Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ZELOT Nasıralı İsa'nın Hayatı ve Dönemi

 

YAZAN:Reza Aslan

Nasıralı İsa'nın Hayatı ve Dönemi

İngilizceden çeviren: Nalan Tümay


 

Zelot Kitabına Övgüler

Hassasiy etl e araştırma yapılmış... Bu kitap, yaşamı ve öğretileri Hı­ristiyanlığın temellerini oluşturan bir adam hakk ında uzun zamand ır g eçerli kabul edilen varsayımlara meydan okuyor. Aslan, tarihteki İsa vakas ını ele alan ilk yazar değil, ancak hem Kutsal Metinl eri, hem de tarihi aktarırken kulland ığı, jargondan arınm ış, önyarg ıs ız, okuyucu dostu sunum sayesinde mesajı büy ük bir kitleyeulaşacak."

-The Tim es of Isra el

"Aslan'ın insani vetarihsel gerçekler konusundaki ısrarı, dogmatik te- olo jid en çok daha ilgi çekici bir hikaye ortaya koyuyor... Bu duygusal- l ıktan uzak, son derecesiyasi kitap gerçek İsa'ya adilce yaklaş ıyor ve bu süreçte onu onurlandırıyor."

- San Francisco Chronicle

"Bugünekadar yaşanmış belki de en etkil eyici hayatın, cesur vegüçlü bir biçimde dilegetirilen bir yeniden anlatımı."

-Lawrence Wright, Pulitz er Ödüllü yazar, Going Clear: Scientology, Hollywood and the Prison of Blief

"Haberin olsun, sevgili okuyucu, bu bir Pazar ayinine benzemiyor. Yi- nedeAslan, mod ern Hıristiyanlıktaki barışsever, sana tokat atana yü­zünün diğer tarafını çevir diy en İsa'yı kutsayan kişil er e, bu ima jı yerle bir etsede, olabildiğince saygı göst eriyor. Aslan İncil akad emisy enl eri­nin tarih, dil vekutsal metin temellerineiniyor veotoriter olmakla bir­likte ukala olarak alg ılanmayacak bir tona sahi p, son dereceaçık yazan bir yazar. Bu tür kitaplara sıkl ıkla başvuran bizim gibi okurlar, bu gibi bir anlatımın nekadar nadir olduğunu bilir... Hayranl ık verici veikna edici bir anlatım."

-The Seattle Tim es

"Nefes kesici... [Aslan'ın] edebi yeteneği, Zelot: Nasıralı İsa'nın Hayatı ve Dönemi kita bın ın etkileyici olmasında akad emik vegazetecilik bece­rileri kadar önemli... İsa'nın yaşad ığı d ünya v e to plumlara veher ikisi i çerisind e oynamış olması olas ı role ilişkin canl ı, ikna edici bir portre."

-Salon

"R eza Aslan'ın güçlü yeni kita bı Zelot İsa'ya dair canlı, erişil ebilir bir portre çiziyor... İsa'nın kim olduğu veneistediği hakkında tutarlı ve genel likl e ikna edici bir portre."

-Tablet

"Nasıralı İsa hikayesinin insanl ık tarihinin en etkileyici anlat ım ı ol­duğu söylenebilir. Burada, Reza Aslan, za man i çerisind e milyarlarca insanın mesih olarak görmeye başlayacağı bir karakterin yaşamı ve anlamını renkli ve bilgili bir dille kalemealıyor. Bu özel ve açıklayıcı bir çal ış ma, hem inananların, hem de ş üph ecil erin ilgi çekici, cazi p ve orijinal bulacağı bir çalışma."

-Jon M eacha m, Pulitz er öd üll ü yazar, Thomas Jefferson: The Art of Power

"Aslan, Nasıralı İsa sunumuna, her türlü jargondan arınmış, ince bir popüler tarz getiriyor. .. O din e, hatta kilis ey e saldırıda bulunma­ya çal ış mıyor ya da H ırist iyanl ığı başka herhangi bir dine göre daha olumsuz olarak da yans ıtm ıyor. İsa'yı Roma işgali altındaki Filistin'd e yaşayan, mesih iddiası ile ortaya çıkan, "Tevrat v e Yasa'ya sıkı s ıkıya bağlı" kalma, herhangi bir insana kölelik etm eyi reddeden veTanrı'ya adanmış ve dolayısıyla da Roma egemenliğinden ve reddettiği Roma dinind en ......................  kurtulma gayretindeki pek çok kişid en biri olarak hayranl ık duymamızı sa ğl ıyor. Aslan'ın içinize işl ey en, okuyucuya yakın kitabında yer verilen dinin tarihind e hayati etkenleri öğrenmek için inancınızıyitirmenizegerek yok. "

-Booklist (yıldızlı d eğerl endirm e)

"Nasıralı İsa, İsa Mesih ile aynı kişi d eğil. Müjd el er tarihsel belgeler değil... Hıristiyanlık neden tutuldu vegelişti? Bu kitap size aradığınız cevapları sunacak... Nasıralıİsa hakkında iyi araştırılmış, kolay okunan bir biyografi."

-Kirkus Reviews (yıldızlı d eğerl endirm e)

"İnsan olan İsa'yı uzun süredir gizl ey en ön emli bir perde kalkıyor... Aslan Hıristiyan kilisesinin ve özellikle d e Pavlus'un, Hıristiyanlığın özününasıl yeniden ş ekill endirdi ğini, Nasıralı İsa ola rak bilinen etten k emikte insan ı nasıl gizlediğini anlatan ikna edici vetutarlı bir hikaye sunuyor. Sürükleyici ve popüler bir dille yazılmış bu olağanüstü çalış­mayı şidd etl e tavsiye ediyoruz"

-Pu blish ers Weekly (yıldızlı d eğerl endirm e)

"Zelot'ta Reza Aslan araştırmaları sentezlemekle ve kayı p bir dünya- yıyeniden resmetmekle kalmıyor ki bunu çok iyi yaptığını söyl em ek gerek. Bertolt Brecht oyun yazarlığı konusunda ne ya pmışsa, Aslan da din tarihi konusunda aynısını ya pıyor. Aslan, İsa'yı ait olduğunu düşündüğümüz tüm ba ğlamlardan çekip çıkarıyor ve yepyeni bir kişi olarak önümüze koyuyor. Bu İsa, tutkulu bir Yahudi, şiddetli bir dev­rimci, fanatik bir id eolog, gari p ve korkutucu ve alışılmadık biçimde ilgi çekici bir adam."

-Judith Shulevitz, Sabbath World yazarı

 

Çevirmenin Notu

İngilizce "zeal" kelimesi, bir kişinin bir konuda çok istekli ya da ka­rarlı olmasını sağlayan güçlü bir ilgi ya da şevk duygusu olarak ta­nımlanır. Bkz. http:/ /www.merriam-webster.com/dictionary / zeal

Zeal, Roma işgalinin başlarında, Yahudilerde mesih beklentisi ile sıkı sıkıya bağlı bir düşünce, bir dindarlık modeli olarak görülür.

Eski ve Yeni Ahit'te pek çok kez geçen bu kelime, Türkçe çeviri­lerde gayret kelimesi ile karşılanmıştır. Gayret, zeal kelimesinin an­lamını tam olarak karşılamasa da, kitabın genelinde Eski ve Yeni Ahit'ten alıntılar yapılması ve okuyucunun da Eski ve Yeni Ahit'e başvurabilecek olması düşünülerek, metin boyunca zeal, gayret şek­linde çevrilmiştir.

"Zealot" ise din ya da politika gibi bir konuda çok güçlü hisle­re sahip olan ve başkalarının da aynı duygular içerisinde olmasını isteyen kişi anlamına gelir. http: / /www.merriam-webster.com/ di- ctionary / zealot

MS Birinci Yüzyıl'da Yahudiye'de ortaya çıkan ve Roma işgaline karşı mücadele eden militanlardan oluşan fanatik bir mezhep "Zea- lot Party'' adıyla anılır. Türkçe kaynaklarda Zelotlar, Zelot Mezhebi ya da Zelot Ekolü olarak atıfta bulunulur. Bu kitabın çevirisinde de Zelotlar ve Zelot Ekolü karşılıkları kullanılmıştır.

İsa'nın On İki Elçisi'nden biri de Simon the Zealot'tur. Türkçe me­tinlerde kendisinden "Yurtsever" Simun olarak bahsedilir.

Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın.
Ben barış değil, kılıç getirmeye geldim.

Matta 10:34




Yazarın Notu

İsa'yı bulduğumda on beş yaşındaydım.

Lise ikinci sınıfı bitirdiğim yazı Kuzey Kaliforniya'da bir evanje- lik gençlik kampında geçirmiştim; ağaçlarla kaplı bir alan ve uçsuz bucaksız mavi gökyüzünün olduğu bu yerde yeterince zamana, du­rağanlığa sahip olan ve yumuşak bir tonda teşvik gören her insan Tanrı'nın sesini duyabilirdi. İnsan yapımı göllerin ve devasa çam ağaçlarının arasında, arkadaşlarım ve ben memleketlerimizin ve okullarımızın üzerimizde yarattığı baskıdan kurtulmanın verdiği neşeyle şarkılar söylemiş, oyunlar oynamış ve sırlarımızı paylaş­mıştık. Akşamları, kampın ortasındaki, ateşle aydınlanan toplanh salonunda bir araya geliyorduk. İşte orada, hayatımı sonsuza kadar değiştirecek, olağanüstü bir hikaye duymuştum.

Anlatıldığına göre, iki bin yıl önce, Celile adı verilen kadim bir yerde, cennetin ve yeryüzünün Tanrı'sı kimsesiz bir çocuk olarak dünyaya gelmişti. Bu çocuk büyümüş, günahsız bir adam olmuştu. Bu adam, insanlığın kurtarıcısı, Mesih olmuştu. Sözleriyle ve mu­cizeleriyle, Tanrı tarafından seçilmiş olduklarına inanan Yahudilere meydan okumuştu; buna karşılık Yahudiler onu çarmıha germişler­di. Bu dehşet verici ölümden kendini kurtarabilecek olmasına rağ­men, ölmeyi tercih etmişti. Onun ölümü tüm yaşananların anlamıy­dı, çünkü onun bu fedakarlığı hepimizi günahlarımızın yükünden arındırmıştı. Ama hikaye orada bitmiyordu, çünkü üç gün sonra, yü- celmiş ve kutsal olarak dirilmişti; böylece ona inanan ve onu yürek­ten kabul edenler de hiç ölmeyecekler, sonsuz yaşama ereceklerdi.

