Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

EL-YEVÂKÎT 2-1

 




İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ

(İNCELEME METİN ÇEVİRİ)

2. CİLT
 1.Bölüm

ABDÜLVEHHÂB EŞ-ŞA‘RÂNÎ
(ö. 1565)

Çeviren

Mahmut Çınar


 

İÇİNDEKİLER

EL-YEVÂKÎT VE’L-CEVÂHİR


İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ


İÇİNDEKİLER


OTUZ BİRİNCİ MEBHAS


Peygamberlerin, Ekmel Olan Makamlarıyla Çelişen Söz, Fiil, Hareket ve Sükûn Gibi Şeylerden Mâsum Oldukları Hakkındadır


[Hz. Nûh]


[Hz. Eyyûb]


[Hz. Yûnus]


[Hz. Mûsâ]


[Hz. Süleyman]


[Hz. Dâvûd]


[Hz. Yûsuf]


[Hz. İbrahim]


[Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)]


OTUZ İKİNCİ MEBHAS


Kur’ân’da Açıkça Belirtildiği Gibi Hz. Muhammed’in Son


Peygamber Olduğu Hakkındadır


OTUZ ALTINCI MEBHAS


Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İnsan, Cin ve Daha Sonra Geleceği Üzere Melekleri de Kapsadığı ve Başka Hiçbir Resulün Bu Fazilete Sahip Olmadığı Hakkındadır


OTUZ YEDİNCİ MEBHAS


Hz. Peygamber’in Getirdiği Bütün Hükümlerde İtaat ve Boyun Eğmenin ve Hiçbir Konuda İtiraz Etmemenin Vacip Olduğu Hakkındadır


KIRK BİRİNCİ MEBHAS


Bayram Namazlarının Cemaatle Kılınmasının Hikmeti


Namazı İnkâr Ederek veya Tembellikten Dolayı Terk Edenin Hükmünün Ağaçtan Yemekle Alâkası


Bütün Türleriyle Zekâtın Yasak Ağaçtan Yemekle Alâkasıysa Açıktır


Nâfile Zekâtların Mezkûr Yemeyle Alâkası


Ramazan ve Diğer Oruçların Meşrû Kılınmasının


Mezkûr Yemeyle Alâkası


Ramazanda Son Oruçlarda ve Mescide Her Girildiğinde İ‘tikâfın Meşrû Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası


Hac ve Umrenin Meşrû Kılınmasının Ağaçtan Yemekle Alâkası


Alışveriş ve Bunlara Tâbi Olan Diğer Muamelelerin


Mezkûr Yemeyle Alâkası


Muhayyerlik, İffetlilik ve Köleyle Evlenmenin Mezkûr Yemeyle Alâkası


Eş, Evlât ve Ebeveynin Nafakasının Meşrûiyyetinin Mezkûr


10 Yemeyle Alâkası


Kölemizin Nafakasının Sebebi


Ümmü’l-Veledlere Köle Muamelesi Yapmanın Haram


Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası


KIRK İKİNCİ MEBHAS


Mertebesi Ne Kadar Yüksek ve Büyük Olursa Olsun Velâyetin Hem Vücûd (Varlık) Hem de Şühûd (Tecellî) Açısından Nübüvvetten Alındığının Beyanı Hakkındadır


KIRK ÜÇÜNCÜ MEBHAS


Enbiya ve Resullerden Sonra Muhammedi Velîlerin En Faziletlisinin Ebû Bekir Sonra Ömer Sonra Osman Sonra da Ali (ra) Olduğu Hakkındadır


Sahâbe Arasında Meydana Gelen Olaylar Hakkında Susmanın ve Onlara Ecir Verileceğine İnanmanın Vacip Olduğu Hakkındadır


KIRK BEŞİNCİ MEBHAS


Sahâbeden Sonra Velîlerin En Büyüğünün Kutub Sonra İhtilaf Olmakla Birlikte Efrâd Sonra İki İmâm Sonra Evtâd Sonra da Abdal (ra) Olduğu Hakkındadır


Velîlerin îlham Vahyi ve Bunun Peygamberlerin Vahyi ile


Diğerlerinden Farkı Hakkındadır


Velîlerden (ra) Resûlullah’a Vâris Olanlarının Makamı Hakkındadır


KIRK DOKUZUNCU MEBHAS


ELLİNCİ MEBHAS


ELLİ İKİNCİ MEBHAS


İhsanın Hakikati Hakkındadır


ELLİ ÜÇÜNCÜ MEBHAS


ELLİ DÖRDÜNCÜ MEBHAS


ELLİ BEŞİNCİ MEBHAS


Can Çekişmeden Önce Tövbe Etmeden Ölen Fâsık Müminin Durumunun Allah’ın Meşîetine Kaldığı Hakkındadır


ELLİ ALTINCI MEBHAS


15 En doğrusunu Allah bilir.


ELLİ YEDİNCİ MEBHAS


Kalbe Doğan Hâtırların (Havâtır) Ölçüsünün Beyanı


Hakkındadır


ELLİ SEKİZİNCİ MEBHAS


ELLİ DOKUZUNCU MEBHAS


 


 

OTUZ BİRİNCİ MEBHAS

Peygamberlerin, Ekmel Olan Makamlarıyla Çelişen Söz, Fiil, Hareket ve Sükûn Gibi Şeylerden Mâsum Oldukları Hakkındadır

Bu, onların sürekli olarak Allah’ın seçkin katında ve bir makamda bu5 lunmaları sebebiyledir. Bazen O’nu müşâhede ederler, bazen de O’nun kendilerini gördüğünü, onlarınsa O’nu görmediklerini müşâhede ederler. Bu iki müşâhede durumunun dışına asla çıkmazlar. Bu makamda bulunan bir kimsenin, gerçekte (Allah’ın emrine) muhalefet etmesi asla tasavvur edilemez. Şayet olursa, Allah’ın izniyle ileride değinileceği gibi, bu sûrî 10 (formel/şeklî) bir muhalefettir. Bu makam “İhsan makamı” olarak isim­lendirilir, enbiyanın ismeti ve evliyânın hıfzı bu makam kapsamındadır. Peygamberler burada mukimdir, evliyâ ise girip çıkar. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve efendim İbrâhim el-Metbûlî gibi bu makamda mukim olan velîler ise, kendi başlarına değil, peygamberlere vâris ve tâbi olma hük15 müne bağlı olarak buradadırlar, anla! Bunu anladıysan, ismet konusunda kelâmcılardan ve sûfîlerden nakledilenleri zikredelim. Başarı Allah’tandır.

Usul imamları şöyle demiştir: “Peygamberlerin tamamı (aleyhisselâm) mâsumdurlar ve sehven meydana gelen küçük günah da dâhil, hiçbir günah onlardan sadır olmaz.” Üstad Ebû İshak el-İsferâyînî, Ebü’l-Feth eş-Şehristânî, Kâdî 20 İyâz ve Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî gibilerinin düşündüğü gibi, onların Al­lah’ın dininde hata etmeleri, asla mümkün değildir. Bir grup şöyle demiştir: “Resul olan peygamberler hakkında bunu tartışma konusu yapmak doğru değildir, resul olmayan peygamberler hakkında olabilir.” Bu, edep açısından korkunç bir sözdür ve resullerin ismeti konusundaki görüşe delil olması için 25 söylenmiştir. Aynı şekilde resul söz, fiil ve takrirleriyle bizim için şeriat ko­yucudur. Şayet onun günaha düşmesi doğrulanırsa, günahların da meşrûlaştırılması söz konusu olur ki, bunu hiç kimse asla söylemez. Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’taki ibaresi şöyledir: Resulün Allah’tan alıp tebliğ ettiği şeylerin tamamı konusunda mâsum olması şarttır. Tebliğ ettiklerinin dışında 30 da mâsum olursa, bu başka bir makam kapsamındadır ki bu durum, âdeta onun örnek alınmasını talep ve ifade etme kabîlindendir. Böylece söz konusu örneklikte de ne haram ne de mekruh bir fiili işlemesi asla câiz olmaz.

İmâmü’l-Haremeyn (rh.a) şöyle derdi: “Peygamberlerden küçük günah­ların meydana gelmesine cevaz verenler bu günahları bir lokmalık hırsızlık, ölçü ve tartıda bir hurmalık aldatma gibi hasisliğe delâlet etmemek [şartı] ile kayıtlamışlardır. Bu konularda şüphesiz anında uyarılmaları gerekir. Rivayetlerde yer aldığı gibi, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yetmiş defadan fazla istiğfar etmesi­ne gelince bu, daha yüksek makamlara yükselmek içindir. Yükseldiği her makamda istiğfar ediyor, yükseldikçe bu devam ediyordu. İmâm Cüneyd: “Kalbime öyle bir şey olur ki (leyuğânu) bir gün ve gecede yetmiş defadan fazla isiğfâr ederim.”[96] meâlindeki hadiste geçen, “Hz. Peygamberin kalbi10 ne gelen sıkıntı”nın, “Benden sonra ümmetimin içine düşeceği ihtilaflara muttali olmam sebebiyle kalbime öyle bir şey olur ki onlar için Allah’a yetmişten fazla istiğfar ederim.” anlamında olduğunu söylemiştir.

Usul âlimlerinden bir topluluk şöyle demiştir: “Resul olan peygam­berler, hiçbir ihtilafa yer kalmayacak derecede, kesin olarak mâsumdurlar.   Bunun dışında bir görüşü benimseyen kimse, kendisiyle Allah ve onlar arasındaki ahidden çıkmış olur. Zira nübüvvetin başlangıcı, velâyetin biti­şinden itibaren başlar. “İyilerin (ebrâr) hasenatı, mukarrabîn için seyyiâttır.” dedikleri hâlde, bizden birisi nasıl peygamberlere günah isnadında bulunabilir! Anla! Edebi gözet ve onların makamından haberdar olmayan 20 kimselere karşı peygamberleri (aleyhisselâm) müdafaa et. Allah’ın âdil gördüğü bu kimseleri cerhetmenin ne faydası olacaktır? Bundan dolayı kimse sevap alır mı? Hayır, aksine Allah’a yemin ederim ki bu günaha daha yakındır.

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcul-Ukûl kitabının 35. bâbında şöy­le demiştir: “Peygamberlerin zihinlerimize gelen her türlü hatadan tenzih  edilmeleri gerekir. Zira onların hataları konusu[nda söz söylemek] bizim harcımız değildir. Ayrıca Yüce Allah ezelî ilminde peygamberleri nübüv­vet ve risâleti eda etmek için seçtiğinde, onları işlerinin ilkeleri hakkında ehil hâle getirmiş, onları şeytanların hilelerinden korumuş ve iç dünya­larını kötü şeylerden arındırmış, göğüslerini nûruyla genişletmiş, gü30 zel ahlâkla onları süslemiş ve onları pislik ve rezilliklerden arındırmıştır. Sahih’te nakledildiği üzere, bir defasında Cebrâil, Hz. Peygamber çocuklarla oynarken kendisine gelir ve onu yere yatırarak kalbini yarar ve kan pıhtısına benzer bir şeyi ondan çıkarır. Sonra ‘Şeytanın şendeki payı budur.’ der ve kalbini altın bir leğende zemzem suyu ile yıkar, sonra da göğsünü kapatır ve göğsü eski haline döner. “Yarmanın şekli, bıçakla kesme gibi değildi.” demiştir. Burada anlatılan, Cebrâil’in eliyle, hiçbir acı vermeyip kan akıt­maksızın -ki Cebrâil bunlardan beridironun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bâtınının açılmasıdır. -Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bundan uzaktıronun bâtınının açılmasıdır. “Bu, Yüce Allah’ın, zâtının yüceliğine yaraşır bir şekilde, eliyle sıvazlayarak, zürriyetini Âdem’in (aleyhisselâm) sırtından çıkarmasına yakındır.” demiştir. “Zayıf akılların du­raksaması ve buna benzer konularda şüpheye düşülmesinin sebebi, mutad olandan çıkmanın güç olmasıdır. Bu, Yüce Allah’ın: “Senin göğsünü geniş­letmedik mi?”[97] âyetidir. Artık bundan sonra hevâ için bir çıkış, şeytan için ise bir yol yoktur.” demiş ve bunu uzun uzadıya anlatmıştır.

Şeyh-i Ârifbillah ve iki tarikati de kendisinde toplayan efendim Abdülaziz ed-Dirini (ra) şöyle demiştir: Bizim anladığımız anlamda günah­ların peygamberlere (aleyhisselâm) nispet edilmesi asla câiz değildir. Allah’ın onlar hakkında anılanları hata ve mâsiyet olarak isimlendirmesi, onların, bizim gibilerden fazla olarak dereceleri yükselse bile, hiçbir velinin ulaşmayacağı derecede yüksek olan makamları sebebiyledir. Bu, onların, bizim gibilerin günahlarını işlemekten mâsum olmaları nedeniyledir. Onların hatalarının varabileceği nihai nokta, mubah bir şeye bakmak ya da Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm) kavmine delil getirmek için: “Belki bu büyükleri yapmıştır, ona sorun.”[98] ve yine kavminin kendisini davet ettiği oyun ve eğlenceye katılmamak için “Ben hastayım” yani “hastalığa meyilliyim” demesi gibi, kokusu [zâhiri] çirkin ve acı olsa bile, içinde ilim ve iyilik bulunan bir söz söylemektir.

Şeyh el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin 372. bâbında şöyle demiştir: Pey­gamberlerin, bazı müfessirlerin kendilerine nispet ettiği, hiçbir âyet ve sahih hadiste bulunmayan büyük günahlardan tenzih edilmele­ri kesin olarak vâciptir. Onlar, peygamberlerin Allah’ın bize anlat­tığı kıssalarını tefsir ettiklerini iddia etmektedirler. Bu konuda Al­lah’a yalan isnat etmekte ve en büyük günahları işlemektedirler.

Bunlar, Îbrâhim Halil (aleyhisselâm) ve zihinlere ilk gelen anlamıyla şekkin kendisinde meydana geldiğine dair ona nispet edilenler gibi meselelerdir. Hz. Peygam­ber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Biz, şekk (şüphe) duymaya İbrâhim’den daha yakınız.” şeklin­deki hadisine bakmadılar. Bu, İbrâhim’in (aleyhisselâm) Allah’ın ölüleri diriltmesinden 5 şüphe etmesi değildir. Bir peygamberin bunun gibi bir konuda şüphe etme­sinden Allah’a sığınırız. O, ölülerin diriltilmesinin birçok yol ve yönteminin olduğunu biliyordu, ancak Allah’ın bunlardan hangisiyle ölüleri dirilteceğini bilmiyordu. Aynı zamanda ilminin artmasını isteyen bir tabiata da sahipti. Yüce Allah bu yöntemlerden birisini onun için belirledi, o da böylece rahat10 ladı ve o anda Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini öğrendi. Dolayısıyla sorusu başka bir şey için değil, sadece keyfiyetle ilgiliydi. Hz. Süleyman kıssası ve Babil’deki Harut ve Marut isimli meleklere nispet edilenler de böyledir. Bun­ların hiçbiri hakkında ne bir âyet ne de bir hadis vardır. Bunlar, yahudilerden nakledilenlerdir. Onlar Allah’ın peygamberlerini cerhetme konusunda 15 anlattıklarıyla, peygamber ve meleklerin şerefine leke sürmüşler ve Kur’ân tefsirlerini de bunlarla doldurmuşlardır. Yüce Allah bizi ve kardeşlerimizi fikir, fiil ve sözlerdeki hatalardan korusun. 154. bâbda ise şöyle demiştir: Vâizin peygamberler ve melekler konusunda Allah’ı gözetmesi ve Allah’tan hayâ ederek vaazında, Allah’ın zâtı hakkında düşünmek ve peygamberlerin 20 (aleyhisselâm) makamları hakkında konuşmaktan uzak durması gerekir. Onlara vâris olmanın dışında, insanların zihninde onları başkalarıyla karşılaştırmaya se­bep olacak derecede, onların zelleleri hakkında konuşmamalıdır. Yüce Al­lah, onları bütün insanlar arasından seçmesine ilâve olarak, peygamberleri en güzel şekilde övmüştür. Tarihçilerin yahudilerden naklettiği şeyler gibi, 25 onların isyan etmeleri nasıl helâl olabilir? Şöyle demiştir: “Ayrıca en büyük felâket, bunu Allah’ın kelâmının tefsiri yapmaları ve tefsirlerinde “Müfessirler Dâvûd’un kıssası hakkında şöyle dediler” demeleridir. Buna göre Dâvûd (aleyhisselâm), Uriya’nın hanımına bakmış ve ondan hoşlanmıştır. Ölmesi için onu savaşa göndermiş ve o kadınla evlenmiştir. Yûsuf kıssasında da onun (aleyhisselâm) 30 günaha yöneldiğini (hemm) ve peygamberlerin bu tür şeylerden mâsum ol­madıklarını söylemişlerdir. Yine Lût kavminin kıssasında “Keşke size gücüm yetseydi ya da sağlam bir desteğe yaslansaydım.”4 âyeti bağlamında, bunun bir acziyet ve arayış olduğunu söylemişlerdir.

Bozuk te’viller ve uydurma hadislere dayanmışlardır. Bunlar, Allah hakkın­da yalan ve iftirada bulunan bir kavimden nakledilmiştir. Bunların ben­zerlerini meclislerinde anlatan bir vâiz, kalbinde eğrilik bulunan kimseler için, kendisinden işittiklerini delil sayıp da peygamberler hakkında günaha düşecekleri zemin ve dehlizler oluşturması yüzünden Allah ve meleklerin rahmetinden mahrum kalır. Bunlar: “Peygamberler bunlara düştüklerine göre, ben nasıl korunayım?” derler. Peygamberlerin tamamı bu vâizin an­lattıklarından uzaktır. Allah’a yemin olsun ki bu vâiz, ümmetin zihnini bozmuştur. Bu şekilde her kimin içine düştüğü günahı hafife almasına se­bep oldu ise, o kişinin günahı da bu vâizin boynunadır. Ancak şeytan, vaaz kürsüsüne çıkıp insanlara vaaz etmedikçe kıyametin kopmayacağı nakle­dilmiştir. Bunlar da onun öncü kuvvetleridir.”

Soru: İsmet ile hıfz arasında ne fark vardır?

Cevap: Aralarındaki fark, peygamberlerin, evliyânın aksine, nefislerinin arzuladığı mubahlardan da mâsum olmalarıdır. Peygamberler bir mubahı işlediklerinde, başkası gibi bunu nefislerinin arzusu için yapmazlar. Bunun mubah ve meşrû kılındığının bilinmesi için yaparlar. Bu durumda bunu bildirmek için yapmak kendilerine vâcip olur. Yani tebliğ için, mubah olan fiil onlara vâcip olur. Şeyh Muhyiddin bunu el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’ nin “Tilâvet Secdeleri” bâbında zikretmiştir. Diğer peygamberlerin de müdafa­asına kapı aralayarak Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) başlayıp Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile bitirecek şekilde bazı peygamberlerin müdafaası sadedindeki bir kaç cevabı zikretmek isterim. Allah’ın yardımıyla şöyle derim:

Bil ki kendisine yasak olduğu hâlde ağacın meyvesini yiyerek günah işleyen ve böylece tövbe kapısını ilk açan Âdem’dir (aleyhisselâm). Bu, çocuklarına yasak işledikleri zaman ne yapmaları gerektiğini öğretmek için, sûreta iş­lenmiş bir günahtır. Çünkü o (aleyhisselâm), bu kapıyı ilk açan kimsedir ve bu onun elinden gerçekleşmeseydi, başkasının elinden gerçekleşirdi. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 39. bâbında şöyle demiştir: “Âdem’in (aleyhisselâm) günahı, Al­lah’ın ona olan nimetinin bizzat kendisidir. Zira peygamberler sadece daha yüksek bir mertebeye çıkarak, hâlden hâle geçiş yaparlar. Yüce Allah, onları daha önceden inayetiyle seçip beğenmiştir ve asla onlara tuzak kurmaz.”

Şöyle demiştir: “Buradan Âdem ve Havva’nın yeryüzüne inmelerinin onla­ra verilmiş bir ceza olmadığı, sadece İblîs’in cezalandırıldığı anlaşılır. Âdem (aleyhisselâm) daha önce halife kılınacağına dair yapılan vaade bağlı olarak, tövbe et­tikten ve Rabb’inden aldığı kelimelerle itirafta bulunduktan sonra indiril­di. Onun (aleyhisselâm) itirafı, İblîs’in: “Ben ondan hayırlıyım”[99] şeklindeki sözünün karşılığıdır. Yüce Allah, bize itiraf makamının onun katındaki yerini ve onun sonucu olan saadeti ve Rabb’imizin emirlerine muhalefet ettiğimiz takdirde, tutmamız gereken yöntemi bununla bize öğretmiştir. Dolayısıy­la daha önce geçtiği gibi, Âdem’den sadır olan şey[in hikmeti], Allah’ın emrine muhalif olan bir şey yaptıkları takdirde bundan kurtuluşun ve tebriyenin nasıl olacağını evlatlarına öğretmekten ibarettir. İblîs’in duru­muna gelince; Yüce Allah, “Biz falan kimseden daha hayırlıyız.” demekten sakınmamız için, şeytanın daha hayırlı olma iddiasında ona uyan her ki­şinin Allah’ın huzurundan tard edileceğini ve lanetlenip kovulacağını bize öğretmiştir. Bu nedenle Âdem’in aksine İblîs’in yeryüzüne inişi, kendisine verilen bir cezadır. İblîs, Âdem’in (aleyhisselâm) aksine yeryüzüne günahları işlemek için indi. Âdem ise hilâfet ve yüksek mertebelere erişmek için indi. Çocuk­larının bütün iyilikleri onun defterine yazılır, ancak günahları yazılmaz.

Soru: İblîs’in günahı, ebedî şekâveti gerektirmez. Zira Allah’a şirk koş­mamış, sadece Allah’ın kendisini çamurun aksine, özünde aydınlık bulu­nan nârdan (ateş) yaratmasından dolayı, O’nun en-Nûr ismine daha yakın olduğunu ileri sürerek, Âdem’e (aleyhisselâm) karşı büyüklük taslamıştır.

Cevap: İblîs’in ebedî şekâveti; Allah’a karşı gelmesi, sonsuza kadar yaşasa bile insanlara sapıklığı fısıldamaya içten içe azmetmesi ve O’nun fiillerini hikmetsiz sayması dolayısıyladır. Dolayısıyla bu niyet ve fiilinin bir benzeri ile cezalandırılmış ve yeryüzündeki bütün müşriklerin günahı da ona dön­müştür. Şeyh Ebû Medyen şöyle demiştir: “Cennet ve cehennem ehlinin ebedî kalışları (huld), niyetleri sebebiyledir. Niyetleri olmasaydı kâfirlerin -adâlet gereğisadece isyanları süresi kadar azap görmeleri gerekirdi.”

Soru: İ blîs’in kâfirlerden uzak olduğunu ifade eden: “Ben âlemlerin Rabb’inden korkarım.”[100] şeklindeki sözü, saadete ulaştıran tevhid sözü mü­dür yoksa değil midir?

Cevap: Hayır, tevhid değildir. Çünkü o, -müşriğin nefsinde meyda­na gelip ondaki tevhidi tasavvuru ortadan kaldıran tarzdanefsinde şirki tasavvur etmeden bir başkasına bu hususta vesvese veremez. Şirki kendi nefsinde bu şekilde tasavvur ettiği zaman, zaruri olarak tevhidden çıkar ve saadete ermez. İblis, şeksiz ve şüphesiz kendi nefsinde müşrikti. Ayrıca şirk sıfatının ondan gittiği varsayıldığı takdirde, müşriğin nefsinde şirki mey­dana getirecek bir etken kalmaz. Bil ki İblis ilk şirk koşan ve şirk geleneğini ilk başlatandır. Bu nedenle âlemlerin en şaki olanıdır.

Soru: Yüce Allah’ın Âdem (aleyhisselâm) hakkında “İsyan etti”[101], İblis hakkında ise “Kaçındı”[102] şeklindeki âyetinin hikmeti nedir?

Cevap: Şeyh’in 367. bâbda dediği gibi bu, esrar ilimleri kapsamında olup sadece ehline şifahi olarak söylenebilir.

Soru: İblis’in peygamberlerin (aleyhisselâm) şeriatından bilmediği bir şey var mıdır?

Cevap: Tamamını tam olarak bilir. Bu durum, peygamberlerin emret­tiği şeklin zıddını insanlara fısıldaması içindir. Şayet bilmeseydi, belki de durum kendisine karışık gelir ve bazen insanlara peygamberlerin emret­tiklerini emrederdi. Oysa onun için bu doğru değildir. Şeyh, el-Fütûhât’ ın “Hac Bâbı”nda, en garip şeyin İblis’in her sene insanlarla beraber Vak­fe yapması olduğunu zikretmiştir. Ancak Arafat’ta vakfe yapmaz, aksine Arafat’taki bir Arefe’de durur ve Allah’a ibadet etmeyi kaçırdığı için ağ­lar, kaçırdıklarından dolayı üzülür. Vakfe yapanların tamamının mağfiret edildiğini gördüğünde, Arafat’tan olduğunu bildiği bir Arafe’de durur ve rahmetin sâlih amel kapısından olmasa da minnet kapsından kendisini ku­şatmasını umar. Şöyle demiştir: “Melekler ondaki mârifetullahı bildikleri için onu Arafat’tan kovmazlar; zaten genel olarak müşriklerin mescitlere girmesi de câizdir.

Soru: Âdem’in (aleyhisselâm) ağacın meyvesini yiyerek, bulunduğu makamdan daha aşağıda bulunan yeryüzüne inişinin hikmeti nedir?

Cevap: Şeyh’in 39. bâbda dediği gibi, bunun hikmeti ulemânın ve evliyânın sekinet bulmaları içindir. Zira onlar bir hata işlediklerinde bulun­dukları yüksek makamdan aşağıya inerler ve bununla Allah Teâlâ katında değersizleştikleri zehâbına kapılırlar. Âdem’in (aleyhisselâm) hikâyesiyle, nefislerinde hissettikleri bu düşüşün, şakî olmalarını gerektirmediğini ve belki de iniş­lerinin Âdem’in inişi gibi, ikram olabileceğini bilirler. Allah’ın bir mekâ­nı bulunmadığından, ulvî ve süflî bütün varlıklar O’nun huzurundadır. Kendisinden indiği gök, Allah’a yerden daha yakın değildir. Durum böyle olunca, velînin zelleden sonra insanların gözünden düşmesi ve bundan sonra üzülüp pişmanlık duyması, yükselmenin bizzat kendisidir. Zelle ile bulunduğu makamdan daha yükseğine çıkmıştır. Çünkü velînin yüceliği mârifet ve hâlin artmasıyla gerçekleşir. Yaşadığı zillet ve üzüntü nedeniyle, bu velînin Allah’ı bilmesi zelle öncesine göre daha fazla artmıştır. İşte bu, bizzat yükselmenin kendisidir. Böylece zellesi sebebiyle mevcut hâlini kay­bettiği hâlde pişman olmayan, üzülmeyen, boyun bükmeyen ve Rabb’inin makamından korkmayan kimsenin de aşağıların en aşağısında olduğu an­laşılır. Ancak biz sadece ehlullahtan olup böyle bir durum söz konusu ol­duğunda, Allah’ın kendi haklarında “Yaptıklarında ısrar etmezler.”9 buyur­duğu gibi olan kimselerin zelleleri hakkında konuşmaktayız. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Pişmanlık, tövbedir.” buyurmuştur. Ebû Yezîd el-Bistâmî’ye “Ârif isyan eder mi?” diye sorulmuş, o da “Allah’ın emri takdir edilmiş bir ka­derdir” demiş, “İsyan etmez” ya da “Allah’a karşı edebinden dolayı isyan etmez” dememiştir. “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” ifadesinin anlamı, ehlullahın mâsiyetinin başka bir şeyden dolayı değil, sadece kader­lerinin tahakkuk etmesi sebebiyle sâdır olduğu şeklindedir. Onlar için, baş­kalarının yaptığı gibi, şehvetleriyle bir isyana düşmeleri doğru olmaz. Zira bunda Allah’ın haram kıldığı sınırı aşmak söz konusudur. Oysa ehlullah, günahların şehveti ve bundan lezzet almaktan korunmuşlardır. Onların kalplerine yazılmış olan iman, onları bundan meneder.

Efendim Ali el-Havvâs (rh.a) şöyle demiştir: “Kulun emirlere mu­halefet etmesinin hikmetlerinden biri de yaptığı ibadetlerde ucba kapılarak zillet makamına düşmesidir.” Gece-gündüz sürekli yapı­lan ibadetler, insanların çoğunu ucub, kendini beğenme ve kendisi­nin insanların çoğundan daha hayırlı olduğunu düşünmeye götürür.

Bu da Allah’ın huzurundan çok uzaktır. Yüce Allah teklifleri, nefislerin O’nun huzurunda boyun bükmesi ve mükellefin bu teklifler vesilesiyle Allah’ın yarattıklarından hiçbirine karşı nefsinde bir üstünlük görmemesi için belirlemiştir. Bu, İblîs’in Allah’ın huzurundan kovulmasına sebep olan fiilidir. Zelil olmadan kurbiyet makamını iddia eden herkes yalancıdır.

Soru: Âdem’in (aleyhisselâm) ağacın meyvesini yedikten sonra cesedinin karardığı nakledilmiştir. Bu durum, günahın Âdem’de (aleyhisselâm) noksanlık anlamına gelen bir iz bıraktığını akıllara getirmektedir.

Cevap: Onun bedeninin kararması, noksanlığının değil, aksine Şeyh’in 72. bâbda: “Hacerü’l-esved, sütten daha ak olduğu hâlde cennet­ten indirilmiştir. Onu Âdemoğullarının hataları kararttı.”[103] hadisi bağla­mında zikrettiği gibi, onun efendiliğe (siyâdet) nâil olmasının alâmetidir. Şöyle demiştir: “Âdem’in (aleyhisselâm) cesedinin kararması da böyledir. Ağaçtan yemesi onun siyâdetine delâlet eder. Zira bunun neticesinde seçilerek yüceltilmişlerden oldu. Şayet ağaçtan yemeseydi, siyâdeti açığa çıkmazdı. Aynı şekilde Hacerü’l-esved de cennetten bembeyaz bir şekilde çıktığı için, onun dünyadaki siyâdetini açığa çıkaracak bir eser gerekmekteydi ki böylece cennete döndüğünde benzerlerinden ayırt edilebilsin ve Allah’ın yeryüzündeki sağ eli kılınarak, kendisine giydirilen yakınlık mertebesi açığa çıksın. Kâinatta efendiliğe sadece siyah renk delâlet eder. Yüce Al­lah, onun cennetten dünyaya gelerek efendi olduğunu bize bildirmek için, onu siyaha bürümüştür.

Şöyle dedim: Kâbe’nin örtüsünün siyah olması da bu kabilden ola­bilir. Abbâsîler ve daha başka halifelerin sarıklarının siyah olması da bundan olabilir. Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Mekke’yi fethettiği gün, siyah sarık giymesinin hikmeti de tahdîs-i nimet kabilinden, insanlara efendi olduğunu izhar etmek olabilir. Böylece “İnsanların hataları, onu karart­tı.” ifadesinin anlamı anlaşılmış oldu. Yani “Onu öperek seyyid (efendi) kıldılar.” Aynı şekilde Âdem’in derisinin kararması da onun efendiliğine delâlet eder. Zira onun yeryüzüne inişi, -nesillerin çoğalması ve terakkisi içinhilâfet inişidir.

Soru: Hacerü’l-Esved’in siyahlığı ile Âdem ve çocuklarının cilt siyahlığı hususlarını bir araya getiren ortak nokta nedir?

Cevap: Seçilmişlik ve efendiliktir. Hacerü’l-Esved’in öpülmesi, Âdem ve çocuklarının hatalarından dolayı seçilip yüceltilmelerine benzer.

5 Soru: Neden insanlara bu taşa secde etmeleri, onu öpmeleri ve onunla teberrük etmeleri emredilmiştir?

Cevap: Hatalarına kefâret olması için kendilerine emredilmiştir. Bu vesileyle efendilik [sahibi] ortaya çıkar ve kulluğun âdâbını yapan ile yap­mayan birbirinden ayırt edilmiş olur. İnsanoğlu bazen Allah’ın kendisini 10 yarattığı sûret ve başkasından ayrı olarak kendisine giydirdiği kemâl giysisi ile tefahura kapılabilir. Bu yüzden Hak Teâlâ, mertebe açısından kendile­rinden daha düşük olmasına rağmen, insanlara cansız olan Kâbe cihetine secde etmelerini emretmiştir. Bir kısmı itaat etmiş, Allah onlardan razı ol­muştur; bir kısmı ise isyan etmiş, Allah onlardan razı olmamıştır.

15 Soru: Bir topluluk şöyle dedi: “Kulda mârifetin hâsıl olması, onu güna­ha düşmekten alıkoyar. Âdem (aleyhisselâm) ise âriflerin başta gelenlerindendir. Nasıl oldu da ağacın meyvesinden yedi?”

Cevap: Şeyh’in 207. bâbda dediği gibi, mârifet şüphesiz bir şekilde ârifi alıkor. Ancak Yüce Allah, büyüklerden birisinin, bir hikmetten dolayı 20 takdir ettiği ve ezelî ilmiyle bildiği bir hataya düşmesini istediği zaman ona, o durumdaki hakikat yönünü gösteren bir te’vil ile bunu süslemesi gerekir.Haddizatında Âdem’de olduğu gibi, maksat bu amelle haramı çiğ­nemek değildir. Bu mukarreb olan kul, te’ville söz konusu günaha düştüğü zaman, Allah bunun bozukluğunu kendisine gösterir. İşledikten sonra ha25 ta yaptığı kesinleştiğinde, isyan ettiğini anlar. İşte bu durumda şeriat dili onun hakkında, isyan ettiğine dair hüküm verir ve kendi de kendisinin aleyhinde isyan ettiğine dair şahitlik eder. Fiilin kendisinden meydana gel­diği durumda ise bu, te’vilin şüpheli olmasından dolayı değildir. Bu seferki durumda o, fetvâ verdiği esnada ilgili meseledeki meşrû hükmün o [hatalı 30 te’vil] olduğuna inanan bir müctehid gibidir. İşte bu ikinci hâlde, hata etti­ğini bir delilin zuhur etmesiyle anlar. Bu zahir delilin dili, -daha öncesinde değil, zuhur etmesiyle beraberonun hataya düştüğüne hükmetmiş olur.

Soru: İşledikleri günahtan dolayı ariflerin cezası mı şiddetlidir, cahille­rinki mi?

Cevap: Hak Teâlâ’nın onlara olan itinasının şiddetinden dolayı, âriflerin cezası daha şiddetli olur. Bazen ârifin zellesi, cahilin yetmiş zellesinden daha 5 çok öne çıkar. Şayet ârife utanma ve yüzünün kızarmasından başka bir ceza verilmezse bile, bu onun için yeterlidir. Belki de [af ve] mağfiretin cezadan daha ağır gelmesi gibi, bu utanç da ârife göre zâhiri cezadan daha ağırdır. Zira ceza, karşılığını vermektir ve ifa edildiği anda kul rahatlar. Bu durumda borcunu veren kimse gibi olur. Bağışlanmak ise böyle değildir, uzun süre 10 ârifin utanç ve sıkılması devam eder. Bu ise bir günde verilen ve sona eren şiddetli cezadan daha ağırdır. Yüce Allah bu bağlamda: “Fitne öldürmekten daha şiddetlidir.”[104] buyurmuştur. Bizim zikrettiğimiz mânadan dolayı, Yüce Allah kulunu himaye ettiği ve günahını bağışladığı vakit kuluyla hâtırının (hatırlamasının) arasına girer ve ona günahını unutturur. Zira hatırladıkça 15 utanır. İzzetli bir insanın, kötülük yaptığı birinden nimet görmesi karşısın­da duyacağı utançtan daha büyük bir azap yoktur. Hatta hayâ sahibi birisi, kâmile olan Hz. Meryem’in: “Keşke daha önce ölseydim de unutulup gitseydim.”[105] dediği gibi, anılmaya değer bir şey olmamayı bile temenni eder. Kaldı ki o, Allah’ın: “Baban kötü bir adam değildi, annen de kötü kadın 20 değildi.”[106] âyetiyle işaret ettiği gibi, kendisine, babasına ve annesine layık

olmayan bir şeyi nispet etikleri için, insanlardan utanıyordu. Yüce Allah onu, kendisine nispet ettikleri sebebiyle kavminden utanarak duyduğu azaptan kurtardı. Hâl böyleyken kulun, âlemlerin Rabb’ine karşı sınırları aşmak ve açıkça günah işlemek nedeniyle duyacağı hayâ nasıl olabilir!

25 Soru: Hak Teâlâ’nın günahları unutturması, “Onların kötülükleri iyi­liklere tebdil edilir.”[107] âyetinde işaret edildiği gibi, onları hasenata çevirme­sini de gerektirir mi?

Cevap: Bunu gerektirmez. Ancak âriflerden bazıları: “Kulun günahını tam olarak unutması, günahlarının hasenata tebdil edildiğine dair Allah’tan 30 büyük bir müjdedir. Çünkü tebdilin alâmetlerinden biri günahı unutmaktır. Zira Allah günahı iyiliğe tebdil ettiği zaman, günahın dört varlık merte­besinin hiçbirinde var olması söz konusu olmaz.” demişlerdir. Bunu bazı ariflerin “İnsanın zihinden gitmeyen bir günah için yeni bir tövbe edilmesi gerekir. Zira o ana kadar tebdil edilmemiştir ve ömür boyunca çokça istiğ­far edilmesi gerekir. Allah’a yemin olsun ki biz büyük bir iş için yaratıldık.” şeklindeki sözleri de desteklemektedir. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Yüce Allah velîlerinin has olanlarına, rahmet ola­rak günahlarını unutturur. Zira kul her günahını hatırladığında, kendisini Allah’tan uzaklaştıran çirkin bir sûretin aralarında bulunduğunu düşünür.” Bu nedenle “Safa anında cefayı hatırlamak, cefadır.” demişlerdir. Kardeşim Efdalüddin’in (rh.a) de şöyle dediğini işittim: “Yüce Allah “Geçmiş ve ge­lecek olan günahlarını bağışlamak için”[108] âyetini Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirdiğinde, bulunduğu makamın safiyetinden dolayı günahı hatırlamak, günahtan daha ağır geliyordu.” Oysa daha önce geçtiği gibi, bu günahları bizim gibiler [günah olarak] idrak edemez. Zira bunlar: “İyilerin iyilikleri mukarreb olanların günahlarıdır.” kabilinden, onun şerefli olan makamı itibariyle günahtır. Bu anlatılan, şu hikâyeye benzer: Bir ârif bir duvarın yanından geçerken orada şiddetle ağlamaya başladı. Kendisine: “Neden ağlıyorsun?” denildiğinde; “Ben sahibinin izni olmadan bir toprakla te­yemmüm ettim.” der. Bizim zamanımızda -sâlih olmayan insanlar bir ya­nasâlihlerden bir zât bile bundan dolayı ağlamaz.

Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 207. bâbında, “Geçmiş ve gelecek olan gü­nahlarını bağışlamak için”[109] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “O anda Pey­gamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), günahını hatırladığı için üzülmüş ve bundan sonra Cebrâil sadece Dihye kılığında kendisine gelmiştir. Oysa bu âyetin nüzûlünden önce dilediği sûrette inmekteydi. Dihye zamanının en güzel sûretlisiydi. Böylelikle Hak Teâlâ, Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hâl diliyle: “Benimle senin aran­da sadece iyilik ve güzellik sûreti vardır. Zira en büyük dostumsun” der gi­bidir. Krallara yönelik âdâptan biri de vezirlerin alaca, cüzzam ve herhangi bir şekli bozukluklarının olmaması ve bu tür bir âfete mâruz kalan bir kim­senin oturmadan ihtiyacını giderip sultanın huzurundan gitmesidir. Anla!

Dihye’nin [güzelliğindeki] kemâlden dolayı, Medine’ye gelip de onu gören hamile kadınlar, -nefisleri ondaki bu cemâli idrak edince çocuklarını dü­şürürlerdi. Oysa kadınlar, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Dihye ile mukayese edilemeye­cek derecede ileri düzeyde bir cemâle sahip olmasına rağmen, onu görünce 5 çocuk düşürmezlerdi. Bunun sebebi, onun insanlar için şeriat koyucu ol­ması ve kendisini görmenin onlara emredilmiş olmasıdır. Bu nedenle gö­rülmesi emredilmemiş olan Dihye’nin aksine, Yüce Allah insanlara rahmet olarak, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cemâlini çoğundan gizlemiştir.

Soru: Seyyiatın hasenatle değiştirilmesinin şekli nasıl olmaktadır? Biz10 zat günahın kendisi kulun defterinde iyiliğe mi dönüşmekte yoksa kul, isyanından sonra Allah’a itaat mı etmektedir?

Cevap: Ehl-i keşften olan bazılarının dediği gibi, bunun şekli defte­rinde günahın değiştirilerek yerine ona denk gelecek bir iyiliğin yazılması şeklinde olmaktadır. Şayet günah büyük ise yerine büyük bir iyilik, küçük 15 ise küçük bir iyilik yazılır. Şayet doğru ise, bu Allah’ın kuluna büyük bir inayetidir. Zira nefse dünyevî şehvetlerin hazzını yaşatmakta, daha sonra defterine bilinmeyen sâlih ameller yazılmaktadır. Böylece ârif, seyyiatının hasenata tebdil edildiğini gördüğünde, bunu en büyük nimet olarak bilir.

Soru: Havastan olan birisinin keşif ve müşâhede ile Levh-i mahfûz’da Al20 lah’ın kendisi için ne takdir ettiğini görerek, Rabb’ine isyan etmesi doğru mudur?

Cevap: Bir ârif için bu asla doğru değildir. Zira kalbiyle keşfetmesi, sürekli ihsan mertebesinde bulunmasına hastır. Şayet onun keşifle isyan etmesi takdir edilmişse, Hak Teâlâ bu fiil hususunda kendisinden razı ol­mayarak [ona bunu] gösterir.

25 Soru: Ebû Yezîd’e “Arif isyan eder mi?” sorusu sorulduğunda, verdiği cevap daha önce geçti. Buna göre “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” demiş ve böylece ârifin diğer günahlara düşmesini mümkün görmüştür.

Cevap: Bu böyledir. Hatta bir velînin, müslümanın düşece­ği günahlar şöyle dursun, Allah hakkındaki mârifetinden sonra is30 yan eden İblîs gibi, iman ettikten sonra küfre düşmesi bile müm­kündür. Ebû Yezîd, mebhasin baş taraflarında geçtiği üzere muay­yen bir şeyle hüküm verme konusunda Allah Teâlâ’ya karşı edep gözeterek [isyanın] olmasını ve olmamasını mümkün görmüştür.

Yani şayet Yüce Allah ârifin günaha düşmesini takdir etmişse, bunu iş­lemesi gerekir. Ancak te’vil veya tezyin, gaflet ya da yanılma şeklindeki perde (hicâb) ile bunu yapar. Hadiste de Allah’ın kazâ ve kaderini ger­çekleştirmek istediğinde, akıl sahibinin aklını başından alacağı belirtilerek 5 buna işaret edilmiştir. Burada kastedilen mükellefin [mevcut ve dâimî] aklı değil, -isyan anındaAllah’ın huzurunda bulunduğunu hatırlayan akıldır. Bunda hata etmekten sakın. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Yüce Allah: “Kullarımın üzerinde bir hâkimiyetin olmaz.”[110] bu­yurmuştur. Âdem (aleyhisselâm) ise en yakın kullardandır. Öyleyse İblîs Hz. Âdem’in 10 (aleyhisselâm) ağaçtan yemesine nasıl vasıta olmuştur?

Cevap: İblîs, Âdem’e (aleyhisselâm) isyan ettireceğini belirterek gelmedi, aksine onu aldattı ve bunun için onun kendisine nasihat edicilerden olduğunu söylerek Allah Teâlâ üzerine yemin etti. Bu aldatıcı sözlerinden biri de Allah’ın kendisini ağaca yaklaşmaktan nehyettiğini, onun meyvesini yasaklamadığını 15 söylemesidir. Âdem’le ilgili yapılan savunmaların birinde meşhur olduğu gi­bi, bunlardan biri de ona nehyedildiği sûrette değil, yasaklanmayan yani ye­me sûretinde geldiğidir. Bunun izahı şudur: İblîs bir insanı aldatmak istediği ve ismet ve hıfzın kendisini kapladığını gördüğü zaman, onun gibi bir insan kılığında gelir. Bu velî de onun şeytan değil de kendisi gibi bir insan oldu20 ğunu düşünür. Yoldan çıkarmak için buna kulağı tarafından yanaşır ve te’vil ederek zihnine girer. Bunun en aşağısı “Allah Gafur ve Rahîm’dir”, “Allah’ın rahmeti günahkârlar için değil midir?” ve “Peygamberiniz ‘Şefaatim ümme­timin büyük günah işleyenleri içindir.’[111] demedi mi?” tarzındaki vesveseleri­dir. Buna meylettirdiği zaman; şayet delili te’vile yorumlanmayacaksa “Yap, 25 senin gibilerine günah zarar vermez.” der. Ancak bu günahın delili te’vil edi­lebilir. Bu İblîs’in te’vil ve tezyîn ile vesvese vermesi olmaksızın, başlangıçta akıllı bir insanın günaha yönelmeyeceğini bilmesinden dolayıdır. İblîs ona bu ilkeyi verince, kul günahı işleme veya terk etme konusunda ictihad ehli hâline gelir. Şayet hata ederse, bir sevap alır ve mahfuz olan bu kul, İblîs’in 30 sözünü hatırladığı müddetçe, şeytanın muradı tamamlanmaz. Şayet unu­tursa, bu durumda da Âdem’in (aleyhisselâm) işlediği gibi, zorunlu olarak günahı işler.

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Âdem ve Havvâ ağaçtan yediler çün­kü temiz insanların (asfiyâ) kalbi saf olur; başkalarının kendilerine yalan söyleyeceğini düşünmezler. Ancak Allah’ın Âdem’e olan inayetinden do­layı, -İblîs’e rağmen ve onun burnunu sürtercesinebu yeme beraberinde cennette ebedî kalma ve bitip tükenmeyen bir iktidar getirdi. Ancak o, Âdem için bunu değil, onun günah işlemesini ve tövbe etmemesini arzu etmişti. Oysa Allah Âdem’in tövbesini kabul etti. Günahlarından tövbe eden, günahı işlememiş gibidir.

Soru: İblîs’in Âdem’e (aleyhisselâm) “Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir salta­natı göstereyim mi?”[112] şeklindeki sözünden, Âdem’in elde ettiği hayrı kastet­miş olması mümkün müdür? Zira Îblîs herhangi bir zaman belirlememiştir.

Cevap: Îblîs, kesinlikle bunu kastetmiş olamaz. Çünkü o asla Âdem ve zürriyeti için hayır dilemez. Yüce Allah, onun velîsine verdiği vesveseyi gü­zel bir sonuçla geri çevirir. Söz gelimi İblîs’in maksadının aksine onu seçer ve seçkin kılar. Ebu’l-Abbâs el-Ureynî ve Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Hz. Âdem asla günah işlememiştir. Bilakis o günahı, potansiyel olarak onun sulbünde bulunup şekâvet ehlinden olan zürriyeti işlemiştir. Zira onun bedeni, müstakbel zürriyetini taşıyan bir sefîne mâhiyetindedir.” Şeyh Ebû Medyen et-Tilimsânî de şöyle derdi: “Eğer ben, Hz. Âdem’in ye­rinde olsaydım ağacın (meyvelerinin) tamamını yerdim.” Başka bir rivâyette ise: “Hz. Âdem, o memnû ağaçtan yerken işin varacağı neticeyi bilseydi, ağacın tamamını yerdi.” Şeyh 305. bâbda “Âdem inkâr etti, zürriyeti de etti; Âdem unuttu ümmeti de unuttu.” hadisi hakkında geniş açıklama­larda bulunmuştur. Oraya bak, bu ilimlerin esrârengizliğinde hayret verici şeyler görürsün. Sana, Âdem’in (aleyhisselâm) başkalarının işlediği gibi salt günah işlemekten berî olduğunu kesin olarak bildirecek ve babana [Âdem] karşı -bir kısımgörevini îfa etmene vesile olacak bir örnek vermek içime doğdu. Allah’ın yardımıyla şöyle derim:

Bil ki Yüce Allah ezelî olan ilmiyle bir kavmin saadet, diğe­rinin ise şekâvette olmasına hükmettiğinde -ki O’nun indin­deki bu hüküm değişmezbu kapıları açacak kimseler gerek­ti. İşte İblîs şekâvet kapısını, Âdem de (aleyhisselâm) saadet kapısını açmıştır.

İblîs şakî, Âdem (aleyhisselâm) ve onun izinden tövbe yolunu takip eden zürriyeti ise saîddir. Âdem onun başına gelenlerin kazâ ve kaderle olduğunu bildiği hâl­de, günahını itiraf ederek “Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[113] demiştir.

5 Çocuklarının, günaha düştüklerinde ondan nasıl kurtulacaklarını bilmele­ri; İblîs ve onun insan ile cinlerden meydana gelen ordusunun yaptığı gibi tövbe ve [hatasını] itiraf etmeksizin günahta ısrar edenlerden olmamayı öğrenmeleri için Âdem (aleyhisselâm) günahı kendi nefsine nispet etmiştir. Âdem’in (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’a (cc) yönelik durumu ise Hak Teâlâ’nın kendisine 10 -hususi olarakşunları söylediği kulun durumu gibidir: “Ben bu varlıkta ilmimde gizli olanı ve -isimlerim gereğisaîd-şakî olanların hükmünü iz­har etmek istiyorum. Böylece onları civarımdan kovmadan önce kullarıma karşı hüccetim zuhur etsin ki onların durumuna dair bilgim [zaten] daha önceden mevcuttur. Ancak ben kerîmim ve kerîmin özelliklerinden biri de 15 sana söylediğim sırrımı işitme imkânı olmayanlara karşı getirilen apaçık bir hüccet olmadan kimseyi dergâhından kovmamasıdır. Sana ‘Bu ağaca yak­laşma!’ dediğim zaman, bil ki ona yaklaşmana izin verdim, yaklaş ki sana karşı bir hüccetim olsun ve seni amellerle yükseleceğin bir hilâfet ve yükseliş yurduna göndereyim. Senin bulunduğun yurtta, teklif ve kıyametten sonra 20 müminleri cennete yönelten ameller gibi, hiç kimsenin kendi amelleriyle yükselmesi söz konusu değildir.” Kul bu sırrın sahibi olamaz ancak perdelenenlerin gerisinde efendisinin bunda kendisine sır olarak izin verdiği şeye koşar. Bu, sadece Hak Teâlâ’nın Âdem’e (aleyhisselâm) verdiği bu sırrı işitmekten alı­konulanlar için günahtır. Huzurda olup da bunu işitenler içinse bu günah 25 değildir. Şeyh’in 73. bâbda Hakîm et-Tirmizî’nin sorularına verdiği 38. ce­vapta açıkladığı üzere, bu mertebede Hakk’ın bir şeye izin vermesiyle onu emretmesi aynıdır. Sadece şeriatın zâhiri bunları birbirinden ayırmıştır. Şe­riatın hükümlerinde, emir iradeden başkadır. Zira emir iradenin aksinedir. Hak Teâlâ bu mertebede “Allah, hayâsızlığı emretmez.”[114] ifadesinde olduğu 30 gibi, emretmez fakat kulu -bâtınî düzeydebu fiili işlemeye sevk eder. Anla! Şeyh Ebû Medyen şöyle derdi: “Ariflerden birinin ‘Ben falan işi Allah’ın izni olmadan yapmadım.’ sözüyle kastettiği izin, ezelî iradedir.” Böylece Yüce Allah’ın günah ve isyana dair Âdem’e yaptığı nidasında, perdelenen zürriyetinden Allah’ın hududlarını çiğneyenler için büyük faydalar bulun­duğu anlaşılmaktadır. Böylece onlar pişmanlık, istiğfar ve itirafta babaları­nı örnek alırlar. Aslında bu günah, zürriyetindeki isyankârların günahları gibi, Âdem’in kasıtlı bir günahı değildi. Ebû Medyen’in ifadesinde geçtiği üzere Âdem (aleyhisselâm), Yüce Allah ağaçtan yeme noktasında ona gizliden izin vermiş olmasına rağmen zürriyetine yol göstermek için ağlamıştır. Bu ağla­ma, şeklî/sûrî bir ağlamadır.

Soru: Neden Âdem (aleyhisselâm), günah işleyip tövbe etmeden, salt taatle saadet kapısını açmadı?

Cevap: Durumun günah işlendikten sonra olması, Allah’ın Âdem’e ezelî ilminde günah işleyecekleri kaydedilen kimselere karşı rahmet, lutuf ve hilminin genişliğini göstermek istemesi nedeniyledir. Şayet salt taatle saadet kapısını açsaydı, ilâhî isimlerin muhalif olan âleme taalluk eden birçok mertebesi âtıl kalırdı. Zira bağışlanacak, merhamet edilecek ve yu­muşak davranılacak kimse olmadığı için taatte bulunanın ne mağfirete ne rahmete ne de hilme ihtiyacı olurdu. Bunu “Şayet günah işlemeseydiniz, Allah sizi götürür ve günah işleyip de istiğfar eden bir topluluk yaratırdı ve onları bağışlardı.” hadisi de desteklemektedir. Bunu bil!

[Hz. Nûh]

Hz. Nûh (aleyhisselâm) hakkındaki savunma ise şöyledir: “Rabb’im, yeryüzünde kâ­firlerden hiç kimseyi bırakma!”[115] meâlindeki âyette Hz. Nûh, Allah’ın gazabı­nın şiddetlenmesinden korktuğu için, daha ağır bir âkıbete mâruz kalmaktansa onların ölmelerini dileyerek, onlara olan merhametinden dolayı beddua etmiş­tir. Bu bağlamda, Peygamberimiz Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de fitneye düşmekten korkanlarımıza “Allahım! Eğer ölüm benim hakkımda hayırlı ise, beni öldür.”[116] şeklinde duâ etmesini emretmiştir. Dolayısıyla onun kavmine olan beddua­sı, nefsinin gazabından kaynaklanmamaktadır. Peygamberler bundan uzaktır.

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Hz. Nûh’un kıyâmet gününde kavmine karşı özür beyan edeceği husus, onun “Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!”[117] şeklindeki duâsı değil, “Ancak günahkâr ve kâfir doğurmakta­dırlar [yetişen herkesi kötü yola sevk ederek kâfir olmalarını sağlamaktadır5 lar.]”[118] tarzındaki ifadesidir. Kesin bilgi sahibi olmadan Allah hakkında hü­küm vermiştir. Cenâb-ı Hakk, peygamberlerini adım adım terbiye etmeye devam etmektedir. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Sen Rabb’inin hükmüne sabret; balığın yoldaşı (Yûnus peygamber) gibi olma. Hani o, öfkeli olarak seslen­mişti.”[119] âyeti nazil olduğunda; “Rabb’im beni terbiye etti, ne güzel terbiye 10 etti!” buyurmuştur.

[Hz. Eyyûb]

Yüce Allah Hz. Eyyûb’un (aleyhisselâm) üzerine -iki çekirge sürüsü gibialtın yağ­dırdığı zaman, onun bunları elbisesinin içine koyarak saklaması meselesini de şöyle savunmak mümkündür: Buna göre Rabb’i: “Ben, seni bunlardan 15 müstağni kılmadım mı?” demiş; o da: “Evet, bana çok şey verdin, ancak senin hayır ve bereketinden müstağni kalamam.” şeklinde cevap vermiştir. Bunun cevabı şudur: Dünyevi değerleri alıp tutmak, değil peygamberlerin (aleyhisselâm), büyük velilerin bile kemâllerinden bir şey eksiltmez. Şayet Eyyûb (aleyhisselâm) tam bir kanaat içerisinde bulunmasına rağmen, bulunduğu zâhiri hâl ge20 reği altınları toplamışsa bu doğrudur. Zira ehlullaha göre kanaat, “mevcut olanla yetinerek fazlasını istememek” anlamına gelmez. Ayrıca bunu sâir insanlara örnek olmak için yapmış ise, bu durumda da yapılan iş, Cenâb-ı Hakk’a kurbet açısından yapılması terk edilmesinden daha evlâ olanı yap­maktan ibarettir. Özellikle Eyyûb (aleyhisselâm), Allah’ın kendisine hidâyet verdiği 25 ve peygamberi Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona tâbi olmasını emrettiği kimseler­den biridir. Yüce Allah “Allah’ın resulünde, sizin için güzel bir örnek vardır.”[120] buyurmaktadır. Dolayısıyla kanaat, buna göre Arap dilindeki anla­mı olan “isteme” anlamına döner. Kuşkusuz kanaatkâr, başkasından değil, sadece Allah’tan isteyendir. Yüce Allah zalimlerin kıyamet günündeki du30 rumu hakkında “Başları yukarıya kalkık”[121] buyurmuştur; yani yaptıkların­dan bağışlanmak için, başlarını yukarı kaldırarak Allah’a yalvarmaktadırlar.

Böylece Rabb’inden başkasından isteyen kimsenin zalim olduğu anlaşılmış ol­du. Ancak bu kapıyı başkasına hasretmeden Allah Teâlâ’nın kapılarından bir kapı olarak görenin durumu farklıdır. Şayet böyle değilse, onun mahrum kal­ması ve ziyana uğramasından korkulur. İsteyenin, istediği kimseye meyledip eğileceği açıktır. Yüce Allah “Zalimlere meyletmeyin.”[122] buyurmuştur. Kendi­sine ya da başka bir insana meyleden kimse ise Allah Teâlâ’nın “O”, yani insan, “Çokça zalim ve cahil oldu.”[123] âyetinde buyurduğu üzere, bir zalime meyletmiş olur. Şeyh Muhyiddin 94. bâbda şöyle demiştir “Bil ki Peygamberler (aleyhisselâm) ve velîlerin büyükleri dünya [mallarına] sadece irfânî bir farkındalıkla sarılırlar. Bu farkındalık onlara malı elde tutmaya yönelik alâkalarının Allah’ın takdir ettiği hususi vakitlerde o malı sahiplerine ulaştırmak için başkalarının yararına olan bir durum olduğu neticesini verir. Cimrilik ya da yakînî bir zafiyetten dolayı dünyaya tutunmazlar, bundan uzaktırlar.” Şöyle demiştir: “Üzerine yağdırıldığında, ‘Senin bereketinden müstağni olamam’ diyerek altınları elbisesine saklayan Eyyûb’e (aleyhisselâm) bahsi geçen irfân nasıl da verilmiş, baksana!”

[Hz. Yûnus]

Allah’ın “Zunnûn’a gelince, o öfkeyle çıkıp gitmişti. Bizim kendisini daraltmayacağımızı düşünmüştü.”[124] âyetiyle kendisinden bahsettiği Yûnus’un (aleyhisselâm) savunması ise şöyle yapılabilir: “Bizim kendisini daraltmaya­cağımızı düşünmüştü” ifadesiyle; Hz. Yûnus’un “Kimin rızkı, kendisine daraltılırsa”[125] âyeti bağlamında, geniş olan rahmetinden kendisine verdiği ahitle Allah Teâlâ’nın ona darlık vermeyeceğini düşündüğü kastedilmek­tedir. Bu ilâhî genişliği sadece kendine hasredip kavminden kimselerin hakkı olarak görmediği için Allah onu hesaba çekmiştir. Allah Teâlâ’nın rahmetinin onlara ulaşmayacağını sandığında öfkesi makamının yük­sekliği ve kalbinin temizliği sebebiyle zâhirinde bir karanlık olarak etki etmiş, Allah Teâlâ’nın dileği üzere balığın karnındaki karınlığa yerleşmiş­tir. Allah Teâlâ bunu, onun dikkatini annesinin karnında cenin hâlin­de iken onu kimin yönettiğine çekmek için yapmıştır. Ayrıca böyle bir mekânda kızmak yahut birine gazaplanmak kendisinden beklenir mi?

Bilakis o Allah’ın (cc) koruması altındaydı, sadece Rabb’ini bilmekteydi. Böy­lece Yüce Allah onu bu hâle döndürmekle, kavlen değil, fiilen onu eğitmiş oldu. O da “Seni tenzih ederim, Senden başka ilâh yoktur, ben zalimlerden oldum.”[126] ifadesiyle yalvardı. Yani “Rabb’im, seni tenzih ederim, sen diledi­ğini yaparsın, dilediğine rahmetini yayarsın.” Bu, ümmetinden özür dileme gibidir. “Ben zalimlerden oldum.”[127] ifadesi ise, “Öfkemin etkisi yine bana döndü yoksa Sen beni karanlığa atmadın.” anlamına gelmektedir. Çünkü ilminin ancak o hâle taalluku vardır. Daha sonra gazabın zulmeti (karanlığı) gidip, peygamberlerin makamına layık bir zulmete (karanlığa) dönüştüğün­de ve nübüvvetin kemâline layık bir nûr onun kalbine yayıldığında, Rabb’i onun duasını kabul etti ve onu büyük sıkıntıdan kurtardı. Balık, onu se­lim fıtrat üzere doğmuş olarak, karnından dışarı attı. Yûnus’un (aleyhisselâm) dışında, Âdemoğullarından hiç kimse iki kere doğmamıştır. Yüce Allah’ın “Halsiz bir şekilde”[128] buyurduğu gibi, zayıf bir çocuk olarak dışarı çıktı. Yüce Allah onu kabak cinsinden, yaprakları tatlı olup üzerine sinek konmayan, yumuşak bir ağaç olan “yaktın” ile muhafaza etti.[129] Çünkü çocuğun sinekleri kovmaya takati yoktur. Böylece Yüce Allah yapraklarında sertlik bulunan diğer tüm ağaçların aksine yapısı itibariyle yaprakları tıpkı pamuk yumuşaklığında olan bu sebeple de kendisine hiçbir sineğin yaklaşmadığı bu ağaçla onu örttü. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 33. bâbında bunları zikretmiştir.

[Hz. Mûsâ]

Mûsâ’nın (aleyhisselâm) “Sizden korkunca, kaçtım.”[130] ifadesine cevap olarak şun­ları söylemek mümkündür: Bir velî bile Yüce Allah’tan başka kimseden korkmazken nasıl olur da kâmil bir insan olan Mûsâ, O’nun dışındaki bi­rinden korkmuş olabilir? Bunun cevabı şudur: Korku makamı birkaç açı­dan önceliklidir: a. Kâmil olan şahıs, hâl ehli olan velîlerin aksine nefsinde bir zâfiyet görebilir. b. Kâmilin bedenine zarar verebilecek ya da kendisini yok edebilecek bir şeyden kaçması vâciptir. Aksi hâlde günah işlemiş olur. c. Korku hissinde, sebeplere tevessül etmeyi bırakmamak vardır; dolayısıy­la onun kaçışı kemâlindendir. Ayrıca Hz. Mûsâ’nın korkusu aslında nihâi olarak Allah’tandı. Zira Allah’ın, Mısırlıları kendisine musallat edeceğin­den korkarak kaçmıştı. Bu durumda korkusunun kaynağı Allah olduğun­dan, onun kaçışı övgüye değerdir. Allah en doğrusunu bilir.

[Hz. Süleyman]

Süleyman’ın (aleyhisselâm) “Bacaklarını ve boyunlarını şefkatle sıvazladı.”[131] âye­tinde işaret edilen durumunu şu şekilde savunmak mümkündür: Ey kar­deş, öncelikle peygamberlerin (aleyhisselâm) kemâlleri sebebiyle bayağı ve küçük dü­şürücü fiil ile veya bir malı telef etmekle tavsif edilemeyeceğini bilmelisin. Burada kastedilen, onun (aleyhisselâm), mal/mülk olan hayrı sevmesinin Rabb’ini hatırlatması sebebiyle olduğudur; fıtratın hükmü sebebiyle değil. O (aleyhisselâm) sevinçle, Rabb’inin hayrına duyduğu hayranlıkla ve Allah Teâlâ’nın kulla­rında hayra yönelik olan muhabbeti sevdiğini bildiği için eliyle atların yele­lerini ve bacaklarını sıvazlamaya başladı. Hayra yönelik olan bu muhabbet­ten ya Rabb’inin onu sevmesi yahut hayrın sevgi ile nitelenmesi itibariyle hayrı sevmek anlaşılır. Bilinir ki hayır sadece hayırlılar tarafından sevilir zira onlar hayrın var olduğu mahaldir. Bu sebeple Süleyman (aleyhisselâm) “Ben malı (atları), Rabb’imi hatırlattığı için sevdim.”[132] demiştir. Yani, benim hayrı sevmem, O’nu sevmede hayır olması gibidir. Bu nedenle perdelendiği za­man, yani atlar kaybolduğu zaman, onları özlemiş ve “Onları bana geri ge­tirin.” demiştir. Zira haz veren bu sıfatı ona ilzam eden mahalli kaybetmiş oldu ki bu sıfat onun için bir tecellîgâhtı.

Şeyh el-Fütûhât’ın 124. bâbında şöyle demiştir: “Bazı müfessirlerin ‘gözden kaybolan şey’in güneş olduğuna delil getirmesi doğru değildir. Zi­ra burada ne güneş ne de onların iddia ettikleri namaz zikredilmemiştir. Âyetin siyakı da zahirî açıdan buna asla delâlet etmez. Onların “Şüphesiz Süleyman’ı imtihan ettik”[133] âyetinin tefsirindeki eğilimlerine gelince âyette geçen ‘fitne’ atlarla ilgili ise şüphesiz imtihan anlamındadır. Onlara bak­tığında onları sırf Allah’ı hatırlattıkları için mi seviyor yoksa bizatihi on­ları mı seviyor bunu ortaya koymak üzere yapılan bir sınavdan ibarettir. Hz. Süleyman (aleyhisselâm) atları; güzellikleri, kemâlleri ve onlara olan ihtiyacından do­layı değil sadece Allah’ı hatırlattıkları için sevdiğini haber vermiştir. Dolayısıyla bunlar, talep ettiği ve kendisinden sonra hiç kimseye verilmemesini istediği mülk kapsamındadır. Hak Teâlâ talep ettiklerini bir bütün olarak ona vermiş, zorluğu kaldırmış ve ‘Bu bizim bağışımızdır; hiçbir hesap kaygısı taşımadan ister başkalarına ver, ister elinde tut (dedik). Kuşkusuz onun katımızda yük­sek bir yakınlık derecesi ve güzel bir geleceği vardır.’[134] Yani bu mülk, dünyada nimet verilen başkalarının aksine, onun âhiretteki mülkünden kısmayacaktır. Zira nakledildiği üzere, ‘dünyada elde edilen her nimet âhiretteki nimetten kısar.’ Şöyle demiştir: Bununla dünya nimetleri şöyle dursun, âhiretin hiçbir nimetinin bile, peygamberleri (aleyhisselâm) Allah’ı anmaktan alıkoyamayacağı anlaşılır. Bu nedenle bu dünyada genişlik istemişlerdir. Onların kendilerini Rablerinden perdeleyecek bir şeyi istemeleri yahut Hak Teâlâ’nın onlara ikram olarak kendilerini perdeleyecek şeye dair isteklerine icâbet etmesi imkânsızdır. Şeyh el-Fütûhât’ ın “el-Vesâyâ Bâbı”nda şöyle söyler: Büyükler sadece doğru bir amaç için dünyadaki genişliği isterler. Onlar dünyada zühd ve az şeyle kanaat etme­yi benimsedikleri için, herhangi bir şeyin nefislerini Allah’tan alıkoymasından emin olmuşlardır. Allah’tan, nefislerinin ve marifetlerinin hakkını vermek ve -azze ve celleAllah’ın “Allah’a güzel bir borç verdiler.” hitabının tadına varmak için kendilerine ve onlara ilticâ eden kimselere dünyada genişlik vermesini is­tediler. Yüce Allah bu şekilde sadece imkân sahibi ve cömert olan kimselere hitap eder. Onlar Hak Teâlâ’nın hitabına teveccüh etmenin lezzeti için ticaret ve şer‘î kazanç yolları ile zenginlik mertebesini tahsile çalıştılar. Çünkü malı olmayan kimsenin bu hitabın lezzetinden mahrum olduğunu bilirler. Böylece Süleyman’ın (aleyhisselâm) dünyayı tamamıyla istemesinin, -dünyanın arzu edilmeme­sini gerektiren nokta ortadan kalktığı içinonun büyüklüğüne zarar vermedi­ğini anlamış oldun. Bir karıncanın Hz. Süleyman’dan eman istediği, onun da verdiği bize nakledildi. Ona “Hak Teâlâ’nın senin istemenle verdiği mülkün nedir?” diye sorar. O da “Mührüm.” der. Bunun üzerine “Mührün kapsadığı mülke of olsun!” der. Sonra da “Ey Süleyman! Allah’ın kullarına verdiği şeyler, O’nun mülkünden çıkmıyorsa, senden sonra hiç kimseye verilmeyecek olan bir mülkü istemenin anlamı ne?” der.

Şöyle dedim: Şeyh’in bu konuda zikrettikleri apaçık halde garip yorumlar­dır. Şiblî’nin, kendisini Rabb’inden alıkoyduğu gerekçesiyle elbiselerini yakma­sına, bunu delil getirmesi doğru olmaz. Ayrıca şöyle demiştir “Hz. Süleyman, kendisini namazdan alıkoyduğu için söz konusu atların bacak ve boyunlarını kesmiştir.” Bazı âlimler, güneşin kaybolmasındaki zamirin “Onları bana geri getirin.” ifadesine uymadığını söylemişlerdir. Zira güneşin geri getirilmesi kavminin elinde olmadığı için, geri getirmeleri söz konusu olamaz. Yine de güne­şin Süleyman’a geri getirilmesine dair delil, “kayboldu” tâbirindeki zamir izhar edilerek, geri getirilmek istenilenin atlar değil de güneş olduğu sahih olursa, bunu da kabul ederiz. En doğrusunu Allah bilir. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim “Burada kulun, -Allah Teâlâ’ya ve onun nimetle­rine muhtaçlığının artması kabilindenAllah’ın kendisine genişlik vermesini talep etmeyi gerektiren bir makam vardır. Neden bir sineğin kanadından bile daha az olan bir şeyi Rabb’inden isteyen bir kimse ayıplansın?”

[Hz. Dâvûd]

Dâvûd’un (aleyhisselâm) istiğfar ederek, secdeye kapanıp tövbe etmesine sebep olan hatasını şöyle savunmak mümkündür: Bu, niyetini [halis ve] salih kılmadan evvel âni bir bakışla bakmasından ibarettir. Bu nedenle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Kardeşim Dâvûd’un hatası, bir bakıştan ibaretti.’[135] buyurmuştur. Bu durum onun, makamına yaraşır bir niyeti tesis etmeden başını yerden kaldırması ile gerçekleşmiş; Yüce Allah da bundan dolayı onu muahaze etmiştir. Bu nedenle gafletle yönelttiği bakıştan duyduğu utançtan dolayı, ölünceye kadar, başını asla semâya kaldırmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyla mubaha doğru dahi olsa, niyet olmadan atılan bakışın kendisi günah hükmündedir. Anla!

Böylece büyüklerin hareket ve sükûnet hâlinde muaheze edilmelerinin sa­dece bakışla ya da başkasıyla sınırlı olmadığını, Allah’ın onları, parmaklarını Hakk’ın şuhûdundan gaflet içerisinde hareket ettirseler bile muaheze edeceği ve bunun, sürekli olarak Allah Teâlâ ile birlikte olma bilinciyle hareket etme­lerinin onlara vâcip olmasından kaynaklandığı anlaşılmış oldu. Dâvûd’un ha­tasının, bu bakışının komutan Uriya’nın eşine[136] yönelik olduğu konusundaki iddialara gelince, bu bize gelen hiçbir hadisle doğrulanmamıştır. En doğru­sunu Allah bilir. Bu konu, Âdem’in (aleyhisselâm) müdafaa edildiği mebhasta uzunca verilmiştir, oraya bakınız.

[Hz. Yûsuf]

Yûsuf’un (aleyhisselâm) “O (Züleyha), ona meyletti (hemmet), o da (Yûsuf) ona meyletti.”[137] âyeti bağlamında savunması ise şöyledir: Şeyh Muhyiddin elFütûhât’ın 367. bâbında geceleyin yaşadığı ruhanî tecrübelerin birinde, Hz. Yûsuf (aleyhisselâm) ile bir araya geldiğini zikreder. Ona “Ey Allah’ın peygamberi! Allah Teâlâ’nın senin hakkında haber verdiği “O (Züleyha), ona meyletti (hem­met), o da (Yûsuf) ona meyletti.” âyetinde iştirakın/ortaklığın [âyette geçen “meyletti (hemme)” kelimesinin kendisi ve muhatap olduğu kadın hakkın­da müştereken kullanılmasının] mânası nedir? Zira Allah Teâlâ âyette geçen ‘meyletme‘ fiilindeki iştirakın ne olduğunu belirtmemiştir. Dilin de bir tek mânaya delâlet ettiği açıktır.” diye sorar. Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm) şöyle dedi “Evet, bu nedenle bana gönderilen elçiye, Kral’dan durumu kadınlara sor­masını istedim. Kadın da benim gönlümü çelmeye çalıştığını belirtti, benim onun gönlünü çelmeye çalıştığımı zikretmedi. Sana söylediklerimi anla! Bu ifadeyle Allah Teâlâ’nın benim ve onun meyli konusunu belirtmemesi sebe­biyle birtakım insanların vehmettikleri şey izâle olur.”

Ben ona “Ey Allah’ın peygamberi! Dil, iştiraka [hemm tâbirinin hem kendisi, hem de Züleyha için kullanılması] izin verir.” dedim. O “Doğ­ru söyledin, ancak mâna açısından değil, sadece lafzî olarak buna izin ve­rir. Dolayısıyla o, benden istediği şey konusunda beni zorlamak için bana meyletti ben de ondan bunu menetmek hususunda onu zorlamak için ona meylettim. Dolayısıyla iştirak onun beni, benim de onu zorlama isteğimiz hususundadır. Yüce Allah “(Züleyha) ona meyletti.” derken Yûsuf’un (aleyhisselâm) da ona meylettiği aynı hususta anlamına gelir ki bu da her birinin diğe­rinden istediği hususta birbirlerini zorlaması demektir. Bunun kanıtı Züleyha’nın söz konusu âyetteki “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun gön­lünü çelmek, onu ayartmak istedim.”[138] ifadesidir. Kıssamda onun nefsin­den murad istediğim, gönlünü çelmeye çalıştığım kesinlikle geçmez. Allah Teâlâ bana ilk olarak, tıpkı Allah Teâlâ’nın Mûsâ ve Hârûn’a “Yumuşak dille söyleyin (kavlen leyyinen).”[139] âyetinde buyurduğu üzere onu kendimden uzak tutma hususundaki irademin anında, yumuşak dille ona karşı koyma burhanını gösterdi. Başka bir ifadeyle ‘Ona sert davranma ey Yûsuf, onu idare et; o her halükarda zayıflıkla nitelenen bir kadındır.’ [diye buyur­du.]” Dedim ki “Bana fayda verdin, Allah da sana fayda versin.” Bunu bil.

[Hz. İbrahim]

Babamız İbrâhim el-Halîl (aleyhisselâm) hakkındaki savunma ise şöyledir: Şeyh 367. bâbda şöyle demiştir: “Geceleyin yaşadığım tecrübelerin bi­rinde ruhum, Halil’in (aleyhisselâm) ruhuyla bir araya geldi. Ona ‘Babacığım, neden ‘kalbimin tatmin olması için’[140] dedin?’ diye sordum. ‘Oysa sen kesin olarak buna inanmaktaydın.’ dedim. Bana ‘Evet, doğrudur.’ de­di ve ‘Ancak mahlûkatın yaratılmasında olduğu gibi, hayat vermenin/ diriltmenin de birçok yöntemi vardır. Yüce Allah, bazı şeyleri ‘kün’ em­riyle, bazılarını iki eliyle, bazılarını ibtidâen (örneksiz), bazılarını da başka bir yaratıktan yaratmıştır. Ben, bu soruyu O’nun diriltmeyi bu yöntemlerden hangisi ile gerçekleştirdiğini anlamak için sordum. Bunu bana öğretince kalbim tatmin oldu.’ dedi.” Şeyh, 225. bâbda bu konu­ya geniş yer vermiştir. En doğrusunu Allah bilir. Tekrar söz konusu mânaya dönelim.

Şeyh şöyle demiştir: “Babacığım, neden ‘bu işi belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun.’[141] dedin?” diye sordum. “Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın bâtıl olan ilâhlarından daha yüce olduğunu itiraf etmektedirler.” dedi. Ona “Bu (hâzâ: işaret zamiri) sözünle neye işaret ettin?” diye sordum. “Bununla neyin kastedildiğini bilirsin.” dedi. Ben “İşaret zamiri olan bu mübtedâdır; haberi ise mahzuftur. Buna, onlara delil olarak getirdiğin ‘Bu işi belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun.’[142] şeklindeki sözün delâlet etmektedir.” dedim. O (aleyhisselâm) “Duruma hiçbir eklemede bulunma­dın.” dedi. Ben “‘O’nun (Allah), benim hatamı kıyâmet gününde ba­ğışlamasını umarım.’[143] mealindeki âyette zikredilen hatan nedir?” diye sordum. O “Gerçekte Allah’tan başkası hastalık vermediği hâlde ‘Has­talandığımda bana şifâ veren O’dur.’[144] âyetinde yer alan hastalığı kendi nefsime nispet etmemdir.” dedi. Dolayısıyla hastalığı kendi nefsime izâfe etmem ve sonra da bundan dolayı mağfiret dilememde iki edep vardır.

Ona Neden Yüce Allah, senin hakkında: Şüphesiz o âhirette sâlihlerdendir.”[145] buyurmuştur? Böylelikle senin için “salâhı” sadece âhirete tahsis etmiş, diğer peygamberler içinse hem dünyaya hem de âhirete tah­sis etmiştir.” diye sordum. O “Çünkü sâlih olmanın şartlarından biri de Allah’a izâfe etmeksizin, hiçbir şeyi kendi nefsine izâfe etmemektir. Oysa Allah’tan özel bir izin olmaksızın; ‘hasta olduğum zaman’[146] ‘ben hasta­yım’[147] ‘belki bu işi, şu büyükleri yapmıştır’[148] gibi ifadelerimle ben bu şeyleri kendi nefsime veya başkalarına izafe ettim.” dedi. Ben ona “Baba­cığım, hayatının bütün aşamalarında onlara ulûhiyyet nispet etme itikâdından mâsum olduğun hâlde, üç ışık (yıldız, ay ve güneş)[149] hakkında söylediklerin nedir?” dedim. O “Bunu, Hak Teâlâ’nın ‘Bu, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz hüccetimizdir.’[150] âyetinde buyurduğu gibi, kavmime karşı delil getirmek için yaptım. Kavmim, Nemrûd’un ilâh olduğuna inanıyordu, bu ışıklar onların ilâhları değildi. Aslında Nemrûd da ilâhları değildi, onlar ibadetlerinde oydukları putlara ilâh olarak yöneliyorlardı. Bu nedenle ‘Rabb’im öldüren ve diriltendir.’[151] dediğim zaman, Nemrûd, rezil olmamak için öldürme ve diriltmeyi, onlar için belirlediği ilâhlara izâfe etmedi ve ‘Ben de öldürür ve diriltirim.’[152] dedi. Orada bulunanla­rın ilâhları hakkında sarsılmamaları için, onları tenzih ederek meseleyi kendi nefsine döndürdü.” dedi. Ona “Delil getirirken neden en yakın [ve net] olana yöneldin?” dedim. O “Zira tafsilat verseydim, onların anla­yışlarının benim getirdiğim şeyi idrak etmeye yetmeyeceğini biliyordum ve meclis uzayacaktı. Ben de onların anlayışlarına en yakın olanı tercih ederek, Allah’ın güneşi doğudan getirdiğini, onun da batıdan getirmesini istedim. Kâfir, Allah’ın kendisini âciz bırakmasıyla şaşırdı, kaldı.

[Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)]

İsmet konusunu, Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) masumiyetini müdafaa ederek sonlandıralım. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Bil ki Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mâsumiyeti konusunda oluşturulan şüphelere, ümmetinin âlimleri arasında sayı5 lamayacak kadar şahsiyet, çeşitli cevaplar vermiştir. Fakat biz sana bunlardan faydalı bir kısmını zikredeceğiz. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyh Muhyiddin 398. bâbda, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem), hem nübüvvetten önce, hem de sonra ihrâz ettiği yüksek makam ile çelişecek tüm eksikliklerden mâsum olduğunu belirtmiştir. Bunun örneği, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) risâletten önce çölde koyun güttüğü 10 yıllarda, her gencin arzuladığı gibi eğlence arzusuyla, Mekke’de düzenlenen bir eğlenceye katılmak istemesi ve bu amaçla Mekke’ye girdiğinde Allah’ın ona bir uyku hâli vererek onun bu eğlenceye katılmasını engellemesidir. O da süratle oradan uzaklaşarak sürüsünün başına geri döner. İsmetle ilgili diğer örnekler­de bulunmayan bu durumda, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hissetmediği bir şekilde ismeti söz 15 konusudur. Bu makam, “Belki de hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır, hoşlandığınız bir şey de şerdir.”[153] ifadesinde belirtildiği gibi “yitirilenin bizzat kendisinde hâsıl olan ilim” şeklinde isimlendirilir. Söz konusu kaybedilende kulun saadeti vardır ve hâsıl olmasından daha üstündür.

Mebhasin baş taraflarında onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Benim kalbime bazen öyle sıkın20 tılar gelir ki ben de Rabb’ime bir gün ve gecede yetmişten fazla istiğfar ede­rim”[154] hadisinin anlamı geçmişti. Bununla kastedilen, onun sürekli terakki (yükselme, ilerleme) hâlinde olmasıdır. O, her yükseldiği makamda bir öncekinden dolayı istiğfar etmektedir. Çünkü her zaman yüksek ve daha yüksek makamlar söz konusudur. Şeyh Muhyiddin’in “el-Vesâyâ Bâbı”nda, 25 Cenâb-ı Hakk’ın kendisine dua edenin duasını kabul ettiğini belirtmek­tedir. Kulun da Hak Teâlâ’ya yaptığı münâcâtında önceden ona bildirdiği şeyleri zikretmemesi gerekir. Zira bu, zaman kaybıdır. Onun sürekli yeni bir şeyler talep etmesi gerekir.

Soru: “Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmesi için”[155] 30 meâlindeki âyetle kastedilen nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhâtın 73. bâbının 55. cevabında dediği gibi, bu hitap ve Allah’ın Peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ikaz ettiği bütün âyetlerde kastedilen [peygamberin] kendisi değil, ümmetidir. Şu âyetleri örnek vermek müm­kündür: “Ey Peygamber! Allah’a itaatsizlikten sakın.”[156], “Şayet Allah’a şirk 5 koşarsan, yaptıkların boşa gidecektir.”[157], “Biraz da olsa, neredeyse onlara ka­yacaktın.”[158] gibi. Bu, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ümmetine yapılan sert hitap, azarlama ve kınamayı kendi üstüne alarak yaptığı bir fedakârlık kapsamındadır. Dolayı­sıyla hitap ona ise de bununla ümmeti kastedilmektedir. Bu, en güzel cevap­tır. Şöyle demiştir: Allah’ın diğer peygamberleri (aleyhisselâm) bağışlamasına gelince, 10 Hak Teâlâ onlardan, esas itibariyle bütün makamların Allah Resulü’nde (salla'llâhü aleyhi ve sellem) toplandığı ve onların Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâibleri oldukları bilgisini giz­lemiştir ki bu bilgi kendilerine âhiret yurdunda ayan olacaktır. Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Böylece bu azarlamaların tama­mının muhatabı Resûlullah’tır (salla'llâhü aleyhi ve sellem); ancak kastedilen başkasıdır.” şeklindeki 15 sözümüzün anlamı, büyüğün küçükle terbiye edilmesinin Hak Teâlâ’nın fîillerinden olmasıdır. O (cc) aynı şekilde Peygamber’ini terbiye etmekle, onun ümmetini terbiye etmeyi ve -bu edeb sayesindeümmetin beklenen hedefe ulaşmasını istediği için Peygamber’e hitap etmiş, ancak -teşvik üslubuylakendisine peygamber gönderilenler kastedilmiştir.

20      198. bâbda “Şayet Allah’a şirk koşarsan, yaptıkların boşa gidecektir.”[159]

âyeti bağlamında şöyle demiştir: Hâl karinelerinden de anlaşılacağı üzere, bu ifade “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit!” kabilindendir. “Bunun hikmeti, kâfirlerin Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiklerinden yüz çevirmeleri­ne karşılık vermektir.” demiştir. Bu nedenle Hak Teâlâ, yüz çevirmelerine 25 karşılık hitapta onlardan yüz çevirmiştir. Bu hitapta onlar kastedildiği hâl­de, onlara ceza olarak ve hafife alınmak sûretiyle, başkası üzerinden onla­ra duyurulmuştur. Şeyh 247. bâbda ise şöyle demiştir: Büyüklerin (Ekâbir) istiğfarının sadece gerçekleşmiş olan herhangi bir günahtan dolayı olması şart değildir. Onlar, kavimlerine anlatmaları emredilmeyen hâller arasın30 dan, setredilmesi gereken bir şeyin açığa çıkmasından korktukları için de istiğfar ederler. Bu nedenle hiçbir peygamberden kendisine vahyedilenlerle ilgili olarak konuştuklarından dolayı pişmanlık duyduğu nakledilmemiştir.

Yine onların vahiy hâlinde iken, inişi biter bitmez, sıradan bir şey söyle­dikleri de duyulmamıştır. Bu durum bittikten sonra olup bitenleri haber vermişlerdir. Ancak onların, vahiy harici olarak söyledikleri şeylerden za­man zaman pişmanlık duyacakları bazı beyanlarının olması mümkündür.

5 Nitekim Hz. Peygamber’in Bedir esirleri hakkında verdiği hüküm buna örnektir.

Soru: Yüce Allah’ın “Asıl kendisinden korkulması gereken Allah iken, sen insanlardan çekinmektesin”[160] meâlindeki âyetinin anlamı ve Allah’ın Peygamber’ini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) insanlardan korktuğu için azarlamasına sebep olan şey nedir?

10    Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 537. bâbında dediği gibi, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) in­

sanlardan korkmasının sebebi, onun Yûsuf (aleyhisselâm) ile ilgili olarak “Onun ye­rinde ben olsaydım, [zindana gelen] davetçiye icâbet ederdim” şeklindeki ifadesidir. Yani kralın davetçisi, onu zindandan çıkmaya davet ettiği zaman, çıkmamış ve “Efendine -kendisini hapseden kraladön ve ona parmakla-

15 rını kesen kadınların durmunu sor.” demiştir. Bu, kralın katında da aklan­ması içindir. Böylece zindandan çıkardığı için Yûsuf’u (aleyhisselâm) minnet altında bırakması doğru olmaz; minnet sadece Allah’adır. Yûsuf, bununla tama­men aklanmayı istemiştir. Zira ihtimal kalsaydı, Azîz ve Celîl olan Allah’ın resulü olduğu hâlde, adâletine halel gelirdi. Oysa ümmetinin ona itaat et-

20 mesi için, onun adâletinin kesinleşmesi gerekir. Bu nedenle Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de, evlâtlığının boşanmış olan eşiyle evlenmesinden dolayı insanların kendisini kınayıp Hak Teâlâ’nın [dine] davetini reddetmesinden korkmuş­tur. Allah’ın peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem), evlâtlığının eşiyle evlendirerek imtihan etmesinin sebebinin, töhmetle imtihan edilmeyi tatması ve itham edilen

25 herkese karşı tam bir merhamet hâli sergilemesi için olduğu anlaşılmış ol­du. Zira cahil olan Araplara göre Allah’ın resulü olduğu hâlde, evlâtlığı­nın boşanmış eşiyle evlenmek, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kemâline halel getirecek türden bir şey olarak kabul edilmekteydi. Daha sonra Yüce Allah, töhmet altında kalmanın acısını ona tattırdıktan sonra “Muhammed içinizden hiçbir er-

30 keğin babası değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.”[161] âyetiyle, bu evliliğin sebebini açıklayarak ona derman vermiştir. Böylelikle bu ve benzeri konularda müminler için sıkıntıyı ortadan kaldır­mıştır. Yüce Allah, Yûsuf’a (aleyhisselâm) davetçinin davetine icâbet etmeyerek -daha şerefli bir aklanma içinkendi gıyabında aklanmayı talep etmesi mesele­sinde tattırdığı şeyi, Peygamberine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de tattırmıştır. Zira [Yûsuf (aleyhisselâm)] o mecliste bulunsaydı belki ona yönelik duyulan hayâ sebebiyle yüzüne karşı onun söylediği kabul edilmiş olabilirdi. Oysa hakkında [şer‘î] bir emir ol­mayan bütün işlerde, Allah’ın emri gelinceye kadar, örf açısından iyi sayı­lana riayet etmek, kişinin kemâl ehli olmasındandır. Emir geldiği takdirde, emredilen ne ise onu yapar.

Şöyle dedim: Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “İcâbet ederdim.” şeklindeki ifadesin­de, Yûsuf’un zindandan çıkmamasıyla ona övgü içerme ihtimali vardır. Zira böylelikle o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisinin Yûsuf’tan daha zayıf olduğunu izhar etmiş ol­maktadır. Bu onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Biz kuşku duyma konusunda İbrâhim’den daha öncelikliyiz.” demesi gibidir. Yûsuf’ta hem zindanda olma, hem de iftiraya mâruz kalma şeklinde iki hâl bir araya gelmişti. Her peygamber, ümmetinin nefsinde -davet edildikleriher hususta Rabblerinin davetini kabul ettirecek şeyin yerleşmesini ister. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Eğer ben onun yerinde olsaydım bir an önce zindandan çıkıp, kendilerine gönderildiğim kimseler nezdinde aklanmam için, kendimi müdafaaya çalışırdım.” demek istemiştir. Başka an­lamlara da gelebilir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Allah’ın Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin!”[162] meâlindeki âyetinden muradı nedir? Bazılarının anladığı gi­bi Resûlullah’ı azarlama mı, yoksa Îsâ’ya (aleyhisselâm) “Sen mi insanlara ‘Beni ve annemi ilâhlar edinin.’ dedin?”[163] âyetinde olduğu gibi, illeti ortaya koyma sadedinde bir soru mudur?

Cevap: Şeyh’in 558. bâbda dediği üzere “Bu azarlama değil, illeti ortaya koyma sualidir. Zira daha önce af geçti. “Sana açıklansın diye” ifadesi ise, daha önce Îsâ ile ilgili sorulan soru gibidir. Şöyle denilmiş gibidir: “Ya Muhammed, bunu kimlerin sadık olduğu açığa çıksın diye mi yaptın?” Buna ya “Evet” der ya da “Hayır” der. Kuşkusuz “af” ile “azar” (tevbîh) bir arada bulunamaz. Özellikle söz konusu âyette olduğu gibi “af” önce gelmiştir. Azarlanan kimsenin mutlak olarak affedildiğinden de bahsedilemez. Zira azarlama hesaba çekmedir. Oysa Yüce Allah atfetmiştir. Şöyle demiştir: Dilde bu lafızdan azarlama anlaşılabileceği için önce af zikredilmiştir ki ârifbillâh [burada ve] Kelâm’ın diğer yerlerinde -hakikatler hususunda bilgisiz kimselerin zannettiği şekildebir azarlamanın vârid olmadığını farketsin. el-Fütûhât’ın 38. bâbında ise “Allah seni affetsin, neden on­lara izin verdin?”[164] âyeti bağlamında, şöyle demiştir: “Tefsirciler, Yüce Allah’ın onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalbini tatmin etmek için, azardan önce müjdeyi verdiğini zikretmişlerdir.” Şöyle demiştir: “Katımızda bulunan ilâhî il­me göre bu âyet, içinde azar olmayan hususî bir beşârettir.” Ona göre buradaki istifhâm (soru kalıbı), insaflı davranan ve anlama konusunda Allah’ın kelâmına hakkını verenler içindir.

Soru: Allah’ın onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında “Kendisine âmâ geldi diye su­ratını astı ve yüzünü ekşitip başka tarafa çevirdi.”[165] mealindeki âyet ve devamındaki âyetlerinde ne kastedilmektedir? Bunun anlamı, zâhirdeki gibi mi yoksa başka bir anlamı var mıdır?

Cevap: Şeyh’in 304. bâbda “Burada bir itâbdan (azarlama) söz edi­lemez. Yüce Allah hükümdarlardan daha çok, kalbi kırık olanlarla be­raber olduğuna dair Peygamber’inin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dikkatini çekmektedir. Zi­ra Allah’ın rahmeti hükümdarların aksine fakirlerden asla ayrılmaz.” ifadesiyle belirttiği gibidir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah fakir olan kulunu, büyüklük sıfatları ağır basan kimselerden daha çok sahiplen­mektedir. Buna göre senin huzurunda, kendisine itaat edilen ve emri yerine getirilen bir kral ziyaretçi olarak bulunduğunda fakir bir kimse ziyaterine gelirse, -şayet o kralın zorbalığından korkmuyorsanönce­likle fakire yönel ve sana gelmesine sebep olan ihtiyacını karşılamadan ondan yüz çevirme. Bu şekilde, Hak Teâlâ’nın kendisine itaat edilen hükümdarın yanındaki tecellîsinin, tecellîye şâyan bir mahalde olmadı­ğı anlaşıldı. Zira büyüklük ve azamet -teklif bittiği ve mahrumiyet söz konusu olamadığı içincennette cennet ehli içindir.

Yüce Allah’ın “Kendisine âmâ geldi diye suratını astı ve yüzünü ekşitip başka tarafa çevirdi.”[166] meâlindeki âyetlerinde Peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) azarlama­sı, sadece söz konusu âmânın fakir olarak gelmesinden dolayıdır. Yüce Allah, izzet ve kahr sıfatı, mahallinin dışında izhar edildiği için, ubûdiyyet ve fakr 5 makamını korumuştur. Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Şeyh 549. bâbda “Kendini müstağni görene gelince, sen ona yöneliyorsun.”[167] âyetlerinde yer alan itâbın anlamının, fakir yalnız geldiği zaman değil de fakirlerle zenginler birlikte geldikleri takdirde her ikisini de aynı şekilde karşılamak gerektiğine dikkat çekmek olduğunu zikretmiştir. Hadiste ““Size bir kavmin büyüğü 10 geldiği zaman ona ikram ediniz.”[168] buyurmuştur. Yüce Allah “Allah, din ko­nusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyi­lik yapmanızı ve onlara karşı ölçülü davranmanızı yasaklamaz. Allah ölçülü davrananları sever.”[169] buyurmuştur. Kardeşim! Burada bilmen gereken bir nükte vardır: Kavmi arasında saygın bir hükümdar senin yanına geldiğinde, 15 o ancak büyüklük ve zorbalığını geride bırakarak ve nefsini senden daha aşağıda görerek gelmiştir. Onu karşılamadığın ve alçak gönüllü davranma­dığın takdirde senin zorbalığın onun zorbalığından daha büyük olacaktır. Dolayısıyla her hâlükârda onlara misliyle mukabele ederek, senin yanına gel­meden önce onların seviyesine in, onları sevinç, ilgi ve tebessümle karşıla ki 20 böylece zamanın hakîmi (hakîmü’z-zamân) olasın. Dolayısıyla Yüce Allah’ın peygamberine olan itâbı, âmâ ile zenginler bir arada bulundukları takdirde her ikisi için de olup, sadece âmâ için değildir. Efendim Ali el-Havvâs (rh.a) şöyle derdi “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zenginleri, kendileriyle zâhir olan el-Ganî sı­fatından dolayı karşılamıştır. Arifin ise celâl, azamet ve diğer sıfatlardan her 25 ilâhî niteliğe yönelmesi gerekir. Şayet bir ârifin zenginleri karşılamasından dolayı itâb edilmesi söz konusu olursa, buonlarda tezâhür eden zenginlik sebebiyle değil, başka bir illetten dolayıdır. Böylece bu itâbı ölçü addedip mutlak olarak zenginlerin tardedildiğini söylemek doğru değildir ki bu [dü­şünce] insanı şeriat yolundan çıkarır [ayağını kaydırır]. Daha önce geçtiği 30 gibi, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bize gelen her kavmin s[büyük ve] saygın zâtlarına ikram etmemizi emretmiştir. Anla! Bununla ârifin kral, emir ve zenginlere olan tâziminin, Yüce Allah’a olan tâzim kapsamında olduğu anlaşılmış oldu. Fakirlere olan ikram ise onların -kırılmışgönüllerini yapmak içindir.

Yine bu âyetin tefsiri bağlamında 163. bâbda, “Allah el-Ganî, el-Hamîd olandır.”[170] Dolayısıyla zenginlik (el-Ğınâ) Allah’ın zâtî bir sıfatıdır. Yani, zenginlik sıfatı itibarıyla övgüye lâyık olan O’dur. Resûlullah’ın “Kendisine âmâ geldi diye suratını astı.”[171] âyeti ve devamındakilerle itâb edilmesine 5 sebep olan durum, bu sıfatın mutlak olarak sadece Allah’a ait olmasıdır.

Kureyş zenginlerinde bu ilâhî sıfattan bir râyiha bulunduğu için onlara yö­nelmiştir. İşte bu râyihadır ki Peygamberin onlara yönelmiş olduğu zaman dilimine bir şeref ve ulviyet katmıştır. O, zenginlere onlan bu yönelişiyle ümmetine, zenginlik sıfatıyla vasıflanan kişilere yönelmelerini öğretmei" yi amaçlamıştı. Daha sonra bu makamda derinleştiklerinde ilâhî sıfatları [herhangi bir zümreye] tahsis etmeksizin müşâhedeyle emrolunurlar. Zira âlemin tamamı Allah Teâlâ’nın şeâirinden ve sıfatından meydana gelmiş­tir. Âlemdeki hiçbir şey, Hak Teâlâ’nın maiyetinin kendisine eşlik edişin­den ayrılamaz -Zâtı (cc) ise mekândan münezzehtir-.Böylece her kâmil 15 zât kalpleri kırık olan kimselere karşı harîs/duyarlı olur. Zira Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize haber verdiği gibi, Hak Teâlâ onlarla birliktedir. Ayrıca o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu müşâhede ile birlikte, Kureyşlilerin müslüman olmalarını çok istiyordu. Onların büyüklerinin kalpleri kendisine meylederse; ona itaat eder, onu sever ve müslüman olurlarsa, onların bu müslümanlığıyla daha pek çok 2" kimsenin müslüman olacağını biliyordu. Yüce Allah “Size kendinizden öy­le bir peygamber gelmiştir ki sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkündür.”[172] buyurmuştur. Yani sizin için hayırlı olanı istediği için, inadınız ve müslüman olmamanız ona sıkıntı vermektedir.

Soru: Daha önce verdiğimiz bu muazzam müşâhede ortamına rağ25 men, Hak Teâlâ nasıl Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itâb etmiştir?

Cevap: Bizi terbiye etmek için onu azarlayıp, bunu bize bildirmiştir. Zira insan gafletin mahallidir ve bizatihi fakirdir. Şayet dünyadaki kral­ların en büyüğü olsa bile, fakirdir. Zira zenginlik, mal ve makamın hâsıl olmasıyla meydana gelen geçici bir arazdır. Dolayısıyla Hak Teâlâ’nın 3" aksine başkası olmadan kendi başına müstağni olamaz. Ayrıca zenginler­de zuhûr eden sıfat, gerçekte Hakk’ın sıfatı değildir ki kul ona yönelsin. Bu nedenle Yüce Allah Kendini müstağni görene gelince”[173] âyetinde, bu­nu talep etme mânasındaki ^> (sin) harfinin bulunduğu kelime [isteğnâ] ile ifade etmiş, “Zengin olan kimseye” dememiştir. Allah Teâlâ’nın Peygamber’ini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) te’dib ettiği şey ise öncelikle zenginlerden yüz çevirmesi ve fakirlere yönelmesiydi. Daha sonra zenginliğini ve kibriyâsını terk edip kendisine gelen her kimseye teveccüh etmesi emredildi. Şeyh, insanların çoğunun bu ikinci edepten yoksun olduğunu söylemiştir. Onlar bu tutuma bir anlam veremez ve âriflerin reis ya da zenginlerden birine yönelmesinin, onun makam ve malından dolayı olduğunu düşünürler. Durum sandıkları gibi değildir. Ayrıca ehlullah, avamdan birisinin bu mânayı anlamadan, zenginlere tâzim etme konusunda kendilerine tâbi olup da bu fiille dünya­ya olan rağbetinin artacağından korktukları zaman, perdelenmiş olanların maslahatları için zengin ve reislere tenezzül etmemeyi öncelerler. Allah’a davet edenin, davet edilenlerden daha zengin olmasını ve minnet altında bırakacak birşeyde onlara muhtaç olmamasını şart koşanların düşün. Do­layısıyla insanları kendinden nefret ettirmesi değil, bilakis celbetmesi, mal ve hoş karşılama ile iyi davranması gerektiği anlaşılmış oldu. Onların sada­ka ve ihsanlarını ise kabul etmemesi gerekir. Zira bununla davet edilenlerin gözünde hakir konuma düşer. Onların elindekine karşı iffetli olması ve nefsini mal ya da kanaatle onlara karşı tutması gerekir. Yüce Allah “Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.”[174] buyurmuştur. Hikmet, da­vet edilenlerin elindekine karşı kendisini muhtaç hissetmemesi, güzel öğüt ise davet edilenlerin, içinde kendilerine dönük bir maslahat barındırması hasebiyle, çağrıldıkları fiile duraksamadan yönelmeleri için yolu açmak ve kolaylaştırmak demektir. Kur’ân’da “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.”[175] denilmektedir. Sonuç olarak, için­de ikram bulunan her şeyde fakirlerin zenginlerden daha önde tutulması gerektiği sabit olmuştur. Yine hiçbir fakirin, kendisine hak açık bir şekilde belli olduktan sonra bir zengini [illaki] kollaması gerekmez. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. Vesselâm.

