Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MUSTAFA ÖZEL... NİTELİĞİN EGEMENLİĞİ

 



TÜRK MESELESİ

Sık sık muhatap olduğum sorulardan biri şudur: Musta­fa Özel, sen Ağrı’da doğup *büyüdün; iyi bilirsin, şu Kürt meselesini nasıl hâlledeceğiz? Cevabım son derece kısa oluyor: Azizim, sen de Maraşlı, Ankaralı, Edirneli­sin; iyi bilirsin, şu Türk meselesini nasıl hâlledeceğiz? Pa­zar Postası’nın TOBB raporuyla ilgili soruşturmasına da bu minval üzere cevap verdim. Biraz genişletip dikkatle­rinize sunuyorum.

Bu ülkede esas olarak bir “Kürt” (veya “Laz”, “Çer­kez”...) meselesi yok, bir “Türk” meselesi vardır. Daha doğrusu Türk’ün “ne” olduğunu meşru bir tarzda belirleyememe sıkıntısı çekilmektedir. Ortalıkta çok sayıda kav­ram dolaşmaktadır: Millet, ulus, kavim, halk, ırk, etnik grup, vs. Yirminci asrın ilk çeyreğinde kurulan League of Nations’a “Cemiyet-i Akvam” demeyi uygun görmüştük: “Nation” olsa olsa “kavim” olabilirdi. Sonra siyasî gra­merimiz terakki etti (!). Asrın ortalarında kurulan United Nations’a “Birleşmiş Milletler” dedik. “Nation” bir ka­lem darbesiyle kavim olmaktan çıkıp, millet oldu. Alman, Fransız, Rus kavimleri artık birer millet olduklarına göre, Türk de bir kavim değil milletti artık. Peki Kürtler ve di­ğerleri? Onlara kavim veya halk diyebilirdik. Hatta, her hangi bir isimlendirmeye bile gerek yoktu: Türk milleti­nin mecburi parçaları, dağ veya deniz Türk’ü idiler.

Müslüman bir toplumu, İslâmî olmayan terimlerle isimlendirmek ve o toplumu meydana getiren üyelerin hukukunu (özellikle kültürel haklarını) gayr-ı İslâmî bir tarzda tesbit etmek meşru değildir. Ve meşru olmayan hiç­bir tasarruf uzun ömürlü olamaz. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Kültlerin veya Laziann hiçbir itirazları ol- mamıştı. Osmanlı imparatorluğu’nun geçirdiği büyük, sar­sıntılara rağmen, siyasî gramerleri temelde bozulmamıştı: Müslüman bir “millet”in unsurları idiler ve aralarından bir kavmin (Türklerin) meşru öncülüğünde yeni bir devlet kuruyorlardı. Bu meşruiyetin kaynağı bizzat tarihî tecrübe idi. Kürtler de, diğer bölge kavimleri de sekiz yüzyıla ya­kın bir zamandan beri bu coğrafyada muayyen Türk boy­larının öncülüğünde ve Hıristiyan dünyaya (Dar ül Harb’e) karşı koyan “devletler" kurmuşlardı. İmparatorlu­ğun enkazı üzerinde kuruluyor olsa da, yeni devletin ön­cekilerden temelde farkı yoktu. Yahut hakiki (yani kolo- nizatör olmaya niyeti olmayan) Türk, Kürt ve diğerleri böyle düşünüyorlardı. Misakları bu esasa müstenitti.

Kurulan yeni devletin resmî dili gayet tabii olarak Türk­çe idi ve Meclisinde Kürdistan mebusları, Lazistan me­busları yer alıyordu. Fakat bir süre sonra, kolonizatörler galip geldi. Türk'ün bir kavim değil, “millet" olduğuna “karar verildi”. Üzerinde bütün Müslüman kavimlerin         (yani Anadolu ve Trakya’daki İslam milletinin) ittifak et­miş olduğu 1924 Anayasası’ndaki “Devletin resmî dili Türkçedir” ibaresindeki resmî kelimesi kaldırıldı; “Dev­letin dili Türkçedir” oldu. Herkes Türk olduğuna göre, başka dil de konuşulamazdı.

TOBB anketine cevap veren insanların (özellikle seçil­miş oldukları büyük ihtimal olmasına rağmen) yüzde 97’si kendilerinin “Müslüman" olduğunu açıkça dile ge­tirmişlerdir. Buna rağmen, raporda yapılan yorumlar ve önerilen çözümler arasında İslam'la bağlantılı tek kelime­nin bile edilmiyor olması, problemi ortaya çıkaran güdümlü zihniyetin hakimiyetini devam ettirmekte olduğu­nu göstermektedir. Bu zihniyet sömürgeci güçler tarafın­dan empoze edilmiş, yerli kolonizatörler tarafından uygu­lanmıştır. Raporu hazırlayan ve yayınlayanlar, koloniza- törlerin safında yer alıyorlar. Yani çözümün değil, proble­min parçasıdırlar.

Türk meselesi, kolonizatör zihniyetinin ve kolonizatörlerin bertaraf edilmesiyle hâl yolunu bulabilir ve öyle ya­pılmalıdır. Zira, Avrupa’nın ortasından bir yanda doğuda Çin’e, bir yanda da güneyde Nijerya’ya kadar uzanan ge­niş bir Afro-Avrasya kara kütlesinde “devlet kurma” ira­desine sahip üç büyük insan topluluğundan biridir Türkler (diğerleri Almanlar ile Ruslardır). Bu, bin yıllık bir tarih­sel sürecin ortaya çıkardığı bir gerçektir. Başka kavimler devlet kurmaya ehil değil midirler? Eğer “devlet” ile, bu­günkü dünya sistemi içinde manipüle edilen bir çoğu kar­ton gövdeli ulus-devletleri kasdediyorsanız, o zaman şim­diki gibi 180 devletin değil, belki birkaç bin devletin bile kurulabileceği söylenebilir. Ben devlet ile, belli bir coğ­rafyada harekete geçtiği zaman (ekonomisi, siyasî sistemi ve kültürel yapılarıyla etkin duruma geldiği zaman), sayı­sız topluluğun kendisine katılmayı doğru ve kazançlı bu­lacakları oluşumları kasdediyorum. Bu anlamda bugün yeryüzünde 180 değil, belki bir düzine kadar devlet var­dır. Türkiye, “Türk ulusçuluğu” ideolojisiyle, böyle bir hakiki devlet olma imkânından vazgeçmekte, daha doğru­su vazgeçirilmektedir. Kürt meselesi, bu vazgeçiş senar­yosunun bir perdesinden ibarettir.

 

NİTELİĞİN EGEMENLİĞİ

Rene Guenon, Mustafa Kutlu’ya ne dedi? Dedi ki, es­ki sanatlarla modern sanayii arasındaki fark, daha doğrusu karşıtlık, hangi tür egemenliğin kabule şayan bu­lunduğuna dairdir. Eski sanatlarda nitelik, modern sa­nayide ise nicelik ağır basmaktadır. Sanatlarla meslek­ler veya “sanatçı” ile “zanaatçı” arasındaki fark, tamamen modem bir farktır. Eskiden sanatçı, ayırım gözetmeden her hangi bir sanat veya meslekle uğraşan insan iken; mo­demler sanatı, dolayısıyla sanatçıyı, daraltılmış sınırlı bir alana hapsetmektedirler.

Niteliğin egemenliği ne demektir? Yorgancı Hafız Yaşar ile yorgan yapmak için kullandığı pamuk arasına niçin kâr/zarar endişesinden daha fazla şeyler girmektedir? Pa­muk, Hafız Efendi’ye hâl tercümesini nasıl anlatmakta, Hafız onunla hangi dilden konuşmaktadır? Bu Böyle- dir’den okuyoruz:

“Onu incitmekten korka korka okşuyorum. Sevildiğini anlıyor, gözlerinin içi gülüyor. Daha birkaç gün birlikte­yiz. Ona şimdiden müjdeli haberi verebilirim. Bak, diyo­rum. Bu yorgan Zeynep kızın çeyizine dikiliyor. Tanıdın değil mi Zeynebi? Hani geçende annesi ile geldilerdi. Ha, diyor, yanakları pençe, pençe kızarık taze değil mi? Evet, diyorum, o işte. Güzel, alımlı, temiz, tertipli bir kız. Seni yüklüklerde lavanta kokularına boğar, her bahar güneşe * * çıkarır, tasalanma. Yok, diyor, ne tasası. Ömür kısa, yol uzun. Nasılsa sonunda yine buluşacağız. Nasıl? Eh, di­yor. Her pamuk yorganın da kendine göre bir ömrü var. Sen de dünyaya kazık kakacak değilsin, günün birinde se­ni de kefenleyip gömecekler. O zaman buluşuruz.”(s.37- 8.)

Heidegger’in anlayışına göre, Yunanlılar için herşey physis (kendini ifşâ) olarak görünüyordu; Romalılar için tamamlanmış iş parçaları; Ortaçağ insanları için birer ya­ratık; erken modem çağ insanları için birer nesne; mo­demler içinse, etkin kullanım ve büyüme maksadıyla dü­zene sokulacak birer kaynak. Mustafa Kutlu, Guenon gi­bi Heidegger’e de aşina; aralarındaki tek fark, onlar için büyük ölçüde zihnî bir inşâ olan bu fikirler, Kutlu için yaşadığı hayatın kutlu armağanları. Postmodernler gibi şapkadan tavşan çıkarmaya teşne olmadığı için, her şeyin hangi maksatla birer kaynağa dönüştürülmek istendiğini esastan kavrayabiliyor:

“Şu elma, armut, zerdali ağaçlarını, hatta gülleri kes; kavak dik buraya Hafız Efendi, kavak. Senesine varmaz servete boğar seni. îşte fırsat, yanıbaşından yol geçiverdi. Kes şu ağaçlan, temizle güzelce. Tam yeri. Bi benzin is­tasyonu. Senin gücün yetmezse Kadiroğlu dünden razı. Ortak ol gitsin. Dört tane ağacın başını bekleyeceğine.”

“Böyle deniliyor. Onlar evlerini, ocaklarını, bahçelerini, ağaçlarını; bu yoldan, bu elektirik tellerinden, bu motor seslerinden kendilerine ulaşan hesap-kitap üzerine bina ettiler, ama yağma yok.”

Çırak Süleyman’ın aklı bir türlü ustasının hesabına yat- mamakta, daha doğrusu bu işte bir hesapsızlık sezinle­mektedir: “Yo... Anlamak istiyorum. Doğrusu, doğrusu ne?” Hafız Yaşarın cevabı, Heidegger’e parmak ısırtacak inceliktedir: “Bak. Sanıyorum toprak, bundan böyle toprak olmaktan çıkacak. Ağaca ağaç gibi bakmayan, toprağa toprak diyerek basmayan, adama da adam gi­bi muameleyi bırakacak.”[*]

Müslümanlar eşya ile ilişkilerinde bulundukları pasif konumdan kurtulmaya çabalarken, mesleklerini sanki kendilerinden tamamen kopuk, kendi dışlarında ve her an değiştirebilecekleri birer kıyafet olarak görmemeli; başta insanlar olmak üzere, çalışma sürecine katılan her şeyi ruh sahibi birer emanet saymalı, onlara kaynak muame­lesi yapmamalıdırlar. Eşref-i mahlukatın basit bir malze­me muamelesi gördüğü bir dünyada, hayat parlak kelime­lerle süslenmiş trajediden ibarettir.

Red Cephesi, sırat-ı müstakime aralanan kapı. Beşerin is­yandan insana dönüşü.

Y

ELBİSE DUASI

ağmur Duası’na istihfaf ve şaşkınlıkla yaklaşanlar, elbise duası karşısında nasıl duygulara kapılırlar, bi­lemem. Bildiğim, duaya kapanan hayatın, trajediye açıldı­ğıdır.

Enes bin Mâlik (ra) dedi ki: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elbisesi­ni yenilediği zaman, onu Cuma günü giyerdi.”

Ebû Saîd (ra) dedi ki: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elbisesini yeni­lediği zaman, ister gömlek veya kaftan, ister sank olsun, önce ismini söyler ve sonra şöyle dua ederdi: Allahumme leke’l-hamdu kemâ kesevteniyehu. Es’elüke min hayrihî ve hayri mâ suni’a lehu. Ve eûzu bike min şerrihî ve şerri mâ suni’a lehu. Allahım! Hamd sana mahsus­tur. Bunu bana sen giydirdin. Onun hayrım ve ne için ya­pılmış ise onun da hayrını senden niyaz ederim. Onun şerrinden ve ne için yapılmış ise onun da şerrinden sana sığınırım.”*

Trajik bir hayat süren modem insana, giydiği elbisenin “hayır ve şerrinden” söz etmek, deveyi iğne deliğinden geçirmekten daha zor. Yine de sanatın kıvılcımlar saçan gücü zaman zaman ona bir şeyler hatırlatabiliyor. Rainer Maria Rilke, 1910 yılında yayımlanan Malte Laurids Brigge’nin Notlan’nda, giyilen elbisenin insan şahsiyeti üzerindeki etkisini büyük bir belagatle dile getirmektedir:

“Belli bir kıyafetin doğrudan doğruya yapabileceği et­kiyi ben o zamanlar öğrendim. Bu elbiselerden birini sırtı­ma geçirir geçirmez o elbisenin hükmü altına girdiğimi itiraf etmek zorundayım; o elbise benim hareketlerimi, yüzümün ifadesini, evet hatta ilhamlarımı belirliyordu; üzerine tentene kol kapaklan düşüp duran elim, benim her zamanki elim değildi asla; elim, bir aktör gibi kımıldıyor­du, evet, ne kadar abartılmış gözükürse gözüksün, elim kendini seyrediyordu diyebilirim.”

Sonra maskeli bir elbise giyen Rilke, aynaya doğru sü­rüklenir. “Alabildiğine büyüyen bir bunalışla kendimi bu kıyafetten sıyırmaya çabaladığım sırada ayna, bilmiyo­rum neyle, beni, başımı kaldınp bakmaya zorluyor ve ba­na bir hayal, hayır, hayır, bir gerçek, yabancı, kavranması imkânsız, anormal bir gerçek dikte ediyordu; istemediğim halde bu gerçek iliklerime işledi; çünkü şimdi o kuvvet­liydi, bense ayna olmuştum. Karşımdaki bu büyük, kor­kunç Biluımeyen’e gözlerimi dikmiş bakıyordum; onunla yapayalnız bulunmak, bana müthiş görünüyordu. Ama bunu düşündüğüm dakikada en olmayacak şey oldu: bü­tün anlamımı kaybetmiş, yok olmuştum. Bir an, kendime, tarif edilmez, umutsuz ve boş bir özlem duydum.”**

Giyilen elbisenin insana kendi anlamını kaybettirmesi ne müthiş bir tecrübedir! Buna karşılık, “libas”ın Arapça­’da “korunak” anlamına gelmesi manidardır. Ve libas ile takva arasında bağlantı kurulmaktadır. Cenab-ı Hakk, A’raf Sûresi’nin 26. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Ey Ademoğullan, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir, işte bu(nlar), Allah’ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.”

Değerli yazar Fatma K. Barbarosoğlu, Moda ve Zihni­yet başlıklı çalışmasında, kıyafetin "sahip olunan dünya görüşünün aynası” olduğunu söylemektedir. Modacılar bir kıyafeti hazırlarken, kıyafetin sunduğu imajın mevcut dünya görüşüne denk düşmesine dikkat ettikleri gibi, ge­liştirdikleri modalarla yeni dünya görüşlerinin oluşmasını da sağlamaktadırlar. "Doğu dünyası, kıyafetiyle göze çarpmamayı, mevcut güzelliğini yabancı bakışlardan giz­lemeyi gaye edinirken; Batı dünyası için giyinmek, güzel­liğin daha belirgin hale getirilerek teşhir edilmesidir.” *** Moda, farklı zihniyet ve hayatlara kök salan bu farkları ortadan kaldırıp, tekbiçim kıyafetleri "”küreselleştirmek- tedir”. Bu bakımdan, Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) duasını bu­gün şöyle tefsir edebiliriz: "Allahım! Hamd sana mahsus­tur. Modanın şerrinden ve ne için yapılıyorsa onun da şer­rinden sana sığınırız.”

ELBİSENİN AZİZLİĞİ

G

eçen Kurban Bayramı’nda bir hadis-i şeriften hare­ketle “Elbise duası” başlıklı bir yazı yazmıştım. Hz.Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ne zaman bir elbise giyse, hemen Al­lah’a hamd eder, o elbisenin hayrını diler ve şerrinden Yüce Mevla’ya sığınırdı. Duaya kapanan kapının traje­diye açıldığını vurgulayarak, modern insanın bu incelik­ten uzaklaştığını, ancak bir iki sanatçının sezgi gücüyle hakikatin yine de aramızda gezindiğini dile getirmiştim. Bu meyanda Alman şair Rilke’nin hatıralarından bir bölü­mü aktararak elbisenin insan zihni ve karakteri üzerinde­ki etkisine, daha doğrusu baskısına dikkat çekmiştim.

Dergâh dergisindeki zevkli yazılarıyla tanıdığımız genç edîb M. Fatih Andı, Rilke’nin Türk benzerine işaret ediyor: Ahmet Hamdi Tanpınar Ustad, Saatleri Ayarlama Enstitüsü nde Rilke’yi hayran bırakacak bir tahlil ve ter­kip gücü göstermektedir. Her geçen gün “moda”nın hük­mü altına girme durumları vahimleşen Müslümanların, el­bise giymenin gelişigüzel bir eylem olmadığını kavrama­larına yardımcı olacağını umduğum bu tahlilden kısa bir bölüm sunuyorum.

“Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikli­ğin arkasından bakmak ihtiyacı, yahut Ben artık bir başkasıyım! diyebilmek saadeti... (Halit Ayarcı’nın hediye ettiği elbiseyi) sırtıma daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığımın değiştiğini gördüm. Birden bire ufkum, görüş zaviyem genişledi. Hayatı onun gibi bir bütün olarak mü­talaaya alıştım... Sanki bu elbise değil bir büyü idi.”

Romanımızın baş oyuncusu Halit Ayarcı, Hayri Irdal’in fikirlerini onaylar: “Aziz Hayri İrdal, söylediğiniz son de­rece doğrudur. Bütün büyük adamların, maiyetlerinde ça­lışanlara daima elbiselerini ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma imparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi. Hatta Osmanlı hükümdarlarının, vezirle­rinin kürk ve kaftan ihsan etmeleri de bu yüzden olsa ge­rektir. Siz, farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını, bir çeşit psikolojik mekanizmayı keşfettiniz.” (Vurgular bana ait. M. Ö.)

Sanayi kapitalizminin motor gücü olan reklamcılar ta­ifesi bu psikolojik mekanizmayı iki yüzyıl önce keşfett- tikleri için Sistemi azmanlaştırmayı başarabildiler. Mü­minlerin Sisteme karşı mücadeleleri aynı zamanda bu psi­kolojik mekanizmayı bir şekilde aşabilmelerine bağlı olsa gerek.

NEYİ KURBAN EDİYORUZ?

“[İbrahim] dedi ki: Ben Rabbime gidiyorum, o bana yolu­nu gösterir.”/ “Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et!”/ Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müj­deledik./ Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: “Ey Oğul­cuğum! Rüyamda seni boğazlamakta olduğumu görüyo­rum. Artık bak, ne düşünürsün?” dedi. Çocuk da: “Baba­cığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabreden­lerden bulacaksın” dedi./ Ne zamanki ikisi de bu şekilde Allah’a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine ya­tırdı./ Biz de ona şöyle seslendik: “Ey İbrahim!”/ “Rüya­na gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik ya­pardan böyle mükâfatlandınnz.”/ “Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı.” dedik./ Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. (Saffât/99-107.)

İbrahim, Halilullah idi; Allah’ın (c.c.) dostuydu. Gördü­ğü rüya üzerine, O’na en sevgili varlığını, biricik oğlunu kurban etmesi gerektiği sonucuna vardı. Rivayete göre, bu rüyayı üç gece üst üste görmüştü. Ne var ki, istişaresiz hareket etmedi. Oğlunun fikrini sordu. “Oğulcuğum, ne dersin?” diye sual ederken, görmediği Mutlak Varlık ile gözünün önündeki nispî varlık arasında nasıl bir aşk/şef- kat/dostluk/vazife duygusuyla yüklüydü acaba? Bunun

İlahî bir emir olduğunu hemen anlayan "yumuşak huylu” oğul ise sabrı seçiyordu. Mutlak teslimiyet... Baba, en sevdiği varlığından, biricik oğlundan vazgeçiyor; oğul ise kendi canından. Biz kurban keserken, nelerden vazgeçi­yoruz acaba? Kurbanın, yılda sadece bir defa hayvan bo­ğazlamaktan ibaret olmadığını, Allah’ın rızasını kazan­mak için O’nun yolunda her an en sevdiğimiz şeylerden vazgeçmeye hazır olmamız gerektiğini kavrayabiliyor muyuz?  

Kurban, Kitab-ı Mukaddes’te de aşağı yukarı aynı çer­çevede nakledilmektedir. Tek önemli fark, kurban edile­nin İsmail değil, İshak olmasıdır. “Allah, İbrahim’i deneyip ona dedi: Şimdi biricik oğlunu, Ishak'ı al ve Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üze- rinde onu yakılan kurban olarak sun. Ve İbrahim söylenen yere gitti, orada bir mezbah yaptı ve odunları dizdi ve oğ­lu İshak’ı bağlayıp odunların üzerine koydu. Ve İbrahim elini uzattı, oğlunu boğazlamak için bıçağı aldı...” (Tek- vin/22) Melek, koçu getiriyor ve oğul kurtuluyor.

Melek. Kurban keserken, galiba aklımızın ucundan bile geçmeyen mahluk. Göklerimiz astronotlarca işgale uğra­yınca, melekler de sır oldular! Geçen asrın mü’min bir Hırıstiyanı kadar yakın değiliz meleklere, İbrahim'e, İs­mail’e, İshak’a. Selâm olsun cümlesine. Kierkegaard, Korku ve Titreme'de, “Sadece ticaret dünyasında değil, fikirler dünyasında da düzenli bir temizlik harekâtı örgüt­leyen, her şeyin pazarlığa tâbi olduğu” modem çağda, de­rin teslimiyetin ne olduğunu çırpınarak anlatıyordu Avru­palIlara:

“İshak’ın kaderi İbrahim’in elindeki bıçağın sırtındaydı. Ve o yaşlı adam, orada, yanında biricik oğluyla doğruldu. Fakat şüphe etmedi. Biliyordu ki onu sınayan Kadir-i Mutlak Allah idi. Ve bıçağı çekti.

İbrahim’in koluna kini güç verdi? Sağ elini kim kaldırdı ki eli gevşeyip yanına düşmedi? Bu sahneyi gören felç olur. İbrahim’in ruhuna kim güç verdi ki gözleri ne İs- hak’ı, ne de koçu görmeyecek biçimde kararmadı? Bu sahnneyi gören kör olur. Bu yalnızca bir sınamaydı.

İbrahim Moriya Dağı’na çıktığında şüpheye düşseydi, çevresini mütereddid gözleseydi, bıçağı çekmeden tesa- *

düfen koçu görseydi ve Allah, Ishak yerine koçu kurban etmesine izin verseydi... bu durumda İbrahim evine dö­nerdi ve herşey eskisi gibi olurdu. Yanında Sâre ve yamacında Ishak... ve herşey ne kadar da değişmiş olurdu. İbrahim’in inzivası kaçış, kurtuluşu rastlantı, ödülü utanç, akıbeti belki de cehennem azabı olurdu. Ve ne ima­nına ne de Allah’ın inayetine tanıklık etmiş olmazdı. Sa­dece Moriya Dağı’na çıkmanın ne kadar zahmetli olduğunu kanıtlamış olurdu. Ve İbrahim unutulmazdı. Moriya Dağı da unutulmazdı. Bu dağın sözü edilirdi ama, burası İbrahim’in şüpheye düştüğü yer diye, bir şaşkınlık yeri di­ye anılırdı.”

Kurban ibadetimizin, şüphe ve şaşkınlıktan kurtulma­mıza vesile olmasını diliyor, Yüce Mevla’nın bizleri Hz. ’ *

İbrahim ile oğlu İsmail’in (a.s.) dualarına ortak etmesi için niyaz ediyorum: “Ey Rabbimiz, hem bizi yalnız Se­nin için boyun eğen Müslümanlar kıl, hem de soyu­muzdan yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. İliş şüphesiz Tev- vâb Şensin, Rahim Şensin.”

BAKKALLAR VE ALIŞVERİŞ TAPINAKLARI

L

ondra dönüşümde masamın üzerinde bir not: "31. 10.

1993 Pazar günü saat 15.00’te, Müvenpick Oteli’nde yapılacak ‘Bakkallar ve Sorunları’ toplantısında, şirketi­mizi temsilen bir konuşma yapmanız uygun görülmüştür. Bilgilerinizi ve gereğini rica ederim. Genel Müdür.”

Çocukluğumun unutulmaz bakkalı Hasan Bayvali’yi hatırladım hemen. Karaköse’nin en doğu kısmında, Do­ğubeyazıt yolu üzerindeki tek bakkaldı. Yüz metre sonra ‘Laz bostanlan’ başlıyordu. Bakkal ile aramızda yetiştir­me Yurdu (Çocuk Esirgeme Kurumu) bulunuyordu. Hasan Amca’dan en çok satın aldığım şeyler akide şekeri, çedene şekeri ve bisküvi arası lokum idi. Hep Avrupa mallan (!) satardı nedense. İğdır’dan gelen salça bile ‘Bi­rinci Sınıf Avrupa Salçası' oluverirdi. Hasan Bayvali’yi ve kızlan Hamide ve Kadriye’yi düşüne düşüne Möven- pick’e gittim. Katıldığım oturumda Ünilever, Hacı Şekir, Paksoy ve Bingo’nun temsilcileri vardı. (Ülker’i temsil ediyordum ben de.) Karşımızda yüz kadar Hasan Amca, on-onbeş Genç Hasan ve birkaç tane de (biraz şık giyin­meye çalışmış) Hamide ve Kadriye oturuyordu. Sıkıntı içindeydim. Konuşmacılar sırayla ‘ salça’larının hakiki Avrupa salçası olduğunu kanıtlamaya çalışırken bayağı

ter döktüler. Aralarında en açıkgöz olanı kendi salçaları­nın “Küresel Salça” olduğunu bile ileri sürdü. Sıram gel­diğinde mütereddit bir sesle konuşmaya başladım.

"Sevgili Hasan Amcalar... Sizlere önce birkaç rakam su­nacağım. Yılın ilk sekiz ayında 65.000 otomobil ithal edi­lip satılmış. Satılan yerli arabaların sayısı ise 140.000. Ya­ni sekiz ayda tam 205.000 araba satılmış. Yıl sonu itiba­riyle bu rakamın 35O.OOO’e ulaşacağı tahmin edilmekte­dir. Diğer yandan, banka kredi kartına sahip olanların sa­yısı gün geçtikçe artmaktadır. Şu ana kadar yaklaşık 1 milyon kredi kartı hamilinin olduğu söylenmektedir. Kre­di kartıyla yapılan alışverişin hacmi 15 trilyon liraya yak­laşmıştır. • . *

İmdi, bu girizgâha bakıp benim yanlış bir toplantıya geldiğimi, yahut evden çıkarken yanıma yanlış dosya al­dığımı düşünebilirsiniz. Hayır. Aklım başımda ve nerede olduğumu gayet iyi biliyorum. Son bir-iki hafta yurt dı­şındaydım ve size Batı ülkelerinde artık ayan beyan hâle gelmiş son derece basit bir gerçeği hissettirmeye çalışaca- ğım: insanlar otomobiİlendikleri ve kartlandıklan zaman din değiştiriyorlar. Afedersiniz. Fazla ağır oldu. Düzelti­yorum: Mabed değiştiriyorlar!...

Geçen yaz Amerika’daydım. Melekler şehri Los Ange- les’ta, kuşlarla konuşan Aziz Francis’in beldesi San Fran- cisko’da (her iki şehir de Califomiya eyaleilerindedirler ve Califomiya, halifenin ülkesi demektir!). Boston veya New York’ta yüzlerce alışveriş tapınağını ziyaret ettim. İnsanlar büyük bir vecd içinde dizi dizi rafların arasında saatlerce dolaşmakta ve meta dininin bütün vecibelerini yerine getirmekteydiler. Sayılar alt alta üstüste konmakta, birbirleriyle karşılaştırılmakta, rakamlar boyuna çarpılıp bölünmekten mecalsiz kalmakta ve sonunda kasiyere bir kart uzatılmaktaydı. Sonra park yerindeki arabaya kadar eşyalar gıcırtılı el arabalarıyla taşınmakta ve çoşku içinde ‘Shopping Mail’ terkedilmekteydi.

Hasan Amcalar meseleyi anlamışlardı. Genç Kasanlar birbirlerinin kulaklarına birşeyler fısıldıyor, Kadriyeler ise suratıma şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Hiç 'reklam’ yapma­mış, çalıştığım şirketin ‘salçasından’ bir kelimeyle olsun söz etmemiştim. (Derginin bu sayısı Ülker’e gönderilme- meli!) Buram buram teoloji kokuyordum.

Sıcaklıktan söz etmeye başladım sonra. Fransa’da ‘post- modertı’ sokakların, insanlar birbirlerine selâm versinler diye dar yapılmaya başlandığını, modern hayatın insanlar arasındaki sıcaklığı alıp götürdüğünü söyledim. Bu ba­kımdan mahalle bakkallarının belki de en son ‘sıcaklık’ umudumuz olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalış­tım. Düşük fiyatları, iç gıcıklayıcı ve gereksiz talep yara­tıcı çeşit bolluğu ama asık suratlı robotvari kasiyerleriyle içimizi soğutan dev alışveriş tapınaklarına karşı, güleç yüzlerin ısıttığı minnacık siperler.

En çok alkışı ben aldım. Hayra alâmet mi dersiniz?

TÜKETİM TAPINAKLARI

Bonnıarşe 142 yaşında, süpermarket 64. Mega alışve­riş merkezleri daha genç. Maddenin ruh üzerindeki hakimiyetini temsil ediyorlar. Birer mübadele mekanı ol­maktan çok, eşyaya duyulan açlığın giderildiği birer tapı­nak adeta. Soğukluğun sıcaklık, yabancılığın dostluk, psi­kolojinin biyoloji üzerindeki zaferi.

Ondördüncü yüzyılın ünlü toplumbilimcisi İbn Hal­dun’a göre, yerleşik ve medenî hayat “bolluğun bütün çe­şitlerini elde ederek yaşamak, bu çeşitleri güzelleştirmek ve daha süslü yapmak; yemek, elbise, yapı, yatak, tabak ve çanak gibi her nesneyi güzelleştirmek" demekti, “in­sanlar göçebe hayatı yaşadıkları dönemlerde birçok zana­atların ürünü olan bu nesnelere ve onları süslü püslü yap­maya muhtaç değildiler. Fakat medeni hayata geçip, bun­ları en mükemmel ve en zarif biçimde yaptıktan sonra, di­ledikleri biçimde kullanmaya ve bu nesnelerin bir çok çe­şit ve cinslerini talep etmeye başladılar.”

Yine Ibn Haldun'a göre nüfus arttıkça talep de artar. Ar­tan talep üretimi kamçılar. Yeni yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar geliştikçe ihtiyaçlar çoğalır, insan yeni hazlar arar, yeni araçlar bulur. Talep arzı yaratır, arz talebi. “Şehir ne kadar kalabalıksa, ahali o kadar müreffeh, zanaatlar o kadar itibardadır. Şehrin dilencileri bile daha zengindir.”

Demek ki medeni hayat (yani, şehir hayatı) başlangıcın­dan beri insan psikolojisini biyolojisinin yerine ikame et­me, yani istekleri ihtiyaç haline getirme peşinde olmuştur. Hatta bir bakıma şehirler ancak böyle varlık kazanmışlar­dır. Ne var ki, Sanayi Devrimine kadar psikolojinin zaferi çok sınırlı idi. Üretim esas olarak toplumun temel (biyo­lojik) ihtiyaçlarını gidermek üzere yapılıyordu. Sanayi ka- pitalizmi eski denge ve anlayışları altüst etti. “İhtiyaç ekoonomisi”nden “kar ekonomisi”ne geçildi. Bunun için insanlara mal talep etmelerinin öğretilmesi gerekiyordu. Bu önemli görevi soylu (!) bir sanat üstlendi: Reklamcı­lık. Daha doğrusu, reklamcılığı da içine alacak biçimde, pazarlamacılık.

Büyük alışveriş mağazaları, etkin pazarlamacılığın ilk örneklerinden biri. Jean Aristide Boucicaut 1852 yılında Paris’te Bac ve Sevres sokaklarının kesiştiği köşede Bon Marche adlı dükkanını açtı.* Sloganı “Giriş Serbesttir” idi. Dileyen içeri girip gezebiliyor, mallan inceleyebili­yordu. Her malın tespit edilmiş bir fiyatı vardı ve bu fi­yatlar piyasaya göre çok ucuzdu. Aynca müşteriye aldatıl- madığı duygusu veriliyordu; satış elemanlan en küçük bir kusuru bile müşteriye güya haber veriyorlardı: “Sayın bayan, şu küçük ççizgiye dikkatinizi çekerim, gözünüz­den kaçmış olabilir.” Kurnazca düşünülmüş bu gibi tak­tiklerin halk üzerindeki etkisi büyük oluyordu.

Bon Marche o kadar büyüdü ki, yirmi yıl sonra açılan yeni mağaza için Büyük Larousse ansiklopedisi “Saray” kelimesini kullanıyordu. Romancı Emile Zola, “müşteri­lerden oluşan bir cemaat için yapılmış modem bir kated­ral” diyordu.

Yirminci yüzyılda, ekonomik yenilikler daha çok Ame­rikan damgası taşıyor. Süpermarket fikrinin mucidi, Mic- hael Cullen; bu ismi ilk kullanan ise W. H. Albers. 1929 Bunalımı işyerlerini birer birer sarsarken, Cullen çalıştığı küçük mağazalar zincirinin patronu Albers’e zehir zem­berek bir mektup yazıyordu: “Uyuyoruz be! Dört bin şu­beyle olmaz bu iş. Bir kısmını silkelemek lazım. Küçük dükkanlar çok para yutuyor; satışları az, ıvır zıvır gider­leri fazla.”

Cullen’in patronuna yazdığı mektup aylarca patronun masasında kaldı. Kızgınlığı artan Cullen işten ayrıldı. Ar­kadaşı Harry Sokoloff ile ortaklaşa, New York’un sönük bir banliyö semtinde ilk dükkanlarını açtılar (1930). Ga­zetelere iki sayfalık ilan veren Cullen, kendini “Kral Cul­len: Dünyanın en büyük fiyat kincisi” olarak takdim etti. İnsanlar en uzak semtlerden gelerek, Kral’ın mağazasın­dan alışveriş yapmaya başladılar.Mağazada ev gereçleri, mobilya, kozmetik, herşey vardı, Üstelik çok da ucuzdu.

Cullen’in gazetelere verdiği reklamlar gün geçtikçe da­ha bir cafcaflı oluyordu. “Kral Cullen kimdir?” diye soru­yor, sonra yine kendi cevap veriyordu. “Gerçek adı bu mu? Bu o mu, o bu mu? işin arkasında başka biri mi var yoksa? Pekala, işte anlatıyorum...” iki yıl sonra mağazala- nnın sayısı sekize, dört yıl sonra onbeşe ulaştı. Fakat bü­yük projesinin altıncı yılında hayata veda etti.

Bir zamanki patronu Albers, şirketinin satışlarının iyice düştüğü bir sırada Kral Cullen’in yükselişine şahit oldu ve onunla görüşmek için çok çaba harcadı. Ama nafile. Günün birinde kendisine yazılan ünlü mektubu hatırladı. Mektubu bulup okudu ve Cullen modeline aklı yattı.

Albers ilk mağazayı Cincinatti ’ de açtı ve buraya şatafat­lı bir ad taktı: Süpermarket . Cullen modeli düşünmüş, Albers adını koymuştu yeni alışveriş mekanının. Bu me­kanlarda alışveriş yapanlar, “klasik” müşteriler değildi ar­tık. Klasikler eşyayla beraber “sıcaklık” arıyorlardı; her alışveriş bir dostluk ilişkisiydi aynı zamanda. “Yeni” müşteriler bolluk ve ucuzluk peşindeydiler sadece. Sü­permarketlerde herşey bedavaydı sanki! Bu duyguyu öyle ustalıkla veriyorlardı ki, müşteriler gerçekte ihtiyaç du­yulmayan birçok şeyi de satmalıyorlardı.

Kredi kartlan, modern alışveriş merkezlerinin zaferini perçinledi. Kartla yapılan alışveriş, “bedavalık” duygusu­nu pekiştirdi. İktisat teorisinin “rasyonel” tüketicisi, irras­yonel bir yaratık olup çıktı. Şu anda Amerika Birleşik Devletlerinde kartla hesapsız alışveriş yapma hastalığına yakalanmış insanları tedavi etmekte olan sağlık merkezle­ri giderek yaygınlaşıyor.

Hülasa, alışveriş merkezleri modem birer tapmak bu­gün. İnsanlar eşyaya karşı açlıklarını gidermek için saat­lerce rafların arasında geziniyor, mallara dokunuyor, eti­ketleri yokluyor ve boyuna hesap yapıyorlar. Hesapsız he- sap yapma hüneri galiba sadece modern insana özgü, işin garip tarafı, bu tapmaklar insanların manevi/toplumsal ih­tiyaçlarını gidermiyor, onları yeni ihtiyaçlar içinde boğ­maya yarıyorlar sadece.

Bize gelince, kendi “tüketim” kalıplarını geliştirmekten bile aciz olan, empoze edilmiş fikirler gibi, empoze edil­miş tüketim kalıplarıyla yaşayan toplamların iflah olması mümkün değildir. Üretmeden tüketmeyi düşünen toplum­lar, başkalarının kuklası olmaktan hiçbir zaman kurtula­mazlar.

* Bkz. Rene Sedillot: Dünya Ticaret Tarihi: Değiştokııştan Süper- markete, İstanbul: Cep Kitapları, 1983.