Ilımlı Müslümanlar ve coşkulu ateistlerden oluşan karma bir ai­lede yetişmiş bir çocuk için, bu kesinlikle o zamana kadar anlatıl­mış en muazzam hikayeydi. Daha önce Tanrı'nın çekimini hiç bu kadar yakından hissetmemiştim. Doğduğum yerde, İran'da, nasıl İranlıysam, öyle Müslüman'dım. Dinim ve etnik kökenim ayrılmaz ve birbirine bağlıydı. Dini bir geleneğin içinde doğmuş pek çok kişi gibi, benim inancım da bana tenim kadar tanıdıktı ve dikkatimi bile çekmiyordu. İran devrimi yüzünden ailem vatanımızdan kaçmak zorunda kaldığında, genel olarak din ve özel olarak İslam, evimizde bir tabu haline geldi. İslam kısaca, İran'ın yönetimini ele geçirmiş olan Mollaların elimizden aldığı her şeyi ifade ediyordu. Annem, kimsenin bakmadığı zamanlarda dua etmeye devam ediyordu ve bir dolapta ya da çekmecelerden birinde bir-iki Kur'an bulunurdu. Ancak, hayatlarımızı, büyük ölçüde, Tanrı'nın tüm izlerinden te­mizlemiştik.

Benim için sorun yoktu. Sonuç olarak, 1980'1erin Amerika'sında Müslüman olmak Mars'tan gelmiş olmaya benziyordu. İnancım bir yara iziydi, öteki olduğumun en bariz işaretiydi ve gizlenmesi ge­rekiyordu.

Diğer taraftan, İsa, Amerika'nın ta kendisiydi. Amerika'nın ulu­sal hikayesinin merkezinde yer alıyordu. Onu kalben kabul etmek, gerçek anlamda Amerikalı hissetmeye en çok yaklaştığım andı. De­mek istediğim, benimki rahat etmek için din değiştirmek değildi. Aksine, yeni ait olduğum bu inanca mutlak bağlılık duyuyordum. Benim karşımdaki İsa, "Tanrı ve Kurtarıcı" olmaktan çok, en iyi ar­kadaşım, derin ve kişisel bir ilişkiye sahip olabileceğim bir kişiydi. Henüz farkına varmaya başladığı, belirsizliklerle dolu bir dünyaya anlam vermeye çalışan benim gibi bir genç için bu reddedilemeye­cek bir davetti.

Kamptan eve döndüğüm andan itibaren, İsa Mesih'in müjdesi­ni arkadaşlarımla ve ailemle, komşularımla ve sınıf arkadaşlarımla, yeni karşılaştığım insanlarla ve sokaktaki yabancılarla büyük bir hevesle paylaşmaya başladım: bazıları beni memnuniyetle dinliyor,

bazılarıysa tersliyordu. Ancak, dünyadaki ruhları kurtarma mace­ramda beklenmedik bir şey oldu. İnanmayanların şüphelerine karşı daha hazırlıklı olmak için İncil'i incelerken ne kadar derine inersem, müjdelerde yer alan İsa ile tarihteki İsa arasında - İsa Mesih ile Na- sıralı İsa arasında, o kadar büyük bir fark keşfediyordum. Dinler tarihi üzerine resmi eğitim almaya başladığım üniversite yıllarında, başlangıçtaki bu rahatsızlık büyüdü ve kendi şüphelerimi doğurdu.

Evanjelik Hıristiyanlığın temel taşı, en azından bana öğretildiği kadarıyla, İncil'de yer alan her sözcüğün Tann'nın vahyi olduğuna ve doğru, apaçık ve hatasız olduğuna koşulsuz inanmaktır. Bu inan­cın açık ve inkar edilemez biçimde yanlış olduğunu, binlerce yıllık bir süreçte, yüzlerce kişi tarafından yazılmış bir belgeden beklene­ceği üzere, İncil'in besbelli ve bariz hatalar ve çelişkilerle dolu ol­duğunu bir anda fark etmiş olmam, kafamın karışmasına ve ruhsal açıdan zincirlerimin kopmasına neden olmuştu. Dolayısıyla, benim durumumdaki pek çok kişinin yapacağı gibi, inancımı, aldatılarak satın aldığım pahalı bir taklit eşya gibi, öfkeyle fırlatıp attım. Ata­larımın inancını ve kültürünü yeniden düşünmeye başladım, bir yetişkin olarak bu inanç ve kültürde çocukken hissettiğimden daha derin ve daha özel bir yakınlık buldum, tıpkı yıllarca ayrı kalınan eski bir dostla yeniden bir araya gelmek gibi.

Bu arada, din üzerine akademik çalışmalarıma devam ediyor­dum; şimdi İncil'i sorgusuz sualsiz inanan bir kişi olarak değil, araştırmacı bir akademisyen olarak inceliyordum. Okuduğum hikayelerin kesinlikle doğru olduğu varsayımıyla zincirlenmemiş olduğumdan, metin içerisinde daha anlamlı bir gerçeği, tarihsel zorunluluklar nedeniyle kasten izole edilmiş bir gerçeği fark ettim. Tuhaf ama, tarihteki İsa hakkında, yaşadığı çalkantılı dünya ve kar­şı geldiği Roma İmparatorluğu işgalinin vahşeti hakkında daha faz­la bilgi edindikçe, ona daha da yakınlaştım. Aslına bakılırsa, dün­yanın gelmiş geçmiş en güçlü imparatorluğunun hükümlerine kafa tutan bu köylü ve devrimci Yahudi bana, kilisede tanıştığım kopuk, dünyadan uzak varlıktan daha gerçek gelmişti.

Bugün şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Hıristiyanlığın kökeni üzerine derin akademik araştırmalarla geçirdiğim yirmi yılın ar­dından, Nasıralı İsa'ya, İsa Mesih'e hiçbir zaman olmadığım kadar içtenlikle bağlıyım. Bu kitap sayesinde, tarihteki İsa hakkındaki müjdeyi insanlara, bir zamanlar İsa Mesih'in hikayesini aktarırken duyduğum hevesle aktarabilmeyi umuyorum.

İncelememize başlamadan önce akılda bulundurulması gere­ken birkaç nokta var. Tarihteki İsa hakkında ileri sürülen, çok iyi desteklenen, üzerinde yoğun araştırmalar yapılmış ve son derece güvenilir her argümana karşılık, aynı şekilde iyi desteklenen, eşit ölçüde araştırma yapılmış ve eşit ölçüde güvenilir bir karşı argü­man bulunuyor. Okuyucuyu, Nasıralı İsa'nın hayatı ve misyonu ile ilgili yüzyıllardır süregelen bir tartışma ile sıkmaktansa, Yeni Ahit ve Hıristiyanlığın ilk yılları üzerine gerçekleştirdiğim yirmi yıllık akademik araştırmalarımdan yola çıkarak, anlattıklarımı en doğru ve en makul olduğuna inandığım argüman üzerine kurguladım. Tartışmalarla ilgilenenler için, son derece ayrıntılı araştırmalar yap­tım ve mümkün olan durumlarda, benim yorumuma katılmayan­ların argümanlarına bu kitabın sonundaki uzun notlar bölümünde yer verdim.

Yeni Ahit'in Yunancadan tüm çevirileri bana aittir (arkadaşlarım Liddell ve Scott'ın yardımlarıyla). Yeni Ahit'ten bir pasajı doğrudan çevirmediğim az sayıda durumda ise, İncil'in Yeni Gözden Geçiril­miş Standart Versiyonunda yer alan çevirilerden yararlandım. İbra- nice ve Aramice çevirileri St. Martin's Üniversitesi din çalışmaları bölümünden Doçent Dr lan C. Werrett yaptı.

Metin boyunca Q kaynağı materyallerine (Matta ve Luka müj­delerine has materyaller) atıfta bulunulduğunda, (Matta 1 Luka) şeklinde işaretlenmiştir; kitap sırası doğrudan alıntı yaptığım müj­deyi ifade eder. Okuyucu İsa'nın hikayesini oluştururken öncelikli olarak Markos'un müjdesine ve Q materyallerine dayandığımı fark edecektir. Bunun nedeni, söz konusu kitapların en eski versiyonlar olması ve dolayısıyla Nasıralıların yaşantısı konusunda elde bulu­

nan en güvenilir kaynaklar olmasıdır. Genel olarak, Gnostik İnciller olarak adlandırılan müjdelere fazla derinlemesine girmemeyi tercih ettim. Bu metinler ilk Hıristiyan topluluklarında İsa'nın kim olduğu ve öğretilerinin ne anlama geldiğine dair çok çeşitli görüşleri özet­lemek açısından muazzam öneme sahip olsa da, tarihteki İsa'nın kendisine fazla ışık tutmamaktadır.

Her ne kadar müjdelerin isimlerini taşıdıkları kişiler tarafından yazılmadıkları (olası tek istisna Luka ve Havarilerin İşleri olabilir) konusunda neredeyse genel bir görüş birliği olsa da, kolaylık sağ­lamak ve karışıklığa neden olmamak için, müjde yazarlarını günü­müzde bildiğimiz ve tanıdığımız isimlerle anmaya devam ediyo­rum.

Son olarak, akademik kullanıma uygun olarak, bu metinde tarih- lendirme yapılırken İsa'dan Sonra yerine MS ya da Milattan Sonra ve İsa'dan Önce yerine MÖ ya da Milattan Önce ifadeleri kullanıl­mıştır. Ayrıca Eski Ahit yerine, daha doğru bir kullanımla İbrani İn­cili ya da İbranice Kutsal Metinler denmektedir.

