Hurufilik;
Fazlallah tarafından XIV. Yüzyıl İran'ında kurulmuş, izleri XVII. Yüzyıla kadar
Anadolu ve Balkanlarda takip edilen mistik ve felsefi bir akımdır.[1] Bu
akımın kurucusu olan Fazlallah Astarabadî, Alevilikte yedi ulu ozandan birisi
olarak kabul edilmektedir. Alevilikte yedi ulu ozandan birisi olarak kabul
edilen Virânî'de[2] de
Hurufiliğin etkisi mevcuttur. Ancak çağdaş Alevilikte, Aleviliğin yazılı
kaynaklara bağlı olarak gelişmemiş olması ve sözlü olarak gelişmesi, sadece
yazılı kaynakları okuma yetkinliğine sahip bazı dedeler dışında Hurufiliğin
belirgin bir etkisinden söz edilmez. Günümüzde gelişen şifrecilik akımı ise;
Kur'an lafızlarının anlamları dışında bazı gerçekliklere işaret ettiği yargısı
üzerine kurulmuştur. Fransızcadan dilimize geçmiş olan şifre; gizli
haberleşmeye yarayan işaretlerin tümüdür ve İngilizcede code
sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır.[3] Bu sözcüğün Kur'an ile
ilişkili olarak kullanılması, asıl olarak Micheal Drosnin'ın "The Bible
Code" adlı eserinden alınmış ve "Kur'an'ın Şifresi" olarak
isimlendirilmiştir. Hurufilikte ve şifrecilikte, harfler insanların genelinden
gizlenmiş bazı anlamlara işaret etmektedir. Bu gizli anlamlar ise, her iki
akımın amaçları doğrultusunda ortaya konulmaktadır. Şifre; simge ve işaretten
farklıdır. Simge ve işaret; bir anlama delalet etmek için oluşturulan
şekillerdir. Paul Tillich, simge ve işaret arasında ayrım yapmak zorunluluğu
belirtmekte ve bu ayrımı da "işaretlerin işaret ettikleri şeyin gerçekliliğine
iştirak etmemeleri, simgelerin ise iştirak etmeleridir. Dolayısıyla işaretler
tedbir ve anlaşma gibi sebeplerle değiştirilebilirler, semboller ise değiştirilemezler"
şeklinde ifade etmektedir.[4] Bu
iki sözcük arasındaki bir diğer ayrım da, insanda oluşturduğu davranış dikkate
alınarak işaretlerin insanı eyleme ve sembollerin ise düşünceye ve betimlemeye
götürdükleri şeklindedir.[5]
Şifre ise, o şekli belirli kişi ya da kişiler zihninde bir anlama delalet etmek
üzere belirlenmesi olgusu vardır.
Günümüzde
mucize arayışları iki alanda ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birisi Allah'ın sözü
olarak Kur'an ve diğeri de onun fiili sonucu varlık bulan tabiattır. Söz ve
tabiat, insanın anlamlandırdığı ve açıkladığı iki nesnedir. Bu alanlarda
insanın bilgi kaynakları ile açıklamada güçsüz kaldığı olgu ve olaylar mucize
olarak isimlendirilmektedir. Tarihin her döneminde, ilahi kelamın lafzının
işaret ettiği anlamının ötesinde bir işlev için kullanılması davranışa rastlamak
mümkündür. Kur'an'ın harflerinin telaffuz edilmesi ile sevap kazanılması, şifa
amacıyla hastalara okunması, sihir ve büyü gibi uygulamalarda aracı olarak
kullanılması, lafzın zahirinde olmayan anlamlara erişmek için batini yorumlama,
lafızları tarihsel bağlamlarından koparmak suretiyle bilimsel gerçeklikler
ortaya koyma bunlar arasında sıralanabilir. Allah'ın yaratması ile ilgili okuma
biçimleri ise tabiatı kendi mahiyeti yani Tanrı'nın kendisine verdiği açıklanabilir
ve kavranabilir yapısı dışında, doğrudan Tanrı'nın eylemi olarak akıl ve bilim
ile açıklamayan şekilde algılama biçimidir.
Kur'an'ın
harf, sözcük ve tümcelerinin salt okunması şeklindeki okuma biçimi, tarihsel
olduğu kadar güncel bir sorundur. Kur'an'ın belirli kısımlarını belirli
zamanlarda okuma biçimi yaygın olduğu gibi, Kur'an'ın Ramazan ayında
indirilmiş olmasından hareketle bu aya özgü okuma biçimi/hatm yaygındır. Bu
okuma biçimi, Kur'an'ı sadece sözcüklerden ibaret ilahi bir metin olarak görme
anlayışını da doğurmakta; sözcüklerin anlamları ötelenmekte ve dikkate
alınmamaktadır. Bu okuma biçiminde amaç, sevap kazanmadır. Halbuki Kur'an'ın
amacını belirleyen anlatımlar, onu düşünce ve eylemlerin yol göstericisi
olarak tanımlamaktadır.[6] Kur'an'ın
bu yol göstericiliği de, ancak anlamda ortaya çıkmaktadır.
Kur'an'ın şifa
amacıyla hastalara okunması, dinsel otoritelerin iyileştirme rolleriyle de
yakından ilişkilidir. Dinsel otoriteler, toplumları eylemleri yönünden
yönlendirmekle birlikte, yargılama ve iyileştirme gibi görevleri de yürütmektedirler.
Bu iyileştirmeler de bazı iyileştirme nesneleri ile birlikte, ilahi metinlerin
hastaya okunması suretiyle de olmaktadır. Kur'an'ın bu şekilde bir amacı mevcut
değildir ve o ancak fiillerdeki kötülüklerin iyileştirilmesi anlamında bir
şifadır.[7]
Sihir ve büyü gibi olgularda, sihirbazın amacına uygun ayetlerin okunması
olgusu, okunan sözcüklerin anlamlarıyla ilişkili değildir. Bu okumalarda, sihir
ve büyü teknikleri yönünden ayetler ve diğer aracı nesneler aynı konumdadır.
Bu okuma
biçimleriyle birlikte batini okuma biçimi, daha köklü ve etkili bir okuma
biçimidir. Tarihsel süreçteki batini ve ezoterik hareketler, kendi yöntemlerini
geliştirmiş ve çoğu kere de siyasal etkiler ortaya çıkarmışlardır. Bununla
bağıntılı olarak da siyasal otoriteler Batiniliği yöntem ve düşünce olarak
olumsuzlayan eserler telif ettirme zorunda kalmışlardır ki Gazâlî'nin
Bâtınilere yazdığı reddiye önemli tarihsel bir belgedir.[8] O bu reddiyesinde,
Bâtınilerin isimleri, inançları, nassları yorumları ile birlikte harfler ve
sayılardan yaptıkları istidlallerden söz etmektedir.[9]
Kur'an
hakkında güncel bir olgu olarak bilimsel tefsir yöntemi, asıl olarak Kur'an'ı
kendi amaç ve hedeflerinden uzaklaştırmakta ve onu kendi tarihsel bağlamından
koparmaktadır. Bununla bağıntılı olarak da bilimsel tefsir taraftarları olduğu
gibi, bu yorumlama yöntemine eleştiriler de yöneltilmektedir. Bilimsel tefsir;
asıl olarak Kur'an'ın nesne ve olaylar hakkındaki anlatımlarının bilimsel
gerçeklere uygunluğunu veya en azından çelişik olmadığını belirlemek amacıyla
ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu yöntemde bilim, hakikat olarak kabul edilmekte
ve bir metin olarak Kur'an ise bilimsel gerçekliklere uygun olarak
yorumlanmaktadır. Bu yöntem; insan tarafından keşfedilen bilimsel gerçekliklerin
Kur'an tarafından daha önceden haber verilmesi ve dolayısıyla Kur'an'ın Allah
sözü olduğunu kanıtlamada da kullanılmaktadır. Sözgelimi Kur'an, "Evet
bizim, onun parmaklarını bile düzenlemeye gücümüz yeter"[10]
ayetinde insanın parmak kemiklerinin dahi ahirette diriltileceğini haber
vermekteyken, bu ayet bilimsel tefsir taraftarlarınca Kur'an'ın her insanda
farklı olan parmak izine işaret etmesi şeklinde yorumlanmaktadır. Halbuki bu
ayette, insan iskeletinin kemiklerden oluşması nedeniyle, insanların soruları
kemiklerin inşası üzerine olmuş, en kısa kemiklerin insanın parmaklarında yer
alması nedeniyle parmak kemiklerinin dahi ahirette yaratılacağı
belirtilmiştir. Dirilişi inkâr edenlerin sorularının kemiklerin nasıl
yaratılacağı ile ilişkili olması, bedenin kemikler dışındaki parçalarının
toprağa dönüşmesi ve kemiklerin duyularla kavranılır şekilde var olmasındandır.
