EL-YEVÂKÎT VE’L-CEVÂHİR
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ
İÇİNDEKİLER
OTUZ BİRİNCİ MEBHAS
Peygamberlerin, Ekmel Olan Makamlarıyla Çelişen Söz, Fiil, Hareket ve Sükûn Gibi Şeylerden Mâsum Oldukları Hakkındadır
[Hz. Nûh]
[Hz. Eyyûb]
[Hz. Yûnus]
[Hz. Mûsâ]
[Hz. Süleyman]
[Hz. Dâvûd]
[Hz. Yûsuf]
[Hz. İbrahim]
[Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)]
OTUZ İKİNCİ MEBHAS
Kur’ân’da Açıkça Belirtildiği Gibi Hz. Muhammed’in Son
Peygamber Olduğu Hakkındadır
OTUZ ALTINCI MEBHAS
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İnsan, Cin ve Daha Sonra Geleceği Üzere Melekleri de Kapsadığı ve Başka Hiçbir Resulün Bu Fazilete Sahip Olmadığı Hakkındadır
OTUZ YEDİNCİ MEBHAS
Hz. Peygamber’in Getirdiği Bütün Hükümlerde İtaat ve Boyun Eğmenin ve Hiçbir Konuda İtiraz Etmemenin Vacip Olduğu Hakkındadır
KIRK BİRİNCİ MEBHAS
Bayram Namazlarının Cemaatle Kılınmasının Hikmeti
Namazı İnkâr Ederek veya Tembellikten Dolayı Terk Edenin Hükmünün Ağaçtan Yemekle Alâkası
Bütün Türleriyle Zekâtın Yasak Ağaçtan Yemekle Alâkasıysa Açıktır
Nâfile Zekâtların Mezkûr Yemeyle Alâkası
Ramazan ve Diğer Oruçların Meşrû Kılınmasının
Mezkûr Yemeyle Alâkası
Ramazanda Son Oruçlarda ve Mescide Her Girildiğinde İ‘tikâfın Meşrû Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası
Hac ve Umrenin Meşrû Kılınmasının Ağaçtan Yemekle Alâkası
Alışveriş ve Bunlara Tâbi Olan Diğer Muamelelerin
Mezkûr Yemeyle Alâkası
Muhayyerlik, İffetlilik ve Köleyle Evlenmenin Mezkûr Yemeyle Alâkası
Eş, Evlât ve Ebeveynin Nafakasının Meşrûiyyetinin Mezkûr
10 Yemeyle Alâkası
Kölemizin Nafakasının Sebebi
Ümmü’l-Veledlere Köle Muamelesi Yapmanın Haram
Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası
KIRK İKİNCİ MEBHAS
Mertebesi Ne Kadar Yüksek ve Büyük Olursa Olsun Velâyetin Hem Vücûd (Varlık) Hem de Şühûd (Tecellî) Açısından Nübüvvetten Alındığının Beyanı Hakkındadır
KIRK ÜÇÜNCÜ MEBHAS
Enbiya ve Resullerden Sonra Muhammedi Velîlerin En Faziletlisinin Ebû Bekir Sonra Ömer Sonra Osman Sonra da Ali (ra) Olduğu Hakkındadır
Sahâbe Arasında Meydana Gelen Olaylar Hakkında Susmanın ve Onlara Ecir Verileceğine İnanmanın Vacip Olduğu Hakkındadır
KIRK BEŞİNCİ MEBHAS
Sahâbeden Sonra Velîlerin En Büyüğünün Kutub Sonra İhtilaf Olmakla Birlikte Efrâd Sonra İki İmâm Sonra Evtâd Sonra da Abdal (ra) Olduğu Hakkındadır
Velîlerin îlham Vahyi ve Bunun Peygamberlerin Vahyi ile
Diğerlerinden Farkı Hakkındadır
Velîlerden (ra) Resûlullah’a Vâris Olanlarının Makamı Hakkındadır
KIRK DOKUZUNCU MEBHAS
ELLİNCİ MEBHAS
ELLİ İKİNCİ MEBHAS
İhsanın Hakikati Hakkındadır
ELLİ ÜÇÜNCÜ MEBHAS
ELLİ DÖRDÜNCÜ MEBHAS
ELLİ BEŞİNCİ MEBHAS
Can Çekişmeden Önce Tövbe Etmeden Ölen Fâsık Müminin Durumunun Allah’ın Meşîetine Kaldığı Hakkındadır
ELLİ ALTINCI MEBHAS
15 En doğrusunu Allah bilir.
ELLİ YEDİNCİ MEBHAS
Kalbe Doğan Hâtırların (Havâtır) Ölçüsünün Beyanı
Hakkındadır
ELLİ SEKİZİNCİ MEBHAS
ELLİ DOKUZUNCU MEBHAS
Peygamberlerin, Ekmel Olan
Makamlarıyla Çelişen Söz, Fiil, Hareket ve Sükûn Gibi Şeylerden Mâsum Oldukları
Hakkındadır
Bu,
onların sürekli olarak Allah’ın seçkin katında ve bir makamda bu5
lunmaları
sebebiyledir. Bazen O’nu müşâhede ederler, bazen de O’nun kendilerini
gördüğünü, onlarınsa O’nu görmediklerini müşâhede ederler. Bu iki müşâhede
durumunun dışına asla çıkmazlar. Bu makamda bulunan bir kimsenin, gerçekte
(Allah’ın emrine) muhalefet etmesi asla tasavvur edilemez. Şayet olursa,
Allah’ın izniyle ileride değinileceği gibi, bu sûrî 10
(formel/şeklî) bir
muhalefettir. Bu makam “İhsan makamı” olarak isimlendirilir, enbiyanın ismeti
ve evliyânın hıfzı bu makam kapsamındadır. Peygamberler burada mukimdir, evliyâ
ise girip çıkar. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve efendim İbrâhim el-Metbûlî gibi
bu makamda mukim olan velîler ise, kendi başlarına değil, peygamberlere vâris
ve tâbi olma hük15 müne bağlı olarak buradadırlar, anla! Bunu
anladıysan, ismet konusunda kelâmcılardan ve sûfîlerden nakledilenleri
zikredelim. Başarı Allah’tandır.
Usul
imamları şöyle demiştir: “Peygamberlerin tamamı (aleyhisselâm) mâsumdurlar ve
sehven meydana gelen küçük günah da dâhil, hiçbir günah onlardan sadır olmaz.”
Üstad Ebû İshak el-İsferâyînî, Ebü’l-Feth eş-Şehristânî, Kâdî 20
İyâz ve Şeyh
Takiyyüddin es-Sübkî gibilerinin düşündüğü gibi, onların Allah’ın dininde hata
etmeleri, asla mümkün değildir. Bir grup şöyle demiştir: “Resul olan
peygamberler hakkında bunu tartışma konusu yapmak doğru değildir, resul olmayan
peygamberler hakkında olabilir.” Bu, edep açısından korkunç bir sözdür ve
resullerin ismeti konusundaki görüşe delil olması için 25
söylenmiştir. Aynı şekilde resul söz, fiil ve takrirleriyle bizim için şeriat
koyucudur. Şayet onun günaha düşmesi doğrulanırsa, günahların da
meşrûlaştırılması söz konusu olur ki, bunu hiç kimse asla söylemez. Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhât’taki ibaresi şöyledir: Resulün Allah’tan alıp
tebliğ ettiği şeylerin tamamı konusunda mâsum olması şarttır. Tebliğ
ettiklerinin dışında 30 da mâsum olursa, bu başka bir makam kapsamındadır
ki bu durum, âdeta onun örnek alınmasını talep ve ifade etme kabîlindendir.
Böylece söz konusu örneklikte de ne haram ne de mekruh bir fiili işlemesi asla
câiz olmaz.
İmâmü’l-Haremeyn
(rh.a) şöyle derdi: “Peygamberlerden küçük günahların meydana gelmesine cevaz
verenler bu günahları bir lokmalık hırsızlık, ölçü ve tartıda bir hurmalık
aldatma gibi hasisliğe delâlet etmemek [şartı] ile kayıtlamışlardır. Bu konularda
şüphesiz anında uyarılmaları gerekir. Rivayetlerde yer aldığı gibi, onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) yetmiş defadan fazla istiğfar etmesine gelince
bu, daha yüksek makamlara yükselmek içindir. Yükseldiği her makamda istiğfar
ediyor, yükseldikçe bu devam ediyordu. İmâm Cüneyd: “Kalbime öyle bir şey olur
ki (leyuğânu) bir gün ve gecede yetmiş defadan fazla isiğfâr ederim.”[96]
meâlindeki hadiste geçen, “Hz. Peygamberin kalbi10 ne gelen sıkıntı”nın, “Benden
sonra ümmetimin içine düşeceği ihtilaflara muttali olmam sebebiyle kalbime öyle
bir şey olur ki onlar için Allah’a yetmişten fazla istiğfar ederim.” anlamında
olduğunu söylemiştir.
Usul
âlimlerinden bir topluluk şöyle demiştir: “Resul olan peygamberler, hiçbir
ihtilafa yer kalmayacak derecede, kesin olarak mâsumdurlar. Bunun
dışında bir görüşü benimseyen kimse, kendisiyle Allah ve onlar arasındaki
ahidden çıkmış olur. Zira nübüvvetin başlangıcı, velâyetin bitişinden itibaren
başlar. “İyilerin (ebrâr) hasenatı, mukarrabîn için seyyiâttır.” dedikleri
hâlde, bizden birisi nasıl peygamberlere günah isnadında bulunabilir! Anla!
Edebi gözet ve onların makamından haberdar olmayan 20
kimselere karşı
peygamberleri (aleyhisselâm) müdafaa et. Allah’ın âdil gördüğü bu kimseleri
cerhetmenin ne faydası olacaktır? Bundan dolayı kimse sevap alır mı? Hayır,
aksine Allah’a yemin ederim ki bu günaha daha yakındır.
Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcul-Ukûl kitabının 35. bâbında şöyle
demiştir: “Peygamberlerin zihinlerimize gelen her türlü hatadan tenzih edilmeleri
gerekir. Zira onların hataları konusu[nda söz söylemek] bizim harcımız
değildir. Ayrıca Yüce Allah ezelî ilminde peygamberleri nübüvvet ve risâleti
eda etmek için seçtiğinde, onları işlerinin ilkeleri hakkında ehil hâle
getirmiş, onları şeytanların hilelerinden korumuş ve iç dünyalarını kötü
şeylerden arındırmış, göğüslerini nûruyla genişletmiş, gü30 zel
ahlâkla onları süslemiş ve onları pislik ve rezilliklerden arındırmıştır.
Sahih’te nakledildiği üzere, bir defasında Cebrâil, Hz. Peygamber çocuklarla
oynarken kendisine gelir ve onu yere yatırarak kalbini yarar ve kan pıhtısına
benzer bir şeyi ondan çıkarır. Sonra ‘Şeytanın şendeki payı budur.’ der ve
kalbini altın bir leğende zemzem suyu ile yıkar, sonra da göğsünü kapatır ve
göğsü eski haline döner. “Yarmanın şekli, bıçakla kesme gibi değildi.”
demiştir. Burada anlatılan, Cebrâil’in eliyle, hiçbir acı vermeyip kan akıtmaksızın
-ki Cebrâil bunlardan beridironun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bâtınının
açılmasıdır. -Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bundan uzaktıronun
bâtınının açılmasıdır. “Bu, Yüce Allah’ın, zâtının yüceliğine yaraşır bir
şekilde, eliyle sıvazlayarak, zürriyetini Âdem’in (aleyhisselâm) sırtından
çıkarmasına yakındır.” demiştir. “Zayıf akılların duraksaması ve buna benzer
konularda şüpheye düşülmesinin sebebi, mutad olandan çıkmanın güç olmasıdır.
Bu, Yüce Allah’ın: “Senin göğsünü genişletmedik mi?”[97] âyetidir.
Artık bundan sonra hevâ için bir çıkış, şeytan için ise bir yol yoktur.” demiş
ve bunu uzun uzadıya anlatmıştır.
Şeyh-i
Ârifbillah ve iki tarikati de kendisinde toplayan efendim Abdülaziz ed-Dirini
(ra) şöyle demiştir: Bizim anladığımız anlamda günahların peygamberlere
(aleyhisselâm) nispet edilmesi asla câiz değildir. Allah’ın onlar hakkında
anılanları hata ve mâsiyet olarak isimlendirmesi, onların, bizim gibilerden
fazla olarak dereceleri yükselse bile, hiçbir velinin ulaşmayacağı derecede
yüksek olan makamları sebebiyledir. Bu, onların, bizim gibilerin günahlarını
işlemekten mâsum olmaları nedeniyledir. Onların hatalarının varabileceği nihai
nokta, mubah bir şeye bakmak ya da Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm) kavmine delil
getirmek için: “Belki bu büyükleri yapmıştır, ona sorun.”[98] ve
yine kavminin kendisini davet ettiği oyun ve eğlenceye katılmamak için “Ben
hastayım” yani “hastalığa meyilliyim” demesi gibi, kokusu [zâhiri] çirkin ve
acı olsa bile, içinde ilim ve iyilik bulunan bir söz söylemektir.
Şeyh
el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin 372. bâbında şöyle demiştir: Peygamberlerin,
bazı müfessirlerin kendilerine nispet ettiği, hiçbir âyet ve sahih hadiste
bulunmayan büyük günahlardan tenzih edilmeleri kesin olarak vâciptir. Onlar,
peygamberlerin Allah’ın bize anlattığı kıssalarını tefsir ettiklerini iddia
etmektedirler. Bu konuda Allah’a yalan isnat etmekte ve en büyük günahları
işlemektedirler.
Bunlar,
Îbrâhim Halil (aleyhisselâm) ve zihinlere ilk gelen anlamıyla şekkin
kendisinde meydana geldiğine dair ona nispet edilenler gibi meselelerdir. Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Biz, şekk (şüphe) duymaya
İbrâhim’den daha yakınız.” şeklindeki hadisine bakmadılar. Bu, İbrâhim’in
(aleyhisselâm) Allah’ın ölüleri diriltmesinden 5 şüphe etmesi değildir. Bir
peygamberin bunun gibi bir konuda şüphe etmesinden Allah’a sığınırız. O,
ölülerin diriltilmesinin birçok yol ve yönteminin olduğunu biliyordu, ancak
Allah’ın bunlardan hangisiyle ölüleri dirilteceğini bilmiyordu. Aynı zamanda
ilminin artmasını isteyen bir tabiata da sahipti. Yüce Allah bu yöntemlerden
birisini onun için belirledi, o da böylece rahat10 ladı ve o anda Allah’ın ölüleri
nasıl dirilttiğini öğrendi. Dolayısıyla sorusu başka bir şey için değil, sadece
keyfiyetle ilgiliydi. Hz. Süleyman kıssası ve Babil’deki Harut ve Marut isimli
meleklere nispet edilenler de böyledir. Bunların hiçbiri hakkında ne bir âyet
ne de bir hadis vardır. Bunlar, yahudilerden nakledilenlerdir. Onlar Allah’ın
peygamberlerini cerhetme konusunda 15 anlattıklarıyla, peygamber ve
meleklerin şerefine leke sürmüşler ve Kur’ân tefsirlerini de bunlarla
doldurmuşlardır. Yüce Allah bizi ve kardeşlerimizi fikir, fiil ve sözlerdeki
hatalardan korusun. 154. bâbda ise şöyle demiştir: Vâizin peygamberler ve
melekler konusunda Allah’ı gözetmesi ve Allah’tan hayâ ederek vaazında,
Allah’ın zâtı hakkında düşünmek ve peygamberlerin 20
(aleyhisselâm)
makamları hakkında konuşmaktan uzak durması gerekir. Onlara vâris olmanın
dışında, insanların zihninde onları başkalarıyla karşılaştırmaya sebep olacak
derecede, onların zelleleri hakkında konuşmamalıdır. Yüce Allah, onları bütün
insanlar arasından seçmesine ilâve olarak, peygamberleri en güzel şekilde
övmüştür. Tarihçilerin yahudilerden naklettiği şeyler gibi, 25
onların isyan etmeleri nasıl helâl olabilir? Şöyle demiştir: “Ayrıca en büyük
felâket, bunu Allah’ın kelâmının tefsiri yapmaları ve tefsirlerinde “Müfessirler
Dâvûd’un kıssası hakkında şöyle dediler” demeleridir. Buna göre Dâvûd
(aleyhisselâm), Uriya’nın hanımına bakmış ve ondan hoşlanmıştır. Ölmesi için
onu savaşa göndermiş ve o kadınla evlenmiştir. Yûsuf kıssasında da onun
(aleyhisselâm) 30 günaha yöneldiğini (hemm) ve peygamberlerin bu tür
şeylerden mâsum olmadıklarını söylemişlerdir. Yine Lût kavminin kıssasında
“Keşke size gücüm yetseydi ya da sağlam bir desteğe yaslansaydım.”4
âyeti bağlamında, bunun bir acziyet ve arayış olduğunu söylemişlerdir.
Bozuk
te’viller ve uydurma hadislere dayanmışlardır. Bunlar, Allah hakkında yalan ve
iftirada bulunan bir kavimden nakledilmiştir. Bunların benzerlerini
meclislerinde anlatan bir vâiz, kalbinde eğrilik bulunan kimseler için,
kendisinden işittiklerini delil sayıp da peygamberler hakkında günaha
düşecekleri zemin ve dehlizler oluşturması yüzünden Allah ve meleklerin
rahmetinden mahrum kalır. Bunlar: “Peygamberler bunlara düştüklerine göre, ben
nasıl korunayım?” derler. Peygamberlerin tamamı bu vâizin anlattıklarından
uzaktır. Allah’a yemin olsun ki bu vâiz, ümmetin zihnini bozmuştur. Bu şekilde
her kimin içine düştüğü günahı hafife almasına sebep oldu ise, o kişinin
günahı da bu vâizin boynunadır. Ancak şeytan, vaaz kürsüsüne çıkıp insanlara
vaaz etmedikçe kıyametin kopmayacağı nakledilmiştir. Bunlar da onun öncü
kuvvetleridir.”
Soru:
İsmet ile hıfz
arasında ne fark vardır?
Cevap:
Aralarındaki
fark, peygamberlerin, evliyânın aksine, nefislerinin arzuladığı mubahlardan da
mâsum olmalarıdır. Peygamberler bir mubahı işlediklerinde, başkası gibi bunu
nefislerinin arzusu için yapmazlar. Bunun mubah ve meşrû kılındığının bilinmesi
için yaparlar. Bu durumda bunu bildirmek için yapmak kendilerine vâcip olur.
Yani tebliğ için, mubah olan fiil onlara vâcip olur. Şeyh Muhyiddin bunu el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’
nin “Tilâvet Secdeleri” bâbında zikretmiştir. Diğer peygamberlerin de müdafaasına
kapı aralayarak Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) başlayıp Hz. Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ile bitirecek şekilde bazı peygamberlerin müdafaası
sadedindeki bir kaç cevabı zikretmek isterim. Allah’ın yardımıyla şöyle derim:
Bil
ki kendisine yasak olduğu hâlde ağacın meyvesini yiyerek günah işleyen ve
böylece tövbe kapısını ilk açan Âdem’dir (aleyhisselâm). Bu, çocuklarına yasak
işledikleri zaman ne yapmaları gerektiğini öğretmek için, sûreta işlenmiş bir
günahtır. Çünkü o (aleyhisselâm), bu kapıyı ilk açan kimsedir ve bu onun
elinden gerçekleşmeseydi, başkasının elinden gerçekleşirdi. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın
39. bâbında şöyle demiştir: “Âdem’in (aleyhisselâm) günahı, Allah’ın ona olan
nimetinin bizzat kendisidir. Zira peygamberler sadece daha yüksek bir mertebeye
çıkarak, hâlden hâle geçiş yaparlar. Yüce Allah, onları daha önceden inayetiyle
seçip beğenmiştir ve asla onlara tuzak kurmaz.”
Şöyle
demiştir: “Buradan Âdem ve Havva’nın yeryüzüne inmelerinin onlara verilmiş bir
ceza olmadığı, sadece İblîs’in cezalandırıldığı anlaşılır. Âdem (aleyhisselâm)
daha önce halife kılınacağına dair yapılan vaade bağlı olarak, tövbe ettikten
ve Rabb’inden aldığı kelimelerle itirafta bulunduktan sonra indirildi. Onun
(aleyhisselâm) itirafı, İblîs’in: “Ben ondan hayırlıyım”[99]
şeklindeki sözünün karşılığıdır. Yüce Allah, bize itiraf makamının onun
katındaki yerini ve onun sonucu olan saadeti ve Rabb’imizin emirlerine
muhalefet ettiğimiz takdirde, tutmamız gereken yöntemi bununla bize
öğretmiştir. Dolayısıyla daha önce geçtiği gibi, Âdem’den sadır olan şey[in
hikmeti], Allah’ın emrine muhalif olan bir şey yaptıkları takdirde bundan
kurtuluşun ve tebriyenin nasıl olacağını evlatlarına öğretmekten ibarettir.
İblîs’in durumuna gelince; Yüce Allah, “Biz falan kimseden daha hayırlıyız.”
demekten sakınmamız için, şeytanın daha hayırlı olma iddiasında ona uyan her kişinin
Allah’ın huzurundan tard edileceğini ve lanetlenip kovulacağını bize
öğretmiştir. Bu nedenle Âdem’in aksine İblîs’in yeryüzüne inişi, kendisine
verilen bir cezadır. İblîs, Âdem’in (aleyhisselâm) aksine yeryüzüne günahları
işlemek için indi. Âdem ise hilâfet ve yüksek mertebelere erişmek için indi.
Çocuklarının bütün iyilikleri onun defterine yazılır, ancak günahları
yazılmaz.
Soru:
İblîs’in
günahı, ebedî şekâveti gerektirmez. Zira Allah’a şirk koşmamış, sadece
Allah’ın kendisini çamurun aksine, özünde aydınlık bulunan nârdan (ateş)
yaratmasından dolayı, O’nun en-Nûr ismine daha yakın olduğunu ileri sürerek,
Âdem’e (aleyhisselâm) karşı büyüklük taslamıştır.
Cevap:
İblîs’in ebedî
şekâveti; Allah’a karşı gelmesi, sonsuza kadar yaşasa bile insanlara sapıklığı
fısıldamaya içten içe azmetmesi ve O’nun fiillerini hikmetsiz sayması
dolayısıyladır. Dolayısıyla bu niyet ve fiilinin bir benzeri ile
cezalandırılmış ve yeryüzündeki bütün müşriklerin günahı da ona dönmüştür.
Şeyh Ebû Medyen şöyle demiştir: “Cennet ve cehennem ehlinin ebedî kalışları
(huld), niyetleri sebebiyledir. Niyetleri olmasaydı kâfirlerin -adâlet
gereğisadece isyanları süresi kadar azap görmeleri gerekirdi.”
Soru:
İ blîs’in
kâfirlerden uzak olduğunu ifade eden: “Ben âlemlerin Rabb’inden korkarım.”[100]
şeklindeki sözü, saadete ulaştıran tevhid sözü müdür yoksa değil midir?
Cevap:
Hayır, tevhid
değildir. Çünkü o, -müşriğin nefsinde meydana gelip ondaki tevhidi tasavvuru
ortadan kaldıran tarzdanefsinde şirki tasavvur etmeden bir başkasına bu hususta
vesvese veremez. Şirki kendi nefsinde bu şekilde tasavvur ettiği zaman, zaruri
olarak tevhidden çıkar ve saadete ermez. İblis, şeksiz ve şüphesiz kendi
nefsinde müşrikti. Ayrıca şirk sıfatının ondan gittiği varsayıldığı takdirde,
müşriğin nefsinde şirki meydana getirecek bir etken kalmaz. Bil ki İblis ilk
şirk koşan ve şirk geleneğini ilk başlatandır. Bu nedenle âlemlerin en şaki
olanıdır.
Soru:
Yüce Allah’ın
Âdem (aleyhisselâm) hakkında “İsyan etti”[101], İblis
hakkında ise “Kaçındı”[102]
şeklindeki âyetinin hikmeti nedir?
Cevap:
Şeyh’in 367.
bâbda dediği gibi bu, esrar ilimleri kapsamında olup sadece ehline şifahi
olarak söylenebilir.
Soru:
İblis’in
peygamberlerin (aleyhisselâm) şeriatından bilmediği bir şey var mıdır?
Cevap:
Tamamını tam
olarak bilir. Bu durum, peygamberlerin emrettiği şeklin zıddını insanlara
fısıldaması içindir. Şayet bilmeseydi, belki de durum kendisine karışık gelir
ve bazen insanlara peygamberlerin emrettiklerini emrederdi. Oysa onun için bu
doğru değildir. Şeyh, el-Fütûhât’ ın “Hac Bâbı”nda, en garip şeyin
İblis’in her sene insanlarla beraber Vakfe yapması olduğunu zikretmiştir.
Ancak Arafat’ta vakfe yapmaz, aksine Arafat’taki bir Arefe’de durur ve Allah’a
ibadet etmeyi kaçırdığı için ağlar, kaçırdıklarından dolayı üzülür. Vakfe
yapanların tamamının mağfiret edildiğini gördüğünde, Arafat’tan olduğunu
bildiği bir Arafe’de durur ve rahmetin sâlih amel kapısından olmasa da minnet
kapsından kendisini kuşatmasını umar. Şöyle demiştir: “Melekler ondaki
mârifetullahı bildikleri için onu Arafat’tan kovmazlar; zaten genel olarak
müşriklerin mescitlere girmesi de câizdir.
Soru:
Âdem’in
(aleyhisselâm) ağacın meyvesini yiyerek, bulunduğu makamdan daha aşağıda
bulunan yeryüzüne inişinin hikmeti nedir?
Cevap:
Şeyh’in 39.
bâbda dediği gibi, bunun hikmeti ulemânın ve evliyânın sekinet bulmaları
içindir. Zira onlar bir hata işlediklerinde bulundukları yüksek makamdan
aşağıya inerler ve bununla Allah Teâlâ katında değersizleştikleri zehâbına
kapılırlar. Âdem’in (aleyhisselâm) hikâyesiyle, nefislerinde hissettikleri bu
düşüşün, şakî olmalarını gerektirmediğini ve belki de inişlerinin Âdem’in
inişi gibi, ikram olabileceğini bilirler. Allah’ın bir mekânı bulunmadığından,
ulvî ve süflî bütün varlıklar O’nun huzurundadır. Kendisinden indiği gök,
Allah’a yerden daha yakın değildir. Durum böyle olunca, velînin zelleden sonra
insanların gözünden düşmesi ve bundan sonra üzülüp pişmanlık duyması,
yükselmenin bizzat kendisidir. Zelle ile bulunduğu makamdan daha yükseğine
çıkmıştır. Çünkü velînin yüceliği mârifet ve hâlin artmasıyla gerçekleşir. Yaşadığı
zillet ve üzüntü nedeniyle, bu velînin Allah’ı bilmesi zelle öncesine göre daha
fazla artmıştır. İşte bu, bizzat yükselmenin kendisidir. Böylece zellesi
sebebiyle mevcut hâlini kaybettiği hâlde pişman olmayan, üzülmeyen, boyun
bükmeyen ve Rabb’inin makamından korkmayan kimsenin de aşağıların en aşağısında
olduğu anlaşılır. Ancak biz sadece ehlullahtan olup böyle bir durum söz konusu
olduğunda, Allah’ın kendi haklarında “Yaptıklarında ısrar etmezler.”9
buyurduğu gibi olan kimselerin zelleleri hakkında konuşmaktayız. Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Pişmanlık, tövbedir.” buyurmuştur. Ebû Yezîd
el-Bistâmî’ye “Ârif isyan eder mi?” diye sorulmuş, o da “Allah’ın emri takdir
edilmiş bir kaderdir” demiş, “İsyan etmez” ya da “Allah’a karşı edebinden
dolayı isyan etmez” dememiştir. “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir”
ifadesinin anlamı, ehlullahın mâsiyetinin başka bir şeyden dolayı değil, sadece
kaderlerinin tahakkuk etmesi sebebiyle sâdır olduğu şeklindedir. Onlar için,
başkalarının yaptığı gibi, şehvetleriyle bir isyana düşmeleri doğru olmaz.
Zira bunda Allah’ın haram kıldığı sınırı aşmak söz konusudur. Oysa ehlullah,
günahların şehveti ve bundan lezzet almaktan korunmuşlardır. Onların kalplerine
yazılmış olan iman, onları bundan meneder.
Efendim
Ali el-Havvâs (rh.a) şöyle demiştir: “Kulun emirlere muhalefet etmesinin
hikmetlerinden biri de yaptığı ibadetlerde ucba kapılarak zillet makamına
düşmesidir.” Gece-gündüz sürekli yapılan ibadetler, insanların çoğunu ucub,
kendini beğenme ve kendisinin insanların çoğundan daha hayırlı olduğunu
düşünmeye götürür.
Bu
da Allah’ın huzurundan çok uzaktır. Yüce Allah teklifleri, nefislerin O’nun
huzurunda boyun bükmesi ve mükellefin bu teklifler vesilesiyle Allah’ın
yarattıklarından hiçbirine karşı nefsinde bir üstünlük görmemesi için
belirlemiştir. Bu, İblîs’in Allah’ın huzurundan kovulmasına sebep olan
fiilidir. Zelil olmadan kurbiyet makamını iddia eden herkes yalancıdır.
Soru:
Âdem’in
(aleyhisselâm) ağacın meyvesini yedikten sonra cesedinin karardığı
nakledilmiştir. Bu durum, günahın Âdem’de (aleyhisselâm) noksanlık anlamına
gelen bir iz bıraktığını akıllara getirmektedir.
Cevap:
Onun bedeninin
kararması, noksanlığının değil, aksine Şeyh’in 72. bâbda: “Hacerü’l-esved,
sütten daha ak olduğu hâlde cennetten indirilmiştir. Onu Âdemoğullarının
hataları kararttı.”[103]
hadisi bağlamında zikrettiği gibi, onun efendiliğe (siyâdet) nâil olmasının
alâmetidir. Şöyle demiştir: “Âdem’in (aleyhisselâm) cesedinin kararması da
böyledir. Ağaçtan yemesi onun siyâdetine delâlet eder. Zira bunun neticesinde
seçilerek yüceltilmişlerden oldu. Şayet ağaçtan yemeseydi, siyâdeti açığa
çıkmazdı. Aynı şekilde Hacerü’l-esved de cennetten bembeyaz bir şekilde çıktığı
için, onun dünyadaki siyâdetini açığa çıkaracak bir eser gerekmekteydi ki
böylece cennete döndüğünde benzerlerinden ayırt edilebilsin ve Allah’ın
yeryüzündeki sağ eli kılınarak, kendisine giydirilen yakınlık mertebesi açığa
çıksın. Kâinatta efendiliğe sadece siyah renk delâlet eder. Yüce Allah, onun
cennetten dünyaya gelerek efendi olduğunu bize bildirmek için, onu siyaha
bürümüştür.
Şöyle
dedim:
Kâbe’nin örtüsünün siyah olması da bu kabilden olabilir. Abbâsîler ve daha
başka halifelerin sarıklarının siyah olması da bundan olabilir. Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Mekke’yi fethettiği gün, siyah
sarık giymesinin hikmeti de tahdîs-i nimet kabilinden, insanlara efendi
olduğunu izhar etmek olabilir. Böylece “İnsanların hataları, onu kararttı.”
ifadesinin anlamı anlaşılmış oldu. Yani “Onu öperek seyyid (efendi) kıldılar.”
Aynı şekilde Âdem’in derisinin kararması da onun efendiliğine delâlet eder.
Zira onun yeryüzüne inişi, -nesillerin çoğalması ve terakkisi içinhilâfet
inişidir.
Soru:
Hacerü’l-Esved’in
siyahlığı ile Âdem ve çocuklarının cilt siyahlığı hususlarını bir araya getiren
ortak nokta nedir?
Cevap:
Seçilmişlik ve
efendiliktir. Hacerü’l-Esved’in öpülmesi, Âdem ve çocuklarının hatalarından
dolayı seçilip yüceltilmelerine benzer.
5 Soru: Neden
insanlara bu taşa secde etmeleri, onu öpmeleri ve onunla teberrük etmeleri
emredilmiştir?
Cevap:
Hatalarına
kefâret olması için kendilerine emredilmiştir. Bu vesileyle efendilik [sahibi]
ortaya çıkar ve kulluğun âdâbını yapan ile yapmayan birbirinden ayırt edilmiş
olur. İnsanoğlu bazen Allah’ın kendisini 10 yarattığı sûret ve başkasından
ayrı olarak kendisine giydirdiği kemâl giysisi ile tefahura kapılabilir. Bu
yüzden Hak Teâlâ, mertebe açısından kendilerinden daha düşük olmasına rağmen,
insanlara cansız olan Kâbe cihetine secde etmelerini emretmiştir. Bir kısmı
itaat etmiş, Allah onlardan razı olmuştur; bir kısmı ise isyan etmiş, Allah
onlardan razı olmamıştır.
15 Soru: Bir topluluk
şöyle dedi: “Kulda mârifetin hâsıl olması, onu günaha düşmekten alıkoyar. Âdem
(aleyhisselâm) ise âriflerin başta gelenlerindendir. Nasıl oldu da ağacın
meyvesinden yedi?”
Cevap:
Şeyh’in 207.
bâbda dediği gibi, mârifet şüphesiz bir şekilde ârifi alıkor. Ancak Yüce Allah,
büyüklerden birisinin, bir hikmetten dolayı 20 takdir ettiği ve
ezelî ilmiyle bildiği bir hataya düşmesini istediği zaman ona, o durumdaki
hakikat yönünü gösteren bir te’vil ile bunu süslemesi gerekir.Haddizatında
Âdem’de olduğu gibi, maksat bu amelle haramı çiğnemek değildir. Bu mukarreb
olan kul, te’ville söz konusu günaha düştüğü zaman, Allah bunun bozukluğunu kendisine
gösterir. İşledikten sonra ha25 ta yaptığı kesinleştiğinde, isyan ettiğini anlar.
İşte bu durumda şeriat dili onun hakkında, isyan ettiğine dair hüküm verir ve
kendi de kendisinin aleyhinde isyan ettiğine dair şahitlik eder. Fiilin
kendisinden meydana geldiği durumda ise bu, te’vilin şüpheli olmasından dolayı
değildir. Bu seferki durumda o, fetvâ verdiği esnada ilgili meseledeki meşrû
hükmün o [hatalı 30 te’vil] olduğuna inanan bir müctehid gibidir. İşte
bu ikinci hâlde, hata ettiğini bir delilin zuhur etmesiyle anlar. Bu zahir
delilin dili, -daha öncesinde değil, zuhur etmesiyle beraberonun hataya
düştüğüne hükmetmiş olur.
Soru:
İşledikleri
günahtan dolayı ariflerin cezası mı şiddetlidir, cahillerinki mi?
Cevap:
Hak Teâlâ’nın
onlara olan itinasının şiddetinden dolayı, âriflerin cezası daha şiddetli olur.
Bazen ârifin zellesi, cahilin yetmiş zellesinden daha 5
çok öne çıkar.
Şayet ârife utanma ve yüzünün kızarmasından başka bir ceza verilmezse bile, bu
onun için yeterlidir. Belki de [af ve] mağfiretin cezadan daha ağır gelmesi
gibi, bu utanç da ârife göre zâhiri cezadan daha ağırdır. Zira ceza,
karşılığını vermektir ve ifa edildiği anda kul rahatlar. Bu durumda borcunu
veren kimse gibi olur. Bağışlanmak ise böyle değildir, uzun süre 10
ârifin utanç ve
sıkılması devam eder. Bu ise bir günde verilen ve sona eren şiddetli cezadan
daha ağırdır. Yüce Allah bu bağlamda: “Fitne öldürmekten daha şiddetlidir.”[104]
buyurmuştur. Bizim zikrettiğimiz mânadan dolayı, Yüce Allah kulunu himaye
ettiği ve günahını bağışladığı vakit kuluyla hâtırının (hatırlamasının) arasına
girer ve ona günahını unutturur. Zira hatırladıkça 15
utanır. İzzetli
bir insanın, kötülük yaptığı birinden nimet görmesi karşısında duyacağı
utançtan daha büyük bir azap yoktur. Hatta hayâ sahibi birisi, kâmile olan Hz.
Meryem’in: “Keşke daha önce ölseydim de unutulup gitseydim.”[105]
dediği gibi, anılmaya değer bir şey olmamayı bile temenni eder. Kaldı ki o,
Allah’ın: “Baban kötü bir adam değildi, annen de kötü kadın 20 değildi.”[106]
âyetiyle işaret ettiği gibi, kendisine, babasına ve annesine layık
olmayan
bir şeyi nispet etikleri için, insanlardan utanıyordu. Yüce Allah onu,
kendisine nispet ettikleri sebebiyle kavminden utanarak duyduğu azaptan
kurtardı. Hâl böyleyken kulun, âlemlerin Rabb’ine karşı sınırları aşmak ve
açıkça günah işlemek nedeniyle duyacağı hayâ nasıl olabilir!
25 Soru: Hak
Teâlâ’nın günahları unutturması, “Onların kötülükleri iyiliklere tebdil
edilir.”[107]
âyetinde işaret edildiği gibi, onları hasenata çevirmesini de gerektirir mi?
Cevap:
Bunu
gerektirmez. Ancak âriflerden bazıları: “Kulun günahını tam olarak unutması,
günahlarının hasenata tebdil edildiğine dair Allah’tan 30 büyük bir
müjdedir. Çünkü tebdilin alâmetlerinden biri günahı unutmaktır. Zira Allah
günahı iyiliğe tebdil ettiği zaman, günahın dört varlık mertebesinin
hiçbirinde var olması söz konusu olmaz.” demişlerdir. Bunu bazı ariflerin
“İnsanın zihinden gitmeyen bir günah için yeni bir tövbe edilmesi gerekir. Zira
o ana kadar tebdil edilmemiştir ve ömür boyunca çokça istiğfar edilmesi
gerekir. Allah’a yemin olsun ki biz büyük bir iş için yaratıldık.” şeklindeki
sözleri de desteklemektedir. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini
işittim: “Yüce Allah velîlerinin has olanlarına, rahmet olarak günahlarını
unutturur. Zira kul her günahını hatırladığında, kendisini Allah’tan
uzaklaştıran çirkin bir sûretin aralarında bulunduğunu düşünür.” Bu nedenle
“Safa anında cefayı hatırlamak, cefadır.” demişlerdir. Kardeşim Efdalüddin’in
(rh.a) de şöyle dediğini işittim: “Yüce Allah “Geçmiş ve gelecek olan
günahlarını bağışlamak için”[108]
âyetini Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirdiğinde, bulunduğu
makamın safiyetinden dolayı günahı hatırlamak, günahtan daha ağır geliyordu.”
Oysa daha önce geçtiği gibi, bu günahları bizim gibiler [günah olarak] idrak
edemez. Zira bunlar: “İyilerin iyilikleri mukarreb olanların günahlarıdır.”
kabilinden, onun şerefli olan makamı itibariyle günahtır. Bu anlatılan, şu
hikâyeye benzer: Bir ârif bir duvarın yanından geçerken orada şiddetle ağlamaya
başladı. Kendisine: “Neden ağlıyorsun?” denildiğinde; “Ben sahibinin izni
olmadan bir toprakla teyemmüm ettim.” der. Bizim zamanımızda -sâlih olmayan
insanlar bir yanasâlihlerden bir zât bile bundan dolayı ağlamaz.
Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın 207. bâbında, “Geçmiş ve gelecek olan günahlarını
bağışlamak için”[109]
âyeti bağlamında şöyle demiştir: “O anda Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), günahını hatırladığı için üzülmüş ve bundan sonra Cebrâil sadece Dihye
kılığında kendisine gelmiştir. Oysa bu âyetin nüzûlünden önce dilediği sûrette
inmekteydi. Dihye zamanının en güzel sûretlisiydi. Böylelikle Hak Teâlâ,
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hâl diliyle: “Benimle senin aranda
sadece iyilik ve güzellik sûreti vardır. Zira en büyük dostumsun” der gibidir.
Krallara yönelik âdâptan biri de vezirlerin alaca, cüzzam ve herhangi bir şekli
bozukluklarının olmaması ve bu tür bir âfete mâruz kalan bir kimsenin
oturmadan ihtiyacını giderip sultanın huzurundan gitmesidir. Anla!
Dihye’nin
[güzelliğindeki] kemâlden dolayı, Medine’ye gelip de onu gören hamile kadınlar,
-nefisleri ondaki bu cemâli idrak edince çocuklarını düşürürlerdi. Oysa
kadınlar, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Dihye ile mukayese
edilemeyecek derecede ileri düzeyde bir cemâle sahip olmasına rağmen, onu
görünce 5
çocuk
düşürmezlerdi. Bunun sebebi, onun insanlar için şeriat koyucu olması ve
kendisini görmenin onlara emredilmiş olmasıdır. Bu nedenle görülmesi
emredilmemiş olan Dihye’nin aksine, Yüce Allah insanlara rahmet olarak, onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) cemâlini çoğundan gizlemiştir.
Soru:
Seyyiatın
hasenatle değiştirilmesinin şekli nasıl olmaktadır? Biz10
zat günahın
kendisi kulun defterinde iyiliğe mi dönüşmekte yoksa kul, isyanından sonra
Allah’a itaat mı etmektedir?
Cevap:
Ehl-i keşften
olan bazılarının dediği gibi, bunun şekli defterinde günahın değiştirilerek
yerine ona denk gelecek bir iyiliğin yazılması şeklinde olmaktadır. Şayet günah
büyük ise yerine büyük bir iyilik, küçük 15 ise küçük bir iyilik yazılır.
Şayet doğru ise, bu Allah’ın kuluna büyük bir inayetidir. Zira nefse dünyevî
şehvetlerin hazzını yaşatmakta, daha sonra defterine bilinmeyen sâlih ameller
yazılmaktadır. Böylece ârif, seyyiatının hasenata tebdil edildiğini gördüğünde,
bunu en büyük nimet olarak bilir.
Soru:
Havastan olan
birisinin keşif ve müşâhede ile Levh-i mahfûz’da Al20
lah’ın kendisi
için ne takdir ettiğini görerek, Rabb’ine isyan etmesi doğru mudur?
Cevap:
Bir ârif için
bu asla doğru değildir. Zira kalbiyle keşfetmesi, sürekli ihsan mertebesinde
bulunmasına hastır. Şayet onun keşifle isyan etmesi takdir edilmişse, Hak Teâlâ
bu fiil hususunda kendisinden razı olmayarak [ona bunu] gösterir.
25 Soru: Ebû
Yezîd’e “Arif isyan eder mi?” sorusu sorulduğunda, verdiği cevap daha önce
geçti. Buna göre “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” demiş ve böylece
ârifin diğer günahlara düşmesini mümkün görmüştür.
Cevap:
Bu böyledir.
Hatta bir velînin, müslümanın düşeceği günahlar şöyle dursun, Allah hakkındaki
mârifetinden sonra is30 yan eden İblîs gibi, iman ettikten sonra küfre
düşmesi bile mümkündür. Ebû Yezîd, mebhasin baş taraflarında geçtiği üzere
muayyen bir şeyle hüküm verme konusunda Allah Teâlâ’ya karşı edep gözeterek
[isyanın] olmasını ve olmamasını mümkün görmüştür.
Yani
şayet Yüce Allah ârifin günaha düşmesini takdir etmişse, bunu işlemesi
gerekir. Ancak te’vil veya tezyin, gaflet ya da yanılma şeklindeki perde
(hicâb) ile bunu yapar. Hadiste de Allah’ın kazâ ve kaderini gerçekleştirmek
istediğinde, akıl sahibinin aklını başından alacağı belirtilerek 5
buna işaret edilmiştir. Burada kastedilen mükellefin [mevcut ve dâimî] aklı
değil, -isyan anındaAllah’ın huzurunda bulunduğunu hatırlayan akıldır. Bunda
hata etmekten sakın. En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Yüce Allah:
“Kullarımın üzerinde bir hâkimiyetin olmaz.”[110] buyurmuştur.
Âdem (aleyhisselâm) ise en yakın kullardandır. Öyleyse İblîs Hz. Âdem’in 10
(aleyhisselâm)
ağaçtan yemesine nasıl vasıta olmuştur?
Cevap:
İblîs, Âdem’e
(aleyhisselâm) isyan ettireceğini belirterek gelmedi, aksine onu aldattı ve
bunun için onun kendisine nasihat edicilerden olduğunu söylerek Allah Teâlâ
üzerine yemin etti. Bu aldatıcı sözlerinden biri de Allah’ın kendisini ağaca
yaklaşmaktan nehyettiğini, onun meyvesini yasaklamadığını 15
söylemesidir. Âdem’le ilgili yapılan savunmaların birinde meşhur olduğu gibi,
bunlardan biri de ona nehyedildiği sûrette değil, yasaklanmayan yani yeme
sûretinde geldiğidir. Bunun izahı şudur: İblîs bir insanı aldatmak istediği ve
ismet ve hıfzın kendisini kapladığını gördüğü zaman, onun gibi bir insan
kılığında gelir. Bu velî de onun şeytan değil de kendisi gibi bir insan oldu20
ğunu düşünür.
Yoldan çıkarmak için buna kulağı tarafından yanaşır ve te’vil ederek zihnine
girer. Bunun en aşağısı “Allah Gafur ve Rahîm’dir”, “Allah’ın rahmeti
günahkârlar için değil midir?” ve “Peygamberiniz ‘Şefaatim ümmetimin büyük
günah işleyenleri içindir.’[111]
demedi mi?” tarzındaki vesveseleridir. Buna meylettirdiği zaman; şayet delili
te’vile yorumlanmayacaksa “Yap, 25 senin gibilerine günah zarar vermez.” der. Ancak
bu günahın delili te’vil edilebilir. Bu İblîs’in te’vil ve tezyîn ile vesvese
vermesi olmaksızın, başlangıçta akıllı bir insanın günaha yönelmeyeceğini
bilmesinden dolayıdır. İblîs ona bu ilkeyi verince, kul günahı işleme veya terk
etme konusunda ictihad ehli hâline gelir. Şayet hata ederse, bir sevap alır ve
mahfuz olan bu kul, İblîs’in 30 sözünü hatırladığı müddetçe,
şeytanın muradı tamamlanmaz. Şayet unutursa, bu durumda da Âdem’in
(aleyhisselâm) işlediği gibi, zorunlu olarak günahı işler.
Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Âdem ve Havvâ ağaçtan yediler çünkü temiz
insanların (asfiyâ) kalbi saf olur; başkalarının kendilerine yalan
söyleyeceğini düşünmezler. Ancak Allah’ın Âdem’e olan inayetinden dolayı,
-İblîs’e rağmen ve onun burnunu sürtercesinebu yeme beraberinde cennette ebedî
kalma ve bitip tükenmeyen bir iktidar getirdi. Ancak o, Âdem için bunu değil,
onun günah işlemesini ve tövbe etmemesini arzu etmişti. Oysa Allah Âdem’in
tövbesini kabul etti. Günahlarından tövbe eden, günahı işlememiş gibidir.
Soru:
İblîs’in
Âdem’e (aleyhisselâm) “Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı
göstereyim mi?”[112]
şeklindeki sözünden, Âdem’in elde ettiği hayrı kastetmiş olması mümkün müdür?
Zira Îblîs herhangi bir zaman belirlememiştir.
Cevap:
Îblîs,
kesinlikle bunu kastetmiş olamaz. Çünkü o asla Âdem ve zürriyeti için hayır
dilemez. Yüce Allah, onun velîsine verdiği vesveseyi güzel bir sonuçla geri
çevirir. Söz gelimi İblîs’in maksadının aksine onu seçer ve seçkin kılar.
Ebu’l-Abbâs el-Ureynî ve Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Hz. Âdem asla günah
işlememiştir. Bilakis o günahı, potansiyel olarak onun sulbünde bulunup şekâvet
ehlinden olan zürriyeti işlemiştir. Zira onun bedeni, müstakbel zürriyetini
taşıyan bir sefîne mâhiyetindedir.” Şeyh Ebû Medyen et-Tilimsânî de şöyle
derdi: “Eğer ben, Hz. Âdem’in yerinde olsaydım ağacın (meyvelerinin) tamamını
yerdim.” Başka bir rivâyette ise: “Hz. Âdem, o memnû ağaçtan yerken işin
varacağı neticeyi bilseydi, ağacın tamamını yerdi.” Şeyh 305. bâbda “Âdem inkâr
etti, zürriyeti de etti; Âdem unuttu ümmeti de unuttu.” hadisi hakkında geniş
açıklamalarda bulunmuştur. Oraya bak, bu ilimlerin esrârengizliğinde hayret
verici şeyler görürsün. Sana, Âdem’in (aleyhisselâm) başkalarının işlediği gibi
salt günah işlemekten berî olduğunu kesin olarak bildirecek ve babana [Âdem]
karşı -bir kısımgörevini îfa etmene vesile olacak bir örnek vermek içime doğdu.
Allah’ın yardımıyla şöyle derim:
Bil
ki Yüce Allah ezelî olan ilmiyle bir kavmin saadet, diğerinin ise şekâvette
olmasına hükmettiğinde -ki O’nun indindeki bu hüküm değişmezbu kapıları açacak
kimseler gerekti. İşte İblîs şekâvet kapısını, Âdem de (aleyhisselâm) saadet
kapısını açmıştır.
İblîs
şakî, Âdem (aleyhisselâm) ve onun izinden tövbe yolunu takip eden zürriyeti ise
saîddir. Âdem onun başına gelenlerin kazâ ve kaderle olduğunu bildiği hâlde,
günahını itiraf ederek “Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi
bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[113]
demiştir.
5 Çocuklarının, günaha düştüklerinde ondan nasıl
kurtulacaklarını bilmeleri; İblîs ve onun insan ile cinlerden meydana gelen
ordusunun yaptığı gibi tövbe ve [hatasını] itiraf etmeksizin günahta ısrar
edenlerden olmamayı öğrenmeleri için Âdem (aleyhisselâm) günahı kendi nefsine
nispet etmiştir. Âdem’in (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’a (cc) yönelik durumu ise
Hak Teâlâ’nın kendisine 10 -hususi olarakşunları söylediği kulun durumu
gibidir: “Ben bu varlıkta ilmimde gizli olanı ve -isimlerim gereğisaîd-şakî
olanların hükmünü izhar etmek istiyorum. Böylece onları civarımdan kovmadan
önce kullarıma karşı hüccetim zuhur etsin ki onların durumuna dair bilgim
[zaten] daha önceden mevcuttur. Ancak ben kerîmim ve kerîmin özelliklerinden
biri de 15
sana söylediğim
sırrımı işitme imkânı olmayanlara karşı getirilen apaçık bir hüccet olmadan
kimseyi dergâhından kovmamasıdır. Sana ‘Bu ağaca yaklaşma!’ dediğim zaman, bil
ki ona yaklaşmana izin verdim, yaklaş ki sana karşı bir hüccetim olsun ve seni
amellerle yükseleceğin bir hilâfet ve yükseliş yurduna göndereyim. Senin
bulunduğun yurtta, teklif ve kıyametten sonra 20 müminleri cennete
yönelten ameller gibi, hiç kimsenin kendi amelleriyle yükselmesi söz konusu
değildir.” Kul bu sırrın sahibi olamaz ancak perdelenenlerin gerisinde
efendisinin bunda kendisine sır olarak izin verdiği şeye koşar. Bu, sadece Hak
Teâlâ’nın Âdem’e (aleyhisselâm) verdiği bu sırrı işitmekten alıkonulanlar için
günahtır. Huzurda olup da bunu işitenler içinse bu günah 25
değildir. Şeyh’in
73. bâbda Hakîm et-Tirmizî’nin sorularına verdiği 38. cevapta açıkladığı
üzere, bu mertebede Hakk’ın bir şeye izin vermesiyle onu emretmesi aynıdır.
Sadece şeriatın zâhiri bunları birbirinden ayırmıştır. Şeriatın hükümlerinde,
emir iradeden başkadır. Zira emir iradenin aksinedir. Hak Teâlâ bu mertebede
“Allah, hayâsızlığı emretmez.”[114]
ifadesinde olduğu 30 gibi, emretmez fakat kulu -bâtınî düzeydebu fiili
işlemeye sevk eder. Anla! Şeyh Ebû Medyen şöyle derdi: “Ariflerden birinin ‘Ben
falan işi Allah’ın izni olmadan yapmadım.’ sözüyle kastettiği izin, ezelî
iradedir.” Böylece Yüce Allah’ın günah ve isyana dair Âdem’e yaptığı nidasında,
perdelenen zürriyetinden Allah’ın hududlarını çiğneyenler için büyük faydalar
bulunduğu anlaşılmaktadır. Böylece onlar pişmanlık, istiğfar ve itirafta
babalarını örnek alırlar. Aslında bu günah, zürriyetindeki isyankârların
günahları gibi, Âdem’in kasıtlı bir günahı değildi. Ebû Medyen’in ifadesinde
geçtiği üzere Âdem (aleyhisselâm), Yüce Allah ağaçtan yeme noktasında ona
gizliden izin vermiş olmasına rağmen zürriyetine yol göstermek için ağlamıştır.
Bu ağlama, şeklî/sûrî bir ağlamadır.
Soru:
Neden Âdem
(aleyhisselâm), günah işleyip tövbe etmeden, salt taatle saadet kapısını
açmadı?
Cevap:
Durumun günah
işlendikten sonra olması, Allah’ın Âdem’e ezelî ilminde günah işleyecekleri
kaydedilen kimselere karşı rahmet, lutuf ve hilminin genişliğini göstermek
istemesi nedeniyledir. Şayet salt taatle saadet kapısını açsaydı, ilâhî
isimlerin muhalif olan âleme taalluk eden birçok mertebesi âtıl kalırdı. Zira
bağışlanacak, merhamet edilecek ve yumuşak davranılacak kimse olmadığı için
taatte bulunanın ne mağfirete ne rahmete ne de hilme ihtiyacı olurdu. Bunu
“Şayet günah işlemeseydiniz, Allah sizi götürür ve günah işleyip de istiğfar
eden bir topluluk yaratırdı ve onları bağışlardı.” hadisi de desteklemektedir.
Bunu bil!
Hz.
Nûh (aleyhisselâm) hakkındaki savunma ise şöyledir: “Rabb’im, yeryüzünde kâfirlerden
hiç kimseyi bırakma!”[115]
meâlindeki âyette Hz. Nûh, Allah’ın gazabının şiddetlenmesinden korktuğu için,
daha ağır bir âkıbete mâruz kalmaktansa onların ölmelerini dileyerek, onlara
olan merhametinden dolayı beddua etmiştir. Bu bağlamda, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de fitneye düşmekten korkanlarımıza
“Allahım! Eğer ölüm benim hakkımda hayırlı ise, beni öldür.”[116]
şeklinde duâ etmesini emretmiştir. Dolayısıyla onun kavmine olan bedduası,
nefsinin gazabından kaynaklanmamaktadır. Peygamberler bundan uzaktır.
Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Hz. Nûh’un kıyâmet gününde kavmine karşı özür beyan
edeceği husus, onun “Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!”[117]
şeklindeki duâsı değil, “Ancak günahkâr ve kâfir doğurmaktadırlar [yetişen
herkesi kötü yola sevk ederek kâfir olmalarını sağlamaktadır5
lar.]”[118]
tarzındaki ifadesidir. Kesin bilgi sahibi olmadan Allah hakkında hüküm
vermiştir. Cenâb-ı Hakk, peygamberlerini adım adım terbiye etmeye devam
etmektedir. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Sen Rabb’inin hükmüne
sabret; balığın yoldaşı (Yûnus peygamber) gibi olma. Hani o, öfkeli olarak
seslenmişti.”[119]
âyeti nazil olduğunda; “Rabb’im beni terbiye etti, ne güzel terbiye 10
etti!”
buyurmuştur.
Yüce
Allah Hz. Eyyûb’un (aleyhisselâm) üzerine -iki çekirge sürüsü gibialtın yağdırdığı
zaman, onun bunları elbisesinin içine koyarak saklaması meselesini de şöyle
savunmak mümkündür: Buna göre Rabb’i: “Ben, seni bunlardan 15
müstağni kılmadım
mı?” demiş; o da: “Evet, bana çok şey verdin, ancak senin hayır ve bereketinden
müstağni kalamam.” şeklinde cevap vermiştir. Bunun cevabı şudur: Dünyevi
değerleri alıp tutmak, değil peygamberlerin (aleyhisselâm), büyük velilerin
bile kemâllerinden bir şey eksiltmez. Şayet Eyyûb (aleyhisselâm) tam bir kanaat
içerisinde bulunmasına rağmen, bulunduğu zâhiri hâl ge20 reği
altınları toplamışsa bu doğrudur. Zira ehlullaha göre kanaat, “mevcut olanla
yetinerek fazlasını istememek” anlamına gelmez. Ayrıca bunu sâir insanlara
örnek olmak için yapmış ise, bu durumda da yapılan iş, Cenâb-ı Hakk’a kurbet
açısından yapılması terk edilmesinden daha evlâ olanı yapmaktan ibarettir.
Özellikle Eyyûb (aleyhisselâm), Allah’ın kendisine hidâyet verdiği 25
ve peygamberi Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona tâbi olmasını
emrettiği kimselerden biridir. Yüce Allah “Allah’ın resulünde, sizin için
güzel bir örnek vardır.”[120]
buyurmaktadır. Dolayısıyla kanaat, buna göre Arap dilindeki anlamı olan
“isteme” anlamına döner. Kuşkusuz kanaatkâr, başkasından değil, sadece
Allah’tan isteyendir. Yüce Allah zalimlerin kıyamet günündeki du30
rumu hakkında
“Başları yukarıya kalkık”[121]
buyurmuştur; yani yaptıklarından bağışlanmak için, başlarını yukarı kaldırarak
Allah’a yalvarmaktadırlar.
Böylece
Rabb’inden başkasından isteyen kimsenin zalim olduğu anlaşılmış oldu. Ancak bu
kapıyı başkasına hasretmeden Allah Teâlâ’nın kapılarından bir kapı olarak
görenin durumu farklıdır. Şayet böyle değilse, onun mahrum kalması ve ziyana
uğramasından korkulur. İsteyenin, istediği kimseye meyledip eğileceği açıktır.
Yüce Allah “Zalimlere meyletmeyin.”[122]
buyurmuştur. Kendisine ya da başka bir insana meyleden kimse ise Allah
Teâlâ’nın “O”, yani insan, “Çokça zalim ve cahil oldu.”[123] âyetinde
buyurduğu üzere, bir zalime meyletmiş olur. Şeyh Muhyiddin 94. bâbda şöyle
demiştir “Bil ki Peygamberler (aleyhisselâm) ve velîlerin büyükleri dünya
[mallarına] sadece irfânî bir farkındalıkla sarılırlar. Bu farkındalık onlara
malı elde tutmaya yönelik alâkalarının Allah’ın takdir ettiği hususi vakitlerde
o malı sahiplerine ulaştırmak için başkalarının yararına olan bir durum olduğu
neticesini verir. Cimrilik ya da yakînî bir zafiyetten dolayı dünyaya
tutunmazlar, bundan uzaktırlar.” Şöyle demiştir: “Üzerine yağdırıldığında,
‘Senin bereketinden müstağni olamam’ diyerek altınları elbisesine saklayan
Eyyûb’e (aleyhisselâm) bahsi geçen irfân nasıl da verilmiş, baksana!”
Allah’ın
“Zunnûn’a gelince, o öfkeyle çıkıp gitmişti. Bizim kendisini daraltmayacağımızı
düşünmüştü.”[124]
âyetiyle kendisinden bahsettiği Yûnus’un (aleyhisselâm) savunması ise şöyle
yapılabilir: “Bizim kendisini daraltmayacağımızı düşünmüştü” ifadesiyle; Hz.
Yûnus’un “Kimin rızkı, kendisine daraltılırsa”[125] âyeti
bağlamında, geniş olan rahmetinden kendisine verdiği ahitle Allah Teâlâ’nın ona
darlık vermeyeceğini düşündüğü kastedilmektedir. Bu ilâhî genişliği sadece
kendine hasredip kavminden kimselerin hakkı olarak görmediği için Allah onu
hesaba çekmiştir. Allah Teâlâ’nın rahmetinin onlara ulaşmayacağını sandığında
öfkesi makamının yüksekliği ve kalbinin temizliği sebebiyle zâhirinde bir
karanlık olarak etki etmiş, Allah Teâlâ’nın dileği üzere balığın karnındaki
karınlığa yerleşmiştir. Allah Teâlâ bunu, onun dikkatini annesinin karnında
cenin hâlinde iken onu kimin yönettiğine çekmek için yapmıştır. Ayrıca böyle
bir mekânda kızmak yahut birine gazaplanmak kendisinden beklenir mi?
Bilakis
o Allah’ın (cc) koruması altındaydı, sadece Rabb’ini bilmekteydi. Böylece Yüce
Allah onu bu hâle döndürmekle, kavlen değil, fiilen onu eğitmiş oldu. O da
“Seni tenzih ederim, Senden başka ilâh yoktur, ben zalimlerden oldum.”[126]
ifadesiyle yalvardı. Yani “Rabb’im, seni tenzih ederim, sen dilediğini
yaparsın, dilediğine rahmetini yayarsın.” Bu, ümmetinden özür dileme gibidir.
“Ben zalimlerden oldum.”[127]
ifadesi ise, “Öfkemin etkisi yine bana döndü yoksa Sen beni karanlığa atmadın.”
anlamına gelmektedir. Çünkü ilminin ancak o hâle taalluku vardır. Daha sonra
gazabın zulmeti (karanlığı) gidip, peygamberlerin makamına layık bir zulmete
(karanlığa) dönüştüğünde ve nübüvvetin kemâline layık bir nûr onun kalbine
yayıldığında, Rabb’i onun duasını kabul etti ve onu büyük sıkıntıdan kurtardı.
Balık, onu selim fıtrat üzere doğmuş olarak, karnından dışarı attı. Yûnus’un
(aleyhisselâm) dışında, Âdemoğullarından hiç kimse iki kere doğmamıştır. Yüce
Allah’ın “Halsiz bir şekilde”[128]
buyurduğu gibi, zayıf bir çocuk olarak dışarı çıktı. Yüce Allah onu kabak
cinsinden, yaprakları tatlı olup üzerine sinek konmayan, yumuşak bir ağaç olan
“yaktın” ile muhafaza etti.[129]
Çünkü çocuğun sinekleri kovmaya takati yoktur. Böylece Yüce Allah yapraklarında
sertlik bulunan diğer tüm ağaçların aksine yapısı itibariyle yaprakları tıpkı
pamuk yumuşaklığında olan bu sebeple de kendisine hiçbir sineğin yaklaşmadığı
bu ağaçla onu örttü. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 33. bâbında bunları
zikretmiştir.
Mûsâ’nın
(aleyhisselâm) “Sizden korkunca, kaçtım.”[130]
ifadesine cevap olarak şunları söylemek mümkündür: Bir velî bile Yüce
Allah’tan başka kimseden korkmazken nasıl olur da kâmil bir insan olan Mûsâ,
O’nun dışındaki birinden korkmuş olabilir? Bunun cevabı şudur: Korku makamı
birkaç açıdan önceliklidir: a. Kâmil olan şahıs, hâl ehli olan
velîlerin aksine nefsinde bir zâfiyet görebilir. b. Kâmilin bedenine
zarar verebilecek ya da kendisini yok edebilecek bir şeyden kaçması vâciptir.
Aksi hâlde günah işlemiş olur. c. Korku hissinde, sebeplere tevessül
etmeyi bırakmamak vardır; dolayısıyla onun kaçışı kemâlindendir. Ayrıca Hz.
Mûsâ’nın korkusu aslında nihâi olarak Allah’tandı. Zira Allah’ın, Mısırlıları
kendisine musallat edeceğinden korkarak kaçmıştı. Bu durumda korkusunun
kaynağı Allah olduğundan, onun kaçışı övgüye değerdir. Allah en doğrusunu
bilir.
Süleyman’ın
(aleyhisselâm) “Bacaklarını ve boyunlarını şefkatle sıvazladı.”[131]
âyetinde işaret edilen durumunu şu şekilde savunmak mümkündür: Ey kardeş,
öncelikle peygamberlerin (aleyhisselâm) kemâlleri sebebiyle bayağı ve küçük düşürücü
fiil ile veya bir malı telef etmekle tavsif edilemeyeceğini bilmelisin. Burada
kastedilen, onun (aleyhisselâm), mal/mülk olan hayrı sevmesinin Rabb’ini
hatırlatması sebebiyle olduğudur; fıtratın hükmü sebebiyle değil. O
(aleyhisselâm) sevinçle, Rabb’inin hayrına duyduğu hayranlıkla ve Allah
Teâlâ’nın kullarında hayra yönelik olan muhabbeti sevdiğini bildiği için
eliyle atların yelelerini ve bacaklarını sıvazlamaya başladı. Hayra yönelik
olan bu muhabbetten ya Rabb’inin onu sevmesi yahut hayrın sevgi ile
nitelenmesi itibariyle hayrı sevmek anlaşılır. Bilinir ki hayır sadece
hayırlılar tarafından sevilir zira onlar hayrın var olduğu mahaldir. Bu sebeple
Süleyman (aleyhisselâm) “Ben malı (atları), Rabb’imi hatırlattığı için sevdim.”[132]
demiştir. Yani, benim hayrı sevmem, O’nu sevmede hayır olması gibidir. Bu
nedenle perdelendiği zaman, yani atlar kaybolduğu zaman, onları özlemiş ve
“Onları bana geri getirin.” demiştir. Zira haz veren bu sıfatı ona ilzam eden
mahalli kaybetmiş oldu ki bu sıfat onun için bir tecellîgâhtı.
Şeyh
el-Fütûhât’ın 124. bâbında şöyle demiştir: “Bazı müfessirlerin ‘gözden
kaybolan şey’in güneş olduğuna delil getirmesi doğru değildir. Zira burada ne
güneş ne de onların iddia ettikleri namaz zikredilmemiştir. Âyetin siyakı da
zahirî açıdan buna asla delâlet etmez. Onların “Şüphesiz Süleyman’ı imtihan
ettik”[133]
âyetinin tefsirindeki eğilimlerine gelince âyette geçen ‘fitne’ atlarla ilgili
ise şüphesiz imtihan anlamındadır. Onlara baktığında onları sırf Allah’ı
hatırlattıkları için mi seviyor yoksa bizatihi onları mı seviyor bunu ortaya
koymak üzere yapılan bir sınavdan ibarettir. Hz. Süleyman (aleyhisselâm)
atları; güzellikleri, kemâlleri ve onlara olan ihtiyacından dolayı değil
sadece Allah’ı hatırlattıkları için sevdiğini haber vermiştir. Dolayısıyla
bunlar, talep ettiği ve kendisinden sonra hiç kimseye verilmemesini istediği
mülk kapsamındadır. Hak Teâlâ talep ettiklerini bir bütün olarak ona vermiş,
zorluğu kaldırmış ve ‘Bu bizim bağışımızdır; hiçbir hesap kaygısı taşımadan
ister başkalarına ver, ister elinde tut (dedik). Kuşkusuz onun katımızda yüksek
bir yakınlık derecesi ve güzel bir geleceği vardır.’[134] Yani bu
mülk, dünyada nimet verilen başkalarının aksine, onun âhiretteki mülkünden
kısmayacaktır. Zira nakledildiği üzere, ‘dünyada elde edilen her nimet
âhiretteki nimetten kısar.’ Şöyle demiştir: Bununla dünya nimetleri şöyle
dursun, âhiretin hiçbir nimetinin bile, peygamberleri (aleyhisselâm) Allah’ı
anmaktan alıkoyamayacağı anlaşılır. Bu nedenle bu dünyada genişlik
istemişlerdir. Onların kendilerini Rablerinden perdeleyecek bir şeyi istemeleri
yahut Hak Teâlâ’nın onlara ikram olarak kendilerini perdeleyecek şeye dair isteklerine
icâbet etmesi imkânsızdır. Şeyh el-Fütûhât’ ın “el-Vesâyâ Bâbı”nda şöyle
söyler: Büyükler sadece doğru bir amaç için dünyadaki genişliği isterler. Onlar
dünyada zühd ve az şeyle kanaat etmeyi benimsedikleri için, herhangi bir şeyin
nefislerini Allah’tan alıkoymasından emin olmuşlardır. Allah’tan, nefislerinin
ve marifetlerinin hakkını vermek ve -azze ve celleAllah’ın “Allah’a güzel bir
borç verdiler.” hitabının tadına varmak için kendilerine ve onlara ilticâ eden
kimselere dünyada genişlik vermesini istediler. Yüce Allah bu şekilde sadece
imkân sahibi ve cömert olan kimselere hitap eder. Onlar Hak Teâlâ’nın hitabına
teveccüh etmenin lezzeti için ticaret ve şer‘î kazanç yolları ile zenginlik
mertebesini tahsile çalıştılar. Çünkü malı olmayan kimsenin bu hitabın
lezzetinden mahrum olduğunu bilirler. Böylece Süleyman’ın (aleyhisselâm)
dünyayı tamamıyla istemesinin, -dünyanın arzu edilmemesini gerektiren nokta
ortadan kalktığı içinonun büyüklüğüne zarar vermediğini anlamış oldun. Bir
karıncanın Hz. Süleyman’dan eman istediği, onun da verdiği bize nakledildi. Ona
“Hak Teâlâ’nın senin istemenle verdiği mülkün nedir?” diye sorar. O da
“Mührüm.” der. Bunun üzerine “Mührün kapsadığı mülke of olsun!” der. Sonra da
“Ey Süleyman! Allah’ın kullarına verdiği şeyler, O’nun mülkünden çıkmıyorsa,
senden sonra hiç kimseye verilmeyecek olan bir mülkü istemenin anlamı ne?” der.
Şöyle
dedim: Şeyh’in
bu konuda zikrettikleri apaçık halde garip yorumlardır. Şiblî’nin, kendisini
Rabb’inden alıkoyduğu gerekçesiyle elbiselerini yakmasına, bunu delil
getirmesi doğru olmaz. Ayrıca şöyle demiştir “Hz. Süleyman, kendisini namazdan
alıkoyduğu için söz konusu atların bacak ve boyunlarını kesmiştir.” Bazı
âlimler, güneşin kaybolmasındaki zamirin “Onları bana geri getirin.” ifadesine
uymadığını söylemişlerdir. Zira güneşin geri getirilmesi kavminin elinde
olmadığı için, geri getirmeleri söz konusu olamaz. Yine de güneşin Süleyman’a
geri getirilmesine dair delil, “kayboldu” tâbirindeki zamir izhar edilerek,
geri getirilmek istenilenin atlar değil de güneş olduğu sahih olursa, bunu da
kabul ederiz. En doğrusunu Allah bilir. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a)
şöyle dediğini işittim “Burada kulun, -Allah Teâlâ’ya ve onun nimetlerine
muhtaçlığının artması kabilindenAllah’ın kendisine genişlik vermesini talep
etmeyi gerektiren bir makam vardır. Neden bir sineğin kanadından bile daha az
olan bir şeyi Rabb’inden isteyen bir kimse ayıplansın?”
Dâvûd’un
(aleyhisselâm) istiğfar ederek, secdeye kapanıp tövbe etmesine sebep olan
hatasını şöyle savunmak mümkündür: Bu, niyetini [halis ve] salih kılmadan evvel
âni bir bakışla bakmasından ibarettir. Bu nedenle Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ‘Kardeşim Dâvûd’un hatası, bir bakıştan ibaretti.’[135]
buyurmuştur. Bu durum onun, makamına yaraşır bir niyeti tesis etmeden başını
yerden kaldırması ile gerçekleşmiş; Yüce Allah da bundan dolayı onu muahaze
etmiştir. Bu nedenle gafletle yönelttiği bakıştan duyduğu utançtan dolayı,
ölünceye kadar, başını asla semâya kaldırmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyla
mubaha doğru dahi olsa, niyet olmadan atılan bakışın kendisi günah hükmündedir.
Anla!
Böylece
büyüklerin hareket ve sükûnet hâlinde muaheze edilmelerinin sadece bakışla ya
da başkasıyla sınırlı olmadığını, Allah’ın onları, parmaklarını Hakk’ın
şuhûdundan gaflet içerisinde hareket ettirseler bile muaheze edeceği ve bunun,
sürekli olarak Allah Teâlâ ile birlikte olma bilinciyle hareket etmelerinin
onlara vâcip olmasından kaynaklandığı anlaşılmış oldu. Dâvûd’un hatasının, bu
bakışının komutan Uriya’nın eşine[136]
yönelik olduğu konusundaki iddialara gelince, bu bize gelen hiçbir hadisle
doğrulanmamıştır. En doğrusunu Allah bilir. Bu konu, Âdem’in
(aleyhisselâm) müdafaa edildiği mebhasta uzunca verilmiştir, oraya bakınız.
Yûsuf’un (aleyhisselâm) “O (Züleyha),
ona meyletti (hemmet), o da (Yûsuf) ona meyletti.”[137] âyeti
bağlamında savunması ise şöyledir: Şeyh Muhyiddin elFütûhât’ın 367.
bâbında geceleyin yaşadığı ruhanî tecrübelerin birinde, Hz. Yûsuf
(aleyhisselâm) ile bir araya geldiğini zikreder. Ona “Ey Allah’ın peygamberi!
Allah Teâlâ’nın senin hakkında haber verdiği “O (Züleyha), ona meyletti (hemmet),
o da (Yûsuf) ona meyletti.” âyetinde iştirakın/ortaklığın [âyette geçen
“meyletti (hemme)” kelimesinin kendisi ve muhatap olduğu kadın hakkında
müştereken kullanılmasının] mânası nedir? Zira Allah Teâlâ âyette geçen
‘meyletme‘ fiilindeki iştirakın ne olduğunu belirtmemiştir. Dilin de bir tek
mânaya delâlet ettiği açıktır.” diye sorar. Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm)
şöyle dedi “Evet, bu nedenle bana gönderilen elçiye, Kral’dan durumu kadınlara
sormasını istedim. Kadın da benim gönlümü çelmeye çalıştığını belirtti, benim
onun gönlünü çelmeye çalıştığımı zikretmedi. Sana söylediklerimi anla! Bu
ifadeyle Allah Teâlâ’nın benim ve onun meyli konusunu belirtmemesi sebebiyle
birtakım insanların vehmettikleri şey izâle olur.”
Ben ona “Ey Allah’ın peygamberi! Dil,
iştiraka [hemm tâbirinin hem kendisi, hem de Züleyha için kullanılması] izin
verir.” dedim. O “Doğru söyledin, ancak mâna açısından değil, sadece lafzî
olarak buna izin verir. Dolayısıyla o, benden istediği şey konusunda beni
zorlamak için bana meyletti ben de ondan bunu menetmek hususunda onu zorlamak
için ona meylettim. Dolayısıyla iştirak onun beni, benim de onu zorlama isteğimiz
hususundadır. Yüce Allah “(Züleyha) ona meyletti.” derken Yûsuf’un
(aleyhisselâm) da ona meylettiği aynı hususta anlamına gelir ki bu da her
birinin diğerinden istediği hususta birbirlerini zorlaması demektir. Bunun
kanıtı Züleyha’nın söz konusu âyetteki “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun gönlünü
çelmek, onu ayartmak istedim.”[138]
ifadesidir. Kıssamda onun nefsinden murad istediğim, gönlünü çelmeye
çalıştığım kesinlikle geçmez. Allah Teâlâ bana ilk olarak, tıpkı Allah
Teâlâ’nın Mûsâ ve Hârûn’a “Yumuşak dille söyleyin (kavlen leyyinen).”[139]
âyetinde buyurduğu üzere onu kendimden uzak tutma hususundaki irademin anında,
yumuşak dille ona karşı koyma burhanını gösterdi. Başka bir ifadeyle ‘Ona sert
davranma ey Yûsuf, onu idare et; o her halükarda zayıflıkla nitelenen bir
kadındır.’ [diye buyurdu.]” Dedim ki “Bana fayda verdin, Allah da sana fayda
versin.” Bunu bil.
Babamız İbrâhim el-Halîl
(aleyhisselâm) hakkındaki savunma ise şöyledir: Şeyh 367. bâbda şöyle demiştir:
“Geceleyin yaşadığım tecrübelerin birinde ruhum, Halil’in (aleyhisselâm)
ruhuyla bir araya geldi. Ona ‘Babacığım, neden ‘kalbimin tatmin olması için’[140]
dedin?’ diye sordum. ‘Oysa sen kesin olarak buna inanmaktaydın.’ dedim. Bana
‘Evet, doğrudur.’ dedi ve ‘Ancak mahlûkatın yaratılmasında olduğu gibi, hayat
vermenin/ diriltmenin de birçok yöntemi vardır. Yüce Allah, bazı şeyleri ‘kün’
emriyle, bazılarını iki eliyle, bazılarını ibtidâen (örneksiz), bazılarını da
başka bir yaratıktan yaratmıştır. Ben, bu soruyu O’nun diriltmeyi bu
yöntemlerden hangisi ile gerçekleştirdiğini anlamak için sordum. Bunu bana
öğretince kalbim tatmin oldu.’ dedi.” Şeyh, 225. bâbda bu konuya geniş yer
vermiştir. En doğrusunu Allah bilir. Tekrar söz konusu mânaya dönelim.
Şeyh şöyle demiştir: “Babacığım, neden
‘bu işi belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun.’[141] dedin?”
diye sordum. “Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın bâtıl olan ilâhlarından daha yüce olduğunu
itiraf etmektedirler.” dedi. Ona “Bu (hâzâ: işaret zamiri) sözünle neye
işaret ettin?” diye sordum. “Bununla neyin kastedildiğini bilirsin.” dedi. Ben
“İşaret zamiri olan bu mübtedâdır; haberi ise mahzuftur. Buna, onlara delil
olarak getirdiğin ‘Bu işi belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun.’[142]
şeklindeki sözün delâlet etmektedir.” dedim. O (aleyhisselâm) “Duruma hiçbir
eklemede bulunmadın.” dedi. Ben “‘O’nun (Allah), benim hatamı kıyâmet gününde
bağışlamasını umarım.’[143]
mealindeki âyette zikredilen hatan nedir?” diye sordum. O “Gerçekte Allah’tan
başkası hastalık vermediği hâlde ‘Hastalandığımda bana şifâ veren O’dur.’[144]
âyetinde yer alan hastalığı kendi nefsime nispet etmemdir.” dedi. Dolayısıyla
hastalığı kendi nefsime izâfe etmem ve sonra da bundan dolayı mağfiret
dilememde iki edep vardır.
Ona Neden Yüce Allah, senin hakkında:
Şüphesiz o âhirette sâlihlerdendir.”[145]
buyurmuştur? Böylelikle senin için “salâhı” sadece âhirete tahsis etmiş, diğer
peygamberler içinse hem dünyaya hem de âhirete tahsis etmiştir.” diye sordum.
O “Çünkü sâlih olmanın şartlarından biri de Allah’a izâfe etmeksizin, hiçbir
şeyi kendi nefsine izâfe etmemektir. Oysa Allah’tan özel bir izin olmaksızın;
‘hasta olduğum zaman’[146]
‘ben hastayım’[147]
‘belki bu işi, şu büyükleri yapmıştır’[148] gibi
ifadelerimle ben bu şeyleri kendi nefsime veya başkalarına izafe ettim.” dedi.
Ben ona “Babacığım, hayatının bütün aşamalarında onlara ulûhiyyet nispet etme
itikâdından mâsum olduğun hâlde, üç ışık (yıldız, ay ve güneş)[149]
hakkında söylediklerin nedir?” dedim. O “Bunu, Hak Teâlâ’nın ‘Bu, kavmine karşı
İbrâhim’e verdiğimiz hüccetimizdir.’[150] âyetinde
buyurduğu gibi, kavmime karşı delil getirmek için yaptım. Kavmim, Nemrûd’un
ilâh olduğuna inanıyordu, bu ışıklar onların ilâhları değildi. Aslında Nemrûd
da ilâhları değildi, onlar ibadetlerinde oydukları putlara ilâh olarak
yöneliyorlardı. Bu nedenle ‘Rabb’im öldüren ve diriltendir.’[151]
dediğim zaman, Nemrûd, rezil olmamak için öldürme ve diriltmeyi, onlar için
belirlediği ilâhlara izâfe etmedi ve ‘Ben de öldürür ve diriltirim.’[152]
dedi. Orada bulunanların ilâhları hakkında sarsılmamaları için, onları tenzih
ederek meseleyi kendi nefsine döndürdü.” dedi. Ona “Delil getirirken neden en
yakın [ve net] olana yöneldin?” dedim. O “Zira tafsilat verseydim, onların anlayışlarının
benim getirdiğim şeyi idrak etmeye yetmeyeceğini biliyordum ve meclis
uzayacaktı. Ben de onların anlayışlarına en yakın olanı tercih ederek, Allah’ın
güneşi doğudan getirdiğini, onun da batıdan getirmesini istedim. Kâfir,
Allah’ın kendisini âciz bırakmasıyla şaşırdı, kaldı.
[Hz.
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)]
İsmet konusunu, Peygamberimizin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) masumiyetini müdafaa ederek sonlandıralım.
Allah’ın izniyle şöyle deriz: Bil ki Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) mâsumiyeti konusunda oluşturulan şüphelere, ümmetinin âlimleri arasında
sayı5
lamayacak
kadar şahsiyet, çeşitli cevaplar vermiştir. Fakat biz sana bunlardan faydalı
bir kısmını zikredeceğiz. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyh Muhyiddin 398.
bâbda, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem), hem nübüvvetten önce,
hem de sonra ihrâz ettiği yüksek makam ile çelişecek tüm eksikliklerden mâsum olduğunu
belirtmiştir. Bunun örneği, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) risâletten önce
çölde koyun güttüğü 10 yıllarda, her gencin
arzuladığı gibi eğlence arzusuyla, Mekke’de düzenlenen bir eğlenceye katılmak
istemesi ve bu amaçla Mekke’ye girdiğinde Allah’ın ona bir uyku hâli vererek
onun bu eğlenceye katılmasını engellemesidir. O da süratle oradan uzaklaşarak
sürüsünün başına geri döner. İsmetle ilgili diğer örneklerde bulunmayan bu
durumda, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hissetmediği bir şekilde ismeti
söz 15
konusudur.
Bu makam, “Belki de hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır, hoşlandığınız
bir şey de şerdir.”[153]
ifadesinde belirtildiği gibi “yitirilenin bizzat kendisinde hâsıl olan ilim”
şeklinde isimlendirilir. Söz konusu kaybedilende kulun saadeti vardır ve hâsıl
olmasından daha üstündür.
Mebhasin baş taraflarında onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Benim kalbime bazen öyle sıkın20
tılar
gelir ki ben de Rabb’ime bir gün ve gecede yetmişten fazla istiğfar ederim”[154]
hadisinin anlamı geçmişti. Bununla kastedilen, onun sürekli terakki (yükselme,
ilerleme) hâlinde olmasıdır. O, her yükseldiği makamda bir öncekinden dolayı
istiğfar etmektedir. Çünkü her zaman yüksek ve daha yüksek makamlar söz
konusudur. Şeyh Muhyiddin’in “el-Vesâyâ Bâbı”nda, 25
Cenâb-ı
Hakk’ın kendisine dua edenin duasını kabul ettiğini belirtmektedir. Kulun da
Hak Teâlâ’ya yaptığı münâcâtında önceden ona bildirdiği şeyleri zikretmemesi
gerekir. Zira bu, zaman kaybıdır. Onun sürekli yeni bir şeyler talep etmesi
gerekir.
Soru: “Allah’ın,
senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmesi için”[155] 30
meâlindeki âyetle kastedilen nedir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhâtın 73. bâbının 55. cevabında dediği gibi, bu hitap ve Allah’ın
Peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ikaz ettiği bütün âyetlerde
kastedilen [peygamberin] kendisi değil, ümmetidir. Şu âyetleri örnek vermek mümkündür:
“Ey Peygamber! Allah’a itaatsizlikten sakın.”[156], “Şayet
Allah’a şirk 5 koşarsan, yaptıkların boşa
gidecektir.”[157],
“Biraz da olsa, neredeyse onlara kayacaktın.”[158] gibi.
Bu, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ümmetine yapılan sert hitap, azarlama
ve kınamayı kendi üstüne alarak yaptığı bir fedakârlık kapsamındadır. Dolayısıyla
hitap ona ise de bununla ümmeti kastedilmektedir. Bu, en güzel cevaptır. Şöyle
demiştir: Allah’ın diğer peygamberleri (aleyhisselâm) bağışlamasına gelince, 10
Hak
Teâlâ onlardan, esas itibariyle bütün makamların Allah Resulü’nde (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) toplandığı ve onların Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) nâibleri oldukları bilgisini gizlemiştir ki bu bilgi kendilerine
âhiret yurdunda ayan olacaktır. Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle
demiştir: “Böylece bu azarlamaların tamamının muhatabı Resûlullah’tır
(salla'llâhü aleyhi ve sellem); ancak kastedilen başkasıdır.” şeklindeki 15
sözümüzün
anlamı, büyüğün küçükle terbiye edilmesinin Hak Teâlâ’nın fîillerinden
olmasıdır. O (cc) aynı şekilde Peygamber’ini terbiye etmekle, onun ümmetini
terbiye etmeyi ve -bu edeb sayesindeümmetin beklenen hedefe ulaşmasını istediği
için Peygamber’e hitap etmiş, ancak -teşvik üslubuylakendisine peygamber
gönderilenler kastedilmiştir.
20 198. bâbda “Şayet
Allah’a şirk koşarsan, yaptıkların boşa gidecektir.”[159]
âyeti bağlamında şöyle demiştir: Hâl
karinelerinden de anlaşılacağı üzere, bu ifade “Kızım sana söylüyorum, gelinim
sen işit!” kabilindendir. “Bunun hikmeti, kâfirlerin Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) getirdiklerinden yüz çevirmelerine karşılık vermektir.”
demiştir. Bu nedenle Hak Teâlâ, yüz çevirmelerine 25
karşılık
hitapta onlardan yüz çevirmiştir. Bu hitapta onlar kastedildiği hâlde, onlara
ceza olarak ve hafife alınmak sûretiyle, başkası üzerinden onlara
duyurulmuştur. Şeyh 247. bâbda ise şöyle demiştir: Büyüklerin (Ekâbir)
istiğfarının sadece gerçekleşmiş olan herhangi bir günahtan dolayı olması şart
değildir. Onlar, kavimlerine anlatmaları emredilmeyen hâller arasın30
dan,
setredilmesi gereken bir şeyin açığa çıkmasından korktukları için de istiğfar
ederler. Bu nedenle hiçbir peygamberden kendisine vahyedilenlerle ilgili olarak
konuştuklarından dolayı pişmanlık duyduğu nakledilmemiştir.
Yine onların vahiy hâlinde iken, inişi
biter bitmez, sıradan bir şey söyledikleri de duyulmamıştır. Bu durum
bittikten sonra olup bitenleri haber vermişlerdir. Ancak onların, vahiy harici
olarak söyledikleri şeylerden zaman zaman pişmanlık duyacakları bazı
beyanlarının olması mümkündür.
5 Nitekim Hz.
Peygamber’in Bedir esirleri hakkında verdiği hüküm buna örnektir.
Soru: Yüce
Allah’ın “Asıl kendisinden korkulması gereken Allah iken, sen insanlardan
çekinmektesin”[160]
meâlindeki âyetinin anlamı ve Allah’ın Peygamber’ini (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) insanlardan korktuğu için azarlamasına sebep olan şey nedir?
10 Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 537. bâbında dediği gibi, onun (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) in
sanlardan korkmasının sebebi, onun
Yûsuf (aleyhisselâm) ile ilgili olarak “Onun yerinde ben olsaydım, [zindana
gelen] davetçiye icâbet ederdim” şeklindeki ifadesidir. Yani kralın davetçisi,
onu zindandan çıkmaya davet ettiği zaman, çıkmamış ve “Efendine -kendisini
hapseden kraladön ve ona parmakla-
15 rını kesen
kadınların durmunu sor.” demiştir. Bu, kralın katında da aklanması içindir.
Böylece zindandan çıkardığı için Yûsuf’u (aleyhisselâm) minnet altında bırakması
doğru olmaz; minnet sadece Allah’adır. Yûsuf, bununla tamamen aklanmayı
istemiştir. Zira ihtimal kalsaydı, Azîz ve Celîl olan Allah’ın resulü olduğu
hâlde, adâletine halel gelirdi. Oysa ümmetinin ona itaat et-
20 mesi için, onun
adâletinin kesinleşmesi gerekir. Bu nedenle Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) de, evlâtlığının boşanmış olan eşiyle evlenmesinden dolayı insanların
kendisini kınayıp Hak Teâlâ’nın [dine] davetini reddetmesinden korkmuştur.
Allah’ın peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem), evlâtlığının eşiyle
evlendirerek imtihan etmesinin sebebinin, töhmetle imtihan edilmeyi tatması ve
itham edilen
25 herkese karşı tam bir
merhamet hâli sergilemesi için olduğu anlaşılmış oldu. Zira cahil olan
Araplara göre Allah’ın resulü olduğu hâlde, evlâtlığının boşanmış eşiyle
evlenmek, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kemâline halel getirecek türden
bir şey olarak kabul edilmekteydi. Daha sonra Yüce Allah, töhmet altında
kalmanın acısını ona tattırdıktan sonra “Muhammed içinizden hiçbir er-
30 keğin babası
değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.”[161]
âyetiyle, bu evliliğin sebebini açıklayarak ona derman vermiştir. Böylelikle bu
ve benzeri konularda müminler için sıkıntıyı ortadan kaldırmıştır. Yüce Allah,
Yûsuf’a (aleyhisselâm) davetçinin davetine icâbet etmeyerek -daha şerefli bir
aklanma içinkendi gıyabında aklanmayı talep etmesi meselesinde tattırdığı
şeyi, Peygamberine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de tattırmıştır. Zira [Yûsuf
(aleyhisselâm)] o mecliste bulunsaydı belki ona yönelik duyulan hayâ sebebiyle
yüzüne karşı onun söylediği kabul edilmiş olabilirdi. Oysa hakkında [şer‘î] bir
emir olmayan bütün işlerde, Allah’ın emri gelinceye kadar, örf açısından iyi
sayılana riayet etmek, kişinin kemâl ehli olmasındandır. Emir geldiği
takdirde, emredilen ne ise onu yapar.
Şöyle dedim:
Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “İcâbet ederdim.” şeklindeki
ifadesinde, Yûsuf’un zindandan çıkmamasıyla ona övgü içerme ihtimali vardır.
Zira böylelikle o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisinin Yûsuf’tan daha
zayıf olduğunu izhar etmiş olmaktadır. Bu onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
“Biz kuşku duyma konusunda İbrâhim’den daha öncelikliyiz.” demesi gibidir.
Yûsuf’ta hem zindanda olma, hem de iftiraya mâruz kalma şeklinde iki hâl bir
araya gelmişti. Her peygamber, ümmetinin nefsinde -davet edildikleriher hususta
Rabblerinin davetini kabul ettirecek şeyin yerleşmesini ister. Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Eğer ben onun yerinde olsaydım bir an önce
zindandan çıkıp, kendilerine gönderildiğim kimseler nezdinde aklanmam için,
kendimi müdafaaya çalışırdım.” demek istemiştir. Başka anlamlara da gelebilir.
En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Allah’ın
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah seni affetsin, neden onlara
izin verdin!”[162]
meâlindeki âyetinden muradı nedir? Bazılarının anladığı gibi Resûlullah’ı
azarlama mı, yoksa Îsâ’ya (aleyhisselâm) “Sen mi insanlara ‘Beni ve annemi
ilâhlar edinin.’ dedin?”[163]
âyetinde olduğu gibi, illeti ortaya koyma sadedinde bir soru mudur?
Cevap: Şeyh’in
558. bâbda dediği üzere “Bu azarlama değil, illeti ortaya koyma sualidir. Zira
daha önce af geçti. “Sana açıklansın diye” ifadesi ise, daha önce Îsâ ile
ilgili sorulan soru gibidir. Şöyle denilmiş gibidir: “Ya Muhammed, bunu kimlerin
sadık olduğu açığa çıksın diye mi yaptın?” Buna ya “Evet” der ya da “Hayır”
der. Kuşkusuz “af” ile “azar” (tevbîh) bir arada bulunamaz. Özellikle söz
konusu âyette olduğu gibi “af” önce gelmiştir. Azarlanan kimsenin mutlak olarak
affedildiğinden de bahsedilemez. Zira azarlama hesaba çekmedir. Oysa Yüce Allah
atfetmiştir. Şöyle demiştir: Dilde bu lafızdan azarlama anlaşılabileceği için
önce af zikredilmiştir ki ârifbillâh [burada ve] Kelâm’ın diğer yerlerinde
-hakikatler hususunda bilgisiz kimselerin zannettiği şekildebir azarlamanın
vârid olmadığını farketsin. el-Fütûhât’ın 38. bâbında ise “Allah seni
affetsin, neden onlara izin verdin?”[164] âyeti
bağlamında, şöyle demiştir: “Tefsirciler, Yüce Allah’ın onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kalbini tatmin etmek için, azardan önce müjdeyi verdiğini
zikretmişlerdir.” Şöyle demiştir: “Katımızda bulunan ilâhî ilme göre bu âyet,
içinde azar olmayan hususî bir beşârettir.” Ona göre buradaki istifhâm (soru
kalıbı), insaflı davranan ve anlama konusunda Allah’ın kelâmına hakkını
verenler içindir.
Soru: Allah’ın
onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında “Kendisine âmâ geldi diye suratını
astı ve yüzünü ekşitip başka tarafa çevirdi.”[165]
mealindeki âyet ve devamındaki âyetlerinde ne kastedilmektedir? Bunun anlamı, zâhirdeki
gibi mi yoksa başka bir anlamı var mıdır?
Cevap: Şeyh’in
304. bâbda “Burada bir itâbdan (azarlama) söz edilemez. Yüce Allah
hükümdarlardan daha çok, kalbi kırık olanlarla beraber olduğuna dair
Peygamber’inin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dikkatini çekmektedir. Zira
Allah’ın rahmeti hükümdarların aksine fakirlerden asla ayrılmaz.” ifadesiyle
belirttiği gibidir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah fakir olan kulunu, büyüklük
sıfatları ağır basan kimselerden daha çok sahiplenmektedir. Buna göre senin huzurunda,
kendisine itaat edilen ve emri yerine getirilen bir kral ziyaretçi olarak
bulunduğunda fakir bir kimse ziyaterine gelirse, -şayet o kralın zorbalığından
korkmuyorsanöncelikle fakire yönel ve sana gelmesine sebep olan ihtiyacını
karşılamadan ondan yüz çevirme. Bu şekilde, Hak Teâlâ’nın kendisine itaat
edilen hükümdarın yanındaki tecellîsinin, tecellîye şâyan bir mahalde olmadığı
anlaşıldı. Zira büyüklük ve azamet -teklif bittiği ve mahrumiyet söz konusu
olamadığı içincennette cennet ehli içindir.
Yüce Allah’ın “Kendisine âmâ geldi
diye suratını astı ve yüzünü ekşitip başka tarafa çevirdi.”[166]
meâlindeki âyetlerinde Peygamberini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) azarlaması,
sadece söz konusu âmânın fakir olarak gelmesinden dolayıdır. Yüce Allah, izzet ve
kahr sıfatı, mahallinin dışında izhar edildiği için, ubûdiyyet ve fakr 5
makamını
korumuştur. Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Şeyh 549. bâbda “Kendini müstağni
görene gelince, sen ona yöneliyorsun.”[167]
âyetlerinde yer alan itâbın anlamının, fakir yalnız geldiği zaman değil de
fakirlerle zenginler birlikte geldikleri takdirde her ikisini de aynı şekilde
karşılamak gerektiğine dikkat çekmek olduğunu zikretmiştir. Hadiste ““Size bir
kavmin büyüğü 10 geldiği zaman ona
ikram ediniz.”[168]
buyurmuştur. Yüce Allah “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı ölçülü
davranmanızı yasaklamaz. Allah ölçülü davrananları sever.”[169]
buyurmuştur. Kardeşim! Burada bilmen gereken bir nükte vardır: Kavmi arasında
saygın bir hükümdar senin yanına geldiğinde, 15 o
ancak büyüklük ve zorbalığını geride bırakarak ve nefsini senden daha aşağıda
görerek gelmiştir. Onu karşılamadığın ve alçak gönüllü davranmadığın takdirde
senin zorbalığın onun zorbalığından daha büyük olacaktır. Dolayısıyla her
hâlükârda onlara misliyle mukabele ederek, senin yanına gelmeden önce onların
seviyesine in, onları sevinç, ilgi ve tebessümle karşıla ki 20
böylece
zamanın hakîmi (hakîmü’z-zamân) olasın. Dolayısıyla Yüce Allah’ın peygamberine
olan itâbı, âmâ ile zenginler bir arada bulundukları takdirde her ikisi için de
olup, sadece âmâ için değildir. Efendim Ali el-Havvâs (rh.a) şöyle derdi
“Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zenginleri, kendileriyle zâhir olan
el-Ganî sıfatından dolayı karşılamıştır. Arifin ise celâl, azamet ve diğer
sıfatlardan her 25 ilâhî niteliğe yönelmesi gerekir. Şayet bir
ârifin zenginleri karşılamasından dolayı itâb edilmesi söz konusu olursa,
buonlarda tezâhür eden zenginlik sebebiyle değil, başka bir illetten dolayıdır.
Böylece bu itâbı ölçü addedip mutlak olarak zenginlerin tardedildiğini söylemek
doğru değildir ki bu [düşünce] insanı şeriat yolundan çıkarır [ayağını
kaydırır]. Daha önce geçtiği 30 gibi,
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bize gelen her kavmin s[büyük ve]
saygın zâtlarına ikram etmemizi emretmiştir. Anla! Bununla ârifin kral, emir ve
zenginlere olan tâziminin, Yüce Allah’a olan tâzim kapsamında olduğu anlaşılmış
oldu. Fakirlere olan ikram ise onların -kırılmışgönüllerini yapmak içindir.
Yine bu âyetin tefsiri bağlamında 163.
bâbda, “Allah el-Ganî, el-Hamîd olandır.”[170]
Dolayısıyla zenginlik (el-Ğınâ) Allah’ın zâtî bir sıfatıdır. Yani, zenginlik
sıfatı itibarıyla övgüye lâyık olan O’dur. Resûlullah’ın “Kendisine âmâ geldi
diye suratını astı.”[171]
âyeti ve devamındakilerle itâb edilmesine 5 sebep
olan durum, bu sıfatın mutlak olarak sadece Allah’a ait olmasıdır.
Kureyş zenginlerinde bu ilâhî sıfattan
bir râyiha bulunduğu için onlara yönelmiştir. İşte bu râyihadır ki Peygamberin
onlara yönelmiş olduğu zaman dilimine bir şeref ve ulviyet katmıştır. O,
zenginlere onlan bu yönelişiyle ümmetine, zenginlik sıfatıyla vasıflanan
kişilere yönelmelerini öğretmei" yi
amaçlamıştı. Daha sonra bu makamda derinleştiklerinde ilâhî sıfatları [herhangi
bir zümreye] tahsis etmeksizin müşâhedeyle emrolunurlar. Zira âlemin tamamı
Allah Teâlâ’nın şeâirinden ve sıfatından meydana gelmiştir. Âlemdeki hiçbir
şey, Hak Teâlâ’nın maiyetinin kendisine eşlik edişinden ayrılamaz -Zâtı (cc)
ise mekândan münezzehtir-.Böylece her kâmil 15 zât kalpleri kırık
olan kimselere karşı harîs/duyarlı olur. Zira Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) bize haber verdiği gibi, Hak Teâlâ onlarla birliktedir. Ayrıca o
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu müşâhede ile birlikte, Kureyşlilerin
müslüman olmalarını çok istiyordu. Onların büyüklerinin kalpleri kendisine
meylederse; ona itaat eder, onu sever ve müslüman olurlarsa, onların bu
müslümanlığıyla daha pek çok 2" kimsenin
müslüman olacağını biliyordu. Yüce Allah “Size kendinizden öyle bir peygamber
gelmiştir ki sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkündür.”[172]
buyurmuştur. Yani sizin için hayırlı olanı istediği için, inadınız ve müslüman
olmamanız ona sıkıntı vermektedir.
Soru: Daha
önce verdiğimiz bu muazzam müşâhede ortamına rağ25 men,
Hak Teâlâ nasıl Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itâb etmiştir?
Cevap: Bizi
terbiye etmek için onu azarlayıp, bunu bize bildirmiştir. Zira insan gafletin
mahallidir ve bizatihi fakirdir. Şayet dünyadaki kralların en büyüğü olsa
bile, fakirdir. Zira zenginlik, mal ve makamın hâsıl olmasıyla meydana gelen
geçici bir arazdır. Dolayısıyla Hak Teâlâ’nın 3" aksine
başkası olmadan kendi başına müstağni olamaz. Ayrıca zenginlerde zuhûr eden
sıfat, gerçekte Hakk’ın sıfatı değildir ki kul ona yönelsin. Bu nedenle Yüce
Allah Kendini müstağni görene gelince”[173]
âyetinde, bunu talep etme mânasındaki ^> (sin) harfinin bulunduğu
kelime [isteğnâ] ile ifade etmiş, “Zengin olan kimseye” dememiştir. Allah
Teâlâ’nın Peygamber’ini (salla'llâhü aleyhi ve sellem) te’dib ettiği şey ise
öncelikle zenginlerden yüz çevirmesi ve fakirlere yönelmesiydi. Daha sonra
zenginliğini ve kibriyâsını terk edip kendisine gelen her kimseye teveccüh
etmesi emredildi. Şeyh, insanların çoğunun bu ikinci edepten yoksun olduğunu
söylemiştir. Onlar bu tutuma bir anlam veremez ve âriflerin reis ya da
zenginlerden birine yönelmesinin, onun makam ve malından dolayı olduğunu
düşünürler. Durum sandıkları gibi değildir. Ayrıca ehlullah, avamdan birisinin
bu mânayı anlamadan, zenginlere tâzim etme konusunda kendilerine tâbi olup da
bu fiille dünyaya olan rağbetinin artacağından korktukları zaman, perdelenmiş
olanların maslahatları için zengin ve reislere tenezzül etmemeyi öncelerler.
Allah’a davet edenin, davet edilenlerden daha zengin olmasını ve minnet altında
bırakacak birşeyde onlara muhtaç olmamasını şart koşanların düşün. Dolayısıyla
insanları kendinden nefret ettirmesi değil, bilakis celbetmesi, mal ve hoş
karşılama ile iyi davranması gerektiği anlaşılmış oldu. Onların sadaka ve
ihsanlarını ise kabul etmemesi gerekir. Zira bununla davet edilenlerin gözünde
hakir konuma düşer. Onların elindekine karşı iffetli olması ve nefsini mal ya
da kanaatle onlara karşı tutması gerekir. Yüce Allah “Rabb’inin yoluna hikmetle
ve güzel öğütle davet et.”[174]
buyurmuştur. Hikmet, davet edilenlerin elindekine karşı kendisini muhtaç
hissetmemesi, güzel öğüt ise davet edilenlerin, içinde kendilerine dönük bir
maslahat barındırması hasebiyle, çağrıldıkları fiile duraksamadan yönelmeleri
için yolu açmak ve kolaylaştırmak demektir. Kur’ân’da “Eğer kaba, katı kalpli
olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.”[175]
denilmektedir. Sonuç olarak, içinde ikram bulunan her şeyde fakirlerin zenginlerden
daha önde tutulması gerektiği sabit olmuştur. Yine hiçbir fakirin, kendisine
hak açık bir şekilde belli olduktan sonra bir zengini [illaki] kollaması
gerekmez. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. Vesselâm.
