmalıdır!. Tüketime değil, üretime yönelik yatırımlar
yapmalıyız. Fabrikalar yapacak fabrikalar kurmalıyız. Değerli üyeler, doğduğumuz
toprakların adamına borcumuzu ödemenin bir yolu olmalıdır. Bu yol...” Kuliste,
başkanı sıkıştıranlar olacaktır: “Peki, genel ekonomiye katkı politikası güdersek,
bunda bizim kendi kârımız ne olacak?”
Fabrikalar
yapacak fabrikalar eldeki kıt şahsî sermayelerle nasıl kurulacaktır?
Kahramanımız, özellikle Orta Anadolu’da bugün hummalı bir tarzda yaşanan
İktisadî seferberliğin ana hatlarını çizmektedir adeta. “Kentin bütün
sermaye sahiplen birleşebiliriz. Büyük yatırımlara geçebiliriz. ülke
ekonomisinin düzelebilmesi için, ülkenin kendi gücüne dayalı, dışarıya bağımsız
sanayi malları üretebiliriz. Ne yapıp edip kendi öz kaynaklarımıza dayalı bir
sanayi başlatmalıyız. Baylar, ülkemizin ekonomisi, o kadar çok ayna ortasında,
o kadar çok gövdenin yansıması haline gelmiş ki, toplumumuzu kalkındıracak bir
ekonominin asıl gövdesini göremez olmuşuz. Oysa, gövde burada duruyor.
Aynalardan yansıyanın tam ortasında. Bizim kendimiz, kendi öz kaynaklarımız.”
Ferit
Sakarya'nın düşleri gerçekleşme yoluna girmiş bulunuyor. Yozgat, Kayseri,
Konya., ahalisi “öz kaynaklarım hidestijin’4İstanhuraın.dısaJ>aeı®h. Ortak
Pazarcı sultası
na
meydan okuyor. Bu heyecan verici serüvenin romancısı henüz ortaya çıkmış değil.
Roman değil, destan yazmak gerekecek belki de!
Şahıs
veya
şirketlerin iflasına aklımız erer de, devletlerin iflasını bir türlü tasavvur
edemeyiz. Çünkü, müflis kişi veya kurumun alacaklıları çok büyük ihtimalle
kapıya dayanmış olduklarından, iflas durumu ayan beyandır; hiçbir şekilde
hasıraltı edilemez (Devlet veya banka borçlarının üstüne yatmak için
başvurulan muvazaalı iflaslar hariç!). Devletlerin alacakldan her zaman aynı
heyecanla kapıya dikilmeyebilirler.
Onun için devletler iflaslarını küçük cüsseli kurululardan daha uzun zaman
gizleyebilme imkânına sahiptirler. Ancak, doğal sınırlar vardır. Bugün iç
borçlan 1.5 katrilyon liraya, dış borçlan 70 milyar dolara (3.5 katrilyon lira),
böylece toplam borçlan 5 katrilyon liraya ulaşmış bir devlet hâzinesi müflis
değil midir? Bu paranın yıllık faizi en az 4-6 katrilyon eder ki, devletin
yıllık geliri taş patlasa 3 katrilyonu bulmaz. Binaenaleyh, değil anaparanın,
faizlerin yansının dahi ödenebilmesi mümkün değildir. Yüksek faize tav
olup hazine bonosuna saldıranlar yakın gelecekte bir “Devletzedeler Yasası”
çıkarabilmek için Ankara’nın sokaklarını arşınlayacaklardır. Bankerzede veya
dövizzedelere tatminkâr bir yol bulamayan devlet, kendi kurbanlarına nasıl bir
çare uyduracaktır?
Devletin
iflas sebeplerinin başında bizzat kendisinin ihdas ettiği faiz çevrimi yer
almaktadır. Fakat daha da önemlisi, devletin faiz ve benzeri rant gelirlerini
adeta vergi dışı bırakırken, sanayi ve hizmet gelirlerini ağır bir şekilde
vergilen- dilmesidir. Üretken kişi ve kuramların cezalandırılması demektir bu.
Ve sonucu daha az üretim, daha az kazanç, dolayısıyla daha az vergi demektir.