PARA BİRİKTİR

Para, İktisadî değer ölçüsü. “Namus-u asgar”, diyordu atalarımız. İbn Rüşd, Aristo’nun para anlayışına şid­detle muhalifti. Toplum, arzu ettiği zaman paranın değerini değiştirme hakkına sahip olamazdı. Her şeyin mutlak kay­nağı ve değer ölçüsü olarak Allah nasıl ki “Namus-u Ek- ber” idi ve değişmezdi, o halde piyasada alınıp satılan her şeyin değer ölçüsü olan para da küçük namus ve dolayısıy­la değişmez olmalıydı. Paranın değerini artırmak riba, azaltmak ise hırsızlıktı.

Tarihçilere göre, ilk para Anadolu’da kullanılmış. Milat­tan önce yedinci yüzyılda Küçük Asya’daki küçük bir kral­lık olan Lidya’da. Homer’in kahramanları paraya aşina de­ğildi. Ahd-i Atik’de de pek sözü edilmiyor. Kâğıt para, “devlet”in birey üzerindeki zaferi; devletin, yani ya kaba siyasi gücün, ya incelikli mücessem sermayenin. İmpara­torluklarda, haraç-eksenli sistemin giriftleşlikçe aksama­ması ve bürokrasinin toplum üzerindeki kontrolünün daha rasyonel (yani hesaplanabilir) olabilmesi için başvurulan çare. Modern dünyada ise, sermayenin kesintisiz birikimi için, tekele mütemayil güçlerin siyasi mekanizmayı kulla­narak yaptıkları büyük “icat”. Para biriktir ey özgür birey, biz onu senin çıkarın için alıp kullanırız. “Afetlersiniz, siz kimsiniz?” Biz devletiz, sermayeyiz. Liberaliz, hakemiz, demokratız, tekelciyiz, serbest rekabetçiyiz. Bütün numa­ralar bizdedir, otuz iki kısım tekmili birden. Seni koruruz. Demokrasiyi koruruz. Laikliğin teminatıyız. Sen para bi­riktir. • *

Modem dünya, bireyin kıstırıldığı dünya. Özgürlüğün bi­le metalaştığı bu dünyada gerçek bir kaçış imkânı yok. Her şey meta ağlarının içinde. Modernlik öncesi toplumların değişmez olduğu, buna karşılık modem dünyanın değişme­yi norm haline getirdiği düşüncesi bir kuruntudan ibaret. Nicel zamanın (kronos) yanısıra nitel zamanın (kairos) far­kına varanlar bu iddaya gülümsüyorlar:

Geleneksel, premodern sistemleri modern dünyadan ayırdeden şeyin premodern sistemler değişmez kalırken modern dünya sisteminin değişmeyi ana odak haline getir­mekte olduğu sık sık dile getirilmektedir. Bu gerçekte yan­lıştır. Premodern toplumlar mütemadiyen değişmekte idi­ler; modern dünya ise, laf kalabalığı bir yana bırakıldığın­da, dikkate şayan derecede yavaş değişmekte olan bir dün­yadır. Bununla beraber, değişim ideolojileri bakımından her ikisi arasında önemli bir fark vardır: Premodern sis­temlerde, ne zaman gerçek değişim meydana gelmezse, gerçekte değişmenin meydana gelmiş olduğu iddia edilerek haklılaştırılmaktadır. (I. Wallerstein, Capitalist tvorld- eeconomy, 1979.)

Geleneksel sistemlerde “bireyler”, yani alınlarmın teriyle kazanmakta olan sanaatçılar, tacirler, işçiler... kaçabiliyor­lardı. Örgütlü bürokrasiler onları zaptetmede son kertede çaresizdiler. îşta tam tamına 700 yıl öncesinden bir örnek. Yıl 1294, yer İran:

Sadreddin ve vezirlerden bazıları zaman zaman, Çin’de kullanılmakta olan kâğıt para (çao) hakkmda konuşur ve onu İran’da da dolaşıma sokma imkânı üzerinde tartışırlar­dı. Meseleyi Saraya sundular ve Moğul Hanı Gayhatu (1291-1295) inceleme yapması için Pulad Çingsanga emir verdi. Çingsang’ın raporuna göre, çao, kralın mührünü ta­şıyan ve bütün Çin ülkesinde madeni para yerine kullanı­lan bir kâğıttı.

Vezirlerin en akıllısı olan Şiktur Noyon çao’nun ülkeyi tahrib edeceğini, Sultanın itibarını zedeleyeceğini ve köy­lülerle askerlerin kaçmasına yol açacağını söyledi. Sadred- din buna cevap olarak Hakan’a, Şiktur’un altını çok sevdi­ğini, bunun için çao’ya karşı çıktığını söyledi ve alelacele bir ferman çıkarıldı. 27 Şaban 693 (27 Temmuz 1294) Sad- reddin ve üç vezir çao’yu dolaşıma soktular. Fermana gö­re, çao’yu almayı reddedenin başı vurulacaktı. İlk hafta, kılıç korkusundan ahali çao’yu kabul etti, fakat az bir pa­haya. Tebriz ahalisinin çoğu şehri terketti; giderken de ku­maş ve giyecek namına ne varsa götürdüler. Kalabalık şe­hir neredeyse boşaldı.

Bir gün pazaryerindeki dervişlerden biri Sadreddin’in eteklerine kapanarak şöyle dedi:

Yanan ciğerlerimizin kokusu dünyayı bürüdü

Burnunuz bu kokuyu almıyor mu efendim?

Bu sözlerden etkilenen Sadreddin, şehrin durumunu da düşünüp yiyecek maddelerinin altın parayla alınıp satılma­sına izin veren bir ferman çıkarttı. Bir süre sonra, şehir tek­rar eski canlılığına kavuştu ve  o piyasadan kalktı.” (Reşidüddin, Cami-ül Tevarih, 3, s. 239-41.)

Modem dünyanın Sadreddin’leri ciğer kokusunu hisset­medikleri gibi, şikayetçi olabilecek dervişler de meydanda yok. Ellerine tutuşturulmuş oyuncaklarla oyalanıyorlar: Özgürlük, demokrasi, yurttaşlık, ulus, birey, us (akıl)...

Modern dünyanın mitleri bunlar. Karşı çıkanlar çarpılır, aman sus. Sen para biriktir. Yurttaşlık görevini yerine getir. Biriktirdiğin parayı ulusal bankaya yatır. Us’lu olduğunu kanıtla. Gerisini devlete bırak. Devlet seni korur. “Sahi mi; korur mu gerçekten?” Off, sıktın be kardeşim.

Hayat sarp bir yokuş

Paran kadar konuş...

HASTA PARA

Araplar’ın güzel bir sözü var: “Enbaü’l yevm, mislu enbaü’l ems; la cedid tahteş Şems.” Türkçesi: Dün ne olmuşsa, bugün aynı şeyler oluyor; güneş altında yeni bir şey yok. Bu ilkenin sosyal düşüncede de ana batlarıyla geçerli olduğunu düşünüyorum. Bize yeni gibi gelen fi­kirlerin, tahayyül edemiyeceğimiz kadar eski bir tarihleri vardır. Bugün, para sistemindeki bozukluklar ve bunun sosyal ahlâkla bağlantısı üzerinde derin fikirler serdetmiş bir 14/15. yüzyıl düşünürünün fikirlerini sunmak ve bu fi­kirleri günümüzün İktisadî problemleriyle bağlantılamak istiyorum. Düşünürümüzün temel iddiası şu: Bir toplum bozulmadıkça, yani o toplumun yönetici ve zengin sı­nıfları bencilliğin pençesine düşmedikçe, o toplumun parası bozulmaz. Hasta para, mânen hasta bir toplu­mun eseridir!

Ahmed ibn Ali el-Makrızi (1364-1442), Memluk hane­danının idaresi altındaki Kahire’de muhtesiblik yapmış bir İslam bilginidir. Kıtlıkları ve para sistemini incelediği iktisatla alakalı eserlerinde, meseleye “Sistem Krizi” açı­sından yaklaşmakta ve bütün zamanların iktisat teoris- yenleri için ufuk açıcı olabilecek tesbit ve tahliller yap­maktadır.

Üstada göre, kıtlık ve açlık sadece Nil’in belirli dönem­lerde çok fazla ve diğer dönemlerde çok az sulama suyu getirmesi gibi doğal afetlerin sonucu değildir. Bu şekilde doğal bir faktörün yol açtığı sorun her zaman beşerî ör­gütlenme marifetiyle çözülebilir. Buhranın sebebi, mev­cut rejimin sosyo-ekonomik acziyetinde yatmaktadır. Ülke aşırı vergileme ve baskıcı angarya ile (fazla üretimin kaymağım yiyen) feodal bir sınıfın yükü altındadır. Geli­rin kaymağına konmanın ikinci aracı ise para sektöründe bulunmaktadır: Devlet ve güçlüler, mevcut paralar üzerin­de oynayarak kendi satınalma güçlerini (çoğunluğun aleyhine) sürekli olarak arttırmaktadırlar.

Makrızi’nin yaşadığı devirde, tedavülde üç tür madenî para vardı: altın dinar, gümüş dirhem ve bakır fals (ço­ğulu fıdus). Memluk hanedant, devlet hazînesini doldur­mak için giderek artan miktarda düşük-değerli fulusu pi­yasaya sürmekteydi. Örtülü bir devalüasyondu bu. Zengin sınıflar kendilerini korumak için daha değerli olan dinar ve dirhemleri istif ediyor, piyasayı düşük değerli bakır paralarla dolduruyorlardı. (Sonraki yüzyıllarda bu ikame “Gresham Kanunu” adıyla bilinecektir: Kötü para, iyi parayı kovar.) Makrızi sadece bu kanunu formüle et­mekle kalmıyor, ikame mekanizmasının derinliklerine inerek onu topyekün bir dinî ve İçtimaî bağlama yerleşti­riyordu.

Makrızi’ye göre, paranın değerinin (ayarının) düşürül­mesi, toplumsal değerlerdeki genel bunalımın ve kötü (suistimalci) yönetimin bir belirtisidir. Memlukların yöne­timinden bu yana kamu idaresinde yolsuzluk hüküm sür­mekte ve dolayısıyla toplumsal verimlilik hasreti çekil­mektedir. Makrızi bu durumu şöyle formüle ediyor: Kötü yönetim, iyisini kovdu. Tepedeki feodal sınıflar kitleleri ezmektedir. Memuriyetlerin adil bölüşümü yerini

Kur’an’daki ana ilkelere saygısı olmayan suistimalci yö­netime bırakmıştır.

Bilginimize göre, para bir değer ölçüsü olmak bakmam­dan namus ül adi ’dir ve doğrudan doğruya namus ül ek- ber olan İlahî Kanun (şeriat) ile bağlantılıdır. Parasal sis­tem, ancak bütün sosyo-ekonomik ve siyasî sistem düze­ne sokulduğunda, yani Kur’an’daki ana ilkeler uygulandı­ğında adil ve verimli tarzda işleyebilir. Para birimleriyle oynamanın yol açtığı fiyat enflasyonu sadece parasal bir olgu değildir. Hasta para, mânen hasta bir toplumun eseridir. İbn Rüşd haklıdır: Bir değer Ölçüsü olarak değiş­memesi gereken para biriminin değerini arttırmak riba, azaltmak ise hırsızlıktır. (Bkz. iktisat Risaleleri, Iz Yayın­cılık, 1994, s. 96-7.)

Bugünün Türkiye’sinde talep yönlü olmaktan çok mali- yet-yönlü bir enflasyon yaşamaktayız. Ahalinin satınalma gücü her geçen gün azaldığından, yüksek talebin enflasyo­na yol açtığını iddia etmek mümkün değildir. En azından, talep her geçen gün düşüyor olmalıdır. Devlet kendi açıkla­rını kapatmak için boyuna yüksek faizli senet ihraç etmekte ve bunu şirketlere/bankalara satmaktadır. Şirketler ise, gele­ceğin enflasyonundan ziyade, geçmişin enflasyonunu esas almakta ve belirli aralıklarla (bazıları her ay) ürünlerina zam yapmaktadırlar. Günümüzde Türk Lirası’nı Memluk- lar’ın fulusuna, Dolar ve Mark gibi yabancı paralan ise di­nar ve dirheme benzetebiliriz. Devlet ve burjuvazi fulustan kaçmakta ve dinar ile dirheme hücum etmektedirler. Ahali­ye ise ödemeleri düşük değerli fulus ile yapmaktadırlar.

Netice olarak, bugün ülkemizde kötü para iyi parayı ko­vuyorsa, bunun sebebi kötü yönetimin iyi yönetimi kov­muş olmasıdır. Siyaset ve iktisatta “iyi” yönetimlere ka­vuştuğumuz an, paramızın hastalığı şifa bulacaktır.

Şeyh Sadi’den bir hikâye dinleyelim önce. Adamın bi­ri, Fars atabeglerinden Sa’d-i Zengî'yi övmüştü. Hü­kümdar da altınla, hıl’atle gönlünü almış, onu hünerine göre bir yere tâyin etmişti. Fakat adam, paranın üzerinde­ki “Allah bes/ Allah her şeye yeter!” yazısını görünce kendinden geçip hıl’ati sırtından attı. O sözün cezbesiyle ruhunda öyle bir alev parladı ki hemen yerinden fırlayıp çöl yolunu tuttu.

Çöldeki arkadaşlarından biri sordu: "Başına ne geldi ki böyle değişiverdin? Sen ki vaktiyle üç kere yer öperdin; öyle olduğuna göre bu nimeti tepmemeliydin.'’ • *

Adam güldü: “Önceleri, dedi, korkuyla, ümitle vücu­dum söğüt gibi titrerdi. Fakat sonunda Allah bes! sözü­nün verdiği kuvvet sayesinde gözüme ne bir şey görünür oldu, ne de bir kimse!”

Rene Guenon’dan öğrendiğimize göre, eski paralar ta­mamen geleneksel sembollerle kaplıdır, hatta bunlar özellikle çok derin bir anlam taşıyan semboller arasından seçilmiştir. Geleneksel medeniyetlerde dindışı (profan) bakışaçısmm olmaması, paranın da dindışı sayılmasına engeldi. “Eğer öyle olmuş olsaydı, parayla kesinlikle hiçbir ilgisi olmayan manevî bir otoritenin işe el atması nasıl açıklanabilirdi? Ayrıca, değişik geleneklerin paradan söz ederken, gerçekten ‘manevî bir etkiyle’ yüklenmiş olan bir şey gibi söz etmelerini nasıl açıklayabilirdik? Paranın etkisi (itibarı), üzerindeki semboller vasıtasıyla sağlana­bilmekteydi; bu semboller paraya normal ‘dayanak’ teşkil ediyorlardı.” (Niceliğin Egemenliği, Iz Yay., 1990, Çev. Mahmut Kanık; 16. bölüm)

Paranın ‘"bozulması”, sadece profan bir kisveye bürün­mesi, insanoğlunun açgözlük ve nankörlüğünü sistemleş­tirdiği modern zamanlarda mümkün olabilmiştir. Avrupa ortaçağlarında bile, hükümdarlar "paraların şeklini boz­makla” suçlanabiliyordu. Yani, hükümdar olmalarına rağ­men, paranın şeklini kendi inisiyatifleriyle değiştirdikleri zaman, maddî iktidara tanınan hakları çiğnemiş sayılıyor­lardı. Guenon’a göre, profan tarihçilerin hiçbir zaman an­layamadığı bu “hak” meselesi, İlkçağda olduğu gibi, Or­taçağda da paranın, modemlerin kesinlikle bilmediği yön­lerinin olduğunu göstermektedir. Paranın salt bir niceliğe indirgendiği günümüzde, insanoğlunun varoluşun “hik­metini” kavraması neredeyse imkânsız hale gelmektedir. Çağımızın ünlü şairlerinden T. S. Eliot, bir şiirinde bunu derin bir kavrayışla dile getirmektedir. Türkçeleştirmeye gayret edelim:

Kartal en derin noktasına süzülüyor göklerin Ardısıra gidiyor köpekleriyle avcı.

Kümelenen yıldızların daimî inkılâbı, Daimî tekerrürü mukarrer mevsimlerin, Baharın ve güzün dünyası, doğumun ve ölümün!

Fikir ve eylemin sonugelmez çevrimi, Sonugelmez icat, sonugelmez deney,

Hareketin bilgisini getirir, sükûnunkini getirmez;

Konuşmanın bilgisini getirir, sükûtunkini getirmez;

Getirir bilgisini kelimelerin, Getirmez hiçbir şey Kelime'ye dair.

Bütün bilgimiz cehaletimize daha çok yaklaştırır bizi, Ölüme daha da yaklaştırır bizi bütün cehaletimiz, Fakat ölüme yakınlık daha yakın olmak değil Tanrı’ya.

Yaşamakta yitirdiğimiz Hayat nerede?

Nerede bilgide yitirdiğimiz Hikmet?

Ya malumatta elden kaçırdığımız Bilgi?

Yirmi asırlık çevrimleri Göklerin

Tanridan uzaklaştırıp Toprağa çiviledi bizi

TÜKETİCİ KREDİLERİNİN BÜYÜSÜ

T

aksitli satışlar gibi, tüketici kredileri de insana satın aldığı herşey bedavaymış duygusunu veriyor. Banka reklâmlarının ne kadar etkileyici olduğuna dikkat ediyor musunuz? Dördüz çocuğu olan yeni evli gençlerin bile problemlerini şipşak hallediveriyorlar!

Tüketici kredilerinin iki yönlü işlevi var: Bir yandan, çalışan tabakaların sadakatini teminat altına alıyor; di­ğer yandansa ekonomideki talep yetersizliğini telâfi edi­yorlar. Hiç kimsenin çalışmama/tüketmeme özgürlüğü yok. Kenneth Galbraith, çeyrek yüzyıl önce, bu işlevlerin önemine şöyle işaret ediyordu:

“Reklâmcılık ve pazarlama sayesinde yaratılan ihtiyaç­lar, büyük bir talep oluşturmalarının yamsıra, işçilerin ■

hizmetlerini de teminat altına alırlar, ideal olarak, çalışan insanların ihtiyaçları gelirlerinin biraz üzerinde tutulur. Ondan sonra borca girmeleri için zorlayıcı teşvikler sağla­nır. Ortaya çıkan borcun baskısı, onların birer işçi olarak güvenilirliğini arttırır.”

Tüketimi teşvik sayesinde, üretimin de kamçılanacağı­nı, böylece sanayi sektöründe büyüme meydana geleceği­ni ve bunun sonuçta herkesin yararına olacağını söyleyen

»

iktisatçılar doğru söylemiyorlar mı? işte, meselenin püf noktası. Doğru söylüyorlar ama, incir çekirdeğini doldur­maz bir doğru. İktisat, bilimden çok sanat. Joan Robinson haklı: “iktisat, iktisatçılar tarafından aklatıl mamayı öğrenme sanatıdır." Aldatılmayı sağlayan aletler: Ra­kamlar. Onları hamur gibi yoğurmak, binbır türlü yorum­lamak mümkün. Onun içindir ki üç tür yalan var derler:

Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.

* * _______________________________________________________________________________ __________________________________________________________________________________

incir çekirdeğini doldurur doğru şu: Türkiye ekonomi­sinin tüketim desteğine değil, ihracat desteğine ihtiya- * » • •

cı var. Iç tüketimle bir ekonomiyi büyütmek değil, şişir­mek mümkün. Nefes yetmediği zaman, şişen ekonominin havası hemen iniveriyor. Son iki yılın tecrübesi bunu ye­terince doğruluyor. Türkiye ekonomisi 1993 yılında » *

yüzde 7 büyüdü; 1994 yılında yüzde 7 küçüldü. Önce şişti, sonra havası alındı. Şimdi yeni bir şişmeye doğru sürükleniyor.

Büyümenin ekonominin hangi sektöründe meydana gel­diği, talep yapısının ve büyümenin maliyetinin ne olduğu önemlidir. Bunları göz önüne almadan, sadece büyüdük diye caka satmanın anlamı yoktur. Mesela, 1993 yılında ekonomi yüzde 7, imalat sanayii ise yüzde 9 büyürken, otomotiv sektörü yüzde 32 büyümüştü. Eh, otomobil "medeniyet” demek olduğuna göre, sektörü bir yılda üçte bir nispetinde büyütmek olağanüstü bir başarı sayılmalıy­dı. Ne var ki, bu medeniyet araçlarını hiçbir barbara sata- mıyorduk. ihracat nispeti en düşük sektördü ve üretim patlamasının arkasında büyük ölçüde tüketici kredileri ya­tıyordu. En büyük iki otomobil imalatçısı (Tofaş ile Rena­ult), üretimlerinin ancak yüzde ikisini ihraç edebilmişler­di.

Bankalar ihracat kredisi yerine niçin tüketim kredilerini

I

tercih ediyorlar? Çünkü daha kazançlı. Oysa, bu işin sos- yal maliyeti çok yüksek, ihracat yoluyla elde edilemeyen döviz, ‘‘sıcak para” politikalarıyla yurda sokulmak iste­niyor ve yabancalara akıl almaz bir kaynak transferi yapı­lıyor. Bankalar kendi kısa vadeli kârlarını düşünüyor ola­bilirler; ama onlara bu yolda destek olan hükümetlerin “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde” olduklarına şüphe yok.

REKLAMCININ MOR İNEĞİ

Bir gazete haberi: “Almanya'nın tarım bölgesi Bavye- ra eyaletinde düzenlenen bir resim yarışmasında, Al­man çocuklarının üçte birinin ineklerin rengini mor zan­nettikleri ortaya çıktı. Muenster kentindeki bir dergi, Bav- yera eyaletindeki kreşlere 40 bin poster dağıttı ve çocuk­lardan resimleri boyamaları istendi. Çocukların üçte biri­nin inekleri mor renge boyadığı gözlendi. Sebep sonradan anlaşıldı: Bir çikolata reklam ve ambalajında ineklerin mor renkte olması. Bavyera Tarımcılar Federasyonu yet­kilileri, kırsal kesimde bile bu tür reklamların çocukları etkileyerek, gerçek ile hayalî kavramları karıştırmala­rına yol açtığını belirttiler.” (Zaman , 22. 4. 95) * «

Öyle görünüyor ki, reklamcılık modem toplumdaki en etkili toplumsallaştırma kurumudur: Kitle iletişim ortam­larının muhtevasını biçimlendirmekte, cins kimliğinin in­şâsında anahtar bir rol oynamakta, ihtiyaçların meydana getirilmesi bakımından çocuklarla ana-babalarmın ilişki­lerine etki etmekte, siyasî kampanyaların stratejilerine yön vermekte, spor ve pop müziği gibi en önemli kültürel kurumlarımızdan bazılarını kontrol etmekte ve son za­manlarda gündelik konuşmalarımızın en revaçta konula­rından biri haline gelmektedir. Maddî, somut ve tarihsel düzeyde reklamcılık malların pazarlanmasıyla ilgili basit bir uğraştır. Ancak, modern toplumda nesneler hakkında ve nesneler marifetiyle egemen bir söyleme dönüşmek­tedir.*

Modem dünyanın en önemli (yani en tahripkâr) bilimi fizik değil, reklamcılıktır. Bir sanata dönüşen bilim. İn­sanlara mal talep etmelerini öğretmenin sanatı. Bu yük­sek “öğrenim” sayesinde, beşer psikolojisi, biyolojisi­nin yerine ikame edilin Yani insanoğlunun arzu ve he­vesleri, birer organik ihtiyaç haline getirilin Kıskançlık meşrulaştırılır. İktisatçılar bugünkü ihtiyaçların organik olduğunu, yani başkalarınca tasarlanmadığını iddia eder­ken başka bir gezegenden gelmiş gibidirler. Sanayileşmiş dünyanın “özgür” bireyi günde ortalama 1600 reklam me­sajına maruz kalmaktadır. Bu bombardıman altında ihti­yaçların doğal gelişiminden söz edilebilir mi?

Reklam sektörünün son “numaralarından biri, meslek erbabını reklam malzemesi olarak kullanmak; böylece özellikle çocuklar üzerinde mutlak bir nüfuz elde etmek. Diş doktorunun tavsiye ettiği macunu nasıl kullanmazsı­nız? Mesleklerin reklam yolunda kullanılması, yani in­sanlara doğal olmayan ihtiyaçların benimsetilmesine ba­samak yapılması ahlâkî bir zaaftır. Bu, meslek sahipleri­nin kendi işlerinin tanıtımını hiç yapmamaları demek de­ğildir. Bir tür tanıtım her zaman zorunludur. Ancak, reklamcılık tanıtımdan öte bîr şeydir. Doğalın yerine yapayı, gerçeğin yerine hayali koyma girişimidir. Eski­den her mesleğin bir pîrinin olması, muhtemelen bunların doğal ihtiyaçların karşılanması dışında, sadece bir serma-

 

ye biriktirme aracı olarak kullanılmalarını önlemeye ma­tuftu. Eskiden “sanat” ile “zanaat” arasında fark gözetil­miyordu. Şiir nasıl aşkla yazılıyorduysa, mintan da aşkla dikiliyordu. Mesleklerin reklam aracı olduğu bir dünyada, aşkın yerini para kazanma hırsından başka alacak bir şey kalmaz.

*Sut Jhally: The Codes of Advertising 1987, s.1.

KAYSERİ

Kayserili dostlarımı akıl ve duygu dolu buldum. Akıl­ları pek tabii bir adım önde gidiyordu. (Ne de olsa, çoğunlukla işadamlarıydı muhataplarım. Şirketlere “akıl satarak” geçindiğimi öğrenen MUSIAD başkanı Mustafa Bey, memleketlerinde aç kalabileceğimi imâ edercesine, “Kayserili akla değil, mala para verir” diyordu.) Yusuf ile Esat, yayınevinin yanısıra bir radyo istasyonu ile günlük bir gazeteyi kahramanca omuzlamış götürüyorlar. Onların da duyguları bir adım (hayır, birkaç adım) önde. îşadam- lanyla ilim, siyaset ve sanat çevresi arasındaki beraberlik hayranlık uyandırıyor. Değerli işletme hocası Prof. Nuret­tin Kaldırımcı kendini adeta işadamlarına adamış. (De­mek ki, Kayserililer bazan akla da itibar ediyorlar! Nuret­tin Hocanın MÜSİAD’da düzenlediği derslere muntaza­man devam ediyorlarmış.) Selahattin ve Ahmet Coşkun Beyler, iş hayatının İslâmî ilkelere göre yürütülmesi husu­sunda Kayserili genç tüccar ve sanayicilerin her an baş­vurdukları şahsiyetler. Faizden sigortaya kadar birçok hu­susta onlar için kıh kırka yararak araştırma yapıyorlar. imrenilecek bir dostluk; heyecan verici bir dayanışma.

Titus Burckhardt, Fez şehrini anlattığı bir çalışmasında, ilim ile ticaret erbabı arasındaki geleneksel ilişkiyi çok canlı bir şekilde tasvir etmekte ve yeni dönemde üniversi­tenin şehrin dışına taşınmasının menfi sonuçlarından söz etmektedir: “Üniversite camisi el-Kareviyye öğretim gö­revlileriyle beraber eski şehrin duvarları dışına taşındı. Bu hadise Fas’ın bağımsızlığa kavuşmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti ve ardındaki sebepler ne olursa olsun es­ki şehrin atmosferini kötü biçimde etkiledi. Bin yıllık bir geçmişi olan bu üniversitede öğrenim halka açık yapı­lıyordu. Camiyi ziyarete gelen herkes, âlimler tarafın­dan verilen dersleri takip etmekte serbestti. Bu hoca­ların şehir hayatında çok belirgin bir etkileri vardı; hatta bazı dersleri takip etmek için çoğu zanaatkar ve tacirler gündüzleri dükkânlarını bir saatliğine kapat­mayı âdet edinmişlerdi. Bugün şehrin eski bir banliyö­sünde sıkışıp kalan üniversite, şehir hayatından tamamen kopmuş durumdadır.'"'(Islâm Şehri, Ağaç Yayınları, 1992, s. 237.) Kayseri’de bir an için kadîm Fez şehrinin canlandığını hissettim. Eminim ki Kadı Burhaneddin’in şehrinde de ulema ile esnaf benzer bir yakınlık içindeydi­ler.

İslam Ansiklopedisi’nden öğrendiğimize görev Kayseri, Hitit imparatorluğu’ndan bile önce bir ticaret merke­nuyordu. Kapadokya Krallığı’nın merkezi oldu. Bir ara Sasanîler tarafından yağmalanıp tahrip edildi, sonra He- raklius tarafından kurtarıldı (M.S. 611). Muaviye tarafın­dan haraç vermeye zorlandığı tarihte (647) gene güzel ve zengindi. Hişam’ın hilafeti sırasında (724-43) Mesleme, Kayseri’ye iki saldın düzenledi ve muhtemelen şehri mu­vakkaten ele geçirdi. Onbirinci asırda Bizans siyaseti ve Türk istilası Ermeni Gregoryenlerin bu Rum Ortodoks bölgeye göç etmelerine yol açtı. Şehir 1343'ten 138l’e kadar Eretna Hanedanı’nın yönetimindeydi ve sonunda onların payitahtı oldu. Ibn Batuta’ya göre Anadolu’nun en büyük şehri idi. Kadı Burhaneddin, Eretna yönetimi­ne son verdi. Ve yıldırım Bayezid şehri 1398’de fethetti. Fakat, Timur’a yenilince, şehir Karamanlılar’ın eline geçti; takriben 100 yıl Karamanlılar ile Dulkadiroğulları, Kayseri uğruna kapıştılar. En sonunda Yavuz Sultan Se­lim, Kayseri’yi Osmanlı ülkesine kattı.

Kayseri’nin bir ticaret merkezi olarak sürüp giden öne­mi Kuzey-Güney ve Doğu-Batı ticaret yolları üzerindeki yerleşiminden gelmekteydi. Şehrin sınaî yapısı son derece gelişkindi. Boyahaneler, mezbahalar, tabakhaneler, değir­men ve yağ presleri, boza, şarap ve mum imalathaneleri... Tanm ürünleri arasında buğday, arpa, üzüm, pamuk, ba­dem ve pirinç gelmekteydi. Kayseri atlan pek meşhurdu; sucuk ve pastırma sanayii için sığır, koyun ve manda beslenirdi. Evliya Çelebi’ye göre, Kayseri’nin pastırma ve sucuğuna İstanbul’dan o kadar fazla talep olurdu ki, bu malları şehirde bulamazdınız. Çok sayıda ker­vansaray, çarşı ve pazaryeri, sayısız demirci ve mücevher­cisi vardı. “Tıpkı Bursa ve Edime gibi, Kayseri’nin de iki bedesteni vardı ve tüccannın kazancı ve keyfi yerindeydi.” (Islâm Ansiklopedisi, ikinci edisyon, Cilt 4, s. 843)

Kayseri’de onüçüncü yüzyıl Anadolu’sunun havasını te­neffüs ettim. Anadolu ahîleri, manevî bir coşku içindi Abdalan-ı Rûm ile kucaklaşıyor ve birer uçbeyi edasıyla sefere hazırlanıyorlardı. Ak tolgalı beylerbeyi henüz ufukta gözükmese de, Kayserili Tuna’yı geçmeyi kafasına koymuş, gönlüne nakşetmişti.

KAPİTALİZM VE ARİTMETİK

Onbeşinci yüzyılda, biricik oğlunun ileri bir ticaret tahsili görmesini arzu eden bir Alman tacir, tanınmış bir üniversite hocasına müracaat eder. Hoca der ki, eğer sadece toplama ve çıkarma ile sınırlı bir tahsil istiyorsa­nız, bunun için Alman üniversiteleri kâfidir. Fakat oğlu­nuzun çarpma ve bölmeyi de öğrenmesini istiyorsanız, bu sanatları tahsil etmenin yeri İtalya’dır. Bu derece ileri bir tahsil sadece orada mevcuttur.* Aynı şekilde, Vene­dik’te tahsilde bulunan oğluna mektup yazan bir Alman baba, ona şu öğütte bulunuyordu: “Sabahlan erken kalk, kiliseye vaktinde git ve aritmetik hocanı can kulağıyla dinle.”**

Onaltmcı yüzyıldan 18. yüzyıl başlarına kadar Avrupa töplumlannda büyük bir dönüşüm yaşandığı bilinmekte­dir. Bu dönüşümün anahtar veçhelerinden biri teknik ye­nilenmenin kurumsallaşmasıdır. Her şeyden önce, yeni bir nicel ölçüm anlayışının gelişmesi demektir bu. Ne var ki, dönüşümün kökleri çok gerilere, Afro-Avrasya medeniyetlerine kadar uzanmaktadır. Onbeşinci yüzyılda bilhassa İtalyan şehir devletlerinde zirvesine ulaşan nicellik duygusu köklerini Hind-Islam dünyasında bulmakta­dır.

Onaltıncı yüzyıl başlarında, ticarî ve malî yöntemler ba- * kurundan Kuzey Avrupa'nın Hansa tüccarı ile İtalyan meslektaşları arasında enaz iki asırlık mesafe vardı, diyor Frank Swetz. Ta 14. yüzyıldan itibaren kuzey tüccarı arta dela mercadanta (ticaret sanatı) öğrenmek maksadıyla Venedike gelirdi. Alman işadamlarının oğulları Welsche Praktik (ticarî aritmetik ve döviz mübadelesine dair ya­bancı uygulamalar) tahsili için Venedik’e akın ederlerdi. Bu nevi hünerleri kazandıktan sonra, yeni bir kelime hâzi­nesiyle yurtlarına dönerlerdi: Disagio (iskonto), credito (kredi), valuta (değer), netto (net fiyat), vs. O kadar ki, Almanlar için beş katlı, 80 kişilik özel bir bina bile yapıl­mıştı: Fondaco dei Tedeschi. (Depo, pazar ve otel fonk­siyonlarını birleştiren Fondaco’nun Arapça funduk’tan geldiğine dikkat ediniz.)***

Akdeniz kıyılarındaki temasları neticesinde, Italyanlar (bilhassa Venedikliler) Hind-Arap rakam sistemine ve onunla yapılan hesaplamaya aşina oldular. Cezayir'deki bir Piza ticaret kolonisinde büyüyen Pisa’h Leonardo, bir Arap hocadan bu yeni aretmetik sistemini öğrendi. Yeni rakamların Avrupa genelinde kullanılan Roma rakamları­na nispetle çok üstün olduğunu kavrayan Leonardo, bu yeni bilginin tebliğcisi oldu ve ünlü eseri Liber Abacı’yi yazdı (1202ı. Metnin büyük bölümü Hind-Arap rakamları ve onların algoritmlerine dair genel bir giriş mahiyetinde olmakla beraber, Leonardo Fibonacci’nin meslekî geçmi­şini yansıtan ve aritmetiğin ticarî uygulamalarını ele alan özel bir bölüm de ihtiva ediyordu. Bu kitap ve ilettiği me­saj Piza, Cenova ve Venedik fondacolarından büyük iltifat gördü; kısa bir süre sonra da Hind-Arap rakamları muha­sebe defterlerindeki Roma rakamlarının yerini aldı. Aba­küsler, yerini kalem ve mürekkeple yapılan hesaplara bıraktı. Bu yeni matematiksel bilgi aynı zamanda Ispan­ya’da (Endülüs) yayımlanan Arapça kitapların çevirilmesi yoluyla da Avrupa’ya yayıldı. Italyanlar bu bilgiyi vakit geçirmeden muhasebeye uygulayarak çift-girişli kayıt sistemini geliştirdiler. Rasyonel muhasebe olmasaydı, rasyonel kapitalizm ortaya çıkamazdı.

BUGÜNÜN AHİLERİ

Otuz arkadaşımızla birlikte yola çıkarken, kendimize Tarık bin Ziyada örnek aldık. O nasıl Endülüs’e gi­derken gemilerini yakıp, idealine ulaşabilmek için bazı şeylerden feragat etmişse, biz de aynı şekilde yalnızca ba­şarmak üzere yola çıktık. Ispanya’da muhteşem bir Islâm devletinin kurulabilmesi için nasıl gemiler yakılmışsa, biz de o şekilde arkadaşlarımızla birlikte bu işe başladık. İnançlarımız doğrultusunda güçlenmeyi ve bu sayede İkti­sadî alanda '‘Biz de varız” diyebilecek duruma gelmeyi amaçlıyoruz. .

Tutkun Akbaş’ın “Ekonomide İslâmî Yapılanma” başlıklı yazı dizisinde görüşüne başvurduğu Sayha Şirket­ler Topluluğu (Konya) başkanı M, Erol Doğru, faaliyetle­rinin hedefini böyle açıklıyor. Serazad Anadolu ahilerinin yola çıkış beyannamesidir bu. Hareketlerine gönül veren ve onları murakabe edecek gazi, abdal ve bacılara kavuş­tukları gün Endülüs hayal olmaktan çıkacaktır.

Tabiatıyla, Sayın Doğru’nun sözlerini ve benim yoru­mumu abartılı bulanlar çıkacaktır. Türkiye’de sermayenin büyük ölçüde İstanbul ve çevresinde temerküz ettiğini, Anadolu sermayesinin henüz çok yetersiz olduğunu, ulus­lararası boyutunun olmadığını, dolayısıyla derin hülyalara

dalmanın fantaziye kaçacağını düşünenler olacaktır. Onla­ra, Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük iktisat tarihçilerin- den biri olan Prof. Sabri Ulgener’in cevap vermesi daha yerinde olur: 4                                                                                                                           *

“İktisadî analizde zayıf bir tarafımız olmalı: insanı ço­ğunlukla devre dışı bırakarak olup bitene sadece mal ve para akımı gözüyle bakmayı alışkanlık haline getirmişiz. Dizi dizi rakamlar, formüller, göz doldurucu gösteri ve göstergeler! Hepsi iyi ve hiç birine diyeceğimiz yok! An­cak bütün bu dizileri ve matematik bağlantıları temelde ruh ve mânâ tarafı ile doldurup canlandıracak unsuru (insanı) hiç yokmuş gibi düşününce işin rengi değişiyor. Ekonomik düzenin son kertede insan davranışımızla be­lirlenmiş olacağını kolaylıkla gözden kaçırıyoruz. Aynı usuller, aynı teknoloji bir yerde istenileni verirken bir baş­ka yerde tam aksi sonuçlara varıyorsa, farkın usul ve âlet­lerden çok onları kullananın vasıflarından gelmiş olabile­ceği bugün bile yeterince anlaşılmıştır denemez. Goet- he’nin Mefısto ağzından söylettiği gibi,

Kim bir canlıyı tanımak ve anlatmak istese, ilk işi ruhunu kovmak oluyor.