Sonuç:
Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hurmaların aşılanması konusunda
“Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” ifadesiyle işaret ettiği
üzere, peygamberlerin (aleyhisselâm) bazı zamanlarda dünyanın işlerini idare
etme konusunda bilgilerinin bulunmaması, onların kemâlini azaltmaz. Bir
defasında 5 bir topluluk hurmaların
başındayken Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onlara uğramış ve
“Bunlar ne yapıyor?” demiştir. “Hurmalarını aşılamaktadırlar.” denilmiş; bunun
üzerine “Bunun iyi olduğunu düşünmüyorum.” demiş, Ensar da bunu işiterek
hurmaları aşılamayı bırakmıştır. Ancak o sene mahsul azalmış ve yaş hurmalar
dökülmüştür. Bu kendisine haber verilince “Siz 10 dünyanızın
işlerini daha iyi bilirsiniz.”[176]
buyurmuştur. Yani “herhangi bir vahiy almadığım konularda.” Şeyh Muhyiddin:
“Dünyanın bazı hâllerinin peygamber ve velîlere gizlenmesi, Allah’ın azametine
olan müşâhedeleri onların kalplerini doldurduğunda bu hale dalıp kâinatı idare
etmeyi bırakmaları sebebiyledir. Bu celâl ve azamet onlara perdelenseydi, dünya
işlerin15
de
insanların en bilgilileri olurlardı. Ancak onların kâinatı idare etmedeki
perdelenmelerinin, “Benim öyle bir vaktim olur ki Rabb’imden başka kimse bana
yaklaşmaz.” haberinde (rivayet) işaret edildiği gibi her zaman değil, sadece
bir kısım vakitlerde olduğu açıktır. Bazı ârifler, Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), kemâli zirveye çıkmadan vefat etmedi, demişlerdir ki bu
kemâl, Allah’ın 20 (cc) celâlini
müşâhede etmesinin onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dünya ve âhiret işlerini
idare etmekten alıkoymamasıdır. Celâleddin es-Süyûtî (rh.a) onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), bir tek anda hem Allah’a (cc) hem de halka yönelmekle
mükellef olduğunu ve halkın onu Hak’tan alıkoymadığını söylemiştir.
Soru: Neden
ashabı kesin olarak ondan daha aşağıda olduğu hâlde, 25
Resûlullah’a
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) onlarla istişare etmesi emredilmiştir?
Cevap: Şeyh’in
198. bâbda dediği gibi, Yüce Allah’ın peygamberine (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) kendinden aşağıda bulunan kimselerle müşavere etmeyi emretmesi ona
sadece her varlıkta bir diğerinde bulunmayan bir özelliğin bulunduğunu
öğretmek içindir. Hızır (aleyhisselâm) kıssasının delâlet ettiği gibi, Yüce
Allah 30
ümmetin
her bir ferdine, diğer hiçbir yakın kula (mukarreb) vermediğini vermiştir. En
doğrusunu Allah bilir.
Peygamberimiz
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Risâleti ve Onun Mutlak Olarak Bütün
Yaratılmışlardan Faziletli Olması Gibi Konular Hakkındadır
5 Bil ki Peygamberimiz
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) risâleti, mûciz olan Kitap, Sünnet
ve icmâ ile sabittir. Aynı şekilde ümmet, onun kendisine verilen risâlet
görevini tamamıyla ve eksiksiz edâ etttiğine ve yine bütün peygamberlerin
Rab’lerinin mesajını tebliğ ettiklerine şahitlik etmiştir. Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), Vedâ haccında insanlara hitap ederek onları
sakındırmış, uyarmış, 10 korkutmuş ve bu
konuda kimseyi diğerinden ayırmamıştır. Sonra “Tebliğ ettim mi?” diye sormuş,
hazır bulunanların “Evet, tebliğ ettin yâ Resûlallah!” şeklinde cevap vermeleri
üzerine “Allah’ım şâhid ol!” demiştir.[177]
Soru: Bazıları
şöyle demektedirler: “Kur’ân’ın cemedilmesi sürecinde bazı âyetler
kaybolmuştur. Buna bağlı olarak, ârif olan bir kimsenin keşf 15
yoluyla söz konusu âyetleri arayarak bulması ve onları okuyup sevap kazanması
gerekir.” Bu doğru mudur?[178]
Cevap: Bu,
hiç kimsenin bunu söyleyene muvâfakat etmeyeceği bir iddiadır. Muhaddislerin
cumhuru, Hz. Âişe’ye nispet edilen “diğer günlerde tutmak üzere”[179]
âyetinin devamında “peşpeşe (mütetâbiât)” tâbirinin 20
de
bulunduğunu, ancak bunun [sonradan] düştüğüne dâir sözünün te’vil edilmesi
gerektiğini söylemişlerdir. Buna göre söz konusu rivâyetler eğer sahih iseler
bile düşme (sukût) ile “nesh” kastedilmiştir.
Soru: Hz.
Peygamber’in risâlet iddiasını tasdik etmenin delili olarak, sadece ona gelen
ve onun tebliğ ettiği vahiy yeterli midir? Yoksa buna ilâve 25
olarak
başka bir delile ihtiyaç var mıdır?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 44. bâbında dediği gibi, başka bir delile ihtiyaç
duymadan, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği vahiy delil olarak
yeterlidir.
Soru: Bize
getirdiği vahye muttali olmaya dayalı tanıklık mı daha üstündür yoksa bizzat
görmeye dayalı tanıklık mı?
Cevap: Bizim
vahye olan tanıklığımız, görmekle olan tanıklığımızdan daha tamdır. Ayrıca
tanıklık, Huzeyme’nin Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olan tanıklığı
gibi olur: Buna göre o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyme’nin bulunmadığı
bir ortamda, bir bedeviden deve satın almıştır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) ona “Ey Huzeyme, ne ile şahitlik edersin?” diye sormuş, o da “Seni
tasdik etmekle ey Allah’ın Resulü!” demiştir. Bunun üzerine Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), Huzeyme’nin şahitliği vahiyle tanıklık olduğu
için bunun tek başına kabul edilmesine hükmetmiştir. Şayet Huzeyme gözleriyle
görerek şahitlik etmiş olsaydı, şahitliği iki şahidin yerine geçmezdi. Yüce
Allah “Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki...”[180]
âyetinden itibaren sûrenin sonuna kadar olan kısmı Huzeyme[nin şâhitliği] ile
muhafaza etmiştir. Zira Kur’ân’ı cemeden sahâbiler, iki veya daha fazla şahit
olmadıkça bir âyeti Kur’andan kabul etmezlerdi. Sadece mezkûr âyet Huzeyme’nin
tek başına şahitliğiyle kabul edilmiştir.
Soru: “Amâ”nın*
yarılmasından
hemen sonra ortaya çıkan ilk varlık nedir?
Cevap: Şeyh
Takiyyüddin b. Ebu’l-Mansûr’un dediği gibi, Amâ’nın yarılmasından hemen sonra
ortaya çıkan ilk varlık Hz. Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Bu
evveliyyet itibariyle nasıl ki Hz. Âdem bütün cismânilerin babasıdır, o da
bütün ilklerin ilki olarak ruhanilerin tamamının babası olmayı hak etmiştir.
İleride Şeyh Muhyiddin’in Allah’ın ilk yarattığı şeyin “Hebâ” olduğuna dair
sözleri gelecektir. Oraya bak!
Soru: Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Âdem su ile balçık arasında iken
ben nebi idim.”[181]
hadisinin anlamı nedir? Peygamber, Allah’tan haber verendir. O hâlde kendisi ve
kendilerine haber verdiği kimseler (ümmet) yaratılmazdan önce bunu haber vermiş
olması nasıl doğru olur?
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhâtın 305. bâbında dediği gibi, bunun anlamı şudur:
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın izni ile zâtını kendi
zâtıyla, misâk alınmadan önce bir tecelligâh olmaksızın biliyordu.
Bu hâl onun mezkûr hadisin işaret
ettiği üzere Adem’in yaratılışından önce nübüvvetini bildiği durumdur.
Dolayısıyla onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu hâl hakkında bilgisi
vardır. İnsanın yapısı varlığa gelmesi esnasında unsurlara ve mertebelere
yayılmış bir hâldeydi. Fakat insanlardan kimisine bu aşamada kendisini ve 5
mertebesini
ya sonuçlarıyla ve tam olarak yahut sûretlerinden bir sûret üzerine müşâhede
verilmiştir. Bu onun için dünyadaki mertebesinin ta kendisidir. Böylelikle bunu
bilir ve onunla kendisi hakkında hüküm verir. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem), kendi nübüvvetine tanıklık ettiği yer burasıdır. Yalnız hâllerinin
tüm sûretlerini müşâhede etti mi yoksa etmedi mi bunu bilemiyoruz. Allah Teâlâ 10
“Her
göğe emri vahyedildi.”[182]
buyurmuştur. Dokuz feleğin içinde hiçbir felek yoktur ki insana ait bir sûret
onda bulunmasın. Bu felek, vakti erişinceye değin bu sûretleri muhafaza eder.
Bu sûretlerin (dokuz felekte) bulunuşu tıpkı uzunluk, genişlik, doğruluk,
eğrilik, yuvarlaklık, dörtgenlik, üçgenlik, küçüklük, büyüklük gibi açılardan
farklı şekillerdeki aynalarda tek bir sûretin 15 bulunuşu
gibidir. Tek bir şeydir fakat tecellîgâhın değişmesiyle şekillerin sûretleri
farklılık gösterir. Bu yüzden dedik ki “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Allah’ın izniyle bir tecellîgâh olmaksızın zâtını kendi zâtıyla bilir.”
Ve o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu konumda iken, mertebelere eriştiğinde,
mertebeler ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) etki etmez.
Hz. Peygamber en üst mertebede iken
“Ben insanların efendisiyim, an20 cak (bu sözümde)
övünme yoktur.”[183]
buyurmuştur. Mertebe, ona hükmetmemiştir. Başka bir seferinde -risâlet ve
hilâfet mertebesindeykenise “Ben de sizin gibi bir beşerden başkası değilim.”[184]
demiştir. Dolayısıyla bu mertebe, onun neşet ettiği yeri bilmesine engel olmamıştır.
Bunun sebebi, onun latîfesinin kendisine yayıldığı, unsurî karışımına
bakmasıdır. Burada unsurî 25 olan zâtını müşâhede
etmiş ve ulvî feleklerin kuvveti kapsamında olduğunu anlamıştır. Bu mertebede
kendisiyle insanî, hayvanî, nebatî ve madenî varlıklarla ortak noktasını
görmüştür. Unsurî neşet açısından kendisinde, unsurdan oluşan diğer varlıklara
karşı bir üstünlük görmemiş, aksine kendisinin onlar, onların da kendisi gibi
olduğunu görmüştür. Bu nedenle “Ben de 30 sizin
gibi bir beşerden başkası değilim.” demiştir. O da açlıktan Allah’a sığınırdı.
Onlardan farkını sadece “Bana vahyediliyor.” sözüyle ifade ediyordu.
Dolayısıyla “Âdem su ile balçık
arasında iken ben nebî idim.” ifadesinin anlamını öğrenmiş oldun. Yine bunun
söz konusu mertebelerin sürerlerinden sayılan o süretin diliyle söylendiğini
de anlamış oldun. O süret bize bu dünyada anlayabileceğimiz bir şekilde ifade
edilmiştir.
5 Şeyh (rh.a) şöyle
demiştir: “Aynı şekilde bizim de zikrettiğimizin üstünde bir süretimiz vardır.
Akıl ve şeriatın yorumlanmasıyla idrak edilmediği için o konuda sustuk. Bizim
kürsîde bir süretimiz, Arş’ta, Heyülâda, tabiatta, neftse, Levh ve Kalem olarak
tâbir edilen akılda, Amada ve ademde birer süretimiz vardır ve bunların tamamı
keşif ehli tarafından görülmektedir. Îşte ıo budur
Allah’ın ilminde saklı olan kullarına yönelttiği kadim hitap.” Anla!
Soru: Âdem’in
(aleyhisselâm), mîsâk anında sulbünde barındırdığı süretler hakkında herhangi
bir bilgisi var mıydı?
Cevap: Hayır,
süretlerimizin bulunduğu feleklerden hiçbirisinin bununla ilgili bir bilgisi
olmadığı gibi, onun da buna dair herhangi bir bilgisi yoktu.
15 Soru: Neden,
başka bir yerden değil de sırtından alındı?
Cevap: Alınma
için, “sulb/sırt (ez-zahr)” kelimesinin hususî olarak belirtilmesi, Hz.
Âdem’in (aleyhisselâm) bunu görmemesi [arkasındakilerin onun için gayb olması]
sebebiyledir. Şayet Allah Teâlâ bizleri [zürriyetimizi] “onun ön tarafından”
almış olsaydı, bu durumda Adem (aleyhisselâm) hepimizi bilirdi. Çünkü onun 20
bizimle beraber bulunduğu -süret içindebir süret vardı. Ve bizim müşâhede
ettiğimiz gibi müşâhede etmişti. Şeyh Muhyiddin “Ancak biz, Hz. Âdem’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendi sulbünden alınanlardan haberdar olup
olmadığını tam olarak bilmiyoruz. Fakat daha önce geçen feleklerin
mertebelerinin kendilerindeki süretleri bilmediğini görünce deriz ki: Belki
Âdem ile ilgili durum da böy25 ledir. Hz.
Âdem’in, sırtından alınan süretleri bildiğine muttali olan kimseye Allah rahmet
etsin ve kitabın bu bölümüne bu bilgiyi eklesin.
Şöyle dedim:
Bana kardeşim Efdalüddin (rh.a) haber verdi: Yüce Allah, kendisini, Hz. Âdem’in
(aleyhisselâm) zürriyetinde yer alan -şakîlerin değil de sadecesaîdlerin
sayısına muttali kılmıştır. Efdalüddin’e göre Âdem aleyhisselamın 30
zürriyetindeki
sâlihlerin sayısı; 900’ün dokuz tane 1000 ile çarpılması ve buna 999 bin
sayısının eklenmesi ve bunların yarısı ile üçte birinin bir araya getirilmesi
şeklindedir. Bu sayı ise daha önce zikrettiğimiz atalar (usul) arasında yer
almaktadır. Ne bir eksik ne de bir fazladır. Bu, aklın idrak edemeyeceği bir
hesaptır ve yöntemi sadece keşiftir.
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Bunu
anladıktan sonra bizim her felekte bir sûretimiz olduğu ve hiçbirinin bizim
için diğerinden öncelikli olmadığına dair zikrekttiklerimizi tasavvur et.
Tirmizî’nin merfû olarak naklettiği ve “Hasen-Gariptir” dediği rivayete bak:
Buna göre Yüce Allah, avuçları kapalı olarak Âdem için tecellî etmiştir. Yani
büyüklüğüne yaraşır bir şekilde bu gerçekleşmiştir. Âdem’e “Ey Âdem, hangisini
tercih edersin?” demiş, Âdem “Rabb’imin sağını.” demiştir. Gerçekte O’nun her
iki eli de sağ ve mübârektir. Avucunu açınca, Hz. Âdem (aleyhisselâm), kendisini
ve zürriyetini Allah’ın kabzasında (avucunun içinde) görmüştür. Bunlar arasında
oldukça parlak birisi vardı. “Rabb’im, bu kimdir?” diye sordu. Yüce Allah da
“Oğlun Dâvûd’dur.” dedi. Bunun üzerine “Rabb’im onun için ne kadar ömür takdir
ettin?” diye sordu. “Kırk yıl” dedi. “Bana ne kadar takdir ettin?” diye sordu.
“Bin yıl.” dedi. Bunun üzerine “Rabb’im, ömrümden ona altmış yıl verdim.” dedi.
Yüce Allah ona “Peki, sen bilirsin” dedi. Âdem, dokuz yüz kırk yıl olan ömrünü
tamamlayınca, ölüm meleği canını almak üzere geldi. Âdem ona “Daha altmış yıl
ömrüm kaldı.” dedi. Yüce Allah “Ey Âdem, sen bunu oğlun Dâvûd’a hibe etmiştin”
dedi. Îşte Âdem bunu inkâr ettiği için zürriyeti de inkâr etmiştir. O, unuttuğu
için ümmeti de daha sonra unutmuştur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
“Bugünden itibaren Allah yazmayı ve şahit tutmayı emretmiştir.” buyurmuştur.
Îşte bu, Âdem ve zürriyetinin, celâline yaraşır şekilde Hak Teâlâ’nın avucunda
kâim olan sûretidir. O söz konusu elden çıkmış olan Âdem’dir ve hem kendisinin
hem de zürriyetinin sûretini Hak Teâlâ’nın elinde görmektedir. Ey kardeş,
[hadiste geçen] konuyu kabul edip de feleklerdeki sûretlerin çokluğuna dair
sözümüzde bizi inkâr etmene ne diyorsun? Böyle bir durum bizatihi muhal olsaydı
“hakikatler değişmez” fehvâsınca [hiçbir zaman] gerçekleşmaz ve mümkün olmazdı.
Seni mevzuya bu şekilde ısındırmaktan daha fazlasına kudretim yetmez. Allah’ın
haklarında “Sağır, dilsiz ve kördürler, dönmezler.”92 buyurduğu
kimselerden olma. Şeyh, 346. bâbda bu konu üzerinde uzunca durmuştur.
Soru: Âdem,
su ile balçık arasında iken Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka
birisine nübüvvet verilmiş miydi?
Cevap: Bize
bu konuda herhangi bir bilgi ulaşmamıştır. Onlar ancak ‘mahsûs’ [dünya
hayatında var oldukları] risâletleri döneminde peygamberdiler.
Soru: Neden
“Ben insandım.” veya “Ben var idim.” demedi de “Âdem su ve balçık arasında iken
ben nebî idim.” demiştir?
5 Cevap: Diğer
şeyleri değil de nübüvveti zikretmesi, onun diğer peygamberlerden önce
peygamber olduğuna işaret etmek içindir. Zira nübüvvet, ancak Allah Teâlâ
tarafından takdir edilmiş şeriatın bilinmesiyle olur.
Soru: Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın yarattığı ilk varlık olmasına dair
söylediklerinden kasıt özel bir varlık olarak ilk olması mı yoksa genel
varlıklar anla10 mında ilk olması
mıdır?
Cevap: Şeyh’in
6. bâbda dediği üzere, bununla kastedilen, özel anlamda ilk yaratılan varlık
olmasıdır. Zira Allah ilk önce hebâyı[185] yarattı.
Orada diğer hakikatlerden önce, ilk zuhûr eden hakikat ise Muhammed’dir
(salla'llâhü aleyhi ve sellem). Bunun izahı şudur: Yüce Allah, âlemin ezelî
ilminde yer aldığı şekilde zuhûr etmesini 15 istediği
zaman; âlem, küllî hakikate yönelik tenzihî tecellîlerin bir türü olan bu
mukaddes iradeden etkilendi ve hebâ meydana geldi. Hebâ, istenilen şekil ve
sûretlerin açılması için atılan bina kireci/harcı gibidir. Bu, âlemde ilk var
olan şeydir. Daha sonra Yüce Allah nûruyla bu hebâya tecellî eder. Âlem
bütünüyle, potansiyel olarak onun içindedir. Bütün âlem onda potansiyel olarak
mev20
cuttur.
Hebâda bulunan her şey, tıpkı evin köşelerinin kandilin ışığını kabul etmesi
gibi nûra olan yakınlığı ölçüsünde, o nûrdan bir şey kabul etmiştir. Ve bu
ışığa olan yakınlığı ölçüsünde, aydınlığı ve kabulü şiddetlenir. Hiçbir kimse,
bu nûra hakîkat-i Muhammediyye’den daha yakın değildir. Onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kabulü, hebâda bulunan herkesten daha fazladır. Bu nedenle o
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), âlemin 25 zuhûrunun
başlangıcı ve var olan ilk şeydir. Şeyh Muhyiddin, hebâda ona (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) en yakın olan insanın ise bütün peygamberlerin sırlarını bir
araya getiren Ali b. Ebû Tâlib (ra) olduğunu söylemiştir. Şeyh’in Îmâm Ali (ra)
hakkında “Bütün peygamberlerin sırlarını bir araya getiren” şeklindeki ifadesinin
aynısı, Hızır’dan (aleyhisselâm) da Şeyh Ebû Medyen et-Tilimsânî hakkında
nakledilmiştir.
Hakkında sorulan bir soruya cevap
olarak Peygamberlerin sırlarını bir araya getirmiştir. Bu asrımızda, ondan
daha çok peygamberlerin sırlarını bir araya getiren birisini bilmiyorum.”
demiştir. Böylece Şeyh Muhyiddin’in elFütûhât’ta dediği gibi, bütün nebî
ve resuller, Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhundan istimdat
etmektedirler. “Onun peygamberlerin sonuncusu olması” başlığı altında geniş
yer verileceği gibi, o “Kutbü’l-Aktâb”dır, önceki ve sonraki tüm insanların
dayanağıdır (mümid). Gaybda olma durumu itibariyle zuhûrundan önceki her nebî
ve velîlinin dayanağıdır ki bu imdadıyla o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) her
velîyi kemâl mertebesine ulaştırır. Yine hem şehâdet âlemindeki varlığı hem de
-berzah ve âhiret yurdu olangayba intikal etmiş olan varlığı itibariyle
kendisinden sonra gelecek olan her velînin de dayanağıdır. Onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliğinin nûrları ne öncekiler ne de sonrakiler için
âlemden kesilmez.
Soru: Hadiste
“Allah’ın ilk yarattığı şey, nûrumdur.” başka bir rivayette ise “Îlk yarattığı
şey akıldır.” şeklinde nakledilmiştir. Bu ikisinin arası nasıl bulunur?
Cevap: Her
ikisinin anlamı da birdir. Zira bazen hakikat-i Muhammediyye’ye (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Aklü’l-evvel” bazen de “en-Nûr” denilmektedir.
Soru: Zuhûr
açısından, kendisinden daha önce gelen peygamberlerin dayanağı olduğuna dair,
Kur’ân’dan delil var mıdır?
Cevap: Bunun
delillerinden biri de “Bunlar, Allah’ın kendilerine hidâyet verdiği
kimselerdir; onların hidâyetlerine tâbi ol!”94 meâlindeki âyettir.
Yani onların hidâyeti, senden diğer peygamberlere bâtınî olarak sirâyet eden
hidâyetindir. Dolayısıyla sen onların hidâyetine tâbi olduğun zaman, aslında
kendi hidâyetine tâbi olmaktasın. Çünkü sen, bâtınî olarak ilk, zâhirî olarak
ise sonuncusun. Şayet söylediğimizin dışında bir anlamı olsaydı Yüce Allah ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “onlara tâbi ol!” derdi. Daha önce “Âdem su ile
balçık arasında iken ben nebî idim.” hadisi de geçti. Dolayısıyla onun
zuhûrundan önce gelen bütün peygamberler, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
bu şeriatla gönderilişinde ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vekil idi. Bunu
“Allah, elini -şanına yaraşır bir şekildeiki göğsümün arasına koydu ve ben
ilklerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendim.” hadisi de desteklemektedir.
“Îlkler”le kastedilen, onun mübârek cisminden önce zuhûr eden peygamberlerdir.
Bunun izahı şudur: Ona (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) biri Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılmasından önce diğeri
risâletinin zuhûrunda olmak üzere iki kere ilim verilmiştir. Tıpkı ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ilk olarak Cebrâil’in bilgisi olmadan daha sonra
ise Cebrâil’in indirmesi olmak üzere Kur’ân’ın tenzilinde olduğu gibi. Bu
nedenle Yüce Allah ona “Vahiy bitmeden okumak için acele etme!”95
buyurmuştur. Yani Cebrâil’den dinlemeden önce okumak için acele etme; aksine
sessiz bir şekilde Cebrâil’den dinle. Öğrencilerin dikkatli bir şekilde
hocalarını dinlemesi gibi, dinlemen gerekir. Şeyh bunu el-Fütûhât’ın
12. ve daha başka bâblarında zikretmiştir.
Ben şöyle dedim:
Şeyh’in açıklamasında, Kur’ân’ın Cebrâil’den önce de Peygamber’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) nâzil olması tartışmaya açıktır. Hiçbir hadiste bunu
görmedim, değerlendir.
Soru: O
hâlde Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhu, bütünüyle hayır âleminin
ruhudur ve o içinde her şeyin bulunduğu nefs-i nâtıkadır?
Cevap: Evet,
Şeyh’in 346. bâbda zikrettiği gibi, durum böyledir. Anılan âlemin onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) zuhûrundan önceki hâli, şekillenmiş bir cesedin hâli konumundadır.
Onun vefatından sonraki hâli uyuyan kimsenin hâli, kıyamet günü diriltileceği
zamanki hâli ise uykudan uyanma konumundadır. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) vefatından diriltilinceye kadar âlem şu anda uyumaktadır.
Soru: Bize
Allah’tan kendisine (salla'llâhü aleyhi ve sellem), İbrahim’e salât ettiği gibi
salât etmesini istememizi emrettiği hâlde, onun babası Îbrâhim’den daha
faziletli olmasının delili nedir? Hâlbuki kural, müşebbehün bihin (benzetilen)
müşebbihten (benzeyen) daha faziletli olması şeklindedir.
Cevap: Kastedilen
hemen ilk anda akla gelen değildir. “Îbrâhim’e salât ettiğin gibi” ifadesinde,
kendisinin sahâbeye kendisine nasıl salavât getireceklerini öğretmekle sorumlu
olduğuna dair ince bir nükte vardır. Kendisine nasıl salâvat getireceklerini
sorduklarında, tevâzuundan dolayı “Îbrâhim’e salât ettiğin gibi deyiniz.”
buyurdu. Zira bir insana “Seni öveceğim lafızları bana öğret.” dediğin zaman,
kesinlikle Şâri‘den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha az hayâlı olduğun
hâlde, sana yüceltme ifade eden lafızları söyleyemez, anla!
Soru: Neden
Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bir
fer‘i olduğu hâlde, ondan daha faziletli ve istidadı ondan daha kuvvetlidir.
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 5. bâbında dediği gibi, babası Âdem’den (aleyhisselâm)
daha faziletli olmasının sebebi, Âdem (aleyhisselâm) isimlerin lafızlarını
bilmekte iken, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onların
mânalarını bilmesidir. Bu mânalar “Bana Cevâmi‘u’l-kelim verildi.” hadisinde
işaret edilen Cevâmi‘u’l-kelim’dir. Zâtı elde eden, isimlerini de elde eder.
Zira isimler onun ilminin kapsamı altındadır. Ancak isimleri elde eden, müsemmâ
olan zâtı elde etmez. Şöyle demiştir: “Bu nedenle sahâbe daha faziletlidir.
Zira onlar zâtı gördüler biz ise ismini elde ettik. Ancak biz onların zâta
riayet ettikleri gibi, isme riayet edersek, onlarda olmayan gaybet hasretinden
dolayı ecrimiz katlanır. Katlanma bundan dolayı olur. Zira biz Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleriyiz, onlar ise ashabıdır. O
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), bize müştaktır, bizden birisini gördüğü zaman
çokça sevinir ve rivayet edildiği gibi, bizden amel edenlere, onun ashabından
aynı ameli yapanların elli katı ecir verilecektir.
Babası olan Âdem’den daha güçlü bir
istidada sahip olmasına gelince, Hz. Muhammed’in his ve vehim açısından
ebeveyninden birisinin değil, her ikisinin toplamı olarak yaratılmış olması
nedeniyledir. Dolayısıyla ikisinin (anne-baba) istidatlarını bir araya
getirmiştir. Bu nedenle o, babası Âdem’den daha kâmildir. Şeyh el-Fütûhât’ın
72. bâbında “Haccın Sırları” başlığı altında bunları zikretmiştir. Şöyle
demiştir “Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), onların oğlu olduğu için
babaları olan Hz. Âdem ve Hz. Îbrâhim’den daha kâmildir. Her oğul yetişmesinde
bu kemâle sahiptir fakat ulvî hareketler, nûrânî tecellîler ve mutluluğa
yaklaşmaları sebebiyle derece derecedirler. Bunun her ne kadar yaratmaya etkisi
olmasa dahi.
Şeyh 337. bâbda “Şayet Mûsâ yaşasaydı,
bana tâbi olurdu.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki ‘Size kitap ve
hikmeti verdikten sonra, size gelen elçimi tasdik edin diye, Allah’ın
peygamberlerden aldığı ahdi hatırla!’96 âyetinde geçtiği üzere
onların efendisi ve peygamberi olduğuna dair kendilerinden alınan ahidden
dolayı, Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlerin
peygamberidir. Dolayısıyla onun peygamberlik ve şeriatı bütün insanları
kapsamaktadır. Peygamberlerden birine tahsis edilmiş herhangi bir şey yoktur ki
o şey aslı itibariyle Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olmasın. Onun
zuhûrundan önce gelen bütün peygamberler, bu şeriatla gönderilmeleri itibariyle
onun birer nâibidirler. Bunu Şeyh Takiyüddin es-Sübkî zikretmiş, Celâleddin
es-Süyûtî de el-Hasâis in baş tarafında nakletmiştir.
Soru: Kur’ân’ın
tafsilatlı olarak nâzil olmadan önce, tamamının Resûlullah’a (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bir defada nâzil olduğu daha önce geçti. Bunun hikmeti nedir?
Cevap: Kur’ân’ı
ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) toplu olarak (icmâl) indirmesinin sebebi, 5
onun
inişiyle velîlere inen ilmin inişinin arasını ayırmaktır. Zira işlerdeki
tedrîcîlik, kendisiyle amel edilmesi (teamül) içindir. Oysa peygamber göndermede
velîlerin aksine teamül söz konusu değildir. Zira onlara ilimler ancak mufassal
olarak iner. Çünkü ilerleme ve keşfetme ciheti ondandır. Dolayısıyla nübüvvet
vehbî, velâyet kesbîdir. el-Fütûhât’ ın 10. bâbında 10
“Ben
Âdemoğullarının efendisiyim. Bu sözümde övünme (fahr) yoktur.” hadisi
bağlamında şöyle demiştir: “Şayet Mûsâ ve Îsâ yaşasalardı, sadece bana tâbi
olurlardı.” hadisinin açıkladığı üzere, Âdem’den peygamberlerin sonuncusu olan
Îsâ’ya (aleyhisselâm) kadar, bütün peygamberler onun nâibleri olduğu için 0
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), Âdemoğullarının efendisidir. O (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), bu konuda doğ15 ru söylemiştir. Şayet o
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), Âdem’den var olduğu zamana kadar cismiyle var
olsaydı, bütün insanlar cismen de onun şeriatının altında olurdu. Zira onun
dışındaki hiçbir peygamber, bütün insanlara gönderilmemiştir. Dolayısıyla
bütün peygamberlerin şeriatı, gerçekte onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
şeriatıdır.
Soru: Onun
şeriatının, önceki şeriatları neshetmesi, onları kendisinin 20
şeriatı
olmaktan çıkarır mı?
Cevap: Bu
neshetme, önceki şeriatları onun şeriatı olmaktan çıkarmaz. Yüce Allah, bizim
(Îslâm âlimleri olarak) aramızda ittifak edip de onun şeriatı olduğunu
bildiğimiz, onun zâhirî şeriatı konumunda olan ‘bu şeriat’ta bile, sonradan
gelen bazı hükümlerin daha önceki hükümleri neshettiğini 25
bize
göstermektedir. Dolayısıyla sonradan gelenin öncekini neshetmesi, diğer
peygamberlerin onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâibleri olmasından
dolayıdır. Hz. Îsâ, âhir zamanda indiğinde, kendisinin göğe yükseltilmeden
önceki şeriatıyla değil, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
ümmetine gönderilirken hükmettiği bu şeriatla hükmedecektir. Zira Hz. Îsâ’nın nübüvveti
esnasında hükmettiği şeriat, as30 lında onun olsaydı, yeryüzüne
nüzûlünden sonra ancak bu şeriatla hükmederdi.
Soru: “Beni
Yunûs’tan üstün tutmayınız.” hadisi, mensuh mudur yoksa o (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) bunu tevazudan dolayı mı öylemiştir?
Cevap: Bu,
onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tevazuundan kaynaklanmaktadır. Hiç şüphesiz
o, yaratılmışlar arasında en çok şükredendi. Bu ise, şükrü gerektiren tüm
nimetleri bilmesi ile gerçekleşir, anla! Hadisin anlamı da “Durumu bilmediğiniz
için, beni kendi nefislerinizde bulunan şahsî yorumlarınızla üstün tutmayınız.”
şeklinde olup, “Mutlak olarak üstün tutmayınız.” şeklinde değildir. Onun
fazileti, Allah’ın kendisini üstün kılmasıyladır, dolayısıyla isabet etmiştir.
Soru: Ârif,
onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) lafızların taşıdığı anlama göre üstün
tutabilir mi?
Cevap: Evet,
bunu yapabilir. Ancak kâmil olan kimse, söylediği her sözde lafızların
yüklendiklerine değil, bizzat Allah’tan aldıklarına dayanır. En doğrusunu
Allah bilir.
Soru: Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün makamları, vârisleri olan enbiya ve evliyâ
tarafından tevârüs edilir mi yoksa onlardan hiçbiri için tevârüsün mümkün
olmadığı kendisine has makamlar mıdır?
Cevap: Şeyh’in
337. bâbda dediği gibi, sadece ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tahsis edilen
ve hiçbir peygamberin ortak olmadığı birtakım makamlar vardır. Bunlardan
bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: 1. Vahyin bütün şekillerine muhatap
olması: Îlhâmî vahiy, vahyin kalbe ve kulağa indirilmesi ve göğe yükselmesi
[hâlinde vahiy alması gibi]. 2. Bütün insanlara gönderilmiş olduğundan, bütün
hâllerin bilgisinin kendisine verilmiş olması. Çünkü insanların hâllerinin
farklı farklı olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla peygamberliğinin, her şeyi
onların bütün hâlleriyle kapsaması gerekir. 3. Ölüleri diriltme bilgisinin,
başkalarının aksine ona mâna ve duyu açısından verilmiş olması. Dolayısıyla
onda (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ilimlerin hayatı olan mânevî hayatın
bilgisi hâsıl olmuştu. Aynı şekilde Îbrâhim’in kıssasında anlatılan ve
Resûlullah’ta (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bilgi ve eğitim amacıyla sunulan
hissî (duyusal) hayatın bilgisi de hâsıl olmuştu. Bu “Peygamberlerin
haberlerinden, senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana
anlatıyoruz. Bunlarda sana gerçeğin bilgisi ulaşmaktadır.”[186] âyetinde
verilmiştir. 4. Geçmiş bütün şeriatların bilgisinin kendisine verilmesi ve
peygamberlere değil, onların hidâyetine tâbi olmasının kendisine emredilmiş
olması.[187]
5. Sadece kendisine has olan bir şeriatın kendisine (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) verilmiş olması. “Bana başka hiçbir peygambere verilmeyen altı şey
verilmiştir.” hadisinde buna işaret edilmiştir. Bunlar ondan (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) önce hiçbir peygambere verilmeyen, kendisine has olan şeylerdir.
6. Aynı şekilde kendisine has olan şeylerden biri de kıyamet günü “Makâm-ı
mahmûd”da, el-Hamîd ismiyle içinde bulunacağı “Livâü’l-hamd”[188]
sancağının kendisine verilmiş olmasıdır.
Soru: “Livâü’l-hamd”
bir tane midir, çok mudur?
Cevap: Bunlar
“Elviyetü’l-hamd” olarak isimlendirilen yedi sancaktır. Bunlar Hz. Peygamber’e
ve Muhammedi vârislere verilmiştir. Bu sancaklarda Resûlullah kıyamet gününde
Makâm-ı mahmûd’a yerleştiğinde Rabb’inden (cc) temennilerde bulunacağı Allah’ın
isimleri kayıtlıdır. Zira kendisine şefaat hakkında sorulduğunda şöyle
buyurmuştur: “Bana öğretilecek olan, ancak şu anda bilmediğim isimlerle Allah
Teâlâ’ya hamd edeceğim.” Yani bu yurdun gerektirdiği söz konusu isimlerle O’na
senâ eder. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Esmâü’l-Hüsnâ’dan başka
isimlerle O’na senâ etmediği bilinmektedir. Ki bu isimler ilmen kuşatılamaz.
Bu, bizim cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir
beşer kalbinin hatırlamadığı şeylerin bulunduğunu bilmemiz gibidir. Yine biz,
bize göz aydınlığı olan şeylerden bize gizli kalanlarını bilmemekteyiz. Bu
nimetlerden hiçbiri yoktur ki Allah Teâlâ’nın bizi onlara muttali kılarak
nimetlendirdiği ilâhî isimden farklı olarak onu izhar eden başkaca bir ilâhi
isme dayanmasın. Bu nedenle bununla ya tesbih senâsıyla ya da isbat senâsıyla
O’na hamdetmemiz gerekir. Şeyh Muhyiddin 338. bâbda şöyle demiştir: “Allah
Teâlâ’dan bana bu sancaklarda yazılı olan isimlerin sayısını bildirmesini
istedim. Bana, bunların sayısının 1664 olduğu söylendi. Bu sancakların her
birinde 99 isim yazılmıştır. Kıyamet yurdunda bunları sayan kimse cennete
girer. Yani insanlardan önce cennete girer. Ancak peygamber ve velîlerden olan
kâmil insandan başkası bunları sayamaz.”
Soru: Sancağın
onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) eline verilmesinin hikmeti nedir?
Cevap: Şeyh’in
74. bâbda belirttiği gibi, bütün insanların orada toplanması için, onun eline
verilmiştir. Çünkü o, mülk mertebesinin ve hükümdarın varlığının alâmetidir.
“Âdem de ondan başkaları da sancağımın altındadır.” hadisinde işaret edildiği
gibi, hiçbir hamd dışarıda kal5 mayacak
şekilde bütün övgüler içinde bulunduğu için “Livâ” denilmiştir.
Bunun izahı şudur: Âdem (aleyhisselâm)
isimleri biliyordu, ancak onda bilginin zuhûr etmesi, Âdem’in melekler âleminde
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nâib olması nedeniyledir. Zira henüz
Âdem su ile balçık arasında iken, o daha önce peygamber idi. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) cismi zuhûr ettiğinde, o san10
cağın
sahibiydi. Kıyamet günü sancağı asalet yoluyla Âdem’den alır ve diğerleri onun
sancağının altında olur.
Soru: Melekler
de onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sancağının altına girer mi?
Cevap: Evet,
çünkü onlar Hz. Âdem zamanında bu sancağın altındaydılar. Aynı şekilde
âhirette de Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu sancağı taşıdığında 15
onun
altında toplanacaklardır. Orada Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
bütün yaratılmışların efendisi ve tamamının halifesi olduğu ortaya çıkar.
Soru: ‘Büyük
duruşma gününde[189]
Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) durduğu yer neresidir?
Cevap: Şeyh’in
337. bâbda belirttiği gibi, o ‘büyük gün’de, Rahmân 20
arşa
tecellî ederken O’nun sağında yer alacaktır. Kıyamette de âlemde ilâhî
emirlerin tenfîzi için âdil olan Hâkim’in (Allah’ın) önünde bulunacaktır.
Orada herkes emirleri ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) alır. O (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bütünüyle yüzdür, tüm cihetlerinden görünür. Her taraftan
Allah’a dair bilgilendirir, ondan fehmeder. Herkes onu lisânen görür, ses ve
harf olarak işitir.
25 Soru: “el-Vesîle”
başkasına değil de sadece ona mı mahsustur yoksa hadiste “el-Vesîle sadece
Allah’ın bir tek kuluna verilecektir. Ben de o kul olmayı ümit ederim.”
denildiği için başkasına da verilmesi doğru olur mu? Hiçbir nas ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) verileceğini kaydetmemiştir.
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in 74. bâbın 93. cevabında dediği gibi, Allah’ın kendisiyle bize
hidâyet verdiği Peygamber’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında, Allah’a
karşı edebinden dolayı kimsenin kendisi için el-Vesîle’yi istemesi câiz
olmadığını söylemekteyiz. Onu kendi nefsimize tercih etmemiz gere5
kir.
Bizim kendisi için el-Vesîle’yi istememizi bizden talep etmesi, sadece onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize karşı tevazuu ve müşaverede olduğu gibi
ülfet tesisi sâikiyledir. Dolayısıyla edep, îsar, mürüvvet ve güzel ahlâkın bir
gereği olarak, şayet el-Vesîle bizim olsaydı dahi bize onu Resûlullah’a
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) hibe etmek düşerdi. Zira onun yüksek makamını ve
Allah katındaki konumu10 nu bildiğimiz için, o
daha önceliklidir. Bizim kendimiz için el-Vesîle’yi istememizin haram olduğunu
destekleyen hususlardan biri de ulemânın el-Hasâis’te, Hz. Peygamber’in
kendisiyle evlenmek için velîsine gittiği kadınla evlilik isteğinin haram
olduğuna dair zikrettikleridir. Bu nedenle Ebû Bekir, Ömer kendisine kızı
Hafsa ile evlenmeyi teklif ettiğinde, 15 bunu
reddetmiş ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun hakkında
konuştuğunu işittiğini söylemiştir.
Şöyle dedim: el-Fütûhafın
Mısır’daki nüshalarının birinde, şunu gördüm: Herkesin kendisi için
el-Vesîle’yi istemesi câizdir. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
bunu kendisi için tayin etmemiştir. Bu nüshanın, Şeyh’e ait olma20
yan ifadelerin sokuşturulduğu nüshalardan biri olması mümkündür. Ya da onun
337. bâbda ifade ettiği şu sözünden dolayı terk edilen görüşüdür: “Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) cennetlerdeki menzili, bütün cennetlerin
kendisinden ayrıldığı el-Vesîle’dir. O, Adn cennetindeki ikamet yurdudur.
Bütün cennetlerin her birinde onun bir şubesi vardır. Bu şubeden Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), o cen25 netin
ehline zuhûr eder. O, bütün cennetlerde bulunan en yüksek makamdır. Şeyh’e,
sokuşturulan nüshalardaki sözleri, izafe ederek, itiraz etmekten sakın! En
doğrusunu Allah bilir.
OTUZ
ÜÇÜNCÜ MEBHAS
Nübüvvet ve Risâletin Başlangıcı,
İkisi Arasındaki Fark, Tek Bir Asırda İki Peygamberin Peygamberliğinin İmkânsız
Olması, Her Peygamberin Halife Olmadığı Ve Başka Bir Kitapta Yer Almayan Daha
Başka Kıymetli Konular Hakkındadır
Ey kardeş! Bil ki sahih rivayetlerde
kaydedildiğine göre, Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gelen vahyin
başlangıcı, sadık rüya şeklinde olmuştur.
Soru: Vahyin
başlangıcının hakikati nedir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 73. bâbında 25. cevapta dediği gibi, vahyin başlangıcıyla
kastedilen, mücerred aklî mânaların, hayal mertebesinde ister uykuda ister
uyanıklıkta olsun sınırlı hissî kalıplara inmesidir.
Soru: O
hâlde bu (vahiy), nefsin idraklerindendir?
Cevap: Evet,
Yüce Allah’ın “Beşer şeklinde göründü.”101 âyetinde belirtildiği
gibi, duyunun idraklerindendir ve duyuların mertebesindendir. Şeyh Muhyiddin
şöyle demiştir: Hayal mertebesinde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
ilmi süt sûretinde idrak etmiştir. Bu nedenle rüyaları bununla yorumlanırdı.
Bu, Allah Teâlâ’nın ümmetine bıraktığı nübüvvetin cüzlerindendir. Zira mutlak
olarak nübüvvet sonlandırılmamış, “Kur’ân’ı hıfzeden kimse, nübüvveti iki yanı
arasına yerleştirmiştir.” hadisinde işaret edildiği gibi, sadece teşrîî nübüvvet
kaldırılmıştır. Diğer anlamda ise nübüvvet şüphesiz bir şekilde devam
etmektedir. “Benden sonra ne bir nebî ne de bir resul vardır.” hadisiyle kastedilen,
“benden sonra şeriat koyucu (müşerrî) yoktur” şeklindedir.
Soru: Rüyanın,
onun nübüvvetinin kırk altı cüzünden bir cüz olmasının ve bu sayının hikmeti
nedir?
Cevap: Cüzlerin
bu sayı ile belirlenmiş olması, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nübüvvetinin
yirmi üç yıl olması nedeniyledir. Sadık rüyası ise altı ay devam etmiştir.
Altı ay, yirmi üç yıla nispet edildiğinde kırk altı cüzden bir cüz eder. Bu
cüzlerin her peygamberin peygamberliği için bulunması gerekmez. Bir peygambere
bundan daha fazla vahyedilmiş olabilir. Dolayısıyla bu durumda elli, altmış
veya daha fazla cüz olabilir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Velâyet
makamı, nübüvvetin gerektirdiği vasıflardan biri midir yoksa peygamberlerde
bulunmayan başka bir vasıf mıdır?
Cevap: Allah’ın
kullarına olan velâyeti, genel ve kapsayıcı felektir ki bu en büyük dairedir.
Allah’ın dilediği kullarını risâlet, nübüvvet, iman ve 5
benzeri
gibi mutlak velâyetin hükümleriyle belirlemesi, bunun hüküm ve hakikatleri
kapsamındadır. Her resulün nebî, her nebînin velî ve her velînin de aynı
zamanda mümin olması gerekir.
Soru: Risâlet
ve nübüvvetin hükmü ne zamana kadar devam eder?
Cevap: Risâlet,
insanlar cennet ya da cehenneme girinceye kadar de10
vam
eder. Nübüvvetin hükmü ise sadece dünayaya has olmayıp âhirette de devam eder.
Soru: Risâletin
hakikati nedir? Hâl midir yoksa makam mıdır?
Cevap: Şeyh’in
158. bâbda dediği gibi, risâletin hakikati Allah’ın kelâmının mütekellimden
dinleyiciye ulaştırılmasıdır. Buna göre tebliğ 15 sona
erdikten sonra, devamlılığı söz konusu olmadığı için makam değil de hâldir.
Dolayısıyla risâletin hükmü anbean yenilenmeye devam etmektedir. Zira Yüce
Allah “Ne zaman Rab’lerinden kendilerine yeni bir ihtar gelse”[190]
buyurmaktadır. Getirilen şey risâlettir. Yeni bir ihtar ise kendisine elçi
gönderilen dinleyici kimsede gerçekleşmektedir. Bu ne20
denle
risâlet ilmi süt şeklinde zuhûr etmiştir. Çünkü gönderilen süttür.
157. bâbda şöyle
demiştir “Bil ki risâlet gönderen ile kendisine gönderilen arasında ortada
bulunan kevnî bir özelliktir. Gönderilen şey bazen risâlet olarak da tâbir
edilebilir. Risâlet bazen, tebliğin bitmesiyle biten resulün hâli de olabilir.
Yüce Allah “Peygamberin görevi, tebliğ etmekten 25 ibarettir.”[191]
buyurmaktadır. Buradaki risâlet, kendisiyle gönderildiği ve
tebliğ ettiği şeydir. Kur’ân’da da her
geçtiği yerde bu şekilde geçmiştir. Resul bu risâleti kimi zaman mesajı kalbine
indiren kudsî bir ruhî vasıtasıyla kimi zaman da meleğin kendisine bir adam
şeklinde temessül etmesiyle kabul eder. Bu vasfa sahip olmayan hiçbir vahiy
‘beşerî risâlet’ 30 olarak
isimlendirilmez. Bunlar vahiy, ilham ya da vücûddur (vecd). Yahut da
zikrettiğimiz gibi, kudsî bir ruhî vasıta değilse, risâlet değildir.
Soru: Nebî
ile resul arasında ne fark vardır?
Cevap: Aralarındaki
fark şudur: Nebîye Cebrâil bir şey getirdiğinde, bunu sadece kendi nefsi için
alır ve başkasına tebliğ etmesi haramdır. Şayet ona “Sana indirileni tebliğ
et!” denilirse -bu ya belirli bir topluluğadır ya da sadece Hz. Muhammed’e
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) has olmak üzere gibi herkesedirbu açıdan resul
olarak isimlendirilir. Şayet gönderildiği kimseler için olmayan bir hüküm
kendisine tahsis edilmemişse o zaman resuldür, nebî değildir. Bununla
evliyâları kapsamayan teşriî nübüvveti kastediyorum. Böylece sadece kendi nefsine
has olmayan hükümler verilen her peygamber nebî değil, resuldür. Şayet tebliğ
etmekle beraber kendi nefsine has hükümleri varsa o zaman hem resul hem de
nebîdir. İkrar ettiğimiz üzere tartışmasız bir şekilde her resul nebî değil,
her nebî de resul değildir. En doğrusunu Allah bilir. Şeyh 158. bâbda bu
şekilde zikretmiştir, üzerinde düşün! Şayet “Amelde karşılığı bulunmayan bir
şeyi tebliğ eden kimseye de nebî denilir.” denilirse bu, haber vermesi
açısındandır. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Resul
olmayan nebîlere, Cebrâil vasıtasıyla gelen vahiy, uyanıkken mi gelir uykuda
mı?
Cevap: Usulcülerin
eserlerinde bu konuda bir şey bulamadım. Ancak Şeyh Abdülaziz ed-Dîrînî, Dürerül-Mültekâ
isimli eserinde, Cebrail’in resul olmayan nebîlere vahyi uykularında
getirdiğini kaydetmektedir. Bu konudaki delilinin ne olduğunu bilmiyorum. Bunu
değerlendir.
Soru: Nübüvvet
kısımlara ayrılır mı?
Cevap: Beşerî
nübüvvet iki kısma ayrılır:
1. Allah ile kulu arasında melekî bir
ruh olmadan Allah’tan bir kuluna yönelik olandır. Bu, nefsinde bulduğu birtakım
gayba ait ilâhî haberler ya da tecellîlerdir. Bu haberler, helâl ya da haram
hükümleri içermezler. Aksine Kitap ve Sünnet’in anlamlarını tanıtır ya da
meşruiyeti sabit olan bir hükmün Allah’tan olduğunu tasdik eder. Yahut sıhhati
nakille sabit olan bir hükmün fesadını bildirmek gibi şeyleri ihtiva eder.
Bunların tamamı Allah’ın bir dikkat çekmesi ve kulun nefsinde zuhur eden âdil
birer şahittirler. Bu makama sahip olan bir kimseye, kendisine gönderilen ve
ona tâbi olması emredilen resulün şeriatına aykırı bir şeriatın tahsis edilmesi
asla söz konusu değildir.
2. Beşerî nübüvvetin bu kısmı, Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğinden önceki kimseler
içindir. Bunlar meleğin önünde öğrenci gibidirler. Cebrâil Allah’tan onlara
kendisiyle ibadet edecekleri, dilediğini helâl ve dilediğini haram kılan bir
şeriat getirir. Bunların resullere tâbi olmaları gerekmez. Bu makamın hiçbir
izi, ümmetinin müctehid olan imamlarının dışında, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sonraya kalmaz. Ancak bunların peygamberlere tâbi olmaları
vâciptir. Bunların delille helâl ya da haram belirlemeleri mümkündür.
Soru: Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vasıtası olmaksızın, beşer olan bir
kimsenin bu dünyada bir ilme ulaşması mümkün müdür?
Cevap: Şeyh’in
491. bâbda dediği gibi, dünyada hiç kimse, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) bâtıniyyetinden olmaksızın hiçbir ilim elde edemez. Bunun onun
peygamberliğinden önce veya sonra gelen peygamber ve âlimlerden olması
arasında fark yoktur. Önceki mebhasta genişçe yer verildiği gibi, bu konuyu
uzun uzadıya anlatmıştır.
Soru: Yüce
Allah, velîlerden birisine resul ve nebîlerin sayısını bildirmiş mi ya da
herhangi bir velî keşif yöntemiyle onların tamamıyla bir araya gelmiş midir?
Cevap: Evet,
“Velâyet-i Kübrâ” basamağını hak eden herkes için bu gerçekleşmiştir. Şeyh
Muhyiddin 349. bâbda şöyle demiştir: Bil ki hadiste belirtildiği gibi
peygamberlerin sayısı 124 bindir. Her asırda bu sayı kadar veya daha fazla
velî bulunması gerekir.” Şeyh “Yüce Allah, sahih bir vâkıamda beni, hiçbiri
geride kalmaksızın bütün peygamberlerle bir araya getirdi ve ben onların
tamamını tanıdım. Aynı şekilde onların kademi üzerinde olan velîlerle de bir
araya getirdi ve ben onların tamamını gördüm ve tanıdım.” demiştir. Yine 463.
bâbda da: “Keşfimde bütün nebî, resul ve onların ümmetlerini gördüm. Onlardan
olan ve kıyamete kadar onlardan olacak olan herkesi bir tek seferde müşâhede
ettim.” demiştir. “Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aralarında
olmadan, onlardan bir toplulukla sohbet ettim. Halil (aleyhisselâm)
aralarındaydı ve istekleri üzerine Kur’ân’ın tamamını kendilerine okudum.
Kur’ân’da Allah’ın kendisini andığı her yerde ağlıyordu. Burada bende büyük
bir huşû hâsıl oldu.
Mûsâ (aleyhisselâm) bana keşif,
olayları çözümleme bilgisi ve gece ile gündüzü dönüştürme ilmini verdi. Hûd
(aleyhisselâm), varlıkta meydana gelen ve bir tek kendisinden öğrenebildiğim
bir meseleyi bana aktardı. Îsâ’ya (aleyhisselâm) gelince, bu topluluğun yoluna
ilk defa girerken onun elinde tövbe ettim.” demiştir. Şöyle demiştir: “Bu
vâkıada, benim şekâvette hiçbir payımın olmadığına dair şeyler gördüm. Yine o
anda kendimi Âdem’in (aleyhisselâm) sağında yer alan saîdler arasında gördüm.
Bundan dolayı Allah’a şükrettim.”
73. bâbda şöyle demiştir: “Hiç
kimseyle Îsâ (aleyhisselâm) ile bir araya geldiğim kadar bir araya gelmedim.
Onunla her bir araya geldiğimde diri ya da ölü, dinde sebat etmem için dua
ederdi. Bu duayı etmeden benden ayrılmazdı. Bana “Ey sevgili!” derdi. Onunla
ilk bir araya geldiğimde, bana zühd ve tecrîdi emretti. Peygamberlerin zâhid
olanlarındandı ve en çok seyahat edeniydi. Emaneti muhafaza eder, kınayanların
kınaması onu bundan alıkoymazdı. Bu nedenle yahudiler ona düşmanlık
etmişlerdir.” Yine 365. bâbda şöyle demiştir: “Bir vakıada da peygamberimiz Hz.
Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gördüm. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e
kadar bütün peygamberleri gördüm. Yüce Allah, onlara iman eden geçmiş ve
kıyamete kadar gelecek olan herkesi bana gösterdi. Onların has (seçkin) ve avam
olanlarını gördüm. Âdem’in sırtında olan bütün saîdleri ve onların sayısını
öğrendim. Onlardan cennet veya cehennem ehli olan hiçbir kimse şu anda bana
için gizli değildir. Ancak çok oldukları için Yüce Allah cehennemliklerin
sayısını bana vermedi. Onların sayısını sadece Allah bilir. Bu keşfimde, bütün
nebî ve resullerle onlara tâbi olanların mertebelerini öğrendim. Süflî ya da
ulvî âlemde bulunan ve mücmel olarak iman ettiğim her şeyi öğrendim. Bunların
tamamını görerek müşâhede ettim ve gördüklerim imanımda bir sarsıntı meydana getirmedi.
İlmim, görmem ve müşâhedemden dolayı değil, Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) “Şöyle söyle ve şöyle yap.” dediği için bunları söylemeye ve yapmaya
devam ettim. İmanın sevabından mahrum kalmamak için, bir tek anda iman ile
görmeyi birleştirdim.” Şunu söyledi “Bu makam, şu zamana kadar başka
tadanını/erişenini görmediğim bir makamdır. Ricâlullah arasında buna nâil olan
kimselerin olduğunu bilsem de onlarla uyanıkken ve şifahî olarak bir araya
gelmedim.” Şöyle demiştir: “Bu, Hak Teâlâ’nın katından, varlıktan yana beni
bilgi sahibi kıldığı bir şeye zihnimi asla bağlamamam sebebiyledir.
Doğrusu ben zihnimi, razı olduğu
şeylerde, -nefsimin hevâsı buna muhalefet etse debeni istihdam etsin ve O’ndan
ve O’nu müşâhede etmekten beni uzaklaştıran bir şeyin vuku bulmasından beni
korusun diye Hak Teâlâ ile beraber tuttum. Ben Allah Teâlâ’nın kullarından
hiçbir üstünlüğü olmayan 5 mahza kulum ve bütün
âlemin bilginin kıdemine itaat etmesini temenni ederim.” Şöyle de demiştir
“Bunları nimeti anlatma bağlamında ve kardeşleri ricâlin makamlarına ulaşmayı
talep etmeye teşvik etmek için zikrettim.”
Soru: Yüce
Allah’ın “İradesiyle ilgili vahyi kullarından dilediğine, kendi indirir.”[192]
âyetinin anlamı nedir?
10 Cevap: Buradaki
vahiy (ruh), Allah’tan kullarının kalbine aktarılan şeydir. Allah’ın emri de
(irade) bunu aktarandır (ilkâ). Zira bu ruhun şekli, Allah’ın “Benden başka
ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının.”[193]
âyetindeki gibidir. Şayet şekli böyle olmasaydı “O’ndan başka ilâh yoktur.”
derdi. Bu makamda vasıtalar kaldırılmıştır. Herhangi bir varlıkları 15
söz
konusu değildir. Çünkü indirilen vahiyle ruh aynı şeydir. İndiren (ilkâ eden)
ise başkası değil, sadece Allah’tır. Burada ruh, melekle aynı değildir.
Soru: Melekler
bu ruhu bilirler mi?
Cevap: Melekler
bu ruhu bilmez, onun cinsinden değildir. Zira o meçhul ve nûrânî bir ruh
değildir. Melek ise nûrdaki bir ruhtur. Şeyh 238. bâbda şöyle 20
demiştir
“Bu, biz ve diğer peygamberlere (aleyhisselâm) verilen bir rızıktır. Melekî ruhların
kulların kalbine inişine gelince, bunlar Rab olan Allah’ın emri olmadan
inmezler. Bunun anlamı, Allah’ın hitap mertebesinde onlara indirmeyi emretmesi
değildir. Onlara, makamları sebebiyle kendi zâtlarından bilmelerinin uygun
olmadığı, indirdikleri kimselerin sûretinde olan şeyi ilkâ eder. Böylece Yü25
ce
Allah’ın, kendilerinden nefislerinde bulunan ve kendilerine uygun olmayan vahyi
indirmeyi ve bunun için inmeyi murad ettiğini bilirler. Zira o beşerin
özelliklerindendir. Beşer, indirileni kendilerinde bulunan şekil üzere müşâhede
eder. [Melekler] bu şekil (sûret) üzerinden onun yeryüzündeki sahibinin kim
olduğunu bilirler, kendilerine ilkâ edileni ona indirir ve ilkâ ederler. Bu
indirilen 30 vahiy ve şeriat
olarak isimlendirilir. Şayet o, sıfat olarak Allah Teâlâ’ya ait ise bu durumda
Kur’ân, Furkân, Tevrat, Zebur, İncil veya suhuf olarak isimlendirilir.
Şayet
sıfat değil de fiil hükmüyle Allah’a ait ise hadis, haber, sünnet ve rey olarak
isimlendirilir.” Şeyh “Aynı şekilde bazen ilâhî emri hitap mertebesinden de
indirirler.” demiştir.
Soru:
Meleğin
“(Cebrâil şöyle dedi:) Biz ancak Rabb’inin emriyle ineriz. Önümüzdekiler,
arkamızdakiler ve bunların arasındakiler hep O’nundur. Rabb’in unutkan
değildir.”106 şeklindeki sözünün ve buradaki unutmanın anlamı
nedir?
Cevap:
Bunun anlamı
senin Rabb’in (melekler) yokluk ve hitap halinde O’nun ilminde âyân-ı sâbite
iken, Cebrâil’in Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söylediklerini
unutan değildir. “Unutan” sözü doğrudur zira hudûsla nitelenmeyen Allah’ın
gerçek varlığında gerçekleşmiş bir olayı hikâye etmektedir. Sonra bu âyânlar
(hakikatler) varlığa geldiklerinde varlığa gelmezden evvel, kendilerinin yok
olmaları sebebiyle bilmedikleri Hak Teâlâ’nın ise bildiği şeyleri haber
verirler. ez-Zührî’den rivayet edilir ki bir keresinde güvenilir râvilerden
birinden rivayette bulunmuş ve “Filan benim şöyle şöyle dediğimi benden
aktarmıştır.” demiştir. ez-Zührî, rivayeti bilmese de “Filan aktarmıştır.”
dediği için isnad devam etmiştir. Şeyh bunu 87. bâbda zikretmiştir. 39.
Mebhas’ta ‘Meleklerin Hâlleri’ konusuna geniş yer verilecektir. Oraya bak. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Nübüvvet de
velâyet gibi kazanılmış (müktesep) mıdır? Yahut denildiği üzere nebînin
velâyeti kendisinde midir? Yoksa Allah tarafından verilmiş (mevhûb) midir?
Cevap:
Hem nebînin
hem de velînin velâyeti mükteseptir. Nübüvvet dışındaki her şey kesbîdir.
Bunun izahı şudur: Yüce Allah Teâlâ, yaratılmışları ilminde yer aldığı şekilde
farklı konumlarda yaratmıştır. Melekleri melek, resulleri resul, nebîleri nebî,
velîleri velî, müminleri mümin, münafıkları münafık ve kâfirleri de kâfir
kılmıştır. Bunların tamamı Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın katında belirlenmiştir
ve bunlar ne bir eksik ne de fazla olurlar ne de biri diğeriyle yer değiştirir.
Hiçbir varlık yaratılmadığı bir makamda bir şey yapmaz. Aksine her şey
tamamlanmıştır. Hiç kimse de onun mecrasından akmaz. Hiç kimse başkasının
yoluna girerek yürümez. Zira birisi başkasının merdiveninde yükselirse,
nübüvvet müktesep olurdu ve nebî olmayan kimse de onu elde edebilirdi. Hâlbuki
böyle bir şey vâki olmamıştır.
Ayrıca
Şeyh 19. bâbda şöyle demiştir: Ehlullahtan olan her şahıs için bir merdiven
vardır ve başkası bununla yükselemez. Zira birisi başkasının merdiveninde
yükselebilseydi nübüvvet müktesep olurdu. Hâlbuki durum bunun aksinedir.
5 Soru: “Nübüvvet
mükteseptir.” diyen kimsenin görüşündeki şüphe nedir?
Cevap:
Buradaki
şüphe, peygamberleri risâletlerinden önce görmesidir. Peygamberlerin Hak
Teâlâ’nın kaderleri takdir ettiği zamandaki hâllerine dönebilmeleri için, vahyi
alma yeteneklerinin kuvvetlenmesi niyetiyle ibadet etmeleri ve sakınmaları
gerekir. Bunlar, onların ibadet ve sakınmalarına 10 sonra da peygamber olmalarına
bakınca nübüvvetin müktesep olduğunu zannetmişlerdir. Bu, vehim ve kusurlu
bakıştır.
Soru:
Gerçekleşmiş
olan peygamberliği inkâr edenlerin şüphesi nedir?
Cevap:
İnkâr
etmelerinin sebebi, nefsinin cehverini tabiî kirlerden arındıran ve örfte
belirlenen güzel ahlâkla ahlâklanan her kişinin bir meleğin lisanı 15
üzere gelen vahiy
olmaksızın nebî olacağını sanmalarıdır. “Kalbi arındığında, Levh-i mahfûz ve
diğer yerlerde bilkuvve olarak bulunan, ulvî âlemdeki semavî ilimlerin tamamı
onun kalbine nakşedilir bu durumda gayb hakkında konuşabilir.” demişlerdir.
Onlar, işte böyle bir kimseyi peygamber olarak isimlendirmektedir. Şeyh bunu
365. bâbda zikretmiş ve şöyle demiştir: “Her 20 ne kadar onların ilâhî
ilimlerin nakşedilmesine dair söyledikleri mümkün ise de bize ve ehlullaha göre
durum bunların dediği gibi değildir. Zira herhangi bir peygamber ya da hakîmin
nefsinin özünü arındırdığı ve her nefeste hâlinin kuşattığı şeyi ilmen ihata
ettiğine dair bir bilgi gelmemiştir. Aksine bunun nihai noktası bazı şeyleri
bilmek bazılarını ise bilmemektir.” Nübüvveti 25 inkâr edenlerin görüşlerini
uzun uzadıya reddetmiştir. Allah’a yemin olsun ki “Âlemin Hudûsü” başlığında
geçtiği gibi, Şeyh’in filozof olduğunu iddia edenler yalan söylemekte ve iftira
atmaktadırlar.
Yine
298. bâbda şöyle demiştir: “Kim nübüvvetin müktesep olduğunu söylemişse hata
etmiştir. Zira nübüvvet kesinlikle ilâhî bir tahsistir.” Yine 30
“Müktesep olduğunu
iddia edenin şüphesi, bunun Allah’tan değil de akıl ve ulvî ruhların feyzinden
olduğunu zannetmesidir.” demiştir. 84. bâbda ise “Bil ki emredilen her şey
mükteseptir. Bu nedenle ‘Makamlar müktesep, hâller ise vehbîdir (mevhûb).’
demişlerdir.” demiştir.
Soru:
Bütün resuller
halife midir yoksa sadece bazıları mı halifedir?
Cevap:
Şeyh’in 48.
bâbda dediği gibi, her resul, halife değildir. Hilâfet, Dâvûd (aleyhisselâm)
gibi Yüce Allah’ın halife olduğunu açıkça belirttiği kimsede olur. Dolayısıyla
o, hem resul hem de halifedir. Zira Allah ona, insanlar arasında hak ile
hükmetmesini söylemiştir. Âdem’e (aleyhisselâm) gelince, Yüce Allah ona hilâfeti
toplu olarak (mücmel) vermiştir. Ona hükmetmesini söylememiştir.
Soru:
Hilâfet ile
risâlet arasında ne fark vardır?
Cevap:
Halife ile
resul arasındaki fark şudur ki halife kendisinde halifelik sıfatlarını bir
arada toplayan her kimseye denir; o emreder, nehyeder, cezalandırır ve affeder.
Allah bize ona itaat etmemizi emretmiştir. İşte halife budur. Resul ise,
Allah’ın emrini ve nehyini tebliğ eden, dilediği her şeyi kendiliğinden
emredemeyen ve nehyedemeyen kimsedir. Bu da halife değil, Rabb’inin mesajlarını
tebliğ eden resuldür.
Şöyle
dedim: Ancak
Hak Teâlâ’nın açıkça hükmetmesini söylemediği resul de teklif ve diğer
hususları bize bildirme noktasında, Hakk’ın nâibi olması bağlamında, halife
olarak isimlendirilebilir. En doğrusunu Allah bilir. Ma‘lûmdur ki
Hakk’ın açıkça emretmediği hususlarda halife dilediği hükmü verebilir ki bu
durum resul için söz konusu değildir. Yüce Allah “Allah’a itaat ediniz, Resul’e
ve sizden olan yetki sahiplerine de itaat ediniz.”107 buyurmuştur.
Yani Allah’ın Hz. Muhammed’in diliyle size emrettiklerine ve onun “Allah size
şunu emrediyor.” dedikleri konusunda “Allah’a itaat ediniz.” Emirlerimden ona
ulaşmayanlar ve onun size “bu bendendir” demediği şeyler konusunda “Allah’a
itaat ediniz.” Bu te’vili “Allah’a itaat ediniz!” âyeti desteklemektedir.
Allah’ın itaat edilmesi beklenen emrini peygamberine itaatten ayırmıştır. Şayet
bununla kastedilen onun Allah’ın bize emrettiklerinden bize tebliğ ettikleri
olsaydı, böyle olmazdı. Ayrıca peygamberine itaat etmesini emretmesi de
fazlalık olurdu. O hâlde, ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) itaatle
kastedilenin onun “Allah’tandır” demediği emir ve nehiylerdeki itaat olduğu
kesinleşmiş oldu. Allah izin verirse, “Peygamberlere İtaat ve Onları Anlama”
başlığı altında buna geniş yer verilecektir.
Soru:
Peygamberlerin
makamları dikkate alındığında, Benim ecrim sadece Allah’tandır.”108
âyetinde işaret edildiği gibi, peygamberlerin tebliğ etmelerinden dolayı
Allah’tan ecir talep etmeleri, onların kulluğunun kemâlini zedeler mi?
Cevap:
Şeyh’in el-Fütûhât\n
“Zekâtın Sırları” bâbında dediği gibi bu, peygamberlerin kulluğuna zarar
vermez. Nûh’un (aleyhisselâm) “Benim ecrim Allah’tandır.” demesi, bize her
hâlis amel için Allah’tan ecir istenebileceğini öğretmek içindir. Bu da kulu,
kulluğunun vasıflarından çıkarmaz. Sen işçi sûretinde bir kulsun işçi
değilsin. İşçinin hakikati, kendisini kiralayan kimseye kölelik ilgisi olmadan
ücret karşılığı çalıştırılan kimse olmasıdır. Oysa efendi kölesini kiralamaz.
İş, ücreti gerektirir ancak o almaz. Oysa işçi (âmil) ücreti alır ki bu da
kuldur ve Allah Teâlâ’dan ücreti alır. Böylece ücreti alma konusunda işçiye
benzetilmiş ancak kiralama konusunda ondan ayrılmıştır.
Soru:
Ücreti terk
etmek mi yoksa onu Allah Teâlâ’dan bir sadaka olarak almak mı daha
faziletlidir?
Cevap:
Şeyh’in ezanla
ilgili olarak söylediği gibi, muhakkikler ücretin alınmasının -başkasından
değil de sadece Allah’tan alınmak şartıylaterk edilmesinden daha faziletli
olduğu görüşündedirler. Kâmil olan kimseler için ücret talep etmek ve almak
minnet ve yoksulluğu izhar kabîlindendir, hak etmeleri açısından değil. Bu da
yenilen ve faydalanılan şeylerden dolayıdır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya davet
etme makamı ücreti gerektirir. Kavmini Allah Teâlâ’ya çağıran bütün
peygamberler, onlardan ücret istemediğini söylemiştir. Bu durum ücretin
gerçekleştiğini, ancak bunu Allah Teâlâ’dan istemenin tercih edildiğini
göstermektedir.
Şöyle
dedim: Buradan
öğreticilik yapan vâiz, müderris ve müftülerimizin de buna karşılık ücret
alabileceklerine dair sonuç ortaya çıkmaktadır. Zira Allah resullerinin tümünün
tanıklığıyla birlikte bu, ücreti gerektiren bir iştir. Aynı zamanda bu ücreti
insanlardan almamayı ve peygamberlere (aleyhisselâm) uyarak Allah Teâlâ’dan
istemeyi tercih etme hakkı vardır. Zira bu, kul efendisinin mülkiyetinde ve
bizzat onun malı olduğu için, ondan ücret almayı hak etmediğinden dolayı,
Allah’ın kuluna olan lutfuyla verdiği bir ecirdir.
Şeyh 316. bâbda da şöyle
demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ’nın kulu istihdam etmesi, kulun iki hâlinden
biriyledir: Ya sırf ibadet eder ya da ücret almak için ibadet eder. Kul olması
itibariyle namaz, zekât ve bütün farzları yerine getirmekle mükelleftir.
Farzını edâ etme açısından bunların hiçbiri 5 için ecir söz konusu değildir.
Bu ibadetler için Allah’ın kuluna ihsan ettiği ücret cihetinden olmayan ve
ecirden daha faziletli nimetler vardır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın davet ve teşvik
ettiği kula farz olmayan ibadetler vardır ve bu mendup amellere ecir farz
kılınmıştır. Kim bu mendup amellerle Efendi’sine yaklaşırsa ona ücretini verir.
Yaklaşmayan her kimse bu ecri talep 10 edemez bunun için
cezalandırılmaz da. İşte bu açıdan kulun hükmü işçinin (ecir) hükmü gibidir.
Farz için kulları ile Allah arasında ahid olmasına mukabil bir ceza (karşılık)
vardır. Nâfilelerin ise ücretleri söz konusudur. Bu, kudsî hadiste “Kul ben onu
sevinceye kadar nâfilelerle bana yaklaşmaya devam eder.” şeklindeki ifadede de
görülür. Buna göre nâfileler, Hak 15 Teâlâ’nın muhabbetiyle
sonuçlanır. Buradaki nükte, nâfileyi yapan, işçi gibi gönüllü bir kuldur. Kul,
kendi nefsine değil de Allah’a kul olmayı tercih ettiği zaman, Allah Teâlâ’yı
kendi hevâsına tercih etmiş olur. Farzlarda ise zorunlu bir kuldur. Zira
kulluk, kendisine farz kılınan hususlarda efendisine hizmet etmeyi gerektirir.
Bundan kulun zorunlu ubûdiyyeti ile ihtiyarî 20 ubûdiyyeti arasındaki
ilişkinin, işçi ile memlûk olan köle arasındaki ilişki gibi olduğu
anlaşılmaktadır. Aslen köle birisinin efendisinden ücret almayı hak etmesi söz
konusu olmaz. Sadece efendisinden beslenme ve giyinme gibi ihtiyaçlarını
giderir ve görevlerini de yerine getirir. Gece-gündüz efendisinin evinde
kalır, efendisi onu bir işe göndermedikçe oradan ayrılmaz. 25
O dünyevî
işlerinde Allah Teâlâ ile bu şekildedir, onun kıyamet gününde ve cennetteki
hâli de böyledir. Tüm bunlar efendisinin mülküdür ve o bu mülkte, efendisinin
izniyle, -mâlik ve işçinin tasarruf şeklinde olduğu gibitasarrufta bulunur.
Nafakası ve kisvesi ondandır, malı da efendisine ve onu kiraya verene (mûcir)
aittir. Bu şahsın, onların [efendi-kiraya veren] 30 sırlarını öğrenme ve
ücretlendiği miktarın dışında onların tasarruf etme hakkı yoktur. İşçiliğinin
süresi bitip ücretini aldığında, mûcirinden ayrılıp ailesiyle ilgilenir. Bu
açıdan onun [alacağı başka bir] hakkı yoktur ve işverenden bir şey talep
etmesi söz konusu değildir. Ancak mal sahibi lütuf kabîlinden olarak arkasından
ona hediyeler göndererek ihsanda bulunabilir.
Soru:
Cennette de
dünyada olduğu gibi, zorunlu bir kulluk var mıdır?
Cevap:
Âhirette
kısıtlılık olmadığı için, zorunlu kulluk da kesinlikle yoktur. Ey kardeş, senin
dikkatini çektiğim hususları anladıysan, nefislerinin hevâsı ya da Allah’ın
yaratıklarından başka birisinin hevâsı asla kendi5 lerini etkilemeyen, hâlis
kullar olmalarına rağmen, peygamberlerin hangi makamda “Benim ücretim
Allah’tandır.” dediklerini de bilirsin. Çünkü ücret talep etmek, onların ilâhî
isimlerin hükmü altına girmelerine bağlıdır. Buradan ücret söz konusu olur.
Zorunlu hâllerde ise onlar zaten Zât-ı [İlâhîni]n kulları ve O’nun mülküdürler.
İsimler, eserlerinin kendilerinde 10 zuhûr etmesi için, sürekli
onları talep eder. Her isim onları çağırır ve “Emrimin altına girin, size şunu
vereceğim.” der. Onlar diledikleri ismin altına girmeyi tercih edebilirler.
Efendisi, zâta olan kulluk itibariyle, kendisini çağırıncaya kadar, onlardan
birisi bu ismin hizmetinde devam eder. Bu durumda bütün ilâhî isimleri bırakır
ve efendisinin davetine uyar. Kendi15 sine emredileni yaptıktan sonra
dilediği isme döner. Bu nedenle insan, farz namazın kâmetini işitinceye kadar
nâfile kılar. Bunu işitince derhal bütün nafileleri terk etmekle Sahibi ve
Efendi’sinin farzını yerine getirmekle emrolunur. Bitirdikten sonra dilediği
nâfileyi tercih edebilir.
Soru:
Hangi
mertebede peygamberlerin ücreti Allah Teâlâ’ya aittir?
20 Cevap: Efendilik
mertebesinde Allah’a aittir. Zira onları tebliğ etmede istihdam eden O’dur.
Soru:
Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ücretinin niyet, azim ya da davet edilenler açısından
yaşadığı yorgunluk veya rahatlığa bağlı olarak artırılması veya eksiltilmesi
söz konusu mudur?
25 Cevap: Şeyh’in
417. bâbda dediği gibi, her peygamberin ecri, muhaliflere karşı çektiği
sıkıntı miktarınca olur.
Soru:
Resul ya da
vâiz gibilerinin indinde ecrin ne kadar olduğu bilinmemesine rağmen Allah’tan
ecir talep edilmesi nasıl doğru olur?
Cevap:
Resul’ün, bu
ecrin Allah Teâlâ’nın bilgisi dâhilinde olduğunu 30 bilmesi sebebiyle meçhul
olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan ecir istemesi doğrudur. Bu durum halktan meçhul
ecir istemenin aksinedir. Çünkü burada ancakecri (ücreti) bilmesinden sonra
[talebi] sahih olur.
Soru:
Kavmi
kendisini reddedip onun peygamberliğini kabul etmedikleri takdirde de
peygamberin bir ecri var mıdır?
Cevap:
Evet,
peygamberin bundan dolayı bir ecri vardır. Ancak bu belâya sabredeningibidir.
Böyle bir peygambere, ümmeti içerisinde onun 5 peygamberliğini reddedenlerin
sayısı kadar -sayıları ne kadar olursa olsunecir vardır. Bu durum, Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla amel eden ve buna iman eden
birisinin, bütün şeriatlar Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
şeriatında toplandığı için, bütün peygamberlere tâbi olanların tamamının ecri
kadar ecir almasına benzer.
10 Soru: “Peygamber
olarak seçtiklerinden başka gaybını kimseye açmaz.”[194] âyetiyle
işaret edilen ve Allah Teâlâ’nın peygamberlerini haberdar kıldığı gayb nedir?
Kendilerine vahyedilen tekliflerin hükümlerinden gâib olanlar mıdır, başkası
mıdır?
Cevap:
Şeyh’in 321.
bâbda dediği gibi, peygamberlere has olan bu 15 gaybla kastedilen, kullara gâib
olan teklifle ilgili bilgidir. Akılları tek başına bunu idrak etmeye yetmez. Bu
sebeple melekleri [tekliflerin bilgisi] için bir gözetleyici ve korunak
kılmıştır ki böylece Allah’ın kullarının saadeti için bir yol kıldığı emir ve
nehiyden mürekkep olan tekliflerden peygamberin bizzat amel edeceği şeye
şeytanlar [bir şey] ilkâ etmesin. Bu gaybın, pey20 gamberin Allah Teâlâ’dan alarak
tebliğ ettiği peygamberlik bilgisi olduğuna dair görüşümüzü “Rablerinin vahiylerini
tebliğ ettiklerini bilsin.”[195]
âyeti de destekler. Şeytanın onlara, yani peygamberlere bir şey ilkâ etmediği
bilindiği için, âyetteki risâlet (vahiy) kelimesi “Rablerinin” tâbirine izâfe
edilmiştir. Dolayısıyla bu vahyin başkasından değil, sadece Allah Teâlâ’dan 25
geldiği konusunda
tam bir kanaat sahibi olurlar.
Soru:
Yüce Allah’ın,
peygamber olarak seçtiklerine bildirdiği bu bilgi, meleğin bildirmesiyle mi
yoksa meleğin vasıtası olmadan doğrudan mı gerçekleşmektedir?
Cevap:
Bunda meleğin
vasıta olması söz konusu değildir. Melekler vah30 ye vasıta olmadıkları zaman
nûrlarıyla, ayın etrafındaki hale gibi, peygamberin etrafını sararlar.
Şeytanlar bunun gerisinde kalır ve daha önce geçtiği gibi Allah bu peygambere,
tekliflere taalluk eden gayb bilgisinden dilediğini izhar edene kadar, söz
konusu peygambere ulaşmaya bir yol bulamazlar. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir:
Ne el-FütûhâtÜl-Mekiyyede ne de başka bir kitabımızda, sadece Hak
Teâlâ’da bulunan ve “O’nun katında gaybın anahtarları vardır. O’ndan başkası
bilmez.”111 âyetiyle işaret edilen “gaybü’l-muhalî” olarak
isimlendirilen gaybı tasavvur etmekten daha zor bir şey yoktur. Berzah âlemiyle
şehâdet âlemi arasında bulunduğu ve bunların hiçbirinden kurtulmadığı için, bu
muhaldir. Bu, Sıddîk’ın diğerlerine tercih edildiği şeydir ve çok az kimseye
bu verilmiştir.
Soru:
Hz.
Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vahiy nâzil olduğu anda üstü
örtülecek kadar üşümesinin hikmeti nedir?
Cevap:
Bunun hikmeti
şudur ki vahiy nâzil olduğu anda Peygamber ile meleğin ruhunun karşılaşmasından
meydana gelen baskının şiddetiyle Hz. Peygamber terlerdi. Hariçteki hava
bedendeki rutubetle birlikte, bütün kuvvetiyle ter gözeneklerini kapatır ve
hariçteki soğuk hava boşluklarına giremezdi. Daha sonra Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) yaşadığı bu durum bitip melek ayrıldığında, bedenî mizacı
sakinleşir ve tabii harareti canlanırdı. Bunun izahı şudur: Melek peygambere,
haberî bir bilgiye yahut bir hükme taalluk eden bir şey getirdiğinde ondan
bunu insanî ruh alır ve biri dinleyerek diğeri ilkâ ederek birbirlerine mülâki
olurlar. Her ikisi de nûrdur. Hal böyleyken onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
mizacı keskinleşmeye başlar, parlar ve mizacın tabii harareti harakete geçer.
Öyle ki; durumun şiddetinden dolayı peygamberin yüzü değişir. Bu vaziyet, en
şiddetli hâl olarak ifade edilir. Daha sonra bedenî rutubetler, hararete hâkim
olmak için bedenin yüzeyine çıkarlar. Bundan hâl sahibinde görülen terleme
meydana gelir. Bu hararet durup, gözenekler açıldığında beden dışarıdan soğuk
havayı kabul eder ve bedene geçer, mizaçta üşüme meydana gelir. Bu nedenle
örtünmek ve ısınmak için fazladan kıyafet ister. Bu, soğuk ve titremenin tabii
harerete ve onun zafiyetine hâkim olmasındandır. Bunların tamamının, inişin
ruhanî bir sıfatla kalbe olması hâline has olduğu açıktır. En doğrusunu
Allah bilir.
Soru:
Neden
peygamberler, yanları üzerine değil de sırtüstü uyumayı tercih ederler?
Cevap:
Şeyh’in 331.
bâbda dediği gibi, onlar yüzün mukabilinde olan her şeyin bir ufkunun olduğunu
bilmelerinden dolayı sırtüstü yatarlar. İki tür ufuk olduğu bilinmektedir:
Aşağı ufuk yeryüzü, yukarı ufuk semâdır. Ufuklarının yüksek olması için
sırtüstü yatarlar. 33. bâbda geçtiği gibi, bu5 nun izahı şudur: Kayyûmiyye
sıfatı olan ilâhî vârid onlara geldiği zaman insanın müdebbir ruhuilâhî
ilimlerden olan bu ilâhî vârid ile meşgul olur, kendini yönetmeyi bırakır.
Dolayısıyla cisimde onun kalkışını ve oturmasını muhafaza ve kontrol edecek bir
şey kalmaz. Böylece bünye aslına döner. Bu; -yaygı üzerinde olsa dahiyatıp
uzanma diye tâbir edilen yere yapışmasıdır.
10 Zira yaygı onun toprağa ulaşmasına engeldir. İşte
peygamberlerin kendilerine vahiy geldiği anda sırtüstü yatmalarının sebebi
budur. Ayrıca ruh bu vâridi almaktan fariğ olunca ve vârid Rabb’inin katına
dönünce, bedenin tedbirine rücû eder ve onu yattığı yerden kaldırır. Şeyh’e
göre, hiçbir peygamberin vahyin gelmesi anında ızdrap duyduğuna ve bundan
dolayı ken15 dinden
geçtiğine dair bir bilgi bize gelmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
O hâlde kullar
içinde, vahyin ağırlığını taşımalarından dolayı peygamberlerden daha kuvvetli
biri yoktur.
Cevap:
Evet,
peygamberlerden daha kuvvetli bir kimse yoktur. Zira onlar indiği anda vahyi
taşıdıkları için, taşıyamadan paramparça olan dağ20 lardan [bile] daha
kuvvetlidirler. Şeyh 342. bâbda şöyle demiştir: “Görüşümüzü destekleyen
hususlardan biri de peygamberlerin, kâfirlerin ve başkalarının Allah’ın
yüceliğine yaraşmayan [sözlerini] işitmede dağlardan daha kuvvetli olmaları
ayrıca dağların bu sözleri işitmeye takatlerinin olmamasıdır. Yüce Allah
“Rahman’a çocuk isnat etmelerinden dolayı 25 neredeyse gökler parçalanacak,
yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecektir!”[196] buyurmuştur.
Peygamberler, Allah’ın “Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur.’ dediler. Hıristiyanlar
ise, ‘Îsâ Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler.”[197] âyetindeki
ifadeleri de dinlediler. Ne parçalandılar ne de sarsıldılar, aksine sebat ettiler.
Bu, Allah’ın peygamberlere “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu 30
kendi katımızdan
edinirdik.”[198]
âyeti yönünden tecellî etmesi nedeniyledir.
Onlar
Allah’ın katında yer, gök ve dağların bilmediğini bildiler. Bu bilgi, onlara
Hak Teâlâ için söylenilenlere tahammül etme kuvveti vermiştir.
Şu
vahiy, bu kuvvete sahip olmayan birisine inseydi, kemikleri erirdi. Allah’ın
çocuğu olduğuna inanan kimsenin perdesinin ne kadar kalın ve hakikatleri görme
konusundaki körlüğünün ne kadar şiddetli olduğuna baksana!
Soru:
Hz. Nûh’tan
(aleyhisselâm) önce resul var mıydı, yoksa Hz. Âdem (aleyhisselâm) de dâhil
olmak üzere onların tamamı nebî miydi?
Cevap:
Hz. Nûh’tan
önce herhangi bir resulün olduğuna dair Kitap ve Sünnet’ten bize bir bilgi
gelmemiştir. Onların tamamı sadece nebîydi. Her bir nebî Rabb’inden (cc) aldığı
özel bir şeriat üzereydi. Ancak kavminden dileyen dilediği bir peygamberin
şeriatına girer, dilemeyen girmezdi. Girip de sonra çıkan kâfir olurdu, ancak
hiç girmeyen kâfir olmazdı. Aynı şekilde kendini bir şeriata dâhil edip de
sonra peygamberleri yalanlayan kimse kâfir olurdu; yalanlamayan ve kendini berî
tutan ise kâfir olmazdı.
Şöyle
dedim: İmamın
Müsned’inde merfû bir rivayet gördüm; buna göre Âdem (aleyhisselâm), saygın bir
resuldü. Öncesi ve sonrasıyla birlikte bunu da değerlendir.
Soru:
Allah’ın
“Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.”115
âyeti, risâlet konusunda delil midir?
Cevap:
Şeyh’in 313.
bâbda belirttiği gibi, bu risâlet hakkında bir delil değildir. Şöyle demiştir
“Bu, her ümmet içerisinde Allah Teâlâ’yı ve âhiretle ilgili hususları bilen
birisinin bulunduğunu ve bunun resul değil de nebî olduğunun delilidir. Zira
şayet resul olsaydı bahsi geçen âyette “onlara” denilir, “onlardan”
denilmezdi. Dolayısıyla bu, risâletle ilgili bir delil değildir.” Şöyle
demiştir “Bizim söylediğimiz de budur; aralarında resul yoktu ancak Allah’ı
bilen nebîler vardı. Dileyen onlara muvâfakat eder, onlarla birlikte dinlerine
ve şeriatlarının hükmünün altına girerdi. Dileyen ise bununla yükümlü olmazdı.
Hz. İ drîs (aleyhisselâm) de bunlardandı. Kur’ân’da onun resul olduğuna dair
bir bilgi yoktur, ancak “sıddîk bir nebî” olduğu söylenmiştir. Allah’ın risâlet
kapısını açtığı ilk şahsiyet Hz. Nûh’tur (aleyhisselâm).
Soru:
Kavminin
çoğunun davetine icâbet etmemesi, Nûh’un (aleyhisselâm) azminin zayıflığından
mıdır yoksa hâlinin genişliği ve Allah’a teslim olmanın kendisine galip
gelmesiyle onları uyaracak bir himmetinin olmamasından mıdır?
Cevap:
Davetçilerin
himmetinin, bir bütün olarak davet edilenler üzerinde bir etkisi söz konusu
değildir. Bir resulden bir şeyi kabul eden kimsenin bu kabulü, davetçinin âli
himmeti dolayısıyla değildir. Bu, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına verdiği, bunu
kabul etmeyi gerektiren mizaç sayesindedir. Bu özel mizaç olarak isimlendirilir
ki Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse bunu bilmez. Hadiste belirtildiği gibi, kendisini
yahudileştirecek, hıristiyanlaştıracak ya da mecûsîleştirecek bir ebeveyni
olmaksızın kâfir olan ilk kimse bu mizaçla kâfir olmuştur. Şayet davet
edilende, sadece davetçinin himmetinin bir etkisi olsaydı, Peygamber’in
hitabına muhatap olan herkes, kim olursa olsun, onun himmetinin nüfuzundan
dolayı müslüman olurdu. Ayrıca kavminin kendilerini reddetmesi de
peygamberlerin kemâlini zedelerdi. Oysa bu görüşte olan hiç kimse yoktur.
Dolayısıyla “Şayet vâiz vaazında sadık ve ihlâslı olursa, vaazı dinleyicilerin
kalbini etkiler.” diyen kimsenin sözü geçersizdir. Peygamberlerden daha doğru
sözlü yoktur. Bununla beraber, sözleri bütün dinleyiciler tarafından kabul edilmeyebilir.
[Hatta] aksine [bir etki yaratabilir:] “Nûh, ‘Rabb’im’ dedi, ‘Doğrusu ben kavmimi
gece gündüz hakka çağırdım fakat benim yaptığım çağrı onları daha da
uzaklaştırdı.”116 Onların kesin olan yüksek himmetlerine rağmen, bütün
dinleyiciler peygamberlerin sözünü kabul etmediğine göre, himmetin bir bütün
olarak etki etmesinin söz konusu olmadığını alıyoruz. Daha önce belirtildiği
gibi bu, mizaçtan kaynaklanmaktadır. Bir kimse bir vâizi dinliyor fakat kabul
noktasında onun sözleri hiç etkili olmuyorsa bu, vâizin değil, onun kendisinin
ayıbıdır. Zira selim akıl sahibi olan birisi, kimden gelirse gelsin -Allah’a
ortak koşan bir kimseden [bile] gelsehak sözden etkilenir. Çünkü müşriğin
naklettiği bir vahiy -onu taşıyan [müşrik] kendisiyle amel etmese deher
hâlükârda haktır. İşte akıl sahibi, zahir olduğu mahal açısından değil; hak
olması açısından bunu kabul eder.
Soru:
Bunun izahı
nedir?
Cevap:
Davet edilenin
hâline bakmalısın. Şayet onun bir vâizden kendisini etkilemeyen bir söz
işittiğini, sonra da başka bir vâizden aynı sözleri işitip etkilendiğini
görürsen bil ki bu etki, onun hakkı kabul etmesinden değildir. Bu onunla ikinci
vâiz arasında bulunan bir itikad yahut benzeri bir ortak hususiyet
dolayısıyladır. Dinleyicide kendi nefsinden başka bir şeyin etkisi yoktur.
Kur’ân’da
“Sana düşen, sadece tebliğdir.”[199]
ve “Onları hidâyete erdirmek sana ait değildir.”[200]
buyrulmaktadır. Yani seninle gönderdiklerimizi ve sana beyanını
emrettiklerimizi onlara kabul ettirmek senin görevin değildir. “Fakat Allah,
dilediğini hidâyete erdirir.”[201]
Kimin hidâyette olduğunu en 5 iyi bilen O’dur. Yani kabul edenler özel bir mizaç
üzeredirler ve hidâyete erdiren, onu beyan eden ve muvaffak kılan da sadece
Allah Teâlâ’dır. Mahlûk olan hâdî ise sadece beyan eder. Şeyh bunu 379. bâbda
zikretmiştir.
Soru:
Kur’ân onların
diliyle indiği hâlde, Allah’ın “İnsanlara, kendilerine indirileni beyan etmen
için” âyetinin anlamı nedir? Onları Peygam10 ber’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) beyanına muhtaç kılan sebep nedir?
Cevap:
Bunun sebebi,
her sözde bir icmalin bulunması ve herkesin mücmeli bilmemesidir. Bu nedenle
Hak Teâlâ, ilâhî kitapları resullerin onlarda mücmel olanlarına dair beyanları
olmaksızın göndermekle yetinmemiştir. Bilindiği gibi, ibareleri sadece
ibareler tafsil eder. İşte peygamberler 15 de kitabındaki mücmelleri
tafsil etme açısından Hakk Teâlâ’nın nâibleri, müctehidler de sözlerindeki
mücmel ifadeler konusunda peygamberlerin nâibleridir. Bu icmalin hakikati âleme
sirâyet etmeseydi kitaplar şerhetmez, bir dilden başka bir dile, bir hâlden
başka bir hâle tercüme yapılmazdı. Yüce Allah: “Allah’ın sözünü duyuncaya
kadar mühlet ver.”[202]
buyur20
muştur. Bu özel
olarak indirilendir. Peygamber’in tafsil ve beyan ettiğine gelince, indirilenin
kendisi değil de indirilenin tafsilidir. Beyan, başka bir ibare ile
gerçekleşir. Şeyh bunu 361. bâbda zikretmiştir.
Soru:
Nübüvvet ilâhî
bir özellik midir yoksa kevnî midir?
Cevap:
Bu, ilâhî bir
özellik olup ilâhî mertebede hükmünü es-Semî ismi ispat 25
eder. Yine
[nübüvvet] hükmünü duada emredilen emir sigası ve Hak Teâlâ’nın kullarının
istediklerini vermesi ispat eder. Nübüvvet, söylediklerimize eklenen ma‘kül bir
şey değildir. Ne var ki Allah Teâlâ “velâyet” bağlamında kendisini “Velî”
olarak iisimlendirdiği halde “nübüvvet” bağlamında kendisi için bir isim
vazetmemiş; bize haber vermesine, duamızı duyuyor olmasına rağmen kendisini 30
“Nebî” olarak
isimlendirmemiştir. Şeyh bunları 155. bâbda zikretmiştir.
Soru:
Allah’ın
“Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki bir şey temenni ettiği zaman,
şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın.”[203] âyetinin
anlamı nedir? Nebî ve resul bundan mâsum oldukları hâlde, bu nasıl onların
kalbine ulaşır?
5 Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 6. bâbında dediği üzere peygamberler (aleyhisselâm),
sadece şeytanın vesvesesiyle bir şey yapmaktan mâsumdurlar. Şeytan onlara
fısıldar ancak mâsum oldukları için, onun sözüyle amel etmezler. Onun
peygamberlerin kalbine giden bir yolu yoktur. İsmet gerçekte sorudaki mezkûr
âyette geçtiği üzere ilkâ edilen ile amel etmekten yana söz 10
konusudur; bizzat
ilkâdan yana [korunmuş olmak] değildir. Ki bu durum evliyânın kalplerinin
aksinedir, onları hıfzın inâyeti kuşatmazsa, kendilerine ilkâ edilen ile amel
edebilirler. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalbinin İblîs’in ona
ulaşmasından korunmuş olması hasebiyle İblîs, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) kendisinin sözüyle amel etmekten masum olduğunu bilmiş, muhayyel
olan ateş15
ten bir şûle ile
namazında ona gelmiş ve yüzüne atmıştı. Şeytanın bununla amacı onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) namazını bozmak ve namazda kendisi için olan
hayrı bildiği için onu namaza yönelmekten alıkoymaktır. Zira o -Allah’ın lâneti
üzerine olsuntabiatıyla Âdemoğullarına haset eder. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) onu (ateşten şûleyi) arkasına atmış ve namazını bozmamıştı.
Bunu ashabına 20 haber
vermiştir.
Son
Soru: İki
nebînin birlikte, tek bir andaki ve tek bir şahsa yönelik risâleti imkânsız
mıdır?
Cevap:
Şeyh’in el-Fütûhât’ın
24. bâbında dediği üzere: Evet, ikisinin (birlikte) peygamberliği imkânsızdır.
Ancak tek bir anda Mûsâ ve Hârûn 25 (aleyhisselâm) gibi bir tek
dille mesajlarını ifade edebilirler. Yüce Allah onlar hakkında “Firavun’a
gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut
korkar.”[204]
buyurmuştur. Her birinin diğerinden ayrı bir ibaresi yoktur. Özellikle de Mûsâ
(aleyhisselâm), Hârûn (aleyhisselâm) için “O, benden daha fasih konuşur.”[205]
demiştir. En doğrusunu Allah bilir.
OTUZ DÖRDÜNCÜ MEBHAS
İsrâ
ve Devamındaki Şeylerin Sahih Olduğu, Sadece
Yeryüzündeyken Bildiği Şeylerin
Aynısını Allah’tan Gördüğü ve Hz. Peygamber’in Yerdeki İtikadının Şeklinde
Herhangi Bir Değişikliğin Olmadığı Hakkındadır
Bil
ki İsrâ kıssasının aslı, Allah’ın “Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi
gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i
Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi
işitmekte ve görmektedir.”124 âyetidir. Şeyh Muhyiddin <ül
ibaresindeki zamirin, merciinin Yüce Allah değil, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) olduğunu söylemiş ve bunu alabildiğine uzatmıştır. Daha sonra
şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
bir mekândan diğerine nakletmesi, O’nun bu mekâna tahsis ettiği, kudretine
delâlet eden âyet ve acayip hâlleri göstermek içindir. Zira bu özel bir
nitelik olup ancak Allah Teâlâdan sadır olan bu âyetle bilinebilir. Yüce Allah
“Kulumu, bana varsın diye değil, sadece âyetlerimi ona göstermesi için
yürüttüm. Zira hiçbir mekân beni kuşatamaz ve mekânların bana olan nispeti tek
bir nispettir. Hal böyleyken, daima kendisiyle birlikte bulunduğum kulumu nasıl
kendime doğru yürütürüm?” der gibidir.
Şöyle
dedim: Geriye
sadece Melik’i mülkünün sarayında, ordusu onu en üst düzeyde tâzim ederken
görmek ve O meçhul iken rüyetinden heybet hâsıl olması kaldı. Yüce Allah’ı hiçbir
mekân kuşatamaz, zira arşın çatısından yerlerin sınırlarına kadar ma‘kül olan
mekân, arşın üstüne ve (yerin) sınırlarının altına nispetle bir zerre kadardır.
Şayet arş sonsuza kadar tırmansa da orada bir çatı bulamaz yahut sonsuza kadar
inse kendine bir arz (yer) bulamaz.Her kime varlık bu rüyet şeklinde
gösterilirse o, “cismiyyet” (Allah’ın cisim olduğu) görüşünden uzaklaşır.
Âlemlerin Rabb’i olan Allah bundan yücedir. Şeyh Muhyiddin 367. bâbda şöyle
demiştir: “Yüce Allah, âyetlerinden dilediğini Hz. Muhammed’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) göstermek istediğinde sebepleri ispat ve onu güçlendirmek
için Rûhulemîn olan Cibrîl (aleyhisselâm), ona “Burâk” denilen bir hayvan
indirmiş; böylelikle sebeplere dair bilgiyi duyu[lar] vasıtasıyla Peygambere (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) göstermiştir. Âlemde sebeplerin vazedildiğini bize öğretmek
için melekleri kanatlı kılması da bu kabildendir.
‘Burak’,
‘Berzahî’[206]
bir hayvandır. İki farklı cinsten (at ve eşek) doğan katırdan küçük, tek bir
cinsten doğan eşekten büyüktür. Bu, ehlullahın bildiği bir hikmetten dolayıdır.
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona bindi, Cebrâil onu alarak havada
götürdü.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir “Burak, zâhirî anlamı itibariyle,
peygamberler için, gönderenin gönderilene önem verdiğini göstermek için
sunduğu, iyi beslenmiş ve eğitilmiş bir nöbet atı[207] gibidir.
Bâtınî anlamı ise, O’nun huzuruna başkasına ait olanla değil, sadece O’ndan
olan bir şeyle ulaşılabileceğidir. Bu, aramızdan işlerin konumunu bilmeyenler
için bir yüceltme ve dikkat çekme vesilesidir. Resûlullah, (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) Beytülmakdis’e geldi ve burada Burak’tan indi. Onu, önceki
peygamberlerin bağladığı bir halkaya bağladı. Bunların hepsi sebeplerin
varlığını ispat kabîlindendir. Bütün peygamberler bu Burak’a binmiştir. Ancak
Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) İsrâ’sı, -ehlullahın
bildiğibirtakım hususiyetler sebebiyle diğerlerininkinden daha özeldir.”
Soru:
Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Burak’ın memur olduğunu bilmesine rağmen, onu
bağlamasının hikmeti nedir?
Cevap:
Yüce Allah’ın,
hayvan müsemmâsı kapsamına giren varlıklar için yürürlüğe koyduğu âdetin
hükmünü ispat etmek için bağlamıştır. Şayet halkaya bağlamadan bıraksaydı,
yine dururdu. Ancak âdetin hükmü, onun bunu yapmasını engellemiştir. Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Burak’ı güneş olarak nitelemesini görmüyor
muyuz? Bu binilen hayvanların niteliklerindendir. Burak, Mekke yolunda
karşılaştıkları bir kafilede sahibinin kendisinden abdest aldığı kabı toynakları
ile çevirmiş [ve Peygamber bu kaptan su içmiş] idi. Burada Burak’ı farkına
varma ile nitelemiştir. Kabı çevirmesini gerektiren işte bu farkındalıktır.
Cebrâil (aleyhisselâm), Hz. Peygamber’e geldiğinde ona “Bin ey Muhammed” dedi,
o da bindi. Yanında Cebrâil varken Burak onu havada uçurdu ve onunla havayı
yarıp geçti. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) susadı ve içeceğe
ihtiyaç duydu. Cebrâil, içinde süt ve şarap bulunan iki kap getirdi. Bu, şarap
haram kılınmadan önceydi. Ona uzattı, o da sütü tercih etti. Cebrâil
(aleyhisselâm) ona “Fıtratı tercih ederek isabet ettin, Allah seninle ümmetine
isabet ettirsin.” dedi. Bu nedenle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), sütü ilimle te’vil ederdi.
Dünya
semâsına ulaştıklarında, Cebrâil kapının açılmasını istedi, muhafız (hâcib)
“Bu beraberindeki kim?” diye sordu. Cebrâil “Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi
ve sellem).” dedi. “O, peygamber olarak gönderildi mi?” diye sorar; “Evet,
gönerildi.” deyince, açılır ve Cebrâil ile Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) girer. Orada Âdem (aleyhisselâm) ve sağında çocuklarından olan
cennetlik saîdler, solunda ise çocuklarından olan cehennemlik şakiler vardır.
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) burada kendi sûretini saîdler içinde
görerek Allah’a şükretti. Bu esnada insanın iki mekânda birden nasıl
bulunduğunu anladı zira [oradaki] kendisiydi başkası değil. Onun tek bir aynada
görünen bir sûreti ve başka aynalarda görünen başka sûretleri vardı. Hz. Âdem
“Sâlih evlât ve sâlih peygambere merhaba!” dedi. Daha sonra Burak’ın üzerinde,
birinci gökle ikinci gök arasındaki boşluğu tırmandı. Cebrâil, birinci gökte
yaptığı gibi, ikinci gökte de kapının açılmasını istedi. Orada denilenler
burada da denildi ve girdiği zaman Îsâ (aleyhisselâm), bizzat bedeniyle oradaydı.