Bu ifadede yer alan benn
(ç) benân; parmak demektir.[11] Parmakları oluşturan
kemikler, insan bedenindeki en kısa kemiklerdir. Parmakların tesviye edilmesi,
kemiklerin uygun şekilde düzenlenmesi anlamına gelir. Bu ayetin öncesinde
kemiklerin toplanması ve ardından da parmakların düzenlenmesinden
bahsedilerek, parmak kemiklerinin diğerlerinden ayırt edilmesi, parmak
kemiklerinin çokluğu ile birlikte düzenli işleyişi hakkındaki insan bilgisinden
kaynaklanıyor olabilir.
Allah'ın
kelamından kelamın ona aitliğine ilişkin gizli işaretler ortaya konulması
eğilimi olduğu gibi, tabiatta da Allah'ın varlığına gizli işaretler ortaya
konulması anlayışı varlığını sürdürmektedir. Kelam literatüründeki mucize
teriminin elçilerle ilişkili olduğunu ve amacının da elçilerin hak olduğunu doğrulamak
olduğuna daha önce işaret etmiştik. Tanrı'nın elçinin doğrulayıcısı olarak mucizeler
var etmesi, ortaya çıkan fiilin failinin Tanrı olması nedeniyle
Tanrı'nın
varlığının kanıtı olduğu da söylenebilir. Ancak kelamcılar Allah'ın varlığını
kanıtlamada onun fiili olarak mucizeler yaratması ve fiilin de failinin
varlığına gönderme yapması şeklinde bir kanıtlamadan söz etmemektedirler.
Kelamcılar kendi delilleri olan hudûs delilinden, filozofların kanıtlamaları
olan imkân delilinden ve Kur'an'da söz edilen nedensellik delilinden söz
etmektedirler.[12]
Mucize
taraftarları iki alanda olağanüstü yani tabiat kanunlarını bozan fiiller ortaya
çıkarmayı amaçlamaktadırlar. Bunlar da tabiat ve ilahi metindir. Geleneksel
kelamcılar mucizeleri elçilerin Allah tarafından gönderildiğini kanıtlayan
insanın gerçekleştirmede güçsüz kaldığı ilahi fiiller olarak kabul etmek-
tedirler.[13]
Ancak Mucizelerin varlığını inkâr eden anlayışlar bulunmaktadır ki bunların
başında David Hume'un bakış açısı gelmektedir. Hume, mucizeleri inkâr ederken
şu delillere dayanmaktadır:
1.
Hume,
insanların mucizelere tanıklığına tam güvenimizi sağlamak için gerekli şartları
oluşturmakta ve bu şartlara uygun bir mucize tanıklığının tarih boyunca
gerçekleşmediğini iddia etmektedir. Bu şartlar ise sağduyu, eği- timlilik,
başkalarını aldatmaya dönük bir niyetinin olmaması, doğru sözlü olması ve
saygınlıktır.
2.
Hume,
insanın yapısında hayret ve şaşkınlık verici olayları anlatmaya ve dinlemeye
karşı olumlu eğilim olduğunu, mucizelerden doğan şaşma ve hayret tutkusunun
güzel bir duygu olduğundan ötürü, bu duygunun kaynağını meydana getiren olaylara
inanılmasına doğru belirgin bir eğilim sağladığını ifade etmektedir.
3.
Doğaüstü
ve mucizevî hikayelerin genellikle cahil ve barbar uluslarda görülmeleri,
bunlara karşı ön düşünce oluşturacağı; uygar halk arasında kabul gören doğaüstü
olayların ise onları ileten çiğnenmez yaptırım ve yetke ile ileten cahil ve
barbar atalardan edinmiş olduklarıdır.
4.
Hume
göre, dinlerden herhangi birinde olduğu iddia edilen bir mucizenin dolaysız
amacı, atfedildiği sistemi yerleştirmek ise, ondaki aynı kuvvet, ama daha
dolaylı olarak, başka bütün sistemleri yıkmaya da yönelir. Rakip bir sistemi
yok ederken, o sistemin dayandığı mucizelerin geçerliliğini de yıkar. Öyle ki,
farklı dinlerin bütün harikaları zıt olgular olarak ve bu harikaların delilleri
de, zayıf olsun güçlü olsun, birbirlerinin karşıtı olarak görülmelidir.[14]
Hume'un mucize
karşıtı bu görüşleri, mucizelerin doğasındaki imkansızlığının ötesinde,
mucizeleri anlatanların niyet ve amaçları, mucize tanıklığının imkansızlığı
dolaysıyla mucizeleri doğrulamanın imkansızlığı, insanın mucizelere karşı
eğilimi gibi doğrudan mucizelerin yapısı ve gerçekliliği ile ilişkili değildir.
Onun mucizeleri anlatanların nitelikleri hakkındaki değerlendirmelerine, gerek
kendi geleneğimizde ortaya çıkan ve yalan haber olduğu çeşitli kanıtların
kullanılması sonucu kesin olarak bilinen haberler ve gerekse diğer kültürlerdeki
akıl ve olguyla açıklanamayan haberler dikkate alındığında katılmak mümkündür.
Hadis âlimlerinin Hz. Muhammed'e atfedilen sözlere uyguladıkları sorgulama yöntemlerine/cerh
ve tadil rağmen, ona atfedilen ve yalan olduğu bilinen pek çok
haber mevcuttur. Bütün bu sorgulama yöntemleri de, hadislerin metinlerinin
ötesinde, o hadisleri sonrakilere aktaran ravilerle ilişkilidir. Bununla
birlikte her düşünce ve eylem ekolünün, kendi düşünce ve eylemlerini
destekleyen; aynı zamanda da biri diğerine karşıt hadisleri mevcuttur. Bu ekollerden
her biri, bu rivayetleri kullanarak kendi düşüncesini kurarken ve temellendirirken,
karşıt ekollerin düşüncelerini yıkmakta ve onun düşüncesinin k anıtlarını
geçersiz kılmaktadır. İnsanın mucizelere tanıklığına kesin olarak güvenimizi
sağlamak için gerekli olan şartların gerçekleşmediği yargısına katılmakla
birlikte, mucizelere bu güveni sağlayacak bir eleman olarak, kutsal kitapların
anlattığı mucizeleri verebiliriz.
Bir dini
benimsemiş bir kimsenin, o dinin kutsal metinine olan inancı kesindir. Kutsal
kitaplarda anlatılan mucizelerde, insanın tanıklığına dayanmadığı için
insanların tanıklığına güvenimizi sağlayacak şartlar olmasa bile, tanrısal
anlatımlar mevcuttur. Bir teistin kendi kutsal kitabına imanı tam olduğundan,
bu kitaplarda anlatılan mucizelerle ilişkili olarak şüphe duymamaktadır. Bu
kitaplar ise, mucizelerle doludur; fakat Kur'an'ın anlattığı bu mucizeler Tanrı'nın
varlığı ile ilişkili değil, onun tarafından seçilen elçilerin doğrulanması ile
ilişkilidir. Fakat elçilerin doğrulanması bağlamında anlatılan bu mucizelerin
Kur'an'da anlatılmasının amaçlar doğrultusunda yeniden değerlendirme imkanının
olduğunu kabul etmek, Kur'an'ın genel amaçları doğrultusunda mümkündür. Bunun
olasılığı olmakla birlikte, buradaki amacımız olan mucizelerin Tanrı'nın
varlığının delilleri olması problemiyle doğrudan ilişkili olmadığından, başka
çalışmalara bırakmak daha doğru olur.
Hume'un
insanın hayret ve şaşkınlık uyandıran olaylara karşı eğilimi olduğu saptaması,
doğru bir saptamadır. Bilim ve tekniğe güvenin arttığı modern dünyada bile,
olağanüstü olaylara karşı insandaki hayret ve şaşkınlık hala daha canlıdır.
Bununla birlikte, bilim çağında bilim, olayların nedenlerini ve mahiyetlerini
ikna edici bir biçimde açıklamak iddiasındadır. İnsandaki bu psikol o- jik hal,
gerçekte insanın yaratılış görevi ile ilişkilidir. İnsan yeryüzünde üreten ve
değerler geliştiren bir varlık olarak, yaratılışındaki bu hayret ve şaşkınlık
onu üretmeye götürmektedir.
Hume'un farklı
dinlerdeki mucizelerin kendi dinsel doğruluğunu kanıtlamak ve diğer dinleri
yıkmak gibi bir amacı üstlendiği yargısı, günümüzde açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır. Bir dini benimseyen bir insan kendi kutsal kitabının tanrıya
aitliği ve onun dışındaki diğer kitapların tanrıya ait olamayacağı düşüncesini
benimsemektedirler. Örneğin, kutsal kitaplardaki şifreler hakkında yazılanlar
bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Mucizelerin
Tanrı'nın varlığını açıklayıcı delil olduğunu savunan Swinburne'e göre,
Tanrı'nın varlığı mucizeleri ve dinsel tecrübeyi açıklamaktadır. Bu bakış
açısından tabiatta ve kişisel tecrübede ancak Tanrı'nın varlığıyla açıklanabilecek
olağanüstü olaylar ve tecrübeler mevcuttur. Bu her iki olgu da Tanrı'nın doğal
düzene müdahale etmesi demektir. Fakat Swinburne, Tanrı'nın devamlı olarak
olaylara doğal düzenin dışında müdahale etmesinin Tanrı'nın kendi koyduğu
kuralları çiğnemesi ve tarihsel olaylara müdahale etmesi anlamına geldiğini
ifade etmektedir.[15]
Dolayısıyla onun koyduğu kanunları çiğnemesi ve tarihsel olaylara müdahalesi,
süreklilik arz etmemektedir.
