POLİTİK FELSEFEDE NİHİLİZM SORUNU: NIETZSCHECİ
Hazırlayan: Derda KÜÇÜKALP
PROBLEM
ve BAZI KAVRAMSAL AÇIKLAMALAR
Bu çalışma nihilizmin, çağdaş
politik felsefenin merkezi bir sorunu olduğu ve bu sorunun üstesinden gelmede
Nietzscheci düşüncenin önemli açılımlar sağlayabileceği tezini savunmayı
amaçlamaktadır.
Nietzsche’nin modernizm
sorununu bir nihilizm sorunu olarak görmesi ve buna bağlı olarak da “modern
dönemi” nihilizmin tezahür ettiği (açık hale geldiği) bir dönem olarak telakki
etmesi, çalışmamızın Nietzscheci bir tartışma bağlamında yürütülmesinin
nedenini oluşturmaktadır. Öte yandan Nietzsche’nin felsefî düşünceleri
nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik içerimleriyle de bu çalışma açısından
önemlidir.
Nietzsche nihilizm sorununu
özgül olarak bir politik felsefe sorunu olarak görmez. Ayrıca o, tipik bir
politika filozofu da değildir. Ona göre, nihilizm (Avrupa nihilizmi) Batı
düşüncesinin ve Batı kültürünün bir yazgısıdır ve bu yazgı modern dönemde açık
bir şekilde görünür ve hissedilebilir hale gelmiştir. Fakat yaşamın her
alanında olduğu gibi, politik yaşamda ve politik düşüncede de söz konusu sorun
bir şekilde yansımasını bulmuştur. Bu noktadan hareketle Nietzsche’nin nihilizm
sorunu ile organik bir ilişki içerisinde olduğunu düşündüğümüz politik konulara
ilişkin (Devlet, demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet, milliyetçilik, sosyalizm
vb.) değerlendirmelerin politik felsefe açısından önemli olduğunu
söyleyebiliriz.
Nihilizmi çağdaş politik
felsefenin temel bir sorunu olarak gördüğümüz için çalışmanın ilk bölümünün
nihilizm konusuna tahsis edilmesi düşünülmüştür. Burada nihilizm nedir?,
Nihilizm neden bir sorundur?, Nihilizm neden bir fırsattır?, Nietzsche-nihilizm
ilişkisinin mahiyeti nedir?, Nihilizmin üstesinden gelmede Nietzsche ne kadar
başarılıdır? sorularının cevapları aranacaktır.
Nihilizm genel olarak mevcut
değerlerin değerlerini kaybettiği, niçin sorusunun cevapsız kaldığı bir
tarihsel duruma işaret eder. Değerlerin değersizleşmesi insanın kendisiyle,
diğer insanlarla ve dünyayla kurduğu ilişkileri anlamlandırmada müracaat ettiği
değerlerin inandırıcılığını yitirmesi anlamına gelir. Niçin sorusunun cevapsız
kalması ise bir anlamda insan için amaç yokluğuna işaret eder. Örneğin insan
dünyasal varoluşu gereği bir takım acılara maruz kalabilir. Fakat eğer çektiği
acıları gerekçelendirebileceği kayda değer bir amacı varsa bu acılara severek
katlanabilir de. Nihilizm durumunda acı çekmekten çok daha vahim olan şey,
insanın neden acı çektiğini bilememesidir.
Nietzsche nihilizmi kökenleri
Platon’a kadar geri götürülebilecek olan Batı düşünce geleneğinin bir yazgısı
olarak görür. Ona göre söz konusu geleneğin nihilistik mahiyeti onun
metafiziksel mahiyetiyle yakından ilişkilidir.
Metafizik Heideggerci anlamıyla
düşünülecek olursa Varlık’ın bir var olana indirgenmesi anlamına gelir. Bu
indirgeme ile, bir anlamda Varlık açıklayıcı bir prensipte tüketilebilir ve
idrak edilebilir hale getirilir. Böylece “temsil”, “düalizm” ve “subjektivizm”
metafiziksel düşünce biçiminin temel karakteristikleri olarak karşımıza çıkar.
Temsil Varlık’ın bir varolanda (açıklayıcı prensip) ifadesini bulmasına,
düalizm Varlık‘ı temsil ettiği düşünülen hakikat ile bu hakikati idrak edebilme
kapasitesine sahip “özne” arasındaki ayrıma, subjektivizm ise hakikati
kavramada referans noktası olarak özneye (akla) yapılan vurguya işaret eder.
Heidegger’e göre metafizik Varlık’ı gizleyen, örten niteliği ile insanın
Varlık’ı unutmasına yol açar. Nihlizm ise Varlık’ı unutan, Varlık ile
bağlantısını kaybeden insanın hissettiği bir evsizlik duygusu olarak tezahür
eder.
Nietzsche’ye göre metafiziksel
düşünce geleneği nihilistik bir karaktere sahiptir. Çünkü içerisinde
barındırdığı episteme-doxa, numen-fenomen, akıl-duygu gibi dikotomik
ayrımlar, bu ayrımlara yüklenen anlamlar dolayımı ile, insanın dünya ile,
pratik ile bağlantısını koparır. Her bir ayrımda ilk öğe lehine ikincisi
değerden düşürülür. Kendinde hakikat ve bütünlüklü özne gibi aslında kurgusal
ve dilsel olan gerçeklikler oluşun dinamik yapısını gizler. Bir anlamda oluş
yadsınır. Oluşun yadsınması ise aslında bir öte dünya (aşkın hakikat) düşüncesi
lehinde yaşamın yadsınmasıdır. Metafiziksel düşünce geleneğine içkin olan
değerler her ne kadar yaşam karşıtı bir karaktere sahip olsalar da aynı zamanda
yaşam için gereklidirler de. Nehamas’ın da belirttiği üzere, söz konusu
değerlendirme biçimleri belli bir yaşam biçimi (sürüce yaşam) için son derece
önemlidir. Burada doğaya karşıt gibi gözüken şeyin de aslında doğal olduğu bir
durum söz konusudur. Nihilistik değerlerde de “güç istemi”nin tezahürünü görmek
mümkündür. Bu değerler birçok insanın yaşam karşısındaki güçsüzlük hissini
telafi ederek onlar için yaşamı yaşanılabilir hale getirirler. Bu noktada bir
kültürün veya bir düşünce geleneğinin nihilistik bir karaktere sahip olması ile
nihilizmin vuku bulmasını birbirinden ayırmak önemlidir. Nihilizm, özgül
haliyle Avrupa nihilizmi, nihilistik de olsa bir zamanlar işlevsel olan
değerlerin artık inandırıcılıklarını yitirdikleri bir tarihsel duruma gönderme
yapar.
Metafiziksel düşünce geleneğine
yönelik Nietzscheci değerlendirme, hiçbir şekilde bir “olumsuzlama” ya da
“yadsıma” üzerine temellenmez. Tam tersine burada Nietzscheci “onaylama”
nosyonu geçerlidir. Tarih onaylanır, çünkü bugünkü halimiz geçmişimizden
ayrılamaz. Nietzsche’nin, nihilizmi Batı düşünce geleneğinin bir yazgısı olarak
gören yaklaşımının temelinde de bu düşüncenin olduğunu söyleyebiliriz.
Metafiziksel düşünme biçiminin en temel güdüsü olan “hakikat istemi”, modern
dönemde bilimsel vicdana (entelektüel şuur) dönüşerek ait olduğu düşünce
geleneğinin sahteliğini ifşa etmiş (onu değerden düşürmüş) ve böylelikle onun
sonunu hazırlamıştır.
Nihilizmin bir sorun olarak
telakki edilmesi, onun hem bireysel varoluş hem de sosyal değerler düzeyinde
yaratmış olduğu temelsizlik duygusundan kaynaklanır. Bu anlamıyla nihilizm
pasif nihilizm (tamamlanmamış nihilizm) formuyla karşımıza çıkar.
Nietzsche’nin, güç hissinde bir azalmaya neden olduğunu düşündüğü pasif
nihilizmin en önemli semptomu, genel bir kötümserlik duygusudur. Nietzsche,
Schopenhauer’ın pesimizmini bu genel kötümserlik hissinin tipik bir örneği
olarak görür. Aynı şekilde Marx’ın teşhis ettiği “yabancılaşma” sorununun da
özü itibari ile bir nihilizm sorunu olduğunu söyleyebiliriz.
Nihilizmi yalnızca bir sorun
olarak görmek, onun üstesinden gelmeye yönelik bir çaba için önemli bir
eksiklik olacaktır. Çünkü nihilizmin alt edilmesi öncelikle onun onaylanmasına
bağlıdır. Bu ise nihilizmin yalnızca bir sorun olarak değil fakat aynı zamanda
bir fırsat olarak görülmesini gerektirir. Nihilizm bir fırsattır çünkü mevcut
değerlerin değersizleşmesi yeni değerlerin yaratılmasının ön koşulunu
oluşturur. Nietzsche nihilizmin bir fırsat olarak görülüp onaylanmasını aktif
nihilizmin bir işareti olarak değerlendirir. Aktif nihilizmde pasif
nihilizmdeki kötümserlik ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yaşam karşısındaki
geri çekilme tutumu yerini yaşamın onaylanmasına bırakır.
Nihilizmin üstesinden gelmek
Nietzsche’ye göre bir yeniden değerlemeyi gerektirir. Fakat bu yeniden
değerleme aşkın (öte dünyasal, yaşamdışı, tarihdışı) bir alana müracaat
edilerek yapılamaz. Çünkü bütün aşkın referans kaynakları geçersiz hale gelmiş,
inandırıcılığını yitirmiştir. Heidegger’in de belirttiği gibi Nietzsche’nin
“Tanrı öldü” sözü yalnızca (basitçe) Hıristiyanlık dininin Tanrı’sının ölümüne
işaret etmez. Bu söz aslında bütün metafiziksel düşünme ve değerlendirme
biçimlerinin ölümünü bildiren bir ilandır. Dolayısıyla bir yeniden değerleme
girişimi için aşkın referans kaynakları aramak metafiziksel düşünme biçimi
içerisinde kalmak anlamına gelecek ve kendini metafiziksel düşünce geleneğinin
dışında konumlandıran Nietzscheci düşünce açısından hayati bir sorun teşkil
edecektir.
Nietzsche’nin nihilizm
sorununun üstesinden gelmede ne ölçüde başarılı olduğuna yönelik bir
değerlendirmenin öncelikle onun metafiziksel düşünce ile ilişkisinin
mahiyetinin ne olduğu sorusunun cevaplanmasına bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu bağlamda Heidegger’in Nietzsche yorumunun sorunumuz açısından önemli
olabileceği kanaatindeyiz.
Heidegger’e göre Nietzsche
aksini iddia etmesine rağmen metafiziksel düşünce geleneğinin içersinde yer
almaktadır. Heidegger bunun Nietzsche’nin metafiziksel bir düşünce sistemi
kurduğunu söylemek anlamına gelmediğinin altını çizerek, burada söz konusu olan
şeyin daha ziyade metafiziksel düşünce geleneğinin kendi sonunu Nietzsche’de
açığa vurması olduğunu ifade eder ve bu anlamda Nietzsche’yi “son metafizikçi”
olarak niteler. Heidegger, Nietzsche’nin düşüncelerinin metafiziksel
niteliğinin onun güç istemi doktrininde açık bir şekilde görülebileceği
kanaatindedir. Çünkü güç istemi ona göre metafiziksel bir soru olan, nedir?
sorusunun bir cevabı olarak yani Varlık’ın kendisine indirgendiği açıklayıcı
bir ilke olarak işlev görmekte ve bu yönüyle de Nietzsche’nin metafiziğinin
kurucu unsurunu oluşturmaktadır. Bu bağlamda Nietzsche’nin son tahlilde
metafizik düşünce geleneği içerisinde kalmasının onun nihilizmin üstesinden
gelmeye yönelik ilişkisini sınırlandıran en önemli faktör olduğunu
söyleyebiliriz. Bunun nedeni, her metafiziğin kaçınılmaz olarak bir
subjektivizmi de bünyesinde barındırmasıdır. Subjektivizm metafiziğin sonunda
insanın varlıkla bağlantısını kaybetmesi anlamında en marjinal biçimine bürünür
ve böylece nihilizm bir evsizlik duygusu olarak kendini açığa çıkarır. Heidegger’e
göre, subjektivizmin bu en marjinal biçimi ifadesini Nietzsche’nin
metafiziğinde, onun “üst insan” kavramlaştırmasında bulur. Bu nedenle
Nietzsche’nin nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik girişimi sınırlı kalmaya
mahkûmdur. Bize göre bu sınırlılığın farkında olmak Nietzsche’nin politik
felsefesinin sorunlarını anlamak açısından son derce önemlidir.
Çalışmamızın ikinci bölümünde
Nietzsche’nin etik anlayışı ele alınmaya çalışılacaktır. Bize göre
Nietzsche’nin etiği, özellikle politik felsefede nihilizm sorunu bağlamında
değerlendirildiğinde üç nedenden dolayı önemlidir.
İlk olarak nihilizm sorunu
özünde etik bir sorun olup, Nietzsche’nin nihilizmin üstesinden gelme girişimi
de, onun etiğinin ayırıcı bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkinci olarak Nietzsche’nin
politik felsefesi, onun etiğinin hayata geçirilmesinin toplumsal bağlamı olarak
bir fonksiyon icra etmektedir. Bu anlamda Nietzsche’de etiğin, onun politik
felsefesiyle kıyaslandığında öncelikli bir konuma sahip olduğunu söylemek
mümkündür. Bu nedenle Nietzsche’nin politik felsefesini anlamaya yönelik
herhangi bir refleksiyonun öncelikle onun etiğini dikkate alması gerekir.
Son olarak Nietzsche’nin etiği,
çağdaş politik felsefenin sorunlarını anlamak açısından da önemlidir. Özellikle
de, politika ve etiğin iç içe geçmiş olduğu postyapısalcı ve postmodern politik
söylemlerde öne çıkan “kimlik ve farklılık” tartışmaları bağlamında
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin etiğinin söz konusu tartışmalar için önemli
açılımlar sağladığı söylenebilir.
Kendisini iyinin ve kötünün
ötesinde konumlandıran ve bu nedenle de birçok yorumcusu tarafından ahlâk
karşıtı (immoralist) olarak nitelenen bir filozofun etiğini konu alan bir
çalışmanın ilk bakışta sorunlu olduğu düşünülebilir. Fakat burada sorun
tartışmanın kendisinden ziyade hâkim etik anlayışının evrenselci niteliğinden
kaynaklanmaktadır. Nietzsche’nin karşı çıktığı ve kendisini dışında
konumlandırdığı tam da böyle bir etik anlayışıdır. Bu nedenle monist karakterli
bir etiğe karşıtlığı ifade eden Nietzsche’nin ahlâk karşıtlığı onun bir etik
anlayışına sahip olmadığı anlamına gelmez.
Evrenselci etiğin aksine
Nietzsche’nin etiği çoğulcu bir karaktere sahiptir. Nietzsche’nin etik
çoğulculuğun arkasında ise çoğulcu bir benlik anlayışı bulunmaktadır.
Nietzsche’ye göre benlik, içerisinde farklı arzuların ve güdülerin
birbirleriyle mücadele ettikleri dinamik bir alanı ifade ettiğinden evrenselci
etiğin soyut, kendinde bir bütünlük arz eden kapalı ve statik benlik anlayışı
ancak kurgusal bir gerçekliğe sahip olabilir.
Nietzsche evrenselci etiğin
merkezinde duran özne nosyonunu dilsel alışkanlıklarımızdan kaynaklanan bir
yanılgının ürünü olarak görür. Buna göre dilsel kullanımı içinde bir varlığa
sahip olan “Ben” (örn: Ben yapıyorum) dilsel bağlamının dışına taşınarak bir
“kendinde şey” olarak düşünülmeye başlanmış ve böylelikle tarihsel, duygusal
(erotik), ilişkisel niteliklerinden arındırılmış soyut, evrensel insanî özne
icat edilmiştir. Bu bağlamda evrenselci etiğin monist karakterinin söz konusu
özne nosyonuyla temellendirildiğini söyleyebiliriz.
Nietzsche’nin etiğinde benliğe
yönelik soruşturma metafiziksel bir soru olan nedir? sorusu yerine jeneolojik
yaklaşımın merkezi sorusu olan nasıl? sorusuyla başlatılır. Jeneolojik
yaklaşım, olduğumuz hale nasıl geldik? sorusunun cevabını ararken, evrensellik
iddiasında olan değerlendirme biçimlerinin aslında güç isteminin (güç
ilişkileri) bir tezahürü olduğunu ortaya koyarak etiğin evrensellik iddiasını
geçersiz hale getirir. Jeneoloji hiçbir şekilde bir şeyin geçmişteki otantik
biçimini, özünü bulmaya yönelik bir soruşturma olarak yürümez. Tam tersine
jeneoloji geçmişin bir yerinde ele geçirilebilecek herhangi bir özün
bulunmadığına yani her şeyin olumsal olduğuna işaret ederek geçmişi bugün ile
olan ilişkisi bağlamında soruşturur. Olduğumuz hale nasıl geldiğimizi anlamak,
olduğumuz halin üstesinden gelmenin ön koşulu olarak karşımıza çıkar. Nihilizm
sorunu bağlamında düşünüldüğünde, Nietzsche’nin etiğinin önemli bir unsurunu
oluşturan jeneolojik soruşturma, nihilizme nasıl varıldığı sorusuna yönelik bir
meşguliyeti ifade eder.
Ahlâkın Soykütüğü Üstüne adlı çalışması ile Nietzsche,
jeneolojik soruşturmanın güzel bir örneğini sunar. Nietzsche bu çalışmasında
yaşam karşısındaki tutumlarına bağlı olarak farklılaşan iki ahlâk tipi üzerinde
durur: reaktif karakterli, yaşamı yadsıyıcı (bu nedenle nihilistik) köle ahlâkı
ve aktif karakterli, yaşamı onaylayıcı efendi ahlâkı.
Köle ahlâkı reaktif
karakterlidir. Çünkü kendi iyi anlayışını ötekinin kötülüğü üzerinden tanımlar.
Kötü olan efendi ve onun eylemleridir. Kendini sevme, kendine saygı duyma,
kendinden memnuniyet gibi soylu değerler kötü olarak nitelenirken alçak
gönüllülük, diğerkâmlık, merhamet gibi sürüce değerler iyi nitelemesiyle
sunulur. Böylece efendi ahlâkının değerleri tersine çevrilmiş olur. Bu bağlamda
köle ahlâkının reaktif karakterinin onun yaşamı yadsıyıcı tutumundan
kaynaklandığını söyleyebiliriz. Çünkü kötü olarak nitelenen ve yadsınan efendi,
yaşam karşısındaki güçlülük hissini sembolize eder. Köle öte dünyasal bir amaç
(kurtuluş günü) için kendini yaşamdan geri çekip, feragat ederken, efendi
yaşamı onaylar. Efendi ahlâkının aktif karakteri tam da bu onaylamadan
kaynaklanır. Zira efendi kendi iyi anlayışını temellendirmek için bir ötekine
gereksinim duymaz.
Nietzsche’ye göre her iki ahlâk
tipi de güç isteminin bir tezahürü olarak ortaya çıkar. Yaşam karşısındaki
memnuniyet hissi (onaylayıcı tavır) efendinin güç hissinden kaynaklanırken
yaşamı yadsıyıcı tutum kölenin yaşam karşısındaki güçsüzlük hissinden
kaynaklanır. Köle güçsüzlük hissini telafi etmek için kendi değerlendirme
biçimini evrenselleştirmek zorundadır. Bu amaçla amel ile amili birbirinden
ayırır. Ancak bu ayrım ile köle efendiyi gücünden ayırarak kendini onunla
eşitleyebilecektir. Bu noktada “evrensellik”, “eşitlik”, “kurtuluş”
nosyonlarını köle ahlâkının (özgül biçimiyle Hıristiyan ahlâkının) ayırt edici
nosyonları olarak teşhis edebiliriz. Bu teşhis bize göre önemlidir. Çünkü söz
konusu nosyonlar modern politik ve etik düşünce sistemlerinde de seküler formlarda
varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.
Nietzsche her ne kadar
jeneolojisinde efendi ahlâkına olumlu bir değer atfetse de, nihilizm çağında
onu bir alternatif olarak sunmaz. Bunun nedeni her şey gibi efendi ahlâkının da
tarihsel olması ve bu anlamda ancak kendi tarihsel bağlamı içinde bir anlama
sahip olabilmesidir. Öte yandan Nietzsche kendi çağında hâkim olan etik
anlayışların da bir alternatif sunmadığı kanaatindedir. Bu doğrultuda Nietzsche
hem aşkın bir benlik anlayışı üzerinde temellendiği için evrenselci bir etiğin
hastalıklarını bünyesinde barındıran Kantçı etiğe, hem de içerisinde nihilizmin
üstesinden gelmeye dönük hiçbir motivasyonu barındırmayan ve ancak, hiçbir amaç
duygusuna sahip olmayan “son insan”a hitap edebilen faydacı etiğe ciddi eleştiriler
yöneltir.
Nietzsche’nin pozitif anlamda
alternatif bir etik sunup sunmadığı Nietzsche yorumcuları arasında tartışmalı
bir konu olsa da, biz Nietzsche’nin düşüncelerinden pozitif bir etiğin
çıkarsanabileceği kanaatindeyiz. Bu kanaatimizi David Owen’ın bir etiği
oluşturan temel unsurların Nietzsche’nin felsefesinde de bulunabileceğini ileri
süren yorumlarıyla destekleyebiliriz.
Owen, bir etiğin, ontolojik bir
ilke, asketizm, etik düzen ve telos olmak üzere dört temel unsura sahip olması
gerektiğini belirttikten sonra, felsefesinde dört unsuru da bulabileceğimiz
Nietzsche’nin bir etiğe sahip olduğuna işaret eder. Owen’a göre, Nietzsche’nin
felsefesinde bu unsurlar sırası ile güç istemi, benliğin dönüştürülmesine
hizmet eden bir asketizm, ebedi dönüş düşüncesi ve üst insan ideali şeklinde
belirlenebilir.
Güç istemi Nietzsche’nin
etiğinde ontolojik bir ilke olarak karşımıza çıkar. Ve çoğul, dinamik bir
mahiyete sahip olan benliği bütünleştirmenin ve dönüştürmenin bir aracı olarak
işlev görür. Bu nedenle Nietzsche’de güç istemi yalnızca gücün bir başkasına
yöneltilmesi anlamıyla (Hobbes’un güç kavramlaştırmasında olduğu gibi)
tüketilemez. Gücü kendimize yönelterek, olduğumuz halin üstesinden gelmeye
yönelik bir çaba belirli bir asketizmi de beraberinde getirecektir. Bu
asketizm, öte dünyasal bir amaç için kendini dünyadan ve yaşamdan geri çekmek
anlamını içeren Hıristiyan asketizminden farklıdır. Hıristiyan düşüncesinde
(genel olarak metafizik düşüncede) ruh ve beden (bu ayrım modern düşüncede
zihin-madde ayrımı formunda karşımıza çıkar.) birbirinden ayrı olarak
düşünüldüğü ve ruha hiyerarşik olarak üstünlük atfedilip beden yadsındığı için,
asketizm, insanın bütün duygularından ve içgüdülerinden arınması, yani
duyguların ve içgüdülerin bastırılması anlamına gelir. Buna karşın Nietzsche’de
benlik, içerisinde farklı içgüdülerin ve duyguların çatışma halinde oldukları
bir bütün olarak telakki edildiği için asketizm, insanın duygularının ve
içgüdülerinin bastırılmasına değil, onların dünyasal bir amaç için bir düzene
konulmasına işaret eder. Nietzsche’nin etiğinde bu dünyasal amaç (telos)
üst insan idealidir. Üst insan yaşamını onaylayabilen yani olduğu halden
memnuniyet duyan insanı ifade eder. Nietzsche’ye göre amor fati (kader
sevgisi) üst insanın en ayırt edici vasfıdır. İnsanın kaderini sevmesi, olduğu
halin ebediyen devam etmesini istemesi anlamına gelir. İşte bu noktada
Nietzsche’nin etiğinin önemli (tamamlayıcı) bir unsuru olarak ebedi dönüş
düşüncesi karşımıza çıkar. Ebedi dönüş, bize göre, bazı Nietzsche yorumcularının
anladığı biçimiyle her şeyin kendini aynen tekrar ettiği kozmolojik bir
prensibe göndermede bulunmaz. Daha ziyade bize, olduğumuz halin ebediyen devam
edeceğini, eğer halimizden memnun değilsek, kendimizi ebediyen devam etmesini
isteyeceğimiz bir hale (üst insan) dönüştürmemiz gerektiğini bildirerek
yönlendiren bir etik düzene işaret eder.
Politik felsefede nihilizm
sorunu çalışmamızın son bölümünün konusunu oluşturacaktır. Bu bölümde öncelikle
nihilizm sorununun politik felsefe açısından ne anlama geldiği farklı
yaklaşımlarla ele alınacak ve bu yaklaşımlar içerisinde Nietzscheci perspektife
ağırlıklı olarak yer verilecektir. Daha sonra nihilizm-politika ilişkisi
bağlamında Nietzsche’nin politik düşünce ile ilişkisi konusu irdelenecek ve Nietzsche’nin
politik felsefesi, onun nihilizm sorununun üstesinden gelebilmesi bakımından
sınırlılıkları da göz önünde bulundurularak sunulmaya çalışılacaktır. Son
olarak Nietzsche’nin, felsefesinin çağdaş politik felsefenin sorunlarının
üstesinden gelmede ne gibi açılımlar sağlayabileceği konusu üzerinde durulacak
ve Nietzsche politika ilişkisi Nietzsche’nin politik felsefesinin de ötesinde
bir yaklaşımla (Nietzscheci perspektif) işlenilecektir.
Politik felsefede nihilizm
genel olarak bir politik topluluğun benimsemiş olduğu ve bu yönüyle de politik
iktidarın meşruiyeti için referans kaynağı olma niteliğini haiz değerlerin
değersizleşmesinden kaynaklanan bir sorun olarak karşımıza çıkar. Daha özgül
olarak düşünüldüğünde (bize göre) nihilizm, modernizme ait bir sorun olduğundan
ötürü politik felsefede nihilizm sorunu da bir anlamda modern politik
felsefenin krizine işaret etmektedir. Bunun yanı sıra söz konusu soruna ilişkin
yapılan değerlendirmelerin büyük ölçüde, politik felsefecilerin benimsedikleri
yaklaşımlara bağlı olarak farklılaştığını söyleyebiliriz. Çalışmamızın
sınırlılıklarını da göz önünde bulundurarak biz, modernizm sorunuyla ilişkileri
bağlamında bu yaklaşımları üç ana başlık altında ele almanın faydalı olacağı
kanaatindeyiz.
Klâsik politik felsefe anlayışını
(Antik Yunan felsefesi) benimseyen ilk yaklaşım, nihilizmi bizatihi
modernizmden kaynaklanan bir sorun olarak görür. Örneğin Strauss, ilk defa
Machiavelli’de ifadesini bulan birey vurgusunun, Nietzsche’de her türlü
ebediyet nosyonunun terk edilmesi düşüncesiyle sonuçlandığını belirtir ve bu
anlamda nihilizmin, modern politik düşüncenin ulaşmış olduğu nihaî noktayı
temsil ettiğini ileri sürer. Strauss’a göre, modern düşüncenin üzerinde
temellenmiş olduğu şansın ve doğanın efendisi olma iddiasındaki birey anlayışı,
her türlü evrensel ve aşkın değerlendirme biçimini imkânsız hale getiren
tarihselci düşünce tarafından da beslenerek, nihayetinde politik yaşamın
standartlarının ortadan kalkması anlamında nihilizme vücut vermiştir.
Strauss’un, nihilizmi modernizmin bireyciliğinin bir sonucu olarak gören
yaklaşımı, komüniteryan filozoflar tarafından da paylaşılmaktadır.
Komüniteryanlara göre modern politik düşüncenin politik değerler için referans
olarak aldığı atomistik birey anlayışı, ancak soyut ve kurgusal bir gerçekliğe
sahip olabilir. Gerçekte birey bir topluluğun mensubu olarak topluluğa göre
ikincil bir konuma sahiptir. Bu anlamda bireyleri bir arada tutan ve politik
iktidarın meşruiyetini sağlayan değerler de ancak bir politik topluluğun ürünü
olabilirler. Komüniteryanlar açısından bakıldığında modern toplumun atomistik
yapısı, insanların birlikteliğini sağlayabilecek değerlerin ön koşulu olan
toplulukların varlıklarını tehdit ettiği için nihilizmin de, modernizmin sebep
olduğu bir sorun olarak görülmesi mümkündür.
Nihilizm sorununa yönelik
ikinci yaklaşım, sorunun modernizm ile ilişkili bir yönünün bulunduğunu kabul
etmekle birlikte, çözümün yine modern düşüncenin temel varsayımlarına bağlı
olarak geliştirilebileceği iddiasındadır. Örneğin Habermas sorunun rasyonalite
ile ilişkili yününü teslim eder. Fakat Habermas’ın rasyonalite eleştirisi
bütüncül bir eleştiri değildir. Ona göre sorunun kaynağında akıl değil, aklın
araçsallaşması bulunmaktadır. Bu nedenle çözüm akla yönelik yıkıcı bir eleştiri
yoluyla sağlanamaz. Habermas çözüm önerisini “iletişimsel rasyonalite”
kavramlaştırması ile sunar. Habermas’a göre, liberal demokrasinin meşruiyet
krizi (bu kriz bize göre bir nihilizm sorununa işaret eder) modernitenin
demokratikleşme projesi hayata geçirilerek aşılabilir. Böylelikle politik
normlar rasyonel iletişimin ürünü olma hüviyetini kazanarak politik toplumu
oluşturan bireylerin nezdinde meşru hale gelecektir.
Nietzsche’nin de içinde
bulunduğu üçüncü yaklaşım, nihilizmi kökenleri Platon’a kadar geri giden batı
düşünce geleneği ile ilişkili bir sorun olarak telakki eder ve bu yönüyle, hem
nihilizmi yalnızca modernizm kaynaklı bir sorun olarak gören birinci
yaklaşımdan hem de nihilizm sorununun modern düşüncenin içinde kalınarak
üstesinden gelinebileceği iddiasındaki ikinci yaklaşımdan farklılaşır. Bu
yaklaşıma göre, nihilistik bir kültürün ve düşünce geleneğinin bir yazgısı,
kaçınılmaz bir sonucu olan nihilizm, insanın bütünlüğünü sağlayamaması,
eylemleri ile bağlantısını yitirmesi sorunu olarak kendini gösterir. Politik
felsefe bağlamında düşünüldüğünde sorun, politik kültürün, politik düşünce
sistemlerinin, politik ideolojilerin, yönetim biçimlerinin ve politik
ideallerin insanın eylemleri ile bağlantısızlığını pekiştirmesi ve sahte
bütünlük nosyonları ile bu bağlantısızlığı gizlemesi şeklinde karşımıza çıkar.
Nietzsche’nin modern politik düşünceye yönelik değerlendirmeleri tam da bu
noktadan beslenir. Ona göre kendini yeni olarak sunan modern politik düşünce
biçimleri, aslında nihilistik mahiyetli metafizik düşünce geleneğinin birer
devamı, onun seküler formlarıdır.
Bu doğrultuda Nietzsche, modern
devlet ve demokrasi düşüncesine, liberalizm, sosyalizm ve milliyetçilik gibi
modern politik ideolojilere ve özgürlük, eşitlik ve adalet gibi modern politik
ideallere ciddi eleştiriler yöneltir.
Nietzsche modern devleti
bireyleşmenin yani nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik etik çabanın önünde
bir engel olarak görür. Bunun nedeni devletin, bireylerin güçsüzlük hissini
sahte bir şekilde telafi eden ve bu yönüyle de onları kendilerini alt etmeye
yönelik bir çabadan alıkoyan bir mekanizma olarak gördüğü işlevdir.
Nietzsche’ye göre devlet bu yönüyle, Tanrının ölümü ile birlikte ortaya çıkan
boşluğu doldurmuş ve Hıristiyan düşüncesinin ve kültürünün nihilistik mahiyetini
seküler bir formda devam ettirmiştir.
Modern devlet tasavvurunun en
sistematik ifadesini Hobbes’un politik felsefesinde bulabiliriz. Hobbes’a göre,
modern devletin en ayırıcı vasfı egemenliktir. Devlet egemenlik vasfını
toplumsal düzenin garantörü olma misyonu ile kazanır. Bu anlamda devlet,
kendilerini koruma güdüsü ile hareket eden bireylerin güçlerini kendinde
topladığı için yegâne egemen varlıktır. Modern devlet anlayışının Nietzsche’nin
etiği açısından sorunlu niteliği tam da bu noktadan kaynaklanmaktadır. Çünkü
devlet, egemenlik vasfı ile bireylerin kendini dönüştürmek için ihtiyaç duyduğu
bütün gücü kendinde toplamakta ve bir anlamda bireylerin güçsüzlüğü üzerinde
temellenmektedir. Hobbes’da devlete atfedilen egemenlik Nietzsche’de bireye
atfedilir. Nietzsche’nin etiğinin öznesi konumundaki ‘egemen birey’, kendi
eylemlerinin, kendi gücünün sahibi olan ve eylemlerinin sorumluluğunu
kendisinde taşıyan bireye işaret eder.
Modern devlet tasavvuruna
yönelik Nietzscheci eleştiri benzer nedenlerle modern dönemin hâkim
ideolojilerinden biri olan milliyetçiliğe de yöneltilebilir. Çünkü devlet gibi,
Nietzsche’nin ancak kurgusal bir gerçekliğe sahip olduğunu düşündüğü millet de
bireylerin güçsüzlük hissini telafi edici bir mekanizma olarak işlev görür.
Millet her türlü bireysel farklılığı düzleştiren kurgusal bir kimlik olduğu
için milliyetçilik de bu anlamda totalleştirici bir ideoloji olarak karşımıza
çıkar.
Milliyetçiliğe yönelik
Nietzscheci eleştiri genel olarak ideoloji eleştirisinin özgül bir örneği olarak
görülebilir. Bu bağlamda ideolojiyi bir yanılsama olarak tanımlayan Marx ile
Nietzsche arasında paralellikler kurulabilir. Tıpkı Nietzsche gibi Marx da
öznenin tarihselliğini, birey ve pratik arasındaki ilişkiyi önemsemiş, her
türlü kurgusal birey anlayışına ve birey ile pratik arasındaki bağı koparan
düşünce sistemlerine ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Marx ve Nietzsche
arasındaki bu paralelliklere karşın bize göre bir bütün olarak ele alındığında
Marx’ın düşünceleri iki temel niteliğinden dolayı Nietzscheci bir eleştiriye
konu olabilir. Öncelikle Marx’ın teleolojik tarih felsefesi Nietzsche’nin oluş
felsefesi açısından sorunludur. Bunun yanı sıra Marx’ın iktisadi faktörlere son
tahlilde atfettiği belirleyici konumdan kaynaklanan özcülüğü de Nietzsche’nin
dinamik, çoğul karakterli benlik anlayışı ile çelişir.
Nietzsche’nin çağının yükselen
değerleri olan demokrasi ve sosyalizme yöneltmiş olduğu eleştiriler, onun her
iki siyasal düşünce sistemini de sürü ahlâkının (Hıristiyan ahlâkı)
değerlendirme biçiminin seküler formları olarak görmesinden kaynaklanır.
Sürünün soylu karşısındaki güçsüzlüğünü telafi etmenin bir yolu olarak
yüceltmiş olduğu eşitlik ideali hem demokrasi hem de sosyalizm için başat
değerdir. Aynı şekilde sürü ahlâkının, nitelikçe eşit olanlara eşit davranma
ilkesine dayanan soylu adalet anlayışı yerine ikame etmiş olduğu herkese eşit
muameleyi esas alan adalet ideali sosyalizmin ve demokrasinin diğer temel
değeridir. Öte yandan sosyalistlerin herkesin özgür ve eşit olacağı bir topluma
ulaşılacağına yönelik inançları da Nietzsche’ye göre Hıristiyanların kurtuluş
gününe yönelik inançlarının seküler bir formudur.
Çağdaş yönetim biçimlerinin
liberal demokrasiler olduğu ve çağdaş politik felsefe bağlamında yürütülen
tartışmaların genellikle liberal demokrasi üzerinden yapıldığı göz önüne
alındığında Nietzsche’nin liberalizme yönelik eleştirilerinin ayrı bir öneme
sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu eleştiriler birkaç noktada toplanabilir.
Liberalizm soyut, tarih dışı
özne (birey) nosyonu üzerinde temellendiği için liberalizme yönelik ilk
eleştiri bir özne eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Nietzsche, jeneolojisinde
öznenin tarihsel, olumsal mahiyetini gözler önüne sererek, öznenin aşkın bir
kendiliğe sahip olmadığını göstermiş ve böylece liberalizmin temel aldığı soyut
birey anlayışını geçersiz hale getirmiştir. Nietzsche özne eleştirisinin
mantıksal bir sonucu olarak politik toplumu bireyler arasındaki sözleşmenin bir
ürünü olarak ele alan toplum sözleşmesi teorilerini de reddetmiştir.
Nietzsche’nin liberalizme
yönelik ikinci eleştirisi liberalizmin hak nosyonunu hedef alır. Nietzsche’ye
göre her insanın bizatihi insan olmaktan kaynaklanan evrensel birtakım haklara
sahip olduğuna ilişkin liberal hak öğretisi hakkı, bireyin mücadelesinden,
performansından ayırarak sağlıklı toplumun bir göstergesi olan ve bireyler
arasındaki niteliksel farkların önemsenmesine işaret eden ‘mesafe pathosu’nu
ortadan kaldırır. Nietzsche her türlü iyi anlayışının aynı derecede muteber
kabul edilmesini ifade eden liberal toleransı ‘decadence’ın bir semptomu olarak
görür.
Nietzsche’nin üçüncü eleştirisi
liberal özgürlük anlayışına yöneliktir. Bilindiği gibi liberalizm doğal
hakların korunmasını ve bu anlamda doğal haklara yönelik müdahalelerin
sınırlandırılmasını ifade eden negatif özgürlük (bir şey den özgürlük)
anlayışını esas alır. Nietzsche’nin özgürlük anlayışı ise gücün sergilenmesi,
benliğin dönüştürülmesi anlamında pozitif bir içerime sahiptir. Nietzsche her
türlü engele karşı mücadele etmeyi, her türlü zorluğun üstesinden gelmeyi
özgürlük anlayışının ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü için bireye dışsal
zorlamalardan arî korunaklı bir alan yaratmayı hedefleyen liberal özgürlük
anlayışını kendi etik projesi açısından tehlikeli olarak görür.
Son olarak, liberalizme yönelik
Nietzscheci eleştiri bir düalizm eleştirisidir. Liberalizmin düalist karakteri
diğer modern politik felsefeler gibi onun da metafiziksel düşünce geleneğinin
bir devamı olmasından kaynaklanır. Bu düalist karakter liberal politik
felsefede birey-toplum, sivil toplum-devlet, özel alan-kamusal alan gibi
dikotomilerle ifadesini bulur.
Nietzsche’nin kendini modern
politika anlayışının dışına yerleştirmesi bazı Nietzsche yorumcularınca Onun
bir politik felsefeye sahip olmadığı şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorumculara
göre Nietzsche’nin düşünceleri daha ziyade bireyin kendini geliştirmesi,
kendini yaratması anlamında ele alınmalıdır. Bize göre, Nietzsche pozitivist
anlamda sistematik bir politik teorisyen olmasa da, bir politik felsefeye
sahiptir.
Nietzsche’nin politik felsefesi
Onun etiğinin (nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik girişiminin)
gerçekleştirilebilmesinin dışsal (toplumsal) koşulu olarak işlev görür. Bu
anlamda politik toplumun amacı insanlığın geliştirilmesi, zenginleştirilmesi
misyonunu kendisinde taşıyan üst insanların yetiştirilebilmesine olanak
sağlamaktır. Fakat Nietzsche üst insan olma vasfının insanların tamamı için
geçerli olamayacağını düşündüğünden ikili bir toplum yapısı öngörür: Bir
tarafta üst insanlardan oluşan ve toplumu yönlendiren yasa koyucu filozoflar,
diğer tarafta seçkin insanların yetişmesine ortam hazırlayan diğer insanlar. Bu
politik toplum modelinde yasa koyucu filozoflar hem insanlığın
zenginleştirilmesi için yeni değerler yaratırlar hem de kendilerinin dışındaki
insanların anlam dünyasını oluşturan ve onları topluma bağlayan değerleri
üretirler. Nietzsche’nin öngörmüş olduğu politik toplum modelini, Detwiler’e
referansla, ‘aristokratik radikalizm‘olarak adlandırabiliriz.
Nietzsche’nin politik düşünce
açısından önemi yalnızca onun politik felsefesi ile sınırlı tutulamaz. Genel
olarak Nietzsche’nin felsefesi çağdaş politik felsefe ile ilgili tartışmalarda,
Nietzsche’nin politika ile ilgili söylemiş olduğu şeylerin ötesinde de birtakım
açılımlar sağlamıştır.
