HALU’N-NALEYN ŞERHÎ
(İNCELEME ELEŞTİRMELİ METÎN ÇEVÎRÎ)
MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ
(ö. 1240)
Hazırlayan
Ercan Alkan
ŞERHU
HAL‘Î’N-NA‘LEYN
İÇİNDEKİLER
ŞERHU
HAL’İ’N-NA’LEYN
SÖZBAŞI
GÎRÎŞ
1. ARAŞTIRMANIN
KAPSAMI VE KAYNAKLARI
2. İBN KASÎ VE
MUHÎTÎ
2.1. Murâbıtların
Sonu Muvahhidlerin Başlangıcında Endülüs
2.2. Endülüs’te
Tasavvuf: Taraftarlar ve Karşıtlar
2.3. Endülüs’te
Tasavvuf Menşeli Bir Hareket: İbn Kasî ve Sevretü’l-Mürîdîn
2.3.1. Sûfî ve Mehdî:
Ana Çizgileriyle İbn Kasî Biyografisi
2.3.2 İçinde
Bulunduğu Tasavvufî Muhit: İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân
3.1. Hal’u’n-Na’leyn: Yazmaları,
Neşirleri, Şerhleri ve Muhtevası
MUKADDİME
MUHAMMEDİYYÂT
I. MELEKÛTİYYÂT
II. FÎRDEVSÎYYÂT
III. MUHAMMEDİYYÂT
IV. RAHMÂNİYYÂT
Ek: İbn
Haldûn’un Tasavvufa Dâir Fetvası
3.4. Hal’u’n-Na’leynin Tasavvuf
Târihindeki Etkileri:
İbnü’l-Arabî ve
Tâkipçileri
4. HAL’U’N-NALEYN
ŞERHİ YAPISI VE MUHTEVÂSI
4.1. Şerhin
İbnü’l-Arabî’ye Âidiyeti ve Diğer Eserleri Arasındaki Yeri
4.2. Dil ve Tasavvufî
Üslûp Açısından İbnü’l-Arabî’nin Şerh Yöntemi
4.3. İbnü’l-Arabî’nin
Şerhte Öne Çıkardığı Tasavvuf!
Muhteva
I. Hal’u’n-Na’leyn
Kitabının Şerhinin İlk Cüzü
II. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının
Şerhinin İkinci Cüzü
III. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının
Şerhinin Üçüncü Cüzü
IV. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının
Şerhinin Dördüncü Cüzü
V. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının
Şerhinin Beşinci Cüzü
VI. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının
Şerhinin Altıncı Cüzü
VII. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının
Şerhinin Yedinci Cüzü
4.4. Şerhin
Nüshalarının Tavsifi
4.5. Şerhin
Nüshalarının Değerlendirilmesi
1.6. Şerhin Tahkik ve
Tercümesinde Gözetilen İlkeler
SONUÇ
KAYNAKÇA
İbnü’l-Arabî,
tasavvuf târihinde eserlerinin gerek sayıca çokluğu gerekse barındırdığı
muhtevâ çeşitliliği bakımından hiç şüphesiz dikkate değer bir yere sâhiptir.
Genel anlamıyla İslâmî ilimler târihi içinde prensipler ve metotlar dikkate
alınarak yaşanan gelişim ve dönüşümleri belirtmek maksadıyla yapılagelen
mütekaddimîn-müteahhirîn ayrımı, tasavvuf söz konusu olduğu zaman öncesi ve
sonrasıyla İbnü’l-Arabî merkeze alınmak sûretiyle teşekkül etmiştir. İbnü’l-Arabî’nin
tasavvufî telif geleneğinde merkezî bir isim olması -eserlerinin sayıca çokluğu
ve hacimce genişliği bir yanabüyük ölçüde kendisine mahsus bir yöntem ortaya
koyarak kendisinden önceki tasavvufî mîrâsı yorumlayıp belirli bir senteze tâbi
tutması, ardından da kendisinden sonra gelecek olanlara aktarmasında gösterdiği
mahâretle ilgilidir. Nitekim kendisinden önceki Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848
[?]), Sehl et-Tüsterî (ö. 283/896), Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), Ebû Tâlib
el-Mekkî (ö. 386/996) gibi sûfîlerin cümlelerine metinlerinde yer verişi ve
onları yorumlayışı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Benzer bir durum Endülüs
tasavvufunun seçkin sîmâları İbn Meserre (ö. 319/931), İbnü’l-Arîf (ö.
536/1141), İbn Berrecân (ö. 536/1142) ve İbn Kasî’nin (ö. 546/1151) nakledilen
sözleri ve metinleri için de söz konusudur. Ayrıca burada özellikle belirtmek
gerekir ki tasavvufî telif târihi açısından İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin
sonraki nesillerce şerhe konu edilmesi pek olağan iken literatürde onun başka
bir sûfînin metnine şerh yazması pek nâdir karşılaşılan bir hâdisedir.
İbnü’l-Arabî’nin İbn
Kasî’ye âit Hal’u’n-na’leyn ve iktibâsün-nûr min mevzi’i’l-kademeyn adlı
esere yaptığı şerh, literatür târihi açısından yukarıda vurgulamaya
çalıştığımız hususları neredeyse bütünüyle bünyesinde barındırmaktadır.
Edisyon-kritik ve tercümesini yaptığımız bu şerhin telif târihindeki yerinin
tespitine odaklanan incelememiz dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde
araştırmanın kapsamı ve temel kaynaklarını ayrıntılı bir şekilde ele alarak
değerlendirmeye özen gösterdik. “İbn Kasî ve Muhîti” başlığını taşıyan ikinci
bölümde, Endülüs’ün genel olarak dînî ve siyâsî, sosyal ve kültürel durumuna
ilişkin bilgiler verdikten sonra Endülüs’te tasavvufun İbn Meserre ile başlayan
ve İbn Kasî’ye kadar gelen sürecini hülâsa etmeye; İbn Kasî’nin biyografisi
eşliğinde, etrâfında teşekkül eden Mürîdûn hareketinin genel yapısını, Endülüs
dînî ve siyâsî târihinde İbn Kasî ve hareketinin etkilerini mevcut literatürü
göz önünde bulundurarak değerlendirmeye çalıştık. Üçüncü bölümün başlığı ise
“Hal’u’n-na’leyn ve İbnü’l-Arabî”dir. Büyük oranda literatürün ön planda
tutulduğu bu bölümde, başlangıçta Hal’u’nna’leyn’in yazmaları, neşirleri,
şerhleri ve muhtevâsını incelemeye gayret gösterdik. Devâmında
Hal’u’n-na’leyn’de dile getirilen tasavvufî düşünceye kaynaklık etmiş olan iki
ismin, İbn Meserre ve Gazzâlî’nin metin üzerindeki etkilerini tespit etmeye
çalıştık. Ardından ise Hal’u’n-na’leyn’e dönük eleştirel yaklaşımlara yer
verdik, burada özellikle İbn Haldûn’un eleştirilerini merkeze alarak meseleyi
tartışmaya gayret ettik. Konuya ilişkin temel bir metin olan İbn Haldûn’un
fetvâsını Nablusî’nin düştüğü ihtiraz kayıtlarıyla birlikte ek olarak verdik.
Çünkü her iki metnin iktibâsı, ilgili literatürdeki tartışmalarının
sürekliliğini göstermesi bakımından da önem arzetmektedir. Hal’u’n-na’leyn’in İbnü’l-Arabî
ve tâkipçileri üzerindeki etkilerine değindikten sonra İbnü’l-Arabî tarafından
yapılan şerhin yapısı ve muhtevâsını değerlendirmeye tâbi tuttuk. îlk olarak
metnin İbnü’l-Arabî’ye nispeti ve diğer eserleri ile irtibat noktalarını
belirginleştirmeye; sonrasında İbnü’l-Arabî’nin şerhte izlediği temel ilke ve
prensipler üzerinde durmaya ve şerhte öne çıkarılan muhtevânın kısaca
analizine yer vermeye çalıştık. Ardından şerhin nüshalarının tavsîfi ve
değerlendirmesini yaptıktan sonra tahkik ve tercümede gözettiğimiz ilkeleri
kısaca açıkladık.
Hiç şüphesiz böyle
bir çalışmada pek çok kimsenin katkı, destek ve yardımlarını gördüm. Bu
vesîleyle başta tez danışmanım Safi Arpaguş olmak üzere, hocalarım Mustafa
Tahralı ve Mahmud Erol Kılıç’a, çalışmanın başından sonuna dek faydalı
yönlendirmelerde bulunan ve Türkçe bölümlerin editörlüğünü yapan M. Nedim
Tan’a, Arapça metnin editörlüğünü üstlenen Ali Benli’ye, Arapça neşir ve
tercümeyi mukabele etmede yardımlarını esirgemeyen Muhammed Coşkun’a, metnin
harekelenmesinde katkı sunan Mustafa Neddâf’a, Dublin’deki nüshaya ulaşmamı
mümkün kılan Rahim Acar ve Norbert Hintersteiner’a özellikle teşekkür
etmeliyim. Ayrıca çalışma boyunca çeşitli zamanlarda yardımlarına,
bilgilerine, tecrübelerine ya da dostluklarına mürâcaat ettiğim Orkhan
Musakhanov, Ali İhsan Kılıç, Semih Ceyhan, Muhammed Bedirhan, Nail Okuyucu,
Bilal Baş, Nurullah Koltaş, M. Zahit Tiryaki, H. Nebi Güdekli, M. Macit
Karagözoğlu, Harun Yılmaz ve Furkan Mehmet’e de medyûn-ı şükranım. Son olarak
eserin yayımlanmasında yardımlarını esirgemeyen Muhittin Macit ve Ferruh
Özpilavcı’nın şahsında Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’na şükranlarımı
arzediyorum.
Ercan Alkan
İstanbul, 2017
1. ARAŞTIRMANIN KAPSAMI VE KAYNAKLARI
İbnü’l-Arabî’nin
Endülüslü sûfî İbn Kasî’ye (ö. 546/1151) âit Hal’u’nna’leyn ve
iktibâsün-nûrmin mevzi’i’l-kademeyn adlı esere yaptığı şerhi merkeze alan
bu araştırma, öncelikle bir literatür târihi çalışması hüviyetini taşımakta
olup sınırları ve çerçevesi belli olmakla birlikte mevcut bakış açılarının
çeşitliliği dolayısıyla geniş bir târih kesitini kendisine konu edinmektedir.
Klasik literatürü dikkate aldığımız zaman araştırmanın içeriği öncesi İbn
Meserre’ye (ö. 319/931) kadar giden, sonrası Abdullah Bosnevî’ye (ö. 1054/1644)
dek uzanan geniş bir târih aralığını kapsamaktadır. Burada İbn Meserre isminin
klasik literatür için başlangıç yapılmasının temel sebebi, Halu’n-na’leyn
ve şerhi özelinde İbn Kasî ve İbnü’l-Arabî’nin (ö. 638/1240) Endülüs bölgesi
tasavvuf târihi için merkezî bir figür olan İbn Meserre ve çevresi ile
irtibatlandırılmasıdır. Bunun dışında Halu’n-naleyn in literatürdeki
görünürlüğü büyük ölçüde İbnü’l-Arabî tarafından yapılan atıflar sayesinde gerçekleşmiştir.
Çünkü Halu’n-naleyn başta Fusûsu’l-hikem şerhleri olmak üzere
Ekberî çizgiyi sürdüren müelliflerce İbnü’l-Arabî’nin atıf yaptığı şekliyle
tâkip edilegelmiştir. Ekberî müellifler arasından Abdullah Bosnevî’yi özellikle
zikretme sebebimiz ise kendisinin sehven bir Halu ’nna’leyn şârihi
olarak tanınması dolayısıyladır. Kısacası Hal’u’n-na’leyn e dâir
literatürde izi sürülen hemen her bilgi, araştırmamızın doğrudan ya da dolaylı
bir şekilde kaynağı sayılarak taramamız gereken literatür kapsamında
değerlendirilmiştir. Burada araştırmanın kaynaklarının tavsîfi, araştırmanın
belirli ölçülerde kapsamını, temel soru ve sorunlarını ortaya çıkaracağı için
kaynakların konumuzla irtibatlı yönlerine detaylı bir biçimde değinmeyi
düşünüyoruz. Araştırma her bir bölümü kendi muhtevâsını belirleyen temel
kaynaklara sâhiptir. îlk olarak Halu’n-na’leynin müellifi İbn Kasî’nin
terceme-i hâline ve Endülüs’te başlattığı “Sevretü’l-Mürîdîn” hareketine yer
veren klasik kaynaklar hakkında bilgiler vereceğiz:
1.
Abdülvâhid el-Merrâküşî (ö. XIII. yüzyılın ortaları), el-Mu’cibfi
telhisi ahbâri ’l-Mağrib: Telîfine 621/1224 yılında Bağdat’ta başlanılan
Muvahhidler dönemi Mağrib ve Endülüs târihinin temel metinlerinden el-Mu’cib
İbn Kasî ve hareketi hakkında bilgi veren en eski kaynaklar arasında yer
almaktadır. Muvahhidler dönemi Endülüs’ünün kuruluş aşamasında vukü bulan
sosyal-siyasal hâdiseler bağlamında eserde Murâbıtlar yönetimine karşı yapılan
başkaldırıların geneline dâir kısaca bilgiler verilmiş; İbn Kasî ve Mürîdûn hareketine
de bu çerçevede değinilmiştir. Eserde İbn Kasî’nin tasavvufî yönü üzerinde pek
durulmamış, ayrıca bir cümleyle belâgat bilgisi ve edebî yönüne vurgu yapılmış
olmakla berâber İbn Kasî’nin eseri Hal’u’nna’leyn hakkında ismen de olsa
hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. el-Mucib, İbn Kasî’nin mehdîlik
iddiasında bulunuşu ve Muvahhidler devleti yöneticilerinden Abdülmü’min b. Ali
(ö. 558/1163) ile buluşmaları konusunda neredeyse diğer bütün eserlerin temel
kaynağıdır. Fakat bâzı rivâyetlerde tarafsız bir tutum sergilemediği noktasında
Merrâküşî’ye eleştiriler yöneltilmiş olup benzer eleştiriler İbn Kasî
hakkındaki rivâyetleri için de dile getirilebilir.
2.
İbnü’l-Ebbâr (ö. 658/1260), Kitâbü’l-Hulleti’s-siyerâ:
İbn Kasî’nin biyografisine müstakil bir başlık altında ve oldukça ayrıntılı
bir şekilde değinilen bu eserde, I/VII-VII/XIII. yüzyıllar arasında yaşamış
yönetici zümreden şiirle uğraşan 217 ismin hal tercümelerine ve şiirlerinden
örnek metinlere yer verilmiştir. Eserde İbn Kasî’nin berâberinde Mürîdûn
hareketinin önde gelenlerinden İbnü’l-Münzir ve Sîdrây b. Vezîr hakkında da
detaylı bilgilere ve şiirlerinden örneklere rastlanmaktadır. Ancak bu üç isim
eserde yalnızca edebî yönleriyle ele alınmamış öncülüğünü yaptıkları Mürîdûn
hareketinin de dolaylı olarak kısa târihine yer ayrılmıştır. Mürîdûn
hareketinin târihi konusunda İbnü’l-Ebbâr’ın temel referansı, dönemin ilk
elden şâhidi İbn Sâhibüssalât’ın (ö. 594/1198’den sonra) günümüze ulaşmayan Kitâbü
Sevreti’l-Mürîdîn'idir. Bu yönüyle el-Hulletü’s-siyerâ önemli bir
kaynaktır.
Fakat her ne kadar İbn Kasî’nin
burada edebî tarafı öne çıkarılmış olsa da Hal’u’n-na’leyn hakkında
-Merrâküşî’nin el-Mu’cib’inde olduğu gibihiçbir bilgiye
rastlanılmamaktadır. Ayrıca eser, İbnü’l-Arîf ile Meriye’de buluşmasına ilişkin
öne sürdüğü rivâyeti sebebiyle Claude Addas tarafından -ilgili bölümde
gerekçesine değineceğimiz üzereeleştirilmiştir.
3.
Zehebî (ö. 748/1348), Târîhul-İslâm: İbn Kasî’nin
biyografisine müstakil bir başlık altında yer veren Zehebî’nin kaynağı
Merrâküşî’nin el-Mu’cib’idir. Merrâküşî’deki bilgileri birebir nakleden
Zehebî, ek olarak bir cümleyle İbn Kasî hakkında -ehl-i hadîse özgü sûfîlere
dönük olumsuz bakış açısını tamâmen yansıtankendi kanaatini de söylemiştir ki
ona göre İbn Kasî, felsefî tasavvufla iştigal eden îtikâdı bozuk bir kimsedir.
Zehebî, Merrâküşî ve İbnü’l-Ebbâr’dan farklı olarak İbn Kasî’nin Hal' u
’n-na’leyn ine atıfta bulunur. Burada eserin muhtevâsında sahih bir takım
bilgilerle berâber bid’atleri de barındırdığı şeklindeki düşünce, Zehebî
tarafından özellikle vurgulanmıştır. Târîhu’l-İslâmda ise İbn Kasî
hakkındaki aynı bilgilere, Kurtuba Kadısı İbn Hamdîn ve Abdülmü’min b. Ali’nin
biyografilerinde değinilmiştir. Ayrıca Zehebî, İbn Kasî’yi Siyerü a’lâmi
’n-nübelâ, Mîzânü’l-i ’tidâl ve
el-Muğnîfi ’d-duafâda çeşitli vesîlelerle konu edinmiştir; fakat bu
kitaplarda uzun ya da kısa olsun verdiği bütün bilgiler Târîhu l-İslâm’dakilerle
birebir örtüşmektedir.
4.
Safedî (ö. 764/1363), el-Vâfî bi’l-vefeyât. Hocası
Zehebî’nin Târîhu ’l-İslâmda Merrâküşî’den naklettiği bilgileri olduğu
gibi tekrar eden Safedî, İbn Kasî’ye eserinin iki farklı bölümünde değinmiştir.
İlki müstakil olarak Hal’u’n-na’leyn müellifi başlığı altında; diğeri
ise Kurtuba Kadısı İbn Hamdîn’in biyografisinin verildiği kısımda yer
almaktadır. Safedî, İbn Kasî hakkında Zehebî’nin felsefî tasavvufla iştigal
eden îtikâdı bozuk bir kişi olduğu yönündeki kanaatini zikretmezken; Hal u
n-naleyn in muhtevâsına dâir Zehebî’ye âit fikre birebir yer vermiştir.
5.
İbnü’l-Hatîb (ö. 776/1374-75), Amâlü’l-a’lâmt İbn
Kasî ve Mürîdûn hareketi, bu eserde diğer kaynaklarda bulunmayan ilâve birtakım
bilgiler verilerek oldukça geniş bir şekilde değerlendirilmiştir. İbnü’l-Hatîb,
İbn Kasî ve hareketini İhvân-ı Safâ risâlelerini okuyan bâtınî hüviyette bir
oluşum olarak tanıtır ve İbn Kasî’nin tasavvufî yönüne kısmen değinerek onun
kerâmetlerinden de kısaca söz eder. Ayrıca İbn Kasî’nin şâirlik tarafını göstermesi
maksadıyla şiirlerinden ikişer ve üçer beyitlik iki misal getirir ki bu
misallerden ikişer beyitlik olanı İbnü’l-Ebbâr’ın Kitâbü ’l-Hulleti
’s-siyerasında da aynen yer almaktadır. Bunun yanı sıra İbn Kasî’nin Hal
u n-naleyni dışında -ismini zikretmeksizinbaşka eserlerinin de var olduğu
bilgisine Amâlü’l-a’lâmda yer verilmiştir. Ayrıca İbnü’l-Hatîb, İbn
Kasî’nin tasavvuf anlayışına ilişkin çeşitli konularda Ravzatü’t-ta’rîf’te
bâzı değerlendirmelerde bulunmuştur.
6.
İbn Haldûn (ö. 808/1406), Mukaddime, İber ve Şifâü’s-sâil:
İbn Haldûn üç eserinde de çeşitli vesîlelerle İbn Kasî ismini anmıştır. Mukaddime
de ilk olarak asabiyet teorisini îzahta asabiyet desteğinden yoksun topluluklardan
söz açtığı kısımda İbn Kasî ve Mürîdûn hareketini (Burada diğer kaynaklarda
geçtiğinin aksine hareketin adı Murâbitûn’dur.) örnek getirerek hareketin
başarısızlığının temel nedenleri üzerinde durmuştur. İkinci olarak mehdîlik
meselesini tartışırken Halu’n-na’leyn'deki görüşlerinden dolayı İbn
Kasî’ye referansta bulunmuştur. İberde ise Abdülmü’min b. Ali döneminde
vukü bulan hâdiseler çerçevesinde İbn Kasî ve hareketinin târihini detaylıca
ele almıştır. Şifâüs-sâilde ise tecellî ehline ve eserlerine dönük
eleştiriler kısmında İbn Kasî’yi ve Hal’u’n-na’leyn’i zikretmiştir. İberde
fazla yorum yapmaksızın sâdece tarihsel olayları nakleden İbn Haldûn’un, Mukaddime
ve Şifâü’s-sâikde tasavvufa karşı tavrı dolayısıyla İbn Kasî ve Halu’n-na’leyn
e dönük değerlendirmelerinde eleştirel bir bakış açısı hâkimdir.
7.
İbn Hacer (ö. 852/1449), Lisânü’l-mîzân: İbn Hacer
Halu’n-na’leyn müellifini Lisânu l-mîzân’da iki farklı başlık altında
anmıştır. îlk başlıkta müellifin ismi sehven Ahmed b. Kabesî el-Endelüsî olarak
geçmektedir. Buradaki mâlûmat Zehebî’nin Mîzânü’l-i ’tidâlindeki kısa
bilgilerin birebir tekrârıdır. îkinci başlıkta ise oldukça geniş bir İbn Kasî
biyografisi vardır. Burada İbn Kasî’nin tasavvufî anlayışına ve bâzı
kerâmetlerine yer veren İbn Hacer, her ne kadar ilgili kanaatleri Zehebî ile
örtüşmekte ise de tasavvuf metinlerinde karşılaşılan rivâyetleri zikretmesi
yönüyle üslûp bakımından Zehebî’den ayrılır. Nitekim İbn Hacer, İbn Kasî’nin
biyografisinde kendisi için Zehebî’nin Târîhu ’l-İslâm ını ana kaynak
olarak zikretmiş; bununla berâber Zehebî’nin bu meselede kaynağının Merrâküşî
oluşu bilgisine de yer vermeyi ihmal etmemiştir.
Ayrıca zikri geçen
tabakat ve terâcim kitaplarında bulamayacağımız bâzı bilgilere, özellikle İbn
Kasî’nin tasavvufî yönünün çeşitli ayrıntılarına, sûfî müellifler tarafından
kaleme alınan eserlerde rastlamak mümkündür. Nitekim bu kaynaklarda yer
verilen bilgiler sâyesinde İbn Kasî’nin içinde bulunduğu tasavvufî muhit,
kendileriyle irtibatlı olduğu sûfî şeyhler, Halu nna leyn’in muhtevâsı
gibi benzeri konular açıklığa kavuşmaktadır. Bunlara ek olarak yukarıda adları
geçen tabakat türü kaynaklardaki bâzı bilgiler ise tasavvufî anlayışı önceleyen
ve benimseyen müellifler tarafından yazılan bu eserlerde verilen mâlûmat
eşliğinde yeniden değerlendirilme imkânını bulmuş olacaktır.
1.
İbnü’l-Arîf (ö. 536/1141), MiftâhüS-saâde ve tahkîku
tarîki’s-saâde: İbnü’l-Arîf’in sayıları yüz elliyi bulan mektuplarının
tamâmı, müritlerinden Ebû Bekir Atîk b. Mü’min (ö. 548/1153) tarafından
İbnü’l-Arîf’e âit duâ, münâcât ve bâzı manzum-mensur sözleri ile birlikte MiftâhUı’s-saâde'
ve tahkîku tarîki ’s-saâde başlığını taşıyan bir mecmua içinde bir araya
getirilmiştir. Mecmua İsmet Abdüllatîf Dendeş tarafından, Rabat Melik Hasan
Kütüphânesi’nde kayıtlı (nr. 1562) yazma nüsha esas alınarak İbnü’l-Arîf’in
hayâtı ve tasavvufî görüşlerini anlatan bir incelemeyle neşre hazırlanmıştır. Miftâhü’s-saâdeyi
bizim için öncelikle kayda değer kılan hususlardan birisi İbnü’l-Arîf’in İbn
Kasî’ye gönderdiği iki mektubu da içeriyor olmasıdır. Döneme dâir başka hiçbir
eserde yer almayan bu iki mektup, İbn Kasî’nin tasavvuf çevresine ve anlayışına
dâir büyük öneme sâhip bir kaynak hüviyetindedir. Nitekim biz de önemine
binâen her iki mektubun tercümesine ve değerlendirmesine çalışmamızda yer
verdik. Ayrıca eserde İbn Kasî’nin müritlerinden Ebu’l-Velîd b. Münzir ile
İbnü’l-Arîf arasındaki mektuplaşmaların yer alması, Mürîdûn hareketinin önde
gelen şahıslarının ilişkide bulundukları tasavvufî muhîtin tespitine imkân
vermesi bakımından, onu önemli kılmaktadır.
2.
İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240),
el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, Şerhu
Hal’i’n-na’leyn: İbn Kasî’nin,
Halefullah el-Endelüsî ve İbn Halîl ismini taşıyan şeyhlerinin kimliğine
ilişkin mâlûmâta, Fütûhât ve Şerhu Hal’i’nnaleyn’de
rastlanmaktadır. Biyografisine yer veren eserlerin hiçbirisinde, İbn Kasî’nin
bu iki şeyh ile olan ilişkisi zikredilmemiştir. Bu bağlamda İbnü’l-Arabî yegâne
kaynak kişi olma vasfını taşımaktadır. Ayrıca İbn Haldûn’un Iberde
detaylıca ele aldığı Abdülmü’min b. Ali ile karşılaşmasına ve mektuplaşmasına
ilişkin bilgiye de İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i ’n-naleyn de yer vermiştir.
İbnü’l-Arabî’nin hem İbn Kasî hakkındaki bütün bu bilgileri aldığı hem de Hal
u ’n-na leyn ’den haberdar olduğu kaynak ise Tunus’ta kendisiyle görüştüğü
İbn Kasî’nin oğludur. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî tarafından İbn Kasî’ye ve Halun-naleyne
dâir sunulan bilgiler ve yapılan yorumlar, İbn Kasî’nin biyografisi yazılırken
ve Halu’n-na’leynin tasavvuf târihi literatüründeki yeri
belirginleştirilirken öncelik verilmesi ve asla ihmal edilmemesi gereken
kaynaklar arasındadır.
3.
Münâvî (ö. 1031/1622) el-Kevâkibü
’d-dürriyyefiterâcimi ’s-sâdeti ’s-sûfiyye -et-Tabakâtül-kübrâ-: Sûfî
tabakat müellifleri içinde tespit edebildiğimiz kadarıyla İbn Kasî’ye müstakil
başlık açıp terceme-i hâline yer veren yegâne isim Münâvî’dir. Her ne kadar
diğer metinlere göre daha geç döneme âit bir kaynak olsa da el-Kevâkibü’d-dürriyye’de
büyük ölçüde tasavvufî tarafları ön plana çıkarılan bir İbn Kasî portresi göze
çarpmaktadır. Burada özellikle İbn Kasî’yi değerlendirme noktasında -aynen İbnü’l-Arabî’de
olduğu gibiulemânın birbirinden farklı düşüncelere sâhip bir tavır sergilediği
vurgusunu yapan Münâvî, -Zehebî tarafından dillendirilenİbn Kasî’nin felsefî
tasavvufa meylettiği ve bu yüzden saptığı yönündeki birtakım ithamlara,
tâbilerinin çoğalması ve kendisine haset edilmesinden dolayı mâruz kaldığı
kanaatindedir. Ayrıca İbn Hacer tarafından zikredilen İbn Kasî’ye âit
kerâmetleri ise Münâvî, onun fazîletine işâret kabîlinden daha saygılı bir
üslûpla nakletmiştir. Bu bakımdan Münâvî’nin tabakatındaki değerlendirmeleri, İbn
Kasî’yi tasavvuf târihinde klasik bir sûfî çizgisinde görme eğiliminin iyi bir
örneği olarak okunabilir.
Akademik
araştırmalarda İbn Kasî ve hareketine dönük ilgi ilk başlarda, genel anlamda
Endülüs tasavvuf târihine dâir çalışmalar üzerinden olmuştur. Bu noktada
dikkate değer ilk çalışma Asın Palacios’a (ö. 1871-1944) âittir. Palacios’un çalışması, sonrasında
yapılacak neredeyse bütün araştırmaların kendisini referans göstermekten
bîgâne kalamayacağı bir kaynak hâline gelmiştir. Abenmasarra y su escuela
Origenes de lafilosofia hispano-musulmana(Madrid, 1914) adlı çalışmasıyla
Palacios, İbn Meserre’yi merkeze alarak Endülüs dînî düşünce târihinde
tasavvufun yerini ve etkilerini gösterme çabası içine girmiştir. Her ne kadar
Palacios eserinde İbn Kasî’ye ve Hal’u’n-na’leyn e çok kısa bir şekilde
değinmiş ise de Mürîdûn hareketini doktrin düzeyinde doğrudan etkileyen Meriye
Mektebi’nin gerçekte Meserre Mektebi’nin görüşlerini sürdüren bir organizasyon
olduğu şeklinde öne sürdüğü iddia, yıllarca akademik çevrelerde kabul görmeye
devam etmiştir. Bununla berâber Palacios’un kitabında dile getirdiği temel
iddialar -izleyen bölümlerde de detaylandırılacağı üzereStern, Morris, Addas,
Brown gibi araştırmacılar tarafından çeşitli yönleriyle sıkı bir şekilde eleştiriye
tâbi tutulmuştur.
Doğrudan İbn Kasî ve Halu’n-na’leyni
kendisine konu edinen ilk çalışma 1957 yılında Ebu’l-Alâ Afîfî (ö. 1897-1966)
tarafından yapılmıştır. Makalenin girişinde Meriye merkezli tasavvuf
oluşumundan söz eden Afîfî, İbn Kasî’nin biyografisine yer verdikten sonra Hal’u’n-na’leyn
ve İbnü’l-Arabî tarafından yapılan şerhin muhtevasını ayrıntılı bir şekilde
incelemiştir. Afîfî çalışmasında, Süleymâniye Kütüphanesi Ayasofya Bölümü nr.
1879 ve Kahire Dârü’l-Kütüb Tasavvuf Bölümü nr. 693’de bulunan ilki İbnü’l-Arabî’ye
âit şerhin nüshasını, diğeri ise her ne kadar kütüphâne kaydında müellif ismi
olarak İbn Kasî geçmekteyse de Türkiye kütüphânelerinde farklı nüshaları da
bulunan Abdullah Bosnevî’ye âit Hal u’n-na’leynfi ’l-vusûl ilâ hazreti
’l-cem’ayn adlı eserin nüshasını esas almıştır. Çalışmasında Afîfî, İbn
Kasî’ye âit Hal u’n-naleyn in herhangi bir nüshasını kullanamamış;
sâdece İbnü’l-Arabî’nin şerhinden hareketle İbn Kasî ve tasavvuf düşüncesi hakkında
değerlendirmelerde bulunmuştur. Ancak yapmış olduğu değerlendirmeler, İbn Kasî
ve tasavvufî mîrâsını anlamada ilgili literatüre önemli katkılar sunmaktadır.
Halu’n-na’leyn üzerine yapılan bir
diğer çalışma ise David Raymond Goodrich tarafından Columbia Üniversitesi’nde
1978 yılında bitirilen bir doktora tezidir. Tezin ilk bölümünde, Endülüs’te
ortaya çıkan isyanlar ve Murâbıtlar hakkında târihî bilgiler verilmiş; ikinci
bölümde İbn Kasî’nin hayâtına ve Mürîdûn isyânının ayrıntılarına değinilmiş;
üçüncü bölümde Halu’n-na’leynin yazmaları ve muhtevâsıyla birlikte İbn
Kasî’nin düşüncesinin temel kaynakları ve İbn Kasî’nin tasavvuf literatüründe
gözlenen etkilerine yer verilmiş; dördüncü bölümde tasavvuf ve başkaldırı
başlığı altında Halu’n-naleyn in hareketin doktrini sayılabilecek temel
metin olup olmadığı konusu tartışılarak İbn Kasî’nin sûfîlikten siyâsete
intikali husûsu irdelenmiş; beşinci bölümde metnin tahkikli neşrine yer
verilmiş; altıncı bölümde ise metni anlaşılır kılmaya dönük İbnü’l-Arabî’nin
şerhinden de istifâdeyle gerekli notlandırmalar yapılmıştır. Çalışma Halu’n-naleyn
in ve İbnü’l-Arabî şerhinin Şehid Ali Paşa nüshası esas alınarak yapılmıştır.
Goodrich’in İbn Kasî ve Halu’n-na’leyn e ilişkin pek çok meselede yaptığı
değerlendirmelerin ve vardığı sonuçların yerinde olduğunu söylemek mümkündür.
Hal’u’n-na’leyn ve İbn Kasî hakkında
başka bir çalışma, W Mongtomery Watt’ın danışmanlığında 1979’da William Elliott
tarafından Edinburgh Üniversitesi’nde yapılmıştır. Elliott, doktora tezinin ilk
bölümünde İbn Meserre, İsmâil er-Ruaynî, İbnü’l-Arîf ve İbn Kasî’nin
biyografilerine yer vererek, bu isimler arasındaki irtibata yoğunlaşmıştır.
İkinci bölüm Halu’n-na'leyn in analizine ayrılmıştır. Ancak Şehid Ali
Paşa nüshasından hareketle, yer yer kısa tercümeler yapılmak sûretiyle eserin
muhtevâsı özetlenmiştir. Son bölümde ise genel îtibâriyle İbn Kasî ve Halu
’n-na’leynin etkileri üzerinde kısaca durulmuştur. Elliott’un doktora
çalışmasının İbn Kasî ve çevresinde oluşan tartışmaları kuşatmaktan büyük
oranda uzak olduğu söylenilebilir.
Halu’n-na’leyn metnini merkeze alan
üçüncü doktora çalışması, Josef Dreher tarafından 1985 yılında Tilman Nagel’in
danışmanlığında Almanya’da yapılmıştır. Giriş bölümünde XII. yüzyıl
Endülüs’ündeki siyâsî gelişmelere değinilmiş; birinci bölümde İbn Kasî’nin
biyografisi ele alınmış, devâmında gelen bölümde İbn Kasî’nin tasavvuf anlayışı
ve siyâsetle doğrudan irtibatlı olarak kurgulanan velâyet anlayışı
değerlendirilmiştir. Ayrıca bu bölümde İbn Kasî’nin “felek” ve “istivâ”
konularındaki yaklaşımları kısaca özetlenmiştir. Son olarak İslâm’da mehdîlik
ve İbn Kasî’nin mehdîliği konusuna değinilmiştir. Aslında bu bölüm, peşi sıra
gelecek olan metinleri anlamaya rehberlik etmesi bakımından yetmiş sayfalık bir
mukaddime olarak düşünülebilir. Ardından gelen kısımlarda ise Dreher’in Halu
’n-na’leyn metninden yapmış olduğu seçkinin Almancaya çevirisi, seçtiği
Arapça kısımların Halu’n-na’leynin Şehid Ali Paşa ve Veliyyüddîn
nüshaları esas alınarak yapılan tahkîki -Dreher’in kendi el yazısıylayer
almaktadır. Dreher metnin tespitinde Goodrich tarafından yapılan neşre de mürâcaat
etmiştir. İbn Kasî’nin mehdîliği ve imâmet teorisi Dreher’in çalışmasında öne
çıkardığı temel hususlardır. Bu yönüyle Dreher’in tezi ile Goodrich’in tezi
farklılık arzetmektedir. Nitekim Goodrich, İbn Kasî’yi Endülüs siyâset
târihinde etkili bir figür olarak görmenin yanı sıra Endülüs tasavvuf târihine
yaptığı katkıların dikkate alınmasının gerekliliği üzerinde de özellikle
durmaktadır. Dreher çalışmasında öne sürdüğü temel tezini bir makale hâlinde
de yayımlamıştır. Ayrıca Dreher, ismi İbn Kasî’ye âit Hal’u’n-na’leyn
ile dâimâ karışıklığa sebebiyet veren Abdullah Bosnevî’nin Hal u ’n-na
’leynfi ’l-vusûl ilâ hazreti ’l-cem’ayn adını taşıyan risâlenin de
tahkikini yaparak ilgili literatüre katkı sunmuştur.
Hal u ’n-na’leyn hakkında dördüncü
bir doktora tezi ise Muhammed el-Emrânî tarafından 1995 yılında bitirilen ve
1997 yılında Merâkeş’te neşredilen çalışmadır. Neşredildiği hâliyle çalışma iki
ana bölümden oluşmaktadır. îlk bölümde eser ve müellifine dâir
değerlendirmeler, ikinci bölümde ise Şehid Ali Paşa ve Veliyyüddîn
nüshalarından hareketle ve oldukça geniş notlandırmalarla yapılan tahkikli
neşir yer almaktadır. Ayrıca ekler kısmında Hal’u ’n-na’leyn de
kullanılan tasavvuf ıstılâhlarına âit bir lügatçe yapılmış; ardından İbnü’l-Arîf
tarafından İbn Kasî’ye gönderilen iki mektup iktibas edilmiştir. Hal
u’n-na’leyn üzerine yapılan diğer çalışmalar göz önünde bulundurulduğunda
Emrânî’nin neşri ve araştırmasının çok daha kapsamlı olduğunu söylemek
kanaatimizce yerinde olacaktır. Bölümü nihâyete erdirirken burada İbn Kasî ve Hal
u ’n-na ’leyn literatürüne îlyas Çelebi ve Michael Ebstein tarafından
makale düzeyinde yapılan iki katkıyı da anabiliriz.
2.1. Murâbıtların Sonu
Muvahhidlerin Başlangıcında Endülüs
İbn Kasî’nin (ö.
546/1151) hayâtı ve tasavvufî tavrı ile irtibatlı olarak içinde yaşamış olduğu
sosyal, siyasal ve kültürel ortama genel hatlarıyla kısaca değinilmesi, Hal’un-na’leyn
in yazılmış olduğu vasatı kavramamıza dolayısıyla da hiç şüphesiz metnin ve
İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) tarafından metne yapılan şerhin anlam dünyâsına
nüfuz etmemize katkılar sunacaktır. Bu noktada dönemi îtibâriyle İbn Kasî,
Endülüs târihi içinde Murâbıtlar ile Muvahhidlerin yer aldığı XI ilâ XII.
yüzyıllara tekabül eden zaman dilimine bizi götürecektir. Şöyle ki Endülüs’te
Emevî iktidârının zayıflaması sonrasında meydana gelen otorite boşluğunu
doldurmak üzere “mülûkü’t-tavâif” olarak anılan küçük devletlerin (mahallî,
siyâsî ve sosyal baskı gruplarının/tâifelerinin) ortaya çıkışı, Endülüs
târihinde yeni olmakla berâber yaklaşık altmış yıl sürecek (1031-1091) olan bir
kaos döneminin de başlamasına sebebiyet vermiştir. Bu dönemin en önemli
özelliği tâifeler arasındaki yoğun mücâdelelerin varlığıdır. Birbirlerine karşı
giriştikleri bu mücâdelelerin yanı sıra iç karışıklıklar ve taht kavgaları
tâifelerin güçlerinin zayıflamasına ve giderek kaybolmalarına yol açmıştır.
Dönemin bir diğer özelliği ise tâifelerin birbirleriyle mücâdelesini fırsat
bilen hıristiyan krallıkların -bilhassa Kastilya Krallığının-, Endülüs’te
müslüman hâkimiyetine son verme ve Endülüs’ü müslümanlardan geri alma gayesini
güden, kökeni VIII. yüzyıla dayanan reconquista fikrini XI. yüzyılın
ortalarından îtibâren tekrar gündemlerine alıp ihyâ etmeye çalışmalarıdır.
Nitekim reconquistanın yol açacağı tehlikenin farkına geç de olsa varan
tâife emirleri, düvelü’t-tavâifin en güçlülerinden olan Abbâdîler’in
öncülüğünde çözüm arayışına girmek zorunda kalmışlardır. Bunun üzerine Abbâdî
emîri Mu’temid-Alellah (ö. 487/1094 [?]) tarafından görevlendirilen heyet bir
mektupla Murâbıtların merkezi Merâkeş’e giderek Yûsuf b. Taşfîn’i (ö. 500/1106)
Endülüs müslümanlarına yardımda bulunmaya çağırmışlardır. Bu dâvete icâbet eden
Yûsuf b. Taşfîn, Zellâka (Sagrajos) mevkiinde 479/1086’da Kastilya Kralı VI.
Alfonso’ya karşı büyük bir zafer kazanır. Ancak bir süre sonra Murâbıt
ordusunun Mağrib’e dönmesinden yararlanan VI. Alfonso mülûkü’t-tavâif üzerinde
baskılarını yeniden artırmaya başlar. 1088 yılında ikinci kez Endülüs’e
geçerek mülûkü’t-tavâife yardım eden Yûsuf b. Taşfîn, meliklere hıristiyan
tehlikesine karşı güçlerini birleştirerek birlikte hareket etme tavsiyesinde
bulunmuşsa da çok geçmeden tekrar kendi aralarında ihtilâflar baş göstermiştir.
Karışıklıklardan hoşnutsuzluk duyan fukahâ ve ulemânın dâveti üzerine 1090’da
üçüncü kez Endülüs’e geçen Yûsuf b. Taşfîn, almış olduğu fetvâların kendisine
sağladığı meşrûiyetle mülûkü’t-tavâifin tamâmını ortadan kaldırmıştır. Artık
Endülüs bundan sonra yaklaşık altmış yıl devam edecek olan (1090-1147) Murâbıt
idâresi altında kalacaktır.
Murâbıtların
idâresindeki Endülüs’te her ne kadar başlangıçta bir süre siyâsî istikrar
sağlanmış, reconquista hareketine karşı başarılı mücâdeleler verilmişse
de idârî ve mâlî sıkıntılarla birlikte Berberî asker zümresinin halkla sağlıklı
ilişkiler kuramaması yeniden iç karışıklıkların doğmasına yol açmıştır. Artık
fakihler, mahallî emirler ve vergilerden bunalan geniş halk kitlesi, Endülüs’te
istikrar sağlamak üzere dâvet ettikleri Murâbıtlardan yavaş yavaş desteklerini
çekmeye başlamıştı. Bu zaman diliminden sonra Murâbıtlar için târihin seyri
Endülüs’te tam tersi bir istikâmette akmaya yüz tutmuş, başlangıçta “kurtarıcı”
vasıflarıyla temâyüz etmekte iken bu vasıfları gitgide “istîlâcı”ya
dönüşmüştür. Sarakusta’nın 1118’de Aragon Kralı I. Alfanso tarafından istîlâ
edilmesiyle başlayan çöküş ve halkın Murâbıt yönetimine karşı 1121 yılında
Kurtuba’da gerçekleştirdiği isyan, süreci giderek hızlandırmıştır. İsyânı
bastırmak üzere Kurtuba’ya geçen Murâbıtların ikinci hükümdarı Ali b. Yûsuf b.
Taşfîn (ö. 537/1143), Mağrib’de baş gösteren başka bir tehlikeden haberdar
olunca tekrar Mağrib’e dönmek zorunda kalmıştır. Söz konusu tehlike, Sûs’ta
Muvahhidlerin Muhammed b. Tûmert (ö. 524/1130) önderliğinde, Murâbıtlara karşı
hoşnutsuzluk içerisinde olan geniş halk kitlelerinin desteğini de aldıkları
isyan hareketidir.
İbn Tûmert
önderliğinde organize olan Muvahhidler, Murâbıtlar döneminde dînî bakımdan
yanlış olduğunu düşündükleri kimi hususlara özellikle de Mâlikî fukahânın
uygulamalarına muhâlefet edip onları ortadan kaldırmak maksadıyla reformist
bir hareket olarak târih sahnesinde yer almışlardır. Devletin
temelleri, İbn Tûmert’in dînî ilimleri tahsil maksadıyla Mekke, Medîne, Bağdat,
Dımaşk, İskenderiye ve Kahire gibi dönemin ilim merkezlerine yaptığı
seyahatlerin akabinde (510 veya 511 yılında) Mağrib’de başlattığı çalışmalar
sâyesinde atılmış oldu. İbn Tûmert’in “emir-bi’l-ma’rûf nehiy-ani’l-münker”
ilkesini ve Kur’an ve Sünnet’e dönüş vurgusunu merkeze aldığı öğretilerinin
bütünü eklektik bir mâhiyet arzetmektedir: Şöyle ki İbn Tûmert’in kelâmî
görüşlerinde büyük ölçüde Eş’arî -Cüveynî (ö. 478/1085) ve öğrencisi
Gazzâlî’nin (ö.505/1111) etkisi- olmakla berâber yer yer Mu’tezilî, mehdîlik ve
imâmet anlayışında Şiî, fıkhî görüşlerinde kendine özgü Mâlikî bir çizgi ve
fıkıh usûlü anlayışında ise kısmen İbn Hazm (ö. 456/1064) etkisi görülür.
Ayrıca Gazzâlî etkisini izhar ve ispat etmekle irtibatlı olarak, İbn Tûmert’in
doğu İslâm dünyâsına yaptığı seyahatte Nizâmiye Medresesi’nde Gazzâlî ile
buluştuğu ve Gazzâlî’nin ilmî mîrasını İbn Tûmert’e devrettiği yönündeki
anlatılar ise târihçilere göre sonraki yıllarda onun taraftarları tarafından
yayılmış güvenilir olmaktan uzak birtakım rivâyetlerden ibârettir. Nitekim İbn
Tûmert’in Dımaşk ya da Bağdat’ta Gazzâlî’ye talebe olduğu, Gazzâlî’nin Mağrib
bölgesinde İhyâ aleyhinde propaganda yürüten Murâbıt yönetiminin
yıkılışının İbn Tûmert eliyle gerçekleşmesi için duâ ettiği, İbn Tûmert’in
kuracağı devleti önceden yakınlarına bildirdiği yönündeki tüm bu rivâyetlerin
Muvahhidler devletinin meşrûiyetini sağlamak maksadıyla dillendirilmiş olduğu
söylenebilir. Fakat belirtilmesi gereken husus, İbn Tûmert’in dönemin ilim
merkezlerine yaptığı yolculuklar ve Mağrib’e dönüş târihi öncesindeki hayâtına
ilişkin detaylı ve güvenilir bilgilerden yoksun olduğumuzdur. Frank Griffel’in
yaptığı tespite göre İbn Tûmert’in Bağdat’ta bulunduğu yıllarda, Gazzâlî
Horasan’da bulunmaktaydı. Ancak entelektüel anlamda bir düşünce sürekliliğinden
söz edeceksek Nizâmiye’de İbn Tûmert’in Gazzâlî ile vicâhen karşılaşmaması ya
da birebir hoca-talebe ilişkisi içerisinde bulunamaması, bu noktada pek de önem
arzetmemektedir. Zîra felsefî-entelektüel etkinin doğrudan bir kişi ile
karşılaşma yoluyla olması zorunlu değildir. Nitekim her ne kadar Gazzâlî Bağdat
Nizâmiye Medresesi’ni terkedip Horasan’a gitmişse de o dönem Nizâmiye’sinde
Eş’arî kelâmı öğretilmeye devam etmekteydi.
Değindiğimiz üzere
Mağrib’e dönüşüyle birlikte İbn Tûmert hareketini ve ideolojisini tamâmen
Murâbıtlar yönetimine dolayısıyla da Mâlikî mezhebine muhâlefet üzerinden
kurgulamıştı. Murâbıtlar dönemi Endülüs’ünde gerek sosyal gerekse dînî hayatta
ve hukûkî-idârî sâhada Mâlikî mezhebi oldukça etkin bir konuma sâhipti.
Mezhebin etki alanlarının genişlemesinin, otorite ve nüfuz sâhalarının
yaygınlaşmasının sebeplerine ilişkin İbn Haldûn (ö. 808/1406) bedevî-hadârî
toplum teorisiyle uyumlu olarak iki husûsu, yâni bedevîlik ve hac maksadıyla
Hicaz bölgesine yapılan yolculukları öne çıkarmıştır. Hanefîlik ya da Şâfiîlik
gibi diğer mezheplerin yaygınlaşmasında siyâsî otorite faktörünün önemini
vurgulayanlar -ki İbn Hazm bunlardan birisidirdoğal olarak Mâlikîlik için de
aynı durumun geçerliliğini koruduğunu söylemektedirler. Çağdaş düşünürlerden
Muhammed Âbid el-Câbirî ise, İbn Haldûn’un öne sürdüğü sebeplerin tamâmen dışında,
kendisine âit “mağrib-maşrık” kavramsallaştırmasıyla paralel ve kısmen
İbn Hazm’la da uyumlu olarak,
Mâlikî mezhebinin Endülüs’te yaygınlık kazanmasını, mezhebin doğuda siyasal
hiçbir iktidar tarafından kullanılmamış olmasına bağlamaktadır. Nitekim bu
sebepten ötürü -Câbirî’ye göreEndülüslü idâreciler siyâsî açıdan kendileri için
en uygun mezhep olarak Mâlikîliği görmüşler ve Mâlikîliğin yaygınlık kazanması
için açıktan açığa destek vermişlerdir. Zâten kendisi de Mâlikî bir fakih olan
Abdullah b. Yâsîn’in (ö. 451/1059) önderliğinde Murâbıtlar, Mağrib bölgesinde
devletleşme yoluna gitmişlerdi. Onlar, Mâlikî fürû literatürüne sıkı sıkıya
bağlı kalmakla birlikte başta Gazzâlî olmak üzere Eş’arî kelamcılara karşı
oldukça muhâlif bir tutum takınmışlardır. Bu durum giderek toplumsal düzeyde
mezhep taassubunun doğmasına ve derinleşmesine yol açmış, mezhep dışı oluşumlar
özellikle de tasavvuf ve kelâm ilmi ile uğraşanlar tekfîre mâruz kalarak
sindirilmeye çalışılmıştır. Öyle ki 503/1109 yılında Kurtuba’da Kâdi’l-cemâa
Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Hamdîn’in önderliğinde bir grup Mâlikî fakih
tarafından Ihyâu ulûmi’d-dîn in okunması ve bulundurulmasının
yasaklanması hatta yakılması için fetvâlar verilmiştir. Hatta Ihyâ
Kurtuba Câmii avlusunda bu fetvâya binâen parça parça edilerek yakılmıştır.
Ayrıca fetvâ, ellerinde bu kitapları bulunduranların öldürülmesi ve mallarına
el konulmasını da kapsamaktaydı. Ancak bununla berâber Ihyâ karşıtı
duruşu Murâbıt hükümdârı Ali b. Yûsuf b. Taşfîn’in sonunu hazırlayan sürecin de
bir başlangıcı olmuştur.
Murâbıtlara muhâlefet
üzerinden kurguladığı düşünce sisteminde İbn Tûmert Ihyâ aleyhinde
verilen fetvâları çok iyi değerlendirmiş, îtikâden Murâbıtların ideolojisini gâibin
şâhide kıyâsını öncelemeleri sebebiyle tecsim yâni tevhitten uzak düşme; fıkhen
Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmanın bir sonucu olarak içtihâdı terketme ve fürû
fıkha aşırı bağlanma nokta-i nazarından eleştiriye tâbi tutmuştur. Câbirî’ye
göre İbn Tûmert’in yapmış olduğu söz konusu yöntemsel eleştiriler ideolojik
bir eleştiriye evrilmiş ve bu dönüşüm, Muvahhid hareketinin devletleşme
sürecine önemli katkılarda bulunmuştur.
Ayrıca devletleşme sürecine katkıda bulunan bir diğer husus ise İbn Tûmert’in 515/1121
yılında mehdîliğini îlân etmesi ve bu sıfatı oldukça zamanlı bir şekilde
kullanmasıdır. Ne var ki Muvahhidler devletinin kuruluşu tam anlamıyla İbn
Tûmert’in ölümünden sonra gerçekleşecektir. İbn Tûmert’in ölümü siyâsî istikrar
sağlanana dek bir süre gizlenmiş, halefi olarak en gözde talebesi Abdülmü’min
b. Ali’ye (ö. 558/1163) bîat edilmiştir. Abdülmü’min b. Ali’yi, İbn Tûmert’in
yalnızca siyâsî halefi olarak düşünmek, târihî kimliğini ve Muvahhidlerin
misyonunu anlama husûsunda şüphesiz yanıltıcı olacaktır. Zîra Abdülmü’min b.
Ali, İbn Tûmert ile on iki yılı bulan berâberliğinde ilmî anlamda da ondan
istifâde etmiştir. Nitekim İbn Tûmert’in okuttuğu ders notlarını ve eserlerini
derlemesi ve aynı şekilde İbn Tûmert gibi dersler vermesi kendisinin hem siyâsî
hem de ilmî anlamda hakkıyla onun halefi olduğunu göstermektedir.
Abdülmü’min b. Ali
dönemiyle birlikte Murâbıtlarla Muvahhidler arasında süren mücâdeleler,
zamanla Muvahhidler lehine sonuçlanmaya yüz tutmuş, Murâbıtların Endülüs
üzerindeki gücü zayıflamış ve kontrol giderek Muvahhidlere geçmiştir.
Murâbıtların uygulamalarına karşı bu dönemde muhâlif çizgide mevzilenen tek
oluşum sâdece Muvahhid hareketi değildir. Gazzâlîci oluşumlar olarak
nitelendirilebilecek İbnü’l-Arîf (ö. 536/1141), İbn Berrecân (ö.
536/1142) ve İbn Kasî gibi sûfîlerin çevresinde yer alan oluşum ve hareketler
de Murâbıtların mezhep taassubuna ve din anlayışlarına karşı bâzı bölgelerde
bayrak açmışlardı. Bununla bir şekilde irtibatlı olarak Murâbıt yönetiminin
öncülüğünde 530/1140’lı yıllarda ikinci kez Mağrib’de Gazzâlî’nin ihyasına
-dolayısıyla da tasavvufî gruplaradönük bir karşıt tavır yeniden kendisini
göstermiştir. Ancak Merrakeş’in 539/1145’te Abdülmü’min b. Ali tarafından ele
geçirilmesiyle, Murâbıt hâkimiyeti fiilen bitmiş, kısa bir süre de olsa Endülüs
târihinde yeniden “mülûkü’t-tavâif” şeklinde adlandırılabilecek bir kaos dönemi
başlamış ve bu dönem Endülüs’ün tamâmen Muvahhid idâresi altına girmesiyle
nihâyete ermiştir.
2.2. Endülüs’te Tasavvuf: Taraftarlar ve Karşıtlar
Hal’u’n-na’leyn müellifi İbn
Kasî’nin yaşadığı V/XI. yüzyılın ikinci yarısıyla VI/XII. yüzyılın ilk
yarısında, Endülüs’te tasavvufun, doktrin ve târih açısından bir geçiş dönemi
ya da ara dönem içerisinde olduğu söylenilebilir. Şöyle ki Endülüs’te temelleri
İbn Meserre (ö. 319/931) ile atılacak olan tasavvufî tavır İbnü’l-Arîf, İbn
Berrecân ve İbn Kasî tarafından temsil edildiği öne sürülen oluşum veya hareket
ile kendini gösterecek, sonrasında ise -belki farklı bir forma bürünerekİbnü’l-Arabî
ile tam anlamıyla yerini bulmuş ya da kemâle ermiş olacaktır. Nitekim Maribel
Fierro, tasavvufun Endülüs’teki târihini tasavvufa muhâlefet üzerinden
kurguladığı makâlesinde üç döneme ayırmak sûretiyle söz konusu târihî süreci
incelemeye çalışmıştır. Her ne kadar Fierro’nun makâlesinde ele aldığı üçüncü
dönem Nasrîler zamanında tasavvufa muhâlefet olsa da biz burada karşıtların
yanına taraftarları da ekleyerek ve sözü edilen makaledeki ilk iki dönemi
merkeze alarak daha çok İbn Meserre ile başlatılan İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân ve
İbn Kasî’nin de dâhil edildiği Endülüs tasavvufunun târihini, meselelerini ve
ekollerini kısaca değerlendirmeye tâbi tutacağız. Buna ek olarak Claude Addas’ın Endülüs
tasavvufu ve İbnü’l-Arabî’nin düşünceleri hakkında yazmış olduğu makalesinin
sınırlarını aşmadan meselenin tarihsel olarak İbnü’l-Arabî’ye dönük ve
İbnü’l-Arabî ile irtibatlı bulunan noktalarına da değineceğiz. Dolayısıyla söz
konusu bağlamda Endülüs tasavvuf târihinde birbiriyle irtibatlı olduğu
varsayılan, düşünülen ya da tartışılan, tarihsel sırasıyla Meserre Mektebi,
Meriye Mektebi ve Mürsiye Mektebi adıyla anılan üç ana akımdan Asın Palacios’un
Abenmasarra y su escuela Origenes de la filosofia hispano-musulmana
(Madrid, 1914) adlı çalışmasında dile getirdiği temel tezi etrâfındaki
tartışmaları merkeze almak sûretiyle söz etmiş olacağız.