O, şimdiye kadar ölmemiştir. Aksine Allah onu, bu göğe yükseltmiş, buraya
yerleştirmiş ve burada tahkim etmiştir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir “O
(aleyhisselâm) bizim kendisinin ellerinde Allah’a döndüğümüz ve tövbe ettiğimiz
ilk şeyhimizdir. Onun bize büyük bir desteği vardır. Bir an dahi bizden gafil
olmaz.” Selamlaştıktan sonra üçüncü göğe yükseldi. Burada aynı şeyler sorulup
cevaplandıktan sonra kapı açıldı ve orada Yûsuf (aleyhisselâm) vardı. Ona selâm
verdi, “Merhaba ve hoş geldin” dedi. Cebrâil bunların tamamında gördükleri
şahısları ona tanıtıyordu. Sonra dördüncü semâya yükseldiler ve sorulan
sorulardan sonra o da açıldı. Orada Îdris (aleyhisselâm) cismiyle vardı ve şu
ana kadar da ölmemiştir. Aksine Allah onu bu göğe yükseltmiş ve buraya
yerleştirmiştir. Yüce Allah “Onu yüksek bir makama yükselttik.”127
buyurmuştur. Bu yüksek makam (mekânen ‘aliyyen) göklerin kalbi olan (dördüncü)
semâdır, göklerin kalbi olan bu göktür. Ona selâm verdi “Merhaba ve hoş
geldin” dedi, daha sonra beşinci semâya yükseldiler. Cebrâil kapının açılmasını
istedi daha önce söylenilenler söylendikten sonra kapı açıldı, Hârûn
(aleyhisselâm) ile Yahyâ b. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) oradalardı. Ona selâm
verdiler “Merhaba ve hoş geldin” dediler sonra altıncı semâya yükseldiler.
Cebrâil kapının açılmasını istedi ve daha önce söylenilenlerden sonra kapı
açıldı, Mûsâ (aleyhisselâm) oradaydı. Selam verdi, “Merhaba, hoş geldin”
dedikten sonra yedinci semâya yükseldiler.
Cebrâil
kapının açılmasını istedi ve daha önce söylenilenlerden sonra kapı açıldı ve
Îbrâhim (aleyhisselâm) sırtını Beyt-i mâmûr’a dayamış olarak oradaydı. Ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) selam verdi “Merhaba ve hoş geldin” dedi. İsmi
“Durah” olan Beyt-i mâmûr kendisine tanıtıldı, ona baktı ve orada iki rekât
namaz kıldı. Cebrâil her gün yetmiş bin meleğin tek bir kapıdan oraya girdiğini
ve başka bir kapıdan çıktığını bildirdi. Giriş, yıldızların doğduğu kapıdan,
çıkış ise battığı kapıdandır. Haber verilmiştir ki Allah Teâlâ, sudan çıkan
kuşun kanatlarını çırptığı gibi Cebrâil’in hayat nehrine (nehrü’l-hayât) dalıp
çıkıp kanatlarını çırptığı esnada, ondan düşen âb-ı hayat damlalarından her
gün bu melekleri yaratmaktadır. Ve Cebrâil her gün suya dalar. Daha sonra onu
Sidretü’l-müntehâ’ya yükseltti.
Sidre’nin
meyvesi küçük bir testi gibi ve yaprakları da fillerin kulakları gibidir. Onu
gördü, Yüce Allah onu bir nûr ile örtmüştü. Kimse onu vasfetmeye güç yetiremez.
Göz, ışığının şiddeti sebebiyle onu idrak edemez ki vasfedebilsin. Onun
kökünden ikisi zâhir ikisi ise bâtın olan dört ırmağın fışkırdığını gördü.
Cebrâil zâhir olan iki ırmağın Nil ve Fırat olduğunu, bâtın olan iki ırmağın
ise cennete aktığını, Nil ve Fırat’ın da kıyamet gününde cennete dönüp
akacağını haber verdi. Bunlar cennetin süt ve bal [şeklinde akacak] olan iki
ırmağıdır. Şeyh şöyle demiştir “Bu nehirler, içenlere dünyada zevk ehlinin
bildiği çeşitli ilimleri verirler.” Yine Âdemoğullarının amellerinin bu
Sidre’de sona erdiğini ve bunun ruhların yerleştiği mekân olduğunu haber
vermiştir. Sidre, kendisinden yukarıdakilerin kendisine kadar indiği nokta,
aşağıdakilerin ise çıktıkları son noktadır. Cebrâil’in (aleyhisselâm) makamı da
buradadır. Kürsüsü de oradadır ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
burada Burak’tan inmiştir. Ona bizdeki tahtarevana benzeyen Refref getirildi.
Ona oturdu, Cebrâil onu (Hz. Peygamberi) Refref’i indiren meleğe teslim etti.
Hz. Peygamber yalnızlığını gidermesi için Cebrâil’den kendisine eşlik etmesini
istedi. Cebrâil ona “Hayır, buna gücüm yetmez; şayet bir tek adım atarsam
yanarım. ‘Her birimizin bilinen bir makamı vardır.’128 Ey Muhammed,
Allah Teâlâ sadece sana âyetlerini göstermek için seni yürüttü, bundan gafil
olma!” dedi. Hz. Peygamber Cebrâil’e veda etti ve mezkûr melek ve Refref ile
istivâ mahalli belirinceye kadar ilerledi. Orada Allah Teâlâ’nın kulların
hakkında icrâ ettiği şeyleri ve meleklerin kulların amellerine dair
kaydettiklerini levhalara yazan kalemlerin sesini işitti. Her bir kalem bir
melektir.
Yüce
Allah “Biz bütün yaptıklarınızı kaydetmekte idik.”[208]
buyurmuştur. Daha sonra nûrun içine doğru bir atışla fırlatıldı ve
beraberindeki melek geride kalarak onu yalnız bıraktı. Onu yanında görmeyince,
korktu ve ne yapacağını bilmez hâlde kaldı. Bu nûr içinde kendisini sarhoşluğa
benzer bir 5 istiğrak
hâli bastı ve vecd içine girdi. Sağa-sola meyletmeye başladı. Daha sonra bu hâl
bitti. Bu temâyülü, kendisini söndürmeyen hafif bir rüzgâra mâruz kalan kandil
gibiydi. Bu vecd hâlinin sebebi kalemlerin vuruşlarını ve cızırtıların yani
levhalardaki seslerini işitmesiydi. Kalemlerin sesleri tatlı nağmeler çıkarıyor
ve onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zikrettiğimiz vecd hâline sokuyor, ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) 10 hükmediyordu. Hz. Peygamber bu hâl ile güçlendi.
Buradan bilinir ki Refref
Hz.
Peygambere sadece (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Burak’ın aşamayacağı mekânsal
bir sınırının olması hasebiyle sarkmıştır. Zira Cebrâil de aşamayacağı mekâna
ulaştığında durmuştur. Eğer Allah Teâlâ Cebrâil’in o makamın üzerine
yükselmesini dileseydi ancak Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
taşındığı gibi taşınarak yükselirdi. Urûcu 15 (yükselmesi) tâbiyetin ve
kamerî hareketin hükmü gereği Burak’ın urûcu
(yükselişi)
olurdu. Refrefî makam da aşamayacağı bir makama geldiğinde böyledir. Nitekim
Şeyh’in 314. bâbda geniş yer verdiği gibi onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
nûra atmış, nûr da onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün yönlerden
kaplamıştı. Meleklerin yükselişi de Allah’ın izniyle kendisine ayrılan başlık
altında gelecektir.
20 Akabinde o (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
yaşadığı bu hâl vasıtasıyla güçlenince Allah Teâlâ, daha önce bilmediği bir
şeyin bilgisini -hangi yönden geldiğini idrak edemediği bir vahiyleonun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) nefsine yerleştirdi. EBunu takiben o (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), Rabbinin hususi makamını görmek için giriş izni istedi. Bu
anda Ebu Bekir’in sesine benzeyen bir sesin “Ya Muhammed, dur! Rabb’in namaz
kılıyor.” 25 dediğini
duydu. Bu âni hitap onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ürküttü ve kendi kendine
“Rabb’im namaz mı kılıyor?” dedi. Nefsinde, söz konusu hitaptan dolayı bir
şaşkınlık ve Ebu Bekir’in (ra) sesinden dolayı da bir ünsiyet hasıl olunca
kendisine “O ve melekleri size salât etmektedirler.”[209] âyeti
okundu. O anda Hak Teâlâ’nın namaz kılmasıyla neyin kastedildiğini anladı.
Yüce Allah
30 “Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak, ey
sorumluluk yüklenmiş iki varlık!”[210] âyetinde
geçtiği üzere salâtını bitirdi. Oysa herhangi bir iş Allah Teâlâ’yı başka bir
işten alıkoyamaz. Ancak âlemin sınıflarını yaratmasında hususi zaman ve hususi
mekânlar vardır, onların zaman ve mekânını aşmaz. Bunlar O’nun ezelî ilim ve
meşîetinde önceden yer aldığı için Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak”
âyetindeki ifade bu açıdan doğrudur. Yani Rabb’inin ezelî ilminde, birbirine
karışacak şekilde iki meşguliyeti, tek bir anda bir araya getirmemesi
kayıtlıdır. Buradan akıllara yönelik ilahî tenezzülün hükmü gereği, ona vakit
ayırmak sûretiyle Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gösterilen
itinanın şiddeti ortaya çıkmaktadır. Bu, peygambere itina gösterilmesine yönelik
bir tenbihtir. Yoksa Allah (cc), Nebisinin nefsinde -bu ilâhî tenezzüle
nisbetleçok daha yüce ve yüksektir. Hâdisenin devamında Peygambere (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bu şerefli makama girmesi emredilmiştir. Yüce Allah, bu
makamda ona vahyedeceklerini vahyetmiştir. Göz başkasını değil, sadece
[önceden] bildiğini gördü ve bundan dolayı onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
itikadının şekli değişmedi. Şeyh, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu
mertebeden dönüşünü ve namazla ilgili Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüşmesini
“Sonra Mûsâ (aleyhisselâm) ile vedalaşarak güneşin doğuşundan önce yere inmek
üzere ayrıldı.” ifadesine kadar zikreder. Şeyh şöyle demiştir: “Bu İsrâ, onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) mübârek cismiyle gerçekleşmiştir. Şayet ruhuyla
olsaydı, uyuyan birisinin uykusunda gördüğü bir rüya olurdu ve Kureyş’ten hiç
kimse bunu inkâr etmez ve bu konuda onunla tartışmazdı. Ancak onlara İsrâ’nın,
girdiği bütün yerlerde cism-i şerîfiyle gerçekleştiğini bildirdiği için onu
inkâr etmişlerdir.”
Soru:
Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kaç tane isrâsı vardır?
Cevap:
Şeyh’in 314.
bâbda dediği gibi, otuz dört tanedir. Bir tanesi cismiyle, diğerleriyse ruhuyla
gördüğü bir rüya şeklinde gerçekleşmiştir. Şeyh, “Namazın farz kılındığı gecede
meydana gelen İsrâ’nın onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cismiyle meydana
geldiğini sana gösteren delillerden biri de hadisin bazı tariklerinde, onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) nûrun içine atıldığında, yanında kimse olmadığı
için korkmasıdır. Zira ruhlar korkmak ve yabancılamakla nitelenemezler.”
demiştir. Yine “Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) susamış olması da İsrâ’nın
cismiyle gerçekleştiğine delâlet eder. Zira mücerred ruhlar, susamazlar.”
demiştir.
Şöyle
demiştir: “Kendisi için bir ünsiyet kaynağı olan Ebû Bekir’in sesini
işitmiştir. Mârifet bize, ünsiyetin (rahatlamanın) ancak benzer/denk olanlar
arasında gerçekleşebileceğini söyler. Oysa Hak Teâlâ ile kulu arasında hiçbir
tenâsüb/denklik söz konusu değildir. Şayet yakınlık (müânese), Hak Teâlâ’ya
izâfe edilirse, bu ancak özel bir şekilde varlığa yansıyabilir, anla!” Şeyh
şöyle demiştir: “Yeryüzündeyken kendisiyle yakınlık kurup rahatladığı için, Ebû
Bekir seçilmiştir. Onun sesiyle huzur bulup teskin olmuş ancak kendisini
yeryüzünde bıraktığı halde, burada sesinin yukarıdan gelmesine şaşırmıştır.”
Soru:
Ruh ya da
cisimle semâya yükselmesinin, âyetleri görmenin dışında bir anlamı var mıdır?
Cevap:
Evet vardır.
Onlardan biri de ilâhî isimlerin mertebesine uğradığında o isimlerin
sıfatlarıyla ahlâklanmasıdır. er-Rahîm’e uğradığında,
5 rahîm; el-Gafûr’a uğradığında gafûr, el-Kerîm’e
uğradığında ise kerîm; elHalîm’e uğradığında halîm; eş-Şekûr’a uğradığında
şekûr, el-Cevâd’a uğradığında ise cevâd dönmüştür. Dolayısıyla bu mi‘racdan
döndüğü zaman tam bir kemâl üzere olmuştur. Yine miracın faydalarından biri de
daha önce geçtiği gibi, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birinci
gökte Âdem’le bir araya
10 geldiğinde, kendisini, onun çocuklarının saîdleri
arasında görmesinde olduğu gibi, bir anda bir tek cismi iki mekânda
görmesidir. Hz. Âdem, Hz. Musâ ve diğerlerinin hem gökte ikamet etmeleri hem de
[aynı anda] yerdeki kabirlerinde olmaları bu şekildedir. O “Âdem’i, Mûsâ’yı ve
İbrâhim’i gördüm.” demiştir. Bunu mutlak olarak söylemiş “Âdem’in veya Mûsâ’nın
15 ruhunu gördüm.” dememiştir.
Mûsâ’ya döndüğünde, rivayet edildiği gibi o, gökte yerdeki kabrinde yatanın
aynısı olarak, namaz kılmaktaydı. Ey bir cismin aynı anda iki mekânda olmayacağını
iddia eden kimse, bu hadis-i şerife olan imanın nasıldır? Şayet mümin isen
taklit et, âlim isen itiraz etme! Zira ilim seni bundan alıkor. Sınamaya ise
hakkın yoktur, zira
20 sınamak sadece Allah’a mahsustur. Ayrıca
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mutlak olarak “Mûsâ’yı gördüm.”
demesinden dolayı, göktekinin yerdekinden farklı olduğuna dair de yorum
yapamazsın. Gördüğü diğer peygamberler için de aynı durum söz konusudur. Şayet
müsemmâ olan Mûsâ, onun aynısı değilse onun Mûsâ olduğuna dair verilen haber
yalandır. Bir de itiraz eden kim-
25 senin “Seni dün rüyada gördüm.” demesine bak!
Rüyada görülen kimsenin evinde, rüyada görüldüğü hâlden başka bir hâl üzere
olduğu bilinmektedir. Hâlbuki o rüyada başka bir yerdedir. Buna rağmen “Senden
başkasını gördüm.” demez. Ayrıca bu inkârcı, evliyânın da bu şekilde hâlden
hâle geçişine itiraz etmektedir. Kadîb el-Bân, farklı mekânlarda dilediği
kılık-
30 lara girer ve kendisine hitap edilen her sûrette
muhatabına “Allah her şeye gücü yetendir.” şeklinde cevap verirdi. Şeyh bunu
274. bâbda zikretmiştir. 407. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki kul her hâlinde
ilâhî kudretle taşınmıştır (mahmûl) ve hiçbir hâlinde kendi bağımsızlığı söz
konusu değildir.
Bu
nedenle İsrâ, maddî bedenle olduğu zaman hiçbir peygambere Burak olmadan
yaptırılmamıştır. Şayet İsrâ -evliyâlarda olduğu gibiuykuda gerçekleşirse,
peygamber kendini bir merkep üzerinde taşınmış olarak görebilir de
görmeyebilir de. Ancak biz onun cisminin evinde, yatağında uyur 5
hâlde olduğunu billiyor
olsak bile o, kendi nefsinin -gördüğü sûretler çerçevesindetaşındığının
bilincindedir.”
Soru:
Peygamberlere
(aleyhisselâm) vâris olan kimse de bu mertebede iken, bütün hâllerinde keşif
ve müşâhede ile kudrete binmiş midir?
Cevap:
Evet, bu
nedenle Yüce Allah, mutlak olarak bütün kulların 10 efendisi olan Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında “Kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i
Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.”[211]
buyurmuştur. Onu mutlak ubûdiyyet makamına yerleştirmiş, âlemdeki herhangi bir
şeye yönelik rubûbiyeti veya hak iddiasında bulunmayı ondan çekip almış ve onu
sırlar da dâhil olmak üzere herşeyden 15 tecrîd etmiştir. Onu kendisi
yürütmüş, yürümeyi ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) izâfe etmemiştir. Şayet
Allah (cc), “Kulunu kendisine doğru -ya da O’nun âyetlerini görmeye
doğruyürümeye davet eden ve kulunun da yürüyüp geldiği o Allah’ın şanı
yücedir.”[212]
buyursaydı Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu söyleyebilirdi. Ancak
buradaki [ilâhî] makam onun bunu söylemesine mani olmuş, 20
onu (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) hiçbir fiilde pay sahibi olmamaya mecbur kılmıştır.
İsrâ’nın
faydalarından biri de Allah Teâlâ’nın, arşa istiva ile kendi zâtını medh ü senâ
etmesine benzer şekilde, Resulullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) makamının
şerefini yüceltip methetmesidir. Arş, bütün varlıkları kapsadığı için en büyük
cisimdir. Onun ne üstünde bir çatı ne de altında bir yer vardır. 25
Müminlerin en çok
görmeyi arzuladıkları şey olduğundan dolayı [Allah] istivâ için arşı seçmiştir.
Peygamberlerin ârif olanları ve onlara tâbi olan kâmillere gelince, onlar bu
arşı, varlığın genişliğine nispetle havada uçan zerre gibi görürler. Onun ne
kendisini örtecek bir çatısı ne de ineceği bir yeri vardır. Kendisinden başka
kimsenin kudretini bilmediği Allah yüce30 dir. Efendim Ali b. Vefâ (rh.a)
onu şu sözleriyle nitelemektedir:
Cihetlerin tümünü geçtim /
Alçalış ve yükseliş sınırını aştım
Aynı
şekilde “Adam (Allah eri), arşın; onun içerdiği feleklerin, cennetin ve cehennemin
kendisini sınırladığı kimse değildir bilakis onun basîreti bu varlığın tümünün
dışına çıkar ve orada noksansız ve yüce olan Yaratıcı’sının azametinin kadrini
bilir.” demiştir. Şeyh 316. bâbda şöyle demiştir: 5
“Bil ki arşa
istivâ etmek, Allah (cc) için bir övgü olduğundan, Allah Teâlâ Peygamberi için
de bunu bir övünç vesilesi kılmıştır. Zira arş İsrâ yolculuğu yaptırılan bütün
peygamberlerin ulaştıkları son noktadır. İşte bu da İsrâ’nın Peygamberin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) cismiyle gerçekleştiğine delâlet etmektedir.
Şayet İsrâ gördüğü bir rüya olsaydı, İsrâ olmazdı ve övgü açısından bu ma10
kama da
ulaşamazdı. Ve hiçbir bedevî bu hususta inkâra düşmezdi. Zira insan rüyasında,
en şerefli hâl olan rü’yetullaha ulaşabilir. Ama yine de bu [rüyadaki]
mertebenin nefisler açısından o [isrâ hâdisesi gibi bir] itibarı yoktur. Zira
bütün insanlar, hatta bütün canlılarda rüya görme yeteneği vardır.” Şöyle
demiştir: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), övgüyle kendisinin
kalemlerin 15 hışırtısını
işitecek seviyeye ulaştığını söylemiştir. Ayrıca harfü’l-gâye olan j^’yı
kullanmıştır. Böylece bu, Arş’a fizikî ayakla yapılan bu yolculuğun son noktası
olduğuna dair söylediğimize işaret etmektedir.” En doğrusunu Allah bilir.
Sonuç: Şeyh 110. bâbda şunları kaydetmiştir:
20 Soru: Vahyin
Peygamberlere (aleyhisselâm) inmesiyle, evliyâya rüyada ilham meleğinin eliyle
inmesi arasında ne fark vardır?
Cevap:
İkisi
arasındaki fark şudur: Vahiy peygamberin kalbi ve göğsü üzerine iner çünkü onun
peygamberliği [kendi şehadetine] açık ve alenîdir. Vahiy velîlerin ise iki
yanları arasında iner. Zira onların nübüvveti kendi25
lerine kapalıdır
(mestûr). Vahiy, onlara zuhûr şeklinde değil, sırtlarından gelir. Buna işaretle
bazı ârifler şöyle demişlerdir “Ebu Yezîd el-Bistâmî, Kur’ân’ı istizhar
(ezberden tilavet) etmeden vefat etmedi. Yani Allah Teâlâ ona -Resulullah’a
(aleyhisselâm) vâris olmanın hükmü mûcibinceilhâm yoluyla Kur’ân’ın tüm
manâlarını anlamayı lütfetmiştir. Kim bu şekilde Kur’ân’ı 30
istizhar ederse
[lafız ve manâsına ilham yoluyla vakıf olursa], iki yanı arasına nübüvvet
dercolunmuş demektir.” Bu konuyu uzunca anlatmıştır. Velâyet mebhaslarında,
Yüce Allah’ın izniyle buradakinden daha fazlasına yer verilecektir. En
doğrusunu Allah bilir.
OTUZ BEŞİNCİ MEBHAS
Kur’ân’da
Açıkça Belirtildiği Gibi Hz. Muhammed’in Son
Bil
ki onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nebilerin sonuncusu (hâtemü’n-nebiyyîn)
olduğu konusunda olduğu gibi, resullerin de sonuncusu olduğu konusunda icmâ
gerçekleşmiştir. Her ne kadar âyette “nebilerin sonuncusu (hâtemü’n-nebiyyin)”
denilmekte ise de bununla kastedilen resullerin sonuncusu olmasıdır. Şeyh’in el-Fütûhât’
ın 462. bâbındaki ibaresi şöyledir “Yüce Allah, Hz. Muhammed’in (aleyhisselâm)
şeriatı ile bütün şeriatları sonlandırmıştır ve ondan sonra şeriat koyucu
herhangi bir resul veya kendisine onunla ibadet edeceği bir şeriatın
verileceği herhangi bir nebi yoktur. Kıyamete kadar bütün insanlar onun
şeriatıyla ibadet ederler.”
Şöyle
dedim:
İmamların ictihadı ve hüküm koymaları, hüküm çıkarma (istinbat) kaynakları
onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kitap ya da Sünnet’le sabit olan şeriatı
olduğu için, onun izniyledir. Burada sünnet derken hadisi kastediyorum. Ayrıca
bir fer‘i, asla kıyas ederek yapılan ictihadla çıkarılan her hüküm, Sünnet
kapsamındadır. Hüküm çıkarmanın (istinbat) amacı da budur. Fer‘in fer‘e kıyası
ise sadece imamları taklit edenlerin yaptığı bir şeydir. Onlar icmâyı üçüncü
asıl yapmış, fer‘in asla kıyasını da dördüncü asıl kılmışlardır. İmamlar, bir
mesele üzerinde ancak ona dair bir delil biliyorlarsa icmâ ederler. Velev ki bu
delili zikretmesinler. Delillerini bilsek de bilmesek de imamların icmâını
delmeyi kesin olarak haram görmekteyiz. En doğrusunu Allah bilir.
el-Fütûhât’ ın 14. bâbında şöyle demiştir
“Bil ki resul olmayan nebinin hakikati, onun, sadece kendisinin ibadet edeceği
şeriatı içeren vahye muhatap olan bir kimse olmasıdır. Eğer bu şeriatla
başkasına gönderilirse resul de olur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra “Bil ki
melek nebiye vahyi iki şekilde getirir: Bazen vahyi onun kalbine indirir,
bazen de dışarıdan bedensel bir sûretle gelir ve vahyi o nebinin kulağına getirir,
o da işitir. Ya da gözüne ilkâ eder, o da görür ve görmekle elde ettiği şey,
işitmekle elde ettiği şeye eşit olur.” “Bu kapı, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) vefatıyla, kıyamete kadar kimseye açılmamak üzere
kapanmıştır. Ancak velîler için, bir hükmün fesada uğraması haricinde içinde
teşrî olmayan ‘ilham vahyi’ devam etmektedir.” demiştir. Bazı insanlar, bunun
da delil olabileceğini ve bununla sadece kendisinin amel edebileceğini söylemişlerdir.
Şöyle demiştir “Şayet vahiy Cebrail’in (aleyhisselâm) getirdiği üzere Hz.
5 Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra
devam etseydi Hz. Îsâ (aleyhisselâm) nüzûl ettiği zaman Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla hüküm vermez, Cebrâil’in kendisine
vahyettiği şeriata göre hükmederdi.” Bunu uzun uzun anlatmıştır.
310. bâbda şöyle demiştir: “Bil
ki melek vahyi nebîden başkasının kalbine indirmez. Bir bütün olarak ilâhî
emri nebîden başkasına emretmez.
10 Şeriat kararlaştırılmış; farz, vâcip, mendup,
haram, mekruh ve mubah açıklanmıştır. Dolayısıyla nübüvvet ve risâletin
kesilmesiyle emr-i ilâhî de kesilmiştir. Artık Allah’ın yarattıkları içinde
kendisine, -onunla amel edeceğibir şeriat buyuracağı hiç kimse kalmamıştır.
Şayet bir farzı kendisine emrederse, bunu şâri‘ emretmiştir. Ve [bu durumda] o
nübüvvetin kesil-
15 miş olduğu iddiasında hata etmiş olur. Yine onu
bir haramdan nehyederse bunu şâri‘ haram kılmış, ona bir mendubu emrederse bunu
şâri‘ mendup kılmış veya onu bir mekruhtan nehyederse bunu şâri‘ mekruh
kılmıştır. Şayet Allah’ın kendisine mubah olan bir fiili emretiğini söylerse
ona [şöyle] söyleriz: “Bu mubah netice itibariyle senin için ya vâcip ya da
mendup
20 olacaktır. Bu da senin bağlı bulunduğun şeriatın
bizzat neshi anlamına gelir. Çünkü aldığını iddia ettiğin vahiy sebebiyle sen
Şâri‘in mubah kıldığı şeyi -terki halinde kulun günaha girdiğibir emir hükmü
haline sokmuş oldun.” Şayet onu şeriatta olduğu üzere mubah hükmünde bırakırsa
bu takdirde de vahiy meleğinin bu iddiadaki şahsa getirdiği emrin bir anlamı
25 kalmaz. Şayet o, ‘Melek bana bunu getirmedi, Allah
Teâlâ bana vasıtasız olarak emretti.’ derse ona ‘Bu, önceki iddiandan daha
büyüktür ve bu durumda, Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuştuğu gibi seninle de
konuştuğunu iddia etmiş olursun. Ne nakil ulemâsı ne de zevk ulemâsından hiç
kimse böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca Yüce Allah seninle konuşsaydı
30 bile, sözlerinde sadece bilgileri ve haberleri
aktarmış olurdu, yoksa ahkâm ve şeriatı aktarmazdı ve sana toptan bir defada
bir şeyi emretmezdi.’ deriz.”
Şeyh
el-Fütûhâtın 21. bâbında şöyle demiştir: Kim kendisine Allah Teâlâ’nın
bir şey emrettiğini söylese bu doğru olmaz; bu ancak bir karıştırmadır
(telbîs). Zira [ilâhî] emir Kelâm’ın bir kısmı ve onun bir sıfatıdır. Bu kapı
ise insanlar için [artık] kapalıdır. kapalıdır. Ayrıca ilâhî mertebede vazedilmemiş
teklifi bir emir kalmamıştır. Dolayısıyla evliyâ için, sadece onun emrine tâbi
olmak kalmıştır. Ancak onlar için sadece ilâhî münâcât vardır ki bunda da emir
yoktur ve sadece konuşma ile sohbetten ibarettir. Evliyâdan her kim fiil ve
duruşlarında (harekât ve sekenâtında) Muhammedî ve şer‘î yükümlülüğe aykırı
ilâhî bir emir aldığını söylerse o bu meseleyi karıştırmıştır. Onu işittiğini
söylediğinde doğru söylese de bu işittiği Allah’tan değildir, aslında Îblîs’ten
işitmiş ancak Allah’tan işittiğini zannetmiştir. Zira Allah şeytana -cinlerin
yaratılışı bahsinde geçtiği üzerearşı, kürsüyü ve göğü tasvir etme ve
insanlara buradan hitap etme imkânı vermiştir. ‘Velâyet Mebhasi’nde, Allah
Teâlâ izniyle buna geniş yer verilecektir.”
Böylece
ilâhî emir ve nehiy kapılarının kapandığını anlamış oldun. Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, kim böyle bir iddiada bulunursa, ister
şeriatımıza muvâfık olsun ister muhalif kendisine bir şeriat vahyedildiği
iddiasında bulunmuş olur. Şayet mükellef ise boynunu vururuz, değilse hoş
görürüz.
Soru:
Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bi‘setinden önce, nübüvvet iddiası yasaklanmış
mıydı?
Cevap:
Herhangi bir
yasak yoktu ve bu nedenle sâlih kul olan Hızır (aleyhisselâm) “Bunu
kendiliğimden yapmadım.” demiştir. O Rabb’inden bir şeriat üzereydi ve
[yaşadığı] zaman kendisine bu imkânı vermişti. Kendisine ilham meleğinin
diliyle vahyedilmiştir. Bunun vasıtasız olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, Hz.
Mûsâ ve bizim katımızda ona tanıklık etmiş ve onu tezkiye etmiştir. Bugün ise
Hızır (aleyhisselâm) ve Îlyas (aleyhisselâm), ya muvâfakat ya da tâbi olma
hükmüyle Hz. Muhammed’in şeriatına bağlıdırlar. Her hâlükârda bu durum
nübüvvet yöntemiyle değil, bildirme (tarif) yöntemiyledir. Îsâ (aleyhisselâm)
da yeryüzüne indiği zaman, aramızda sadece Peygamberimiz Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla hükmeder. O her ne kadar bir nebî ise
de Yüce Allah, tarif etme sûretiyle ona bu şeriatı bildirir.
Bil
ki şayet bir delil sınırlandırmamışsa, Hak Teâlâ’nın emri umumidir. Yüce Allah
“Allah’a itaat ediniz!”[213]
buyurmuş, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğinden
sonra kimseye, onun şeriatına muhalefet etme imkânı vermemiştir. Aksine ona
tâbi olmayı vâcip kılmış, Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de emir
ve nehiyde bulunarak şeriat koyma yetkisi vermiştir. O’nun “Sizden olan yetki
sahiplerine de”[214]
meâlindeki âyetine gelince onlar Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
sabit olan şeriatına muhalif olan bir şeriat belirleyemezler, sadece mubahları
bize emrettiklerinde ya da yasakladıklarında onlara itaat etmemiz
emredilmiştir. Bize bir mubahı emrettiklerinde ya da nehyettiklerinde onlara
itaat ettiğimiz takdirde, Allah Teâlâ’nın vâcip kıldığı bir emir veya nehiy
konusunda, O’na itaat ettiğimiz gibi ecir alırız. Bu, Allah’ın bize olan bir
ikramıdır. Ancak insanların çoğu bunu anlamaz ve aksine bununla alay ederler. En
doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
el-Fütûhât’ın 33. bâbında şöyle demiştir “Allah’ın Hz. Muhammed’le
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte risâlet kapısını kapatmış olması durumu
Allah Teâlâ ile onlar arasındaki iletişimi oluşturan vahyin kesilmesine sebep
olduğu için, velîlere çok ağır gelmektedir. Zira bu onların ruhlarının
azığıdır.” 73. bâbın 25. cevabında şöyle demiştir: “Bil ki Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra mutlak olarak nübüvvet bitmemiştir. Sadece
teşriî nübüvvet bitmiştir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Benden
sonra ne nebî vardır ne de resul.’ hadisi, ‘Benden sonra özel bir şer‘î kural
koyacak birisi gelmeyecektir.’ anlamındadır. Bu, onun ‘Kisrâ öldüğünde ondan
sonra Kisrâ, Kayser öldüğünde de ondan sonra Kayser yoktur.’ anlamındaki hadisi
gibidir. Aslında Kisrâ ile Kayser Îran ve Roma krallarıydı. Krallık Roma’da devam
etmiştir ancak bu isimle anılmamıştır. Krallarını bundan başka bir isimle
anmışlardır.” Şeyh Abdülkâdir el-Cîlî “Peygamberlere nübüvvet ismi, bize de
nübüvvet lakabı verilmiştir.” demiştir. Yani “Yüce Allah gizlice bize
kendisinin ve peygamberinin kelâmının anlamlarını haber verdiği hâlde, nebî ismi
bize yasaklanmıştır.” Nübüvvette bu makama sahip olanlar “Evliyâ” olarak
isimlendirilirler. Onların nübüvvetlerinin son noktası, hataya düşülmemesi için
şer‘î hükümleri bildirmeleridir, başka bir şey değil.
Soru:
Müctehidlerin
şeriat vazetmelerinin hükmü nedir?
Cevap:
Müctehidler,
kendilerinden bir hüküm koymaz, sadece mevcut ahkâma yönelik görüşleri
muktezasınca bir şer‘î hüküm getirebilirler. Zira Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) müctehidlerin hükümlerini geçerli saymış ve buna bağlı olarak,
onların hükmü de Resûlullah’ın şeriatının hükmü kapsamına 5
girmiştir. O
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), müctehide delilden ictihad edeceği maddeyi
vermiştir.
Şayet
müctehid, şâri‘den gelen bir delile dayanmayan bir teşrîde bulunursa, onu
reddederiz. Zira bu, Allah’ın izin vermediği bir şeriattır. En doğrusunu
Allah bilir.
Sonuç: Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bütün peygamberlerden daha faziletli, 10
onların sonuncusu
ve onların tamamının dayanağı olduğuna delâlet eden hususlardan biri de Şeyh’in
491. bâbda, ondan önce veya sonra gelen peygamber, velî ve âlimler de dâhil
onların tamamının dünya ve âhirette elde ettiği bilginin, Hz. Muhammed’in
bâtıniyyetinden olduğuna dair söyledikleridir. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
bize öncekilerin ve sonrakilerin ilminin kendisine veril15
diğini haber
vermiştir. Bizim sonrakilerden olduğumuzdan şüphe yoktur.
Hz.
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisine verilen ilimle ilgili hükmü
genelleştirmiş ve böylece menkûl, ma‘kül ve mevhûb olan bütün ilimleri
kapsamıştır. Ey kardeş! Allah hakkındaki ilmi, peygamberi olan Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) alan kimselerden olmaya çalış. Kuşkusuz o
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) insanlar arasında mut20
lak olarak Allah’ı
en çok bilendir. Delilsiz olarak onun ümmetinin âlimlerinden birisini hatalı
saymaktan sakın. Bu, senin dikkatine sunduğum bir sırdır, bunu muhafaza et.
“Geniş olanı daralttın.” deyip de döneminin peygamberi olan Hz. Musâ
(aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm) kıssasını delil ittihaz ederek
Allah’ın, kuluna, kendisiyle arasındaki vech-i hâs [özel bir cihet] ile Hz.
25 Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
vasıtasıyla olmaksızın dilediği ilimleri verdiğini söyleme! Zira “Mutlak
olarak ilimsiz bırakıldın.” demiyoruz; farkında olsan da olmasan da senin bütün
bilgilerinin Hz. Muhammed’in bâtıniyyeti kapsamında olması gerektiğini
söylüyoruz. Şeyh şöyle demiştir: “Bu konuda Îmâm Ebu’l-Kâsım b. Kasî de Halu’n-Naleyn
isimli kitabında bize muvâ30 fakat etmiştir. Bu, bizim (Hicrî) 590 yılında,
Tunus’ta onun oğlundan alarak naklettiğimiz bir bilgidir.” Yüce Allah
hangisinin isabetli olduğunu en iyi bilendir.
Hz. Muhammed’in
Peygamberliğinin İnsan, Cin ve Daha Sonra Geleceği Üzere Melekleri de Kapsadığı
ve Başka Hiçbir Resulün Bu Fazilete Sahip Olmadığı Hakkındadır
Müslim’in
Sahîh’i ve daha başka yerlerde “Bütün yaratılmışlara (halk)
gönderildim.” hadisi nakledilmiştir. Burada [bütün yaratılmışları] insanlar ve
cinler olarak tefsir etmişlerdir. Aynı şekilde “Bu Kur’ân, sizi ve (mesajımın)
ulaşacağı herkesi uyarmam için bana vahyedildi.”[215] âyetinde
geçen “men beleğa” yani “Kur’ân’ın ulaşacağı kimseyi” ifadesi de insanlar ve
cinler olarak tefsir edilmiştir. Benzer şekilde “Âlemlere uyarıcı olması için
kuluna furkânı indiren (Allah) ne kadar yücedir!” [216] âyetinde
geçen “âlemler” kelimesi de bu şekilde tefsir edilmiştir. Celâleddin el-Mahallî
bunu kaydetmiştir.[217]
Soru:
Cinlerin, Hak
Teâlâ’nın gönderdiği şeriatlarla mükellef tutulmaları, başlangıçta Allah’ın
onlara ilzam ettiği bir şey midir yahut bizimle fazilete ortak olmak için
nezir gibi kendi kendilerine ilzam ettikleri, böylece Hak Teâlâ’nın da onları
yapmakla zorunlu tuttuğu bir şey midir?
Cevap:
Şeyh bu soruyu
366. bâbda naklederek “Bilmiyorum.” demiştir. Bu konuda herhangi bir naklî
bilgiye ulaşan kimse, bu kitaba bunu eklesin. Hz. Peygamber’in meleklere de
gönderilip gönderilmediği konusunda ihtilaf edilmiştir. Beyhakî Şu‘abul-Îmân
ın 4. bâbında, Halîmî’nin açıkça onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklere
gönderilmediğini belirttiğini nakletmiştir. Yine 15. bâbda da Halîmî’den
naklederek onların bu şeriata bağlı olmadığını nakletmiştir. Râzî’nin Tefiîr'i
ve Nesefî’nin el-Burhân'ında, biraz önce geçen ikinci âyetin tefsiri
bağlamında, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklere gönderilmediği
konusunda icmânın bulunduğu nakledilmiştir. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf Hâşiye’sinde
şöyle demiştir “Beyhakî’nin Halîmî’den yaptığı bu nakilde, onun uhdesinden berî
olmaya (bu görüşün sorumluluğundan berî olduğuna) dair bir ihsas/işaret
vardır. Bu naklin böyle bir şey ihsas etmediği takdir edilse bile o (Beyhakî),
söz konusu görüşün kendi nezdinde makbul olduğuna dair açık bir beyanda
bulunmamıştır.
Şöyle
demiştir: Halîmî, her ne kadar Ehl-i sünnet’ten ise de meleklerin
peygamberlerden daha faziletli olduğu konusunda Mutezile gibi düşünmüştür.
Burada ondan nakledilen bilgiye gelince yani Hz. Peygamber’in meleklere
gönderilmediğine dair görüşü, meleklerin daha faziletli olduğuna dair
görüşüyle örtüşmektedir. Belki de o, görüşünü bunun üzerine bina etmiştir.”
Şeyh Kemâleddin bunu uzunca değerlendirdikten sonra şöyle demiştir “Bununla
beraber ulemâya yakışan, iki taraftan birine yönelik kesin görüş bildirmek
tarzında bir iddiayla bu meseleye dalmamaktır.”
Şöyle
dedim: Özetle
usul ulemâsının görüşleri, Hz. Peygamber’in nübüvvetinin melekleri de
kapsadığını düşünenler ve bunu kabul etmeyenler olmak üzere ikiye ayrılır.
Sübkî ve daha başkalarına göre sahih olan görüş, meleklere de gönderildiğidir.
Bârizî (rh.a) buna hayvanları, cemâdâtı, ağaç ve taşları da eklemiştir.
Celâleddin es-Süyûtî, el-Hasâis in başlarında bunu zikretmiş ve
Sübkî’nin “Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlerin de peygamberidir.
O (salla'llâhü aleyhi ve sellem) büyük hükümdar, diğer peygamberler ise askerî
birlik komutanları gibidir. Şayet bütün peygamberler onun zamanına
ulaşsalardı, ona uymaları vâcip olurdu. Zira o, Hz. Âdem’den kıyamete kadar
bütün yaratılmışlara gönderilmiştir. Peygamberler, onun mübârek bedeninin gâib
olduğu süre içerisinde ona nâiblik ederler. Ayrıca her peygamber onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatının bir bölümüyle gönderilmiş ve bunu
aşmamıştır.” dediğini nakletmiştir. Efendim Ali el-Havvâs (rh.a) şöyle derdi
“Hz. Peygamber, ruhlar âleminden cisimler âlemine, Hz. Âdem’den kıyamete kadar
bütün varlıklara gönderilmiştir.”
Onun
şöyle dediğini de işittim “Melekler üç kısımdır: 1. Hz. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine emir ve nehiyle gönderildiği meleklerdir.
Yer ile birinci kat gök arasında bulunan yerlerin melekleridir
(Melâiketü’l-ardiyyûn). 2. Göklerin melekleridir (Melâiketü’s-semâvât). Bunlara
sadece emirle gönderilmiştir. Onlar, nehyi değil, sadece emri tatmaktadırlar.
Yüce Allah “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmez ve kendilerine
emredileni yerine getirirler.”[218]
buyurmuştur. 3. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine
ne emir ne de nehiyle gönderilmiştir. Allah’ın istifhâm-ı inkârî ile İblîs’e
“Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?”[219] âyetinde
işaret ettiği ululardır (Âlûn). Bu melekler, Bu melekler, kendilerini yarattığı
fıtrat üzere Allah Teâlâ’ya ibadet ederler ve Allah Teâlâ’nın celâlini
kendileri gözlemledikleri için herhangi bir resule muhtaç değildirler. Allah
Teâlâ’nın Âdem’i ve başkalarını yarattığını bilmezler.” Birinci kısım üzerinde
düşün ve araştır, bu sözleri gariptir. En doğrusunu Allah bilir.
Başka
bir seferinde ise onun şöyle dediğini işittim Yer ile birinci kat gök
arasındaki melekler mâsum değildir. Zira Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) onlara nehiyle gönderilmiştir. Oysa bir peygamber nehyin kapsamına
girmesi tasavvur edilmeyen birine nehiyle gönderilmez. Ayrıca mâsum, bir resule
ihtiyaç duymaz, bu nedenle hiçbir peygamber başka bir peygambere gönderilmemiştir.
Yer meleklerini, -gözle görünmedikleri içincin olarak isimlendirmek doğrudur.
Yüce Allah “Onlar Allah ile görünmez varlık türleri arasında da bir soy birliği
yakıştırdılar.”[220]
buyurmuştur. Bunların Allah’ın kızları olduğunu iddia etmişlerdir. Allah bundan
münezzehtir.” Şöyle demiştir: “Yer meleklerinin mâsum olmadıklarını
destekleyen hususlardan biri de onların Âdem’in (aleyhisselâm) kıssasında
belirtildiği gibi: “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi
yaratacaksın?”[221]
âyetinde ifade edilen tartışmaya girmeleridir. Bunlar, Âdem’den önce
yeryüzünde bizzat tattıkları bir tecrübeden dolayı bunu söylediler. Şayet bu
tecrübeyi yaşamamış olsalardı, bu itirazda bulunmazlardı.” Önceki ve sonraki
sözlerinden şu anlaşılır: Kim Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
meleklere mutlak olarak emir ve nehiyle gönderildiğini söylerse meseleyi
tahkik edememiştir, kim onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) meleklere mutlak
sûrette gönderilmediğini söylerse aynı şekilde meseleyi tahkik edememiştir, kim
de bunları ayırıp sınıflandırırsa [görüşünde] isabet etmiş olur. Bunlar,
kaynağı keşif olan sözlerdir. Bu sözleri onun [Ali el-Havvâs (rh.a)] dışında
bir kimseden duymadım. Kâşânî de yer meleklerinin mâsum olmadığı görüşünü teyit
eden sözler zikretmiş ve şu soruyu sormuştur:
Soru:
Yüce Allah’ın
sözünün kesin olarak doğru olmasına ve meleklerin ismetine rağmen meleklerin
Âdem kıssasındaki tartışma ve itirazları nasıl meydana gelmiştir?
Cevap:
Bu tartışma,
mâsum olan ceberût ve semâvât meleklerinden sâdır olmadı. Mâsum olmamaları
hasebiyle yer ve yerle gök arasındaki meleklerden sâdır oldu. Ceberût ve
semâvât melekleri, onlarda nûrâniyet galip olduğu ve bütün mertebeleri ihata
ettikleri için, insân-ı kâmilin şerefini ve onun Allah katında kendilerinden
daha yüksek bir rütbede olduğunu bilirler. Bu tartışmanın semavî ya da arzî
meleklerden meydana geldiğine dair ne Kitap’ta ne de Sünnet’te bize açık bir
bilgi gelmiştir.
Biz
bu hususu unsurlar bilgisinden edindik. Zira her unsur sahibini, zulmet ya da
nûrdan olan kendi unsurunun hükmü altında gördük. Şöyle dedik: “Yer
meleklerinden sâdır olan tartışma kendilerine zulmetin galip gelmesi ve
perdelenmeyi gerektiren tabiatları yüzündendir.” Şöyle demiş-
5 tir: “Bunu ‘Ben yeryüzünde (arz) bir halife
yaratacağım.’[222]
âyetinde yerin seçilmiş olması, desteklemektedir.” Onlardan itiraz sâdır
olmasının sebebi yeryüzü ehlinin hâllerine dair bilgileri sebebiyledir. Gök
(semavî) melekleri fesad çıkarmaz ve kan dökmezler. Ayrıca hiçbirisinin
bedeninde akacak bir kan da yoktur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle
demiştir “Âdem’e 10 yapılan itiraz ve eleştirinin Ceberût melekleri
tarafından yapılmadığı anlaşılmış oldu. Zira tartışma sadece -muhtevasında
zıtların bir arada bulunması hasebiyledört tabiattan teşekkül eden kimselerden
sâdır olur. Çünkü bunlardan oluşan kişi, kendi aslının hükmüne tâbidir.”
Bazıları şöyle demiştir: “Belki de yer ile gök arasında kalan bu meleklerden
kastı, bir tür
15 cindi. Ancak ıstılahî açıdan melek olarak
isimlendirmiştir.”
Soru:
Yüce Allah
“Yüce topluluk, kendi aralarında tartışırlarken onlarla bulunup bilgi edinmiş
değilim.”[223]
âyetinde Mele-i A‘lâ’yı birbirleriyle münakaşa yapmakla nitelemiştir. Yine
hadiste de “‘Mele-i A‘lâ hangi konuda münakaşa eder Yâ Rabbî!’ dedim.”
denilmiştir.
20 Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ta
dediği gibi, bunların aralarındaki tartışma,
Allah’ın
yarattıkları hakkındaki hüküm ve takdirine itiraz şeklinde değildir.
Tartışmaları, hadiste açıkça belirtildiği üzere amellerin hangisinin daha
faziletli olduğunu beyan etme konusundadır. Öyle ki bunlar, ivedilikle
insanları, ecri daha büyük olan amellere kendi lisanlarıyla davet ederek 25
onları teşvik
ederler ki böylece bu amelleri, ecri daha az olan diğerlerine bakmadan onların
önüne geçirsinler. Bunlar regl (hayz) hakkında münâzara yapan iki adam gibidir.
Hâlbuki erkeklerin hayızla hiçbir alâkası yoktur.
Soru:
Bunlar, Yüce
Allah’ın kendilerini “Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tenzih
ederler.”[224]
şeklinde nitelemesi hasebiyle bıkıp 30 usanmaları olmadığı için bu
tartışma hâlindeyken de Allah Teâlâ’yı tesbih ederler mi?
Cevap:
Evet, onlar
tartışma anında da Allah’ı tesbih etmektedirler ve bu tartışma da onların
tesbihi kapsamındadır. Bu durum Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
her anında Allah’ı zikretmesi gibidir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
Bedevîlerle konuştuğu, çocuklarla ve yaşlı hanımlarla şakalaştığı
bilinmektedir. Bu hâllerin tamamında Allah’ı zikrediyordu ve hiçbir hareket ve
sükûnu meşrû bir emrin dışında değildi.
Soru:
Bu makam,
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, bütün kâmiller için de söz
konusu mudur?
Cevap:
Evet, zira
Yüce Allah’ın kulları için emrettiği her şey, bu emirle amel ettiğinde O’nu
müşâhede etmeleri içindir. Bazısı bu makama vefâ gösterir, bir kısmı ise
gafletle ibadet eder.
Soru:
Mezhep
erbâbının tartışmaları da ecir ve sevâb açısından mezkûr meleklerin
tartışmalarıyla aynı mıdır?
Cevap:
Evet, ancak
bunun için cedel ve tartışmanın [şahsî] görüş ve anlayışla değil sarih sünnetle
yapılması vebu amellerinde ihlâslı olup ona nefsânî hiçbir garez
bulaştırmamaları şarttır. Şayet hasmı mağlup etmeyi ve onların mezheplerinin
görüşünü reddetmeyi amaç edinirlerse, bu şer‘an kınanmıştır. Yüce Allah “Dini
dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” buyurmaktadır. Kim dinde velev ki
lâzımı olsun ayrılık çıkarmaya çalışırsa, onu ayakta tutmamış olur. Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), nas olmadan Allah’ın dini üzerinde tartışmayı
yasaklamıştır. Şöyle demiştir “Bir peygamberin yanında tartışma doğru olmaz.
Edeb açısından; ulemânın peygamber zamanından sonra onun şeriatıyla ilgili
hüküm vermesi -Allah Teâlâ’yı tanıyan âlimlerin bildiği gibipeygamberin
huzurunda bulunuşları ile aynı hükümdedir.
Yüce
Allah en doğrusunu bilir.
Hz. Peygamber’in Getirdiği Bütün Hükümlerde İtaat
ve Boyun Eğmenin ve Hiçbir Konuda İtiraz Etmemenin Vacip Olduğu Hakkındadır
Bil ki her müminin Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) belirlediği bütün şer‘î kurallara uyması
vâciptir. Yüce Allah “Hayır, Rabb’ine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık
hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar.”[225]
buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin “Hac” bölümünün sonlarında şunları söylemiştir:
“Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mubah kıldığı senin ise hoşlanmadığın
işleri görüp de nefsinin bu işleri yapanlara karşı sıkıntıya düşmesinden ve
‘Şayet bu konuda ben hüküm verseydim, bunu yasaklar ve insanlara haram kılardım.’
demekten sakın. Bu durumda kendi düşünceni, Şâri‘in düşüncesine yeğlemiş,
kendini ondan daha çok tercih edilebilir bir ölçü saymış ve cahillerin yoluna
girmiş olursun.” Şöyle demiştir: “Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
karşı edep gözetmeyen birçok insan bunu yapmakta, Şâri‘in kendilerine mubah
kıldığı bazı mubahları işleyen insanlara kızmakta ve şöyle demektedir: ‘Eğer
Şâri‘ onları bunları yapmaktan alıkoyamadıysa ben ne yapayım? Bu Şâri‘in mubah
kıldığı bir şeydir, kim bir şey diyebilir?’ Böylece onları Rabb’lerinin meşrû
kıldığı şeyi insanların kullanmaları sebebiyle öfke ve gazap hâlinde görürsün.
Bu, en büyük sû-i edep ve sahibi de Allah’ın bir ilim/bilgi üzere saptırdığı
kimsedir.”
Yine şöyle demiştir: “1. yüzyılda bazı
insanlar bunu yaptılar. Günümüzde ise insanların çoğu arasında bu söylem
yayılmıştır: ‘Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bugüne
yetişseydi, insanları bundan menederdi.’ Oysa asıl Şâri‘in Allah Teâlâ olduğunu
biliyoruz ve hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmaz. Şayet bunu sadece bir
topluluk için mubah kılsaydı, Peygamberinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
diliyle onu beyan ederdi. Zira o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın
dilediği hükümleri tebliğ ediyor, nefsinin arzuları doğrultusunda asla
konuşmuyor ve tebliğ edilmesi emredilen hiçbir şeyi unutmuyordu. ‘(Size
okuduğu) Kur’ân ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.’[226] ve
‘Senin Rabb’in unutkan değildir.’[227]
Yüce Allah sadece âlemin maslahatına
olacak şeyleri meşrû kılmıştır. Bunlar ne artırılır ne de azaltılır. Ondan
herhangi bir şey artırılır veya ne azaltılırsa yahut Şâri‘in kararlaştırdığıyla
tam olarak amel edilmezse o zaman Şâri‘in indirdiği ve kararlaştırmış olduğu
hükümlerle amaçla5 nan maslahat nizamı
bozulmuş olur. Sahâbenin büyüklerinden bazıları
Hz. Âişe’yi (rh.a) ‘Şayet Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), kadınların kendisinden sonra yaptıklarını
görseydi, -Benî Îsrâil kadınlarının menedildiği gibionları mescide gelmekten
menederdi.’ sözünden dolayı ayıplamışlardır. Zira bu söz, Şâri‘e itirazı ve
onun insanların ne yapacaklarını bilmediğini akla ge10
tirmektedir.”
Şeyh Muhyiddin bu konuyu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Edep yolunu
tutan bir kimsenin, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) verdiği bir
hüküm konusunda içinde asla bir sıkıntı hissetmeyeceği anlaşılmış oldu.
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) genel bir ifade olarak şöyle
buyurmuştur: ‘Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden engellemeyiniz.’
Ancak bu ko15 nuda açık bir şüphe
hâli hâsıl olursa, o zaman menetmenin bir engeli olmaz. Fakat zan ve vehimle bu
olmaz. Akıl sahibi bir kimsenin, Hak Teâlâ’nın kendisi için meşrû kıldığı
alanları aşarak kıskançlık yapması doğru olmaz. Haddi aşan kıskançlıklar, aklın
hükmünden çıkıp hevânın hükmüne dâhil olur. Însan ihramlıyken eşinin yüzünü
açmasını kıskan20 maz. Zira Yüce Allah,
Sahîh’te ‘Sa‘d kıskançtır, ben Sa‘d’den daha kıskancım, Allah da benden
daha kıskançtır.’ ifadesinde geçtiği üzere yarattıklarının hepsinden daha
kıskanç olmasına rağmen ona yüzünü açmasını meşrû ve vâcip kılmıştır. Allah
Teâlâ’nın gizli ve açık hayâsızlıkları yasaklaması da O’nun kıskançlığı
kapsamındadır. Hak Teâlâ’nın kıskançlık 25 sınırına
aldığı hayâsızlıklara eklemede bulunan bir kimse, Allah’ın hayâsızlık olarak
görmediği bir şeyi kıskandığı için, Allah’tan daha kıskanç olduğunu iddia etmiş
gibi olur. Allah Teâlâ’nın ‘İçlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.’[228] âyeti ne
kadar güzeldir. Şayet insan imanının durumunu alıp bu 30
ölçüye
vursaydı Allah’ın ‘Rabb’ine andolsun ki iman etmiş olmazlar.’[229]
âyetinde zikredilen iman makamından uzak olduğunu anlardı. Yüce Allah
böyle bir niteliği haiz kimsenin imanının olmadığını belirtmiş ve onun mümin
olmadığına dair kendi nefsi üzerine yemin etmiştir.”
Şeyh bu konudaki kelâmı uzattıktan
sonra şöyle demiştir: “Şayet nefsânî gayelerle ilgili olmasaydı hicap âyeti
nâzil olmazdı. Zira [bu âyet] bir kısım nefislerin duası ile nâzil olmuştur.
Ehlullah, başlangıçta Allah’tan inen ilâhî hüküm ile bazı kulların isteği
üzerine inen ilâhî hükmü bir5 birinden
ayırır. Bu durumda sanki indirilmesi isteniyor, O da isteyene cevap veriyor
gibidir. Zira böyle olmasa nâzil olmayacaktı. Buhârî, kadri ve mertebesi yüksek
tâbiî Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî’den onun şöyle dediğini nakletmektedir:
‘Müslümanlar arasında, en büyük günah sahibi olan, haram olmayan bir şey
hakkında soru soran ve sorusu yüzünden o 10 şeyin
müslümanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir.’ Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), edâ etme hususunda âciz kalmasınlar diye ümmetine çokça hükmün
inmesinden korkardı. Hacla ilgili olarak ‘Her sene mi ya Resûlallah?’ diyen
kimseye ‘Hayır, şayet evet deseydim, vâcip olurdu ve siz de yapmaya imkân bulamazdınız.’
buyurmuştur.” Çok soru sormanın zem15 mi
konusunda uzun açıklamalar yapmış sonra şöyle demiştir: “Böylelikle ârifin
başlangıçta nâzil olana, talepten dolayı nâzil olana nispeten daha çok itina
göstermesinin, onun kemâlinin bir gereği olduğu anlaşılmış oldu. Yüce Allah,
şeriatın dışına çıkmayalım ve bayram namazı hutbesinde olduğu gibi şâri‘in
beyanda bulunmadığı hususta kimse hevâsına göre 20 bir
tercihte bulunmasın diye bize şeriatın amaçlarını (makâsıdu’ş-şerî‘a)
anlatmaktadır. Şâri‘ onu (bayram hutbesi) emretmiş ancak vâcip ya da mendup
oluşuna dair bize bir bilgi vermemiştir. Kulun bu konudaki kurtuluşu, vâcip ya
da mendup olması üzerinde durmadan Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
örnek alarak bunu yapmasındadır.
25 Efendim Ali el-Havvâs’ın
(rh.a) şöyle dediğini işittim ‘İnsanlara, şâri‘in açıkça emretmediği bir şeyi
yapmalarını emreden her âlim, kıyâmet günü böyle bir tercihte bulunmamış olmayı
temenni eder. Ayrıca kendi hevâlarıyla şâri‘e muhalif olarak tercihte
bulunanlar iki çeşittir: Birisi haram kılmayı önceler diğeri ise aslı (eşyada
aslolan ibâhedir kaidesini) dikkate ala30 rak
bu ümmetten zorluğu gidermek ister. Bu kimse, haram kılmayı öne çıkaran kişiye
nazaran Allah’a daha yakındır. Zira haramlık asla ârız olan geçici bir
durumdur, zorluğu kaldırmak ise asla dönmektir, cennette de insanların hâli
buna dönecek ve istedikleri gibi burada yaşayacaklardır. Hevâ ehli -mümin
iseler bilebu meselede ne kadar da gaflet içindeler! Onlar, 35
perde
açıldığı zaman pişman olacaklar. Ey kardeş, tabiatın heveslerinden sakın; zira
bu, kul farkına varmadan kendisine kurulan bir tuzaktır.” Şeyh şöyle demiştir:
Bu hususta hevâları akıllarına galip geldiği için bize karşı katı tutum
gösteren nice perdelenmiş kimse vardır. Oysa ben onları cehennemden almak
istiyorum, onlarsa oraya dalmaya çalışıyorlar. Sahâbeden biri Resûlullah’ı
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) yemeğe çağırmış, o da Hz. Âişe’ye (r.ha) işaret
ederek ‘Bu da [gelsin].’ demiş, adam ‘Hayır’ demiştir. Onu da beraberinde davet
edinceye kadar [davetine] icâbet etmek istememiştir. Îkisi birlikte (Peygamber
ve Hz. Aişe) birbirlerini itekleyerek bu adamın evine gitmişlerdir. Yüce Allah
‘Resûlullah sizin için güzel bir örnektir.’151 buyurmuştur. Makam
sahibi bir kadı, bir hatip, bir vezir ya da bir sultanın Resûlullah’ı
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) örnek alarak bunu yaptığını görseydin, onu ancak
düşük ahlâka nispet etmez miydin? [Bu durumda] bugün senin imanın nerededir?
Hâlbuki eğer bu nitelik güzel ahlâktan olmasaydı Resûlullah (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) bunu yapmazdı. Kuşkusuz o, güzel
ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Bunun benzeri şu olaydır: Hz. Peygamber
minberde ashabına hitap ederken, henüz küçük olan Hasan ile Hüseyin’in
elbiseleri içinde sendelediklerini gördüğünde, minberden inmiş, onları yanına
alıp minbere çıkmış ve daha sonra hutbesine devam etmiştir. Bunun bir
noksanlık olduğunu düşünür müsün? Hayır, yemin ederim ki onun Rabb’ini
bilmesinin kemâli kapsamındadır. Zira bu Allah’ı terk etmek değil, O’nunla
meşgul olmaktır. Ârifler, Şiblî’yi ‘Bir kârinin ‘Şüphesiz cennetlikler o gün
nimetlerle meşguldürler, zevk sürerler. Onlar ve eşleri’ âyetini okuduğunu
işitip ‘Onlar Allah’la değil cennetle meşgul olmaktadırlar. Allahım, beni
onlardan kılma!’ demesi üzerine ayıplamışlar ve ona şöyle demişlerdir: ‘Allah
Teâlâ cennet ashabının meşguliyetini, onların ve eşlerinin bu meşguliyetin
içinde olacaklarını belirtmiştir. Fakat Allah Teâlâ onların ve eşlerinin ne ile
hoşça vakit geçirmekte olduklarını (fâkihûn) bize bildirmemiştir. Şibli neye
göre onların Allah’ı terk edip bununla meşgul olduklarına hükmetmektedir?’”
Şeyh Muhyiddin “Şibli’nin iyice
kavramadan cennet ehlini kınamasını, onun düşüncesinin yetersizliği olarak
saymışlardır. Belki de onun önceki tutumu böyleydi.” demiş ve bunu uzamıştır.
Daha sonra “Ey kardeş, sana iman ve şeriat konusundaki gayreti (hamiyet-i
diniyye) tavsiye ederim. Bunlara başka bir şey eklersen dünyada da âhirette de
bedbaht olursun. Dünyada itiraz edilmemesi gereken konularda nefsini yorarsın;
âhirette ise bu eklemeler ve onlardan hasıl olan şeyler, Hak Teâlâ’nın sana
hesap sormasını gerektirir.
Yanısıra, mevcut durumdan ötürü Allah
Teâlâ’nın hükümlerine itiraz etmek ve O’nun mubah kıldığı bir hususta nefiste
hoşnutsuzluk duymak da [hesaba çekilmeyi gerektirir].” demiştir. 68. bâbda, bayram
namazları bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, bayram günü süslenme,
yeme, içme gibi nefsin çeşitli durumları ve ev halkıyla meşgul olmayı meşrû
kılmıştır. Bugün sadece şâri‘in bu meşrû kıldıklarını yapmak müminin
edebindendir. Onun bugünde yaptığı bütün mubahlar, -namaz içinde edâ edilmekte
olannamazın sünnetlerine benzer. Bugünde edâ ettiği bütün nafileler ise
namazdaki rükünlere benzer. Dolayısıyla kul, bayram günlerinde namaz kılan
kimsenin fiillerine benzer fiiller içindedir. Bu yüzden de bayram günü “iyd
(geri dönüş) günü” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bugünlerde işlediği her
mubah fiil, kula [namazdaki fiiller gibi] ecir olarak döner. Bu yorumumuz,
bazılarının, “Îyd diye isimlendirilmiştir çünkü her sene bu günde sevinç avdet
eder, tekrarlanır.’ demelerinden daha güzeldir. Çünkü onların görüşü, beş
vakit namazın getirdiği sevinç ile çelişebilir. Zira kul namazda Allah’ın
huzurunda durduğu için namaz ona her gün sevinç getirir ama [buna rağmen] namaz
için “iyd” denilmez.
Soru: Bayram
süslenme/ziynetle bağlantılıdır.
Cevap: Ziynet
her namazda meşrûdur. Yüce Allah “Her mescide gittiğinizde, süsleniniz.”152
buyurmuştur. Yine bayram gününde oruç tutmak haramdır. Dolayısıyla oruç
tutmamak mubah iken [bayram günü] farz bir ibadet hâline gelmiştir. Ayrıca
bayram günü sevinç, mutluluk, ziynet ve nefislerin şehevî hazlarına yönelik
isteklerini elde etme günü olduğu için şâri‘, bugünde oruç tutmayı haram
kılmış, insanların oynamalarını ve süslenmelerini mubah kılmış, zencilerin
bayram günü mescitte eğlenmelerini onaylamıştır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) Hz. Âişe’yle birlikte, Hz. Âişe arkasında iken onların oyunlarını
izlemişlerdir. Bu günde Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) evine iki
şarkıcı kadın girmiş, şarkı söylemiş, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
da onları dinlemiştir. Ebû Bekir onlara engel olmak istediğinde, Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Onları bırak Ebû Bekir! Bugün bayram günüdür.’
demiştir.” Şeyh bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir:
Bugün nefisleri mutlu etme günü
olduğundan Hak Teâlâ’ya yakışan büyüklük ve azametin insanların kalbine
yerleşmesi için, namazda tekbirlerin tekrarlanması da meşrû kılınmıştır.
Böylece nefislerin istekleri Allah’ın (cc) hakkına riayet etmekten onları
alıkoymasın.” Şöyle demiştir: “Zikrettiklerimizden, bayram namazından önce
nâfileleri terk etmenin hikmeti anlaşılmış oldu. Zira bugünün gayesi -diğer
günlerdeki durumun aksinemubah olan bir fiili mendupluk cihetiyle edâ etmektir.
Bu nedenle bayram namazının dışında nâfile özellikle kılınmaz. Zira hüküm bir
vakte bağlı olduğu zaman, bir vakte bağlı olmayan başka zamandaki hükmüne galip
gelir. Aynı şekilde bu günde eğlence, sevinç ve ziynetin mendup olması,
cennetliklerin sevinç ve nimetlenmelerini hatırlatmak içindir. Bunun yanında
[bu menduplara] aykırı olan başka bir mendup [bunlara] dâhil olmaz. Sonra vakte
bağlı olan bu hükmün zamanı geçtiğinde, kul hemen diğer menduplara yönelir ve
bugünde mendup olan fiil, diğer günlerde olduğu üzere mubahlık hükmüne geri
döner. Bunların tamamı, hükümlerinde Âdil olan Hakîm’in fiilidir. Kuşkusuz
nefsinin sende bir hakkı vardır. Bu günde eğlence, oyun ve çalgı nefsin
hakkıdır. Nefsine zulmetme kardeş, ona hakkını ver.”
Soru: Îtaat
edilmesinin vâcip olması noktasında müslümanların ortaya koydukları güzel
bid‘atlar (bid‘at-ı hasene) sahih sünnete eklenir mi?
Cevap: Şeyh’in
262. bâbda dediği üzere, “Allah’ın ‘Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa
gelince, biz onlara bunu emretmemiştik.’153 âyeti ve Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Kim güzel bir sünnet başlatırsa’ hadisiyle
işaret ettiği gibi, buna uymak vâcip değil, menduptur. Bununla güzel olan her
şeyin icat edilebileceği câiz görülmüş ve insanlara sıkıntı vermediği takdirde
hem icat edene hem de yapana ecir verileceği ifade edilmiştir.” Kendi aklına
göre Allah’a ibadet eden kimsenin, Allah’ın belirli bir şeriatı üzere olmadığı
zaman, tek başına, yani tâbi olacağı bir imamı olmaksızın, tek başına bir ümmet
olarak haşredileceğini haber vermiştir. Dolayısıyla [Hz. Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem)] Hakîm b. Hizâm’a “Geçmişte yaptıklarından
dolayı müslüman oldun.” diyerek onu hayırlı saymış ve hayırlılar arasına
katmıştır. Hakîm Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Câhiliye
dönemindeyken köle âzat etme, akrabaları ziya-
ret etme ve ikramda bulunma gibi
yaptığı iyiliklerin durumunu sormuştu. Yine Îbrâhim (aleyhisselâm) hakkında
“Îbrâhim, Allah’a gönülden ibadet eden bir ümmetti.”[230]
denilmiştir. Bu kendisine vahiy gelmeden önceydi. Hadiste “Güzel ahlâkı
tamamlamak üzere gönderildim.” denilmiştir. Güzel ahlâk 5
sahibi
olan kimse, bunu bilmese bile Rabb’inin şeriatı üzerinedir. En doğrusunu
Allah bilir.
Soru: Allah’ın
“Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.”[231]
âyetinin hakikati nedir?
Cevap: Şeyh’in
543. bâbda dediği gibi, “Buradan kasıt Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) 10
diliyle
vahiyden gelen ile Allah Teâlâdan kullarına gelen [ilhamın] açıklanmasıdır.
Her iki durumda da özel bir ölçü vardır. Peygamber’in eliyle bize geleni bir
ölçüye vurmaksızın almak bize vâciptir. Allah Teâlâ ve bizim aramızda bir
vasıta olmaksızın yani vech-i hâs üzerinden (özel yönden) ilham yoluyla bize
geleni ise ölçü ile almak vâciptir. Yüce Allah, O’ndan her atâyı almamızı ya15
saklamış ve ‘Size yasakladığı şeylerden kaçının.’[232]
buyurmuştur. Dolayısıyla Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) alman,
senin için daha faydalıdır ve onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ismeti sebebiyle
saadetin de daha güçlü şekilde hâsıl olur. Böylece Resûlullah’tan (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) almanın mutlak olarak vâcip, ilham yöntemiyle vasıtasız
olarak Allah’tan almanın ise sen mâsum olmadığın için şartlı olarak vâcip
olduğu anlaşılmış oldu. 20 Baksana, ne kadar
acayip bir şey! Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mukayyed olmasına
rağmen ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aldığın mutlak, Allah Teâlâ mutlak
olmasına rağmen O’ndan aldıklarınsa şartlı olarak vâciptir. Bu durumda hem
mutlaklık hem de sınırlılık her iki tarafta da ortaya çıkmaktadır. Bunun izahı
şudur: Allah, peygamberini bize tuzak kurmak için göndermemiştir. Bize
indirilenleri bize açıklaması 25 için göndermiştir. Bu nedenle
Resul’den almayı ve onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sözüne uymayı -takyîd
etmeksizinmutlak sîgayla beyan etmiştir. Zira ondan (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) aldığımızda Allah’ın (cc) hilesinden emin oluruz. Bu durum bizimle
Allah Teâlâ arasındaki yönden (vech-i hâs) ilham yoluyla almanın aksinedir.
Zira kimse bu yolda bulunan hileden emin değildir. Hak Teâlâ’nın kula
hissedemeyeceği bir 30 şekilde tuzak kurması
da mümkündür. Allah’ın kullarına yönelik gizli tuzakları vardır. Yüce Allah
“Biz de kendileri farkında olmadan bir plan kurduk.”[233] buyurmuş
ve “O, plan kuranların en hayırlısıdır.” beyanında bulunmuştur.
Oysa bu nitelik
peygamberler için mubah kılınmamıştır. Onlar için böyle bir mertebe söz konusu
etmemiştir. Aksine onlar, açıklamak için gönderilmişler, müjdelemiş ve
korkutmuşlardır. Bunların tamamı doğrudur. Peygamberine de kurduğu ölçüyü
vermiştir. Selâmette kalmak isteyen bu ölçüyü elinden bı5
rakmaz.
Allah’tan vasıtasız olarak aldıklarının tamamını bu ölçüye vurur. Eğer uyarsa
alır ve onunla amel eder, uymazsa Allah Teâlâ’ya havale eder. Allah’tan
doğrudan almaya azmeden kimse için eğer bu kaçınılmaz ise ^/Aldatma
yoktur.’ desin. Bunu
söylediği takdirde, şayet Allah’tan gelmişse kesinleşmiş ve o da almış olur,
şayet Allah’ın bir planı/hilesi ise Allah’ın iradesiyle onun önün10
den
gitmiş olur. ^/Aldatma
yoktur.’ sözünü söylediğinde onu bulamaz.
Zira burada mesele alış-veriş gibidir.
Her ne kadar Hak Teâlâ bir şartın kapsamına girmiyor ise de Hak Teâlâ’nın
makamı bunu, zevk yöntemiyle gerekli kılmaktadır. Allah’a şart koşan ya
cahildir ya da bunda bir hayır gördüğü zaman, bu hayra dayanarak şart
koşmaktadır. Hadiste ‘Benim için hayır zannetsin.’ 15
denilmesi
gibi.” Şeyh, nefis sözlerle bu konuyu uzunca anlatmıştır.
48. bâbda da “Peygamber size ne vermişse
onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.”[234] âyeti
bağlamında şöyle demiştir: “Yani, emir ve nehyimizi kullarımıza açıkça tebliğ
etmesine ilâve olarak, ona emretme ve nehyetme yetkisi verdim.” Yine “Allah’a
itaat ediniz, Peygamber’e ve sizden olan yetki sa20 hiplerine
de itaat ediniz.”[235]
âyeti bağlamında da şöyle demiştir “Bil ki sadece ‘Allah’a itaat ediniz.’
ifadesiyle yetinmemiş, ‘Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiştir.’[236]
âyetinin yanı sıra ‘Peygambere de itaat ediniz.’[237]
demiştir. Zira O’nun misli gibi bir şey yoktur. Bu yüzden âyete ‘Peygambere de
itaat ediniz.’[238]
açık ifadesiyle [yeniden] başladı. Oysa ‘Yetki sahiplerine de itaat
ediniz.’ diye25 rek yeniden “itaat” tâbiri getirilmemiştir. Çünkü
onların şeriat koyma yetkileri yoktur. Onlar sadece şâri‘e tâbi olarak hüküm
verirler.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. “Namazın Sırları” bâbında da şöyle
demiştir “Yetki sahibi biri kendisinin amel etmediği bir şeyi kula nasihat
ettiğinde kulun onu bu hususta tenkit etmesi fakat [nasihat edilen hususta]
amel etmesi gerekir. Bu durumda “Sen 30 amel etmedikçe ben de
etmem.” diyemez. Zira davetçinin davet ettiği her şeyle amel etmesi şart
koşulmaz. Davet ettiği şey, durumu itibariyle davetçiye vâcip olmayan bir şey
de olabilir. Oysa bu, davet etmeyi terk etmekten, her hâlükârda daha
hayırlıdır.
Soru: Selâm,
emân/güvenlik anlamında olduğu ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
müminlerden emin olduğu hâlde, namazda ona selâm vermelerinin hikmeti nedir?
Cevap: Şeyh’in
73. bâbda dediği gibi, peygamberlerin (Allah onlara salât ve selâm eylesin)
makamı, insanlara hevâlarına muhalif şeyleri emretmeleri sebebiyle kendilerine
bâtınen de olsa itiraz edilmesini doğurmuştur. Aynı şekilde bu makam onlara,
kendilerine teslim olmayı da temin eder. Bu nedenle “Ya Resûlallah, bize
emrettiğin ya da nehyettiğin hiçbir konuda sana itiraz etmeyeceğimizden emin
ol!” der gibi, Peygamberimize (salla'llâhü aleyhi ve sellem) selâm vermemiz
şer’an emredilmiştir.
Soru: Bizim
din adına bildiğimiz her şeyin ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olmasına
rağmen, Allah’ın “Peygamber’e uyun” demekle yetinmeyip, “Allah ve Resulü sizi,
size hayat verecek şeylere davet ettiklerinde, bunlara uyun!”163
âyetiyle kastettiği nedir?
Cevap: Şeyh’in
519. bâbda dediği üzere Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bizi iki
yöntemle davet etmektedir. Bizi Kur’ân’la davet ettiğinde o mübelliğ ve
tercümandır. O zaman bu davet Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) değil
Allah Teâlâ’nın daveti kapsamındadır. Bu durumda hakiki anlamda icâbetimiz
Allah’adır, resulü ise işitiriz. Kur’ân’dan başka bir yöntemle bizi davet
ettiği zaman ise, her ne kadar iki davet ve iki icâbet arasında bir fark yok
ise de bu davet Peygamber’in davetidir, icâbetimiz de onadır (salla'llâhü
aleyhi ve sellem). Taberânî ve daha başkalarının rivayet ettiği bir hadiste
“Ben size Kur’ân’ın bir misli kadarını ya da daha fazlasını şeriat olarak
belirledim.” denilmiştir. O hâlde peygamberlere icâbet etmenin illeti
işitmedir. Şeyh’in 520. bâbda dediği gibi “işittiğini söylediği hâlde
işitmeyenin durumu böyle değildir. Zira kendi hevâsından konuşmayan peygamberden
sadır olan birşey kulaklar vasıtasıyla duyulup algılandığı zaman, işitme duyusu
bizzat aklın yerine geçer. İşittiğini anladığı zaman, bildiği kadarıyla bilmiş
olur. Kuşkusuz ilim, hükmünde yetkin bir hâkimdir. Böyle olması gerekir,
değilse ilim olmaz. Bu nedenle hiç kimse Allah’ın kendisine hesabını soracağını
bile bile bir isyanda bulunmaz.
Soru: Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) gönderilişinin umumi olması bâbında geçtiği
üzere, insanların ve cinlerin dışında Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
gönderildiği melekler, hayvanlar, cansız cisimler ve ağaçlardan onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiğine boyun eğmeyen var mıdır? Yoksa bu boyun
eğmeme sadece insanlara ve cinlere mi mahsustur?
Cevap: [Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiğine] boyun eğmeyen insan ve cinlerin dışında,
onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine gönderildiği hiç kimse boyun
eğmemezlik etmemiştir. Şeyh 49. bâbda “Ben insanları ve cinleri sadece bana
ibadet etsinler diye yarattım.”[239] âyeti
bağlamında şöyle demiştir: “Allah Teâlâ sekalayn (insan ve cin) dışındaki hiç
kimseye ubûdiyet olan zilleti tahsis etmemiştir. Bununla birlikte Allah insan
ve cinleri [başlangıçta] zelil olarak yaratmamış gelecekte zelil olsunlar diye
yaratmıştır. Bu iki ağırlık/sakaleyn dışındakileri ise yaratılışlarının aslı
itibariyle zelil kılmıştır. Bu nedenle bu ikisi dışında hiçbir varlık Allah’ın
Resulü’ne karşı büyüklük taslamamıştır.”
Soru: Başkasının
değil de sadece insan ve cinlerin peygamberlere karşı büyüklenmelerinin sebebi
nedir?
Cevap: Şeyh’in
yukarıda anılan bâbda dediği gibi, onların büyüklenmelerinin sebebi el-Latîf,
el-Hannân, er-Rahme, eş-Şefeka gibi isimlerin ve ilâhî tenezzülün onları
yaratmaya yönelmesidir. Hak Teâlâ onları bu varlık sahnesine attığı zaman,
kendilerinden başka hiçbir şeyde azamet, izzet ve büyüklük görmediler. Yüce
Allah, onları dünyaya koyduğunda azamet, kibriyâ, celâl ve ceberûtundan hiçbir
şeyi onlara göstermediği için, kendi nefislerinin varlıkta lutuf ve merhamete
dayandığını gördüler ve şöyle dediler: “Rabb’imiz, bizi niçin yarattın?” Yüce
Allah da “Bana ibadet edesiniz diye.” dedi. Yani “Benim önümde zelil olasınız
diye.” Dolayısıyla onları zelil kılan herhangi bir kahır ve izzet sıfatını
değil de Hak Teâlâ’nın zelil kılma fiilini kendilerine izâfe ettiğini
gördüler. Bu nedenle büyüklenmişlerdir. Şayet Yüce Allah onlara “Sizi sadece
zelil kılmak için yarattım.” deseydi, zillet kelimesinin boyun eğdirici gücü ve
zorlayacılığından korkarak kendilerindeki zilleti görürlerdi. Bu tıpkı Allah
Teâlâ’nın yer ve göklere “‘İsteyerek veya istemeyerek bana geliniz.’ dedi;
onlar da ‘İsteyerek geldik.’ dediler.”[240]
âyetindeki “ya da istemeyerek”[241]
ifadesine benzer. Anla! Şöyle demiştir: “Bu ikisinin dışındakilerde tekebbürün
olmamasının sebebi, onları yaratmaya yönelen ilâhî isimlerin ceberût, kibriyâ,
azamet, izzet ve kahr isimleri olmasıdır. Bu ilâhî kahrın altında zelil olarak
vücut bulmuşlardır. Bunlardan hiçbiri, değil peygamberler, hiç kimseye karşı
başını kaldıramaz ve Allah Teâlâ’nın hiçbir yaratığına karşı nefsinde bir kibir
duyamaz.” Anlattıklarımızı iyice düşün, zira bunlar çok kıymetli bilgilerdir ve
başka hiçbir kitapta bunları bulamazsın.En doğrusunu Allah bilir.
OTUZ
sekizinci mebhas
Hz.
Muhammed’den Sonra Yaratılmışlar Arasında En Faziletli Olanın Resul Olan
Peygamberler, Sonra Resul Olmayan Peygamberler, Sonra Meleklerin Havassı, Sonra
Meleklerin Avamı Olduğu ve Açık Bir Nas Olmadıkça Hz. Muhammed’in Dışındaki
Resullerin Fazilet Sıralaması Hususunda Sustuğumuz Hakkındadır
Bil ki peygamberimiz Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, peygamber ve meleklerden hangisinin en
faziletli olduğu konusunda ulemânın görüşleri farklıdır. Dayanacakları açık bir
nas olmadığı için, her biri kendisine açık olan hâl karinelerine (metin dışı
bağlam) ve Kitap ile Sünnet’in zâhirine göre konuşmuştur. Bunu anladıysan, konu
hakkında öncelikle usul (kelâm) erbabının görüşlerini, daha sonra da muhakkik
sûfilerin görüşlerini dile getirelim. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Îmâm
Safiyüddin Ebû Mansûr, Mu‘tezile ile aramızda görüş ayrılığı olmakla beraber,
peygamberimiz Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra
peygamberlerin bir bütün olarak meleklerden daha faziletli olduğuna
inandıklarını söylemiştir. Meleklerin havassı (seçkini) ise genel olarak
peygamberlerden, peygamberlerin geneli ise meleklerin genelinden, meleklerin
geneli de müminlerin genelinden daha faziletlidir. Her türün fazileti diğer
türdeki karşılığına göre değerlendirilir. Peygamberlik makam itibariyle
onların genişini de darını da kapsayacak bir faziletle üstündür. Tâbiyet
verasetinin hükmü dışında, hiç kimseye nebevi makama iştirak hakkı
verilmemiştir. Sonraki başlıkta meleklerin geneliyle neyin kastedildiği
gelecektir. Oraya bakabilirsin.
Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif’in Şerhu
Cem‘i’l-Cevâmi’ e yaptığı hâşiyesindeki ibaresi ise şöyledir:
“Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra
peygamberler, sonra da ulvi melekler üstündür.” el-Mevâkıf sahibi ise
“Peygamberlerin süfli olan yer meleklerinden üstün oldukları konusunda ihtilaf
yoktur. Îhtilaf, ulvi olan göksel melekler konusundadır.” demiştir. Bermâvi
(rh.a) de “Însan olan resuller ve diğer peygamberler meleklerden, havasları
onların havassından, avamları ise onların avamından üstündür. Kadınlar ise
hûrilerden daha üstündür.” demiştir. Ehl-i sünnetin şeyhi olan Ebu’l-Hasan
el-Beyhaki (rh.a) şöyle demiştir: “İnsanların velîleri meleklerin velîlerinden,
insanların avamı ise meleklerin avamından daha üstündür. Yani insanların sâlih
olanları meleklerin sâlih olanlarından daha üstündür.” Avamdan kasıt, fâsıklar
değildir. Zira melekler arasında fâsık bulunmaz. Bunu Îbn Ebû Şerîf
söylemiştir.
Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın
73. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki tercih edilen görüş, Allah Teâlâ katında
bir kısmının diğerlerinden üstün olduğuna iman etmekle beraber, akıl
aracılığıyla peygamberler arasında faziletli olanı tayin etmemektir. Çünkü Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dışında peygamberler konusuna dalmak
fuzûlîdir. Dolayısıyla onların fazilet derecelerinin mühpem olduğu esasıyla
iman etmemiz gerektiği anlaşılmış oldu. Zira Yüce Allah’ın “Bu peygamberlerin
bir kısmını diğerlerine üstün kıldık.”167 âyetinde, bize hangilerinin
daha üstün kılındığı belirtilmemiştir. Ayrıca peygamberlerin makamlarını
tatmadığımız için, bu konuda konuşamayız da. Bizim için nihaî nokta, makamımıza
münasip olan veraset ve hangi makamın diğer makamın neresinde olduğu hakkında
konuşmaktır. Resullerin makamı hakkında sadece resuller, nebîlerin makamı
hakkında sadece nebîler, vârislerin makamı hakkında sadece resul, nebî, velî ya
da onlara tabi olan kimse konuşabilir. Bu ilâhî edeptir. Şayet Hz. Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize insanların efendisi olduğunu haber
vermeseydi, bizim onu aklımızla üstün tutmamız doğru olmazdı.”
el-Fütûhât’ta,
“Cuma Namazı” bağlamında da şunu söylemiştir: “Yüce Allah, Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra peygamberlerin fazilet sıralamasını bana
bildirdi. Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Peygamberler
arasında üstünlük ayırımı yapmayınız.’ demeseydi, belirtirdim. Ancak keşif
sahibi olmayan bazı kimselerin kalplerinde şüphelere yol açmaması için bunu
terk ettim. Ancak açık bir nas ya da sahih bir keşifle buna ulaşan kimse
açıklayabilir.” 462. bâbda da şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın âhir zamanda
kendisiyle Muhammedî velâyeti sonlandıracağı genel hatem (el-Hatmü’l-amm) olan
Îsâ b. Meryem’den (aleyhisselâm) öğrenmenin dışında resul ve nebîlerin
mertebelerini bilmeyiz. O, kendisi onlardan olduğu için peygamberlerin makamını
tam olarak anlatır. Bize gelince, buna herhangi bir şekilde ulaşmamız mümkün
değildir.” Tercümânul-Eşvâk’a yaptığı şerhte şöyle demiştir “Peygamberlerin
makamını tatmadığımız için bu konuda konuşamayız. Bizler o makamı ancak suya
yansıyan yıldızları gördüğümüz kadar görürüz.” Allah’ın izniyle bu konu
‘Velâyet Mebhasi’nde genişçe yer alacak.”
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle
dediğini işittim: “Keşif olmaksızın peygamberlerin üstünlüğünü tayin ederek
belirtmek, fuzûlidir. ‘Bazılarıyla Allah konuşmuştur.’[242] ve
‘Îbrâhim’i dost (Halil) edindi.’[243] âyetlerinde
geçen hullet (dostluk) ve kelâm makamlarından hangisinin daha faziletli olduğunu
bilmediğimiz için buradan, birinin diğerinden -kesin olarakdaha üstün olduğu
neticesi alınmaz.” Yine onun şöyle dediğini işittim: “Aklıyla peygamberler
arasında fazilet sıralaması yapan kimsenin, peygamberler arasında ayırım
yaptığı kesinleşir. Oysa Yüce Allah ‘Onun peygamberlerinden hiçbirini
birbirinden ayırmayız.’[244]
buyurmuştur. Her ne kadar müfessirlere göre buradaki ayırımdan kasıt bir
kısmına iman edip diğer kısmını inkâr etmek ise de durum böyledir. Anla!” Şeyh
Muhyiddin de el-Fütûhât’ın 73. bâbında buna benzer şeyler zikretmiştir.
Soru: Peygamberlerin
birbirinden faziletli olması, peygamber olmaları itibariyle midir, yoksa başka
bir şeyden dolayı mıdır?
Cevap: Şeyh’in
258. bâbda dediği gibi, resuller, resul olmaları itibariyle birbirinden daha faziletli
değildir. Aynı şekilde nebiler de nebi olmaları itibariyle birbirinden daha
üstün değildir. Nebi ve resullerin fazileti, ortak olmadıkları başka bir
hâlden dolayıdır. Zira hep birlikte bir makamda bulunan bir topluluk, ortak
oldukları konuda eşittir. Aslolan budur. Îmâm Ebu’l-Kâsım Îbn Kasi (rh.a) ve
onunla aynı görüşte olan bir topluluğa göre, bazen üstünlük meydana getiren
husus da eşitliğe götürebilir. Dolayısıyla her resul bir açıdan fâdıl
(faziletli), diğer bir açıdan mefdûl (daha az faziletli) olabilir. Her
birisinin fazileti, başkasında bulunmayan bir şeyden dolayıdır. Mefdûlun
fazileti de fâdılda bulunmayan bir durum nedeniyledir. Buna bağlı olarak
mefdûl kendisine tahsis edilmiş yön sebebiyle fâdıl olandan daha faziletli
konuma gelir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir “Bize göre böyle değildir. Bir
toplulukta bulunan özelliklerin tamamı Hz. Muhammed’de (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) olduğu gibi tek bir kişide toplanabilir. Böylece birbirlerine karşı
onları üstün kılan niteliklerin toplamıyla o, topluluğun diğer fertlerinden
üstün olur; zâid bir şeyle değil. Onların her birinden üstün olur [fakat]
niceliksel bir derecelendirme ile değil. Bu [faziletler] toplamıyla o,
topluluğun efendisi olur fakat fazilet açısından benzerlerinde olmayan bir
şeyle temayüz etmez.”
Ayrıca Şeyh Îbn Kasî’nin sözlerini el-Fütûhât’ın
73. bâbının 29. cevabında naklederek şöyle demiştir: “Îbn Kasî ve ona tâbi
olanların söylediği bu görüşün sahibi, keşif ehlinden sayılmakla beraber,
hakikatin gerektirdiği şekilde görüşünü ortaya koyamamıştır. Bize göre ‘Bazı
nebîleri bazılarından üstün kıldık.’171 âyeti bağlamında,
mufâdalanın (karşılıklı üstünlük) ma‘kül olan anlamı, ‘Lutfumuzdan buna vermediğimizi
ona, ona vermediğimizi de buna verdik.’ demektir. Fakat bu faziletler[den
kasıt] şeref mertebelerinden olmalarıdır. Şöyle ki Allah (cc), onlardan birini,
-celâline yaraşır bir şekildekendi elleriyle yaratmak ve melekleri ona secde
ettirmek ile faziletli kılınmıştır ki bu Âdem’dir (aleyhisselâm). Kimini -Musâ
(aleyhisselâm) gibikendisiyle konuşarak (kelâm) faziletli kılmış, kimini -Hz.
Îbrâhim gibihullet (dostluk) ile faziletli kılmış, kimini ise -Yâkub
(aleyhisselâm) gibisafvet (arılık-saflık) ile üstün kılmıştır. Bunların tamamı
şeref ve yüceliğe dair niteliklerdir. ‘Onun yaratması, kelâmından veya kelâmı,
elleriyle yaratma sıfatından daha üstündür.’ denilemez. Çünkü bunların tamamı
çokluk ve sayıyı kabul etmeyen bir tek zâta aittir. Aynı şekilde bütün
mertebeler; ilâhî isim ve Rabbânî hakikatlerle bağlantılıdır. Dolayısıyla
[niceliksel] bir derecelendirme yapan ‘Îlâhî isimlerden bir kısmı diğerlerinden
daha şereflidir.’ demiş gibi olur. Oysa ne şer‘an ne de aklen bunu söyleyen hiç
kimse olamaz.”
Karşılıklı üstünlüğe (tefâdül)
gelince, bu konuda Mu‘tezile ile Eş‘ariyye arasındaki görüş ayrılığı, meleğin
beşerin havassından üstün olup olmadığı üzerinedir. Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envâr
isimli eserinde şöyle demiştir “Meleklerle beşerin havassı arasındaki fazilet
konusunda herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir. Çünkü faziletlerin
mukayesesindeki şartlarından biri de onun aynı cinsteki fertler arasında
yapılmasıdır. Oysa melek ile beşer farklı cinslerdir. Söz gelimi ‘Eşek attan
daha üstündür.’ denilemez. Ancak ‘Bu eşek o eşekten daha üstündür.’
denilebilir. Şu var ki ‘Karşılıklı üstünlük [tefâdül] gerçektir ve ruhlardan
ibaret olan hakikatler konusundadır.’ denilebilir. Bilindiği gibi beşerin
ruhları meleklerdir. Buna göre melek, insanın bir parçasıdır ve bütün cüzden,
cüz de bütündendir.” Bu ve onun bundan önceki sözleri üzerinde iyi düşün ve
araştır. el-Fütûhâtın 47. bâbında ise şöyle demiştir: Bir kesimin hataya
düştüğü hususlardan biri de meleklerin aksine insanların ilimde ilerleme
katetmesini gerekçe göstererek onların meleklerden daha üstün olduklarına dair
görüşleridir. Karşılıklı üstünlüğün (yani bunu derecelendirmenin) vuku bulacağı
ne bir sınıf ne de mertebelerden bir mertebe belirlemeden sadece insanın
meleğin aksine ilimde ilerliyor olmasını ileri sürmüşlerdir.” Şöyle demiştir:
“Onların hatalarının sebebi, keşfedememiş olmalarıdır. Şayet keşfetmiş
olsalardı, ilimde ilerlemenin insan, cin, melek gibi ölümle nitelenen; dünya,
berzah ve âhiret gibi aşamalardan geçen bütün canlıların bir gereği (lâzım)
olduğunu görürlerdi. Şayet meleklerin ilimde ilerlemeleri söz konusu olmasaydı
ve ilmin artması kendilerine yasaklanmış olsaydı, Âdem onlara tüm isimleri
öğrettiğinde ilimleri artmazdı. Fakat Hz. Âdem melekleri[n bilgisini, daha
önce] sahip olmadıkları isimlere dair ilâhî bilgiyle artırmış, onlar da
Allah’ı tenzih ve takdis etmişlerdir.”
Soru:
O
hâlde melekler de ilimde ilerleme konusunda bize eşit midir?
Cevap: Evet,
onların kendisiyle ilerleme katedecekleri bir ameli olmadığından, amelin
aksine ilimde ilerleme katedebilirler. Bu, orada teklif söz konusu olmadığı
için, bizim cennette ilerleme katedeceğimiz bir amelimizin olmaması gibidir.
Bu açıdan biz ve onlar âhirette eşitiz.
Soru: Bizim
ilim ve amelde ilerlememiz, başkasına karşı daha şerefli olmamız bağlamında
mıdır yoksa imtihan bağlamında mıdır?
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in dediği gibi: “Bu Hak Teâlâ’nın başkasını değil, bizi imtihan
etmesi için, imtihan bağlamındadır. ‘Beşerin kâmil olanları, ilerlemeleri
açısından mutlak olarak daha üstündür.’ diyen kimse bunu anlamamıştır. Şayet
bunun imtihan olduğunu bilselerdi, terakkî ile üstünlük olduğu iddiasında
bulunmazlardı.” Şeyh 367. bâbın sonlarında “Eş‘arîlerin, insanların havassının
diğerlerinden üstün olduğuna dair görüşlerini destekleyen hususlardan biri de
şudur: Âdem’in yaratılışından beri Hak Teâlâ rüyada sûretinin şerefi ve
istikametinden dolayı sadece Âdem’in sûretinde görülmüştür. Âdem’in
yaratılışından önce ise rüyada görene âlemdeki tüm sûretlerde tecellî etmiştir.
Burada âlemin tümünden maksadın insan-ı kâmil olduğu anlaşılır. Şüphesiz ki Allah
Teâlâ Âdem’i yarattığında onun bütün hakikatleri âleme yayılmıştı. Hak Teâlâ bu
hakikatleri tüm âlemden çağırdı. Toplandılar ve bunların yekûnundan insan
oldu. O büyük halifedir ve Allah Teâlâ’nın ilminin hazinesidir.”
Soru: Şayet
melek de insan gibi terakki edebiliyorsa Cebrâil’in Bizden olan herkesin
bilinen bir makamı vardır.”172 şeklindeki sözünün anlamı nedir? Bu
sadece meleklere has mıdır yoksa bütün yaratıkların bilinen bir makamı var
mıdır?
Cevap: Evet,
her mahlûkun Allah’ın ilminde belirlenmiş ve takdir edilmiş bir makamı vardır
ve bu, mahlûk tarafından bilinmez. Herkes nefesinin bitmesiyle o makama varmış
olur. Son nefes; kişinin üzerinde vefat edeceği, onun bilinen makamı olarak
tezahür eder. Bu nedenle sülûke davet edildiklerinde; meşrû davete icâbetle
yücelerek, iradi olan emre icâbet etmekle de alçalarak seyr ü sülûk ederler.
Bunu ancak maksat gerçekleştiğinde fark ederler. Bu nedenle cin ve insan olan
her şahsın sülûkü, kendisine tayin edilen makamda son bulur ve bir kısmı şaki,
bir kısmı da said olur. Bu ikisinin dışındaki mahlûkât ise, hiçbir zaman
kendisinden inmediği makamındadır. Orada ikamet ettiği için, oraya varmak için
kendisine emredilmesine gerek yoktur. Bu durum melek, hayvan, maden ve
bitkiler için aynıdır. Bunlar Allah Teâlâ katında saiddir ve onlara erişecek
bir şekâvet de söz konusu değildir. Îşte böylece cin ve insanın, meleklerin
“Her birimizin bilinen bir makamı vardır.” şeklindeki sözüne dâhil oldukları
sana âşikâr oldu. En doğrusunu Allah bilir.
Ey kardeş, meleklerin, insanların
havassından daha faziletli olduğuna dair görüş, Şeyh’e de nispet edilmektedir
ve ben bunu el-Fütûhât’ın Mısır nüshalarında gördüm. Önsözde Mısır
nüshalarında sokuşturmaların olduğunu belirtmiştik. Şeyh’in, isnat zinciriyle
kendisinden rivayet edilen Konya nüshasıyla karşılaştırılan nüshada
gördüklerim, beşerin havassının meleklerden daha faziletli olduğu şeklindedir.
Bunu Şeyh’in 383. bâbda, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
meleklerin havassından daha faziletli olduğuna dair uzun açıklamalardan sonra
verdiği şiiri de desteklemektedir:
Bizim söylediklerimizi sadece bir adam
idrak eder
Ki o Mele-i a‘lâyı ve elçileri
geçmiştir
Bu resul, Allah’ın resulü olan
Ahmed’imizdir
Vasıflarında kâmil, vesilenin
sahibidir
Mu‘tezile mezhebinin, meleklerin Allah
Resulü’nden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha faziletli olduğuna dair
görüşünü Şeyh’e nispet etmekten sakın! Allah seni hidâyetten ayırmasın.
OTUZ
DOKUZUNCU MEBHAS
Meleklerin
Sıfatları, Kanatları ve Hakikatleri İle Melekler
Hakkında
Tasnif Edilen Hiçbir Kitapta Bulunmayan, Onlarla İlgili Hârikulâdeliklerin
Zikri Hakkındadır. Bu Mebhasin Yöntemi Keşif ve Mebhas İçerisinde Bulunan
Şerefli Nakillerdir
Bil ki 33. Mebhas’ta meleklerin vahyi
indirmesi konusunda nefis değerlendirmeler verildi, oraya bak! Burada bizi
ilgilendiren ehl-i hakka göre meleklerin latîf cisimler olduğunu bilmendir.
Onların şekillere girme ve tebdil-i kıyafet yapma yeteneği vardır. Zor fiilleri
yapabilirler; şerefli, aziz kullardır. Devamlı olarak taat üzeredirler, muhalefet
etmek ve fısk işlemekten mâsumdurlar. Allah Teâlâ’nın izniyle bu mebhasta izah
edileceği üzere erkeklik ve dişilikle nitelenemezler.
Soru: Yıldızlar,
güneş ve ay melek midir yoksa meleklerin kürsüler midir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 60. bâbında dediği gibi, “Yıldızların tamamı, güneş ve ay
meleklerin binitleridir. Bu, Allah Teâlâ’nın göklerde meleklerden seçkinler
(nukebâ) belirlemesi nedeniyledir. Her meleğe, içinde seyrân edeceği bir
yıldızı merkep olarak tayin etmiştir. Felekleri de her gün bir devir olmak
üzere onların içinde döner vaziyette yaratmıştır. Dolayısıyla ne semâ ne de
arz memleketindeki hiçbir olay onların gözünden kaçmaz. Bu kürsülerdeki
melekler arasında ordular, emirler ve krallar vardır.” Bunu uzun uzadıya
anlatmıştır. Daha sonra “Tebaasının hâlini dikkate almayan, onlar arasında
adâleti tesis etmeyen ve onlara layık ihsanlarda bulunmayan her kral,
zemmedilmeyi hak etmiştir.” demiştir.
Soru:
Göklerin
velîleriyle yerin velîleri arasında bir irtibat var mıdır?
Cevap: Göklerin
velîleriyle yerin velîleri arasında münasebetler ve yerdeki velîlere adâletle
uzanan, şâibelerden arınmış ve ayıplardan uzak birtakım bağıntılar (rakîka)[245]
vardır. Yerdeki bu velîlerin ruhları, yetenekleri ölçüsünde meleklerin
ruhlarını ve onların inceliklerini kabul ederler.
Yerdeki velîlerden yeteneği güçlü ve
güzel olan kimse, meleklerden kendisine uzanan bu rakîkaları; temiz ve duru,
şâibelerden arınmış ve herhangi bir değişiklik olmadan kendi sûreti üzere kabul
eder, adâlet valisi ve fazilet imamı olur. Yeteneği düşük olan ise bu açık emri
kabul eder ve onu kendi düşük ve kötü olan şekline döndürür, haksızlık valisi
ve zulüm nâibi olur. Sadece kendi nefsini kınar. Şeyh, Tenezzülâtül-Mûsuliyyede
bu konuya geniş yer vermiştir.
Soru: Melek
de cine benzer şekilde dilediği gibi farklı hâllere girebilir mi?
Cevap: Evet,
bu mebhasin baş tarafında geçtiği üzere, olabilir.
Soru: Beşerin
kâmil olanları, melekler gibi başka bir sûrete girebilirler mi?
Cevap: Şeyh’in
311. bâbda dediği üzere “Kadîbü’l-Bân gibi kâmil olan insanlarda, başka bir
insan kılığında görünme kuvveti vardır. Ancak meleklerin kâmillerinin başka
bir melek kılığında görünme kudretleri yoktur. Dolayısıyla Cebrâil, İsrâfil’in
sûretinde görünemez. Tersi de mümkün değildir. Dolayısıyla insanın kudretinde
olan bazı şeylerin meleklerin kudreti kapsamında olmadığı anlaşılmaktadır.”
Soru: Hz.
Muhammed’de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olduğu gibi, hangi meleğin makamı
mutlak olarak en yüksektir?
Cevap: Bu
konuda herhangi bir nas görmedik. İnsanın aklıyla semavî melekler veya
başkaları arasında fazilet sıralaması yapması doğru olmaz. Açık bir nas
olmadıkça “Cebrâil, İsrâfil’den veya Mîkâil’den daha üstündür ya da Azrâil,
semavî meleklerden olan İsmâil’den daha üstündür.” denilmez.
Soru: Mele-i
A‘lâ da insanlar gibi peygamber veya velî olmakla nitelenebilir mi?
Cevap: Mele-i
A‘lâ, peygamber ya da velî olmakla nitelenemez. Zira şayet peygamber ya da velî
olsalardı, Âdem’in (aleyhisselâm) kendilerine öğrettiği isimleri bilirlerdi.
Zira mârifetullah, O’nun isimlerini bilme ölçüsünde gerçekleşir. Kulun O’nu
bilmemesi de isimlerini bilmemesi ölçüsündedir.
Soru: Meleklerin
tamamı hayır âleminden midir? Bu görüşte iseniz, nasıl “Allahım, cimriye telef
ver!” demiş ve müminin malının telef olması için onun aleyhine dua etmişlerdir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhâtın Zekât Bâbı”nda dediği gibi Bu müminin elem duyacağı şekilde
malının telef olmasına yönelik bir dua değildir. Aslında Allah’ın (cc) rızâsı
için infak etsin diye yapılan bir duadır. Dolayısıyla kendi isteğiyle infak
eden mümin gibi o da ecir alır. Zira melek, hayır âlemindendir, mümine zarar
göreceği bir duada bulunmaz. Allahım, cimriye telef ver!’ sözünün anlamı,
‘Malını senin rızâna uygun olarak infak etmeyen kimseyi infak eden kıl ve infak
ettiğini yerine koy. Ey Rabb’imiz, şayet ezelî ilminde onun kendi isteğiyle
infak etmesini takdir etmemişsen, malını telef et ki belâya mâruz kalan
kimselerin ecrini alsın, böylece hayır ona dokunsun.’ demektir. Dolayısıyla
daha önce belirtildiği gibi, bu onun hakkında hayır duadır. Meleklerin
makamını bilmeyenlerin sandığı gibi değildir. Melek, özellikle de Allah’ın
varlığına, birliğine ve O’ndan gelenlere iman eden bir mümin hakkında asla
şerri istemez.” Şeyh şöyle demiştir: “Meleklerin duasının iki açıdan kabul
edildiğinden şüphe yoktur. 1. Meleklerin temiz oluşundan dolayı. 2. Duanın,
başkası hakkında yapılan dua olmasından dolayı. Buna göre mal sahibine yapılan
söz konusu dua, Allah’a isyan etmeyen meleklerin diliyle yapılan bir duadır.