Post-metafizik politik düşünce
içerisinde mütalaa edebileceğimiz birçok teorisyen, Nietzsche’nin
düşüncelerinden, onun öngörmüş olduğu hiyerarşik bir toplum modeli yerine,
demokratik bir toplum modeli çıkarsamışlardır. Bu teorisyenler Nietzsche’nin
liberalizm ve demokrasiye yönelik eleştirilerini yürüttükleri modern politik
teori eleştirisi açısından işlevsel görmüş ve kendi demokrasi anlayışlarının
Nietzsche’nin düşüncelerinden beslenebileceğini iddia etmişlerdir. Bu noktada
Nietzsche’yi post-metafizik politik teori özgül olarak da post-metafizik
demokrasi anlayışı açısından önemli kılan üç hususun altı çizilebilir.
İlk husus Nietzsche’nin
metafizik eleştirisidir. Metafizik düşünce modern politik teoride farklı
adlandırmalarla karşımıza çıkan dikotomik ayrımlarla ifadesini bulmuştur.
Liberal demokrasi bağlamında düşünüldüğünde bu ayrımlar devlet-sivil toplum,
özel alan-kamusal alan, iktidar-özgürlük dikotomileri şeklinde karşımıza
çıkarlar. Post- metafizikçi politik teorisyenlere göre, söz konusu ayrımlar,
liberal demokrasilerde politik kamusal alanın daraltılması ve böylelikle farklı
kimliklerin politika alanının dışında tutulması fonksiyonunu görürler. Örneğin
sivil toplum-politik toplum dikotomisi, totalleştirici ve soyutlayıcı
vatandaşlık kimliği dışındaki bütün kimliklerin sivil topluma havale edilerek
susturulmasını meşrulaştırır. Bu durumda liberal demokrasilerin vatandaşlık
kimliğini (bu ekonomik temelli sınıf kimliği de olabilir) temel alarak sağlamış
olduğu politik bütünlük birçok kimliği ve bu kimliğe bağlı olarak birçok insanî
pratiği dışarıda bıraktığı için sahici olmayan, soyut ve metafiziksel (bu
anlamda nihilistik) bir bütünlüktür. Bu nedenle farklı kimliklerin politik
kamusal alanda taleplerini dile getirebilmelerini ve buna yönelik politik
eylemlerde bulunabilmelerini esas alan agonistik demokrasi teorisyenleri
Nietzsche’nin metafizik eleştirisini kendi demokrasi projeleri açısından
destekleyici görürler.
Nietzsche’yi post-metafizik
politik teori açısından işlevsel kılan ikinci husus onun şüpheciliğidir. Bu
şüphecilik her türlü objektif hakikat iddiasının reddedilmesi esasına dayanır.
Hakikatin olan değil, yaratılan bir şey olduğunu kabul eden Nietzsche
perspektival bir hakikat anlayışına sahiptir. Nietzscheci perspektivizm,
bilgimizin tarihselliğimiz, ilgilerimiz ve güç hissimizden ayrılamayacağından
hareketle, herkes için geçerli olabilecek objektif hakikat iddialarını geçersiz
kılar. Modern politik teori bağlamında düşünüldüğünde politik toplumun bütünü
için geçerli olan iyi anlayışı (ortak iyi) soyut akıl (veya özneler arası ortak
akıl) dolayımı ile meşrulaştırılmıştır. Ortak iyi evrensel insanî özneye
referansla tanımlanarak bütün farklı iyi anlayışları gayri meşru hale
getirilmiştir. Nietzsche’nin hakikat-güç arasında kurmuş olduğu ilişkiyi
önemseyen post-metafizikçi politik teorisyenlere göre modern politik teorinin
herkes için geçerli olduğunu varsaydığı iyi, esasında belirli kimliklerin
diğerleri üzerinde kurmuş oldukları hâkimiyeti meşrulaştıran sahte bir bütünlük
nosyonudur. Farklı perspektiflerin ve buna bağlı olarak farklı iyi
anlayışlarının politik mücadelelerini önemseyen post-metafizikçi politik
teorisyenler, her türlü hakikat iddiasının kendi demokrasi düşünceleri
açısından tehdit edici olduğunu düşündükleri için Nietzsche’yi şüpheciliğinden
dolayı müttefik olarak görmüşlerdir.
Üçüncü husus Nietzsche’nin güç
felsefesinin politik açılımları olarak karşımıza çıkar. Nietzsche’de güç istemi
gücün benliği dönüştürmede kullanılması anlamında etik düşünce açısından önemli
olduğu gibi, gücün bir başkası üzerindeki etkisi anlamında politik düşünce
açısından da önemlidir. Bu güç kavramlaştırmasından hareketle Nietzsche
agonistik bir kültür ve toplum modeli öngörür. Nietzsche’ye göre güç ilişkileri
her türlü insanî etkinliği ve ilişkinin ontolojik özünü oluşturur. Nietzsche’nin
güç felsefesinin aksine modern politik teori özgürlük-güç dikotomisi dolayımı
ile güce olumsuz bir değer atfederek bireyi güç ilişkilerinden soyutlar. Bu
soyutlamayı iki büyük modern politik ideoloji olan liberalizm ve marksizmin
özgürlük anlayışlarında görmek mümkündür. Biri iktidarın sınırlandırılmasını,
diğeri ise iktidarın tamamen ortadan kaldırılmasını özgürlüğün önkoşulu olarak
gördükleri için her iki ideoloji de güce olumsuz bir değer atfetmişlerdir. Bu
noktada Nietzsche’nin özgürlük anlayışının hem iktidarın sınırlandırılması
esasına dayanan negatif özgürlük anlayışından hem de bireyin önündeki
sosyoekonomik engellerin kaldırılması anlamında pozitif özgürlük anlayışından
farklı olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche’ye göre, özgürlük kişinin kendisini
geliştirmek için gücünü kendisinden ve kendi dışından kaynaklanan engellerin
üstesinden gelmek için işletmesi anlamına geldiğinden güç olumlu anlam
içeriğine sahiptir. Post-metafizikçi politik teorisyenler politik normları güç
ilişkilerinin ürünü olarak gördükleri ve bu normları değiştirmek için politik
mücadelenin önemli olduğunu düşündükleri için güce olumlu değer atfeden
Nietzsche’nin güç felsefesini ve güç ilişkilerini ifşa eden jeneolojik
yöntemini kendileri açısından faydalı olarak görürler.
Ele alacağımız son husus
Nietzsche’nin etiğidir. Nietzsche’nin etiğini post- metafizik politika anlayışı
açısından önemli kılan yönü onun çoğulcu karakteridir. Daha öncede ifade
edildiği gibi Nietzsche, farklı etik anlayışları yadsıyan evrensel bir etik sunmaz.
Etiğini bir onaylama etiği olarak sunan Nietzsche, evrensellik iddiasındaki
etik anlayışları şiddetle eleştirir. Öte yandan, Nietzsche’nin etiği, temel
aldığı çoğul ve dinamik benlik anlayışı yönü ile de, kimliğin ilişkisel ve
olumsal olduğunu vurgulayan ve bu anlamda her türlü kapalı kimlik anlayışına
karşı çıkan post-metafizik politika anlayışı için önemlidir.
Nihilizm kavramı köken
itibariyle, Latince nihil sözcüğünden gelir. Nihil ya da hiçlik,
varlık anlamında herhangi bir şeye işaret etmeyip, yalnızca varolmamayı
niteler. Nihilizm, annihilate sözcüğünde ise, hiçliğe sevk etme ve
tamamıyla tahrip/yok etme anlamları ile tezahür eder . Her iki
anlamı bir arada düşünüldüğünde, nihilizmin, hem teorik hem de pratik içerimleri
olan bir kavramlaştırma olduğunu söyleyebiliriz. Bu tespit, yalnızca semantik
bir tahlille değil, bunun yanı sıra, nihilizm kavramının tarihsel süreç
içerisinde bürünmüş olduğu düşünce ve eylem formlarıyla da desteklenebilir.
Nihilizm kavramı ilk olarak
1799’da, Frederich Henrich Jacobi tarafından meslektaşı Johann Gottlieb
Fichte’ye yazmış olduğu bir mektupta kullanılmıştır. Bu mektubunda Jacobi,
aşkın idealizmi nihilizmle özdeşleştirerek, idealistlerin diğer insan
varlıklarından ve şeylerden ayrı bir Tanrı fikrini ortadan kaldırdıklarını ve
akıl tarafından hâlihazırda tecrübe edilen şeyin ise, yalnızca hayal edilen bir
şey anlamında hiçlik olduğunu ifade eder. Jacobi’ye göre, yalnızca kendisini
algılayan akıl ve varolan her şeyi içerisinde eriten sübjektivite üzerinde
temellenen idealizm* gerçekte bir nihilizmdir .
Nihilizm kavramının popüler
hale gelmesi ise, Turgenev’in Babalar ve Oğullar adlı romanından sonra
olmuştur. Burada nihilizm, romandaki Bazarov karakterinin benimsemiş olduğu
kaba bilimcilikte ifadesini bulan, toptan bir inkâr düşüncesi olarak karşımıza
çıkar . Bu anlamıyla nihilizm, Rusya’da devletin, kilisenin ve
ailenin otoritesini reddeden başıboş bir şekilde organize olan devrimci bir
hareketle özdeş hale
* gelmiştir .
Öte yandan, ilk dönem
filozoflarının düşünceleriyle nihilizm arasında da bir ilişkinin kurulabilmesi
mümkündür. Örneğin, septiklerin görüşleri nihilistik olarak nitelendirilebilir.
Çünkü onlar, geleneksel hakikat anlayışlarını, kendilerini
haklılaştıramayacakları gerekçesiyle reddetmişlerdir. Radikal anlamda bir
şüphecilik, iddia edildiğinin aksine hiçbir şeyin gerçekte varolmadığının
altını çizerek, bizden yaygın kanaatlerimizi ve felsefî düşüncemizi tamamıyla
terk etmemizi ister . Bu bağlamda şüpheciliğin, bilgi ve hakikatin
olabilirliğini reddeden epistemolojik nihilizmle bağlantılı olduğu
söylenebilir.
Mutlak hakikate veya mutlak
hakikat olarak telâkki edilebilecek şeyleri belirlemek için çeşitli kriterlere
sahip olma iddiasındaki diğer felsefî teorilerin altını kazmak için yola
koyulan septisizm, felsefenin negatif bir formu olup, günümüzde postmodern
anti-temelci yaklaşımlarda ifadesini bulur. İlişkisel ve geçici biri bilgi ve
hakikat anlayışına sahip olan postmodern anti-temelci düşünürler, dünyayı
anlamamızı mümkün kılan herhangi bir ‘temel’ fikrinin olamayacağından
hareketle, bütün entelektüel ve ahlâkî hiyerarşilere ve aşkın hakikat
iddialarına şüpheyle yaklaşılması gerektiğini dile getirmişlerdir .
Postmodernizmi meta anlatılara yönelik güvensizlik olarak karakterize eden
Lyotard; bütünün yalnızca küçük bir parçası olan insanın, herhangi bir şeyi
kesin olarak ele geçiremeyeceğini ve bu anlamda mutlak olduğu düşünülen
şeylerin sadece kurgusal formlar olduğuna işaret eden Derrida; pratiklerimizin
temelinde hiçbir şeyin bulunmadığı düşüncesinden hareketle, olumsallığa vurgu
yapan ve olumsallığı olumlayan Rorty, postmodern anti-temelci yaklaşıma mensup
düşünürlerin önde gelenlerinden birkaçı olarak zikredilebilir .
Nihilizm en şümullü ifadesini
Nietzsche’nin tanımında bulur. Buna göre nihilizm, “en yüksek değerlerin kendi
kendini değersizleştirmesi, amacı kaybolması ve niçin sorusunun cevapsız
kalmasıdır.” Bize göre bu
tanım, nihilizmle ilişkili farklı kavramlaştırmalar ve farklı perspektifler
için açıklayıcı olabilecek bir niteliği haizdir. Söz konusu tanım aynı zamanda,
nihilizmin neden bir sorun olarak görüldüğünü anlamak açısından da önemlidir.
Anlamın temel bir insanî gereksinim olduğu düşünüldüğünde, en yüksek değerlerin
değersizleşmesi, yani insanın yaşamını anlamlandırırken müracaat edebileceği
değerlerin inandırıcılıklarını kaybetmeleri ve geçersiz hale gelmeleri,
varoluşsal bir ıstırabı da beraberinde getirir. Fakat Nehamas’ın da işaret
ettiği üzere, Nietzsche’nin gözünde söz konusu ıstırap ile ilgili en kötü, en
berbat olan şey, ne kadar korkutucu olursa olsun ıstırabın kendisi değildir.
Nietzsche, insanın, eğer varolması için bir neden varsa, daha değerli şeyler
için bir araçsa ıstıraba katlanabileceğim hatta onu isteyebileceğini düşünür
. Nihilizmi insan için katlanılmaz kılan şey, amacın kaybolması ve niçin
sorusunun cevapsız kalmasının bir sonucu olarak, katlanılan ıstırabın temelde
hiçbir nedeninin bulunamaması gerçeğidir. Nehamas’ın ifadesiyle, “saçma,
anlamsız bir bedbahtlık kişinin sonuçta niçin böylesi bir bedbahtlığa gark
olması gerektiği sorusunu öne çıkardığından, bu bedbahtlığı açıklayan, hatta
belki de haklı çıkaran bir yorumun sunulması elzemdir.”
Nihilizm, hem zamanı ve mekanı
aşan ve insanî varlığın özünde temelini bulan bir varoluşsal problem, hem de
tarihsel ve sosyal bir fenomen olarak karşımıza çıkar. Varoluşsal bir sorun
olarak nihilizm, benliğin varlığının bizatihi benliğin kendisine temelsiz bir
şeyi olarak kendini açtığı bir duruma işaret eder . Bu yönü ile
nihilizm, Rosen’a göre, hiçbir şekilde tarihsel bilgi, ya da pür teori ile
üstesinden gelinmesi mümkün olmayan ruhun bir hastalığı, ya da bir görünüm
biçimi olarak kendini gösterir . Tarihsel ve sosyal bir fenomen
olarak nihilizm ise, tarihsel yaşamın objektif ruh niteliğini haiz temelini
kaybettiği, bu yaşamı destekleyen değer sistemlerinin parçalandığı, sosyal ve
tarihsel yaşamın bütünlüğünün temellerinden çözüldüğü bir durumu niteler.
Böylece nihilizm, dışsal olarak sosyal düzenin çöküşüne, içsel olarak ise
bireysel anlamda ruhun zevaline işaret eder .
Bütün izmler gibi
nihilizm kavramı da, müphem bir anlam içeriğine sahiptir. Bu müphemliğin
nedeni, büyük ölçüde kavramın farklı bağlamlarda ve farklı saiklerle
kullanılmasıdır. Nihilizm, kimi zaman bir politik hareketi, kimi zaman bir epistemolojiyi
veya doktrini, kimi zaman da belirli bir tarihsel dönemi nitelemek için
kullanılmıştır. Öte yandan, nihilizme yönelik yargısal tutumlarda da
farklılıklar söz konusudur. Kimileri için nihilizm, nesnel bilgi imkanlarını ve
bir arada yaşamayı mümkün kılan ortak değer yargılarını geçersiz hale
getirerek, bireysel, sosyal, politik ve kültürel çürümeye yol açan ve bu
nedenle de üstesinden gelinmesi gereken felsefî ve sosyal bir sorun; kimileri
için, kendilerini evrensel bir form içerisinde sunan değerlerin, kavramların ve
ideallerin ezelîlik ve ebedîlik maskelerini düşüren, köhnemiş kurumların,
inançların ve değerlerin tahrip edilmesine ve tamamen ortadan kaldırılmasına
yönelik eylemleri teşvik eden, bu nedenle de olumlanması gereken bir fırsat; kimileri
için ise, nihilizmin gelişme düzeyine bağlı olarak hem bir sorun hem de bir
fırsattır.
Rosen’ın nihilizme yönelik
tespiti, ilk tutumun bir örneği olarak görülebilir. Klâsik felsefe anlayışını
önemseyen Rosen’a göre nihilizm sorunu kendini, ‘makul olan’a ilişkin
anlayışımızdaki bir çürüme olarak gösterir ve söz konusu çürümenin arkasında da
büyük ölçüde klâsik felsefe geleneğinde bir arada düşünülen ‘akıl’ ve ‘iyi’
nosyonlarının birbirinden ayrılması bulunmaktadır . Makul olana
yönelik ortak bir anlayışın kaybedilmesinin doğuracağı sorunlar, Frankfurt
okulu teorisyenlerinin de üzerinde durduğu konuların başında gelmiştir. Örneğin
Horkheimer’a göre, aklın biçimselleşmesi ve araçsal hale gelmesinin bir sonucu
olarak bütün varlık alanları araçlar alanına dönüşmüş ve bunları kullanması
gereken öznenin kendisi de yok olmuştur. Modern sanayi toplumuna nihilistik
görünümünü veren öznelci bakış açısının hakimiyetiyle birlikte, düşünce de,
herhangi bir amacın kendi içinde değerli olup olmadığını belirleyemez hale gelmiş
ve nihayetinde ideallerin benimsenebilirliği, eylem ve inançlarımızın
ölçütleri, ahlâk ve siyasetin temel ilkeleri ve bütün önemli kararlarımız aklın
dışındaki etmenlere bağımlı kılınmıştır .
Kendilerini ister klâsik,
isterse modern düşünce geleneğine yakın olarak görsünler, nihilizmi salt bir
sorun olarak telâkki eden düşünürlerin ortak özellikleri, makul olana ilişkin
ortak bir anlayışın olabilirliğine işaret eden bütünlük nosyonuna yönelik
inançlarıdır. Nihilizmi onaylayıcı tutum, tam da böyle bir bütünlük nosyonuna
yönelik radikal bir şüphe ve köklü bir eleştiriden neşet eder. Eğer bütünlük
insanın uğrunda birçok bedel ödediği bir yanılsama ise ve nihilizm de söz
konusu bütünlüğün imkânsızlığına işaret ediyorsa bu durumda bütünlük
yanılsamasının ortadan kalkması, yakınılması gereken bir sorun değil, kabul
edilmesi gereken ve hatta farklılıklara kapı açtığı için Lyotard’ın ifadesiyle
“sunulamayana tanıklık etmeye” imkân verdiği için olumlanması gereken bir
fırsattır. Horkheimer gibi, Frankfurt Okulu düşünürlerinden biri olan
Habermas’ın, özgürleşme imkânını, geçici uzlaşımdan sürekli uzlaşıma geçmekte
görmesine karşın, Lyotard’ın, sürekli bir kriz üzerine dayanan çatışmayı
tesiste bulması , nihilizme ilişkin iki yaklaşımın farkını ortaya
koyması açısından önemlidir. Öte yandan, belli bir tarihsel dönemde varolan
kuramların ve değerlerin tahribine yönelik eylemlerde ifadesini bulan politik
nihilizm anlayışının da nihilizmi
* olumlayan tutumun bir örneği
olduğunu söylemek mümkündür .
Nihilizmin hem bir sorun, hem
de bir fırsat olduğuna işaret eden üçüncü tutum ise, nihilizmi Avrupa düşünce
geleneğinin ve kültürünün bir mantığı olarak gören Nietzsche ve Heidegger gibi
filozofların ve onların çağdaş takipçilerinin (örneğin Vattimo) düşüncelerinde
ifadesini bulur. Bu çalışmanın da temel perspektifini oluşturan söz konusu
yaklaşım ileride, çalışmamızın “Tarihsel Bir Yazgı Olarak Nihilizm” başlıklı
kısmında müstakil olarak ele alınacaktır.
Nihilizm sorununa yönelik
yaklaşımlardaki farklılıklar, farklı disipliner kaygılardan kaynaklanan
nihilizm kavramlaştırmalarında da görülebilir. Literatürde söz konusu
kavramlaştırmalar “nihilizmin türleri” olarak adlandırılmıştır. Bu noktada
‘aktif nihilizm’, ‘pasif nihilizm’, ‘tamamlanmamış nihilizm’, ‘tamamlanmış
nihilizm’, ‘orijinal nihilizm’, ‘Avrupa nihilizmi’ gibi kavramlaştırmaları
şimdilik bir yana bırakarak, Crosby’nin yapmış olduğu tasniften hareketle politik, ahlâkî, epistemolojik,
kozmik ve varoluşsal nihilizm olmak üzere beş nihilizm türünden kısaca
bahsetmenin, nihilizm sorununun farklı boyutlarına ışık tutması açısından
önemli olduğunu düşünüyoruz.
Yaygın bir şekilde kullanılır
hale geldiğinde nihilizm terimi, temelde politik muhtevasıyla öne çıkmaktaydı.
Bunun nedeni, Çarlık Rusyası’nın son dönemlerinde politik otoriteye karşı
gerçekleştirilen birtakım yıkıcı eylemlerin, nihilizmle özdeş olarak görülmesi
ve eylem sahiplerinin de nihilist olarak nitelendirilmesiydi. Söz konusu
eylemlerin arkasındaki motivasyon, yani hiçbir otoriteye boyun eğmeme ve saygı
duyulan, kutsal kabul edilen herhangi bir prensip niteliğini haiz hiçbir inanca
sahip olmama düşüncesi, daha sonraları politik nihilizm adıyla literatüre
geçmiştir .
Fakat bize göre, politik
nihilizm, nihilizmin reddedici mahiyetinin, politik otoriteye yönelik olarak
kendini göstermesine işaret eden bu tanımından daha geniş bir anlam içeriğine
sahiptir. Politik nihilizm politik otoriteyi, sosyal ve politik düzeni ortadan
kaldırmaya dönük eylem ve düşüncelerin yanı sıra, bununla ilişkili ve bundan
daha öncelikli olarak politik eylemler, kurumlar ve kararların meşruiyet ölçütü
olarak kabul gören politik değerlerin geçerliliğini kaybetmesine de gönderme
yapar. Bu ikinci anlamıyla politik nihilizm, Nietzsche’nin, “en yüksek
değerlerin kendi kendilerini değersizleştirmesi” şeklinde tarif ettiği
nihilizmin, politik boyutu olarak görülebilir.
Politik değerler düzeyinde baş
gösteren bir kriz, ilk bakışta nihilizmin sorun teşkil eden yönünü, yani
negatif anlamını öne çıkarır. Fakat Nietzscheci bir perspektif söz konusu olduğunda
bu kriz aynı zamanda nihilizmin pozitif anlamını da ima eder. Çünkü değerlerin
değersizleşmesi olarak kendini gösteren nihilizm, yeni değerlerin
yaratılmasının da ön koşulunu oluşturur. Nihilizmi, değerleri bizatihi
kendilerinden kaynaklanan değerlerle pratikler arasındaki uyumsuzluktan neşet
eden bir kriz olarak görmek ve böylece onu ‘yüce’ değerleri realize edememe
sorunu olarak telâkki etmek, kriz içerisinde olduğu düşünülen değerlerin,
bizatihi kendilerini soruşturmanın dışında bırakmak anlamına gelir. Nihilizmin
bu cari yorumu, Ofelia Schutte’un da işaret ettiği üzere, nihilistik değerler
tarafından kontrol edilen bir kültürün karakteristiği olarak görülmek
zorundadır . Nihilistik bir kültür içerisinde kalındığı müddetçe
nihilizme ilişkin yapılan değerlendirmeler, nihilizm sorununun neliğine yönelik
bir kaygının uzağında kalacak ve böylece nihilizmin sunmuş olduğu fırsatlar da
ıskalanacaktır.
Ve nihayet politik nihilizm,
nihilistik bir politik kültür ve düşünceye işaret eden bir anlam içeriğine de
sahiptir. Politik nihilizmin bu anlamıyla hüküm sürdüğü bir ortamda, nihilizm
henüz açık hale gelmediğinden, politik değerlere yönelik inanç kaybından
kaynaklanan bir krizden söz etmek mümkün değildir. Zira, kültür ve düşüncenin
nihilistik mahiyetinin varlığını sürdürebilmesi, politik değerlerin
inandırıcılığına bağlıdır. Nihilistik vasfı, bireylerin, pratikleriyle ve
yaşamla olan bağlarının zayıfladığı, yani eylemlerinin malikleri olamadıkları,
üstelik içinde bulundukları durumun da farkında olmadıkları ‘hastalıklı’ bir
yapıyı nitelediği için, mevcut politik değerlerin kendileri de, söz konusu
hastalığın panzehiri olarak işlev görmek suretiyle ıstırabı azalttıkları ve
böylelikle hastalığı gizledikleri ölçüde nihilistiktirler. Bize göre politik
nihilizmin, politik kültürün nihilistik mahiyetine dikkat çeken bu üçüncü
anlamı, ilk iki anlamından daha önemlidir. Çünkü politik felsefe bakımından
politik nihilizmin sorun teşkil eden niteliği, büyük ölçüde onun bu anlamıyla
ilişkilidir.
Crosby, mevcut
politik tarihsel olay ve eğilimlere ilişkin bir iddiayı içerme vasfı nedeniyle,
politik nihilizmin, ‘insanî durum’ üzerine odaklanan ve bu nedenle de felsefî bir içeriğe sahip diğer
nihilizm türlerinden farklı olduğunu belirtir. Crosby’ye göre ahlâk, bilgi,
kozmos ve insanlık durumuyla ilgili iddialar, varolan politik kurumlar ve
sosyal bağlamlar hakkındaki özgül iddialar değildir20. Her ne kadar
Crosby, politik nihilizm ile diğer nihilizm türleri arasında müşterek
noktaların bulunabileceğini inkar etmenin söz konusu olamayacağını belirtse de,
politik nihilizmi yukarıda belirtilen ilk anlamıyla sınırladığı için, onun
diğer nihilizm türlerinden mahiyet farkının açık olduğunu düşünür. Bize göre,
politik nihilizm de tüm anlamları göz önünde bulundurulduğunda felsefî bir içeriğe
sahiptir. Politika da insanlık durumunun önemli bir boyutuna işaret ettiği
için, anlamı, belirli bir tarihsel momentteki aktüel olay ve sorunlarla
sınırlandırılamaz. Bu durumda, politika ile insanlık durumunun diğer boyutları
arasındaki ilişkiler ve buna bağlı olarak da, politik nihilizm ile diğer
nihilizm türleri arasındaki müşterek noktalar, daha da önemli hale gelecektir.
1
Her politik eylem ve düşüncenin
etik bir içerime sahip olduğu düşünüldüğünde , politik nihilizm sorununun
ahlâkî nihilizm sorunuyla yakından ilişkili olduğu söylenilebilir. Crosby’nin
de belirttiği üzere, ahlâkî nihilizmin üç biçiminden bahsetmek mümkündür: İlki,
bütün ahlâkî prensiplerin reddedilmesi ve yaşamın belirli bir ahlâk anlayışı
olmaksızın belirlenmesini esas alan görüş; ikincisi, ahlâkî yargıların
tamamıyla bireysel ve keyfî olduğunu, söz konusu yargıların rasyonel
meşrulaştırma ve eleştiri süzgecinden geçirilebilmelerinin mümkün olmadığını
iddia eden görüş; üçüncüsü ise, bireyin yegâne yükümlülüğünün kendisine karşı
olduğunu ve bu anlamda diğerlerine yönelik eylemlerinin sonuçlarından dolayı
ahlâkî bir kaygı taşımaması gerektiğini savunan görüştür. Bu üç biçim sırası
ile amoralizm, ahlâkî sübjektivizm ve egoizm olarak adlandırılabilir .
Yaşamın iyinin ve kötünün ötesinde
olduğunu ifade eden ve bu anlamda kendisine dikte edilen iyi ve kötü
nosyonlarından ari olan masumiyetine dikkat çeken Nietzsche’nin düşünceleri,
kısmen amoralist yaklaşımın bir örneği olarak düşünülebilir. Fakat Nietzsche,
yeni değerler yaratmanın önemini vurguladığında amoralist yaklaşımın dışına
çıkar. Üstelik Nietzsche, yaşamı fakirleştirdiğini düşündüğü yerleşik değerlere
karşı çıkmayı salık verirken, aynı zamanda bir immoralisttir de.
Ahlâkî sübjektivizm en güzel
ifadesini, emotivist bir etiği savunan Russell’ın ahlâk konusundaki
düşüncelerinde bulur. İyi ve kötü idealarının isteklerimizle olan ilişkisine
dikkat çeken Russell, iyi ve kötü konusundaki öznelliğin, gerçekte,
isteklerimizin birbiriyle çatışmasından kaynaklandığını belirterek, ahlâkı, bu
tür bir öznellikten kaçınmak amacına matuf başarılı olmayan bir girişim olarak
tanımlar. Ona göre, “ahlâk, isteklerimizden bazılarına yalnızca kişisel değil,
evrensel bir önem verilmesi girişimi” olarak anlaşılmalıdır . Bu
yüzden, isteklerimizin, kendi başlarına akla uygun ya da akla aykırı
olamayacağı şeklindeki Russellcı belirlemeden hareketle ahlâkî sübjektivizmde, ahlâkî
yargıların rasyonel ya da irrasyonel olarak nitelendirilemeyeceğini
söyleyebiliriz.
Egoizm, bütün ahlâkî
pozisyonları reddetmek iddiasında olmadığından ötürü onun ahlâk karşısındaki
konumunu amoralizmden ayırmak gerekir. Öte yandan egoizm, ahlâkî yükümlülüğün
objektif ve evrensel olarak sunulduğu ahlâkî sübjektivizmden de farklıdır .
Çünkü egoizm, evrensel niteliği haiz kavram ve özlerin gerçekliğini reddeden,
yalnızca özgül bireylerin varolduğunu kabul eden nominalist bir epistemoloji
üzerine temellenir . Ben’in ilgisinin Tanrı, insan, hakikat, adalet,
özgürlük vb. evrensel kurgularla değil, yalnızca biricik olan ve bu anlamda
genelleştirilebilir bir mahiyete sahip olmayan kendisiyle olduğuna işaret eden
Stirner , egoist ahlâk anlayışının en önemli temsilcisi olarak
görülebilir.
Her ne kadar politik ve ahlâkî
değerlerde mutabakat noksanlığına işaret eden politik ve ahlâkî nihilizm, yalnızca
söz konusu değerlere ilişkin bilgi anlayışlarındaki farklılıklara indirgenemese
de, her iki nihilizm türünün de büyük ölçüde epistemolojik nihilizmden
beslendiği ortadadır. Zira hakikat ya da anlama ilişkin temel farklılıkların,
perspektifler arası objektif bir zeminde yargılanma imkanı yoksa, paylaşılan
ahlâkî ve politik prensiplerin bilgisinden bahsedebilmek de mümkün
olmayacaktır.
Crosby’ye göre, epistemolojik
nihilizmin temelde iki biçiminden bahsedebilmek mümkündür. İlki, hakikatin
tikel bireylere ve gruplara bağlı olduğunu iddia eden ve bu yönüyle de,
hakikatin perspektival karakterine vurgu yapan nihilizm; ikincisi ise, anlamın
bütünüyle kendi kendine yeterli, ölçülemez kavramsal şemalara bağlı olduğunu
savunan ve hakikatten ziyade anlamı odak noktası olarak alan nihilizmdir.
Epistemolojik nihilizmin her iki biçiminde de, hakikat ve anlamın bireylere
gruplara veya kavramsal şemalara bağımlılığı kaçınılmaz olduğu için, aklın
alanının ve gücünün sınırlandırıldığını söyleyebiliriz.
Crosby, objektif bir hakikatin
olamayacağına, hakikatin, her bir insanî özneye bağlı olarak tamamıyla rölatif
bir karaktere sahip olduğuna işaret eden Stirner ve Nietzsche’yi epistemolojik
nihilizmin ilk biçiminin iki önemli temsilcisi olarak görür .
Crosby’nin epistemolojik nihilizm kavramlaştırması kabul edildiğinde*, kendinde
bir anlamın olmadığını, anlamın farklı yaşam biçimlerine ve kullanım
paradigmalarına bağlı olarak çeşitli dil oyunları içerisinde ortaya çıktığını
ve dil oyunlarının da kesinlikle birbirine indirgenemeyeceğini düşünen
Wittgenstein’ı ise, epistemolojik nihilizmin ikinci biçiminin bir temsilcisi
olarak değerlendirmek mümkündür .
Aralarındaki ayrıma rağmen
epistemolojik nihilizmin iki biçimi de aslında birbirleriyle yakından
ilişkilidir. Kavramsal şemalara bağlı olarak ortaya çıkan anlam rölativizmi,
objektif bir hakikatin olamayacağına, yani hakikatin farklı perspektiflere
bağlı olarak değişebileceğine işaret ederken, rölatif hakikat düşüncesi de,
anlamın, perspektifler arasında değil, ancak belirli bir perspektif içerisinde
söz konusu olabileceğini imâ eder .
Kozmosun anlamsızlığına işaret
eden kozmik nihilizm, hem bilinebilir ve idrak edilebilir bir yapının reddini,
hem de insanın, içinde, ihtiyaç duyduğu değerlendirme biçimlerini ve varoluşsal
anlamları bulabileceği bir yerin varolabileceği düşüncesinin reddini içer .
Bu tanım çerçevesinde ele alındığında kozmik nihilizmin, ilk anlamıyla
epistemolojik nihilizmi, ikinci anlamıyla ise, politik, ahlâkî ve varoluşsal
nihilizmi doğurduğunu söyleyebiliriz.
Nietzsche’nin, olgu diye bir
şeyin olmadığı, gerçekte her şeyin, kavranabilmesi imkânsız ve ele avuca sığmaz
bir akış içerisinde vuku bulduğu şeklindeki ifadesi, kozmik nihilizmin bir
örneği olarak gösterilebilir. Aynı şekilde, kendilerine müracaat edebileceğimiz
genel kavram veya yorumlama prensiplerinden yoksun, kaotik bir mahiyete sahip
dünya nosyonuyla Stirner ve dünyanın, akıldışı, kör bir istenç tarafından sevk
ve idare edildiği düşüncesiyle de Schopenhauer, kozmik nihilizme örnek teşkil
edebilecek düşünürler arasında sayılabilir .
Ve nihayetinde, yukarıda ifade
etmeye çalıştığımız nihilizm türlerinin, kendisiyle birleşmeye ve kendisinde
neticelenmeye eğilimli oldukları, bu anlamda insan yaşamının bütününü kuşatan
nihilizm türü olarak
varoluşsal nihilizmden bahsedebiliriz.
Varoluşsal nihilizm, anlam veya
amacın olmadığı bir dünya nosyonu üzerinde temellenir. Böyle bir dünyada, son
tahlilde, her türlü eylem ve hissi içeren varoluşun bizatihi kendisi anlamsız
ve boş bir şey olarak telâkki edilir. Bu anlamıyla varoluşsal nihilizm,
başlangıcından itibaren Batı düşünce geleneğinin bir parçasını oluştursa da,
popüler hale gelmesi 20.yy.da 1940’lı ve 50’li yıllarda Fransa’da rağbet gören
ateist varoluşçu hareketle birlikte olmuştur .
Söz konusu hareketin en önemli
temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Sartre’a göre, varoluşçuluğun ilk ve
temel ilkesi insan doğası diye bir şeyin olmadığına, kendini yaratıp
gerçekleştirmesinin dışında insanın bir hiç olduğuna ilişkin kabuldür .
Bu anlamda Sartre, varoluşçuların ortak özelliğinin, varoluşun özden önce
geldiğine yönelik inançları olduğunun altını çizer . Her ne kadar
Sartre, hümanizmle neticelenmesi gerektiğini düşündüğü varoluşçuluğun, öznellik
suçlamasından muaf olduğunu belirtse de*, insanı, kendisinin isteği dışında,
yaşamında geçerli olabilecek bütün anlam ve amaçlardan yoksun bırakan ve
böylece, her türlü amaç ve eylemi gerçekleştirme özgürlüğü ile birlikte,
sorumluluğu da insana yükleyen varoluşçu düşüncenin nihilizmi besleyebileceği
ortadadır.
Sonuç olarak, her biri,
nihilizm sorununun farklı bir yönüne işaret etmesine karşın, birbirleriyle
yakından ilişkili olan ve bu nedenle de, bir arada düşünülmesi gereken nihilizm
türlerinin ortak özelliğinin, reddetmeye yönelik bir tutum içerisinde
bulunmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu tutum, daha önce de belirtildiği üzere,
nihilizm teriminin bizatihi kendi mahiyetinden kaynaklanmaktadır .
Her bir nihilizm türü, insan yaşamının önemli bir yönünü reddederken,
realitenin geçersizliğine yönelik bir kanaati ifade eden nihilizmin ,
politik, epistemolojik, kozmik ve varoluşsal anlamlarını ortaya koyar.
II-
TARİHSEL
BİR YAZGI OLARAK NİHİLİZM
Buraya kadar nihilizm sorununa,
nihilizme ilişkin farklı tutum ve yaklaşımların kabaca ortaya konulması ve
nihilizm sorununun insan yaşamının farklı boyutlarındaki görünümlerinin kısaca
açıklanması şeklinde genel olarak değinildi. Şimdi nihilizm sorununa ilişkin
özgül bir perspektifi daha ayrıntılı olarak ele almaya çalışacağız.
En açık ifadesini Nietzsche ve
Heidegger’in düşüncelerinde bulan ve çalışmamızın da merkezini oluşturan söz
konusu perspektif, nihilizmin, metafizik olarak nitelediği Batı düşünce
geleneği ile ilişkili bir sorun olarak ele alınması gerektiği iddiasındadır.
Her ne kadar Nietzsche ve Heidegger’in Batı düşünce geleneğine atfettikleri
metafizik nitelemesinin neye işaret ettiği konusunda tam bir mutabakat
içerisinde oldukları söylenemese de, her iki düşünür de nihilizmi, tarihsel bir
yazgı olarak görmek konusunda hemfikirdirler. Nihilizmi, toplumsal ve
fizyolojik yozlaşmanın ürünü olarak görmenin bir yanılgı olduğuna işaretle,
nihilizmin, aslında Hıristiyan ahlâk yorumundan kaynaklanan en yüce değer ve
ideallerin mantıksal bir uzantısı olduğunun altını çizerken Nietzsche ve nihilizmin, Varlık’ın tarihindeki uzun
sürecin bir sonucu olduğunu dile getirirken de Heidegger , aynı
şeye; modern dönemde tecrübe edilen nihilizmin, savunulmak durumunda olunan bir
öğreti, ya da alelade herhangi bir tarihsel vaka olmayıp, ikibin yıllık Batı
kültür ve düşüncesinin bir yazgısı olduğuna işaret ederler.
Nietzsche, nihilizmin vuku
bulmasını Şen Bilim’de “Tanrı’nın ölümü” metaforuyla haber verir .
Heidegger’in de belirttiği üzere “Tanrı öldü” sözü ile Nietzsche, her ne kadar
Hıristiyan Tanrı’sından söz ettiğini açıkça gösterse de, bu söz, Hıristiyan
Tanrı’sının artık inandırıcılığını yitirdiği şeklindeki basit ve düz anlamıyla
tüketilemez. Nietzsche’nin öldüğünü söylediği Tanrı, aslında idealar ve
idealler alanını içerisinde barındıran duyu üstü dünyayı sembolize eder .
Bu durumda “Tanrı öldü” sözünde dile getirilen daha esaslı şey, yaşamın
anlamının ne olduğu sorusuna bir cevap sunan duyu üstü dünyanın kesinliğinin
kaybolması ve böylece insan
yaşamına anlam ve değer verecek hiçbir merkezin kalmamış olması gerçeğidir.
Bu anlamıyla düşünüldüğünde
“Tanrı’nın ölümü” metaforuyla Nietzsche, nihilistik mahiyetini bir öte dünya
nosyonuyla gizleyen metafizik düşüncenin kendi kendini tüketerek nihai
noktasına ulaştığına dikkat çeker. Nietzsche’ye göre, dünyayı aşkın, hakiki bir
dünyanın varlığına yönelik inancın kaybolmasıyla tecrübe edilen modern nihilizm
ya da "Avrupa nihilizm ’i, metafizik düşüncenin temel motivasyonunu
oluşturan "hakikat istemi ’nin, metafizik düşüncenin kendisine
yönelik olarak işlemesi ve onun temellerini sorgulayarak maskesini düşürmesinin
kaçınılmaz sonucu olmak anlamında bir yazgıdır .
Nietzsche’nin nihilizmi temelde
iki farklı anlam içeriği ile kullandığını söyleyebiliriz. İlkinde nihilizm, bir
kültür ve düşüncenin nihilistik mahiyetine işaret ederken; ikincisinde ise, bu
kültür ve düşüncenin mantıksal sonucu olarak varılan noktayı ifade eder.
İlkinde nihilizm, mantığını açığa çıkarmadığı için, nihilistik mahiyet gizli
olarak kalırken; ikincisinde, nihilizmin kendi mahiyetine yönelik farkındalığı
sözkonusudur. Kanaatimizce, nihilizmin bu iki kullanımı arasındaki ayrıma
yönelik bir dikkat, Nietzsche’nin “orijinal nihilizm”, “pasif nihilizm”, “aktif
nihilizm” gibi diğer nihilizm kavramlaştırmalarının berraklık kazanması
açısından oldukça önemlidir. Örneğin, orijinal nihilizm, ancak nihilizmin
nihilistik mahiyete işaret eden anlamı göz önünde bulundurulduğunda
anlaşılabilir hale gelir. Aynı şekilde, aktif ve pasif nihilizm türleri
arasındaki farkı ortaya koyabilmek de, büyük ölçüde, nihilizmin kendine yönelik
farkındalığına müracaatla mümkün hale gelebilir.