İbn Meserre öncesi
Endülüs’ünde tasavvufun gerek târihinin gerekse meselelerinin henüz yeterince
belirgin olmadığı ve pek çok noktada muğlaklıklar taşıdığı şeklindeki genel
kanaat, araştırmacıların neredeyse çoğunluğu tarafından paylaşılan bir
husustur. Ancak muğlaklıklar, Endülüs ile İslâm dünyâsının diğer bölgelerindeki
ana merkezler arasında kültürel ve bilimsel anlamda süregiden bir irtibâtın
varlığı kabûlünden hareketle, Endülüs’te İbn Meserre öncesi dönemde tasavvufun,
doğu İslâm dünyâsındaki hâliyle benzer bir yapı ve karakterde olduğu yönünde
bir yargıyla kısmen de olsa aşılmaya çalışılmıştır. Böylelikle Endülüs’te
İslâmî ilimlerin diğer alanlarında gözlenen benzer süreçlerin tasavvuf için de
geçerliliğini koruduğu ve belli ölçüde yerel şartlara adapte edilerek devam
ettiği, çeşitli vesîle ve gayelerle İslâm dünyâsının doğu bölgelerine
seyahatlerde bulunan Endülüslülerin, züht ve tasavvuf tavrını kendi
memleketlerine taşıdıkları şeklinde genel bir yargıya da varılmıştır. Nitekim
çok iyi bilindiği üzere ulemâ tarafından Endülüs’ten yapılan hac
yolculuklarında Mekke, İskenderiye, Bağdat, Kahire, Basra gibi şehirler o
dönem için ziyâret edilen önemli merkezlerdi. Benzer şekilde bu yolculuklar
vesîlesiyle, tasavvufa ilgi duyan Endülüslü dindar kimseler, Serî es-Sakatî (ö.
253/867), Ma’rûf-ı Kerhî (ö. 200/815), Sehl et-Tüsterî (ö. 283/896) ve Cüneyd-i
Bağdâdî (ö. 289/910) gibi o dönemin önemli sûfîleriyle buluşup arkadaşlık etme
ve onların öğretilerini tanıma imkânını bulmuşlardır.
Kaynak düzeyinde
karşı karşıya kalınan belirsizlikler ve yetersizlikler bir yana bırakılırsa,
doktrin ve düşünce sistemi hakkında -tartışmalı da olsabilgi sâhibi olunan
Endülüslü ilk sûfî müellif İbn Meserre’dir.2 Bununla berâber İbn
Meserre ve tâkipçilerinin temel öğretileri hakkında araştırma yapmak oldukça
sorunlu bir alanın içine girmek demektir. Çünkü sözünü ettiğimiz alanda modern
çalışmalarda genel kabul görmüş ve etkili olmuş birtakım hâkim görüşler vardır.
İbn Meserre ismine, batı dillerinde ilk defa, 1857 yılında edisyonu İtalyan
oryantalist târihçi Michele Amari (ö. 1889) tarafından yapılan Sicilya hakkında
Arapça yazılmış klasik literatür derlemesinde rastlarız. 85 bâbdan oluşan bu
antolojinin 65. bâbında Amari, İbnü’l-Kıftî’nin (ö. 646/1248) Târîhü’l-hükemâ’sından
Empedokles maddesine yer vermiş, peşi sıra 1858 yılında İtalyanca yayımladığı
ve Sicilya’daki Müslümanların târihi hakkında kaleme aldığı üç ciltlik
eserinde de ilgili pasajın çevirisini yapmıştır. Târîhü’l-hükemâ’nın
Empedokles başlığı altındaki bu pasaja göre İbn Meserre, Bâtıniyye mezhebine
mensup Empedoklesçi bir filozof olarak nitelendirilmektedir. Aslında İbnü’l-Kıftî’nin
burada vermiş olduğu bilgiler, İbnü’l-Faradî (ö. 403/1013) ve Sâid
el-Endelüsî’nin (ö. 462/1070) eserlerinde İbn Meserre hakkında verilen
bilgilerin neredeyse birebir tekrârı gibidir. 1859 yılında Salomon Munk (ö.
1867), Endülüslü Yahûdî filozof İbn Cebirol (ö. 450/1058) ve Yenbûul-hayât
adlı eseri üzerine yaptığı çalışmasında, İbnü’l-Kıftî’nin metnine ve Amari’nin
çevirisine atıf yaparak benzer temalarla İbn Meserre’ye değinmiştir. Reinhart
Dozy (ö. 1883) ise 1861’de Endülüs târihi hakkında kaleme aldığı meşhur
eserinde, Michele Amari’nin literatür derlemesini referans göstererek İbnü’l-Kıftî
tarafından öne çıkarılan vasıflarıyla İbn Meserre’ye yer vermiş ve -her ne
kadar somut delillere sâhip olmadığını belirtse deonun Îsmâilîlerle irtibâtına
ve Îsmâilî dâîsi olma ihtimâline vurgu yapmıştır. Ignaz Goldziher (ö. 1921),
Mehdî İbn Tûmert hakkında kaleme aldığı eserinde, İbnü’l-Kıftî’nin verdiği
bilgilere ek olarak İbnü’l-Faradî ve İbn Hazm’dan (ö. 456/1064) hareketle İbn
Meserre’yi Mu’tezilî fikirlere sâhip özgün bir düşünür ve Meserriyye isminde
bir oluşumun lideri olarak resmetmiştir. Fakat Addas’ın da belirttiği üzere İbn
Meserre’nin ve tâkipçilerinin Endülüs sûfîleri ile irtibâtı konusuna ne Amari
ve Munk ne de Dozy ve Goldziher çalışmalarında temas etmişlerdir. Bu ilişkiden
ilk olarak söz eden Asın Palacios’un daha önce adını andığımız çalışmasıdır.
Kimi araştırmacılara göre oldukça büyütülmüş olmasına rağmen bu
çalışmada İbn Meserre ve mektebine dâir dile getirilen tezlerin günümüz
akademik çevrelerinde etkisi hâlen sürmektedir.
Asın Palacios’a göre
İbn Meserre’nin öğretiler bütününün temelinde pseudo-Empedoklesçi bir yapı
hâkimdir ve sisteminin temel karakteristiğinde Empedoklesçi beş unsur
hiyerarşisi yer almaktadır. Ancak İslâm düşünce geleneği ile irtibat noktaları
göz önünde tutulduğunda Palacios, onun insanın hürriyeti ve ilm-i ilâhînin
yaratılmışlığı meselesinde bir Mu’tezilî, nübüvvet dolayısıyla da imâmet ya da
velâyet konusunda bir Şiî, nefsin arınmasında pratiğe taalluk eden
uygulamalarda da bir sûfî gibi hareket ettiğini söylemektedir. Özetle aslında
onun çalışmasında öne sürdüğü iki temel tez vardır: Tezlerden ilki, İbn
Meserre’nin Mu’tezilîlik ve Bâtınîlik kisvesine bürünerek pseudo-Empedokles’in
Platoncu sisteminin Endülüs’te bir savunucusu olduğu husûsu; ikincisi ise İbn
Meserre’den sonra İsmâil er-Ruaynî’den İbnü’l-Arîf ve İbn Kasî yoluyla
İbnü’l-Arabî’ye uzanan çizgide Endülüs tasavvufundaki ana akımın Meserre
Mektebi’nden doğduğu hatta bizzat bu mektebin bir devâmı olduğu husûsudur.
Bu noktada
Palacios’un genelde İbn Meserre daha özelde ise İbn Meserre’nin etkisi ve
tâkipçileri hakkında dile getirdiği her iki tezin detaylarına girmezden evvel,
kısaca onun tezini herhangi bir kritiğe tâbi tutmaksızın neredeyse birebir
paylaşan kimi araştırmacılardan ismen söz edebiliriz. Bunlar arasında Max Horten
(Die Philosophie des İslam), Abdurrahman Bedevî (Histoire de la
philosophie en İslam), Cruz Hernandez (Historia del pensamiento en el
mundo islamico), Isaac Husik (History of Medieaval Jewish Philosophy),
Eliyahu Ashtor (The Jews of Moslem Spain), Ali Sâmi en-Neşşâr (Neşitül-fikri’l-felsefi
fi’l-Islâm), Macit Fahri (A History of Islamic Philosopy) gibi
isimleri zikredebiliriz. Ancak temelde Palacios’un tezini kabul etmekle
birlikte, kendi sistemlerinin zorunlu bir gereği olarak, sonuçları îtibâriyle daha
farklı yerlere varan iki önemli isim ise Henry Corbin ve Muhammed Âbid
el-Câbirî’dir. Şöyle ki Henry Corbin çalışmalarında İbn Meserre’nin bilhassa
bâtınî olduğu yönündeki iddialar etrâfında dönemi, Endülüs irfânî geleneğini ve
sonraki yüzyıllarda devam eden etkilerini değerlendirmiştir. İbn Meserre,
Corbin’e göre Kurtuba’dan îslâm dünyâsının doğu bölgelerindeki ilim
merkezlerine yaptığı seyahatte bâtınî çevrelerle ilişkiye geçerek onların
meclislerinde bulunmuştur. Endülüs’e dönüşü sonrasında bu yüzden olsa gerek
bâtınîlere özgü refleksle aşırı bir şekilde ihtiyatlı davranmaya ve
faâliyetlerini de gizliden gizliye yürütmeye başlamıştır. Sierra dağı
çevresinde inşâ ettiği zâviyesinde inzivâya çekilip çok az sayıdaki müritlerine
birtakım remizlerle örülü ve sırlarla örtülü öğretisini îzâha yönelmiştir.
Gizli bir öğretiye ve sınırlı sayıda mürit topluluğuna sâhip olmasından
hareketle Corbin, İbn Meserre’ye ilhat ve zındıklık suçlaması yapıldığını öne
sürmüştür. Öğretilerinin gizli ve tâkipçilerinin sınırlı sayıda tutulması
araştırmacılar tarafından, İbn Meserre’ye ve düşüncelerine nüfuz etmeyi
zorlaştıran başlıca nedenler arasında zikredilmektedir. Fakat Corbin,
Empedokles ve İbnü’l-Arabî’den hareketle Asın Palacios’un çalışmasının söz
konusu zorlukları ve muğlaklıkları aşma adına katkılar sunduğu kanaatindedir.
Corbin’in îslâm felsefe geleneğini anlamlandırmada kullandığı anahtar kavramı
“nebevî felsefe” (philosophie prophetique), işte burada devreye
girmektedir. Ona göre Empedokles, nebevî felsefenin taşıyıcılarından birisidir
ve Empedokles’in şahsında Hz. Peygamber’den önce gelmiş olması muhtemel
peygamberlerden birisi görülmektedir. Dolayısıyla “nebevî felsefe” ile İbn
Meserre’nin irtibâtı, bir yönüyle Empedokles’ten intikal eden hikmet vâsıtasıyla
gerçekleşmiştir. Klasik bâtınî bir akımda olduğu üzere bir “imam” etrâfında
gizlice örgütlenen İbn Meserre taraftarları, Corbin’e göre zâhiren pek etkili
olamasa da bâtınî karakterli bir hareket olması dolayısıyla derinden derine
târih içinde varlığını sürdürmüştür; bu “imam”lar arasında en bilineni V/XI.
yüzyılda hayat sürmüş olan îsmâil b. Abdullah er-Ruaynî’dir. Ancak târihin
tanıklık ettiği bâzı zaman dilimlerinde bu hareket, -meselâ Murâbıtlar dönemi
Meriye’sindezâhiren de varlıklarını iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştır. Bu
bağlamda Meriye, Endülüs sûfîleri için önemli bir merkez; İbnü’l-Arîf’in İbn
Meserre’nin öğretileri doğrultusunda Meriye’de tesis etmeye çalıştığı yapı ise
önemli bir güç hâline gelmiştir. İbnü’l-Arîf sonrasında ise İbn Kasî “mürîdûn”
adını vereceği topluluğu daha güçlü ve organize birliklere ya da askerî
milislere dönüştürmüştür ki Corbin’e göre bu topluluk İsmâilîlik ile benzer
yönlere sâhiptir.1 Meriye Mektebi’nin İbnü’l-Arabî’nin bâtınî hayâta
girişinde etkisi olduğunu söyleyen Corbin, öğretilerinin İsmâilîlik etkisi
taşıdığını iddia ettiği İbn Kasî’nin Hal ’u’n-nd'leyn ine,
İbnü’l-Arabî’nin bir şerh yazmasını, Şiî hikmet ile yakın ilişki içerisinde
olduğunun açık bir göstergesi olarak îzah etmiştir. Hatta Corbin -kanaatimizce
pek naif bir yorumlabu yakın ilişkiyi İbnü’l-Arabî’nin Fars kültür havzasında
Şiî sûfîler tarafından benimsenmesinin de önemli nedenlerinden birisi olarak
addeder. Özetle ifâde edersek Corbin’e
göre, İbn Meserre, İslâm dünyâsının batı bölgelerinde bâtınî İslâm’ı temsil
eden bir isim, mektebi ise gizli öğretileri ve sınırlı sayıda tâkipçileri ile
bâtınî nitelikleri hâiz bir örgüttür.
Henry Corbin’in
aksine Muhammed Âbid el-Câbirî, Asın Palacios’a herhangi bir atıfta
bulunmaksızın, onun İbn Meserre ve tâkipçileri hakkındaki tezinin temel
unsurlarını çalışmalarında dile getirmiştir. Câbirî’nin İbn Meserre hakkındaki
genel yaklaşımı, aslında Corbin’in yukarıda değindiğimiz bâtınîlik vurgusunun
devâmı olarak da okunabilir. Câbirî’ye göre, Endülüs’te İsmâilî Bâtınîlik’ten
İşrâkî Felsefe’ye geçişin ana duraklarından birisi İbn Meserre’dir. Doğuya
yaptığı seyahatte, Basra’da İsmâilî dâîlerle buluşma ihtimâlinden söz ettiği
İbn Meserre’yi Câbirî, Endülüs’te Bâtınî felsefenin kurucu şahsiyeti olarak
kabul etmiştir. Bu bağlamda İbn Meserre kelimenin tam anlamıyla ekol sâhibi bir
kimsedir. Nitekim henüz hayatta iken yakın çevresinde tâkipçileri bulunan İbn
Meserre’nin vefâtı sonrasında -ki bu grubun başına geçen en önemli isimlerden
birisi İsmâil b. Abdullah er-Ruaynî’dirfelsefî doktrini gizli bir oluşum
vâsıtasıyla yaygınlık kazanmıştır. Îsmâîl er-Ruaynî’den sonra Câbîrî’ye göre İbn
Meserre ekolü, İbnü’l-Arîf, İbnü’l-Arabî ve İbn Seb’în (ö. 669/1270) île devam
etmiştir. Bu silsile ile Îsmâilî felsefe arasındaki organik bağ ise Câbirî’nin
nezdinde tartışmaya mahal bırakmayacak denli açıktır. Fakat Meserre Mektebi,
zamanla ideolojik açıdan Îsmâilî Bâtınîlik’ten uzaklaşarak Îşrâkî felsefe
çizgisinde kendisine yer bulmuştur. İbn Meserre ekolü, hermetizm ile
iç içe geçmiş Îşrâkî karakterli tasavvuf -Câbirî bunu “irfân” olarak
kavramsallaştırırya da “âtıl akıl” için Endülüs’te bir alan açmıştır
ki bu yüzden pseudo-Empedokles’e isnat edilen hermetik tezler Îslâmî forma
bürünerek toplumsal düzeyde yaygınlaşmıştır. Câbirî’nin öne sürdüğü şekliyle
Hallâc’ın tasavvufu ve Karmatîlerin ilkel sosyalizminden izler taşıyan bu
ekol, önüne konan tüm setlere rağmen ilerlemeye devam ederek Endülüs kültür ve
siyâsetinde etkin isimleri ortaya çıkarmıştır.
Asın Palacios’un İbn
Meserre’nin öğretilerinde pseudo-Empedokles etkisi olduğu tezi, ilk olarak
Samuel Miklos Stern tarafından yazılan bir makalede ciddî anlamda eleştiriye
tâbi tutulmuştur. Varmış olduğu sonuçlar îtibâriyle yanıldığını düşündüğü
Palacios’un tezinin dayanak noktası Stern’e göre Sâid el-Endelüsî’nin Tabakâtü’l-ümemiidir.
Fakat Stern’in belirttiğine göre Empedokles konusunda Tabakâtü’l-ümemi
in ana kaynağı ise Ebu’l-Hasen Âmirî’nin (ö. 381/992) Kitâbü’l-emed
ale’l-ebed adlı eseridir. Burada Sâid el-Endelüsî, müslüman bâtınîlerin
Empedokles’ten etkilendiklerini öne sürmüş ve bunlardan birisi olarak da İbn
Meserre’nin ismini zikretmiştir. Fakat Âmirî, Sâid el-Endelüsî’nin aksine, İbn Meserre
ismine eserinde hiçbir atıfta bulunmamış, yalnızca Empedokles ile ilişkisi olduğu
söylenilen Bâtınî bir gruptan söz etmiştir.
Palacios, dipnotta Tabakâtü’l-ümem’den iktibas ederek verdiğimiz
pasajdan ilham almak sûretiyle, İbn Meserre’nin doktrini hakkında İbn Hazm (el-Fasl)
ve İbnü’l-Arabî’nin (el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye) yazmış oldukları bilgileri
karşılaştırmaya ve öne sürdüğü tezi doğrultusunda Sâid’in metnini genişletmeye
girişmiş, pseudo-Empedoklesçi metinlerde sunulan düşünceler ile İbn Meserre
doktrini arasında yakın benzerlikler bulunduğuna büyük ölçüde kendisini iknâ
etmiştir.2 Ancak Stern’e göre Palacios’un kurmaya çalıştığı ilişki ve benzerlikler
oldukça muhayyel bir zemin üzerinde yükselmektedir. Çünkü Stern, sonraki
müellifler tarafından yeniden üretilen İbn Meserre doktrini üzerinde
Empedokles’in izine rastlanmadığı yönünde bir tespite ve herhangi bir telkin
olmaksızın başkasının Sâid’in cümlesinden böyle bir sonuca varmasının da imkân
dâhilinde olmayacağı şeklinde bir kanaate sâhiptir.
Tabakat türü eserlerde إنباذقليس أبينقليس بندقليس nisbeleriyle anılan Empedokles’in İslâm felsefe târihi literatürüne intikâli, Aristoteles ve yorumcularının eserlerinde iktibas olunan küçük manzum metinlerinin tercümeleri yoluyla gerçekleşmiştir. Ayrıca Aetius’un Placita philosophorumu gibi Grekçe doksograflar üzerinden bilinir hâle gelen Empedoklesçi doktrinler, Yeni Eflâtuncu nazariyelerle imtizaç etmek sûretiyle İslâm düşünce geleneğinde kendisine yer bulmuştur. Bu süreç, Grek felsefe târihinde pre-sokratik dönem filozoflarından [otantik] Empedokles ile İslâm felsefe târihine intikal eden [pseudo] Empedokles arasında bir farklılaşmaya yol açmıştır. Şöyle ki İslâm felsefe geleneğinde hikmeti Şam’da Lokman elHakîm’den öğrenen [pseudo] Empedokles; Pythagoras, Sokrates, Platon ve Aristoteles ile birlikte hikmetin beş sütunundan birisi olarak sayılagelmiş ve belirli çevrelerde de felsefesi etkili olmuştur. Grek felsefesinde göründüğü hâliyle [otantik] Empedokles’e gelince, Stern’e göre onun felsefesinin İslâm düşünce geleneğinde etkin bir şekilde ne yeri ne de rolü vardır.
Ancak Grek ve İslâm
felsefe geleneklerindeki algılanış tarzı üzerinden yapılan Empedokles
ayrımlarını, Peter Kingsley sathî ve eksik bulduğundan dolayı Stern’e birtakım
eleştiriler yöneltmiştir. Evvelemirde Stern’in öne sürdüğü şekliyle Kingsley’e
göre XIX. ve XX. yüzyılda batılı akademisyenlerin doğu ve ortaçağ
literatüründeki Empedokles’i “pseudo-Empedokles” şeklinde isimlendirme
gayesinin altında, bu literatür sâyesinde antik Grek felsefe geleneğinin özgün
düşüncelerinin kesintiye uğrayıp kaybolacağı ve Arap soyundan gelen söz konusu
literatürün antik düşüncenin kavranmasında herhangi bir yararının olmayacağı
fikri yatmaktadır. Arapça kaleme alınan Empedoklesçi literatür, bünyesinde
Gnostik, Hermetik ve Platoncu fikirleri barındırmakla birlikte, -Kingsley’in
savunduğu üzerebu unsurların varlığı gerçek Empedokles’in felsefesi ile büyük
oranda paralellikler de arzetmektedir. İbn Meserre ve Empedokles arasında
herhangi bir şekilde irtibat kurulamayacağı şeklinde Stern’in zikri geçen
makalesinde öne sürdüğü düşünceler bir spekülasyondan ibârettir. Kingsley’e
göre pseudo-Empedokles geleneği ile İbn Meserre’nin ilgileri arasında dikkate
değer örtüşmeler vardır: Her ikisi de züht, mânevî arınma, rûhun mîrâcı ve
benzeri sırlı ve gizemli birtakım öğretilere sâhip olmak bakımından
ortaktırlar.
Empedokles’in sûfî değil de
filozof, İbn Meserre’nin ise filozof değil de sûfî olmaları üzerinden
aralarında hiçbir ortak zeminin bulunmadığı yönünde -Stern’in makalesinde öne
sürdüğü üzereyapılacak olan spekülasyonların asıl nedeni, salt akılcı bir
Empedokles tasavvuru sunmaktan ibârettir. Ancak Kingsley’e göre tarihsel
Empedokles her iki tasavvuru da kuşatacak bir hüviyettedir. Stern ve benzer
düşünen oryantalistler nezdinde, hakîkî Empedokles Aristoteles’in felsefe
târihine sunduğu hâliyle otantik-Empedokles’tir. Bunun mukabilinde Kingsley’e
göre, Aristotelesçi gelenek tarafından öne çıkarılan Empedokles, aslında pek
çok yönüyle pseudo-Empedokles’tir ve İslâm felsefe literatüründe gözlenen
Empedokles tasavvuru ise kimi yönleriyle tarihsel Empedokles’in gerçek
kimliğini anlamada daha doğru katkılar sunan bir kaynak durumundadır.
Empedoklesçi geleneğin tasavvuf ile irtibâtı konusunda Kingsley, Zünnûn
el-Mısrî (ö. 245/859 [?]) ve Sehl et-Tüsterî (ö. 283/896) vâsıtasıyla sözü
edilen irtibâtın gerçekleştiği, İbn Meserre’ye intikalinin de bu kanal
üzerinden olduğu düşüncesindedir. Eserlerinde pereniyal bir vurgu ile
insanlık ve düşünce târihine yaklaşmaya çalışan Peter Kingsley, Empedokles ve
İbn Meserre meselesinde ilişki ve irtibat noktasında Asın Palacios’la benzer
düşünmekte iken sonuç ve süreç îtibârı ile farklı bir çizgide yer almaktadır.
Palacios’un ilk
tezinde öne çıkan ikinci unsur ise Empedokles’in İslâm dünyâsındaki
etkinliğinin “bâtınîler” üzerinden sürdüğü ve İbn Meserre’nin bâtınî zümresine
mensup olduğu fikridir. Bu noktada cevap aranması gere-
ken iki soru vardır:
“Fırak” geleneği dikkate alındığında Sâid el-Endelüsî’ni metni ve bu metnin
kaynağı olan Âmirî’nin Kitâbul-emedinde geçen “bâtınîlerden bir grup [âj^LJİ üilL] ” ifâdesiyle
tam olarak hangi zümre kastedilmektedir? Ayrıca Sâid el-Endelüsî tarafından
içine dâhil edildiği “bâtınîlerden bir grup [âj^LJİ ÜjLU] ” ile İbn Meserre ne tür bir ilişki
içerisindedir? Genel
ve kapsayıcı anlamıyla bâtınî kelimesi daha çok nasların zâhir anlamlarının
yanı sıra bâtın anlamlarının da olabileceği şeklinde yorum yöntemine sâhip
sûfîler ve felsefeciler de dâhil birbirleriyle organik bağı bulunmayan kimi
grupları içine almakta iken sonraları bâtınî kelimesi ideolojik fırka ve grup
düzeyinde bütünüyle îsmâilîleri tanımlamak üzere “fırak” literatüründe
kullanılmıştır. Ancak yine de tarihsel süreçte bizim vermiş olduğumuz iki
farklı anlam üzerinden literatürde göründüğü şekliyle bâtınî kelimesinin
kapsadığı kişi, grup ya da zümreleri birbirinden ayırt etmek öyle zannedildiği
gibi pek de kolay olmamış; içinde bulunulan ilim çevresinin bakış açısıyla
kelimenin delâlet ettiği kapsam genişlemiş ya da daralmıştır. Meselâ bu
bağlamda söyleyecek olursak İbn Teymiyye, Fârâbî (ö. 339/950) ve İbn Sînâ (ö.
428/1037) gibi meşşâî filozoflar ile İbnü’l-Arabî ve İbn Seb’în gibi sûfîleri
îsmâilî-bâtınî zümreye mensup kimseler olarak anmaktan çekinmemiştir.
Dolayısıyla terimin delâletinin taşıdığı muğlaklıkların yol açtığı sorunların
tamâmı İbn Meserre özelinde de geçerlidir. Öyle ki somut hiçbir delile
dayanmaksızın tamâmen ihtimaller ve tahminlerden hareketle İbn Meserre’nin
doğu îslâm dünyâsına yaptığı seyahatte, daha öncede değindiğimiz üzere,
Basra’da îsmâilîlerle buluştuğu ve Endülüs’e bir îsmâilî dâîsi olarak döndüğü
şeklinde yorumlar yapılabilmektedir. İbn Meserre ile pseudo-Empedokles arasında
herhangi bir irtibat kurulamayacağı yönünde bir fikre sâhip olan Stern,
Âmirî’nin Kitâbul-emedinde geçen “bâtınîlerden bir grup [âj^LJİ iâjlU]” ifâdesi ile sûfîlerin değil
de îsmâilîlerin kastedildiğini,
buradan hareketle İbn Meserre ile îsmâilîler arasında da bir ilişki binâ
edilemeyeceğini öne sürmüştür. Başından beri Stern’in Empedokles tezine karşı
olan Kingsley ise “bâtınîler”den maksadın İsmâilîler olduğu husûsunda Stern ile
hemfikir iken İsmâilîler ile sûfîler dolayısıyla da İbn Meserre arasında
irtibâtın varlığı konusunda Stern’den farklı düşünmektedir. Endülüs’te
Bâtınîliğin ilk temsilcilerinden Mesleme b. Kasım el-Kurtubî (ö. 353/964) ve
eserlerini incelediği makalesinde Maribel Fierro, yorum yönteminden hareketle
meseleyi ele almaya çalışmıştır. Şöyle ki bâtınî sistemlerin tümünde yer alan
dört temel nosyona yâni zâhir-bâtın ilişkisine, tevil yöntemine, avam-havas
ayrımına ve öğretileri gizli tutma ya da takiyeye İbn Meserre’nin doktrininde
rastlanmaktadır. Burası İbn Meserre ile dolaylı olarak onun doktrinleri
hakkında bilgi sâhibi olan Mesleme b. Kasım arasında ortak bir nokta olabilir.
Doktrin açısından meseleye yaklaşan Fierro’ya göre İsmâilîlikten ziyâde İbn
Meserre’nin tasavvufî ve felsefî kimliğinin daha ön planda olduğu söylenebilir.
Ancak Maribel Fierro, kutsal metnin bâtınî yorumlarına ilgi duyan bir kimse
olması hasebiyle kelimenin genel ve kapsayıcı anlamıyla İbn Meserre’ye bâtınî
denilebileceği kanaatindedir.
Daha önce Ignaz
Goldziher tarafından dillendirilen İbn Meserre’nin Mu’tezile’ye mensup ya da
Mu’tezile ile ilişkili olduğu husûsu, Palacios’un ilk tezinde öne çıkan üçüncü
unsurdur. Başta Palacios olmak üzere Macit Fahri ve Henry Corbin gibi bu fikre
sâhip araştırmacılar, meseleyi genel îtibâriyle İbnü’l-Faradî ve İbn Hazm’ın
yazdıklarından hareketle temellendirmeye çalışmışlardır. Buna mukabil İbn
Meserre’nin Mu’tezile’ye doğrudan nispet edilemeyeceği yönünde görüş bildiren
J. Morris ve C. Addas gibi araştırmacılar ise meseleyi daha çok Mutezile
kelimesinin o dönem için ifâde ettiği anlam ve çağrışımları üzerinden açıklama
ve tezlerini destekleme yoluna gitmişlerdir. Meselâ Goldziher’i referans
göstermek sûretiyle J. Morris, İbn Meserre döneminde Mu’tezile kavramının,
sonraki dönemlerde kazandığı literal anlamıyla kullanılmadığını öne sürmüştür.
Buna göre Endülüs’te “Mu’tezile” kelimesi, kendisine karşı şüphe ile yaklaşılan
teolojik ve felsefî düşüncelerin genelini ifâde etmede kullanılan geniş
kapsamlı bir terimdir. Dolayısıyla “Mâlikî ortodoksi”nin aşırı tutucu yapısıyla
benzer fikirlere sâhip olmayan İbn Meserre ve sonrasında öğretileri etrâfında
kümelenen çevre, adlarını andığımız tabakat ve milel
literatüründe kelimenin kapsamına bu nedenle dâhil edilmiş olabilirler. Bu
bağlamda özellikle İbn Meserre’nin Mu’tezile’ye nispet düzeyinin
belirginleştirilmesini güçleştiren unsurların başında Mu’tezile’nin
Endülüs’teki târihinin taşıdığı belirsizliklerin ve literatür düzeyindeki yetersizliklerin
de payı büyüktür. Ne var ki İbn Meserre eserlerinde kendisini asla Mu’tezile’ye
nispet etmediği gibi hiçbir şekilde eserlerinde ne bir Mu’tezilî isme yer
vermiş ne de genel anlamıyla Mu’tezile’ye nispetin en önemli koşullarından
birisi olarak kabul edilen “usûl-i hamse”ye atıfta bulunmuştur. Her ne kadar İbnü’l-Faradî
ve İbn Hazm, İbn Meserre’yi “kader”, “el-va’d ve’l-vaîd” konuları çerçevesinde
Mu’tezile mezhebi ile ilişkilendirmeye çalışmışlarsa da İbn Meserre’nin sözü
edilen konulara dâir görüşlerinin tam olarak ne anlama geldiği husûsunda açıkça
fikir beyan etmemektedirler.
Dolayısıyla İbn Meserre’nin
bizâtihi kendisini Mu’tezile’ye nispet etmemesi ve muhtevâ yönüyle eserlerinde
de bu nispeti gösteren bir üslûp içerisinde olmaması İbn Meserre’nin Mu’tezile
ile olduğu söylenilen muhtemel ilişkisini kanaatimizce pek güç bir duruma
sokmaktadır.
İbn Meserre’nin
kişiliği, fikirleri ve ilişkili olduğu entelektüel çevre hakkında sözü edilen
ihtilaflı hususları Claude Addas tasavvuf literatürü açısından, İbn Meserre’nin
doğu İslâm dünyâsında kendileri ile görüştüğü tasavvuf ehlini ve günümüze
intikal eden eserlerinin muhtevâsını merkeze alarak aşmaya çalışmıştır. Ona
göre İbn Meserre üzerindeki doğu tasavvufu etkisi, pseudo-Empedokles etkisi
iddiasından daha kesin bir etkidir. Nitekim doğuya yaptığı seyahatler
sâyesinde, doğrudan veya dolaylı olarak, orada tedâvülde olan tasavvufî
gelenekler ve doktrinler hakkında İbn Meserre geniş bilgi sâhibi olmuş; Zünnûn
el-Mısrî (ö. 245/859 [?]) ve Ebû Ya’kûb en-Nehrecûrî (ö. 330/941) çevresi ile
irtibâtı da muhtemelen bu seyâhatte gerçekleşmiştir. Bu minvalde tabakat
müelliflerinden Muhammed b. Hâris el-Huşenî (ö. 361/971), İbn Meserre’nin
doğuya seyahatinde sûfîlerle buluştuğunu, İbnü’l-Faradî ise İbn Meserre’nin
sıdkın hakikati üzere amellerin tashîhi ve nefis muhâsebesi konusunda Zünnûn
el-Mısrî ve Nehrecûrî’yi örnek aldığını kaydetmektedir. İlâveten her ne kadar
kaynaklarda zikredilmemişse de Risâletü’l-hurûf .isimli eserindeki
muhtevâ benzerliğinden yola çıkarak İbn Meserre’nin Sehl et-Tüsterî’nin (ö.
283/896) tâkipçilerinden birisi ile de karşılaşma ihtimâli olduğu söylenmiştir.
Ayrıca İbn Meserre’nin sûfîlerle irtibâtı, kendilerinden ilim tedrîsinde
bulunduğu, her ikisi de Endülüs’te zâhidâne yaşamları ile tanınan Mâlikî fakih
ve hadisçi Muhammed b. Vaddâh (ö. 287/900) ve Muhammed b. Abdüsselâm el-Huşenî
(ö. 286/899) üzerinden gerçekleşmiştir. Yâni bu durumda İbn Meserre şâyet bir
geçmiş veya çevre ile irtibatlandırılmak zorundaysa, Claude Addas onun pseudo-Empedoklesçi
bir geçmiş veya çevre ile değil de Endülüs’te zühde eğilimli muhaddisler ile
irtibatlandırılmasının daha yerinde bir yaklaşım olacağı kanaatini
taşımaktadır.
İbn Meserre’nin
öğretilerinin doğası ve ilişkide olduğu dînî ve fikrî çevreyi anlamlandırmada
Addas’ın öne çıkardığı ikinci husus ise bulunan kayıp eserlerinin muhtevâ
analizidir. Addas’la hemfikir olan Brown’a göre bu eserlerin bulunması İbn
Meserre ve îslâm entelektüel târihindeki yerinin anlamlandırılmasında
araştırmacıların bakış açısını değiştirdiği gibi İbn Meserre hakkında yapılan
diğer çalışmalar üzerinde büyük hâkimiyeti bulunan Asın Palacios’un çalışmasını
da artık hükümsüz kılmış, kullanılamaz bir hâle getirmiştir. Doğrusu Brown’ın,
Palacios’un çalışmasına getirdiği eleştiriyi biraz abartılı bulduğumuzu
belirtmekle berâber, sözü edilen yönüyle Palacios’un çalışmasının eksik,
tezlerinin ise genellemeci bir görünüme sâhip olduğunu da hatırlatmak
zorundayız. İbn Meserre’nin günümüze intikal eden iki eserinin XIII. yüzyıla
âit (Chester Beatty Kütüphânesi 3168 nolu) bir nüshası ilk olarak Muhammed
Kemâl îbrâhîm Ca’fer tarafından 1972 yılında tespit edilerek 1978 yılında
neşredilmiştir. Neşredilen bu iki eserden biri Risâletul-i’tibâr'dır.
Dönemin kültürel ortamına atf-ı nazar edildiğinde Risâletul-i’tibâfda
İbn Meserre’nin dile getirdiği cümleler umum tarafından kolaylıkla hüsn-i kabul
görecek cinsten değildir. Addas bu metinden yola çıkarak İbn Meserre’nin
kendisini filozoflardan kesinlikle ayırmış olduğunu da iddia etmektedir.
Risâlenin temel konusu, muhdes varlıklardan yâni âlemden hareketle Tanrı’nın
bilinebilme imkânı üzerinedir. Risâl-etü’l-hurûfise evliyânın
seçkinlerine âit olan ilm-i hurûf hakkında bir eserdir ve İbn Meserre bu
risâleyi Sehl et-Tüsterî’ye nispet edilen eserden ilham ile kaleme almıştır.
Addas’a göre bu risâle, İbn Meserre’nin tasavvuf geleneği ile irtibâtını
göstermekle kalmayıp, söz konusu gelenek içerisinde önemini belirten ve de
yaklaşık iki buçuk asır sonra İbnü’l-Arabî’de artık zirveye ulaşacak Endülüs
tasavvufunun öncü ismi olma yönünü ortaya koyan bir metindir. Adları geçen iki
risâlenin muhtevâsı Addas’ın ısrarla vurguladığı üzere İbn Meserre’nin
pseudo-Empedoklesçi bir etkiye mâruz kalmadığını göstermektedir. Her ne kadar Risâletü
’l-i ’tibâr üzerinde yapılacak üstünkörü bir okuma, İbn Meserre’yi
sûfîlerden ziyâde filozoflara nispetle anılmaya kapı aralama gibi bir ihtimâle
sâhipse de Risâletü l-h/m/f kelimenin tam anlamıyla İbn
Meserre’nin kimliğini ortaya koyan bir muhtevâyı hâizdir. Burada Addas’a göre
İbn Meserre tek kelimeyle bir sûfî ve tasavvufî hakîkatlerin ince bir
şârihidir.4 Kaynaklardaki yetersizlikler ve ihtilâflara ilâveten
muârızlarınca yöneltilen tenkitler ve tâkipçilerinden rivâyet edilen çelişik
iddiaların İbn Meserre’nin kişiliği, öğretileri ve eserleri üzerindeki
müphemlik örtüsünün katmanlarının kalınlaşmasına yol açtığını düşünen Alexander
Knysh, anılan eserleri söze konu edildiğinde meselenin birazcık da olsa vuzûha
kavuştuğu, örtülerin kalktığı kanaatindedir -burada o, Addas ile hemfikirdir-.
Buna göre İbn Meserre’nin kabalacılık ve ilm-i cifre olduğu söylenilen
ilgisini, Tüsterî’ye nispet edilen Kitâbul-hurûf üzerinden kurgulamak
zayıf bir varsayımdan ibârettir. Ayrıca Risâletul-i’tibârda evrendeki
yasalara ilişkin dile getirdiği hususlar ya da yöntem olarak tümevarımı
kullanması da İbn Meserre’nin filozof olmasını gerektirmez. Dolayısıyla İbn
Meserre, felsefeden ziyâde Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932) çizgisinde Horasan ve
Maverâünnehir tasavvuf tavrına daha yakın bir isimdir. Addas İbn Meserre’nin
sûfiyyeye nispetini Humeydî’de (ö. 488/1095) geçen bir kayıt üzerinden ele
aldıktan sonra onun hakkında İbnü’l-Arabî’nin şâhitliğine başvurur. Bu bağlamda
İbnü’l-Arabî, İbn Meserre’yi “ilmen, hâlen ve keşfen bu yolun [yâni tasavvuf yolunun]
büyükleri” arasında zikretmiştir. Nihâî anlamda -Claude Addas’la uyumlu olarakİbn
Meserre’yi ve öğretilerini, İbnü’l-Arabî’nin şâhitliğine başvurarak anlamanın
tasavvuf literatürü açısından daha isâbetli olacağı kanaatindeyiz.
İbn Meserre’nin öğretilerine
dönük karşıtlık henüz kendisi hayatta iken yazılan reddiyeler üzerinden vücut
bulmuştur. Maribel Fierro’nun tespitlerine göre İbn Meserre ve öğretilerine
eleştiri olarak yazılan eserlerin muhtevâsından biri hâriç günümüze ulaşanı
yoktur. Reddiyesinin muhtevâsının bir kısmından Zehebî’nin (ö. 748/1348)
yaptığı iktibas sâyesinde haberdar olunan
müellif ise tasavvufla da irtibâtı bulunan Mâlikî fakîhi Ebû Ömer
et-Talemenkî’dir (ö. 429/1037). er-Reddalel-bâtıniyye veya er-Reddalâ
Ibn Meserre isminden de anlaşılacağı üzere Talemenkî reddiyesinde,
bâtınîler ile özdeşleştirdiği İbn Meserre’yi, Hak katından sözler duyduğu ve
nübüvvet iddiasında bulunduğu yönünde bir ithamla eleştirmiştir. Ayrıca Fierro,
İbn Meserre’nin kendisi hayatta iken öğretileri ve uygulamalarına karşı yapılan
tenkitlerin teşvîki noktasında yönetici zümrenin herhangi bir paya sâhip
olmadıkları kanaatindedir. Şu halde şâyet İbn Meserre yönetici zümrenin
mukavemeti ile karşılaşmadı ise niçin münzevî bir yaşamı tercih etmiştir?
Fierro’ya göre bu husus, zulme uğrama korkusundan ziyâde tasavvufî düşüncelerinden
tâviz vermemekten kaynaklanmış olabileceği gibi ehl-i hadîs ile ehl-i rey
arasında vuku bulan tartışmaların dışında kalma şeklinde tebârüz eden bir
arzudan da kaynaklanmış olabilir. Her ne kadar İbn Meserre’nin kendisi münzevî
ve kısa bir yaşama sâhipse de öğretileri kısa ömürlü olmamıştır.
İbnü’l-Ebbâr’ın (ö. 658/1260) Tekmile’sinde belirttiği üzere İbn
Meserre’nin vefâtı (319/931) sonrasında öğretilerini, bir kısmı kendisine hac yolculuğunda
eşlik etmiş de olan Kurtubalı (Cordova) ve Tuleytulalı (Toledo) tâkipçilerinden
on bir kişi sürdürmüştür. İbnü’l-Ebbâr, İbn
Meserre’nin tâkipçilerinin çoğunu nâsik, zâhit ve vera’ ehli olarak nitelendirmiştir.
Asın Palacios’un tespitlerine göre İbn Meserre’nin ne soyundan ne de yakın
akrabâlarından bir halefi vardı. Dolayısıyla öğretilerinin intikâli kendisi ile
sıhriyet bağı bulunan kimseler üzerinden yürümemiştir. Vefâtı sonrasındaki
zaman diliminde bilindiği kadarıyla tâkipçilerinin çoğunluğu, Kurtuba doğumlu
ve Kurtuba’da yerleşik kimselerdi. Yine bu kimselerin ölüm târihlerine
bakılırsa, çoğunun intisâbı doğrudan İbn Meserre’ye değil de onun kendisinden
sonra yaşayan ve terceme-i hâllerine dâir pek az şey bilinen iki ya da üç
mürîdi vâsıtasıyla gerçekleşmiştir. İbn Meserre’nin öğretilerinin sonraki
yıllarda devam eden etkisini Palacios, düşmanları tarafından huküken
suçlanmaya çalışılmasının ve öğretilerinin aforoz edilmesinin ortaya çıkardığı
tabiî bir netîce olarak görmektedir. Devam eden etkiyi güçlendiren unsurlardan
bir diğeri ise İbn Meserre’nin öğretilerinin yalnızca müritlerine şifâhî bir
propaganda ile aktarılmaya dayalı bir sistem olmayışıdır. Tâbileri İbn
Meserre’nin yazdıklarına da gönülden bağlıydılar ve şüphesiz bu, yaygınlık
kazanmayı kolaylaştıran etkenlerden biri idi. Kısacası Palacios’a göre İbn
Meserre’nin Endülüs toplumundaki etkinliği ve öğretilerinin yaygınlık
kazanması, yazdığı eserleri ve kendisinden sonra yaşayan müritleri vâsıtasıyla
mümkün olmuştur. Ancak Addas’a göre reddiye yazarlarının eserleri dışında
hareketin görünür hâle gelişinden rahatsızlık duyan ve bu durumu engelleme
çabası içerisine giren bir fukahâ kesiminin de varlığı söz konusu idi. Meselâ
bu minvalde -aynı zamanda reddiye yazarı da olan-fakih İbn Zerb (ö. 381/991)
tarafından 350/961 târihinde İbn Meserre’nin eserlerinin yakılması yönünde
fetvâ verilmiş, Kurtuba’daki taraftarları sâhiplendikleri düşünceden zorla
vazgeçirilmeye çalışılmış ve kendilerine tevbe etme fırsatı
tanınmıştır. Bütün bu yapılanlara rağmen İbn Meserre’nin eserleri
yaygınlaşmaya, açık veya gizli olarak mütâlaa edilmeye ve tâkipçileri artmaya
devam etmiştir. Fierro’nun çalışmasına konu ettiği Mesleme b. Kasım da sözü
edilen tâkipçilerden biridir. 293/906’da doğan Mesleme’nin İbn Meserre ile
hayatta iken görüştüğüne dâir herhangi bir kayıt yoktur; ancak İbn Meserre
vefat ettiğinde 25 yaşında olan Mesleme’nin doğrudan üstâdı değilse bile, en
azından dolaylı olarak tâkipçilerinden birisi onu İbn Meserre’nin
doktrinlerinden haberdar etmiştir. Fierro tam da bu noktada şu soruyu
sormaktadır: Meserre Mektebi’ne mensup olmakla tam anlamıyla kastedilen şey
nedir? Aslında bu soruya verilecek olan cevap tabakat literatüründe isimleri
Meserre Mektebi ile birlikte anılan Mesleme b. Kasım ve diğerlerinin Meserre
Mektebi’ne hangi sâiklerle ve ne şekilde mensup addedildiklerini de ortaya
çıkaracaktır. Fierro’ya göre evvelemirde yapılması gereken husus, İbn
Meserre’nin kendi yazdıkları üzerinden doktrininin çerçevesini ortaya koymaya
çalışmak olacaktır. Diğer bir husus ise Endülüs’te İbn Meserre’nin
tâkipçilerine dönük halîfe tarafından çıkarılan fermanın mâhiyeti de sorunun
bir yönüne cevap olacak niteliktedir. Bu da göstermektedir ki “Meserrî” ya da
“İbn Meserre’nin tâbileri” adı altında farklı doktrinler bir araya
getirilmekte ve siyasal birtakım saldırılara muhâtap kılınmaktadırlar. Nitekim
IV/X. yüzyılda Emevîler tarafından tercih edilen resmî doktrin Mâlikîlik idi;
bunun dışında kalan felsefe, tasavvuf ve Bâtınîlik ise şüphe duyulan doktrinler
kategorisindeydiler.
İbnü’l-Faradî ve İbn
Hazm’ın yazdıklarına bakılırsa, bir sonraki yüzyılda faâliyetlerini Meriye
merkezli devam ettiren Meserre Mektebi’nin imâmı İsmâil er-Ruaynî (ö. 432/1040)
idi. Genel îtibâriyle daha önce Meserre Mektebi mensuplarına yapılan benzer
ithamlardan İsmâil er-Ruaynî de payına düşeni almıştır. Buna göre nübüvvet
iddiasında bulunduğu, Meserrîlerin imâmı olması dolayısıyla çevresinde
bulunanların mallarından zekât aldığı ve cemâatine mensup olmayanları kâfir
olarak kabul ettiği söylenegelmiştir.1 Maribel Fierro, İbn Meserre’ye ve
tâkipçilerine yönelik muhâlefet ve eleştirilerin gelişigüzel saldırılardan
ziyâde daha çok dönemin siyasal-sosyal yapısı ile doğrudan irtibâtı bulunan
sistemli girişimler olduğu kanaatine sâhiptir. Bu dönemde maddî iktidar ve
mânevî otorite merkezli nübüvvet-velâyet tartışmalarının odak olduğu bir
entelektüel vasatın varlığı düşünüldüğünde, aslında eleştirilerin uzantıları
daha belirgin hâle gelmektedir.
Endülüs’te tasavvufun
târihî seyri hakkında Asın Palacios’un tezinin ikinci kısmı olan Meserre
Mektebi ile Meriye Mektebi dolayısıyla da Mürsiye Mektebi arasında var olduğunu
öne sürdüğü tarihsel irtibat ve süreklilik meselesi işte bu noktada devreye
girmektedir. Palacios’a göre târihî kaynaklarda somut deliller olarak her ne
kadar îsmâil er-Ruaynî’den sonra herhangi bir İbn Meserre müntesibinin adına
rastlanmamaktaysa da bu İbn Meserre’nin görüşlerinin yaşamadığı anlamına
gelmemektedir. Nitekim İbn Meserre’nin öğretileri ve tâkipçileri gizli kalmaya;
ayrıca diğer düşünce sistemlerini beslemeye ve etkilemeye devam etmiştir.
îsmâil er-Ruaynî’nin ölümü sonrasında Meriye şehri, Meserre Mektebi ile
muhtemel ilişkilere sâhip olan “heteredoks” ya da “panteistik” sûfîler için
önemli bir merkez hâline gelmiştir. Burada Palacios’un öne sürdüğü üzere
VI/XII. yüzyılın başlarında İbn Meserre tasavvufunun en güçlü temsilcisi
olarak İbnü’l-Arîf ’in (ö. 536/1141) önderliğinde Meriye Mektebi (the school of
Almerıa) varlık göstermiş; zamanla tarîkatın hareket alanı giderek genişlemiş;
Endülüs’ün çeşitli merkezlerinde, meselâ İbn Berrecân (ö. 536/1141) ile
îşbîliye’de (Sevilla), Ebû Bekr el-Mayurkî (ö. 537/1142) ile Gırnata’da
(Granada), İbn Kasî (ö. 546/1151) ile Garbü’l-Endülüs’te (Algarve) yaygınlık
kazanmıştır. Kısaca söyleyecek olursak
Palacios’a göre Meriye Mektebi, aslında Meserre Mektebi’nin VI/XII. yüzyılda
yeniden vücut bulmuş versiyonu olarak değerlendirilmelidir. Ancak Claude Addas
târihen böyle bir tezi destekleyecek bilgilerden yoksun olunduğunu öne sürmek
sûretiyle Palacios’u eleştirmektedir. Ona göre İbn Meserre’nin eserleri ve
öğretileri sâyesinde yüzyıllardır tasavvuf çevrelerinde bulunduğu; özellikle de
Endülüs tasavvufu için kaynaklık ettiği yadsınamaz bir gerçektir. Ancak
bütünüyle Endülüs tasavvufunu, Meserre Mektebi’nin salt devâmı şeklinde
kurgulamak ise söze konu edilen dönemin kendi orijinalitesinin değerini
düşürecek bir yaklaşım olacaktır. İbn Meserre’den çeşitli düzeylerde herhangi
bir şekilde etkilenmiş olma ihtimalleri bulunan İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân ve diğer Endülüslü sûfîlerin
yegâne kaynağı İbn Meserre ve tâkipçilerinin öğretileri değildir; ayrıca
Addas’a göre adı geçen sûfîlerin kendi keşfî bilgileri ve dînî tecrübeleri de
tasavvuf anlayışlarının oluşum safhalarının değerlendirilmesinde dikkate
alınması gereken önemli hususlardandır. Yine Addas’a göre Meriye Mektebi adında
bir ekolün tarihsel anlamda varlığı sorunludur. Meserre Mektebi’nin devâmı
niteliğinde olduğu söylenen Meriye Mektebi adında bir ekolden ziyâde birbiri
ile irtibâtı bulunan sûfîlerden söz etmek daha isâbetli bir bakış açısı
olacaktır. Yâni Palacios’un öne sürdüğü üzere ne İbnü’l-Arîf grubun lideri, ne
de adları geçen diğer sûfîler İbnü’l-Arîf’in müritleridirler.
Claude Addas, Endülüs
tasavvuf târihi yazımında öncesi ve sonrasıyla belirli bir dönemi
anlamlandırmak adına Palacios tarafından öne çıkarılan ve genel kabul gören
“Meriye Mektebi” meselesinin yeniden düşünülmesi gerektiği konusunda ısrarla
durarak, aşağıdaki hususlara vurgu yapmaktadır: Endülüs hicretin V. asrında
inkâr edilemez bir şekilde, tasavvufun yeniden neşvünemâ bulduğuna, tasavvuf
düşüncesi ile irtibatlı bâzı tartışmaların günyüzüne çıktığına şâhitlik
etmektedir. Meriye de bu merkezlerden birisidir. Ancak Meriye şehrinin Endülüs
tasavvufunun genel târihinde açık bir şekilde hayâtî rol oynadığına ilişkin
güçlü deliller yok gibidir. Her ne kadar İbnü’l-Ebbâr, İbnü’l-Arîf, İbn
Berrecân ve Ebû Bekr el-Mayurkî’nin aynı doktrini paylaştıklarına ve
öğrettiklerine ilişkin bir rivâyeti nakletmiş olsa da Addas nezdinde bu
rivâyet, söz konusu Meriye Mektebi’nin varlığı için yeterli bir kanıt değildir.
Ayrıca üçünün birden Ali b. Yûsuf b. Taşfîn tarafından Merâkeş’e celbedilmeleri
de bu bağlamda doktrin birlikteliğini gerektirecek bir mesele olarak
değerlendirilmemelidir. Nihâyetinde her üçünün de zâhit ve dindar kimseler
olmaları o dönem Endülüs’ünde yadırganacak bir durum değildir. Meserre Mektebi
olgusuna gelince, durum oldukça farklıdır. Gerek İbn Meserre’nin hayâtında
gerekse vefâtından sonra kendisinin ve öğretilerinin etrâfında bir grubun
öbeklendiği görülmektedir. Fakat mevcut kaynakların izi sürüldüğünde benzer
durumu Meriye Mektebi için söylemek öyle pek de kolay değildir.
Adları geçen sûfîleri
doğrudan İbn Meserre’nin öğretileriyle ilişkilendirmek zor olsa da dönemlerini
anlamlandırmak maksadıyla Gazzâlî ve ihyanın Endülüs’teki sembolik
karşılığı üzerinden bir irtibat kurmak mümkündür. Ancak bu irtibâta geçmezden
evvel Gazzâlî ve İhyaya dönük muhâlefet ve tenkîdin mâhiyetine kısaca
değinmek, meselenin târihî arkaplanını kısmen vuzûha kavuşturacağından dolayı
önem arzetmektedir.
Maribel Fierro,
Gazzâlî ve İhya’ya muhâlefeti, ulemâ ve umerâya âit olmak üzere iki
farklı kategoride değerlendirmeye tâbi tutmuştur. Ulemâdan Turtûşî (ö. 520/1126)
eserlerinde zayıf hadisleri kullanması, felsefeye yer vermesi, raks ve semânın
cevâzına kail olması; öğrencisi Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148) ise
eserlerinde aşk ve şevk gibi tasavvuf ilmine has terimleri kullanması
dolayısıyla Gazzâlî’yi eleştirmiştir. Aslında Fierro burada, modern
çalışmalardan hareketle “Endülüs’te ulemânın bir kısmı tarafından, Gazzâlî
niçin tenkitlerin odağında yer alan bir isim hâline getirilmiştir?” sorusunun
cevâbını aramaya çalışmıştır. Buna göre, Gazzâlî’nin eserlerindeki senkretist
üslûp ve tasavvufî muhtevâyı sorunlu bulanlar olduğu gibi, eleştirilerin
altında yatan temel nedenin Gazzâlî’nin sûfîliğinden ziyâde Şâfiî mezhebine
mensûbiyeti olduğunu öne sürenler de vardır. Murâbıtların sonunu hazırlayan İbn
Tûmert’in Gazzâlî veya eserleri ile ilişkisi de araştırmacıların öne çıkardığı
hususlardan bir diğeridir. Ayrıca Gazzâlî’nin kendisinin, âdil olmayan
sultanlarla işbirliği yaptıkları ve sefâhat içerisinde hareket ettikleri
şeklinde fukahâya yönelttiği eleştirilerin bu muhâlefette payı olduğunu öne
sürenler de bulunmaktadır. Ancak Fierro bu düşünceye pek katılmaz; çünkü
Gazzâlî öncesinde ve sonrasında, sûfîlerce veya sûfî olmayanlarca fukahâya bu
tarz eleştiriler hep yöneltilmiştir. Dolayısıyla asıl sorun, Gazzâlî’nin fukahâ
eleştirisinden ziyâde ulemânın bir kısmının Gazzâlî’nin eserlerinde dile
getirdiği doktrinleri gerek teorik gerekse pratik düzeyde tehlikeli
bulmalarıdır. Umerâ yâni Murâbıt idârecilerinin muhâlefetinin çerçevesini
belirleyenler ulemâ yâni Mâlikî fukahâ olmuştur. Fukahâ arasında tavır
farklılıkları söz konusu olsa da Fierro’ya göre dönemin ulemâsının tasavvufu
toplumsal görünürlük yönüyle asimile etme çabası devam etmiş ve Gazzâlî’ye
dönük muhâlefet, fakihlerle sûfîler arasında belirli alanlarda gözlenen
çatışmalar üzerinden yürümüştür.