Sonuç olarak telef etmekle kastedilen, infaktır. Ancak melek iki lafzın arasını
ayırmıştır.” En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Rasat
ehlinin yaptığı gibi Allah Teâlâ’ya yemin ederek melekleri semâdan indirmek
beşerin kuvveti kapsamında mıdır?
Cevap: Üzerine
yemin etmek sûretiyle yahut başka bir şekilde meleklerden birini semâdan
indirmek beşerin kuvveti kapsamında değildir. Zira âyette “Biz ancak Rabb’inin
emriyle ineriz.”174 buyurulmuştur. Rabb’in emri dışında inmeyen bu
gibilere ne bitkilerin özelliği ne de Allah’a (cc) onlar için yemin etmek tesir
eder. Şeyh 25. bâbda bunu zikrederek şöyle demiştir: “Bu durum, semavî
gezegenlerin ruhlarının aksinedir. Çünkü bunlar esmâ ve buhar/tütsü gibi şeylerle
indirilirler. Zira bu, mânevî bir iniş ve hâlî/içi boş sûretleri müşâhede
ediştir. Gezegenlerin kendileri, gökteki yerlerini terk etmezler. Âriflere
göre, Yüce Allah, kevn ve fesad âleminde onların ışınlarının düştüğü yerlerde
birtakım tesirler meydana getirir. Ancak bu Allah Teâlâ’nın izniyle olur. Bu;
su içince kanma, yemek yeyince tokluk ve mevsimi gelip yağmur yağdığında ve
güneş açtığında tohumun bitmesi gibi Hakîm ve Alîm olan Allah’ın bir
hikmetidir.”
Soru: Allah’ın
Onlar, Allah ile görülmez varlık türleri arasında da bir soy birliği
yakıştırdılar.”175 âyetinin anlamı nedir? Bunlar cin midir yoksa
onların meleklerin Allah Teâlâ’nın kızları olduğuna dair meşhur sözlerindeki
gibi, melek midir?
Cevap: Burada
cinle kastedilen melektir. “Cin” olarak isimlendirilmesinin sebebi, bizimle
aynı mecliste oturdukları hâlde gözlerden gizlenmiş olmalarıdır. Biz onları
göremeyiz zira Yüce Allah, onlarla insanların gözleri arasına gizli bir örtü
koymuştur. Nasıl söz konusu örtü bize gizli ise onlar da bu örtü sayesinde
bizden gizlenmişlerdir. Bize görünmeyi dilemedikleri müddetçe onları göremeyiz.
Şeyh bunu, 369. bâbda zikretmiştir. Burada şöyle demiştir “Cinlerin, insanlarla
birlikte olan ve gece gündüz aramızda bizi takip eden meleklerden olduğu
açıktır. Normalde onları göremeyiz ancak Allah (cc) cinlerin bu yönde bir
isteği olmaksızın, bir insanın onları görmesini istediğinde, görmesini
istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o da onları idrak eder. Yüce
Allah, ya meleğe zuhur etmesini emreder ve biz de onu görürüz ya da örtüyü
önümüzden kaldırır ve gözle meleği görürüz. Ancak onları gördüğümüzde bizimle
konuşmaları doğru olmaz. Zira bu sadece peygamberlere has bir özelliktir. Velî
ise meleği görse bile, onun kendisiyle konuştuğunu görmez. Şayet melek
kendisiyle konuşursa, onun şahsını görmez. Dolayısıyla hem görme hem de konuşma
sadece peygamber için gerçekleşir.”
Soru: Meleğin
kötülükten bir payı var mıdır?
Cevap: Meleğin
kötülükten herhangi bir payı söz konusu değildir. Hârût ve Mârût hakkında
nakledilenlere gelince, bunların hiçbiri sahih değildir. Kötülük (şekâvet) ve
iyilik (saadet) sadece insanlarla cinlere hastır, vesselâm!
Soru: Meleklere,
Âdem’e secde etmelerinin emredilmesinin sebebi nedir? Onun en güzel şekilde
yaratılmış (ahsen-i takvîm) olması mı yoksa onlara isimleri öğretmesi mi?
Cevap: Şeyh’in
369. bâbda ilimlerle ilgili olarak söylediği gibi, meleklerin Âdem’e secdesi,
onlara isimleri öğretmesi için değildir. Onun en güzel şekilde yaratılmış
(ahsen-i takvîm) olmasından dolayıdır. İleride bu secdenin sebebinin,
meleklere olan gizli bir gazaptan dolayı olduğu gelecektir.
Soru: Neden
Âdem’in kendilerinden üstün olduğunu bilmelerinden önce, ona secde etmeleri
emredildi?
Cevap: Melekleri
imtihan etmek için, ona öğrettiği isimlerinden dolayı kendilerinden daha
faziletli olduğunu bilmeden önce bunu yapmaları (secde) 5
kendilerine
emredildi. Şayet onun ilimle ortaya çıkmasından sonra secde söz konusu olsaydı,
İblîs bundan kaçınmaz ve “Ben ondan daha hayırlıyım.”[246] demez,
ona karşı büyüklük taslamazdı. Bu nedenle “Balçıktan yarattığın birine mi secde
edeyim?”[247]
ve “Beni ateşten onu ise balçıktan yarattın.”[248]
demiştir. Oysa nâr (ateş), ışık verdiği için senin en-Nûr ismine balçıktan daha
yakındır.
10 Soru: O
hâlde Allah Teâlâ’nın meleklere Âdem’in hilâfetini bildirmesi Allah Teâlâ’nın
onlardan aktardıklarından sonra olmuştur.
Cevap: Evet,
bu nedenle onun kıssasında “Meleklere Âdem’e secde edin dediğimiz zaman”[249]
denilmiştir. Mâzi fiili ve il edatıyla gelmiştir. Bu, bir süre geçtiği içindir.
Bu meselenin üzerinde dur ki Âdem’in ilimle fazi15 letinin,
salt kendisine secde edilme faziletinden daha yüksek olduğunu ve şeriatın niçin
insanı insana secde etmekten nehyettiğini bilesin. Bu insanın kendine secde
etmesidir ki o kendisinin benzeridir ve bir şey kendine boyun eğmez. Şâri‘
olan Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisine eğilmeyi de
yasaklamış, musâfaha etmemizi emretmiştir.
20 Soru: Âdem’e
secde etmelerinin emredilmesi, melekleri imtihan etmek için midir yahut başka
bir şeyden dolayı mıdır?
Cevap: Şeyh’in
341. bâbda dediği gibi, bu sadece Allah’ı (cc) bilen âlimlerin hissedeceği,
Allah’ın meleklere olan gizli bir gazabından dolayı onları imtihan etmesi
içindir. Zira onlar, Hak Teâlâ’nın Âdem’i yeryüzünde halife kılmasına 25
itiraz
ettiler. Şayet itiraz etmemiş olsalardı Allah’ın (cc) kulu olan Âdem’e secde
etmeleri emredilmezdi. Şeyh şöyle demiştir “Âlemde meydana gelen bütün cezalar,
bunun gibi gizli ya da açık bir gazaptan dolayıdır. Çünkü Allah Teâlâ âlemi
yarattıklarına yönelik rahmetle yaratmıştır. Rahmet ise gazabın aksine intikam
özelliğine sahip değildir. Oysa gazap, intikam özelliğine sahiptir fakat 30
tabaka
tabakadır.” Şöyle demiştir “İntikamın meydana gelmesi, kâfirlerin dışındakiler
için, temizliktir. Bu, esrar ilimleri kapsamındadır, bunu sakla!”
Soru: Meleklerin
Rableri katında saf oldukları gibi namazda saf tutunuz.” denilmiştir. Yani
imamlarının arkasında saf tutunuz. Yine onların imamımızın arkasında saf
tuttukları da nakledilmiştir. O hâlde imamımız, aynı zamanda onların Rabb’i
katında mıdır?
Cevap: Evet,
bunun izahı şudur: Melekler bizim arkamızda saf tutmaktadır. Bu hâlleriyle
kendilerine namaz kıldıran imamın yanındadırlar. Ama aynı zamanda Rab’leri
katındadırlar. Bizim için imam, Âdem’in konumundadır. Yüce Allah celâline
yaraşır bir şekilde kıblede iken imamımız O’na secde etmektedir. İmam da
meleklerin kıblesindedir. Dolayısıyla her namazda melekler, babaları Âdem’e
secde ettikleri gibi, ona ve çocuklarına secde etmeye devam etmektedir. Namaz
kılan birisi kaldığı müddetçe, kıyamete kadar hilâfet Âdemoğullarında kalmaya
devam edecektir. Şeyh bunu 347. bâbda zikretmiştir. Orada şöyle demiştir:
“İlâhî durum ve emir dünyada meydana geldiğinde onun hükmü kıyamet gününe kadar
kalkmaz. Meleklerin Âdem’e secde etmesi vuku bulmuştur. Dolayısıyla onlar
kıyamete kadar namaz kılan her kişinin arkasında onun zürriyetine secde etmeye
devam edecektir. Ki Âdem nasıl unuttuysa zürriyeti de unutacak, Âdem nasıl
inkâr ettiyse, zürriyeti de inkâr edecek, Kâbil kardeşi Hâbil’i nasıl haksız
yere öldürdüyse kıyamete kadar Âdemoğulları arasında haksız yere öldürme devam
edecektir. O hâlde namaz kılan her kimse meleklerin imamı olur ve melekler
arkasında durup ona yönelerek secde ederler.
Soru: Âdem’e
yapılan secde ile onun evlâdına yapılan secde arasında ne fark vardır?
Cevap: Âdem
ile çocukları arasındaki fark şudur: Melekler, Âdemoğullarının arkasında secde
ettiklerinde, onların kıraat ve namaz gereği secde etmeleri gibi secde ederler.
Âdem’e olan secdeleriyse, ilim öğrenmeye çalışanın ilme yönelik secdesidir.
Dolayısıyla secde edilme noktasında bir araya gelmekte, bunun sebebi
konusundaysa ayrılmaktadır. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), namaz kıldığı zaman, neden münferidin yaptığı
gibi, Cebrâil’in sağında durmadı da arkasında durdu?
Cevap: Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) gözleriyle meleklerin Cibrîl’in arkasında saf
bağladıklarını gördüğü için, onlarla birlikte saf tutup, onun sağında durmamıştır.
Şayet meleklerin safını görmeseydi, Cibrîl’in sağında dururdu. Aynı şekilde
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arkasında namaz kılan adama,
sağında durmasının emredilmesi de bundan dolayıdır. Bu adam şayet meleklerin
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arkasında namaz kıldıklarını
görseydi, sağında durması emredilmezdi. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
söz konusu kişinin makamının hükmünü dikkate almıştır. Müşâhede etmeyenle
müşâhede edenin hükmü aynı değildir. Zikrettiklerimizin tamamında maksadımız,
meleklerin Âdemoğlunun arkasında secde etmelerinin devam ettiğini, imâmetin ise
Âdem’den en son namaz kılan kimseye kadar devam ettiğini sana bildirmektir. Melekler
bu imama tâbidir. Daha önce geçtiği üzere biz imâmet durumunda Allah katında
bulunuruz, melekler de imamımıza tâbidir. Onlar bizim yanımızda tâbiyet
durumundadır ve [aynı zamanda] Rabb’leri katındadırlar. Zira imam ve bu
melekler O’nun katındadır. Yine her saf, -saflar ne kadar artarsa
artsınkendisinden sonrakilerin imamıdır.
Soru: Melekler
de insanlar gibi nafilelerle Rabb’lerine yaklaşırlar mı?
Cevap: Şeyh’in
421. bâbda dediği gibi, kesinlikle hiçbir melek nafilelerle Allah’a
yaklaşamaz. Onlar sürekli farzları edâ etmekle meşguldürler ve bu farzlar tüm
anlarını kapsadığından onlar için nafile söz konusu değildir.
Soru: O
hâlde onlar insanların makamlarına yetişemezler. Zira Hak Teâlâ’nın celâline
layık olarak kulunun gözü ve kulağı gibi olacağına dair [kudsî hadiste] haber
verdiği makamı yitirmiş olmaktadırlar.
Cevap: Evet,
onlar zorunlu kuldur, biz ise hem zorunlu hem de ihtiyarî kuluz. Bu yönden
bizim makamımıza erişemedikleri gibi tefekkür etme yetisine sahip olmadıkları
için de bize yetişemezler. Onların sadece aklı vardır. Dolayısıyla Allah’ın
yaptıklarını fikrederek alınan sevaptan ve Hak Teâlâ’nın onların gözü ve kulağı
olmasından mahrum kalırlar. Anla! Aynı şekilde nehiylerden kaçınmanın
sevabından da mahrum kalırlar. Zira mâsum oldukları için, bunu tatmaları söz
konusu değildir.
Soru: Allah’ın
“Hâlbuki üzerinizde muhakkak bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar
yaptığınız her şeyi biliyorlar.”[250] ve “O
hiçbir söz söylemez ki yanında çok dikkatli bir gözetleyici olmasın!”[251]
âyetlerinin anlamı nedir? “Dikkatli gözetleyici”yle kastedilen, iki yazıcı
melek midir?
Cevap: Şeyh’in
544. bâbda dediği üzere, yazıcı iki melek, gece ve gündüz meleklerinden Rakîb
ve Atîd’dir. Kulun söylediği her sözü yazmakta, bunun dışında da hiçbir şeyi
yazmamaktadır. Kul bir şeyi telaffuz ettiğinde onu havaya fırlatmış olur, melek
bundan sonra onu alır. Yüce 5 Allah, her söz
söyleyenin, sözünü söylemesi anında yanındadır. Melek, Hak Teâlâ konuşan
kişinin [itinâ cihetiyle] yanında bulunuyor iken, konuşanın havaya fırlattığı
[sözü] bir nur olarak görür. Melek edeple sözle beraber bunu alır ve onun için
kıyamete kadar yanında muhafaza eder. Böylece ‘Hafaza Melekleri’nin kulun ne
yapacağını bildikleri Kur’ân’ın 10 nassıyla
bilinmektedir. Ancak söyleyinceye kadar hiçbir amel yazmaz, telaffuz ettiği
zaman yazarlar. Bu nedenle onlar, sözlerin tanıklarıdır. Bunun sebebi, onların
kulun fiil anındaki niyetlerini bilmemeleridir. Bu nedenle kulun amellerini
[göğe] çıkaran melekler, kulun amelini az görerek/küçümseyerek çıkarır.
Onlardan bu amel alınır, kabul edilir ve 15 İlliyîn’de
kaydedilir. [Bazen kulun amelini] çok görerek onu çıkarırlar fakat onlara
-hadiste anlamca geçtiği gibi‘Bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Zira o bununla
Allah’ın rızâsını gözetmedi.’ denilir. Yüce Allah ‘Hâlbuki onlara, Allah’a
kulluk etmeleri, Hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun eğmeleri
emredilmiştir.’ buyurmuştur. Şayet melekler, ku20 lun
amel anındaki niyetini bilselerdi, bu haber gibileri gelmezdi. Niyet kalpte
olduğu için onu Allah ve niyetin sahibinden başka hiç kimse bilmez. Melek,
kulun diline varıncaya kadar bütün hareketlerini kaydeder. Telaffuz ettiği
zaman, Allah buna şahittir. Aslında O kulunun sözünün nezdinde itinâ itibariyle
bulunur kulunun yanında [bizzat] bulunmaz.
25 Şehâdet âleminde
varlığın ortaya çıkmasıyla beliren ilâhî bulunuş işte budur. Bunun nedeni de
tekvin [yaratma] olmasıdır. Nitekim her mevcuttaki yaratma ancak ilâhî sözün
nezdinde olur. Varlıkta meydana gelen her şey de ilâhi sözden neşet eder. Allah
ile kulu arasında, söz (kavl) münasebetinden daha genel ve daha tamam hiçbir
ilişki yoktur. Bu nedenle 30 Allah’ın, her söz
söyleyenin dilinin yanında olduğu rivayet edilmiştir.
Sözden ibaret olan varlık, söyleyeninden
(kâil) ayrıdır. Şayet Hak Teâlâ onun yanında olmasaydı, söz zayi olurdu. Hak
Teâlâ nasıl sadakayı kabul edip onu büyük bir dağ oluncaya değin artırıyorsa
[söze] yaratılışı kâim kılan bir sûret inşâ etmek için de onun yanında bulunur.
Soru: Âlimler,
“Allah (cc), meleklerin amelleri bildiğini haber vermiştir. Amelleri bilmeleri
onları yazmak içindir. Dolayısıyla [genel olarak] melekler amelleri
yazmaktadırlar.” demişlerdir.
Cevap: Onların
bu görüşlerine dair Kur’ân’dan bir delil bilmiyoruz bu 5
konuda
açık bir delil bulan olursa buraya eklesin. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: “İnsanı
önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar.”[252]
âyetinde işaret edilen melekler kimlerdir? Bunlar Hafaza mıdır, başkası mıdır?
Cevap: Bunlar
teshîr (âmâde) melekleridir. Kul hangi durumda olursa 10
olsun
onunla birliktedirler, ona tâbidirler. Bunlar Hafaza melekleri değildir. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: “O,
şerefli ve sadık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahîfelerdedir.”[253]
âyetleriyle ne kastedilmektedir?
Cevap: Şeyh’in
160. bâbda dediği gibi, değerli sahîfeleAe kastedilen, pey15
gamberlik
bilgisidir; sefereyle de elçi melekler kastedilmektedir. Bererenin
anlamı ise “iyiler” demektir. Bunlar Hak Teâlâ’nın insanlara gönderdiği
elçiler olup, büyük reisleri Cebrail’dir (aleyhisselâm). Yüce Allah, bir şeyi
kulları hakkında gerçekleştirmek istediğinde, işleri tenfîz makamı olan kürsîye
en yakın meleğe vahyeder. Allah Teâlâ bu emri muhtelif şekillerde verir. Ona
kendisinden 20 sonrakine
vahyetmesini emreder, o da kendisinden sonra gelene emri bir sonrakine
ulaştırmasını söyler ve bu silsile yer semâsına kadar devam eder. Su meleğini
çağırarak bu mesaj suya bırakılır, kulların kalplerine atmak üzere kalp (ilham)
meleklerini çağırır. Şeytanlar meleklerin ne getirdiklerini bilir ve bunların
benzerlerini insanların kalbine getirir. Dil kalpte olanları konu25
şur
ki bunlar [bir şeyin] nasıl olacağına dair havâtırdır (kalbe yerleşen nefsin
iç konuşmasıdır). [Henüz] olmayan bu şey hâtırın bildirdiği şeye uyarak meydana
gelir. Bunlardan dile geldikten sonra meydana gelenler meleklerin
getirdikleri, meydana gelmeyenler ise şeytanların ilkâ ettikleridir. Bunlar
âlemde “ircâf” (yalan haber) olarak isimlendirilir ve avam bunlar için “tek30
vînin
mukaddimeleri” der. Daha sonra su meleği kendisine vahyedileni suya attığı
zaman, insan ve cin hariç bu sudan içen bütün canlılar, bu sırrı bilir.
Soru: Meleklerin
de insan ve cinlerinki gibi bir âhiretleri var mıdır?
Cevap: Şeyh’in
518. bâbda dediği gibi, meleklerin herhangi bir âhiretleri yoktur. Çünkü onlar
ölüp dirilmezler. Bize göre onların durumu, sadece uyku ve uykudan uyanma gibi,
bayılıp uyanmaktan ibarettir. Bu bayılıp ayılma, dünya ve âhiretteki icmâlî
tecellîdeki (et-tecelliyü’l-icmâlî) mümkünün dâim üzerinde bulunduğu hâldir.
Buradaki icmâl melekler indinde bizdeki müteşâbihin aynıdır. Bu yüzden vahyi
düz bir taş üzerindeki zincir [sesi] gibi duyarlar. Ayıldıklarında ise bizdeki
muhkemin benzeri olan tafsil gerçekleşir. Hem bizde hem de onlarda durum,
müteşâbih ve muhkem âyetlerden ibarettir. Dolayısıyla imtihan ve fitne, anılan
icmâl ve müteşâbih ile hem yukarıdaki hem de aşağıdaki sakinleri (mele-i a’lâ
ve mele-i esfel) kapsamaktadır.
Soru: Melekler
arasında Allah Teâlâ’yı bilme noktasında derecelendirme söz konusu mudur?
Cevap: Evet,
ancak daha önce belirtildiği gibi onlar aşamayacakları makamlarda bulundukları
için, aralarında herhangi bir fark yoktur. Daha az faziletli olan (mefdûl)
“Rabb’iniz ne dedi? ‘Hakkı’ dediler.”[254] âyetinde
belirtildiği gibi, âlim olandan meseleyi anlamaya çalışır. Bunun izahı şudur:
Melekler nûrlar içinde bulunan ruhlardır ve kanatları vardır. Hak Teâlâ özel
bir şekilde vahiyle konuşup bu [sözler], kulaklarına çarptığında -ki bu daha
önce geçtiği üzere düz bir kaya üzerinde [hareket eden] zincir gibidirmelekler
boyun eğerek kanatlarını çırpar ve bayılırlar. Daha sonra Yüce Allah, onların
kalplerinden korkuyu giderince -ki bu onların ayılmasıdırayılıp “Bu nedir?”
derler. Yani bir kısmı diğerlerine “Ne diyor?” der. Bazılarıysa Allah’ın
kelâmının zâtın kendisi olduğunu bildirerek “Rabb’iniz şöyle buyurdu” derler.
Bazıları bu konuşana “Hak” derler. Yani “Hak diyor ki O, bu teşbihten
alabildiğine yüce ve münezzehtir.” Meleklerin kelâmı Allah’ın, “Rabb’iniz ne
söyledi?’ diye sorarlar. Onlar da ‘Hakkı’ diye cevap verirler. O, yücedir,
büyüktür.” ifadesiyle son bulur. Bu ifade “O’nun benzeri yoktur.”[255]
âyetinin benzeridir. Allah en doğrusunu bilir.
Soru: Beşerî
âlemin sûretler âlemi ve bu sûretleri düzenleyici olan nefisler âlemi üzerinde
tasarrufu var mıdır?
Cevap: Evet,
Şeyh’in 366. bâbda dediği üzere, anılan iki sınıfın dışında, beşerî âlemin
onlar üzerinde herhangi bir hükmü söz konusu değildir. Ancak cinler âlemi gibi
onlardan kimisi dile getirdiklerinin kendilerine hükmetmelerini isterse bu
olabilir. Böylece meleklerden ibaret olan nûrânî âlemin, beşerî âlemin
üzerlerindeki velâyetinin dışında kaldığı anlaşılmış oldu. Zira her biri için
Rabb’inin belirlediği bilinen bir makam vardır. Rabb’inin emri olmadan da
oradan inmezler. Bunlar arasında oradan birini indirmek isteyen olursa, önce
Rabb’ine yönelir; Rabb’i de ilgili istek sahibine yardım etmek için ya da
kendiliğinden indirmek sûretiyle o meleğe bunu emreder ve ona bu hususta izin
verir.
Soru: Seyahat
hâlinde bulunan meleklerin makamı nedir?
Cevap: Onların
bilinen makamı, Kur’ân’la zikredilen makamları arayarak seyahat etmeleridir.
Kur’ân’dan başka bir şeyle zikreden hiç kimseyi, Kur’ân’la zikredenlerin önüne
geçirmezler. Şayet Kur’ân’la zikreden bir kimseyi bulamazlarsa, başka şekilde
zikredenlere giderler. Bu, onların sayesinde yaşadıkları rızıklarıdır,
hayatları bundadır. Bu nedenle, Mehdî zuhûr ettiği vakit, gece gündüz Kur’ân
okuyacak bir topluluk meydana getirecektir. Şeyh bunu 366. bâbda zikretmiştir.
Soru: İnsan
ve cinlerin avamında vâki olduğu gibi, melekler arasında da Allah’ın (cc)
sıfatlarını bilmeyen var mıdır?
Cevap: Şeyh’in
371. bâbda zikrettiği üzere “Allah (cc) Âdem’e isimleri öğrettikten sonra,
melekler arasında O’nun sıfatlarını bilmeyen kimse kalmamıştır. Aksine tamamı,
Allah’ı bilmektedir. Bu nedenle Yüce Allah ‘Allah, hak ve adâleti ayakta
tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler de bunu ikrar
ettiler.’[256]
buyurmuştur. Daha sonra insanlar hakkında “İlim sahipleri”[257] demiş,
meleklerde olduğu gibi, [insanlar için bu durumu] mutlak olarak
zikretmemiştir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bu ilimle
kastedilen, varlık ilmi değil, tevhid ilmidir. Âlemin tamamı, -insanlardan
bazılarının vâkıf olamadığı [gibi] zât ya da mertebedeki tevhidin aksine varlık
âlemidir.”
Soru: Beşerden
farklı olarak meleklere verilen bir ilim var mıdır?
Cevap: Evet,
Şeyh’in 375. bâbda zikrettiği üzere “Neşet ettiği tabiatının hükmünden ve
beşerî kimliğinden sıyrılıp, sadece ilk aslına üflenen ruhtan ibaret kalmadıkça
hiçbir beşerin bilmeyeceği kendilerine has ilimleri vardır. Ancak bu durumda,
meleklerin bildiği gibi, o da Allah Teâlâ’yı bilir ve Allah Teâlâ’ya ibadetini
meleklerin Allah’a ibadet ettiği gibi yapar.” “Allah’a hamdolsun biz bunu
tattık. Şayet bu ilmi birine öğrettiğimizde, onun -yalan söyleyerekbu iddiaya
kalkışacağından korkmasaydık, bu gözleri [ve gönülleri] aydınlatıp sevindirecek
ilimden ona bir şeyler açıklardık.” demiştir.
Soru: Meleklerden
herhangi biri şehvet üzere yaratılmış da Allah Teâlâ onu korumakta mıdır yoksa
aslı itibariyle şehveti yok mudur?
Cevap: Şeyh’in
378. bâbda dediği gibi “Meleklerin şehveti yoktur. Allah onları mârifetullah
ve irade üzere yaratmıştır. Onlara iradeyi verdiği için, onların Allah’a
kendilerine emredilen hususlarda isyan etmediklerini haber vermiştir. Şayet
iradeleri olmasaydı, Allah onları “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı
gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren.”188 şeklinde
övmezdi.
Soru: Canlılar
ne üzere yaratılmıştır?
Cevap: İnsan
ve cinden farklı olarak Allah’ı bilme ve özel şehvet üzere yaratılmışlardır.
Onlar, mârifet ve şehvet üzere yaratıldılar. Bu ise iradeye has bir taalluktur.
Zira şehvet tabii bir iradedir. İnsan ve cinlerin, melekler gibi ilâhî
iradeleri yoktur. Allah Teâlâ bu ikisini, ilim elde etmek için değil, aklı
üzere yaratmıştır. Bu Hak Teâlâ’nın hassaten bu dünyada şehvetlerini kontrol
etmek için, insan ve cinlere verdiği bir alettir. İnsan ve cinlerin, keşif
yönteminin dışında elde ettiği bilgilerin tamamı, fikrî muvâfakatla elde
edilmiştir. İnsanın sahip olduğu ilimlerin fıtrat, zaruret ve ilhamla olduğu
anlaşılmaktadır. Keşfin varacağı son nokta ise, sadece Allah’ın yarattığı fıtratta
bulunan bilgileri keşfetmektir, başkasını değil. Bununla ma‘lûmunu (bildiği
şeyleri) görür. Fikirle bu bilgiye ulaşması imkânsızdır.
Soru: Bunlar,
duyularla idrak edilecek şeylerdir. Geriye bir tek nazar kalmaktadır. Bunları
nereden bildin?
Cevap: Bunu
ilham ve ilâhî bildirme (îlâm) yöntemiyle bildik. Şöyle ki nâtık nefis bu
bilgiyi Allah’tan vech-i hâstan (özel yönden) ilham yoluyla keşif ve zevk ile
alır. Her varlığın Allah’tan aldığı bir özel yön (vech-i hâs) vardır. Sahih
düşüncenin varabileceği son nokta zikrettiğimiz Allah’tan olan ilim ve îlâmının
(bildirme) aksine, mümkün olanın üzerine bir şeyi eklememektir. Bu, kulun sahih
nazarla mârifetullahta ulaşabileceği son noktanın hayret olması gibidir. Bu,
hayvanların (Behâim) başlangıçta sahip olduğu durumdur. Zira onlar hayret üzere
yaratılmışlardır. Kul ise bundan çıkmak istemektedir ancak bunu asla
yapamayacaktır.
Soru: Melekler
kaç sınıftır?
Cevap: Şeyh’in
154. bâbda zikrettiği gibi üç sınıftır: 1. el-Müheymûn’dur. Allah’ın
kendilerini yarattığındaki gibi O’nun celâlinde kendilerinden geçmiş
olanlardır. Allah Teâlâ onlara Cemîl isminde tecellî etmiş, onları kendilerinden
geçirmiş ve kendisinde yok etmiştir/fâni kılmıştır. Ne kendilerini bilirler ne
de kimde kendilerinden geçtiklerini. Keşif yöntemiyle onları bu şekilde
öğrendik, onlar hayret içinde sarhoştur. Yüce Allah onları ne üstünde ne de
altında hava bulunan “Amâ” binalarından, onları nefyeden bir şeyle birlikte
yaratmıştır. Onlar da şu an diğer melekler gibi nûr heykelleri içindedirler.
Ne onların ne de diğer meleklerin mümkünlerin velîliği dışında bir velâyetleri
vardır. 2. Melâiketü’t-teshîr (Hizmete verilmiş melekler). Bunlar
Hakk’ın özel katından bize ve bizden Hakk’a gece-gündüz inip-çıkmakla bizim
için amâde kılınmış olanlar; yeryüzündekiler hassaten de müminler için istiğfar
edenler, Âdemoğullarının kalpleriyle görevli olanlar, rahimlere vekil
kılınanlar, ilhamla görevli olanlar, ruh üflemekle vekil kılınanlar, rızıklarla
ve yağmurlarla görevli olanlar, insanla görevli olanlar, saf bağlayıp duranlar
(saffât), sevk edenler (zâcirât), okuyanlar (tâliyât), işi bölüştürenler
(mukassimât), şiddetle çekip çıkaranlar (nâziât), birbiri ardınca gönderilenler
(mürselât), yayanlar (nâşirât), öne geçenler (sâbikât), yüzüp gidenler
(sâbihât), bırakanlar (mulkiyât), çekip çevirenler (müdebbirât) ve benzeri
meleklerdir.[258]
Bundan önceki mebhasta geçtiği üzere, peygamberlerin tamamı bunlardan daha
faziletlidir. Bil ki Teshîr meleklerinin başı, Kalem-i A‘lâdır. Bu akl-ı evvel
(ilk akıl), yazma ve tedvîn etme âleminin sultanıdır.
Şeyh Bunların varlığı, kendilerinden
geçmiş âlemle birliktedir. Ancak Allah Teâlâ onları, diğerlerini kendilerinden
geçiren bu tecellîden perdelemiştir.” demiştir. 3. “Melâiketü’t-tedbîr
(Yönetme melekleri). İster tabii, ister nûrânî, ister felekî, isterse unsurî
olsun âlemdeki bütün cisimleri yöneten ruhlardır.” demiştir. Şeyh bu konuda
uzun değerlendirmelerde bulunduktan sonra şöyle demiştir: “314. bâbda,
meleklerin hiçbir kesbinin olmadığını ve hiçbir makamda amel etmediklerini
yazmıştık. Onlar sadece kendi makamları için yaratılmıştır ve bu makamları
aşmazlar ve herhangi bir makam kazanmazlar. Şayet bilgileri ziyadeleşirse bu
bilgiler fikir ya da istidlâl yoluyla gelmez. Çunku onların tabiatları, insanın
tabiatının verdiği gibi bunu vermez.”
Soru: “Melekleri
ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan”190 âyetinde zikredilen
kanatlardan maksat nedir?
Cevap: Bu
kanatlarla kastedilen ruhanî yetenektir. Bu yetenek sadece kendi makamından
olana tasarrufta bulunur ve bu makamda arkadaşı olan feleğin makamını aşamaz.
“İsrâ Mebhasi”nde geçtiği üzere her şeyin varacağı son nokta, ilk anda ortaya
çıktığı yerdir. Ancak söz konusu kanatların, meleklerin kendilerinden yukarıda
olanlara değil, sadece kendilerinden daha aşağıda bulunan unsurlara inmeleri
için verildiği açıktır. Bu, bizdeki uçanın aksinedir. Zira o kanatsız olarak
iner ve kanatlarla yukarı tırmanır. Meleklerin kanatlarına gelince onlarla
makamlarının üzerine yükselemezler. Uçanın kanatlarından aslolanın, bunlarla
yukarı tırmanmak olduğu bilinmektedir. Meleklerin kanatlarında ise aslolan
iniş için olmalarıdır. Kuş indiği zaman tabiatıyla iner, yukarı çıktığında ise
kanatlarıyla çıkar. Melek ise indiği zaman kanatlarıyla iner, yukarı çıktığında
ise tabiatıyla çıkar. Bütün bunlar her yaratılmışın, âcizliğini ve kendisi için
belirlenen sınırların dışında tasarrufta bulunmasının mümkün olamadığını
bilmesi içindir.
Soru: Meleklerin
yükselmesiyle kastedilen nedir? Zira sadece inen yükselir.
Cevap: Meleklerin
tırmanışı (urûc), başkalarında olduğu gibi, sadece yüksekliklere (ulviyyât)
mahsus değildir. Aksine onların bize doğru inişleri de hükmün sadece âlemlerin
Rabb’i olan Allah’a bağlı olduğunu açıklamakiçin olduğundan [yine] urûc olarak
isimlendirilir. O’nun her varlıkta özel bir tecellîsi ve vech-i hâssı (özel
yönü) bulunur ve bununla onu muhafaza eder. Her türlü noksandan uzak ve yüce
olan Allah,
ister aşağılara (süfliyyât) ister
yükseklere (ulviyyât) tecellî etmiş olsun yükseklik cihetinin mutlak olarak
kendisine ait olduğunu zikretmiştir. Yüce Allah “Yüce Rabb’inin adını tenzih
ederek an!”[259]
ve “O, göklerde ve yerde tek Allah’tır.”[260]
buyurmuştur. “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu an secdedir.” hadisinin
delâletiyle, yerde de olsa gökte de olsa yüksekliği kendisinin kılmıştır. Anla,
yükseklik daima O’nundur.
Şeyh şöyle demiştir: “Bunun izahı
şudur: Yüce Allah meleklere celâli hakkında bilgi verdiği için, onlar
makamlarından bir yöne yöneldikleri zaman, başkasına değil, sadece Allah’a
yönelirler. İndikleri her şeyde onların bakışı Hakk’a doğrudur. Bakışları onları
indirene doğru olduğu için ‘Melekler inerler.’[261]
buyurmuş; onlar inişlerinde bile yükselici oldukları için de ‘Melekler
yükselirler.’ demiştir. Dolayısıyla hangi varlıktan sâdır olursa olsun, kâinata
yönelen her bakış iniş; Hakk’a yönelik her bakış da hangi varlıktan sâdır
olursa olsun, çıkıştır. Daha önce meleğin yükseldiği zaman zâtıyla
yükseldiğini, zira bunun aslına dönüş olduğunu ve Hz. Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) de mi‘raca çıktığı zaman, tâbiyyet hükmüyle Burak’ın zâtına
tâbi olarak yükseldiğini belirtmiştik.”
Soru: Allah,
İblîs’e hitap ederek “Ey İblîs, kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde
secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan
mısın?”[262]
buyurmakla neyi kastetmiştir?
Cevap: Kastedilen,
bakışında/düşüncende “Büyüklendin” şeklindedir ki durum böyleydi. Yüce Allah,
onun büyüklendiğini ve kendi içinde Âdem’den daha üstün olduğunu düşündüğünü
haber vermektedir. İşte bu, İblîs’in cehâletidir.
Soru: “Âlûn
[ulular]” ruhlar mıdır, melekler midir?
Cevap: Onlar
melek değil, ruhlardır. O hâlde melekler -Cebrâil ve benzerleri gibi-, bu
ruhların elçileridir. “Elûket”, Arap dilinde elçilik anlamındadır. Secde
etmeyen hiçbir melek kalmamıştır. Çünkü bunlar Allah’ın kendileri için “Âdem’e
secde ediniz!”[263]
dedikleridir. Müheymin (kendilerinden geçmiş) olan ruhlar, secde emrinin
muhatabı olmamışlardır. Zira zikredildiğine göre O ruhlara değil, meleklere
hitap etmişti. Bu nedenle “Bütün melekler toptan secde ettiler.”[264]
denilmiştir. İblîs ise muttasıl değil, munkatî istisnâ ile nasb edilmiştir. Bu,
“Alûn” olarak anılan ruhlar, Allah Teâlâ ile meşgul oldukları için, O’nun Âdem
veya başka birini yarattığını bilmezler. Allah’ın İblîs’e “Yoksa ululardan
(Âlûn) mısın?”[265]
âyeti, “zikrettiğimiz üzere “kendilerine secde etmeleri emredilmeyenler
misin?” anlamındadır. Dilde secdenin, yere kapanma olduğu açıktır. Zira Âdem,
topraktan yaratıldı. Bu ise kendisinden daha aşağısı olmayan en aşağı unsurdur.
Bazı şeyhlerimizin şöyle dediklerini işittim: “Âlûn’a Âdem’e secde etmeleri
emredilmemiştir. Zira onlar, onu bilmiyorlar ki secde etsinler. Ayrıca Allah’ın
onları bize bildirdiğine dair bir ifade de geçmemiştir. Şayet böyle olmasaydı,
Allah Teâlâ İblîs’in yüz çevirmesini zikretmeseydi ona secdenin emredildiğini
bilmezdik.” Şeyh bunu 361. bâbda zikretmiştir. 157. bâbda ise şöyle demiştir:
“Yüce ruhların en yükseği el-Âlûn’dur. Bunlar isim açısından melek değildir.
Çünkü bu isim, özellikle onlar arasından elçi olanlara verilmiştir. Çünkü
meleğin anlamı elçidir. Bu, “Me’luket”ten dönüştürülmüştür ve “Elûke” de
elçilik demektir. Bu sadece bir cinse tahsis edilmez. Bu nedenle Yüce Allah
meleklere ‘Secde ediniz’[266]
dediğinde, İblîs de bu hitabın kapsamına girmiştir. Zira o da genel olarak
elçilikte kullanılanlar arasındaydı. Melekler; berere (iyiler, cömertler, sadık
melekler), sefere (elçiler, katip melekler), cin ve insan ruhlarını kapsayan
bir cinstir. Bu sınıfların her birinde elçilik yapanlar ve yapmayanlar vardır.
Melekî ve mehmûz[267]
nübüvvete, sadece ilk grupta yer alan, arşın etrafında Allah’ı hamd ile tesbih
eden el-Hâfûn ya da kürsî ve göklerin melekleri ile yükseliş meleklerine mensup
olan elEfrâd nâil olabilir.” Şöyle demiştir: “Meleklerden olan son peygamber,
dünya semâsının sahibi olan İsmâil’dir. Onlardan her biri ruhlar âleminde, bir
gaye ile gayelenmiş olarak Rabb’inden -Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) şeriatının bâtıniyetinden olmak üzerebir şeriat üzeredir. Bu durum,
Allah’ın “Bizden her birimizin belirli bir makamı vardır.”[268] âyetinde
geçmektedir. Böylece kendilerinin aşamayacakları belirli sınırlarının olduğunu
itiraf etmektedirler. Şeriatla kastedilen de sadece budur. Allah Teâlâ onlara
vahyettiğinde, Allah’ın kelâmını işitirler ve kanatlarını çırparlar.” Bu konuyu
uzunca anlatmıştır.
Soru:
“Bu isimleri
bana haber verin!”201 âyetiyle işaret edilen meleklerin îcâd ve
hükümlerinde dayandıkları ilâhî isimlerle kastedilen nedir?
Cevap:
Diğer ilâhî
isimlerdir. Bu isimleri bilmemekle, sorgulanma ve kınanmayı hak etmişlerdir.
Yüce Allah, bu meleklere “Üzerinize vazife olmadığı hâlde, yeryüzünün
halifesini kınayıp, beni tesbih ve takdis ettiğinizi iddia ederek kendinizi
temize çıkarmanıza rağmen bu isimlerle beni hiç tesbih ve takdis ettiniz mi?”
der gibidir.
Soru:
Meleklerin,
canlıların, maden ve bitkilerin iradesi var mıdır?
Cevap:
Onların
herhangi bir işe taalluk eden bir iradesi yoktur. Onlar yaratıldıkları hâl olan
Allah’a secde etme ve O’nu övme üzeredirler. Sürekli O’nunla meşguldürler,
başka bir şeyle değil. İnsan ise hem O’nunla hem de başkasıyla meşguldür.
Unutmak ve gaflet, başkasıyla meşgul olmaktır.
Soru:
İnsanlarda
olduğu gibi, ruhlarda da tasavvur etme yeteneği (kuvve) var mıdır?
Cevap:
Şeyh’in 367.
bâbda zikrettiği üzere ruhların tasavvur gücü vardır ama musavvire gücü yoktur.
Musavvire gücü müfekkire gücünün sıfatı olan fikre tâbidir. Ayrıca küllî
nefis, akıl ve Allah’ın celâlinde kendinden geçmiş melekler gibi tabiatın
üstündeki ruhlar da âlemin sûretlerini görmezler ve tasavvuru kabul etmezler. En
doğrusunu Allah bilir. Meleklerin hâlleriyle ilgili olarak bu kadarı
yeterlidir. Allah’ın izniyle “Velâyet Mebhasi”nde, ilham melekleriyle ilgili
olarak iyi bir özet gelecektir.
KIRKINCI MEBHAS
Peygamberlere (aleyhisselâm)
Hürmet Etmenin İstenilmesi ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) Ebeveyni Hakkında Susmanın Gerekliliği, Hz. Nûh ile Hz. İdrîs
Arasındaki ve Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
Arasındaki İki Fetret Ehlinin Hükmü, Hiçbir Kitap ve Peygamberin Sünnetine
İnanmamış Olsalar da Bunların Cennete Gireceklerinin Araştırılmasının Beyanı
Hakkındadır
Bil
ki Allah’ın (cc) bizden razı olmasını umarak, peygamberlerin tamamına hürmet
etmek ve Allah’ın onların derecelerini artırması için onlara dua etmek
müstehaptır. Şeyh 457. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki her müminin, müslüman
olan ata-dedeleriyle atalarından olmadığı hâlde Âdem’den en yakın babasına
kadar, velîlerin büyüklerine hürmet etmesi gerekir.” Şeyh “Bir keresinde
babamız Âdem (aleyhisselâm) için umre yaptım ve arkadaşlarıma da bunu emrettim.
Âdem’in (aleyhisselâm) içinde bulunduğu dünya semâsının kapılarının o gece
açıldığını, Allah’tan başka kimsenin sayamayacağı kadar meleğin yükseldiğini
gördük. Babamız Âdem’e sıla-i rahim yaptığımız için o gece melekler bizi
şaşkına çevirene ve dehşete düşürene dek aynı şekilde inmiş, bize selâm vermiş
ve hoş geldiniz demişlerdi. Bunun sebebi çoğu insan nezdinde Âdem
(aleyhisselâm) ile akrabalık bağının kesilmiş olmasıdır.” demiştir. Şöyle
demiştir: “Yüce Allah bana, onu ziyaret etmemi ilham etti, ben de onu ziyaret
ettim ve benim vesilemle başkaları da ziyaret etti. Bu ilâhî bir tevfiktir,
orada kimsenin, üzerinde yürüyebileceğim bir ayak izi yoktu. Hak Teâlâ’nın
Kur’ân’ın birden fazla yerinde ‘Ey Âdemoğulları’ şeklinde hitap etmesi, sadece
bize babamız Âdem’i (aleyhisselâm) hatırlatmak ve ona sıla-i rahim yapmamız
içindir. Bununla beraber hiç kimse bu babalığa ve bunun hakkını gözetmeye
dikkat etmedi. Allah Teâlâ’nın bu hatırlatması O’nun, Hz. Meryem’e dair âyette
geçen “Ey Hârun’un bacısı!”202 sözüne ne kadar da benzemektedir!
Oysa Hârûn’un zamanı nerede, Meryem nerede!
Hz.
Peygamberin ebeveyninin âhiretteki hükmü konusuna dalmaktan sakınmaya gelince,
Şeyh Celâleddin es-Süyûtî (ö. 911/1505) bu konuda müstakil altı eser kaleme
almıştır. Bunların tamamını inceledim ve bunların hepsinin Resûlullah’a karşı
edep gözetmenin vâcip olduğu ve ona eziyet edenin de Allah’a eziyet etmiş
olacağı sonucuna vardığını gördüm.
Yüce
Allah “Allah’ı ve Resul’ünü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lânetlemiş
ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır.”[269]
buyurmuştur. Yine Kur’ân’da “Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.”[270]
denilmektedir. Siyercilerin, Abdülmuttalib’in zemzem kuyusu açma hikâyesinde,
Abdullah’ı 5 kurban
etmeye kastettiğindeki kelâmına dair naklettiklerine vâkıf olanlar onun tevhid
inancı üzere olduğunu görecektir. Tevhid inancına sahip olan kimse ise, tevhidi
hangi şekilde olursa olsun, ileride fetret ehlinin durumu konusunda geleceği
üzere saîddir. Celâleddin es-Süyûtî, hadiste “Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveynini diriltti ve onlar da ona (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) iman etti10 ler.” denildiğini kaydetmiştir. Hatîb el-Bağdâdî,
Ebu’l-Kâsım b. Asâkir, Ebû
Hafs
b. Şâhin, Süheylî, Kurtubî, Muhibbüddin et-Taberî, İbnü’l-Münîr, İbn
Seyyidi’n-nâs, Safdî ve İbn Nâsır ed-Dımaşkî’nin içinde bulunduğu bir grup
hafız da -Allah onlardan razı olsunbu görüştedir. Hâkim’in “sahih” kaydıyla
naklettiği ve lafzı Süheylî’ye ait olan İbn Mes‘ûd hadisi şöyledir: “Resûlul15
lah’a (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ebeveyni soruldu, o da ‘Onlarla ilgili Rabb’imden istediğimi,
O bana verdi. Ben o gün makâm-ı mahmûd’da bulunmaktaydım.’ buyurdu.” “Bu
hadiste, başka bazı hadislerde nakledildiği gibi, kıyâmet günü gerçekleşecek
olan imtihan anında, onların taat üzere durmaları için, kendilerine bu makamda
şefaat edeceğine dair bir işaret bulunmaktadır.” demiştir. Mu20
hibbüddin
et-Taberî “Yüce Allah, iman etmeleri için Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) ebeveynini diriltmeye ve sonra öldürmeye kâdirdir. Bu Allah
Teâlâ’nın ilklerin ve sonların efendisine (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
yaptığı ikramlardandır.” demiştir. Kurtubî ise “Onların diriltilmeleri ve ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) iman etmeleri, ne aklen ne de şer‘an imkânsız
değildir. Kur’ân’da İsrâiloğullarından öldürülen bir kimsenin diril25
tilip katilini
haber verdiği kaydedilmektedir.” demiştir.
Şöyle
dedim: Şayet
onların öldükten sonra diriltilmeleri sahihse, bu diriltilme Allah’ın
kendilerine ölünüz deyip sonra dirilttiği kimselerinki gibidir. Yani,
ecellerini tamamlamak için diriltildiler. Buna göre Hz. Peygamberin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyni, teklif zamanlarında iman etmişlerdir.
Ba30
zı muhakkiklerin,
A‘râf ashabının secdesi hakkında, kıyamette bu secde ile onların terazilerinin
ağır basacağı ve bununla cennete gireceklerine dair söyledikleri gibi, onlar
da ölmeden önce iman etmiş gibidirler.
Ölümden
sonra meydana geldiği hâlde, şayet bu secdenin onlara faydası olmasaydı ve
onunla saîd olmasalardı, cennete girmezlerdi. Zira kıyamet günü berzaha aittir
ve bir yönü dünyaya, diğer yönü ise âhirete bakmaktadır. En doğrusunu Allah
bilir.
Fakih
ve muhaddis olan Ebûbekir İbnü’l-Arabî el-Mâlikî “Resûlullah’ın ebeveyninin
cehennemlik olduğunu söyleyenden daha çok ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
eziyet verecek birini bilmiyorum.” demiştir. Müslim’in naklettiği bir hadiste
ise “Dirilere, ölülerden dolayı eziyet etmeyiniz.” buyrulmuş ve “Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyninin cehennemlik olduğunu söylemek,
haramdır.” denilmiştir. Mısır hafızlarının sonuncusu olan Şeyh Celâleddin
es-Süyûtî (rh.a) “Birçok topluluğun açıkladığı üzere Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ebeveynine davet ulaşmamıştır. Yüce Allah da ‘Biz bir resul
göndermedikçe azap da etmeyiz.’205 buyurmaktadır. Davet kendisine
ulaşmadan ölenlerin hükmü de kurtularak ve azap edilmeden cennete girmektir.”
demiştir. Daha sonra “Bu, fıkıhta Şâfiî, usulde Eş‘arî olan imamlarımızın
muhakkik olanları arasında hakkında ihtilaf olmayan görüşümüzdür. İmâm Şâfiî
(rh.a), bunu açıkça belirtmiş, onun ashabı da buna tâbi olmuştur.” demiştir.
Celâleddin es-Süyûtî (rh.a) şöyle demiştir “Onlara davetin ulaşmadığını
destekleyen hususlardan biri de Hz. Peygamber’in ömrünün henüz başlangıcındayken
vefat etmiş olmalarıdır.” Alâî ve daha başkaları bunun doğru olduğunu
kaydederek, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) babası Abdullah’ın
on sekiz, annesi Âmine’nin ise yirmili yaşlarında vefat ettiğini belirtmiştir.
Allah Teâlâ’nın iman etmeleri için Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) anne ve babasını diriltmediğine dair [ileri sürülen] söze karşı olarak
böyle bir ömür [süresi] talep edilen tevhidi araştırmak için yeterli değildir.
Ayrıca o ikisinin yaşadığı zaman fetret ve cehâletin yaygın olduğu bir zamandı.
Şimdi
iki fetret ehlinin hükümleri hakkında özet bilgiler verelim ki Hz. Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ebeveyni de bu kısımların en şerefli olanına dâhil
olsun. Allah’ın yardımıyla şöyle deriz: Bil ki tevhidi nasıl olursa olsun,
hatta herhangi bir kitap ve peygambere iman etmese bile muvahhid, saîddir ve
cennete girecektir. Çünkü imanın tealluk ettiği yer, peygamberlerin
Rab’lerinden (cc) getirdikleri haberlerdir. Fakat iki fetret arasındaki insanların
iman edecekleri herhangi bir kitap veya bir peygamber de yoktur.
Dolayısıyla
bu hükmün kapalı bırakılması ve bize, “İman üzere ölmeyen ve cennete giren
kimse, Allah’ı kalbinde bulduğu nurla birleyen kimsedir.” şeklinde ifade
edilmesi doğru olur.” Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın 10. bâbında iki
fetret ehlini tasnif ederek 13 kısma ayırmıştır. Bunlardan altı kısım saîd,
dördü şakî ve üçü de meşîet-i ilâhîye’ye bırakılmıştır.
Saîdlerin
kısımları şunlardır: 1. Kus b. Sâide ve Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi kalbinde
bulduğu bir nûr ile tevhidi benimseyenlerdir. Kus’a, “Bu âlemin bir ilâhı var
mıdır?” diye sorulduğunda, “Katırlık, katıra delâlet eder, ayakların izi
yürüyüşe.” gibi şeyler söylerdi. Saîd b. Zeyd ise Buhârî’nin Sahihinde
kaydedildiği gibi secde eder ve şöyle derdi “İlâhım İbrâhim’in ilâhı, dinim
İbrâhim’in dinidir.” Yine “İsmâiloğullarından, Benî Abdülmuttalib’den bir
peygamber bekliyorum. Ona ulaşıp da ona iman edeceğimi, onu tasdik edeceğimi ve
onun peygamber olduğuna şahitlik edeceğimi sanmıyorum. Kim ona ulaşır da bir
defa bile onu görürse, selâmımı ona iletsin.” demiştir. İbn Seyyidi’n-nâs da
bunu Sîretınde zikretmiştir. Şeyh Muhyiddin, Kus gibi tevhid inancını
benimseyenleri “fikirle kaynaşmış delil sahibi” şeklinde isimlendirirdi. Zira o,
yaratılmışları anarak bunlardan ibret almıştır. Bu nedenle ne tâbi ne de metbû
olarak, tek başına bir ümmet olarak dirilecektir.
2.
Fikir, rüyet, nazar veya istidlal olmaksızın,
kalbine tecellî eden ve uzaklaştırmaya güç yetiremediği nûr sayesinde tevhidi benimseyenlerdir.
Bu [kimse] Rabb’inden gelen, varlıklardan herhangi biri hakkında imâl-i fikrin
karışmadığı saf bir nûr üzeredir. Kıyamette asfiya (sûfîler) ve abriyâ (iyiler)
ile birlikte haşredilir.
3.
Kendisine ilkâ edilir ve nûrunun şiddeti, sırrının
duruluğu ve yakîninin ihlâsı nedeniyle Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) konumunu, siyâdetini ve Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) zamanından keşif
sahibi kimsenin zamanına değin süregelen bâtınî risâletini kendi keşfinden
öğrenir. Ona, hem kendinden bir tanıklık ve hem de Rabb’inden gelen bir delil
üzere gayb âleminde iman eder. BBu, Allah Teâlâ’nın “Rabb’inden gelmiş açık
bir delile dayanan kimse (hiç ötekiler gibi olur mu?) Bu delili de Rabb’inden
gelen bir şahit izliyor.”206 âyetindeki durumdur. Yani [âyetteki
şahit], keşifle ortaya çıkan şeylerin doğruluğu noktasında o kişinin kalbinde
ona şahitlik eder. Bu kimse kıyamet günü, Hz. Muhammed’in bâtıniyyetinde ve
arkasındaki bir ışık içinde haşredilir.
4.
Yahudileşenler ve hıristiyanlaşanlar gibi, kendisinden
önceki hak bir dine ve Hz. İbrahim’in dinine yahut peygamberlerden olan
kimselere tâbi olan kısımdır. Onların, belirli bir grubu Allah Teâlâ’ya davet
eden Allah elçileri olduğunu öğrendiğinde yahut [bu durum] haber verildiğinde
onlara tâbi olur, onlara iman eder, yollarını takip eder, o peygamberin haram
kıldığını kendisine haram kılar. Kendisi yükümlü olmadığı hâlde -zira o
peygamber kendisine gönderilmemiştironun şeriatıyla ibadet eder. Bu kimse
kıyamette, ilgili peygambere tâbi olanlarla beraber haşredilir. Onun grubuyla
birlikte ayrılır ve şayet o peygamber açıkça şeriatını beyan etmişse, zâhirî
olarak da onlarla birlikte olur.
5.
Peygamberlerin kitaplarını okuyup, buradan Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şerefini, onun dininin şerefini ve
ona tâbi olanların sevabını öğrenip, ona iman eden ve her ne kadar daha önceki
peygamberlerden hiçbirinin şeriatına tâbi olmasa bile, bir bilgiye dayalı
olarak onu tasdik eden kimsedir. Özellikle de Hakîm b. Hizâm ve benzerleri
gibi güzel bir ahlâk sahibiyse, bu da kıyamet günü Hz. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatıyla amel edenler içinde değil de ona iman
eden ve zâhirî olarak ona bağlı olan kimselerle birlikte haşredilir.
6.
Kendisine gönderilen peygambere iman eden ve Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğine yetişerek ona da
iman eden kimsedir. Bunun iki ecri vardır. İşte bu altı kısmın tamamı, her ne
kadar imanla nitelenmemiş iseler de tevhidi benimsedikleri, için kıyamette
Allah katında saîddirler.
Şakîlerin
kısımları şunlardır:
1.
Hiçbir akıl yürütmeden salt taklide bağlı olarak
âtıl (akıl yürütmeden) kalandır. Bu, mutlak şakîdir.
2.
Teorik bir araştırma söz konusu olmadan şirk
koşandır. Bu da şakîdir.
3.
Herhangi bir teorik araştırma yahut taklit olmadan
ispatladıktan sonra âtıl kalandır. Bu da şakîdir.
4.
Salt taklitten yola çıkarak şirk koşandır. Bu da
şakîdir.
Meşîet-i
ilahîyyeye bırakılanların kısımları şunlardır:
1.
Aklı ermediği için, herhangi bir varlığı ikrar
etmeyen kimsedir. Bu aklî yetersizlik, başka birisinin kuvvetinden kaynaklanan
bir zaafın mizacında bulunması sebebiyledir. Bu meşîete kalmıştır.
2.
Yeteneğinin kendisine verdiği çabayı sarf ettiği
hâlde, hak yoldan sapan bir nazar (akıl yürütme) neticesinde şirk koşandır.
Bundan dolayı meşîete kalmıştır.
3.
Sahip olduğu kuvvetin son noktasına ulaştığı bir
akıl yürütme ile 5 ispatladıktan sonra âtıl kalandır ki kendisinden
üstün olana nispetle [bu
kuvveti]
zayıf kalmıştır. Bu da meşîete kalmıştır.
İşte
bunlar, Hz. İdrîs ile Hz. Nûh ve Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) arasındaki fetret ehlinin kısımlarıdır. Bu detaylar olmadan, fetret
ehli hakkında tek bir hüküm vermekten sakın, doğru yoldan saparsın. Allah Şeyh
10
Muhyiddin’e rahmet
etsin. Ufku ne kadar geniştir. Bu taksimi ondan başka hiç kimsede bulamazsın. En
doğrusunu Allah bilir.
Peygamberlerin
(aleyhisselâm) Getirdikleri Bütün Tekliflerin Semeresinin Allah’a (cc) Değil de
Bize ve Peygamberlere Döneceği, Allah’ın Âlemlere Muhtaç Olmadığı, Bunların
İşlediğimiz Günahların 5 Kefâreti Olduğu, Yasaklanan Her
Şeye Karşılık, Ona Kefâret Olması İçin Bir Şeyin Emredildiği Hakkındadır
Bunu
bildiğine göre, Allah’ın izniyle şöyle derim: Bazı ârifler, tekliflerin meşrû
kılınmasının sebebinin, babamız Âdem’in (aleyhisselâm) ağaçtan yediği yiyecek
olduğunu nakletmişlerdir. Bütün teklifler, onun karşılığı, onun 10
kefâreti ve onun mahallini temizlemek içindir.
Efendim
Ali el-Havvâs’ın (rh.a) da bunu İbrâhim el-Metbûlî’den (rh.a) naklettiğini
işittim. Âdem’in ağaçtan yemesinin hakiki bir mâsiyet olmadığı açıktır.
Çocuklarına, bir günah işlediklerinde nasıl davranmaları gerektiğini göstermek
için bir sûretten ibarettir. Zira peygamberleri 15 müdafaa mebhasinde genişçe yer
verildiği gibi, peygamberler (aleyhisselâm) sürekli terakki etmekte ve sadece
bulundukları hâl ya da makamdan daha üst bir hâl ve makama doğru intikal
etmektedirler. Oraya bak! Bu yemenin hükmü, Allah Teâlâ’nın diledikleri hariç,
kıyamete kadar onun bütün çocuklarını asâleten kapsamaktadır. Zira ağaç, onun
çocuklarının neh20 yedilen şeyi fiilen ya da yönelerek; haram, mekruh
ya da evlâ olanı terk etmek sûretiyle işlemelerini ortaya koymaktadır.
İnsanların mertebeleri farklı olsa da herkes buna ehildir. En aşağısı evlâ
olanı terk etmek, en yukarısı ise şirkin dışındaki en büyük günahı işlemektir.
Şirkin, kendisinden tövbe etmekten başka bir kefâreti yoktur. Bize göre
peygamber25 lerle ilgili mâsiyet kapsamına alınacak şeylerin tamamı,
evlâ olanı terk etmek kabilindendir. Çünkü onlar asla evlâ olanı terk etmenin
ötesine geçmezler. Herhangi bir mekruhu işleseler bile onların bütün günahları
bu kabildendir. Bunu işlemeleri Allah’tan bir kolaylaştırma olarak onun
cevazını ümmetlerine beyan etmek içindir. Mubahı işlemek sûretiyle onu 30
beyan edip buna
mukabil kendilerine nasıl ecir veriliyorsa bu konuda da kendilerine ecir
vardır.
Peygamberlerin
dışındakilerin işledikleri günahlara gelince, şayet velî mahfûz ise inâyet
onunla olduğu müddetçe, o sadece mekruhu işler. Şayet inâyet kendisini
bırakırsa, bu durumda harama da düşer. İnsanların geneline gelince, bunlar
haram, mekruh ve evlâ olanı terk etmenin üçünü 5 de işleyebilir. Dolayısıyla
peygamberlerin (aleyhisselâm) haram ve mekruh işleme konusunda başkasına
iştirak etmedikleri, sadece câiz olduğunu beyan etmek için onu yaptıkları
anlaşılmaktadır. Ancak makamları yüksek olduğu için, Yüce Allah, onların evlâ
olanı terk etmelerini bile mâsiyet ve hata olarak isimlendirmiştir. Anla!
Ümmetin içinde bulunan her bir mükellef, ağacın 10 meyvesini yemekten kinâye olan
evlâ olanı terketmek sûretiyle de olsa, mutlaka nehyedilen bir şeyi yapmıştır.
Dolayısıyla zikrettiğimiz bütün teklifler, Âdemoğullarının yaptıklarının
karşılığıdır. Âdem’in ağaçtan yemesi, daha sonra Allah’ın onun tövbesini kabul
ederek onu seçmesi ve arındırması, çocuklarına zillet (boyun eğme) ve
pişmanlık kapısını açmıştır; onla15 rın hareket ve sükûn hâlinde,
emir, nehiy ve mubah konusunda, tamamen kazâ ve kaderin hükmüne bağlı
olduklarını beyan eder.
“Tahâret”
konusundan “Ümmühâtü’l-evlâd” konusuna kadar, tekliflerin kefâret olmaları
açısından hükümlerini sana açıklayalım. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Bil ki
Âdem, Bârî’nin (cc) açık bir izni olmaksızın nis20 yan halindeyken ve İblîs’in
yalan yere Allah adına yemin etmeyeceğini zannederek [işlediği] evlâ olanı terk
etmek kabilinden bir fiil olan yasak ağacın meyvesini yediğinde Hak Teâlâ bunu,
onun makamının yüceliğinden dolayı mâsiyet olarak isimlendirdi. Tövbeden
sonra, kendisinden sâdır olan [fiili] ona hatırlatıcı kılmak sûretiyle ona olan
ihtimamını ar25 tırdı.
Bu [hatırlatıcı] cennette bulunduğu hâlin aksine karnının kokulu kazuratla
dolmasıdır. Âdem (aleyhisselâm), ne zaman karnı dışkı, idrar veya kötü bir koku
dolsa, yaptıklarını hatırlayıp Allah’ı (cc) yüceltip tâzim etmek için
istiğfarını çoğaltırdı. Bu nedenle şeriâtımız, her tuvaletten çıktığımızda
istiğfar etmemizi istemiştir. İşte bu onun hikmetidir. Havvâ ve kızla30
rına ise Âdem’e
(aleyhisselâm) ağaçtan yemeyi süslü gösterdiği ve Âdem yesin diye ağaçtan meyve
kopardığı için ona ve oğullarına [verilen] karın artıklarına ziyade olarak her
ay hayız verdi. Görüş ayrılığı bulunmakla beraber bu ağaç incirdi. Muhalif olan
şeyleri güzel sayarak işleyen kimsenin, bunları çirkin görerek yapan kimseye
göre daha fazla cezayı hakettiği kuşkusuzdur.
Zira
te’vil, mâsiyetin çirkinliğini götürür. Şunu bil ki kardeş, Âdem’le Havvâ’nın
bulunduğu bu cennet, bu yiyeceklerden meydana gelen kazuratların mahalli
değildi. Bu nedenle söz konusu kokuların mahalli olan yeryüzüne
indirilmişlerdir. Buraya indirildikten sonra, söz konusu ağaçtan yediklerinden
dolayı karınlarında idrar, dışkı, kan, uyku, cimâ veya başka bir vesileyle
kadınlara dokunmaktan gelen zevk gibi şeyler meydana geldi. Zürriyetlerinde de
onlara has ağaçlarından yemeleri ve makamları neticesinde, diğerlerine ziyâde
olarak delilik, hastalık olmadan baygınlık, sümük, ter, kahkaha, gömlek,
pantolon, etek ve sarığını uzatarak böbürlenme ve kibirlenme, gıybet, nemîme,
alaca, cüzzam, küfür, şirk gibi rivayet ve haberlerde nakledildiği üzere
temizliği azaltan şeyler meydana gelmiştir. Zikrettiğimiz gibi bunların tamamı
yemekten meydana gelir. Bizdeki temizliği ortadan kaldıran her şey, kesinlikle
sadece yemek ve içmekten kaynaklanmaktadır. Zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz
temizliği ortadan kaldıran şeylerin sâdır olması hususunda yemeyen ve içmeyen
kimsenin hükmü meleklerin hükmü gibidir. Melekler büyük ve küçük abdesti bozmaz
ve kanları akmaz, aslında kanları da yoktur. Bu yüzden dokunmanın ve cimânın
lezzetini arzulamazlar, delirmezler, bayılmazlar, uyumazlar, söz ya da fiille
Allah’a isyân etmezler, alaca hastalığına yakalanmazlar, cüzzam olmazlar, ter
kokusu ve sümükleri olmaz, gülmezler kahkaha olmaksızın sadece gülümserler,
kâfir olmazlar, Allah’a şirk koşmazlar ve asla dinlerinden dönmezler.
Bunun
izahı şudur: Kul perdelenmedikçe mâsiyet işlemez, yemedikçe ve içmedikçe de
perdelenmez. Şayet yeme ve içme ile perdelenmeseydi asla bir günaha düşmezdi.
Dolayısıyla İmam Ali’nin (ra) “Alacalıya, cüzzamlıya, yahudiye, hıristiyana ya
da haça dokunan abdest alsın.” şeklindeki sözü doğru olur. Bütün bu abdesti
bozan şeyler Allah Teâlâ’ya sû-i edebi ve O’ndan gafil olmayı ilzam ettiği
ayrıca bedeni ve kalbi zayıf düşürüp belki hasta ettiği için Şâri‘ (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ve takipçileri olan müctehidler bize, mutlak olan, hayat
veren su ile temizliği emretmişlerdir. Bize yeme ve içmeden kaynaklanan her
şeyden arınmamızı emretmişlerdir. Böyle bir şey bulunduğu takdirde, su veya
toprakla ondan temizlenmeden namaz kılmamızı haram kılmışlardır. Hatta Şâri‘
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) idrar ve dışkıdan, bunların çıktığı mahalle
dokunmaktan bile uzak durmamızı emretmiştir. Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), tenâsül uzvuna dokunan çamaşıra su serpmemizi emretmiş ve bu hususta
“Cebrâil (aleyhisselâm) bana bunu emretti.” demiştir. O (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), her abdest aldığında çamaşırına su serperdi. Bu serpme, bazılarının
zannettiği gibi, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vesveseyi defetmek için
yaptığı bir şey değildir. Zira o, vesvese gibi şeylerden mâsumdur. Zira
vesvesenin cünûnun (delirme) türlerinden biri olduğunu söylenmiştir. Gerçekte
bu, belirttiğimiz gibi, çamaşırın ferce dokunması nedeniyledir. Oğlum
Abdurrahman bana bir soru sordu ve Allah Teâlâ bana cevaplama imkânı vermedi.
Şöyle dedi: Şâri‘, dışarı çıkarmanın mahalli olduğu için ferce dokunmakla
abdestin bozulacağına hükmettiğine göre, neden mahallinden daha kötü olan dışkıya
dokunmakla abdestin bozulacağına hükmetmemiştir? Zeker, dübür ve kadının
fercine dokunmanın abdesti bozmasına dair söylenenden bildiğim; abdestin
bozulmasının bu [organların] zâtları kaynaklı değil abdesti bozan şeyin çıkış
yeri olması ve teması sebebiyledir. Şayet bu dokunmanın abdesti bozması, söz
gelimi fercin bizzat kendisinin de yeme ve içmeden meydana gelmesinden dolayı
olsaydı, bedenin diğer âzalarının hükmünün de böyle olması gerekirdi. Oysa hiç
kimse bu görüşü benimsememiştir. Kuşkusuz bütün âzalar yemekten meydana
gelmiştir ve bununla gelişmektedir. Müctehidlerin görüşleri de abdestin
bozulması hususunda gelen delillere uygun tahfîf (ruhsat) ve teşdîd (azîmet)
olarak gelmiştir. Abdestin bozulması ve temizliğin yapılacağı su konusunda bir
kısmı hafifletmiş [ruhsatı tercih etmiş], bir kısmı sıkı davranmış [azimeti
tercih etmiş], bir kısmı ise orta bir yol tutturmuştur. Abdesti bozan şeylerle
ilgili olarak ittifak ettikleri şeyler idrar, dışkı, cimâ ve delirmedir.
İhtilaf ettikleri hususlar ise, mahremlere dokunmak, el ayası ile ferce
dokunmak, çirkin yaşlı kadına dokunmak, bedenden kan çıkması, gıybet, kahkaha,
kokan koltuk altına el sürmek, müşriklere, putlara ve haça el sürmektir.
Bazıları ise ferce dokunmanın bozup bozmayacağı görüşlerini cemetmişlerdir.
Âlimlerin büyükleri için abdestin bozulacağını, özellikle soğuğun şiddetli
olduğu günlerde vesveseli olan avamdan kimseler içinse bozulmayacağını ileri
sürmüşlerdir. Buna göre önemli bir özür olmaksızın büyüklerin erkekleri ve
kadınlarına abdesti terk etmeleri hususunda ruhsat verilmemiştir. Şâri‘
tarafından hafifletme ve ağırlaştırmanın bulunduğu diğer bütün konularda da
durum böyledir. Diğer imamların da Rab’leri katında bir hidâyet üzere olduğuna
dair mebhasta, bu konuya Allah’ın izniyle genişçe yer verilecektir.
Dolayısıyla
bozulmanın sebebinin gerçekte yemekten meydana gelen tabiat olduğu anlaşılmaktadır.
Hatta söz gelimi çakıl taşı ya da odun parçasından dolayı bozulduğuna dair
görüşün sebebi de budur. [Orucu] bozan aslında çakıl ve odunun zâtı/kendi değil
odunun ve çakılın tabiatlarında 5 olduğu şeydir. Aksine şehveti harekete geçirerek,
kulun Rabb’inden (cc) gafil olmasına sebep olan tabiattır. Mükellef yutsa ve
sonra da çıksalar bile, çakıl ve odunun şehvet üzerinde herhangi bir tesiri söz
konusu değildir. Bunları yutmakla orucun bozulmasına gelince, bu korunmuş olan
yeri (harım) koruma kabilinden, ulemânın yemenin kapısını kapamak için 10
verdiği bir
hükümdür. Bu, asıl nehyedilen yer olan ferce yakın oldukları için diz kapağı
ile göbek arasından faydalanmanın menedilmiş olması gibidir. Aynı şekilde
şehveti harekete geçirmemesine rağmen susam miktarı yemenin orucu bozduğuna
hükmetmeleri, haram kılınmasındaki illetin aslı sarhoşluk olmasına rağmen bir
damla şarap içmeyi haram kılmaları da 15 böyledir. Oruçlunun zekerine ya
da dübürüne mil çekmenin orucu bozduğuna dair hükümleri de bununla kıyasla. Oysa
bu, ne şer‘an ne örfen ne de sözlükte yeme ve içme olarak isimlendirilir.
Soru:
Kazurat olmak
açısından dışkıdan daha hafif olduğu hâlde, meninin çıkmasıyla bedenin
tamamının yıkanmasının vâcip olmasının sebebi 20 nedir?
Cevap:
Meninin
çıkmasıyla birlikte cünüplükten temizlenmek için bedenin tamamını yıkamanın
vâcip olması, bunun en kuvvetli lezzet olması sebebiyledir. Dolayısıyla bedenin
tamamını yıkamanın vâcip olması, kazurattan dolayı değil, lezzetten dolayıdır.
Cimâ eden kimsenin hissettiği 25 lezzet, onun bütün bedenini, başka bir şeyi
düşünmeyecek kadar kapladığı için, bedenin tamamını suyla yıkaması
emredilmiştir ki böylece meninin çıkışının akabinde bedende meydana gelen
ağırlığı kalksın. Bu durumda iken Allah Teâlâ’dan gafil olmak, dışkı ve idrardaki
durumdan daha büyüktür. Bu yüzden Ebû Hanîfe (ra) “Namazdaki kahkaha abdesti
bozar.” 30
demiştir. Zira bu
durum sadece kalbi Rabb’inin (cc) huzurunda olmayan gafil bir kalpten meydana
gelir. Rabb’in huzurunun, burada bulunan bir kimsenin kahkahayla gülmesinden
münezzeh olduğu bilinmektedir. Bu huzurda bulunanların hali; edep, hayret ve
eğilmekten ibarettir.
Soru:
Hayız ve
nifastan dolayı bedenin tamamını yıkamak neden vâciptir?
Cevap:
Bunun sebebi
hayız ve nifas kanından hâsıl olan kazuratın ziyade olması ve kanın damar ve
başka yollarla bedenin kısımlarında fazlaca 5 yayılmasıdır. Ayrıca küçük
hadesler arasındaki yakınlığın aksine, âdetler arasındaki zamanın uzunluğu,
yıkanmak gerektiği zaman zorluğa sebebiyet vermemektedir. Küçük hadesler arasındaki
zamanın kısalığından dolayı, durum hafifletilerek sadece farz ve sünnet olan
âzaların yıkanması emredilmiştir. Zira buna sebep olan hades sıklıkla
tekrarlanmaktadır. Ab10 dest âzaları, kulun işlediği günahların
çoğunluğunun aletidir. Abdest alan kimse kalbi Allah Teâlâ ile birlikte olarak
abdest âzalarını yıkadığında ve onlardan her bir uzvu yıkarken işlediği
günahları hatırladığında ve bu esnada Allah Teâlâ’dan bağışlanma dileyip
pişman olduğunda, bu uzuv zâhir ve bâtın olarak temizlenir ve günahları
silinir. Zira günahlarında ısrarcı 15 olan kimsenin, âzalarını su ile
yıkamasıyla belki de günahları silinmez. Anla! Oysa tövbe edip pişman olan
kimsenin günahları, şayet tövbesi kabul edilmişse, hadiste belirtildiği gibi su
ile silinir ve o zaman Allah Teâlâ’nın huzuru olan namaza ona layık en mükemmel
hâl üzere girer.
Soru:
Âdemoğlu bütün
hayvanlardan (behâim) daha şerefli olduğu hâl20 de, Âdemoğlunun idrar ve
dışkısının, eti yenilen hayvanların aksine necis olduğuna dair ulemânın
ittifakının sebebi nedir?
Cevap:
Biz şöyle
deriz: İdrar ve dışkısının necâset olması hakkında bize gelen bu ittifak,
aslında onun şerefli olması hasebiyledir. Zira o, hayvanlardan farklı olarak
mükelleftir. Mebhasin başlarında belirtilen mânasıy25
la, hayvanların
aksine nehyedilen ağaçtan yemiştir. Hayvanlar ise taat ve mâsiyetle
nitelenemez. Bu nedenle idrar ve dışkısı hafifleştirilmiştir. Kural şudur:
Mertebesi büyük olanın küçük günahı da büyür. Akıl açısından ise esas olan bunu
aksidir, mukarrebe (yakın olana) müsamaha gösterilir ve uzak olan
cezalandırılır. Dolayısıyla mertebesi yüksek olan her kimsenin, 30
kendisini, ona
karışan yiyecek ve içeceklerden temizlemesi gerekir. Ancak Rabb’inden gafil
olup, tabiatının şehvetleriyle meşgul olunca, hakkındaki hüküm aksine dönmüştür.
Bu nedenle misk ve ud ile buhurlanan temiz içecek ve yiyecekler, bir gün ve
gece o kimsede kaldığında; necâset, pislik, kazurat, idrar, dışkı, kan, sümük
ve kötü kokuya dönüşmektedir. Güç ve 35 kudret sadece büyük ve yüce
olan Allah’a aittir.
Soru:
Bu
söylediklerinizden, mâsum olan ve tabiatının hükmü sebebiyle Allah’tan
başkasıyla meşgul olmayan kimsenin idrar ve dışkısının temiz olduğu
anlaşılmaktadır!?
Cevap:
Evet,
Şeyhülislâm Bulkînî, Sübkî, Celâleddin es-Süyûtî ve daha başkalarının fetvâ
verdiği gibi bu, böyledir. Hatta Şeyhülislâm Sirâc elBulkînî şöyle demiştir:
“Vallahi Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) idrar ve dışkısından bir
şey bulsaydım onu yerdim ve içerdim.” Bunu destekleyen unsurlar, hadislerde de
vardır. Taberânî ve diğerleri “Biz peygamberler cemaatiyiz. Cesetlerimiz,
cennetliklerin cisimleri gibi yaratılmıştır.” şeklinde nakletmişlerdir. Bu
nedenle onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) büyük abdestini bozduğu yerde misk
kokusu geliyordu. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) idrar ve dışkısının
necâset olduğunu ileri sürenlerin delili ise, -beşerî yönü itibariyle de
olsabundan arınması, kendisine bulaşan bu tür şeyi yıkaması ya da taş sürmek
sûretiyle temizlemesidir.
Soru:
Tamamı
yemekten meydana geldiği hâlde, ulemâ neden Âdemoğlundan çıkan sümük, tükürük
ve koltuk altı teri gibi her türlü fazlalığın necâset olduğu üzerinde ittifak
etmemişlerdir?
Cevap:
Bunda bulunan
kötülük ve kazuratın gizli (hafî) olması nedeniyle ittifak etmemişlerdir.
Ayrıca bunlar, daha çok aslî renklerine benzeyen idrar ve dışkının aksine,
yiyecek ve içecek renginin şekline uzaktır.
Soru:
Neden köpeğin
necâsetini temizlemede suyla birlikte toprak da emredilmiştir?
Cevap:
Allah
Teâlâ’nın köpeğin artığını, yenilip içildiğinde, kalbi öldüren bir necâset
kılması nedeniyledir. Bilindiği gibi, kalbi ölen bir kimse, nasihat almaz,
hayra yönelmez ve bir hata ettiği zaman tövbe yolunu tutmaz. Ayrıca yenilip
içilen bir şey hakkında “rics” ve “necs” tâbirini kullanmak doğru değildir.
Yüce Allah “İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç (rics)
şeylerdir.”[271]
buyurmuştur. Bunlar Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoyduğu için “rics” olarak
isimlendirildiği gibi, köpeğin artığı da insanda katılık meydana getirdiği için
“necis” olarak isimlendirilir. Bundan uzaklaşmak da bize vâciptir. Bu nedenle
Şâri‘, onun artık veya başka fazlalıklarından temizlenmek için, su ile
birlikte toprağı da kullanmamızı emretmiştir.
Zira
ikisi bir araya geldiğinde, birinin tek başına yapamadığının aksine bitkiyi
çıkarır. Sadece bir tanesi tohumun üzerine konulduğunda ne bir ürün ne de
herhangi bir netice verir. Aynı şekilde köpeğin necasetini sadece su veya
toprakla mesh ederek temizleyen kimse, kalbi öldüren etkilerini gidermemiş
olur.
Soru:
Onun temiz
olduğu veya necis olduğuna dair görüşlerden hangisi daha evlâdır?
Cevap:
Her ne kadar
Şâri‘ lafzen bunun necis olduğunu açıkça belirtmemiş ise de necâset olduğuna
dair görüş daha evlâ ve dinî açıdan daha ihtiyatlıdır. İmâm Beyhakî, açıkça
necâset olduğuna dair delilleri araştırmış ancak bir şey bulamamıştır. O da
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem), köpeğin parasını yemekten
nehyetmesini, onun necis olduğuna delil getirmiş ve “Şayet necis olmasaydı,
Allah Teâlâ onun parasını yememizi haram kılmazdı.” demiştir. Bu konuda Efendim
Ali el-Havvâs (rh.a) ile köpeğin artığı olan sütten içen Mâlikî olan bir şahıs
arasında bir diyalog geçmiş ve bunu içmemesini emretmiştir. Fakih bu şahıs ise,
bunun kendi mezhebinde temiz olduğunu söylemiş, bunun üzerine Şeyh “Onun artığını
içersen, kalbini öldürür.” demiştir. Ancak Şeyh’i dinlememiş ve kalbi dokuz ay
boyunca ölmüştür. Şeyh’e gelerek “Efendim, Allah Teâlâ’ya tövbe ettim, kalbim
Kur’ân okumaya, ilme meyletmez ve ibadetten tat almaz oldu.” dedi. Şeyh “Seni
bundan alıkoydum ancak dinlemedin.” demiştir. Bu fakih, şayet bizzat söz konusu
illeti kendi nefsinde yaşamasaydı, Şeyh’in sözlerine inanmazdı. Ondan (rh.a)
başka, bundan nehyeden hiç kimseyi görmedim.
Soru:
Mutlak ve
müstâmel su ile temizleme konusunda, imamların görüşlerini bir araya getiren
şey ve bunların dayanakları nedir?
Cevap:
Göz önünde
bulundurdukları, mükellefin yaptığı amellerdir. Günahın büyüklüğü ve
çirkinliğini dikkate alanlar, temizlik için mutlak suyu şart koşmuş, halkın
üzerinde rahmetin galip gelmesini dikkate alanlar ise suda ruhaniyetin
devamlılığı şartıyla, temizlik için mükerrer defa kullanılsa da müstâmel suyla
temizlenmeyi yeterli görmüşlerdir. Bu konudaki delilleri, suyun bitkileri
yetiştirmesidir. Kulun günahı daha çirkin ve daha büyük olduğu zaman ise,
deniz gibi büyük su olmasının dışında, sadece kullanılmamış suyla temizlenmesi
istenmiştir. Kullanılmayan suyun isyankârın bedeni için daha canlandırıcı
olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Şüphe duyan denesin.
Müstâmel
su ile ilgili İmam Ebû Hanîfe’den nakledilen üç ayrı rivâyet bulunmaktadır. 1.
Hadesin giderilmesinde kullanılan suyun hükmü, necâsetle değişen suyun hükmü
gibidir. 2. Eti yenilen hayvanların idrarı gibidir. 3. Kendi başına temiz ancak
başkasını temizleyemez. Şâfiîlerin görüşüne de benzeyen bu rivayet en mutedil
olanıdır. İmam Mâlik ise ulaşabildiğimiz kadarıyla, ciddi bir şekilde
değişmedikçe su ile mükerrer defalar temizlik yapılabileceğini câiz görmüştür.
O, tahâret suyuna hakkında en geniş [ve mütesâhil] görüşe sahip imamdır. Ebû
Hanîfe’den gelen her bir rivayetin bir yönü vardır. Birinci rivayetin
yaklaşımı, ihtiyatı benimsemektir. Böylece bu temizlikte kullanılan su, zinâ,
livâta, içki içme, insanlar arasında üstünlük taslama, ilmiyle amel eden ulemâ,
evliyâ ve sâlihlerin gıybetini etmek gibi büyük günahlardan arınmada kullanılan
su gibi kılınmıştır. Dolayısıyla bu büyük günahın temizlenmesinde kullanılan
su, herhangi bir suya karıştığında, zorunlu olarak onu kirletir ve değiştirir.
İnsanlar ise bu günahları az ya da çok işlerler. Bütün bu günahları bir günde
işleyen insanlar da vardır, bir hafta içinde işleyen de.
Soru:
İnsanların
temizliğinden artan suyun necis olduğuna dair hüküm, onlar hakkında sû-i zanna
sebep olmaz mı?
Cevap:
Bu, sû-i zanna
sebep olmaz. Bu bir ihtiyattır ve insanların kendilerine sû-i zan yapanlara,
sû-i zan etmeden yaptıkları muameleye benzer. Dolayısıyla kullanılmış suyun
necâset olduğuna hükmetmek, onların günahkâr oldukları sonucuna götürmez.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) defalarca şöyle dediğini işittim: “Ebû Hanîfe
keşif ehli olduğu için, temizlikte kullanılan suyun necâset olduğunu
söylemiştir. Suya baktığı zaman, bununla günahların yıkandığını görür ve diğer
kullanılmış sulardan ayırt ederdi. Bu şekilde bir keşfe sahip birisi, müşâhede
ettiklerinin dışına çıkamaz. Zira o, bu suyu pis ve kötü kokulu olarak
görmektedir. Bununla abdest alması veya yıkanması nasıl mümkün olur?” Efendim
Ali (rh.a) şöyle derdi: “Allah’ın basîretini açtığı kimse, büyük günahların
artığı olan suyu, köpek ve merkeplerin idrarı ya da leşinden daha kötü ve daha
iğrenç olarak görür.” İkinci rivayetteki yaklaşım ise şöyledir: Kulların
kendilerinden arındıkları günahların büyük çoğunluğu küçük günahlardır.
Aslolan onların büyük günah işlememeleri ya da bunların küçük günahlara
düşmeye nazaran nadir olmasıdır.
Küçük
günahların büyük günahlar ile mekruhlar arasında orta bir yerde olduğu
bilinmektedir. Buna kıyasla, kullanılmış suyun hükmü de galîz necaset ile
affedilen necaset arasında orta bir yerdedir. Ebû Hanîfe ve onunla aynı görüşte
olanlardan nakledilen üçüncü rivayetteki yaklaşım ise, asıl olarak müslümanlara
hüsn-i zan beslemenin vâcip olmasıdır. Zira asıl olan arınanların hem büyük hem
de küçük günaha düşmemeleri ya da işleseler bile başka bir amelle kefâretini ödemeleridir.
Dolayısıyla ancak hata etmemiş olan kimselerin kullandıkları su temizdir.
Ancak söz gelimi zinâ eden bir insanı görmek gibi bir şey yaşamış, derhal tövbe
etmemiş bu günaha kefâret olmak üzere herhangi bir amel de yapmamışsa, verâ
sahibi kimsenin bunun kullandığı sudan da kaçınması menduptur. Zira bu,
birinci rivayetteki su gibidir. Ebû Hanîfe’nin (rh.a) bakışının ne kadar ince
ve Allah’ın dinini kullarına sunması açısından ne kadar nasihatkâr olduğuna
bak. Allah diğer müctehidlerden de razı olsun. Âmin. Su bulunmadığı takdirde,
toprağın onun yerine geçtiği açıktır. Bu nedenle “Teyemmüm hakkında
konuşmadık.” denilemez. Yine “Mestler üzerine mesh etmeyi konuşmadık.” da
denilmez. Zira iki ayağın yıkanması ya da mestlerin üzerine mesh edilmesi gerekir.
En doğrusunu Allah bilir.
Hades
ve tahâretin yiyecek ve içecekle alâkasını sana açıkladık. Bunları
değerlendir, nefistir. Namazın bütün türleriyle meşrû kılınmasının yasak
ağaçtan yemekle alâkasına gelince, her biri haram, mekruh ya da evlâ olanı terk
etmek sûretiyle işlediği hataya uygundur. Burada, namazın sadece tövbe,
istiğfar veya Allah Teâlâ’ya yakın olmak ve yasak ağaçtan yediğimiz ya da
yemeye yöneldiğimiz anda, Hakk Subhânehû ve Teâlâ’nın rızâsının kapısını bize
açmak için meşrû kılındığını bilmen gerekir. Yüce Allah farzı ve nafilesiyle,
buna kefâret olması için bize farz kılmıştır. Hadiste namaz vakti girdiğinde
meleklerin “Ey Âdemoğulları kalkınız ve tutuşturduğunuz ateşi söndürünüz.”
dedikleri nakledilmektedir. Zira Hak Teâlâ, akleden kimse için mele-i a‘lâ ve
esfelin ibadetlerinin tamamını namazda bir araya getirmiştir.
Soru:
Bunun gece ve
gündüz tekrarlanmasının sebebi nedir?
Cevap:
Bu, kulun her
abdest aldığında ve namaz kıldığında, namazdan namaza işlediği günahları,
şehvetini ya da gafletini hatırlayarak, hem namazda hem de namaz dışında bundan
tövbe ve istiğfar etmesi içindir.
Şayet
namaz kılan kimsenin keşfi açık olsa, kıyam ve rukûda iken günahlarının
sağından ve solundan döküldüğünü kulun Allah’a en yakın mertebe olan secdeye,
üzerinde bir tek günah bile kalmadan gittiğini görürdü. Böylelikle o
secdelerinde azîz ve celîl olan Rabb’ine günahlardan arınmış ve temiz olarak
yalvarır.
Soru:
Namazdaki söz
ve filleri, bütün hatalarına kefâret etmiş olarak secdeye ulaştığına göre, bundan
önce aldığı abdestin ne anlamı vardır?
Cevap:
Abdest,
namazın sahih olması ve günahlara kefâret etmesi için gereken şartlardan
biridir. İki temizleyicinin (su ve toprak) [mevcut] olmaması gibi, şer‘î bir
özür olmaksızın abdest olmadığı zaman, namaz da olmaz. Günahların namazla
bağışlanması, ancak abdest ile namazın bir araya gelmesiyle olur. Bazı
insanların bedeni günahlarla ölür veya zayıflar ya da iyice gevşer. Bazı
kimselerin ise hem bedeni hem kalbi ölür veya zayıflar ya da gevşer. Bir kısmı
ise birbiri ardınca gelen gafletler sebebiyle ölür, zayıflar ya da gevşer. Bu
beden canlılık veren bu suyla temizlendiğinde hayat bulur. Ve böylece ayağa
kalkar, namazında Hak Teâlâ’nın huzuruna girer ve Allah Teâlâ’ya onu görür gibi
ibadet eder. Allah’ı (cc) tekbir, tahmîd ve layık olduğu şekilde O’na senâ etme
arasındadır. Ayrıca Yüce Allah’ın, içinde bulunduğu namaz da dâhil olmak üzere,
bu dünyada kendisini mükellef tuttuğu şeyleri yerine getirmesi, kendisini
sırât-ı müstakîme erdirmesi ve “âmin” diyerek imama muvâfakat edebilmesi için
dua eder. Böylece onun geçmiş günahları yani özellikle bu namaza has olan
günahları bağışlanır. Bununla birlikte kim Allah’ın buyurduğu üzere abdest
alırsa uzuvlarının günahlarının tümü silinir öyle ki günahlarından tertemiz olarak
çıkar daha sonra cemaat ile namaz kılmak için yürümesi derecelerini yükseltir.
Burada namaza başlayıncaya kadar kalan günahlarla kastettiğimiz, daha önce
geçtiği üzere o namaza has olan günahlardır. Dolayısıyla abdestle, namaza has
olan değil, sadece ona has olan günahların düştüğü anlaşılmaktadır. Şayet
abdestle düşen günahlarla, günahların tamamı kastedilmiş olsaydı, namaza,
oruca, zekâta ve hac gibi kefâret için meşrû kılınan ibadetlere bir şey
kalmazdı. Anla!
Daha
önce nehyedilen her şey için, ona kefâret olan bir emredilenin bulunduğunu
belirttik. Esrârü’l-‘ibâdât isimli kitabımızda genişçe açıkladığımız
gibi, emredilenler tamamıyla yerine getirildiğinde de emredilen şeylerin
kendisi kefâret olacak şeylere muhtaç olur. Bu kitap, benzerinin olmadığını
düşündüğüm nefis bir kitaptır. Söylediklerimizi destekleyen hususlardan biri de
tefsircilerin “İyilikler, kötülükleri götürür.”[272] âyeti
hakkında söyledikleridir. Buna göre burada anılan “seyyiât”, büyük değil,
küçük günahlardır. Zira büyük günaha, sadece nasuh bir tövbe kefâret olabilir.
Bu, dünyadaki hükümler açısındandır. Âhiret hükümlerinde ise, beş yüz sene
ibadet eden ve sonra zinâ eden âbidin hikâyesinde geçtiği gibi bir düşküne
ekmek vermek sûretiyle zâninin sadakasının zinâya kefâret ettiği olmuştur. Bu
âbidin tüm ibadetleri tartılmış ve zinâ suçu daha ağır gelmiştir. Sonra âbid
bir ekmek tasadduk etmiş ve bu ameli zinâ suçuna ağır basmıştır. Anla!
Soru:
Büyük günah
işlenmediği müddetçe, beş vakit namaz, aralarında işlenen günahlara kefâret olduğuna
göre, neden nafileleri kılmamız emredilmiştir?
Cevap:
Nafileleri
kılmamızın emredilmesi, farz namazlarımızda meydana gelen kusur ve
eksiklikleri ıslah etmek içindir. Zira farzları eksiksiz bir şekilde edâ etmek
Peygamberimiz Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve diğer
peygamberlerin özelliklerindendir. Yüce Allah “Sana özel bir nafile olarak
geceleyin teheccüd kıl.”[273]
buyurmuştur. Sana söylediklerini düşün, “Farzların tamamlanmasından sonra
ancak nafile olur.” şeklindeki sözümüzü anlarsın. Sehiv secdesi de bu
kabildendir. Nakledildiği ve kıyas yapıldığı üzere bu secde namazın
sünnetlerini terk etmekle meydana gelen boşluğu doldurmak içindir.
Soru:
Farzların
nafilelerle tamamlanması nasıl olmaktadır?
Cevap:
Bunun
keyfiyyeti farzların rükünlerindeki kusurların nafilelerin rükünleri ile
tamamlanmasıdır. Nafilelerin sünnetlerindeki müstehap olan ezkâr gibi farzların
nafilelerindeki kusurlar ise ne vâcip bir sünnetle ne de bunun aksiyle
tamamlanır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ta böyle demiştir. En doğrusunu
Allah bilir.
Soru:
Şâri‘in bazı
nafileleri diğerlerinden farklı olarak tekid etmesinin (müekked) nedeni nedir?
Cevap:
Bunun nedeni,
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu ümmetine genişlik sağlamak
için yapmış olmasıdır. Zira şayet tamamını müekked kılsaydı,
5 onlara zor gelebilirdi. Oysa o (salla'llâhü aleyhi
ve sellem), ümmeti için hafifletmeyi ister ve şöyle derdi: “Size bıraktığım
şeyleri bana bırakınız.” Bir defasında Kâbe’de iki rekât namaz kılarak çıkmış
ve şöyle demiştir “Belki de ümmetimi sıkıntıya soktum.” Yani şayet bu konuda
beni örnek alırlarsa, sıkıntıya girebilirler. Oysa Kâbe’ye girip çıkmak
rahmetten daha çok meşakkattir. Akşam nama-
10 zından önce de iki rekât kılarak, “Bu, isteğe
bağlıdır.” demiştir. Yani ümmeti içinde herhangi birisinin kendisini buna
mecbur hissederek sürekli yapmasından hoşlanmamıştır.
Soru:
Cemaatle
namaz, sefer, Cuma ve korku namazlarının yasak ağaçtan yemekle alâkası nedir?
15 Cevap: Yiyen
kimsenin durumu hicaptır. Perdelendiğinde ibadetleri yüklenir, ondan usanır,
yakın ya da uzak olan mescide gidip cemaate katılmak kendisine ağır gelir ve
bununla dininin şiarları gidecek olsa bile, Şâri‘e tam olarak taat etmekten
çıkar. Bu nedenle dinimizin düzeninin gitmemesi ve zayıflamaması için mescitte
cemaatle namaz kılmamız emredilmiştir.
20 Şâri‘, dinin namazdaki düzeninin cemaatsiz de
olabileceğini bilseydi, Cuma ve beş vakit namazlarımızla bayram, teravih ve
nafile gibi bunlara dâhil edilebilen namazlarımızı cemaatle kılmamızı
emretmezdi. Şâri‘, bize rahmet olarak sefer ve hastalık namazlarını
hafifleterek, seferde namazın hem kasr hem de takdim ve tehirle cemedilmesini,
hasta içinse kasr değil de sadece
25 cemedilmesini meşrû kılmıştır. Zira yolcu ve
hastanın farzları normal şartlarda edâ etmelerinde meşakkat vardır. Bunların
tamamının aslının yemek olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın,
meleklerin gece gündüz usanmadan tesbih ettiklerini ifade etmesinde olduğu
gibi, yemeyen kimse ibadetlerinden usanmaz. Yine yemeyen kimse ibadetlerinde
tembel olmaz ve
30 imamına itaat etmekten geri durmaz. Yine herhangi
bir düşmandan da asla korkmaz. Korku, kulun yemesinden dolayı Rabb’inden
perdelenmesinden meydana gelmektedir. Yemeyen kimse, meleklerde olduğu gibi,
hiçbir yaratılmıştan korkmaz. Çok acıktığı hâlde asla yemeyen kimsede, ruh
galip gelir. Ruhlar ise melektir ve birbirlerinden korkmaz. Ayrıca yemeyen
kimse, yü-
35 rürken böbürlenmez ve iftihar etmek için ipek ve
altın giymez. Bunu düşün!
Soru:
Bayram namazı,
sebeplere bağlı olan küsûf ile istiskâ (yağmur) namazları ve cenaze gibi
cemaatle kılınması meşrû kılınan müekked nafilelerin meşruiyetinin sebebi ile
namazı inkâr ederek veya tembellikten dolayı terk eden kimseyi öldürmenin
meşruiyetinin sebebi nedir?
Cevap:
Meşruiyetinin
sebebi, kulların maslahatını sağlamaktır. Bunların tamamının dayanağı yasak
ağaçtan yemektir. Haramdan, evlâ olanı terk etmeye kadar, makamlarına göre,
ondan yediklerinde, Allah Teâlâ’dan korkuları azaldı. Allah Teâlâ da ay ve
güneş tutulması, kıtlık ve susuzluk gibi büyük âyetlerle onları korkuttu. Şayet
yemekten dolayı perdelenmemiz söz konusu olmasaydı, âyetlerle korkutulmamıza
gerek olmaz, kendisi için yaratıldığımız şeylerden gafil olmazdık. Özellikle
haram ve şüpheli şeyleri yiyen kimse, dünya ve âhiret maslahatlarından
tamamıyla perdelenebilir. Bu nedenle dua, istiğfar ve akıllarımızın ulaştığı
tâzim sıfatlarının tümüyle Allah Teâlâ’yı ululama yahut O’nun iradesinden
varlığa çıkan her şeyden O’nu ululama ile dolu olan namazları farz kılmıştır.
Şehvet duyduğu şeyleri yiyen kimsenin, perdelendiği için ne dünyada ne de
âhirette kardeşlerinin hakkını ifa edemeyeceği ma‘lûmdur. Bu nedenle
kardeşlerimizin hayatlarında ihlâl ettiğimiz haklarını yerine getirmeyi
tamamlamak için cenaze namazı kılmamız emredilmiştir. Böylece namazımızla
onlara fayda vermiş ve Hak Teâlâ’nın onları bağışlamasını ve hoş görmesini
talep etmiş olmaktayız.
Bayram
Namazlarının Cemaatle Kılınmasının Hikmeti
Bu,
nefsânî gayeler üzerindeki yarışın ve mücadelenin çokluğu sebebiyle düşman
olan kalpleri birleştirmek içindir. Öyle ki bazen bir şahıs, kendisinin olmayan
bir rızkın peşinden koşar ve bu gerçekleşmez. Bunların tamamının aslı,
yemekten kaynaklanan perdelenmedir. Allah Teâlâ’ya yağmur duası yapmadan önce
aralarında düşmanlık bulunanları barıştırmanın hikmeti de budur. Bu,
düşmanlığın rahmetin inmesini engellemesi sebebiyledir. Barışıp anlaştıklarında
ve kalpleri bütünleştiğinde, üzerlerine rahmet iner ve böylece her iki bayramda
sevinç, mutluluk aralarında gerçekleşir. Güzel elbiseler giyilir, kadın, erkek
ve kız çocukları süslenir. Bir mümine, şer‘î bir yön olmaksızın müslümanlardan
birine nefret duyarak bayramı geçirmesi yakışmaz. Bu, her zaman talep edilmekle
birlikte, her iki bayramda, özellikle de Mekke’de bulunan hacılar için daha da
kuvvetlidir. Yüce Allah, orada birisine bir kötülük yapmak isteyip de yapmayan
kimseyi, bunu yapmasa bile cezalandırmakla tehdit etmektedir.
Namazı İnkâr Ederek veya
Tembellikten Dolayı Terk Edenin Hükmünün Ağaçtan Yemekle Alâkası
Yediği
zaman, Allah’ın hukukunu ve yemediği takdirde nefsini ölüme terk etmek
sûretiyle nefsinin hakkını eda etmekten engellendiği içindir. Şâri‘, ölümüne
sebep olsa bile, bu fiile kefaret olması için kendisine had uygulamamızı
emretmiştir. Ancak namazın vâcip olduğunu inkâr ederek terk ederse, kâfir
olarak öldürülür. İşte bütün türleriyle namazın emredilmiş olmasının sebebi bu
şekilde yasak ağaçtan yemektir. En doğrusunu Allah bilir.
Bütün
Türleriyle Zekâtın Yasak Ağaçtan Yemekle Alâkasıysa Açıktır
Bu,
ya ihtiyaçtan fazla yahut haram ve şüpheli şeyler olması hasebiyle şer‘an bize
uygun olmayan şeyleri yememiz sûretiyle mal ve gıdalardaki mülkiyetin Allah
Teâlâ’ya ait oluşundan perdelenmemiz sebebiyledir. Bu durumda mülkiyetin Allah
Teâlâ’ya değil de bize ait olduğunu iddia etmiş oluruz. Elimizin altında
bulunanlar hususunda cimrilik yaparız, nefsimiz de bir muhtaca bunlardan bir
şey vermemize müsamaha göstermez. Öyle ki bizden biri, malı biriktirir,
başkasına vermeyi engeller, meşrû olmayan ziynetleri edinir ve Allah’ın
hayvanlarda, parada, maden, define ve ticaretten elde edilen kârda bulunan
hakkını vermez. Nefsi, Hak Teâlâ’nın, bunlar için meşrû kılınan hükme göre
verilmesini emrettiği zekâtı unutur. Hatta fitresini bile vermez. Bu yüzden
fakirler, düşkünler, yolcular ve diğer sınıftaki insanlar darlık içinde yaşar.
Söz konusu darlık gerçekleştiğinde, Şâri‘, zekât mallarının her türlüsünden
belirli bir pay çıkarmamızı emrederek, bizi ve ruhlarımızı; zekâtı vermemek
sûretiyle oluşan mânevî kirden, kalp karalığından, Rabb’in gazabından ve
rızıktaki bereketin azlığından arındırmaktadır. Yüce Allah bunu zekât olarak
isimlendirmek sûretiyle, kâmil olan müminin dikkatini, Allah Teâlâ’nın hakkını
verdiği takdirde [malının] daha çok nemalanacağına ve bunu vermekle azalmayacağına
çekmektedir. Yüce Allah “Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine
yenisini verir. O rızık verenlerin en büyüğüdür.”210 buyurmuş,
Peygamberimiz de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Mal, sadakayla azalmaz.”
buyurmuştur.