Sonuç: Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hurmaların aşılanması konusunda “Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” ifadesiyle işaret ettiği üzere, peygamberlerin (aleyhisselâm) bazı zamanlarda dünyanın işlerini idare etme konu­sunda bilgilerinin bulunmaması, onların kemâlini azaltmaz. Bir defasında 5 bir topluluk hurmaların başındayken Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onlara uğramış ve “Bunlar ne yapıyor?” demiştir. “Hurmalarını aşılamaktadırlar.” denil­miş; bunun üzerine “Bunun iyi olduğunu düşünmüyorum.” demiş, Ensar da bunu işiterek hurmaları aşılamayı bırakmıştır. Ancak o sene mahsul azalmış ve yaş hurmalar dökülmüştür. Bu kendisine haber verilince “Siz 10 dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.”[176] buyurmuştur. Yani “herhangi bir vahiy almadığım konularda.” Şeyh Muhyiddin: “Dünyanın bazı hâllerinin peygamber ve velîlere gizlenmesi, Allah’ın azametine olan müşâhedeleri onların kalplerini doldurduğunda bu hale dalıp kâinatı idare etmeyi bırak­maları sebebiyledir. Bu celâl ve azamet onlara perdelenseydi, dünya işlerin15 de insanların en bilgilileri olurlardı. Ancak onların kâinatı idare etmedeki perdelenmelerinin, “Benim öyle bir vaktim olur ki Rabb’imden başka kim­se bana yaklaşmaz.” haberinde (rivayet) işaret edildiği gibi her zaman değil, sadece bir kısım vakitlerde olduğu açıktır. Bazı ârifler, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kemâli zirveye çıkmadan vefat etmedi, demişlerdir ki bu kemâl, Allah’ın 20 (cc) celâlini müşâhede etmesinin onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dünya ve âhiret işlerini idare etmekten alıkoymamasıdır. Celâleddin es-Süyûtî (rh.a) onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bir tek anda hem Allah’a (cc) hem de halka yönelmekle mükellef olduğunu ve halkın onu Hak’tan alıkoymadığını söylemiştir.

Soru: Neden ashabı kesin olarak ondan daha aşağıda olduğu hâlde, 25 Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onlarla istişare etmesi emredilmiştir?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi, Yüce Allah’ın peygamberine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendinden aşağıda bulunan kimselerle müşavere etmeyi emretmesi ona sadece her varlıkta bir diğerinde bulunmayan bir özelliğin bulundu­ğunu öğretmek içindir. Hızır (aleyhisselâm) kıssasının delâlet ettiği gibi, Yüce Allah 30 ümmetin her bir ferdine, diğer hiçbir yakın kula (mukarreb) vermediğini vermiştir. En doğrusunu Allah bilir.

OTUZ İKİNCİ MEBHAS

Peygamberimiz Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Risâleti ve Onun Mutlak Olarak Bütün Yaratılmışlardan Faziletli Olması Gibi Konular Hakkındadır

5 Bil ki Peygamberimiz Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) risâleti, mûciz olan Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Aynı şekilde ümmet, onun kendisine verilen risâlet görevini tamamıyla ve eksiksiz edâ etttiğine ve yine bütün peygam­berlerin Rab’lerinin mesajını tebliğ ettiklerine şahitlik etmiştir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Vedâ haccında insanlara hitap ederek onları sakındırmış, uyarmış, 10 korkutmuş ve bu konuda kimseyi diğerinden ayırmamıştır. Sonra “Tebliğ ettim mi?” diye sormuş, hazır bulunanların “Evet, tebliğ ettin yâ Resûlallah!” şeklinde cevap vermeleri üzerine “Allah’ım şâhid ol!” demiştir.[177]

Soru: Bazıları şöyle demektedirler: “Kur’ân’ın cemedilmesi sürecinde bazı âyetler kaybolmuştur. Buna bağlı olarak, ârif olan bir kimsenin keşf 15 yoluyla söz konusu âyetleri arayarak bulması ve onları okuyup sevap ka­zanması gerekir.” Bu doğru mudur?[178]

Cevap: Bu, hiç kimsenin bunu söyleyene muvâfakat etmeyeceği bir id­diadır. Muhaddislerin cumhuru, Hz. Âişe’ye nispet edilen “diğer günler­de tutmak üzere”[179] âyetinin devamında “peşpeşe (mütetâbiât)” tâbirinin 20 de bulunduğunu, ancak bunun [sonradan] düştüğüne dâir sözünün te’vil edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Buna göre söz konusu rivâyetler eğer sahih iseler bile düşme (sukût) ile “nesh” kastedilmiştir.

Soru: Hz. Peygamber’in risâlet iddiasını tasdik etmenin delili olarak, sadece ona gelen ve onun tebliğ ettiği vahiy yeterli midir? Yoksa buna ilâve 25 olarak başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 44. bâbında dediği gibi, başka bir delile ihtiyaç duymadan, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği vahiy delil olarak yeterlidir.

Soru: Bize getirdiği vahye muttali olmaya dayalı tanıklık mı daha üs­tündür yoksa bizzat görmeye dayalı tanıklık mı?

Cevap: Bizim vahye olan tanıklığımız, görmekle olan tanıklığımızdan daha tamdır. Ayrıca tanıklık, Huzeyme’nin Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olan tanık­lığı gibi olur: Buna göre o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyme’nin bulunmadığı bir ortamda, bir bedeviden deve satın almıştır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona “Ey Huzeyme, ne ile şahitlik edersin?” diye sormuş, o da “Seni tasdik etmekle ey Allah’ın Resu­lü!” demiştir. Bunun üzerine Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyme’nin şahitliği vahiyle tanıklık olduğu için bunun tek başına kabul edilmesine hükmetmiştir. Şayet Huzeyme gözleriyle görerek şahitlik etmiş olsaydı, şahitliği iki şahidin yerine geçmezdi. Yüce Allah “Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki...”[180] âyetinden itibaren sûrenin sonuna kadar olan kısmı Huzeyme[nin şâhitliği] ile muhafaza etmiştir. Zira Kur’ân’ı cemeden sahâbiler, iki veya daha fazla şahit olmadıkça bir âyeti Kur’andan kabul etmezlerdi. Sadece mezkûr âyet Huzeyme’nin tek başına şahitliğiyle kabul edilmiştir.

Soru: “Amâ”nın* yarılmasından hemen sonra ortaya çıkan ilk varlık nedir?

Cevap: Şeyh Takiyyüddin b. Ebu’l-Mansûr’un dediği gibi, Amâ’nın ya­rılmasından hemen sonra ortaya çıkan ilk varlık Hz. Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Bu evveliyyet itibariyle nasıl ki Hz. Âdem bütün cismânilerin babasıdır, o da bütün ilklerin ilki olarak ruhanilerin tamamının babası olmayı hak etmiştir. İleride Şeyh Muhyiddin’in Allah’ın ilk yarattığı şeyin “Hebâ” ol­duğuna dair sözleri gelecektir. Oraya bak!

Soru: Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Âdem su ile balçık arasında iken ben nebi idim.”[181] hadisinin anlamı nedir? Peygamber, Allah’tan haber verendir. O hâlde kendisi ve kendilerine haber verdiği kimseler (ümmet) yaratılmazdan önce bunu haber vermiş olması nasıl doğru olur?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhâtın 305. bâbında dediği gi­bi, bunun anlamı şudur: Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın izni ile zâtını ken­di zâtıyla, misâk alınmadan önce bir tecelligâh olmaksızın biliyordu.

Bu hâl onun mezkûr hadisin işaret ettiği üzere Adem’in yaratılışından önce nübüvvetini bildiği durumdur. Dolayısıyla onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu hâl hakkında bil­gisi vardır. İnsanın yapısı varlığa gelmesi esnasında unsurlara ve mertebelere yayılmış bir hâldeydi. Fakat insanlardan kimisine bu aşamada kendisini ve 5 mertebesini ya sonuçlarıyla ve tam olarak yahut sûretlerinden bir sûret üzeri­ne müşâhede verilmiştir. Bu onun için dünyadaki mertebesinin ta kendisidir. Böylelikle bunu bilir ve onunla kendisi hakkında hüküm verir. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendi nübüvvetine tanıklık ettiği yer burasıdır. Yalnız hâllerinin tüm sûretlerini müşâhede etti mi yoksa etmedi mi bunu bilemiyoruz. Allah Teâlâ 10 “Her göğe emri vahyedildi.”[182] buyurmuştur. Dokuz feleğin içinde hiçbir fe­lek yoktur ki insana ait bir sûret onda bulunmasın. Bu felek, vakti erişinceye değin bu sûretleri muhafaza eder. Bu sûretlerin (dokuz felekte) bulunuşu tıp­kı uzunluk, genişlik, doğruluk, eğrilik, yuvarlaklık, dörtgenlik, üçgenlik, kü­çüklük, büyüklük gibi açılardan farklı şekillerdeki aynalarda tek bir sûretin 15 bulunuşu gibidir. Tek bir şeydir fakat tecellîgâhın değişmesiyle şekillerin sûretleri farklılık gösterir. Bu yüzden dedik ki “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın izniyle bir tecellîgâh olmaksızın zâtını kendi zâtıyla bilir.” Ve o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu konumda iken, mertebelere eriştiğinde, mertebeler ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) etki etmez.

Hz. Peygamber en üst mertebede iken “Ben insanların efendisiyim, an20 cak (bu sözümde) övünme yoktur.”[183] buyurmuştur. Mertebe, ona hükmetmemiştir. Başka bir seferinde -risâlet ve hilâfet mertebesindeykenise “Ben de sizin gibi bir beşerden başkası değilim.”[184] demiştir. Dolayısıyla bu merte­be, onun neşet ettiği yeri bilmesine engel olmamıştır. Bunun sebebi, onun latîfesinin kendisine yayıldığı, unsurî karışımına bakmasıdır. Burada unsurî 25 olan zâtını müşâhede etmiş ve ulvî feleklerin kuvveti kapsamında olduğunu anlamıştır. Bu mertebede kendisiyle insanî, hayvanî, nebatî ve madenî var­lıklarla ortak noktasını görmüştür. Unsurî neşet açısından kendisinde, un­surdan oluşan diğer varlıklara karşı bir üstünlük görmemiş, aksine kendisi­nin onlar, onların da kendisi gibi olduğunu görmüştür. Bu nedenle “Ben de 30 sizin gibi bir beşerden başkası değilim.” demiştir. O da açlıktan Allah’a sığı­nırdı. Onlardan farkını sadece “Bana vahyediliyor.” sözüyle ifade ediyordu.

Dolayısıyla “Âdem su ile balçık arasında iken ben nebî idim.” ifadesinin anlamını öğrenmiş oldun. Yine bunun söz konusu mertebelerin sürerlerin­den sayılan o süretin diliyle söylendiğini de anlamış oldun. O süret bize bu dünyada anlayabileceğimiz bir şekilde ifade edilmiştir.

5 Şeyh (rh.a) şöyle demiştir: “Aynı şekilde bizim de zikrettiğimizin üstünde bir süretimiz vardır. Akıl ve şeriatın yorumlanmasıyla idrak edilmediği için o konuda sustuk. Bizim kürsîde bir süretimiz, Arş’ta, Heyülâda, tabiatta, neftse, Levh ve Kalem olarak tâbir edilen akılda, Amada ve ademde birer süretimiz vardır ve bunların tamamı keşif ehli tarafından görülmektedir. Îşte ıo budur Allah’ın ilminde saklı olan kullarına yönelttiği kadim hitap.” Anla!

Soru: Âdem’in (aleyhisselâm), mîsâk anında sulbünde barındırdığı süretler hak­kında herhangi bir bilgisi var mıydı?

Cevap: Hayır, süretlerimizin bulunduğu feleklerden hiçbirisinin bunun­la ilgili bir bilgisi olmadığı gibi, onun da buna dair herhangi bir bilgisi yoktu.

15 Soru: Neden, başka bir yerden değil de sırtından alındı?

Cevap: Alınma için, “sulb/sırt (ez-zahr)” kelimesinin hususî olarak belir­tilmesi, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bunu görmemesi [arkasındakilerin onun için gayb olması] sebebiyledir. Şayet Allah Teâlâ bizleri [zürriyetimizi] “onun ön tara­fından” almış olsaydı, bu durumda Adem (aleyhisselâm) hepimizi bilirdi. Çünkü onun 20 bizimle beraber bulunduğu -süret içindebir süret vardı. Ve bizim müşâhede ettiğimiz gibi müşâhede etmişti. Şeyh Muhyiddin “Ancak biz, Hz. Âdem’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendi sulbünden alınanlardan haberdar olup olmadığını tam olarak bilmiyoruz. Fakat daha önce geçen feleklerin mertebelerinin kendilerindeki süretleri bilmediğini görünce deriz ki: Belki Âdem ile ilgili durum da böy25 ledir. Hz. Âdem’in, sırtından alınan süretleri bildiğine muttali olan kimseye Allah rahmet etsin ve kitabın bu bölümüne bu bilgiyi eklesin.

Şöyle dedim: Bana kardeşim Efdalüddin (rh.a) haber verdi: Yüce Allah, kendisini, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) zürriyetinde yer alan -şakîlerin değil de sadecesaîdlerin sayısına muttali kılmıştır. Efdalüddin’e göre Âdem aleyhisselamın 30 zürriyetindeki sâlihlerin sayısı; 900’ün dokuz tane 1000 ile çarpılması ve buna 999 bin sayısının eklenmesi ve bunların yarısı ile üçte birinin bir ara­ya getirilmesi şeklindedir. Bu sayı ise daha önce zikrettiğimiz atalar (usul) arasında yer almaktadır. Ne bir eksik ne de bir fazladır. Bu, aklın idrak edemeyeceği bir hesaptır ve yöntemi sadece keşiftir.

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Bunu anladıktan sonra bizim her fe­lekte bir sûretimiz olduğu ve hiçbirinin bizim için diğerinden öncelikli olmadığına dair zikrekttiklerimizi tasavvur et. Tirmizî’nin merfû olarak naklettiği ve “Hasen-Gariptir” dediği rivayete bak: Buna göre Yüce Al­lah, avuçları kapalı olarak Âdem için tecellî etmiştir. Yani büyüklüğüne yaraşır bir şekilde bu gerçekleşmiştir. Âdem’e “Ey Âdem, hangisini tercih edersin?” demiş, Âdem “Rabb’imin sağını.” demiştir. Gerçekte O’nun her iki eli de sağ ve mübârektir. Avucunu açınca, Hz. Âdem (aleyhisselâm), kendisini ve zürriyetini Allah’ın kabzasında (avucunun içinde) görmüştür. Bunlar arasında oldukça parlak birisi vardı. “Rabb’im, bu kimdir?” diye sordu. Yüce Allah da “Oğlun Dâvûd’dur.” dedi. Bunun üzerine “Rabb’im onun için ne kadar ömür takdir ettin?” diye sordu. “Kırk yıl” dedi. “Bana ne kadar takdir ettin?” diye sordu. “Bin yıl.” dedi. Bunun üzerine “Rabb’im, ömrümden ona altmış yıl verdim.” dedi. Yüce Allah ona “Peki, sen bilirsin” dedi. Âdem, dokuz yüz kırk yıl olan ömrünü tamamlayınca, ölüm meleği canını almak üzere geldi. Âdem ona “Daha altmış yıl ömrüm kaldı.” dedi. Yüce Allah “Ey Âdem, sen bunu oğlun Dâvûd’a hibe etmiştin” dedi. Îşte Âdem bunu inkâr ettiği için zürriyeti de inkâr etmiştir. O, unuttuğu için ümmeti de daha sonra unutmuştur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Bugünden itibaren Allah yazmayı ve şahit tutmayı emretmiştir.” buyurmuştur. Îşte bu, Âdem ve zürriyetinin, celâline yaraşır şekilde Hak Teâlâ’nın avucunda kâim olan sûretidir. O söz konusu elden çıkmış olan Âdem’dir ve hem kendisinin hem de zürriyetinin sûretini Hak Teâlâ’nın elinde görmektedir. Ey kardeş, [hadiste geçen] konuyu kabul edip de feleklerdeki sûretlerin çokluğuna dair sözümüzde bizi inkâr etmene ne diyorsun? Böyle bir durum bizatihi muhal olsaydı “hakikatler değişmez” fehvâsınca [hiçbir zaman] gerçekleşmaz ve mümkün olmazdı. Seni mevzuya bu şekilde ısındırmaktan daha fazlasına kudretim yetmez. Allah’ın haklarında “Sağır, dilsiz ve kördürler, dönmezler.”92 buyurduğu kimselerden olma. Şeyh, 346. bâbda bu konu üzerinde uzunca durmuştur.

Soru: Âdem, su ile balçık arasında iken Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) baş­ka birisine nübüvvet verilmiş miydi?

Cevap: Bize bu konuda herhangi bir bilgi ulaşmamıştır. Onlar ancak ‘mah­sûs’ [dünya hayatında var oldukları] risâletleri döneminde peygamberdiler.

Soru: Neden “Ben insandım.” veya “Ben var idim.” demedi de “Âdem su ve balçık arasında iken ben nebî idim.” demiştir?

5 Cevap: Diğer şeyleri değil de nübüvveti zikretmesi, onun diğer pey­gamberlerden önce peygamber olduğuna işaret etmek içindir. Zira nübüv­vet, ancak Allah Teâlâ tarafından takdir edilmiş şeriatın bilinmesiyle olur.

Soru: Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın yarattığı ilk varlık olmasına dair söyledikle­rinden kasıt özel bir varlık olarak ilk olması mı yoksa genel varlıklar anla10 mında ilk olması mıdır?

Cevap: Şeyh’in 6. bâbda dediği üzere, bununla kastedilen, özel anlamda ilk yaratılan varlık olmasıdır. Zira Allah ilk önce hebâyı[185] yarattı. Orada diğer hakikatlerden önce, ilk zuhûr eden hakikat ise Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Bunun izahı şudur: Yüce Allah, âlemin ezelî ilminde yer aldığı şekilde zuhûr etmesini 15 istediği zaman; âlem, küllî hakikate yönelik tenzihî tecellîlerin bir türü olan bu mukaddes iradeden etkilendi ve hebâ meydana geldi. Hebâ, istenilen şekil ve sûretlerin açılması için atılan bina kireci/harcı gibidir. Bu, âlemde ilk var olan şeydir. Daha sonra Yüce Allah nûruyla bu hebâya tecellî eder. Âlem bütünüyle, potansiyel olarak onun içindedir. Bütün âlem onda potansiyel olarak mev20 cuttur. Hebâda bulunan her şey, tıpkı evin köşelerinin kandilin ışığını kabul etmesi gibi nûra olan yakınlığı ölçüsünde, o nûrdan bir şey kabul etmiştir. Ve bu ışığa olan yakınlığı ölçüsünde, aydınlığı ve kabulü şiddetlenir. Hiçbir kimse, bu nûra hakîkat-i Muhammediyye’den daha yakın değildir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kabulü, hebâda bulunan herkesten daha fazladır. Bu nedenle o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), âlemin 25 zuhûrunun başlangıcı ve var olan ilk şeydir. Şeyh Muhyiddin, hebâda ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) en yakın olan insanın ise bütün peygamberlerin sırlarını bir araya getiren Ali b. Ebû Tâlib (ra) olduğunu söylemiştir. Şeyh’in Îmâm Ali (ra) hakkında “Bü­tün peygamberlerin sırlarını bir araya getiren” şeklindeki ifadesinin aynısı, Hı­zır’dan (aleyhisselâm) da Şeyh Ebû Medyen et-Tilimsânî hakkında nakledilmiştir.

Hakkında sorulan bir soruya cevap olarak Peygamberlerin sırlarını bir ara­ya getirmiştir. Bu asrımızda, ondan daha çok peygamberlerin sırlarını bir araya getiren birisini bilmiyorum.” demiştir. Böylece Şeyh Muhyiddin’in elFütûhât’ta dediği gibi, bütün nebî ve resuller, Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhundan istimdat etmektedirler. “Onun peygamberlerin sonuncusu olması” başlığı al­tında geniş yer verileceği gibi, o “Kutbü’l-Aktâb”dır, önceki ve sonraki tüm insanların dayanağıdır (mümid). Gaybda olma durumu itibariyle zuhûrundan önceki her nebî ve velîlinin dayanağıdır ki bu imdadıyla o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) her velîyi kemâl mertebesine ulaştırır. Yine hem şehâdet âlemindeki varlığı hem de -berzah ve âhiret yurdu olangayba intikal etmiş olan varlığı itibariyle kendisinden sonra gelecek olan her velînin de dayanağıdır. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) pey­gamberliğinin nûrları ne öncekiler ne de sonrakiler için âlemden kesilmez.

Soru: Hadiste “Allah’ın ilk yarattığı şey, nûrumdur.” başka bir rivayette ise “Îlk yarattığı şey akıldır.” şeklinde nakledilmiştir. Bu ikisinin arası nasıl bulunur?

Cevap: Her ikisinin anlamı da birdir. Zira bazen hakikat-i Muhammediyye’ye (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Aklü’l-evvel” bazen de “en-Nûr” denilmektedir.

Soru: Zuhûr açısından, kendisinden daha önce gelen peygamberlerin dayanağı olduğuna dair, Kur’ân’dan delil var mıdır?

Cevap: Bunun delillerinden biri de “Bunlar, Allah’ın kendilerine hi­dâyet verdiği kimselerdir; onların hidâyetlerine tâbi ol!”94 meâlindeki âyettir. Yani onların hidâyeti, senden diğer peygamberlere bâtınî olarak sirâyet eden hidâyetindir. Dolayısıyla sen onların hidâyetine tâbi oldu­ğun zaman, aslında kendi hidâyetine tâbi olmaktasın. Çünkü sen, bâtınî olarak ilk, zâhirî olarak ise sonuncusun. Şayet söylediğimizin dışında bir anlamı olsaydı Yüce Allah ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “onlara tâbi ol!” derdi. Daha önce “Âdem su ile balçık arasında iken ben nebî idim.” hadisi de geçti. Do­layısıyla onun zuhûrundan önce gelen bütün peygamberler, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu şeriatla gönderilişinde ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vekil idi. Bunu “Allah, elini -şanına yaraşır bir şekildeiki göğsümün arasına koydu ve ben ilklerin ve son­rakilerin bilgisini öğrendim.” hadisi de desteklemektedir. “Îlkler”le kas­tedilen, onun mübârek cisminden önce zuhûr eden peygamberlerdir.

Bunun izahı şudur: Ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) biri Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılmasından önce di­ğeri risâletinin zuhûrunda olmak üzere iki kere ilim verilmiştir. Tıpkı ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ilk olarak Cebrâil’in bilgisi olmadan daha sonra ise Cebrâil’in in­dirmesi olmak üzere Kur’ân’ın tenzilinde olduğu gibi. Bu nedenle Yüce Allah ona “Vahiy bitmeden okumak için acele etme!”95 buyurmuştur. Yani Cebrâil’den dinlemeden önce okumak için acele etme; aksine sessiz bir şekilde Cebrâil’den dinle. Öğrencilerin dikkatli bir şekilde hocalarını din­lemesi gibi, dinlemen gerekir. Şeyh bunu el-Fütûhât’ın 12. ve daha başka bâblarında zikretmiştir.

Ben şöyle dedim: Şeyh’in açıklamasında, Kur’ân’ın Cebrâil’den önce de Peygamber’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâzil olması tartışmaya açıktır. Hiçbir hadiste bunu görmedim, değerlendir.

Soru: O hâlde Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhu, bütünüyle hayır âleminin ruhudur ve o içinde her şeyin bulunduğu nefs-i nâtıkadır?

Cevap: Evet, Şeyh’in 346. bâbda zikrettiği gibi, durum böyledir. Anılan âlemin onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zuhûrundan önceki hâli, şekillenmiş bir cesedin hâli ko­numundadır. Onun vefatından sonraki hâli uyuyan kimsenin hâli, kıyamet günü diriltileceği zamanki hâli ise uykudan uyanma konumundadır. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından diriltilinceye kadar âlem şu anda uyumaktadır.

Soru: Bize Allah’tan kendisine (salla'llâhü aleyhi ve sellem), İbrahim’e salât ettiği gibi salât et­mesini istememizi emrettiği hâlde, onun babası Îbrâhim’den daha faziletli olmasının delili nedir? Hâlbuki kural, müşebbehün bihin (benzetilen) müşebbihten (benzeyen) daha faziletli olması şeklindedir.

Cevap: Kastedilen hemen ilk anda akla gelen değildir. “Îbrâhim’e salât ettiğin gibi” ifadesinde, kendisinin sahâbeye kendisine nasıl salavât getire­ceklerini öğretmekle sorumlu olduğuna dair ince bir nükte vardır. Kendi­sine nasıl salâvat getireceklerini sorduklarında, tevâzuundan dolayı “Îbrâhim’e salât ettiğin gibi deyiniz.” buyurdu. Zira bir insana “Seni öveceğim lafızları bana öğret.” dediğin zaman, kesinlikle Şâri‘den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha az hayâlı olduğun hâlde, sana yüceltme ifade eden lafızları söyleyemez, anla!

Soru: Neden Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bir fer‘i olduğu hâlde, ondan daha faziletli ve istidadı ondan daha kuvvetlidir.

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 5. bâbında dediği gibi, babası Âdem’den (aleyhisselâm) daha faziletli olmasının sebebi, Âdem (aleyhisselâm) isimlerin lafızlarını bilmekte iken, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onların mânalarını bilmesidir. Bu mânalar “Bana Cevâmi‘u’l-kelim verildi.” hadisinde işaret edilen Cevâmi‘u’l-kelim’dir. Zâtı elde eden, isimlerini de elde eder. Zira isimler onun ilminin kapsamı altındadır. Ancak isimleri elde eden, müsemmâ olan zâtı elde et­mez. Şöyle demiştir: “Bu nedenle sahâbe daha faziletlidir. Zira onlar zâtı gördüler biz ise ismini elde ettik. Ancak biz onların zâta riayet ettikleri gibi, isme riayet edersek, onlarda olmayan gaybet hasretinden dolayı ec­rimiz katlanır. Katlanma bundan dolayı olur. Zira biz Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleriyiz, onlar ise ashabıdır. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bize müştaktır, bizden birisini gördüğü zaman çokça sevinir ve rivayet edildiği gibi, bizden amel edenlere, onun ashabından aynı ameli yapanların elli katı ecir verilecektir.

Babası olan Âdem’den daha güçlü bir istidada sahip olmasına gelince, Hz. Muhammed’in his ve vehim açısından ebeveyninden birisinin değil, her ikisinin toplamı olarak yaratılmış olması nedeniyledir. Dolayısıyla iki­sinin (anne-baba) istidatlarını bir araya getirmiştir. Bu nedenle o, babası Âdem’den daha kâmildir. Şeyh el-Fütûhât’ın 72. bâbında “Haccın Sırları” başlığı altında bunları zikretmiştir. Şöyle demiştir “Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), onların oğlu olduğu için babaları olan Hz. Âdem ve Hz. Îbrâhim’den daha kâmildir. Her oğul yetişmesinde bu kemâle sahiptir fakat ulvî hareketler, nûrânî tecellîler ve mutluluğa yaklaşmaları sebebiyle derece derecedirler. Bunun her ne kadar yaratmaya etkisi olmasa dahi.

Şeyh 337. bâbda “Şayet Mûsâ yaşasaydı, bana tâbi olurdu.” hadisi bağlamın­da şöyle demiştir: “Bil ki ‘Size kitap ve hikmeti verdikten sonra, size gelen elçimi tasdik edin diye, Allah’ın peygamberlerden aldığı ahdi hatırla!’96 âyetinde geçtiği üzere onların efendisi ve peygamberi olduğuna dair kendilerinden alınan ahidden dolayı, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlerin peygamberidir. Dolayısıyla onun peygamberlik ve şeriatı bütün insanları kapsamaktadır. Peygamberlerden birine tahsis edilmiş herhangi bir şey yoktur ki o şey aslı itibariyle Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olmasın. Onun zuhûrundan önce gelen bütün peygamberler, bu şeriatla gönderilmeleri itibariyle onun birer nâibidirler. Bunu Şeyh Takiyüddin es-Sübkî zikretmiş, Celâleddin es-Süyûtî de el-Hasâis in baş tarafında nakletmiştir.

Soru: Kur’ân’ın tafsilatlı olarak nâzil olmadan önce, tamamının Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir defada nâzil olduğu daha önce geçti. Bunun hikmeti nedir?

Cevap: Kur’ân’ı ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) toplu olarak (icmâl) indirmesinin sebebi, 5 onun inişiyle velîlere inen ilmin inişinin arasını ayırmaktır. Zira işlerdeki tedrîcîlik, kendisiyle amel edilmesi (teamül) içindir. Oysa peygamber gön­dermede velîlerin aksine teamül söz konusu değildir. Zira onlara ilimler ancak mufassal olarak iner. Çünkü ilerleme ve keşfetme ciheti ondandır. Dolayısıyla nübüvvet vehbî, velâyet kesbîdir. el-Fütûhât’ ın 10. bâbında 10 “Ben Âdemoğullarının efendisiyim. Bu sözümde övünme (fahr) yoktur.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Şayet Mûsâ ve Îsâ yaşasalardı, sadece bana tâbi olurlardı.” hadisinin açıkladığı üzere, Âdem’den peygamberle­rin sonuncusu olan Îsâ’ya (aleyhisselâm) kadar, bütün peygamberler onun nâibleri olduğu için 0 (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Âdemoğullarının efendisidir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu konuda doğ15 ru söylemiştir. Şayet o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Âdem’den var olduğu zamana kadar cismiyle var olsaydı, bütün insanlar cismen de onun şeriatının altında olurdu. Zira onun dışındaki hiçbir peygamber, bütün insanlara gönderilmemiştir. Do­layısıyla bütün peygamberlerin şeriatı, gerçekte onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıdır.

Soru: Onun şeriatının, önceki şeriatları neshetmesi, onları kendisinin 20 şeriatı olmaktan çıkarır mı?

Cevap: Bu neshetme, önceki şeriatları onun şeriatı olmaktan çıkarmaz. Yüce Allah, bizim (Îslâm âlimleri olarak) aramızda ittifak edip de onun şe­riatı olduğunu bildiğimiz, onun zâhirî şeriatı konumunda olan ‘bu şeriat’ta bile, sonradan gelen bazı hükümlerin daha önceki hükümleri neshettiğini 25 bize göstermektedir. Dolayısıyla sonradan gelenin öncekini neshetmesi, di­ğer peygamberlerin onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâibleri olmasından dolayıdır. Hz. Îsâ, âhir zamanda indiğinde, kendisinin göğe yükseltilmeden önceki şeriatıyla değil, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine gönderilirken hükmettiği bu şeriatla hükmedecektir. Zira Hz. Îsâ’nın nübüvveti esnasında hükmettiği şeriat, as30 lında onun olsaydı, yeryüzüne nüzûlünden sonra ancak bu şeriatla hükme­derdi.

Soru: “Beni Yunûs’tan üstün tutmayınız.” hadisi, mensuh mudur yoksa o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu tevazudan dolayı mı öylemiştir?

Cevap: Bu, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tevazuundan kaynaklanmaktadır. Hiç şüphesiz o, yaratılmışlar arasında en çok şükredendi. Bu ise, şükrü gerektiren tüm nimetleri bilmesi ile gerçekleşir, anla! Hadisin anlamı da “Durumu bilme­diğiniz için, beni kendi nefislerinizde bulunan şahsî yorumlarınızla üstün tutmayınız.” şeklinde olup, “Mutlak olarak üstün tutmayınız.” şeklinde değildir. Onun fazileti, Allah’ın kendisini üstün kılmasıyladır, dolayısıyla isabet etmiştir.

Soru: Ârif, onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) lafızların taşıdığı anlama göre üstün tutabilir mi?

Cevap: Evet, bunu yapabilir. Ancak kâmil olan kimse, söylediği her sözde lafızların yüklendiklerine değil, bizzat Allah’tan aldıklarına dayanır. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün makamları, vârisleri olan enbiya ve evliyâ ta­rafından tevârüs edilir mi yoksa onlardan hiçbiri için tevârüsün mümkün olmadığı kendisine has makamlar mıdır?

Cevap: Şeyh’in 337. bâbda dediği gibi, sadece ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tahsis edilen ve hiçbir peygamberin ortak olmadığı birtakım makamlar vardır. Bunlar­dan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: 1. Vahyin bütün şekillerine muhatap olması: Îlhâmî vahiy, vahyin kalbe ve kulağa indirilmesi ve gö­ğe yükselmesi [hâlinde vahiy alması gibi]. 2. Bütün insanlara gönderilmiş olduğundan, bütün hâllerin bilgisinin kendisine verilmiş olması. Çünkü insanların hâllerinin farklı farklı olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla pey­gamberliğinin, her şeyi onların bütün hâlleriyle kapsaması gerekir. 3. Ölüleri diriltme bilgisinin, başkalarının aksine ona mâna ve duyu açısın­dan verilmiş olması. Dolayısıyla onda (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ilimlerin hayatı olan mânevî hayatın bilgisi hâsıl olmuştu. Aynı şekilde Îbrâhim’in kıssasında anla­tılan ve Resûlullah’ta (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bilgi ve eğitim amacıyla sunulan hissî (duyu­sal) hayatın bilgisi de hâsıl olmuştu. Bu “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana gerçeğin bilgisi ulaşmaktadır.”[186] âyetinde verilmiştir. 4. Geçmiş bütün şeriatların bilgisinin kendisine verilmesi ve peygamberle­re değil, onların hidâyetine tâbi olmasının kendisine emredilmiş olması.[187] 5. Sadece kendisine has olan bir şeriatın kendisine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) verilmiş olması. “Bana başka hiçbir peygambere verilmeyen altı şey verilmiştir.” hadisinde buna işaret edilmiştir. Bunlar ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce hiçbir peygambere verilme­yen, kendisine has olan şeylerdir. 6. Aynı şekilde kendisine has olan şeyler­den biri de kıyamet günü “Makâm-ı mahmûd”da, el-Hamîd ismiyle içinde bulunacağı “Livâü’l-hamd”[188] sancağının kendisine verilmiş olmasıdır.

Soru: “Livâü’l-hamd” bir tane midir, çok mudur?

Cevap: Bunlar “Elviyetü’l-hamd” olarak isimlendirilen yedi sancak­tır. Bunlar Hz. Peygamber’e ve Muhammedi vârislere verilmiştir. Bu san­caklarda Resûlullah kıyamet gününde Makâm-ı mahmûd’a yerleştiğinde Rabb’inden (cc) temennilerde bulunacağı Allah’ın isimleri kayıtlıdır. Zira kendisine şefaat hakkında sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “Bana öğ­retilecek olan, ancak şu anda bilmediğim isimlerle Allah Teâlâ’ya hamd edeceğim.” Yani bu yurdun gerektirdiği söz konusu isimlerle O’na senâ eder. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Esmâü’l-Hüsnâ’dan başka isimlerle O’na senâ etmediği bilinmektedir. Ki bu isimler ilmen kuşatılamaz. Bu, bizim cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinin hatırla­madığı şeylerin bulunduğunu bilmemiz gibidir. Yine biz, bize göz aydınlığı olan şeylerden bize gizli kalanlarını bilmemekteyiz. Bu nimetlerden hiçbiri yoktur ki Allah Teâlâ’nın bizi onlara muttali kılarak nimetlendirdiği ilâhî isimden farklı olarak onu izhar eden başkaca bir ilâhi isme dayanmasın. Bu nedenle bununla ya tesbih senâsıyla ya da isbat senâsıyla O’na hamdetmemiz gerekir. Şeyh Muhyiddin 338. bâbda şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’dan bana bu sancaklarda yazılı olan isimlerin sayısını bildirmesini istedim. Ba­na, bunların sayısının 1664 olduğu söylendi. Bu sancakların her birinde 99 isim yazılmıştır. Kıyamet yurdunda bunları sayan kimse cennete girer. Yani insanlardan önce cennete girer. Ancak peygamber ve velîlerden olan kâmil insandan başkası bunları sayamaz.”

Soru: Sancağın onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) eline verilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Şeyh’in 74. bâbda belirttiği gibi, bütün insanların orada top­lanması için, onun eline verilmiştir. Çünkü o, mülk mertebesinin ve hükümdarın varlığının alâmetidir. “Âdem de ondan başkaları da sanca­ğımın altındadır.” hadisinde işaret edildiği gibi, hiçbir hamd dışarıda kal5 mayacak şekilde bütün övgüler içinde bulunduğu için “Livâ” denilmiştir.

Bunun izahı şudur: Âdem (aleyhisselâm) isimleri biliyordu, ancak onda bilginin zuhûr etmesi, Âdem’in melekler âleminde Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâib ol­ması nedeniyledir. Zira henüz Âdem su ile balçık arasında iken, o daha önce peygamber idi. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cismi zuhûr ettiğinde, o san10 cağın sahibiydi. Kıyamet günü sancağı asalet yoluyla Âdem’den alır ve diğerleri onun sancağının altında olur.

Soru: Melekler de onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sancağının altına girer mi?

Cevap: Evet, çünkü onlar Hz. Âdem zamanında bu sancağın altın­daydılar. Aynı şekilde âhirette de Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu sancağı taşıdığında 15 onun altında toplanacaklardır. Orada Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün yaratıl­mışların efendisi ve tamamının halifesi olduğu ortaya çıkar.

Soru: ‘Büyük duruşma gününde[189] Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) durdu­ğu yer neresidir?

Cevap: Şeyh’in 337. bâbda belirttiği gibi, o ‘büyük gün’de, Rahmân 20 arşa tecellî ederken O’nun sağında yer alacaktır. Kıyamette de âlemde ilâhî emirlerin tenfîzi için âdil olan Hâkim’in (Allah’ın) önünde buluna­caktır. Orada herkes emirleri ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) alır. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütünüyle yüzdür, tüm cihetlerinden görünür. Her taraftan Allah’a dair bilgilendirir, ondan fehmeder. Herkes onu lisânen görür, ses ve harf olarak işitir.

25 Soru: “el-Vesîle” başkasına değil de sadece ona mı mahsustur yoksa hadiste “el-Vesîle sadece Allah’ın bir tek kuluna verilecektir. Ben de o kul olmayı ümit ederim.” denildiği için başkasına da verilmesi doğru olur mu? Hiçbir nas ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) verileceğini kaydetmemiştir.

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in 74. bâbın 93. cevabında dediği gibi, Al­lah’ın kendisiyle bize hidâyet verdiği Peygamber’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında, Allah’a karşı edebinden dolayı kimsenin kendisi için el-Vesîle’yi istemesi câiz olmadığını söylemekteyiz. Onu kendi nefsimize tercih etmemiz gere5 kir. Bizim kendisi için el-Vesîle’yi istememizi bizden talep etmesi, sade­ce onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize karşı tevazuu ve müşaverede olduğu gibi ülfet tesisi sâikiyledir. Dolayısıyla edep, îsar, mürüvvet ve güzel ahlâkın bir gereği olarak, şayet el-Vesîle bizim olsaydı dahi bize onu Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hibe etmek düşerdi. Zira onun yüksek makamını ve Allah katındaki konumu10 nu bildiğimiz için, o daha önceliklidir. Bizim kendimiz için el-Vesîle’yi istememizin haram olduğunu destekleyen hususlardan biri de ulemânın el-Hasâis’te, Hz. Peygamber’in kendisiyle evlenmek için velîsine gittiği kadınla evlilik isteğinin haram olduğuna dair zikrettikleridir. Bu neden­le Ebû Bekir, Ömer kendisine kızı Hafsa ile evlenmeyi teklif ettiğinde, 15 bunu reddetmiş ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun hakkında konuştuğunu işit­tiğini söylemiştir.

Şöyle dedim: el-Fütûhafın Mısır’daki nüshalarının birinde, şunu gör­düm: Herkesin kendisi için el-Vesîle’yi istemesi câizdir. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bunu kendisi için tayin etmemiştir. Bu nüshanın, Şeyh’e ait olma20 yan ifadelerin sokuşturulduğu nüshalardan biri olması mümkündür. Ya da onun 337. bâbda ifade ettiği şu sözünden dolayı terk edilen görüşüdür: “Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cennetlerdeki menzili, bütün cennetlerin kendisinden ayrıldı­ğı el-Vesîle’dir. O, Adn cennetindeki ikamet yurdudur. Bütün cennetlerin her birinde onun bir şubesi vardır. Bu şubeden Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), o cen25 netin ehline zuhûr eder. O, bütün cennetlerde bulunan en yüksek makam­dır. Şeyh’e, sokuşturulan nüshalardaki sözleri, izafe ederek, itiraz etmekten sakın! En doğrusunu Allah bilir.

OTUZ ÜÇÜNCÜ MEBHAS

Nübüvvet ve Risâletin Başlangıcı, İkisi Arasındaki Fark, Tek Bir Asırda İki Peygamberin Peygamberliğinin İmkânsız Olması, Her Peygamberin Halife Olmadığı Ve Başka Bir Kitapta Yer Almayan Daha Başka Kıymetli Konular Hakkındadır

Ey kardeş! Bil ki sahih rivayetlerde kaydedildiğine göre, Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gelen vahyin başlangıcı, sadık rüya şeklinde olmuştur.

Soru: Vahyin başlangıcının hakikati nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 73. bâbında 25. cevapta dediği gibi, vah­yin başlangıcıyla kastedilen, mücerred aklî mânaların, hayal mertebesinde ister uykuda ister uyanıklıkta olsun sınırlı hissî kalıplara inmesidir.

Soru: O hâlde bu (vahiy), nefsin idraklerindendir?

Cevap: Evet, Yüce Allah’ın “Beşer şeklinde göründü.”101 âyetinde belir­tildiği gibi, duyunun idraklerindendir ve duyuların mertebesindendir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Hayal mertebesinde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ilmi süt sûretinde idrak etmiştir. Bu nedenle rüyaları bununla yorumlanırdı. Bu, Al­lah Teâlâ’nın ümmetine bıraktığı nübüvvetin cüzlerindendir. Zira mutlak olarak nübüvvet sonlandırılmamış, “Kur’ân’ı hıfzeden kimse, nübüvveti iki yanı arasına yerleştirmiştir.” hadisinde işaret edildiği gibi, sadece teşrîî nübü­vvet kaldırılmıştır. Diğer anlamda ise nübüvvet şüphesiz bir şekilde devam etmektedir. “Benden sonra ne bir nebî ne de bir resul vardır.” hadisiyle kaste­dilen, “benden sonra şeriat koyucu (müşerrî) yoktur” şeklindedir.

Soru: Rüyanın, onun nübüvvetinin kırk altı cüzünden bir cüz olması­nın ve bu sayının hikmeti nedir?

Cevap: Cüzlerin bu sayı ile belirlenmiş olması, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nübüvveti­nin yirmi üç yıl olması nedeniyledir. Sadık rüyası ise altı ay devam etmiş­tir. Altı ay, yirmi üç yıla nispet edildiğinde kırk altı cüzden bir cüz eder. Bu cüzlerin her peygamberin peygamberliği için bulunması gerekmez. Bir peygambere bundan daha fazla vahyedilmiş olabilir. Dolayısıyla bu du­rumda elli, altmış veya daha fazla cüz olabilir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Velâyet makamı, nübüvvetin gerektirdiği vasıflardan biri midir yoksa peygamberlerde bulunmayan başka bir vasıf mıdır?

Cevap: Allah’ın kullarına olan velâyeti, genel ve kapsayıcı felektir ki bu en büyük dairedir. Allah’ın dilediği kullarını risâlet, nübüvvet, iman ve 5 benzeri gibi mutlak velâyetin hükümleriyle belirlemesi, bunun hüküm ve hakikatleri kapsamındadır. Her resulün nebî, her nebînin velî ve her velî­nin de aynı zamanda mümin olması gerekir.

Soru: Risâlet ve nübüvvetin hükmü ne zamana kadar devam eder?

Cevap: Risâlet, insanlar cennet ya da cehenneme girinceye kadar de10 vam eder. Nübüvvetin hükmü ise sadece dünayaya has olmayıp âhirette de devam eder.

Soru: Risâletin hakikati nedir? Hâl midir yoksa makam mıdır?

Cevap: Şeyh’in 158. bâbda dediği gibi, risâletin hakikati Allah’ın kelâmının mütekellimden dinleyiciye ulaştırılmasıdır. Buna göre tebliğ 15 sona erdikten sonra, devamlılığı söz konusu olmadığı için makam değil de hâldir. Dolayısıyla risâletin hükmü anbean yenilenmeye devam et­mektedir. Zira Yüce Allah “Ne zaman Rab’lerinden kendilerine yeni bir ihtar gelse”[190] buyurmaktadır. Getirilen şey risâlettir. Yeni bir ihtar ise kendisine elçi gönderilen dinleyici kimsede gerçekleşmektedir. Bu ne20 denle risâlet ilmi süt şeklinde zuhûr etmiştir. Çünkü gönderilen süttür.

157. bâbda şöyle demiştir “Bil ki risâlet gönderen ile kendisine gönde­rilen arasında ortada bulunan kevnî bir özelliktir. Gönderilen şey bazen risâlet olarak da tâbir edilebilir. Risâlet bazen, tebliğin bitmesiyle biten resulün hâli de olabilir. Yüce Allah “Peygamberin görevi, tebliğ etmekten 25   ibarettir.”[191] buyurmaktadır. Buradaki risâlet, kendisiyle gönderildiği ve

tebliğ ettiği şeydir. Kur’ân’da da her geçtiği yerde bu şekilde geçmiştir. Resul bu risâleti kimi zaman mesajı kalbine indiren kudsî bir ruhî va­sıtasıyla kimi zaman da meleğin kendisine bir adam şeklinde temessül etmesiyle kabul eder. Bu vasfa sahip olmayan hiçbir vahiy ‘beşerî risâlet’ 30 olarak isimlendirilmez. Bunlar vahiy, ilham ya da vücûddur (vecd). Ya­hut da zikrettiğimiz gibi, kudsî bir ruhî vasıta değilse, risâlet değildir.

Soru: Nebî ile resul arasında ne fark vardır?

Cevap: Aralarındaki fark şudur: Nebîye Cebrâil bir şey getirdiğinde, bunu sadece kendi nefsi için alır ve başkasına tebliğ etmesi haramdır. Şa­yet ona “Sana indirileni tebliğ et!” denilirse -bu ya belirli bir topluluğadır ya da sadece Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) has olmak üzere gibi herkesedirbu açıdan resul olarak isimlendirilir. Şayet gönderildiği kimseler için olmayan bir hüküm kendisine tahsis edilmemişse o zaman resuldür, nebî değildir. Bununla evliyâları kapsamayan teşriî nübüvveti kastediyorum. Böylece sadece kendi nefsine has olmayan hükümler verilen her peygamber nebî değil, resuldür. Şayet tebliğ etmekle beraber kendi nefsine has hükümleri varsa o zaman hem resul hem de nebîdir. İkrar ettiğimiz üzere tartışmasız bir şekilde her resul nebî değil, her nebî de resul değildir. En doğrusunu Allah bilir. Şeyh 158. bâbda bu şekilde zikretmiştir, üzerinde düşün! Şayet “Amelde karşılığı bulunmayan bir şeyi tebliğ eden kimseye de nebî denilir.” denilirse bu, haber vermesi açısındandır. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Resul olmayan nebîlere, Cebrâil vasıtasıyla gelen vahiy, uyanık­ken mi gelir uykuda mı?

Cevap: Usulcülerin eserlerinde bu konuda bir şey bulamadım. Ancak Şeyh Abdülaziz ed-Dîrînî, Dürerül-Mültekâ isimli eserinde, Cebrail’in re­sul olmayan nebîlere vahyi uykularında getirdiğini kaydetmektedir. Bu ko­nudaki delilinin ne olduğunu bilmiyorum. Bunu değerlendir.

Soru: Nübüvvet kısımlara ayrılır mı?

Cevap: Beşerî nübüvvet iki kısma ayrılır:

1. Allah ile kulu arasında melekî bir ruh olmadan Allah’tan bir kuluna yönelik olandır. Bu, nefsinde bulduğu birtakım gayba ait ilâhî haberler ya da tecellîlerdir. Bu haberler, helâl ya da haram hükümleri içermezler. Ak­sine Kitap ve Sünnet’in anlamlarını tanıtır ya da meşruiyeti sabit olan bir hükmün Allah’tan olduğunu tasdik eder. Yahut sıhhati nakille sabit olan bir hükmün fesadını bildirmek gibi şeyleri ihtiva eder. Bunların tamamı Allah’ın bir dikkat çekmesi ve kulun nefsinde zuhur eden âdil birer şahit­tirler. Bu makama sahip olan bir kimseye, kendisine gönderilen ve ona tâbi olması emredilen resulün şeriatına aykırı bir şeriatın tahsis edilmesi asla söz konusu değildir.

2. Beşerî nübüvvetin bu kısmı, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamber­liğinden önceki kimseler içindir. Bunlar meleğin önünde öğrenci gibidir­ler. Cebrâil Allah’tan onlara kendisiyle ibadet edecekleri, dilediğini helâl ve dilediğini haram kılan bir şeriat getirir. Bunların resullere tâbi olmaları gerekmez. Bu makamın hiçbir izi, ümmetinin müctehid olan imamları­nın dışında, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonraya kalmaz. Ancak bunların peygamberlere tâbi olmaları vâciptir. Bunların delille helâl ya da haram belirlemeleri mümkündür.

Soru: Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vasıtası olmaksızın, beşer olan bir kim­senin bu dünyada bir ilme ulaşması mümkün müdür?

Cevap: Şeyh’in 491. bâbda dediği gibi, dünyada hiç kimse, Hz. Mu­hammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bâtıniyyetinden olmaksızın hiçbir ilim elde edemez. Bu­nun onun peygamberliğinden önce veya sonra gelen peygamber ve âlim­lerden olması arasında fark yoktur. Önceki mebhasta genişçe yer verildiği gibi, bu konuyu uzun uzadıya anlatmıştır.

Soru: Yüce Allah, velîlerden birisine resul ve nebîlerin sayısını bildirmiş mi ya da herhangi bir velî keşif yöntemiyle onların tamamıyla bir araya gelmiş midir?

Cevap: Evet, “Velâyet-i Kübrâ” basamağını hak eden herkes için bu gerçekleşmiştir. Şeyh Muhyiddin 349. bâbda şöyle demiştir: Bil ki ha­diste belirtildiği gibi peygamberlerin sayısı 124 bindir. Her asırda bu sa­yı kadar veya daha fazla velî bulunması gerekir.” Şeyh “Yüce Allah, sa­hih bir vâkıamda beni, hiçbiri geride kalmaksızın bütün peygamberler­le bir araya getirdi ve ben onların tamamını tanıdım. Aynı şekilde on­ların kademi üzerinde olan velîlerle de bir araya getirdi ve ben onların tamamını gördüm ve tanıdım.” demiştir. Yine 463. bâbda da: “Keşfim­de bütün nebî, resul ve onların ümmetlerini gördüm. Onlardan olan ve kıyamete kadar onlardan olacak olan herkesi bir tek seferde müşâhede ettim.” demiştir. “Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aralarında olmadan, onlardan bir toplulukla sohbet ettim. Halil (aleyhisselâm) aralarındaydı ve istekleri üzerine Kur’ân’ın tamamını kendilerine okudum. Kur’ân’da Allah’ın kendisi­ni andığı her yerde ağlıyordu. Burada bende büyük bir huşû hâsıl oldu.

Mûsâ (aleyhisselâm) bana keşif, olayları çözümleme bilgisi ve gece ile gündüzü dö­nüştürme ilmini verdi. Hûd (aleyhisselâm), varlıkta meydana gelen ve bir tek ken­disinden öğrenebildiğim bir meseleyi bana aktardı. Îsâ’ya (aleyhisselâm) gelince, bu topluluğun yoluna ilk defa girerken onun elinde tövbe ettim.” demiştir. Şöyle demiştir: “Bu vâkıada, benim şekâvette hiçbir payımın olmadığına dair şeyler gördüm. Yine o anda kendimi Âdem’in (aleyhisselâm) sağında yer alan saîdler arasında gördüm. Bundan dolayı Allah’a şükrettim.”

73. bâbda şöyle demiştir: “Hiç kimseyle Îsâ (aleyhisselâm) ile bir araya geldiğim kadar bir araya gelmedim. Onunla her bir araya geldiğimde diri ya da ölü, dinde sebat etmem için dua ederdi. Bu duayı etmeden benden ayrılmazdı. Bana “Ey sevgili!” derdi. Onunla ilk bir araya geldiğimde, bana zühd ve tecrîdi emretti. Peygamberlerin zâhid olanlarındandı ve en çok seyahat edeniydi. Emaneti muhafaza eder, kınayanların kınaması onu bundan alıkoymazdı. Bu nedenle yahudiler ona düşmanlık etmişlerdir.” Yine 365. bâbda şöyle demiştir: “Bir vakıada da peygamberimiz Hz. Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gördüm. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberleri gördüm. Yü­ce Allah, onlara iman eden geçmiş ve kıyamete kadar gelecek olan herkesi bana gösterdi. Onların has (seçkin) ve avam olanlarını gördüm. Âdem’in sırtında olan bütün saîdleri ve onların sayısını öğrendim. Onlardan cennet veya cehennem ehli olan hiçbir kimse şu anda bana için gizli değildir. An­cak çok oldukları için Yüce Allah cehennemliklerin sayısını bana vermedi. Onların sayısını sadece Allah bilir. Bu keşfimde, bütün nebî ve resullerle onlara tâbi olanların mertebelerini öğrendim. Süflî ya da ulvî âlemde bulu­nan ve mücmel olarak iman ettiğim her şeyi öğrendim. Bunların tamamını görerek müşâhede ettim ve gördüklerim imanımda bir sarsıntı meydana ge­tirmedi. İlmim, görmem ve müşâhedemden dolayı değil, Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Şöyle söyle ve şöyle yap.” dediği için bunları söylemeye ve yapmaya devam ettim. İmanın sevabından mahrum kalmamak için, bir tek anda iman ile görmeyi birleştirdim.” Şunu söyledi “Bu makam, şu zamana kadar başka tadanını/erişenini görmediğim bir makamdır. Ricâlullah arasında buna nâil olan kimselerin olduğunu bilsem de onlarla uyanıkken ve şifahî olarak bir araya gelmedim.” Şöyle demiştir: “Bu, Hak Teâlâ’nın katından, varlıktan ya­na beni bilgi sahibi kıldığı bir şeye zihnimi asla bağlamamam sebebiyledir.

Doğrusu ben zihnimi, razı olduğu şeylerde, -nefsimin hevâsı buna muhalefet etse debeni istihdam etsin ve O’ndan ve O’nu müşâhede etmekten beni uzaklaştıran bir şeyin vuku bulmasından beni korusun diye Hak Teâlâ ile beraber tuttum. Ben Allah Teâlâ’nın kullarından hiçbir üstünlüğü olmayan 5 mahza kulum ve bütün âlemin bilginin kıdemine itaat etmesini temenni ederim.” Şöyle de demiştir “Bunları nimeti anlatma bağlamında ve kardeşleri ricâlin makamlarına ulaşmayı talep etmeye teşvik etmek için zikrettim.”

Soru: Yüce Allah’ın “İradesiyle ilgili vahyi kullarından dilediğine, kendi indirir.”[192] âyetinin anlamı nedir?

10 Cevap: Buradaki vahiy (ruh), Allah’tan kullarının kalbine aktarılan şey­dir. Allah’ın emri de (irade) bunu aktarandır (ilkâ). Zira bu ruhun şekli, Allah’ın “Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının.”[193] âyetindeki gibidir. Şayet şekli böyle olmasaydı “O’ndan başka ilâh yoktur.” derdi. Bu makamda vasıtalar kaldırılmıştır. Herhangi bir varlıkları 15 söz konusu değildir. Çünkü indirilen vahiyle ruh aynı şeydir. İndiren (ilkâ eden) ise başkası değil, sadece Allah’tır. Burada ruh, melekle aynı değildir.

Soru: Melekler bu ruhu bilirler mi?

Cevap: Melekler bu ruhu bilmez, onun cinsinden değildir. Zira o meçhul ve nûrânî bir ruh değildir. Melek ise nûrdaki bir ruhtur. Şeyh 238. bâbda şöyle 20 demiştir “Bu, biz ve diğer peygamberlere (aleyhisselâm) verilen bir rızıktır. Melekî ruh­ların kulların kalbine inişine gelince, bunlar Rab olan Allah’ın emri olmadan inmezler. Bunun anlamı, Allah’ın hitap mertebesinde onlara indirmeyi emret­mesi değildir. Onlara, makamları sebebiyle kendi zâtlarından bilmelerinin uy­gun olmadığı, indirdikleri kimselerin sûretinde olan şeyi ilkâ eder. Böylece Yü25 ce Allah’ın, kendilerinden nefislerinde bulunan ve kendilerine uygun olmayan vahyi indirmeyi ve bunun için inmeyi murad ettiğini bilirler. Zira o beşerin özelliklerindendir. Beşer, indirileni kendilerinde bulunan şekil üzere müşâhede eder. [Melekler] bu şekil (sûret) üzerinden onun yeryüzündeki sahibinin kim olduğunu bilirler, kendilerine ilkâ edileni ona indirir ve ilkâ ederler. Bu indirilen 30 vahiy ve şeriat olarak isimlendirilir. Şayet o, sıfat olarak Allah Teâlâ’ya ait ise bu durumda Kur’ân, Furkân, Tevrat, Zebur, İncil veya suhuf olarak isimlendirilir.

Şayet sıfat değil de fiil hükmüyle Allah’a ait ise hadis, haber, sünnet ve rey olarak isimlendirilir.” Şeyh “Aynı şekilde bazen ilâhî emri hitap mertebe­sinden de indirirler.” demiştir.

Soru: Meleğin “(Cebrâil şöyle dedi:) Biz ancak Rabb’inin emriyle ine­riz. Önümüzdekiler, arkamızdakiler ve bunların arasındakiler hep O’nundur. Rabb’in unutkan değildir.”106 şeklindeki sözünün ve buradaki unut­manın anlamı nedir?

Cevap: Bunun anlamı senin Rabb’in (melekler) yokluk ve hitap halin­de O’nun ilminde âyân-ı sâbite iken, Cebrâil’in Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söy­lediklerini unutan değildir. “Unutan” sözü doğrudur zira hudûsla nitelen­meyen Allah’ın gerçek varlığında gerçekleşmiş bir olayı hikâye etmektedir. Sonra bu âyânlar (hakikatler) varlığa geldiklerinde varlığa gelmezden evvel, kendilerinin yok olmaları sebebiyle bilmedikleri Hak Teâlâ’nın ise bildiği şeyleri haber verirler. ez-Zührî’den rivayet edilir ki bir keresinde güvenilir râvilerden birinden rivayette bulunmuş ve “Filan benim şöyle şöyle dedi­ğimi benden aktarmıştır.” demiştir. ez-Zührî, rivayeti bilmese de “Filan aktarmıştır.” dediği için isnad devam etmiştir. Şeyh bunu 87. bâbda zikret­miştir. 39. Mebhas’ta ‘Meleklerin Hâlleri’ konusuna geniş yer verilecektir. Oraya bak. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Nübüvvet de velâyet gibi kazanılmış (müktesep) mıdır? Yahut denildiği üzere nebînin velâyeti kendisinde midir? Yoksa Allah tarafından verilmiş (mevhûb) midir?

Cevap: Hem nebînin hem de velînin velâyeti mükteseptir. Nübüvvet dı­şındaki her şey kesbîdir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah Teâlâ, yaratılmışları ilminde yer aldığı şekilde farklı konumlarda yaratmıştır. Melekleri melek, resulleri resul, nebîleri nebî, velîleri velî, müminleri mümin, münafıkları münafık ve kâfirleri de kâfir kılmıştır. Bunların tamamı Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın katında belirlenmiştir ve bunlar ne bir eksik ne de fazla olurlar ne de biri diğeriyle yer değiştirir. Hiçbir varlık yaratılmadığı bir makamda bir şey yapmaz. Aksine her şey tamamlanmıştır. Hiç kimse de onun mecrasın­dan akmaz. Hiç kimse başkasının yoluna girerek yürümez. Zira birisi başka­sının merdiveninde yükselirse, nübüvvet müktesep olurdu ve nebî olmayan kimse de onu elde edebilirdi. Hâlbuki böyle bir şey vâki olmamıştır.

Ayrıca Şeyh 19. bâbda şöyle demiştir: Ehlullahtan olan her şahıs için bir merdiven vardır ve başkası bununla yükselemez. Zira birisi başkasının merdiveninde yükselebilseydi nübüvvet müktesep olurdu. Hâlbuki durum bunun aksinedir.

5 Soru: “Nübüvvet mükteseptir.” diyen kimsenin görüşündeki şüphe nedir?

Cevap: Buradaki şüphe, peygamberleri risâletlerinden önce görmesidir. Peygamberlerin Hak Teâlâ’nın kaderleri takdir ettiği zamandaki hâllerine dönebilmeleri için, vahyi alma yeteneklerinin kuvvetlenmesi niyetiyle iba­det etmeleri ve sakınmaları gerekir. Bunlar, onların ibadet ve sakınmalarına 10 sonra da peygamber olmalarına bakınca nübüvvetin müktesep olduğunu zannetmişlerdir. Bu, vehim ve kusurlu bakıştır.

Soru: Gerçekleşmiş olan peygamberliği inkâr edenlerin şüphesi nedir?

Cevap: İnkâr etmelerinin sebebi, nefsinin cehverini tabiî kirlerden arındı­ran ve örfte belirlenen güzel ahlâkla ahlâklanan her kişinin bir meleğin lisanı 15 üzere gelen vahiy olmaksızın nebî olacağını sanmalarıdır. “Kalbi arındığın­da, Levh-i mahfûz ve diğer yerlerde bilkuvve olarak bulunan, ulvî âlemdeki semavî ilimlerin tamamı onun kalbine nakşedilir bu durumda gayb hakkın­da konuşabilir.” demişlerdir. Onlar, işte böyle bir kimseyi peygamber olarak isimlendirmektedir. Şeyh bunu 365. bâbda zikretmiş ve şöyle demiştir: “Her 20 ne kadar onların ilâhî ilimlerin nakşedilmesine dair söyledikleri mümkün ise de bize ve ehlullaha göre durum bunların dediği gibi değildir. Zira herhangi bir peygamber ya da hakîmin nefsinin özünü arındırdığı ve her nefeste hâli­nin kuşattığı şeyi ilmen ihata ettiğine dair bir bilgi gelmemiştir. Aksine bu­nun nihai noktası bazı şeyleri bilmek bazılarını ise bilmemektir.” Nübüvveti 25 inkâr edenlerin görüşlerini uzun uzadıya reddetmiştir. Allah’a yemin olsun ki “Âlemin Hudûsü” başlığında geçtiği gibi, Şeyh’in filozof olduğunu iddia edenler yalan söylemekte ve iftira atmaktadırlar.

Yine 298. bâbda şöyle demiştir: “Kim nübüvvetin müktesep olduğunu söylemişse hata etmiştir. Zira nübüvvet kesinlikle ilâhî bir tahsistir.” Yine 30 “Müktesep olduğunu iddia edenin şüphesi, bunun Allah’tan değil de akıl ve ulvî ruhların feyzinden olduğunu zannetmesidir.” demiştir. 84. bâbda ise “Bil ki emredilen her şey mükteseptir. Bu nedenle ‘Makamlar mükte­sep, hâller ise vehbîdir (mevhûb).’ demişlerdir.” demiştir.

Soru: Bütün resuller halife midir yoksa sadece bazıları mı halifedir?

Cevap: Şeyh’in 48. bâbda dediği gibi, her resul, halife değildir. Hilâfet, Dâvûd (aleyhisselâm) gibi Yüce Allah’ın halife olduğunu açıkça belirttiği kimsede olur. Dolayısıyla o, hem resul hem de halifedir. Zira Allah ona, insanlar arasında hak ile hükmetmesini söylemiştir. Âdem’e (aleyhisselâm) gelince, Yüce Allah ona hilâfe­ti toplu olarak (mücmel) vermiştir. Ona hükmetmesini söylememiştir.

Soru: Hilâfet ile risâlet arasında ne fark vardır?

Cevap: Halife ile resul arasındaki fark şudur ki halife kendisinde hali­felik sıfatlarını bir arada toplayan her kimseye denir; o emreder, nehyeder, cezalandırır ve affeder. Allah bize ona itaat etmemizi emretmiştir. İşte ha­life budur. Resul ise, Allah’ın emrini ve nehyini tebliğ eden, dilediği her şeyi kendiliğinden emredemeyen ve nehyedemeyen kimsedir. Bu da halife değil, Rabb’inin mesajlarını tebliğ eden resuldür.

Şöyle dedim: Ancak Hak Teâlâ’nın açıkça hükmetmesini söyleme­diği resul de teklif ve diğer hususları bize bildirme noktasında, Hakk’ın nâibi olması bağlamında, halife olarak isimlendirilebilir. En doğrusunu Allah bilir. Ma‘lûmdur ki Hakk’ın açıkça emretmediği hususlarda halife dilediği hükmü verebilir ki bu durum resul için söz konusu değildir. Yüce Allah “Allah’a itaat ediniz, Resul’e ve sizden olan yetki sahiplerine de ita­at ediniz.”107 buyurmuştur. Yani Allah’ın Hz. Muhammed’in diliyle size emrettiklerine ve onun “Allah size şunu emrediyor.” dedikleri konusunda “Allah’a itaat ediniz.” Emirlerimden ona ulaşmayanlar ve onun size “bu bendendir” demediği şeyler konusunda “Allah’a itaat ediniz.” Bu te’vili “Al­lah’a itaat ediniz!” âyeti desteklemektedir. Allah’ın itaat edilmesi beklenen emrini peygamberine itaatten ayırmıştır. Şayet bununla kastedilen onun Allah’ın bize emrettiklerinden bize tebliğ ettikleri olsaydı, böyle olmazdı. Ayrıca peygamberine itaat etmesini emretmesi de fazlalık olurdu. O hâlde, ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itaatle kastedilenin onun “Allah’tandır” demediği emir ve nehiylerdeki itaat olduğu kesinleşmiş oldu. Allah izin verirse, “Peygamberlere İtaat ve Onları Anlama” başlığı altında buna geniş yer verilecektir.

Soru: Peygamberlerin makamları dikkate alındığında, Benim ecrim sadece Allah’tandır.”108 âyetinde işaret edildiği gibi, peygamberlerin teb­liğ etmelerinden dolayı Allah’tan ecir talep etmeleri, onların kulluğunun kemâlini zedeler mi?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n “Zekâtın Sırları” bâbında dediği gibi bu, peygamberlerin kulluğuna zarar vermez. Nûh’un (aleyhisselâm) “Benim ecrim Al­lah’tandır.” demesi, bize her hâlis amel için Allah’tan ecir istenebileceğini öğretmek içindir. Bu da kulu, kulluğunun vasıflarından çıkarmaz. Sen iş­çi sûretinde bir kulsun işçi değilsin. İşçinin hakikati, kendisini kiralayan kimseye kölelik ilgisi olmadan ücret karşılığı çalıştırılan kimse olmasıdır. Oysa efendi kölesini kiralamaz. İş, ücreti gerektirir ancak o almaz. Oysa işçi (âmil) ücreti alır ki bu da kuldur ve Allah Teâlâ’dan ücreti alır. Böylece ücreti alma konusunda işçiye benzetilmiş ancak kiralama konusunda on­dan ayrılmıştır.

Soru: Ücreti terk etmek mi yoksa onu Allah Teâlâ’dan bir sadaka olarak almak mı daha faziletlidir?

Cevap: Şeyh’in ezanla ilgili olarak söylediği gibi, muhakkikler ücretin alınmasının -başkasından değil de sadece Allah’tan alınmak şartıylaterk edilmesinden daha faziletli olduğu görüşündedirler. Kâmil olan kimseler için ücret talep etmek ve almak minnet ve yoksulluğu izhar kabîlindendir, hak etmeleri açısından değil. Bu da yenilen ve faydalanılan şeylerden dolayıdır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya davet etme makamı ücreti gerektirir. Kavmini Allah Teâlâ’ya çağıran bütün peygamberler, onlardan ücret iste­mediğini söylemiştir. Bu durum ücretin gerçekleştiğini, ancak bunu Allah Teâlâ’dan istemenin tercih edildiğini göstermektedir.

Şöyle dedim: Buradan öğreticilik yapan vâiz, müderris ve müftülerimi­zin de buna karşılık ücret alabileceklerine dair sonuç ortaya çıkmaktadır. Zira Allah resullerinin tümünün tanıklığıyla birlikte bu, ücreti gerektiren bir iştir. Aynı zamanda bu ücreti insanlardan almamayı ve peygamberlere (aleyhisselâm) uyarak Allah Teâlâ’dan istemeyi tercih etme hakkı vardır. Zira bu, kul efendi­sinin mülkiyetinde ve bizzat onun malı olduğu için, ondan ücret almayı hak etmediğinden dolayı, Allah’ın kuluna olan lutfuyla verdiği bir ecirdir.

Şeyh 316. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ’nın kulu istih­dam etmesi, kulun iki hâlinden biriyledir: Ya sırf ibadet eder ya da ücret almak için ibadet eder. Kul olması itibariyle namaz, zekât ve bütün farzları yerine getirmekle mükelleftir. Farzını edâ etme açısından bunların hiçbiri 5 için ecir söz konusu değildir. Bu ibadetler için Allah’ın kuluna ihsan ettiği ücret cihetinden olmayan ve ecirden daha faziletli nimetler vardır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın davet ve teşvik ettiği kula farz olmayan ibadetler vardır ve bu mendup amellere ecir farz kılınmıştır. Kim bu mendup amellerle Efendi’sine yaklaşırsa ona ücretini verir. Yaklaşmayan her kimse bu ecri talep 10 edemez bunun için cezalandırılmaz da. İşte bu açıdan kulun hükmü işçi­nin (ecir) hükmü gibidir. Farz için kulları ile Allah arasında ahid olmasına mukabil bir ceza (karşılık) vardır. Nâfilelerin ise ücretleri söz konusudur. Bu, kudsî hadiste “Kul ben onu sevinceye kadar nâfilelerle bana yaklaşma­ya devam eder.” şeklindeki ifadede de görülür. Buna göre nâfileler, Hak 15 Teâlâ’nın muhabbetiyle sonuçlanır. Buradaki nükte, nâfileyi yapan, işçi gi­bi gönüllü bir kuldur. Kul, kendi nefsine değil de Allah’a kul olmayı tercih ettiği zaman, Allah Teâlâ’yı kendi hevâsına tercih etmiş olur. Farzlarda ise zorunlu bir kuldur. Zira kulluk, kendisine farz kılınan hususlarda efendisi­ne hizmet etmeyi gerektirir. Bundan kulun zorunlu ubûdiyyeti ile ihtiyarî 20 ubûdiyyeti arasındaki ilişkinin, işçi ile memlûk olan köle arasındaki ilişki gibi olduğu anlaşılmaktadır. Aslen köle birisinin efendisinden ücret almayı hak etmesi söz konusu olmaz. Sadece efendisinden beslenme ve giyinme gibi ihtiyaçlarını giderir ve görevlerini de yerine getirir. Gece-gündüz efen­disinin evinde kalır, efendisi onu bir işe göndermedikçe oradan ayrılmaz. 25 O dünyevî işlerinde Allah Teâlâ ile bu şekildedir, onun kıyamet gününde ve cennetteki hâli de böyledir. Tüm bunlar efendisinin mülküdür ve o bu mülkte, efendisinin izniyle, -mâlik ve işçinin tasarruf şeklinde olduğu gi­bitasarrufta bulunur. Nafakası ve kisvesi ondandır, malı da efendisine ve onu kiraya verene (mûcir) aittir. Bu şahsın, onların [efendi-kiraya veren] 30 sırlarını öğrenme ve ücretlendiği miktarın dışında onların tasarruf etme hakkı yoktur. İşçiliğinin süresi bitip ücretini aldığında, mûcirinden ayrılıp ailesiyle ilgilenir. Bu açıdan onun [alacağı başka bir] hakkı yoktur ve işve­renden bir şey talep etmesi söz konusu değildir. Ancak mal sahibi lütuf kabîlinden olarak arkasından ona hediyeler göndererek ihsanda bulunabilir.

Soru: Cennette de dünyada olduğu gibi, zorunlu bir kulluk var mıdır?

Cevap: Âhirette kısıtlılık olmadığı için, zorunlu kulluk da kesinlikle yoktur. Ey kardeş, senin dikkatini çektiğim hususları anladıysan, nefisleri­nin hevâsı ya da Allah’ın yaratıklarından başka birisinin hevâsı asla kendi5 lerini etkilemeyen, hâlis kullar olmalarına rağmen, peygamberlerin hangi makamda “Benim ücretim Allah’tandır.” dediklerini de bilirsin. Çünkü ücret talep etmek, onların ilâhî isimlerin hükmü altına girmelerine bağlı­dır. Buradan ücret söz konusu olur. Zorunlu hâllerde ise onlar zaten Zât-ı [İlâhîni]n kulları ve O’nun mülküdürler. İsimler, eserlerinin kendilerinde 10 zuhûr etmesi için, sürekli onları talep eder. Her isim onları çağırır ve “Em­rimin altına girin, size şunu vereceğim.” der. Onlar diledikleri ismin altına girmeyi tercih edebilirler. Efendisi, zâta olan kulluk itibariyle, kendisini çağırıncaya kadar, onlardan birisi bu ismin hizmetinde devam eder. Bu durumda bütün ilâhî isimleri bırakır ve efendisinin davetine uyar. Kendi15 sine emredileni yaptıktan sonra dilediği isme döner. Bu nedenle insan, farz namazın kâmetini işitinceye kadar nâfile kılar. Bunu işitince derhal bütün nafileleri terk etmekle Sahibi ve Efendi’sinin farzını yerine getirmekle emrolunur. Bitirdikten sonra dilediği nâfileyi tercih edebilir.

Soru: Hangi mertebede peygamberlerin ücreti Allah Teâlâ’ya aittir?

20 Cevap: Efendilik mertebesinde Allah’a aittir. Zira onları tebliğ etmede istihdam eden O’dur.

Soru: Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ücretinin niyet, azim ya da davet edilenler açısından yaşadığı yorgunluk veya rahatlığa bağlı olarak artırılması veya eksiltilmesi söz konusu mudur?

25 Cevap: Şeyh’in 417. bâbda dediği gibi, her peygamberin ecri, muhalif­lere karşı çektiği sıkıntı miktarınca olur.

Soru: Resul ya da vâiz gibilerinin indinde ecrin ne kadar olduğu bilin­memesine rağmen Allah’tan ecir talep edilmesi nasıl doğru olur?

Cevap: Resul’ün, bu ecrin Allah Teâlâ’nın bilgisi dâhilinde olduğunu 30 bilmesi sebebiyle meçhul olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan ecir istemesi doğrudur. Bu durum halktan meçhul ecir istemenin aksinedir. Çünkü bu­rada ancakecri (ücreti) bilmesinden sonra [talebi] sahih olur.

Soru: Kavmi kendisini reddedip onun peygamberliğini kabul etmedik­leri takdirde de peygamberin bir ecri var mıdır?

Cevap: Evet, peygamberin bundan dolayı bir ecri vardır. Ancak bu belâya sabredeningibidir. Böyle bir peygambere, ümmeti içerisinde onun 5 peygamberliğini reddedenlerin sayısı kadar -sayıları ne kadar olursa olsunecir vardır. Bu durum, Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla amel eden ve buna iman eden birisinin, bütün şeriatlar Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatında top­landığı için, bütün peygamberlere tâbi olanların tamamının ecri kadar ecir almasına benzer.

10 Soru: “Peygamber olarak seçtiklerinden başka gaybını kimseye aç­maz.”[194] âyetiyle işaret edilen ve Allah Teâlâ’nın peygamberlerini haberdar kıldığı gayb nedir? Kendilerine vahyedilen tekliflerin hükümlerinden gâib olanlar mıdır, başkası mıdır?

Cevap: Şeyh’in 321. bâbda dediği gibi, peygamberlere has olan bu 15 gaybla kastedilen, kullara gâib olan teklifle ilgili bilgidir. Akılları tek başına bunu idrak etmeye yetmez. Bu sebeple melekleri [tekliflerin bilgisi] için bir gözetleyici ve korunak kılmıştır ki böylece Allah’ın kullarının saadeti için bir yol kıldığı emir ve nehiyden mürekkep olan tekliflerden peygamberin bizzat amel edeceği şeye şeytanlar [bir şey] ilkâ etmesin. Bu gaybın, pey20 gamberin Allah Teâlâ’dan alarak tebliğ ettiği peygamberlik bilgisi olduğuna dair görüşümüzü “Rablerinin vahiylerini tebliğ ettiklerini bilsin.”[195] âye­ti de destekler. Şeytanın onlara, yani peygamberlere bir şey ilkâ etmediği bilindiği için, âyetteki risâlet (vahiy) kelimesi “Rablerinin” tâbirine izâfe edilmiştir. Dolayısıyla bu vahyin başkasından değil, sadece Allah Teâlâ’dan 25 geldiği konusunda tam bir kanaat sahibi olurlar.

Soru: Yüce Allah’ın, peygamber olarak seçtiklerine bildirdiği bu bil­gi, meleğin bildirmesiyle mi yoksa meleğin vasıtası olmadan doğrudan mı gerçekleşmektedir?

Cevap: Bunda meleğin vasıta olması söz konusu değildir. Melekler vah30 ye vasıta olmadıkları zaman nûrlarıyla, ayın etrafındaki hale gibi, peygam­berin etrafını sararlar. Şeytanlar bunun gerisinde kalır ve daha önce geçtiği gibi Allah bu peygambere, tekliflere taalluk eden gayb bilgisinden dilediği­ni izhar edene kadar, söz konusu peygambere ulaşmaya bir yol bulamazlar. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Ne el-FütûhâtÜl-Mekiyyede ne de başka bir kitabımızda, sadece Hak Teâlâ’da bulunan ve “O’nun katında gaybın anahtarları vardır. O’ndan başkası bilmez.”111 âyetiyle işaret edilen “gaybü’l-muhalî” olarak isimlendirilen gaybı tasavvur etmekten daha zor bir şey yoktur. Berzah âlemiyle şehâdet âlemi arasında bulunduğu ve bunların hiçbirinden kurtulmadığı için, bu muhaldir. Bu, Sıddîk’ın diğerlerine ter­cih edildiği şeydir ve çok az kimseye bu verilmiştir.

Soru: Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vahiy nâzil olduğu anda üstü örtülecek kadar üşümesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bunun hikmeti şudur ki vahiy nâzil olduğu anda Peygamber ile meleğin ruhunun karşılaşmasından meydana gelen baskının şiddetiyle Hz. Peygamber terlerdi. Hariçteki hava bedendeki rutubetle birlikte, bütün kuvvetiyle ter gözeneklerini kapatır ve hariçteki soğuk hava boşluklarına giremezdi. Daha sonra Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yaşadığı bu durum bitip melek ayrıldığında, bedenî mizacı sakinleşir ve tabii harareti canlanırdı. Bunun izahı şudur: Melek peygambere, haberî bir bilgiye yahut bir hükme taal­luk eden bir şey getirdiğinde ondan bunu insanî ruh alır ve biri dinleye­rek diğeri ilkâ ederek birbirlerine mülâki olurlar. Her ikisi de nûrdur. Hal böyleyken onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mizacı keskinleşmeye başlar, parlar ve mizacın tabii harareti harakete geçer. Öyle ki; durumun şiddetinden dolayı peygambe­rin yüzü değişir. Bu vaziyet, en şiddetli hâl olarak ifade edilir. Daha sonra bedenî rutubetler, hararete hâkim olmak için bedenin yüzeyine çıkarlar. Bundan hâl sahibinde görülen terleme meydana gelir. Bu hararet durup, gözenekler açıldığında beden dışarıdan soğuk havayı kabul eder ve bedene geçer, mizaçta üşüme meydana gelir. Bu nedenle örtünmek ve ısınmak için fazladan kıyafet ister. Bu, soğuk ve titremenin tabii harerete ve onun zafi­yetine hâkim olmasındandır. Bunların tamamının, inişin ruhanî bir sıfatla kalbe olması hâline has olduğu açıktır. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Neden peygamberler, yanları üzerine değil de sırtüstü uyumayı tercih ederler?

Cevap: Şeyh’in 331. bâbda dediği gibi, onlar yüzün mukabilinde olan her şeyin bir ufkunun olduğunu bilmelerinden dolayı sırtüstü yatarlar. İki tür ufuk olduğu bilinmektedir: Aşağı ufuk yeryüzü, yukarı ufuk semâdır. Ufuklarının yüksek olması için sırtüstü yatarlar. 33. bâbda geçtiği gibi, bu5 nun izahı şudur: Kayyûmiyye sıfatı olan ilâhî vârid onlara geldiği zaman insanın müdebbir ruhuilâhî ilimlerden olan bu ilâhî vârid ile meşgul olur, kendini yönetmeyi bırakır. Dolayısıyla cisimde onun kalkışını ve oturmasını muhafaza ve kontrol edecek bir şey kalmaz. Böylece bünye aslına döner. Bu; -yaygı üzerinde olsa dahiyatıp uzanma diye tâbir edilen yere yapışmasıdır.

10 Zira yaygı onun toprağa ulaşmasına engeldir. İşte peygamberlerin kendile­rine vahiy geldiği anda sırtüstü yatmalarının sebebi budur. Ayrıca ruh bu vâridi almaktan fariğ olunca ve vârid Rabb’inin katına dönünce, bedenin tedbirine rücû eder ve onu yattığı yerden kaldırır. Şeyh’e göre, hiçbir pey­gamberin vahyin gelmesi anında ızdrap duyduğuna ve bundan dolayı ken15 dinden geçtiğine dair bir bilgi bize gelmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: O hâlde kullar içinde, vahyin ağırlığını taşımalarından dolayı peygamberlerden daha kuvvetli biri yoktur.

Cevap: Evet, peygamberlerden daha kuvvetli bir kimse yoktur. Zira onlar indiği anda vahyi taşıdıkları için, taşıyamadan paramparça olan dağ20 lardan [bile] daha kuvvetlidirler. Şeyh 342. bâbda şöyle demiştir: “Gö­rüşümüzü destekleyen hususlardan biri de peygamberlerin, kâfirlerin ve başkalarının Allah’ın yüceliğine yaraşmayan [sözlerini] işitmede dağlar­dan daha kuvvetli olmaları ayrıca dağların bu sözleri işitmeye takatleri­nin olmamasıdır. Yüce Allah “Rahman’a çocuk isnat etmelerinden dolayı 25 neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecektir!”[196] buyurmuştur. Peygamberler, Allah’ın “Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur.’ dediler. Hıristiyanlar ise, ‘Îsâ Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler.”[197] âyetinde­ki ifadeleri de dinlediler. Ne parçalandılar ne de sarsıldılar, aksine sebat et­tiler. Bu, Allah’ın peygamberlere “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu 30 kendi katımızdan edinirdik.”[198] âyeti yönünden tecellî etmesi nedeniyledir.

Onlar Allah’ın katında yer, gök ve dağların bilmediğini bildiler. Bu bil­gi, onlara Hak Teâlâ için söylenilenlere tahammül etme kuvveti vermiştir.

Şu vahiy, bu kuvvete sahip olmayan birisine inseydi, kemikleri erirdi. Al­lah’ın çocuğu olduğuna inanan kimsenin perdesinin ne kadar kalın ve hakikatleri görme konusundaki körlüğünün ne kadar şiddetli olduğuna baksana!

Soru: Hz. Nûh’tan (aleyhisselâm) önce resul var mıydı, yoksa Hz. Âdem (aleyhisselâm) de dâhil olmak üzere onların tamamı nebî miydi?

Cevap: Hz. Nûh’tan önce herhangi bir resulün olduğuna dair Kitap ve Sünnet’ten bize bir bilgi gelmemiştir. Onların tamamı sadece nebîydi. Her bir nebî Rabb’inden (cc) aldığı özel bir şeriat üzereydi. Ancak kavminden dileyen dilediği bir peygamberin şeriatına girer, dilemeyen girmezdi. Girip de sonra çıkan kâfir olurdu, ancak hiç girmeyen kâfir olmazdı. Aynı şekil­de kendini bir şeriata dâhil edip de sonra peygamberleri yalanlayan kimse kâfir olurdu; yalanlamayan ve kendini berî tutan ise kâfir olmazdı.

Şöyle dedim: İmamın Müsned’inde merfû bir rivayet gördüm; buna göre Âdem (aleyhisselâm), saygın bir resuldü. Öncesi ve sonrasıyla birlikte bunu da değerlendir.

Soru: Allah’ın “Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.”115 âyeti, risâlet konusunda delil midir?

Cevap: Şeyh’in 313. bâbda belirttiği gibi, bu risâlet hakkında bir delil değildir. Şöyle demiştir “Bu, her ümmet içerisinde Allah Teâlâ’yı ve âhiretle ilgili hususları bilen birisinin bulunduğunu ve bunun resul değil de nebî olduğunun delilidir. Zira şayet resul olsaydı bahsi geçen âyette “on­lara” denilir, “onlardan” denilmezdi. Dolayısıyla bu, risâletle ilgili bir delil değildir.” Şöyle demiştir “Bizim söylediğimiz de budur; aralarında resul yoktu ancak Allah’ı bilen nebîler vardı. Dileyen onlara muvâfakat eder, onlarla birlikte dinlerine ve şeriatlarının hükmünün altına girerdi. Dileyen ise bununla yükümlü olmazdı. Hz. İ drîs (aleyhisselâm) de bunlardandı. Kur’ân’da onun resul olduğuna dair bir bilgi yoktur, ancak “sıddîk bir nebî” olduğu söylenmiştir. Allah’ın risâlet kapısını açtığı ilk şahsiyet Hz. Nûh’tur (aleyhisselâm).

Soru: Kavminin çoğunun davetine icâbet etmemesi, Nûh’un (aleyhisselâm) azmi­nin zayıflığından mıdır yoksa hâlinin genişliği ve Allah’a teslim olmanın kendisine galip gelmesiyle onları uyaracak bir himmetinin olmamasından mıdır?

Cevap: Davetçilerin himmetinin, bir bütün olarak davet edilenler üzerinde bir etkisi söz konusu değildir. Bir resulden bir şeyi kabul eden kimsenin bu kabulü, davetçinin âli himmeti dolayısıyla değildir. Bu, Allah Teâlâ’nın yaratık­larına verdiği, bunu kabul etmeyi gerektiren mizaç sayesindedir. Bu özel mizaç olarak isimlendirilir ki Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse bunu bilmez. Hadiste belirtildiği gibi, kendisini yahudileştirecek, hıristiyanlaştıracak ya da mecûsîleştirecek bir ebeveyni olmaksızın kâfir olan ilk kimse bu mizaçla kâfir olmuştur. Şayet davet edilende, sadece davetçinin himmetinin bir etkisi olsaydı, Peygamber’in hitabına muhatap olan herkes, kim olursa olsun, onun himmetinin nü­fuzundan dolayı müslüman olurdu. Ayrıca kavminin kendilerini reddetmesi de peygamberlerin kemâlini zedelerdi. Oysa bu görüşte olan hiç kimse yoktur. Dolayısıyla “Şayet vâiz vaazında sadık ve ihlâslı olursa, vaazı dinleyicilerin kal­bini etkiler.” diyen kimsenin sözü geçersizdir. Peygamberlerden daha doğru sözlü yoktur. Bununla beraber, sözleri bütün dinleyiciler tarafından kabul edil­meyebilir. [Hatta] aksine [bir etki yaratabilir:] “Nûh, ‘Rabb’im’ dedi, ‘Doğrusu ben kavmimi gece gündüz hakka çağırdım fakat benim yaptığım çağrı onları daha da uzaklaştırdı.”116 Onların kesin olan yüksek himmetlerine rağmen, bü­tün dinleyiciler peygamberlerin sözünü kabul etmediğine göre, himmetin bir bütün olarak etki etmesinin söz konusu olmadığını alıyoruz. Daha önce belir­tildiği gibi bu, mizaçtan kaynaklanmaktadır. Bir kimse bir vâizi dinliyor fakat kabul noktasında onun sözleri hiç etkili olmuyorsa bu, vâizin değil, onun ken­disinin ayıbıdır. Zira selim akıl sahibi olan birisi, kimden gelirse gelsin -Allah’a ortak koşan bir kimseden [bile] gelsehak sözden etkilenir. Çünkü müşriğin naklettiği bir vahiy -onu taşıyan [müşrik] kendisiyle amel etmese deher hâlükârda haktır. İşte akıl sahibi, zahir olduğu mahal açısından değil; hak olması açısından bunu kabul eder.

Soru: Bunun izahı nedir?

Cevap: Davet edilenin hâline bakmalısın. Şayet onun bir vâizden kendi­sini etkilemeyen bir söz işittiğini, sonra da başka bir vâizden aynı sözleri işitip etkilendiğini görürsen bil ki bu etki, onun hakkı kabul etmesinden değildir. Bu onunla ikinci vâiz arasında bulunan bir itikad yahut benzeri bir ortak husu­siyet dolayısıyladır. Dinleyicide kendi nefsinden başka bir şeyin etkisi yoktur.

Kur’ân’da “Sana düşen, sadece tebliğdir.”[199] ve “Onları hidâyete erdirmek sana ait değildir.”[200] buyrulmaktadır. Yani seninle gönderdiklerimizi ve sa­na beyanını emrettiklerimizi onlara kabul ettirmek senin görevin değildir. “Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir.”[201] Kimin hidâyette olduğunu en 5 iyi bilen O’dur. Yani kabul edenler özel bir mizaç üzeredirler ve hidâyete erdiren, onu beyan eden ve muvaffak kılan da sadece Allah Teâlâ’dır. Mah­lûk olan hâdî ise sadece beyan eder. Şeyh bunu 379. bâbda zikretmiştir.

Soru: Kur’ân onların diliyle indiği hâlde, Allah’ın “İnsanlara, kendile­rine indirileni beyan etmen için” âyetinin anlamı nedir? Onları Peygam10 ber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) beyanına muhtaç kılan sebep nedir?

Cevap: Bunun sebebi, her sözde bir icmalin bulunması ve herkesin mücmeli bilmemesidir. Bu nedenle Hak Teâlâ, ilâhî kitapları resullerin on­larda mücmel olanlarına dair beyanları olmaksızın göndermekle yetinme­miştir. Bilindiği gibi, ibareleri sadece ibareler tafsil eder. İşte peygamberler 15 de kitabındaki mücmelleri tafsil etme açısından Hakk Teâlâ’nın nâibleri, müctehidler de sözlerindeki mücmel ifadeler konusunda peygamberlerin nâibleridir. Bu icmalin hakikati âleme sirâyet etmeseydi kitaplar şerhetmez, bir dilden başka bir dile, bir hâlden başka bir hâle tercüme yapılmaz­dı. Yüce Allah: “Allah’ın sözünü duyuncaya kadar mühlet ver.”[202] buyur20 muştur. Bu özel olarak indirilendir. Peygamber’in tafsil ve beyan ettiğine gelince, indirilenin kendisi değil de indirilenin tafsilidir. Beyan, başka bir ibare ile gerçekleşir. Şeyh bunu 361. bâbda zikretmiştir.

Soru: Nübüvvet ilâhî bir özellik midir yoksa kevnî midir?

Cevap: Bu, ilâhî bir özellik olup ilâhî mertebede hükmünü es-Semî ismi ispat 25 eder. Yine [nübüvvet] hükmünü duada emredilen emir sigası ve Hak Teâlâ’nın kullarının istediklerini vermesi ispat eder. Nübüvvet, söylediklerimize eklenen ma‘kül bir şey değildir. Ne var ki Allah Teâlâ “velâyet” bağlamında kendisini “Velî” olarak iisimlendirdiği halde “nübüvvet” bağlamında kendisi için bir isim vazetmemiş; bize haber vermesine, duamızı duyuyor olmasına rağmen kendisini 30 “Nebî” olarak isimlendirmemiştir. Şeyh bunları 155. bâbda zikretmiştir.

Soru: Allah’ın “Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın.”[203] âyetinin anlamı nedir? Nebî ve resul bundan mâsum oldukları hâlde, bu nasıl onların kalbine ulaşır?

5 Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 6. bâbında dediği üzere peygamberler (aleyhisselâm), sadece şeytanın vesvesesiyle bir şey yapmaktan mâsumdurlar. Şeytan onlara fısıldar ancak mâsum oldukları için, onun sözüyle amel etmezler. Onun peygamberlerin kalbine giden bir yolu yoktur. İsmet gerçekte so­rudaki mezkûr âyette geçtiği üzere ilkâ edilen ile amel etmekten yana söz 10 konusudur; bizzat ilkâdan yana [korunmuş olmak] değildir. Ki bu durum evliyânın kalplerinin aksinedir, onları hıfzın inâyeti kuşatmazsa, kendileri­ne ilkâ edilen ile amel edebilirler. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalbinin İblîs’in ona ulaşmasından korunmuş olması hasebiyle İblîs, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendi­sinin sözüyle amel etmekten masum olduğunu bilmiş, muhayyel olan ateş15 ten bir şûle ile namazında ona gelmiş ve yüzüne atmıştı. Şeytanın bununla amacı onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) namazını bozmak ve namazda kendisi için olan hayrı bildiği için onu namaza yönelmekten alıkoymaktır. Zira o -Allah’ın lâneti üzerine olsuntabiatıyla Âdemoğullarına haset eder. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onu (ateşten şûleyi) arkasına atmış ve namazını bozmamıştı. Bunu ashabına 20 haber vermiştir.

Son Soru: İki nebînin birlikte, tek bir andaki ve tek bir şahsa yönelik risâleti imkânsız mıdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 24. bâbında dediği üzere: Evet, ikisinin (birlikte) peygamberliği imkânsızdır. Ancak tek bir anda Mûsâ ve Hârûn 25 (aleyhisselâm) gibi bir tek dille mesajlarını ifade edebilirler. Yüce Allah onlar hakkın­da “Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.”[204] buyurmuştur. Her birinin diğerinden ayrı bir ibaresi yoktur. Özellikle de Mûsâ (aleyhisselâm), Hârûn (aleyhisselâm) için “O, benden daha fasih konuşur.”[205] demiştir. En doğrusunu Allah bilir.

OTUZ DÖRDÜNCÜ MEBHAS

İsrâ ve Devamındaki Şeylerin Sahih Olduğu, Sadece

Yeryüzündeyken Bildiği Şeylerin Aynısını Allah’tan Gördüğü ve Hz. Peygamber’in Yerdeki İtikadının Şeklinde Herhangi Bir Değişikliğin Olmadığı Hakkındadır

Bil ki İsrâ kıssasının aslı, Allah’ın “Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.”124 âyetidir. Şeyh Muhyiddin <ül ibaresindeki zamirin, merciinin Yüce Allah değil, Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olduğunu söylemiş ve bunu alabildiğine uzatmıştır. Daha sonra şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir mekândan diğerine nakletmesi, O’nun bu mekâ­na tahsis ettiği, kudretine delâlet eden âyet ve acayip hâlleri göstermek için­dir. Zira bu özel bir nitelik olup ancak Allah Teâlâdan sadır olan bu âyetle bi­linebilir. Yüce Allah “Kulumu, bana varsın diye değil, sadece âyetlerimi ona göstermesi için yürüttüm. Zira hiçbir mekân beni kuşatamaz ve mekânların bana olan nispeti tek bir nispettir. Hal böyleyken, daima kendisiyle birlikte bulunduğum kulumu nasıl kendime doğru yürütürüm?” der gibidir.

Şöyle dedim: Geriye sadece Melik’i mülkünün sarayında, ordusu onu en üst düzeyde tâzim ederken görmek ve O meçhul iken rüyetinden heybet hâsıl olması kaldı. Yüce Allah’ı hiçbir mekân kuşatamaz, zira arşın çatısından yerlerin sınırlarına kadar ma‘kül olan mekân, arşın üstüne ve (yerin) sınırlarının altına nispetle bir zerre kadardır. Şayet arş sonsuza kadar tırmansa da orada bir çatı bu­lamaz yahut sonsuza kadar inse kendine bir arz (yer) bulamaz.Her kime varlık bu rüyet şeklinde gösterilirse o, “cismiyyet” (Allah’ın cisim olduğu) görüşünden uzaklaşır. Âlemlerin Rabb’i olan Allah bundan yücedir. Şeyh Muhyiddin 367. bâbda şöyle demiştir: “Yüce Allah, âyetlerinden dilediğini Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) göstermek istediğinde sebepleri ispat ve onu güçlendirmek için Rûhulemîn olan Cibrîl (aleyhisselâm), ona “Burâk” denilen bir hayvan indirmiş; böylelikle sebeplere dair bilgiyi duyu[lar] vasıtasıyla Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) göstermiştir. Âlemde sebeple­rin vazedildiğini bize öğretmek için melekleri kanatlı kılması da bu kabildendir.

‘Burak’, ‘Berzahî’[206] bir hayvandır. İki farklı cinsten (at ve eşek) doğan katır­dan küçük, tek bir cinsten doğan eşekten büyüktür. Bu, ehlullahın bildiği bir hikmetten dolayıdır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona bindi, Cebrâil onu alarak havada götürdü.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir “Burak, zâhirî anlamı itibariyle, peygamberler için, gönderenin gönderilene önem verdiğini göstermek için sunduğu, iyi beslenmiş ve eğitilmiş bir nöbet atı[207] gibidir. Bâtınî anlamı ise, O’nun huzuruna başkasına ait olanla değil, sadece O’ndan olan bir şeyle ulaşılabileceğidir. Bu, aramızdan işlerin konumunu bilmeyenler için bir yü­celtme ve dikkat çekme vesilesidir. Resûlullah, (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Beytülmakdis’e geldi ve burada Burak’tan indi. Onu, önceki peygamberlerin bağladığı bir halkaya bağladı. Bunların hepsi sebeplerin varlığını ispat kabîlindendir. Bütün pey­gamberler bu Burak’a binmiştir. Ancak Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) İsrâ’sı, -ehlullahın bildiğibirtakım hususiyetler sebebiyle diğerlerininkinden daha özeldir.”

Soru: Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Burak’ın memur olduğunu bilmesine rağmen, onu bağlamasının hikmeti nedir?

Cevap: Yüce Allah’ın, hayvan müsemmâsı kapsamına giren varlıklar için yürürlüğe koyduğu âdetin hükmünü ispat etmek için bağlamıştır. Şayet hal­kaya bağlamadan bıraksaydı, yine dururdu. Ancak âdetin hükmü, onun bu­nu yapmasını engellemiştir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Burak’ı güneş olarak nitelemesini görmüyor muyuz? Bu binilen hayvanların niteliklerindendir. Burak, Mekke yolunda karşılaştıkları bir kafilede sahibinin kendisinden abdest aldığı kabı toynakları ile çevirmiş [ve Peygamber bu kaptan su içmiş] idi. Burada Bu­rak’ı farkına varma ile nitelemiştir. Kabı çevirmesini gerektiren işte bu farkındalıktır. Cebrâil (aleyhisselâm), Hz. Peygamber’e geldiğinde ona “Bin ey Muhammed” dedi, o da bindi. Yanında Cebrâil varken Burak onu havada uçurdu ve onunla havayı yarıp geçti. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) susadı ve içeceğe ihtiyaç duydu. Cebrâil, içinde süt ve şarap bulunan iki kap getirdi. Bu, şarap haram kılınmadan önceydi. Ona uzattı, o da sütü tercih etti. Cebrâil (aleyhisselâm) ona “Fıt­ratı tercih ederek isabet ettin, Allah seninle ümmetine isabet ettirsin.” dedi. Bu nedenle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), sütü ilimle te’vil ederdi.