Murâbıtlar
yönetiminin tasavvufa yaklaşımları genel olarak Gazzâlî ve eserlerine yaklaşım
politikalarıyla benzerlik taşımaktadır. Goodrich’e göre bu yaklaşım tarzı,
onların resmî politikaları olarak yorumlanabileceği gibi yerel liderlerin
taleplerine birer cevap olarak da düşünülebilir. Maribel Fierro umerânın
tasavvufa muhâlefetinin, sûfî doktrinlerin siyasal alanda yol açabileceği
muhtemel sonuçlara karşı önlem alma üzerinden gerçekleştiği kanaatindedir. Her
ne kadar İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân gibi sûfîlerin eserleri doğrudan tehlikeli
unsurlar barındırmıyorsa da dînî ve içtimâî alanda ortaya çıkması hesap edilen
muhtemel sonuçlar idârecilerin teyakkuzda bulunmalarını kendi adlarına zorunlu
kılmıştır. Yoksa Ihyâ örneğinde gördüğümüz üzere bilindiği kadarıyla
adları geçen her iki sûfînin eserlerine dönük herhangi bir muhâlefet söz konusu
olmamıştır. Ayrıca bir sonraki başlıkta ele alacağımız üzere İbn Kasî’nin
yaptığı gibi taraftarlarını herhangi bir şekilde organize ettiklerine dâir bir
rivâyet de yoktur. Kısacası İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân’ın mâruz kaldıkları
muâmeleler, İbn Tûmert gibi bir isyân başlatabilecekleri ve tehlike
arzedebilecekleri yönünde bir korkunun sevkiyle gerçekleşmiştir. Fakat daha
sonra yönetim açısından asıl tehlike ise İbn Kasî ve etrafında oluşan Mürîdûn
hareketi olacaktır. “îşin garibi” der Fierro “Murâbıtlar bu tehlikeyi göz ardı
etmişlerdir.” Goodrich’e göre, İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân’ın Merâkeş’e
götürülmeleri, İbn Kasî’yi bölgenin en etkili sûfîsi hâline getirmiştir.
İbnü’l-Arîf’in
sultânın çağrısı üzerine Merâkeş’e götürülmesi hâdisesine, Meriye kadısı İbn
Esved ile aralarında vukü bulan anlaşmazlığın sebebiyet verdiği yönündeki
rivâyeti kabulden hareketle Goodrich, İbnü’l-Arîf’in yakalanmasının doğrudan
tasavvuf karşıtı politikalarla irtibatlandırılmaması gerektiği şeklinde fikir
beyân etmektedir. Fierro’dan farklı olarak İbn Berrecân konusunda ise, onun
dönemin idârî yapısını zora sokacak denli politik aktiviteleri yürüttüğüne ilişkin
birtakım delillerin mevcut olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda tezini
güçlendirmek maksadıyla Goodrich İbn Berrecân’ın “Endülüs’ün Gazzâlîsi”
ünvânıyla anılmasını ve Şa’ranî’nin (ö. 973/1565) belirttiği üzere 130 köyde
“imam” olduğu şeklindeki rivâyetleri ön plana çıkarmaktadır. Hatta Palacios’un
öne sürdüğünden farklı olarak son dönemde bâzı kaynaklar, İbnü’l-Arîf’ten
ziyâde o dönemde İbn Berrecân’ı Endülüs tasavvufunun önde gelen ismi olarak
anmaktadırlar. Dolayısıyla Goodrich’e göre İbnü’l-Arîf değil de İbn
Berrecân’ın hapsedilmesi Murâbıtların doğru odak üzerinde endîşe duyduklarını
göstermektedir.
Tartışmaya konu olan İbn
Berrecân’ın “imâmet”i meselesinde, bölgeyi ve dönemi çalışan akademisyenler
tarafından birbirinden farklı yorumlar yapılagelmiştir. Meselâ Goodrich, İbn
Berrecân’ın “imâmet”inin siyasal bir içeriğe sâhip olduğunu öne sürmekte iken
Fierro tam aksi bir tutumla, İbn Berrecân’ın “imâmet”i meselesinin herhangi bir
siyasal içeriğe sâhip olmadığı fikrindedir. Fakat Fierro, her ne kadar İbn
Berrecân’ın “imâmet”inin yalnızca mânevî bir içeriğe sâhip olduğu fikrini
savunsa da İbn Berrecân’ın siyâsî iktidar tarafından bir tehdit unsuru olarak
algılandığının dolayısıyla da Merâkeş’e çağrıldığının altını özellikle
çizmektedir. Vincent Cornell ise, Şa’rânî’den daha önce İbnü’l-Arîf’in İbn
Berrecân’a “imam” olarak hitap ettiği mektuplarındaki muhtevâdan yola çıkarak, İbn
Berrecân’ın otoritesinin mânevî alanın ötesine taşan politik birtakım
çağrışımlara sâhip olduğu kanaatindedir.
Durum böyle olunca, bu tarz bir dil ister istemez Murâbıtları endîşeye
sevketmiş, İbn Tûmert gibi ayaklanma ihtimalleri öngörülerek sultânın emriyle
her iki sûfî tutuklanmış ve Merâkeş’e götürülmüşlerdir.
Her iki sûfî arasındaki irtibat
tarzının mâhiyeti yâni İbnü’l-Arîf ile İbn
Berrecân arasındaki şeyh-mürit
ilişkisi de Endülüs tasavvuf târihi ile ilgili literatürde tartışılan hususlar
arasında yer almaktadır. Literatürde hâkim görüşlerin sâhibi olan Palacios’un
iddia ettiği üzere İbn Berrecân Meriye Mektebi kurucusu İbnü’l-Arîf’in önde
gelen müritlerindendir. Ne var ki 1957 yılında Paul Nwyia tarafından bulunan İbnü’l-Arîf’in
İbn Berrecân’a gönderdiği üç mektup, bu sûfîler arasında var olan şeyh-mürit
ilişkileri hakkındaki hâkim kanaati ters yüz etmiş; ayrıca İbnü’l-Arîf’in
Meriye Mektebi’nin
kurucusu olma vasfını da ortadan kaldırmıştır. Paul Nwyia, mektuplarda İbnü’l-Arîf’in
İbn Berrecân’a “şeyhim, büyüğüm ” ya da “imâmım ve büyüğüm ” şeklindeki
hitâbından ve kendisinde zuhur eden mânevî hallerinden bahis açmasından İbnü’l-Arîf’in İbn Berrecân’ın
mürîdi olduğu ve İbn Berrecân’ı “imam” olarak benimsediği husûsunu çıkarmıştır.
Addas, Nwyia’nın tespitini paylaşarak mektuplarda geçen ifâde kalıplarıyla
Palacios’un öne sürdükleri arasında oldukça büyük farklılıklar olduğunu
söylemiştir. Mektuplarda zikredilen hitap tarzlarına ek olarak Bellver’e göre,
İbnü’l-Ebbâr’ın Mucem inde geçen “Ebu’l-Hakem onlara (İbnü’l-Arîf ve Ebû
Bekr el-Mayurkî) karşı hâkim bir durumda idi
[^Üp ^jÂAİl ^.x^Jl ^Aj]” ifâdesi de
İbnü’l-Arîf’in İbn Berrecân’ın
Palacios’un -daha
önce zikrettiğimiz üzereMeriye Mektebi dolayısıyla da İbnü’l-Arîf’i Meserre
Mektebi’nin devâmı olarak görme fikrine farklı bir vecheden eleştirel
yaklaşanlardan birisi de Vincent Cornell’dir. Eleştirilerini İbnü’l-Arîf’in
tabakat metinlerinde resmedilen portresi üzerinden yürüten Cornell’e göre
İbnü’l-Arîf Endülüs’te “şer’î-tasavvuf”un en etkili sîmâlarından birisidir.
Meselâ İbn Beşküvâl’ın (ö. 578/1183) naklettiklerine bakılırsa, İbnü’l-Arîf’in
sûfîliğe olan ilgisinden hiç söz etmediği ve eserinde onu âbit ve zâhit olarak
andığı görülecektir. Benzer şekilde İbnü’l-Ebbâr ise İbnü’l-Arîf’i hadis
ilimlerinde üstat olan Ebû Ali es-Sadefî’nin (ö. 514/1120) kendisine icâzet
verdiği değerli bir öğrencisi olarak anmıştır. Cornell İbnü’l-Arîf isminin,
tabakat kitaplarında çoğunlukla, bir sûfîden ziyâde, iyi bir kârî ve hadis
râvîsi olarak geçtiğini söylemektedir. Nitekim Meriye (Almerıa) ve Sarakusta’da
(Saragossa) bir süre kırâat eğitimi verdikten sonra Belensiye (Valencia)
şehrine muhtesip olarak tâyin edilmiştir. Cornell’e göre muhtemelen burada
İbnü’l-Arîf Horasan tasavvufunun züht, vera’, îsâr gibi kavramlarıyla
tanışmıştır. Meserre Mektebi ile doğrudan ilişki içerisinde olmadığına dâir
Cornell tarafından öne sürülen bir diğer delil ise
İbnü’l-Arîf’in tarîkat
silsilesidir. Şöyle ki İbnü’l-Arîf’in tarîkat silsilesine bakıldığı zaman
düşünceleri üzerinde Meserre Mektebi’nin etkisi olmadığı rahatlıkla
anlaşılabilir. Bu bağlamda Cornell, çağdaşı diğer Endülüslü ve Kuzey Afrikalı
sûfîlerin temel karekteristiği olan hadis ve usûl merkezli bir etkinin İbnü’l-Arîf’in
tarîkat silsilesinde göze çarptığını öne sürmektedir. Son olarak Cornell’e göre
İbnü’l-Arîf’in Meserre Mektebi ile ilişkisini zora sokan hususlardan bir diğeri
ise İbnü’l-Arîf’in Mifiâhus-saâde sinde filozoflara bakış açısının
olumlu yönde olmaması ve felsefeyi zemmedilen mezhepler arasında
zikretmesidir.
İbnü’l-Arîf ve İbn
Berrecân örneklerinde gördüğümüz üzere ulemâ ve umerânın sıkı muhâlefetine
rağmen tasavvuf Murâbıtlar devrinin sonlarında niçin câzip bir oluşum olarak
toplumsal düzeyde kabul görür hâle geldi? Şimdi Fierro’nun makalesinden
hareketle bu sorunun cevâbını aramaya çalışacağız. Fierro’ya göre Murâbıtlar
devrinin sonlarında maddî krizlerle paralel seyreden mânevî krizler
yaşanmaktaydı ve Murâbıtlar tarafından vâdedilen ahlâkî yenilenme mevcut
beklentileri karşılamaktan bir hayli uzak düşmüştü. Dolayısıyla da yaşanan
mânevî krizin ve beklentilerin yol açtığı yeni bir dînî otorite arayışı ister
istemez sosyal bir gereksinim hâline gelmiş; halkın gözünden düşen fukahânın
otoritesinin tam karşısında şeyhin otoritesi konumlanmaya başlamıştı. Şeyhin
otoritesine duyulan ihtiyaç İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân gibi sûfîlerin etkin
olduğu şehirlerden kırsal kesimlere doğru geniş bir tabanda yayılmaya yüz
tutmuştur. Şeyhin yeni bir dînî otorite arayışında model bir kimlik olarak
kabul görmesini Fierro, onların belirli ölçüde ahlâkî vasıfları taşıyor
olmalarıyla açıklamıştır. Ayrıca meşâyihin aksine ulemâ ve fukahâ erdemli bir
hayat sürmedikleri için halk tarafından kıyasıya eleştirilmekteydiler. Otorite
değişikliğinde -dolayısıyla tasavvufun kitlelerce kabul görüşündeetkin olan
nedenlerden bir diğeri de fıkhı merkeze alan dînî geleneğin “gayr-ı şahsî ve
kurumsal yapısına” karşı gösterilen mukavemettir. Bu bağlamda Fierro’ya göre
şeyh hem ulemâ tarafından temsil edilen “yüksek geleneğe” hem de halkın talep
ettiği daha düşük düzeydeki dindarlık anlayışına yâni avam-havas tüm toplum kesimlerine
hitap ettiği için tasavvufî din anlayışı câzip hâle gelmiştir.
Endülüs’te tasavvufun
târihî seyri husûsunda son olarak Palacios’un tezinin İbnü’l-Arabî’ye dönük
yönüne değineceğimizi söylemiştik. Burada Palacios’un İbn Meserre ve Meserre
Mektebi ile irtibatlı olduğunu öne sürdüğü İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân, İbn Kasî
ve Meriye Mektebi dolayısıyla da İbnü’l-Arabî ve Mürsiye Mektebi arasında var
olduğunu öne sürdüğü düşünsel ve tarihsel bağlantılara ilişkin öne sürülen
görüşlere yer vermeye çalışacağız. İmdi Palacios’a göre bir sûfî olarak
İbnü’l-Arabî kendi sistemini açıklayabilmek maksadıyla İbn Meserre’nin teolojik
doktrinine ve otoritesine başvurmuş; İbnü’l-Arabî’nin İbn Meserre ile
tanışıklığı Meriye Mektebi üzerinden gerçekleşmiştir. Kendi “panteistik
teoloji”sinin önemli iki unsurunu (Neo-platoncu bir ve arş meselesini) İbn
Meserre’den hareketle ele alan İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’nin vefâtından on dört
yıl, İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân’ın vefatından yirmi dört yıl sonra Mürsiye
(Murcia) de dünyâya gelmiştir. İbn Berrecân’ın şehri ve memleketi olan
İşbîliye’de (Seville) eğitim görmüş; Meriye’de İbnü’l-Arîf’in müritlerinden
birisi ile ilişkili olmuş; Tunus’ta tanıştığı oğlundan İbn Kasî’nin Halu’n-naleyn
ini alarak okumuş; her üç sûfîden eserlerinde iktibaslarda bulunmuştur.
Muhtemelen İbn Meserre’nin eserleri ve doktrini hakkındaki temel bilgileri
şifâhî olarak Endülüslü diğer sûfîlerden öğrenmiştir. Tüm bunlardan dolayı
Palacios, İbnü’l-Arabî’nin kesinlikle Meserre Mektebi’nin bir mensûbu olduğu kanaatine
varmıştır. Ayrıca Palacios’un ihtimal dâhilinde gördüğü hususlardan birisi de İbnü’l-Arabî’nin
“bâtınî” doktrinlere intisâbının Meriye Mektebi sâyesinde gerçekleştiğidir. Bu
ihtimal çerçevesinde Palacios’a göre İbnü’l-Arabî’nin Meriye Mektebi ile aynı
îtikâdı paylaştığı rahatlıkla öngörülebilir.
Palacios’un tezine
ihtiraz kaydı koyan Afîfî evvelemirde Meriye Mektebi mensupları olarak isimleri
zikredilen zevat ile İbnü’l-Arabî arasında var olduğu öne sürülen ilişkinin
târihî deliller ile desteklenmeksizin kabûlünün salt bir varsayımdan ibâret
olacağı fikrindedir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî ile Meriye Mektebi arasındaki
târihî ilişkinin varlığı ispatlanmadığı müddetçe -Palacios’un iddia ettiği
üzereİbnü’l-Arabî’nin İbn Meserre ve tâkipçilerinden ekol düzeyinde
etkilendiğini ve söz konusu ekolün Endülüs’te XIII. yüzyılda bir mensûbu
olduğunu söylemek yerinde bir tespit olmayacaktır. Meriye Mektebi mensupları
olduğu söylenilen İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân ve İbn Kasî’ye eserlerinde
atıflarda bulunan İbnü’l-Arabî’nin ifâdelerinden, adı geçen sûfîlerin telif
ettiği eserleri bildiği ve onların görüşlerine âşinâlığı bulunduğu
anlaşılmaktadır. Ancak Afîfî’ye göre her ne kadar adları geçen sûfîlerin İbnü’l-Arabî’nin
tasavvuf düşüncesine tesirleri olsa da bu tesir, İbnü’l-Arabî’nin genel
îtibâriyle düşünceleri ve telîfâtı göz önünde tutulduğu zaman çok küçük bir
oranda kalacaktır. Kısacası Afîfî’ye göre Meriye Mektebi sûfîleri ile
İbnü’l-Arabî’nin görüşleri üzerinde doğrudan bir irtibâtın varlığını kabul
etmek zor gibi gözükmektedir. Bununla berâber, tasavvufun Endülüs topraklarında
hicrî 450-560 yılları arasındaki mâcerâsı, netîceleri daha sonra
İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerine aksedecek ve kemal bulacak olan, züht ve riyazet
tavrından Afîfî’nin tâbiriyle “felsefî bir tavra” doğru intikâle seyrediş
evresi geçirmektedir ki Afîfî’ye göre İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân ve İbn Kasî
—bölümün başında da zikrettiğimiz üzere— bu ara dönemin ya da geçiş döneminin
en önemli temsilcileridirler.
Palacios’un öne
çıkardığının aksine Endülüs tasavvuf târihinde İbn Meserre’nin önemi, J.
Brown’a göre kendisinin XII. yüzyıldaki Meriye Mektebi sûfîleriyle olan
irtibâtından kaynaklanmamaktadır. Nitekim Brown, İbn Meserre’nin önemi ve
etkisini XIII. yüzyılda Endülüs’te yaşam süren sûfîler ile irtibâtı üzerinden
kurgulamaya çalışmakla bu noktada kısmen Afîfî’nin yukarıda söyledikleri ile
farklılaşmaktadır. İbn Meserre’nin etkisi konusunda genel hatlarıyla Mürsiye
Mektebi’ne işâret eden Brown, bu okulun en önemli temsilcileri arasında
İbnü’l-Arabî, İbn Seb’în ve Ebû Ali İbn Hûd’u (ö. 699/1300) sayar. Brown,
Palacios’un İbnü’l-Arabî dışındaki Mürsiye Mektebi sûfîlerini ihmal ettiğini
söyler ve ona göre aslında bu sûfîlerin İbn Meserre ile ilişkisi daha kapsamlı
bir düzeyde seyretmektedir. Şöyle ki kaynaklar İbn Meserre’nin doktrini ile
Mürsiye Mektebi’ne mensup sûfîler arasında devam etmekte olan bir geleneğin
varlığını göstermektedir. Bu doğrultuda Brown, Mürsiye’de eğitim veren ve Ebû
Abdullah eş-Şûzî’nin (ö. VII/XIII. yüzyıl) mürîdi olan dolayısıyla da Şûziyye
tarîkatına mensup İbn Seb’în ile irtibatlı bulunan İbnü’l-Mer’e’nin (ö.
611/1214-15) İbn Meserre’den haberdar oluşu ve eserlerinden birisini şerhedişi;
İbnü’l-Arabî ve İbn Seb’în’in İbn Meserre’ye eserlerinde atıflarda bulunuşu; İbn
Seb’în’in öğrencisi Şüşterî’nin (ö. 668/1269) —bir sonraki kısımda İbn Kasî
bağlamında değineceğimiz— kendi şeyhinin öncülerini konu alan bir şiirde İbn
Meserre’yi anışı örnekleri ile tezini güçlendirmeye çalışmıştır. Brown’a göre
bütün bu şahısların, ya şeyh-mürit ilişkisiyle ya da toplumsal ilişki ağıyla
veya yapılan ortak iktibaslarla tarihsel anlamda birbirleriyle irtibat hâlinde
oldukları söylenebilir. Ayrıca anılan ortak vurguların varlığına rağmen,
Meserre Mektebi ile irtibatlı kimselerin genel anlamıyla doktrinel ya da
felsefî düzeyde benzer ilişkiler içerisine girmeleri imkân dâhilinde
olmayabilir de; ancak doktrin ve öğreti farklılıklarına rağmen üç nesildir
birbiriyle bir şekilde irtibatlı olduğu gözlenen ve hayatlarının tamâmını ya da
belirli bir kısmını Endülüs’te geçiren bu sûfî müellifler, İbn Meserre’ye
atıfta bulunarak eserlerinde kendisinden iktibaslar yapmışlardır. Bu durum
tasavvuf literatüründe İbn Meserre’nin vefatından üç asır sonra da önemli ve
hâkim bir şahsiyet olduğunun ve eserlerinin kendi zamânından îtibâren
mütemâdiyen nakledildiğinin açık bir kanıtı olarak okunabilir.
2.3. Endülüs’te Tasavvuf Menşeli Bir Hareket: İbn Kasî ve
Sevretü’l-Mürîdîn
2.3.1. Sûfî ve Mehdî: Ana Çizgileriyle İbn Kasî Biyografisi
Terceme-i hâline yer
veren tabakat türü eserlerde ve dönemin Endülüs’ünde meydana gelen hâdiseleri
ele alan kroniklerde, İbn Kasî’ye ilişkin rastlanılan biyografik bilgiler
oldukça yetersizdir. Aslında bu yetersizlik, tüm detaylarıyla ayrıntılı bir İbn
Kasî biyografisi yazmanın önündeki en büyük engellerden birisi olarak önümüzde
durmaktadır. Üstüne üstlük eldeki yetersiz bilgilerin sunduğu içerikte gözlenen
farklılıklar ve zıtlıklar da meseleyi gittikçe güçleştirmektedir. Dolayısıyla
şimdiden belirtmeliyiz ki ana çizgileriyle de olsa İbn Kasî hakkında yazılacak
olan biyografi, pek çok yönüyle muğlaklıklar taşıyacaktır. Bununla berâber
çalışmamızın giriş kısmında ayrıntılı bir şekilde zikrettiğimiz üzere tarihsel
sırasıyla, Abdülvâhid el-Merrâküşî’nin (ö. XIII. yüzyılın ortaları) el-Mucib’i,
İbnü’l-Ebbâr’ın (ö. 658/1260) Kitâbü’l-Hulleti’s-siyerâsı, Zehebî’nin
(ö. 748/1348), Târîhul-İslâmı, Safedî’nin (ö. 764/1363) el-Vâfî
bi’l-vefeyâfı, İbnü’l-Hatîb’in (ö. 776/1374-75) Amâlü’l-a’lâm\, İbn
Haldûn’un (ö. 808/1406) el-Ibefi ve İbn Hacer’in (ö. 852/1449) Lisânü’l-mîzânı
İbn Kasî’nin biyografisine dâir bilgiler içeren önemli klasik kaynaklardır.
Ayrıca literatürde zikri geçen kaynakların aksine daha çok onun tasavvufî
yönüne ışık tutacağını düşündüğümüz İbnü’l-Arabî’ye âit Fütûhât ve Hal
u ’n-na’leyn şerhi ile -her ne kadar geç döneme âit kaynaklar olsalar
daŞa’rânî (ö. 973/1565) ve Münâvî’nin (ö. 1031/1622) tabakatları da bu bağlamda
anılması elzem dikkate değer eserlerdir. Modern dönemlerde İbn Kasî ve
Sevretü’l-Mürîdîn üzerine yapılan pek çok araştırmanın genel îtibâriyle temel
referansları da bu metinlerdir. Biz burada gerek klasik kaynaklardaki gerekse
modern dönemde yapılan araştırmalardaki mevcut bilgilerden hareketle, sûfî yâni
Hal’un-na’leyn kitabının müellifi İbn Kasî ile mehdî yâni Mürîdûn
tâifesinin imâmı İbn Kasî olmak üzere -Afîfî’nin makalesinde benimsediği tasnîfe benzer şekildeiki ana
dönem üzerinden konuyu değerlendirmeye çalışacağız.
Ebu’l-Kâsım Ahmed b.
Hüseyn b. Kasî’nin biyografisine yer veren kaynakların hiçbirisinde doğum târihi
hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Doğum yerine gelince, kaynaklarda
iki farklı kayda yer verilmiştir: îlki bugün güney Portekiz’in Algarve
bölgesinde yer alan Şilb (Silves), diğeri ise yine günümüzde Portekiz sınırları
içerisinde kalan Mirtüle’dir (Mertola). Afîfî her iki ihtimâli ya da rivâyeti
birden, Fierro ve Hüseyin Lâşey yalnızca Şilb’i, îlyas Çelebi ise yalnızca
Mirtüle’yi doğum yeri olarak zikretmiştir. Mensup olduğu âile köken îtibâriyle
Arap ve müslüman değildir. Nitekim kimi rivâyetlerde İspanyol kimi
rivâyetlerde ise Rum asıllı bir hıristiyan âileye mensup olduğu söylenmiştir.
Ayrıca “İbn Kasî” nisbesinden dolayı onun meşhur müvelled (yâni Endülüs’te ilk
mühtedîlerin soyundan gelen) âilelerden biri olan Benû Kasî ile neseben irtibatlı
bulunduğu şeklinde bâzı görüşler de bulunmaktadır.
Çocukluk ve
erken-gençlik dönemi kaynaklarda herhangi bir bilgi verilmeksizin geçilmiş;
bununla berâber kaynaklarda daha sonraki dönemlerde ticâretle iştigal ettiği,
Şilb’de Murâbıtlar devleti adına müşriflik ve hazînedarlık yaptığı, belirli bir
zaman sonra tasavvufî hayâta merak salarak bu görevini bıraktığı, mal
varlığının tamâmını satıp infâk ettiği, zâhidâne bir hayat tarzını benimsediği,
içinde bulunduğu hâlin bir gereği olarak Endülüs’ün çeşitli bölgelerine
seyahate çıktığı yönünde bilgilere yer verilmiştir. Devlet görevini bırakmasını
Fierro, İbn Kasî’nin mânevî ideallere erişmek maksadıyla dünyevî kariyerini
terkedişi olarak yorumlamıştır. Üstüne üstlük sergilenen bu tavır noktasında
dönemin Endülüs’ünde İbn Kasî yalnız da değildir. Meselâ daha sonra onun çok
yakınlarında bulunacak bir isim, Murâbıtlara bağlı bir kadı olan İbnü’l-Münzir
de benzer süreçleri yaşamış ve benzer tavırları göstermiştir. Endülüs’ün bu
yüzyılını Fierro, “mânevî kriz çağı (age of spiritual crisis)” olarak
nitelemiştir; ona göre, otoritelerin (yâni yönetici zümre ve Mâlikî fukahânın)
gerek toplumsal gerekse dînî meselelere taalluk eden geleneksel uygulama ve
yöntemlerinin insanlar için artık tatmin edici olmaktan uzak kalışı, insanları
yeni model otorite (yâni sûfîler) arayışı içine sokmuştur. Dolayısıyla İbn Kasî
de yaşadığı mânevî kriz sonucunda Endülüs’ün çeşitli bölgelerine seyahatler
yapmış, önde gelen sûfîlerle yakınlaşmanın yollarını aramıştır. İbnü’l-Ebbâr’da
yer alan kayda göre İbn Kasî, Merâkeş’e götürülmezden evvel Meriye’de dönemin
etkili sûfîlerinden İbnü’l-Arîf ile bir araya gelmiştir.
Seyahatler sonrasında
kendi memleketine dönerek Şilb’in Cille köyünde Reyhâne Ribâtı [ül^j^h ^bj]
ismi verilen bir ribat inşâ etmiştir. Kaynaklarda İbn Kasî’nin ribâtını inşâ
ettiği târih belirtilmemiştir; şâyet Merâkeş’e götürülmezden evvel İbnü’l-Arîf
ile görüşmüş olduğu ve sonrasında memleketi olan Şilb’e döndüğü şeklinde İbnü’l-Ebbâr
tarafından dile getirilen rivâyeti kabul edecek olursak İbn Kasî ribâtını
536/1142 târihinden sonra inşâ etmiş olacaktır. Ancak gerek İbnü’l-Arîf ile
mektuplaşmalarındaki tarihsel aralığı gerekse onların vefâtı sonrasında hemen
siyasal faâliyetlerine başlamaya imkân tanıyacak oranda etrâfında yekûn
îtibâriyle geniş bir tâkipçi kitlesine erişmesi husûsunu göz önünde
bulundurursak ribat inşâsı, sözünü ettiğimiz târihten daha öncelere dayanıyor
olmak zorundadır. Zîra İbn Kasî’nin siyasal anlamda Endülüs târihinde
görünmesi İbn Berrecân ile İbnü’l-Arîf’in vefatlarından bir yıl sonra
gerçekleşmiştir.
Înşâ ettiği bu
ribatta İbn Kasî ve taraftarları, rivâyetlere göre aşırı bâtınî zümrelerin
doktrinleriyle birlikte Îhvân-ı Safâ risâlelerini ve Gazzâlî’nin eserlerini
okumakla meşgul olmuşlardır. Rivâyetlerden ilki İbnü’l-Hatîb, ikincisi ise İbnü’l-Ebbâr
tarafından öne çıkarılmıştır. Nitekim Gazzâlî dönemin Endülüs’ü için siyasal
çağrışımları bulunan sembolik bir isimdir. Şöyle ki bölgenin etkin sûfîleri,
her ne kadar belirli yönleriyle kendilerine özgü tasavvufî öğretilere sâhip
olsalar da tabakat literatüründe Gazzâlî ile irtibatlı olmak sûretiyle öne
çıkmakta ya da farkedilmekteydiler. Söz konusu sûfîlere karşı takınılacak
siyasal tavrı belirleyen de görece bu ilişkidir. Gazzâlî’nin eseri ihyanın
yakılmasına dâir çıkarılan fetvâlar eşliğinde meseleye yaklaşan Kenneth
Garden’a göre İbnü’l-Arîf ile İbn Berrecân’ın Merâkeş’e celbedilmeleri ve
müteâkiben İbn Kasî’nin etrâfında öbeklenen topluluğun Murâbıtlarca tehlikeli
bulunması, bu doğrultuda değerlendirilmelidir. Aslında olan biten tüm bu
hâdiseler üzerinde otorite ve siyasal söylemin meşrûiyeti hâkim bir unsurdur;
yoksa Gazzâlî’nin ihya’da dile getirdiği tasavvuf düşüncesi Endülüs’te
vuku bulan hâdiseler üzerinde doğrudan bir etkiye sâhip değildir. Bununla
berâber Garden, ihyanın ilk yakılma hâdisesinin, otuz yıl sonra Murâbıt
yönetimine karşı muhâlif olarak bir araya gelenler tarafından bir sembol hâline
getirildiği kanaatindedir. Nitekim Garden İhyanın yakılmasıyla ihyanın
okunması ve muhâlifleri bir araya getirmesi arasında bir süreklilikten söz
etmektedir. İbnü’l-Ebbâr’ın anılan rivayetini de bu bağlamda değerlendirmek
kanaatimizce daha anlamlı olacaktır: “[İbn Kasî] Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin
kitaplarının kırâatıyla meşgul oluyor gibi gözükmüş; fakat aslında [çevresinde
Gazzâlî’nin eserlerine ilgi duyan ve meclisinde hâzır bulunan] ilim ehlini
fitneye teşvik etmiş ve ayaklanmaya çağırmıştır.”
Şilb’deki ribâtın
faâliyetlerinin kitleleri cezbeder hâle gelmesi dolayısıyla da İbn Kasî’nin
mürit ve muhiplerinin sayısının artmasıyla birlikte, -Merrâküşî’de geçtiği
üzereonun başlangıçta velâyet daha sonra ise mehdîlik iddiasında bulunduğu
yönünde bir rivâyet nakledilegelmiştir. Benzer şekilde kaynaklardan
İbnü’l-Ebbâr, onun mehdîlik iddiasında bulunduğu ve imam olarak
isimlendirildiği; İbnü’l-Hatîb ise velâyet iddiasında bulunduğu ve mehdî olarak
isimlendirildiği yönünde bir kayıt düşmüştür. İbn Kasî sözü edilen iddiasını
destekleyebilmek ve kitleleri cezbedebilmek için -her üç kaynakta
belirtildiğine görehîlekâr ve göz boyayıcı bir tavır sergilemiştir. Özellikle
Merrâküşî’nin velâyet ve mehdîlik konusunda İbn Kasî’ye dâir olumsuz düşüncesi,
Zehebî, Safedî, İbn Hacer gibi kendisinden sonra gelen pek çok müellifi de
etkilemiştir. Faure, bu bağlamda Merrâküşî’nin İbnü’l-Hatîb’den daha sert ve
keskin yargılara vardığı; yargılarında oldukça keyfî davrandığı ve söyledikleri
hususların hakîkatle doğrudan irtibâtı bulunmadığı kanaatindedir. Nitekim Hüseyin Lâşey de bu tarz rivâyetlerin
İbn Kasî’nin muhâlifleri tarafından çeşitli nedenlerden ötürü tedâvüle sokulma
ihtimâli olduğu yönünde bir düşünceye sâhiptir.6 İlâveten Merrâküşî ve İbnü’l-Ebbâr,
hîlekârlık ve göz boyayıcılık husûsunda herhangi bir örnek vermezken, İbnü’l-Hatîb
bâzı örneklerle meseleyi açmaya çalışmıştır. Buna göre, bir gecede hacca
gittiği, Allah’tan her ne isterse kendisine icâbet edildiği, kâinatta tasarruf
sâhibi olduğu gibi özellikleriyle İbn Kasî döneminde şöhret bulmuştur.
Menâkıbnâme literatürü dikkate alındığı zaman sûfîler nezdinde İbnü’l-Hatîb’in
vermiş olduğu örnekler aslında hiç de yadırganacak ve muhâtabı hîlekârlıkla
itham edecek türden değildir. Dolayısıyla bizzat kendisinin sûfî meşâyihinden
birisi olarak kabul ettiği ve bu minval üzere başlangıçta tasavvufa meyleden
pek çok kimsenin sergilediği dünyâdan yüz çevirme, makamını terketme, malını
mülkünü dağıtma gibi züht vurguları taşıyan tavırlara sâhip olduğunu düşündüğü İbn
Kasî’yi hîlekârlık ve göz boyayıcılık vasıflarıyla nitelemek târih yazımı
açısından doğrudan benimsenecek bir yargı olmasa gerektir. Ayrıca bu cümleden
olmak üzere Münâvî, İbn Kasî’nin “sütünde bal tadı bulunan dişi keçilerinin ve
meyvelerinin içinde dînarlar bulunan ağaçlarının” mevcûdiyetini bildiren başka
kerâmetlerine de yer vermiştir.
İbn Kasî mehdîliğini
îlân ettikten hemen sonra Endülüs târihinde “Mürîdûn” tâifesi olarak bilinen
taraftarlarını toplamaya başlamıştır. Özellikle Garbü’l-Endülüs (Algarve)
bölgesinde yaygınlık kazanan topluluğun “Mürîdûn”; Murâbıtlar karşıtı
yaptıkları ayaklanmanın da “Sevretü’l-Mürîdîn” olarak isimlendirildiğine
İbnü’l-Hatîb’in ifâdelerinde rastlamaktayız. Ancak İbnü’l-Ebbâr’da geçtiği
hâliyle “mürîdûn” ifâdesinin genel bir kullanım olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla berâber Palacios, kendisinin tâkipçisi olma arzusundaki kişilere İbn
Kasî’nin tasavvufî çağrışımlara sâhip özel bir vasıf olarak “mürit” nisbesini
verdiğini söylemiştir. Kanaatimizce bu
noktayı Goodrich, “mürit” kelimesinin sûfîler nezdinde ıstılâh açısından genel
bir kullanım olduğunu, yalnızca İbn Kasî’nin taraftarlarına verilen özel bir
isim olmadığını vurgulamak sûretiyle vuzûha kavuşturmaya çalışmıştır.5 Diğer bütün
kaynakların aksine İbn Haldûn, İbn Kasî’nin önderliğinde bir araya gelen
topluluğu “Murâbıtûn”, Murâbıtlar karşıtı ayaklanmayı ise “Sevretü’l-Murâbıtîn”
olarak isimlendirmiştir. İbn Haldûn’un “Murâbıtûn” şeklindeki isimlendirmesi,
bir ihtimal hareketin ribat merkezli oluşuyla irtibatlandırılarak kısmen îzah
edilebileceği gibi söz konusu durum sehven yapılan bir isimlendirme olarak da
değerlendirilebilir. Fierro ise hareketin ayrıca kimi kaynaklarda, Hz.
Peygamber’in âhir zamâna ilişkin bir hadîsinde geçen garîbler anlamındaki
“Gurabâ” ile isimlendirildiğini belirtmiştir.
Muvahhidler döneminde
yaşam süren Endülüslü târihçi İbn Sâhibüssalât’ın (ö. 594/1198’den sonra) el-Men
bi’l-imâme’de yaptığı atıflarla varlığından haberdar olunan, başlığından
Mürîdûn tâifesi hakkında kaleme alındığı düşünülen ancak hâlen kayıp olan, Sevretül-Mürîdîn
ya da Târîhul-Mürîdîn, literatürde Mürîdûn topluluğunu konu alan tek
çalışmadır. Döneminin hâdiselerine birebir tanıklık etme imkânını bulan müellif
İbn Sâhibüssalât’ın adı anılan çalışması günümüze ulaşsaydı, hiç şüphesiz İbn
Kasî, çevresi ve hareketi hakkında spekülasyonlardan uzak, daha doğrudan,
birincil olarak nitelendirilebilecek mâlûmâta erişmiş olacaktık. Ayrıca İbnü’l-Ebbâr’da
yapılan atıflardan anladığımız kadarıyla eser yalnızca hareketin siyasal
faâliyetlerine dönük bir muhtevâya sâhip değildir; hareketin önde gelenlerinin
özellikle edebî yönleri de içerikte kendisine yer bulmuş gözükmektedir.
İbn Kasî’nin
etrafında öbeklenen topluluğun sosyal yapısı ve etnik kökenleri hakkında
kaynaklarda neredeyse hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. Fakat İbnü’l-Münzir
gibi topluluğun önde gelenlerinden bâzılarının müvelled asıllı kimseler olduğu;
ayrıca Şilb’in ileri gelen âilelerine mensup kimselerin de bu topluluk
içerisinde yer aldığı bilinmektedir. Gün geçtikçe taraftar kazanan Mürîdûn
topluluğuna bölgenin ileri gelen yöneticileri ve askerleri de dâhil olmaya başladılar.
Meselâ Ebû Muhammed Sidrây b. Vezîr ve İbn înân (Affân?) Fâris, her ikisi de
Yâbüre (Evora) şehrinin; Muhammed b. Ömer, Abdullah b. Ebî Habîb de Garb
bölgesinin topluluğa katılan önde gelen yönetici ve askerleri arasında
sayılabilir. Ne var ki Fierro, İbn Yâsîn ve Murâbıtlar, İbn Tûmert ve
Muvahhidler örneklerinde gözlendiği üzere âlim ve kabîle arasındaki
şekillenmiş bir asabiyet bağının Mürîdûn topluluğunda bulunmadığı
kanaatindedir. Zâten -ileride müstakillen değineceğimiz üzereİbn Haldûn’a göre
asabiyet bağının yoksunluğundan dolayı İbn Kasî’nin öncülüğündeki Mürîdûn
topluluğunun hareketi başarısız olmuştur. Topluluğu dînî milis güçleri
(religious militia) olarak niteleyen Palacios ve daha sonra Faure, İbn Kasî’nin
imâmet/ mehdîlik iddiasını ve tasavvuf doktrinini yayma amacının hareketin genel
ideolojik tutumu olduğu düşüncesindedirler. Buna paralel olarak Afîfî ise,
Mürîdûn topluluğunun zâhirde dînî bir grup ya da tasavvufî bir fırka; hakîkatte
ise İbn Kasî’nin siyâsî emellerini gerçekleştirmek üzere kullandığı öncü bir
güç olduğu kanısındadır. Ayrıca Afîfî’ye göre, liderinin kendi şahsî çıkar ve
arzularının dışında, hareketin kendisinin de dînî ve siyâsî olmak üzere iki
önemli hedefi vardır: Dînî hedef, Endülüs’te dîni bağnaz ve yobaz kimselerin
tekelinden kurtarmak; siyâsî hedef ise Murâbıtların halk kitleleri üzerindeki
istibdâdına son vermektir.
Şimdi bu noktada,
Mürîdûn tâifesinin Murâbıtlara niçin muhâlefet ettiği ve özellikle merkezî
idâreye en uzak bölgelerden birisi olan Garbü’l-Endülüs’te ayaklanmaların
organizasyonunu niçin üstlendiği, niçin bir başkaldırı hareketine dönüştüğü
sorusu önem arzetmektedir. Burada sebep sonuç ilişkisi düzeyinde umûmî ve
husûsî olmak üzere iki farklı bağlamda meseleyi îzâh hâdiselerin seyrini
anlamlandırmak bakımından daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla ilk
olarak Endülüs’te ortaya çıkan isyanlar doğrudan Murâbıtların siyâsî-idârî
konumlarıyla irtibatlandırılacak bir bağlama sâhiptir. Yâni Murâbıtların Kuzey
Afrika’da siyâsî, askerî ve iktisâdî yönden zayıflaması, Endülüs’te merkezî
idâreye karşı isyanların ortaya çıkmasına zemin hazırlayan temel sebeplerden
birisi olmuştur. Böyle bir durumda, idârî anlamdaki hoşnutsuzluğu ve boşluğu,
kendi otoritelerini tesis için bir fırsat olarak gören kimseler —bu zümreye İbn
Kasî de dâhil olabilir— birer birer merkezî idâreye karşı isyan hareketine
koyulmuşlardır. Meselenin daha husûsî düzeyde sebeplerine yâni tasavvuf ve
sûfîlerle ilgili yönüne gelecek olursak, bu noktada bilhassa Murâbıt
yönetiminin tasavvuf ve sûfîlere karşı takındığı olumsuz tavrı dikkate alma
zorunluluğumuz vardır. İhyanın yakılmasında ve dönemin önde gelen
sûfîleri İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân ve Mayurkî’nin Merâkeş’e celbedilmeleri
hâdisesinde somut bir şekilde görüldüğü üzere sûfîlerin mâruz kaldıkları kötü
muâmeleler, Şilb, Mirtüle, Leble ve Garbü’l-Endülüs’ün diğer bölgelerinde İbn
Kasî ve Mürîdûn topluluğunun başkaldırılarına zemin hazırlamıştır. Şunu
özellikle belirtmeliyiz ki Murâbıtların Kuzey Afrika ve Endülüs’te güç kaybı
yaşadıkları zaman diliminde, muhâlif tutumlarıyla karşılaştıkları gruplar
yalnızca sûfîler değildi; meselâ bu mânâda şehirlerdeki elitler yönetimi ele
geçirmek üzere kadılar üzerinden hareket ederek muhâlif bir tutum
benimsemişlerdir.
İbn Kasî’nin
öncülüğünde Mürîdûn topluluğunun aktif bir siyâsî hareket olarak görünmesi
Şevvâl 538/Nisan-Mayıs 1144 târihine tekabül etmektedir. Bu târihte İbn Kasî,
Murâbıtlara karşı Muntiküt (Monteagudo) kalesini ele geçirmek üzere bir müfreze
birliği göndermiş fakat başarılı olamamıştır. Bunun üzerine topluluk
mensuplarının moral düzeyini muhâfaza etmek ve güçlendirmek maksadıyla İbn
Kasî, “alınan yenilginin bir fecr-i kâzip olduğunu ardından fecr-i sâdığın tulû
edeceğini, nihâyetindeyse [beklenen kutlu] günün doğacağını” söylemiştir.
Mürîdûn hareketini yönlendirdiğinden dolayı Murâbıtlarca aranmaya başlanan İbn
Kasî bu yenilgi sonrasında, Mirtüle taraflarında Cevze köyünde Benî Sünne
olarak tanınan kabîlenin yanında bir süre gizlenmek zorunda kalmıştır. Bu
dönemde, İbn Kabile olarak tanınan Muhammed b. Yahyâ eş-Şaltîşî ile tanıştı.
Sonraları bu şahıs, İbn Kasî’nin kendisine danıştığı, perde arkasında duran en
önemli isimlerden biri hâline gelecekti. Nitekim İbnü’l-Hatîb, İbn Kabile’nin
dâhî ve cesur bir şahsiyet olduğunu, İbn Kasî’nin kendisine güvenerek maksadını
etraflıca anlattığını, onu isyânın kılıcı ve devletinin öncü gücü yaptığını
ifâde etmiştir.
Murâbıtlar bu
târihlerde güç kaybına uğradıklarından Endülüs’ü kontrol altında tutmaları
öyle pek de kolay değildi. İbn Kasî’nin emriyle İbnü’l-Kâbile, Mürîdûn
tâifesinden yaklaşık 70 kişi ile birlikte Mirtüle kalesini 12 Safer 539 (14
Ağustos 1144) târihinde ele geçirmiş; İbn Kasî’nin (kendi mehdîliğine) dâvetini
orada îlân etmiştir. Rebîülevvel ayının (Eylül) ilk günlerinde İbn Kasî
Mirtüle’ye gelmiş; tehlil ve tekbirlerle kendisini büyük bir topluluk
karşılamış ve kaleye yerleşmiştir. Rivâyetlere göre “imam” olarak
isimlendirilişi de bu târihlerdedir. Ayrıca İbn Kasî, Mürîdûn hareketine dâhil
olmaları ve Murâbıtlara karşı ayaklanmaları için Garb vilâyetinin ileri
gelenlerine elçiler göndermiş ve pek çok kimse İbn Kasî’nin dâvetine icâbet
etmiştir. Eş zamanlı olarak İbn Kasî’nin yakın dostu ve mürîdi Ebu’lVelîd
Muhammed b. Ömer İbnü’l-Münzir Şilb’i ve Murcik (Mercik) kalesini ele
geçirmiştir. Ardından İbnü’l-Münzir ve Sidrây b. Vezîr, Mirtüle’ye İbn Kasî’nin
yanına gelerek kendisine bîat ettiler. İbn Kasî, İbnü’l-Münzir’i Şilb ve
bölgesini, İbn Vezîr’i de Bâce (Beja) ve bölgesini yönetmek üzere atamıştır.
Bütün bu olanlara
ilâveten Murâbıtlara karşı İbn Kasî, Muvahhidler ile iletişim kurmanın
yollarını aramaya koyulmuştur. 539/1144 senesinin sonlarına doğru Tilimsân’da
ikâmet eden Abdülmü’min’e Ebû Bekir b. Habîs’i elçi olarak göndermiştir.
Mektubunda İbn Kasî, kendisini mehdî olarak isimlendirmişti. Mehdî İbn
Tûmert’in halefi olan Abdülmü’min mektubun içeriğinden ve muhtemelen de
mehdîlik meselesinden dolayı kızarak ona cevap vermemiştir. Hal’u’n-na’leyn
şerhinde İbnü’l-Arabî pek açık olmasa da bu mektuplaşma konusuna kısaca
değinmektedir:
İbn Kasî’nin Abdülmü’min b. Ali’ye yazdığı mektubunda ve
kendisine işâret ettiği sözlerde ise durum onun anlattığı gibi değildir. Ayrıca
Abdülmü’min b. Ali’nin ona verdiği cevap, onun İbn Kasî’yi yakînen
tanımadığını, kişiliğini ve konumunu pek bilmediğini göstermektedir.
Leble (Niebla) ve
Velbe (Huelva) gibi bölgenin pek çok önemli merkezinde hâkimiyet tesis eden
Mürîdûn tâifesi, İbnü’l-Münzir ve Yusuf b. Ahmed el-Batrûcî’nin komutanlığında
Îşbîliye’yi (Seville) ele geçirmek için giriştikleri mücâdelede yenilgiye
uğramışlardır. Ancak bu sıralarda İbn Kasî ve tâkipçileri arasında bâzı
ihtilâflar başgöstermiştir. Özellikle Murâbıtların komutanlarından İbn
Gâniye’nin gayretleriyle, İbn Kasî ile Bâce’nin yöneticisi Sidrây b. Vezîr ve İbnü’l-Münzir
arasında çeşitli anlaşmazlıklar zuhur etmiştir. Sidrây b. Vezîr, İbn Kasî’yi
terkederek amcası ve kardeşinin Bâce’deki hareketine 540/1146 târihinde
katılmak sûretiyle Yâbüre ve Batalyevs’te (Badajoz) kendisine yeni bir
hâkimiyet alanı tesis etmiş; ayrıca İbn Hamdîn ile anlaşmak sûretiyle de
bölgede ciddî bir şekilde, hâkimiyet alanını genişletmiştir. İbn Kasî onunla
mücâdele etmesi maksadıyla İbnü’l-Münzir’i göndermiş; fakat İbn Vezîr onu
hezîmete uğratmış, Şilb ve Mirtüle’yi ele geçirmiştir. İbn Kasî’nin hal’ini
isteyerek Kurtuba Emîri İbn Hamdîn için dâvette bulunmuştur. Bunun üzerine İbn
Kasî, Abdülmü’min ile görüşüp onun destek ve yardımını almak maksadıyla
Mağrib’e geçmiş; velâyet ve mehdîlik iddialarından vazgeçmiş olarak
Abdülmü’min’in huzûruna çıkmıştır. İbn Kasî ile Abdülmü’min arasında vuku bulan
görüşmenin mehdîlikle bağlantılı yönüne Merrâküşî şöyle yer vermektedir:
İbn Kasî
Abdülmü’min’in huzûruna getirildi. Abdülmü’min ona hitâben dedi ki: “Halkı
mehdîliğine dâvet ettiğin benim kulağıma geldi.” İbn Kasî buna cevâben “Kâzip
ve sâdık olmak üzere fecir iki tür değil midir?” Abdülmü’min “Evet” karşılığını
verdi. Devamla İbn Kasî dedi ki “Îşte ben fecr-i kâzibim.” Abdülmü’min bu söz
üzerine gülümsedi.
Kaynaklarda İbn
Kasî’nin Abdülmü’min ile karşılaşma târihine ilişkin rivâyetler farklılık
arzetmektedir. İbnü’l-Ebbâr ve ona tâbi olarak İbnü’l-Hatîb Rebîülâhir 540
(Eylül-Ekim 1145) târihinde Selâ’da (Sale) karşılaştıklarını, Muharrem 541
(Haziran-Temmuz 1146) târihinde de oradan ayrıldığını söylemektedirler. Bununla
berâber, İbnü’l-Ebbâr, Sidrây b. Vezîr’in İbn Kasî’yi mağlûp ettikten sonra
Şa’bân 540 (Ocak-Şubat 1146) târihinde Mirtüle’yi ele geçirdiğini ve İbn
Kasî’nin Abdülmü’min ile görüşmek üzere Mağrib’e geçmek zorunda kaldığını rivâyet
etmiştir. İbn Haldûn ise Merâkeş’in fethinden yâni Şevvâl 541’den (Mart-Nisan
1147) sonra İbn Kasî’nin Mağrib’e geçtiği ve Sebte’de ikâmet ettiği, Yûsuf b.
Mahlûf’un onu Abdülmü’min’e takdim ettiği yönünde bir rivâyete yer vermiştir.
Her hâlükârda Endülüs târihi açısından İnân’a göre, buluşma zamânından ziyâde
İbn Kasî’nin Abdülmü’min ile buluşması hâdisesinin pratikte doğurduğu sonuçlar
çok daha önemlidir. Şöyle ki bu buluşma sonrasında Abdülmü’min, Endülüs’te
meydana gelen olaylara müdâhele etmek üzere girişimde bulunmuştur. Nitekim
Abdülmü’min, Berrâz b. Muhammed el-Mesûfî’nin kumandasında bir orduyu İbn Kasî
ile birlikte Endülüs’e göndermiş; kısa sürede bu ordu, Garbü’l-Endülüs’ü
(Algarve) feth etmiş; İbn Kasî Şilb ve Mirtüle’de, Yûsuf b. Betrûci Leble’de
eski mevkilerini elde ederlerken, Sidrây b. Vezîr de Bâce ve Batalyevs’te
(Badajoz) eski mevkine dönmek durumunda kalmıştır. Böylece bir Muvahhid vâlisi
olarak İbn Kasî yeniden kendi asıl bölgesini kontrol altına almış oldu.
Ardından İbn Vezîr ve Muvahhid güçleriyle birlikte hareket ederek, Murâbıtların
müstahkem mevkilerinden biri olan İşbîliye’yi (Seville) ele geçirmek üzere
gitmişler; Murâbıtlardan şehri almayı başarmışlardı. Bütün bunlara rağmen hâlen
Muvahhidlerin Endülüs’teki konumları istikrar bulmuş değildi. Karmaşa ortamının
devam ettiğini gören İbn Kasî, İbn Vezîr ve diğerleri 542/1148 târihi
sonrasında bağımsızlıklarını îlân ettiler. Mürîdûn tâifesinin hâkimiyeti,
Abdülmü’min’in Endülüs’te dağınık bir şekilde hareket eden yerel liderleri
kendisine bîat etmek üzere Selâ’ya dâvet ettiği 545/1150-1151 târihine kadar
sürdü.
Abdülmü’min’in
dâvetine icâbet etmeyen İbn Kasî başka bir hâmî arayışına girişti ve Portekiz
Kralı Afonso Henriques (ö. 580/1185) ile anlaşma yolunu tuttu. Kendisini çok
iyi karşılayan Afonso, İbn Kasî’ye iyi dileklerini sunarak at ve çeşitli
silâhlar hediye etti. Endülüs’te
hıristiyan yöneticilerle ittifaka girişmek o dönem için bilinmeyen bir şey
değildi; özellikle mülûkü’t-tavâif dönemi göz önünde tutulunca, -Goodrich’e
görebu her iki taraf adına oldukça avantajlı bir durumdu. Fierro da İbn
Merdeniş’in (ö. 567/1172) ismini zikrederek Endülüs’te yönetimi tesis etmek
isteyen diğer müslüman gruplara karşı hıristiyanlarla anlaşma yapan tek kişinin
İbn Kasî olmadığını, onun dışında yerel bâzı liderlerin kendi bölgelerindeki
hıristiyanlarla anlaşma yoluna gittiklerini vurgulamıştır. Ancak yine de İbn
Kasî’nin bu girişimi Faure’ye göre Şilb halkının kendisine olan güvenini büyük
bir oranda sarsmıştır. Çünkü böyle bir politik hareketin sonucunun kendileri
açısından bir güvenlik problemi ortaya çıkarma ihtimâli söz konusuydu. Bunun
üzerine Şilb halkı Cemâziyelevvel 546 (16 Ağustos-14 Eylül 1151) târihinde, İbn
Kasî’nin hıristiyanlarla yapmış olduğu işbirliğini bahâne ederek ona karşı
ayaklandılar. Oğlu Hüseyn b. Ahmed b. Kasî’yi oyalamak maksadıyla şehrin dışına
çıkardılar, İbn Kasî’yi öldürüp başını Portekiz kralının kendisine hediye
ettiği mızrağın ucuna astılar. Böylece İbn Kasî’nin yönetimi son bulmuş;
Murâbıtlara karşı Garbü’l-Endülüs’te ilk ayaklanmayı başlatan Mürîdûn tâifesi
de târihe karışmış oldu.
Kaynakların neredeyse
tamâmı İbn Kasî’nin edebiyat ve belâgat ilmine ilgi duyduğu konusunda
hemfikirdirler. Merrâküşî’nin ifâdesiyle İbn Kasî, “beyân sanatıyla ile meşgul
olmuş; [eser telîfinde] belâgat yöntemini benimsemiştir.” İbnü’l-Ebbâr ise
şiirde temâyüz edişiyle ilintili olarak İbn Kasî’ye âit bâzı şiirlere yer
vermiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî de Hal’unna’leyn şerhinde İbn Kasî’nin
bu yönü üzerinde özellikle durmuştur:
Müellif, edep ve fazîlet sâhibi Arap dilinin
inceliklerini bilen, dile derinlemesine vâkıf olan, fasih lisânı hakkıyla
anlayan bir kimsedir.
Siyâsî mücâdelesine
ayrıntılarıyla yer verilen eserlerde sûfî olması dışında İbn Kasî’nin amelî ve
îtikâdî anlamda mezhebine dâir herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Amelî mezhep
olarak dönemin Endülüs’ünde yaygın olan Mâlikîliği benimsemiş olduğu tahmin
edilebilir. Îtikâdî anlamda ise Halu’n-na’leynde iktibas olunan bir
âyette -genel anlamda Eş’arî yorumla paralellik arzeden“halk” kelimesine İbn
Kasî’nin “takdîr” anlamını vermesinden hareketle İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’nin
Eş’arî olduğuna hükmetmektedir:
Metln] “Yaratıcıların en güzeli Allah ne yücedir!”
(Mü’minûn, 23/14)
[Şerh] “Îcâd edenlerin” değil “takdir edenlerin” en
güzeli Allah ne yücedir! İbn Kasî âyeti böyle tefsîr etmektedir, çünkü
îtikâden Eş’arî mezhebindendir.
İbn Kasî’nin
tasavvufî muhîtine ilişkin bilgilere ise biyografisine yer veren kaynaklarda
daha çok İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân çevresiyle irtibatlandırmak sûretiyle
değinilmiştir. Adları geçen her üç sûfînin ilişkilerinin tarzı ve boyutu
etraflıca bir sonraki bölümde ele alınacağı için biz burada diğer klasik
kaynaklarda bu bağlamda hiç söz edilmeyen ve yalnızca İbnü’l-Arabî’de
rastlanılan tasavvufî muhitine değinmeye çalışacağız. İbnü’l-Arabî Hal’u’n-na’leyn
şerhinde ve Fütuhatta İbn Kasî’nin şeyhleri olarak Halefullah
el-Endelüsî ve İbn Halîl isminde iki şahsı zikretmiştir:
Nitekim bu kitapta,
ümmîlerin büyüklerinden Halefullah el-Endelüsî adlı sâlih kuldan naklettiği
rivayetleri sahihtir. İbn Kasî, Halefullah el-Endelüsî’nin meclisine gelir ve
Halefullah el-Endelüsî de kalbindeki kudsî ruh ve ilâhî nurdan aldığı şeyleri İbn
Kasî’ye anlatırdı.