Nâfile
Zekâtların Mezkûr Yemeyle Alâkası
Bu,
kulun yememesi gerekeni yemesi durumunda perdelenmesi ve perdelendiği zaman da
nefsinin severek değil istemeyerek veya eksik olarak ya da malın kalitesiz
olanını zekât olarak vermesidir. Şâri‘ bu eksiklikleri gidermek için, benzeri
namaz konusunda da geçtiği gibi, nafile sadaka vermemizi emretmiştir. Fıtır
sadakasını ise orucumuzun kabul mahalline çıkması için emretmiştir. Hadiste,
fıtır sadakası verilinceye kadar, Ramazan orucunun yerle gök arasında asılı
olduğu belirtilmiştir. Onu yükselmekten alıkoyan şey, geceleyin yenilen
şeylerden dolayı, oruçta meydana gelen eksikliklerdir. Şayet yeme olmasaydı
mükellefin ameli nâkıs olmazdı ve gıybet yahut nemîme veya sövme ya da haram
yeme veya nâmahreme bakma gibi [fiillerle] amelini bozmadan kâmil bir sûrette
onu yerine getirirdi. En doğrusunu Allah bilir.
Ramazan
ve Diğer Oruçların Meşrû Kılınmasının
Bu,
Allah Teâlâ’nın oruçla nefisleri temizlemesi, yetenekleri güçlendirmesi ve
yemek sûretiyle perdelenerek işlediğimiz diğer günahlardan dolayı yaptığımız
tövbenin kabul edilmesi için orucu Allah’a yönelme vesilesi kılması
nedeniyledir. Zira oruç kalbin rikkatini, hasedin zevâlini sağlar ve yemek
sûretiyle bedenimizde açılan, hatta bedeni avcıların tuzağının dayanağı kılan
şeytanın yollarını kapar. Kul acıktığında, akşamleyin sünnet miktarınca
beslenip, sahurda da sadece sünnet miktarınca -örneğin üç tane hurmayediği
zaman şeytanın yolları o kadar daralır ki oruçlunun bedenine girip ona
istediğini yaptırma hususunda vesvese vermek için kendine bir yer bulamaz. Bu
nedenle orucun, gıybet ve nemîmeyle bozulmadığı müddetçe, beden için koruyucu
bir zırh olduğu belirtilmiştir. Bir kulun, farz olan orucunu tutup, bu orucunu
bozmadığı farzedilirse bu kimse ramazandan ramazana şeytandan korunmuş olur.
Soru:
Neden Ramazan
ayı tam veya eksik olmasına bağlı olarak otuz ya da yirmi dokuz gündür?
Cevap:
Âdem’in
(aleyhisselâm) söz konusu ağaçtan yediği yiyeceğin, Âdem’in karnında bir ay
kaldığı ve sonra çıktığı nakledilmiştir. Bir ay ise bazen otuz bazen de yirmi
dokuz gündür. Bu sürenin hükmü, çocukları arasında da devam etmiştir. Şayet
Âdem (aleyhisselâm), daha önce geçtiği gibi, evlâ olanı terk et5
menin mahalli olan
ağaçtan yemeseydi, ne ona ne de çocuklarına, özellikle de haram veya şüpheli
şeylerden yiyenlere oruç farz kılınırdı.
Soru:
Nafile oruç
neden meşrû kılınmıştır?
Cevap:
Namaz ve
zekâtta olduğu gibi, farz olan oruçta meydana gelen eksiklikleri gidermek
içindir. Şâri‘, ümmetinin oruç ibadetini tam olarak 10
eda etmeyeceğini
bildiği için, Ramazan orucuna ilâve olarak Pazartesi, Perşembe ve her aydan üç
gün gibi sair oruçların tutulmasını istemiştir. Âdem’in (aleyhisselâm) ağaçtan
yediği zaman, bedeninin karardığı nakledilmiştir. Bu, perdelenmiş olanların
gözünde bünye/beden itibariyle olabildiği gibi, âriflerin nazarına göre onun
efendiliğinin (siyâdet) izharı da olabilir.
15 Zira peygamberler, “İsmetü’l-Enbiyâ Mebhasi”nde
geniş yer verildiği gibi, ismet sahibi oldukları için makamlarının sürekli
yükselmesinden dolayı, bir hâlden sadece daha üstte olan başka bir hâle
nakledilebilirler. Bedeni karardığında, Yüce Allah, ayın ortasındaki üç gün
(eyyâm-ı bıyd) oruç tutmasını emretmiş ve tuttuğu her gün için bedeninin
siyahlığının üçte biri 20 gitmiştir. Bedenin kararması, ondan sonra
onun emre muhalefet eden çocukları için de gerçekleşmektedir. Ancak bunu
sadece basireti açık olanlar anlar. [Bedenin kararması] bir mekruh ile de olsa
aramızda bunun gerçekleşmediği kimse yoktur. Cüneyd’in (ra) talebelerinden
birisinin güzel bir gence baktığı ve derhal yüzünün siyah zift gibi karardığı
nakledilmiştir.
25 Cüneyd kendisi için üç gün istiğfar etmedikçe bu
siyahlık kaybolmamıştır. Bu üç gün orucun hikmetlerinden biri de kulun idrak
ettiği her ayın Hak’tan (cc) kendisine gelen bir misafir olmasıdır ve misafirin
hakkının da üç gün olduğu nakledilmiştir. Şayet bunun gereğini yaparsa, kulun
yaptığı onunla beraber Allah Teâlâ’ya şükür olarak gider.
30 Soru: Neden
Şâri‘ söz konusu üç günü on üçüncü gün ve takip eden günler olarak belirlemiştir?
Cevap:
Bu günlere has
kılmıştır zira isterse uzunca oturmadan önce olsun yahut [misafirlik] süresinin
ortasında veya ayrılmadan önce, ikramda acele etmek misafire ikramın
cümlesindendir. Bu yüzden ayın son üç gününden oruç tutmak da meşrû kılınmıştır.
Böylece ay bu kuldan üzerinde 5 ikramın eseri bulunarak ayrılır.
Soru:
Ayın on üçü ve
takip eden günler dışında, üç gün oruç tutulduğu zaman sünnet gerçekleşmiş olur
mu?
Cevap:
Evet, ancak
sünnetin en kâmil şeklini kaçırmış olur.
Soru:
Neden Ramazan
günü eşiyle birlikte olan kimse için kefâret ge10 rekli görülmüştür?
Cevap:
Kefâret, kul
ile kulun kendisini karşı karşıya bıraktığı belâların inişi arasında perde
olması için meşrû kılınmıştır. Bu belâlar ise [emre] muhalefet etmekten dolayı
verilen cezalardır. Bunların tamamının aslı yemektir. Yememesi gereken bir şeyi
yediği zaman perdelenir ve cimâ ile 15 Ramazanın hürmetini çiğnemiş
olur. Zıhar yapan, katil ve yeminini bozan kimse için nasıl kefâret meşrû
kılındıysa, bunun için de kefâret gerekli görülmüştür. Belâ, el-Müntakim
isminin mertebesinden inmek istediği zaman, kefâretin söz konusu âsi kimseyi
kanatlarının gölgesinde gizlediği, onu koruduğu ve onun için bir koruma ve
zırha dönüştüğü görülür. Belâ 20 da gerçekleşmeden geri döner. Bütün bunlar, Allah
Teâlâ’ya isyan edenlere karşı rahmetin gazabı geçmesinden dolayıdır. İşte farzı
ve nafilesiyle orucun meşrû kılınmasının sebebi, budur.
Ramazanda Son Oruçlarda ve
Mescide Her Girildiğinde İ‘tikâfın Meşrû Kılınmasının Mezkûr Yemeyle Alâkası
25 Bunun sebebi şudur: Kul yediği zaman perdelenir,
gaflete düşer, Allah’ın (cc) kendisini murakabe ettiğini unutur ve emre
muhalefet eden davranışlara düşer. Şâri‘, bunu meşrû kılmak sûretiyle kulun az
da olsa hem kalbiyle hem de bedeniyle Allah’ın özel evinde i‘tikâfa girmesini
ve Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu hissetmesini istemiştir. Böylece
şehvetlere ulaşmayı ko30 laylaştıran ve Allah’tan gafil olmaktan
kaynaklanan kusurlar giderilecektir. Bu nedenle Şâri‘, kişinin eşi ya da
câriyesini mescitte, özellikle i‘tikâfta iken öpmesini yasaklamıştır. Çünkü bu
Hakk’ın huzurundan gaflet makamına çıkarır. Buradaki gaflet, yakınlaşma ile
birlikte olur. Oysa bu makama uygun olan, cimâ ve bunun öncüllerinin
rahatlığına dalmak değil, salt korku, heybet ve celâldir. Zira aksi durum,
edebi ortadan kaldırır ve böyle bir şey meydana geldiği zaman, Allah’ın
sınırları aşılmış olur. Bu nedenle bazı imamlar, Allah’a karşı edebi ortadan
kaldıran rahatlamanın kapısını cümleten kapatmak için, i‘tikâfta oruç tutmayı
vâcip görmüş ve “İ‘tikâfta bulunan kimsenin, hasta ziyaret etmesi ve
cenazelere katılması doğru değildir. Çünkü Allah’ın huzurundadır. Ziyaret ve
cenaze namazı ise, onu bu makamdan çıkarıp ayırır. Her dâim bir yüksek makam,
bir de ondan daha yüksek bir makam vardır.” demişlerdir. En doğrusunu Allah
bilir.
Hac ve
Umrenin Meşrû Kılınmasının Ağaçtan Yemekle Alâkası
Yüce
Allah haccı, hacdan başka hiçbir şeyin kefâret edemeyeceği günahlara kefâret
etmesi için meşrû kılmıştır. Abdest ve namazın meşruiyetine dair kelâmda her
şer‘î emrin hususi bir menhîye (yasak) kefâret kılındığı belirtildi. Bizim
kefâretlere muhtaç olacak derecede günahlara düşmemizin sebebi yemedir. Şayet
yeme olmasaydı, hiçbir kefârete muhtaç olmazdık. Hac, Âdem’e farz kılınan en
son kefârettir. O (aleyhisselâm), bu mekânlarda Rabb’inden birtakım kelimeler
alarak, bunlarla tövbe etmiş ve hidâyet bulmuştur. İbn Abbâs, söz konusu
kelimelerin “Dediler ki: Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi
bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”211
âyeti olduğunu söylemiştir. “İsmetü’l-Enbiyâ Mebhasi”nde, Âdem’in
(aleyhisselâm) günahının, gerçekte günah olmadığı kaydedildi. Aslında bu, günah
işledikleri zaman nasıl tövbe edeceklerini çocuklarına öğretmek için, günahın
bir sûretidir. Bu nedenle Hak Teâlâ ona, sûreti muhalefet sûreti olan yemeye
kefâret olması için haccı emretmiştir.
Soru:
Neden insana
sadece ömründe bir defa haccetmesi farz kılınmış ve hac [ibadeti], namaz, oruç
ve sairleri gibi tekrarlanmamıştır?
Cevap:
Bizim
zayıflığımız ve her sene hac için yolculuk yapmak bize meşakkatli geleceğinden
hassaten uzak beldelerin halkları için Allah’tan (cc) bir kolaylık olarak
sadece bir defa haccetmemiz farz kılınmıştır. Ve demişlerdir ki “Ömründe bir
defa Allah’ın özel huzuruna gelen kimseye ateş asla dokunmayacaktır.”
Soru:
[İhramda]
dikişli giysileri giymemenin hikmeti nedir?
Cevap:
Bu, ilâhî
huzura giren her kimsenin, önceki iyiliklerinden sıyrılıp onlardan arınarak ve
bütün hatalarından tövbe ederek girmesinin edepten olduğuna işaret etmektedir.
Zira ilâhî yardım çoğunlukla fakir ve miskinler içindir. Ehlullah, zengin ve
kibirli olan kimselerin kesinlikle Allah’ın huzuruna giremeyeceğine dair icmâ
etmiştir. Yüce Allah “Zekât, fakirlerle miskinlere verilir.”212
buyurmaktadır. İhrama girenler, anılan şeylerden sıyrıldıkları zaman, Allah
Teâlâ’nın yardımı ve kendilerine olan lutfunu hak etmiş olurlar. Hadiste “Kim
hacceder, burada cinsel temastan kaçınır ve günah işlemezse anasından doğduğu
günkü gibi günahlarından aklanır.” buyrulmuştur. İhramlı kişi, burada ikinci
kez doğmaktadır. Ayrıca zenginlik ve büyüklenme iddiasında bulunmanın
sebebinin de yeme olduğu açıktır. Bu şahıs yemiş ve perdelenmiştir. Kibriyâ ve
azamete dair ilâhî sıfatlarda çekişmiş, zenginlik iddiasında bulunmuştur, dolayısıyla
O’nun yardımının bereketinden mahrum kalmaktadır.
Soru:
Bazı
insanların Kâbe’nin örtüsüne sarılmalarının sebebi nedir?
Cevap:
Bu, aralarında
bir suç bulunan kimsenin, kendisini affetmesi ve müsamaha göstermesi için
arkadaşının elbisesine sarılması gibidir. Aksi hâlde büyüklerin edeplerinden
bir tanesinin de salt Kâbe’nin örtüsüne sarılmamak olduğu açıktır. Kuşkusuz
Âdem’in (aleyhisselâm) ağaçtan yemesinden ettiği tövbe makamının kemâli, daha
önce belirttiğimiz üzere onun için hac vesilesiyle gerçekleşmiştir. Aynı
şekilde tâbi olmak hükmüyle, zürriyetinin de tövbesi, bununla kemâle
ermektedir. Daha önce namaz ve zekât konusunda geçtiği üzere sadece haccın
kefâret edeceği günahların olması hasebiyle hac ibadetini yerine getirmeyen
kimse için tövbenin kemâli hâsıl olmaz. “Tövbe gerçekleşmez.” demedik, “tam
(kemâl) tövbe gerçekleşmez.” dedik. Zira Âdem, ağaçtan yer yemez pişman oldu,
onun zürriyeti olan her müminin günahından sonra pişmanlık duyması, hatasından
sonra aklı başına gelen herkes için gereken bir durumdur. Diğer rükünlerinin
genelde bulunmasının [yanında] pişmanlığın tövbeye bitişik olması hasebiyle
onun en önemli rükünlerinden olduğu bilinmektedir. Âdem’in (aleyhisselâm)
Kâbe’yi ziyaret ettiği zaman “Rabb’im, beni ve zürriyetimi bağışla!” dediği
nakledilmiştir.
Yüce
Allah da “Seni, günahından pişman olduğun anda bağışladım, çocuklarına
gelince, bana hiçbir şeyi şirk koşmadan huzuruma gelenlerin günahlarını
bağışladım.” demiştir. İşte bu, haccın meşrû kılınmasının temeli ve yasak ağaçtan
yemeyle ilişkisidir. Hacceden herkes için hac, büyük günahtan evlâ 5
olanı terk etmeye
kadar, uygun bir şekilde günahlarına kefâret olur.
Alışveriş
ve Bunlara Tâbi Olan Diğer Muamelelerin
İnsan
yediği zaman perdelenir, perdelendiği zaman da alışverişte haksızlık, aldatma,
sapkınlık ve zulüm yapar. Zulüm ve haksızlığı önlemek için, meş10
rû bir şekilde
alışveriş yapması istenmiştir. Zira insan perdelendiği zaman, zorunlu olarak
insanların mallarını bâtıl yöntemlerle yiyebilir, nefsinin gözü doymaz, zulmü
artar ve iç dünyasının (bâtın) karanlığı yoğunlaşır. Bunun neticesinde dünya
muhabbeti artar, [meta yükleyip gelen] binicileri karşılar, satışlarını faizle
yapar ve muhtaçlara faizsiz olarak borç verilmesine engel olur.
15 Bazen satar ve pişman olur, bazen de satın alır ve
pişman olur. Bu nedenle muhayyerlik (alışverişte akdi onama yahut feshetme
hakkı) meşrû kılınmıştır. Bazen de malları gasp eder, gıdaları insanlardan
saklayıp stok yapar. Şeriat gasp ve stoku yasaklamıştır. Bazen alışverişi
inkâr eder. Anlaşmazlığı durdurmak için de yeminleşme meşrû kılınmıştır. Bazen
olgunlaşmamış ürünü 20 satın alır ve bunun satın alınabileceğini iddia
eder. Bazen de sadece bir akarı satın alır ve içindeki menkul mallar üzerinde
de hak iddiasında bulunur. İşte buna benzer hususlardan dolayı, asılların ve
ürünlerin satışı hakkındaki hükümler ve dünya ehlinin üzerinde gâlip olan hâl
üzere ihtilaf durumunda müracaat etmek için âdil şahitler huzurunda her hak
sahibine hakkının
25 verilmesi emredilmiştir. Bütün bunların hükme
bağlanmasının sebebi, yemedir. Kişi yediği zaman, zikrettiğimiz bütün
haklardan perdelenir. Ayrıca Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem), yemeyle
ümmetinin birbirleriyle İslâm kardeşliğine yaraşır bir kardeşlik hukuku içerisinde
hoşgörüyle arkadaşlık etme konusunda perdelendiklerini bildiği için, insanlara
borcu olan ve ödeme imkânı bulunmayan kimseye re30 hin, selem (peşin
bedelle veresiye mal değişimi) ve hacir (hukukî tasarrufta bulunma ehliyetinin
kısıtlanması) hakkını meşrû kılarak genişlik sağlamıştır. Böylece müflis
hapsedilmeyecek ve malının şer‘î olmayan yöntemlerle telef olmaması için sefih
(malını ölçüsüzce harcayan) olan kimseler hacir altına alınabilecektir. Yüce
Allah bunu, onun yok olmaması için bir vesile kılmış-
35 tır. İnsanda sefehin (malı ölçüsüzce harcama)
bulunmasının aslı da yemedir.
Aynı
şekilde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âriyet (bir kimseye bir süre
kullanmak üzere karşılıksız verilen mal), vedîa (bir kimseye koruması için bir
malın bırakılması ve bu şekilde bırakılan mal), şerike (iki veya daha çok
kişinin sermaye, emek yahut itibarlarını birleştirerek meydana getirdiği
ortaklık yanında bir mal, hak veya menfaate müştereken mâlik olması), vekâlet,
şüf a (satım veya bu hükümdeki bir akidle alınmış taşınmaz veya taşınmaz
hükmündeki özel mülkiyete konu bir malı müşteriye mal olduğu bedelle cebren
alıp mülkiyetini elde etme hakkı) ve havale gibi yöntemlerle genişlik sağlamış
ve herkesin âhiret yurdundan önce bu dünyadayken üzerindeki hakları ikrar
etmesini emretmiştir. Bunun kaynağı, yemeden dolayı kendi maslahatlarıyla
kardeşlerinin maslahatlarının kendilerine perdelenmiş olmasıdır. Ümmetine
birbirlerine tazminat vermelerini ve borçlunun borcunu vermekten âciz olduğu
durumlarda da bir kısım borçları üzerinde anlaşmalarını meşrû kılmıştır. Aynı
şekilde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine sulama sırası, borç
ve kira gibi hususları meşrû görerek kolaylıklar sağlamış, ölü arazileri ihyâ
etme, kayıp mal ve sahipsiz çocukları [sahibine] teslim etme, âbıkın (kaçak
köle) iadesine karşılık ücret ödenmesi gibi hususlarda da kardeşlerinin hukukundan
perdelendikleri için genişlik sağlamıştır. Zira perdelenmelerinin kaynağı
yemedir. Şayet yeme olmasaydı, bütün insanlar muhalefet etmeksizin melekler
gibi, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşırlardı ve asla şerre yönelmez, sadece
hayırda tasarrufta bulunurlardı. Melekleri düşün, perdelenmedikleri için
bunlardan hiçbirine düşmezler. Hibe, hediye ve vakfa gelince, alışverişten
hâsıl olan nimete şükür olması için bunlar meşrû kılınmıştır. Ayrıca bunlar
güzel ahlâk kapsamında sayılan başka bir türdür. Vakıf, ölümden sonrası için de
iyilik ve sadakanın devamını sağlamak ve mal kendisinde bulunduğu müddet içinde
yaptığı hataları telafi etmek için te’bîd (ebedîlik) şartıyla sahih olur.
Şayet bulduğu bütün ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarını öncelik sırasına göre
verseydi, vakıfta te’bîd şart koşulmaz, onun için takdir edilen belirli bir
müddetle sınırlı tutması yeterli olurdu.
Soru:
Ferâiz ve
bununla ilgili paylaşımların ağaçtan yemeyle alâkası nedir?
Cevap:
Bunun şekli
şudur: Yediği zaman perdelenir ve nefsi tamahkârlaşarak mûresinden (miras malı)
başkasına bir şey vermeyi istemez. Yüce Allah, fesadı defetmekiçin her bir
vâris için belirli bir pay tayin etmiştir. Ölüm hastalığı veya başka zamanda
yapılan vasiyet ise ömür boyu yapılan iyiliklerde meydana gelen eksiklikleri
gidermek için, farzlarla birlikte yapılan nafile gibidir. [Nebi’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem)] şöyle nakledilmiştir: Sadakanın en faziletlisi
senin; sağlıklı, mala karşı istekli, yaşama umudu taşıyıp fakirlikten
korkarken verdiğin sadakadır. Can boğaza dayandığında ‘Falana şunu, filana
bunu...’ diyerek verdiğin sadaka değildir.” Bu hadiste kastedilen şudur:
İnsanın sağlıklı iken verdiği sadakaya nispetle, bunun sevabı daha azdır. Âlemlerin
Rabb’i olan Allah’a hamdolsun. İşte bütün alışverişlerin meşrû kılınmasının
anılan yemeyle alâkası bu şekildedir. En doğrusunu Allah bilir.
Nikâh
ve İlgili Hususların Meşrû Kılınmasının
Mezkûr
Yemeyle Alâkası
Evlilik
arzusunun yemeden kaynaklandığı açıktır. Şayet yeme olmasaydı, insanlarda
hiçbir arzu bulunmaz ve insanlar da melekler gibi olurdu. Şâri‘ (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bizlere evlenmeyi emrederek “Şerlileriniz bekârlarınızdır.”
buyurmuştur. Bize olan şefkatinden ve bunu yapmaktan utananların -insanların
çoğu bunu yapmak şöyle dursun adını anmaktan bile utanırlarkalbini takviye
etmek için, bu hususta tabii olan mani ile yetinmemiş ayrıca bize evlenmeyi
emretmiştir. Böylece nefsimize değil, Şâri‘e itaat etmiş ve onun emrine imtisâl
etmiş oluruz ve bununla sevap kazanırız. Hatta evliyâdan bazıları, meşrû olmak
açısından her ikisi de aynı olduğu için, namazda olduğu gibi, cimâ anında da
Allah Teâlâ’nın huzurunda hissedebilirler. Yine o (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), çoğalmayı beraberinde getiren evliliği teşvik etmiştir ki böylece
bizim için istiğfar eden ve yaptıkları sâlih amellerin bizim iyiliklerimizden
sayıldığı neslimiz ve çocuklarımız artsın. Zira biz, onların bizde ve bizden
var olmaları için birer mahaldik. Allah’a (cc) muhalefet eden evlâtlarının
hiçbir günahı nasıl Âdem’e (aleyhisselâm) yüklenmiyorsa onların hiçbir
günahının hesabı da bizden sorulmaz. Rabb’imizin lutfundan zürriyetimizin bizim
için yaptığı istiğfarı kabul etmesini, bizi affetmesini ve bununla bizim hâlimizi
ıslah etmesini ümit ederiz. Evlilikten amaçlanan da aslında budur.
Zinâ
ve Öncüllerinin Şehvetini Defetmenin Hükmü
Bu
evlâtlarımızdan bize hâsıl olan menfaatlere tâbi olma hükmüne bağlıdır.
Nikâhta
Nesep ve Sıhriyet Yoluyla Haram Kılınanların Mezkûr
Yemeyle
Alâkası
Bu,
kulun gereksiz bir şeyi yediğinde kalbinin kararması ve hayâsının azalması
nedeniyledir. Bazen kişi mahremiyle birlikte olmayı da arzular. Bu nedenle
Allah Teâlâ, mahremleri ve ehl-i kitap olmayan müşrik kadınlarla evlenmeyi
haram kılmıştır. Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu konudaki beyanı
olmasaydı, mahremlerimizle evlenirdik.
Muhayyerlik, İffetlilik ve
Köleyle Evlenmenin Mezkûr Yemeyle Alâkası
Zira
eşlerden birinin, herhangi bir eksiklikten dolayı diğerinden nefret etmesinin
sebebi, yemeden kaynaklanan tabii şehvettir. Şayet yeme olmasaydı hiçbirisinde
delilik, cüzzam, alacalık veya iktidarsızlık meydana gelmezdi ve nasıl ki melek
şehveti olmadığı için birlikteliğe nefret duymuyorsa koca da karısında bulunan
birlikteliğe engel olan şeylerden (retkâ ve karnâ) nefret etmezdi. Aynı
şekilde şayet yemeyle perdelenmeseydi, evlenmeye iştiyak duyan babasını
evlendirerek iffetini koruması gerekmezdi. Yine kölesinin gece gündüz kendisine
işlerinde hizmet etmesini isteyerek onu evlenmekten alıkoymazdı. Evlilikten
önceki hısımlık ve mihrin ölçüsünün anılan yemeyle alâkasına gelince, bu, veli
ile evlenilecek kadının hatırını gözetip evliliği celbetmek için meşrû
kılınmıştır. Zira veli ile kadının hatırı, evlenilecek olan erkeğe meyilli
olursa, çabuk hamile kalır, seçkin bir çocuk doğar ve kadın ya da ailesinin
erkekten hoşlanmaması gibi, gönlü bulandıracak bir durum olmadığı için nesil
çoğalır. Gönlü bulandıracak şeylerin çoğunun kaynağı, yemedir. Yediği zaman
perdelenir ve perdelendiği zaman da hısımlarına ve Allah Teâlâ’nın iyilik
yapılmasını emrettiği müslümanlara ikram etme konusunda körleşir. Aynı şekilde
kasem (yemin), tartışma ve eşler arasındaki sıkıntıların kaynağı da yemedir. Şayet
yeme olmasaydı, koca perdelenmez ve eşine zulmetmez, haksızlık etmez, o anda
nefsanî arzularını tatmin etmek için eşler arasında adâletsizlik yapmazdı. Yine
yeme olmasaydı kadın kocasının hakkını ihlâl etmez ve ona nankörlük etmezdi.
Şayet eşler uygun olan şeyleri yeseydi, peygamberler ve velîlerin yaptığı gibi,
birbirilerine herhangi bir haksızlık [yapmazlar] ve zulmetmezlerdi.
Hul‘,
Talâk, Recâ, Îlâ ve Zıhârın Mezkûr Yemeyle Alâkası
Bunun
sebebi de yemedir. Zira haram bir yana, helâl şeylerle bile doyduğu ve
şımardığı zaman, âzaları acıkır; husumet ve günaha dalar. Bu durumda insanlar
arasından kendisine en yakın olan kimse eşidir. Onu sıkıntı verir, câriye ve
kumalarla ona haksızlık eder ve kadın onun kötü ahlâkından kurtulmak için, bir
bedel karşılığında boşanmayı talep etme durumunda kalır. [Koca] esasen hiçbir
mazeret olmadığı hâlde şımarıklıkla, ondan daha yüksek mertebede bulunan
birisiyle evlenmeyi isteyerek, hul‘ ya da talâk ile karısından ayrılır, onunla
birlikte olmayacağına dair yemin eder ve zıhâr yapar.
Daha
sonra nefsindeki bu kini durulduğunda tekrar ona dönmek isteyebilir yahut
istemeyebilir de. Bu durumda iddet, istibrâ ve emzirme gibi nikâha bağlı olan
şeyler, ayrılık, talâk, yatak hakkının bitmesi, erkek ya da kız emzikli çocuğun
bulunması ya da ölüm hâsıl olabilir. Şeriat çocuğun 5
üzerinde daha çok
hak sahibi olan kimseden uzaklaştırılmaması, insanın sütkardeşiyle evlenmemesi
ve emziren kadının emzirme ücreti konusunda cimrilik yapılmaması için, bütün
bunların sınırlarını açıklamıştır. Bütün bunlar yemeden dolayı perdelenmekten
kaynaklanmaktadır.
Eş,
Evlât ve Ebeveynin Nafakasının Meşrûiyyetinin Mezkûr
10 Yemeyle Alâkası
Bunun
sebebi yemeyle perdelenmemizdir. Yediğimiz zaman eşlerimiz, evlâtlarımız,
ebeveynlerimiz, akrabalarımız, kölelerimiz ve hayvanlarımızın haklarını edâ
etmekten perdeleniriz ve yemeden dolayı hâsıl olan perde sebebiyle onların
haklarını yerine getirme hususunda gaflete düşeriz. Şayet bu 15
perde olmasaydı,
ebeveynin hakları büyük olduğu için, bunun bize emredilmesine gerek kalmazdı.
Akrabalık ilişkilerinin faziletini, hangi akrabanın ne derecede hak sahibi
olduğunu; sıkıntı ve gamlarımızı üstlenme, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik
durumlarımızda, sağlık ve hastalık hâllerimizde bize hizmet etmelerine ilâve olarak
varlığımızın da sebebi oldukları için ebevey20 nin daha çok hak
sahibi olduğunu beyan etmesine ihtiyacımız olmazdı.
Bu,
onların bize hizmet etmeleri, gece gündüz hiçbirimizin yerine getiremeyeceği
işlerle onları alıkoymamıza sabretmelerine karşılık bir mükâfattır. Hayvanlara
gelince, bizleri ve yüklerimizi taşımaya ilâve olarak; çift, öğütme, 25
harmanlama,
hiçbirimizin yürüyerek gidemeyeceği uzak beldelere bizi ve eşyalarımızı taşıma
gibi birçok konuda bize fayda sağlamalarından dolayıdır. Zaten iyiliğin
karşılığı da iyiliktir. Ayrıca bütün bu hakları edâ etmekten perdelenmemizin
aslı sebebi de yemedir. En doğrusunu Allah bilir.
Bütün
Hadlerin Meşrûiyetinin Mezkûr Yemeyle Alâkası ve
30 Bununla İlgili Zikredilenler
Şu
açıktır ki insan şehvet veren şeyleri yediği zaman günah işleyip Allah
Teâlâ’nın hudutlarını çiğneyebilir. Bunun neticesinde haksız yere adam öldürür,
âzaları keser ya da yaralar, kafatasını kırar ya da göz çıkarır, diş ve kemik
kırar, insanların mallarını çalar, yol keser, içki içer, zinâ yapar, haksız
yere if35
tira atar, para ve
mal ve paylaşımında haksızlık eder. İşlediklerini itiraf etmez.
İnsanları, başkalarını elli kere yemin
ettirmeye mecbur kılar. Kendisi yalan yeminler eder ve doğru olan yeminlerini
çoğaltır (çokça yemin eder), muhtaçlara yiyecek ve mal hususunda cimrilik
yapar, sadece Allah’ın hastalığına şifa vermesi, yitiğini buldurması veya
belâlardan kurtarması durumunda Allah’ın kullarına bir şeyi vermeyi kendisi
için hoş görebilir. Böylece nezir yoluyla Allah ile ahitleşir tâ ki nefsi bütün
bunları yapma hususunda kendisine izin vermeye güç yetirebilsin. Bütün bunlar,
yemekten kaynaklanan perdelenme nedeniyle dünyaya olan rağbet ve muhabbetinin
büyüklüğündendir. Şayet yemeyi tamamen terk etse ya da aç kalsa ve sadece
hayatta kalmak için ya da meşrû olanı yemekle yetinseydi, âzaları zayıflar ve
saydığımız hudutları aşmazdı. Aksine belki de kardeşi kendisiyle konuştuğu
zaman konuşmak ağır gelir ve ancak açlıktan kaynaklanan şiddetli bir zorlukla
cevap verirdi. Yine şayet yemeseydi, perdelenmez ve Allah’ın “Yalancısın”
dediği, bâtıl iddialarda bulunmazdı. Bilgisizce şahitlik etmez ve insanlar
arasında bilgisi olmadan hüküm vermezdi. Şayet yemek yemeseydi ya da sadece
meşrû olanı yeseydi, bunların hiçbirini yapmazdı. Bu nedenle Yüce Allah bu
vasıfta olan insanlara, hak ehline boyun eğmelerini emretmiştir. Böylece
yemeden meydana gelen bozuk düzenin düzeltilmesi için kısası uygulayıp hadleri
ikame etsinler. Söz konusu günahtaki çirkinliğin ziyade olmasından dolayı, bazı
hadler için kefâret olarak köle âzat etme, yedirme, giydirme ve oruç meşrû
kılınmıştır. Ayrıca daha önce Ramazan orucu bağlamında işaret edildiği gibi,
bu kefâretin ilgili âsi kimseye isabet edecek olan belâları engelleyen bir
perde olması da amaçlanmıştır. Allah en doğrusunu bilir.
Köleyi Âzat Etme, Onunla Anlaşma
Yapma, Onu Yönetme ve Ümmü’l-Veled’i[274]
Satmanın Haram Kılınmasının Mezkûr
Yemeyle Alâkası
Âzatlık, anlaşma ve köleyi idare etme,
efendisine yaptığı hizmetlerin karşılığıdır. Şayet Şâri‘, bunu efendiye
emretmeseydi, yeme sebebiyle insanların minnetine tahammül etme çirkinliğini
idrak etmekten perdenlendiği için bu karşılığı anlayamazdı. Zira onun köleye
ilişkin mülkiyeti hakiki bir mülkiyet değildir çünkü ondaki mülkiyet [hakkı]
âlemlerin Rabb’i olan Allah’a aittir.
Şayet Azîz ve Celîl olan Allah, köleyi
zayıf akıllı kılmasaydı onu başka bir kulun iznine (hacir) bağlı kılmaz,
kölenin efendisiyle ilgili hükmü, velîsinin elinde bulunan çocuk gibi olurdu.
Böyle olmasaydı, maslahatları zayıflardı, anla! Söylediklerimizi “Bu köleler
kardeşlerinizdir. Yediklerinizden yediriniz, giydiklerinizden giydiriniz ve güç
yetiremeyecekleri işleri yapmakla sorumlu tutmayınız. Sorumlu tuttuğunuz zaman
da onlara yardımcı olunuz.” hadisi de desteklemektedir.
Ümmü’l-Veledlere
Köle Muamelesi Yapmanın Haram
Kılınmasının Mezkûr Yemeyle
Alâkası
Bu, efendinin yememesi gereken bir
şeyi yediğinde perdelenmesi ve çocuğun annesinin üzerindeki haklarını unutması
[sebebiyledir.] Zira bu kadın ona yatak arkadaşı olmuş, suyu çocukla ilgili
olarak onun suyuna karışmıştır. Onu âzat etmek, yemeden hâsıl olan
perdelenmenin kefâreti olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
Büyük İmam ve Onun Diğer
Yardımcılarını Nasbetmenin
(Belirleme) Meşrû Kılınmasının Anılan
Ağaçtan Yemeyle
Alâkası ise Açıktır
Zira büyük imam ve yardımcıları
olmazsa, ne bir hüküm yürürlüğe girer ne bir had uygulanır ne de İslâm dininin
bir şiârı gözetilir. Böylece âlemin düzeni tamamen bozulur. Bütün bu bozulmanın
aslı, insanların yeme nedeniyle perdelenmeleridir. Yeme olmasaydı hiç kimse
Allah’ın hudutlarını aşmaz, insanlar ne bir hâkime ne imama ne de kadıya muhtaç
olurdu. İnsanlar, Allah’ın perdelerini kaldırdığı bazı velîler gibi, herhangi
bir talep olmadan hak sahibine hakkını verirlerdi. Ancak insanlar, anılan yol
üzere yürüyemeyince, canlarını, mallarını ve namuslarını fâsık ve azgınlardan
korumak için, zaruri olarak bir hâkime muhtaç olmuşlardır. Yine şayet büyük
imam ve yardımcıları olmasaydı, beytülmâlda bir düzen olmaz ve hiç kimse İslâm
askerlerine harcanmak üzere herhangi bir vergiyi toplamaya güç yetiremezdi. Bu
durumda halkın bütün maslahatları zayi olurdu. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a
şükürler olsun. Bunlar şeriatın getirdiği tekliflerin tamamı üzerinde şu anda
getirdiğim açıklamalardır. En doğrusunu Allah bilir.
Mertebesi Ne Kadar Yüksek ve Büyük Olursa Olsun
Velâyetin Hem Vücûd (Varlık) Hem de Şühûd (Tecellî) Açısından Nübüvvetten
Alındığının Beyanı Hakkındadır
Velâyetin nihayeti asla nübüvvetin
başlangıcına ulaşamaz. Şayet bir velî, peygamberlerin bilgi aldığı kaynağa
yaklaşırsa yanar. Velîlerin nihaî durumu, hem keşiflerinin açılmasından önce
hem de sonra, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatı üzere ibadet
etmektir. Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatından çıktıkları
an helâk olur ve yardımları kesilir. Kendi başlarına Allah’tan asla hiçbir şey
alamazlar. Önceki mebhaslarda bütün peygamber ve velîlerin Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) yardım istedikleri belirtildi. Bu durumu, peygamberliğinden
önce onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hz. İbrâhim’in şeriatı ya da bu
hususta görüş ayrılığı olduğu üzere başka birisinin şeriatı üzere ibadet etmesi
destekler. Kendisine vahiy gelince, bu şekilde ibadet etmeyi kesti ve
kendisine gelen vahye tâbi oldu. Velî için de durum böyledir ve ulaşabileceği
nihaî nokta, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatına uygun
olan ilhamdır. Keşfi açıldıktan sonra da kendi başına o keşifle amel edemez.
Zira Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatıyla teşrîî nübüvvet
kesilmiştir. Dolayısıyla ilham meleği, ilgili velînin Hz. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatını anlamasını sağlar ve vasıtasız olarak
Resûlullah’tan almış gibi onun sırlarını kendisine bildirir. Velî için doğrudan
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) almak sahih olunca, Ümmet-i
Muhammediyeyi irşad etmesi ve Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
niyâbet hükmüyle Allah’a (cc) ettikleri dualarında onlara önderlik etmesi sahih
olur. Yüce Allah “De ki ‘Îşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek
Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz).”214
buyurmuştur.
Velâyetin, asla nübüvvete
karışmayacağı sana açıklandı. Ariflerden birisi “Velâyetin makamı risâletin
makamından daha yüksek ve daha tamamdır.” dediği zaman, bununla Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhât’ta “Peygamberin kendisinin velâyet makamı, yine
onun risâlet makamından daha kâmil ve daha tamamdır.” dediğini kastetmektedir.
Zira bu velâyetin taalluk ettiği alanın şerefi ve onun sürekliliği
dolayısıyladır. Zira velâyetin hükmü Yüce Allah’a taalluk etmekte ve hem
dünyada hem de âhirette devam etmektedir.
Risâletin hükmü ise insanlara taalluk
etmekte ve teklif zamanının bitmesiyle sona ermektedir. Velîlerden hiçbirinin
amacı söyledikleriyle velâyetin mutlaklığından ve peygamberlerin risâletinden
ayrılık çıkarmak değildir. Bunu, ancak Allah’ın huzuruna yaklaşmayan, bu
mertebedekileri bilmeyen ve Allah Teâlâ hakkında cahil olanlar söyleyebilir.
Evliyâ bundan uzaktır. Peygamber olmayan kimsenin velâyetinin peygamberin
velâyetinden daha faziletli olup olmayacağı sorulmuş ve o da şöyle demiştir “Bu
konuda bize bir bilgi gelmemiştir. Bizim meylettiğimiz husus, her peygamberin
velâyetinin, en büyük velîlerin velâyetinden daha faziletli olduğudur. Onların
makamına yaraşan da budur. Zira daha önce geçtiği gibi, velâyet nübüvvetten
alınmaktadır.
Bil ki, Şeyh Muhyiddin’in “Velâyet
makamı mutlak olarak risâlet makamından daha tamamdır.” dediğine dair insanlar
arasında yayılan şeyden Şeyh (rh.a) beridir. el-Fütûhât’m 14. bâbında
şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) sonra nübüvvetin ve risâletin son bulmasıyla evliyânın ortaya
çıkmasını kesmiştir. Bunun sebebi onların ruhlarının azığı olan Rabbânî vahyi
yitirmeleridir. Şayet velîlerden biri, ondan daha faziletli olması şöyle
dursun, bir peygamberin makamında bulunsa bile, ortaya çıkması kesilmez ve
başkasının diliyle vahyi almaya muhtaç olmazdı. Allah’ın velîlere verdiği
lutfun nihaî noktası, vahyin kokusunu hissetmeleri için, onlara uykuda
birtakım mübeşşirât vermesidir. el-Fütûhât’ta “Teşehhüd” üzerine yaptığı
değerlendirmeler bağlamında da şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah Hz.
Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra kıyamete kadar risâlet
kapısını her yaratılmışa kapatmıştır. Ayrıca bizimle onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) arasında herhangi bir münasebet de bulunmamaktadır. Zira o, bizim
için mümkün olmayan bir mertebededir.”
Şerhu Tercümâm’l-Eşvâk’da
şöyle demiştir: “Bil ki peygamberin makamına girmek bizim için yasaktır. Bizim
orayla ilgili bilgimizin son noktası, veraset yöntemiyle oraya bakmaktan
ibarettir. Bu, cennetin aşağı bir tabakasında bulunan bir kimsenin ‘En yüksek
Îlliyyîn’e bakması ve yeryüzündekilerin gökteki yıldızlara bakması gibidir.”
Ebû Yezîd elBistâmî’ye nübüvvet makamının giriş olarak değil de tecellî olarak,
iğne deliği kadar açıldığı ve neredeyse yanacak olduğu bilgisi bize gelmiştir. el-Fütûhât’ın
462. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki nübüvvet makamını tatmadığımız için onun
hakkında konuşamayız. Sadece veraset makamı bağlamında bize verilen kadarıyla
konuşabiliriz. Çünkü hiçbirimiz için nübüvvet makamına girmek doğru değildir.
Biz onu sadece sudaki
5 yıldız gibi görürüz.”
367. bâbda da şöyle demiştir: “Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) has
olan ubûdiyyet makamından, bir sığırın derisindeki bir kıl kadarı bana verildi,
bunun gereğini yerine getirmeye güç yetiremedim.” Bunlar Şeyh’in (rh.a)
ifadeleridir. Dolayısıyla “Velâyet, nübüvvetten daha büyüktür.” dediğine dair
iftira eden kimse yalan söylemiştir. En doğ-
10 rusunu Allah
bilir.
Enbiya ve Resullerden Sonra Muhammedi Velîlerin En
Faziletlisinin Ebû Bekir Sonra Ömer Sonra Osman Sonra da Ali (ra) Olduğu
Hakkındadır
Dört halife arasındaki bu sıralama,
Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’ye göre kesin, Kâdî Ebûbekir el-Bâkıllânî’ye göre
ise zannîdir. Râfizîlerin Hz. Ali’nin (ra) Hz. Ebû Bekir’den (ra) daha önde
olduğuna dair dayanaklarından biri de Resûlullah’a kızarmış bir kuş eti
geldiğinde “Allahım, bu kuşu benimle birlikte yemesi için en sevdiğin insanı
getir.” demesinden hemen sonra Hz. Ali’nin (ra) gelmesine dair hadistir. Bu
hadisi İbnü’l-Cevzî el-Mevzû ‘ât’ta zikretmiş, Hâfız Zehebî ise ona özel
bir bölüm ayırmış ve “Bütün tarikleri bâtıldır.” demiştir. İnsanlar, el-Müstedreke
aldığı için Hâkim’e itirazda bulunmuşlardır. Ehl-i sünnetin Hz. Ebû Bekir’in
(ra) Hz. Ali’den (ra) daha faziletli olduğuna dair delili, “Ebû Bekir çok oruç
tutmak veya namaz kılmakla sizden üstün olmadı; ancak gönlüne yerleşen bir
şeyle oldu.” şeklindeki sahih hadistir. Bu onun efdaliyetine dair sahih bir
hadistir. Buhârî’nin, İbn Ömer’den “Biz Peygamberden (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) sonra insanların en hayırlısının Ebû Bekir, sonra Ömer sonra da Osman
olduğunu söylerdik ve kimse bunu inkâr etmezdi.” dediğini nakletmiştir.
Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî şöyle
demiştir: “Ebû Bekir’in (ra) faziletli olmasının nedenlerinden biri de sürekli
bir şekilde Allah (cc) ve Resulü’nün ondan razı olmasıdır.” Yani ona kızgın
olmayan bir hâldedir. Zira her ne kadar Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) peygamberliğinden önce imanla nitelenmemekte ise de diğer iman
edenlerden farklı olarak inkâr ettiği hiçbir zaman sabit değildir. Çünkü saîd
olma hükmü, iman etmeye değil, tevhidi benimsemeye bağlıdır. Zira iman, sadık
olan peygamberin Allah’tan (cc) getirdiği habere bağlıdır. Peygamberlikten
önceki fetret zamanında ise Ebû Bekir’in (ra) ya da başkasının iman etmesini
gerektirecek ne bir haber ne de bir kitap söz konusuydu. Bu durumda “Ebû Bekir’den
sürekli razı olunmuştur.” ifadesi doğrudur. Selef-i sâlih olan sahâbe ve
tâbiîn, bu dört halifenin Allah indinde hayırlı oldukları ve zikrettiğimiz bu
tertip üzere tâzim edilmeleri hususunda mutabakata varmıştır.
Sahâbe, Hz. Ebû Bekir’in faziletini
Hz. Peygamberin sözüne ve fiiline bağlı olan, onun Allah Teâlâ indindeki
efdaliyetini haber veren hâl karineleriyle müşâhede etmişlerdir. Tâbiûn ise,
onlar sahâbeden sonra en hayırlı nesildir ve sahâbenin Ebû Bekir ve diğerleri
hakkındaki inançlarını en iyi bilenlerdir. Ebû Bekir Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) halifesi olarak isimlendirildi. Zira tebaanın işleri
konusunda onun halifesiydi ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından
önceki hastalığında da namazda insanlara imam olarak onu yerine geçirmiştir.
Dolayısıyla Ebû Bekir, Muhammedî velîlerin en faziletlisidir. Şîa ve Mu‘tezile’den
birçokları ise “Peygamberden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra en faziletli
olan Ali’dir (ra).” demişlerdir. “Ebû Bekir, Muhammedi velîlerin en faziletlisidir.”
şeklindeki sözümüzün kapsamına geçmiş ümmetlerin velîleri de dâhildir. Onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) nübüvveti zaman açısından hem geçmişi hem de
geleceğin tamamını kapsadığı için, Ebû Bekir de onlardan daha faziletlidir.
Başlıkta yer alan “Peygamberler ve
resullerden sonra” şeklindeki sözümüz, diri ve ölüleri kastetmektedir, ancak
bunun kapsamına Hz. Îsâ (aleyhisselâm) girmez. O, kesinlikle Ebû Bekir’den daha
faziletlidir. Aynı şekilde makamı nübüvvet ile velâyet arasındaki berzah
olması nedeniyle, Şeyh’in elFütûhât’ta belirttiği gibi, Hızır
(aleyhisselâm) da ondan daha faziletlidir. Şöyle ifade etmiştir: “Bizzat
kendisinin sözlü olarak bize haber verdiği üzere, Hızır’ın (aleyhisselâm)
makamı, nübüvvetten aşağı, sıddîkiyyetin ise üstündedir.” Bunun “Kurbet makamı”
olarak isimlendirildiğini söylemiş, ancak İmâm Gazzâlî bu makamı inkâr
etmiştir.
Ben şöyle derim:
Nevevî, Tehzîbül-Esmâi ve’l-Lugât’ta şöyle demiştir: “Hızır
(aleyhisselâm), peygamberdir. Onun risâleti konusunda ihtilaf edilmiş ve bazı
sûfîler şâz olarak onun velî olduğunu söylemişlerdir.” En doğrusunu Allah
bilir.
Şeyh’in el-Fütûhât’m 93.
bâbındaki ibaresi şöyledir: “Bil ki ümmet-i Muhammed içerisinde, Hz. Îsâ’dan
başka, Hz. Ebû Bekir’den daha faziletli hiç kimse yoktur. Bu durum, onun
kıyamete yakın bir zamanda indiğinde Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) şeriatıyla hükmedecek olması nedeniyledir. Dolayısıyla kıyamet günü
onun için, biri risâlet sancağıyla peygamberler zümresi içerisinde, diğeri ise
velâyet sancağıyla velîler zümresi içinde olmak üzere iki haşir vardır.”
Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf, Hâşiye’sinde,
şöyle demiştir “Hz. Îsâ’nın, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
davetinin kapsamına girmediği için onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden
sayılamayacağı ileri sürülmüştür. Dolayısıyla o ne davet ümmetindendi ne millet
ümmetinden.” Şeyh Takiyüddin b. Ebî Mansûr ise Akîde sinde, Ebû
Bekir’in (ra) Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden olan ve diğer
geçmiş peygamberlerin ümmetleri ve ashabından olan herkesten daha faziletli olduğuna
inanıldığını söylemiştir. Çünkü o, peygamberlerin mîsâkı da dâhil, her zaman
gölgenin şahsa olan bağlılığı gibi Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
sıddîkiyyet ile bağlıydı. Bu nedenle Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ilk tasdik eden kimse olmuştur.” Şeyh el-Fütûhâtın 303. bâbında
şöyle demiştir: “Bil ki Ebû Bekir’in (ra) göğsüne yerleşen ve onu başkasından
faziletli kılan sır, onda Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefat
ettiği gün açığa çıkan kuvvettir. Bu, risâlet davasına delâlet eden bir mûcize
gibiydi. Topluluk şaşkına döndüğünde [gücü] pekişmiştir. Zira ancak sarhoş
değil de ayık olan birisi öne atılıp imamlık yapabilir. O (ra) gerçekten de
önde olmayı hak etmişti. Bazı insanların hoşlanmaması, onun hilâfeti hak
etmesinin kemâline zarar vermez. Zira bu, ilâhî bir makamdır. Yüce Allah
‘Göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde
etmektedir.’215 buyurmuştur. Bazı insanlar, yerin ve göklerin
hükümranlığı elinde bulunana dahi, isteyerek değil de istemeyerek secde
ettiğine göre, Ebû Bekir’in yahut başkasının hâli nasıl olur! Dolayısıyla
isteyenin de istemeyenin de bulunması gerektiği anlaşılmaktadır. Eğer bir din
sahibi ise içindeki bir şüpheden dolayı emre isteksizce dâhil olabilir.
Sahâbenin tamamı da böyledir [Yani içlerinde hem istekle hem de isteksizce emre
dâhil olan bulunabilir]. Hilâfet sıralamasında vâki olduğu üzere, bir kısmı
diğerlerinin önüne geçebilir ki bunun da Allah’ın ilminde böylece geçmiş olması
gerekir. Bizim onların birbirlerine olan efdâliyetine dair kat‘î hükmümüze
gelince bu Allah’a (cc) havale edilir. Zira O, onların katındaki menzillerini
kesin olarak bilmektedir ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce olan Allah bu
konudaki bilgisini hiçbirimize vermemiştir. Yüce Allah bizi fuzûlî söz ve işten
ve ehl-i sünnet ve’l-cemaate muhalefet etmekten korusun.” Âmin.
ŞeyhSafiyyüddinb.EbîMansûr(ö.628/1230)şöyledemiştir:“Zikrettiğimiz
üzere dört halifenin tertibi hikmet ve ümmet dairesinin kemâlinin sırrına göre
tahsis edilmiş bir tertiptir.” Şeyh Kemâleddin b. Ebî Şerîfise Hâşiye’sinde “Bil
ki Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra hak imam Ebû Bekir sonra
Ömer sonra Osman sonra da Ali’dir (ra). Bunun sünnetten delilleri çoktur.
Delillerin tümü Hz. Ebû Bekir’in [hilâfet hususunda] öne geçtiği hususunda
ittifak halindedir. Bu durum delilleri inceleyen birine şafağın apaçık olması
gibi açıktır. Hz. Osman’ın emirliği, Hz. Ömer’in bu işi, beş kişinin
altıncısını halife seçmesi koşuluyla belirlediği altı kişilik şûraya vermesiyle
gerçekleşti. Hz. Osman seçildi ve onun emirliği uygun görüldü. Hz. Ali’nin
(ra) emirliği ise, Muhacir ve Ensâr’ın ileri gelenlerinin toplanarak
kendisinden biatlarını kabul etmesini istemeleriyle gerçekleşti ve ona (ra)
biat ettiler.” Şeyh Kemâleddin de (rh.a) bu şekilde söylemiştir. Şeyh Muhyiddin
ise 369. bâbda şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in (ra) diğerlerinden faziletli olduğuna
delâlet eden hususlardan biri de onun, şeyhiyle fütûhâtı tamamen gerçekleşen
sadık bir mürid gibi Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yanında
bulunması ve bununla hilâfeti hak etmesidir. Hz. Ebû Bekir Allah (cc) katında
varlığından sıyrılıncaya kadar Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
ölmedi ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun muhlis bir kul
olduğunu ve her türlü hareket ve sükûnunu ancak Allah Teâlâ’nın izniyle
yaptığını gördü.” Ebü’s-Suud b. Şiblî (rh.a) şöyle demiştir: “Ebû Bekir,
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka Allah’tan da ahid alıncaya
kadar, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ölmedi. Allah’tan kendisine
gelen bütün hükümler, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle
geliyordu. Bu nedenle Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefat edince,
başkaları gibi tam olarak etkilenmedi. O gün sahâbeden olan herkes sarsılmış ve
duyulması hoş olmayan şeyleri söylemiş, o gün yetersizliğine ve tâbi olduğu
peygamberin hâlini bilmediğine tanıklık etmiştir. Hz. Ebû Bekir ise, işlerin
hakikatlerini bildiği için, minbere çıkmış ve “Muhammed sadece bir
peygamberdir, ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.”216 âyetini
okumuştur. Vehmi kendisine baskın gelen [bu hâlinden] rücû etti. îşte o zaman
insanlar onun topluluktan daha faziletli olduğunu anladı ve o anda imâmeti ve
önderliği hak etti. Ona biat eden temelsiz biat etmemiştir, ancak Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında bilgisiz olduğundan, Hz. Ebû Bekir’i
bilmeyen kimse ona biat etmede geri kalmıştır. Ya da bu konuda akıl yürüten
veya te’vil eden kimse ona biat etmemiştir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) hayattayken, onun göğsüne yerleşen sır ile onun cemâatten daha
faziletli olduğuna tanıklık etmiş ve bu sırrın hükmü onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) vefat ettiği gün zuhûr etmiştir.
Bu sır zikrettiğimiz gibi, onun ne
kendisine ne de Resûlullah’a hiçbir halel getirmeyecek şekilde sadece ubûdiyyet
makamına vefa göstermesi sebebiyledir.” Şöyle demiştir: “Hz. Ebû Bekir
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) işittiği tüm hitaplarda Hak
Teâlâ’nın Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) lisanıyla kendisine
hitap ettiği şeyi görüyordu. Bu hükümle Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Hz. Ebû Bekir’in, resulü ile değil Allah ile birlikte olduğunu
biliyordu. Ebû Bekir’in kendisinde bir terazi vardı ve kendisiyle ilgili hangi
hitabın kabul edileceğini hangisinin de kabul edilmeyeceğini bununla
biliyordu.”
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Salt
hâlis ubûdiyyet makamı bende gerçekleşti ve bu anlamda sonuca ulaştım. Ben
âlemdeki herhangi bir şey üzerinde rubûbiyyet iddiasından bir şeyin kendisine
karışmadığı sırf, hâlis kulum. Benden önceki zamanda yaşayanlardan ubûdiyyet
makamına benim vâris olduğum gibi tam olarak, vâris olan kimseyi bilmiyorum.
Ancak Kuşeyrî’nin Risâlesi’nde yer alan adamlarla ilgili aldığım bilgi
söz konusudur. Buna göre şöyle demiştir: İnsanlar, nefsimi bulunduğu haşyet ve
tevâzû konumundan indirmek için bir araya gelseler, buna güç yetiremezler. Her
ne kadar insanlar benden ilimleri almakta isteseler de ben kendi nefsimi bundan
azletmişim.”
Soru: Sıddîkiyyetin
hakikati nedir?
Cevap: Şeyh’in
Levâkihul-Envâr kitabında dediği gibi, sıddîkiyyet, sahibinin
peygamberlerin haber verdiği her şeye iman etmesinden ibarettir. Bunu tasdik
etmesi onun sıddîkiyyetidir.
Soru: Sıddîkiyyette
faziletlilik (tefâdül) var mıdır?
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in dediği gibi, “Sıddîkiyyette tefâdül söz konusu değildir. Çünkü
tamamı bir tek hakikattir. Sıddîklar arasında tefâdül görürsen, bu sıddîkiyyet
bağlamında değil, başka bir konu ve Hz. Ebû Bekir’in göğsüne yerleşen sır gibi
başka bir sır bağlamındadır. Daha önce geçtiği üzere o, sıddîkiyyetin
kendisiyle değil bu sırla diğer sıddîklardan üstün olmuştur. 309. bâbda da
şöyle demiştir: “Bil ki Melâmî velîlerin başı Ebû Bekir’dir (ra).”
Soru: Melâmîlikle
ne kastedilmektedir?
Cevap: Onlar
revâtiblerin (bir vakti bulunan nâfile namazlar) dışında beş vakit namaza ilâve
namaz kılmayan ve Allah Teâlâ’nın farzlarını edâ eden müminlerden herhangi bir
ziyâdelikle ayırt edilmeyen topluluktur. Çarşılarda gezer, insanlarla konuşur
ve açık bir ibadetle avamdan ayırt 5 edilmezler.
Sadece kalpleriyle Allah Teâlâ ile birlikte olurlar, ilim ve ubûdiyette
derinlik sahibidirler. Göz açıp kapayıncaya kadar bile ondan gafil olmazlar.
Onlar, rubûbiyyet saltanatı kalplerini işgal ettiğinden riyasetin tadını
bilmezler. İmâm Ebû Bekir es-Sıddîk (ra) için ubûdiyyet makamı tahakkuk ettiği
için ve onun hâllerinin çoğunlukla gizli kalması sebebiyle 10
başkası
hakkında çokça nâfile ibadetler yaptıklarına dair nakledilen hiçbir şey onun
hakkında nakledilmemiştir. Zira onun amelleri kalbîydi ve amellerinden zuhûr
eden her bir zerreye ise başkasının kantarlarla yaptıkları denk gelmezdi. Şeyh
(ra) şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in (ra) Ömer’den (ra) daha faziletli olduğuna
delâlet eden hususlardan biri de hadislerde be15 lirtilen
hâlleriyle ilgili vakalardır. Buna göre Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) Ebû Bekir’e ‘Muhammed’in ailesinde bugün onları doyuracak hiçbir şey
yoktur.’ demiş bunun üzerine Ebû Bekir bütün malını getirerek onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) önüne koymuştur. Bunun üzerine Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ‘Ailene ne bıraktın Ebû Bekir?’ demiş o da ‘Allah ve
Resulünü’ demiştir. Ömer de bunu işitmiş ve malının 20
yarısını
getirmiştir. Ona da ‘Ailene ne bıraktın Ömer?’ demiş, o da ‘Yarısını, yâ
Resûlallah’ demiştir. Bunun üzerine ‘Aranızdaki fark, söyledikleriniz
arasındaki fark kadardır.’ buyurmuştur.”
Şeyh 248. bâbda şöyle demiştir:
“Faziletin şekli şudur: Resûlullah onların mallarıyla ilgili bir sınırlama
getirmedi, aksine her birinin kendi az25 mine
göre davranması için durumu onlara bıraktı. Şayet Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) onlara bir sınır belirleseydi, bunu aşmaz ve Ebû Bekir’in
(ra) Ömer’den (ra) daha faziletli olması ortaya çıkmazdı. Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) durumu kapalı bırakmakla sadece Ebû Bekir’in
(ra) Ömer’den (ra) daha faziletli olduğunun açığa çıkmasını istemiştir.”
Devamla şöyle demiştir: “Ebû Bekir’in ‘Aileme 30 Allah
ve Resulünü bıraktım.’ şeklindeki ifadesinde Allah Teâlâ’nın yanına
Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) eklemesi edebin son noktasıdır.
Böylece Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir’e malından bir şey
vermek istediğinde onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) elinden bunu kabul
etmesi hususunda bir kapı açılmış oldu. Zira Ebû Bekir (ra) ailesine, onlara bakması
için Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bırakmıştı.
Dolayısıyla Ebû Bekir’in malı
üzerindeki hükmü, mal sahibine vekâlet etmekten başka bir şey olmamıştır.” Bak
kardeş! Ebû Bekir’in işlerin mertebesiyle ilgili bilgisi ne kadar da iyidir.
İşte bununla Ömer’den daha faziletli olmuştur. O gün Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’i
geçtiğini zannetti. Fakat malı5 nın yarısını
getirmesi vâkî olduğunda “O günden sonra Ebû Bekir’i hiç geçemedim.” dedi ve
onun makamını teslim etti. Daha sonra Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), hâzirûnun dikkatini Ebû Bekir’in muhabbetindeki sadâkatine dair
bilgisine çekmek için, onun malından hiçbir şeyi geri vermedi. Şayet Ebû
Bekir’e malından bir şey verseydi, Ebû Bekir’in hakkında onun aklına
Resûlullah’ın 10 (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) merhameti geldiği ihtimali belirirdi. O, Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Ebû Bekir’in malının hepsinin kendisine verilmesine gönlünün
razı olmayacağını bildiği için ona mükâfat olarak bunu verdi. Bu durum,
Abdurrahman b. Avf için de gerçekleşmiştir. Bir defasında Resûlullah’a
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) malının tamamını getirmiş, Resûlullah da bunu
geri vermişti. Şayet onun da Ebû Bekir gibi, kendi 15
malı
olarak görmediğini bilseydi, geri vermezdi.
Şeyh bazı kitaplarında şöyle demiştir:
“Bir şahsın imâmeti hakettiği bazı şeylerle bilinir: 1. Sözünün kabul edilmesi
vâcip olan Peygamber ya da âdil bir imamın açık beyanı, 2. Müslümanların onun
imâmeti üzerine görüş birliğine varması. Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) sonra imamın Hz. Ebû Be20 kir olduğuna
dair icmâ vardır. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in açık beyanıyla
olmuştur. Daha sonra Hz. Osman, Hz. Ömer’in kendisi hakkındaki açık beyanı, Hz.
Ali de aralarında durumu müşavere eden bir topluluğun açık beyanıyla imam
olmuşlardır. O (Ömer) arkasında kimseyi halife olarak bırakmadı. Ancak
sahâbeden görüşlerine itibar edilen25 ler
önce Hz. Osman’ın sonra da Hz. Ali el-Murtazâ’nın imâmeti üzerine icmâ
etmişlerdir. Bu dördü, râşid halifelerdir. Daha sonra Hz. Hasan ile Hz. Muâviye
arasında muhalefet meydana geldi, Hz. Hasan onunla anlaştı ve hilâfet Hz.
Muâviye’de kaldı. Daha sonra hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar, Ümeyye ve
Mervân oğullarında kaldı. Ehlü’l-hal ve’l-akd onların 30
hilâfeti
konusunda icmâ etmişlerdir, bu hususta cereyân eden hadiselere kadar hilâfet
onlarda kalmıştır. Bazı Râfızîlerin Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti Hz. Ali’den
gasbederek önceliği zorla aldığına dair söyledikleri, bâtıldır. Bu görüş
sahâbenin Hz. Ebû Bekir’in hilâfetini kabul etmekle zulüm üzere icmâ ettikleri
sonucuna sebep olur ki dinin hâmisi olan sahâbe bundan 35
uzaktır.
Allah onların tamamından razı olsun.”
Şeyh Muhyiddin şöyle derdi: “Hz. Ebû
Bekir’in Hz. Ömer’den daha faziletli, olduğu kesindir, Hz. Ömer’in
diğerlerinden daha faziletli olması ise zannîdir.” Şöyle demiştir: “Yüce
Allah’ın keşfimiz yöntemiyle bize bildirdiği şey, bir şahsın imâmette
başkasından öne çıkması, zamansal 5 öne
çıkmadır ve bu, fazilette de önde olmayı gerektirmez. Yüce Allah, Hz.
Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha çok hak sahibi olmadığı hâlde,
bize babamız 1 brâhim milletine tâbi olmayı emretmiştir. Bu onun zamansal
önceliğinden dolayıdır. Zamanın mertebe açısından değil, zaman olmak açısından
bir hükmü vardır. Bu, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonraki
hilâfet gi10 bidir. Önceden tayin
edilmiş vakitler (eceller) ve işlere göre tertip edilmiş olan hilâfet Allah
Teâlâ’nın hikmetindedir. Buna göre Allah (cc) her biri için tahsis edilen
velâyet dönemini takdir etmiştir. Aslında her biri diğerinin velâyeti döneminde
hilâfete ehildir. Fakat Allah’ın ilminde, dört halifenin her birinin
velâyetinin vâki olan tertibe göre olması 15 gerektiği
sabittir. Hatta sonra gelenin [velâyette] öne geçtiği düşünülse azledilmesi
gerekir ki onlardan Allah Teâlâ indinde velâyeti muhakkak olan biri gelsin.
Onların ömürlerinin hükmü ile olan velâyet tertibinde, her biri liyâkat sahibi
olmakla birlikte, birinin dahi azledilmesi vâki olmamıştır. Zira sahâbenin
tamamı âdildir.” Şeyh bunları 558. bâbda 20 Allah
Teâlâ’nın el-Mu‘tî ismi bağlamında zikretmiştir. Bu bâbda aynı şekilde Allah
Teâlâ’nın el-Âhir ismi bağlamında da şunları söylemiştir: “Bil ki dört halife
sadece ömürleri nedeniyle öncelik sahibidirler. Hilâfet ehliyeti, tamamında
bütün açılardan mevcuttu. Salt öncelikleri, faziletli olmaları anlamına
gelmez. Bu ancak kesin bir nassın bulunmasıyla 25 olur.” Şöyle
demiştir: “Allah Teâlâ’nın ilminde Hz. Ebû Bekir’in Hz.
Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz.
Osman’dan önce, Hz. Osman’ın da Hz. Ali’den önce öleceği yer aldığı, her biri
de Allah katında saygın ve faziletli olduğu için, Yüce Allah, bu dört kişiden
önce öleceğini bildiği kimseye diğerlerinden önce hilâfet vermiştir.” Şöyle
demiştir: “Hadiste, 30 ‘İki kişiye biat edildiğinde, onlardan
diğerini öldürünüz.’ buyrulmuştur. Şayet hilâfetin, o vakitlerde Hz. Ebû
Bekir’de olacağı muhakkak olmasına rağmen insanların onun dışındaki diğer üç
[halifeden] birine biat ettiği düşünülseydi, iki halife bir anda olamaz ve bu
halifelerden birisinin öldürülmesi de câiz olmazdı.
Bu üçünden birinin azledilip Hz. Ebû
Bekir’in hilâfete getirilmesi varsayılsa, bu durumda azledilenin hakkında
hürmetsizlik söz konusu olur, azledene de haksızlık ve zulüm nispet edilirdi.
Böylece hakkı olan birisini hilâfetten alıkoymuş olurdu. Şayet öne çıkanın
azledilmediği varsayılsa, kendisine hilâfet 5 sırası
gelmeden ve kendisinden önce halife olan kimsenin hilâfet döneminde
Hz. Ebû Bekir vefat etmiş olacaktı.
Oysa Allah’ın ilminde onun halife olacağı kayıtlıydı ve bu ilme muhalefet
etmek de imkânsızdır.”
Şeyh bu konuyu uzatmış ve şöyle
demiştir: “Sözün özü, bu dört halifenin sıralaması konusunda cumhurun görüşünü
benimsemekle beraber, 10 bu konuda açık bir nas bulunmadıkça fazla
derine dalmak doğru değildir.
Ancak biz onlara öncelik sırasının
illeti konusunda muhalefet etmekteyiz. Onlar, fazilet önceliği olduğunu, biz
ise zamansal öncelik olduğunu söylemekteyiz. Şayet her sonradan gelen daha az
faziletli sayılsaydı, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce
gelenler de ondan daha faziletli olurdu. Hâl15 buki
muhakkikler arasında bu görüşte olan hiç kimse yoktur. Düşün ve araştır! ‘Dört
halifeden sonra fazilet sırası, cennetlik oldukları müjdelenen on kişinin
diğerleridir.’ demişler ve bunun üzerine bir eklemede bulunmamışlardır. Edebe
uygun olan, onları sevmek, saygı göstermek ve derecelerinin diğer velîlerden
yüksek olduğunu kabul etmekle beraber faziletleri 20
konusuna
fazla dalmamaktır. Hadisçiler ise on kişiden sonra Bedir ehlinin daha faziletli
olduğunu, sonra Uhud’a katılanların, sonra Bey‘atü’r-rıdvâna katılanların,
sonra Bedir yahut Uhud ehlinden Muhacir ve Ensâr’ın ilklerinin ya da her iki
kıbleye yönelerek namaz kılanların ilklerinin olduğunu söylemişlerdir. Bu
konuda İbn Hacer’in (ra) zikrettiği birtakım farklı gö25
rüşler
bulunmaktadır.
Sonuç:
Şeyh 346. bâbda şöyle demiştir: “İlk nesil, sadece imanlarının kuvvetiyle
diğerlerinden faziletli görülmüştür. Bu konuda en tamam (ekmel) olanlar
onlardı. Tâbiûn ilimde sahâbenin çoğundan daha âlimdi. Tebeü’t-Tâbiûn ise
tâbiûnun çoğunluğundan daha çok amel sahibiydi.
30 Soru: Hz.
Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrında yaşamalarına, onun mûcize ve
ahlâkını görmelerine rağmen onların imanlarının daha kuvvetli olmasının hikmeti
nedir? Zira kâideye göre gayba iman etmek böyle bir iman sahibi için hâzır
olana (yanında müşâhede ettiğine) iman etmekten daha kuvvetlidir.
Cevap: İmanın
kuvveti sahâbeye, insanın hased üzere yaratılması cihetiyle gelmiştir. Zira
bir ümmete kendi cinsinden bir elçi gönderildiği zaman özellikle de onlara
hükmeden kimse kendi cinsinden ise haset, insanlar arasında harekete geçer.
Ona ancak nefsinden hasedi ve benliğine olan muhabetini kovmaya güç yetiren
kimse iman eder. Sahabenin imanı, İslâm’ın başlangıcında kendi cinslerinden
olan birisinin önlerine geçmesini müşâhede etmeleri cihetiyle daha
kuvvetlidir. Onların hasedin hükmünü kovmaya yönelik meşguliyeti, onları ilim
ve sırların derinlikleriyle ilgilenmekten alıkoydu mamafih iman kuvvetiyle
bizden daha üstün hâle geldiler. Allah, onlardan nakledilenleri tasdik etmeyi
bize vermek sûretiyle eksikliğimizi giderdi. Ve bizde, Hz. Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) hususunda gayba iman etme derecesi hâsıl oldu ki
bu hususta sahâbenin bir derecesi ve önceliği yoktur. Zira onlar Şâri‘i görüp
onun hâllerini ve yaşadıklarını müşâhede ettiler; gördüklerinden dolayı iman
edip tasdik ettiler. Dolayısıyla sadece iman kuvveti ve önceliği itibariyle
bizden daha faziletli olmuşlardır. İlim ve amel konusunda ise, başkaları da onlara
denk gelebilir. Bizi âhir zamanda getiren ve kalplerimizi siyah-beyaz varaklar
üzerinde bize nakledilenleri, şüphe ve tereddüde yer bırakmadan tasdik etmeye
yönlendiren Allah’a hamdolsun. Bu konuda ne bir delil ne de bir mûcize istedik.
Şayet bizi Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrında var etseydi,
onu müşâhede anında hâlimizin nasıl olacağını bilmiyoruz. Acaba haset belâsı
bize galip gelip ona itaat etmeyecek miydik yoksa nefislerimize galip gelip ona
itaat eder miydik? “Savaşta müminlere Allah yeter. Allah kuvvetli ve yegâne
galiptir.”217 İmâm Şâfiî (ra) kadîm Risâlesinde “Sahâbe her
ilimde ve imanda bizden üstündür. Bize göre onların görüşleri, kendi
nefislerimiz hakkındaki görüşlerimizden daha güzeldir.” demiştir.
KIRK
DÖDÜNCÜ MEBHAS
Sahâbe Arasında Meydana Gelen
Olaylar Hakkında Susmanın ve Onlara Ecir Verileceğine İnanmanın Vacip Olduğu
Hakkındadır
Bu onların tamamının ehl-i sünnetin
ittifakıyla âdil olmaları nedeniyledir. Hz. Osman, Hz. Muâviye ve Cemel Vakası
fitneleri gibi fitnelerle ilgisi olan da olmayan da bu hususta müsavidir.
Bunların tamamı konusunda onlar hakkında hüsn-i zan beslemek vâciptir, bu
hadiselerdeki [durumları] ictihada hamledilir. Bunların tamamı ictihada
dayanan şeylerdir ve her müctehid isabet etmiştir ya da birisi isabet etmiş,
diğeri de mazeret sahibidir ve ecri hak etmiştir. İbnü’l-Enbârî, onların
adâletiyle kastedilenin, ne mâsum olmaları ne mâsum olmalarının imkânsızlığı
olduğunu; bununla kastedilenin, hiçbir adâlet ve tezkiye çabasına girmeden, dinimizle
ilgili hükümleri, kendilerinden almamız ve rivayetlerini kabul etmemiz olduğunu
söylemiştir. Bu zamana kadar onların adâletlerine ters düşecek bir şey bize
gelmemiştir. Allah’a hamdolsun. Biz, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) zamanından halifelik ortaya çıkıncaya kadar onların durumunu iyi
görmekte, bazı siyercilerin onlarla ilgili söylediklerine iltifat etmemekteyiz.
Bunlar doğru değildir. Şayet doğru ise bile sahih bir şekilde te’vil edilir.
Ömer b. Abdülazîz’in (ra) “Bu, Allah’ın kılıçlarımızı kendisinden temizlediği
kandır, biz de dillerimizi ona bulaştırmayalım.” şeklindeki sözü ne kadar güzeldir!
Dinimizin hâmillerini ve Peygamberimizden haberin ancak kendileri vasıtasıyla
geldiği kimseleri nasıl zemmederiz? Sahâbeyi zemmeden bizzat dinini
zemmetmiştir. Özellikle Muâviye ve Amr b. el-Âs’ın durumu olmak üzere, onlarla
ilgili ileri geri konuşma kapısını tamamen kapatmak gerekir. Bazı Râfizîlerin,
Ehl-i beytin onlardan hoşlanmadığına dair naklettiklerine aldanmamak gerekir.
Bunun gibi meselelerin tartışma noktası oldukça incedir ve Resûlullah’tan
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç kimse bu konuda hüküm veremez. Çünkü
bu, onun evlâtlarıyla ashabı arasındaki bir meseledir.”
Kemâleddin b. Ebî Şerîf şöyle
demiştir: “Bazılarının zannettiği gibi, Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki
problem emirlik değildi. Tartışma konusu Hz. Osman’ın (ra) katillerini, kısas
uygulamaları için onun kabilesine teslim etmekti. Zira Hz. Ali (ra) onları teslim
etmenin ertelenmesinin daha isabetli olduğunu düşünüyordu.
Çünkü onları hemen teslim etmek,
onların kabilelerinin çokluğu ve askerlerin arasına karışmış olmalarından
dolayı genel imâmet meselesini sıkıntıya sokabilirdi. Cemel günü Hz. Osman’ın
katillerinin çıkarılmasını duyurduğu zaman, bazıları İmâm Ali’ye karşı isyan
etmeye ve onu öl5 dürmeye yeltendi.
Muâviye ise, kısas uygulamak üzere derhal kendilerine teslim edilmelerinin daha
isabetli, olduğunu düşünüyordu. Her ikisi de müctehiddir ve ecir almaya hak
kazanmıştır. İşte onlar arasında meydana gelenlerle kastedilen budur.”
Sonuç:
Âlimler şöyle demiştir: Kur’ân, Nûr sûresinde, onun berâatini 10
ifade
ettiği için, müminlerin annesi Hz. Aişe’nin (ra) mülhidlerin bütün
söylediklerinden kesin olarak berî olduğuna inanmak vâciptir. Peygamberimizin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) çocuklarına karşı Allah için muhabbetin, onlara
ikram ve hürmette bulunmanın gereğine inanmak da vâciptir. Bunlar Hz.
Fâtıma’dan olan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve onların kıyamete kadar gelecek 15
olan
bütün çocuklarıdır. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin arasında, nasla sabit olanların
dışında, sahâbe arasında kimin daha faziletli olduğuna dair ise sükût ederiz.
Yüce Allah’ın “Bunun karşılığında akrabalara iyilikten (meveddet) başka bir
karşılık istemiyorum.”[275]
âyetine bağlı kalarak, şeriflere eziyet etmeyi hoş karşılamaz ve bunu yapan en
kıymetli dostumuz dahi 20 olsa onu terk ederiz.
Âyette anılan meveddet: Salt muhabbet değil, muhabbeti ispat etmektir. İlgili
şerîfin nesebi sabit olsun veya nesebi konusunda şüpheler bulunsun fark etmez, el-Uhûd
isimli kitabımızda geniş yer verdiğimiz gibi, Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) saygı olarak, bu yöntemi benimseriz. Dileyen o kitaba bakabilir.[276]
En doğrusunu Allah bilir.
Sahâbeden Sonra Velîlerin En Büyüğünün Kutub Sonra
İhtilaf Olmakla Birlikte Efrâd Sonra İki İmâm Sonra Evtâd Sonra da Abdal (ra)
Olduğu Hakkındadır
5 Kutub, Şeyh’in 255.
bâbda zikrettiği gibi, kutubluk makamında ancak sûrelerin başlarında bulunan
«^Jl <^Jλ gibi Hurûf-u mukattâ’nın anlamları kendisinde hâsıl olduktan
sonra kalabilir. Yüce Allah onu, bunların hakikat ve anlamlarına vâkıf
kıldıktan sonra, halifelik ona tahsis edilir ve buna ehil olur.
10 Soru: Kutbun
alâmeti nedir? Günümüzde bir topluluk kutupluk iddiasında bulunmaktadır ve
iddialarını reddedecek bir bilgimiz de yoktur. Cevap: Şeyh Ebu’l-Hasan
eş-Şâzelî (ra) kutbun on beş alâmetinin bulunduğunu zikretmiştir: Îsmet,
rahmet, hilâfet ve niyâbet yardımı ve hameletü’l-arşın yardımıyla yardım
etmesi, zâtın hakikati ve sıfatların kapsamını
15 keşfetmesi. Varlıklar
arasında hilm ve lutuf ikramıyla ikramda bulunması. Îlkin, ilkten ayrılması,
varabileceği son noktaya kadar ondan ayrılan şeyler, bunlarda sabit olan ve
öncesinde ve sonrasında hüküm verilen ile ne öncesinde ne de sonrasında kimse
bulunmayanın hükmü, bütün ilim ve ma‘lûmlarla ve ilk sırdan sonuna kadar her
şeyi kapsayan ve sonra kendi-
20 sine dönen şeylerle
ilgili ilmin bilinmesi. el-Fütûhat’ın 270. bâbında şöyle demiştir:
“Bütün zamanlarda kutbun adı Abdullah ve hilâfet hükmüyle bütün isimlerin
mânalarının tahalluk ve tahakkukuyla nitelenen Abdü’l-Câmî’dir. O Hak Teâlâ’nın
aynası, mukaddes niteliklerin tecellîgâhı, ilâhî mazharların mahalli,
sâhibü’l-vakt ve aynü’z-zaman ve kader sırrının
25 ilminin sahibidir.
Bütün zamanların (dehrü’d-duhûr) ilminin sahibidir. Gayret hazinelerinde mahfuz
ve korunma örtüsüne girdiği için çoğunlukla onun hâli gizliliktir. Diniyle
ilgili hiçbir konuda onda asla şüphe oluşmaz, makamıyla çelişecek hiçbir şey
aklına gelmez. Çokça evlenir, buna düşkündür ve kadınları sever. Tabiata meşrû
daire içinde hakkını verir. Ruhaniyete
30 de ilâhî sınır
içerisinde hakkını verir. Ölçüyü belirler ve kendisi için belirlenen kadar,
belirlenen zamanda tasarrufta bulunur. O, sadece Allah’a aittir ve zaman ona hükmetmez.
Devamlı olarak hâli ubûdiyyet ve iftikârdır. Kötüyü kötü, iyiyi iyi olarak
görür, ziynet ve şahıslarda sınırlı olan güzelliği sever. Ruhlar ona en güzel
sûretlerle gelir. Aşktan erir, Allah (cc) için gayrete gelir ve Allah Teâlâ
için gazaplanır. Hiçbir sınırlama olmaksızın mutlak olarak mazharları vardır.
Onun ruhaniyeti sadece şehâdet ve gayb perdesinin ardından zuhûr eder. Eşyada
sadece Hakk’ın nazarının mahallini görür. Sebepleri koyar, onları ikâme eder
ve onlara yönlendirir, onların hükmüyle hareket eder, kendisine hükmetmesi ve
tesir etmesi için onların seviyesine iner. Hiçbir açıdan hiçbir insana baş
olmak diye bir durumu söz konusu değildir. Sürekli bu hâl üzeredir. Şayet bir
dünyalığı veya serveti varsa, cömert olan sahibinin malında tasarrufta bulunan
kölenin tasarrufu gibi tasarrufta bulunur. Şayet dünyalığa sahip değilse, Allah
Teâlâ’nın kendisine açacağı kapıları bekler ve kimse kendisine bir şey
götürmez, aksine ihtiyaç anında kendisi için tıpkı bir şefaatçi mesabesinde
olan tanıdığı bir arkadaşının evine yönelir ve tabiatının ihtiyaç duyduğu şeyi
ona arzeder. Sadece ihtiyacı kadarını ondan alır, sonra oradan ayrılır ve
zorunlu olmadıkça ihtiyacından dolayı oturmaz. Şayet ihtiyacını bulamazsa,
tabiatının ihtiyacı konusunda Allah Teâlâ’ya sığınır. Çünkü O, ondan mesuldür
ve O’na havale edilmiştir. İsteğinin karşılanmasını Allah’tan bekler. Yüce Allah
dilerse onun isteğini hemen ya da daha sonra karşılar.
Mertebesi, hâl sahiplerinin aksine,
tabiatının hakkı konusunda duada ve şefaatte ısrarcı olmaktır. Her şey onların
himmetleriyle oluşur. Zira Yüce Allah onlara cennette, hâllerinden dolayı
peşinen bir pay vermiştir ve onlar Rabbânîlerdir. Kutub ise hâlden münezzehtir
ve ilimde sabittir. Şayet Allah, kendisini olacaklara muttali kılarsa, iftihar
yönünden değil de Allah’a muhtaç olma yönünden bunları haber verir. Yer
kendisi için dürülmez, havada ve suyun üzerinde yürümez, sebepsiz yemez.
Allah’ın kendisine gösterdiği bir şey için çok nadir olanın dışında herhangi
bir olağanüstülük zuhûr etmez. Bu nadir olanı da Allah’ın izniyle, buna hiçbir
isteği olmadan yapar.
Yine ihtiyarî olarak değil de zorunlu
olarak acıkmak ve mali imkânı olmadığında nikâh için sabretmek de onun
hâlindendir. Nikâhın (cinsel ilişki) tecellîsinden, kendisini bunu istemeye
yönelten şeyi ve ona düşkünlüğünün sebebini bilir. Ubûdiyyet nikâhta tahakkuk
ettiği gibi başka hiçbir şeyde tahakkuk etmez. Onun nikâha düşkünlüğü nesil
için değil, meşrû bir şey olarak mücerred şehvet ve tenâsül içindir.
Onun nikâhı cennetliklerde olduğu gibi
sadece lezzet içindir. Onda zayıflığı ve onu hislerinden uzaklaştıran lezzetin
galebe çalmasını (kahır) müşâhede ettiklerinden âriflerin çoğu bu hakikati
bilmez. Bu lezzetli bir kahırdır. Bu peygamberlerin özelliklerindendir. Bu
makam çok yüksek ol5 duğu için velîlerin çoğu bilmez. Onlar nikâhı
hayvanı bir lezzet saymış ve kendilerini bunu çokça yapmaktan arındırmaya
çalışmışlardır. Nefeslerini en güzel edeple alıp vermelerinin, kutubların
makamı kapsamında olduğunu bilesin. Zira bu nefesler Allah’ın kendisine
gönderdiği elçileridir ve şükrederek Rabb’ine dönerler. Dolayısıyla bu konuda
zorlama olamaz.
10 Şeyh bu konuyu uzunca
anlattıktan sonra şöyle demiştir: “O hâlde kutub, kendisinde her biri yirmi beş
kırat olan dört dinarın hâsıl olduğu kâmil bir adamdır. Bunlarla resuller,
nebîler, velîler ve müminlerden oluşan dört mertebedeki insanları ölçer. O,
bunların tamamının vârisidir.” Şeyh 351. bâbda şöyle demiştir: “Daima
kendisiyle Hak (cc) arasındaki perdenin ar-
15 kasında bulunmak, kutbun
özelliklerindendir. Ölünceye kadar perdesi kalkmaz. Ölünce Allah’a (cc)
kavuşur. O, sultanın emirlerini tenfîz eden muhafız mesabesindedir. Allah
Teâlâ’dan ona şuhûd değil, sadece hitap sıfatı vardır.”
Soru: Kutbun
bunu üstlenmesinde, zâhirî devletteki hilâfette olduğu gibi, bâtınî devlette de
biâta ihtiyacı var mıdır?
20 Cevap: Şeyh’in
şu ibarelerle 336. bâbda dediği gibi “Evet, vardır. Bil ki Hak Teâlâ, “Mîsâl”
mertebesinde üzerine oturacağı bir yaygı (taht) belirlemeden hiçbir kulunu
kutubluğa getirmez. Arşı istivâ etmenin sûreti, nasıl Allah’ın her şeyi ilmiyle
kuşatması üzerine binâ ediliyorsa, bu mekânın sûreti de ‘Mekâne’ üzerine bina
edilmiştir. Allah’a ise en yüce sıfatlar yaraşır. Bu 25 yaygı
kendisine tayin edildiği zaman, âlemin istediği ve onu isteyen bütün isimler
ona giydirilir. O da süs ve ziynet olan bu isimlerle taçlanmış, bezenmiş ve
süslenmiş olarak zuhûr eder. Zira bu ziynet onun üstünü, altını, ortasını,
dışını ve içini kaplar. Buraya oturduğunda, hilâfet sûretiyle oturur. Allah âleme
isteyerek ve istemeyerek, dinlemek ve itaat etmek üzere ona biat etme30
sini
emreder. Bu emrin kapsamına en aşağısından en üstün olanına kadar, el-Alûn’un
dışındaki her şey girer. Bunlar Allah’ın (cc) celâlinde kendilerinden geçenler
ve ilâhî bir emirle değil, bizzat kendiliklerinden Allah Teâlâ’ya ibadet
edenlerdir, bir elçinin lisanıyla gelen ilâhî bir emirle zuhûr etmişlerdir.
Bil ki onun katına ilk giren
mertebelerine göre öncelikle Mele-i a‘lâ’dır ve sırasıyla girerler. İsteklilik
ve isteksizlikle sınırlandırılmadan onun elini, dinlemek ve itaat etmek üzere
tutarlar. Çünkü onlar kendilerinde bu iki sıfatı bilmezler. Zira bir şey ancak
zıddıyla bilinir. Onlar isteklidir ve 5 isteksizliği
tatmadıkları için onun tadını bilmezler. Onun yanına biat için girip de ilm-i
ilâhîye dair bir meseleyi ona sormayan bir ruh yoktur. Ona ‘Ey kişi, sen böyle
böyle diyorsun.’ der; o da ‘Evet’ der. Ona, ‘Bu meselenin Allah’ın ilmiyle
ilgili iki yönü vardır.’ der. O iki yönden biri söz konusu şahısta bulunandan
daha yüksektir. Ona biat eden herkes, ondan kendisinde 10
bulunmayan
bir ilmi alır ve çıkar.”
Şeyh şöyle demiştir: “Kutublukla
ilgili her meseleyi, daha önce kimse tarafından yazılmayan müstakil bir cüzde
zikrettik. Bu meseleler belirlenmiş ve her kutba sorularak tekrarlanan
meseleler değildir. Yüce Allah, bunları kutba soru soran kimsenin aklına
sorduğu esnada getirir. Ki bu 15 soru onun
aklına daha önceki bir zaman düşmüştür.” Şeyh şöyle demiştir: “Îlk önce
aklü’l-evvel ona biat eder, sonra nefs, sonra müsahhar kılınan meleklerden
göklerle yerlerin imarında öncelik sahibi olanlar. Ölümle bedenlerinden ayrılan
heykellerin (sûretler) yönetici ruhları, sonra cin, sonra müvelledât (bitki,
maden, hayvan), sonra daha önce değinildiği 20 gibi
meleklerin âlûn olanları hariç, Allah Teâlâ’yı tesbih eden mekân, mütemekkin,
mahal ve hâl gibi şeyler biat eder. Aynı şekilde beşerden olan efrâd da kutbun
dairesinin altına girmezler ve kutub onlar üzerinde herhangi bir tasarrufa
sahip değildir. Zira onlar da tıpkı onun gibi kâmildir ve bu şahsın nâil
olduğu kutbiyyete ehildir. Ancak herhangi bir önce25 liğinden değil,
durum bu zamanda sadece bir kişinin bu işi üstlenmesini gerektirdiğinden, bir
tek o belirlenmiştir. Onun tayin edilmesi, önceden ilâhî ilimde yer almıştır.
Efrâd arasında, Allah’ın birliği konusunda ondan daha çok ilim sahibi olan
kimse bulunabilir.” Şeyh 255. bâbda şöyle demiştir: “Kutbun özelliklerinden
biri de tek başına Allah’la yalnız kal30 masıdır.
Bu mertebe, onun dışında hiçbir velî için asla mümkün değildir.
Gavs olan bu kutub vefat edince, Yüce
Allah bu halveti (yalnızlığı), tek başına başka bir kutba ayırır. Bir tek
zamanda kesinlikle iki şahıs için tek başına halvet söz konusu olamaz. Bu
halvet “esrâr ilimleri” kapsamındadır. Hak Teâlâ’nın âhirette kuluyla halvette
kalıp onu itâb edeceğine dair 35 gelen
rivayetler ise, Hak Teâlâ’nın kulla tek başına kalması (infirâd) değil, kulun
Hak Teâlâ ile tek başına kalması şeklindedir. Anla ve sakla!
Ayrıca nasıl dinin gereklerinin yerine
getirilmesi için imam tayin etmek gerekiyorsa tartışma, zıtlaşma ve fesadın
ortaya çıkmaması için, bunun tek bir kişi olmasının gerektiğini de bilmelisin.
Bu imamın varlıktaki hükmü, kutbun hükmüdür.” Şöyle demiştir: “Bazen Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer gibi imamlardan kılıcı ile ortaya çıkan kimse de vaktin kutbu
olabilir yahut olmayabilir de. Bu durumda hilâfet, sadece adâlet sıfatıyla
vaktin kutbunun olur. Bu zâhir olan halife, farkına varmadan kutbun bâtınî olan
nâibleri kapsamına girer. Adâlet ve haksızlık, sadece zâhir olan imamlardan
gelir. Ancak adâletsiz kutup olmaz. Kutbiyyet, yetki sahipleri (veliyyü’l-emr)
için mümkün olduğu gibi, başta dört imam olmak üzere müctehid imamlar için de
mümkündür. Hatta onlar için daha kuvvetli olur. Gizlenmiş olmak kutbun özelliği
olduğu için, onların kesbî ilimlerle meşgul olmaları, kendileri için bir perde
olur.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Hızır (aleyhisselâm) ile bir araya geldim
ve Îmâm Şâfiî’nin makamını sordum. Bana ‘Dört Veted’dendir (evtad/ direk).’ dedi.
Îmâm Ahmed’in makamını sordum. ‘O, sıddîktır.’ dedi.” Bunu uzunca anlattıktan
sonra, “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz, O’nun resulüne ve ulü’l-emre de
itaat ediniz.”220 âyeti hakkında şöyle dedi: “Ulü’l-emr’le
kastedilenler kutublar, halifeler ve vâlilerdir. Ancak şeriata muhalif olmayan
konularda itaat emredilmiştir. Bu, hiçbir ecri ve günahı olmayan mubahtır.
Vâcip, mendup, haram ve mekruh ise Allah’a ve resulüne itaat kapsamındadır.
Dolayısıyla ulü’l-emr için sadece mubah kalmaktadır. Dinlemek ve itaat etmek
üzere biat ettiğin imam, sana herhangi bir mubahı emrederse, bu konuda ona
itaat etmek sana vâcip olur ve ona muhalefet etmek sana haram olur. Dolayısıyla
bu mubahın hükmü vacibe dönüşür. Biat ettiğin bu imamın emretmesiyle mubahlık
hükmü kalktığı için, bundan dolayı vâcip ecri kazanmış olursun.” Şeyh, bitkiler
ve diğer canlıların kutba biat etmesi hakkında da uzun açıklamalarda
bulunmuştur, oraya bakabilirsin.
Soru: “Kutub
ölmez.” şeklindeki sözlerinin anlamı nedir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhat’m 73. bâbında dediği gibi, “Bununla kastedilen,
peygamberlerde (aleyhisselâm) olduğu gibi, âlemin hiçbir zaman kendisinde
bulunan bir kutubdan halî olmamasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ, bazı
peygamberleri, cesetleriyle birlikte diri bırakmıştır.
Bu dört peygamberden Îdrîs, Îlyâs ve
Îsâ şeriat getiren, Hızır (aleyhisselâm) ise ledünnî ilmi taşıyıcıdır. Bunun
izahı şöyledir: Hanif dinin, ev gibi dört köşesi (erkân) vardır: Bunlar
resuller, nebîler, velîler ve müminlerdir. Risâlet evi ve köşelerini bir araya
getiren rükündür. Resulün bulunmadığı hiçbir zaman yoktur. Bu, Hak Teâlâ’nın
celâline yaraşır bir şekilde âlemde tecellî ettiği mahal olan kutubdur. Ulvî ve
süflî âlemin tümüne ilâhî yardımlar bu kutubdan dağılır.” Şeyh demiştir ki
“Kutub olmanın şartı tabiî bir beden ve ruh sahibi olunmasıdır. Kutub bu dünya
yurdunda bedeni ve hakikati ile mevcut olmalıdır. Bu dünyada bedeni ve ruhu ile
Âdem (aleyhisselâm) döneminden kıyâmete kadar mevcut olmalıdır. Durum
zikrettiğimiz gibi olunca ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da
neshedilmeyecek dini ve değişmeyen şeriatı yerleştirdikten sonra vefat edince,
bütün resuller, ikâme etmek üzere onun şeriatına girmişlerdir. Yeryüzü bedeni
ile diri olan bir resulden hâlî olmaz. Zira o insanlık âleminin kutbudur. Onlar
sayı itibariyle bin resul olsa da onlardan maksûd olan o tek olandır. Îdrîs
dördüncü semâda, Îsâ ikinci semâda, Îlyâs ve Hızır ise yeryüzündedir. Yedi gök
şekilsel olarak, dünyanın bekâsıyla bekâ, fenâsıyla da fenâ bulduğu için,
bunların dünya âlemi kapsamında olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bunlar Atlas
feleğinin aksine, dünya yurdunun bir parçasıdır. Atlas feleği âhiretten
sayılmaktadır. Kıyamet günü yer de gökler de başka yer ve göklerle
değiştirilecektir. Yani, ey saîdler! Bu türâbî (topraktan) tabiatımız, nasıl
daha ince, daha duru ve daha güzel bir tabiatla değiştirilecekse onlar da
değiştirilecektir. Haberlerde bildirildiği gibi bu değiştirilen tabiat, idrarı
ve gâitası olmayan cismânî bir tabiattır.
Yüce Allah, Îlyâs, Hızır ve ineceği zaman
Îsâ’yı yeryüzünde bırakmıştır. Bunlar resullerdendir ve yeryüzünde Hanîf
diniyle yaşamaktadırlar. Resul olarak ve bu dünyada Hz. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatının bâtınında kalmaya devam ederler.
“Ancak insanların çoğu bunu bilmez.”221 Kutub, Îlyâs, Îsâ ve
Hızır’dan (aleyhisselâm) biridir. O, din evinin rükünlerinden biridir. O,
Hacerü’l-esved rüknü gibidir. Bunlardan iki tanesi imam, dördü birden ise
evtâddır. Allah birincisiyle imanı, ikincisiyle velâyeti, üçüncüsüyle nübüvveti,
dördüncüsüyle de risâleti muhafaza etmektedir. Tamamıyla da Hanîf dinini
muhafaza etmektedir. Kutub bunlardan biridir, ancak bizzat değildir.
Şeyh şöyle demiştir: “Bu dördünün
varlığıyla beraber, her birine onun kalbi üzerinde olan ve nâiblik edecek bir
şahıs, bu ümmetin içinden her zaman vardır. Velîlerin çoğu ne kutbu, iki imâmı
ve evtâdı, ne nâibleri ne de o zikrettiğimiz resulleri bilir. Bu nedenle her
biri bu makamlara ulaşmak için çabalar. Daha sonra buraya tahsis edildiği
zaman, ilgili kutbun nâibi olduğunu anlar. Bu nükteyi bil, bizden başka hiç
kimsenin sözleri arasında bunu bulamazsın. Şayet bana bunu izhar etmem sırrıma
ilkâ edilmeseydi, bunu izhar etmezdim.”
Soru: Kendi
ıstılahlarıyla “Falan kutublardandır.” derken ne demek istemektedirler?
Cevap: Onların
örfünde kutub, bütün hâl ve makamları üzerinde toplayan kimsedir. Bazen
adlandırmayı genişletirler ve ülke ve beldelerinde etrafında makamlardan bir
makamın deveran ettiği ve bu makamla zamanında kendi cinsinin evlatları
arasından ayrılan her kimseye kutup ismini verirler. Beldenin adamı o beldenin,
cemaatin adamı da o cemaatin kutbudur. Ancak ıstılahlarında “Kutbu’l-Aktab”
denildiği zaman, bununla bir zamanda sadece bir tek olan kimse kastedilir ki bu
gavstır.
Soru: Gavs
olan kutub, sûfîlerin silsilesinde yer alan Yûsuf el-Acemî, Seyyidî Ahmed
ez-Zâhid ve Seyyidî Medyen gibi şeyhler midir?
Cevap: Efendim
Ali el-Havvâs’ın (rh.a) dediği gibi, onlardan birinin kutup olması gerekmez.
Kutupluk makamı azizdir, her kişinin onun parlaklığını görmesinden yücedir.
Ancak anılanlar, sultanın kapsındaki hâcibler (kapı görevlisi) gibidirler ve
sultanın huzuruna girmek isteyen herkese, ona layık olan edepleri
öğretmektedirler. Keramet ve hârikulâdelik olarak, onların elinden zuhûr eden
şeyler, nefislerinin arınması, Allah Teâlâ’yı çokça murakabe etmeleri, ihlas
ve mücâhedelerinin çok fazla olması nedeniyledir. Abdulkâdir el-Cîlî’nin şunu
zikrettiğini söylemiştir: “Kutubluğun ihata açısından on altı âlemi vardır.
Dünya ve âhiret bu âlemlerden birer âlemdir. Bu durum, sadece kutublukla
nitelenen kimsenin bileceği bir şeydir.
Soru: Meşhur
olduğu üzere, kutbun dâimî ikamet yeri Mekke midir?
Cevap: Cismiyle,
Allah Teâlâ’nın dileğine tâbidir ve hiçbir özel mekâna ikâmet ile sınırlı
değildir. Gizlenmek de onun niteliğidir. Bazen demircidir, bazen tâcir olur
kimi zaman da bakla satar. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Hz.
Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce de kutublar var mıydı,
sayıları 5
kaçtı?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhat ın 14. bâbında dediği gibi, “Hiçbir asır kutuplardan hâlî
olamaz.” Şöyle demiştir: “Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) Hz. Muhammed’e
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kadar, geçmiş ümmetlerden olan mükellimîn
(kemâle erdirilenler)[277]
kutubların sayısı yirmi beştir. Hak Teâlâ ben Kurtuba şehrin10
de
iken, Kudüs meşhedinde, berzahî bir mertebede onları bana gösterdi.
Bunlar Fırak, Müdâviü’l-külûm
ve’l-bükâ, el-Mürtefî, eş-Şefârü’l-mâzî, el-Mâhik, el-Âkib, el-Menhûr,
Secru’l-mâ, Unsuru’l-hayat, eş-Şerîd, esSâiğ, er-Râcih, et-Tayyâr, es-Sâlim, el-Halîfe,
el-Maksûm, el-Hayy, erRakî, el-Vâsî, el-Bahr, el-Münsif, el-Hâdî, el-Aslah ve
el-Bakî’dir. Bunlar, 15 Hz. Âdem’den Hz.
Muhammed’e (aleyhisselâm) kadar isimlendirilen kutublardır.
Ancak insanlığın ortaya çıkışından
kıyamete kadar, bütün nebî, resul ve kutubların dayanağı (mümid) olan tek kutup
ise, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruhudur. Şeyh Muhyiddin
462. bâbda şöyle demiştir: “Her belde, köy ya da iklimin, gavs olan kutbun
dışında bir kutbu vardır. Orada yaşayanların 20 mümin
ya da kâfir olmalarına bakılmaksızın, Yüce Allah o kimseyle o ciheti muhafaza
eder. Zâhidler, âbidler ve mütevekkiller gibileri hakkındaki görüş de böyledir.
Her bir sınıfın etrafında döneceği bir kutbunun olması gerekir.” Şeyh şöyle
demiştir: “Mütevekkillerin kutbuyla bir araya geldim. Tevekkül makamının,
değirmenin ekseninin etrafında döndüğü gibi onu 25 etrafında
döndüğünü gördüm. Bu, Endülüs’te Abdullah b. el-Üstâd idi.
Onunla uzun süre arkadaşlık ettim.
Aynı şekilde (h.) 590 yılında Fas şehrinde zamanın kutbuyla da bir araya
geldim. Eli çolaktı. Onun bulunduğu bir mecliste kutbiyyet makamı üzerine
konuştum. Kendisini oradakilerden gizlememi bana işaret etti, ben de yaptım.”
30 Soru: Kutbiyyetin,
dolmadan sahibinin azledilemeyeceği belirli bir süresi var mıdır?
Cevap: Kutbiyyetin
belirli bir süresi yoktur. Kutub, kutbiyyette bir sene veya daha fazla ya da
daha az kalabilir. Bu, bir gün veya bir saat da olabilir. O ağır bir makamdır.
Zira bu makamın sahibi sultanlardan, reâyâya yeryüzünün tümünün gidişatının
yükünü taşır. Şeyh 463. bâbda şöyle demiştir: “Her kutub, bulunduğu âlemde,
Allah’ın (cc) takdir ettiği süre nispetince kalır. Daha sonra şeriatların
şeriatlarla neshedilmesi gibi, onun daveti de neshedilir. Davetten kastım,
ilgili kutbun âlemdeki hüküm ve tesiridir. Kutubların bazısı, kutbiyyetinde
otuz üç yıl dört ay kalır, bazısı üç yıl kalır ve bu şekilde devam eder. Bunu
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilâfeti destekler. Zira
onlar şüphesiz bir şekilde kutubdurlar.” 383. bâbda ise şöyle demiştir:
“Kutubla, kevn ve fesad âlemi olan bütün varlık dairesi muhafaza edilir. Allah
Teâlâ iki imamla, hissin idrak ettiği gayb ve şehâdet âlemini; evtâdla ise
güney, kuzey, doğu ve batıyı muhafaza eder. Abdal ile yedi iklim muhafaza
edilir. Onların tümü ise kutubla muhafaza edilir. Çünkü kâinatın tümünün
etrafında döndüğü kimsedir o. Her kim bu meseleyi bilirse Allah’ın dünya âlemi
üzerindeki varlığı nasıl koruduğunu bilir. Bunun benzeri tıp ile
takvîmü’s-sıhha (mücedvel sağlık tabloları) ilmidir.”