Dünya semâsına ulaştıklarında, Cebrâil kapının açılmasını istedi, mu­hafız (hâcib) “Bu beraberindeki kim?” diye sordu. Cebrâil “Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem).” dedi. “O, peygamber olarak gönderildi mi?” diye sorar; “Evet, gönerildi.” deyince, açılır ve Cebrâil ile Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) girer. Orada Âdem (aleyhisselâm) ve sağında çocuklarından olan cennetlik saîdler, solunda ise çocukla­rından olan cehennemlik şakiler vardır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) burada kendi sûretini saîdler içinde görerek Allah’a şükretti. Bu esnada insanın iki mekânda birden nasıl bulunduğunu anladı zira [oradaki] kendisiydi başkası değil. Onun tek bir aynada görünen bir sûreti ve başka aynalarda görünen baş­ka sûretleri vardı. Hz. Âdem “Sâlih evlât ve sâlih peygambere merhaba!” dedi. Daha sonra Burak’ın üzerinde, birinci gökle ikinci gök arasındaki boşluğu tırmandı. Cebrâil, birinci gökte yaptığı gibi, ikinci gökte de kapı­nın açılmasını istedi. Orada denilenler burada da denildi ve girdiği zaman Îsâ (aleyhisselâm), bizzat bedeniyle oradaydı. O, şimdiye kadar ölmemiştir. Aksine Allah onu, bu göğe yükseltmiş, buraya yerleştirmiş ve burada tahkim et­miştir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir “O (aleyhisselâm) bizim kendisinin ellerinde Allah’a döndüğümüz ve tövbe ettiğimiz ilk şeyhimizdir. Onun bize büyük bir desteği vardır. Bir an dahi bizden gafil olmaz.” Selamlaştıktan sonra üçüncü göğe yükseldi. Burada aynı şeyler sorulup cevaplandıktan sonra kapı açıldı ve orada Yûsuf (aleyhisselâm) vardı. Ona selâm verdi, “Merhaba ve hoş geldin” dedi. Cebrâil bunların tamamında gördükleri şahısları ona tanıtı­yordu. Sonra dördüncü semâya yükseldiler ve sorulan sorulardan sonra o da açıldı. Orada Îdris (aleyhisselâm) cismiyle vardı ve şu ana kadar da ölmemiştir. Aksine Allah onu bu göğe yükseltmiş ve buraya yerleştirmiştir. Yüce Allah “Onu yüksek bir makama yükselttik.”127 buyurmuştur. Bu yüksek makam (mekânen ‘aliyyen) göklerin kalbi olan (dördüncü) semâdır, göklerin kal­bi olan bu göktür. Ona selâm verdi “Merhaba ve hoş geldin” dedi, daha sonra beşinci semâya yükseldiler. Cebrâil kapının açılmasını istedi daha önce söylenilenler söylendikten sonra kapı açıldı, Hârûn (aleyhisselâm) ile Yahyâ b. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) oradalardı. Ona selâm verdiler “Merhaba ve hoş geldin” de­diler sonra altıncı semâya yükseldiler. Cebrâil kapının açılmasını istedi ve daha önce söylenilenlerden sonra kapı açıldı, Mûsâ (aleyhisselâm) oradaydı. Selam verdi, “Merhaba, hoş geldin” dedikten sonra yedinci semâya yükseldiler.

Cebrâil kapının açılmasını istedi ve daha önce söylenilenlerden sonra ka­pı açıldı ve Îbrâhim (aleyhisselâm) sırtını Beyt-i mâmûr’a dayamış olarak oradaydı. Ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) selam verdi “Merhaba ve hoş geldin” dedi. İsmi “Durah” olan Beyt-i mâmûr kendisine tanıtıldı, ona baktı ve orada iki rekât namaz kıldı. Cebrâil her gün yetmiş bin meleğin tek bir kapıdan oraya girdiğini ve baş­ka bir kapıdan çıktığını bildirdi. Giriş, yıldızların doğduğu kapıdan, çıkış ise battığı kapıdandır. Haber verilmiştir ki Allah Teâlâ, sudan çıkan kuşun kanatlarını çırptığı gibi Cebrâil’in hayat nehrine (nehrü’l-hayât) dalıp çı­kıp kanatlarını çırptığı esnada, ondan düşen âb-ı hayat damlalarından her gün bu melekleri yaratmaktadır. Ve Cebrâil her gün suya dalar. Daha sonra onu Sidretü’l-müntehâ’ya yükseltti.

Sidre’nin meyvesi küçük bir testi gibi ve yaprakları da fillerin kulakları gi­bidir. Onu gördü, Yüce Allah onu bir nûr ile örtmüştü. Kimse onu vasfetmeye güç yetiremez. Göz, ışığının şiddeti sebebiyle onu idrak edemez ki vasfedebilsin. Onun kökünden ikisi zâhir ikisi ise bâtın olan dört ırmağın fışkırdı­ğını gördü. Cebrâil zâhir olan iki ırmağın Nil ve Fırat olduğunu, bâtın olan iki ırmağın ise cennete aktığını, Nil ve Fırat’ın da kıyamet gününde cennete dönüp akacağını haber verdi. Bunlar cennetin süt ve bal [şeklinde akacak] olan iki ırmağıdır. Şeyh şöyle demiştir “Bu nehirler, içenlere dünyada zevk ehlinin bildiği çeşitli ilimleri verirler.” Yine Âdemoğullarının amellerinin bu Sidre’de sona erdiğini ve bunun ruhların yerleştiği mekân olduğunu haber vermiştir. Sidre, kendisinden yukarıdakilerin kendisine kadar indiği nokta, aşağıdakilerin ise çıktıkları son noktadır. Cebrâil’in (aleyhisselâm) makamı da burada­dır. Kürsüsü de oradadır ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) burada Burak’tan inmiştir. Ona bizdeki tahtarevana benzeyen Refref getirildi. Ona oturdu, Cebrâil onu (Hz. Peygamberi) Refref’i indiren meleğe teslim etti. Hz. Peygamber yal­nızlığını gidermesi için Cebrâil’den kendisine eşlik etmesini istedi. Cebrâil ona “Hayır, buna gücüm yetmez; şayet bir tek adım atarsam yanarım. ‘Her birimizin bilinen bir makamı vardır.’128 Ey Muhammed, Allah Teâlâ sadece sana âyetlerini göstermek için seni yürüttü, bundan gafil olma!” dedi. Hz. Peygamber Cebrâil’e veda etti ve mezkûr melek ve Refref ile istivâ mahalli belirinceye kadar ilerledi. Orada Allah Teâlâ’nın kulların hakkında icrâ ettiği şeyleri ve meleklerin kulların amellerine dair kaydettiklerini levhalara yazan kalemlerin sesini işitti. Her bir kalem bir melektir.

Yüce Allah “Biz bütün yaptıklarınızı kaydetmekte idik.”[208] buyurmuştur. Daha sonra nûrun içine doğru bir atışla fırlatıldı ve beraberindeki melek geride kalarak onu yalnız bıraktı. Onu yanında görmeyince, korktu ve ne yapacağını bilmez hâlde kaldı. Bu nûr içinde kendisini sarhoşluğa benzer bir 5 istiğrak hâli bastı ve vecd içine girdi. Sağa-sola meyletmeye başladı. Daha sonra bu hâl bitti. Bu temâyülü, kendisini söndürmeyen hafif bir rüzgâra mâruz kalan kandil gibiydi. Bu vecd hâlinin sebebi kalemlerin vuruşlarını ve cızırtıların yani levhalardaki seslerini işitmesiydi. Kalemlerin sesleri tatlı nağmeler çıkarıyor ve onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zikrettiğimiz vecd hâline sokuyor, ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 10 hükmediyordu. Hz. Peygamber bu hâl ile güçlendi. Buradan bilinir ki Refref

Hz. Peygambere sadece (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Burak’ın aşamayacağı mekânsal bir sınırının olması hasebiyle sarkmıştır. Zira Cebrâil de aşamayacağı mekâna ulaştığın­da durmuştur. Eğer Allah Teâlâ Cebrâil’in o makamın üzerine yükselmesini dileseydi ancak Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) taşındığı gibi taşınarak yükselirdi. Urûcu 15 (yükselmesi) tâbiyetin ve kamerî hareketin hükmü gereği Burak’ın urûcu

(yükselişi) olurdu. Refrefî makam da aşamayacağı bir makama geldiğinde böyledir. Nitekim Şeyh’in 314. bâbda geniş yer verdiği gibi onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nûra atmış, nûr da onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün yönlerden kaplamıştı. Meleklerin yükselişi de Allah’ın izniyle kendisine ayrılan başlık altında gelecektir.

20 Akabinde o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), yaşadığı bu hâl vasıtasıyla güçlenince Allah Teâlâ, daha önce bilmediği bir şeyin bilgisini -hangi yönden geldiğini idrak edemediği bir vahiyleonun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nefsine yerleştirdi. EBunu takiben o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Rabbinin hususi makamını görmek için giriş izni istedi. Bu anda Ebu Bekir’in sesine benzeyen bir sesin “Ya Muhammed, dur! Rabb’in namaz kılıyor.” 25 dediğini duydu. Bu âni hitap onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ürküttü ve kendi kendine “Rabb’im namaz mı kılıyor?” dedi. Nefsinde, söz konusu hitaptan dolayı bir şaşkınlık ve Ebu Bekir’in (ra) sesinden dolayı da bir ünsiyet hasıl olunca kendisine “O ve melekleri size salât etmektedirler.”[209] âyeti okundu. O an­da Hak Teâlâ’nın namaz kılmasıyla neyin kastedildiğini anladı. Yüce Allah

30 “Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak, ey sorumluluk yüklenmiş iki varlık!”[210] âyetinde geçtiği üzere salâtını bitirdi. Oysa herhangi bir iş Allah Teâlâ’yı başka bir işten alıkoyamaz. Ancak âlemin sınıflarını yaratmasında hususi zaman ve hususi mekânlar vardır, onların zaman ve mekânını aşmaz. Bunlar O’nun ezelî ilim ve meşîetinde önceden yer aldığı için Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak” âyetindeki ifade bu açıdan doğrudur. Yani Rabb’inin ezelî ilminde, birbirine karışacak şekilde iki meşguliyeti, tek bir anda bir araya getirmemesi kayıtlıdır. Buradan akıllara yönelik ilahî tenezzü­lün hükmü gereği, ona vakit ayırmak sûretiyle Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gösterilen itinanın şiddeti ortaya çıkmaktadır. Bu, peygambere itina gösterilmesine yö­nelik bir tenbihtir. Yoksa Allah (cc), Nebisinin nefsinde -bu ilâhî tenezzüle nisbetleçok daha yüce ve yüksektir. Hâdisenin devamında Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu şerefli makama girmesi emredilmiştir. Yüce Allah, bu makamda ona vahyedeceklerini vahyetmiştir. Göz başkasını değil, sadece [önceden] bildiği­ni gördü ve bundan dolayı onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itikadının şekli değişmedi. Şeyh, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu mertebeden dönüşünü ve namazla ilgili Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüşmesini “Sonra Mûsâ (aleyhisselâm) ile vedalaşarak güneşin doğuşundan önce yere inmek üzere ayrıldı.” ifadesine kadar zikreder. Şeyh şöyle demiştir: “Bu İsrâ, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mübârek cismiyle gerçekleşmiştir. Şayet ruhuyla olsaydı, uyuyan birisinin uykusunda gördüğü bir rüya olurdu ve Kureyş’ten hiç kimse bunu inkâr et­mez ve bu konuda onunla tartışmazdı. Ancak onlara İsrâ’nın, girdiği bütün yerlerde cism-i şerîfiyle gerçekleştiğini bildirdiği için onu inkâr etmişlerdir.”

Soru: Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kaç tane isrâsı vardır?

Cevap: Şeyh’in 314. bâbda dediği gibi, otuz dört tanedir. Bir tanesi cismiyle, diğerleriyse ruhuyla gördüğü bir rüya şeklinde gerçekleşmiştir. Şeyh, “Namazın farz kılındığı gecede meydana gelen İsrâ’nın onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cismiyle meydana geldiğini sana gösteren delillerden biri de hadisin bazı tariklerinde, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nûrun içine atıldığında, yanında kimse olmadığı için korkmasıdır. Zira ruhlar korkmak ve yabancılamakla nitelenemezler.” demiştir. Yine “Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) susamış olması da İsrâ’nın cismiyle gerçekleşti­ğine delâlet eder. Zira mücerred ruhlar, susamazlar.” demiştir.

Şöyle demiştir: “Kendisi için bir ünsiyet kaynağı olan Ebû Bekir’in sesini işitmiştir. Mârifet bize, ünsiyetin (rahatlamanın) ancak benzer/denk olanlar arasında gerçekleşebileceğini söyler. Oysa Hak Teâlâ ile kulu arasında hiçbir tenâsüb/denklik söz konusu değildir. Şayet yakınlık (müânese), Hak Teâlâ’ya izâfe edilirse, bu ancak özel bir şekilde varlığa yansıyabilir, anla!” Şeyh şöyle demiştir: “Yeryüzündeyken kendisiyle yakınlık kurup rahatladığı için, Ebû Bekir seçilmiştir. Onun sesiyle huzur bulup teskin olmuş ancak kendisini yeryüzünde bıraktığı halde, burada sesinin yukarıdan gelmesine şaşırmıştır.”

Soru: Ruh ya da cisimle semâya yükselmesinin, âyetleri görmenin dı­şında bir anlamı var mıdır?

Cevap: Evet vardır. Onlardan biri de ilâhî isimlerin mertebesine uğra­dığında o isimlerin sıfatlarıyla ahlâklanmasıdır. er-Rahîm’e uğradığında,

5 rahîm; el-Gafûr’a uğradığında gafûr, el-Kerîm’e uğradığında ise kerîm; elHalîm’e uğradığında halîm; eş-Şekûr’a uğradığında şekûr, el-Cevâd’a uğ­radığında ise cevâd dönmüştür. Dolayısıyla bu mi‘racdan döndüğü zaman tam bir kemâl üzere olmuştur. Yine miracın faydalarından biri de daha önce geçtiği gibi, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birinci gökte Âdem’le bir araya

10 geldiğinde, kendisini, onun çocuklarının saîdleri arasında görmesinde ol­duğu gibi, bir anda bir tek cismi iki mekânda görmesidir. Hz. Âdem, Hz. Musâ ve diğerlerinin hem gökte ikamet etmeleri hem de [aynı anda] yer­deki kabirlerinde olmaları bu şekildedir. O “Âdem’i, Mûsâ’yı ve İbrâhim’i gördüm.” demiştir. Bunu mutlak olarak söylemiş “Âdem’in veya Mûsâ’nın

15 ruhunu gördüm.” dememiştir. Mûsâ’ya döndüğünde, rivayet edildiği gi­bi o, gökte yerdeki kabrinde yatanın aynısı olarak, namaz kılmaktaydı. Ey bir cismin aynı anda iki mekânda olmayacağını iddia eden kimse, bu hadis-i şerife olan imanın nasıldır? Şayet mümin isen taklit et, âlim isen itiraz etme! Zira ilim seni bundan alıkor. Sınamaya ise hakkın yoktur, zira

20 sınamak sadece Allah’a mahsustur. Ayrıca Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mutlak ola­rak “Mûsâ’yı gördüm.” demesinden dolayı, göktekinin yerdekinden farklı olduğuna dair de yorum yapamazsın. Gördüğü diğer peygamberler için de aynı durum söz konusudur. Şayet müsemmâ olan Mûsâ, onun aynısı değil­se onun Mûsâ olduğuna dair verilen haber yalandır. Bir de itiraz eden kim-

25 senin “Seni dün rüyada gördüm.” demesine bak! Rüyada görülen kimsenin evinde, rüyada görüldüğü hâlden başka bir hâl üzere olduğu bilinmekte­dir. Hâlbuki o rüyada başka bir yerdedir. Buna rağmen “Senden başkasını gördüm.” demez. Ayrıca bu inkârcı, evliyânın da bu şekilde hâlden hâle geçişine itiraz etmektedir. Kadîb el-Bân, farklı mekânlarda dilediği kılık-

30 lara girer ve kendisine hitap edilen her sûrette muhatabına “Allah her şeye gücü yetendir.” şeklinde cevap verirdi. Şeyh bunu 274. bâbda zikretmiştir. 407. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki kul her hâlinde ilâhî kudretle taşın­mıştır (mahmûl) ve hiçbir hâlinde kendi bağımsızlığı söz konusu değildir.

Bu nedenle İsrâ, maddî bedenle olduğu zaman hiçbir peygambere Burak olmadan yaptırılmamıştır. Şayet İsrâ -evliyâlarda olduğu gibiuykuda ger­çekleşirse, peygamber kendini bir merkep üzerinde taşınmış olarak göre­bilir de görmeyebilir de. Ancak biz onun cisminin evinde, yatağında uyur 5 hâlde olduğunu billiyor olsak bile o, kendi nefsinin -gördüğü sûretler çer­çevesindetaşındığının bilincindedir.”

Soru: Peygamberlere (aleyhisselâm) vâris olan kimse de bu mertebede iken, bü­tün hâllerinde keşif ve müşâhede ile kudrete binmiş midir?

Cevap: Evet, bu nedenle Yüce Allah, mutlak olarak bütün kulların 10 efendisi olan Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında “Kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yüce­dir.”[211] buyurmuştur. Onu mutlak ubûdiyyet makamına yerleştirmiş, âlemdeki herhangi bir şeye yönelik rubûbiyeti veya hak iddiasında bu­lunmayı ondan çekip almış ve onu sırlar da dâhil olmak üzere herşeyden 15 tecrîd etmiştir. Onu kendisi yürütmüş, yürümeyi ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) izâfe etme­miştir. Şayet Allah (cc), “Kulunu kendisine doğru -ya da O’nun âyetlerini görmeye doğruyürümeye davet eden ve kulunun da yürüyüp geldiği o Allah’ın şanı yücedir.”[212] buyursaydı Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu söyleyebilir­di. Ancak buradaki [ilâhî] makam onun bunu söylemesine mani olmuş, 20 onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir fiilde pay sahibi olmamaya mecbur kılmıştır.

İsrâ’nın faydalarından biri de Allah Teâlâ’nın, arşa istiva ile kendi zâtını medh ü senâ etmesine benzer şekilde, Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) makamı­nın şerefini yüceltip methetmesidir. Arş, bütün varlıkları kapsadığı için en büyük cisimdir. Onun ne üstünde bir çatı ne de altında bir yer vardır. 25 Müminlerin en çok görmeyi arzuladıkları şey olduğundan dolayı [Allah] istivâ için arşı seçmiştir. Peygamberlerin ârif olanları ve onlara tâbi olan kâmillere gelince, onlar bu arşı, varlığın genişliğine nispetle havada uçan zerre gibi görürler. Onun ne kendisini örtecek bir çatısı ne de ineceği bir yeri vardır. Kendisinden başka kimsenin kudretini bilmediği Allah yüce30 dir. Efendim Ali b. Vefâ (rh.a) onu şu sözleriyle nitelemektedir:

Cihetlerin tümünü geçtim / Alçalış ve yükseliş sınırını aştım

Aynı şekilde “Adam (Allah eri), arşın; onun içerdiği feleklerin, cennetin ve cehennemin kendisini sınırladığı kimse değildir bilakis onun basîreti bu varlığın tümünün dışına çıkar ve orada noksansız ve yüce olan Yaratıcı’sının azametinin kadrini bilir.” demiştir. Şeyh 316. bâbda şöyle demiştir: 5 “Bil ki arşa istivâ etmek, Allah (cc) için bir övgü olduğundan, Allah Teâlâ Peygamberi için de bunu bir övünç vesilesi kılmıştır. Zira arş İsrâ yol­culuğu yaptırılan bütün peygamberlerin ulaştıkları son noktadır. İşte bu da İsrâ’nın Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cismiyle gerçekleştiğine delâlet etmektedir. Şayet İsrâ gördüğü bir rüya olsaydı, İsrâ olmazdı ve övgü açısından bu ma10 kama da ulaşamazdı. Ve hiçbir bedevî bu hususta inkâra düşmezdi. Zira insan rüyasında, en şerefli hâl olan rü’yetullaha ulaşabilir. Ama yine de bu [rüyadaki] mertebenin nefisler açısından o [isrâ hâdisesi gibi bir] itibarı yoktur. Zira bütün insanlar, hatta bütün canlılarda rüya görme yeteneği vardır.” Şöyle demiştir: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), övgüyle kendisinin kalemlerin 15 hışırtısını işitecek seviyeye ulaştığını söylemiştir. Ayrıca harfü’l-gâye olan j^’yı kullanmıştır. Böylece bu, Arş’a fizikî ayakla yapılan bu yolculuğun son noktası olduğuna dair söylediğimize işaret etmektedir.” En doğrusunu Allah bilir.

Sonuç: Şeyh 110. bâbda şunları kaydetmiştir:

20 Soru: Vahyin Peygamberlere (aleyhisselâm) inmesiyle, evliyâya rüyada ilham me­leğinin eliyle inmesi arasında ne fark vardır?

Cevap: İkisi arasındaki fark şudur: Vahiy peygamberin kalbi ve göğsü üzerine iner çünkü onun peygamberliği [kendi şehadetine] açık ve alenîdir. Vahiy velîlerin ise iki yanları arasında iner. Zira onların nübüvveti kendi25 lerine kapalıdır (mestûr). Vahiy, onlara zuhûr şeklinde değil, sırtlarından gelir. Buna işaretle bazı ârifler şöyle demişlerdir “Ebu Yezîd el-Bistâmî, Kur’ân’ı istizhar (ezberden tilavet) etmeden vefat etmedi. Yani Allah Teâlâ ona -Resulullah’a (aleyhisselâm) vâris olmanın hükmü mûcibinceilhâm yoluyla Kur’ân’ın tüm manâlarını anlamayı lütfetmiştir. Kim bu şekilde Kur’ân’ı 30 istizhar ederse [lafız ve manâsına ilham yoluyla vakıf olursa], iki yanı arası­na nübüvvet dercolunmuş demektir.” Bu konuyu uzunca anlatmıştır. Velâyet mebhaslarında, Yüce Allah’ın izniyle buradakinden daha fazlasına yer verilecektir. En doğrusunu Allah bilir.

OTUZ BEŞİNCİ MEBHAS

Kur’ân’da Açıkça Belirtildiği Gibi Hz. Muhammed’in Son

Peygamber Olduğu Hakkındadır

Bil ki onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nebilerin sonuncusu (hâtemü’n-nebiyyîn) olduğu ko­nusunda olduğu gibi, resullerin de sonuncusu olduğu konusunda icmâ gerçekleşmiştir. Her ne kadar âyette “nebilerin sonuncusu (hâtemü’n-nebiyyin)” denilmekte ise de bununla kastedilen resullerin sonuncusu olma­sıdır. Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 462. bâbındaki ibaresi şöyledir “Yüce Allah, Hz. Muhammed’in (aleyhisselâm) şeriatı ile bütün şeriatları sonlandırmıştır ve ondan sonra şeriat koyucu herhangi bir resul veya kendisine onunla ibadet ede­ceği bir şeriatın verileceği herhangi bir nebi yoktur. Kıyamete kadar bütün insanlar onun şeriatıyla ibadet ederler.”

Şöyle dedim: İmamların ictihadı ve hüküm koymaları, hüküm çıkar­ma (istinbat) kaynakları onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kitap ya da Sünnet’le sabit olan şeriatı olduğu için, onun izniyledir. Burada sünnet derken hadisi kastediyorum. Ayrıca bir fer‘i, asla kıyas ederek yapılan ictihadla çıkarılan her hüküm, Sünnet kapsamındadır. Hüküm çıkarmanın (istinbat) amacı da budur. Fer‘in fer‘e kıyası ise sadece imamları taklit edenlerin yaptığı bir şeydir. Onlar icmâyı üçüncü asıl yapmış, fer‘in asla kıyasını da dördüncü asıl kıl­mışlardır. İmamlar, bir mesele üzerinde ancak ona dair bir delil biliyorlarsa icmâ ederler. Velev ki bu delili zikretmesinler. Delillerini bilsek de bilme­sek de imamların icmâını delmeyi kesin olarak haram görmekteyiz. En doğrusunu Allah bilir.

el-Fütûhât’ ın 14. bâbında şöyle demiştir “Bil ki resul olmayan nebi­nin hakikati, onun, sadece kendisinin ibadet edeceği şeriatı içeren vahye muhatap olan bir kimse olmasıdır. Eğer bu şeriatla başkasına gönderi­lirse resul de olur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra “Bil ki melek nebi­ye vahyi iki şekilde getirir: Bazen vahyi onun kalbine indirir, bazen de dışarıdan bedensel bir sûretle gelir ve vahyi o nebinin kulağına geti­rir, o da işitir. Ya da gözüne ilkâ eder, o da görür ve görmekle elde etti­ği şey, işitmekle elde ettiği şeye eşit olur.” “Bu kapı, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatıyla, kıyamete kadar kimseye açılmamak üzere kapanmıştır. Ancak velîler için, bir hükmün fesada uğraması haricinde içinde teşrî ol­mayan ‘ilham vahyi’ devam etmektedir.” demiştir. Bazı insanlar, bunun da delil olabileceğini ve bununla sadece kendisinin amel edebileceğini söyle­mişlerdir. Şöyle demiştir “Şayet vahiy Cebrail’in (aleyhisselâm) getirdiği üzere Hz.

5 Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra devam etseydi Hz. Îsâ (aleyhisselâm) nüzûl ettiği zaman Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla hüküm vermez, Cebrâil’in kendisine vahyettiği şeriata göre hükmederdi.” Bunu uzun uzun anlatmıştır.

310. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki melek vahyi nebîden başkasının kal­bine indirmez. Bir bütün olarak ilâhî emri nebîden başkasına emretmez.

10 Şeriat kararlaştırılmış; farz, vâcip, mendup, haram, mekruh ve mubah açıklanmıştır. Dolayısıyla nübüvvet ve risâletin kesilmesiyle emr-i ilâhî de kesilmiştir. Artık Allah’ın yarattıkları içinde kendisine, -onunla amel ede­ceğibir şeriat buyuracağı hiç kimse kalmamıştır. Şayet bir farzı kendisine emrederse, bunu şâri‘ emretmiştir. Ve [bu durumda] o nübüvvetin kesil-

15 miş olduğu iddiasında hata etmiş olur. Yine onu bir haramdan nehyederse bunu şâri‘ haram kılmış, ona bir mendubu emrederse bunu şâri‘ mendup kılmış veya onu bir mekruhtan nehyederse bunu şâri‘ mekruh kılmıştır. Şayet Allah’ın kendisine mubah olan bir fiili emretiğini söylerse ona [şöy­le] söyleriz: “Bu mubah netice itibariyle senin için ya vâcip ya da mendup

20 olacaktır. Bu da senin bağlı bulunduğun şeriatın bizzat neshi anlamına gelir. Çünkü aldığını iddia ettiğin vahiy sebebiyle sen Şâri‘in mubah kıldığı şeyi -terki halinde kulun günaha girdiğibir emir hükmü haline sokmuş oldun.” Şayet onu şeriatta olduğu üzere mubah hükmünde bırakırsa bu takdirde de vahiy meleğinin bu iddiadaki şahsa getirdiği emrin bir anlamı

25 kalmaz. Şayet o, ‘Melek bana bunu getirmedi, Allah Teâlâ bana vasıtasız olarak emretti.’ derse ona ‘Bu, önceki iddiandan daha büyüktür ve bu du­rumda, Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuştuğu gibi seninle de konuştu­ğunu iddia etmiş olursun. Ne nakil ulemâsı ne de zevk ulemâsından hiç kimse böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca Yüce Allah seninle konuşsaydı

30 bile, sözlerinde sadece bilgileri ve haberleri aktarmış olurdu, yoksa ahkâm ve şeriatı aktarmazdı ve sana toptan bir defada bir şeyi emretmezdi.’ deriz.”

Şeyh el-Fütûhâtın 21. bâbında şöyle demiştir: Kim kendisine Allah Teâlâ’nın bir şey emrettiğini söylese bu doğru olmaz; bu ancak bir karıştır­madır (telbîs). Zira [ilâhî] emir Kelâm’ın bir kısmı ve onun bir sıfatıdır. Bu kapı ise insanlar için [artık] kapalıdır. kapalıdır. Ayrıca ilâhî mertebede va­zedilmemiş teklifi bir emir kalmamıştır. Dolayısıyla evliyâ için, sadece onun emrine tâbi olmak kalmıştır. Ancak onlar için sadece ilâhî münâcât vardır ki bunda da emir yoktur ve sadece konuşma ile sohbetten ibarettir. Evliyâdan her kim fiil ve duruşlarında (harekât ve sekenâtında) Muhammedî ve şer‘î yükümlülüğe aykırı ilâhî bir emir aldığını söylerse o bu meseleyi karıştırmış­tır. Onu işittiğini söylediğinde doğru söylese de bu işittiği Allah’tan değildir, aslında Îblîs’ten işitmiş ancak Allah’tan işittiğini zannetmiştir. Zira Allah şey­tana -cinlerin yaratılışı bahsinde geçtiği üzerearşı, kürsüyü ve göğü tasvir et­me ve insanlara buradan hitap etme imkânı vermiştir. ‘Velâyet Mebhasi’nde, Allah Teâlâ izniyle buna geniş yer verilecektir.”

Böylece ilâhî emir ve nehiy kapılarının kapandığını anlamış oldun. Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, kim böyle bir iddiada bulunursa, ister şeriatımıza muvâfık olsun ister muhalif kendisine bir şeriat vahyedildiği iddiasında bulunmuş olur. Şayet mükellef ise boynunu vururuz, değilse hoş görürüz.

Soru: Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bi‘setinden önce, nübüvvet iddiası yasaklan­mış mıydı?

Cevap: Herhangi bir yasak yoktu ve bu nedenle sâlih kul olan Hızır (aleyhisselâm) “Bunu kendiliğimden yapmadım.” demiştir. O Rabb’inden bir şeriat üze­reydi ve [yaşadığı] zaman kendisine bu imkânı vermişti. Kendisine ilham meleğinin diliyle vahyedilmiştir. Bunun vasıtasız olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ ve bizim katımızda ona tanıklık etmiş ve onu tezkiye etmiştir. Bugün ise Hızır (aleyhisselâm) ve Îlyas (aleyhisselâm), ya muvâfakat ya da tâbi olma hükmüyle Hz. Muhammed’in şeriatına bağlıdırlar. Her hâlükârda bu du­rum nübüvvet yöntemiyle değil, bildirme (tarif) yöntemiyledir. Îsâ (aleyhisselâm) da yeryüzüne indiği zaman, aramızda sadece Peygamberimiz Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla hükmeder. O her ne kadar bir nebî ise de Yüce Allah, tarif etme sûretiyle ona bu şeriatı bildirir.

Bil ki şayet bir delil sınırlandırmamışsa, Hak Teâlâ’nın emri umumidir. Yüce Allah “Allah’a itaat ediniz!”[213] buyurmuş, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğinden sonra kimseye, onun şeriatına muhalefet etme imkâ­nı vermemiştir. Aksine ona tâbi olmayı vâcip kılmış, Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de emir ve nehiyde bulunarak şeriat koyma yetkisi vermiştir. O’nun “Sizden olan yetki sahiplerine de”[214] meâlindeki âyetine gelince onlar Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sabit olan şeriatına muhalif olan bir şeriat belirle­yemezler, sadece mubahları bize emrettiklerinde ya da yasakladıklarında onlara itaat etmemiz emredilmiştir. Bize bir mubahı emrettiklerinde ya da nehyettiklerinde onlara itaat ettiğimiz takdirde, Allah Teâlâ’nın vâcip kıldığı bir emir veya nehiy konusunda, O’na itaat ettiğimiz gibi ecir alırız. Bu, Allah’ın bize olan bir ikramıdır. Ancak insanların çoğu bunu anlamaz ve aksine bununla alay ederler. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh el-Fütûhât’ın 33. bâbında şöyle demiştir “Allah’ın Hz. Muhammed’le (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte risâlet kapısını kapatmış olması durumu Allah Teâlâ ile onlar arasındaki iletişimi oluşturan vahyin kesilmesine sebep olduğu için, velîlere çok ağır gelmektedir. Zira bu onların ruhlarının azığıdır.” 73. bâbın 25. cevabında şöyle demiştir: “Bil ki Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra mutlak olarak nübüvvet bitmemiştir. Sadece teşriî nübüvvet bitmiştir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Benden sonra ne nebî vardır ne de resul.’ hadisi, ‘Benden sonra özel bir şer‘î kural koyacak birisi gelmeyecektir.’ anlamındadır. Bu, onun ‘Kisrâ öldüğünde ondan sonra Kisrâ, Kayser öldüğünde de ondan sonra Kayser yoktur.’ anlamındaki hadisi gibidir. Aslında Kisrâ ile Kayser Îran ve Roma krallarıydı. Krallık Roma’da de­vam etmiştir ancak bu isimle anılmamıştır. Krallarını bundan başka bir isimle anmışlardır.” Şeyh Abdülkâdir el-Cîlî “Peygamberlere nübüvvet ismi, bize de nübüvvet lakabı verilmiştir.” demiştir. Yani “Yüce Allah gizlice bize kendisinin ve peygamberinin kelâmının anlamlarını haber verdiği hâlde, nebî ismi bize yasaklanmıştır.” Nübüvvette bu makama sahip olanlar “Evliyâ” olarak isimlendirilirler. Onların nübüvvetlerinin son noktası, hataya düşülmemesi için şer‘î hükümleri bildirmeleridir, başka bir şey değil.

Soru: Müctehidlerin şeriat vazetmelerinin hükmü nedir?

Cevap: Müctehidler, kendilerinden bir hüküm koymaz, sadece mev­cut ahkâma yönelik görüşleri muktezasınca bir şer‘î hüküm getirebilirler. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) müctehidlerin hükümlerini geçerli saymış ve buna bağlı olarak, onların hükmü de Resûlullah’ın şeriatının hükmü kapsamına 5 girmiştir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), müctehide delilden ictihad edeceği maddeyi vermiştir.

Şayet müctehid, şâri‘den gelen bir delile dayanmayan bir teşrîde bulunur­sa, onu reddederiz. Zira bu, Allah’ın izin vermediği bir şeriattır. En doğ­rusunu Allah bilir.

Sonuç: Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün peygamberlerden daha faziletli, 10 onların sonuncusu ve onların tamamının dayanağı olduğuna delâlet eden hususlardan biri de Şeyh’in 491. bâbda, ondan önce veya sonra gelen pey­gamber, velî ve âlimler de dâhil onların tamamının dünya ve âhirette elde ettiği bilginin, Hz. Muhammed’in bâtıniyyetinden olduğuna dair söyle­dikleridir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bize öncekilerin ve sonrakilerin ilminin kendisine veril15 diğini haber vermiştir. Bizim sonrakilerden olduğumuzdan şüphe yoktur.

Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisine verilen ilimle ilgili hükmü genelleştirmiş ve böylece menkûl, ma‘kül ve mevhûb olan bütün ilimleri kapsamıştır. Ey kardeş! Allah hakkındaki ilmi, peygamberi olan Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) alan kimselerden olmaya çalış. Kuşkusuz o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) insanlar arasında mut20 lak olarak Allah’ı en çok bilendir. Delilsiz olarak onun ümmetinin âlim­lerinden birisini hatalı saymaktan sakın. Bu, senin dikkatine sunduğum bir sırdır, bunu muhafaza et. “Geniş olanı daralttın.” deyip de döneminin peygamberi olan Hz. Musâ (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm) kıssasını delil ittihaz ederek Allah’ın, kuluna, kendisiyle arasındaki vech-i hâs [özel bir cihet] ile Hz.

25 Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla olmaksızın dilediği ilimleri verdiğini söyle­me! Zira “Mutlak olarak ilimsiz bırakıldın.” demiyoruz; farkında olsan da olmasan da senin bütün bilgilerinin Hz. Muhammed’in bâtıniyyeti kap­samında olması gerektiğini söylüyoruz. Şeyh şöyle demiştir: “Bu konuda Îmâm Ebu’l-Kâsım b. Kasî de Halu’n-Naleyn isimli kitabında bize muvâ30 fakat etmiştir. Bu, bizim (Hicrî) 590 yılında, Tunus’ta onun oğlundan ala­rak naklettiğimiz bir bilgidir.” Yüce Allah hangisinin isabetli olduğunu en iyi bilendir.

OTUZ ALTINCI MEBHAS

Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İnsan, Cin ve Daha Sonra Geleceği Üzere Melekleri de Kapsadığı ve Başka Hiçbir Resulün Bu Fazilete Sahip Olmadığı Hakkındadır

Müslim’in Sahîh’i ve daha başka yerlerde “Bütün yaratılmışlara (halk) gönderildim.” hadisi nakledilmiştir. Burada [bütün yaratılmışları] insanlar ve cinler olarak tefsir etmişlerdir. Aynı şekilde “Bu Kur’ân, sizi ve (mesajımın) ulaşacağı herkesi uyarmam için bana vahyedildi.”[215] âyetinde geçen “men beleğa” yani “Kur’ân’ın ulaşacağı kimseyi” ifadesi de insanlar ve cinler olarak tefsir edilmiştir. Benzer şekilde “Âlemlere uyarıcı olması için kuluna furkânı indiren (Allah) ne kadar yücedir!” [216] âyetinde geçen “âlemler” kelimesi de bu şekilde tefsir edilmiştir. Celâleddin el-Mahallî bunu kaydetmiştir.[217]

Soru: Cinlerin, Hak Teâlâ’nın gönderdiği şeriatlarla mükellef tutulma­ları, başlangıçta Allah’ın onlara ilzam ettiği bir şey midir yahut bizimle fa­zilete ortak olmak için nezir gibi kendi kendilerine ilzam ettikleri, böylece Hak Teâlâ’nın da onları yapmakla zorunlu tuttuğu bir şey midir?

Cevap: Şeyh bu soruyu 366. bâbda naklederek “Bilmiyorum.” demiştir. Bu konuda herhangi bir naklî bilgiye ulaşan kimse, bu kitaba bunu ekle­sin. Hz. Peygamber’in meleklere de gönderilip gönderilmediği konusunda ihtilaf edilmiştir. Beyhakî Şu‘abul-Îmân ın 4. bâbında, Halîmî’nin açıkça onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklere gönderilmediğini belirttiğini nakletmiştir. Yine 15. bâbda da Halîmî’den naklederek onların bu şeriata bağlı olmadığını nakletmiştir. Râzî’nin Tefiîr'i ve Nesefî’nin el-Burhân'ında, biraz önce geçen ikinci âyetin tefsiri bağlamında, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklere gön­derilmediği konusunda icmânın bulunduğu nakledilmiştir. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf Hâşiye’sinde şöyle demiştir “Beyhakî’nin Halîmî’den yaptığı bu nakilde, onun uhdesinden berî olmaya (bu görüşün sorum­luluğundan berî olduğuna) dair bir ihsas/işaret vardır. Bu naklin böyle bir şey ihsas etmediği takdir edilse bile o (Beyhakî), söz konusu görüşün kendi nezdinde makbul olduğuna dair açık bir beyanda bulunmamıştır.

Şöyle demiştir: Halîmî, her ne kadar Ehl-i sünnet’ten ise de meleklerin peygamberlerden daha faziletli olduğu konusunda Mutezile gibi düşün­müştür. Burada ondan nakledilen bilgiye gelince yani Hz. Peygamber’in meleklere gönderilmediğine dair görüşü, meleklerin daha faziletli olduğu­na dair görüşüyle örtüşmektedir. Belki de o, görüşünü bunun üzerine bina etmiştir.” Şeyh Kemâleddin bunu uzunca değerlendirdikten sonra şöyle demiştir “Bununla beraber ulemâya yakışan, iki taraftan birine yönelik ke­sin görüş bildirmek tarzında bir iddiayla bu meseleye dalmamaktır.”

Şöyle dedim: Özetle usul ulemâsının görüşleri, Hz. Peygamber’in nü­büvvetinin melekleri de kapsadığını düşünenler ve bunu kabul etmeyenler olmak üzere ikiye ayrılır. Sübkî ve daha başkalarına göre sahih olan görüş, meleklere de gönderildiğidir. Bârizî (rh.a) buna hayvanları, cemâdâtı, ağaç ve taşları da eklemiştir. Celâleddin es-Süyûtî, el-Hasâis in başlarında bunu zikretmiş ve Sübkî’nin “Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlerin de peygambe­ridir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem) büyük hükümdar, diğer peygamberler ise askerî birlik ko­mutanları gibidir. Şayet bütün peygamberler onun zamanına ulaşsalardı, ona uymaları vâcip olurdu. Zira o, Hz. Âdem’den kıyamete kadar bütün yaratılmışlara gönderilmiştir. Peygamberler, onun mübârek bedeninin gâib olduğu süre içerisinde ona nâiblik ederler. Ayrıca her peygamber onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatının bir bölümüyle gönderilmiş ve bunu aşmamıştır.” dediğini nakletmiştir. Efendim Ali el-Havvâs (rh.a) şöyle derdi “Hz. Peygamber, ruhlar âleminden cisimler âlemine, Hz. Âdem’den kıyamete kadar bütün varlıklara gönderilmiştir.”

Onun şöyle dediğini de işittim “Melekler üç kısımdır: 1. Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine emir ve nehiyle gönderildiği meleklerdir. Yer ile bi­rinci kat gök arasında bulunan yerlerin melekleridir (Melâiketü’l-ardiyyûn). 2. Göklerin melekleridir (Melâiketü’s-semâvât). Bunlara sadece emirle gönderil­miştir. Onlar, nehyi değil, sadece emri tatmaktadırlar. Yüce Allah “Allah’ın ken­dilerine buyurduğuna karşı gelmez ve kendilerine emredileni yerine getirirler.”[218] buyurmuştur. 3. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine ne emir ne de nehiyle gön­derilmiştir. Allah’ın istifhâm-ı inkârî ile İblîs’e “Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?”[219] âyetinde işaret ettiği ululardır (Âlûn). Bu melekler, Bu melekler, kendilerini yarattığı fıtrat üzere Allah Teâlâ’ya ibadet ederler ve Al­lah Teâlâ’nın celâlini kendileri gözlemledikleri için herhangi bir resule muhtaç değildirler. Allah Teâlâ’nın Âdem’i ve başkalarını yarattığını bilmezler.” Birinci kısım üzerinde düşün ve araştır, bu sözleri gariptir. En doğrusunu Allah bilir.

Başka bir seferinde ise onun şöyle dediğini işittim Yer ile birinci kat gök arasındaki melekler mâsum değildir. Zira Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onla­ra nehiyle gönderilmiştir. Oysa bir peygamber nehyin kapsamına girmesi tasavvur edilmeyen birine nehiyle gönderilmez. Ayrıca mâsum, bir resule ihtiyaç duymaz, bu nedenle hiçbir peygamber başka bir peygambere gön­derilmemiştir. Yer meleklerini, -gözle görünmedikleri içincin olarak isim­lendirmek doğrudur. Yüce Allah “Onlar Allah ile görünmez varlık türleri arasında da bir soy birliği yakıştırdılar.”[220] buyurmuştur. Bunların Allah’ın kızları olduğunu iddia etmişlerdir. Allah bundan münezzehtir.” Şöyle de­miştir: “Yer meleklerinin mâsum olmadıklarını destekleyen hususlardan biri de onların Âdem’in (aleyhisselâm) kıssasında belirtildiği gibi: “Orada fesat çıkara­cak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”[221] âyetinde ifade edilen tartış­maya girmeleridir. Bunlar, Âdem’den önce yeryüzünde bizzat tattıkları bir tecrübeden dolayı bunu söylediler. Şayet bu tecrübeyi yaşamamış olsalar­dı, bu itirazda bulunmazlardı.” Önceki ve sonraki sözlerinden şu anlaşılır: Kim Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklere mutlak olarak emir ve nehiyle gön­derildiğini söylerse meseleyi tahkik edememiştir, kim onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) melekle­re mutlak sûrette gönderilmediğini söylerse aynı şekilde meseleyi tahkik edememiştir, kim de bunları ayırıp sınıflandırırsa [görüşünde] isabet etmiş olur. Bunlar, kaynağı keşif olan sözlerdir. Bu sözleri onun [Ali el-Havvâs (rh.a)] dışında bir kimseden duymadım. Kâşânî de yer meleklerinin mâsum olmadığı görüşünü teyit eden sözler zikretmiş ve şu soruyu sormuştur:

Soru: Yüce Allah’ın sözünün kesin olarak doğru olmasına ve meleklerin ismetine rağmen meleklerin Âdem kıssasındaki tartışma ve itirazları nasıl meydana gelmiştir?

Cevap: Bu tartışma, mâsum olan ceberût ve semâvât meleklerinden sâdır olmadı. Mâsum olmamaları hasebiyle yer ve yerle gök arasındaki me­leklerden sâdır oldu. Ceberût ve semâvât melekleri, onlarda nûrâniyet ga­lip olduğu ve bütün mertebeleri ihata ettikleri için, insân-ı kâmilin şerefini ve onun Allah katında kendilerinden daha yüksek bir rütbede olduğunu bilirler. Bu tartışmanın semavî ya da arzî meleklerden meydana geldiğine dair ne Kitap’ta ne de Sünnet’te bize açık bir bilgi gelmiştir.

Biz bu hususu unsurlar bilgisinden edindik. Zira her unsur sahibini, zul­met ya da nûrdan olan kendi unsurunun hükmü altında gördük. Şöyle dedik: “Yer meleklerinden sâdır olan tartışma kendilerine zulmetin galip gelmesi ve perdelenmeyi gerektiren tabiatları yüzündendir.” Şöyle demiş-

5 tir: “Bunu ‘Ben yeryüzünde (arz) bir halife yaratacağım.’[222] âyetinde yerin seçilmiş olması, desteklemektedir.” Onlardan itiraz sâdır olmasının sebebi yeryüzü ehlinin hâllerine dair bilgileri sebebiyledir. Gök (semavî) melekleri fesad çıkarmaz ve kan dökmezler. Ayrıca hiçbirisinin bedeninde akacak bir kan da yoktur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir “Âdem’e 10 yapılan itiraz ve eleştirinin Ceberût melekleri tarafından yapılmadığı anla­şılmış oldu. Zira tartışma sadece -muhtevasında zıtların bir arada bulun­ması hasebiyledört tabiattan teşekkül eden kimselerden sâdır olur. Çünkü bunlardan oluşan kişi, kendi aslının hükmüne tâbidir.” Bazıları şöyle de­miştir: “Belki de yer ile gök arasında kalan bu meleklerden kastı, bir tür

15 cindi. Ancak ıstılahî açıdan melek olarak isimlendirmiştir.”

Soru: Yüce Allah “Yüce topluluk, kendi aralarında tartışırlarken onlarla bulunup bilgi edinmiş değilim.”[223] âyetinde Mele-i A‘lâ’yı birbirleriyle mü­nakaşa yapmakla nitelemiştir. Yine hadiste de “‘Mele-i A‘lâ hangi konuda münakaşa eder Yâ Rabbî!’ dedim.” denilmiştir.

20                    Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ta dediği gibi, bunların aralarındaki tartışma,

Allah’ın yarattıkları hakkındaki hüküm ve takdirine itiraz şeklinde değil­dir. Tartışmaları, hadiste açıkça belirtildiği üzere amellerin hangisinin da­ha faziletli olduğunu beyan etme konusundadır. Öyle ki bunlar, ivedilikle insanları, ecri daha büyük olan amellere kendi lisanlarıyla davet ederek 25 onları teşvik ederler ki böylece bu amelleri, ecri daha az olan diğerlerine bakmadan onların önüne geçirsinler. Bunlar regl (hayz) hakkında münâzara yapan iki adam gibidir. Hâlbuki erkeklerin hayızla hiçbir alâkası yoktur.

Soru: Bunlar, Yüce Allah’ın kendilerini “Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tenzih ederler.”[224] şeklinde nitelemesi hasebiyle bıkıp 30 usanmaları olmadığı için bu tartışma hâlindeyken de Allah Teâlâ’yı tesbih ederler mi?

Cevap: Evet, onlar tartışma anında da Allah’ı tesbih etmektedirler ve bu tartışma da onların tesbihi kapsamındadır. Bu durum Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) her anında Allah’ı zikretmesi gibidir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Bedevîlerle konuştuğu, çocuklarla ve yaşlı hanımlarla şakalaştığı bilinmektedir. Bu hâllerin tama­mında Allah’ı zikrediyordu ve hiçbir hareket ve sükûnu meşrû bir emrin dışında değildi.

Soru: Bu makam, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, bütün kâmiller için de söz konusu mudur?

Cevap: Evet, zira Yüce Allah’ın kulları için emrettiği her şey, bu emirle amel ettiğinde O’nu müşâhede etmeleri içindir. Bazısı bu makama vefâ gösterir, bir kısmı ise gafletle ibadet eder.

Soru: Mezhep erbâbının tartışmaları da ecir ve sevâb açısından mezkûr meleklerin tartışmalarıyla aynı mıdır?

Cevap: Evet, ancak bunun için cedel ve tartışmanın [şahsî] görüş ve anlayışla değil sarih sünnetle yapılması vebu amellerinde ihlâslı olup ona nefsânî hiçbir garez bulaştırmamaları şarttır. Şayet hasmı mağlup etmeyi ve onların mezheplerinin görüşünü reddetmeyi amaç edinirlerse, bu şer‘an kınanmıştır. Yüce Allah “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” buyurmaktadır. Kim dinde velev ki lâzımı olsun ayrılık çıkarmaya çalışırsa, onu ayakta tutmamış olur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), nas olmadan Allah’ın dini üze­rinde tartışmayı yasaklamıştır. Şöyle demiştir “Bir peygamberin yanında tartışma doğru olmaz. Edeb açısından; ulemânın peygamber zamanından sonra onun şeriatıyla ilgili hüküm vermesi -Allah Teâlâ’yı tanıyan âlimle­rin bildiği gibipeygamberin huzurunda bulunuşları ile aynı hükümdedir.

Yüce Allah en doğrusunu bilir.

OTUZ YEDİNCİ MEBHAS

Hz. Peygamber’in Getirdiği Bütün Hükümlerde İtaat ve Boyun Eğmenin ve Hiçbir Konuda İtiraz Etmemenin Vacip Olduğu Hakkındadır

Bil ki her müminin Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) belirlediği bütün şer‘î ku­rallara uyması vâciptir. Yüce Allah “Hayır, Rabb’ine andolsun ki arala­rında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[225] buyurmuş­tur. Şeyh Muhyiddin “Hac” bölümünün sonlarında şunları söylemiştir: “Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mubah kıldığı senin ise hoşlanmadığın işleri görüp de nefsinin bu işleri yapanlara karşı sıkıntıya düşmesinden ve ‘Şayet bu konuda ben hüküm verseydim, bunu yasaklar ve insanlara haram kılar­dım.’ demekten sakın. Bu durumda kendi düşünceni, Şâri‘in düşünce­sine yeğlemiş, kendini ondan daha çok tercih edilebilir bir ölçü saymış ve cahillerin yoluna girmiş olursun.” Şöyle demiştir: “Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) karşı edep gözetmeyen birçok insan bunu yapmakta, Şâri‘in kendile­rine mubah kıldığı bazı mubahları işleyen insanlara kızmakta ve şöyle demektedir: ‘Eğer Şâri‘ onları bunları yapmaktan alıkoyamadıysa ben ne yapayım? Bu Şâri‘in mubah kıldığı bir şeydir, kim bir şey diyebilir?’ Böylece onları Rabb’lerinin meşrû kıldığı şeyi insanların kullanmaları sebebiyle öfke ve gazap hâlinde görürsün. Bu, en büyük sû-i edep ve sahibi de Allah’ın bir ilim/bilgi üzere saptırdığı kimsedir.”

Yine şöyle demiştir: “1. yüzyılda bazı insanlar bunu yaptılar. Günü­müzde ise insanların çoğu arasında bu söylem yayılmıştır: ‘Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bugüne yetişseydi, insanları bundan menederdi.’ Oysa asıl Şâri‘in Allah Teâlâ olduğunu biliyoruz ve hiçbir şey O’nun ilminin dışında kal­maz. Şayet bunu sadece bir topluluk için mubah kılsaydı, Peygamberinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle onu beyan ederdi. Zira o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın dilediği hükümleri teb­liğ ediyor, nefsinin arzuları doğrultusunda asla konuşmuyor ve tebliğ edil­mesi emredilen hiçbir şeyi unutmuyordu. ‘(Size okuduğu) Kur’ân ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.’[226] ve ‘Senin Rabb’in unutkan değildir.’[227]

Yüce Allah sadece âlemin maslahatına olacak şeyleri meşrû kılmıştır. Bunlar ne artırılır ne de azaltılır. Ondan herhangi bir şey artırılır veya ne azaltılırsa yahut Şâri‘in kararlaştırdığıyla tam olarak amel edilmezse o zaman Şâri‘in indirdiği ve kararlaştırmış olduğu hükümlerle amaçla5 nan maslahat nizamı bozulmuş olur. Sahâbenin büyüklerinden bazıları

Hz. Âişe’yi (rh.a) ‘Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kadınların kendisinden sonra yaptıklarını görseydi, -Benî Îsrâil kadınlarının menedildiği gibionları mescide gelmekten menederdi.’ sözünden dolayı ayıplamışlardır. Zira bu söz, Şâri‘e itirazı ve onun insanların ne yapacaklarını bilmediğini akla ge10 tirmektedir.” Şeyh Muhyiddin bu konuyu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Edep yolunu tutan bir kimsenin, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) verdiği bir hüküm konusunda içinde asla bir sıkıntı hissetmeyeceği anlaşılmış oldu. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) genel bir ifade olarak şöyle buyurmuştur: ‘Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden engellemeyiniz.’ Ancak bu ko15 nuda açık bir şüphe hâli hâsıl olursa, o zaman menetmenin bir engeli olmaz. Fakat zan ve vehimle bu olmaz. Akıl sahibi bir kimsenin, Hak Teâlâ’nın kendisi için meşrû kıldığı alanları aşarak kıskançlık yapması doğru olmaz. Haddi aşan kıskançlıklar, aklın hükmünden çıkıp hevânın hükmüne dâhil olur. Însan ihramlıyken eşinin yüzünü açmasını kıskan20 maz. Zira Yüce Allah, Sahîh’te ‘Sa‘d kıskançtır, ben Sa‘d’den daha kıskan­cım, Allah da benden daha kıskançtır.’ ifadesinde geçtiği üzere yarattık­larının hepsinden daha kıskanç olmasına rağmen ona yüzünü açmasını meşrû ve vâcip kılmıştır. Allah Teâlâ’nın gizli ve açık hayâsızlıkları ya­saklaması da O’nun kıskançlığı kapsamındadır. Hak Teâlâ’nın kıskançlık 25 sınırına aldığı hayâsızlıklara eklemede bulunan bir kimse, Allah’ın hayâ­sızlık olarak görmediği bir şeyi kıskandığı için, Allah’tan daha kıskanç olduğunu iddia etmiş gibi olur. Allah Teâlâ’nın ‘İçlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.’[228] âyeti ne kadar güzeldir. Şayet insan imanının durumunu alıp bu 30 ölçüye vursaydı Allah’ın ‘Rabb’ine andolsun ki iman etmiş olmazlar.’[229] âyetinde zikredilen iman makamından uzak olduğunu anlardı. Yüce Allah böyle bir niteliği haiz kimsenin imanının olmadığını belirtmiş ve onun mümin olmadığına dair kendi nefsi üzerine yemin etmiştir.”

Şeyh bu konudaki kelâmı uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Şayet nefsânî gayelerle ilgili olmasaydı hicap âyeti nâzil olmazdı. Zira [bu âyet] bir kısım nefislerin duası ile nâzil olmuştur. Ehlullah, başlangıçta Allah’tan inen ilâhî hüküm ile bazı kulların isteği üzerine inen ilâhî hükmü bir5 birinden ayırır. Bu durumda sanki indirilmesi isteniyor, O da isteyene cevap veriyor gibidir. Zira böyle olmasa nâzil olmayacaktı. Buhârî, kadri ve mertebesi yüksek tâbiî Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî’den onun şöyle dediğini nakletmektedir: ‘Müslümanlar arasında, en büyük günah sahibi olan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve sorusu yüzünden o 10 şeyin müslümanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir.’ Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), edâ etme hususunda âciz kalmasınlar diye ümmetine çokça hük­mün inmesinden korkardı. Hacla ilgili olarak ‘Her sene mi ya Resûlallah?’ diyen kimseye ‘Hayır, şayet evet deseydim, vâcip olurdu ve siz de yapmaya imkân bulamazdınız.’ buyurmuştur.” Çok soru sormanın zem15 mi konusunda uzun açıklamalar yapmış sonra şöyle demiştir: “Böylelikle ârifin başlangıçta nâzil olana, talepten dolayı nâzil olana nispeten daha çok itina göstermesinin, onun kemâlinin bir gereği olduğu anlaşılmış ol­du. Yüce Allah, şeriatın dışına çıkmayalım ve bayram namazı hutbesinde olduğu gibi şâri‘in beyanda bulunmadığı hususta kimse hevâsına göre 20 bir tercihte bulunmasın diye bize şeriatın amaçlarını (makâsıdu’ş-şerî‘a) anlatmaktadır. Şâri‘ onu (bayram hutbesi) emretmiş ancak vâcip ya da mendup oluşuna dair bize bir bilgi vermemiştir. Kulun bu konudaki kur­tuluşu, vâcip ya da mendup olması üzerinde durmadan Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) örnek alarak bunu yapmasındadır.

25 Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim ‘İnsanlara, şâri‘in açıkça emretmediği bir şeyi yapmalarını emreden her âlim, kıyâmet günü böyle bir tercihte bulunmamış olmayı temenni eder. Ayrıca kendi hevâlarıyla şâri‘e muhalif olarak tercihte bulunanlar iki çeşittir: Birisi haram kıl­mayı önceler diğeri ise aslı (eşyada aslolan ibâhedir kaidesini) dikkate ala30 rak bu ümmetten zorluğu gidermek ister. Bu kimse, haram kılmayı öne çıkaran kişiye nazaran Allah’a daha yakındır. Zira haramlık asla ârız olan geçici bir durumdur, zorluğu kaldırmak ise asla dönmektir, cennette de in­sanların hâli buna dönecek ve istedikleri gibi burada yaşayacaklardır. Hevâ ehli -mümin iseler bilebu meselede ne kadar da gaflet içindeler! Onlar, 35 perde açıldığı zaman pişman olacaklar. Ey kardeş, tabiatın heveslerin­den sakın; zira bu, kul farkına varmadan kendisine kurulan bir tuzaktır.” Şeyh şöyle demiştir: Bu hususta hevâları akıllarına galip geldiği için bize karşı katı tutum gösteren nice perdelenmiş kimse vardır. Oysa ben onları cehen­nemden almak istiyorum, onlarsa oraya dalmaya çalışıyorlar. Sahâbeden biri Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yemeğe çağırmış, o da Hz. Âişe’ye (r.ha) işaret ederek ‘Bu da [gelsin].’ demiş, adam ‘Hayır’ demiştir. Onu da beraberinde davet edinceye kadar [davetine] icâbet etmek istememiştir. Îkisi birlikte (Peygamber ve Hz. Aişe) birbirlerini itekleyerek bu adamın evine gitmişlerdir. Yüce Allah ‘Resû­lullah sizin için güzel bir örnektir.’151 buyurmuştur. Makam sahibi bir kadı, bir hatip, bir vezir ya da bir sultanın Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) örnek alarak bunu yaptığını görseydin, onu ancak düşük ahlâka nispet etmez miydin? [Bu durumda] bu­gün senin imanın nerededir? Hâlbuki eğer bu nitelik güzel ahlâktan olmasaydı Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu yapmazdı. Kuşkusuz o, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Bunun benzeri şu olaydır: Hz. Peygamber minberde ashabına hitap ederken, henüz küçük olan Hasan ile Hüseyin’in elbiseleri içinde sen­delediklerini gördüğünde, minberden inmiş, onları yanına alıp minbere çık­mış ve daha sonra hutbesine devam etmiştir. Bunun bir noksanlık olduğunu düşünür müsün? Hayır, yemin ederim ki onun Rabb’ini bilmesinin kemâli kapsamındadır. Zira bu Allah’ı terk etmek değil, O’nunla meşgul olmaktır. Ârifler, Şiblî’yi ‘Bir kârinin ‘Şüphesiz cennetlikler o gün nimetlerle meşguldür­ler, zevk sürerler. Onlar ve eşleri’ âyetini okuduğunu işitip ‘Onlar Allah’la değil cennetle meşgul olmaktadırlar. Allahım, beni onlardan kılma!’ demesi üzerine ayıplamışlar ve ona şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ cennet ashabının meşgu­liyetini, onların ve eşlerinin bu meşguliyetin içinde olacaklarını belirtmiştir. Fakat Allah Teâlâ onların ve eşlerinin ne ile hoşça vakit geçirmekte olduklarını (fâkihûn) bize bildirmemiştir. Şibli neye göre onların Allah’ı terk edip bununla meşgul olduklarına hükmetmektedir?’”

Şeyh Muhyiddin “Şibli’nin iyice kavramadan cennet ehlini kınamasını, onun düşüncesinin yetersizliği olarak saymışlardır. Belki de onun önceki tu­tumu böyleydi.” demiş ve bunu uzamıştır. Daha sonra “Ey kardeş, sana iman ve şeriat konusundaki gayreti (hamiyet-i diniyye) tavsiye ederim. Bunlara başka bir şey eklersen dünyada da âhirette de bedbaht olursun. Dünyada iti­raz edilmemesi gereken konularda nefsini yorarsın; âhirette ise bu eklemeler ve onlardan hasıl olan şeyler, Hak Teâlâ’nın sana hesap sormasını gerektirir.

Yanısıra, mevcut durumdan ötürü Allah Teâlâ’nın hükümlerine iti­raz etmek ve O’nun mubah kıldığı bir hususta nefiste hoşnutsuzluk duymak da [hesaba çekilmeyi gerektirir].” demiştir. 68. bâbda, bay­ram namazları bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, bayram günü süslenme, yeme, içme gibi nefsin çeşitli durumları ve ev halkıyla meşgul olmayı meşrû kılmıştır. Bugün sadece şâri‘in bu meşrû kıldık­larını yapmak müminin edebindendir. Onun bugünde yaptığı bütün mubahlar, -namaz içinde edâ edilmekte olannamazın sünnetlerine benzer. Bugünde edâ ettiği bütün nafileler ise namazdaki rükünlere benzer. Dolayısıyla kul, bayram günlerinde namaz kılan kimsenin fi­illerine benzer fiiller içindedir. Bu yüzden de bayram günü “iyd (geri dönüş) günü” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bugünlerde işlediği her mubah fiil, kula [namazdaki fiiller gibi] ecir olarak döner. Bu yorumu­muz, bazılarının, “Îyd diye isimlendirilmiştir çünkü her sene bu günde sevinç avdet eder, tekrarlanır.’ demelerinden daha güzeldir. Çünkü on­ların görüşü, beş vakit namazın getirdiği sevinç ile çelişebilir. Zira kul namazda Allah’ın huzurunda durduğu için namaz ona her gün sevinç getirir ama [buna rağmen] namaz için “iyd” denilmez.

Soru: Bayram süslenme/ziynetle bağlantılıdır.

Cevap: Ziynet her namazda meşrûdur. Yüce Allah “Her mescide git­tiğinizde, süsleniniz.”152 buyurmuştur. Yine bayram gününde oruç tut­mak haramdır. Dolayısıyla oruç tutmamak mubah iken [bayram günü] farz bir ibadet hâline gelmiştir. Ayrıca bayram günü sevinç, mutluluk, ziynet ve nefislerin şehevî hazlarına yönelik isteklerini elde etme günü olduğu için şâri‘, bugünde oruç tutmayı haram kılmış, insanların oy­namalarını ve süslenmelerini mubah kılmış, zencilerin bayram günü mescitte eğlenmelerini onaylamıştır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Âişe’yle bir­likte, Hz. Âişe arkasında iken onların oyunlarını izlemişlerdir. Bu gün­de Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) evine iki şarkıcı kadın girmiş, şarkı söylemiş, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da onları dinlemiştir. Ebû Bekir onlara engel olmak is­tediğinde, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Onları bırak Ebû Bekir! Bugün bayram gü­nüdür.’ demiştir.” Şeyh bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir:

Bugün nefisleri mutlu etme günü olduğundan Hak Teâlâ’ya yakışan bü­yüklük ve azametin insanların kalbine yerleşmesi için, namazda tekbirle­rin tekrarlanması da meşrû kılınmıştır. Böylece nefislerin istekleri Allah’ın (cc) hakkına riayet etmekten onları alıkoymasın.” Şöyle demiştir: “Zikret­tiklerimizden, bayram namazından önce nâfileleri terk etmenin hikmeti anlaşılmış oldu. Zira bugünün gayesi -diğer günlerdeki durumun aksinemubah olan bir fiili mendupluk cihetiyle edâ etmektir. Bu nedenle bayram namazının dışında nâfile özellikle kılınmaz. Zira hüküm bir vakte bağlı olduğu zaman, bir vakte bağlı olmayan başka zamandaki hükmüne galip gelir. Aynı şekilde bu günde eğlence, sevinç ve ziynetin mendup olma­sı, cennetliklerin sevinç ve nimetlenmelerini hatırlatmak içindir. Bunun yanında [bu menduplara] aykırı olan başka bir mendup [bunlara] dâhil olmaz. Sonra vakte bağlı olan bu hükmün zamanı geçtiğinde, kul hemen diğer menduplara yönelir ve bugünde mendup olan fiil, diğer günlerde olduğu üzere mubahlık hükmüne geri döner. Bunların tamamı, hükümle­rinde Âdil olan Hakîm’in fiilidir. Kuşkusuz nefsinin sende bir hakkı vardır. Bu günde eğlence, oyun ve çalgı nefsin hakkıdır. Nefsine zulmetme kardeş, ona hakkını ver.”

Soru: Îtaat edilmesinin vâcip olması noktasında müslümanların ortaya koydukları güzel bid‘atlar (bid‘at-ı hasene) sahih sünnete eklenir mi?

Cevap: Şeyh’in 262. bâbda dediği üzere, “Allah’ın ‘Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onlara bunu emretmemiştik.’153 âyeti ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Kim güzel bir sünnet başlatırsa’ hadisiyle işaret ettiği gibi, buna uymak vâcip değil, menduptur. Bununla güzel olan her şeyin icat edilebileceği câiz görülmüş ve insanlara sıkıntı vermediği takdirde hem icat edene hem de yapana ecir verileceği ifade edilmiştir.” Kendi aklına göre Allah’a ibadet eden kimsenin, Allah’ın belirli bir şeriatı üzere olmadığı zaman, tek başına, yani tâbi olacağı bir imamı olmaksızın, tek başına bir ümmet olarak haşredileceğini haber vermiştir. Dolayısıyla [Hz. Peygam­ber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)] Hakîm b. Hizâm’a “Geçmişte yaptıklarından dolayı müslüman oldun.” diyerek onu hayırlı saymış ve hayırlılar arasına katmıştır. Hakîm Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Câhiliye dönemindeyken köle âzat etme, akrabaları ziya-

ret etme ve ikramda bulunma gibi yaptığı iyiliklerin durumunu sormuştu. Yine Îbrâhim (aleyhisselâm) hakkında “Îbrâhim, Allah’a gönülden ibadet eden bir ümmetti.”[230] denilmiştir. Bu kendisine vahiy gelmeden önceydi. Hadiste “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” denilmiştir. Güzel ahlâk 5 sahibi olan kimse, bunu bilmese bile Rabb’inin şeriatı üzerinedir. En doğ­rusunu Allah bilir.

Soru: Allah’ın “Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasak­lamışsa ondan kaçının.”[231] âyetinin hakikati nedir?

Cevap: Şeyh’in 543. bâbda dediği gibi, “Buradan kasıt Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) 10 diliyle vahiyden gelen ile Allah Teâlâdan kullarına gelen [ilhamın] açıklanma­sıdır. Her iki durumda da özel bir ölçü vardır. Peygamber’in eliyle bize geleni bir ölçüye vurmaksızın almak bize vâciptir. Allah Teâlâ ve bizim aramızda bir vasıta olmaksızın yani vech-i hâs üzerinden (özel yönden) ilham yoluyla bize geleni ise ölçü ile almak vâciptir. Yüce Allah, O’ndan her atâyı almamızı ya15 saklamış ve ‘Size yasakladığı şeylerden kaçının.’[232] buyurmuştur. Dolayısıyla Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) alman, senin için daha faydalıdır ve onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ismeti se­bebiyle saadetin de daha güçlü şekilde hâsıl olur. Böylece Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) almanın mutlak olarak vâcip, ilham yöntemiyle vasıtasız olarak Allah’tan alma­nın ise sen mâsum olmadığın için şartlı olarak vâcip olduğu anlaşılmış oldu. 20 Baksana, ne kadar acayip bir şey! Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mukayyed olmasına rağmen ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aldığın mutlak, Allah Teâlâ mutlak olmasına rağmen O’ndan al­dıklarınsa şartlı olarak vâciptir. Bu durumda hem mutlaklık hem de sınırlılık her iki tarafta da ortaya çıkmaktadır. Bunun izahı şudur: Allah, peygamberi­ni bize tuzak kurmak için göndermemiştir. Bize indirilenleri bize açıklaması 25 için göndermiştir. Bu nedenle Resul’den almayı ve onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sözüne uymayı -takyîd etmeksizinmutlak sîgayla beyan etmiştir. Zira ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aldığımız­da Allah’ın (cc) hilesinden emin oluruz. Bu durum bizimle Allah Teâlâ ara­sındaki yönden (vech-i hâs) ilham yoluyla almanın aksinedir. Zira kimse bu yolda bulunan hileden emin değildir. Hak Teâlâ’nın kula hissedemeyeceği bir 30 şekilde tuzak kurması da mümkündür. Allah’ın kullarına yönelik gizli tuzak­ları vardır. Yüce Allah “Biz de kendileri farkında olmadan bir plan kurduk.”[233] buyurmuş ve “O, plan kuranların en hayırlısıdır.” beyanında bulunmuştur.

Oysa bu nitelik peygamberler için mubah kılınmamıştır. Onlar için böyle bir mertebe söz konusu etmemiştir. Aksine onlar, açıklamak için gönderilmişler, müjdelemiş ve korkutmuşlardır. Bunların tamamı doğrudur. Peygamberine de kurduğu ölçüyü vermiştir. Selâmette kalmak isteyen bu ölçüyü elinden bı5 rakmaz. Allah’tan vasıtasız olarak aldıklarının tamamını bu ölçüye vurur. Eğer uyarsa alır ve onunla amel eder, uymazsa Allah Teâlâ’ya havale eder. Allah’tan doğrudan almaya azmeden kimse için eğer bu kaçınılmaz ise                                                                                                                     ^/Aldatma

yoktur.’ desin. Bunu söylediği takdirde, şayet Allah’tan gelmişse kesinleşmiş ve o da almış olur, şayet Allah’ın bir planı/hilesi ise Allah’ın iradesiyle onun önün10 den gitmiş olur.                                        ^/Aldatma yoktur.’ sözünü söylediğinde onu bulamaz.

Zira burada mesele alış-veriş gibidir. Her ne kadar Hak Teâlâ bir şartın kapsa­mına girmiyor ise de Hak Teâlâ’nın makamı bunu, zevk yöntemiyle gerekli kıl­maktadır. Allah’a şart koşan ya cahildir ya da bunda bir hayır gördüğü zaman, bu hayra dayanarak şart koşmaktadır. Hadiste ‘Benim için hayır zannetsin.’ 15 denilmesi gibi.” Şeyh, nefis sözlerle bu konuyu uzunca anlatmıştır.

48. bâbda da “Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.”[234] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Yani, emir ve nehyimizi kullarımıza açıkça tebliğ etmesine ilâve olarak, ona emretme ve nehyetme yetkisi verdim.” Yine “Allah’a itaat ediniz, Peygamber’e ve sizden olan yetki sa20 hiplerine de itaat ediniz.”[235] âyeti bağlamında da şöyle demiştir “Bil ki sadece ‘Allah’a itaat ediniz.’ ifadesiyle yetinmemiş, ‘Peygamber’e itaat eden, Allah’a ita­at etmiştir.’[236] âyetinin yanı sıra ‘Peygambere de itaat ediniz.’[237] demiştir. Zira O’nun misli gibi bir şey yoktur. Bu yüzden âyete ‘Peygambere de itaat ediniz.’[238] açık ifadesiyle [yeniden] başladı. Oysa ‘Yetki sahiplerine de itaat ediniz.’ diye25 rek yeniden “itaat” tâbiri getirilmemiştir. Çünkü onların şeriat koyma yetkileri yoktur. Onlar sadece şâri‘e tâbi olarak hüküm verirler.” Bunu uzun uzadıya an­latmıştır. “Namazın Sırları” bâbında da şöyle demiştir “Yetki sahibi biri kendi­sinin amel etmediği bir şeyi kula nasihat ettiğinde kulun onu bu hususta tenkit etmesi fakat [nasihat edilen hususta] amel etmesi gerekir. Bu durumda “Sen 30 amel etmedikçe ben de etmem.” diyemez. Zira davetçinin davet ettiği her şeyle amel etmesi şart koşulmaz. Davet ettiği şey, durumu itibariyle davetçiye vâcip olmayan bir şey de olabilir. Oysa bu, davet etmeyi terk etmekten, her hâlükârda daha hayırlıdır.

Soru: Selâm, emân/güvenlik anlamında olduğu ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) müminlerden emin olduğu hâlde, namazda ona selâm vermelerinin hik­meti nedir?

Cevap: Şeyh’in 73. bâbda dediği gibi, peygamberlerin (Allah onlara salât ve selâm eylesin) makamı, insanlara hevâlarına muhalif şeyleri emret­meleri sebebiyle kendilerine bâtınen de olsa itiraz edilmesini doğurmuştur. Aynı şekilde bu makam onlara, kendilerine teslim olmayı da temin eder. Bu nedenle “Ya Resûlallah, bize emrettiğin ya da nehyettiğin hiçbir konu­da sana itiraz etmeyeceğimizden emin ol!” der gibi, Peygamberimize (salla'llâhü aleyhi ve sellem) selâm vermemiz şer’an emredilmiştir.

Soru: Bizim din adına bildiğimiz her şeyin ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olmasına rağ­men, Allah’ın “Peygamber’e uyun” demekle yetinmeyip, “Allah ve Resulü sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiklerinde, bunlara uyun!”163 âyetiyle kastettiği nedir?

Cevap: Şeyh’in 519. bâbda dediği üzere Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bizi iki yöntem­le davet etmektedir. Bizi Kur’ân’la davet ettiğinde o mübelliğ ve tercümandır. O zaman bu davet Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) değil Allah Teâlâ’nın daveti kapsamın­dadır. Bu durumda hakiki anlamda icâbetimiz Allah’adır, resulü ise işitiriz. Kur’ân’dan başka bir yöntemle bizi davet ettiği zaman ise, her ne kadar iki davet ve iki icâbet arasında bir fark yok ise de bu davet Peygamber’in dave­tidir, icâbetimiz de onadır (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Taberânî ve daha başkalarının rivayet ettiği bir hadiste “Ben size Kur’ân’ın bir misli kadarını ya da daha fazlasını şeriat olarak belirledim.” denilmiştir. O hâlde peygamberlere icâbet etmenin illeti işitmedir. Şeyh’in 520. bâbda dediği gibi “işittiğini söylediği hâlde işitmeyenin durumu böyle değildir. Zira kendi hevâsından konuşmayan peygamber­den sadır olan birşey kulaklar vasıtasıyla duyulup algılandığı zaman, işitme duyusu bizzat aklın yerine geçer. İşittiğini anladığı zaman, bildiği kadarıyla bilmiş olur. Kuşkusuz ilim, hükmünde yetkin bir hâkimdir. Böyle olması gerekir, değilse ilim olmaz. Bu nedenle hiç kimse Allah’ın kendisine hesabını soracağını bile bile bir isyanda bulunmaz.

Soru: Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gönderilişinin umumi olması bâbında geçtiği üzere, insanların ve cinlerin dışında Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gönderildiği melekler, hay­vanlar, cansız cisimler ve ağaçlardan onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiğine boyun eğmeyen var mıdır? Yoksa bu boyun eğmeme sadece insanlara ve cinlere mi mahsustur?

Cevap: [Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiğine] boyun eğmeyen insan ve cinlerin dı­şında, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine gönderildiği hiç kimse boyun eğmemezlik et­memiştir. Şeyh 49. bâbda “Ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet etsin­ler diye yarattım.”[239] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Allah Teâlâ sekalayn (insan ve cin) dışındaki hiç kimseye ubûdiyet olan zilleti tahsis etmemiştir. Bununla birlikte Allah insan ve cinleri [başlangıçta] zelil olarak yaratmamış gelecekte zelil olsunlar diye yaratmıştır. Bu iki ağırlık/sakaleyn dışındakileri ise yaratılışlarının aslı itibariyle zelil kılmıştır. Bu nedenle bu ikisi dışında hiçbir varlık Allah’ın Resulü’ne karşı büyüklük taslamamıştır.”

Soru: Başkasının değil de sadece insan ve cinlerin peygamberlere karşı büyüklenmelerinin sebebi nedir?

Cevap: Şeyh’in yukarıda anılan bâbda dediği gibi, onların büyüklenme­lerinin sebebi el-Latîf, el-Hannân, er-Rahme, eş-Şefeka gibi isimlerin ve ilâhî tenezzülün onları yaratmaya yönelmesidir. Hak Teâlâ onları bu varlık sahne­sine attığı zaman, kendilerinden başka hiçbir şeyde azamet, izzet ve büyüklük görmediler. Yüce Allah, onları dünyaya koyduğunda azamet, kibriyâ, celâl ve ceberûtundan hiçbir şeyi onlara göstermediği için, kendi nefislerinin varlıkta lutuf ve merhamete dayandığını gördüler ve şöyle dediler: “Rabb’imiz, bizi niçin yarattın?” Yüce Allah da “Bana ibadet edesiniz diye.” dedi. Yani “Benim önümde zelil olasınız diye.” Dolayısıyla onları zelil kılan herhangi bir kahır ve izzet sıfatını değil de Hak Teâlâ’nın zelil kılma fiilini kendilerine izâfe et­tiğini gördüler. Bu nedenle büyüklenmişlerdir. Şayet Yüce Allah onlara “Sizi sadece zelil kılmak için yarattım.” deseydi, zillet kelimesinin boyun eğdirici gücü ve zorlayacılığından korkarak kendilerindeki zilleti görürlerdi. Bu tıpkı Allah Teâlâ’nın yer ve göklere “‘İsteyerek veya istemeyerek bana geliniz.’ dedi; onlar da ‘İsteyerek geldik.’ dediler.”[240] âyetindeki “ya da istemeyerek”[241] ifa­desine benzer. Anla! Şöyle demiştir: “Bu ikisinin dışındakilerde tekebbürün olmamasının sebebi, onları yaratmaya yönelen ilâhî isimlerin ceberût, kibriyâ, azamet, izzet ve kahr isimleri olmasıdır. Bu ilâhî kahrın altında zelil olarak vücut bulmuşlardır. Bunlardan hiçbiri, değil peygamberler, hiç kimseye karşı başını kaldıramaz ve Allah Teâlâ’nın hiçbir yaratığına karşı nefsinde bir kibir duyamaz.” Anlattıklarımızı iyice düşün, zira bunlar çok kıymetli bilgilerdir ve başka hiçbir kitapta bunları bulamazsın.En doğrusunu Allah bilir.

OTUZ sekizinci mebhas

Hz. Muhammed’den Sonra Yaratılmışlar Arasında En Faziletli Olanın Resul Olan Peygamberler, Sonra Resul Olmayan Peygamberler, Sonra Meleklerin Havassı, Sonra Meleklerin Avamı Olduğu ve Açık Bir Nas Olmadıkça Hz. Muhammed’in Dışındaki Resullerin Fazilet Sıralaması Hususunda Sustuğumuz Hakkındadır

Bil ki peygamberimiz Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, peygamber ve meleklerden hangisinin en faziletli olduğu konusunda ulemânın görüşleri farklıdır. Dayanacakları açık bir nas olmadığı için, her biri kendisine açık olan hâl karinelerine (metin dışı bağlam) ve Kitap ile Sünnet’in zâhirine göre konuşmuştur. Bunu anladıysan, konu hakkında öncelikle usul (kelâm) erbabının görüşlerini, daha sonra da muhakkik sûfilerin görüşlerini di­le getirelim. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Îmâm Safiyüddin Ebû Mansûr, Mu‘tezile ile aramızda görüş ayrılığı olmakla beraber, peygamberimiz Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra peygamberlerin bir bütün olarak meleklerden daha faziletli olduğuna inandıklarını söylemiştir. Meleklerin havassı (seçki­ni) ise genel olarak peygamberlerden, peygamberlerin geneli ise meleklerin genelinden, meleklerin geneli de müminlerin genelinden daha faziletlidir. Her türün fazileti diğer türdeki karşılığına göre değerlendirilir. Peygamber­lik makam itibariyle onların genişini de darını da kapsayacak bir faziletle üstündür. Tâbiyet verasetinin hükmü dışında, hiç kimseye nebevi maka­ma iştirak hakkı verilmemiştir. Sonraki başlıkta meleklerin geneliyle neyin kastedildiği gelecektir. Oraya bakabilirsin.

Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif’in Şerhu Cem‘i’l-Cevâmi’ e yaptığı hâşiyesindeki ibaresi ise şöyledir: “Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra peygamberler, sonra da ulvi melekler üstündür.” el-Mevâkıf sahibi ise “Peygamberlerin süfli olan yer meleklerinden üstün oldukları konusunda ihtilaf yoktur. Îhtilaf, ulvi olan göksel melekler konusunda­dır.” demiştir. Bermâvi (rh.a) de “Însan olan resuller ve diğer peygam­berler meleklerden, havasları onların havassından, avamları ise onların avamından üstündür. Kadınlar ise hûrilerden daha üstündür.” demiştir. Ehl-i sünnetin şeyhi olan Ebu’l-Hasan el-Beyhaki (rh.a) şöyle demiştir: “İnsanların velîleri meleklerin velîlerinden, insanların avamı ise meleklerin avamından daha üstündür. Yani insanların sâlih olanları meleklerin sâlih olanlarından daha üstündür.” Avamdan kasıt, fâsıklar değildir. Zira melek­ler arasında fâsık bulunmaz. Bunu Îbn Ebû Şerîf söylemiştir.

Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 73. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki tercih edilen görüş, Allah Teâlâ katında bir kısmının diğerlerinden üstün olduğu­na iman etmekle beraber, akıl aracılığıyla peygamberler arasında faziletli ola­nı tayin etmemektir. Çünkü Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dışında peygamberler konusuna dalmak fuzûlîdir. Dolayısıyla onların fazilet derecelerinin mühpem olduğu esasıyla iman etmemiz gerektiği anlaşılmış oldu. Zira Yüce Allah’ın “Bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün kıldık.”167 âyetinde, bize hangile­rinin daha üstün kılındığı belirtilmemiştir. Ayrıca peygamberlerin makamları­nı tatmadığımız için, bu konuda konuşamayız da. Bizim için nihaî nokta, ma­kamımıza münasip olan veraset ve hangi makamın diğer makamın neresinde olduğu hakkında konuşmaktır. Resullerin makamı hakkında sadece resuller, nebîlerin makamı hakkında sadece nebîler, vârislerin makamı hakkında sadece resul, nebî, velî ya da onlara tabi olan kimse konuşabilir. Bu ilâhî edeptir. Şayet Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize insanların efendisi olduğunu haber vermeseydi, bizim onu aklımızla üstün tutmamız doğru olmazdı.”

el-Fütûhât’ta, “Cuma Namazı” bağlamında da şunu söylemiştir: “Yüce Allah, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra peygamberlerin fazilet sıralaması­nı bana bildirdi. Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Peygamberler arasında üstünlük ayırımı yapmayınız.’ demeseydi, belirtirdim. Ancak keşif sahibi olmayan bazı kimselerin kalplerinde şüphelere yol açmaması için bunu terk ettim. Ancak açık bir nas ya da sahih bir keşifle buna ulaşan kimse açıklayabilir.” 462. bâbda da şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın âhir zamanda kendisiyle Muhammedî velâyeti sonlandıracağı genel hatem (el-Hatmü’l-amm) olan Îsâ b. Meryem’den (aleyhisselâm) öğrenmenin dışında resul ve nebîlerin mertebelerini bilmeyiz. O, kendisi onlardan olduğu için peygamberlerin makamını tam olarak anlatır. Bize gelince, buna herhangi bir şekilde ulaşmamız mümkün değildir.” Tercümânul-Eşvâk’a yaptığı şerhte şöyle demiştir “Peygamber­lerin makamını tatmadığımız için bu konuda konuşamayız. Bizler o ma­kamı ancak suya yansıyan yıldızları gördüğümüz kadar görürüz.” Allah’ın izniyle bu konu ‘Velâyet Mebhasi’nde genişçe yer alacak.”

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Keşif olmak­sızın peygamberlerin üstünlüğünü tayin ederek belirtmek, fuzûlidir. ‘Ba­zılarıyla Allah konuşmuştur.’[242] ve ‘Îbrâhim’i dost (Halil) edindi.’[243] âyet­lerinde geçen hullet (dostluk) ve kelâm makamlarından hangisinin daha faziletli olduğunu bilmediğimiz için buradan, birinin diğerinden -kesin olarakdaha üstün olduğu neticesi alınmaz.” Yine onun şöyle dediğini işittim: “Aklıyla peygamberler arasında fazilet sıralaması yapan kimsenin, peygamberler arasında ayırım yaptığı kesinleşir. Oysa Yüce Allah ‘Onun peygamberlerinden hiçbirini birbirinden ayırmayız.’[244] buyurmuştur. Her ne kadar müfessirlere göre buradaki ayırımdan kasıt bir kısmına iman edip diğer kısmını inkâr etmek ise de durum böyledir. Anla!” Şeyh Muhyiddin de el-Fütûhât’ın 73. bâbında buna benzer şeyler zikretmiştir.

Soru: Peygamberlerin birbirinden faziletli olması, peygamber olmaları itibariyle midir, yoksa başka bir şeyden dolayı mıdır?

Cevap: Şeyh’in 258. bâbda dediği gibi, resuller, resul olmaları itibariyle birbirinden daha faziletli değildir. Aynı şekilde nebiler de nebi olmaları iti­bariyle birbirinden daha üstün değildir. Nebi ve resullerin fazileti, ortak ol­madıkları başka bir hâlden dolayıdır. Zira hep birlikte bir makamda bu­lunan bir topluluk, ortak oldukları konuda eşittir. Aslolan budur. Îmâm Ebu’l-Kâsım Îbn Kasi (rh.a) ve onunla aynı görüşte olan bir topluluğa gö­re, bazen üstünlük meydana getiren husus da eşitliğe götürebilir. Dolayısıyla her resul bir açıdan fâdıl (faziletli), diğer bir açıdan mefdûl (daha az fazilet­li) olabilir. Her birisinin fazileti, başkasında bulunmayan bir şeyden dolayı­dır. Mefdûlun fazileti de fâdılda bulunmayan bir durum nedeniyledir. Bu­na bağlı olarak mefdûl kendisine tahsis edilmiş yön sebebiyle fâdıl olandan daha faziletli konuma gelir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir “Bize göre böy­le değildir. Bir toplulukta bulunan özelliklerin tamamı Hz. Muhammed’de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olduğu gibi tek bir kişide toplanabilir. Böylece birbirlerine karşı onla­rı üstün kılan niteliklerin toplamıyla o, topluluğun diğer fertlerinden üstün olur; zâid bir şeyle değil. Onların her birinden üstün olur [fakat] niceliksel bir derecelendirme ile değil. Bu [faziletler] toplamıyla o, topluluğun efendisi olur fakat fazilet açısından benzerlerinde olmayan bir şeyle temayüz etmez.”

Ayrıca Şeyh Îbn Kasî’nin sözlerini el-Fütûhât’ın 73. bâbının 29. ceva­bında naklederek şöyle demiştir: “Îbn Kasî ve ona tâbi olanların söy­lediği bu görüşün sahibi, keşif ehlinden sayılmakla beraber, hakika­tin gerektirdiği şekilde görüşünü ortaya koyamamıştır. Bize göre ‘Bazı nebîleri bazılarından üstün kıldık.’171 âyeti bağlamında, mufâdalanın (karşılıklı üstünlük) ma‘kül olan anlamı, ‘Lutfumuzdan buna verme­diğimizi ona, ona vermediğimizi de buna verdik.’ demektir. Fakat bu faziletler[den kasıt] şeref mertebelerinden olmalarıdır. Şöyle ki Allah (cc), onlardan birini, -celâline yaraşır bir şekildekendi elleriyle ya­ratmak ve melekleri ona secde ettirmek ile faziletli kılınmıştır ki bu Âdem’dir (aleyhisselâm). Kimini -Musâ (aleyhisselâm) gibikendisiyle konuşarak (kelâm) fa­ziletli kılmış, kimini -Hz. Îbrâhim gibihullet (dostluk) ile faziletli kıl­mış, kimini ise -Yâkub (aleyhisselâm) gibisafvet (arılık-saflık) ile üstün kılmıştır. Bunların tamamı şeref ve yüceliğe dair niteliklerdir. ‘Onun yaratması, kelâmından veya kelâmı, elleriyle yaratma sıfatından daha üstündür.’ denilemez. Çünkü bunların tamamı çokluk ve sayıyı kabul etmeyen bir tek zâta aittir. Aynı şekilde bütün mertebeler; ilâhî isim ve Rabbânî hakikatlerle bağlantılıdır. Dolayısıyla [niceliksel] bir derecelendirme yapan ‘Îlâhî isimlerden bir kısmı diğerlerinden daha şereflidir.’ demiş gibi olur. Oysa ne şer‘an ne de aklen bunu söyleyen hiç kimse olamaz.”

Karşılıklı üstünlüğe (tefâdül) gelince, bu konuda Mu‘tezile ile Eş‘ariyye arasındaki görüş ayrılığı, meleğin beşerin havassından üstün olup olmadı­ğı üzerinedir. Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envâr isimli eserinde şöyle de­miştir “Meleklerle beşerin havassı arasındaki fazilet konusunda herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir. Çünkü faziletlerin mukayesesindeki şartlarından biri de onun aynı cinsteki fertler arasında yapılmasıdır. Oysa melek ile beşer farklı cinslerdir. Söz gelimi ‘Eşek attan daha üstündür.’ denilemez. Ancak ‘Bu eşek o eşekten daha üstündür.’ denilebilir. Şu var ki ‘Karşılıklı üstünlük [tefâdül] gerçektir ve ruhlardan ibaret olan hakikatler konusundadır.’ denilebilir. Bilindiği gibi beşerin ruhları meleklerdir. Buna göre melek, insanın bir parçasıdır ve bütün cüzden, cüz de bütündendir.” Bu ve onun bundan önceki sözleri üzerinde iyi düşün ve araştır. el-Fütûhâtın 47. bâbında ise şöyle demiştir: Bir kesimin hataya düştüğü hususlardan biri de meleklerin aksine insanların ilimde ilerleme katetmesini gerekçe göstererek onların meleklerden daha üstün olduklarına dair görüşleridir. Karşılıklı üstünlüğün (yani bunu derecelendirmenin) vuku bulacağı ne bir sınıf ne de mertebelerden bir mertebe belirlemeden sadece insanın meleğin aksine ilimde ilerliyor olmasını ileri sürmüşlerdir.” Şöy­le demiştir: “Onların hatalarının sebebi, keşfedememiş olmalarıdır. Şayet keşfetmiş olsalardı, ilimde ilerlemenin insan, cin, melek gibi ölümle nite­lenen; dünya, berzah ve âhiret gibi aşamalardan geçen bütün canlıların bir gereği (lâzım) olduğunu görürlerdi. Şayet meleklerin ilimde ilerlemeleri söz konusu olmasaydı ve ilmin artması kendilerine yasaklanmış olsaydı, Âdem onlara tüm isimleri öğrettiğinde ilimleri artmazdı. Fakat Hz. Âdem melekleri[n bilgisini, daha önce] sahip olmadıkları isimlere dair ilâhî bil­giyle artırmış, onlar da Allah’ı tenzih ve takdis etmişlerdir.”

Soru: O hâlde melekler de ilimde ilerleme konusunda bize eşit midir?

Cevap: Evet, onların kendisiyle ilerleme katedecekleri bir ameli olma­dığından, amelin aksine ilimde ilerleme katedebilirler. Bu, orada teklif söz konusu olmadığı için, bizim cennette ilerleme katedeceğimiz bir amelimi­zin olmaması gibidir. Bu açıdan biz ve onlar âhirette eşitiz.

Soru: Bizim ilim ve amelde ilerlememiz, başkasına karşı daha şerefli olmamız bağlamında mıdır yoksa imtihan bağlamında mıdır?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi: “Bu Hak Teâlâ’nın başkasını değil, bizi imtihan etmesi için, imtihan bağlamındadır. ‘Beşerin kâmil olanları, ilerlemeleri açısından mutlak olarak daha üstündür.’ diyen kimse bunu anlamamıştır. Şayet bunun imtihan olduğunu bilselerdi, terakkî ile üstünlük olduğu iddiasında bulunmazlardı.” Şeyh 367. bâbın sonlarında “Eş‘arîlerin, insanların havassının diğerlerinden üstün olduğuna dair gö­rüşlerini destekleyen hususlardan biri de şudur: Âdem’in yaratılışından beri Hak Teâlâ rüyada sûretinin şerefi ve istikametinden dolayı sadece Âdem’in sûretinde görülmüştür. Âdem’in yaratılışından önce ise rüyada görene âlemdeki tüm sûretlerde tecellî etmiştir. Burada âlemin tümünden maksadın insan-ı kâmil olduğu anlaşılır. Şüphesiz ki Allah Teâlâ Âdem’i yarattığında onun bütün hakikatleri âleme yayılmıştı. Hak Teâlâ bu haki­katleri tüm âlemden çağırdı. Toplandılar ve bunların yekûnundan insan oldu. O büyük halifedir ve Allah Teâlâ’nın ilminin hazinesidir.”

Soru: Şayet melek de insan gibi terakki edebiliyorsa Cebrâil’in Bizden olan herkesin bilinen bir makamı vardır.”172 şeklindeki sözünün anlamı nedir? Bu sadece meleklere has mıdır yoksa bütün yaratıkların bilinen bir makamı var mıdır?

Cevap: Evet, her mahlûkun Allah’ın ilminde belirlenmiş ve takdir edilmiş bir makamı vardır ve bu, mahlûk tarafından bilinmez. Herkes nefesinin bit­mesiyle o makama varmış olur. Son nefes; kişinin üzerinde vefat edeceği, onun bilinen makamı olarak tezahür eder. Bu nedenle sülûke davet edildiklerinde; meşrû davete icâbetle yücelerek, iradi olan emre icâbet etmekle de alçalarak seyr ü sülûk ederler. Bunu ancak maksat gerçekleştiğinde fark ederler. Bu ne­denle cin ve insan olan her şahsın sülûkü, kendisine tayin edilen makamda son bulur ve bir kısmı şaki, bir kısmı da said olur. Bu ikisinin dışındaki mahlûkât ise, hiçbir zaman kendisinden inmediği makamındadır. Orada ikamet ettiği için, oraya varmak için kendisine emredilmesine gerek yoktur. Bu durum me­lek, hayvan, maden ve bitkiler için aynıdır. Bunlar Allah Teâlâ katında saiddir ve onlara erişecek bir şekâvet de söz konusu değildir. Îşte böylece cin ve insa­nın, meleklerin “Her birimizin bilinen bir makamı vardır.” şeklindeki sözüne dâhil oldukları sana âşikâr oldu. En doğrusunu Allah bilir.

Ey kardeş, meleklerin, insanların havassından daha faziletli olduğuna dair görüş, Şeyh’e de nispet edilmektedir ve ben bunu el-Fütûhât’ın Mısır nüshalarında gördüm. Önsözde Mısır nüshalarında sokuşturmaların ol­duğunu belirtmiştik. Şeyh’in, isnat zinciriyle kendisinden rivayet edilen Konya nüshasıyla karşılaştırılan nüshada gördüklerim, beşerin havassının meleklerden daha faziletli olduğu şeklindedir. Bunu Şeyh’in 383. bâbda, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklerin havassından daha faziletli olduğuna dair uzun açıklamalardan sonra verdiği şiiri de desteklemektedir:

Bizim söylediklerimizi sadece bir adam idrak eder

Ki o Mele-i a‘lâyı ve elçileri geçmiştir

Bu resul, Allah’ın resulü olan Ahmed’imizdir

Vasıflarında kâmil, vesilenin sahibidir

Mu‘tezile mezhebinin, meleklerin Allah Resulü’nden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha faziletli olduğuna dair görüşünü Şeyh’e nispet etmekten sakın! Allah seni hidâyet­ten ayırmasın.

OTUZ DOKUZUNCU MEBHAS

Meleklerin Sıfatları, Kanatları ve Hakikatleri İle Melekler

Hakkında Tasnif Edilen Hiçbir Kitapta Bulunmayan, Onlarla İlgili Hârikulâdeliklerin Zikri Hakkındadır. Bu Mebhasin Yöntemi Keşif ve Mebhas İçerisinde Bulunan Şerefli Nakillerdir

Bil ki 33. Mebhas’ta meleklerin vahyi indirmesi konusunda nefis de­ğerlendirmeler verildi, oraya bak! Burada bizi ilgilendiren ehl-i hakka göre meleklerin latîf cisimler olduğunu bilmendir. Onların şekillere girme ve tebdil-i kıyafet yapma yeteneği vardır. Zor fiilleri yapabilirler; şerefli, aziz kullardır. Devamlı olarak taat üzeredirler, muhalefet etmek ve fısk işlemek­ten mâsumdurlar. Allah Teâlâ’nın izniyle bu mebhasta izah edileceği üzere erkeklik ve dişilikle nitelenemezler.

Soru: Yıldızlar, güneş ve ay melek midir yoksa meleklerin kürsüler midir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 60. bâbında dediği gibi, “Yıldızların tama­mı, güneş ve ay meleklerin binitleridir. Bu, Allah Teâlâ’nın göklerde me­leklerden seçkinler (nukebâ) belirlemesi nedeniyledir. Her meleğe, içinde seyrân edeceği bir yıldızı merkep olarak tayin etmiştir. Felekleri de her gün bir devir olmak üzere onların içinde döner vaziyette yaratmıştır. Dolayısıy­la ne semâ ne de arz memleketindeki hiçbir olay onların gözünden kaçmaz. Bu kürsülerdeki melekler arasında ordular, emirler ve krallar vardır.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Daha sonra “Tebaasının hâlini dikkate almayan, onlar arasında adâleti tesis etmeyen ve onlara layık ihsanlarda bulunmayan her kral, zemmedilmeyi hak etmiştir.” demiştir.

Soru: Göklerin velîleriyle yerin velîleri arasında bir irtibat var mıdır?

Cevap: Göklerin velîleriyle yerin velîleri arasında münasebetler ve yer­deki velîlere adâletle uzanan, şâibelerden arınmış ve ayıplardan uzak bir­takım bağıntılar (rakîka)[245] vardır. Yerdeki bu velîlerin ruhları, yetenek­leri ölçüsünde meleklerin ruhlarını ve onların inceliklerini kabul ederler.

Yerdeki velîlerden yeteneği güçlü ve güzel olan kimse, meleklerden kendi­sine uzanan bu rakîkaları; temiz ve duru, şâibelerden arınmış ve herhangi bir değişiklik olmadan kendi sûreti üzere kabul eder, adâlet valisi ve fazilet imamı olur. Yeteneği düşük olan ise bu açık emri kabul eder ve onu kendi düşük ve kötü olan şekline döndürür, haksızlık valisi ve zulüm nâibi olur. Sadece kendi nefsini kınar. Şeyh, Tenezzülâtül-Mûsuliyyede bu konuya ge­niş yer vermiştir.

Soru: Melek de cine benzer şekilde dilediği gibi farklı hâllere girebilir mi?

Cevap: Evet, bu mebhasin baş tarafında geçtiği üzere, olabilir.

Soru: Beşerin kâmil olanları, melekler gibi başka bir sûrete girebilirler mi?

Cevap: Şeyh’in 311. bâbda dediği üzere “Kadîbü’l-Bân gibi kâmil olan insanlarda, başka bir insan kılığında görünme kuvveti vardır. Ancak me­leklerin kâmillerinin başka bir melek kılığında görünme kudretleri yoktur. Dolayısıyla Cebrâil, İsrâfil’in sûretinde görünemez. Tersi de mümkün de­ğildir. Dolayısıyla insanın kudretinde olan bazı şeylerin meleklerin kudreti kapsamında olmadığı anlaşılmaktadır.”

Soru: Hz. Muhammed’de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olduğu gibi, hangi meleğin makamı mutlak olarak en yüksektir?

Cevap: Bu konuda herhangi bir nas görmedik. İnsanın aklıyla semavî melekler veya başkaları arasında fazilet sıralaması yapması doğru olmaz. Açık bir nas olmadıkça “Cebrâil, İsrâfil’den veya Mîkâil’den daha üstündür ya da Azrâil, semavî meleklerden olan İsmâil’den daha üstündür.” denilmez.

Soru: Mele-i A‘lâ da insanlar gibi peygamber veya velî olmakla nitele­nebilir mi?

Cevap: Mele-i A‘lâ, peygamber ya da velî olmakla nitelenemez. Zira şayet peygamber ya da velî olsalardı, Âdem’in (aleyhisselâm) kendilerine öğrettiği isimleri bilirlerdi. Zira mârifetullah, O’nun isimlerini bilme ölçüsünde gerçekleşir. Kulun O’nu bilmemesi de isimlerini bilmemesi ölçüsündedir.

Soru: Meleklerin tamamı hayır âleminden midir? Bu görüşte iseniz, nasıl “Allahım, cimriye telef ver!” demiş ve müminin malının telef olması için onun aleyhine dua etmişlerdir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhâtın Zekât Bâbı”nda dediği gibi Bu müminin elem duyacağı şekilde malının telef olmasına yönelik bir dua değildir. Aslında Allah’ın (cc) rızâsı için infak etsin diye yapılan bir duadır. Dolayısıyla kendi isteğiyle infak eden mümin gibi o da ecir alır. Zira melek, hayır âlemindendir, mümine zarar göreceği bir duada bulunmaz. Allahım, cimriye telef ver!’ sözünün anlamı, ‘Malını senin rızâna uygun olarak infak etmeyen kimseyi infak eden kıl ve infak ettiğini yerine koy. Ey Rabb’imiz, şayet ezelî ilminde onun kendi isteğiyle infak etmesini takdir etmemişsen, malını telef et ki belâya mâruz kalan kimselerin ecrini alsın, böylece hayır ona dokunsun.’ demektir. Dolayısıyla daha önce belirtildiği gibi, bu onun hakkında hayır duadır. Me­leklerin makamını bilmeyenlerin sandığı gibi değildir. Melek, özellikle de Al­lah’ın varlığına, birliğine ve O’ndan gelenlere iman eden bir mümin hakkında asla şerri istemez.” Şeyh şöyle demiştir: “Meleklerin duasının iki açıdan kabul edildiğinden şüphe yoktur. 1. Meleklerin temiz oluşundan dolayı. 2. Duanın, başkası hakkında yapılan dua olmasından dolayı. Buna göre mal sahibine yapı­lan söz konusu dua, Allah’a isyan etmeyen meleklerin diliyle yapılan bir duadır. Sonuç olarak telef etmekle kastedilen, infaktır. Ancak melek iki lafzın arasını ayırmıştır.” En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Rasat ehlinin yaptığı gibi Allah Teâlâ’ya yemin ederek melekleri semâdan indirmek beşerin kuvveti kapsamında mıdır?