[İbn Kasî’nin
kendisi] sâyesinde mânevî keşiflere mazhar olduğu şeyhi, Mağrib bölgesinin en
büyük şeyhlerinden idi. Ona İbn Halîl denilirdi. O Leble’li [Niebla] idi.
Peki, İbnü’l-Arabî
tarafından İbn Kasî’nin kendileriyle aynı muhîti paylaştığı rivayet edilen
Halefullah el-Endelüsî ve İbn Halîl kimdir? Mevcut tabakat literatürü
çerçevesinde bu soruya net ve somut bir cevapla karşılık vermek doğrusu pek
mümkün gözükmemektedir. Ancak bununla berâber kimi araştırmacılar, belirli
karînelerden hareketle her iki isim hakkında birtakım tahminler yürütmeye
çalışmışlardır. Meselâ Goodrich, Halefullah el-Endelüsî’nin İbnü’l-Ebbâr’ın Tekmile’sinde
adı geçen Halef el-Endelüsî olduğunu öne sürmüştür. İbn Halîl ise Fütûhâtın
tahkikli neşrindeki dipnotta Osman Yahyâ’nın söylediğine göre, İbnü’z-Zeyyât
et-Tâdilî’nin (ö. 628/1230) et-Teşevvüfilâ ricâli’t-tasavvuf unda yer
verdiği Ebû Abdullah Ahmed b. Halîl’dir. Bu görüşü değerlendiren Goodrich,
özdeşleştirilmeye çalışılan iki ismin kimliğini teyîdin bir hayli zor olduğunu
özellikle vurguladıktan sonra Benû Halîl kabîlesinin Leble’deki nüfuz ve
genişliğini göz önünde bulundurmak sûretiyle Osman Yahyâ’nın tahmîninin imkânı
yönünde küçük de olsa açık bir kapı bırakmıştır. Bu bağlamda Lebleli olup da
Benû Halîl’e mensup isimler üzerinde duran bir diğer isim de Emrânî’dir.
Emrânî, tabakat kitaplarında İbn Halîl nisbesiyle isimleri geçen şahısları tek
tek değerlendirmiş; fakat bunlardan hiçbirisinin İbnü’l-Arabî’nin sözünü
ettiği Lebleli meşhûr İbn Halîl olmadığı şeklinde bir kanaate varmıştır. Çünkü
o dönemlerde hayatta olan ve bu nisbelere sâhip isimlerden meselâ Ebu’l-Hasen
Halîl b. İsmâîl hadis ve fıkıhla iştigal etmiş ve bu yönüyle şöhret bulmuş,
bununla berâber sûfî oluşuna ilişkin hiçbir rivâyete yer verilmemiştir. Bu
zâtın oğlu Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Halîl için de durum benzerdir. O da babası gibi
fıkıh, hadis ve kırâat ilmi ile meşgul olmuş, fakat eserlerde tasavvufî yönüne
dâir hiçbir bilgiye rastlanmamıştır. Ayrıca târihen de Ebu’l-Abbâs Ahmed b.
Halîl’in İbn Kasî’nin şeyhi İbn Halîl olması çok uzak bir ihtimaldir. Emrânî ele
aldığı Benû Halîl’e mensup diğer isimlerde de benzer sorunların varlığından
söz etmiştir. Yâni bu zevat söz konusu olduğunda eserlerde ya onların sûfiyyeye
mensûbiyeti hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmamakta ya da iki şahıs
arasında mümkün olabilecek bir ilişki tesîsinin târihen sorun teşkil edişiyle
baş başa kalınmaktadır. Dolayısıyla bütün bunlar Emrânî’ye göre İbn Halîl’in
kimliğini târihen tespiti güçleştiren durumlardır. Bellver ise İbn Berrecân’ın,
Fez’de yaşayan ve Merâkeş’te vefat eden ve eserlerini nakleden önemli
öğrencilerinden Mâlikî fakîhi Ebû Abdullah Muhammed b. Halîl el-Kaysî’nin (ö.
570/1174) İbn Kasî’nin şeyhi olma ihtimâlinden söz etmiştir. Bellver adı geçen
şahsın İbnü’l-Ebbâr’ın Tekmilesi ve Zehebî’nin Siyerindeki
bilgileri temel referans alarak kısaca biyografisine de değinmiş; ancak onun
İbn Kasî ile ilişkisi hakkındaki bilgiyi —başka bir kaynak ya da karîne ile
teyitten ziyâde— İbnü’l-Arabî’nin aktardığı rivâyetten hareketle
dillendirmiştir.
Hiçbir kaynakta
rastlanmayan Halefullah el-Endelüsî ve İbn Halîl ile İbn Kasî arasındaki
ilişkiye dâir bilgileri muhtemelen İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’nin oğluyla Tunus’ta
karşılaşmaları sırasında elde etmiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî Tunus’taki
karşılaşmada, babası İbn Kasî’nin içinde bulunduğu mânevî halleri oğluna
sorduğunu söylemektedir. Dolayısıyla İbn Kasî’nin her iki sûfî ile olan
ilişkilerinin mâhiyetini ve düzeyini de bu rivâyetleri dikkate alarak
değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır. Aşağıda yapacağımız iktibasta
İbnü’l-Arabî, şeyhlerinin yanı sıra İbn Kasî’nin tasavvufî tavrı hakkında
genel anlamda benimsediği görüşleri de dile getirmektedir:
[İbn Kasî’nin]
söylediği sözlerin tamâmı mukallit sözüdür. Meselenin aslına ilişkin herhangi
bir bilgiye de sâhip değildir. îlim ve hakîkatlere dâir zikrettiklerinin
bütününde herhangi bir zevke ve keşfe sâhip olmayan bir kimse olarak bu sözüyle
kendini ele vermiştir. Ancak bu nefes nerede şu nefes nerede? Bu sözüyle bize
nefes aldırdı, kendisine güvenmemiz husûsundaki galatı bizden giderdi ve bize
kendisinin hadis nâkili, fetvâ hâmili, rivâyet anlatıcısı olduğunu bildirdi. Bu
kitabı şerhimiz ise sâdece kendisinden nakil yapılan kimse nedeniyledir. (...)
Nitekim bu kitapta, ümmîlerin büyüklerinden Halefullah el-Endelüsî adlı sâlih
kuldan naklettiği rivâyetleri sahihtir. (...) İbn Kasî anlayış sâhibidir,
hitâbeti açık, dil ve edebiyatta derin bilgi sâhibi ve yazım sanatında
mükemmel bir yeteneğe sâhiptir. Anlayışı kadarıyla bu mânâlara edebî, hitâbî
lafızlar giydirmiştir. Ancak bu sâlih kuldan naklettiği konularda anlayışının
noksanlığı dolayısıyla kimi yerlerde bâzan meseleyi karıştırmaktadır. (...) İbn
Kasî’nin kendi söyledikleri ile naklettikleri arasını tefrik etme melekesini
elde ettik. Hiç şüphesiz onun hallerini başkalarından daha iyi ben bilirim.
Anlayış ve fetânet sâhibi olan oğluyla buluşmuştum. Babasının hallerini ona
sordum ve onun sözünü ettiğimiz kusurlarına delâlet eden hallerini bana
anlattı. Şeyhi İbn Halîl’i terketme hâdisesi ve benzerleri, hâlini bildirmede
bize yeterlidir ve yine konuyla ilgili bilgisinin darlığı da bizim için
yeterlidir.
İbnü’l-Arabî her ne
kadar İbn Kasî’yi Halefullah el-Endelüsî’nin keşfini kendisine âitmiş gibi
sunması ve aralarında çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle şeyhi İbn Halîl’i
terkedip gitmesi sebebiyle eleştirse de, -tasavvufî tavrının sahihliği bir
yanagerek Halefullah el-Endelüsî gerekse İbn Halîl’in İbn Kasî üzerinde
bıraktıkları etkiyi tespit açısından onun söyledikleri oldukça önemlidir. Yâni Halu’n-na’leyn
in metninde edebî kisveye bürünen tasavvufî inceliklerde her iki ismin de
büyük payı olduğu muhakkaktır. Zâten İbnü’l-Arabî de metni şerhederken dikkate
değer noktalarda özellikle Halefullah el-Endelüsî’ye atıflar yapmış ve eseri
şerhe yönelmesinin temel sâiklerinden birisi olarak bu isme işâret etmiştir.
Aslında İbnü’l-Arabî, İbn Kasî hakkında başlangıçta hüsn-i zan ile yaklaşmakta
ve kendisini büyük sûfîlerden birisi olarak anmaktadır. Nitekim bir yerde
“Müellif zann-ı galibimize göre zevk ehlidir, hak kelimeye ve doğru söze
sâhiptir” der. Ancak eserde çeşitli konuları şerhe yönelince İbnü’l-Arabî’nin
müellif hakkındaki fikirleri de giderek müsbetten menfiye doğru seyretmeye
başlamış; İbn Kasî’nin görüşlerinin pek çoğunda tenâkuza düştüğünü, sözlerinin
kısm-ı âzamîsinin zorlamadan ibâret olduğunu, “akılla çelişiyor oluşu yetmezmiş
gibi üstelik rivâyet karşısında da edepsizlik”te bulunduğunu, meselenin ciddiyetinin
pek farkında olmadığını söylemiş, nihâyetinde ise İbn Kasî hakkında şerhin
sonlarında şu cümlelerle kanaatini dile getirmiştir:
Allah’a hamd olsun Muhammediyyât sahîfesi de bitti. Ancak
faydadan ârîdir. Bütün bunlar bize gerek Muhammediyyât gerekse eserin diğer
bölümlerinde müellifin bir şey bilmediğini göstermiştir.
Peki, İbnü’l-Arabî
sonrasında gelen sûfîlerin İbn Kasî’ye karşı tutumları nasıldı? Genel olarak
-ileride daha geniş bir şekilde değineceğimiz üzeretespit edebildiğimiz
kadarıyla Fusûs şârihlerinden hiçbirisi İbn Kasî’nin aleyhinde olumsuz
bir fikir beyânında bulunmamışlardır. Ayrıca İbn Meserre’ye yer verdiği silsile
sebebiyle daha önce ismini andığımız Şüşterî, benzer şekilde İbn Kasî’yi de bu
silsilenin içinde zikretmektedir. Bu da İbn Kasî’nin tasavvufî ilgileri
açısından kendisinden sonra gelen bir sûfî tarafından algılanış tarzı için
kanaatimizce farklı ve bir o kadar da ilginç bir yaklaşım olarak
değerlendirilmelidir. Şüşterî’nin İbn Kasî’yi andığı Kasîde-i Nûniyye’sindeki
beyti şu şekildedir:
و«لبس إحاطات» من الحجر
قد تبنا ولابن قسي «خلع نعل» ؤجوده
Şüşterî’nin ifâdelerinde
muğlak kalan kimi noktaları vuzûha kavuşturmaya çalışmak maksadıyla Kasîde-i
Nûniyye ye yaptığı şerhinde İbn Acîbe’nin (ö. 1224/1809), İbn Kasî
hakkındaki bilgilerinin temel kaynağı, yine aynı kasîdeye şerh yazmış olan
Ahmed Zerrûk’tur (ö. 899/1493-94). İbn Acîbe’nin naklettiği ifâdelerden anlaşıldığına
göre Şeyh Zerrûk, nâzımın yâni Şüşterî’nin, İbn Kasî’ye tâzimde bulunmasını
tasvip etmemektedir. Zerrûk’u bu düşünceye sevkeden temel sâik ehl-i tarîk
arasında mütedâvil olan İbn Kasî hakkındaki ileri geri konuşmalardır. Ancak İbn
Acîbe “Muhtemelen ehl-i tarîk, İbn Kasî’nin murâdını tam olarak anlayamamıştır,
kaldı ki onlar İbn Kasî dışında bâzı muhakkik sûfîler hakkında da ileri geri
konuşmuşlardır.” demek sûretiyle meseleyi tasavvuf târihi açısından suhûletle
çözmenin yolunu aramıştır. Nitekim İbn Acîbe’den önce Şa’rânî ve Münâvî de İbn
Kasî’nin tasavvuf târihi literatüründeki yerini müspet anlamda
belirginleştirmek adına benzer bir anlayışı benimsemişlerdir. Özellikle
Şa’rânî’nin Tabakât’ında geçen ifâdeler kısmen bu anlayışın vardığı
noktaları göstermesi açısından önem arzetmektedir. Gerek yaşadıkları tasavvufî
hallerinin gerekse yazdıkları tasavvufî öğretilerinin tam olarak anlaşılamaması
dolayısıyla kınanan, dışlanan, yerilen, kendilerine eziyet edilen ve öldürülen
sûfîlere dâir düşüncelerini dile getirdiği pasajda İbn Kasî’nin ismine yer
veren Şa’rânî, İbnü’l-Arabî’den yaptığı bir rivâyetin yorumu ile meseleyi bu
çerçevede îzâha çalışmıştır:
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî
şöyle demiştir: Ariflerin kalplerine çoğu kez ilâhî nefhalar bahşedilir. Şâyet
ârifler bu ilâhî nefhalar hakkında konuşurlarsa, âriflerin kâmilleri bile
onları cehâletle ithâm ederler ve her meseleye naslardan delil arayan ehl-i
zâhir ise onlara gelen ilâhî nefhaları reddederler. Halbuki bu kimselerin
göremedikleri husus şudur: Nasıl ki Allah Teâlâ mûcizelerin bir fer’i olan
kerâmetleri evliyâsına ihsan ediyorsa âlimlerin anlamakta âciz kalacağı
ibâreleri de âriflerin lisânından Allah dile getirir.
Derim ki: Bu sözden
şüphe eden kimse Şeyh Muhyiddîn’in Kitâbü’l-Meşâhidine, Seyyid Muhammed
[Vefâ]’nın Şeâir[ü’l-irfân fi elvâhi’l-kitmân]’ına, İbn Kasî’nin Kitâbü
Hal’i ’n-na''leyn ine ya da İbnü’l-Arabî’nin Kitâbü Ankâi Muğrib’ine
atf-ı nazar etsin. Bu sözün anlamı mütekellim [İbnü’l-Arabî] ile birlikte
Hazretü’l-kuds’e giren kimseye mahsus olup ulemânın büyükleri bile, bu sözü
söyleyenin maksadını anlamış değillerdir. Çünkü o kudsî bir lisândır; onu
yalnızca melekler, beşeriyet kisvesinden tecerrüt edenler ve sahih keşif erbâbı
bilebilir.
Şa’rânî ile benzer
bir tavır içerisinde olan Münâvî’ye göre İbn Kasî’nin tasavvufî ve siyâsî
faâliyetlerinin değerlendirilmesinde, birbirine ters düşen muhtelif fikirlerin
varlığı söz konusudur. Ancak Münâvî bu durumu pek de garipsemez. Çünkü tasavvuf
târihi boyunca bu tarz hâdiselerle karşılaşmak olağan dışı bir durum değildir.
Örnek vermek îcap ederse -Münâvî’ye göremeselâ İbnü’l-Arabî ve ekolünü
benimseyen sûfîler için de benzer değerlendirmeler yapılagelmiştir. Sözünü
ettiğimiz müspet anlamda İbn Kasî’nin yerinin tasavvuf literatüründe belirginleştirilmesi
amacına mâtuf olarak Münâvî -İbn Hacer’de de rastlanılanşu rivâyete yer
vermiştir:
Ebu’l-Abbâs
el-Askalânî dedi ki Şeyh Ebû Muhammed el-Müfâviz şöyle dedi: Şeyh Ebu’l-Hasen
es-Sekkâ’dan şöyle dediğini işittim: Kalbimde Ebu’l-Kâsım b. Kasî’ye karşı bir
inkâr var idi. Bir gece uykuya dalınca rüyamda onu gördüm. Ona vurmak üzere
elimi kaldırdım. Bana dedi ki: Beni kendi hâlime bırak. Ben üç şeyden dolayı
bağışlandım. Ben de dedim ki bunlar nedir? Dedi ki: Allah için kıyam ettim;
haksızca öldürüldüm; Hal u ’n-na’leyn isminde bir kitap telif ettim.
Tasavvuf literatürünün
dışında İbn Kasî’nin biyografisini kaleme alan Zehebî ve İbn Hacer’deki
değerlendirmeler ise ehl-i hadîse özgü klasik bakış açısını neredeyse birebir
yansıtmaktadır. Her iki müellifin İbn Kasî hakkındaki kanaatleri birbirine
oldukça yakındır. Her ikisi de ortak kanaat serdederek, felsefî tasavvuf ile
iştigal eden, îtikâdı bozuk, bid’atçi bir kimse şeklinde İbn Kasî’den söz
etmişlerdir. Zehebî’den farklı olarak İbn Hacer aşağıdaki iktibasa yer
vermiştir:
Mağrib imamlarından
birisinin yazısını okudum, başlangıçta İbn Kasî cumhûrun yolu üzere idi. Daha
sonra bu yoldan saptı. Tasavvufa yöneldi, nasların tahrîfinde ve zâhirin
tevîlinde sûfîlerin yolunu tâkip etti.
İbn Kasî’nin -sûfîlik
yönüyle de kısmen irtibatlıliteratürde tartışılan bir diğer yönü de imâmet ve
mehdîliği meselesidir. Aslında literatürde yapılan modern çalışmalarda
sûfîliğinden ziyâde genel olarak onun siyâsî yönüne ilgi duyulmuş, çoğunlukla
bu nokta merkeze alınarak değerlendirmeler yapılmıştır. Bu konuda da
literatürde Palacios’un tezlerinin genel kabul gördüğü rahatlıkla
söylenilebilir. Palacios Endülüs tasavvuf düşüncesindeki süreklilik kurgusunu, İbn
Kasî’nin imâmetiyle irtibatlandırmak sûretiyle tesis etme gayreti içerisinde
olmuştur. O, özellikle İbn Meserre’nin takipçilerinden îsmâil er-Ruaynî ile İbn
Kasî’nin benzer iddialara sâhip oldukları fikrini önemsemektedir. Nitekim ona
göre Mürîdûn hareketini tesis ederek İbn Kasî, îsmâil er-Ruaynî’nin
-dolayısıyla İbn Meserre’ninimâmet doktrinini yeniden ihyâya çaba harcamıştır.
Tâkipçilerini iknâ amacıyla her iki ismin kerâmetler izhar edişiyle benzerlik
-dolayısıyla da sürekliliknoktasını güçlendirmek istemiştir. Her ne kadar
Palacios’un tezlerini paylaşıyor olsa da Dreher, İbn Kasî’nin doğrudan imâmet
doktrinine ilişkin müstakil bir metnine sâhip olmadığımızı söylemektedir.
Ancak bununla berâber Dreher Hal’u’n-na’leyn in mukaddimesini tahlil
ederek İbn Kasî’nin imâmetine ilişkin çıkarımlarda bulunmaktan da geri durmamıştır.
Dreher’e göre mukaddimede İbn Kasî’nin seçilmişliğine ve imâmetine dâir
görüşler dile getirilmektedir. Fakat burada Dreher’in yaptığı yorumların çok
yerinde olmadığını söylemek durumundayız. Nitekim mukaddimenin ibârelerinin
neredeyse tamâmını şerheden İbnü’l-Arabî’de, İbn Kasî’nin imâmetine işâret
edildiğine ilişkin bir yoruma rastlanmamaktadır.
Palacios’tan farklı
olarak Cornell, İsmâil er-Ruaynî’den ziyâde İbnü’l-Arîf ile olan ilişkisi
üzerinden İbn Kasî’nin imâmet doktrinini îzâha girişmiştir. Ancak genel
îtibâriyle Cornell değerlendirmelerini büyük oranda İbn Haldûn’un Mukaddimesinde
sûfîlerin mehdîlik konusundaki görüşlerine yer verdiği kısımdan özellikle de Hal’u
’n-na’leyn şârihi İbn Ebî Vâtîl’den naklettiği görüşler üzerinden
yapmıştır. Buna göre Mürîdûn hareketinin siyasal ideolojisinin temel dayanağı,
Peygamber’in vefâtı sonrasında, taşıdığı mânevî otoritenin belirli seçkin
şahıslara intikâliyle devam edeceği fikridir. Bu doktrin Cornell’e göre
sonraki yıllarda daha metafizik bir biçimde İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde de
kendisine yer bulmuştur. İbn Kasî’ye göre hem siyâsî hem de mânevî otorite
ilâhî olarak emredilmiş imâmette kendisini görünür kılmaktadır. Öyle ki bu
imâmet âhir zamâna dek nesilden nesile intikal edecektir. Hicretten 500 yıl
sonra, İbn Kasî, imamların “Muhammed Mehdî” ile son bulacağını ve kendisinin
de imam ve mehdî olduğunu iddia etmiştir. İmâmet konusunda İbn Kasî’nin
görüşlerinin çoğu Cornell’e göre Keysâniyye-Hâşimiyye Şîasının doktrinlerini
anımsatmaktadır. Nitekim İbn Kasî’nin Mürîdûn hareketinde olduğu gibi
Keysâniyye hareketi de İslâm’a sonradan giren kimseler arasında yaygınlık
kazanmıştır.
Kimi Endülüs
târihçileri ise genel olarak Mehdî İbn Tûmert ile İbn Kasî arasındaki
benzerliklere dikkat çekerek konuyu daha farklı bir zâviyeden ele almaya
çalışmışlardır. Benzerlikler Gazzâlî’nin sistemini benimsemiş olmaları, dînî
bir tecdit için çaba göstermeleri ve mehdîci bir hareket olarak ortaya çıkmalarında
yoğunlaşmaktadır. Fierro, İbn Kasî ve İbn Tûmert’in
tam olarak ne zaman,
niçin ve hangi niyetlerle “mehdî” nisbesiyle kendilerini isimlendirdiklerini
tahmin etmenin zor olduğu kanaatindedir.
Bu zorluğu nispeten aşmak için Fierro, İbn Kasî ve Muvahhidler
zamanında basılan paralara mürâcaat etmiştir. Şöyle ki her iki grup tarafından
VI. yüzyılın ilk yarısında [mîlâdî XII. yüzyılda] basılan bu paraların üzerinde
“Rabbimiz Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed, îmâmımız Mehdî’dir” الله ربنا محمد رسولنا المهدي إمامنا ifâdelerine yer verilmiştir.
Muvahhidlerin
paralarında mehdî İbn Tûmert
iken, Mürîdûn tâifesinin paralarında mehdî İbn Kasî’dir. Muvahhidlerin
paralarında târih yer almadığı için İbn Tûmert’in mehdîliğini îlân ediş
târihine ilişkin fikir yürütmek oldukça zordur, fakat İbn Kasî’nin bastırdığı
paradaki târih 539/1144’tür. Araştırmacılar genel îtibâriyle Endülüs
entelektüel muhîtinde “imam” ya da “mehdî” kavramının konuşulduğuna ilişkin
bundan başka da çeşitli delillerin mevcûdiyetinden söz etmişlerdir. Meselâ
Garden bu fikri desteklemek maksadıyla Endülüs tasavvuf çevrelerinde İbn
Kasî’nin komutanlarından Ebu’l-Velîd b. Münzir’e yazdığı mektupta İbnü’l-Arîf’in
mehdîlik meselesine değinişini örnek olarak vermiştir.
İbn Kasî’nin
biyografisine yer verdiğimiz bu bölümü Goodrich’in yapmış olduğu genel
değerlendirmelerle bitirmek istiyoruz. Goodrich öncelikle İbn Kasî’nin sâhip
olduğu iki farklı kimlik yâni hem bir sûfî hem de siyâsî bir lider oluşu
üzerinden değerlendirme yapmaya çalışmıştır. Buna göre temel soru şudur: İbn
Kasî, kendisini ilâhî hakîkati aramaya adayan bir sûfî mi yoksa dünyevî
gayeleri için çabalayan, güç devşiren bir ihtilâlci midir? Politik ya da şahsî
menfaatleri için mehdîliğini îlân etmesi, sonrasında zorda kalınca
Muvahhidlerin saflarına katılması, en sonunda da hıristiyanlarla ittifak
arayışına girmesi gibi hususlar göz önünde tutulduğu zaman ortaya çıkan İbn
Kasî portresi yukarıdaki sorunun ikinci kısmına mutâbık düşmektedir. Ancak
Mürîdûn tâifesi açısından meseleye yaklaşıldığında, sorunun ilk kısmıyla
örtüşen bir İbn Kasî ile karşılaşılmaktadır. Çünkü Mürîdûn yâni tasavvufî
öğretilere tâlip kimseler, tasavvufî doktrinlerinden dolayı İbn Kasî’nin
cazibesine kapılmışlardır. Yoksa bu kimseler onun siyâset alanındaki üstün
dehâsından dolayı kendisine râmolmuş değillerdir. Ayrıca tâkipçileri, İbn Kasî
ilkelerinden radikal bir biçimde saptığı zaman -hıristiyanlarla anlaşması buna
örnek verilebilebilironu terketmişler, yanında yer almamışlardır.
“Dolayısıyla” der Goodrich “İbn Kasî basit bir şekilde sâdece Murâbıtlara
karşı ayaklanmak istemiş olsa idi; Hal’un-na’leyn'i yazmaya ihtiyaç
duymaz ve ömrünü de yıllarca tasavvufu öğrenmek üzere adamazdı.” Mürîdûn
hareketinin Endülüs’te elde ettiği siyâsî başarılarda dikkati çeken husus,
İbnü’l-Kâbile, İbn Vezîr ve İbnü’l-Münzir gibi askerlerin varlığıdır. Yoksa
tek başına İbn Kasî’nin kişisel liderliğinden kaynaklanan bir durum söz konusu
değildir. Gerçekte bu durum Goodrich’e göre şunu göstermektedir:
“Garbü’l-Endülüs’teki başkaldırı ya da ayaklanmaların ardındaki muharrik güç,
aslında adları geçen bu şahıslar idi. Meşhur sûfî İbn Kasî ise adı geçen
isimlerin kendi arzularını yerine getirecekleri uygun şahıs idi. Eğer isyânın
başında sözünü ettiğimiz hüküm doğru bir yargı ise, İbn Kasî daha sonra kendi
istek ve arzularını geliştirmiştir.” Goodrich’e göre İbn Kasî’nin bir sûfî
olarak kimliğinin son buluşu, işte bu noktadan sonrasına tekabül etmektedir.
Her ne kadar İbn Kasî’nin politik başarıları, başarısızlıkları,
yetersizlikleri veya yanlışlıkları bâzı kaynaklarda sert bir şekilde
eleştirilmiş olsa da bu onun önemini ya da değerini hiçe saymayı gerektirecek
bir durum değildir. Gerek İbnü’l-Arabî’nin Halu n-naleyn üzerine bir
şerh kaleme alması gerekse diğer sûfîler tarafından iktibas edilen düşünceleri
tasavvufun Mağrib ve Endülüs’teki gelişiminde İbn Kasî’nin önemini ortaya
koymak için yeterlidir. Nitekim Goodrich’in sonuç cümlesi de şudur: İbn
Kasî’nin İslâm entelektüel târihine katkısı onun en az siyâset târihindeki yeri
kadar önemlidir.
2.3.2 İçinde
Bulunduğu Tasavvufî Muhit: İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân
İbn Kasî’nin
hayâtını, hareketini ve tasavvufî tavrını tanıma açısından literatürde öne
çıkan tartışmalardan biri de kendisinin içinde bulunduğu tasavvufî muhit
hakkında söylenilegelen hususlardır. Bu bağlamda öncelikle
belirginleştirilmesi gereken nokta, İbn Kasî ile İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân
arasında var olduğu öne sürülen ilişkinin tam anlamıyla hangi düzeylerde
seyrettiğidir. Bâzı araştırmacılara göre İbn Kasî İbn Berrecân’ın, bâzılarına
göre de İbnü’l-Arîf’in mürîdidir. îlkini muhtemelen Şa’rânî’nin İbn Berrecân
hakkında zikrettiği yüz otuz köyün imâmı olması rivâyeti göz önünde
bulundurularak bâzı araştırmacıların vardığı bir yorum şeklinde düşünebiliriz.
Yâni İbn Berrecân’ın “imâmet” hakkındaki görüşleri, vefâtı sonrasında
müritlerinden veya tâkipçilerinden -burası bizim tartışmada altını çizmemiz
gereken yerdirbiri olarak kabul edilen İbn Kasî tarafından politik düzlemde
görünür kılınmıştır. Palacios tarafından dillendirilen ve araştırmacıların
çoğunluğunca paylaşılan ikinci görüş yâni İbn Kasî’nin İbnü’l-Arîf’in mürîdi
olduğu varsayımı da politik düzlemden bağımsız değildir. Buna göre Palacios İbn
Kasî’nin önderliğinde gerçekleştirilen “Mürîdûn isyânı”nı evvelâ İbn Meserre,
sonrasında ise İbnü’l-Arîf tarafından dile getirilen görüşlerin politik dışavurumu
olarak görmektedir.
Akademik çevrelerde
konu, Paul Nwyia’nın İbnü’l-Arîf’in mektuplarına ilişkin yaptığı neşirlerle
birlikte yeniden tartışılır hâle gelmiştir. Addas, 1956’da yaptığı ilk neşirde
vardığı “İbnü’l-Arîf’in en renkli müritlerinden İbn Kasî şeyhinin düşüncelerini
pratiğe aktarmıştır” yargısıyla Nwyia’nın oryantalistlere özgü klasik ve
yerleşik tavrı sergilediği kanaatindedir. Ancak 1978’de Nwyia İbnü’l-Arîf’e
âit yeni mektupları bulup yayımlayınca —Addas’a göre—, söz konusu yargısını gözden
geçirmek zorunda kalmıştır. Nwyia’nın yayımladığı mektuplardan ikisi İbn
Kasî’ye gönderilmiştir. İbnü’l-Arîf’in diğer mektuplarında zikredilen
târihlerden yola çıkmak sûretiyle Nwyia, İbn Kasî’ye gönderilen mektupların
muhtemel târihini 525529/1131-1134 yılları arası olarak vermiştir. Bu târihler
bize İbnü’l-Arîf ile İbn Kasî arasındaki irtibâtın hangi yıllarda
gerçekleştiğinin bilgisini sunmaktadır. Her iki sûfî arasında mektupları
ulaştıran kişi, terceme-i hâli hakkında herhangi bir bilgiye sâhip olamadığımız
Ebû Muhammed el-Mevâk’tır.
Mektupların
içeriğinden hareketle sırasıyla Nwyia, Addas, Cornell ve Emrânî gibi
araştırmacılar İbnü’l-Arîf ve İbn Kasî’nin biyografisine ilişkin bilinenlerin
aksine birtakım çıkarımlarda bulunmaya çalışmışlardır. İlk mektupta yer alan
“Mektubu getiren Ebû Muhammed [el-Mevâk] -Allah ona keremiyle muâmele
etsinbana, senin beni ismen tanıdığını söyledi.
Benim seni bilmiyor ve fakat buna
rağmen senin beni tanıyor oluşun beni gerçekten düşündürdü.” ifâdeleri, İbnü’l-Arîf’in
içinde bulunduğu ve üçüncü kişilerle paylaştığı şaşkınlığı göstermektedir. Bu İbnü’l-Arîf
ile İbn Kasî arasında şeyh-mürit ilişkisinin olamayacağının açık bir kanıtıdır.
Nitekim mektupta kullanılan dil birbirini yakînen tanıyan iki kişi arasında
gerçekleşen hitap ve söyleyiş tarzından oldukça uzaktır. Ayrıca İbnü’l-Arîf’in
bir mürîdi olması bir tarafa, İbn Kasî o yıllarda zâten bölgesinde meşhur ve
çevresinde hâlihazırda müritleri olan bir kimsedir. Meselâ İbnü’l-Arîf’in
kendisiyle mektuplaştığı Ebu’l-Velîd b. Münzir, İbn Kasî’nin önde gelen
müritlerinden biridir. Bu arada Ebu’l-Velîd b. Münzir ile İbnü’l-Arîf
arasındaki mektuplaşmalarda da aracı olan kişi yine Ebû Muhammed elMevâk’tır.
Diğer akademisyenlerden farklı olarak Cornell, İbnü’l-Arîf’in yukarıdaki
ifâdelerini, Murâbıt yöneticilerinin zulmünden kaçınma maksadıyla söylemiş
olma ihtimâli üzerinde de durmuştur.
Îkinci mektubunda İbnü’l-Arîf,
İbn Kasî’nin yazdığı metinlerden bâzılarının -muhtemelen Hal’u’n-na’leyn
de bu metinlerden birisidirkendisine ulaştırıldığını ve onları okuduğunu,
bundan dolayı gayet memnun olduğunu ifâde etmekte; ayrıca İbn Kasî’nin ilm-i
hakikatten behredar oluşunu ve mânevî ilimlerdeki yetkinliğini övmektedir.
Nwyia ve Addas’ın da özellikle belirttiği üzere, mektupların üslûbu bir mürit
ile şeyhi arasında gerçekleşmesi ihtimal dâhilinde olan bir tarz da değildir.
Aslında üslûp birbirlerini henüz tanımaya çalışan iki kişi arasında vuku bulan
mektuplaşma tarzına daha yakın durmaktadır. Yine mektuplardan anlaşıldığına
göre İbn Kasî o dönemlerde hâlihazırda bir şeyh ve mânevî-entelektüel otoritesi
zâten belirli sayıda kimse tarafından farkedilmiş bir zât idi. Dolayısıyla tüm
bunlardan hareketle artık İbn Kasî’nin İbnü’l-Arîf’in mürîdi olduğunu öne
sürmek; yanı sıra İbn Kasî’nin doktrinel eğilimlerinde ve tasavvufî tavrında
belirleyici bir etkisi olduğunu ifâde etmek hayli zordur. Addas’a göre bu iki
mektup, İbnü’l-Ebbâr’ın iddia ettiği ve bizim daha önce aktardığımız, İbn
Kasî’nin İbnü’l-Arîf’i Meriye’de, Merâkeş’ten ayrılmazdan evvel ziyâret ettiği
yönündeki iddiayı da çürütmektedir. Meriye’de İbnü’l-Arîf’i ziyâret noktasında
Addas’la benzer düşünen Emrânî, böyle bir ziyâretin gerçekleşme ihtimâlini
zayıf da olsa dikkate alarak, bunun bir mürîdin şeyhini ziyâreti kabîlinden
değil de bir şeyhin kendisi ile muârefesi olan bir başka şeyhi ziyâret etmesi
şeklinde düşünülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca bu ziyârete ilişkin
rivâyeti ihtiyatla karşılayan Goodrich’in meseleye yaklaşımı ise
İbnü’l-Arabî’nin İbn Kasî’nin kendileri ile ilişkisi bulunan şeyhleri hakkında
verdiği bilgilerden hareketle olmuştur. Gerek İbnü’l-Arîf gerekse İbn
Berrecân’ın telîfâtına vukufu bulunan ve onlara atıflar yapan İbnü’l-Arabî,
İbn Kasî’nin şeyhleri olarak Halefullah el-Endelusî ve İbn Halîl’den de ismen
bahis açmakta iken, her nedense eserlerinde adları geçen bu sûfîlerin
birbirleri ile olan şeyh-mürit irtibâtından hiç söz etmemektedir. Dolayısıyla
bu verileri dikkate alan Goodrich İbn Kasî hakkındaki bilgilere doğrudan oğlu
vâsıtasıyla erişen İbnü’l-Arabî’nin nakillerinin İbnü’l-Ebbâr’ınkinden daha
güvenilir olduğu kanaatindedir. Bütün bunlara rağmen İbnü’l-Arîf ile İbn
Kasî’nin görüştüklerine ilişkin rivâyet kabul edilecek olsa bile Goodrich’e
göre İbnü’l-Arîf’in öğretilerinin, Hal'u'n-naleyn üzerinde herhangi bir
etkisi bulunmamaktadır.
İbn Kasî’nin
İbnü’l-Arîf’in mürîdi olmadığı meselesini böylece vuzûha kavuşturduktan sonra,
ilgili literatürü araştıranları epeyce meşgul eden hususlardan bir diğeri olan
İbn Kasî’nin isyan etmesinde İbnü’l-Arîf’in herhangi bir rolü bulunup
bulunmadığı husûsuna geçebiliriz. Peşînen ifâde edelim ki Addas, Palacios’un
iddia ettiğinin aksine, İbnü’l-Arîf’in, vefâtı sonrasında gerçekleşecek olan
isyan hareketini hiçbir şekilde ne teorik ne de pratik düzeyde desteklemediği
kanaatindedir. Bu kanaatini desteklemek üzere Addas, İbn Kasî’nin mürîdi
Ebu’l-Velîd b. Münzir’e İbnü’l-Arîf tarafından gönderilen mektubun muhtevasına
dikkatleri çekmektedir. Mektubunda İbnü’l-Arîf, Ebu’l-Velîd b. Münzir’e
yöneticilere itâat etmenin gerekliliği hakkında nasîhatlarda bulunmaktadır.
Dolayısıyla bu mektup sâyesinde kesinlikle anlaşılmaktadır ki, İbnü’l-Arîf asla
İbn Kasî’yi isyan etmek konusunda desteklememiştir.
Her iki sûfî
arasındaki şeyh-mürit ilişkisi konusunda Addas ile hemfikir olan Cornell, İbnü’l-Arîf’in
“velâyet ve imâmet” anlayışının İbn Kasî ile “müphem ilişkileri” noktasında
önem arzettiği düşüncesindedir. Cornell’e göre her ne kadar İbnü’l-Arîf’in İbn
Kasî ve Mürîdûn hareketi ile formel anlamda bir ilişkisi olduğuna dâir somut
deliller yoksa da İbnü’l-Arîf, İbn Kasî’nin velâyet ve imâmet konusundaki
görüşlerini kabûlüne dâir bir emâre taşıyacak şekilde velâyetin otorite oluş
tabiatına vurgu yapmıştır. İbn Kasî ve tâkipçileri ile mektuplaşmaları bu
ifâdenin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Bu konularda Cornell araştırmacılar
tarafından İbnü’l-Arîf’in mektupları ve sözlerinin derlendiği Mifiâhus-saâde
adlı eserin göz ardı edildiği kanaatindedir. Mektupları tahlîle devam eden
Cornell, İbn Kasî’nin eserini okuduktan sonra, İbnü’l-Arîf’in onun tasavvuf
doktrinini tamâmen kavradığına kâni olduğunu söylediği ifâde üzerinde özellikle
durmuştur. Cornell’e göre sitâyişkârâne söylenmiş bu ifâdeler, İbnü’l-Arîf’in İbn
Kasî’nin velâyet ve imâmet iddiasına inandığı anlamına gelmemelidir. Aynı
mektupta yer alan ilme dâir İbnü’l-Arîf’in naklettiği anekdotu Cornell, velâyet
konusunda İbn Kasî’nin kendisini meşrûlaştırma çabalarına İbnü’l-Arîf’in şüphe
ile yaklaştığı şeklinde yorumlanabileceği düşüncesindedir. Cornell,
Palacios’un tezinde İbn Kasî’nin İbnü’l-Arîf ile farazî ilişkisinin hayâtî bir
öneme sâhip olduğunu söylemektedir. Zîra Palacios’un İbn Meserre’nin
doktrinlerinin vârisi olarak Meriye şeyhi İbnü’l-Arîf’in portresini çizme
girişiminde bu husus önem arzetmektedir. Çünkü özellikle
İspanyol oryantaliste göre
Mürîdûn hareketi İsmâil er-Ruaynî’nin imâmet iddiasının yeniden ihyâsından
başka bir şey değildir. Dolayısıyla İbnü’l-Arîf ile İbn Kasî ilişkisinin
varlığı Palacios tarafından öne sürülen tarihsel sürekliliği gösterecek en
önemli unsurlardan biridir. Ancak Cornell’e göre İbnü’l-Arîf’in İbn Kasî ile
mektuplaşmasının dışında, —Palacios’un varsayımı olan İbn Kasî’yi İbn
Meserre’nin tâkipçilerinden birisi olarak kabul etmek kaydıyla— Meserre Mektebi
ile doğrudan bir ilişkisi yoktur; nitekim İbnü’l-Arîf’in tarîkat silsilesi de
bunun en önemli delîlidir.
Sonuç olarak bugün
ulaşabildiğimiz bilgiler dâhilinde, Meriye merkezli tasavvufî oluşum
örneğinden hareket ile, her ne kadar doğrudan bu oluşumla şeyh-mürit irtibâtı
üzerinden bir ilişki ağı tesis etmemiş ise de -bunun dışında meselâ mektuplaşma
yoluylaİbn Kasî’nin dönemin Endülüs’ünde mevcut tasavvufî çevrelerden bir
şekilde haberdar ve onlarla bir şekilde iletişimde olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca isimleri anılan sûfîlerin literatürde tasavvufî tavırları açısından
benzer kategorilerde değerlendirilmeleri de onların tasavvufî muhitleri
hakkında fikir sunacak mâhiyette bilgilerdir. Bu bağlamda —ileride daha geniş
bir şekilde değiniceğimiz üzere— İbn Haldûn’un Şifâü’s-sâil inde
yaptığı tasnîfi örnek olarak verebiliriz. Adı geçen eserinde İbn Haldûn
sûfîleri mezhepleri muhtelif, tarîkleri farklı olmalarına rağmen üzerinde
ittifak ettikleri görüşler çerçevesinde iki kısımda ele almakta; bu
görüşlerden ilkini benimseyen sûfîleri “hazarât, esmâ, tecellî ve mezâhir ehli”
olarak nitelendirmekte ve bu grup içinde örnek olarak isimlerini tek tek
saydığı sûfîler arasında İbn Berrecân ve İbn Kasî’ye de yer vermektedir.
3. HAL’U’N-NA’LEYNNE
İBNÜ’L-ARABÎ
3.1. Hal’u’n-Na’leyn: Yazmaları, Neşirleri, Şerhleri ve Muhtevası
İbn Kasî’nin Hal’u’n-na’leyn
in müellifi olduğuna ilişkin, hayâtına ve mücâdelesine yer veren
kaynaklarda olduğu kadar bibliyografik eserlerde de herhangi bir şüpheye mahal
bırakmayacak derecede bilgiler mevcuttur. Bununla berâber Hal’u’n-na’leyn
dışında İbn Kasî’nin başka bir eserinin varlığı ise henüz araştırmacılarca tam
olarak tespit edilmiş değildir. Klasik kaynaklar arasında yalnızca İbnü’l-Hatîb
herhangi bir künye anmaksızın Halu ’nna’leyn hâricinde İbn Kasî’ye âit
başka eserlerin de var olduğu kaydını düşmüştür. Epey geç bir târihte olsa da
kısmen bu rivâyeti güçlendirecek bir bilgiye İbn Acîbe’de rastlamaktayız:
Şüşterî’nin zikri geçen kasîdesine yaptığı şerhte İbn Acîbe, Lübsü ihâtât
veya Lübsü ihâta isminde İbn Kasî’nin bir eseri olduğu bilgisini
paylaşmıştır. İbn Acîbe’nin beyitten çıkardığına göre muhtevâsı îtibâriyle bu
eserinde İbn Kasî, bir fıkıh terimi olarak “tahcîr”den veya “kâinâtın tasnîfi
cihetiyle tahcîr”den bahis açmıştır. Ne var ki İbn Acîbe’nin şerhinde Lübsü
ihâtât veya Lübsü ihâta ya dâir bundan başka bir mâlûmâta
rastlanmaz. Ayrıca onun edebî yönünden bahsederken İbnü’l-Ebbâr, İbn Kasî’nin
şiirlerinden iktibaslar yapmış; fakat bunların müstakil bir dîvan içerisinde
derlenip derlenmediğine dâir herhangi bir rivâyete de yer vermemiştir.
Dolayısıyla adı geçen kaynaktaki şiirlerinden mâadâ İbn Kasî’nin günümüze
ulaşan yegâne eseri Halu ’n-na’leyndir.
Halu’n-na’leynin tam olarak telif
târihine dâir gerek metnin kendisinde gerekse müellifi hakkında bilgiler
bulunan eserlerde maalesef herhangi bir kayıt mevcut değildir. Goodrich’e göre
büyük bir ihtimalle İbn Kasî ribâtında inzivâya çekildiği yıllarda Hal’u’n-na’leyni
kaleme almıştır. Yâni eserin telif târihinin, Mürîdûn tâifesinin
Garbü’l-Endülüs’ün çeşitli bölgelerinde henüz İbn Kasî tarafından
örgütlenmediği yıllara tekabül ettiği söylenilebilir. Mürîdûn tâifesinin
etkinliklerine başladığı târih ise 538/1144’lü yıllardır. Goodrich’in tahmînini
güçlendiren bir diğer hâdise ise İbnü’l-Arîf ile İbn Kasî arasındaki
mektuplaşmalardır. Mektubuna İbnü’l-Arîf, İbn Kasî’ye âit eseri okuyup memnun
kaldığı bilgisini dercetmiştir. Mektupları yayımlayan Nwyia, her iki sûfî
arasındaki mektuplaşmanın muhtemel târihini 525-529/1131-1134 yılları arası
olarak vermektedir. Kısacası bahsi geçen iki hâdise göz önünde bulundurulduğu
zaman, eserin muhtemel telif târihi 525/1130’lu yıllara tekabül etmektedir.
Eserin tam adına
gelince, burada müellif İbn Kasî tarafından esere verilen ad ve böyle bir adın
veriliş nedeni üzerinde duracak ve eserin tam adı etrâfında literatürde
gözlenen tartışmaların kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Fakat
öncesinde Hal’u’n-na’leyn in mukaddimesinin ilk cümlelerini ve eserin
adıyla ilgili pasajını mevcut fikirlerin tâkibi açısından iktibas ediyoruz:
Hamd, Rahmân ve Rahîm âlemlerin Rabbi
Allah’adır. Hiç şüphesiz senin Rabbin fettâh ve alîmdir. Ve Allah dilediği kimseyi
sırât-ı müstakîme hidâyet eder.
Kitabı Hal
u’n-na’leyn ve iktibâsün-nûr min mevzi ’i ’l-kademeyn olarak isimlendirdim. Kitaba dikilmiş bir
alem ve darb-ı mesel olan5 bir isim verdim ki
îmâları anlaşılsın, çağrışımları alınsın ve fetânet sâhibi anlasın ki
evlere yalnızca kapılarından girilir ve mevzûlara sebepleri ile ulaşılır. İki
gözü olan kimse “hal’u’n-na’leyn”den murâdın ne olduğunu anlar. Ondan murat, dünya nalınlarını çıkarma ve
şehvet ve hevâ elbiselerinden tecerrüt etme ve hakîkî fakîrin kendisini
Mevlâsının nefhalarına arzetmesidir.4
Tespit edebildiğimiz
kadarıyla İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ve İbn Acîbe istisnâ tutulursa genellikle
İbnü’l-Hatîb, Zehebî, Safedî, İbn Hacer, Şa’rânî, Münâvî gibi müellifler, İbn
Kasî’ye âit eserin tam adına yer vermeyip kısaca Hal’u’n-na’leyn demekle
yetinmişlerdir. Ancak bu durum, sonraki dönemlerde literatürde çeşitli belirsizliklerin,
karışıklıkların ve yanlışlıkların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Literatürde eserin tam adının tespiti noktasında ortaya çıkan karışıklıklar
büyük bir ihtimalle Kâtib Çelebi’nin (ö. 1067/1657) Keşfü’z-zunûnda yer
verdiği kayıt ile birlikte baş göstermiştir. Keşfü.’z-zunûn da eserin
tam adı Hal u’n-na’leynfi ’l-vusûl ilâ hazreti ’l-cem’ayn şeklindedir.
Kâtib Çelebi’nin kaydettiği şekliyle eserin tam adı, daha sonra Bağdatlı İsmâil
Paşa (ö. 1920), Ziriklî (ö. 1976), Ömer Rızâ Kehhâle (ö. 1987) gibi yazarlar
tarafından da aynen aktarılmıştır. Ayrıca Halu’n-na’leyn in hacminin
muhtasar, müellifinin ise sûfî şeyhlerinden İbn Kasî olduğu bilgisini paylaşan
Kâtib Çelebi, yukarıda iktibas ettiğimiz mukaddimeden farklı olarak eserin
başlangıç cümlesini de aşağıda verildiği şekliyle kayda geçirmiştir:
Hamd, vücut dâiresini iki harf ile îcat eden
(yaratan) Allah’adır.
Ne var ki Keşfu’z-zunûn
da yer alan eser ismi ve aktarılan mukaddime cümlesi, Kâtib Çelebi’nin de
muâsırı olan bir başka sûfîye âit eserin adı ve mukaddimesidir. Kâtib
Çelebi’nin çeşitli vesîlelerle andığı bu Osmanlı müellifi Abdullah Bosnevî’dir
(ö. 1054/1644). Aslında Hal’un-na’leyn den bahis açtığı kısımda Kâtib
Çelebi, eserin Fusûs şârihi Şeyh Abdî tarafından şerhedildiği bilgisini
de zikretmiştir. Bağdatlı İsmâil Paşa Halu ’n-na’leyn şârihi olarak Şeyh
Abdî isimli şârihin tam adını Abdullah Abdî b. Muhammed el-Bosnevî er-Rûmî
şeklinde vermiştir. Kısacası, Kâtib Çelebi, ileride daha geniş bir şekilde
üzerinde duracağımız Abdullah Bosnevî’ye âit Hal u’n-na’leynfi ’l-vusûl ilâ
hazreti ’l-cem’ayn adlı müstakil eseri ve mukaddimesini sehven İbn Kasî’ye
nispetle kaydetmiştir. Ancak bu kaydı dikkate almaları dolayısıyla bâzı
araştırmacılar da -Rosenthal müstesnâ— eser ve müellifi hakkında, kaçınılmaz
olarak spekülatif yorumlar yapmak zorunda kalmışlardır. Meselâ Afîfî,
İbnü’l-Arabî’nin yaptığı şerhteki mukaddime ile Kâtib Çelebi’nin zikrettiği ve
Afîfî’ye göre “esere âit olduğu bilinen” mukaddimenin farklı olmasını
ilginçlikle nitelendirir. Nitekim İbnü’l-Arabî daha az önemde olan
mukaddimedeki “Hamd, rahmân ve rahîm âlemlerin Rabbi Allah’adır. Hiç şüphesiz
senin rabbin fettâh ve alîmdir.” cümlelerini şerhetmiş ve fakat “Hamd, vücut
dâiresini iki harf ile îcat eden (yaratan) Allah’adır.” cümlesini
şerhetmemiştir. İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf sistemi göz önünde bulundurulduğunda
Afîfî’ye göre şerhi daha çok hak eden aslında ikinci cümledir. Bu sebeple Afîfî
hem eser hem de şerhi hakkında birtakım kuşkuları olduğunu bilhassa
belirtmiştir. Ancak bununla berâber Afîfî, İbn Kasî’ye nispetle Kahire
Dârü’l-Kütübi’l-Mısriyye’de (Tasavvuf no: 693) bulunan Hal u ’n-na ’leynfı
’l-vusûl ilâ hazreti ’l-cem ’ayn ismini taşıyan, Kâtib Çelebi’deki
mukaddimeyle birebir aynı 1315/1898 târihli bir yazma nüshayı incelemiş;
müteâkiben eserin müellifinin İbn Kasî’den ziyâde geç dönem İbnü’l-Arabî
tâkipçilerinden bir müellif olduğu kanaatine varmıştır. Kâtib Çelebi’deki bu
kayıt dolayısıyla îlyas Çelebi, gerek yazdığı müstakil makalede (1997) gerekse
ansiklopedi maddesinde (1999), Afîfî’yi andırır tarzda spekülatif yorumlar
yapmak zorunda kalmıştır. Çelebi’nin makalesinde İbn Kasî’nin günümüze ulaşan
yegâne eseri Hal’u’n-na’leynfı’l-vusûl ilâ hazreti’l-cem’ayn olarak
kaydedilmiştir. Buna göre Şehid Ali Paşa nüshası dışında kalan yazmaların
ibâreleri birbiriyle mutâbık olup mukaddimeleri de Kâtib Çelebi’de geçen
mukaddimenin birebir aynısıdır. îlyas Çelebi adı geçen eserin İbn Kasî’ye
âidiyetinde herhangi bir şüphe duymaksızın, Abdullah Bosnevî’ye âit eserin
yazılış nedenini ve muhtevasını irdelemeye koyulmuştur. Ardından Şehid Ali
Paşa nüshasına geçmiş ve aralarındaki farklılıklara değinmeden aynı esermiş
gibi bu nüshanın da bölümlerini kısaca belirttikten sonra eserin Şeyh Abdî’ye
âit şerhinin bugüne kadar herhangi bir nüshasının tespit edilemediği notunu
düşmüştür. Makaleden farklı olarak ansiklopedi maddesinde îlyas Çelebi, İbn
Kasî’nin yegâne eserinin Halu ’nna ’leyn ve iktibâsü’n-nûr min mevzi ’i'
l-kademeyn olduğunu söyledikten sonra müellifi tespit edilemeyen Hal’u’n-na’leynfi
’l-vusûl ilâ hazreti ’l-cem’ayn adlı eserin İbn Kasî’ye nispetinin Keşfü’z-zunûn
da yer alan kayıttan kaynaklanmış olma ihtimâli üzerinde durmuştur. Ayrıca
yine makalede olduğu üzere Şeyh Abdî’ye yâni Abdullah Bosnevî’ye âit şerhin
herhangi bir nüshasının tespit edilemediği yönündeki notunu da düşmeyi ihmal
etmemiştir.
Hal u ’n-na ’leyn ve
iktibâsü ’n-nûr min mevzi ’i ’l-kademeynin tespit edebildiğimiz kadarıyla üç
nüshası vardır:
1.
Yusuf Ağa Yazma Eser Kütüphânesi (Konya) 7836 numarada
bulunan nüsha:
Tek bir cilt hâlinde
1b-160b varakları arasında bulunan ve her bir sayfada 15 satır hâlinde nesih
bir hat ile yazılan nüshanın ilk varağında eserin ve müellifinin adı şeklinde
verilmiştir. Ayrıca ilk varakta
yer alan temellük kaydında eserin Sadreddin Konevî’ye âit olduğuna ilişkin bir
bilgi vardır. Nüshanın 1b-2a varaklarının üst kısmında yer alan vakfiye kaydı
ise şöyledir:
Sadreddin Muhammed b. İshak (r.a) bu kitabı kabrinin
yakınındaki zâviyeye vakfetti ve [aldığı kitabın değerine denk düşen] güvenilir
bir rehin bırakma durumu müstesnâ [eserin zâviyeden] dışarı çıkarılmamasını
şart koştu. “Her kim bunu işittikten sonra değiştirirse, vebâli yalnızca o
[şartı] değiştirenlerin boynunadır.” [Bakara, 2/181]
Sadreddin Konevî,
Rebîülâhir 665 [Aralık 1266] târihinde bizzat, şahsî kitaplığındaki eserlerin
bir fihristini yapmıştır. Îrec Afşâr tarafından bir makaleye konu edilen bu
fihristte 58. sırada yer alan yazmalardan birisi de Hal’u’n-na’leyn e
âit bu nüshadır. Yazmanın müstensihi ve istinsah târihi hakkında maalesef
herhangi bir kayıt yoktur. Fakat Konevî tarafından fihristin yapıldığı târihi
dikkate alacak olursak, en azından eserin Rebîülâhir 665’ten [Aralık 1266] önce
yazıldığını pekâlâ söylemek mümkündür. Dolayısıyla buradan hareketle Hal’u’n-na’leyn
in eldeki en eski nüshasının Konevî kitaplığına âit bu yazma olduğu tespitini
rahatlıkla yapabiliriz. Târihen eskiliğinin yanı sıra bu nüshayı diğerlerinden
ayıran bir diğer özellik de üzerinde —büyük bir ihtimalle— Sadreddin Konevî’ye
âit birtakım tashihleri bulunduruyor oluşudur. Dikkatle incelendiği zaman metin
üzerinde yapılan tashihlerin İbnü’l-Arabî’nin Halu’n-na’leyn şerhinde
yaptığı tercihlerle uyumlu olduğu gözlenmektedir. Ancak zikri geçen ayırt edici
vasıflarına rağmen, yazmanın son kısmının eksik olduğunu bilhassa belirtmemiz
gerekmektedir. Hal u’n-na’leyn’in aslında yer alan Leyle-i Kadr ve Hakîkati” bölümünde…. ifâde sinden
sonra gelen yaklaşık dört sayfalık bir kısım Konevî’ye âit nüshada yoktur.
Ayrıca yazmanın 1b varağının alt kısmından üç satır da hasar görmüştür.