Yukarıda zikredilen ilk anlamı
dikkate alındığında Deleuze’ün de ifade ettiği üzere, nihilizm terimindeki ‘nihil’,
yokluğa değil, hiçin değerine işaret eder. Yaşam inkar edilip,
değersizleştirildiği ölçüde bir hiç değerini alır. Değersizleştirme ise, her
zaman kendisi aracılığıyla yaşamın yalanlandığı bir kurguyu varsayar. Bu
kurgunun yapıcı öğesi ise, Deleuze’e göre, bir öte dünya ve yaşama üstün
değerler düşüncesi olarak karşımıza çıkar . Nietzsche, bu anlamıyla
nihilizmin, Batı kültürünün kalbinde yattığını düşünür. Çünkü Nietzsche için,
oluşun, yani yaşamın değerini düşüren ve varlık-oluş dikotomisi üzerinde
temellenen bir değerler hiyerarşisi yaratmaya yönelen her düşünce, özgül olarak
da bu nitelikleri haiz bütün Batı metafiziği nihilistiktir
Batı metafiziğinin nihilistik
mahiyeti, onun düalist karakteri ile yakından ilişkilidir.
Söz konusu düalist karakter,
metafizik düşüncenin farklı biçimlerinde karşılığını bulabileceğimiz
varlı-oluş, ruh-beden, fail-fiil, sebep-sonuç, özne-nesne, akıl-duygu gibi
dikotomik ayrımlarda kendini gösterir. Bu dikotomilerin iki önemli ortak
özelliğe sahip oldukları söylenebilir. İlki, dikotominin her bir öğesine,
onları birbirlerinden tamamıyla farklı kılacak özsel nitelikler atfedilmesidir.
Örneğin, varlık-oluş dikotomisi bağlamında düşünüldüğünde, varlık; ezelî, ebedî
ve değişmez olana, oluş ise; gelip geçici olana işaret eder. İkinci özellik
ise, her dikotomide, dikotomiyi oluşturan öğeler arasında hiyerarşik bir ilişkinin
bulunmasıdır. Yine varlık-oluş dikotomisi örneğini göz önüne alacak olursak;
varlık, kalıcı bir öze sahip olduğu için, geçici olan oluşa göre daha yüksek
bir değere sahip olacak ve bu yüksek değerini oluşun değersizleştirilmesine
bağlı olarak kazanacaktır. Bu noktada, Nietzscheci bir tartışma bağlamında
değerlendirildiğinde, metafizik düşüncenin, dikotomik ayrımlarda ifadesini
bulan düalizm ve söz konusu ayrımlarda her bir öğeye birer kendilik
atfedilmesinde kendini gösteren özcülük olmak üzere iki temel
karakteristiğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Düalizm ve özcülüğün nihilizmi
besleyici fonksiyonları, Glen T. Martin’in Nietzsche’de nihilizmin mantığı,
psikolojisi ve fizyolojisi arasındaki mevcut ilişkiler çerçevesinde yapmış olduğu
değerlendirmeler ışığında açıklanabilir.
Martin’e göre, nihilizm,
geleneksel değerlerin fenomenal dünyayı yadsımasından neşet eder. Mantıksal
olarak varlığa mükemmellik atfedilirse, oluş mükemmel olmayacaktır .
Özcülükle ilişkisi bağlamında düşünüldüğünde, Martin’in bu değerlendirmesinden
hareketle mantıksal nihilizmin, varlığa atfedilen özsel mükemmellik niteliğinin
bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche’nin de işaret ettiği üzere,
dünyayı değersiz olarak görmemiz; amaç, birlik ve varlık kategorileri
dolayımıyla dünyaya bir değer atfetmemizden kaynaklanır. Bu anlamda,
Nietzsche’nin, nihilizmin sebebinin, aklın kategorilerine yönelik inanç
olduğuna ilişkin tespiti, varlığa özsel nitelikler atfetmenin zorunlu bir
sonucu olarak karşımıza çıkan mantıksal nihilizme tekabül eder .
Martin, nihilizmin
psikolojisini ise, kavramlara atfedilen özsel nitelikler anlamında kavramların
mantığının bir sonucu olarak görür . Varlık-oluş dikotomisinde
varlığa atfedilen mükemmellik, yani varlığın oluşa göre daha yüksek bir konuma
sahip olması, oluşun, dolayısıyla da doğanın ve bedenin hakir görülmesinde
ifadesini bulan psikolojik bir tutumu da beraberinde getirecektir.
Martin’e göre Nietzsche, bu
metafizik düalizmin arkasında konumlanan fizyolojiye de işaret ederek, dünya
ile böyle bir psikolojik ilişki içerisinde insanı bir mükemmellik fikri
yaratmaya sevk eden şeyin, içerleme ve hınç olduğu sonucuna ulaşır .
Nihilizmin mantığı, psikolojisi
ve fizyolojisi arasındaki ilişki, bir anlamda nihilizm ile güç istemi
arasındaki ilişkidir. Bu ilişki ise, en açık şekilde Nietzsche’nin, nihilizmin
ilkel biçimi olarak gördüğü orijinal nihilizm (doğal nihilizm) durumuna
referansla ortaya konulabilir.
Warren’a göre orijinal
nihilizm, eski sınıflı toplumlardaki kölenin baskı deneyimi ile ilişkilidir.
Maruz kalınan politik baskının sonucu, diğer insanlar karşısında güçsüzlük
hissi olarak kendini gösterir . Güçsüzlük hissi ise, istememe olarak
açığa çıkar. Bu durumda nihilizm, hem insanların kendilerini oluşun içerisinde
zayıf olarak görmeleri ve kötülüğün ve acı çekmenin ayrılamaz bir şekilde
yaşamlarının bir parçası olduğunu hissetmelerinden kaynaklanan pratik bir
sorun, hem de belirli bir anlam ve değer olsa bile bunu bilebilme konusundaki
yetersizliğe işaret eden teorik bir sorun olarak tecrübe edilir .
Orijinal nihilizmin nihilizme
yönelik Nietzscheci bir tartışma açısından önemi, onun Avrupa nihilizminin
ufkunu oluşturmasından kaynaklanır . Zira Avrupa nihilizmi, tarihsel
süreç içerisinde orijinal nihilizmin bir panzehiri olarak işlev gören, genel
olarak metafizik düşüncenin, özelde de Nietzsche’nin öne çıkardığı Hıristiyan
ahlâkının bir yazgısı olarak bir sonucu olarak zuhur etmiştir. Nietzsche’ye
göre Hıristiyan ahlâkı, insana mutlak bir değer kazandıran, kötülüğü
anlamlandıran, mutlak olanın bilgisini sunan ve insanın kendisini hor
görmemesini sağlayan işlevleri nedeniyle orijinal nihilizmin en güçlü panzehiri
olmuştur . Fakat bu, Hıristiyan ahlâkı ile nihilizm sorununun
üstesinden gelindiği veya gelinebileceği anlamına gelmez. Söz konusu olan,
yalnızca güçsüzlük hissinin belirli bir yorumlama şeması ile telafi
edilmesidir. Orijinal nihilizmden neşet eden hiçlik istemi, dinin ve
metafiziğin örtüsüne büründüğü müddetçe nihilizm de varlığını gizli bir şekilde
sürdürecektir. Nietzsche’ye göre Batı metafiziği, daha önce de değinildiği
üzere, tam da bu nedenle, yani yaşamı değersizleştiren bir öte dünya nosyonu ve
bu nosyona bağlı bir değerler sistemi sunarak, nihilizm sorununun üstünü
örtmesi nedeniyle nihilistiktir.
Nietzsche’nin nihilizm terimine
yüklemiş olduğu ikinci anlam içeriğine karşılık gelen Avrupa nihilizmi,
metafiziğin ve dinin temelinde örtük olarak işleyen nihilizmin, kendi üzerine
düşünme (self-reflection) düzeyine gelmesine işaret eder. Nihistani’nin
ifadesiyle, istemeyi istemeyen istem, kendi arkasına kıvrıldığında kendini
ister ve hiçliği isteme biçimine bürünür. İstemdeki negatiflik, bizatihi kendi
negatifliğini pozitif olarak onaylayan bir negatiflik haline geldiğinde,
nihilizm de self-reflective hale gelir . Avrupa nihilizminde
hiçlik istemi, kendini aldatıcı bir tarzda değil, fakat artık anlamsız hale
gelmiş olan bir yapıyı yıkmaya yönelik şuurlu bir kararlılıkla reddetme
istemini onaylayıcı bir şekilde işler. Zayıflığın pesimizminden gücün
pesimizmine* yönelik söz konusu dönüşüm ile birlikte nihilizm, yeni bir biçim
ve nitelik kazanır. Nihistani, kendi kendisinin farkındalığından dolayı, gerçek
nihilizm olarak nitelendirdiği nihilizmin bu yeni biçiminin, Avrupa
nihilizmi olduğunu belirtir .
Warren, orijinal nihilizm ile
Avrupa nihilizmi arasındaki mahiyet farkını ortaya koymaya çalışırken, eylemin,
deneyimsel ve yorumlayıcı koşulları arasındaki bağlantısızlık anlamında bir
nihilizm tanımını temel olarak alır. Bu bağlantısızlık, ya deneyimlerdeki
radikal değişime, ya yorumlayıcı şemanın başarısızlığına ya da her iki hususun
biraradalığına bağlı olarak ortaya çıkar. Orijinal nihilizm ilk nedenden,
Avrupa nihilizmi ise, ikinci ve üçüncü nedenlerden kaynaklanmıştır. Warren’a
göre, Avrupa nihilizmi, Hıristiyan kültürünün, belirli bir evrim sonucunda
yaşamla uyumsuz bir karaktere bürünmesini ifade eder. Bu durumda nihilizm,
orijinal nihilizmde olduğu gibi, varoluştaki memnuniyetsizliğin, önceki
deneyime kıyasla daha büyük olmasına bağlı olarak tezahür etmez. Söz konusu
olan, bu memnuniyetsizlikten kaynaklanan acıların nedeni olarak sunulan
değerler sisteminin, inandırıcılığını kaybederek sahte ve boş bir yapı olarak
algılanır hele gelmesidir .
Hıristiyan değerler sisteminin
iflas etmesiyle baş gösteren Avrupa nihilizmi, birbirleriyle yakından ilişkili
teorik ve pratik sorunları da beraberinde getirmiştir. Avrupa nihilizmi ile
deneyimlenen teorik sorun, Hıristiyan dünya görüşünün (metafizik düşüncenin),
bir kavramlar sistemi olarak irrasyonel hale gelmesi ve içsel tutarlılığını
kaybetmesidir. Warren bunu, rasyonalist metafiziğin krizi olarak adlandırır.
Daha önemli olan pratik sorun ise, söz konusu kavramlar ile yaşama dönük
eylemlerde bulunabilme yetersizliği ile nitelenebilecek olan modern deneyimler
arasındaki bağlantısızlığı ifade eden meşruiyet krizidir. Bu anlamda modern
nihilizm deneyiminden kaynaklanan kriz, yalnızca Hıristiyan dünya görüşünün,
gittikçe bozulan içsel tutarlılığı ile değil, aynı zamanda gündelik yaşam
pratikleri için referans noktası olma niteliğini kaybetmesinin bir sonucu olarak,
kişinin, eylemleri ile olan ilişkisini anlamlandırmadaki yeterliliğinin
zayıflamasına paralel olarak da derinleşir. Bu noktadan hareketle Warren,
eylemler ve kavramlar arasındaki ilişkiyi önemseyen Nietzscheci perspektif
dikkate alındığında, rasyonalite krizinin Avrupa nihilizmini açıklamak için
gerekli olduğunun, fakat yeterli olmadığının altını çizer .
Nietzsche’ye göre Avrupa
nihilizmi, yalnızca yukarıda zikredilen sorunları bünyesinde taşıyan ve
“Tanrı’nın ölümü” ile birlikte kendimizi içerisinde bulduğumuz homojen bir
tarihsel durumu nitelemez. Nihilizm, bütün bir metafizik düşünce tarihi
içerisinde sürdürdüğü gelişimini, metafiziğin sona ermesinden sonra da, Avrupa
nihilizmi içerisinde de sürdürür. Bu nedenle Nietzsche, Avrupa nihilizminin iki
anlamının bulunduğundan bahseder: Ruhun kudretindeki yükselme olarak kendini
gösteren aktif nihilizm ve ruhun kudretinin azalması olarak kendini
gösteren pasif nihilizm . Nihilizmin olgunlaşması bağlamında
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin yapmış olduğu bu ayrım*, tamamlanmış (yetkin) nihilizm
ve tamamlanmamış (yetkin olmayan) nihilizm şeklinde de ifade edilebilir.
Nietzsche, her ne kadar,
“Tanrı’nın ölümü”nün insanların birçoğunun henüz farkında olmadıkları ciddi
sorunlara gebe olduğunu düşünse de, nihilizmi yalnızca kendisine karşı
çıkılması gereken bir sorun olarak görmez. Nietzsche’ye göre, biz nihilizmi
yavaşlatamayız; ona katlanmak ve tahammül etmek zorundayız. Küng’ün ifadesiyle,
Nietzsche’nin arzusu, zayıflık nihilizmini bir kuvvet nihilizmine
dönüştürmektir. Kuvvet nihilizmi ise, maksimum noktasına aktif nihilizmde
ulaşır . Bu anlamda aktif nihilizm, yok etmenin gücüne, yani
nihilizm teriminin anlam olarak içerdiği reddetme pratiğine inanç olarak
kendini gösterir. Kişi yok etmeye yardım eder. Bu mantıksız görünse de,
nihilist mantıklı olmanın gerekliliğine inanmaz. Eylem yolu ile metafizik
değerleri (ahlâkı) hiçliğe indirgemede, insanın ne kendisini, ne de başkasını
dikkate alma anlamında bir düşünümü olamaz. Burada kişi, “insafsızca” insanı
kurban etmede bütün tehlikeleri göze almada, kötüyü, en kötüyü üzerine almada
tereddüt etmez. Fakat bütün bu yalanlamalar ve bütün bu reddediş, nihilizmin
gelişimi bağlamında düşünüldüğünde, yalnızca bir geçiş sürecidir. Zira,
Nietzscheci perspektifte yok etme, yeni yaratımların ön koşulunu oluşturur.
Yani hayır, büyük evet için bir ön hazırlık olarak düşünülür .
Bu durumda, Nietzsche için
nihilizmin, yalnızca bir sorun olarak görülmediği ortadadır. Nietzsche, aktif
nihilizm kavramlaştırması ile nihilizmin sunmuş olduğu fırsatlara* da dikkat
çekmiştir. Fakat bu fırsatların değerlendirilip değerlendirilemeyeceği, niçin
ve nasıl nihilist olunduğuna bağlıdır. Kişi, yüce değerleri, üst insanın
tutumunun bir ifadesi olarak kendisine yönelik saygısı, yaşam sevgisi, yaratıcı
olma arzusu için reddedebileceği gibi, son insanın tutumunda kendisini
gösteren, kendinden memnuniyetsizlik, bütün değerlendirmelerden,
yargılamalardan ve sorumluluklardan kaçınma gibi motivasyonlarla da
reddedebilir. Üst insanın tutumunda nihilizm, bir fırsat olarak telâkki edilip,
değerlendirilirken, son insanın tutumunda, “ruhsal” anarşiye bir davet olarak
deneyimlenir. Thile’ın da ifade ettiği gibi, aktif ve pasif nihilizm, nihai
değer yokluğu, Tanrı’nın reddedilmesi, radikal bireycilik olarak
sayabileceğimiz, aynı teorik varsayımlara sahip olmalarına karşın, bu
varsayımların pratik ve ruhsal uzantıları bakımından birbirlerinden tamamen
farklılaşırlar .
Genel bir kötümserlik duygusu
olarak kendini gösteren pasif nihilizmin, gelişme düzeyi dikkate alındığında
Avrupa nihilizminin henüz yetkinleşmemiş bir evresine tekabül ettiğini
söyleyebiliriz. Bu anlamda Nietzsche, pesimizmi, nihilizmin ön biçimi olarak
görür . Nihilizmin yalnızca bir sorun olarak düşünülmesinden
kaynaklanan kötümserlik, Nietzscheci perspektifle düşünüldüğünde, nihilizm
sorununun üstesinden gelmeye yönelik yanlış bir stratejiyi de beraberinde
getirecektir. Heidegger’e göre, tamamlanmamış nihilizmden kaynaklanan söz
konusu strateji, her ne kadar şimdiye kadarki değerleri başka değerlerle
değiştirse de, yeni değerler, eski değerleri değerli kılan aşkınlık alanına
yerleştirildiği için, yani yeni değerlerin oluşturulmasında eski değerlendirme
biçimi temel alındığı için nihilistik olarak kalacaktır. Halbuki nihilizmin
aktif formuna karşılık gelen tamamlanmış nihilizm, yalnızca eski değerlerin
yerine yenisini koymakla kalmaz, aynı zamanda kendisinden hareketle değer
üreteceği yeni bir değerlendirme biçimini de ortaya koyar .
Tamamlanmış nihilizmin, nihilizm sorununun üstesinden gelme amacına matuf
sahici bir strateji sunabilmesi, tam da onun bu niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Zira, nihilizm sorununun üstesinden gelinmesi, ancak, bu sorunun bir mantık
olarak kendisinde taşındığı metafizik düşünce ve onun modern uzantılarının
ötesinde, yeni bir düşünme ve değerlendirme biçimiyle mümkün olabilir.
Yetkinleşmiş biçimi ile Avrupa nihilizmi, nihilizm sorunu ile gerçek anlamda
yüzleşebilme imkanını sunarak, metafiziksel olmayan bir düşünme biçiminin de
yolunu açar.
B-
Nietzsche’nin Metafizik Eleştirisi
Nietzsche’ye göre, metafiziksel
olmayan bir düşünme ve değerlendirme biçiminin oluşturulması, metafiziğin
anlamının yeniden değerlendirilmesiyle işe başlamayı gerektirir .
Zira ahlâk, metafizik, din ve diğer değer sistemleri, hem yaşamın sağlıklı
sürekliliğini onaylayan (nihilistik olmayan), hem de yaşamla bağlantıyı koparan
(nihilistik) niteliklere sahip olabilirler. Platon’un, Kant’ın, Schopenhauer’un
metafiziksel sistemlerinin nihilistik mahiyeti ve buna bağlı olarak
Nietzsche’nin bu sistemlere yönelik eleştirisi, söz konusu sistemlerin yaşamla
olan bağlantısızlığın örnekleri olarak görülmesinden kaynaklanır .
Bu durumda, nihilistik olmayan bir düşünme biçiminin, ancak varoluşsal
sürekliliği bozarak kendini idame ettirebilen metafizik düşüncenin temel
karakteristiklerinde yönelik köklü bir eleştiri üzerinde temellenebileceği
ortadadır.
Schutte’a göre, Nietzsche’nin
metafizik eleştirisi; varlık-oluş, benlik-dünya, istem-neden, ebedilik-zaman
düaliteleri ve bu bunların arkaplanını oluşturan kendinde şey-görünüş düalitesi
etrafında şekillenir. Nietzsche, metafizik düşünce geleneğine cevap olarak
sunduğu ebedî dönüş ve güç istemi teorileriyle ise, varoluşun
bütününü akan bir enerji olarak yorumlayarak, bir anlamda söz konusu
düalitelerin içerdiği kutuplar arasındaki uçurumu kapatmaya çalışır .
Varlık-oluş düalizmi bağlamında
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin varlık kavramını reddi, üç temel tezden
kaynaklanır: İlk olarak, Nietzsche’ye göre, fiziksel dünyanın gerçekliğinin
ötesinde başka bir gerçeklik yoktur. Üst bir gerçeklik olma iddiasındaki
metafiziksel gerçeklik, yalnızca bir kurgudur. İkincisi, spesifik olarak
zamanın ve oluşun üzerinde düşünülen bir metafiziksel gerçeklik için kullanılan
varlık kavramı da bir kurgudur. Üçüncüsü ise, daha genel anlamda oluşun çeşitli
tezahürlerini niteleme amacına matuf adlar kullanmak yanıltıcıdır; bu anlamda
metafiziğe yönelik bir eleştiri, dilin kullanımından türetilen çeşitli
kategorilerin eleştirilmesini de beraberinde getirir .
Belirli bir tutunumluluğu ve
güvenliliği tesis eden varlık kavramı ve bu varlık kavramına bağlı olarak
türetilen kategoriler, Nietzsche’nin güç istemi teorisiyle yakından ilişkilidir
. Zira varlık biçiminde bir mevcudiyete duyulan ihtiyaç, insan
varlığının, geçici varoluşu kontrol etme hususundaki güçsüzlüğünden kaynaklanır.
Kişi bunu, olup bitmiş olan şey üzerindeki güçsüzlük olarak hisseder. Bu,
geriye dönük olanı isteyemeyen benlik için büyük bir ıstıraptır. Geçmişin
istenilen biçime çevrilememesinden kaynaklanan güçsüzlüğün üstesinden gelinmeye
çalışılırken, oluşun ötesinde kurgulanan bir varlık kavramına müracaat edilir.
Böylece sorumluluk ve günah, gelip geçici olduğu varsayılan ampirik benliğe ve
oluşa yüklenerek geçmişi tersine çevirememeden kaynaklanan güçsüzlük, geçmişe
yönelik bir hınçla telafi edilmeye çalışılır. Geçmişin günahkarlık biçiminde
yaşamın şimdiki gelişimini rahatsız etmesinin sonucu ise, zamana duyulan
hınç/nefret olarak kendisini gösterir .
Bu noktada Nietzsche’nin
metafizik düşünceye cevabı, ebedî dönüş öğretisidir. Ebedî dönüş öğretisi, oluşun
üzerinde bir varlık nosyonunu reddettiği için, oluşun masum olarak görülüp
onaylanmasını gerektirir. Fakat, Schutte’un da belirttiği gibi, bu öğreti, her
şeyin yok olacağı ve geçip gideceğinden hareketle istemi durduracak bir tarzda
yorumlanmamalıdır. Zira böyle bir yorum, zamana karşı daha kurnazca bir hıncın
söz konusu olduğu nihilistik bir stratejiyi ifade eder . Halbuki,
güç istemi teorisi ile ilişkisi bağlamında ele alındığında, Nietzsche’nin ebedî
dönüş öğretisi, yaşam karşısındaki zayıflığın dışa vurumu olan pasif bir
onaylamaya değil, kişinin kendini alt etme çabasını ifade eden aktif bir
onaylamaya işaret eder.
Benlik-dünya ayrımı, bir
anlamda varlık-oluş ayrımının bir sonucu olarak görülebilir. Nietzsche, bu
ayrımın kökenine ilişkin soruşturmasını, hafıza ile unutkanlık arasındaki
ilişkiden hareketle yürütür. Şeylere yönelik adlandırmalar ve onları
birbirinden ayırma, yaşamın dinamik birliği anlamında varoluşsal süreklilikten
kopmayı gerektirecektir. Bu kopuş ise, hatırlama ve unutma ile birlikte
gerçekleşir. Kişi sürekliliğini, hatırlamak için seçtiği şeylerle kanıtlamaya
çalışır. Fakat hatırlama, aynı zamanda bir unutma biçimidir de. Çünkü,
geçmişteki belirli şeylerin hatırlanması, hatırlanmak istenmeyen diğer birçok
şeyin izinin silinmesi pahasına olur . Böylece, hatırlamak
istediğimiz şeyler arasında hafızada kurulan süreklilikten hareketle, benliğe
de bir süreklilik kazandırılır. Yani benlik dediğimiz metafiziksel bir
kendiliğe ulaşılır. Metafizik düşüncenin değişmeyen bir öze sahip, bir kendilik
olarak telâkki edilebilecek benlik anlayışına karşın, Nietzsche, kişinin
bedeninde ve deneyimlerinin toplamında ifadesini bulan yaşam süreci anlamında
bir benlik anlayışını savunur . Nehamas’ın da ifade ettiği gibi,
Nietzsche’nin sürekli, dünyadaki her şeyin karşılıklı olarak birbirine bağlı
olduğunu vurgulaması, onun, etkilerin bütününden ayrı, ötesinde veya ardında
bulunma anlamını içeren kendinde şey nosyonuna yönelik eleştirilerinin temelini
oluşturur . Eğer bir şey karşılıklı ilişkiler ağından koparılamıyorsa,
bu durumda benlik de dünyadan koparılamaz.
Her şeyi etkilerin toplamı
olarak telâkki eden bir düşüncenin, neden-sonuç düalitesini de kabul etmeyeceği
ortadadır. Schutte’a göre, Nietzsche’nin bu düaliteye yönelik itirazının
arkasında, onun, aşkın anlamda nedenlerin varolduğuna ilişkin bir düşünceyi
reddetmesi bulunmaktadır. Nietzsche, nedenselliğin insan varlığı için faydalı
olduğunu düşünmekle birlikte, ona aşkın bir anlam yüklenmesine karşı çıkar
.
Hume gibi Nietzsche’de nedensellik nosyonunun, alışkanlıklar tarafından
koşullandırılmış psikolojik bir yanılsama olduğunu düşünür. Fakat Nietzsche,
zorunluluk olarak yorumlanan düzenliliğin nedeninin, bilinmeyene yönelik korku
içerisinde olan insanlar olduğunu iddia ederek Hume dan da öteye gider . Bu
anlamda nedensellik, olaylar arasında insana içerisinde kendisini güvende
hissedebileceği bir düzenlilik sunarak, onun, olumsallığın riskleri karşısında
duyduğu korkuyu telafi eden nihilistik bir işlev görür. Nietzsche, neden-sonuç
düalitesiyle bağlantılı olan özgür istem-neden düalitesini de, aynı nedenden
dolayı reddeder. Özgür istem bir anlamda benlik-dünya ayrımının bir sonucu
olarak, benliğin bir kendilik olarak görülmesinden kaynaklanır. En tipik
örneğini Kant’ın ahlâkî özgürlük düşüncesinde bulan söz konusu düalite, özneye
fenomenal alanda hüküm süren zorunlulukların dışında kalabilmek ve sonucun
bizatihi nedeni olabilmek anlamında bir aşkınlık atfeder. Nietzsche’nin özgür
istem eleştirisi, hem genel anlamda, öznenin içinde bulunduğu düşünülen aşkın
bir alanın varolduğuna yönelik bir eleştiriyi, hem de özelde, bedenin özün
yönetimindeki bir görünüş olarak kabul edilmesini dikte eden öz nosyonunun
eleştirisini içerir .
Yukarıda varlık-oluş,
benlik-dünya, ebedilik-zaman, neden-sonuç, istem-neden şeklinde sıraladığımız
ve Nietzsche’nin eleştirileriyle birlikte sunduğumuz düalitelerin, metafizik
düşüncede daha temel bir işlev gören kendinde şey (gerçek)-görünüş (yanılsama)
düalitesinin türevleri olduğunu söyleyebiliriz. Zira söz konusu düalitelerde
varlık, benlik, ebedilik, neden, istem gelip geçici olmakla, yani fani olmakla
malül olduğu düşünülen görünüşün karşısında, onun üstünde birer kendilik olarak
sunulurlar. Bu anlamda Nietzsche’nin, her biri varoluşsal sürekliliği yadsıyan
söz konusu düaliteler hakkındaki eleştirileri, onun, metafiziksel kendilik
nosyonuna yönelik köklü eleştirisinin tamamlayıcı bir parçasını oluşturur.
Kendinde şeyi görünüşten nitelikçe farklı kılan şeyin ona, onu oluşun
‘kusurlarından’ ari kılan özsel bir nitelik atfedilmesi olduğu düşünüldüğünde,
bu köklü eleştiri aynı zamanda, daha önce metafizik düşüncenin temel bir
karakteristiği olarak zikrettiğimiz özcülüğün bir eleştirisi olarak da görülmek
durumundadır.
Kendinde şey-görünüş
dikotomisinin, Nietzsche’nin, ilk çalışmalarından son çalışmalarına kadar karşı
çıktığı bir ayrım olduğunu söyleyebiliriz. Nehamas’ın da işaret ettiği üzere,
Nietzsche’nin düşüncesi, tam da görünüş ve gerçeklik arasındaki ayrım fikrine
karşı çıkmasıyla belirginlik kazanır . Nietzsche’nin, Yunanlıların
Trajik Çağında Felsefe adlı çalışmasında, Parmenides’le Herakleitos’u
kıyaslarken, oluşun masumiyetine vurgu yapan Herakleitos’u, oluşu, bir görünüş
ve yanılsama olarak gören ve oluşun ötesinde değişmeyen Varlık kavramını
yücelten Parmenides’e nazaran kendisine daha yakın olarak görmesi ve Ecce Homo’da, gerçek dünyanın
aslında gerçeğin değerini, anlamını ve doğruluğunu harcayan bir kurgu olduğunun
altını çizmesi , bu karşı çıkışın örnekleri olarak gösterilebilir.
Nehamas’a göre, Nietzsche
yalnızca, kendinde şey ve görünüş arasındaki ayrıma saldırmakla kalmaz, aynı
zamanda bu ayrımın kökenine ilişkin psikolojik bir açıklama da öne sürerek bu
ayrımın, benliğin düşüncelerinden, arzularından ve eylemlerinden bağımsız
olarak tesis edilmiş bir töz olduğuna ilişkin inancın dış dünyaya
yansıtılmasından ibaret
olduğunu iddia eder . Nehamas ın dikkat çektiği psikolojik izah, diğer
ayrımları açıklamak için de kullanılabilir. Nietzsche’ye göre kişi, öznenin
etkileri yaratan bir şey olmadığını, fakat sadece bir kurgu olduğunu idrak
ettiği zaman, şu hususları da bu çıkarımın bir sonucu olarak kabul etmek
durumunda kalacaktır. Sadece bir özne modelinden sonra, şeylerin gerçekliği
icat edilir ve duyumların karışımı içine yansıtılır. Şayet etkin bir özneye
inanılmazsa, şeylerin etkin gerçekliğine olan inançta kaybolur ve bizim şeyler
diye isimlendirdiğimiz bu fenomenler arasındaki sebep-sonuç ilişkisi de
kaybolur. Nihayetinde kendinde şey de kaybolur. Çünkü bu, temelde kendinde özne
nosyonunun bir yansımasıdır. Özne bir kurgu olarak nitelendiğinde, kendinde şey
ve görünüş ayrımı da savunulamaz bir hal alacaktır. Etkin bir özne kavramını
terk edildiğinde, öznenin kendisi üzerinde etkin olduğu nesnenin de terk edilmesi
kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla özne ve nesne kavramının terk edilmesiyle
birlikte, töz kavramı ve onun değişik türevleri olan madde, ruh ve diğer
koşulsuz kendilikler de terk edilecektir .
Eğer Nietzsche’nin karşı
çıktığı gerçek-görünüş ayrımı, Batı metafiziğinin temelini oluşturuyorsa,
metafiziksel olmayan bir düşünme biçiminin, öncelikle bu ayrımın terk
edilmesine bağlı olacağı da ortadadır. Nietzsche, Putların
Alacakaranlığı’nda, hem “gerçek dünya” nosyonunun sonunda bir mite
dönüştüğünü ve gerçek dünyayla birlikte görünür dünyanın da ortadan kalktığını
belirterek metafizik düşüncenin sona erdiğine, hem de Zerdüşt’ün tam da bu
noktada başladığına dikkat çekerek, kendi düşüncelerinin metafizik düşünce
geleneğinin dışında kaldığına işaret eder . Dolayısıyla Nietzsche,
yeni düşünme biçimiyle nihilizm sorununun da üstesinden geldiği iddiasındadır.
Nietzsche’ye göre, söz konusu sorunun üstesinden gelinmesi, yaşamı onaylayan
yeni bir değerlendirme biçimi temelinde, yeni değerlerin yaratılması yoluyla
mümkün olabilecektir.
Nietzsche gibi, nihilizmi
tarihsel bir yazgı olarak gören Heidegger’in nihilizm yorumu da işte bu noktada
önem kazanmaktadır. Zira Heidegger, Nietzsche’nin, son tahlilde karşı çıktığı
metafizik düşünce geleneğinin içerisinde kalması nedeniyle, her ne kadar
nihilizmi modern Batı tarihinin bir hareketi olarak deneyimleyip, teşhis etse
de, nihilizmin mahiyeti hakkında düşünemediği için, nihilizm sorununun
üstesinden gelmeyi başaramadığı düşüncesindedir .
Surber’e göre, Nietzsche ile
kıyaslandığında Heidegger, Avrupa nihilizmini daha derin bir şeylerin semptomu
olarak görmüştür. Heidegger, klâsik Grek felsefesinin, özellikle Platon ile
birlikte Hakikat ve Varlık’ın anlamları bakımından bir dönüşüme uğradığı
kanaatindedir. Platon ve Aristoteles’ten, yani hakim felsefî disiplin olarak
Batı metafiziğinden önce, düşünme Grek şiirinde, trajedisinde ve preSokratesçi
filozoflarda, hakikatin açıklığı içinde Varlık’ın anlamının ifşa olduğu bir
süreç şeklinde kendini gösterirken, Platon ve Aristoteles’le birlikte,
Varlık’ın anlamı tedrici olarak özel varlıkların çeşitleriyle tanımlanır hale
gelmiş ve hakikat, artık anlamın ifşa olduğu bir süreç değil, dünyayı oluşturan
değişik cinsteki varlıklara gönderme yapan bireysel önermelerin mantıksal
fonksiyonuna indirgenmiştir. Söz konusu dönüşüm, varlıkları felsefî ilginin
merkezine yerleştirerek, Varlık’ın, varlıkların soyut bir temeli olarak
görülmesi ve nihayetinde üzeri örtülerek felsefe tarafından kabul edilemez hale
gelmesi sonucunu da beraberinde getirmiştir. Heidegger’e göre, Varlık’ın
üzerinin örtülmesiyle beraber, Varlık’ın hakikati sorusu da düşünceye
yasaklanmış ve böylece Batı kültürünün köklerine nihilizm yazılmıştır .
Bu anlamda Heidegger,
nihilizmi, Varlık’ın hakikati ile ilişkili olan ve kendisini Varlık’ın
tarihinde gösteren bir yazgı olarak görür. Bu yazgı, Varlık’ın kendisini
gizlediği bütün bir Batı metafiziğinde (Platon’la başlayıp Nietzsche ile sona
eren bir düşünce tarihinde) hüküm sürmüş ve metafiziğin sonunda, yani Varlık’ın
tamamen unutulduğu, içinde Varlık’tan hiçbir şey kalmadığı bir tarihsel dönemde
açığa çıkmıştır . Heidegger’e göre, nihilizmin mahiyeti tarihsel
olarak metafizikle ilişkili olduğundan, nihilizme ilişkin doğru bir
değerlendirme, metafiziğin mahiyetine yönelik bir düşünmeyi ,
metafiziğin mahiyetine yönelik bir düşünme ise, metafizikle yetinmeyen bir
düşünceyi gerektirir. Heidegger için nihilizm sorunu bakımından böyle bir
düşüncenin önemi de, metafizik düşünce içinde kalındığı müddetçe, nihilizm sorununun
tam olarak kavranamayacağı gerçeğinden kaynaklanır.
Heidegger’e göre metafizik,
varolanın, varolan olarak düşünülmesi anlamına gelir. Varolanın ne olduğunun
sorulduğu her yerde varolan, varolan olarak düşünülür . Metafizik,
varolanı hep varolan olarak tasarımladığı için, Varlık’ın kendisi üzerine
düşünemez . Böylece, daha başlangıcından itibaren, Varlık’ın
hakikati ile ilgili bir soru, metafizik düşüncenin dışında kalır. Çünkü,
metafizik düşüncede, bütün varolanların kendisiyle irtibatlı olduğu, bu nedenle
de, kendisi ışığında anlaşılabileceği Varlık yerini varolanların bütününü ifade
eden bir varolan anlamında varlığa bırakır. Yani, metafizik düşüncede Varlık
ile varolan arasındaki Heidegger’in önemsediği ontolojik fark ortadan kalkarak,
Varlık bir varolan olarak tasarımlanır. Varlık bir varolana indirgendiği
ölçüde, kendisi için ve kendisinde olageldiği şekilde, kendisini ifşa eden,
yani zamansal olan ve bu nedenle de tasarımlanması ve ele geçirilmesi mümkün
olmayan hüviyetini kaybederek, sabit, zamanüstü, ezelî ve ebedî nitelikleri
haiz bir bilgi objesi haline gelir . Yani Varlık, metafizikçinin,
nedir? sorusunun cevabı olarak, mahiyetini ele geçirebileceğini, bütünüyle
kavrayabileceğini düşündüğü bir kendiliğe dönüşür. Heidegger’in de belirttiği gibi,
metafiziksel bir soru, bir şeyin ötesi hakkındaki bir sorudur .
Metafizikçi, nedir? sorusu ile, varolanın, Varlık’ın kendisini sunduğu zamansal
mevcudiyetini yadsıyarak (zamanı ilga ederek), onun değişmediğini, sabit
olduğunu düşündüğü özüne (varolan olarak tasarımladığı varlığın bilgisine)
ulaşabileceğini düşünür. Fakat Heideggerci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, metafizikçi, varolanı, Varlık’la ilişkisini ihmal ederek
varolan olarak düşündüğü ve bu yüzden de, onun, Varlık’ın kendisini ifşa ettiği
zamansal mevcudiyetini gözden kaçırdığı için, aslında söz konusu olan Varlık’ın
unutulmasıdır.
Daha önce, düalizm ve özcülüğün
metafizik düşüncenin iki temel karakteristiği olduğu yönünde yapmış olduğumuz
tespit, Heidegger’in metafizik düşünceyle ilgili değerlendirmeleriyle de
desteklenebilir. Varlık (varolan) nedir? sorusu ile metafizik, görünürdeki
varlığın ötesinde, gerçek bir varlığın bulunduğuna işaret ederek, gerçek-
görünüş ayrımını, ulaşılmak istenen şeyin, gerçek varlığa atfedilen zamanüstü, değişmez
niteliği haiz bilgi olduğunu ima ederek de, özcülüğü temel olarak almış olur.
fakat Heidegger’in metafizik yorumu, metafizik düşüncenin bir başka önemli
karakteristiği olan hümanizme de ışık tutar. Her ne kadar Nietzsche’nin
de, kurgusal özne nosyonuna yönelik eleştirileriyle, hümanizmi hedef olarak
aldığı ve bir anlamda hümanizmi, metafizik düşüncenin temel bir karakteristiği
olarak gördüğü şeklindeki bir değerlendirmeyi kabul ediyor olsak da,
Heidegger’in hümanizme ilişkin değerlendirmelerinin, metafizik düşüncenin
mahiyetini anlamak açısından daha önemli olduğu kanaatindeyiz.
Heidegger’e göre, hümanizmin
her türü, ya bir metafiziğe dayanır, ya da bir metafiziğin dayanağı olarak
işlev görür . Bu anlamda metafizik-hümanizm ilişkisi çift yönlüdür.
Her hümanizm, insanı, özünün ilişkili olduğu Varlık’tan ayırarak, bir varolan
olarak tasarımladığı ve varolan nedir? metafiziksel sorusunu, insana
yönelterek, insanın değişmeyen, sabit özünün ne olduğunu anlamaya çalıştığı
için, metafiziksel bir mahiyete sahipken, Varlık’ın bir varolan olarak
tasarımlanmasını ifade eden metafizik de, bu tasarımı gerçekleştiren insanî
özneyi gizil olarak tanımı içerisinde barındırdığı için, hümanistik bir
mahiyete sahiptir. Vattimo’nun ifadesiyle, insana merkezî ve dışlayıcı rol
veren bir metafizik olmaksızın, hümanizm mümkün değildir. Öte yandan metafizik
de, ancak onun her şeyi beşerî özneye indirgeyen hümanistik doğası gizli
kaldığı sürece varlığını sürdürebilir. Bu nedenle Vattimo’ya göre, metafiziğin
sonunu simgeleyen “Tanrı’nın Ölümü”, aynı zamanda hümanizmin bunalımına da
işaret eder .
Heidegger, hümanistik bir
düşünce içinde, insan, Varlık’la ilişkisini göz önüne alınmaksızın bir varolan
olarak tasarlandığı için, gerçekte insanın mahiyetinin hümanizme kapalı olduğu
kanaatindedir. Hümanizmin insanı animal rationale olarak tasarlayıp,
onu, animalitasın alanına terk etmesi, bu kapalılığın bir göstergesidir.
Heidegger’e göre, hümanizm metafiziksel doğası nedeniyle, metafiziğin Varlık ve
varolanlar arasındaki ontolojik farkı gözetmemesine paralel bir şekilde,
insanın diğer varolanlarla farkını göz ardı eder . Hümanizmin,
insanı, diğer varolanların “tiranı” olarak görmesine karşın, Heidegger,
gerçekte insanın, Varlık’ın evi olan dilin koruyucusu olduğuna dikkat çeker
. Heidegger’e göre, insan, animal rationaleden daha fazla bir
varolandır. Çünkü insan, varoluş tarzında bir varolandır. Bu varolma tarzının
insana mahsus olması, diğer varolanların gerçekte varolmadıkları, yalnızca bir
tasarımın ürünü oldukları anlamına değil, yalnızca “insanın, Varlık’ın
açıklığında durarak içerde durması sayesinde, varlığı Varlık’ta, Varlıkça
ödüllendirilmiş bir varolan olduğu anlamına gelir.” Bu anlamda Heidegger, kendisinin hümanizme
karşı çıkan tavrının, hiçbir şekilde gayri insanî olanı savunmak ya da gayri
insanî olanı yüceltmek anlamına gelmediğine işaret ederek, hümanizme karşı
cephe almasının nedeninin, hümanizmin, insanın hümanitasını layık olduğu
yere yerleştirememesi olduğunun altını çizer. İnsanın asli kıymetinin, hiçbir
şekilde, hümanizmde tasavvur edildiği biçimde, diğer varolanlar arasında
imtiyazlı bir varolan anlamında bir özne olmasından kaynaklanmadığına dikkat
çeken Heidegger, bütün varolanların, içinde kullanıma hazır nesneler durumuna
dönüştükleri modern tekniği de, böyle bir insan tasavvuruyla ilişkili olarak
görür .