Aslında tam tersi olmak lazımdı. Analize insansız değil, insandan başlamak gerekirdi.”*

Bugünün ahileri, Ahi Evremden el almışçasına, fütüv- vetnâmelerinde yazılı olan dinî ilkelere bağlı kalmaya, onları yaşatmaya gayret göstermektedirler. Fütüvvetnâ- melere göre, ahî teşkilatı mensuplarında bulunması gere­ken vasıflar vefâ, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola şevketine, affedici olma ve tövbe idi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet, hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebep­lerdi.**

Anadolu ahîleri ayaklarını fütüvvet (yiğitlik) toprağına sağlam basıp dürüstlük ve cömertliklerini (yani cihad ru­hunu) devam ettirdikleri müddetçe, karşılarında ne em- <

peryal İstanbul sermayesi durabilir, ne de emperyalist Ba­tı sermayesi. Tarihin motor gücü sermaye değil, ihlas ve, I

evet, hırstır, ihtirasla meşru bir hedefe yönelindiği zaman, akıl almaz işler başarılabilir.

İSLÂMÎ KAPİTALİZM Mİ?

Kapitalizm ile din arasındaki ilişkiler daha çok Alman düşünürlerini meşgul etmiş. İngilizler iktisat ilminin (tıpkı fizik gibi) “evrensel” yasalarını bulmakla meşgul olurken, Almanlar dikkatlerini İktisadî servetin manevî kaynaklarına teksif etmişler. Bunda Almanya’nın sanayi kapitalizmine geçişte geç kalmasının payı üzerinde dur­mak lazım. Sadece Weber ve Sombart’ın eserlerinde değil, Marx’ın ilk dönem tahlillerinde bile kapitalist toplu­mun manevî “alt yapısı” öne çıkarılmaktadır:

“Yahudiliğin dünyevî temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar. Yahudiliğin bu dünyadaki ibadeti? Sı­kı pazarlıkçılık (bezirgânlık). Yahudiliğin dünyevî tan­rısı? Para. Peki o halde! Bezirgânlıktan ve paradan, yani pratik, gerçek Yahudilikten kurtulma çağımızın kendi kendini kurtarması ile aynı şey olacaktır. Bezirgânlığın, daha doğrusu bezirgânlık imkânının dayandığı temeli yı­kan bir toplum örgütlenmesi Yahudinin varlığını imkânsız hale getirir. Onun dinî bilinci tophımumuzun can alıcı ha­vasında yavan bir sis gibi dağılır.

Yahudi sadece malî güç kazanmak suretiyle değil, aynı zamanda o yüzden ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hıristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi suretiyle kendini Yahudice bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hıristiyan­ların Yahııdileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmış­lardır. Yeni Hınstiyanın putu Mammon'dur artık (servet tanrısı); ona sadece dudaklarıyla değil, beden ve ruhunun bütün gücüyle yakarır. Dünya onun için Borsadan başka birşey değildir ve şu yeryüzündeki biricik işinin komşu­larından daha zengin olmak olduğuna inanmıştır. Pazarla­ma ruhu çarpmıştır onu ve rahatlayabilmesi için tek yol nesneleri değiş tokuş etmesidir. Yahudinin toplumsal kurtuluşu, toplumun Yahudilikten kurtarılmasıdır.”*

Tutkun Akbaş’ın yazı dizisi ve Feridun Yılmaz’ın “Türk kapitalizminin ahlâk sorunu (olabilir mi?)” başlıklı yazısı (Yeni Şafak, 22.7.95) beni iki yönlü bir de­ğerlendirme yapmaya şevketti. Bir yandan, kapitalizmin veya ona benzer bir İktisadî yapılanmanın Osmanh mül­künde niçin gerçekleşmediği; bu hususta özellikle tasav­vufun oynadığı rolün ne olduğu; bir yandan da Müslü­manların günümüzdeki İktisadî hamlelerinin ahlâkî teme­linin bulunup bulunmadığı. Ferudun Yılmaz yazısını şu hükümle bağlıyordu: “Kapitalist ilişkilerin hüküm sürdü­ğü bir bünyenin kabul edebileceği ahlâk olsa olsa Protes­tanlıkta olduğu gibi seküler bir ahlâk olmak durumunda­dır. İslâm’ı seküler kılmadan kapitalist toplumu ahlâklan- dırabilir iniyiz?” « «

Dört yıl önce kaleme aldığım “Ozal, tüketim kapita­lizmi ve Protestan ahlâkı” başlıklı makalemi şu hüküm­le bitirmiştim: Japon sanayileşmesini başlatanlar, köşeyi dönme ahlâkına sahip tüketim sevdalıları değildi. Japon kalkınmasının ‘psikolojik take-off'u, Şibuzavva Eiçi’nin sözleriyle, “Japon ülkesine borcunu ödemek” ilkesine da­yanıyordu. Mesele ne yabancı bir zihniyeti, ne yabancı bir ahlâkı benimsemek değil, farklı (düşman!) bir dünyada geliştirilen İktisadî yapılara önce kendi değerler sistemi içinde anlam vermek, böylece onları toplumun bilincinde meşrulaştırıp millet fertlerini o alanda “savaşmaya” yö­neltmekti. Böyle bir meşrulaştırmanın islamî bir çerçeve­de nasıl mümkün olabileceği (hatta, mümkün olup olma­dığı) ve maliyetinin ne olacağı çağdaş ulemanın önündeki en önemli meseledir.** Sayın Yılmaz, “Mustafa Özel bu konudaki suskunluğunu bozmalıdır” deyip, tasavvuf ile İktisadî ahlâk arasındaki meseleyi aydınlatmaya dave­tiye çıkardığına göre, yine iş başa düştü demektir.

İSLAM VE KAPİTALİZMİN RUHU

Max Weber, kapitalizmin ruhu tahlilinde “İslam” bahsini tamamlamaya fırsat bulamadan terk-i dünya eyledi. Yazabildiği birkaç satırda, Islamiyetin “büyüyü reddeden ahlâkî bir peygamberliğe dayalı tektanrıcı bir din” olduğunu kabul ediyordu. Allah her şeye kadir, her yerde hazır ve nazır idi; insanoğluna muayyen bir kader tayin etmişti. Bütün bunlar göz önüne alınınca, asketizm (tıpkı Protestanlıkta olduğu gibi) potansiyel bir “kurtuluş endişesi”ne çözüm olarak zuhur edebilirdi. Fakat böyle olmadı. Niçin? Weber suçu şu iki sosyal gruba yüklüyor- du: Gaziler ve Sufîler.

Tektanrıcılığı vazeden Kur’an, Weber'e göre, savaşçı bir hayat tarzının sosyo-ekonomik gereklerine uydurulur­ken, “kurtuluş” (felah, selamet) arayışı cihad kavramı va­sıtasıyla toprak peşinde koşma tarzında yeniden yorum­landı. Böylece İslam “millî bir Arap dini”ne dönüştürül­dü. Yahudi-Hrıstiyan tektanrıcılığına uzanan köklerine rağmen, İslam hiçbir zaman bir selamet dini olamadı. Sa­vaşçı grup (gaziler) dinî arayışı bir fetih serüvenine dön- dürdü; tasavvuf ise Islam a büyü ve sefahatle ilgili unsur­lar sokarak tektanrıcılık anlayışını sulandırdı

Weber’in gerek Protestanlık, gerekse İslam’la alakalı genellemeleri aslında kendinden önceki asırlarda Batı ve İslam dünyası üzerinde fikir yürüten Avrupalı düşünürle­rin spekülasyonlarının bir özetiydi ve İslam dünyasında da hatırı sayılır ölçüde taraftarı vardı. Guizot’nun Avrupa Medeniyetinin Umumi Tarihimde dile getirdiği “Avru­pa’daki toplumsal ilerlemenin Protestan Reformunu takip etmiş olduğuna” dair fikirleri Afganî, Abduh ve Reşid Rıza gibi İslam modemistleri için hareket noktası oldu. “Afgan?nin kendini İslam’ın Luther’i olarak görmesi şa­şırtıcı değildir.”** Yahya Kemal bile bu asrın başlarında şöyle bir değerlendirme yapmaktan kendini alamamakta­dır: “Eğer tasavvuf ve Melamîlik araya girmese idi, tıpkı îngilizler gibi işinde ve ibadetinde çalışkan insanların ce­maati olurduk. Eline her def alan Ene’l Hakk diyor. Böyle bir cemiyeti nasıl idare edersin? Ve nasıl terakki ettirir­sin?”

Sabri Ulgener hocamız da benzer bir düşünce çizgisini devam ettirmiştir. Ferudun Yılmaz’ın özetini tekrarlaya­cak olursak, İslam toplumlarında “üretken olmayan, gös­teriş tüketimine yönelik ve toprağa bağlı” bir İktisadî ya­pılanmanın meydana gelmesinin başlıca sebebi, dinin top­lumsal alana geçişte, yani “zihniyet”in ortaya çıkışında vuku bulan dönüşümdür. Toplumsal yapıda tasavvuf ve tarikatlar hakim unsur olmuş ve bu oluşum İktisadî yapıyı şiddetli biçimde etkisi altına almıştır. Tasavvuf hakimiye­tinin İktisadî hayatta en belirgin olarak ortaya çıktığı saha fütüvvet/ahîlik teşkilatlarıdır. Bu teşkilatlar diğer bazı si­yasî faktörlerin de etkisiyle içe kapanık, gelecek kaygısı pek gütmeyen ve rasyonellikle bağlarını koparmış, İktisa­dî bir teşekkülden ziyade dinî bir teşekkülü andıran bir yapıya sahiptir. Bu durum ortaya “irrasyonel” bir zihniyet çıkarmıştır. Yani İslam aslında bağrında “rasyonel” unsur­lar taşırken, toplum hayatına tasavvuf vasıtasıyla yansı­ması, iktisadiyatımızın gelişmesini engelleyici bir irrasyo- nellik doğurmuştur.

Sosyal tarih çalışmalarının yeterli olmadığı ve Avrupa- merkezci bir genellemeciliğin sultasını hâlâ sürdürdüğü bir dönemde geliştirilen Weber-Sombart çizgisi, bizi keli­melerin büyülü ağırlığı altında ezmektedir. Braudel’in ye­rinde ifadesiyle, “Eğer kapitalist zihniyetin kökenlerini gerçekten keşfetmek istiyorsak, kelimelerin büyüleyici çemberinden çıkıp gerçek hayata bakmalıyız.”*** Nite­kim, Avrupa toplamlarının “gerçek” hayatına bakabilen tarihçiler, Weber’in rasyonel kapitalist işletmesinin bütün vasıflarıyla Protestan Reformasyonundan bir asır önce Katolik İtalyan şehir devletlerinde (Venedik, Floransa, Cenova, Lucca, Prato...) mevcut olduğunu tesbit etmekte­dirler. Osmanlı tarih çalışmalarının henüz pek iptidai ol­duğu, elimizdeki belgelerin yüzde 1 ’inin dahi tasnif edil­mediği bir dönemde, büyük ölçüde edebî eserlerden hare­ketle yapılan tahliller, bugün önümüzü aydınlatmaktan çok karartmaktadır. Toprağın en büyük (neredeyse tek) servet kaynağı olduğu 18. asır ortalarına kadar, gözlerimi­zi sadece şehirlerdeki ticaret erbabına çevirerek yapacağı­mız hiçbir tahlil bize kapitalizmin tabiatı ve gelişimi hak­kında kâmil bir fikir vermez. Dolayısıyla, tasavvuf ile İk­tisadî hayat arasında kurulan olumsuz bağlantı hakikatte hiçbir şeyi açıklamamaktadır.

İMPARATORLUK VE KAPİTALİZM

İmparatorluk ekonomisinin ayırıcı vasfı “muhafaza- kârhk”tır. Şehirlerde geleneksel lonca yapısını muhafa­za etmek, ahalinin temel ihtiyaçlarını temin etmenin temi­natı olarak görülmektedir. Bunun için, üretim veya pazar­lamada her hangi bir yenilik yapılması hoş karşılanma- makta, İktisadî güçlerin gelişmesine sınırlar konmaktadır. Bunun dinî hiçbir temeli veya meşruiyeti yoktur. Fiyat te­şekkülü üzerindeki baskıları dinen meşru sayan ulema umumiyetle maslahat ilkesinden hareket etmiştir.

Halil İnalcık’ın belirttiğine göre, tıpkı Memluklar gibi, Osmanhlar da lonca yapısını muhafaza etmeye çalışıyor­lardı. “Bu tutucu siyaset her hangi bir yeniliğin toplumu kargaşa ve anarşiye sürükleyeceği ve bunun sonucunda devlet hâzinesinin gelir kaybına uğrayacağı fikrinden «

kaynaklanıyordu, idari ve askeri menfaatler fiyatlarda ve malların kalitesinde istikrar gerektiriyordu. Bu muhafaza­kâr siyaset, ıslahatçı Osmanh devlet adamlarının Avru­pa’nın liberal fikirlerine kucak açtıkları 19. yüzyıla kadar devam etti. Yakın-doğu ekonomisinin lonca sisteminin sı­nırlamalarından kurtulmasını önleyen ve güçlü bir Os­manlI burjuvazisinin meydana gelmesini engelleyen, işte bu muhafazakârlıktı.”

Ancak, ne loncalar üzerindeki sınırlama, ne de sözümo- na “tasavvufun uyuşturucu etkisi”, servetin asıl kaynağı­nın toprak olduğu bir dünyada “servet peşinde koşan ve sermayesine sermaye katan” ayrı ve bağımsız bir sınıfın niçin teşekkül etmemiş olduğunun makul bir açıklaması olamaz. “Burjuvaziyi sadece ticaret alanında aramak, ilk örneklerin nasıl ortaya çıktığını ve bunun tarım kesimin­deki gelişmeleri nasıl etkilediğini anlamak bakımından önemlidir. Fakat, asıl serüven kırsal kesimde cereyan et­miştir. Klasik kapitalizmin temel örneği (Ingiltere) ile mo­dem kapitalizmin biricik örneği (Japonya) köylerdeki ser­vet birikiminin üzerinde yükselmişlerdir. “Adam zengin olur mu?” başlıklı denemede* ortaya attığım fikirleri kı­saca özetlemekte yarar var:

Onbeşinci yüzyıl, İngiliz köylülüğünün altın çağıydı. Köylüler (doksan dokuz yıla kadar uzanan) uzun-vadeli kiralarla toprak işletebiliyor ve tarım ürünlerinin fiyatları muntazaman yükseliyordu. Kiraların nispeten istikrarlı seyretmesi, buna karşılık pazara yönelik ürünlerinin fiyat­larının giderek artmasıyla, birçok zengin köylü maliyetle­rinin üzerinde bir fazlalığı biriktirmeye başladılar. Bu köylüler küçük toprak parçalarını satın alabiliyor ve (güb­renin en önemli kaynağı olan) hayvancılığa yatırım yapa­biliyorlardı. Bu durum tarımda verimliliği arttırıyor ve ta­rımsal ürünlerin fiyatlarındaki göreli artışın yolaçtığı avantajla beraber servet biriktirme güçleri katlanıyordu. Yoksul, borçlu köylülerin arazilerini satın alarak köylü toplumunun küçük meta üretimiyle meşgul bir üst sınıfını oluşturan bu tabakaya yeomen denmektedir. Bunlar, “bir grup ihtiraslı, saldırgan küçük kapitalist” olarak tasvir edilmektedir. Çitleme hadisesi ilk olarak bunlarla başlamıştır. Yoksul köylüler topraklarından koparılarak, buraları çayır haline getirilmiş ve gerek yün ham madde­sini temin, gerek tarımda verimliliği amaçlayan gübre te­mini için hayvancılık yapılmıştır. Onaltıncı yüzyılın baş­larına gelindiğinde, köy toplumundan hem yerli bir yarı- soylu sınıf (gentry), hem de yerli bir proleterya doğmuş­tu.

Köy toplumunun kendi içinde farklılaşarak zengin ve yoksullar diye ikiye ayrılması, yoksulların zaman içinde büsbütün yoksullaşarak üretim araçlarından tamamen kopmaları ve zenginlerin emrindeki proleterlere dönüş­meleri 18. yüzyıldan itibaren Japonya’da da görülen ve modem kapitalist-işçi karşıtlığının modelini oluşturan bir gelişmedir.’Feodal’ Japonya’da tipik olarak her köyde bir iki büyük arazi, birkaç orta ölçekli arazi ve çok sayıda kü­çük toprak parçası bulunmaktadır. Büyük araziler en kü­çüklerin on, yirmi katı kadardır; hatta yüz ve daha fazla misli olanlar bile vardır. Yoksul köylüler zenginlerce kira­lanmakta ve emeklerinin karşılığı olarak kendilerine bir miktar ekilecek tarla verilmektedir. Zengin ve yoksul köylü arasındaki bu ilişki (oyabun-kobun) toplum için­deki karşılıklı bağımlılığın diğer önemli bir halkasını oluşturuyordu. Oyabun, zayıf kobun’un sadece işvereni değil, aynı zamanda hâmisi ve temsilcisiydi.

Böyle bir sınıfsal yapı içinde, gerek beylerin, gerekse zengin köylülerin zamanla daha fazla servet biriktirme yönünde hareket etmeleri ve nüfusun büyük bölümünün ellerinde kalan son toprak parçasını da terkedip proleter­leşmesi kaçınılmazdı. Acaba benzer bir gelişme Osmanlı toplumunda niçin meydana gelmedi? Can alıcı som budur ve bu soru cevaplandırılmadıkça Osmanlı toplumunda modem burjuvazinin ve kapitalist üretim ilişkilerinin ni­çin boy vermediği açıklanamaz. Kabahati tasavvufa yük­leyip “gerçek” hayata, İmparatorluk düzenindeki siyaset- iktisat ilişkisine bakmamak yanıltıcı olur.

OSMANLI MİRASI

Onsekizinci yüzyıla kadar servetin esas kaynağı top­rak olduğundan, kurulan imparatorluklar esasen bi­rer köylü imparatorluğudurlar. Siyasî otorite ne kadar ge­niş bir toprağı vergilendirebiliyorsa, o kadar fazla gelir el­de ediyor; ne kadar fazla gelir elde ediyorsa, o kadar güç­lü bir (merkezî ve yerel) orduya sahip oluyordu. Siyasî merkezin gücü, İktisadî faaliyet ve süreçlerin istikametini tayin ediyordu. Osmanlı tarım sisteminin 15. yüzyıl sonrası Ingiliz ve 17. yüzyıl sonrası Japon tarım sistemlerin­den temelde hangi noktada ayrıldığını anladığımız zaman, “kapitalist” üretim ilişkilerinin niçin gelişmediğini kavra­mış oluruz. Bunun için öncelikle edebî eserlere değil, ger­çek hayata, yani toprak rejiminin işleyiş tarzına bakma­mız gerekiyor.

Yaşayan (hatta, gelmiş geçmiş) en büyük Osmanlı tarih­çisi kabul edilen Halil İnalcık’a göre, Türkiye’nin ana ekonomik karakteri olan, küçük köylü aile işletmelerine dayanan sosyo-ekonomik yapıyı Osmanlı mirî toprak reji­mi ve çift-hâne sistemine borçluyuz. Türkiye ekonomisi ve sosyal yapısı 1950 ’ye kadar Osmanlı dönemindeki asırlık geleneksel esas karakterlerini korumakta idi. Gele­neksel tarım ekonomisinin ana üretim aracı, bir çift öküz ile çekilen sabandır. Her köylü ailesine bir çift öküz ile sürülebilecek olan bir toprak parçası tahsis edilmiştir. Bu topraklar tapuludur. Tapu rejimine göre tasarruf edilen arazi satılamaz, hibe ve vakıf edilemez. Bunlar babadan oğula bir işletme birliği olarak geçen raiyyet çiftlikleri dir. Köylü bunu kendisi işlemek zorundadır. Üretim işini kendisi düzenler. Üretim araçları olan öküz, saban ve to­humu kendisi sağlar ve bağımsız bir işletme ünitesi olarak toprağı kendisi işler. Devlete ve sipahiye karşılıksız hiçbir hizmet yapmaya mecbur değildir. Onun emeğini kimse karşılıksız sömüremez. Bu anlamda Osmanlı köylüsü hür ve bağımsızdır, imparatorluk bürokrasisinin esas va­zifelerinden biri bu rejimi korumaktır. Bizans ve Osmanlı imparatorluklarında reaya yani çiftçi aileler ve toprak bi­rimi (yani çiftlik= bir çift öküzle işlenebilen arazi ünitesi) büyüklere karşı daima titizlikle korunmaya çalışılmıştır. Bizans’ta dynatoi, OsmanlIlarda ckabir diye anılan var- lıklılara karşı köylüler daima “fakir”, “yoksul” tabiri ile himayesi gerekli bir sınıf olarak ele alınmıştır. Bu impara­torlukları köylü imparatorlukları diye vasıllandırmak yanlış olmaz.*

Köylünün toprağını ucuza kapatan muhteris bir üst sini- fin ortaya çıkması titizlikle engellenmiş, Ingiltere’dekine benzer “çitleme” hadiseleri vuku bulmamıştır. Böylece ta­rım kesiminde ne büyük bir köylü nüfusun yoksullaşması söz konusu olmuştur, ne de tarımsal sermaye birikimi. Bu iki süreç de Avrupa’da kapitalist yapılar teşekkül edip de Osmanlı sistemini ettkilemeye başladıktan sonra impara­torluk ahalisinin gündemine girmeye başlamıştır. Buna rağmen, İnalcık’ın selahiyetle belirttiği gibi, Osmanlı ta­rım sistemi 20. asrın ortalarına kadar bile esas yapısını muhafaza etmiştir.

Kapitalizm, imalat sanayimden önce, tarım alanında filiz veren bir sosyoekonomik sistemdir. Osmanlı tarım sistemi ve onun Cumhuriyet e devrettiği miras kapitalist yapıların teşekkülüne imkân verecek özellikte değildir.

TASAVVUF VE KAPİTALİZM

Kombassan Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Haşim Bayram, kapitalist ilişkiler ağı içindeki konumlarını şöyle değerlendiriyor:

‘'Her sistem kendi içinde geçerlidir. Elbette ki, bir Müs­lüman olarak Cenab-ı Hakk’ın emirleri ve yasakları doğ­rultusunda kendi sistemimizi kumaya çalışıyoruz ve ha­liyle birçok zorluklar çekiyoruz. Çünkü acımasız kapita­list sistem, bütün müesseseleri ve ilkeleriyle hayata hâ­kim. Kimimiz ayak topuğuna, kimimiz belimize, kimimiz boğazına kadar (sisteme) batmış durumdayız. Ortada bir bataklık var ve biz bu bataklığı aşmaya, yeni bir model oluşturmaya çalışıyoruz. Kolay olmuyor. Çünkü insanla­rımıza olaylar at gözlüğü ile izlettiriliyor. Kimsenin ‘ger­çeği’ bildiği yok. İnşaallah kombassan’ın açtığı çığır git­tikçe büyüyecek, bütün insanlarımız için ve ülkemizin kalkınması için gereken meşru herşey yapılacaktır.”

Son beş yazıda anlatmak istediklerimi bu görüşler çerçe­vesinde hülasa etmek istiyorum:

1.                                            Kapitalist sistemin uzunca bir zamandan beri hayatı­mızı çepeçevre kuşattığını bütün aklıbaşında insanlar gö­rüyor ve sistemin baskısından kurtulmanın yolları üzerin­de kafa yoruyorlar. Meşruiyet dairesinde “kendi sistemi­mizi” kurmaya çabalıyorlar. Bu “iş”in kolay olmadığını da biliyorlar, çünkü halk, tıpkı devlet gibi (ama büyük öl­çüde şuurunda olmadan) kapitalist sistemin suç ortağı. Hem halkımıza, hem ülkemize (bu ikinci ifadede ulus- devletin ağırlığını hissediyoruz, değil mi?) hizmet edecek alternatif bir İktisadî sistemin ahlâkî temellerini araştırı­yorlar.

2.                                            Avrupa kapitalizmi Protestan ahlâkının eseri değildir. Kapitalizmin “rasyonel” ruhu daha önce de mevcuttu. Protestanlık bu süreci hızlandırmış olabilir. ( Bazı tarihçi­ler Protestanlığın katkısını “göçmen” Protestanlarla sınır­lıyorlar; dolayısıyla esas katkının Proteslanlık/veya Yahu­dilikten mi, yoksa göçmenlikten mi geldiği meselesi yine açık kalıyor.)

3.                                            Osmanlı şehirlerinde ileri bir ticaret hayatı mevcuttu. Bu hayatın bir burjuva sınıfı meydana getir(e)memesinin sebebi sufîler veya Weber’in ileri sürdüğü kadı hukuku değildir. Siyasî merkezin kâr hadleri üzerindeki sürekli baskısı (narh rejimi) ticareti, dolayısıyla imalatı caydırıcı olmuştur.

4.                                            Tarım kapitalizmi teşekkül etmeden, sanayi kapitaliz­mi teşekkül etmez (etmemiştir). Sanayi öncesi tarımsal yapılara ve toprak rejimlerine bakmadan, sadece şehirle­rin serüveninden hareketle bir burjuva sınıfının niçin orta­ya çıktığı (veya çıkamadığı) anlaşılamaz.

5.                                            Kapitalist ahlâk, Protestanlıkla bağlantılı olsun olma­sın, seküler (dünyevî) bir ahlâktır. Kapitalist, kendini son­suz sermaye birikimine vakfetmiş bir insandır. Bu vakfet­mede mistik (dolayısıyla, irrasyonel) bir taraf sözkonusu- *

dur (Weber bile buna işaret etmektedir), işletmesi insan için var olacağına, insan işletmesi için var olmaktadır. Bu,

Protestanlığın özünden çıkan ve onun tasdik edebileceği bir durum değildir. Dinin hiç kasdetmediği bir netice hasıl olmuş ve bir kurum olarak kilise (sırf kendi varlığını sür­dürebilmek için) bu neticeyi meşrulaştırmıştır.

6.                                            F. Yılmaz’ın “İslam’ı seküler kılmadan kapitalist top­lumu ahlâklandırabilir miyiz?” suali tavzihe muhtaçtır. Kapitalist toplumun zaten muayyen bir ahlâkı (etiği) vardır ve o toplumu İslâmî veya Budist ahlâkla bezeyemezsi- niz. Kapitalistin bu hayattaki birinci gayesi, sermayesini en yüksek hızla arttırmak ve biriktirmektir. Bugün bizim de sınırları (yahut nüfuz alanı) içinde yaşadığımız kapita­list sistem, bütün sosyal sistemler gibi “tarihseledir; yani muayyen bir ömrü vardır ve muhtemelen önümüzdeki asırda başka bir tarihsel sisteme dönüşecektir.

7.                                            Mü’minlere göre, Allah insanları (ve cinleri) sadece kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Dolayısıyla, İk­tisadî olanları da dahil olmak üzere, insanoğlunun bu dün­yadaki bütün faaliyetleri bu gayeye hizmet etmek zorundadır. Servet edinme, hatta sıradan, basit bir çalışma bile meşruiyetini bu temel ilkeye uygunluktan alır. Çalışmak için çalışmak gayr-ı meşrudur.

8.                                              Tasavvuf, çalışma ve kazanç faaliyetimizi böyle bir şuur içinde sürdürme; kendimizi şu anda belirli ölçülerde içine gömülü bulduğumuzdan daha üst bir varlık alanına yükseltme hususunda bize büyük imkânlar sunuyor kana­atindeyim. Elbette bu her şeyin garantisi değildir. “Nasıl olsa bir tekkemiz var, bir de holdingimiz olsun. Sonra bir banka, bir de fınans kurumu kurduk mu işimiz tamam!” diyenler vardır ve olacaktır. Böyleleri, içine gömülü ol­dukları kapitalist ilişkileri meşrulaştırmaktan başka birşey yapıyor değillerdir. Ihlassız ihtiras gayr-ı meşrudur.

9.                                            Kapitalist sistem çözülüş safhasındadır. Bu çözülme­nin bir çöküşe inkılab etmemesi için Batılı düşünürler çok ince bir tarzda bir ‘'medeniyet aşısı" peşindedirler. Ne var ki, sistemin tabiatı buna müsait değildir. Batı insanı, ileri seviyedeki bir İktisadî faaliyeti sadece şahsî çıkar sağla­manın ötesine giden cemaatçi/manevî gayelerle sürdür­menin mantığına yabancıdır.

10.                                                    I

11.                                                    ı

12.                                                    j j

13.                                                    I

14.                                                    Müslümanların temel meselesi, pratik hayatın içinde mücadele etmekte olan insanların kaygı ve sıkıntılarını gi­derecek dinamik bir ilimadamları çevresinin, sıhhatli bir ilim geleneğinin mevcut olmayışıdır. Tüccar ve sanayici­nin mücadelesi, sadece Sisteme karşı bir cidal olmaktan çıkarılıp bütün yönleriyle meşru bir mücahedeye (cihada) çevrilebildiği gün, sadece Müslümanlar için değil, Siste­min işleyişinden sıkıntı ve zarar gören bütün insanlar için gün doğmuş olacaktır.

CAHİLİYENİN EKONOMİ POLİTİĞİ

 

Cahiliye, kelimenin avamî manasıyla cahillik demek değil. Bir çoğumuz Mekke ahalisinin bedevî olduğu­nu, bilgisiz ve görgüsüz oldukları için taş (hatta helva)dan putlara taptıklarını, bu yüzden de cahil olarak nitelendiril­diklerini düşünmeye yatkınız. Oysa, Dînin son halkası olarak İslâm, bir çöl toplumuna değil, medenî bir topluma indirilmiştir. Mekke ahalisi risaletten önceki asırda iki dünya imparatorluğu (Sasanî ve Bizans) ile ticaret yapı­yor, Yemen ve Habeşistan ile İktisadî ilişkiler kuruyor, Kızıl Deniz’de gemi işletiyorlardı. Bilgisiz ve görgüsüz bir toplumun bu derece, “beynelmilel” ilişkiler içine gire­bilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh, Mekke’nin “ca­hilliği” başka bir düzlemde aranmalıdır. Mekkeliler “dil bilmez, yol sürmez” oldukları için değil, bildiklerini Al­lah’ın bildirdiğiyle irtibatlı kılmadıkları, bu hususta inat ettikleri için cahil diye nitelendirildiler. Bunun en tipik ör­neği Ebu Cehil’dir.

Muğire b. Şu’be’nin anlattığına göre, Resulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem),  

Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil’i Islâm’a davet edince şu cevabı almıştı: “Ya Muhammedi Tanrılarımıza dil uzatmaktan vazgeçecek misin? Yalnız senin getirdiğine şehadet etmemizi mi istiyorsun? Biz, senin vazifeni yaptığına şehadet ediyoruz. Vallahi söylediklerinin gerçek olduğunu bilsem elbette sana uyarım.” Resullulah gidin­ce, Ebu Cehil, Muğireye dönerek şöyle diyor: Andolsun ki, onun söylediklerinin hak olduğunu kesinlikle biliyo­rum. Fakat beni meneden bir şey var. Kusayy oğulları hicabe bizde dediler, peki dedik. Sikaye bizde dediler, peki dedik. Nedve bizde dediler, kabul ettik. Livae bizde dedi­ler, ona da peki dedik. Sonra onlar yemek verdiler, biz de verdik. Nihayet bir konuda onlarla tam diz dize gelmişken (yani aramızda eşitlik sağlamışken), onlar “Peygamber de bizden” dediler. Yoo, vallahi bunu kabul edemem.*

Bilindiği gibi, hicabe, sikaye gibi müesseseler Kâbe ile bağlantılı hizmetlerin görülmesine matuftu. Bu hizmetleri görenler için, tabiatıyla, bir gelir kaynağı teşkil ediyorlar­dı. Kusayy zamanından beri Kureyş bu hizmetleri tekelin­de bulunduruyordu. Kureyş ululan ve diğer Mekke ululan Hz. Peygamber ile münasebetlerinde sürekli olarak mev­cut konumlannm muhasebesini yapıyorlardı. Hatta, riva­yete göre, kendileri için ikinci bir meclis oluşturması ha­linde iman edebileceklerini söylüyorlardı. Bilal, Suheyb, Ammar, Habbab ve İbn Mesud’gibi yoksul müminleri ya­nından kovmasını, onlann ter kokulanna dayanamadıkla- nnı beyan ediyorlardı. Rivayete göre Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ileri gelen zenginlerin iman etmesini çok arzu etti­ğinden, içinden onlann teklifini kabul etmeyi geçirmişti. Bunun üzerine Kehf suresinin 28 ve 29. ayetleri nazil bu­yuru Imuştur:

“Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O’na ibadet edenlerle birlikte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatı­nın aldatıcı zinetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işi gücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma. Onlara şöyle de: Benim size getirdiğim hak, Rabbinizden’dir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”

Mekke dönemi, başta Resulullah olmak üzere, mümin­lerin dünya hayatına, o hayatın nimetlerine ve özellikle bu nimetlerin bir kısmını tekellerine almış olanların tekebbü­rüne karşı nasıl tavır almaları gerektiğinin ölçülerini sun­maktadır. Temel ölçü, insanlar arasındaki üstünlüğün ser­vet ile değil, iman ile bağlantılı olduğudur. Cahiliye eko­nomi politiğinin temeli olan “Paran kadar konuş”, muh­kem bir tarzda reddedilmiştir. Yeni ölçü şudur: Çalış, ka­zan. Kazancım zekât ve sadaka ile arındır. Ve her halükâr­da şunu bil ki, kazandığın servet hiçbir şekilde senin için bir üstünlük veya kurtuluş nişânesi olamaz.

Kıssadan hisse:

Müslümanın “Protestanlaşması” ilke olarak mümkün de­ğildir. Daha müminler Mekke’de iken, “Protestanlaşma- ya” giden bütün yollar tıkanmıştır.

* Kandehlevi, Hayatüs-Sahabe, 1. cilt, s. 65.

MAL VE İNSAN

Prof. Mehmet Aydın hakiki bir ilim adamı. Alim ve aydın. Alim, çünkü beşerî bilgiyi İlahî bilgiyle irtibat- landırmada ağaran saçları ölçüsünde mesafe katetmiş. Ay­dın, çünkü modem dünyanın karmaşıklığı karşısında ehliyetli bir düğüm çözücü. MUSIAD İzmir şubesinin düzen­lediği “İş Hayatında İslam İnsanı” konulu toplantıda yap- * * tığı konuşma her iki vasfını da tebarüz ettiriyor. Özenle hazırlanan MUSIAD Bülteninin 95/4. sayısından kısaca özetliyorum:

Kur’an-ı Kerim, insanın üreten ve kazanan bir özne ola­rak ekonomik hayatın içinde yer almasına karşı değildir. O’nun reddettiği, servet ve sermaye sayesinde bir hakimi­yet, bir saltanat kurma arayışıdır. “Müstekbir,” para sa­yesinde kendini güvende hisseden insandır. Mekke top­lumunda çok yanlış bir mal-insan ilişkisi kurulmuştur. Mal insana sahte bir güvenlik hissi veriyor, insan kendini mal ile tanımlıyor. Ben değerliyim, değerli bir insanın elinde olduğu için mal da değerlidir demiyor; malım var, onun için değerliyim diyor. Değerli olmasını, kendini in­san saymasını mala, zenginliğe bağlıyor. Değerini onunla biçiyor. Ne kadar malı varsa, o kadar değeri var. Onunla ebedî olacağına inanıyor. Bir bakıma ölümsüzlüğünü bi­le İktisadî davranışında görüyor. Daha da kötüsü, bütün bunları zayıf insanların zararına yapıyor. Zayıf insan onun elinde ya köledir, ya cariye; ya da emeğinin hakkı veril­meyen işçi. Yahut faiz vasıtasıyla sömürülen bir varlık. Böyle bir grup, zayıflar üzerinde hakimiyet kuruyor. Böy- lece o cemiyet de müstekbirin cemiyeti haline geliyor. Bugünkü toplum da, tıpkı Cahiliye toplumu gibi, müstek­birin düzenine sahiptir.

Prof. Aydın’a göre, îslamiyette “Bir lokma, bir hırka” anlayışı yoktur. Allah Teala, kullarına mal sevgisi ve ser­vet kazanma hırsı vermiştir. Mühim olan, ölçüyü tuttur­maktır. Kur’an-ı Kerim’in bizden gerçekleştirmemizi iste­diği değerlerin bir çoğu mala bağlıdır. Yani mal ile ete ke­miğe büründürülen değerlerdir. Mesela, cömertlik. Cö­mertlik bir değerdir ve bu değerin gerçekleşebilmesi için insanın cömertlik yapabilme imkânına sahip olması gere­kir.*

Turtûşî’ye göre, kerem, cûd, seha ve îsar kavramları­nın ortak yanı cömertliktir. Kerem; yücelik, asalet, üstün­lük anlamına da gelir. Cûd, cengâverlik ve cömertlik demektir. Sehâ, elindekini verebilen demektir. Isâr ise, kar­deşini kendine tercih eden, onun için yokluğa katlanabi­len insanın sıfatıdır. Hikmet ehline göre, güzel huyların hepsinin temeli cömertliktir. Cömertliğin aslı, nefsi ha­ramlardan uzak tutmak, sahip olunan şeyleri yakın-uzak herkese dağıtabilmektir. Hayrın bütün kollan ve şubeleri cömertliğin şubeleri içindedir.** Turtûşî, şöyle bir mesel­le cömertlik bâbını sona erdirmektedir:

“Rivayet olunduğuna göre, Behlül b. Râşid (r.a)’in bir miktar yiyecek maddesi vardı. Fiyatlar yükselince, elinde­ki zahirenin eski fiyattan satılmasını emretti. Sonra da ya-

nm ölçek hububat satın alınmasını istedi. Kendisine niçin önce satıp sonra satın aldığı sorulduğunda, şöyle dedi: İn­sanlar sevindiği zaman sevinmek, üzüldükleri zaman da üzülmek istiyorum; bu yüzden böyle yaptım.”

1                                MÜSİAD Bülteni, Mayıs 1995, s.21.

2                                * Muhammed b. Turtûşî: Sirâcu’l-Mülûk, İstanbul: İnsan, 1995, s.252.

DÜRÜST OL, KAZAN!