Swinburne'e
göre ilahi bir müdahale, ya Tanrı'nın doğal yasaların ne olacağını
belirlemediği durumlarda ya da Tanrı'nın doğal yasaları geçici olarak askıya
alması alanlarında eylemde bulunması anlamındadır ki o, birinci tür
müdahaleleri mucize türünden olmayan müdahaleler, ikinci tür müdahaleleri de
mucize(ler) olarak belirlemektedir.[16]
Swinburne,
insanlık tarihinin doğal yasaların işleyişinin bir sonucu ol arak meydana
gelmeyen ve yine de Tanrı'nın meydana getirmesi beklenebilecek türden olayları
içerdiğini ileri sürmekte ve bu düşüncesini kanıtlamak için Kutsal kitaplardan
örnekler vermektedir.[17]
Fakat onun referanslarda bulunduğu eserler ve kutsal kitaplardaki örnekler
dikkatli bir şekilde tahlil edilmelidir. Çeşitli iyileştirme mucizelerine
yapılan atıflar, her ne kadar tanrı tarafından yapıldığı ifade ediliyorsa ve
onun bir müdahalesi olarak kabul ediliyorsa da, gerek İncil'de ve gerekse
Kur'an'da anlatılan İsa peygamberin mucizeleri ile örtüşmektedir. Çünkü İsa'nın
elçiliğinin doğrulayıcıları olarak verilen mucizeler iyileştirme
mucizeleridir. Tanrı'nın doğal yasaları askıya alması sadece iyileştirme mucizeleri
ile sınırlı olmamalı veya en azından mucizelerin Tanrı'nın varlığının kanıtı
olabileceği savını kanıtlamak için başka müdahalelerin de kanıt olarak ileri
sürülmesi gerekirdi.
Hıristiyan
tanrıbilimcilerin Tanrı'nın kendi varlığını kabul için doğa kanunlarını askıya
alacağı şeklindeki iddiaları, gerçekte kendi tanrı inançları açısından
tutarlıdır. Bu iddiayı savunan ve bu düşünceyi kabul eden âlimler, bu
iddialarını kanıtlamak için daha çok iyileştirme mucizelerini ileri sürmektedirler.
İyileştirme mucizeleri kutsal kitaplarda tarihsel arka planda İsa'nın mucizeleri
olarak bilinmektedir. Hatta bu mucizelerin İsa öncesi dönemle ilişkileri
vardır.
Tanrı'nın
âlemle ilişkili olarak iki tür yasası vardır. Bu yasaları, yaratma/halk
ve düzenleme/emr olduğu ilkesiyle birlikte ele aldığımızda doğa kanunları ve
fiil kanunları olarak isimlendirebiliriz. Yaratma eyleminin sonucunda
gerçekleşen kanunları doğa kanunları olarak isimlendirmemiz, eylemin gerçekleştiği
alanı dikkate alarak yapılan bir isimlendirmedir. Bu yasaları yaratma yasaları
olarak isimlendirdiğimiz durumda ise eylemin kendisine göndermede bulunmuş
olacağız. Fakat her iki durumda da doğa yasaları ile varlığın yokluk alanından
varlık alanına geçmesini ve devamını sağlayan değişmez yasalara işaret
etmekteyiz. Allah'ın âlemle ikinci ilişki biçimi olan düzenleme ise, insan
eylemleri ile ilişkilidir. Bunları da Tanrı'nın eylemine gönderme yaparak düzenleme
(emr) yasaları olarak isimlendirebileceğimiz gibi, insanın eylemine gönderme
yaparak hakediş/istihkâk
yasaları olarak da isimlendirebiliriz.
Tanrı'nın
varlıkta geçerli olmak üzere koyduğu doğa kanunlarına müdahale etmesi veya
onları askıya alması ve aynı şekilde hak ediş kanunlarını değiştirmesi veya
onları askıya alması, Tanrı'nın adaleti niteliğini ortadan kaldırmak demektir.
Çünkü adalet, Tanrı'nın âlemle olan ilişkisine ait eylemlerinin düzenliliğine
işaret eden temel bir niteliktir. Doğa kanunlarının düzenliliği ve
değişmezliği, ilahi mesaj içerisinde âlemi oluşturan varlıkların var oluşlarında
ve varlıklarının devamında tabi oldukları yasaların varlığına ait göndermelerde
mevcuttur. Aynı şekilde insan eylemlerinde geçerli olan yasalara da göndermeler
mevcuttur. Bu göndermelerde insan eylemlerinin iyi veya kötü niteliğine göre
yine o iyi veya kötü yerini belirlemektedir. Eylemlerin sonucunda ortaya çıkan
iyi veya kötülük ise, insanın bu dünyadaki var oluşunda olduğu gibi ahi-
retteki yeniden var oluşunda da gerçekleşebilmektedir. İster doğa yasaları olsun
ve isterse hakediş yasaları olsun her ikisinin de nitelikleri aynıdır. Bu nitelikler
de değişmezlik, açıklanabilirlik ve kavranılabilirliktir.[18]
Mucizelerin
Tanrı'nın varlığı lehinde bir kanıt olarak kullanılması, insan fiilleri
açısından da tutarlı değildir. İnsanın bir eylemi olarak iman ve inkâr, yine
kendisinin özgür iradesine dayanır. Özgür iradeye dayanmayan iman ve inkâr,
geçerli değildir. Bir kimsenin iman ve inkâra zorlanması ve buna bağlı olarak
sorumlu bir kişinin iman ve inkârı benimsemesi, akıl açısından tutarlı
değildir. Eylemlerin sonucuna ilişkin olumlu ve olumsuz belirlemenin olduğu
durumlarda eylemlerin özgür iradeye uygun olarak gerçekleşmesi gereklidir. Aynı
şekilde ilahi mesaj içerisinde inkâra zorlananların bu inkârlarının geçerli bir
inkâr olmadığı ifade edilmektedir. Kelam kitaplarında "zorlananın/mükreh
imanı" başlığı altındaki tartışmalarda kelamcılar,
zorlananın imanının ve inkârının geçerli olmadığını ifade etmektedirler.
Çağdaş bir
olgu olarak karşımıza çıkan Kur'an'ın harflerinden olgu, olay ve nesnelere
ilişkin gizlenmiş ve simgelenmiş atıflar bulma olgusu rakamsal mucize,
şifrecilik vs. isimlerle anılmaktadır. Kutsal kitaplarda şifrelerin varlığı
anlayışı, Kur'an üzerinde yapılan araştırmalar sonucu geliştirilmiş değildir.
Tevrat üzerine geliştirilen Tevrat'ta şifrelerin varlığı iddiasından sonra,
Kur'an'da da şifrelerin varlığından söz edilmeye başlanmıştır. Bununla
bağıntılı olarak da Micheail Drosnin'in The Bible Code
adlı eserinde kullandığı isim, Kur'an'a uyarlanmıştır. Rakamsal mucize olarak
isimlendirilmesi ise, ayetlerin harflerinin rakamsal düzenden oluşması
nedeniyledir. İletişim ve ulaşım araçlarının gelişimi, dinler arası rekabete
dayanan bir anlayışı da beraberinde getirmiştir.
Kur'an
ayetlerinin anlamının açığa çıkarılması için geliştirilen yorum usulü/usûlu't-tefsîr,
Kur'an'ı anlamak ve yorumlamak için önemli ilimlerden birisidir. Bu ilim;
ayetlerin oluştuğu sözcüklerden başlamakta, lafız ve anlam arasındaki ilişkiyi
açıklamakta, eş anlamlılık, zıt anlamlılık, çok anlamlılık gibi anlama ilişkin
ilkeleri belirlemekte, sözcüğün gerçek ve mecazî anlamlarını ortaya koymakta ve
son tahlilde de ilahi hitabın kastını belirleme için gerekli kuralları ortaya
koymaktadır.[19]
Şifrecilik; sözcüklerin anlamlarıyla ilgilenmediğinden bu şekilde bir
yöntemden hareket etmemekte; salt sözcüklerin harflerinden veya seslerinden
hareket etmektedir. Bu ise lafız ve anlam arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmak
anlamına gelmektedir. Dilbilimciler lafız ve anlam arasındaki ilişkiyi
incelemektedirler. Onlara göre lafız ve anlam arasındaki ilişki şu şekildedir:
Zeyd hakkında insan sözcüğünün kullanılması gibi mütevati'
lafız olarak isimlendirilen lafız ve anlam arasındaki uyumluluk;
insan ve at sözcüğünde olduğu gibi farklı anlamlılık/tebâyün
olarak isimlendirilen lafız ve anlamın farklılığı; hisâm ve simsâm sözcüğünde
olduğu gibi eş anlamlı- lık/müterâdif olarak
isimlendirilen lafızda değil de anlamda birliktelik; göz sözcüğünün su kaynağı
ve insanın organı olarak kullanılmasında olduğu gibi çok anlamlılık/müşterek
olarak isimlendirilen lafızda değil de anlamda farklılık; döven/dârib
ve dövme/darb
sözcüklerinde olduğu gibi türemiş/müştak olarak
isimlendirilen lafız ve anlamın bir kısmında birliktelik şeklindedir.[20]
Ancak şifrecilikte, lafız ve anlam arasındaki bu ilişkiler dikkate
alınmamaktadır.