Cevap: Üzerine yemin etmek sûretiyle yahut başka bir şekilde meleklerden birini semâdan indirmek beşerin kuvveti kapsamında değildir. Zira âyette “Biz ancak Rabb’inin emriyle ineriz.”174 buyurulmuştur. Rabb’in emri dışında inme­yen bu gibilere ne bitkilerin özelliği ne de Allah’a (cc) onlar için yemin etmek tesir eder. Şeyh 25. bâbda bunu zikrederek şöyle demiştir: “Bu durum, semavî gezegenlerin ruhlarının aksinedir. Çünkü bunlar esmâ ve buhar/tütsü gibi şey­lerle indirilirler. Zira bu, mânevî bir iniş ve hâlî/içi boş sûretleri müşâhede ediştir. Gezegenlerin kendileri, gökteki yerlerini terk etmezler. Âriflere göre, Yüce Al­lah, kevn ve fesad âleminde onların ışınlarının düştüğü yerlerde birtakım tesir­ler meydana getirir. Ancak bu Allah Teâlâ’nın izniyle olur. Bu; su içince kanma, yemek yeyince tokluk ve mevsimi gelip yağmur yağdığında ve güneş açtığında tohumun bitmesi gibi Hakîm ve Alîm olan Allah’ın bir hikmetidir.”

Soru: Allah’ın Onlar, Allah ile görülmez varlık türleri arasında da bir soy birliği yakıştırdılar.”175 âyetinin anlamı nedir? Bunlar cin midir yoksa onların meleklerin Allah Teâlâ’nın kızları olduğuna dair meşhur sözlerin­deki gibi, melek midir?

Cevap: Burada cinle kastedilen melektir. “Cin” olarak isimlendirilmesinin sebebi, bizimle aynı mecliste oturdukları hâlde gözlerden gizlenmiş olmalarıdır. Biz onları göremeyiz zira Yüce Allah, onlarla insanların gözleri arasına gizli bir örtü koymuştur. Nasıl söz konusu örtü bize gizli ise onlar da bu örtü sayesinde bizden gizlenmişlerdir. Bize görünmeyi dilemedikleri müddetçe onları göremeyiz. Şeyh bunu, 369. bâbda zikretmiştir. Burada şöyle demiştir “Cinlerin, insanlarla birlikte olan ve gece gündüz aramızda bizi takip eden meleklerden olduğu açıktır. Normalde onları göremeyiz ancak Allah (cc) cinlerin bu yönde bir isteği olmaksızın, bir insanın on­ları görmesini istediğinde, görmesini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o da onları idrak eder. Yüce Allah, ya meleğe zuhur etmesini emreder ve biz de onu görürüz ya da örtüyü önümüzden kaldırır ve gözle meleği görürüz. Ancak onları gördüğümüzde bizimle konuşmaları doğ­ru olmaz. Zira bu sadece peygamberlere has bir özelliktir. Velî ise meleği görse bile, onun kendisiyle konuştuğunu görmez. Şayet melek kendisiyle konuşursa, onun şahsını görmez. Dolayısıyla hem görme hem de konuşma sadece peygamber için gerçekleşir.”

Soru: Meleğin kötülükten bir payı var mıdır?

Cevap: Meleğin kötülükten herhangi bir payı söz konusu değildir. Hârût ve Mârût hakkında nakledilenlere gelince, bunların hiçbiri sahih değildir. Kötülük (şekâvet) ve iyilik (saadet) sadece insanlarla cinlere hastır, vesselâm!

Soru: Meleklere, Âdem’e secde etmelerinin emredilmesinin sebebi ne­dir? Onun en güzel şekilde yaratılmış (ahsen-i takvîm) olması mı yoksa onlara isimleri öğretmesi mi?

Cevap: Şeyh’in 369. bâbda ilimlerle ilgili olarak söylediği gibi, melekle­rin Âdem’e secdesi, onlara isimleri öğretmesi için değildir. Onun en güzel şekilde yaratılmış (ahsen-i takvîm) olmasından dolayıdır. İleride bu secde­nin sebebinin, meleklere olan gizli bir gazaptan dolayı olduğu gelecektir.

Soru: Neden Âdem’in kendilerinden üstün olduğunu bilmelerinden önce, ona secde etmeleri emredildi?

Cevap: Melekleri imtihan etmek için, ona öğrettiği isimlerinden dolayı kendilerinden daha faziletli olduğunu bilmeden önce bunu yapmaları (secde) 5 kendilerine emredildi. Şayet onun ilimle ortaya çıkmasından sonra secde söz konusu olsaydı, İblîs bundan kaçınmaz ve “Ben ondan daha hayırlıyım.”[246] de­mez, ona karşı büyüklük taslamazdı. Bu nedenle “Balçıktan yarattığın birine mi secde edeyim?”[247] ve “Beni ateşten onu ise balçıktan yarattın.”[248] demiştir. Oysa nâr (ateş), ışık verdiği için senin en-Nûr ismine balçıktan daha yakındır.

10 Soru: O hâlde Allah Teâlâ’nın meleklere Âdem’in hilâfetini bildirmesi Allah Teâlâ’nın onlardan aktardıklarından sonra olmuştur.

Cevap: Evet, bu nedenle onun kıssasında “Meleklere Âdem’e secde edin dediğimiz zaman”[249] denilmiştir. Mâzi fiili ve il edatıyla gelmiştir. Bu, bir süre geçtiği içindir. Bu meselenin üzerinde dur ki Âdem’in ilimle fazi15 letinin, salt kendisine secde edilme faziletinden daha yüksek olduğunu ve şeriatın niçin insanı insana secde etmekten nehyettiğini bilesin. Bu insanın kendine secde etmesidir ki o kendisinin benzeridir ve bir şey kendine bo­yun eğmez. Şâri‘ olan Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisine eğilmeyi de yasakla­mış, musâfaha etmemizi emretmiştir.

20 Soru: Âdem’e secde etmelerinin emredilmesi, melekleri imtihan etmek için midir yahut başka bir şeyden dolayı mıdır?

Cevap: Şeyh’in 341. bâbda dediği gibi, bu sadece Allah’ı (cc) bilen âlimlerin hissedeceği, Allah’ın meleklere olan gizli bir gazabından dolayı onları imtihan etmesi içindir. Zira onlar, Hak Teâlâ’nın Âdem’i yeryüzünde halife kılmasına 25 itiraz ettiler. Şayet itiraz etmemiş olsalardı Allah’ın (cc) kulu olan Âdem’e sec­de etmeleri emredilmezdi. Şeyh şöyle demiştir “Âlemde meydana gelen bütün cezalar, bunun gibi gizli ya da açık bir gazaptan dolayıdır. Çünkü Allah Teâlâ âlemi yarattıklarına yönelik rahmetle yaratmıştır. Rahmet ise gazabın aksine intikam özelliğine sahip değildir. Oysa gazap, intikam özelliğine sahiptir fakat 30 tabaka tabakadır.” Şöyle demiştir “İntikamın meydana gelmesi, kâfirlerin dı­şındakiler için, temizliktir. Bu, esrar ilimleri kapsamındadır, bunu sakla!”

Soru: Meleklerin Rableri katında saf oldukları gibi namazda saf tu­tunuz.” denilmiştir. Yani imamlarının arkasında saf tutunuz. Yine onların imamımızın arkasında saf tuttukları da nakledilmiştir. O hâlde imamımız, aynı zamanda onların Rabb’i katında mıdır?

Cevap: Evet, bunun izahı şudur: Melekler bizim arkamızda saf tut­maktadır. Bu hâlleriyle kendilerine namaz kıldıran imamın yanındadırlar. Ama aynı zamanda Rab’leri katındadırlar. Bizim için imam, Âdem’in ko­numundadır. Yüce Allah celâline yaraşır bir şekilde kıblede iken imamımız O’na secde etmektedir. İmam da meleklerin kıblesindedir. Dolayısıyla her namazda melekler, babaları Âdem’e secde ettikleri gibi, ona ve çocukları­na secde etmeye devam etmektedir. Namaz kılan birisi kaldığı müddetçe, kıyamete kadar hilâfet Âdemoğullarında kalmaya devam edecektir. Şeyh bunu 347. bâbda zikretmiştir. Orada şöyle demiştir: “İlâhî durum ve emir dünyada meydana geldiğinde onun hükmü kıyamet gününe kadar kalk­maz. Meleklerin Âdem’e secde etmesi vuku bulmuştur. Dolayısıyla onlar kıyamete kadar namaz kılan her kişinin arkasında onun zürriyetine secde etmeye devam edecektir. Ki Âdem nasıl unuttuysa zürriyeti de unutacak, Âdem nasıl inkâr ettiyse, zürriyeti de inkâr edecek, Kâbil kardeşi Hâbil’i nasıl haksız yere öldürdüyse kıyamete kadar Âdemoğulları arasında haksız yere öldürme devam edecektir. O hâlde namaz kılan her kimse meleklerin imamı olur ve melekler arkasında durup ona yönelerek secde ederler.

Soru: Âdem’e yapılan secde ile onun evlâdına yapılan secde arasında ne fark vardır?

Cevap: Âdem ile çocukları arasındaki fark şudur: Melekler, Âdemoğullarının arkasında secde ettiklerinde, onların kıraat ve namaz gereği secde etmeleri gibi secde ederler. Âdem’e olan secdeleriyse, ilim öğrenmeye çalışanın ilme yö­nelik secdesidir. Dolayısıyla secde edilme noktasında bir araya gelmekte, bu­nun sebebi konusundaysa ayrılmaktadır. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), namaz kıldığı zaman, neden münferidin yaptığı gibi, Cebrâil’in sağında durmadı da arkasında durdu?

Cevap: Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gözleriyle meleklerin Cibrîl’in arkasında saf bağ­ladıklarını gördüğü için, onlarla birlikte saf tutup, onun sağında durma­mıştır. Şayet meleklerin safını görmeseydi, Cibrîl’in sağında dururdu. Aynı şekilde Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arkasında namaz kılan adama, sağında durmasının emredilmesi de bundan dolayıdır. Bu adam şayet meleklerin Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arkasında namaz kıldıklarını görseydi, sağında durması emredilmezdi. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söz konusu kişinin makamının hükmünü dikkate almıştır. Müşâhede etmeyenle müşâhede edenin hükmü aynı de­ğildir. Zikrettiklerimizin tamamında maksadımız, meleklerin Âdemoğlunun arkasında secde etmelerinin devam ettiğini, imâmetin ise Âdem’den en son namaz kılan kimseye kadar devam ettiğini sana bildirmektir. Me­lekler bu imama tâbidir. Daha önce geçtiği üzere biz imâmet durumunda Allah katında bulunuruz, melekler de imamımıza tâbidir. Onlar bizim ya­nımızda tâbiyet durumundadır ve [aynı zamanda] Rabb’leri katındadırlar. Zira imam ve bu melekler O’nun katındadır. Yine her saf, -saflar ne kadar artarsa artsınkendisinden sonrakilerin imamıdır.

Soru: Melekler de insanlar gibi nafilelerle Rabb’lerine yaklaşırlar mı?

Cevap: Şeyh’in 421. bâbda dediği gibi, kesinlikle hiçbir melek na­filelerle Allah’a yaklaşamaz. Onlar sürekli farzları edâ etmekle meşgul­dürler ve bu farzlar tüm anlarını kapsadığından onlar için nafile söz konusu değildir.

Soru: O hâlde onlar insanların makamlarına yetişemezler. Zira Hak Teâlâ’nın celâline layık olarak kulunun gözü ve kulağı gibi olacağına dair [kudsî hadiste] haber verdiği makamı yitirmiş olmaktadırlar.

Cevap: Evet, onlar zorunlu kuldur, biz ise hem zorunlu hem de ihtiyarî kuluz. Bu yönden bizim makamımıza erişemedikleri gibi tefekkür etme yetisine sahip olmadıkları için de bize yetişemezler. Onların sadece aklı vardır. Dolayısıyla Allah’ın yaptıklarını fikrederek alınan sevaptan ve Hak Teâlâ’nın onların gözü ve kulağı olmasından mahrum kalırlar. Anla! Aynı şekilde nehiylerden kaçınmanın sevabından da mahrum kalırlar. Zira mâsum oldukları için, bunu tatmaları söz konusu değildir.

Soru: Allah’ın “Hâlbuki üzerinizde muhakkak bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yaptığınız her şeyi biliyorlar.”[250] ve “O hiçbir söz söylemez ki yanında çok dikkatli bir gözetleyici olmasın!”[251] âyetlerinin anlamı nedir? “Dikkatli gözetleyici”yle kastedilen, iki yazıcı melek midir?

Cevap: Şeyh’in 544. bâbda dediği üzere, yazıcı iki melek, gece ve gün­düz meleklerinden Rakîb ve Atîd’dir. Kulun söylediği her sözü yazmak­ta, bunun dışında da hiçbir şeyi yazmamaktadır. Kul bir şeyi telaffuz ettiğinde onu havaya fırlatmış olur, melek bundan sonra onu alır. Yüce 5 Allah, her söz söyleyenin, sözünü söylemesi anında yanındadır. Melek, Hak Teâlâ konuşan kişinin [itinâ cihetiyle] yanında bulunuyor iken, ko­nuşanın havaya fırlattığı [sözü] bir nur olarak görür. Melek edeple sözle beraber bunu alır ve onun için kıyamete kadar yanında muhafaza eder. Böylece ‘Hafaza Melekleri’nin kulun ne yapacağını bildikleri Kur’ân’ın 10 nassıyla bilinmektedir. Ancak söyleyinceye kadar hiçbir amel yazmaz, telaffuz ettiği zaman yazarlar. Bu nedenle onlar, sözlerin tanıklarıdır. Bunun sebebi, onların kulun fiil anındaki niyetlerini bilmemeleridir. Bu nedenle kulun amellerini [göğe] çıkaran melekler, kulun amelini az görerek/küçümseyerek çıkarır. Onlardan bu amel alınır, kabul edilir ve 15 İlliyîn’de kaydedilir. [Bazen kulun amelini] çok görerek onu çıkarırlar fakat onlara -hadiste anlamca geçtiği gibi‘Bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Zira o bununla Allah’ın rızâsını gözetmedi.’ denilir. Yüce Allah ‘Hâlbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri, Hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun eğmeleri emredilmiştir.’ buyurmuştur. Şayet melekler, ku20 lun amel anındaki niyetini bilselerdi, bu haber gibileri gelmezdi. Niyet kalpte olduğu için onu Allah ve niyetin sahibinden başka hiç kimse bil­mez. Melek, kulun diline varıncaya kadar bütün hareketlerini kaydeder. Telaffuz ettiği zaman, Allah buna şahittir. Aslında O kulunun sözünün nezdinde itinâ itibariyle bulunur kulunun yanında [bizzat] bulunmaz.

25 Şehâdet âleminde varlığın ortaya çıkmasıyla beliren ilâhî bulunuş işte budur. Bunun nedeni de tekvin [yaratma] olmasıdır. Nitekim her mev­cuttaki yaratma ancak ilâhî sözün nezdinde olur. Varlıkta meydana gelen her şey de ilâhi sözden neşet eder. Allah ile kulu arasında, söz (kavl) mü­nasebetinden daha genel ve daha tamam hiçbir ilişki yoktur. Bu nedenle 30 Allah’ın, her söz söyleyenin dilinin yanında olduğu rivayet edilmiştir.

Sözden ibaret olan varlık, söyleyeninden (kâil) ayrıdır. Şayet Hak Teâlâ onun yanında olmasaydı, söz zayi olurdu. Hak Teâlâ nasıl sadakayı kabul edip onu büyük bir dağ oluncaya değin artırıyorsa [söze] yaratılışı kâim kılan bir sûret inşâ etmek için de onun yanında bulunur.

Soru: Âlimler, “Allah (cc), meleklerin amelleri bildiğini haber vermiştir. Amelleri bilmeleri onları yazmak içindir. Dolayısıyla [genel olarak] melek­ler amelleri yazmaktadırlar.” demişlerdir.

Cevap: Onların bu görüşlerine dair Kur’ân’dan bir delil bilmiyoruz bu 5 konuda açık bir delil bulan olursa buraya eklesin. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: “İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar.”[252] âyetinde işaret edilen melekler kimlerdir? Bunlar Hafaza mıdır, başkası mıdır?

Cevap: Bunlar teshîr (âmâde) melekleridir. Kul hangi durumda olursa 10 olsun onunla birliktedirler, ona tâbidirler. Bunlar Hafaza melekleri değil­dir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: “O, şerefli ve sadık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahîfelerdedir.”[253] âyetleriyle ne kastedilmektedir?

Cevap: Şeyh’in 160. bâbda dediği gibi, değerli sahîfeleAe kastedilen, pey15 gamberlik bilgisidir; sefereyle de elçi melekler kastedilmektedir. Bererenin an­lamı ise “iyiler” demektir. Bunlar Hak Teâlâ’nın insanlara gönderdiği elçiler olup, büyük reisleri Cebrail’dir (aleyhisselâm). Yüce Allah, bir şeyi kulları hakkında gerçekleştirmek istediğinde, işleri tenfîz makamı olan kürsîye en yakın mele­ğe vahyeder. Allah Teâlâ bu emri muhtelif şekillerde verir. Ona kendisinden 20 sonrakine vahyetmesini emreder, o da kendisinden sonra gelene emri bir sonrakine ulaştırmasını söyler ve bu silsile yer semâsına kadar devam eder. Su meleğini çağırarak bu mesaj suya bırakılır, kulların kalplerine atmak üzere kalp (ilham) meleklerini çağırır. Şeytanlar meleklerin ne getirdiklerini bilir ve bunların benzerlerini insanların kalbine getirir. Dil kalpte olanları konu25 şur ki bunlar [bir şeyin] nasıl olacağına dair havâtırdır (kalbe yerleşen nef­sin iç konuşmasıdır). [Henüz] olmayan bu şey hâtırın bildirdiği şeye uyarak meydana gelir. Bunlardan dile geldikten sonra meydana gelenler melekle­rin getirdikleri, meydana gelmeyenler ise şeytanların ilkâ ettikleridir. Bunlar âlemde “ircâf” (yalan haber) olarak isimlendirilir ve avam bunlar için “tek30 vînin mukaddimeleri” der. Daha sonra su meleği kendisine vahyedileni suya attığı zaman, insan ve cin hariç bu sudan içen bütün canlılar, bu sırrı bilir.

Soru: Meleklerin de insan ve cinlerinki gibi bir âhiretleri var mıdır?

Cevap: Şeyh’in 518. bâbda dediği gibi, meleklerin herhangi bir âhiretle­ri yoktur. Çünkü onlar ölüp dirilmezler. Bize göre onların durumu, sadece uyku ve uykudan uyanma gibi, bayılıp uyanmaktan ibarettir. Bu bayılıp ayıl­ma, dünya ve âhiretteki icmâlî tecellîdeki (et-tecelliyü’l-icmâlî) mümkünün dâim üzerinde bulunduğu hâldir. Buradaki icmâl melekler indinde bizdeki müteşâbihin aynıdır. Bu yüzden vahyi düz bir taş üzerindeki zincir [sesi] gibi duyarlar. Ayıldıklarında ise bizdeki muhkemin benzeri olan tafsil gerçekleşir. Hem bizde hem de onlarda durum, müteşâbih ve muhkem âyetlerden iba­rettir. Dolayısıyla imtihan ve fitne, anılan icmâl ve müteşâbih ile hem yuka­rıdaki hem de aşağıdaki sakinleri (mele-i a’lâ ve mele-i esfel) kapsamaktadır.

Soru: Melekler arasında Allah Teâlâ’yı bilme noktasında derecelendir­me söz konusu mudur?

Cevap: Evet, ancak daha önce belirtildiği gibi onlar aşamayacakları ma­kamlarda bulundukları için, aralarında herhangi bir fark yoktur. Daha az faziletli olan (mefdûl) “Rabb’iniz ne dedi? ‘Hakkı’ dediler.”[254] âyetinde be­lirtildiği gibi, âlim olandan meseleyi anlamaya çalışır. Bunun izahı şudur: Melekler nûrlar içinde bulunan ruhlardır ve kanatları vardır. Hak Teâlâ özel bir şekilde vahiyle konuşup bu [sözler], kulaklarına çarptığında -ki bu daha önce geçtiği üzere düz bir kaya üzerinde [hareket eden] zincir gibidirmelekler boyun eğerek kanatlarını çırpar ve bayılırlar. Daha sonra Yüce Allah, onların kalplerinden korkuyu giderince -ki bu onların ayılmasıdırayılıp “Bu nedir?” derler. Yani bir kısmı diğerlerine “Ne diyor?” der. Ba­zılarıysa Allah’ın kelâmının zâtın kendisi olduğunu bildirerek “Rabb’iniz şöyle buyurdu” derler. Bazıları bu konuşana “Hak” derler. Yani “Hak diyor ki O, bu teşbihten alabildiğine yüce ve münezzehtir.” Meleklerin kelâmı Allah’ın, “Rabb’iniz ne söyledi?’ diye sorarlar. Onlar da ‘Hakkı’ diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.” ifadesiyle son bulur. Bu ifade “O’nun ben­zeri yoktur.”[255] âyetinin benzeridir. Allah en doğrusunu bilir.

Soru: Beşerî âlemin sûretler âlemi ve bu sûretleri düzenleyici olan ne­fisler âlemi üzerinde tasarrufu var mıdır?

Cevap: Evet, Şeyh’in 366. bâbda dediği üzere, anılan iki sınıfın dışın­da, beşerî âlemin onlar üzerinde herhangi bir hükmü söz konusu değildir. Ancak cinler âlemi gibi onlardan kimisi dile getirdiklerinin kendilerine hükmetmelerini isterse bu olabilir. Böylece meleklerden ibaret olan nûrânî âlemin, beşerî âlemin üzerlerindeki velâyetinin dışında kaldığı anlaşılmış oldu. Zira her biri için Rabb’inin belirlediği bilinen bir makam vardır. Rabb’inin emri olmadan da oradan inmezler. Bunlar arasında oradan biri­ni indirmek isteyen olursa, önce Rabb’ine yönelir; Rabb’i de ilgili istek sa­hibine yardım etmek için ya da kendiliğinden indirmek sûretiyle o meleğe bunu emreder ve ona bu hususta izin verir.

Soru: Seyahat hâlinde bulunan meleklerin makamı nedir?

Cevap: Onların bilinen makamı, Kur’ân’la zikredilen makamları ara­yarak seyahat etmeleridir. Kur’ân’dan başka bir şeyle zikreden hiç kim­seyi, Kur’ân’la zikredenlerin önüne geçirmezler. Şayet Kur’ân’la zikreden bir kimseyi bulamazlarsa, başka şekilde zikredenlere giderler. Bu, onların sayesinde yaşadıkları rızıklarıdır, hayatları bundadır. Bu nedenle, Mehdî zuhûr ettiği vakit, gece gündüz Kur’ân okuyacak bir topluluk meydana getirecektir. Şeyh bunu 366. bâbda zikretmiştir.

Soru: İnsan ve cinlerin avamında vâki olduğu gibi, melekler arasında da Allah’ın (cc) sıfatlarını bilmeyen var mıdır?

Cevap: Şeyh’in 371. bâbda zikrettiği üzere “Allah (cc) Âdem’e isimle­ri öğrettikten sonra, melekler arasında O’nun sıfatlarını bilmeyen kimse kalmamıştır. Aksine tamamı, Allah’ı bilmektedir. Bu nedenle Yüce Allah ‘Allah, hak ve adâleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler de bunu ikrar ettiler.’[256] buyurmuştur. Daha sonra insan­lar hakkında “İlim sahipleri”[257] demiş, meleklerde olduğu gibi, [insanlar için bu durumu] mutlak olarak zikretmemiştir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bu ilimle kastedilen, varlık ilmi değil, tevhid ilmidir. Âlemin tamamı, -insanlardan bazılarının vâkıf olamadığı [gibi] zât ya da mertebedeki tevhidin aksine varlık âlemidir.”

Soru: Beşerden farklı olarak meleklere verilen bir ilim var mıdır?

Cevap: Evet, Şeyh’in 375. bâbda zikrettiği üzere “Neşet ettiği tabiatının hükmünden ve beşerî kimliğinden sıyrılıp, sadece ilk aslına üflenen ruhtan ibaret kalmadıkça hiçbir beşerin bilmeyeceği kendilerine has ilimleri vardır. Ancak bu durumda, meleklerin bildiği gibi, o da Allah Teâlâ’yı bilir ve Allah Teâlâ’ya ibadetini meleklerin Allah’a ibadet ettiği gibi yapar.” “Allah’a hamdolsun biz bunu tattık. Şayet bu ilmi birine öğrettiğimizde, onun -yalan söy­leyerekbu iddiaya kalkışacağından korkmasaydık, bu gözleri [ve gönülleri] aydınlatıp sevindirecek ilimden ona bir şeyler açıklardık.” demiştir.

Soru: Meleklerden herhangi biri şehvet üzere yaratılmış da Allah Teâlâ onu korumakta mıdır yoksa aslı itibariyle şehveti yok mudur?

Cevap: Şeyh’in 378. bâbda dediği gibi “Meleklerin şehveti yoktur. Al­lah onları mârifetullah ve irade üzere yaratmıştır. Onlara iradeyi verdiği için, onların Allah’a kendilerine emredilen hususlarda isyan etmediklerini haber vermiştir. Şayet iradeleri olmasaydı, Allah onları “Allah’ın kendileri­ne buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren.”188 şeklinde övmezdi.

Soru: Canlılar ne üzere yaratılmıştır?

Cevap: İnsan ve cinden farklı olarak Allah’ı bilme ve özel şehvet üzere yaratılmışlardır. Onlar, mârifet ve şehvet üzere yaratıldılar. Bu ise iradeye has bir taalluktur. Zira şehvet tabii bir iradedir. İnsan ve cinlerin, melekler gibi ilâhî iradeleri yoktur. Allah Teâlâ bu ikisini, ilim elde etmek için değil, aklı üzere yaratmıştır. Bu Hak Teâlâ’nın hassaten bu dünyada şehvetlerini kontrol etmek için, insan ve cinlere verdiği bir alettir. İnsan ve cinlerin, ke­şif yönteminin dışında elde ettiği bilgilerin tamamı, fikrî muvâfakatla elde edilmiştir. İnsanın sahip olduğu ilimlerin fıtrat, zaruret ve ilhamla olduğu anlaşılmaktadır. Keşfin varacağı son nokta ise, sadece Allah’ın yarattığı fıt­ratta bulunan bilgileri keşfetmektir, başkasını değil. Bununla ma‘lûmunu (bildiği şeyleri) görür. Fikirle bu bilgiye ulaşması imkânsızdır.

Soru: Bunlar, duyularla idrak edilecek şeylerdir. Geriye bir tek nazar kalmaktadır. Bunları nereden bildin?

Cevap: Bunu ilham ve ilâhî bildirme (îlâm) yöntemiyle bildik. Şöyle ki nâtık nefis bu bilgiyi Allah’tan vech-i hâstan (özel yönden) ilham yo­luyla keşif ve zevk ile alır. Her varlığın Allah’tan aldığı bir özel yön (ve­ch-i hâs) vardır. Sahih düşüncenin varabileceği son nokta zikrettiğimiz Allah’tan olan ilim ve îlâmının (bildirme) aksine, mümkün olanın üzerine bir şeyi eklememektir. Bu, kulun sahih nazarla mârifetullahta ulaşabileceği son noktanın hayret olması gibidir. Bu, hayvanların (Behâim) başlangıçta sahip olduğu durumdur. Zira onlar hayret üzere yaratılmışlardır. Kul ise bundan çıkmak istemektedir ancak bunu asla yapamayacaktır.

Soru: Melekler kaç sınıftır?

Cevap: Şeyh’in 154. bâbda zikrettiği gibi üç sınıftır: 1. el-Müheymûn’dur. Allah’ın kendilerini yarattığındaki gibi O’nun celâlinde kendilerinden geç­miş olanlardır. Allah Teâlâ onlara Cemîl isminde tecellî etmiş, onları kendi­lerinden geçirmiş ve kendisinde yok etmiştir/fâni kılmıştır. Ne kendilerini bilirler ne de kimde kendilerinden geçtiklerini. Keşif yöntemiyle onları bu şekilde öğrendik, onlar hayret içinde sarhoştur. Yüce Allah onları ne üstünde ne de altında hava bulunan “Amâ” binalarından, onları nefyeden bir şeyle birlikte yaratmıştır. Onlar da şu an diğer melekler gibi nûr heykelleri için­dedirler. Ne onların ne de diğer meleklerin mümkünlerin velîliği dışında bir velâyetleri vardır. 2. Melâiketü’t-teshîr (Hizmete verilmiş melekler). Bunlar Hakk’ın özel katından bize ve bizden Hakk’a gece-gündüz inip-çıkmakla bizim için amâde kılınmış olanlar; yeryüzündekiler hassaten de müminler için istiğfar edenler, Âdemoğullarının kalpleriyle görevli olanlar, rahimlere vekil kılınanlar, ilhamla görevli olanlar, ruh üflemekle vekil kılınanlar, rızıklarla ve yağmurlarla görevli olanlar, insanla görevli olanlar, saf bağlayıp duranlar (saffât), sevk edenler (zâcirât), okuyanlar (tâliyât), işi bölüştüren­ler (mukassimât), şiddetle çekip çıkaranlar (nâziât), birbiri ardınca gönderi­lenler (mürselât), yayanlar (nâşirât), öne geçenler (sâbikât), yüzüp gidenler (sâbihât), bırakanlar (mulkiyât), çekip çevirenler (müdebbirât) ve benzeri meleklerdir.[258] Bundan önceki mebhasta geçtiği üzere, peygamberlerin ta­mamı bunlardan daha faziletlidir. Bil ki Teshîr meleklerinin başı, Kalem-i A‘lâdır. Bu akl-ı evvel (ilk akıl), yazma ve tedvîn etme âleminin sultanıdır.

Şeyh Bunların varlığı, kendilerinden geçmiş âlemle birliktedir. Ancak Allah Teâlâ onları, diğerlerini kendilerinden geçiren bu tecellîden perdelemiştir.” demiştir. 3. “Melâiketü’t-tedbîr (Yönetme melekleri). İster tabii, ister nûrânî, ister felekî, isterse unsurî olsun âlemdeki bütün cisimleri yöneten ruhlardır.” demiştir. Şeyh bu konuda uzun değerlendirmelerde bulunduktan sonra şöy­le demiştir: “314. bâbda, meleklerin hiçbir kesbinin olmadığını ve hiçbir makamda amel etmediklerini yazmıştık. Onlar sadece kendi makamları için yaratılmıştır ve bu makamları aşmazlar ve herhangi bir makam kazanmazlar. Şayet bilgileri ziyadeleşirse bu bilgiler fikir ya da istidlâl yoluyla gelmez. Çunku onların tabiatları, insanın tabiatının verdiği gibi bunu vermez.”

Soru: “Melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan”190 âyetinde zikredilen kanatlardan maksat nedir?

Cevap: Bu kanatlarla kastedilen ruhanî yetenektir. Bu yetenek sadece kendi makamından olana tasarrufta bulunur ve bu makamda arkadaşı olan feleğin makamını aşamaz. “İsrâ Mebhasi”nde geçtiği üzere her şe­yin varacağı son nokta, ilk anda ortaya çıktığı yerdir. Ancak söz konusu kanatların, meleklerin kendilerinden yukarıda olanlara değil, sadece ken­dilerinden daha aşağıda bulunan unsurlara inmeleri için verildiği açıktır. Bu, bizdeki uçanın aksinedir. Zira o kanatsız olarak iner ve kanatlarla yukarı tırmanır. Meleklerin kanatlarına gelince onlarla makamlarının üzerine yükselemezler. Uçanın kanatlarından aslolanın, bunlarla yuka­rı tırmanmak olduğu bilinmektedir. Meleklerin kanatlarında ise aslolan iniş için olmalarıdır. Kuş indiği zaman tabiatıyla iner, yukarı çıktığında ise kanatlarıyla çıkar. Melek ise indiği zaman kanatlarıyla iner, yukarı çıktığında ise tabiatıyla çıkar. Bütün bunlar her yaratılmışın, âcizliğini ve kendisi için belirlenen sınırların dışında tasarrufta bulunmasının müm­kün olamadığını bilmesi içindir.

Soru: Meleklerin yükselmesiyle kastedilen nedir? Zira sadece inen yükselir.

Cevap: Meleklerin tırmanışı (urûc), başkalarında olduğu gibi, sade­ce yüksekliklere (ulviyyât) mahsus değildir. Aksine onların bize doğru inişleri de hükmün sadece âlemlerin Rabb’i olan Allah’a bağlı olduğunu açıklamakiçin olduğundan [yine] urûc olarak isimlendirilir. O’nun her varlıkta özel bir tecellîsi ve vech-i hâssı (özel yönü) bulunur ve bunun­la onu muhafaza eder. Her türlü noksandan uzak ve yüce olan Allah,

ister aşağılara (süfliyyât) ister yükseklere (ulviyyât) tecellî etmiş olsun yük­seklik cihetinin mutlak olarak kendisine ait olduğunu zikretmiştir. Yüce Allah “Yüce Rabb’inin adını tenzih ederek an!”[259] ve “O, göklerde ve yerde tek Allah’tır.”[260] buyurmuştur. “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu an secde­dir.” hadisinin delâletiyle, yerde de olsa gökte de olsa yüksekliği kendisinin kılmıştır. Anla, yükseklik daima O’nundur.

Şeyh şöyle demiştir: “Bunun izahı şudur: Yüce Allah meleklere celâli hakkında bilgi verdiği için, onlar makamlarından bir yöne yöneldikleri za­man, başkasına değil, sadece Allah’a yönelirler. İndikleri her şeyde onların bakışı Hakk’a doğrudur. Bakışları onları indirene doğru olduğu için ‘Me­lekler inerler.’[261] buyurmuş; onlar inişlerinde bile yükselici oldukları için de ‘Melekler yükselirler.’ demiştir. Dolayısıyla hangi varlıktan sâdır olursa olsun, kâinata yönelen her bakış iniş; Hakk’a yönelik her bakış da hangi varlıktan sâdır olursa olsun, çıkıştır. Daha önce meleğin yükseldiği zaman zâtıyla yükseldiğini, zira bunun aslına dönüş olduğunu ve Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de mi‘raca çıktığı zaman, tâbiyyet hükmüyle Burak’ın zâtına tâbi olarak yükseldiğini belirtmiştik.”

Soru: Allah, İblîs’e hitap ederek “Ey İblîs, kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslı­yorsun yoksa ululardan mısın?”[262] buyurmakla neyi kastetmiştir?

Cevap: Kastedilen, bakışında/düşüncende “Büyüklendin” şeklinde­dir ki durum böyleydi. Yüce Allah, onun büyüklendiğini ve kendi içinde Âdem’den daha üstün olduğunu düşündüğünü haber vermektedir. İşte bu, İblîs’in cehâletidir.

Soru: “Âlûn [ulular]” ruhlar mıdır, melekler midir?

Cevap: Onlar melek değil, ruhlardır. O hâlde melekler -Cebrâil ve benzerleri gibi-, bu ruhların elçileridir. “Elûket”, Arap dilinde elçilik an­lamındadır. Secde etmeyen hiçbir melek kalmamıştır. Çünkü bunlar Al­lah’ın kendileri için “Âdem’e secde ediniz!”[263] dedikleridir. Müheymin (kendilerinden geçmiş) olan ruhlar, secde emrinin muhatabı olmamış­lardır. Zira zikredildiğine göre O ruhlara değil, meleklere hitap etmişti. Bu nedenle “Bütün melekler toptan secde ettiler.”[264] denilmiştir. İblîs ise muttasıl değil, munkatî istisnâ ile nasb edilmiştir. Bu, “Alûn” olarak anılan ruhlar, Allah Teâlâ ile meşgul oldukları için, O’nun Âdem veya başka birini yarattığını bilmezler. Allah’ın İblîs’e “Yoksa ululardan (Âlûn) mısın?”[265] âye­ti, “zikrettiğimiz üzere “kendilerine secde etmeleri emredilmeyenler misin?” anlamındadır. Dilde secdenin, yere kapanma olduğu açıktır. Zira Âdem, topraktan yaratıldı. Bu ise kendisinden daha aşağısı olmayan en aşağı un­surdur. Bazı şeyhlerimizin şöyle dediklerini işittim: “Âlûn’a Âdem’e secde et­meleri emredilmemiştir. Zira onlar, onu bilmiyorlar ki secde etsinler. Ayrıca Allah’ın onları bize bildirdiğine dair bir ifade de geçmemiştir. Şayet böyle olmasaydı, Allah Teâlâ İblîs’in yüz çevirmesini zikretmeseydi ona secdenin emredildiğini bilmezdik.” Şeyh bunu 361. bâbda zikretmiştir. 157. bâbda ise şöyle demiştir: “Yüce ruhların en yükseği el-Âlûn’dur. Bunlar isim açısından melek değildir. Çünkü bu isim, özellikle onlar arasından elçi olanlara veril­miştir. Çünkü meleğin anlamı elçidir. Bu, “Me’luket”ten dönüştürülmüştür ve “Elûke” de elçilik demektir. Bu sadece bir cinse tahsis edilmez. Bu nedenle Yüce Allah meleklere ‘Secde ediniz’[266] dediğinde, İblîs de bu hitabın kap­samına girmiştir. Zira o da genel olarak elçilikte kullanılanlar arasındaydı. Melekler; berere (iyiler, cömertler, sadık melekler), sefere (elçiler, katip me­lekler), cin ve insan ruhlarını kapsayan bir cinstir. Bu sınıfların her birinde elçilik yapanlar ve yapmayanlar vardır. Melekî ve mehmûz[267] nübüvvete, sa­dece ilk grupta yer alan, arşın etrafında Allah’ı hamd ile tesbih eden el-Hâfûn ya da kürsî ve göklerin melekleri ile yükseliş meleklerine mensup olan elEfrâd nâil olabilir.” Şöyle demiştir: “Meleklerden olan son peygamber, dünya semâsının sahibi olan İsmâil’dir. Onlardan her biri ruhlar âleminde, bir gaye ile gayelenmiş olarak Rabb’inden -Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatının bâtıniyetinden olmak üzerebir şeriat üzeredir. Bu durum, Allah’ın “Bizden her birimizin belirli bir makamı vardır.”[268] âyetinde geçmektedir. Böylece kendi­lerinin aşamayacakları belirli sınırlarının olduğunu itiraf etmektedirler. Şe­riatla kastedilen de sadece budur. Allah Teâlâ onlara vahyettiğinde, Allah’ın kelâmını işitirler ve kanatlarını çırparlar.” Bu konuyu uzunca anlatmıştır.

Soru: “Bu isimleri bana haber verin!”201 âyetiyle işaret edilen meleklerin îcâd ve hükümlerinde dayandıkları ilâhî isimlerle kastedilen nedir?

Cevap: Diğer ilâhî isimlerdir. Bu isimleri bilmemekle, sorgulanma ve kınanmayı hak etmişlerdir. Yüce Allah, bu meleklere “Üzerinize vazife ol­madığı hâlde, yeryüzünün halifesini kınayıp, beni tesbih ve takdis ettiğini­zi iddia ederek kendinizi temize çıkarmanıza rağmen bu isimlerle beni hiç tesbih ve takdis ettiniz mi?” der gibidir.

Soru: Meleklerin, canlıların, maden ve bitkilerin iradesi var mıdır?

Cevap: Onların herhangi bir işe taalluk eden bir iradesi yoktur. Onlar yaratıldıkları hâl olan Allah’a secde etme ve O’nu övme üzeredirler. Sürekli O’nunla meşguldürler, başka bir şeyle değil. İnsan ise hem O’nunla hem de başkasıyla meşguldür. Unutmak ve gaflet, başkasıyla meşgul olmaktır.

Soru: İnsanlarda olduğu gibi, ruhlarda da tasavvur etme yeteneği (kuv­ve) var mıdır?

Cevap: Şeyh’in 367. bâbda zikrettiği üzere ruhların tasavvur gücü vardır ama musavvire gücü yoktur. Musavvire gücü müfekkire gücü­nün sıfatı olan fikre tâbidir. Ayrıca küllî nefis, akıl ve Allah’ın celâlinde kendinden geçmiş melekler gibi tabiatın üstündeki ruhlar da âlemin sûretlerini görmezler ve tasavvuru kabul etmezler. En doğrusunu Al­lah bilir. Meleklerin hâlleriyle ilgili olarak bu kadarı yeterlidir. Allah’ın izniyle “Velâyet Mebhasi”nde, ilham melekleriyle ilgili olarak iyi bir özet gelecektir.

KIRKINCI MEBHAS

Peygamberlere (aleyhisselâm) Hürmet Etmenin İstenilmesi ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebeveyni Hakkında Susmanın Gerekliliği, Hz. Nûh ile Hz. İdrîs Arasındaki ve Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Arasındaki İki Fetret Ehlinin Hükmü, Hiçbir Kitap ve Peygamberin Sünnetine İnanmamış Olsalar da Bunların Cennete Gireceklerinin Araştırılmasının Beyanı Hakkındadır

Bil ki Allah’ın (cc) bizden razı olmasını umarak, peygamberlerin tama­mına hürmet etmek ve Allah’ın onların derecelerini artırması için onlara dua etmek müstehaptır. Şeyh 457. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki her mümi­nin, müslüman olan ata-dedeleriyle atalarından olmadığı hâlde Âdem’den en yakın babasına kadar, velîlerin büyüklerine hürmet etmesi gerekir.” Şeyh “Bir keresinde babamız Âdem (aleyhisselâm) için umre yaptım ve arkadaşları­ma da bunu emrettim. Âdem’in (aleyhisselâm) içinde bulunduğu dünya semâsının kapılarının o gece açıldığını, Allah’tan başka kimsenin sayamayacağı kadar meleğin yükseldiğini gördük. Babamız Âdem’e sıla-i rahim yaptığımız için o gece melekler bizi şaşkına çevirene ve dehşete düşürene dek aynı şekilde inmiş, bize selâm vermiş ve hoş geldiniz demişlerdi. Bunun sebebi çoğu insan nezdinde Âdem (aleyhisselâm) ile akrabalık bağının kesilmiş olmasıdır.” demiş­tir. Şöyle demiştir: “Yüce Allah bana, onu ziyaret etmemi ilham etti, ben de onu ziyaret ettim ve benim vesilemle başkaları da ziyaret etti. Bu ilâhî bir tevfiktir, orada kimsenin, üzerinde yürüyebileceğim bir ayak izi yoktu. Hak Teâlâ’nın Kur’ân’ın birden fazla yerinde ‘Ey Âdemoğulları’ şeklinde hitap etmesi, sadece bize babamız Âdem’i (aleyhisselâm) hatırlatmak ve ona sıla-i rahim yapmamız içindir. Bununla beraber hiç kimse bu babalığa ve bunun hakkını gözetmeye dikkat etmedi. Allah Teâlâ’nın bu hatırlatması O’nun, Hz. Meryem’e dair âyette geçen “Ey Hârun’un bacısı!”202 sözüne ne kadar da benzemektedir! Oysa Hârûn’un zamanı nerede, Meryem nerede!

Hz. Peygamberin ebeveyninin âhiretteki hükmü konusuna dalmaktan sakınmaya gelince, Şeyh Celâleddin es-Süyûtî (ö. 911/1505) bu konuda müstakil altı eser kaleme almıştır. Bunların tamamını inceledim ve bun­ların hepsinin Resûlullah’a karşı edep gözetmenin vâcip olduğu ve ona eziyet edenin de Allah’a eziyet etmiş olacağı sonucuna vardığını gördüm.

Yüce Allah “Allah’ı ve Resul’ünü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lânetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır.”[269] buyurmuştur. Yine Kur’ân’da “Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.”[270] denilmektedir. Siyercilerin, Abdülmuttalib’in zemzem kuyusu açma hikâyesinde, Abdullah’ı 5 kurban etmeye kastettiğindeki kelâmına dair naklettiklerine vâkıf olanlar onun tevhid inancı üzere olduğunu görecektir. Tevhid inancına sahip olan kimse ise, tevhidi hangi şekilde olursa olsun, ileride fetret ehlinin durumu konusunda geleceği üzere saîddir. Celâleddin es-Süyûtî, hadiste “Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveynini diriltti ve onlar da ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) iman etti10 ler.” denildiğini kaydetmiştir. Hatîb el-Bağdâdî, Ebu’l-Kâsım b. Asâkir, Ebû

Hafs b. Şâhin, Süheylî, Kurtubî, Muhibbüddin et-Taberî, İbnü’l-Münîr, İbn Seyyidi’n-nâs, Safdî ve İbn Nâsır ed-Dımaşkî’nin içinde bulunduğu bir grup hafız da -Allah onlardan razı olsunbu görüştedir. Hâkim’in “sahih” kaydıyla naklettiği ve lafzı Süheylî’ye ait olan İbn Mes‘ûd hadisi şöyledir: “Resûlul15 lah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyni soruldu, o da ‘Onlarla ilgili Rabb’imden istediğimi, O bana verdi. Ben o gün makâm-ı mahmûd’da bulunmaktaydım.’ buyurdu.” “Bu hadiste, başka bazı hadislerde nakledildiği gibi, kıyâmet günü gerçek­leşecek olan imtihan anında, onların taat üzere durmaları için, kendilerine bu makamda şefaat edeceğine dair bir işaret bulunmaktadır.” demiştir. Mu20 hibbüddin et-Taberî “Yüce Allah, iman etmeleri için Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveynini diriltmeye ve sonra öldürmeye kâdirdir. Bu Allah Teâlâ’nın ilk­lerin ve sonların efendisine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yaptığı ikramlardandır.” demiştir. Kurtubî ise “Onların diriltilmeleri ve ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) iman etmeleri, ne aklen ne de şer‘an imkânsız değildir. Kur’ân’da İsrâiloğullarından öldürülen bir kimsenin diril25 tilip katilini haber verdiği kaydedilmektedir.” demiştir.

Şöyle dedim: Şayet onların öldükten sonra diriltilmeleri sahihse, bu diriltilme Allah’ın kendilerine ölünüz deyip sonra dirilttiği kimselerinki gibidir. Yani, ecellerini tamamlamak için diriltildiler. Buna göre Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyni, teklif zamanlarında iman etmişlerdir. Ba30 zı muhakkiklerin, A‘râf ashabının secdesi hakkında, kıyamette bu sec­de ile onların terazilerinin ağır basacağı ve bununla cennete girecekleri­ne dair söyledikleri gibi, onlar da ölmeden önce iman etmiş gibidirler.

Ölümden sonra meydana geldiği hâlde, şayet bu secdenin onlara faydası olmasaydı ve onunla saîd olmasalardı, cennete girmezlerdi. Zira kıyamet günü berzaha aittir ve bir yönü dünyaya, diğer yönü ise âhirete bakmakta­dır. En doğrusunu Allah bilir.

Fakih ve muhaddis olan Ebûbekir İbnü’l-Arabî el-Mâlikî “Resûlullah’ın ebeveyninin cehennemlik olduğunu söyleyenden daha çok ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) eziyet verecek birini bilmiyorum.” demiştir. Müslim’in naklettiği bir hadiste ise “Dirilere, ölülerden dolayı eziyet etmeyiniz.” buyrulmuş ve “Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyninin cehennemlik olduğunu söylemek, haramdır.” denilmiştir. Mısır hafızlarının sonuncusu olan Şeyh Celâ­leddin es-Süyûtî (rh.a) “Birçok topluluğun açıkladığı üzere Peygam­ber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveynine davet ulaşmamıştır. Yüce Allah da ‘Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.’205 buyurmaktadır. Davet kendisine ulaşmadan ölenlerin hükmü de kurtularak ve azap edilmeden cennete girmektir.” demiştir. Daha sonra “Bu, fıkıhta Şâfiî, usulde Eş‘arî olan imamlarımızın muhakkik olanları arasında hakkında ihtilaf olmayan görüşümüzdür. İmâm Şâfiî (rh.a), bunu açıkça belirtmiş, onun asha­bı da buna tâbi olmuştur.” demiştir. Celâleddin es-Süyûtî (rh.a) şöyle demiştir “Onlara davetin ulaşmadığını destekleyen hususlardan biri de Hz. Peygamber’in ömrünün henüz başlangıcındayken vefat etmiş ol­malarıdır.” Alâî ve daha başkaları bunun doğru olduğunu kaydederek, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) babası Abdullah’ın on sekiz, annesi Âmine’nin ise yirmili yaşlarında vefat ettiğini belirtmiştir. Allah Teâlâ’nın iman etmeleri için Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) anne ve babasını diriltmediğine dair [ileri sürülen] söze karşı olarak böyle bir ömür [süresi] talep edilen tevhidi araştırmak için yeterli değildir. Ayrıca o ikisinin yaşadığı zaman fetret ve cehâletin yaygın olduğu bir zamandı.

Şimdi iki fetret ehlinin hükümleri hakkında özet bilgiler verelim ki Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyni de bu kısımların en şerefli olanına dâ­hil olsun. Allah’ın yardımıyla şöyle deriz: Bil ki tevhidi nasıl olursa olsun, hatta herhangi bir kitap ve peygambere iman etmese bile muvahhid, saîddir ve cennete girecektir. Çünkü imanın tealluk ettiği yer, peygamberlerin Rab’lerinden (cc) getirdikleri haberlerdir. Fakat iki fetret arasındaki insan­ların iman edecekleri herhangi bir kitap veya bir peygamber de yoktur.

Dolayısıyla bu hükmün kapalı bırakılması ve bize, “İman üzere ölmeyen ve cennete giren kimse, Allah’ı kalbinde bulduğu nurla birleyen kimsedir.” şeklinde ifade edilmesi doğru olur.” Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın 10. bâbında iki fetret ehlini tasnif ederek 13 kısma ayırmıştır. Bunlardan altı kısım saîd, dördü şakî ve üçü de meşîet-i ilâhîye’ye bırakılmıştır.

Saîdlerin kısımları şunlardır: 1. Kus b. Sâide ve Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi kalbinde bulduğu bir nûr ile tevhidi benimseyenlerdir. Kus’a, “Bu âlemin bir ilâhı var mıdır?” diye sorulduğunda, “Katırlık, ka­tıra delâlet eder, ayakların izi yürüyüşe.” gibi şeyler söylerdi. Saîd b. Zeyd ise Buhârî’nin Sahihinde kaydedildiği gibi secde eder ve şöyle derdi “İlâ­hım İbrâhim’in ilâhı, dinim İbrâhim’in dinidir.” Yine “İsmâiloğullarından, Benî Abdülmuttalib’den bir peygamber bekliyorum. Ona ulaşıp da ona iman edeceğimi, onu tasdik edeceğimi ve onun peygamber olduğuna şa­hitlik edeceğimi sanmıyorum. Kim ona ulaşır da bir defa bile onu görürse, selâmımı ona iletsin.” demiştir. İbn Seyyidi’n-nâs da bunu Sîretınde zikret­miştir. Şeyh Muhyiddin, Kus gibi tevhid inancını benimseyenleri “fikirle kaynaşmış delil sahibi” şeklinde isimlendirirdi. Zira o, yaratılmışları ana­rak bunlardan ibret almıştır. Bu nedenle ne tâbi ne de metbû olarak, tek başına bir ümmet olarak dirilecektir.

2.       Fikir, rüyet, nazar veya istidlal olmaksızın, kalbine tecellî eden ve uzaklaştırmaya güç yetiremediği nûr sayesinde tevhidi benimseyenlerdir. Bu [kimse] Rabb’inden gelen, varlıklardan herhangi biri hakkında imâl-i fikrin karışmadığı saf bir nûr üzeredir. Kıyamette asfiya (sûfîler) ve abriyâ (iyiler) ile birlikte haşredilir.

3.        Kendisine ilkâ edilir ve nûrunun şiddeti, sırrının duruluğu ve yakîninin ihlâsı nedeniyle Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) konumunu, siyâdetini ve Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) zamanından keşif sahibi kimsenin zamanına değin süregelen bâtınî risâletini kendi keşfinden öğrenir. Ona, hem kendinden bir tanıklık ve hem de Rabb’inden gelen bir delil üzere gayb âleminde iman eder. BBu, Al­lah Teâlâ’nın “Rabb’inden gelmiş açık bir delile dayanan kimse (hiç ötekiler gibi olur mu?) Bu delili de Rabb’inden gelen bir şahit izliyor.”206 âyetindeki durumdur. Yani [âyetteki şahit], keşifle ortaya çıkan şeylerin doğruluğu nok­tasında o kişinin kalbinde ona şahitlik eder. Bu kimse kıyamet günü, Hz. Muhammed’in bâtıniyyetinde ve arkasındaki bir ışık içinde haşredilir.

4.       Yahudileşenler ve hıristiyanlaşanlar gibi, kendisinden önceki hak bir dine ve Hz. İbrahim’in dinine yahut peygamberlerden olan kimselere tâbi olan kısımdır. Onların, belirli bir grubu Allah Teâlâ’ya davet eden Allah elçileri olduğunu öğrendiğinde yahut [bu durum] haber verildiğinde on­lara tâbi olur, onlara iman eder, yollarını takip eder, o peygamberin haram kıldığını kendisine haram kılar. Kendisi yükümlü olmadığı hâlde -zira o peygamber kendisine gönderilmemiştironun şeriatıyla ibadet eder. Bu kimse kıyamette, ilgili peygambere tâbi olanlarla beraber haşredilir. Onun grubuyla birlikte ayrılır ve şayet o peygamber açıkça şeriatını beyan etmiş­se, zâhirî olarak da onlarla birlikte olur.

5.        Peygamberlerin kitaplarını okuyup, buradan Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şerefini, onun dininin şerefini ve ona tâbi olanların sevabını öğrenip, ona iman eden ve her ne kadar daha önceki peygamberlerden hiçbirinin şeriatına tâbi olmasa bile, bir bilgiye dayalı olarak onu tasdik eden kimse­dir. Özellikle de Hakîm b. Hizâm ve benzerleri gibi güzel bir ahlâk sahi­biyse, bu da kıyamet günü Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla amel edenler içinde değil de ona iman eden ve zâhirî olarak ona bağlı olan kimselerle birlikte haşredilir.

6.       Kendisine gönderilen peygambere iman eden ve Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğine yetişerek ona da iman eden kimsedir. Bunun iki ecri vardır. İşte bu altı kısmın tamamı, her ne kadar imanla nitelenmemiş iseler de tevhidi benimsedikleri, için kıyamette Allah katında saîddirler.

Şakîlerin kısımları şunlardır:

1.       Hiçbir akıl yürütmeden salt taklide bağlı olarak âtıl (akıl yürütme­den) kalandır. Bu, mutlak şakîdir.

2.        Teorik bir araştırma söz konusu olmadan şirk koşandır. Bu da şakîdir.

3.       Herhangi bir teorik araştırma yahut taklit olmadan ispatladıktan sonra âtıl kalandır. Bu da şakîdir.

4.        Salt taklitten yola çıkarak şirk koşandır. Bu da şakîdir.

Meşîet-i ilahîyyeye bırakılanların kısımları şunlardır:

1.       Aklı ermediği için, herhangi bir varlığı ikrar etmeyen kimsedir. Bu aklî yetersizlik, başka birisinin kuvvetinden kaynaklanan bir zaafın miza­cında bulunması sebebiyledir. Bu meşîete kalmıştır.

2.              Yeteneğinin kendisine verdiği çabayı sarf ettiği hâlde, hak yoldan sapan bir nazar (akıl yürütme) neticesinde şirk koşandır. Bundan dolayı meşîete kalmıştır.

3.              Sahip olduğu kuvvetin son noktasına ulaştığı bir akıl yürütme ile 5 ispatladıktan sonra âtıl kalandır ki kendisinden üstün olana nispetle [bu

kuvveti] zayıf kalmıştır. Bu da meşîete kalmıştır.

İşte bunlar, Hz. İdrîs ile Hz. Nûh ve Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arasındaki fetret ehlinin kısımlarıdır. Bu detaylar olmadan, fetret ehli hak­kında tek bir hüküm vermekten sakın, doğru yoldan saparsın. Allah Şeyh 10 Muhyiddin’e rahmet etsin. Ufku ne kadar geniştir. Bu taksimi ondan başka hiç kimsede bulamazsın. En doğrusunu Allah bilir.

KIRK BİRİNCİ MEBHAS

Peygamberlerin (aleyhisselâm) Getirdikleri Bütün Tekliflerin Semeresinin Allah’a (cc) Değil de Bize ve Peygamberlere Döneceği, Allah’ın Âlemlere Muhtaç Olmadığı, Bunların İşlediğimiz Günahların 5 Kefâreti Olduğu, Yasaklanan Her Şeye Karşılık, Ona Kefâret Olması İçin Bir Şeyin Emredildiği Hakkındadır

Bunu bildiğine göre, Allah’ın izniyle şöyle derim: Bazı ârifler, teklifle­rin meşrû kılınmasının sebebinin, babamız Âdem’in (aleyhisselâm) ağaçtan yediği yiyecek olduğunu nakletmişlerdir. Bütün teklifler, onun karşılığı, onun 10 kefâreti ve onun mahallini temizlemek içindir.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) da bunu İbrâhim el-Metbûlî’den (rh.a) naklettiğini işittim. Âdem’in ağaçtan yemesinin hakiki bir mâsiyet olmadığı açıktır. Çocuklarına, bir günah işlediklerinde nasıl davranma­ları gerektiğini göstermek için bir sûretten ibarettir. Zira peygamberleri 15 müdafaa mebhasinde genişçe yer verildiği gibi, peygamberler (aleyhisselâm) sürekli terakki etmekte ve sadece bulundukları hâl ya da makamdan daha üst bir hâl ve makama doğru intikal etmektedirler. Oraya bak! Bu yemenin hükmü, Allah Teâlâ’nın diledikleri hariç, kıyamete kadar onun bütün çocuklarını asâleten kapsamaktadır. Zira ağaç, onun çocuklarının neh20 yedilen şeyi fiilen ya da yönelerek; haram, mekruh ya da evlâ olanı terk etmek sûretiyle işlemelerini ortaya koymaktadır. İnsanların mertebeleri farklı olsa da herkes buna ehildir. En aşağısı evlâ olanı terk etmek, en yukarısı ise şirkin dışındaki en büyük günahı işlemektir. Şirkin, kendi­sinden tövbe etmekten başka bir kefâreti yoktur. Bize göre peygamber25 lerle ilgili mâsiyet kapsamına alınacak şeylerin tamamı, evlâ olanı terk etmek kabilindendir. Çünkü onlar asla evlâ olanı terk etmenin ötesine geçmezler. Herhangi bir mekruhu işleseler bile onların bütün günahları bu kabildendir. Bunu işlemeleri Allah’tan bir kolaylaştırma olarak onun cevazını ümmetlerine beyan etmek içindir. Mubahı işlemek sûretiyle onu 30 beyan edip buna mukabil kendilerine nasıl ecir veriliyorsa bu konuda da kendilerine ecir vardır.

Peygamberlerin dışındakilerin işledikleri günahlara gelince, şayet velî mahfûz ise inâyet onunla olduğu müddetçe, o sadece mekruhu işler. Şa­yet inâyet kendisini bırakırsa, bu durumda harama da düşer. İnsanların geneline gelince, bunlar haram, mekruh ve evlâ olanı terk etmenin üçünü 5 de işleyebilir. Dolayısıyla peygamberlerin (aleyhisselâm) haram ve mekruh işleme ko­nusunda başkasına iştirak etmedikleri, sadece câiz olduğunu beyan etmek için onu yaptıkları anlaşılmaktadır. Ancak makamları yüksek olduğu için, Yüce Allah, onların evlâ olanı terk etmelerini bile mâsiyet ve hata olarak isimlendirmiştir. Anla! Ümmetin içinde bulunan her bir mükellef, ağacın 10 meyvesini yemekten kinâye olan evlâ olanı terketmek sûretiyle de olsa, mutlaka nehyedilen bir şeyi yapmıştır. Dolayısıyla zikrettiğimiz bütün tek­lifler, Âdemoğullarının yaptıklarının karşılığıdır. Âdem’in ağaçtan yemesi, daha sonra Allah’ın onun tövbesini kabul ederek onu seçmesi ve arındır­ması, çocuklarına zillet (boyun eğme) ve pişmanlık kapısını açmıştır; onla15 rın hareket ve sükûn hâlinde, emir, nehiy ve mubah konusunda, tamamen kazâ ve kaderin hükmüne bağlı olduklarını beyan eder.

“Tahâret” konusundan “Ümmühâtü’l-evlâd” konusuna kadar, teklif­lerin kefâret olmaları açısından hükümlerini sana açıklayalım. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Bil ki Âdem, Bârî’nin (cc) açık bir izni olmaksızın nis20 yan halindeyken ve İblîs’in yalan yere Allah adına yemin etmeyeceğini zannederek [işlediği] evlâ olanı terk etmek kabilinden bir fiil olan yasak ağacın meyvesini yediğinde Hak Teâlâ bunu, onun makamının yüceli­ğinden dolayı mâsiyet olarak isimlendirdi. Tövbeden sonra, kendisinden sâdır olan [fiili] ona hatırlatıcı kılmak sûretiyle ona olan ihtimamını ar25 tırdı. Bu [hatırlatıcı] cennette bulunduğu hâlin aksine karnının kokulu kazuratla dolmasıdır. Âdem (aleyhisselâm), ne zaman karnı dışkı, idrar veya kötü bir koku dolsa, yaptıklarını hatırlayıp Allah’ı (cc) yüceltip tâzim etmek için istiğfarını çoğaltırdı. Bu nedenle şeriâtımız, her tuvaletten çıktığımız­da istiğfar etmemizi istemiştir. İşte bu onun hikmetidir. Havvâ ve kızla30 rına ise Âdem’e (aleyhisselâm) ağaçtan yemeyi süslü gösterdiği ve Âdem yesin diye ağaçtan meyve kopardığı için ona ve oğullarına [verilen] karın artıklarına ziyade olarak her ay hayız verdi. Görüş ayrılığı bulunmakla beraber bu ağaç incirdi. Muhalif olan şeyleri güzel sayarak işleyen kimsenin, bunları çirkin görerek yapan kimseye göre daha fazla cezayı hakettiği kuşkusuzdur.

Zira te’vil, mâsiyetin çirkinliğini götürür. Şunu bil ki kardeş, Âdem’le Havvâ’nın bulunduğu bu cennet, bu yiyeceklerden meydana gelen kazu­ratların mahalli değildi. Bu nedenle söz konusu kokuların mahalli olan yeryüzüne indirilmişlerdir. Buraya indirildikten sonra, söz konusu ağaç­tan yediklerinden dolayı karınlarında idrar, dışkı, kan, uyku, cimâ veya başka bir vesileyle kadınlara dokunmaktan gelen zevk gibi şeyler mey­dana geldi. Zürriyetlerinde de onlara has ağaçlarından yemeleri ve ma­kamları neticesinde, diğerlerine ziyâde olarak delilik, hastalık olmadan baygınlık, sümük, ter, kahkaha, gömlek, pantolon, etek ve sarığını uza­tarak böbürlenme ve kibirlenme, gıybet, nemîme, alaca, cüzzam, küfür, şirk gibi rivayet ve haberlerde nakledildiği üzere temizliği azaltan şeyler meydana gelmiştir. Zikrettiğimiz gibi bunların tamamı yemekten mey­dana gelir. Bizdeki temizliği ortadan kaldıran her şey, kesinlikle sadece yemek ve içmekten kaynaklanmaktadır. Zikrettiğimiz ve zikretmediği­miz temizliği ortadan kaldıran şeylerin sâdır olması hususunda yemeyen ve içmeyen kimsenin hükmü meleklerin hükmü gibidir. Melekler büyük ve küçük abdesti bozmaz ve kanları akmaz, aslında kanları da yoktur. Bu yüzden dokunmanın ve cimânın lezzetini arzulamazlar, delirmezler, bayılmazlar, uyumazlar, söz ya da fiille Allah’a isyân etmezler, alaca has­talığına yakalanmazlar, cüzzam olmazlar, ter kokusu ve sümükleri olmaz, gülmezler kahkaha olmaksızın sadece gülümserler, kâfir olmazlar, Allah’a şirk koşmazlar ve asla dinlerinden dönmezler.

Bunun izahı şudur: Kul perdelenmedikçe mâsiyet işlemez, yemedikçe ve içmedikçe de perdelenmez. Şayet yeme ve içme ile perdelenmeseydi asla bir günaha düşmezdi. Dolayısıyla İmam Ali’nin (ra) “Alacalıya, cüzzamlıya, yahudiye, hıristiyana ya da haça dokunan abdest alsın.” şeklindeki sözü doğru olur. Bütün bu abdesti bozan şeyler Allah Teâlâ’ya sû-i edebi ve O’ndan gafil olmayı ilzam ettiği ayrıca bedeni ve kalbi zayıf düşürüp belki hasta ettiği için Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve takipçileri olan müctehidler bize, mutlak olan, hayat veren su ile temizliği emretmişlerdir. Bize yeme ve içmeden kaynaklanan her şeyden arınmamızı emretmişlerdir. Böyle bir şey bulunduğu takdirde, su veya toprakla ondan temizlenmeden namaz kılmamızı haram kılmışlardır. Hatta Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) idrar ve dışkıdan, bunların çıktığı mahalle dokunmaktan bile uzak durmamızı emretmiştir. Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem), tenâsül uzvuna dokunan çama­şıra su serpmemizi emretmiş ve bu hususta “Cebrâil (aleyhisselâm) bana bunu emretti.” demiştir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), her abdest aldığında çamaşırına su serperdi. Bu serpme, bazılarının zannettiği gibi, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vesveseyi defetmek için yaptığı bir şey değildir. Zira o, vesvese gibi şeylerden mâsumdur. Zira vesvesenin cünûnun (delirme) türlerinden biri olduğunu söylenmiştir. Gerçekte bu, belirttiğimiz gibi, çamaşırın ferce dokunması nedeniyledir. Oğlum Abdurrahman bana bir soru sordu ve Allah Teâlâ bana cevaplama imkânı vermedi. Şöyle de­di: Şâri‘, dışarı çıkarmanın mahalli olduğu için ferce dokunmakla abdestin bozulacağına hükmettiğine göre, neden mahallinden daha kötü olan dış­kıya dokunmakla abdestin bozulacağına hükmetmemiştir? Zeker, dübür ve kadının fercine dokunmanın abdesti bozmasına dair söylenenden bildiğim; abdestin bozulmasının bu [organların] zâtları kaynaklı değil abdesti bozan şeyin çıkış yeri olması ve teması sebebiyledir. Şayet bu dokunmanın abdesti bozması, söz gelimi fercin bizzat kendisinin de yeme ve içmeden meydana gelmesinden dolayı olsaydı, bedenin diğer âzalarının hükmünün de böyle ol­ması gerekirdi. Oysa hiç kimse bu görüşü benimsememiştir. Kuşkusuz bütün âzalar yemekten meydana gelmiştir ve bununla gelişmektedir. Müctehidlerin görüşleri de abdestin bozulması hususunda gelen delillere uygun tahfîf (ruh­sat) ve teşdîd (azîmet) olarak gelmiştir. Abdestin bozulması ve temizliğin ya­pılacağı su konusunda bir kısmı hafifletmiş [ruhsatı tercih etmiş], bir kısmı sıkı davranmış [azimeti tercih etmiş], bir kısmı ise orta bir yol tutturmuştur. Abdesti bozan şeylerle ilgili olarak ittifak ettikleri şeyler idrar, dışkı, cimâ ve delirmedir. İhtilaf ettikleri hususlar ise, mahremlere dokunmak, el ayası ile ferce dokunmak, çirkin yaşlı kadına dokunmak, bedenden kan çıkması, gıybet, kahkaha, kokan koltuk altına el sürmek, müşriklere, putlara ve haça el sürmektir. Bazıları ise ferce dokunmanın bozup bozmayacağı görüşleri­ni cemetmişlerdir. Âlimlerin büyükleri için abdestin bozulacağını, özellik­le soğuğun şiddetli olduğu günlerde vesveseli olan avamdan kimseler içinse bozulmayacağını ileri sürmüşlerdir. Buna göre önemli bir özür olmaksızın büyüklerin erkekleri ve kadınlarına abdesti terk etmeleri hususunda ruhsat verilmemiştir. Şâri‘ tarafından hafifletme ve ağırlaştırmanın bulunduğu diğer bütün konularda da durum böyledir. Diğer imamların da Rab’leri katında bir hidâyet üzere olduğuna dair mebhasta, bu konuya Allah’ın izniyle genişçe yer verilecektir.

Dolayısıyla bozulmanın sebebinin gerçekte yemekten meydana gelen tabiat olduğu anlaşılmaktadır. Hatta söz gelimi çakıl taşı ya da odun parça­sından dolayı bozulduğuna dair görüşün sebebi de budur. [Orucu] bozan aslında çakıl ve odunun zâtı/kendi değil odunun ve çakılın tabiatlarında 5 olduğu şeydir. Aksine şehveti harekete geçirerek, kulun Rabb’inden (cc) gafil olmasına sebep olan tabiattır. Mükellef yutsa ve sonra da çıksalar bile, çakıl ve odunun şehvet üzerinde herhangi bir tesiri söz konusu değildir. Bunları yutmakla orucun bozulmasına gelince, bu korunmuş olan yeri (harım) koruma kabilinden, ulemânın yemenin kapısını kapamak için 10 verdiği bir hükümdür. Bu, asıl nehyedilen yer olan ferce yakın oldukları için diz kapağı ile göbek arasından faydalanmanın menedilmiş olması gi­bidir. Aynı şekilde şehveti harekete geçirmemesine rağmen susam miktarı yemenin orucu bozduğuna hükmetmeleri, haram kılınmasındaki illetin aslı sarhoşluk olmasına rağmen bir damla şarap içmeyi haram kılmaları da 15 böyledir. Oruçlunun zekerine ya da dübürüne mil çekmenin orucu bozdu­ğuna dair hükümleri de bununla kıyasla. Oysa bu, ne şer‘an ne örfen ne de sözlükte yeme ve içme olarak isimlendirilir.

Soru: Kazurat olmak açısından dışkıdan daha hafif olduğu hâlde, me­ninin çıkmasıyla bedenin tamamının yıkanmasının vâcip olmasının sebebi 20 nedir?

Cevap: Meninin çıkmasıyla birlikte cünüplükten temizlenmek için be­denin tamamını yıkamanın vâcip olması, bunun en kuvvetli lezzet olması sebebiyledir. Dolayısıyla bedenin tamamını yıkamanın vâcip olması, ka­zurattan dolayı değil, lezzetten dolayıdır. Cimâ eden kimsenin hissettiği 25 lezzet, onun bütün bedenini, başka bir şeyi düşünmeyecek kadar kapladığı için, bedenin tamamını suyla yıkaması emredilmiştir ki böylece meninin çıkışının akabinde bedende meydana gelen ağırlığı kalksın. Bu durumda iken Allah Teâlâ’dan gafil olmak, dışkı ve idrardaki durumdan daha bü­yüktür. Bu yüzden Ebû Hanîfe (ra) “Namazdaki kahkaha abdesti bozar.” 30 demiştir. Zira bu durum sadece kalbi Rabb’inin (cc) huzurunda olmayan gafil bir kalpten meydana gelir. Rabb’in huzurunun, burada bulunan bir kimsenin kahkahayla gülmesinden münezzeh olduğu bilinmektedir. Bu huzurda bulunanların hali; edep, hayret ve eğilmekten ibarettir.

Soru: Hayız ve nifastan dolayı bedenin tamamını yıkamak neden vâ­ciptir?

Cevap: Bunun sebebi hayız ve nifas kanından hâsıl olan kazuratın zi­yade olması ve kanın damar ve başka yollarla bedenin kısımlarında fazlaca 5 yayılmasıdır. Ayrıca küçük hadesler arasındaki yakınlığın aksine, âdetler arasındaki zamanın uzunluğu, yıkanmak gerektiği zaman zorluğa sebebi­yet vermemektedir. Küçük hadesler arasındaki zamanın kısalığından do­layı, durum hafifletilerek sadece farz ve sünnet olan âzaların yıkanması emredilmiştir. Zira buna sebep olan hades sıklıkla tekrarlanmaktadır. Ab10 dest âzaları, kulun işlediği günahların çoğunluğunun aletidir. Abdest alan kimse kalbi Allah Teâlâ ile birlikte olarak abdest âzalarını yıkadığında ve onlardan her bir uzvu yıkarken işlediği günahları hatırladığında ve bu es­nada Allah Teâlâ’dan bağışlanma dileyip pişman olduğunda, bu uzuv zâhir ve bâtın olarak temizlenir ve günahları silinir. Zira günahlarında ısrarcı 15 olan kimsenin, âzalarını su ile yıkamasıyla belki de günahları silinmez. An­la! Oysa tövbe edip pişman olan kimsenin günahları, şayet tövbesi kabul edilmişse, hadiste belirtildiği gibi su ile silinir ve o zaman Allah Teâlâ’nın huzuru olan namaza ona layık en mükemmel hâl üzere girer.

Soru: Âdemoğlu bütün hayvanlardan (behâim) daha şerefli olduğu hâl20 de, Âdemoğlunun idrar ve dışkısının, eti yenilen hayvanların aksine necis olduğuna dair ulemânın ittifakının sebebi nedir?

Cevap: Biz şöyle deriz: İdrar ve dışkısının necâset olması hakkında bize gelen bu ittifak, aslında onun şerefli olması hasebiyledir. Zira o, hayvan­lardan farklı olarak mükelleftir. Mebhasin başlarında belirtilen mânasıy25 la, hayvanların aksine nehyedilen ağaçtan yemiştir. Hayvanlar ise taat ve mâsiyetle nitelenemez. Bu nedenle idrar ve dışkısı hafifleştirilmiştir. Kural şudur: Mertebesi büyük olanın küçük günahı da büyür. Akıl açısından ise esas olan bunu aksidir, mukarrebe (yakın olana) müsamaha gösterilir ve uzak olan cezalandırılır. Dolayısıyla mertebesi yüksek olan her kimsenin, 30 kendisini, ona karışan yiyecek ve içeceklerden temizlemesi gerekir. Ancak Rabb’inden gafil olup, tabiatının şehvetleriyle meşgul olunca, hakkındaki hüküm aksine dönmüştür. Bu nedenle misk ve ud ile buhurlanan temiz içecek ve yiyecekler, bir gün ve gece o kimsede kaldığında; necâset, pislik, kazurat, idrar, dışkı, kan, sümük ve kötü kokuya dönüşmektedir. Güç ve 35 kudret sadece büyük ve yüce olan Allah’a aittir.

Soru: Bu söylediklerinizden, mâsum olan ve tabiatının hükmü sebebiy­le Allah’tan başkasıyla meşgul olmayan kimsenin idrar ve dışkısının temiz olduğu anlaşılmaktadır!?

Cevap: Evet, Şeyhülislâm Bulkînî, Sübkî, Celâleddin es-Süyûtî ve daha başkalarının fetvâ verdiği gibi bu, böyledir. Hatta Şeyhülislâm Sirâc elBulkînî şöyle demiştir: “Vallahi Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) idrar ve dışkısından bir şey bulsaydım onu yerdim ve içerdim.” Bunu destekleyen unsurlar, hadis­lerde de vardır. Taberânî ve diğerleri “Biz peygamberler cemaatiyiz. Ceset­lerimiz, cennetliklerin cisimleri gibi yaratılmıştır.” şeklinde nakletmişlerdir. Bu nedenle onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) büyük abdestini bozduğu yerde misk kokusu geliyordu. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) idrar ve dışkısının necâset olduğunu ileri sürenlerin delili ise, -beşerî yönü itibariyle de olsabundan arınması, kendisine bula­şan bu tür şeyi yıkaması ya da taş sürmek sûretiyle temizlemesidir.

Soru: Tamamı yemekten meydana geldiği hâlde, ulemâ neden Âdemoğlundan çıkan sümük, tükürük ve koltuk altı teri gibi her türlü fazlalı­ğın necâset olduğu üzerinde ittifak etmemişlerdir?

Cevap: Bunda bulunan kötülük ve kazuratın gizli (hafî) olması nede­niyle ittifak etmemişlerdir. Ayrıca bunlar, daha çok aslî renklerine benze­yen idrar ve dışkının aksine, yiyecek ve içecek renginin şekline uzaktır.

Soru: Neden köpeğin necâsetini temizlemede suyla birlikte toprak da emredilmiştir?

Cevap: Allah Teâlâ’nın köpeğin artığını, yenilip içildiğinde, kalbi öldüren bir necâset kılması nedeniyledir. Bilindiği gibi, kalbi ölen bir kimse, nasihat almaz, hayra yönelmez ve bir hata ettiği zaman tövbe yolunu tutmaz. Ay­rıca yenilip içilen bir şey hakkında “rics” ve “necs” tâbirini kullanmak doğ­ru değildir. Yüce Allah “İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç (rics) şeylerdir.”[271] buyurmuştur. Bunlar Allah’ı anmaktan ve namazdan alı­koyduğu için “rics” olarak isimlendirildiği gibi, köpeğin artığı da insanda katılık meydana getirdiği için “necis” olarak isimlendirilir. Bundan uzaklaş­mak da bize vâciptir. Bu nedenle Şâri‘, onun artık veya başka fazlalıkların­dan temizlenmek için, su ile birlikte toprağı da kullanmamızı emretmiştir.

Zira ikisi bir araya geldiğinde, birinin tek başına yapamadığının aksine bitkiyi çıkarır. Sadece bir tanesi tohumun üzerine konulduğunda ne bir ürün ne de herhangi bir netice verir. Aynı şekilde köpeğin necasetini sade­ce su veya toprakla mesh ederek temizleyen kimse, kalbi öldüren etkilerini gidermemiş olur.

Soru: Onun temiz olduğu veya necis olduğuna dair görüşlerden han­gisi daha evlâdır?

Cevap: Her ne kadar Şâri‘ lafzen bunun necis olduğunu açıkça belirt­memiş ise de necâset olduğuna dair görüş daha evlâ ve dinî açıdan daha ih­tiyatlıdır. İmâm Beyhakî, açıkça necâset olduğuna dair delilleri araştırmış ancak bir şey bulamamıştır. O da Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem), köpeğin parasını ye­mekten nehyetmesini, onun necis olduğuna delil getirmiş ve “Şayet necis olmasaydı, Allah Teâlâ onun parasını yememizi haram kılmazdı.” demiştir. Bu konuda Efendim Ali el-Havvâs (rh.a) ile köpeğin artığı olan sütten içen Mâlikî olan bir şahıs arasında bir diyalog geçmiş ve bunu içmemesini emretmiştir. Fakih bu şahıs ise, bunun kendi mezhebinde temiz olduğunu söylemiş, bunun üzerine Şeyh “Onun artığını içersen, kalbini öldürür.” demiştir. Ancak Şeyh’i dinlememiş ve kalbi dokuz ay boyunca ölmüş­tür. Şeyh’e gelerek “Efendim, Allah Teâlâ’ya tövbe ettim, kalbim Kur’ân okumaya, ilme meyletmez ve ibadetten tat almaz oldu.” dedi. Şeyh “Se­ni bundan alıkoydum ancak dinlemedin.” demiştir. Bu fakih, şayet bizzat söz konusu illeti kendi nefsinde yaşamasaydı, Şeyh’in sözlerine inanmazdı. Ondan (rh.a) başka, bundan nehyeden hiç kimseyi görmedim.

Soru: Mutlak ve müstâmel su ile temizleme konusunda, imamların gö­rüşlerini bir araya getiren şey ve bunların dayanakları nedir?

Cevap: Göz önünde bulundurdukları, mükellefin yaptığı ameller­dir. Günahın büyüklüğü ve çirkinliğini dikkate alanlar, temizlik için mutlak suyu şart koşmuş, halkın üzerinde rahmetin galip gelmesini dikkate alanlar ise suda ruhaniyetin devamlılığı şartıyla, temizlik için mükerrer defa kullanılsa da müstâmel suyla temizlenmeyi yeterli gör­müşlerdir. Bu konudaki delilleri, suyun bitkileri yetiştirmesidir. Ku­lun günahı daha çirkin ve daha büyük olduğu zaman ise, deniz gibi büyük su olmasının dışında, sadece kullanılmamış suyla temizlenmesi istenmiştir. Kullanılmayan suyun isyankârın bedeni için daha canlan­dırıcı olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Şüphe duyan denesin.

Müstâmel su ile ilgili İmam Ebû Hanîfe’den nakledilen üç ayrı rivâyet bu­lunmaktadır. 1. Hadesin giderilmesinde kullanılan suyun hükmü, necâsetle değişen suyun hükmü gibidir. 2. Eti yenilen hayvanların idrarı gibidir. 3. Kendi başına temiz ancak başkasını temizleyemez. Şâfiîlerin görüşüne de benzeyen bu rivayet en mutedil olanıdır. İmam Mâlik ise ulaşabildiğimiz kadarıyla, ciddi bir şekilde değişmedikçe su ile mükerrer defalar temizlik yapılabileceğini câiz görmüştür. O, tahâret suyuna hakkında en geniş [ve mütesâhil] görüşe sahip imamdır. Ebû Hanîfe’den gelen her bir rivayetin bir yönü vardır. Birinci rivayetin yaklaşımı, ihtiyatı benimsemektir. Böylece bu temizlikte kullanılan su, zinâ, livâta, içki içme, insanlar arasında üstünlük taslama, ilmiyle amel eden ulemâ, evliyâ ve sâlihlerin gıybetini etmek gibi büyük günahlardan arınmada kullanılan su gibi kılınmıştır. Dolayısıyla bu büyük günahın temizlenmesinde kullanılan su, herhangi bir suya karıştığında, zorunlu olarak onu kirletir ve değiştirir. İnsanlar ise bu günahları az ya da çok işlerler. Bütün bu günahları bir günde işleyen insanlar da vardır, bir hafta içinde işleyen de.

Soru: İnsanların temizliğinden artan suyun necis olduğuna dair hü­küm, onlar hakkında sû-i zanna sebep olmaz mı?

Cevap: Bu, sû-i zanna sebep olmaz. Bu bir ihtiyattır ve insanların ken­dilerine sû-i zan yapanlara, sû-i zan etmeden yaptıkları muameleye benzer. Dolayısıyla kullanılmış suyun necâset olduğuna hükmetmek, onların gü­nahkâr oldukları sonucuna götürmez. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) de­falarca şöyle dediğini işittim: “Ebû Hanîfe keşif ehli olduğu için, temizlikte kullanılan suyun necâset olduğunu söylemiştir. Suya baktığı zaman, bununla günahların yıkandığını görür ve diğer kullanılmış sulardan ayırt ederdi. Bu şekilde bir keşfe sahip birisi, müşâhede ettiklerinin dışına çıkamaz. Zira o, bu suyu pis ve kötü kokulu olarak görmektedir. Bununla abdest alması veya yıkanması nasıl mümkün olur?” Efendim Ali (rh.a) şöyle derdi: “Allah’ın basîretini açtığı kimse, büyük günahların artığı olan suyu, köpek ve mer­keplerin idrarı ya da leşinden daha kötü ve daha iğrenç olarak görür.” İkinci rivayetteki yaklaşım ise şöyledir: Kulların kendilerinden arındıkları günahla­rın büyük çoğunluğu küçük günahlardır. Aslolan onların büyük günah işle­memeleri ya da bunların küçük günahlara düşmeye nazaran nadir olmasıdır.

Küçük günahların büyük günahlar ile mekruhlar arasında orta bir yerde olduğu bilinmektedir. Buna kıyasla, kullanılmış suyun hükmü de galîz ne­caset ile affedilen necaset arasında orta bir yerdedir. Ebû Hanîfe ve onunla aynı görüşte olanlardan nakledilen üçüncü rivayetteki yaklaşım ise, asıl olarak müslümanlara hüsn-i zan beslemenin vâcip olmasıdır. Zira asıl olan arınanların hem büyük hem de küçük günaha düşmemeleri ya da işleseler bile başka bir amelle kefâretini ödemeleridir. Dolayısıyla ancak hata etme­miş olan kimselerin kullandıkları su temizdir. Ancak söz gelimi zinâ eden bir insanı görmek gibi bir şey yaşamış, derhal tövbe etmemiş bu günaha kefâret olmak üzere herhangi bir amel de yapmamışsa, verâ sahibi kim­senin bunun kullandığı sudan da kaçınması menduptur. Zira bu, birinci rivayetteki su gibidir. Ebû Hanîfe’nin (rh.a) bakışının ne kadar ince ve Allah’ın dinini kullarına sunması açısından ne kadar nasihatkâr olduğu­na bak. Allah diğer müctehidlerden de razı olsun. Âmin. Su bulunmadığı takdirde, toprağın onun yerine geçtiği açıktır. Bu nedenle “Teyemmüm hakkında konuşmadık.” denilemez. Yine “Mestler üzerine mesh etmeyi konuşmadık.” da denilmez. Zira iki ayağın yıkanması ya da mestlerin üze­rine mesh edilmesi gerekir. En doğrusunu Allah bilir.

Hades ve tahâretin yiyecek ve içecekle alâkasını sana açıkladık. Bunla­rı değerlendir, nefistir. Namazın bütün türleriyle meşrû kılınmasının yasak ağaçtan yemekle alâkasına gelince, her biri haram, mekruh ya da evlâ olanı terk etmek sûretiyle işlediği hataya uygundur. Burada, namazın sadece töv­be, istiğfar veya Allah Teâlâ’ya yakın olmak ve yasak ağaçtan yediğimiz ya da yemeye yöneldiğimiz anda, Hakk Subhânehû ve Teâlâ’nın rızâsının kapısını bize açmak için meşrû kılındığını bilmen gerekir. Yüce Allah farzı ve nafile­siyle, buna kefâret olması için bize farz kılmıştır. Hadiste namaz vakti girdi­ğinde meleklerin “Ey Âdemoğulları kalkınız ve tutuşturduğunuz ateşi sön­dürünüz.” dedikleri nakledilmektedir. Zira Hak Teâlâ, akleden kimse için mele-i a‘lâ ve esfelin ibadetlerinin tamamını namazda bir araya getirmiştir.

Soru: Bunun gece ve gündüz tekrarlanmasının sebebi nedir?

Cevap: Bu, kulun her abdest aldığında ve namaz kıldığında, namaz­dan namaza işlediği günahları, şehvetini ya da gafletini hatırlayarak, hem namazda hem de namaz dışında bundan tövbe ve istiğfar etmesi içindir.

Şayet namaz kılan kimsenin keşfi açık olsa, kıyam ve rukûda iken günah­larının sağından ve solundan döküldüğünü kulun Allah’a en yakın merte­be olan secdeye, üzerinde bir tek günah bile kalmadan gittiğini görürdü. Böylelikle o secdelerinde azîz ve celîl olan Rabb’ine günahlardan arınmış ve temiz olarak yalvarır.

Soru: Namazdaki söz ve filleri, bütün hatalarına kefâret etmiş olarak secdeye ulaştığına göre, bundan önce aldığı abdestin ne anlamı vardır?

Cevap: Abdest, namazın sahih olması ve günahlara kefâret etmesi için gereken şartlardan biridir. İki temizleyicinin (su ve toprak) [mevcut] ol­maması gibi, şer‘î bir özür olmaksızın abdest olmadığı zaman, namaz da olmaz. Günahların namazla bağışlanması, ancak abdest ile namazın bir araya gelmesiyle olur. Bazı insanların bedeni günahlarla ölür veya zayıflar ya da iyice gevşer. Bazı kimselerin ise hem bedeni hem kalbi ölür veya zayıflar ya da gevşer. Bir kısmı ise birbiri ardınca gelen gafletler sebebiyle ölür, zayıflar ya da gevşer. Bu beden canlılık veren bu suyla temizlendi­ğinde hayat bulur. Ve böylece ayağa kalkar, namazında Hak Teâlâ’nın huzuruna girer ve Allah Teâlâ’ya onu görür gibi ibadet eder. Allah’ı (cc) tekbir, tahmîd ve layık olduğu şekilde O’na senâ etme arasındadır. Ayrıca Yüce Allah’ın, içinde bulunduğu namaz da dâhil olmak üzere, bu dün­yada kendisini mükellef tuttuğu şeyleri yerine getirmesi, kendisini sırât-ı müstakîme erdirmesi ve “âmin” diyerek imama muvâfakat edebilmesi için dua eder. Böylece onun geçmiş günahları yani özellikle bu namaza has olan günahları bağışlanır. Bununla birlikte kim Allah’ın buyurduğu üzere abdest alırsa uzuvlarının günahlarının tümü silinir öyle ki günah­larından tertemiz olarak çıkar daha sonra cemaat ile namaz kılmak için yürümesi derecelerini yükseltir. Burada namaza başlayıncaya kadar kalan günahlarla kastettiğimiz, daha önce geçtiği üzere o namaza has olan gü­nahlardır. Dolayısıyla abdestle, namaza has olan değil, sadece ona has olan günahların düştüğü anlaşılmaktadır. Şayet abdestle düşen günahlar­la, günahların tamamı kastedilmiş olsaydı, namaza, oruca, zekâta ve hac gibi kefâret için meşrû kılınan ibadetlere bir şey kalmazdı. Anla!

Daha önce nehyedilen her şey için, ona kefâret olan bir emredilenin bulunduğunu belirttik. Esrârü’l-‘ibâdât isimli kitabımızda genişçe açıkla­dığımız gibi, emredilenler tamamıyla yerine getirildiğinde de emredilen şeylerin kendisi kefâret olacak şeylere muhtaç olur. Bu kitap, benzerinin olmadığını düşündüğüm nefis bir kitaptır. Söylediklerimizi destekleyen hususlardan biri de tefsircilerin “İyilikler, kötülükleri götürür.”[272] âyeti hakkında söyledikleridir. Buna göre burada anılan “seyyiât”, büyük de­ğil, küçük günahlardır. Zira büyük günaha, sadece nasuh bir tövbe kefâret olabilir. Bu, dünyadaki hükümler açısındandır. Âhiret hükümlerinde ise, beş yüz sene ibadet eden ve sonra zinâ eden âbidin hikâyesinde geçtiği gibi bir düşküne ekmek vermek sûretiyle zâninin sadakasının zinâya kefâret ettiği olmuştur. Bu âbidin tüm ibadetleri tartılmış ve zinâ suçu daha ağır gelmiştir. Sonra âbid bir ekmek tasadduk etmiş ve bu ameli zinâ suçuna ağır basmıştır. Anla!

Soru: Büyük günah işlenmediği müddetçe, beş vakit namaz, aralarında işlenen günahlara kefâret olduğuna göre, neden nafileleri kılmamız emre­dilmiştir?

Cevap: Nafileleri kılmamızın emredilmesi, farz namazlarımızda mey­dana gelen kusur ve eksiklikleri ıslah etmek içindir. Zira farzları eksik­siz bir şekilde edâ etmek Peygamberimiz Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberlerin özelliklerindendir. Yüce Allah “Sana özel bir nafile olarak geceleyin teheccüd kıl.”[273] buyurmuştur. Sana söylediklerini düşün, “Farz­ların tamamlanmasından sonra ancak nafile olur.” şeklindeki sözümüzü anlarsın. Sehiv secdesi de bu kabildendir. Nakledildiği ve kıyas yapıldığı üzere bu secde namazın sünnetlerini terk etmekle meydana gelen boşluğu doldurmak içindir.

Soru: Farzların nafilelerle tamamlanması nasıl olmaktadır?

Cevap: Bunun keyfiyyeti farzların rükünlerindeki kusurların nafilelerin rükünleri ile tamamlanmasıdır. Nafilelerin sünnetlerindeki müstehap olan ezkâr gibi farzların nafilelerindeki kusurlar ise ne vâcip bir sünnetle ne de bunun aksiyle tamamlanır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ta böyle demiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Şâri‘in bazı nafileleri diğerlerinden farklı olarak tekid etmesinin (müekked) nedeni nedir?

Cevap: Bunun nedeni, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu ümmetine genişlik sağlamak için yapmış olmasıdır. Zira şayet tamamını müekked kılsaydı,

5 onlara zor gelebilirdi. Oysa o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ümmeti için hafifletmeyi ister ve şöyle derdi: “Size bıraktığım şeyleri bana bırakınız.” Bir defasında Kâbe’de iki rekât namaz kılarak çıkmış ve şöyle demiştir “Belki de ümmetimi sıkıntıya soktum.” Yani şayet bu konuda beni örnek alırlarsa, sıkıntıya girebilirler. Oysa Kâbe’ye girip çıkmak rahmetten daha çok meşakkattir. Akşam nama-

10 zından önce de iki rekât kılarak, “Bu, isteğe bağlıdır.” demiştir. Yani üm­meti içinde herhangi birisinin kendisini buna mecbur hissederek sürekli yapmasından hoşlanmamıştır.

Soru: Cemaatle namaz, sefer, Cuma ve korku namazlarının yasak ağaç­tan yemekle alâkası nedir?

15 Cevap: Yiyen kimsenin durumu hicaptır. Perdelendiğinde ibadetleri yüklenir, ondan usanır, yakın ya da uzak olan mescide gidip cemaate katıl­mak kendisine ağır gelir ve bununla dininin şiarları gidecek olsa bile, Şâri‘e tam olarak taat etmekten çıkar. Bu nedenle dinimizin düzeninin gitmeme­si ve zayıflamaması için mescitte cemaatle namaz kılmamız emredilmiştir.

20 Şâri‘, dinin namazdaki düzeninin cemaatsiz de olabileceğini bilseydi, Cu­ma ve beş vakit namazlarımızla bayram, teravih ve nafile gibi bunlara dâhil edilebilen namazlarımızı cemaatle kılmamızı emretmezdi. Şâri‘, bize rahmet olarak sefer ve hastalık namazlarını hafifleterek, seferde namazın hem kasr hem de takdim ve tehirle cemedilmesini, hasta içinse kasr değil de sadece

25 cemedilmesini meşrû kılmıştır. Zira yolcu ve hastanın farzları normal şart­larda edâ etmelerinde meşakkat vardır. Bunların tamamının aslının yemek olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın, meleklerin gece gündüz usanmadan tesbih ettiklerini ifade etmesinde olduğu gibi, yemeyen kimse ibadetlerinden usanmaz. Yine yemeyen kimse ibadetlerinde tembel olmaz ve

30 imamına itaat etmekten geri durmaz. Yine herhangi bir düşmandan da asla korkmaz. Korku, kulun yemesinden dolayı Rabb’inden perdelenmesinden meydana gelmektedir. Yemeyen kimse, meleklerde olduğu gibi, hiçbir yara­tılmıştan korkmaz. Çok acıktığı hâlde asla yemeyen kimsede, ruh galip gelir. Ruhlar ise melektir ve birbirlerinden korkmaz. Ayrıca yemeyen kimse, yü-

35 rürken böbürlenmez ve iftihar etmek için ipek ve altın giymez. Bunu düşün!

Soru: Bayram namazı, sebeplere bağlı olan küsûf ile istiskâ (yağmur) namazları ve cenaze gibi cemaatle kılınması meşrû kılınan müekked nafile­lerin meşruiyetinin sebebi ile namazı inkâr ederek veya tembellikten dolayı terk eden kimseyi öldürmenin meşruiyetinin sebebi nedir?

Cevap: Meşruiyetinin sebebi, kulların maslahatını sağlamaktır. Bunların tamamının dayanağı yasak ağaçtan yemektir. Haramdan, evlâ olanı terk et­meye kadar, makamlarına göre, ondan yediklerinde, Allah Teâlâ’dan korkula­rı azaldı. Allah Teâlâ da ay ve güneş tutulması, kıtlık ve susuzluk gibi büyük âyetlerle onları korkuttu. Şayet yemekten dolayı perdelenmemiz söz konusu olmasaydı, âyetlerle korkutulmamıza gerek olmaz, kendisi için yaratıldığı­mız şeylerden gafil olmazdık. Özellikle haram ve şüpheli şeyleri yiyen kimse, dünya ve âhiret maslahatlarından tamamıyla perdelenebilir. Bu nedenle dua, istiğfar ve akıllarımızın ulaştığı tâzim sıfatlarının tümüyle Allah Teâlâ’yı ulu­lama yahut O’nun iradesinden varlığa çıkan her şeyden O’nu ululama ile dolu olan namazları farz kılmıştır. Şehvet duyduğu şeyleri yiyen kimsenin, perdelendiği için ne dünyada ne de âhirette kardeşlerinin hakkını ifa edeme­yeceği ma‘lûmdur. Bu nedenle kardeşlerimizin hayatlarında ihlâl ettiğimiz haklarını yerine getirmeyi tamamlamak için cenaze namazı kılmamız emre­dilmiştir. Böylece namazımızla onlara fayda vermiş ve Hak Teâlâ’nın onları bağışlamasını ve hoş görmesini talep etmiş olmaktayız.

Bayram Namazlarının Cemaatle Kılınmasının Hikmeti

Bu, nefsânî gayeler üzerindeki yarışın ve mücadelenin çokluğu sebe­biyle düşman olan kalpleri birleştirmek içindir. Öyle ki bazen bir şahıs, kendisinin olmayan bir rızkın peşinden koşar ve bu gerçekleşmez. Bunla­rın tamamının aslı, yemekten kaynaklanan perdelenmedir. Allah Teâlâ’ya yağmur duası yapmadan önce aralarında düşmanlık bulunanları barıştır­manın hikmeti de budur. Bu, düşmanlığın rahmetin inmesini engellemesi sebebiyledir. Barışıp anlaştıklarında ve kalpleri bütünleştiğinde, üzerlerine rahmet iner ve böylece her iki bayramda sevinç, mutluluk aralarında ger­çekleşir. Güzel elbiseler giyilir, kadın, erkek ve kız çocukları süslenir. Bir mümine, şer‘î bir yön olmaksızın müslümanlardan birine nefret duyarak bayramı geçirmesi yakışmaz. Bu, her zaman talep edilmekle birlikte, her iki bayramda, özellikle de Mekke’de bulunan hacılar için daha da kuvvet­lidir. Yüce Allah, orada birisine bir kötülük yapmak isteyip de yapmayan kimseyi, bunu yapmasa bile cezalandırmakla tehdit etmektedir.

Namazı İnkâr Ederek veya Tembellikten Dolayı Terk Edenin Hükmünün Ağaçtan Yemekle Alâkası

Yediği zaman, Allah’ın hukukunu ve yemediği takdirde nefsini ölüme terk etmek sûretiyle nefsinin hakkını eda etmekten engellendiği içindir. Şâri‘, ölümüne sebep olsa bile, bu fiile kefaret olması için kendisine had uy­gulamamızı emretmiştir. Ancak namazın vâcip olduğunu inkâr ederek terk ederse, kâfir olarak öldürülür. İşte bütün türleriyle namazın emredilmiş ol­masının sebebi bu şekilde yasak ağaçtan yemektir. En doğrusunu Allah bilir.

Bütün Türleriyle Zekâtın Yasak Ağaçtan Yemekle Alâkasıysa Açıktır

Bu, ya ihtiyaçtan fazla yahut haram ve şüpheli şeyler olması hasebiyle şer‘an bize uygun olmayan şeyleri yememiz sûretiyle mal ve gıdalardaki mülkiyetin Allah Teâlâ’ya ait oluşundan perdelenmemiz sebebiyledir. Bu durumda mülkiyetin Allah Teâlâ’ya değil de bize ait olduğunu iddia etmiş oluruz. Elimizin altında bulunanlar hususunda cimrilik yaparız, nefsimiz de bir muhtaca bunlardan bir şey vermemize müsamaha göstermez. Öyle ki bizden biri, malı biriktirir, başkasına vermeyi engeller, meşrû olmayan ziynetleri edinir ve Allah’ın hayvanlarda, parada, maden, define ve tica­retten elde edilen kârda bulunan hakkını vermez. Nefsi, Hak Teâlâ’nın, bunlar için meşrû kılınan hükme göre verilmesini emrettiği zekâtı unutur. Hatta fitresini bile vermez. Bu yüzden fakirler, düşkünler, yolcular ve diğer sınıftaki insanlar darlık içinde yaşar. Söz konusu darlık gerçekleştiğinde, Şâri‘, zekât mallarının her türlüsünden belirli bir pay çıkarmamızı emrede­rek, bizi ve ruhlarımızı; zekâtı vermemek sûretiyle oluşan mânevî kirden, kalp karalığından, Rabb’in gazabından ve rızıktaki bereketin azlığından arındırmaktadır. Yüce Allah bunu zekât olarak isimlendirmek sûretiyle, kâmil olan müminin dikkatini, Allah Teâlâ’nın hakkını verdiği takdirde [malının] daha çok nemalanacağına ve bunu vermekle azalmayacağına çekmektedir. Yüce Allah “Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine yenisini verir. O rızık verenlerin en büyüğüdür.”210 buyurmuş, Peygambe­rimiz de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Mal, sadakayla azalmaz.” buyurmuştur.