"Adam zengin olur mu/ Zengin adam olur mu?” yazısı­nı şu hükümle bitirmiştim: Adam azmeder zengin olur, zengin şükreder adam olur; ve Allah mülkünü dilediğine, dilediğince verir. Tarihi tecrübe göstermiştir ki, zenginli­ğin en temel kaynaklarından ikisi azim ve dürüstlüktür. Elbette hilekarlık da birçok servetlerin kaynağı olmuştur. Fakat bunlar umumiyetle ferdi hadiselerdir. Bir toplumda umumi bir zenginleşmenin olabilmesi için, sahtekarlığın kural değil, istisna haline getirilmiş olması lazımdır.

Azmetmek, servetin olduğu kadar, başta ilim olmak üzere her türlü kazancın birinci şartıdır. Ahmed b. Han- bel’e “Evinde veya camide oturup, ben çalışmayacağım; takdir edilen rızık kendiliğinden bana gelsin, diyen bir kimse hakkında ne dersin?” diye sorulduğunda. îmanı Ahmed şöyle cevap vermiştir: Bu kimse ilmi bilmeyen ve düşüncesinde sapıtan bir kimsedir. Acaba bu insan Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu hadislerini duymamış mıdır: “Al­lah benim rızkımı mızrağımın gölgesi altında kılmış­tır.’’ “Kuş, sabahleyin yuvasından karnı aç çıkar; ak­şam yuvasına karnı tok döner.”

İmam Gazali, Ahmed b. Hanbel’in sözlerini aktardıktan sonra, şu yorumu yapar: “Resulullah’ın ashabı karada ve denizde ticaret yaparlardı. Hurmalıklarda çalışırlardı. On­lara uymak elbette bir Miislümanın vazifesidir ve elbette ancak onlara uyulur. Gerisi boş laftır.” (ihya, II, s.174).

Azim, elbette modem dönemlerde de servet edinmenin, büyük iktisadi başarılar sağlamanın anahtarı olmuştur. Bugün Türkiye'nin en büyük üç bankasından biri olan Yapı Kredi’nin kurucusu Kazım Taşkent, 55 yaşında günlüğüne şunları yazıyordu (8 Ağustos, 1949): “Hep ça­lıştım ama bir doyumsuzluktan da kurtulamadım. Yeteri kadar çalışmadığım düşüncesi beni tedirgin ediyor. Beni başarılı sayıyorlar. Başarmam gerekenlerin hepsini yapa­bildiğimi sanmıyorum. Belki bunun için rahat değilim. Ama mutsuz da sayılmam. Hayatta az dinlendim, çok az eğlendim, hiç bir zaman da kendimi bunlara hak kazan­mış saymadım. Gençler benden öğüt istiyorlarsa, çok yo­rulduktan sonra dinleniniz, başardıktan sonra eğleniniz, derim.”

Azim ve gayretin yanısıra, dürüstlük de servetin anah­tarlarından biridir. Peygamber Efendimiz şöyle buyur­muştur: “Dürüst tüccar kıyamet gününde sıddık ve şehidlerle beraber haşrolunur.” Kanaatime göre dürüstlük ebedi hayatta ne kadar semereli ise, şu kısa dünya haya­tında da netice vericidir. Saflığa varmayan, kişinin kendi­ni sömürtmesine kapı açmayan bir dürüstlük her zaman için kazanç kaynağıdır. Modern servetlerin arkasında da, hiç değilse uzunca bir zaman, manevi saikler vardır. Mo­dern kapitalizmin ilk örnekleri Hıristiyanlığın insanların zihnine (dolayısıyla da iktisadi faaliyetlerine) baştan sona hakim olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Wemer Soınbart, Floransa imalatçı ve tacirlerinin "Kilisenin imanlı çocuk­ları" olduklarını belirtir. Dinleri, iş hayatlarını dölledi. Ta­cirlerin anılarında rastladığımız birçok ifade samimi bir dini inancı yansıtmaktadır: "Bir tacirin hayatı şüpheden

uzak olmalıdır. Sahtekarlık asla muvaffak olmaz. Al­lah’tan korkan (muttaki/dürüst) insanın serveti ise kök sa­lar. Kazanç Allah’ın lütfudur, çocuklar da. Her şeyimizi O’ndan alırız. İşletmelerimize lütufta bulunan ve onları hedeflerine ulaştıran O’dur,”

Sosyal bir ahlakın gelişmediği bir toplumda, sadece vurkaç anlayışıyla servet peşinde koşmak hüsrana uğra­maktır. Müslüman fertlerin de, toplumlann da dünya ve ahiretleri beraberce kurtulabilir.

LALELİ PİYASASI NİÇİN ÇÖKTÜ?

Aşıkpaşazâde Tarihi’nden kısa bir bölüm bize Osma- noğullannın altı asırlık hükümranlıklarının ahlâkî ve rasyonel temellerini göstermeye yetiyor:

Bu Osmanlı hanedanı ne yaparsa ahlâk kanunu üzere yapar. Osman Gazi, Karaca Hisar’ın fethinden sonra, kar­deşi Gündüz’ü çağırdı: “Sen ne dersin? Biz bu ülkeleri nasıl fethedelim? Nasıl hareket edelim ki etrafımızda as­ker toplansın?” diye sual eyledi. Kardeşi: “Civarımızdaki illeri vuralım, bozalım” dedi. Osman Gazi dedi ki: “Bu düşünce yanlıştır. Şundan ki, biz bu illeri yıkıp yakın­ca Karaca Hisar şehrimiz mamur olmaz. Yapılması gereken budur ki komşularımızla iyi geçinip dostluk edelim.”

Osman Gazi, Eskişehir’in hamam yöresinde pazar kur­durdu. Etrafın kâfirleri dahi gelirler, işlerini görürlerdi. Zaman zaman, (Osmanoğullanyla iyi geçinmeyen) Ger- miyan halkı da gelirdi. Bir gün Bilecik’ten pazarcı kâfir­ler gelmişler. Germiyan’dan dahi gelmişler. Bu Bilecik’te kâfirler iyi bardak yaparlar. Pazara yük ile satmaya getir­mişler. Germiyanh’nın birisi bir bardak almış. Bedelini ödememiş. Bu kâfir gelmiş Osman Gazi’ye şikâyet etmiş. Osman Gazi de o kişiyi getirtmiş. Belki dövmüş ve kâfi­rin hakkını alıvermiş. Gayet iyi yasak etmiş ki asla Bile­cik kâfirini incitmeyeler.

İş o dereceye vardı ki Bilecik kâfirlerinin kadınları dahi gelirler, Eskişehir pazarında alış veriş edip emniyet ve se­lametle giderlerdi. Bu Bileciğin kâfirleri dahi gayet gü­venmişlerdi ki "Bu Türk bizimle iyi dostluk eder” derler­di.*

İktisadî hayatı ahlâkî temeller üzerine bina etmek ve pa­zar emniyetini sağlamak Asr-ı Saadet’ten beri Müslümanların şiarı olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, Eskişehir pazarı da tıpkı Medine pazarı gibi sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlar için her bakımdan güvenli bir alış veriş merkezi olmuştur. Pazarın ilkeleri evrenseldir, sadece müzminler için değil, herkes için aynı ölçüde geçerli- dir. Bu aynı zamanda “rasyonel” tercihtir de. Çünkü uzun vadede ancak böyle bir pazar, böyle bir İktisadî düzenle­me kazanç getirebilir. Sadece bir tarafa yontan bir düzen­leme, kısa vadede birilerine menfaat sağlasa bile, uzun ömürlü olamaz.

Bu gerçeğin yakın zamanlardaki en çarpıcı örneklerin­den biri bizim meşhur Laleli pazarımızdır. Doğu bloku parçalanınca, bir anda binlerce komşu (Rus, Macar, Ro­men, Çek, Bulgar...) Laleli'ye hücum etmişti. Tıpkı yedi asır evvel Bilecik küffarının, daha avantajlı gördükleri için Eskişehir pazarına rağbet etmeleri gibi. Kapahçarşı ve Sultanhamam ile beraber, Laleli’nin yıllık cirosunun bir ara 5 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyordu. Sonra ne oldu? Germiyanoğulları pazaryerinde cirit atmaya baş­ladılar. Hak olan ölçüyü tatbik edecek bir otorite de mev­cut olmayınca, komşular gelmez oldu. “Defolu mallar, dolandırıcılık ve kazık fiyatlar Laleli pazarının sonunu getirdi. Laleli esnafı şimdi pişman, “Altın yumurtlayan ta­vuğu kendi ellerimizle kestik” diyorlar.”**

Bilecik kâfirlerinin hakkını kollayan Osman Gaziler, al­tı asırlık bir dünya devletinin temellerini atmışlardı. Kom­şu ülke insanlarının hakları derdest edilirken uyuyan Cumhuriyet yöneticileri, Birleşik Avrupa’nın bodrumuna kabul edilmeyi tabii ki şeref sayacaklar. Germiyanoğulla- nmn hâmilerine o kadarı bile fazladır.

* Aşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul: MEB 1000 Temel Eser, 1970, s. 1546.

* Milliyet, 6 Temmuz 1995, s. 9.

YAHUDİ İŞADAMI

Müslüman işadamlarının ticarî hayatlarında “sofuca” davranmalarının onlara hem ahîret hem dünya ka­zancı temin edeceği yolundaki görüşlerimi biraz “ide­alist” bulan ve beni gerçekçi olmaya davet eden okuyucu­larım var. Onlara geçmişten örnekler vermek de kâr etmi­yor; bugünün dünyasından misaller istiyorlar. Ben de ken­dilerine Safra Cumhuriyeti’ni anlatmak istiyorum. Fakat önce biraz tarih bilgisi lâzım gene de.

Wemer Sombart 20. yüzyıl başlarında yazdığı Burjuva adlı kitabında, kapitalist ruhun gelişimine Yahudiliğin katkısını şöyle anlatıyordu: Yahudi için din, sadece bir kutsal günler meselesi değildir. Onun gündelik hayattaki bütün eylemleri din tarafından düzenlenmektedir. Yahudi her davranışında, onun kendini küfre mi nimete mi götü­receğini sorar. Yahudi şeriatı sadece Tanrı ile insan arasın­daki ilişkileri düzenlemekle kalmamakta, insan ile doğal dünya arasında mümkün olan her ilişkiye yön vermekte­dir. Yahudi hukuku, Yahudi dininin bir cüz’üdür.

Mabetleri yerle bir edilip, devletleri sona erdirilince,Yahudiler din adamlarının ve Heine’nin “portatif anava­tan” dediği Tevrat’ın çevresinde kümelendiler. Aralarında yaşadıkları milletler tarafından dışlandıkça (veya kendi kendilerini dışladıkça), din adamlarının etkisi arttı. Zulme maruz kaldıkça dinî hükümlere sımsıkı sarıldılar. Bu hü­kümler Talmud’da bulunuyordu; Yahudiler çağlar boyun­ca Talmud’da ve Talmud için yaşadılar ve varlık kazandı­lar.

Businessweek dergisi geçen yılki bir sayısında ünlü bankacı Edmond Safra’yı kapak konusu yapmıştı (7.3.94). “Finans Dünyasının Esrarlı Adamı” başlığıyla verilen haber şöyle başlıyordu:

“Manhattan 40. Cadde üzerindeki Republic Bank Tower’da Cuma öğleden sonrayı yaşıyoruz ve giderek derinleşen kış gölgeleri Sebt gününün yaklaştığını haber veriyor. Az sonra, dindar Yahu- dilerin iş yapmaları, herhangi bir çalışma içinde olmaları veya ata (hatta asansöre) binmeleri haram sayılacak. Edmond Safra da 24 saat boyunca ken­dini 50 milyar dolarlık bankacılık imparatorluğun­dan koparacak. Gerçi Sebt günü (Cumartesi) Safra asansör kullanıyor ama bu onun canını çok sıkı­yor.”

Edmond J. Safra, Suriye kökenli bir Yahudi banker. Di­ğer meslektaşları gibi fazla aceleci değil. “Para kazanmak için çok acele ediyorlar” diyor, “benim acelem yok. 1000 yıl ayakta kalacak bir banka kurmak istiyorum ben”.

Çocuğu olmayan Safra, bankaları için “bunlar benim çocuklarım, benim hayatım” diyor. Safra’yı ve kurduğu Para Cumhuriyeti’ni anlamak için Orta Doğu’nun Sefar- dik Yahudi cemaatine uzanmalıyız diyor Businessweek yazarları. Safralar nesiller boyu, büyük bir ticaret merkezi

* olan Halep şehrinin banker ve sarrafları idiler. İsrail’in önde gelen hukukçularından ve Safra’nın bu ülkedeki şahsî temsilcisi Yigal Arnon, "Sürgündeki Yahudi cema­atlerinden hiçbiri, üyelerinin birbirine yakınlığı bakımın­dan Halep1 tekine benzemez, diyor. Sanki büyük bir kabile gibiler. Bugüne değin, hep böyle oldular.”

Derginin 53. sayfasında birbirini tamamlayan üç resim * wvar: îlkinde Edmond Safra, kardeşiyle beraber İsrail Baş­bakanı İzak Rabin ile poz veriyor; İkincisinde Ağlama Duvarı önünde dua ediyor; üçüncüsündeyse geleneksel Yahudi giysisiyle ibadete hazırlanıyor. Din, siyaset ve ide­oloji bu iktisat imparatorunun hayatında iç içe geçmiş bu­lunuyor. Tıpkı ünlü Yahudi banker Nathan Rotschild gibi. Bay Rotschild, sürekli beyaz eldivenler giyer ve "kâfirler dokunmuştur” endişesiyle hiçbir kapının tokmağını bizzat çevirmezmiş. Bunun için yanında daima bir hizmetçi do­laştırır ve kapıları ona açtırırmış!

Safra’nın en büyük üzüntüsü, Cumhuriyetinin hiçbir zaman ABD’nin en büyük bankası haline gelemeyeceği gerçeği. Gerçi 1990 yılında Chase Manhattan Corp.’un hisselerini satın alabilecek güçteymiş; fakat Yahudiler, Yahudi olmayan bir ülkede en büyük bankaya sahip ol­mamalıdırlar. "Babam öğretti bunu bana. Brezilya’daki kardeşlerime de söyledim. Asla en büyük banka olma­yın.”

Suriye’deki Yahudi cemaatine yardım etmeyi bir "gö­rev” sayan Edmond Safra, son yıllarda 7000 Sefardik Ya­hudi öğrenciye burs vermiş. Dilinden düşürmediği ifade ise "Baruç Haşîm”, yani "Tanrı’mn şanı ne yücedir.” îsra- il-FKÖ anlaşmasını hayatının en mutlu olayı sayan Safra, -v

1990’dan itibaren İsrail’deki bankalara da ortak olmaya başlamış.

Safra Cumhuriyeti "portatif anavatanca bağlılık saye­sinde serpilip gelişmiş. Şimdi “vaadedilmiş ülke”nin ge­nişletilmesine hizmet etme peşinde. Safra’ya göre zaman düşman değil bir müttefiktir. “Bankacılık kitabı 6000 yıl önce yazılmıştır,” diyor. Bankacılık “basit, aptalca bir iş­tir.” Bankacı hiçbir zaman büyük miktarda borç vermez. “Babam bana şunu öğretti: Eğer bir insana çok fazla mik­tarda borç verirsen, iyi bir insanı kötü bir insana çevirmiş olursun.”

KATOLİK İŞADAMI

Komünizmin iflası birçok insan için kapitalizme du­yulan öfkenin dinmesi anlamına gelebilir. Sosyalizm insanlar arasında eşitliği (?) sağlamaya çalışırken, hayat standartlarında nispî bir düşüşe yol açtı. Kapitalizm ise

eşitsizliği yoğunlaştırırken, hayat standartlarını yükselt­miş oldu. Özellikle “merkez” ülkelerine ait verilerden ha­reketle, “modem zamanların büyük ideolojik muharebe-

si”nin sona erdiği ileri sürülmektedir.

Tabii, insan sadece ekmekle yaşamaz. Peter Berger’in deyişiyle, “Batı’nın entellektüel tahayyülüne musallat” bir rüya olarak sosyalist vizyon, sadece yaşadığımız çağa özgü değildir. Sosyalizmin kökleri, Batı’nın ahlâkî gele- neklerinin türetildiği ilk devir Musevî ve İsevî kültürlere kadar geri götürülebilir. Sosyalizmin çekiciliği büyük ölçüde onun cemaatçi toplum tasavvurunda yatmak­tadır. Ve bu tasavvur, tanım gereği, servetin istihsalin­den ziyade âdil bölüştürülmesiyle ilgilenmektedir. Ka­pitalist sistemden önce de tam bir eşitlik olduğu söylene­mez; bütün toplumlann bir “kaymak tabakası” olagelmiş­tir. Sanayi kapitalizminden önce bu kaymak tabakası hiç­bir toplumda nüfusun yüzde 1 ’ini aşıyor değildi; birçok yerde daha azdı. Bunların toplumsal servetten aldıkları pay, dolayısıyla, yüzde 5-10’u aşmıyordu. Servetin geriye kalan onda dokuzluk kısmı, nüfusun yüzde 99’u arasında az çok eşit bir biçimde paylaştırılıyordu; toplumsal meka­nizmalar bunu gerçekleştirmeye matuftu.

Kapitalist sistem “kaymak tabakasf’mn sınırlarını genişletti; nüfusun yüzde 15-20’sini içine alır hale gel­di. Ne var ki, nüfusun bu beşte birlik kısmı toplumsal servetin yüzde 80-90’lık bir kısmına hükmeder oldu. Yani beşte birin serveti beşte dört, beşte dördün servetiyse beşte bir oldu. Genelde servet miktarı muazzam ölçüde artmış olsa bile, eşitsizlik eskiye göre katmerlenmiş hale geldi.

Modem zamanlarda birçok dindar veya “hümanist” dü­şünürün, yönelimleri bakımından antikapitalist olmaları ve bu sebeple sosyalizme meyletmeleri şaşırtıcı değil. O kadar ki, Latin Amerika’da Marksizmin Hıristiyan! bicimi diyebileceğimiz Özgürlük ilahiyatı (Liberation The- ology) bile geliştirildi. Modem sosyalist düşünce, moder- nist ve sözde bilimsel tutkularına rağmen, nasıl kadîm Ju- daik ve Hıristiyan? fikirlerin ihyası ise, modern eşitlikçi Hınstiyanî düşünce de “tarihsel” sosyalizmin devamıdır. Güneş altında yeni bir şey yok...

Peter Berger’in derlediği bir kitaba katkıda bulunan Ah­lâk ve Kamu Politikası Merkezi (Washington) müdürü George Weigel, zengin Amerikan Katoliklerinin kendile­rini nasıl algıladıklarını ve bağlı bulundukları kiliselerin onların konumlarını anlamlandırmada nasıl zaaf içinde ol­duğunu belagatle dile getirmektedir.* Weigel, önce Matta İncili’nden bazı ayetler zikreder: “Hâzinen nerede ise, kalbin de orada çarpacaktır.”(6: 21). “Ve Isa şakirtle­rine dedi: Doğrusu size derim ki, zengin adamın gök­lerin melekûtuna girmesi zordur. Devenin iğne deli­ğinden geçmesi, zenginin Allah’ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır. Ve bunu işitince, şakirtler: Öy­leyse kim kurtulabilir? diyerek çok şaştılar. Ve Isa on­lara bakıp dedi: İnsanlar indinde bu imkânsızdır, fa­kat Allah indinde her şey mümkündür.” (19: 23-26).

Weigerin sorusu şu: Başarılı Katolik işadamının konu­mu, dinî otorite tarafından doğru anlaşılabilmekte ve meş­ru görülmekte midir? Bunların girişimci enerjileri saye­sinde binlerce insan iş imkânı bulmakta, vergileriyle dev­let harcamaları yapılmakta, hayır kurumlanma yönelik fa­aliyetleriyle toplumsal faydaya önemli katkılarda bulunul- maktadm Peki bu insanların Katoliklikleri bütün bunlar hakkında ne söylemektedir? “Şayet hakikat dile getirile­cekse, diyor Weigel, pek bir şey söylememektedir. Hatta, bunu kendine pek dert etmediğini bile söylememiz müm­kün.”

Tabiatıyla bu durum Amerikan Katoliklerini “iki aradabir derede” bırakmaktadır. Weigel’in endişe ve önerilerini bir sonraki yazıda anlatalım.

KATOLİK AHLÂKI VE KAPİTALİZM

George Weigel, tebliğinin başında Matta İncili’nden bir mesel nakletmektedir: “Çünkü [Allah’ın melekû- tu], başka bir ülkeye giderken hizmetçilerini çağırıp mal­larını onlara teslim eden adam gibidir. Birine beş, birine iki, birine de bir lira (talent) olarak, kabiliyetine göre her birine ayrı ayrı verdi; ve yola çıktı. Beş lira alan hemen gidip onlarla ticaret etti, beş lira daha kazandı. İkiyi alan da böylece iki lira daha kazandı. Biri alan ise, gi­dip toprağı kazdı, efendisinin parasını sakladı. Ve uzun bir zaman sonra, efendi geldi ve onlarla hesap gör­dü. Beş lira alan gelip beş lira daha getirerek dedi: Efendi, bana beş lira verdin; işte, ben beş lira daha kazandım. Efendisi ona dedi: Aferin, iyi ve sadık hizmetçi; sen az şeyde sadık oldun, seni çok şeyler üzerine koyacağım; efendinin şenliğine gir. İki lira alan da gelip dedi: Efendi, bana iki lira verdin; işte, ben iki lira daha kazandım. Efen­disi ona dedi: Aferin, iyi ve sadık hizmetçi; sen az şeyde sadık oldun, seni çok şeyler üzerine koyacağım; efendinin şenliğine gir. Ve bir lira almış olan da gelip dedi: Efendi, ben senin ekmediğin yerden biçer, saçmadığın yerden devşirir sert bir adam olduğunu bilirdim. Ve korktum, gi­dip senin liranı toprakta sakladım; işte, malın sende! Fa­kat efendisi cevap verip ona dedi: Kötü ve tembel hizmet­çi, benim ekmediğim yerden biçtiğimi, saçmadığım yer­den devşirdiğimi bilirdin. Paramı bankacılara vermen ge­rekti; gelince faiziyle geri alırdım. Bundan dolayı, lirasını ondan alıp on lirası olana verin. Çünkü her kimin varsa, ona verilecektir; kimin yoksa, elinde olanı bile alınacaktır. Ve işe yaramaz hizmetçiyi dış karanlığa atın; orada ağla­yış ve diş gıcırtısı olacaktır.” (25: 14-30).

Bu ayetler ışığında Amerikan Katolikliğinin üçyüz yıl­lık tarihini tahlil eden Weigel, şu neticeye varmaktadır: Katolik sosyal düşüncesinin teolojik nüvesinde bir servet kazanma ahlâkının gelişimini engelleyen hiçbir şey olma­dığı gibi, onu muhtemelen teşvik eden bir öz vardır. Çağ­daş Katolik teolojisinin İlahî yaratıcılık ile beşerî yaratı­cılık arasındaki benzerliğe dair vurgusu böyle bir ahlâkın gelişimi için önemli bir teolojik temeldir.

Katolik ‘ulema’nın merkezî fikirleri, Heidegger’i çağ­rıştırmaktadır. Filozof, nihilizmin teşrihini yaparken şöyle diyordu: “Nihilizm, Batı tarihinin temel hareketidir... Tan­rı’nın ve Kilise öğretisinin yerine aklın otoritesi geçer. Dünyadan duyuötesine kaçış, yerini tarihî ilerlemeye bıra­kır. Uhrevî sonsuz saadet gayesi, en büyük sayının dünye­vî mutluluğuna dönüşür. Din kültünün dikkatli muhafaza­sı, bir kültür yaratma veya medeniyeti yayma coşkunluğu içinde yumuşatılır. Daha önceleri Kutsal Kitab’ın Tan- n’sınm emsalsiz özelliği olan yaratıcılık, beşer faaliye­tinin ayırdedici işareti olur. Beşerî yaratıcılık sonuçta ticarî işletmeye geçer.”

Katolik ahlâkının kapitalist teşebbüse engel olmadığını ispat eden en önemli tarihsel kanıt, 14-16. yüzyıllar arası İtalyan şehir devletlerindeki muazzam İktisadî gelişme­dir. Araştırmalar, bu dönemde Venedik, Floransa, Cenova, Lucca gibi şehirlerde, Weber’in “rasyonel kapitalist işlet­me” diye nitelediği teşebbüsün bütün veçheleriyle var ol­duğunu göstermektedir. Yani rasyonel kapitalizm, We- ber’in iddia ettiği gibi, Protestanlığın eseri değildir. Pro­testanlığın 16. yüzyılda ortaya çıkmasından bir iki asır önce, kapitalist işletme bütün özellikleriyle mevcuttu. Belki Protestanlığın bu eğilimi güçlendirdiği söylenebilir. * * A

Öyle anlaşılıyor ki, çağdaş Katolikler bir nevi ihkak-ı hak peşindeler. Kendilerinin de en az Protestanlar kadar “yaratıcı” olduklarını, isyankârlık nişanının kendilerine de verilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Dünyayı elde etmek için ahireti yıkmak umurlarında bile değil. Nasıl olsa mu- harref Incil onların bu yönelişlerini takdis ediyor.

İKİ ŞAİRİN SAATİ (I)

M

üteşebbis insanların edebî metinler okumaya ayıra­cak fazla zamanları yoktur. Yirmi dört saat işlerini düşünmek, işletmeleriyle ilgili hayaller kurmak, akşamla­rı da yine işleriyle irtibatlı toplantı ve kokteyllere katıl­mak zorundadırlar. Okumaya fırsat buldukları ender za­manlarda da işleriyle doğrudan ilgili pratik şeyler okumak isterler; edebî metinler "ağır” gelir. Peki, akademisyenler? Roman okuyan kaç iktisatçı, şiire “düşkün” kaç işletme hocası tanıyorsunuz? Ya ilahiyat hocalarımız? Oysa, iş adamlarıyla en yakın ilişki içinde olan, onlara “akıl ve­ren” ehl-i marifet bu üç gruptur. Edebî eserlerin “zama­nın ruhu”na nüfuz etmede vazgeçilmez kaynaklar oldu­ğunu idrâk etmemiş olabilirler mi?

Yirminci yüzyıl dünya romanının zirvelerinden biri, ay­nı zamanda iyi bir şair olan Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Avrupalı, Japon, Kuzey veya Güney Amerikalı birçok sı­radan romancıyı dünya roman piyasasına süren Batı ro­man sanayii, Türk romanını tabii olarak görmezden gel­miştir. Oysa Peyami Safa, Kemal Tahir, Adalet Ağaoğlu ve Tanpınar gibi romancılarımız, birçoğu alelacele Türk­çe’ye de çevrilen bu romancılardan gerçekten çok üstün­dürler.

Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü nü ders kita­bı olarak okutacak ilk iktisat hocasının ellerinden öpece­ğim. Zaman bilincini ve bunun modern İktisadî hayattaki anlam ve önemini bu kadar derinden kavrayan bilimse) bir Türkçe eser var mıdır? Ya Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” başlıklı kısa denemesi? iki farklı âlemin ta­ban tabana zıt zaman anlayışlarını bu kadar ustaca muka­yese eden bir doktora tezi yazılmış mıdır?

Saat, zamanı homojenleştiren aygıt. Günün, ışığa ve karanlığa göre ayarlanan ve her biri diğerinden farklı olan sabah, öğle, ikindi, akşam , yatsı, gece., gibi bö­lümlere ayrılmasına son verip, onu 24 eşit parçayaayıran zorba. Çin ve İslam dünyasında bir takım eski ör­nekleri olmakla beraber, sosyal ve İktisadî hayatın düzen­lenmesinde etkili bir araç olarak mekanik saatin niçin AvrupalIlar tarafından geliştirildiğini P. G. Walker şöyle izah ediyor: "Makinelerin toplumu yeniden biçimlendir­mekte, insanların alışkanlık ve hayat tarzlarını değiştir­mekte olduğunu gözlediğimizden, makinenin sosyal üst­yapıyı belirleyen özerk bir kuvvet olduğunu düşünmeye meylederiz. Hakikatte, bunun tersi doğrudur. Makinenin (bu bahiste, mekanik saatin) niçin Avrupa’da ortaya çık- •

mış olduğu beşerî özelliklerde aranmalıdır, insanlar bu makineyi geliştirip sosyal bir fenomen olarak uygula­madan önce, kendileri mekanik hale gelmek zorun- daydılar.”

Tanpınar’ın romanının başkişisi, Halil Ayarcı. Tıpkı Midhat Efendi’nin Râkım’ı gibi, onun da temel vasfı adı- ■ na yansıtılmış. Romanda sık sık karşımıza çıkan Hayri Ir- dal, eski hayatımızın saat üzerine kurulduğunu söyler; an­cak, Walker’ın sözünü ettiği mekanik hale gelişten çok uzak bir seyirdir bu. Iş hayatında yüksek verim sağlanma­sı için zamanın tekdüze hale getirilmesinden ziyade, Alla­h’a kulluğun daha düzenli yapılmasını mümkün kılan bir araçtı saat. “Muvakkit Nuri Efendi’den öğrendiğimize gö­re, Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima Müslü- manlar ve onlar içinde en dindar olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat, Allah’ı bulmanın en sağ­lam çaresiydi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç âleme ait, büyük ve ebedî inançların sesiydi.”

Ahmet Haşim ise, Gurebâhâne-i Laklakan’da insanla­rımızın saatin aktif (yani Faustiyen) tarzda kullanıldığı bir ortamın havasını teneffüs etmeye henüz başladıkları bir devri şöyle tasvir ediyor: “Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığiyle simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateş­leriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yansına uzanan 24 saatlik ‘gün’ tanılmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, 12 saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanm mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi.”

* Carlo M. Cipolla: Clocks and Culture , New York: W. W. Nor­ton, 1978, s. 103.

İKİ ŞAİRİN SAATİ (II)

Muvakkit Nuri Efendi’ye göre, şeytanın insanları iğ­fal etmek, onlara vakitlerini israf ettirmek suretiyle hak yolundan ayırmak için baş vurduğu çarelerden biri ayarsız saatlerdi. Bozuk bir saat hasta bir insana benzer­di; mazur görülebilirdi. Fakat ayarsız bir saatin hiçbir ma­zereti yoktu. O bir İçtimaî cürüm, korkunç bir günahtı. Ayar ise, “saniyenin peşinden koşmak”tı. Bu yaklaşım, Halit Ayarcı’yı tabiatıyla büyülüyordu: “Düşün Hayri İr- dal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu demektir ki, iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Hal­buki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapı­yor? Ayarı bozuk saatlerimizle yan vaktimizi kaybediyo­ruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte onsekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon daki­ka; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. He- sab et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu onsekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez, içlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. Çıldırtıcı bir kayıp... çalışma­mızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıpAhmet Haşim, başka tür bir kayıba işaret etmektedir. Tanpınar’ın kahramanı modern bir ekonominin ge­rektirdiği zaman bilincine sahip olmamayı tenkit ederken, Haşim “yabancı saatler”in kullanılmasının hayata bakış tarzımız üzerindeki “korkunç tesiriyle” hüzünlenmektedir. “Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saat­lerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, ka­yıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz hale getirdiler.”

Günü, hepsi birbirine eşdeğer 24 saate bölen yeni za­man telakkisini ve onu ölçen aygıtın sosyal mânâsını da çok iyi kavramıştır şair. “Yeni saat, Müslüman akşamı­nın hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, 24 sa­atlik yabancı ‘gün’ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı.” Fecir vakti uyanmanın başka medeniyet camialarına yabancı bir hususiyet olduğunu belirten Haşim, bunun Müslümanlar içinse rüyasız bir uy­kunun sonu, ibadet ve ümidin başlangıcı olduğunu söylü­yor. “Şimdi heyhat, eski wsaat’le beraber akşam da fecir de bitti. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini bili- > yoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki sa­at, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.”

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, saat ve zamanla alâkanın asıl yaşama şuuru olduğunun topluma öğretilmesi için ku­rulmuş. "'Terakki saatin tekâmülüyle başlar,” diyor Halit «

Ayarcı, “insanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başla- dı.” Peki, bunu niçin, ne uğruna yaptılar? “Iş için,” diye cevap veriyor Enstitü kurucusu. “İnsan, her şeyden önce iştir, iş ise zamandır.”

Tanpınar, Faust’u hâlâ tanımadığımızdan şikâyetçidir; Ahmet Haşim ise, İlahî Komedya yazarının hüznünü paylaşmaktadır. Dante, Floransa ahalisinin “saatin dokuz­la onbeşi çaldığını işitmediği”, yani hayatın ve insanların “iş” uğruna mekanikleşmedikleri devirde “kanaatkâr ve iffetli, rahat ve huzur içinde yaşadıkların]” söylüyordu.

Ne dersiniz, Haşim (ve Dante) mi haklı, yoksa Tanpı- nar (ve Goethe) mi?

MAKUL İLE RASYONEL

Carl Becker’in bir sözünü hatırlıyorum: “Onüçüncü yüzyıl, onsekizinci yüzyıldan daha rasyoneldi. Çünkü, birincisi inancı rasyonel bir temele oturtmaya çalışırken, İkincisi rasyonalizmi inanç haline getiriyor­du.” Max Weber de kapitalizmin ruhunu araştırırken aynı paradoksla karşı karşıyaydı: Vuku bulan, rasyonelleşme miydi, yoksa tam tersi mi? Meseleyi şöyle vazediyordu:

“İşadamlarına sonugelmez yarışlarının ‘anlamının’ ne olduğunu, sahip oldukları şeylerle niçin hiçbir zaman tat­min olmadıklarını ve dolayısıyla kaçınılmaz surette an­lamsızca salt dünya metaı için sağa sola seyirttiklerini sorduğumuzda, zaman zaman şu cevabı verirler (cevap vermesini biliyorlarsa tabii): ‘Çocuklarımın ve torunla­rımın geçimini sağlamak için.’ Ancak, bu görüş sadece onlara özgü olmayıp gelenek ehli için de geçerli olduğun­dan, muhtemelen daha basit, daha kesin bir tarzda, kesin­tisiz çalışma düzeniyle işletmenin ‘kendi hayatları için vazgeçilmez’ hale gelmiş olduğunu söyleyeceklerdir. Gerçekten de tek doğru açıklama budur ve kişisel mutlu­luk bakımından bu hayat tarzında o denli irrasyonel (akıl­dışı) olan özelliği gözler önüne sermektedir: işletmesi in­sanoğlu için değil de, insanoğlu işletmesi için yaşamaktadır.”

Dante-Haşim çizgisi, dünya hayatındaki kemini (nicel) kazanmalardan ziyade keyfî (nitel) kazanından tercih etti­ğinden, Goethe-Tanpınar çizgisinin nicelci yaklaşımına yabancıdır. Her fırsatta bu Faustiyen yönelişi lanetlediğin­den, bu çizgi kabaca “gelenekselci” veya “eski-düzenci” olarak nitelendirilmiştir. Buna karşılık, yeni-düzenci ras­yonel yaklaşımın kesinlikle makul (akla uygun) olmadığı Weber gibi bir modemist tarafından bile kesin biçimde di­le getirilmektedir. Eşya araç olmaktan çıkmış, insanoğ­lu için amaç haline gelmiştir. Buna “rasyonellik” (he­sabilik) denebilir belki; ancak bunun “ınakuliyet” ile alakası yoktur.

İslam rasyonelliğinin, makuliyete boyun eğen bir “hesa­bını bilmek” olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlu esas ola­rak “Allah’a ibadet etmek için” yaratılmıştır. Eşya hiçbir * zaman insan çalışmasının nihaî hedefi olamaz, ibadeti (kulluğu) kolaylaştıran bir araçtır sadece. Tabii, eşya sa­hipliğinin aynı zamanda insanoğluna kulluğu unutturacak bir çekiciliği de vardır. Bununla beraber, yaşadığımız çağ­da, Müslümanın hakkıyla kulluk yapmasını güçleştiren faktör, eşya üzerinde çok fazla değil, belki çok az denetim kurmuş olmasıdır. Eşyaya rasyonel değil, makul bir tarz­da sahip olan Müslümanlar, kendileri ve insanlık için yeni bir hayat sahası açmış olacaklardır. Bir çoğu son derece varlıklı olan, fakat sıra Allah yolunda cihada geldiği zaman gözünü kırpmadan bu varlıktan vazgeçebilen Ashab-ı Kirâm, eşya üzerindeki makul denetimin ebe­dî timsalleridir.

YENİCAMİ SAATİ

Harun Reşid miladî 807 yılında Şarlman’a bir elçi gönderdi. Abbasî halifesinin Batılı imparatora yolla­dığı hediyeler arasında “muhteşem bir mekanik hünerle yapılmış bir saat vardı; su ile işleyen ve küçük bronz çan­ların uygun aralıklarla pirinçten bir levhaya çarpmasıyla onıki saatin akışını gösteren bir aygıt. Öğle vaktinde, oni- ki pencereden oniki atlı çıkıyor ve pencereler arkaların­dan kapanıyordu/1 Bu malumatı kendisine borçlu olduğu­muz Eginhard, “saatin içinde daha birçok şeyler var” di­yor ve sözleri bu Arap saatinin Frenk sarayında uyandır­dığı şaşkınlık ve hayranlığı ifşa ediyor. Batı dünyasının hiçbir yerinde bu gibi mekanik harikalar yapma veya gör­me imkânı yoktu. ... Miladî 1338 yazında bir Venedik ge­misi Doğu’ya doğru yelken açtı. Başka şeylerin yanısıra, geminin hamulesi içinde bir de saat vardı: Giovannni Lo- redan’ın Delhi’de satmayı umduğu, muhtemelen mekanik bir saat. Avrupa, Asya’ya makine satmaya başlamıştı. Mütevazi bir başlangıçtı bu, fakat yeni bir çağın açıldığını haber veriyordu.*

Batı dünyasında, 14. yüzyıldan beri şehirler arasında bir statü işaretiydi saat. Önce ibadet vakitleri, sonra çalışma vakitleri “zamanı homojenleştiren” mekanik saate ayar-

lanmaya başlandı. Yarı rasyonel, yan mistik bir bağlıjık oluştu toplumla saat arasında. İşadamları için büyük bir yardımcıydı mekanik saat, çalışanlar için manevî ve mad­dî cendere. İngiliz şair Dafydd (14. yy ikinci yarsı), “Ge­ceyi öğüten karanlık bir değirmen” diyor ve lânetliyordu bu uğursuz âleti.