Heidegger’e göre, teknik
yalnızca bir araç değildir. Teknik, gizini açmanın bir tarzıdır .
Yani teknik, Varlık’ın kendini ifşa etme biçimlerinden biridir. Modern teknik
de, bir gizini açmadır. Fakat, “modern tekniğe bütünüyle hakim olan gizini
açma, poiesis anlamında bir öne çıkmaya doğru açılım kazanmaz. Modern
teknikte hakim olan gizini açma, doğaya, onun söküp alınabileceği enerjiyi
tedarik etmesi şeklinde makul olmayan bir talebi dayatan bir meydan okumadır.”
Bu anlamda modern teknik,
Heideggerci perspektifte metafizik düşüncenin, insanı merkeze alan ve her şeyi,
onun kullanımına sunmak için nesneleştiren hümanist mahiyetinin bir sonucu
olarak kendini gösterir. Bununla birlikte, metafiziğin yazgısı olan modern teknik,
yalnızca insan dışındaki diğer varolanları nesneleştirmekle kalmaz, aynı
zamanda insanı da nesneleştirerek, onu, Varlık’ın, onun mevcudiyetinde ifşa
olması anlamında, özgürlüğünden yoksun bırakır . Vattimo’nun da
işaret ettiği üzere, hümanizm metafizik bir mahiyete sahip olduğundan,
metafiziğin sonu hümanizmin de krizini beraberinde getirmiştir. Metafizik
düşüncenin, kendi sonunda tecessüm etmiş olduğu teknoloji, bir dehümanizasyon
süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç de, kendini, bilim ve rasyonel
olarak kontrol edilen üretim kapasitelerine dayanarak, insanı şekillendirme
adına, hümanistik kültürel ideal ve değerlerin yerinden edilmesi olarak
gösterir . Surber’e göre, Heidegger’in düşünce izleği bağlamında
düşünüldüğünde, bilim ve teknolojinin değerden bağımsız güçler olarak işleyen
mantığının, insan ilişkilerinde de egemen olmasının ve böylece insanı yaşamında
müracaat edebileceği anlam ve değerlerden mahrum bırakmasının sonucu, çağdaş
dünyanın nihilizmidir .
Heidegger, Varlık’ın
varolanlarca terk edilmesinden kaynaklanan evsizliği, Varlık’ın unutulması
şeklinde dile getirdiği nihilizmin bir belirtisi olarak görür. Heidegger’e
göre, Varlık’ın unutulması, kendini, insanın yalnızca varolanları gözetmesi ve
onlar üzerinde etkide bulunma çabasıyla dolaylı olarak bildirir .
Varlık’la ilişkisini kaybetmiş olan insan, evsizliğini, yeryüzünde hakimiyet
kurmaya çalışarak telafi etmeye çalışır. Doğru bir insanlık, doğru bir eve
dönüş adına, dünyayı ve insanlığı kendi girişiminin bir parçası haline getirerek,
aslında kendi mahiyetine karşı hareket eder. Varolanları, varolan olarak her
talep edişinde insan, evsizlik duygusunu daha da derinleştirir. Çünkü bu
şekilde hareket ederek insan, kendisininki de dahil olmak üzere, her türlü
meskenin vuku bulmasına imkan verecek ve böylece kendisine ve diğer varlıklara
karşı yabancılığını ortadan kaldıracak olan Varlık’ın ışığından gittikçe
uzaklaşacaktır .
Nietzsche gibi Heidegger de,
nihilizmi yalnızca bir sorun olarak görmez; onun aynı zamanda, kendisiyle
birlikte ortaya çıkan sorunların alt edilmesine imkan verecek fırsatları
sunduğunu da düşünür. Heidegger, bu fırsatların fark edilmesinin, nihilizmin
tamamlanmasına bağlı olduğu konusunda da, Nietzsche ile hemfikirdir. Fakat
Nietzsche’nin, kendi düşüncelerini nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik
başarılı bir girişim olarak sunmasına karşın Heidegger, Nietzsche’nin
düşüncelerinin nihilizmin varmış olduğu nihai noktayı (nihilizmin
tamamlanmasını) temsil ettiği kanaatindedir . Heidegger’e göre,
Nietzsche’nin nihilizmi alt etmeye yönelik girişiminin başarısız olması, son
tahlilde, Nietzsche’nin de metafizik düşünce geleneği içinde kalmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Nietzsche de bir metafizikçidir; çünkü o da, Varlık’ı Varlık
olarak düşünmek yerine, onu bir varolan olarak tasarımlar. Nietzsche de diğer
metafizikçiler gibi, bütün varolanların temel karakteristiği olma niteliğini
haiz bir açıklama prensibi sunar. Heidegger, Nietzsche’nin metafiziğinde,
varlık nedir? sorusuna verilmiş bir cevap olarak gördüğü Güç İstemi’nin,
böyle bir açıklama prensibi olarak işlev gördüğünü düşünür .
Heidegger’e göre, Nietzsche,
güç istemi öğretisiyle aynı zamanda metafizik düşüncenin hümanist karakterinin
bir sonucu olarak kendini gösteren ve modern dönemde Descartes’ın
düşüncelerinde belirginleşen öznellik nosyonu da en ileri biçimine
ulaştırmıştır . Bir varolan olarak insanın, kendini güvence altına
alması, kendi kesinliğini kendinde bulmasını ifade eden öznellik nosyonunun
dayandığı temel ilke, Descartes’ta soyut akıl idi. İnsan akıl dolayımıyla
varolanları tasarımlıyor, nesneleştiriyor ve böylece kendi kesinliğini güvence
altına alıyordu. Fakat daha önce de işaret ettiğimiz üzere, insanın, kendisini
ve diğer varolanları birer varolan olarak tasarımlaması, onun, diğer
varolanlardan ve kendi mahiyetinden yabancılaşması sonucunu da beraberinde
getirmiştir. Bu nesneleşme süreci, insanı da içine almış ve insan da, modern
tekniğin mantığının hüküm sürdüğü bir nesne haline dönüşmüştür. Böylece, kendi
mahiyeti ve diğer varolanlarla bağlantısızlığının derinleşmesine paralel
olarak, insanın kendi kesinliğini güvence altına almada soyut akıl da işlevini
kaybetmeye başlamıştır. İşte bu noktada güç istemi, varolanların daha çok talep
edilmesinde kendini gösteren, insanın, kaybettiğini düşündüğü kesinliğini
yeniden güvence altına almak için müracaat ettiği yeni bir prensip olarak
ortaya çıkmıştır. Böylece Descartes’ta normatif bir karakter arz eden öznellik,
Nietzsche’de en kamil biçimine ulaşmış ve Heidegger’in ifadesiyle, güdüler ve etkiler
anlamında bedenin, yani güç isteminin öznelliği olarak mutlak bir hüviyete
bürünmüştür .
Heideggerci bir perspektifle
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin düşüncelerinin nihilistik mahiyeti, tam da onun
bu öznelciliğinden kaynaklanır. Zira o, Varlık’ı Varlık olarak değil, bir değer
olarak ele alarak, içerisinde değer biçici bir özne nosyonunu barındıran, değer
biçici bir düşünceye sahip olduğunu gösterir . Nietzsche, Varlık’ı
güç isteminin kendi korunması ve büyümesi* için koymuş olduğu bir değer olarak
gördüğünden, Varlık’ın, özünde güç istemi olduğunu düşünür. Böylece Nietzsche,
düşünceleriyle nihilizmin en aşırı formunu sergiler. Çünkü, varolanın kendisini
güç istemi biçiminde ifşa etmesi, onun Varlık’tan mahrumiyetin en ileri
derecesine ulaştığını gösterir . Bu anlamda, metafizik düşüncenin
yazgısı olan nihilizm, Nietzsche’de, metafizik düşünceyle birlikte tamamlanmış
olur.
Heidegger, bizatihi Varlık’ın
tarihinin mahiyeti olarak nihilizmin mahiyeti dikkate alındığında, söz konusu
tarihin, insanın etkisi altına alınması, insanın pür istemine tabi kılınması
anlamında nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik bir planın da, anlamsız hale
geleceğini düşünür. Böyle bir üstesinden gelme düşüncesi, yokluk üzerinde
ilerlemeyi varsaydığı için, temelsizdir de. Heidegger için gerekli olan şey,
Nietzsche’nin yaptığı gibi metafizik düşünceye ve onun uzantısı olan nihilizme
direkt bir karşı çıkış değil, Varlık’ın kendisi tarafından teşvik edilen,
bizatihi yokluğunda Varlık’la karşılaşmayı kabul eden bir düşünmedir.
Heidegger’e göre tamamlanmış nihilizm, bu karşılaşmanın zeminini oluşturarak,
insanın, Varlık’ın kendini ifşa edici mahiyetiyle, dolayısıyla da Varlık’ın
kendini ifşa ettiği kendi mahiyetiyle ilişkisini keşfetmesi için bir fırsat
sunar .
D- Hegel
Sonrası Felsefe ve Nihilizm
Nihilizm tartışması bakımından
Nietzsche ve Heidegger’in önemi, iki düşünüründe idealist felsefeye yönelik
mesafeli tutumlarından kaynaklanır. Bu nedenle her iki düşünür de nihilizmi,
Batı düşünce tarihinde uzun bir süre hakimiyetini sürdürmüş olan idealizmin bir
sonucu ve sonu olarak teşhis edebilmişlerdir.
Vattimo’nun da işaret ettiği
üzere, idealist felsefeden kopuş, belirli bir tarihsel sürecin sonunda
gerçekleşebilmiştir. Varlık’ın sabitliğinin çözülmesi, kısmen ancak 19.yy.
metafiziksel tarihselciliğinin büyük sistemleri içinde olmuştur. Bu sistemler
Varlık’ı “olan” bir şey olarak değil, “oluş” olarak anlamışlardır. Fakat
metafiziksel tarihselcilik oluşun belirli bir ideal istikrarı muhafaza
ettiğini, zorunlu ve bilinen ritimlere göre vuku bulduğunu kabul ederek,
idealist düşünceyle olan ilişkisini sürdürmüştür. Buna karşın Nietzsche ve
Heidegger Varlık’ı olay olarak algılamışlardır. Vattimo’ya göre, hem Nietzsche
hem de Heidegger için Varlık’tan söz edebilmemiz, bizim ve Varlık’ın hangi
noktada olduğunun bilinmesine bağlıdır. Varlık olayından başka bir şey olmadığı
için ontoloji de (Varlık’a ilişkin bilgimiz de), durumumuzun yorumundan başka
bir şey değildir. Vattimo, Varlık’ın kendimizde tecrübe ettiğimiz olayının ise,
bizim ve Varlık’ın tarihselleşmesine bağlı olduğuna dikkat çekerek, Nietzsche ve Heidegger’in
tarihsel Varlık nosyonlarıyla idealist felsefenin (metafizik düşüncenin)
ötesinde* bir konuma sahip olduklarına işaret eder.
Vattimo, Nietzsche ve
Heidegger’in Varlık yorumları arasında varolduğunu düşündüğü benzerlik
ilişkisinden hareketle, her iki düşünürün nihilizm yorumlarının da benzer
olduğunu iddia eder. Buna göre, Nietzsche’nin güç isteminde, “insanın merkezden
x’e doğru yuvarlandığı durum” şeklindeki belirlemesiyle, Heidegger’in, “içinde
Varlık’tan hiçbir şeyin kalmadığı süreç” şeklindeki belirlemesi temelde
aynıdır. Vattimo, her ne kadar, Heideggerci tanımın insanın Varlık’ı unutmasına
göndermede bulunduğunu kabul etse de, bunun, nihilizmin, insanın unutulan fakat
yok olmayan Varlık’ın sağlamlığına sığınarak katlanabileceği bir bilgi
aldatmacası olduğu anlamına gelmediğine dikkat çeker . Vattimo, iki
düşünürün nihilizm yorumları arasındaki benzerliğin daha iyi anlaşılabilmesi
için, Heidegger’in Varlık’ın değere indirgenmesi şeklinde yapmış olduğu
nihilizm tanımındaki değer kavramının, mübadele değeri olarak yorumlanmasını
önererek, Heidegger’in tanımını, Varlık’ın mübadele değerine indirgenmesi
biçiminde yeniden formüle eder. Vattimo’ya göre, Nietzsche’nin, yüce değerlerin
değersizleşmesi tanımının, değer kavramını değil, yüce değer kavramını devre
dışı bıraktığını ve böylece değer kavramının, gerçek anlamını, yani dönüşebilme
ve sonsuz değişebilme kapasitesini ele geçirdiği düşünüldüğünde, Nietzsche ve
Heidegger’in nihilizm tanımları, nihilizmin, kullanım değerinin mübadele
değerine dönüşmesi şeklindeki tanımında örtüşecektir .
Vattimo için
Nietzsche ve Heidegger’in önemi, onların, Varlık’ın çözülmesi olarak kendini
gösteren nihilizmi, bütün açıklığı ile görüp onaylayabilmelerinden kaynaklanır.
Nihilizme yönelik tepkisel tutum alışlarla kıyaslandığında, onlar, kullanım
değerinin mübadele değerine dönüşmesi anlamında nihilizmi, bir fırsat olarak
telâkki etmişlerdir. Buna karşın hümanistik Marksizm, tinsel bilimlerin
kurumsallaştırmasıyla beraber fenomenoloji ve ilk dönem varoluşçuluğu, kullanım
değeri ve onun normlarının yeniden canlandırılmasına yönelik vurguları
nedeniyle, nihilizmin kemale ermesine
karşı dirençler olarak kendilerini göstermişlerdir. Vattimo aynı şekilde, Tractatus
dönemiyle Wittgenstein ve Viyana kültürü ile başlayan, Anglo-Saxon analitik
felsefesinin gelişimine kadar uzanan geleneğin de, Varlık’ın değere dönüşmediği
ideal bir kullanım bölgesi oluşturma çabaları nedeniyle bu dirençlerin bir
örneği olarak görür. Günümüzde nihilizme tepki olarak ortaya çıkan yeniden
özümleme projelerinin dağılışına şahit olmamız, Vattimo’ya göre, Nietzsche ve
Heidegger’in düşüncelerinin sunmuş olduğu ufkun nedenli önemli olduğunun bir
göstergesidir .
Vattimo’nun, Batı düşünce
tarihi içindeki konumları ve nihilizm yorumları bakımından Nietzsche ve
Heidegger’in düşünceleri arasında önemli benzerlikler bulunduğuna ilişkin
tespitini önemseyip kabul etmekle birlikte, onun, iki düşünürün nihilizm
yorumlarının aynı şeye tekabül ettiği yolundaki değerlendirmesini tartışmalı
bulmaktayız. Bize göre, Vattimo’nun bu değerlendirmesi, onun, Nietzsche ve
Heidegger’i, kendisinin de benimsemiş olduğu postmodern bir perspektifin
kurucuları olarak görme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Vattimo,
nihilizmi bir fırsat olarak telâkki eden postmodern anlayışa paralel bir
şekilde, Nietzsche ve Heidegger’in nihilizme ilişkin yorumlarını
değerlendirirken, onların, nihilizmin sorun teşkil eden mahiyetine ilişkin
düşüncelerinden ziyade, nihilizmin sunmuş olduğu fırsatlara işaret eden
değerlendirmeleri üzerinde durur . Vattimo’nun düşünce izleği
dikkate alındığında Nietzsche ve Heidegger, herhangi bir hakikat nosyonuna
sahip olmayan nihilist düşünürler olarak karşımıza çıkarlar. Bu noktada
Vattimo’ya şu itirazlar yöneltilebilir.
İlk olarak, Nietzsche ve
Heidegger, nihilizmi bir fırsat olarak görüp onaylasalar da, onun, ila nihai
kendini devam ettirecek olan bir süreç olduğu kanaatinde değildirler. Bu
anlamda iki düşünür de nihilist olarak nitelenemez. Nietzsche, üst insan nosyonuna
bağlı olarak yeni değerlerin yaratılması yoluyla nihilizmin üstesinden
gelinebileceğine işaret ederken , Heidegger, insanın Varlık’la,
Varlık’ın, onun mahiyetinde kendini ifşa edeceği bir ilişki kurmasıyla birlikte
nihilizmin ötesine geçilebileceğine dikkat çeker .
İkinci olarak Vattimo,
Heidegger’in nihilizm tanımının anlam içeriğini, Nietzsche ve Heidegger’in
nihilizm yorumlarını özdeş kılacak biçimde yorumlamak suretiyle değişikliğe
uğratır. Vattimo’nun, temel aldığı Varlık’ın değere indirgenmesi biçimindeki
nihilizm tanımı, Heidegger açısından bakıldığında nihilistik bir karakter arz
etmektedir. Zira Heidegger’e göre, Varlık’ın bir değer olarak görülmesi
nihilizmin an ileri formuna ulaştığının göstergesidir. Nietzsche’nin, Varlık’ı
değer olarak düşünmesinin nedeni, Heidegger’e göre, tam da onun düşüncelerinin,
nihilizmin söz konusu aşırı formunu muhtevi olmasından kaynaklanmaktadır .
Daha önce de işaret ettiğimiz üzere, Heidegger için nihilizm Varlık’ın
unutulmasıdır. Şüphesiz Heidegger, Varlık’ın unutulmasını yine Varlık’ın
takdiri (Varlık’ın kendini gizlemesi) olarak gördüğü için nihilizme direkt bir
karşı çıkışın anlamsızlığını kabul eder, fakat bu, onun, nihilizmi olumladığı,
Varlık’ın gizlemiş olduğu yüzünü göstermeyeceğini düşündüğü anlamına gelmez.
Son olarak Vattimo,
Heidegger’in, nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik Nietzscheci çabanın
nihilistik olarak kalmasının da temel nedeni olarak gördüğü güç istemi
öğretisinin, öznellik nosyonunun farklı bir biçimini sergilediğine ilişkin
değerlendirmesini gözden kaçırır. Vattimo’nun, çağımızın ilk radikal hümanist
olmayan düşünürü olarak nitelediği Nietzsche , Heidegger’e göre, güç
istemi ve üst insan nosyonlarıyla öznelciliğin ve nihilistik düşünme biçiminin
ulaşmış olduğu en ileri noktada durmaktadır .
Aslında idealist felsefeye
yönelik mesafeli bir tutum alış, Nietzsche ve Heidegger’den önceki düşünürler
için de sözkonusudur. Schopenhauer, Kierkegaard, Feuerbach ve Marx gibi
post-Hegelci düşünürler, idealizmin nihai savunusu olarak düşündükleri Hegelci
felsefeye ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. Fakat bu düşünürler, her ne kadar
idealizmin çöküşünü fark edebilmiş olsalar da, idealizmden tam bir kopuşu
başaramamışlardır. Nihilizm tartışması bağlamında düşünüldüğünde, Steirner
hariç söz konusu düşünürlerin, düşünceleriyle, henüz yetkinleşmemiş nihilizmin
örneklerini sergilediklerini söyleyebiliriz.
Nihistani’nin de belirttiği
üzere, Hegel’in felsefesi, Hıristiyanlık ve Platonculuğun sentezinden oluşan
bir teolojinin son rasyonel savunusu olma niteliğini haizdi. Bu felsefenin
çöküşü, bir anlamda, nihilizmin de vuku bulması demekti . Bu yüzden,
Hegel’in bütün radikal takipçileri, nihilizmin reddetme mantığına uygun olarak,
varolan şeylerin reddini, kendi düşüncelerinin prensibi haline getirmişlerdir.
Löwith, Marx’ın, kapitalist dünyanın tahrip olacağına ilişkin öngörüsünü;
Kierkegaard’ın, romantik ironinin mutlak negativitesini, inanca sıçrama
noktasına doğru şiddetlendirmesini; Stierner’in, kendini hiçlik üzerine
yerleştirmesini; Feuerbach’ın, yeni bir şey yaratmak için mutlak anlamda
negatif olunması gerektiğine işaret etmesini; söz konusu reddetme mantığının
örnekleri olarak görür . Löwith, post-Hegelci düşünürler içerisinde
Hegel’de ifadesini bulan sonu, en radikal tarzda kavrayan düşünürlerin ise,
Marx ve Kierkegaard olduğunu düşünür. Çünkü Löwith’e göre, Marx ve Kierkegaard,
bu sonun ötesinde nasıl ilerleneceği sorusu ile yüzleşebilmişlerdir. Hem Marx
hem de Kierkegaard yeni bir başlangıcın, Hegel’de sonuna ulaştığı düşünülen
yolun devam ettirilmesiyle değil, bu yoldan kesin bir ayrılma ile mümkün
olabileceğini öne sürmüşlerdir. Bunu, Marx sosyal praksis, Kierkegaard ise etik
davranış lehine pür spekülatif düşünceden ayrılma yoluyla gerçekleştirmeye
çalışmıştır .
Fakat Nihistani, Hegel
karşıtlarının, düşüncelerini, nihilizm tarihsel bir sorun olmadan önce ortaya
koymuş oldukları için, her ne kadar nihilizmin habercileri olsalar da, kamil
anlamda birer nihilist olmadıkları kanaatindedir. Ona göre bu düşünürler,
varlık henüz hiçlik olarak tecrübe edilmeden önce, varlığın hükümsüzlüğü olarak
kendini hissettiren sorunun üstesinden gelmeye çalıştıklarından dolayı,
idealist düşünceden tam bir kopuşu başaramamışlardır. Nihistani, Hegel
karşıtlarını, Hegelci idealizme karşıt tutumları nedeniyle realistler olarak niteler.
Bu düşünürler, realitat ile geçmişin sütunları üzerinde varlığını
sürdürmüş olan mutlak idealizmin çöküşünün
akabinde meydana gelen boşluğu
doldurmayı amaçlamışlardır . Realizm, Schopenhauer’da, kurtuluşun yeni bir
imkanı olma amacına matuf istemin metafiziği olarak; Kierkegaard’ta, inanç için
yeni bir temel olma niteliğini haiz varoluşçuluk olarak; Fauerbach’ta ise,
insanlığın gerçekleştirilmesi anlamında yeni bir antropoloji iddiası olarak
kendini göstermiştir .
Schopenhauer’a göre, real olan,
yani algılarımızdan bağımsız olarak gerçek anlamda varolan şey, istemdir. Bu
istem, kör ve akıldışı yaşama istemi olup, diğer bütün şeyler onun birer
tezahüründen ibarettir. Yaşama istemi, bu nedenle, nihai gerçektir. Yani o,
Schopenhauer için, Kant’ın “kendinde şey” olarak adlandırdığı şeye tekabül
etmektedir . Schopenhauer, istemin, sonsuz bir çaba, bitmek tükenmek
bilmeyen bir mücadele olduğunu düşündüğü için, ondan vazgeçmeden insanın
kurtuluşa ulaşamayacağını düşünür . Bu kurtuluş, Schopenhauer’a
göre, kısmi ve mutlak kurtuluş olmak üzere iki şekilde mümkün olabilir.
İlkinden insan sanat yoluyla ilgilerinin ve çıkarlarının üzerine çıkarak
istemin köleliğinden özgürleşir. Fakat sanatın sağlamış olduğu mutluluk geçici bir
mutluluktur . Kalıcı olan, yaşama isteminden vazgeçme, yani
çilecilik yoluyla sağlanan mutluluktur. Schopenhauer, kendisini bencillik,
dayatma ve çatışmada gösteren yaşama istemini kötülüğün kaynağı olarak gördüğü
için, ahlâkın da ancak, bu istemin reddedilmesiyle mümkün olabileceğini düşünür
.
Nietzscheci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, Schopenhauer’ın düşüncelerinin nihilistik mahiyeti, tam
da onun yaşamı yadsıyan kötümserliğinden kaynaklanır. Nietzsche’ye göre,
Schopenhauer’ın yaşama ve istemeye karşı nefretinin arkasında, isteme ilişkin
yanlış bir anlayışa sahip olması bulunmaktadır. Bu yüzden o, istememekte,
amaçsız bir şekilde varoluşta değerli bir şeyler görmüştür .
Nietzsche, düşüncelerinde Hıristiyan ruhunun kalıntılarını taşıdığını düşündüğü
Schopenhauer’ın, bu ruhun çöküşü olarak anladığı decadenceın bir tipi,
onun düşüncelerinin ise, söz konusu çöküşün yarattığı kötümserliğin yansıması
olan pasif nihilizmin bir örneği olduğu kanaatindedir.
Schopenhauer’da pesimizm
biçiminde ifadesini bulan nihilizm sorunu, Kierkegaard’ta can sıkıntısı olarak
kendini gösterir. Kierkegaard, can sıkıntısını, her şeyi birbiriyle
ilişkilendiren bütünlüğün merkezinden, Tanrı’nın kendini geri çekmesi ile
meydana gelen sonsuz boşlukla yüzleşmenin bir sonucu olarak görür .
Kierkegaard’a göre, söz konusu boşluk başlangıçta insana sınırsız bir özgürlük
imkanı sunar. İnsanın yalnızca kişisel duygu ve arzularının peşinden koştuğu estetik
varoluş düzeyinde, şu ya da bu seçeneği tercih etmesinde kendisini
sınırlandıran hiçbir şey yoktur. Fakat insan her tercihinde kendisini sonsuz
sayıdaki diğer seçeneklerden mahrum bıraktığı için seçeneklerin sonsuzluğu
karşısında kendi sonluluğunun farkına varır. Böylece insan, her şeyi anlamsız
hale getiren gelip geçicilikle yüzleşir. Hiçlik derinleştikçe can sıkıntısı da
derinleşir. Kierkegaard bu durumda insanın önünde iki seçeneğin bulunduğunu
düşünür; insan ya umutsuzluk içerisinde varlığını sürdürecek, ya da etik
varoluş düzeyine bir sıçrama yapacaktır.
Kierkegaard’a göre, etik varoluş
düzeyinde insan, belirli ahlâkî ölçüt ve zorunlulukları kabul ederek yaşamına
biçim ve tutarlılık vermeye çalışır . Fakat zamanla ahlâkî yasanın
gerektiği biçimde yerine getirilmesinde kendi yetersizliğini anlar ve kendine
yeterlili olmaklıktan yoksunluğunun ve günahının bilincine vararak, inancın
duruş noktasını seçme ya da reddetme ile karşı karşıya kalır . Bu
durumda insan, ancak Tanrı ile ilişkisini bulduğu dinî varoluş düzeyine
sıçrama yaparak, günah bilincinin yaratmış olduğu sıkıntıdan kurtulabilir.
Kierkegaard, gerçek olanın
evrensel ve aklî değil, kişisel ve varoluşsal olduğunu iddia ederek, spekülatif
düşünceye yönelik mesafeli tutumunu ortaya koymuştur. Fakat Nietzsche ile
kıyaslandığında Kierkegaard, son tahlilde, bireysel varoluşu Tanrı ile ilişkilendirdiği
için teolojik düşüncenin içinde kalmış ve Hegelci düşüncenin çöküşü ile baş
gösteren krizin sonuçlarını, Tanrı’nın ölümünü ilan edecek kadar ileriye
götürememiştir.
Feuerbach ve Marx’ta ise,
nihilizm, bir yabancılaşma sorunu olarak karşımıza çıkar. Her iki düşünür de
söz konusu sorunun üstesinden gelmede, bu sorunun sebebi olarak gördükleri
idealizmin aşılması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Buna rağmen gerek
Feuerbach gerekse Marx’ın, düşüncelerinde, karşısında olduklarını düşündükleri
idealist düşünce geleneğinin izlerini taşıdıklarını söyleyebiliriz.
Feuerbach’a göre yabancılaşma,
insanın kendinden ayrılmasıdır. Bu ayrılmanın temelinde ise din bulunmaktadır.
İnsan dinde, özünü (istek, özlem ve niteliklerini) kendi dışına yansıtarak onu,
Tanrı olarak nesneleştirir. Böylece kendisini zavallı, sefil ve günahkar bir
varlığa indirger. Feuerbach, her ne kadar yabancılaşma sorununun üstesinden
gelerek insanlık için yeni bir imkan sunma amacına matuf antropolojisini din
eleştirisi üzerine inşa etse de, dinin bu yeni antropoloji için görmüş olduğu
olumlu işlevi göz ardı etmez. Zira insanın, kendi özünün, bir idea olarak
insanî özün bilincine varması, ancak dinin gelişim sürecinin sonunda mümkün
olabilmiştir. Feuerbach bu anlamda, politeizmden monoteizme geçişin son derece
önemli olduğu kanaatindedir. Monoteizmle birlikte farklı insanların farklı
isteklerinin yansıması ile nesneleşen tanrıların yerini, bütün insanların ortak
paydası olarak insanî özün yansımasıyla nesneleşen aşkın tek Tanrı düşüncesi
almıştır . Feuerbach’a göre, insan ve Tanrı arasındaki karşıtlık,
teolojik düşüncenin son evresinde, yani Hıristiyan teolojisinin felsefî bir
savunusu olan Hegel’in felsefesinde, Mutlak Akıl’ın sağlamış olduğu
birlik yoluyla giderilmeye çalışılmıştır. Fakat Hegel’in yabancılaşma sorununun
çözümü olarak sunduğu panteizm, gerçekte teolojinin, teolojik açıdan
yadsınmasından başka bir şey değildir. Bu durumda yapılması gereken, Hegel’in
sistemini tersine çevirerek, Tanrı’nın yerine insanı koymaktır .
Böylece insan, Tanrı’ya yansıtmış olduğu özün, gerçekte insanlığa ait olduğunun
farkına varacak ve teolojik düşünce de yerini antropolojiye bırakacaktır.
Feuerbach, her ne kadar,
teolojiden kurtulmanın bir yolunu göstermiş olduğunu düşünse de, Hıristiyan
düşüncesindeki ruh nosyonunun yerine insanî öz nosyonunu ikame ettiği için,
onun düşünceleri de teolojik bir karaktere sahiptir. Zira, hem ruh hem de
insanî öz nosyonu, kişinin kendisine değil, onun dışında, ona bütünüyle yabancı
olan gayr-i maddî bir şeye gönderme yapar . Stirner’in ifadesiyle
“yabancılık, kutsal olanın kriteridir ve kutsal olan şey ise benim olmayan bir
şeydir.”
Marx da, Feuerbach gibi,
nihilizm sorununu insanın yabancılaşması* olarak teşhis eder. Fakat Marx’ta,
yabancılaşılan insanî özün ne olduğu konusu, Fauerbach’taki kadar sarih
değildir. Hatta Marx, praksis felsefesi doğrultusunda, insanı, oluşumunda
insanın kendi eylemlerinin de etkili olduğu toplumsal ilişkilerin bir ürünü
olarak
gördüğü için, düşüncelerini
insanî öz nosyonu üzerine inşa eden Fauerbach’ı eleştirir
Her ne kadar, Marx hakkındaki
genel kanaat onun, erken dönemlerindeki düşüncelerinde barındırdığı hümanizmi
daha sonra terk ettiği şeklindeyse de, bize göre Marx, düşüncelerinin bütününde
öne çıkan özgürlük nosyonu nedeniyle, belirli bir insan doğası anlayışına
sahiptir. Myers’a göre, bu doğa kendini, yaratıcı çalışmada ifade eden insanî
ihtiyaç ve kapasite olarak gösterir. Fakat insanî kapasite, gerçekleştirilmesi
insanın diğer insanlarla ilişki içerisinde bulunmasına bağlı olduğu için,
toplumsal bir niteliği haizdir . Bu durumda Marxçı anlamda özgürlük,
insanın söz konusu kapasitesini gerçekleştirebilmesine, yani insanın kendini
yaratmasına; yabancılaşma ise, insanın bu özgürlük imkanından mahrum kalmasına
işaret etmektedir. Marx insanî varoluşun, kurgulanmış formlar içerisinde
dondurulduğu ve insanların birbirlerini sahip olunan ekonomik roller ve
değerler bağlamında telâkki ettiği kapitalist toplumlarda, yabancılaşmanın da
en ileri biçimine ulaşacağını düşünür . Marxçı bir perspektifte
düşünüldüğünde, insanın özgürlüğüne kavuşabilmesi, ancak kapitalist toplumun iç
çelişkilerinin sonucu olarak yıkılması ve yerini komünist bir topluma bırakması
ile mümkün olabilecektir.
Rosen’a göre, Marx’ın felsefî
antropolojisi, her ne kadar nihilizm sorununun üstesinden gelmiş gibi görünse
de, üstesinden gelinememiş bir insan-doğa düalizmini muhtevi olduğu için,
aslında nihilistik bir mahiyet arz etmektedir. Bu düalizm ise, kendisini,
Marx’ın tarihsel ontolojisi ile insan doğası kavramlaştırması arasındaki
çelişki olarak gösterir. Buna göre, bir yandan insanın kendini yaratması söz
konusu iken, diğer yandan Aristotelyen anlamda kendini tamamlayan bir insan
doğası anlayışı sözkonusudur. Eğer doğa, insanî çalışmanın bir ürünü anlamında
yaratılan bir şey ise, insanî söylemin objektif ölçütü olarak hizmet edemez
. Bu durumda neyin iyi, neyin kötü, komünist toplumun kapitalist topluma
göre daha iyi olup olmadığı gibi sorular karşısında müracaat edilebilecek bir
kriter de yok demektir. Dolayısıyla Marx’ın tarihsel ontolojisinin mantıksal
sonucu nihilizmolup*, Marx’ın düşünceleri de, içerisinde onun tarihselciliğinin
sonucu olan nihilizmi gizleyen ve aslında Marx’ın tarihselciliğiyle çelişkili
bir iyi nosyonunu barındırdığı için nihilistiktir.
Kuşkusuz Marx-nihilizm
ilişkisine yönelik yukarıdaki tespit, Marx’ın bir nihilizm tartışması
bakımından önemini göz ardı etmeyi gerektirmez. Marx’ın önemi, onun, modern
dönemi karakterize eden nihilizm/yabancılaşma sorununa ilişkin
düşünceleriyle, çalışmamızın da
perspektifini oluşturan Nietzsche’nin düşünceleri arasındaki benzerlikler göz
önünde bulundurulduğunda daha da açık hale gelecektir. Caygill’in da ifade
ettiği üzere, Nietzsche ve Marx’ın paylaştığı iki ortak temadan bahsetmek
mümkündür; ilki, modern öznelliğin nihilistik durumunun analizi, ikincisi ise,
bir dönüşüm veya devrim imkanının analizidir. Bu anlamda, her iki düşünür de
kriz düşünürleridir. Fakat onlar krizi, bir hastalığın teşhis edilmesi
anlamında patolojik bir moment olarak değil, aynı zamanda bir karar verme ve
yargılama momenti olarak ta görürler. Her iki düşünür de, krizin, modernitenin
yasa koyucu öznesi olan otonomousun krizi olduğunu fark etmiştir.
Öznellik krizi, Marx’ta, “katı olan her şey buharlaşıyor”, Nietzsche’de ise,
“Tanrı öldü” sözü ile ifade edilmiştir. Aynı şekilde, her iki düşünürün kriz
analizinin merkezi de, “dönüş” kavramıdır. Hem Marx hem de Nietzsche, öznedeki
bir krize işaret etmekle kalmayıp, özneyi dönüştüren devrimci ve aşırı bir
dönüşüme de işaret eder . Warren’ın ifadesiyle, yabancılaşmanın,
proletaryanın şuuruna burjuva toplumunun ötesine geçmek konusunda bir baskı
oluşturacağını düşünen Marx’a paralel bir şekilde Nietzsche de, nihilizmi,
hakim kültürün ötesine geçmede bir imperatif olarak görmüştür .
Marx praksis felsefesiyle, her
ne kadar pratiğe vurgu yapan Nietzsche gibi, Hegelci düşünceye karşıt bir tutum
sergilese de, teleolojik tarih felsefesi ve hümanizmi nedeniyle düşüncelerini,
idealist/metafizik düşüncenin bir devamı olmaktan kurtaramamıştır. Hegel’in ardılları
içerisinde, sekülarize olmuş Hegelciliğin nihilistik özünün farkına varan ve
bunu cesaretle sonuna kadar götürebilen düşünür ise, yalnızca Stirner olmuştur.
Nihilizm terimini kulanmış
olmamasına rağmen, Stirner de, Nietzsche gibi, önceki ideal ve değerlerin kendi
kendilerini tüketerek, hiçliğe doğru çöktüğünü göstermeye çalışmıştır. Stirner
için egoizm, böyle bir çöküşün nihai ve kaçınılmaz sonucudur. Yani
egoizm, dinin, felsefenin ve ahlâkın temellerindeki boşluğun keşfedilmesiyle
zuhur etmiştir . Bu anlamda, tıpkı Nietzsche gibi, Stirner de, yalan
ve ikiyüzlülük üzerine temellenen hayalî bir ruhsal dünya (gerçek dünya)
nosyonundan kaynaklandığını düşündüğü problemin, birkaç bin yıllık tarihin bir
problemi olduğunu ve onun, ancak 19.yy’ın son yarısında bir problem olarak
teşhis edilebildiğini düşünür ve Nietzsche gibi o da, varoluşsal olarak tarihle
yüzleşir .
Stirner, egoizmle
sonuçlandığını düşündüğü söz konusu tarihin evrelerini, “insan yaşamının
gelişimi” metaforuyla ortaya koymaya çalışır. Stirner’e göre, çocuk realisttir.
Dünyadaki nesnelerle yakın bir ilişki içerisindedir ve gerçekliğin onlardan
müteşekkil olduğunu düşünür. Bu evrede insan, henüz kendisinin doğadan ayrı bir
varlık olduğunun farkına varabilmiş değildir. Gençlikle birlikte insan, gerçekliğin,
nesnelerin ötesinde, düşünce düzeyinde bir varlığa sahip olduğunu tasavvur
etmeye başlar. Artık gerçek olan idea/ruh’tur. Stirner’e göre bu evreye
damgasını vuran idealizmdir. Gençlik döneminden sonra insan, nihayetinde,
gerçek olan tek şeyin eşsiz, benzersiz, yani biricik olan kendisi olduğunun
farkına varır. Egoist insan, şeyler ve düşüncelerle kendi memnuniyeti
bakımından ilgilenir .
Nietzsche’nin metafizik düşünce
olarak nitelediği geleneğin, Stirner’deki karşılığı, din, ahlâk ve felsefenin iç
içe olduğu idealizmdir. Tıpkı Nietzsche gibi Stirner de, Sokrates’i, söz konusu
düşünce açısından önemli bir figür olarak görür. Stirner’e göre, Sokrates
varolan şeylere yönelik şüphesiyle, yani gerçekliğin şeylerin ötesinde, onlara
aşkın bir şey olduğu hakkındaki düşünceleriyle realizmden idealizme geçişte öne
çıkan bir düşünürdür . Nietzsche’nin metafizik düşünceye yönelttiği
eleştirilere benzer eleştirileri, Stirner de, egoistik bir duruş noktasından
idealizme yöneltir. Bu bağlamda Stirner’in Tanrı, insanlık, iyi, adalet,
özgürlük gibi soyut kategorilere yönelik eleştirilerini, bir özcülük eleştirisi
olarak mütalaa etmek mümkündür. Aynı şekilde, Stirner’in, doğru insanın,
gelecekte bulunan, özlem duyulan bir şey olmadığı, halihazırda varolan, real olan
bir şey olduğu; gelecekteki bir özlemin ifadesi olan insan tasavvurunun, biri,
ele geçirilemez, tamamlanacak olan gerçek benlik, diğeri ise, ruhsal olmayan,
bu nedenle de gerçek olmayan ve feda edilmesi gereken sahte benlik olmak üzere
ikiye ayrılmış bir benlik anlayışı üzerine temellendiği şeklindeki ifadeleri
de, onun düalizm eleştirisinin bir örneği olarak görülebilir .
Fakat bize göre, Stirner’in
asıl önemi, onun, nihilistik bir mahiyete sahip olduklarını düşündüğümüz,
Tanrı, insanlık, devlet*, toplum gibi sahte bütünleştirme nosyonlarına yönelik
eleştirilerinden kaynaklanır. Stirnerci bir perspektifle düşünüldüğünde,
bütünlük söylemlerinin tamamı egonun biricikliğini, eşsizliğini ve gücünü
zayıflatma fonksiyonuna sahiptir. Zira her türlü bütünlük, bireysel olanın
değersizliği üzerinden değer kazanır. Ya da tersinden söyleyecek olursak,
bireysel olan değerini, sahip olduğu her şeyi bütünün değerli kılınmasına bağlı
olarak elde eder. Söz konusu bütünlük söylemlerinde, egonun kendine dönük her
ilgi ve çabası günahkarlık, ahlâksızlık ya da bencillik olarak yaftalanarak
değerden düşürülür. Buna karşın, Stirner’e göre, ego her şeyin sahipliğini
bizatihi kendisinde içerir. Bu sahiplik (ownness) hiçbir şekilde kendisi
dışındaki yabancı bir standarda gereksinim duymaz. O yalnızca sahip olanın bir
tanımlaması, bir beyanıdır . Egonun, sahipliğin yalnızca kendisiyle
ilişkili olduğunu anlaması, egonun diğer şeylerden bağımsız olarak kendisini
biricik olarak bilmesi anlamına gelir. Böylece ego, biricikliğinde yaratıcı hiçliğinin
farkına varmış olur. Her şeyi, kendi ilgilerin doğrultusunda
değersizleştirerek, kendisini hiçlik üzerine yerleştirir ve kendi yaratıcısı
haline gelir .