Soru: Kutbun,
kutbiyyeti dost ve evlâtlarından dilediğine verme tasarrufu var mıdır?
Cevap: Bu
konuda hiçbir tasarrufu söz konusu değildir. Kutublardan birinin, kutbiyyetin
kendisinden sonra çocuğuna verilmesini Allah’tan istediği bilgisi bize ulaştı.
Kendisinde hâtiften, bunun sadece zâhirî veraset için geçerli olduğu
söylenmiştir. Bâtınî veraset ise sadece Allah’a aittir. Zira “Allah, mesajını
nasıl vereceğini en iyi bilendir.”223 buyurmuştur. Evliyâdan ve
diğerlerinden dört cihet itibariyle korunan kimselerin ancak aralarında Îmam
Şâfiî’nin (ra) bulunduğu evtâd ile korunduğu, yedi sıfatı içinde korunan
kimselerin de ancak yedi abdalla korunduğu anlaşılmış oldu. Hayat, ilim,
kudret, irade, sem’, basar ve kelâm sıfatlarından her bir sıfatın onu sahibi
üzerinde koruyan bir “bedel”i vardır. Yine Şeyh 15. bâbda şöyle demiştir: “Yedi
abdaldan her birinin, gökte bulunan peygamberlerin ruhaniyetinden destek alan
bir kudretlerinin bulunduğunu bilesin. Her bedelin desteği, gökteki sahibinin
hakikatinden iner.” Aynı şekilde yedi güne ait mededlerin de bu bedellerden
indiğini söylemiştir. Her güne ait, ilgili bedelden gelen bir meded vadır.
Soru: Abdal,
Hak Teâlâ’nın tebdil ettiği işler itibariyle çoğalıp eksilir mi? Yoksa sabit
bir sayıda olup çoğalıp eksilmez mi?
Cevap: Bunlar
yedi kişi olup çoğalıp eksilmezler. Allah, bunlarla yedi iklimi muhafaza
etmektedir. Bunların özelliklerinden biri de Allah Teâlâ’nın yüzen gezegenlere,
hareketleri ve belirlenen yörüngelere nüzûlleriyle ilgili olarak yerleştirdiği
durum ve sırları bilmeleridir.
Soru: Neden
abdal olarak isimlendirilmişlerdir?
Cevap: Şeyh’in
73. bâbda dediği gibi, onlar, içlerinden biri mekânından ayrıldığında yerine,
gören kimsenin bunun o bedel olduğundan şüphe duymadığı şekilde, onun sûretinde
biri geçtiği için abdal diye isimlendirilmişlerdir.
Soru: Yedi
iklimin sıralanışı, örneğin birinci iklim yedinci göğe ikinci iklim altıncı
göğe denk gelecek şekilde yedi kat göğün sıralanışı gibi midir?
Cevap: Şeyh’in
198. bâbda dediği gibi, evet, her iklimin ruhaniyeti kendisine denk gelen göğe
göre tertip edilmiştir. Birinci iklim yedinci göğe denk gelecek şekilde devam
eder.
Bunun izahı şudur: Ey kardeş, Yüce
Allah’ın üzerinde bulunduğumuz bu yeryüzünde yedi iklim var ettiğini ve mümin
olan kulları arasından yedi kimseyi seçtiğini ve onları abdal olarak
isimlendirdiğini, her bedele, Allah’ın varlığını o bedelle tuttuğu bir iklim
verdiğini bilmelisin. Birinci iklime yedinci kat olan birinci gökten emir iner
ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Îbrâhim
Halil’in (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. İkinci iklime ikinci gökten emir gelir
ve büyük gezegeninin ruhaniyetin de ona bakar.[278] Bunu
muhafaza eden bedel, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kalbi üzerindedir. Üçüncü iklime
üçüncü gökten emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden
bedel de Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) desteğiyle Hârûn ve
Yahyâ’nın (aleyhisselâm) kalbi üzeredir.
Dördüncü iklime bütün feleklerin kalbi
olan dördüncü gökten ilâhî emir ve nehiy iner; büyük gezegeninin ruhaniyeti ona
bakar. Bunu muhafaza eden bedel de Îdrîs’in (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. O,
şimdiye kadar ölmeyen kutubdur. Daha önce geçtiği gibi, kutubların nâibleri
aramız5
dadır.
Beşinci iklime beşinci gökten emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar.
Bunu muhafaza eden bedel de Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
desteğiyle Yûsuf’un (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. Altıncı iklime altıncı
gökten emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden bedel de
Îsâ Rûhullah ve Yahyâ’nın (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. Yedinci iklime 10
dünya
göğünden emir iner ve gezegeninin ruhaniyeti ona bakar. Bunu muhafaza eden
bedel de Âdem’in (aleyhisselâm) kalbi üzeredir. Şeyh şöyle demiştir: “Bu yedi
abdalla, Mekke’de Hanbelîlerin Hatim arkasında bir araya geldim, onları
bulduğum sırada orada rükû ediyorlardı. Onlara selâm verdim, onlar da bana
verdiler ve onlarla konuştum. Onlardan daha 15 güzel
yüzlü ve onlardan daha çok azîz celîl olan Allah’la meşgul olan hiç kimseyi
görmedim. Onlara benzer olarak sadece Konya’da Sâkit er-Refref b. Sâkit
el-Arş’ı gördüm. Bu zât (ra) Fârisî idi.” Şeyh el-Fütûhât’ ın 73.
bâbında daire ehli olan velîlerle ilgili geniş bilgi vermiştir. Oraya
bakabilirsin. En doğrusunu Allah bilir.
KIRK
ALTINCI MEBHAS
Velîlerin
îlham Vahyi ve Bunun Peygamberlerin Vahyi ile
Diğerlerinden Farkı Hakkındadır
Bil ki peygamberlerin vahyi sadece
Cebrail’in diliyle, uyanıkken ve şifahen gelmektedir. Evliyâya ise vahiy,
ilham meleğinin diliyle gelmektedir. Bu Şeyh’in 285. bâbda dediği gibi, birkaç
şekildedir: Bu bilgilerin bir kısmı, hayal âlemindeki mübeşşirât gibi hayal ile
elde edilmektedir, bu uykudaki vahiydir. Bu durumda elde edilen vahiy de nâzil
olan da alan da hayâldir. Bunun bir kısmı kişinin his (duyu) ve hayal ile
ilişkisiz olarak vahyedileni kendisinde bulduğu mânadır [ve duyular vasıtasıyla
gelmektedir]. Şöyle demiştir: “İlhâm, bazen yazılı olarak da olabilir. Bu tür
ilham daha çok evliyâ için gerçekleşir. Ebû Abdullah Kadîb el-Bân (ö. 570/1174)
ve İmâm Ahmed’in (ra) öğrencisi Bakî b. Mahled (ö. 276/889) gibi bazı zâtlara
da bu şekilde vahiy gelmiştir. Ancak o bu konuda cemaatin en zayıfı olduğundan
uykudan kalktığında bunu bir sayfaya yazılı olarak bulurdu.”
Soru: Varaka
(sayfa) yazılı olan bu yazının Allah (cc) katından olduğunun alâmeti nedir ki
velî bununla amel etsin?
Cevap: Şeyh’in
315. bâbda dediği gibi, “Bunun alâmeti, bu yazının değişmeden her yönden eşit
bir şekilde okunabilmesidir. Sayfa her çevrildiğinde, bu çevrilmeyle birlikte
yazı da çevriliyordu.” Şeyh şöyle demiştir: “Metâfta bir fakire, cehennemden
kurtulduğuna dair bu tarzda bir varak indirildiğini görmüştüm. İnsanlar bunu
gördüklerinde, bunun insan yazısı olmadığını anlıyorlardı. Bu alâmet
görüldüğünde, bu varak Allah’tandır. Ancak bize gelen şeriata uygun olmadıkça
kendisiyle amel edilmez.” Şöyle demiştir: “Aynı şekilde kız öğrencilerimizden
bir fakir de uykusunda Hak Teâlâ’nın kendisine bir varak verdiğini görmüştü.
Uyandığına avucu kapalıydı kimse onun avucunu açamadı. Allah bana
(İbnü’l-Arabî) o öğrenciye ‘eğer avucum açılırsa o varakayı yutacağım.’ diye
kalbiyle niyet etmesini söylememi ilham etti. Bu telkine uyarak niyet edip
elini ağzına yaklaştırdığında varak ağzına onun karşı koyamayacağı şekilde
girdi.
Bunu nasıl bildiğimi bana
sorduklarında, onlara dedim ki: Bana Allah’ın, hiç kimsenin muttali olmasını
istemediği bilgi ilham edildi. Allah Teâlâ bana, Allah Teâlâ’nın levh-i mahfûz
ve başka yerlerde yazdığı yazı ile yaratılmışların yazdığı yazı arasındaki
farkı öğretti. Bu acayip bir ilimdir, onu gördük ve şahit olduk.”[279]
Soru: Vahyin
hakikati nedir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 73. bâbında dediği gibi, “Bunun hakikati ibare olmadan
ibare yerine geçen işaretin kendisiyle gerçekleştiği şeydir. Zira ibare ile
amaçlanan mânaya ulaşılır. Bu nedenle vahiy olan işaretin aksine, “ibare”
olarak isimlendirilmiştir. İşaret, işaret edilenin kendisidir. Vahiy ise ilk
anlaşılan ve ilk anlatılandır. Bu yüzden anlamanın (fehm), anlatmanın (ifhâm)
ve mefhûmun aynı (kendisi) olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ey kardeş, şayet
bu inceliğin bilgisi sende gerçekleşmemişse, evliyânın ilhamı hakkındaki
bilgiyi bilme konusunda hiçbir nasibin yok demektir. Vahyin sürat olduğu ve
zikrettiğimizden daha süratli bir şeyin olmadığını görmüyor musun?
Soru: İlham
vahyinin velîlerin kalbine iniş şekli nedir?
Cevap: Bunun
şekli şöyledir: Hak Teâlâ, evliyâsından birine bir şeyi vahyetmek istediğinde o
velînin kalbine o emrin sûretinde tecellî eder. Söz konusu velî mücerred
müşâhedesiyle bu tecellî ile Yüce Allah’ın ve nebîsinin kelâmından anlatılan
mânaları bilir. Bu durumda velî, şeriatla ilgili daha önce bilmediği bir
bilgiyi nefsinde bulur. Bu, tıpkı Hz. Peygamber’in Yüce Allah’ın celâline
yakışır bir şekilde ilâhî kudretle (el) vurulan darbeyi görüşü ve İsrâ gecesi
süt içmek sûretiyle nefsinde meydana gelen ilmi görmesi gibidir. Ayrıca
evliyânın bir kısmı bunu hisseder, bir kısmı da hissetmemekle beraber daha
sonra “Hatırıma şöyle şöyle geldi.” der ve kendisine gelenin kimden olduğunu
bilmez. Ancak kendisine gelenin kimden olduğunu bilen, o anda onu şeytandan
korumaya daha yetkindir. 312. bâbda bunu uzatmış, 352. bâbda da şöyle demiştir:
“Bil ki Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra teşrîi vahyin geldiğine
dâir ilâhî hiçbir haber gelmemiştir. Bizim için sadece ilham vahyi vardır.
Yüce Allah ‘Sana ve senden öncekilere
vahyetti.’[280]
buyurmuş, ancak ondan sonrası için vahiyden kesinlikle söz etmemiştir. Ancak
Hz. Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce vahiy alan Hz. Îsâ
hakkında sahih haberler vardır. Buna göre Hz. Îsâ âhir zamanda indiğinde
bizden; yani bizim şeriatımızdan, sünneti5 mizden
başkasına iman etmeyecektir. Ancak nüzul ettiğinde, bu ümmetin havassından
olanlarına olduğu gibi ona da ilham vardır ve buna ek olarak tam bir keşfe
sahiptir.”
Soru: O
hâlde ilham ilâhî bir haber midir?
Cevap: Evet,
bu da ilham edilenin görmediği bir melek eliyle Allah’ın 10
Teâlâ’nın
kuluna verdiği bir haber olması hasebiyle böyledir.
Soru: İlham
hiç kimsenin aracılığı olmadan mı gerçekleşir?
Cevap: Evet,
bazen her insan ile Rabb’i (cc) arasında olan vech-i hâs (özel yön) üzerinden
kuluna ilham eder. Bu durumda ilham meleği bunu bildirmez. Ancak insanların bu
vechi hemen inkâra kalkıştıkları anlaşıl15 maktadır.
Nitekim Hz. Musâ’nın (aleyhisselâm) Hızır’ı (aleyhisselâm) inkâr etmesi bu
kabîldendir. Musâ (aleyhisselâm) bu inkârında mazurdur; çünkü peygamberler,
şeriatlarının hükümlerini sadece meleğin elinden almaya alışıktırlar. O, başka
bir yöntemle gelen bir şeriatı bilmemektedir. Bununla nebî ve resullerin, kendilerine
vahiy geldiğinde, meleği baş gözüyle gördükleri anlaşılmaktadır. 20
Resulün
dışındakiler ise meleğin etkisini hissederler ama onu göremezler.
Allah Teâlâ dilediği kimseye melek
vasıtasıyla ilham eder yahut vasıtayı ortadan kaldırarak ilhamı ona vech-i hâs
üzerinden verir. Bu, sahibi için bir muhafaza hâsıl olduğundan, ilkâ etmenin en
üstünü ve en şereflisidir. Bunda resul ile velî bir araya gelir.
25 Soru: İlhamın
kuldaki mahalli neresidir?
Cevap: Onun
kuldaki mahalli nefstir. Yüce Allah “Ona günahını da takvasını da ilham etti.”[281]
buyurmuştur. Yani Yüce Allah nefse yapması için değil, bilmesi ve korunması
için günahını; bilmesi ve amel etmesi için de takvâsını ilham etmiştir. Bu
ilâmî (haber veren) bir ilhamdır. Durum, ha30 kikatlerle
ilgili bilgisi olmayan kimsenin zannettiği gibi değildir. Yüce Allah “Ona
(nefse) aldanan kaybetmiştir.”[282]
buyurmaktadır. “Dess (dessâhâ)” kelimesi birbirine girerek gizli bir şekilde
karıştırma anlamına gelmektedir.
Bu aldanan cahil, günahla birlikte
olan ameli takvâ ile birlikte olan amele karıştırmakta ve ayırt edilecek yeri
ayırt etmeyerek hataya düşmektedir. Şöyle demiştir: Hata etmesinin sebebi,
şeriat terâzîsini elinden atmasıdır; eğer bu terâzî elinde olsaydı, takvâ ile
emredildiğini ve günahlardan nehyedildiğini görecekti ve böylece her iki şey
kendisine apaçık belirecekti.
Soru: Gazzâlî
bazı kitaplarında, vahyin peygamberlerin kalbine inişi ile velîlerin kalbine
inişi arasındaki farkın meleğin inişi olduğunu zikretmiştir. Velîye ilham edilir
ve kesinlikle melek ona inmez, nebî için vahiy söz konusu olduğunda ona meleğin
indirmesi zorunludur.[283]
Bu, doğru mudur?
Cevap: Şeyh’in
364. bâbda dediği gibi, “Bu yanlış bir kanaatten ibarettir. Doğru olan ise
şudur; ikisi arasındaki fark, meleğin indirdiği şeyin mâhiyeti ile ilgili olup,
meleğin inmesi ile ilgili değildir. Zira meleğin resule indirdiği şey, o resule
tâbi olan velîye indirdiğinin aksinedir. Melek, tâbi olan velîye peygamberine
ittibâ etmeyi emretmek ve âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadis gibi
onun ilminin tahkik etmediği şeylerden getirdiklerini anlamasını sağlamaktan
başka bir şeyi indirmez. Söz gelimi ilham meleği (o hadisin) sahih olduğunu
haber verir. Velî mutlak olarak değil, kendi nefsiyle ilgili ehlullahın bildiği
bir kısım şartlar dâhilinde o bilgiyle amel eder. Bazen melek, velîye
kendisinin saadet ehlinden olduğu müjdesini de indirebilir. Yüce Allah’ın
‘Rabb’imiz Allah’tır, diyen ve sonra da dosdoğru olanlar.’[284] âyetinde
buyurduğu gibi. Her ne kadar bu, ölüm ânında olur ise de Allah Teâlâ dilediği
kulları için bunu ta‘cîl edebilir.” Şeyh şöyle demiştir: “Gazzâlî ve
başkalarının meleğin velîye inmesini inkâr etmekle hataya düşmelerinin sebebi,
onların bunu tatmamış olmaları ve bütün makamlara girdiklerini zannetmeleridir.
Onlar, bu yüksek makamı kendileri için zannettiklerinden ve kendilerine ilham
meleğinin inmediğini gördüklerinden bunu inkâr ettiler ve sadece peygamberlere
özel olduğunu söylediler. Zevkleri sahih, hükümleri bâtıldır. Oysa bunu
menedenler, sikânın eklemesinin makbul olduğunu söylemektedirler. Ehlullahın
tamamı ise sikâdır.” Şöyle demiştir “Ebû Hâmid gibileri, zamanlarında
ehlullahtan bir kâmil ile bir araya gelselerdi ve o, kendilerine, velîye
meleğin indiğini haber verseydi şüphesiz bunu kabul edip inkâr etmezlerdi.”
Şöyle demiştir: “İlham meleği bize sayısız ilimleri indirdi. Bunu, bizim
görüşümüzde olmayan birçok topluluk da bize söyledi ve bize döndüler. Allah’a
hamd olsun.”
Soru:
İlham meleği,
herhangi bir velîye bir emir veya nehiy indirir mi?
Cevap:
Şeyh’in 310.
bâbda dediği gibi, “Bu imkânsızdır. İlham meleği, nebîden başkasına hiçbir emir
veya nehiy indirmez. Evliyâ için ise sadece mübeşşirât vahyi vardır ki bu da
ilgili şahsın gördüğü veya kendisine gösterilen sâlih rüyadır ve bu çoğu zaman
haktır ve vahiydir. Zira bu mübeşşirât, şeytanın etkilemesine karşı korunmuş
(mâsum) değildir.”
Soru:
Mübeşşirât
vahyi, uykuda olduğu gibi, uyku dışında da olur mu?
Cevap:
Evet, olur.
Ancak her hâlükârda duyuda değil de duyu ve hayalle görülen rüyadır. Hayal
edilen (mütehayyel) ise bazen kuvveye dâhil olandır, bazen ruhanînin temessül
ettiği dumandandır ya da sûfîler tarafından bilinen tecellîdir. Mizaç doğru ve
hakkı kabul etmeye hazır ise, hakiki bir hayaldir. Şeyh bu konuda sözü
uzatmıştır.
Soru:
Bazılarına
yaptığı herhangi bir şeyle ilgili olarak itiraz edildiğinde, “Ben bu işi sadece
Allah Teâlâ’dan bir emir ile yaptım.” diyor. Bu tıpkı efendim Abdülkâdir
el-Cîlî’den (ra) nakledilen ‘Bu ayağım Allah Teâlâ’nın her velîsinin boynu
üzeredir.’ sözü gibidir. O, bu sözü ancak Hak kendisine bunu emrettikten sonra
söylemiştir. Peki böyle bir durum sahih olur mu?
Cevap:
Bu şekildeki
emir doğru değildir. Belki de bunu nakleden, izin ile emri karıştırmıştır. Zira
izin, şer‘an emir için değil de mubah için söz konusudur. Ama emir yeni bir
teşrî olup, muhalefet edenin isyanını gerektirir. Anla! Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın
22. bâbında şöyle demiştir: “Velîlerden kim Allah Teâlâ’nın kendisine bir şeyi
emrettiğini söylerse o [meseleyi] karıştırmıştır. Zira emir, kelâmın kısım ve
sıfatı kapsamındadır. Bu kapı ise teşrî açısından evliyaya kapalıdır.”
Bunun
izahı şudur: İlâhî mertebede hiçbir teklifî emir yoktur ki meşrû kılınmış
olmasın. Velîlere kalan ise sadece bu emirleri dinlemektir/itaat etmektir.
Peygamberler kendilerine bir şeyi emrettiğinde, onlar için münâcât ve
varlıklarının her tarafına yayılan bir lezzet vardır, başka bir şey yoktur.
Münâcâtta emir ve nehyin olmadığı, bunun bir anlatma (hadîs) ve konuşma
(semer) olduğu bilinmektedir. Keşif ehlinden, kendisine Muhammedî-şer‘î ve
teklifî emre muhalif bir ilâhî emrin geldiğini iddia eden herkes, işi
karıştırmıştır [şeytandan gelen bir şeyi Allah’tan gelen ilham zannetmiştir].
Her ne kadar işittiğini söylerken doğru söylüyor ise de durumu budur.
Zira
Allah’ın bir velîsinin kalbinden perdeyi kaldırması ve Allah’ın ona Muhammedi
bir mazhariyet vermesi, onun da bu sayede Allah’ın Hz. Muhammed’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) verdiği emir ve nehyi işitmesi mümkündür. O da Hak Teâlâ’nın
böyle olduğunu zanneder. Oysa Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
ruhu konuşmuştur. Bu durum yeni bir teşri değil, şer‘î hükümleri tanıtma
bağlamındadır. Zira teşri kapısı Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
vefatıyla kapanmıştır.
Soru:
O hâlde beşâir
(müjdeleme) vahyi daha geniş ve daha fazla mıdır?
Cevap:
Evet,
mübeşşirât vahyi daha geneldir, zira bu her insanın Rabb’i (cc) ile arasındaki
özel bir vahiydir. Kul bununla sırrında secde hâlinde ve başkaca bir hâlde
Rabb’ine münâcâtta bulunur, kendisine Allah Teâlâ’dan daha yakın hiç kimseyi
bulmaz. Bu vahiy Allah Teâlâ’dan bazı sadık insanlara destektir. Mübeşşirât
vahyi, bir melek vasıtasıyla olabildiği gibi [melek olmadan da meydana
gelebilir]. Ancak nübüvvetin niteliği vasıtadır ve onda mutlaka meleğin
bulunması gerekir. Mübeşşirâtta ise durum böyle değildir ve ârif kendisine
mübeşşirât gelmeye devam ettiği hâlde, geçirdiği (kaybettiği) herhangi bir
[şer‘i] emre aldırmaz. Şeyh 323. bâbda mübeşşirâtla ilgili geniş bilgi
vermiştir. 268. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki velîlerin vahyi ile
peygamberlerin (aleyhisselâm) vahyi arasındaki fark, evliyânın, nebi ve
resullerin aksine ruhların kalplerine indiğini müşâhede etmeleridir. Ancak
peygamberin aksine inen meleği görmezler. Eğer veli meleği müşâhede ederse onun
ilkâ ettiği ilhamı şuhûd hâlinde müşâhede edemez. Eğer ilkâ ettiğini müşâhede
ederse meleği müşâhede edemez, ancak müşâhede etmeden onun melekten olduğunu
bilir. Meleği görme ve ondan kendisine ilkâ edilmesi bir araya gelmez. Her
ikisini birden müşâhede etmek için nebi veya resul olmak gerekir. Bununla
peygamber ile velinin arası tefrik edilir.”
“Yüce
Allah, şer‘i hükümleri indirme kapısını kapatmış, ancak ruhani bir tenezzül ile
velilerinin kalbine, bunlar hakkında bilgiyi indirme kapsını kapatmamıştır. Bu,
velilerin vâris oldukları peygamberler gibi, Rablerine dua ederken bir basiret
üzere olmaları ve bununla Rablerine dua etmeleri içindir. Bu nedenle Yüce
Allah ‘De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a
çağırıyorum, ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz).’ buyurmuştur.[285]
Bu, hiçbir töhmetin karışmayacağı bir alıştır.
Cüneyd
ehlullahın ilmini övme bağlamında şöyle demiştir: ‘İnsanların bildiği bilgi
hakkındaki zannın nedir? Onda töhmet vardır. Bunların (velîlerin) dışındakiler
için, ilim sahibi ne fürûda ne de usulde bir basîret üzeredir. Fürûda te’vil
ihtimali vardır. Usulde ise delili inceleyen kimseye nefsinden veya başkasından
delile dair bir şüphe yahut düşünce karıştığında bu noksanlık sebebiyle
delilini töhmet altında bırakır. Oysa bundan önce bunun kesin olduğunu
düşünüyordu. Ehlullahın tamamı ise basîret ehlidir ve ilimlerinin tamamı da
hakka’l-yakîn türündendir. Yani kalpte tam olarak yerleşir ve hiçbir şey onu
bulunduğu yerden sarsamaz.” Sakin ve sabit olduğu zaman “Su havuza yerleşti.”
denilir. Orada onun için sükûn ve istikrar hâsıl olur, tereddüt, evhâmlar ve
zanlar izâle olur. Bu sükûn ve istikrar eğer nefse ve akla izâfe edilirse ona
ilmü’l-yakîn denilir. Ruhanî bir ruha izâfe edilirse “aynü’l-yakîn” denilir.
Hakîki kalbe izâfe edilirse “hakku’l-yakîn”, vücûdî sırra izâfe edilirse
“hakîkatü hakki’l-yakîn” denilir.
38.
bâbda şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) sonra risâlet kapısını kapatması velîlerin tattığı en acı şeylerdendi. Böylece
kendileri ile onları Allah Teâlâ’ya [eriştiren] vasıta arasındaki vuslat bağı
kopmuş oldu. Hak Teâlâ onlara merhamet etti, sıkıntılarını gidermek için kendi
isimlerinden biri olan ‘Velî’ ismini onlara dâimî olarak bıraktı.” Şöyle
demiştir: “Bu nedenle Yüce Allah bu ismi Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) kaldırmıştır. Onu teşrif etmek ve isimlendirme konusunda Hak Teâlâ’dan
ayırt edilmesi için Allah’a yakışmayan ‘abd’ ve ‘resul’ isimleriyle
isimlendirmiştir. Ancak onu ‘raûf’ ve ‘rahîm’ olarak nitelemesi, özel bir
yöntemle Allah katındaki şerefini beyan ederek özel bir kavmin (melekler) ona
gıpta etmesi için, Allah Teâlâ’dan bir ödüldür.” Şöyle demiştir: “Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinden bazılarının, vahiy ve risâletin
kesilmesinin kâsesinden yudumladıklarını bildiği için, ümmetinin has
olanlarına risâletten bir pay bırakarak, bununla kul ve ona (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) tâbi olmalarını sağladı. Zira kul için en şerefli makam, Allah’a kul
olmasıdır. Bu nedenle ‘Buradakiler burada olmayanlara bildirsin.’ buyurdu. ‘Resul’
isminin kapsamına girmeleri için, onlara tebliğ etmelerini emretti. Zira
risâlet kula mahsustur. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur ‘Sözümü işitip onu anlayan ve işittiği gibi gereğini yerine
getirene Allah merhamet etsin.’
Yani
peygamberler nasıl Rablerinin kelâmını, vasıtalı yahut vasıtasız olarak
Allah’ın onlara ilkâ ettiği lafızla tebliğ ettilerse onlar da hiçbir tasarrufta
bulunmadan harf harf tebliğ etsinler. Bu dereceye ve Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) merhamet duasına, sadece onun hadislerini hiçbir ekleme 5
yapmadan
işittikleri lafızlarla rivayet edenler ulaşır. Hadisi mânayla rivayet eden
kimse, kendi nefsinin elçisiymiş gibi, anlayışını bize nakletmektedir. Kıyamet
günü peygamberlerin safında, sadece bir âyet ve hadisle ilgili vahyi, işittiği
lafızlarla tebliğ edenler haşredilir. Sahâbe vahyi, lafzlarıyla
naklettiklerinde Resûlullah’ın elçileridir. Tâbiûn da sahâbenin 10
elçisidir ve bu kıyamete kadar her nesilde böylece devam eder. İstersek bize
tebliğ eden kimseye Allah’ın elçisi, istersek kendisinden naklettiği kimsenin
elçisi deriz. Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Cibrîl ya da herhangi
bir melek haber verdiği hâlde, ona Cibril’in elçisi ya da şu meleğin elçisi
demediğimiz için, vasıtayı hazfetmeyi câiz görmekteyiz.” Bunu uzunca
anlattıktan 15 sonra
şöyle demiştir: “Böylece kulun veli olarak isimlendirilmesi, bu isim miktarınca
onun kulluğunu eksiltir. Her kim bir velinin ubûdiyyetinin eksiltilmesini arzu
etmezse onu muhaddes olarak isimlendirsin, bu onun için veli isminden daha
evlâdır.”
Soru:
Bütün veliler
kendilerine nâzil olan ruhu tanırlar mı?
20 Cevap: Bütün
veliler bunu bilmez. Bazıları kalbine inen ilimleri görür ve kâhin, medyum/falcı,
havâtır ve ifhâm ehli olanlarda olduğu gibi, bunun kimden geldiğini bilmez.
Bunların tamamı kalplerine inen ilmi bilir, ancak hakiki anlamda bunun kim
tarafından kendilerine getirildiğini bilmez. Havas ise kimin getirdiğini bilir.
Bu nedenle edeple kabul eder ve
25 ondan edebi alırlar. Allah onların tamamından razı
olsun. Şeyh 73. bâbda Hakim et-Tirmizi’nin sorularını cevaplarken şöyle
demiştir: “Ehlullah arasından muhaddes olanlara has olan özelliklerden biri de
sahip oldukları arınmışlıktan (safâ) dolayı Hak Teâlâ’nın kendi nefislerinde,
kendileriyle konuşmasını bilmeleridir. Oysa başkaları bunu bilmezler.”
Muhaddeslerin 30 başının Ömer b. Hattâb (ra) olduğunu söylemiştir.
Ümmetin diğer bütün mensupları, bu konuda onun vârisidir.
Soru:
Veliyi,
kendisine gelen ilham vahyini karıştırmaktan (telbis) kim muhafaza etmektedir?
Cevap: Bu, alâmetlerle bilinir.
Kendisiyle Allah arasında bu konuda bir alâmet bulunan kimse, meleğin getirdiği
ilham vahyini, bâtıl olan şeytanın vahyinden ayırır ve karıştırmadan (telbîs)
korunur. Ancak bu makamda bulunanların sayısı azdır. Şeyh 283. bâbda şöyle
demiştir: “Ebû 5 Hâmid
el-Gazzâlî ve îşt vadisinde bulunan Îbn Seydelûn gibi ehlullahtan bazılarının
yaptığı hatalardan biri de ‘Velî, unsurlar âleminden yükselip göklerin kapıları
kalbine açıldığında, karıştırmaktan (telbîs) muhafaza edilir.’ şeklindeki
sözleridir. Şöyle demişlerdir: ‘Çünkü o anda inatçılardan [cinlerden] ve
şeytanlardan korunan bir âlemdedir. Burada gördüklerinin 10
tamamı haktır.’”
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Onların bu söyledikleri doğru değildir. Bu eğer
mi‘racı ruhlarıyla beraber bedenleri ile de yapsalardı doğru olurdu. Ki bu da
bir kimsenin Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu mi‘raçta vâris
olmasıyla sahih olur. Zihni ve ölümle ayrılmaksızın ruhaniyeti ile mesela
bedeni evinde iken mi‘rac eden kimse daha önce geçtiği üzere bu konuda 15
bir alâmeti yoksa
karıştırmaktan mahfûz olmaz.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir
“Şeytanın, alâmet ehli olsun olmasın, ehl-i keşf olan herkesin kalbini
gözetlemeye devam ettiğini bilesin. Zira o Allah’ın kulunu alçaltıp muhafaza
etmeyebileceğini bildiği için, saptırma ve karıştırma hususunda hırslıdır.
Îblîs ümitle yaşar ve ‘belki, umulur ki’ der. Şayet 20
îblîs, kulun
bâtınının mahfûz olduğunu ve meleklerin nûrunun etrafını çevirdiğini görürse,
bu kulun bedenine gider ve duyu sûretinde bazı şeyleri izhar ederek, bunları
almasını umar. Allah bu kulun kalbini muhafaza edip, onun içine girecek bir yol
bulamayınca, kalbine yönelerek oturur ve bir gaflet anını yakalamaya çalışır.
Vasıtasız olarak kendisinden kabul 25 edeceği bir şeyi onda meydana
getirmekten âciz kalınca, bu velînin hâline bakar; şayet bilgileri yerden
almak onun âdetiyse, kendisinden alması için muhayyel bir yer ikâme eder. Şayet
Yüce Allah bu kulu desteklerse, mahsûs olan yer ile mütahayyel olan yeri
birininden ayırt ettiği için, onu yenilmiş olarak geri gönderir. Bazen kâmil
kişi, şeytanın değil de Allah’ın 30 kendisine ilkâ ettiğini
şeytandan alır. Aynı şekilde onu yenilmiş olarak geri gönderir. Aynı şekilde
şayet Î blîs, bu velînin hâlinin gökten almak şeklinde olduğunu görürse,
kendisinden aldığı gök gibi mütehayyel bir gök ikâme eder ve gücünün yettiği
kadar oraya onun için öldürücü zehirler sokar. Ârif ise aslî ve mütahayyel
yerle ilgili söylediğimiz muameleyi yapar.
Bu
velînin hâlinin Sidretü’l-müntehâ veya herhangi bir melekten almak şeklinde
olduğunu görürse, bir sidre ya da bu melek gibi bir meleğin sûretini hayal
ettirir, onun ismiyle isimlendirir ve meleğin bu makamdan kendisine ilkâ
ettiğini bildiği şeyleri ona ilkâ eder. Şayet bu 5 kul telbîs ehli ise düşmanı
(Îblîs) muradına erer, mahfûz ise muhafaza edilir, Îblîs oradan tard edilir ve
getirdiği şeyleri atar. Ya da daha önce geçtiği gibi bunları Î blîs’ten değil
de Allah Teâlâ’dan alır ve bundan dolayı Allah’a şükreder. Bu kulun hâlini Arş,
amâ veya ilâhî isimlerden almak şeklinde olduğunu görürse, şeytan onun hâline
uygun olarak 10 tamı
tamamına gelecek şekilde ilkâ eder.” Şeyh bunu 283. bâbda uzun uzadıya
anlatmıştır.
Soru:
Hak Teâlâ’nın
Îblîs’le tuzak kurması ve onu bazı kullarına haberin ulaşması için bir yöntem
olarak kullanması doğru mudur?
Cevap:
Evet, Şeyh’in
68. bâbda dediği gibi bu doğrudur. Şöyle demiş15 tir: “Allah’ın Îblîs’le kurduğu
tuzaklardan biri de Îblîs farkına varmadan, kullarına hayır olan şeyleri ona
ilham etmesidir. Bu, onun kulun kalbine vesvese vermesi, kulun da ona muhalefet
etmesi ve aksini yapması şeklinde olur. Dolayısıyla Îblîs’e muhalefet ettiği
için, kendisine ecir verilir. Şayet Îblîs kulun onun vesvesesiyle yükseleceğini
bilseydi, ona hiçbir şeyi ilkâ 20 etmezdi.” Şöyle demiştir: “Ehlullahtan bu tuzağa
dikkat çeken hiç kimseyi görmedim.
Soru:
Velîlerin
göklerin hâlleriyle ilgili bilgiye ulaşma şekli nasıldır?
Cevap:
Velîler bu
bilgiye kalplerinin aynasının cilalanması sebebiyle ulaşırlar. Aynı şekilde
Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vâris olmalarının hükmüyle cen25
net ve cehennem
ehlinin hâlini keşfederler. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) küsûf
namazında cennet ve cehennemi görmüş, putlar adına dişi develeri salan Amr b.
Luhay’ı, sopa sahibini ve ölünceye kadar kedisini hapseden kadını ateşte
görmüştür. Hadisin bazı tariklerinde “Cennet ve cehennemi bu duvarın
genişliğinde gördüm.” buyurmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
KIRK YEDİNCİ MEBHAS
Velîlerden (ra) Resûlullah’a
Vâris Olanlarının Makamı Hakkındadır
Velîlerin
peygamberlere (aleyhisselâm) vâris oldukları hâl ve bilgiler açısından
menzillerinin, 248.999 (iki yüz kırk sekiz bin dokuz yüz doksan dokuz) menzil
olduğunu bilesin. Velâyette bir basamak hak eden herkesin bu menzillerin
tamamına inmesi gerekir ve her menzilde kendisine sayılmayacak kadar ilim
verilir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu menziller Muhammed ümmetine has
olup, geçmiş ümmetlerden hiç kimse buna nâil olmamıştır. Her menzilde,
başkasında bulunmayan özel bir zevk vardır.” Bunları el-Fütûhât’ın 73.
bâbında zikretmiş ve 349. bâbda da şöyle demiştir: “Yüce Allah, onlara vâris
olmam itibariyle bana nebîlerin makamlarını öğretinceye kadar ‘Falan kimse,
nebîlerin izi (kadem) üzeredir.’ demenin ve ‘Peygamberlerin kalbi üzerinedir.’
dememenin edepten olduğunu zannederdim. Zira velîler, peygamberlerin izinden
gitmektedirler. Şayet peygamberlerin kalbi üzerine olsalardı, şeriat sahibi
peygamberlerin nâil olduğuna nâil olurlardı. Allah, bana peygamberlerin
makamlarını öğretince, evliyânın iki mi‘racının olduğunu öğrendim. Velîler
bunların birinde, [ileride] geleceği üzere, evliyâ olmaları ve şeriatla ilgili
olmayan konularda ilham almaları itibariyle Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) dışındaki diğer peygamberlerin kalbi üzerinde bulunmaktadır. Diğerinde
ise onlar, şeriat sahibi (resûl) olan diğer peygamberlerin izinde
gitmektedirler. Onlar, şeriatlarının mânalarını enbiyanın mişkâti üzerinden,
Yüce Allah’tan alırlar. Şer‘î (emir ve nehiy) bilgileri doğrudan Allah
Teâlâ’dan veya Rûhulkudüs’ten almaları onlar için doğru olmaz. Ancak bunların
(emir ve nehiy) dışındaki bilgileri ilham yöntemiyle doğrudan Allah Teâlâ’dan
veya Rûhulkudüs’ten almaları mümkündür.”
438.
bâbda şöyle demiştir: “Peygamber vârislerinin ulemâ ve evliyâ olduğunu
bilesin. Bunlardan evliyâ, ince düşüncelerden meydana gelen bâtınî hâl ve
hükümleri muhafaza eder, ulemâ ise hemen ilk anda anlaşılan zâhirî hükümleri
muhafaza eder. Âlimler de selef-i sâlihînin olduğu gibi, bâtınî hâllerde
peygamberlere vâris olabilirler. Bu durumda onlar velî-âlim olurlar.
İnsanlar,
onların bildirdikleri şeylerin tümüyle amel edip onlara uydukları için sadece
“âlim” olarak isimlendirmişler, “velî” ismini onlara vermemişlerdir. Bugün
insanların anladıkları şekliyle gerçekte bütün âlimler evliyâdır. Şüphesiz her
velî amel eden âlimdir. Ancak her âlim, bazen bildikleriyle amel etmediği için
velî olmayabilir. Fakihler, makam ilmine ek olarak hâl ilimlerini de bildikleri
için, gerçekte velîdirler.
Soru:
Muhammedi
vâris ile diğer peygamberlerin (aleyhisselâm) vârisleri arasındaki fark nedir?
Cevap:
Aralarındaki
fark şudur; [diğer] enbiyanın vârislerinin hârikulâdelikler ve benzerlerinden
olan âyetleri âfâktadır. Muhammedî vârisin âyeti ise kalbindedir. Bu nedenle
Muhammedî vâris genelde meçhuldür özelde ise mâruftur başka yerde değildir.
Çünkü hârikulâdelik, onun kalbindeki hâl ve ilimdir. Onun her nefeste hâl ve
zevk ilmi açısından, Rabb’i hakkındaki ilmi artar. “Mûcizeler Mebhasi”nin
başında işaret edildiği gibi, bu şekilde devam eder. 439. bâbda şöyle demiştir
“Muhammedî vârisin alâmetlerinden biri de kendisini her peygamberin arkasında
(half) müşâhede etmesidir. Onlar yüz bin nebi olsalar vâris, sayıları kadar
farklı mekânda kendisini görür. Zira enbiya ve resullerin tümünün hakikat ve
şeriatları Hz. Muhammed’de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) toplanmıştır. Bu
nedenle ona iman eden ve onu tasdik eden gerçekte bütün peygamberlere iman
etmiş gibidir. Her ne kadar Muhammedî vârisin, her bir peygamberin arkasındaki
sûreti farklı olsa da o, söz konusu sûretin kendisi olduğunu, başkası
olmadığını bilmektedir.” Bunu uzunca anlatmış ve 73. bâbın 58. cevabında şöyle
demiştir: “Bu Muhammedi döngü, bütün nebi ve resullerin izini (ayak izini)
kendisinde toplamaktadır. Bunun gereği olarak bir velînin Hakk’ın huzurunda
önünde gördüğü ayak izi, vârisi olduğu nebinin izidir. Hz. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) izine ise kimse basamaz. Kimse onun kalbi
üzerine de değildir. Aynı şekilde hiç kimse asla gerçek mânada ona vâris de
olamaz. Şayet kâmil mânada ona vâris olursa onun gibi resul veya onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) aldığı kaynaktan kendisine has bir şeriatı alan
bir nebi olması gerekir ki hiç kimse bunu söyleyemez. Telbisten Allah’a
sığınırız.
Soru:
“Âlimler
peygamberlerin vârisleridir.”232 hadisiyle kastedilen nedir? Bunlar
mutlak olarak âlimler mi yoksa muhaddesûn mudur?
Cevap:
Bununla
kastedilen, ilimleri sadece akıl ve duyularla sınırlı olmayan ilim
sahipleridir. Aksine bunlar, aklın kendi açısından muhâl gördüğü ilme sahip
olan kimselerdir. Birine vâris olmak için mevrûsun berzaha intikal etmesi
gerektiğini bilesin. Aksi takdirde buna veraset denilemez ve elde edilenler de
hibe, atıyye ve minha olarak isimlendirilir. Bu durumda kul da vâris olarak
değil, nâib ya da halife gibi tâbirlerle anılır. 380. bâbda şöyle demiştir:
“Veraset, mânevî ve mahsûs (hissedilen) olmak üzere ikiye ayırlır. Hz.
Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söz, takrir ve fiilleriyle alâkalı
haberler mahsûs, nefsi kötü ahlâktan arındırma, güzel ahlakla tezyîn etme ve
her türlü ortamda huzur ve murakabe içerisinde Allah’ı çokça zikretme ise
mânevî mirastır.”
Soru:
Peygamberlere
(aleyhisselâm) vâris olanların en büyüğü hangisidir?
Cevap:
Şeyh’in 73.
bâbın 13. cevabında dediği gibi, vârislerin en büyüğü iki hâtemdir. Bunların da
biri diğerinden daha büyüktür. Yüce Allah onlardan birisi ile mutlak velâyeti,
diğeri ile de Muhammedî velâyeti mühürlemektedir. Mutlak velâyetin hâtemi
Îsâ’dır (aleyhisselâm). O, bu ümmetin zamanında mutlak nübüvvet ile velîdir.
Onunla, teşrînin ve risâletin arası ayrılmıştır. Bu yüzden âhir zamanda vâris
ve hâtem olarak iner. Nasıl Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
nübüvvetin hâtemi ise ve kendisinden sonra teşriî nübüvvet yoksa, Hz. Îsâdan
sonra mutlak bir nübüvvetle [gelen] bir velî de yoktur. Dolayısıyla ondan sonra
Îsâ (aleyhisselâm) her ne kadar ülü’l-azm ve resullerin önde gelenlerinden ise
de onun hükmünün bu makamda, başkasına ait zamanın hükmüyle sona erdiği
anlaşılmaktadır. Bu nedenle mutlak nübüvvetin sahibi bir velî olarak
gönderilecek, kendisine Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatı
ilham edilecek ve Muhammedî velîler gibi onu anlayacaktır. O bizdendir ve
efendimizdir. Âdem ilk anda nasıl nebî idiyse o da son anda nebî olacaktır.
Böylece nübüvvet Muhammed ile velâyet de Îsâ ile mühürlenecektir.
Şeyh
şöyle demiştir: “Muhammedi velâyetin hâtemi garbın köken ve cömertlik
açısından en kerîm olan adamıdır. Bizim zamanımızda mevcuttur. Onunla (h.) 595
yılında Fas şehrinde bir araya geldim. Onda bulunan ve Hak Teâlâ’nın kullarının
gözlerinden gizleyip bana Fas şehrinde gösterdiği alâmeti gördüm. Hatta onda
Muhammedî velâyetin mührünü gördüm. Onun, sırrında gerçekleşen Rabbânî ilimler
hususunda inkâr edilmek sûretiyle imtihan edildiğini gördüm.” Bunu uzunca
anlattıktan sonra şöyle demiştir Velîlerin çokça harîkulâde şeyleri konuştuğunu
bilesin. Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’yla konuştuğu gibi, kendisiyle de konuştuğunu
iddia etmek gibi, şeriattan çıkacak bir şey söylemedikleri müddetçe onlara
teslim olmak gerekir. Zira aksi durum Mûsâ’nın ihtisas ve konuşulmak sûretiyle,
insanlar arasından seçilmiş (istifâ) olmasını iptal eder. Kur’ân’da “Vahiy ya
da perde arkasından olmanın dışında, Allah’ın hiçbir insanla konuşması söz
konusu değildir.”233 buyrulmaktadır.
Soru:
Însan neden
“beşer” olarak isimlendirilmiştir?
Cevap:
Kendisini ruh
mertebesine katılmaktan alıkoyacak şeylerle birlikte olduğu için beşer olarak
isimlendirilmiştir. Şayet bu engellerden kurtulursa, Allah Teâlâ ruhlarla
konuştuğu gibi onunla da konuşur. Ancak onun beşeriyetinin kalkması
imkânsızdır. Çünkü bu, onun bir parçasıdır ve ondan kopmaz. Dolayısıyla
derecesi yükselse bile Allah Teâlâ’nın bu ümmetten herhangi bir kimseyle yüz
yüze konuşması mümkün değildir.
Soru:
Kelâm,
muhâdese ve münâcât arasındaki fark nedir? Ehlullah, ne muhâdese ne de münâcâtı
menetmektedir, sadece mükâlemeyi menetmektedir.
Cevap:
Îkisi
arasındaki fark, mükâleme makamının sahibinin Hakk’ın kelâmını işitmesini
gerektirmesidir. Muhâdese ve münâcâtta Hakk’ın kelâmını işitmek söz konusu
değildir. Bunlar seher vakitlerinde Hakk’a yalvaran onunla konuşan (müsâmere)
ve kendilerine O’nu anlamanın bahşedildiği müctehidler gibidir. Ehlullahtan
bazıları, herhangi bir velînin Hak ile muhâdese etmesini de reddetmişlerdir.
Bunlar “Şayet ümmetimden muhaddesûn olsaydı, Ömer onlardan olurdu.” hadisinde
kastedilenin de “münâcât” olduğunu söylemektedirler.
Soru:
Velîlerin
muhaddes olanlarıyla nebîler arasındaki fark nedir?
Cevap:
Aralarındaki
fark tekliftir. Nebînin aldığı ilâhî bilginin muhtevasında teklif (emir ve
nehiy) bulunması gerekir, muhaddesin hadisinde (konuşmasında) tek bir cümle
dahi teklif bulunmaz. Sadece hâller ve makamların ortaya çıkardığı hususlar
hakkında gerçekleşir. Şeyh bunu 73. bâbda uzun uzadıya anlatmıştır.
Soru:
Allah’ın nice
kulları vardır ki onlar nebî olmadıkları hâlde nebiler, onların Allah’a olan
yakınlık ve makamlarına gıpta etmektedirler.”234 hadisiyle ne
kastedilmektedir?
Cevap:
Bununla
kastedilenler, peygamberlerinin hidâyetleriyle hidâyete eren ilim ve sülûk
ehli kimselerdir. Ancak makamlarının yüce olmasından dolayı bunların
takipçileri/tâbileri bulunmamaktadır. Bunlar kıyamet günü, müsterih olurlar;
büyük korku onları üzmez. İstikamet üzere olduklarından kendileri adına,
tâbileri bulunmaması hasebiyle de başkaları adına korku duymazlar. Şeyh bunları
anılan bâbda zikretmiştir.
Soru:
[Hadis]
hafızların zayıf gördüğü hadisleri sahih kabul etmelerinden dolayı muhaddes
olan evliyanın kimilerince tekfir edildiğini görmekteyiz.
Cevap:
İnsanların
bahsi geçen muhaddes olan velîleri tekfir etmesi insafsızlıktır. Zira
muhaddeslerin hükmü müctehidlerin hükmü gibidir. Müctehidlerden birinin kendi
ictihadıyla vardığı sonuca muhalefet etmesi nasıl doğru değilse aynı durum
muhaddesler için de geçerlidir. Zira her ikisi de Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) takririyle meşrûdur. Şeyh Muhyiddin 73. bâbın 57. cevabında
şöyle demiştir: “Asrımızın âlimleri, onların zayıf gördükleri bazı hadisleri
sahih kabul ettiğimiz için bizi de tekfir etmişlerdir. Onlar bu tavırlarında
ma‘zûrdur. Bu tâifeden her birinin doğruluğuna dair onlarda bir delil yoktur ve
zann-ı gâlibe göre hareket etmektedirler. Şayet onlarla ilgili olarak akıl
yürütmenin hakkına riayet etselerdi onların hâllerini teslim ederlerdi. Bu
Şâfiî’nin, Hanefi’nin hükmünü kabul etmesi gibidir. O, hâkimlerden Hanefî’nin
hükmüyle karar vereni nakzetmez. Onların görüşlerinin ma‘zûr görülme
nedenlerinden biri de şudur. Şayet sûfîlerin bu minvaldeki her iddialarını
doğrulasalardı, onlarda ismet olmadığı için şeriata noksanlık girerdi. Bu
yüzden kapıyı kapattık ve ‘Kapıyı kapatmamız, bu konuda doğru söyleyenin
sözüne zarar vermez.’ dedik.”
Şeyh
şöyle demiştir: “Evet, onların yaptıklarını kabul ve tasvip ederiz. [Gayret-i
dîniyyelerinden ötürü mânevî] mükâfata nâil olacaklarını da söyleriz. Fakat tam
olarak ecir almaları, düşünce ayrılığında o velînin hatalı olduğuna dair kesin
hüküm vermediklerinde söz konusudur. Şayet kesin olarak hata ettiğine
hükmederlerse onları hiçbir şey ma‘zûr gösteremez. Buna göre mezkûr velîlerin
en azından Ehl-i kitap seviyesine indirilerek [söyledikleri karşında tevakkuf
edilerek] ne tasdik edilmesi ne de kabul edilmesi gerekmektedir.” Yine Şeyh,
363. bâbın sonlarında şöyle demiştir: “İnsanların insafsızlıklarından biri de
haberî sıfatlarla ilgili bir şeyi peygamberler getirdiğinde buna iman etmeleri,
ancak onlara tâbi olanların havassından olan âlim ve velîlerden biri
getirdiğinde iman etmemeleridir. Oysa deniz birdir. Keşke velîlerden bilgi
geldiğinde ona iman etmiyorlarsa bile onu hikâye/nakil yönüyle kabul etseler.
Peygamberler aklın imkânsız gördüğü şeyleri getirdiğinde, insanlar nasıl iman
ediyorlarsa velîler getirdiğinde de iman etmeleri gerekir. Sık sık
peygamberlerin nefehâtinden (esintiler) bir esinti onların tâbilerinin kalplerine
eser ve onları, Bârî’nin (cc) sıfatlarına dair resullerin getirdiği ifadelere
muvâfakata sevk eder. Aslı kabul ettiğimiz gibi, ferî de toplayıcı bir
muvâfakatla kabul etmemiz gerekir. Sakın nankörlük etme, bu hüsrandır.
301.
bâbda da şöyle demiştir: “Keşif ehli olan velîlerin en çok reddedildiği
şeyler, aklın kabul etmediği konulardır. Oysa bunları Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) dediğinde, iman edilerek ve te’vil edilerek kabul görürler.
Ondan başkası söylediğinde ise kabul edilmez. Bu ise insafsızlıktır. Velîler
kendilerine meşrû kılınanlar ile amel ettiklerinde onlara bu mertebeden ilâhî
cömertlik esintileri eser. Peygamberler tarafından kabul edilen bu ilâhî
meselelerin asıllarından Allah’ın diledikleri kendilerine keşfolunur. Peygamber
getirdiğinde bizzat bunlara iman ettikleri hâlde, bir velî bunları
getirdiğinde inkâr ederler. Bu inkâr edenlerin basîretleri ne kadar da kördür.
En azından onların, eğer ehl-i te’vilden iseler bu velîye şöyle demeleri
gerekir: “Eğer söylediğin hak ise buna sen muhatap oldun yahut bu sana
keşfolundu, te’vili ise şudur.” Eğer zahirî ise şöyle der: “Nebevî haberde
bunun benzeri geçmektedir. Bu nübüvvetin şartından değildir, Şâri‘ de bunu ne
Kitap’da ne de Sünnet’te yasaklamıştır.”
Soru:
Şayet
velîlerin getirdiklerini kabul edersek, onların getirdikleri peygamberlerin
getirdiklerine aykırı olduğunda hüküm ne olur?
Cevap:
Bunun hükmü,
reddetmektir. Velî keşif yöntemiyle peygamberlerin keşfine muhalif bir şey
getirdiğinde, peygamberin keşfine dönmemiz gerekir. Ve biliriz ki bu velîninin
fikri ile keşfine bir çeşit te’vil eklemesi sûretiyle keşfinde eksiklik
meydana gelebilir. Keşfi korunmamıştır ve böylece rüyasını haber veren kimse
gibi olur. Ancak keşfi sahih olduğu hâlde, yorumda hata etmiştir.
Keşif
asla hata etmez. Ancak [bu keşfin] medlûlü hususunda konuşan kimse, Allah’tan
haber vermediği takdirde, hata da edebilir, isabet de edebilir. Şeyh Ebû Turab
en-Nahşebî (ra) (ö. 245/859) şöyle demiştir: “Kalp Allah’tan yüz çevirmeye
alıştığında, velîler hakkında dedikodu yapar.” Yine “Arifler, bilgisizce
mücadele edenlerin sûfîleri inkâr edeceklerini bildikleri için, Hz. Meryem’in
(aleyhisselâm) iftiracı ve inkârcılar karşısında, konuşmayı bırakıp işaretlere
başvurduğu gibi, işaretlere başvururlar. Her âyet ve hadisin onların indinde
iki yönü vardır: Birini bizzat kendilerinde, diğerini ise kendilerinden çıkan
sonuçlarda görürler. Yüce Allah “Onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan
kanıtlarımızı hep göstereceğiz.”[286]
buyurmaktadır. Böylece inkârcıların kabul etmeleri ve onların şer ve
çirkinliklerinden korunmak için, kendi nefislerinde bulduklarını “tefsir”
değil de “işaret” olarak isimlendirmişlerdir. Bu, onların Hak Teâlâ’nın
hitaplarının mevzîlerini bilmemeleri ve bu konuda geçmişlerin yolunu sürdürmeleri
nedeniyledir. Yüce Allah, ehlullah ve daha başkalarının kitabında te’vil
ettiklerini açıkça da ifade etmeye kâdirdir. Buna rağmen böyle yapmamış,
genelin (avam) diliyle nâzil olan ilahî kelimelere, anlaşılması hâlis olanlara
mahsus, derin anlamların ilimlerini dercetmiştir. Aynı şekilde “Söz konusu
inkârcılar insaflı davransalardı kendi nefislerini göz önünde bulundururlardı.
Kendi aralarında kabul ettikleri/onayladıkları zâhirî gözle âyete baktıklarında
bu hususta da derecelendiklerini ve mesela bu âyetin mânası hakkındaki kelâmda
bir kısmının diğerine üstün geldiğini görürlerdi. Bu durumda faziletli olan,
daha faziletli olanı, yetersiz olan ise bu konuda yeterli olanı ikrar
edecektir. Tamamı aynı mecradadır. Kendi aralarında şahit oldukları bu üstünlüğe
rağmen, ehlullah idraklarına kapalı olan bir şeyi getirdiklerinde bunu inkâr
ederler. Bu durum, onların (ehlullah) âlim olmadıklarına ve ilmin sadece
örflerinde bilinen yöntemlerle, muallimden öğrenilebileceğine inanmaları ve
tasdik etmeleri sebebiyledir. Oysa ashabımız, ilmi sadece Rabbânî ve ruhanî
bildirme (îlâm) ile elde etmektedir. Bunlar o mertebede bulunmakta ve Allah’ın
kalplerine açacaklarını beklemektedirler. Yüce Allah “İnsanı O yarattı. Ona
beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.”[287] ve “İnsana
bilmediklerini belleten.”[288]
buyurmuş;
Hızırla
ilgili olarak ise Ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”[289] buyurmuştur.
Böylece inkarcıların “Öğretme olmaksızın ilim olmaz.” şeklindeki görüşleri
tasdik edilmiş, ancak Allah’ın nebî ve resul olmayanlara bir şey öğretmeyeceğine
dair görüşleri ise hatalı bulunmuştur. Yüce Allah “Hikmeti dilediği kimseye
verir.”[290]
buyurmuştur. Hikmet, ilimdir. Verilen kimse “men” ise nekra olarak gelmiştir.
Ancak söz konusu inkarcılar, dünyayı âhirete, halka taalluk edenleri de Hakk’a
taalluk edenlere tercih ettikleri, kitaplardan ve kendi cinslerinden olan
insanların ağzından ilim almayı âdet hâline getirdikleri ve bu kimselerin
kendi zanlarına göre ehlullahtan olduklarını ve bildiklerinden dolayı insanlar
arasında imtiyazlı olduklarını düşündükleri için, Allah’ın bazı kullarının
olduğunu ve onların -sırları içinde ilham meleğinin eliyle
gerçekleşentalimlerini kendi üzerine aldığını bilmekten perdelenmişlerdir. Oysa
O, onlara kendisi ve peygamberlerinin kelâmının mânalarını öğretmektedir. O,
hakiki âlimdir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Ehlullah, bu
nedenle kendini korumuş ve hakikatleri “işaretler” olarak isimlendirmiştir.
Zira inkârcılar işaretleri görmezler, Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) şu sözü
karşısında bu inkârcılar ne diyeceklerdir? “Şayet Fatiha’nın tefsiriyle ilgili
olarak size konuşsam, size yetmiş yük ağırlık yüklerim.” Bu, Allah Teâlâ’nın
Kur’ân hususunda ona verdiği ledün ilminden başka bir şey midir? Zira fikirle
buna ulaşılamaz. Ebû Yezîd el-Bistâmî (ra), dönemindeki inkârcılara hitaben
şöyle derdi: “Siz ilminizi bir ölüden diğerine (nakledilenden) alıyorsunuz; biz
ilmimizi ölmeyen diriden almaktayız.” Şeyh Ebû Medyen, birisi “Falan falandan
nakletmiştir.” dediği zaman, şöyle derdi: “Bize işlenmiş et (pastırma)
yedirmeyin, taze et yedirin.” Bununla ashabının himmetini yükseltirdi. Sanki
“Başkasının fetihlerini (fütûh) bize anlatmayın, Allah’ın veya Resulü’nün
kelâmı hakkında anladıklarınızla ilgili yeni olan fetihlerinizi söyleyin.” der
gibiydi.
Îşte
böylece ehlullahın kendi aralarında ıstılah hâline getirdikleri işaretleri,
kendileri için belirlemedikleri anlaşılmış oldu. Aslında onlar bu konuda hak
olanı açık bir şekilde bilmektedirler. Bunu sadece kendi aralarına katılanların
onların içinde bulundukları mertebeyi bilmemeleri için, onların yetersiz
akıllarıyla bunu kavrayamayacakları endişesiyle belirlemişlerdir.
Zira
aksi halde inkâr eder ve bu ilimden mahrum kalırlar. Çünkü ârifleri bir konuda
reddeden kimsenin ceza olarak bundan mahrum bırakıldığı tecrübe edilmiştir.”
Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “İnkârın aslı, beşer türünün
tamamında bulunan hasettir. Şayet insanlar hase5 di bırakırlarsa, gönülleri
aydınlanır ve ehlullahın ilimlerini idrak ederler.”
Bu
kitabın mukaddimesinde bunu genişçe açıkladık. Şeyh Muhyiddin de el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin
30. bâbında uzun uzadıya bunun üzerinde durmuştur. En doğrusunu Allah
bilir.
KIRK SEKİZİNCİ MEBHAS
Sûfîlerin Bütün İmamlarının
Rablerinden Bir Hidâyet Üzere Olduğu ve Şeriatı Bir Cevher Gibi Tanımladığı
İçin İmâm Ebu’lKâsım el-Cüneyd’in Yolunun Sûfîlerin Yollarının En Sağlamı
Olduğu Hakkındadır
Allah
sana merhamet etsin, sûfînin hakikatinin sadece kendi ilmiyle amel eden bir
fakih olduğunu bilesin. Yüce Allah onu ilmiyle şeriatın incelik ve sırlarına
öylesine muttali kılar ki onlardan biri, müctehid imamların şeriatın furûundaki
konumu gibi, tarikat ve sırlarda müctehid olur. Bu yüzden tarikatta, şeriatın
açıkça ifade ettiklerine zâit olarak birtakım vâcipleri, haramları, mendupları,
mekruhları ve evlâ olana muhâlif olan şeyleri hükme bağlamışlardır. Bu tıpkı
müctehidlerin bunların benzerlerini istinbat etmeleri yahut [bir şeyi] hükümsüz
kılmaları gibidir. Başka bir deyişle müctehid imamların vâcip kıldıkları ve
şart koştukları şeylerin ihlali yahut haram kıldıkları şeyleri yapmalarıyla
ibadet ve akitleri hükme bağlamaları gibidir. Bu onların (ra) işidir. Bunlardan
kime velâyette bir paye verilmişse, tarikatta müctehiddir ve kendisinde taklit
ancak şeriatın açıkça belirttiği ve imamların ittifak ettiği hususlarda
bulunur. Kim bir âlimi taklit edip de [kendisi için] kemâl makamını iddia
ediyorsa o doğru sözlü değildir. Ali el-Havvâs’ın (ra) defalarca şöyle dediğini
işittim “Bize göre bir kimse, müctehidlerin aldığı gibi ilim almadıkça tarikatta
kemâle ermez.”
Sûfîlerin
başkalarından farklı olarak sahip olduğu özelliklerden biri de kitap ve
sünnetle amel etmeye götürecek, tarikatla ilgili bilginin kendilerine
verilmesidir. Şayet onlara “Sıradan hiçbir meylim kalmayacak şekilde, dünyaya karşı
zâhid olmak istiyorum.” derseniz; size “Perdelerin yırtılıp, Îbrâhim b. Edhem
gibi, dünyadaki mertebe ve nimetlerden yana zâhidleşen kimse gibi, bizzat
gözlerinle görüp âhireti idrak edinceye kadar Allah’ı gece gündüz zikret. Bunu
gördüğün zaman, kesinlikle dünyaya karşı zâhid olmuşsun demektir.” derler.
Şayet insanların geneli “Dünyaya rağbet et” derlerse, onlara kulak verme! Ey
kardeş, bunu bir âlime söylersen, sana “Allah Teâlâ sana başka bir şeyi değil,
zâhid olmanı emretmiştir.” der. Bu durum tarikatta ilerlemeye imkân vermez.
Bunun durumu, tıpla ilgili bir kitabı ezberleyen ve hastalığın ilacını bilmeyen
kimsenin durumu gibidir. Dolayısıyla bazı insanların sûfîleri inkâr etmelerinin
sebebinin, onların idraklerindeki titizlik olduğu anlaşılmaktadır. Şayet
inkârcı edep gözetirse; Kitap, Sünnet ve icmâya aykırı olmamak kaydıyla,
anlayışına aykırı gelen her şeyi kabul eder. Mısır’da kendi döneminde âlimlerin
sultanı olan Îzzeddin b. Abdüsselâm’ın er-Riâye kitabında şunu gördüm
“Bütün insanlar şeriatın şeklini dikkate aldılar, sûfiyye ise asla
sarsılmayacak olan kaidelerini dikkate aldı. Onların elinde meydana gelen ve
onların yoluna girmediği takdirde ilmi ne kadar olursa olsun, hiçbir âlimde
zuhûr etmeyen keramet ve hârikulâdelikler de bunu teyit etmektedir.” Onun
bundan önce şöyle dediğini de duyduk “Bu, bizim elimizde bulunan şeriatın,
naklin dışındaki bir yoludur.” Sonra da şöyle der: “Bizde bulunanın dışında
şeriatın bâtınî bir ilminin olduğunu iddia edenin iddiası bâtıl ve zındıklığa
yakındır.” Ancak Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî ile korunmuş [şehir] Mısır’da bir
araya gelip ondan ilim alınca, sûfîlerin yöntemini alabildiğine övmeye
başlamış ve şöyle demiştir: “Bu, peygamberlerin ahlâkını bir araya getiren bir
yoldur.” Hüccetü’l-Îslâm el-Gazzâlî (ra) de başlangıçta Şeyh Îzzeddin’in
dediklerini derdi. Ancak sûfîlerle bir araya gelip onların yöntemini tadınca
“Ömrümüzü boş şeylerle geçirdik.” demiştir. Bununla cedel ehlinin sözün amele
galip gelen yöntemiyle uğraşmasını kastetmiştir. Gerçekte fıkıhla uğraşmak, boş
değildir. Hatta bu, tarikatın temelidir. Tarikat ehlinin özelliklerinden biri
de bütün hareket ve duruşlarının Kitap ve Sünnet’e uygun olmasıdır. Bu da ancak
hadis, tefsir ve fıkıhta derinleşerek bilinir. Gazzâlî’nin “Fıkıhla uğraşmak
boştur.” demesi, sûfilerin yoluna olan aşkından söylenmiş bir sözdür. Aşığın
hükmü, sarhoşun hükmü gibidir. Şayet hâlini düşünseydi, fıkhın tarikatın temeli
olduğuna dair söylediklerimizi ve sûfînin nihaî hedefinin sadece ilmiyle amel
eden bir âlim olmak olduğunu anlardı.
Efendim
Îbrâhim ed-Desûkî şöyle derdi: Şayet fakih, şeriatın ibadet ve emirlerini
illetsiz bir şekilde yerine getirirse, şeyhe muhtaç olmaz. Ancak ibadetleri
illet ve hastalıklarla birlikte yaptığı için, kendisini tedavi edecek şifa
bulmasını sağlayacak bir tabibe muhtaçtır. Bu nedenle tâbiûn, şeyhlerin
talebelerinde olduğu gibi, halvet ve riyâzete muhtaç olmamışlardır.
Dönemlerinde böyle bir şey olmadığı ya da neredeyse yok denecek kadar az olduğu
için, onlardan hiçbirinin bâtınî hastalıkların tedavisi ile ilgili bir eser
yazdığı nakledilmemiştir.
Onların
bütün gayretleri, şeriatın hadislerini bir araya getirmek ve bunlarla azîz
olan Kitap arasındaki uygunluğu ortaya koymaktı. Bu gerçekten de o dönemde
belki de bulunmayan söz konusu hastalıkları tedavi etmekten daha mühimdi. Îşte
bununla “Müctehid imamlar neden ta5 savvufla ilgili bir şey
yazmadılar? Ya da sûfîlerin yaptığı gibi kalplerinin cilâlanması için neden
zikirle meşgul olmadılar?” şeklindeki sözlerinin cevabı da hâsıl olmuştur. Hiçbir
akıl sahibi, müctehid imamlarda ucb, riya, nefret, kin, hile veya aldatmanın
bulunduğunu ve bunlarla mücâhede etmediğini kesinlikle söyleyemez. Şayet onlar,
bu tür şeylerin kendilerin10 de bulunduğunu bilselerdi, bunun
ilacını her şeyden öne alırlardı. Zira bir vâcibin kendisi olmadan tamamlanması
mümkün olmayan şey de vâciptir. “Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has
kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları
ve zekâtı vermeleri emredilmişti. Îşte bu dosdoğru dindir.”[291]
Anla!
15 Sûfiyyenin diğer imamlarının da müctehid imamlar
gibi, Rablerinden bir hidâyet üzere olduklarını ve onların yoluna girip
ıstılahlarını öğrenmeden, hiç kimsenin onların sözlerini reddetmemesi
gerektiğini anladın. Şeriatın zâhirine aykırı olan şatahatların[292]
tamamı, ya sonradan sokuşturulmuş ya o andaki hâlin galebesiyle ya da tarikatta
henüz işin başındayken söylenmiştir.
20 Cüneyd gibi kâmil olanlara gelince, bunlar dinin
hâmileri olduğu için, yöntemleri altın gibi edep üzere kurulup benimsenmiştir.
Allah onların tamamından razı olsun. Biz de başkaları gibi, Ebu’l-Kâsım
el-Cüneyd’in yolunun tamamıyla düzgün olan yöntem olduğunu ve buna giren
herkesin kurtuluşa erdiğini kaydettik. Zira Celâleddin el-Mahallî ve başkaları
onunla ilgi olarak
25 şöyle demişlerdir: Bid‘atlardan uzak, teslim,
tefviz ve nefsânî hazlardan uzaklaşma üzerine kurulu bir yoldur. Bu, yolların
en doğrusudur. Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’nin akidedeki yolu gibidir. Bu nedenle
“Îfrat ve tefritten uzak olduğu için Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’nin akaiddeki
yönteminin en güzel yöntem olduğuna inanırız.” demişlerdir. Celâleddin
el-Mahallî şöyle demiştir: Dalâ30 let ehlinden Ebu’l-Hasan aleyhinde konuşanların
sözlerine iltifat edilmez.
Onun
imâmeti ve celâleti konusunda ümmetin tefsir, hadis, fıkıh ve usul âlimlerinin,
akaidde onun görüşüne güvenmeye dair söyledikleri bize yeter.
Aynı
şekilde Ebü’l-Kâsım el-Cüneyd’in celâletine dair insanların söyledikleri ve
“O, ilim ve amel açısından söz konusu taifenin efendisidir.” şeklindeki sözleri
de bize yeter. O buna layıktır. Şöyle derdi “Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet
ile inşa edilmiştir.” Burada kıyas ve icmâyı zikretmemesinin sebebi, bunların
delâletlerinin Kitap ve Sünnet’e uygun olması durumunda bilinmesidir. Cüneyd
Kitap ve Sünnet’i zikrettiği için [ayrıca] kıyas ve icmâya ihtiyaç duymamıştır.
Yine “Bir adam, havada bağdaş kursa, onu Kitap ve Sünnet’e bağlı görmedikçe,
ona iltifat etmeyin.” derdi. “Tarikatlar, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) izinde gidenlerin dışında, herkese kapalıdır.” derdi. Aynı şekilde
“Şayet hâkim olsaydım ‘Lâ mevcûde illellah’ veya Allah’tan başkasının fiilinin
olmadığını söyleyenin boynunu vururdum. Çünkü bu sözün zâhiri, Allah’tan
başkasını yok saymak ve teklifi hükümlerin tamamını yıkmaktır.” derdi.
Celâleddin el-Mahalli ve başkaları şöyle demiştir: “Şeyh Cüneyd’i, Halife
Ca‘fer Muktedir-Billâh’ın nezdinde zındıklıkla itham edilen ve onun
boyunlarının vurulmasını emrettiği sûfiler grubunun içinde sayanlara itibar
edilmez. Bize, cemaatin şeyhi olmasına rağmen Cüneyd hariç hepsinin
tutuklandığı bildirilmiştir. Çünkü o, tarikat ehlinin sözlerini onlardan
olmayan kimselere söylemezdi. Ebu Sevr mezhebi üzere fıkıh ve fetvâ işleri ile
iştigal ederek gizlenirdi. Sûfilerin ilimleriyle ilgili konuşacağı zaman evinin
kapısını kapatır, anahtarın da üstüne otururdu. Aynı şekilde Hasan el-Basri
(ra) hakkında da benzer şeyler bize ulaşmıştır. Onlar şöyle derlerdi: Onların
ıstılahlarını bilmeyenlerin yanında Allah’ın velilerinin yalanla ve iftira
edilerek zındıklıkla suçlanmasını ister misin? Cüneyd’in, Ebû Yezid gibilerinin
söyledikleri şathiyeleri söylediğine dair bize hiçbir bilgi gelmemiştir. Bütün
bunlar, onun kâmil olmasındandır.
Celâleddin
el-Mahalli şöyle demiştir: “Susan sûfılerin boyunlarının vurulması için yaygı
serilince, sonlarda bulunanlardan Şeyh Ebû Hasan enNûri öne çıkarak cellâda
‘Arkadaşlarımdan önce benim boynumu vurun.’ dedi. Cellât nedenini sorunca
‘Arkadaşlarımı bir anlık hayat için kendime tercih ederim.’ demiştir. Cellât
şaşırarak durumu halifeye bildirmiş, o da onları kadı Îsmâil b. Îshâk
el-Mâliki’ye havale etmiştir. Nûri’ye fıkhi meseleleri sormuş o da cevap
vermiştir. Daha sonra ‘Allah’ın nice kulları vardır ki kalktıklarında Allah
için kalkar, konuştuklarında Allah için konuşurlar. ’ demiştir.
Kadı
onun söylediklerini kabul etmiş ve Şayet bunlar zındık ise, yeryüzünde hiçbir
müslüman yoktur.’ şeklindeki kanaatini halifeye iletmiştir. Halife de onları
serbest bırakmıştır. Allah onların tamamından razı olsun.” Îbn Eymen Risâlesi’nde
Ahmed b. Hanbel’in (ra) geceleyin kendisine sûfilerden bir topluluğun inip onu
âciz bırakıncaya değin şer‘î meseleleri sorup sonra havaya yükselmeleri
hadisesine kadar ilk başlarda oğlunu sûfîlerle oturmaktan menettiğini
nakletmiştir. O vakitten itibaren oğluna sûfîlerle oturmasını emretmiş ve
onların Allah korkusundan ve O’nun şeriatının sırlarından bizim idrak
edemediklerimizi idrak ettiklerini söylemiştir. Bir meselenin cevabını
veremeyince, Ebû Hamza el-Bağdâdî’ye “Ey sûfî, bu konuda ne dersin?” derdi. Herhangi
bir cevap verdiğinde bunu alırdı. Kuşeyrî, Îbn Süreyc’in Cüneyd’i reddettiğini
söylemiş ve şu olayı nakletmiştir: Bir gün Îbn Süreyc gizlenerek Cüneyd’in
haberi olmaksızın onun meclisine katılmıştır. Cüneyd ayrılınca, Îbn Süreyc’e
“Bu adamın sözlerinde ne gördün?” denilmiş o da “Onun sözlerinden hiçbir şey
anlamadım. Ancak sözlerinin etkisi bâtıl bir etki değildir.” demiştir.
Dolayısıyla her asırda, gerçekte şeriattan çıktıkları için değil, fakat
âlimlerin idraklerindeki titizlikten dolayı sufîlerin [bazı âlimlerce]
reddedilmiş olduğu anlaşıldı. Halbuki âlimler için bu [şeriattan sapma] câizse
bile, evliya hakkında bunu söylemekten Allah’a sığınırız. et-Tabakâtü’l-Kübrâ’nın
mukaddimesinde bunun üzerinde uzunca durduk. En doğrusunu Allah bilir.
İctihadlarıyla Amel Etmenin
Vacip Olması ve Hata Etseler Bile Şâri‘ Tarafından Ecir Verilmesi Açısından
Bütün Müctehid İmamların Rablerinden Bir Hidayet Üzere Olmaları Hakkındadır
5 Bu husus, Allah Teâlâ’nın izniyle ilerde
açıklanacaktır. Ey kardeş, bil ki imamlarla ilgili tenkitleri cevaplayan
mebhas, hangi açıdan olursa olsun buna yetmektedir. Bunun tahkiki ise başka
bir yerdedir. Bu mebhasi, bütün müctehidlerin isabet ettiğine dair tercih
edilen görüş üzerine bina ettiğimizde, bize itiraz edilmemesi gerekir.
10 Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) şunu dediğini
işittim: “Gayretinizi ulemânın görüşlerini bir araya getirmek için harcayın.
İki görüşü dikkate almak, birini lağvetmekten daha evlâdır. Bununla ulemânın
sözleri arasındaki çelişkiler azalır. Keşif makamına kim ulaşırsa, müctehid
imamların hiçbir görüşünde, Kitap ve Sünnet’ten çıkmadıklarını görür 15
ve bütün bunların
şeriat nûrunun şuâlarından alındığına şahit olur. Zira onlar peygamberlerin
izlerinden gitmektedir. Kardeş, peygamberlerin (aleyhisselâm) zâhiren senin
tâbi olduğun şeriata muhalif olarak getirdiği her şeyin sıhhatine iman etmen ve
tasdik etmen senin için nasıl vâcip ise aynı şekilde senin mezhep imamına
muhalif de olsa müctehidlerin çıkardıkları 20 hükümlerin doğru olduğuna iman
etmen ve tasdik etmen de vâciptir.” Allah’a hamdolsun, imamların delillerini
araştırdım ve görüşlerinin tamamının bir âyet, bir hadis, bir rivayet ya da
sahih bir asıl üzere bina edilen sahih bir kıyasa dayandığını gördüm. Ancak
görüşlerinden bazıları, doğrudan âyet, hadis ya da eserden alınmış, bazıları
bunların mef-
25 humundan ya da bu iktibastan alınmıştır. Aynı
şekilde görüşlerinden bazıları yakın, bazıları daha yakın, bazıları uzak,
bazıları da daha uzaktır. Bunların tamamı, asıl olan şeriatın nûrunun
huzmelerinden alınmıştır. Aslı olmayan bir fer‘in bulunması imkânsızdır.
Bunun
izahı şudur: Tertemiz şeriatın nûru, apaçık bir nûrdur. An30
cak kişi, ona her
yaklaştığında, onu başkasına göre daha aydınlık bulur. Bağlılık silsilesi
dahilinde kalmak kaydıyla, ondan her uzaklaştığında ise şeriatın kaynağına
yakın olana göre daha az aydınlık olduğunu görecektir. Mezhep âlimlerinin
görüş farklılığı ve bu asrımıza kadar bazılarının diğerlerinin görüşünü zayıf
görmesinin sebebi de budur. Şu anda bizimle Şâri‘ arasında on beş civarında
devir vardır. Dikkatini bu dönemlerin tamamına yoğunlaştırarak, bütün
devirlerin görüşünün şeriatın kaynağıyla ilişkisini görecek kimse nerede!
Efendim Ali el-Havvâs şöyle derdi: “Bütün müctehid ve onların taklitçilerinin
görüşlerinin kendisinden çıktığı şeriatın tertemiz kaynağının misali şudur: İlk
kaynak, avcı ağı gibidir. Bu kaynağın âlimlerinin sözlerinin misali ise ondan
ayrılarak sair devirlere yayılmış gözeler örneğidir. Allah Teâlâ’nın basîretini
açtığı, birinci kaynağı ve ondan ayrılan kolları idrak eden kimse, bütün İslâm
âlimlerinin görüşlerinin hak olduğunu ikrar eder ve onların gölgenin şahsa
yahut parmakların ele bağlı olduğu gibi ilk kaynağa bağlı gözeler olduğunu
görecektir. Allah Teâlâ’nın basîretini açmadığı kimse ise, gözünün görmediğini
zorunlu olarak hatalı bulacak ve onu şeriatın dışında görecektir.” Şöyle
demiştir: “Belirttiğimiz gibi, iki görüşe indirgenebilir. Ya bütün müctehidler
isabet etmiştir ya da isabet eden bir kimsedir, diğerlerinin tamamı ise hata
etmiştir. Usulcülerden bir grup birincisini benimsemiştir. Mâlikîlerden
Ebûbekir İbnü’l-Arabî ve başkaları bunlardandır. Cumhur ise ikincisini
benimsemiştir.” Allah’a hamdolsun bir terazi (mîzan) belirledim ve her iki
görüşün delillerini orada açıkladım. Mezhep ehlinin daha çok imamlarının
görüşüne meyilli olduklarını ve başkasının görüşüyle amel etmekten zaruret
dışında yüz çevirdiklerini görünce, bundan rücû ettim.
Efendim
Ali el-Havvâs’ın (ra) şöyle dediğini işittim: “Bize gelen bütün görüşlerin aslı
mücmel olarak Kitap ya da Sünnet’te vardır. Şayet böyle olmasaydı Yüce Allah,
Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘İnsanlara indirileni kendilerine
açıklayasın diye’ buyurmazdı. Aksine beyan etmeksizin sadece Kur’ân’ı tebliğ
etmekle yetinirdi.” Şöyle demiştir: “İbarenin sadece ibareyle
detaylandırılacağı bilinen bir gerçektir. Buna bağlı olarak peygamberler
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), azîz olan Kitap’ta mücmel olarak yer alanları
tafsil etme konusunda Hakk Teâlâ’nın, müctehidler de mücmel olarak söyledikleri
konusunda peygamberlerin, müctehidlerin tâbileri de mücmel olarak söyledikleri
konusunda onların nâibleridir. Bu söz kendilerinden sonra gelenlerden günümüze
kadar her devrin insanları için geçerlidir. Her devrin ehli kendilerinden önce
gelenlerin mücmel olarak ifade ettiklerini tafsil ederler.
Şayet
bu icmalin hakikati âleme sirayet etmeseydi, kitaplar şerhedilmez, bir dilden
başka bir dile tercüme edilmezdi. İnsanlar birbirilerinin sözlerini tefsir
etmez, şerhlerine haşiyeler yazmazdı. Hatta bazen haşiyelere de hâşiye yazılmıştır.
Bunun sırrı şudur: Şâri‘den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başkası, şer‘î bir
hüküm hakkında konuştuğu zaman, onun ilgili ibare hakkında sorulan bütün soru
ve hükümleri getirmesi mümkün olmaz ki bu ibaredeki soru ve hükümleri açıkça
dile getirebilsin. Doğrusu bu kimse Şâri‘in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
aksine hükümlerin çoğunu unutur. Zira o (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ancak
Rabb’inin vahyiyle konuşur, hatalardan, mânanın yetersizliğinden ve doğru
olmayan şeyleri söylemekten mâsumdur. “Rabb’in unutmaz.”[293] Şâri‘in
dışındakiler ise tam tersinedir.” Yüce Allah “Eğer Allah’tan başka birinden
gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!”[294]
buyurmuştur. Bununla her devirdekilerin kendilerinden sonrakiler için rahmet
olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde -insanlardantâbi/halef olanın da seleften
takip ettiği kimseye iyiliği vardır. Zira onun ilmi, takip ettiği kimsenin
ilmidir. Bu yüzden takip ettiği kimsenin sayfalarına sevap yazılır. Bütün
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinin ilimleri, Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) efendimizin sayfalarındadır. Ancak müctehid ve
diğerlerinin aksine bunda minnet yoktur. Anla! Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kıyamete kadar, hükümleri çıkaracak kaynağı kendilerine
vermesi nedeniyle müctehid ve mukallitler üzerinde minneti vardır.
Müctehidlerin onun üzerinde bir minneti (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söz
konusu değildir. Doğrusu kıyamet gününe kadar onları taklit edenler üzerinde
bir minneti vardır. Zira tâbi olmasaydı her devirde insanlardan tâbi
olunanların kendi değerince kemâli zâhir olmazdı. Anla! Aynı şekilde Şâri‘in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatının hadisleriyle Kur’ân’da mücmel olana
dair beyanı olmasaydı, Kur’ân zamanımıza kadar mücmel bir şekilde kalırdı ve
namazı ve tahâreti nasıl eda edeceğimizi, tahâreti bozan şeyleri bilmezdik.
Zekâtın nisab miktarını, şartlarını, oruç ve haccın vâciplerini, bunları bozan
şeyleri, akit ve muamelelerin keyfiyetini ve şu anda bildiğimiz daha başka
şeyleri bilmezdik. Aynı şekilde müctehidler, şeriatın mücmel bıraktığı şeyleri
mukallitler için beyan etmeseydi, sünnet mücmel bir şekilde kalmaya devam
ederdi. Bu, kıyamete kadar onlardan sonraki her dönem için böyledir. Her devir,
kendisinden önceki dönemde mücmel olanı tafsil eder. Müctehidlerin, sünnetin
beyanı olmaksızın Kur’ân’daki mücmel olanı bildiklerini iddia eden kimse, bize
bu konuda bir örnek getirmelidir ki muhtemelen bulamayacaktır.
Bunun
izahı şudur: Tâbinin, metbûnun ilim dairesinin dışında bir ilmi asla yoktur.
Bu, velîlerin keşfinin peygamberinin Kitabı ve Sünnetini asla aşmaması gibidir.
Keşif yöntemiyle elde ettiği bir bilgiyi bize getirdiği takdirde, bunu Kitap ve
Sünnet’e arzedip, bunlara uygunluğu tespit edil5 medikçe, onunla amel etmemiz
câiz olmaz. Beyhakî’nin Süneninde, Ömer b. Hattâb’ın (ra) Şüreyh’i kadı
olarak tayin ettiğinde “Bak, Allah’ın (cc) kitabında açık olan bir şeyse hiç
kimseye sorma. Allah Teâlâ’nın kitabında çözümünü bulamazsan Hz. Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) sünnetinde ara. Sünnette de bulamazsan ictihad
et. Dilersen bana sorabilirsin, ancak bana sorduğun 10
her şeyde senin
görüşünü kabul ederim.” demiştir. el-Menhecü’l-Mübîn fi Beyâni
Edilleti’l-Müctehidîn isimli kitabımızın mukaddimesinde açıkladığımız
gibi, müctehidlerin tamamı, dinî bir konuda kendi reyleriyle görüş beyan
etmekten kaçınmışlardır. Bu kitabın benzeri İslâm tarihinde yazılmamıştır. Ona
bakabilirsin. Bu konuda söylediklerinin özeti, Beyhakî’nin 15
Ömer b. Hattâb’dan
(ra) senediyle birlikte naklettiği ve onun insanlara fetvâ verdiğinde “Bu,
Ömer’in görüşüdür. Doğruysa Allah’tan, yanlışsa Ömer’dendir.” demesidir. Ayrıca
istiğfar ederdi. Yine Beyhakî, İbn Abbas, Atâ, Mücâhid ve Mâlik Enes’in (ra)
“Allah’ın Resulü’nden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka, herkesin görüşü
kabul de edilebilir red de edilebilir.” dediklerini nakletmek20
tedir. Ebû
Hanîfe’nin (ra) de “Benim delilimi bilmeyen kimsenin benim görüşümle fetva
vermesi doğru olmaz.” dediği nakledilmiştir. Fetva verdiğinde ise “Bu, Nu‘mân
b. Sâbit’in (kendisinin) görüşüdür ve bu takdir ettiğimiz en güzel görüştür.
Şayet daha güzelini getiren birisi olursa, bu daha da isabetli olur.” demiştir.
İmâm Mâlik şöyle derdi: “Resûlullah’tan 25 (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
başka, herkesin görüşü alınır da reddedilir de.” Hâkim ve Beyhakî, İmâm
Şafii’nin (ra) şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Hadis sahihse, benim
mezhebimdir.” Başka bir rivayette “Görüşümün hadise aykırı olduğunu
gördüğünüzde, hadisle amel edin ve görüşümü duvara çalın.” demiştir. Bir gün
Müzenî’ye “Ey Ebû İbrahim, benim her söylediğimi taklit etme, bir de 30
kendine sor. Bu,
dindir!” demiştir. O (ra) şöyle derdi: “Ne kadar çok olursa olsun, ne kıyasta
ne de başka bir şeyde; Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç
kimsenin görüşü hüccet değildir. Sadece Allah ve Resulü’ne teslim olarak itaat
etmek vardır.” Onun reyden uzak durduğuna dair, kendisinden nakledilen her şeyi
bir kitapçıkta naklettik. İmâm Ahmed (ra) şöyle derdi: “Allah ve 35
Resulü’nün olduğu
yerde, hiç kimseye söz söyleme hakkı yoktur.”
Şöyle
dedim: Bu
nedenle fıkıhta ona ait bir kitap yazılmadı. Onun bütün görüşleri, ilgili
adamların sinelerinden alınmıştır. Onun namazla ilgili otuz bin mesele
belirlediği, bir gün birisinin bir mesele hakkında kendisine soru sorduğu bize
ulaşmıştır. O da “Beni taklit etme, Mâlik, Evzâî, Nehâî 5
ve başkalarını da
taklit etme. Onların yaptığı gibi, hükümleri Kitap ve Sünnet’ten al.”demiştir.
Bu, ictihad kudretine sahip olanlar içindir. Zayıf olanlara gelince, imamlardan
birini taklit etmesi vâciptir. Aksi takdirde helâk olur ve yoldan çıkar.
Soru:
Hüküm
çıkarmada müctehidlerin delili nedir? Açıkça vârit olan10
lara bağlı
kalmazlar mı?
Cevap:
Onların
ictihad konusundaki delili, mi‘rac gecesi namazla ilgili olarak Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Mûsâ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile
Rabb’i (cc) arasında gidip gelerek yaptığı ictihaddır. Yüce Allah Muhammed
ümmetine elli vakit namaz farz kılınca, hiçbir itirazda bulunmadan ve “Bu,
çoktur.” demeden, Hz. 15 Mûsâ’nın yanına indi. Mûsâ (aleyhisselâm)
“Rabb’ine dön” dediğinde karasız kaldı.
Zira
ümmetine olan şefkati, bu tekliflerin ağırlığı onları sıkıntı, bıkkınlık ve
nefrete düşürmesin diye onu tahfife sevk etmişti. Böyle kararsız kalınca iki
hâlden hangisinin evlâ olduğunu tercih hususunu araştırmaya koyuldu. İşte bu
ictihaddır. Rabb’ine müracaat etmek kendisine ağır basınca 20
Hz. Mûsâ’nın
sözüne dönmüş oldu. Böylece bu mesele Rabb’inin (cc) izniyle tamamlandı.
Allah’ın izniyle, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine hükümlerin
meşrû kılınmasında kendisiyle ilgili hususta onun (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) için bir rahatlatma vardır ki böylece sıkıntı çekmesin. Bununla
birlikte Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmeti ile ilgili olarak
hükümlerin meşrû kılınmasında ise Hz. 25 Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kalbi
için bir teselli bulunmaktadır. Zira Mûsâ (aleyhisselâm) nefsine döndüğünde ve
içinde bulunduğu şefkat yoğunluğu hâli hafiflediğinde Muhammed ümmetini elli
vakit namazla mükellef kılan Allah Teâlâ’nın onlara kendisinden daha şefkatli
olduğunu görecek ve ibadette elli vakit namazın Allah’ın (cc) celâline yaraşan
en az miktar olduğunu ve bunun 30 kullara fazla gelmeyeceğini anlayacaktı.
Aynı
şekilde şayet Allah Teâlâ onlar için elli vakit namazı kararlaştırmışsa,
kılmaları için onları mutlak sûrette takviye ettiğini de anlamış oldu. Zira
kuvvet Allah’tandır ve hiç kimseyi de gücünün yetmediği bir şeyle sorumlu
tutmaz. Daha sonra Mûsâ (aleyhisselâm), müracaat konusunda söylediklerinden
pişmanlık duyunca Allah katında verilen karar değişmez”244 âyetiyle
son dönüşte, onun kalbini rahatlatmıştır. Allah Hz. Mûsâ’yı, sözünün daha arz
edilmeden önce değişikliği kabul eden bir söz olduğu bilgisine muttali kılarak
rahatlatmıştır. Bu nedenle söz konusu âyetle sevinmiş, ilâhî kelâmda değişen ve
değişmeyenlerin bulunduğunu öğrenmiştir. Alîm ve Habîr olan Hak Teâlâ’nın farz
kıldığına karşı yaptığı itirazdan pişmanlık duyduğu kelâmının, karar O’ndan
çıkıp kesinleşince değil, sadece arzedildiği zamanda gerçekleştiğini
anlamıştır. Böylece müctehid imamların ictihadda bulunmalarının teşrî
kılınmasında Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalbi için bir
rahatlatma vardır. Dolayısıyla o, onlara, onlar da ona örnek olmuştur.
Müctehidlerin ictihadının kaynağı budur.
Şöyle
dedim:
İmamları hüküm çıkarmaya yönelten hususlardan biri de Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Kim, güzel bir gelenek (sünnet) başlatırsa, bunun ve bununla
amel edenlerin misli kadar ecir alır.” hadisidir. Anla!
Soru:
Birinin
müctehidin görüşünü tenkit etmesi câiz midir?
Cevap:
Müctehidin
görüşünü tenkit etmek hiç kimse için câiz değildir. Zira Şâri‘, müctehidin
hükmünü kabul etmiş ve Allah’ın bunu kabul etmesiyle şeriat hâline gelmiştir.
Müctehidi hatalı bulan kimse, bizzat Şâri‘i verdiği hüküm konusunda hatalı
bulmuş gibi olur. Bu, biliyor olmalarına rağmen dikkat çektiğimiz hususların
üzerinde durmadıkları için birçok mezhep ehlinin hataya düştüğü bir meseledir.
Şeyh, bu hususu el-Fütûhâtın “Mestler Üzerine Mesih” bâbında
zikretmiştir. Aynı eserin “el-Vesâya Bâbı”nda ise şöyle demiştir: “Herhangi bir
müctehidi tenkit etmekten, bir kısım cahil sûfîlerin yaptığı gibi, mârifet ve
sırların onlara kapalı olduğunu söylemekten sakının. Bu, imamların makamını
bilmemektir. Müctehidlerin, gayb bilgileri konusunda derin bir izleri
(el-kademü’r-râsih) vardır. Onlar, her ne kadar zanla hükmediyorlar ise de zan
da ilimdir. Onlarla keşif ehli arasında sadece yöntem farkı vardır. Resullerin
ümmetlerine hüküm koymalarına benzer bir şekilde ictihadlarıyla ümmet için
hüküm koymaları sebebiyle onlar peygamberlerin makamlarındadırlar.
369.
bâbdaki müctehidleri öven uzun sözlerden sonra şöyle demiştir: “Müctehidlerin
peygamberlerin gerçek vârisleri olduğu anlaşıldı. Zira onlar ictihad etmeleri
itibariyle nebî ve resullerin konumundadırlar. Çünkü Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), onlara ictihadla hüküm çıkarmayı mubah kılmıştır. Bu,
Şâri‘in emrinden çıkan bir teşrîdir. Dolayısıyla bütün müctehidler, ictihadla
teşrîde bulunmaları itibariyle isabet etmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerin
mâsum olmaları gibidir. Şöyle demiştir: “Müctehidlerin kendilerini vakfetmeleri
teşrîden bir pay ve bu alanda kadem-i râsıh sahibi olmaları içindir. Mahşerde
onların önüne kendi nebîlerinden başka kimse geçemeyecektir. Muhammedî
şeriatın koruyucuları olan bu ümmetin âlimleri (müctehidler), ümmetlerin safında
değil, peygamber ve resullerin safında haşredileceklerdir. Hiçbir resul yoktur
ki onun hemen yanı başında bu ümmetin müctehidlerinden biri, ikisi, üçü ya da
daha fazlası olmasın. Bu ümmetin her bir âlimi için ahkâm, makamlar ve
menzillerle ilgili ilimlerde, üstatlık pâyesi vardır. Bu durum Muhammedî
müctehidlerin imamların hâtemi (son müctehid) olan Mehdî’ye (aleyhisselâm)
kadar devam eder.”
el-Fütûhât’ın “el-Cenâiz Bâbı”nda da şöyle
demiştir: “Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Allahım, İbrahim’e salât
ettiğin gibi, Muhammed’e ve Muhammed’in âline de salât et.’ dememizi
emretmekle, âli olan ümmetinin âlimlerine salât etmemizi emretmiştir.
Böylelikle Hz. İbrâhim’in âli olan Hz. İshâk, Hz. Ya‘kûb ve Hz. Yûsuf için
teşrîden ne hâsıl oluyorsa onun misli, makamları farklılık gösterse de onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) âli olan müctehidler için ictihad etmek
sûretiyle vahiyden hâsıl olsun. Yüce Allah, Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) beklentisini gerçekleştirmiş ve müctehidlerin vahyini, ictihadda
kılmıştır. Zira müctehid, sadece Allah Teâlâ’nın ictihadında kendisine
gösterdiğiyle hükmetmektedir. Bu nedenle, Allah peygamberlere vahyettiği şeye
muhalefet etmeyi nasıl haram kıldıysa müctehide de ictihadına aykırı
davranmasını haram kılmıştır. Dolayısıyla ictihadın şeriatın bizzat kendisi
değil, onun esintilerinden bir esinti olduğu anlaşılmış oldu. Ayrıca
‘İbrâhim’in âline salât ettiğin gibi, Muhammed’in âline salât et.’ demenin
anlamı da İbrâhim’in âline teşrî ve vahiy vermek sûretiyle indindeki mertebede
onları nebî ve resul kıldığın gibi, Muhammed’in âline de rahmet et. Ümmetimin
havassını ictihadla hüküm verenlerden kılman merhametin kapsamındadır. Allah’a
hamdolsun, bu gerçekleşmiştir. Şâri‘ onların ictihad ettikleri her şeyi kabul
ederek ve şer‘î bir hüküm kılarak müctehidleri, nebîlere benzetmiştir.
161.
bâbda şöyle demiştir: Bütün müctehidlerin peygamberliğe vâris olma makamında,
el-kademü’r-râsih sahibi olduğunu bilesin. Ancak bu makamda olduklarını
bilmezler. Bu nedenle ilâhî yardımların bu makamdan ilimlerle kendilerine
akması için, birbirleriyle münazara ederler. Her biri diğerinden, vâcip, haram,
mendup ve mekruh olduğuna dair tespit ettiği delilleri getirmesini ister. Bu
makamda olduklarını nasıl bilmiyorlarsa, keşif ve müşâhede yöntemiyle kimden
destek istediklerini de bilmezler. Bunu sadece delillerin aracılığıyla
bilirler. Her müctehid şeriatın bizzat kendisinden yardım aldığı için hak
üzerindedir. Aynı şekilde Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zamanından
önce gelen her nebî de hak üzerinedir, bu yüzden onlara iman vâciptir. Böylece
bu ümmetin müctehidlerinin, teşrî konusunda peygamberlere vâris olduğu
anlaşılmış oldu. Ancak teşrîde bağımsız değillerdir. Şayet Şâri‘in şeriatından
onlara verdiği pay olmasaydı, anılan teşrîye güç yetiremezlerdi. Onların
delilleri, peygamberlerin vahyi gibidir. İctihadlarındaki farklılıklar da
resullerin şeriatlarındeki farklılık gibidir. Ancak yakînî keşif söz konusu
olmadığı için, onlar peygamberlerin arasına katılmazlar. Peygamberlerin aksine,
bazen onlardan biri bir hüküm verir, daha sonra aksinin isabetli olduğunu
anlar da onu terk eder. Oysa peygamberler ilk hükmü ancak hükmün neshine dair
Allah Teâlâ’dan kendilerine gelen yeni bir emirle terk edebilirler. Onlar bilgi
hâlinde de terk hâlinde de Şâri‘in emrine tâbidir ve ‘Allah’ın sana
gösterdikleriyle insanlar arasında hükmedesin diye.’[295] âyetinde
işaret ettiği gibi, nefislerinin görüşüyle hareket etmezler. Dâvûd’un hilâfeti
hakkında da ‘Hevâya uyma, seni Allah’ın yolundan çıkarır.’[296]
buyrulmuştur. Yüce Allah, Hz. Muhammed ve diğerlerinin hükmünü sadece Allah
Teâlâ’nın peygamberine gösterdiği ile sınırlamış ve ‘İstediğin gibi hükmet.’
dememiş, aksine Hafsa ve Âişe kıssasında olduğu gibi, yemin etmek sûretiyle
kendisine haram kıldığı şey için ‘Ey Peygamber! Eşlerini memnun etmek için,
neden Allah’ın sana helâl kıldığını kendine haram kılıyorsun?’[297]
âyetiyle, bize teşrî olması açısından onu azarlamıştır. Oysa bunların tamamı
onun mübârek nefsinin kendisine gösterdikleriydi. Dolayısıyla ‘Allah’ın sana
gösterdiği’ tâbiriyle kastedilenin ‘Kendi görüşün değil, sana vahyedilen’
şeklinde olduğu açığa çıkmış oldu. Şayet din reyle belirlenseydi, Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) reyi, bütün reylerden daha önceliklidir.”
Şeyh
Muhyiddin, 380. bâbda bunu uzatmış, sonra şöyle demiştir: Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendi reyinden dolayı itâb edildiyse, mâsum
olmayanın reyi nasıl geçerli olur? Zira mâsum olmayana hata, isabetten daha
yakındır.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Sonra şöyle demiştir: “Bu şuna
delâlet eder; Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zikrettiği
ictihaddan murad olunan ictihadın, vâki olan meseledeki hüküm hakkında delil
aramakla ilgili olmasıdır. Yoksa müctehid tarafından nâzil olana dair hüküm
koymakla ilgili değildir. Bu Allah’ın izin vermediği bir şeriat olur.”
Soru:
İctihad
[kelimesi] nereden türemiştir?
Cevap:
“Chd” kökünden
alınmıştır ve “gayret sarf etmek” anlamındadır. “Allah hiçbir kimseyi, gücünün
yetmediği (vüs’) bir şeyle yükümlü kılmaz.”248 âyeti bu anlamdadır.
Bu anlamda bazıları, usul konuları da dâhil olmak üzere, müctehid hata etse
bile ecir alacağına hükmetmişlerdir. Ancak cumhur ecri, usul olmaksızın sadece
furûda yapılan hatalara mahsus kılmışlardır. Bununla birlikte hatayı furû
[meselelere] mahsus kılmak da ictihaddan sayılmıştır. Şâri‘, ictihadla hâsıl
olan her bilgiyi ikrar etmiş ve bunu müctehid hakkında muhalefet etmesinin
haram olduğu şer‘î bir hüküm kılmıştır.
Soru:
Şâri‘in kabul
ettiği müctehidin hükmü, ondan sonra da kıyamete kadar bâki midir?
Cevap:
Evet, hiç
kimsenin onu nakzetmesi câiz değildir. İmâm Leys b. S‘ad, İmâm Mâlik’e bazı
soruları göndererek cevabını istemiştir. İmam Mâlik de ona “Ey kardeş, sen
hidâyet imamısın ve Allah’ın bu konudaki hükmü, ictihadın vardığı sonuçtur.”
şeklinde yazmıştır.
Soru:
Size göre
bütün müctehidler isabet etmişse “Hâkim ictihad edip hata ettiğinde bir ecir,
isabet ettiğinde ise iki ecir alır.” hadisinin anlamı nedir?
Cevap:
Bu hadiste
kastedilen hata, müctehidin ilgili meselede Kitap ve Sünnet’te bulunan delile
tesadüf etmemesidir. Bu, bir tek ecirdir ve araştırmanın ecridir. Şayet delili
bulsaydı, araştırma ve delile tesadüfetme ecri olmak üzere iki ecri olurdu. İbn
Hazm ez-Zâhirî ve başkaları bu şekilde cevaplandırmışlardır.
Şeyh
Muhyiddin, el-Fütûhâtta Küsûf Namazı bağlamında şöyle demiştir
“Müctehidin hata etmesinin geceleyin meydana gelen güneş tutulmasının yahut
gündüz vâki olan ay tutulmasının mesabesinde olduğunu bilmelisin. Fakat bunlara
itibar edilmez. [Yani bunların hakikatlerinde bir başkalaşma olmaz bu
insanların gözüne çarpan bir başkalaşmadır.] Müctehidin hükümde hata etmesi
durumunda da herhangi bir günah söz konusu değildir. Bu nedenle müctehid her
hâlükârda sevap kazanmaktadır. Zira müctehidin hatasıyla kastedilen, akla hemen
geldiği üzere hatasının, hükmün kendisi ile ilgili olmasıdır. Ancak İbn Hazm
ez-Zâhirî’nin müctehidlerin hükümdeki hatasının doğru olmadığına dair görüşü,
hükümle ilgili hatası doğru olduğu takdirde bunun şeriattan çıkması nedeniyledir.