2.
Beyazıt Devlet Kütüphânesi, Veliyyüddîn Efendi Bölümü
1673 numarada bulunan nüsha:
Yusuf Ağa’daki
nüshada olduğu gibi tek bir mücellet içinde 1b-172b varak sayıları arasında
bulunan eser her bir sayfada 15 satır hâlinde nesih hat ile yazılmıştır.
Nüshanın ferâğ kaydı aşağıdaki şekildedir:
Ferâğ kaydında ifâde
edildiğine göre nüsha 13 Zilhicce 677 [22 Nisan 1279] târihinde Dımaşk Kâsiyûn
dağı eteklerindeki Sâlihiyye civârında Ebu’l-Fazl el-Biskerî tarafından
istinsah edilmiştir. Nisbesinden anlaşılacağı üzere müstensih —günümüzde
Cezâyir sınırları içinde bulunan— Biskre’dendir (ö^K^o). Bunun dışında
kendisi hakkında herhangi bir mâlûmâta sâhip değiliz. Ancak istinsâhın İbnü’l-Arabî’nin
türbesi civârında yapıldığı göz önünde tutulursa kendisinin İbnü’l-Arabî ve
Ekberî muhitle bir şekilde irtibatlı olduğu varsayılabilir.
Nüshanın 1a varağında
Veliyyüddîn Efendi (ö. 1182/1768) tarafından vakfedildiğine dâir 1175
[1761-1762] târihli bir mühür vardır. Ayrıca Veliyyüddîn Efendî’nin hâricinde,
üç kişiye aît temellük kaydı görülmektedir. Yine bu varakta eserin adı ve
müellifi …şeklinde verilmiştir. Fakat varak ortasında eserin adı ve müellifine
ilişkin
şeklinde eserin İbnü’l-Arabî’ye
âit Hal’u’n-na’leyn şerhi olduğunu söyleyen bir kayıt daha yer
almaktadır. Ancak kaydın hemen yanı başındaysa, bu isnâdın yanlış olduğunu
bildiren bir nota rastlanılmaktadır: …
Nüshada yanlış
ciltlenmeden kaynaklandığı düşündüğümüz birtakım takdim-tehirler görülmektedir.
Meselâ 9b’den sonra bir karışıklık başlamakta ve bu durum 70a’ya kadar devam
etmektedir. Ayrıca Yusuf Ağa nüshasında olduğu gibi Kadir gecesinin fazîletine
ilişkin bölüm noksan olarak bir varak kadar sürmekte ve ardından eserin
tetimmesi gelmektedir. Yâni he iki nüsha da eserin tahkikli neşirlerinde esas
alınan Şehid Ali Paşa nüshası ile farklılık arzetmektedir.
3.
Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid Ali Paşa Bölümü 1174/1
numarada bulunan mecmua içindeki nüsha:
İbnü’l-Arabî’nin
esere yaptığı şerhi (89a-175b) ile birlikte aynı mecmua içinde 2b-88b varakları
arasında bulunmaktadır. Nüshanın her bir sayfası 19 satır hâlinde nesih bir hat
ile kaleme alınmıştır. İleride detaylı olarak anlatacağımız üzere ferağ
kaydında müstensih olarak Ömer Yûnus el-Esnâî’nin adı geçmekte, istinsah târihi
olarak ise 15 Cemâziyelevvel 741 [6 Kasım 1340] senesi yer almaktadır. Her on
varakta bir yazmanın alt kısmında….istinsâhın bir asıl nüsha ile mukabele ve
tashih edildiğini bildiren ve şârihine ilişkin şu kayıt düşülmüştür:
Ayrıca 2a varağında
iki adet temellük kaydı ve Şehid Ali Paşa tarafından vakfedildiği ve
kütüphâneden çıkarılmaması gerektiği şartını bildiren vakıf mührü vardır.
Mührün üzerindeyse herhangi bir târih yoktur.
Değerlendirmelerini
yaptığımız nüshalardan bazıları, tarihsel sırasıyla kendilerinden kısaca bahis
açacağımız birtakım akademik çalışmalara ve neşirlere de konu olmuştur. Bu
cümleden olmak üzere Palacios Kefü’z-zunûn a referansla eserin bir
nüshasının İstanbul’da olduğunu kaydetmekle yetinmiş ve fakat değerlendirmesini
yaptığımız yazmalardan herhangi birisine değinmemiştir.1 Ardından Louis
Massignon tasavvuf ıstılâhlarının teşekkülüne ilişkin henüz literatürde yeri
doldurulamayan çalışmasında, İbnü’l-Arabî öncesi Endülüs’ünde etkinlikleri
gözlenen tasavvufî çevrelerden söz ederken İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân ile
birlikte İbn Kasî’nin isimlerini andığı esnâda yalnızca künye olarak Şehid Ali
Paşa nüshasına atıf yapmıştır. Bununla
berâber Massignon’un Hal’u’n-na’leyn e ve müellifine olan ilgisi,
kütüphânelerde yazma hâlinde bulunan ve henüz edisyonlu neşirleri yapılmamış
tasavvufî metinler içerisinden yaptığı seçkilerden müteşekkil antolojik
mâhiyetteki çalışmasında devam etmiştir. 1929 târihli antolojide eserin tam adı
Hal’u’n-na’leyn ve iktibâsul-envâr min mevzii’l-kademeyn şeklinde
verilmiş ve Şehid Ali Paşa 1174/1 nolu nüshadan istifâde edilmiştir. Burada
kısaca İbn Kasî’nin (Massignon’un imlâsıyla Ibn Qasyî) hayâtına yer verildikten
sonra, Âdem’in Rahmân’ın sûreti üzere halk edilişini bildiren hadîsin yorumu
olduğu bilgisi dışında herhangi bir açıklama ya da çeviri yapılmaksızın aşağıda
aktardığımız pasaj iktibas edilmiştir:
Brockelman,
Massignon’un dipnotta adları geçen iki çalışmasını kaynak göstermek sûretiyle
eserin Şehid Ali Paşa nüshasına referansta bulunmuş ve eserin tam adını Şerhu
Hadîsi Hal’i ’n-na’leyn ve iktibâsi ’l-envâr min mevzii ’l-kademeyn olarak
kaydetmiştir. Rosenthal ise Brockelman’ın verdiği kaydı esas alarak, aynı
şekilde Şehid Ali Paşa nüshasına atıf yapmıştır.
İbn Kasî ve Hal’u
’n-na’leyn üzerine etraflıca yapılan çalışmalardan ilki, daha önce kısmen
değindiğimiz ve yine çalışmamızın pek çok yerinde kendisinden istifâde
ettiğimiz temel kaynaklardan A Sufi Revolt in Portugal.: Ibn Qasi and. his
Kitâb Khal‘al-na ‘layn başlıklı Goodrich’e âit doktora tezidir. Tezinde
Goodrich, Şehid Ali Paşa nüshasını kullanarak Hal’u’n-na’leyn metninin
edisyonunu yapmıştır. Edisyonda yer yer aynı mecmua içindeki şerhe de mürâcaat
eden Goodrich, anlaşılırlık düzeyini artırmak maksadıyla şerhten ve ilgili
literatüre âit başka kaynaklardan istifâdeyle metni notlandırma yoluna
gitmiştir. Hal’un-na’leyn in metnine odaklı bir diğer çalışma ise -yine
kendisinden evvelce söz ettiğimizDreher’e âit Das imamat des Islamischen
mystikers Abûlqâsim AhmadIbn al-Husain Ibn Qası (gest. 1151) -Eine Studie zum
Selbstverstandnis des Autors des ‘Buchs vom Ausziehen der belden Sandalen
(Kitâb Halan-na‘laın)başlıklı doktora çalışmasıdır. Dreher bu çalışmasında
Şehid Ali Paşa ve Veliyyüddîn Efendi nüshalarından hareketle Hal’u’n-na’leyn
in çeşitli bölümlerinin edisyon kritiği ile birlikte Almancaya çevirisine
yer vermiştir. Her iki doktora çalışması da yayımlanmamıştır. Hal’u’n-na’leyn
üzerine yapılan üçüncü bir doktora çalışması ise Emrânî tarafından 1995 yılında
gerçekleştirilmiştir. Şehid Ali Paşa ve Veliyyüddîn Efendi nüshalarını kullanarak
tahkikli neşri hazırlamasının yanı sıra Emrânî, İbnü’l-Arabî’nin şerhine de
hazırladığı tahkîkin dipnotlarında oldukça geniş bir şekilde atıflarda bulunmak
sûretiyle İbn Kasî’nin metnini araştırmacılar için daha kullanışlı bir hâle
getirmeye çalışmıştır. Emrânî’nin bu çalışması Merâkeş’te yayımlanmıştır. Halu’n-na’leynin
bir diğer neşri ise Ahmed Ferîd el-Mezîdî tarafından 2011 yılında Kâhire’de
yapılmıştır. Metnin öncesinde Mezîdî’nin kaleme aldığı çok kısa bir takdim ve
araştırma yazısı bulunmaktadır. Burada Mezîdî “hal’u’n-na’leyn” kelimesinin
bir tasavvuf ıstılâhı oluşuna ilişkin Kuşeyrî (ö. 465/1072), Gazzâlî, Baklî (ö.
606/1209), Necmeddîn-i Kübrâ (ö. 618/1221), Kâşânî (ö. 736/1335), İbn Acîbe ve
Bursevî’den (ö. 1137/1725) herhangi bir yorum yapmaksızın doğrudan iktibaslarda
bulunmuş, ardından oldukça muhtasar bir şekilde İbn Kasî’nin hayâtından söz
etmiştir. Mezîdî, Emrânî’ye âit neşri önce takdir edip hakkını verdikten sonra
birtakım hatâları hâiz olduğunu, Emrânî neşrinin yetersizliği dolayısıyla bu
neşri hazırlamaya giriştiğini ifâde ediyorsa da kendisinin büyük oranda
Emrânî’ye âit çalışmayı kullandığı görülmektedir. Nitekim Şehid Ali Paşa ve
Veliyyüddîn Efendi nüshalarını anmakla birlikte onları kullandığına dâir —nüsha
farklılıklarını göstermek gibi— herhangi bir emâreye Mezîdî’nin çalışmasında
rastlanılmamaktadır. Dolayısıyla Mezîdî’nin neşrinin Emrânî’nin neşrini aşacak
bir çaba ortaya koymadığını ve bu yüzden akademik anlamda herhangi bir değer
taşımadığını söyleyebiliriz. Emrânî’nin neşri dikkate alınarak yapılan bir
diğer çalışma ise Haydar Şücâî tarafından gerçekleştirilmiştir. Şücâî
çalışmasında ilk olarak Halun-naleyn in Farsçaya tercümesine yer vermiş,
ardından nüsha farklılıklarına değinmeksizin metnin Arapçasını neşretmiştir. Bunlara
ilâveten son olarak Halu’n-na’leyn hakkında yapılan makale düzeyinde
daha önce künyelerini verdiğimiz Afîfî, Dreher ve Çelebi’nin çalışmalarını zikretmek
mümkündür.
Kaynaklarda İbnü’l-Arabî
dışında Halu’n-na’leyn üzerinde şerh kaleme aldığı söylenen İbn Ebî
Vâtîl ve Abdullah Bosnevî isimleriyle karşılaşılmaktadır. İbn Ebî Vâtîl
[Vâsıl?] ve günümüze ulaşmayan kayıp durumdaki şerhi hakkındaki yegâne kaynak İbn
Haldûn’un Mukaddimesidir. Ne var ki Mukaddime’de İbn Ebî
Vâtîl’in, XIII. yüzyılın meşhur Endülüslü sûfîlerinden İbn Seb’în’in mürîdi
olması hâricinde kimliğine ilişkin herhangi bir mâlûmâta rastlanmaz. III.
bâbın 53. faslında … başlığı altında mehdîlik meselesini
ele aldığı kısımda Şiîlerle benzer kanaatleri paylaştığını düşündüğü sonraki
dönem sûfîlerinin tasavvurlarını değerlendirirken İbn Haldûn, bu isme ve Hal
u n-na leyn şerhine yer vermiştir. Burada İbn Haldûn, sonraki dönem
sûfî literatüründe mehdîlik tasavvurunun enine boyuna işlendiğini öne sürdüğü
üç müellif ve eserinden söz etmiştir: İbn Kasî’nin Hal ’u ’n-na’leyni, İbnü’l-Arabî’nin
Ankâu muğrib’i ve İbn Ebî Vâtîl’in Halu’n-na’leyn şerhi. Ancak
ilk iki eser İbn Haldûn tarafından yalnızca ismen anılmakla yetinilmiş; ne
onlara herhangi bir atıfta bulunulmuş ne de onlardan herhangi bir metin
iktibâsı yapılmıştır. Çünkü İbn Haldûn’a göre bu iki kitap birtakım muammâları
ve muğlak meselleri barındıran pasajlara sâhiptir; müelliflerinin sarâhaten
konuştukları durumlarsa pek nâdirdir. Dolayısıyla İbn Haldûn konunun ele
alınmasında neredeyse tamâmen -Kindî’yi istisnâ tutacak olursakİbn Ebî Vâtîl’e
mürâcaat etmiştir. İbn Ebî Vâtîl’den yapılan iktibaslardan yola çıkarak Hal’un-na’leyn
in hangi kısımlarının şerhi olduğunu tahmin etmek pek mümkün değildir. Fakat
görebildiğimiz kadarıyla İbn Kasî “Sekîne Faslı”nda -ki İbnü’l-Arabî bu faslı
şerhetmemiştirkendisine has üslûpla kıyâmet alâmetlerine yer vermekte,
dolayısıyla mehdîlik meselesine ve nüzûl-i Îsâ konusuna da burada
değinmektedir. Yâni İbn Haldûn’un İbn
Ebî Vâtîl’e âit iktibaslarının “Sekîne Faslı”ndan bâzı bölümlerin şerhi
olduğunu söyleyebiliriz.
Halu’n-na’leyn üzerine yapıldığı
Kâtib Çelebi tarafından söylenilen bir diğer şerh ise Fusûsu’l-hikem
şârihi Abdî Efendi’ye âittir.3 Abdî Efendi ismi araştırmacılardan bâzıları için meçhul
bir isim olarak kalmış, dolayısıyla da onlar nezdinde şerhin bugüne kadar
herhangi bir nüshasının tespit edilemediği yönünde bir kanaat hâsıl
olmuştur. Şârih Abdî Efendi’nin ismi
Bağdatlı İsmâil Paşa tarafından vuzûha kavuşturulmuştur ki, buna göre Halu
’n-na’leyn şârihi Abdullah Abdî b. Muhammed el-Bosnevî er-Rûmî’dir.5 Ancak sözü geçen
eseri incelediğimizde İbn Kasî’nin Hal u’n-na’leyn ine âit bir şerh
olmadığını; Abdullah Bosnevî’ye âit Hal u’n-na’leyn fi ’l-vusûl ilâ hazreti
’l-cem’ayn isminde müstakil ve muhtasar bir risâle olduğunu görürüz.
Nitekim müellif Abdullah Bosnevî’nin risâlenin muhtevâsı ve yöntemine dâir
girişte verdiği bilgiler, meselenin çözüme kavuşmasında önem arzetmektedir:
İmdi, ilm-i ilâhî ile
iştigal eden kardeşlerimizden birisi Hak Teâlâ’nın Hz. Mûsâ hakkında “Nalınlarını çıkar, muhakkak sen
mukaddes Tuvâ vâdîsindesin” [Tâhâ, 20/12] buyurduğu âyet-i kerîmeyi Hz.
Peygamber’in “Kur’ân’ın zâhiri, bâtını, haddi, matlaı şeklinde yediye varıncaya
kadar —bir rivâyette yetmişe varıncaya kadar— batnı vardır” hadîs-i şerîfinde
işâret ettiği yedi batın üzere tefsîr etmemizi bizden istemişti, biz de onun bu
isteğine cevap vererek mezkûr âyeti Hak Teâlâ’nın inâyetiyle tefsîr ettik,
bütün batınların mânâlarını tâyin ettik ve o batna münâsip mânâyı verdik. Zîra
Allah Teâlâ, bütün batınların [yâni yedi batnın] lisânı ile hitap eder. İnsan
etvâr-ı seb’adan hangi makamda bulunuyorsa, Hak Teâlâ o tavra mahsus batnın
mânâsı ile ona hitap eder.
Daha önceden de değindiğimiz
üzere İbn Kasî ve Abdullah Bosnevî’ye âit eserlerin isim benzerliği ve kısmen
de muhtevâ örtüşmesi, kanaatimizce ifâde edilen karışıklıkların zuhûruna
sebebiyet vermiştir. Kaynaklarda Halun-naleyn üzerine yapıldığı söylenen
bir diğer şerh ise İbnü’l-Arabî’ye âit olanıdır ki bu esere dâir ileride
etraflıca bilgi vermeye çalışacağız.
Halu’n-na’leyn bir mukaddime ile
birlikte, müellifinin suhuf yâni sahîfeler olarak isimlendirdiği sırasıyla
Melekûtiyyât, Firdevsiyyât, Muhammediyyât ve Rahmâniyyât başlıklarını taşıyan
dört bölümden oluşmaktadır. Eserin hacim bakımından en uzun bölümü
Melekûtiyyât, en kısa bölümü ise Firdevsiyyât’tır. Muhammediyyât üçüncü bölüm
olmasına rağmen, teberrüken müellif Muhammediyyât’ın bâzı bölümlerini, hemen
mukaddimenin akabinde ve Melekûtiyyât’tan önce getirdiğini söylemektedir. Ancak
şârih İbnü’l-Arabî kitabın başlangıcında Hz. Mûsâ ve Hz. Yûsuf’a âit kıssalara
yer verildiğinin dolayısıyla da durumun gerçekten müellifin ifâde ettiği
şekilde olmadığının özellikle altını çizmektedir. Her bir bölüm kendi içinde
alt başlıklara ayrılmış, bâzan bu başlıkların bir ismi varken bâzan müellif
“fasıl” başlığı ile meseleleri ele almıştır. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin şerhinde
dile getirdiği üzere Hal’u’l-hal’ başlığı, vefâtı sonrasında İbn Kasî’nin ana
metnine kendi sözlerinden hareketle tâkipçileri tarafından derlenerek
eklenmiştir:
Bil ki,
başlangıcından “Nûn, Kaleme ve Yazdıklarına Yemin Olsun Meselesinde Muhâfaza
Edilen Sır” başlığına kadar bu fasıl Hal’u’n-na’leyn kitabından [asıl
bir bölüm] değildir. Bu kısmı bâzı kimseler kitaba dâhil etmişlerdir; ancak
bununla berâber, bu fasıl Hal’u’n-na’leyn müellifi İbn Kasî’nin sözlerinden
ibârettir ve Hal’u’l-hal’ diye isimlendirilmiştir. Faslın muhtevâsı, çeşitli
türleriyle rüyet hakkındadır. Rûhânî “ufuk-ı mübîn” ve “ufuk-ı a’lâ” rüyetini
de fasla eklemiştir. Hal’u’l-hal’ faslı, müellif Ebu’l-Kâsım İbn Kasî’nin el
yazısıyla olan asıl kitapta yoktur. 590 [1193-1194] senesinde müellifin oğluyla
görüştüm, görüştüğümüz esnâda babasının el yazısıyla olan kitap da yanındaydı
ve Hal’u’l-hal’ faslı bu kitabın içinde yoktu. Müellifin oğlu kitabı bana
verdi, ancak niçin olduğunu bilemediğim bir sebepten dolayı kitabı almadım.
Müellifin oğlu şöyle dedi: “Bu fasıl, kitaptan bir bölüm değildir. Müellif onu
kitabını telif ettikten sonra yazmış, bâzı arkadaşları da kitaba
eklemişlerdir.” Doğrusunu Allah bilir.
Şerhte
İbnü’l-Arabî’nin Hal’u’l-hal’ bölümünün Halu’n-na’leyn e âit olmayışına
ilişkin öne sürdüğü temel gerekçelerden birisi müstakil bir mukaddime ile
fasla başlangıç yapılmış oluşudur:
Hal’u’l-hal’ faslının
kitabın bir bölümü olmadığını sana gösterecek hususlardan biri de, bu faslın
başında bir mukaddime ile başlamasıdır. Bu fasılda müellifin eklediği ve [dile
getirmeyi] istediği husus, Melekûtiyyât bölümünün bir konusu değildir. Bu
fasıldaki mukaddime bölümü ise mânâları dinleyenlerin seviyesine indirmek
sûretiyle irtibâtın sağlanması için tasnif gereği zorunlu olarak buraya
dercedilmiş oldu. Halu ’nna’leyn kitabında müellif, Melekûtiyyât
dışında, başlangıçta tasnifte şart koştuğu üzere dört sahîfenin her birinin
başında bir mukaddime ile başladı. Melekûtiyyât bölümünde ise kitabın
mukaddimesindeki bölümle yetindi, kitabının başında da bu fasıl için bir haber
(rivayet) zikretmediği gibi ayrıca ona değinmedi. Dolayısıyla söyledikleri gibi
Hal’u’l-hal’ faslı kitaba mülhaktır.
Goodrich’e göre
Hal’u’l-hal’ bölümünün muhtevâsı eserin başka kısımlarında da ele alınmakta;
ayrıca üslûp bakımından adı geçen bölüm Halu’n-na’leyn in üslûbuyla
karşılaştırıldığında çeşitli farklılıklar arzettiği görülmektedir. Hal’u’l-hal’
bölümünde, her ne kadar Halu’n-naleyn in bütününde rastlanılan İbn
Kasî’ye âit teknik terimler kullanılmışsa da -Goodrich’in kanaatine
göreburadaki kullanımlar eserin bütününde gözlenen yapısal uyumdan oldukça
uzaktır. Gerçi en uzun bölüm olan Melekûtiyyât, bir şekilde kendi içerisinde
sistematik bir muhtevâya sâhipse de eserin diğer bölümlerinde bu sistematik
yapının yer yer kaybolduğunu söylemek de mümkündür.
Halu’n-na’leynin muhtevâsında gerek
teorik gerekse pratik anlamda siyâsî vurgulara rastlanmadığı gibi Endülüs’ün
siyasal târihinde gerçekleşen herhangi bir hâdiseye ya da hâdiselerde yön verme
ihtimâli bulunan bir şahsa da atıfta bulunulmamıştır. Muhtevâya dönük bu durumu
Goodrich, İbn Kasî’nin Mürîdûn hareketini başlatmazdan evvel Halu’n-na’leyni
yazmasına bağlamaktadır. Bu yüzden olsa gerek eserin muhtevâsı tamâmıyla
yazarı tarafından tasavvufî öğretiye hasredilmiştir. Ayrıca Goodrich’e göre
eserde teferruâtıyla ele alınan ilâhî isimler gibi birtakım teolojik meseleleri,
devrimci ideoloji ile sıkı sıkıya irtibatlandırmak bir hayli zordur. Devâmında
diğer bir noktaysa aslında eserde dile getirilen konuların radikal bir biçimde
îslâm teolojisinden saptığını söylemenin de bir hayli güç olmasıdır.
Fundamentalist ve reformist doktrinlerde rastlanan komünalizm ya da cinsel
ilişkiden kaçınma gibi öğretiler de Hal’u’n-naleyn in muhtevâsında
kendisine yer bulamamıştır. Goodrich’in Halu’n-naleyn in muhtevasına
ilişkin şaşırtıcı bulduğu bir husus ise eskatolojik konulara tahsis edilmiş bir
eser olmamasına rağmen muhtevâsının büyük çoğunluğunun âhirete taalluk eden
konulara tahsis edilmesidir. Eserin ana taslağını çıkarmak, onun muhtevâsını
tâkip açısından yol gösterici olacaktır:
Hamdele-salvele,
sebeb-i telif. Velîlere bahşedilen ilmin mâhiyeti, Hz. Mûsâ’nın Tûr’da mazhar
olduğu tecellî ve nalınları çıkarma bahsi. Hz. Yûsuf’un kıssası. Kitabın ismi
ve sembolik karşılığı, bölümlerinin (suhuf) sayısı ve isimlerinin sembolik karşılığı.
[s. 201-214 ; vr. 54b-79b2]
a.
Salsalatü’l-ceres: Vahyin başlangıcı ve çıngırak
sesi şeklinde gelişi. Dakâik, rakâik ve hakaik ıstılâhlarının birbirleriyle
ilişkileri çerçevesinde îzâhı. [s. 214-219; vr. 80a-88b]
b.
Bisâtul-üns: Âdemoğullarından mîsâkın
alınması (bezm-i elest) husûsu. Önce rûhâniyetin sonra nefsâniyetin
yaratılması. Nûr-ı muhammedî ve fazîletleri. Peygamberlerin birinin diğeri
üzerindeki üstünlüğü. [s. 220-232; vr. 88b-72b]
c.
Sekîne: Zamanlarda gerçekleşen kevnî
meseleler. Âhir zaman ve gurâbâ hadîsinin yorumu. Nüzûl-i Îsâ konusu. [s.
233-243; vr. 72b-73a]
a.
es-Sübülul-ficâc: Varlık mertebeleri: Hayat
feleği, rahmet feleği, kürsî-yi azîz feleği, arş-ı mecîd feleği, semâ feleği,
arz feleği. Arz, semâ, perde, arş, cennet ve felek kavramlarının birbirleriyle
irtibatlı olarak îzâhı. Feleklerin zâhir ve bâtını. [s. 245-253; vr. 100b-118a]
b.
Şaşırtan ve Susturan Meseleler. Arş çeşitleri: Arş-ı kerîm,
arş-ı azîm, arş-ı mecîd, arş-ı muhît. [s. 254-256; vr. 118a-119a]
c.
Atıf. Bir önceki bölüme atfen “Allah
arşı dört şey üzere yarattı” hadîsinin yorumu. Âdem’in kendisini ve zürriyetini
görmesi ile ilgili hadîsin yorumu. Hakk’ın ahadiyet ve adediyet ile görmesi.
Zamânın mekânda mahmul oluşu. İsimlerin çokluğu. [s. 257-266; vr. 119a-122b]
d Nâşietut-takrîb: Mahlûkâtını îcâda
Hakk’ın nüzûlünü bilme. Metaforik bir anlatımla Âdem’in nüzûlü ve yeniden diriliş.
[s. 266-273; vr. 122b-123a]
e. el-Feccul-amîk: Arşın “sâk”ında
(baldır) “Lâ-ilâhe-illallâh Muhammedü’r-resûlullâh”ın yazılı olduğunu bildiren
hadîsin yorumu. Burak ve Yeşil Refref. [s. 273-275; vr. 123a-b]
f Tesis Kaidesi ve
Tenzih-Takdis İncisi: “Miraçların sâhibi” isminin yüce kademin nûru ve aziz
emrin rûhu ile perdelenmesi. Kadem, kadem mafsalı ve istivâ mahalli. Tenzih
kademi olan “bâ” harfi. Hz. Peygamber’in “Yemeğinizi ebrar yesin” duâsının
yorumu. “İnci” ve “arşın tavanı”. Kademin bütün neşetleri hâmil oluşu.
Tecellînin kesintisiz devam edişi. [s. 275281; vr. 123b-126a]
g.
Hakaikin Tenzîli ve Rakaikin
Tafsîli Hakkanda İnciden Bir Fasıl: Âdem’in ilk misakta neslinden gelenleri zâtında cemedişi
ile Hakk’ın kademinin tecellilerinin sûretlerini cemedişi. Kademiyet ile
âdemiyet arasındaki diğer benzerlikler ve farklılıklar. [s. 281-284; vr.
126a-b]
h.
Zümrüt Âdem’in hayâtı, ilk vefat eden
ruh oluşu ve miraç rûhu ile ittisâli. Rûhun bedenden ayrılışı. İblis’in Âdem’e
secdeden yüz çevirişi. Arşın “sâk”ı. [s. 284-286; vr. 126b-127a]
i.
Minassa: Ölüm meleği ve hükümranlık
kürsüsü. Ölüm meleğinin sûreti. [s. 286-288; vr. 127a]
j.
Hz. İbrâhîmin Ölümü Hissetmesi
Konusunun Daha Anlaşılır Bir Hâle Getirilmesi: “Her nefis ölümü tadıcıdır”
âyetinin yorumu. Hz. İbrâhim’in ölümü hissedişi ile ilgili hadisin yorumu.
Mânevi mertebelere göre ölüm acısının farklılığı. [s. 288-291; vr. 127a-128b]
k.
Hal’u’l-hal’: Hz. Peygamber’in mîraç gecesi
Allah’ı görmesine ilişkin rivâyetlerin değerlendirilmesi. Bununla irtibatlı
olarak ufuk-ı a’lâ ile ufuk-ı mübîn arasındaki fark. Hz. Peygamber’in
Cebrâil’i görmesi. [s. 292-305; vr. 128b-130b]
l.
“Nûn, Kaleme ve Yazdıklarına
Yemin Olsun” Meselesinde Muhâfaza Edilen Sır: Kalem sûresinin ilk âyetinin ve cennet ehlinin ilk
yiyeceğinin balık (nûn) ciğerinin ziyâdesi olduğunu söyleyen hadîsin
işârî-tasavvufî yorumu. [s. 306-308; vr. 130b-152a]
m.
Kalem-i A’lâ ve Levh-i Mahfuzdan
Mülâhaza Edilen Sır: Kalem-i a’lâ ve
levh-i mahfûzdan talep edilen emir. Kalem, Nûn ve levh-i mahfûz arasındaki
ilişki. [s. 309-311; vr. 152a-134a]
n.
Kalemin Gıcırtısı: Kalemler, mertebeleri,
özellikleri ve kalemin levh ile ilişkisi. [s. 312-315; vr. 134a-135b]
o.
Fasıl: Cennet ehlinin ilk yiyeceği
hakkında nakledilen rivâyet ile balığın (nûn) ciğerinin hayvanların berzahı
olduğunu bildiren rivâyetin yorumu. Hz. İbrâhîm’in oğlunu kurban ediş kıssası.
Cennet ve cehennem tasvirleri. [s. 315-333; vr. 135b-137b]
p.
Fasıl: Cennet ve cehennem konusu. [s.
333-336]
r. Fasıl: Cennet ve
cehennemin tek bir hakîkatin iki farklı tecellîsi oluşu. Âhiret ahvâli. [s.
337-339]
Cennetin sekiz
kapısının olması ve bu sekiz kapının da sekiz peygamberin nurlarının hakîkati
oluşu. Cennete ilk girecek kimse için hakîkî bir rüyetin varlığı. Cennetin yüz
derecesi. [s. 340-345; vr. 139a-142b]
a.
Fasıl: Cennet nîmetleri. Hûrîler. [s.
345-347]
b.
Fasıl: Haset ve gayretin ortadan
kalkması. Cennetin yüz derecesi. [s. 348-350; vr. 143a-b]
c.
Fasıl: İsimler ve müsemmâları.
Âlemlerin yaratılmasında ilâhî isimlerin hükmü. İsimlerin her birinin
kendilerine has özellikleri [s. 351-352; vr. 143b]
d.
Fasıl: Hz. Peygamber’i varlığa getiren
isim. O ismin Hz. Peygamber’e verdiği hükümler. Zâhir ve bâtın isimleri. Hz.
Peygamberin zâhir, Cebrâil’in bâtın isminin mazharı olması. [s. 352-358 ; vr.
143b-144a]
Yaratma, birleşme,
ayrılma. Varlığın başlangıç ve sonunun Hz. Muhammed oluşu. Hz. Muhammed’in asıl
oluşu. Ademiyet ve muhammediyet. [s. 359372; vr. 144a-151b]
a.
Şaîre: Zâhir ve bâtın olmaklık
açısından âdemiyet ve melâikiyet. [s. 372-373; vr. 151b-153a]
Rahmân ve
tecellîleri. Rahmetin sereyânı. Rahmân isminin özellikleri. Rahmânın arşa
istivâsı. Hakk’ın dünya semâsına nüzûlü hadîsinin yorumu. [s. 374-383; vr.
153b-159b]
a.
Simsime: Namaz, oruç, zekât gibi
ibâdetlerin tasavvufî yorumu. İbâdetlerin âhirette şahıslara dönüşmesi. Namazda
mazhar olunan tecellîler. [s. 383-392; vr. 159b-163b]
b.
Zekât: Tevbe sûresinin 104. âyetinin
tefsîri ve Hz. Peygamber’in zekât almayışı ile ilgili hadîsin işârî-tasavvufî
yorumu. Zekât vermeyenlerin mallarının âhirette yılana dönüşmesi. [s.
392-394; vr. 163b-164b]
b. Oruç. “Oruç benimdir, ona
karşılık mükâfat ise benim” kudsî hadîsinin işârî-tasavvufî yorumu. Oruçla
insanın rabbânî bir sırra dönüşmesi. [s. 394-400; vr. 164b-168a]
c.
Fıtır Sadakasının Hakîkati: Fıtır sadakası ile fıtrat üzere
doğmak arasındaki irtibat. [s. 400-401]
d.
Kadir Gecesi ve Kadir Gecesinin
Hakîkati: Kadir gecesinin
vakti, bu gecede mazhar olunan tecellîler. [s. 402-410]
e.
Fasıl: Kitabın tetimmesi. [s. 411-412]
Yukarıda
anahatlarıyla sunduğumuz başlıklarından da anlaşılacağı üzere Hal’u’n-na’leyn
de ağırlıklı olarak sembolik bir dil kullanılmak sûretiyle varlığın zuhûru
ve bu zuhûrun keyfiyyetine, mîsâkın alınması, felekler ve varlık mertebeleri
gibi ontoloji ve kozmolojiye dâir temel bahislere; tasavvufî bilginin
kaynağıyla irtibatlı olarak vahiy-ilham-keşif gibi tasavvuf ilmi açısından
merkezî konulara; isim-müsemmâ, ismin hakîkati, tecellî, rüyet gibi ulûhiyete
taalluk eden bâzı meselelere; peygamberlerin mazhar oldukları
tecellîler-isimler ve birinin diğeri üzerindeki fazîletleri gibi nübüvvet
bahislerine; ölüm ve sonrası, cennet ve cehennem ve bunların hakîkati gibi
âhirete ilişkin hallere; tasavvufî yorumlarıyla namaz, oruç, zekât gibi ibâdetlere
dâir hususlara; yine tasavvufî yorumlarıyla peygamber kıssalarına, âhir zamanda
vuku bulacak hâdiselere; ilm-i hurûfla ilişkileri dikkate alınarak “Nûn”,
“kalem”, “levh” gibi temel ıstılâhların anlam alanlarına yer verilmiştir. Ancak
başlıklar hâlinde zikrettiğimiz bu konular, bâzan oldukça kısa bâzan oldukça
uzun bir tarzda, bâzan oldukça açık bâzan ise oldukça kapalı bir üslûpla ifâde
edilmiştir. Ayrıca bir konu yalnızca ilgili başlık altında ele alınmamış,
eserin farklı başlıklarında ve bölümlerinde yer yer aynı konuya değinilmiştir.
Nitekim bu yüzden olsa gerek Goodrich’e göre eserin bütünüyle sistematik bir
yapısı olduğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir.1
Üslûp ve muhtevâya
dönük benzer eleştirileri Afîfî de yapmaktadır. Hal’u’n-na’leyn in.
Halefullah el-Endelüsî’nin keşfinin, edebî formlara bürünmesiyle ortaya çıkan
bir metin oluşu yönüyle Afîfî, İbn Kasî’nin edebiyatçı-filozof Ebû Hayyân
et-Tevhîdî’yi (ö. 414/1023) çağrıştırdığı kanaatindedir. Aslında bu
durum yâni başkasına âit keşfin lirik formlara 1 Goodrich, “A Sûfî Revolt in
Portugal: Ibn Qasî and his Kitâb Khal‘ al-na‘layn”, s. 35. bürünerek yazıya
aktarılması, Afîfî’ye göre metnin üslûp ve mantıkî tutarsızlıklarıyla birlikte
muhtevâsındaki muğlaklıkları da açıklar mâhiyettedir. Bu bağlamda eserin telif
bütünlüğünde rastlanılan sorunların en başlıcalarından birisi, müellifçe yazıya
aktarılan şeyhine âit ifâdelerin pek nâdir bir şekilde esere ismini veren
“hal’u’n-na’leyn/nalınların çıkarılması” konusu etrafında birleşmesidir. Afîfî
bu ifâdeler bütününü “sembolik şathiyeler [iy>JI ol^_kTl|” olarak
tanımlamaktadır. Dolayısıyla da metni baştan sona ilhâma mazhar olmuş bir
sûfînin kalbine doğan işrâkî lemhaların derlenmesi olarak görmek gerektiği
kanaatindedir. Ne var ki İbn Kasî, bunlara kendi telif becerisi doğrultusunda
sistematik bir hüviyet kazandırmak istemiş, fakat pek başarılı olamamıştır.
Afîfî’ye göre başarısızlığın temel nedeni, müellifin içine düştüğü ıstılâh
karmaşasıdır. Eserde yoğun bir şekilde kullanılan ıstılâhlar eserin
anlaşılmasını gittikçe güç bir hâle getirmiştir. Eserin muhtevâsını muğlak hâle
sokan ve anlaşılmaz kılan bir diğer husus da İbn Kasî’nin telifte mecaz ve
istiârelere çokça başvuran Endülüs ediplerine benzer bir tarzda belâgat
üslûbunu benimsemesidir. İbn Kasî metafizik ilmine âit en ince konuları bile
hitâbet üslûbuyla dile getirmiş, gündelik hayattan soyut düşüncelere
örneklemeler yapmış hatta bu örneklemeleri çok daha ileri götürmüştür. Bu yüzden
Afîfî, okuyucunun bir an için bile olsa İbn Kasî’nin misâlin kendisinden mi
yoksa misal verilen şeye mahsus konudan mı bahsediyor oluşunu ayırt
edemeyebileceği ve karıştıracağı düşüncesindedir. Afîfî, İbnü’l-Arabî’nin İbn
Kasî hakkında şerhinde yer verdiği şu cümlelerden hareketle yukarıdaki
kanaatine varmaktadır:
Müellif ortaya çıkan
bu emir konusunda, “Rabbânî nüzulden Rahmânî müstevâya” geldi şeklinde Allah
hakkında misal vermiştir. Ben şu iki durumdan dolayı böyle bir misâli vermem:
îlki, mesel ile mümesselün-bih arasında münâsebet yoktur. Çünkü “O’nun bir
benzeri yoktur.” (Şûrâ, 42/11) îkincisi ise bu konuda şerîatta vârit olan
nehiydir. Allah Teâlâ “Allah hakkında misaller vermeye kalkmayın, Allah
bilir sizler bilmezsiniz.” (Nahl, 16/74) buyurmuştur. Eğer denilirse ki Allah
kendisi hakkında misaller vermiştir; biz ona cevâben deriz ki: Doğru, Hak
Teâlâ kendisi hakkında misaller vermiştir, çünkü Allah misâlin konumunu ve
hangi ilâhî nispetin misal olarak verildiğini bilir. Ancak Allah, bu hususta kullarından
bilmeyi nefyetmiş ve “Allah bilir sizler bilmezsiniz” (Nahl, 16/74)
buyurmuştur. Allah hakkında misal veren kimse ya câhildir —Allah’ın kendisi
hakkında misal vermeyi yasakladığını ve haram kıldığını bilmemektedir— ya da
Allah’ın haram kıldığı şeyleri çiğneyen bir âlimdir, o Allah’a muhâlefet
etmekle açıkça günah işliyordur. Bununla berâber ricâlullah, ehlullah ve
Allah’ın has kulları, Allah hakkında misal vermezler. Zâten Allah câhilleri
kendisine velî edinmez. Mağrib ve şark beldelerinde tasavvuf yolunda şeyhlik
iddiasında bulunan bir cemâat görmüştük ki onların Allah hakkında misaller
vermenin dışında hiçbir mârifetleri yoktu. Onlar, avam-havas her mecliste,
zâtı îtibâriyle maddeden mücerret olan Allah hakkında bir bilgiye ulaşma
kudretine sâhip değildirler. Onlar, ne bir gölgenin ne de bir suyun var olduğu
karanlık bir dehlizde debelenip durmaktadırlar.
Afîfî’nin
eleştirileri müellifin, sükût gerektiği zaman susmayı, telmih ve işâret
gerektiği zaman da işâret ve telmîhi tercih etmeyi zorunlu kılan keşif ve zevk
dilini yâni tasavvuf dilini üslûbuna yansıtamadığıyla devam etmektedir.
Tasavvufî dilin yanı sıra Afîfî’ye göre İbn Kasî’de, filozof ve mütekellimlerin
eserlerinde kullanılan dil ve üslûba da rastlanılmaz. Onun tarafından belâgat ve
şiirin ötesine taşan ve kalıplarına sığmaya imkân bulamayan muhtevâ, belâgat ve
şiir üslûbuyla dile getirilmiştir. Ancak benimsenen bu tavır ya da ortaya
konulan bu çaba, metnin dolayısıyla da dile getirilmeye çalışılan muhtevânın
perdelenmesine yâni tam olarak yansıtılamamasına yol açmıştır.
3.2. HaTu’n-Na’leyn’in
Temel Kaynakları: İbn Meserre ve İmâm Gazzâlî
İbn Kasî’nin Hal’u’n-na’leyn
de dile getirdiği tasavvufî öğretilerinin temel kaynaklarını tespit etmek
oldukça güçtür. Çünkü müellif metninde herhangi bir kitaba ya da şahsa doğrudan
atıfta bulunmaz. Bir önceki bölümde tasavvufî muhîtinden bahsederken isimlerini
zikrettiğimiz İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân gibi muasırı müellif-sûfîlerin metin
düzeyinde İbn Kasî ve Hal’u ’n-na’leyn ine doğrudan kaynaklık
ettiklerini söylemek de yine oldukça güçtür. Ancak bununla berâber Halu’n-naleyn
in temel kaynaklarını, klasik biyografi eserlerinde öne sürülen -ve fakat
herhangi bir somut veriye dayanmayanmuğlak irtibat noktaları üzerinden belirli
oranda ve imkân dâhilinde gerekçelendirmek sûretiyle ortaya çıkarmak metin
etrâfında şekillenen bâzı spekülasyonların da kısmen vuzûha kavuşmasına
yardımcı olacaktır. Bu spekülasyonlar bağlamında meselâ, -muhtemelen îhvân-ı
Safâ ilişkisinin vurgulanması sebebiyleCorbin tarafından metinde dile
getirilen öğretilerin îsmâilî-Şiîlikten esinlenişi ya da Brockelmann tarafından
öne sürülen metnin Karmatî karakterli bir mâhiyette oluşu iddialarını
anabiliriz. Biz burada Hal u’n-naleyn in kaynakları konusunda Goodrich
ve Emrânî tarafından öne sürülen ve gerekçelendirilerek ortaya çıkarılan
noktaların genel bir değerlendirmesini, metin düzeyinde ilâve bâzı ekler
yaparak ele almaya çalışacağız.
Her iki araştırmacı da öncelikle İbnü’l-Hatîb’de geçen ifâdeden yola çıkarak Halu’n-na’leyn metni üzerinde îhvân-ı Safâ risâlelerinin etkisini araştırmaya koyulmuşlardır. Nitekim îhvân-ı Safâ risâlelerinin Endülüs’te Ebu’l-Kâsım Mesleme el-Mecrîtî (ö. 398/1007) tarafından tanıtıldığı göz önünde tutulursa X. yüzyılın sonlarına doğru Endülüs topraklarında risâlelerin tedâvülde olduğu rahatlıkla söylenebilir. İbn Kasî’nin risâlelere erişimi, dolayısıyla da İhvân-ı Safâ tarafından benimsenen felsefî öğretilere âşinâlığı bu noktada pekâlâ imkân dâhilinde gözükmektedir. Burada İhvân-ı Safâ öğretileriyle İbn Kasî’nin tanışıklığı konusunda her iki araştırmacı tarafından vurgulanan iki örneği vermekle yetineceğiz. Bu örneklerden ilki İhvân-ı Safâ risâlelerinin on altıncısında dile getirilen âlemde boşluğun
olmadığı fikridir. Goodrich de Emrânî de İbn Kasî’nin
Nitekim İbnü’l-Arabî şerhinde,
İhvân-ı Safâ’ya herhangi bir gönderme yapmaksızın müellif İbn Kasî’nin “âlemde
boşluk olmadığı” görüşünü kabul ettiğini bildirmektedir:
“Orasını dolduracak
gruplar” ifâdesi ile müellif âlemde “halâ”nın (boşluk) olmadığını dile
getirmektedir. Bu pek çok kimsenin izlediği bir fikirdir ve müellif de
onlardandır.
İbnü’l-Arabî’nin
yukarıdaki ibâresinde de belirtildiği üzere, İbn Kasî’nin yanı sıra “âlemde
boşluk olmadığı” fikrine sâhip pek çok düşünür vardır. Aslında Aristotelesçi
kozmoloji anlayışının genel bir kabûlü olan âlemde boşluğun varlığının reddi
İslâm filozoflarının genelince de savunulan bir husustur. Yâni burada İbn
Kasî’nin benimsediği bu anlayışın doğrudan İhvân-ı Safâ’ya özgü bir tutum
olmadığı, dönemin entelektüel ortamının genel kanaati olduğu yönünde bir
tahminde bulunmak da pekâlâ yine imkân dâhilindedir. İbn Kasî’nin savunmuş
olduğu âlemde boşluğun varlığının reddi fikriyle mensûbu bulunduğu Eş’arîliğin
genel kabûlünün dışında bir tavrı benimsediği de ayrıca belirtilmelidir.
İkinci örnek ise
hareketin mâhiyeti hakkında filozofların görüşlerine yer verilen İhvân-ı Safâ
risâlelerinin on beşincisinde geçtiği üzere döngüsel hareketin îzâhında
kullanılan “geometrik çizginin başlangıç noktası kavramıdır. Risâlelerde ibâre
“Merkez mevhûm bir noktadır ki çizginin başlangıcıdır. Çizginin başlangıcı ise
cisme âit bir parçanın mekânı olamaz” şeklinde geçmektedir. Goodrich’e göre bu
kavramı İbn Kasî, zamânın ya da mekânın en küçük parçası (cüz’î) anlamına
gelecek şekilde Halun-na’leynde kullanmaktadır. Aslında İbn Kasî’nin
kavramı kullandığı bağlam ve kavrama yüklediği anlam, kısmen kendisinin
îhvân-ı Safâ’dan ayrıldığı yeri de göstermektedir. Zîra İbn
Kasî’ye göre zamandaki geometrik
nokta, mekânda bulunan bir cevher-i
ferddir hakâik, rahim-beşerî üreme, nebâtat ve hayvânâtın sınıflandırılışı gibi konularda muhtevâ birlikteliği, etkileşim ya da farklılığı göstermek üzere örnekler çoğaltılmıştır. Nihâyetinde Goodrich’in değerlendirmesine göre, Halu’n-naleyride rastlanan muhtevâ benzerliklerinin İbn Kasî’nin Resâili mütâlaa ettiğini göstermektedir. Ancak bununla berâber Resâil bütünüyle İbn Kasî’nin düşüncesinin îsmâilî ya da Şiî yönlerinin kaynağı da değildir. Gerçi Goodrich İbn Kasî’nin düşüncelerinde genel olarak bu izlere pek rastlanmadığı kanaatindedir. İbn Kasî’nin Resâil’den istifâdesi, onların kadim felsefî gelenek ile irtibatlı bulunan vechesiyle daha doğrudan ilişkilidir. Yoksa İbn Kasî, îhvân-ı Safâ tarafından kullanılan kompleks matematiksel değerleri ya da formülleri, Şîa veya îsmâilîlerin yaptığı gibi imamların geleceği ya da kıyâmetin kopacağı vaktin tâyini maksadıyla kullanmış veya kendi sistemine uyarlamış değildir.
Halu’n-na’leyn in temel kaynaklarından
birisi olarak Goodrich ve Emrânî tarafından zikredilen önemli bir isim ise
Endülüslü sûfî-müellif İbn Meserre’dir. Fakat Goodrich İbn Meserre ile İbn Kasî
arasındaki irtibat ve ilişki düzeyine dâir doğrudan her iki isme âit metinler
üzerinden, tamâmen bu irtibat ve ilişkiyi yansıtacak mâhiyette iktibas edilen
örnek bir pasaj getirmek sûretiyle karşılaştırmalar yapmamıştır. Tek bir mesele
üzerinden Asın Palacios’un öngörülerine mürâcaatla kısmen her iki sûfî
arasındaki irtibâtı örtülü bir biçimde göstermekle yetinmiştir. Bununla berâber
istitrat kabilinden Goodrich, o vakitler Palacios’un her iki sûfîye âit metinlere
erişiminin mümkün olmadığı, bu sebeple onun yegâne kaynağının el-Fütûhâtül-Mekkiyye
olduğu bilgisini vermekten de çekinmemiştir. Özellikle daha önceden de birkaç
kez değindiğimiz üzere Palacios, Endülüs’te İbn Meserre’nin tasavvufî
öğretilerinin İbn Kasî ve taraftarları olan Mürîdûn topluluğunca devam
ettirildiği kanaatini taşımaktadır. Ne ki İbn Meserre monografisini yazdığı
sıralarda, —Goodrich’in de bilhassa altını çizdiği üzere—, Palacios henüz
elinde İbn Meserre’ye âit herhangi bir metne sâhip değildi. Bu yüzden Palacios
İbn Meserre ile İbn Kasî arasındaki ilişkiyi teolojik bir zeminden ziyâde her
ikisi hakkında kaynaklarda verilen bilgileri çoğunlukla Endülüs siyasal
târihindeki süreklilik üzerinden kurgulamaya çalışmış ve İbn Meserre’nin
tâkipçisi İsmâil er-Ruaynî’de ortaya çıkan imâmet/mehdîlik iddiasının daha
sonra İbn Kasî tarafından devam ettirildiğini öne sürmüş; fakat İbn Kasî’yi ve Hal’u’n-na’leyn
i etkilediğini gösteren metin düzeyinde herhangi bir atıfta bulunmamıştır.
Bununla berâber çeşitli vesîlelerle bu ilişkiyi ihsas ettiren vurgulara da yer
vermiştir. Meselâ İbn Kasî tarafından cehennemin katmanlarına ilişkin dillendirilen
eskatolojik anlayışın Meserre Mektebi’nin genel kanaati olduğunu ve
İbnü’l-Arabî tarafından da bu kanaatin paylaşıldığını iddia etmiştir.
Palacios’un bu iddiası da Goodrich tarafından muhtemelen söz konusu ilişki ve
etki ağını göstermek adına doğrudan nakledilmiştir. Aslında bu konu, İbn
Meserre ile İbn Kasî hatta İbnü’l-Arabî arasındaki irtibâtı ve etkileşimi
kurgulamak için oldukça zayıf kalacaktır. Çünkü Fütûhât’taki pasajda
ismen İbn Meserre’ye hiç yer yerilmezken İbnü’l-Arabî’nin de söz konusu görüşte
İbn Kasî ile hemfikir olduğuna dâir açık ifâdelere rastlanmaz. Cehennemin
yaratılışından bahis açtığında İbnü’l-Arabî, cehennemin keşif ehline farklı
sûretlerde gösterildiğini ifâde etmektedir. Meselâ İbn Berrecân cehennemi
keşfinde manda sûretinde -ki bu Fütûhâtta İbnü’l-Arabî’nin îtibar ettiği
görüştür-, İbn Kasî ise yılan sûretinde görmüştür. Hal’u’n-na’leyn
şerhindeyse İbnü’l-Arabî cehennemin sûreti konusundaki keşfi ve keşfini
yorumlayışı sebebiyle İbn Kasî’yi oldukça sert bir şekilde eleştirmektedir. Özetle ifâde edecek olursak, Palacios’un bu
konu bağlamındaki kurgusu pek yerinde değil gibidir. Dolayısıyla her iki sûfî
arasındaki irtibâtı tespit adına tasavvuf ilminin kapsamına girecek muhtevâ
birlikteliği için daha farklı konular üzerinden mukayeseler yapmak gerekir. Bu
noktada İbnü’l-Arabî’ye mürâcaatla meselenin belirli çerçevede vuzûha
kavuşacağı açıktır. Nitekim metin düzeyinde İbn Meserre ile İbn Kasî’nin
tasavvuf târihi literatürü açısından benzer muhtevâlar üzerinden hareket
ettikleri bilgisine İbnü’l-Arabî çeşitli eserlerinde yer vermektedir. Meselâ,
her ne kadar her ikisini aynı sayfada bir arada zikretmese de ilm-i hurûf
konusunda her iki sûfîye de Kitâbul-mîm vel-vâv ven-nûn adlı eserinde
yer vermiş ve her ikisinin görüşlerini de ayrı ayrı dikkate değer bulmuştur.
Burada harflerin esrârı konusunda İbn Meserre’nin yöntemini benimsediğini
söyleyen İbnü’l-Arabî; daha spesifik bir meselede yâni nûn harfinin esrârında İbn
Kasî’nin kendisiyle benzer şekilde konuya yaklaştığını özellikle vurgulamıştır.
Ancak her iki sûfî ile alâkalı kanaatini sonraları İbnü’l-Arabî Hal’u’n-na’leyn
şerhinde daha da belirgin hâle getirmiştir. Şerhe göre her iki sûfî de ilm-i
hurûfla ilgilenmiştir; fakat -aşağıda uzunca alıntıladığımız metinde açık ve
gerekçelendirilmiş bir şekilde ifâde edildiği üzeregerek hal gerekse ilim
bakımından İbn Meserre’nin İbn Kasî’den daha üstün olduğu yönünde İbnü’l-Arabî’nin
yaptığı vurgu, kendisinin her iki sûfîye yaklaşımı açısından göz önünde
tutulması gereken bir husustur:
[Metin]
Hazretü’l-kuds’ün kapıları, sekiz kapıdır, bu sekiz kapı ise sekiz hamelenin
—selâm onlara olsun— nurlarının hakîkatidir.
[Şerh] Müellif
nezdinde “sekiz hamele” sekiz peygamberin hakîkati olduğu gibi Hazretü’l-kudsün
kapıları da cennetin kapılarının hakîkatidir. Müellif Hazretü’l-kuds’ün
kapılarını sekiz cennetin kapıları, cennetin sekiz kapısının hakîkatini de
sekiz peygamberin nûrunun hakîkati ve hazretin kapılarını hamelenin nurlarının
hakîkatleri olarak kabul etmektedir. İbn Kasî’nin dışında, kendisinden bu yolda
daha büyük olan İbn Meserre el-Cebelî —ki o hal ve ilim yönünden İbn Kasî’den
daha büyüktür ve ilm-i hurûf ve diğer konularda sözü azimdir— “sekiz hamele”
hakkında şöyle demiştir: Onlar, Âdem, İbrâhîm, Muhammed, İsrâfil, Mîkâil,
Cebrâil, Mâlik ve Rıdvân’dır. İbn Meserre, arşı “taht” değil de “mülk” olarak
tanımlamıştır. Ardından da “mülk”ü tam bir taksim ile ayrıma tâbi tutarak,
Âdem ve İsrâfil’in “sûretler” için, Cebrâil ve Muhammed’in “ruhlar” için,
Mîkâil ve İbrâhîm’in “rızıklar” için, Mâlik ve Rıdvân’ın “va’d ve vaîd
(korkutma)” için tahsis olunduklarını söylemiştir. Allah’ın mülkü dışında her
ne varsa onlar buna zâit mertebelerdir. Âdem, İbrâhîm ve Muhammed “sekiz
hamele”den olunca, hem “hamele” olup hem de birer peygamber olarak kendi
nefislerinin hakîkati nasıl olabilirler? Zîra herhangi bir şey kendi nefsine
izâfe olunamaz. Dolayısıyla burada İbn Meserre’nin görüşünü kabul etmek daha
evlâdır. Çünkü o daha münâsip bir görüştür. İbn Meserre, nefsü’l-emrde mesele
ne ise [yâni naslara uygun olan ne ise] o minvalde konuşmaktadır. Arş, “mülk”
mânâsında olduğunda ayrı bir anlama, “taht” mânâsında olduğunda ayrı bir anlama
delâlet eder. Şâri’ Teâlâ arşı her iki mânâya da ıtlâk etmiştir. Bu uzak bir
ihtimal değildir, mümkündür. Ancak Şâri’ Teâlâ’nın her iki mânâdaki ıtlâkı
genel olarak İbn Kasî’nin söylediği değildir. İbn Kasî, burada peygamberler
husûsunda herhangi bir durumu nazar-ı îtibâra almaktadır ki bu noktayı
incelemek bizim işimiz değildir. Çünkü bu asla bir ilim ifâde etmez.
Daha önceden de
andığımız üzere İbn Meserre’nin Risâletü’l-i’tibâr ve Risâletül-hurûfbaşlığını
taşıyan muhtevâları birbirinden oldukça farklı iki eseri günümüze ulaşmıştır.