Stirner ile birlikte,
çalışmamızın nihilizm bölümünü tamamlamış bulunuyoruz. Sonraki bölümlerde,
Nietzsche’nin düşüncelerini merkeze almakla birlikte, yer yer Heidegger ve
Stirner’in düşüncelerinden de istifade etmeye çalışacağız. Bu noktada Stirner
ve Heidegger’i, çalışmamız bakımından önemli kılan hususları şu şekilde ortaya
koyabiliriz.
İlk olarak, hem Stirner hem de
Heidegger, Nietzsche gibi, nihilizmi, uzun süre hakimiyetini sürdürmüş olan
Batı düşünce geleneğinin bir yazgısı olarak görmüşlerdir. İkinci olarak, her
iki düşünür de, Nietzsche ile paralel bir şekilde, nihilizmi yeni bir düşünme için
fırsat olarak telâkki edip onaylamışlardır. Son olarak, her iki düşünür de,
yine Nietzsche gibi, modern düşünceyi, nihilizmin sebebi olduğunu düşündükleri
Batı düşünce geleneğinin devamı olarak görmüşler ve böylece modern düşüncenin
nihilistik karakterini teşhis edebilmişlerdir.
Bu son husus, çalışmamız
bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü, Nietzscheci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, günümüzdeki politik nihilizm sorununun, modern politik
felsefenin bir sorunu olduğu ortadadır. Metafizik düşüncenin nihilistik
mahiyetini karakterize eden özellikler, modern politik düşünce için de
geçerlidir. Bu anlamda, modern politik düşüncenin açık bir eleştirisini sunan
Stirner’in ve modern politik düşüncenin sorunlarının anlaşılmasında önemli
açılımlar sağlayabileceğini düşündüğümüz Heidegger’in düşünceleri, nihilizm
sorununa yönelik Nietzscheci perspektifin tamamlayıcı unsurları olarak
görülebilir.
Öte yandan, Heidegger, nihilizm
sorununun etik ve politik düzeyde üstesinden gelme amacına matuf Nietzscheci çabanın
taşımış olduğu sorunlara işaret etmesi bakımından da önemlidir. Hem Nietzsche
hem de Stirner’deki “bireyleşme” vurgusunun, sübjektivizmle sonuçlanma ihtimali
göz önüne alındığında, bize göre, Heidegger’in hümanizm ve modern tekniğin
mahiyetine yönelik düşünceleri, söz konusu Nietzscheci çabanın sigortası olma
niteliğini haizdir.
Nietzsche için nihilizm,
özünde, bir bireyleşememe sorunu olduğu için, politik olmaktan önce etik bir
sorundur. Aynı şekilde, nihilizm sorununun üstesinden gelmeye yönelik bir çaba
da, öncelikle etik bir çaba olmak durumundadır. Bu yüzden, etik ve politika
arasındaki söz konusu öncelik ilişkisi göz önüne alındığında, Nietzscheci
perspektifin politik nihilizm sorunuyla ilişkisinin, etik dolayımıyla ele
alınması gerekmektedir. Politik felsefede nihilizm sorununu tartışmadan önce,
çalışmamızın ikinci bölümünü, Nietzsche’nin etiğine ayırmamızın nedeni de
budur.
NİHİLİZM
SORUNUNA BİR CEVAP OLARAK NİETZSCHE’NİN
ETİĞİ
I- NIETZSCHE-ETİK İLİŞKİSİ ve ETİĞİN
KAVRAMLAŞTIRILMASI SORUNU
Kendisini kimi zaman ahlâk
karşıtı olarak tanımlayan,
kimi zaman da ahlâk- dışı olduğunu söyleyerek, iyinin ve kötünün
ötesinde konumlandıran bir filozofun, ahlâka ve dünyanın ahlâkî yorumuna
yöneltmiş olduğu yıkıcı eleştirilerine rağmen, pozitif içerime sahip bir etik
anlayışa sahip olduğundan bahsetmenin, ilk bakışta sorunlu olduğu
düşünülebilir. Fakat söz konusu bahsin daha başında, sorunun, Nietzsche’nin
ahlâk karşıtlığı ya da ahlâk-dışılığı ile, onun, bir ahlâka ya da etiğe sahip
olduğu düşüncesi arasındaki çelişkiden ziyade, hakim etik anlayışın evrenselci
karakterinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, Nietzsche’nin etiğine
yönelik bir tartışma, öncelikle, hakim etik anlayışın etiği nasıl
kavramlaştırdığı?, Bu kavramlaştırmanın Nietzsche’nin felsefesinin etik
içerimini anlamak bakımından neden sorunlu olduğu?, Nietzscheci perspektife
uygun bir etik kavramlaştırmasının mahiyetinin ne olduğu? gibi soruların
cevabını arayarak işe başlamak durumundadır.
Yunanca’daki ethas
sözcüğünden türeyen etik, anlam itibariyle iki kullanıma sahiptir. İlk
kullanım, alışkanlık, töre, görenek anlamlarına işaret eder. Etiğin bu anlam
içeriğiyle kullanımında, her ne kadar içinde yaşadığı toplulukta hazır bulmuş
olduğu normlara riayet etmiş olsa da, kişinin, bu normları, içselleştirerek bir
karakter olarak edinimi söz konusu değildir. İkinci kullanımında ise etik,
kişinin, talep edilen iyiyi gerçekleştirmek için, eylem kurallarını ve değer
ölçütlerini kavraması, benimsemesi ve alışkanlık haline getirmesi anlamlarına
karşılık gelir . Etiğin bu iki kullanımı arasındaki ayırım,
günümüzün hâkim felsefe dilindeki, “şeylerin değeri ile ilgili bir hazır
yargılar bütünü” anlamındaki
moral (ahlâk) ile evrensel niteliği haiz, insanî özneye referansla tanımlanan
etik arasındaki ayırımın da temeli olarak görülebilir. Tikelliği, olumsallığı
ve durumsallığı içeren ilk anlam ile kıyaslandığında, göreli bir düzene,
istikrara ve kalıcılığa işaret eden ikinci anlam, evrenselci etik için de bir
başlangıç noktası oluşturmuştur. Etiğin tarihi dikkate alındığında, söz konusu
iki anlam arasındaki ayırım, ahlâkın rasyonel olarak temellendirilmesi ve
böylece evrensel ahlâkî ilkelere ulaşılmasına yönelik arayışlara paralel olarak
ikinci anlamın dönüşümü ile iyice belirgin hale gelmiş ve günümüzdeki
moral-etik ayırımı biçimine bürünmüştür. Bu dönüşümün, belirli bir dönemde
sorulan ahlâkî soruları çerçevelemede kullanılan anahtar kavramların,
anlamlarının açıklığını kaybetmesi sorununa bir çözüm olarak kendini gösteren
ve ahlâkî soruların cevaplanabilmesinin belirli felsefî soruların
cevaplanmasına bağlı olduğu düşüncesinde ifadesini bulan felsefî etik ya da Nietzsche’nin, akıl, erdem ve mutluluk
eşitliği biçiminde formüle ettiği , Sokratesçi rasyonalizm ile
başladığını söyleyebiliriz . İnsanın diğer varlıklardan, akıl
yetisiyle ayrıldığı ve içinde yaşadıkları tarihsel ve toplumsal koşullar ne
olursa olsun, bilgi (akıl) ve erdemin özdeşliğinden dolayı, bütün insanların
mutlu olmak bakımından eşit oldukları, düşünceleri üzerinde yükselen Sokratesçi
etiğin, her ne kadar en tipik örneğini Kant’ta bulabileceğimiz modern etikteki
kadar açık bir özne ve evrensellik vurgusuna sahip olmasa da, insan türünün tek
tip bir manevi yapısı olduğu ve mutluluk arayışının her yerde özdeş olduğu
varsayımlarını içeren “rasyonel potansiyellerin eşitliği” fikri ile modern etik doğrultusunda atılmış
önemli bir adım olduğu açıktır. Bu fikri, modern düşünceye gelinceye kadarki
bütün önemli ahlâk felsefelerinde görmek mümkündür. Mutluluğu (hazzı), insanın
acılardan kurtulması olarak tanımlayan, kendisini gereksiz korkulardan
arındıran ve kendisine acı veren şeylerden uzak tutabilen herkesin, mutlu
olabileceğini kabul eden Epikürcülük; içinde bulunduğu dışsal koşullar ne
olursa olsun bütün insanların doğayı yöneten logos’tan bir parça
taşımaları nedeniyle, doğal düzene uyum sağlayabilme, yani mutlu olabilme
potansiyeline sahip olduğuna işaret eden Stoacılık ve Tanrı karşısında ruhların
eşitliği nosyonuyla Hıristiyanlık mutluluk ve erdemi, insanları birbirinden
farklılaştıran tarihsel koşulların ötesinde bir yerde konumlandırmak suretiyle
insanların potansiyel eşitliği fikrinin değişik örneklerini sunmuşlardır.
Klâsik düşüncenin örtük olarak
barındırmış olduğu özne nosyonu, modern düşüncede belirgin hale gelerek, her türden
insanî eylem gibi, ahlâkî eylemin de, temel referans noktası olarak görülmeye
başlanmıştır. Öznenin evrensel bir kategori olduğuna ilişkin bir telâkki,
ahlâkın evrenselliği fikrini de beraberinde getirmiş ve evrensel ahlâkî
ilkelerin varlığına olan inanç ve bunların araştırılması, modern ahlâk
felsefesinin temel hareket noktasını oluşturmuştur. Badiou’nun da işaret etmiş
olduğu üzere, özne sorununun merkezî önem taşıdığı Descartes ile Kant’ın
düşünce çizgileri dikkate alındığında, etik artık “öznel eylem ve onun temsil
edilebilir niyetlerinin evrensel bir yasa ile nasıl bir ilişki içerisinde
olduğu meselesi” ya da “ister bireysel olsun ister kollektif, bir öznenin
pratiğini yargılayan ilke” biçimindeki bir tanımda ifadesini bulmaya
başlamıştır . Etiğin, belirli bir durumun ötesinde doğru ya da
değerli eylemin ne olduğuna yönelik soruları veya münferit durumlardaki tekil eylemlerle
ilgili olmayıp, ahlâkî ilkeleri öngören yargılama ölçütünü sorgulayan ve
böylece ahlâkî norm ve değerlerin geneli bağlayıcı nitelikte olduğu koşulları
araştırma amacına matuf soruları içerdiği şeklindeki belirlemelerin de, söz
konusu evrenselci etik anlayışı yansıttığı söylenebilir.
Etiğin evrensellik vasfının
mantıksal sonucu, kurgusal bir insan doğasına müracaatla, belirli bir insan
modelinin, belirli bir yaşam tarzının ve belirli eylemlerin yüceltilmesi ve
buna bağlı olarak da, farklı insan tiplerinin ve yaşam tarzlarının söz konusu
insan doğasında sapmanın tezahürleri olarak görülüp, reddedilmesidir. Bauman’ın
ifadesiyle, tek ahlâk kuralı, her ahlâklı kişinin itaat etmek zorunda olduğu
birbirleriyle tutarlı ilkelerden oluşan buyruklar grubu olma hüviyetiyle modern
etik, insanî tarz ve ideallerin çoğulluğunu bir tehdit, ahlâkî yargıların
müphemliğini düzeltilmesi gereken hastalıklı bir durum olarak görür. Modern düşüncenin ahlâk-etik ayırımı
bağlamında düşünüldüğünde, herhangi bir topluluktaki yerleşik norm ve
değerlerin sorunlu niteliği, etiğin temel kriteri olan evrensellik vasfından
yoksun olmasından, yani onları genel geçer hale getirecek olan yargılama
ölçütüne göre belirlenmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada, her
insanın her türlü tarihsel, toplumsal, duygusal (empirik dünya ve insanın
empirik yönünü oluşturan bedeni) belirlenimlerinden bağımsız özerk bir alana
sahip olduğu, insan aklının, bu hareket alanı içerisinde ahlâkî ilkelere
ulaşabileceği, insan evrensel bir kategori olduğu için, yani özünde bütün
insanlar aynı ontolojik öze sahip olduğu için söz konusu ilkelerin de evrensel
(tek) olduğu ve bunların bir sonucu olarak da, insanlar arasında bütün iktidar
ve çıkar ilişkilerinden bağımsız nötr bir etik alanının mevcut olduğu
varsayımları üzerinde temellenen modern etiğin, ahlâkî çoğulculuğu bir sorun
olarak gördüğünü (ahlâkî nihilizm) ve kendisini de bu sorunun üstesinden
gelmenin yegane yolu olarak sunduğunu söyleyebiliriz. Etiği böyle bir anlam
içeriğiyle kavramlaştıran bir perspektif için özne, akıl ve evrensellik
nosyonlarının şiddetli bir eleştirisini içeren Nietzsche’nin düşüncelerinin,
ılımlı bir okumayla ahlâkî rölativizmin, daha radikal sonuçları dikkate
alınarak okunduğunda ise, ahlâkî nihilizmin, hatta tehlikeli bir irrasyonalizmin
bir örneğini oluşturacağı ve Nietzsche’nin bir etiğe sahip olduğuna ilişkin bir
iddianın savunulamayacağı açıktır. Dolayısıyla, Nietzsche’nin etiğini ortaya
koyma iddiasındaki bir tartışmanın, her şeyden önce etiğin evrenselci olmayan
bir kavramlaştırmasına ihtiyaç duyacağı ortadadır.
Etik sözcüğünün iki anlam
içeriğine yeniden dönecek olursak; ikinci anlam içeriğinin, yani belirli bir
karakterin teşhis edilebileceği ölçüde kararlılık (tutarlılık) gösteren insanî
eylem ve davranışlar bütünü anlamıyla etiğin, Nietzscheci bir perspektif için
de uygun bir başlangıç noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, muhtevası
dikkate alındığında etiğin söz konusu ikinci kullanımının, kendiliğinden,
evrenselci bir etiğe vücut vermesi mümkün değildir. Nietzscheci terminolojiyle
dile getirildiğinde, etik sözcüğünün ikinci anlam içeriğinden evrensel etiğe
geçiş, mantıksal bir zorunluluktan değil, bir yorumdan kaynaklanmıştır. Bu
bağlamda, etiğin kavramlaştırılmasında, evrenselci ve Nietzscheci yorumlar
arasındaki farklılıklar şu şekilde izah edilebilir:
İlk olarak, evrenselci yorumun
aksine Nietzscheci yorum, etiğin ikinci anlamının da tarihsel olduğuna işaret
ederek, zamandışı, değişmeyen ve genel geçer ilkeler ve eylemler bütünü
anlamında bir etiğin olamayacağının altını çizer. Evrenselci yorumun bir
nesnellik alanı olarak gördüğü ve kendilik atfettiği kararlılık vasfı,
Nietzscheci yorum için göreli bir kararlılıktır. Y ani, bu kararlılıktan
hareketle, değişmeyen bir etiğe ulaşmak mümkün değildir.
İkinci önemli farklılık, tikel
ahlâkî eylem ve normların değerlendirme ölçütünün ve etiğin kararlılık vasfının
oluşturucu ilkesinin ne olduğu hususlarında kendini gösterir. Evrenselci yorum
için yargılama ölçütü, gerçek nosyonu ya da Nietzsche’nin
kavramlaştırmasıyla, Hakikat İstemi’dir. Kararlılığın oluşturucu ilkesi
ise, özne ya da akıldır. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi,
özne veya akıl evrensel kategoriler olduğu için, söz konusu kararlılık da bütün
insanlar için tek olacak, yani farklı etikler mümkün olamayacaktır. Buna karşın
Nietzscheci yorumda, eylemleri yargılama ölçütü, yaşamın zenginleştirilmesi,
etiğin kurucu ilkesi, yani kararlılığı mümkün kılan şey ise, Güç İstemi’dir.
İleride üzerinde daha geniş olarak duracağımız üzere, güç istemi bir
kendilik, bir sonuç olmayıp, bir akış ve süreç olduğu için, hiçbir kararlılık
biçimi (etik) ebedî olamayacak ve yaşamın zenginleştirilmesi ölçütüne bağlı
olarak farklı etikler onaylanacaktır.
Her türlü kararlılığın,
oluşturucu ilkesi Güç İstemi olan göreli bir kararlılık olduğu, hiçbir
şekilde bir kendilik, bir kendinde şey olmadığı yönündeki böyle bir anlayış,
Nietzscheci yorumu evrenselci yorumdan farklı kılan diğer bir hususu anlamak
bakımından da önemlidir. Metafizik düşüncenin özcü ve düalist karakterini
taşıyan evrenselci yorumun, insanı, ruh ve beden olmak üzere iki ayrı kendilik
biçiminde bölen bir anlayış temelinde, insanî ilgileri, çıkarları, duyguları ve
içgüdüleri değersizleştirdiği, kötünün alanı olarak kavramlaştırdığı ve gerçek
bir insan olmak için (etik davranış için) üstesinden gelinmesi gereken şey
olarak tarif ettiği bedene dahil ederek, iyi (etik) için nötr bir alan kurgulamasına
karşın, Nietzscheci yorum, ruh-beden düalizmini şiddetle reddederek, insanî
ilgilerden ve ilişkilerden âri bir zeminin olamayacağının altını çizer.
Nietzscheci bir perspektifle okunduğunda, her ahlâkî yorum gibi, evrenselci
yorum da, güç isteminin bir tezahürüdür . Evrenselci yorumun
üzerinde temellendiği “kendi çıkarını düşünme” buyruğu (çıkardan bağımsız bir
ahlâk tasavvuru), aslında “kendi çıkarımı nasıl düşüneceğimi bilmiyorum”
ifadesinde anlamını bulan bir “fizyolojik olguyu” (zayıflık duygusu) gizleyerek
, yine kişinin, hastalıklı da olsa yaşamla bağlantısını muhafaza etmek
anlamında çıkarına yönelik işleyen bir mekanizma fonksiyonu görür. Bu bağlamda
Nietzsche’nin, kendilerini evrensel ve nesnel birer kendilik olarak sunan
kavram ve sistemlerin maskesini düşürme amacına matuf yönteminin arkasında da,
etiğin ilişkisel doğasına ilişkin söz konusu anlayışının bulunduğunu
söyleyebiliriz.
Son olarak, Nietzscheci yorumda
ahlâk-etik ayırımının her ikisi de zamansal olarak kabul edildiği için,
evrenselci yorumdaki kadar keskin olmadığını söyleyebiliriz. Nietzscheci yorum
dikkate alındığında evrenselci yaklaşım, etik sorununu, tikel- evrensel
dikotomisi bağlamında, tikel ahlâkî norm ve değerleri değersizleştirerek, salt
bir düşünce veya özne olabilme sorunu olarak gördüğü için, tikel ahlâkî
eylemlerle etik arasındaki ilişkiyi ihmal ederek genel olarak bir kültürde baş
gösteren ahlâk krizini anlamayı başaramaz. Scott’un da işaret etmiş olduğu
gibi, etik, bir kültürün iyi ve kötü olan şey hususunda, bizatihi kendisini
yorumlamasına ve anlamasına aracılık eden değerler gövdesi anlamına gelir. Her
ne kadar bu kullanımıyla etik, davranış ve değer yargıları için teori, bilgi ve
pratikte işleyen prensipler bütününe işaret etmesi nedeniyle ahlâklardan
ayrılsa da, etik ve ahlâk birbiriyle bağlantılıdır. Bu bağlantının önemi, bir
ethostaki süreksizlik durumunda kendini gösterir. Söz konusu süreksizlikle
birlikte, günlük eylem ve düşünceleri yöneten değerler de, kesinliklerini
teminat altına alan güç ve otoritelerini kaybederler. Bu değerler, kişinin
yaşam ve düşüncesinde fonksiyonlarını sürdürseler bile, şüpheli hale geldikleri
ölçüde kendiliğinden kabul edilmekten ziyade, isteğe bağlı hale gelirler .
Nietzscheci bir perspektifle bu durumu, ahlâkî nihilizm olarak adlandırabiliriz.
Evrenselci yorum, gündelik yaşam pratiğini ihmal edip, sorunu, değerlerin
evrenselliği olarak gördüğü ölçüde, sorunun gerçek mahiyetini kavrayamaz. Buna
karşın Nietzscheci yorum etiği, tıpkı ahlâk gibi tarihsel olarak telâkki ettiği
için böyle bir durumda mevcut yargılama ölçütünün geçersiz hale geldiğine
işaret ederek, krizin üstesinden gelinmesinde, yeni bir yargılama ölçütü ile,
yeni değerlerin yaratılmasının öneminin altını çizer.
Nietzsche’nin, kendini
nitelemek için kullandığı ahlâk-dışılık ve ahlâk karşıtlığı vasıflarına
gelince; her iki nitelemenin de, Nietzsche’nin düşüncelerinin bağlamı
içerisinde işaret etmiş oldukları anlamlar dikkate alındığında, onun, bir etik
anlayışa sahip olmasının önünde bir engel teşkil etmedikleri kolaylıkla söylenebilir.
Nietzsche için ahlâk-dışı olma,
dikte edilmiş herhangi bir iyi veya kötü nosyonundan bağımsız olma anlamına
gelir ve esasında, oluşun ya da yaşamın bir özelliğidir. Ahlâkî olgular diye
bir şeyin olmadığını, yalnızca belirli fenomenlerin ahlâkî yorumunun söz konusu
olduğuna işaretle Nietzsche, filozofların, kendilerini iyinin ve kötünün
ötesinde konumlandırmaları ve ahlâkî yargı yanılgısının üstünde olmaları
gerektiğinin altını çizerek , kendisinin de bu anlamıyla ahlâk-dışı
olduğunu ifade etmiş olur. Bu değerlendirmelerden hareketle, Nietzsche’nin, ilk
bakışta, tüm ahlâk yorumlarına karşı kayıtsız, herhangi bir ahlâkî yoruma sahip
olmayan bir rölativist olduğu düşünülebilir. Fakat Strong’un da işaret etmiş
olduğu gibi, bu yargı doğru değildir. Rölativist, ahlâk sorununu pratiğe
indirgeyerek, sorunu bu düzeyde bırakır. Onun için, her ahlâk bir yaşam
biçimine işaret eder ve her yaşam biçimi de aynı ölçüde değerlidir. Fakat
Strong’a göre, Nietzsche de, her ne kadar, her ahlâkın belirli bir yaşam biçiminin
sürdürülmesi bakımından bir değere sahip olduğunu teslim etse de, rölativistten
farklı olarak, söz konusu yaşam biçiminin kıymetini de soruşturur. Tam da bu
nedenle Nietzsche’nin jeneolojisi, yalnızca orijinlere geri gitmekle kalmaz,
aynı zamanda orijinlerin kendisini de soruşturmanın konusu haline getirir .
Tıpkı ahlâk-dışılığı gibi,
ahlâk karşıtlığı da Nietzsche’nin belirli bir etiğe sahip olamayacağı anlamına
gelmez. Aslında Nietzsche’nin karşı çıktığı şey, ahlâkın kendisi değil, mevcut
ya da hakim ahlâk anlayışı ve onun evrensellik iddiasıdır. Çünkü, evrensel bir
ahlâk, monist bir ahlâkî idealin inşasını gerektirecek ve böylece insanî tip ve
tarzların çoğulluğu ortak bir paydaya indirgenecektir . Bu
niteliğiyle ahlâk, sadece belirli birtakım eylem tarzlarını yasaklayıp
diğerlerini kutsaması anlamıyla değil, dünyayı anlamada ve açıklamada
kullanılan mevcut şemayı pekiştirici fonksiyonu nedeniyle de, baskıcı bir
mekanizmadır . Ahlâk, insanı tasallutu altına aldığı ,
yani kendilerinden yeni perspektiflerin doğabileceği güçleri baskı altında
tuttuğu ölçüde, Nietzsche’nin değerlendirme ölçütüne göre, yaşam düşmanı ,
bir başka deyişle nihilistiktir. Kuşkusuz Nietzsche’nin karşı çıktığı ve
nihilistik mahiyeti nedeniyle sorunlu bulduğu ahlâk kavramlaştırması, kökenleri
Platoncu felsefede bulunan Hıristiyan ahlâkına ve onun seküler formları olan
modern ahlâk felsefelerine göndermede bulunmaktadır. Nietzsche nihilizm
sorununu, Batı kültür ve düşüncesinde uzunca bir zamandır hakim olan ve bu
hakimiyetini kendi döneminde de sürdüren söz konusu ahlâkın doğasıyla ilgili
bir sorun olarak gördüğü için, yöntemi gereği, bu sorunun, yani mevcut halin
üstesinden gelmenin bir adımı olarak mevcut ahlâkı ciddi bir soruşturmaya tabi
tutmuş ve ona yıkıcı eleştiriler yöneltmiştir.
II-
NİHİLİSTİK AHLÂKIN ELEŞTİRİSİ
Nietzsche’nin
ahlâk eleştirisi, onun metafizik düşünceye yönelik eleştirilerinin bir
parçasını oluşturur. Genel olarak metafizik düşünce gibi, onun özel bir formu
olan ahlâk düşüncesi de, tarihsel ve toplumsal ilişkilerden bağımsız, yani
tarihdışı bir varlık anlayışını kabul ettiği ve bu anlayıştan türettiği, yine
tarihdışı özne, istem, sorumluluk, iyi-kötü gibi nosyonlarla iş gördüğü için,
Nietzscheci perspektif bakımından sorunludur. Nietzsche ahlâkı eleştirirken,
mevcut ahlâk dilini temel
alıp, o dil içerisinde
sabitlenmiş tanımları veri olarak kabul edip, bunların bir analizini sunmaya
çalışmaz. Schutte’un da ifade ettiği gibi, Nietzsche, spesifik bir teorinin
analizi üzerinde durmaktan ziyade, teorinin orijini sorunsalı bağlamında bir
soruşturma yürütür. Bu soruşturma çerçevesinde Nietzsche, örneğin, Varlık
nedir?, Özne nedir?, Özgürlük nedir? gibi metafiziksel sorular sormak yerine,
Varlık kavramının orijini nedir?, Neden nosyonu nereden türemiştir?, Özne nasıl
ve niçin icat edilmiştir? gibi jeneolojik 178 soruların cevabını arar .
Jeneolojik soruşturma ve onun
eleştiri metodu, olduğumuz hale nasıl geldiğimizin izini sürmekle ilgilenir. Bu
anlamda jeneoloji, yargılarımızın ve yaşam biçimlerimizin kurucu unsuru olan
faaliyet biçimlerimizi tarihsel bir sorgulama yoluyla görünür kılma
faaliyetidir. Kant’ın eleştiri yöntemiyle kıyaslandığında, jeneolojik
soruşturma kendisini, insanî faaliyet ve refleksiyonun sınırlarını, yani
olabilirlik koşullarını belirlemenin ötesinde bir anlama sahiptir. Çünkü,
Nietzsche’nin, olduğumuz hale nasıl geldiğimize yönelik düşünümsel ilgisi, aynı
zamanda, olduğumuz durumun, olabileceğimiz durumu nasıl zorladığına ve ona
nasıl ve ne ölçüde imkân verdiğine ilişkin bir refleksiyondur. Başka bir
ifadeyle, Nietzsche’nin, halihazırda olduğumuz şeyin olabilirliğinin tarihsel
koşullarını oluşturmaya yönelik ilgisi, aynı zamanda, bu koşulların
halihazırdaki durumumuzun ötesindeki varlığımızın olabilirlik koşulları olarak
nasıl işleyeceğine ilişkin bir ilgi tarafından yönlendirilir .
Kısaca, jeneolojinin temelde üç soruyu içerdiğini söyleyebiliriz: Neyim?,
Olduğum şey haline nasıl geldim? ve verili koşullar altında hangi duruma
gelebilirim? İlk soru, verili bir durumdaki tatminsizliğe işaret eder. Bu da,
kendimizi anlamamızın, problemli hale geldiğini gösterir. İlk sorunun cevabı,
verili (modern) kültürdeki insanî varlıkların sınırlı ontolojisini karşımıza
çıkartır. Diğer iki soru, bu sınırlı ontolojiyle insan varlıklarının genel ontolojisi
arasında ilişki kurmayı gerektirir. Bu durumda, kendimizi ve kendi tarihimizi
bize anlaşılabilir kılan, onları değerlendirme imkânı veren bir ontolojik izaha
ihtiyaç olacağı açıktır. Güç istemi nosyonu, Nietzsche’de işte bu
ihtiyacın giderilmesine yönelik bir ilke olarak karşımıza çıkar .
Jeneolojik soruşturma ekseninde
ele alındığında, güç istemi nosyonu, jeneolojinin, ahlâkın, ahlâkî
nosyon ve ideallerin ortaya çıktıkları koşulları, onların, insanî yaşamın
idamesi açısından görmüş oldukları işlevleri ortaya koyma niteliklerinin
ötesindeki politik mahiyetinin anlaşılması bakımından da önemli olduğunu
söyleyebiliriz. Politik mahiyeti dikkate alındığında jeneoloji yalnızca,
olumsal oldukları gösterilmek suretiyle ahlâkın ve ahlâkî nosyonların evrensellik
ve değişmezlik iddiasının geçersizliğini ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda,
onların hangi güç ilişkilerini meşrulaştırdıklarını, hangi güçlerin lehine veya
aleyhine işlediklerini ve bu işleyişin bir değerlendirmesini de içerir. Bu
anlamda jeneoloji, ahlâkın toplumla ve toplumsal ilişkilerle ilgili olan yönüne
de işaret eder. Hatta Strong’a göre, Nietzsche’nin ahlâka yönelik jeneolojik
soruşturması, esasında bireyden ziyade topluma odaklıdır. Onun soruşturması,
sağlıklı bireylere nasıl ulaşılabileceği sorusundan ziyade, neden hiçbir
düşünürün toplumun sağlığını ölçmeye cesaret edememiş olduğu sorusundan türer.
İyinin ve kötünün orijinleri, Nietzsche için, bireyler ve bireysel pratiklerden
ziyade, toplumsal ilişkilerle ilgilidir. Eğer sağlıklı bireyler yoksa bunun
nedeni, bireysel tutumlardan çok toplumda aranmalıdır . Nietzsche,
sağlıklı bireyi, etiğinin amacı ya da nihilizmin üstesinden gelmenin bir yolu
olarak gördüğü ölçüde, jeneolojik soruşturma, aynı zamanda, bir politik
ideolojik soruşturma olma hüviyetine de sahip olmak durumundadır. Warren’ın
ifadesiyle, jeneoloji, değişmezlik ve evrensellik iddiasındaki ideal, idol ve
kavramların gerçekte, pratiklerin ve güç ilişkilerinin maddileşmiş formları
olduklarını göstermek suretiyle, bir çeşit ideoloji eleştirisi fonksiyonu da
görür . Kuşkusuz, Strong ve Warren’ın, jeneolojik soruşturmanın
politik yönüne yapmış oldukları vurgunun, etik-politika ilişkisinde önceliğin
etiğe, yani bireyin kendi üstesinden gelme mücadelesine verildiğini
düşündüğümüz Nietzscheci perspektif bakımından belirli bir ihtiyat payı ile
yerinde olabileceğini düşünsek de, Nietzsche’nin düşüncelerinin etik ve politik
sonuçları arasındaki ilişkiyi anlamak bakımından da önemli olduğu ortadadır.
Nietzscheci perspektif söz
konusu olduğunda, tıpkı etik kavramlaştırması gibi, jeneolojinin de bir
nesnellik iddiası içermediğini söyleyebiliriz. Nietzsche’nin ahlâka yönelik
soruşturmasını, onun etik ve politik yargıları yönlendirir. Nietzsche’nin
jeneolojisi, her ne kadar, bilimin ve eleştirel yaklaşımın katılığını
sergilemeye çalışsa da, amaç bakımından her ikisinden de ayrılır. Çünkü,
Nietzsche’nin jeneolojisi, değer yargılarından azade değildir, hatta arzular,
tinin halleri ve yaşam biçimleri arasında bir ayırım gözeterek, onlar
arasındaki belirli bir hiyerarşiyi de onaylar . Deleuze’ün de dikkat
çektiği üzere jeneoloji, değerlerin kaynağı anlamına geldiği gibi, kaynağın
değeri anlamına da gelir . Bu yönüyle ele alınacak olursa,
jeneolojinin öncelikli amacı, ahlâkın önemine ilişkin kesin açıklamalar sunmak,
ahlâkın kökeni ve tarih içerisindeki farklı ahlâk türleri ile ilgili olarak
doğru ve nesnel bilgiler vermek değil, ahlâkın tarihini, belirli bir iyi
anlayışı (Nietzsche’nin etiği) doğrultusunda değerlendirmek, yargılamak ve
hatta yaşam ve eylemin hizmetinde olan bir tarih anlayışına paralel olarak, “geçmişin
bugünün mezar kazıcısı olmaması için onun unutulması gereken sınırını
belirleyerek”, Nietzsche’nin “kendi içinden, kendine özgü biçimde gelişen güç,
geçmiş ve yabancı olanın biçimini değiştiren, ona yeniden biçim veren, yaraları
iyileştiren, yitirileni yerine koyan, kırılan biçimlere kendi içinden yeni bir
biçim veren güç” olarak ifade
ettiği ‘plastik güç’le yeniden oluşturmak, yaratmaktır. Bu durumda, jeneoloji,
her ne kadar, birey olmanın bir gereği olan bir çeşit hafızayı temin etmek
gibi bir fonksiyon icra etse de,
bu hafızanın, her şeyi olduğu haliyle, olgusal durumuyla kaydederek muhafaza
etmek anlamında bir hafıza olmadığı, içerisinde hem muhafaza etmenin, hem de
unutmanın bir arada bulunduğu özel bir hafıza olduğu açıktır. Fakat jeneoloji
için söz konusu olan unutma, Nietzsche’nin bahsetmiş olduğu, İngiliz
psikologlarının ahlâkın tarihini araştırırken, önem atfettikleri türden pasif
bir unutma118 değil, geçmişi yaşamın hizmetinde gören ve yaşamı
geçmişin zararlı etkilerinden korumayı mümkün kılan aktif bir unutmadır
.
Nietzsche, ahlâkın kaynağının
tarihine ulaşmaya yönelik çabalarından dolayı, İngiliz psikologlarının
haklarını teslim etse de , hem kendi yönteminin ve ilgisinin onlarınkinden
farkını ortaya koyar, hem de onların yaklaşımlarının sorunlarına işaret eder.
Nietzsche’nin öncelikli sorunu, ahlâkın kökeni ve işlevi değil, değeri
sorunudur. Nietzsche’nin ifadesiyle, öncelikle, “değerlerin kendilerinin değeri
sorgulanmalıdır.” Değerlerin ortaya çıktıkları, değiştikleri ve geliştikleri
koşulların bilgisi, ancak bu amaca bağlı olarak Nietzsche’nin ilgi konusunu
oluşturur . Öte yandan, Nietzsche’ye göre, İngiliz psikologlarının
yaklaşımları, iki nedenden dolayı sorunludur. İlk olarak, iyi kavramı yanlış
yerde aranmaktadır. Onlar, bencilce olmayan eylemlerin, insanlar
tarafından onaylandığını, yararlı bulundukları için kabul gördüğünü ve daha
sonra bu onayın kaynağının unutulmasıyla beraber, söz konusu eylemlerin, iyi
oluşları kendilerinden kaynaklanıyormuş gibi algılanmaya başlandığının altını
çizerek iyinin kökeninde yararlılığın bulunduğunu, ahlâk denilen şeyin, aslında
kaynağı unutulan bencilce olmayan eylemler olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa
Nietzsche’ye göre, iyi ve kötü karşıtlığının kökeninde, yararlılık değil,
soyluluk ve mesafe pathosu bulunmaktadır. İyi, soyluya, yüksek ruhlu
olana ait olan, onun eylemlerini ifade eden bir anlama sahiptir. İyi, efendinin
hakkı olan ad vermeye, değer yaratmaya bağlandığı için, ahlâkın soykütüğünü
arayan İngiliz psikologlarının düşündüğünün aksine, öncelikle ve zorunlulukla,
bencilce olmayan eylemlere bağlı değildir. Nietzsche, ilerde de üzerinde
duracağımız üzere, bencilce olan ile bencilce olmayan zıtlığının,
aristokratik değer yargılarının çöküşü ile beraber güçlenen ve hakimiyetini
kuran sürü içgüdüsüne karşılık geldiği kanaatindedir .
Nietzsche’nin, iyi değer yargısının kaynağı ile ilgili olarak, yararlılık
perspektifinde tespit etmiş olduğu ikinci sorun ise, hem
eylemin yararlılığının, eylemin uygun görülmesine ve onaylanmasına bağlanmış
olması, hem de kaynağın, yani yararlılığın unutulmasından bahsediliyor
olmasıdır. Eğer yarar ortadan kalkmamışsa ve günlük yaşantının bir parçası
olarak varlığını sürdürüyorsa, Nietzsche ‘ye göre, bu bakış açısının sonucu,
unutulmanın öne sürülmesi yerine, daha fazla açıklık için bilinçliliğin sürekli
vurgulanması olacaktır .
Nietzsche’nin, İngiliz
psikologları ile arasındaki görüş farklılıklarına rağmen, onlarla en azından
bir konuda, ahlâkın bir yanılgı, pasif unutmadan kaynaklanan bir yanlış yorum
olduğu konusunda hemfikir olduğunu söyleyebiliriz. İngiliz psikologları bu
yanılgının, esasında, bencilce olmayan eylemlerin, kaynaklarındaki yararlılık
unutulduğu için, kendiliğinden iyi oldukları biçimindeki anlayışta kendini
gösterdiğini düşünürler. Bu anlamıyla ahlâkı, toplumsal yaşam bakımından
fonksiyonel olduğu için olumlarlar ve böylece, ‘bencilce olmayan eylem ve değer
yargıları bütünü’ olarak ahlâkı, ciddi bir eleştiriye tabi tutmazlar. Halbuki
Nietzsche için, “bencilce olmayan’ın acıma, kendini yadsıma, kendini kurban
etme içgüdülerinin” bir tezahürü olan ve bu içgüdülerin hizmetinde olan değer
ve eylemlerin, kendiliklerinden iyi oldukları biçiminde bir yanılsama olarak
kendini gösteren ahlâk, acıma ahlâkı, yaşama karşı olduğu için nihilistiktir ve
bu nedenle de insanlık için büyük bir tehlikedir .
Nietzsche’nin ahlâka ilişkin bu
değerlendirmesi, bize göre, birkaç açıdan önemlidir. İlk olarak, bu
değerlendirme, ahlâkı, unutma ve yanılsamayla ilişkilendirdiği için, onun
maskesinin düşürülmesinde, ahlâkın nasıl ortaya çıktığı ve varlığını hangi
nosyonlarla sürdürdüğünü anlamaya imkân veren bir hafızanın önemini ortaya
koyar. İkincisi, ahlâkın bencilce olmayan eylemlerle özdeşleştirilmiş olması,
bu eylemlerin kimin lehine olduğu sorusunu ve bu soru ile bağlantılı olarak da,
güç istemi ile ahlâk arasındaki ilişkinin mahiyetini anlamak ve ortaya
koymak için bir başlangıç noktası oluşturur. Son olarak, ahlâkın bir tehlike
olduğuna yönelik bir tespitin, sağlıklı bireylere ulaşmak için, söz konusu
tehlikenin, yani nihilizmin üstesinden gelinmesine yönelik bir stratejiye de
kapı açacağı ortadadır.
Ahlâkî davranış temelde, egonun
dışında bir ahlâkî standart varsayılmadan mümkün değildir. Buna karşın, yine
ahlâkî davranış, egonun özgürlüğü, yani seçimi olmadan da mümkün değildir.
Görüldüğü gibi bu iki koşul birbiriyle çelişmektedir. Ego, özgürlüğünü
kaybetmeden, kendisi için geçerli, kendisini ait olarak hissedebileceği bir
ahlâkî alana sahip olamayacaktır . Bu durumda, paradoksal bir
şekilde, ahlâk ancak insanın kendisini, bireyselliğini reddetmesi, içgüdülerini
ve arzularını yadsımasıyla mümkün olabilecektir. Nietzscheci anlamda
düşünüldüğünde, söz konusu çelişkiyi gizleyen, aslında kurgusal bir özne ve
buna bağlı olarak şekillenen ahlâkın doğasını gizleyen, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, unutmadır. Kuşkusuz Nietzsche için ahlâkın icadı, yalnızca
bir yanlış inanç ya da alışkanlık değildir. Strong’un da ifade ettiği üzere,
Nietzsche’nin jeneolojisi, daha ileri giderek ahlâkın, onun güç istemi
ile bağlantısını anlamak açısından da önemli olan, korku ve kurtuluş ümidi
üzerinde temellendiğini de ortaya koymaya çalışır .