Saatin bizim dünyamıza nakli rasyonel bir talep olmak­tan son derece uzak. Alışageldiğimiz ve hoşnut olduğu­muz “ağır akan” hayatın derûnî boyutuna bir ilâve, bir çeşni olarak bakmışız saate. Karanlık değirmeni nûrlan- dırmış, “aceleci” olmaktan çıkarmış, tabiatın ritmine uy­durmuşuz âdeta. Güneşle, horozla, ezanla akraba kılmışız. Böylece bir “Müslüman Saati” çıkmış ortaya. Henüz top­lumbilimcisini bulamamış olan bu saat hakkında Tanpınar ve Hâşim’in görüşlerini daha önce aktarmıştım. Bu yazı­da Refik Halid’in 60 yıl önce Yenicami saatinin işleme­mesinden duyduğu hüznü yansıtmak istiyorum:

“Geldiğimdenberi, her önünden geçişte, eski alışkanlık­la, elimi saatime götürüyorum. Fakat bakınca, ufak bir ke­derle duraksıyor, yoluma devam ediyorum. Yenicami sa­atleri işlemiyor. Bu çifte saat, o zamanki tabirlerle biri  alaturka, öbürü alafranga, istibdat ve meşrutiyet İstan­bul’unun en doğru ayarını gösterirdi. Dedem, babam ve ben, belkide yedi göbek İstanbul’da gömülü ecdadım, asırlarca, ona bakarak saatimizi ayar etmiştik. Asırlarca İstanbul halkı, onun önünden geçerken, bir nevi selâm ve tazime, hatta ibadete benziyen merasime tâbi olmuştu: Gözler yelkovanlara çevrilir, eller saatlere götürülürdü.

Yenicami muvakkithanesi, sanki Kora’da, Tibet’de, Annam’da bir ilâh mâbedi, saati ise acaip dinlerin revaçta ol­duğu böyle uzak şark memleketinde bir ilâh heykeliydi; kendine mahsus işaretlerle selâmlanması, önünde bir çeşit istavroz çıkarılması âdetti. Hergün bir milyonun yarışma

yakın kalabalık, çeşitli, renkli, tıpış tıpış yürüyen bir halk bu âyini yapardı. Sabah akşam, iki kere, işine giderken ve dönerken yapanlar da çoktu.

O, şimdiki elektrikli saatler gibi aceleci değildi; durup durup hoppaca atlamaz, saniyeden saniyeye çocukça sıç- ramazdı. Bana bu zamanın saatlerinden daha ağır, daha vakarlı, başka bir küreye, başka bir güneş manzumesine mahsus ölçü ile işler gibi görünürdü. Atlı arabalara, atlı tramvaylara, fotin kunduralı efendi yürüyüşüne yakışan bir temkinli, ihtiyatlı ilerleyişi vardı. Gölgesine basmak­tan, karıncayı ezmekten ürken bir yürüyüş! -Saatiniz kaç? Diye soruldu mu, gurura benziyen bir tavırla, meselâ: - Beşi sekiz geçiyor, derdik ve ilâve ederdik, Yenicami aya­rı...

İstanbul’da sabah ezanları bu saatle okunur, horozlar onu bilerek öter, güneş onunla doğar, vapurlar ilk düdük­lerini ona uydurarak çalar, şehir böyle uyanır, böyle hare­kete gelir, yine böyle, (Yenicami muvakkitinin) işlettiği saatle gevşer, su yürütürdü. Yenicami saati, fermanına bo­yun eğilen tam bir Şehinşah idi. Padişah yasağı üç gün sü­rer, padişahlar ve fermanları devrilir, fakat onun sultanlı­ğı, saniye şaşmadan, hükmünü yürütürdü.”[†] [‡]

GANNUŞİ’Yİ DİNLERKEN

Salonu boydan boya yürüyüp kürsüye çıktı. Vakur fakat mahzun bir gülümseme vardı yüzünde. Mazlum bir milleti temsil etmekte olduğu her halinden belliydi. Ko­nuşması kısa ve vazıh oldu; mecazların arkasına gizlen­medi. Laiklik, demokrasi, kadın meselesi, Müslüman- lar’ın sanatlara uzak durması ve daha birçok konuda uzunca düşünmüş olduğunu .hissettim. Bir eylem adamı ancak bu kadar “entellektüel” olabilirdi. Bazı fikirlerine tam yakınlık duymasam da, Tunuslu kardeşlerimin böyle bir muhalif lidere sahip olmalanndan ötürü sevinç duy­

dum. Serebrenica’nın hüznünü yaşadığımız bir günde bu 54 yaşındaki ârif eylemciyi dinlemek umutlarımı tekrar yeşertti. Kuvvetle inandım ki, Müslüman toplumlar böyle liderler çıkardıkça Mekke’den yayılan nur sönmeyecektir.

Gannuşi’nin ilk mühim tesbiti şu oldu: İslam dünyasın- da devletler, Hilafet’in ilgasından bu yana ne İslam’ı tem­sil etmektedirler, ne de Müslümanlar’ı. Yabancı irâdenin, yabancı çıkarlarının temsilcisidirler sadece. Laiklik, bu si- t

yasetin örtüsüdür. Ve bugün bu tür yönetim bütün Müslü­man dünyada marjinalleştirilmiştir, köşeye kıstınlmıştır. Meşruiyeti ve dolayısıyla herhangi bir geleceği yoktur. Kelimenin tam anlamıyla iflas etmiştir. Laiklik, Araplar’ı birleştiremedi. Türkler’i İslam dünyasından kopardı. Ta­rihte ilk defa olarak, Türkler’le Kürtler’i birbirine düşür­dü.

Mücahit liderin önemli bir tesbiti de şu: Laik yönetici ve aydınlar yaşlandı. Bu konuda yapılan toplantılarda yaş ortalamasının ne kadar yüksek olduğunu görebilirsiniz. Oysa Tunus hapishanelerinde bugün 15.000 genç Müslü­man yatıyor. Tunus, Arap dünyasında laikliğin giriş kapı­sıydı, şimdi çıkış kapısı oluyor.

İngiltere’nin dört bir yanından Leicester’a koşup gelen 100 dolayındaki Türk talebe, birkaç diğer konuşmacıyla beraber, Raşid Gannuşi’yi de zevk ve ibretle dinlediler. Toplantı sona erdiğinde, hepsinin gözlerinden şu gerçeği anlamış olduklarını okuyabiliyordunuz: “Bedeli ödenme­dikçe, hak dahi olsa, hiçbir dava başarıya ulaşamaz. Ve mazlumlar hak olan davalarında sebat ettikçe, dünyanın kirlenmiş bilinci onlara bulaşamaz.”

insanlık ailesine ancak temiz bilinç sahipleri doğru yolu gösterebilir.

TANIMLARIN ÇATIŞMASI Il

Yeni hegemonyalar, yeni tanımlarla temayüz eder. Huntington’ın "Medeniyetler Çatışması" tezini bu bağlamda değerlendiren Edward Said, postmodern değil, postkolonyal bir döneme girdiğimizi, bunun da yeni bir kolonyalizm (sömürgecilik) olduğunu söylüyor. New Sta- tesman and Society dergisinin 1995 başlarında kendisiyle yaptığı konuşma, yeni Oryantalistlerin de maskesini indi­ren özlü bir metin.

Said önemli bir tesbitle başlıyor konuşmasına: Bir soğuk savaş teorisyeni olan Hungtington kendine yeni bir çatış­ma biçimi (Tabii, mutlaka bir çatışma olmalı!) bulmak zo­rundaydı. Tek medeniyet anlayışı iflas ettiğinden, yeni dönemin kaderi medeniyetler arası çatışma olacaktı; tezi bundan ibrettir. Kültür ile medeniyet arasında bir ayırım yapmıyor. Saydığı medeniyetlerin her birinin içinde, kül­tür veya medeniyetin tanımına dair büyük bir mücadele vardır. Gerçek muharebe medeniyetlerin değil, tanımların çatışması biçiminde sürmektedir. Huntington’ın makalesi aslında yayınlandığı-derginin (Foreign Affairs) bir önceki 0 sayısındaki makalesinin (“İslam bir Tehlike midir?”) de­vamıdır ve Bemard Lewis’in etkisi altında yazılmıştır.

Lewis beş yıl önce Atlantic Monthly dergisinde yayımla­dığı makalesinin başlığını “İslâmî Gazabın Kökleri” koy­muştu. İslam, Batı sekülerliğini hiçbir zaman benimseme- miştir Levvis’e göre, rasyonelliği de hiçbir zaman benim­semediği gibi. Tek istisna, lâik bir devlet olan Türkiye’dir. Öbür İslam ülkeleri acziyet içinde Batı’ya kin kusmakta­dırlar. Huntington, Lewis ’in kötü bir kopyasıdır; kaynak­ları son derece polemiğe yatkın ve çocukçadır. Mesela, Konfüçyanizm ile İslam arasında tehlikeli bir suç ortaklı­ğından korktuğunu söylemektedir ki, gülünç bir şeydir bu.

Geçen yüzyılın sonlarında da emperyalizm benzer bir tehdit duygusu yaşamıştı. O zaman da “tehlike”ye, “öte­ki” medeniyete dair bir söylem geliştirilmişti. Baş aktör Gustave Le Bon idi: Önce kalabalıkların, ardından mede­niyetlerin, sonra tehdit altındaki dünya düzeninin psikolo­gu. Dönemin yazarlarında, Batı’ya yönelik tehlikeler hu­susunda büyük bir isteri mevcuttu.

Çatışma medeniyetler arasında değil, her bir medeniye­tin içinde cereyan etmektedir. İslam’ın kendi dışındaki her şeyle çatışma içinde olduğu, oryantalistlerin icadıdır.

CİDDİ BİR TENKİT

Edward Said, Filistin’in namusu. Müslüman toplu- 1/mun gayr-ı müslim sözcüsü. 1967 kapışmasına kadar Columbia Üniversitesi’nde mukayeseli edebiyat okut­makla meşgul titiz bir hoca. Kudüs’te doğmuş (1935), Mısır ve Lübnan’da büyümüş. Aile fertleri 1947-48’de • •

Filistin’den atılmış; Ürdün ve Lübnan’da yaşamaya mec­bur olmuşlar. ABD’de okuduğu 12 yıl (1951-63) boyun­ca, her tatilde Orta Doğu’ya koşmuş. ‘ Ailem oradaydı ve en çok orada kendimi evimde hissediyordum.” 1967 sa­vaşı her şeyi kökten değiştirmiş. Duygusal bakımdan Arap dünyasına ve bilhassa Filistin’e ne ölçüde bağlı ol­duğu sınanacaktır artık.

“Benim neslim ondokuzuncu yüzyıl sonlarında gelişen Nahda (Arap kültürünün yeniden doğuşu) hareketinin temsil ettiği Arap milliyetçiliğinin eseriydi. Bu hareket 1917 yılında Osmanlı imparatorluğuma karşı yapılan bü­yük Arap isyanında zirvesine çıkmıştı. Bizi isyana teşvik eden İngiliz ve Fransızlar’ın bize bağımsızlık vaadettikle- ri bir uğrakta, ihanete uğradık. Bu iki büyük sömürgeci güç Arap dünyasını kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayırarak manda veya eyaletler halinde yönettiler. Üstüne üstlük, 1917 Balfour Bildirisi Filistin’i bir yurt olarak Siyonistlere vaadediyordu.”

Orta Doğu’ya kültürel bağlılığı ve ilim namusu Said’e önce Oryantalizm'i yazdırdı, sonra Filistin Mesele- si'ni. Kültür ve Emperyalizm birincinin devamı, Yurt- suzluk Siyaseti İkincinin. Bu iki kitap da diğerleri gibi Türkçe’ye kazandırılmalı. Burada daha ziyade Said’in İs­lam dünyasındaki radikal hareketlere yönelttiği tenkidi özetlemek istiyorum.

Said’e göre, gerçek İslam’ı temsil ettikleri görüntüsünü vermeye çalışan hareketlerin çoğu temelde Blanquisttir- ler. Kitle hareketleri değil, sadece iktidarı ele geçirmeye çalışan onuncu yüzyıl İsmailîleri gibidirler, siyasî bir programları yoktur. “Filistin’de kendileriyle tartıştım bi­raz, ‘İslam tek çözümdür’den başka bir şey bilmiyorlar. Peki, ekonomiyi nasıl idare edeceksiniz? diye sorduğum­da, ‘Onu sonra düşünürüz’ diyorlar. Kafayı büyük ölçüde kişisel davranışların düzenlenmesine takmışlar. Kıhk kı­yafet nasıl olacak, kadınlar ne giyecek, vesaire.”

. Saide göre, siyasî alanda İslâmî alternatif yok, İslâmî protesto var sadece. Kendilerine çok yakın Osmanlı tecrü­besinden bile haberleri yok. Orada çeşitli “millet”lerin bir arada yaşatıldığını görüyoruz. [Said, kendini Hıristiyan azınlığıa mensup, fakat kültürü İslam olan bir insan sayı­yor.) Bugünün tek önemli meselesi, modernliğin anlamı meselesidir ve Müslüman dünyadaki “radikal” siyasî ha­reketlerin buna verdikleri bir cevap yoktur. Hatta, mesele- s|c den haberdar olduklarını söylemek bile fazla olur.

Ciddi tenkitler gururumuzu kırabilir, ama moralimizi bozmamalı. Said, son kertede “Batılı”. Çünkü, Hrıstiyan menşeli ve seküler. Tam bir İslâmî söyleme sahip olması­nı bekleyemeyiz. Önemli olan, tenkidini nasıl göğüsle-

mekte olduğumuz. Filistin’in Namusu’na, namusluca ce­vap verebildiğimiz gün, hakiki kurtuluş yolunda ilk adımı atmış olacağız.

* The PoUtics of Dispossession, London: Vintage, 1995.

**Bu iki kitap Pınar Yayınlan arasında neşredilmiştir.

*** Ne w Statesman and Socîety, 10.2.1995.

OTOBÜSTEKİ BİLGE: CEMİL MERİÇ

Taşrada yaşayan herkesin bir Ahmet Ağabey’i olsun isterim. O, büyük şehirdeki fakültede okusun, siz ka­saba lisesinde. Size Necip Fazıl’ın bütün kitaplarını getir­sin, Sezai Karakoç’un. Diriliş ve Edebiyat dergilerini göndermeyi hiç ihmal etmesin. Pakdil’i, Zarifoğlu’nu, « • • • Ozdenörenler ’i.. onun sayesinde tanıyın. Bir de Bu Rilke'yi. Bir süre okumasamz da 'olur. Dilini (gerçekte muh­tevasını) ağır bulduğunuzu söyleyin. Zararı yok. Nasılsa birgün Üstadın BabIâli'sini okurken şöyle bir cümleye rastlayacaksınız: “Allahın, iç gözü iyi görsün diye dış gö zünü kapattığı sahici münevver Cemil Meriç.” Bu Ulke'yi artık okumamak olmaz. Hem, kaneviçeli yeni baskı­sı da çıkmıştır. Bismillahi Teala...

Anma yazılarında herkes biraz (belki daha çok) kendini anlatır. Bundan kaçmanın imkânı var mı? Anılan kim olursa olsun, yazılar umumiyetle şöyle başlar: Bir kış gü­nü, bir arkadaşımla beraber, ziyaretine gitmiştik... Evet,aynen böyle olmuştu. Osman Birkan (şu anda MUSIAD Bursa şubesi başkanı) ile beraber kendisini Boğaziçi üni­versitesi’nde yapılacak Tanzimat ve Türk Musikisinin Meseleleri toplantısına davet etmek üzere Göztepe’deki evine gitmiştik. (1976/77 ders yılı olsa gerek.) Bir ara Os­man’a “Sakson Köleleri”ni okutmak istedi. Osman daha kitabı açmadan ben girizgâhı ezberden okudum. Beş altı yıl süren bir dostluğun revakı oldu bu.

Okuldaki “sosyal demokrat” arkadaşlarla zaman zaman ziyaretine giderdik. Ruhi Tunçer’i çok tutmuştu. Enis Berberoğlu ile “Yumuşak” Mustafa’yı ve dayısını da (DİE eski başkanı Prof. Orhan Güvenen). Bankada çalı­şırken çoğu pazar günlerim Tütüncü Mehmet Efendi Cad­desi’ndeki eski fakat toprağa yakın apartman dairesinde geçerdi. O haftanın dergilerini götürür, kendisine okur- dum. Bazan sayfalarına notlar düşerdik, izzet ve Cengiz Beyler gelirlerdi çoğu zaman. Arada bir Ülgener Hoca uğrardı. Recep Doksat daha sık gelirdi. Bir seferinde, içe­riden yeni çıkmış bir arkadaşa “baba öğüdü” vermeye kalkınca, Meriç Hoca dayanamamıştı. “Siz ne diyorsunuz Recep Bey, insanın bütün değeri isyan etmesindedir; bil­hassa haksız devlete!”

Ziyaretçilerin çoğu dindar insanlardı. Daha çok “Nurcu­lar”. Hepsine iltifat eder, hiçbirinin dünyasına girmezdi. Birkaç ziyaretten sonra bunu apaçık görebilirdiniz. Nite­kim, 1982 yılında, Akademi Kitabevi’nde “solcu” aydın­larla (Vedat Türkali, Hilmi Yavuz, Emil Galip Sandalcı..) muhabbeti sırasında kendini ziyaret eden “Bizimkiler” hakkında günlüğüne şunları yazacaktır: “Dostlar geldiler, hayalete benzeyen dostlar. Coşkun, İsmail Kanlıdere, Ce- vat...* Hepsi de iyi çocuklar. Ama hiçbirini tanıyamamış­tım, daha doğrusu hiçbiri beni tanımıyordu. Birlikte bir otobüs yolculuğu yapmıştık. Otobüsteki ne kadar bizdik? Bana gegce(cten vajan olanlar bu anonim hayranlardan fazla, ilk defa karşılaştığım Vedat Türkaii’ler, Sandal­cılar, Hâdi beylerdi.”

İltifata susuzdu. Bizim gülümseyerek, bazan kendimizi tutamayıp gülerek okuduğumuz mektupları çok ciddiye alır, cevap yazardı. 1982 sonlarında, Kayseri’den Muhsin Ilyas Subaşı şiir kitabını göndermiş, kendisinden açıkça “icazet” istiyordu. Ben artık şair oldum, lütfen tasdik eder misiniz, demeye getiriyordu. Bir saate yakın zaman ayırıp bana uzunca bir mektup yazdırdı. Şiirde, tıpkı mu­sikide olduğu gibi, “orta”nın olmadığını gayet nazik bir dille ifade etti. Şiirin nazım demek olmadığım, nazımpe- restliğin bir çocukluk hastalığı olduğunu belirtti. Ve üç büyük şairimiz hakkında eşsiz bir değerlendirme yaptı: “Yahya Kemal büyük bir nazım ve zaman zaman kuvvet­li bir şairdir. Abdülhak Hamid içli bir şair ve zaman za­man kuvvetli bir nazımdır. Haşim hemen her zaman güçlü bir şair, arada bir kusursuz bir nazımdır.”**

Aydınların çoğunu küçümser, hemen hepsinden iltifat beklerdi. Şairlerin, hak ettiklerinden fazla şöhret sahibi olduklarını düşünürdü. (Bunların başında Necip Fazıl ve İsmet Özel geliyordu. Onlar hakkmdaki hükümleri bu ba­kımdan zaman zaman insaf sınırlarım aşıyordu.***) Araf- taydı. Halbuki otobüsteki “iyi çocuklar” şairleri çok sevi- yorlardı ve sebep şiir değildi. “Ihkak-ı hak” talebinde bir- leşiyorlardı. Şiir böyle bir beraberliği kolaylaştırıyordu belki. Arayı bulmak istiyordu Hoca ve taraflara eşit mesa­fede duruyordu. Haklan gasbedilenler ise tarafgir olma­mayı doğru bulmuyorlardı. Medine Ahidnâmesi henüz “keşfedilmemişti”.

Cemil Meriç öldü ve unutuldu. Bu kadannı hak etme­mişti. On yıldır Bu Ülke dışında hiçbir temel kitabı ya­yımlanmadı. Yani hükümlerinin gerekçeleri meçhul kaldı. Şu anda 30 yaşın altında olanlar için bir 19. asır aydının­dan farkı yok. Çocukları, babalarının Arafın sol cenahına lâyık olduğunu düşünüyor. Ölünceye kadar Cemil Meriç adının ağızlara alınmadığı sol. Otobüsteki iyi çocuklar için yazdığı kitapların yayımlanıp yayımlanmayacağını da bilmiyoruz.

Allah rahmet eylesin.

*** Jurnalin 2. cildinde ismet Ozel’e dair yazının ilk üç cümlesi ile en sondaki İngilizce ifade onun için söylenmemiştir. Zaman zaman bize okutturduğu notlarında, sözkonusu üç cümleden sonra “İsmet Özel’e hayran” şeklinde bir ifadenin bulunduğunu çok iyi hatırlıyorum. Notları yayına hazırlayanlar, farklı sayfa­ları birbirine monte etmişlerdir. O yıllarda, durgunluğunun sekinete mi, meskenete mi benzediği; sönmüş bir yanardağ mı, bir kaya parçası mı olduğu pek belli olmayan başka biri olmalı. “Müeddep” biri.

 

NAZIM’IN MEZARI

Gökte bulut yok söğütler yağmurlu

Tunaya rastladım akıyor çamurlu çamurlu

Hey Hikmetin oğlu, Hikmetin oğlu

Tunanın suyu olaydın

Karaormandan geleydin

Karadenize döküleydin

Mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin                                                                                                                                                   >

Geçeydin Boğaziçinden *

başında İstanbul havası çarpaydın

Kadıköy iskelesine çarpaydın çırpmaydın

vapura binerken M e metle anası.

Nâzım Hikmet, kötü okul kurbam. “Mektepten Memle­kete” bir türlü dönemeyişinin başlıca sebebi bu. Kaba maddecilik, o ince ve dürüst insanın mezarı oldu. Ken­dinden önce Yahya Kemal ve Yakup Kadri de “yatılı” okumuşlardı. Tecessüs ruhunu büsbütün kaybetmedikleri için, sonunda kör topal Memlekete dönebildiler. Nâzım, yirmi yaşında insanlığın ezelî ve ebedî bütün meselelerini çözen formülü bulduğuna inandırıldı. Hayatına da yazık etti, şiirine de. Ne kendi tarihini tahlil edebilecek hazırlı­ğı vardı, ne Batı tarihini. Şiirindeki Bedreddin, bir Anado­lu bilgesi olmaktan çok, bir ondokuzuncu yüzyıl Alman Yahudisi. *

Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl. Cemal Süreya, Sezai Karakoç, ismet Özel. Birinciler geleneğin son halkası idiler, İkinciler yeniliğin ilk halkası. Nâzım, arada­ki berzahtır. Aruzla rabıtası olmasa, serbest şiiri o kadar gür sesle “söyleyemezdi”. Yukarıdakilere göre belki daha özgün, ama daha az şair. Şöhretini şiirinden çok, hayalleri okşamasına borçlu. Toplumsuz toplumcularımızın ilki. “Toplumcu” olmak için, toplumdan uzağa düştüler. Yal­dızlı çıkmaz sokak.

Nâzım’m bedeni değil, ruhu kaçaktı. Nâzım’ın ve Nâ- zımlann. Rusya’ya gitmesi hem önemsiz, hem kendi suçu değil. Hakiki bir cumhuriyette, can güvenliği içinde yaşı­yor olsa buna ihtiyaç duymazdı. Nitekim, sığınmak zo­runda kaldığı Stalin’in ne denli insan düşmanı olduğunu anlamakta gecikmedi ve birkaç yıl sonra Paris’te Maki­me Rodinson’u Fransız Komünist Partisi’nden uzaklaştı­racak olan İvan İvanoviç'i yazdı. İvan’ın varlığı ve yok­luğu Stalin için önemli değildi. Anladı ki Marksçılık sa­dece bir dünya görüşü değil, siyasî elitler arası rekabetin bir aracı olarak üretim sürecinin putlaştırılmasıdır. insan bu süreçte makineden farksız bir alettir sadece. “Makine­leşmek isteyen” şairin hayalkınklığını tahayyül edin.

Nâzım, “bizim” kaçağımız. Mezarının Anadolu’da bir söğüt gölgesine getirilmesi sıcak karşılanmalı. Bu toprak kendine isyan eden (daha doğrusu, cilve yapan) nice evla­dını bağrına basmıştır. Hem, Nâzım’ın Rusya’ya kaçışı, ülkeye değil, rejime isyandı. Yeterince hayalkırıklığı ya­şadı. Yatılı okumanın ezikliğini üzerinden atamamak sa­dece onun değil, neredeyse bütün Türk aydınlarının kade­ri. Onlar tarihlerini inkâr etseler de, biz kaçaklarımızı in­kâr etmeyelim. Torunlarının emaneti sayalım. Onlara sa­hip çıkalım ki, torunları kurtulsun.

KEMAL TAHİR’İN NOTLARI

İnsanları yüceltecek büyük romanlar yazmak! 1988 yı­lında, bir iş seyahati için bulunduğum Kahire’de Necip • •

Mahfuz’un Nobel Ödülü alması karşısında duyduğu se­vince hayret etmiştim. Yetmiş yedi yaşındaki Mısır bilge­sinin (!) ağzı kulaklarına değiyor, televizyon ekranlarına sığamıyordu. Geç te olsa, Efendilerimiz tarafından takdir edilmişti! Mahfuz’a bu ödülü verenlerin bir Kemal Ta- hir’i, bir Peyami Safa veya Ahmet Hamdi Tanpınar’ı ha­tırlamamalarını nasıl izah edecektik? Siyasî cevap, sıra­nın henüz Türkiye’ye gelmediği şeklinde olabilirdi. Me­sela, Türkiye günün birinde Avrupa Birliği içinde yer alır­sa, o zaman (hiç şüphesiz, Yaşar Kemal’den başlayarak!) bazı romancılarımıza ödüller verilebilir, eserleri Avrupa roman sanayiinin emtiası arasına girebilir. Hâl-i hazırda, ciddi romancılarımızın Nobel veya benzeri ödüllerle tal­tif edilmesi bir çelişki olur. Niçin?

Kemal Tahir olsa, buna şöyle cevap verirdi; Ben ro­manlarımı, Batılı efendiye: “Efendimiz, bunalımdası­nız! Alınız, bununla biraz avununuz, eğleniniz!” diye yazmıyorum. “Beri bak hayvan! Soyguncu olduğun için bunalımdasın! Seni bu bunalımdan ya ölüm kur­tarır, ya soygunculuğa karşı çıkman! Bak sana senden

üstün insanı gösteriyorum! Bunaltın artsın” diye yazı­yorum. /

Kemal Tahir, Batılıdan üstün dediği Anadolu insanının romanını yazmak istiyordu. Bu “üstünlük” bir asabiyet duygusunun eseri değil, ona göre, nesnel bir tarihî gerçek idi. “Ben, Anadolu halkının yazarıyım. Bu halk, yabancı bir imparatorluğun zorla çalıştırdığı bir köle-halk değil­dir. Dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuş, bu im­paratorluğu kökleştirip geliştirmiş, en az altı yüzyıl kanıy­la, canıyla, aklıyla, malıyla savunup yaşatmış kahraman ve soylu bir halktır. Bu özelliğiyle çok, pek çok paşa gör­müştür. Bunların iyisini de, kötüsünü de pek çok görmüş­tür. Hiçbir paşa, ne yapmış olursa olsun, bu halka ilah ola­cak, ilah tanıtılacak güçte sayılamaz. Ancak ödevini yap­mıştır. (.................................................... ).... e biz ne kadar şan ve şeref vermişsek, o

kadar da eleştirmek hakkı kazanmışızdır. Şan ve şeref ve­rirken miskalle tartmamışsak, eleştirirken de miskalle tartmak zorunda değiliz.”

Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan başlayarak, Kurt Kanunu, Yorgun Savaşçı ve Yol Ayrımı’na uzanan nehir romanıyla, “kolonizatör” zihniyetine sahip yeni yö­neticilerle, dolayısıyla Batılı efendilerle çetin bir hesap­laşmaya girişmiştir. Bu hesaplaşmanın hazırlık safhaları­nı bütün çıplaklığı ile Notlar dan takip edebiliyoruz. Na­mus ve tefekkür ehli bir romancının bütün umut ve ara­yışlarım, inkisarlarını, gerçekçiliğini, hayalciliğini., hiçbir müdahale yapmadan 15 cilt halinde Türk okuyucusuna sunan Cengiz Yazoğlu ile Baykan Sezer Beylere teşekkür ediyor; Bağlam Yayınları’nı da bu manevî kazancı maddî zararından büyük işi başardıkları için kutluyorum.

ÇİZGİDİL

Çizgi bir dii, dil bir ihsan. Onunla örtüleri aralıyor Hasan. Sohbetin, sözün çocuğu. Köylü çünkü. “Uç yer­lerdir köyler; dünya ile âhiretin sınırında kurulmuşlardır sanki. Kitapları yok, sohbetleri vardır.” Şehri, Hac’dan dönen büyüklerden dinler köylüler. Bursa, Konya, Şam. Bağdat, Mekke, Medine... Cennet yolunun mükrim ko­naklan.

Ömer Lekesiz, şehirde gece yürüyüşüne çıkan çizgi us­tasının “dilini” tahlile çalışmış*. Çizgileri “okumaya” kalkmamış; okunmasına yardımcı olabilecek tutamaklar sunuyor sadece . Gece yürüyüşünün bir şehrin (medine- b

nin) sokaklannda değil, bir uçtan diğerine Islâm medeni­yetinin hikmet burçlannda gerçekleştirildiğini anlıyoruz. Özellikle Sezai Karakoç’a dair çizgiler bunu mükemmel bir tarzda ele veriyor. Ömer’in gereğinden fazla “bilim­sel” tahlilleri, okuyucunun gece yürüyüşüne tutulmuş müsmir bir fener. Bir kaldıraç, bir bocurgat.

Gece Yürüyüşü, A. Samet’in fedakârâne çabasıyla gü­zel bir kıyafetle okuyucuya sunulduğunda, Nehir dergisi­nin soruşturmasına ben de kısa bir cevapla katılmıştım. Bugün orada sarfettiğim sözlere her hangi bir ilavede bu­lunmakta zorlanıyorum. Söz, sınırlarını seviyor.

Hiç bir sanatçı özgün değildir. Yine de her “büyük” sa­natçı ancak kendine atıfla anlaşılabilir. Hasan Aycın, âhir zaman ateşini avucunda (hayır, ruhunda) hissederek çizi­yor. “Mitik” bir şahsiyet. Sanki yaratılışın ilk anında yaşıyormuş gibi, insan denen “unutkan” mahlûka, o ilk anın heyecanını ve âhir zamanda bulunuyor olmanın dehşetini birlikte tattırıyor. İnsanı o ilk ana yaklaştırıyor. Tuzakları gösteriyor. İğvaların üzerinden atlatıyor. “İlkelliğin” iç­tenliğine yöneltiyor.

Modem insan, homo economicus olmayı eşref-i mahlûkat olmaya tercih eden bir bedbaht. Kayıplarını idrâk­ten bile âciz. Sanatçı, bu bahtsıza kaybolan cennetin ko­kusunu hissettirmiyorsa, başka ne yapar? Bütün mesele, hatırlamakta. Ve insanoğlu unutkan. Dahası, modem in­san “bilinçli” hafıza kaybına mahkûm. Hasan’ın çizgileri nisyanla zikrin sınır taşlan, unutma ile hatırlamanın. Mâ- bedin içinden doğru beslenen bir pınar. Eşiğe yaklaşanlar behemehal avuçlarını doldurup yaralarına götürüyorlar. Mâbedin dışında gezinen, cenazelerinin içeridekilerce kaldırılmasını bekleyenler korkulu (ve anlamsız) gözlerle bakıyorlar. Bakıp duruyorlar sadece. Güneş tepelerine vurdukça, mâbedin saçak lan altına sığınmak geçiyor içle­rinden. Dehşetle irkilip geri çekiliyor, geceyi (hayır, ka­ranlığı) arzuluyorlar. Güneş edeb erkân üzere çekilince, karşılarında yine Hasan: Hanzala ile elele “Gece Yürüyü- şü”ne çıkmış.

Onüç yıl önce ilk buluşmamızda Molla Kasım’lık yap­mış, çizgilerini sanat eseri olan ve olmayanlar diye ikiye ayırmıştım. Sıcak bir gülümseyişle karşılamıştı tenkitleri­mi. Şimdi her yeni çizgisini heyecanla bekliyorum. Bütün çizgileri "son çizgi” artık. Her yürüyüşten sonra defterini kapatabilir. Kalemiyle değil, ruhuyla çiziyor. Ruhlarımızı sarıp sarmalayışı bundan.

Çizgi ustası Hasan, büyük söz ustalarının soyundan. Onlar, kelimeleri şifaya kavuşturma peşindeydiler. Keli­meler şifa bulmadıkça, kalpler ve zihinler sıhhate kavuşa­mazdı. Çağımızda bunun altından kalkılması imkânsız bir iş olduğunu sezmiş olmalı ki, çizgiye iltica etmiş Hasan. Ve mürtefı ilticagâhmda, kalp paraları ayıklar gibi, sahte duyuş ve düşünüşleri bertaraf ediyor. Münzevi, müstakim ve müsterih.

AYDIN DEĞİL, MUHALİF

Seksen yıl önce, ABD Başkanı Woodrow Wilson “Dünyayı demokrasi için emin hale getirmek”ten söz ediyordu. Bu formül, ABD’nin yirminci yüzyıl dünya si­yasetindeki temel retoriği oldu. Noam Chomsky, otuz yıl­dır bunun gerçekte “Dünyayı Amerikan kapitalizmi için emin hale getirmek maksadıyla” baskı, işkence ve katli­am yapması siyaseti olduğunu söylüyor. 1957 yılında, he­nüz 30 yaşındayken dilbilim alanında ortaya attığı hipo­tezle bir anda meşhur olan Chomsky, sonra iflah olmaz bir muhalif olmayı seçti. (Hipotezinin özü, insanoğlunun lisan sahibi olmada doğuştan ve benzersiz bir melekeye sahip olduğuydu.)

Chomsky’nin temel görüşü şu: ABD ve dünyanın bütün diğer ülkelerindeki iktidar seçkinleri (power elite) tahsil- sizleri marjinalleştirmek, tahsillilerinse beyinlerini yıka­mak suretiyle kendi amaçlarına hizmet ettirerek ayakta kalmayı başarırlar. Bir gazeteci, “Belki de Amerika’yı yönetenler gerçekten şefkatli bir demokraside yaşıyor ol­duklarına inanmaktadırlar, bu hususta belki de samimidir­ler” deyince, üstadın mütebessim cevabı şu oluyor: “Evet. Rusya’yı idare edenler de aynı inanca sahipler. Himmler de böyle düşünüyordu. Himmler’in günlüğünü okudunuz mu hiç? Baştan sona kendinin asalet ve ihtişamıyla dolu. Himmler ne kadar samimi ise. ABD ve Rusya’yı yöne­tenler de o kadar samimi.”*

Chomsky’ye göre, sıradan insanlar hakikati görüyor. Gazeteci yine şaşkın. Sıradan insanlar, katılımı daha ko­lay olduğundan, futbolu siyasete tercih etmiyorlar mı? Cevap sarsıcı: “Hakikati görebilme imkânına sahipler. Fakat bu, hakikati görmekte oldukları anlamına gelmiyor. Özel bir derunî ışık yok. Sağduyudur bu. Beşerî işlerin püf noktası, insanların ihtimam gösterdikleri şey şu: Hiç kimse hiçbir şeyi anlıyor değil. Madem ki hiçbir şey bi­linmiyor, o halde hakikati 10 yaşındaki bir çocuğa izah edebilirsiniz.”

Peki, insanlar hakikati görebiliyorsa, öfkeyle ayağa di­kilmezler mi? David Hume’un cevabını iktibas ediyor Chomsky: “İtaat ancak rey ile teminat altına alınabilir.” Türkçesi, insanlar propaganda yoluyla müsamahakâr hale getirilirler.

Birçok sözde bilimadamına göre, Chomsky bir fesat te- orisyeni. “İddialarıma cevap verme yeteneği olmayan ay­dınların attığı çamur bu” diyor üstad. “Adam Smith ne öl­çüde bir fesat teorisyeni ise ben de o kadar fesat teorisye- niyim.” Peki anirşist mi? Kendini böyle nitelemesi insan­ları korkutmuyor mu? “Korkutuyor belki. Fakat korkut­maması lazım. Russell en iyi döneminde anarşizme çok yakındı. Benim görüşüme göre anarşizm doğrudan doğru­ya Aydınlanmadan ve klasik liberalizmden gelmektedir.”

Soğuk Savaş ve ideolojiler çağı sona ermesine rağmen, diye sorguluyor gazeteci, Amerikan siyaseti sağa doğru -

çarkediyor. Bu nasıl oluyor? ideolojiler sona ermez, diyor Chomsky. Aydınların yeni bir icadı bu. Elit aydınların yazdığı hemen hemen her şeyin latifeden ibaret olduğunu söyleyebiliriz. “Aydınlar varoluşlarını, iktidara hizmetle­rini, derin gözükmelerini vesair haklılaştırmanm bir yolu­nu bulmak zorundalar. Onun için bu gibi saçmalıkları or­taya atıp dururlar.”

İyi ama, kendisi de bir aydın değil mi? “Bir kişiyim ben, diyor. Bahçemdeki çimenleri biçen adamdan daha aydın değilim.”

Aydın olmayı pek aydınlık bulmayan bu muhalif-i ma- derzadın kitaplarını bizde umumiyetle Pınar Yayınlan neşretti. “Hakikati gören” kaç kişiye ulaştı acaba?

* Financial Times, 24-25 Haziran 1995.