Giriş

Aslında Nasıralı İsa adındaki adam hakkında bir şeyler biliyor ol­mamız bile mucize. Dünyanın sonu hakkında hikayeler anlatarak kasabadan kasabaya, ardında pejmürde kılıklı inananlarıyla do­laşan gezgin vaizler İsa'nın yaşadığı dönemde sık karşılaşılan bir görüntüydü- öylesine sıradan bir durumdu ki, Romalı elit tabaka arasında bir tür şaka konusu olmuştu. Böylesi bir tipleme üzerine yazdığı bir taşlamalı komedi eserinde, Yunanlı filozof Celsus, Ce- lile'nin kırsal bölgelerinde dolaşan kutsal bir Yahudi hayal ediyor­du, bu adam ortalıkta dolaşıp, "Ben Tanrıyım ya da Tanrı'nın ya da kutsal bir ruhun hizmetkarıyım. Ben geldim çünkü dünya yok olmanın eşiğinde. Benim cennetin gücünü elime alıp geldiğimi gö­receksiniz" diye bağırıyordu.

Birinci yüzyılda, günümüzün İsrail/Filistin topraklarının ya­nında Ürdün, Suriye ve Lübnan'ın büyük bölümünü için alan top­raklar, Romalılar tarafından Filistin olarak anılıyordu ve Filistinli Yahudiler arasında kıyamet beklentisinin büyük olduğu bir dönem­di. Sayısız peygamber, vaiz ve mesih Kutsal Topraklarda dolaşıyor, Tanrı'nın yakında göndereceği kıyamete dair mesajlar iletiyordu. Bu sözde mesihlerin çoğunu ismen biliyoruz. Bunlardan bir kısmı Yeni Ahit'te bile anlatılıyor. Havarilerin İşleri kitabına göre, Romalı­lar tarafından ele geçirilip, başının kesilmesinden önce, Tevdas Pey­gamberin dört yüz müridi vardı. "Mısırlı" olarak tanınan gizemli, karizmatik bir kişi, çölde kendisine inananlardan oluşan bir ordu kurmuştu; ordusunun neredeyse tamamı Romalı askerlerce katle­dilmişti. MÖ 4 yılında, akademisyenlerin büyük bölümüne göre

Nasıralı İsa'nın doğum yılında, Athronges adlı yoksul bir çoban başına bir taç geçirmiş ve kendisini "Yahudilerin Kralı" ilan etmiş­ti; o ve müritleri askerler tarafından vahşice katledilmişlerdi. Kur­tarıcılık iddiasında bulunan bir başkası da "Samiriyeli" lakabıyla anılır ve bir ordu kurmamış ve Roma'ya karşı herhangi bir tehdit oluşturmamış olmasına rağmen Pontius Pilatus tarafından çarmıha gerdirilmiştir - bu, ortamdaki kıyamet ateşini hisseden yetkililerin herhangi bir isyan belirtisine karşı aşırı hassas olduğunu gösterir. Haydut şefi Hezekiah, Peraea'lı Simun ,Celileli Yahuda, onun to­runu Menahem, Giora oğlu Simun, ve Kokhba oğlu Simun vardı- tamamı kurtarıcı olma iddiasındaydı ve tümü bu nedenle Roma ta­rafından öldürüldü. Bu listeye, üyelerinden bir kısmı Ölü Denizin kuzeybatı kıyısında, Kumran platosunda inzivaya çekilen Esseni tarikatı; birinci yüzyılda yaşamış, zelotlar olarak bilinen, Roma'ya karşı kanlı bir savaşın başlamasına yardım etmiş devrimci Yahudi- ler ve Romalıların Sicarii adını verdiği (Hançer Adamlar) korku sa­çan katil haydutlar da eklendiğinde, Birinci Yüzyıl Filistini'ne dair oluşan resim mesih enerjisiyle dopdoludur.

Nasıralı İsa'yı yaşadığı dönemdeki bilinen dini-siyasi hareketle­rin herhangi birine tam olarak oturtmak zordur. O, derin çelişkile­ri olan bir adamdı, bir gün ırk ayrımcılığı içeren bir mesaj veriyor ("Ben yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim"; Matta 15:24), başka bir gün, yüce gönüllü bir evrenselliği seslendiri­yor ("Gidin ve bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin"; Matta 28:19); kimi zaman koşulsuz barış çağrısı yapıyor ("Ne mutlu barışı sağlayanlara, onlara Tanrı oğulları denecek"; Matta 5:9), kimi za­man da şiddeti ve çatışmayı teşvik ediyordu ("Kılıcı olmayan abası­nı satıp bir kılıç alsın"; Luka 22:36).

Tarihteki İsa'yı tam olarak açıklığa kavuşturmak konusundaki en büyük sorun, insanlık tarihini böylesine kalıcı bir biçimde değiş­tirmiş olan bir insana dair, Yeni Ahit dışında neredeyse iz olmama­sıdır. İncil dışında, İsa'dan bahseden en eski ve en güvenilir kaynak birinci yüzyılda yaşamış olan Yahudi tarihçi Flavyus Yosefus' dur

(ölüm MS 100). Antiquities eserinde yer alan bir pasajda Yosefus, Roma valisi Festus'un ölümünden sonra "mesih olduğunu söyle­dikleri İsa'nın kardeşi Yakup" adında bir kişiye kanunları çiğnemek suçundan haksız yere taşlanarak idam cezası veren Hanna adında zalim bir başkahinden bahseder. Pasajın devamında, yeni vali Al- binus'un nihayetinde Kudüs'e varışından sonra Hanna'nm başına gelenler anlatılır.

Bu eserde yer alan ima ("mesih olduğunu söyledikleri" ifadesi belli ki bir küçümseme belirtiyor) ne kadar yüzeysel ve ne kadar önemsiz görünse de, tarihteki İsa'ya dair herhangi bir işaret arayı­şında olanlar için muazzam öneme sahip. Soyadı kullanılmayan bir toplumda, Yakup gibi yaygın bir ad söz konusu olduğunda, Filis­tin'de gezen diğer tüm Yakup adındaki kişilerden ayırt edilebilmesi için belirgin bir unvan- doğum yeri ya da baba adı - kullanılması gerekliydi (Nasıralı İsa'da olduğu gibi). Bu örnekte Yakup'un un­vanı, Yosefus tarafından okuyuculara tanıdık gelecek bir kardeşlik bağından geliyordu. Bu pasaj "mesih olduğunu söyledikleri İsa "nın muhtemelen var olduğunu, üstelik Antiquities eserinin yazıldığı MS 94 yılında bu kişinin yeni ve kalıcı bir hareketin kurucusu ola­rak tanındığını kanıtlar.

Tacitus (ölümü 118} ve Genç Plinius (ölümü 113) gibi ikinci yüz­yılda yaşamış tarihçilerin dikkatini çeken de, kurucusundan çok ha­reketin kendisi olmuştur; her iki tarihçi de Nasıralı İsa'dan bahset­miş ancak hakkında, tarihsel önemi aşikar olmakla birlikte, İsa'nın hayatı ile ilgili ayrıntılara fazlaca ışık tutmayan, yakalanması ve idam edilmesi olaylan dışında çok az bilgi aktarmışlardır. Dolayı­sıyla, elimizde sadece Yeni Ahit'ten derlenebilecek bilgiler mevcut­tur.

Nasıralı İsa'ya dair elimizdeki ilk yazılı beyan, İsa'ya ilk inanan­lardan olan ve MS 66 yılı dolaylarında ölen Pavlus'un mektupla­rında yer almaktadır (Pavlus'un ilk mektubu, 1 Selanikliler, İsa'nın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonrasına, MS 48 ila 50 yıllarına tarih- lenmektedir.) Ancak Pavlus konusunda sorun, tarihteki İsa'ya karşı alışılmadık bir ilgisizlik sergilemesidir. Mektuplarında İsa'nın ha­yatına dair sadece üç olaydan bahsedilir: Son Akşam Yemeği (1 Ko- rintliler 11:23-26), çarmıha gerilme (1 Korintliler 2:2) ve Pavlus için en önemli olan kısım, diriliş; ona göre diriliş olmamışsa, "bildirimiz de, imanınız da boştur" (1 Korintliler 15:14). Hıristiyanlığın ilk yıl­lan ile ilgilenenler için Pavlus mükemmel bir kaynak olabilir, ancak tarihteki İsa'yı açığa çıkarma konusunda yetersiz bir kılavuzdur.

Dolayısıyla elimizde sadece müjdeler kalıyor, ki bunlarla da il­gili sorunlar var. İlk olarak, büyük olasılıkla Luka'nın müjdesi ha­ricinde, elimizdeki müjdelerin hiçbiri adıyla anıldıkları kişiler tara­fından yazılmamışhr. Bu durum aslında çoğu Yeni Ahit kitabı için geçerlidir. Yanlış adlandırılmış bu eserler ya da belli bir kişiye atfedil­mekle birlikte, gerçekte söz konusu kişi tarafından yazılmamış olan eserler antik dünyada son derece yaygındır ve kesinlikle sahte ola­rak değerlendirilmemelidir. Bir kitabı bir kişiye atfetmek, o kişinin inançlarını ya da ekolünü yansıtmada kullanılan standart bir yoldu. Zaten, müjdeler İsa'nın hayatının tarihsel belgeleri değildir, üstelik bu amaca hizmet etmeleri hiçbir zaman düşünülmemiştir. Bunlar İsa'nın sözlerine ve davranışlarına birebir tanıklık etmiş kişiler ta­rafından oluşturulmuş kayıtlar değildir. Bunlar inanan cemaatlerin imanlarının ifadesidir ve anlattıkları olayların yaşanmasından yıllar sonra yazılmıştır. Basitçe ifade etmek gerekirse, müjdeler bize Me­sih olan İsa'yı anlahr, insan olan İsa'yı değil.

Müjdelerin oluşumunda en yaygın kabul gören teori, "İki Kay­nak Teorisi, " Markos'un müjdesinin ilk kez MS 70 sonrasında, İsa'nın ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra yazıldığını kabul eder. Markos'un elinde İsa'ya ilk inananların yıllar boyunca birbirlerine aktardıkları sözlü ve belki bir miktar da yazılı gelenek bulunuyor­du. Düzensiz bu gelenekleri kronolojik sıraya koyarak Markos, Yu­nanca "müjde" anlamına gelen gospel adı verilen yepyeni bir edebi tür oluşturmuştu. Ancak Markos'un müjdesi çoğu Hıristiyan için kısadır ve tatmin edici değildir. Çocukluğuna dair bir anlatım bu­lunmaz; İsa bir gün Şeria Nehri kıyısına gelir ve Vaftizci Yahya tara­fından vaftiz edilir. Dirilişe dair ifadeler yoktur. İsa çarmıha gerilir. Bedeni mezara konur. Birkaç gün sonra mezar boştur. İlk Hıristi- yanlar bile Markos'un İsa'nın hayahna dair bu kadar kısa aktarım­da bulunması karşısında eksiklik duymuşlardı, bu nedenle orijinal metni geliştirmek Markos'un haleflerine, Matta ve Luka'ya kalmıştı.