Şeriattan çıkınca da ecir olmaz. Anla!
Soru:
İctihad sadece
ümmet-i Muhammed’e mi hastır yoksa hem onlar hem de başkaları için mi
geçerlidir? Ayrıca bu ictihad kıyamete kadar bâki midir?
Cevap:
Şeyh’in el-Fütûhât’ta
açıkça belirttiği gibi bu ümmete hastır ve kıyamette Mehdî (aleyhisselâm)
çıkıncaya kadar da devam edecektir. Ona da müctehid ecri vardır. Şeyh Muhyiddin
el-Fütûhât’m “Kitabü’l-Cenâiz” bâbında, müridin mutlak ictihad
mertebesine ulaştığında, şeyhinin delilinin onun delilinden daha açık olmasının
dışında, şeyhinin görüşüne müracat etmesinin haram olduğunu söylemiştir.
Soru:
Müctehidin
teşrîde bulunduğu şeyi sünnet olarak isimlendirmek mi evlâdır, yoksa bid‘at-ı
hasene olarak isimlendirmek mi?
Cevap:
Evlâ olan,
güzel bir sünnet (sünnetün hasene) olarak isimlendirmektir. Ömer b. Hattâb’ın
terâvihle ilgili olarak “ne güzel bid‘attır” şeklindeki ifadesi, bununla
çelişmez. Onun bu ifadesi, övgüdür. Bu nedenle “hasene” denilmiştir.
Soru:
İctihadın bu
ümmete has olduğuna dair görüşünüz ile “(kendiliklerinden) icat ettikleri
ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızâsını kazanmak
için onu kendileri icat etmişlerdi. Ama buna hakkıyla riayet etmediler.”249
âyeti uyuşmamaktadır. Sanki bizden önceki ümmetlerde de ictihadın bulunduğunu
açıkça belirtmektedir. Zira Allah bununla kullarını rahatlatmaktadır ve bu da
umum olmasını gerektirir.
Cevap:
Diğer
ümmetlerin ictihadı, peygamberleri bizim peygamberimizin aksine bunu onlar
için kararlaştırmadığından, bizim ictihadımız gibi değildir. O (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), bunu bizim için kararlaştırmış ve bu nedenle bizim
ictihadımız onun şeriatı kapsamına girmiştir. Onların ictihadı bizim
ictihadımızın aksine aklî kanunlar mesâbesinde olduğu için, birbirine benzememektedir.
Bazıları “Bizim ictihadımızla önceki ümmetlerin ictihadı arasında fark yoktur.”
demişlerdir. Zira onlar da söz konusu ruhbanlığı, ictihadla icat etmişler ve
bununla şeriatlarının delillerinin gerektirdiği genel ya da özel bir maslahatı
talep etmişlerdir. Hak Teâlâ’nın buna gerçekten riayet edenleri övmesi de bunu
desteklemektedir. Bunu insanlar için değil, sadece kendileri için teşrî
ettikleri hâlde, iyi niyet ve kasıttan dolayı övülmüşlerdir. Şöyle demiştir:
“Buna göre âyette takdim ve tehir vardır. Bunun takdiri şudur: Sadece Allah’ın
rızâsını isteyerek buna tam anlamıyla riayet etmişlerdir. Bu durumda başka bir
şey için değil, sadece icat ettiklerine riayetleri az olduğu için
zemmedilmişlerdir.” Şeyh Muhyiddin buna benzer şeyleri, 198. bâbda da
zikretmiştir. Araştır ve değerlendir.
Soru:
Ümmetin
âlimlerinden herhangi bir müctehidi taklit edenin hükmü nedir? Bununla
peygamberlerin vârisi sayılır mı yoksa sadece ilgili müctehidin vârisi mi olur?
Cevap:
Bu kimse,
sadece taklit ettiği müctehidin vârisidir. Bununla beraber o da Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbilerinden sayılır. Çünkü bu da
onun şeriatı kapsamındadır. Burada kastettiğimiz, Şâri‘in herhangi bir şey
söylemediği konulardadır. Şayet bir nas varsa, ictihada yer yoktur. Zira Şâri‘
bir şeyin haram, vâcip, müstehap ya da mekruh olduğuna dair hüküm vermişse,
hiç kimse buna muhalefete yol bulamaz. Sadece dinleyip itaat etme ve teslim
olma söz konusu olur. Şayet bir müctehidin ictihadıyla nasa muhalefet etmesi
varsayılacak olursa onun sözüyle amel etmek bize haram kılınmıştır. Hz. Ali’nin
Hz. Fâtıma’nın üzerine Ebû Cehil’in kızıyla evlilik hikâyesinde Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ne dediğini düşün! “Fâtıma benim bir parçamdır,
onu üzen beni de üzer, onu sevindiren beni de sevindirir. Ben Allah’ın haram
kıldığını helâl, O’nun helâl kıldığını da haram kılamam. Ancak Ali b. Ebû Tâlib
bunu istiyorsa, benim kızımı boşar. Allah’a yemin ederim ki Allah düşmanının
kızı ile Allah Resulü’nün kızı bir adamın nikâhı altında asla bir araya
gelmez.”[298]
Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu ilâhî yönü bildiği için, sadece haram olanın
haram, helâl olanın da helâl olarak kalmasını istemiştir. Dolayısıyla kendisi
için bu helâl olduğundan dolayı, Hz. Ali’ye Ebû Cehil’in kızıyla evlenmeyi haram
kılmamıştır. Aksine “Şayet Ebû Tâlib’in oğlu bunu istiyorsa...” şeklinde
söylemiştir. Ebû Tâlib’in oğlu da bundan vazgeçmiştir. Şayet bir müctehidin
içtihadıyla haram veya helâl belirlenecek olsaydı, buna en çok hakkı olan Hz.
Peygamberdir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Tam olan keşif ve genel hüküm
sahibi olduğu hâlde bunu yapmamıştır. Şeyh, bunu el-Fütûhât’ın 202.
bâbında zikretmiştir.
Soru:
“Âlimler
nebîlerin vârisidir.” hadisiyle kastedilen velîler midir, fakihler midir?
Cevap:
Bu kimselerden
kasıt, miras [yoluyla gelen] “hâl ile kâl”i birleştirdikleri için ilmiyle amel
eden âlimlerdir. Geçmiş zamanda selef ulemâsı da [bu vasıf] üzeredir. Sûfîliğin
hakikati, ilimleriyle amel eden ve ahlâk konusunda da Resûlullah’a (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) tâbi olan âlimlerdir. İnsanların çoğu amel etmeyi bırakınca,
insanlar onları sûfî değil de fakih olarak isimlendirmişlerdir. [Hadiste Hz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)] “Peygamberlerin vârisi” demiş,
“Hususi bir peygamberin vârisi” dememiştir. Zira her âlim, Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) önce gelen bir peygamberin izindedir. Hz.
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vâris olan kimse, peygamberlerin
tümünün mirasından daha üstün pay sahibidir. Bunun delili “Sonra biz o kitabı
kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed’in ümmetine) miras olarak
verdik.”251 âyetidir. Burada, mirasın iki kısım olduğunu zikretmiş
ve üçüncü bir kısım eklemiştir ki bu da nefsine zulmedendir. Bununla
kastedilen, dinin maslahatından dolayı ve sevap isteyerek kendine zulmedendir.
Allah Teâlâ’nın vâcip kılmadığı güç teklifleri, âhirette saadete ermek için
nefsine yüklemiştir. Bu, Ebû Derdâ ve benzerleri gibi iftar etmeden oruç tutan,
uyumadan gece namazı kılan ve ruhsatları bırakıp azîmetlere sarılan kimselerin
hâlidir. Bil ki şeriat bu üçüncü kısmı da kapsamaktadır. Zira Şâri‘ bu fiili
gerçekleştiren kimseden [amelini] kabul etmiştir. Her ne kadar “Nefsinin de
senin üzerinde bir hakkı vardır (.)” hadisinin işaret ettiği üzere bundan daha
kâmil bir makamın olsa da durum böyledir.
Âyette zikredilen kimse, sadece
Allah’ırazı etmek istediği için nefsine zulmetmiştir. Yaptığı amelleri,
rubûbiyyetin üzerindeki hakları bakımından küçük görmüştür. Aynı şekilde günah
işleyerek nefsine zulmeden kimse de İslâm üzere vefat ettiği takdirde, şeriatın
kapsamındadır. Zira kâfirlere 5 nispetle
seçilenlerin arasında değerlendirilmektedir. Şöyle deriz: “Hasseten seçilenler
ve genel olarak (umum) seçilenler.” Anla!
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle
dediğini işittim: “Sûfîlerin aksine, müctehidlerin verasetleri onun şeraitini
öğretmek ve bununla fetvâ vermek şeklinde olduğu için peygamberlere verasetleri
en kâmil olanlar, müctehid10 lerdir. [Sûfiler ise]
daha çok bâtınî ahlâkı öğretenlerdir.
Yine onun “Şâri‘in hakiki vârisi,
kendisine ictihadının sevk ettiği her şeyle amel etmeyi emretmesi sebebiyle,
mutlak müctehiddir.”
Yine onun “Her ne kadar ictihadın
başlangıcı zan ise de nihayeti, ilmü’l-yakîn, aynü’l-yakîn ya da
hakkul-yakîndir.” dediğini işittim.
15 Soru: Bu
üç ilmin hakikati nedir?
Cevap: İlmü’l-yakîn’in
hakikati, sahih delilin hiçbir şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak bir şekilde
kendisine [bilgi] vermesidir. Aynü’l-yakîn’in hakikati, keşif ve müşahedenin
kendisine [bilgi] vermesidir. Hakkü’l-yakîn’in hakikati ise, müşâhede edilen
durumun bâtını hakkında 20 kalpte hâsıl olan her
şeydir. İlmü’l-yakîn’in örneği, kulun Allah Teâlâ’nın Mekke denilen bir beldede
Kâbe diye bir evinin olduğunu, insanların onu her sene hac ve tavaf ettiğini
bilmesidir. Kul Kâbe’ye ulaşıp onu müşâhede ettiğinde, müşâhededen önce
ilmü’l-yakîn olan, aynü’l-yakîn olur. Zira nefiste görmeden önce bulunmayan bir
zevk görülmekle hâsıl olur. 25 Daha sonra
Allah Teâlâ bu kulun basîret gözünü açıp, bu evin Allah’a izâfe edilme yönünü
ve onu diğer evlerden ayıran hususiyeti, Allah Teâlâ’nın kendisine
bildirmesiyle anladığı zaman, ilmi hakkü’l-yakîn olur. Ancak bu, onun ictihad
ve akıl yürütmesiyle değildir. Hakkü’l-yakîn, bunun kalbe yerleşmesinin
gerçekleşmesidir. Artık başka bir delille yok olması mümkün 30
değildir.
İlmü’l-yakîn ve aynü’l-yakîn olan her şey için istikrar gerçekleşmez. Yoksa
peygamberlerin yakîni nerde, ümmetin yakîni nerde! Su istikrar bulduğu zaman
“Su havuza yerleşti.” denir.
Soru: Sebeplerden
yana bir sıkıntının olması, ilmü’l-yakîn’i bozar mı?
Cevap: Şayet
sıkıntı Allah’ı bırakıp sebepler üzerinde durmaktan kaynaklanıyorsa bu
ilmü’l-yakîni bozar. Şayet nefis, bu sıkıntıyı çözmek için sebeplere değil de
Allah’a yönelirse Hak Teâlâ’nın fâil olduğuna inandığı 5
için,
bu onun ilmini bozmaz. Dilerse bu sıkıntıyı sebeplerle izâle eder.
Yani onlarda izâle eder. Dilerse başka
bir şeyle de izâle edebilir. Dolayısıyla yakînin müteallıkı sebepler değil de
ilâhî mertebeye güvenmek olur. Şeyh bunu 122. bâbda zikretmiştir. Bu açıklamayla
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şafiî, Süfyânî, Evzâî, Dâvûd ve müslümanların diğer imamları10
nın,
Rablerinden bir hidâyet üzere olduklarını görmüş oldun. İmamların
mezheplerinin tümü Kitap ve Sünnet’ten dokunmuştur, ipi ve atkısı onlardandır.
Bu durumda ya keşif ve yakîn ile ya nazar ve istidlal ile ya da edep ve
teslimiyet yöntemiyle müslümanların diğer imamlarının da Rablerinden bir
hidâyet üzere olduklarına inanman gerekir. Bu itikadı 15
terk
etmen hususunda senin için geriye hiçbir mazeret kalmamıştır. Bazı insanlar
bunu kalpleriyle değil, sadece dilleriyle söylerler. Bunun dayanağı şudur:
Mezhep imamının dışında birisinin sözüyle bir ameli yapmak zorunda kaldığı
zaman, sanki dinden çıkmış gibi, bir darlık ve sıkıntı içine girer. Bu durumda
müslümanların diğer imamlarının da Rablerinden 20 bir
hidâyet üzere olduklarına inandığına dair iddiası nerede kaldı? Kim ruhsat
olanı şartlarına uygun olarak yaparsa, bu hususta da Rabb’den bir hidâyet
üzeredir. Ancak genel olarak müslümanların diğer imamlarının Rablerinden bir
hidâyet üzere olduklarına dair itikada, kesin ve yakîn derecesinde ulaşamaz.
Ancak sûfîlerin yoluna girip müctehidlerin destek 25
aldığı
kaynağa ulaşacak kadar, onların menzillerini katedenler buna inanır. Bütün
müctehidlerin mezheplerinin geçerli olduğuna dair, Mevlânâ Ebu’l-Abbâs
el-Hızır’dan (aleyhisselâm) öğrendiğim büyük bir mîzan (ölçü) belirledim.[299]
Dileyen ona müracaat etsin. Allah alîm ve hakîmdir.
Evliyanın
Kerametinin Kitap ve Sünnet’e Uygun Amel Etmenin Neticesi Olması Hasebiyle Hak
Olduğu, Bunun Mûcizenin Bir Fer‘i Olduğu, Hâli Olmayanın Kerametinin de
Olmayacağı, İlim, Mârifet, Esrâr, Letâif, Mücâhede ve İbadetlerde Hârikulâde
Olmayan Kimse İçin Hârikulâdeliğin Söz Konusu Olmadığı Hakkındadır
Mûcizeler Mebhasi’nde, evliyânın
kerametinin sabit ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat arasında şâyi olduğu geçti.
Kendilerinde keramet zuhûr etmediği için, Mu‘tezile’nin çoğunluğu bunu inkâr
etmiştir. Mu‘tezile’nin bu tavrı, anılan mebhasta genişçe yer verildiği üzere,
onların ehl-i bid‘at olduklarının en kesin delilidir. Mu‘tezile’nin mûcizeyi
inkar etmedeki şüphelerinden biri de şayet kerametin evliyânın elinde meydana
gelmesini câiz görürsek, insanlar bununla mûcizeyi birbirinden şeklindeki
ifadeleridir.
Bunun cevabı şudur: Ayırırlar.
Zira mûcize, kerametin aksine nübüvvet iddiası vaktinde ortaya çıkar.
Kerametin sahibi bununla meydan okumaz. Şayet kerameti iddia vaktinde ortaya
koyarsa şa‘beze (göz boyama) olur. Ayrıca bu inkâr, Hz. Meryem’in ve Belkıs’ın
tahtının taşınması kerameti gibi Kitap ve Sünnet’le sabit olan olayları inkâra
götürmektedir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ra) şöyle demektedir “Keramet ile
mûcize arasındaki farklardan biri, mûcizenin sahibinin istidrâcdan emin
olmasıdır. Kerametin sahibi ise, durumunun Bel‘am b. Bâûrâ gibi olmasından emin
değildir.” Ayrıca “Mu‘tezile fiilin sadece hârikulâde olması nedeniyle mûcize
olduğunu düşündüğü için kerameti inkâr etmiştir. Aslında böyle değildir.
Aksine hârikulâdeliğin nübüvvet iddiası ve peygamberin davetiyle birlikte
olması gerekir. Kıyâmette meydana gelecek olayların mûcize olmadığı hâlde
olağanüstü olduklarına, baksana!” demiştir.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) şöyle
dediğini işittim: Kâmil olanlar, kerametin ellerinde meydana gelmesinden korkar
ve bunun istidrâc olma ihtimalinden dolayı korku ve panikleri artar.
Peygamberlerin mûcizesi ise, istidrâcın meydana gelmesinden mâsum oldukları
için, onların kalplerini daha da sabit kılar.
Peygamberler, mûcizeyi müşriklere
karşı delil olarak getirirler, evliyâlar ise kerametle nefislerinin ıslahı ve
tatmin olması için kendilerine delil getirirler. Sûfîler, çokça ibadet ve
mücâhede ile hârikulâdelik gösterenlerin, dilediği zaman hârikulâdelik
yaşaması gerektiği konusunda icmâ 5 etmişlerdir.
Şeyh Îz b. Abdüsselâm (ra) şöyle derdi: “Sûfîlerin yollarının sahih olduğunun
ve amellerinde ihlâslı olduklarının en güçlü delili onların elinde zuhûr eden
keramet ve hârikulâdeliklerdir.” Daha sonra “Hârikulâde fiiller olması
hasebiyle kerametlerin vuku bulmasının en kuvvetli delillerinden biri şudur:
Nübüvvetin kapısının kapanmasına 10 sebep
olmuyorsa evliyânın elinde zuhûr etmesi câizdir. Nil’in Ömer b. Hattâb’ın (ra)
yazısıyla akması ve onun Medine-i Müşerrefe’de minberdeyken, Acem
Nihâvend’inde cephede bulunan orduyu görmesi ve komutanına ‘Ya Sâriye dağa
dikkat et!’ diyerek, düşmanın dağın ardında kurduğu tuzağa dikkat çekmesi
gibi. Bunda iki keramet vardır: Bi15 rincisi
mesafenin uzaklığına rağmen, Sâriye’yi görmesi; ikincisi ise Sâriye’ye aynı
şekilde sözlerini işittirmesidir. Hâlid b. Velîd’in kendisine zarar vermeden
zehir içmesi, asânın yılana dönüşmesi, ölülerin Allah’ın izniyle dirilmesi ve
benzeri olağanüstülükler buna örnektir.” demiştir. Ebû Îshâk el-Kuşeyrî (rh.a)
“Babasız olarak bir çocuk meydana getir20 me
veya bir cansız nesnenin canlı bir varlığa (behîme) dönüşmesine varıncaya kadar
her şey mümkündür.” demiştir. Îbnü’s-Sübkî ise “Bu, haktır, bunu başka birinin
‘Peygamber için mûcize olan her şeyin velî için de keramet olması mümkündür.’
sözü tahsis eder. Yani tahaddinin dışında ikisi arasında herhangi bir fark
yoktur.” demiştir. Mûcizeler 25 Mebhasi’nde,
“Peygamber için mûcize olan bir şeyin velî için keramet olması câizdir.”
şeklindeki ifadeye; “Velînin kerameti, şeriata bağlı kalmadan bağımsız olması
hâlinde değil, tâbi olma hükmüyle meydana geldiği zamandır ve peygamber
herhangi bir mûcizesi için, bu mûcizenin kendisinden sonra hiç kimse için
gerçekleşmeyeceğini bildirmiş30 se, bu durumda
onun bir keramet olarak zuhûru mümkün değildir.” kaydı konulmuştur. Özet olarak
sâlihlerle sıdk ile muâşerette bulunan ve onlara karışan herkes, onların
kerametlerini görebilir ve onların bu anlamda doğruluklarını müşâhede edebilir.
Soru: Kişinin
başkasının elinde gerçekleşen keramete inanması gerektiği gibi kendi elinde
gerçekleşen keramete de inanması gerekir mi?
Cevap: Evet,
Yâfi‘î’nin (rh.a) açıkça belirttiği gibi, kendi elinde veya başkası elinde
meydana gelmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Soru: Velînin
kendisini ve arkadaşlarını hâl ve keramet ile koruması müstehap mıdır?
Cevap: Evet,
efendim Îbrâhim el-Metbûlî’nin (ra) “Bu, makam açısından noksanlık ise de
öğretme açısından kemâldir.” ifadesiyle açıkça belirttiği gibi, onun için
müstehaptır.
Soru: Babası
bilinmeyen yabancı bir adam, kendisinin Âdem (aleyhisselâm) gibi topraktan
yaratıldığını iddia ederse onu tasdik etmemiz gerekir mi?
Cevap: Evet,
tasdik ederiz. Zira iddiasının nihaî noktası olası bir şeyi iddia etmektir ki
ne [böyle bir hadisenin] meydana gelmesini nefyeden bir bilgi bize ulaşmıştır
ne de bu hadise Hz. Âdem’e (aleyhisselâm) has bir durumdur. Bazıları böyle
cevap vermişlerdir. Değerlendir!
Soru: Kerametler,
sihre benzemektedir. Îkisi arasındaki fark nedir?
Cevap: Şeyh
Yâfi‘î (rh.a) ve diğer muhakkiklerin zikrettiği üzere, “Îkisi arasındaki fark;
sihrin şeriat ve peygambere tâbi olmayan fâsık, zındık ve kâfirlerin elinde
meydana gelmesi, kerametin ise şeriata son derece tâbi olan kimsenin elinde
meydana gelmesidir. Bu durum ikisini birbirinden ayırmaktadır.” Yâfi‘î şöyle
demiştir: “Kerametleri inkâr konusunda insanlar kısımlara ayrılırlar.
Bunlardan bir kısmı kerameti mutlak olarak inkâr ederler ki bunlar meşhur
mezhebin mensuplarıdır. Bir kısmı geçmişteki kerametleri tasdik eder, ancak
kendi zamanlarındakileri inkâr ederler. Bunlar Hz. Mûsâ’yı görmedikleri hâlde
tasdik eden, Hz. Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ise gördükleri hâlde
haset ve düşmanlık yaparak inkâr eden Îsrâiloğullarına benzerler. Bazılarıysa
kendi dönemlerinde Allah’ın velî kullarının olduğunu kabul eder, ancak belirli
herhangi bir kimseyi velî olarak kabul etmez. Bunlar kendi dönemindeki bütün
desteklerden mahrumdur. Bazıları da kendi dönemlerindeki bir velînin havada
bağdaş kurup oturduğunu görse ‘Bu velâyet değil, cinleri istihdam etmektir.’
der.”
Yâfi‘î bunu uzunca
anlatmış, sonra şöyle demiştir: “Özet olarak hiç kimsenin velîlerin
kerametlerine iman konusunda tereddüt etmemesi gerekir. Zira bu, aklen câizdir,
nakil açısından da vuku bulmuştur. Îlâhî kudret için imkânsız olmayan mümkünler
kapsamında olduğu için aklen câizdir. Bu 5 nedenle
ehl-i sünnet ve’l-cemaate mensup şeyh, ârif, ehl-i nazar, usulcü, fakih ve
muhaddisler (ra) bu görüşü benimsemişlerdir. Naklen meydana geldiğine dair
delillerden biri de Meryem (aleyhisselâm) kıssasıdır ‘Zekeriyyâ onun bulunduğu
yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur.’[300]
Yine ‘(Şu) hurma ağacını da kendine doğru silkele ki üzerine taze, 10 olgun hurma dökülsün.’[301]
âyeti de böyledir. Oysa yaş hurma zamanı değil
di. Ashâb-ı Kehf’in beraberindeki
köpeğin konuşması, Âsaf b. Berhiyâ’nın Hz. Süleyman’la (aleyhisselâm) kıssası
ve Belkıs’ın tahtını göz açıp yumuncaya kadar getirmesi de bu cümledendir.
Bunların hiçbiri peygamber değildi. Yine rahip Cüreyc’le ilgili olarak
kendisine ‘Baban kimdir?’ diye sorulduğunda;
15 ‘Falan
çobandır.’ diyen çocuk da bu kapsamdadır. Mağarada yaptıkları sâlih amellerle
Allah’a (cc) dua eden üç arkadaşın kıssası da böyledir. Böylece büyük bir
topluluğun mağaranın ağzından oynatamayacağı kaya onlara çıkış açmıştır. Sahibi
tarafından kendisine yük yüklenen ineğin ‘Ben bunun için değil, çift için
yaratıldım.’ demesi de böyledir. Hz. Ebû Bekir’in 20
(ra)
misafiriyle beraber yemek yerken, her bir lokma yediğinde, tabağının altından
tekrar çoğalması ve misafirler doyduktan sonra bile öncekinden üç kat daha
fazla kalması da böyledir. Sa‘d b. Ebû Vakkâs’ın, kendisini yalanlayan adama
yaptığı bedduanın kabul edilmesi ve Sahihaynda geçtiği gibi ‘Sa‘d’ın
duası bana isabet etti.’ demesi de böyledir. Ebû Nuaym’in 25 el-Hilyede
naklettiği ve Avn b. Abdullah b. Utbe’nin güneşin altında yat
tığında bulutun onu gölgelemesi de
böyledir. Buhârî’nin hadisinde Hubeyb kıssasında geçen ve onun demirlerle
bağlanmış bir esirken, Mekke’de üzümün bulunmadığı bir zamanda, yanında üzüm
bulmaları da böyledir. Sahih’te nakledildiği üzere, bulutun içinden bir
sesin ‘Falanın bahçesini 30 sula’ dediğini işiten
adamın hikâyesi de böyledir. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) savaşa
gönderdiği Alâ b. el-Hadramî’nin kıssası da böyledir. Ordusuyla düşmanı
arasına bir deniz parçası girmiş, o da Allah Teâlâ’ya dua etmiş ve tamamı at ve
diğer hayvanlarıyla birlikte suyun üzerinde yürümüşlerdir.
Selmân el-Fârisî ve Ebu’d-Derdâ’nın
[yemek] yediği tabağın tespih etmesi ve orada bulunanların da bu tespihi
işittiğine dair hikâye de böyledir. Bu ve öncekileri Hâfız Ebû Nuaym ve daha
başkaları nakletmişlerdir.”
Îmrân b. Husayn’ın meleklerin
kendisini selâmlamasını işitmesi, Ebû Nuaym’ın Abdullah b. Şakîk’ten naklettiği
ve üzerinden bir bulut geçtiği zaman “Bize yağmur yağdırmazsan Allah’a yemin
olsun” demesi ve derhal yağmurun yağması da buna örnektir. Şu örnekler de bu
kapsamdadır: Amir b. Kays’ın atiyyesi verildiğinde, onu sinesine koyar ve yola
koyulur ve evine varıncaya kadar ondan alır insanlara verirdi. Sonrasında ise
atiyyesinden hiçbir şey eksilmediğini görürdü. Haccâc’a Abdurrahman b. Ebû
Nuaym’ın hiçbir şey yemeden, içmeden on beş gün beklediği haberi ulaştığında,
Haccâc onu on beş gün hapsetmiş ve kapıyı açtığında onu ayakta ve hapse girdiği
abdestle namaz kılarken görmüştür. Sahâbî olan Hârise b. Nu‘mân’ın ailesi
herhangi bir şeye ihtiyaç duyduğunda, daha önce serginin altında hiçbir şey
olmadığı hâlde, onlara “Sergiyi kaldırın, ihtiyacınızı görürsünüz.” demiş,
onlar da kaldırdıklarında istediklerini bulmuşlardır. Özetle seleften olan
sahâbe, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerden kerametlerin çokluğu yaygınlık
derecesine ulaşmıştır.
Îmâm Ahmed b. Hanbel’e (ra) “Neden
sahâbe sonrakilerde olduğu gibi, kerametinin çokluğu ile meşhur olmamıştır?”
diye sorulmuş, o da “Sahâbenin imanı, kendilerinden sonrakilerin aksine, çok
kuvvetli olduğu için kerametleri çokça olmamıştır. Bir toplumun imanı
zayıfladıkça onların zamanındaki velîlerin kerameti de aralarındaki zayıfların
yakînini takviye etmek için artar.” Bunu, Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin (ra) şu
sözü destekler: “Hz. Meryem’e imanını takviye ve yakînini tamamlamak için bir
sebebe bağlı olmadan başlangıçta harîkulâdeliklerin verildiğini kaydetmektedir:
“Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni)
bir rızık bulur.”[302]
Îman ve yakîni kuvvetlenince, bunların üzerinde durmadığı için, sebeplere
dönerek “(Şu) hurma ağacını da kendine doğru silkele ki üzerine taze, olgun
hurma dökülsün.”[303]
denilmiştir.
Soru: Hak
Teâlâ, sürekli bir şekilde yaratıcı olmaya devam etmekte ve peş peşe oluşumlar
icat etmekte ise, harîkulâdelik yoktur, belki yeni bir yaratma (halk-ı cedîd)
söz konusu olabilir.
Cevap: Şeyh’in
360. bâbda dediği gibi, evet, böyledir. Keşif ehli olan muhakkiklerden de şunu
nakletmiştir. Lafzen şöyledir: “Muhakkiklere göre delinecek âdetler*
asla
söz konusu değildir. Bu, varlıkları yaratmadır. Hakikatte varlıkta tekrar
olmadığı için hârikuladelik yoktur, aslında âdet de yoktur. Bu sadece avamın
gözündeki hârikulâdeliktir. Yüce Allah ‘Onlar yeni yaratmadan habersizdirler.’[304]
âyetiyle buna işaret etmektedir. Yani zât açısından değil, sıfatlar açısından
böyledir, anla!” 352. bâbda ise şöyle demiştir: “Velîlerin büyükleri,
hârikulâdelik halindeki varlıklarını âdetin kendisindeki gibi müşâhede ederler.
İnsanlar sebeplere baktıkları için hârikulâde olduğunu müşâhede etmektedir. Bu
nedenle bunlarla genel şeylerin arasını ayıramamaktadırlar. Zâhire bakan ve
hârikulâdeliği benimseyen kimselerin bu makamda herhangi bir koku almaları söz
konusu değildir. Çünkü bunlar, anladıkları hâlde sebepleri dikkate
almaktadırlar. Çünkü sebepler onlardan kalkmamıştır bilakis onlardan
gizlenmiştir. Çünkü zâhirdeki hârikulâdeliğe sahip kimse için duyusal bir
hareket gerekir. Bu hareket istenilen şeyin sebebi olur. Altın veya şekeri ya da
başka bir şeyi eliyle havada tutar veya avuçlar. Bu hadise bir sebepten, elini
açması ve kapaması ile ilgili bir hareketten ötürü gerçekleşmiştir. Ancak
alışılmadık olduğu için buna hârikulâde demişlerdir.
Soru: Her
velînin kerameti, peygamberlerden, vâris olduğu peygamberin mûcizesine mi
tâbidir yoksa verasetle bir ilgisi yok mudur?
Cevap: Her
bir velînin kerameti, kesinlikle o velînin vârisi olduğu peygamberin
mûcizesine tâbidir. Bu nedenle bu ümmetin havassı hava üzerinde, Hz. Îsâ’nın
kavminin havassı ise su üzerinde yürümektedir. Hiçbir vâris, mûrisinin
kerametini aşamaz. Ayrıca Hz. Îsâ (aleyhisselâm), bu ümmetin havada yürüyen
havassından kıyaslanamayacak ölçüde daha kuvvetli bir yakîne sahip olmasına
rağmen nasıl Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun için “Eğer
yakîni artsaydı havada yürürdü.” şeklinde beyanda bulunmuştur, denemez.
Çünkü biz, bu ümmetin havassının
havada yürümesinin peygamberlerine tâbi olma hükmüyle gerçekleştiğini
söylüyoruz zira o geceleyin havada taşınarak yürütülmüştü (Îsrâ hadisesi).
Binâenaleyh bu ümmetin havassının havada yürümesi, Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm)
yakîninden daha fazla yakîne sahip olmalarıyla ilgili değildir. Aksine Hz.
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbi olmanın sadakatinden
kaynaklanmaktadır. Biz, kendilerine tahsis edilen hârikulâdelik konusunda,
peygamberlerle birlikteyiz ve sadece tâbi olmanın sadakati açısından onlara
vârisiz. Ümerâdan olan üstatlarının ayakkabılarını taşıyan görevlilerin,
üstatlarıyla birlikte sultanların katına girdiğini diğer emirlerin ise,
kendilerine giriş izin verilinceye kadar kapıda beklediklerini görmez misin?
Oysa sultanın katında emirlerin, görevlilerden daha yüksek bir makamda olduğu
bilinmektedir. Dolayısıyla görevliler, emirlerden daha şerefli oldukları için
değil, üstatlarına tâbi olma hükmüyle [sultanın huzuruna] girmişlerdir. Şeyh,
bunları el-Fütûhât’ın 36. bâbında zikretmiştir.[305]
Soru: Mebhasin
başlığında [geçen] “Kerametler mûcizelerin bir fer’idir” şeklindeki sözünüzün
anlamı nedir?
Cevap: Kastımız,
bunun nebevî hâlin bir fer’i olmasıdır. Sahih hâl sahibi olmayan hiçbir
velînin kerameti olmaz. Hâl ise hiçbir çaba ve çağrı olmadan kalpte gerçekleşen
durumdur. Bunun alâmetlerinden biri de sahibinin sıfatlarının değişmesidir.
Bu, kesbîlikten daha çok vehbîliğe yakındır. Bu nedenle Îfrikiyyedeki bazı
gruplarda olduğu gibi, hâl sahibi himmetle öldürür, azleder ve başa getirir.
Soru: Bu
hâl, sadece müslümanlara mı hastır?
Cevap: Evet,
bu sadece ehl-i İslâm’a hastır. Şayet bazı müşriklerin havada yürüdüğü ya da
himmetle öldürdüğü vâki olsa da bunlar ehlullahın hâlinin aksine bilinen
ölçülerde ilaçlar kullanılmasıyla olmaktadır ve böylece bunlarla istediklerini
yapmaktadırlar. Îki hâl arasındaki fark, ehlullahta kâfirlerin aksine [sâlih
amel ve] şeriata göre yaşama konusunda mübalağa etmenin bir neticesi olarak bu
hâlin meydana gelmesidir. Onların hâllerinin hükmü, müshil ilacı içen kimsenin
hâli gibidir. Dolayısıyla [kafirlerde hâsıl olan] bu durum, Allah (cc)
katındaki konumundan dolayı değil, o özellik itibariyle belirlenmiştir. Bu
nedenle sadece şeriata uyan kimsenin elinde meydana gelen hârikulâdeliklere
keramet denir.
Soru: Bazı
velîlerde meydana gelen himmetle öldürme, yönetime getirme ve azletme, onların
kemâlinden midir yoksa bu bir eksiklik midir?
Cevap: Kendilerinden
üstün olan makamlara nispetle bir eksikliktir. Şeyh Ebu’s-Su‘ûd b. Şibl’e
varlıkta tasarruf makamı verilmiş ancak o bunu terk etmiş ve “Biz Hak Teâlâ’ya
bizim için tasarrufta bulunmayı bırakan bir topluluğuz.” demiştir. Şeyh Abdülkâdir
el-Geylânî’nin talebesi olduğu hâlde ondan daha kâmildi. Şeyh 192. bâbda böyle
zikretmiştir. Ayrıca kâmil olan kimse, varlıkta hakir hiçbir şey görmez ki onda
tasarrufta bulunsun yahut himmetini tenfîz/icrâ etsin. Himmetin
gerçekleşmesinin şartlarından biri de hakirin üzerinde olmasıdır. Hâl sahibi
olan kimse kendisini büyük başkasını ise hakir görür. Onun bu zelil durumunu
kalbinde toplar sonra kalbiyle ona yönelir ve o kimseye öldürme, hastalık ve
benzeri durumlarla tesir eder.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle
dediğini işittim: “Evliyânın kâmil olanı, Allah Teâlâ’nın onun için olan
fiiliyle yetinerek tasarruf ve tedbirde bulunmadan vefat edendir. İnsanlar,
hayatta iken onun malını, vefatından sonra da onun örtüsü ve ışığını (mum)
çalmaktadırlar. Eksik olan velînin aksine hiçbirine kötülükle karşılık vermez.
Kendisine karşı gelenlere karşılık vermek, cimriliğin onda devam ettiğinin
alâmetidir. Oysa kâmil olmanın bir şartı da hem ölüyken hem de hayattayken
cömert olmasıdır.”
Soru: Mûcize
ile keramet arasındaki fark nedir?
Cevap: Aralarındaki
fark şudur: Kavminin imanı mûcizelere bağlı olduğunda peygamberlerin
[nübüvvet] iddiaları için mûcize izhar etmesi vâciptir. Velîde ise durum bunun
aksidir, ona vâcip olan mûcizeyi setretmesidir. Bu, [sûfîler] topluluğu
tarafından üzerinde ittifak edilen bir husustur. Velî ise tâbidir. Tâbi olan
teşrîde bulunmaz, daha önce peygamberinin elinde sabit olan ve ikrar edilen bir
şeriata davet eder. Dolayısıyla insanların davet ettiği şeye tâbi olmaları için
keramet izhar etmesine gerek yoktur. Şeyh 231. bâbda şöyle demiştir: “Velîlerin
peygamberlerin (aleyhisselâm) aksine kerametlerini gizlemeleri vâciptir. Zira
velî tâbidir, nefsinden gelen bir sesle değil de risâleti kendi diliyle sabit
olan peygamberinin davetini aktararak Allah’a davet eder. Zira bütün ulemânın
ittifakıyla şeriâtı tamamlanmıştır. Hiçbir velî, O’nun şeriatının doğruluğunu
ispatlayacak bir âyet ya da beyyineye muhtaç değildir. Şayet velînin
peygamberinin şeriatına muhalif bir şey söylediği farz edilse ona tâbi olunmaz.
Peygamberde ise durum bunun aksinedir. Peygamber şeriat kuracağı ve diğer
peygamberlerin eliyle tayin edilmiş şeriatların bir kısmını neshetmek istediği
için bir mûcizeye ihtiyaç duyar. Bu açıdan peygamberin, doğruluğuna ve Allah’tan
haber getirdiğine delâlet eden bir mûcizeyi izhar etmesi gerekir.” Şöyle derdi:
“Yüce Allah şeriatının terazisini, tâdil ve cerh erbâbı olan takvâ sahibi
âlimlerin eliyle vazetmiştir. Şeriata tâbi olduğuna dair alâmetleri bulunan
kimsenin elinden zuhûr eden hârikulâde olayı ‘keramet’ olarak
isimlendirmişlerdir. Bunların dışındakilerin elinden meydana gelenlere ise
şiir ve şa‘beze/göz bağcılık olarak isimlendirmişlerdir.” Şeyh bunu 185. bâbda
zikretmiş ve şöyle demiştir: “[Sûfîlerin] büyüklerinin indinde keramet nefsin
hazlarından sayılmaktadır. Ancak dine yardım etmek veya herhangi bir maslahatı
celbetmek maksadına mâtûf olan keramet bundan müstesnadır. Zira onların indinde
fâil olan Allah Teâlâ’dır, kendileri değildir ve onların gördükleri budur.
Buradaki husûsî yön bu hârikulâde fiilin başkalarının elinde değil de onların
elinde vuku bulması itibariyledir. Mesela bir koçu ya da tavuğu dirilttiği
zaman, bu onun kudretiyle değil, Allah’ın kudretiyledir. Durum kudrete
bağlandığı zaman, bunda şaşılacak bir şey yoktur, değerlendir!”
Soru: Hâlden
hâle geçmek (tatavvur) velîler için kemâl midir, noksan mıdır?
Cevap: Tatavvur
velîlerin beşeriyetlerinin fenâsına ve cennetlikler gibi diledikleri sûrete
bürünecek kadar ruhlarının kuvvetine delâlet eder. Beşeriyeti ruhaniyetine
galip gelen kimsenin elinde meydana gelen, keşiftir ve bu hâlden hâle geçme
(tatavvur) değildir. Zira tatavvur ruhların özelliğidir. Şeyh Muhyiddin 463.
bâbda, Hallâc’ın Beytü’l-azame ismini verdiği, kendisine ait bir eve girdiğini zikretmiştir.
Eve girdiğinde bakanların gözünde, evin tamamını zâtıyla doldurmuştur. Hatta
bazı insanlar, fakirlerin hâlden hâle geçme (tatavvur) durumlarını
bilmedikleri için bunu simya ilmine nispet etmişlerdi. Kendisi evdeyken onu
asmak için oraya girdiklerinde hiç kimsenin gücü, onu bu evden çıkarmaya
yetmemiştir. Zira kapı ona dar gelmiştir. Cüneyd gelerek “Allah Teâlâ’ya teslim
ol ve O’nun kazâ ve kaderi için çık.” demiştir. Daha sonra bilinen hâline
dönerek çıkmış ve asılmıştır. Kelepçelenerek asılmaya götürülürken, başı dik
bir şekilde şunları okumuştur:
Sevgilim zulüm adına / Mensup değildir
hiçbir şeye
Bana içirdi sonra diri kıldı beni /
Misafirin misafire yaptığını yaptı
Kâseler dönüp dolaştığı zaman / Kılıç
ve nit‘[306]
istendi
Bu, yazın yılanlarla birlikte / içenin
cezasıdır
Soru: Sûfîlerin
şeriate muhalefet edenlerin elinde değil de tâbi olanların elinde meydana
gelene keramet demelerinin delili nedir?
Cevap: Onların
bu husustaki delili, kerametin, Allah’ın el-Birr isminden sâdır olması ve sadece
Allah’ın ebrâr kullarına uygun bir karşılık olarak verilmesidir. Zira sahibi
bunu istemese bile münasebet bunu gerektirir. Şeyh bunu 184. bâbda zikredip
uzun açıklamalar yaptıktan sonra şöyle demiştir: Kerametin kendi arasında hissî
(duyusal) ve mânevî olmak üzere ikiye ayrıldığını bilesin. Avam sadece düşünce
okumak, gaybdan haber vermek, varlıktan almak, tabiat üzerinde etkili olmak,
su üzerinde yürümek, havada uçmak, uzun bir mesafeyi kısa sürede katetmek
(tayy-i mekân), gözlerden kaybolmak ve duaların anında kabul edilmesi gibi
hissî kerametleri bilir. Umuma göre bunların sahibi velîdir.
Mânevî keramet ise ehlullahın havassı
arasındabulunan ve en yüce, en şerefli olanıdır. Bunlar Allah’ın kulu şer‘î
edepleri [gözetme hususunda] muhafaza etmesi, güzel ahlâkın kurallarına uyma
ve kötü ahlâktan sakınmada muvaffık kılması, [kulun] vâcip ve sünnetleri mutlak
olarak vaktinde eda etmesi, hayırlarda yarışması; kin, nefret ve hasedin
izâlesi, kalbin bütün kötü vasıflardan arınması, her nefeste murakabe ile kalbi
tahliye etmesi, hem kendi nefsinde hem de eşyada hukûkullaha riayet etmesi,
alırken ve verirken nefesleri gözetmesi, edeple nefes alması ve Allah Teâlâ ile
beraber olmanın libası üzerinde olarak nefes vermesi. Zira nefesler Allah’ın
ona [gönderdiği] elçileridir. Dönerken teneffüs edene şükran duyarlar. Îşte bu,
muhakkiklerin istidrâc ve hile karışmayan kerametleridir. Hâlbuki avamın
bildiği hissî kerametlere hile ve istidracın karışması mümkündür. Kâmil olan
kişi, keramet gösterebildiği hâlde onu gizleyendir. Zira eğer bir keramet
varsa bunun istikametin bir neticesi olması gerekir. Ayrıca Allah’ın kerameti
velînin amellerine karşılık bir pay kılması da mümkündür ki bu durumda o,
âhirete elleri hayırdan boş olarak gider.
Mânevî kerametlere hile ve istidracın
karışmayacağını söyledik. Zira ilim, kerametle beraberdir. Şer‘î sınırlar,
ilahî hileye tuzaklar kurmaz, aksine mutluluğa götüren apaçık yolun bizzat
kendisidir.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle
dediğini işittim: “Bir kâmilin elinde hissî bir keramet meydana geldiği zaman
korkar, Allah Teâlâ’ya sığınır ve Allah’tan bunu normal şeylerle örtmesini
ister ve ilmin dışında kendisinde bulunan herhangi bir alâmet ile avamdan
temeyyüz etmemeyi diler. Îlim, istenilen şeydir ve birisi onunla amel etmese de
istifade onunla husule gelir.” “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[307]
Yine ondan şunu işittim: “Allah
Teâlâ’nın âlimlere verdiği en büyük ikram, özellikle ilimdir. Zira ilim
kendisiyle amel edildiği zaman, ona hiçbir şeyin denk gelmeyeceği en büyük
keramettir. Bu, dünya yurdunun ilim ve amel yurdu olması nedeniyledir.
Hârikulâdelik gibi neticelerin yurdu ise âhirettir.” Şeyh 177. bâbda şunu
zikretmiştir: “Kerametlerin en büyüğü ise kulun öyle bir dereceye gelmesidir ki
eğer âlem tümüyle Allah’tan (cc) gafil olsaydı bu velînin zikri tüm âlemin
zikrinin yerine geçerdi. Mesela ‘Sübhânallah’ dediğinde nefsinin cevherine bu
âlemin tümünün Allah’ı zikrettiğinde söyledikleri nakşedilirdi. Bunun nedeni de
Allah Teâlâ bu velîyi ödüllendirmek istediğinde ona bütün âlemin sevabının
mislini vermesidir.
Soru: Velîyi,
hissî kerametlerde bulunan gizli hileden hangi şey muhafaza eder?
Cevap: Şeriat
terazisini elinden bırakmaması onu bundan muhafaza eder. Bu terazi ile her
nefeste kendi hâlini ölçüp biçer. Zira kerametlerde, sadece âriflerin bildiği
gizli bir hile vardır. Yüce Allah “Biz onları bilemeyecekleri biçimde adım adım
helâka yaklaştıracağız.”[308]
buyurmaktadır. Şeyh 231. bâbda şöyle demiştir: “Gizli hile en çok sıfat
âyetlerini ve bunlarla ilgili haberleri te’vil edenlerde, muhalif şeyler
yaptığı hâlde, hâlini değiştirmeyen kimselerde ve kendisine amel edilmesi
gereken ilim verildiği hâlde amelden mahrum kalan ya da amel verildiği hâlde
ihlâstan mahrum olan kimselerde olur.
Bu durumu kendinde veya başkasında
gördüğün zaman ey kardeşim, bununla nitelenmiş olan kimsenin hileye mâruz
kaldığını bilesin.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Böylece
Allah Teâlâ’nın hileyi başkasından değil sadece hileye mâruz kalandan gizlediği
anla5
şılmış
oldu. Yüce Allah ‘jj^l*j’ deki zamiri, '^^jj2_A daki zamire iade etmiştir. Yine
‘Onlar bir tuzak kurdular. Onlar farkında değillerken Allah da bir tuzak
kurdu.’262 buyurmuştur. Dolayısıyla ifadedeki ‘onlar’ zamiri Ij^
‘tuzak kurdular’ daki zamirdir. Allah Teâlâ’nın bunlara tuzak kurması, onların
farkına varmadan nitelendikleri tuzağın 10 bizzat
kendisidir.” Bunu uzattıktan sonra “Allah’a bir basiret ve yakînî bir ilimle
davet etmeyen herkes, tâbileri olsa bile, tuzaktan korunmuş değildir.”
demiştir. En doğrusunu Allah bilir.
ELLİ
BİRİNCİ MEBHAS
İslâm ve İmanın Beyanı, Tasdik Eden
Fakat Telaffuz Etmeye
Vakit
Bulamadan Ecelin Kendisine Yetiştiği Kimsenin Dışında -ki Burada, Allah’ın
İzniyle İleride İzahı Geleceği Üzere İslâm Olmaksızın İman Bulunmaktadırİslâm
ve İmanın Birbirinden Ayrılmayacağının Beyanı Hakkındadır
Şeyhayn’in hadiste açıkladıkları
üzere, şer‘î İslâm, kelime-i şehâdet getirmek, namaz kılmak ve zekât vermek
gibi, âzalarla ibadet olarak yapılan amellerdir. “Îslâm, Allah’tan başka ilâh
olmadığına ve Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın resulü
olduğuna şehâdet getirmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman
ve imkân bulursan Kâbe’yi haccetmendir.” Însan bu Îslâmî amellerin yanısıra
ancak iman ve -Resul’ün Allah’tan getirdiği zaruri olarak bilinen
şeylerikalben tasdikle Îslâmî mükellefiyete dair sorumluluğunu yerine getirmiş
olur. Nitekim evvelce geçen Sahîhayn hadisinde Cibrîl’in (aleyhisselâm) sorusu
bu durumu izah etmektedir: “Îman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe iman etmen ve hayır ve şerriyle kadere iman
etmendir.” denilmektedir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiklerini
kalp ile tasdikten murad, peygamberlerin getirdiklerine boyun eğmek ve bunları
kabul etmektir. Usul imamları şöyle demiştir: “Îman ile yükümlü kılmak; zihin
yormak, nazarı teksif etmek, duyuları sevk etmek ve engelleri uzaklaştırmak
gibi [buna ulaştıran] sebeplerle yükümlü kılmaktır. Ancak bunlar teklifin
konusu olan ihtiyarî fiillerden değildir. Aslında nefsânî keyfiyetlerdendir.
“Îmanla yükümlü kılmak buna götüren sebeplerle yükümlü kılmaktır.” sözüyle bir
soru ve cevabına işaret etmişlerdir. Sorunun beyan ettiği şudur: Tasdik, ilmin
iki kısmından biriyse, o da ihtiyarî fiillerden değil de nefsânî
keyfiyetlerdense bu durumda teklif, tasdiği tahsil etmeye nasıl taalluk eder?
Cevabın beyan ettiği ise şudur: Bu keyfiyeti tahsil etmek ihtiyarîdir.
Sebeplere tevessül etme, nazarı [o noktaya] teksif etme ve bunlarla birlikte
zikredilenlerle olur. Sebeplere tevessül ile mükellef olmanın mânası bunlarla
mükellef olmaktır. Nazarın ilk ilkesi olan göğsün genişlemesinin, kulun
ihtiyarı ile olduğu da söylenemez. Zira biz “Bunun üstüne çıkan, kaderin
sırrının bilgisidir. Ulemâ bunu ifşa ve izah etmeyi yasaklamıştır.” deriz.
Soru: Îman
mahlûk mudur, mahlûk değil midir?
Cevap: Îman,
Allah Teâlâdan bir hidâyet olması açısından, mahlûk değildir. Zira hidâyet
O’nun sıfatlarından biridir. Allah’ın sıfatları da kadîmdir. Kulun ikrar etmesi
ve anlaması açısından ise, mahlûktur. Çünkü bu açıdan iman, kulun amellerinden
sayılır. Nitekim âyette “Allah, sizi ve yaptıklarınızı (amellerinizi)
yaratmıştır.”[309]
buyurulmuştur. Îmamlarımız şöyle demiştir: “Kulun îmânî mükellefiyetinin
sorumluluğunu îfâ etmiş olması için, -gücü yetiyorsakelime-i şehâdeti telaffuz
etmesi gerekir; yoksa anılan tasdik muteber değildir. Zira Şâri‘, kelime-i
şehâdeti getirmeyi, bize gizli olan tasdikin bir alâmeti kılmıştır. Bu nedenle
münafık bize göre mümin, Allah katında ise kâfir olmaktadır. Yüce Allah
“Münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara yardım edecek birisi
de yoktur.”[310]
buyurmuştur. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf, HâşiyeSinde şöyle demiştir:
“Bazılarının ifade ettiği üzere bu meselenin özeti şudur: Muhaddislerin
cumhuru, Mutezile ve Haricîler; imanın, peygamberlerin dünya, berzah ve âhiret
hayatı hakkında getirdiği bilinen şeyleri salt tasdikten ibaret olmadığını
ileri sürmüşlerdir. Îman, üç şeyin toplamıdır: Hakk’a inanmak, bunu ikrar
etmek ve bunun gereğiyle amel etmektir. Sadece inanmayan münafık, ikrar etmeyen
kâfir, amel etmeyen de ikisine göre fâsık, Hâricîlere göre ise kâfirdir.
Mu‘tezile’ye göre imandan çıkar ancak küfre girmez.” Yine Hâşiyetül-Hâşiyede
onun şunu yazdığını gördüm: “Bu meselenin özeti şudur: Îman, ibadetleri âdet
hâline getirmenin şartıdır. Her ne kadar bazen iman ondan ayrılabilse de
muteber olan Îslâm, imandan ayrılamaz. Îmansız bir Îslâm muteber değildir.
Ancak bazen tasdik ettiği hâlde telaffuz etmeye yetecek zaman bulamadan eceli
gelen kimse gibi, [gereğini yerine getiremediği için], Îslâm olmadan da muteber
bir iman olabilir. Îman ile Îslâm’ın aynı şey olduğunu söyleyen kimse, Îslâm’ı
“teslim olmak” ve hükümleri kabul etme anlamında “içtenlikle boyun eğmek”
anlamında tefsir etmiştir. Gerçekten üzerinde düşünen kimseye hilâfın
(ayrılığın) Îslâm ve imanın müterâdif olması hususunda olduğu, yoksa Îslâm
mefhumunda bir hilâfın olmadığı zâhir olur. Hanefîlerin çoğu ve Şâfiîlerin bir
kısmı müterâdif olduğunu söylemişlerdir.”
Şeyh Tâceddin b. Sübkî şöyle demiştir:
Burada bir soru vardır: Îmanı, kelime-i şehâdet getirmek sûretiyle telaffuz
etmenin imanın şartı mı yoksa yarısı mı olduğu hususunda ulemâ arasında
ihtilaf vardır. Celâleddin el-Mahallî ise şöyle demiştir: “Gazzâlî’nin sözleri,
bunun ne yarısı ne de şartı olmasını gerektirmektedir. Onun vâciplerinden bir
vâciptir.” Kemâl ise Hâşiye alâ Şerhi Cem‘i’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir:
“Bunun izahı şudur: Telaffuz, miras ve nikâh gibi müminlerin dünyadaki
hükümlerinin tatbiki için mi şarttır -ki bu durumda iman isimlendirmesine
dahil olmazya da onun yarısı yani iman isimlendirmesinin bir cüzü müdür?
Şöyle demiştir: “Muhakkiklerin
cumhuru, birincisini kabul etmiştir. Tasdik edip, imkânı olduğu hâlde diliyle
ikrar etmeyen kimse, Allah katında mümindir.” Bunun dil ve örf açısından daha
uygun olduğunu söylemiştir. Hanefîlerden Şemsü’l-eimme Serahsî, Fahrü’l-Îslâm
Pezdevî ve birçok fakih ikincisini benimsemiş ve tasdik edip de vakit bulduğu
hâlde ikrar etmeyen kimsenin kâfir olduğunu söyleyerek diğerlerini reddetmişlerdir.
Bu, Îmâm Râzî’nin naklettiği üzere, icmâa aykırıdır.
Soru: Îman,
bölünür mü yani parçalanır mı?
Cevap: Îman
birdir ve bir cüzünün bedenin bir yerinde diğer cüzünün ise bedenin başka bir
yerinde olacağı şekilde, parçalanıp bölünmez. Aksine onun nûru bedenin
tamamında yayılmıştır. Şayet bir uzuv kesilirse, iman bölünmediği için kalbe
döner. En doğrusunu Allah bilir. Usul imamlarında bulduklarımın özeti budur.
Şeyh Muhyiddin’in ifadelerine gelince, el-Fütûhâtul-Mekkiyye nin 460.
bâbında şöyle demiştir: “Îslâm’ın amel, imanın tasdik ve ihsanın da rüyet ya da
rüyet gibi olduğunu bilesin. Îslâm boyun eğme, iman inanma; ihsan ise
şahitliktir. Bu sıfatları bir araya getiren kimse, Allah’ın âhiretteki
tecellîlerinden hiçbir tecellîyi inkâr etmez. Müslim’in hadisinde yer aldığı
gibi bazıları inkâr eder. Bu durumda da Hak Teâlâ onlara sadece diğer
tecellîlerde bulunur. Îtikadında bu vasıfları toplamayan kimse ise dünyada
tatmadığı her şeyi zorunlu olarak inkâr eder.”
Yine 351. bâbda da şöyle demiştir:
Bilesin ki sıdkın mahalli haber, haberin mahalli ise sadıktır. Bu, delille
ilgilenenlerin bir sıfatı değildir. Kulun kalbine doğan bir nûrdur. Kul
bununla muhbirin (Peygamber) Allah Teâlâ’dan veya başkasından getirdiği
haberleri tasdik eder. Bu nûr, muhbirin doğruluğunu ona gösterir. Muhbirin
[sözünden] dönmesi hâlinde o da tasdikten döner. Zira sıdkın nûru muhbir nereye
giderse ona tâbidir. Delille tasdik edenin hükmü bu değildir. Muhbir [sözünden]
dönerse onun dönüşüyle beraber o da [tasdikten] dönmez. Îşte iki adam
arasındaki fark budur. Şöyle demiştir: “Bu mesele, varlıkla ilgili en problemli
meseledir. Meşrû hükümler, ilâhî haberlerdir. Nesh de edilebilir. Tasdik de
hükme tâbi olur. [Sadık kimse] muhbir bunu sabit kıldıkça sabit kılar, muhbir
[hükmü] kaldırdığında ise o da hükmü kaldırır. Hak Teâlâ bu hususta ‘Bedâ’ ile
nitelendirilemez. Bu husus bazı grupların hükümlerin neshini inkâr etmesine
sebep olan görüştür. Sadık olan ise bizzat kendisi ilk haberi inkâr etmez; ya
sübûtunu haber verir ya da [hükmün] kaldırıldığını. Her iki hâlde de sadıktır.
Böylece imanın sıdkının, keşfî bir nûr olduğu ve sahibinin şüpheyi asla kabul
etmediği anlaşılmış oldu.”
Soru: Sıdk
ile hak arasında bir fark var mıdır, ikisi aynı mânada mıdır?
Cevap: Bunlar
iki ayrı şeydir. Zira hak, yapılması vâcip olan; sıdk ise olduğu şekil üzere
hak olarak haber verilendir. Bazen vâciptir ve bu durumda hak olur; bazen de
vâcip değildir ve hak değil, sıdk olur. Bu nedenle Yüce Allah “Sadıkların,
sıdklarından sorulması için”265 buyurmuştur. Yani şayet yapılması
kendilerine vâcipse kurtulurlar; vâcip değil de aksine menedilmişlerse, helâk
olurlar.” Şeyh, bunu 374. bâbda zikretmiş ve uzun açıklamalarda bulunmuş, daha
sonra şöyle demiştir: “Birtakım hakların içinde yerine getirilmemesi sebebiyle
güzel övgüyü gerektirenleri vardır. Bu, işlediği suç sebebiyle cezayı hak eden
mücrimin affedilmesi gibidir. Bu, iptal edilen bir haktır ve övülmüştür.
Gıybet, nemime ve eşin sırrını ifşa etmenin doğru olduğu hâlde, bunun kınanmış
olması gibi. Her hak sıdktır, ama her sıdk hak değildir. Zira sadık sıdkından
hesaba çekilir, ancak hak sahibi, bunu yerine getirdiği zaman hesaba çekilmez.
Gıybet ve benzerleri doğrudur (sıdk) ancak hak değildir. Vesselâm.
Soru: Îmanın
nûru kaç kısma ayrılır?
Cevap: Ehli
iki kısım olduğu gibi, bu da iki kısımdır.
Birincisi: Nazar, istidlâl ve burhanla
iman eden kimsenin imanıdır. Bu kişi, delille dönüp dolaştığı için, imanının
sebatına güvenilmez. Böyle bir 5 kimsenin
imanının nûrunun sevinci kalplere karışmaz. Çünkü bu kimse, sadece delilinin
perdesinin ardından bakar. Delil erbabının delillerinin her biri, bir süre
sonra da olsa müdahale ve tenkide açıktır. Bu nedenle burhanla hareket eden
kimse için kendisiyle bunun arasındaki perdeden dolayı imanın, kalbinin
neşvesiyle karışması mümkün değildir.
10 Îkincisi: Kalbinde
iman hâsıl olduğunda burhanı, zaruri başka bir şeyden dolayı olan kimsenin
imanıdır. Bu, kalbin neşvesine karışan imandır. Bunun sahibi hakkında hiçbir
şüphe düşünülemez. Zira şüphe (şek), kendisine hayat verecek bir mahal bulamaz.
Kuşkunun mahalli delildir. Burada ise ne delil, ne müdahale ne de şek vardır.”
Şeyh bunu 73. bâbda
15 zikretmiştir. Daha
önce ise el-Fütûhâtın 5. bâbında şöyle demiştir: “Îmanın beş kısım
olduğunu bilesin: Taklidî iman, ilmî iman, ıyânî iman, hak iman ve hakiki iman.
Taklit avam, ilim delil erbabı, ıyân müşâhede ehli, hak ârifler, hakikat ise
vâkıflar içindir. Beş kısma ek olan hakikatin hakikati ise peygamberler
içindir. Hak Teâlâ bizi bunu keşfetmekten engellemiştir
20 ve bunu açıklamak
mümkün değildir.” Kitabın başındaki mukaddimede [geçtiği üzere], imanını
herhangi bir şekilde kesin olarak şâri‘i taklit yöntemiyle alan kimse, delille
alan kimseden daha mâsum ve daha güvenilirdir. Zira deliller, müdahale ve
hayrete açıktır.
Soru: Peygamberlerden
(aleyhisselâm) sonra iman açısından en yüksek olan in25
sanlar
hangileridir?
Cevap: Tabakaları
farklı olmakla beraber, iman ve tasdik açısından en yüksek insanlar sahâbedir.
Daha sonra zamanımızdakiler gibi -biz onları siyahlık içindeki beyazlık gibi
gördükkemâl üzere gayba iman edenlerdir. Buna iman ettik ve tasdik ettik.
Başkalarının dediği gibi “Bu eskilerin ma30 sallarıdır.”
demedik. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdolsun.
Soru: Cumhurun
“Îman artar ve eksilir.” görüşüyle “Îman artmaz ve eksilmez.” diyenlerin
görüşünü bir araya getiren yön nedir?
Cevap: Her
iki görüşü bir araya getiren yön şudur: “Artmaz ve eksilmez.” diyen kimsenin
görüşünü, fıtratın imanına; “Artar ve eksilir.” diyen kimsenin görüşünü ise, fıtrat
ile ruhun girişi arasına hamlederiz. Zira her insan yaratıldığı şey üzere ölür.
Bunun izahı, Şeyh’in 281. bâbda zikrettiği üzere şöyle denilmesidir: Eksilip
artmayan aslî iman, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrattır. Bu
fıtrat, insanların ahid (mîsâk) alınırken, Allah’ın birliği (vahdâniyyeti)
hakkında O’na tanıklık etmeleridir. Doğan her çocuk bu ahid üzere doğar. Ancak
tabiat unutmanın mahalli olan bu cisimle sınırlandırıldığı zaman, Rabb’iyle
birlikte olduğu hâli bilmez ve bunu unutur. Nazarın kendisine sağladığı hâle
ulaştığında yaratıcısının birliğini gösteren delilleri araştırmaya gereksinim
duyar. Bu sınıra ulaşmadığında ise onun hükmü ebeveyninin hükmü olur. Kul
sadece daha önce mîsâk aldığı anında sahip olduğu hâle dönmek için delillere
bakar. Bu, açık havada yolculuk yapan ve kıble yönünü bilip maksadını isabetli
bir şekilde gerçekleştiren daha sonra bir bulut ve sisin çıkmasıyla yönünü ve
maksadını yitiren kimsenin durumuna benzer. Böyle bir insana ictihad etmesi
vâciptir. Anla! Bunu izahı yakında gelecektir.
Soru: Tevhide
dair imanından önce ebeveyninden veya düşüncesinden ya da içinde bulunduğu
toplumdan kendisine bir şirk unsuru kalan kimsenin hükmü nedir?
Cevap: Bunun
hükmü, tebdil ve tağyîr yapmayan kimsenin hükmü gibidir. Zira tövbe
kendisinden öncekileri siler. Dolayısıyla bu imanı sadece mîsâk anındaki imanı
gibi olur. Aslında müşrik, Allah’ın varlığını ikrar etmektedir fakat
kendisiyle tevhidi arasında perde bulunduğunda şirk koşar. Perde kalktığında
mîsâk anındaki hâline döner.
Soru: Müşrik
ve muattilden hangisi imana daha yakındır?
Cevap: Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin dediği gibi, muattil, müşrikten daha çok imana
yakındır. Her insan için varlığı hakkında, mahiyetini bilmediği bir dayanağı
kendisinde bulması kaçınılmazdır. Ona “Mahiyetini bilmediğin bu şey, seni
yaratan ve rızık veren Allah’tır.” denilir. O da iman edip tasdik edebilir.
Şayet bundan sonra onun bir ya da birden çok olduğuna dair düşünce oluşursa,
bu konudaki nazarın mahallinde olur ya da muvahhidlerden birisinin itikadını
taklit eder. Dolayısıyla burada muhdes bir iman söz konusu değildir, aksine
mebhasin baş taraflarında detayları geçtiği gibi, [fıtrat imanı] her müminin
kalbinde yazılıdır.
Soru: O
hâlde saadet tevhide, ebedî şekâvet de tevhidin yokluğuna taalluk eder.
Cevap: Evet,
“Ey iman edenler!”[311]
âyetiyle de buna işaret edilmektedir. Yani ahd-i mîsâk anında iman edenler.
Yani peygamberinizin “Îman edi5 niz” sözüne cevap olarak iman
edenler. Şayet iman onlarda kararlaştırılmış olmasaydı, bununla nitelenmezlerdi.
Böylece fıtrat imanının, kulun kendisiyle birlikte öldüğü iman olduğunu
anlamış oldun. Bu ne artar ne de eksilir. Bunun artması ve eksilmesiyle
kastedilen, ömürde meydana gelecek olan şeylerdir. Allah en doğrusunu bilir.
el-Fütûhât’ın 73. bâbında şöyle dei" miştir:
“Însana saadeti veren mertebeler dörttür: Îmân, velâyet, nübüvvet ve risâlet.
Ayrıca ilim velâyetin şartlarından olup iman velâyetin şartı değildir. Zira
imanın mütealliki haberdir. Kus b. Sâide gibi imanı olmaksızın Allah Teâlâ’nın
velîsi olanlar vardır. O, mümin değil muvahhiddir. Ayrıca onun saîd olduğu
hususunda da asla şüphe yoktur. Allah Teâlâ’yı bilen ulemânın 15
ilk
mertebesi tevhidleri, sonra imanları sonra da ilimleridir. Yüce Allah asla
kendisini bilmeyen birini velî edinmemiştir. Daha önce “Fetret ehli Mebhasi”nde
geçtiği üzere, bize mümin olmayan birisinin cennete girdiği söylenerek üstü
kapalı konuşulduğunda, bu sahihtir. O, kalbinde bulduğu bir nûr ile Allah’ı
birlemiştir. Ancak kendi zamanında iman edeceği bir şeriat 2"
olmamıştır.
Bu, âlimlerin gafil olduğu büyük bir meseledir. Tevhidi hangi yöntemle olursa
olsun her muvahhid velâyet feleğinin kapsamına girer.
Soru: Allah’ın
“Onların çoğu ortak koşmadan Allah’a iman etmezler.”[312] âyetinin
anlamı nedir? Şirkle birlikte olan iman nasıl sahih olur?
Cevap: Şeyh’in
497. bâbda dediği gibidir: Bu şirkle kastedilen, nefsin 25 şirkidir.
Kâmil olan mümin Allah’a nefsiyle iman etmez. Allah’ın “Bana iman etsinler.”[313]
âyeti de bunu destekler. Yani nefislerleriyle değil. Dolayısıyla imana giriş
için onda [nefiste] bir yol bulurlar. Aksine vâcip olan, imanın mahza Allah
Teâlâ’dan bir lutuf olarak kalpte hâsıl olduğunu görmeleridir. Bunu uzunca
anlatıktan sonra şöyle demiştir: “Bu âyet, Allah’ın 3"
birliğine
dair imanı vermez. Aslında bu âyet Hak Teâlâ’nın “Ben Rabb’iniz değil miyim?”
buyurup bizim “Belâ (evet)” dememiz sûretiyle bizi kendimize şahit tuttuğu
zamanki zürriyet mîsâkının müşâhedesini bize vermektedir.
Orada iman ve tevhidi tasdik değil,
(O’nun) melik olmasının ve varlığının tasdiği vardı. Şayet orada bir tevhid
varsa, bu O’nun melik olmasının tevhididir. Allah’ın “Şirk koşarak”[314]
âyetinin anlamı, dünyaya çıktıkları zaman içindir. Zira fıtrat, daha önce
geçtiği gibi, onların Hakk’ın varlığına 5 ve
melik [olmasına] iman etmeleridir. Tevhid fıtratla perdelenince, kendini
muvahhid zanneden çoğunda şirk zuhûr etmiştir. Onları buna, tekliften başka bir
şey yöneltmemiştir. Mükellef tutulduklarında, onların çoğunda Allah’ın onları
sadece yükümlü tutuldukları fiilleri yapacak nefsî iktidara sahip olduklarını
bildiği için mükellef kıldığına [dair bir bilgi] gerçekleş10
miştir.
Bu yüzden tevhide ihlasla bağlanmamışlardır. Allah Teâlâ’nın onları sadece
fiilleri kendilerine nispet etme iddialarının bulunması sebebiyle mükellef
kıldığını bilselerdi, müşâhede ehlinin yaptığı gibi, kendilerini bu iddiadan
uzak tutarlardı. Anlaşılan o ki âyette, imanla kastedilen tevhid olsaydı,
“Şirkle beraber” şeklindeki ifade doğru olmazdı. Bu da Allah 15
Teâlâ’nın
imanla tevhidi değil, varlığı kastettiğine delâlet etmektedir.
Soru: Kâfirlerin
şekâveti neredendir?
Cevap: Kendisinden
kurtuluş olmayan kazânın hükmüyle şekâvete düştüler ve hiçbir zaman, asla mîsâk
anındaki hallerine dönmediler. Yine rubûbiyyet Allah’a hastır ve hiç kimse
mutlak olarak bunu inkâr 20 etmez. Ancak bununla beraber başkasının
rubûbiyyetini de ortak kılmakta ve peygamberleri yalanlamayı da buna
eklemektedirler. Dolayısıyla ebedî şekâvete düşmüşlerdir. Allah’ın lutuf ve
ihsanından bize hayırlı bir son vermesini isteriz. Şeyh 444. bâbda, Allah’ın “Bilinmeli
ki hâlis dindarlık yalnız Allah için olanıdır.”[315] âyeti
bağlamında şöyle demiştir: 25 “Burada dinle
kastedilen, ahde vefa kapsamında kendi nefsi için hâlis kıldığı dindir. Kulun
şeytandan yahut cehennem korkusu veya cennet arzusu nevinden bir sâikten
arındırdığı din değildir. Bazen mükellefin ihlâsını etkileyen faktör bunlar
gibi olabilir. Bu durumda kul muhlislerden olur, bu hükme göre din de
ortaklığı (şirk) veren kimsenin elinden 30 kurtulmuş
olur ve kul da bununla ortaktan uzaklaşır. Bu nedenle Yüce Allah ‘Allah için
hanifler olarak’ yani ‘bunu meşrû kılan ve mükelleflere yükleyen Hakk’ın
canibine yönelerek bâtıl tarafına meyletmeyenler olarak’ demiştir. Zira
Kitabında onları ‘müminler’ olarak isimlendirmiştir.
Bir topluluk hakkında, Allah’ı inkâr
edip bâtıla iman ettiklerini söylemiş, bundan dolayı onlara iman giysisini
giydirmiştir. Bu nedenle iman ismi, lafız açısından sadece saîdlere, küfür de
şakilere has değildir. Bu, mânalar açısındandır. Bunları temyiz eden, hâl
karineleridir. Hâlis ahit ise Allah’ın Âdemoğlunun sırtlarından zürriyetlerini
çıkararak aldığı [ahittir]. Ayrıca her Âdemoğlu fıtrat üzere doğmuştur. Bu o
kimseye ait olan hiçbir kişinin zorla ondan çekip alamayacağı hâlis misâktır.
Daha doğrusu bu misâk nefsü’l-emrde (hakikatte) tâhir ve mutahhir olarak onda
kalmaya devam eder. İşte buradan Ebû Yezid el-Bistâmi ve Sehl b. Abdullah
et-Tüsteri ve benzerleri şöyle diyorlardı: ‘Biz Hakk Teâlâ’nın misâkından
hiçbir şeyi eksiltmedik, aksine O’nun ahdi sâlim ve hâlis olarak bizde devam
etmektedir. Bu, hâlis kılınan/saflaştırılan din değil, hâlis dindir. Çünkü
saflaştırma olmaksızın kulda var olmuş ve sahibi [bu dinle] sorumlu kılınmadan
hem önce hem de sonra noksanlıktan korunmuş olmaya devam etmiştir. Böyle
kimseler dini Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet etmekle emrolunmamışlardır.
Çünkü hâlis kılmaya dair herhangi bir fiilleri söz konusu değildir.” Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın bazı nüshalarında böyle zikretmiştir: Bana zâhir
olan şekliyle, ihlâsı emreden dil, peygamberlerin (aleyhisselâm) makamı da
dâhil her makamı, o makama has bir şekilde şamildir. Yüce Allah, Peygamberimiz
Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Dini O’na hâlis kılarak Allah’a
ibadet et!” buyurmuştur. Yine “Sana bilmediklerini öğretti. Allah’ın sana olan
lutfu büyüktür.”271 buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi,
dinde ihlâslı olmanın muhatabı gerçekte o değil, onun (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ümmetidir. O ihlâslı olmaya çağrılmıştır ancak, kastedilen ondan
başkasıdır. Zira onun ümmetinin havassı için bile ahd-i misâkı değiştirmek
doğru değilse, bütün makamların sahibi olan Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) için nasıl doğru olsun? İyi düşün! En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Cansızların
(cemâd) hayatının olmadığına iman etmemiz, imana zarar verir mi?
Cevap: Evet,
bu her müminin imanına zarar verir. Şeyh 357. bâbda dediği gibi, her müminin
imanını koruması ona vâciptir. İmanı eksilten şeylerden biri, Hak Teâlâ’nın
kendisini hamd ile tesbih ettiğini haber verdiği her bir şeyin hayat sahibi
olmadığına inanmaktır. Yüce Allah her bir şeyin hayat sahibi olmasını
nefyetmemiş,
bizim onların teşbihini anlamamızı
nefyetmiştir. Keşif ehli bunu bizzat müşâhede eder, kâmil iman ehli olanlar ise
iman ve ibadet olarak bunu kabul ederler.” Şöyle demiştir: “Allah âyetteki[316]
sözünün peşinden hicap (perde) ve setr (örtme) isimleri olan, muahezeyi sonraya
erteleyen ve muahezenin hükmünü hemen uygulamayan “Halîm ve Gafûr” isimlerini
getirmiştir. Zira bazı kullarının keşif ve kâmil imandan mahrum olduklarını
bilmektedir. Bunlar akıl erbabı olan fikrin köleleridir.” Bunu uzunca anlattıktan
sonra şöyle demiştir: “Keşif ehli ‘Cemâdâtın konuşmasını işittik ve gördük.’
derler. Îman ehli ‘Buna iman ettik ve tasdik ettik.’ derler. Perdelenmiş olan
fikir köleleri ise ‘Ne gördük ne de işittik.’ derler.” Allah’ın “Onlarla
konuşan bir canlıyı yerden çıkardık.”[317] âyetini
düşün, nasıl da hemen peşinden “İnsanlar âyetlerimize tam olarak iman
etmiyorlar.”[318]
denilmiştir. Çünkü bir grup insanın buna inanmadığını, ancak te’vil yaparak
başka [bir anlamı] çıkardığını bilmektedir. “Tam olarak iman etmiyorlar.”
ibaresinin anlamı, bu âyetin de içinde bulunduğu âyetlere dair imanları
kalplerine yerleşmiyor.’ demektir. Daha doğrusu âyeti kastedilenin dışında bir
mâna ile kabul etmektedirler. Allah bütün kardeşlerimizi, ıyan (keşif) ehli
olmasalar da imanla rızıklandırsın! Âmin. “Kabir Azabı ve Münker-Nekir’in Suâli
Mebhasi”nde cemâdâtın konuşma diliyle tesbih etmelerine dair delillerin beyanı
verilecektir. Oraya bakabilirsin.
Soru: Allah
Teâlâ’nın kendisine düşmanlık etmemizi emrettiği bir kimsenin hediyesini kabul
etmek gerekir mi?
Cevap: Evet,
bu bize vâciptir. Hadiste “Hediyeleşiniz ki birbirinizi sevesiniz.”
buyrulmaktadır. Vermenin imanda derin bir izi kalır. Zira iyilik yapan nefsine
baskın geldiği için sevilendir. Bu, Allah’ın (cc) verdiklerini müşâhede etmeyen
her kişi için tehlikeli bir meseledir. Îhsanı yaratılmışlardan gören birinin
isyanlarında ısrarcı olan kâfir ve zalimleri sevmemesini nasıl beklersin? Zira
bu kimse onların iyilik ve ihsanlarını kabul etmiştir. Bu Allah’ın dilediği
kimseler dışında yaratılmışların çoğuna zor gelen bir durumdur. Çünkü tabiata
aykırıdır. Her ne kadar zâhirde bir eseri yoksa da bâtında vardır.
Soru: Kâmil
mümini kendisiyle tanıyacağımız bir örneği bize açıklar mısınız?
Cevap: Kâmil
mümin, şüphenin bulunmaması açısından gayb kendisinde müşâhede gibi olan ve
Allah Teâlâ’nın kendisine söz, amel ve sahih itikattan ibaret olan imanı
verdiği kimsedir. Böylece onun söz ve fiili, bu fiille ilgili itikadına uygun
olur. Bu nedenle Yüce Allah “Nûru önlerinde ve sağlarında onlarla birlikte
yürür.”[319]
buyurmuştur. Bununla daha önce yaptığı ve Allah katında sâlih olan ameller
kastedilmektedir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Mümin, insanların
canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir.” buyurmuştur.
Başka bir rivâyette “Mümin, komşusunun musibetlerinden emin olduğu kimsedir.”
buyurmuştur.
Efdalüddin’in (rh.a) şöyle dediğini
işittim “Mümin için gaybın müşâhede gibi olması ve kendisinden bütün âleme
emânın yayılması, kâmil imanın şartlarındandır. Böylece kâmil müminler bu emân
söz konusu şahıs hakkında kendilerinde oluşan bir töhmetle karışmadan,
canları, malları ve aileleri konusunda kat‘î biçimde ondan emin olurlar. Bu
alâmetlerin kendisinde bulunmadığı kimse, kimseyi yanıltamaz ve kendisini kâmil
müminlerin arasına katamaz.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle
dediğini işittim: “Allah’ın kendisine vaat ettikleri hakkında kâmil iman
iddiasında bulunan kimse, söz gelimi Allah’ın sadakayı yetmiş ve daha fazla
katlayacağına dair vaadi konusunda kendi nefsini imtihan etsin. Şayet elindeki
bütün malı verinceye kadar, herhangi bir muhtaca bir şey vermekten geri
durmuyorsa, bu anlamda imanının kâmil olduğunu bilsin. Bu kimsenin Allah’a
(cc) şükretmesi gerekir. Bir gün ve gecelik azığı olduğu hâlde, vermekten geri
duruyorsa, Allah Teâlâ’nın vaad ettiklerine olan imanının nâkıs olduğunu
bilsin. Şayet bir yahudi, bir kese altınla otursa ve ‘Kim bir fakire yarısını
verirse ona bir dinar vereceğim.’ dese, vermek için insanlar izdiham yapar ve
fakirler ellerinde bulunan bütün gümüşleri verirler. Allah’tan lutfunu
dileriz.”
Yine onun “Hatırlat, hatırlatma
müminlere fayda verir.”[320]
âyeti bağlamında şöyle dediğini işittim: “Ey kardeş, kâmil iman iddiasında
olup da insanların kendisine hatırlatmada bulunduğu ve fakat hatırlamanın
kendisine fayda vermediği bir kimse gördüğünde bu kimsenin imanının o esnada
nâkıs olduğunu bilinmelidir.
Zira Allah’ın şehâdeti haktır ve O
doğru sözlüdür. Bize, müminin hatırlatmadan fayda göreceğini bildirmiştir.
Fakat söz konusu kimsenin hatırlatmadan faydalanmadığını gördük. Bu durumda
Allah’ı tasdik açısından onun imanının kapalı olduğunu söylememiz gerekir. Faydanın
anlamı ancak amelin varlığıyla beraberdir. Biz, ancak nefsinde şüphe bulunan
bir kimsenin kendisine emredilen bir şeyle amel etmek hususunda geri durduğunu
gördük. Sadık olanın haber verdiği herhangi bir şey hususunda kendisinde şüphe
bulunan kimse ise kâmil iman sahibi değildir. Bununla beraber sen ona
sorduğunda Allah ve Resulü’nün (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize haber
verdiği şeylerin doğruluğunda şüphe etmediğini söyleyecektir. Dikkat et,
kardeşim! Şu an Allah Teâlâ’ya çokça amelin olmaksızın kâmil iman ile gelmen
insanların ve cinlerin amelleri ile ve fakat zayıf ve eksik bir imanla
gelmenden hayırlıdır.” Böylece Şeyh’in 159. bâbda dediği gibi, imanın müminin
kalbinde bulduğu ve atmaya güç yetiremediği, zaruri bir ilim olduğu anlaşılmış
oldu. Bu kitabın mukaddimesinde zikrettiğimiz gibi, delile dayalı olarak iman
eden hiç kimsenin imanına güvenilmez. Zira delilin sahibi, imanını yaralayacak
şüphelere açıktır. Çünkü imanı zaruri değil, nazarîdir. Nazarî imanın sahibi,
delilin esiridir. Bir vakitte tercih edilen her şey, bundan önce terk
edilmişti. Bu nedenle risaletin varlığı için, gönderilenlere delil getirilmesi
şart koşulmamıştır. Ayrıca buna bağlı olarak delilin bulunduğu her kişide
imanın bulunduğunu da görmüyoruz. Sadece bir kısmında iman oluşmaktadır. Şayet
sadece delile bağlı olsaydı, tamamında oluşurdu. Aynı şekilde, delil olmadığı
hâlde imanın bazı kimselerde oluştuğunu da görmekteyiz. O hâlde bu durum,
imanın delille olmadığına, Allah’ın dilediği kullarının kalbine attığı bir nûr
olduğuna delâlet etmektedir. Bu nedenle imanda delilin bulunmasının şart
olmadığını söylemekteyiz. Şeyh Muhyiddin bunun benzerini 159. bâbda zikretmiş
ve şöyle demiştir: “Senin dikkatini herkesin bilmeyeceği derin bir sırra
çekerim. Onu muhafaza et!” En doğrusunu Allah bilir.
Sonuç: Şeyh
364. bâbda şöyle demiştir: “Teklif ehli olan hiç kimsenin, hiçbir şüphe ve
tereddüde yer olmayan tahakkuk ve müşâhedeye (ıyan) dayalı iman olmaksızın
ölmeyeceğini bilesin. Özellikle de Allah hakkındaki bilgi ve O’na iman
konusunda böyledir. Geriye sadece bu imanın ehline fayda verip vermeyeceği
kalmaktadır. Yüce Allah ‘Fakat azabımızı gördükleri zaman inanmaları,
kendilerine fayda vermedi.’277 buyurmaktadır.
Yüce Allah, Firavun’un şöyle dediğini
nakletmektedir: ‘Îsrâiloğullarının iman ettiğinden başka hiçbir ilâh olmadığına
inandım. Ben de Müslümanlardanım, dedi.’[321] Bu imanı
kendisine fayda vermedi.” Îmanının kendisine fayda vermediğine dair delilleri
uzun uzun saymıştır.
5 Şöyle derim: Allah’a
yemin ederim ki Şeyh Muhyiddin’e Firavun’un imanının makbul olduğunu
söylediğini nispet eden kimse ona iftira etmiştir. Bu onun, Firavun’un
imanının makbul olduğunu kendisinden nakleden kimseyi yalanlayan ibaresidir.
Kâdî Ebûbekir Bâkıllânî ve bazı Hanbelîlerin de içinde bulunduğu bir topluluk,
bu görüşü beyan etmiş-
10 lerdir. Zira Yüce
Allah, onun dünyadaki son anında iman ettiğini zikretmiştir. Ulemânın cumhuru,
onun ve azap anında iman eden herkesin imanının kabul edilmediği konusunda
görüş birliği içindedir.[322]
Zira imanın şartlarından biri de serbest olmaktır (ihtiyâr). Azap anında iman
eden, imana zorlanan gibidir. Fakat bunun aksine iman, sahibine ancak
15 güç
yetirebildildiğinde (buna kâdir iken) fayda sağlar ki kişi muhtâr olabilsin.
Ayrıca imanın müteallakı gaybdır. Meleklerin azap için indiklerini gören kimse,
artık her şeyi gördüğü için iman etme yerinin dışına çıkmıştır. En
doğrusunu Allah bilir.
Bil ki ihsanın hakikati, Cebrail’in
Hz. Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) İslâm, iman ve ihsan hakkında
sorduğu hadiste açıkça belirtildiği üzere, kulun Rabb’ini gö5
rüyormuş
gibi ibadet etmesidir. Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “İhsanın hakikati
hem Îslâm hem de imanı kapsayan ibadetlerin tümünde Allah Teâlâ’yı murakebe
etmektir. Ta ki kulun ibadetlerinin tümü ihlas ve benzerleri açısından kemâl
halinde olsun.” “Efâlü’l-ibâd ve Kesb Meselesi Mebhasi”nde, kulun Allah
Teâlâ’nın kendisini gördüğüne dair bilgisi, tenzih açısından, onun Hak 10
için
olduğunu müşâhededen daha kâmildir. Zira Allah’ın kendisini gördüğüne dair
bilgisinin aksine o, sadece aklının dairesi miktarınca müşâhede eder. Allah ise
bundan yücedir. Yine mezkûr mebhasta, hadiste ihsan makamına sahip olan
kimsenin, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ettiği zaman, fiilin sadece Allah’a
ait olduğunu ve onda kulun hiçbir etkisinin olmadığını görmesine dair 15
ince
bir işaretin bulunduğu da geçmiştir. Ancak kulun fiilde sadece âzalardan ortaya
çıkmasından dolayı mahal olması itibariyle, bir hükmü vardır başka bir ilgisi
yoktur. Bunu müşâhede eden kimse, amelini sadece Allah için yapmış ve fiilde
O’na kendisini şirk koşmamış olur. Ayrıca önceki mebhaslarda, ıyân ile imanı
bir araya getirmenin kulun kemâli olduğu da geçti. Dolayısıyla perde 20
olmadan müşâhede ettiği şeylere iman etmiş olur. Bu, müşâhede ve muayene anında
da onun gayba imanın sevabını kaybetmesine sebep olmaz. Bu şerefli bir
makamdır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın “Esrar Bâbı”nda şöyle demiştir:
“Îman ve Îslâm’ın, ihsanın mukaddimeleri olduğu açıktır. Zira iman ve Îslâm
önceliklidir.” Daha sonra “Aksi hâlde kabul edilmez. Açık olduğu üzere bu 25
ikisi
çifttir. Nihayet tekindir. Îhsan onları tekleştirmiştir. Çünkü tek sayıların
ilki üçtür bir değil. Anla!” Yine orada şöyle demiştir: “Îmanın tasdik olduğunu
bilesin. Ancak haberin tahayyülde müşâhede edilmesiyle gerçekleşir. Îman ve
Îslâm için boyun eğme gerekir. Boyun eğme ise, ancak Hakk’ın elinin, celâline
yaraşır bir şekilde, perçemini tuttuğunu gören kimsede gerçekleşir. Böylece 30
isteyerek boyun eğer. Şayet kendisine destek olan Hakk’ı göremez ve tahayyül
edemezse, kerhen boyun eğer. Oysa ihsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet
etmendir. Zira her ne kadar sen görmüyor isen de O, seni görmektedir.”
Şöyle dedim: Efendim
Ali b. Vefâ’nın (ra) sözleri arasında şunu gördüm: “İhsan makamının ötesinde,
‘îkân makamı’ adı verilen başka bir makam vardır.” Bunu başkasının sözlerinde
görmedim, değerlendir. “Peygamberleri Savunma Mebhasi”nde, ihsan makamında
bulunanlar hakkında, 5 burada bulundukları
müddetçe isyan düşünülemeyeceği geçti. Peygamber ve velîler ihsan makamında
bulundukları için, buradan peygamberler mâsum, onların dışındaki velîler ise
mahfuz kılınmıştır. Peygamberler sürekli olarak buradadır; velîler ise
hallerinin çoğunda buradadır. İhsan mertebesinde bulunan kimselerin
işleyecekleri en ileri isyan, Âdem’i (aleyhisselâm) savunma 10
bağlamında
geçtiği gibi, haram ya da mekruhu işlemek değil, evlâ olanı terk etmek
şeklindedir. En doğrusunu Allah bilir.
Müminin
Mevcut Halinden Şüphe Ederek Değil de Meçhûl Olan Neticeden Korkarak “İnşallah
Müminim” Demesinin Câiz Olduğu Hakkındadır
Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle
demiştir: Îmâm Ebû Hanîfe (ra) bunu reddetmiştir. el-Makâsıdda ise
çoğunluğun reddettiği kaydedilmiştir. Nesefî’nin Akâidindeki ibaresi
“Kulun ‘İnşallah ben müminim.’ dememesi gerekir.” şeklindedir. Mevlâ Sa‘deddin
(Teftâzânî), evlâ olanın terk etmek olduğu fakat cevaz verilmediği anlamında
bir yasaklama olmadığı şeklinde yorumlamıştır. Ayrıca Mevlâ Sa‘deddin, iki fırka
arasında mâna itibariyle gerçek bir ihtilafın bulunmadığını zikretmiştir. Zira
şayet imandan sadece mânanın hâsıl olması amaçlanmışsa, bu şu anda
gerçekleşmiştir. Bununla neticede âhiretteki kurtuluş ve sevap amaçlanmışsa bu
da Allah Teâlâ’nın meşîetine kalmıştır. Bunun şu anda gerçekleştiği kesin
değildir. Kesin olarak gerçekleştiğini söyleyen birincisini, meşîete havale
eden de ikincisini kastetmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd’a (ra) bu sorulduğunda
“Kulun ‘Înşallah ben müminim.’ demesi kesinlik ifadesinden daha evlâdır. Kulun
‘İnşallah müminim’ demesinin, o andaki imanında şüpheyi akla getirdiği
söylenemez. Zira biz, imanın kendisinde tahakkuk ettiği her müminin güzel bir
şekilde ruhunu teslim etmeyi umduğu ve Rabb’inin lutfundan bunun gerçekleşmesini
istediği son ana kadar iman üzere olmaya azmettiğini söylüyoruz. demiştir. Ebû
Hanîfe ve imanda istisnanın olmayacağı konusunda ona tâbi olanların delili
Allah’ın sihirbazlar hakkındaki “Âlemlerin Rabb’ine iman ettik. Mûsâ ve
Harûn’un Rabb’ine.”[323]
âyetidir. Burada istisna yapmamışlardır. Yine “Onlar gerçek müminlerdir.”[324]
âyetinde de istisna söz konusu değildir. Aynı şekilde iman bir akittir ve
istisna akdi kesip bozar. Şâfiîler istisnayı vâcip görmediklerini, sadece câiz
gördüklerini söyleyerek kendilerini savunmuşlardır. Bizden istisna yapan ilkini
iptal etmeyi kastetmemektedir. Yine bunda tereddüt bulunmadığı konusunda icmâ
vardır.
Sonuç: Mümin
ameline riya ve süm‘ayı (şöhret) karıştırırsa, hiçbir karşılık alamaz. Bu, Îbn
Abdüsselâm ve Zerkeşî’nin de tercihidir. Bunun açık (zâhir) olduğunu
söylemiştir. Gazzâlî ise amele sevk eden sâiki dikkate almıştır. Dünyevî sâik
daha galipse ecir olmaz, dinî sâik galipse, bu ölçüde ecir olur. Eşit iseler,
birbirini düşürürler. En doğrusunu Allah bilir.
İslâm’a Göre Büyük Olan Günahların
İşlenmesiyle Meydana
Gelen Fıskın, İmanı Ortadan
Kaldırmadığı Hakkındadır
Bu görüş Mu‘tezile’nin aksinedir. Zira
onlara göre imanı ortadan kaldırmaktadır ve amellerin imandan bir cüz olduğu
görüşüne bağlı olarak, fıskın küfür ile iman arasında bir vasıta olduğunu iddia
etmektedirler. Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Mutezile Hz. Peygamberin
‘Zâni, zinâ ettiği anda mümin olarak bunu yapmaz, hırsız da hırsızlık anında
mümin olarak bunu yapmaz.’ hadisinin zâhirine dayanmaktadır. Hadisin zâhirinin
imanı nefyettiğini söylemişlerdir.” Şeyh Necmeddin el-Bekrî şöyle demiştir:
“Bizim anladığımıza göre doğru olan “o mümindir” sözüyle kastedilenin Allah’ın
o kimseyi gördüğünün [farkında olması] başka bir ifadeyle kalbinin Allah Teâlâ
ile birlikte olmasıdır. Zira o anda kalbinin Allah Teâlâ ile birlikte olduğunun
farkında olsaydı, Allah’tan (cc) hayâ duyar ve isyan etmeye gücü yetmezdi.
Âsinin isyana düşmesi için, perdenin onun üzerine çekilmesi gerekir. En küçük
perde nefsinin ‘Rabb’in gafûr ve rahîmdir, sadece günahkârlar için gafûr ve
rahîm olur. Hem Peygamber de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Şefaatim ümmetimin
günahkârları içindir.’ buyurmuştur. ‘İstiğfar ettiğin müddetçe, Allah’ın senin
gibilerini sorguya çekmesi uzak bir ihtimaldir.’ demesi gibi te’vil ve [kötülüğün
kendisine] süslenmesine aldanması şeklinde olur. Yine nefsi ‘Kaderin olanı yap,
sen kesinlikle Allah’ın senin için takdir ettiğinden kaçamazsın.’ der. Nefsi
kendisine geniş olan umut kapısını açar ve günahı küçümser.
Keşif ehli, bir ârifin keşif ve
müşâhedeye dayanarak Allah Teâlâ’ya isyan etmesinin kesinlikle doğru olmadığı
konusunda icmâ etmişlerdir. Allah’ın kendisini gördüğüne dair bilgisi, onu
isyandan alıkoyar. Ayrıca âsinin mâsiyet anında Allah Teâlâ’nın kendisini
gördüğünü bildiği farz edilse dahi onun bu mâsiyet konusunda Allah’ın
kendisinden razı olmadığını müşâhede etmesi gerekir. Taberânî ve diğerlerinin
merfû olarak naklettiği bir hadiste ‘Allah Teâlâ kazâ ve kaderini infaz etmek
istediği zaman, akıl sahiplerinin aklını giderir.’ denilmektedir. Burada giderilen
akıllardan kasıt, teklifin [şartı olan] akıllar değil de Hak Teâlâ’nın mâsiyet
anında kendilerine yönelmiş nazarını müşâhede eden akıllardır.
Şayet bu akıllarla kastedilen teklif
için gerekli olan akıllar olsaydı, Allah Teâlâ hiç kimseyi teklifi yerine
getirmediği için sorguya çekmezdi. Oysa sorgulanacakları kesin naslarla sabit
olmuştur. Anla! Bu, bir grup mutasavvıfın hata ettiği bir yerdir. Dolayısıyla
bazılarının sandığı gibi, kulun isyan anında 5 Allah
Teâlâ’nın kendisini gördüğüne dair imanının perdelenmesinin, Allah Teâlâ’nın
varlığına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrıyla
şerriyle kazâ ve kadere iman etmesini ortadan kaldırmayacağı anlaşılmış oldu.
Aksine bunların tamamına iman etmekte ve Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğüne
dair imanının dışında hiçbir şey kendisine perdelen10
memektedir.
Allah’ın mukadder olan bir işi yerine getirmesi için, o kimsenin bu işte
perdelenmesi gerekmektedir. Ayrıca bu [durum o kimsenin] Allah Teâlâ’ya karşı
çok az hayâ sahibi olduğu anlamına gelecektir. Bunu anladığın zaman, imanın,
içinde bulunduğu sürece bağlı olarak, kendisi için uygun olan her yerde
bulunacağını öğrenmiş olursun. Bu, Yüce Allah’ın ‘Müminle15
re
yardım etmek üzerimizde bir haktır.’ âyetinde ifade edilendir. Yani onlara
yardım ederim ve kulumun beni zannettiği gibiyim. Bununla mukayese et.”
Necmeddin el-Bekrî, Tefsirinde bu şekilde kaydetmiştir.
Soru: “Suheyb
ne iyi kuldur, şayet Allah Teâlâ’dan korkmasaydı bile, O’na isyan etmezdi.”
hadisinin anlamı nedir?
20 Cevap: Bunun
anlamı Şeyh’in 371. bâbda dediği gibi, “Kulu isyan etmekten alıkoyan sebepler,
beşincisi olmayan dört şeydir: Allah Teâlâ’dan utanmak, cezasından korkmak,
sevabını ummak ve Allah Teâlâ’nın ilminin takdir edilmemesi. ‘Suheyb Allah
Teâlâ’dan korkmasaydı bile, O’na isyan etmezdi.’ hadisinin anlamı, onu isyana
düşmekten alıkoyacak sebeplerden 25 üç
tanesine sahip olmasıdır. Bunlar, Allah’tan utanmak, O’nun sevabını ummak ve
Allah’ın ilmini takdir edememektir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ‘Suheyb ne iyi kuldur, Allah’tan korkmasaydı bile O’na isyan etmezdi ya
da O’nun sevabını ummasaydı bile O’na isyan etmezdi.’ buyurması gibi, diğer üç
şeyle ilgili de durum böyledir. Bunun anlamı korkuyla ilgili söylediğimiz 30
şeyde
de aynıdır. 68. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki örnek olarak zinâ, hırsızlık
ve içki içme gibi durumlarda imanın sahibini terk etmesinin hikmeti şudur:
Îman [bu esnada] kişiden çıkar ki böylece, nefsinin mesela zinâ ile kendisini
mâruz bıraktığı azabın gerçekleşmesinden onu koruyabilsin.
Zira
imana hiçbir şey karşı koyamaz. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
Kul zinâ ettiği zaman, iman kendisinden çıkar ve gölge gibi üstünde dolaşır.
Bıraktığı zaman kendisine döner.’ hadisi de buna işaret etmektedir.” Şöyle
demiştir: “Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) açıklamasından sonra
hiçbir açıklamaya gerek yoktur.
Dolayısıyla
imanın çıkması, sahibinin küfre girmesi için değildir. Aksine sahibine inâyet
olarak azabı ondan engellemek için çıkmaktadır.” Şeyh bunu uzunca anlattıktan
sonra şöyle demiştir: “Burada gizli ve önemli bir nükte vardır: Mümin kul, asla
salt günah işlemez. Ona bir taat karışması gerekir, bu taat [işlediği günahın]
Allah Teâlâ’nın gazaplanacağı bir mâsiyet olduğuna dair inancıdır. Böylece
sâlih bir amelle kötü bir ameli birbirine karıştıran kimselerden olur. Allah’ın
onların tövbesini kabul etmesi, yani onlara rahmetle muamele etmesi umulur.
Ulemâ ‘Müslümanlar için Allah’ın rahmeti, gazabından öncelikli olduğu için,
ummak (asâ) Allah için söz konusu olduğunda, [umulanın] meydana meydana gelmesi
vâciptir.’ demişlerdir.” Yine 354. bâbda “Zinâ eden kimse, zinâ anında mümin
olarak bunu yapmaz.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Yani azabı tasdik
ederek bunu yapmaz. Zira azabı tasdik etseydi, günaha düşmezdi. Bu şuna benzer;
şayet biz onun için büyük bir ateş tutuştursak ve ‘Bu kadınla zinâ et ki seni
bu ateşte yakalım.’ desek, uzun süre bunu istemeye devam etsek bile, asla onunla
zinâ etmez. Bunun sebebi cezayı görmesidir. Anla!” 234. bâbda da şöyle
demiştir: “Bilesin ki kâmil müminin şartlarından biri de Allah’ın
cezalandırmakla tehdit ettiği bir günahı işlediği zaman, bu günahtan fariğ
olduğunda içinde bir pişmanlık bulmasıdır. Hadiste ‘Pişmanlık tövbedir.’
[şeklinde geçmektedir.] Bu şekilde pişman olan kimse, tövbe etmiş gibidir. Yani
insanların hakları açısından değil de Allah’ın hakları açısından böyledir.
Dolayısıyla bu pişmanlıkla beraber tehdidin hükmü düşer. Kâmil müminin
muhalefet etmekten hoşlanmaması ve bunu yaparken de razı olmaması gerekir.
Zaten bundan hoşlanmaması, bunu yaparken pişman olması ve bunun bir mâsiyet
olduğuna dair imanı sebebiyle üç yönden sâlih amel sahibidir. Bunu yapmış
olması itibariyle de şer‘an bir tek açıdan kötü amel sahibidir. O da bunu
işlemektir. Allah’ın ‘Zerre kadar şer işleyen bunu görür.’282
âyetini dikkate alan kimse, bizim dediklerimizi anlar.
Yüce
Allah, bu şerden dolayı sorguyu değil, sadece onu göreceğini kaydetmektedir.
Ayrıca Kerîm’den sadece kerem beklenir.” Onların bazılarının sözlerinde bu
şekilde gördüm. Muvahhid olup da cehenneme girenler hakkında da hikmet
böyledir. Bu, sultanın dilediği hizmetçilerini te’dib etme5
sinde olduğu gibi,
sorguya çekmediği kimselere olan lutfunu açıklamak içindir. İnsanların
kendilerine olan nimetleri bilmeleri için, bu hususta şefaat de eksilmez. En
doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
297. bâbda “Şayet günah işlemez ve istiğfar etmeseydiniz, Allah sizi götürüp
günah işleyen, istiğfar eden ve istiğfarlarını kabul ettiği bir top10
luluk getirirdi.”
hadisi bağlamında, şöyle demiştir: “Bil ki Allah Teâlâ’nın kullarına olan
rahmetlerinden biri de dünyadayken isyan ettikleri anda, onlarda unutma ve
perdelenmeyi yaratmasıdır. Bu dünyadaki isyan ve muhalefetler kullar üzerinde
[Allah’ın ilminde] takdir edilmiştir. Onlardan bunların gerçekleşmesi
kaçınılmazdır. Şayet keşif ve tecellî şeklinde gelişir15
se, bu Allah
Teâlâ’dan hayâ etmenin azlığı hususunda mübalağa olur. Zira O’nu görmekte ve
müşâhede etmektedir. Şayet perde olmasaydı, durum büyür ve zorlaşırdı. Kader
ise bunun meydana gelmesine hükmetmiştir. Bu nedenle Yüce Allah, isabet eden
şeyin büyüklüğünden dolayı, âsiyi bunu görmekten perdelemiştir.” el-Fütûhât’ın
“Hac Bâbı”nın sonlarında da 20 şöyle demiştir: “İnsanların
bazılarının günahları kendilerine fayda verir ve Îblîs, zarar etmiş olarak
döner. Bu şöyle olur: Kul amelini büyük görüp kardeşlerine karşı büyüklük
taslamak gibi bir şey yaparsa, günaha düşer ve kendisinde zillet, ümitsizlik ve
pişmanlık meydana gelir, böylece hastalığı gider ve tövbe edenler arasına
kaydedilir.” Bunu uzunca anlatmıştır. Îbn 25 Atâullah’ın sözleri arasında şu
da vardır: “Zelillik ve ümitsizlikle sonuçlanan günah, büyüklük ve zorbalıkla
sonuçlanan taatten daha hayırlıdır.” Sonraki mebhasta, burada
zikrettiklerimizden daha fazlası gelecektir. En doğrusunu Allah bilir.