Akrebin
kendi kendini sokmasına benzetilebilecek bu durum üstelik hiç de yeni bir şey
değildir. Bütün çağlarda, ehliyetsiz ellerde kalmış birçok ülkede tekrar
tekrar ortaya çıkmıştır. Onsekizinci asrın büyük Hind âlimi Şah Veliyullah
Dihlevî, devletin yanlış siyaseti neticesinde insanların tarımdan (yani
üretimden) kopup ticarete veya askerlik ve benzeri mesleklere (bürokrasiye)
yöneldiklerini, bunun ülkenin ha- rab olmasıyla neticelenmesini kaçınılmaz
kıldığını belirtmektedir. Üstad bilhassa şu iki hususa dikkat çekmektedir:
1.
Devlet
hâzinesine üşüşmek. Üretken faaliyetlerden uzaklaşan
birçok insanın geçimlerini devlet hâzinesinden karşılamayı alışkanlık haline
getirmiş olmaları. Bunların asıl amaçlan, bir yarar sağlamaksızın geçimlerini
çıkarmak, kadro işgal etmektir. Gün be gün sayılan kabaran bu sınıf, giderek
şehir hayatını zehir etmeye ve halk üzerine yük olmaya başlarlar.
2.
Ağır
vergilerin konulması. Çiftçi, tüccar ve çeşitli meslek
erbabından alınan ağır vergiler, gönüllü icra edilen bu faaliyetlerin zamanla
altından kalkılmaz bir yük haline gelmesi ve köklerinin kazınması sonucunu
doğurur. Yahut güçlü kuvvetli kimseler vergi kaçırmaya başlar veya isyana
kalkışırlar. Oysa, şehri mamur edecek şey, mükel leflere fazla yük getirmeyen
bir vergi sisteminin olması, asayişi sağlayacak kadar da güvenlik görevlisinin
bulundurulmasıdır. Zamanımız insanları bu ince nokta üzerinde düşünmelidirler.
Zamanımız
insanları bu ince nokta üzerinde düşünmüyor değiller. Buna rağmen yaranın gün
geçtikçe derinleşiyor olması, akrebin salih niyet taşımıyor olmasındandır.
Her
meslek
erbabının kendine yönelik hicvi vardır.
Meslek
hayatının monotonluğundan sıyrılmanın bir yoludur hiciv. Futbolda kaleciler
kedilere benzetilir; aralarındaki tek faik, kedinin tutabildiğini yemesiymiş,
kalecininse tutamadığını, iktisatçılar için anlatılan güzel fıkralardan biri
şu: Hitler, Alman ordusunu denetliyormuş. Zırhlı birlikler, hava komandoları,
vs. tek tek önünden geçmişler. En sonda, ellerinde hantal çantalar, kısa boylu,
saçı başı dağınık birkaç manga. Führer, şaşkın ve kızgın, kim bunlar demiş. “İktisatçılar
Birliği, efendim; tahrip güçleri çok yüksektir.”
Hukukçu
ve maliyeciler de dahil olmak üzere, müşavir (şimdi “danışman” diyorlar!)
câmiası için anlatılan mesellerin ise üstüne yoktur. Bir tanesi “saymadan
kesmek” üzerine. Çocukluk arkadaşı olan iki kedi karşılaşırlar. Biri * i
aksıyordun
On ayaklarından biri kesilmiştir. Hayrola, der öbürü. “Hiç sorma, şu ünlü
Herderde deva Müşavirlik Şirketi’ne uğradım da.” Bizimki pek birşey anlamaz. Diğeri
izah eder: “Çok acayip kuralları var. Beş ayaklı kedilerin bir ayağını
kesiyorlar.” Birinci kedi iyice aptallaşmışım Beş ayaklı kedilerden sana ne;
senin dört ayağın var, diyecek olur. “Mesele de orada zaten. Önce kesiyorlar,
sonra sayıyorlar.”
Müşavir
olarak çıkarımı zedeleyici nitelikte de olsa, iktisatçı müşavirin en güzel
tariflerinden biri şu: Yaptığı tahminlerin niçin tutmadığı hususunda patronu
ikna edebilme yeteneğine sahip kişi. The Economist dergisinin 10 yıl önce
yapıp, son sayısında (3 Haziran 1995) açıkladığı bir soruşturma, çöpçülerin
gelecek tahmini hususunda daha güvenilir olduğunu ortaya koyuyor.
Dergi,
1984 sonunda 16 kişiden oluşan bir heyete sorular göndermiş: Dört eski Maliye
Bakanı, dört çokuluslu şirket başkanı, dört Oxford talebesi ve dört Londra
çöpçü- sü. Sorular, önümüzdeki on yılda (1985-95) ne gibi ekonomik gelişmeler
beklediklerine dairmiş. OECD ülkelerinde büyüme haddinin ne olacağına dair
birinci soruya en kötümser cevap Oxford talebelerinden gelmiş: %2’den az.