Markos'tan yirmi yıl sonra, MS 90 - 100 yılları arasında, Matta ve Luka'nın yazarları birbirlerinden bağımsız çalışır ve Markos'un yazmalarını esas alırken, Hıristiyan okurlarını memnun etmek için müjdede yer alan hikayeyi güncelliyor ve birbirinden farklı ve çeliş­kili iki çocukluk hikayesinin yanında, ayrıntılı bir dizi diriliş hika­yesi ekliyorlardı. Matta ve Luka'nın dayandıkları bir diğer kaynak da, akademisyenler tarafından Q (Almanca Quelle ya da "kaynak") olarak adlandırılan, İsa'nın sözlerinden oluşan, erken dönemde oluşturulmuş ve oldukça yaygınlaşmış bir koleksiyondur. Her ne kadar bu belgenin fiziki herhangi bir kopyası artık elimizde bulun­masa da, içeriğine Matta ve Luka'da ortak olarak yer alan ancak Markos'da yer almayan ayetleri derleyerek ulaşabiliriz.

Bu üç müjde, Markos, Matta ve Luka, birlikte Sinoptik (Yunanca "eşgörünümlü") olarak anılır çünkü bunlar İsa'nın hayatı ve hiz­meti konusunda aşağı yukarı ortak bir anlatım ve kronoloji içerir; bu açıdan, birinci yüzyılın bitiminden hemen sonra, MS 100 ile 120 yılları arasında yazılmış olması muhtemel dördüncü müjdeden, Yu- hanna'dan, büyük ölçüde farklıdır.

Dolayısıyla bunlar kanonik müjdelerdir. Ancak var olan müj­deler bunlarla sınırlı değildir. Artık, Nasıralı İsa'nın hayatına dair çok daha farklı bir bakış açısı sunan, çoğunluğu ikinci ve üçüncü yüzyıllarda yazılmış kanonik olmayan müjdelerden oluşan başlı başına bir kütüphaneye erişebiliyoruz. Bunlar arasında Tomas'ın Müjdesi, Filip'in Müjdesi, Yuhanna'nın Gizli Kitabı, Mecdelli Mer­yem'in Müjdesi, ve 1945 yılında, Mısır'da Nag Hammadi kasabası yakınlarında keşfedilen, Gnostik olarak adlandırılan diğer bazı yaz­malar yer alır. Bu kitaplar, sonunda Yeni Ahit'i oluşturan metinlerin dışında bırakılmış olsa da, İsa'nın kim olduğu ve İsa'nın ne anlama geldiği konusunda, onunla birlikte yürümüş, onun ekmeğini pay­laşmış ve birlikte yemek yemiş, onun sözlerini dinlemiş ve onunla dua etmiş olduklarını iddia eden kişiler arasında bile dramatik fark­lılıklar olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Sonuçta, Nasıralı İsa hakkında kesin olarak emin olabileceğimiz tarihsel iki gerçek var: Birincisi, İsa MS birinci yüzyılın başlarında Filistin'de popüler olmuş bir Yahudi hareketine liderlik eden bir Ya- hudiydi; ikincisi, Roma tarafından bu nedenle çarmıha gerilmişti. Bu iki bilgi tek başlarına, iki bin yıl önce yaşamış bir adamın yaşan­tısına dair eksiksiz bir portre oluşturmaya yetmez. Ancak, İsa'nın yaşadığı fırtınalı döneme dair bildiklerimizle birleştirildiğinde; ki Romalılar sayesinde oldukça fazla bilgiye sahibiz; bu iki bilgi, Na- sıralı İsa hakkında, tarihsel açıdan müjdelerin çizdiği resimlerle gö­re daha doğru bir resim elde etmemize yardımcı olabilir. Aslında, tarihsel çalışmaların ortaya koyduğu, Birinci Yüzyıl Filistini'nde yaşanan dini ve siyasi fırtınaların içerisinde, o dönemdeki tüm Ya- hudiler gibi ateşli bir devrimci olan İsa görüntüsü, ilk Hıristiyan toplulukların işledikleri hassas çoban imajı ile çok az benzerlik gös­termektedir.

Şöyle düşünün: Çarmıha germe Roma tarafından neredeyse sa­dece isyan suçu için verilen bir cezaydı. Romalıların, acı içerisinde kıvrandığı sırada İsa'nın başına yerleştirdikleri yafta -"Yahudilerin Kralı"- titulus olarak adlandırılıyordu ve genel algının aksine alay ifadesi değildi. Çarmıha gerilen her suçluya, hangi suçtan dolayı idam edildiğini belirten bir yafta takılırdı. İsa'nın suçu, Roma'nın gözünde, krallığı ele geçirme isteği (yani, vatan hainliği) idi, o dö­nemde mesih olma iddiasında bulunan neredeyse herkes bu neden­le öldürülüyordu. Ayrıca İsa yalnız ölmemişti. Müjdeler İsa'nın her iki yanında Yunanca'da lestai olarak adlandırılan adamların asılı ol­duğunu iddia eder; bu kelime genellikle İngilizce'ye "hırsızlar" ola­rak aktarılır ancak aslında "haydutlar" anlamına gelir ve isyancılar ve asiler için Romalılarda en sık kullanılan tanımlamadır.

Bir tepede haçlar üzerinde üç asi, her haç üzerinde Roma'nın ira­desine karşı çıkmaya cesaret etmiş bir adamın acılar içinde kıvra­nan kanlı bedeni. Sadece bu görüntü bile müjdelerin İsa'yı, yaşadığı zamanın siyasi hareketliliğinden neredeyse tamamen izole olmuş, koşulsuz huzur içerisinde bir adam olarak tasvir etmesine şüphe düşürmelidir. O dönemde, Yahudi olan, olmayan herkes tarafından Roma'ya karşı bir başkaldırı şeklinde anlaşılacak bir ifade olarak, "Tanrı'nın Krallığı'nı" talep eden popüler bir mesih hareketinin li­derinin, Yahudiye'deki neredeyse her Yahudiyi sarmış olan devrim ateşine kapılmamış olduğu nosyonu, basit bir ifadeyle saçmadır.

Müjdelerin yazarları İsa'nın mesajının ve hareketinin devrimci doğasını yumuşatmak için neden bu kadar ileri gitsinler? Bu soruya cevap vermek için, öncelikle Nasıralı İsa'nın hayatı ve misyonuna dair yazılmış tüm müjde hikayelerinin MS 66 yılında Roma'ya karşı çıkan Yahudi İsyanı'ndan sonra oluşturulduğuna dikkat etmeliyiz. O yılda, Tanrı'ya karşı gayretleriyle coşan bir grup Yahudi asi, Ya­hudi kardeşlerini isyana yönlendirmişti. Mucizevi bir şekilde, asiler Kutsal Toprakları Roma işgalinden kurtarmayı başardı. Dört muh­teşem yıl boyunca, Tanrı'nın şehri yeniden Yahudilerin kontrolüne geçmişti. Daha sonra, MS 70'de Romalılar geri geldi. Kısa süren bir kuşatmanın ardından, askerler Kudüs'ün duvarlarını aştılar ve bu­rada yaşayanlara muazzam bir şiddet uyguladılar. Yollarına çıkan herkesi katlettiler, Tapınak Dağı'nda ceset yığınları oluştu. Kaldırım taşı kaplı sokaklardan kan nehirleri aktı. Katliam sona erdiğinde, askerler Tapınak Dağı'nı ateşe verdiler. Alevler Tapınak Dağı'nı aş­tı, Kudüs'ün meralarını, çiftlikleri ve zeytin ağaçlarını sardı. Her şey yandı. Kutsal şehirdeki yıkım öylesine büyüktü ki, Yosefus Ku­düs'te bir zamanlar insanların yaşadığını kanıtlayacak hiçbir şey kalmadığını yazar. On binlerce Yahudi katledildi. Geri kalanlar zin­cire vurularak şehrin dışına sürüldü.

Bu derece yıkıcı bir olayda Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları ruhsal travmayı hayal etmek bile güç. Kendilerine Tanrı tarafından vaat edilen topraklardan sürülmüş, Roma İmparatorluğu'nun pa­ganları arasında dışlanmış olarak yaşamaya zorlanmış olan ikinci yüzyılın hahamları, zaman içerisinde ve bilinçli olarak Museviliği Roma ile kötü biten savaşa yol açan radikal mesih milliyetçiliğinden ayırdılar. Tevrat Yahudilerin hayatının merkezinde Tapınak'ın yeri­ni aldı ve Rabbinik Yahudilik ortaya çıktı.

Hıristiyanlar da kendilerini, Kudüs'ün yağmalanmasına yol açan devrim gayretinden uzaklaştırma gereği hissettiler; bu şekilde son derece kinci olan Roma'nın kilise üzerindeki gazabını bertaraf etme imkanı elde ediyorlardı; diğer bir neden de, Yahudiliğin dış­lanmasıyla beraber, Romalıların kilisenin dini yayma konusundaki birincil hedefi haline gelmesiydi. Dolayısıyla, İsa'nın devrimci bir Yahudi milliyetçisinden, dünyevi herhangi bir konuyla herhangi bir şekilde ilgisi olmayan, huzur dolu bir spiritüel lidere dönüştürül­düğü uzun süreç başladı. Bu, Romalıların kabul edebilecekleri bir İsa'ydı, hatta üç yüzyıl sonra, Roma İmparatoru Flavius Theodosius (ölümü 395) bu gezgin Yahudi vaizin hareketini devletin resmi dini olarak ilan ettiğinde ve bugün Ortodoks Hıristiyanlık olarak bildi­ğimiz inanış doğduğunda, kabul etmiş oldular.