Nâfile Zekâtların Mezkûr Yemeyle Alâkası

Bu, kulun yememesi gerekeni yemesi durumunda perdelenmesi ve per­delendiği zaman da nefsinin severek değil istemeyerek veya eksik olarak ya da malın kalitesiz olanını zekât olarak vermesidir. Şâri‘ bu eksiklikle­ri gidermek için, benzeri namaz konusunda da geçtiği gibi, nafile sadaka vermemizi emretmiştir. Fıtır sadakasını ise orucumuzun kabul mahalline çıkması için emretmiştir. Hadiste, fıtır sadakası verilinceye kadar, Ramazan orucunun yerle gök arasında asılı olduğu belirtilmiştir. Onu yükselmekten alıkoyan şey, geceleyin yenilen şeylerden dolayı, oruçta meydana gelen ek­sikliklerdir. Şayet yeme olmasaydı mükellefin ameli nâkıs olmazdı ve gıy­bet yahut nemîme veya sövme ya da haram yeme veya nâmahreme bakma gibi [fiillerle] amelini bozmadan kâmil bir sûrette onu yerine getirirdi. En doğrusunu Allah bilir.

Ramazan ve Diğer Oruçların Meşrû Kılınmasının

Mezkûr Yemeyle Alâkası

Bu, Allah Teâlâ’nın oruçla nefisleri temizlemesi, yetenekleri güçlendir­mesi ve yemek sûretiyle perdelenerek işlediğimiz diğer günahlardan dola­yı yaptığımız tövbenin kabul edilmesi için orucu Allah’a yönelme vesilesi kılması nedeniyledir. Zira oruç kalbin rikkatini, hasedin zevâlini sağlar ve yemek sûretiyle bedenimizde açılan, hatta bedeni avcıların tuzağının da­yanağı kılan şeytanın yollarını kapar. Kul acıktığında, akşamleyin sünnet miktarınca beslenip, sahurda da sadece sünnet miktarınca -örneğin üç tane hurmayediği zaman şeytanın yolları o kadar daralır ki oruçlunun be­denine girip ona istediğini yaptırma hususunda vesvese vermek için kendi­ne bir yer bulamaz. Bu nedenle orucun, gıybet ve nemîmeyle bozulmadığı müddetçe, beden için koruyucu bir zırh olduğu belirtilmiştir. Bir kulun, farz olan orucunu tutup, bu orucunu bozmadığı farzedilirse bu kimse ra­mazandan ramazana şeytandan korunmuş olur.

Soru: Neden Ramazan ayı tam veya eksik olmasına bağlı olarak otuz ya da yirmi dokuz gündür?

Cevap: Âdem’in (aleyhisselâm) söz konusu ağaçtan yediği yiyeceğin, Âdem’in kar­nında bir ay kaldığı ve sonra çıktığı nakledilmiştir. Bir ay ise bazen otuz bazen de yirmi dokuz gündür. Bu sürenin hükmü, çocukları arasında da devam etmiştir. Şayet Âdem (aleyhisselâm), daha önce geçtiği gibi, evlâ olanı terk et5 menin mahalli olan ağaçtan yemeseydi, ne ona ne de çocuklarına, özellikle de haram veya şüpheli şeylerden yiyenlere oruç farz kılınırdı.

Soru: Nafile oruç neden meşrû kılınmıştır?

Cevap: Namaz ve zekâtta olduğu gibi, farz olan oruçta meydana gelen eksiklikleri gidermek içindir. Şâri‘, ümmetinin oruç ibadetini tam olarak 10 eda etmeyeceğini bildiği için, Ramazan orucuna ilâve olarak Pazartesi, Perşembe ve her aydan üç gün gibi sair oruçların tutulmasını istemiştir. Âdem’in (aleyhisselâm) ağaçtan yediği zaman, bedeninin karardığı nakledilmiştir. Bu, perdelenmiş olanların gözünde bünye/beden itibariyle olabildiği gi­bi, âriflerin nazarına göre onun efendiliğinin (siyâdet) izharı da olabilir.

15 Zira peygamberler, “İsmetü’l-Enbiyâ Mebhasi”nde geniş yer verildiği gibi, ismet sahibi oldukları için makamlarının sürekli yükselmesinden dolayı, bir hâlden sadece daha üstte olan başka bir hâle nakledilebilirler. Bedeni karardığında, Yüce Allah, ayın ortasındaki üç gün (eyyâm-ı bıyd) oruç tut­masını emretmiş ve tuttuğu her gün için bedeninin siyahlığının üçte biri 20 gitmiştir. Bedenin kararması, ondan sonra onun emre muhalefet eden ço­cukları için de gerçekleşmektedir. Ancak bunu sadece basireti açık olanlar anlar. [Bedenin kararması] bir mekruh ile de olsa aramızda bunun gerçek­leşmediği kimse yoktur. Cüneyd’in (ra) talebelerinden birisinin güzel bir gence baktığı ve derhal yüzünün siyah zift gibi karardığı nakledilmiştir.

25 Cüneyd kendisi için üç gün istiğfar etmedikçe bu siyahlık kaybolmamış­tır. Bu üç gün orucun hikmetlerinden biri de kulun idrak ettiği her ayın Hak’tan (cc) kendisine gelen bir misafir olmasıdır ve misafirin hakkının da üç gün olduğu nakledilmiştir. Şayet bunun gereğini yaparsa, kulun yaptığı onunla beraber Allah Teâlâ’ya şükür olarak gider.

30 Soru: Neden Şâri‘ söz konusu üç günü on üçüncü gün ve takip eden günler olarak belirlemiştir?

Cevap: Bu günlere has kılmıştır zira isterse uzunca oturmadan önce olsun yahut [misafirlik] süresinin ortasında veya ayrılmadan önce, ikramda acele etmek misafire ikramın cümlesindendir. Bu yüzden ayın son üç gü­nünden oruç tutmak da meşrû kılınmıştır. Böylece ay bu kuldan üzerinde 5 ikramın eseri bulunarak ayrılır.

Soru: Ayın on üçü ve takip eden günler dışında, üç gün oruç tutulduğu zaman sünnet gerçekleşmiş olur mu?

Cevap: Evet, ancak sünnetin en kâmil şeklini kaçırmış olur.

Soru: Neden Ramazan günü eşiyle birlikte olan kimse için kefâret ge10 rekli görülmüştür?

Cevap: Kefâret, kul ile kulun kendisini karşı karşıya bıraktığı belâların inişi arasında perde olması için meşrû kılınmıştır. Bu belâlar ise [emre] muhalefet etmekten dolayı verilen cezalardır. Bunların tamamının aslı yemektir. Yememesi gereken bir şeyi yediği zaman perdelenir ve cimâ ile 15 Ramazanın hürmetini çiğnemiş olur. Zıhar yapan, katil ve yeminini bozan kimse için nasıl kefâret meşrû kılındıysa, bunun için de kefâret gerekli görülmüştür. Belâ, el-Müntakim isminin mertebesinden inmek istediği zaman, kefâretin söz konusu âsi kimseyi kanatlarının gölgesinde gizlediği, onu koruduğu ve onun için bir koruma ve zırha dönüştüğü görülür. Belâ 20 da gerçekleşmeden geri döner. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’ya isyan edenlere karşı rahmetin gazabı geçmesinden dolayıdır. İşte farzı ve nafilesiyle oru­cun meşrû kılınmasının sebebi, budur.

Ramazanda Son Oruçlarda ve Mescide Her Girildiğinde İ‘tikâfın Meşrû Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası

25 Bunun sebebi şudur: Kul yediği zaman perdelenir, gaflete düşer, Allah’ın (cc) kendisini murakabe ettiğini unutur ve emre muhalefet eden davranışla­ra düşer. Şâri‘, bunu meşrû kılmak sûretiyle kulun az da olsa hem kalbiyle hem de bedeniyle Allah’ın özel evinde i‘tikâfa girmesini ve Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu hissetmesini istemiştir. Böylece şehvetlere ulaşmayı ko30 laylaştıran ve Allah’tan gafil olmaktan kaynaklanan kusurlar giderilecektir. Bu nedenle Şâri‘, kişinin eşi ya da câriyesini mescitte, özellikle i‘tikâfta iken öpme­sini yasaklamıştır. Çünkü bu Hakk’ın huzurundan gaflet makamına çıkarır. Buradaki gaflet, yakınlaşma ile birlikte olur. Oysa bu makama uygun olan, cimâ ve bunun öncüllerinin rahatlığına dalmak değil, salt korku, heybet ve celâldir. Zira aksi durum, edebi ortadan kaldırır ve böyle bir şey meydana geldiği zaman, Allah’ın sınırları aşılmış olur. Bu nedenle bazı imamlar, Al­lah’a karşı edebi ortadan kaldıran rahatlamanın kapısını cümleten kapat­mak için, i‘tikâfta oruç tutmayı vâcip görmüş ve “İ‘tikâfta bulunan kim­senin, hasta ziyaret etmesi ve cenazelere katılması doğru değildir. Çünkü Allah’ın huzurundadır. Ziyaret ve cenaze namazı ise, onu bu makamdan çıkarıp ayırır. Her dâim bir yüksek makam, bir de ondan daha yüksek bir makam vardır.” demişlerdir. En doğrusunu Allah bilir.

Hac ve Umrenin Meşrû Kılınmasının Ağaçtan Yemekle Alâkası

Yüce Allah haccı, hacdan başka hiçbir şeyin kefâret edemeyeceği günah­lara kefâret etmesi için meşrû kılmıştır. Abdest ve namazın meşruiyetine dair kelâmda her şer‘î emrin hususi bir menhîye (yasak) kefâret kılındığı belirtildi. Bizim kefâretlere muhtaç olacak derecede günahlara düşmemizin sebebi yemedir. Şayet yeme olmasaydı, hiçbir kefârete muhtaç olmazdık. Hac, Âdem’e farz kılınan en son kefârettir. O (aleyhisselâm), bu mekânlarda Rabb’inden birtakım kelimeler alarak, bunlarla tövbe etmiş ve hidâyet bulmuştur. İbn Abbâs, söz konusu kelimelerin “Dediler ki: Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenler­den oluruz.”211 âyeti olduğunu söylemiştir. “İsmetü’l-Enbiyâ Mebhasi”nde, Âdem’in (aleyhisselâm) günahının, gerçekte günah olmadığı kaydedildi. Aslında bu, günah işledikleri zaman nasıl tövbe edeceklerini çocuklarına öğretmek için, günahın bir sûretidir. Bu nedenle Hak Teâlâ ona, sûreti muhalefet sûreti olan yemeye kefâret olması için haccı emretmiştir.

Soru: Neden insana sadece ömründe bir defa haccetmesi farz kılınmış ve hac [ibadeti], namaz, oruç ve sairleri gibi tekrarlanmamıştır?

Cevap: Bizim zayıflığımız ve her sene hac için yolculuk yapmak bize meşakkatli geleceğinden hassaten uzak beldelerin halkları için Allah’tan (cc) bir kolaylık olarak sadece bir defa haccetmemiz farz kılınmıştır. Ve demişlerdir ki “Ömründe bir defa Allah’ın özel huzuruna gelen kimseye ateş asla dokunmayacaktır.”

Soru: [İhramda] dikişli giysileri giymemenin hikmeti nedir?

Cevap: Bu, ilâhî huzura giren her kimsenin, önceki iyiliklerinden sıyrı­lıp onlardan arınarak ve bütün hatalarından tövbe ederek girmesinin edep­ten olduğuna işaret etmektedir. Zira ilâhî yardım çoğunlukla fakir ve mis­kinler içindir. Ehlullah, zengin ve kibirli olan kimselerin kesinlikle Allah’ın huzuruna giremeyeceğine dair icmâ etmiştir. Yüce Allah “Zekât, fakirlerle miskinlere verilir.”212 buyurmaktadır. İhrama girenler, anılan şeylerden sıy­rıldıkları zaman, Allah Teâlâ’nın yardımı ve kendilerine olan lutfunu hak etmiş olurlar. Hadiste “Kim hacceder, burada cinsel temastan kaçınır ve günah işlemezse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından aklanır.” buyrulmuştur. İhramlı kişi, burada ikinci kez doğmaktadır. Ayrıca zen­ginlik ve büyüklenme iddiasında bulunmanın sebebinin de yeme oldu­ğu açıktır. Bu şahıs yemiş ve perdelenmiştir. Kibriyâ ve azamete dair ilâhî sıfatlarda çekişmiş, zenginlik iddiasında bulunmuştur, dolayısıyla O’nun yardımının bereketinden mahrum kalmaktadır.

Soru: Bazı insanların Kâbe’nin örtüsüne sarılmalarının sebebi nedir?

Cevap: Bu, aralarında bir suç bulunan kimsenin, kendisini affetmesi ve müsamaha göstermesi için arkadaşının elbisesine sarılması gibidir. Ak­si hâlde büyüklerin edeplerinden bir tanesinin de salt Kâbe’nin örtüsüne sarılmamak olduğu açıktır. Kuşkusuz Âdem’in (aleyhisselâm) ağaçtan yemesinden et­tiği tövbe makamının kemâli, daha önce belirttiğimiz üzere onun için hac vesilesiyle gerçekleşmiştir. Aynı şekilde tâbi olmak hükmüyle, zürriyetinin de tövbesi, bununla kemâle ermektedir. Daha önce namaz ve zekât konu­sunda geçtiği üzere sadece haccın kefâret edeceği günahların olması hasebiy­le hac ibadetini yerine getirmeyen kimse için tövbenin kemâli hâsıl olmaz. “Tövbe gerçekleşmez.” demedik, “tam (kemâl) tövbe gerçekleşmez.” dedik. Zira Âdem, ağaçtan yer yemez pişman oldu, onun zürriyeti olan her mü­minin günahından sonra pişmanlık duyması, hatasından sonra aklı başına gelen herkes için gereken bir durumdur. Diğer rükünlerinin genelde bu­lunmasının [yanında] pişmanlığın tövbeye bitişik olması hasebiyle onun en önemli rükünlerinden olduğu bilinmektedir. Âdem’in (aleyhisselâm) Kâbe’yi ziyaret ettiği zaman “Rabb’im, beni ve zürriyetimi bağışla!” dediği nakledilmiştir.

Yüce Allah da “Seni, günahından pişman olduğun anda bağışladım, çocukla­rına gelince, bana hiçbir şeyi şirk koşmadan huzuruma gelenlerin günahları­nı bağışladım.” demiştir. İşte bu, haccın meşrû kılınmasının temeli ve yasak ağaçtan yemeyle ilişkisidir. Hacceden herkes için hac, büyük günahtan evlâ 5 olanı terk etmeye kadar, uygun bir şekilde günahlarına kefâret olur.

Alışveriş ve Bunlara Tâbi Olan Diğer Muamelelerin

Mezkûr Yemeyle Alâkası

İnsan yediği zaman perdelenir, perdelendiği zaman da alışverişte haksızlık, aldatma, sapkınlık ve zulüm yapar. Zulüm ve haksızlığı önlemek için, meş10 rû bir şekilde alışveriş yapması istenmiştir. Zira insan perdelendiği zaman, zorunlu olarak insanların mallarını bâtıl yöntemlerle yiyebilir, nefsinin gözü doymaz, zulmü artar ve iç dünyasının (bâtın) karanlığı yoğunlaşır. Bunun neticesinde dünya muhabbeti artar, [meta yükleyip gelen] binicileri karşılar, satışlarını faizle yapar ve muhtaçlara faizsiz olarak borç verilmesine engel olur.

15 Bazen satar ve pişman olur, bazen de satın alır ve pişman olur. Bu nedenle muhayyerlik (alışverişte akdi onama yahut feshetme hakkı) meşrû kılınmış­tır. Bazen de malları gasp eder, gıdaları insanlardan saklayıp stok yapar. Şeri­at gasp ve stoku yasaklamıştır. Bazen alışverişi inkâr eder. Anlaşmazlığı dur­durmak için de yeminleşme meşrû kılınmıştır. Bazen olgunlaşmamış ürünü 20 satın alır ve bunun satın alınabileceğini iddia eder. Bazen de sadece bir aka­rı satın alır ve içindeki menkul mallar üzerinde de hak iddiasında bulunur. İşte buna benzer hususlardan dolayı, asılların ve ürünlerin satışı hakkındaki hükümler ve dünya ehlinin üzerinde gâlip olan hâl üzere ihtilaf durumun­da müracaat etmek için âdil şahitler huzurunda her hak sahibine hakkının

25 verilmesi emredilmiştir. Bütün bunların hükme bağlanmasının sebebi, yeme­dir. Kişi yediği zaman, zikrettiğimiz bütün haklardan perdelenir. Ayrıca Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem), yemeyle ümmetinin birbirleriyle İslâm kardeşliğine yaraşır bir kardeşlik hukuku içerisinde hoşgörüyle arkadaşlık etme konusunda perdelendiklerini bildiği için, insanlara borcu olan ve ödeme imkânı bulunmayan kimseye re30 hin, selem (peşin bedelle veresiye mal değişimi) ve hacir (hukukî tasarrufta bulunma ehliyetinin kısıtlanması) hakkını meşrû kılarak genişlik sağlamıştır. Böylece müflis hapsedilmeyecek ve malının şer‘î olmayan yöntemlerle telef olmaması için sefih (malını ölçüsüzce harcayan) olan kimseler hacir altına alınabilecektir. Yüce Allah bunu, onun yok olmaması için bir vesile kılmış-

35 tır. İnsanda sefehin (malı ölçüsüzce harcama) bulunmasının aslı da yemedir.

Aynı şekilde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âriyet (bir kimseye bir süre kullanmak üzere karşılıksız verilen mal), vedîa (bir kimseye koruması için bir malın bırakıl­ması ve bu şekilde bırakılan mal), şerike (iki veya daha çok kişinin sermaye, emek yahut itibarlarını birleştirerek meydana getirdiği ortaklık yanında bir mal, hak veya menfaate müştereken mâlik olması), vekâlet, şüf a (satım veya bu hükümdeki bir akidle alınmış taşınmaz veya taşınmaz hükmündeki özel mülkiyete konu bir malı müşteriye mal olduğu bedelle cebren alıp mül­kiyetini elde etme hakkı) ve havale gibi yöntemlerle genişlik sağlamış ve herkesin âhiret yurdundan önce bu dünyadayken üzerindeki hakları ikrar etmesini emretmiştir. Bunun kaynağı, yemeden dolayı kendi maslahatla­rıyla kardeşlerinin maslahatlarının kendilerine perdelenmiş olmasıdır. Üm­metine birbirlerine tazminat vermelerini ve borçlunun borcunu vermekten âciz olduğu durumlarda da bir kısım borçları üzerinde anlaşmalarını meşrû kılmıştır. Aynı şekilde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine sulama sırası, borç ve kira gibi hususları meşrû görerek kolaylıklar sağlamış, ölü arazileri ihyâ etme, kayıp mal ve sahipsiz çocukları [sahibine] teslim etme, âbıkın (kaçak köle) iadesine karşılık ücret ödenmesi gibi hususlarda da kardeşlerinin hukukun­dan perdelendikleri için genişlik sağlamıştır. Zira perdelenmelerinin kay­nağı yemedir. Şayet yeme olmasaydı, bütün insanlar muhalefet etmeksizin melekler gibi, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşırlardı ve asla şerre yönelmez, sadece hayırda tasarrufta bulunurlardı. Melekleri düşün, perdelenmedikleri için bunlardan hiçbirine düşmezler. Hibe, hediye ve vakfa gelince, alışve­rişten hâsıl olan nimete şükür olması için bunlar meşrû kılınmıştır. Ayrıca bunlar güzel ahlâk kapsamında sayılan başka bir türdür. Vakıf, ölümden sonrası için de iyilik ve sadakanın devamını sağlamak ve mal kendisinde bulunduğu müddet içinde yaptığı hataları telafi etmek için te’bîd (ebedî­lik) şartıyla sahih olur. Şayet bulduğu bütün ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarını öncelik sırasına göre verseydi, vakıfta te’bîd şart koşulmaz, onun için takdir edilen belirli bir müddetle sınırlı tutması yeterli olurdu.

Soru: Ferâiz ve bununla ilgili paylaşımların ağaçtan yemeyle alâkası nedir?

Cevap: Bunun şekli şudur: Yediği zaman perdelenir ve nefsi tamahkârlaşarak mûresinden (miras malı) başkasına bir şey vermeyi istemez. Yüce Allah, fesadı defetmekiçin her bir vâris için belirli bir pay tayin etmiştir. Ölüm hasta­lığı veya başka zamanda yapılan vasiyet ise ömür boyu yapılan iyiliklerde mey­dana gelen eksiklikleri gidermek için, farzlarla birlikte yapılan nafile gibidir. [Nebi’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem)] şöyle nakledilmiştir: Sadakanın en faziletlisi senin; sağlık­lı, mala karşı istekli, yaşama umudu taşıyıp fakirlikten korkarken verdiğin sadakadır. Can boğaza dayandığında ‘Falana şunu, filana bunu...’ diyerek verdiğin sadaka değildir.” Bu hadiste kastedilen şudur: İnsanın sağlıklı iken verdiği sadakaya nispetle, bunun sevabı daha azdır. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdolsun. İşte bütün alışverişlerin meşrû kılınmasının anılan yemeyle alâkası bu şekildedir. En doğrusunu Allah bilir.

Nikâh ve İlgili Hususların Meşrû Kılınmasının

Mezkûr Yemeyle Alâkası

Evlilik arzusunun yemeden kaynaklandığı açıktır. Şayet yeme olmasay­dı, insanlarda hiçbir arzu bulunmaz ve insanlar da melekler gibi olurdu. Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bizlere evlenmeyi emrederek “Şerlileriniz bekârlarınızdır.” bu­yurmuştur. Bize olan şefkatinden ve bunu yapmaktan utananların -insan­ların çoğu bunu yapmak şöyle dursun adını anmaktan bile utanırlarkalbi­ni takviye etmek için, bu hususta tabii olan mani ile yetinmemiş ayrıca bize evlenmeyi emretmiştir. Böylece nefsimize değil, Şâri‘e itaat etmiş ve onun emrine imtisâl etmiş oluruz ve bununla sevap kazanırız. Hatta evliyâdan bazıları, meşrû olmak açısından her ikisi de aynı olduğu için, namazda ol­duğu gibi, cimâ anında da Allah Teâlâ’nın huzurunda hissedebilirler. Yine o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), çoğalmayı beraberinde getiren evliliği teşvik etmiştir ki böylece bizim için istiğfar eden ve yaptıkları sâlih amellerin bizim iyiliklerimizden sayıldığı neslimiz ve çocuklarımız artsın. Zira biz, onların bizde ve bizden var olmaları için birer mahaldik. Allah’a (cc) muhalefet eden evlâtlarının hiçbir günahı nasıl Âdem’e (aleyhisselâm) yüklenmiyorsa onların hiçbir günahının hesabı da bizden sorulmaz. Rabb’imizin lutfundan zürriyetimizin bizim için yaptığı istiğfarı kabul etmesini, bizi affetmesini ve bununla bizim hâ­limizi ıslah etmesini ümit ederiz. Evlilikten amaçlanan da aslında budur.

Zinâ ve Öncüllerinin Şehvetini Defetmenin Hükmü

Bu evlâtlarımızdan bize hâsıl olan menfaatlere tâbi olma hükmüne bağlıdır.

Nikâhta Nesep ve Sıhriyet Yoluyla Haram Kılınanların Mezkûr

Yemeyle Alâkası

Bu, kulun gereksiz bir şeyi yediğinde kalbinin kararması ve hayâsının azalması nedeniyledir. Bazen kişi mahremiyle birlikte olmayı da arzular. Bu nedenle Allah Teâlâ, mahremleri ve ehl-i kitap olmayan müşrik kadın­larla evlenmeyi haram kılmıştır. Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu konudaki beyanı olmasay­dı, mahremlerimizle evlenirdik.

Muhayyerlik, İffetlilik ve Köleyle Evlenmenin Mezkûr Yemeyle Alâkası

Zira eşlerden birinin, herhangi bir eksiklikten dolayı diğerinden nefret etmesinin sebebi, yemeden kaynaklanan tabii şehvettir. Şayet yeme olmasay­dı hiçbirisinde delilik, cüzzam, alacalık veya iktidarsızlık meydana gelmezdi ve nasıl ki melek şehveti olmadığı için birlikteliğe nefret duymuyorsa koca da karısında bulunan birlikteliğe engel olan şeylerden (retkâ ve karnâ) nef­ret etmezdi. Aynı şekilde şayet yemeyle perdelenmeseydi, evlenmeye iştiyak duyan babasını evlendirerek iffetini koruması gerekmezdi. Yine kölesinin gece gündüz kendisine işlerinde hizmet etmesini isteyerek onu evlenmekten alıkoymazdı. Evlilikten önceki hısımlık ve mihrin ölçüsünün anılan yemey­le alâkasına gelince, bu, veli ile evlenilecek kadının hatırını gözetip evliliği celbetmek için meşrû kılınmıştır. Zira veli ile kadının hatırı, evlenilecek olan erkeğe meyilli olursa, çabuk hamile kalır, seçkin bir çocuk doğar ve kadın ya da ailesinin erkekten hoşlanmaması gibi, gönlü bulandıracak bir durum olmadığı için nesil çoğalır. Gönlü bulandıracak şeylerin çoğunun kaynağı, yemedir. Yediği zaman perdelenir ve perdelendiği zaman da hısımlarına ve Allah Teâlâ’nın iyilik yapılmasını emrettiği müslümanlara ikram etme ko­nusunda körleşir. Aynı şekilde kasem (yemin), tartışma ve eşler arasındaki sıkıntıların kaynağı da yemedir. Şayet yeme olmasaydı, koca perdelenmez ve eşine zulmetmez, haksızlık etmez, o anda nefsanî arzularını tatmin etmek için eşler arasında adâletsizlik yapmazdı. Yine yeme olmasaydı kadın koca­sının hakkını ihlâl etmez ve ona nankörlük etmezdi. Şayet eşler uygun olan şeyleri yeseydi, peygamberler ve velîlerin yaptığı gibi, birbirilerine herhangi bir haksızlık [yapmazlar] ve zulmetmezlerdi.

Hul‘, Talâk, Recâ, Îlâ ve Zıhârın Mezkûr Yemeyle Alâkası

Bunun sebebi de yemedir. Zira haram bir yana, helâl şeylerle bile doydu­ğu ve şımardığı zaman, âzaları acıkır; husumet ve günaha dalar. Bu durumda insanlar arasından kendisine en yakın olan kimse eşidir. Onu sıkıntı verir, câriye ve kumalarla ona haksızlık eder ve kadın onun kötü ahlâkından kur­tulmak için, bir bedel karşılığında boşanmayı talep etme durumunda kalır. [Koca] esasen hiçbir mazeret olmadığı hâlde şımarıklıkla, ondan daha yük­sek mertebede bulunan birisiyle evlenmeyi isteyerek, hul‘ ya da talâk ile ka­rısından ayrılır, onunla birlikte olmayacağına dair yemin eder ve zıhâr yapar.

Daha sonra nefsindeki bu kini durulduğunda tekrar ona dönmek isteye­bilir yahut istemeyebilir de. Bu durumda iddet, istibrâ ve emzirme gibi nikâha bağlı olan şeyler, ayrılık, talâk, yatak hakkının bitmesi, erkek ya da kız emzikli çocuğun bulunması ya da ölüm hâsıl olabilir. Şeriat çocuğun 5 üzerinde daha çok hak sahibi olan kimseden uzaklaştırılmaması, insanın sütkardeşiyle evlenmemesi ve emziren kadının emzirme ücreti konusunda cimrilik yapılmaması için, bütün bunların sınırlarını açıklamıştır. Bütün bunlar yemeden dolayı perdelenmekten kaynaklanmaktadır.

Eş, Evlât ve Ebeveynin Nafakasının Meşrûiyyetinin Mezkûr

10 Yemeyle Alâkası

Bunun sebebi yemeyle perdelenmemizdir. Yediğimiz zaman eşlerimiz, evlâtlarımız, ebeveynlerimiz, akrabalarımız, kölelerimiz ve hayvanlarımızın haklarını edâ etmekten perdeleniriz ve yemeden dolayı hâsıl olan perde se­bebiyle onların haklarını yerine getirme hususunda gaflete düşeriz. Şayet bu 15 perde olmasaydı, ebeveynin hakları büyük olduğu için, bunun bize emredilmesine gerek kalmazdı. Akrabalık ilişkilerinin faziletini, hangi akrabanın ne derecede hak sahibi olduğunu; sıkıntı ve gamlarımızı üstlenme, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik durumlarımızda, sağlık ve hastalık hâllerimizde bize hizmet etmelerine ilâve olarak varlığımızın da sebebi oldukları için ebevey20 nin daha çok hak sahibi olduğunu beyan etmesine ihtiyacımız olmazdı.

Kölemizin Nafakasının Sebebi

Bu, onların bize hizmet etmeleri, gece gündüz hiçbirimizin yerine getire­meyeceği işlerle onları alıkoymamıza sabretmelerine karşılık bir mükâfattır. Hayvanlara gelince, bizleri ve yüklerimizi taşımaya ilâve olarak; çift, öğütme, 25 harmanlama, hiçbirimizin yürüyerek gidemeyeceği uzak beldelere bizi ve eş­yalarımızı taşıma gibi birçok konuda bize fayda sağlamalarından dolayıdır. Zaten iyiliğin karşılığı da iyiliktir. Ayrıca bütün bu hakları edâ etmekten perdelenmemizin aslı sebebi de yemedir. En doğrusunu Allah bilir.

Bütün Hadlerin Meşrûiyetinin Mezkûr Yemeyle Alâkası ve

30 Bununla İlgili Zikredilenler

Şu açıktır ki insan şehvet veren şeyleri yediği zaman günah işleyip Allah Teâlâ’nın hudutlarını çiğneyebilir. Bunun neticesinde haksız yere adam öldü­rür, âzaları keser ya da yaralar, kafatasını kırar ya da göz çıkarır, diş ve kemik kırar, insanların mallarını çalar, yol keser, içki içer, zinâ yapar, haksız yere if35 tira atar, para ve mal ve paylaşımında haksızlık eder. İşlediklerini itiraf etmez.

İnsanları, başkalarını elli kere yemin ettirmeye mecbur kılar. Kendisi ya­lan yeminler eder ve doğru olan yeminlerini çoğaltır (çokça yemin eder), muhtaçlara yiyecek ve mal hususunda cimrilik yapar, sadece Allah’ın hastalığına şifa vermesi, yitiğini buldurması veya belâlardan kurtarması durumunda Allah’ın kullarına bir şeyi vermeyi kendisi için hoş görebilir. Böylece nezir yoluyla Allah ile ahitleşir tâ ki nefsi bütün bunları yapma hususunda kendisine izin vermeye güç yetirebilsin. Bütün bunlar, ye­mekten kaynaklanan perdelenme nedeniyle dünyaya olan rağbet ve mu­habbetinin büyüklüğündendir. Şayet yemeyi tamamen terk etse ya da aç kalsa ve sadece hayatta kalmak için ya da meşrû olanı yemekle yetinseydi, âzaları zayıflar ve saydığımız hudutları aşmazdı. Aksine belki de kardeşi kendisiyle konuştuğu zaman konuşmak ağır gelir ve ancak açlıktan kay­naklanan şiddetli bir zorlukla cevap verirdi. Yine şayet yemeseydi, per­delenmez ve Allah’ın “Yalancısın” dediği, bâtıl iddialarda bulunmazdı. Bilgisizce şahitlik etmez ve insanlar arasında bilgisi olmadan hüküm ver­mezdi. Şayet yemek yemeseydi ya da sadece meşrû olanı yeseydi, bunların hiçbirini yapmazdı. Bu nedenle Yüce Allah bu vasıfta olan insanlara, hak ehline boyun eğmelerini emretmiştir. Böylece yemeden meydana gelen bozuk düzenin düzeltilmesi için kısası uygulayıp hadleri ikame etsinler. Söz konusu günahtaki çirkinliğin ziyade olmasından dolayı, bazı hadler için kefâret olarak köle âzat etme, yedirme, giydirme ve oruç meşrû kılın­mıştır. Ayrıca daha önce Ramazan orucu bağlamında işaret edildiği gibi, bu kefâretin ilgili âsi kimseye isabet edecek olan belâları engelleyen bir perde olması da amaçlanmıştır. Allah en doğrusunu bilir.

Köleyi Âzat Etme, Onunla Anlaşma Yapma, Onu Yönetme ve Ümmü’l-Veled’i[274] Satmanın Haram Kılınmasının Mezkûr

Yemeyle Alâkası

Âzatlık, anlaşma ve köleyi idare etme, efendisine yaptığı hizmetlerin kar­şılığıdır. Şayet Şâri‘, bunu efendiye emretmeseydi, yeme sebebiyle insanların minnetine tahammül etme çirkinliğini idrak etmekten perdenlendiği için bu karşılığı anlayamazdı. Zira onun köleye ilişkin mülkiyeti hakiki bir mülkiyet değildir çünkü ondaki mülkiyet [hakkı] âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.

Şayet Azîz ve Celîl olan Allah, köleyi zayıf akıllı kılmasaydı onu başka bir kulun iznine (hacir) bağlı kılmaz, kölenin efendisiyle ilgili hükmü, velîsi­nin elinde bulunan çocuk gibi olurdu. Böyle olmasaydı, maslahatları zayıf­lardı, anla! Söylediklerimizi “Bu köleler kardeşlerinizdir. Yediklerinizden yediriniz, giydiklerinizden giydiriniz ve güç yetiremeyecekleri işleri yap­makla sorumlu tutmayınız. Sorumlu tuttuğunuz zaman da onlara yardım­cı olunuz.” hadisi de desteklemektedir.

Ümmü’l-Veledlere Köle Muamelesi Yapmanın Haram

Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası

Bu, efendinin yememesi gereken bir şeyi yediğinde perdelenmesi ve çocuğun annesinin üzerindeki haklarını unutması [sebebiyledir.] Zira bu kadın ona yatak arkadaşı olmuş, suyu çocukla ilgili olarak onun suyuna karışmıştır. Onu âzat etmek, yemeden hâsıl olan perdelenmenin kefâreti olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

Büyük İmam ve Onun Diğer Yardımcılarını Nasbetmenin

(Belirleme) Meşrû Kılınmasının Anılan Ağaçtan Yemeyle

Alâkası ise Açıktır

Zira büyük imam ve yardımcıları olmazsa, ne bir hüküm yürürlüğe girer ne bir had uygulanır ne de İslâm dininin bir şiârı gözetilir. Böylece âlemin düzeni tamamen bozulur. Bütün bu bozulmanın aslı, insanların yeme nedeniyle perdelenmeleridir. Yeme olmasaydı hiç kimse Allah’ın hudutlarını aşmaz, insanlar ne bir hâkime ne imama ne de kadıya muh­taç olurdu. İnsanlar, Allah’ın perdelerini kaldırdığı bazı velîler gibi, her­hangi bir talep olmadan hak sahibine hakkını verirlerdi. Ancak insanlar, anılan yol üzere yürüyemeyince, canlarını, mallarını ve namuslarını fâsık ve azgınlardan korumak için, zaruri olarak bir hâkime muhtaç olmuşlar­dır. Yine şayet büyük imam ve yardımcıları olmasaydı, beytülmâlda bir düzen olmaz ve hiç kimse İslâm askerlerine harcanmak üzere herhangi bir vergiyi toplamaya güç yetiremezdi. Bu durumda halkın bütün masla­hatları zayi olurdu. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a şükürler olsun. Bunlar şeriatın getirdiği tekliflerin tamamı üzerinde şu anda getirdiğim açıkla­malardır. En doğrusunu Allah bilir.

KIRK İKİNCİ MEBHAS

Mertebesi Ne Kadar Yüksek ve Büyük Olursa Olsun Velâyetin Hem Vücûd (Varlık) Hem de Şühûd (Tecellî) Açısından Nübüvvetten Alındığının Beyanı Hakkındadır

Velâyetin nihayeti asla nübüvvetin başlangıcına ulaşamaz. Şayet bir velî, peygamberlerin bilgi aldığı kaynağa yaklaşırsa yanar. Velîlerin nihaî duru­mu, hem keşiflerinin açılmasından önce hem de sonra, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatı üzere ibadet etmektir. Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatından çıktıkları an helâk olur ve yardımları kesilir. Kendi başlarına Allah’tan asla hiçbir şey alamazlar. Önceki mebhaslarda bütün peygamber ve velîlerin Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yardım istedikleri belirtildi. Bu durumu, pey­gamberliğinden önce onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hz. İbrâhim’in şeriatı ya da bu hususta görüş ayrılığı olduğu üzere başka birisinin şeriatı üzere ibadet etmesi des­tekler. Kendisine vahiy gelince, bu şekilde ibadet etmeyi kesti ve kendisine gelen vahye tâbi oldu. Velî için de durum böyledir ve ulaşabileceği nihaî nokta, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatına uygun olan ilhamdır. Keşfi açıl­dıktan sonra da kendi başına o keşifle amel edemez. Zira Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatıyla teşrîî nübüvvet kesilmiştir. Dolayısıyla ilham meleği, ilgili velînin Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatını anlamasını sağlar ve vasıtasız ola­rak Resûlullah’tan almış gibi onun sırlarını kendisine bildirir. Velî için doğ­rudan Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) almak sahih olunca, Ümmet-i Muhammediyeyi irşad etmesi ve Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) niyâbet hükmüyle Allah’a (cc) ettikleri dualarında onlara önderlik etmesi sahih olur. Yüce Allah “De ki ‘Îşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz).”214 buyurmuştur.

Velâyetin, asla nübüvvete karışmayacağı sana açıklandı. Ariflerden birisi “Velâyetin makamı risâletin makamından daha yüksek ve daha tamamdır.” dediği zaman, bununla Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’ta “Peygamberin kendisinin velâyet makamı, yine onun risâlet makamından daha kâmil ve daha tamamdır.” dediğini kastetmektedir. Zira bu velâyetin taalluk ettiği alanın şerefi ve onun sürekliliği dolayısıyladır. Zira velâyetin hükmü Yüce Allah’a taalluk etmekte ve hem dünyada hem de âhirette devam etmektedir.

Risâletin hükmü ise insanlara taalluk etmekte ve teklif zamanının bitme­siyle sona ermektedir. Velîlerden hiçbirinin amacı söyledikleriyle velâyetin mutlaklığından ve peygamberlerin risâletinden ayrılık çıkarmak değildir. Bunu, ancak Allah’ın huzuruna yaklaşmayan, bu mertebedekileri bilmeyen ve Allah Teâlâ hakkında cahil olanlar söyleyebilir. Evliyâ bundan uzaktır. Peygamber olmayan kimsenin velâyetinin peygamberin velâyetinden daha faziletli olup olmayacağı sorulmuş ve o da şöyle demiştir “Bu konuda bize bir bilgi gelmemiştir. Bizim meylettiğimiz husus, her peygamberin velâyetinin, en büyük velîlerin velâyetinden daha faziletli olduğudur. Onların makamına yaraşan da budur. Zira daha önce geçtiği gibi, velâyet nübüv­vetten alınmaktadır.

Bil ki, Şeyh Muhyiddin’in “Velâyet makamı mutlak olarak risâlet ma­kamından daha tamamdır.” dediğine dair insanlar arasında yayılan şeyden Şeyh (rh.a) beridir. el-Fütûhât’m 14. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra nübüvvetin ve risâletin son bulma­sıyla evliyânın ortaya çıkmasını kesmiştir. Bunun sebebi onların ruhlarının azığı olan Rabbânî vahyi yitirmeleridir. Şayet velîlerden biri, ondan daha faziletli olması şöyle dursun, bir peygamberin makamında bulunsa bile, ortaya çıkması kesilmez ve başkasının diliyle vahyi almaya muhtaç olmaz­dı. Allah’ın velîlere verdiği lutfun nihaî noktası, vahyin kokusunu hisset­meleri için, onlara uykuda birtakım mübeşşirât vermesidir. el-Fütûhât’ta “Teşehhüd” üzerine yaptığı değerlendirmeler bağlamında da şöyle demiş­tir: “Bil ki Yüce Allah Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra kıyamete kadar risâ­let kapısını her yaratılmışa kapatmıştır. Ayrıca bizimle onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arasında herhangi bir münasebet de bulunmamaktadır. Zira o, bizim için mümkün olmayan bir mertebededir.”

Şerhu Tercümâm’l-Eşvâk’da şöyle demiştir: “Bil ki peygamberin ma­kamına girmek bizim için yasaktır. Bizim orayla ilgili bilgimizin son noktası, veraset yöntemiyle oraya bakmaktan ibarettir. Bu, cennetin aşa­ğı bir tabakasında bulunan bir kimsenin ‘En yüksek Îlliyyîn’e bakması ve yeryüzündekilerin gökteki yıldızlara bakması gibidir.” Ebû Yezîd elBistâmî’ye nübüvvet makamının giriş olarak değil de tecellî olarak, iğne deliği kadar açıldığı ve neredeyse yanacak olduğu bilgisi bize gelmiştir. el-Fütûhât’ın 462. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki nübüvvet makamını tatmadığımız için onun hakkında konuşamayız. Sadece veraset maka­mı bağlamında bize verilen kadarıyla konuşabiliriz. Çünkü hiçbirimiz için nübüvvet makamına girmek doğru değildir. Biz onu sadece sudaki

5 yıldız gibi görürüz.” 367. bâbda da şöyle demiştir: “Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) has olan ubûdiyyet makamından, bir sığırın derisindeki bir kıl kadarı bana verildi, bunun gereğini yerine getirmeye güç yetiremedim.” Bun­lar Şeyh’in (rh.a) ifadeleridir. Dolayısıyla “Velâyet, nübüvvetten daha büyüktür.” dediğine dair iftira eden kimse yalan söylemiştir. En doğ-

10 rusunu Allah bilir.

KIRK ÜÇÜNCÜ MEBHAS

Enbiya ve Resullerden Sonra Muhammedi Velîlerin En Faziletlisinin Ebû Bekir Sonra Ömer Sonra Osman Sonra da Ali (ra) Olduğu Hakkındadır

Dört halife arasındaki bu sıralama, Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’ye göre kesin, Kâdî Ebûbekir el-Bâkıllânî’ye göre ise zannîdir. Râfizîlerin Hz. Ali’nin (ra) Hz. Ebû Bekir’den (ra) daha önde olduğuna dair dayanaklarından biri de Resûlullah’a kızarmış bir kuş eti geldiğinde “Allahım, bu kuşu benim­le birlikte yemesi için en sevdiğin insanı getir.” demesinden hemen sonra Hz. Ali’nin (ra) gelmesine dair hadistir. Bu hadisi İbnü’l-Cevzî el-Mevzû ‘ât’ta zikretmiş, Hâfız Zehebî ise ona özel bir bölüm ayırmış ve “Bütün tarikleri bâtıldır.” demiştir. İnsanlar, el-Müstedreke aldığı için Hâkim’e itirazda bu­lunmuşlardır. Ehl-i sünnetin Hz. Ebû Bekir’in (ra) Hz. Ali’den (ra) daha faziletli olduğuna dair delili, “Ebû Bekir çok oruç tutmak veya namaz kıl­makla sizden üstün olmadı; ancak gönlüne yerleşen bir şeyle oldu.” şeklin­deki sahih hadistir. Bu onun efdaliyetine dair sahih bir hadistir. Buhârî’nin, İbn Ömer’den “Biz Peygamberden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra insanların en hayırlısının Ebû Bekir, sonra Ömer sonra da Osman olduğunu söylerdik ve kimse bunu inkâr etmezdi.” dediğini nakletmiştir.

Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in (ra) fazilet­li olmasının nedenlerinden biri de sürekli bir şekilde Allah (cc) ve Resulü’nün ondan razı olmasıdır.” Yani ona kızgın olmayan bir hâldedir. Zi­ra her ne kadar Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğinden önce imanla nitelenmemekte ise de diğer iman edenlerden farklı olarak inkâr ettiği hiçbir zaman sabit değildir. Çünkü saîd olma hükmü, iman etmeye de­ğil, tevhidi benimsemeye bağlıdır. Zira iman, sadık olan peygamberin Allah’tan (cc) getirdiği habere bağlıdır. Peygamberlikten önceki fetret za­manında ise Ebû Bekir’in (ra) ya da başkasının iman etmesini gerektire­cek ne bir haber ne de bir kitap söz konusuydu. Bu durumda “Ebû Be­kir’den sürekli razı olunmuştur.” ifadesi doğrudur. Selef-i sâlih olan sahâbe ve tâbiîn, bu dört halifenin Allah indinde hayırlı oldukları ve zikrettiği­miz bu tertip üzere tâzim edilmeleri hususunda mutabakata varmıştır.

Sahâbe, Hz. Ebû Bekir’in faziletini Hz. Peygamberin sözüne ve fiiline bağ­lı olan, onun Allah Teâlâ indindeki efdaliyetini haber veren hâl karinele­riyle müşâhede etmişlerdir. Tâbiûn ise, onlar sahâbeden sonra en hayırlı nesildir ve sahâbenin Ebû Bekir ve diğerleri hakkındaki inançlarını en iyi bilenlerdir. Ebû Bekir Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) halifesi olarak isimlendirildi. Zira tebaanın işleri konusunda onun halifesiydi ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefa­tından önceki hastalığında da namazda insanlara imam olarak onu yerine geçirmiştir. Dolayısıyla Ebû Bekir, Muhammedî velîlerin en faziletlisidir. Şîa ve Mu‘tezile’den birçokları ise “Peygamberden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra en faziletli olan Ali’dir (ra).” demişlerdir. “Ebû Bekir, Muhammedi velîlerin en fa­ziletlisidir.” şeklindeki sözümüzün kapsamına geçmiş ümmetlerin velîleri de dâhildir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nübüvveti zaman açısından hem geçmişi hem de geleceğin tamamını kapsadığı için, Ebû Bekir de onlardan daha faziletlidir.

Başlıkta yer alan “Peygamberler ve resullerden sonra” şeklindeki sözü­müz, diri ve ölüleri kastetmektedir, ancak bunun kapsamına Hz. Îsâ (aleyhisselâm) girmez. O, kesinlikle Ebû Bekir’den daha faziletlidir. Aynı şekilde maka­mı nübüvvet ile velâyet arasındaki berzah olması nedeniyle, Şeyh’in elFütûhât’ta belirttiği gibi, Hızır (aleyhisselâm) da ondan daha faziletlidir. Şöyle ifade etmiştir: “Bizzat kendisinin sözlü olarak bize haber verdiği üzere, Hızır’ın (aleyhisselâm) makamı, nübüvvetten aşağı, sıddîkiyyetin ise üstündedir.” Bunun “Kurbet makamı” olarak isimlendirildiğini söylemiş, ancak İmâm Gazzâlî bu makamı inkâr etmiştir.

Ben şöyle derim: Nevevî, Tehzîbül-Esmâi ve’l-Lugât’ta şöyle demiştir: “Hızır (aleyhisselâm), peygamberdir. Onun risâleti konusunda ihtilaf edilmiş ve bazı sûfîler şâz olarak onun velî olduğunu söylemişlerdir.” En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh’in el-Fütûhât’m 93. bâbındaki ibaresi şöyledir: “Bil ki ümmet-i Muhammed içerisinde, Hz. Îsâ’dan başka, Hz. Ebû Bekir’den daha faziletli hiç kimse yoktur. Bu durum, onun kıyamete yakın bir zamanda indiğinde Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla hükme­decek olması nedeniyledir. Dolayısıyla kıyamet günü onun için, bi­ri risâlet sancağıyla peygamberler zümresi içerisinde, diğeri ise velâyet sancağıyla velîler zümresi içinde olmak üzere iki haşir vardır.”

Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf, Hâşiye’sinde, şöyle demiştir “Hz. Îsâ’nın, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) davetinin kapsamına girmediği için onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) üm­metinden sayılamayacağı ileri sürülmüştür. Dolayısıyla o ne davet ümmetindendi ne millet ümmetinden.” Şeyh Takiyüddin b. Ebî Mansûr ise Akîde sin­de, Ebû Bekir’in (ra) Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden olan ve diğer geçmiş peygamberlerin ümmetleri ve ashabından olan herkesten daha faziletli ol­duğuna inanıldığını söylemiştir. Çünkü o, peygamberlerin mîsâkı da dâhil, her zaman gölgenin şahsa olan bağlılığı gibi Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sıddîkiyyet ile bağlıydı. Bu nedenle Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ilk tasdik eden kimse olmuştur.” Şeyh el-Fütûhâtın 303. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Ebû Bekir’in (ra) göğsüne yerleşen ve onu başkasından faziletli kılan sır, onda Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefat ettiği gün açığa çıkan kuvvettir. Bu, risâlet davasına delâlet eden bir mûcize gibiydi. Topluluk şaşkına döndüğünde [gücü] pekişmiştir. Zira ancak sarhoş değil de ayık olan birisi öne atılıp imamlık yapabilir. O (ra) gerçekten de önde olmayı hak etmişti. Bazı insanların hoşlanmaması, onun hilâfeti hak etmesinin kemâline zarar vermez. Zira bu, ilâhî bir makamdır. Yüce Allah ‘Göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde etmektedir.’215 buyurmuştur. Bazı insanlar, yerin ve göklerin hükümranlığı elinde bulunana dahi, isteyerek değil de istemeyerek secde ettiğine göre, Ebû Bekir’in yahut başkasının hâli nasıl olur! Dolayısıyla isteyenin de isteme­yenin de bulunması gerektiği anlaşılmaktadır. Eğer bir din sahibi ise için­deki bir şüpheden dolayı emre isteksizce dâhil olabilir. Sahâbenin tamamı da böyledir [Yani içlerinde hem istekle hem de isteksizce emre dâhil olan bulunabilir]. Hilâfet sıralamasında vâki olduğu üzere, bir kısmı diğerlerinin önüne geçebilir ki bunun da Allah’ın ilminde böylece geçmiş olması gerekir. Bizim onların birbirlerine olan efdâliyetine dair kat‘î hükmümüze gelince bu Allah’a (cc) havale edilir. Zira O, onların katındaki menzillerini kesin ola­rak bilmektedir ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce olan Allah bu konudaki bilgisini hiçbirimize vermemiştir. Yüce Allah bizi fuzûlî söz ve işten ve ehl-i sünnet ve’l-cemaate muhalefet etmekten korusun.” Âmin.

ŞeyhSafiyyüddinb.EbîMansûr(ö.628/1230)şöyledemiştir:“Zikrettiğimiz üzere dört halifenin tertibi hikmet ve ümmet dairesinin kemâlinin sırrına göre tahsis edilmiş bir tertiptir.” Şeyh Kemâleddin b. Ebî Şerîfise Hâşiye’sinde “Bil ki Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra hak imam Ebû Bekir sonra Ömer sonra Osman sonra da Ali’dir (ra). Bunun sünnetten delilleri çoktur. Delillerin tümü Hz. Ebû Bekir’in [hilâfet hususunda] öne geçtiği hususunda ittifak halindedir. Bu durum delilleri inceleyen birine şafağın apaçık olması gibi açıktır. Hz. Osman’ın emirliği, Hz. Ömer’in bu işi, beş kişinin altıncısını halife seçmesi koşuluyla belirlediği altı kişilik şûraya vermesiyle gerçekleş­ti. Hz. Osman seçildi ve onun emirliği uygun görüldü. Hz. Ali’nin (ra) emirliği ise, Muhacir ve Ensâr’ın ileri gelenlerinin toplanarak kendisinden biatlarını kabul etmesini istemeleriyle gerçekleşti ve ona (ra) biat ettiler.” Şeyh Kemâleddin de (rh.a) bu şekilde söylemiştir. Şeyh Muhyiddin ise 369. bâbda şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in (ra) diğerlerinden faziletli oldu­ğuna delâlet eden hususlardan biri de onun, şeyhiyle fütûhâtı tamamen gerçekleşen sadık bir mürid gibi Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yanında bulunması ve bununla hilâfeti hak etmesidir. Hz. Ebû Bekir Allah (cc) katında varlığın­dan sıyrılıncaya kadar Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ölmedi ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun muhlis bir kul olduğunu ve her türlü hareket ve sükûnunu ancak Allah Teâlâ’nın izniyle yaptığını gördü.” Ebü’s-Suud b. Şiblî (rh.a) şöyle demiştir: “Ebû Bekir, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka Allah’tan da ahid alıncaya kadar, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ölmedi. Allah’tan kendisine gelen bütün hükümler, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle geliyordu. Bu nedenle Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefat edin­ce, başkaları gibi tam olarak etkilenmedi. O gün sahâbeden olan herkes sarsılmış ve duyulması hoş olmayan şeyleri söylemiş, o gün yetersizliğine ve tâbi olduğu peygamberin hâlini bilmediğine tanıklık etmiştir. Hz. Ebû Bekir ise, işlerin hakikatlerini bildiği için, minbere çıkmış ve “Muhammed sadece bir peygamberdir, ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.”216 âyetini okumuştur. Vehmi kendisine baskın gelen [bu hâlinden] rücû etti. îşte o zaman insanlar onun topluluktan daha faziletli olduğunu anladı ve o anda imâmeti ve önderliği hak etti. Ona biat eden temelsiz biat etmemiştir, ancak Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında bilgisiz olduğundan, Hz. Ebû Bekir’i bil­meyen kimse ona biat etmede geri kalmıştır. Ya da bu konuda akıl yürüten veya te’vil eden kimse ona biat etmemiştir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hayattayken, onun göğsüne yerleşen sır ile onun cemâatten daha faziletli olduğuna ta­nıklık etmiş ve bu sırrın hükmü onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefat ettiği gün zuhûr etmiştir.

Bu sır zikrettiğimiz gibi, onun ne kendisine ne de Resûlullah’a hiçbir halel getirmeyecek şekilde sadece ubûdiyyet makamına vefa göstermesi sebebiy­ledir.” Şöyle demiştir: “Hz. Ebû Bekir Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) işittiği tüm hi­taplarda Hak Teâlâ’nın Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) lisanıyla kendisine hitap ettiği şeyi görüyordu. Bu hükümle Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ebû Bekir’in, resu­lü ile değil Allah ile birlikte olduğunu biliyordu. Ebû Bekir’in kendisinde bir terazi vardı ve kendisiyle ilgili hangi hitabın kabul edileceğini hangisi­nin de kabul edilmeyeceğini bununla biliyordu.”

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Salt hâlis ubûdiyyet makamı bende gerçekleşti ve bu anlamda sonuca ulaştım. Ben âlemdeki herhangi bir şey üzerinde rubûbiyyet iddiasından bir şeyin kendisine karışmadığı sırf, hâlis kulum. Benden önceki zamanda yaşayanlardan ubûdiyyet makamına be­nim vâris olduğum gibi tam olarak, vâris olan kimseyi bilmiyorum. Ancak Kuşeyrî’nin Risâlesi’nde yer alan adamlarla ilgili aldığım bilgi söz konu­sudur. Buna göre şöyle demiştir: İnsanlar, nefsimi bulunduğu haşyet ve tevâzû konumundan indirmek için bir araya gelseler, buna güç yetiremezler. Her ne kadar insanlar benden ilimleri almakta isteseler de ben kendi nefsimi bundan azletmişim.”

Soru: Sıddîkiyyetin hakikati nedir?

Cevap: Şeyh’in Levâkihul-Envâr kitabında dediği gibi, sıddîkiyyet, sa­hibinin peygamberlerin haber verdiği her şeye iman etmesinden ibarettir. Bunu tasdik etmesi onun sıddîkiyyetidir.

Soru: Sıddîkiyyette faziletlilik (tefâdül) var mıdır?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi, “Sıddîkiyyette tefâdül söz ko­nusu değildir. Çünkü tamamı bir tek hakikattir. Sıddîklar arasında tefâdül görürsen, bu sıddîkiyyet bağlamında değil, başka bir konu ve Hz. Ebû Bekir’in göğsüne yerleşen sır gibi başka bir sır bağlamındadır. Daha önce geçtiği üzere o, sıddîkiyyetin kendisiyle değil bu sırla diğer sıddîklardan üstün olmuştur. 309. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki Melâmî velîlerin başı Ebû Bekir’dir (ra).”

Soru: Melâmîlikle ne kastedilmektedir?

Cevap: Onlar revâtiblerin (bir vakti bulunan nâfile namazlar) dışında beş vakit namaza ilâve namaz kılmayan ve Allah Teâlâ’nın farzlarını edâ eden müminlerden herhangi bir ziyâdelikle ayırt edilmeyen topluluktur. Çarşılarda gezer, insanlarla konuşur ve açık bir ibadetle avamdan ayırt 5 edilmezler. Sadece kalpleriyle Allah Teâlâ ile birlikte olurlar, ilim ve ubûdiyette derinlik sahibidirler. Göz açıp kapayıncaya kadar bile ondan gafil olmazlar. Onlar, rubûbiyyet saltanatı kalplerini işgal ettiğinden riyasetin tadını bilmezler. İmâm Ebû Bekir es-Sıddîk (ra) için ubûdiyyet makamı tahakkuk ettiği için ve onun hâllerinin çoğunlukla gizli kalması sebebiyle 10 başkası hakkında çokça nâfile ibadetler yaptıklarına dair nakledilen hiç­bir şey onun hakkında nakledilmemiştir. Zira onun amelleri kalbîydi ve amellerinden zuhûr eden her bir zerreye ise başkasının kantarlarla yaptık­ları denk gelmezdi. Şeyh (ra) şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in (ra) Ömer’den (ra) daha faziletli olduğuna delâlet eden hususlardan biri de hadislerde be15 lirtilen hâlleriyle ilgili vakalardır. Buna göre Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir’e ‘Muhammed’in ailesinde bugün onları doyuracak hiçbir şey yoktur.’ demiş bunun üzerine Ebû Bekir bütün malını getirerek onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önüne koy­muştur. Bunun üzerine Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Ailene ne bıraktın Ebû Bekir?’ demiş o da ‘Allah ve Resulünü’ demiştir. Ömer de bunu işitmiş ve malının 20 yarısını getirmiştir. Ona da ‘Ailene ne bıraktın Ömer?’ demiş, o da ‘Yarısı­nı, yâ Resûlallah’ demiştir. Bunun üzerine ‘Aranızdaki fark, söyledikleriniz arasındaki fark kadardır.’ buyurmuştur.”

Şeyh 248. bâbda şöyle demiştir: “Faziletin şekli şudur: Resûlullah on­ların mallarıyla ilgili bir sınırlama getirmedi, aksine her birinin kendi az25 mine göre davranması için durumu onlara bıraktı. Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onlara bir sınır belirleseydi, bunu aşmaz ve Ebû Bekir’in (ra) Ömer’den (ra) daha faziletli olması ortaya çıkmazdı. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) durumu kapalı bı­rakmakla sadece Ebû Bekir’in (ra) Ömer’den (ra) daha faziletli olduğunun açığa çıkmasını istemiştir.” Devamla şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in ‘Aileme 30 Allah ve Resulünü bıraktım.’ şeklindeki ifadesinde Allah Teâlâ’nın yanına Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) eklemesi edebin son noktasıdır. Böylece Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir’e malından bir şey vermek istediğinde onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elinden bunu kabul etmesi hususunda bir kapı açılmış oldu. Zira Ebû Bekir (ra) ailesine, onlara bakması için Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bırakmıştı.

Dolayısıyla Ebû Bekir’in malı üzerindeki hükmü, mal sahibine vekâlet et­mekten başka bir şey olmamıştır.” Bak kardeş! Ebû Bekir’in işlerin merte­besiyle ilgili bilgisi ne kadar da iyidir. İşte bununla Ömer’den daha faziletli olmuştur. O gün Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’i geçtiğini zannetti. Fakat malı5 nın yarısını getirmesi vâkî olduğunda “O günden sonra Ebû Bekir’i hiç ge­çemedim.” dedi ve onun makamını teslim etti. Daha sonra Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), hâzirûnun dikkatini Ebû Bekir’in muhabbetindeki sadâkatine dair bilgisine çekmek için, onun malından hiçbir şeyi geri vermedi. Şayet Ebû Bekir’e malından bir şey verseydi, Ebû Bekir’in hakkında onun aklına Resûlullah’ın 10 (salla'llâhü aleyhi ve sellem) merhameti geldiği ihtimali belirirdi. O, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir’in malının hepsinin kendisine verilmesine gönlünün razı olmayacağını bildiği için ona mükâfat olarak bunu verdi. Bu durum, Abdurrahman b. Avf için de gerçekleşmiştir. Bir defasında Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) malının tamamını getir­miş, Resûlullah da bunu geri vermişti. Şayet onun da Ebû Bekir gibi, kendi 15 malı olarak görmediğini bilseydi, geri vermezdi.

Şeyh bazı kitaplarında şöyle demiştir: “Bir şahsın imâmeti hakettiği bazı şeylerle bilinir: 1. Sözünün kabul edilmesi vâcip olan Peygamber ya da âdil bir imamın açık beyanı, 2. Müslümanların onun imâmeti üzerine görüş birliğine varması. Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra imamın Hz. Ebû Be20 kir olduğuna dair icmâ vardır. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in açık beyanıyla olmuştur. Daha sonra Hz. Osman, Hz. Ömer’in kendisi hakkındaki açık beyanı, Hz. Ali de aralarında durumu müşavere eden bir topluluğun açık beyanıyla imam olmuşlardır. O (Ömer) arkasında kim­seyi halife olarak bırakmadı. Ancak sahâbeden görüşlerine itibar edilen25 ler önce Hz. Osman’ın sonra da Hz. Ali el-Murtazâ’nın imâmeti üzerine icmâ etmişlerdir. Bu dördü, râşid halifelerdir. Daha sonra Hz. Hasan ile Hz. Muâviye arasında muhalefet meydana geldi, Hz. Hasan onunla anlaştı ve hilâfet Hz. Muâviye’de kaldı. Daha sonra hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar, Ümeyye ve Mervân oğullarında kaldı. Ehlü’l-hal ve’l-akd onların 30 hilâfeti konusunda icmâ etmişlerdir, bu hususta cereyân eden hadiselere kadar hilâfet onlarda kalmıştır. Bazı Râfızîlerin Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti Hz. Ali’den gasbederek önceliği zorla aldığına dair söyledikleri, bâtıldır. Bu görüş sahâbenin Hz. Ebû Bekir’in hilâfetini kabul etmekle zulüm üzere icmâ ettikleri sonucuna sebep olur ki dinin hâmisi olan sahâbe bundan 35 uzaktır. Allah onların tamamından razı olsun.”

Şeyh Muhyiddin şöyle derdi: “Hz. Ebû Bekir’in Hz. Ömer’den daha faziletli, olduğu kesindir, Hz. Ömer’in diğerlerinden daha faziletli olma­sı ise zannîdir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın keşfimiz yöntemiyle bize bildirdiği şey, bir şahsın imâmette başkasından öne çıkması, zamansal 5 öne çıkmadır ve bu, fazilette de önde olmayı gerektirmez. Yüce Allah, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha çok hak sahibi olmadığı hâlde, bize ba­bamız 1 brâhim milletine tâbi olmayı emretmiştir. Bu onun zamansal önceliğinden dolayıdır. Zamanın mertebe açısından değil, zaman olmak açısından bir hükmü vardır. Bu, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonraki hilâfet gi10 bidir. Önceden tayin edilmiş vakitler (eceller) ve işlere göre tertip edil­miş olan hilâfet Allah Teâlâ’nın hikmetindedir. Buna göre Allah (cc) her biri için tahsis edilen velâyet dönemini takdir etmiştir. Aslında her biri diğerinin velâyeti döneminde hilâfete ehildir. Fakat Allah’ın ilmin­de, dört halifenin her birinin velâyetinin vâki olan tertibe göre olması 15 gerektiği sabittir. Hatta sonra gelenin [velâyette] öne geçtiği düşünülse azledilmesi gerekir ki onlardan Allah Teâlâ indinde velâyeti muhakkak olan biri gelsin. Onların ömürlerinin hükmü ile olan velâyet tertibinde, her biri liyâkat sahibi olmakla birlikte, birinin dahi azledilmesi vâki olmamıştır. Zira sahâbenin tamamı âdildir.” Şeyh bunları 558. bâbda 20 Allah Teâlâ’nın el-Mu‘tî ismi bağlamında zikretmiştir. Bu bâbda aynı şekilde Allah Teâlâ’nın el-Âhir ismi bağlamında da şunları söylemiştir: “Bil ki dört halife sadece ömürleri nedeniyle öncelik sahibidirler. Hilâfet ehliyeti, tamamında bütün açılardan mevcuttu. Salt öncelikleri, fazilet­li olmaları anlamına gelmez. Bu ancak kesin bir nassın bulunmasıyla 25 olur.” Şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın ilminde Hz. Ebû Bekir’in Hz.

Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce, Hz. Osman’ın da Hz. Ali’den önce öleceği yer aldığı, her biri de Allah katında saygın ve faziletli olduğu için, Yüce Allah, bu dört kişiden önce öleceğini bildiği kimseye diğerlerinden önce hilâfet vermiştir.” Şöyle demiştir: “Hadiste, 30 ‘İki kişiye biat edildiğinde, onlardan diğerini öldürünüz.’ buyrulmuştur. Şayet hilâfetin, o vakitlerde Hz. Ebû Bekir’de olacağı muhakkak olmasına rağmen insanların onun dışındaki diğer üç [halifeden] birine biat ettiği düşünülseydi, iki halife bir anda olamaz ve bu halifelerden birisinin öldürülmesi de câiz olmazdı.

Bu üçünden birinin azledilip Hz. Ebû Bekir’in hilâfete getirilmesi varsayılsa, bu durumda azledilenin hakkında hürmetsizlik söz konusu olur, azledene de haksızlık ve zulüm nispet edilirdi. Böylece hakkı olan birisini hilâfetten alı­koymuş olurdu. Şayet öne çıkanın azledilmediği varsayılsa, kendisine hilâfet 5 sırası gelmeden ve kendisinden önce halife olan kimsenin hilâfet döneminde

Hz. Ebû Bekir vefat etmiş olacaktı. Oysa Allah’ın ilminde onun halife olaca­ğı kayıtlıydı ve bu ilme muhalefet etmek de imkânsızdır.”

Şeyh bu konuyu uzatmış ve şöyle demiştir: “Sözün özü, bu dört hali­fenin sıralaması konusunda cumhurun görüşünü benimsemekle beraber, 10 bu konuda açık bir nas bulunmadıkça fazla derine dalmak doğru değildir.

Ancak biz onlara öncelik sırasının illeti konusunda muhalefet etmekte­yiz. Onlar, fazilet önceliği olduğunu, biz ise zamansal öncelik olduğunu söylemekteyiz. Şayet her sonradan gelen daha az faziletli sayılsaydı, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce gelenler de ondan daha faziletli olurdu. Hâl15 buki muhakkikler arasında bu görüşte olan hiç kimse yoktur. Düşün ve araştır! ‘Dört halifeden sonra fazilet sırası, cennetlik oldukları müjdelenen on kişinin diğerleridir.’ demişler ve bunun üzerine bir eklemede bulunma­mışlardır. Edebe uygun olan, onları sevmek, saygı göstermek ve derecele­rinin diğer velîlerden yüksek olduğunu kabul etmekle beraber faziletleri 20 konusuna fazla dalmamaktır. Hadisçiler ise on kişiden sonra Bedir ehlinin daha faziletli olduğunu, sonra Uhud’a katılanların, sonra Bey‘atü’r-rıdvâna katılanların, sonra Bedir yahut Uhud ehlinden Muhacir ve Ensâr’ın ilkle­rinin ya da her iki kıbleye yönelerek namaz kılanların ilklerinin olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda İbn Hacer’in (ra) zikrettiği birtakım farklı gö25 rüşler bulunmaktadır.

Sonuç: Şeyh 346. bâbda şöyle demiştir: “İlk nesil, sadece imanlarının kuvvetiyle diğerlerinden faziletli görülmüştür. Bu konuda en tamam (ekmel) olanlar onlardı. Tâbiûn ilimde sahâbenin çoğundan daha âlimdi. Tebeü’t-Tâbiûn ise tâbiûnun çoğunluğundan daha çok amel sahibiydi.

30 Soru: Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrında yaşamalarına, onun mûcize ve ah­lâkını görmelerine rağmen onların imanlarının daha kuvvetli olmasının hik­meti nedir? Zira kâideye göre gayba iman etmek böyle bir iman sahibi için hâzır olana (yanında müşâhede ettiğine) iman etmekten daha kuvvetlidir.

Cevap: İmanın kuvveti sahâbeye, insanın hased üzere yaratılması ci­hetiyle gelmiştir. Zira bir ümmete kendi cinsinden bir elçi gönderildiği zaman özellikle de onlara hükmeden kimse kendi cinsinden ise haset, in­sanlar arasında harekete geçer. Ona ancak nefsinden hasedi ve benliğine olan muhabetini kovmaya güç yetiren kimse iman eder. Sahabenin imanı, İslâm’ın başlangıcında kendi cinslerinden olan birisinin önlerine geçme­sini müşâhede etmeleri cihetiyle daha kuvvetlidir. Onların hasedin hük­münü kovmaya yönelik meşguliyeti, onları ilim ve sırların derinlikleriyle ilgilenmekten alıkoydu mamafih iman kuvvetiyle bizden daha üstün hâle geldiler. Allah, onlardan nakledilenleri tasdik etmeyi bize vermek sûretiyle eksikliğimizi giderdi. Ve bizde, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hususunda gayba iman etme derecesi hâsıl oldu ki bu hususta sahâbenin bir derecesi ve ön­celiği yoktur. Zira onlar Şâri‘i görüp onun hâllerini ve yaşadıklarını müşâhede ettiler; gördüklerinden dolayı iman edip tasdik ettiler. Dolayısıyla sadece iman kuvveti ve önceliği itibariyle bizden daha faziletli olmuşlardır. İlim ve amel konusunda ise, başkaları da onlara denk gelebilir. Bizi âhir zamanda getiren ve kalplerimizi siyah-beyaz varaklar üzerinde bize nakle­dilenleri, şüphe ve tereddüde yer bırakmadan tasdik etmeye yönlendiren Allah’a hamdolsun. Bu konuda ne bir delil ne de bir mûcize istedik. Şayet bizi Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrında var etseydi, onu müşâhede anında hâlimi­zin nasıl olacağını bilmiyoruz. Acaba haset belâsı bize galip gelip ona itaat etmeyecek miydik yoksa nefislerimize galip gelip ona itaat eder miydik? “Savaşta müminlere Allah yeter. Allah kuvvetli ve yegâne galiptir.”217 İmâm Şâfiî (ra) kadîm Risâlesinde “Sahâbe her ilimde ve imanda bizden üstün­dür. Bize göre onların görüşleri, kendi nefislerimiz hakkındaki görüşleri­mizden daha güzeldir.” demiştir.

KIRK DÖDÜNCÜ MEBHAS

Sahâbe Arasında Meydana Gelen Olaylar Hakkında Susmanın ve Onlara Ecir Verileceğine İnanmanın Vacip Olduğu Hakkındadır

Bu onların tamamının ehl-i sünnetin ittifakıyla âdil olmaları nedeniyle­dir. Hz. Osman, Hz. Muâviye ve Cemel Vakası fitneleri gibi fitnelerle ilgisi olan da olmayan da bu hususta müsavidir. Bunların tamamı konusunda onlar hakkında hüsn-i zan beslemek vâciptir, bu hadiselerdeki [durumla­rı] ictihada hamledilir. Bunların tamamı ictihada dayanan şeylerdir ve her müctehid isabet etmiştir ya da birisi isabet etmiş, diğeri de mazeret sahibi­dir ve ecri hak etmiştir. İbnü’l-Enbârî, onların adâletiyle kastedilenin, ne mâsum olmaları ne mâsum olmalarının imkânsızlığı olduğunu; bununla kastedilenin, hiçbir adâlet ve tezkiye çabasına girmeden, dinimizle ilgili hükümleri, kendilerinden almamız ve rivayetlerini kabul etmemiz olduğu­nu söylemiştir. Bu zamana kadar onların adâletlerine ters düşecek bir şey bize gelmemiştir. Allah’a hamdolsun. Biz, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zamanından halifelik ortaya çıkıncaya kadar onların durumunu iyi görmekte, bazı siyercilerin onlarla ilgili söylediklerine iltifat etmemekteyiz. Bunlar doğru değildir. Şayet doğru ise bile sahih bir şekilde te’vil edilir. Ömer b. Abdülazîz’in (ra) “Bu, Allah’ın kılıçlarımızı kendisinden temizlediği kandır, biz de dillerimizi ona bulaştırmayalım.” şeklindeki sözü ne kadar güzel­dir! Dinimizin hâmillerini ve Peygamberimizden haberin ancak kendileri vasıtasıyla geldiği kimseleri nasıl zemmederiz? Sahâbeyi zemmeden bizzat dinini zemmetmiştir. Özellikle Muâviye ve Amr b. el-Âs’ın durumu olmak üzere, onlarla ilgili ileri geri konuşma kapısını tamamen kapatmak gerekir. Bazı Râfizîlerin, Ehl-i beytin onlardan hoşlanmadığına dair naklettiklerine aldanmamak gerekir. Bunun gibi meselelerin tartışma noktası oldukça in­cedir ve Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç kimse bu konuda hüküm veremez. Çünkü bu, onun evlâtlarıyla ashabı arasındaki bir meseledir.”

Kemâleddin b. Ebî Şerîf şöyle demiştir: “Bazılarının zannetti­ği gibi, Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki problem emirlik değil­di. Tartışma konusu Hz. Osman’ın (ra) katillerini, kısas uygulama­ları için onun kabilesine teslim etmekti. Zira Hz. Ali (ra) onları tes­lim etmenin ertelenmesinin daha isabetli olduğunu düşünüyordu.

Çünkü onları hemen teslim etmek, onların kabilelerinin çokluğu ve as­kerlerin arasına karışmış olmalarından dolayı genel imâmet meselesini sıkıntıya sokabilirdi. Cemel günü Hz. Osman’ın katillerinin çıkarılması­nı duyurduğu zaman, bazıları İmâm Ali’ye karşı isyan etmeye ve onu öl5 dürmeye yeltendi. Muâviye ise, kısas uygulamak üzere derhal kendilerine teslim edilmelerinin daha isabetli, olduğunu düşünüyordu. Her ikisi de müctehiddir ve ecir almaya hak kazanmıştır. İşte onlar arasında meydana gelenlerle kastedilen budur.”

Sonuç: Âlimler şöyle demiştir: Kur’ân, Nûr sûresinde, onun berâatini 10 ifade ettiği için, müminlerin annesi Hz. Aişe’nin (ra) mülhidlerin bütün söylediklerinden kesin olarak berî olduğuna inanmak vâciptir. Peygambe­rimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) çocuklarına karşı Allah için muhabbetin, onlara ikram ve hürmette bulunmanın gereğine inanmak da vâciptir. Bunlar Hz. Fâtıma’dan olan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve onların kıyamete kadar gelecek 15 olan bütün çocuklarıdır. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin arasında, nasla sabit olanların dışında, sahâbe arasında kimin daha faziletli olduğuna dair ise sükût ederiz. Yüce Allah’ın “Bunun karşılığında akrabalara iyilikten (meveddet) başka bir karşılık istemiyorum.”[275] âyetine bağlı kalarak, şeriflere eziyet etmeyi hoş karşılamaz ve bunu yapan en kıymetli dostumuz dahi 20 olsa onu terk ederiz. Âyette anılan meveddet: Salt muhabbet değil, muhab­beti ispat etmektir. İlgili şerîfin nesebi sabit olsun veya nesebi konusunda şüpheler bulunsun fark etmez, el-Uhûd isimli kitabımızda geniş yer verdi­ğimiz gibi, Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) saygı olarak, bu yöntemi benimseriz. Dileyen o kitaba bakabilir.[276] En doğrusunu Allah bilir.

KIRK BEŞİNCİ MEBHAS

Sahâbeden Sonra Velîlerin En Büyüğünün Kutub Sonra İhtilaf Olmakla Birlikte Efrâd Sonra İki İmâm Sonra Evtâd Sonra da Abdal (ra) Olduğu Hakkındadır

5 Kutub, Şeyh’in 255. bâbda zikrettiği gibi, kutubluk makamında ancak sûrelerin başlarında bulunan «^Jl <^Jλ gibi Hurûf-u mukattâ’nın anlam­ları kendisinde hâsıl olduktan sonra kalabilir. Yüce Allah onu, bunların hakikat ve anlamlarına vâkıf kıldıktan sonra, halifelik ona tahsis edilir ve buna ehil olur.

10 Soru: Kutbun alâmeti nedir? Günümüzde bir topluluk kutupluk id­diasında bulunmaktadır ve iddialarını reddedecek bir bilgimiz de yoktur. Cevap: Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ra) kutbun on beş alâmetinin bulun­duğunu zikretmiştir: Îsmet, rahmet, hilâfet ve niyâbet yardımı ve hameletü’l-arşın yardımıyla yardım etmesi, zâtın hakikati ve sıfatların kapsamını

15 keşfetmesi. Varlıklar arasında hilm ve lutuf ikramıyla ikramda bulunması. Îlkin, ilkten ayrılması, varabileceği son noktaya kadar ondan ayrılan şey­ler, bunlarda sabit olan ve öncesinde ve sonrasında hüküm verilen ile ne öncesinde ne de sonrasında kimse bulunmayanın hükmü, bütün ilim ve ma‘lûmlarla ve ilk sırdan sonuna kadar her şeyi kapsayan ve sonra kendi-

20 sine dönen şeylerle ilgili ilmin bilinmesi. el-Fütûhat’ın 270. bâbında şöyle demiştir: “Bütün zamanlarda kutbun adı Abdullah ve hilâfet hükmüy­le bütün isimlerin mânalarının tahalluk ve tahakkukuyla nitelenen Abdü’l-Câmî’dir. O Hak Teâlâ’nın aynası, mukaddes niteliklerin tecellîgâhı, ilâhî mazharların mahalli, sâhibü’l-vakt ve aynü’z-zaman ve kader sırrının

25 ilminin sahibidir. Bütün zamanların (dehrü’d-duhûr) ilminin sahibidir. Gayret hazinelerinde mahfuz ve korunma örtüsüne girdiği için çoğunlukla onun hâli gizliliktir. Diniyle ilgili hiçbir konuda onda asla şüphe oluşmaz, makamıyla çelişecek hiçbir şey aklına gelmez. Çokça evlenir, buna düşkün­dür ve kadınları sever. Tabiata meşrû daire içinde hakkını verir. Ruhaniyete

30 de ilâhî sınır içerisinde hakkını verir. Ölçüyü belirler ve kendisi için belirle­nen kadar, belirlenen zamanda tasarrufta bulunur. O, sadece Allah’a aittir ve zaman ona hükmetmez. Devamlı olarak hâli ubûdiyyet ve iftikârdır. Kötüyü kötü, iyiyi iyi olarak görür, ziynet ve şahıslarda sınırlı olan güzel­liği sever. Ruhlar ona en güzel sûretlerle gelir. Aşktan erir, Allah (cc) için gayrete gelir ve Allah Teâlâ için gazaplanır. Hiçbir sınırlama olmaksızın mutlak olarak mazharları vardır. Onun ruhaniyeti sadece şehâdet ve gayb perdesinin ardından zuhûr eder. Eşyada sadece Hakk’ın nazarının mahalli­ni görür. Sebepleri koyar, onları ikâme eder ve onlara yönlendirir, onların hükmüyle hareket eder, kendisine hükmetmesi ve tesir etmesi için onların seviyesine iner. Hiçbir açıdan hiçbir insana baş olmak diye bir durumu söz konusu değildir. Sürekli bu hâl üzeredir. Şayet bir dünyalığı veya serveti varsa, cömert olan sahibinin malında tasarrufta bulunan kölenin tasarrufu gibi tasarrufta bulunur. Şayet dünyalığa sahip değilse, Allah Teâlâ’nın ken­disine açacağı kapıları bekler ve kimse kendisine bir şey götürmez, aksine ihtiyaç anında kendisi için tıpkı bir şefaatçi mesabesinde olan tanıdığı bir arkadaşının evine yönelir ve tabiatının ihtiyaç duyduğu şeyi ona arzeder. Sadece ihtiyacı kadarını ondan alır, sonra oradan ayrılır ve zorunlu olma­dıkça ihtiyacından dolayı oturmaz. Şayet ihtiyacını bulamazsa, tabiatının ihtiyacı konusunda Allah Teâlâ’ya sığınır. Çünkü O, ondan mesuldür ve O’na havale edilmiştir. İsteğinin karşılanmasını Allah’tan bekler. Yüce Al­lah dilerse onun isteğini hemen ya da daha sonra karşılar.

Mertebesi, hâl sahiplerinin aksine, tabiatının hakkı konusunda duada ve şefaatte ısrarcı olmaktır. Her şey onların himmetleriyle oluşur. Zira Yüce Allah onlara cennette, hâllerinden dolayı peşinen bir pay vermiştir ve onlar Rabbânîlerdir. Kutub ise hâlden münezzehtir ve ilimde sabittir. Şayet Allah, kendisini olacaklara muttali kılarsa, iftihar yönünden değil de Allah’a muh­taç olma yönünden bunları haber verir. Yer kendisi için dürülmez, havada ve suyun üzerinde yürümez, sebepsiz yemez. Allah’ın kendisine gösterdiği bir şey için çok nadir olanın dışında herhangi bir olağanüstülük zuhûr etmez. Bu nadir olanı da Allah’ın izniyle, buna hiçbir isteği olmadan yapar.

Yine ihtiyarî olarak değil de zorunlu olarak acıkmak ve mali imkânı olmadığında nikâh için sabretmek de onun hâlindendir. Nikâhın (cin­sel ilişki) tecellîsinden, kendisini bunu istemeye yönelten şeyi ve ona düşkünlüğünün sebebini bilir. Ubûdiyyet nikâhta tahakkuk ettiği gi­bi başka hiçbir şeyde tahakkuk etmez. Onun nikâha düşkünlüğü ne­sil için değil, meşrû bir şey olarak mücerred şehvet ve tenâsül içindir.

Onun nikâhı cennetliklerde olduğu gibi sadece lezzet içindir. Onda za­yıflığı ve onu hislerinden uzaklaştıran lezzetin galebe çalmasını (kahır) müşâhede ettiklerinden âriflerin çoğu bu hakikati bilmez. Bu lezzetli bir kahırdır. Bu peygamberlerin özelliklerindendir. Bu makam çok yüksek ol5 duğu için velîlerin çoğu bilmez. Onlar nikâhı hayvanı bir lezzet saymış ve kendilerini bunu çokça yapmaktan arındırmaya çalışmışlardır. Nefeslerini en güzel edeple alıp vermelerinin, kutubların makamı kapsamında oldu­ğunu bilesin. Zira bu nefesler Allah’ın kendisine gönderdiği elçileridir ve şükrederek Rabb’ine dönerler. Dolayısıyla bu konuda zorlama olamaz.

10 Şeyh bu konuyu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “O hâlde kutub, kendisinde her biri yirmi beş kırat olan dört dinarın hâsıl olduğu kâmil bir adamdır. Bunlarla resuller, nebîler, velîler ve müminlerden oluşan dört mertebedeki insanları ölçer. O, bunların tamamının vârisidir.” Şeyh 351. bâbda şöyle demiştir: “Daima kendisiyle Hak (cc) arasındaki perdenin ar-

15 kasında bulunmak, kutbun özelliklerindendir. Ölünceye kadar perdesi kalk­maz. Ölünce Allah’a (cc) kavuşur. O, sultanın emirlerini tenfîz eden muhafız mesabesindedir. Allah Teâlâ’dan ona şuhûd değil, sadece hitap sıfatı vardır.”

Soru: Kutbun bunu üstlenmesinde, zâhirî devletteki hilâfette olduğu gibi, bâtınî devlette de biâta ihtiyacı var mıdır?

20 Cevap: Şeyh’in şu ibarelerle 336. bâbda dediği gibi “Evet, vardır. Bil ki Hak Teâlâ, “Mîsâl” mertebesinde üzerine oturacağı bir yaygı (taht) belirle­meden hiçbir kulunu kutubluğa getirmez. Arşı istivâ etmenin sûreti, nasıl Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşatması üzerine binâ ediliyorsa, bu mekânın sûreti de ‘Mekâne’ üzerine bina edilmiştir. Allah’a ise en yüce sıfatlar yaraşır. Bu 25 yaygı kendisine tayin edildiği zaman, âlemin istediği ve onu isteyen bütün isimler ona giydirilir. O da süs ve ziynet olan bu isimlerle taçlanmış, bezen­miş ve süslenmiş olarak zuhûr eder. Zira bu ziynet onun üstünü, altını, orta­sını, dışını ve içini kaplar. Buraya oturduğunda, hilâfet sûretiyle oturur. Allah âleme isteyerek ve istemeyerek, dinlemek ve itaat etmek üzere ona biat etme30 sini emreder. Bu emrin kapsamına en aşağısından en üstün olanına kadar, el-Alûn’un dışındaki her şey girer. Bunlar Allah’ın (cc) celâlinde kendilerin­den geçenler ve ilâhî bir emirle değil, bizzat kendiliklerinden Allah Teâlâ’ya ibadet edenlerdir, bir elçinin lisanıyla gelen ilâhî bir emirle zuhûr etmişlerdir.

Bil ki onun katına ilk giren mertebelerine göre öncelikle Mele-i a‘lâ’dır ve sırasıyla girerler. İsteklilik ve isteksizlikle sınırlandırılmadan onun eli­ni, dinlemek ve itaat etmek üzere tutarlar. Çünkü onlar kendilerinde bu iki sıfatı bilmezler. Zira bir şey ancak zıddıyla bilinir. Onlar isteklidir ve 5 isteksizliği tatmadıkları için onun tadını bilmezler. Onun yanına biat için girip de ilm-i ilâhîye dair bir meseleyi ona sormayan bir ruh yoktur. Ona ‘Ey kişi, sen böyle böyle diyorsun.’ der; o da ‘Evet’ der. Ona, ‘Bu meselenin Allah’ın ilmiyle ilgili iki yönü vardır.’ der. O iki yönden biri söz konusu şa­hısta bulunandan daha yüksektir. Ona biat eden herkes, ondan kendisinde 10 bulunmayan bir ilmi alır ve çıkar.”

Şeyh şöyle demiştir: “Kutublukla ilgili her meseleyi, daha önce kimse tarafından yazılmayan müstakil bir cüzde zikrettik. Bu meseleler belir­lenmiş ve her kutba sorularak tekrarlanan meseleler değildir. Yüce Allah, bunları kutba soru soran kimsenin aklına sorduğu esnada getirir. Ki bu 15 soru onun aklına daha önceki bir zaman düşmüştür.” Şeyh şöyle demiştir: “Îlk önce aklü’l-evvel ona biat eder, sonra nefs, sonra müsahhar kılınan meleklerden göklerle yerlerin imarında öncelik sahibi olanlar. Ölümle bedenlerinden ayrılan heykellerin (sûretler) yönetici ruhları, sonra cin, sonra müvelledât (bitki, maden, hayvan), sonra daha önce değinildiği 20 gibi meleklerin âlûn olanları hariç, Allah Teâlâ’yı tesbih eden mekân, mütemekkin, mahal ve hâl gibi şeyler biat eder. Aynı şekilde beşerden olan efrâd da kutbun dairesinin altına girmezler ve kutub onlar üzerinde herhangi bir tasarrufa sahip değildir. Zira onlar da tıpkı onun gibi kâmil­dir ve bu şahsın nâil olduğu kutbiyyete ehildir. Ancak herhangi bir önce25 liğinden değil, durum bu zamanda sadece bir kişinin bu işi üstlenmesini gerektirdiğinden, bir tek o belirlenmiştir. Onun tayin edilmesi, önceden ilâhî ilimde yer almıştır. Efrâd arasında, Allah’ın birliği konusunda on­dan daha çok ilim sahibi olan kimse bulunabilir.” Şeyh 255. bâbda şöyle demiştir: “Kutbun özelliklerinden biri de tek başına Allah’la yalnız kal30 masıdır. Bu mertebe, onun dışında hiçbir velî için asla mümkün değildir.

Gavs olan bu kutub vefat edince, Yüce Allah bu halveti (yalnızlığı), tek başına başka bir kutba ayırır. Bir tek zamanda kesinlikle iki şahıs için tek başına halvet söz konusu olamaz. Bu halvet “esrâr ilimleri” kapsamında­dır. Hak Teâlâ’nın âhirette kuluyla halvette kalıp onu itâb edeceğine dair 35 gelen rivayetler ise, Hak Teâlâ’nın kulla tek başına kalması (infirâd) değil, kulun Hak Teâlâ ile tek başına kalması şeklindedir. Anla ve sakla!

Ayrıca nasıl dinin gereklerinin yerine getirilmesi için imam tayin etmek gerekiyorsa tartışma, zıtlaşma ve fesadın ortaya çıkmaması için, bunun tek bir kişi olmasının gerektiğini de bilmelisin. Bu imamın varlıktaki hükmü, kutbun hükmüdür.” Şöyle demiştir: “Bazen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi imamlardan kılıcı ile ortaya çıkan kimse de vaktin kutbu olabilir yahut olmayabilir de. Bu durumda hilâfet, sadece adâlet sıfatıyla vaktin kutbunun olur. Bu zâhir olan halife, farkına varmadan kutbun bâtınî olan nâibleri kap­samına girer. Adâlet ve haksızlık, sadece zâhir olan imamlardan gelir. Ancak adâletsiz kutup olmaz. Kutbiyyet, yetki sahipleri (veliyyü’l-emr) için müm­kün olduğu gibi, başta dört imam olmak üzere müctehid imamlar için de mümkündür. Hatta onlar için daha kuvvetli olur. Gizlenmiş olmak kutbun özelliği olduğu için, onların kesbî ilimlerle meşgul olmaları, kendileri için bir perde olur.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Hızır (aleyhisselâm) ile bir araya gel­dim ve Îmâm Şâfiî’nin makamını sordum. Bana ‘Dört Veted’dendir (evtad/ direk).’ dedi. Îmâm Ahmed’in makamını sordum. ‘O, sıddîktır.’ dedi.” Bunu uzunca anlattıktan sonra, “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz, O’nun resu­lüne ve ulü’l-emre de itaat ediniz.”220 âyeti hakkında şöyle dedi: “Ulü’l-emr’le kastedilenler kutublar, halifeler ve vâlilerdir. Ancak şeriata muhalif olmayan konularda itaat emredilmiştir. Bu, hiçbir ecri ve günahı olmayan mubahtır. Vâcip, mendup, haram ve mekruh ise Allah’a ve resulüne itaat kapsamın­dadır. Dolayısıyla ulü’l-emr için sadece mubah kalmaktadır. Dinlemek ve itaat etmek üzere biat ettiğin imam, sana herhangi bir mubahı emrederse, bu konuda ona itaat etmek sana vâcip olur ve ona muhalefet etmek sana haram olur. Dolayısıyla bu mubahın hükmü vacibe dönüşür. Biat ettiğin bu imamın emretmesiyle mubahlık hükmü kalktığı için, bundan dolayı vâcip ecri kazanmış olursun.” Şeyh, bitkiler ve diğer canlıların kutba biat etmesi hakkında da uzun açıklamalarda bulunmuştur, oraya bakabilirsin.

Soru: “Kutub ölmez.” şeklindeki sözlerinin anlamı nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhat’m 73. bâbında dediği gibi, “Bunun­la kastedilen, peygamberlerde (aleyhisselâm) olduğu gibi, âlemin hiçbir za­man kendisinde bulunan bir kutubdan halî olmamasıdır. Bu neden­le Allah Teâlâ, bazı peygamberleri, cesetleriyle birlikte diri bırakmıştır.

Bu dört peygamberden Îdrîs, Îlyâs ve Îsâ şeriat getiren, Hızır (aleyhisselâm) ise ledünnî ilmi taşıyıcıdır. Bunun izahı şöyledir: Hanif dinin, ev gibi dört köşesi (erkân) vardır: Bunlar resuller, nebîler, velîler ve müminlerdir. Risâlet evi ve köşelerini bir araya getiren rükündür. Resulün bulunmadığı hiçbir za­man yoktur. Bu, Hak Teâlâ’nın celâline yaraşır bir şekilde âlemde tecellî ettiği mahal olan kutubdur. Ulvî ve süflî âlemin tümüne ilâhî yardımlar bu kutubdan dağılır.” Şeyh demiştir ki “Kutub olmanın şartı tabiî bir beden ve ruh sahibi olunmasıdır. Kutub bu dünya yurdunda bedeni ve hakikati ile mevcut olmalıdır. Bu dünyada bedeni ve ruhu ile Âdem (aleyhisselâm) dönemin­den kıyâmete kadar mevcut olmalıdır. Durum zikrettiğimiz gibi olunca ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da neshedilmeyecek dini ve değişmeyen şeriatı yerleştir­dikten sonra vefat edince, bütün resuller, ikâme etmek üzere onun şeriatı­na girmişlerdir. Yeryüzü bedeni ile diri olan bir resulden hâlî olmaz. Zira o insanlık âleminin kutbudur. Onlar sayı itibariyle bin resul olsa da onlardan maksûd olan o tek olandır. Îdrîs dördüncü semâda, Îsâ ikinci semâda, Îlyâs ve Hızır ise yeryüzündedir. Yedi gök şekilsel olarak, dünyanın bekâsıyla bekâ, fenâsıyla da fenâ bulduğu için, bunların dünya âlemi kapsamında ol­duğu bilinmektedir. Dolayısıyla bunlar Atlas feleğinin aksine, dünya yur­dunun bir parçasıdır. Atlas feleği âhiretten sayılmaktadır. Kıyamet günü yer de gökler de başka yer ve göklerle değiştirilecektir. Yani, ey saîdler! Bu türâbî (topraktan) tabiatımız, nasıl daha ince, daha duru ve daha güzel bir tabiatla değiştirilecekse onlar da değiştirilecektir. Haberlerde bildirildiği gibi bu değiştirilen tabiat, idrarı ve gâitası olmayan cismânî bir tabiattır.

Yüce Allah, Îlyâs, Hızır ve ineceği zaman Îsâ’yı yeryüzünde bırakmıştır. Bunlar resullerdendir ve yeryüzünde Hanîf diniyle yaşamaktadırlar. Resul olarak ve bu dünyada Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatının bâtınında kal­maya devam ederler. “Ancak insanların çoğu bunu bilmez.”221 Kutub, Îlyâs, Îsâ ve Hızır’dan (aleyhisselâm) biridir. O, din evinin rükünlerinden biridir. O, Hacerü’l-esved rüknü gibidir. Bunlardan iki tanesi imam, dördü birden ise evtâddır. Allah birincisiyle imanı, ikincisiyle velâyeti, üçüncüsüyle nübüv­veti, dördüncüsüyle de risâleti muhafaza etmektedir. Tamamıyla da Hanîf dinini muhafaza etmektedir. Kutub bunlardan biridir, ancak bizzat değildir.

Şeyh şöyle demiştir: “Bu dördünün varlığıyla beraber, her birine onun kal­bi üzerinde olan ve nâiblik edecek bir şahıs, bu ümmetin içinden her za­man vardır. Velîlerin çoğu ne kutbu, iki imâmı ve evtâdı, ne nâibleri ne de o zikrettiğimiz resulleri bilir. Bu nedenle her biri bu makamlara ulaşmak için çabalar. Daha sonra buraya tahsis edildiği zaman, ilgili kutbun nâibi olduğunu anlar. Bu nükteyi bil, bizden başka hiç kimsenin sözleri arasında bunu bulamazsın. Şayet bana bunu izhar etmem sırrıma ilkâ edilmeseydi, bunu izhar etmezdim.”

Soru: Kendi ıstılahlarıyla “Falan kutublardandır.” derken ne demek is­temektedirler?

Cevap: Onların örfünde kutub, bütün hâl ve makamları üzerinde top­layan kimsedir. Bazen adlandırmayı genişletirler ve ülke ve beldelerinde etrafında makamlardan bir makamın deveran ettiği ve bu makamla zama­nında kendi cinsinin evlatları arasından ayrılan her kimseye kutup ismini verirler. Beldenin adamı o beldenin, cemaatin adamı da o cemaatin kut­budur. Ancak ıstılahlarında “Kutbu’l-Aktab” denildiği zaman, bununla bir zamanda sadece bir tek olan kimse kastedilir ki bu gavstır.

Soru: Gavs olan kutub, sûfîlerin silsilesinde yer alan Yûsuf el-Acemî, Seyyidî Ahmed ez-Zâhid ve Seyyidî Medyen gibi şeyhler midir?

Cevap: Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) dediği gibi, onlardan biri­nin kutup olması gerekmez. Kutupluk makamı azizdir, her kişinin onun parlaklığını görmesinden yücedir. Ancak anılanlar, sultanın kapsındaki hâcibler (kapı görevlisi) gibidirler ve sultanın huzuruna girmek isteyen herkese, ona layık olan edepleri öğretmektedirler. Keramet ve hârikulâdelik olarak, onların elinden zuhûr eden şeyler, nefislerinin arınması, Al­lah Teâlâ’yı çokça murakabe etmeleri, ihlas ve mücâhedelerinin çok fazla olması nedeniyledir. Abdulkâdir el-Cîlî’nin şunu zikrettiğini söylemiştir: “Kutubluğun ihata açısından on altı âlemi vardır. Dünya ve âhiret bu âlemlerden birer âlemdir. Bu durum, sadece kutublukla nitelenen kim­senin bileceği bir şeydir.

Soru: Meşhur olduğu üzere, kutbun dâimî ikamet yeri Mekke midir?

Cevap: Cismiyle, Allah Teâlâ’nın dileğine tâbidir ve hiçbir özel mekâna ikâmet ile sınırlı değildir. Gizlenmek de onun niteliğidir. Bazen demircidir, bazen tâcir olur kimi zaman da bakla satar. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce de kutublar var mıydı, sayıları 5 kaçtı?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhat ın 14. bâbında dediği gibi, “Hiçbir asır ku­tuplardan hâlî olamaz.” Şöyle demiştir: “Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kadar, geçmiş ümmetlerden olan mükellimîn (kemâle erdirilenler)[277] kutubların sayısı yirmi beştir. Hak Teâlâ ben Kurtuba şehrin10 de iken, Kudüs meşhedinde, berzahî bir mertebede onları bana gösterdi.

Bunlar Fırak, Müdâviü’l-külûm ve’l-bükâ, el-Mürtefî, eş-Şefârü’l-mâzî, el-Mâhik, el-Âkib, el-Menhûr, Secru’l-mâ, Unsuru’l-hayat, eş-Şerîd, esSâiğ, er-Râcih, et-Tayyâr, es-Sâlim, el-Halîfe, el-Maksûm, el-Hayy, erRakî, el-Vâsî, el-Bahr, el-Münsif, el-Hâdî, el-Aslah ve el-Bakî’dir. Bunlar, 15 Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (aleyhisselâm) kadar isimlendirilen kutublardır.

Ancak insanlığın ortaya çıkışından kıyamete kadar, bütün nebî, resul ve kutubların dayanağı (mümid) olan tek kutup ise, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhudur. Şeyh Muhyiddin 462. bâbda şöyle demiştir: “Her belde, köy ya da iklimin, gavs olan kutbun dışında bir kutbu vardır. Orada yaşayanların 20 mümin ya da kâfir olmalarına bakılmaksızın, Yüce Allah o kimseyle o ci­heti muhafaza eder. Zâhidler, âbidler ve mütevekkiller gibileri hakkındaki görüş de böyledir. Her bir sınıfın etrafında döneceği bir kutbunun olması gerekir.” Şeyh şöyle demiştir: “Mütevekkillerin kutbuyla bir araya geldim. Tevekkül makamının, değirmenin ekseninin etrafında döndüğü gibi onu 25 etrafında döndüğünü gördüm. Bu, Endülüs’te Abdullah b. el-Üstâd idi.

Onunla uzun süre arkadaşlık ettim. Aynı şekilde (h.) 590 yılında Fas şeh­rinde zamanın kutbuyla da bir araya geldim. Eli çolaktı. Onun bulunduğu bir mecliste kutbiyyet makamı üzerine konuştum. Kendisini oradakilerden gizlememi bana işaret etti, ben de yaptım.”

30 Soru: Kutbiyyetin, dolmadan sahibinin azledilemeyeceği belirli bir sü­resi var mıdır?

Cevap: Kutbiyyetin belirli bir süresi yoktur. Kutub, kutbiyyette bir sene veya daha fazla ya da daha az kalabilir. Bu, bir gün veya bir saat da olabilir. O ağır bir makamdır. Zira bu makamın sahibi sultanlardan, reâyâya yeryü­zünün tümünün gidişatının yükünü taşır. Şeyh 463. bâbda şöyle demiştir: “Her kutub, bulunduğu âlemde, Allah’ın (cc) takdir ettiği süre nispetince ka­lır. Daha sonra şeriatların şeriatlarla neshedilmesi gibi, onun daveti de neshedilir. Davetten kastım, ilgili kutbun âlemdeki hüküm ve tesiridir. Kutubların bazısı, kutbiyyetinde otuz üç yıl dört ay kalır, bazısı üç yıl kalır ve bu şekilde devam eder. Bunu Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilâfeti destekler. Zira onlar şüphesiz bir şekilde kutubdurlar.” 383. bâbda ise şöyle demiştir: “Kutubla, kevn ve fesad âlemi olan bütün varlık dairesi muhafaza edilir. Allah Teâlâ iki imamla, hissin idrak ettiği gayb ve şehâdet âlemini; evtâdla ise güney, kuzey, doğu ve batıyı muhafaza eder. Abdal ile yedi iklim muhafaza edilir. Onların tümü ise kutubla muhafaza edilir. Çün­kü kâinatın tümünün etrafında döndüğü kimsedir o. Her kim bu meseleyi bilirse Allah’ın dünya âlemi üzerindeki varlığı nasıl koruduğunu bilir. Bunun benzeri tıp ile takvîmü’s-sıhha (mücedvel sağlık tabloları) ilmidir.”

Soru: Kutbun, kutbiyyeti dost ve evlâtlarından dilediğine verme tasar­rufu var mıdır?