AYDIN VE NAMUS

Modern dünyada, kurulu düzenlerin en kolay ayart­tıkları insanların başında “aydınlar” geliyor. Aydını ister Gramsci’nin anladığı mânâda, bir sınıfa veya işlet­meye organik tarzda bağlı insanlar; ister Benda’nm anla­dığı mânâda insanlığın vicdanı olmaya aday yüce ahlâklı filozof-krallar olarak düşünelim, sonuç fazla değişmiyor: Aydın, keskin diline, gerçekten muhalefet ediyor gibi gö­rünmesine rağmen, mevcut sistemin yıkımından çok ken­dini toparlamasına hizmet ediyor. Niçin böyle oluyor ve bu açmazdan kurtulmanın yolu var mı? Oryantalizm ya­zarının BBC serüveninden hareketle bu sorulara cevap vermeye çalışalım.

Edward Said iki yıl önce BBC’nin ünlü “Reith Lectu- res” programının konuşmacısı olur. 1948 yılında Bertrand Russell ile başlatılan; Toynbee, Oppenheimer, Galbraith gibi fikir adamları ile sürdürülen bu yıllık programa Said’in davet edilmesi “demokrasinin beşiği” Ingiltere’de “olay” olur. Filistin mücadelesinde aktif rol alan, “Yahu- dilere ve bütünüyle Batı medeniyetine” karşı tavır aldığı eserlerinde aşikâr olan bir “Arap”, Hıristiyan olsa bile, bu dersleri vermeye lâyık mıydı? Ne var ki, dinleyicilerin yoğun tepkisi BBC’nin kararını değiştirmiyor ve Said altı

hafta süren 30'ar dakikalık konuşmalarını yapıyor. Bu ko­nuşmalar şimdi 90 sayfalık sevimli bir risale şeklinde ki­taplığımızın mutena bir köşesine oturmuş bulunuyor.* Sayfalan arasında kuşbakışı geziniyoruz:

Bizi önce çocukluğunun Filistin’ine götürüyor Said. “Londra bu sabah dedi ki,” tarzından ibarelerle BBC Or­ta Doğu’da hayatımızın önemli bir parçasıydı, diyor; “Londra” hep doğruyu söylerdi sanki. BBC’ye bu nazarla bakılması sömürgeciliğin bir kalıntısı mıydı, bilmiyorum diyor; fakat her halükârda BBC’nin halk hayatında ne Amerika’nın Sesi’nin, ne de CNN dahil Amerikan özel TV ağlarının sahip olmadığı itibarlı bir konumunun oldu­ğu aşikârdı.

Said, aydının evrensel bir vicdan olduğunu düşünmek bakımından Benda’ya yakın. Bizi başkalarının gerçekli­ğinden koparan yakın arkaplanımızın, dil ve milliyetimi­zin temin ettiği basit kesinliklerin ötesine geçmek tehlike­lidir; aydın, bu tehlikeyi göze alabilendir, diyor. Gell- ner’in Benda’ya nazire olarak yazdığı “Aydınların ihane­tinin ihaneti” denemesinin** bizi hiçbir yere götürmedi- *

ği, Benda’nın Aydınların Ihaneti’nden*** daha az va­zıh, eleştirdiği Sartre’dan daha az cesur, hatta kaba bir dogmayı takip ettiklerini ileri sürdüğü bir takım yazarla­rın görüşlerinden bile daha az işe yarar olduğu kanaatin­dedir. Aydının konumunu şöyle vazediyor:

Hepimiz bir toplumda yaşıyoruz ve kendi dili, gele­neği, tarihsel durumu olan bir milliyetin üyeleriyiz. Aydınlar nereye kadar bu fiilî durumların hizmetkârı, nereye kadar düşmanıdırlar? Aynı şey aydınların kurumlarla (akademiler, kilise, meslek kuruluşları) olan iliş­kileri ve zamanımızda onları olağanüstü derecede “kafa- lamış” olan dünyevî güçlerle ilişkileri için de geçerlidir. Benim görüşüme göre, aydının birinci derecedeki göre-

d bu tür ilişkilerin meydana getirdiği baskılardan ola­bildiğince paçayı kurtarma arayışıdır. Bu bakımdan aydın bir sürgün, bir marjinal, iktidardakilere haki­kati haykırmaya çabalayan bir dilin müellifi olan bir amatördür.

Bu modem zamanlar amatörünün hikâyesini birkaç gün takip etmeye değer mi dersiniz?

1                               EdWard Said: Representations of the Intellectual, London: Vin- tage, 1994.

2                               * The Political Responsibility of the Intellectuals, eds. Macle- an+Montefiore+Winch, Cambridge: Cambridge University Press, 1990.

3                               ** Juiien Benda: La Trahison des Clercs, Paris 1927. İng. çev.: The Treason of the Intellectuals, London: Norton, 1980.

AYDIN NEYİ TEMSİL EDER?

Said bir soruyla başlıyor: Aydınlar çok geniş mi, yoksa aksine son derece küçük ve seçilmiş bir insan grubu mudur? Yirminci yüzyılın en ünlü iki aydın tanımı bu hu- *

susta temelden karşıttırlar. Italyan eylemci, gazeteci ve si­yaset felsefecisi Antonio Gramsci “toplumdaki bütün in­sanların aydın olduğunu, fakat hepsinin aydının işlevleri­ne sahip olmadığını” söylemektedir. Toplumda aydın işle­vi görenler ikiye ayrılır: Nesiller boyu aynı şeyi yapage- len öğretmen, rahip veya idareci gibi geleneksel aydın­lar; ve doğrudan doğruya bir sınıf veya işletmenin çıkar­larına hizmet eden organik aydınlar. Kapitalist girişimci kendinin yanısıra sanayi teknisyenini, siyasî iktisat uzma­nım, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin organi­zatörlerini husule getirir. Bugünün reklamcı veya halkla ilişkiler uzmanları ve parti danışmanları da bu anlamda birer organik aydındırlar. Geleneksel aydınlar gibi yerle­rinde sabit durmaz, fikirleri değiştirme ve piyasayı geniş­letmeye yönelik hareketli bir mücadele içinde bulunurlar.

Öbür uçta Julien Benda’nın meşhur tanımı vardır: Ay­dınlar, insanlığın vicdanını teşkil eden, çok marifetli ve ahlâklı minnacık bir zümredirler: Sokrat, Hz. İsa, Spinoza, Voltaire, Renan. Yüce tuttukları şeyler, kesin­likle bu dünyaya ait olmayan ebedî hakikat ve adalet öl­çüleri olduğundan, gerçek aydınlar bir dinadamları züm­resi (clergy) teşkil ederler. Sıradan insanlar maddî üstün­lük, kişisel ilerleme ve (mümkün olduğunda) dünyevî güçlerle yakın ilişki peşinde olurlar. Bu bakımdan Benda, aydının statü ve başarmamı her zaman ehl-i dünyanın (la- ity) karşı kutbuna koyar ve onları dinî bir terimle tesmiye eder. Gerçek aydınlar, “faaliyetleri esas olarak pratik amaçların takibi olmayan, bir sanat veya bilim yahut me­tafizik düşünce uygulamasından neşe alan, sözün kısası gayr-ı maddî üstünlükleri ele geçirmek peşinde olan ve dolayısıyla ‘Benim krallığım bu dünyada değildir’ diyen” insanlardır.

Peki bunlar tamamen terk-i dünya eylemiş, esrarlı işler­le uğraşan, fildişi kulede yaşayan düşünürler midir? Ke­sinlikle hayır! Gerçek aydınlar, metafizik tutku ve çı­kar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkeleriyle harekete geçip yolsuzlukları kınadıkları, zayıfları savundukları, kusurlu veya zalim otoriteye meydan okudukları za­man kişiliklerini bulurlar. Kazığa bağlanıp yakılma, sürgün edilme veya çarmıha gerilme tehlikesini göze alırlar. Bu bakımdan sayıları ister istemez azdır. Güçlü bir kişiliğe sahip olmak ve mütemadiyen statükoya muha­lefet etmek zorundadırlar. Benda bunların nasıl oluyor da hakikati biliyor olduklarını veya ebedî ilkelere göz ka­maştırıcı nüfuzlarının özel fantazilerden ibaret olup olma­dığını pek işe karıştırmıyor. Fakat olumlu veya olumsuz aydın örneklerinin hepsi de ikna edicidir.

Ne var ki, Gramsci’nin aydının toplumsal analizi ger­çekliğe daha yakındır: Aydın, toplumda belirli bir işlevler * «

kümesini yerine getiren kişidir. Özellikle 20. yüzyılın sonlarında o kadar çok sayıda yeni meslek türedi ki (TV ve radyo yayıncılar, akademisyenler, bilgisayar analistle­ri, spor ve medya hukukçuları, yönetim danışmanları, po­litika uzmanları, hükümet danışmanları, özel piyasa ra­portörleri ve hatta bütün bir modern kitle gazeteciliği), bütün bunlar Gramsci’nin vizyonunu haklı çıkarmakta­dır. Bugün, bilginin üretim veya dağıtımıyla bağlantılı her hangi bir alanda çalışmakta olan herkes aydındır. En sana­yileşmiş Batı toplumlannda bilgi sanayileriyle hakiki fizi­kî üretim sanayileri arasındaki oran, birinciler lehine kes­kin bir artış göstermektedir. Amerikalı sosyolog Alvin Gouldner birkaç yıl önce aydınların toplumdaki yeni sı­nıf olduklarını ve eski para veya mülk sahibi sınıfın yerine geçtiklerini söylüyordu.[§] Bu yükselişleri yüzün­den, aydınlar artık geniş bir halk kitlesine hitab etmiyor; aksine, bir eleştirel söylem kültürünün üyeleri haline geli­yorlar.

AYDINLARA GÜVENEBİLİR MİYİZ?

Gramsci’nin organik aydını, Wallerstein’in vur abalıyası. Sistemkarşıtı hareketlerin 150 yıldır kapitalist sistemi dönüştürmek şöyle dursun, onun gün geçtikçe kuvvetlenmesine yaradıklarının sebebini özellikle “sosya­list aydının kalaya alınmasında” buluyor. Açıklaması kı­saca şöyle:

Liberalizmin dış görünüşünün aldatıcılığı (yani, onun serbesti kisvesi altında gerçekte sermaye birikim sürecini hızlandıran işlevi) işin başından beri biliniyordu ve iki yüzyıl boyunca sık sık kuvvetli biçimde dile getirilmişti. Bununla beraber sosyalist geleneğe mensup hareketler kendilerinin belagatli liberalizm eleştirileriyle tutarlı bi­çimde davranmadılar. Çoğunlukla, tam aksini yaptılar! Çünkü hepsi de gösterişli biçimde insanlık adına konuş­tuğunu iddia eden bu hareketlerin toplumsal temeli ger­çekte dünya nüfusunun sınırlı bir zümresiydi. Bunlar ara­sında şehirli işçi sınıflarının vasıflı ve yarı vasıflı olanları, dünya aydınları ve kapitalist dünya-ekonominin işleyişi­nin daha çabuk görülebildiği kırsal alanların daha vasıflı ve eğitimli grupları vardı (Aşağı yukarı, Gramsci’nin or­ganik aydınlan). Bunlar önemli bir sayıya baliğ oluyordu, fakat hiç te dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuyorlardı.*

İnsanlık adına konuşan aydın, Julien Benda’nın rüyasıy­dı. Aydınların İhaneti, aydınların bir nevi evrensel me­kânda yaşadıkları izlenimini vermektedir: Me ulusal sınır­larla kuşatılmışlardır, ne etnik kimlikle. Fakat 1927 yılın­da Benda’ya öyle geliyordu ki, aydınlarla uğraşmak sade­ce AvrupalIlarla uğraşmaktı (beğenerek sözünü ettiği tek Avrupalı olmayan kişi Hz. Isa’ydı).

O günden bugüne çok şey değişti, diyor Edward Said. Evvela, Avrupa ve Batı artık dünyanın geriye kalan kı­sımları için karşıkonulmaz ölçü koyucular değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük sömürge imparatorlukla­rının dağılması, Avrupa’nın bir zamanlar dünyanın karan­lık yöreleri denen ülkelerin entellektüel ve siyasî bakım­lardan aydınlatılmasındaki yeteneğini azalttı. Soğuk Sa- vaş’ın zuhuru, Üçüncü Dünya’nm ortaya çıkışı ve Birleş­miş Milletler'in (uygulamasa bile) ima ettiği halkların ev­rensel özgürleşmesiyle, Avrupaiı olmayan ulus ve gele­nekler ciddi önem kazanmaya başladılar.

Bu durumda aydın, kendi “ulus”unun uluslararası sis­tem içindeki sözcüsü olmayı seçen kişi midir? Evet diye cevap vermek çok kolay. Ya “ulus” dediğiniz topluluk bizzat o sistemin ihdas ettiği, vücut bulmaya zorladığı bir varlık ise? Bu durumda aydının sözcülüğü, sözde temsil ettiği insanlardan çok, sistemin işleyişinden maksimum çıkar sağlayanlara yarayacaktır.

Aydın, ülke içinde belirli bir grupla özdeşleşen, onun duyuş tarzını ve çıkarlarım sembolik bir dille propaganda eden kişi midir peki? Said’in cevabı son derece öğretici: “Her aydının, ona kulak veren bir seçmen kitlesi var­dır. Mesele, bu insanların tatmin edilmesi, mutlu tu­tulması gereken bir müşteri topluluğu olarak mı; yok-

sa meydan okunması, muhalefete çekilip toplumda daha ileri bir demokratik katılım yolunda harekete geçirilmesi gereken bir topluluk olarak mı görüldüğü­dür. Ancak, her iki durumda da otorite ve iktidardan ya­kayı kurtarmanın, aydının onlarla ilişkisinden sıyrılmanın yolu yoktur. Aydın, otoritenin karşısına hangi sıfatla çıka­caktır: Profesyonel bir yardakçı olarak mı, yoksa onun mükâfatsız, amatör vicdanı olarak mı?”

Aydın, toplum içindeki her hangi bir grupla bağlantısını evrensel hakikat ve adalet ilkeleri olduğunu düşündüğü şiarların üzerine çıkarmadığı; ulusu temsil görüntüsüyle (bugünkü çoğu ulusçuların yaptığı gibi) uluslararası siste­me hizmet etmediği;doğruluktan sapma eğilimleri göste­ren herkese tavizsiz uyanda bulunmaya çalıştığı ölçüde, Müslüman bir topluluk nezdinde güvenilirdir.

* I. Wallerstein: “Aydınlanma, ilerleme ve Liberalizm,” Bilgi ve Hikmet, Bahar 1995.

İYİLERDEN YANA OLMAK

Şehzade Korkut’a göre, medrese idealleriyle yetişen in- l^sanlar ile ahali potansiyel bir “iyiler taifesi”ydi; padi­şah emrindeki kapıkulları ise “kötüler taifesi”. Cevdet Pa- şa’ya göre, çeşitli vesilelerle Avrupa tüccarı ile işbirliği yapıp ahaliyi soyan [bürokrat-tüccar] zümre “reziller” ta- ifesiydi. Said Nursi, maddeci bir dünya görüşünü Müslü­man bir millete zorla dayatmak isteyen Batıcı-lâik “kötü- ler”e karşı, “iyilerim imanını koruyacak bir dinî söylem geliştirdi; ismet Özel ise kendi hayat hikâyesinden (“ma­salından”) hareketle modern dünyada “iyilerden yana ol- ma”mn ne demek olabileceğini gösterdi.

Şerif Mardin’in “İyiler ve Kötüler” başlıklı makalesi­nin kısa özeti bu. Dört yıl önce Daedalus dergisinde ya­yımlanan bu güzel yazıyı Türkçeye çevirip Dergâh dergi­sinde yayımlamıştım. Daha sonra Tarih Risaleleri başlıklı derlemeye* dahil ettiğimde, hocamız hakkındaki genel kanaatlerimi de ifade etmeyi gerekli görmüş ve şöyle de­miştim:

Şerif Mardin, Türk sosyolojisinin “onur konuğu”. Bi­zimkiler ne yapıyor diye meraklanıp ülkesini ziyarete gel­miş bir “Avrupa Türkü”. Said Nursi üzerindeki etüdü inti­bak problemini halletmek yerine çetrefilleştirmiş. Birkaç

yıl önce Türk Edebiyatı Vakfı nda cami, namaz, zikir., gi­bi İslâmî “semboller”den hareketle yaptığı konuşmada en az yirmi defa "... gibi geliyor bana” dediğini kaydetmiş­tim. İhtiyat değil bu, tereddüt. Üyelerinin manevî dünya­sına giremediğimiz bir toplumu tahlil etmenin olağan çe­kingenliği. The Genesis.. yazarı, ondokuzuncu yüzyıl Türkiye’sini hepimizden iyi tanıyor; ama yirminci yüzyıl­da İstanbul’da değil de Paris’te yaşamış gibi. Türk toplu- munun Büyük Yabancısı. (Böyle binlerce “yabancf’nın var olduğu gerçeği, onları marjinallikten kurtarmıyor. Ol­sa olsa, “Medine Vesikası” tartışmasının muhatabı kılı­yor!)

Cemil Meriç inanan yabancıydı; kendini Müslümanlar arasında zorunlu bir “otobüs yolculuğuna” çıkmış farzedi- yordu. Şerif Mardin belki inanmak isteyen, ama buna bir türlü gönlü (aklı?) yatmayan yabancı. Ahmet Rıza ile, Abdullah Cevdet ile aynı “kara tirene” binmiş. Avru­pa’da Müslüman, Türkiye’de Avrupalı. Varalı değil, muaddel bilinç. Genç Osmanlılara, Jön Türklere, Said Nursi’ye dair hakikaten öncü nitelikteki çalışmalarının toplumda karşılığını bulamaması bu yüzden, ilim adamı tesbitle yetinemez; istikamet göstermek zorundadır. Ta­rafsız ilim, düzenbazlığa çıkarılmış davetiye.

Şerif Mardin, Celal Nuri’nin, Abdullah Cevdet’in devamı. Onlara kıyasla Batı’ya daha çok, İslam’a daha az aşi­na. Celal Nuri’lere gösterilmeyen müsamahayı Şerif Mardin’lere gösterebilecek miyiz? Göstermeli miyiz? Göstermemek için haklı sebeplerimiz olmakla beraber, gösterilmesinden yanayım. Cemil Meriç’in yukarıdaki isimlerle ilgili hükmünü paylaşıyorum: “Bunlar hiçbir za­man küfr-ü mutlak içinde değildiler. Olsa olsa agnostikti­ler. Çağdaşlarının bağışlamadığı bu dürüstlük, bu samimi­yet. Kabuklu hayvanlar, her düşünen insanın karşılaştığı bu beşeri tereddütleri anlamak istemedi. ... Dava şu: Bir yanda kafası işleyen, kâinatın muammalarını anlamak için hem dinlerin, hem felsefelerin ışığından faydalanmak isteyen, bütün bilgilere, bütün düşüncelere açık birkaç ki­şi.. Ötede mutlak hakikati belli sloganlara irca ederek Müslümanlığı fıtrî bir imtiyaz olarak kendilerine mal eden bir iki oportünist. Ve İkincilerin etrafında kümelenen adsız ve şuursuz yığın. Abdullah Cevdet'i tekfir edenler onun geniş irfanını affedemiyorlardı.” (Gergedan , Nisan 1988.)

Müslüman gençliğin irfanı bugün bütün medeniyetleri kucaklayacak seviyede. Kemal Tahirler, Şerif Mardinler, Attila İlhanlar., “bizim yabancılarımız”. Onlarla aynı ge­mideyiz. Geminin bizim sularımızda seyretmekte olduğu­nu kabul etmeleri şartıyla onları affedebiliriz. Bu “uzlaş­ma” değil, bir ihkak-ı hak meselesidir. Başka türlü, “iyi­lerden yana olmak” mümkün değildir.

* Tarih Risaleleri^ İz Yayıncılık, 1995.

MÜSLÜMAN AYDIN

Şerif Mardin son derece güzel bir edisyon kitap hazır- Ölamış: Orta Doğu’da Kültürel Geçişler.* Amerikan Üniversitesi İslami Araştırmalar Kürsüsü tarafından 1989 Aralık ayında düzenlenen bir konferansın tebliğlerinden meydana gelen kitapta Said Emir Ercümend siyasî gele­neklerin modernleştirilmesinde anayasaların rolünü, Semir Halef ise Beyrut Amerikan Üniversitesi örneğinden hareketle New England püritanizmi ile Orta Doğu’da li­beral eğitim arasındaki ilişkiyi inceliyor. Richard Khuri, Arap dünyasının Marksist Müslümanı olarak şöhret ya­pan Hasan Hanefi’nin Arap-İslam dünyasında özgürlüğün olmadığı yolundaki fikirlerini eleştirirken; Şahruh Ahe- vi, Seyyid Kutup’tan yola çıkarak felsefenin sefaleti ve İslam geleneğinin korunması meselesini tartışıyor. Şerif Mardin’in tebliği “Necip Fazıl ve Nakşibendilik” alt başlığını taşıyor. Ust başlıktan modern Türkiye’de laikleş­menin etkileri çerçevesinde aydın ile kültürel değişme arasındaki ilişkiyi aydınlatmaya çalıştığını anlıyoruz. Der­lemenin en ilgi çekici bölümlerinden biri Michael Me- eker’m: “Müslüman Aydın ve Sözüne Kulak Verenler.” Bugün, Meeker’m tesbitlerinden bir kesit sunmaya çalışa­cağım.

Meeker’a göre, son onbeş yılda, “Müslüman aydın” veya “İslamcı aydın” diye adlandırılan yeni bir tür köşe yazan ve denemeci, tahsilli Türk müminleri arasında dik­kate değer sayıda dinleyiciyi kendine çekti. (Bunlar üzeri­ne yazı yazanlar İslamcı aydın tabirini kullanırken, kendi­leri çoğunlukla Müslüman aydın tabirini tercih ediyorlar.) Müslüman aydın, Cumhuriyet rejiminin siyasî ve kültürel kurumlarını eleştirirken, Türkiye Müslümanlarının hayat tarzlarının yeniden-İslamîleştirilmesi çağrısında bulun­maktadır. Her ne kadar İslamcıların yüz yıllık Batılılaşma eleştirilerine medyun-u şükran ise de, yeni Müslüman ay­dın daha çok 1950-sonrası laik Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir. Bu arkaplan onu Türkiye’de daha önceki İslamcı düşünürlerden ayırmaktadır. Düşüncesinin büyük bir bö­lümü İslamcı direnme ve muhalefet geleneğine tetabuk etmekle beraber, kullandığı dil, andığı veya tahlil ettiği eserler, Batıcılık ve laikliğe karşı tutumu ve söyleminin daha az ele gelir veçheleriyle alışılmadık bir tiptir. »

Müslüman aydın otuz-elli yaş arasındadır ve İstanbul veya Ankara’da ikamet etmektedir. Taşradaki bir kasabalı veya memur ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, ilk, orta ve liseyi taşrada bitirmiştir. Sonra Ankara veya İstan­bul’un yolunu tutarak, oralarda bir veya daha fazla Türk üniversitesinde laik yüksek öğrenim görmüştür. Çalışma­ları fen veya mühendislikten ziyade beşeri bilimler veya sosyal bilim sahalarında temerküz etmiştir. (Türkiye’deki Müslüman aydının bu özelliği İslam dünyasındaki Müslü­man radikallerinkinden farklıdır. Sivan'ın tesbitine göre, radikaller daha ziyade teknik bir eğitimden geçmektedir- < *                                                                                                                           r *

ler.) Üniversiteyi bitirdikten sonra, Ankara veya İstan­bul’un daimi mukimi haline gelmektedir. Türkçeden baş­ka bir veya iki Avrupa yahut Orta Doğu dili bilmektedir. Batı edebiyatı, felsefesi veya sosyal tarihine ciddi ve uzun

ömürlü bir alakayla eğilmiştir ve eserlerinde İslâmî otori­te veya kaynaklardan daha çok Batılı yazarlara atıflar var­dır. Fakat Müslüman alimlerin fikir ve eserlerini de sıkça zikreder ve bazan uzun uzadıya tartışır.

«                                                                                                                          ta

Meeker, bu ön bilgilerden sonra ismet Özel’den hare­ketle “Müslüman aydının kültür siyasetini değerlendiriI

yor” ve Ozel’in eserlerinden altı uzun çeviri yapıyor.

RADİKAL VE MÜSLÜMAN

Michael Meeker’a göre, kendini yabancı sosyal çev­relerden tecrit etmeye meyyal muhafazakâr mümin, Müslüman aydını laik aydından pek farklı görmemekte­dir. Müslüman aydının yeni Türkçeyi akıcı bir üslupla kullanması, bazan Batılı modalara dayanıyor gibi olan tahliller yapması ve Avrupa siyaset felsefesinin meselele­riyle fazlaca haşır neşir olması muhafazakâr mümini te­dirgin etmektedir. Aynı zamanda, Müslüman aydının Batı ve İslam kültürleri arasında köklü bir fark bulup ortaya çı­karmasından da rahatsız olmaktadır. Bu bakımdan Müslü­man aydını “modemist”, “radikal”, “solcu”, “Humeynici” ve hatta “Şii” sayarak reddedebilmektedir.

Her ne kadar Müslüman aydın bazı muhafazakârlarca aşın biı tip olarak resmediliyorsa da, çağdaş İslam funda- mentalizmine dair Batılı çalışmalarda ortaya çıkan “radi­kal İslamcı” tipten uzaktır. Radikaller Batıyı topyekün “şer” kaynağı sayıp reddederken, Müslüman aydın önce Batı’yı anlamak istemektedir. Temel İslâmî ilkelere mü­racaatla, Batı medeniyetinin bir tarih süreci içinde oluşu­munu tahlil etmekte, bu çabayı Batı’ya muhalefet projesi­nin ilk adımı olarak görmektedir. «

Türkiye’deki Müslüman aydınlar, öbür İslam ülkele­rindeki aydınlardan niçin bu kadar farklıdırlar? Bu soru­nun cevabı, onların okuyucularıyla paylaştıkları hayat tec­rübesinin unsurlarında aranabilir. Yeni Türk okuyucu nesli, aldıkları tahsil gereği Batı entellektüel ve kültür akımlarına yakından aşina olan, Batı medeniyet ve kurumlan hakkında “doğrudan” bilgi ve tecrübe sa­hibi olan bir nesildir. İslâmî kimliklerini Batı ile doğ­rudan temas sayesinde keşfetmişlerdir.

Müslüman aydınların temsilcisi sayılabilecek çok sa­yıda yazar arasında özellikle bir tanesi Türk okuyucuları tarafından nispeten daha fazla tanınmaktadır. Bu, bir zamanlar Ankara ve İstanbul kafelerindeki Bohemci aydın­lar arasında yer alan bir şahsiyetken, bugün hem laikler hem de İslamcılar tarafından en özgün Müslüman aydın kabul edilen İsmet Özel’dir. İsmet Özel’in ilk deneme kitabı olan Uç Mesele, İslamcı düşüncede yeni bir hareket noktasıdır. Diğer Müslüman aydınların eserleri üzerinde güçlü bir etki uyandırmıştır ve Türkiye’deki bu yeni dinî yönlenmenin manifestosu sayılabilir.

Meeker’ın ismet Özel tahlilini bir sonraki yazıda özetleyeceğim. Bu yazıyı, iki yıl önce Dergâh dergisinin soruşturmasına verdiğim kısa bir cevapla noktalıyorum: “İsmet Özel’in düşüncesi, Müslümanlar bakımından en az şiiri kadar önemli ve etkilidir. Uç Mesele, ufuk açıcı bir ilk çalışma. ‘İslamcı aydınlar’ henüz bu kitabın sınırların­dan öteye geçebilmiş değiller.”

MÜSLÜMAN AZINLIK

İsmet Ozel’in laik, solcu bir şairden Müslüman savunu­cu ve tahlilci olma istikametindeki kişisel dönüşümü (Meeker burada conversion/dönme terimini uygun gör­meyip transformasyon/dönüşüm kelimesini kullanıyor.) İslamiyet’in Türkiye Cumhuriyetiyle ilişkisi üzerinde fi­kir yürütmemiz bakımından onu çok iyi bir konuma yer­leştirmektedir. Birçoğu beşyüz kelimeyi geçmeyen kısa denemelerinde kendi kişisel tecrübesini gözden geçirmek­te ve kendini Türk toplum ve tarihinin bir ürünü olarak değerlendirmektedir. Bu yaklaşım ona İslâmî inançlarını en yakın çağdaş hadiseler bağlamına yerleştirebilme im­kânı vermektedir. *         • •

İsmet Özel, kendisi gibi Batıcı etkilerden derin biçimde etkilenmiş Müslümanlara özel bir rol biçmektedir. Türkiye’de İslam’ın kaderinin Müslümanların topyekün is­tikbaline işaret ettiğini, çünkü Türkiye’nin diğer bütün İslam ülkelerinden çok daha şiddetli biçimde Batı­lılaşmadan etkilendiğini ileri sürmektedir. Bu yöneliş Ozel’in denemelerine öbür Müslüman yazarların eserle­rinde görülmeyen bir tazelik vermektedir. Kur’an ve Hadis’i zikreden geleneksel İslam’ın bir temsilcisi sıfatıyla değil, Türkiye’de sanat, müzik, edebiyat ve tarih üzerin-

de kışkırtıcı yorumlar yapmasını mümkün kılan Cumhuriyet toplumunun içindeki adam sıfatıyla yazmaktadır. İslâ­mî kurumlara yönelik laikçi eleştirilere, çoğu zaman onla­rı yönlendiren riyakârlık, tekebbür ve diktacılık maskele­rini düşürmek suretiyle cevap verdiği denemelerinde us­talığının zirvesine çıkmaktadır.

Hülyalardan sıyrılmış bir solcu olarak ismet Özel aynı zamanda İslam’ı 1960 ve 70’lerin sağ-sol ideolojik tartış­ma ve kavgalarından kaçış olarak görmeye meyyaldir. Okuyucularını İslâmî bir kimliği, Batı veya Doğu blokla­rının sunduğu alternatiflerden kesinlikle farklı olan üçün­cü bir yol olarak benimsemeye teşvik etmektedir. Dene­melerinde, dindarlık hem huzur veren bir melce, hem de Türk toplumunun bir parçası olan şiddetli siyasî husumete aktif bir cevap olarak boy göstermektedir.

Özel, birçok muhafazakâr Müslümanın kanaatlerini sarsmakta da tereddüt etmemektedir: Türkiye’deki Müs­lümanların, Allah onlardan yana olduğu için her şeyin bir şekilde yolunda gideceği düşüncesiyle yan gelip yalama­yacakları ikazında bulunmaktadır. Nefslerini murakabe altına almalı, ferdî eylem için bir program geliştirmelidir­ler. Bu onların bir takım nahoş gerçekleri kabul etmelerini gerektirecektir: Müslümanlar Türkiye’de büyük çoğunluk değil, küçük bir azınlıktırlar. Birlik içinde değildirler ve hiçbir zaman bir tek çeşit Türk Müslüman olmayacaktır.

Hakiki Müslümanlar küçük bir azınlık olsalar da, İslam Türkiye’deki büyük çoğunluğun inanç ve uygulamalarındaki gözükmeyen (latent) boyuttur. Dolayısıyla, İslâmî bir hareket bu daha derin ve yüce tutulan değerlerin temsilci­si olduğu ölçüde halk adına hareket edebilir.

TAPINAKTAKİ BUHAR MOTORU

Fazilet Koleji ile Data Teknik Bilgisayar şirketi ortak­laşa bir sempozyum düzenlediler: “Bilgi Toplumu ve Eğitimimiz”. Bu sempozyumda konuşan değerli bilima- darm Toygar Akman’dan Cizreli Ebu’l İzz’in geliştirdiği robot makinalann hikâyesini dinleyince, bilim ile sanayi ilişkisine ve farklı toplumlarda teknolojiden beklenen hiz­mete dair bir değerlendirme yapmanın yararlı olacağım düşündüm. Önce, Fransız tarihçi Braudel’den, İskenderi­ye’de bundan tam 2000 veya 2100 yıl önce geliştirilmiş olan buhar motorlarının hikâyesini dinleyelim.

Üstada göre, bir takım icatların yapılmış olması hemen bir sanayi devrimine yol açmaz. Önemli olan, ekonominin sözkonusu icatları kullanabilme kapasite­sine ulaşması, o icatların sağlayacağı katkıya ihtiyaç duyacak hale gelmiş olmasıdır. Başarılı bir devrim, top- yekün bir gelişme sürecini gerektirmektedir. Bir toplum ve ekonominin bütün kesimleri bu süreçle alakalıdır ve değişime eşlik etmek, değişimi sürdürmek ve fiilen deği­şime uğramak yeteneğinde olmalıdırlar. Her sanayi devri­mi bir unsurlar bileşimidir, bir “aile kompleksi”, bir deği­şik faktörler dizisi. Bazan bir icat tecrit edilmiş halde boy verir, parlak ama işe yaramaz, verimli bir beynin kısır meyvesi; duyan bile olmaz. Bazan bir çeşit take-off vuku bulur, belki enerji alanındaki bir devrimin, tarım veya za­naat teknolojisindeki âni bir ilerlemenin, pazarlamadaki bir sıçramanın veya nüfus artışının sonucu olan bir hava­lanma: Bir ilerleme fışkırması olur, motor başlama nokta­sındaymış gibi görünür; sonra herşey durma noktasına ge­lir.

Büyük tarihçi tahlilini şöyle bağlıyor: “Hiçbir sanayi devrimi, hatta daha geniş anlamda üretim ve mübadelede hiçbir ilerleme tam olarak bilimsel ve ekonomik bir süreç sayılamaz. Ekonomi insan hayatının diğer kesimlerinden tecrit edilmiş halde mevcut olamaz; ekonomi onlara, on­lar da ekonomiye bağımlıdırlar.” Braudel, çarpıcı bir ör­nek olarak Batlamyus Mısır’ını veriyor. Buhar motoru, Deniş Papin veya James Watt’dan 18 veya 19 asır önce, MÖ 100 ila 50 arasında İskenderiye’de icat edilmiş bulu­nuyordu. Belli bir mesafeden ağır bir tapınak kapısını açıp kapayan bir mekanizmayı işletebilen aeolipile adı verilen bir çeşit buhar türbünü Mısırlı bir “mühendis” ta­rafından icat edilmişti.Bu icat, başka birkaç icatm peşin­den yapılmıştı: emme pompası, basma tulumba, termo­metrenin bazı ilk örnekleri, çeşitli savaş motorları... Bun­lar ya sıkıştırılmış havaya veya büyük yaylara .bağlı ola­rak çalışıyorlardı ve çoğunun pratik olmaktan ziyade te- orik önemi vardı. O uzak günlerde, İskenderiye zonkla' yan bir icat merkeziydi. Bir iki yüzyıl önce, birkaç devrim vuku bulmuştu zaten: kültür, ticaret ve bilim devrimleri:

Oklid, Batlamyus ve Eratostenes’in çağıydı bu. Üçüncü yüzyılın başlarında, şehirde yaşadığı sanılan Dicaearchus “haritada, Cebelitarık Boğazımdan Toroslar ve Himalaya- lar üzerinden Pasifik Okyanusu’na uzanan bir arz derece­si çizgisi çizen” ilk coğrafyacıydı. Üçüncü yüzyılda İs­kenderiye’nin bir mühendislik okulu bile vardı. (Civiliza- tion and Capitalism, III, s.543.)

Bu icatlar niçin birbirlerinden güç alarak bir sanayi dev- rimine dönüşmedi? Çünkü köleci toplumda ihtiyaç du­yulan enerjiyi temin edecek bol sayıda köle vardı. O zamana kadar mevcut olanlardan daha güçlü enerji kaynaklarına ihtiyaç yoktu. Böylece Hellen toplumu, “mühendislerinin” icatlarına kayıtsız kaldı.

Yukarıda sözünü ettiğim sempozyumda konuşan Dr. Şa- kir Kocabaş, insanların çağlar boyu tıpkı canlılar gibi oto­matik işler yapan makinalara büyük ilgi ve hayranlık gös­terdiklerini dile getirdi. “İnsanlarda sanki canlılığı taklit eden makinalar, süs eşyası ve oyuncaklar yapma derinden gelen bir arzu olarak bulunmaktadır.” Kocabaş’a göre, Abbasiler zamanında Musa Kardeşlerin yaptığı ve hidro­lik prensiplerine dayanan çok çeşitli otomatik aygıt tasa­rımlan, Selçuklular zamanında Ebül İzz’in yaptığı otomatlar İslam bilim ve teknoloji tarihinde en çok bilinen çalışmalardır. Bu çalışmalar daha sonra Endülüs ve Orta Doğu yoluyla Avrupa’ya geçmiş ve birçok Avrupaiı me­kanikçi tarafından geliştirilmiştir.

ABDEST ALDIRTAN ROBOT

İnsana benzeyen makineler yapma fikrinin yirminci yüzyıldaki öncülerinden biri, Çek piyes yazarı Karel Çapek. 1920 yılında yazdığı Russumun Universal Ro­botları adlı piyesinde, Çekçe robota denilen işçilerin gö­revlerini yapacak olan makinelerin, tıpkı insanlar gibi söz dinleyebileceklerini ve akıllı davranışlarda bulunabilecek­lerini ileri sürmüştü.

Toygar Akman’a göre, insana benzeyen makineler yap­manın tarihi oldukça eski. Hz. Isa'dan 700 yıl önce Çin bilgini Yang Wu Lien, otomatik bir dilenci keşiş yapmıştı. Omuzuna asılı olan çanta belirli bir ağırlığa ulaşınca veya çekilince, Sadaka!.. Sadaka!., diye ses çıkarıyor­du. Yine Çinli Han Çih-Ho, 890 yılında tahtadan ve zıp­layan bir kedi yapmıştı. Alman bilgin ve filozof Albertus Magnus onikinci yüzyılda otomatik bir hizmetçi yapmıştı. Robot hizmetçi, kapıyı açarak misafirleri selamlıyor ve onlara birkaç kelime sesleniyordu. Onbeşinci yüz­yılda Leonardo de Vinci pekçok otomatik makineler yap­mıştı. Bunların en ilginci, Fransa Kralı 12. Lui şerefine yaptığı aslandı. Kral Milano’ya geldiği zaman, Otomatik Aslan, KraFı şehrin girişinde karşılamış, biraz ilerle­dikten sonra önünde durmuş ve göğsünü gösterecek

biçimde pençelerini kaldırarak, Fransa kralının ar­ması olan Zambak şeklini göstermişti. Descartes ve Edison, sonraki yüzyılların ünlü robot tasarımcıları ara­sında zikredilebilir.