Bu kitap, tarihteki İsa'yı, Hıristiyanlıktan önceki İsa'yı; iki bin yıl önce, Celile kırsalında dolaşmış, Tanrı'nın Krallığı'nı kurma hede­fiyle, idealist bir hareket için yandaş toplamış ancak Kudüs'e girişi ve Tapınak'a yaptığı gözü kara saldırının ardından misyonu başarı­sız olmuş, Roma tarafından isyan suçuyla tutuklanıp, idam edilmiş, siyasi bilince sahip devrimci Yahudi'yi mümkün olduğu ölçüde ye­niden ortaya çıkarma çabasıdır. Kitap aynı zamanda, İsa'nın dünya­da Tanrı'nm hükümdarlığını kurmayı başaramamasının ardından, takipçilerinin hem İsa'nın misyonu ve kimliğini, hem de Yahudi mesihin doğasını ve tanımını nasıl yeniden yorumladıklarını da ele almaktadır.

Böylesi bir çabayı zaman kaybı olarak gören, tarihteki İsa'nın geri dönüşü olmayan bir şekilde kaybolduğuna ve yeniden ortaya çıkarılamayacağına inananlar var. Akademisyenlerin büyük bir öz­güvenle, modern bilimsel araçlar ve tarihsel araştırmaların İsa'nın gerçek kimliğini ortaya çıkarmaya imkan vereceğini iddia ettikleri, "tarihteki İsa arayışı" günleri çoktan bitti. Bu kişiler arhk önemli olan gerçek İsa değil, diyorlar. Bunun yerine sadece ulaşabildiğimiz İsa'ya odaklanmalıyız: İsa Mesih'e.

Elbette, Nasıralı İsa'nın biyografisini yazmak, Napolyon Bona- part'ın biyografisini yazmaya benzemiyor. Bu iş tıpkı devasa bir yapbozu bir araya getirmeye çalışmaya ve elinizde sadece bir kaç parçanın bulunmasına benziyor; yapbozun geri kalanını, resmin bütününün neye benzediği konusunda en iyi ve en bilgiye dayalı tahminlerle doldurmaktan başka seçenek kalmıyor. Büyük Hıristi­yan ilahiyatçı Rudolf Bultmann, tarihteki İsa arayışının nihayetinde içsel bir arayış olduğunu söylerdi. Akademisyenler görmek istedik­leri İsa'yı görürler. Çoğu zaman, oluşturdukları İsa imajında kendi­lerini; kendi yansımalarını görürler.

Ama yine de, en iyi, en bilgiye dayalı tahminler Nasıralı İsa hak- kındaki en temel varsayımlarımızı en azından sorgulamamız için yeterli olabilir. Müjdelerin iddialarını tarihsel analizin ateşine tutar­sak, kutsal metinleri edebi ve teolojik süslemelerden arındırabilir ve tarihteki İsa'ya dair çok daha doğru bir resim elde edebiliriz. Hatta İsa'yı, yaşadığı dönemin - Roma'ya karşı, Yahudilik inancı ve uy­gulamalarını sonsuza kadar değiştirecek olan bir isyanın ateşiyle belirgin olan bir dönemin - sosyal, dini ve siyasi bağlamına sağlam biçimde yerleştirmeye odaklanırsak, biyografisi bir bakıma, kendi kendine yazılacaktır.

Bu süreçte açığa çıkacak olan İsa, bulmayı umduğumuz İsa ol­mayabilir; kesinlikle en modern Hıristiyanların kolayca tanıyacak­ları İsa olmayacaktır. Ancak sonuçta, tarihsel yollarla ulaşabileceği­miz tek İsa da O'dur.

Geri kalan her şey inancın konusudur.

KRONOLOJİ

MÖ 164

Makkabi Ayaklanmas ı

140

Haşmonayim Hanedanı'nın Kurulması

63

Pompey Magnus'un Kudüs'ü ele geçirmesi

37

Büyük Hirod es'in Yahudi Kralı ilan edilmesi

4

Büyük Hirodes'in ölümü

4

Celileli Yahuda Ayaklanması

MÖ 4-MS 6

Nasıralı İsa'nın doğumu

MS 6

Yahudiye'nin resmi olarak Roma eyaleti olması

10

Seforis'in Hirodes Antipa'nın ilk başkenti olması

18

Yosefus Kayafa'nın Başkahin atanması

20

Taberiye'nin Hirod es Antipa'nın ikinci başkenti olması

26

Pontius Pilatus'un Kudüs'te vali (prefect) olması

26-28

Vaftizci Yahya'nın hizmetlerinin başlangıcı

28-30

Nasıralı İsa'nın hizmetlerinin başlangıcı

30-33

Nasıralı İsa'nın ölümü

36

Samiriye Ayaklanmas ı

37

Tarsuslu Saul'un (Pavlus) din değiştirmesi

44

Tevdas Ayaklanmas ı

46

Celileli Yahuda oğulları Yaku p veSimun'un Ayaklanması

48

Pavlus ilk mektubunu yazıyor: 1 Selanikliler

56

Başkahin Jonathan'ın öldürülmesi

56

Pavlus son mektubunu yazıyor: Romalılar

57

Mısırlı Ayaklanması

62

İsa'nın kardeşi Yakup'un öldürülmesi

66

Pavlus ve Elçi Petrus'un Roma'da Ölümü

66

Yahudi İsyanı

70

Kudüs' ün yıkılması

70-71

Markos'un müjdesinin yazılması

73

Romalıların Masada'yı ele geçirmesi

80-90

Yakup'un mektubunun yazılmas ı

90-100

Matta ve Luka'nın müjdelerinin yazılması

94

Yosefus'un Anti quiti es'i yazmas ı

100-120

Yuhanna'nın müjdesinin yaz ılmas ı

132

Kokhba oğlu Simun Ayak lanmas ı

300

Pseudo-Clementines'in derlenmesi

313

İmparator Konstantin'in Milano Fermanını Yayınlamas ı

325

İznik Konsili

398

Hippo Regius Konsili

 

 

Başlarken

Farklı Bir Tür Kurban

Roma ile savaş kılıç çınlamalarıyla değil, bir suikastçının cüppesin­den çekilip alınan bir hançerle başlıyor.

Kudüs'te bayram zamanı: Yahudilerin Akdeniz'in ötesinden ge­lip kutsal şehirde Tanrı'ya mis kokulu adaklarını sundukları bir dö­nem. Eski Yahudi geleneğinde sadece burada, Kudüs Tapınağı'nın içinde, başkahinin huzurunda gerçekleştirilebilen yıllık ayinler ve kutlamalar vardı; başkahin en kutsal günleri, Pesah (Hamursuz Bayramı), Şavuot (Haftalar Bayramı) ve hasat bayramı olan Su- kot' u (Çardak Bayramı); kendisinde toplar ve bu zahmetine karşılık oldukça dolgun bir ücret, ya da kendi deyimiyle titJıe alırdı. Hem de ne zahmet! Bu gibi günlerde şehrin nüfusu bir milyonun üze­rine çıkardı. Akın akın gelen hacıları Tapınak'ın güney duvarında Hulda Kapılarından geçirmek, onları Tapınak merkezinin altındaki karanlık ve mağaraları andıran galerilerden yürütmek ve Uluslar Avlusu olarak bilinen meydana ve pazar yerine giden merdivenlere yönlendirmek için tüm görevlilerin ve düşük kademeli kahinlerin çalışması gerekiyordu.

Kudüs Tapınağı, kutsal şehrin doğu ucunda, Moriah Dağı (Tapı­nak Dağı) üzerinde yer alan, yaklaşık beş yüz metre uzunluğunda ve üç yüz metre genişliğinde, kabaca dikdörtgen şekilde yerleş­tirilmiş bir yapıdır. Dış duvarları çevreleyen, üstü plaka kaplı ta­vanları taşıyan sıra sıra ışıltılı beyaz taş sütunlu kemerler, insanları acımasız güneşten korur. Tapmak'ın güney ucunda bu kemerlerin en büyük ve en süslü olanı, Sütunlu Galeri bulunur - geleneksel Roma tarzında inşa edilmiş, yük.sek, iki katlı, bazilikaya benzer bir toplantı salonudur. Bu, Yahudi devletinin yüksek din kurumu ve en yüksek mahkemesi olan Sanhedrin'in yönetim merkezidir. Aynı zamanda burası, yeraltındaki merdivenlerden çıkıp geniş, güneşli avluya gittiğiniz sırada, satıcıların ve kir pas içindeki para bozucu­ların patırtılarının yükseldiği yerdir.

Para bozucuların Tapınak'ta önemli bir görevi vardır. Ödeme yapabilmeniz için, kabul edilmeyen yabancı paralarınızı, Tapınak yetkilileri tarafından kabul edilen tek para birimine, Şekel'e çevi­rirler. Para bozucular ayrıca, etrafta gördüğünüz tüm debdebe ve merasimin korunması için yetişkin tüm erkeklerin ödemek zorunda oldukları yarım Şekellik Tapınak vergisini de tahsil ederler: Yakılan tütsülerin oluşturduğu dağlar ve aralıksız verilen kurbanlar, topra­ğa dökülen şarap ve ilk meyve sunuları, mezmurlar okuyan Levi korosu ve onlara eşlik eden lir ve zil çalan orkestra... Bu gereklilik­lerin parasını birileri ödemelidir. Birileri Tanrı'yı çok memnun eden, yakılan sunuların bedelini karşılamalıdır.

Yeni paranızı elinize aldığınızda, artık kurbanınızı satın almak için dış duvarlar boyunca uzanan kümesleri incelemeye başlayabi­lirsiniz; bir güvercin, bir koyun; cüzdanınızın büyüklüğüne, ya da günahlarınızın büyüklüğüne göre. İkincisi ilkini aşıyorsa, üzülme­yin. Para bozanlar kurbanınızı büyütmek için ihtiyaç duyduğunuz krediyi açmaktan mutluluk duyar. Bu kutsal olay için satın alınabi­lecek hayvanlarla ilgili çok kesin bir yasal kural vardır. Hayvanlar lekesiz olmalıdır. Vahşi değil, evcil olmalıdır. Yük hayvanından kur­ban olmaz. İster sığır olsun, ister boğa, koç ya da koyun, sadece bu amaç için yetiştirilmiş olmalıdır. Bu hayvanlar ucuz değildir. Neden olsun ki? Kurban, Tapınak'ın birincil amacıdır. Tapmak'ın var olu­şunun asıl nedenidir. İlahiler, dualar, okumalar; burada gerçekleşen her ritüel bu tek ve çok önemli ritüele hizmet eder. Kan dökmek sadece günahları silmekle kalmaz, toprağı da temizler. Toprağı besler, temizler ve devamlılığını sağlar, böylece bizi kuraklıktan ya da kıtlıktan ya da daha kötü belalardan korur. Her şeyi bilen Tanrı'nın hükmettiği yaşam ve ölüm döngüsü tamamen sizin kurbanınıza bağlıdır. Bu tutumlu olma zamanı değildir.