Şifreciliğin
açık hedefleri ve perdelenmiş hedeflerinden söz edilebilir. Bu hedefleri açık
hedef ve perdelenmiş hedefler olarak kısımlandırmak, hedefin kendi doğasından
ortaya çıkmamaktadır. Hedef, ulaşılmak istenen sonuçtur ve eylemin kendisinde
son bulduğu noktadır. Ancak belirlenmiş hedefler ile eylemin son bulduğu
sonuçlar arasında farklılıkların ortaya çıkması, yöntemin tutarsızlığından
kaynaklanır. Şifredliğin hedeflerini, Kur'an'ın Allah sözü olduğunu
kanıtlamak, Kur'an'ın değişmeden günümüze kadar geldiğini belirlemek ve ilahi
bir kelam olan Kur'an'ın benzerini meydana getirmenin insan gücünün üzerinde
olduğunu açıklamak ve iman etmeyen diğer toplulukları da buna ikna etmektir. Bu
hedefler, şifreciler tarafından bazen açık olarak ifade edilmekte ve bazen de
şifreciliğin çözümlenmesinde ortaya çıkmaktadır.
Şifredliğin
söz konusu hedeflerinin Kur'an tarafından bir sorun olarak görüldüğü ve belirli
yöntemlerle açıklandığı görülmektedir. Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna ilişkin
Kur'an'ın vurgusu, asıl olarak onu elçinin sözü veya beşer üstü varlıkların
sözü olarak algılanması, Kur'an'ın ilk muhataplarının iddiaları arasında yer
almaktadır.[21]
Şifrecilik
anlayışını destekleyen toplumsal algılar bulunmaktadır. Hurufiliğe ait pek çok
bilginin günümüzde yaygın ve hatta çeşitli seviyelerdeki eğitimin meşru
anlatımı haline geldiği görülmektedir. Bununla ilgili olarak iki anlayışa
işaret etmekte fayda vardır. Güncel dinsel söylemlerde 32 farz olarak ifade
edilen, yapılması dinen gerekli olan emirlerin bu rakam ile ifade edilmesinin
Hurufi anlayışlardan ortaya çıktığı düşünülebilir. Bu anlatımda dinsel emirlerin
32 olarak sıralanmasında ve dinsel olarak belirlenmesinde tutarlı bir anlayışın
olmadığı görülmektedir. Hurufiliğe göre, Arap harflerinin 28 ve bu harflerin
dışında Fars alfabesinde mevcut olan 4 harfin toplanmasıyla elde edilen 32 sayısı,
temel sayıdır.[22] 32
farz anlayışı incelendiğinde bu farzların Kur'an'da yapılması emredilen
farzlardan ibaret olmadığı görülmekte ve aynı şekilde en azından Kur'an'da
yapılması haram kılınan fiiller de yer almamaktadır. Bununla birlikte bu
belirlemeler, guslün farzlarında olduğu gibi mezhepsel anlayışları da
yansıtmaktadır.
Kur'an'ın ayet
sayısı konusundaki tutumlar, mevcut tertibiyle Kur'an'ın
ayet sayısını vermemektedir. Kur'an ayetlerinin sayısının 6666 olduğu kabulü,
pek çok âlim tarafından kabul edildiği gibi, popüler bir söylem olarak da mevcuttur.
Halbuki Kur'an ayetlerinin sayısı konusunda âlimler arasında ihtilaf mevcuttur.
Bazı âlimler, ayetlerin sayısının 6000 olduğunu söylediği gibi, diğer bazıları
6204, 6214, 6225 veya 6226 olduğunu söylemişlerdir.[23] Kur'an'ın
ayet sayılarının 6666 olarak ifade edilmesi, Kur'an'ın icazı olarak
değerlendirilmesi sonucu bu şekildeki bir kanaatin varlık bulduğu söylenebilir.
Buna ek olarak mistik eğilimlerin toplumumuzda yaygınlığı, bu anlayışın Ehl-i
Sünnet inancı ile bağdaştırılması sonucu yaygınlık kazanmıştır. Tasavvufi
düşünce ve yaşam tarzı da Kur'an'ın zahirinden çok batini yorumlarını ön plana
çıkarmaktadır. Bu ise güncel olarak bu gibi ezoterik anlamların kabul
edilmesine zemin hazırlamaktadır.
Şifrecilik,
bazı siyasi olayların aracı olarak da kullanılmaktadır. Özellikle Kur'an'da
sıkça zikredilen İsrail oğullarından hareketle, İsrail devletinin geleceğine
ilişkin çıkarımlar, uluslar arası siyaseti veya en azından Müslümanları
psikolojik olarak etkilemek için kullanılmaktadır.
Kıyamet
alametleri konusunun önemi, kişinin bakış açısına göre farklılaşmaktadır.
Bazıları bu konuyu ahirete iman ile ilişkilendirmekte ve ahirete imanın
öneminden ötürü kıyamet alametlerini bilmenin gerektiğini ileri sürmektedirler.[24] Bu
bakış açısına göre bu alametlerin bilinmesi, doğrudan doğruya konunun kendisi
ile ilişkili değil, ahiret inancı gibi bir başka inançla ilişkilidir. Bu
konuda eser yazan Ğafîlî, kıyamet alametleri hakkındaki eserinde bu konudaki
yazınların önemini şu şekilde belirtmektedir: 1. Özellikle de günümüzde
kıyamet şartlarını bilmeye olan ihtiyaçları. Bu bilgi onları hayır yoluna ve
kıyamet gününe hazırlanmaya yönlendirmeyi kolaylaştıracaktır. 2. Günümüzde
yazılan bazı eserlerin Hz. Peygamber'in kıyamet alametleri hakkında haber
verdiği gayba ait konularda insanların zihinlerinde şüphe uyandırmaları olarak
belirlemiştir.[25]
Kıyamet alametlerini anlatmanın insanları iyilik yapmaya ve kötülükten
kaçınmaya teşvik etmek için olduğu ilkesi de ileri sürülmektedir. Ancak Kur'an'ın
ilk muhataplarının alaycı bir tutumla kıyametin gerçekleşmesini istedikleri,
onların alaycı tutumlarına karşılık Kur'an'ın, kıyametin zamanının insan
tarafından bilinmeyeceği vurgusunu oluşturduğu da söylenebilir.
Dünyadaki
düzenin bozulması anlamında kıyametin ne zaman gerçekleşeceği bilgisi,
Kur'an'ın ilk muhatapları ile birlikte her dönemde yaşayan insanların ilgisini
çekmiştir. Kur'an, kıyametin zaman bakımından bilgisine ilişkin ilk
muhatapların sorularına yer vermektedir. Kur'an'da kıyamet anlatıları, kıyametin
zamanına ilişkin sorular karşısında onun bilgisinin Allah katında olduğu,
kıyamet anının olayları ve bütün bunlardan daha önemlisi kıyamet anında insanın
tavrına ilişkindir. Güncel olarak kıyametin zamansal olarak şifrecilik yöntemiyle
ortaya konulması veya bazı alametlerin bu yöntemle şahıs ve olaylarla
ilişkilendirilmesi son derece yaygındır. Ancak güncel olarak bu anlatımların
amacının kitlesel korku oluşturmak olduğu söylenebilir.
Her ne kadar
kıyamet alametlerine ilişkin bilgiler Kur'an'da yer almasa da, Kur'an'daki bazı
anlatılar kıyamet alameti olarak yorumlanmakta ve bazı kişi ve olaylarla
ilişkilendirilmektedir. Bu anlatımlar; İsa'nın yükseltilmesi ve bununla
ilişkili olarak inişi,[26]
dabbetu'l-arz,[27]
duhan,[28]
yecüc ve mecüc[29]
olarak zikredilebilir. Ancak Kur'an'da yer alan bu anlatımlar, kıyamet alameti
olarak zikredilmemektedir. İsa'nın yükseltilmesi maddi bir yükseltilme olmayıp,
onun inkârcıların saldırılarından kurtarılması,[30] dabbe; Hz. Muhammed'in
inkârcıları hidayete getirmek için uğraşlarına rağmen ona iman etmeyenlerin
ahirette bir canlı tarafından onlara hatırlatılması şeklinde simgesel bir
anlatım, kıyamet anında yeryüzündeki düzenin bozulması ile gökyüzünün bir
dumana dönüşmesi, yecüc ve mecüc ise kıyamet anında evrendeki düzenin
bozulması olarak anlaşılabilir. Bunlara ilaveten, kıyamet alametleri büyük
alametler ve küçük alametler olarak tasnif edilmektedir. Kur'an ayetlerinin
kıyamet alametlerinden bahsetmemesine rağmen, bazı anlatıların kıyamet alameti
olarak yorumlanması ve bu yorumların tarihsel veya güncel kişi ve olaylarla
ilişkilendirilmesi, güncel olarak son derece yaygındır.