İyimser çöpçüler %4-5, şirket başkanları ise %2-3 demişler. Gerçekleşen sonuç,
%2.6. Yöneticiler tecrübelerini konuşturmuşlar, anlaşılan.
Gelelim
enflasyon beklentisine. Bir önceki on yılın ortalama enflasyonu %9.5 olunca,
herkes %5’in üzerinde bir beklenti içindeymiş. Bakanların biri %5-7 arası, üç
tanesi ise %7-10 arası; şirket başkanlarmın hepsi %5-7 arası tahminde
bulunmuşlar. Fiilî gerçekleşme: %4.4 olmuş. Petrol fiyatını hiçbiri
tutturamamış. O zamanlar varili 29 dolar olan petrolün 25 doların altına
inmeyeceği tahmin edilmiş; yarıya yakını ise 40 dolar olur demişler; şu anda 17
dolar. Bir başka soru, dolar-sterlin paritesine dair olmuş. 1984 sonlarında
1.20 dolayında olan paritenin 1 doların altına ineceği tahmin edilmiş. Bugün
1.60 dolaymda olan pariteye en çok yaklaşanlar ise çöpçüler olmuş.
Ve
son soru: Singapur’un kişi başına gayrı safi yurtiçi hasılası ne zaman
Avustralya’nınkini geçecek? Olacak şey mi bu? Avustralya’nın kişi başına
GSYIH’sı o zamanlar Singapur’unkinin tam iki katı. 16 kişiden 7’si “Hiçbir
zaman” demiş. Ne var ki, Dünya Bankası’na göre, 1993 yılında Singapur,
Avustralya’yı sollamış bulunu- yor. iki çöpçü ile iki şirket başkanı böyle bir
kaymanın 15 yıl içinde gerçekleşebileceğini söyleyerek doğru tahmine
yaklaşmışlar.
Skor?
Her doğru (yani, en az yanlış) soruya 4 puan, sonrakine sırayla 3, 2, 1 puan
verilerek puanlar toplanmış. İlk sırayı çöpçülerle şirket başkanlan almış;
Maliye Bakanlan ise dibe vurmuş. Dergi yazarlarının çıkardığı netice şu: Çöp
bidonlannın muhteviyatı yararlı bir öncü ekonomik gösterge olabilir. TÜSİAD ve
MÜSİAD uzmanla- nna haber vermiş olayım.
i
* Sabrı F. Ulgener: Zihniyet,
Aydınlar ve Izmler, Ankara: Mayaş, 1983, s. 15.
** TDV İslâm Ansiklopedisi,
“Ahilik11 maddesi.
* Doğrusu İsmail
Coşkun, Ahmet Kanlıdere, Cevat Ozkaya mı acaba? •
** Sözkonusu mektubu
daha sonra çalıştığım bankada daktilo ettirmiş, ashnı Hoca’ya imzalatıp Muhsin
Beye göndermiş, bir kopyasını dosyaya koymuş, iznini alarak bir kopyasını da
kendime saklamıştım. *
* Ömer Lekesiz: Hasan Aycın’in
Çizgilerinden Hareketle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj, YediGeceKitapları,ı
İstanbul, 1995. Aycın’ın Bocurgat ve Gece Yürüyüşü albümlerini de
aynı yayınevinden temin etmek mümkün. Yazışma adresi: A. Samet Özlük, P.K.
566,34434 Sirkeci, İstanbul.
[*] Mustafa Kutlu: “Red Cephesi” Bu B
Öyledir, İstanbul: Dergâh, 1988.
[†] Carlo M. Cipolla: Clocks and Culture, New York: W.W.
Norton and Co., 1978, s.7 ve 25.
[‡] Refik Halid Karay: Bir Avuç Saçma, İstanbul:
Semih Lütfi Kitapevi, 1939, s. 141.
[§] Alvin Gouldner: The Future of Inteilectuals and
the Rise of the New Classy New York: Seabury Press, 1979.
[**] S. Hüseyin Nasr: İslam ve İlim, İstanbul:
İnsan, 1989, s. 153. İlhan Kutluer’in temiz bir Türkçeyle çevirdiği bu kitapta
İslam tıbbı ile alakalı bölüm tam 40 sayfa tutmaktadır. Bütün ilgilenenlere
tavsiye ederim.