Toygar Akman, 1972 ylında Diyarbakır kütüphanesinde İbrahim Hakkı Konyalı’nın “800 Yıl Önce Türk Saray­ları Makineleşmişti” başlıklı makalesini görünce çok şa­şırmış. Yazar, Selçuklu boylarından Artuk Türklerinin Di­yarbakır’ı başkent yaptıklarım ve güneye doğru uzanarak Kudüs’e kadar indiklerini, bu bölgede ileri bir medeniyet kurduklarını belirtiyormuş. Artuk beylerinin saraylarını bilim adamlarına açtıklarını, bu bilginlerden Cizreli Ebu’l Izz’in pek çok robot adamlar yaptığını, kitabının orijinalinin İstanbul’da Üçüncü Ahmet Kitaplığı’nda, bir örneğinin de Ayasofya Müzesi’nde bulunduğunu söylü­yormuş. “Yazıda yer alan robot adamlar, insanda hayret duyguları uyandırıyor”muş.

Akman, kitabın orijinalini bulduktan sonra, araştırmala­rını derinleştiriyor; kitabın kısmen Almanca’ya çevrildiği­ni, Ayasofya’daki eserin 66 sayfasının çalındığını, kitap­taki taslaklara uygun robotların Prof. Wideman tarafından yapıldığını ve bunların Erlangen Üniversitesi’nde bulun­duğunu öğreniyor. Batıhlann Ibn-al Razzas Cesari de­dikleri bilginin eseri 1974 yılında Donald Hill tarafından İngilizce’ye çevrilerek yayımlanıyor (The Book of Knowledge of Ingenious Mechanical Devices).

Ebu’l Izz, otomatik hareketi hangi güç kaynaklarıyla sağlıyordu? “Bunlardan biri, suyun basıncı ile Havanın Etkisi, suyun kaldırması ile Şamandıraların Etkisi ve mumun erimesiyle meydana gelen Ağırlık Kaybedilme­sinden Hasıl Olabilecek Hareket. Bir an insanın aklı al­mıyor! Ancak, Ebu’l îzz, Artuk Beyi Ebu’l Feth Mahmud ibn Mehmed ibn Karaaslan için yazdığını söylediği kita­bında, hükümdar ve kardeşine 25 yıl otomatik makineler yapmış ve işletmişti.”

Cizreli bilginin otomatik saatlerinden biri şöyle çalışı­yordu: Sistem, suyun yükselmesi ile harekete geçen şa­mandıranın bağlı olduğu iple makaraları döndürüyor, böylece iki “robot adam”ın biri yazıcı, diğeri de hesapla- yıcı olarak zamanı (saati) işleyerek gösteriyorlardı. Tıpkı eski bilgisayarlardaki Okuyucu ve Yazıcı kafalar gibi, sis­tem işliyor, su aktığı müddetçe saatin kaç olduğu tesbit ediliyordu.

Hükümdar, bilginimize, elleri kirli olan hizmetçilerin kendisine ve misafirlerine hizmette bulunmasını doğru bulmadığını, bu sebeple misafirlerine hizmet edecek robot adamlar ile kendisinin temiz abdest almasını sağlayacak makineler yapıp yapamayacağını sormuştu. Ebu’l İzz, Ar- tuk hükümdarının bu isteklerini yerine getirmiş ve kısa zamanda istenen robotları yapmıştı. Otomatik Abdest Alma Makinesi şöyle çalışmaktaydı: Hükümdar makine­nin yanına yaklaştığında, işlem başlıyordu. Makinenin üs­tünde bulunan tıpanın çıkartılması ile içeriye dolan hava, depoda bulunan suyun aşağıya akmasına yol açıyordu. Aşağıda su yüzeyinde bulunan şamandıra ise suyun akışı­na bağlı olarak yükselip kendine bağlı olan Robot Ada­mın kolunu harekete geçiriyor ve Robot elindeki ibriği eğerek, suyu hükümdarın ellerine dökmeye başlıyordu. Abdest alma işi tamamlanırken, yükselen şamandı ra ikin­ci kolu harekete geçiriyor, bu sefer Robot sol elinde tuttu­ğu havlu ve tarağı Hükümdara uzatıyordu.

Tabiata hükmetme arayış ve ihtiyacı içinde olmayan ka­dîm toplumlann teknolojiyle ülfetleri bu sınırlar içindey­di. Bugün, tabiatı ve insanları hükmü altına almada tekno­lojiyi basit bir araç düzeyine indirmiş bir medeniyet cami­asıyla hesaplaşırken, tabiata ve insana “İlahî bir emanet” muamelesi yapan geleneksel toplumlann zili niyetleriyle irtibat içinde olmalıyız. Böyle bir tutum, hem eşyaya dair bilginin ilelebet bir medeniyetin tekelinde kalamayacağı­nın bilinmesi, hem de yaşanmaya değer bir hayatın inşâsı için elzemdir.

KAHRAMANSIZ TOPLUM

Sayın Mustafa Özel. Geçmişte birçok kahramanımız yaşamış. Tarihimiz bunların şereflendirdiği altın say­falarla dolu. Bugün niçin kahraman çıkaramıyoruz? Nesil mi bozuldu? Genlerimizle mi oynandı? Kahramansız top­lum olma vasfımız daha ne kadar sürecek?

Bu türden soru soranlara önce Sezai Karakoç’un “Ço­cukluğumuz” şiirinden mısralar okuyorum. Yaşadığımız çelişkiyi hiçbir toplumbilimcinin iyi bir şair kadar dile ge­tirebileceğine inanmıyorum çünkü.

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde

Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı biti darağacından

Asya’da, Afrika’da, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık

Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü

Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmaktan bir sedef her çocukta

Babam lâmbanın ışığında okurdu

Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık

Fetihlerde bayram yapardık

İslâm bir sevinçti kaplardı içimizi

 

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık

Be diri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyuyamazdık

Şimdi hiç birinden eser yok

Gitti o geceler o cenk kitapları

Dağıldı kalelerin önündeki askerler

Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi

(ŞiirlerIV, Diriliş Yayınları, 1975)

Kahramanlarını yaşadığı güne taşıyamayan bir millet, tarihin inşâsına etkin biçimde katılamaz. Başkalarının ya­pacağı bir tarihin malzemesi olur ancak. Çocukluğumu­zun Alisi, Hamzası, Seyyid Battalı yetişkinlik çağımızda bize bir şey söylemiyorsa, onları çevremizde göremiyor, teşhis edemiyorsak; Bedrin, Hayber’in simgesel karşılık­larını bulamıyorsak, hayatımızın özsuyu çekilmiş, irâde sahibi varlıklar olduğumuz şüphe dairesine girmiştir.

Belli bir yaşa ulaştıktan sonra, aklı duygularına baskın gelmeye başlayan genç adamın, elinde kılıçla Battal Ga­zi’nin Diyâr-ı Rûm üzere sefer eylemesini gözünde can­landırması tabiatıyla güçleşir. New York’tâki Türk Gü­nü’nde kılıç kalkan ekibinin seyircilerin bir çoğunu kor­kutup kaçırması gibi, Kapıkule’yi elinde kılıçla geçen Battal’ın nasıl gülünç bir duruma düşeceği ortada. O hal­de cenk kitaplarımızdaki kahramanları bugün nasıl yaşa­tacağız? Kimdir bugünün Alisi, Hamzası, Battalı?

Sanayi Devrimi, toplumsal gücün kaynağında bir tahav- vüle yol açtı. Kas kuvvetinin yerini, toplumsal örgütlen­me ve o örgüt içinde cansız enerji kaynaklarından (maki­nelerden) daha fazla yararlanma aldı. “Doğu” toplamları­nın bireyleri, “Batı” toplumlarının bireylerinden tek tek daha güçlü, hatta daha akıllı olabilirdi. Ama Batılının “toplumsal aklı” daha çok güç üretiyordu artık. Zamanın kahramanı, bu süreçte toplumsal etkinliğe en çok katkıda bulunandı.

Sanayi sonrası dönüşümü yaşıyoruz bugün. Anahtar kavramlarımız: Bilgi, teşebbüs, rekabet. Kahramanlık ru­hu ancak bu alanlarda ete kemiğe bürünebilir artık. Bilgi­li, müteşebbis, yarışan bir cemaatin üyeleri olmak zorun­dayız. Hikmetle irtibatlı bilgi, umumun menfaatini kolla­yan teşebbüs, hayra yönelik yarışma. Aksi halde, hiçbir kaleyi kuşatamaz, hiçbir fetihte bayram yapamayız.

GÜNDÖNÜMÜ

Ve tilke’l eyyamu, nudaviluha beyne-n nâs (Al-i Imrân, 140). “Biz şu günleri insanlar arasında dön­dürüp dururuz.” Zafer günleri, bozgun günleri. Hiç biri ebedî değil. Bu ayet-i kerime, Uhud savaşında Müslü­manların uğradığı geçici başarısızlık üzerine indirilmiştir. Bir önceki ayet şöyledir: “Gevşemeyin, üzüntüye kapıl­mayın. Eğer kalpten inanmışsanız, üstün gelecek olan sîzsiniz.” Bedir’de Müslümanlar kendilerinden sayıca çok fazla olan müşrikleri yenince, beşerî durum gereği, gurura kapılmışlardı. Uhud’daki yenilgi ise onları mah­zun etmişti. Yüce Yaratıcı, bütün bu durumların "geçicili­ğine” işaret buyurmaktadır: “Eğer siz (Uhud’da) bir acı­ya uğradınızsa, (Bedir'de de) o kavim aynı acıya uğra­mıştır. İşte biz bu günleri insanlar arasında döndürüp dururuz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.”

Allah Elçisi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) muhatap olduğu küçük topluluk­ların serüvenleri aslında insanlığın serüveninin bir icmali­dir. "Günler”, belirli coğrafyalardaki toplumlar ("medeni­yetler”) arasında döndürülmektedir. Bundan tam bin yıl önce, dünya İktisadî hayatının çekim merkezi Çin’in doğusundaki Pasifik kıyıları idi. Islâmiyetin yükselişiyle, çekim merkezi Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’e kaydı. Onbirinci asırdan itibaren Güney Avrupa yükselmeye başladı; onaltıncı asırdan itibaren Kuzey Avrupa ( Atlan­tik). Yirminci yüzyılda, dünya ekonomisinin çekim mer­kezi Doğu Pasifik'e (ABD) kaydı. Şimdi Pasifik’in batı­sına, yani Çin’in doğusuna kayıyor. Böylece bin yıl için­de “küresel” bir çevrim tamamlanmış oluyor. Gündönü- mü yaklaşıyor.

Bin yıl önce, Çin’de Sung hanedanı hüküm sürüyordu. Onuncu asırdan onüçüncü asrın sonlarına kadar üstünlü­ğünü devam ettiren Çin “medeniyeti” geçmişten çok sayı­da dikkate şayan teknolojiler tevarüs etmişti. “Sung Çin’inin malzeme hurcu, Orta Çağ Avrupa’sında şahit olacağımız şeylerin büyük kısmını haber veriyordu” diyor Eric Jones. Asya’nın başka yerlerinde ve ta Avrupa’ya kadar meydana gelen ticarileşmenin büyük bölümü Çin fikirlerinin batıya doğru yayılmasının eseridir. Bu yayılma, Sung hanedanı bozkırdan gelen istilacıların ege­menliğine girdikten sonra da devam etti, tıpki ölü bir yıl­dızdan yeryüzüne ulaşan ışıklar gibi.*

Bugün dünyanın en büyük ve en hızlı büyüyen ekono­mileri yine Pasifik kıyılarında kümelenmiş bulunuyor: Ja­ponya, Kore, Tayvan, Tayland, Malezya, Endonezya ve (en önemlisi) Çin. Asya Pasifik ekonomisinin yükselişi modern iktisat coğrafyasının hakim gerçeği, yirminci yüz­yıl iktisat tarihinin en çarpıcı hadisesidir. Modern talihte, Avrupa ve AvrupalIların yerleştiği diğer bölgelerin dışın­da kalan büyük bir kültür bölgesinin gerçekleştirdiği ilk “sürdürülebilir büyüme" başarısıdır bu.

Söz konusu “yükselme”nin niçin ve nasıl gerçekleşti­ği kadar, kültürel bakımdan kapitalist dünya sistemi­ne bir alternatif sunup sunmayacağı da çok önemlidir. Japonya dışındaki Doğu Asya hamlesinin büyük ölçüde “Batı-eksenli” olduğu aşikârdır. Kapitalist ülkeler arası yoğun rekabet birçok sanayi sektöründe coğrafî yeniden- yerleşimleri zorunlu kılmış, 1965-90 arası çeyrek yüzyıl­da en emin bölge olarak Doğu Asya seçilmiştir. Özellikle Çin ile Japonya’nın bu yeni dönemdeki kültürel yöneliş­leri çok önemli olacaktır. Bakalım “şahidler”den olmayı mı, yoksa Avrupaiı selefleri gibi “fasidler”den olmayı mı tercih edecekler. Ve bakalım post-modem dünyanın Müs­lümanları onlara nasıl yardımcı olabilecek!...

* Corning Full Circle: An Economic History of the Pasifle Rim, Oxford: Westview, 1993, s. ix.

MEDENİYET VE TIB

“Bu beden doktorları pek bilgilidirler. Senin hastalıkla- rint senden iyi bilirler! idrara bakıp ahvalini anlarlar. Sen hastalığını o tarzda bilemez, teşhis edemezsin. Sonra, na­bızdan, benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusu­nu alırlar.” Mevlana Celaleddin, Mesnevi’de böyle tanım­lıyordu doktorları.

Tıb ve eczacılık, insanın kendisi kadar eski bilimler. Elimizdeki ilk Budist kaynaklar sık sık hekim Jivaka’nın muhteşem cerrahî ameliyatlarının hikâyelerini anlatıyor. Milattan önce üçüncü asra ait Mahavagga ve Majihima- Nikaya’lar cerrahlıktan söz ediyor, hekim Asoka’nın tıbbî bitkiler yetiştirdiğini, insanlar ve vahşi hayvanlar için has­taneler kurduğunu bildiriyorlar. Çaraka ve Susruta gibi ünlü tıb kitaplarının MS 800 yıllarında Arapçaya çevrildi­ği biliniyor.

Kadîm Yunan’da bilimsel tıbbı kurumsallaştıran, Hi- pokrat. Bugün elimizde bulunan 70 eser dolayındaki Hi- pokrat külliyatının tamamen ona ait olmadığı, bir kısmı­nın daha sonra onun izinde yürüyenlerce yazıldığı tahmin ediliyor. MÖ 400 yıllarında yaşayan Hipokrat, “İnsan sev­gisinin bulunduğu yerde, sanat sevgisi de vardır” sözüyle, kendinden sonra gelen birçok hekime rehber olmuştur.

Sanattan kasdı, insani, hastaya derinden saygılı, çıkar gözetmeyen, düzenli ve bilgili, sükûnet içinde icrâ edi­len tıb mesleğiydi. “Hekim Apollo adına, Asclepius, Heygieia ve Panacea adına, bütün tanrı ve tanrıçaları da tanıklığa çağırarak ant içiyorum: Gücümün ve muhake­memin elverdiği ölçüde bu andı ve bu yazılı misakı yeri­ne getireceğim.” Bugün temel tahsillerini bitiren bütün doktor adaylarının içtiği ünlü Hipokrat andı böyle başlı­yor. (Müslüman doktor adaylarına yukarıdan dayatıldığı için, onlann da çoğunlukla ‘gıcık kaptıkları’ bu ant, son derece İnsanî bir mesaj taşıyor. Ne idarecilerin bu mesajı bulanıklaştırmaya hakları var; ne de gençlerin Yunanî di­ye karşı çıkmaya. Yunan tanrılarını saymazsınız, olur bi­ter!)  

İslam medeniyeti hekimi, hakim (hikmetli kişi, bilge) * mevkiine yüceltti. “Tıpkı matematik alanında, İslam’ın merkezî öğretisi olan tevhîd ve uygulamalarının Pisagor- cu sayılar teorisiyle uyumlu hale getirilmesi ve Grek ma­tematiğinin Lslamî perspektif ile bütünleşme imkânının sağlanması gibi, uyum ve denge denilen başka bir temel İslâmî öğreti de Hipokrat ve Galenci geleneklere dayanan felsefenin Müslümanlar tarafından kolayca hazmedilme­sin! sağladı.”*

İslam medeniyeti daha başlangıç döneminde tıb ilmine olağanüstü bir önem verdi. Latin dünyasında Rhazes adıyla tanınan Razi 100'den fazla tıbbî eser yazdı. En ün­lü kitabı olan "‘Çiçek Hastalığı ve Kızamık” Latinceye çevrildikten sonra 1498-1866 arasında kırk defa basıldı. “Çiçek hastalığı sürekli bir ateşle başlar, sırta ağrı verir, burnu kaşındırır ve uykuda titretir insanı.” Razi'nin diğer ünlü kitabı El-Hâvî, Suriye kanalıyla hemen hemen bütün Grek tıb ilmini ihtiva etmektedir. Bu kitap 1279’da Sicil­yalI Yahudi hekim Ferec ibn Selim (Farragut of Girgenti) tarafından Latinceye çevrilir. ibn Sina veya Batı dünyasındaki yaygın adıyla Avicenna hem İslam dünyasının, hem de bütün ‘"Orta Çağlar”ın en büyük tıb bilgini kabul edilir. El- Kanun fi’t-Tıbb, bu sahada yazılan en büyük sistematik eserdir. Onikinci asır­da Latinceye çevrilen Kanun, o kadar talep edilen bir ki­tap haline geldi ki, 15. asrın son 30 yılında tam 16 defa ♦ [**] • yayımlandı. Ustad, Semum (Zehirler) bölümünde, “insan ve dört ayaklı hayvan ısırması hakkındadır” alt başlığı ile kuduz hastalığını inceler, ibn Sina’nın kuduzla ilgili teda­vi yöntemleri Osmanlı hekimlerince 19. asrın sonlarına kadar aynen uygulanır. Pasteur’ün kuduz aşısını buluşun­dan bir yıl sonra (1886), II. Abdülhamid hekim Zoreros Paşa, hekim Miralay Hüseyin Remzi ve Kaymakam Vete­riner Hüsnü Bey’den müteşekkil bir heyeti Paris’e gönde­rir. Pasteur’ün kendisinden kuduz aşısının hazırlanışını öğrenen heyet 1887’de Dar-ül Kelb ameliyathanesinin açılmasına önayak olur.

Sonra? Eh, bundan sonrasını da bir “iktisatçı nın anlat­ması biraz ayıp olmuyor mu? Ehliyetli hekimlerimizin katkısını bekliyoruz.

SİYAH ATENA

Martin Bernal’in Avrupa’nın kültürel kibrine ağır bir darbe indiren kitabı birkaç yıldır İz Yayıncılık mut­fağında çile dolduruyor. Dosyalarımı karıştırırken, yedi yıl önce South ve Inquiry dergilerinden kitapla alakalı tuttuğum notlara gözüm ilişti. Black Athena gün yüzü görünceye kadar, Bernal’in fikirlerinin bir icmalini oku­yucuya sunmak faydalı olur düşüncesiyle, tuttuğum notla­rı aktarıyorum.

Gana’nın İngiliz sömürge yönetiminden kurtulduğu heyecan dolu yıllarda, siyahların “ilerlemesi” hususunda söyleyecek sözü olan her siyah, entellektüel metaını pa­zarlamak için Akra’ya koşuyordu. Amerikalı sanatçı Earl Sweeting de bunlardan biriydi. Metaı tarihti Sweeting’in; posta kartlarına şu meydan-okuyan tarihî görüşleri resme­diyordu: “Matematiği eski Mısır’da Afrikalılar geliş­tirdi”, “Yunanlılar mimarîyi Afrikalılardan öğrendi”, “Yunan’a felsefeyi Afrikalılar öğretti”... Birçok Afrika­lı, beyinleri sömürgeleşmeden henüz kurtulmadığı için, Sweeting’in iddialarına şüpheyle baktı. Onlara öğretilen tarihe göre, Yunan medeniyeti bütün modern bilginin ken­disinden aktığı bir kaynaktı. Afrikalılar Yunan’a ne ver­miş olabilirdi?

O günlerde Akra’ya gelen meşhur aydınlardan biri de müteveffa bilim tarihçisi J. D. Bernal idi: Science in His- tory’nin yazan ve Martin Bernal’in babası. Oğul Ber- nal’in Yunam bilginin kaynaklarına ilgisi o günlerde baş­ladı.

İsrailliler ile komşuları (özellikle Kenanîler ve Fenikeli­ler) arasındaki münasebetleri incelerken, Martin Bernal hayretle şunu keşfetti: İbranice ile Fenikece bırbirince an­laşılabilir dillerdi ve ciddi dilbilimciler her ikisini aynı Kenanî dilin lehçeleri sayıyorlardı, ibranice ile Yunanca arasında şaşırtıcı benzerlikler bulan Bernal, daha önce Çince, Japonca, Vietnamca ve bir Afrika dili olan Çiçe- va’yı incelediği için, Yunanca ile olan bağların gelişigüzel rastlantılar olduğunu kabul etmedi. Ona göre, birbiriyle teması olmayan diller için bu sayıda paralellik normal de­ğildi. Anladı ki Kenanî lehçeler Akdeniz’in her tarafında konuşuluyordu, özellikle Fenikelilerin seyahat ettikleri ve yerleştikleri yörelerde. Dolayısıyla, Kenanî kelimelere ses ve anlam bakımından benzeyen sayısız Yunanca kelime­nin Kenanîce/Fenikece’den alınmış olmaması için hiçbir sebep yoktu.

Bernal’in daha sonraki keşfi, Yunanca’nm oluşumunda üçüncü bir dilin rol oynadığıydı, “ikna oldum ki, Yu­nan kelime hâzinesinin yüzde 20-25’i ve Yunan tanrı­larının birçoğu ile yine birçok yer isimleri Mısır dilin­den geliyordu.” Yunan kelimelerinin yaklaşık yüzde 50’sinin de Hind-Avrupa menşeli olduğu bilinmektedir. Bu dilbilim gerçeklerini keşfettikten sonra Bernal, eski Mısır ile Yunan arasındaki ilişkileri daha yakından incele­meye başlıyor. Yunanistan’ın kurulduğu binyılda Mısır, Doğu Akdeniz’in o zamana kadarki en büyük medeniye­tiydi. Antik Yunan yazarları, Mısır dinine olan borçla­rı ve kültürün diğer veçheleri hakkında çokça eseryazmışlardı. Yunanlılar, kendilerinin Mısırlılar ve Feni­keliler tarafından sömürgeleştirildiklerine, kültürlerinin çoğunu bu sömürgecilerden aldıklarına hakikaten inanı­yorlardı. Oysa günümüzde Yunan’ı Mısır'a iliştirmeye karşı kültürel yasaklar vardı.

Bemal’in incelemeleri başka bir büyük sürprizle devam etti: Yunan medeniyetini eski Mısır’a bağlayan tarih görüşü aslında 19. yüzyılın başlarına kadar itibarday­dı ve bize öğretilen Yunan tarihi 1840’larda geliştiril­mişti. “Astour bana tarihyazımında Fenikelilere karşı ta­kınılan tavrın büyük ölçüde Anti-Semitizmden etkilendi­ğini öğretmişti; dolayısıyla, Mısırlıların bir kenara itilme­siyle 19. yüzyıldaki Kuzey Avrupa ırkçılığı patlaması ara­sında bağ kurmak benim için artık çok kolaydı.”

Bemal bir Afrikalı olsaydı, keşiflerinin değeri ne olursa olsun, Svveeting’in akıbetinden kurtulamazdı. Evet, Avru­palIların “daha aşağı” toplundan sömürgeleştirip onlara “medeniyet” öğrettikleri tarzındaki kibirli varsayımlar sa­dece geçersiz değil, aynı zamanda tarihî gerçekleri örten mahirâne uydurmalardı. Fakat bu uydurmacılığa karşı çı­kış basitçe yapılamazdı. Batı bilim kurumlarının öğrettik­leri “tarih”in böylesine büyük bir yalanı 100 yıl ayakta tutmuş olması insan aklına karşı haksız bir tecavüzdür. Ne var ki, suçlulan yargılamak için “nesnel” bir araştırmacı­ya veya en azından bu işte çıkarı olmayan bir bilim ada­mına ihtiyaç vardı. Dördüncü cildi tamamlanmak üzere olan Siyah Atena’nın yazan, bu tür bilginlerden biridir.

LİBERAL-ROMANTİK ŞOVENİZM

Bernal’i okurken, Cemil Meriç Hocayı hatırlamamak mümkün mü? Ümrandan Uygarlığa, “Yunan Muci­zesi” ile başlıyordu. Kostantinidi Efendi’den Sadullah Pa- şa’ya, Yahya Kemal’den Yakup Kadri’ye, Hasan Ali’den Sabahattin Eyüboğlu’na kadar Türk aydınlarının Yunan hayranlığım sergiledikten sonra, üstad 1870’de Paris’te yayımlanmış Les Grecs a toutes les epoques başlıklı ki­taptan hareketle bu temelsiz hayranlığın tenkidini yapı­yordu.* Kitabın yazan, ırkçı ülkedaşlarının hışmına uğra­mamak için adını gizlemiş? kendini “eski bir diplomat” diye tanıtmıştı. Giriş şöyleydi:

“Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla pa­lazlanmış. Hor görmüş alın terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetinin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle, biri hür. Bir kavim ki, bütün meziyetlere düşman: kabiliyete, asalete, servete. Kâh paralı asker, kâh haydut. Amacı tek: yağma. Her ha­yasızlığı tanrılaştıran bu kavim üç şeyde birinci: Kibirde, yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşe­sine oturtulmuş.”

Aydınlanma döneminin kimi düşünürleri, Yunan efsane­sinin farkındadırlar. Küçük Yunanistan’ın, bir-iki yüz millik karşı sahildeki Fenike ve özellikle Mısır medeni­yetleri tarafından etkilenmemiş olmasının imkânsızlığını bilmektedirler. Yunan’a ait birçok şeyin, Romalılardan bu yana abartılageldiğini de. “Çağının cahil aydınlarına Yu- nan’ın tahayyül ettikleri Yunan olmadığını ilk haykıran­lardan biri, Voltaire. İkinci Katerina’nın, sahiden her şeyi Yunanlılara mı borçluyuz? sualine verdiği cevap şu: Hayır efendim, Yunanlılar hiçbir şeyi keşfetmemiş. Pek az şeyi ıslah etmişler, hem de çok çok geç.”

Eflatun ve talebesi Aristo dahil olmak üzere birçok Yu­nan filozofu Mısır bilim ve düşüncesinin etkisine dair eserler vermiş, Aristo “Mısır’ın matematiğin beşiği ol­duğunu” yazmıştı (Rahipler kastının boş vakti çoktu ora­da). Aristo aynı zamanda MakedonyalI fatih Büyük İs­kender’in hocasıydı, Sasanî İmparatorluğu’nu fetheden ve İskenderiye şehrini kuran İskender. Mısır dinlerinin de- rin etkisinde olan İskender, Ammon’un Oğlu olduğu- * *                                                                                                                          

nu iddia ediyordu. Ölünce Mısır'a gömülen İskender’in peşinden gelenler, Mısır dinini yaygınlaştırıp, onun top­lumsal etkilerinden yararlandılar.

AvrupalIların Mısır kültüründen “gıcık kapmalarının” bir sebebi de, Mısır’da halk arasında sıcak karşılanan Hı­ristiyanlığın yükselişi ile geleneksel Mısır tanrıları arasın­daki mücadeleydi. Onsekizinci yüzyıla doğru, Almanlar Yunanca ile Almanca arasındaki dilbilimsel benzerliklerin Mısır hurafelerinden daha üstün bir kültür yakınlığı gös­terdiğini iddia ediyorlardı. Avrupa ilerici kıtaydı. Mısır veya Çin’de de matematikçiler, filozoflar, metafizikçiler vardı; fakat bu medeniyetlerde bilim “hurafelerle ve din adamlarının dogmalarıyla baltalanıyordu”.

Böylece modern Avrupa’da Mısır medeniyetinin itibarı düşürülürken, Yunanınki yükseltildi. Bu sürece 18. yüz­yıldaki iki entellektüel kuvvet destek sağladı: Irkçılık ve Romantizm. Bernal, ırkçılığın izlerini 1650 sonrasında Kuzey Amerika’nın sömürgeleştirilmesine kadar geri gö­türüyor. “Bu sömürgeciliğin ikiz politikası, Yerli Ameri­kalıların imhâsı ve Afrikalıların köleleştirilmesi” idi. Dönemin en önemli filozofu John Locke, bu tür köleleş­tirmeye entellektüel bir zemin hazırlıyordu: Putperest Afrikalı ve Amerikalıların Hıristiyan Avrupalılarca sömürgeleştirilmesi hakkaniyete uygundu, çünkü bunlar mülklerini savunmuyor, ellerindeki toprağı is­raf ediyor, tepe tepe kullanmıyorlardı.

Diğer bir 18. yüzyıl “liberal” filozofu, David Hume, koyu deri renginin ahlâkî ve zihnî aşağılık işareti olduğu­nu ileri sürüyordu. Hatta Hume, AvrupalIların diğer ırkla­ra niçin eşit muamele yapmadıklarını hakhlaştırmak için, Tanrı’nm bir değil birçok insan türü yaratmış olduğu­na bile inanıyordu.

Romantizm, sonraki iki yüzyılın şovenizm ve ırkçılığı- nın sağlam temellerini attı, iki şeyle uğraşıyordu: Tarih ve yerel kendine özgülük. Irksal dehânın ülkeye (toprağa) ait olduğu, ülke ahalisinin bu dehânın değişmez özünü taşıdı­ğı farzediliyordu. Romantizmin rasyonelliği veya “salt aklı” küçümsemesi Kant, Fichte ve Hegel dahil olmak üzere geç 18. ve erken 19. yüzyıl Alman düşünürlerinin eserlerinde aşikârdır.

* Meriç Hoca, “Yunan Mucizesi’nin 1972 yılında Hareket dergi­sinde yayımlanmasından sonra, MIT mensubu bir albayın eve gelip söz konusu kitabı aldığını ve bir daha kitaptan haber ala­madıklarını bir sohbetimizde dile getirmişti. Yunan hükümetine hediye mi ettiler dersiniz?

İLİM AHLÂKI *

Merhum Ali Fuad Başgil, 1954 yılında yayımlanan ve bugün artık bir hukuk (ve sosyoloji) klasiği saya­bileceğimiz Din ve Lâiklik başlıklı eserinin “Din nedir?” bölümüne şu soruyla başlar: “Evvela, Allah nedir?” Ver­diği cevap, daha ziyade Fransa’da gördüğü tahsilin izleri­ni taşımakta ve İslâm’ın “tenzih” ilkesine ters düşmekte­dir: “Allah, nasıl tahayyül ederseniz o’dur.” Ne var ki, de­rinden bir bilinçle tedirgin olur ve sayfa altına Muhyiddin Arabi’nin bu husustaki “Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır” sözünü kaydederek, okuyucuyu bu iki ifade arasındaki fark üzerinde düşünmeye davet eder.

Ciddi yazarın ilk okuyucusu bizzat kendisidir. Din ve Lâiklik yedi yıl soma ikinci baskısını yaparken, Ali Fuad Bey yukarıdaki iki ifade arasındaki fark üzerinde düşün­müş ve tenzih sırrını kavramaya mazhar olmuştur. Kitabın 1961 yılındaki baskısında yaptığı açıklama, İlmî bir hata­nın düzeltilmesi kadar, ilim ahlâkının ne olduğu hususun­da gelecek nesillere emsal teşkil etmektedir. Okuyalım ve ibret alalım:

iki baskı arasında geçen zaman içinde biz kendimiz dü­şündük ve yanıldığımızı anladık. Çünkü bizim ifademiz Kur’an-ı Kerîm’in îhlâs Sûresindeki İlâhî işarete aykırı

düşmekte ve bir nevi (şirk)e götürmektedir ve (lâ nazire leh) hakikatiyle tenakuza düşmektedir. Filhakika Ihlâs Sû­resinde Allah’ın (küfvü) yani eşi, misli ve naziri olmadığı ifade buyurulmaktadır. Halbuki bizim tarifimiz, hayalen de olsa, Allah’ın bir nevi eşi ve naziri mevcut olabileceği­ne ihtimal veriyordu. Hazret-i Muhyiddin’in ifadesi ise bundan kaçınmakta ve Ihlâs Sûresindeki beyana uygun gitmekte idi.

Bu defaki baskıda biz, Hazretin aynen kendi ifadelerini almak suretiyle, aziz ruhlarından af dileyerek, hatamızdan döndük. Bizim ilk baskıdaki ifademiz ne kadar basit ve (şirk)e götürmekte idiyse, Hazret-i Muhyiddin’in ifadeleri de o kadar derin ve şirkten kaçınmaktadır. Bununla bera­ber her iki ifade arasında maksat bakımından fark olup ol­madığı üzerinde düşünülebilir. (Böylece ilk ifadede bile şirk kasdının olmadığını, sadece bir ifadelendirme hatası­nın söz konusu olduğunu anlıyoruz. M.Ö.)

Hazret-i Muhyiddin “Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır” söziyle şunu demek istiyor: İnsan, Al­lah’ı tasavvur ve tahayyül bile edemez. O’na hayalinde de olsa bir suret veremez ve bir eş bulamaz. Çünki O varlık, insan idrâkine ve hayâline sığmaz. Bir şeyi tasavvur ve tahayyül etmek, zihinde, iç göziyle, o şeyin hariçteki var­lığının suret ve hayâlini görmek demektir. Yeryüzünde görülen ve duyulan şeyler arasında Allah’ın bir benzeri ve naziri yoktur ki, insan, zihninde, O’nun suret ve hayâlini görebilsin. Bunun içindir ki, Allah’ın bütün (sıfât-ı zâtiyesi) ile varlığı akıl ile doğrudan doğruya idrâk ve ispat edi­lemez. Eğer edilebilseydi, O’nu inkâr mümkün olmazdı. Zira aklın sabit ve mütehakkık gördüğü şeyi aklen inkâr mümkün olmaz. Bunun aksi farzedilirse aklın kendisiyle tenakuza düştüğü kabul edilmiş olur. Aklın tenakuzu ise, aklı nefyeder, binaenaleyh mümkün değildir.

Allah’ın varlığı en çok kendi yarattığı eserleri ile, yani insan ve kâinatla bilvasıta idrâk ve mantıkî muhakeme ve istidlâl yolu ile isbat edilebilir. Doğrudan isbat akıl ile de­ğil, (nakil) ile mümkündür

Hakikat aşkı yüzünden ehl-i dünyanın iğvalarına sırt çe­viren ve

“O ganîyem ki, bu bâzâr-ı cihanda Feleğe

Metelik vermek için bende bozukluk yoktur ”

diyebilen, gönlü ve kafası zengin o seçkin insanı rahmetle yâdediyoruz.

DÜZENBAZ

Basın yayın organlarından Ingilizler’in Bosna katliamı karşısındaki tutumlarını takip ederken, Churchill’in İkinci Dünya Savaşı ertesindeki "Yeni Dünya Düzeni” arayışları sırasında söylediği bir sözü hatırladım: “Dünya­nın yönetimi tatmin olmuş uluslara bırakılmalıdır: Elde etmiş olduklarından daha fazlasını istemeyen (gözü doy­muş) uluslara. Şayet dünya hükümeti aç ulusların elinde olsaydı, boyuna tehlike çanları çalacaktı. Biz gözü doy­muşların daha fazlasını isteme gerekçesi yoktur. Barış, kendi yoluna giden ve ihtiraslı olmayan halklar tarafından korunacaktır. Gücümüz bizi başka herkesin üzerine yer­leştirmiştir. Evlerinde huzur içinde yaşayan zengin insan­lar gibiyiz.”

İngiliz yöneticiler Bosna hadisesini yorumlarken, anla­şılması imkânsız bir sürü laf ettikten sonra, mevcut duru­mun kaçınılmaz olduğu (dolayısıyla, acı da olsa normal karşılanması gerektiği) noktasına geliyorlar. Açıkça görü­lüyor ki, asıl gözü doymamış olanlar, zenginlerdir. Kapi­talizm bir sistem olarak "gözü hiç doymamak” demektir. İkinci önemli husus, zengin veya yoksul, ulusların bey­nelmilel arenada at koşturan asıl oyuncular olduğu görü­şünün fantaziden ibaret olduğudur. Chomsky’nin son ki­tabında işaret ettiği gibi, bu fantazi “ister zengin ister yok­sul, her bir ulus dahilinde köklü güç ve imtiyaz farkları olduğu gerçeğini örten standart doktriner kamuflajdır.”

Yeni Dünya Düzeni arayışları esas itibariyle bu güç ve imtiyaz odaklarından gelmektedir. Soğuk Savaş, dünya nüfusunu iki kamp içinde tutup kontrol etme maksadına hizmet ediyordu. Sovyet ekonomi sisteminin hantallığı had safhada verimsizlikle sonuçlanınca, bu “düzenbazlı­ğı” devam ettirme imkânı kalmadı. Bush ve (Majör’dan Özal’a kadar) müttefiklerin hesabı, yeni bir kontrol siste­minin mümkün olan en az maliyetle tesisiydi. Kimin için en az maliyet? “Dünya Devleti” içinde güçlü ve imtiyazlı olanlar için. Bunların bazıları zengin, bazıları yoksul ül­kelerde yaşıyor olabilir. Ama kader birliği içindedirler. Çeçenistan’ı acımasızca topa tutan Rus liderlerinin elini sıkan siyasetçilerimizin veya harabeye çevrilen Çeçen başkentini Ruslar nâmına onarmak için kolları sıvayan işadamlarımızın bu “Dünya Devleti” içindeki saflarını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Bosna’yı Sırp kâfiri değil, beynelmilel düzenbazlık sis­temi kana bulamaktadır. Sırplar’a kızar gibi yapıp, o siste­min dümen suyunda gidenler aynı ölçüde suçludurlar.