Güncel
şifreciliğin önemli çıkış noktalarından birisi de sözcüklerin Kur'an'daki
tekrar sayılarıdır. Bununla ilişkili olarak dünya ve ahiret, cennet ve
cehennem, melek ve şeytan, ceza ve af vs. sözcüklerinin Kur'an'da aynı sayıda
tekrar edilmesi, matematiksel düzenin lehinde bir kanıt olarak gösterilmektedir.[31]
Kur'an'da, olgu ve olayların anlatımında tekrarların olduğu görülmektedir. Anlatımdaki
tekrarlar; anlatımın bağlamsal amacına uygun olarak gerçekleşmektedir.
Sözgelimi Âdem'in dünya bahçelerinde veya cennette yaratılışına ilişkin
anlatımlarda tür olarak insanın yaratılışı, insan türünün özellikleri, insan
fiillerinde şeytanın etkisi gibi konular yer almaktadır. Dolayısıyla her
anlatım, bağlamın gereklerine göre farklılaşmaktadır. Allah'ın insan türüne
verdiği nimetlerin anlatılmasından sonra, onun nimetlerinin yalanlanmaması
vurgusu,[32] her
nimetin önemine dikkat çekmektedir. Kur'an'da sözcüklerin tekrar edilmelerine
ilişkin matematiksel bir düzen olduğu iddiası ise, anlatımın amaçları ve
bağlamın gereklerini dikkate almaksızın, sözcüklerin kullanım sayılarından
hareketle ortaya konulmaktadır. Yukarıda zikrettiğimiz olgu ve olaylara ilişkin
anlatımlarda, bazen doğrudan matematiksel düzene işaret olarak algılanan
isimler zikredilmekteyken, bazen de nitelikler zikredilmektedir. Sözgelimi cennet
ve cehennem ile ilişkili anlatımlar aynı sayıda zikredilmiş olsa da, cennet ve
cehennemin niteliklerine göre isimlerinin değişmesi bu düzenin tutarsızlığını
ifade etmektedir.
Çağdaş
şifrecilik, bilimsel tefsir yönteminden tamamen farklıdır. Bilimsel tefsir
metnin bilimsel gerçekliklere uygun olarak yorumlanmasına dayanmaktayken,
şifrecilik yöntemi insan tarafından keşfedilen ve ortaya konulan gerçekliklere
Kur'an tarafından işaret edilmesine dayanmakta ve bu durum da Kur'an'ın Allah
kelamı olduğuna kanıt olarak ileri sürülmektedir. Sözgelimi ay/kamer
sözcüğü Kur'an'da kullanılmakta, ayın insan tarafından bilinen hareketlerine
işaret edilmekte, insanın ayın hareketlerine göre zamanı ölçmesine dikkat
çekilmektedir.[33] Aya
çıkış, insan tarafından gerçekleştirilen ve uzay bilimleri açısından önemli
bir olay olarak değerlendirilebilir. Ancak bu tarihin Kur'an tarafından önceden
haber verildiği yargısı, hem tarih olarak belirlenen yöntemi elde etmedeki
tutarsızlık ve hem de Kur'an'ın amaçları doğrultusunda tutarlı değildir.
Evreni
oluşturan varlıklardaki düzen, Kur'an'da çokça ifade edilmekte- dir.[34] Ancak
bu düzen, avam veya havas olsun her insanın kavrayışına uygun olarak
anlatılmaktadır. Bu düzenin, bir düzen olması nedeniyle matematiksel tutarlılık
taşıması, modern bilimin ulaştığı bir sonuçtur ve var olanın insan tarafından
açığa çıkarılmasını ifade etmektedir. Bilimsel icatların, insanın Allah
tarafından kendisine verilen inceleme ve araştırma gibi özellikleri sonucu olduğu
söylenebilir. Kur'an, bu bağlamda Âdem'e isimlerin öğretildiğinden söz
etmektedir. Ona isimlerin öğretilmesi olgusunu, insanın bir varlık türü olarak
varlıktaki düzeni kavrayacak ve yaşamını kolaylaştıracak icatlarda bulunması
şeklinde yorumlamak mümkündür. Kur'an, bilim kitabı olmadığı gibi, insanın bu
icatları yapacağı zamana ait tarihsel işaretleri de içermemektedir. Kur'an'dan
bazı bilimsel buluşların tarihlerine ait şifreler olduğu iddiası, Müslüman
toplulukların bilimsel araştırmalarda geri kalmışlığı karşısında bir savunma
mekanizması olarak görülebilir. Buna ek olarak, din ve bilim uzlaşmasının
varlığı da bu şekilde kanıtlanmış olmaktadır.
Şifrecilik
Yönteminin Tutarsızlıkları
Şifrecilik
yöntemi ilk ilke olarak Kur'an'da sır olduğu gerçeğinden hareket etmektedir.
Sır sözcüğü, gizlenen şey anlamına gelmektedir. Bununla birlikte bu sözcüğün
gizlemek ve açıklamak gibi iki zıt anlamı taşıdığına ilişkin görüşler de
bulunmaktadır. Bu şekildeki bir anlam, "zulmetmiş olan herkes,
eğer yeryüzündeki her şeye sahip olsa, kendini kurtarmak için onu fidye verir.
Azabı gördüklerinde, pişmanlıklarını gizlerler. Onlara zulmedilmeksizin
adaletle hükmedilir"[35]
ayetinde yer almaktadır. Bazı müfessirler bu ayetteki "pişmanlıklarını
gizlerler" ifadesini "pişmanlıklarını açıklarlar" şeklinde
yorumlamaktadırlar.[36]
Halbuki bu ayette, insanları saptıranların azabı gördüklerinde saptırdıkları
insanların fark etmemeleri için pişmanlıklarını gizlemeleri olgusuna dikkat
çekilmektedir. Kur'an'da sır sözcüğü, insan tarafından dışa vurulmayan ve
gizlenen olgular için kullanılmaktadır. Bunun zıddı ise, açıklamaktır.[37]
Rağıb
İsfehânî, Kur'an ayetlerini zorluk ve kolaylıkları yönünden incelerken,
muhakkiklere nispet ettiği bir görüşe göre bunların üç tür olduğunu
söylemektedir. Bunlar da; Birincisi; zahiri ve batını eşit olandır. Zahiri
ilimlerle uğraşan herkes, onları bilebilir. Hükümler, herkesin ona ihtiyaç
duyması yönünden böyledir. Onun abdest, namaz, oruç ve diğer hükümleri
bildiren ayetler gibi elde edilmesi kolay lafızları vardır. İkincisi;
elçilerin, velilerin, sıddıkların ve şehitlerin ihtiyaçlarına özel zahiri ve
batını olan kısımdır. Avam, onun zahiri, batını ve yorumlarıyla değer kazanır.
Onu avama kavratmak ise, onun batını ve hakikatlerinde yoğunlaşmakla olur.
Katâde'nin İbn Abbas'ın, bazı ayetlerin yorumunun avamdan gizlediği şeklindeki
anlatımları da bunun gibidir. Onun yorumunu avamdan gizlediği ayetler de
Allah'ın "Kur'an'ı
sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir"[38] , "De
ki: "Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir"[39]
, "Sebe
halkı için kendi yurtlarında ibretler vardır"[40]
ayetleridir. O, kendisine Allah'ın "Allah, yedi göğü ve
yerden bir o kadarını yaratandır. Allah'ın emri bunlar arasından inip
durmaktadır"[41]
ayetini soran bir kimseye de "beni inkârcılıkla niteleyeceğinden
korkmasaydım, onu sana açıklardım" demiştir. Üçüncüsü de; zahiri avam ve
havas olarak herkes için, batını da nebi için olandır. O da, Allah ve nebi
arasındaki sır gibidir. Sufyân b. Uyey- ne onun sultan ve veziri arasındaki sır
gibi bir kimse ve onun yakın arkadaşı arasındaki başkasına açıklanmasının fesat
olduğu sır gibi olduğunu söylemiştir. Allah ve elçileri arasında da başkasına
açıklanmasının fesat olduğu sırlar vardır. Allah bu anlama "O,
gaybı bilendir, gaybını elçilerden razı olduğuna açar" sözünde
işaret etmiştir. Bunu onlardan gizlemesi, cimrilik olarak değil, ondaki
ihtimalleri anlamada kavrayışlarının noksanlığındandır."[42]
İsfehânî'nin Allah ve elçileri arasında başkasına açıklamanın fesat olduğu sır
olan şeyler olduğu görüşünün tutarlı olmadığı söylenebilir. Bu durumda, herhangi
bir bilgi insanla ilişkili değilse bunun vahy edilmesi anlamsız kalmaktadır.