Cevap: Bu konuda hiçbir tasarrufu söz konusu değildir. Kutublardan birinin, kutbiyyetin kendisinden sonra çocuğuna verilmesini Allah’tan is­tediği bilgisi bize ulaştı. Kendisinde hâtiften, bunun sadece zâhirî veraset için geçerli olduğu söylenmiştir. Bâtınî veraset ise sadece Allah’a aittir. Zira “Allah, mesajını nasıl vereceğini en iyi bilendir.”223 buyurmuştur. Evliyâdan ve diğerlerinden dört cihet itibariyle korunan kimselerin ancak aralarında Îmam Şâfiî’nin (ra) bulunduğu evtâd ile korunduğu, yedi sıfatı içinde ko­runan kimselerin de ancak yedi abdalla korunduğu anlaşılmış oldu. Hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar ve kelâm sıfatlarından her bir sıfatın onu sahibi üzerinde koruyan bir “bedel”i vardır. Yine Şeyh 15. bâbda şöyle demiştir: “Yedi abdaldan her birinin, gökte bulunan peygamberlerin ruhaniyetinden destek alan bir kudretlerinin bulunduğunu bilesin. Her bedelin desteği, gökteki sahibinin hakikatinden iner.” Aynı şekilde yedi güne ait mededlerin de bu bedellerden indiğini söylemiştir. Her güne ait, ilgili be­delden gelen bir meded vadır.

Soru: Abdal, Hak Teâlâ’nın tebdil ettiği işler itibariyle çoğalıp eksilir mi? Yoksa sabit bir sayıda olup çoğalıp eksilmez mi?

Cevap: Bunlar yedi kişi olup çoğalıp eksilmezler. Allah, bunlarla ye­di iklimi muhafaza etmektedir. Bunların özelliklerinden biri de Allah Teâlâ’nın yüzen gezegenlere, hareketleri ve belirlenen yörüngelere nüzûlleriyle ilgili olarak yerleştirdiği durum ve sırları bilmeleridir.

Soru: Neden abdal olarak isimlendirilmişlerdir?

Cevap: Şeyh’in 73. bâbda dediği gibi, onlar, içlerinden biri mekâ­nından ayrıldığında yerine, gören kimsenin bunun o bedel olduğundan şüphe duymadığı şekilde, onun sûretinde biri geçtiği için abdal diye isimlendirilmişlerdir.

Soru: Yedi iklimin sıralanışı, örneğin birinci iklim yedinci göğe ikin­ci iklim altıncı göğe denk gelecek şekilde yedi kat göğün sıralanışı gibi midir?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi, evet, her iklimin ruhaniyeti kendisine denk gelen göğe göre tertip edilmiştir. Birinci iklim yedinci göğe denk gelecek şekilde devam eder.

Bunun izahı şudur: Ey kardeş, Yüce Allah’ın üzerinde bulunduğumuz bu yeryüzünde yedi iklim var ettiğini ve mümin olan kulları arasından yedi kimseyi seçtiğini ve onları abdal olarak isimlendirdiğini, her be­dele, Allah’ın varlığını o bedelle tuttuğu bir iklim verdiğini bilmelisin. Birinci iklime yedinci kat olan birinci gökten emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Îbrâhim Halil’in (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. İkinci iklime ikinci gökten emir gelir ve büyük ge­zegeninin ruhaniyetin de ona bakar.[278] Bunu muhafaza eden bedel, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kalbi üzerindedir. Üçüncü iklime üçüncü gökten emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) desteğiyle Hârûn ve Yahyâ’nın (aleyhisselâm) kalbi üzeredir.

Dördüncü iklime bütün feleklerin kalbi olan dördüncü gökten ilâhî emir ve nehiy iner; büyük gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Îdrîs’in (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. O, şimdiye kadar ölmeyen kutubdur. Daha önce geçtiği gibi, kutubların nâibleri aramız5 dadır. Beşinci iklime beşinci gökten emir iner ve gezegeninin ruhani­yeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) desteğiyle Yûsuf’un (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. Altıncı iklime altıncı gökten emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Îsâ Rûhullah ve Yahyâ’nın (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. Yedinci iklime 10 dünya göğünden emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Âdem’in (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. Şeyh şöyle demiş­tir: “Bu yedi abdalla, Mekke’de Hanbelîlerin Hatim arkasında bir araya geldim, onları bulduğum sırada orada rükû ediyorlardı. Onlara selâm verdim, onlar da bana verdiler ve onlarla konuştum. Onlardan daha 15 güzel yüzlü ve onlardan daha çok azîz celîl olan Allah’la meşgul olan hiç kimseyi görmedim. Onlara benzer olarak sadece Konya’da Sâkit er-Refref b. Sâkit el-Arş’ı gördüm. Bu zât (ra) Fârisî idi.” Şeyh el-Fütûhât’ ın 73. bâbında daire ehli olan velîlerle ilgili geniş bilgi vermiştir. Oraya bakabilirsin. En doğrusunu Allah bilir.

KIRK ALTINCI MEBHAS

Velîlerin îlham Vahyi ve Bunun Peygamberlerin Vahyi ile

Diğerlerinden Farkı Hakkındadır

Bil ki peygamberlerin vahyi sadece Cebrail’in diliyle, uyanıkken ve şi­fahen gelmektedir. Evliyâya ise vahiy, ilham meleğinin diliyle gelmekte­dir. Bu Şeyh’in 285. bâbda dediği gibi, birkaç şekildedir: Bu bilgilerin bir kısmı, hayal âlemindeki mübeşşirât gibi hayal ile elde edilmektedir, bu uykudaki vahiydir. Bu durumda elde edilen vahiy de nâzil olan da alan da hayâldir. Bunun bir kısmı kişinin his (duyu) ve hayal ile ilişkisiz olarak vahyedileni kendisinde bulduğu mânadır [ve duyular vasıtasıyla gelmekte­dir]. Şöyle demiştir: “İlhâm, bazen yazılı olarak da olabilir. Bu tür ilham daha çok evliyâ için gerçekleşir. Ebû Abdullah Kadîb el-Bân (ö. 570/1174) ve İmâm Ahmed’in (ra) öğrencisi Bakî b. Mahled (ö. 276/889) gibi bazı zâtlara da bu şekilde vahiy gelmiştir. Ancak o bu konuda cemaatin en zayıfı olduğundan uykudan kalktığında bunu bir sayfaya yazılı olarak bulurdu.”

Soru: Varaka (sayfa) yazılı olan bu yazının Allah (cc) katından olduğu­nun alâmeti nedir ki velî bununla amel etsin?

Cevap: Şeyh’in 315. bâbda dediği gibi, “Bunun alâmeti, bu yazının değişmeden her yönden eşit bir şekilde okunabilmesidir. Sayfa her çevril­diğinde, bu çevrilmeyle birlikte yazı da çevriliyordu.” Şeyh şöyle demiştir: “Metâfta bir fakire, cehennemden kurtulduğuna dair bu tarzda bir varak indirildiğini görmüştüm. İnsanlar bunu gördüklerinde, bunun insan yazısı olmadığını anlıyorlardı. Bu alâmet görüldüğünde, bu varak Allah’tandır. Ancak bize gelen şeriata uygun olmadıkça kendisiyle amel edilmez.” Şöy­le demiştir: “Aynı şekilde kız öğrencilerimizden bir fakir de uykusunda Hak Teâlâ’nın kendisine bir varak verdiğini görmüştü. Uyandığına avu­cu kapalıydı kimse onun avucunu açamadı. Allah bana (İbnü’l-Arabî) o öğrenciye ‘eğer avucum açılırsa o varakayı yutacağım.’ diye kalbiyle niyet etmesini söylememi ilham etti. Bu telkine uyarak niyet edip elini ağzı­na yaklaştırdığında varak ağzına onun karşı koyamayacağı şekilde girdi.

Bunu nasıl bildiğimi bana sorduklarında, onlara dedim ki: Bana Allah’ın, hiç kimsenin muttali olmasını istemediği bilgi ilham edildi. Allah Teâlâ bana, Allah Teâlâ’nın levh-i mahfûz ve başka yerlerde yazdığı yazı ile yara­tılmışların yazdığı yazı arasındaki farkı öğretti. Bu acayip bir ilimdir, onu gördük ve şahit olduk.”[279]

Soru: Vahyin hakikati nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 73. bâbında dediği gibi, “Bunun hakikati ibare olmadan ibare yerine geçen işaretin kendisiyle gerçekleştiği şeydir. Zira ibare ile amaçlanan mânaya ulaşılır. Bu nedenle vahiy olan işaretin aksine, “ibare” olarak isimlendirilmiştir. İşaret, işaret edilenin kendisidir. Vahiy ise ilk anlaşılan ve ilk anlatılandır. Bu yüzden anlamanın (fehm), anlatmanın (ifhâm) ve mefhûmun aynı (kendisi) olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ey kardeş, şayet bu inceliğin bilgisi sende gerçekleşmemişse, evliyânın ilhamı hakkındaki bilgiyi bilme konusunda hiçbir nasibin yok demektir. Vahyin sürat olduğu ve zikrettiğimizden daha süratli bir şeyin olmadığını görmüyor musun?

Soru: İlham vahyinin velîlerin kalbine iniş şekli nedir?

Cevap: Bunun şekli şöyledir: Hak Teâlâ, evliyâsından birine bir şeyi vahyetmek istediğinde o velînin kalbine o emrin sûretinde tecellî eder. Söz ko­nusu velî mücerred müşâhedesiyle bu tecellî ile Yüce Allah’ın ve nebîsinin kelâmından anlatılan mânaları bilir. Bu durumda velî, şeriatla ilgili daha ön­ce bilmediği bir bilgiyi nefsinde bulur. Bu, tıpkı Hz. Peygamber’in Yüce Al­lah’ın celâline yakışır bir şekilde ilâhî kudretle (el) vurulan darbeyi görüşü ve İsrâ gecesi süt içmek sûretiyle nefsinde meydana gelen ilmi görmesi gibidir. Ayrıca evliyânın bir kısmı bunu hisseder, bir kısmı da hissetmemekle beraber daha sonra “Hatırıma şöyle şöyle geldi.” der ve kendisine gelenin kimden olduğunu bilmez. Ancak kendisine gelenin kimden olduğunu bilen, o anda onu şeytandan korumaya daha yetkindir. 312. bâbda bunu uzatmış, 352. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra teşrîi vahyin geldi­ğine dâir ilâhî hiçbir haber gelmemiştir. Bizim için sadece ilham vahyi vardır.

Yüce Allah ‘Sana ve senden öncekilere vahyetti.’[280] buyurmuş, ancak ondan sonrası için vahiyden kesinlikle söz etmemiştir. Ancak Hz. Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce vahiy alan Hz. Îsâ hakkında sahih haberler vardır. Buna göre Hz. Îsâ âhir zamanda indiğinde bizden; yani bizim şeriatımızdan, sünneti5 mizden başkasına iman etmeyecektir. Ancak nüzul ettiğinde, bu ümmetin havassından olanlarına olduğu gibi ona da ilham vardır ve buna ek olarak tam bir keşfe sahiptir.”

Soru: O hâlde ilham ilâhî bir haber midir?

Cevap: Evet, bu da ilham edilenin görmediği bir melek eliyle Allah’ın 10 Teâlâ’nın kuluna verdiği bir haber olması hasebiyle böyledir.

Soru: İlham hiç kimsenin aracılığı olmadan mı gerçekleşir?

Cevap: Evet, bazen her insan ile Rabb’i (cc) arasında olan vech-i hâs (özel yön) üzerinden kuluna ilham eder. Bu durumda ilham meleği bunu bildirmez. Ancak insanların bu vechi hemen inkâra kalkıştıkları anlaşıl15 maktadır. Nitekim Hz. Musâ’nın (aleyhisselâm) Hızır’ı (aleyhisselâm) inkâr etmesi bu kabîldendir. Musâ (aleyhisselâm) bu inkârında mazurdur; çünkü peygamberler, şeriatla­rının hükümlerini sadece meleğin elinden almaya alışıktırlar. O, başka bir yöntemle gelen bir şeriatı bilmemektedir. Bununla nebî ve resullerin, ken­dilerine vahiy geldiğinde, meleği baş gözüyle gördükleri anlaşılmaktadır. 20 Resulün dışındakiler ise meleğin etkisini hissederler ama onu göremezler.

Allah Teâlâ dilediği kimseye melek vasıtasıyla ilham eder yahut vasıtayı ortadan kaldırarak ilhamı ona vech-i hâs üzerinden verir. Bu, sahibi için bir muhafaza hâsıl olduğundan, ilkâ etmenin en üstünü ve en şereflisidir. Bunda resul ile velî bir araya gelir.

25 Soru: İlhamın kuldaki mahalli neresidir?

Cevap: Onun kuldaki mahalli nefstir. Yüce Allah “Ona günahını da tak­vasını da ilham etti.”[281] buyurmuştur. Yani Yüce Allah nefse yapması için değil, bilmesi ve korunması için günahını; bilmesi ve amel etmesi için de takvâsını ilham etmiştir. Bu ilâmî (haber veren) bir ilhamdır. Durum, ha30 kikatlerle ilgili bilgisi olmayan kimsenin zannettiği gibi değildir. Yüce Al­lah “Ona (nefse) aldanan kaybetmiştir.”[282] buyurmaktadır. “Dess (dessâhâ)” kelimesi birbirine girerek gizli bir şekilde karıştırma anlamına gelmektedir.

Bu aldanan cahil, günahla birlikte olan ameli takvâ ile birlikte olan amele ka­rıştırmakta ve ayırt edilecek yeri ayırt etmeyerek hataya düşmektedir. Şöyle demiştir: Hata etmesinin sebebi, şeriat terâzîsini elinden atmasıdır; eğer bu terâzî elinde olsaydı, takvâ ile emredildiğini ve günahlardan nehyedildiğini görecekti ve böylece her iki şey kendisine apaçık belirecekti.

Soru: Gazzâlî bazı kitaplarında, vahyin peygamberlerin kalbine inişi ile velîlerin kalbine inişi arasındaki farkın meleğin inişi olduğunu zikretmiştir. Velîye ilham edilir ve kesinlikle melek ona inmez, nebî için vahiy söz konusu olduğunda ona meleğin indirmesi zorunludur.[283] Bu, doğru mudur?

Cevap: Şeyh’in 364. bâbda dediği gibi, “Bu yanlış bir kanaatten ibarettir. Doğru olan ise şudur; ikisi arasındaki fark, meleğin indirdiği şeyin mâhiyeti ile ilgili olup, meleğin inmesi ile ilgili değildir. Zira meleğin resule indirdiği şey, o resule tâbi olan velîye indirdiğinin aksinedir. Melek, tâbi olan velîye pey­gamberine ittibâ etmeyi emretmek ve âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadis gibi onun ilminin tahkik etmediği şeylerden getirdiklerini anlamasını sağlamaktan başka bir şeyi indirmez. Söz gelimi ilham meleği (o hadisin) sahih olduğunu haber verir. Velî mutlak olarak değil, kendi nefsiyle ilgili ehlullahın bildiği bir kısım şartlar dâhilinde o bilgiyle amel eder. Bazen melek, velî­ye kendisinin saadet ehlinden olduğu müjdesini de indirebilir. Yüce Allah’ın ‘Rabb’imiz Allah’tır, diyen ve sonra da dosdoğru olanlar.’[284] âyetinde buyurdu­ğu gibi. Her ne kadar bu, ölüm ânında olur ise de Allah Teâlâ dilediği kulları için bunu ta‘cîl edebilir.” Şeyh şöyle demiştir: “Gazzâlî ve başkalarının meleğin velîye inmesini inkâr etmekle hataya düşmelerinin sebebi, onların bunu tatma­mış olmaları ve bütün makamlara girdiklerini zannetmeleridir. Onlar, bu yük­sek makamı kendileri için zannettiklerinden ve kendilerine ilham meleğinin inmediğini gördüklerinden bunu inkâr ettiler ve sadece peygamberlere özel ol­duğunu söylediler. Zevkleri sahih, hükümleri bâtıldır. Oysa bunu menedenler, sikânın eklemesinin makbul olduğunu söylemektedirler. Ehlullahın tamamı ise sikâdır.” Şöyle demiştir “Ebû Hâmid gibileri, zamanlarında ehlullahtan bir kâmil ile bir araya gelselerdi ve o, kendilerine, velîye meleğin indiğini haber verseydi şüphesiz bunu kabul edip inkâr etmezlerdi.” Şöyle demiştir: “İlham meleği bize sayısız ilimleri indirdi. Bunu, bizim görüşümüzde olmayan birçok topluluk da bize söyledi ve bize döndüler. Allah’a hamd olsun.”

Soru: İlham meleği, herhangi bir velîye bir emir veya nehiy indirir mi?

Cevap: Şeyh’in 310. bâbda dediği gibi, “Bu imkânsızdır. İlham meleği, nebîden başkasına hiçbir emir veya nehiy indirmez. Evliyâ için ise sadece mübeşşirât vahyi vardır ki bu da ilgili şahsın gördüğü veya kendisine gös­terilen sâlih rüyadır ve bu çoğu zaman haktır ve vahiydir. Zira bu mübeş­şirât, şeytanın etkilemesine karşı korunmuş (mâsum) değildir.”

Soru: Mübeşşirât vahyi, uykuda olduğu gibi, uyku dışında da olur mu?

Cevap: Evet, olur. Ancak her hâlükârda duyuda değil de duyu ve ha­yalle görülen rüyadır. Hayal edilen (mütehayyel) ise bazen kuvveye dâhil olandır, bazen ruhanînin temessül ettiği dumandandır ya da sûfîler tarafın­dan bilinen tecellîdir. Mizaç doğru ve hakkı kabul etmeye hazır ise, hakiki bir hayaldir. Şeyh bu konuda sözü uzatmıştır.

Soru: Bazılarına yaptığı herhangi bir şeyle ilgili olarak itiraz edildiğinde, “Ben bu işi sadece Allah Teâlâ’dan bir emir ile yaptım.” diyor. Bu tıpkı efendim Abdülkâdir el-Cîlî’den (ra) nakledilen ‘Bu ayağım Allah Teâlâ’nın her velîsinin boynu üzeredir.’ sözü gibidir. O, bu sözü ancak Hak kendisine bunu emrettik­ten sonra söylemiştir. Peki böyle bir durum sahih olur mu?

Cevap: Bu şekildeki emir doğru değildir. Belki de bunu nakleden, izin ile emri karıştırmıştır. Zira izin, şer‘an emir için değil de mubah için söz konusudur. Ama emir yeni bir teşrî olup, muhalefet edenin isyanını ge­rektirir. Anla! Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 22. bâbında şöyle demiştir: “Velîlerden kim Allah Teâlâ’nın kendisine bir şeyi emrettiğini söylerse o [meseleyi] karıştırmıştır. Zira emir, kelâmın kısım ve sıfatı kapsamındadır. Bu kapı ise teşrî açısından evliyaya kapalıdır.”

Bunun izahı şudur: İlâhî mertebede hiçbir teklifî emir yoktur ki meşrû kılınmış olmasın. Velîlere kalan ise sadece bu emirleri dinlemektir/itaat et­mektir. Peygamberler kendilerine bir şeyi emrettiğinde, onlar için münâcât ve varlıklarının her tarafına yayılan bir lezzet vardır, başka bir şey yoktur. Münâcâtta emir ve nehyin olmadığı, bunun bir anlatma (hadîs) ve konuş­ma (semer) olduğu bilinmektedir. Keşif ehlinden, kendisine Muhammedî-şer‘î ve teklifî emre muhalif bir ilâhî emrin geldiğini iddia eden herkes, işi karıştırmıştır [şeytandan gelen bir şeyi Allah’tan gelen ilham zannetmiş­tir]. Her ne kadar işittiğini söylerken doğru söylüyor ise de durumu budur.

Zira Allah’ın bir velîsinin kalbinden perdeyi kaldırması ve Allah’ın ona Muhammedi bir mazhariyet vermesi, onun da bu sayede Allah’ın Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) verdiği emir ve nehyi işitmesi mümkündür. O da Hak Teâlâ’nın böyle olduğunu zanneder. Oysa Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhu konuşmuştur. Bu durum yeni bir teşri değil, şer‘î hükümleri tanıtma bağlamındadır. Zira teşri kapısı Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatıyla kapanmıştır.

Soru: O hâlde beşâir (müjdeleme) vahyi daha geniş ve daha fazla mıdır?

Cevap: Evet, mübeşşirât vahyi daha geneldir, zira bu her insanın Rabb’i (cc) ile arasındaki özel bir vahiydir. Kul bununla sırrında secde hâlinde ve başkaca bir hâlde Rabb’ine münâcâtta bulunur, kendisine Allah Teâlâ’dan daha yakın hiç kimseyi bulmaz. Bu vahiy Allah Teâlâ’dan bazı sadık insan­lara destektir. Mübeşşirât vahyi, bir melek vasıtasıyla olabildiği gibi [me­lek olmadan da meydana gelebilir]. Ancak nübüvvetin niteliği vasıtadır ve onda mutlaka meleğin bulunması gerekir. Mübeşşirâtta ise durum böyle değildir ve ârif kendisine mübeşşirât gelmeye devam ettiği hâlde, geçirdiği (kaybettiği) herhangi bir [şer‘i] emre aldırmaz. Şeyh 323. bâbda mübeşşirâtla ilgili geniş bilgi vermiştir. 268. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki velî­lerin vahyi ile peygamberlerin (aleyhisselâm) vahyi arasındaki fark, evliyânın, nebi ve resullerin aksine ruhların kalplerine indiğini müşâhede etmeleridir. Ancak peygamberin aksine inen meleği görmezler. Eğer veli meleği müşâhede ederse onun ilkâ ettiği ilhamı şuhûd hâlinde müşâhede edemez. Eğer ilkâ ettiğini müşâhede ederse meleği müşâhede edemez, ancak müşâhede etme­den onun melekten olduğunu bilir. Meleği görme ve ondan kendisine ilkâ edilmesi bir araya gelmez. Her ikisini birden müşâhede etmek için nebi veya resul olmak gerekir. Bununla peygamber ile velinin arası tefrik edilir.”

“Yüce Allah, şer‘i hükümleri indirme kapısını kapatmış, ancak ruhani bir tenezzül ile velilerinin kalbine, bunlar hakkında bilgiyi indirme kapsını kapatmamıştır. Bu, velilerin vâris oldukları peygamberler gibi, Rablerine dua ederken bir basiret üzere olmaları ve bununla Rablerine dua etmele­ri içindir. Bu nedenle Yüce Allah ‘De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar (bunu ya­pıyoruz).’ buyurmuştur.[285] Bu, hiçbir töhmetin karışmayacağı bir alıştır.

Cüneyd ehlullahın ilmini övme bağlamında şöyle demiştir: ‘İnsanların bildiği bilgi hakkındaki zannın nedir? Onda töhmet vardır. Bunların (velîlerin) dışındakiler için, ilim sahibi ne fürûda ne de usulde bir basîret üzeredir. Fürûda te’vil ihtimali vardır. Usulde ise delili inceleyen kimseye nefsinden veya başkasından delile dair bir şüphe yahut düşün­ce karıştığında bu noksanlık sebebiyle delilini töhmet altında bırakır. Oysa bundan önce bunun kesin olduğunu düşünüyordu. Ehlullahın tamamı ise basîret ehlidir ve ilimlerinin tamamı da hakka’l-yakîn türündendir. Yani kalpte tam olarak yerleşir ve hiçbir şey onu bulunduğu yerden sarsamaz.” Sakin ve sabit olduğu zaman “Su havuza yerleşti.” de­nilir. Orada onun için sükûn ve istikrar hâsıl olur, tereddüt, evhâmlar ve zanlar izâle olur. Bu sükûn ve istikrar eğer nefse ve akla izâfe edilirse ona ilmü’l-yakîn denilir. Ruhanî bir ruha izâfe edilirse “aynü’l-yakîn” denilir. Hakîki kalbe izâfe edilirse “hakku’l-yakîn”, vücûdî sırra izâfe edilirse “hakîkatü hakki’l-yakîn” denilir.

38. bâbda şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra risâlet kapısını kapatması velîlerin tattığı en acı şeylerdendi. Böylece kendileri ile onları Allah Teâlâ’ya [eriştiren] vasıta arasındaki vuslat bağı kopmuş ol­du. Hak Teâlâ onlara merhamet etti, sıkıntılarını gidermek için kendi isim­lerinden biri olan ‘Velî’ ismini onlara dâimî olarak bıraktı.” Şöyle demiştir: “Bu nedenle Yüce Allah bu ismi Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kaldırmıştır. Onu teşrif etmek ve isimlendirme konusunda Hak Teâlâ’dan ayırt edilmesi için Allah’a yakışmayan ‘abd’ ve ‘resul’ isimleriyle isimlendirmiştir. Ancak onu ‘raûf’ ve ‘rahîm’ olarak nitelemesi, özel bir yöntemle Allah katındaki şerefini beyan ederek özel bir kavmin (melekler) ona gıpta etmesi için, Allah Teâlâ’dan bir ödüldür.” Şöyle demiştir: “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden bazılarının, vahiy ve risâletin kesilmesinin kâsesinden yudumladıklarını bildiği için, ümme­tinin has olanlarına risâletten bir pay bırakarak, bununla kul ve ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbi olmalarını sağladı. Zira kul için en şerefli makam, Allah’a kul olması­dır. Bu nedenle ‘Buradakiler burada olmayanlara bildirsin.’ buyurdu. ‘Re­sul’ isminin kapsamına girmeleri için, onlara tebliğ etmelerini emretti. Zira risâlet kula mahsustur. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur ‘Sözümü işitip onu anlayan ve işittiği gibi gereğini yerine getirene Allah merhamet etsin.’

Yani peygamberler nasıl Rablerinin kelâmını, vasıtalı yahut vasıtasız olarak Allah’ın onlara ilkâ ettiği lafızla tebliğ ettilerse onlar da hiçbir tasarrufta bulunmadan harf harf tebliğ etsinler. Bu dereceye ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) merhamet duasına, sadece onun hadislerini hiçbir ekleme 5 yapmadan işittikleri lafızlarla rivayet edenler ulaşır. Hadisi mânayla ri­vayet eden kimse, kendi nefsinin elçisiymiş gibi, anlayışını bize naklet­mektedir. Kıyamet günü peygamberlerin safında, sadece bir âyet ve ha­disle ilgili vahyi, işittiği lafızlarla tebliğ edenler haşredilir. Sahâbe vahyi, lafzlarıyla naklettiklerinde Resûlullah’ın elçileridir. Tâbiûn da sahâbenin 10 elçisidir ve bu kıyamete kadar her nesilde böylece devam eder. İstersek bize tebliğ eden kimseye Allah’ın elçisi, istersek kendisinden naklettiği kimsenin elçisi deriz. Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Cibrîl ya da herhangi bir melek haber verdiği hâlde, ona Cibril’in elçisi ya da şu meleğin elçisi demediği­miz için, vasıtayı hazfetmeyi câiz görmekteyiz.” Bunu uzunca anlattıktan 15 sonra şöyle demiştir: “Böylece kulun veli olarak isimlendirilmesi, bu isim miktarınca onun kulluğunu eksiltir. Her kim bir velinin ubûdiyyetinin eksiltilmesini arzu etmezse onu muhaddes olarak isimlendirsin, bu onun için veli isminden daha evlâdır.”

Soru: Bütün veliler kendilerine nâzil olan ruhu tanırlar mı?

20 Cevap: Bütün veliler bunu bilmez. Bazıları kalbine inen ilimleri gö­rür ve kâhin, medyum/falcı, havâtır ve ifhâm ehli olanlarda olduğu gibi, bunun kimden geldiğini bilmez. Bunların tamamı kalplerine inen ilmi bi­lir, ancak hakiki anlamda bunun kim tarafından kendilerine getirildiğini bilmez. Havas ise kimin getirdiğini bilir. Bu nedenle edeple kabul eder ve

25 ondan edebi alırlar. Allah onların tamamından razı olsun. Şeyh 73. bâbda Hakim et-Tirmizi’nin sorularını cevaplarken şöyle demiştir: “Ehlullah arasından muhaddes olanlara has olan özelliklerden biri de sahip oldukları arınmışlıktan (safâ) dolayı Hak Teâlâ’nın kendi nefislerinde, kendileriyle konuşmasını bilmeleridir. Oysa başkaları bunu bilmezler.” Muhaddeslerin 30 başının Ömer b. Hattâb (ra) olduğunu söylemiştir. Ümmetin diğer bütün mensupları, bu konuda onun vârisidir.

Soru: Veliyi, kendisine gelen ilham vahyini karıştırmaktan (telbis) kim muhafaza etmektedir?

Cevap: Bu, alâmetlerle bilinir. Kendisiyle Allah arasında bu konuda bir alâmet bulunan kimse, meleğin getirdiği ilham vahyini, bâtıl olan şey­tanın vahyinden ayırır ve karıştırmadan (telbîs) korunur. Ancak bu ma­kamda bulunanların sayısı azdır. Şeyh 283. bâbda şöyle demiştir: “Ebû 5 Hâmid el-Gazzâlî ve îşt vadisinde bulunan Îbn Seydelûn gibi ehlullahtan bazılarının yaptığı hatalardan biri de ‘Velî, unsurlar âleminden yükselip göklerin kapıları kalbine açıldığında, karıştırmaktan (telbîs) muhafaza edi­lir.’ şeklindeki sözleridir. Şöyle demişlerdir: ‘Çünkü o anda inatçılardan [cinlerden] ve şeytanlardan korunan bir âlemdedir. Burada gördüklerinin 10 tamamı haktır.’” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Onların bu söyledikleri doğru değildir. Bu eğer mi‘racı ruhlarıyla beraber bedenleri ile de yapsalar­dı doğru olurdu. Ki bu da bir kimsenin Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu mi‘raçta vâris olmasıyla sahih olur. Zihni ve ölümle ayrılmaksızın ruhaniyeti ile mesela bedeni evinde iken mi‘rac eden kimse daha önce geçtiği üzere bu konuda 15 bir alâmeti yoksa karıştırmaktan mahfûz olmaz.” Bunu uzunca anlattık­tan sonra şöyle demiştir “Şeytanın, alâmet ehli olsun olmasın, ehl-i keşf olan herkesin kalbini gözetlemeye devam ettiğini bilesin. Zira o Allah’ın kulunu alçaltıp muhafaza etmeyebileceğini bildiği için, saptırma ve karış­tırma hususunda hırslıdır. Îblîs ümitle yaşar ve ‘belki, umulur ki’ der. Şayet 20 îblîs, kulun bâtınının mahfûz olduğunu ve meleklerin nûrunun etrafını çevirdiğini görürse, bu kulun bedenine gider ve duyu sûretinde bazı şey­leri izhar ederek, bunları almasını umar. Allah bu kulun kalbini muhafaza edip, onun içine girecek bir yol bulamayınca, kalbine yönelerek oturur ve bir gaflet anını yakalamaya çalışır. Vasıtasız olarak kendisinden kabul 25 edeceği bir şeyi onda meydana getirmekten âciz kalınca, bu velînin hâli­ne bakar; şayet bilgileri yerden almak onun âdetiyse, kendisinden alması için muhayyel bir yer ikâme eder. Şayet Yüce Allah bu kulu desteklerse, mahsûs olan yer ile mütahayyel olan yeri birininden ayırt ettiği için, onu yenilmiş olarak geri gönderir. Bazen kâmil kişi, şeytanın değil de Allah’ın 30 kendisine ilkâ ettiğini şeytandan alır. Aynı şekilde onu yenilmiş olarak geri gönderir. Aynı şekilde şayet Î blîs, bu velînin hâlinin gökten almak şek­linde olduğunu görürse, kendisinden aldığı gök gibi mütehayyel bir gök ikâme eder ve gücünün yettiği kadar oraya onun için öldürücü zehirler sokar. Ârif ise aslî ve mütahayyel yerle ilgili söylediğimiz muameleyi yapar.

Bu velînin hâlinin Sidretü’l-müntehâ veya herhangi bir melekten al­mak şeklinde olduğunu görürse, bir sidre ya da bu melek gibi bir mele­ğin sûretini hayal ettirir, onun ismiyle isimlendirir ve meleğin bu ma­kamdan kendisine ilkâ ettiğini bildiği şeyleri ona ilkâ eder. Şayet bu 5 kul telbîs ehli ise düşmanı (Îblîs) muradına erer, mahfûz ise muhafaza edilir, Îblîs oradan tard edilir ve getirdiği şeyleri atar. Ya da daha önce geçtiği gibi bunları Î blîs’ten değil de Allah Teâlâ’dan alır ve bundan dolayı Allah’a şükreder. Bu kulun hâlini Arş, amâ veya ilâhî isimlerden almak şeklinde olduğunu görürse, şeytan onun hâline uygun olarak 10 tamı tamamına gelecek şekilde ilkâ eder.” Şeyh bunu 283. bâbda uzun uzadıya anlatmıştır.

Soru: Hak Teâlâ’nın Îblîs’le tuzak kurması ve onu bazı kullarına habe­rin ulaşması için bir yöntem olarak kullanması doğru mudur?

Cevap: Evet, Şeyh’in 68. bâbda dediği gibi bu doğrudur. Şöyle demiş15 tir: “Allah’ın Îblîs’le kurduğu tuzaklardan biri de Îblîs farkına varmadan, kullarına hayır olan şeyleri ona ilham etmesidir. Bu, onun kulun kalbine vesvese vermesi, kulun da ona muhalefet etmesi ve aksini yapması şeklinde olur. Dolayısıyla Îblîs’e muhalefet ettiği için, kendisine ecir verilir. Şayet Îblîs kulun onun vesvesesiyle yükseleceğini bilseydi, ona hiçbir şeyi ilkâ 20 etmezdi.” Şöyle demiştir: “Ehlullahtan bu tuzağa dikkat çeken hiç kimseyi görmedim.

Soru: Velîlerin göklerin hâlleriyle ilgili bilgiye ulaşma şekli nasıldır?

Cevap: Velîler bu bilgiye kalplerinin aynasının cilalanması sebebiyle ulaşırlar. Aynı şekilde Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vâris olmalarının hükmüyle cen25 net ve cehennem ehlinin hâlini keşfederler. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) küsûf nama­zında cennet ve cehennemi görmüş, putlar adına dişi develeri salan Amr b. Luhay’ı, sopa sahibini ve ölünceye kadar kedisini hapseden kadını ateşte görmüştür. Hadisin bazı tariklerinde “Cennet ve cehennemi bu duvarın genişliğinde gördüm.” buyurmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

KIRK YEDİNCİ MEBHAS

Velîlerden (ra) Resûlullah’a Vâris Olanlarının Makamı Hakkındadır

Velîlerin peygamberlere (aleyhisselâm) vâris oldukları hâl ve bilgiler açısından menzillerinin, 248.999 (iki yüz kırk sekiz bin dokuz yüz doksan dokuz) menzil olduğunu bilesin. Velâyette bir basamak hak eden herkesin bu menzillerin tamamına inmesi gerekir ve her menzilde kendisine sayılmaya­cak kadar ilim verilir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu menziller Mu­hammed ümmetine has olup, geçmiş ümmetlerden hiç kimse buna nâil olmamıştır. Her menzilde, başkasında bulunmayan özel bir zevk vardır.” Bunları el-Fütûhât’ın 73. bâbında zikretmiş ve 349. bâbda da şöyle demiş­tir: “Yüce Allah, onlara vâris olmam itibariyle bana nebîlerin makamları­nı öğretinceye kadar ‘Falan kimse, nebîlerin izi (kadem) üzeredir.’ deme­nin ve ‘Peygamberlerin kalbi üzerinedir.’ dememenin edepten olduğunu zannederdim. Zira velîler, peygamberlerin izinden gitmektedirler. Şayet peygamberlerin kalbi üzerine olsalardı, şeriat sahibi peygamberlerin nâil olduğuna nâil olurlardı. Allah, bana peygamberlerin makamlarını öğretin­ce, evliyânın iki mi‘racının olduğunu öğrendim. Velîler bunların birinde, [ileride] geleceği üzere, evliyâ olmaları ve şeriatla ilgili olmayan konularda ilham almaları itibariyle Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dışındaki diğer peygam­berlerin kalbi üzerinde bulunmaktadır. Diğerinde ise onlar, şeriat sahibi (resûl) olan diğer peygamberlerin izinde gitmektedirler. Onlar, şeriatları­nın mânalarını enbiyanın mişkâti üzerinden, Yüce Allah’tan alırlar. Şer‘î (emir ve nehiy) bilgileri doğrudan Allah Teâlâ’dan veya Rûhulkudüs’ten almaları onlar için doğru olmaz. Ancak bunların (emir ve nehiy) dışındaki bilgileri ilham yöntemiyle doğrudan Allah Teâlâ’dan veya Rûhulkudüs’ten almaları mümkündür.”

438. bâbda şöyle demiştir: “Peygamber vârislerinin ulemâ ve evliyâ ol­duğunu bilesin. Bunlardan evliyâ, ince düşüncelerden meydana gelen bâtınî hâl ve hükümleri muhafaza eder, ulemâ ise hemen ilk anda anlaşılan zâhirî hükümleri muhafaza eder. Âlimler de selef-i sâlihînin olduğu gibi, bâtınî hâllerde peygamberlere vâris olabilirler. Bu durumda onlar velî-âlim olurlar.

İnsanlar, onların bildirdikleri şeylerin tümüyle amel edip onlara uydukları için sadece “âlim” olarak isimlendirmişler, “velî” ismini onlara vermemiş­lerdir. Bugün insanların anladıkları şekliyle gerçekte bütün âlimler evliyâdır. Şüphesiz her velî amel eden âlimdir. Ancak her âlim, bazen bildikle­riyle amel etmediği için velî olmayabilir. Fakihler, makam ilmine ek olarak hâl ilimlerini de bildikleri için, gerçekte velîdirler.

Soru: Muhammedi vâris ile diğer peygamberlerin (aleyhisselâm) vârisleri arasın­daki fark nedir?

Cevap: Aralarındaki fark şudur; [diğer] enbiyanın vârislerinin hârikulâdelikler ve benzerlerinden olan âyetleri âfâktadır. Muhammedî vâri­sin âyeti ise kalbindedir. Bu nedenle Muhammedî vâris genelde meçhul­dür özelde ise mâruftur başka yerde değildir. Çünkü hârikulâdelik, onun kalbindeki hâl ve ilimdir. Onun her nefeste hâl ve zevk ilmi açısından, Rabb’i hakkındaki ilmi artar. “Mûcizeler Mebhasi”nin başında işaret edildiği gibi, bu şekilde devam eder. 439. bâbda şöyle demiştir “Muhammedî vârisin alâmetlerinden biri de kendisini her peygamberin arkasında (half) müşâhede etmesidir. Onlar yüz bin nebi olsalar vâris, sayıları ka­dar farklı mekânda kendisini görür. Zira enbiya ve resullerin tümünün hakikat ve şeriatları Hz. Muhammed’de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) toplanmıştır. Bu nedenle ona iman eden ve onu tasdik eden gerçekte bütün peygamberlere iman etmiş gibidir. Her ne kadar Muhammedî vârisin, her bir peygamberin arkasındaki sûreti farklı olsa da o, söz konusu sûretin kendisi olduğunu, başkası olmadığını bilmektedir.” Bunu uzunca anlatmış ve 73. bâbın 58. cevabında şöyle demiştir: “Bu Muhammedi döngü, bütün nebi ve resul­lerin izini (ayak izini) kendisinde toplamaktadır. Bunun gereği olarak bir velînin Hakk’ın huzurunda önünde gördüğü ayak izi, vârisi olduğu nebi­nin izidir. Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) izine ise kimse basamaz. Kimse onun kalbi üzerine de değildir. Aynı şekilde hiç kimse asla gerçek mânada ona vâris de olamaz. Şayet kâmil mânada ona vâris olursa onun gibi resul veya onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aldığı kaynaktan kendisine has bir şeriatı alan bir nebi olması gerekir ki hiç kimse bunu söyleyemez. Telbisten Allah’a sığınırız.

Soru: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”232 hadisiyle kastedilen ne­dir? Bunlar mutlak olarak âlimler mi yoksa muhaddesûn mudur?

Cevap: Bununla kastedilen, ilimleri sadece akıl ve duyularla sınırlı olma­yan ilim sahipleridir. Aksine bunlar, aklın kendi açısından muhâl gördüğü ilme sahip olan kimselerdir. Birine vâris olmak için mevrûsun berzaha inti­kal etmesi gerektiğini bilesin. Aksi takdirde buna veraset denilemez ve elde edilenler de hibe, atıyye ve minha olarak isimlendirilir. Bu durumda kul da vâris olarak değil, nâib ya da halife gibi tâbirlerle anılır. 380. bâbda şöyle de­miştir: “Veraset, mânevî ve mahsûs (hissedilen) olmak üzere ikiye ayırlır. Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söz, takrir ve fiilleriyle alâkalı haberler mahsûs, nefsi kötü ahlâktan arındırma, güzel ahlakla tezyîn etme ve her türlü ortamda huzur ve murakabe içerisinde Allah’ı çokça zikretme ise mânevî mirastır.”

Soru: Peygamberlere (aleyhisselâm) vâris olanların en büyüğü hangisidir?

Cevap: Şeyh’in 73. bâbın 13. cevabında dediği gibi, vârislerin en büyüğü iki hâtemdir. Bunların da biri diğerinden daha büyüktür. Yüce Allah onlar­dan birisi ile mutlak velâyeti, diğeri ile de Muhammedî velâyeti mühürle­mektedir. Mutlak velâyetin hâtemi Îsâ’dır (aleyhisselâm). O, bu ümmetin zamanında mutlak nübüvvet ile velîdir. Onunla, teşrînin ve risâletin arası ayrılmıştır. Bu yüzden âhir zamanda vâris ve hâtem olarak iner. Nasıl Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nübüvvetin hâtemi ise ve kendisinden sonra teşriî nübüvvet yoksa, Hz. Îsâdan sonra mutlak bir nübüvvetle [gelen] bir velî de yoktur. Dolayısıyla ondan sonra Îsâ (aleyhisselâm) her ne kadar ülü’l-azm ve resullerin önde gelenlerinden ise de onun hükmünün bu makamda, başkasına ait zamanın hükmüyle sona erdiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle mutlak nübüvvetin sahibi bir velî olarak gönderilecek, kendisine Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatı ilham edilecek ve Muhammedî velîler gibi onu anlayacaktır. O bizdendir ve efendimizdir. Âdem ilk anda nasıl nebî idiyse o da son anda nebî olacaktır. Böylece nübüvvet Muhammed ile velâyet de Îsâ ile mühürlenecektir.

Şeyh şöyle demiştir: “Muhammedi velâyetin hâtemi garbın kö­ken ve cömertlik açısından en kerîm olan adamıdır. Bizim zamanımız­da mevcuttur. Onunla (h.) 595 yılında Fas şehrinde bir araya geldim. Onda bulunan ve Hak Teâlâ’nın kullarının gözlerinden gizleyip bana Fas şehrinde gösterdiği alâmeti gördüm. Hatta onda Muhammedî velâyetin mührünü gördüm. Onun, sırrında gerçekleşen Rabbânî ilim­ler hususunda inkâr edilmek sûretiyle imtihan edildiğini gördüm.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir Velîlerin çokça harîkulâde şeyleri konuştuğunu bilesin. Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’yla konuştuğu gibi, kendisiyle de konuştuğunu iddia etmek gibi, şeriattan çıkacak bir şey söyle­medikleri müddetçe onlara teslim olmak gerekir. Zira aksi durum Mûsâ’nın ihtisas ve konuşulmak sûretiyle, insanlar arasından seçilmiş (istifâ) olmasını iptal eder. Kur’ân’da “Vahiy ya da perde arkasından olmanın dışında, Allah’ın hiçbir insanla konuşması söz konusu değildir.”233 buyrulmaktadır.

Soru: Însan neden “beşer” olarak isimlendirilmiştir?

Cevap: Kendisini ruh mertebesine katılmaktan alıkoyacak şeylerle bir­likte olduğu için beşer olarak isimlendirilmiştir. Şayet bu engellerden kur­tulursa, Allah Teâlâ ruhlarla konuştuğu gibi onunla da konuşur. Ancak onun beşeriyetinin kalkması imkânsızdır. Çünkü bu, onun bir parçasıdır ve ondan kopmaz. Dolayısıyla derecesi yükselse bile Allah Teâlâ’nın bu ümmetten herhangi bir kimseyle yüz yüze konuşması mümkün değildir.

Soru: Kelâm, muhâdese ve münâcât arasındaki fark nedir? Ehlullah, ne muhâdese ne de münâcâtı menetmektedir, sadece mükâlemeyi menet­mektedir.

Cevap: Îkisi arasındaki fark, mükâleme makamının sahibinin Hakk’ın kelâmını işitmesini gerektirmesidir. Muhâdese ve münâcâtta Hakk’ın kelâ­mını işitmek söz konusu değildir. Bunlar seher vakitlerinde Hakk’a yalva­ran onunla konuşan (müsâmere) ve kendilerine O’nu anlamanın bahşedildiği müctehidler gibidir. Ehlullahtan bazıları, herhangi bir velînin Hak ile muhâdese etmesini de reddetmişlerdir. Bunlar “Şayet ümmetimden muhaddesûn olsaydı, Ömer onlardan olurdu.” hadisinde kastedilenin de “münâcât” olduğunu söylemektedirler.

Soru: Velîlerin muhaddes olanlarıyla nebîler arasındaki fark nedir?

Cevap: Aralarındaki fark tekliftir. Nebînin aldığı ilâhî bilginin muh­tevasında teklif (emir ve nehiy) bulunması gerekir, muhaddesin hadisinde (konuşmasında) tek bir cümle dahi teklif bulunmaz. Sadece hâller ve ma­kamların ortaya çıkardığı hususlar hakkında gerçekleşir. Şeyh bunu 73. bâbda uzun uzadıya anlatmıştır.

Soru: Allah’ın nice kulları vardır ki onlar nebî olmadıkları hâlde ne­biler, onların Allah’a olan yakınlık ve makamlarına gıpta etmektedirler.”234 hadisiyle ne kastedilmektedir?

Cevap: Bununla kastedilenler, peygamberlerinin hidâyetleriyle hidâye­te eren ilim ve sülûk ehli kimselerdir. Ancak makamlarının yüce olmasın­dan dolayı bunların takipçileri/tâbileri bulunmamaktadır. Bunlar kıyamet günü, müsterih olurlar; büyük korku onları üzmez. İstikamet üzere olduk­larından kendileri adına, tâbileri bulunmaması hasebiyle de başkaları adına korku duymazlar. Şeyh bunları anılan bâbda zikretmiştir.

Soru: [Hadis] hafızların zayıf gördüğü hadisleri sahih kabul etmelerinden dolayı muhaddes olan evliyanın kimilerince tekfir edildiğini görmekteyiz.

Cevap: İnsanların bahsi geçen muhaddes olan velîleri tekfir etmesi insafsızlıktır. Zira muhaddeslerin hükmü müctehidlerin hükmü gibidir. Müctehidlerden birinin kendi ictihadıyla vardığı sonuca muhalefet etmesi nasıl doğru değilse aynı durum muhaddesler için de geçerlidir. Zira her ikisi de Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) takririyle meşrûdur. Şeyh Muhyiddin 73. bâbın 57. cevabında şöyle demiştir: “Asrımızın âlimleri, onların zayıf gördükleri bazı hadisleri sahih kabul ettiğimiz için bizi de tekfir etmişlerdir. Onlar bu tavırlarında ma‘zûrdur. Bu tâifeden her birinin doğruluğuna dair onlarda bir delil yoktur ve zann-ı gâlibe göre hareket etmektedirler. Şayet onlar­la ilgili olarak akıl yürütmenin hakkına riayet etselerdi onların hâllerini teslim ederlerdi. Bu Şâfiî’nin, Hanefi’nin hükmünü kabul etmesi gibidir. O, hâkimlerden Hanefî’nin hükmüyle karar vereni nakzetmez. Onların görüşlerinin ma‘zûr görülme nedenlerinden biri de şudur. Şayet sûfîlerin bu minvaldeki her iddialarını doğrulasalardı, onlarda ismet olmadığı için şeriata noksanlık girerdi. Bu yüzden kapıyı kapattık ve ‘Kapıyı kapatma­mız, bu konuda doğru söyleyenin sözüne zarar vermez.’ dedik.”

Şeyh şöyle demiştir: “Evet, onların yaptıklarını kabul ve tasvip ederiz. [Gayret-i dîniyyelerinden ötürü mânevî] mükâfata nâil olacaklarını da söyleriz. Fakat tam olarak ecir almaları, düşünce ayrılığında o velînin hatalı olduğuna dair kesin hüküm vermediklerinde söz konusudur. Şayet kesin olarak hata et­tiğine hükmederlerse onları hiçbir şey ma‘zûr gösteremez. Buna göre mezkûr velîlerin en azından Ehl-i kitap seviyesine indirilerek [söyledikleri karşında tevakkuf edilerek] ne tasdik edilmesi ne de kabul edilmesi gerekmektedir.” Yine Şeyh, 363. bâbın sonlarında şöyle demiştir: “İnsanların insafsızlıkla­rından biri de haberî sıfatlarla ilgili bir şeyi peygamberler getirdiğinde buna iman etmeleri, ancak onlara tâbi olanların havassından olan âlim ve velîler­den biri getirdiğinde iman etmemeleridir. Oysa deniz birdir. Keşke velîler­den bilgi geldiğinde ona iman etmiyorlarsa bile onu hikâye/nakil yönüyle kabul etseler. Peygamberler aklın imkânsız gördüğü şeyleri getirdiğinde, in­sanlar nasıl iman ediyorlarsa velîler getirdiğinde de iman etmeleri gerekir. Sık sık peygamberlerin nefehâtinden (esintiler) bir esinti onların tâbilerinin kalplerine eser ve onları, Bârî’nin (cc) sıfatlarına dair resullerin getirdiği ifa­delere muvâfakata sevk eder. Aslı kabul ettiğimiz gibi, ferî de toplayıcı bir muvâfakatla kabul etmemiz gerekir. Sakın nankörlük etme, bu hüsrandır.

301. bâbda da şöyle demiştir: “Keşif ehli olan velîlerin en çok reddedil­diği şeyler, aklın kabul etmediği konulardır. Oysa bunları Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dediğinde, iman edilerek ve te’vil edilerek kabul görürler. Ondan başka­sı söylediğinde ise kabul edilmez. Bu ise insafsızlıktır. Velîler kendilerine meşrû kılınanlar ile amel ettiklerinde onlara bu mertebeden ilâhî cömertlik esintileri eser. Peygamberler tarafından kabul edilen bu ilâhî meselelerin asıllarından Allah’ın diledikleri kendilerine keşfolunur. Peygamber getir­diğinde bizzat bunlara iman ettikleri hâlde, bir velî bunları getirdiğinde inkâr ederler. Bu inkâr edenlerin basîretleri ne kadar da kördür. En azından onların, eğer ehl-i te’vilden iseler bu velîye şöyle demeleri gerekir: “Eğer söylediğin hak ise buna sen muhatap oldun yahut bu sana keşfolundu, te’vili ise şudur.” Eğer zahirî ise şöyle der: “Nebevî haberde bunun benzeri geçmektedir. Bu nübüvvetin şartından değildir, Şâri‘ de bunu ne Kitap’da ne de Sünnet’te yasaklamıştır.”

Soru: Şayet velîlerin getirdiklerini kabul edersek, onların getirdikleri peygamberlerin getirdiklerine aykırı olduğunda hüküm ne olur?

Cevap: Bunun hükmü, reddetmektir. Velî keşif yöntemiy­le peygamberlerin keşfine muhalif bir şey getirdiğinde, peygambe­rin keşfine dönmemiz gerekir. Ve biliriz ki bu velîninin fikri ile keş­fine bir çeşit te’vil eklemesi sûretiyle keşfinde eksiklik meydana ge­lebilir. Keşfi korunmamıştır ve böylece rüyasını haber veren kim­se gibi olur. Ancak keşfi sahih olduğu hâlde, yorumda hata etmiştir.

Keşif asla hata etmez. Ancak [bu keşfin] medlûlü hususunda konuşan kimse, Allah’tan haber vermediği takdirde, hata da edebilir, isabet de edebilir. Şeyh Ebû Turab en-Nahşebî (ra) (ö. 245/859) şöyle demiştir: “Kalp Allah’tan yüz çevirmeye alıştığında, velîler hakkında dedikodu yapar.” Yine “Arifler, bilgisizce mücadele edenlerin sûfîleri inkâr ede­ceklerini bildikleri için, Hz. Meryem’in (aleyhisselâm) iftiracı ve inkârcılar karşı­sında, konuşmayı bırakıp işaretlere başvurduğu gibi, işaretlere başvurur­lar. Her âyet ve hadisin onların indinde iki yönü vardır: Birini bizzat kendilerinde, diğerini ise kendilerinden çıkan sonuçlarda görürler. Yüce Allah “Onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz.”[286] buyurmaktadır. Böylece inkârcıların kabul etmeleri ve onların şer ve çirkinliklerinden korunmak için, kendi nefislerinde bul­duklarını “tefsir” değil de “işaret” olarak isimlendirmişlerdir. Bu, onların Hak Teâlâ’nın hitaplarının mevzîlerini bilmemeleri ve bu konuda geç­mişlerin yolunu sürdürmeleri nedeniyledir. Yüce Allah, ehlullah ve daha başkalarının kitabında te’vil ettiklerini açıkça da ifade etmeye kâdirdir. Buna rağmen böyle yapmamış, genelin (avam) diliyle nâzil olan ilahî kelimelere, anlaşılması hâlis olanlara mahsus, derin anlamların ilimle­rini dercetmiştir. Aynı şekilde “Söz konusu inkârcılar insaflı davransa­lardı kendi nefislerini göz önünde bulundururlardı. Kendi aralarında kabul ettikleri/onayladıkları zâhirî gözle âyete baktıklarında bu hususta da derecelendiklerini ve mesela bu âyetin mânası hakkındaki kelâmda bir kısmının diğerine üstün geldiğini görürlerdi. Bu durumda faziletli olan, daha faziletli olanı, yetersiz olan ise bu konuda yeterli olanı ikrar edecektir. Tamamı aynı mecradadır. Kendi aralarında şahit oldukları bu üstünlüğe rağmen, ehlullah idraklarına kapalı olan bir şeyi getirdiklerin­de bunu inkâr ederler. Bu durum, onların (ehlullah) âlim olmadıklarına ve ilmin sadece örflerinde bilinen yöntemlerle, muallimden öğrenile­bileceğine inanmaları ve tasdik etmeleri sebebiyledir. Oysa ashabımız, ilmi sadece Rabbânî ve ruhanî bildirme (îlâm) ile elde etmektedir. Bun­lar o mertebede bulunmakta ve Allah’ın kalplerine açacaklarını bekle­mektedirler. Yüce Allah “İnsanı O yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.”[287] ve “İnsana bilmediklerini belleten.”[288] buyurmuş;

Hızırla ilgili olarak ise Ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”[289] buyur­muştur. Böylece inkarcıların “Öğretme olmaksızın ilim olmaz.” şeklindeki görüşleri tasdik edilmiş, ancak Allah’ın nebî ve resul olmayanlara bir şey öğ­retmeyeceğine dair görüşleri ise hatalı bulunmuştur. Yüce Allah “Hikmeti di­lediği kimseye verir.”[290] buyurmuştur. Hikmet, ilimdir. Verilen kimse “men” ise nekra olarak gelmiştir. Ancak söz konusu inkarcılar, dünyayı âhirete, hal­ka taalluk edenleri de Hakk’a taalluk edenlere tercih ettikleri, kitaplardan ve kendi cinslerinden olan insanların ağzından ilim almayı âdet hâline getir­dikleri ve bu kimselerin kendi zanlarına göre ehlullahtan olduklarını ve bil­diklerinden dolayı insanlar arasında imtiyazlı olduklarını düşündükleri için, Allah’ın bazı kullarının olduğunu ve onların -sırları içinde ilham meleğinin eliyle gerçekleşentalimlerini kendi üzerine aldığını bilmekten perdelenmişlerdir. Oysa O, onlara kendisi ve peygamberlerinin kelâmının mânalarını öğretmektedir. O, hakiki âlimdir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle de­miştir: “Ehlullah, bu nedenle kendini korumuş ve hakikatleri “işaretler” ola­rak isimlendirmiştir. Zira inkârcılar işaretleri görmezler, Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) şu sözü karşısında bu inkârcılar ne diyeceklerdir? “Şayet Fatiha’nın tefsi­riyle ilgili olarak size konuşsam, size yetmiş yük ağırlık yüklerim.” Bu, Allah Teâlâ’nın Kur’ân hususunda ona verdiği ledün ilminden başka bir şey midir? Zira fikirle buna ulaşılamaz. Ebû Yezîd el-Bistâmî (ra), dönemindeki inkârcılara hitaben şöyle derdi: “Siz ilminizi bir ölüden diğerine (nakledilenden) alıyorsunuz; biz ilmimizi ölmeyen diriden almaktayız.” Şeyh Ebû Medyen, birisi “Falan falandan nakletmiştir.” dediği zaman, şöyle derdi: “Bize işlen­miş et (pastırma) yedirmeyin, taze et yedirin.” Bununla ashabının himmetini yükseltirdi. Sanki “Başkasının fetihlerini (fütûh) bize anlatmayın, Allah’ın veya Resulü’nün kelâmı hakkında anladıklarınızla ilgili yeni olan fetihlerinizi söyleyin.” der gibiydi.

Îşte böylece ehlullahın kendi aralarında ıstılah hâline getirdikleri işaret­leri, kendileri için belirlemedikleri anlaşılmış oldu. Aslında onlar bu konu­da hak olanı açık bir şekilde bilmektedirler. Bunu sadece kendi aralarına katılanların onların içinde bulundukları mertebeyi bilmemeleri için, onla­rın yetersiz akıllarıyla bunu kavrayamayacakları endişesiyle belirlemişlerdir.

Zira aksi halde inkâr eder ve bu ilimden mahrum kalırlar. Çünkü ârifleri bir konuda reddeden kimsenin ceza olarak bundan mahrum bırakıldığı tecrübe edilmiştir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “İnkâ­rın aslı, beşer türünün tamamında bulunan hasettir. Şayet insanlar hase5 di bırakırlarsa, gönülleri aydınlanır ve ehlullahın ilimlerini idrak ederler.”

Bu kitabın mukaddimesinde bunu genişçe açıkladık. Şeyh Muhyiddin de el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin 30. bâbında uzun uzadıya bunun üzerinde dur­muştur. En doğrusunu Allah bilir.

KIRK SEKİZİNCİ MEBHAS

Sûfîlerin Bütün İmamlarının Rablerinden Bir Hidâyet Üzere Olduğu ve Şeriatı Bir Cevher Gibi Tanımladığı İçin İmâm Ebu’lKâsım el-Cüneyd’in Yolunun Sûfîlerin Yollarının En Sağlamı Olduğu Hakkındadır

Allah sana merhamet etsin, sûfînin hakikatinin sadece kendi ilmiyle amel eden bir fakih olduğunu bilesin. Yüce Allah onu ilmiyle şeriatın ince­lik ve sırlarına öylesine muttali kılar ki onlardan biri, müctehid imamların şeriatın furûundaki konumu gibi, tarikat ve sırlarda müctehid olur. Bu yüzden tarikatta, şeriatın açıkça ifade ettiklerine zâit olarak birtakım vâcipleri, haramları, mendupları, mekruhları ve evlâ olana muhâlif olan şeyleri hükme bağlamışlardır. Bu tıpkı müctehidlerin bunların benzerlerini istinbat etmeleri yahut [bir şeyi] hükümsüz kılmaları gibidir. Başka bir deyişle müctehid imamların vâcip kıldıkları ve şart koştukları şeylerin ihlali yahut haram kıldıkları şeyleri yapmalarıyla ibadet ve akitleri hükme bağlamaları gibidir. Bu onların (ra) işidir. Bunlardan kime velâyette bir paye verilmişse, tarikatta müctehiddir ve kendisinde taklit ancak şeriatın açıkça belirttiği ve imamların ittifak ettiği hususlarda bulunur. Kim bir âlimi taklit edip de [kendisi için] kemâl makamını iddia ediyorsa o doğru sözlü değildir. Ali el-Havvâs’ın (ra) defalarca şöyle dediğini işittim “Bize göre bir kimse, müctehidlerin aldığı gibi ilim almadıkça tarikatta kemâle ermez.”

Sûfîlerin başkalarından farklı olarak sahip olduğu özelliklerden biri de kitap ve sünnetle amel etmeye götürecek, tarikatla ilgili bilginin kendileri­ne verilmesidir. Şayet onlara “Sıradan hiçbir meylim kalmayacak şekilde, dünyaya karşı zâhid olmak istiyorum.” derseniz; size “Perdelerin yırtılıp, Îbrâhim b. Edhem gibi, dünyadaki mertebe ve nimetlerden yana zâhidleşen kimse gibi, bizzat gözlerinle görüp âhireti idrak edinceye kadar Allah’ı gece gündüz zikret. Bunu gördüğün zaman, kesinlikle dünyaya karşı zâhid olmuşsun demektir.” derler. Şayet insanların geneli “Dünyaya rağbet et” derlerse, onlara kulak verme! Ey kardeş, bunu bir âlime söylersen, sana “Allah Teâlâ sana başka bir şeyi değil, zâhid olmanı emretmiştir.” der. Bu durum tarikatta ilerlemeye imkân vermez. Bunun durumu, tıpla ilgili bir kitabı ezberleyen ve hastalığın ilacını bilmeyen kimsenin durumu gibidir. Dolayısıyla bazı insanların sûfîleri inkâr etmelerinin sebebinin, onların id­raklerindeki titizlik olduğu anlaşılmaktadır. Şayet inkârcı edep gözetirse; Kitap, Sünnet ve icmâya aykırı olmamak kaydıyla, anlayışına aykırı gelen her şeyi kabul eder. Mısır’da kendi döneminde âlimlerin sultanı olan Îzzeddin b. Abdüsselâm’ın er-Riâye kitabında şunu gördüm “Bütün insanlar şeriatın şeklini dikkate aldılar, sûfiyye ise asla sarsılmayacak olan kaideleri­ni dikkate aldı. Onların elinde meydana gelen ve onların yoluna girmediği takdirde ilmi ne kadar olursa olsun, hiçbir âlimde zuhûr etmeyen keramet ve hârikulâdelikler de bunu teyit etmektedir.” Onun bundan önce şöyle dediğini de duyduk “Bu, bizim elimizde bulunan şeriatın, naklin dışındaki bir yoludur.” Sonra da şöyle der: “Bizde bulunanın dışında şeriatın bâtınî bir ilminin olduğunu iddia edenin iddiası bâtıl ve zındıklığa yakındır.” An­cak Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî ile korunmuş [şehir] Mısır’da bir araya ge­lip ondan ilim alınca, sûfîlerin yöntemini alabildiğine övmeye başlamış ve şöyle demiştir: “Bu, peygamberlerin ahlâkını bir araya getiren bir yoldur.” Hüccetü’l-Îslâm el-Gazzâlî (ra) de başlangıçta Şeyh Îzzeddin’in dediklerini derdi. Ancak sûfîlerle bir araya gelip onların yöntemini tadınca “Ömrümü­zü boş şeylerle geçirdik.” demiştir. Bununla cedel ehlinin sözün amele galip gelen yöntemiyle uğraşmasını kastetmiştir. Gerçekte fıkıhla uğraşmak, boş değildir. Hatta bu, tarikatın temelidir. Tarikat ehlinin özelliklerinden biri de bütün hareket ve duruşlarının Kitap ve Sünnet’e uygun olmasıdır. Bu da ancak hadis, tefsir ve fıkıhta derinleşerek bilinir. Gazzâlî’nin “Fıkıhla uğraşmak boştur.” demesi, sûfilerin yoluna olan aşkından söylenmiş bir sözdür. Aşığın hükmü, sarhoşun hükmü gibidir. Şayet hâlini düşünseydi, fıkhın tarikatın temeli olduğuna dair söylediklerimizi ve sûfînin nihaî he­definin sadece ilmiyle amel eden bir âlim olmak olduğunu anlardı.

Efendim Îbrâhim ed-Desûkî şöyle derdi: Şayet fakih, şeriatın ibadet ve emir­lerini illetsiz bir şekilde yerine getirirse, şeyhe muhtaç olmaz. Ancak ibadetleri illet ve hastalıklarla birlikte yaptığı için, kendisini tedavi edecek şifa bulmasını sağlayacak bir tabibe muhtaçtır. Bu nedenle tâbiûn, şeyhlerin talebelerinde ol­duğu gibi, halvet ve riyâzete muhtaç olmamışlardır. Dönemlerinde böyle bir şey olmadığı ya da neredeyse yok denecek kadar az olduğu için, onlardan hiç­birinin bâtınî hastalıkların tedavisi ile ilgili bir eser yazdığı nakledilmemiştir.

Onların bütün gayretleri, şeriatın hadislerini bir araya getirmek ve bun­larla azîz olan Kitap arasındaki uygunluğu ortaya koymaktı. Bu gerçek­ten de o dönemde belki de bulunmayan söz konusu hastalıkları tedavi etmekten daha mühimdi. Îşte bununla “Müctehid imamlar neden ta5 savvufla ilgili bir şey yazmadılar? Ya da sûfîlerin yaptığı gibi kalplerinin cilâlanması için neden zikirle meşgul olmadılar?” şeklindeki sözlerinin cevabı da hâsıl olmuştur. Hiçbir akıl sahibi, müctehid imamlarda ucb, ri­ya, nefret, kin, hile veya aldatmanın bulunduğunu ve bunlarla mücâhede etmediğini kesinlikle söyleyemez. Şayet onlar, bu tür şeylerin kendilerin10 de bulunduğunu bilselerdi, bunun ilacını her şeyden öne alırlardı. Zira bir vâcibin kendisi olmadan tamamlanması mümkün olmayan şey de vâciptir. “Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı verme­leri emredilmişti. Îşte bu dosdoğru dindir.”[291] Anla!

15 Sûfiyyenin diğer imamlarının da müctehid imamlar gibi, Rablerinden bir hidâyet üzere olduklarını ve onların yoluna girip ıstılahlarını öğrenmeden, hiç kimsenin onların sözlerini reddetmemesi gerektiğini anladın. Şeriatın zâhirine aykırı olan şatahatların[292] tamamı, ya sonradan sokuşturulmuş ya o andaki hâlin galebesiyle ya da tarikatta henüz işin başındayken söylenmiştir.

20 Cüneyd gibi kâmil olanlara gelince, bunlar dinin hâmileri olduğu için, yön­temleri altın gibi edep üzere kurulup benimsenmiştir. Allah onların tama­mından razı olsun. Biz de başkaları gibi, Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd’in yolunun tamamıyla düzgün olan yöntem olduğunu ve buna giren herkesin kurtuluşa erdiğini kaydettik. Zira Celâleddin el-Mahallî ve başkaları onunla ilgi olarak

25 şöyle demişlerdir: Bid‘atlardan uzak, teslim, tefviz ve nefsânî hazlardan uzak­laşma üzerine kurulu bir yoldur. Bu, yolların en doğrusudur. Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’nin akidedeki yolu gibidir. Bu nedenle “Îfrat ve tefritten uzak ol­duğu için Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’nin akaiddeki yönteminin en güzel yöntem olduğuna inanırız.” demişlerdir. Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: Dalâ30 let ehlinden Ebu’l-Hasan aleyhinde konuşanların sözlerine iltifat edilmez.

Onun imâmeti ve celâleti konusunda ümmetin tefsir, hadis, fıkıh ve usul âlimlerinin, akaidde onun görüşüne güvenmeye dair söyledikleri bize yeter.

Aynı şekilde Ebü’l-Kâsım el-Cüneyd’in celâletine dair insanların söy­ledikleri ve “O, ilim ve amel açısından söz konusu taifenin efendisidir.” şeklindeki sözleri de bize yeter. O buna layıktır. Şöyle derdi “Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile inşa edilmiştir.” Burada kıyas ve icmâyı zikretmemesinin sebebi, bunların delâletlerinin Kitap ve Sünnet’e uygun olması durumunda bilinmesidir. Cüneyd Kitap ve Sünnet’i zikrettiği için [ayrıca] kıyas ve icmâya ihtiyaç duymamıştır. Yine “Bir adam, havada bağdaş kursa, onu Kitap ve Sünnet’e bağlı görmedikçe, ona iltifat etmeyin.” derdi. “Tari­katlar, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) izinde gidenlerin dışında, herkese kapalıdır.” der­di. Aynı şekilde “Şayet hâkim olsaydım ‘Lâ mevcûde illellah’ veya Allah’tan başkasının fiilinin olmadığını söyleyenin boynunu vururdum. Çünkü bu sözün zâhiri, Allah’tan başkasını yok saymak ve teklifi hükümlerin tama­mını yıkmaktır.” derdi. Celâleddin el-Mahalli ve başkaları şöyle demiştir: “Şeyh Cüneyd’i, Halife Ca‘fer Muktedir-Billâh’ın nezdinde zındıklıkla it­ham edilen ve onun boyunlarının vurulmasını emrettiği sûfiler grubunun içinde sayanlara itibar edilmez. Bize, cemaatin şeyhi olmasına rağmen Cüneyd hariç hepsinin tutuklandığı bildirilmiştir. Çünkü o, tarikat ehlinin sözlerini onlardan olmayan kimselere söylemezdi. Ebu Sevr mezhebi üzere fıkıh ve fetvâ işleri ile iştigal ederek gizlenirdi. Sûfilerin ilimleriyle ilgili konuşacağı zaman evinin kapısını kapatır, anahtarın da üstüne otururdu. Aynı şekilde Hasan el-Basri (ra) hakkında da benzer şeyler bize ulaşmıştır. Onlar şöyle derlerdi: Onların ıstılahlarını bilmeyenlerin yanında Allah’ın velilerinin yalanla ve iftira edilerek zındıklıkla suçlanmasını ister misin? Cüneyd’in, Ebû Yezid gibilerinin söyledikleri şathiyeleri söylediğine dair bize hiçbir bilgi gelmemiştir. Bütün bunlar, onun kâmil olmasındandır.

Celâleddin el-Mahalli şöyle demiştir: “Susan sûfılerin boyunlarının vu­rulması için yaygı serilince, sonlarda bulunanlardan Şeyh Ebû Hasan enNûri öne çıkarak cellâda ‘Arkadaşlarımdan önce benim boynumu vurun.’ dedi. Cellât nedenini sorunca ‘Arkadaşlarımı bir anlık hayat için kendime tercih ederim.’ demiştir. Cellât şaşırarak durumu halifeye bildirmiş, o da on­ları kadı Îsmâil b. Îshâk el-Mâliki’ye havale etmiştir. Nûri’ye fıkhi meseleleri sormuş o da cevap vermiştir. Daha sonra ‘Allah’ın nice kulları vardır ki kalk­tıklarında Allah için kalkar, konuştuklarında Allah için konuşurlar. ’ demiştir.

Kadı onun söylediklerini kabul etmiş ve Şayet bunlar zındık ise, yeryü­zünde hiçbir müslüman yoktur.’ şeklindeki kanaatini halifeye iletmiştir. Halife de onları serbest bırakmıştır. Allah onların tamamından razı olsun.” Îbn Eymen Risâlesi’nde Ahmed b. Hanbel’in (ra) geceleyin kendisine sûfilerden bir topluluğun inip onu âciz bırakıncaya değin şer‘î meseleleri sorup sonra havaya yükselmeleri hadisesine kadar ilk başlarda oğlunu sûfîlerle oturmaktan menettiğini nakletmiştir. O vakitten itibaren oğluna sûfîlerle oturmasını emretmiş ve onların Allah korkusundan ve O’nun şeriatının sırlarından bizim idrak edemediklerimizi idrak ettiklerini söylemiştir. Bir meselenin cevabını veremeyince, Ebû Hamza el-Bağdâdî’ye “Ey sûfî, bu konuda ne dersin?” derdi. Herhangi bir cevap verdiğinde bunu alırdı. Kuşeyrî, Îbn Süreyc’in Cüneyd’i reddettiğini söylemiş ve şu olayı nakletmiştir: Bir gün Îbn Süreyc gizlenerek Cüneyd’in haberi olmaksızın onun mecli­sine katılmıştır. Cüneyd ayrılınca, Îbn Süreyc’e “Bu adamın sözlerinde ne gördün?” denilmiş o da “Onun sözlerinden hiçbir şey anlamadım. Ancak sözlerinin etkisi bâtıl bir etki değildir.” demiştir. Dolayısıyla her asırda, ger­çekte şeriattan çıktıkları için değil, fakat âlimlerin idraklerindeki titizlik­ten dolayı sufîlerin [bazı âlimlerce] reddedilmiş olduğu anlaşıldı. Halbuki âlimler için bu [şeriattan sapma] câizse bile, evliya hakkında bunu söyle­mekten Allah’a sığınırız. et-Tabakâtü’l-Kübrâ’nın mukaddimesinde bunun üzerinde uzunca durduk. En doğrusunu Allah bilir.

KIRK DOKUZUNCU MEBHAS

İctihadlarıyla Amel Etmenin Vacip Olması ve Hata Etseler Bile Şâri‘ Tarafından Ecir Verilmesi Açısından Bütün Müctehid İmamların Rablerinden Bir Hidayet Üzere Olmaları Hakkındadır

5 Bu husus, Allah Teâlâ’nın izniyle ilerde açıklanacaktır. Ey kardeş, bil ki imamlarla ilgili tenkitleri cevaplayan mebhas, hangi açıdan olursa ol­sun buna yetmektedir. Bunun tahkiki ise başka bir yerdedir. Bu mebhasi, bütün müctehidlerin isabet ettiğine dair tercih edilen görüş üzerine bina ettiğimizde, bize itiraz edilmemesi gerekir.

10 Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) şunu dediğini işittim: “Gayretinizi ulemânın görüşlerini bir araya getirmek için harcayın. İki görüşü dik­kate almak, birini lağvetmekten daha evlâdır. Bununla ulemânın söz­leri arasındaki çelişkiler azalır. Keşif makamına kim ulaşırsa, müctehid imamların hiçbir görüşünde, Kitap ve Sünnet’ten çıkmadıklarını görür 15 ve bütün bunların şeriat nûrunun şuâlarından alındığına şahit olur. Zi­ra onlar peygamberlerin izlerinden gitmektedir. Kardeş, peygamberlerin (aleyhisselâm) zâhiren senin tâbi olduğun şeriata muhalif olarak getirdiği her şeyin sıhhatine iman etmen ve tasdik etmen senin için nasıl vâcip ise aynı şe­kilde senin mezhep imamına muhalif de olsa müctehidlerin çıkardıkları 20 hükümlerin doğru olduğuna iman etmen ve tasdik etmen de vâciptir.” Allah’a hamdolsun, imamların delillerini araştırdım ve görüşlerinin ta­mamının bir âyet, bir hadis, bir rivayet ya da sahih bir asıl üzere bina edilen sahih bir kıyasa dayandığını gördüm. Ancak görüşlerinden bazı­ları, doğrudan âyet, hadis ya da eserden alınmış, bazıları bunların mef-

25 humundan ya da bu iktibastan alınmıştır. Aynı şekilde görüşlerinden bazıları yakın, bazıları daha yakın, bazıları uzak, bazıları da daha uzaktır. Bunların tamamı, asıl olan şeriatın nûrunun huzmelerinden alınmıştır. Aslı olmayan bir fer‘in bulunması imkânsızdır.

Bunun izahı şudur: Tertemiz şeriatın nûru, apaçık bir nûrdur. An30 cak kişi, ona her yaklaştığında, onu başkasına göre daha aydınlık bu­lur. Bağlılık silsilesi dahilinde kalmak kaydıyla, ondan her uzaklaştı­ğında ise şeriatın kaynağına yakın olana göre daha az aydınlık olduğu­nu görecektir. Mezhep âlimlerinin görüş farklılığı ve bu asrımıza kadar bazılarının diğerlerinin görüşünü zayıf görmesinin sebebi de budur. Şu anda bizimle Şâri‘ arasında on beş civarında devir vardır. Dikkatini bu dönemlerin tamamına yoğunlaştırarak, bütün devirlerin görüşünün şeriatın kaynağıyla ilişkisini görecek kimse nerede! Efendim Ali el-Havvâs şöyle derdi: “Bütün müctehid ve onların taklitçilerinin görüşlerinin kendisinden çıktığı şeriatın tertemiz kaynağının misali şudur: İlk kay­nak, avcı ağı gibidir. Bu kaynağın âlimlerinin sözlerinin misali ise ondan ayrılarak sair devirlere yayılmış gözeler örneğidir. Allah Teâlâ’nın basîretini açtığı, birinci kaynağı ve ondan ayrılan kolları idrak eden kimse, bütün İslâm âlimlerinin görüşlerinin hak olduğunu ikrar eder ve onların gölgenin şahsa yahut parmakların ele bağlı olduğu gibi ilk kaynağa bağlı gözeler olduğunu görecektir. Allah Teâlâ’nın basîretini açmadığı kimse ise, gözünün görmediğini zorunlu olarak hatalı bulacak ve onu şeria­tın dışında görecektir.” Şöyle demiştir: “Belirttiğimiz gibi, iki görüşe in­dirgenebilir. Ya bütün müctehidler isabet etmiştir ya da isabet eden bir kimsedir, diğerlerinin tamamı ise hata etmiştir. Usulcülerden bir grup bi­rincisini benimsemiştir. Mâlikîlerden Ebûbekir İbnü’l-Arabî ve başkaları bunlardandır. Cumhur ise ikincisini benimsemiştir.” Allah’a hamdolsun bir terazi (mîzan) belirledim ve her iki görüşün delillerini orada açıkla­dım. Mezhep ehlinin daha çok imamlarının görüşüne meyilli olduklarını ve başkasının görüşüyle amel etmekten zaruret dışında yüz çevirdiklerini görünce, bundan rücû ettim.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) şöyle dediğini işittim: “Bize gelen bütün görüşlerin aslı mücmel olarak Kitap ya da Sünnet’te vardır. Şayet böyle olmasaydı Yüce Allah, Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘İnsanlara indirileni ken­dilerine açıklayasın diye’ buyurmazdı. Aksine beyan etmeksizin sadece Kur’ân’ı tebliğ etmekle yetinirdi.” Şöyle demiştir: “İbarenin sadece ibarey­le detaylandırılacağı bilinen bir gerçektir. Buna bağlı olarak peygamberler (salla'llâhü aleyhi ve sellem), azîz olan Kitap’ta mücmel olarak yer alanları tafsil etme konusunda Hakk Teâlâ’nın, müctehidler de mücmel olarak söyledikleri konusun­da peygamberlerin, müctehidlerin tâbileri de mücmel olarak söyledikle­ri konusunda onların nâibleridir. Bu söz kendilerinden sonra gelenlerden günümüze kadar her devrin insanları için geçerlidir. Her devrin ehli ken­dilerinden önce gelenlerin mücmel olarak ifade ettiklerini tafsil ederler.

Şayet bu icmalin hakikati âleme sirayet etmeseydi, kitaplar şerhedilmez, bir dilden başka bir dile tercüme edilmezdi. İnsanlar birbirilerinin sözlerini tefsir etmez, şerhlerine haşiyeler yazmazdı. Hatta bazen haşiyelere de hâşiye yazıl­mıştır. Bunun sırrı şudur: Şâri‘den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başkası, şer‘î bir hüküm hakkında konuştuğu zaman, onun ilgili ibare hakkında sorulan bütün soru ve hüküm­leri getirmesi mümkün olmaz ki bu ibaredeki soru ve hükümleri açıkça dile getirebilsin. Doğrusu bu kimse Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aksine hükümlerin çoğunu unu­tur. Zira o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ancak Rabb’inin vahyiyle konuşur, hatalardan, mânanın yetersizliğinden ve doğru olmayan şeyleri söylemekten mâsumdur. “Rabb’in unutmaz.”[293] Şâri‘in dışındakiler ise tam tersinedir.” Yüce Allah “Eğer Al­lah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!”[294] buyurmuştur. Bununla her devirdekilerin kendilerinden sonrakiler için rahmet olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde -insanlardantâbi/halef olanın da seleften takip ettiği kimseye iyiliği vardır. Zira onun ilmi, takip ettiği kimsenin ilmidir. Bu yüzden takip ettiği kimsenin sayfalarına sevap yazılır. Bütün Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinin ilimleri, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) efendi­mizin sayfalarındadır. Ancak müctehid ve diğerlerinin aksine bunda minnet yoktur. Anla! Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kıyamete kadar, hükümleri çıkara­cak kaynağı kendilerine vermesi nedeniyle müctehid ve mukallitler üzerinde minneti vardır. Müctehidlerin onun üzerinde bir minneti (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söz konusu değildir. Doğrusu kıyamet gününe kadar onları taklit edenler üzerinde bir minneti vardır. Zira tâbi olmasaydı her devirde insanlardan tâbi olunanların kendi değerince kemâli zâhir olmazdı. Anla! Aynı şekilde Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeri­atının hadisleriyle Kur’ân’da mücmel olana dair beyanı olmasaydı, Kur’ân zamanımıza kadar mücmel bir şekilde kalırdı ve namazı ve tahâreti nasıl eda edeceğimizi, tahâreti bozan şeyleri bilmezdik. Zekâtın nisab miktarını, şart­larını, oruç ve haccın vâciplerini, bunları bozan şeyleri, akit ve muamelelerin keyfiyetini ve şu anda bildiğimiz daha başka şeyleri bilmezdik. Aynı şekilde müctehidler, şeriatın mücmel bıraktığı şeyleri mukallitler için beyan etme­seydi, sünnet mücmel bir şekilde kalmaya devam ederdi. Bu, kıyamete kadar onlardan sonraki her dönem için böyledir. Her devir, kendisinden önceki dönemde mücmel olanı tafsil eder. Müctehidlerin, sünnetin beyanı olmaksı­zın Kur’ân’daki mücmel olanı bildiklerini iddia eden kimse, bize bu konuda bir örnek getirmelidir ki muhtemelen bulamayacaktır.

Bunun izahı şudur: Tâbinin, metbûnun ilim dairesinin dışında bir il­mi asla yoktur. Bu, velîlerin keşfinin peygamberinin Kitabı ve Sünnetini asla aşmaması gibidir. Keşif yöntemiyle elde ettiği bir bilgiyi bize getirdiği takdirde, bunu Kitap ve Sünnet’e arzedip, bunlara uygunluğu tespit edil5 medikçe, onunla amel etmemiz câiz olmaz. Beyhakî’nin Süneninde, Ömer b. Hattâb’ın (ra) Şüreyh’i kadı olarak tayin ettiğinde “Bak, Allah’ın (cc) kitabında açık olan bir şeyse hiç kimseye sorma. Allah Teâlâ’nın kitabında çözümünü bulamazsan Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnetinde ara. Sünnette de bulamazsan ictihad et. Dilersen bana sorabilirsin, ancak bana sorduğun 10 her şeyde senin görüşünü kabul ederim.” demiştir. el-Menhecü’l-Mübîn fi Beyâni Edilleti’l-Müctehidîn isimli kitabımızın mukaddimesinde açıkladı­ğımız gibi, müctehidlerin tamamı, dinî bir konuda kendi reyleriyle görüş beyan etmekten kaçınmışlardır. Bu kitabın benzeri İslâm tarihinde yazıl­mamıştır. Ona bakabilirsin. Bu konuda söylediklerinin özeti, Beyhakî’nin 15 Ömer b. Hattâb’dan (ra) senediyle birlikte naklettiği ve onun insanlara fetvâ verdiğinde “Bu, Ömer’in görüşüdür. Doğruysa Allah’tan, yanlışsa Ömer’dendir.” demesidir. Ayrıca istiğfar ederdi. Yine Beyhakî, İbn Abbas, Atâ, Mücâhid ve Mâlik Enes’in (ra) “Allah’ın Resulü’nden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka, her­kesin görüşü kabul de edilebilir red de edilebilir.” dediklerini nakletmek20 tedir. Ebû Hanîfe’nin (ra) de “Benim delilimi bilmeyen kimsenin benim görüşümle fetva vermesi doğru olmaz.” dediği nakledilmiştir. Fetva ver­diğinde ise “Bu, Nu‘mân b. Sâbit’in (kendisinin) görüşüdür ve bu takdir ettiğimiz en güzel görüştür. Şayet daha güzelini getiren birisi olursa, bu daha da isabetli olur.” demiştir. İmâm Mâlik şöyle derdi: “Resûlullah’tan 25 (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka, herkesin görüşü alınır da reddedilir de.” Hâkim ve Beyhakî, İmâm Şafii’nin (ra) şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Hadis sahihse, benim mezhebimdir.” Başka bir rivayette “Görüşümün hadise aykırı olduğunu gördüğünüzde, hadisle amel edin ve görüşümü duvara çalın.” demiştir. Bir gün Müzenî’ye “Ey Ebû İbrahim, benim her söylediğimi taklit etme, bir de 30 kendine sor. Bu, dindir!” demiştir. O (ra) şöyle derdi: “Ne kadar çok olursa olsun, ne kıyasta ne de başka bir şeyde; Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç kim­senin görüşü hüccet değildir. Sadece Allah ve Resulü’ne teslim olarak itaat etmek vardır.” Onun reyden uzak durduğuna dair, kendisinden nakledilen her şeyi bir kitapçıkta naklettik. İmâm Ahmed (ra) şöyle derdi: “Allah ve 35 Resulü’nün olduğu yerde, hiç kimseye söz söyleme hakkı yoktur.”

Şöyle dedim: Bu nedenle fıkıhta ona ait bir kitap yazılmadı. Onun bü­tün görüşleri, ilgili adamların sinelerinden alınmıştır. Onun namazla ilgili otuz bin mesele belirlediği, bir gün birisinin bir mesele hakkında kendisine soru sorduğu bize ulaşmıştır. O da “Beni taklit etme, Mâlik, Evzâî, Nehâî 5 ve başkalarını da taklit etme. Onların yaptığı gibi, hükümleri Kitap ve Sünnet’ten al.”demiştir. Bu, ictihad kudretine sahip olanlar içindir. Zayıf olanlara gelince, imamlardan birini taklit etmesi vâciptir. Aksi takdirde helâk olur ve yoldan çıkar.

Soru: Hüküm çıkarmada müctehidlerin delili nedir? Açıkça vârit olan10 lara bağlı kalmazlar mı?

Cevap: Onların ictihad konusundaki delili, mi‘rac gecesi namazla ilgili olarak Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Mûsâ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile Rabb’i (cc) arasında gidip ge­lerek yaptığı ictihaddır. Yüce Allah Muhammed ümmetine elli vakit namaz farz kılınca, hiçbir itirazda bulunmadan ve “Bu, çoktur.” demeden, Hz. 15 Mûsâ’nın yanına indi. Mûsâ (aleyhisselâm) “Rabb’ine dön” dediğinde karasız kaldı.

Zira ümmetine olan şefkati, bu tekliflerin ağırlığı onları sıkıntı, bıkkınlık ve nefrete düşürmesin diye onu tahfife sevk etmişti. Böyle kararsız kalınca iki hâlden hangisinin evlâ olduğunu tercih hususunu araştırmaya koyul­du. İşte bu ictihaddır. Rabb’ine müracaat etmek kendisine ağır basınca 20 Hz. Mûsâ’nın sözüne dönmüş oldu. Böylece bu mesele Rabb’inin (cc) iz­niyle tamamlandı. Allah’ın izniyle, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine hü­kümlerin meşrû kılınmasında kendisiyle ilgili hususta onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için bir rahatlatma vardır ki böylece sıkıntı çekmesin. Bununla birlikte Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmeti ile ilgili olarak hükümlerin meşrû kılınmasında ise Hz. 25 Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kalbi için bir teselli bulunmaktadır. Zira Mûsâ (aleyhisselâm) nefsine döndüğünde ve içinde bulunduğu şefkat yoğunluğu hâli hafiflediğinde Muhammed ümmetini elli vakit namazla mükellef kılan Allah Teâlâ’nın onlara kendisinden daha şefkatli olduğunu görecek ve ibadette elli vakit namazın Allah’ın (cc) celâline yaraşan en az miktar olduğunu ve bunun 30 kullara fazla gelmeyeceğini anlayacaktı.

Aynı şekilde şayet Allah Teâlâ onlar için elli vakit namazı ka­rarlaştırmışsa, kılmaları için onları mutlak sûrette takviye ettiği­ni de anlamış oldu. Zira kuvvet Allah’tandır ve hiç kimseyi de gü­cünün yetmediği bir şeyle sorumlu tutmaz. Daha sonra Mûsâ (aleyhisselâm), müracaat konusunda söylediklerinden pişmanlık duyunca Allah katında verilen karar değişmez”244 âyetiyle son dönüşte, onun kalbini rahatlat­mıştır. Allah Hz. Mûsâ’yı, sözünün daha arz edilmeden önce değişikliği kabul eden bir söz olduğu bilgisine muttali kılarak rahatlatmıştır. Bu nedenle söz konusu âyetle sevinmiş, ilâhî kelâmda değişen ve değişme­yenlerin bulunduğunu öğrenmiştir. Alîm ve Habîr olan Hak Teâlâ’nın farz kıldığına karşı yaptığı itirazdan pişmanlık duyduğu kelâmının, karar O’ndan çıkıp kesinleşince değil, sadece arzedildiği zamanda gerçekleşti­ğini anlamıştır. Böylece müctehid imamların ictihadda bulunmalarının teşrî kılınmasında Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalbi için bir rahatlatma var­dır. Dolayısıyla o, onlara, onlar da ona örnek olmuştur. Müctehidlerin ictihadının kaynağı budur.

Şöyle dedim: İmamları hüküm çıkarmaya yönelten hususlardan biri de Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Kim, güzel bir gelenek (sünnet) başlatırsa, bunun ve bununla amel edenlerin misli kadar ecir alır.” hadisidir. Anla!

Soru: Birinin müctehidin görüşünü tenkit etmesi câiz midir?

Cevap: Müctehidin görüşünü tenkit etmek hiç kimse için câiz de­ğildir. Zira Şâri‘, müctehidin hükmünü kabul etmiş ve Allah’ın bunu kabul etmesiyle şeriat hâline gelmiştir. Müctehidi hatalı bulan kimse, bizzat Şâri‘i verdiği hüküm konusunda hatalı bulmuş gibi olur. Bu, bili­yor olmalarına rağmen dikkat çektiğimiz hususların üzerinde durmadık­ları için birçok mezhep ehlinin hataya düştüğü bir meseledir. Şeyh, bu hususu el-Fütûhâtın “Mestler Üzerine Mesih” bâbında zikretmiştir. Aynı eserin “el-Vesâya Bâbı”nda ise şöyle demiştir: “Herhangi bir müctehidi tenkit etmekten, bir kısım cahil sûfîlerin yaptığı gibi, mârifet ve sırların onlara kapalı olduğunu söylemekten sakının. Bu, imamların makamı­nı bilmemektir. Müctehidlerin, gayb bilgileri konusunda derin bir izleri (el-kademü’r-râsih) vardır. Onlar, her ne kadar zanla hükmediyorlar ise de zan da ilimdir. Onlarla keşif ehli arasında sadece yöntem farkı vardır. Resullerin ümmetlerine hüküm koymalarına benzer bir şekilde ictihadlarıyla ümmet için hüküm koymaları sebebiyle onlar peygamberlerin makamlarındadırlar.

369. bâbdaki müctehidleri öven uzun sözlerden sonra şöyle demiştir: “Müctehidlerin peygamberlerin gerçek vârisleri olduğu anlaşıldı. Zira on­lar ictihad etmeleri itibariyle nebî ve resullerin konumundadırlar. Çünkü Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), onlara ictihadla hüküm çıkarmayı mubah kılmıştır. Bu, Şâri‘in emrinden çıkan bir teşrîdir. Dolayısıyla bütün müctehidler, ictihadla teşrîde bulunmaları itibariyle isabet etmişlerdir. Bu, bütün peygamber­lerin mâsum olmaları gibidir. Şöyle demiştir: “Müctehidlerin kendilerini vakfetmeleri teşrîden bir pay ve bu alanda kadem-i râsıh sahibi olmaları içindir. Mahşerde onların önüne kendi nebîlerinden başka kimse geçe­meyecektir. Muhammedî şeriatın koruyucuları olan bu ümmetin âlimleri (müctehidler), ümmetlerin safında değil, peygamber ve resullerin safında haşredileceklerdir. Hiçbir resul yoktur ki onun hemen yanı başında bu ümmetin müctehidlerinden biri, ikisi, üçü ya da daha fazlası olmasın. Bu ümmetin her bir âlimi için ahkâm, makamlar ve menzillerle ilgili ilimler­de, üstatlık pâyesi vardır. Bu durum Muhammedî müctehidlerin imamla­rın hâtemi (son müctehid) olan Mehdî’ye (aleyhisselâm) kadar devam eder.”

el-Fütûhât’ın “el-Cenâiz Bâbı”nda da şöyle demiştir: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Allahım, İbrahim’e salât ettiğin gibi, Muhammed’e ve Muhammed’in âline de salât et.’ dememizi emretmekle, âli olan ümmetinin âlimlerine salât etme­mizi emretmiştir. Böylelikle Hz. İbrâhim’in âli olan Hz. İshâk, Hz. Ya‘kûb ve Hz. Yûsuf için teşrîden ne hâsıl oluyorsa onun misli, makamları farklılık gös­terse de onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âli olan müctehidler için ictihad etmek sûretiyle vahiy­den hâsıl olsun. Yüce Allah, Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) beklentisini gerçekleştirmiş ve müctehidlerin vahyini, ictihadda kılmıştır. Zira müctehid, sadece Allah Teâlâ’nın ictihadında kendisine gösterdiğiyle hükmetmektedir. Bu nedenle, Allah peygamberlere vahyettiği şeye muhalefet etmeyi nasıl haram kıldıysa müctehide de ictihadına aykırı davranmasını haram kılmıştır. Dolayısıyla ictihadın şeriatın bizzat kendisi değil, onun esintilerinden bir esinti olduğu an­laşılmış oldu. Ayrıca ‘İbrâhim’in âline salât ettiğin gibi, Muhammed’in âline salât et.’ demenin anlamı da İbrâhim’in âline teşrî ve vahiy vermek sûretiyle indindeki mertebede onları nebî ve resul kıldığın gibi, Muhammed’in âline de rahmet et. Ümmetimin havassını ictihadla hüküm verenlerden kılman merhametin kapsamındadır. Allah’a hamdolsun, bu gerçekleşmiştir. Şâri‘ on­ların ictihad ettikleri her şeyi kabul ederek ve şer‘î bir hüküm kılarak müctehidleri, nebîlere benzetmiştir.

161. bâbda şöyle demiştir: Bütün müctehidlerin peygamberliğe vâris olma makamında, el-kademü’r-râsih sahibi olduğunu bilesin. Ancak bu ma­kamda olduklarını bilmezler. Bu nedenle ilâhî yardımların bu makamdan ilimlerle kendilerine akması için, birbirleriyle münazara ederler. Her biri diğerinden, vâcip, haram, mendup ve mekruh olduğuna dair tespit ettiği delilleri getirmesini ister. Bu makamda olduklarını nasıl bilmiyorlarsa, keşif ve müşâhede yöntemiyle kimden destek istediklerini de bilmezler. Bunu sa­dece delillerin aracılığıyla bilirler. Her müctehid şeriatın bizzat kendisinden yardım aldığı için hak üzerindedir. Aynı şekilde Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zamanın­dan önce gelen her nebî de hak üzerinedir, bu yüzden onlara iman vâciptir. Böylece bu ümmetin müctehidlerinin, teşrî konusunda peygamberlere vâ­ris olduğu anlaşılmış oldu. Ancak teşrîde bağımsız değillerdir. Şayet Şâri‘in şeriatından onlara verdiği pay olmasaydı, anılan teşrîye güç yetiremezlerdi. Onların delilleri, peygamberlerin vahyi gibidir. İctihadlarındaki farklılıklar da resullerin şeriatlarındeki farklılık gibidir. Ancak yakînî keşif söz konusu olmadığı için, onlar peygamberlerin arasına katılmazlar. Peygamberlerin ak­sine, bazen onlardan biri bir hüküm verir, daha sonra aksinin isabetli oldu­ğunu anlar da onu terk eder. Oysa peygamberler ilk hükmü ancak hükmün neshine dair Allah Teâlâ’dan kendilerine gelen yeni bir emirle terk edebilirler. Onlar bilgi hâlinde de terk hâlinde de Şâri‘in emrine tâbidir ve ‘Allah’ın sana gösterdikleriyle insanlar arasında hükmedesin diye.’[295] âyetinde işaret ettiği gibi, nefislerinin görüşüyle hareket etmezler. Dâvûd’un hilâfeti hakkında da ‘Hevâya uyma, seni Allah’ın yolundan çıkarır.’[296] buyrulmuştur. Yüce Allah, Hz. Muhammed ve diğerlerinin hükmünü sadece Allah Teâlâ’nın peygam­berine gösterdiği ile sınırlamış ve ‘İstediğin gibi hükmet.’ dememiş, aksine Hafsa ve Âişe kıssasında olduğu gibi, yemin etmek sûretiyle kendisine haram kıldığı şey için ‘Ey Peygamber! Eşlerini memnun etmek için, neden Allah’ın sana helâl kıldığını kendine haram kılıyorsun?’[297] âyetiyle, bize teşrî olması açısından onu azarlamıştır. Oysa bunların tamamı onun mübârek nefsinin kendisine gösterdikleriydi. Dolayısıyla ‘Allah’ın sana gösterdiği’ tâbiriyle kastedilenin ‘Kendi görüşün değil, sana vahyedilen’ şeklinde olduğu açığa çıkmış oldu. Şayet din reyle belirlenseydi, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) reyi, bütün rey­lerden daha önceliklidir.”

Şeyh Muhyiddin, 380. bâbda bunu uzatmış, sonra şöyle demiştir: Resû­lullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendi reyinden dolayı itâb edildiyse, mâsum olmayanın reyi nasıl geçerli olur? Zira mâsum olmayana hata, isabetten daha yakındır.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Sonra şöyle demiştir: “Bu şuna delâlet eder; Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zikrettiği ictihaddan murad olunan ictihadın, vâ­ki olan meseledeki hüküm hakkında delil aramakla ilgili olmasıdır. Yoksa müctehid tarafından nâzil olana dair hüküm koymakla ilgili değildir. Bu Allah’ın izin vermediği bir şeriat olur.”

Soru: İctihad [kelimesi] nereden türemiştir?

Cevap: “Chd” kökünden alınmıştır ve “gayret sarf etmek” anlamın­dadır. “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği (vüs’) bir şeyle yükümlü kılmaz.”248 âyeti bu anlamdadır. Bu anlamda bazıları, usul konuları da dâ­hil olmak üzere, müctehid hata etse bile ecir alacağına hükmetmişlerdir. Ancak cumhur ecri, usul olmaksızın sadece furûda yapılan hatalara mah­sus kılmışlardır. Bununla birlikte hatayı furû [meselelere] mahsus kılmak da ictihaddan sayılmıştır. Şâri‘, ictihadla hâsıl olan her bilgiyi ikrar etmiş ve bunu müctehid hakkında muhalefet etmesinin haram olduğu şer‘î bir hüküm kılmıştır.

Soru: Şâri‘in kabul ettiği müctehidin hükmü, ondan sonra da kıyamete kadar bâki midir?

Cevap: Evet, hiç kimsenin onu nakzetmesi câiz değildir. İmâm Leys b. S‘ad, İmâm Mâlik’e bazı soruları göndererek cevabını istemiştir. İmam Mâlik de ona “Ey kardeş, sen hidâyet imamısın ve Allah’ın bu konudaki hükmü, ictihadın vardığı sonuçtur.” şeklinde yazmıştır.

Soru: Size göre bütün müctehidler isabet etmişse “Hâkim ictihad edip hata ettiğinde bir ecir, isabet ettiğinde ise iki ecir alır.” hadisinin anlamı nedir?

Cevap: Bu hadiste kastedilen hata, müctehidin ilgili meselede Kitap ve Sünnet’te bulunan delile tesadüf etmemesidir. Bu, bir tek ecirdir ve araştırmanın ecridir. Şayet delili bulsaydı, araştırma ve delile tesadüfetme ecri olmak üzere iki ecri olurdu. İbn Hazm ez-Zâhirî ve başkaları bu şekilde cevaplandırmışlardır.

Şeyh Muhyiddin, el-Fütûhâtta Küsûf Namazı bağlamında şöyle demiştir “Müctehidin hata etmesinin geceleyin meydana gelen güneş tutulmasının yahut gündüz vâki olan ay tutulmasının mesabesinde olduğunu bilmelisin. Fakat bunlara itibar edilmez. [Yani bunların hakikatlerinde bir başkalaşma olmaz bu insanların gözüne çarpan bir başkalaşmadır.] Müctehidin hü­kümde hata etmesi durumunda da herhangi bir günah söz konusu değil­dir. Bu nedenle müctehid her hâlükârda sevap kazanmaktadır. Zira müctehidin hatasıyla kastedilen, akla hemen geldiği üzere hatasının, hükmün kendisi ile ilgili olmasıdır. Ancak İbn Hazm ez-Zâhirî’nin müctehidlerin hükümdeki hatasının doğru olmadığına dair görüşü, hükümle ilgili hatası doğru olduğu takdirde bunun şeriattan çıkması nedeniyledir. Şeriattan çı­kınca da ecir olmaz. Anla!

Soru: İctihad sadece ümmet-i Muhammed’e mi hastır yoksa hem onlar hem de başkaları için mi geçerlidir? Ayrıca bu ictihad kıyamete kadar bâki midir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ta açıkça belirttiği gibi bu ümmete hastır ve kıyamette Mehdî (aleyhisselâm) çıkıncaya kadar da devam edecektir. Ona da müctehid ecri vardır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’m “Kitabü’l-Cenâiz” bâbında, müridin mutlak ictihad mertebesine ulaştığında, şeyhinin delilinin onun delilinden daha açık olmasının dışında, şeyhinin görüşüne müracat etme­sinin haram olduğunu söylemiştir.