Bu yüzden sununuzu sahn alın ve iyi bir şey almaya çalışın. Ta­pınak avlusunda dolaşan beyaz cüppe giymiş kahinlerden herhangi birine verin. Onlar, Musa'nın kardeşi Harun'un soyundan gelir ve Tapınak'ın günlük ayinlerinin sürdürülmesinden sorumludur: Tüt­sü yakmak, lambaları yakmak, şofar çalmak ve tabii ki kurbanlar. Kahinlik soy yoluyla geçer; özellikle bayram zamanlarında, uzak diyarlardan törenlere yardımcı olmak için gruplar halinde geldik­lerinde, sayıları hiç de az değildir. Kurban ateşlerinin gece gündüz yanmasını sağlamak için yirmi dört saatlik vardiyalarla çalışır, Ta- pınak'ı doldururlar.

Tapınak bir dizi kademeli avlu içerecek şekilde inşa edilmiştir, avluların her biri bir öncekinden daha küçük, daha yüksek ve giri­şi daha kısıtlayıcıdır. En dışta yer alan, kurbanınızı satın aldığınız avlu, Uluslar Avlusu, hangi ırk ya da dinden olursa olsun, herkese açık olan geniş bir açık alandır. Eğer Yahudi iseniz -herhangi bir fiziki engeliniz yoksa (cüzamlılar, felçliler kabul edilmez) ve ritü- el banyo ile arınmış iseniz- kahini kurbanınızla birlikte izleyerek, taştan yapılma ızgara şekilli bir çitten geçer ve bir sonraki avluya, Kadınlar Avlusu'na, girersiniz (çit üzerinde yer alan plakada diğer herkesin dış avludan ileriye geçmeleri halinde ölümle cezalandırı­lacaklarına dair bir uyarı yer alır). Kurbanlar için odun ve yağ bu­rada depolanır. Burası ayrıca Yahudi kadınların Tapınak içerisinde gidebildikleri son noktadır; Yahudi erkekler küçük bir yarım daire şeklindeki merdiven ile Nikanor Kapısı'ndan geçer ve İbrani Avlu- su'na girer.

Tanrı'nın huzuruna en fazla bu kadar yaklaşabilirsiniz. Dökülen kanın kokusunu duymamak imkansızdır. Teninize, saçınıza yapışır, kolay kolay silkelenemeyeceğiniz kötü kokulu bir ağırlığa dönüşür. Kahinler bu kötü kokuyu bastırmak ve hastalıkları önlemek için tüt­

sü yakar ancak mür ve tarçın, safran ve buhur karışımı, katliamın dayanılmaz kokusunu bashramaz. Yine de, orada durmak ve kurba­nınızın bir sonraki avluda, Kahinler Avlusu'nda kesilmesine şahitlik etmek önemlidir. Bu avluya sadece kahinler ve Tapınak görevlile­ri girebilir çünkü Tapınak'ın sunağı buradadır: Bronz ve ahşaptan yapılma, beş arşın uzunluğunda ve beş arşın genişliğinde, havaya yoğun siyah duman bulutları yayan, dört ayaklı bir kaidedir.

Kahin kurbanı bir köşeye götürür ve yakındaki bir havuzda temizlenir. Sonra basit bir dua okur ve hayvanın boğazını keser. Yardımcılardan biri kanı bir kaba alıp, sunağın dört köşesine ser­perken, kahin kurbanın bağırsaklarını dikkatlice çıkarır ve hayvanı parçalar. Hayvanın derisi kahinde kalır; pazarda iyi para getirecek­tir. İç organlar ve yağlı dokular etten ayrılır, bir rampa üzerinden sunağa taşınır ve doğrudan doğruya ebedi ateş üzerine yerleştirilir. Hayvanın eti dikkatle derisinden ayrılır ve tören sonrasında kahin­lerin ziyafet çekmesi için bir kenara konur.

Bu ayinin tamamı Tapınak'ın en iç avlusunun, Tapınak komp­leksinin kalbinde yer alan, altın kaplamalı sütunlu bir mabet olan Kutsalların Kutsalı'nın önünde gerçekleşir. Kutsalların Kutsalı Ku­düs'ün en yüksek noktasıdır. Kapılarında zodyak çarkı ve gök kub­be görüntüsü işli mor ve kızıl duvar halıları örtülüdür. Tanrı'nın görkeminin fiziksel olarak yaşadığı yer burasıdır. Dünya ve cennet alemlerinin buluşma noktası, tüm yaratılışın merkezidir. Bir zaman­lar Tanrı'nın emirlerinin yer aldığı Ahit Sandığı burada yer alıyordu ama çok uzun zaman önce kayboldu. Şimdi mabedin içinde hiç­bir şey yok. Bu büyük, boş alan Tanrı'nın varlığına aracılık ediyor, onun kutsal ruhunu göklerden kanalize ederek, eşmerkezli dalgalar halinde Tapmak'ın odalarına, Kahinler Avlusu'ndan ve İbrani Av- lusu'na, Kadınlar Avlusu'ndan ve Uluslar Avlusu'ndan, Tapınak'ın sütunlu galerisi üzerine ve Kudüs şehrine, Yahudiye kırsalına, Sa- miriye ve Edom'a, Peraea ve Celile'ye, kudretli, sonsuz Roma İm- paratorluğu'ndan, dünyanın geri kalanına, tüm halklara ve uluslara yayıyor; Yahudi olsun ya da olmasın, herkes bir ve tek kaynak olan ruh ile, Yaratılışın Tanrı'sının ruhu ile besleniyor ve varlığını sür­dürüyor: Kutsal şehir Kudüs'te, Tapınak içinde kalan iç mabette, Kutsalların Kutsalı'nda.

Kutsalların Kutsalı'na giriş, o tarihte, MS 56'da Hanna oğlu Jonathan adlı genç bir adam olan başkahin dışındaki herkese yasak­lanmıştı. Kendisinden önceki başkahinlerin çoğu gibi, Jonathan da bu görevi doğrudan Roma'dan, hem de şüphesiz oldukça iyi bir bedel ödeyerek, satın almıştı. Başkahinlik makamı oldukça kazanç­lıdır, görevi miras gibi kendi aralarında devreden bir avuç soylu aile tarafından yürütülür (daha alt seviyelerdeki kahinler daha sıradan bir geçmişe sahiptir).

Tapınak'ın Yahudilerin hayatındaki yeri hakkında ne söylense abartılmış sayılmaz. Tapınak Yahudiler için bir takvim ve saat göre­vi görür; ritüelleri yıl döngüsünü belirler ve Kudüs'te yaşayan her­kesin günlük etkinliklerini şekillendirir. Tüm Yahudiye'nin ticaret merkezidir, başlıca finans kurumu ve en büyük bankasıdır. Tapmak İsrail'in Tanrısı'nın evi olduğu kadar, İsrail'in milliyetçi arzularının da merkezidir; sadece Yahudi kültünü oluşturan kutsal yazmaların ve yasa tomarlarının değil, hukuk belgeleri, tarih notları ve Yahudi ulusunun soy ağaa kayıtlarının tutulduğu başlıca yerdir.

Kafir komşularından farklı olarak, Yahudilerin topraklarının ge­neline yayılmış, çok sayıda tapınakları bulunmaz. Sadece bir kült merkezi, kutsal varlık için tek bir kaynak, tek bir yer vardır ve bir Yahudi yaşayan Tanrı ile başka hiçbir yerde bir araya gelemez. Yahudiye, her anlamda, bir tapınak devletidir. "Teokrasi" kelimesi Kudüs'ü tarif etmek üzere türetilmiştir. Birinci yüzyılda yaşamış Yahudi tarihçi Flavyus Yosefus şöyle yazıyordu; "Bazı halklar en üst siyasi yetkileri monarşilere vermişlerdir, bazıları oligarşilere, bazıları ise kitlelere [demokrasi]. Ancak, bizim kanun koyucumuz [Tanrı], bu yönetim şekillerinden hiçbirini tercih etmemiş, yönetim şekli olarak, mutlaka bir ifade kullanılacaksa, "teokrasi" [theokra- tia] getirmiş, egemenliği ve yetkiyi Tanrı'nın ellerine bırakmıştır."

Tapınak'ı, binlerce kahin, şarkıcı, hamal, hizmetçi ve vaiz istih­dam eden, Tapmak köleleri tarafından başkahin adına ve çıkarına işlenen verimli devasa toprakları bulunan bir tür feodal devlet ola­rak düşünün. Buna Tapınak vergisi olarak alınan gelirleri, ziyaret­çiler ve hacılardan kesintisiz akan hediye ve sunuları ekleyin - tüc­carların ve para bozucuların elinden geçen ve Tapınak'ın belli bir pay aldığı muazzam tutarlar da cabası; o zaman pek çok Yahudi'nin neden kahinlerden oluşan soylu sınıfın, özellikle de başkahinin, Yo- sefus'un değimiyle "lükse aşık" paragözlerden başka bir şey olma­dığını düşündüğünü anlamak kolaylaşır.

Başkahin Jonathan'ı elinde tütsüyle sunakta dururken hayal edin, bu nefretin nereden kaynaklandığını anlamak hiç zor olma­yacaktır. Seleflerinden devraldığı kahin kostümleri bile başkahinin zenginliğine işaret eder. Uzun kolsuz cüppesi mor renkte (kralların rengi) ve eteklerine dikilmiş zarif püsküllerle ve küçük altın zillerle süslü; İsrail kabilelerinin her biri için bir tane olmak üzere, on iki kıymetli taşla süslü ağır göğüs bölümü; başının üzerinde bir taç gibi duran, ön tarafında Tanrı'nın adı işlenmiş kusursuz türbanı [ÇN. mitre, ayin başlığı]; başrahibin göğsünün yanındaki bir kesede ta­şıdığı ve Tanrı'nın iradesini dile getirmek için attığı, ağaçtan ve ke­mikten yapılma bir tür zar olan urim ve tlıummim - tüm bunlar baş- kahinin Tanrı'ya ulaşma ayrıcalığına sahip olduğunu temsil eden şatafatlı sembollerdir. Bunlar başkahini farklı kılar; onu dünyadaki diğer tüm Yahudilerden ayırır.