Bunlardan muhtevâ îtibâriyle Halu’n-na’leyn ile benzeşen ve onun
üzerinde etkisi gözlenen eseri Risâletü’l-hurûftur. Bâzı örneklerden
yola çıkarak Emrânî iki metin arasındaki muhtevâ irtibâtını göstermeyi
amaçlamıştır. Bu bağlamda metinler arasındaki ilişki düzeyini yansıtan
meselelerden ilki Emrânî’ye göre ilâhî sıfatlar konusudur ki Risâletü
’l-hurûfta ilâhî sıfatların bir kısmının bâzı mertebelerde bir kısmından
üstün olduğu ve yine ilâhî sıfatların birbirleriyle ilişkilerinin bulunduğu
yönündeki görüş daha geniş bir şekilde ve daha ileri bir düzeyde benzer temalar
üzerinden ele alınmıştır. İkinci olarak Emrânî’nin tespitine göre, Risâletü’l-hurûfta
Sehl et-Tüsterî’den rivâyetle, eşyânın aslı ve ilk rûhânî latîfe olması yönüyle
“hebâ” ıstılâhının tanımı üzerinden yapılan yorumların Hal u’n-na’leyndeki
karşılığı “er-Rûhâniyyetü’l-ûlâ” ya da “er-Rûhâniyyetü’l-mutlaka”dır. Ayrıca
kanaatimizce her iki metinde başlık olarak yer alan “Nûn” konusu birbirleriyle
belirli oranlarda irtibatlı gözükmektedir. Risâletü ’l-hurûfta oldukça
muhtasar bir şekilde değinilmişken konu Halu’n-na’leynde daha geniş bir
şekilde ele alınmıştır. Cennetin dereceleri ile ilâhî isimler arasındaki ilişki
de aynı şekilde her iki metinde yakın tematik kurgular üzerinden
değerlendirmeye tâbi tutulan diğer bir meseledir.
İbn Meserre’den sonra
Halu’n-na’leyn üzerinde etkisi âşikâr olduğu söylenilen bir diğer
müellif ise îmâm Gazzâlî’dir. İbnü’l-Ebbâr Hal u ’n-na ’leyn müellifi İbn
Kasî’nin ciddî bir Gazzâlî okuru olduğunu dile getirmesine rağmen Halu’n-na’leyn
üzerinde doğrudan Gazzâlî etkisinin varlığına ilişkin herhangi bir fikir
beyânında bulunmamıştır.1 Bu bağlamda İbn Kasî’nin eser telîfinde Gazzâlî’nin
yorum yöntemini benimsediği fikri ilk olarak İbn Teymiyye tarafından
vurgulanmıştır.2 İbn Kasî ile birlikte İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân gibi
Endülüs’ün diğer sûfîlerinin birer Gazzâlî okuru olmasını Afîfî, bu sûfîlerin
kendi tasavvuf telakkîlerine felsefeyi dâhil etme çabalarının bir netîcesi
olarak görmüştür. Nitekim bu noktada Gazzâlî’nin üstat, öğretilerinin de yöntem
olarak benimsenmesi İbn Kasî de dâhil adı geçen sûfîler için kendi bağlamında
tutarlı, doğal ve anlamlı bir tavırdır. Zîra Afîfî’ye göre, Gazzâlî’nin dîni
yorumlama yöntemiyle berâber din ve tasavvuf anlayışının kendi meşreplerine
yakınlığı, bu tavrın sergilenmesinde etkili olmuştur.3
Hal’u’n-na’leyn üzerinde gerek genel
yaklaşım ve yöntem gerekse doğrudan metin düzeyinde Gazzâlî etkisinin varlığı
konusunda araştırmacılar ortak bir kanaate sâhiptirler. Ancak bununla berâber,
yalnızca Gazzâlî’nin Halun-na’leyn in kaynağı olmadığı; açıkça
Gazzâlî’den isim vermeden iktibasta bulunmasına rağmen çağdaşı Endülüslü
sûfîler İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân gibi İbn Kasî’nin de kendine özgü bir bakış
açısının var olduğunu vurgulamak konunun bütünlüğü açısından elzemdir. Yoksa
başka bir ifâde ile açıkça söylemek gerekirse İbn Kasî, Gazzâlî’nin
fikirlerini bütünüyle taklit ya da tâkip eden bir müellif değildir. Çünkü Halu
’n-na’leyn’in büyük bir kısmında müellif, kendine mahsus tasavvufî
görüşleri dile getirmektedir.4 Ayrıntılarına geçmeden önce Goodrich tarafından
tespit edildiği kadarıyla Gazzâlî ile İbn Kasî arasındaki farklılık ve
benzerlik noktaları konusunda verilen misallere kısaca dikkatleri çekmek
istiyoruz: Nebâtat ve hayvânâtın dereceleri konusunda İbn Kasî, Gazzâlî’den
oldukça farklı düşünmektedir. Gazzâlî’ye göre nebâtat ve hayvânat hissedebilme
yetisine sâhiptir, ama akletme ve konuşma yetisine veya bâtınî
müdrikelere sâhip olmaktan mahrumdurlar. Oysa İbn Kasî’ye göre, tam aksine
hayvânat, nebâtat ve cemâdat akledebilir, konuşabilir ve Rablerine ilişkin
mârifet sâhibi de olabilirler. Nitekim Goodrich Hal’u’n-na’leyn de zikri
geçen en polemikli pasajlarından birisi olarak bu kısmı anmıştır. Benzerlik
noktalarında örnek vermek gerekirse yaratmada rûhun nefis üzerindeki önceliği,
rubûbiyyet sırrı ve muhabbet konuları her iki müellifte rastlanan ortak
temalardan bâzıları olarak sayılabilir. Ayrıca yine rûhun bedenden ayrılması,
cehennemde görülücek cezâlar gibi bâzı eskatolojik meselelerde de İbn Kasî’nin
Gazzâlî (ve bir kısım kelâmcılar) tarafından öne sürülen görüşleri benimsediği
de rahatlıkla söylenebilir. Fakat burada, âhirete taalluk eden hususlarda meselelerin
çoğunluğunun hadislere atfedilmesi; dolayısıyla da İbn Kasî’nin bu meselelerde
doğrudan kaynağının Gazzâlî ve ihyasından ziyâde ilk elden mezkûr
hadislere erişmesi ihtimâlinin imkânı üzerinde Goodrich özellikle durmaktadır.
Yaptığı yorumu güçlendirmek maksadıyla Goodrich, hem İhyada hem de Halu’n-na’leynde
geçen iki hadîsi örnek olarak getirmiştir. Hadislerden ilki Hz. îbrâhîm’in
ölümü hissetmesine; diğeri ise cennete girenlerin yiyeceği ilk yemeğe dâirdir.
Hal u ’n-na ’leyn de her iki hadîse yaptığı yorumunda İbn Kasî,
Gazzâlî’nin İhya’da zikrettiklerinin dışında, oldukça farklı bir yerde
durmaktadır. Dikkat edilirse burada -Goodrich’in de belirttiği üzereher iki
sûfî tarafından aynı hadîsin farklı bir tavır ve tarz ile yapılan yorumlarını
görmek mümkündür. Bu iki hadis üzerinde görülen yorumdaki farklılık, aslında
her iki ismin sâhip oldukları meşrep ve üslûp farklılığını da büyük oranda
yansıtmaktadır.
İbn Teymiyye’nin
dikkatleri çektiği yorumdaki yöntem benzerliğine ise Gazzâlî’nin Mişkâtül-envârda
Hz. Mûsâ’nın Sînâ Dağı’nda nalınlarını çıkarma (hal’u’n-na’leyn) hâdisesine
ilişkin âyete yaptığı yorumu kısmen misal olarak getirebiliriz. Kısmen
dememizin sebebi, Gazzâlî’nin Mişkâtül-envârında görülen yorum yöntemine
yâni nassın zâhirine delâlet ediş vechesine ve zâhir-bâtın dengesine yapılan
aşırı vurguya İbn Kasî’de rastlanmamasıdır. Nitekim Gazzâlî kendisinin misal
olarak getirdiği bu âyette yapacağı yorumun içeriğinden zâhirî hükümleri yok
saymanın anlaşılmaması gerektiği yönündeki hassasiyetini özellikle
vurgulamıştır. Buna göre Hz. Mûsâ’nın iki nalını olmadığı ya da “Nalınlarını
çıkar!” emrindeki ilâhî hitâbı işitmediği şeklinde bir yorum kabul edilemezdir.
Zîra Gazzâlî’ye göre zâhirî hükümleri yok sayanlar Bâtınîler’dir; ayrıca tam
tersine nasların zâhirine bağlı kalmak sûretiyle bâtını ve mânevî sırları inkâr
eden zümre ise Haşeviyye’dir. Dolayısıyla yorum yönteminde bu iki zümrenin
dışında kalmayı amaçlayan Gazzâlî “Kur’ân’ın zâhiri, bâtını, haddi ve matlaı
vardır” hadîsinin sağladığı imkân doğrultusunda âyeti tevîle çalışmıştır: Hz.
Mûsâ nalınları çıkarma emrinden “dünya ve âhiret”i terkederek gönlünden
çıkarmayı anladığı gibi emri işitir işitmez nalınlarını da çıkarmıştır. Yâni
âyette kendisine hitâben verilen emre Hz. Mûsâ, zâhiren nalınlarını çıkarmak
bâtınen de dünya ve âhireti terketmek sûretiyle uymuştur. Mişkâtül-envârda
görülenin aksine Halu’n-na’leynde, yöntem odaklı yâni zâhir ve bâtın
dikotomisini dikkate alan bir tavrın belirginleştirilmesinden ziyâde doğrudan
âyetin yorumuna gidilmiştir ki nalınları çıkarmaktan murat, “dünya nalınlarını
çıkarmak ve şehvet ve hevâ elbiselerinden tecerrüt etmek ve hakîkî fakîrin
kendisini Mevlâsının nefhalarına arzetmesidir.” Kısacası “nalınları çıkarma”
meselesinde Gazzâlî’nin ve İbn Kasî’nin yorumlarına bakıldığında, her iki
müellifte de ortak vurgunun yalnızca “dünyânın terki” meselesi olduğu ve bu
bağlamda İbn Kasî tarafından yorum yöntemine ilişkin doğrudan bir bahse yer
verilmese de âyetin bâtınî çağrışımları üzerinde fazlaca durulduğu
rahatlıkla söylenilebilir.
Hal’u’n-na’leyn üzerindeki Gazzâlî
etkisini gerekçelendirmeye Goodrich ve Emrânî eserin sonlarına doğru Meâricü’l-kuds'teki
âhirette karşılaşılacak saâdet ve şekâvete dâir bölümden yer yer
yapılan yaklaşık iki-üç sayfa civârındaki
bir iktibası örnek göstermekle devam etmişlerdir. Ancak hiçbir şekilde İbn
Kasî, yaptığı iktibasta ne kitabın ne de yazarının ismini anmaz. Bu noktada
temel sorun olarak Meâricü’l-kudsün Gazzâlî’ye nispeti problemi ve İbn
Kasî’nin Halu’nna’leyn ’de yer verdiği bu pasajı aldığı ilk kaynak
meselesi karşımızda durmaktadır. Aslında her iki sorunun şu an için kolaylıkla
çözüme kavuşması pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü burada eserin Gazzâlî’ye
nispeti problemiyle İbn Kasî’nin yaptığı iktibâsın ilk kaynağı meselesi
birbiriyle iç içe geçmiş bir haldedir. Nitekim İbn Kasî’nin iktibâsını yaptığı
pasaj İbn Sînâ’da (ö. 428/1037) Kitâbü’ş-Şifâ’nın îlâhiyyât’ının Meâd
kısmında on beşinci bölümünde de yer almaktadır. Dolayısıyla İbn Kasî’nin doğrudan
İbn Sînâ’nın metinlerinden bu pasajı iktibas etme ihtimâli de pekâlâ söz
konusudur. Ayrıca doğal olarak bu bilgilerle irtibatlı bir biçimde göz önünde
tutacağımız diğer bir husus da Şifada da bulunan Ahvâlün-nefs in çeşitli
bölümlerinin Gazzâlî’ye nispet edilen Meâricü’l-kuds’te aynen yer alıyor
oluşudur. Ahvâlü n-nefs ve Meâricü ’ l-kuds özelinde karşılaşılan
bu tarz durumları îzâha çalışan Gutas’a göre genel îtibâriyle bu, İbn Sînâ’nın
bâzı eserlerinin sonraki dönemlere intikâli aşamasında belirli tematik
muhtevâlar çerçevesinde parçalara ayrılıp birkaç farklı risâleymiş gibi bir
görünüm kazanması, ardından bâzı müelliflerce kaynak metin olarak parçalara
ayrılan bu risâleden iktibaslar yapılması ve bunun defalarca tekrarlanmasından
kaynaklanmaktadır. Özetle her ne kadar Meâricul-kuds
ün. Gazzâlî’ye âidiyeti konusu, araştırmacılar nezdinde hâlen kapalı ve
tartışmalı bir konu olmaya devam ediyorsa da Gazzâlî’nin eserlerinde doktrin
açısından genel kabul görmüş bâzı meselelerin arka planını gösterme imkânı
sunduğu için Meâricul-kuds metni Frank Griffel’e göre istifâdeden hâlî
değildir. Dolayısıyla ona göre her şeye rağmen metinde ele alınan tema bütünüyle
Gazzâlîci bir yapı arzetmektedir.2 Yâni Meâricul-kuds ü bu yönüyle
değerlendirdiğimizde İbn Kasî’yi Endülüs’te Gazzâlî’nin fikirlerinin
taşıyıcısı olarak görmek ve Hal’u’n-na’leyn üzerinde Gazzâlî’nin
metinlerinden bir etki alanı bulmak mümkündür. Ancak bu bölümün sonucu olarak
şunu söyleyebiliriz ki, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız üzere literatürdeki
bâzı metinlerle arasında var olan muhtevâ birliktelikleri ve irtibatlarıyla
berâber Halu ’nna’leyn kendisine özgü bir üslûp ve içeriğe sâhip
ayrıcalıklı bir metin olma özelliğini de korumayı sürdürmektedir.
3.3. Hal’u’n-Na’leyn
e Dönük Eleştiriler: Mukaddime ve Şijau s-sail
İbn Haldûn’un İbn
Kasî ve eseri Halu’n-na’leyn e getirdiği eleştirilerden bir kısmı genel
îtibâriyle ilimler tasnîfi içerisinde tasavvufa biçtiği rol ve statü ile
sınırlı iken, diğer kısmı daha çok teorisini inşâ ettiği siyâset felsefesi
bağlamındadır. Ancak her iki kısmın ya da alanın iç içe geçtiği üçüncü bir
kısım daha vardır ki burası İbn Haldûn’un eleştirilerinin mâhiyet ve sınırlarını
kavramak açısından dikkat edilmesi gereken bir diğer noktadır. Burada öncelikle
siyâsî bir hareketin lideri olarak İbn Kasî’ye İbn Haldûn
tarafından yöneltilen eleştirilere dînî asabiyet meselesi üzerinden kısaca değinilecek;
sonrasında İbn Kasî’nin de dâhil edildiği sûfî zümreye mahsus ve tasavvufî
bağlamı belirgin eleştirileri, meselâ İbn Haldûn’un sûfîlerce zevk/ keşf edilen
mânevî hallerin yazıya geçirilmesi ve bunun teori ve pratikte doğurduğu
sonuçlara dönük fikirleri, son olarak da her iki alanın birleşik bir görünüm
arzettiği Şiî karakterli imâmet-mehdîlik meselesiyle irtibatlı velâyet ve
ricâlü’l-gayb gibi polemik değeri oldukça yüksek konular çerçevesindeki
eleştirileri —İbn Kasî ve Hal’u’n-na’leyn merkezde olmak kaydıyla—
değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Belirli bir çizgide
olduğunu düşündüğü sûfî temsilcilerle birlikte ismini zikrettiği İbn Kasî’ye İbn
Haldûn, genel anlamda bu sûfîlere getirdiği eleştirilerin dışında, müstakil
olarak Mukaddimede yer vermiştir. Mukaddimenin ilgili başlığı
“Asabiyet olmaksızın dînî dâvetin başarıya erişemeyeceği hakkında”dır. Başlık
altında verilen bilgilere göre mutasavvıfların şeyhi olan İbn Kasî, ilm-i
tasavvufa dâir Hal’u’n-na’leyn isimli bir kitabın müellifidir. Ayrıca o,
İbn Tûmert’in mehdîlik iddiasının hemen öncesine rastlayan zamanlarda Hakk’a
dâvet maksadıyla [j^Jl
bir hareket
başlatarak Endülüs’te isyâna kalkışan fakat isyânı başarısızlıkla sonuçlanan
bir liderdir. Dikkat edilirse bu bölümde İbn Haldûn’un doğrudan İbn Kasî’nin Hal’u’n-na’leyn
e yansıttığı tasavvufî tavırla hiç ilgilenmediği görülecektir. İbn Haldûn
burada “İbn Kasî ve hareketi veya târih içinde ortaya çıkmış ya da çıkacak
benzeri oluşumlar niçin başarısızlığa dûçâr olmuşlardır ve başarısız olmaları
niçin mukadderdir?” sorusuna verilecek cevapların peşindedir. Nitekim burası
İbn Haldûn’un târihî-toplumsal olguları yorumlamada asabiyet teorisinin
sınırlarında kalmak sûretiyle cevaplar ürettiği sâhalardan birisidir. İbn
Haldûn asabiyete dayanmayan herhangi bir dînî dâvetin -dâvetçi hak üzere olsa
bilebaşarıya ulaşmasını kesinlikle imkân dâhilinde görmez. Çünkü hadiste de
bildirildiği üzere “Allah kendisine istinat edeceği bir kavmi bulunmayan
kimseyi peygamber olarak göndermemiştir." İbn Haldûn, dînî dâvet ve
asabiyet ilişkisini bütünüyle bu hadîsi merkeze alarak îzâha çalışmış ve
-Pîrîzâde’nin tercümesinden iktibasla şöyle demiştir:
Halbuki enbiyâ-i ızâm
salavâtullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn hazarâtı taraf-ı Bârî’den âyât-ı zâhire ve
mu’cizât-ı bâhire ile müeyyed olup imdâd-ı melâike-i kirâm ile asabiyyet-i
enâmdan müstağnî iken onların da’vâları dahi kavm ü kabîleleri muâvenetiyle
peyveste-i husûl olmak üzerine âdet-i İlâhiyye cârî oldukda, da’vâ-yı mülk ü
saltanat ve sâir maslahat-ı âmmenin temşiyeti şevket ü satvetsiz hâsıl olmak
verâ-yı tavr-ı hikmet ve hilâf-ı mecrâ-yı âdet olduğu zâhir u mukarrerdir.
Yâni Allah tarafından
her türlü desteklenmelerine rağmen peygamberler bile dîne dâvet konusunda bir
asabiyet desteğine muhtaç iken onların dışında bu faâliyeti
gerçekleştirme arzusundaki kimselerin asabiyet olmaksızın başarıya erişmeleri
mümkün gözükmemektedir. Peygamberlerde hal böyle iken Hakk’a dâvet yolunda
olanlar tabiatıyla daha fazla asabiyete muhtaçtırlar. Kesinlikle İbn Haldûn’a
göre siyasal anlamda halkın tamâmının sevkedildiği hemen her hususta mutlak
olarak asabiyete ihtiyaç vardır. Dolayısıyla tarihsel açıdan meselenin İbn
Kasî’ye ve dâvetine taalluk eden yönü asabiyet oluşturacak bir topluluktan ya
da kavimden yoksunluktur. Bu noktada İbn Haldûn verdiği örneklerle yalnızca
sûfîleri değil fukahâ zümresini de benzer şekilde değerlendirmiştir. Ayrıca
ister hâlisâne niyetle isterse de riyâset talebiyle olsun “emir bi’l-ma’rûf
nehiy ani’l-münker ” yapacak kimselerin söz konusu gerçeği gözetmeleri
gerektiğinin üzerinde de özellikle durmuştur. Kısaca özetleyecek olursak İbn
Haldûn’un İbn Kasî hakkındaki asabiyet merkezli eleştirileri -önceden de
belirttiğimiz üzerekesinlikle doğrudan Hal’u’n-na’leyn'de ortaya konulan
tasavvufî tavra dönük değildir. Burada İbn Haldûn oldukça tasvîrî bir dil
kullanarak İbn Kasî ve karizması etrafında öbeklenen Mürîdûn hareketinin
başarısızlığının temel nedeni üzerinde durmaya çalışmış ve dâvetinin
başarısızlığa uğramasında asabiyet yoksunluğunun etkisine vurgu yapmıştır.
Aslında tam anlamıyla Endülüs’te İbn Kasî’nin hareketine başladığı yıllarda
belli bir asabiyet etrâfında kümelenmiş hâkim bir yapıdan ya da devlet
organizasyonundan söz etmek kısmen güç gibidir. Nitekim İbn Haldûn, muhtemelen
güçlü asabiyet desteğine sâhip yapıların yoksunluğundan dolayı olsa gerek,
başlangıçta İbn Kasî’nin kısmen başarılı olduğu yönünde bir yorumda da
bulunmuştur. Ayrıca her ne kadar aynı başlıkta İbn Haldûn kendi şahsî ve
dünyevî çıkarları için “emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker” yaparak riyâset
sevdâsında olan kimselerden söz etmişse de İbn Kasî’nin şahsına dönük bu yönlü
bir eleştiri getirmemiştir.
İbn Haldûn’un sûfî
zümreye mahsus eleştirilerine gelince; genel anlamıyla Mukaddime’de
yaptığı ilimler tasnîfinde İbn Haldûn tasavvufu sonradan ortaya çıkmış şer’î
ilimler zümresinden kabul etmiş; ilk sûfîlerin ileri gelenlerince sülûk edilen
yolun kendilerinden önce, aslında sahâbe ve sonrasında gelen nesiller
tarafından da tâkip edildiğini öne sürmüştür. îslâmî ilimlerin tedvin süreciyle
birlikte fakihler, müfessirler ve kelâmcılar gibi sûfîlerin de kendilerine
mahsus bir dil örgüsü ve kendilerine mahsus bir yöntem ile eserler kaleme aldığını
vurgulayan İbn Haldûn’a göre söz konusu tasavvufî tedvin faâliyetinde muhtevâ
bakımından başlıca iki tür göze çarpmaktadır. İlk türden eserler -Muhâsîbî’nin
(ö. 243/857) Riâyes\ gibidaha çok vera’ ve nefis muhasebesinin
ölçülerini; ikinci türden eserler ise -Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) Risâles\
gibitarîkat âdâbı ve sûfînin yaşadığı zevk ve vecd hâlini büyük oranda
kendilerine konu edinmiştir. Ardından da Gazzâlî Ihyâu ulûmi’d-dîn de
yer verdiği muhtevâ ile her iki türü kendi bünyesinde telif eden sahih ve örnek
bir metin inşâsında bulunmuştur. İbn Haldûn’a göre tasavvufun müdevven bir ilim
hâline gelme süreci özetle böylece vücûda gelmiştir. Bununla paralel olarak İbn
Haldûn tasavvufî telif faâliyeti açısından sapmaların, sözünü ettiği iki
muhtevânın dışına çıkılmak sûretiyle neşvünemâ bulduğu kanaatindedir. Nitekim
kendisinin tasavvufa yönelttiği eleştiriler de daha çok bu muhtevâ ile yâni
temelde seyr ü sülûkte keşfi yegâne gaye yapıp yaşanılan mânevî hâlin yazıya
geçirilmesi ya da başka bir ifâdeyle “işâretin ibâreye” aktarımı süreciyle
gittikçe çeşitlenen -ki İbn Haldûn tarafından çizgi dışı bulunantasavvuf
ilminin meseleleriyle hesaplaşma üzerinden yürüyüp gitmiştir.
İbn Haldûn’un
müteahhirîn olarak nitelendirdiği dönemde bir grup sûfî keşif konusuna özel
ihtimam göstermişlerdi. Fakat bu girişim, ona göre mütekaddimîn dönemindeki
tasavvufî faâliyet ve maksatların farklı bir yöne doğru kaymasıyla
sonuçlanacaktı. Bu yüzden İbn Haldûn, biri diğerini tamamlar ve îzah eder
mâhiyetteki Şifâüs-sâil, Mukaddime ve fetvâsında yer alan açık
ifâdeleriyle söz konusu temâyülü tasavvuf eleştirisinin merkezine
yerleştirmiştir:
Müteahhirîn dönemi
sûfîlerinden bir grup mükâşefe ilimleriyle ilgilendiler ve bu hususta
sarfedilen sözlerle meşgul olup onları [yazıya aktarmak sûretiyle] birer ilim
ve ıstılâh hâline getirdiler. Ayrıca bu konuda kendilerine mahsus bir tâlim
şekli de benimsediler ve mevcûdâtı kendilerine keşfolunduğu üzere özel bir
merâtip ile tasnif ettiler.
Müteahhirînden bir
grup ilgilerini hicâbın keşfine ve hicâbın mâverâsındaki idraklere dâir kelâma
hasrettiler. (...) [Zannettiler ki] vücûdun zâtlarını keşfettiler ve bütünüyle
vücûdun hakikatini tasavvur ettiler.
İkinci yol,
bid’atlere bulaşıp saflığını yitirmiş yoldur. Bu ise müteahhirînden bir grubun
tuttuğu yoldur. Onlar birinci yolu, his hicâbının keşfine vesîle yapmışlardır.
Çünkü onlara göre bu, birinci yolun neticesidir.
Yukarıdaki
ifâdelerinden sonra belirli nüanslarla ama büyük oranda benzerliklerle birlikte
İbn Haldûn, her üç kaynakta da keşif ve his perdesi hakkında konuşan
müteahhirîn dönemi sûfîlerinin isimleri ve eserlerinin listesini vererek
konuyu ele almaya başlamıştır. Bu doğrultuda Mukaddimede genel
anlamıyla tevhit konusundaki yaklaşımları dolayısıyla eleştirdiği Herevî’nin (Menâzilü’s-sâiriri),
İbn Seb’în (Büddü’l-ârif) ve iki öğrencisinin, (şiirlerindeki muhtevâ
sebebiyle üç sûfînin) İbnü’l-Fârız (ö. 632/1235), Afîfüddîn Tilimsânî (ö.
690/1291) ve Necmüddîn İsrâilî’nin (ö. 677/1278) isimlerini bir arada
zikretmiş; mehdîlik meselesini değerlendirdiği kısımda İbn Kasî (Hal’u’n-na’leyn),
İbnü’l-Arabî (Ankâu Muğrib), İbn Seb’în ve talebesi İbn Ebî Vâtîl (Hal'
u n-na leyn şerhi) isimlerine yer vermiştir. Ayrıca Mukaddimede
müteahhirîn dönemi sûfîleri iki gruba ayrılmış ancak tek tek isimleri
zikredilmemişti; Şifâüs’s-sâilde ise tevhit konusundaki anlayışları
dolayısıyla iki farklı gruba ayrılan sûfîlere Mukaddime’yi tavzih eder
mâhiyette şu şekilde değinilmiştir: Birinci grup (Hazarât, esmâ, tecellî ehli)
İbn Kasî, İbn Berrecân, Ahmed b. Ali el-Bûnî (ö. 622/1225), İbnü’l-Fârız,
İbnü’l-Arabî, İbn Sevdekîn (ö. 646/1248); ikinci grup (Mutlak vahdet ehli) İbn
Dehhâk, İbn Seb’în ve Şüşterî. Fetvâda ise İbn Berrecân (Aynül-yakîn),
İbn Kasî (Halu’n-na’leyn), İbnü’l-Arabî (Fusûsu’l-hikem ve el-Fütûhâtül-Mekkiyye),
İbn Seb’în (Büddü’l-ârifi, (şiirleri dolayısıyla) İbnü’l-Fârız ve
Afîfüddîn Tilimsânî, (ayrıca Tâiyye’ye yaptığı şerh sebebiyle) Saîdüddîn
Fergânî gibi isimler zikredilerek benzer bir liste yapılmıştır. Dolayısıyla bu
bölümümüzle irtibatlı olarak söylersek, İbn Haldûn tasavvufa yönelttiği
eleştiriler çerçevesinde, müstakil değil belirli bir tasavvufî muhtevâ
etrâfında bir araya getirmeye çalıştığı eserler ve müellifleriyle birlikte İbn
Kasî ve Halun-naleyn e her üç metninde de yer vermiştir. Bu yüzden
genellemeler düzeyinde getirilen eleştirilerde, tam mânâsıyla İbn Kasî ve Hal’un-na’leyn
in payına düşen somut eleştirileri tespit etmek oldukça güç bir durumdur.
Ancak -önceden de bahsi geçtiği üzeremehdîlik konusunda sıklıkla Halu’n-na’leynin
İbn Ebî Vâtîl tarafından yapılan şerhine atıflarda bulunulması, eleştirinin
daha çok bu konu etrâfında gerçekleştiğini söylemeye imkân vermektedir. Ayrıca
İbn Haldûn tasavvufî metinlerde genellikle muhtevâları îtibâriyle dört ana
başlığın öne çıktığını belirtmiştir. Buna göre üç başlık yâni nefis muhâsebesi,
velînin kerâmet ve tasarrufu, bâzı sûfîlerden zuhur eden şathiyeler inkârı
mümkün olmayan sahih konulardır ve kimsenin de bu gibi konularda ehl-i
tasavvufa karşı çıkmaya ve eleştiri getirmeye hakkı yoktur. Fakat dördüncü
başlık olan hicâbın keşfi sâyesinde bir sûfînin gayp âleminden haber vermesi,
rabbânî sıfatlar, arş, kürsî, melekler, vahiy, velâyet-nübüvvet, varlık
mertebeleri gibi konularda yorumlarda bulunması husûsunda İbn Haldûn ihtiyatla
hareket edilmesi gerektiği üzerinde özellikle durmuştur. O, keşfin ya da
müşâhedenin ifâde edilmesini özellikle sonuçları îtibâriyle sorunlu bulmuştur;
çünkü keşif ibâreye büründüğü zaman artık tasavvuf kendi olmaktan çıkarak aklî
bir sanata yâni felsefeye evrilmiş demektir. Nitekim keşif sâyesinde elde
edilen bilgiyi müteşâbihat nev’inden kabul eden İbn Haldûn’a göre, tıpkı
müteşâbih âyetleri tevilden uzak durulması gerektiği gibi sûfîlerin de bu
konudaki sözleri üzerinde yorum yapmaktan ve bu nevi’den sözlere îtibar
etmekten kaçınılmalıdır. Kuşeyrî’nin Risâle'si, zikri geçen bağlamdan
farklı bir muhtevâya sâhip olması yönüyle, İbn Haldûn tarafından tasavvuf literatüründe
tervîc edilen bir metindir. Ona göre, Risâle’de terceme-i hâllerine yer
verilen zevattan hiçbirisi hicâbın keşfine ya da buna benzer bir idrak türünü
elde etmeye aşırı istek duyan kimseler değillerdi, aksine onlar bu gibi
isteklerden kaçınan ve tamâmen şer’î ahkâma riâyet eden kimselerdi.
Meselenin Hal’u’n-na’leyn e dönük tarafı yâni İbn Haldûn tarafından Halu’n-na’leynin
eleştiriye tâbi tutulması, büyük ihtimalle dördüncü başlıkta zikredilen
muhtevâya tam anlamıyla uygun bir örnek oluşundan kaynaklanmaktadır. Meselâ bu
bakımdan yalnızca Halu’n-na’leynin. mukaddimesi bile tetkik edilecek
olsa, müellifin metni baştan sona ilkâ ve keşif kavramı etrafında ördüğü ve
metinde hicâbın kalkması sonucu elde edilecek semerelerden bahsettiği
rahatlıkla görülecektir. Ayrıca gerçekte İbn Haldûn, Gazzâlî tarafından
oluşturulan tasavvuf çizgisini ve telif tarzını büyük ölçüde olumlu gören bir
anlayışa sâhip bulunmasına rağmen tabakat ve târih kitaplarında bilhassa
Gazzâlîci fikirleri Endülüs’te yayan bir isim olarak anılan İbn Kasî’yi -ve de
Endülüs’ün Gazzâlîsi olarak yer verilen İbn Berrecân’ıbüyük ihtimalle daha çok
Herevî çizgisinde bir tasavvuf anlayışını benimsemiş olmalarından dolayı
eleştiriye tâbi tutmuştur.
Tasavvufî telif târihini göz önünde bulunduran İbn Haldûn’un, keşif meselesiyle yoğun bir şekilde ilgilenilmesi ve bunun bir netîcesi olarak da keşfin yazıya aktarılması husûsunda yaptığı eleştirilerin odağında özellikle adını andığı sûfî müellif Herevî (ö. 481/1089) yer almaktadır. Ona göre Herevî ile birlikte başlayan tarz ve üslûbun tâkipçileri olan sûfî müellifler, söz konusu ilgileri sebebiyle doğrudan hulûl ve ittihat düşüncesini benimsemişlerdir. Öne sürdüğü iddialarının îzâhı çerçevesinde İbn Haldûn, Herevî’nin Menâzilde geçen mutlak vahdet hakkındaki öJı^jJÇ JjÂfl] [iâLLJl meşhur beyitlerini ve onun üzerine Endülüs’ün büyük velîlerinden Ebû Mehdî Îsâ b. Zeyyât’ın Herevî’yi mâzur göstermek adına yaptığı yorumları örnek göstermiştir:
Hiç kimse Bir’i tevhit etmemiştir
Çünkü O’nu tevhit eden herkes [gerçekte O’nu] münkirdir
O’nun sıfatlarını konuşanların tevhîdi İkiliktir, ki onu
Bir ibtâl etmiştir
Yalnızca O’nun kendisini tevhîdi, O’nun [gerçekte]
tevhîdidir O’nu tavsif edenin vasfı da mülhidliktir
Mânevî keşif hakkında
konuşmaya istekli ve mutlak tevhit ehli müteahhirîn dönemi sûfîleri, İbn
Haldûn’a göre bu noktada kalmakla yetinmemişler; Şiî-İsmâilî düşünceyle
belirli birkaç konuda bütünleşmeye ve aynîleşmeye başlamış, nihâyetinde
akîdeleri de birbiriyle örtüşmüştür.2 Tasavvufta ortaya çıkan ve kendi içinde
hiyerarşik bir yapı arzeden gayp erenleri, hırka giyme, tarîkat silsilelerinin
Hz. Ali’ye uzanması ve tarîkatlar târihinde diğer halîfeler değil de Hz.
Ali’nin ön planda tutulması gibi konular, bu etkileşimin açık örnekleridir.
Bununla zorunlu olarak bağlantısı bulunan İbn Haldûn’un ısrarla üzerinde
durduğu bir başka husus da mütekaddimîn dönemi sûfîlerinden hakkında olumlu ya
da olumsuz hiçbir hükmün verilmediği ancak sonraki sûfîlerin açıkca savunduğu
ve sistemlerinin bir parçası hâline getirdikleri mehdîlik meselesidir. Nitekim
burası İbn Haldûn’un kendi sisteminin zorunlu bir parçası olarak, büyük oranda
İbn Kasî ile birlikte İbnü’l-Arabî, İbn Seb’în ve İbn Ebî Vâtîl’e dönük
eleştirilerinin de temel hareket noktasını teşkil etmektedir. Tabiatıyla
eleştirilerin bütününün arka planında sosyal-siyasal kaygılar yatmaktadır.
İbn Haldûn’un
mehdîlik eleştirilerini çoğunlukla İbnü’l-Arabî’ye dönük tarafıyla
değerlendiren Knysh’e göre İbn Haldûn tarafından ona yapılan atıflar İbn Ebî
Vâtîl’in metni üzerinden gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla da İbnü’l-Arabî’nin
eserlerine doğrudan değil ikincil kaynaklar üzerinden ulaşan İbn Haldûn
böylelikle aslında ana metnin yâni Ankâu muğribin muhtevâsını da tam
anlamıyla yansıtamamıştır. Benzer durum İbn Kasî ve Halu’n-na’leyn için
de geçerlidir. İbn Haldûn, Halu’n-na’leyn metninden birebir iktibas
yapmaktan ziyâde İbn Ebî Vâtîl şerhine mürâcaat etmeyi öncelemiştir. Bu noktada
ise ister istemez metin kendi iç yapısının dışında bir bağlamda
değerlendirilmiş olmaktadır. Knysh’e göre İbn Ebî Vâtîl dışında doğrudan
adları geçen müelliflere mürâcaat edemeyiş durumu bile, nedense İbn Haldûn’un
onları heretikler zümresinden sayarak saldırmasına mâni olamamıştır. Knysh’in
İbn Haldûn değerlendirmesi şöyle devam etmektedir: Ayrıca parodoksal bir
şekilde İbn Haldûn, eleştirdiği sûfîlerin eserlerini tenkit noktasında yeterli
bir donanıma sâhip değildir. Çünkü meselâ onun mezkûr sûfîlerin tevhit
doktrinine ilişkin bilgisi kısmen kendi şeyhi Ebû Mehdî Îsâ b. Zeyyât’tan
aldığı şifâhî bilgilere ve kısmen de dostu İbnü’l-Hatîb’in Ravzatü’t-tarîf
adlı eserine dayanmaktadır. Bunun dışında İbn Haldûn’un Mukaddimede
kendisinden doğrudan iktibas yaptığı orijinal tasavvuf metni Fergânî’nin Müntehe’l-medârik'i
ve İbn Seb’în’in meçhul mürîdi İbn Ebî Vâtîl’in şerhidir. Açıkça ifâde edilecek
olursa, müteahhirîn dönemi sûfîlerine atfettiği mesiyanik teorilere ilişkin
katı eleştirilerinde İbn Haldûn, teolojik düşüncelerden ya da telakkilerden
ziyâde sosyo-politik nedenlerle hareket etmektedir diyebiliriz.
Bâzı araştırmacılarca
İslâm entelektüel târihi açısından genel îtibâriyle on dördüncü asır,
“Neo-hanbelîlik asrı” olarak nitelendirilmiştir. Bu bağlamda Lakhassi İbn
Haldûn’un da “dehâsı ve modern beşerî düşünceye olan ilginç katkısı ne olursa
olsun” bu kültürel çevre ya da cemâat içinde yer aldığı düşüncesindedir. Zîra
İbn Haldûn’un tasavvuf eleştirileri üzerine yazan araştırmacıların neredeyse
tamâmı, İbn Haldûn’un İbn Teymiyye ile benzer kaygılar ve konular etrâfında
gezinen bir tasavvuf eleştirisi yaptığı yönünde ortak bir kanaate sâhiptirler.
Üslûp olarak bunu en iyi yansıtan örnek ise İbn Haldûn’un fetvâsında açığa
çıkan keskin ve sert ifâdeleridir. James Morris’e göre gerek pratik ve
sosyo-politik düzlemde gerekse teorik ve entelektüel düzlemde İbn Haldûn’un
dönemindeki tasavvufî hareketlere dönük eleştirel yaklaşımı, dikkatli bir
şekilde verdiği bu fetvâda özetlenmiştir. Bir Mâlikî fakîhi olan İbn Haldûn’un
fetvâsında dile getirdiği hususlar aslında kısmen Şifâüs-sâilde ve Mukaddimede
ele aldığından hiç de farklı değildir. Dolayısıyla bu bakımdan kendisinin tasavvufa
eleştirel yaklaşımında bir sürekliliğin varlığı söz konusudur.
Bölümü sonlandırırken
İbn Haldûn’un tasavvuf hakkında verdiği fetvânın metin ve tercümesinin ekte
iktibasının İbn Kasî ve Hal’un-naleyn in literatürdeki konumunu kavramak
adına yararlı olacağı kanaatindeyiz. Mağrib yıllarında telif edilen Mukaddime
ve Şifâü’s-sâilin aksine, fetvâ İbn Haldûn’un Mısır’da kadılık görevini
deruhte ettiği zamanlarda verilmiştir. Fetvâda İbn Haldûn’un tasavvufa
yaklaşımının, genel anlamıyla muhtevâca pek muhtasar ve fakat -maslahat îcâbı Hal
u’n-na’leyn gibi tasavvuf metinlerinin ortadan kaldırılmasına dönük
önlemlerin alınması gerektiği örneğinde olduğu üzere- çok sert bir üslûp ile
dile getirildiği görülmektedir. Fetvânın metnini günümüze ulaştıran râvî, İbn
Haldûn ile 799 (1396) yılında Kâhire’de görüşen Mâlikî fakîhi Takiyyüddîn
Fâsî’dir (ö. 832/1429). Fâsî İkdü’s-semînde fetvânın tamâmını ilk olarak
İbnü’l-Arabî’nin biyografisi, daha sonraysa fetvânın yalnızca kitapların
yakılmasıyla ilgili bölümünü İbnü’l-Fârız’ın biyografisi kısmında rivâyet
etmiştir. Daha sonra literatürdeki tedâvülü Bikâî’nin (ö. 885/1480)
İbnü’l-Arabî hakkında yazdığı reddiye ve Nablusî’nin (ö. 1143/1731)
İbnü’l-Arabî hakkında yaptığı müdâfaa metinleri üzerinden gerçekleşmiştir.
Burada ilgili literatürdeki tartışmaların seyrini göstermek maksadıyla Fâsî’nin
rivâyet ettiği metin, Nablusî’nin düştüğü ihtiraz kayıtları eşliğinde
verilecektir.
Ek: İbn Haldûn’un
Tasavvufa Dâir Fetvası
أنبأني القاضي أبو زيد عبد الرحمن بن خلدون
الأصولي قال: اعلم أرشدنا الله وإياك للصواب، وكفانا شر البدع و الضلال، أن طريق
المتصوفة منحصرة في طريقين: الطريقة الأولى: وهي طريقة الشنة، طريقة سلفهم الجارية
على الكتاب والشنة، والاقداة بالسلف الصالح من الصحابة والتابعين.
ثم قال: والطريقة الثانية: وهي مشوبة
بالبدع، وهي طريقة قوم من المتأخرين، يجعلون الطريقة الأولى وسللة إلى كشف حجاب
الح لأنها من نتائجها.
ثم قال: ومن هؤلاء المتصوفة: ابن عربي، وابن
سبعين، وابن برجان، وأتباعهم، ممن سلك سبيلهم ودان بنخلتهم، ولهم تواليف كثيرة
يتداولونها، مشحونة من صريح الكفر، وفنتهجن البدع، وتأويل الظواهر لذلك على أنبعد
الؤجوه وأفبحها، مئا ينتغرب التاظر فيها من نسبتها إلى الملة أو عدها فى الشريعة.
ثم قال: وليس ثناء أحد على هؤلاء، حجة للقول
بفضله، ولو بلغ المثنى ما عسى أن يبلغ من الفضل؛ لأن الكتاب والسنة، أبلغ فضلا
وشهادة من كل أحد.
{Kâdî Ebû Zeyd
Abdurrahmân b. Haldûn el-Usûlî bana [yâni Takiyyüddîn el-Fâsî’ye] haber verip
dedi ki:} Allah bizi ve seni doğruya eriştirsin, bid’at ve dalâletin şerrinden
bizleri muhâfaza buyursun! Bilesin ki mutasavvıflarca izlenilen yol (tarîkat)
iki kısımdır: Birinci yol, sünnet yoludur (tarîkatü’s-sünne). Bu, Kitap ve
Sünnet’in usûlü çerçevesinde hareket edip selef-i sâlihîne yâni sahâbe ve
tâbiîne iktidâ eden önceki sûfîlerin (selef) yoludur.
{İbn Haldûn dedi ki:}
İkinci yol, bid’atlere bulaşıp saflığını yitirmiş yoldur. Bu ise sonraki
sûfîler (müteahhirîn) içinde bir grubun tuttuğu yoldur. Onlar birinci yolu, his
perdesinin keşfine vesîle yapmışlardır. Çünkü onlara göre bu, birinci yolun
netîcesidir.
{İbn Haldûn dedi ki:}
İbnü’l-Arabî, İbn Seb’în, İbn Berrecân ve onların yolunda seyr ü sülûk edip
inançlarını benimseyen tâbileri, bu mutasavvıflar zümresindendir. Onlar
insanlar arasında mütedâvil olan pek çok kitap telif etmişlerdir. Bu kitaplar,
sarih küfür ve çirkin bid’atlerle dopdoludur; en uzak ve en çirkin vecihlerle nasların
zâhiri tevil edilmiştir. Bu tevillere atf-ı nazar eden kimse, onların İslâm
dînine (millet) nispet edilmelerine ve şerîat içre addolunmalarına şaşıp
kalacaktır.
{İbn Haldûn dedi ki:}
Adı geçen zevâtın başkalarınca övgüye lâyık bulunması onların faziletine kail
olmak için yeterli bir hüccet değildir. Her ne kadar onları övenler fazilette
kemal noktaya erişmiş olsalar bile bu böyledir. Zira [onlar hakkında] Kitap ve
Sünnet’in fazilet ve şehâdeti herkesinkinden çok daha önemlidir.
{İbn Haldûn dedi ki:}
Muhtevasında sapkın akideleri barındıran ve insanların ellerinde hâlihazırda
nüshaları bulunan İbnü’l-Arabî’nin Fusûsul-hikem ve el-Fütûhâtül-Mekkiyyesi,
İbn Seb’în’in Büddül-ârifi, İbn Kasî’nin Halu'n-naleyn i, İbn
Berrecân’ın Aynül-yakîni gibi kitapların; bu kitaplar zümresinden
sayılabilecek İbnü’l-Fârız ve Afîfüddîn Tilimsânî ve benzerlerine âit
şiirlerin; aynı şekilde İbnü’l-Fârız’ın Kasîde-i Tâiyye’si üzerine Saîdüddîn
Fergânî’nin [Meşârikü ’ d-derârî ve Müntehe’l-medârik ismiyle]
yaptığı şerhin fıkhî hükmüne gelince, adları geçen kitapların hepsi ve onların
benzerleri bulundukları zaman kitâbet izleri tamâmen yok edilinceye [yâni
okunamaz bir hâle gelinceye] kadar ateşte yakmak ya da suyla yıkamak sûretiyle
imhâ edilmelidir. Zîra dinde maslahat-ı âmmeyi gözetmek adına sapkın
akîdelerin yok edilmesi gerekir.
{İbn Haldûn dedi ki:}
Nitekim def’-i mefsedet maksadıyla bu kitapların yakılması veliyyü’l-emr [yâni
yetki sâhibi kimseler] üzerine bir vazîfedir. Ayrıca ellerinde bu kitapların
nüshaları bulunan kimselerden onları alıp yakmak da yine kendisi üzerine bir
vazîfedir. Şâyet elinde bu kitapları bulunduran kimse onları vermezse
veliyyü’l-emr zorla alır ve vermeme konusunda kendisine muhâlefet ettiği için
onu cezâlandırır. Çünkü maslahat-ı âmme konusunda veliyyü’l-emre asla muhâlefet
edilmez.
3.4.
Hal’u’n-Na’leynin Tasavvuf Târihindeki Etkileri:
İbn Kasî’nin Hal
u’n-naleyn de ortaya koyduğu tasavvufî muhtevânın intikal sürecinin ve
buna bağlı olarak literatürdeki yaygınlığının tespiti, eserin tesir sâhasının
görülmesine imkân verecektir. Ayrıca eserin muhtevâsında öne çıkan konuların
literatürde doğurduğu hareketliliğin belirlenmesi ise eserin tasavvufî telif
târihinde kazandığı kalıcılığın anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bu doğrultuda
Hal’u’n-na’leyn in değerlendirilmesine örneklik teşkil etmesi
bakımından iki kısa iktibasla meseleyi açmaya çalışacağız. Bunlardan ilki,
Kutbüddîn Yûnînî’nin (ö. 726/1326), Zeylü Mir’âti ’zzamân da yer verdiği
Yûsuf b. Ya’kûb b. Yaîş isminde -kaynaklarda hayâtı hakkında başka bir mâlûmâta
rastlayamadığımızbir sûfînin biyografisinde geçen Halu’n-na’leyn e dâir
şu bilgilerdir:
Yûsuf b. Ya’kûb b. Yaîş Ebu’l-Mihsân Cemâleddîn
es-Sülemî, Maarrâ asıllıdır. (..) O, sâlih, vera’ sâhibi, muhakkik, meşâyihin
sözlerini bilen ve onların kelâmı ile iştigal eden, kendisini mürit ve
tâliplerin izlediği, tasavvuf ilminde müşkil kitapların muhtevasına âşinâ bir
kimse idi. İbn Kasî’nin Halu’n-na’leyn kitabını bilir ve onun şerhi
üzerine oldukça faydalı sözler sarfederdi. (...) Doğumu 612 (1215-1216) yılındadır.
13 Cemâziyelevvel 680 (30 Ağustos 1281) Cumartesi gecesi Kâsiyûn dağı
eteklerindeki el-Megârretü’l-Azîziyye’de vefat etti. Sûfî kabristanına
taşınarak oraya defnedildi. Allah ona rahmetiyle muâmele etsin.
Bu iktibasta
görüldüğü üzere XIII. yüzyıl sonu îtibâriyle tasavvufî çevrelerde Hal
u’n-na’leyn gerek muhtevâ gerekse ibâre açısından tasavvuf târihinin
anlaşılması güç metinleri içerisinde değerlendirilmekteydi. Nitekim müellif İbn
Kasî’nin vefâtından yaklaşık bir asır sonra Dımeşk havâlîsinde (muhtemelen İbnü’l-Arabî’nin
bulunduğu muhitte) yaşayan Şeyh Yûsuf b. Ya’kûb b. Yaîş ilim meclislerinde bu
eserin muğlak taraflarını vuzûha kavuşturmaktaydı. Şeyhin yaptığı Hal
u’n-na’leyn şerhinin bizzat kendisi ya da meclisinde hâzır bulunanlardan
biri tarafından yazıya aktarılıp aktarılmadığı konusunda bugün için herhangi
bir bilgiye sâhip değiliz. Fakat yukarıdaki iktibâsın, konumuz yâni eserin
bilinirliği ve tasavvufî muhitlerde benimseniş tarzı açısından bilgi verici
mâhiyete sâhip dikkate değer bir ayrıntı olduğunu söyleyebiliriz.
îktibaslardan ikincisini ise İbn Kasî’nin tasavvufî çevrelerde doğurduğu
hareketlilik ve Hal u ’n-na ’leyn’in muhtevâsının intikal sürecinde daha
çok İbnü’l-Arabî’nin katkılarını göstermesi maksadıyla aktarıyoruz:
Abdülvvehhâb
eş-Şa’rânî’ye âit el-Yevâkît vel-cevâhîr fi beyâni akâidi’l-ekâbir adlı
eserde, İbnü’l-Arabî’nin İbn Kasî et-Tûnusî’nin bu makamda [yâni ilm-i
tasavvufta] kemâl ehli olduğu noktasında hüsn-i şehâdette bulunduğunu gördüm.
[Şa’rânî’nin iktibâsında dile getirdiği üzere] İbnü’l-Arabî şöyle buyurmuştur:
İbn Kasî’nin Hal’u’n-na’leyn isminde önemli bir kitabı vardır. Tûnus’a
vardığımda [müellifin] oğlu bana bu kitap konusunda icâzet verdi. [ Yevâkît’ten
iktibas burada] bitti.
Ben [Ali b. Huleyfe
el-Mesâkinî] derim ki: Allâhu a’lem mezkûr kitabın konusu Allah’ın Hz. Mûsâ’ya
nalınlarını çıkarması husûsundaki emrine dâirdir. “Her bir âyetin zâhir,
bâtın, had ve matla’ı vardır” hadîsinde bildirildiğine göre müellif âyet hakkında
ehl-i işâretin [yâni muhakkik sûfîlerin] yöntemi üzere eserinde söz
söylemiştir. Tevfîk Allah’tandır.
Ali b. Huleyfe
el-Mesâkinî (ö. 1172/1758) bu cümlelere kendilerinden ders gördüğü hocaların ve
icâzet aldığı kitapların isimlerini kaydettiği Fehrese sinde,
İbnü’l-Arabî’ye İbn Kasî’nin oğlu tarafından takdim edilen icâzet kaydı
sebebiyle yer vermiş; ayrıca -muhtemelen eseri mütâlaa etme imkânı
bulamayanMesâkinî, eserin muhtevâsını isminden hareketle tahmîne çalışmıştır.
Ancak bizim bu iktibâsı yapmamız XVIII. yüzyıl Mısır’ında kaleme alınmış bir
fehrese metninde muhtevâ tahmîniyle birlikte Hal’u’n-na’leyn in hem
müellif hem de şârihine değinilmiş olması dolayısıyladır. Bu bağlamda İbn Kasî
ve Halu’n-na’leyni müstakil olarak İbnü’l-Arabî’den bağımsız düşünmek
neredeyse imkânsız gibidir. Nitekim Halu’n-na’leyn literatürdeki
görünürlüğünü de büyük ölçüde İbnü’l-Arabî’ye borçludur. Çünkü İbn Kasî ve Halu’n-na’leyn
e, İbnü’l-Arabî tarafından başta Fusûsu’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye
olmak üzere bâzı eserlerinde atıflar yapılmıştır. Kısacası İbnü’l-Arabî’nin İbn
Kasî ve Halu’n-na’leyn den ismen söz etmesi ve Hal u ’n-na’leyn
üzerine şerh yazması, İbn Kasî isminin muhakkik sûfîler arasında anılmasına ve Hal
’u ’n-na ’leyn’in tasavvuf literatüründe öne çıkmasına vesîle olmuştur.
İbnü’l-Arabî bu
cümleden olmak üzere, Fusûs ta zâta delâlet edişleri ve kendilerine
delâlet edişleri yönleriyle ilâhî isimlerden her birisinin sâhip olduğu delâlet
tarzlarına ilişkin İbn Kasî’ye âit görüşü Îdrîs ve Zekeriyyâ faşlarında
anmıştır:
Ebu’l-Kâsım b. Kasî Halu’n-na’leyn’de “Îlâhî
isimlerden her biri, bütün ilâhî isimlerle isimlenmiş ve vasıflanmıştır”
sözüyle buna işâret etmiştir. Yâni, her bir isim zâta ve kendisi için vazolunan
mânâya delâlet eder ki isim onu talep eder. Zâta delâleti bakımından bütün
isimler birdir; kendisiyle diğerlerinden ayrıldığı mânâya delâleti bakımından
ise rab, hâlık, musavvir ve diğerlerinde olduğu gibi her bir isim diğerinden
temeyyüz eder. Dolayısıyla zât bakımından isim müsemmânın aynıdır; kendisine
özgü vazolunan mânâ bakımından isim müsemmânın gayrıdır.
Bu yüzden ilâhî isimler konusunda Ebu’l-Kâsım b. Kasî
şöyle demiştir: “Îlâhî isimlerden her biri kendi infirâdı üzere bütün ilâhî
isimler ile müsemmâdır.”
Nitekim İbnü’l-Arabî’nin
bu ibârelerini şerhetme maksadıyla Fusûs şârihlerinin neredeyse tamâmı, İbn
Kasî ve Halu’n-na’leyn e değinmek durumunda kalmışlardır. Fusûs’un
metnine bağlı kalarak konuyu ele almaya çalışan ilk şârihlerden Afîfüddîn
Tilimsânî (ö. 690/1291), Îdrîs Fassı’nda
geçen ifâdesine yâni “Onun Hal’u’n-na’leyn diye
isimlendirdiği kitabı” şeklinde oldukça kısa bir açıklama yapmak sûretiyle
değinmiş; ayrıca eserin müellifi İbn Kasî’nin kimliğine dâir herhangi bir bilgi
vermemiştir. Müeyyidüddîn Cendî (ö. 691/1292 [?]) ise mukaddimenin şerhinde
Allah ism-i celâline taalluk eden konular bağlamında İbn Kasî’nin ilâhî
isimlerin delâlet tarzına ilişkin görüşünü zikretmiş; İdrîs Fassı’ndaki
ibârenin şerhinde isminin telaffuz şeklini…olarak belirttikten sonra İbn
Kasî’nin Mağrib meşâyihinin büyüklerinden tanınmış
ve mûteber bir kimse Halu’n-na’leyn in ise İbnü’l-Arabî tarafından
şerhedilen bir kitap olduğu bilgisine yer vermiştir. Abdürrezzâk Kâşânî (ö.736/1335)
şerhine gelince, yalnızca Cendî’de olduğu gibi İbn Kasî isminin telaffuz şekli
belirtilmiş, fakat Hal u’n-na’leyn hakkında herhangi bir bilgi
sunulmamıştır. Talebesi Dâvûd-i Kayserî (ö. 751/1350) de Halu nna leyn
hakkında herhangi bir mâlûmat vermeksizin İbn Kasî’nin Lebleli İbn Halîl’e
müntesip ehl-i tarîkin büyüklerinden bir kimse olduğu bilgisine Fütûhât’a
atıfta bulunarak kısaca değinmiştir. Mehâimî (ö. 835/1431), İbn Türke
(835/1431), Tâceddîn Hüseyin Hârezmî (ö. 840/1436), Abdurrahmân Câmî (ö.