Soru: Müctehidin teşrîde bulunduğu şeyi sünnet olarak isimlendirmek mi evlâdır, yoksa bid‘at-ı hasene olarak isimlendirmek mi?

Cevap: Evlâ olan, güzel bir sünnet (sünnetün hasene) olarak isimlen­dirmektir. Ömer b. Hattâb’ın terâvihle ilgili olarak “ne güzel bid‘attır” şek­lindeki ifadesi, bununla çelişmez. Onun bu ifadesi, övgüdür. Bu nedenle “hasene” denilmiştir.

Soru: İctihadın bu ümmete has olduğuna dair görüşünüz ile “(kendilik­lerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızâsını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Ama buna hakkıyla riayet etmediler.”249 âyeti uyuşmamaktadır. Sanki bizden önceki ümmetlerde de ictihadın bulunduğunu açıkça belirtmektedir. Zira Allah bununla kullarını rahatlatmaktadır ve bu da umum olmasını gerektirir.

Cevap: Diğer ümmetlerin ictihadı, peygamberleri bizim peygambe­rimizin aksine bunu onlar için kararlaştırmadığından, bizim ictihadımız gibi değildir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bunu bizim için kararlaştırmış ve bu nedenle bizim ictihadımız onun şeriatı kapsamına girmiştir. Onların ictihadı bizim ictihadımızın aksine aklî kanunlar mesâbesinde olduğu için, birbirine ben­zememektedir. Bazıları “Bizim ictihadımızla önceki ümmetlerin ictihadı arasında fark yoktur.” demişlerdir. Zira onlar da söz konusu ruhbanlığı, ictihadla icat etmişler ve bununla şeriatlarının delillerinin gerektirdiği ge­nel ya da özel bir maslahatı talep etmişlerdir. Hak Teâlâ’nın buna gerçekten riayet edenleri övmesi de bunu desteklemektedir. Bunu insanlar için değil, sadece kendileri için teşrî ettikleri hâlde, iyi niyet ve kasıttan dolayı övül­müşlerdir. Şöyle demiştir: “Buna göre âyette takdim ve tehir vardır. Bunun takdiri şudur: Sadece Allah’ın rızâsını isteyerek buna tam anlamıyla riayet etmişlerdir. Bu durumda başka bir şey için değil, sadece icat ettiklerine riayetleri az olduğu için zemmedilmişlerdir.” Şeyh Muhyiddin buna benzer şeyleri, 198. bâbda da zikretmiştir. Araştır ve değerlendir.

Soru: Ümmetin âlimlerinden herhangi bir müctehidi taklit edenin hükmü nedir? Bununla peygamberlerin vârisi sayılır mı yoksa sadece ilgili müctehidin vârisi mi olur?

Cevap: Bu kimse, sadece taklit ettiği müctehidin vârisidir. Bunun­la beraber o da Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbilerinden sayılır. Çünkü bu da onun şeriatı kapsamındadır. Burada kastettiğimiz, Şâri‘in herhangi bir şey söylemediği konulardadır. Şayet bir nas varsa, ictihada yer yok­tur. Zira Şâri‘ bir şeyin haram, vâcip, müstehap ya da mekruh olduğu­na dair hüküm vermişse, hiç kimse buna muhalefete yol bulamaz. Sadece dinleyip itaat etme ve teslim olma söz konusu olur. Şayet bir müctehidin ictihadıyla nasa muhalefet etmesi varsayılacak olursa onun sözüyle amel etmek bize haram kılınmıştır. Hz. Ali’nin Hz. Fâtıma’nın üzeri­ne Ebû Cehil’in kızıyla evlilik hikâyesinde Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ne dedi­ğini düşün! “Fâtıma benim bir parçamdır, onu üzen beni de üzer, onu sevindiren beni de sevindirir. Ben Allah’ın haram kıldığını helâl, O’nun helâl kıldığını da haram kılamam. Ancak Ali b. Ebû Tâlib bunu istiyorsa, benim kızımı boşar. Allah’a yemin ederim ki Allah düşmanının kızı ile Allah Resulü’nün kızı bir adamın nikâhı altında asla bir araya gelmez.”[298]

Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu ilâhî yönü bildiği için, sadece haram olanın haram, helâl olanın da helâl olarak kalmasını istemiştir. Dolayısıyla kendisi için bu helâl olduğundan dolayı, Hz. Ali’ye Ebû Cehil’in kızıyla evlenmeyi haram kılmamıştır. Aksine “Şayet Ebû Tâlib’in oğlu bunu istiyorsa...” şeklinde söylemiştir. Ebû Tâlib’in oğlu da bundan vazgeçmiştir. Şayet bir müctehidin içtihadıyla haram veya helâl belirlenecek olsaydı, buna en çok hak­kı olan Hz. Peygamberdir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Tam olan keşif ve genel hüküm sahibi olduğu hâlde bunu yapmamıştır. Şeyh, bunu el-Fütûhât’ın 202. bâbında zikretmiştir.

Soru: “Âlimler nebîlerin vârisidir.” hadisiyle kastedilen velîler midir, fakihler midir?

Cevap: Bu kimselerden kasıt, miras [yoluyla gelen] “hâl ile kâl”i bir­leştirdikleri için ilmiyle amel eden âlimlerdir. Geçmiş zamanda selef ulemâsı da [bu vasıf] üzeredir. Sûfîliğin hakikati, ilimleriyle amel eden ve ahlâk konusunda da Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbi olan âlimlerdir. İnsanla­rın çoğu amel etmeyi bırakınca, insanlar onları sûfî değil de fakih olarak isimlendirmişlerdir. [Hadiste Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)] “Peygamberlerin vâ­risi” demiş, “Hususi bir peygamberin vârisi” dememiştir. Zira her âlim, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce gelen bir peygamberin izindedir. Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vâris olan kimse, peygamberlerin tümünün mirasın­dan daha üstün pay sahibidir. Bunun delili “Sonra biz o kitabı kulları­mızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed’in ümmetine) miras olarak verdik.”251 âyetidir. Burada, mirasın iki kısım olduğunu zikretmiş ve üçüncü bir kısım eklemiştir ki bu da nefsine zulmedendir. Bununla kastedilen, dinin maslahatından dolayı ve sevap isteyerek kendine zulmedendir. Al­lah Teâlâ’nın vâcip kılmadığı güç teklifleri, âhirette saadete ermek için nefsine yüklemiştir. Bu, Ebû Derdâ ve benzerleri gibi iftar etmeden oruç tutan, uyumadan gece namazı kılan ve ruhsatları bırakıp azîmetlere sa­rılan kimselerin hâlidir. Bil ki şeriat bu üçüncü kısmı da kapsamaktadır. Zira Şâri‘ bu fiili gerçekleştiren kimseden [amelini] kabul etmiştir. Her ne kadar “Nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır (.)” hadisinin işa­ret ettiği üzere bundan daha kâmil bir makamın olsa da durum böyledir.

Âyette zikredilen kimse, sadece Allah’ırazı etmek istediği için nefsine zul­metmiştir. Yaptığı amelleri, rubûbiyyetin üzerindeki hakları bakımından küçük görmüştür. Aynı şekilde günah işleyerek nefsine zulmeden kimse de İslâm üzere vefat ettiği takdirde, şeriatın kapsamındadır. Zira kâfirlere 5 nispetle seçilenlerin arasında değerlendirilmektedir. Şöyle deriz: “Hasseten seçilenler ve genel olarak (umum) seçilenler.” Anla!

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Sûfîlerin aksine, müctehidlerin verasetleri onun şeraitini öğretmek ve bununla fetvâ vermek şeklinde olduğu için peygamberlere verasetleri en kâmil olanlar, müctehid10 lerdir. [Sûfiler ise] daha çok bâtınî ahlâkı öğretenlerdir.

Yine onun “Şâri‘in hakiki vârisi, kendisine ictihadının sevk ettiği her şeyle amel etmeyi emretmesi sebebiyle, mutlak müctehiddir.”

Yine onun “Her ne kadar ictihadın başlangıcı zan ise de nihayeti, ilmü’l-yakîn, aynü’l-yakîn ya da hakkul-yakîndir.” dediğini işittim.

15 Soru: Bu üç ilmin hakikati nedir?

Cevap: İlmü’l-yakîn’in hakikati, sahih delilin hiçbir şüphe ve te­reddüde yer bırakmayacak bir şekilde kendisine [bilgi] vermesidir. Aynü’l-yakîn’in hakikati, keşif ve müşahedenin kendisine [bilgi] vermesidir. Hakkü’l-yakîn’in hakikati ise, müşâhede edilen durumun bâtını hakkında 20 kalpte hâsıl olan her şeydir. İlmü’l-yakîn’in örneği, kulun Allah Teâlâ’nın Mekke denilen bir beldede Kâbe diye bir evinin olduğunu, insanların onu her sene hac ve tavaf ettiğini bilmesidir. Kul Kâbe’ye ulaşıp onu müşâhede ettiğinde, müşâhededen önce ilmü’l-yakîn olan, aynü’l-yakîn olur. Zira nefiste görmeden önce bulunmayan bir zevk görülmekle hâsıl olur. 25 Daha sonra Allah Teâlâ bu kulun basîret gözünü açıp, bu evin Allah’a izâfe edilme yönünü ve onu diğer evlerden ayıran hususiyeti, Allah Teâlâ’nın kendisine bildirmesiyle anladığı zaman, ilmi hakkü’l-yakîn olur. Ancak bu, onun ictihad ve akıl yürütmesiyle değildir. Hakkü’l-yakîn, bunun kalbe yerleşmesinin gerçekleşmesidir. Artık başka bir delille yok olması mümkün 30 değildir. İlmü’l-yakîn ve aynü’l-yakîn olan her şey için istikrar gerçekleş­mez. Yoksa peygamberlerin yakîni nerde, ümmetin yakîni nerde! Su istik­rar bulduğu zaman “Su havuza yerleşti.” denir.

Soru: Sebeplerden yana bir sıkıntının olması, ilmü’l-yakîn’i bozar mı?

Cevap: Şayet sıkıntı Allah’ı bırakıp sebepler üzerinde durmaktan kay­naklanıyorsa bu ilmü’l-yakîni bozar. Şayet nefis, bu sıkıntıyı çözmek için sebeplere değil de Allah’a yönelirse Hak Teâlâ’nın fâil olduğuna inandığı 5 için, bu onun ilmini bozmaz. Dilerse bu sıkıntıyı sebeplerle izâle eder.

Yani onlarda izâle eder. Dilerse başka bir şeyle de izâle edebilir. Dola­yısıyla yakînin müteallıkı sebepler değil de ilâhî mertebeye güvenmek olur. Şeyh bunu 122. bâbda zikretmiştir. Bu açıklamayla Ebû Hanîfe, Mâlik, Şafiî, Süfyânî, Evzâî, Dâvûd ve müslümanların diğer imamları10 nın, Rablerinden bir hidâyet üzere olduklarını görmüş oldun. İmamla­rın mezheplerinin tümü Kitap ve Sünnet’ten dokunmuştur, ipi ve atkısı onlardandır. Bu durumda ya keşif ve yakîn ile ya nazar ve istidlal ile ya da edep ve teslimiyet yöntemiyle müslümanların diğer imamlarının da Rablerinden bir hidâyet üzere olduklarına inanman gerekir. Bu itikadı 15 terk etmen hususunda senin için geriye hiçbir mazeret kalmamıştır. Bazı insanlar bunu kalpleriyle değil, sadece dilleriyle söylerler. Bunun dayana­ğı şudur: Mezhep imamının dışında birisinin sözüyle bir ameli yapmak zorunda kaldığı zaman, sanki dinden çıkmış gibi, bir darlık ve sıkıntı içi­ne girer. Bu durumda müslümanların diğer imamlarının da Rablerinden 20 bir hidâyet üzere olduklarına inandığına dair iddiası nerede kaldı? Kim ruhsat olanı şartlarına uygun olarak yaparsa, bu hususta da Rabb’den bir hidâyet üzeredir. Ancak genel olarak müslümanların diğer imamlarının Rablerinden bir hidâyet üzere olduklarına dair itikada, kesin ve yakîn derecesinde ulaşamaz. Ancak sûfîlerin yoluna girip müctehidlerin destek 25 aldığı kaynağa ulaşacak kadar, onların menzillerini katedenler buna ina­nır. Bütün müctehidlerin mezheplerinin geçerli olduğuna dair, Mevlânâ Ebu’l-Abbâs el-Hızır’dan (aleyhisselâm) öğrendiğim büyük bir mîzan (ölçü) belirledim.[299] Dileyen ona müracaat etsin. Allah alîm ve hakîmdir.

ELLİNCİ MEBHAS

Evliyanın Kerametinin Kitap ve Sünnet’e Uygun Amel Etmenin Neticesi Olması Hasebiyle Hak Olduğu, Bunun Mûcizenin Bir Fer‘i Olduğu, Hâli Olmayanın Kerametinin de Olmayacağı, İlim, Mârifet, Esrâr, Letâif, Mücâhede ve İbadetlerde Hârikulâde Olmayan Kimse İçin Hârikulâdeliğin Söz Konusu Olmadığı Hakkındadır

Mûcizeler Mebhasi’nde, evliyânın kerametinin sabit ve ehl-i sün­net ve’l-cemaat arasında şâyi olduğu geçti. Kendilerinde keramet zuhûr etmediği için, Mu‘tezile’nin çoğunluğu bunu inkâr etmiştir. Mu‘tezile’nin bu tavrı, anılan mebhasta genişçe yer verildiği üzere, onların ehl-i bid‘at olduklarının en kesin delilidir. Mu‘tezile’nin mûcizeyi inkar etmedeki şüphelerinden biri de şayet kerametin evliyânın elinde mey­dana gelmesini câiz görürsek, insanlar bununla mûcizeyi birbirinden şeklindeki ifadeleridir.

Bunun cevabı şudur: Ayırırlar. Zira mûcize, kerametin aksine nü­büvvet iddiası vaktinde ortaya çıkar. Kerametin sahibi bununla mey­dan okumaz. Şayet kerameti iddia vaktinde ortaya koyarsa şa‘beze (göz boyama) olur. Ayrıca bu inkâr, Hz. Meryem’in ve Belkıs’ın tahtının taşınması kerameti gibi Kitap ve Sünnet’le sabit olan olayları inkâra gö­türmektedir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ra) şöyle demektedir “Keramet ile mûcize arasındaki farklardan biri, mûcizenin sahibinin istidrâcdan emin olmasıdır. Kerametin sahibi ise, durumunun Bel‘am b. Bâûrâ gibi olmasından emin değildir.” Ayrıca “Mu‘tezile fiilin sadece hârikulâde olması nedeniyle mûcize olduğunu düşündüğü için kerameti inkâr et­miştir. Aslında böyle değildir. Aksine hârikulâdeliğin nübüvvet iddiası ve peygamberin davetiyle birlikte olması gerekir. Kıyâmette meydana gelecek olayların mûcize olmadığı hâlde olağanüstü olduklarına, bak­sana!” demiştir.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) şöyle dediğini işittim: Kâ­mil olanlar, kerametin ellerinde meydana gelmesinden kor­kar ve bunun istidrâc olma ihtimalinden dolayı korku ve panikle­ri artar. Peygamberlerin mûcizesi ise, istidrâcın meydana gelmesin­den mâsum oldukları için, onların kalplerini daha da sabit kılar.

Peygamberler, mûcizeyi müşriklere karşı delil olarak getirirler, evliyâlar ise kerametle nefislerinin ıslahı ve tatmin olması için kendilerine delil getirirler. Sûfîler, çokça ibadet ve mücâhede ile hârikulâdelik gösteren­lerin, dilediği zaman hârikulâdelik yaşaması gerektiği konusunda icmâ 5 etmişlerdir. Şeyh Îz b. Abdüsselâm (ra) şöyle derdi: “Sûfîlerin yolları­nın sahih olduğunun ve amellerinde ihlâslı olduklarının en güçlü delili onların elinde zuhûr eden keramet ve hârikulâdeliklerdir.” Daha sonra “Hârikulâde fiiller olması hasebiyle kerametlerin vuku bulmasının en kuvvetli delillerinden biri şudur: Nübüvvetin kapısının kapanmasına 10 sebep olmuyorsa evliyânın elinde zuhûr etmesi câizdir. Nil’in Ömer b. Hattâb’ın (ra) yazısıyla akması ve onun Medine-i Müşerrefe’de min­berdeyken, Acem Nihâvend’inde cephede bulunan orduyu görmesi ve komutanına ‘Ya Sâriye dağa dikkat et!’ diyerek, düşmanın dağın ardın­da kurduğu tuzağa dikkat çekmesi gibi. Bunda iki keramet vardır: Bi15 rincisi mesafenin uzaklığına rağmen, Sâriye’yi görmesi; ikincisi ise Sâriye’ye aynı şekilde sözlerini işittirmesidir. Hâlid b. Velîd’in kendisine zarar vermeden zehir içmesi, asânın yılana dönüşmesi, ölülerin Allah’ın izniyle dirilmesi ve benzeri olağanüstülükler buna örnektir.” demiştir. Ebû Îshâk el-Kuşeyrî (rh.a) “Babasız olarak bir çocuk meydana getir20 me veya bir cansız nesnenin canlı bir varlığa (behîme) dönüşmesine varıncaya kadar her şey mümkündür.” demiştir. Îbnü’s-Sübkî ise “Bu, haktır, bunu başka birinin ‘Peygamber için mûcize olan her şeyin velî için de keramet olması mümkündür.’ sözü tahsis eder. Yani tahaddinin dışında ikisi arasında herhangi bir fark yoktur.” demiştir. Mûcizeler 25 Mebhasi’nde, “Peygamber için mûcize olan bir şeyin velî için keramet olması câizdir.” şeklindeki ifadeye; “Velînin kerameti, şeriata bağlı kal­madan bağımsız olması hâlinde değil, tâbi olma hükmüyle meydana geldiği zamandır ve peygamber herhangi bir mûcizesi için, bu mûcizenin kendisinden sonra hiç kimse için gerçekleşmeyeceğini bildirmiş30 se, bu durumda onun bir keramet olarak zuhûru mümkün değildir.” kaydı konulmuştur. Özet olarak sâlihlerle sıdk ile muâşerette bulunan ve onlara karışan herkes, onların kerametlerini görebilir ve onların bu anlamda doğruluklarını müşâhede edebilir.

Soru: Kişinin başkasının elinde gerçekleşen keramete inanması gerekti­ği gibi kendi elinde gerçekleşen keramete de inanması gerekir mi?

Cevap: Evet, Yâfi‘î’nin (rh.a) açıkça belirttiği gibi, kendi elinde veya başkası elinde meydana gelmesi arasında hiçbir fark yoktur.

Soru: Velînin kendisini ve arkadaşlarını hâl ve keramet ile koruması müstehap mıdır?

Cevap: Evet, efendim Îbrâhim el-Metbûlî’nin (ra) “Bu, makam açısın­dan noksanlık ise de öğretme açısından kemâldir.” ifadesiyle açıkça belirt­tiği gibi, onun için müstehaptır.

Soru: Babası bilinmeyen yabancı bir adam, kendisinin Âdem (aleyhisselâm) gibi topraktan yaratıldığını iddia ederse onu tasdik etmemiz gerekir mi?

Cevap: Evet, tasdik ederiz. Zira iddiasının nihaî noktası olası bir şeyi iddia etmektir ki ne [böyle bir hadisenin] meydana gelmesini nefyeden bir bilgi bize ulaşmıştır ne de bu hadise Hz. Âdem’e (aleyhisselâm) has bir durumdur. Bazıları böyle cevap vermişlerdir. Değerlendir!

Soru: Kerametler, sihre benzemektedir. Îkisi arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh Yâfi‘î (rh.a) ve diğer muhakkiklerin zikrettiği üzere, “Îkisi arasındaki fark; sihrin şeriat ve peygambere tâbi olmayan fâsık, zındık ve kâfirlerin elinde meydana gelmesi, kerametin ise şeriata son derece tâbi olan kimsenin elinde meydana gelmesidir. Bu durum ikisini birbirinden ayırmaktadır.” Yâfi‘î şöyle demiştir: “Kerametleri inkâr konusunda insan­lar kısımlara ayrılırlar. Bunlardan bir kısmı kerameti mutlak olarak inkâr ederler ki bunlar meşhur mezhebin mensuplarıdır. Bir kısmı geçmişte­ki kerametleri tasdik eder, ancak kendi zamanlarındakileri inkâr ederler. Bunlar Hz. Mûsâ’yı görmedikleri hâlde tasdik eden, Hz. Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ise gördükleri hâlde haset ve düşmanlık yaparak inkâr eden Îsrâiloğullarına benzerler. Bazılarıysa kendi dönemlerinde Allah’ın velî kulla­rının olduğunu kabul eder, ancak belirli herhangi bir kimseyi velî olarak kabul etmez. Bunlar kendi dönemindeki bütün desteklerden mahrum­dur. Bazıları da kendi dönemlerindeki bir velînin havada bağdaş kurup oturduğunu görse ‘Bu velâyet değil, cinleri istihdam etmektir.’ der.”

Yâfi‘î bunu uzunca anlatmış, sonra şöyle demiştir: “Özet olarak hiç kim­senin velîlerin kerametlerine iman konusunda tereddüt etmemesi gerekir. Zira bu, aklen câizdir, nakil açısından da vuku bulmuştur. Îlâhî kudret için imkânsız olmayan mümkünler kapsamında olduğu için aklen câizdir. Bu 5 nedenle ehl-i sünnet ve’l-cemaate mensup şeyh, ârif, ehl-i nazar, usulcü, fakih ve muhaddisler (ra) bu görüşü benimsemişlerdir. Naklen meydana geldiğine dair delillerden biri de Meryem (aleyhisselâm) kıssasıdır ‘Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur.’[300] Yine ‘(Şu) hurma ağacını da kendine doğru silkele ki üzerine taze, 10         olgun hurma dökülsün.’[301] âyeti de böyledir. Oysa yaş hurma zamanı değil­

di. Ashâb-ı Kehf’in beraberindeki köpeğin konuşması, Âsaf b. Berhiyâ’nın Hz. Süleyman’la (aleyhisselâm) kıssası ve Belkıs’ın tahtını göz açıp yumuncaya kadar getirmesi de bu cümledendir. Bunların hiçbiri peygamber değildi. Yine rahip Cüreyc’le ilgili olarak kendisine ‘Baban kimdir?’ diye sorulduğunda;

15 ‘Falan çobandır.’ diyen çocuk da bu kapsamdadır. Mağarada yaptıkları sâlih amellerle Allah’a (cc) dua eden üç arkadaşın kıssası da böyledir. Böylece büyük bir topluluğun mağaranın ağzından oynatamayacağı kaya onlara çıkış açmıştır. Sahibi tarafından kendisine yük yüklenen ineğin ‘Ben bu­nun için değil, çift için yaratıldım.’ demesi de böyledir. Hz. Ebû Bekir’in 20 (ra) misafiriyle beraber yemek yerken, her bir lokma yediğinde, tabağının altından tekrar çoğalması ve misafirler doyduktan sonra bile öncekinden üç kat daha fazla kalması da böyledir. Sa‘d b. Ebû Vakkâs’ın, kendisini yalanlayan adama yaptığı bedduanın kabul edilmesi ve Sahihaynda geçtiği gibi ‘Sa‘d’ın duası bana isabet etti.’ demesi de böyledir. Ebû Nuaym’in 25          el-Hilyede naklettiği ve Avn b. Abdullah b. Utbe’nin güneşin altında yat­

tığında bulutun onu gölgelemesi de böyledir. Buhârî’nin hadisinde Hubeyb kıssasında geçen ve onun demirlerle bağlanmış bir esirken, Mekke’de üzümün bulunmadığı bir zamanda, yanında üzüm bulmaları da böyledir. Sahih’te nakledildiği üzere, bulutun içinden bir sesin ‘Falanın bahçesini 30 sula’ dediğini işiten adamın hikâyesi de böyledir. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sava­şa gönderdiği Alâ b. el-Hadramî’nin kıssası da böyledir. Ordusuyla düş­manı arasına bir deniz parçası girmiş, o da Allah Teâlâ’ya dua etmiş ve tamamı at ve diğer hayvanlarıyla birlikte suyun üzerinde yürümüşlerdir.

Selmân el-Fârisî ve Ebu’d-Derdâ’nın [yemek] yediği tabağın tespih etmesi ve orada bulunanların da bu tespihi işittiğine dair hikâye de böyledir. Bu ve öncekileri Hâfız Ebû Nuaym ve daha başkaları nakletmişlerdir.”

Îmrân b. Husayn’ın meleklerin kendisini selâmlamasını işitmesi, Ebû Nuaym’ın Abdullah b. Şakîk’ten naklettiği ve üzerinden bir bulut geçtiği zaman “Bize yağmur yağdırmazsan Allah’a yemin olsun” demesi ve der­hal yağmurun yağması da buna örnektir. Şu örnekler de bu kapsamdadır: Amir b. Kays’ın atiyyesi verildiğinde, onu sinesine koyar ve yola koyulur ve evine varıncaya kadar ondan alır insanlara verirdi. Sonrasında ise atiyyesinden hiçbir şey eksilmediğini görürdü. Haccâc’a Abdurrahman b. Ebû Nuaym’ın hiçbir şey yemeden, içmeden on beş gün beklediği haberi ulaş­tığında, Haccâc onu on beş gün hapsetmiş ve kapıyı açtığında onu ayakta ve hapse girdiği abdestle namaz kılarken görmüştür. Sahâbî olan Hârise b. Nu‘mân’ın ailesi herhangi bir şeye ihtiyaç duyduğunda, daha önce sergi­nin altında hiçbir şey olmadığı hâlde, onlara “Sergiyi kaldırın, ihtiyacınızı görürsünüz.” demiş, onlar da kaldırdıklarında istediklerini bulmuşlardır. Özetle seleften olan sahâbe, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerden keramet­lerin çokluğu yaygınlık derecesine ulaşmıştır.

Îmâm Ahmed b. Hanbel’e (ra) “Neden sahâbe sonrakilerde olduğu gibi, kerametinin çokluğu ile meşhur olmamıştır?” diye sorulmuş, o da “Sahâbenin imanı, kendilerinden sonrakilerin aksine, çok kuvvetli olduğu için kerametleri çokça olmamıştır. Bir toplumun imanı zayıfladıkça onların zamanındaki velîlerin kerameti de aralarındaki zayıfların yakînini takviye etmek için artar.” Bunu, Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin (ra) şu sözü destekler: “Hz. Meryem’e imanını takviye ve yakînini tamamlamak için bir sebebe bağlı olmadan başlangıçta harîkulâdeliklerin verildiğini kaydetmektedir: “Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanın­da (yeni) bir rızık bulur.”[302] Îman ve yakîni kuvvetlenince, bunların üze­rinde durmadığı için, sebeplere dönerek “(Şu) hurma ağacını da kendine doğru silkele ki üzerine taze, olgun hurma dökülsün.”[303] denilmiştir.

Soru: Hak Teâlâ, sürekli bir şekilde yaratıcı olmaya devam etmekte ve peş peşe oluşumlar icat etmekte ise, harîkulâdelik yoktur, belki yeni bir yaratma (halk-ı cedîd) söz konusu olabilir.

Cevap: Şeyh’in 360. bâbda dediği gibi, evet, böyledir. Keşif ehli olan muhakkiklerden de şunu nakletmiştir. Lafzen şöyledir: “Muhakkiklere göre delinecek âdetler* asla söz konusu değildir. Bu, varlıkları yaratmadır. Ha­kikatte varlıkta tekrar olmadığı için hârikuladelik yoktur, aslında âdet de yoktur. Bu sadece avamın gözündeki hârikulâdeliktir. Yüce Allah ‘Onlar yeni yaratmadan habersizdirler.’[304] âyetiyle buna işaret etmektedir. Yani zât açı­sından değil, sıfatlar açısından böyledir, anla!” 352. bâbda ise şöyle demiştir: “Velîlerin büyükleri, hârikulâdelik halindeki varlıklarını âdetin kendisindeki gibi müşâhede ederler. İnsanlar sebeplere baktıkları için hârikulâde olduğu­nu müşâhede etmektedir. Bu nedenle bunlarla genel şeylerin arasını ayıra­mamaktadırlar. Zâhire bakan ve hârikulâdeliği benimseyen kimselerin bu makamda herhangi bir koku almaları söz konusu değildir. Çünkü bunlar, anladıkları hâlde sebepleri dikkate almaktadırlar. Çünkü sebepler onlardan kalkmamıştır bilakis onlardan gizlenmiştir. Çünkü zâhirdeki hârikulâdeliğe sahip kimse için duyusal bir hareket gerekir. Bu hareket istenilen şeyin sebebi olur. Altın veya şekeri ya da başka bir şeyi eliyle havada tutar veya avuçlar. Bu hadise bir sebepten, elini açması ve kapaması ile ilgili bir hareketten ötürü gerçekleşmiştir. Ancak alışılmadık olduğu için buna hârikulâde demişlerdir.

Soru: Her velînin kerameti, peygamberlerden, vâris olduğu peygambe­rin mûcizesine mi tâbidir yoksa verasetle bir ilgisi yok mudur?

Cevap: Her bir velînin kerameti, kesinlikle o velînin vârisi olduğu pey­gamberin mûcizesine tâbidir. Bu nedenle bu ümmetin havassı hava üze­rinde, Hz. Îsâ’nın kavminin havassı ise su üzerinde yürümektedir. Hiç­bir vâris, mûrisinin kerametini aşamaz. Ayrıca Hz. Îsâ (aleyhisselâm), bu ümmetin havada yürüyen havassından kıyaslanamayacak ölçüde daha kuvvetli bir yakîne sahip olmasına rağmen nasıl Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun için “Eğer yakîni artsaydı havada yürürdü.” şeklinde beyanda bulunmuştur, denemez.

Çünkü biz, bu ümmetin havassının havada yürümesinin peygamberleri­ne tâbi olma hükmüyle gerçekleştiğini söylüyoruz zira o geceleyin havada taşınarak yürütülmüştü (Îsrâ hadisesi). Binâenaleyh bu ümmetin havassının havada yürümesi, Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) yakîninden daha fazla yakîne sahip olmalarıyla ilgili değildir. Aksine Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbi olmanın sa­dakatinden kaynaklanmaktadır. Biz, kendilerine tahsis edilen hârikulâdelik konusunda, peygamberlerle birlikteyiz ve sadece tâbi olmanın sadakati açısından onlara vârisiz. Ümerâdan olan üstatlarının ayakkabılarını taşıyan görevlilerin, üstatlarıyla birlikte sultanların katına girdiğini diğer emirlerin ise, kendilerine giriş izin verilinceye kadar kapıda beklediklerini görmez misin? Oysa sultanın katında emirlerin, görevlilerden daha yüksek bir ma­kamda olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla görevliler, emirlerden daha şeref­li oldukları için değil, üstatlarına tâbi olma hükmüyle [sultanın huzuruna] girmişlerdir. Şeyh, bunları el-Fütûhât’ın 36. bâbında zikretmiştir.[305]

Soru: Mebhasin başlığında [geçen] “Kerametler mûcizelerin bir fer’idir” şeklindeki sözünüzün anlamı nedir?

Cevap: Kastımız, bunun nebevî hâlin bir fer’i olmasıdır. Sahih hâl sa­hibi olmayan hiçbir velînin kerameti olmaz. Hâl ise hiçbir çaba ve çağrı olmadan kalpte gerçekleşen durumdur. Bunun alâmetlerinden biri de sahi­binin sıfatlarının değişmesidir. Bu, kesbîlikten daha çok vehbîliğe yakındır. Bu nedenle Îfrikiyyedeki bazı gruplarda olduğu gibi, hâl sahibi himmetle öldürür, azleder ve başa getirir.

Soru: Bu hâl, sadece müslümanlara mı hastır?

Cevap: Evet, bu sadece ehl-i İslâm’a hastır. Şayet bazı müşriklerin havada yü­rüdüğü ya da himmetle öldürdüğü vâki olsa da bunlar ehlullahın hâlinin aksine bilinen ölçülerde ilaçlar kullanılmasıyla olmaktadır ve böylece bunlarla istedik­lerini yapmaktadırlar. Îki hâl arasındaki fark, ehlullahta kâfirlerin aksine [sâlih amel ve] şeriata göre yaşama konusunda mübalağa etmenin bir neticesi olarak bu hâlin meydana gelmesidir. Onların hâllerinin hükmü, müshil ilacı içen kimsenin hâli gibidir. Dolayısıyla [kafirlerde hâsıl olan] bu durum, Allah (cc) katındaki konumundan dolayı değil, o özellik itibariyle belirlenmiştir. Bu nedenle sadece şeriata uyan kimsenin elinde meydana gelen hârikulâdeliklere keramet denir.

Soru: Bazı velîlerde meydana gelen himmetle öldürme, yönetime ge­tirme ve azletme, onların kemâlinden midir yoksa bu bir eksiklik midir?

Cevap: Kendilerinden üstün olan makamlara nispetle bir eksikliktir. Şeyh Ebu’s-Su‘ûd b. Şibl’e varlıkta tasarruf makamı verilmiş ancak o bunu terk etmiş ve “Biz Hak Teâlâ’ya bizim için tasarrufta bulunmayı bırakan bir topluluğuz.” demiştir. Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî’nin talebesi olduğu hâl­de ondan daha kâmildi. Şeyh 192. bâbda böyle zikretmiştir. Ayrıca kâmil olan kimse, varlıkta hakir hiçbir şey görmez ki onda tasarrufta bulunsun yahut himmetini tenfîz/icrâ etsin. Himmetin gerçekleşmesinin şartların­dan biri de hakirin üzerinde olmasıdır. Hâl sahibi olan kimse kendisini büyük başkasını ise hakir görür. Onun bu zelil durumunu kalbinde toplar sonra kalbiyle ona yönelir ve o kimseye öldürme, hastalık ve benzeri du­rumlarla tesir eder.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Evliyânın kâmil olanı, Allah Teâlâ’nın onun için olan fiiliyle yetinerek tasarruf ve tedbirde bulunmadan vefat edendir. İnsanlar, hayatta iken onun malını, vefatından sonra da onun örtüsü ve ışığını (mum) çalmaktadırlar. Eksik olan velî­nin aksine hiçbirine kötülükle karşılık vermez. Kendisine karşı gelenlere karşılık vermek, cimriliğin onda devam ettiğinin alâmetidir. Oysa kâmil olmanın bir şartı da hem ölüyken hem de hayattayken cömert olmasıdır.”

Soru: Mûcize ile keramet arasındaki fark nedir?

Cevap: Aralarındaki fark şudur: Kavminin imanı mûcizelere bağlı oldu­ğunda peygamberlerin [nübüvvet] iddiaları için mûcize izhar etmesi vâciptir. Velîde ise durum bunun aksidir, ona vâcip olan mûcizeyi setretmesidir. Bu, [sûfîler] topluluğu tarafından üzerinde ittifak edilen bir husustur. Velî ise tâbidir. Tâbi olan teşrîde bulunmaz, daha önce peygamberinin elinde sabit olan ve ikrar edilen bir şeriata davet eder. Dolayısıyla insanların davet ettiği şeye tâbi olmaları için keramet izhar etmesine gerek yoktur. Şeyh 231. bâbda şöyle demiştir: “Velîlerin peygamberlerin (aleyhisselâm) aksine kerametlerini gizleme­leri vâciptir. Zira velî tâbidir, nefsinden gelen bir sesle değil de risâleti kendi diliyle sabit olan peygamberinin davetini aktararak Allah’a davet eder. Zira bütün ulemânın ittifakıyla şeriâtı tamamlanmıştır. Hiçbir velî, O’nun şeri­atının doğruluğunu ispatlayacak bir âyet ya da beyyineye muhtaç değildir. Şayet velînin peygamberinin şeriatına muhalif bir şey söylediği farz edilse ona tâbi olunmaz. Peygamberde ise durum bunun aksinedir. Peygamber şeriat kuracağı ve diğer peygamberlerin eliyle tayin edilmiş şeriatların bir kısmını neshetmek istediği için bir mûcizeye ihtiyaç duyar. Bu açıdan peygamberin, doğruluğuna ve Allah’tan haber getirdiğine delâlet eden bir mûcizeyi izhar etmesi gerekir.” Şöyle derdi: “Yüce Allah şeriatının terazi­sini, tâdil ve cerh erbâbı olan takvâ sahibi âlimlerin eliyle vazetmiştir. Şe­riata tâbi olduğuna dair alâmetleri bulunan kimsenin elinden zuhûr eden hârikulâde olayı ‘keramet’ olarak isimlendirmişlerdir. Bunların dışında­kilerin elinden meydana gelenlere ise şiir ve şa‘beze/göz bağcılık olarak isimlendirmişlerdir.” Şeyh bunu 185. bâbda zikretmiş ve şöyle demiştir: “[Sûfîlerin] büyüklerinin indinde keramet nefsin hazlarından sayılmak­tadır. Ancak dine yardım etmek veya herhangi bir maslahatı celbetmek maksadına mâtûf olan keramet bundan müstesnadır. Zira onların indin­de fâil olan Allah Teâlâ’dır, kendileri değildir ve onların gördükleri budur. Buradaki husûsî yön bu hârikulâde fiilin başkalarının elinde değil de onların elinde vuku bulması itibariyledir. Mesela bir koçu ya da tavuğu dirilttiği zaman, bu onun kudretiyle değil, Allah’ın kudretiyledir. Durum kudrete bağlandığı zaman, bunda şaşılacak bir şey yoktur, değerlendir!”

Soru: Hâlden hâle geçmek (tatavvur) velîler için kemâl midir, noksan mıdır?

Cevap: Tatavvur velîlerin beşeriyetlerinin fenâsına ve cennetlikler gibi diledikleri sûrete bürünecek kadar ruhlarının kuvvetine delâlet eder. Beşeriyeti ruhaniyetine galip gelen kimsenin elinde meydana ge­len, keşiftir ve bu hâlden hâle geçme (tatavvur) değildir. Zira tatavvur ruhların özelliğidir. Şeyh Muhyiddin 463. bâbda, Hallâc’ın Beytü’l-azame ismini verdiği, kendisine ait bir eve girdiğini zikretmiştir. Eve girdiğinde bakanların gözünde, evin tamamını zâtıyla doldurmuştur. Hatta bazı insanlar, fakirlerin hâlden hâle geçme (tatavvur) durum­larını bilmedikleri için bunu simya ilmine nispet etmişlerdi. Kendisi evdeyken onu asmak için oraya girdiklerinde hiç kimsenin gücü, onu bu evden çıkarmaya yetmemiştir. Zira kapı ona dar gelmiştir. Cüneyd gelerek “Allah Teâlâ’ya teslim ol ve O’nun kazâ ve kaderi için çık.” de­miştir. Daha sonra bilinen hâline dönerek çıkmış ve asılmıştır. Kelepçe­lenerek asılmaya götürülürken, başı dik bir şekilde şunları okumuştur:

Sevgilim zulüm adına / Mensup değildir hiçbir şeye

Bana içirdi sonra diri kıldı beni / Misafirin misafire yaptığını yaptı

Kâseler dönüp dolaştığı zaman / Kılıç ve nit‘[306] istendi

Bu, yazın yılanlarla birlikte / içenin cezasıdır

Soru: Sûfîlerin şeriate muhalefet edenlerin elinde değil de tâbi olanla­rın elinde meydana gelene keramet demelerinin delili nedir?

Cevap: Onların bu husustaki delili, kerametin, Allah’ın el-Birr ismin­den sâdır olması ve sadece Allah’ın ebrâr kullarına uygun bir karşılık olarak verilmesidir. Zira sahibi bunu istemese bile münasebet bunu gerektirir. Şeyh bunu 184. bâbda zikredip uzun açıklamalar yaptıktan sonra şöyle demiştir: Kerametin kendi arasında hissî (duyusal) ve mânevî olmak üzere ikiye ayrıldığını bilesin. Avam sadece düşünce okumak, gaybdan haber ver­mek, varlıktan almak, tabiat üzerinde etkili olmak, su üzerinde yürümek, havada uçmak, uzun bir mesafeyi kısa sürede katetmek (tayy-i mekân), gözlerden kaybolmak ve duaların anında kabul edilmesi gibi hissî keramet­leri bilir. Umuma göre bunların sahibi velîdir.

Mânevî keramet ise ehlullahın havassı arasındabulunan ve en yüce, en şerefli olanıdır. Bunlar Allah’ın kulu şer‘î edepleri [gözetme hususun­da] muhafaza etmesi, güzel ahlâkın kurallarına uyma ve kötü ahlâktan sakınmada muvaffık kılması, [kulun] vâcip ve sünnetleri mutlak olarak vaktinde eda etmesi, hayırlarda yarışması; kin, nefret ve hasedin izâlesi, kalbin bütün kötü vasıflardan arınması, her nefeste murakabe ile kalbi tahliye etmesi, hem kendi nefsinde hem de eşyada hukûkullaha riayet et­mesi, alırken ve verirken nefesleri gözetmesi, edeple nefes alması ve Allah Teâlâ ile beraber olmanın libası üzerinde olarak nefes vermesi. Zira nefes­ler Allah’ın ona [gönderdiği] elçileridir. Dönerken teneffüs edene şükran duyarlar. Îşte bu, muhakkiklerin istidrâc ve hile karışmayan kerametleri­dir. Hâlbuki avamın bildiği hissî kerametlere hile ve istidracın karışması mümkündür. Kâmil olan kişi, keramet gösterebildiği hâlde onu gizleyen­dir. Zira eğer bir keramet varsa bunun istikametin bir neticesi olması ge­rekir. Ayrıca Allah’ın kerameti velînin amellerine karşılık bir pay kılması da mümkündür ki bu durumda o, âhirete elleri hayırdan boş olarak gider.

Mânevî kerametlere hile ve istidracın karışmayacağını söyledik. Zira ilim, kerametle beraberdir. Şer‘î sınırlar, ilahî hileye tuzaklar kurmaz, aksine mutluluğa götüren apaçık yolun bizzat kendisidir.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Bir kâmilin elinde hissî bir keramet meydana geldiği zaman korkar, Allah Teâlâ’ya sı­ğınır ve Allah’tan bunu normal şeylerle örtmesini ister ve ilmin dışında kendisinde bulunan herhangi bir alâmet ile avamdan temeyyüz etmemeyi diler. Îlim, istenilen şeydir ve birisi onunla amel etmese de istifade onunla husule gelir.” “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[307]

Yine ondan şunu işittim: “Allah Teâlâ’nın âlimlere verdiği en büyük ikram, özellikle ilimdir. Zira ilim kendisiyle amel edildiği zaman, ona hiçbir şeyin denk gelmeyeceği en büyük keramettir. Bu, dünya yurdunun ilim ve amel yurdu olması nedeniyledir. Hârikulâdelik gibi neticelerin yurdu ise âhirettir.” Şeyh 177. bâbda şunu zikretmiştir: “Kerametlerin en büyüğü ise kulun öyle bir dereceye gelmesidir ki eğer âlem tümüyle Allah’tan (cc) gafil olsaydı bu velînin zikri tüm âlemin zikrinin yerine geçerdi. Mesela ‘Sübhânallah’ dediğinde nefsinin cevherine bu âlemin tümünün Allah’ı zikrettiğinde söyledikleri nakşedilirdi. Bunun nedeni de Allah Teâlâ bu velîyi ödüllendirmek istediğinde ona bütün âlemin sevabının mislini vermesidir.

Soru: Velîyi, hissî kerametlerde bulunan gizli hileden hangi şey muha­faza eder?

Cevap: Şeriat terazisini elinden bırakmaması onu bundan muha­faza eder. Bu terazi ile her nefeste kendi hâlini ölçüp biçer. Zira ke­rametlerde, sadece âriflerin bildiği gizli bir hile vardır. Yüce Allah “Biz onları bilemeyecekleri biçimde adım adım helâka yaklaştıracağız.”[308] buyurmaktadır. Şeyh 231. bâbda şöyle demiştir: “Gizli hile en çok sıfat âyetlerini ve bunlarla ilgili haberleri te’vil edenlerde, mu­halif şeyler yaptığı hâlde, hâlini değiştirmeyen kimselerde ve kendi­sine amel edilmesi gereken ilim verildiği hâlde amelden mahrum ka­lan ya da amel verildiği hâlde ihlâstan mahrum olan kimselerde olur.

Bu durumu kendinde veya başkasında gördüğün zaman ey kardeşim, bununla nitelenmiş olan kimsenin hileye mâruz kaldığını bilesin.” Bu­nu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Böylece Allah Teâlâ’nın hileyi başkasından değil sadece hileye mâruz kalandan gizlediği anla5 şılmış oldu. Yüce Allah ‘jj^l*j’ deki zamiri, '^^jj2_A daki zamire iade etmiştir. Yine ‘Onlar bir tuzak kurdular. Onlar farkında değiller­ken Allah da bir tuzak kurdu.’262 buyurmuştur. Dolayısıyla ifadedeki ‘onlar’ zamiri Ij^ ‘tuzak kurdular’ daki zamirdir. Allah Teâlâ’nın bunlara tuzak kurması, onların farkına varmadan nitelendikleri tuzağın 10 bizzat kendisidir.” Bunu uzattıktan sonra “Allah’a bir basiret ve yakînî bir ilimle davet etmeyen herkes, tâbileri olsa bile, tuzaktan korunmuş değildir.” demiştir. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ BİRİNCİ MEBHAS

İslâm ve İmanın Beyanı, Tasdik Eden Fakat Telaffuz Etmeye

Vakit Bulamadan Ecelin Kendisine Yetiştiği Kimsenin Dışında -ki Burada, Allah’ın İzniyle İleride İzahı Geleceği Üzere İslâm Olmaksızın İman Bulunmaktadırİslâm ve İmanın Birbirinden Ayrılmayacağının Beyanı Hakkındadır

Şeyhayn’in hadiste açıkladıkları üzere, şer‘î İslâm, kelime-i şehâdet ge­tirmek, namaz kılmak ve zekât vermek gibi, âzalarla ibadet olarak yapılan amellerdir. “Îslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın resulü olduğuna şehâdet getirmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman ve imkân bulursan Kâbe’yi haccetmendir.” Însan bu Îslâmî amellerin yanısıra ancak iman ve -Resul’ün Allah’tan getirdiği za­ruri olarak bilinen şeylerikalben tasdikle Îslâmî mükellefiyete dair sorum­luluğunu yerine getirmiş olur. Nitekim evvelce geçen Sahîhayn hadisinde Cibrîl’in (aleyhisselâm) sorusu bu durumu izah etmektedir: “Îman, Allah’a, melekle­rine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman etmen ve hayır ve şerriyle kadere iman etmendir.” denilmektedir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdik­lerini kalp ile tasdikten murad, peygamberlerin getirdiklerine boyun eğmek ve bunları kabul etmektir. Usul imamları şöyle demiştir: “Îman ile yükümlü kılmak; zihin yormak, nazarı teksif etmek, duyuları sevk etmek ve engelle­ri uzaklaştırmak gibi [buna ulaştıran] sebeplerle yükümlü kılmaktır. Ancak bunlar teklifin konusu olan ihtiyarî fiillerden değildir. Aslında nefsânî key­fiyetlerdendir. “Îmanla yükümlü kılmak buna götüren sebeplerle yükümlü kılmaktır.” sözüyle bir soru ve cevabına işaret etmişlerdir. Sorunun beyan ettiği şudur: Tasdik, ilmin iki kısmından biriyse, o da ihtiyarî fiillerden değil de nefsânî keyfiyetlerdense bu durumda teklif, tasdiği tahsil etmeye nasıl taalluk eder? Cevabın beyan ettiği ise şudur: Bu keyfiyeti tahsil etmek ihti­yarîdir. Sebeplere tevessül etme, nazarı [o noktaya] teksif etme ve bunlarla birlikte zikredilenlerle olur. Sebeplere tevessül ile mükellef olmanın mânası bunlarla mükellef olmaktır. Nazarın ilk ilkesi olan göğsün genişlemesinin, kulun ihtiyarı ile olduğu da söylenemez. Zira biz “Bunun üstüne çıkan, ka­derin sırrının bilgisidir. Ulemâ bunu ifşa ve izah etmeyi yasaklamıştır.” deriz.

Soru: Îman mahlûk mudur, mahlûk değil midir?

Cevap: Îman, Allah Teâlâdan bir hidâyet olması açısından, mahlûk de­ğildir. Zira hidâyet O’nun sıfatlarından biridir. Allah’ın sıfatları da kadîmdir. Kulun ikrar etmesi ve anlaması açısından ise, mahlûktur. Çünkü bu açıdan iman, kulun amellerinden sayılır. Nitekim âyette “Allah, sizi ve yaptıklarınızı (amellerinizi) yaratmıştır.”[309] buyurulmuştur. Îmamlarımız şöyle demiştir: “Kulun îmânî mükellefiyetinin sorumluluğunu îfâ etmiş olması için, -gücü yetiyorsakelime-i şehâdeti telaffuz etmesi gerekir; yoksa anılan tasdik mu­teber değildir. Zira Şâri‘, kelime-i şehâdeti getirmeyi, bize gizli olan tasdikin bir alâmeti kılmıştır. Bu nedenle münafık bize göre mümin, Allah katında ise kâfir olmaktadır. Yüce Allah “Münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara yardım edecek birisi de yoktur.”[310] buyurmuştur. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf, HâşiyeSinde şöyle demiştir: “Bazılarının ifade ettiği üzere bu meselenin özeti şudur: Muhaddislerin cumhuru, Mutezile ve Haricîler; imanın, peygamberlerin dünya, berzah ve âhiret hayatı hakkında getirdiği bilinen şeyleri salt tasdikten ibaret olmadığını ileri sürmüşlerdir. Îman, üç şe­yin toplamıdır: Hakk’a inanmak, bunu ikrar etmek ve bunun gereğiyle amel etmektir. Sadece inanmayan münafık, ikrar etmeyen kâfir, amel etmeyen de ikisine göre fâsık, Hâricîlere göre ise kâfirdir. Mu‘tezile’ye göre imandan çıkar ancak küfre girmez.” Yine Hâşiyetül-Hâşiyede onun şunu yazdığını gördüm: “Bu meselenin özeti şudur: Îman, ibadetleri âdet hâline getirmenin şartıdır. Her ne kadar bazen iman ondan ayrılabilse de muteber olan Îslâm, imandan ayrılamaz. Îmansız bir Îslâm muteber değildir. Ancak bazen tasdik ettiği hâl­de telaffuz etmeye yetecek zaman bulamadan eceli gelen kimse gibi, [gereğini yerine getiremediği için], Îslâm olmadan da muteber bir iman olabilir. Îman ile Îslâm’ın aynı şey olduğunu söyleyen kimse, Îslâm’ı “teslim olmak” ve hü­kümleri kabul etme anlamında “içtenlikle boyun eğmek” anlamında tefsir etmiştir. Gerçekten üzerinde düşünen kimseye hilâfın (ayrılığın) Îslâm ve imanın müterâdif olması hususunda olduğu, yoksa Îslâm mefhumunda bir hilâfın olmadığı zâhir olur. Hanefîlerin çoğu ve Şâfiîlerin bir kısmı müterâdif olduğunu söylemişlerdir.”

Şeyh Tâceddin b. Sübkî şöyle demiştir: Burada bir soru vardır: Îmanı, kelime-i şehâdet getirmek sûretiyle telaffuz etmenin imanın şar­tı mı yoksa yarısı mı olduğu hususunda ulemâ arasında ihtilaf vardır. Celâleddin el-Mahallî ise şöyle demiştir: “Gazzâlî’nin sözleri, bunun ne yarısı ne de şartı olmasını gerektirmektedir. Onun vâciplerinden bir vâciptir.” Kemâl ise Hâşiye alâ Şerhi Cem‘i’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir: “Bunun izahı şudur: Telaffuz, miras ve nikâh gibi müminlerin dünya­daki hükümlerinin tatbiki için mi şarttır -ki bu durumda iman isimlen­dirmesine dahil olmazya da onun yarısı yani iman isimlendirmesinin bir cüzü müdür?

Şöyle demiştir: “Muhakkiklerin cumhuru, birincisini kabul etmiştir. Tasdik edip, imkânı olduğu hâlde diliyle ikrar etmeyen kimse, Allah ka­tında mümindir.” Bunun dil ve örf açısından daha uygun olduğunu söy­lemiştir. Hanefîlerden Şemsü’l-eimme Serahsî, Fahrü’l-Îslâm Pezdevî ve birçok fakih ikincisini benimsemiş ve tasdik edip de vakit bulduğu hâlde ikrar etmeyen kimsenin kâfir olduğunu söyleyerek diğerlerini reddetmiş­lerdir. Bu, Îmâm Râzî’nin naklettiği üzere, icmâa aykırıdır.

Soru: Îman, bölünür mü yani parçalanır mı?

Cevap: Îman birdir ve bir cüzünün bedenin bir yerinde diğer cüzü­nün ise bedenin başka bir yerinde olacağı şekilde, parçalanıp bölünmez. Aksine onun nûru bedenin tamamında yayılmıştır. Şayet bir uzuv ke­silirse, iman bölünmediği için kalbe döner. En doğrusunu Allah bilir. Usul imamlarında bulduklarımın özeti budur. Şeyh Muhyiddin’in ifa­delerine gelince, el-Fütûhâtul-Mekkiyye nin 460. bâbında şöyle demiştir: “Îslâm’ın amel, imanın tasdik ve ihsanın da rüyet ya da rüyet gibi oldu­ğunu bilesin. Îslâm boyun eğme, iman inanma; ihsan ise şahitliktir. Bu sıfatları bir araya getiren kimse, Allah’ın âhiretteki tecellîlerinden hiçbir tecellîyi inkâr etmez. Müslim’in hadisinde yer aldığı gibi bazıları inkâr eder. Bu durumda da Hak Teâlâ onlara sadece diğer tecellîlerde bulunur. Îtikadında bu vasıfları toplamayan kimse ise dünyada tatmadığı her şeyi zorunlu olarak inkâr eder.”

Yine 351. bâbda da şöyle demiştir: Bilesin ki sıdkın mahalli haber, haberin mahalli ise sadıktır. Bu, delille ilgilenenlerin bir sıfatı değildir. Kulun kalbi­ne doğan bir nûrdur. Kul bununla muhbirin (Peygamber) Allah Teâlâ’dan veya başkasından getirdiği haberleri tasdik eder. Bu nûr, muhbirin doğru­luğunu ona gösterir. Muhbirin [sözünden] dönmesi hâlinde o da tasdikten döner. Zira sıdkın nûru muhbir nereye giderse ona tâbidir. Delille tasdik edenin hükmü bu değildir. Muhbir [sözünden] dönerse onun dönüşüy­le beraber o da [tasdikten] dönmez. Îşte iki adam arasındaki fark budur. Şöyle demiştir: “Bu mesele, varlıkla ilgili en problemli meseledir. Meşrû hükümler, ilâhî haberlerdir. Nesh de edilebilir. Tasdik de hükme tâbi olur. [Sadık kimse] muhbir bunu sabit kıldıkça sabit kılar, muhbir [hükmü] kaldırdığında ise o da hükmü kaldırır. Hak Teâlâ bu hususta ‘Bedâ’ ile nite­lendirilemez. Bu husus bazı grupların hükümlerin neshini inkâr etmesine sebep olan görüştür. Sadık olan ise bizzat kendisi ilk haberi inkâr etmez; ya sübûtunu haber verir ya da [hükmün] kaldırıldığını. Her iki hâlde de sa­dıktır. Böylece imanın sıdkının, keşfî bir nûr olduğu ve sahibinin şüpheyi asla kabul etmediği anlaşılmış oldu.”

Soru: Sıdk ile hak arasında bir fark var mıdır, ikisi aynı mânada mıdır?

Cevap: Bunlar iki ayrı şeydir. Zira hak, yapılması vâcip olan; sıdk ise olduğu şekil üzere hak olarak haber verilendir. Bazen vâciptir ve bu du­rumda hak olur; bazen de vâcip değildir ve hak değil, sıdk olur. Bu nedenle Yüce Allah “Sadıkların, sıdklarından sorulması için”265 buyurmuştur. Yani şayet yapılması kendilerine vâcipse kurtulurlar; vâcip değil de aksine menedilmişlerse, helâk olurlar.” Şeyh, bunu 374. bâbda zikretmiş ve uzun açıklamalarda bulunmuş, daha sonra şöyle demiştir: “Birtakım hakların içinde yerine getirilmemesi sebebiyle güzel övgüyü gerektirenleri vardır. Bu, işlediği suç sebebiyle cezayı hak eden mücrimin affedilmesi gibidir. Bu, iptal edilen bir haktır ve övülmüştür. Gıybet, nemime ve eşin sırrını ifşa et­menin doğru olduğu hâlde, bunun kınanmış olması gibi. Her hak sıdktır, ama her sıdk hak değildir. Zira sadık sıdkından hesaba çekilir, ancak hak sahibi, bunu yerine getirdiği zaman hesaba çekilmez. Gıybet ve benzerleri doğrudur (sıdk) ancak hak değildir. Vesselâm.

Soru: Îmanın nûru kaç kısma ayrılır?

Cevap: Ehli iki kısım olduğu gibi, bu da iki kısımdır.

Birincisi: Nazar, istidlâl ve burhanla iman eden kimsenin imanıdır. Bu kişi, delille dönüp dolaştığı için, imanının sebatına güvenilmez. Böyle bir 5 kimsenin imanının nûrunun sevinci kalplere karışmaz. Çünkü bu kim­se, sadece delilinin perdesinin ardından bakar. Delil erbabının delillerinin her biri, bir süre sonra da olsa müdahale ve tenkide açıktır. Bu nedenle burhanla hareket eden kimse için kendisiyle bunun arasındaki perdeden dolayı imanın, kalbinin neşvesiyle karışması mümkün değildir.

10 Îkincisi: Kalbinde iman hâsıl olduğunda burhanı, zaruri başka bir şey­den dolayı olan kimsenin imanıdır. Bu, kalbin neşvesine karışan iman­dır. Bunun sahibi hakkında hiçbir şüphe düşünülemez. Zira şüphe (şek), kendisine hayat verecek bir mahal bulamaz. Kuşkunun mahalli delildir. Burada ise ne delil, ne müdahale ne de şek vardır.” Şeyh bunu 73. bâbda

15 zikretmiştir. Daha önce ise el-Fütûhâtın 5. bâbında şöyle demiştir: “Îma­nın beş kısım olduğunu bilesin: Taklidî iman, ilmî iman, ıyânî iman, hak iman ve hakiki iman. Taklit avam, ilim delil erbabı, ıyân müşâhede ehli, hak ârifler, hakikat ise vâkıflar içindir. Beş kısma ek olan hakikatin hakikati ise peygamberler içindir. Hak Teâlâ bizi bunu keşfetmekten engellemiştir

20 ve bunu açıklamak mümkün değildir.” Kitabın başındaki mukaddimede [geçtiği üzere], imanını herhangi bir şekilde kesin olarak şâri‘i taklit yönte­miyle alan kimse, delille alan kimseden daha mâsum ve daha güvenilirdir. Zira deliller, müdahale ve hayrete açıktır.

Soru: Peygamberlerden (aleyhisselâm) sonra iman açısından en yüksek olan in25 sanlar hangileridir?

Cevap: Tabakaları farklı olmakla beraber, iman ve tasdik açısından en yüksek insanlar sahâbedir. Daha sonra zamanımızdakiler gibi -biz onları siyahlık içindeki beyazlık gibi gördükkemâl üzere gayba iman edenlerdir. Buna iman ettik ve tasdik ettik. Başkalarının dediği gibi “Bu eskilerin ma30 sallarıdır.” demedik. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdolsun.

Soru: Cumhurun “Îman artar ve eksilir.” görüşüyle “Îman artmaz ve eksilmez.” diyenlerin görüşünü bir araya getiren yön nedir?

Cevap: Her iki görüşü bir araya getiren yön şudur: “Artmaz ve eksil­mez.” diyen kimsenin görüşünü, fıtratın imanına; “Artar ve eksilir.” diyen kimsenin görüşünü ise, fıtrat ile ruhun girişi arasına hamlederiz. Zira her insan yaratıldığı şey üzere ölür. Bunun izahı, Şeyh’in 281. bâbda zikrettiği üzere şöyle denilmesidir: Eksilip artmayan aslî iman, Allah’ın insanları üze­rinde yarattığı fıtrattır. Bu fıtrat, insanların ahid (mîsâk) alınırken, Allah’ın birliği (vahdâniyyeti) hakkında O’na tanıklık etmeleridir. Doğan her ço­cuk bu ahid üzere doğar. Ancak tabiat unutmanın mahalli olan bu cisim­le sınırlandırıldığı zaman, Rabb’iyle birlikte olduğu hâli bilmez ve bunu unutur. Nazarın kendisine sağladığı hâle ulaştığında yaratıcısının birliğini gösteren delilleri araştırmaya gereksinim duyar. Bu sınıra ulaşmadığında ise onun hükmü ebeveyninin hükmü olur. Kul sadece daha önce mîsâk aldığı anında sahip olduğu hâle dönmek için delillere bakar. Bu, açık ha­vada yolculuk yapan ve kıble yönünü bilip maksadını isabetli bir şekilde gerçekleştiren daha sonra bir bulut ve sisin çıkmasıyla yönünü ve maksa­dını yitiren kimsenin durumuna benzer. Böyle bir insana ictihad etmesi vâciptir. Anla! Bunu izahı yakında gelecektir.

Soru: Tevhide dair imanından önce ebeveyninden veya düşüncesinden ya da içinde bulunduğu toplumdan kendisine bir şirk unsuru kalan kim­senin hükmü nedir?

Cevap: Bunun hükmü, tebdil ve tağyîr yapmayan kimsenin hükmü gi­bidir. Zira tövbe kendisinden öncekileri siler. Dolayısıyla bu imanı sadece mîsâk anındaki imanı gibi olur. Aslında müşrik, Allah’ın varlığını ikrar et­mektedir fakat kendisiyle tevhidi arasında perde bulunduğunda şirk koşar. Perde kalktığında mîsâk anındaki hâline döner.

Soru: Müşrik ve muattilden hangisi imana daha yakındır?

Cevap: Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin dediği gibi, muattil, müşrikten daha çok imana yakındır. Her insan için varlığı hakkında, mahiyetini bil­mediği bir dayanağı kendisinde bulması kaçınılmazdır. Ona “Mahiyetini bilmediğin bu şey, seni yaratan ve rızık veren Allah’tır.” denilir. O da iman edip tasdik edebilir. Şayet bundan sonra onun bir ya da birden çok oldu­ğuna dair düşünce oluşursa, bu konudaki nazarın mahallinde olur ya da muvahhidlerden birisinin itikadını taklit eder. Dolayısıyla burada muhdes bir iman söz konusu değildir, aksine mebhasin baş taraflarında detayları geçtiği gibi, [fıtrat imanı] her müminin kalbinde yazılıdır.

Soru: O hâlde saadet tevhide, ebedî şekâvet de tevhidin yokluğuna ta­alluk eder.

Cevap: Evet, “Ey iman edenler!”[311] âyetiyle de buna işaret edilmektedir. Yani ahd-i mîsâk anında iman edenler. Yani peygamberinizin “Îman edi5 niz” sözüne cevap olarak iman edenler. Şayet iman onlarda kararlaştırılmış olmasaydı, bununla nitelenmezlerdi. Böylece fıtrat imanının, kulun ken­disiyle birlikte öldüğü iman olduğunu anlamış oldun. Bu ne artar ne de eksilir. Bunun artması ve eksilmesiyle kastedilen, ömürde meydana gelecek olan şeylerdir. Allah en doğrusunu bilir. el-Fütûhât’ın 73. bâbında şöyle dei" miştir: “Însana saadeti veren mertebeler dörttür: Îmân, velâyet, nübüvvet ve risâlet. Ayrıca ilim velâyetin şartlarından olup iman velâyetin şartı değildir. Zira imanın mütealliki haberdir. Kus b. Sâide gibi imanı olmaksızın Allah Teâlâ’nın velîsi olanlar vardır. O, mümin değil muvahhiddir. Ayrıca onun saîd olduğu hususunda da asla şüphe yoktur. Allah Teâlâ’yı bilen ulemânın 15 ilk mertebesi tevhidleri, sonra imanları sonra da ilimleridir. Yüce Allah asla kendisini bilmeyen birini velî edinmemiştir. Daha önce “Fetret ehli Mebhasi”nde geçtiği üzere, bize mümin olmayan birisinin cennete girdiği söy­lenerek üstü kapalı konuşulduğunda, bu sahihtir. O, kalbinde bulduğu bir nûr ile Allah’ı birlemiştir. Ancak kendi zamanında iman edeceği bir şeriat 2" olmamıştır. Bu, âlimlerin gafil olduğu büyük bir meseledir. Tevhidi hangi yöntemle olursa olsun her muvahhid velâyet feleğinin kapsamına girer.

Soru: Allah’ın “Onların çoğu ortak koşmadan Allah’a iman etmezler.”[312] âyetinin anlamı nedir? Şirkle birlikte olan iman nasıl sahih olur?

Cevap: Şeyh’in 497. bâbda dediği gibidir: Bu şirkle kastedilen, nefsin 25 şirkidir. Kâmil olan mümin Allah’a nefsiyle iman etmez. Allah’ın “Bana iman etsinler.”[313] âyeti de bunu destekler. Yani nefislerleriyle değil. Dola­yısıyla imana giriş için onda [nefiste] bir yol bulurlar. Aksine vâcip olan, imanın mahza Allah Teâlâ’dan bir lutuf olarak kalpte hâsıl olduğunu gör­meleridir. Bunu uzunca anlatıktan sonra şöyle demiştir: “Bu âyet, Allah’ın 3" birliğine dair imanı vermez. Aslında bu âyet Hak Teâlâ’nın “Ben Rabb’iniz değil miyim?” buyurup bizim “Belâ (evet)” dememiz sûretiyle bizi kendimi­ze şahit tuttuğu zamanki zürriyet mîsâkının müşâhedesini bize vermektedir.

Orada iman ve tevhidi tasdik değil, (O’nun) melik olmasının ve varlığı­nın tasdiği vardı. Şayet orada bir tevhid varsa, bu O’nun melik olmasının tevhididir. Allah’ın “Şirk koşarak”[314] âyetinin anlamı, dünyaya çıktıkları zaman içindir. Zira fıtrat, daha önce geçtiği gibi, onların Hakk’ın varlığına 5 ve melik [olmasına] iman etmeleridir. Tevhid fıtratla perdelenince, kendini muvahhid zanneden çoğunda şirk zuhûr etmiştir. Onları buna, tekliften başka bir şey yöneltmemiştir. Mükellef tutulduklarında, onların çoğunda Allah’ın onları sadece yükümlü tutuldukları fiilleri yapacak nefsî iktidara sahip olduklarını bildiği için mükellef kıldığına [dair bir bilgi] gerçekleş10 miştir. Bu yüzden tevhide ihlasla bağlanmamışlardır. Allah Teâlâ’nın onla­rı sadece fiilleri kendilerine nispet etme iddialarının bulunması sebebiyle mükellef kıldığını bilselerdi, müşâhede ehlinin yaptığı gibi, kendilerini bu iddiadan uzak tutarlardı. Anlaşılan o ki âyette, imanla kastedilen tevhid olsaydı, “Şirkle beraber” şeklindeki ifade doğru olmazdı. Bu da Allah 15 Teâlâ’nın imanla tevhidi değil, varlığı kastettiğine delâlet etmektedir.

Soru: Kâfirlerin şekâveti neredendir?

Cevap: Kendisinden kurtuluş olmayan kazânın hükmüyle şekâvete düştüler ve hiçbir zaman, asla mîsâk anındaki hallerine dönmediler. Yine rubûbiyyet Allah’a hastır ve hiç kimse mutlak olarak bunu inkâr 20 etmez. Ancak bununla beraber başkasının rubûbiyyetini de ortak kıl­makta ve peygamberleri yalanlamayı da buna eklemektedirler. Dolayısıy­la ebedî şekâvete düşmüşlerdir. Allah’ın lutuf ve ihsanından bize hayırlı bir son vermesini isteriz. Şeyh 444. bâbda, Allah’ın “Bilinmeli ki hâlis dindarlık yalnız Allah için olanıdır.”[315] âyeti bağlamında şöyle demiştir: 25 “Burada dinle kastedilen, ahde vefa kapsamında kendi nefsi için hâlis kıldığı dindir. Kulun şeytandan yahut cehennem korkusu veya cennet arzusu nevinden bir sâikten arındırdığı din değildir. Bazen mükellefin ihlâsını etkileyen faktör bunlar gibi olabilir. Bu durumda kul muhlisler­den olur, bu hükme göre din de ortaklığı (şirk) veren kimsenin elinden 30 kurtulmuş olur ve kul da bununla ortaktan uzaklaşır. Bu nedenle Yüce Allah ‘Allah için hanifler olarak’ yani ‘bunu meşrû kılan ve mükelleflere yükleyen Hakk’ın canibine yönelerek bâtıl tarafına meyletmeyenler ola­rak’ demiştir. Zira Kitabında onları ‘müminler’ olarak isimlendirmiştir.

Bir topluluk hakkında, Allah’ı inkâr edip bâtıla iman ettiklerini söyle­miş, bundan dolayı onlara iman giysisini giydirmiştir. Bu nedenle iman ismi, lafız açısından sadece saîdlere, küfür de şakilere has değildir. Bu, mânalar açısındandır. Bunları temyiz eden, hâl karineleridir. Hâlis ahit ise Allah’ın Âdemoğlunun sırtlarından zürriyetlerini çıkararak aldığı [ahittir]. Ayrıca her Âdemoğlu fıtrat üzere doğmuştur. Bu o kimseye ait olan hiçbir kişinin zorla ondan çekip alamayacağı hâlis misâktır. Da­ha doğrusu bu misâk nefsü’l-emrde (hakikatte) tâhir ve mutahhir olarak onda kalmaya devam eder. İşte buradan Ebû Yezid el-Bistâmi ve Sehl b. Abdullah et-Tüsteri ve benzerleri şöyle diyorlardı: ‘Biz Hakk Teâlâ’nın misâkından hiçbir şeyi eksiltmedik, aksine O’nun ahdi sâlim ve hâlis olarak bizde devam etmektedir. Bu, hâlis kılınan/saflaştırılan din değil, hâlis dindir. Çünkü saflaştırma olmaksızın kulda var olmuş ve sahibi [bu dinle] sorumlu kılınmadan hem önce hem de sonra noksanlıktan ko­runmuş olmaya devam etmiştir. Böyle kimseler dini Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet etmekle emrolunmamışlardır. Çünkü hâlis kılmaya dair her­hangi bir fiilleri söz konusu değildir.” Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın bazı nüshalarında böyle zikretmiştir: Bana zâhir olan şekliyle, ihlâsı emreden dil, peygamberlerin (aleyhisselâm) makamı da dâhil her makamı, o makama has bir şekilde şamildir. Yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Dini O’na hâlis kılarak Allah’a ibadet et!” buyurmuştur. Yine “Sana bilmedik­lerini öğretti. Allah’ın sana olan lutfu büyüktür.”271 buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi, dinde ihlâslı olmanın muhatabı gerçekte o de­ğil, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetidir. O ihlâslı olmaya çağrılmıştır ancak, kastedi­len ondan başkasıdır. Zira onun ümmetinin havassı için bile ahd-i misâkı değiştirmek doğru değilse, bütün makamların sahibi olan Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için nasıl doğru olsun? İyi düşün! En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Cansızların (cemâd) hayatının olmadığına iman etmemiz, imana zarar verir mi?

Cevap: Evet, bu her müminin imanına zarar verir. Şeyh 357. bâbda dediği gibi, her müminin imanını koruması ona vâciptir. İma­nı eksilten şeylerden biri, Hak Teâlâ’nın kendisini hamd ile tesbih ettiğini haber verdiği her bir şeyin hayat sahibi olmadığına inan­maktır. Yüce Allah her bir şeyin hayat sahibi olmasını nefyetmemiş,

bizim onların teşbihini anlamamızı nefyetmiştir. Keşif ehli bunu bizzat müşâhede eder, kâmil iman ehli olanlar ise iman ve ibadet olarak bunu kabul ederler.” Şöyle demiştir: “Allah âyetteki[316] sözünün peşinden hicap (perde) ve setr (örtme) isimleri olan, muahezeyi sonraya erteleyen ve mu­ahezenin hükmünü hemen uygulamayan “Halîm ve Gafûr” isimlerini ge­tirmiştir. Zira bazı kullarının keşif ve kâmil imandan mahrum olduklarını bilmektedir. Bunlar akıl erbabı olan fikrin köleleridir.” Bunu uzunca an­lattıktan sonra şöyle demiştir: “Keşif ehli ‘Cemâdâtın konuşmasını işittik ve gördük.’ derler. Îman ehli ‘Buna iman ettik ve tasdik ettik.’ derler. Per­delenmiş olan fikir köleleri ise ‘Ne gördük ne de işittik.’ derler.” Allah’ın “Onlarla konuşan bir canlıyı yerden çıkardık.”[317] âyetini düşün, nasıl da hemen peşinden “İnsanlar âyetlerimize tam olarak iman etmiyorlar.”[318] de­nilmiştir. Çünkü bir grup insanın buna inanmadığını, ancak te’vil yaparak başka [bir anlamı] çıkardığını bilmektedir. “Tam olarak iman etmiyorlar.” ibaresinin anlamı, bu âyetin de içinde bulunduğu âyetlere dair imanları kalplerine yerleşmiyor.’ demektir. Daha doğrusu âyeti kastedilenin dışın­da bir mâna ile kabul etmektedirler. Allah bütün kardeşlerimizi, ıyan (ke­şif) ehli olmasalar da imanla rızıklandırsın! Âmin. “Kabir Azabı ve Münker-Nekir’in Suâli Mebhasi”nde cemâdâtın konuşma diliyle tesbih etmele­rine dair delillerin beyanı verilecektir. Oraya bakabilirsin.

Soru: Allah Teâlâ’nın kendisine düşmanlık etmemizi emrettiği bir kim­senin hediyesini kabul etmek gerekir mi?

Cevap: Evet, bu bize vâciptir. Hadiste “Hediyeleşiniz ki birbirinizi sevesi­niz.” buyrulmaktadır. Vermenin imanda derin bir izi kalır. Zira iyilik yapan nefsine baskın geldiği için sevilendir. Bu, Allah’ın (cc) verdiklerini müşâhede etmeyen her kişi için tehlikeli bir meseledir. Îhsanı yaratılmışlardan gören bi­rinin isyanlarında ısrarcı olan kâfir ve zalimleri sevmemesini nasıl beklersin? Zira bu kimse onların iyilik ve ihsanlarını kabul etmiştir. Bu Allah’ın dilediği kimseler dışında yaratılmışların çoğuna zor gelen bir durumdur. Çünkü ta­biata aykırıdır. Her ne kadar zâhirde bir eseri yoksa da bâtında vardır.

Soru: Kâmil mümini kendisiyle tanıyacağımız bir örneği bize açıklar mısınız?

Cevap: Kâmil mümin, şüphenin bulunmaması açısından gayb kendi­sinde müşâhede gibi olan ve Allah Teâlâ’nın kendisine söz, amel ve sahih itikattan ibaret olan imanı verdiği kimsedir. Böylece onun söz ve fiili, bu fiille ilgili itikadına uygun olur. Bu nedenle Yüce Allah “Nûru önlerinde ve sağlarında onlarla birlikte yürür.”[319] buyurmuştur. Bununla daha önce yaptığı ve Allah katında sâlih olan ameller kastedilmektedir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Mümin, insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir.” buyurmuştur. Başka bir rivâyette “Mümin, komşusu­nun musibetlerinden emin olduğu kimsedir.” buyurmuştur.

Efdalüddin’in (rh.a) şöyle dediğini işittim “Mümin için gaybın müşâhede gibi olması ve kendisinden bütün âleme emânın yayılması, kâmil imanın şartlarındandır. Böylece kâmil müminler bu emân söz konusu şahıs hakkında ken­dilerinde oluşan bir töhmetle karışmadan, canları, malları ve aileleri konusun­da kat‘î biçimde ondan emin olurlar. Bu alâmetlerin kendisinde bulunmadığı kimse, kimseyi yanıltamaz ve kendisini kâmil müminlerin arasına katamaz.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Allah’ın ken­disine vaat ettikleri hakkında kâmil iman iddiasında bulunan kimse, söz gelimi Allah’ın sadakayı yetmiş ve daha fazla katlayacağına dair vaadi ko­nusunda kendi nefsini imtihan etsin. Şayet elindeki bütün malı verinceye kadar, herhangi bir muhtaca bir şey vermekten geri durmuyorsa, bu anlam­da imanının kâmil olduğunu bilsin. Bu kimsenin Allah’a (cc) şükretmesi gerekir. Bir gün ve gecelik azığı olduğu hâlde, vermekten geri duruyorsa, Allah Teâlâ’nın vaad ettiklerine olan imanının nâkıs olduğunu bilsin. Şayet bir yahudi, bir kese altınla otursa ve ‘Kim bir fakire yarısını verirse ona bir dinar vereceğim.’ dese, vermek için insanlar izdiham yapar ve fakirler elle­rinde bulunan bütün gümüşleri verirler. Allah’tan lutfunu dileriz.”

Yine onun “Hatırlat, hatırlatma müminlere fayda verir.”[320] âye­ti bağlamında şöyle dediğini işittim: “Ey kardeş, kâmil iman iddi­asında olup da insanların kendisine hatırlatmada bulunduğu ve fa­kat hatırlamanın kendisine fayda vermediği bir kimse gördüğün­de bu kimsenin imanının o esnada nâkıs olduğunu bilinmelidir.

Zira Allah’ın şehâdeti haktır ve O doğru sözlüdür. Bize, müminin hatır­latmadan fayda göreceğini bildirmiştir. Fakat söz konusu kimsenin hatır­latmadan faydalanmadığını gördük. Bu durumda Allah’ı tasdik açısından onun imanının kapalı olduğunu söylememiz gerekir. Faydanın anlamı ancak amelin varlığıyla beraberdir. Biz, ancak nefsinde şüphe bulunan bir kimse­nin kendisine emredilen bir şeyle amel etmek hususunda geri durduğunu gördük. Sadık olanın haber verdiği herhangi bir şey hususunda kendisin­de şüphe bulunan kimse ise kâmil iman sahibi değildir. Bununla beraber sen ona sorduğunda Allah ve Resulü’nün (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize haber verdiği şeylerin doğruluğunda şüphe etmediğini söyleyecektir. Dikkat et, kardeşim! Şu an Allah Teâlâ’ya çokça amelin olmaksızın kâmil iman ile gelmen insanların ve cinlerin amelleri ile ve fakat zayıf ve eksik bir imanla gelmenden hayırlıdır.” Böylece Şeyh’in 159. bâbda dediği gibi, imanın müminin kalbinde buldu­ğu ve atmaya güç yetiremediği, zaruri bir ilim olduğu anlaşılmış oldu. Bu kitabın mukaddimesinde zikrettiğimiz gibi, delile dayalı olarak iman eden hiç kimsenin imanına güvenilmez. Zira delilin sahibi, imanını yaralayacak şüphelere açıktır. Çünkü imanı zaruri değil, nazarîdir. Nazarî imanın sahibi, delilin esiridir. Bir vakitte tercih edilen her şey, bundan önce terk edilmişti. Bu nedenle risaletin varlığı için, gönderilenlere delil getirilmesi şart koşulmamıştır. Ayrıca buna bağlı olarak delilin bulunduğu her kişide imanın bu­lunduğunu da görmüyoruz. Sadece bir kısmında iman oluşmaktadır. Şayet sadece delile bağlı olsaydı, tamamında oluşurdu. Aynı şekilde, delil olmadığı hâlde imanın bazı kimselerde oluştuğunu da görmekteyiz. O hâlde bu du­rum, imanın delille olmadığına, Allah’ın dilediği kullarının kalbine attığı bir nûr olduğuna delâlet etmektedir. Bu nedenle imanda delilin bulunmasının şart olmadığını söylemekteyiz. Şeyh Muhyiddin bunun benzerini 159. bâb­da zikretmiş ve şöyle demiştir: “Senin dikkatini herkesin bilmeyeceği derin bir sırra çekerim. Onu muhafaza et!” En doğrusunu Allah bilir.

Sonuç: Şeyh 364. bâbda şöyle demiştir: “Teklif ehli olan hiç kimsenin, hiçbir şüphe ve tereddüde yer olmayan tahakkuk ve müşâhedeye (ıyan) da­yalı iman olmaksızın ölmeyeceğini bilesin. Özellikle de Allah hakkındaki bilgi ve O’na iman konusunda böyledir. Geriye sadece bu imanın ehline fayda verip vermeyeceği kalmaktadır. Yüce Allah ‘Fakat azabımızı gör­dükleri zaman inanmaları, kendilerine fayda vermedi.’277 buyurmaktadır.

Yüce Allah, Firavun’un şöyle dediğini nakletmektedir: ‘Îsrâiloğullarının iman ettiğinden başka hiçbir ilâh olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım, dedi.’[321] Bu imanı kendisine fayda vermedi.” Îmanının kendisine fayda vermediğine dair delilleri uzun uzun saymıştır.

5 Şöyle derim: Allah’a yemin ederim ki Şeyh Muhyiddin’e Firavun’un imanının makbul olduğunu söylediğini nispet eden kimse ona iftira et­miştir. Bu onun, Firavun’un imanının makbul olduğunu kendisinden nakleden kimseyi yalanlayan ibaresidir. Kâdî Ebûbekir Bâkıllânî ve bazı Hanbelîlerin de içinde bulunduğu bir topluluk, bu görüşü beyan etmiş-

10 lerdir. Zira Yüce Allah, onun dünyadaki son anında iman ettiğini zik­retmiştir. Ulemânın cumhuru, onun ve azap anında iman eden herkesin imanının kabul edilmediği konusunda görüş birliği içindedir.[322] Zira imanın şartlarından biri de serbest olmaktır (ihtiyâr). Azap anında iman eden, imana zorlanan gibidir. Fakat bunun aksine iman, sahibine ancak

15 güç yetirebildildiğinde (buna kâdir iken) fayda sağlar ki kişi muhtâr ola­bilsin. Ayrıca imanın müteallakı gaybdır. Meleklerin azap için indiklerini gören kimse, artık her şeyi gördüğü için iman etme yerinin dışına çık­mıştır. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ İKİNCİ MEBHAS

İhsanın Hakikati Hakkındadır

Bil ki ihsanın hakikati, Cebrail’in Hz. Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) İslâm, iman ve ihsan hakkında sorduğu hadiste açıkça belirtildiği üzere, kulun Rabb’ini gö5 rüyormuş gibi ibadet etmesidir. Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “İhsanın hakikati hem Îslâm hem de imanı kapsayan ibadetlerin tümünde Allah Teâlâ’yı murakebe etmektir. Ta ki kulun ibadetlerinin tümü ihlas ve benzerleri açısın­dan kemâl halinde olsun.” “Efâlü’l-ibâd ve Kesb Meselesi Mebhasi”nde, kulun Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğüne dair bilgisi, tenzih açısından, onun Hak 10 için olduğunu müşâhededen daha kâmildir. Zira Allah’ın kendisini gördüğü­ne dair bilgisinin aksine o, sadece aklının dairesi miktarınca müşâhede eder. Allah ise bundan yücedir. Yine mezkûr mebhasta, hadiste ihsan makamına sahip olan kimsenin, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ettiği zaman, fiilin sadece Allah’a ait olduğunu ve onda kulun hiçbir etkisinin olmadığını görmesine dair 15 ince bir işaretin bulunduğu da geçmiştir. Ancak kulun fiilde sadece âzalardan ortaya çıkmasından dolayı mahal olması itibariyle, bir hükmü vardır başka bir ilgisi yoktur. Bunu müşâhede eden kimse, amelini sadece Allah için yapmış ve fiilde O’na kendisini şirk koşmamış olur. Ayrıca önceki mebhaslarda, ıyân ile imanı bir araya getirmenin kulun kemâli olduğu da geçti. Dolayısıyla perde 20 olmadan müşâhede ettiği şeylere iman etmiş olur. Bu, müşâhede ve muayene anında da onun gayba imanın sevabını kaybetmesine sebep olmaz. Bu şerefli bir makamdır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın “Esrar Bâbı”nda şöyle demiştir: “Îman ve Îslâm’ın, ihsanın mukaddimeleri olduğu açıktır. Zira iman ve Îslâm önceliklidir.” Daha sonra “Aksi hâlde kabul edilmez. Açık olduğu üzere bu 25 ikisi çifttir. Nihayet tekindir. Îhsan onları tekleştirmiştir. Çünkü tek sayıların ilki üçtür bir değil. Anla!” Yine orada şöyle demiştir: “Îmanın tasdik olduğunu bilesin. Ancak haberin tahayyülde müşâhede edilmesiyle gerçekleşir. Îman ve Îslâm için boyun eğme gerekir. Boyun eğme ise, ancak Hakk’ın elinin, celâli­ne yaraşır bir şekilde, perçemini tuttuğunu gören kimsede gerçekleşir. Böylece 30 isteyerek boyun eğer. Şayet kendisine destek olan Hakk’ı göremez ve tahayyül edemezse, kerhen boyun eğer. Oysa ihsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na iba­det etmendir. Zira her ne kadar sen görmüyor isen de O, seni görmektedir.”

Şöyle dedim: Efendim Ali b. Vefâ’nın (ra) sözleri arasında şunu gör­düm: “İhsan makamının ötesinde, ‘îkân makamı’ adı verilen başka bir ma­kam vardır.” Bunu başkasının sözlerinde görmedim, değerlendir. “Peygam­berleri Savunma Mebhasi”nde, ihsan makamında bulunanlar hakkında, 5 burada bulundukları müddetçe isyan düşünülemeyeceği geçti. Peygamber ve velîler ihsan makamında bulundukları için, buradan peygamberler mâsum, onların dışındaki velîler ise mahfuz kılınmıştır. Peygamberler sürekli olarak buradadır; velîler ise hallerinin çoğunda buradadır. İhsan mertebe­sinde bulunan kimselerin işleyecekleri en ileri isyan, Âdem’i (aleyhisselâm) savunma 10 bağlamında geçtiği gibi, haram ya da mekruhu işlemek değil, evlâ olanı terk etmek şeklindedir. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ ÜÇÜNCÜ MEBHAS

Müminin Mevcut Halinden Şüphe Ederek Değil de Meçhûl Olan Neticeden Korkarak “İnşallah Müminim” Demesinin Câiz Olduğu Hakkındadır

Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: Îmâm Ebû Hanîfe (ra) bunu reddetmiştir. el-Makâsıdda ise çoğunluğun reddettiği kaydedilmiştir. Nesefî’nin Akâidindeki ibaresi “Kulun ‘İnşallah ben müminim.’ dememesi gerekir.” şeklindedir. Mevlâ Sa‘deddin (Teftâzânî), evlâ olanın terk etmek olduğu fakat cevaz verilmediği anlamında bir yasaklama olmadığı şeklinde yorumlamıştır. Ayrıca Mevlâ Sa‘deddin, iki fırka arasında mâna itibariyle gerçek bir ihtilafın bulunmadığını zikretmiştir. Zira şayet imandan sadece mânanın hâsıl olması amaçlanmışsa, bu şu anda gerçekleşmiştir. Bununla neticede âhiretteki kurtuluş ve sevap amaçlanmışsa bu da Allah Teâlâ’nın meşîetine kalmıştır. Bunun şu anda gerçekleştiği kesin değildir. Kesin olarak gerçekleştiğini söyleyen birincisini, meşîete havale eden de ikincisini kas­tetmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd’a (ra) bu sorulduğunda “Kulun ‘Înşallah ben müminim.’ demesi kesinlik ifadesinden daha evlâdır. Kulun ‘İnşallah mü­minim’ demesinin, o andaki imanında şüpheyi akla getirdiği söylenemez. Zira biz, imanın kendisinde tahakkuk ettiği her müminin güzel bir şekilde ruhunu teslim etmeyi umduğu ve Rabb’inin lutfundan bunun gerçekleş­mesini istediği son ana kadar iman üzere olmaya azmettiğini söylüyoruz. demiştir. Ebû Hanîfe ve imanda istisnanın olmayacağı konusunda ona tâbi olanların delili Allah’ın sihirbazlar hakkındaki “Âlemlerin Rabb’ine iman ettik. Mûsâ ve Harûn’un Rabb’ine.”[323] âyetidir. Burada istisna yapmamış­lardır. Yine “Onlar gerçek müminlerdir.”[324] âyetinde de istisna söz konusu değildir. Aynı şekilde iman bir akittir ve istisna akdi kesip bozar. Şâfiîler is­tisnayı vâcip görmediklerini, sadece câiz gördüklerini söyleyerek kendilerini savunmuşlardır. Bizden istisna yapan ilkini iptal etmeyi kastetmemektedir. Yine bunda tereddüt bulunmadığı konusunda icmâ vardır.

Sonuç: Mümin ameline riya ve süm‘ayı (şöhret) karıştırırsa, hiçbir kar­şılık alamaz. Bu, Îbn Abdüsselâm ve Zerkeşî’nin de tercihidir. Bunun açık (zâhir) olduğunu söylemiştir. Gazzâlî ise amele sevk eden sâiki dikkate al­mıştır. Dünyevî sâik daha galipse ecir olmaz, dinî sâik galipse, bu ölçüde ecir olur. Eşit iseler, birbirini düşürürler. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ DÖRDÜNCÜ MEBHAS

İslâm’a Göre Büyük Olan Günahların İşlenmesiyle Meydana

Gelen Fıskın, İmanı Ortadan Kaldırmadığı Hakkındadır

Bu görüş Mu‘tezile’nin aksinedir. Zira onlara göre imanı ortadan kaldır­maktadır ve amellerin imandan bir cüz olduğu görüşüne bağlı olarak, fıskın küfür ile iman arasında bir vasıta olduğunu iddia etmektedirler. Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Mutezile Hz. Peygamberin ‘Zâni, zinâ ettiği an­da mümin olarak bunu yapmaz, hırsız da hırsızlık anında mümin olarak bunu yapmaz.’ hadisinin zâhirine dayanmaktadır. Hadisin zâhirinin imanı nefyettiğini söylemişlerdir.” Şeyh Necmeddin el-Bekrî şöyle demiştir: “Bizim anladığımıza göre doğru olan “o mümindir” sözüyle kastedilenin Allah’ın o kimseyi gördüğünün [farkında olması] başka bir ifadeyle kalbinin Allah Teâlâ ile birlikte olmasıdır. Zira o anda kalbinin Allah Teâlâ ile birlikte ol­duğunun farkında olsaydı, Allah’tan (cc) hayâ duyar ve isyan etmeye gücü yetmezdi. Âsinin isyana düşmesi için, perdenin onun üzerine çekilmesi gere­kir. En küçük perde nefsinin ‘Rabb’in gafûr ve rahîmdir, sadece günahkârlar için gafûr ve rahîm olur. Hem Peygamber de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Şefaatim ümmetimin günahkârları içindir.’ buyurmuştur. ‘İstiğfar ettiğin müddetçe, Allah’ın senin gibilerini sorguya çekmesi uzak bir ihtimaldir.’ demesi gibi te’vil ve [kötü­lüğün kendisine] süslenmesine aldanması şeklinde olur. Yine nefsi ‘Kaderin olanı yap, sen kesinlikle Allah’ın senin için takdir ettiğinden kaçamazsın.’ der. Nefsi kendisine geniş olan umut kapısını açar ve günahı küçümser.

Keşif ehli, bir ârifin keşif ve müşâhedeye dayanarak Allah Teâlâ’ya is­yan etmesinin kesinlikle doğru olmadığı konusunda icmâ etmişlerdir. Allah’ın kendisini gördüğüne dair bilgisi, onu isyandan alıkoyar. Ayrıca âsinin mâsiyet anında Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü bildiği farz edilse dahi onun bu mâsiyet konusunda Allah’ın kendisinden razı ol­madığını müşâhede etmesi gerekir. Taberânî ve diğerlerinin merfû ola­rak naklettiği bir hadiste ‘Allah Teâlâ kazâ ve kaderini infaz etmek iste­diği zaman, akıl sahiplerinin aklını giderir.’ denilmektedir. Burada gide­rilen akıllardan kasıt, teklifin [şartı olan] akıllar değil de Hak Teâlâ’nın mâsiyet anında kendilerine yönelmiş nazarını müşâhede eden akıllardır.

Şayet bu akıllarla kastedilen teklif için gerekli olan akıllar olsaydı, Allah Teâlâ hiç kimseyi teklifi yerine getirmediği için sorguya çekmezdi. Oysa sorgu­lanacakları kesin naslarla sabit olmuştur. Anla! Bu, bir grup mutasavvıfın hata ettiği bir yerdir. Dolayısıyla bazılarının sandığı gibi, kulun isyan anında 5 Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğüne dair imanının perdelenmesinin, Allah Teâlâ’nın varlığına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret günü­ne, hayrıyla şerriyle kazâ ve kadere iman etmesini ortadan kaldırmayacağı anlaşılmış oldu. Aksine bunların tamamına iman etmekte ve Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğüne dair imanının dışında hiçbir şey kendisine perdelen10 memektedir. Allah’ın mukadder olan bir işi yerine getirmesi için, o kimsenin bu işte perdelenmesi gerekmektedir. Ayrıca bu [durum o kimsenin] Allah Teâlâ’ya karşı çok az hayâ sahibi olduğu anlamına gelecektir. Bunu anladığın zaman, imanın, içinde bulunduğu sürece bağlı olarak, kendisi için uygun olan her yerde bulunacağını öğrenmiş olursun. Bu, Yüce Allah’ın ‘Müminle15 re yardım etmek üzerimizde bir haktır.’ âyetinde ifade edilendir. Yani onlara yardım ederim ve kulumun beni zannettiği gibiyim. Bununla mukayese et.” Necmeddin el-Bekrî, Tefsirinde bu şekilde kaydetmiştir.

Soru: “Suheyb ne iyi kuldur, şayet Allah Teâlâ’dan korkmasaydı bile, O’na isyan etmezdi.” hadisinin anlamı nedir?

20 Cevap: Bunun anlamı Şeyh’in 371. bâbda dediği gibi, “Kulu isyan et­mekten alıkoyan sebepler, beşincisi olmayan dört şeydir: Allah Teâlâ’dan utanmak, cezasından korkmak, sevabını ummak ve Allah Teâlâ’nın ilminin takdir edilmemesi. ‘Suheyb Allah Teâlâ’dan korkmasaydı bile, O’na isyan etmezdi.’ hadisinin anlamı, onu isyana düşmekten alıkoyacak sebeplerden 25 üç tanesine sahip olmasıdır. Bunlar, Allah’tan utanmak, O’nun sevabını ummak ve Allah’ın ilmini takdir edememektir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Suheyb ne iyi kuldur, Allah’tan korkmasaydı bile O’na isyan etmezdi ya da O’nun sevabını ummasaydı bile O’na isyan etmezdi.’ buyurması gibi, diğer üç şeyle ilgili de durum böyledir. Bunun anlamı korkuyla ilgili söylediğimiz 30 şeyde de aynıdır. 68. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki örnek olarak zinâ, hırsızlık ve içki içme gibi durumlarda imanın sahibini terk etmesinin hik­meti şudur: Îman [bu esnada] kişiden çıkar ki böylece, nefsinin mesela zinâ ile kendisini mâruz bıraktığı azabın gerçekleşmesinden onu koruyabilsin.

Zira imana hiçbir şey karşı koyamaz. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kul zinâ ettiği zaman, iman kendisinden çıkar ve gölge gibi üstünde dolaşır. Bıraktığı zaman kendisine döner.’ hadisi de buna işaret etmektedir.” Şöyle demiştir: “Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) açıklamasından sonra hiçbir açıklamaya gerek yoktur.

Dolayısıyla imanın çıkması, sahibinin küfre girmesi için değildir. Aksi­ne sahibine inâyet olarak azabı ondan engellemek için çıkmaktadır.” Şeyh bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Burada gizli ve önemli bir nükte vardır: Mümin kul, asla salt günah işlemez. Ona bir taat karışması gerekir, bu taat [işlediği günahın] Allah Teâlâ’nın gazaplanacağı bir mâsiyet olduğuna dair inancıdır. Böylece sâlih bir amelle kötü bir ameli birbirine karıştıran kimselerden olur. Allah’ın onların tövbesini kabul etmesi, yani onlara rahmetle muamele etmesi umulur. Ulemâ ‘Müslümanlar için Al­lah’ın rahmeti, gazabından öncelikli olduğu için, ummak (asâ) Allah için söz konusu olduğunda, [umulanın] meydana meydana gelmesi vâciptir.’ demişlerdir.” Yine 354. bâbda “Zinâ eden kimse, zinâ anında mümin ola­rak bunu yapmaz.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Yani azabı tasdik ederek bunu yapmaz. Zira azabı tasdik etseydi, günaha düşmezdi. Bu şuna benzer; şayet biz onun için büyük bir ateş tutuştursak ve ‘Bu kadınla zinâ et ki seni bu ateşte yakalım.’ desek, uzun süre bunu istemeye devam etsek bile, asla onunla zinâ etmez. Bunun sebebi cezayı görmesidir. Anla!” 234. bâbda da şöyle demiştir: “Bilesin ki kâmil müminin şartlarından biri de Al­lah’ın cezalandırmakla tehdit ettiği bir günahı işlediği zaman, bu günahtan fariğ olduğunda içinde bir pişmanlık bulmasıdır. Hadiste ‘Pişmanlık töv­bedir.’ [şeklinde geçmektedir.] Bu şekilde pişman olan kimse, tövbe etmiş gibidir. Yani insanların hakları açısından değil de Allah’ın hakları açısın­dan böyledir. Dolayısıyla bu pişmanlıkla beraber tehdidin hükmü düşer. Kâmil müminin muhalefet etmekten hoşlanmaması ve bunu yaparken de razı olmaması gerekir. Zaten bundan hoşlanmaması, bunu yaparken piş­man olması ve bunun bir mâsiyet olduğuna dair imanı sebebiyle üç yönden sâlih amel sahibidir. Bunu yapmış olması itibariyle de şer‘an bir tek açıdan kötü amel sahibidir. O da bunu işlemektir. Allah’ın ‘Zerre kadar şer işle­yen bunu görür.’282 âyetini dikkate alan kimse, bizim dediklerimizi anlar.

Yüce Allah, bu şerden dolayı sorguyu değil, sadece onu göreceğini kaydet­mektedir. Ayrıca Kerîm’den sadece kerem beklenir.” Onların bazılarının sözlerinde bu şekilde gördüm. Muvahhid olup da cehenneme girenler hak­kında da hikmet böyledir. Bu, sultanın dilediği hizmetçilerini te’dib etme5 sinde olduğu gibi, sorguya çekmediği kimselere olan lutfunu açıklamak içindir. İnsanların kendilerine olan nimetleri bilmeleri için, bu hususta şefaat de eksilmez. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh 297. bâbda “Şayet günah işlemez ve istiğfar etmeseydiniz, Allah si­zi götürüp günah işleyen, istiğfar eden ve istiğfarlarını kabul ettiği bir top10 luluk getirirdi.” hadisi bağlamında, şöyle demiştir: “Bil ki Allah Teâlâ’nın kullarına olan rahmetlerinden biri de dünyadayken isyan ettikleri anda, onlarda unutma ve perdelenmeyi yaratmasıdır. Bu dünyadaki isyan ve mu­halefetler kullar üzerinde [Allah’ın ilminde] takdir edilmiştir. Onlardan bunların gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Şayet keşif ve tecellî şeklinde gelişir15 se, bu Allah Teâlâ’dan hayâ etmenin azlığı hususunda mübalağa olur. Zira O’nu görmekte ve müşâhede etmektedir. Şayet perde olmasaydı, durum büyür ve zorlaşırdı. Kader ise bunun meydana gelmesine hükmetmiştir. Bu nedenle Yüce Allah, isabet eden şeyin büyüklüğünden dolayı, âsiyi bu­nu görmekten perdelemiştir.” el-Fütûhât’ın “Hac Bâbı”nın sonlarında da 20 şöyle demiştir: “İnsanların bazılarının günahları kendilerine fayda verir ve Îblîs, zarar etmiş olarak döner. Bu şöyle olur: Kul amelini büyük görüp kardeşlerine karşı büyüklük taslamak gibi bir şey yaparsa, günaha düşer ve kendisinde zillet, ümitsizlik ve pişmanlık meydana gelir, böylece hastalığı gider ve tövbe edenler arasına kaydedilir.” Bunu uzunca anlatmıştır. Îbn 25 Atâullah’ın sözleri arasında şu da vardır: “Zelillik ve ümitsizlikle sonuç­lanan günah, büyüklük ve zorbalıkla sonuçlanan taatten daha hayırlıdır.” Sonraki mebhasta, burada zikrettiklerimizden daha fazlası gelecektir. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ BEŞİNCİ MEBHAS

Can Çekişmeden Önce Tövbe Etmeden Ölen Fâsık Müminin Durumunun Allah’ın Meşîetine Kaldığı Hakkındadır

Cehenneme atılmak sûretiyle cezalandırılması ve sonra da buradan çıka­rılmasının sebebi, Îslâm üzere ölmesidir. Hz. Muhammed’in şefaati olmadan veya onun şefaati ya da Allah’ın dilediği başka birisinin şefaatiyle bağışlana­rak cehenneme atılmaması ise Allah Teâlâdan bir lutuftur. Bu sonuncusu (başkasının şefaati) Kâdî Îyâz’ın sözü olup, Nevevî bu konuda tereddüt et­miştir. Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî, Nevevî Allah’ın dilediği kimsenin şefaati konusunda tereddüt etmiştir. Zira bunu beyan eden ya da nefyeden açık bir sünnet yoktur.” demiştir. Daha sonra “Şefaat, kurulduktan sonra sırattan geçiştedir ve cehennemden kurtuluş bu geçişin lâzımıdır.” demiştir. Yüce Al­lah “Kim cehennemden uzaklaştırılır da cennete konulursa artık kurtulmuştur.”[325] ve “Sonra biz kötülükten sakınanları (cehennemden) esirgeriz; zalim­leri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.”[326] buyurmuştur. Mutezile büyük günahta ısrar eden kimsenin cehennemde ebedî kalacağını ve onun hakkında ne afv ne de şefaatin mümkün olduğunu iddia etmiştir. Bunun Îbn Abbâs’ın (ra) “Kim kasten bir mümini öldürürse”[327] âyetine dayandırdığı gö­rüşü olarak nakletmişlerdir. Oysa bu âyet “Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri dilediği kimseler için bağışlayabilir.”[328] âye­tinden sonra nâzil olmuştur. Bu muhkem olup, neshedilmemiştir. Bu şekilde Îmâm Mâlik b. Enes’in (ra) çağdaşı olan Sened b. Abdullah el-Ezdî’nin tef­sirinde gördüm. Cumhur [burada] neshin olmadığını kabul ederek belâ ile yapılan tehdidin, gerçekleşmesini gerekli kılmadığı şeklinde cevap vermiştir. Bu, kendisine karşı gelen kölesine “Senin cezan seni dövmem ya da hapse atmam.” deyip, sonra da onu dövmemesi ve hapsetmemesi durumunda ol­duğu gibidir. Bu usulcülerin görüşüdür.