Kur'an'da sır
olduğu iddiası, Kur'an'ın kendisi hakkındaki nitelemelerine de aykırılık arz
eder. Kur'an, ayetlerini açık olarak nitelemektedir. Söz gelimi "Andolsun,
biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fasıklar inkâr eder"[43]
ayetinde ayetler açıklıkla nitelenmektedir. Kur'an'da müteşabihlerin olması,
bu tür ayetlerin anlamlarının gizli olduğuna işaret etmemektedir. Muhkem; her
bilgi seviyesindeki insanın anlayabileceği nitelikteki yargıları ifade eden
ayetlerdir. Müteşabih ise; ilimde derinleşmiş olanların anlamları konusunda
bilgi edinebilecekleri ayetlerdir. Kur'an'ın "O,
sana Kitab'ı indirendir. Onda kitabın anası olan muhkem ayetler vardır.
Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve
onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler.
Oysa onun gerçek manasını ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir.
"Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler. Ancak akıl
sahipleri düşünüp an- lar"[44] ayetinde, müteşâbih
ayetlerin anlamlarını sadece Allah'ın bileceği yargısı güçlendirilmek üzere bu
ibarenin ardından durak işaretinin konulması, bazı ayetlerin anlamlarının sır
olduğu yargısını da güçlendirmektedir. Ancak "ilimde derinleşmiş
olanlar" ifadesinin öncesine atfedilmesi durumunda bu ayetlerin
anlamlarının Allah'ın bilgisinde olduğu ve ilimde derinleşmiş olanların da bu
ayetlerin anlamlarını bilebilecekleri anlamı ortaya çıkar. Bu durumda da Kur'an'da
anlamı insanlar için sır olan ayetlerin varlığından söz edilemez. Bununla
birlikte Kur'an'da sır olduğu yargısında bulunulmasına imkan veren kesik
harfler/el-hurûfu'l-mukattaa
ise; Kur'an bütünlüğü içerisinde bir anlama sahiptir. Bu anlam da; kesik harflerin
Kur'an'ın özelliklerinden söz eden ayetlerden önce yer almasından hareketle,
Kur'an'ın Arap harflerinden oluştuğu şeklindedir.
Şifrecilik söz
konusu olduğunda, metnin anlamı bağlam bütünlüğünden ve Kur'an bütünlüğünden
soyutlanmaktadır. Bağlam; bir sözcüğün veya tümcenin bütünlüğü, koşulu ve
durumunu ifade eder. Aynı konudaki ayetlerin oluşturduğu anlamsal bütünlük, o
bütünlüğü oluşturan araçların ilişkisiyle bağıntılıdır. Şifrecilik yöntemi,
anlamı bağlamdan soyutlayarak ele almaktadır. Sözgelimi, şifrecilik
anlatılarında çok sık kullanılan demirin geçtiği sure numarası (Hadîd/57) atom
ağırlığı (57) ve bu surenin 26. ayetinde zikredilmesiyle de demirin atom
numarası (26) arasında bir ilişki kurmak,[45] bu sözcüğü kendi bağlamından
koparmak anlamına gelmektedir. Demir sözcüğü "Kendisinde
çetin bir sertlik ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik"[46]
ayetinde, insanların onunla ilişkili olan bilgisinin ötesinde özellikleriyle
zikredilmemekte; insanların demir hakkında bildiği sertlik ve yararlar yönünden
zikredilmektedir. Kur'an, ilk muhataplarının bilgisinde olmayan elementlerden
ve madenlerden söz etmediği gibi, madenlerin insanlar tarafından bilinmeyen
özelliklerinden de söz etmemektedir. Bununla birlikte demir/hadîd
sözcüğü başka ayetlerde de yer almaktadır. Bu anlatımlarda da demir sözcüğü,
bağlamın gerektirdiği özellikleriyle birlikte zikredilmektedir.[47] Bu
sözcüğün diğer ayetlerdeki konumunun değil de sadece bu suredeki yer ve
konumunun şifrelendiğine ilişkin bir yargı, tutarlı gözükmemektedir. Surelerin
isimlendirilmesine ilişkin genel kuralların insanlar tarafından belirlendiği de
unutulmamalıdır.
Kur'an'ın Arap
diliyle indirilen bir metin olması, sözcüklerin anlamları ve gramer
yapılarının, Arap toplumunun anlatım özellikleriyle ilişkilidir. Yani
Kur'an'ın, Arap dilinin söz dizimi ile birlikte ilk muhataplarının bilgi
seviyesine göre indirildiği söylenebilir. Bir sözcüğün fiil, isim, mastar oluşu
o sözcüğün anlamını belirlediği gibi, bağlaçlar da cümle içerisinde bir rol
üstlenmektedir. Şifrecilik iddialarında sözcüğün anlamlarıyla ilgili bu yapılar
dikkate alınmamakta ve göz ardı edilmektedir.
Tarihsel olgu
ve olayların ilahi metin içerisinde yer almasının bir nedene bağlı olarak
gerçekleştiği söylenebilir. Kur'an'ın tarihsel olayları anlatımı genel olarak
elçilerle[48]
veya dinsel tavırları olan insanlarla[49] ilişkilidir. Bu nedenin,
Allah tarafından gönderilen elçilerin karşılaştıkları beşeri tavırları örneklendirmek
ve böylece Hz. Muhammed'in ve Müslümanların kararlılığını arttırmak olduğu
söylenebilir. Bu anlatımlarda çeşitli dönemlerde yaşayan insanların tutum ve
davranışlarına ilişkin anlatımlar da bulunmaktadır. O dönemlerde yaşayan
insanların yaşam tarzlarından söz edilmesi, tür olarak insanın gelişim
evrelerine göndermeler yaptığı da düşünülebilir. Çağdaş şifrecilik veya
Kur'an'ı akli olanın ötesinde yorumlama tutumlarının, tarihsel olayları akli
olanın ötesinde metafizik unsurlarla birlikte yorumlama ve böylece güncel çıkarımlarda
bulunma, bu tutumun en belirgin özelliğidir. İskender Türe tarafından yapılan
Zülkarneyn yorumu buna örnek olarak gösterilebilir.[50]
Günümüz
topluluklarında mucize algısının, güncel şifrecilik olaylarının etkisini
arttırmada katkısının olduğu söylenebilir. Kelamcıların literatüründe mucize
elçiyle ilişkili ilahi bir fiildir. Mucizenin beşerin benzerini meydana
getirmede güçsüzlüğü, o fiilin failinin Allah olduğuna vurgu yapmak içindir. Bu
terim günümüzde kelam literatüründeki anlamından uzaklaşmış ve rasyonel
temelleri inşa edilmeyen her olay için kullanılabilir bir hal almıştır.
Şifrecilik çıkarımlarının mucize olarak isimlendirilmesi de bundan
kaynaklanmaktadır. Bu çıkarımlar da ilahi metnin Allah tarafından
gönderildiğinin bir işareti olarak kullanılmaktadır.
Sonuç olarak,
günümüzde ortaya çıkan şifrecilik veya Allah'ın kelamında ya da fiili sonucu
varlık bulan âlemde bazı şifreler ya da işaretler arama yönteminin, tarihsel
olarak ortaya çıkan Hurufilik ile yöntem ve sonuçları yönünden aynı olduğu
söylenebilir. Her iki akım da metnin dışsal ve açık anlamlarının ötesinde içsel
ve gizlenmiş anlamlar ortaya çıkarma yöntemini izlemektedir. Bu anlamlar da;
metnin içerdiği anlamlar olmayıp, yorumcunun zihninde oluşan anlamlardır.
Metin, yorumcunun zihninde var olan anlama işaret etmeyince, zihindeki anlama
ilişkin işaretler ya da şifrelerin varlığı bu yöntemin özünü oluşturmaktadır.
Prof. Dr.
Bekir TOPALOĞLU: Efendim çok teşekkür ediyoruz. Tebliğin müzakeresi Arş. Gör.
Dr. Hasan Hüseyin BALLI on dakika içerisinde inşallah. Buyurun...
Kıymetli
Hâzırûn;
İlk önce,
tebliğ başlığından da anlaşılacağı üzere, "Çağdaş Hurufilik" ile
"Şifrecilik" arasındaki bağlantıyı iyi tespit etmek gerekiyor. Sayın
tebliğci Hurûfiliği mistik ve felsefi bir akım olarak tanımlamaktadır. Bizce bu
tanım Hurûflik için yetersiz olduğu gibi, Şifrecilik ile Hurûfilik arasındaki
bağlantıyı da tespit etmeye yardımcı olmamaktadır.