Nietzsche, ahlâkın kökenini,
insanın uygarlaşması, yani toplum halinde yaşamaya zorlanması ile ilişkili
olarak açıklar. Nietzsche’nin ifadesiyle, her türlü ahlâkın temeli, ancak daha
büyük bir birey ya da kollektif bireyin (toplum veya devlet), bireylere boyun
eğdirdiği, onları içinde bulundukları yalıtılmışlıktan çıkarıp bir ortaklık
olarak örgütlediği zaman kurulabilir . Nietzsche’ye göre, ahlâk
uzunca bir süre bir zorlama olarak, acıdan kaçınmak için sığınılan bir şey
olarak varlığını sürdürmüş; daha sonra gelenek haline, bir içgüdü haline
gelmiş; ardından uzun bir süre alışılmış ve doğal hale gelmiş her şey gibi haz
ile ilişkilendirilmiş ve nihayetinde erdem olarak adlandırılmaya başlanmıştır
. Bu izah çerçevesinde düşünüldüğünde, ahlâkın, güç isteminin iki farklı
tezahürünün bir sonucu olarak geliştiğini söyleyebiliriz. İlk olarak, ahlâk bir
boyun eğdirmenin sonucunda ortaya çıktığına göre, burada, buyurabilenin,
efendinin içgüdüsel bir yaratma, biçim verme anlamıyla gücünü sergilemesinden
bahsedilebilir . Nietzsche’nin ifadesiyle, ahlâkın temel unsuru olan
karavicdan, her ne kadar suçun, sorumluluğun, hesaplı davranışın ne
olduğunu bilmeyen efendilerde (zorba sanatçılarda) gelişmese de, onlarsız da
gelişemez. Zira, eğer özgürlük içgüdüsü (güç istemi), onların “çekiç
vuruşları”, “sanatçı zorbalıkları” altında saklı kılınmamış olsaydı; “geriye
itilmiş, bastırılmış, içe hapsedilmiş ve sonunda da yalnızca kendi üzerine
boşalıp öfkesini kendinden çıkaran özgürlük içgüdüsü” olarak karavicdan olmayacaktı
. İkincisi ve daha önemlisi, ahlâk, güç isteminin bir başka formu
olan güçsüzlük hissinin bir sonucu ve bu hissi telafi edici bir mekanizma
olarak gelişmiş ve hakimiyet kurmuştur. Her ne kadar aktif güç ahlâkın
ortaya çıkış koşullarını oluştursa da, bir yorum olarak ahlâk (Nietzsche’nin
ikibin yıldır Batı kültüründe hakim olduğunu söylediği ahlâk anlayışı), zayıf
olanın, boyun eğenin korkusunun ve boyun eğdiren karşısındaki çaresizliğinden
kaynaklanan politik deneyimin (orijinal nihilizm*) bir ürünüdür. Ahlâk, bencilce
olmayan eylemleri yücelterek, yani iyi olanı bencilce olmayanla
özdeşleştirerek, insanların gücünü bastırdığı, her bir kişiyi hesaplanabilir ve
kontrol edilebilir hale getirdiği ölçüde, söz konusu korku ve çaresizliği
gizleyerek zayıf olanın, kendini değersiz, bir hiç olarak görmesinin önüne
geçer. Onu, acısını anlamlı, dolayısıyla da katlanılabilir hale getirerek yaşama bağlar.
Kuşkusuz Nietzsche, zayıf
olanın dünya yorumu olarak gördüğü ahlâkı (acıma ahlâkı), ahlâkın tek biçimi
olarak görmez. Ahlâktan kastedilenin, her şeyden önce, “ıslah etmek” olduğuna
işaret eden Nietzsche, acıma ahlâkının, ahlâk kavramının gizlediği eğilimlerden
yalnızca birine, “insan yabanılının ehlileştirilmesi” düşüncesine karşılık
geldiğini belirtir. Nietzsche, bu anlamıyla ıslah etmenin, insan varlığını
çürüttüğünün, zayıflattığının altını çizerek, ehlileştirme ahlâkının, zayıf
olanın lehine işleyen mahiyetini de imâ etmiş olur . Nietzsche,
ıslah etmenin, başka bir anlamda da, Manu Yasası olarak dinleştirilmiş
olan Hint ahlâkı örneğinde olduğu gibi, belirli bir ırk ya da insan türünün
yetiştirilmesi anlamında da ele alınabileceğini belirterek, insanın zayıf
olanın düzeyinde standardize edilmediği, farklı insan tiplerinin olabilirliğine
imkân veren ve bu nedenle de, daha sağlıklı olduğunu düşündüğü başka ahlâkların da varolabileceğine dikkat
çeker. Ehlileştirme ahlâkı ve yetiştirme ahlâkı ayırımı, gerek yetiştirme
ahlâkının insan tiplerinin farklılığını korumaya yönelik fonksiyonu nedeniyle
Nietzsche’nin etiği ve politik düşüncesi açısından, gerekse her iki ahlâk
tipinin de ahlâkın toplumsal fonksiyonlarını anlamak bakımından önemli bir
ayırım olduğu kabul edilse bile, Nietzsche’de, ahlâk söz konusu olduğunda,
üzerinde daha çok durulan ve kategorilerinin tarihsel, sosyal ve politik
referansların ötesinde “tinin içinde bulunduğu durumlara” bağlı olarak
belirlendiği efendi ahlâkı-köle
ahlâkı ayırımının daha temelli ve önemli bir ayırım olduğu ortadadır.
Nietzsche îyinin ve Kötünün
Ötesinde adlı çalışmasında, yeryüzünde varolmuş ve halen mevcudiyetini
sürdüren birçok ahlâka rastladığını ve söz konusu ahlâkların; birbirine bağlı
olarak, düzenli bir şekilde birlikte ortaya çıkan belirli özelliklere göre Efendi
Ahlâkı ve Köle Ahlâkı olmak üzere iki temel tipe ayrılabileceğine
işaret eder . İlk bakışta, efendi ve köle kavramlarının, politik ve
sosyolojik referanslara sahip oldukları düşünülse bile, Nietzsche’nin zorunlu
olarak efendiyi (soylu) bir topluluktaki yönetici veya ayrıcalıklı kesim ile,
köleyi ise bu kesimin hakimiyeti altında bulunan ya da statü olarak bu kesimin
aşağısındaki insanlarla özdeşleştirmediği açıktır . Kuşkusuz, efendi
ve köle ahlâkının anlaşılmasında politik anlamıyla güç, yani hükmeden veya
hükmedilen olmaktan kaynaklanan güçlülük ya da güçsüzlük hissi, önemli bir
referanstır. Nitekim Nietzsche, daha önce de işaret ettiğimiz üzere, ahlâkın
oluşumunu ve onun nihilistik mahiyetini politik deneyime bağlı olarak
açıklamıştır. Ancak, efendi ile köle arasındaki mesafenin, politik ve toplumsal
anlamda bir hiyerarşinin ötesinde bir anlama, Nietzsche’nin, efendi ve köle
ahlâkının aynı kişinin, aynı ruhun içinde bile bulunabileceğini söyleyerek imâ ettiği ruhsal bir anlama da
sahip olduğu göz önüne alındığında, efendi ve köle kavramlarının, politik ve
sosyolojik anlam içerikleriyle sınırlandırılamayacağını söyleyebiliriz.
Nietzsche’nin, ikibin yıldır Batı kültüründe hüküm süren bir ahlâkı köle ahlâkı
olarak nitelemesi, efendi ve köle kavramlarının söz konusu sınırlamanın
ötesinde anlamlara sahip olduğunun en açık kanıtını oluşturur.
Warren’ın da belirtmiş olduğu
gibi, Nietzsche için soyluluk, dışsal eylem ve çalışmalardan çok, kişinin
kendisine yönelik saygısından doğar. Soyluluk, kendinden emin olma hissiyle
birlikte, iyi şuura işaret eder. Bu nedenle Nietzsche soyluluğu, sosyolojik
terimlerden ziyade, psikolojik ve fenomenolojik terimlerle anlar. Bu husus
dikkate alındığında, efendi ve köle kategorilerinin, farklı deneyim tiplerine
karşılık geldiği ve prensip olarak soyluluğun, toplumda herhangi bir yerde
zuhur edebileceği söylenebilir . Warren’a göre, Nietzsche de Freud
gibi, benliğin birliğini sağlayacak olan bir düşünümsellik (reflexivity)
biçimiyle ilgiliydi. Bu perspektifle ele alındığında, efendi ve köle
psikolojisi arasındaki temel fark, kölenin, deneyimlerini bütünleştirmesindeki
başarısızlığından kaynaklanır. Güçsüzlük hissi, kölenin hafızasında aşırı bir
şişkinliğe, bu da onun, bütünlüğünü sağlamasına mani olan geçmişin acılarıyla
ilgili takıntılara yol açar. Buna karşın, soyluluğun güçlü sağlığı,
deneyimlerini birleştirebilme kapasitesinden doğar ve böylece efendinin
(kişinin) bütünlüğüne mani olacak birçok şeyi unutmasına imkân verir.
Efendideki aktif unutma’nın aksine, kölede unutamamanın tezahürü, hınç (ressentiment)
duygusudur . Deleuze’ün de vurguladığı üzere, efendi tipe ait unutma
ve tepkiler eyleme gücünün bütünlüğü bağlamında tanımlanırken, köle tipi ise,
çok büyük bir hafıza ve hıncın gücü ile tanımlanır .
Köle ahlâkına reaktif
karakterini veren, tam da bu hınç duygusudur. Nietzsche’nin ifadesiyle, her
soylu ahlâk, kendine zafer kazanmış bir biçimde evet demekle gelişirken, köle ahlâkı,
daha başında; dışarıda olana, farklı olana, kısaca kendi olmayana hayır der.
Nietzsche’ye göre, bu hayır kölenin yaratıcı eylemidir. Köle ahlâkının varolmak
için, hep karşı koyan dış dünyaya gereksinimi olmuş ve kölenin eylemi, temelde
tepkiden kaynaklanmıştır. Soylu değerlendirme biçiminde ise, tersi söz
konusudur. Soylu, eyleme kendiliğinden geçer ve karşıtını “yalnızca kendine
daha minnettar, daha sevinç dolu evet demek için arar. Olumsuz kavramları
‘alçak’, ‘sıradan’, ‘kötü’ yalnızca baştan aşağı yaşam ve tutkuyla dolu, olumlu
temel kavramların, ‘biz soylular’, ‘biz iyi, güzel ve mutlular’ın soluk bir
karşı görüntüsüdür.”
Köle ahlâkının reaktif
karakteri, en iyi şekilde, onun iyi-kötü ayırımında teşhis edilebilir.
Nietzsche, etimolojik olarak ele alındığında, iyi ve kötü ayırımının temelinde,
soylu değerlendirme biçiminin bulunduğunu belirtir. İyi, her yerde başlangıçta,
“ruhça soylu”, “asilzade”, “ruhça ayrıcalıklı”, “ruhça yüksek” anlamlarına
gelmiştir. Buna karşın kötü, söz konusu iyi tanımının dışında kalanı, bayağı
olanı, talihsiz olanı nitelemek için kullanılan bir kavram olmuştur .
Soylu için kötü, kendi iyi tanımının dışında kalan bir şeye işaret ettiğinden,
soylunun iyi tanımı, onun kötüye olan düşmanlığından kaynaklanmamıştır. Kötü,
verili bir durumdur ve soylu ona karşı kayıtsızdır. Efendinin, kendi iyi tanımı
için düşman bir öteki olarak kötüye ihtiyaç duymaması, onun ahlâkının aktif
karakterini yansıtır. Deleuze’ün ifadesiyle, efendinin formülü, ben iyiyim bu
yüzden sen kötüsündür. Efendi ahlâkına göre, kötünün kötü oluşu, ikincil bir
sonuçtur. İyi öncelikli olarak efendiyi dizayn eder, kötü bir sonuçtur ve
köleyi oluşturur . Soylunun köle karşısındaki kayıtsızlığı o kadar
açıktır ki, onu düşman olarak bile görmez. Soylu için düşman, kötü olan
değildir, çünkü onun kötü olanla hiçbir işi yoktur. Soylu, düşmanını kendisi
gibi saygıdeğer biri olarak görür ve onu kendisi için ister, bu onun ayırıcı
özelliğidir .
Köle ahlâkında iyi ve kötü
kavramları, efendi ahlâkında olduğundan tamamen farklı anlamlar içerir. Köle
ahlâkı, kendi iyi-kötü ayırımını kendi reaktif karakterine uygun olarak,
efendinin iyi olarak adlandırdığı niteliklerin değersizleştirilmesi üzerinde
temellendirir. Buna bağlı olarak, kölenin iyi tanımı kötü tanımına göre
belirlenmiş olur. Kötü olan, soylu ve soyluca olan her şeydir. İyi ise,
efendinin kötü ve bayağı olarak addettiği yani soyluca olmayan şeylerdir .
Hınç (ressentiment) duygusuna sahip olan köle, kendisini iyi olarak
düşünebilmek için kötü diye nitelendirdiği bir ötekine, yani iyi ve kötü
arasında bir düşmanlık ilişkisine ihtiyaç duyar. Böyle bir ahlâkın formülü ise,
sen kötüsün ben bu yüzden iyiyimdir . Bu bağlamda köle ahlâkının,
değerini kendisinden üretemediği için kendini onaylayamayan, yalnızca
olumsuzlamak zorunda olduğu şeyin asalağı olan bir ahlâk tipi olduğunu
söyleyebiliriz .
Efendi ve köle ahlâklarının,
iyi ve kötü kavramlarına yüklemiş oldukları anlamlar arasındaki farklılık, her
iki ahlâk tipinin beslemiş oldukları etik anlayışlar arasındaki farklılığı anlamak
açısından da önemlidir. Köle ahlâkı, hakikat adına varoluşu ve oluşu yadsıdığı
ölçüde, iyi kavramını bir hiçleştirme üzerinden, iyinin kötü ile arasındaki
düşmanlık ilişkisinden türetir. Bu yönüyle yaşam ve oluş, köleci değerlendirme
dikkate alındığında, kötüye işaret eder. Evrenselci etik, tam da böyle bir
değerlendirmeden beslenmiştir. Buna karşın, Nietzscheci bir etik, daha
başlangıçta kendisini, köleci anlamda iyi ve kötünün ötesinde konumlandırmak
durumundadır. Daha önce de işaret ettiğimiz üzere, Nietzsche, iyi ve kötünün
ötesinde olmaktan bahsederken, bunu bütün değerlendirmeleri reddetmek amacıyla
yapmaz. O bunu, yeni bir değerlendirmeyi öncekinin yerine geçirmek amacıyla
yapar. Nietzsche, klâsik iyi- kötü (gGod-evil) ayırımı yerine soylu-kötü
(noble-bad) ayırımını yerleştirir . Nietzsche’nin önem
atfettiği bu ayırım, onaylayıcı ve yaşam ile düşmanca olmayan bir ilişkiyi
öngören mahiyeti ile, onun etiğinin merkezinde duran yaşamı zenginleştirme
kriteri için de temel bir referans noktası oluşturur.
Buraya kadar, Nietzsche’nin
efendi ve köle ahlâkı ayırımını, tarihsel olmayan bir perspektifle ele almaya
çalıştık. Fakat söz konusu tipler, Nietzsche için bir ahlâk filozofunun yapmış
olduğu, herhangi bir tasnifin ötesinde bir anlama sahiptir. Nietzsche’nin köle
ahlâkı olarak nitelediği ahlâk tipi, Batı kültürüne damgasını vuran ve sahip
olduğu nihilistik mahiyeti, yani nihilizm yazgısını kendi serüveninin sonunda
açığa çıkarmaya başlayan bir ahlâka tekabül eder ve bu yönüyle de açık şekilde
bir tarihsel anlama sahiptir. Nietzsche, kendi dönemini -modern dönemi-
kölelerin başkaldırmasıyla Batı kültür tarihinde hakimiyetini hissettirmeye
başlayan köle ahlâkının, dolayısıyla da kölenin, zafere ulaştığı bir dönem
olarak görür. Fakat Nietzsche için bu zafer, aslında decadence’a
(çöküş/yozlaşma) karşılık geldiği için, hayatın düşüşüne işaret eder ve bu
nedenle de, her ne kadar yaşamın lehinde yeni değerlerin yaratılması için
fırsatlar sunma anlamında olumlu bir anlama sahip olsa da, tarihin sonu olarak
görülmemesi gereken, kesinlikle üstesinden gelinmesi gereken bir hadisedir.
Hegel de tıpkı Nietzsche gibi, efendi ve köle kavramlaştırmalarını kullanmıştı
ve Hegel için de modern dönem, kölenin zaferine işaret etmekteydi.
Nietzsche’den farklı olarak Hegel, efendi ile köle arasındaki ilişkiyi, tarih
felsefesi doğrultusunda, diyalektik bir ilişki olarak ele almış ve kölenin
zaferini tarihsel zorunluluğun bir sonucu olarak, ancak tarihin sonunda zuhur
edebilecek olan özgür bireyin ortaya çıkışı olarak yorumlamış ve olumlamıştır.
Bu noktada, hem efendi ve köle ahlâkı ayırımının tarihsel anlamının ortaya
konulması hem de Nietzsche’nin diyalektik eleştirisinin mahiyetinin anlaşılması
bakımından, Nietzsche’nin efendi-köle ahlâkı ayırımı ile Hegel’in efendi- köle
diyalektiğinin bir mukayesesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Hegel’de efendi köle
diyalektiği, insanın, insan olma, kendinin bilincine varma, kendinin
bilincini nesnel hale getirme (başkaları için de kabul edilebilir hale getirme)
ve nihayetinde özgür bir birey olma sürecinin bir ifadesidir. Hegel’e göre
insan, ben olmayandan özce farklı, ona radikal bir biçimde karşıt ben
olarak kendini açığa vurur. Ben’i, olumlu içeriği olumsuzlama ile dolacak bir
boşluk olarak telâkki eden Hegel için, isteğin yöneldiği şeyin mahiyeti, benin
de mahiyetini belirleyecektir. Eğer istek yalnızca doğal bir şeye yönelmişse,
doğal olan bir şeyin olumsuzlanması söz konusu ise, ben de doğal bir ben
olarak kalacaktır ve bu
yönüyle insanın, yani doğal şeylere yönelik isteğinin tatmini peşinde olan
insanın, hayvandan bir farkı olmayacaktır. İnsanın ayırıcı vasfı, onu insan
yapan, bir birey olarak kendinin bilincine ulaşmasını mümkün kılan şey, onun,
doğal olmayan bir şeye, yani başka bir isteğe yönelimidir. Bu anlamıyla istek,
tam da insanın ayırıcı vasfıdır. Kendisiyle ebedîyen özdeş kalan, statik ve
verilmiş bir gerçek varlıktan farklı olan istek, gerçek olmayan bir boşluktur.
İnsanı hayvansal benden farklı olarak değişime ve dönüşüme açık kılan
şey, işte isteğin bu karakteridir. Dolayısıyla insan, tümel formu mekan değil
zaman olan bir varlık olarak, bir boşluk
olan isteğini, başka isteklerle etkileşimi sonucunda doldurmak suretiyle
insanlaşır221. Hegel insan ya da tarihin temelde, iki insan tipinin,
iki isteğin karşı karşıya gelmesinin, efendi ile köle arasındaki diyalektiğin
sonucunda oluştuğu kanaatindedir.
Bir
isteği istemek, kendini bu isteğin istediği değerin yerine koymayı, yani kendi
değerinin bir başkası tarafından istenen değer olmasını istemektir. Kısaca,
bilinip tanınmayı istemektir222. Efendi, bilinip tanınma isteğini
doyurmak için, diğer istekle olan mücadelesinde ölümü göze alan ve kendisini
kabul ettiren tarafı oluşturur. Köle ise, söz konusu mücadelede, hayatını
tehlikeye atmaktan vazgeçen, -kendi doğal isteğine boyun eğerek- hayatını idame
ettirmek için hasmını, efendi olarak tanıyan kişiyi niteler223. Bu
noktada, efendi ile köle arasındaki mücadelede, söz konusu olan olumsuzlamanın,
hasımlardan birinin tamamen ortadan kaldırıldığı bir olumsuzlama değil, hasmı (antiteyi)
bir yönüyle ortadan kaldırırken, diğer yönü ile muhafaza eden ve ileriye
taşıyan diyalektik bir olumsuzlama224 (aufhebung)* olduğunu
belirtmek son derece önemlidir. Örneğin, efendi köle diyalektiği bağlamında ele
alındığında, efendi, kölenin, kendini kabul ettirme isteğini yadsır, fakat
kölenin doğayı dönüştüren çalışmasını muhafaza eder ve onu ileriye taşımasına
imkân verir. Aynı şekilde, köle efendi ile olan ilişkisini olumsuzlarken, kendi
üzerinde bulunan bir efendi düşüncesini ortadan kaldırır. Fakat, söz konusu
ortadan kaldırmayla birlikte, efendide bilincine varmış olduğu kabul edilme
düşüncesini, muhafaza eder ve onu, kabul edilen biri tarafından kabul edilme
yönünde daha da ileriye taşır sözkonusu kavram üçlü bir anlam içeriğine
sahiptir. “Bir yandan, bunlar, içlerindeki bölük pörçük, göreli, parçasal ya da
taraf tutucu olan şeyler; yani, bir kanı olarak değil de, hakikat olarak ele
alındıklarında yanlış haline gelmelerine yol açan şeyler bakımından ortadan
kaldırılmışlardır, yani bir yana atılmışlardır. Öte yandan, içlerindeki özsel
ve tümel olan, yani her birinde, bütünsel ve tek olan gerçekliğin çok sayıda
yanlarından birini açığa-vuran şeyler bakımından saklanmış (korunmuş) ya da
kurtarılmışlardır. Ve nihayet, yüceltilmişlerdir, yani, bilginin ve gerçekliğin
ve dolayısıyla hakikatin bir üst düzeyine yükseltilmişlerdir; çünkü, tez de
antitez de, birbirlerini tamamlayarak, tek taraflı, sınırlı ve hatta ‘öznel’
karakterlerinden kurtarılmışlar ve sentez olarak, ‘nesnel’ gerçekliğin, daha
kavrayıcı ve dolayısıyla daha kavranabilir bir yanını açığa-vurmuşlardır.”
Kojeve, “Hegel’de Gerçekliğin Diyalektiği ve Fenomenolojik Yöntem”, Hegel
Felsefesine Giriş, (Çev. Selahattin Hilav), Y. K. Y., İstanbul 2000, s.
183-184.
Efendi, her ne kadar, kendi
olumsuzlayıcı etkinliği olan savaş ile, tarihsel ve insan oluşturucu sürecin
katalizörü olsa da, insanın kendinin bilincine varması, kendini
gerçekleştirmesi ancak kölenin olumsuzlayıcı etkinliği olan çalışma dolayımıyla
mümkün olabilecektir . Bu nedenle, Hegel’e göre özgürlük, yani
insanın kendini bilip tanıması ve kendini bilip tanıyan muadillerince bilinip
tanınması, kölenin çalışması sayesinde doğa karşısında özgür olan, bu
özgürlüğün sağlamış olduğu konfor nedeniyle biyolojik varlığını aşmaya yönelik
herhangi bir motivasyondan yoksun bulunan ve bu nedenle de kendisiyle ilgili
eksik bir bilince sahip olmakla yazgılı efendinin değil, efendiye boyun eğerek
insanî özgürlüğün ve özerkliğin değerini efendide bilip tanıyan; başlangıçta
ölüm korkusu ile kendi doğasına ve doğaya boyun eğen, fakat çalışarak doğanın
ve kendini doğaya bağlayan ve efendinin kölesi haline getiren kendi doğasının
efendisi haline gelen, yani efendiliğini çalışması dolayımıyla kazanan kölenin
başarımı olacaktır .
Efendi-köle diyalektiği
konusunda Nietzsche ve Hegel’in düşünceleri arasındaki farklılıklar, en iyi
şekilde, Nietzsche’nin diyalektik düşünceye yönelik eleştirileri yoluyla
anlaşılabilir. Bu eleştiriler, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin, diyalektik
düşünceden kaynaklanan sorunlarını ortaya koymanın yanı sıra, Nietzsche’nin
etiğinin ve bu etiğe bağlı olarak şekillenen Nietzscheci bir politik düşüncenin
temel karakteristiklerini oluşturan farkı öne çıkarma, çokluğu onaylama,
anti-teleolojik olma hususlarının anlaşılması bakımından da önemlidir.
Deleuze’e referansla
Nietzsche’nin üç nedenden dolayı diyalektiğe karşı olduğunu söyleyebiliriz. İlk
olarak diyalektik, güçlerin tabiatının yanlış bir yorumunu sunar. İkincisi,
güçler arasındaki ilişkinin mahiyetini yanlış yorumlar. Ve nihayetinde soyut
terimler ve değişimlerle iştigal ettiği için değişimi ve transformasyonu yanlış
yorumlar .
İlk eleştiri, gücün çoğul ve
dinamik karakteri bağlamında yöneltilen bir eleştiridir. Diyalektik, her ne
kadar başlangıçta iki farklı öğenin karşıtlığından hareket etmiş olsa da,
nihayetinde bir birliğe ulaşmayı içerdiği için çoğulculuk diyalektiğin en büyük
düşmanıdır . Nietzscheci bir perspektifle değerlendirildiğinde,
Hegel’in efendi- köle diyalektiği, kendisiyle birlikte bütün insanî
farklılıkların ortadan kaldırıldığı bir insan tipini -modern evrensel birey-
öngördüğü ve tikel (özel çıkar)-tümel (ortak çıkar) karşıtlığını aşmak
suretiyle bu insan tipinin varolabilmesinin imkânını oluşturma niteliğini haiz
bir bütünlük (Devlet) nosyonunu yücelttiği için kaçınılmaz bir biçimde gücün
çoğul ve ilişkisel mahiyetini göz ardı edecektir. İleride de işaret edeceğimiz
üzere, Nietzsche, Hegelci diyalektiğin sonundaki bireyi, nihilizmin en ileri
biçimine ulaşmasının bir ürünü olarak kendini gösteren ve insanî tiplerin
çokluğunu, insanlığın en düşük paydası olarak kendisinde düzleştiren son
insan olarak kavramlaştırmış ve tıpkı Tanrı gibi, onun yerine ikame edilmiş
bir bütünlük nosyonu olduğunu düşündüğü devleti de gerçek anlamda bir
bireyleşmenin önündeki engellerden biri olarak görmüştür.
İkinci eleştiri, Nietzscheci onaylama
nosyonuna ışık tutar. Nietzsche için bir gücün başka bir güç ile oluşturduğu
asıl bağ, hiçbir zaman tözün olumsuz öğesi olarak ortaya çıkmaz .
Hegel için bir güç diğerini yadsırken, olumsuzlarken, ancak bu şekilde
kendisine geri yansıyan gücü keşfederek kendinin bilincine varırken,
Nietzsche’de böyle bir yadsıma söz konusu değildir. Çünkü Nietzsche için, bir
güç başka bir güçle ilişkiye girdiği vakit, önündeki gücü olumsuzu olarak
yadsımaz. Tersine, onunla olan farklılığını ortaya koyar ve bu farklılığından
hoşnutluk duyar. Deleuze’ün ifade etmiş olduğu gibi, Nietzsche’de negatiflik,
gücün aktivitesini gerçekleştiren form olarak esasta varolmaz. Aksine o,
aktivitenin, yani aktif bir gücün varlığının ve onun farklılığının bir
sonucudur . İstemin istediği, farklılığın onaylanmasıdır. Diğeriyle
temel ilişkisi içerisinde bir istem, diğerinin farklılığını, onaylamanın bir
nesnesi haline getirir. Diyalektikçi ise, tüketilmiş bir güce sahiptir. Bu güç,
kendisine hükmeden güçlere reaksiyon gösteren bir güçtür. Ancak böyle bir güç,
diğeriyle ilişkisinde negatif olan unsuru ön plana çıkarır .
Son olarak
diyalektik, belirli bir hakikatin ya da inancın yaşamdan yalıtık bir biçimde,
nedenler gösterilerek kanıtlanabileceği tasarımını içerdiği için de sorunludur. Bu yönüyle
diyalektik, bütün bir geçmişi, geçmişte olu biten her şeyi, olumsal karakter
arz eden sonuçları ya da başarımları, belirli bir telos’a hizmet eden
mantıksal zorunluluğun ürünleri olarak ele alır . Efendi-köle
diyalektiği bakımından düşünüldüğünde, bütün bir sürecin zorunlu bir şekilde
kendisine hizmet ettiği telos özgürlük’tür. Hegel, tarihi bu telos
doğrultusunda, kölenin bilincinin bir serüveni olarak yorumlar ve onun, özgür
insan, kendinin bilincinde olan insan ile sonuçlanması mukadder sonunu olumlar.
Nietzscheci perspektif için böyle bir düşünme biçimi ve tarih okuması, tam da,
güçten yoksun olduğu için yaşamı yadsıyan ve pratikte mümkün olmayan zaferini
tek silahı olan mantık (akıl-logos) alanında kazanmaktan başka çaresi olmayan
kölenin zihniyetini yansıtır. Bu
noktada, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin, gerçekte kölenin bakış açısının
bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Köle yoksun olduğu gücü, güç istemi olarak
değil, gücün bir temsili olarak düşünür . Bu güç, hem varlığının bir
başkasının tanımasına bağlı olması anlamında, hem de efendide, Tanrı’da ya da
devlette ifadesini bulma anlamında kişinin dışında, kişiden ayrı olarak
tasavvur edilen bir güçtür. Tam da bu yüzden, efendi-köle diyalektiğindeki
efendi portresi, yani kendi varlığının bilincine ulaşmak için, bir başkasının
tanımasına ihtiyaç duyan efendi tasavvuru, Nietzsche’nin, köleye kayıtsız
efendi anlayışının tersine, aslında kölenin hayalindeki efendi portresi ya da
tasavvurudur. Hardt’ın da belirtmiş olduğu gibi, Hegel ve Nietzsche, efendi
köle ilişkisinde aynı alan üzerinde fakat karşıt yönlere doğru hareket ederler.
Her ikisi de özü, varlığın hareketi içerisine yerleştirmeye çalışır. Fakat
Hegel, kendisine geri yansıyan bir gücü (öz-bilinç) temel alırken, Nietzsche,
kendi dışına taşan bir gücü (güç istemi) önerir. Her iki durumda da, varlığın
özünün güç olmasına rağmen, iki farklı güç anlayışı söz konusudur.
Hegel, yapabileceği şeyden ayrılabilen bir güç anlayışını (kölenin güç
tasavvurunu) benimserken, Nietzsche, kendi açığa çıkışına içsel bir güç
anlayışını savunur . İki farklı güç anlayışı, transformasyona yönelik iki farklı düşünceyi
de beraberinde getirir. Dışa dönük Nietzscheci güç, bütüncül bir yıkma
stratejisiyle, kendini yaratma yönünde faaliyet gösterirken, içe dönük Hegelci
güç diyalektiğin muhafaza etme fonksiyonuna bağlı olarak bütüncül bir yıkma ve
yeniden yaratma stratejisinin yerine, özsel doğanın korunması ve olunan şeyin
bilincine varılması biçimindeki bir dönüşüme hizmet eder . Hegel
için bu dönüşüm, özgürlüğün, aklın ve insanın gerçekleşmesi iken, Nietzsche
için nihilizmden başka bir şey değildir .
Nietzsche’nin Hegel’e ve
Hegelci diyalektiğe yönelik eleştirileri, onun, tarihselliği, tarihsel
deneyimin önemini yadsıdığı anlamına gelmez. Tersine bize göre, insanın ve
düşüncenin tarihselliği konusunda, Hegel ve Nietzsche’nin düşünceleri arasında
birtakım paralellikler kurmak dahi mümkündür. Hatta daha da ileri gidilip,
Hegel sonrası bütün düşünürler gibi, Nietzsche’nin de, tarihsellik düşüncesi
bakımından Hegel’den etkilenmiş olduğu iddia edilebilir. Gerçekten de, Nietzsche’nin,
efendi- köle ahlâkı ayırımında efendiyi yüceltmesine rağmen, efendi ahlâkını
restore etmeye yönelik bir çaba içerisinde olmaması, kendi dönemlerinin sürüce
değerlendirmelerinin üzerine çıkabilen Cesare Borgia, Napolyon ve Goethe gibi
kişilikleri soylu tipler olarak niteleyip yüceltmesine rağmen, onları, kendi
etiğinin bir ideali olan üst-insanla özdeş olarak görmemesi ve nihayetinde, üst-insana ancak, köle
ahlâkının yıkımının sonuna kadar götürülmesi (aktif nihilizm) yolu ile, yani
köle ahlâkının hakimiyetine ilişkin bir tecrübenin ve bu ahlâkın nihilistik
mantığının açığa çıkmasıyla vuku bulan nihilizm sorununun içerisinden geçerek
ulaşılabileceğine ilişkin kanaati, söz konusu iddiayı güçlendiren kanıtlar
olarak görülebilir. Her iki düşünürün de ulaşmak istedikleri insan anlayışları
dikkate alındığında, tıpkı Hegel’in efendisi gibi, Nietzsche’nin soylu tipleri
de, tarihsel deneyim yoksunluğundan kaynaklanan eksik bir bilince sahiptirler.
Hegel’in efendisinin, kölenin çalışma deneyiminden yoksun olması nedeniyle,
gerçek anlamda özgür olamayacak olmasına benzer bir şekilde, Nietzsche’nin
soylu tipleri de, birtakım nitelikleri bakımından üst-insana benzeseler de,
nihilizm sorununu tecrübe etmedikleri için ondan farklı olacaklardır.
Nietzsche’nin üst-insanı anlatan, haber veren, öğreten ve kendi kişiliğinde
üst-insanı sembolize eden karakter olarak, tarihsel bir figürü, “en belalı
yanılgının” (iyi-kötü ayırımı), yani ahlâkın yaratıcısı olduğu için onu en iyi
tanıyan , dolayısıyla da, onun mahiyetini en iyi bilen kişi olan
Zerdüşt’ü seçmesi bu anlamda tesadüfi değildir.
C-
Hıristiyan Ahlâkının Eleştirisi
Tarihsel perspektif dikkate
alındığında, Nietzsche’nin köle ahlâkı olarak adlandırdığı ve yukarıda izah
etmeye çalıştığımız ahlâk anlayışının karşılığının Hıristiyan ahlâkı olduğunu
söyleyebiliriz. Esasında Nietzsche, köle ahlâkı, acıma ahlâkı, sürü ahlâkı ve
Hıristiyan ahlâkı kavramlaştırmalarını aynı şeyi, Batı kültürüne damgasını
vurmuş olan bir ahlâk anlayışını nitelemek için kullanmıştır. Fakat biz
çalışmamızda, her biri söz konusu ahlâk anlayışının bir yönüne işaret eden diğer
üç kavramlaştırmayı da önemsemekle birlikte, gerek diğer kavramlaştırmaların
anlam içeriklerini kapsaması gerekse modern ve seküler uzantılarıyla birlikte
Batı kültürünün hakim değerler sistemini niteleyebilme kapasitesi bakımından
ağırlıklı olarak Hıristiyan ahlâkı kavramlaştırmasını kullanacağız.
Nietzsche, ‘Hıristiyan’
ifadesini, kalbinde Platoncu felsefenin bulunduğu Batı metafizik düşünce
geleneğini nitelemek için kullanmıştır. Nietzsche için Hıristiyanlık, bu
geleneğin, yaygınlaşmış, geniş yığınlar tarafından benimsenerek ete kemiğe
bürünmüş olduğu biçimidir; “Hıristiyanlık halkın Platonculuğudur.”
Nietzsche’nin ifadesiyle
Hıristiyan ahlâkı, Hıristiyanlığın öncüleri olan, rahip ruhlu bir halkın
(Yahudilerin), iyi, soylu, güçlü ve mutlu olan arasında kurulmuş olan
aristokratik değer eşitliğine karşı çıkarak, soyluca değerleri yeniden
değerlendirmeleri, onları tersine çevirmeleri ve bunu da, hasımları olarak
gördükleri soylulara kabul ettirmeleri sonucunda Batı kültüründe hâkim olmaya
başlamıştır . Kuşkusuz Nietzsche’ye göre, bu hâkimiyet, yaşamın
fakirleştirilmesi ve çürütülmesi pahasına olmuştur. Çünkü sahip olduğu değerler
sistemiyle Hıristiyanlık, güçsüz (köle) olanın, güçlü (efendi) olan
karşısındaki zayıflığı ve korkusundan kaynaklanan değersizlik duygusunu (orijinal
nihilizm) telafi edici bir mekanizma olarak işlev görmüş ve yaşamı, yaşamın
zenginliğinin ölçütü olan güç isteminin eksik olduğu güçsüzün düzeyi
temelinde, onun değerleriyle standardize etmiştir .
Nietzsche’nin Hıristiyan
ahlâkında teşhis etmiş olduğu sorun, özünde, nihilizm sorunudur. Hıristiyanlık,
bir öte dünya nosyonuyla, bu dünyayı, yani yaşamı değersizleştirdiği ölçüde,
her ne kadar orijinal nihilizmin panzehiri fonksiyonu görmüş olsa da,
nihilistik bir mahiyete sahip olacak ve sorunun daha da derin bir biçimi olan Avrupa
Nihilizmi’ni, Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümü metaforuyla dile
getirdiği, yani Hıristiyanlık’ın kendi değerlerini değersizleştirdiği dönemde
açığa çıkarmak üzere bünyesinde taşımayı sürdürecektir.
Bu belirlemeden sonra,
Nietzsche’nin Hıristiyan ahlâkına yönelik eleştirilerine geçebiliriz.
Nietzsche’nin, Hıristiyan ahlâkının, nihilistik mahiyetini besleyen ve nihilizm
sorununu hazırlayan temel karakteristiklerine yönelik bu eleştirilerini ise
özne nosyonu, hınç duygusu ve sürü vizyonu eleştirisi olmak üzere üç
başlık altında ele almaya çalışacağız.
Nietzsche’ye göre, Hıristiyan
ahlâkına temel teşkil eden eylemlerinin farkındalığına sahip özne ,
gerçekte kurgusal bir varlığa sahiptir. Özne, dilin doğasının ve bizim dile
olan bağımlılığımızın bir sonucudur. Dil içerisindeki bütün sözcüklerimiz, bir
anlamda, metaforlardır. Örneğin isimler, doğada aynı kalan nesne sınıflarına
gönderimde bulunmaz; onlar daha ziyade, oluş dünyasının kaotik akışına bir
düzen yükleme, birbirine benzemeyen deneyimlerimizi kullanışlı dilbilimsel
kategorilere sıkıştırma yönündeki kökleşmiş eğilimimizi yansıtır. Bu yüzdendir
ki cümlelerimiz, gerçekliğin fiilen nasıl olduğunun temsilleri olarak görülemez
. Tam tersine, bizim sözde hakikatlerimiz, gerçekte tüketilmiş metaforlar
olup ve zamanla metafor
olduklarını unuttuğumuz
yanılsamalardır . Bu nedenle, oluşa ilişkin her ifade, dilin söz
konusu doğası gereği, oluşu nesneleştirerek onun akıcılığını kesintiye uğratır
ve fail ile fiili birbirinden ayrı göstermek suretiyle, eylemin ötesinde duran
kendinde varlıkların bulunduğuna yönelik yanlış bir inancı doğurur. Aynı
şekilde Nietzsche özneyi de, dilin ayartmasının bir sonucu olarak varolduğunu
zannettiğimiz böyle bir yanılsama* olarak
görür. Dili kullanırken, örneğin ‘yapıyorum’ derken, farkına varmadan, yapma
eylemi ile bu eylemi gerçekleştiren kişi şeklinde bir ayrıma giderek, eylemin
arkasında, ondan ayrılabilen tözsel bir varlığın bulunduğunu düşünürüz .
Nietzsche ahlâk dilindeki Tanrı, mükemmel olan, töz, kendinde şey, özgür istem,
neden gibi nosyonların da, töz olarak benlik yanılsamasının, yani özne
nosyonunun izdüşümleri olduklarının altını çizer .
Kuşkusuz, jeneolojik bir
soruşturma yöntemini benimsemiş olan Nietzsche, öznenin, yalnızca dilsel alışkanlıklarımızla
ilişkili yönünü ortaya koymakla yetinmez, aynı zamanda, onun, güç istemiyle
ilişkili bir izahını da sunar. Buna göre özne, güçsüzlerin, güçsüzlüklerini
telafi edici fonksiyonuna bağlı olarak kendini gösteren bir kurgudur .
Nietzsche, özne ve onun türevleri olan nosyonların, tarihin çeşitli
dönemlerinde yaşamlarına düşsel bir özgürlük ve anlam kazandırmak isteyen
güçsüz ve ezilmişlerin araçları olduklarını savunur. Özgürce isteyebilen bir
öznenin icat edilmesiyle birlikte, zayıflar, güçlüleri eylemlerinden ötürü
sorumlu tutabilecekler, onların, güçlerinden dolayı suçluluk duymalarını
sağlayabilecekler ve aynı zamanda, kendi güçsüzlüklerini de manevî özgürlüğün
bir koşulu olarak yüceltebileceklerdir .