ŞİİR VE MÜBALAĞA

Kanal 7’nin “Medya” programında “abartı” konusunu tartışıyoruz. Modem toplumun pazarlamacı bir top­lum olduğunu, her şeyi pazarlamakla meşgul olduğumu­zu, dolayısıyla mübalağanın hayatımızın ayrılmaz bir par­çası haline geldiğini söylüyorum. Gazetecilerle yapılan konuşmaları dinliyoruz, bazı sanatçılar telefonla progra­ma katılıp görüş bildiriyorlar. Asım Can Gündüz, “imaj egemenliği”nden söz ediyor ve Batı’nın sözde “modem” genç tiplerinin ülkemizde nasıl bilinçsizce taklit edildikle­rinden yakınıyor. Kendisine Kant’ı hatırlatıyorum; üstad Aydınlanma’yı “Kişinin kendi aklım kullanmaya cüret et­mesi” olarak tanımlıyordu. Türk aydını, Aydınlanma’yı “Avrupalının aklını kullanma pervasızlığını göstermek” olarak algıladı, algılamaya da devam ediyor.

Fakat programın en ilginç sorusu Süleyman Yağız’dan geldi: Şiir, roman, hikâye., bütün edebiyat dallarında abartı yok mudur? Varsa, abartı meselesini fazla abartmı­yor muyuz?

Şiirde abartı olabileceğini kesinlikle reddettiğimi söyle­dim. Daha doğrusu abartılı metnin şiir olamayacağını; şi­irin, şairden kopan bir parça olduğunu ve kendini hazırla­yan okuyucuya olduğu gibi ulaştığım, ancak o zaman şiir

sayılabileceğini dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Bu yazıda şiir ve abartı tartışmasını bir örnekle derinleştir­mek istiyorum.

Şiirde abartı olabileceğini düşünenler, öyle sanıyorum ki meselenin duygularımızla bağlantılı yönüne bakıp, bir yerde duygu varsa abartı da vardır diye düşünenlerdir. Buna en çok aşk şiirlerinde rastladıklarım düşünürler. Ve fena halde yanılırlar. İşte size çok çarpıcı bir örnek:

Ben geldim geleli açmadı gökler

Ya ben bulutları anlamıyorum

Ya bulutlar benden bir şeyler bekler

Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum

Ben geldim geleli açmadı gökler.

Bir yağmur bilirim bir de kaldınm

Biri damla damla alnıma düşer

Diğerinde durur göğe bakanm

Ne deniz ne şehir kokan gemiler

Bir yağmur bilirim bir de kaldınm.

Nedense yanılmış ilk gece annem

Bir kadın gömleği giydirmiş bana

Vuramadı gökler işte bana gem

Dinmedi içimde kopan fırtına

Nedense yanılmış ilk gece annem.

 (Sezai Karakoç, “Yağmur Duası”)

Şairin bu şiirde abartı yaptığını düşünebilir miyiz? Za­hirde, evet. O geldiğinden beri gökler hiç açmamış; hayat bir ölümmüş; yağmurdan ve kaldırımdan başka birşey bil­miyormuş; gökler ona gem vuramamış.. vesaire. Hepsi katıksız abartı! “Mübalağa cenk olundu” diye tasvir edilir bazı muharebeler. Mübalağa âşık olunmuş burada da.

Oysa aşkı bir nebze tatmış hiçbir insanın bu şiirden mü­balağa kokusu alması mümkün değildir. Eksiği var, fazla­sı yoktur anlatılanların. Gökler “gerçekten” açmaz, fırtı-

nalar “gerçekten” dinmez. Eğer “gerçeği”, sadece Kartez­yen sistemin koordinatlarına yerleştirilip kesin yeri tayin edilebilen olgularla sınırlamıyorsak, bu böyledir! Ve mü­balağa âşık olmak, mübalağa şiir yazmak mümkün değil­dir. Gayet sâde bir şekilde âşık olunur ve o aşk dillendiril- diğinde şiir vücut bulur. Abartı olsun için uğraşılmışsa, ne aşk vardır ortada, ne de şiir.

OYUNBAZ

İbrahim Sadrı, Dergâh dergisinde bir vakit sürdürdüğü o tadına doyum olmaz “Oyunbazlar” dizisinin Cüneyt Gökçer bölümünde (Sayı 7, Eylül 1990) bu devlet sanatçısı oyuncu için şöyle diyordu: “Öyleymiş gibi dekorla­rın, hakkaten ağaçmış gibi ağaçların, evmiş gibi evlerin ve bununla birebir örtüşen o adammış gibi o adam oyun­culuğunun zirve noktası... Hiç şüphesiz gerçekten yaşa­mış bir Kral Lear ile Gökçer’i yanyana koyduğunuzda, tercihini Gökçer'den yana yapıp, gerçek kralımız bu! di­yenlerin sayısı fazla olacaktır... Şekspir birgün kalkıp ge­lirse, boğazına sarılacağı ilk- adamlardan biri yine o ola­cak belki de. Ve ona Hamlet’ teki şu öğüdü hatırlatacak: Ne olur sözlerini özentisiz, kelimeleri eğip bükmeden söyle. Elini kolunu da havalara savurma öyle. Tadında bı­rak her şeyi. Eğer böyle yapacaksan, dizelerimi şehrin tel­lalına okuturum daha iyi.” (Vurgular Sadri'ye ait.)

Geçen yıl bir ara televizyon kanallarından birinde Nejat Uygur’u seyretmiştim. Bir Pazar günü sohbet programına misafir olarak katılmış, seyircilerin sorularına cevap veri­yordu. Daha doğrusu, veremiyordu! Oyunlarında o kadar konuşkan olan büyük oyunbaz gitmiş, yerine kekeleyen, iki lâfı bir araya getirmekten âciz bir adam gelmişti. Nor­mal cümle kuramıyor, meramını ifade edemiyordu. Bir süre sonra, çağımızın büyük dinler tarihçisi Mircea Eli- ade’nin “oyuncu bir şamandır” tarzındaki değerlendirme­sine rastlamasaydım, bu hâlin esrarını çözemeyecektim. Eliade’ye göre, oynadığı sayısız oyun boyunca bir tür ruh göçü yaşayan oyunbaz, hayatının sonunda bunun cezasını çekmemezlik edemez. Tahlilinin bir kısmını sunuyorum:

Tiyatroda zamanın temsili çok önemlidir: Sahne göste­risinin gerçek süresi içinde hayalî veya mitik zamanın temsili. Tıpkı ibadet zamanının dindışı zamandan, saatle­rin, tarifelerin zamanından farklı olması gibi, tiyatro za­manı da olağan zamanın dışındaki bir “yolculuk”tur. Mü­zik de aynı şekilde bizi bazen gündelik zamanın dışına çı­karır (en azından belirli müzikler ve bilhassa Bach böyle- dir). Bu tecrübeyi herkes yaşamış olduğundan, en “dindı­şı” zihnin bile kutsal zamanı, toplu ibadet zamanını anla­masına yardımcı olabilir. Ancak, bu tiyatro zamanının ni­teliği kadar, oyuncunun durumu da beni büyülemektedir. Oyuncu bir çeşit “ruh göçü” yaşamaktadır. O kadar çok sayıda karakteri canlandırmak aynı sayıda reen- karnasyondan geçmek değil midir? Eminim ki, ömrü­nün sonunda oyuncu nitelik bakımından bizimkinden farklı bir beşerî tecrübeye sahip olmaktadır. Kişioğlu- nun, böyle bir sürekli reenkarnasyon (tenasüh) süre­cine cezasını çekmeyerek kendini verebileceğini san­mıyorum.

Peki, oyuncu bir şaman mıdır? Üstadın bu soruya verdi-ği cevap şöyle: Her halükârda, yaptığı belirli şeyler tabiat­ları icabı teatrikal olduğundan, şaman bir oyuncudur. Da­ha genel bir tarzda, Şamanizm hem felsefenin, hem temsilî sanatların ortak kökü telakki edilebilir. Cenne­te ve cehenneme gidilen şamanik seyahat masalları belirli epik şiir ve hikâyelerin kökünde yatmaktadır. Cemaatin manevî rehberi rolünü oynayabilmek, cemaati ıslah ve terbiye etmek, özgüvenini tazelemek için, hile yapmak anlamına gelse bile, şaman aynı zamanda görünmeyen şeyleri tasvir etmek ve marifetlerini göstermek zorunda­dır. Bu maksatla yaptığı gösteriler, bu vesilelerle taktığı maskeler tiyatronun kaynaklarından birini oluşturmakta- »

dır. Şamanik modelin izi İlahî Komedya’da bile buluna­bilir: tıpkı şamanmki gibi, Dante’nin vecd halindeki yol­culuğu da neyin tavsiyeye şâyan ve değerli bir inanç nes­nesi olduğunu her okuyucu için yeniden ortaya koymak­tadır. (Bkz. Ordeal by Labyrinth: Conversations with Claude-Henri Rocguet, Chicago, 1982.)

PRESTROYKA KAPİTALİZMİ

Kapitalist-girişimci, yan gerçek, yan mit. Batı kapita­lizminin ihdasında bireyler kadar kurumlar da pay sahibi. Özellikle sanayileşmede “geç kalan” ülkelerde “yatırım bankaları” münferit girişimcilerden çok daha et­kili olmuş. Alman kapitalizmi bir bakıma bankaların ese­ri. Bugün bile Deutsche Bank, Commerce Bank gibi fınans kurumlan Alman sanayiinin perde arkasındaki pat­ronlarıdır.

Ruslar on yıldır Alman ve Kore modellerini uyarlama çabası içindeler. En büyük bankalar gazeteleri, televizyon kanallannı ve sigortacılıktan arsa komisyonculuğuna ka­dar birçok işletmeyi kontrol ediyor. Bununla da kalmayıp, Rusya’nın paraya bağımlı siyaset sisteminde, siyasi parti­leri finanse ediyor, yasa çıkarma sürecini etkiliyorlar. Bu­günlerde, hükümete yaklaşık 1.8 milyar dolar borç karşılı­ğında ülkenin en değerli şirketlerini özelleştirerek ele ge­çirmek peşindeler. Yeltsin’in ilke olarak kabul ettiği bu plan gerçekleşirse, ülkenin en büyük sanayi şirketlerini avuçlarının içine alan az sayıda dev fınans kuruluşu zuhur etmiş olacak.

Sürünün başını Inkombank çekiyor. 1988 yılında kuru­lan banka, şu anda ülkenin en büyük özel bankası. Genel sıralamada ise dördüncü büyük banka. Müşterileri arasın­da en büyük metalürji, petrol ve gaz firmaları, uçak ima­latçıları, silah ihracatçıları ve kereste tüccarı bulunan In- kombank, Rusya’nın döviz ödemelerinin dörtte birini ger­çekleştiriyor. Kıbrıs'ta bir şube, Frankfurt ve Cenevre’de büro açan banka, atak ve yenilikçi tutumuyla mevduat sertifikalan, poliçeler, döviz bazında hisseler, uzaktan ku­mandalı bilgisayar terminalleri gibi hizmetlerin sunumun­da başı çekiyor.

İki yıl önce, Rus Savunma Bakan Yardımcısı Andrei Kokoşin, Rusya'nın can çekişen yüksek teknoloji askeri firmalannı kurtarmak için, onları güçlü bankaların ortak­lığına açmayı önermişti. Bu, Kore çaebollan tarzında, bü­yük finans sanayi gruplan teşkil etmek demekti. Bu anla­yış siyaset çevrelerinden destek bulunca, bankalar sinsice harekete geçtiler. Şu anda bütün önemli sanayi işletmeleri özel sektör bankalarının hakimiyetine geçmiş gibi. In- kombank bu yıl 50 milyon dolar harcayacak şirket hisse- lerini kapmak için, Menatep 100 milyon dolar. Özellikle ihracat ve iç satış yeteneği yüksek şirketleri tercih ediyor­lar: kimyevi maddeler, gıda maddeleri, inşaat malzemeleri ve kereste. Bankalar bu suretle son derece mahir birer idareci haline geliyorlar: Inkombank, hisselerine sahip ol­duğu 15 şirketi sektörel holding şirketleri halinde örgüt­lerken, Menatep hisselerini satın aldığı fabrikaların mura­kabesi için yabancı murakıp ve müşavirler ki ralıyor. (Bkz. Business Central Europe, June 1995.)

Rus devlet adamları bu tekelleşmeyi niçin kabul ediyor­lar? Onların en büyük kaygısı, büyük sanayi kuruluşları­nın yabancıların eline geçmemesi. Sütten ağzı yanan, yo­ğurdu üfleyerek yer: Ruslar 19. yüzyılda yabancı serma­yenin aşırı hakimiyeti yüzünden periferileştiler. Şimdi, acil ihtiyaçları olmasına rağmen, yabancı sermayeye fazla güvenleri yok. Problemlerine rağmen, kritik sektörlerin kendi özel bankalarının tekelinde kalmasını tercih ediyor­lar. Rus modelinin Kore ve Alman modellerinden en bü­yük farkı, bu İkincilerin iç piyasada tekelleşmeyi etkin bi­çimde önlemiş olmalarıdır.

Rusya, Asya’nın “hesapçı”, Avrupa’nın “hesabını bil­mez” (rasyonel olmayan) parçası. Avrupa, sanayi sonrası dönüşüm stratejilerine kafa yorarken, Ruslar Afganis­tan’la uğraşmaya başladılar. Bugün de, bir takım yeraltı kaynaklarının avantajım devam ettirebilmek için Kafkas­ya’da kan akıtmayı sürdürüyorlar. Hesapçılığı bırakıp, he­sabını bilir (rasyonel) oldukları gün, hem Orman Ayısı imajını silmiş, hem de kendi geleceklerini Batıhlar’ın elinden almış olacaklardır. Yoksa her zirvede ABD yarın Alman veya Japon) başkanından, Kafkasya ve Orta As­ya’nın istikrarını (!) sağladıkları için bahşiş dilenmekle bir yere varamazlar.

ATA LİRA

Çiller Hükümeti’nin “sol” kanadı, irabda mahallinin bulunduğunu, solda sıfır haline gelmediğini taraftar­larına hatırlatmak için olacak, liranın sağından üç sıfır at­mayı gündeme getirdi. Devlet Bakanı Onur Kumbaracı- başı’nın öncülüğündeki “ilerici” kuvvetler, “geriye dönü­şü” hatırlattığı gerekçesiyle, yeni paraya “akçe” adının verilmesine karşı çıkıyor. “Yabancıların da kolay telaffuz edebilecekleri bir isim olarak Ata Lira”yı teklif ediyor.

Yavuz Gökmen’e göre, “Sıfırı tüketenlerin sıfır sava­şadır bu. Akıllan sıra, paradan sıfın atıp, yeni parayı da “Ata Lira” adıyla millete yutturacaklar. Livaneli’ye göre, Japon parası Yen olduğuna göre, Türk parasının adı Yenil olmak zorunda. Onun için “Yenilira” adını kullanabiliriz. Milliyet anketi “halkımızın %45’inin Yeni Türk Lirası adını benimsediğini” gösteriyor. Çetin Altan ise sosyolo­jik bir söylem kullanıyor: “Toplum büyük oranda meslek­siz, politikacılar da büyük oranda endazesiz olunca, kitle­lere palavra ata ata sonunda yılan kuyruğuna dönen para sayılarını makinelere sığdırabilmek için sıfırları atmaya gelir sıra. Ve böylece sürüklenip gideriz.”

Paradan sıfır atmanın başlıca iki gerekçesi var: (1) He­saplarda kolaylık sağlaması. (2) Psikolojik yarar sağlama­sı. Her ikisi de Bağdat’tan dönecek yanlış hesaplar. Eğer muhasebe sisteminde kolaylık için sıfır atılması düşünü­lüyorsa, bunun tek çare olmadığı bilinmelidir. Geçmişte kolaylık sağlamak amacıyla nasıl kuruşlar yazılmamışsa, şimdi de binden küçük liralar yazılmaz, mesele halledilir. Psikolojik yarara gelince, eğer ekonominin temel zaafları giderilemezse, çok geçmeden psikolojik yıkıma dönüşür. İnsanlar, bu sefer de olmadı, diye düşünmeye başlar, umutlarını büsbütün yitirirler.

Aslan sosyal demokratların bu gibi canbazlıklan bıra­kıp, şu soru üzerinde kafa yormaları daha hayırlı olur: Pa­ra birimlerini güçlü kılan nedir? Bundan on yıl önce 1 Amerikan Dolan 3 Alman Markı ve 250 Japon Yeni idi. Bugün, 1 Dolar=1.5 DM=80 Yen olmuştur. Yani on yılda Alman parası Amerikan parası karşısında %100, Japon parası ise yine Amerikan parası karşısında %200 değer kazanmıştır. Bunu mümkün kılan, Alman ve Japon sana­yilerinin rekabet gücündeki göreli yükselmedir. Sanayi güçlenmedikçe, hiçbir siyasi canbazlık para birimini güç­lendirmez.

Akçe karşısındaki tedirginlik, sosyal demokratların te­fekkürden yana ne kadar nasipsiz olduklarının işaretidir. İzzettin Önder gibi aklıbaşında bir iktisat profesörü bile, akçe adını “Dinsel ideolojinin paraya hakim olması anla­mına geleceği için” kabul edilmez buluyor. Gelenekle ku­rulacak sahici bağların bir toplumu mânen ne denli güç­lendirdiğini hiç akletmemiş ve araştırmamış olanlara ne anlatsanız fayda etmiyor. Gelenek donukluk değil, meşru­luk demektir. Asıl donukluk 70 yıldır geleneksizlikte ısrar edip, bu tavırlarını “bilimsellik” kisvesi altında sabitleşti- renlerin mesleğidir. Konumlarının zayıflığını sezdiklerin­den, yine “Ata”nm kanatlan altına sığınmaya çalışıyorlar. Ne var ki, bu sefer işler kötü. Ataları ne onları kurtarabi­lir, ne de bol sıfırlı liralarını. Katrilyonluk borçlannı, üç haneli enflasyonlarını, ticaret açıklarını sürekli önlerine koyup kara kara düşüneceklerdir.

Oysa, ak akçe kara gün içindir. Bir bilseler.

YERLİ MALI VE REKABET

Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı.

Harçlıklarımızı biriktirerek satın aldığımız fındık, fıstık, mandalina, portakal vesaireyi o gün okula götürür, öğretmenlerimizle beraber yerdik. Şimdi birçok şey gibi o eski “Yerli Malı Haftalan”ndan da eser kalmadı. Çünkü gıda maddelerini, hatta o maddelerin satıldığı alışveriş mağazalarını bile ithal eder hâle geldik. Bugün öğrencile­rin yerli malı haftalarını Metrolarda, McDonalds’larda, Seven Eleven’larda kutlamaları daha yerinde olur. Küre­sel bir köyde yaşıyoruz nasıl olsa!

Tofaş, birkaç gün önce 25. kuruluş yılım kutladı. Şu an­da dünyanın en büyük 23. otomobil imalatçısı olan şirke­tin “son beş yılda 500 milyon dolarlık yatırımla Tempra motorlarının üretimine de başladığı bildirildi. 1994 yılı bi­lanço kân 8 trilyon liraya yaklaşan Tofaş’m satış hasıla­tıysa 23.5 trilyon lirayı buluyor.” Cumhurbaşkanı Demire! ile Başbakan Çiller’in de katıldığı 25. yıl töreninde Koç Ailesi mensupları son derece heyecanlı imişler. “Çünkü, diyorlardı, otomotiv sektörü sanayiinin en uç noktasıdır. Hiçbir ülke başka bir ülkeye kolay kolay güvenmez. An­cak, îtalyanlar 25 yıl önce Türkiye’de otomobil yapılabi­leceğine inanmışlardı. Şimdi ise kendi markalan olan bir ürünün tüm üretimini Türkiye’ye bırakacak kadar güveni­yorlar. Bu sadece bizim değil, Türkiye’nin de gururu.” (Sabah, 28.6 1995)

Evet, 25 yıl önce Tofaş kurulurken, biz de fındık fıstık « yiyerek yerli malı haftaları kutluyorduk. Şimdi Italyan motorlarım Türkiye’de imal edebilmenin gururunu (!) ya­şıyoruz. Ne müthiş terakkki! Bunun için ana yurdu kara ve oto yollanyla sardık dört yandan. Sırf otomobil satılsın diye, demir yollarını es geçtik. Bizden 10-15 yıl sonra yo­la çıkanlar (Güney Kore, Malezya...) kendi otomobillerini imal edip dünya pazarlarında caka satarken, biz ancak yabancı şirketlerin lütfuna mazhar olmanın gururunu taşı­yabiliyoruz. Ne büyük “transformasyon”!

Törende yapılan konuşmalarda Rahmi Koç, yerli malı otomobil kullanımının özendirilmesini isteyince, Başba­kan Çiller şöyle cevap vermiş: “Yerli malımıza yine sahip çıkıp, onu kullanmayı gurur meselesi yapacağız. Ama re­kabet içindeki yerli malını. Rekabete açılmış yerli malı­nı kullanmak Türk halkının gururu olacaktır.” Söylenen­ler doğruysa, Tofaş’ın bu yılki ihracatı 500 milyon doları bulacak. Doğrusu, yerli bir teknoloji geliştirmemiş de ol­sa, bunu büyük bir başarı sayacağız. Çünkü, Tofaş da dahil olmak üzere, Koç grubunun İstanbul Borsası’na kayıtlı 12 şirketinin (Arçelik, Aygaz, Beko, Döktaş, Izocam, Kav, Maret, Otosan, Tat, Tofaş Türk, Tofaş Oto ve Demir Döküm) 1993 yılı ihracatı sadece 187 milyon dolar ola­bilmişti. Buna karşılık, 12 şirketin toplam ithalatı 764 milyon dolardı. Bu durumda, ülkeye kaybettirilen yıllık döviz miktarı 577 milyon dolan buluyordu. Şimdi hiç de­ğilse bir dengeye doğru gidilmiş olacak.

Türk sanayici ve işadamı dünya rekabetine açılmadıkça,ülkeye borcunu ödemiş olmayacak. Bu basit gerçeği her­kes dile getiriyor ama, pek az sanayici uygulamayı göze a

alabiliyor. Herkesin gözü iç pazarda. Italyan veya Japon ortaklıklarım atlama taşı olarak kullanabilirsek, ne âla. Bugün yapıldığı gibi, 65 milyonluk Türkiye pazarını ken­dilerine açtığımız halde, hâlâ lütuf gördüğümüzü düşünü­yorsak, çekiver kuyruğunu gitsin...

ÜLKEYE BORCUNU ÖDEMEK

Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi romanını okudunuz mu? 12 Eylül öncesi on yıllık bir dönemin tedirgin ha­yatının entellektüel bir işadamı çevresinde örgülendirildiği akıcı bir eser. Ferit Sakarya, ülkeye borcunu ödeme aşkıyla yanıp tutuşan bir “yurtsever” işadamı. Şöyle düşünüyor: “Ülkemizde yerli, ulusal sanayiimizi kuracak kaynaklar var. Tek şey yok: Günlük çıkarları o kaynakları harekete * geçirmekle ters düşmeyecek adam, insanım seven adam. O kaynak yok işte, yok!” Bu yazıda Ferit Sakarya’nın üllke- nin öz kaynaklara dayalı sanayileşmesine ve özel olarak da Ortak Pazar üyeliğine dair fikirlerinin bir özetini sunmak t istiyorum.

Ortak Pazar’a girebilmek için Odalar Birliği üyelerinde çılgın bir istek var. Ortak Pazar’a üye olursak, ekonomik sı­kıntılarımızın sona ereceğine inanıyorlar. Avrupa ülkeleri Ortak Pazar’a üye olarak birbirlerinin önüne gerdikleri gümrük duvarlarını kaldırmıyorlar mı? Biz üye olunca, öte­ki üyelerle tam bir serbest ticarete girişebilirmişiz... Bunun ne demeye geldiğini görmüyorlar. Avrupa ülkeleri bizi ara­larına almış gibi yapacaklar. Ancak, bu kadar. Çünkü, Bay Friedman’ın kendine özgü birtakım önlemlerinden bize dü­şecek pay yok. Eskişehir şekercileri, uncuları, bisküvitçile- ri, Adana pamukçuları, perdecileri, İstanbul gömlekçilcri, montajcıları, tekstilcileri bunu anlamıyorlar. Bekledikleri ortaklıkta biz sadece Avrupa için, işlerine geldiği yerde, işlerine geldiği sürece bir pazar olacağız. Ortak mortak olmayacağız. «

Bizim işadamlarımızın İstanbul’da ürettikleri ne? ‘Ortak- larımız’ın vazgeçemeyecekleri, ekonomileri dara düşünce, ‘‘şunlar şunlar artık dursun, istemiyoruz” diyemeyecekleri şeyler mi? Teşkilatlanmamış sermaye sahipleri görüşlerime “Beyimizin kamı Avrupa’ya tok. Biz oralarda hiç yaşama­dık, biraz da biz ölelim” diye karşı çıkıyorlar. Aşağılık n

duyguları... Ortak Pazar demek, onlar için İsviçre bankala­rında paralarının olması demek. Zürih Havaalanında biraz da onlar ‘işadamı’ rolüne çıkacaklar. Özlemleri bu. Gelece­ği bu köşebaşı esnaf kafalı işadamlarına nasıl göstermeli? Hâlâ yırtınıyoruz, nasıl anlatmalı? Bütün benbenci düşleri­ne karşın ekonomimizi şahıs değil, ülke ekonomisine nasıl dönüştürmeli? (Üç Beş Kişi, s. 240-41)

Ferit Sakarya, yirmi yıl öncesinden, sanayiciyi bir tür te­feciye çeviren bugünün repo düzenini görür gibidir: “Evet baylar, bizim meselemiz malî rantabilite değil, ekonomik rantabilite olmalıdır!. Tüketime değil, üretime yönelik ya­tırımlar yapmalıyız. Fabrikalar yapacak fabrikalar kurmalı­yız. Değerli üyeler, doğduğumuz toprakların adamına borcumuzu ödemenin bir yolu olmalıdır. Bu yol...” Ku­liste, başkanı sıkıştıranlar olacaktır: “Peki, genel ekonomi­ye katkı politikası güdersek, bunda bizim kendi kârımız ne olacak?”

Fabrikalar yapacak fabrikalar eldeki kıt şahsî sermaye­lerle nasıl kurulacaktır? Kahramanımız, özellikle Orta Anadolu’da bugün hummalı bir tarzda yaşanan İktisadî se­ferberliğin ana hatlarını çizmektedir adeta. “Kentin bütün sermaye sahiplen birleşebiliriz. Büyük yatırımlara geçebiliriz. ülke ekonomisinin düzelebilmesi için, ülkenin kendi gücüne dayalı, dışarıya bağımsız sanayi malları üretebiliriz. Ne yapıp edip kendi öz kaynaklarımıza da­yalı bir sanayi başlatmalıyız. Baylar, ülkemizin ekono­misi, o kadar çok ayna ortasında, o kadar çok gövdenin yansıması haline gelmiş ki, toplumumuzu kalkındıra­cak bir ekonominin asıl gövdesini göremez olmuşuz. Oysa, gövde burada duruyor. Aynalardan yansıyanın tam ortasında. Bizim kendimiz, kendi öz kaynakları­mız.”

Ferit Sakarya'nın düşleri gerçekleşme yoluna girmiş bu­lunuyor. Yozgat, Kayseri, Konya., ahalisi “öz kaynaklarım hidestijin’4İstanhuraın.dısaJ>aeı®h. Ortak Pazarcı sultası­

na meydan okuyor. Bu heyecan verici serüvenin romancısı henüz ortaya çıkmış değil. Roman değil, destan yazmak gerekecek belki de!

KENDİNİ SOKAN AKREP

Şahıs veya şirketlerin iflasına aklımız erer de, devletlerin iflasını bir türlü tasavvur edemeyiz. Çünkü, müflis kişi veya kurumun alacaklıları çok büyük ihtimalle kapıya da­yanmış olduklarından, iflas durumu ayan beyandır; hiçbir şekilde hasıraltı edilemez (Devlet veya banka borçlarının üs­tüne yatmak için başvurulan muvazaalı iflaslar hariç!). Dev­letlerin alacakldan her zaman aynı heyecanla kapıya dikilmeyebilirler. Onun için devletler iflaslarını küçük cüsseli ku­rululardan daha uzun zaman gizleyebilme imkânına sahiptir­ler. Ancak, doğal sınırlar vardır. Bugün iç borçlan 1.5 kat­rilyon liraya, dış borçlan 70 milyar dolara (3.5 katrilyon lira), böylece toplam borçlan 5 katrilyon liraya ulaşmış bir devlet hâzinesi müflis değil midir? Bu paranın yıllık faizi en az 4-6 katrilyon eder ki, devletin yıllık geliri taş patlasa 3 katrilyonu bulmaz. Binaenaleyh, değil anapa­ranın, faizlerin yansının dahi ödenebilmesi mümkün de­ğildir. Yüksek faize tav olup hazine bonosuna saldıranlar yakın gelecekte bir “Devletzedeler Yasası” çıkarabilmek için Ankara’nın sokaklarını arşınlayacaklardır. Bankerzede veya dövizzedelere tatminkâr bir yol bulamayan devlet, kendi kurbanlarına nasıl bir çare uyduracaktır?

Devletin iflas sebeplerinin başında bizzat kendisinin ihdas ettiği faiz çevrimi yer almaktadır. Fakat daha da önemlisi, devletin faiz ve benzeri rant gelirlerini adeta vergi dışı bıra­kırken, sanayi ve hizmet gelirlerini ağır bir şekilde vergilen- dilmesidir. Üretken kişi ve kuramların cezalandırılması de­mektir bu. Ve sonucu daha az üretim, daha az kazanç, dola­yısıyla daha az vergi demektir.

Akrebin kendi kendini sokmasına benzetilebilecek bu du­rum üstelik hiç de yeni bir şey değildir. Bütün çağlarda, ehli­yetsiz ellerde kalmış birçok ülkede tekrar tekrar ortaya çık­mıştır. Onsekizinci asrın büyük Hind âlimi Şah Veliyullah Dihlevî, devletin yanlış siyaseti neticesinde insanların tarım­dan (yani üretimden) kopup ticarete veya askerlik ve benzeri mesleklere (bürokrasiye) yöneldiklerini, bunun ülkenin ha- rab olmasıyla neticelenmesini kaçınılmaz kıldığını belirt­mektedir. Üstad bilhassa şu iki hususa dikkat çekmektedir:

1.                                             Devlet hâzinesine üşüşmek. Üretken faaliyetlerden uzaklaşan birçok insanın geçimlerini devlet hâzinesinden karşılamayı alışkanlık haline getirmiş olmaları. Bunların asıl amaçlan, bir yarar sağlamaksızın geçimlerini çıkarmak, kad­ro işgal etmektir. Gün be gün sayılan kabaran bu sınıf, gide­rek şehir hayatını zehir etmeye ve halk üzerine yük olmaya başlarlar.

2.                                             Ağır vergilerin konulması. Çiftçi, tüccar ve çeşitli meslek erbabından alınan ağır vergiler, gönüllü icra edilen bu faaliyetlerin zamanla altından kalkılmaz bir yük haline gelmesi ve köklerinin kazınması sonucunu doğurur. Yahut güçlü kuvvetli kimseler vergi kaçırmaya başlar veya isyana kalkışırlar. Oysa, şehri mamur edecek şey, mükel leflere fazla yük getirmeyen bir vergi sisteminin olması, asayişi sağlaya­cak kadar da güvenlik görevlisinin bulundurulmasıdır. Za­manımız insanları bu ince nokta üzerinde düşünmelidirler.

Zamanımız insanları bu ince nokta üzerinde düşünmüyor değiller. Buna rağmen yaranın gün geçtikçe derinleşiyor ol­ması, akrebin salih niyet taşımıyor olmasındandır.

SAYMADAN KESMEK

Her meslek erbabının kendine yönelik hicvi vardır.

Meslek hayatının monotonluğundan sıyrılmanın bir yoludur hiciv. Futbolda kaleciler kedilere benzetilir; ara­larındaki tek faik, kedinin tutabildiğini yemesiymiş, kalecininse tutamadığını, iktisatçılar için anlatılan güzel fıkra­lardan biri şu: Hitler, Alman ordusunu denetliyormuş. Zırhlı birlikler, hava komandoları, vs. tek tek önünden geçmişler. En sonda, ellerinde hantal çantalar, kısa boylu, saçı başı dağınık birkaç manga. Führer, şaşkın ve kızgın, kim bunlar demiş. “İktisatçılar Birliği, efendim; tahrip güçleri çok yüksektir.”

Hukukçu ve maliyeciler de dahil olmak üzere, müşavir (şimdi “danışman” diyorlar!) câmiası için anlatılan mesel­lerin ise üstüne yoktur. Bir tanesi “saymadan kesmek” üzerine. Çocukluk arkadaşı olan iki kedi karşılaşırlar. Biri * i

aksıyordun On ayaklarından biri kesilmiştir. Hayrola, der öbürü. “Hiç sorma, şu ünlü Herderde deva Müşavirlik Şirketi’ne uğradım da.” Bizimki pek birşey anlamaz. Di­ğeri izah eder: “Çok acayip kuralları var. Beş ayaklı kedi­lerin bir ayağını kesiyorlar.” Birinci kedi iyice aptallaş­mışım Beş ayaklı kedilerden sana ne; senin dört ayağın var, diyecek olur. “Mesele de orada zaten. Önce kesiyorlar, sonra sayıyorlar.”

Müşavir olarak çıkarımı zedeleyici nitelikte de olsa, ik­tisatçı müşavirin en güzel tariflerinden biri şu: Yaptığı tahminlerin niçin tutmadığı hususunda patronu ikna edebilme yeteneğine sahip kişi. The Economist dergisi­nin 10 yıl önce yapıp, son sayısında (3 Haziran 1995) açıkladığı bir soruşturma, çöpçülerin gelecek tahmini hu­susunda daha güvenilir olduğunu ortaya koyuyor.

Dergi, 1984 sonunda 16 kişiden oluşan bir heyete soru­lar göndermiş: Dört eski Maliye Bakanı, dört çokuluslu şirket başkanı, dört Oxford talebesi ve dört Londra çöpçü- sü. Sorular, önümüzdeki on yılda (1985-95) ne gibi eko­nomik gelişmeler beklediklerine dairmiş. OECD ülkele­rinde büyüme haddinin ne olacağına dair birinci soruya en kötümser cevap Oxford talebelerinden gelmiş: %2’den az. İyimser çöpçüler %4-5, şirket başkanları ise %2-3 de­mişler. Gerçekleşen sonuç, %2.6. Yöneticiler tecrübeleri­ni konuşturmuşlar, anlaşılan.

Gelelim enflasyon beklentisine. Bir önceki on yılın or­talama enflasyonu %9.5 olunca, herkes %5’in üzerinde bir beklenti içindeymiş. Bakanların biri %5-7 arası, üç ta­nesi ise %7-10 arası; şirket başkanlarmın hepsi %5-7 ara­sı tahminde bulunmuşlar. Fiilî gerçekleşme: %4.4 olmuş. Petrol fiyatını hiçbiri tutturamamış. O zamanlar varili 29 dolar olan petrolün 25 doların altına inmeyeceği tahmin edilmiş; yarıya yakını ise 40 dolar olur demişler; şu anda 17 dolar. Bir başka soru, dolar-sterlin paritesine dair ol­muş. 1984 sonlarında 1.20 dolayında olan paritenin 1 do­ların altına ineceği tahmin edilmiş. Bugün 1.60 dolaymda olan pariteye en çok yaklaşanlar ise çöpçüler olmuş.

Ve son soru: Singapur’un kişi başına gayrı safi yurti­çi hasılası ne zaman Avustralya’nınkini geçecek? Ola­cak şey mi bu? Avustralya’nın kişi başına GSYIH’sı o za­manlar Singapur’unkinin tam iki katı. 16 kişiden 7’si “Hiçbir zaman” demiş. Ne var ki, Dünya Bankası’na gö­re, 1993 yılında Singapur, Avustralya’yı sollamış bulunu- yor. iki çöpçü ile iki şirket başkanı böyle bir kaymanın 15 yıl içinde gerçekleşebileceğini söyleyerek doğru tahmine yaklaşmışlar.

Skor? Her doğru (yani, en az yanlış) soruya 4 puan, sonrakine sırayla 3, 2, 1 puan verilerek puanlar toplanmış. İlk sırayı çöpçülerle şirket başkanlan almış; Maliye Ba­kanlan ise dibe vurmuş. Dergi yazarlarının çıkardığı neti­ce şu: Çöp bidonlannın muhteviyatı yararlı bir öncü eko­nomik gösterge olabilir. TÜSİAD ve MÜSİAD uzmanla- nna haber vermiş olayım.

                                                                                                                            i

* Sabrı F. Ulgener: Zihniyet, Aydınlar ve Izmler, Ankara: Mayaş, 1983, s. 15.

** TDV İslâm Ansiklopedisi, “Ahilik11 maddesi.

* Doğrusu İsmail Coşkun, Ahmet Kanlıdere, Cevat Ozkaya mı acaba?                                                                                                                          

** Sözkonusu mektubu daha sonra çalıştığım bankada daktilo ettirmiş, ashnı Hoca’ya imzalatıp Muhsin Beye göndermiş, bir kopyasını dosyaya koymuş, iznini alarak bir kopyasını da ken­dime saklamıştım. *                                        

* Ömer Lekesiz: Hasan Aycın’in Çizgilerinden Hareketle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj, YediGeceKitapları,ı İstanbul, 1995. Aycın’ın Bocurgat ve Gece Yürüyüşü albümlerini de aynı yayıne­vinden temin etmek mümkün. Yazışma adresi: A. Samet Özlük, P.K. 566,34434 Sirkeci, İstanbul.



[*] Mustafa Kutlu: “Red Cephesi” Bu B Öyledir, İstanbul: Dergâh, 1988.

[†] Carlo M. Cipolla: Clocks and Culture, New York: W.W. Nor­ton and Co., 1978, s.7 ve 25.

[‡] Refik Halid Karay: Bir Avuç Saçma, İstanbul: Semih Lütfi Kitapevi, 1939, s. 141.

[§] Alvin Gouldner: The Future of Inteilectuals and the Rise of the New Classy New York: Seabury Press, 1979.

[**] S. Hüseyin Nasr: İslam ve İlim, İstanbul: İnsan, 1989, s. 153. İlhan Kutluer’in temiz bir Türkçeyle çevirdiği bu kitapta İslam tıbbı ile alakalı bölüm tam 40 sayfa tutmaktadır. Bütün ilgile­nenlere tavsiye ederim.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to