Can Çekişmeden Önce Tövbe
Etmeden Ölen Fâsık Müminin Durumunun Allah’ın Meşîetine Kaldığı Hakkındadır
Cehenneme
atılmak sûretiyle cezalandırılması ve sonra da buradan çıkarılmasının sebebi,
Îslâm üzere ölmesidir. Hz. Muhammed’in şefaati olmadan veya onun şefaati ya da
Allah’ın dilediği başka birisinin şefaatiyle bağışlanarak cehenneme atılmaması
ise Allah Teâlâdan bir lutuftur. Bu sonuncusu (başkasının şefaati) Kâdî Îyâz’ın
sözü olup, Nevevî bu konuda tereddüt etmiştir. Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî,
Nevevî Allah’ın dilediği kimsenin şefaati konusunda tereddüt etmiştir. Zira
bunu beyan eden ya da nefyeden açık bir sünnet yoktur.” demiştir. Daha sonra
“Şefaat, kurulduktan sonra sırattan geçiştedir ve cehennemden kurtuluş bu
geçişin lâzımıdır.” demiştir. Yüce Allah “Kim cehennemden uzaklaştırılır da
cennete konulursa artık kurtulmuştur.”[325] ve
“Sonra biz kötülükten sakınanları (cehennemden) esirgeriz; zalimleri de diz
üstü çökmüş olarak orada bırakırız.”[326]
buyurmuştur. Mutezile büyük günahta ısrar eden kimsenin cehennemde ebedî
kalacağını ve onun hakkında ne afv ne de şefaatin mümkün olduğunu iddia
etmiştir. Bunun Îbn Abbâs’ın (ra) “Kim kasten bir mümini öldürürse”[327]
âyetine dayandırdığı görüşü olarak nakletmişlerdir. Oysa bu âyet “Allah
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri dilediği kimseler
için bağışlayabilir.”[328]
âyetinden sonra nâzil olmuştur. Bu muhkem olup, neshedilmemiştir. Bu şekilde
Îmâm Mâlik b. Enes’in (ra) çağdaşı olan Sened b. Abdullah el-Ezdî’nin tefsirinde
gördüm. Cumhur [burada] neshin olmadığını kabul ederek belâ ile yapılan
tehdidin, gerçekleşmesini gerekli kılmadığı şeklinde cevap vermiştir. Bu, kendisine
karşı gelen kölesine “Senin cezan seni dövmem ya da hapse atmam.” deyip, sonra
da onu dövmemesi ve hapsetmemesi durumunda olduğu gibidir. Bu usulcülerin
görüşüdür.
Şeyh
Muhyiddin’in nakillerine gelince, 147. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki bir insanı
öldürüp de dünyada buna karşılık olarak öldürülmeyen katilin işi Allah’a
kalmıştır; dilerse affeder, dilerse azap eder. Kudsî hadiste intihar eden
kimseyle ilgili olarak ‘Kulum benden erken davrandı, ben de cenneti ona haram
kıldım.’ sözüne gelince; bunun anlamı, zinâ eden yaşlı, sürekli içki içen,
akrabalarla ilişkisini kesen ve eteğini yerde sürükleyen kimse hakkında varit
olan benzer hadislerde belirtildiği gibi, ilk anda cennete girmeyeceği
şeklindedir. Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Son sözü
‘Lâilâhe illellah’ olan kimse, zinâ ve hırsızlık etse bile
5 cennete girer.’ sözü gibi sahih naslara muvafık
olduğu içindir.” Yine elFütûhât’ ın “Cenaze Namazı Bâbı”nda şöyle
demiştir: “Bil ki sahih haberler ve sarih usul, intihar edenin cehennemden
çıkmasını gerektirmektedir. Cehennemde ebedî kalacağı anlamına gelen naslar,
sakındırmak için veya intihar eden kâfirler içindir. Çünkü hadiste müminlerle
sınırlı tutulmadı.
10 Dolayısıyla ihtimalli bir hâl bulunmaktadır.
İhtimal söz konusu olduğu zaman da usule dönmemiz gerekir. Usule döndüğümüzde
de imanın kuvvetli bir otoritesinin olduğunu ve bununla birlikte cehennemde
ebedî kalmanın imkânsız olduğunu görürüz. Dolayısıyla Şâri‘ hadiste, bir sınıfı
diğerinden ayırt etmediği için, bunu kâfirlerle ilgili olarak haber verdiği
kesin olarak
15 ortaya çıkmaktadır. Şer‘î deliller birçok cihetten
alınır ve birbirini desteklemeleri için birbirine eklenirler. Müminler bir
duvarın tuğlaları gibi birbirini desteklediği gibi, bir şeye inanmak başka bir
şeye inanmayı destekler ve böylece birbirini kuvvetlendirirler.” Bunu uzunca
anlattıktan sonra şöyle demiştir: “İntihar edenlerle ilgili ‘Onlara cenneti
haram kıldım.’ ifadesinin
20 anlamı, ‘Beni göremesinden önce cenneti ona haram
kıldım.’ şeklindedir. Özellikle de iffetli davranıp aşkını gizleyen
kimselerden, intiharı Allah’a kavuşmaya duyulan özlem nedeniyle
gerçekleştirenler için böyledir. Bu şekilde ölen kimse için haberin lafzının
yorumlanması daha uygundur. Meğerki bu yoruma zıt açık bir nas buluna.” Bunu
uzattıktan sonra şöyle de-
25 miştir: “Şayet bu konuda fikir yürüten birisine,
belirttiğimizden sonra hala öteki görüş ağır basarsa bu durum, ebedî şekâvetle
te’vil edilen bu görüşle kabul edilen usul arasındaki çelişkiyi görmeyen bakış
açısının uzaklığından kaynaklanmaktadır. Şayet bunu getirip şeriat mîzanıyla
ölçerse, dediğimizi anlar. Sahih’te ‘Kalbinde hardal tanesi kadar iman
bulunan kimseyi ce-
30 hennemden çıkarın.’ şeklinde nakledilmiştir.
Dolayısıyla sadece te’vilimiz geçerliliğini sürdürmektedir.
Şöyle
derim: Bu ve
bundan sonraki sözlerinde, şeyhin kâfir olan cehennemliklerin oradan
çıkarılacağını söylediğine dair iftiralara red ve yalanlama vardır. En
doğrusunu Allah bilir. Yine “Cenâzeler Bâbı”nda, uzun sözlerden sonra şöyle
demiştir: “Bilesin ki Allah Teâlâ ölen kimse için [cenâze] namazı kılmayı
üzerimize vâcip kılarak bizim ölü için şefaatte bulunmamızın makbul olmasını
murad etmiş ve bize ölü için yaptığımız duanın kabul edildiğini ve bu hususta
bizden razı olduğunu bildirmek istemiştir. Zira bir şeyi emretmek, Şâri‘in
ondan razı olmasını gerektirir. Mu‘tezilîlerden ‘İntihar eden cehennemde ebedî
olarak kalacaktır.’ diyen kimsenin bu sözü, küfür üzere ölen kâfir ya da
kendisi için namaz kılınmayan kimseyle yorumlanır. Bu nedenle intihar eden
kimse için namaz kılınmasının vâcip olduğunu, namazımızın ona fayda
sağladığını ve onların iddiasına göre onu cehennemde ebedî olarak kalmaktan
koruduğunu söyledik. Ehl-i sünnet ve’l-cemaate göre ise ne bir mümin ne de bir
muvahhid ebedî olarak cehennemde kalır. Hadiste ‘Lailalhe illallah diyen kimse
için namaz kılınız.’ buyrulmuştur. Bunun kapsamına büyük günah işleyenler ve
bid‘at ve hevâlarından dolayı tekfir edilemeyen bütün bid‘at ve hevâ ehli de
girer. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ayırım ve tahsis
yapmamış, aksine nekra ve amm olan ifadesiyle genelleştirmiştir. Şâri‘in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘La ilâhe illallah’ diyen kimse için namaz
kılmamızı emretmesi, ya hiç cehenneme girmemesi ya da cezasını çektikten sonra oradan
çıkarılmak sûretiyle, ona merhamet etmek istemesi nedeniyledir.”
355.
bâbda “Yoksa kötülük yapan o kişiler bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi
sandılar? Ne kadar yanlış düşünüyorlar!”287 âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bu âyette tövbe etmeden ölen kimsenin azabının gerçekleşeceğini
ileri sürenlere reddin ve Allah’ın rahmetinin bütün muvahhidleri kapsadığına
dair beyanın bulunduğunu bilesin. Bu, kulun isyan ettiğinde intikam ve belâya
mâruz kalması sebebiyledir. Kul kendisinden sadır olan [fiille] intikam
hususunda yarış hâlindedir. Hak Teâlâ bu müsabakada onunla çokça bağışlayan
(gaffâr), affeden, mütecaviz, esirgeyen (râuf) ve merhametli (rahîm) olması
hasebiyle yarışır. Kul da Rabb’iyle kötü fiillerle intikama yönelik yarış
hâlindedir.
Her
türlü kusur ve noksandan uzak ve yüce olan Rab, söz gelimi er-Rahîm yahut
el-Gaffâr ismiyle rahmet ve mağfirete yönelik olarak onun önüne geçer.
el-Müntakim ismi geldiğinde, el-Gaffâr ve benzeri isimlerin kendisiyle söz
konusu âsi kulun arasına girdiğini görür.” Şöyle demiştir: “‘Yoksa kötülük
yapan o kişiler bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar?’[329]
âyetinin anlamı, ‘Günahlarıyla mağfiret ve rahmetimin kapsayıcılığının önüne
mi geçmek istiyorlar?’ şeklindedir. ‘Ne kadar yanlış düşünüyorlar!’[330]
Aksine onlara ve bütün muvahhidlere olan rahmetimle öne geçmek bana aittir.
Bu, en ileri düzeyde ikramdır.” Şöyle demiştir: “Bu sadece tövbe etmeden ölen
âsi muvahhidler için söz konusudur. Onlardan olan bir âsi öldüğü zaman, Yüce
Allah’ın rahmeti, Allah’ın onunla karşılaşmayı dilediği yerde onu karşılar.
‘Allah ile karşılaşmak istemeyenlerle, Allah da karşılaşmak istemez.’ hadisi
ise kâfir hakkındadır. Azabı hak etmeyen âsi muvahhidler hakkında ise te’vil
edilmesi gerekir. Çokça muhalefet ettiği için Allah’la karşılaşmak istemeyen
kimse bunu, mutlak karşılaşma itibariyle değil, işlediği muhalif şeylerden
dolayı, sorguya çekileceğinden korkarak istememektedir. Düşün!” 347. bâbda da
şöyle demiştir: “Hakk’ın mümine olan rahmeti gazabıyla karışık olmasaydı, yeryüzünde
hiçbir âsinin izi kalmazdı. Mümin, Hakk’ın kendisini sorgulaması hâlinde,
merhametle birlikte azap gören gibidir. Bu, onun günah işlerken bunun günah
olduğuna iman etmesi ve âkıbetinden korkması sebebiyledir. Dolayısıyla
kâfirden başkası cehennemde ebedî kalmaz. Vesselâm.”
Bütün
Asilerin Tövbe Etmelerinin Vacip Olduğu, Bozduktan
Sonra
Dahi Sahih Olduğu ve Tamamı İçin Değil de Bazı Günahlar İçin Olduğu Hakkındadır
Velev
ki büyük olsun ısrarla yapılan bir başka günah olsa dahi küçük bir günah için
[yapılan tövbe] sahih olur. Celâleddin el-Mahallî bu konuda şöyle demiştir:
“Tövbe ettikten sonra, tekrar günaha dönerse, önceki tövbesi bâtıl olmaz,
aksine başka bir tövbeyi vâcip kılar.” Bu, âlimlerin cumhurunun görüşüdür. Kâdî
Ebûbekir el-Bâkıllânî’den, tövbenin, tövbe edilen günahın tekrarlanması
sûretiyle bozulması durumunda sahih olamayacağı nakledilmiştir. Büyük günahtan
kaçınmakla birlikte kefareti gerektirdiği için küçük günah için de sahih
olmadığı söylenmiştir. Büyük günahın ısrarla işlenmesi durumunda da sahih
olmayacağı söylenmiştir. Şöyle demişlerdir: “Kulun tövbesinin hâsıl olmasına
yardımcı olacak şeylerden biri de tövbedeki güzellikleri, peygamberler,
velîler ve müminlerin sâlihleriyle bir araya geleceğini, tövbe etmediği
takdirde ise fâsık ve şeytanlar gibi Allah’ın düşmanlarıyla iletişim içinde
olacağını anmasıdır. Ayrıca tövbenin bütün şartlarını yerine getirmesi gerekir.
Sadece birçok insanın yaptığı gibi dil ile istiğfar etmek yetmez. En önemli
şartlarından biri günahtan ötürü pişman olmak, yani günah olması açısından
pişman olmasıdır. Yani söz gelimi bedenine zarar verdiği için içki içmesinden
dolayı pişman olursa, bu tövbe değildir. Bazıları pişmanlığı, üzülme, yapılanlardan
rahatsız olma ve yapmamış olmayı temenni etmek olarak târif etmişlerdir.
Kemâl,
Hâşiye alâ Şerhi Cem‘i’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir: “Bize göre pişmanlığın
her zaman devam etmesi vâcip değildir. Aksine bunu ortadan kaldıran bir şeyin
sâdır olmaması şeklinde hükmen pişmanlığın benimsenmesi yeterlidir. Zira Şâri‘,
imanda olduğu gibi, sabit olan durumu, fiilen hâsıl olan şeyin makamına
geçirmiştir. Kuşkusuz tövbe eden ittifakla mümindir. Aynı şekilde dinde menfî
olan zorluk nedeniyle, tüm zamanlarda pişmanlığın hatırda tutulması ile yükümlü
olmak da çok az mümkündür.” Cumhur şöyle demiştir: “Tövbe günahı terk etmek,
bir daha dönmemeye azmetmek, makzûfu (iftiraya uğrayan) razı etmek sûretiyle
hadd-i kazfte (namuslu bir mümine iftira atma cezası) ya da hakları verilmek
sûretiyle vârislerini razı etmek gibi hukuken mâsiyetten meydana gelen
sonuçları telafi etmek veya bundan aklanmakla gerçekleşir. Şayet hak sahibinin
mevcut olmaması gibi bir durumdan dolayı hak iade edilmezse, bu şart düşer, kul
hakkına neden olmayan bir mâsiyet için kulun tövbesinde bu şart nasıl düşüyorsa
öylece geçersiz olur. Ulemâ şöyle demiştir: “Aynı şekilde içki içmede olduğu
gibi, [bu mâsiyetin] bırakılmasından sonra kulun bir günah için yaptığı tövbede
terk etme şartı düşer.” Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Bu durumlarda
tövbenin gerçekleşmiş olmasıyla kastedilen, o tövbe o şartla meydana geliyorsa
o şartı aşmamasıdır yoksa her tövbe ettiğinde o şartın bulunması değildir.”
Kemâl
Haşiyesinde “Hakkın mümkün olduğunca iade edilmesi şeklinde devam eden
kelâmdan kastettikleri ise ki bu kelâm ashabımızca meşhurdur, Âmidî ve el-Mevâkıf
ve el-Makâsıd sahibi de aynı görüştedir, hakkın iade edilmesinin bizzat
vâcip oluşudur. Öldüren, zulmeden veya döven kimsenin iki şeyi yerine getirmesi
gerekir. [Bunlar] tövbe ve zulümden çıkmaktır ki bu kendisine kısas
yapılabilmesi için teslim olmak [demektir]. Bu iki vâcibin birini yerine
getiren kimse diğer vâcibi yerine getirmedikçe yaptığı sahih olmaz.” demiştir.
el-Makâsıdda şöyle demiştir: “Bu tahkiktir ancak gasp edilenin hakkı ödenmedikçe
pişmanlık sahih olmaz.” Îbnü’s-Sübkî ve diğerleri şöyle dediler: “Însan
istiğfarında sadık olmadığını hissettiği zaman, başka bir istiğfara ihtiyaç
duymakla beraber yine de istiğfar eder. Zira dil zikre alıştığında kalp de ona
bu hususta muvafakat etmeye başlar.” Îmâm Sühreverdî şöyle derdi: “Günahının
bağışlanmayacağından korksan da tövbe et.” Ulemâ, şayet emredilen şeyleri
yapmaya ve yasaklanan şeyleri de terk etmeye götürmüyorsa her mümine kötülüğü
emreden nefsiyle mücâhede etmesinin vâcip olduğunu söylemiştir. Şöyle
demişlerdir: “Senin için nefisle mücâhede etmek görünen düşmanla savaşmaktan
daha çok gereklidir. Zira nefis, seni bir günahtan başka birine yaklaştırmak
sûretiyle, ebedî helâkini ister.” Hadiste, günahların küfrün habercisi olduğu
kaydedilmektedir. Yani, günahlar küfrün öncülleridir. Şayet kötülüğü emreden
nefsin (nefs-i emmâre), kötü bir fiili işlemen noktasında, sana galebe çalarsa
derhal tövbe etmen vâciptir. Böylece tövbe ile söz konusu fiilin etkisi
inşallah kalkmış olur.
Şayet
nefsin, kötü olan fiili bırakmana engel olan bir tembellik yahut ondan alınan
lezzet nedeniyle bu fiili terk etmekten vazgeçmezse lezzetleri gideren ölümü ve
ansızın gelişini hatırla. Pek çok insanda görüldüğü gibi, belki seni de
tövbesiz olarak alır ve kaybedenlerle beraber zarara uğrarsın. Şayet bunu terk
etmemenin sebebi, işlediğin günahın şiddeti veya kendisine karşı günah
işlediğin kimsenin büyüklüğünü düşünmenden dolayı, Allah Teâlâ’nın seni
affetmesinden ve rahmetinden ümit kesmen ise Rabb’inin buna karşılık olan
cezasını hafiflet (gözünde büyütme). Zira sadece hüsrana uğrayanlar Allah’ın
rahmetinden ümit keserler. Ümitsizliğini bırakman için, kendisinden başka hiç
kimsenin kuşatamayacağı genişlikteki Allah Teâlâ’nın rahmetine sığın. Zira O’nun
muvahhid olan âsilere yönelik merhamet tarafı, onları cezalandırmaya yönelik
tarafından daha tercihe şayandır.” Bunlar, Îbnü’s-Sübkî’nin (rh.a) “Tövbe
Mebhasi”ndeki son sözleridir.
Kardeşim
bil ki tövbe etmek, Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ettiği en büyük
şeylerdendir. Şayet tövbe etmezsek tövbeyi terk etmekten dolayı tövbe etmemiz
vâciptir. Şayet tövbeyi terk etmekten dolayı ettiğimiz tövbe sahih olmazsa
tövbeyi terk etmekten dolayı ısrarla tövbe etmemiz vâciptir. Bu, yaşadığımız
müddetçe sonsuza kadar devam eder. Bu durumda bizim ilacı olmayan bir derdimiz
yoktur. Şayet bunların tamamından hiçbiri sahih olmazsa Allah’ın Îslâm üzere
ölen, ısrarla günah işleyenlere bağışladığı özel bir rahmeti vardır. Şunu bil
ki tövbenin hakikati, kulun henüz yaratılmadan önce Allah Teâlâ’nın bu günahı
kendisi için takdir ettiğini müşâhede etmesidir. “Kul günah işleyip, kendisini
affeden bir Rabb’inin bulunduğunu bilir ve buna sığınırsa Yüce Allah, ikinci
veya üçüncüde ‘Dilediğini yap, seni bağışladım.’ der.” hadisinin anlamı,
“Dilediğin günahı işle, pişman ol ve istiğfar et ki ben de seni bağışlayayım.”
şeklindedir. Kişiye, pişmanlık olmadan sadece günahı bağışlayan bir Rabb’in
olduğunu bilmesi kâfi gelmez; anla!
Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın 74. bâbında, tövbenin hemen yapılmasının vâcip
olduğunun en büyük delillerinden birinin de “Ey Müminler! Hepiniz Allah’a
tövbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz!”[331] âyeti
olduğunu söylemiştir. “Yüce Allah, kullarına tövbe etmeyi emretmiş sonra da
muhalefet ettikleri takdirde onlara ‘Sonra onların tövbesini kabul etti.’[332]
âyetinin içeriğini bildirerek, delili telkin etmiştir.
Böylece
tövbe etmeleri ve kıyamet günü bundan sorguya çekildiklerinde ‘Rabb’imiz, şayet
tövbemizi kabul etseydin, tövbe ederdik.’ demeleri içindir. Bu ‘Ey Însan! Yüce
Rabb’in hakkında seni yanıltıp aldatan ne oldu?’[333] âyetinde
olduğu gibidir. Bu da ‘Rabb’im, keremin beni aldattı.’ demesi 5
içindir. Bu, kerem
sahibinin sevilen hasma, getirmesi için delili öğretmesi kabilindendir. Bu
talim, sadece saîdler için söz konusudur. Anla!” Şöyle demiştir: “Allah’ın
kulun tövbesini kabul etmesinin kesin olduğunu bil. Kulun tövbesi ise illetler
ve bu illetlerin sınır ve şartlarını yerine getirme bilgisinin olmaması ve
Allah Teâlâ’nın bu konudaki ilmini bilmeme gibi 10 durumlardan dolayı imkân
dâhilindedir. Her ârif, Rabb’inden tövbesini kabul etmesini ister. Onun
tövbedeki payı sadece istek ve itiraftır. Allah’ın ‘Ey Müminler! Hepiniz
Allah’a tövbe edin!’[334]
âyetinin anlamı, ‘Babanız Âdem’in (aleyhisselâm) size öğretmek için mâna ile
değil de fiil ve sûret ile yaptığı gibi, itiraf ve duaya dönün.’ şeklindedir.
Kuşkusuz onun ağaca yaklaşması, 15 bir meyil veya bir haramı çiğnemek için değil,
sadece kaderin gerçekleşmesi içindi.” Muahede yöntemiyle (söz vererek) Allah’a
dönmekte ise Allah Teâlâ’nın ilminde bulunanı bilmediği için, büyük bir tehlike
olduğunu söylemiştir. “Şayet üzerinde itaatsizlikten bir şey kalırsa bu ahdi
bozmuş olur ve Allah’ın haklarında ‘Onlar ki iyice pekiştirdikten sonra da
Allah’a 20
verdikleri sözden
dönerler.’[335]
buyurduğu kimselerin yoluna girer. Hiç kimse tövbe makamını Âdem’den
(aleyhisselâm) daha iyi bilmez. O, günahını itiraf ederek Rabb’ine dua
etmiştir. Bazılarının tövbenin sahih olması için şart koştuğu gibi, bir daha
dönmemek üzere Allah Teâlâ’ya söz verdiği nakledilmemiştir. Nefsine gerçekten
nasihat eden kimse, babası Âdem’in (aleyhisselâm) yolu25
na giren kimsedir.
Ehl-i keşfe göre samimi azimde, kuvvet iddiası ve ilâhî kadere mukavemet
etmenin söz konusu olduğu açıktır. Ancak bununla bir daha dönmemeyi kastetmesi,
şayet durumu bağımsız olarak O’na havale etmişse müstesnâdır. Bu da
imkânsızdır. Değerlendir ve araştır!”
Îsrâiloğullarının önde gelen
kullarından bazıları “Rabb’im, şayet be30 ni ibadetinle baş başa bırakır,
beni nefsime havale edersen, hiçbir kulun yapmadığı ibadeti yaptığımı
görürsün.” demiştir. O gün Tevrat’ı açmış ve kendisini Rabb’inden alıkoymaması
için hiç kimsenin yanına girmemesini emretmiştir. Îkindi vakti gelmeden hataya
düşmüştür.
Yüce
Allah’ın, bizlere büyüklerin hikâyelerini anlatması, Allah’ın onları
edeplendirdiği şeyle edeplenmemiz içindir. Dolayısıyla kulun sadece elindeki
Kitap ve Sünnet’e uygun bariz amellerinin ağırlığıyla sorumlu tutulacağı
anlaşılmaktadır. Her fiile kendi payını verir. Şayet bir ibadet ise Allah’a şük5
retsin, günah ise Allah’tan bağışlanma dilesin, mubah ise o da oradaki makamına
göredir. Şayet ârif ise mubahı niyetle övgüye değer bir hâle getirir. Bazı
Rabbânî fısıldamalarda (hatif), kulun iradesiyle gelecekte bir şeyi yapma ya da
terk etmeyle (kalbinin) meşgul olmasına gerek olmadığı kaydedilmiştir. Ona
düşen elinde açıkça gerçekleştirdiğimiz şeylerin hakkını vermekle meş10
gul olmaktır.
Şayet taat ise bunu ona nasip ettiğimiz için bize hamdeder ve kusurundan dolayı
bize istiğfar eder. Mâsiyet ise bunu takdir ettiğimiz için bize hamdeder,
emrimize muhalif olarak bunu yaptığı için de bize istiğfar eder. Gaflet ve
yanılma ise makamına layık olanı yapar. “Kulun iradesiyle gelecekte bir şeyi
yapma ya da terk etmeyle kalbinin meşgul olmasına gerek 15
olmadığı”
şeklindeki ifade, nefisle mücahede ve onun akla getirdiklerini reddetmeyle
çelişmez. Zira bu, gelecekle değil şu andaki hâlle ilgilidir ve şu anda meydana
gelmiştir. Aynı şekilde gelecekte bir fiili yapmayla ilgili istihâreyle de
çelişmez. Zira istihâre emredilmiştir. Emredilen bütün şeyleri buna kıyas et. En
doğrusunu Allah bilir.
20 Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ta uzun
değerlendirmelerden sonra şöyle demiştir: “Özet olarak Rabb’iyle gelecekte bir
fiili terk etmek ve işlemek hususunda sözleşen kimse ya Allah Teâlâ’nın
kendisinden bir zellenin sâdır olmayacağını bildirdiği ya da bildirmediği
kimselerdendir. Şayet Allah Teâlâ’nın sahih ilham meleğinin diliyle bunu
kendisine bildirdiği kulların arasındaysa 25 [mâsiyete] dönmeyeceğini bildikten
sonra dönmemek için azmetmeye dair muahedesinin (sözleşmesinin) hiçbir anlamı
yoktur. Şayet Allah Teâlâ bunu kendisine bildirmemiş ve o da [mâsiyete]
dönmemek üzere Allah’a ahid vermişse Allah’ın dönmesini takdir ettiği
kimselerden ise Allah’a verdiği ahdi ve mîsâkı bozanlardan olur. Allah’ın
mâsiyete döneceğini kendisine bildir30 diği hâlde, [dönmemeye
azmedenlerden ise] dönmemeye dair bu azmi, büyüklenme ve kadere karşı gelme
olur. Dolayısıyla her hâlükârda, gelecekte bir şeyi terk etmeye dair yapılan
ahdin, ne bilen için ne de bilmeyen için herhangi bir anlamı yoktur. Hak
Teâlâ’nın kullarından istediği tövbe ise sadece babaları Âdem’in
(aleyhisselâm) yaptığını yapmaktır. Âsi bunu yaptıktan sonra 35
geriye, Allah’ın
emirlerini hafif gördüğünü hissetmesi sebebiyle günahlarına ısrar etmemek ve
tövbe etmekten başka yapacak bir şey kalmamaktadır.
Bazıları
günahlarda ısrar etmeyi, diğer namazın vakti girdiği hâlde henüz tövbe etmeme
şeklinde tarif etmişlerdir. Bazıları ise “Günahın hemen peşinden, Kirâmen
Kâtibin meleklerinin bekleme süresinden daha kısa bir zamanda, tövbe etmeyen
musirrdir (ısrarcıdır).” demişlerdir. Onla5 rın [günahtan sonra] âsiyi bir
saat bekledikleri nakledilmiştir. Ancak bu saatin süresinin, feleki mi ya da
başka bir saat mi olduğunu bilmiyoruz. Dönmemeye azmetmeye dair ahdin vâcip
olmadığını teyit eden hususlardan biri de “Kul günah işlediğinde, günahları
bağışlayan bir Rabb’inin olduğunu bilirse ve bunu alırsa...” hadisidir. Burada
bir daha dönme10 meye
azmetmesi zikredilmemiştir. [Mâsiyete dönmemeye azmetmeyi] şart koşan kimse
bunu meşrû kılınan tövbenin sıhhatinin lâzımı olarak görmüş olabilir böylece
onu, günahı bırakma nasıl şartla tahsis edildiyse şartla tahsis eder. Ki günahı
bırakma pişmanlığın gerçekleşmesinin lâzımıdır. Haksızlıkları ehline iade
etmeyi tahsis etmeleri de aynı şekildedir.
15 En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Tövbe ölünceye
dek kula eşlik eden makamlardan mıdır?
Cevap:
Evet, kul buna
muhatap kılındığı müddetçe güneş batıdan doğana dek vardır. O gün tövbe kapısı
kilitlenip kapanacak ve hiç kimseye imanı ve bu imanla elde ettiği hiçbir
hayır, fayda vermeyecektir. Şeyh Muhyiddin 20 şöyle demiştir: “Mümini
tövbeden alıkoyan hiçbir kapının ona kapanmayacağı açıktır. Doğrusu bu kapı kendisine
imanının kalbinden çıkmaması için kapanır. Hâl böyleyken bunun dışındakiler
nasıl kapansın? Kalbindeki imanın istikrarıyla bu kapıdan geçmiş ve ardında
bırakmıştır. Dolayısıyla oraya girdikten sonra bir daha çıkmaması için bu
kapının imanı üzere ka25 panması, onun saadeti kapsamındadır. Bundan sonra
hiçbir mümin asla irtidat etmez. Zira imanın çıkacağı açık bir kapı
bulunmamaktadır. Dolayısıyla tövbe kapısının kapanmasının mümin için rahmet,
kâfir içinse ceza (nikmet) olduğu anlaşılmaktadır.” Şeyh, bunu el-Fütûhâtul-Mekkiyye
nin 73. bâbının 136. cevabında zikretmiştir. 70. bâbda ise Müslim’in zekâtla 30
ilgili olarak
naklettiği “Sadaka veriniz! Însan sadakasıyla yürümek üzeredir ki onu verecek
kimse bulamaz.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: Burada tövbeye koşmak
sûretiyle sadakada seri davranmaya dair emir söz konusudur. Zira tövbe, teklif
hâlinde (akıl baştayken) vâcip olan farzlardandır. Şayet ölümden önceki son ana
kadar ertelenirse kabul edilmez. Îşte bu 35 nedenle Firavun’un imanı kabul
edilmemiştir.”
Şöyle
derim: Allah’a
yemin olsun ki Şeyh Muhyiddin’in Firavun’un imanının kabul ettiğini
söylediğini söyleyen kimse yalan ve iftira etmektedir. Îşte bu, bu sözü
nakledeni yalanlayan ibaresidir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Kul için daha
sonra hiçbir günahın olmadığı nasuh tövbe, ne zaman sahih olur?
Cevap:
Allah’ın
kendisi için takdir ettiği bütün günahları işledikten sonra, kulun ettiği
tövbenin nasuh tövbesi olmasında şüphe yoktur. Öyle ki Rabb’ine isyan etmek
istese bile ona isyan edecek bir şey bulamaz. Hak Teâlâ kul için mâsiyeti
yarattığı müddetçe kulun onu işleyeceğinden şüphe yoktur. Allah onu kendi
hâline bırakmamış, aksine tövbe etmesini emretmiştir. Şeyh 355. bâbda şöyle
demiştir: “Kulun ilâhî iradeye isyan etmesi asla doğru değildir. Ancak iradenin
otoritesinin kulun üzerindeki gücü nedeniyle emre isyan etmesi sahih olur. Emre
itaat eden, iradeye itaat etmiş olur ancak iradeye taat, emre taati
gerektirmez. Saadet de iradeye muvâfakat etmeye değil, emirleri yerine
getirmeye bağlıdır. ‘Bu benim kaderimdir ve bunu geri çevirmem.’ diyerek,
tövbeyi terk etmekten (tefrît) sakın!” Şeyh, bu konuda 369. bâbda geniş
açıklamalarda bulunmuştur, oraya bak! Şeyh Muhyiddin (ra), Allah’ın “Allah,
onların kötü hâllerini iyiye çevirecektir.”295 âyeti bağlamında
şöyle derdi: “Bil ki Allah’ın, tövbesini kabul ettiği ve kötülüklerini iyiliğe
çevirdiği kimsenin alâmetlerinden biri de silinmesi sebebiyle kişinin
günahlarını hatırlayamamasıdır. Kulun hatırladığı her günahın, [iyiliğe]
çevrilmediğini bilesin.” Taberânî’nin naklettiği “Allah bir kulun tövbesini
kabul ettiğinde hafızasına günahını unutturur ve hem âzalarına hem de
yeryüzündeki işaretlere unutturarak, şahitlik etmemelerini sağlar.” şeklindeki
hadis de bunu desteklemektedir. O, artık bir musibettir. Araştır ve
değerlendir! En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Meczuplar ve
hâl erbabı kimseler gibi ehlullahtan itaatsizliklere düşenler ve mâsiyet olması
itibariyle doğru yolu bulamayanların tövbe konusundaki hükmü nedir?
Cevap:
Bunların
hükmü, teklifin zevâlinden dolayı, bir mubahta tasarrufta bulunan kimsenin
hükmüdür. Şeyh bu konuda 220. bâbda uzun açıklamalarda bulunmuş, sonra şöyle
demiştir: “Sözün özü, ehlullah, itaatsizlikleri işleme konusunda iki kısımdır.
Bir kısmı kendileri için takdir edilmediğinden, günahın aklına asla gelmediği
kimselerdir.
Bunlar
mâsum ya da mahfuzdurlar. Bir kısmı da Allah Teâlâ’nın kendileri hakkında
takdir ettiği itaatsizliklere, mâsiyet olmaları açısından değil de fiil
olmaları açısından muttali kıldığı kimselerdir. Bunlar Allah Teâlâ’dan uzaklaştıran
ve O’na yaklaştıran taat ve mâsiyetleri müşâhede etmeden, hemen 5
kendileri için
mukadder olan filleri yaparlar. Şeriat-ı mutahharanın dili onlar hakkında
isyan ettikleri ve üzerlerine tövbenin vâcip olduğu hükmünü verir. Belki de
âhirette bunların Allah katındaki hükmü, bir fiilin taat ya da mâsiyet olduğunu
bilmeden yapanların hükmü gibi olur.” Şeyh şöyle demiştir: “Bu, Allah
Teâlâ’nın Fas şehrinde beni muttali kıldığı garib bir fenâdır.
10 Ricâlullahtan bunu tadanların olduğunu bildiğim
hâlde, hiç kimseye bunu aktarmadım.”
Soru:
Allah’ın
Levh-i mahfuzda kendisi için takdir ettiğine ve bunların değişmeyeceğine
muttali olduğu zaman, kul ile Rabb’i arasında günahların sûretleri çirkin
olduğu için, velînin derhal bunu yaparak müşâhede etmek15
ten kurtulması
gerekli midir?
Cevap:
Kul için bu
câiz değildir, aksine vaktinin gelmesine kadar sabreder ve kazâ ve kaderin
hükmüne bağlı olarak bunu yapar. Bu, Allah’ın kendisini Ramazanın bir gününde
hasta olacağına muttali kıldığı kimse gibidir. Bu kişi, oruçsuz olarak
sabahlamaz, aksine oruç bozmayı mubah 20 kılan hastalık saati gelinceye
kadar bekler.
Soru:
Bazılarının
“Tövbenin şartı, tövbeye de tövbe etmektir.” şeklindeki sözüyle ne
kastedilmektedir?
Cevap:
Bununla
kastedilen, Allah’ın hiddetleneceği zâhirî ve bâtınî şeylere düşmekten mahfûz
oluncaya kadar Allah Teâlâ’yı murakabe etmeyi iti25 yat hâline getirmektir. Böylece
kendisiyle utanıp sıkılacağı ve kendisinden tövbe edeceği bir sırrı olmaz.
Bundan tövbe de etmez. Bazen “Tövbeden tövbe etmek” sözüyle, nefsini itham
ederek ihlâsı olmadığı için tövbesinin kabul edilip edilmediğini görmemesini
de kastetmektedirler. Bunu söyleyen kimsenin muradının tövbeyi terk etmenin
vâcip olduğu söylene30 mez. Bu, o topluluk (muhakkik sûfiler) hakkında
fahiş bir zandır. Şeyh, el-Fütûhât’ın 73. bâbında bu konuda uzun
açıklamalar yapmıştır.
Sonuç:
Şeyh 70. bâbda
zekâtla ilgili olarak şöyle ifade etmiştir: “Burada ince bir mesele vardır ki
ashabımızdan bunu bilen çok azdır. Bu, ârif billahın bazı hâllerde tövbeyle
nitelenmeyeceğidir. Yüce Allah, ona kendisinin tek fâil olduğunu keşfettirince,
ârif kendisi için ne açık ne 5 de gizli bir hareket, ne bir amel ne
bir niyet ne de işten bir şey bulur.
Bütünüyle
işin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görür. Böyle birisi için tövbe düşünülebilir
mi düşünülemez mi? Zira o kendisini hâllerden sıyrılmış olarak görür. Ayrıca
tövbe ettiği takdirde, bu keşfe rağmen tövbesi kabul edilir mi edilmez mi?
Yoksa güneş batıdan doğduktan sonra tövbe eden 10 kimse gibi mi olur? Kuşkusuz
hakikat güneşi, kalbinin batısından kendisine doğmuş ve bütün fillerini çekip
almıştır. Bu en zor hâldir. Tövbe ve onun gibi sâlih amellerin kabul edilmesi,
fiilin kula izâfe edilmesi perdesinin arkasında bulunan kimseler içindir. Oysa
burada Hak’tan bu keşifte Allah’ın kabul etmekle niteleneceği bir ibadet etme
söz konusu 15 değildir.
Aksine sadece Hak Teâlâ’nın eli ve tasarrufundadır ve buradan çıkmamıştır.
Kabul konusu ise Hakk’ın mülkünde olduğu müşâhedesinde yer almadan bir amel
işleyen kimse içindir.” Şeyh “Benim söylediğim bu keşifle beraber tövbenin
tasavvurudur. Burada kulunun tövbesini kabul eden Allah Teâlâ’dır, kul değil.”
demiştir.
20 Ben şöyle dedim: Benim anlayabildiğim kadarıyla teklifin
kendisine bağlandığı beşerî parça, incelir ama kopmaz. Bu açıdan kulun, fiilin
kendisine nispetini müşâhede etmesi gerekir. Bununla sorguya çekilmesi sahih
olur. Yüce Allah, kulu sadece beşerî parçacık iddiası nedeniyle hesaba çeker. En
doğrusunu Allah bilir.
Kalbe
Doğan Hâtırların (Havâtır) Ölçüsünün Beyanı
Îbnü’s-Sübkî
(ra), Cemu’l-Cevâmide şöyle demiştir: “Ey kardeş, kalbine bir şey
doğduğu zaman, bunu şeriat terazisiyle ölç. Bu, ya emredilen, ya nehyedilen ya
da ne olduğu şüpheli bir şey olmak üzere üç hâlden birisi üzerinedir.” Şöyle
demiştir: “Ulemâ ıstılahında kalbe doğan bu şeye, ‘Hâtır’ denilmiştir. Birinci
hâl, emredilen bir şey olmasıdır ve bunu ertelememek gerekir, aksine kul derhal
bunu yapmalıdır. Çünkü Rahmân’dandır, kula bununla rahmet eder. Kul hakkında
hayır dilediği zaman, bunu aklına getirerek yapmasını sağlar. Şayet kul, bunun
ucb, riya gibi nehyedilen bir sıfatla birlikte gerçekleşeceğinden korkarsa, söz
konusu ameli, bu sıfatlarla birlikte yapmasında bir sakınca yoktur. Zira bu
amelin başlangıcı ihlâsladır. Ancak maksadı, yerilen bu sıfatlar değildir.
Şayet söz gelimi riya kasdıyla bunu yaparsa, günah işlemiş olur ve bundan
istiğfar etmesi vâciptir.
Îkinci
hâl, akla gelenin (veya kalbe doğanın) yasak bir şey olmasıdır. Bunu hemen
yapması gerekmez, aksine bunu defalarca reddetmesi gerekir. Zira bu
şeytandandır. Şayet kul bunu yapmaya meyleder ve yapmazsa, bu meylinden dolayı
istiğfar etmelidir. Üçüncü hâl ise, kalbe doğan şeyin, emredilen bir şey mi
yoksa yasaklanan bir şey mi olduğu kula açık olmadığı için şüpheli olmasıdır.
Yasaklanmış bir şeyi yapmaktan kaçınmak için, bunu yapmamak, edeptendir. Bu
konuda Şeyh Ebû Muhammed el-Cüveynî (ra) şöyle demiştir: “Abdest alan kimse,
emrolunduğu üzere üçüncü defa mı yoksa nehyolunduğu üzere dördüncü defa mı
yıkadığı konusunda şüpheye düştüğü zaman yasaklanan şeyi yapmaktan korkması
itibariyle yıkamamalıdır.” Kemâl, Hâşiye’sinde “Yıkaması daha itimada
değerdir. Zira üç yıkama emredilmiş ve bu yıkamadan önce [üç yıkama]
gerçekleşmediği için yıkamayı yerine getirmelidir.” Burada Cem‘u’l-Cevâmi‘ve
Hâşiye’sinin sözleri sona erdi. Şeyh Muhyiddin’in havâtırla ilgili sözlerine
gelince; 264. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın kulunun kalbine giden elçileri
vardır ki bunlara “havâtır” denilir. Bunlar kalpte sürekli kalmaz, sadece
uğradıkları zaman süresince kalırlar. Bunlar zâtları orada kalmaksızın ilgili
kula iletmeleri gerekenleri ileterek görevlerini yerine getirirler.
Bunların
[sayısı] bir gün ve gecede, her gün Beyt-i Mâmûr’a giren meleklerin sayısı
gibi yetmiş bindir, ne artar ne de azalır. Bu elçilerden gafil olma kardeşim!
Bunlar misafir olarak sana gelir ve orada kalmazlar. Şayet seni uyanık olarak
görürlerse bu arzulanan durumdur. Şayet seni gaflet içinde bulurlarsa seni
uyandırmak için kapına uğramaktan nefret ederler. Şayet uyanırsan seni
bırakmazlar; uyanmazsan [bu onları] hoşnut etmez, seni terk eder ve Rablerine dönerler.”
Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Daha sonra [şöyle demiştir:] “Hâtırların sayısı
beştir. Hak Teâlâ bunları, üzerinde kalbe yürümen için vermiştir. Birinci
yolda yürümen vâcip, ikincisinde yürümen mendup, üçüncüsü yasak, dördüncüsü
mekruh, beşincisi ise mubahtır. Yüce Allah bu yolların her birisi için şeytana
karşılık bir melek vermiştir. Mubah olan yolun dışındakiler, şeytanın
emrettiğinin zıddını kula emrederler.”
Soru:
Allah
Teâlâ’nın bu hâtırlara yönelik affı bütün insanlar için mi yoksa bazıları için
midir?
Cevap:
Yüce Allah’ın
“Îçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah bunların hesabını size
soracaktır.”296 âyetinin, neshedilmediğini ya da özel olarak değil
genel olarak neshedildiğini düşünenlere göre bu af bazı kimselere mahsustur.
Bunun mensuh olduğunu söyleyenlere göre ise, [bu af] bütün ümmeti kapsayacak
şekilde geneldir. Ancak ilgili topluluk, bu dünyada hatırlardan dolayı sorguya
çekilme yükünü kaydetmiştir. Şeyh, 422. bâbda şöyle ifade etmiştir: “Yüce
Allah’ın Mekke -Allah orayı şerefli kılsındışında kalbe gelip de oraya
yerleşmeyen havâtırı affettiğini bilesin. Zira şeriat Hak Teâlâ’nın orada
zulmedeni sorguya çektiğini kaydetmiştir.” Şöyle söylemiştir: “Abdullah b.
Abbas’ın (ra) Taif’te kalması, kendisi için aldığı tedbir nedeniyledir. Însan,
mâsum ya da mahfuz değilse kalbini makamıyla çelişen hatırlardan menedemez.
Âyette ‘zulüm’ kelimesinin nekre olarak zikredilmesi, haremin sakinlerinin
bütün zulümlerden kaçınması içindir.” 369. bâbda ilimlerle ilgili olarak da
şöyle demiştir: “Bil ki yapılmadığı ve söylenmediği müddetçe, yapılan iç
konuşma bağışlanmıştır. Konuşmak da ameldir; gıybet, nemîme gibi telaffuz
edilen şey itibariyle kul, bu ameliyle kınanır ve dili üzerinden hesaba
çekilir.
Bir
şeye niyet etme iç konuşma kapsamına girmez. Zira bir şeye niyet etmenin, iç
konuşmanın aksine şeriatta başka bir hükmü vardır. Îç konuşmanın ayrı bir
durumu/yeri vardır. Bu, Mescid-i Haram’da bir zulümle sapkınlık yapmak isteyen
kimse[nin durumuna] benzer. Yüce Allah, işlemek istediği zulmü yapsa da yapmasa
da bu kimseye elem veren bir azabı tattıracağını haber vermiştir. Ancak
Mekke’deki Mescid-i Haram’ın dışında niyetinden dolayı sorguya çekilmez. Şayet
niyet ettiği şeyi yapmazsa, özellikle bunu Allah için terk ederse kendisine bir
hasene yazılır. Allah için terk etmezse ne günah ne de sevap yazılır. Îşte bu
iç konuşmayla, niyet olan irade arasındaki farktır.”
Soru:
Namazında
şeytanın vesvesesi çokça bulunan kimsenin hükmü nedir?
Cevap:
Şeyh’in el-Fütûhâtın
“Şiddetli Korku Namazı Bâbı”nda dediği üzere “Şeytan namaz kılanla büyük bir
savaş içindedir ve kişi bu hâl üzere namazını kılar. Namazın tamamını bir savaş
içinde kılsa dahi bâtınında sahip olduğu, namazda olduğuna dair bilinç
miktarınca şeriatın emrettiği zâhirî rükünleri yerine getirir. Bu durum savaş
hâlinde namaz kılan mücahidin hâline benzer. O görünür düşmanıyla savaşırken
gözleriyle imâ ve diliyle tekbir gibi namazın [görünen] rükünlerinden yerine
getirebildiği miktarla, şeriatın emrettiği namazı bâtınında edâ eder. Şeytan
ona vesvese verirse onun vesvesesi namazına zarar vermez. Namaz kılan, riya ve
şöhret için namaz kıldığı [düşüncesine kapılırsa] namazı edâ etmeye başlarken
ihlâslıdır ve bu yüzden bu [düşünceye] aldırış etmez. Zira namaz sûretinin
meydana gelmesinin başında asıl (niyet) sahihtir. Şeytanın bu hâtırla (vesvese)
amacı, kulun sahih olarak başladığı bu ameli, kalbine attığı bu şüpheyle terk
etmesi ve böylece Allah’ın ‘Amellerinizi boşa çıkarmayın.’297 âyetine
muhalefet etmesidir.”
Soru:
Nefsin
hükümlere muhalefet ettiği mahal nedir?
Cevap:
Şeyh’in 112.
bâbda zikrettiği üzere, muhalefet mahalli sadece mubah, mekruh ve yasak olmak
üzere üç şeyde olur. Şöyle demiştir: “Belirli bir taat ve yakınlık meydana getiren
bir amelde, büyük bir lezzet gerçekleşirse ki burada gizli bir illet vardır,
başka bir taat ve yaklaştırıcı bir amelle buna muhalefet eder.
Şayet
nefsin indinde ibadet dallarıyla ilgili bütün tasarruflar denkleşirse bu özel
ibadetteki söz konusu lezzeti ona teslim ederiz. Söz konusu amele muhalif yakınlık
sağlayan başka bir amelde meşakkat bulursa meşakkatli olana yönelmek vâcip
olur. Şayet nefis böyle bir amelde yardıma alışırsa bu durumda yasakta,
mekruhta ve mubahta yardıma intikal eder.” Şöyle demiştir “[Namaz esnasında]
kötülük yapmaya dair çirkin bir düşünceye kapıldığında, namazı mümin olarak
tamamladığı için namaz sahih olur. Bu kimse kendi kendine kötü [bir şeyi]
konuşan kimselerden sayılır. Allah da onun eyleme dökmediği bu iç konuşmasını
bağışlar.
Soru:
Şeytanî olan
hâtırlar kaç kısma ayrılır?
Cevap:
Hissî ve
mânevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Şeytanlar insî ve cinnî olmak üzere ikiye
ayrıldığı için, hissî hâtırlar da ikiye ayrılır. Yüce Allah “Însan ve cin
şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar
fısıldarlar. Rabb’in dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla
baş başa bırak.”298 buyurarak, bunların Allah’a iftira ettiklerini
belirtmiştir. Bu iki şeytan arasında, başka bir şeytan daha insanın içinde
belirir, bu mânevîdir. Însî ve cinnî şeytan insanın kalbine genel bir şey
attığı zaman bununla onu Allah’tan uzaklaştırır. Bazen özel bir şey ya da özel
bir meselenin kendisini ilkâ eder, bazen de genel bir şey ilkâ eder ve onu terk
eder. Şayet genel bir şey ise bu hususta ona, ne cinnînin ne de insînin
kavrayacağı şeylere yönelik bir yol açar. Însan bu [kalbine ilkâ edilen]
üzerinde derince düşünür ve bu şüpheden, dile getirdiğinde yoldan çıkaran
Îblîs’in kendisinden öğreneceği meseleleri istinbat eder. Însî ve cinnî
şeytanın ilk başta insanın kalbine attığı bu genel üslupta ona özel yönler
açılır ki bunlar mânevî şeytanlar olarak isimlendirilir. Însî ve cinnî
şeytanların hiçbiri bunu bilmez ve bunların tayinini de amaçlamamışlardır.
Onların ilk amacı bu kapının insana açılmasıdır. Çünkü onun, bunu inceleme ve
araştırma kuvvetinde ve zekâsında olduğunu biliyorlardı. [Bu araştırma ve
inceleme] ise ona, daha sonra reddetmeye güç yetiremeyeceği helâk edici
mânaları açar. Bunun sebebi ilk asıldır. Kuşkusuz bunu (kalbine ilkâ edileni)
dayanacağı sahih bir asıl edinmiştir. [Kalbe atılan] üzerinde derin düşünme onu
sürüklemeye devam eder tâ ki onu bu asıldan çıkarır.”
Şöyle
demiştir: “Bid‘at ve hevâ ehli bu şekilde hareket etmiştir. Şeytan öncelikle
onlara şüphe duymayacakları sahih bir asıl ilkâ eder, sonra anlamamaları
sebebiyle karıştırmalar (telbîs) akıllarına gelir böylece sapıtırlar. [Bu
karıştırmalar] asıl olmaları hükmüyle şeytanlara nispet edilir. Şeytanların 5
bu konuda kendilerinin talebesi olduğunu ve kendilerinden öğrendiklerini
bilmezler.” Şöyle demiştir: “Bu durum en çok Şîa’da, özellikle de onlardan
Îmâmiyye’de görülür. Şeytanlar öncelikle onlara Ehl-i beyt sevgisini ve sevgilerini
onlar için sarf etmelerini telkin eder.
Bunun,
Allah Teâlâ ve Resulü’ne en çok yaklaştıran en yüce şeylerden 10
olduğunu
düşünürler. Ayrıca burada dursalardı bu muhabbetin üzerine sahâbeye buğz etmeyi
ve sövmeyi ilâve etmezlerdi.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir:
“Hâtırları birbirinden ayırmayan her şahıs, ehlullahın yolunda asla başarılı
olamaz. Şeytanın sâlihler üzerindeki hedefi, yerilmiş hâtırlar konusunda
onları cahilleştirmek ve ondan kendilerine telkin 15
ettiği sapıklık ve
şüpheleri almalarını sağlamaktır. [Bu husus daha önce] cinlerin ispatının ve
ziyadesinin yer aldığı 23. Mebhas’ta ve aynı şekilde Velâyet Mebhasi’nde geçti.
En doğrusunu Allah bilir.
Ehl-i Kıbleden Hiç Kimseyi
Günahı ya da Bid‘atinden Dolayı Tekfir Etmeme ve Onları Tekfir Etmeyle İlgili
Nakledilen Her Şeyin ya Mensuh ya Tevile Açık ya da “Allah’ın İndirdikleriyle
Hükmetmeyenler Kâfirlerin tâ Kendileridir.”299 Âyetinde Olduğu Gibi Teşdit
ve Tağlîz İçin Olduğu Hakkındadır
Îbn
Abbas ve başkaları şöyle demiştir: “Bu, kendisiyle İslâm’dan çıkılmayan
küfürdür. Kendisinden dolayı tekfir edilen günahlar arasında içki içmek,
sihirbaz ve kâhinlere gitmek yer almaktadır. Tekfire sebep olarak gösterilen
bid‘atlara örnek olarak Allah Teâlâ’nın sıfatlarını veya kullarının fiillerini
yaratmasını ya da Allah’ın kıyamet gününde görülmesinin imkânını inkâr etmek
sayılmaktadır. Âlimlerden bazıları bunları tekfir etmişlerdir. Âlemin hudûsu,
yeniden diriliş, cismânî haşr, “el-Âlim Îsmi Mebhasi”nde geçtiği üzere cüzîleri
bilme gibi, bid‘atı sebebiyle ehl-i kıble olmaktan çıkanlara gelince,
Resûlullah’ın zorunlu olarak getirdiği şeyleri inkâr ettikleri için
küfürlerinde herhangi bir tartışma yoktur. Kemâl, Hâşiyetü Şerh-i Cem
u’l-Cevâmi‘de şöyle demiştir: “Ehl-i kıbleden bid‘at ve günah işleyenlerin
küfrüne dair görüş, Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’ye kadar gitmektedir.” Şeyh Îzzeddin
b. Abdüsselâm gibileriyse, Ebu’l-Hasan el-Eşarî’nin ölmeden önce ehl-i kıble
olan bir kimseyi tekfir etme görüşünden döndüğünü söylemişlerdir. Zira
sıfatları bilmemenin, mevsûfu bilmeme anlamına gelmediğini söylemiştir. Yine
“Birçok ibârede ihtilâf etmekteyiz, oysa işaret edilen aynıdır.” demiştir. Şeyh
Kemâleddin b. Ebû Şerîf “Aramızda, mezhebin lâzımının mezhep olduğunu söyleyen
kimseler, mezhebinin lâzımı küfür olan bid‘at ehlini tekfir etmişlerdir. Söz
gelimi Mücessime bir cisme ibadet etmektedir ve bu cisim kesinlikle Allah
Teâlâdan başkadır. Allah’tan başkasına ibadet eden de kâfirdir. Mu‘tezile ise
sıfatların hükümlerini itiraf etmekle birlikte, sıfatları inkâr etmektedir.
Oysa sıfatların inkârı bunların hükümlerini inkâr etmeyi de gerektirir.
Dolayısıyla bununla kâfir olmaktadırlar.” demiştir. Kemâl’in dediği üzere ve
sahih olan, mezhebin lâzımının mezhep olmadığı ve lüzûmun iltizâmdan başka bir
şey olması hasebiyle salt lüzûmla küfrün gerçekleşmeyeceğidir.
el-Mevâkıfta mezhep mensubunun lüzûmu
(mezhebinin lâzımı olan sonucu) bilmemesi durumuna ve lâzımın küfür olması
şartına bağlanılması gerektiği geçmektedir. Orada “Küfrü gereken ancak bunu
bilmeyen kimse, kâfir değildir.” denilmiştir. Bunun anlamı, ilgili kimsenin
iltizamı değil, bilgisinin küfür olduğudur. En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcül-Ukûl kitabında, bazı hadis rivâyetlerinde
“Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Bunların biri hariç diğerleri
cehennemdedir.” denildiğini söylemiştir. Îbn Neccâr’ın rivâyetinde “Biri hariç
diğerleri cennettedir.” şeklindedir. Ulemâ cehennemlik olan tek fırkayla
zındıkların kastedildiğini söylemiştir. Kazvînî, “Bu rivâyete göre, biri hariç
diğerlerinin cehennemde olduğunu kaydeden meşhur rivayetin anlamı ‘Cehenneme
uğrayacakları ve bunun Sırat’tan geçmekle gerçekleşeceği’ şeklindedir.”
demiştir. “Sonra Allah’a karşı gelmekten sakınanları kurtarırız da zalimleri
orada diz üstü çökmüş hâlde bırakırız.”[336]
buyrulmaktadır. “Zalimler”, kâfirlerdir. Hiçbir mütedeyyinin, Îslâm’ın hükümlerini
din edinip müslüman kalmaya devam ettikleri müddetçe, istikametten ayrılanları
tekfir etmesi doğru olmaz. Hadiste atıfta bulunulan fırkaların aslının
Müşebbihe, Muattıla, Cebriyye, Kaderiyye, Râfıza ve Hâricîler olmak üzere,
altı olduğunu söylemiştir. Bu altı fırkadan her biri on iki kola ayrılmıştır.
Altı ile on ikinin çarpımında çıkan sayı, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) işaret ettiği sayıdır. Şöyle demiştir: “Küfrün imanın zıddı olduğu
açıktır. Yüce Allah ‘Bir kısmı iman etti, bir kısmı da inkâr etti.’[337]
buyurmuştur. Îmân, Peygamberi ve onun getirdiklerini tasdik etmek; küfür ise
yalanlamaktır. Çünkü kesin olan nas ya da icmâa muhalefettir. Her ikisinde de
Peygamber’i yalanlama vardır.”
Yalanlama
(tekzîb) dört kısma ayrılır: Birincisi yahudi ve hıristiyanların tekzibidir ki
bunun küfür olduğundan şüphe yoktur. Îkincisi nübüvvetin aslını inkâr edenlerin
tekzibidir ki bu da birincisinden daha da öncelikli olarak küfürdür. Zira
bunlar bütün peygamberleri inkâr etmektedirler. Bu kısımdan olanlardan biri de
Dehriyyedir. Çünkü bunlar hem Allah’ı hem de bütün peygamberleri
yalanlamaktadırlar. Melâhide de bu kısımdandır. Zira onlar tekzibi tasdik
sûretinde örtmüşler, Allah’ı bilmeyi Peygamberi bilmeye bağlamışlardır. Kesin
olarak bilinmektedir ki Peygamberi bilmek Allah’ı bilmeye bağlıdır. Böylece
mesele, ikisinin de ispatlanamadığı döngüsel bir çıkmaza girmiştir. Onların bu
iddiasının altında peygamberle peygamberi göndereni birlikte inkâr etme
vardır. Bazı topluluklar da bu konuda onlara tâbi olmuş, şeriatları inkâr
ederek, anne ve bacılarla evlenmeyi mubah görmüşlerdir. Burada ne eğrilecek bir
yarık ne de yutacak bir yer vardır.[338] Böylece
Mecûsîlere ve Dehrîlere katılmışlardır. Üçüncü kısım, peygamberi tasdik
etmekte, ancak peygamberlerin haber verdiği şeriat, Münker ve Nekir, Haşir ve
Neşir gibi her şeyin insanların maslahatı için olduğuna inanmaktadırlar.
Bunlar filozoflardır. Onların küfrü, peygamberler (aleyhisselâm) için yalanı
câiz görmeleri açısındandır. Zira bu yaklaşımda nübüvvet kapısı aslen kapatılmaktadır.
Çünkü bu yaklaşım onların sözüne olan güveni kaldırır. Bunların öncelikle
tekfir edilmeleri vâciptir. İlâhın ruhunun kendilerine hulûl ettiğini ve Allah
Teâlâ’nın hece harfleri sûretindeki âzalar olduğunu iddia eden Hulûliyye bu
kısma yakındır. Cafer b. Muhammed es-Sâdık’a ulûhiyyet iddiasında bulunan
Hattâbiyye de bunlara yakındır. Yine Ali b. Ebû Tâlib (ra) için bu iddiada
bulunan ve Ali b. Ebû Tâlib’in yakılmalarını emrettiği Sâbiîler de bunlara
yakındır. Ateşin içinde “Şimdi tam olarak senin ilâh olduğun kesinleşti.”
diyerek bağırmışlardır. Şeriat imamları bu hakir ifadeleri öğrendiklerinde
Kaderiyye’yi Mecûsîlere, Hulûliyye’yi ridde ehline, Mücessime’yi de puta
tapanlara katmışlardır. Onları tövbe etmeye davet etmiş ve bunun küfür olduğuna
dikkatlerini çekmişlerdir. Şayet ısrar edip dönmezlerse sultan onlar için bir
meclis oluşturup, ulemânın ittifak ettiği görüşe göre onları öldürmek ya da
başka bir cezayı vermek sûretiyle gereğini yapar. Bu, âhâd bir görüş olmayıp
ümmetin üzerinde icmâ ettiği bir durumdur. Dördüncü kısım Mutezile, Râfızîler,
Hâricîler ve Müşebbihe gibi Peygamberi, söyledikleri konusunda tasdik eden
ehl-i kıble olmak birlikte te’vilde hata edenlerdir. İmamlar tekfir derecesine
ulaşan tevildeki hatanın küfür olup olmadığı noktasında ihtilaf etmiş ve bu
konuda iki fırkaya ayrılmışlardır. Birinci fırka Resûlullah’ın getirdiği habere
muhalefet edenlerin onu yalanladığını iddia etmiştir. Bunun salt inkâr ya da
hatalı te’ville olması arasında da fark yoktur.
Onlar
hakkında da kâfirlerin hükümlerini icra etmiş, aşırı gidenlerle ölçülü
davrananları ayırmamışlardır. Bu görüşte olanlar Allah’ın her şeyi kuşatan
geniş rahmetini daraltmış olmakla beraber, ulemâ ve hulefânın cumhuru, bunlara
tâbi olmamıştır. Söylediklerinden dolayı kanlarını he5
der etmemiş,
mallarını ve namuslarını fetvalarıyla mubah görmemiş, aksine “müslüman”
isminin teminatı altına girdikleri için, bu asrımıza kadar onlar hakkında
müslümanların hükümleri icra edilmiştir. Bunlar şüphesiz bir şekilde “Ümmet-i
icâbet” içindedir ve bunları tekfir eden kimse, zulüm ve aşırılıkta bulunmuş
olur. Bunlar hakkında fâsık, sapık, bid‘atçı, 10 hatalı ve benzeri ifadeler
kullanmak daha doğrudur. Onları “Kâfir” olarak isimlendiren kimse, onların
fahiş hataları ve kötü bid‘atlarından dolayı, durumun şiddet ve kötülüğüne
dikkat çekmek için bu yöntemi kullanmış, küfre yaklaştığı için ona
benzetmiştir. Bunun örneği “Kur’ân üzerinde şüphe oluşturmak (Murâ),
küfürdür.”, “Kul ile küfür arasında namaz vardır;
15 namazı kasten terk eden kâfir olur.”, “Müslümanın
müslümana ‘Ey kâfir!’ demesi küfürdür.” ve “Mümin zinâ anında mümin olarak zinâ
etmez.” gibi hadislerdir. Bunların tamamı sakındırmak ve ağırlığına dikkat
çekmek için söylenmiştir. Bir benzetme türüyle bir şey, başka bir şeyle tâbir
edilebilir. Bu, tafsil durumunda hükmün hakikatini iktiza etmez. Bu, yakınlık
ve ik20
ramda bulunmak
amacıyla bir insanın yabancı birisine “Sen kardeşimsin.” veya “Evlâdımsın”
demesi gibidir. Ancak öldüğü zaman ne ona vâris olur, ne de bacı ve kızları
kendisine mahrem olur. Yine bir adamın başka birisine, itaat ve tevâzu
anlamında “Ben senin kölenim.” demesi de böyledir. Bunu söylediği için, onu
satması ya da köle edinmesi mümkün değildir.
25 Şöyle dedim: Îmâm el-Kürdî, Fetâvâsında,
“Elfâzu’t-tekfîr”in sonunda, Hanefî imamların küfre götüren şeylerle ilgili
söylediklerini naklettikten sonra şöyle demiştir: “Selefi olmayan bazı
kimselerden, Fetâvâ’da falan kimse şundan dolayı tekfir edilir
şeklindeki ifadeler geçtiği zaman, bunun küfrün hakiki olarak değil, korkutma
ve sakındırma için oldu30 ğunu söylediği nakledilir.” Şöyle demiştir: “Bu
bâtıl bir sözdür. Allah’ın eminleri yani ahkâm ulemâsı helâl, haram, Îslâm ve
küfürle oynamaktan uzaktır. Onlar, sadece seyyidü’l-enâm olan Hz. Muhammed’den
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) kesin olarak sâbit olan hakikati veya
Melikü’l-Allâm olan Allah’ın indirdiği ya da büyük resullerin efendisinin
belirlediği yahut sahâbe-i kirâmın 35 sözlerinden alınmış olan imamın
ictihadının vardığı sonucu söylerler.” Bu söylediklerim, önceki büyük âlimlerin
(Meşâyıh) sözlerinden alınmıştır. Allah, lutfuyla onları cennetinde
barındırsın.” demiştir. Cumhurun görüşü evlâ olandır. Gerçekten fırkaların
tartışma noktaları, insanların çoğu için çok dakiktir. “Rabb’im Allah’tır,
Muhammed nebîmdir.” diyen, haşir ve hesaba iman eden bir insan nasıl öldürülür?
En doğrusunu Allah bilir.
İmamların
ikinci fırkası, te’vil edenleri tekfir etmekten sakınmış ve hiçbirini “kâfir”
ya da “peygamberleri yalanlayan (mükezzib)” saymamıştır. Şöyle demişlerdir:
“Şayet te’vil edenler de kâfirler gibi peygamberleri yalanlamış,
Resûlulullah’ın sözlerine özen göstermemiş, bununla meşgul olmamış ve ihmal
etmişlerse onların bu sapkınlarından, Resûlullah’ı kabul edip tasdik ettikleri
ancak te’villerinde isabet etmedikleri ve hata ettikleri şeklinde yorumlanarak
haber verilir. Bunların hükmü, küfürden kaçan ancak hatasıyla bid‘ata düşen
kimsenin hükmü gibidir. Ebû Süleyman el-Hattâbî (rh.a) şöyle demiştir: “Ehl-i
sünnetten ilk ayrılma, Îmam Ali’nin (ra) zamanında meydana gelmiştir. Bunlar
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Okun yaydan çıktığı gibi dinden
çıkarlar.’ şeklinde haber verdiği muhaliflerdir. Hz. Ali’ye (ra) bunların
durumu ve kâfir olup olmadıklarının sorulduğunda onun ‘Hayır, küfürden
kaçtılar.’ dediği, bunun üzerine ‘Münafık mıdırlar?’ denildiğinde onun ‘Hayır,
münafıklar çok az Allah’ı zikrederler, bunlarsa Allah’ı çok zikrediyorlar.”
demiştir. Bunun üzerine ‘O hâlde bunlar nedir?’ diye sorulmuş, o da ‘Fitnenin
kendilerine isabet ettiği, kör ve sağır kesilen bir topluluktur.’ demiştir.”
Hattâbî, bir çeşit te’vile bağlı olmaları sebebiyle onları tekfir etmediğini
söylemiştir. Resûlullah’ın “dinden çıkarlar” ifadesi de “taatten çıkarlar”
anlamındadır. Yüce Allah’ın “Yoksa kralın dinine göre kardeşini alıkoyamazdı.”303
âyetinde de “din”, taat” anlamında kullanılmıştır. Te’vil edenleri tekfir
etmeyenlerin hücceti, onların “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah”
demeleri ile canları ve mallarının koruma altında olduğunun kesinleşmesidir.
Buna karşılık te’vilde hata etmenin küfür olduğu sabit değildir. Aksi hâlde bu
konuda nas yahut icmâdan veya bir nas ya da icmâdan sahih bir asıl üzerine
yapılan sahih bir kıyastan bir delil getirilmesi gerekir. Oysa biz böyle bir
şey görmedik. Dolayısıyla bu topluluk Îslâm üzerine devam etmektedir. Bir
zamanda dört imam gibi ictihad şartlarını taşıyan bir müctehidin bulunduğuna
dair ittifak edilirse onda te’vilin küfrü gerektirdiğine dair kesin bir delil
olsa onun görüşüyle bu kimseleri tekfir ederiz.
Böyle
birinin böyle bir zamanda bulunması çok uzaktır. Îmam Müzenî’ye akaidle ilgili
bir mesele sorulmuş, o da “Bakıp kesinleştireyim, zira bu Allah’ın dinidir.”
demiştir. O bid‘at ve hevâ ehlinin hemen tekfir edilmesini kabul etmiyor ve “Bu
meseleler aklî nazarın idrak edemediği incelikleri ba-
5 rındırır.” diyordu. Îmâmü’l-Haremeyn (rh.a) şöyle
derdi: “Şayet bize küfrü gerektiren ibareleri gerektirmeyenlerden ayırın
denirse bunun tamah edilmeyecek yerde tamah etmek olduğunu söyleriz. Bu, idrak
etmekten uzaktır ve sarp bir yoldur. Bu, tevhid denizinin dalgasından elde
edilir. Hakikatlerin nihayetini bilgi açısından kuşatmayan kimse, tekfirin
mevsuk
10 delillerini elde edemez. Ebu’l-Mehâsin er-Rûyânî
ve daha başka Bağdat ulemâsı, hep birlikte Îslâm mezheplerine mensup hiç
kimsenin kesinlikle tekfir edilmeyeceğini söylüyorlardı. Zira Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve
kestiğimizi yiyen kimse için lehimizdekiler onun lehine, aleyhimizdekiler de
onun aleyhinedir.’ buyurmuştur.”
15 Şöyle dedim: el-Kût sahibi Şeyh Şihâbüddin
el-Ezra‘î’nin hattıyla yazılan ve Şeyhülislâm Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî’ye
takdim edilen bir soru gördüm. Şöyleydi: “Efendimiz ve mevlâmız
Şeyhülislâm’ın, bid‘at ve hevâ ehlini tekfir etme konusundaki görüşü nedir?”
Ona şunu yazdı: “Ey kardeş, bil ki -Allah beni ve seni muvaffak
eylesinmüminleri tekfir et-
20 meye yönelmek, gerçekten zordur. Kalbinde iman
olan herkes, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen hevâ ve bid‘at ehlini tekfir etmeyi,
ağır bulmuştur. Tekfir etmek, korkunç ve çok tehlikeli bir durumdur. Bir insanı
tekfir eden kimse, sanki söz konusu insanın âhiretteki cezasının ebediyete
kadar dâimî olduğunu, dünyada da kanı ve malının mubah olduğunu, müslüman bir
25 kadınla evlenemeyeceğini ve ne hayatında ne de
öldükten sonra kendisine Îslâmî hükümlerin uygulanmayacağını haber vermiş
gibidir. Bir müslümanı öldürmede hata etmek, suç olması hasebiyle bin kâfiri
öldürmeyi terk etmekten daha tercih edilir. Ayrıca bu bid‘atçıların tekfir
edildiği konular, bölümlerinin çokluğu, zekâlarının inceliği, karînelerinin
ihtilafı, iddia-
30 larının farklılığı sebebiyle çok dakik ve
derindir. Bu meseleleri hakkıyla ihata edecek kimsenin hatayı diğer
sınıflarıyla birlikte bilme hususunda detaylı incelemeye, te’vilin
hakikatlerine ve ilgili yerlerdeki şartlarına vakıf olmaya, te’vil ihtimali
olan ve olmayan lafızları bilmeye ihtiyacı vardır.
Bu
da diğer Arap kabilelerine mensup dil ehlinin yöntemlerini, hakikat, mecaz ve
istiareleri ile tevhid ilmindeki incelikleri bilme gibi; avam şöyle dursun,
âlimlerin çoğuna bile ağır gelen birçok şeyi bilmeyi gerektirir.” Bunu uzun
uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bid‘at ve hevâ ehli5
ni tekfir etme
görüşünün, iki önemli şeye ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. Birincisi inanılan
şeyin (mûtekad) araştırılmasıdır ki bu zordur. Zira kalpte olanı bilmek ve onu
saflığını bozan şeyden kurtarmak mümkün değildir. Bununla beraber kişinin,
kendisini ölüme götüreceğini bildiği bir şeyi hâkimin yanında söylemesi zordur.
Bu, kızıl kibritten (el-Kibrî10 tü’l-ahmer) daha da önemlidir. Ayrıca şahsın
kalbinde bulunan şeye delil getirmek de zordur. İkincisi kelâm ilminin zorluğu,
istinbat yerleri ve bu konuda hak ile hak olmayanı birbirinden ayırmanın
güçlüğünden dolayı, bir şeyin küfür olduğuna hükmetmek zordur. Bu durum, ancak
zihin sağlığı ve bütünüyle hevâ ve taassuptan arınmış bir nefis terbiyesini 15
bir araya getiren,
şer‘î ilimlerle dolu olan, bunların sırları ve müctehid imamların ilgili
tartışmalarına vakıf bir kimsede hâsıl olur. Bu da şimdilerde bir kimsede
bulunması zor olan bir durumdur. Kendi itikadını bile bir ibarede tam olarak
ifade etmekten âciz olan insan, başkasının itikadını nasıl bir ibare üzerinden
belirlemeye güç yetirebilir? Her mümin için 20 edebe uygun olan, hevâ ve
bid‘at ehli olan hiç kimseyi tekfir etmemektir.
Özellikle
hevâ ehlinin çoğu, birbirlerini taklit eden avamdır ve itikatlarıyla çelişen
hiçbir delili bilmezler. Ancak sadece inat ve inkârla te’vil edilemeyecek açık
naslara muhalefet etmeleri müstesnâdır. Ulemânın bu konuda farklı görüşleri
vardır.” Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî’nin sözleri 25 burada bitti. Onun (rh.a)
bizzat hattından naklettim; oldukça değerli ve nefis sözlerdir. Şeyh
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin özel adamlarından Îmam Ahmed b. Zâhir es-Serahsî
şöyle derdi: “Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, Bağdat’taki evimde ölüm vakti geldiği
zaman, bütün adamlarının toplanmasını emretti ve daha sonra şöyle dedi: Ehl-i
kıbleden olan hiç kimseyi bir 30 günahından dolayı tekfir etmediğime şahit olun. Zira
onların tamamının bir tek mâbuda işaret ettiklerini gördüm. Îslâm onların
tamamını kuşatıp kapsamaktadır.” Onları nasıl “müslümanlar” olarak
isimlendirdiğine baksana! En doğrusunu Allah bilir.
Netice:
Mısır’daki
el-Gamrî Câmiinin imamı olan şeyhimiz imam, âlim ve muhaddis Şeyh Emînüddin
bana, bir şahsın, zâhiri şeriata muhalif olan bir ibare kullandığını haber
verdi. Onun için Mısır sultanının huzurunda bir meclis kurulmuş ulemâ da onun
küfrüne fetva vermiştir. O anda Şeyh Celâleddin el-Mahallî mecliste değilmiş;
geldiğinde “Bunun öldürülmesine kim fetva verdi?” demiş, Şeyhülislâm Sâlih
el-Bulkînî ve bir grup “Biz bu fetvayı verdik.” demişlerdir. “Deliliniz nedir?”
diye sormuş, Şeyh Sâlih de “Babam Şeyhülislâm Sirâcüddin el-Bulkînî de bunun
benzeri olan bir olayda bu fetvayı verdi.” demiştir. Bunun üzerine “Rabb’im
Allah’tır, Resul Muhammed peygamberimizdir, diyen, müslüman ve muvahhid olan
bir adamı, babanın fetvasıyla öldürüyorsunuz, öyle mi?” demiştir. Daha sonra
adamın elinden tutarak kaleden indirmiş ve hiç kimse onun ardına düşmeye
cesaret edememiştir. Şam Şeyhülislâmı Sirâcüddin el-Mahzûmî şöyle demiştir:
“Bir defasında Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakaret eden bir
yahudinin öldürülmesine fetva vermiştim. Şeyhülislâm Celâleddin el-Bulkînî beni
azarlayarak şöyle demişti: ‘Bu, Mâlikîlere, onun emrini taklit etmeleri için
benimle gönderilen yazıdır. Buna tâbi olmamanı isterim.’” el-Mahzûmî (ra) şöyle
demiştir: “Şeyhimiz Şeyhülislâm Şihâbüddin ez-Zührî (ra), annemiz Aişe’ye
sebbeden bir adamın öldürülmesine fetva vermemiş miydi? Bundan alıkonulmuş
ancak terk etmemiş ve öldürülmek için çıkarıldığında en yüksek sesiyle ‘Ey
Zührî, Allah katında delilin nedir? ‘Rabb’im Allah’tır, Muhammed
peygamberimdir.’ diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz?’ demiştir. Zührî bundan
sonra hep bu sözleri hatırlarmış ve ağlayarak şöyle dermiş: ‘Allah’ın kıyamet
günü bu adamın öldürülmesinden dolayı beni sorguya çekeceğinden korkuyorum.’”
Bu, Kur’ân’ın açıkça akladığı birisine söven hakkındaki korkudur. Örtüsü kalın
olduğu için lafızlarını anlamadığı bir ibareden dolayı, Allah’ın velîlerinden
birinin öldürülmesine fetva vermeye cesaret edenin durumu nasıl olur? Îmâm
Gazzâlî (ra) şöyle derdi: “En büyük günahlardan biri, muratlarını anlamadan ve
kelâmlarını onların kabul etmeyeceği bir hâle hamlederek ulemâyı hatalı
göstermektir.” el-Munkiz mined-Dalâl kitabında şöyle demiştir: “Ulemâya
vâcip olan hak olduğu kendilerine açık olanı beyan etmektir kendilerine açık
olmayanı değil.”
Şeyhülislâm
el-Mahzûmî şöyle demiştir: “Îmâm Şâfiî, ehvâ ehlinin tekfir edilmeyeceğini er-Risâle
sinde açıkça belirtmiş ve ‘Bir günahtan dolayı ehvâ ehlini tekfir etmem.’
demiştir. Başka bir rivâyette ‘Ehl-i kıbleyi bir günahından dolayı tekfir
etmem.’, diğer birinde ise ‘Zâhire muhalif olan te’vil
5 ehlini bir günahından dolayı tekfir etmem.’
demiştir.” el-Mahzûmî (rh.a) şöyle demiştir: “Îmâm Şâfiî (rh.a), ehvâ ehliyle
muhtemel te’vilde bulunan Mu‘tezile ve Mürcie’yi, ehl-i kıbleyle de tevhid
ehlini kastetmiştir.”
Ey kardeş, bu mebhasta sana
anlattıklarımızdan, mütedeyyin olan bütün âlimlerin, ehl-i kıbleden birini
herhangi bir günahından dolayı tekfir 10 etmekten sakındığını öğrenmiş
oldun. Sen de onların yolundan git. En
doğrusunu
Allah bilir.
Kâfirlerin
Bu Dünyada Tattıkları Yiyecek, İçecek ve Cinsellik Gibi Lezzetlerin Tamamının
Allah’tan Kendilerine Bir İstidrâc Olarak
Verildiği
Hakkındadır
Bu,
onların ölene değin küfür üzere ısrar edeceklerini bilmesine rağmen,
lezzetlendirmesinden dolayıdır. Bu, küfür azabına ek olarak
azaplandırılacakları bir azap olması nedeniyle nimet değil, külfettir.
Mutezile, bunun şükür gerektiren bir nimet olduğunu söylemiştir. Bazı
muhakkikler, Allah’ın kafir bir kimseye rızık olarak verdiği şeylerin tümünün
ne kerâmet için ne de zillet için olduğunu, bunun onun için leh ve aleyhinde
yazdığı tüm şeyleri yaptığı diye bedenini besleyecek şeylerle kendisini
rızıklandırmasının ezelî ilminde kayıtlı olması nedeniyle olduğunu
söylemişlerdir. Kâfirin yaptığı bütün iyiliklere karşılık, Allah’ın ona bu
dünyada bedenini sağlıklı kılmak, rızkını genişletmek ve benzeri şeylerle
karşılık verdiğini söylemişlerdir. Âhirette ise hiçbir nasibi yoktur. Yüce
Allah, kereminin genişliğinden dolayı iyi şeyler yapan hiç kimsenin ecrini zayi
etmeyeceğini haber vermiştir. Şayet Yüce Allah bu kâfirin Îslâm üzere ölmesini
nasib ederse susuzlar için kuyu açma, açları doyurma, misafir ağırlama,
akrabaları ziyaret etme ve köle âzat etme gibi niyet şartı olmayan işlerinden
dolayı da Îslâmî amellere ilâve olarak sevap verir. Hakîm b. Hizâm İslâm’a
girdiği zaman Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona “Daha önce yaptığın
hayırlardan dolayı müslüman oldun.” demiştir. O bu güzel işleri cahiliye
döneminde yapardı.[339]
Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu amellerini sormuş, o da bunlarla
aklandığını söylemiştir. Cumhurun görüşü de budur.
Âmidî,
el-Ezkârda “Ashabımız arasında, Allah’ın küfürde ısrar ettiğini bildiği
bir kimseye asla dinî bir nimet vermediği konusunda görüş ayrılığı yoktur.
Dünyevî nimetlere gelince Eş‘arî’nin bu konuda iki görüşü vardır. Kâdî Ebûbekir
ise verdiğine meyletmiştir.” Daha sonra görüş ayrılığının lafzî olduğuna işaret
etmiştir. Nimeti yok sayan kimse, dünyadaki lezzetleri ve hidâyet sebeplerinin
gerçekleşmesini inkâr etmemekte, ancak peşinden helâk geldiği için, bunu nimet
olarak isimlendirmemektedir. Nimet olarak gören kimse de peşinden helâkın
geleceğini inkâr etmemekte, ancak sûreten onu nimet olarak isimlendirmektedir.
Ebu’l-Abbâs
es-Sârî (ra) şöyle derdi: “Hakk’ın mümine verdikleri keramet ve istidrâc olmak
üzere iki çeşittir. Sende bıraktığı keramettir, senden giderdiğinin ise
istidrâc olduğu açık olur.” Elemin ise lezzetin karşılığı olduğunu
söylemişlerdir. Bunun vücûdî mi ademî mi olduğu konusunda ihtilâf 5
etmişlerdir. “En
yüksek lezzet, eşyayı bilme ve onun hakikatlerine vâkıf olmakla gerçekleşen
aklî lezzettir. Bu hakiki lezzettir. Bu nedenle lezzet mârifetlere bağlıdır.”
demişlerdir. Ebû Zekeriya et-Tabîb “Lezzet, ademî bir durumdur ve elemden
kurtuluştur.” demiştir. Bu görüşün zayıflığı, insanın bazen öncesinde hiçbir
elem olmadan lezzetlenmesidir. Bu güzel bir resmi 10
gören ve
gözleriyle bundan lezzetlenen kişinin durumuna benzer. Hâlbuki bu hisse daha
önce sahip değildi ki bu lezzet onu, resme duyulan iştiyak acısından kurtarmış
olsun. Yine aklına gelmeden ve böyle bir iştiyakın acısı olmadan, ilmî bir
mesele veya bir hazineye vakıf olan kimsenin durumu da böyledir.” Semerkandî, es-Sahâifte
şöyle demiştir: “Hak olan, idrakin 15 lezzetin kendisi değil,
neticesi (melzûm) olduğudur.” el-Mahsûlda ise “Aslolan [lezzetin] bağlı
olmamasıdır. Zira lezzet vicdanî durumlardandır.” denilmiş, et-Tavâlîde
de bu benimsenmiştir. Şeyh Îzzeddin b. Abdüsselâm şöyle demiştir: “Bu, mihne
yurduna (dünya) mahsustur, cennet olan ikrâm yurdunda ise lezzet, öncesinde
veya beraberinde elem olmaksızın gerçek20 leşir. Çünkü burada âdetler
delinmiştir. Cennetlikler susuzluk olmadan meşrubatın lezzetini, açlık olmadan
da yiyeceklerin lezzetini alacaklardır.” Cezalarla ilgili görüş de böyledir.
Âhiretteki en küçük ceza bile bu dünyada hayat bırakmaz. Oysa âhirette, her
taraftan ölüm sebepleri gelmesine rağmen kişi ölmez. En doğrusunu Allah
bilir.
[96] Müslim, “Zikr”, 41. Aynı rivayeti, Ahmed b.
Hanbel, Ebû Dâvûd, Nesâî gibi hadis otoriteleri de hadis mecmualarına
almışlardır. Fiilin mazi kökü; “Ğane” olup masdarı, örtmek, kapatmak, sıkıntı
vermek gibi anlamlara gelmektedir. Buradan Hz. Peygamber’in ümmetinin
işlediği/işleyeceği günahları düşünerek onlar adına istiğfar ettiği anlamını
çıkarmak mümkündür. Ayrıca “Onlar için istiğfar et (Âl-i Îmrân 3/159)” âyeti de
buna imkân vermektedir. Ancak bu durum Hz. Peygamber’in, Rabb’ine karşı olan
kulluğunda eksiklikleri bulunduğunu mülahaza ederek istiğfar ettiği sonucunu
çıkarmamıza engel değildir.
[97] İnşirah,
94/1.
[98] Enbiyâ,
21/63.
[99] A’râf,
7/12.
[100] Haşr,
59/16.
[101] Tâhâ,
20/121.
[102] Bakara,
2/34.
[103] Tirmizî, “Hac”, 49. Hadisin sonunda Tirmizî,
bu hadisin farklı rivayet senedlerinin bulunduğunu ve bunlardan Îbn Abbâs’ın
rivayetiyle ilgili kanaatinin hasen-sahih olduğunu belirtmektedir.
[104] Bakara,
2/191.
[105] Meryem, 19/23.
[106] Meryem, 19/28.
[107] Furkan, 25/70.
[108] Fetih, 48/2.
[109] Fetih, 48/2.
[110] Hicr, 14/42.
[111] Ahmed
b. Hanbel, Müsned,
III, 218; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyamet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”,
37. Hadisle ilgili değerlendirme için bk. Aclûnî, age, II, 10.
[112] Tâhâ, 20/120.
[113] A‘râf, 7/23.
[114] A‘râf, 7/28.
[115] Nûh,
71/26.
[116] Ahmed
b. Hanbel, Müsned,
III, 101; Buhârî, “Merdâ”, 19; Müslim, “Zikir”, 10; Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 9.
[117] Nûh, 71/26.
[118] Nûh, 71/27.
[119] Kalem, 68/48.
[120] Ahzâb, 33/21.
[121] Îbrâhim, 14/43.
[122] Hûd, 11/123.
[123] Ahzâb, 33/72.
[124] Enbiyâ,
21/87. Âyetin meâli şöyledir: “Sonra karanlıklar içinde ‘Senden başka ilâh
yoktur, Seni tenzih ederim, gerçekten ben zalimlerden oldum’ diyerek dua etti.”
[125] Talak, 65/7.
[126] Enbiyâ, 21/87.
[127] Enbiyâ, 21/87.
[128] Sâffât, 37/145.
[129] Sâffât.
37/145-146. Âyetin meâli: “Onu halsiz bir şekilde olduğu hâlde dışarı çıkardık.
Üstüne (kabak cinsinden geniş yapraklı bir bitki olan) Yaktin ağacını
bitirdik.” şeklindedir.
[130] Şu‘arâ, 26/21.
[131] Sâd,
38/31.
[132] Sâd, 38/32.
[133] Sâd, 38/34.
[134] Sâd, 38/39-40.
[135] Hadis olarak rivayet edilen bu ifadenin
kaynağı tespit edilememiştir.
[136] Geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Harman,
“Dâvûd”, DlA, IX, 23.
[137] Yûsuf,
12/24.
[138] Yûsuf, 12/51.
[139] Tâhâ, 20/44.
[140] Bakara,
2/260.
[141] Enbiyâ, 21/63.
[142] Enbiyâ, 21/63.
[143] Şu‘arâ, 26/82.
[144] Şu‘arâ, 26/80.
[145] Bakara,
2/130.
[146] Şu‘arâ, 26/80
[147] Saffât, 37/89.
[148] Enbiyâ, 21/63.
[149] En‘âm, 6/76-78.
[150] En‘âm, 6/83.
[151] Bakara, 2/258.
[152] Bakara, 2/258.
[153] Bakara,
2/216.
[154] Nakledilen
bu rivayet, Ahmed b. Hanbel (Müsned, IV, 211) ve Buhârî (“Da‘avât”, 3) başta olmak üzere
farklı lafız ve rakamlarla (yetmiş, yüz) birçok hadis mecmuâsında geçmektedir.
[155] Fetih, 48/2.
[156] Ahzâb,
33/1.
[157] Zümer, 39/65.
[158] İsrâ, 17/74.
[159] Zümer, 39/65.
[160] Ahzâb,
33/37.
[161] Ahzâb, 33/40.
[162] Tevbe,
9/43.
[163] Mâide, 5/116
[164] Tevbe,
9/43.
[165] Abese, 80/1-2.
[166] Abese,
80/1-2.
[167] Abese, 80/5-6.
[168] Îbn Mace, “Edeb” 19.
[169] Mümtehine, 60/8.
[170] Hadîd,
57/24.
[171] Abese, 8"/1.
[172] Tevbe, 10/128.
[173] Abese,
80/5.
[174] Nahl, 16/125.
[175] Âl-i Îmrân, 3/159.
[176] Müslim, “Fedâil”, 140-141.
[177] Ahmed
b. Hanbel, Müsned,
II, 451; Buhârî, “Îlim”, 30; “Hac”, 132; Müslim, “Îmân”, 378; Îbn Mâce,
“Menâsik”, 76;
[178] Kütüb-i-sitte’de yer almayan rivayetlere
örnek olarak bk. Dârekutnî, es-Sünen,
II, 192.
[179] Bakara, 2/184.
[180] Tevbe,
9/128.
* Özellikle
Îbnü’l-Arabî’den itibâren, Allah’ın ahadiyyet bazen de vâhidiyyet mertebesini
ifade etmek için kullanılan tasvvûfî bir terimdir. Zaman zaman ayrıntılarda
farklılaşan anlamlar yüklenmiş ise de bunların tamamında Yüce Allah’ın henüz
isim, sıfat ve tecellîleri olmaksızın, mutlak sûretteki gayb mertebesi anlamına
gelmektedir. bk. Süleyman Uludağ, “Amâ”, DİA, II, 553.
[181] Aclûnî,
Keful-Hafâ, II,
118. Aclûnî bu lafızlarla vermekle beraber, rivayetin aynı anlama gelen farklı
varyantlarını da vererek değerlendirmektedir. Bu rivayetin en meşhur lafızları
“Âdem ruh ile ceset arasında iken ben nebî idim.” şeklindedir. Tirmizî de aynı
rivayeti (“Menakıb” 1.) bu lafızlarla “hasen garib” olarak vermektedir. Ali
el-Karî ve daha birçok muhaddis bu anlamdaki rivayetlerin aslının olmadığını,
uydurma olduklarını belirtmektedirler. Bk. Ali el-Karî, el-Masnu’fîMâ‘rîfeti’l-Hadîsi’l-Mavdu,
s. 142.
[182] Fussilet,
41/12.
[183] Aclûnî, el-Masnu,
I, 184.
[184] Kehf, 18/ 110.
[185]
Hebâ sözlükte “toz, zerrecik” anlamına gelmekle birlikte, tasavvufta varlık
mertebelerinden biri olarak kullanılmıştır. Îlk akıl, küllî nefs ve küllî
tabiattan sonra dördüncü ve en aşağı mertebe olarak Hebâ kabul edilmektedir.
Allah, hebâ denilen şekilsiz maddenin içine âlemin suretlerini açmıştır.
Îbnü’l- Arabî, tabiat ile hebâyı birbirini tamamlayan iki varlık olarak
değerlendirir. Küllî cismin sûreti bu ikisinin eseridir. Hebâ anne, tabiat baba
gibidir. Bk. Süleyman Uludağ, “Hebâ”, DÎA, XVII, 147.
[186] Hûd, 11/120.
[187] Şa‘rânî
bununla Allah’ın Hz. Peygamber’e, aslı itibariyle kendisinin olan, diğer
peygamberlerin ona niyâbeten sahip oldukları hidâyete tâbi olmasını emrettiğini
ima etmektedir.
[188] Livâü’l-hamd, “övmek” anlamına gelen “hamd”
kelimesi ile “sancak/bayrak” anlamına gelen livâ kelimesinin bir araya
gelmesiyle meydana gelen terkiptir. Hz. Peygamber’in kıyamet gününde sahip olup
müminleri himâyesi altına alacağı mânevi nitelikli sancak demektir. Bir kısım
Îslâm âlimleri bunu “Şefâat-i kübrâ” olarak anlamışlardır. Geniş bilgi için bk.
Topaloğlu-Çelebi, KTS,
“Livâü’l-Hamd”, s. 197; Salih Sabri Yavuz, “Livâü’l-Hamd”, DİA, XXVII, 200.
[189] Arapça ifadesi “yevmü’l-mevkifi’l-a‘zâm” olan
bu “büyük duruşma gününün” hangi zaman dilimine işaret ettiği konusunda açık
bir ifade bulunmamakla beraber, bunun yaratılışın ilk dönemine bir gönderme
olması ihtimali bulunmaktadır. Zira bu ifadenin hemen ardından kıyametten söz
edildiğine göre, bunun daha önceki bir zaman olması gerekmektedir. el-Fütûhât mütercimi Ekrem
Demirli hiçbir açıklama yapmaksızın bunu “büyük ziyaret günü” şeklinde tercüme
etmiştir. bk. el-Fütûhât
(Îst.) XI, 316.
[190] Enbiyâ,
21/2.
[191] Mâide, 5/99.
[192] Gâfir,
40/15.
[193] Nahl, 16/2.
[194] Cin,
72/26-27.
[195] Cin, 72/28.
[196] Meryem,
19/90-91.
[197] Tevbe, 9/30.
[198] Enbiyâ, 21/17.
[199] Şûrâ,
42/48.
[200] Bakara, 2/272.
[201] Bakara, 2/272.
[202] Tevbe, 9/6.
[203] Hac,
22/52.
[204] Tâhâ, 20/43-44.
[205] Kasas, 28/24.
[206] “Berzahî”
tâbiriyle, beşeri kategorilerden sadece bir tanesine nispeti söz konusu olmayan
ara varlık denilmek istendiği düşünülmektedir. Burak’ın eşek ile katır arasında
ara bir varlık olarak nitelendirilmesinden yola çıkılarak “Berzahî” bir varlık
olduğu sonucuna varılmaya çalışılmaktadır. (Mütercim)
[207] Elçilerin işlerini daha çabuk görmeleri
maksadıyla binerek gitmeleri için bekletilen at.
[208] Câsiye, 45/29.
[209] Ahzâb, 33/43.
[210] Rahmân, 55/31.
[211] İsrâ,
17/1.
[212] İsrâ, 17/1.
[213] Nîsâ,
4/59.
[214] Nîsâ, 4/59.
[215] En‘âm, 6/19.
[216] Furkân, 25/1.
[217] Mahallî’nin
yorumu için bk. Celâleyn (Mahallî-Süyûtî), Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1420/2000, s.
130; 359.
[218] Tahrîm, 66/6.
[219] Sâd, 38/75.
[220] Saffât, 37/158.
[221] Bakara, 2/30.
[222] Bakara, 2/30.
[223] Sâd, 38/69.
[224] Enbiyâ, 21/20.
[225] Nisâ, 4/69.
[226] Necm, 53/4.
[227] Meryem, 19/64.
[228] Nisâ, 4/65.
[229] Nisâ, 4/65.
[230] Nahl, 16/120.
[231] Haşr, 59/7.
[232] Haşr, 59/7.
[233] Neml, 27/50.
[234] Haşr, 59/7.
[235] Nisâ, 4/59.
[236] Nisâ, 4/80.
[237] Nisâ, 4/59.
[238] Nisâ, 4/59.
[239] Zâriyât, 51/9.
[240] Fussilet, 41/11
[241] Fussilet, 41/11
[242] Bakara,
2/253.
[243] Nisâ, 4/125.
[244] Bakara, 2/285.
[245]
Rakîka: Hakikatler veya zâtlar arasında uzayan bağlardır; bunlar göze ulaşan
ışınlara benzer. Bu rakâik sadece yayılmaz, aynı zamanda bize de ulaşır.
Rakîka kendisinden çıktığı her hakikati daha üst ve daha aşağı hakikatlere
bağlar. Bu hakikatler sayesinde üst hakikatlerden alttakilere varlık ve bilgi
yardımı ulaşır. Rakîka teriminin kullanımı Îbnü’l-Arabî’de bilgi yardımı
özelliğine dayanarak müşahede, tecelli ve vâridat türlerini içerecek şekilde
genişler.” bk. Îbnü'l-Arabî
Sözlüğü, Suad el-Hakim, İstanbul, 2005, s. 532-534.
[246] A‘râf, 7/12.
[247] İsrâ, 17/61.
[248] A‘râf, 7/12.
[249] Bakara, 2/34.
[250] İnfitâr, 82/10-12.
[251] Kâf, 50/18.
[252] Ra‘d, 13/11.
[253] Abese, 80/13-16.
[254] Sebe’, 34/23.
[255] Şûrâ, 40/11.
[256] Âl-i İmrân, 3/18.
[257] Âl-i İmrân, 3/18.
[258] Kur’ân’daki Saffât, Mürselât ve Nazi‘ât
sûrelerinde yer alan meleklerle ilgili vasıflar zikredilmektedir.
[259] A‘lâ, 87/1.
[260] En‘âm, 6/3.
[261] Kadr, 97/4.
[262] Sâd, 38/75.
[263] Bakara, 2/34.
[264] Hicr, 15/30.
[265] Sâd, 38/75.
[266] Bakara, 2/34.
[267] Hemzeli
(mehmûz) olan (nebüe) ile hemzeli olmayan (nübüvv) arasındaki farka dikkat
çekilmektedir. Birincisi yükselme, ikincisi elçilik (nübüvvet) anlamındadır.
[268] Sâffât, 37/164.
[269] Ahzâb, 33/57.
[270] İsrâ, 17/15.
[271]
el-Mâide 5/90.
[272] Hûd, 11/114.
[273] Îsrâ, 17/79.
[274]
Efendisinden çocuk sahibi olan cariye demektir. Anne olduğu için diğer
cariyelerden farklı olarak özel bir hukuka tâbi olur.
[275] Şûrâ, 40/23.
[276] Şarânî’nin
bu konudaki düşünceleri hakkında bk. Micheal Winter, “Onaltıncı Yüzyıılda
Şa’rânî ve Mısır Toplumu” (trc. Mahmut ÇINAR), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
41 (2011/2) s. 275-296.
[277]
Başka bir rivayette “el-mükemmilîn” şeklindedir. Ancak müellif, “mükellimîn”
şeklindeki tercihin daha isabetli olduğunu kaydetmektedir. Bk. Aynı sayfadaki
dipnot.
[278] Metinde diğer iklimlerden farklı olarak
yerine Jjl> fiili geçmektedir.
Diğer nüshalar da dikkate alınarak bunun zühul olduğu değerlendirilerek tercüme
edilmiştir (mütercim).
[279] İbnü’l-Arabî, age, XI, 97-98. Şa‘rânî’ nin naklinde olayın
kahramanı bir kız öğrenci iken, el-Fütûhât’ta yaşlı bir kadın olarak tasvir edilmektedir.
Ayrıca kadının elinde bulunan şeyin yazılı bir ağaç yaprağı olduğu belirtilmektedir.
Hadisenin detaylarında bulunan farklılıkların nüsha farklarından kaynaklandığı
düşünülmektedir.
[280] Zümer, 39/65.
[281] Şems, 91/8.
[282] Şems, 91/10.
[283] Gazzâlî, İhyâu
Ulûmi’d-Din (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul 1394/1974, I, 141.
[284] Fussilet, 41/30.
[285] Yûsuf, 12/108.
[286] Fussilet, 41/53.
[287] Rahmân, 5/3-4.
[288] Alak, 96/5.
[289] Kehf, 18/68.
[290] Bakara, 2/269.
[291] Beyyine, 98/5.
[292] Şatah/Şatahat, sûfîlerin sekir hâlinde
söyledikleri ve şeriata uymayan sözlere verilen isimdir.
[293] Meryem,
19/64.
[294] Nisâ, 4/82.
[295] Nisâ, 4/105.
[296] Sâd, 38/26.
[297] Tahrîm, 66/1.
[298] Buhârî, “Fezâilü Ashabi’n-Nebî”, 16;
“Nikâh”, 109. Bk. M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, DİA,
XII, 220.
[299] Şa‘rânî, burada el-MîzanÜl-Kübrâ isimli, dört mezhebin
fıkhına dair yazdığı kitabına atıfta bulunmaktadır.
[300] Âl-i
Îmrân, 3/37.
[301] Meryem, 19/25.
[302] Âl-i
Îmrân, 3/37.
[303] Meryem, 19/25.
* Eş‘arîyye’nin tabiat
olaylarını açıklamak için başvurdukları yöntem. Buna göre âlemde determinizm
anlamında neden-sonuç ilişkisi hâkim değildir. Ancak olaylar sürekli benzer
şekilde tekrarlandıklarından bize, neden-sonuç ilişkisi esasmış gibi
gelmektedir. Îbnü’l-Arabî keramet için halk-ı cedîd esasını ön plana çıkararak;
Eş‘ariyye’nin özellikle mûcizeyi açıklamak için başvurdukları âdet teorisini
reddetmektedir. O, bu yaklaşımıyla aslında kerametin olmadığını, her şey
yeniden yaratıldığından herhangi bir olağanüstülüğün olmadığını düşünmektedir.
[304] Kâf, 50/15.
[305] Şa‘rânî, age., s. 357. Şarânî’nin burada kastettiği veraset
ümmet anlamındadır. Bu anlamda kelâmcılar da onunla paralel düşünmekte ve bir
velînin kerametinin o velînin tâbi olduğu peygamberin mûcizesi olduğunu kabul
etmektedirler. bk. Sâbûnî, el-Bidâye,
s. 55-56. Ancak Îbnü’l-Arabî’nin peygamberlere vâris olmaktan kastettiği anlam
farklıdır. Bir sonraki kısımda bu konuya geniş bir şekilde yer verilecektir.
[306] Nit‘: Mahkumun üzerinde öldürüldüğü deri.
[307] Zümer,
39/9.
[308] Kalem, 68/44.
[309] Sâffât,
37/96.
[310] Nisâ, 4/145.
[311] Mümtehine,
6"/1.
[312] Yûsuf, 12/106.
[313] Bakara, 2/186.
[314] Yûsuf,
12/106.
[315] Zümer, 39/3.
[316] Îsrâ,
17/44: “Her şey O’nun hamdini tespih eder fakat siz anlamazsınız. Çünkü O Halîm
ve Gafûr’dur.”
[317] Neml, 26/82.
[318] Neml, 26/82.
[319] Hadîd,
57/12.
[320] Zariyât,, 51/55.
[321] Yûnus, 10/90.
[322] Firavun’un
imanı ve Îbnü’l-Arabî’nin bu konudaki görüşü hakkında geniş bilgi için bk.
Mahmut ÇINAR, “Ye’s ve be’s hâlinde inanmanın hükmü: Firavun’un imanı örneği” MÜÎFD, XLI (2011/2), s.
121-142.
[323] Arâf,
7/121-122.
[324] Enfâl, 8/4.
[325] Âl-i
Îmrân, 3/18.
[326] Meryem, 19/72.
[327] Nisâ, 4/93.
[328] Nisâ, 4/116.
[329] Ankebût,
29/4.
[330] Ankebût, 29/4.
[331] Nûr, 24/31.
[332] Tevbe, 9/118.
[333] Înfitâr, 82/6.
[334] Nûr, 24/31.
[335] Bakara, 2/27.
[336] Meryem, 19/72.
[337] Bakara, 2/253.
[338] Bu deyim, Türkçedeki “Yer yarılsa da girsem”
deyiminin karşılığı olsa gerektir.
[339]
el-Yevâkîtin
farklı nüshalarında: l$j öl^j şeklinde geçen ibare, hadis mecmualarında l^ jlS
şeklinde geçmektedir. Tercüme buna göre yapılmıştır (Mütercim).