Hurûfiliği
doğru tanımlarsak, günümüzde ortaya çıkan harf ve sayılarla uğraşanları daha
iyi anlayabilir, İslam'ın bunlara bakışını daha doğru ortaya koyabilir ve
gerekirse İslam inancı açısından savunma yerlerini daha kolay
sağlamlaştırabiliriz.
Hurûfîlik,
temelde vahdet-i vücud düşüncesine dayanan, içinde Ehl-i Sünnet ve Şiilik'ten
unsurlar barındıran, örnek aldığı Bâtınî metotlar sayesinde varlığın birliğini
ispat etmek için harfleri ve sayıları kullanarak orijinal yorumlar yapan,
mehdici/mesihçi bir fırkadır.[51]
Bu tanımdan
hareketle, Şifreciliğe, Hurûfilik diyemeyiz. Belki "harfçiler" veya
"harfle uğraşanlar" diyebiliriz. Hurûfiliğin ana omurgası vahdet-i
vücud düşüncesidir. Hurûfilik bu düşünceyi ele alıp işlemiş, varlığın birliğini
sayı ve harfleri kullanarak verdiği somut örneklerle ispat etmeye çalışmıştır.
Günümüz şifrecilerinde, varlığı bu manada anlamaya çalışmak gibi bir amacı
göremiyoruz. Tebliğde bahsedildiği üzere onların amacı, Kur'an'ın mucizeliğini
ispat etmektir. Ayrıca şifreciler ne bir fırka oluşturabilmişler ne de Mehdi
veya Mesih bekliyorlar.
Şifrecilik ile
Hurûfiliğin ilişkisine gelince. Her ikisi de yöntem olarak harf ve sayıları
kullanıp yeni gizler keşfettiklerini iddia etmişlerdir. Ancak ikisinin de
harf/sayı kullanmaktaki amaçları ve elde ettikleri sonuçları farklı farklıdır.
Hurufiliğin
kurucusu Fazlullah, Alevî-Bektaşî kültüründe kabul edilen yedi
ulu ozan' dan biri değildir. Bunlar; Nesimî, Hataî (ö. 930/1524),
Fuzûlî (ö. 963/1556), Pir Sultan Abdal (XVII. yy.), Kul Himmet (XVII. yy.),
Yeminî (XVI. yy.), ve Viranî (ö. ?)'dir.[52] Fazlullah Farsça bir divan
sahibi olmasına rağmen, Alevî-Bektaşî kültüründe bir şair olarak tanınmaz.
Ancak ondan sonra gelen özellikle Nesimî ve halifeleri sayesinde Hurûfilik,
Alevî-Bektaşî kültürüne sirayet edebilmiştir.
Hurûfilik,
Alevîlik ve Bektaşîlik'e o kadar sirayet etmiştir ki; Hurûfiliği, Alevîlik ve
Bektaşîlik'ten ayırmak mümkün değildir. Örneğin günümüz Alevîlerinin çok
kullandığı "bizim
haccımız insanadır" cümlesinin kaynağı Hurûfilikteki insan
anlayışıdır. Hurûfiliğe göre ilk insan olan Hz. Âdem'in yeryüzündeki makamı
Ka'be'dir. Müslümanlar hac için Ka'be'ye ziyaret ettiklerinde aslında Hz.
Âdem'i tazim etmektedirler. Nitekim ilk yaratıldığında, meleklerin de ona
secde etmesi onun bu tazimi hak ettiğinin göstergesidir.[53]
Sayın
tebliğcinin "32 farz" anlayışının Hurûfilik'ten çıktığını varsayması,
Hurûfiliğin ne olmadığının bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Hurûfiler 28 ve
32 sayılarını kullanmışlardır. Ancak onlar, bizzat sayının kendisini yani 32
sayısını kutsal saymamışlardır. 32 tane harf onlar için kutsalı ifade eder.
Tabiatta bulunan başka 32 taneler (örneğin insanın yüzündeki çizgiler, 32 diş,
felek ve burçların dereceleri) 32 harfle aynı adede denk gelerek âlem ile Allah
arasındaki birliği ispat etmektedir. Hurûfiler kendi kurdukları sistematik
içerisinde bu sayıları kullanmışlardır. Bu sistematiğin dışında kalan 28 ve
32'ler Hurûfiler tarafından kullanılmamıştır. İşte "32 farz" da
Hurûfilerce hiç dile getirilmeyen bir tabirdir. Eğer bu tabir Hurûfi bir
etkiyle ortaya çıkmış olsaydı, Hurûfî literatürde buna rastlanması gerekirdi.
Rastlanmasa bile, "32 farz" tabirini ortaya atanlar, bu tabirin
aslında başka bir 32'ye denk geldiğini ileri sürmeliydiler ki biz de bunun
Hurûfilik olduğunu söyleyebilelim. Her iki şart da gerçekleşmediğinden
"32 farz" tabirinin Hurûfî bir etkiden ortaya çıktığını söyleyemeyiz.
Sonuç olarak,
günümüzde ortaya çıkmış "Şifrecilik" dediğimiz bu uğraşları,
geçmişte ortaya çıkmış ve İslam Mezhepleri Tarihi metodolojisine göre fırka
olma özelliklerini gösteren ve kendi içinde tutarlı bir sistematiğe haiz
Hurûfilikle birbirine karıştırmamamız gerekmektedir.
Nihâyette,
"Çağdaş Hurûfilik" olarak üzerinde durulması gereken çalışmanın
Orhan Pamuk'un Kara
Kitap adlı romanının olduğunu söylemekle, sözlerimizi bitirelim.
Prof. Dr. Bekir TOPALOĞLU: Efendim çok teşekkür ederiz.
Güzel şeylere temas etti
Dr. Hasan Hüseyin BALLI. Bektaşi'ye demişler ki herkes namaz
kılıyor arkadaşların namaz kılıyor sen neden kılmıyorsun demişler. Bende demiş
namazın şartları tahakkuk etmedi. Etmeyince kılamam. Neyin eksik demişler akil
baliğ bir adamsın demiş ki niyet de şart. Niyeti yok. Şimdi ben Şaban Ali beye
dedim ki bu yapılan felsefeler tebliğ sahibi olsun Hasan Hüseyin bey olsun
efendim bir saplantıya giriliyor şundan bundan den beriden vasaireden ondan
sonra buna kılıf buluyor çocuk kandırıyor kılıf buluyor. Peki bu kılıf bulmalar
sonrada ki cahil insanları tahrik etmek aldatmak biraz kandırmak için müessir
olur ama bunun kökünde ciddi bir tefekkür olsa fakat bu tefekkür sonunda
hatalı bir yere gitse bile gene de takdire şayandır derim. Belki de Allah
affeder. Aslı dini tefekkür ama şunun bunun saptırıcı unsurları eserleri ona da
kendine göre bir kılıf buluyor. Bektaşi'nin niyet şart dediği gibi...
Sh: 365-387
Kaynak:
XVII. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı & Gnostik Akımlar ve
Okültizm Sempozyumu, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı,
25-27 Mayıs 2012 - Malatya
[1] Usluer, Fatih, Hurufilik İlk
Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2009.
[2] Yedi
Alevi ozanından birisi olan Virânî'nin hayatı hakkında kaynaklarda yeterli
veriler bulmak mümkün değildir. Ancak onun bazı eserleri günümüze kadar
gelmiştir. Hurufilik açısından önemli eseri ise İlm-i Câvidân'dır. Bkz. Virânî
Baba, İlm-i
Câvidân,
Haz. Osman Eğri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2008.
[3] Şife
sözcüğü asıl olarak Fransızca bir sözcüktür. Bkz. Komisyon, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları,
2/1385.
[4] Tillich,
Paul, İmanın
Dinamikleri,
trc. Fahrullah Terkan- Salih Özer, Ankara, 2000, 45.
[5] Bkz.
Yar, Erkan, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2011, 249.
[6] Kur'an kendisinin hem eylem ve hem de
düşüncenin yol göstericisi olarak tanımlamaktadır. "Onlar
Kur'an'ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?"
(Muhammed 47/24) ayeti Kur'an'ı düşünmeye çağırmakta; "De ki:
"Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Allah
benimle sizin aranızda şahittir. İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği
herkesi uyarayım diye vahyolundu" (Enam
6/19) ayetinde ise onun uyarıcı olduğu ifade edilmektedir.
[7] Kur'an
kendisini inanalar için hidayet, rahmet ve şifa olarak tanımlamaktadır. "Ey insanlar! İşte
size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici
bir rehber ve rahmet geldi" (Yunûs 10/57) ayetinde Kur'an'ın zihinsel olanlar için
şifa olduğu açıklanmış ve onun bir öğüt, hidayet ve rahmet özelliklerine vurgu
yapılmıştır. Krş. Nahl 16/69; İsrâ 17/82; Fussilet 41/44.
[8] Gazâlî,
Ebû Hâmid, Fedâihu’l-Bâtıniyye, thk. Abdurrahman Bedevî, Kahire 1964.