898/1492), Sofyalı Bâlî Efendi (ö. 960/1553), Abdullah Bosnevî (ö. 1054/1644), Abdülganî Nablusî (ö.
1143/1731) gibi müellifler tarafından yapılan diğer Fusûs
şerhlerinde de İbn Kasî ve eseri Hal’u’n-na’leyn hakkında benzer
bilgiler verilmiştir. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin Halun-naleyn şerhini
rivâyet eden İbn Sevdekîn (ö. 646/1248), Îdrîs Fassı üzerine -klasik mânâda
değilse debir şerh yazmış olmasına rağmen adı geçen eserinde ne İbn Kasî’ye ne
de Hal u ’n-na’leyn e değinmiştir. Sadreddin Konevî (ö. 673/1274)
ise eserlerinde İbnü’l-Arabî tarafından zikredilen ilâhî isimler görüşüne
etraflıca yer vermekle birlikte İbn Kasî ve Halu nna’leyn'i ismen
müstakil olarak anmamıştır. Konevî’nin Miftâhü’l-gayb’ına yaptığı şerhte Molla
Fenârî (ö. 834/1431), Îdrîs Fassı’na atıf yaparak ilâhî isimlerin delâlet
tarzına dâir görüşlere yer verirken İbn Kasî ve Halu ’nna ’ leyn' de
zikretmiştir.
Fütûhât’ta ise İbnü’l-Arabî,
Hz. Peygamber’in diğer peygamberler üzerine efdaliyeti meselesini ele alırken İbn
Kasî’nin görüşünü çeşitli bâblarda zikretmiş ve kanaatimizce
literatürde bilinir hâle getirmiştir. “Mülk devrinin bilinmesi”ne tahsis
ettiği 10. bâbda, meseleyi daha çok Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerin
nâibi oluşu, rûhâniyetiyle diğer peygamberlerle berâber bulunuşu ve kendisinin
benî Âdem’in en üstünü oluşu vechesiyle birlikte etraflı îzâhlara girişen İbnü’l-Arabî,
bu hususta ehlullahın keşfî ve ledünnî bilginin imkânları doğrultusunda
hareket edişlerinin üzerinde özellikle durmuş ve İbn Kasî’nin Hal’u’n-na’leyn
de efdaliyet konusunda aynı görüşü paylaştığının bilgisine yer vermiştir.
Ayrıca burada İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’yi sûfîlerin büyüklerinden birisi olarak
anmış ve -muhtemelen keşfî bilgiye mazhar olması dolayısıylaşeyhi İbn Halîl’den
de ismen söz etmiştir. Ancak velâyet-nübüvvet konularında Hakîm et-Tirmizî’nin
(ö. 320/932) sorularına verdiği cevaplara ilişkin bölümde, bâzı peygamberlerin
diğer peygamberlere üstünlüğünün sebebinin sorulduğu yirmi dokuzuncu soruya
verdiği cevapta İbnü’l-Arabî, sûfîlerin bu hususta görüş ayrılığına
düştüklerini özellikle belirtmiş, ardından da İbn Kasî’yi meselenin hakîkatini
tam anlamıyla ortaya koyamadığı için doğrudan eleştirmiştir. Çünkü
İbnü’l-Arabî’nin naklettiğine göre İbn Kasî, bir peygamberin diğer peygamberler
üzerinde bir yönden üstün (fâzıl), bir yönden ise daha aşağı derecede (mefzûl)
olduğunu öne sürmektedir. Dolayısıyla bir yönden üstün olan diğer bir yönden
üstün olduğu peygamberden daha aşağıda olmaktadır; bu ise fazîlet açısından
aslında bir denkliğe yol açmaktadır. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin Fütûhâttaki
bu eleştirisinin, Hal’u’n-na’leyn şerhindeki ile benzer içerik ve
üslûpta oluşu göz önünde tutulduğu zaman genel anlamıyla İbnü’l-Arabî’nin İbn
Kasî tarafından Hal’u’n-na’leyn de dile getirilen tasavvufî öğretilere
ilişkin yer yer benimseyen ama büyük oranda eleştiren bir tavır içerisinde
olduğu söylenilebilir. İbnü’l-Arabî’nin bu konuda İbn Kasî’ye yaptığı atıflar, Yevâkît’in
Hz. Peygamber’in hâtemü’n-nebiyyîn oluşuna tahsîs edilen ve Hz. Peygamber’den
sonra derece bakımından mahlûkâtın en fazîletlisini açıklayan ilgili
bölümlerinde Şa’rânî tarafından da benzer şekilde dile getirilmiştir.
İbnü’l-Arabî
tarafından Fütûhât’ta öne çıkarılan ve böylelikle literatürde mütedâvil
hâle gelen İbn Kasî’ye âit görüşlerden bir diğeri de âhirette yeniden
yaratılışın (iâde) mâhiyeti hakkındadır. Bu meseledeki fikir ayrılıklarının
temelinde “iâde”nin keyfiyetine ilişkin düşüncelerdeki farklılıkların
yattığını söyleyen İbnü’l-Arabî’ye göre, İbn Kasî insanların ilk
yaratılışlarındakine benzer süreçlerin âhirette yaratılmalarında da geçerli
olduğu şeklinde bir fikre sâhiptir. Bu bağlamda “Başlangıcınızda nasıl
[yaratıldı] idiyseniz öylece ona dönersiniz” (A’râf, 7/29) âyetine başvurarak
kendi görüşünü îzâha çalışan İbn Kasî hakkında İbnü’l-Arabî mütereddit bir
tavır içerisine girmiştir. Çünkü İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’nin şeyhi ümmî bir zat
olan Halefullah el-Endelüsî’yi zikrederek bu görüşün asıl sâhibinin İbn Kasî mi
yoksa Halefullah mı olduğu noktasında mevcut bir belirsizlikten söz etmektedir.
Haydar el-Âmülî (ö. 787/1385’ten sonra), îsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725),
Veli Muhammed Ekberâbâdî (ö. 1245/1830) gibi Ekberî müellifler ise cismânî
haşir konusuyla ilgili olarak eserlerinde açtıkları bahislerde, İbn Kasî’nin
görüşlerine Fütûhâftan birebir iktibasla yer vermişlerdir. Ayrıca haşr-i
cismânî konusunda her ne kadar metin düzeyinde Şeyh Bedreddîn’in (ö. 823/1420)
Vâridât: ında doğrudan ne İbn Kasî ne de İbnü’l-Arabî ismine herhangi
bir atıf yapılmamış olsa da, Şerefeddin Yaltkaya’ya göre İbn Kasî ile Şeyh
Bedreddîn bu meselede hemfikirdirler:
Terekküb-i eczâ
tarîkiyle haşr-i cismânîyi kabûl etmeyen
Şeyh Bedreddîn’in Hal’u’n-na’leyn sâhibi Şeyh Ebu’l-Kâsım
Ahmed b. Kasî gibi …
Nev’-i insânîden hiçbir ferd
kalmayıp yeni baştan peder ve vâ-
lidesiz topraktan bir insân tevellüd ve ondan tenâsül tarîkiyle’
vuku bulacağı mümkün addetmekte olduğu da görülmektedir.
Nitekim Vâridât
şârihlerinden Abdullah İlâhî (ö. 896/1491) de haşrin mâhiyetine ilişkin Vâridât
metni üzerinden yaptığı şerhte Fütûhât’ın ilgili kısmından istifâdeyle
meseleyi vuzûha kavuşturmaya çalışmıştır. Ayrıca, bu yüzden Yaltkaya’nın İbn
Kasî ile Şeyh Bedreddîn’in haşr-i cismânî konusunda benzer düşündüklerine
ilişkin tespitinde, Abdullah İlâhî’nin şerhinin yardımcı olduğunu söylemek de
imkân dâhilindedir.
Âhiret ahvâline dâir, Ekberî
muhîtin dışında, İbn Kasî ve Hal’unna’leyn e atıflar yapan bir diğer
isim Endülüslü müellif Kurtubî’dir (ö. ... . 01 .. 01 671/1273). Kurtubî, Halun-naleynde
Güneş ve ay dürülüp
sarılarak cehennem ateşine atılan iki öküzdür” hadîsinin İbn Kasî tarafından
edebî bir dille yapılan yorumuna doğrudan yer vermiştir. Bu yorumu, Kurtubî den
naklen Münâvî , Güneş ve ay cehennemde
iki kısır öküzdür. Allah dilerse onları oradan çıkartır, dilerse de onları
orada [ebedî olarak] bırakır” hadîsinin şerhinde birebir alıntılamıştır.
Kurtubî tarafından yapılan ikinci atıf ise “ölümün bir koç sûretinde
getirilerek kurban edilmesi” hadîsi çerçevesinde, Hal’u ’n-na’leyn’deki
Hz. Yahyâ’nın Hz. Peygamber’in huzûrunda onun emriyle cennet ile cehennem
arasında ölüm olan koçu kurban edişine ilişkin rivâyete yer vermiştir. Ayrıca
Demîrî (ö. 808/1405), Kurtubî’den naklen bu rivâyete benzer muhtevâ içerisinde
atıf yapmıştır.
Osmanlının son
döneminde İzmirli îsmâil Hakkı (1869-1946) ile Şeyh Mustafa Saffet (1866-1950)
arasında tasavvuf kitaplarındaki hadislerin sıhhatine dâir yapılan
tartışmalarda, İzmirli îsmâil Hakkı genelde sûfîlerin özelde ise Gazzâlî’nin yorum
yönteminin kritiğinde Hal’u’n-na’leyn müellifine göndermede
bulunmuştur. Şeyh Saffet’in “Gazzâlî’nin te’vîlâtı urefâ ve sûfiyyenin kendi
ta’bîriniz ile işârâtı kabîlinden midir değil midir?” sorusuna verdiği cevap
içinde İzmirli, sûfiyyeye has yorum yöntemini kullanmakla birlikte -ayrıca her
ne kadar Bâtınîleri bu noktada eleştirmiş olsa daGazzâlî’nin tevil yapış
tarzında sözlerinin pek çoğuna “bâtınîlik ve felsefilik” karıştığını iddia
etmiştir. Gazzâlî’nin hem sûfîlere hem de bâtınîlere has yorum yöntemini
kullanış tarzını İzmirli iki misal getirerek göstermeye çalışmıştır. Nitekim
İzmirli, Gazzâlî’nin “içinde köpek bulunan eve melâike girmez” hadîsine yaptığı
yorumda evi kalp, köpeği de mezmûm vasıflar şeklinde yorumlamasını sûfî tevîle;
“hal’u’n-na’leyn’i terk-i kevneyn olarak yorumlamasını ise bâtınî tevîle misâl
olarak getirmiştir. Sûfî-işârî tevîle yaklaşımında İbn Teymiyye çizgisine
yakın duran ve muhtemelen de İbn Kasî hakkındaki açıklamayı da İbn Teymiyye’den
hareketle yapan İzmirli “İbn Kasî de hal’u’n-na’leyn hakkında bir kitap yazmış
idi” şeklinde bir cümle ile İbn Kasî’ye atıfta bulunmuş, ancak ne eserin
muhtevasına ne de müellifine dâir herhangi bir bilgiye yer vermemiştir.
Özetle söylemek
gerekirse, gerek Hal’u’n-na’leyn in muhtevâsı gerek İbn Kasî’ye âit
fikirlerin literatürde dikkate değer bulunması ve kalıcılık kazanması -Kurtubî
ve İbn Teymiyye gibi müellifleri dışarda tutacak olursakbüyük ölçüde
İbnü’l-Arabî ve eserleri vâsıtasıyla mümkün hâle gelmiştir. Nitekim meselâ Fusûs
şârihlerinden hiçbirisi -şerhlerin içeriğinden de tâkip edileceği üzeredoğrudan
Hal u ’n-na leyn metninden iktibasta bulunmamışlar; İbnü’l-Arabî’nin Fusûs’ta
çizdiği çerçeve ve sınırlar dâhilinde kalarak yorumlarını yapmaya özen
göstermişlerdir. Fütûhât’tak atıflar ve bu atıfların sonraki
müelliflerce kullanımı için de benzer durumun geçerli olduğu rahatlıkla
söylenilebilir.
4. HAL’U’N-NALEYN ŞERHİ YAPISI VE MUHTEVÂSI
4.1. Şerhin İbnü’l-Arabî’ye Âidiyeti ve Diğer Eserleri Arasındaki
Yeri
590 [1193-1194]
yılında Tilimsân’dan ayrılıp Tunus’a gelen İbnü’l-Arabî, -daha öncede birkaç
kez değindiğimiz üzereİbn Kasî’nin oğlu Hüseyn b. Ahmed ile burada karşılaşmış
ve Hal’un-na’leyn'i kısmen mütâlaa etme imkânına sâhip olmuştur. Ayrıca
nedenini tam olarak hatırlamasa da İbn Kasî’nin oğlu tarafından o esnâda
kendisine takdim edilen Halu nna’leyn nüshasını kabûle yanaşmamıştır. İbnü’l-Arabî’nin
İbn Kasî’nin görüşleriyle ve Halu’n-naleyn in muhtevasıyla tanışmasına
vesîle olan bu karşılaşma, hem İbnü’l-Arabî’nin entelektüel ilgilerinin arka
planını hem de eserin tasavvuf literatüründeki yerini tespit açısından
kanaatimizce oldukça büyük önem arzetmektedir. Bu bağlamda “Tarihsel olarak
iki ismin karşılaşmasını bildiren ve yalnızca İbnü’l-Arabî tarafından
nakledilen bu rivâyetin vuku buluşu konusunda şüpheyle yaklaşmayı gerektirecek
bir durum söz konusu mudur?” şeklinde bir soru yöneltmek pekâlâ mümkündür.
Ancak Goodrich’in soruya verdiği cevap, bu karşılaşma hakkında şüpheye düşecek
ve bu karşılaşmayı imkânsız kılacak herhangi bir tarihsel bilgiye sâhip
olmadığımız yönündedir. Nitekim iki ismin karşılaşmasını tarihsel olarak
imkânsız kılacak herhangi bir durum söz konusu değildir. Zîra İbnü’l-Arabî o
yıllarda 30 yaşında, Hüseyin b. Ahmed ise muhtemelen 60’lı yaşlarında olmalıydı.
Dolayısıyla entelektüel anlamda Hal’u’n-na’leyn in İbnü’l-Arabî’nin ilgi
sahasına girmesi, özellikle kendisinin telif târihini göz önünde
tuttuğumuzda oldukça erken sayılabilecek bir döneme rastlamaktadır. İlerleyen
süreçte eserlerinde yer yer Halu’n-na’leyn e atıflarda bulunacak olan
İbnü’l-Arabî’nin esere şerh yazma girişimi ise şerhteki bâzı ipuçlarından
hareketle Addas’ın tahmînine göre İbnü’l-Arabî’nin Şam’da mukîm olduğu
620/1223-638/1240 yıllarına tekabül etmektedir. Ayrıca Halu ’nna’leyn
şerhinde dedesinden bahsedilirken Sadreddin b. Hammûye’nin (ö. 617/1220)
“rahimehullah” şeklinde anılması, şerhin râvîsinin İbn Sevdekîn (ö. 646/1248)
olması ve ilk istinsâhı 629/1231’de tamamlanan Fütûhâta şerhte atıf
yapılması gibi nedenlerden ötürü büyük bir ihtimâlle -yine Addas’ın tahmînine
göreHal u’n-na’leyn şerhini İbnü’l-Arabî ömrünün son yıllarında yazmış
olmalıdır. İbnü’l-Arabî’nin gerek yukarıdaki karşılaşmaya yer verdiği Fütûhât’ta
Halu’n-na’leyn e bir şerh yazdığından veya yazacağına dâir bir vaadinin
olmayışından gerekse 627/1230 yılında eserlerinin isimlerini kayıt ve tespit
maksadıyla kaleme aldığı Fihristte Halu’n-na’leyn şerhine yer
vermeyişinden hareketle Afîfî, şerhin İbnü’l-Arabî’ye âidiyeti noktasında
kuşkuyla yaklaşılabileceği yönünde bir ihtimâlin varlığı üzerinde durmuştur.
Bununla berâber, tek başına söz konusu hususların şerhin İbnü’l-Arabî’ye âit
olmadığını öne sürmek için yeterli gelmediğini de bilhassa belirtmek zorunda
kalmıştır. Nitekim Fihristte olduğu gibi İbnü’l-Arabî vefâtından altı
yıl kadar önce (632/1234) kaleme aldığı İcâzesinde de Hal’u’n-na’leyn
şerhini eserleri arasında anmamıştır. Fakat İbnü’l-Arabî’nin Fihrist ve İcâze
yi tertîbinin akabinde de eser telif ettiği bilinmektedir, dolayısıyla Halu’n-na
leyn şerhini bu târihlerden sonra kaleme almış olma ihtimâli vardır.
Şerhin İbnü’l-Arabî’ye
âit oluşunu delillendirmek üzere Afîfî tarafından öne çıkarılan üç husus
vardır. Bunlardan ilki İbnü’l-Arabî’nin
metne yaklaşımında izlediği üslûp ve yöntemde görülmektedir. Afîfî’ye göre
şerhte eleştirel ve analitik bir yöntem eşliğinde hareket eden İbnü’l-Arabî,
diğer eserlerinde kullandığı üslûp ve ıstılâh örgüsünü aynen bu eserinde de
muhâfazaya çalışmıştır. İkinci olarak ise Afîfî pek çok müellifin özellikle
biyografik ve bibliyografik türde yazdıkları eserlerinde İbnü’l-Arabî’nin Halu’n-na’leyni
şerhettiğine dâir bilgiye yer vermesini anmıştır. Bunlar arasında tespit
edebildiğimiz kadarıyla Cendî (ö. 691/1292 [?]), İbnü’t-Tavvâh (ö. 718/1318), İbn
Teymiyye (ö. 728/1328), Kâşânî (ö. 736/1335), Kütübî (ö. 764/1363), İbn Dokmak
(ö. 809/1407), İbn Hacer (ö. 852/1449), Câmî (ö. 898/1492), Mehmed Receb Hilmi,
Bağdatlı İsmail Paşa (ö. 1920) ve Bursalı Mehmed Tâhir (ö. 1925) gibi
müellifleri sayabiliriz. Ayrıca Kâtib Çelebi (ö. 1067/1657) ismini, şerhe âit
bir nüshayı mütâlaa ettiğine dâir edindiğimiz intibâdan dolayı diğer
müelliflerden ayrı tutarak burada özellikle anmak istiyoruz. Kâtib Çelebi,
İbnü’l-Arabî’nin Hal'u'n-naleyn üzerine şerhinden söz etmiş, ardından
şerhinde İbnü’l-Arabî’nin müellifin edebiyat yönüne vurgu yapmasına ve lügat
ilmindeki derinliği konusunda tanıklıkta bulunmasına değinmiştir. Önce
İbnü’l-Arabî’de sonrasında ise Kâtib Çelebi’de geçtiği şekliyle ilgili
ifâdeleri iktibasla, Kâtip Çelebi’nin bu bağlamdaki değerlendirmelerinin, İbn
Kasî hakkında İbnü’l-Arabî’nin şerhinde yer verdiği bilgilerle neredeyse
birebir aynı olduğunu görebiliriz:
كان من أهل الأدب والفضل
ومعرفة كلام العرب، متضلع من اللغة وفهم اللسان الأفصح، فلا يقصد إلى كلمة دون
غيرها، إلا لحكمة يراها
كان من أهل الأدب والفضل،
متضلع من اللغة، فلا يقصد إلى كلمة إلا الحكمة يراها
Afîfî’nin öne
çıkardığı üçüncü husus ise Hal’u n-naleyn şerhinde İbnü’l-Arabî’nin
kendisine âidiyetinde hiçbir şüphe bulunmayan Ankâu muğrib (vr. 72b,
79a, 95b), Kitâbü’l-abâdile (vr. 88a), et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye
(vr. 88a), Ukletü’l-müstevfiz (vr. 107a), el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye
(vr. 111b, 161a), Kitâbü’l-medhal ilel-hurûf (vr. 111b), Kitâbü’l-fusûl
ve’l-gâyâtfimâyetezammenuhu hurûfu’l-mu’cemi mine l-acâib vel-âyât (vr.
111b) gibi eserlere atıflarda bulunmasıdır. Ayrıca bu eserlere yapılan
atıflarda İbnü’l-Arabî’nin “Bu meseleyi öğrenmek isteyen kitaplarımızdan Ankâu
muğrib’i mütâlaa etsin” ya da “Bu konuyu biz detaylıca Ankâu muğrib
adlı eserimizde ele aldık.” şeklinde mütekellim sîgasıyla bu eserleri anması da
âidiyeti güçlendiren bir başka noktadır. Atıfların yerinde oluşunu teyit
maksadıyla Afîfî yaptığı karşılıklı okuma sâyesinde, bu eserler ile Şerhu
Hal’i’n-naleyn arasındaki üslûp ve muhtevâ birliğinin varlığını tespit
etmiş; nihâyetinde eserin İbnü’l-Arabî’ye âidiyetinde duyulacak herhangi bir şüphe
olmadığı yönünde bir kanaate varmıştır.
İbnü’l-Arabî’nin Hal’u’n-na’leyn
şerhinde kendisine en çok atıf yaptığı eseri, Ankâu muğrib’dır. Burada
ilâhî isimlerin birinin diğeri üzerindeki üstünlüğü meselesinde; hakîkat-i
muhammediyye ya da nûr-i muhammedînin âlemin varlık sebebi oluşu husûsunda;
devirler ve zamanlar, zamanlarda gerçekleşen kevnî meseleler, âhir zaman ve
âhir zamanda gelecek kimseler ve vuku bulacak hâdiselerin îzâhında Ankâu
muğrib eserine yönlendirmede bulunmuştur. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin muhtevâ
bakımından
Şerhu Hal’i ’n-na’leyne en yakın
metinlerinden birisinin de Ankâu muğrib olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim
şerhte çeşitli vesilelerle değinilen “nalınları çıkarma” ıstılâhının
çağrışımlarıyla, Ankâu muğribde “İnsan nalınlarını çıkardığı, iki
elbisesinden tecerrüt ettiği ve iki varlığını (kevn) terkettiği zaman yüce bir
makamda mahal tutar” cümlesiyle başlayan ve devam eden satırlarda da görülecek
olan yorum tarzı, büyük oranda benzerlikler taşımaktadır.
Hal’u’n-na’leyn de geçen “uruc” ve
“nüzul” konusunun şerhinde İbnü’l-Arabî, okuyucusuna konuyu çeşitli yönleriyle
ele aldığı iki eseri el-Abâdile ve et-Tedbîrâtü’l-Ilâhiyyeye
mürâcaatı salık vermiştir. Bununla berâber her iki eserin Hal u ’n-na’leyn
şerhi ile pek çok bakımdan ortak muhtevâya sâhip oluşu da bu bağlamda şerhin
İbnü’l-Arabî’nin diğer eserleri ile arasındaki yerini tespit maksadıyla
belirtilmesi gerekli başka bir yönüdür. İbnü’l-Arabî’nin Ukletü’l-müstevfiz’
e atıf yapış sebebi ise, İbn Kasî’nin âlemin tertîbi konusunu “hakîkati üzere”
vazedemeyişi ile irtibatlıdır. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye göre İbn Kasî’nin yaptığı
âlem tertîbi ne hükemâ ne de şerîat ehli nezdinde kabul görecek bir hüviyete
sâhiptir. Nitekim kendisi hakîkati üzere meseleyi ele aldığı eserini şerhte şu
cümleleriyle anmıştır:
Âlemin tertip ve
düzenini Ukletü’l-müstevfiz isimli kitabımızda biz etraflıca ele aldık.
Kitabın başına bir kasîde-i nûniyye ekledik, âlemin düzenini tavîl bahrindeki
bu şiirimizde zât ve mânâları îtibâriyle genel olarak açıkladık. Ayrıca
hükemâdan bâzı âlimlerin görüşleri çerçevesinde âlemin tertîbi hakkındaki
mukaddimeyi koyduk ve adı geçen kitap ve kasîdede biz aslen âlemin îcâdını
olduğu hal üzere îzâh ettik. Bu tertîbin sıhhati konusunda şerîat bizi
desteklemektedir. Faydalanmak isteyenler oraya mürâcaat etsinler.
Son olarak Hal’u’n-na’leyn
şerhinde İbnü’l-Arabî ilm-i hurûf konusunu ele aldığı kısımda meseleye kısa
bir şekilde değindikten sonra el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Kitâbü’l-medhal
ilel-hurûf, Kitâbü’l-fusûl vel-
gayâtfîmâ
yetezammenuhu hurûfı’l-mu’cemi minel-acâib ve’l-âyât isimli üç eserine
bakılmasını özellikle istemiştir. İlm-i hurûfa ilişkin İbnü’l-Arabî el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin
çeşitli bölümlerinde etraflıca îzâhlarda bulunmuştur. Büyük ihtimalle Halu’n-na’leyn’de
gönderme yaptığı kısım ise ikinci bâbın “Harfler, Mertebeleri, Küçük Harfler
olan Harekeler ve Onların İlâhî İsimlerdeki Karşılıkları” başlığını taşıyan
ilk faslıdır.
Bu fasılda İbnü’l-Arabî harflerin
sayısı ve menzilleri ve felekleri ile ilişkilerinden detaylı bir biçimde söz
etmiştir. Ayrıca şerhte İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’ye atıf
yaptığı diğer bir konu ise Hz. Peygamber’e mahsus “vesîle”dir. Bu, Hz.
Peygamber’in ümmetinin duâsıyla cennette nâil olacağı bir makamdır.
Özetle ifâde edecek
olursak, gerek biyografik ve bibliyografik eserlerdeki bilgilerin varlığı
gerekse adları geçen eserlere yapılan atıfların tutarlılığı, bize Şerhu
Hal’i ’n-na’leyn in İbnü’l-Arabî’ye âidiyetinde şüphelenecek herhangi bir
durumun söz konusu olamayacağını göstermektedir. Ayrıca Şerhu Hal’i
’n-na’leynin İbnü’l-Arabî’nin diğer eserleri arasındaki yerini tespit etmek
maksadıyla yapılan, atıfta bulunduğu eserleriyle birlikte Şerhu Hal’i
nnaleyn in muhtevâ bakımından mukayesesi ise özel olarak İbnü’l-Arabî’nin
kendi telif târihinde belirli muhtevâlar üzerindeki ısrar ve vurgusuna şâhitlik
etmektedir. Nitekim İbnü’l-Arabî’nin et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye ve Ankau
muğrib gibi erken dönemde kaleme aldığı eserleri ile Şerhu Hal’i
’n-na’leyn gibi son dönemlerinde telif ettikleri arasında var olan irtibat
bu bağlamda kanaatimizce dikkate değer bir husustur.
4.2. Dil ve Tasavvufî Üslûp Açısından İbnü’l-Arabî’nin Şerh
Yöntemi
İbnü’l-Arabî kendi
şerh anlayış ve yöntemini, İbn Kasî’nin Hal’unna’leyn de tasavvufî
meselelere yaklaşımına ve telif üslûbuna ilişkin yaptığı değerlendirmelerle
irtibatlandırarak, eserde çeşitli vesîlelerle îzah etmiş; ayrıca Halu’n-na’leyn’i
şerhediş gayesini de belirtmiştir. İbnü’l-Arabî’ye göre şerhe konu olan
herhangi bir metinde, doğrudan herhangi bir ilmin mâhiyetine dâir ayrıntılı
bilgi verilmez. Çünkü aslında şerh, müellifin metninde dile getirdiği sözleri
yorumlamaya dönük bir çabadan ibârettir. Zâten şerhten maksat da bizâtihi meselenin
kendisini veya doğrusunu anlatmaktan ziyâde ibâreye bağımlı kalarak metnin
muğlak noktalarını vuzûha kavuşturmaktır. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî metinde
îzâha ihtiyaç duymayacak cümleleri şerhetmemiş, okuyucu tarafından anlaşılacağı
düşünülen ibâreleri de zikre değer bulmamıştır. Bu bağlam içinde kalarak İbnü’l-Arabî,
metnin bizzat müellifi değil şârihi olduğunu özellikle vurgulama ihtiyâcı
duymuştur:
Müellifin
zikrettiğimiz bu sözleri, açıktır ve kendi kendini şerhetmektedir; çünkü
müellif, bu sözleriyle âyetleri ve hadisleri kastetmektedir. Bizim ne bunu
şerhetmeye ne de meselenin hakîkatini açıklamaya ihtiyâcımız yoktur; çünkü ben
onun sözlerinin şârihiyim. Meselenin kendinde olduğu husûsa dâir ilmi tahkik
etme zorunluluğum yoktur, ancak dîni zedelemeye sebebiyet verecek bir söz
olursa beni buna mecbur kılar. Allah’a hamdolsun müellifin sözleri bu türlü bir
durumdan mahfuzdur, çünkü o mü’min ve müslümandır.
Şerh yöntemini
belirginleştirmek maksadıyla İbnü’l-Arabî’nin üzerinde durduğu bir başka husus
ise edebî tür bakımından şerh ile “telif” ve “ihtisar” yapma arasındaki farkın
sınırlarını çizmekle ilgilidir. Herhangi bir metin inşâsında ya da telîfinde
bulunuyor olsa kendisinin meseleyi ele alış tarzının her hâlükârda farklılık
arzedeceğini belirten İbnü’l-Arabî, şerhin birebir metne bağımlı kalmak
sûretiyle îfâsı gerekliliğini özellikle ifâde etmektedir. Bunun tersi yâni
metnin dışına çıkılarak meselenin etraflıca ele alınması muhtevâya ek yapmak
anlamına gelmektedir ki bu şerhten ziyâde başlı başına bir telif faaliyetidir.
Benzer şekilde metinde sözü edilen tartışmalı mevzûlar üzerinde etraflıca
durulması da “konunun özü îtibâriyle ne olduğunu tâyine” geçilmesi dolayısıyla
şerhin maksadı hâricinde hareket edilmesi demektir. “İhtisar” konusunda ise
İbnü’l-Arabî iki farklı tutum benimsemiş gözükmektedir: Herhangi bir mesele
metnin müellifi tarafından uzun ve detaylı bir şekilde, sağlam bir üslûpla ele
alınmışsa müellifin üslûbundaki selâset ve fesâhati bozmamak gayesiyle —her ne
kadar metni ihtisâra gücü yetse de— metni ihtisar etmeye yanaşmamıştır. Ancak
üslûbu güzel olmakla berâber metinde dile getirilen konu okuyucu için vâzıh
ise, yâni şerhe ihtiyaç duyulmayacak bir durumda ise İbnü’l-Arabî “mânânın
hakkını vererek” lafzı ihtisârı tercih etmiştir.
Hal’u’n-na’leyn üzerine şerh kaleme
alırken vazîfesini ve sınırlarını, maksat ve gayesini net olarak ortaya koyan
İbnü’l-Arabî, kendisinin tasvip veya tenkit, tashih veya tekzip etme makamında
olmadığını özellikle söylemektedir. Zîra onun yegâne maksadı, metni tâlibin
yâni ilgili okuyucunun anlayış düzeyine hitap eder bir seviyeye getirmektir:
Yine bil ki —Allah
seni muvaffak eylesin— müellifin sözlerini, anlamlarının bilinmesi ve tâlibin
onları kavraması için şerhedeceğim. Bu meselelerde onun sözü meselenin tam olarak
özüne bâzan muvâfık olabilir bâzan da olmayabilir. Şârihin açıklamalarını
yapması, eserin sâhibinin söylediklerine inandığı ya da onu tasdik ettiği
anlamına gelmez. Şârihin onu şerhetmiş olması kendi özünde meselenin sıhhatine
ya da fesâdına delâlet etmeyebilir. Bilakis şârihin yaptığı şey, ister hak ya
da bâtıl, isterse küfür ya da îman olsun mütekellimin maksadını îzah etmekten
başka bir şey değildir. Bu noktada tasvip ya da tashih ettiği şeylerin dışında
şârihe hiçbir şey nispet edilmez. O sırada o görüşü savunuyor olmak şârihe
nispet edilebilir, ancak orada da, ilmî olarak söyledikleri doğru ya da yanlış
olabileceği gibi, şer’an da küfür ya da îman kategorisine girebilir.
Mütekellimin kelâmı bunların dışına çıkmaz [yâni mütekellimin kelâmı doğru veya
yanlış ya da küfür veya îman kategorisinde olur]. Ayrıca Allah ve Resûl’ünün
sözü müstesnâ her bir sözün kabul edilebilir ya da reddedilir bir tarafı
vardır.
Bununla berâber her
ne kadar maksat, müellifin metinde dile getirdiklerini yekten reddetmek
değilse de “Cenâb-ı İlâhîye” yâni ulûhiyete taalluk eden meselelerde
İbnü’l-Arabî müellifin söylediklerinin tenkîde ve redde konu olabileceği
düşüncesindedir. Nitekim İbnü’l-Arabî’nin İbn Kasî’ye getirdiği eleştirilerinin
büyük oranda sözünü ettiği meselelere dönük bir yönü olduğu söylenilebilir.
Özellikle İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’yi meselelere ilişkin keşfinden dolayı
düştüğü yanlışlıklarda oldukça sert bir şekilde eleştirmektedir. Zâten
İbnü’l-Arabî -her ne kadar İbn Kasî’nin “mü’min ve müslüman” bir kimse olduğuna
şehâdette bulunmuşsa daonun keşif sâhibi bir sûfî olmadığı kanaatindedir.
Bilakis ona göre İbn Kasî, şeyhi Halefullah el-Endelüsî’nin keşiflerini edebî
kisveye büründüren bir kimsedir:
Müellifin zikrettiği
meseleleri Kitap ve Sünnet’ten haberlere arzettiğini görünce anladık ki
müellif Kitap ve Sünnet’ten haberleri şerhetmekte ve kendi anlayışı ile onları
açıklamaktadır. Ancak müellif Hakk’ın, ilminde ona keşif ile bildirdiği ya da
sırrında ona hitap ettiği veya uykusunda berzahî misallerde ona müşâhede
ettirdiği meselelerde kendisine keşfolunanları başkasından sakınmak ve hâlini
setretmek üzere konuşmamaktadır. İşte bu yüzden bâzı meselelerde kendisine
îtirazlar yöneltilmektedir; çünkü müellif sözlerinde ve hepsinde değil belki ama
görüşlerinin pek çoğunda tenâkuza düşmektedir. Sözünü ettiğimiz ihtimalden
dolayı müellifi eleştirmiyoruz; rivâyetler ile ters düşmesinden veya sözlerinde
tesis ettiği ilkeler ile çelişmesinden dolayı kendisini eleştiriyoruz. Bunu
yaparken de onun sözlerini kendi sözleri ile reddediyoruz. Aslında müellifin
sözlerinin çoğunluğu zorlamadan ibârettir. Müellifin sözlerinin kendi içindeki
çelişkileri ile uğraşmış olsaydık kitabında çok az bir şey bize göre sahih
olurdu. Ancak bâzı konular dışında mecbur kalmadıkça zikrettiğimiz sebeplerden
dolayı bu çelişkilere îtiraz etmedik. Çünkü müellif keşfinden konuşmaya
kalkışmamaktadır; bilakis o daha önce işâret etmiş olduğumuz tarzda,
Halefullah’ın kendisine ilkâ ettiği şeye mutâbık rivâyetleri şerhederek
konuşmaktadır. Bu kitapta Halefullah’a halvetlerinde vârit olan şeylerin
tamâmını anlatmaktadır.
Aslında
İbnü’l-Arabî’nin Hal’un-na’leyni şerhe değer buluşu İbn Kasî’den ziyâde
kendisinden nakil yapılan kimse yâni Halefullah el-Endelüsî sebebiyledir. Zîra
İbnü’l-Arabî’ye göre müellif İbn Kasî, tasavvufî hakîkatler konusunda müsellem
denilebilecek herhangi bir zevk ve keşfe erişemeyen, bu hakîkatlerin aslına ve
mâhiyetine taalluk eden herhangi bir ilme vâkıf olamayan, kendisine mahsus
sözlerinde sıradan bir mukallitten öteye geçemeyen, “hadis nâkili, fetvâ hâmili
ve rivâyet anlatıcısı” bir kimsedir. Nitekim bu kanaate İbnü’l-Arabî, İbn
Kasî’nin Hal’u’n-na’leyn de yer verdiği bâzı ifâdelerinden dolayı
varmıştır. Şeyhi Halefullah’tan yaptığı rivâyetleri sahih olarak kabul eden
İbnü’l-Arabî’ye göre hitâbet ve edebiyat konusunda derin bilgiye, kitâbet
(yazım) sanatında mükemmel bir yeteneğe sâhip olmasına rağmen İbn Kasî,
“anlayışı kadarıyla bu mânâlara edebî-hitâbî lafızlar giydirmiş” fakat kimi
zaman anlayış noksanlığı dolayısıyla şeyhinin keşfini ifâdelendirirken bâzı
meseleleri karıştırmıştır. Ayrıca İbn Kasî’yi [şeyhi Halefullah’a âit] keşfin
sunduğu imkânlar çerçevesinde hareket etmediği ve aklın hükmüne saptığı
gerekçesiyle de eleştiren İbnü’l-Arabî, gerçekte onun niçin böyle davrandığına
pek bir anlam verememektedir. İbnü’l-Arabî şaşkınlıkla şöyle demiştir: Acaba İbn
Kasî yaşadığı dönemdeki mevcut sosyal-siyâsal ortamın etkisiyle kendisine
isâbet edecek bir kötülükten mi çekinmektedir veya tasavvuf ilmine dâir
bilgisi söz konusu meseleleri ihâta etmede yetersiz midir? Her ne kadar İbn
Kasî’nin gerçekten keşif ehli olmadığına ilişkin İbnü’l-Arabî çeşitli
eleştirilerde bulunmuşsa da bâzı konularda onun “eğer keşfinde kendisine böyle
göründüğünü iddia ederse keşfi müsellemdir” demek sûretiyle açık bir kapı da
bıraktığı söylenebilir. Ancak İbnü’l-Arabî şunu da eklemeyi ve sormayı ihmal
etmez: Herhangi bir mesele “nefsü’l-emr”de olduğu hal üzere mi kendisine
keşfolundu yoksa aksi bir durum mu söz konusudur? İbnü’l-Arabî’nin genel
kanaati İbn Kasî’nin, bir mesele hakkında mesele “nefsü’l-emr”de nasılsa öylece
bulunduğu hakîkat üzere değil de meselenin bizâtihi kendisine keşfolunduğu
hâli ile konuştuğu yönündedir. Bu noktada İbnü’l-Arabî meselenin
“nefsü’l-emr”de bulunduğu hakîkat ile müellif İbn Kasî’ye gösterildiği sûretin
ayırt edilmesi gerekliliğinin üzerinde durduktan sonra onun “sarih vahiy ehli”
ya da keşif ehli olmadığı “mesel ehli” olduğu yönünde bir kanaat serdetmiştir:
Meselenin gerçeği
nerede, meselenin müellife gösterildiği (temsil) sûret nerede? Doğrusunu Allah
bilir, müellif misal ehlidir, sarih vahiy ehli değildir. Mesel ehlinden olan
kimsenin anladığını anlatması da kendisine temsil edilen şey kadar olur. Rüyâ
tâbîrinde yorumcu bâzan isâbet edebilir, bâzan da yanılabilir. Rüyâ tâbirinin
bir kısmında isâbet edebilir yanılabilir de. Başkasına âit iki ya da daha fazla
veche sâhip bir sözü yorumlayan kimselerin tamâmında durum böyledir.
İbnü’l-Arabî, Hal’un-na’leyni
avam kitleye hitap eden bir metin olarak değerlendirmektedir. Bu ise yukarıda
geçtiği üzere müellifin “mesel ehli” oluşu ve eserde konuların verilen misaller
üzerinden ele alınışıyla bağlantılı bir durumdur. İbnü’l-Arabî’ye göre havassa
hitap eden metinler “madde ve misalden ârîdir.” Dolayısıyla Hal u ’n-na leyn
havas ehlinin tasnif ettiği kitaplar kategorisinde yer almaz. Bu sebeple
müellif tarafından getirilen misaller, hakîkat ile mutâbakat bakımından doğru
ya da yanlış olma ihtimâline sâhiptirler. Bununla berâber İbnü’l-Arabî avâma
mahsus bir metin olmasından dolayı, şerh üslûbunda söz konusu husûsu göz
önünde bulundurmayı ihmal etmemiştir. Meselâ herhangi bir konu müellif
tarafından uzatılmışsa -her ne kadar mânâ ve muhtevâyı muhâfaza ederek bunu
ihtisar etmeye gücü yetse deİbnü’l-Arabî şerhte meseleyi kısaca ele almamış,
uzun uzadıya îzah yoluna gitmiştir; çünkü metin avâma hitap etmektedir. Ancak İbnü’l-Arabî
metni bütünüyle “avam nazarıyla” şerhetmemiş, bâzan problemli gördüğü konuları
daha veciz bir tarzda “âriflerin nazarıyla” şerhetmiştir. Aksi takdirde yâni
sadece avam nazarıyla meseleler değerlendirilmeye başlandığında İbnü’l-Arabî’ye
göre Halu’n-na’leyn metninin neredeyse tamâmı müşkil bir hâle bürünmüş
olacaktı. Kısaca söyleyecek olursak, şerhte İbnü’l-Arabî metnin muhtevâsı ve
üslûbuyla birlikte muhâtap kitlesini özellikle gözetmiştir. Nitekim kendisine
yöneltilen şerhte muzmer ve mahzuf ifâdelerin ya da lafız tercihlerinin
üzerinde neden bu kadar fazla durduğu sorusuna verdiği cevap da bununla
doğrudan irtibatlıdır:
Şerhte her söz sâhibini kendi mertebesi îtibâriyle
dikkate alarak açıklamada bulunuyoruz. Müellif, edep ve fazîlet sâhibi Arap
dilinin inceliklerini bilen, dile derinlemesine vâkıf olan, fasih lisânı
hakkıyla anlayan bir kimsedir. Dolayısıyla seçmiş olduğu kelimenin cümle
içindeki yerinin cümleye katmış olduğu bir vecih veya bir hikmet söz konusu
olmadan müellif bir kelimeyi başka bir kelimeye tercih etmez. Eğer, onun sözünü
şerhederken bu yöntemi izlemeseydik ifâdelerini hakkıyla açıklayamamış olurduk.
Bilakis, müellif Arap dilinde kelimelerin inceliklerini bilmeyen sıradan bir
kimse olsaydı, şerhimiz lafızları gözetmeksizin sâdece mânâ üzerinde olurdu.
Üstelik ilim-irfan sâhibi âriflerin dışında kitabımızı okuyacak kimselere bu
tembihlerimiz anlaşılmaz kalmasın diye kasten hazfedilenlere ve muzmer
ifâdelere dikkat çekmiyoruz. Nitekim ehl-i tarîk ve bu tâifeden olan kimselerin
pek çoğu, fasih Arap dilinin inceliklerini bilmezler. Bu seviyede bir bilgiye
sâhip böyle bir kimsenin sözünü şerheden ve dili de incelikleriyle bilmeyen
bir şârihin, müellifin sözündeki mânâ ve maksatların pek çoğunu kolaylıkla
birbirine karıştırması kaçınılmazdır.
İbnü’l-Arabî,
müellifin metninde çizdiği çerçevenin dışına taşmayı şârih olarak pek tasvip
etmemiş; fakat İbn Kasî’nin bâzı konuların tam anlamıyla hakkını veremediğini
de söylemekten geri durmamıştır. Meselâ İbn Kasî’nin Hz. Şuayb ile Hz. Mûsâ
arasında geçen kıssayı tüm yönleriyle anlatamadığını bununla berâber kendisinin
kıssanın aslını esas alıp şerhe kalkışsa Halu’n-na’leyn in
ibârelerini şerhetmiş olmayacağını ve kendisinden beklenenin metnin
ibârelerinin îrâbı üzerinden bir şerh olduğunu ifâde etmiştir. Her ne kadar bu
durumda İbnü’l-Arabî, kıssanın üzerinde konuşmanın faydasız olduğuna inansa da
kıssanın şerhini müellifin anlatımını esas alarak yapmaya çalışmış; ayrıca bu
tür noksanlıkları farkedecek okuyucudan peşînen kendisini mâzur görmesini
isteyerek, müellifin lafızlarını şerhetmek dışında bir görevi olmadığını
yeniden belirtme ihtiyâcı duymuştur.
Metin ve şerhe dâir
genel yaklaşımını böylece îzah ettikten sonra İbnü’l-Arabî’nin şerh yöntemini
değerlendirmeye geçebiliriz. İbnü’l-Arabî -daha önceden değindiğimiz
üzeremetnin tamâmına yer vermediği gibi ayrıca baştan sona aynı şerh tekniği
ile sistematik bir şekilde ibâreleri şerh de etmemiştir. Yâni klasik bir şerh
metninde olduğu üzere meselâ önce ana metinde geçen bütün garip kelimelerin
lügat anlamını vermek, sonra metnin tamâmının îrâbını yapmak ardından da
tasavvuf doktrini açısından metni değerlendirmek gibi belirli bir düzen tâkip
ederek şerh yapmış değildir. Ancak bununla birlikte Şerhu Hal’i’n-na’leyn
in bütünü göz önünde tutulduğunda klasik şerhlerde rastlanacak neredeyse
tüm unsurları barındırıyor olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şimdi bu unsurları
kısa başlıklar hâlinde örnekleriyle tek tek ele alabiliriz:
1.
Âyet ve hadis iktibaslarının mânâ ve gramer bakımından
değerlendirilmeleri: İbnü’l-Arabî metinde geçen âyet ve hadislere dâir
yorumlarda bulunmanın yanı sıra metni açıklığa kavuşturacağını düşündüğü âyet
ve hadis iktibaslarına şerhin tamâmında yer vermiştir. Âyet ve hadislere dâir
İbnü’l-Arabî’nin yaptığı gramer değerlendirmelerinde anlam sâhasını çoğunlukla
tasavvufî-işârî düzleme çektiği görülmektedir:
Üçten ona kadar olan sayılar
basit tek sayıdır, on ise son basit sayıdır (besâit) ve onlu sayıların (ukud)
ilkidir. Âyette bu yüzden dirhemler denilmiştir, bu kelime üçten ona kadar olan dirhemleri kapsamaktadır. Yûsuf’un basit
sayılara (besâit) nispeti bileşik sayılara (mürekkebât)
nispetinden daha evlâdır çünkü o emrî-rûhânî âleme daha yakındır. Yûsuf, peygamberlerin
dâvet etmiş oldukları tevhitten dolayı basit tek sayıyla alınmıştır. Zâten hal
îtibâriyle ve ismeti dolayısıyla, bu miktârın dışında satın alınması mümkün
değildir. Her ne kadar zâhirde mûtat olan değerinin altında satılmış ise de
bâtında makamıyla bu satış arasında mükemmel bir uygunluk vardır. İlâhî hitap,
adet îtibâriyle Yûsuf’un değerinin altında satıldığını dikkate alarak “çok
düşük fiyat” kelimesini kullan dı. Ancak dirhemler ifâdesiyle de onun
makamının yüceliğine dikkatleri çekti. Şâyet âyette “ ya da” lafzı
kullanılsaydı makam îtibâra alınmamış olurdu. Çünkü kâinatta hiçbir şey
mü’minin dengi olmaz. Zîra mü’min kâinâtın efendisidir. Bizim burada
anlattığımız kadarı müellifin hatırına bile gelmemiştir, aksine müellif
eksiklik yönüne bakarak “çok düşük fiyat” kelimesi üzerinde durmuş, « dirhemler
ifâdesini hiç dikkate almamıştır.
Nitekim hadiste “Onun
kulağı ve gözüyüm” şeklinde vârit olmuştur. Vücut bildiren [c2S J fiilini mâzî sîga ile
getirdi. Yâni, bana zâhir oldu ki ben kulda bu sıfatlarla, -bu sıfatlar kulda
gizlenmiş bir halde ikenvarım.
Metinde geçen âyet ve
hadislerin anlaşılmasında İbnü’l-Arabî, tasavvufî yorum ve keşfî bilginin
imkânları çerçevesinde hareket ettiğine kimi ifâdelerinde yer vermektedir.
Meselâ “Şeytâna karşı Allah bana yardım etti ve o teslim oldu, müslüman oldu”
hadîsinde geçen [^l^lî] kelimesinin merfû mu yoksa mansûb mu okunacağına
ilişkin yaptığı yorumda keşfin verdiği anlama göre ibâreyi mansûb okumak
gerektiğini söylemiştir. İbn Kasî’nin tasavvufî bağlamlarını dikkate almaksızın
hadisleri kullanışına ilişkin de eleştirel değerlendirmelerde bulunan
İbnü’l-Arabî, onun “Ben ve ümmetim yer yaratıldığında ilklerden olacağız.”
hadîsini zâhiri, bâtını, haddi ve matlaı ile çelişir tarzda yorumladığı
kanaatindedir. Ayrıca İbnü’l-Arabî, metinde yer yer İbn Kasî’nin naklettiği
hadislerin sıhhati üzerinde de durmuştur:
“Allah Teâlâ Hz.
Muhammed’i arş üzerinde yanında oturttu.” şeklinde mîraç gecesi rivâyetlerinin
bazısında yer alan mevzû bir hadistir. Fakat müellifin sözlerinde baskın olan
husus, kendisi sahih ya da fâsit olduğunu bilmediği rivâyet edilen bir hadis
işitip onu muhakkak bir durum olarak kabul etmiş, ardından da dilediği îtibar
ve değerlendirmeleri bu kabul üzerine binâ etmiştir. Temel fâsit ve zayıftır,
dolayısıyla da üzerine binâ etmiş olduğu her şey bâtıldır. Nitekim biz,
müellifin buna benzer pek çok ifâdesi ile karşılaştık.
2.
Metnin gramer yapısına dâir değerlendirmeler:
İbnü’l-Arabî şerhte metnin tamâmını gramatik açıdan tek tek kelime ya da cümle
düzeyinde ele alıp incelememiştir. Aksine kendince gerek duyduğu kelime ya da
cümle grubunun —sonucu büyük oranda tasavvufî bir anlam ve muhtevayla buluşacak
olan— dil ve gramer çözümlemelerini yapmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Arapçada
harf-i cerler ve çoğul kiplerine ilişkin açıklamalara veya zamîrin merciinin
belirtilmesine dâir hususlara şerhte rastlamak pekâlâ mümkündür. Burada
İbnü’l-Arabî’nin gramer bilgisinin tasavvuf doktriniyle buluşmasına örnek
olarak ism-i fâil sîgâlarındaki farklılığa ilişkin yaptığı yorum verilebilir:
Nitekim alîm ismi,
cümlede mübâlağa sîgasıyla gelmiştir. Âlim ismi ise bunun
hilâfınadır. Zîra alîm” (herhangi bir) varlık durumunu ve [varlık]
nispetinden onun için hasıl olan şeyi bilmesi sebebiyle âlim isminden [nüfuz îtibâriyle] daha
üstündür.
3.
Metinde kullanılan bâzı kelimelerin anlamı ve müellife
mahsus ıstılâhların değerlendirilmesi: İbnü’l-Arabî, İbn Kasî tarafından
kullanılan bâzı kelimelerin lügat anlamlarını ya da karşılıklarını geniş bir
şekilde vermiştir. Lügat karşılığı, “ …kelimesi … anlamına
gelmektedir” şeklinde bâzan bir kelime ile verildiği gibi bâzan da -aşağıdaki
örnekte görüleceği üzereoldukça uzun açıklamalarla îzah yoluna gidilmiştir:
“Zevâib [^j/_)3 ]” yâni perçemler
kelimesi, “züâbe” kelimesinden türemiştir. Sarığın aşağıya doğru sarkan kısmına
, züâbetül-amâme [<uU-*Jı <uıj^] denilmiştir. Perçemler sarığın
arkasından sarkan [ J-b ] uca teşbih edilmiştir. (...) Sarığın o aşağıya doğru sarkan
kısmı (züâbetül-amâme),kürevî bir durumdan yukarıdan aşağıya doğru sarkması
sebebiyle şuna işâret etmektedir: Nefsü’l-emrde mevcut bir şeklin hükmü olarak
değil de ancak farazî bir hüküm olarak onun ne bir tarafı ve ne de bidâyet ve
nihâyeti vardır. Bu meseleye izâfe edilen ve onunla nitelenen her bir bidâyet,
nefsü’l-emrde böyle olmamakla berâber bize göre böyledir. Müellif işte bu
yüzden hakâiki, “zevâib [^j/J3]” yâni perçemler kelimesi ile
nitelemiştir.
İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’nin
kelime ve ıstılâh tercihlerine dönük büyük oranda eleştirel bir yaklaşım
sergilemiştir. Bâzan “‘ebed’ ve ‘sermet’ lafızlarını yerli yerinde
kullanmamıştır” ya da “müellif ‘melekût’ isminin neye ıtlâk olunacağını
kesinlikle bilmiyor” şeklinde oldukça net bir biçimde İbn Kasî’yi eleştirmiş;
bâzansa “gayba delâlet eden bir lafzın yerine ‘berzah’ı kullansaydı” ya da
“kastettiği şey ‘neşr’ ise sözü yerli yerinde kullanmamıştır, çünkü buna neşet
denilmez” gibi bir ifâde tarzıyla eleştirmekle birlikte alternatifler de
sunmuştur. Ayrıca İbn Kasî’nin kendisine mahsus kullandığı ıstılâhları
İbnü’l-Arabî özellikle belirtme ihtiyâcı hissetmiştir. Buna, “Arş cennetin
tavanıdır” hadîsinden yola çıkarak İbn Kasî’nin “arş” kelimesinin kendisine
mahsus bir ıstılâh hâline getirişi örnek verilebilir. Müellifin ıstılâhlarını
belirtme nedenine dâir İbnü’l-Arabî şunları söylemiştir:
Bu [yâni hicap] da
aynı şekilde müellifin kullanmış olduğu bir ıstılâhtır. Müellif bu lafızları
kullandığı zaman kitabında ne anlattığını anlamak için onun ıstılâhı olduğunu
özellikle ifâde etmiş olduk. Ayrıca müellifin ıstılâhı kullanmadaki maksadını
kavramak için de ıstılâhına değinme ihtiyâcı hissettik.
4.
Metin içi veya dışı göndermelerde bulunulması: Klasik
şerhlerde rastlanılan metin içi göndermeler, şârih tarafından daha önce bahsedilen
bir husûsa gönderme yapılması veya metin dışı göndermeler yâni şârihin
kendisine ya da başka müelliflere âit eserlere gönderme yapması Şerhu
Hal’i’n-na’leyn de de rastlanılan bir özelliktir. Metin dışına göndermelerden
İbnü’l-Arabî’nin kendisine âit eserlere yaptığı referansları daha önce ilgili
bölümde uzun uzadıya ele alıp gerekli değerlendirmelerde bulunmuştuk. Metin
dışı göndermeler bağlamında kendisinden başka atıfta bulunduğu müellifler
arasında Câbir b. Hayyân (ö. 200/815), İbn Meserre (ö. 319/931), İbn Hazm (ö.
456/1064), Gazzâlî (ö.505/1111), İbn Sîd Batalyevsî (ö. 521/1127), İbn Berrecân
(ö. 536/1142) gibi isimleri sayabiliriz. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin ibâre
çözümünde konuyla irtibâtı bulunan şiirlerden yaptığı istişhatlar da metin dışı
göndermeler arasında zikredilebilir.
Ele aldığımız dört
ana maddenin dışında, klasik şerh çalışmalarının temel ilkelerinden birisi
olan müellifin metnini yorumlarken müstensih hatâsı olabileceği ihtimâlini
gözönünde tutma prensibine, İbnü’l-Arabî şerhinde yalnızca bir kez yer
vermiştir:
Semâ ile arz arasını
[ j^Jl] taksim ettiği yedi felek bunların arasında bulunduğundan dolayı,
içinde bulunduğumuz bu arz için bu semâ hayat feleği olmaz. Yukarıda geçen
cümlede [U] harfinin ziyâdesi ile
“arasında var olan herhangi bir şey” anlamında [^ U] ifâdesini kullanmış
olsaydı tenâkuza düşmeyecekti. Eğer eseri istinsah eden [U] harfini koymamış ise
müellif tenâkuza düşmemiştir.
Sonuç olarak
İbnü’l-Arabî’nin Şerhu Hal’i’n-na’leyn de kendi şerh yöntemine ilişkin
önemli bilgiler verdiğini ve bu doğrultuda İbn Kasî’nin Halu’n-na’leyn ini
şerhetme yoluna gittiğini söyleyebiliriz. Ancak tekrar belirtelim ki onun
sözünü ettiği şerh ilkelerini bütünüyle metnin tamâmına uyguladığını söylemek
pek kolay değildir. Nihâyetinde klasik şerh metinlerinde gözlenen temel
unsurları Şerhu Hal’i ’n-na’leyne tatbik etmesinin hâricinde gramer
kurallarına ilişkin herhangi bir meseleyi bile, bir şekilde tasavvufî
muhtevâyla buluşturmasını İbnü’l-Arabî’nin şerh anlayışına mahsus bir özellik
olarak burada zikredebiliriz.