İşte bu nedenle Kutsalların Kutsalı'na sadece başkahin, yılın sa­dece bir gününde, yani İsrail'in tüm günahlarından arındığı Kefaret Günü'nde girebilirdi. Bu günde, başkahin tüm ulus adına kefaret et­mek için Tanrı'nın huzuruna çıkar. Tanrı'nın lütfuna layık ise, İsrail'in günahları affedilir. Layık değilse, Tanrı onun canını aldığında, beline doladığı halat sayesinde Kutsalların Kutsalı'ndan sürüklenerek çıka­rılır ve bu şekilde mabet başkaları tarafından kirletilmemiş olur.

O gün başkahin gerçekten öldü, ama görünüşe göre, ölümü Tan- rı'nın eliyle olmadı.

Başrahibin duaları tamamlandı ve şema duası söylendi ("Duy Ey İsrail: Tanrı bizim Tanrı'mızdır, Tanrı Tektir!"), başkahin Jonathan sunaktan uzaklaştı ve rampadan inerek Tapmak'ın dış avlularına doğru ilerledi. Uluslar Avlusu'na geldiği an çılgınca bir coşkuya boğuldu. Tapınak muhafızları onun etrafında bariyer oluşturarak, başkahini kalabalığın kirli ellerinden koruyordu. Ama suikastçı onu kolayca izleyebiliyordu. Mücevherlerle süslü kıyafetlerinin kör eden ışıltısını izlemesine bile gerek yoktu. Sadece cüppesinin etek­lerinden sallanan zillerin çınlamasını dinlemesi yeterliydi. Bu tuhaf melodi, başrahibin geldiğinin en kesin işaretiydi. Başkahin yakın­larda bir yerdeydi.

Suikastçı dirseğiyle kalabalığı yardı, belli etmeden elini Jonat- han'a uzattı, kutsal kıyafetleri tutacak kadar yaklaştı, onu Tapınak muhafızlarının arasından kendisine doğru çekip, sadece bir an için, küçük bir hançeri kılıfından çıkarıp, boğazına sürecek kadar kısa bir an için, onu tuttu. Farklı bir tür kurban.

Başkahinin kanı Tapınak'ın yerlerine akmadan, muhafızlar etek­lerindeki zillerin aksayan ritmine tepki göstermeden, avludakiler neler olup bittiğini anlamadan önce, suikastçı yeniden kalabalığın içine karıştı.

"Cinayet!" diye ilk bağıranın o olmasına kimse şaşırmamalı.

Bölüm Bir

Köşedeki Bir Delik

MS 56 yılında, Tapınak Dağı'nda dolaşan Hanna oğlu Jonathan'ı kim öldürdü? Kudüs'te bu açgözlü başrahibi öldürmek isteyecek çok kişi olduğuna, göbek bağlamış Tapmak kahinlerinin hepsini yok etmeyi arzu edeceklerinin sayısının da az olmadığına şüphe yok. Birinci Yüzyıl Filistini'nden bahsederken unutulmaması ge­reken konu, bu toprakların - Tanrı'nın ruhunun tüm dünyaya ya­yıldığı bu kutsanmış toprakların - işgal alhnda olduğudur. Roma askerleri Yahudiye'nin her yerine yerleştirilmişti. Sadece Tapınak Dağı'nda, Tapmak duvarının kuzeybatı köşesini destekleyen Anto- nia Kalesi'nin yüksek taş duvarlarının ardında altı yüz Roma askeri kalıyordu. Kırmızı cüppesi ve parlak zırhı içerisinde, elini kılıcının kabzasında dolaştırarak gezen ahlaksız bölük komutanı, bu kutsal yeri gerçekte kimin yönettiğini bariz biçimde hahrlatıyordu; sanki unutan varmış gibi.

Kudüs'te Roma egemenliği, MÖ 63'te, Romalı usta taktisyen Pompey Magnus'un askerleri ile birlikte şehre girmesi ve Tapınak'ı ele geçirmesiyle başladı. O tarihte, Kudüs ekonomik ve kültürel zir­vesine çoktan ulaşmıştı. Kral Davut'un krallığı için başkent seçtiği bu Kenan yerleşimi, Tanrı için, MÖ 586'da Babillilerce soyulan ve tahrip edilen ilk tapınağı inşa eden asi oğlu Süleyman'a bıraktığı bu şehir, bin yıl boyunca Yahudi ulusuna dini, ekonomik ve siya­si başkent olmuş bu şehir, Pompey'in kapılarından girdiği tarihte güzelliği ve azametinden çok, sorunlu nüfusunun dini coşkusuyla tanınır olmuştu.

Ağaçlı Yahudiye Dağları'nın güneyindeki platoda, Scopus Dağı ve Zeytin Dağı ikiz tepelerinin arasında, doğuda Kidron Vadisi ve güneyde dik ve zorlu Gehenna Vadisi bulunan Kudüs, Roma İm- paratorluğu'nun işgali sırasında, yaklaşık yüz bin kişilik yerleşik nüfusa sahipti. Romalılar için, imparatorluk haritasında önemsiz bir nokta, konuşmalarıyla ünlü devlet adamı Cicero'nun "köşe­deki bir delik" diyerek gözardı ettiği bir şehirdi. Ancak Yahudiler için bu şehir dünyanın merkezi, evrenin ekseniydi. Tüm dünyada Kudüs'ten daha benzersiz, daha kutsal, daha saygıdeğer bir şehir yoktu. Düz ovalarda kıvrılarak uzayan mor üzüm bağları, bereketli tarlalar; badem, incir ve zeytin ağaçlarıyla dolu yemyeşil bahçeler, Şeria Nehri boyunca tembel tembel süzülen yeşil papirüsler- Yahu- diler bu güzel toprakların her özelliğini bilmenin ve sevmenin ya­nında, hepsinde de hak iddia ediyorlardı. Celile'nin çiftliklerinden, Samiriye'nin alçak tepelerine ve İncil'e göre lanetlenmiş Sodom ve Gomore şehirlerinin bir zamanlar yer aldığı Edom'un uzaklardaki yamaçlarına kadar her şey, Tanrı tarafından Yahudilere verilmişti, ancak aslında buraların hiç birini, hatta gerçek Tanrı'ya ibadet edi­len yer olan Kudüs'ü bile Yahudiler yönetmiyordu. Tanrı'nın gör­kem ve ihtişamla bezediği ve Zülkifl peygamberin bildirdiği üzere "tüm ulusların merkezinde" olan bu şehir, MS birinci yüzyılın ba­şında, kudretli Roma İmparatorluğu'nun uzak bir köşesinde küçük ve sinir bozucu bir şehirdi.

Üstelik Kudüs işgale ve istilaya yabancı da değildi. Yahudilerin kalbindeki yeri yüce olsa da, gerçek şu ki Kudüs sadece çok daha büyük hayallere giden yolda ilerlerken, kutsal şehri sırayla yağ­malayıp, soyan kralların ve imparatorların birbirlerine aktardıkları önemsiz bir mirastı. MÖ 586'da Babilliler, Mezopotamya'nın sahip­leri, Yahudiye'yi yakıp yıkmış, hem Kudüs'ü, hem de Tapınak'ı yer­le bir etmişlerdi. Daha sonra Persler Babillileri yendi ve Yahudilerin sevgili şehirlerine dönmelerine ve Tapınakları'nı yeniden inşa etme­lerine izin verdi; tabii ki Yahudilere hayranlık duyduklarından ya da kültlerini ciddiye aldıklarından değil, Orta Asya boyunca uzanan bir imparatorluk için Kudüs'ün fazla ilgi gerektirmeyen ya da en­dişe uyandırmayan, önemsiz bir yer olduğunu düşündüklerinden (yine de, Yeşaya Peygamber, Pers Kralı Kiros'u kutsal yağla mesh edip, teşekkür etmişti). Pers İmparatorluğu Kudüs'le beraber, Bü­yük İskender'in ordularına yenik düşünce, İskender'in soyundan gelenler şehre ve şehirde yaşayanlara Yunan kültürünü ve düşün­celerini aşılamaya başladılar. MÖ 323'te Büyük İskender'in zaman­sız ölümünün ardından, Kudüs Batlamyus Hanedanı'na devredildi ve kısa bir süre için de olsa uzaktan, Mısır'dan idare edildi. MÖ 198'de, şehir Selevkos kralı Büyük Antiokos tarafından Batlamyus kontrolünden alındı; Antiokos'un oğlu Antiokos Efifanes kendisi­ni Tanrı'nın bedenlenmiş hali olarak görüyor ve Kudüs'te Yahudi Tanrısı'na tapınılmasına son vermek istiyordu. Ancak Yahudiler dinlerine karşı edilen bu küfre, Haşmonayim Kralı Mattatias'ın ce­sur oğulları - Makabiler- önderliğinde acımasız bir gerilla savaşıyla karşılık verdiler; MÖ 164'te kutsal şehri Selevkos'tan geri aldılar ve dört yüzyıldır ilk kez Yahudiye'de Yahudi egemenliğini yeniden kurdular.

Takip eden yüzyıl boyunca Tanrı'nın toprakları Haşmona- yim Krallığı'nın demir yumruğu ile yönetildi. Yönetimdekiler ka- hin-krallardı, her biri bağımsız olarak hem Yahudilerin kralı, hem de Tapınak başkahini görevlerini yerine getiriyordu. Ancak Hurka- nus ve Aristobulus kardeşler arasında iç savaş çıkınca, her iki kar­deş de yardım için Roma'ya başvurma saflığını gösterdi. Pompey bu kardeşlerin yardım isteklerini Kudüs'ü ele geçirme daveti olarak gördü ve Yahudilerin Tanrı'nın şehrine doğrudan hükmettikleri kı­sa döneme son verdi. MÖ 63'te Yehuda Roma'ya bağlandı ve Yahu- diler bir kez daha tebaa oldular.