[9] Gazâlî,
Bâtınilerin harf ve sayılardan yaptıkları çıkarımlarını göklerin, yerlerin,
yıldızların, haftanın günlerinin sayısının yedi olmasıyla imamların sayısının
da yedi olması; burçların sayısının on iki olmasıyla delillerin sayısının on
iki olması ile örneklendiriyor. Bkz. Gazâlî, age, 6667.
[10] Kıyamet
75/4.
[11] Bu
sözcüğün anlamı için bkz. İsfehânî, el-Müfredât, 80.
[12] Bu
deliller için bkz. Atay, Hüseyin, İslam'ın İnanç Esasları, A.Ü.İ.F. Yayınları, Ankara
1992. Topaloğlu, Bekir, İslam Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın
Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Ayyıldız Matbaası, Ankara 1981.
[13] İsfehânî,
el-İtikâdât, 128.
[14] Bkz.
Hume, David, İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, trc. Serkan Öğdüm, İlke Kitabevi Yayınları, Ankara
1998, s. 123-130.
[15] Swinburne,
Richard, Tanrı
Var mı?,
trc. Muhsin Akbaş, Bursa 2001, 115.
[16] Swinburne,
age, 116.
[17] Swinburne,
age, 116.
[18] Bu
iki yasanın açıklaması için bkz. Yar, age, 33.
[19] Tefsir
metodolojisi olarak Rağıb İsfehânî tarafından telif edilen mukaddimeyi önemine
binaen burada zikretmek istiyorum. Bkz. Nâhî, Salahuddîn b. Abdullatîf, el-Hâvâlid min Arâi'r-Râğıb
el- İsfahânî, Dâr'u Ummâr, Ammân 1987, 79-131.
[20] Nâhî,
age, 81.
[21] "Muhakkak ki bu beşer
sözünden başka bir şey değildir" (Müddessir 74/25) ayeti Kur'an'ı beşer sözü ve
"Ve Kur'an, taşlanmış Şeytan'ın sözü de değildir" (Tekvîr 81/25)
ayeti de Kur'an'ın şeytan sözü olmadığını ifade etmektedir.
[22] Bkz.
Usluer, Hurufilik, 191; Aynı şekilde bkz. Virânî, İlm-i Câvidân, 127.
[23] Bkz.
İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmâil b. Ömer, Tefsîrul-Kur'ani'l-Azîm, 1/8.
[24] Ğafîlî,
Abdullah b. Süleymân, Eşrâtu's-Sâa, Suudi Arabistân h. 1422, 6.
[25] Ğafîlî,
age, 7-8.
[26] Nisa 4/157-158; Bununla birlikte "Allah
buyurmuştu ki, Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni katıma yükselteceğim, seni
inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden
üstün kılacağım" Âl-u İmrân 3/55 ayeti de İsa'nın
inişi lehinde yorumlanmaktadır.
[27] Neml
27/82; Bu ayetin bağlamı, Hz. Muhammed'in hak üzere olduğu, ölülerin işitmediği
gibi işitmeyen inkarcıları sapkınlıklarından vaz geçiremeyeceği ve ancak
inanlara etki edeceği, kıyametin ardından da inkarcılar azaba
çarptırıldıklarında onlara bir canlının insanların ayetlerine iman
etmediklerinin belirtilmesi ile ilişkilidir. Bu ayetin ardında ise insanların
guruplar halinde toplanacakları, zulmetmelerinden ötürü azaba uğradıkları zaman
da onların artık ses çıkaramayacakları ifade edilmektedir. Bkz. Neml 27/79-85.
Bu nedenle burada ifade edilen canlı/dabbe; hakiki olarak bir hayvanın
konuşması olarak değil de; kendisi gibi konuşan insanın uyarılarından
anlamayan kişilere bir canlının gerçeği söylemesi olarak simgesel bir anlatım
olarak anlaşılabilir.
[28] Duhân
44/10-11.
[29] Enbiyâ
23/10-11.
[30] İsa'nın
yükseltilmesinin maddi bir yükseltilme değil de manevi bir yükseltilme odluğunu
vurgulayan çalışmalar bulunmaktadır. Bkz. Yar, Erkan, "Müslüman
Düşüncesinde İsa'nın Dünyaya Yeniden İnişi Paradigması", Dini Araştırmalar, Mayıs-Ağustos 2001, C.4, s.10,
ss.141-159.
[31] Çelakıl, Kur'an-ı Kerim'in
Sırları, 9.
[32] Örneğin
Rahmân suresinde bu tür tekrarın olduğu görülmektedir. Bkz. Rahmân 55/13-77.
[33] Ay
sözcüğü Kur'an'ın anlatımlarında şu şekilde yer almaktadır. Hz. İbrahim'in gök
cisimlerinin geçiciliğinden hareketle yok olup gitmeyen/âfil bir ilahın varlığı
şeklindeki çıkarsaması (En'âm 6/77), evrendeki düzenin bir parçası olarak Ay'da
da bir düzenin var olduğu (En'âm 6/99), diğer göksel cisimler gibi Ay'ın da
Allah'ın emrine uyduğu (A'râf 7/54), diğer gezegenlerin hareketlerinde olduğu
gibi Ay'ın hareketlerinde de bir düzen olduğu (Yunûs 10/5),
[34] "Gerçekten biz, her
şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer 54/49) ayeti yaratılan her varlıkta bir düzenin
olduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte evrendeki düzenin varlığının bir
tek ilahın varlığına işaret ettiğine de vurgu yapılmaktadır. Bkz. Enbiyâ
22/21.
[35] Yunûs
10/54.
[36] İsfehânî,
el-Müfredât, 80.
[37] Bu
sözcüğün gizlemek anlamını, bazı anlatımlarda kullanılan açıklamak fiilinden
önce zikredilmesi de işaret etmektedir. Sözgelimi, "Dediler ki:
"Eğer o çalmışsa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı." Yûsuf,
bunu içinde sakladı ve onlara belli etmedi" (Yûsuf 12/77) ayetinde gizlemek
ve açıklamamak ifadeleri yer almaktadır. "Sözünüzü gizleyin,
yahut onu açığa vurun/cehr; Şüphesiz Allah, zihinlerde olanı bilir" (Mülk 67/13) ayetinde de bu
durum söz konusudur.
[38] Kasas
28/85.
[39] İsrâ
17/85.
[40] Sebe
34/15.
[41] Talak
65/12.
[42] İsfehânî,
el-İtikâdât, 184-185.
[43] Bakara
2/99.
[44] Âlû
İmrân 3/7.
[45] Çelakıl, Kur'an-ı
Kerim'in Sırları, 14.
[46] Hadîd
57/25.
[47] Demir/hadîd sözcüğü "De ki;
ister taş olun ister demir" (İsrâ 17/50) ayetinde sertlik
özelliği, "Bana demir kütleleri getirin, tam iki ucu
denkleştirdiği vakit körükleyin dedi, tam onu bir ateş haline koyduğu vakit
getirin bana dedi: üzerine erimiş bakır dökeyim"
(Kehf 18/96) ayetinde eritilmesi, "Onlar için bir de demirden
topuzlar vardır" (Hacc 22/21; krş. Sebe 34/10)
ayetinde işlenerek topuz yapılmış hali, "Andolsun ki sen bundan gaflette
idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir"
(Kaff 50/22) ayetinde demirdeki sertlik şeklindeki gerçek anlamından kesinlik
şeklindeki mecazi anlamı kullanılmaktadır.
[48] Kur'an'ın
elçilerle ilgili anlatımlarının çoğunluğunun Hz. Musa ve Hz. İsa ile ilişkili
olduğu görülmektedir. Bu anlatımların çoğunluk arz etmesi, Müslümanların
karşılaştıkları iki inanç topluluğunun Yahudiler ve Hristiyanlar olmasından
kaynaklandığı söylenebilir.
[49] Buna
örnek olarak mağara arkadaşları/'ashâbu'l-kekf anlatımı verilebilir. Bkz. Kehf 18/9-20.
[50] Bkz.
Türe, İskender, Zülkarneyn Kur'an'da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan, Timaş Yayınları, İstanbul
2004.
[51] Ballı,
Hasan Hüseyin, "Hurîfîlik Nedir?", e-makâlât Mezhep Araştırmaları,
IV/2 (Güz 2011), s. 47, ISSN 1309-5803, http://www.emakalat.com/index.php/emakalat/article/view/75/74
[52] Gölpınarlı,
Abdülbaki, Pir Sultan Abdal Hayatı Sanat Eserleri, İstanbul, 1963, Varlık
Yayınevi, s. 5; Melikoff, İrene, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, (çev. Turan
Alptekin), İstanbul, 1999, Cumhuriyet Kitapları, s. 170.
[53] Bkz.
Ballı, Hasan Hüseyin, Fazlullah-ı Hurûfî ve Hurûfîlik (basılmamış doktora
tezi), İzmir,
2010,
s. 84.