Şeyh Muhyiddin’in nakillerine gelince, 147. bâbda şöyle demiş­tir: “Bil ki bir insanı öldürüp de dünyada buna karşılık olarak öl­dürülmeyen katilin işi Allah’a kalmıştır; dilerse affeder, dilerse azap eder. Kudsî hadiste intihar eden kimseyle ilgili olarak ‘Kulum ben­den erken davrandı, ben de cenneti ona haram kıldım.’ sözüne gelince; bunun anlamı, zinâ eden yaşlı, sürekli içki içen, akrabalarla ilişkisini kesen ve eteğini yerde sürükleyen kimse hakkında varit olan benzer hadislerde belirtildiği gibi, ilk anda cennete girmeyeceği şeklindedir. Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Son sözü ‘Lâilâhe illellah’ olan kimse, zinâ ve hırsızlık etse bile

5 cennete girer.’ sözü gibi sahih naslara muvafık olduğu içindir.” Yine elFütûhât’ ın “Cenaze Namazı Bâbı”nda şöyle demiştir: “Bil ki sahih haber­ler ve sarih usul, intihar edenin cehennemden çıkmasını gerektirmektedir. Cehennemde ebedî kalacağı anlamına gelen naslar, sakındırmak için veya intihar eden kâfirler içindir. Çünkü hadiste müminlerle sınırlı tutulmadı.

10 Dolayısıyla ihtimalli bir hâl bulunmaktadır. İhtimal söz konusu olduğu za­man da usule dönmemiz gerekir. Usule döndüğümüzde de imanın kuvvetli bir otoritesinin olduğunu ve bununla birlikte cehennemde ebedî kalmanın imkânsız olduğunu görürüz. Dolayısıyla Şâri‘ hadiste, bir sınıfı diğerinden ayırt etmediği için, bunu kâfirlerle ilgili olarak haber verdiği kesin olarak

15 ortaya çıkmaktadır. Şer‘î deliller birçok cihetten alınır ve birbirini destekle­meleri için birbirine eklenirler. Müminler bir duvarın tuğlaları gibi birbiri­ni desteklediği gibi, bir şeye inanmak başka bir şeye inanmayı destekler ve böylece birbirini kuvvetlendirirler.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “İntihar edenlerle ilgili ‘Onlara cenneti haram kıldım.’ ifadesinin

20 anlamı, ‘Beni göremesinden önce cenneti ona haram kıldım.’ şeklindedir. Özellikle de iffetli davranıp aşkını gizleyen kimselerden, intiharı Allah’a kavuşmaya duyulan özlem nedeniyle gerçekleştirenler için böyledir. Bu şe­kilde ölen kimse için haberin lafzının yorumlanması daha uygundur. Me­ğerki bu yoruma zıt açık bir nas buluna.” Bunu uzattıktan sonra şöyle de-

25 miştir: “Şayet bu konuda fikir yürüten birisine, belirttiğimizden sonra hala öteki görüş ağır basarsa bu durum, ebedî şekâvetle te’vil edilen bu görüşle kabul edilen usul arasındaki çelişkiyi görmeyen bakış açısının uzaklığından kaynaklanmaktadır. Şayet bunu getirip şeriat mîzanıyla ölçerse, dediğimizi anlar. Sahih’te ‘Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan kimseyi ce-

30 hennemden çıkarın.’ şeklinde nakledilmiştir. Dolayısıyla sadece te’vilimiz geçerliliğini sürdürmektedir.

Şöyle derim: Bu ve bundan sonraki sözlerinde, şeyhin kâfir olan ce­hennemliklerin oradan çıkarılacağını söylediğine dair iftiralara red ve ya­lanlama vardır. En doğrusunu Allah bilir. Yine “Cenâzeler Bâbı”nda, uzun sözlerden sonra şöyle demiştir: “Bilesin ki Allah Teâlâ ölen kimse için [cenâze] namazı kılmayı üzerimize vâcip kılarak bizim ölü için şefaatte bulunmamızın makbul olmasını murad etmiş ve bize ölü için yaptığımız duanın kabul edildiğini ve bu hususta bizden razı olduğunu bildirmek istemiştir. Zira bir şeyi emretmek, Şâri‘in ondan razı olmasını gerektirir. Mu‘tezilîlerden ‘İntihar eden cehennemde ebedî olarak kalacaktır.’ diyen kimsenin bu sözü, küfür üzere ölen kâfir ya da kendisi için namaz kılın­mayan kimseyle yorumlanır. Bu nedenle intihar eden kimse için namaz kı­lınmasının vâcip olduğunu, namazımızın ona fayda sağladığını ve onların iddiasına göre onu cehennemde ebedî olarak kalmaktan koruduğunu söy­ledik. Ehl-i sünnet ve’l-cemaate göre ise ne bir mümin ne de bir muvahhid ebedî olarak cehennemde kalır. Hadiste ‘Lailalhe illallah diyen kimse için namaz kılınız.’ buyrulmuştur. Bunun kapsamına büyük günah işleyenler ve bid‘at ve hevâlarından dolayı tekfir edilemeyen bütün bid‘at ve hevâ ehli de girer. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ayırım ve tahsis yapmamış, aksine nekra ve amm olan ifadesiyle genelleştirmiştir. Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘La ilâhe illallah’ di­yen kimse için namaz kılmamızı emretmesi, ya hiç cehenneme girmemesi ya da cezasını çektikten sonra oradan çıkarılmak sûretiyle, ona merhamet etmek istemesi nedeniyledir.”

355. bâbda “Yoksa kötülük yapan o kişiler bizden kaçıp kurtulabi­leceklerini mi sandılar? Ne kadar yanlış düşünüyorlar!”287 âyeti bağla­mında şöyle demiştir: “Bu âyette tövbe etmeden ölen kimsenin azabı­nın gerçekleşeceğini ileri sürenlere reddin ve Allah’ın rahmetinin bütün muvahhidleri kapsadığına dair beyanın bulunduğunu bilesin. Bu, kulun isyan ettiğinde intikam ve belâya mâruz kalması sebebiyledir. Kul ken­disinden sadır olan [fiille] intikam hususunda yarış hâlindedir. Hak Teâlâ bu müsabakada onunla çokça bağışlayan (gaffâr), affeden, mü­tecaviz, esirgeyen (râuf) ve merhametli (rahîm) olması hasebiyle ya­rışır. Kul da Rabb’iyle kötü fiillerle intikama yönelik yarış hâlindedir.

Her türlü kusur ve noksandan uzak ve yüce olan Rab, söz gelimi er-Rahîm yahut el-Gaffâr ismiyle rahmet ve mağfirete yönelik olarak onun önüne ge­çer. el-Müntakim ismi geldiğinde, el-Gaffâr ve benzeri isimlerin kendisiyle söz konusu âsi kulun arasına girdiğini görür.” Şöyle demiştir: “‘Yoksa kötü­lük yapan o kişiler bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar?’[329] âyeti­nin anlamı, ‘Günahlarıyla mağfiret ve rahmetimin kapsayıcılığının önüne mi geçmek istiyorlar?’ şeklindedir. ‘Ne kadar yanlış düşünüyorlar!’[330] Aksi­ne onlara ve bütün muvahhidlere olan rahmetimle öne geçmek bana aittir. Bu, en ileri düzeyde ikramdır.” Şöyle demiştir: “Bu sadece tövbe etmeden ölen âsi muvahhidler için söz konusudur. Onlardan olan bir âsi öldüğü zaman, Yüce Allah’ın rahmeti, Allah’ın onunla karşılaşmayı dilediği yer­de onu karşılar. ‘Allah ile karşılaşmak istemeyenlerle, Allah da karşılaşmak istemez.’ hadisi ise kâfir hakkındadır. Azabı hak etmeyen âsi muvahhidler hakkında ise te’vil edilmesi gerekir. Çokça muhalefet ettiği için Allah’la karşılaşmak istemeyen kimse bunu, mutlak karşılaşma itibariyle değil, iş­lediği muhalif şeylerden dolayı, sorguya çekileceğinden korkarak isteme­mektedir. Düşün!” 347. bâbda da şöyle demiştir: “Hakk’ın mümine olan rahmeti gazabıyla karışık olmasaydı, yeryüzünde hiçbir âsinin izi kalmazdı. Mümin, Hakk’ın kendisini sorgulaması hâlinde, merhametle birlikte azap gören gibidir. Bu, onun günah işlerken bunun günah olduğuna iman et­mesi ve âkıbetinden korkması sebebiyledir. Dolayısıyla kâfirden başkası cehennemde ebedî kalmaz. Vesselâm.”

ELLİ ALTINCI MEBHAS

Bütün Asilerin Tövbe Etmelerinin Vacip Olduğu, Bozduktan

Sonra Dahi Sahih Olduğu ve Tamamı İçin Değil de Bazı Günahlar İçin Olduğu Hakkındadır

Velev ki büyük olsun ısrarla yapılan bir başka günah olsa dahi küçük bir günah için [yapılan tövbe] sahih olur. Celâleddin el-Mahallî bu ko­nuda şöyle demiştir: “Tövbe ettikten sonra, tekrar günaha dönerse, önce­ki tövbesi bâtıl olmaz, aksine başka bir tövbeyi vâcip kılar.” Bu, âlimlerin cumhurunun görüşüdür. Kâdî Ebûbekir el-Bâkıllânî’den, tövbenin, töv­be edilen günahın tekrarlanması sûretiyle bozulması durumunda sahih olamayacağı nakledilmiştir. Büyük günahtan kaçınmakla birlikte kefareti gerektirdiği için küçük günah için de sahih olmadığı söylenmiştir. Büyük günahın ısrarla işlenmesi durumunda da sahih olmayacağı söylenmiştir. Şöyle demişlerdir: “Kulun tövbesinin hâsıl olmasına yardımcı olacak şey­lerden biri de tövbedeki güzellikleri, peygamberler, velîler ve müminle­rin sâlihleriyle bir araya geleceğini, tövbe etmediği takdirde ise fâsık ve şeytanlar gibi Allah’ın düşmanlarıyla iletişim içinde olacağını anmasıdır. Ayrıca tövbenin bütün şartlarını yerine getirmesi gerekir. Sadece birçok insanın yaptığı gibi dil ile istiğfar etmek yetmez. En önemli şartlarından biri günahtan ötürü pişman olmak, yani günah olması açısından pişman olmasıdır. Yani söz gelimi bedenine zarar verdiği için içki içmesinden do­layı pişman olursa, bu tövbe değildir. Bazıları pişmanlığı, üzülme, yapı­lanlardan rahatsız olma ve yapmamış olmayı temenni etmek olarak târif etmişlerdir.

Kemâl, Hâşiye alâ Şerhi Cem‘i’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir: “Bize göre piş­manlığın her zaman devam etmesi vâcip değildir. Aksine bunu ortadan kal­dıran bir şeyin sâdır olmaması şeklinde hükmen pişmanlığın benimsenmesi yeterlidir. Zira Şâri‘, imanda olduğu gibi, sabit olan durumu, fiilen hâsıl olan şeyin makamına geçirmiştir. Kuşkusuz tövbe eden ittifakla mümindir. Aynı şe­kilde dinde menfî olan zorluk nedeniyle, tüm zamanlarda pişmanlığın hatırda tutulması ile yükümlü olmak da çok az mümkündür.” Cumhur şöyle demiştir: “Tövbe günahı terk etmek, bir daha dönmemeye azmetmek, makzûfu (if­tiraya uğrayan) razı etmek sûretiyle hadd-i kazfte (namuslu bir mümine iftira atma cezası) ya da hakları verilmek sûretiyle vârislerini razı etmek gibi hukuken mâsiyetten meydana gelen sonuçları telafi etmek veya bun­dan aklanmakla gerçekleşir. Şayet hak sahibinin mevcut olmaması gibi bir durumdan dolayı hak iade edilmezse, bu şart düşer, kul hakkına neden olmayan bir mâsiyet için kulun tövbesinde bu şart nasıl düşüyorsa öylece geçersiz olur. Ulemâ şöyle demiştir: “Aynı şekilde içki içmede olduğu gibi, [bu mâsiyetin] bırakılmasından sonra kulun bir günah için yaptığı tövbede terk etme şartı düşer.” Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Bu durum­larda tövbenin gerçekleşmiş olmasıyla kastedilen, o tövbe o şartla meydana geliyorsa o şartı aşmamasıdır yoksa her tövbe ettiğinde o şartın bulunması değildir.”

Kemâl Haşiyesinde “Hakkın mümkün olduğunca iade edilmesi şek­linde devam eden kelâmdan kastettikleri ise ki bu kelâm ashabımızca meşhurdur, Âmidî ve el-Mevâkıf ve el-Makâsıd sahibi de aynı görüştedir, hakkın iade edilmesinin bizzat vâcip oluşudur. Öldüren, zulmeden veya döven kimsenin iki şeyi yerine getirmesi gerekir. [Bunlar] tövbe ve zu­lümden çıkmaktır ki bu kendisine kısas yapılabilmesi için teslim olmak [demektir]. Bu iki vâcibin birini yerine getiren kimse diğer vâcibi yeri­ne getirmedikçe yaptığı sahih olmaz.” demiştir. el-Makâsıdda şöyle de­miştir: “Bu tahkiktir ancak gasp edilenin hakkı ödenmedikçe pişmanlık sahih olmaz.” Îbnü’s-Sübkî ve diğerleri şöyle dediler: “Însan istiğfarında sadık olmadığını hissettiği zaman, başka bir istiğfara ihtiyaç duymakla be­raber yine de istiğfar eder. Zira dil zikre alıştığında kalp de ona bu hu­susta muvafakat etmeye başlar.” Îmâm Sühreverdî şöyle derdi: “Günahı­nın bağışlanmayacağından korksan da tövbe et.” Ulemâ, şayet emredilen şeyleri yapmaya ve yasaklanan şeyleri de terk etmeye götürmüyorsa her mümine kötülüğü emreden nefsiyle mücâhede etmesinin vâcip olduğu­nu söylemiştir. Şöyle demişlerdir: “Senin için nefisle mücâhede etmek görünen düşmanla savaşmaktan daha çok gereklidir. Zira nefis, seni bir günahtan başka birine yaklaştırmak sûretiyle, ebedî helâkini ister.” Ha­diste, günahların küfrün habercisi olduğu kaydedilmektedir. Yani, günah­lar küfrün öncülleridir. Şayet kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmâre), kötü bir fiili işlemen noktasında, sana galebe çalarsa derhal tövbe etmen vâciptir. Böylece tövbe ile söz konusu fiilin etkisi inşallah kalkmış olur.

Şayet nefsin, kötü olan fiili bırakmana engel olan bir tembellik yahut ondan alınan lezzet nedeniyle bu fiili terk etmekten vazgeçmezse lezzetleri gideren ölümü ve ansızın gelişini hatırla. Pek çok insanda görüldüğü gibi, belki seni de tövbesiz olarak alır ve kaybedenlerle beraber zarara uğrarsın. Şayet bunu terk etmemenin sebebi, işlediğin günahın şiddeti veya kendisine karşı günah işlediğin kimsenin büyüklüğünü düşünmenden dolayı, Allah Teâlâ’nın seni affetmesinden ve rahmetinden ümit kesmen ise Rabb’inin buna karşılık olan cezasını hafiflet (gözünde büyütme). Zira sadece hüsrana uğrayanlar Allah’ın rahmetinden ümit keserler. Ümitsizliğini bırakman için, kendisinden başka hiç kimsenin kuşatamayacağı genişlikteki Allah Teâlâ’nın rahmetine sığın. Zira O’nun muvahhid olan âsilere yönelik merhamet tarafı, onları cezalan­dırmaya yönelik tarafından daha tercihe şayandır.” Bunlar, Îbnü’s-Sübkî’nin (rh.a) “Tövbe Mebhasi”ndeki son sözleridir.

Kardeşim bil ki tövbe etmek, Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği en büyük şeylerdendir. Şayet tövbe etmezsek tövbeyi terk etmekten dolayı tövbe etmemiz vâciptir. Şayet tövbeyi terk etmekten dolayı ettiğimiz tövbe sahih olmazsa tövbeyi terk etmekten dolayı ısrarla tövbe etmemiz vâciptir. Bu, yaşadığımız müddetçe sonsuza kadar devam eder. Bu durumda bizim ilacı olmayan bir derdimiz yoktur. Şayet bunların tamamından hiçbiri sahih ol­mazsa Allah’ın Îslâm üzere ölen, ısrarla günah işleyenlere bağışladığı özel bir rahmeti vardır. Şunu bil ki tövbenin hakikati, kulun henüz yaratılmadan ön­ce Allah Teâlâ’nın bu günahı kendisi için takdir ettiğini müşâhede etmesidir. “Kul günah işleyip, kendisini affeden bir Rabb’inin bulunduğunu bilir ve buna sığınırsa Yüce Allah, ikinci veya üçüncüde ‘Dilediğini yap, seni bağışla­dım.’ der.” hadisinin anlamı, “Dilediğin günahı işle, pişman ol ve istiğfar et ki ben de seni bağışlayayım.” şeklindedir. Kişiye, pişmanlık olmadan sadece günahı bağışlayan bir Rabb’in olduğunu bilmesi kâfi gelmez; anla!

Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 74. bâbında, tövbenin hemen yapıl­masının vâcip olduğunun en büyük delillerinden birinin de “Ey Mü­minler! Hepiniz Allah’a tövbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz!”[331] âyeti olduğunu söylemiştir. “Yüce Allah, kullarına tövbe etmeyi em­retmiş sonra da muhalefet ettikleri takdirde onlara ‘Sonra onların töv­besini kabul etti.’[332] âyetinin içeriğini bildirerek, delili telkin etmiştir.

Böylece tövbe etmeleri ve kıyamet günü bundan sorguya çekildiklerinde ‘Rabb’imiz, şayet tövbemizi kabul etseydin, tövbe ederdik.’ demeleri için­dir. Bu ‘Ey Însan! Yüce Rabb’in hakkında seni yanıltıp aldatan ne oldu?’[333] âyetinde olduğu gibidir. Bu da ‘Rabb’im, keremin beni aldattı.’ demesi 5 içindir. Bu, kerem sahibinin sevilen hasma, getirmesi için delili öğretmesi kabilindendir. Bu talim, sadece saîdler için söz konusudur. Anla!” Şöyle demiştir: “Allah’ın kulun tövbesini kabul etmesinin kesin olduğunu bil. Kulun tövbesi ise illetler ve bu illetlerin sınır ve şartlarını yerine getirme bilgisinin olmaması ve Allah Teâlâ’nın bu konudaki ilmini bilmeme gibi 10 durumlardan dolayı imkân dâhilindedir. Her ârif, Rabb’inden tövbesini kabul etmesini ister. Onun tövbedeki payı sadece istek ve itiraftır. Allah’ın ‘Ey Müminler! Hepiniz Allah’a tövbe edin!’[334] âyetinin anlamı, ‘Babanız Âdem’in (aleyhisselâm) size öğretmek için mâna ile değil de fiil ve sûret ile yaptığı gibi, itiraf ve duaya dönün.’ şeklindedir. Kuşkusuz onun ağaca yaklaşması, 15 bir meyil veya bir haramı çiğnemek için değil, sadece kaderin gerçekleşme­si içindi.” Muahede yöntemiyle (söz vererek) Allah’a dönmekte ise Allah Teâlâ’nın ilminde bulunanı bilmediği için, büyük bir tehlike olduğunu söylemiştir. “Şayet üzerinde itaatsizlikten bir şey kalırsa bu ahdi bozmuş olur ve Allah’ın haklarında ‘Onlar ki iyice pekiştirdikten sonra da Allah’a 20 verdikleri sözden dönerler.’[335] buyurduğu kimselerin yoluna girer. Hiç kimse tövbe makamını Âdem’den (aleyhisselâm) daha iyi bilmez. O, günahını itiraf ederek Rabb’ine dua etmiştir. Bazılarının tövbenin sahih olması için şart koştuğu gibi, bir daha dönmemek üzere Allah Teâlâ’ya söz verdiği nakledilmemiştir. Nefsine gerçekten nasihat eden kimse, babası Âdem’in (aleyhisselâm) yolu25 na giren kimsedir. Ehl-i keşfe göre samimi azimde, kuvvet iddiası ve ilâhî kadere mukavemet etmenin söz konusu olduğu açıktır. Ancak bununla bir daha dönmemeyi kastetmesi, şayet durumu bağımsız olarak O’na havale etmişse müstesnâdır. Bu da imkânsızdır. Değerlendir ve araştır!”

Îsrâiloğullarının önde gelen kullarından bazıları “Rabb’im, şayet be30 ni ibadetinle baş başa bırakır, beni nefsime havale edersen, hiçbir ku­lun yapmadığı ibadeti yaptığımı görürsün.” demiştir. O gün Tevrat’ı açmış ve kendisini Rabb’inden alıkoymaması için hiç kimsenin yanı­na girmemesini emretmiştir. Îkindi vakti gelmeden hataya düşmüştür.

Yüce Allah’ın, bizlere büyüklerin hikâyelerini anlatması, Allah’ın onları edeplendirdiği şeyle edeplenmemiz içindir. Dolayısıyla kulun sadece elinde­ki Kitap ve Sünnet’e uygun bariz amellerinin ağırlığıyla sorumlu tutulacağı anlaşılmaktadır. Her fiile kendi payını verir. Şayet bir ibadet ise Allah’a şük5 retsin, günah ise Allah’tan bağışlanma dilesin, mubah ise o da oradaki maka­mına göredir. Şayet ârif ise mubahı niyetle övgüye değer bir hâle getirir. Bazı Rabbânî fısıldamalarda (hatif), kulun iradesiyle gelecekte bir şeyi yapma ya da terk etmeyle (kalbinin) meşgul olmasına gerek olmadığı kaydedilmiştir. Ona düşen elinde açıkça gerçekleştirdiğimiz şeylerin hakkını vermekle meş10 gul olmaktır. Şayet taat ise bunu ona nasip ettiğimiz için bize hamdeder ve kusurundan dolayı bize istiğfar eder. Mâsiyet ise bunu takdir ettiğimiz için bize hamdeder, emrimize muhalif olarak bunu yaptığı için de bize istiğfar eder. Gaflet ve yanılma ise makamına layık olanı yapar. “Kulun iradesiyle gelecekte bir şeyi yapma ya da terk etmeyle kalbinin meşgul olmasına gerek 15 olmadığı” şeklindeki ifade, nefisle mücahede ve onun akla getirdiklerini red­detmeyle çelişmez. Zira bu, gelecekle değil şu andaki hâlle ilgilidir ve şu anda meydana gelmiştir. Aynı şekilde gelecekte bir fiili yapmayla ilgili istihâreyle de çelişmez. Zira istihâre emredilmiştir. Emredilen bütün şeyleri buna kıyas et. En doğrusunu Allah bilir.

20 Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ta uzun değerlendirmelerden sonra şöyle de­miştir: “Özet olarak Rabb’iyle gelecekte bir fiili terk etmek ve işlemek husu­sunda sözleşen kimse ya Allah Teâlâ’nın kendisinden bir zellenin sâdır olma­yacağını bildirdiği ya da bildirmediği kimselerdendir. Şayet Allah Teâlâ’nın sahih ilham meleğinin diliyle bunu kendisine bildirdiği kulların arasındaysa 25 [mâsiyete] dönmeyeceğini bildikten sonra dönmemek için azmetmeye dair muahedesinin (sözleşmesinin) hiçbir anlamı yoktur. Şayet Allah Teâlâ bunu kendisine bildirmemiş ve o da [mâsiyete] dönmemek üzere Allah’a ahid ver­mişse Allah’ın dönmesini takdir ettiği kimselerden ise Allah’a verdiği ahdi ve mîsâkı bozanlardan olur. Allah’ın mâsiyete döneceğini kendisine bildir30 diği hâlde, [dönmemeye azmedenlerden ise] dönmemeye dair bu azmi, bü­yüklenme ve kadere karşı gelme olur. Dolayısıyla her hâlükârda, gelecekte bir şeyi terk etmeye dair yapılan ahdin, ne bilen için ne de bilmeyen için herhangi bir anlamı yoktur. Hak Teâlâ’nın kullarından istediği tövbe ise sa­dece babaları Âdem’in (aleyhisselâm) yaptığını yapmaktır. Âsi bunu yaptıktan sonra 35 geriye, Allah’ın emirlerini hafif gördüğünü hissetmesi sebebiyle günahları­na ısrar etmemek ve tövbe etmekten başka yapacak bir şey kalmamaktadır.

Bazıları günahlarda ısrar etmeyi, diğer namazın vakti girdiği hâlde henüz tövbe etmeme şeklinde tarif etmişlerdir. Bazıları ise “Günahın hemen peşinden, Kirâmen Kâtibin meleklerinin bekleme süresinden daha kısa bir zamanda, tövbe etmeyen musirrdir (ısrarcıdır).” demişlerdir. Onla5 rın [günahtan sonra] âsiyi bir saat bekledikleri nakledilmiştir. Ancak bu saatin süresinin, feleki mi ya da başka bir saat mi olduğunu bilmiyoruz. Dönmemeye azmetmeye dair ahdin vâcip olmadığını teyit eden husus­lardan biri de “Kul günah işlediğinde, günahları bağışlayan bir Rabb’inin olduğunu bilirse ve bunu alırsa...” hadisidir. Burada bir daha dönme10 meye azmetmesi zikredilmemiştir. [Mâsiyete dönmemeye azmetmeyi] şart koşan kimse bunu meşrû kılınan tövbenin sıhhatinin lâzımı olarak görmüş olabilir böylece onu, günahı bırakma nasıl şartla tahsis edildiyse şartla tahsis eder. Ki günahı bırakma pişmanlığın gerçekleşmesinin lâzı­mıdır. Haksızlıkları ehline iade etmeyi tahsis etmeleri de aynı şekildedir.

15 En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Tövbe ölünceye dek kula eşlik eden makamlardan mıdır?

Cevap: Evet, kul buna muhatap kılındığı müddetçe güneş batıdan doğa­na dek vardır. O gün tövbe kapısı kilitlenip kapanacak ve hiç kimseye imanı ve bu imanla elde ettiği hiçbir hayır, fayda vermeyecektir. Şeyh Muhyiddin 20 şöyle demiştir: “Mümini tövbeden alıkoyan hiçbir kapının ona kapanma­yacağı açıktır. Doğrusu bu kapı kendisine imanının kalbinden çıkmaması için kapanır. Hâl böyleyken bunun dışındakiler nasıl kapansın? Kalbindeki imanın istikrarıyla bu kapıdan geçmiş ve ardında bırakmıştır. Dolayısıyla oraya girdikten sonra bir daha çıkmaması için bu kapının imanı üzere ka25 panması, onun saadeti kapsamındadır. Bundan sonra hiçbir mümin asla irtidat etmez. Zira imanın çıkacağı açık bir kapı bulunmamaktadır. Dola­yısıyla tövbe kapısının kapanmasının mümin için rahmet, kâfir içinse ceza (nikmet) olduğu anlaşılmaktadır.” Şeyh, bunu el-Fütûhâtul-Mekkiyye nin 73. bâbının 136. cevabında zikretmiştir. 70. bâbda ise Müslim’in zekâtla 30 ilgili olarak naklettiği “Sadaka veriniz! Însan sadakasıyla yürümek üzeredir ki onu verecek kimse bulamaz.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: Burada tövbeye koşmak sûretiyle sadakada seri davranmaya dair emir söz konu­sudur. Zira tövbe, teklif hâlinde (akıl baştayken) vâcip olan farzlardandır. Şayet ölümden önceki son ana kadar ertelenirse kabul edilmez. Îşte bu 35 nedenle Firavun’un imanı kabul edilmemiştir.”

Şöyle derim: Allah’a yemin olsun ki Şeyh Muhyiddin’in Firavun’un ima­nının kabul ettiğini söylediğini söyleyen kimse yalan ve iftira etmektedir. Îşte bu, bu sözü nakledeni yalanlayan ibaresidir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Kul için daha sonra hiçbir günahın olmadığı nasuh tövbe, ne zaman sahih olur?

Cevap: Allah’ın kendisi için takdir ettiği bütün günahları işledikten sonra, kulun ettiği tövbenin nasuh tövbesi olmasında şüphe yoktur. Öy­le ki Rabb’ine isyan etmek istese bile ona isyan edecek bir şey bulamaz. Hak Teâlâ kul için mâsiyeti yarattığı müddetçe kulun onu işleyeceğinden şüphe yoktur. Allah onu kendi hâline bırakmamış, aksine tövbe etmesini emretmiştir. Şeyh 355. bâbda şöyle demiştir: “Kulun ilâhî iradeye isyan etmesi asla doğru değildir. Ancak iradenin otoritesinin kulun üzerindeki gücü nedeniyle emre isyan etmesi sahih olur. Emre itaat eden, iradeye itaat etmiş olur ancak iradeye taat, emre taati gerektirmez. Saadet de iradeye muvâfakat etmeye değil, emirleri yerine getirmeye bağlıdır. ‘Bu benim kaderimdir ve bunu geri çevirmem.’ diyerek, tövbeyi terk etmekten (tefrît) sakın!” Şeyh, bu konuda 369. bâbda geniş açıklamalarda bulunmuştur, oraya bak! Şeyh Muhyiddin (ra), Allah’ın “Allah, onların kötü hâllerini iyi­ye çevirecektir.”295 âyeti bağlamında şöyle derdi: “Bil ki Allah’ın, tövbesini kabul ettiği ve kötülüklerini iyiliğe çevirdiği kimsenin alâmetlerinden biri de silinmesi sebebiyle kişinin günahlarını hatırlayamamasıdır. Kulun hatır­ladığı her günahın, [iyiliğe] çevrilmediğini bilesin.” Taberânî’nin naklettiği “Allah bir kulun tövbesini kabul ettiğinde hafızasına günahını unutturur ve hem âzalarına hem de yeryüzündeki işaretlere unutturarak, şahitlik et­memelerini sağlar.” şeklindeki hadis de bunu desteklemektedir. O, artık bir musibettir. Araştır ve değerlendir! En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Meczuplar ve hâl erbabı kimseler gibi ehlullahtan itaatsizliklere düşenler ve mâsiyet olması itibariyle doğru yolu bulamayanların tövbe ko­nusundaki hükmü nedir?

Cevap: Bunların hükmü, teklifin zevâlinden dolayı, bir mubah­ta tasarrufta bulunan kimsenin hükmüdür. Şeyh bu konuda 220. bâbda uzun açıklamalarda bulunmuş, sonra şöyle demiştir: “Sözün özü, ehlullah, itaatsizlikleri işleme konusunda iki kısımdır. Bir kısmı kendileri için takdir edilmediğinden, günahın aklına asla gelmediği kimselerdir.

Bunlar mâsum ya da mahfuzdurlar. Bir kısmı da Allah Teâlâ’nın kendileri hakkında takdir ettiği itaatsizliklere, mâsiyet olmaları açısından değil de fiil olmaları açısından muttali kıldığı kimselerdir. Bunlar Allah Teâlâ’dan uzak­laştıran ve O’na yaklaştıran taat ve mâsiyetleri müşâhede etmeden, hemen 5 kendileri için mukadder olan filleri yaparlar. Şeriat-ı mutahharanın dili on­lar hakkında isyan ettikleri ve üzerlerine tövbenin vâcip olduğu hükmünü verir. Belki de âhirette bunların Allah katındaki hükmü, bir fiilin taat ya da mâsiyet olduğunu bilmeden yapanların hükmü gibi olur.” Şeyh şöyle demiş­tir: “Bu, Allah Teâlâ’nın Fas şehrinde beni muttali kıldığı garib bir fenâdır.

10 Ricâlullahtan bunu tadanların olduğunu bildiğim hâlde, hiç kimseye bunu aktarmadım.”

Soru: Allah’ın Levh-i mahfuzda kendisi için takdir ettiğine ve bunların değişmeyeceğine muttali olduğu zaman, kul ile Rabb’i arasında günahların sûretleri çirkin olduğu için, velînin derhal bunu yaparak müşâhede etmek15 ten kurtulması gerekli midir?

Cevap: Kul için bu câiz değildir, aksine vaktinin gelmesine kadar sab­reder ve kazâ ve kaderin hükmüne bağlı olarak bunu yapar. Bu, Allah’ın kendisini Ramazanın bir gününde hasta olacağına muttali kıldığı kimse gibidir. Bu kişi, oruçsuz olarak sabahlamaz, aksine oruç bozmayı mubah 20 kılan hastalık saati gelinceye kadar bekler.

Soru: Bazılarının “Tövbenin şartı, tövbeye de tövbe etmektir.” şeklin­deki sözüyle ne kastedilmektedir?

Cevap: Bununla kastedilen, Allah’ın hiddetleneceği zâhirî ve bâtınî şey­lere düşmekten mahfûz oluncaya kadar Allah Teâlâ’yı murakabe etmeyi iti25 yat hâline getirmektir. Böylece kendisiyle utanıp sıkılacağı ve kendisinden tövbe edeceği bir sırrı olmaz. Bundan tövbe de etmez. Bazen “Tövbeden tövbe etmek” sözüyle, nefsini itham ederek ihlâsı olmadığı için tövbesi­nin kabul edilip edilmediğini görmemesini de kastetmektedirler. Bunu söyleyen kimsenin muradının tövbeyi terk etmenin vâcip olduğu söylene30 mez. Bu, o topluluk (muhakkik sûfiler) hakkında fahiş bir zandır. Şeyh, el-Fütûhât’ın 73. bâbında bu konuda uzun açıklamalar yapmıştır.

Sonuç: Şeyh 70. bâbda zekâtla ilgili olarak şöyle ifade etmiştir: “Bu­rada ince bir mesele vardır ki ashabımızdan bunu bilen çok azdır. Bu, ârif billahın bazı hâllerde tövbeyle nitelenmeyeceğidir. Yüce Allah, ona kendisinin tek fâil olduğunu keşfettirince, ârif kendisi için ne açık ne 5 de gizli bir hareket, ne bir amel ne bir niyet ne de işten bir şey bulur.

Bütünüyle işin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görür. Böyle birisi için tövbe düşünülebilir mi düşünülemez mi? Zira o kendisini hâllerden sıyrılmış olarak görür. Ayrıca tövbe ettiği takdirde, bu keşfe rağmen tövbesi kabul edilir mi edilmez mi? Yoksa güneş batıdan doğduktan sonra tövbe eden 10 kimse gibi mi olur? Kuşkusuz hakikat güneşi, kalbinin batısından ken­disine doğmuş ve bütün fillerini çekip almıştır. Bu en zor hâldir. Tövbe ve onun gibi sâlih amellerin kabul edilmesi, fiilin kula izâfe edilmesi perdesinin arkasında bulunan kimseler içindir. Oysa burada Hak’tan bu keşifte Allah’ın kabul etmekle niteleneceği bir ibadet etme söz konusu 15 değildir. Aksine sadece Hak Teâlâ’nın eli ve tasarrufundadır ve buradan çıkmamıştır. Kabul konusu ise Hakk’ın mülkünde olduğu müşâhedesinde yer almadan bir amel işleyen kimse içindir.” Şeyh “Benim söylediğim bu keşifle beraber tövbenin tasavvurudur. Burada kulunun tövbesini ka­bul eden Allah Teâlâ’dır, kul değil.” demiştir.

20 Ben şöyle dedim: Benim anlayabildiğim kadarıyla teklifin kendisine bağlandığı beşerî parça, incelir ama kopmaz. Bu açıdan kulun, fiilin ken­disine nispetini müşâhede etmesi gerekir. Bununla sorguya çekilmesi sahih olur. Yüce Allah, kulu sadece beşerî parçacık iddiası nedeniyle hesaba çe­ker. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ YEDİNCİ MEBHAS

Kalbe Doğan Hâtırların (Havâtır) Ölçüsünün Beyanı

Hakkındadır

Îbnü’s-Sübkî (ra), Cemu’l-Cevâmide şöyle demiştir: “Ey kardeş, kalbine bir şey doğduğu zaman, bunu şeriat terazisiyle ölç. Bu, ya emredilen, ya nehyedilen ya da ne olduğu şüpheli bir şey olmak üzere üç hâlden birisi üzerinedir.” Şöyle demiştir: “Ulemâ ıstılahında kalbe doğan bu şeye, ‘Hâtır’ denilmiştir. Birinci hâl, emredilen bir şey olmasıdır ve bunu ertelememek gerekir, aksine kul derhal bunu yapmalıdır. Çünkü Rahmân’dandır, kula bununla rahmet eder. Kul hakkında hayır dilediği zaman, bunu aklına geti­rerek yapmasını sağlar. Şayet kul, bunun ucb, riya gibi nehyedilen bir sıfatla birlikte gerçekleşeceğinden korkarsa, söz konusu ameli, bu sıfatlarla birlikte yapmasında bir sakınca yoktur. Zira bu amelin başlangıcı ihlâsladır. Ancak maksadı, yerilen bu sıfatlar değildir. Şayet söz gelimi riya kasdıyla bunu yaparsa, günah işlemiş olur ve bundan istiğfar etmesi vâciptir.

Îkinci hâl, akla gelenin (veya kalbe doğanın) yasak bir şey olmasıdır. Bunu hemen yapması gerekmez, aksine bunu defalarca reddetmesi gere­kir. Zira bu şeytandandır. Şayet kul bunu yapmaya meyleder ve yapmaz­sa, bu meylinden dolayı istiğfar etmelidir. Üçüncü hâl ise, kalbe doğan şeyin, emredilen bir şey mi yoksa yasaklanan bir şey mi olduğu kula açık olmadığı için şüpheli olmasıdır. Yasaklanmış bir şeyi yapmaktan kaçın­mak için, bunu yapmamak, edeptendir. Bu konuda Şeyh Ebû Muhammed el-Cüveynî (ra) şöyle demiştir: “Abdest alan kimse, emrolunduğu üzere üçüncü defa mı yoksa nehyolunduğu üzere dördüncü defa mı yıkadığı konusunda şüpheye düştüğü zaman yasaklanan şeyi yapmaktan korkma­sı itibariyle yıkamamalıdır.” Kemâl, Hâşiye’sinde “Yıkaması daha itimada değerdir. Zira üç yıkama emredilmiş ve bu yıkamadan önce [üç yıkama] gerçekleşmediği için yıkamayı yerine getirmelidir.” Burada Cem‘u’l-Cevâmi‘ve Hâşiye’sinin sözleri sona erdi. Şeyh Muhyiddin’in havâtırla ilgili söz­lerine gelince; 264. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın kulunun kalbine giden elçileri vardır ki bunlara “havâtır” denilir. Bunlar kalpte sürekli kalmaz, sadece uğradıkları zaman süresince kalırlar. Bunlar zâtları orada kalmak­sızın ilgili kula iletmeleri gerekenleri ileterek görevlerini yerine getirirler.

Bunların [sayısı] bir gün ve gecede, her gün Beyt-i Mâmûr’a giren melek­lerin sayısı gibi yetmiş bindir, ne artar ne de azalır. Bu elçilerden gafil olma kardeşim! Bunlar misafir olarak sana gelir ve orada kalmazlar. Şayet seni uyanık olarak görürlerse bu arzulanan durumdur. Şayet seni gaflet içinde bulurlarsa seni uyandırmak için kapına uğramaktan nefret ederler. Şayet uyanırsan seni bırakmazlar; uyanmazsan [bu onları] hoşnut etmez, seni terk eder ve Rablerine dönerler.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Daha sonra [şöyle demiştir:] “Hâtırların sayısı beştir. Hak Teâlâ bunları, üzerin­de kalbe yürümen için vermiştir. Birinci yolda yürümen vâcip, ikincisin­de yürümen mendup, üçüncüsü yasak, dördüncüsü mekruh, beşincisi ise mubahtır. Yüce Allah bu yolların her birisi için şeytana karşılık bir melek vermiştir. Mubah olan yolun dışındakiler, şeytanın emrettiğinin zıddını kula emrederler.”

Soru: Allah Teâlâ’nın bu hâtırlara yönelik affı bütün insanlar için mi yoksa bazıları için midir?

Cevap: Yüce Allah’ın “Îçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Al­lah bunların hesabını size soracaktır.”296 âyetinin, neshedilmediğini ya da özel olarak değil genel olarak neshedildiğini düşünenlere göre bu af bazı kimselere mahsustur. Bunun mensuh olduğunu söyleyenlere göre ise, [bu af] bütün ümmeti kapsayacak şekilde geneldir. Ancak ilgili topluluk, bu dünyada hatırlardan dolayı sorguya çekilme yükünü kaydetmiştir. Şeyh, 422. bâbda şöyle ifade etmiştir: “Yüce Allah’ın Mekke -Allah orayı şerefli kılsındışında kalbe gelip de oraya yerleşmeyen havâtırı affettiğini bilesin. Zira şeriat Hak Teâlâ’nın orada zulmedeni sorguya çektiğini kaydetmiş­tir.” Şöyle söylemiştir: “Abdullah b. Abbas’ın (ra) Taif’te kalması, kendisi için aldığı tedbir nedeniyledir. Însan, mâsum ya da mahfuz değilse kal­bini makamıyla çelişen hatırlardan menedemez. Âyette ‘zulüm’ kelimesi­nin nekre olarak zikredilmesi, haremin sakinlerinin bütün zulümlerden kaçınması içindir.” 369. bâbda ilimlerle ilgili olarak da şöyle demiştir: “Bil ki yapılmadığı ve söylenmediği müddetçe, yapılan iç konuşma ba­ğışlanmıştır. Konuşmak da ameldir; gıybet, nemîme gibi telaffuz edilen şey itibariyle kul, bu ameliyle kınanır ve dili üzerinden hesaba çekilir.

Bir şeye niyet etme iç konuşma kapsamına girmez. Zira bir şeye niyet etme­nin, iç konuşmanın aksine şeriatta başka bir hükmü vardır. Îç konuşmanın ayrı bir durumu/yeri vardır. Bu, Mescid-i Haram’da bir zulümle sapkınlık yapmak isteyen kimse[nin durumuna] benzer. Yüce Allah, işlemek istediği zulmü yapsa da yapmasa da bu kimseye elem veren bir azabı tattıracağını ha­ber vermiştir. Ancak Mekke’deki Mescid-i Haram’ın dışında niyetinden do­layı sorguya çekilmez. Şayet niyet ettiği şeyi yapmazsa, özellikle bunu Allah için terk ederse kendisine bir hasene yazılır. Allah için terk etmezse ne günah ne de sevap yazılır. Îşte bu iç konuşmayla, niyet olan irade arasındaki farktır.”

Soru: Namazında şeytanın vesvesesi çokça bulunan kimsenin hükmü nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhâtın “Şiddetli Korku Namazı Bâbı”nda dediği üzere “Şeytan namaz kılanla büyük bir savaş içindedir ve kişi bu hâl üzere namazını kılar. Namazın tamamını bir savaş içinde kılsa dahi bâtınında sahip olduğu, namazda olduğuna dair bilinç miktarınca şeriatın emrettiği zâhirî rükünleri yerine getirir. Bu durum savaş hâlinde namaz kılan mü­cahidin hâline benzer. O görünür düşmanıyla savaşırken gözleriyle imâ ve diliyle tekbir gibi namazın [görünen] rükünlerinden yerine getirebildiği miktarla, şeriatın emrettiği namazı bâtınında edâ eder. Şeytan ona vesvese verirse onun vesvesesi namazına zarar vermez. Namaz kılan, riya ve şöhret için namaz kıldığı [düşüncesine kapılırsa] namazı edâ etmeye başlarken ihlâslıdır ve bu yüzden bu [düşünceye] aldırış etmez. Zira namaz sûretinin meydana gelmesinin başında asıl (niyet) sahihtir. Şeytanın bu hâtırla (vesvese) amacı, kulun sahih olarak başladığı bu ameli, kalbine attığı bu şüpheyle terk etmesi ve böylece Allah’ın ‘Amellerinizi boşa çıkarmayın.’297 âyetine muhalefet etmesidir.”

Soru: Nefsin hükümlere muhalefet ettiği mahal nedir?

Cevap: Şeyh’in 112. bâbda zikrettiği üzere, muhalefet ma­halli sadece mubah, mekruh ve yasak olmak üzere üç şeyde olur. Şöyle demiştir: “Belirli bir taat ve yakınlık meydana geti­ren bir amelde, büyük bir lezzet gerçekleşirse ki burada gizli bir il­let vardır, başka bir taat ve yaklaştırıcı bir amelle buna muhalefet eder.

Şayet nefsin indinde ibadet dallarıyla ilgili bütün tasarruflar denkleşirse bu özel ibadetteki söz konusu lezzeti ona teslim ederiz. Söz konusu amele muhalif yakınlık sağlayan başka bir amelde meşakkat bulursa meşakkatli olana yönelmek vâcip olur. Şayet nefis böyle bir amelde yardıma alışırsa bu durumda yasakta, mekruhta ve mubahta yardıma intikal eder.” Şöyle demiştir “[Namaz esnasında] kötülük yapmaya dair çirkin bir düşünceye kapıldığında, namazı mümin olarak tamamladığı için namaz sahih olur. Bu kimse kendi kendine kötü [bir şeyi] konuşan kimselerden sayılır. Allah da onun eyleme dökmediği bu iç konuşmasını bağışlar.

Soru: Şeytanî olan hâtırlar kaç kısma ayrılır?

Cevap: Hissî ve mânevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Şeytanlar insî ve cinnî olmak üzere ikiye ayrıldığı için, hissî hâtırlar da ikiye ayrılır. Yü­ce Allah “Însan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabb’in dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.”298 buyurarak, bunların Allah’a iftira ettiklerini belirtmiştir. Bu iki şeytan arasında, başka bir şeytan daha insanın içinde belirir, bu mânevîdir. Însî ve cinnî şeytan insanın kalbine genel bir şey attığı zaman bununla onu Allah’tan uzaklaştırır. Bazen özel bir şey ya da özel bir meselenin kendisini ilkâ eder, bazen de genel bir şey ilkâ eder ve onu terk eder. Şayet genel bir şey ise bu hususta ona, ne cinnînin ne de insînin kavrayacağı şeylere yönelik bir yol açar. Însan bu [kalbine ilkâ edilen] üzerinde derince düşünür ve bu şüpheden, dile getirdiğinde yoldan çıkaran Îblîs’in kendisinden öğreneceği meseleleri istinbat eder. Însî ve cinnî şeytanın ilk başta insanın kalbine attığı bu genel üslupta ona özel yönler açılır ki bunlar mânevî şeytanlar olarak isimlendirilir. Însî ve cinnî şeytanların hiçbiri bunu bilmez ve bunların tayinini de amaçlamamışlardır. Onların ilk amacı bu kapının insana açılmasıdır. Çünkü onun, bunu inceleme ve araştırma kuvvetinde ve zekâsında olduğunu biliyorlardı. [Bu araştırma ve inceleme] ise ona, daha sonra reddetmeye güç yetiremeyeceği helâk edici mânaları açar. Bunun sebebi ilk asıldır. Kuşkusuz bunu (kalbi­ne ilkâ edileni) dayanacağı sahih bir asıl edinmiştir. [Kalbe atılan] üzerinde derin düşünme onu sürüklemeye devam eder tâ ki onu bu asıldan çıkarır.”

Şöyle demiştir: “Bid‘at ve hevâ ehli bu şekilde hareket etmiştir. Şeytan ön­celikle onlara şüphe duymayacakları sahih bir asıl ilkâ eder, sonra anlama­maları sebebiyle karıştırmalar (telbîs) akıllarına gelir böylece sapıtırlar. [Bu karıştırmalar] asıl olmaları hükmüyle şeytanlara nispet edilir. Şeytanların 5 bu konuda kendilerinin talebesi olduğunu ve kendilerinden öğrendiklerini bilmezler.” Şöyle demiştir: “Bu durum en çok Şîa’da, özellikle de onlardan Îmâmiyye’de görülür. Şeytanlar öncelikle onlara Ehl-i beyt sevgisini ve sev­gilerini onlar için sarf etmelerini telkin eder.

Bunun, Allah Teâlâ ve Resulü’ne en çok yaklaştıran en yüce şeylerden 10 olduğunu düşünürler. Ayrıca burada dursalardı bu muhabbetin üzerine sahâbeye buğz etmeyi ve sövmeyi ilâve etmezlerdi.” Bunu uzunca anlattık­tan sonra şöyle demiştir: “Hâtırları birbirinden ayırmayan her şahıs, ehlullahın yolunda asla başarılı olamaz. Şeytanın sâlihler üzerindeki hedefi, ye­rilmiş hâtırlar konusunda onları cahilleştirmek ve ondan kendilerine telkin 15 ettiği sapıklık ve şüpheleri almalarını sağlamaktır. [Bu husus daha önce] cinlerin ispatının ve ziyadesinin yer aldığı 23. Mebhas’ta ve aynı şekilde Velâyet Mebhasi’nde geçti. En doğrusunu Allah bilir.

ELLİ SEKİZİNCİ MEBHAS

Ehl-i Kıbleden Hiç Kimseyi Günahı ya da Bid‘atinden Dolayı Tekfir Etmeme ve Onları Tekfir Etmeyle İlgili Nakledilen Her Şeyin ya Mensuh ya Tevile Açık ya da “Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyenler Kâfirlerin tâ Kendileridir.”299 Âyetinde Olduğu Gibi Teşdit ve Tağlîz İçin Olduğu Hakkındadır

Îbn Abbas ve başkaları şöyle demiştir: “Bu, kendisiyle İslâm’dan çıkılma­yan küfürdür. Kendisinden dolayı tekfir edilen günahlar arasında içki içmek, sihirbaz ve kâhinlere gitmek yer almaktadır. Tekfire sebep olarak gösterilen bid‘atlara örnek olarak Allah Teâlâ’nın sıfatlarını veya kullarının fiillerini ya­ratmasını ya da Allah’ın kıyamet gününde görülmesinin imkânını inkâr et­mek sayılmaktadır. Âlimlerden bazıları bunları tekfir etmişlerdir. Âlemin hudûsu, yeniden diriliş, cismânî haşr, “el-Âlim Îsmi Mebhasi”nde geçtiği üzere cüzîleri bilme gibi, bid‘atı sebebiyle ehl-i kıble olmaktan çıkanlara gelince, Resûlullah’ın zorunlu olarak getirdiği şeyleri inkâr ettikleri için küfürlerinde herhangi bir tartışma yoktur. Kemâl, Hâşiyetü Şerh-i Cem u’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir: “Ehl-i kıbleden bid‘at ve günah işleyenlerin küfrüne dair görüş, Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’ye kadar gitmektedir.” Şeyh Îzzeddin b. Abdüsselâm gibileriyse, Ebu’l-Hasan el-Eşarî’nin ölmeden önce ehl-i kıble olan bir kim­seyi tekfir etme görüşünden döndüğünü söylemişlerdir. Zira sıfatları bilme­menin, mevsûfu bilmeme anlamına gelmediğini söylemiştir. Yine “Birçok ibârede ihtilâf etmekteyiz, oysa işaret edilen aynıdır.” demiştir. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf “Aramızda, mezhebin lâzımının mezhep olduğunu söy­leyen kimseler, mezhebinin lâzımı küfür olan bid‘at ehlini tekfir etmişlerdir. Söz gelimi Mücessime bir cisme ibadet etmektedir ve bu cisim kesinlikle Allah Teâlâdan başkadır. Allah’tan başkasına ibadet eden de kâfirdir. Mu‘tezile ise sıfatların hükümlerini itiraf etmekle birlikte, sıfatları inkâr etmekte­dir. Oysa sıfatların inkârı bunların hükümlerini inkâr etmeyi de gerektirir. Dolayısıyla bununla kâfir olmaktadırlar.” demiştir. Kemâl’in dediği üzere ve sahih olan, mezhebin lâzımının mezhep olmadığı ve lüzûmun iltizâmdan başka bir şey olması hasebiyle salt lüzûmla küfrün gerçekleşmeyeceğidir.

el-Mevâkıfta mezhep mensubunun lüzûmu (mezhebinin lâzımı olan so­nucu) bilmemesi durumuna ve lâzımın küfür olması şartına bağlanılması gerektiği geçmektedir. Orada “Küfrü gereken ancak bunu bilmeyen kimse, kâfir değildir.” denilmiştir. Bunun anlamı, ilgili kimsenin iltizamı değil, bilgisinin küfür olduğudur. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcül-Ukûl kitabında, bazı hadis rivâyetlerinde “Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Bunların biri hariç di­ğerleri cehennemdedir.” denildiğini söylemiştir. Îbn Neccâr’ın rivâyetinde “Biri hariç diğerleri cennettedir.” şeklindedir. Ulemâ cehennemlik olan tek fırkayla zındıkların kastedildiğini söylemiştir. Kazvînî, “Bu rivâyete göre, biri hariç diğerlerinin cehennemde olduğunu kaydeden meşhur rivayetin anlamı ‘Cehenneme uğrayacakları ve bunun Sırat’tan geçmekle gerçekle­şeceği’ şeklindedir.” demiştir. “Sonra Allah’a karşı gelmekten sakınanları kurtarırız da zalimleri orada diz üstü çökmüş hâlde bırakırız.”[336] buyrulmaktadır. “Zalimler”, kâfirlerdir. Hiçbir mütedeyyinin, Îslâm’ın hükümle­rini din edinip müslüman kalmaya devam ettikleri müddetçe, istikametten ayrılanları tekfir etmesi doğru olmaz. Hadiste atıfta bulunulan fırkaların aslının Müşebbihe, Muattıla, Cebriyye, Kaderiyye, Râfıza ve Hâricîler ol­mak üzere, altı olduğunu söylemiştir. Bu altı fırkadan her biri on iki kola ayrılmıştır. Altı ile on ikinin çarpımında çıkan sayı, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) işa­ret ettiği sayıdır. Şöyle demiştir: “Küfrün imanın zıddı olduğu açıktır. Yüce Allah ‘Bir kısmı iman etti, bir kısmı da inkâr etti.’[337] buyurmuştur. Îmân, Peygamberi ve onun getirdiklerini tasdik etmek; küfür ise yalanlamaktır. Çünkü kesin olan nas ya da icmâa muhalefettir. Her ikisinde de Peygamber’i yalanlama vardır.”

Yalanlama (tekzîb) dört kısma ayrılır: Birincisi yahudi ve hıristiyanların tekzibidir ki bunun küfür olduğundan şüphe yoktur. Îkincisi nübüvvetin aslını inkâr edenlerin tekzibidir ki bu da birincisinden daha da öncelikli olarak küfürdür. Zira bunlar bütün peygamberleri inkâr etmektedirler. Bu kısımdan olanlardan biri de Dehriyyedir. Çünkü bunlar hem Allah’ı hem de bütün peygamberleri yalanlamaktadırlar. Melâhide de bu kısımdandır. Zira onlar tekzibi tasdik sûretinde örtmüşler, Allah’ı bilmeyi Peygamberi bil­meye bağlamışlardır. Kesin olarak bilinmektedir ki Peygamberi bilmek Al­lah’ı bilmeye bağlıdır. Böylece mesele, ikisinin de ispatlanamadığı döngüsel bir çıkmaza girmiştir. Onların bu iddiasının altında peygamberle peygam­beri göndereni birlikte inkâr etme vardır. Bazı topluluklar da bu konuda onlara tâbi olmuş, şeriatları inkâr ederek, anne ve bacılarla evlenmeyi mubah görmüşlerdir. Burada ne eğrilecek bir yarık ne de yutacak bir yer vardır.[338] Böylece Mecûsîlere ve Dehrîlere katılmışlardır. Üçüncü kısım, peygamberi tasdik etmekte, ancak peygamberlerin haber verdiği şeriat, Münker ve Nekir, Haşir ve Neşir gibi her şeyin insanların maslahatı için olduğuna inanmakta­dırlar. Bunlar filozoflardır. Onların küfrü, peygamberler (aleyhisselâm) için yalanı câiz görmeleri açısındandır. Zira bu yaklaşımda nübüvvet kapısı aslen kapatıl­maktadır. Çünkü bu yaklaşım onların sözüne olan güveni kaldırır. Bunların öncelikle tekfir edilmeleri vâciptir. İlâhın ruhunun kendilerine hulûl ettiği­ni ve Allah Teâlâ’nın hece harfleri sûretindeki âzalar olduğunu iddia eden Hulûliyye bu kısma yakındır. Cafer b. Muhammed es-Sâdık’a ulûhiyyet id­diasında bulunan Hattâbiyye de bunlara yakındır. Yine Ali b. Ebû Tâlib (ra) için bu iddiada bulunan ve Ali b. Ebû Tâlib’in yakılmalarını emrettiği Sâbiîler de bunlara yakındır. Ateşin içinde “Şimdi tam olarak senin ilâh olduğun kesinleşti.” diyerek bağırmışlardır. Şeriat imamları bu hakir ifadeleri öğren­diklerinde Kaderiyye’yi Mecûsîlere, Hulûliyye’yi ridde ehline, Mücessime’yi de puta tapanlara katmışlardır. Onları tövbe etmeye davet etmiş ve bunun küfür olduğuna dikkatlerini çekmişlerdir. Şayet ısrar edip dönmezlerse sul­tan onlar için bir meclis oluşturup, ulemânın ittifak ettiği görüşe göre onları öldürmek ya da başka bir cezayı vermek sûretiyle gereğini yapar. Bu, âhâd bir görüş olmayıp ümmetin üzerinde icmâ ettiği bir durumdur. Dördüncü kısım Mutezile, Râfızîler, Hâricîler ve Müşebbihe gibi Peygamberi, söyledik­leri konusunda tasdik eden ehl-i kıble olmak birlikte te’vilde hata edenler­dir. İmamlar tekfir derecesine ulaşan tevildeki hatanın küfür olup olmadığı noktasında ihtilaf etmiş ve bu konuda iki fırkaya ayrılmışlardır. Birinci fırka Resûlullah’ın getirdiği habere muhalefet edenlerin onu yalanladığını iddia etmiştir. Bunun salt inkâr ya da hatalı te’ville olması arasında da fark yoktur.

Onlar hakkında da kâfirlerin hükümlerini icra etmiş, aşırı gidenlerle öl­çülü davrananları ayırmamışlardır. Bu görüşte olanlar Allah’ın her şeyi kuşatan geniş rahmetini daraltmış olmakla beraber, ulemâ ve hulefânın cumhuru, bunlara tâbi olmamıştır. Söylediklerinden dolayı kanlarını he5 der etmemiş, mallarını ve namuslarını fetvalarıyla mubah görmemiş, aksi­ne “müslüman” isminin teminatı altına girdikleri için, bu asrımıza kadar onlar hakkında müslümanların hükümleri icra edilmiştir. Bunlar şüphesiz bir şekilde “Ümmet-i icâbet” içindedir ve bunları tekfir eden kimse, zu­lüm ve aşırılıkta bulunmuş olur. Bunlar hakkında fâsık, sapık, bid‘atçı, 10 hatalı ve benzeri ifadeler kullanmak daha doğrudur. Onları “Kâfir” olarak isimlendiren kimse, onların fahiş hataları ve kötü bid‘atlarından dolayı, durumun şiddet ve kötülüğüne dikkat çekmek için bu yöntemi kullanmış, küfre yaklaştığı için ona benzetmiştir. Bunun örneği “Kur’ân üzerinde şüp­he oluşturmak (Murâ), küfürdür.”, “Kul ile küfür arasında namaz vardır;

15 namazı kasten terk eden kâfir olur.”, “Müslümanın müslümana ‘Ey kâfir!’ demesi küfürdür.” ve “Mümin zinâ anında mümin olarak zinâ etmez.” gibi hadislerdir. Bunların tamamı sakındırmak ve ağırlığına dikkat çekmek için söylenmiştir. Bir benzetme türüyle bir şey, başka bir şeyle tâbir edilebilir. Bu, tafsil durumunda hükmün hakikatini iktiza etmez. Bu, yakınlık ve ik20 ramda bulunmak amacıyla bir insanın yabancı birisine “Sen kardeşimsin.” veya “Evlâdımsın” demesi gibidir. Ancak öldüğü zaman ne ona vâris olur, ne de bacı ve kızları kendisine mahrem olur. Yine bir adamın başka biri­sine, itaat ve tevâzu anlamında “Ben senin kölenim.” demesi de böyledir. Bunu söylediği için, onu satması ya da köle edinmesi mümkün değildir.

25 Şöyle dedim: Îmâm el-Kürdî, Fetâvâsında, “Elfâzu’t-tekfîr”in sonun­da, Hanefî imamların küfre götüren şeylerle ilgili söylediklerini naklet­tikten sonra şöyle demiştir: “Selefi olmayan bazı kimselerden, Fetâvâ’da falan kimse şundan dolayı tekfir edilir şeklindeki ifadeler geçtiği zaman, bunun küfrün hakiki olarak değil, korkutma ve sakındırma için oldu30 ğunu söylediği nakledilir.” Şöyle demiştir: “Bu bâtıl bir sözdür. Allah’ın eminleri yani ahkâm ulemâsı helâl, haram, Îslâm ve küfürle oynamaktan uzaktır. Onlar, sadece seyyidü’l-enâm olan Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ke­sin olarak sâbit olan hakikati veya Melikü’l-Allâm olan Allah’ın indirdi­ği ya da büyük resullerin efendisinin belirlediği yahut sahâbe-i kirâmın 35 sözlerinden alınmış olan imamın ictihadının vardığı sonucu söylerler.” Bu söylediklerim, önceki büyük âlimlerin (Meşâyıh) sözlerinden alınmıştır. Allah, lutfuyla onları cennetinde barındırsın.” demiştir. Cumhurun görüşü evlâ olandır. Gerçekten fırkaların tartışma noktaları, insanların çoğu için çok dakiktir. “Rabb’im Allah’tır, Muhammed nebîmdir.” diyen, haşir ve hesaba iman eden bir insan nasıl öldürülür? En doğrusunu Allah bilir.

İmamların ikinci fırkası, te’vil edenleri tekfir etmekten sakınmış ve hiçbi­rini “kâfir” ya da “peygamberleri yalanlayan (mükezzib)” saymamıştır. Şöyle demişlerdir: “Şayet te’vil edenler de kâfirler gibi peygamberleri yalanlamış, Resûlulullah’ın sözlerine özen göstermemiş, bununla meşgul olmamış ve ihmal etmişlerse onların bu sapkınlarından, Resûlullah’ı kabul edip tasdik ettikleri ancak te’villerinde isabet etmedikleri ve hata ettikleri şeklinde yo­rumlanarak haber verilir. Bunların hükmü, küfürden kaçan ancak hatasıyla bid‘ata düşen kimsenin hükmü gibidir. Ebû Süleyman el-Hattâbî (rh.a) şöyle demiştir: “Ehl-i sünnetten ilk ayrılma, Îmam Ali’nin (ra) zamanında meyda­na gelmiştir. Bunlar Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Okun yaydan çıktığı gibi dinden çı­karlar.’ şeklinde haber verdiği muhaliflerdir. Hz. Ali’ye (ra) bunların durumu ve kâfir olup olmadıklarının sorulduğunda onun ‘Hayır, küfürden kaçtılar.’ dediği, bunun üzerine ‘Münafık mıdırlar?’ denildiğinde onun ‘Hayır, müna­fıklar çok az Allah’ı zikrederler, bunlarsa Allah’ı çok zikrediyorlar.” demiştir. Bunun üzerine ‘O hâlde bunlar nedir?’ diye sorulmuş, o da ‘Fitnenin ken­dilerine isabet ettiği, kör ve sağır kesilen bir topluluktur.’ demiştir.” Hattâbî, bir çeşit te’vile bağlı olmaları sebebiyle onları tekfir etmediğini söylemiştir. Resûlullah’ın “dinden çıkarlar” ifadesi de “taatten çıkarlar” anlamındadır. Yüce Allah’ın “Yoksa kralın dinine göre kardeşini alıkoyamazdı.”303 âyetinde de “din”, taat” anlamında kullanılmıştır. Te’vil edenleri tekfir etmeyenlerin hücceti, onların “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” demeleri ile canları ve mallarının koruma altında olduğunun kesinleşmesidir. Buna kar­şılık te’vilde hata etmenin küfür olduğu sabit değildir. Aksi hâlde bu konuda nas yahut icmâdan veya bir nas ya da icmâdan sahih bir asıl üzerine yapılan sahih bir kıyastan bir delil getirilmesi gerekir. Oysa biz böyle bir şey görme­dik. Dolayısıyla bu topluluk Îslâm üzerine devam etmektedir. Bir zamanda dört imam gibi ictihad şartlarını taşıyan bir müctehidin bulunduğuna dair ittifak edilirse onda te’vilin küfrü gerektirdiğine dair kesin bir delil olsa onun görüşüyle bu kimseleri tekfir ederiz.

Böyle birinin böyle bir zamanda bulunması çok uzaktır. Îmam Müzenî’ye akaidle ilgili bir mesele sorulmuş, o da “Bakıp kesinleştireyim, zira bu Al­lah’ın dinidir.” demiştir. O bid‘at ve hevâ ehlinin hemen tekfir edilmesini kabul etmiyor ve “Bu meseleler aklî nazarın idrak edemediği incelikleri ba-

5 rındırır.” diyordu. Îmâmü’l-Haremeyn (rh.a) şöyle derdi: “Şayet bize küf­rü gerektiren ibareleri gerektirmeyenlerden ayırın denirse bunun tamah edilmeyecek yerde tamah etmek olduğunu söyleriz. Bu, idrak etmekten uzaktır ve sarp bir yoldur. Bu, tevhid denizinin dalgasından elde edilir. Hakikatlerin nihayetini bilgi açısından kuşatmayan kimse, tekfirin mevsuk

10 delillerini elde edemez. Ebu’l-Mehâsin er-Rûyânî ve daha başka Bağdat ulemâsı, hep birlikte Îslâm mezheplerine mensup hiç kimsenin kesinlikle tekfir edilmeyeceğini söylüyorlardı. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Namazımızı kı­lan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse için lehimizdekiler onun lehine, aleyhimizdekiler de onun aleyhinedir.’ buyurmuştur.”

15 Şöyle dedim: el-Kût sahibi Şeyh Şihâbüddin el-Ezra‘î’nin hattıyla ya­zılan ve Şeyhülislâm Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî’ye takdim edilen bir so­ru gördüm. Şöyleydi: “Efendimiz ve mevlâmız Şeyhülislâm’ın, bid‘at ve hevâ ehlini tekfir etme konusundaki görüşü nedir?” Ona şunu yazdı: “Ey kardeş, bil ki -Allah beni ve seni muvaffak eylesinmüminleri tekfir et-

20 meye yönelmek, gerçekten zordur. Kalbinde iman olan herkes, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen hevâ ve bid‘at ehlini tekfir etmeyi, ağır bulmuştur. Tekfir etmek, korkunç ve çok tehlikeli bir durumdur. Bir insanı tekfir eden kim­se, sanki söz konusu insanın âhiretteki cezasının ebediyete kadar dâimî olduğunu, dünyada da kanı ve malının mubah olduğunu, müslüman bir

25 kadınla evlenemeyeceğini ve ne hayatında ne de öldükten sonra kendisine Îslâmî hükümlerin uygulanmayacağını haber vermiş gibidir. Bir müslümanı öldürmede hata etmek, suç olması hasebiyle bin kâfiri öldürmeyi terk etmekten daha tercih edilir. Ayrıca bu bid‘atçıların tekfir edildiği konular, bölümlerinin çokluğu, zekâlarının inceliği, karînelerinin ihtilafı, iddia-

30 larının farklılığı sebebiyle çok dakik ve derindir. Bu meseleleri hakkıyla ihata edecek kimsenin hatayı diğer sınıflarıyla birlikte bilme hususunda detaylı incelemeye, te’vilin hakikatlerine ve ilgili yerlerdeki şartlarına va­kıf olmaya, te’vil ihtimali olan ve olmayan lafızları bilmeye ihtiyacı vardır.

Bu da diğer Arap kabilelerine mensup dil ehlinin yöntemlerini, hakikat, mecaz ve istiareleri ile tevhid ilmindeki incelikleri bilme gibi; avam şöyle dursun, âlimlerin çoğuna bile ağır gelen birçok şeyi bilmeyi gerektirir.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bid‘at ve hevâ ehli5 ni tekfir etme görüşünün, iki önemli şeye ihtiyaç duyduğu anlaşılmakta­dır. Birincisi inanılan şeyin (mûtekad) araştırılmasıdır ki bu zordur. Zira kalpte olanı bilmek ve onu saflığını bozan şeyden kurtarmak mümkün değildir. Bununla beraber kişinin, kendisini ölüme götüreceğini bildiği bir şeyi hâkimin yanında söylemesi zordur. Bu, kızıl kibritten (el-Kibrî10 tü’l-ahmer) daha da önemlidir. Ayrıca şahsın kalbinde bulunan şeye delil getirmek de zordur. İkincisi kelâm ilminin zorluğu, istinbat yerleri ve bu konuda hak ile hak olmayanı birbirinden ayırmanın güçlüğünden dolayı, bir şeyin küfür olduğuna hükmetmek zordur. Bu durum, ancak zihin sağlığı ve bütünüyle hevâ ve taassuptan arınmış bir nefis terbiyesini 15 bir araya getiren, şer‘î ilimlerle dolu olan, bunların sırları ve müctehid imamların ilgili tartışmalarına vakıf bir kimsede hâsıl olur. Bu da şimdi­lerde bir kimsede bulunması zor olan bir durumdur. Kendi itikadını bile bir ibarede tam olarak ifade etmekten âciz olan insan, başkasının itikadı­nı nasıl bir ibare üzerinden belirlemeye güç yetirebilir? Her mümin için 20 edebe uygun olan, hevâ ve bid‘at ehli olan hiç kimseyi tekfir etmemektir.

Özellikle hevâ ehlinin çoğu, birbirlerini taklit eden avamdır ve itikat­larıyla çelişen hiçbir delili bilmezler. Ancak sadece inat ve inkârla te’vil edilemeyecek açık naslara muhalefet etmeleri müstesnâdır. Ulemânın bu konuda farklı görüşleri vardır.” Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî’nin sözleri 25 burada bitti. Onun (rh.a) bizzat hattından naklettim; oldukça değerli ve nefis sözlerdir. Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin özel adamlarından Îmam Ahmed b. Zâhir es-Serahsî şöyle derdi: “Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, Bağdat’ta­ki evimde ölüm vakti geldiği zaman, bütün adamlarının toplanmasını emretti ve daha sonra şöyle dedi: Ehl-i kıbleden olan hiç kimseyi bir 30 günahından dolayı tekfir etmediğime şahit olun. Zira onların tamamının bir tek mâbuda işaret ettiklerini gördüm. Îslâm onların tamamını kuşa­tıp kapsamaktadır.” Onları nasıl “müslümanlar” olarak isimlendirdiğine baksana! En doğrusunu Allah bilir.

Netice: Mısır’daki el-Gamrî Câmiinin imamı olan şeyhimiz imam, âlim ve muhaddis Şeyh Emînüddin bana, bir şahsın, zâhiri şeriata mu­halif olan bir ibare kullandığını haber verdi. Onun için Mısır sultanının huzurunda bir meclis kurulmuş ulemâ da onun küfrüne fetva vermiştir. O anda Şeyh Celâleddin el-Mahallî mecliste değilmiş; geldiğinde “Bu­nun öldürülmesine kim fetva verdi?” demiş, Şeyhülislâm Sâlih el-Bulkînî ve bir grup “Biz bu fetvayı verdik.” demişlerdir. “Deliliniz nedir?” diye sormuş, Şeyh Sâlih de “Babam Şeyhülislâm Sirâcüddin el-Bulkînî de bu­nun benzeri olan bir olayda bu fetvayı verdi.” demiştir. Bunun üzerine “Rabb’im Allah’tır, Resul Muhammed peygamberimizdir, diyen, müslü­man ve muvahhid olan bir adamı, babanın fetvasıyla öldürüyorsunuz, öyle mi?” demiştir. Daha sonra adamın elinden tutarak kaleden indirmiş ve hiç kimse onun ardına düşmeye cesaret edememiştir. Şam Şeyhülislâmı Sirâcüddin el-Mahzûmî şöyle demiştir: “Bir defasında Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakaret eden bir yahudinin öldürülmesine fetva vermiştim. Şeyhülislâm Celâleddin el-Bulkînî beni azarlayarak şöyle demişti: ‘Bu, Mâlikîlere, onun emrini taklit etmeleri için benimle gönderilen yazıdır. Buna tâbi olmamanı isterim.’” el-Mahzûmî (ra) şöyle demiştir: “Şeyhimiz Şeyhü­lislâm Şihâbüddin ez-Zührî (ra), annemiz Aişe’ye sebbeden bir adamın öldürülmesine fetva vermemiş miydi? Bundan alıkonulmuş ancak terk etmemiş ve öldürülmek için çıkarıldığında en yüksek sesiyle ‘Ey Zührî, Allah katında delilin nedir? ‘Rabb’im Allah’tır, Muhammed peygamberimdir.’ diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz?’ demiştir. Zührî bundan sonra hep bu sözleri hatırlarmış ve ağlayarak şöyle dermiş: ‘Allah’ın kıya­met günü bu adamın öldürülmesinden dolayı beni sorguya çekeceğinden korkuyorum.’” Bu, Kur’ân’ın açıkça akladığı birisine söven hakkındaki korkudur. Örtüsü kalın olduğu için lafızlarını anlamadığı bir ibareden dolayı, Allah’ın velîlerinden birinin öldürülmesine fetva vermeye cesaret edenin durumu nasıl olur? Îmâm Gazzâlî (ra) şöyle derdi: “En büyük günahlardan biri, muratlarını anlamadan ve kelâmlarını onların kabul etmeyeceği bir hâle hamlederek ulemâyı hatalı göstermektir.” el-Munkiz mined-Dalâl kitabında şöyle demiştir: “Ulemâya vâcip olan hak olduğu kendilerine açık olanı beyan etmektir kendilerine açık olmayanı değil.”

Şeyhülislâm el-Mahzûmî şöyle demiştir: “Îmâm Şâfiî, ehvâ ehlinin tekfir edilmeyeceğini er-Risâle sinde açıkça belirtmiş ve ‘Bir günahtan dolayı ehvâ ehlini tekfir etmem.’ demiştir. Başka bir rivâyette ‘Ehl-i kıbleyi bir güna­hından dolayı tekfir etmem.’, diğer birinde ise ‘Zâhire muhalif olan te’vil

5 ehlini bir günahından dolayı tekfir etmem.’ demiştir.” el-Mahzûmî (rh.a) şöyle demiştir: “Îmâm Şâfiî (rh.a), ehvâ ehliyle muhtemel te’vilde bulunan Mu‘tezile ve Mürcie’yi, ehl-i kıbleyle de tevhid ehlini kastetmiştir.”

Ey kardeş, bu mebhasta sana anlattıklarımızdan, mütedeyyin olan bü­tün âlimlerin, ehl-i kıbleden birini herhangi bir günahından dolayı tekfir 10 etmekten sakındığını öğrenmiş oldun. Sen de onların yolundan git. En

doğrusunu Allah bilir.

ELLİ DOKUZUNCU MEBHAS

Kâfirlerin Bu Dünyada Tattıkları Yiyecek, İçecek ve Cinsellik Gibi Lezzetlerin Tamamının Allah’tan Kendilerine Bir İstidrâc Olarak

Verildiği Hakkındadır

Bu, onların ölene değin küfür üzere ısrar edeceklerini bilmesine rağmen, lezzetlendirmesinden dolayıdır. Bu, küfür azabına ek olarak azaplandırılacakları bir azap olması nedeniyle nimet değil, külfettir. Mutezile, bunun şükür gerektiren bir nimet olduğunu söylemiştir. Bazı muhakkikler, Allah’ın kafir bir kimseye rızık olarak verdiği şeylerin tümünün ne kerâmet için ne de zillet için olduğunu, bunun onun için leh ve aleyhinde yazdığı tüm şeyleri yaptığı diye bedenini besleyecek şeylerle kendisini rızıklandırmasının ezelî ilminde kayıtlı olması nedeniyle olduğunu söylemişlerdir. Kâfirin yaptığı bütün iyiliklere karşılık, Allah’ın ona bu dünyada bedenini sağlıklı kılmak, rızkını genişletmek ve benzeri şeylerle karşılık verdiğini söylemişlerdir. Âhi­rette ise hiçbir nasibi yoktur. Yüce Allah, kereminin genişliğinden dolayı iyi şeyler yapan hiç kimsenin ecrini zayi etmeyeceğini haber vermiştir. Şayet Yüce Allah bu kâfirin Îslâm üzere ölmesini nasib ederse susuzlar için kuyu açma, açları doyurma, misafir ağırlama, akrabaları ziyaret etme ve köle âzat etme gibi niyet şartı olmayan işlerinden dolayı da Îslâmî amellere ilâve ola­rak sevap verir. Hakîm b. Hizâm İslâm’a girdiği zaman Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona “Daha önce yaptığın hayırlardan dolayı müslüman oldun.” demiştir. O bu güzel işleri cahiliye döneminde yapardı.[339] Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu amellerini sormuş, o da bunlarla aklandığını söylemiştir. Cumhurun görüşü de budur.

Âmidî, el-Ezkârda “Ashabımız arasında, Allah’ın küfürde ısrar ettiğini bildiği bir kimseye asla dinî bir nimet vermediği konusunda görüş ayrılığı yoktur. Dünyevî nimetlere gelince Eş‘arî’nin bu konuda iki görüşü vardır. Kâdî Ebûbekir ise verdiğine meyletmiştir.” Daha sonra görüş ayrılığının lafzî olduğuna işaret etmiştir. Nimeti yok sayan kimse, dünyadaki lezzetleri ve hidâyet sebeplerinin gerçekleşmesini inkâr etmemekte, ancak peşinden helâk geldiği için, bunu nimet olarak isimlendirmemektedir. Nimet olarak gören kimse de peşinden helâkın geleceğini inkâr etmemekte, ancak sûreten onu nimet olarak isimlendirmektedir.

Ebu’l-Abbâs es-Sârî (ra) şöyle derdi: “Hakk’ın mümine verdikleri keramet ve istidrâc olmak üzere iki çeşittir. Sende bıraktığı keramettir, senden gi­derdiğinin ise istidrâc olduğu açık olur.” Elemin ise lezzetin karşılığı oldu­ğunu söylemişlerdir. Bunun vücûdî mi ademî mi olduğu konusunda ihtilâf 5 etmişlerdir. “En yüksek lezzet, eşyayı bilme ve onun hakikatlerine vâkıf ol­makla gerçekleşen aklî lezzettir. Bu hakiki lezzettir. Bu nedenle lezzet mârifetlere bağlıdır.” demişlerdir. Ebû Zekeriya et-Tabîb “Lezzet, ademî bir durumdur ve elemden kurtuluştur.” demiştir. Bu görüşün zayıflığı, insanın bazen öncesinde hiçbir elem olmadan lezzetlenmesidir. Bu güzel bir resmi 10 gören ve gözleriyle bundan lezzetlenen kişinin durumuna benzer. Hâlbuki bu hisse daha önce sahip değildi ki bu lezzet onu, resme duyulan iştiyak acısından kurtarmış olsun. Yine aklına gelmeden ve böyle bir iştiyakın acısı olmadan, ilmî bir mesele veya bir hazineye vakıf olan kimsenin durumu da böyledir.” Semerkandî, es-Sahâifte şöyle demiştir: “Hak olan, idrakin 15 lezzetin kendisi değil, neticesi (melzûm) olduğudur.” el-Mahsûlda ise “Aslolan [lezzetin] bağlı olmamasıdır. Zira lezzet vicdanî durumlardandır.” denilmiş, et-Tavâlîde de bu benimsenmiştir. Şeyh Îzzeddin b. Abdüsselâm şöyle demiştir: “Bu, mihne yurduna (dünya) mahsustur, cennet olan ikrâm yurdunda ise lezzet, öncesinde veya beraberinde elem olmaksızın gerçek20 leşir. Çünkü burada âdetler delinmiştir. Cennetlikler susuzluk olmadan meşrubatın lezzetini, açlık olmadan da yiyeceklerin lezzetini alacaklardır.” Cezalarla ilgili görüş de böyledir. Âhiretteki en küçük ceza bile bu dünyada hayat bırakmaz. Oysa âhirette, her taraftan ölüm sebepleri gelmesine rağ­men kişi ölmez. En doğrusunu Allah bilir.



[96]     Müslim, “Zikr”, 41. Aynı rivayeti, Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvûd, Nesâî gibi hadis otoriteleri de hadis mecmualarına almışlardır. Fiilin mazi kökü; “Ğane” olup masdarı, örtmek, kapatmak, sıkıntı vermek gibi anlamlara gelmektedir. Buradan Hz. Peygamber’in ümmetinin işlediği/işleyeceği günahları düşüne­rek onlar adına istiğfar ettiği anlamını çıkarmak mümkündür. Ayrıca “Onlar için istiğfar et (Âl-i Îmrân 3/159)” âyeti de buna imkân vermektedir. Ancak bu durum Hz. Peygamber’in, Rabb’ine karşı olan kul­luğunda eksiklikleri bulunduğunu mülahaza ederek istiğfar ettiği sonucunu çıkarmamıza engel değildir.

[97]      İnşirah, 94/1.

[98]      Enbiyâ, 21/63.

[99]     A’râf, 7/12.

[100]    Haşr, 59/16.

[101]    Tâhâ, 20/121.

[102]    Bakara, 2/34.

[103]   Tirmizî, “Hac”, 49. Hadisin sonunda Tirmizî, bu hadisin farklı rivayet senedlerinin bulunduğunu ve bunlardan Îbn Abbâs’ın rivayetiyle ilgili kanaatinin hasen-sahih olduğunu belirtmektedir.

[104]   Bakara, 2/191.

[105]   Meryem, 19/23.

[106]   Meryem, 19/28.

[107]   Furkan, 25/70.

[108]   Fetih, 48/2.

[109]   Fetih, 48/2.

[110]   Hicr, 14/42.

[111]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 218; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyamet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 37. Hadisle ilgili değerlendirme için bk. Aclûnî, age, II, 10.

[112]   Tâhâ, 20/120.

[113]   A‘râf, 7/23.

[114]   A‘râf, 7/28.

[115]    Nûh, 71/26.

[116]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 101; Buhârî, “Merdâ”, 19; Müslim, “Zikir”, 10; Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 9.

[117]   Nûh, 71/26.

[118]   Nûh, 71/27.

[119]    Kalem, 68/48.

[120]   Ahzâb, 33/21.

[121]    Îbrâhim, 14/43.

[122]    Hûd, 11/123.

[123]   Ahzâb, 33/72.

[124]    Enbiyâ, 21/87. Âyetin meâli şöyledir: “Sonra karanlıklar içinde ‘Senden başka ilâh yoktur, Seni tenzih ederim, gerçekten ben zalimlerden oldum’ diyerek dua etti.”

[125]    Talak, 65/7.

[126]    Enbiyâ, 21/87.

[127]    Enbiyâ, 21/87.

[128]    Sâffât, 37/145.

[129]    Sâffât. 37/145-146. Âyetin meâli: “Onu halsiz bir şekilde olduğu hâlde dışarı çıkardık. Üstüne (kabak cinsinden geniş yapraklı bir bitki olan) Yaktin ağacını bitirdik.” şeklindedir.

[130]    Şu‘arâ, 26/21.

[131]    Sâd, 38/31.

[132]    Sâd, 38/32.

[133]    Sâd, 38/34.

[134]    Sâd, 38/39-40.

[135]    Hadis olarak rivayet edilen bu ifadenin kaynağı tespit edilememiştir.

[136]    Geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Dâvûd”, DlA, IX, 23.

[137]   Yûsuf, 12/24.

[138]   Yûsuf, 12/51.

[139]    Tâhâ, 20/44.

[140]    Bakara, 2/260.

[141]    Enbiyâ, 21/63.

[142]    Enbiyâ, 21/63.

[143]    Şu‘arâ, 26/82.

[144]    Şu‘arâ, 26/80.

[145]   Bakara, 2/130.

[146]   Şu‘arâ, 26/80

[147]   Saffât, 37/89.

[148]   Enbiyâ, 21/63.

[149]   En‘âm, 6/76-78.

[150]   En‘âm, 6/83.

[151]   Bakara, 2/258.

[152]   Bakara, 2/258.

[153]    Bakara, 2/216.

[154]   Nakledilen bu rivayet, Ahmed b. Hanbel (Müsned, IV, 211) ve Buhârî (“Da‘avât”, 3) başta olmak üzere farklı lafız ve rakamlarla (yetmiş, yüz) birçok hadis mecmuâsında geçmektedir.

[155]    Fetih, 48/2.

[156]   Ahzâb, 33/1.

[157]   Zümer, 39/65.

[158]   İsrâ, 17/74.

[159]   Zümer, 39/65.

[160]   Ahzâb, 33/37.

[161]   Ahzâb, 33/40.

[162]   Tevbe, 9/43.

[163]   Mâide, 5/116

[164]    Tevbe, 9/43.

[165]   Abese, 80/1-2.

[166]   Abese, 80/1-2.

[167]   Abese, 80/5-6.

[168]    Îbn Mace, “Edeb” 19.

[169]    Mümtehine, 60/8.

[170]    Hadîd, 57/24.

[171]   Abese, 8"/1.

[172]    Tevbe, 10/128.

[173]   Abese, 80/5.

[174]   Nahl, 16/125.

[175]   Âl-i Îmrân, 3/159.

[176]   Müslim, “Fedâil”, 140-141.

[177]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 451; Buhârî, “Îlim”, 30; “Hac”, 132; Müslim, “Îmân”, 378; Îbn Mâce, “Menâsik”, 76;

[178]    Kütüb-i-sitte’de yer almayan rivayetlere örnek olarak bk. Dârekutnî, es-Sünen, II, 192.

[179]    Bakara, 2/184.

[180]   Tevbe, 9/128.

* Özellikle Îbnü’l-Arabî’den itibâren, Allah’ın ahadiyyet bazen de vâhidiyyet mertebesini ifade etmek için kullanılan tasvvûfî bir terimdir. Zaman zaman ayrıntılarda farklılaşan anlamlar yüklenmiş ise de bunların tamamında Yüce Allah’ın henüz isim, sıfat ve tecellîleri olmaksızın, mutlak sûretteki gayb mertebesi anlamına gelmektedir. bk. Süleyman Uludağ, “Amâ”, DİA, II, 553.

[181]   Aclûnî, Keful-Hafâ, II, 118. Aclûnî bu lafızlarla vermekle beraber, rivayetin aynı anlama gelen farklı varyantlarını da vererek değerlendirmektedir. Bu rivayetin en meşhur lafızları “Âdem ruh ile ceset arasın­da iken ben nebî idim.” şeklindedir. Tirmizî de aynı rivayeti (“Menakıb” 1.) bu lafızlarla “hasen garib” olarak vermektedir. Ali el-Karî ve daha birçok muhaddis bu anlamdaki rivayetlerin aslının olmadığını, uydurma olduklarını belirtmektedirler. Bk. Ali el-Karî, el-Masnu’fîMâ‘rîfeti’l-Hadîsi’l-Mavdu, s. 142.

[182]    Fussilet, 41/12.

[183]   Aclûnî, el-Masnu, I, 184.

[184]    Kehf, 18/ 110.

[185] Hebâ sözlükte “toz, zerrecik” anlamına gelmekle birlikte, tasavvufta varlık mertebelerinden biri olarak kullanılmıştır. Îlk akıl, küllî nefs ve küllî tabiattan sonra dördüncü ve en aşağı mertebe olarak Hebâ kabul edilmektedir. Allah, hebâ denilen şekilsiz maddenin içine âlemin suretlerini açmıştır. Îbnü’l- Arabî, tabiat ile hebâyı birbirini tamamlayan iki varlık olarak değerlendirir. Küllî cismin sûreti bu ikisinin eseridir. Hebâ anne, tabiat baba gibidir. Bk. Süleyman Uludağ, “Hebâ”, DÎA, XVII, 147.

[186]    Hûd, 11/120.

[187]    Şa‘rânî bununla Allah’ın Hz. Peygamber’e, aslı itibariyle kendisinin olan, diğer peygamberlerin ona niyâbeten sahip oldukları hidâyete tâbi olmasını emrettiğini ima etmektedir.

[188]    Livâü’l-hamd, “övmek” anlamına gelen “hamd” kelimesi ile “sancak/bayrak” anlamına gelen livâ keli­mesinin bir araya gelmesiyle meydana gelen terkiptir. Hz. Peygamber’in kıyamet gününde sahip olup müminleri himâyesi altına alacağı mânevi nitelikli sancak demektir. Bir kısım Îslâm âlimleri bunu “Şefâat-i kübrâ” olarak anlamışlardır. Geniş bilgi için bk. Topaloğlu-Çelebi, KTS, “Livâü’l-Hamd”, s. 197; Salih Sabri Yavuz, “Livâü’l-Hamd”, DİA, XXVII, 200.

[189]   Arapça ifadesi “yevmü’l-mevkifi’l-a‘zâm” olan bu “büyük duruşma gününün” hangi zaman dilimine işa­ret ettiği konusunda açık bir ifade bulunmamakla beraber, bunun yaratılışın ilk dönemine bir gönderme olması ihtimali bulunmaktadır. Zira bu ifadenin hemen ardından kıyametten söz edildiğine göre, bunun daha önceki bir zaman olması gerekmektedir. el-Fütûhât mütercimi Ekrem Demirli hiçbir açıklama yapmaksızın bunu “büyük ziyaret günü” şeklinde tercüme etmiştir. bk. el-Fütûhât (Îst.) XI, 316.

[190]   Enbiyâ, 21/2.

[191]   Mâide, 5/99.

[192]   Gâfir, 40/15.

[193]   Nahl, 16/2.

[194]   Cin, 72/26-27.

[195]   Cin, 72/28.

[196]   Meryem, 19/90-91.

[197]   Tevbe, 9/30.

[198]   Enbiyâ, 21/17.

[199]   Şûrâ, 42/48.

[200]   Bakara, 2/272.

[201]   Bakara, 2/272.

[202]   Tevbe, 9/6.

[203]   Hac, 22/52.

[204]   Tâhâ, 20/43-44.

[205]   Kasas, 28/24.

[206]   “Berzahî” tâbiriyle, beşeri kategorilerden sadece bir tanesine nispeti söz konusu olmayan ara varlık denilmek istendiği düşünülmektedir. Burak’ın eşek ile katır arasında ara bir varlık olarak nitelendiril­mesinden yola çıkılarak “Berzahî” bir varlık olduğu sonucuna varılmaya çalışılmaktadır. (Mütercim)

[207]   Elçilerin işlerini daha çabuk görmeleri maksadıyla binerek gitmeleri için bekletilen at.

[208]   Câsiye, 45/29.

[209]   Ahzâb, 33/43.

[210]   Rahmân, 55/31.

[211]   İsrâ, 17/1.

[212]   İsrâ, 17/1.

[213]   Nîsâ, 4/59.

[214]   Nîsâ, 4/59.

[215]   En‘âm, 6/19.

[216]   Furkân, 25/1.

[217]   Mahallî’nin yorumu için bk. Celâleyn (Mahallî-Süyûtî), Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1420/2000, s. 130; 359.

[218]   Tahrîm, 66/6.

[219]   Sâd, 38/75.

[220]   Saffât, 37/158.

[221]   Bakara, 2/30.

[222]   Bakara, 2/30.

[223]   Sâd, 38/69.

[224]   Enbiyâ, 21/20.

[225]   Nisâ, 4/69.

[226]   Necm, 53/4.

[227]   Meryem, 19/64.

[228]   Nisâ, 4/65.

[229]   Nisâ, 4/65.

[230]   Nahl, 16/120.

[231]   Haşr, 59/7.

[232]   Haşr, 59/7.

[233]   Neml, 27/50.

[234]   Haşr, 59/7.

[235]   Nisâ, 4/59.

[236]   Nisâ, 4/80.

[237]   Nisâ, 4/59.

[238]   Nisâ, 4/59.

[239]   Zâriyât, 51/9.

[240]   Fussilet, 41/11

[241]   Fussilet, 41/11

[242]   Bakara, 2/253.

[243]   Nisâ, 4/125.

[244]   Bakara, 2/285.

[245] Rakîka: Hakikatler veya zâtlar arasında uzayan bağlardır; bunlar göze ulaşan ışınlara benzer. Bu rakâik sa­dece yayılmaz, aynı zamanda bize de ulaşır. Rakîka kendisinden çıktığı her hakikati daha üst ve daha aşağı hakikatlere bağlar. Bu hakikatler sayesinde üst hakikatlerden alttakilere varlık ve bilgi yardımı ulaşır. Rakîka teriminin kullanımı Îbnü’l-Arabî’de bilgi yardımı özelliğine dayanarak müşahede, tecelli ve vâridat türlerini içerecek şekilde genişler.” bk. Îbnü'l-Arabî Sözlüğü, Suad el-Hakim, İstanbul, 2005, s. 532-534.

[246]   A‘râf, 7/12.

[247]   İsrâ, 17/61.

[248]   A‘râf, 7/12.

[249]   Bakara, 2/34.

[250]   İnfitâr, 82/10-12.

[251]   Kâf, 50/18.

[252]   Ra‘d, 13/11.

[253]   Abese, 80/13-16.

[254]   Sebe’, 34/23.

[255]   Şûrâ, 40/11.

[256]   Âl-i İmrân, 3/18.

[257]   Âl-i İmrân, 3/18.

[258] Kur’ân’daki Saffât, Mürselât ve Nazi‘ât sûrelerinde yer alan meleklerle ilgili vasıflar zikredilmektedir.

[259]   A‘lâ, 87/1.

[260]   En‘âm, 6/3.

[261]   Kadr, 97/4.

[262]   Sâd, 38/75.

[263]   Bakara, 2/34.

[264]   Hicr, 15/30.

[265]   Sâd, 38/75.

[266]   Bakara, 2/34.

[267]   Hemzeli (mehmûz) olan (nebüe) ile hemzeli olmayan (nübüvv) arasındaki farka dikkat çekilmektedir. Birincisi yükselme, ikincisi elçilik (nübüvvet) anlamındadır.

[268]    Sâffât, 37/164.

[269]   Ahzâb, 33/57.

[270]    İsrâ, 17/15.

[271] el-Mâide 5/90.

[272]    Hûd, 11/114.

[273]    Îsrâ, 17/79.

[274] Efendisinden çocuk sahibi olan cariye demektir. Anne olduğu için diğer cariyelerden farklı olarak özel bir hukuka tâbi olur.

[275]    Şûrâ, 40/23.

[276]    Şarânî’nin bu konudaki düşünceleri hakkında bk. Micheal Winter, “Onaltıncı Yüzyıılda Şa’rânî ve Mısır Toplumu” (trc. Mahmut ÇINAR), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 41 (2011/2) s. 275-296.

[277] Başka bir rivayette “el-mükemmilîn” şeklindedir. Ancak müellif, “mükellimîn” şeklindeki tercihin daha isabetli olduğunu kaydetmektedir. Bk. Aynı sayfadaki dipnot.

[278]   Metinde diğer iklimlerden farklı olarak yerine Jjl> fiili geçmektedir. Diğer nüshalar da dikkate alınarak bunun zühul olduğu değerlendirilerek tercüme edilmiştir (mütercim).

[279]    İbnü’l-Arabî, age, XI, 97-98. Şa‘rânî’ nin naklinde olayın kahramanı bir kız öğrenci iken, el-Fütûhât’ta yaşlı bir kadın olarak tasvir edilmektedir. Ayrıca kadının elinde bulunan şeyin yazılı bir ağaç yaprağı olduğu belirtilmektedir. Hadisenin detaylarında bulunan farklılıkların nüsha farklarından kaynaklan­dığı düşünülmektedir.

[280]   Zümer, 39/65.

[281]    Şems, 91/8.

[282]    Şems, 91/10.

[283]    Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul 1394/1974, I, 141.

[284]    Fussilet, 41/30.

[285]   Yûsuf, 12/108.

[286]    Fussilet, 41/53.

[287]    Rahmân, 5/3-4.

[288]   Alak, 96/5.

[289]    Kehf, 18/68.

[290]    Bakara, 2/269.

[291]    Beyyine, 98/5.

[292]    Şatah/Şatahat, sûfîlerin sekir hâlinde söyledikleri ve şeriata uymayan sözlere verilen isimdir.

[293]   Meryem, 19/64.

[294]   Nisâ, 4/82.

[295]   Nisâ, 4/105.

[296]    Sâd, 38/26.

[297]   Tahrîm, 66/1.

[298] Buhârî, “Fezâilü Ashabi’n-Nebî”, 16; “Nikâh”, 109. Bk. M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, DİA, XII, 220.

[299]    Şa‘rânî, burada el-MîzanÜl-Kübrâ isimli, dört mezhebin fıkhına dair yazdığı kitabına atıfta bulun­maktadır.

[300]   Âl-i Îmrân, 3/37.

[301]   Meryem, 19/25.

[302]   Âl-i Îmrân, 3/37.

[303]   Meryem, 19/25.

* Eş‘arîyye’nin tabiat olaylarını açıklamak için başvurdukları yöntem. Buna göre âlemde determinizm anlamında neden-sonuç ilişkisi hâkim değildir. Ancak olaylar sürekli benzer şekilde tekrarlandık­larından bize, neden-sonuç ilişkisi esasmış gibi gelmektedir. Îbnü’l-Arabî keramet için halk-ı cedîd esasını ön plana çıkararak; Eş‘ariyye’nin özellikle mûcizeyi açıklamak için başvurdukları âdet teorisini reddetmektedir. O, bu yaklaşımıyla aslında kerametin olmadığını, her şey yeniden yaratıldığından herhangi bir olağanüstülüğün olmadığını düşünmektedir.

[304]   Kâf, 50/15.

[305]    Şa‘rânî, age., s. 357. Şarânî’nin burada kastettiği veraset ümmet anlamındadır. Bu anlamda kelâmcılar da onunla paralel düşünmekte ve bir velînin kerametinin o velînin tâbi olduğu peygamberin mûcizesi olduğunu kabul etmektedirler. bk. Sâbûnî, el-Bidâye, s. 55-56. Ancak Îbnü’l-Arabî’nin peygamberlere vâris olmaktan kastettiği anlam farklıdır. Bir sonraki kısımda bu konuya geniş bir şekilde yer verilecektir.

[306]   Nit‘: Mahkumun üzerinde öldürüldüğü deri.

[307]   Zümer, 39/9.

[308]   Kalem, 68/44.

[309]   Sâffât, 37/96.

[310]   Nisâ, 4/145.

[311]   Mümtehine, 6"/1.

[312]   Yûsuf, 12/106.

[313]   Bakara, 2/186.

[314]   Yûsuf, 12/106.

[315]   Zümer, 39/3.

[316]   Îsrâ, 17/44: “Her şey O’nun hamdini tespih eder fakat siz anlamazsınız. Çünkü O Halîm ve Gafûr’dur.”

[317]   Neml, 26/82.

[318]   Neml, 26/82.

[319]   Hadîd, 57/12.

[320]   Zariyât,, 51/55.

[321]   Yûnus, 10/90.

[322]    Firavun’un imanı ve Îbnü’l-Arabî’nin bu konudaki görüşü hakkında geniş bilgi için bk. Mahmut ÇINAR, “Ye’s ve be’s hâlinde inanmanın hükmü: Firavun’un imanı örneği” MÜÎFD, XLI (2011/2), s. 121-142.

[323]   Arâf, 7/121-122.

[324]   Enfâl, 8/4.

[325]   Âl-i Îmrân, 3/18.

[326]   Meryem, 19/72.

[327]   Nisâ, 4/93.

[328]   Nisâ, 4/116.

[329]   Ankebût, 29/4.

[330]   Ankebût, 29/4.

[331]   Nûr, 24/31.

[332]   Tevbe, 9/118.

[333]    Înfitâr, 82/6.

[334]   Nûr, 24/31.

[335]    Bakara, 2/27.

[336]    Meryem, 19/72.

[337]    Bakara, 2/253.

[338]    Bu deyim, Türkçedeki “Yer yarılsa da girsem” deyiminin karşılığı olsa gerektir.

[339] el-Yevâkîtin farklı nüshalarında: l$j öl^j şeklinde geçen ibare, hadis mecmualarında l^ jlS şek­linde geçmektedir. Tercüme buna göre yapılmıştır (Mütercim).

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to