Nietzscheci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, övgü, yergi ve cezaya konu olması bakımından bir kimsenin
daha önce belirli bir fiili gerçekleştirmiş aynı kişi olması gerektiğine
ilişkin bir ahlâkî dürtü tarafından beslenen özne, benliğin olumsal,
çoğul ve dinamik mahiyetinin göz ardı edilmesi pahasına varolabileceği için,
kaçınılmaz bir şekilde farklı insanî varoluş tarzlarının yadsınması anlamında
nihilistik bir dünya yorumuna hizmet edecektir. Yine özne, güçsüzlük hissini
telafi edici bir mekanizma fonksiyonu gören, güçlü ile gücü birbirinden ayırmak
suretiyle, gücü ve eylemi değersizleştiren mahiyeti nedeniyle de, Deleuze’ün
negatif istem ve hiçlik istenci ile karakterize ettiği reaktif güçlerin zaferine, yani nihilizme hizmet eden bir
nosyon olacaktır.
Hıristiyan ahlâkı gibi,
Nietzsche’nin, bu ahlâkın modern-seküler formları ya da uzantıları olarak
gördüğü Kantçı ve faydacı etik anlayışlar da, onun özne eleştirisinden
paylarını almışlardır. Modern dönemin iki önemli epistemolojisi olan
rasyonalizm (Kantçı etik) ve empirisizmden (faydacı etik) beslenen iki etik anlayış için de temel sorun,
Crosby’nin de işaret etmiş olduğu gibi, insanı tamamıyla otonom, kendine yeten,
ilişkilerinden bütünüyle yalıtılmış bir özne olarak varsaymalarıdır. Crosby’ye
göre, iki ahlâk sistemi de, evrensel ahlâkî değerlere ulaşma amaçlarına karşın,
tam bir izolasyon içerisinde düşünülen benlik anlayışları nedeniyle, nihilizme
kapı açmışlardır .
Nietzsche’ye göre, Kant’ın
etiğinin temel sorunu, aşkın, evrensel nitelikleri haiz bir insanî özne
anlayışını merkeze alıyor olmasıdır. Nietzsche için kendinde şey olarak özne
telâkkisi gibi, bu telâkkinin ürünleri olan genel ve kişisel olmayan ödev,
erdem ve iyi anlayışları da birer uydurmadır. Büyümenin, ayakta durmanın
yasalarının, herkesin kendi erdemini, kendi kesin buyruğunu bulmasını
emrettiğine işaretle Nietzsche, kendinde iyi anlayışının aslında çöküşün,
yaşamın güçsüzleşmesinin bir belirtisi olduğunun altını çizer .
Nietzscheci bir perspektifle değerlendirildiğinde, Kant’ın etiğinin, gerçekte,
Hıristiyan ahlâkının ve bu ahlâkın sonucu olan decadenceın değerlerini,
yani eylem gücünden yoksun zayıf insanların değerlerini evrensel, kendinde iyi
olan değerler şeklinde sunmuş olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı Hıristiyanlık gibi
Kant’ın etiği de, dünyayı, gerçek ve görünen dünya olarak (numen-fenomen)
ikiye bölmüş ve gerçek dünyaya (evrensel ahlâkî ilkeler)
referansla yaşamı ve gücü yadsıyarak, yorgun ve güçsüz insanın ihtiyaç duyduğu
nihilistik bir dünya yorumunu beslemiştir.
Her ne kadar, Kant’ın etiğine
temel teşkil eden rasyonalist epistemolojinin karşıtı olan empirisist
epistemolojiyle desteklenmiş olsa da faydacı etik de, Kant’ın etiği gibi,
kurgusal bir benlik anlayışı temelinde ahlâkî faaliyetin bir metafiziğini 258
sunmuştur . ilk bakışta,
faydacı etiğin beslendiği epistemolojiye bağlı olarak iyi yi eylemin
sonuçlarına göre açıkladığı için özne nosyonunu reddettiği düşünülebilir.
Fakat, aslında faydacı etik de, eylem ile niyeti birbirinden ayırıp, kendi
niyetine göre davranabilen/niyetinin farkında olabilen, eyleminin muhtemel
sonucunu kestirebilen bir insan modelini varsaydığı için muhtevasında özne
nosyonunu barındırmaktadır. Bu belirlemenin akabinde, Strong’a referansla,
Nietzsche’nin faydacı etiğe yönelik eleştirilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
İlk olarak, bütün ahlâkî şeylerin ölçüsünü hazcı bir hesaplama olarak gören,
yani ahlâkı acı-memnuniyet hesabının bir sonucu olarak ele alan faydacı etik,
ahlâkî olan şeye ilişkin insanî çıkarımların çokluğunu (farklı değerlendirme
biçimlerini) yadsıdığı için sorunludur. İkinci eleştiri, faydacılıkta niyetin
belirleyici faktör olarak alınmasına yöneliktir. Nietzscheci perspektifte,
niyet ile eylem arasındaki ayırım bir kurgudur. Bu anlamda, insan için
niyetlerin mahiyeti çoğu zaman açık değildir. Eylemlerin sonuçları niyetleri
bulanıklaştırıp geçersiz hale getirebilir . Üçüncü eleştiri konusu,
faydacılığın tarihdışı olma iddiasıdır. Faydacıların, bütün ahlâkî yargıların,
duyguların evrensel temeli olarak düşündükleri ölçüt ‘fayda’, gerçekte, özel
bir tarihsel bağlamdaki insanların ‘İngilizler’ kendi özel arzu ve tercihlerinin tezahürüdür
. Bu eleştiri bağlamında düşünüldüğünde, faydacılık, Nietzsche’nin decadence
olarak adlandırdığı bir dönemin insanlarının, yani nihilizm çağındaki bitkin,
yorgun insanların, son insanın, acıyı ortadan kaldırma ve memnuniyeti
artırma arzusunun ifadesini bulduğu bir etik anlayıştır. Nietzsche’nin faydacı
etiğe yönelttiği son eleştiri ise, faydacıların bizatihi kendi eleştirilerinden
kaynaklanır. Faydacılar, kendilerini kurtulmak istedikleri şeyle
sınırlandırmışlardır. Bunun nedeni ise, onların, ahlâkî değer ve duyguların
eleştirisini yapmalarına karşın, ahlâkın kendisinin eleştirisini yapmamış
olmalarıdır. Onlar, ahlâkî değerlerin orijinini eleştirmişler fakat aynı
zamanda söz konusu orijinlere de inanmışlardır . Nietzsche bu
inancın arkasında, nihilizm çağından kaynaklanan, yaşamın gerilimlerinden
korunma ihtiyacının bulunduğunu düşünür. Bu tam da pasif nihilizmle
uyumlu bir durumdur. Çünkü, faydacılığın başarısı, sonradan idrak etme erdemine
dayanır. Memnuniyet ve acı hesaplamalarına izin veren deneyimler,
değiştirilmeden kalmadıkça, verili bir eylemin sonuçlarına ilişkin uygun
beklentiler de imkansız olacaktır. Bu anlamda faydacılık kendini, mevcut
deneyimlerle sınırlandırır ve yeni deneyim imkanlarını gözden kaçırır .
Özne nosyonu, Hıristiyan
ahlâkında insanın nasıl olup da yapıp ettiklerinden sorumlu bir varlık haline
getirildiğinin bir izahını sunar, fakat suçun, kötülüğün ve sorumluluğun
taşıyıcısı olarak niçin insanın seçildiği hususunda yeterince bilgi vermez.
Bunun için, Hıristiyan ahlâkının daha açıklayıcı ve daha belirleyici bir
karakteristiğine müracaat edilmesi gerektiği ortadadır. Deleuze’e referansla,
söz konusu karakteristiğin, bizim psikoloji, tarih, metafizik ve ahlâk diye
adlandırdığımız şeylerin özünü oluşturan gücün, genel anlamda metafizik
düşüncenin, özelde ise Hıristiyan ahlâkının arkasında bulunan aşkın prensibin
hınç duygusu (ressentiment)*
olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşamdan nefret olarak kendini gösteren hınç duygusu oluşu değersizleştirerek
insanı hiçliği istemeye, yani nihilizme sevk ettiği için, Nietzsche’nin
Hıristiyan Ahlâkıyla ilgili olarak eleştirdiği konuların başında gelmiş ve bu duygunun üstesinden gelme, onun
onaylayıcı etiğinin temel hedeflerinden biri olmuştur.
Nietzsche’ye göre hınç, güç
isteminin negatif formu olan güçsüzlük hissinin, yani dışarıya boşaltılamayan
içgüdülerin insanın içine dönmesinin sonucu olarak kendini gösteren hastalıklı
bir duygudur . Scheler’in de belirttiği üzere, hınç; intikam,
nefret, haset ve kin gibi belli duygu durumlarının sistematik bir şekilde
bastırılmasına bağlı olarak ortaya çıkar ve ilgili kişinin kendisinin bile
farkında olmadığı ya da kendisinden bile gizlemek zorunda kaldığı belirli değer
yanılsamalarını ve bu yanılsamalara uygun değer yargılarına kapılma eğilimini
de beraberinde getirir. Scheler’e göre bu durumda hınç, bir anlamda, zihnin
kendini zehirlemesidir . Tam da bu nedenle, yani gerçekliği
sahteleştirici mahiyeti nedeniyle, Nietzsche’nin gerçeklikten acı çeken, nefret
eden, ondan kaçıp kurtulmak isteyenlerin motivasyonlarının bir ürünü olarak
değerlendirdiği Hıristiyan ahlâkını*,
söz konusu zihin zehirlenmesinin en önemli 268 örneği olarak gördüğünü
söyleyebiliriz .
Hınç duygusu en ileri boyutuna
belirli kişi ya da gruplara yönelik nefret biçimindeki görünümlerinin ötesine
geçerek bizatihi değerlere yöneldiğinde ulaşmış olur. Değerlere yönelik bir tahrifat, bu anlamda
hınçla beslenen bir ahlâkın en büyük başarımı olacaktır. Nietzsche için
Hıristiyan ahlâkının batı kültüründe hakimiyet kurmasının arkasında bu başarım
bulunmaktadır. Hıristiyan ahlâkı, bu başarımla birlikte yani değerleri tersine
çevirerek beslenmiş olduğu hıncı kamufle ettiği için kendi değerlerini evrensel
değerler olarak kabul ettirebilmiştir.
Değerlerin tersine
çevrilmesinin Nietzscheci perspektif bakımından anlamı; kişinin kendisine,
dünyaya, zamana ve ötekine yönelik hıncının; bedenin, maddenin, oluşun ve gücün
değersizleştirilmesi suretiyle görülmez hale getirilmesi ve böylece hıncın
arkasındaki zayıflık hissinin telafi edilmesidir. Nietzsche’ye göre, bu
telafinin bedeli ağır olmuştur. Çünkü, yaşamın ağırlık noktasının yaşamın içine
değil de öteye (hiçliğe) yerleştirilmesi, aslında yaşamın ağırlık noktasının
kaldırılması yani nihilizm anlamına gelmektedir. Nietzsche’nin ifadesiyle
hakiki bir dünya ve kişisel ölümsüzlük konusundaki “büyük yalan”, iç
güdülerdeki ussallığı ve doğallığı yıkmış, olumlu, yaşamı ilerletici ve
geleceği sağlamlaştırıcı ne varsa artık güvensizlik uyandırır hale getirmiştir.
“Yaşamın artık hiçbir anlamı yok” şeklindeki bir yaşam telâkkisi yaşamın anlamı
haline gelmiştir .
Bir hınç ahlâkı, yalnızca,
genel anlamda yaşamı değerden düşüren değerler sistemiyle değil, aynı zamanda,
farklı yaşam tarzlarının yadsınmasıyla, yani yaşamın fakirleştirilmesiyle,
sonuçlanan monist karakteri nedeniyle de nihilistiktir. Hıristiyan ahlâkının
söz konusu karakterinin, kötülük sorununa getirmiş olduğu çözümün bir sonucu
olduğunu söyleyebiliriz. Connolly’nin de belirtmiş olduğu gibi, kadiri mutlak,
kusursuz ve mükemmel bir Tanrı anlayışına bağlı olarak kötülüğün insana havale
edilmesi ve böylece insanın kendini yadsıması, yani asketizm
(çilecilik), kötülük sorununun Hıristiyan’ca çözümünün ilk sonucudur .
Nietzsche’ye göre, kötülüğü tanrılara havale ederek, trajik bir yaşamı
onaylayan Yunan politeizminin aksine, Hıristiyanlık, gerçek dünya-görünen
dünya dikotomisi bağlamında, gerçek dünyayı (Hakikat ve Tanrı’yı)
yüceltmiş, insanın, görünen dünyayı, yani yaşamı ve kendi bedenini yadsıması
anlamına gelen asketizmi ulvî bir ideal olarak sunmuştur. Kötülük
sorununun Hıristiyan’ca çözümünün ikinci sonucu ise, bir yaşam tarzının,
kendini, yüceltilen söz konusu Hakikat’le özdeşleştirerek, kötülüğü başka yaşam
tarzlarına havale etmesi, yani varoluşsal hıncın neden olduğu acının, hıncın
başka insanlara yönlendirilmesi yoluyla giderilmeye çalışılmasıdır .
Nietzsche’nin yaşamı zenginleştirme ölçütü dikkate alındığında Hıristiyan
ahlâkının (ve onun modern uzantılarının), ideal bir insan ya da özne kurgusu
temelinde, kötülüğün kaynağı olarak düşman bir öteki’ne ihtiyaç duyduğu ölçüde
nihilistik bir mahiyete sahip olacağı açıktır.
Hıristiyan ahlâkı, temel almış
olduğu özne nosyonu ve beslenmiş olduğu hınç duygusunun yanı sıra, hakim
kılmaya çalıştığı sürü vizyonu nedeniyle de, Nietzsche’nin eleştirilerine konu
olmuştur.
Nietzsche’ye göre, sürü vizyonu
da güç isteminin negatif formunun bir sonucu olarak kendini gösterir. Sürü
vizyonu komşu sevgisi, diğerkamlık, yardım severlik, dürüstlük, alçak
gönüllülük ve merhamet gibi sürüce değerleri yüceltip, insanları, birbirleri
için hesaplanabilir ve tehlikesiz hale getirerek, güçsüzlük hissinden
kaynaklanan korku ve güvensizliği giderici bir fonksiyon görür .
Nietzscheci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, tıpkı özne nosyonu ve hınç duygusu gibi, sürü vizyonunun
da, hem yaşamın değersizleştirilmesi hem de fakirleştirilmesi anlamıyla
nihilistik bir dünya yorumuna hizmet edeceğini söyleyebiliriz.
Sürü vizyonu da, Tanrı,
hakikat, toplum, devlet vb. metafiziksel nosyonlar gibi yaşamı
değersizleştirici bir fonksiyona sahiptir. Çünkü, soyut ve kurgusal biz’in
(sürü)
yüceltilmesi, ancak somut, bireysel varoluşun değerden düşürülmesi pahasına
olacaktır . Ya da tersinden ifade edildiğinde, yaşamın çoğulluğunu
ve kendi yaşamının biricikliğini onaylayamayan zayıf insan, ancak kendisini
bütüne ya da sürüye adayarak varolabilecektir. Kuşkusuz böyle bir varolma
tarzı, Nietzsche için nihilistik bir yaşam anlamına gelecektir. Havas’ın da
belirtmiş olduğu üzere, Nietzsche’nin sürü ahlâkına yönelik eleştirilerinin
temelinde, onun, korku üzerinde temellenen ve eylemlerini diğerlerinin
kanaatlerine ve değerlerine göre yönlendiren vasat bireyler üreten bu ahlâkı,
nihilistik olmayan bir yaşam tarzının, yani kendini onaylayabilen, kendi
eylemlerinin sorumluluğunu üstlenebilen ve söz verebilme kapasitesine sahip bir
birey olabilmenin önündeki en büyük engel olarak görmesi bulunmaktadır .
Öte yandan, sürü vizyonu,
sıradan insanı yüceltip, insanı, onun düzeyinde standardize edici mahiyeti
nedeniyle de nihilistiktir. Nietzsche, sürü ahlâkının hakimiyetini, yalnızca
ortalama insanın kendi tipini sürdürüp yaratma şansının olduğu bir dönemin,
yani pasif nihilizmin hakim olduğu çürüme döneminin en önemli belirtisi olarak
görmüştür . Nietzsche’nin ifadesiyle, sürünün içgüdüsü, vasatı
takdir edecek ve vasat olmayı en yüksek değer olarak belirleyecektir. Çünkü,
sürü kendisini, ancak vasat olanın doğru varlık olarak görüldüğü, istisnaî
olanın ise, suçlulukla özdeşleştirildiği bir ortam içerisinde güvende hissedecektir
. Dolayısıyla, sürünün hakimiyeti farklı, daha yüksek tiplerin aleyhine
olacak ve bu durum da yaşamın fakirleşmesini
beraberinde getirecektir.
Kuşkusuz, Nietzsche’nin
Hıristiyan ahlâkına yönelik eleştirel tavrı, onun söz konusu ahlâkı yadsıyıcı,
ona ilişkin tarihsel tecrübeyi önemsemeyen bir anlayışa sahip olduğu anlamına
gelmez. Nietzsche’nin, Hıristiyan ahlâkını yaşamı yadsıyıcı mahiyeti nedeniyle
bir hastalık olarak gördüğü doğrudur. Fakat Nietzsche için bu hastalık, 280
egemen bireylerin doğumunun
koşulu olan gebelik tarzı bir hastalıktır . Bu nedenle Nietzsche, üst insan
idealinin gerçekleşmesinin tarihsel imkânı olarak gördüğü Hıristiyan ahlâkını
mahkum edici bir tutum takınmamıştır . Tersine Nietzsche, nihilizm
sorunuyla birlikte, bu sorunun üstesinden gelinmesi için gerekli fırsatları da
içerisinde barındıran Hıristiyan ahlâkını onaylamıştır.
Nietzsche’ye göre Hıristiyan
ahlâkı, en temel değerlendirme ölçütü olan hakikat istemi ile oluşu
değersizleştirerek nihilistik bir yaşamın mevcudiyetini mümkün kılmıştır. Fakat
bu ölçüt, ait olduğu ahlâkın kendisine yöneldiğinde, onun sonunu
hazırlayacaktır. Bu anlamda Nietzsche, mevcut değerlere temel teşkil eden en
büyük yanılgının, yani Tanrı’nın ortadan kaldırılmasını, Hıristiyan ahlâkının
başat erdemi olan doğruculuğun mantıksal bir sonucu olarak görmüştür .
Nietzsche’nin ifadesiyle, Hıristiyan ahlâkı, Hıristiyan doğruculuğunun art arda
gerçekleştirdiği çıkarımların ardından, en çarpıcı çıkarımıyla -kendine karşı
çıkarımla-, “bütün bu hakikat isteminin anlamı nedir?” sorusunu ortaya
koyduğunda, yani hakikat istemi kendi bilincine 283
vardığında son bulacaktır .
Nietzsche için bu son, bir sorun (nihilizm) olduğu kadar, yeni bir
değerlendirme ölçütüyle değerlerin yeniden değerlendirilmesine imkân verdiği
için bir fırsattır da. Fakat bu, herkesin farkında olup değerlendirebileceği
bir fırsat değildir. Diyalektik bir tarih ve evrensel bir özne anlayışına sahip
olan Hegel’in aksine Nietzsche, kendi idealini, tarihsel sürecin zorunlu bir
sonucu olarak herkesin ulaşabileceği türden bir ideal olarak sunmaz. Nietzsche,
üst insan idealinin, ancak nihilizmin sunmuş olduğu fırsatları
değerlendirebilecek güce sahip seçkin tiplerin gerçekleştirebileceği
kanaatindedir. Tam da bu nedenle, Nietzsche’nin, gerçek anlamda bir birey
yaratmak suretiyle nihilizmin üstesinden gelme amacına matuf etiğini, bütün
insanlar için değil, Zerdüşt’te yüksek insanlar olarak adlandırdığı
istisnaî tipler için önerdiğini
söyleyebiliriz.
Genel olarak değerlendirildiğinde,
Nietzsche’nin ahlâk eleştirisi, onun, olduğumuz hale nasıl geldiğimize yönelik
jeneolojik soruşturmasının bir sonucu olarak kendini gösterir. Bu yönüyle,
ahlâk eleştirisinin, Nietzsche’nin etiğinin ilk adımını, onun, yıkma
stratejisine tekabül eden kısmını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche’nin
etiğinin pozitif içeriğini oluşturan, kişinin kendini yaratması, ancak
hâlihazırdaki değerlere yönelik bu yıkıcı stratejiden sonra mümkün
olabilecektir.
Bu anlamda nihilizm, yani
mevcut değerlerin inandırıcılığını yitirmesi, tarihsel bir fırsattır.
Nietzsche’nin yıkma stratejisi, yani aktif nihilizm, bu fırsatın
değerlendirilmesine işaret eder. Değerlerin yıkımı sonuna kadar götürülmelidir.
Çünkü, yeni bir varlık tarzının ön koşulu hiçliktir . Yeni bir
varlık tarzı ise, yeni değerlendirme biçimlerine ve yeni değerlere bağlıdır.
Nietzsche hiçbir şekilde, insanı, değerden bağımsız olarak düşünmez .
Nietzsche’nin perspektifinde değer, insanın varlığının bir göstergesidir. Fakat
Nietzsche, değerlendirme biçimlerine (ve değerlere) bağlı olarak kendini
gösteren, insanın varolma biçimleri arasında bir ayırım yapar. Bu, yaşamı
yadsıyan, bize aşkın hazır bulduğumuz değerlerle; yaşamı onaylayan, kendi
yaratımımız olan değerler arasındaki ayırımdır . Her iki durumda da
insan, değerler dolayımıyla yaşama bağlanır. İlkinde, yaşama bağlanmanın
nihilistik bir tarzı söz konusu olup, burada insan, hiçliği (hakikati)
isteyerek varolduğu için, varlığı, soluk bir görüntüden ibarettir. İkincisinde
ise insan, yaşamı onayladığı ve kendi değerlerinin yaratıcısı olduğu için,
nihilistik olmayan bir tarzda, gerçek anlamda varolur. Nietzsche’nin üst insan
ideali, işte bu tarz bir varolma biçimine karşılık gelmektedir.
Nietzsche’nin etiğinin pozitif
yönü ya da Nietzsche’nin pozitif etiği, literatürde farklı ilgilere bağlı
olarak, farklı kavramlarla nitelenmiştir. Örneğin, Connolly, Nietzsche’nin
etiğini, ‘neden’ sorusuna yanıt veren bir buyruk ya da ‘ne’ sorusunun dayandığı
bir zemin arayışı yerine, kimlik ve farklılığa yönelik özeni yeşertmenin
yollarını arayan “yeşertme etiği” ; Berkowitz, yaratıcı
faaliyetlerin bir sıradüzenini kabul eden ve bu sıradüzeninin en tepesini,
kendini yaratmanın nihai şekli olan, kendini Tanrı yapmayı hedef alan “yaratıcı
benlik etiği” ; May ise, kişinin, potansiyellerini en yüksek ölçüde
gerçekleştirmesi, doğası ve yaşama çevresi içerisinde sahip oldukları ile
yaşamını zengin hale getirmesi amacına matuf “yaşamı zenginleştirme etiği”
olarak adlandırmıştır. Bize göre,
üç adlandırma da Nietzsche’nin etiğinin farklı yönlerine vurgu yaptıkları için
önemlidir. Connolly’nin kavramlaştırması Nietzsche’nin etiğinin çoğul
karakterine; Berkowitz’in kavramlaştırması Nietzsche’nin, farklı varoluş
tarzları arasındaki hiyerarşiye, mükemmeliyete ve niteliğe yaptığı vurguya; May’in
kavramlaştırması ise, kişinin, kendi yeteneklerini gerçekleştirmesi ve kendini
geliştirmesine işaret etmektedir. Biz Nietzsche’nin etiğini nitelemek için,
onun, iyi ve kötü olanı değerlendirmek için ölçüt olarak sunduğu ve söz konusu üç hususa ilaveten, kişinin,
kendisini ve yaşamı onaylaması kriterini de içerdiğini düşündüğümüz “yaşamın
zenginleştirilmesi” kavramlaştırmasını kullanacağız.
Nietzsche’nin etiği, onun
benlik anlayışı üzerinde temellenir. Sabit, sürekli, homojen ve evrensel bir
benlik anlayışını reddeden Nietzsche, birbirleriyle mücadele ve etkileşim
içerisinde bulunan farklı etkilerden müteşekkil çoğul ve dinamik bir benlik
anlayışını savunmuştur . Thile’ın da belirttiği üzere, Nietzsche,
benliği, içerisindeki farklı unsurların birbirleriyle olan mücadelelerine bağlı
olarak şekillenen farklı rejimlerin deneyimlendiği, ilgili rejimde hâkim olan
güçlerin belirlediği değerlerle yönetilen ve mahiyetini (karakterini) bu
değerlere bağlı olarak kazanan agonistik bir politik topluluk olarak
tasavvur etmiştir . Nietzscheci anlamda etik, işte bu topluluğun
sahip olduğu rejime, doğası itibariyle kaotik olan benliğin bürünmüş olduğu
göreli birliğe işaret edecektir. Kişi, bu birliği sağlayabildiği ölçüde bir
birey olarak varolabilecek, sağlayamadığında ise, belirli bir karakterden
yoksun olacak ve bireysel anlamda nihilizmi yaşayacaktır .
Söz konusu benlik anlayışı,
Nietzsche’nin etiğinin temel özelliklerini anlamak bakımından da önemlidir. İlk
olarak, eğer etik benliğin rejimi anlamına geliyorsa, bu durumda farklı benlik
rejimlerine bağlı olarak farklı etikler de mümkün olabilecektir. Benliğin çoğul
karakteri nedeniyle, Nietzsche’nin etiği de, çoğulcu bir karaktere sahiptir ve
Nietzsche için herkese hitap edecek evrensel bir etik mümkün değildir. İkincisi,
Nietzsche için benlik, yaşamın dinamik mahiyeti nedeniyle değişime açık olmak
durumundadır. Tam da bu nedenle, Nietzsche’ye göre, benliğin bütünüyle -nihai
olarak- düzenlenebileceğine ilişkin anlayış, yanlış bir anlayıştır. Nietzsche,
yaşamı yadsıyan böyle bir anlayışı, büyüme eksikliğinin ve düşüşün belirtisi
olarak görmüştür. Bu anlamda, sağlıklı bir etik ulaşılabilecek bir sona işaret
etmez; tam tersine, güçte bir artışa, sürekli büyüyen güç hissine karşılık
gelir . Son olarak, Nietzsche’nin etiğinin, bireyleşmeye ve farka
yönelik vurgusu da, çoğul ve dinamik benlik anlayışının bir sonucudur. Her
benliğin, kendine özgü sonsuz sayıda etkinin, sonsuz sayıdaki birliğine açık
olması, her bireyin, biricikliğini de beraberinde getirecektir .
Böylece, bireyler ancak kendilerine has benlik rejimleriyle, diğerlerinden
farklarıyla, varolabilecekl erdir. Kuşkusuz, Nietzscheci anlamda birey kavramı,
yalnızca diğerlerinden farklı bir perspektife sahip olma anlamıyla
sınırlandırılamaz. Zira Nietzsche için, perspektival çoğulculuk, bireyin kendi
içinde de geçerlidir. Thile’ın da altını çizdiği üzere, sahip olunan
perspektiflerin çokluğunu benimsemiş olduğu idealin, üst insanın bir meziyeti
olarak gören Nietzsche , daha radikal bir bireyciliği savunmuştur.
Nietzsche’nin, farklı etik
anlayışları, farklı benlik rejimlerini, yani kaotik benliğin birliğini
sağlamanın farklı yollarını onaylaması, hiçbir şekilde, onun, bütün insanî
varoluş tarzlarına aynı değeri yüklediği anlamına gelmez. Eğer etik, May’in
belirttiği gibi, ‘Failler için iyi olan yaşam nedir?’ ve ‘Bu iyiyi elde etmek
için gerekli araçlar (erdem, değer ve pratikler) nelerdir?’ sorularının
cevaplarının aranmasına yönelik bir faaliyet anlamına geliyorsa, bu sorulara
kendine özgü cevapları olan Nietzsche’nin de kendine ait bir etik anlayışından
bahsetmek mümkündür . Bu anlayış ve bu anlayışın merkezini oluşturan
yaşamı zenginleştirme ölçütü dikkate alındığında, Nietzsche için etik
anlayışlar, yani farklı insanî varoluş tarzları arasında, varoluşun en silik
görünümünden en yetkin görünümüne doğru bir sıradüzen söz konusu olacaktır
. Bu anlamda, Nietzsche’nin, kendi anlayışı dışındaki iyi anlayışlarını
onaylamasının, bütün etikleri aynı değerde görmesinden değil, kendi etiğinin,
ancak sınırlı sayıdaki seçkin insan tarafından pratiğe geçirebileceğini
düşünmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Nietzsche, kendi değerlendirme
ölçütü bakımından kötü olan yaşam tarzlarını yadsımaz, çünkü, yaşamın
zenginleştirilmesi etiğinde iyi, kötünün yadsınması ve yokluğu anlamına gelmez;
iyi, Hıristiyan ahlâkında olduğu gibi, kötüden hareketle tanımlanmaz.
Hıristiyan ahlâkının tersine, Nietzsche’nin etiğinde, iyi ile kötü arasındaki
mesafe önemlidir. Hıristiyanlık, kendi iyi anlayışı doğrultusunda kötü olanı
ilga etmeyi hedeflerken, Nietzsche, nihilistik de olsa, yaşama tutunmanın bir
tarzına karşılık gelen kötüyü de onaylar. Zira, kötünün varlığını tanıma, insan
tipleri arasındaki mesafeyi ve sıradüzeni önemseyen Nietzsche’nin etiğinin
doğal bir sonucudur.
Nietzsche’nin etiği, herhangi bir
etik düşüncenin gerektirdiği; insan varlıklarına ilişkin ontolojik bir açıklama
ilkesi, etik düzeni test edici mahiyete sahip bir imperatif (buyruk), benliğin
dönüştürülmesi ya da yaratılmasına hizmet eden bir çeşit asketizm ve
nihayetinde, ulaşılmak istenen varoluş tarzına işaret eden telos olmak
üzere dört temel unsur bağlamında izah edilebilir . Nietzsche’nin
etiği dikkate alındığında, bu unsurların sırasıyla; güç istemi teorisi,
ebedî dönüş düşüncesi, yaşamın lehinde bir asketizm ve üst insan
ideali-[egemen birey-olduğumuz şey hainle gelmek*] olduğunu söyleyebiliriz.
Nietzsche’nin etiğinin
ontolojik (kurucu) ilkesi güç
istemidir. Genel anlamıyla güç istemi, kavranabilir dünyanın karakteri anlamına gelirken, özel anlamda ise, benliğe
karakterini veren şeye gönderme yapmaktadır. Güç istemi oluşa, kaotik akışa
varlığın karakterini empoze ettiği gibi, özü itibariyle kaotik olan benliğe de
göreli kararlılığını ve birliğini verir. Güç istemi, hiçlik karşısında gücün
emniyetine işaret ettiği
için, herhangi bir şey, güç isteminin varlığı ölçüsünde varolur. Yani herhangi
bir varlık, güç isteminin büyüklüğü ölçünde yetkinlik kazanır. Güç istemindeki
azalış insanı hiçliğe sürüklerken, artış üst insana yaklaştırır.
Nehamas’ın da işaret ettiği
üzere, güç istemi, dünyadaki her şeyin karakterini etkileyen, oluşturan ve
kendisi de bu tür etkilerin sonucu olan bir etkinliktir. Bu etkiler,
kendilerini her ne etkiliyorsa onun karakterini cisimleştirdikleri, tesis
ettikleri ve ilettikleri için, Nietzsche bunları güç olarak adlandırmıştır. En
kaba halinden -fiziksel direnç ve boyun eğdirme-, en rafine biçimine -rasyonel
ikna- kadar bütün görünümleriyle güç istemi, etki alanını sürekli genişletmeye
dayalı bir etkinliktir . Güç istemi, kendisi de etkilerin sonucu
olan bir etkinlik olduğu için, ne Schopenhauer’ın istem kavramı gibi
bütün varlığın gerisindeki bir kendiliktir; ne de Hobbes’un güç kavramı
gibi kendini koruma teleolojik prensibine hizmet eden araçsal bir anlama
sahiptir . Nietzsche için, Schopenhauer’ın istem metafiziğinin temel
sorunu, kendisi sonuç olan bir şeyi neden olarak görüyor olmasıdır.
Nietzsche’ye göre, istem, özerk bir temel değil, güç isteminin bir tezahürüdür
. Öte yandan, gücü, kendini koruma fonksiyonuyla sınırlandıran Hobbes’un
güç kavramlaştırması da, Nietzscheci perspektif bakımından sorunludur. Çünkü
Nietzsche’nin güç istemi kavramlaştırmasında güç, bir amaca değil bir sürece
gönderme yapar. Güç, bir ihtiyacın ya da arzunun giderilmesine yönelik anlık,
statik bir kazanım değil, bir şeyin enerjisinin genişlemesidir. Bu anlamda,
kendini koruma, güç isteminin yalnızca bir sonucudur; güç istemi, aynı zamanda,
kendini tahrip etme ve kendini alt etme anlamlarını da içerir .
Nietzscheci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, Schopenhauer’ın istem ve Hobbes’un güç
kavramlaştırması, güç isteminin negatif formunun hâkim olduğu bir düşüncenin
ürünleri olarak görülebilir. İstemden feragat etme biçiminde kendini gösteren
bir yorgunluk ve insanın
korunmasının nihai amaç olarak görülmesi , Nietzsche için, güç isteminin
tükendiği, yani güçsüzlük hissinin en ileri boyuta ulaştığı pasif nihilizm
deneyiminin iki önemli göstergesidir. Hem bireyi değersiz ve anlamsız hale
getiren pesimizm, hem de kendini korumak için gücün peşinden koşma, güç
isteminden yoksunluğun en önemli belirtileridir. Warren’ın da belirtmiş olduğu
üzere, bu yoksunluk, bireysel bütünlüğün bozulmasını, kimlik kaybını ve nihayet
kişinin eylemleriyle bağlantısını kaybetmesini beraberinde getirecektir .
Nietzsche’nin etiğinin sıradüzeninde, bütünlüğünü tamamen kaybetmiş,
eylemlerinin hiçbir şekilde maliki olamayan, kişisel emniyeti ve memnuniyeti
üzerinde hiçbir değer tanımayan böyle bir insan modeli (son insan), yani
isteyemeyen insan; hiçlik de olsa bir şeyi isteyen, yani yaşamı yadsıyan
değerlerle güçsüzlüğünü telafi ederek zayıf da olsa bütünlüğünü sağlayan
insanın (Hıristiyan) bile altında yer alacaktır.
Güç istemi, Nietzsche’nin
etiğinin yalnızca kurucu değil, dönüştürücü ilkesi olması bakımından da
önemlidir. Gücün dönüştürme fonksiyonu, güç isteminin sürekli büyüme
eğilimindeki bir etkinlik olma niteliğinin doğal bir uzantısı olarak
görülebilir. Hobbes ile kıyaslandığında, Nietzsche gücü, reaktif anlamıyla,
yani özsel doğanın korunmasına yönelik bir araç olma anlamıyla ele almadığı
için, gücün, başkası üzerinde tahakküm kurma fonksiyonuna aslî bir değer
yüklemez. Nietzsche gücü, aktif anlamıyla, yani muktedir bir bedenin
aktivitesine referansla tanımladığı için, gücün, kişiyi geliştirici ve
dönüştürücü fonksiyonunu temel olarak alır . Nietzsche için,
başkaları üzerindeki hâkimiyet, gücün söz konusu fonksiyonunun yalnızca bir
sonucudur. Hobbes gücü, diğerleri üzerinde hâkimiyet kurma anlamıyla
sınırladığı için, gücün, benliği dönüştürücü boyutunu gözden kaçırır. Buna
karşın Nietzsche, kişinin gücü, kendi üzerinde ve kendini alt etmesi yönünde
işletmesi biçimindeki güç deneyimine merkezî bir değer atfeder .
Kişinin kendisiyle olan
mücadelesinin, yani benliği dönüştürücü ve yaratıcı güç deneyiminin,
Nietzsche’nin etiğindeki karşılığı asketizmdir. Genel olarak asketizm;
arzuların, duyguların ve düşüncelerin kabalıklarından arındırılmasına, kontrol
altına alınmasına ve uyumlu hale getirilmesine yönelik bir çabaya işaret eder. Nietzsche
kişinin, gücü kendine yönelik kullanmasından kaynaklanan içe dönük zalimlik
olarak adlandırdığı böyle bir çabayı, her yüce varoluş tarzının zorunlu bir
koşulu olarak görmüştür .
Her ne kadar, kendini disipline
etme anlamı bakımından ortak bir yöne sahip olsalar da, Nietzscheci asketizm,
Hıristiyan ahlâkının temel referans olarak almış olduğu asketik idealden
mahiyeti itibariyle farklıdır. Gerçek-görünüş dikotomisi temelinde, hakikat
adına yaşamın bütününü değersizleştiren ve dünyevî olandan mahrumiyeti ruhsal (hakikî)
bir varoluşun olmazsa olmaz koşulu olarak yücelten asketik idealin aksine
Nietzscheci asketizm, asketizme, kişinin yaşamını zenginleştirmesinin, yaşamını
daha güçlü biçimde onaylayabilmesinin bir aracı olarak değer verir .
Asketik ideal, kendisini en yüksek erdem olarak sunup, kendisi adına, bütün bir
yaşamın yadsınmasını öngörürken, Nietzscheci asketizmde, asketizm bir araç
olarak görüldüğünden, kişinin daha yetkin bir varlık tarzına ulaşabilmesi,
yaşamını daha zengin hale getirebilmesi için, yaşamın belirli bir yönünün
yadsınması, yani kısmî bir mahrumiyet söz konusudur . Nietzsche’ye
göre, bütün verimli ve yaratıcı ruhlar, asketizmde kendi varoluşlarının doğal
koşullarını görürler; bu kişiler, varlığı yadsımak bir yana, yalnızca kendi
varlıklarını ileri sürebilmek için asketizme ihtiyaç duyarlar. Asketik idealin
üç büyük sloganı olan; yoksulluk, alçakgönüllülük ve ruh temizliği, bu
kişilerin de sahip oldukları meziyetlerdir; fakat bu meziyetler, yaratıcı
ruhların erdemlerini oluşturmaz; “tersine, onların en iyi varoluşlarının, en
güzel verimliliklerinin, en uygun ve doğal koşullarını oluştururlar.”
Kişinin kendisini dönüştürmeye
yönelik bir çaba içerisinde olması anlamında asketizm, yetkin bir varlık
olmanın ön koşulunu oluşturur. Çünkü, ebedî dönüş düzeni gereği, böyle
bir çaba yoksa kişinin içinde bulunduğu durum varlığını sürdürmeye devam
edecektir. Duyguların, arzuların ve düşüncelerin belirli bir düzenden yoksun
olması, yani ‘anarşik’ bir benlik, Nietzscheci perspektif açısından, tamamıyla
doğal zorunluluklara tabi olmakla, yani kişiliksizlikle aynı anlama gelecektir.
Bu yönü dikkate alındığında insanın hayvandan herhangi bir farkının olmadığını
söyleyebiliriz. Benlik, verili koşullar çerçevesinde, eylem ve etkilenimlerin
bir toplamı olduğu için, kendini alt etmeye yönelik bir mücadelenin yokluğunda
koşullar sürekli aynı kalacağından, söz konusu nitelikçe düşük varoluş düzeyi
de varlığını sürdürecektir. Acılardan kurtulmayı ve hazzını en yüksek düzeye
çıkarmayı varoluşunun yegane gayesi olarak gören son insan, yani
bütünüyle başıboş arzu ve güdülerine tabi olan, isteyemeyen insan, bu
niteliksizliğin bir örneği olarak görülebilir . Belirli bir varoluş
tarzının, kendini devam ettirmesi anlamındaki ebedî dönüş düzeni sürü insanı
için de geçerlidir. Bütünlüğünü, kendisinin dışında, kendisine aşkın hazır
bulmuş olduğu değerlerle sağlayan, varlığını bir bütüne bağlanarak, bütüne
aidiyeti üzerinden kazanan ve bu anlamda bir birey olarak varolamayan sürü
insanı da, kendinin üstesinden gelme çabasından yoksun olduğu için varlığını
aynen sürdürecektir. Bu anlamda, her iki varoluş biçiminin de ortak
özelliğinin, güç isteminin zayıflığı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kendini
alt etmeye yönelik bir çabadan yoksunluk olduğunu söyleyebiliriz. Her iki
durumda da; ya benliğin bütünlüğünü sağlayacak değerlerden mahrumiyet ya da
bütünlüğün, yaşamı yadsıyıcı değerlere müracaatla sağlanması anlamında
nihilistik bir yaşam, yani kişinin yaşama kendi isteminin damgasını vurarak
değerlerinin yaratıcısı olamaması söz konusudur. Nietzsche’nin etiğinin telosu
olan üst insanın ayırıcı vasfı tam da bu noktada kendini gösterir. Üst
insan, kendinin üstesinden gelebilmesine ve kendi değer koyucusu olabilmesine
imkân veren güç istemiyle, kendi doğasının ve içinde yaşadığı koşulların basit
bir çıktısı olmaması anlamına gelen özgürlüğüyle, kısaca, yaşamına kendi
isteminin damgasını vurabilme kapasitesiyle diğer insan tiplerinden ayrılır.