4.3.
İbnü’l-Arabî’nin Şerhte Öne
Çıkardığı Tasavvuf!
Literatür bakımından Hal’un-na’leyn,
genelde isminin çağrışımları sebebiyle muhtevâsı yalnızca Hz. Mûsâ kıssasının
tasavvufî yorumuna hasredilen, özelde ise İbnü’l-Arabî’nin Fusûsul-hikemdeki
atıfları sebebiyle sâdece ilâhî isimleri kendisine konu edinen bir kitap olarak
düşünülmüştür. Ancak Halu’n-na’leyn in muhtevâsıyla ilgili bölümde de
anlatıldığı üzere, eserde tasavvufa dâir gerek teorik gerekse pratik pek çok
konunun kendisine yer bulmuş olması, literatürdeki hâkim yargının doğru
olmadığını bizlere göstermektedir. Literatür açısından benzer bir durumun Şerhu
Hal’i ’n-na’leyn için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bununla berâber
elbette hem nalınları çıkarma hem de ilâhî isimlerin delâleti meselesi metin
ve şerhte önemli bir yere sâhiptir. Bu yüzden, ilk önce İbnü’l-Arabî’nin her
iki meseleyi şerhte ele alışını burada kısaca özetlemeye gayret edeceğiz. Daha
sonra ise şerhte uzun uzadıya ele alınan belli başlı konuları zikredip
muhtevânın bütününü ve konu çeşitliliğini göstermeye yardımcı olacağını
düşündüğümüz bir taslakla bölümü sonlandırmaya çalışacağız.
İbnü’l-Arabî, Hz.
Mûsâ’ya Tûr’da yapılan “nalınları çıkar” (Tâhâ, 20/12) emri konusunda,
literatürde kabul gören yorumları nakletmekle birlikte daha çok Hz. Mûsâ’nın
mazhar olduğu hitap tecellîsinin mâhiyeti üzerinde durmuştur ki aslında bu
İbnü’l-Arabî’ye özgü bir yaklaşımdır. Dünya nalınlarını çıkarıp şehvet ve hevâ
elbiselerinden tecerrüt etmek sûretiyle kişinin kendisini Mevlâsının
nefhalarına arzetmesi şeklinde bir yorum tarzını benimseyen İbn Kasî büyük
oranda Gazzâlîci yorum tarzını sürdürmüştür. İbnü’l-Arabî bu yorumu kısmen
kabul etmekle birlikte, devâmında ilâhî hitâbı işitme ya da ilâhî hitap
tecellîlerine mazhar olmayı “nalınları çıkarmanın bir semeresi” olarak
yorumlaması sebebiyle İbn Kasî’yi eleştirmiştir:
“Nalınları çıkarmanın
bir semeresidir.” ifâdesi ile müellif tenâkuza düşmektedir. Zîra Allah “Nalınlarını
çıkar!” sözüyle onunla konuşmadan, henüz o nalınlarını çıkarmamıştı. Dolayısıyla
da kelâm, nalınları çıkarmanın bir semeresi olmadı. Bilakis nalınları çıkarma (inhila)
ve tâlim etme kelâmın semereleridir. Velhâsıl müellif bu meselenin içinden çıkamamakta
ve bu meselede bir şeye ulaştığını zannetmektedir, halbuki kayda değer bir
neticeye ulaşmış da değildir.
İbnü’l-Arabî, “Eşek
derisinden yapıldıkları için Hz. Mûsâ’ya nalınları çıkarma emri verilmiştir.”
şeklindeki klasik yorumu zikrederek bu yorum üzerinden tasavvufî anlamda
çıkarımlar yapmıştır. Îlki eşeğin ahmaklık alâmeti olmasıdır. Buna göre
nalınları çıkarma emri, “Ahmaklarla oturup kalkma, onların hâli sana sirâyet
eder.” sözü ile irtibatlıdır. Diğeri ise nalının şer’î temizliğe (tezkiye)
riâyet edilmeksizin imal edilmiş deriden olmasının kevne yâni dünyâya işâret
edişidir. Dolayısıyla da bu emir, kevnin çıkarılıp atılmasına işâret
etmektedir. İbnü’l-Arabî, Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sizler müteselsilen ilminizi
ölülerden alıyorsunuz, biz ise hiç ölmeyen diriden alıyoruz.” sözünü dikkate
alarak kıssadaki emri yorumlamaya çalışmıştır. Nitekim bu bağlamda İbnü’l-Arabî’ye
göre nalınları çıkarma emrinde mündemiç olarak “emrin zâhiriyle yetinme, ilmini
de ölülerden alma” ihtârı vardır.
Îlâhî isimler ile
irtibatlı gelişen muhtevâ çerçevesinde Afîfî, İbn Kasî’ye âit “Her ilâhî isim,
diğer bütün ilâhî isimlerin müsemmâsıdır.” cümlesiyle dile getirdiği görüşünün İbnü’l-Arabî
tarafından ilâhî isimlerin taalluk ettiği pek çok meselede ve âlemin yaratılışı
bakımından ilâhî isimlerin oynadığı rolü îzahta en geniş şekilde kullanıldığı
kanaatindedir. İbnü’l-Arabî’ye göre her bir isim kendisi için vazolunan mânâ ve
zâta delâlet etmek bakımından ikili bir anlama sahiptir. Zâta delâletleri
bakımından bütün isimler aynıdırlar. Her ilâhî isim bütün ilâhî isimleri
içerir. Rablık, hâlıklık, musavvirlik gibi yalnızca kendileri için vazolunan
anlam açısından ise isimlerin biri diğerinden ayrılır. Dolayısıyla ilâhî
isimler arasında bir yönüyle benzerlik ve bir yönüyle de farklılık söz
konusudur. Nitekim bu ilişki Sadreddin Konevî tarafından isimlerin mazharları
olan yaratılmışlara da tatbik edilmiş ve bunun zorunlu bir ilişki olduğu
belirtilmiştir.
Şerhu Hal’i’n-na’leyn
de İbn Kasî’ye âit isimler
görüşünü, onun “O kayyûmiyetin hayâtı için irâdî bir ayrılmadır.” cümlesinin
şerhinde kısaca îzâh etmiştir:
Zîra Hal’u’n-naleyn kitabında zikrettiklerinden de
anlaşıldığına göre müellifin görüşü şudur: Her bir isim diğer bütün isimlerin
müsemmâsıdır. Meselâ hay ismi âlim, mürîd, kâdir, semî, basîr, mün’im, mufazzıl
ve diğer isimlerin müsemmâsıdır; alîm ismi hay, mürîd, kâdir ve diğer
isimlerin müsemmâsıdır; mürîd ismi ise hay, kayyûm, âlim, cevâd, muksit ve
diğer isimlerin müsemmâsıdır. Bu görüşe sâhip olmasından dolayı müellif burada
“irâde”yi hayat ile ilişkilendirmiş ve hay ismini mürîd olarak nitelemiştir.
Nitekim kimi görüşlere göre her bir ismin medlûlü zattır, hakîkatte isme selp
ya da ispat izâfet etmemiz bütün isimlerin medlûlünün zat olması
haysiyetiyledir. Her bir isim diğer bütün isimler ile nitelenebilir. Zann-ı
gâlibimce de müellifin görüşü budur. Başka bir değerlendirmeye göre ise
hakîkat ehlinden bir diğer grubun bu meseledeki görüşü şudur: “İsimlerin
tamâmının a’yâna değil zâta nispetleri vardır.” Buna göre O’nun hayâtı zâtıdır;
ilmi, kudreti ve irâdesi de O’nun zâtıdır. Diğer ilâhî isimler için de bu
böyledir. Müellif irâdeyi zat ile ilişkilendirmiştir. O’nun zâtı diğer zatlara
benzemediği gibi —zâtının bir misli yoktur— sıfatı da diğer sıfatlara benzemez
—sıfatının da bir misli yoktur—. Diğer görüşe göre işin aslı budur. “O’nun bir
benzeri yoktur” selbî bir vasıftır. “O semî ve basîrdir” ifâdesi ise mâkul bir
mânâyı olumlayan (sübûtî) bir vasıftır. Bir gruba göre ismin aynı (hakîkat)
yoktur; bir gruba göre ise ismin aynı (hakîkat) vardır.
Yukarıda kısaca bahsi
geçen iki konu hâricinde İbnü’l-Arabî Halu nna’leyn şerhinde,
-literatürde ilk defa Cüneyd-i Bağdâdî tarafından dile getirilenÂdemoğullarından
mîsâkın alınması meselesine; -bir yönüyle ilâhî isimlerle de irtibatlı
olanpeygamberlerin birbirleri üzerindeki efdaliyeti konusuna; -İbn Kasî’ye sert
eleştirilerde bulunduğuhayat feleği, rahmet feleği, azîz kürsî feleği, arş-ı
mecîd feleği, semâ feleği ve arz feleği şeklinde mevcûdâtın altılı tasnîfine;
haşr-i cismânî, iâde, cennet-cehennem gibi âhirete taalluk eden temel mevzûlara
geniş yer vermiştir. Özellikle belirtmek gerekir ki bütün bu muhtevânın
değerlendirilişinde ya da şerhedilişinde İbnü’l-Arabî çoğunlukla eleştirel bir
yaklaşım sergilemiştir. İbnü’l-Arabî’yi eleştirel bir tavrı benimsemeye sevk
eden temel husus İbn Kasî’nin meseleleri ele alışında Kitap ve Sünnet’e veya
keşfe aykırı davranmasıdır. Bu noktada muhtevâ çeşitliliğini ve muhtevâda öne
çıkan unsurların bağlamını görmeye imkân tanıyacağı için şerhin taslağı
verilecektir. Ayrıca dipnotlarda her bir bölümden İbnü’l-Arabî’nin şerh
yaptığı ya da yapmadığı kısımlar belirtilmeye çalışılacaktır. Böylelikle Halun-na
leyn metninin İbnü’l-Arabî tarafından ne oranda şerhedildiği de görülmeye
imkân bulacaktır.
I. Hal’u’n-Na’leyn
Kitabının Şerhinin İlk Cüzü
Mukaddimenin Şerhi:
“Hamdele”
cümlelerinde geçen “hamd” ve “âlemler” kelimesinin mânâsı, “Rab”, “fettâh” ve
“alîm” isimlerinin şerhi, “irâde” ile “meşîet” arasındaki farklılıklar,
“sırât-ı müstakîm”in anlamı. Şerh yönteminin kısaca îzâhı. [vr. 54b-56a-b; s.
201].
“Salvele”
cümlelerinde geçen “salât”, “nebî”, “sâlih kullar”, “selâm”, “müstevâ”, “din
günü”, “serîr-i akdes” ıstılâhlarının şerhi. [vr. 56b-58b; s. 201]
“Allah sizin
ruhlarınızı takdis etsin ve sevinçlerinizi artırsın” ifâdesinin şerhi. [vr.
58b-59b; s. 201]
Hal’un-na’leyn in “haberî sahîfeler”
ve “ufkî lem’alar”dan alınışı, “süryânî melcee” kapı açışının şerhi; genel
anlamda üslûbu, muhtevâsı ve avâma mahsus bir eser oluşunun îzâhı. [vr. 59b-60a;
s. 201]
Fıtrat ve fıtrî
ilimler, “Koyunlarınızın sütleri bereketlenir” ifâdesinde geçen “süt”ün anlamı
ve Hz. Peygamber’in mîraçta süt içmesinin yorumu, sütün diğer içeceklerle
karşılaştırılması. [vr. 60b-61a; s. 201]
“O vakur bâkiredir”
sözünün şerhi, “bâkire” ile levh-i mahfûz arasındaki ilişkinin açıklanması,
müellifin avâma hitap maksadıyla misal ve teşbîhi kullanması. [vr. 61a-62a; s.
202]
“Sırların perdeleri”
ifâdesinin gizlenmesi gerekli ilimlere delâlet etmesi; ledünnî ilim ve bu ilmin
elde edilmesine vesîle olan kalbin mâhiyetinin, ilim-amel ilişkisinin, îmânın
sonucu olan ilimler ile aklî ilimler arasındaki farklılığın, ilâhî ilmin ehil
olmayana verilmemesinin îzâhı. [vr. 62b-65a; s. 203-204]
“Denk mehir” meselesi
etrafında Hz. Şuayb ile Hz. Mûsâ’nın kıssasının yorumu. [vr. 65a-b; s. 204]
Hz. Mûsâ’nın Tûr’da
mazhar olduğu tecellî ve nalınları çıkarma emrinin şerhi. [vr. 65b-68a; s.
205, 208]
Hz. Mûsâ’nın Hakk’ın
kelâmını işitmesinin mâhiyeti. [vr. 97b-99b; s. 209]
II. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının Şerhinin İkinci Cüzü
(Mukaddime Şerhinin
Devâmı)
Hz. Yûsuf’un
kıssasının şerhi. Yûsuf kıssası ile Hal’u’nnaleyn’de anlatılan ilâhî
ilimler arasındaki benzerlik. [vr. 73b-74b; s. 209-210]
“Haberleri ve imlâsı
ümmîye âit olduğu zaman” ifâdesinin Hal u’n-na’leyn in Hz. Peygamber’in
mişkâtından alındığına işâret etmesi. [vr. 74b-75a; s. 210]
Kitabın “cinsinde
neşeti Îbrânî”, “aslında nispeti rûhânî”dir ifâdesinin şerhi. [vr. 75b; s. 212]
Kitabın adı ve
“nalınları çıkarmanın” sembolik karşılığının îzâhı [vr. 75b-76b; s. 212]
“Kürsî” kelimesinin
anlamları. [vr. 77a; s. 213]
Kitaba âit bölümlerin
sayısı ve bu bölümlerin isimlerinin sembolik karşılığının îzâhı. [vr. 77b-79b;
s. 213-214]
Üçüncü Sahîfenin
(Muhammediyyât) ilk Kısmının ilk Başlı
ğı,
Salsalatü’l-Ceres:
Hz. Peygamber’e en
ağır gelen vahiy türü “salsalatü’l-ceres (çan sesi)” hakkında bilgi, berzahî
misaldeki münezzel ilimlerin mâhiyeti ve ilimlerin mertebeleri. İbn Kasî’nin
meseleleri tam olarak ele alamayışına dönük eleştiri. [vr. 80a-82a; s. 214-215]
“Dakâik”, “rakâik” ve
“hakaik” ıstılâhlarının birbirleriyle irtibatlı bir şekilde değerlendirilmesi,
ilk üreme durumunun ele alınması. Herhangi bir keşfî bilgiye sâhip olmayan İbn
Kasî’nin meselelere yaklaşımının eleştirilmesi. Şeyhleri Halefullah el-Endelüsî
ve İbn Halîl hakkında bilgi verilmesi. [vr. 82b-88a; s. 214-215]
III. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının Şerhinin Üçüncü Cüzü
Üçüncü Sahîfenin
(Muhammediyyât) ilk Kısmının ikinci Başlığı, Bisâtü’l-Üns ve Sekînetü’n-Nefs:1
Âdemoğullarından ahit
ve mîsâkın alınması (ahz) meselesi, iki farklı mîsak türünden söz eden İbn
Kasî’nin eleştirilmesi. [vr. 88b-92b; s. 220-222]
“Ben ve ümmetim yer
yaratıldığında ilklerden olacağız” hadîsinin îzahı. Hz. Peygamber’in
nübüvvetinin ve fizikî neşetinin geciktirilmesinin hikmeti. Bu konularda İbn
Kasî’nin keşfinin eleştirilmesi. [vr. 92b-96b; s. 220-222]
Üreme ve soyların
aşama aşama var edilişi. Rahme düşen bir nutfenin birer ay süreyle yedinci,
altıncı ve beşinci semâdaki bir meleğin eline düşmesi, dördüncü ayda dördüncü
semâdaki meleğin eline düşüp ruh üflenmesi. Rahimdeki insânî oluş hakkında
bilgi. [vr. 96b-97a, 68b-70a; s. 222-223]
Gecenin gündüzün
zâhiri, gündüzün de gecenin bâtını olması; Peygamberlerin risâletlerinin
bununla irtibâtı, efdaliyet açısından değerlendirilmesi. [vr. 70a; s. 226]
Üstünlük (fazîlet) ve
türleri. Peygamberlerin birbirlerine üstünlüğü meselesi. [vr. 70a-71b; s. 228]
Fasıl:
“Peygamberlerin
birini diğerine üstün tutmayın” hadîsi bağlamında efdaliyet meselesinin ele
alınması. Efdaliyet ile devirler arasındaki ilişki, Hz. Îsâ’nın devri.
Efdaliyet konusunda müellifin zikrettiklerini destekleyen delillerin yokluğu,
İbn Kasî’nin keşfinde hatâya ve tenâkuza düşmesi. [vr. 71b-72b; s. 228]
Sekîne Faslı:1
Kevnî meseleler ile
muhammedî meselede gerçekleşen şeyler. Cuma gününün fazîleti. Gurabâ hadîsinin
kısaca yorumu. [vr. 72b; s. 233-243]
IV. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının Şerhinin Dördüncü Cüzü
Birinci Sahîfe,
Melekûtıyyât:1
Melekûtiyyâtbölümündekiilkbaşlıkolan“es-Sübülü’l-Ficâc”ın
anlamı. Şerh yöntemine dâir genel bilgiler. [vr. 100b; s. 245]
es-Subulu l-rıcac.
“Evvelî ihâtalar” ve “irâdî tafsiller”in anlamı. “O’nun
vechinin sübuhâtı yakardı” hadîsinin yorumu. İsim ile müsemmâ arasındaki
ilişki. Zât isimlerinin kevnde eserlerinin olmayışı. [vr. 101a-b; s. 245]
Hayat feleği ve özellikleri. Feleğin anlamı. İrâde ile
hayat arasındaki ilişki. Her bir ismin diğer bütün isimlerin müsemmâsı olması.
Hakk’ın kelimesinin yâni “Kün” emrinin îzâhı. [vr. 102a-105a; s. 246-247]
Rahmet feleği ve özellikleri. Hayat feleğinin rahmet feleğini
kuşatması. Sehl ile İblis arasında geçen mükâleme. Levh ve kalemin hayat feleği
ile ilişkisi. Kürsî ve arş. [vr. 105a-106b; s. 247]
Arş-ı mecîd feleği ve özellikleri. Kur’ân’da zikredildiği
üzere arşın mertebeleri. Âlemin tertîbini İbn Kasî’nin hakîkati üzere
yapmadığının eleştirisi. Âlemin tertip ve düzenini ele alan el-Ukletü’l-Müstevfiz
e atıf. [vr. 106b-107a; s. 248]
İbn Kasî’ye mahsus
ıstılâhlar olan “felek”, “hicap”, “arz”, “semâ”, “cennet”, “arş”ın îzâhı ve bu
ıstılâhların isimlendirilmelerinde birbirleriyle olan ilişkileri. İsimlerin
müsemmâlara delâlet etmek üzere vazolunmaları. [vr. 107b-109a; s. 248]
Tafsil:
Hicap ve feleğin zâhir ve bâtını olması. Zâhir ve bâtın
arasındaki ilişki. Harflerin sayısındaki eksilmeye bağlı olarak dilsizlik ve
kekemeliğin, âmâlık ve körlüğün meydâna gelmesi. İbnü’l-Arabî’nin bu görüşü
eleştirisi. Harflerin sayısına dâir görüşler. [vr. 109a-113a; s. 248-249]
İkinci mevcut, rahmet feleği ve arş-ı kerîmin
özellikleri. Üçüncü mevcut, kürsi-i azîz ve arş-ı azîmin özellikleri. Dördüncü
mevcut, arş-ı mecîd feleği ve özellikleri. Beşinci mevcut, semâ feleği ve
özellikleri. Altıncı mevcut, arz feleği ve özellikleri. İbn Kasî’nin bu
konulardaki görüşlerinin eleştirisi. [vr. 113a-117b; s. 249-251]
Fasıl:'
Sâbit felekler ve
semâlar arasındaki meâric, nûrlar ve hicâbî felekler hakkında. Feleklerin
yaratılışı. [vr. 117b-118a; s. 251]
Şaşırtan ve Susturan
Meseleler.
“Arş-ı muhît cennetin
tavanıdır” sözünün îzâhı. Cennetlerin zâhir ve bâtını. [vr. 118a-119a; s.
254-256]
Atıf.
“Allah arşı dört şey üzere yarattı” hadîsine, Âdem’in kendisini
ve zürriyetini görme hadîsine ilişkin İbn Kasî’nin görüşlerinin eleştirisi.
Hakk’ın kullarını ahadiyet ve adediyet ile görmesi. İbn Kasî’nin “Hak Teâlâ
solundan bakar” sözünün eleştirisi. [vr. 119a-120b; s. 257-259]
V. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının Şerhinin Beşinci Cüzü
(Atıf Bölümünün
Devâmı)
“Zaman mekânda mahmuldür” sözünün şerhi. Günler bahsi
çerçevesinde genel olarak İbn Kasî’nin zaman görüşünün eleştirisi. [vr.
120b-122b; s. 263]
Nâşietü ’t-Takrîbk
Başlığın anlamı. Allah hakkında “Rabbânî nüzulden rahmânî
müstevâ”ya geldi şeklinde verilen misâlin eleştirilmesi. Misal ile mümessel
arasındaki mutâbakat. [vr. 122b-123a; s. 266, 273]
el-Feccul-Amîk:
Arşın “sâk”ında yazılan şey. Sâk’ın varlığın direği
oluşu. Hz. Mûsâ’nın arşın direğine tutunacağına dâir nakledilen hadis. Burak
konusunun îzâhı. Müellifin konuları dile getirişine ilişkin eleştiri. [vr.
123a-b; s. 273-275]
Tesis Kaidesi ve
Tenzih-Takdis incisi:1
“Mîraçların sâhibi” isminin anlamı. Sâk ve kadem arasındaki
ilişki. Tenzih kademi ile bâ harfi ve mertebesi. İsimler ve müsemmâların bâtın
olması. Kadem mafsalının îzâhı. İbn Kasî’nin kullandığı bir ıstılâh olarak
“İnci” kelimesinin anlamı. Kademin esmâ-i hüsnâdan olmasının îzâhı. Tecellîde
süreklilik. [vr. 123b-126a; s. 275-281]
Hakaikin Tenzîli ve Rakaikin Tafsîli Hakkında İnciden Bir
Fasıl:
Âdemiyet ile
kademiyet arasındaki ilişkinin îzâhı. Âdem’in zürriyetinden mîsak alınması.
[vr. 126a-b; s. 281-282]
Zümrüt Faslıl
Kendisine mahsus bir ıstılâh olan “zümrüt” ile İbn
Kasî’nin Âdem’in hayâtını kastetmesi. Âdem’in rûhunun ilk vefat eden ruh
oluşunda İbn Kasî’nin hatâsı. İblîs’in sâhip olduğu melekî rûhun kabzedilmesi.
[vr. 126b-127a; s. 284-285]
Minassa Faslı:
Kendisine mahsus bir ıstılâh olan “minassa” ile İbn
Kasî’nin ölüm meleğinin kürsüsünü kastetmesi. Ömürler ve ecellerin müddetinin
bu kürsüde zuhur etmesi. Bu kürsünün “mahv ve isbât levh”i olması. [vr. 127a;
s. 286-288]
Hz. İbrâhîm’in Ölümü
Hissetmesi Konusunun Daha Anlaşı
lır Bir Hâle
Getirilmesi:
“Her nefis ölümü
tadıcıdır” âyetinin tefsîri. Hz. İbrâhîm’in ölümü hissedişine ilişkin İbn
Kasî’nin yorumu ve onun eleştirisi. Hz. Peygamberin ölümü hissedişi. Hal’un-na’leyn
in avâma hitap eden bir eser oluşu. [vr. 127a-128b; s. 288-291]
Hal’u’l-hal’ Fadc
Bu faslın Hal’u’n-na’leyn
kitabın sonradan eklenmesi meselesi. Ufuk-ı mübîn, ufuk-ı a’lâ, kalem-i a’lâ
ıstılâhlarının mâhiyeti. Genel îtibâriyle rüyet meselesi. Cebrâil’in Dihye
sûretinde görülmesi. [vr. 128b-130b; s. 292, 295, 296]
“Nûn, Kalem[ler]e ve
Yazdıklarına Yemin Olsun” Meselesinde Muhâfaza Edilen Sır?
“Nûn” ve “kalem”
sembolizmi. Âyette geçen “kalem”in çoğul oluşu. Müellife âit bir ıstılâh
olarak “Nûn”un çeşitli anlamları ve özellikleri. “Nûn” ile “kalem arasındaki
ilişki. [vr. 130b-132b, 152a; s. 306-308]
Kalem-i A’lâ ve
Levh-i Mahfuzdan Mülâhaza Edilen Sır?
“Kalem-i a’lâ” ve
“levh-i mahfûz” sembolizmi. “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir” ve “Mîraçta
öyle bir seviyeye çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını işittim” hadîsinin
yorumu. “Kalem”, “Nûn” ve “levh-i mahfûz” arasındaki ilişki. “Nûn”, “yâ” ve
“vâv” harfinin sembolizmi. [vr. 152a-b, 133a-134a; s. 309-311]
Kalemin Gıcırtısı:'
“Kalem” ile “levh”
arasındaki ilişkinin Âdem ile Havva arasındaki ilişkiye benzemesi.
“Kalem”deki erlik vasfı. “Kalem”de
bulunan sırrın
sırasıyla “levh”e, “levh”ten “Rûhulemîn’e, “Rûhulemîn’den de Peygamber’e
intikâli konusu ve bu görüşlerin eleştirisi. Kalem türleri. [vr. 134a-135b; s.
312-314]
Fasıl:'
“Cennet ehlinin ilk
yiyeceğinin balık ciğerinin artığı” olduğunu bildiren mevzû hadîsin
değerlendirilmesi. Hz. Îbrâhîm’in kurbanı ve Hz. îsmâil’in fidyesi hakkında İbn
Kasî’nin söylediklerinin eleştirilmesi. Hz. Îbrâhîm’in Hz. îsmâil’i kurban
edişini anlatan kıssanın yorumu. Bu konuda İbn Kasî’nin düştüğü hatâlar. [vr.
135b-137b; s. 315-317]
VI. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının Şerhinin Altıncı Cüzü
(Faslın devâmı)
Cehennemin yılan sûreti üzere oluşunun yorumu. Misal ile
mümessel arasındaki ilişki. İbn Kasî’nin bu konudaki görüşlerinin eleştirisi.
[vr. 138a-139a; s. 319]
ikinci Sahîfe,
Firdevsiyyâf.
Firdevsiyyât ile
Süryâniyyât arasındaki ilişki. Cennet ve sekiz kapısı. Sekiz kapının sekiz
peygamberin nûrunun hakîkati oluşu. İbn Kasî’nin hamele-i arş ile ilgili
görüşlerinin eleştirisi. İbn Meserre’nin bu konudaki görüşlerine başvurulması.
Cennete ilk girecek kimsenin cennet nîmetleri kapsamında nâil olacağı rüyet.
[vr. 139a-142b; s. 340-342]
Fasıl:
Gayret, dünyevî
neşet, uhrevî neşet konusunun îzâhı. Cennetin yüz derecesi, yüz rahmeti
ve yüz ilâhî ismi bulunması meselesi. Yüz isim konusunda İbn Kasî’nin görüşünün
eleştirisi. Cebrâil’in bâtın, Hz. Muhammed’in zâhir isminden yaratılması ve
bu konunun eleştirisi. Hz. Peygamber ile Cebrâil’in karşılaştırılması. [vr.
142b-144a; s. 348, 352, 354, 357]
Üçüncü Sahîfe,
Muhammediyyât.
Nispetler ve mîzaçlar
konusu, “ayrışma âdeti”, “vasıl” ve “fasıl”, “kurb” ve “bu’d” kavramlarının
îzâhı. Ahadiyet ve ferdâniyet arasındaki farklılık. Rûh-ı muhammedî konusundaki
görüşleri dolayısıyla İbn Kasî’nin eleştirilmesi. Hz. Muhammed’in yaratılışta
ilk, bi’sette son olması. Cebrâil’in ve meleklerin annesi Tûbâ’nın
yaratılması. Meleklerin Âdem’e secde etmesi. Hz. Âdem’in Hz. Muhammed’in
zâhiri, Hz. Muhammed’in ise bu zâhirliğin kendisinde kâim olduğu Âdem’in
hakîkati olması. [vr. 144a-151b; s. 360, 364, 365, 367, 368, 369, 370]
Şaîre:'
Zâhir ve bâtın
isimleriyle irtibatlı olarak âdemiyet ve melekiyet. [vr. 151b, 153a; s.
372-373]
VII. Hal’u’n-Na’leyn Kitabının Şerhinin Yedinci Cüzü
Dördüncü Sahîfe,
Rahmâniyyât.3
Rahmân isminin temel
özellikleri. Rahmânın arşa istivâ etmesi. İbn Kasî’nin bu konudaki görüşlerinin
eleştirisi. Rahmâniyyât’ın yaratma ile ilgili olması. Bir ıstılâh olarak
“kelime”nin îzâhı. Esmâ-i ilâhiyyenin delâletleri. İki semâ arasında beş yüz
sene olduğunu bildiren hadis ile iki semâ arasında yetmiş üç sene olduğunu
bildiren hadîsin arasının cem’i. Bu konuda İbn Kasî’nin eleştirilmesi.
Cenâb-ı Hakk’ın dünya semâsına nüzûlü. Rüyet meselesi. [vr. 153b-159b; s. 374,
375, 376, 379, 381]
Simsime Faslı:
Istılâh
olarak “Simsime”nin taalluk ettiği mânânın îzâhı. Amellerin haşri meselesi.
Namaz amelinin önceliği. Namazda vâki olan tecellîler. Âhirette minberin en üst
basamağında Hz. Peygamber’in, alt basamağında ise Hz. Îsâ ve Hz. Yahyâ’nın
olması. Bu konuda İbn Kasî’nin görüşlerinin eleştirilmesi. Hz. Peygamber’e
“vesîle”nin verilmesi. [vr. 159b-163b; s. 386, 387, 390, 391]
Zekât:
Temizlik türleri.
Zekâtın temizleyici olması. Hz. Peygamber’in zekât verişinin hikmeti. Cennet
ehlinin nîmeti, cehennem ehlinin azâbı konusu ve İbn Kasî’nin bu konudaki
görüşlerinin eleştirisi. [vr. 163b-164b; s. 392-394]
Oruç Faslı:
Oruç sâyesinde
insânın rabbânî sırra dönüşmesi. Hz. Peygamber’in “Ben sizi önümden gördüğüm
gibi ardımdan da görürüm” hadîsinin ilâhî tecellîdeki farklılıklar zâviyesinden
yorumu. “Rabb’im beni yedirir ve içirir” hadîsinin yorumunda İbn Kasî’nin
görüşlerinin eleştirisi. Hz. Peygamber’in “Oruçlu için iki sevinç vardır”
hadîsinin yorumu. “Oruç benimdir, ona karşılık mükâfat ise benim” kudsî
hadîsinin yorumu. Gece kâim olmanın fazîleti. [vr. 164b-168b; s. 394-399]
4.4. Şerhin Nüshalarının Tavsifi
Taşımış oldukları
önem ve değer bakımından yazma eserlere âit nüshalar, birbirinden çok farklı
durumlar arzetmektedir. Meselâ diğerlerinin yanı sıra sâhip olduğu özellikleri
dolayısıyla bir eserin bâzan tek başına bir nüshası çok çok önemli iken diğer
bütün nüshaları pek de fazla önemi hâiz olmayabilir. Dolayısıyla tenkitli metin
çalışmalarında nüshaların neşirde esas alınma derecesini ya da nüshalar
arasındaki önem sırasını tespit etme işi, üzerinde ciddiyetle durulması gereken
bir konudur. Söz konusu durum yâni mevcut nüshalar arası ilişki müellif
nüshasının tespit edilemediği ya da ulaşılamadığı zamanlarda daha da büyük bir
önem arzetmektedir. Başka bir ifâde şekli ile söyleyecek olursak tenkitli metin
neşrinde en problemli hususlardan birisi müellif nüshasının olmadığı
durumlarda asıl metnin oluşmasına temel teşkil edecek nüsha ya da nüshaların
tespiti ve seçimidir. Müellif nüshasına ulaşılamadığında öncelikle yapılacak
husus, müellif tarafından imlâ ettirilen ya da müellife okunmuş veya müellifin
tanınmış öğrencilerinden birisi tarafından istinsah edilmiş olan nüshalara
ulaşmaktır. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ise temel nüsha olarak
belirlenecek nüshanın diğerlerine nazaran târih bakımından kadim oluşu,
tertîben (yâni sayfaların karışmaması yönünden) en doğru ve en kâmil oluşu,
imlâ ve lügat açısından en az hatâya sâhip oluşu gibi hususlar dikkate
alınarak nüsha tercihi yapılmalıdır.
Yazma eser neşri
husûsunda bu temel prensipleri kısaca belirttikten sonra İbnü’l-Arabî’nin
araştırmamıza konu olan Şerhu Hal’i’n-naleyn isimli eserinin
kütüphânelerde tespit edebildiğimiz yazma nüshalarının tanıtımını yapmak
istiyoruz. Böylece bizim bu neşirdeki nüsha tercihlerimiz ve gözettiğimiz
öncelikler ortaya çıkacaktır.
4.5. Şerhin Nüshalarının Değerlendirilmesi
Herhangi bir klasik
metnin yazıya aktarımı esnâsında ve sonrasında, bâzı sorunların ortaya çıkma
ihtimâli sıklıkla karşılaşılan bir durumdur.
Bunların bir kısmı
metnin yazıya aktarımı esnasında ve sonrasında nüshanın mâruz kaldığı varak
düşmeleri ve takdim-tehirlerin yol açtığı sorun ve hatâlar iken diğer bir kısmı
ise müstensihin metni yazıya geçirirken yaptığı hatâlar ve müstensih
dikkatsizliklerinin yol açtığı sorunlardır. Müstensihlerden kaynaklanan hatâlar
kasden veya tesâdüfen yapılan hatâlar olabilir; meselâ müstensih sehven metinde
mevcut olandan başka bir kelime ya da cümle yazabilir, ilk satırı tamamladıktan
sonra satır atlayıp üçüncü satırdan devam edebilir veya benzer kelime
gruplarını ya da ıstılâh ve kavramları birbirine karıştırabilir. Bütün bunlar
müstensihler tarafından yapılan kasdî veya tesadüfi hatâlar kategorisinde
değerlendirilebilir. Kaynak nüshalarda meydana gelen bu tarz hatâlar, doğal
olarak bu kaynak nüshadan istinsah edilen diğer nüshalarda da gözlenecektir.
Meselâ kaynak nüshadan bir varak düşebilir, bu varak tekrar yerine konulma
esnâsında yanlışlıkla başka bir yere konulabilir. Dolayısıyla varak düzeninde
bu tarz bir bozulma yaşayan kaynak metin, ikinci nüshada kaçınılmaz olarak
takdim-tehire sebebiyet verecektir ve kaynak metnin olmadığı durumlarda bu
ikinci nüshadaki takdim-tehiri tespit etmek epeyce zor bir hale gelecektir.
Bizim üzerinde çalışma yaptığımız Şerhu Hal’i n-Na’leyn in dört yazma
nüshası da yukarıda zikrettiğimiz türden benzer sorunlar ve hatâlar taşımaktadır:
---
1.6.
Şerhin Tahkik ve Tercümesinde Gözetilen İlkeler
Yazarının
kaleme aldığı metnin tespitini ve asla en yakın olabilecek bir şekilde metnin
ortaya konulmasını amaçlayan tenkitli metin neşri (edition critique/tahkik)
çalışmalarında, nüsha seçimine, nüsha farklılıklarının belirtilmesine ve
metne nihâî hâlinin verilmesine ilişkin çeşitli metodlar tâkip edilegelmiştir.
Ne ki her yazma eserin ve esere âit nüshaların kendi içinde taşıdığı
biriciklik, metinlerin âit oldukları disiplinlerin farklılığı, konu
çeşitliliği, dönemsel özellikler vb. hususlardan dolayı aslında her bir tahkik
çalışması kendine has bir metodla vücud bulmaktadır. Daha başka bir ifâde ile
söyleyecek olursak, metinlerin bir araya getirilmesi ve yeni bir metnin inşâ
edilmesi süreci, aslında kimi ölçülerde tahkikte tâkip edilecek metodun
kendisini de belirlemektedir. Kanaatimizce burada önemli olan nokta, tahkikte
genel ilkeleri tâkip etmekle birlikte metin içi bir standartı gözetip ona göre
hareket etme gerekliliğidir.
Gerek ülkemizde
gerekse yurt dışında akademik çevrelerde Arapça eserler üzerine yapılan tahkik
çalışmalarına baktığımız zaman kabaca iki tavrın hâkim olduğunu görürüz. Bu iki
tavırdan ilki genel îtibâriyle dipnotlarda nüsha farklılıklarını belirtmenin
dışında ek bilgiler sunulmaksızın hazırlanan metinler; diğeri ise tam aksi bir
tutumla hareket edilip içine gereksiz birçok bilginin —şimdilerde elektronik
imkânların sunduğu kolaylıklarla— boca edildiği neşirler. Biz bu iki tavrın
farkına vararak orta bir yol tutmak amacıyla hazırlanmış olan ve Türkiye’deki
akademik çevrelere hitap eden ve şimdilerde kabul de görmekte olan ISAM
tahkik esaslarını dikkate almaya gayret gösterdik. Böylece Şerhu
Hal’i’n-na’leyn metninin tahkîkinde aşağıda belirteceğimiz hususlara
riâyet etmeye çalıştık:
---
Endülüs tasavvuf
târihinde İbn Meserre, İbnü’l-Arîf, İbn Berrecân, İbn Kasî, İbnü’l-Arabî, İbn
Seb’în ve Şüşterî gibi belli başlı sûfîler telifleriyle öne çıkmışlardır. Bu
sûfîler arasında ya teorik düzeyde belirli bir muhtevâyı tâkip ettirmeleri ya
da pratik düzeyde şeyh-mürit ilişkisi kurarak ortak bir tasavvufî halkayı
paylaşmaları bakımından bir akrabâlığın varlığı söz konusudur. Araştırmamızın
merkezinde yer alan İbn Kasî ile İbnü’l-Arabî de gerek öncesi gerek sonrasıyla
tasavvufî telif târihinde ortaya çıkan bu akrabâlığın daha çok teorik düzeyde
kendisini gösterdiği iki önemli isimdir. Nitekim ilkinin tasavvufî telif
târihindeki tanınırlığı büyük oranda ikincisiyle mümkün hâle gelmiştir. Çünkü İbn
Kasî ile ilgili olarak tabakat ve terâcim türü eserlerde yer alanlar, onun
Murâbıtlar ve Muvahhidler dönemi Endülüs’ünde birtakım siyasal faâliyetlerin
odağında bulunmasını yansıtan nitelikleridir. Bu yönüyle de tabakat ve terâcim
literatürü dikkate alındığında eksik ya da tek taraflı bir İbn Kasî
portresiyle karşı karşıya olduğumuz özellikle ifâde edilmelidir. Diğer taraftan
İbn Kasî’nin tasavvufî yönünü ve tasavvuf anlayışını gösteren günümüze ulaşmış
yegâne metni Hal’unna’leyn ve iktibâsün-nûr min mevzi'i'l-kademeyn
isimli eseridir. Hal’unna leyn îslâm düşüncesinin belirli
perspektiflerini temsil ettiğine inanılan bâzı isimlerin onun lehinde ya da
aleyhinde addedilebilecek birtakım tavırlar sergilemeleri dolayısıyla
literatür târihi açısından ilginç sayılabilecek bir mâcerâya sâhiptir. Nitekim İbn
Haldûn eserin yakılması için fetvâ verirken İbnü’l-Arabî’nin kaleme aldığı şerh
sûfî muhitlerde mütedâvildi. Bunun içindir ki literatür târihinin ilgisi ve
dikkati eser üzerinde yoğunlaşmış, Hal u ’n-na’leyn ve müellifi İbn Kasî
akademik çevrelerce farklı önceliklerle önemsenmiştir.
Bizim İbn Kasî ve Halu’n-na’leyni
çalışmamıza konu edişimiz, İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde süreklilik kazanan bâzı
unsurların İbn Kasî’ye atıflar üzerinden gerekçelendirilmiş olması ve İbnü’l-Arabî’nin
Halunna’leyn üzerine bir şerh yazması sebebiyledir. Araştırmamızın “İbn
Kasî ve Muhîti” başlığını taşıyan bölümünde ilk olarak İbn Kasî’nin sosyal,
siyasal ve kültürel ortamını resmedeceği düşünülen XI ilâ XII. yüzyıllara
tekabül eden dönem, ilgili akademik birikimden hareket edilerek kısa bir
şekilde özetlenmeye çalışılmıştır. Muvahhidler döneminde bir sembol isim olarak
Gazzâlî ismi etrâfında kümelenen İbnü’l-Arîf ve İbn Berrecân gibi sûfîlere
karşı sergilenen katı muhâlefet, kaynakların büyük ölçüde benimsedikleri bir
vâkıadır. Bu konuyla irtibatlı olarak taraftarları ve karşıtlarını da dikkate
almak sûretiyle Endülüs târihinde tasavvufun sosyal karşılığı ve entelektüel
etki alanı üzerinde durulmuştur. Araştırmacıların bu konudaki tezlerinin ana
çerçevesini belirleyen çalışma, İspanyol şarkiyatçı Asın Palacios’un İbn
Meserre monografisi olarak kaleme aldığı hacimli metnidir. Palacios’un temel
tezi ise İbn Meserre ve düşünceleri etrâfında oluşan Meserre Mektebi ile İbn
Kasî’nin de içine dâhil edildiği Meriye Mektebi ve İbnü’l-Arabî arasında
doktrin bakımından bir sürekliliğin gözlendiğidir. Îlgili sâhayı çalışanların
büyük çoğunluğu Palacios’un tezini benimsemiş olmakla berâber, belirli
konularda aşırı genellemelere gidiyor oluşu dolayısıyla Palacios’un tezine
eleştirel yaklaşan akademisyenlerin mevcûdiyeti de söz konusudur. Çalışmamızda
konu hakkındaki Türkçe literatürün azlığı sebebiyle tartışmaların seyrine
etraflıca yer vermeye ve değerlendirmeye özen gösterdik. Bunun sonucunda ise
detaylı bir şekilde yapılacak spesifik araştırmaların Endülüs tasavvuf târihine
dâir genel kabulleri belirli noktalarda güçlendireceği gibi belirli noktalarda
da tashih edeceği kanaatine vardık. Sonrasında İbn Kasî’nin biyografisi ve
Mürîdûn hareketi etrâfında teşekkül etmiş bilgi birikimini oldukça geniş bir
şekilde kimi zaman mevcut bilgileri tasvîrî bir dil eşliğinde kimi zamansa eleştirel
bir üslûpla sunmaya çalıştık. Bu çalışma dolayısıyla kaynaklarda resmedilen İbn
Kasî biyografisinin pek çok yönüyle eksik olduğu ve bilgi yanlışları içerdiği,
ayrıca onun sûfî kişiliğinin bu bilgilerin gölgesinde kaldığı ya da ihmal
edildiği görülmüş, dolayısıyla onun sûfî kişiliği ve tasavvufî muhîti daha
içeriden kaynaklar eşliğinde değerlendirilmeye tâbi tutulmuş; İbnü’l-Arabî’nin
bu konudaki şâhitliğinin yanı sıra sonraki yüzyıllarda teşekkül eden tasavvufî
tabakat literatüründeki mevcut bilgilerden hareketle biyografisi yeniden kaleme
alınmıştır.
Çalışmamızın “Hal’u’n-na’leyn
ve İbnü’l-Arabî” başlığını taşıyan bölümünde ise başlangıçta İbn Kasî’nin Sevretül-Mürîdîn
olarak târihî kaynaklarda bahsi geçen hâdiseler öncesinde kaleme aldığı tahmin
edilen eseri Hal’u’n-na’leyn üzerine yazılmış mevcut literatürü
ayrıntılı olarak tanıtmayı; yazmalar, neşirler ve şerhlerle birlikte muhtevâsı
hakkında bilgiler vermeyi uygun bulduk. Aslında bu bağlamda daha çok
müellifinin siyâsî faâliyetleri sebebiyle Hal u’n-na’leyn metnine
yönelmiş olan ilginin netîcesinde doktora düzeyinde eserin metnine dönük dört
çalışma mevcut bulunmaktadır. Nitekim biz de çalışmamızda bu kapsamlı
literatürü aktarmaya; literatürde söz konusu çalışmaların seyri, temel tezleri
ve benimsedikleri başlıca paradigmalar hakkında fikir vermeye çalıştık. Peşi
sıra daha çok eserin muhtevasıyla irtibatlandırmak sûretiyle İbn Kasî’ye
kaynaklık etmiş olan iki ismin yâni İbn Meserre ve Îmâm Gazzâlî’nin üzerinde
durduk. Bu çalışmamızın bir sonucu olarak Halu’n-naleyn in muhtevâ
bakımından İbn Meserre’nin Risâletü’l-hurûf u, Gazzâlî’nin ihyası
ve Mişkâtü’l-envârı ile kısmî ortaklıklar ya da benzerlikler taşıdığını,
İbn Kasî’nin zikri geçen eserlerdeki konuları kendisine has üslûpla eserine
aksettirdiğini, bunu yaparken aslında muhtevâyı bir şekilde dönüştürdüğünü
söyleyebiliriz. Zâten muhtevâsı dolayısıyla Halu’n-na’leyn başta İbn
Teymiyye tarafından olmak üzere eleştirilerin odağına yerleştirilmiştir.
Özellikle İbn Hal dûn’un, bilhassa velâyet-imâmet konusunda İbn Teymiyye’ci
eleştiri geleneğini devâm ettirmiş olduğu görülmektedir. Nitekim Halu’n-na’leyn
e dönük eleştirileri incelediğimiz ilgili başlık altında İbn Haldûn’un
yaptığı eleştirilerin daha çok İbn Kasî’nin mehdîlik-imâmet iddialarını merkeze
almak sûretiyle metnin muhtevâsından hareketle değil -günümüze ulaşmamış olanİbn
Ebî Vâtîl tarafından yapılan şerhteki bilgilerden hareketle yöneltildiğini
tespit ettik. Halu’n-na’leyn, ana konuları göz önünde bulundurularak değerlendirildiği
zaman bu eleştirel yaklaşımın yerinde tespitler içermediği sonucuna
ulaşılacaktır. Nitekim bu sonucu pekiştirmek amacıyla ilgili başlığın hemen
sonunda maslahat îcâbı belli başlı tasavvufî metinlerle birlikte Halu’n-na’leynin
yakılmasına dönük İbn Haldûn tarafından verilen fetvâyı ek olarak sunduk ve
Nablusî tarafından fetvâya düşülen ihtiraz kayıtlarına da meselenin sûfîler
tarafından algılanışını göstermek bakımından önemli bulunduğu gerekçesiyle yer
verdik.
Hal’un-na’leyn in tasavvuf
târihindeki etkileri ise İbnü’l-Arabî ve tâkipçileri özelinde incelenmiştir. İbn
Kasî ve Hal u’n-na’leyn de yer alan fikirlerinin literatürdeki tedâvülü
İbnü’l-Arabî’nin başta Fusûsu’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye
olmak üzere çeşitli eserleri vâsıtasıyla gerçekleşmiştir. İbn Kasî’nin
özellikle ilâhî isimlerle alakalı görüşü, Fusûs ve şerhleri üzerinden
zengin bir literatüre kavuşmuştur, ancak bu literatürde ne İbn Kasî’nin
biyografisine ne de Hal’u’n-na’leyn’de dile getirilen diğer tasavvufî
konulara ilgi gösterilmediği görülmüştür. Dolayısıyla İbn Kasî ve Halu ’nna
’leyn, Fusûs şerhleri literatüründe açığa çıktığı üzere İbnü’l-Arabî’nin
naklettiği kadarıyla kendisine yer bulmuştur.
Bu bölümün bir diğer
başlığı ise İbnü’l-Arabî’nin Hal un-naleyne yaptığı şerhin literatür
târihi açısından detaylı bir şekilde değerlendirilmesine hasredilmiştir. Burada
şerhin İbnü’l-Arabî’ye âidiyetine ve diğer eserleriyle muhtevâ bakımından
ilişkisine, İbnü’l-Arabî’nin şerh yöntemine ve şerhte İbnü’l-Arabî tarafından
öne çıkarılan temel konulara işâret edilmiştir. Tasavvufî telif târihinde her
ne kadar sâdece ilâhî isimler görüşü dolayısıyla temâyüz eden bir İbn Kasî
karşımıza çıkıyorsa da Şerhu Halİ ’n-na’leyn i incelediğimiz zaman
tasavvuf doktrinine dâir pek çok farklı konu İbnü’l-Arabî gibi yeni bir üslûp
vazeden büyük bir sûfînin sunuşuyla kendini göstermektedir. Fakat İbnü’l-Arabî’nin
Halu’n-na’leyn şerhindeki üslûbunun büyük oranda eleştirel olduğunu
özellikle belirtmek durumundayız. Zîra burada bir sûfî (İbn Kasî) kendi
keşfinden veya başkasına (Halefullah) âit keşfi edebî formlarla buluştururken
içine düştüğü yanlışlıklardan dolayı bir başka sûfînin (İbnü’l-Arabî)
eleştirilerine mâruz kalmıştır. Kanaatimizce literatür açısından bu ender
rastlanan bir örnektir. Bu yönüyle İbn Kasî ve İbnü’l-Arabî’nin, müstakil başka
bir çalışmaya konu teşkil edecek husûsiyetlere sâhip olduğunu da ayrıca
belirtebiliriz.
Şerhin nüshalarının
tavsifine, değerlendirilmesine, tercüme ve tahkikte izlenilecek temel
prensiplere yer verdiğimiz başlıklarda ise ilk olarak ayrıntılı bir şekilde
şerhin tespit edebildiğimiz yazma nüshalarının tanıtımı yapılmıştır. Özellikle
de ana metin olarak kabul ettiğimiz Sadreddin Konevî’nin husûsî kitaplığında
yer alan nüsha detaylı bir şekilde değerlendirilmiştir. Ayrıca Chester Beatty
kütüphânesi katoloğunda Nablusî’ye âit bir eser olarak geçen Şerhu
Müşkilât-ı Hal’i’n-na’leyn in ise İbnü’l-Arabî şerhine âit XVIII. yüzyılda
yazıldığı tahmîn edilen bir başka nüsha olduğu tarafımızdan tespit edilmiştir.
Nüshaların değerlendirilmesi kısmında, metnin doğru bir tertip üzere istinsah
edilmeyişi başta olmak üzere Halu ’n-na leyn şerhine âit nüshalarda
karşılaşılan istinsah hatâlarını örnekleriyle incelemeye çalıştık. Bu
durumları göz önünde tutarak Şerhu Hal’i ’n-na’leyn metnini inşâ etmeye
özen gösterdik. Son olarak şerhte dile getirilen muhtevânın derinlikli
analizlere ihtiyaç duyduğu, İbn Kasî’nin muhayyilesindeki edebî unsurların
karşılaştırmalı edebiyat incelemelerine konu olabileceği, İbnü’l-Arabî’nin İbn
Kasî’ye eleştiri yönelttiği hususların kendi eserlerinde kronolojik olarak
nasıl işlendiğinin müstakillen çalışılabileceği belirtilmelidir. Tasavvufî
metinlerin üslûp ve muhtevâ bakımından genişleyerek farklı telif türleri
içerisinde kendine yer bulması noktasında dikkat çekici bir tesîre sâhip olan İbnü’l-Arabî’nin
varlık, bilgi ve ahlâk konularını birbiri içine katan fikirlerini tanımak için
her şeyden önce ona âit metinlerin mümkün olduğunca sıhhatli bir biçimde tespit
edilerek karşılaştırmaya elverişli bir hâle getirilmesi gerekmektedir.
Addas, Claude,
“Andalusî Mysticism and the Rise of Ibn ‘Arabi”, The Legacy of Muslim Spain,
ed. Salma Khadra Jayyusi, Leiden: E. J. Brill, 1992, s. 909-933.
Afifi, Ebu’l-Alâ,
“Ebü’l-Kâsım b. Kasî ve Kitâbuhu Hal'u'n-Na'leyn"', Mecelletü
Külliyeti’l-Âdâb, sayı: XI, İskenderiye 1957, s. 53-87.
Bellver, Jose,
“‘Al-Ghazâlî of al-Andalus’: Ibn Barrajân, Mahdism, and the Emergence of
Learned Sufism on the Iberian Peninsula", Journal, of the American
Oriental Society, 133.4 (2013), s. 659-681.
Brown, J. Vahid, Muhammad
b. Masarra al-Jabalî and his Place in Medieval Islamicate Intellectual History:
Towards a Reappraisal, Basılmamış Bitirme Tezi, Reed College, 2006.
Ceyhan, Semih, “İbn
Haldûn’un Sûfîlere ve Tasavvufa Bakışı: Ümranda Tasavvuf İlmi", İslâm
Araştırmaları Dergisi, sayı: 15, yıl: 2006, s. 51-82.
Çelebi, İlyas, “İbn
Kasî ve Hal’u’n-na’leyn Adlı Eseri", İLAM Araştırma Dergisi,
cilt: II, sayı: 2, yıl: 1997, s. 151-157.
Dreher, Josef, “Das
imamat des Islamischen mystikers Abûlqâsim Ahmad Ibn al-Husain Ibn Qasî (gest.
1151) —Eine Studie zum Selbstverstandnis des Autors des ‘Buchs vom Ausziehen
der beiden Sandalen’ (Kitâb Hal‘ an-na‘lain)-", Basılmamış Doktora Tezi,
Rheinischen Friedrich-Wilhelm-Universitat, Bonn, 1985.
Ebstein, Michael, “Was
Ibn Qasî a Süfî", Studia Islamica, sayı: 110, yıl: 2015, s.
196-232.
Fierro, Maribel,
“Opposition to Sufism in Al-Andalus", Islamic Mysticism Contested:
Thirteen Centuries of Controversies & Polemics, ed. Frederick de Jong
& Bernd Radtke, Leiden: Brill, 1999, s. 174-206.
Garden, Kenneth,
“Al-Ghazâlî’s Contested Revival: Ihyâ’ ‘Ulûm al-Dîn and Its Critics in Khorasan
and the Maghrib", Basılmamış Doktora Tezi, The University of Chicago,
2005.
Goodrich, David
Raymond, “A Süfî Revolt in Portugal: Ibn Qasî and his Kitâb Khal‘
al-na‘layn ”, Basılmamış Doktora Tezi, Columbia University, 1978.
İbn Haldûn, Mukaddime
I-V (thk. Abdüsselâm eş-Şeddadî), ed-Dârü’lBeyzâ: Beytü’l-Fünûn ve’l-Ulûm
ve’l-Âdâb, 2005.
, Şifâüs-sâil
li-tehzîbi’l-mesâil (thk. Muhammed b. Tâvît et-Tancî), İstanbul: Ankara
Üniversitesi îlâhiyat Fakültesi Yayınları, 1958.
İbn Kasî, Hal’u’n-ndleyn
ve iktibâsun-nûr min mevzıı'l-kadameyn (thk. Muhammed el-Emrânî), Merâkeş,
1997.
İbnü’l-Arabî, Şerhu
Hal’i ’n-na’leyn, Yusuf Ağa Yazma Eser Kütüphânesi (Konya) 7838.
Knysh, Alexander, Ibn
‘Arabi in theLaterIslamic Tradition: the Making of a Polemical Image in
Medieval İslam, Albany: State University of New York Press, 1999.
Morris, James W, Ibn
Masarra: A Reconsideration of the Primary Sources, yy., 1973.
Nwyia, Paul, “Resâilü
İbni’l-Arîf ilâ ashâbi sevreti’l-Mürîdîn fi’l-Endelüs”, el-Ebhâs,
Beyrût, sayı: 27, 1979, s. 43-56.
Palacios, Miguel
Asın, The Mystical Philosophy of Ibn Masarra and His Followers (çev. E.
H. Douglas & H. W Yoder), Leiden: E. J. Brill, 1978.
Stern, Samuel Miklos,
“Ibn Masarra, Follower of Pseudo-Empedocles -An Illusion”, Actas do IV
Congresso de Estudos Arabes e Islâmicos, Leiden: Brill, 1971, s. 325-339.
Stroumsa, Sarah &
Sviri, Sara, “The Beginnings of Mystical Philosophy in al-Andalus: Ibn Masarra
and his Epistle on Contemplation”, Jerusalem Studies in Arabic andIslam,
36, 2009, s. 201-253.
Yahia, Osman, Histoire
et classification de l’auvre d’Ibn Arabi I-II, Damas: Ouvrage publie avec
le concours du Centre National de la Recherche Scientifique,1964.