Bir yüzyıl süren bağımsızlığın ardından gelen Roma yönetimi Yahudiler tarafından sıcak karşılanmadı. Haşmonayim Hanedanlı- ğı'na son verilmişti, ancak Pompey Hurkanus'un başkahin konu­munu sürdürmesine izin verdi. Bu, Aristobulus'u destekleyenler tarafından iyi karşılanmadı; bir dizi ayaklanma başlathlar ve Ro­malılar tüm ayaklanma girişimlerine tipik bir vahşetle, köyleri ya­karak, isyancıları katlederek ve halkı esir alarak karşılık verdiler. Bu sırada, kırsal kesimde yaşamaya çalışan aç ve borç içindeki yoksul kesim ile Kudüs'ü yönetmekte olan zengin şehirli kesim arasındaki uçurum daha da büyüdü. Ele geçirilen tüm şehirlerde, yerli aristok­ratlar ile işbirliği kurmak ve güç ve zenginlikleri için Romalı üstleri­ne bağımlı olmalarını sağlamak standart Roma politikasıydı. Kendi çıkarları ile, yönetimdeki sınıfın çıkarlarını paralel hale getirerek Roma, yerel liderlerin imparatorluk sistemini korumaya tam olarak bağlı kalmalarını sağlamış oluyordu. Tabii ki, Kudüs'te "yerli aris­tokratlar" aşağı yukarı kahin sınıfını ve Tapınak kültünü sürdüren ve dolayısıyla Roma tarafından vergi ve harç toplamakla ve giderek daha huzursuzlaşan toplum içerisinde düzeni sağlamakla görev­lendirilen bir avuç zengin kahin ailesini ifade ediyordu ve tüm bu görevler için onlara cömert ödemeler yapılıyordu.

Kudüs'te dini ve siyasi otoritelerin birbirine geçmiş olması, Ro- ma'nın Yahudi kültünü ve dolayısıyla başkahini yakından takip et­mesini gerektirmiştir. Sanhedrin'in başı ve "ulusun lideri" olarak, başkahin dini tüm konularda karar verme, Tanrı'nın hükümlerini uygulama ve hatta, Tapınak civarı ile sınırlı bir bölgede bile olsa, ki­şileri tutuklama yetkisine sahip dini ve siyasi bir figürdü. Romalılar Yahudileri kontrol etmek istiyorsa, Tapmak'ı kontrol etmeliydi. Ve, Tapınak'ı kontrol etmek istiyorlarsa, başkahini kontrol etmeliydiler; işte bu nedenle, Yahudiye'yi ele geçirmesinden kısa bir süre sonra, Roma (doğrudan ya da dolaylı olarak) başkahini görevlendirme ve görevden alma sorumluluğunu üzerine aldı ve esasen başkahin Ro­ma İmparatorluğu'nun bir memuru haline geldi. Roma başkahinin kutsal kıyafetlerini bile kendi gözetimi altında tutuyor, sadece kut­sal bayramlarda ve özel günlerde veriyor ve ayinlerin tamamlan­masından hemen sonra geri alıyordu.

Yine de, Yahudiler diğer bazı Roma tebaalarından çok daha iyi durumdaydılar. En önemlisi, Romalılar Yahudi kültüyle alay etseler de, ritüellerin ve kurbanların aralıksız sürmesine izin veriyorlar­dı. Hatta Yahudiler imparatora doğrudan tapınma zorunluluğun­dan muaftı; Roma bunu hakimiyeti altındaki neredeyse tüm dinsel topluluklara zorunlu kılıyordu. Roma Kudüs'ten sadece imparator adına ve onun sağlığı için adak olarak günde iki kez bir boğa ve iki kuzu kurban edilmesini istiyordu. Kurbanı kesmeye devam ederse­niz, vergileri ve harçları toplarsanız, yerel yasalara uyarsanız, Roma sizi, Tanrınızı ve Tapınağınızı seve seve rahat bırakıyordu.

Sonuç olarak, Romalılar kendilerine tabi olan halkların dini inançları ve ibadetleri konusunda oldukça yetkindi. Fethettikleri toprakların çoğunda tapınakların yıkılmadan kalmasına izin veri­liyordu. Rakip tanrılar, bozguna uğratılmaktan ya da tahrip edil­mekten öte, genellikle Roma kültüne asimile ediliyordu (örneğin Kenan Tanrısı Baal ile Roma Tanrısı Satürn bu şekilde ilişkilendiril- mişti). Bazı durumlarda, evocatio denen bir uygulama ile, Romalılar düşmanın tapınağını ve, antik çağda her ikisi birbirinden ayrılmaz olduğu için, Tanrısı'nı ele geçiriyorlar ve Roma'ya aktarıyorlar, bu­rada servete ve cömert sunulara boğuyorlardı. Bu gibi gösteriler, düşmanlığın, düşmanın Tanrısı'na karşı olmadığını, sadece savaş­çılarına karşı olduğunu gösteren açık bir işaret anlamına geliyordu; inananları silahlarını bırakır ve imparatorluk içerisinde erimeye ra­zı olurlarsa, o tanrı Roma'da onurlandırılmaya, ibadetler yapılmaya devam ediyordu.

Yabancı kültler söz konusu olduğunda Romalılar genel olarak toleranslı olsa da, söz konusu olan Yahudiler ve Tek Tanrılarına olan bağlılıkları olduğunda, daha da hoşgörülüydüler; Cicero bunun için tek tanrılı Yahudilerin "barbar batıl inançları" diyordu. Roma­lılar garip adetleri ve ritüel saflık konusunda takıntıları olan Yahu­di kültünü anlamamış olabilirler; nitekim Tacitus "Yahudiler bizim kutsal kabul ettiğimiz her şeyi kirli görüyorlar, diğer yandan bizim tiksindiğimiz her şeye izin veriyorlar," diye yazmıştı - yine de tüm bunlara tolerans gösterdiler.

Yahudiler hakkında Romalıları en çok şaşırtan ne garip ayinleri, ne de kanunlarına sık sıkıya bağlı olmalarıydı; Romalılar onların büyüklük kompleksine akıl sır erdiremiyorlardı. Kudretli Roma İm- paratorluğu'nun uzak bir köşesinde yer alan, önemsiz bir Sami ka­bilesinin, imparatordan özel muamele talep etmesi ve hatta görme­si, çoğu Romalı için anlaşılabilir değildi. Ne cüretle kendi Tanrıları­nı evrenin tek Tanrısı görebiliyorlardı? Ne cüretle kendilerini diğer tüm uluslardan ayrı tutabiliyorlardı? Bu ilkel ve batıl inançlı kabile insanları kendilerini kim sanıyorlardı? Romalı elitler arasında, Ku­düs'te nasıl olup da "bozguna uğrayanlar, muzaffer olanlara yasa koyuyor" düşüncesinde olan tek kişi Stoacı filozof Seneca değildi.

Ancak Yahudiler için, ayrıcalık anlayışı kibirden ya da gururdan kaynaklanmıyordu. Bu, seçilmiş insanlar için ayırdığı topraklarda yabancıların varlığına tolerans göstermeyen kıskanç bir tanrının açık bir emriydi. Bu nedenle, bin yıl önce Yahudiler bu topraklara ilk kez geldiklerinde, Tanrı karşılarına çıkan her erkeği, kadını ve çocuğu katletmelerine, gördükleri her öküzü, keçiyi ve koyunu kes­melerine, her çiftliği, her tarlayı, her ekini, yaşayan istisnasız her şe­yi yakmalarına ve bu şekilde bu toprakların sadece bu Tek Tanrı'ya tapan insanlara ait olmasını sağlamalarına karar vermişti.

Tanrı İsraillilere diyordu ki "Ancak Tanrınız Rab'bin miras ola­rak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız. Tanrınız Rab'bin size buyurduğu gibi, onları - Hititler'i, Amorlular'ı, Kenanlılar'ı, Perizliler'i, Hivliler'i, Yevuslu- lar'ı - tümüyle yok edeceksiniz." (Yasa Kitabı 20:17-18).

İncil'de anlatıldığına göre, Yahudi orduları Livna ve Lakis ve Eglon ve Hevron ve Devir şehirlerinde, dağlık bölgelerde ve Ne- gev'de ve ovalarda ve bayırlarda "tek canlı bırakmadığında, herkesi öldürdüğünde", bu topraklarda daha önceye yaşayan herkes "İsra­il'in Tanrısı Rab'bin buyruğu uyarınca" yok edildiğinde (Yeşu 10: 28-42)- Yahudilerin buraya yerleşmelerine izin verilmişti.

Ancak, bin yıl sonra, Vaat Edilmiş Toprakları kendi Tanrıları adı­na yönetmek uğruna, yabancı tüm unsurlardan temizleyebilmek için bunca kan dökmüş bu kabile şimdi kendilerini imparatorluğun pagan gücü altında çalışırken bulmuş, kutsal şehri, tümü yabancı ve tümü kafir olan Galyalılarla, İspanyollarla, Yunanlılarla ve Su­riyelilerle paylaşmak zorunda kalmıştı ve yasalar gereği Tanrı'nın kendi tapınağında, bin kilometreden daha uzak bir mesafede yaşa­yan Romalı bir putperest adına kurban kesmekle yükümlüydü.

Eski zamanın kahramanları böylesi bir küçükdüşürmeye ve aşa­ğılamaya nasıl karşılık verirlerdi? Yeşu ya da Harun ya da Pinehas ya da Samucl, Tanrı'nın seçilmiş insanlar için ayırdığı toprakları kir­leten bu inançsızlara ne yapardı?

Toprakları kanla yıkarlardı. Kafirlerin ve dinsizlerin başlarını ezer, putlarını yakar, karılarını ve çocuklarını katlederlerdi. Tan­rı' nın emrettiği gibi, putperestleri keser ve ayaklarını düşmanın kanıyla yıkarlardı. İsrail'in Tanrısı'na, cennetten savaş arabasıyla çıkıp gelmesi ve günahkar ulusları ayakları altına alması ve dağları hışmıyla korkutup titretmesi için dua ederlerdi.

Peki ya başkahin - biraz para ve süslü kıyafetler içinde gururla gezinme hakkı uğruna, Roma karşısında Tanrı'nın seçilmiş insanla­rına ihanet eden o zavallı? Onun varlığı bile Tanrı'ya hakaretti. Tüm bu toprakların üzerine çökmüş bir musibetti.

Temizlenmesi gerekiyordu.

DEVAMI İÇİN KİTABI BULUP OKUYABİLİRSİNİZ

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to