Kuşkusuz, üst insanın bu ayırıcı vasfı, onun bütün zorunluluklardan bağışık
olması anlamında mutlak bir özgürlüğe sahip olduğu anlamına gelmez. Böyle bir
özgürlük Nietzsche için yalnızca bir kurgudur. Üst insanın niteliği olan
özgürlük, onun, içinde bulunduğu doğal ve tarihsel koşullar bağlamında kendini
alt edebilmesi ve yaratabilmesidir . Bu özgürlük üst insanın ebedî
dönüş düzeninin dışında olabileceğine işaret etmez. Tam tersine, her şey gibi
üst insan da oluşun bir parçası olduğu için ebedî dönüş düzeni içerisindedir;
üstelik ebedî dönüş düşüncesi, onun varoluşunun kategorik imperatifini 322 oluşturmaktadır
.
Lampert’in de belirttiği üzere,
ebedî dönüş, Nietzsche’nin öğretisinin kalbini oluşturur. Çünkü bu öğreti,
varlıkların bütününe en yüksek onurunu verir. Bunu yaparken de, ne eski
tanrıların ne felsefî idollerin ne de geleceğin cennetini vadeden yol
göstericilerin yardımına ihtiyaç duyar. Onun rehberi, varlıkların bütününe
yönelik bir kavrayıştır ve bu, varlıkları sürdürmeye yönelik bir sorumluluğu da
beraberinde getirir . Nietzsche’nin en yüksek onaylama ilkesi olarak
sunduğu ebedî dönüş düşüncesi, Lampert’e göre, oluşun
masumiyetine işaret eden mahiyeti nedeniyle, yaşama yönelik hıncın ve
nihilizmin üstesinden gelmek bakımından da önemli bir işlev görür .
Ebedî dönüş, hiçbir şekilde,
bütün her şeyin sonsuz bir şekilde kendini tekrarladığı, aynı kaldığı ve bizim
de bunu böyle kabul etmemiz gerektiğine ilişkin bir düşünceyi içermez.
Warren’ın ifadesiyle, deneyimimizin bir niteliği olarak aynı, sabit bir
öz, bizim deneyimimizden ayrı bir şekilde dünyada kalan bir şey değildir.
Aynılık, dünya ile olan ilişkimizin bir niteliği, ona yönelik asimilasyonumuz,
onunla karşılıklı etkileşimimiz ve onu mal edişimizdir . Bu durumda
ebedî dönüş, oluşun akışı içerisinde her varlığın benzer durumlarda benzer
tepkileri vermesi biçiminde kendini gösteren belirli karakter özelliklerinin
kalıcılığına (dönüşüne) işaret edecektir. Her karakter özelliği, herhangi bir
ahlâkî yargının ötesinde, tamamen olumsal koşulların ürünü olarak tezahür
edeceğinden; her varoluş tarzı, yaşamla ilişkinin her biçimi, onu her mal ediş
tarzı masum olacaktır. Ebedî dönüş düşüncesinin telkin etmiş olduğu onaylamanın
arkasında işte bu masumiyet bulunmaktadır.
Kuşkusuz, Nietzsche’nin üst
insana atfetmiş olduğu bu onaylayıcı tutum, her şeyin olduğu gibi bırakılması
ya da verili olana teslimiyet anlamına gelmez. Ebedî dönüş düşüncesinin üst
insan için koşulsuz bir ahlâkî buyruk olmasının anlamı tam da bu noktada
kendini gösterir. Eğer ebedî dönüş düzeni, eylem ve ilişkilerimizin ürünü olan
benliğimizin (karakterimizin), bu eylem ve ilişkilerin devam etmesine paralel
olarak kendisini sürdürme eğiliminde olacağı anlamına geliyorsa, kendimizde
hoşnut olmadığımız, bayağı gördüğümüz yanlarımız da varlığını sürdürmeye devam
edecek demektir. Bu durumda ebedî dönüş düşüncesi, kendimize hakim olma
kapasitemizi test ederek bize yaşamın onurlu bir yolunu geliştirmeyi ihtar
edecek ve bizi bu doğrultuda bayağı olan, devam ettirmek istemediğimiz karakter
özelliklerimizin üstesinden gelmeye yönelik bir araştırmaya sevk edecektir
.
Tabi ki bu yönelim Nietzsche’nin, “insan ile insan, sınıf ile sınıf arasındaki
uçurum, tiplerin çokluğu, kendi olma ve ayağı 328
kalkma istenci şeklinde
tanımladığı ve güç istemindeki artışın bir tezahürü olarak gördüğü mesafe
duygusu’nu, kişinin kendi içinde de barındırması durumunda mümkündür. Bu;
olduğumuz hâl ile olmak istediğimiz hâl, nitelikçe bayağı olan (kölece)
yanlarımızla nitelikçe yüksek olan (efendice) yanlarımız arasındaki bir
mesafedir. Ancak bu mesafe duygusu bizi kendimizin üstesinden gelmeye yönelik
bir çabaya sevk edecektir. Nietzsche’nin etiğinde, ebedî dönüş düşüncesi üst
insana, ‘eylemlerin, karakterin ve kaderin olacağı için ebedî olarak
tekrarlanmasını isteyeceğin şekilde eylemde bulun’ buyruğunu yükleyerek, işte
böyle bir çabanın düsturu olarak hizmet görecektir . Fakat Thile’ın
da altını çizdiği üzere, Nietzsche’nin benlik anlayışı gereği, tıpkı kendini
alt etme çabasının nihayetlendirilebilecek bir çaba olmaması gibi, ‘ebediyen
devam etmesini isteyeceğin gibi ol’ buyruğu da, bir kere yerine getirip
sorumluluktan kurtulabileceğimiz bir buyruk değildir. Ebedî dönüş, üst insanın,
yaşamının her anında dikkate aldığı, yaşamını onaylayabilme kapasitesini test
etmek için sürekli olarak müracaat ettiği kalıcı bir buyruktur .
Kişi bu buyruğa uyarak, yaşamına isteminin damgasını vurur ve onu
onaylayabileceği hale getirir. Yapmış olduğu her şeyi ya da en azından, yapmış
olduğunu bildiği her şeyi kendine mal ederek örgütler. İster iyi ister kötü
olsun, bütün her şeyi, yapmış olduğu şeyler olarak kendisi bakımından kabul
edilebilir hale getirir . Böylece kişi, oluşa kendi karakterini
vererek, benliğinin birliğini sağlar, yani varolur, kendisi olur.
Ebedî dönüşü isteme, ebedî
dönüş düşüncesinin içeriğini oluşturan oluşun masumiyeti inancı ve bu inancın
beraberinde getirmiş olduğu onaylayıcı tutum, bir tarihsel bağlamdan bağımsız olarak
düşünebileceğimiz soyut bir insan anlayışının açıklayıcı nitelikleri olarak
düşünülemez. Söz konusu nitelikler, belirli bir tarihsel deneyimin sonucu
olarak varolabilecek bir insan tasavvuruna gönderme yapar. Bu nedenle; kişinin
kendisi olması, kendini alt etme, bireysel mükemmeliyet, egemen birey gibi, her
biri için Nietzsche’nin düşüncelerinden referanslar bulabileceğimiz
kavramlaştırmalarla kıyaslandığında, tarihsel bir anlam içeriğine sahip olan
üst insan kavramlaştırmasının, Nietzsche’nin etiğinin te/osunun daha doğru bir
karşılığı olduğu kanaatindeyiz.
Nietzsche’nin üst insan
kavramlaştırması, ne fizyolojik-biyolojik bir üstünlüğe ne de
politik-sosyolojik bir statüye göndermede bulunur. Nietzsche için üst insan,
insanın, Sokratik rasyonalizm ve Hıristiyan kültürünün hakimiyetindeki Batı
kültürünce tanımlanmış olan, bütün insanlar için evrensel bir model olarak
sunulan insan idea’sının üstesinden gelinmesine işaret eder .
Bu anlamda üst insan, insanın üstesinden gelinmesi ya da üstesinden gelinmiş
insan demektir . Bu üstesinden gelme, herhangi bir yer ve zamanda,
herhangi bir kişinin kendisi ile mücadele etmesi, kendine hakim olması, kendini
alt etmesinin ötesinde, Batı kültüründe hakimiyet kurmuş olan Hıristiyan
ahlâkının çöküşüyle birlikte zuhur eden nihilizmin sunmuş olduğu fırsatların
değerlendirilerek yerleşik insan anlayışından özgür olmayı ifade ettiği için,
üst insan tarihsel bir anlama sahiptir.
Nietzsche’ye göre, insan alt
edilmelidir; çünkü insan bir amaç değil bir köprüdür. İnsan hayvan ile üst
insan arasına gerilmiş bir iptir. Nietzsche, Tanrı’nın ölümü ile birlikte, yani
yeryüzünü değersizleştirici her türlü aşkın değerin anlamını yitirmesiyle baş
gösteren krizi, değer yaratarak aşacak ve böylece yaşama anlamını verecek olan üst insanı, ancak,
Tanrı’nın garantörlüğünde bir anlam ifade etmiş ve Tanrı’nın ölümü ile birlikte
ise değersiz kalarak dibe vurmuş olan insanın batması ile kendini gösterecek
bir amaç olarak sunmuştur .
Üst insan, Nietzsche’nin
etiğinin sıra düzeninde, insanî mükemmelliğin sınırlarında ilerleyen en yetkin
varlık düzeyine karşılık gelir . Bu sıra düzenin en altında ise,
Nietzsche’nin, yine Zerdüşt’te tasvir ettiği son insan bulunmaktadır.
Nietzsche’ye göre, nihilizm döneminin bir ürünü olan son insanı değersiz kılan
şey, onun, kendini hor görememesi ve bu nedenle de kendini alt etme yönündeki
herhangi bir çabadan yoksun olmasıdır. İsteyemeyen, yani herhangi bir değere
sahip olamayan son insan, mutluluk, konfor ve acı yokluğunu hayatının anlamı
olarak görmek suretiyle, mükemmelliğe yönelik her türlü gayreti, mutluluğunu
bozucu ve zahmetli bir iş olarak telakki ederek, niteliksizlikte eşitliği
yücelttiği için, insanın en bayağı, en küçük biçimine işaret etmektedir .
Bu bağlamda; ahlâkın (Hıristiyan ahlâkı) belirlemiş olduğu sürü insanı ve bu
ahlâkın üzerine çıkabilen, ondan özgür olabilen soylu (yüce) tipler de,
Nietzsche’nin etiğinin sıradüzeni içerisinde son insan ile üst insan arasındaki
diğer insan tipleri olarak zikredilebilir. Üst insanın bu sıradüzenin tepesinde
olmasının nedeni, onun söz konusu bütün insan tiplerini içerisinde barındıran
insanî tecrübenin bir sonucu olarak kendini gösterecek olmasıdır. Conway’in de
işaret ettiği üzere, kişinin çağını ve kendini alt etmesi, onun hakim ideal,
değer ve birikimleri yok sayması, söküp atması ile değil, onları, kendi
varoluşu ile ilişkilendirmesi ve kendi tasarımında yeniden değerlendirmesiyle
mümkün olacaktır . Bu nedenle, üst insan, ebedî dönüş düzeni gereği
insanın geçmişini; Hıristiyan ahlâkı deneyimi ve bu deneyimin ürünleri olan
sürü insanını, son insanı ve bir ölçüde bu deneyimden özgür olabilmiş soylu
tipleri onaylayarak varolabilir. İnsan ancak, her biri bir soylu tipe karşılık
gelen filozofun, sanatçının ve azizin meziyetlerini, yani şüpheci bir
dürüstlüğü, yaratıcılığı ve asketizmi kendisine birleştirip , mevcut
olanı yeniden değerlendirerek insanı alt edebilir.
Kurucu ilkesini, sürekli
genişleyen ve kendini alt eden bir mahiyete sahip güç isteminin oluşturduğu üst
insan, asla tam anlamıyla ele geçirilemeyen; kendisi için çaba gösterilen,
ânsal olarak hissedilebilen fakat asla sahiplenilemeyen bir amaç olarak düşünüldüğü için, Nietzsche’nin,
mahiyetini müphem bıraktığı bir kavramlaştırmadır. Fakat bu, Nietzsche’nin
perspektifinin bir zayıflığı olarak görülemez. Nietzsche’nin etiği, insanın
bütünlüğünün; insanî bilginin kuşatıp tanımlayabileceği tarzda epistemolojik
bir izahı yerine, herhangi bir episteme’nin temsil edemeyeceği,
mahiyetini sürekli bir kendini yenme ve yenilenmenin oluşturduğu, yaşam
merkezli ontolojik bir izahını sunduğu için, üst insanın kesin bir tanımını
vermemiştir . Tam da bu nedenle, üst insanın işaret etmiş olduğu
kendini gerçekleştirme, yani kendi olma, mahiyeti itibariyle, Aristotelesçi
anlamda, kişinin, kendi potansiyellerini gerçekleştirmesinden farklıdır.
Nietzsche için açık ve kurgulanmış bir potansiyelin mükemmel ve nihai bir
gerçekleştirimi, ne mümkündür ne bilinebilir ne de araştırıp bulunabilir.
Kurgulanmış bir insanî potansiyel mümkün değildir, çünkü her birey, bütünlüğünü
kendi tarihsel koşullarında gerçekleştirdiği için biriciktir. Öte yandan,
benliğin çoğul ve dinamik mahiyeti nedeniyle söz konusu potansiyelin
bilinebilmesi, araştırılıp bulunabilmesi de mümkün değildir . Bu
yönüyle düşünüldüğünde, üst insanın imâ etmiş olduğu kendini gerçekleştirme,
Conway’in de altını çizdiği üzere, ne Sokratik anlamda keşfedilebilir bir
doğanın gerçekleştirilmesi, ne de romantiklerin tasavvur ettikleri gibi,
geçmişin bir yerlerinde bulunan kaybedilmiş otantik ve orijinal bir doğanın
restore edilmesi anlamına değil, Nietzsche’nin, hakikatin olan değil yaratılan
bir şey olduğu yönündeki düşüncesine paralel bir biçimde, yeni bir doğanın
yaratılması anlamına gelecektir .
Üst insan, Nietzsche’nin Tragedyanın
Doğuşu’nda, Yunan mitolojisindeki iki sanat Tanrı’sına; yontu (biçim verme)
sanatının Tanrı’sı olan Apollon ile dış biçime dayanmayan müzik Tanrı’sı
Dionysos’a referansla tasvir
ettiği Apolloncu ve Dionysosçu öğelerin bir bileşimi*
olarak
görülebilir. Aydın, durgun ve ölçülü gücü simgeleyen Apolloncu öğe varlığı
görme, kavrama ve biçimlendirme güç ve yeteneğine karşılık gelirken;
sarhoşluğu, kendinden geçmeyi ve vecdi simgeleyen Dionysosçu öğe insanın oluşun
bir parçası olması, oluş içerisinde benliğin kaybedilmesiyle kazanılan sezgi
gücüne karşılık gelir . Üst insan ile ilişkisi bağlamında
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin bireyleşmenin ilkesi olarak sunduğu Apolloncu öğe, kaosun
akışı içerisinde benliğin göreli kararlılığının sağlanmasının, karakterin
biçimlendirilmesinin bir imkânı olarak kendini gösterirken; Dionysosçu öğe,
benliğin tahribatına, sınırlarının belirsiz hale gelmesine ve böylece sürekli
genişleyen bir kapasiteye işaret eder . Üst insan Apolloncu vasfıyla
oluşa kendi karakterinin damgasını vuran, biçimini veren bir birey anlamına
gelir. Fakat Dionysosçu vasfı dikkate alındığında, söz konusu bireyin statik,
yalıtık, oluştan bağımsız bir şekilde varolamayacağı ortadadır. Bu anlamıyla
üst insan, herhangi bir sınırı olmayan, sürekli genişleme ve oluş ile
özdeşleşme yönündeki bir bireyleşmeye karşılık gelir. Schutte’un da işaret
ettiği üzere, Nietzsche için bireysel formun yaşamın total süreciyle ilişkisi
temel bir öneme sahiptir. Bireysel form oluşa tercih edilir edilmez,
Nietzsche’nin öğretisi kaybolmuş demektir .
Nietzsche’nin düşüncelerindeki
bu iki öğe, üst insanın niteliklerini anlamak açısından da önemlidir. Bu
bağlamda, üst insanın ‘egemen birey’ olma vasfının daha ziyade Apolloncu öğenin
amor fati, yani kişinin yaşamı ve kendi kaderini onaylayabilme vasfının
ise Dionysosçu öğenin bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz.
Nietzsche’nin insanî büyüklüğün
göstergesi olarak sunduğu amor fati3'49
350 varoluşun
yazgısal karakterinin onaylanması, yani kader sevgisi anlamına gelir . Kişinin
parçası olduğu kader içinde bulunduğu kültürdür. Söz konusu kültür insanlığın,
insanlık ise dünyanın kaderinin bir parçasıdır. Başka bir ifadeyle, kişinin
öyküsü kültürünün, kültürünün öyküsü insanlığın, insanlığın öyküsü ise dünyanın
öyküsünün bir parçasıdır. Bu durumda Nietzsche’nin kader sevgisine ilişkin olarak
söylediklerinin yalnızca kişinin kendi kaderini sevmesiyle
sınırlandırılamayacağı açıktır. Amor fati aynı zamanda kültürün,
insanlığın ve dünyanın kaderine yönelik bir sevgiyi de içerir .
Warren’ın da dikkat çektiği
üzere, kişinin sevmek durumunda olduğu kader, özgürlük-belirlenim dikotomisi
bağlamında, insanın karşısında ondan ayrı bir şekilde duran bir kader
anlayışına işaret etmez. Geleneksel kader anlayışının özgürlüğünü ancak
karşısında bulunan kadere hakim olarak gerçekleştirilebilen ve bu anlamda
dünyasal varoluşu özgürlüğünün bir engeli olarak telâkki eden tarihdışı
(metafiziksel) insan tasavvurunun tersine, Nietzsche, insanı ve insanın
özgürlüğünü yaşamın bir parçası olarak görür . Nietzsche için insan
eylemlerinden ayrılabilen, onlara karşıt bir öz değil, eylemlerinin bir toplamı
olduğu için, kişinin kaderi ile varoluşu özdeştir . Amor fati
işte bu özdeşliğin farkında olunması ve ondan hoşnutluk duyulması demektir. Bu
durumda, kişinin oluşa aidiyetine bu aidiyetten duyduğu memnuniyete işaret eden
anlam muhtevasıyla amor fati’nin, Nietzsche’nin, hangi koşulda olursa
olsun yaşama evet demek olarak tarif ettiği Dionysosçu erdemin bir sonucu olacağı açıktır.
Amor fati yoluyla üst insan, ebedî dönüş
düzeninin en temel anlamını oluşturan oluşun masumiyeti inancını kendisinde
cisimleştirmiş olur. Fakat üst insan, yalnızca oluşu onaylamakla kalmayıp, onu,
kendi karakterinin damgasını vurarak biçimlendirir de. Üst insanın egemenlik
vasfı, işte bu biçimlendirmenin, oluşu kendine mal etmenin, yani Apolloncu
erdemin bir sonucu olarak kendini gösterir.
White’a göre, Nietzsche’nin
egemen birey düşüncesi, kökeninde bireysellik ve istem sorunlarının bulunduğu
Hıristiyanlık düşüncesiyle başlayan, Schopenhauer ve Kant ile devam eden bir
geleneğin nihai noktasını oluşturur . Bireysel’in biricik olma
anlamının, ne kahramanların dahi birer model olarak görüldüğü eski Yunan ve
Roma toplumlarında, ne kişinin görevini şeylerin total düzenine uyum sağlamak
biçiminde belirleyen eski Yunan düşüncesinde ne de doğal düzene uyuma vurgu
yapan Stoacılıkta bulunduğuna işaret eden White, her ruhun biricik olarak bir
değere sahip olduğuna ilişkin inançtan hareketle, bireyi kendine yönelmeye,
kurtuluşu için kendini araştırmasına sevk eden Hıristiyanlığın, ortak noktasını
egemenlik sorununun oluşturduğu geleneğin başlangıcı olduğunun altını çizer
. Hıristiyanlık bir başlangıçtır, çünkü bireysel kurtuluşa yönelik bir
arayış, eylemin orijinal prensibi olarak istem nosyonunu, bu nosyon da
istememeyi isteme, yani istemi kontrol etme anlam içeriğine bağlı olarak
egemenlik ya da bireysel özerklik iddiasını beraberinde getirmiştir .
Hıristiyan düşüncesinde
egemenlik ruh-beden dikotomisi bağlamında, ruhun, yani hakiki benliğin
hakimiyetini güvence altına almak sorunu olarak kendini gösterir. Bu egemenlik
anlayışı, dayanmış olduğu kurgusal benlik anlayışı nedeniyle, Nietzscheci 358 perspektif
açısından sorunludur .
Schopenhauer’da, ilk bakışta,
her şey kör bir istem tarafından belirlendiği için bireyleşme ve egemenlik
kavramları bir anlam taşımıyor gibi gözükse de, Schopenhauer kurtuluşun;
bireyin, istemini reddetmesi, kendini ondan geri çekmesi yolundan geçtiğine
işaret ederek bir anlamda birey kavramına bir değer atfetmiş olur.
Schopenhauer’ın, bireyin kendini reddetmeye yönelik istemli duruşu ile nihai
olarak istemin hakimiyetinin üstesinden gelinebileceğine ilişkin yaklaşımı,
aslında bireyin kendine hakim olabilmesine, yani kendinin efendisi olabilmesine
işaret ettiği için egemenlik düşüncesiyle ilişkilidir . Schopenhauer
için birey doğanın bir ürünü, kör, akıl-dışı istemin bir tezahürüdür; fakat
aynı zamanda doğanın er veya geç kendi üstesinden gelmesine imkân sağlayan bir
kanaldır da . Nietzsche’nin Schopenhauer’ın istem kavramına yönelik
daha önce zikrettiğimiz eleştirileri dikkate alındığında,
Schopenhauercı egemenlik anlayışının da Nietzscheci perspektif bakımından sorun
teşkil edeceği açıktır. Schopenhauer’ın, bireyin kurtuluşu olarak gördüğü
istemin reddi, Nietzsche için güç isteminin zayıflığına ve bundan kaynaklanan pasif
nihilizme karşılık gelir.
White’a göre, egemenlik
düşüncesi en sistematik izahına, merkezinde her türlü dışsal belirlenimden
özgür olabilmeye muktedir aşkın bir öznenin (insanın yüksek doğasının)
bulunduğu Kant’ın etiği ile birlikte kavuşmuştur . Kant için,
kişinin ampirik (tikel, değişken) doğasına hakim olabilmesine işaret eden
egemenlik, yani kişinin fenomenal olanın belirleyiciliğinden özgür olması,
evrensel (aşkın, değişmeyen) bir insanî kapasite olduğu için, bu kapasitenin
dışavurumu olan ahlâkî eylemin ayırıcı vasfı da evrenselliktir. Nietzscheci
perspektif bakımından Kant’ın egemenlik düşüncesinin sorunu tam da bu
evrensellik vurgusundan kaynaklanır. White’ın da işaret ettiği üzere, aklın
evrensel ve zorunlu prensiplerine bağlı bir egemenlik tasavvuru, Nietzscheci
anlamdaki egemenliğin tahrip edilmesi anlamına gelecektir . Çünkü
Nietzsche için egemenlik, benliği diğer insanlardan özellikle de söz verebilme
hakkı olmayan sürüden ayıran bir bireyleşme ve farklılaşma uğrağı kapsamında
kendini gösterir . Kant’ın aksine Nietzsche’de herhangi bir eylem,
tüm rasyonel insanlara uygulanabilecek biçimde evrenselleştirilebilmesine göre
değil, kişinin, kendi koşulsuz buyruğunun ürünü olup olmadığına göre
değerlendirilir .
Kuşkusuz Nietzsche’nin
egemenlik düşüncesinin içermiş olduğu bireysellik vurgusu, Nietzsche’nin,
insanın tüm borçlarının ortadan kaldırılmasını, borçlarından ve
sorumluluklarından feragat etmesini amaçladığı anlamına gelmez. Tersine
Nietzsche egemen bireyi söz verebilen, kendi geleceğine kefil olabilen insan
olarak tanımlar . Kişi bir şey söyleme hakkına sahipse, söylediği
şeyin sorumluluğunu da üzerine alıyor demektir. Geleceği, hem kişinin kendisi
hem de diğer insanlar için emin kılan şey bu sorumluluktur . Fakat
egemenlik kendine tahsis etme (self-appropriation)361,
kişinin oluşa kendi karakterini yansıtması anlamlarını içerdiği için, bu
sorumluluk, kişinin kendisine karşı olan sorumluluğudur .
Nietzsche üst insan nosyonuyla
metafizik düşüncenin temelinde bulunan varlık- oluş dikotomisini aşmaya
çalışmıştır. Nietzsche için üst insan, ne kendisinde oluşun tamamen yadsındığı
metafiziksel (nihilistik) bir varlık ne de varlığa dair hiçbir izin bulunmadığı
salt bir oluş ya da hiçliktir. O, oluş içerisinde varlık ya da oluş halindeki
varlıktır. White’ın ifadesiyle, üst insan, benliği biçimlendirmeye yönelik
Apolloncu güç ile benliği kendini terk etmeye yönelten Dionysosçu gücün
birlikte işe koyulduğu benliğin sürekli bir hareketidir . Bu
anlamıyla düşünüldüğünde, üst insan, daha nitelikli olma maksadıyla kendisini
sürekli alt etme çabası içerisinde bulunan, değişime açık herhangi bir insana
işaret ediyormuş gibi gözükür. Fakat bize göre, Nietzsche’nin üst insan ile
kastettiği daha fazla bir şeydir. Nietzsche’nin güç isteminin sürekli kendini genişletici,
artırıcı mahiyetine vurgusu dikkate alındığında, üst insanın, kendisinde oluş
ile varlığı özdeşleştiren, bir anlamda oluşu bütünüyle kuşatan en yetkin varlık
biçimine karşılık geldiğini söylemek mümkündür. Nietzsche, her ne kadar Ecce
Homo’da Appolon-Dionysos karşıtlığının, metafiziksel doğası nedeniyle Tragedyanın
Doğuşu’nun bir kusuru olduğunu belirtse de , bu karşıtlık bize
göre, varlığını Nietzsche’nin çalışmalarının bütününde sürdürmüş ve
Nietzsche’nin son çalışmalarında Dionysosçu olanı ön plana çıkarmasına rağmen*, Apolloncu öğenin lehine
çözülmüştür. Çünkü, üst insan kişinin sürekli büyüyen, genişleyen güç istemine,
oluşa bütünüyle kendi isteminin damgasını vurmasına, yani Apolloncu öğenin bir
kazanımı olan bireysel varlığın bütün oluşu kapsayacak ölçüde genişleyerek en
yetkin biçimine ulaşmasına işaret etmektedir.
Berkowitz’in de altını çizmiş
olduğu üzere, Nietzsche ‘Tanrı’nın Ölümü’ ile meydana gelen boşluğu üst insan
ile doldurmaya çalışmıştır. Bütün ahlâkî değerlerin, dinî inançların ve felsefî
öğretilerin gerçekte insanoğlunun bir yaratımı olduğuna ilişkin bilgiden, yani
Tanrı’nın Ölümü’nden, Nietzsche hiçbir hakikatin olmadığı, her şeyin mübah
olduğunu değil de, iyi bir yaşamın en yüce ve tek değerli amacının yaratıcı
isteme mutlak bir özgürlük ve güç kazandırmak olduğu sonucunu çıkarmıştır .
Bu anlamda Nietzsche, merkezinde Tanrı nosyonunun bulunduğu geleneksel hakikat
anlayışının yerine, varlığı, güç isteminin büyüklüğüne göre belirlenmiş bir
sıradüzen olarak kavrayan yeni bir hakikat anlayışı ileri sürmüştür. Üst insan,
bu sıradüzenin en tepesinde yer aldığı için, Nietzsche’nin etiğinin de telos’unu
oluşturmuştur. Fakat, içermiş olduğu bireysel mükemmellik, yetkinlik ve
egemenlik vurgusuyla üst insan, Nietzsche’nin etiğinin sorunlu yanını da
oluşturmaktadır. Bu sorun, bize göre, ötekiyle olan ilişkinin dikkate
alınmaması sorunudur.
Kuşkusuz Nietzsche’nin etiği
yalnızca insanî mükemmeliyeti vurgulamaz; daha önce de işaret etmiş olduğumuz
üzere, fark ve onaylama da Nietzsche’nin etiğinde öne çıkan
nosyonlardır. Özellikle bu iki nosyonun, ötekiyle ilişki problemine ilişkin
önemli açılımlar sağlayabileceği söylenebilir. Buna karşın, Nietzsche’nin,
yeryüzünün anlamı olarak gördüğü üst insanda bireysel mükemmeliyet, fark ve
onaylama nosyonlarının üzerine çıktığı için, Nietzsche’nin etiği; kendini
geliştirme, kendine egemen olma ve yaşamı anlamlı kılacak değerler yaratma
hususlarında bir kişi için yol gösterici olsa da, kişinin diğer insanlarla,
hatta diğer varlıklarla ilişkisini nasıl kuracağı, özellikle politik felsefe
bakımından son derece önemli olan, bir arada yaşamayı mümkün kılan değerlere
nasıl ulaşacağı hususlarında yeterince aydınlatıcı değildir. Nietzsche’nin
etiğinde, her ne kadar aynı tipi oluşturan insanlar tarafından paylaşılması anlamında
değerlerin objektif bir yönünün bulunabileceği kabul edilebilse ve Nietzsche çalışmalarında yer yer dostluğun
önemine işaret etse bile, üst
insanın içermiş olduğu egemenlik vurgusunun, kişiyi, diğer insanlarla olan
ilişkilerin besleyiciliğinden izole edeceği açıktır . Heideggerci
bir perspektiften değerlendirildiğinde, bu izolasyon, yani sübjektivizm, bütün
varlıkları ontolojik bir prensibe, oluşu hakimiyeti altına alarak varlığı
mümkün kılan güç istemine indirgeyen ve üst insanı da, bu hakimiyetle, yani
varolmanın en yetkin biçimiyle özdeşleştiren bir etiğin kaçınılmaz bir sonucu
olacaktır.
Öteki ile olan ilişkinin
(bağlantının) kaybedilmesine işaret eden sübjektivizm; diğer varlıklara yönelik
bir kayıtsızlık durumunu, bir anlamda yadsımayı da beraberinde getireceği ve
böylece nihilizmi besleyeceği (derinleştireceği) için, Nietzsche’nin etiği,
sübjektivizm sorununun üstesinden gelmeye imkân verecek düşüncelerle
desteklenmek durumundadır. Bu doğrultuda, Heidegger ve Foucault’nun
düşüncelerinin etik içerimlerini, söz konusu sorunun Nietzscheci perspektif
içerisinde kalınarak giderilmesinde müracaat edilebilecek iki temel referans
kaynağı olarak ele almaya çalışacağız. Heidegger ve Foucault, Nietzsche’nin
düşüncelerindeki sübjektivizm sorununu teşhis etmekle birlikte, onun metafizik
düşünce geleneğine yönelik eleştirilerini önemsedikleri ve paylaştıkları için
Nietzscheci düşünce çizgisine dahil edebileceğimiz düşünürlerdir. Buna karşın,
Heidegger ve Foucault; Nietzsche’ye atfettikleri önemin arkasında bulunan
ilgilerindeki farklılığa paralel bir şekilde, ötekine yönelik açıklığın farklı
iki yolunu sunmuşlardır. Bu açıklık, Foucault’da, Nietzsche’nin etiğindeki fark
nosyonu öne çıkarılarak ve Nietzsche’nin varlıkların sıradüzenini esas alan
hakikat anlayışı da dahil olmak üzere, tüm hakikat nosyonları terk edilerek;
Heidegger’de ise, varlıklar arasındaki bağlantıya işaret eden,
Nietzsche’ninkinden farklı bir hakikat nosyonu ile sağlanmıştır.
Foucault’nun düşüncelerinin
etik anlamının, tıpkı Nietzsche’nin etiğinde olduğu gibi, negatif ve pozitif
olmak üzere iki yönünün bulunduğunu söyleyebiliriz. Foucault’nun etiğinin
negatif, yani eleştirel yönü, Nietzscheci jeneolojik yöntemin, daha
geniş ölçekte, özellikle de
modern yaşam ve toplumsal kurumlara yönelik olarak uygulanmasını içerir. Daha
ziyade Foucault’nun ilk dönem çalışmalarındaki yaklaşımını ifade eden bu
eleştirel etik anlayışı, herhangi bir pozitif öneri sunmak yerine, insanların
toplumsal ilişkiler ağı içerisinde nasıl uysal özneler haline getirildikleri
konusu üzerinde , , , .375
odaklanmıştır .
Foucault’nun pozitif etiği ise,
özellikle son dönem çalışmalarında kendini gösterir. Bu dönemde, Foucault’nun,
kimliğin oluşumunda belirleyici olan iktidar ilişkilerinden ziyade, yine bu
ilişkiler içerisinde zaten mevcut olduğunu düşündüğü özgürlük imkânı üzerinde
odaklandığını söyleyebiliriz. Foucault bu özgürlük imkânını, etiğin ontolojik
koşulu olarak görmüştür . Foucault’ya göre iktidar, mümkün
eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesine işaret ettiği için, iktidarın
varlığı öncelikle mümkün eylemler alanının, başka bir ifadeyle farklı eylemleri
gerçekleştirebilme imkânının, yani özgürlüğün varlığına bağlıdır .
Taraflardan birinin, hiçbir hareket kabiliyetinin ve farklı hiçbir eylem
imkânının bulunmadığı bir ilişki, bir iktidar ilişkisi değil, tahakküm
ilişkisidir ve Foucault için böyle bir ilişkide, üzerinde tahakküm kurulan
kişi, özgürlükten tam bir yoksunluk içinde bulunduğu için, bu kişinin bir etiğe
sahip olduğundan söz etmek de mümkün değildir .
Özgürlük her ne kadar, etiğin
ontolojik koşulunu oluştursa da, bu tek başına, her özgürlük pratiğinin bir
etiğe işaret ettiği anlamına gelmeyecektir. Zira Foucault, etiği, “özgürlüğün
aldığı düşünülmüş biçim” olarak tanımlamıştır . Söz konusu etik
anlayışı, kişiyi, özgürlüğü üzerinde, yani kendi üzerinde düşünmeye sevk ettiği
için, Foucault, merkezini, kişinin kendine yönelik ilgisinin, kendilik
kaygısının oluşturduğu “Greco- Roman” benlik teknolojilerini, kendi
etiğinin bir modeli olarak görmüştür. Steven Best’in de işaret ettiği üzere,
Foucault, benlik teknolojilerine; toplumsal olarak empoze edilmiş kimlikleri,
normalleştirici disiplinlerin beslediği özcü insan doğası ve hakikat
nosyonlarını parçalamanın yolunu sunma gibi bir fonksiyon yüklemiştir. Foucault’ya
göre, benlik teknolojilerinin ya da etik tekniklerin amacı, kişinin, gerçek
doğasını keşfetmesi ya da yeniden ele geçirmesi değil, kendisini sürekli
biçimde özgür ve yaratıcı bir fail olarak üretmesidir . Foucault,
benliği, olumsal bir şekilde varolan güçlerin, olumsal bir ürünü olarak gördüğü
için, etiği de, kendimize yönelik
kaygımıza paralel olarak, özgürlüğümüzün imkânları üzerinde düşünerek sürekli
bir kendini yaratma eylemi olarak düşünmüştür. Bu anlamda, Nietzsche’nin etiği
gibi, Foucault’nun etiğinin de, kişinin karakterine biçim vermesi anlamındaApolloncu" ve bu biçim vermenin bir
sonunun olmaması, yani her biçim vermenin sonunda bir dağılmanın da kaçınılmaz
olması anlamında Dionysosçu öğelerin bir bileşiminden oluştuğunu ve her iki etikte de ideal varoluş tarzının,
sürekli olarak geleceğe tehir edildiğini söyleyebiliriz.
Foucault’nun etiğindeki kendine
yönelik ilgi, ötekine açıklığı da beraberinde getirir. Çünkü, kişinin kendisini
bilebilmesi, yönetebilmesi, ötekini tahakküm altına almamasına bağlıdır. Söz
konusu tahakküm ya da ötekine kapalılık; kendimize, şimdimize ilişkin
bilgimizin** gizlenmesi
ve böylece kendi kendimizin kölesi olmamız sonucunu da beraberinde
getirecektir. Her kölelik ilişkisinde olduğu gibi, kendimizin kölesi olmamız durumunda
da, bir etik için gerekli olan özgürlük imkânı ortadan kalkacaktır .
Kimliğimizin kapanması, ötekini bu kapanma doğrultusunda tanımlayıp, kötülüğün
adresi olarak sabitlememiz, mevcut durumumuz ve ilişkilerimize ilişkin
tasavvurlarımızı evrenselleştirmemiz bu özgürlükten mahrumiyetin
göstergeleridir. Özgür olamayışımız, egemen düşünce ve davranış biçimlerinin,
varlığını sürdürmesi, diğer bir deyişle, kendimizi tekrar etmemiz bu da
kendimizi yaratamamamız anlamına gelecektir. Falzon’un da altını çizdiği üzere,
bizi bu kendi içine kapanıştan kurtararak sürekli direnişe, sınırları aşmaya,
yeni ve beklenmedik olanı tecrübe etmeye sevk edecek şey, ötekine olan
açıklığımızdır . Kendi kimliğimizin kapanma ve oluş üzerinde
hakimiyet kurma eğilimine karşı öteki, bize, şimdinin olumsal olduğunu,
evrensel olmadığını hatırlatarak, kendimizle olan ilişkimizi; kendimizi
yönetebilecek, dönüştürebilecek ve yaratabilecek tarzda yeniden kurmamıza imkân
sağlayacaktır.
Kuşkusuz ötekine açık olmak,
ona teslim olmak anlamına gelmez. Tıpkı başkasını tahakküm altına almak gibi,
başkasına teslim olmak da bir görüş açısını totalleştirmek anlamına
geleceğinden ötürü, etiğin ontolojik koşulu olan özgürlüğü ortadan
kaldıracaktır . Öte yandan, Foucault’nun etiğinin içermiş olduğu öteki
ile olan ilişki biçimi, ötekine pasif bir izin verme formundaki liberal
toleranstan da farklıdır. Bu ilişki biçimini; Connolly’e referansla, karşılıklı
mücadele içerisinde birbirini dönüştürücü bir etkileşime açık olmayı öne
çıkaran ‘agonistik’ saygı olarak adlandırabiliriz . Bu
ilişkide öteki, bizim mücadele ettiğimiz karşıtımız olmayı sürdürür. Fakat o,
iyi-kötü dikotomisi bağlamında yadsınması gereken kötü’ye karşılık gelmez.
Tıpkı Nietzsche gibi Foucault’da, iyi-kötü ayırımı temelinde biçimlenen yerleşik
ahlâkî yargıları, bu yargıların evrensellik iddialarını ve bu evrenselliğin
güvence altına alarak ayrıcalıklı kıldığı ya da yadsıyarak dışladığı
kimliklerin sabitliğini ve değişmezliğini jeneolojik bir soruşturmaya tabi
tutmuştur . Fakat Foucault’nun, kimliklerin olumsallığına ilişkin
düşüncesi, Nietzsche’ninkinden daha radikaldir. Nietzsche, her ne kadar
varlıklar arasındaki farkı, yani farklı varoluş biçimlerini onaylasa da,
benimsemiş olduğu hakikat anlayışı gereği, varlıkların güç istemindeki büyüklüğe
göre belirlenen yetkinlik farklılıklarını da onaylamıştır. Tam da bu nedenle,
Nietzsche, etiğinde; ötekini yadsımasa da ötekine yönelik kayıtsızlığı
yüceltmiş ve mesafe pathos’unu, yetkin varlık olmanın bir özelliği
olarak sunmuştur. Buna karşın,
Foucault’nun etiğinde,
varlıklar (kimlikler) arasında bir sıradüzeni, bir yetkinlik farkı söz konusu
olmadığından, ötekine yönelik bir kayıtsızlıktan da bahsedebilmek mümkün
değildir. Kuşkusuz Foucault, öteki ile aramızdaki mesafeyi önemser. Fakat bu
mesafe, Nietzsche’nin etiğindeki gibi, dikey bir mesafe değildir ve kayıtsızlık
anlamına gelmez. Tersine bu mesafe, ancak öteki ile aramızdaki agonistik
ilişki biçiminde varolan ve her iki kimliğin de kendine kapanmasını, yani
evrensellik iddiasıyla diğerinin yadsınmasını engelleyen farkın
korunmasına işaret eden bir mesafedir. Foucault’nun etiğinin amacı olan kişinin
kendini yaratması, ancak bu mesafe ile, yani kişinin kendisi ile kimlikleri
karşılıklı olarak dönüştürücü tarzda ilişkiye girebileceği bir ötekinin
mevcudiyeti durumunda mümkün olabilecektir.
Foucault’nun etiğinde ötekine
yönelik ilgi, kendine yönelik ilginin sonucu olarak ortaya çıktığı için,
ötekini tanıma, onunla bir tahakküm ilişkisi söz konusu olmadan bir arada olma,
yalnızca kişinin kendi özgürlüğüne yönelik duyarlılığının güvencesi altındadır.
Foucault, birlikte yaşamak için bireysel etik duyarlılığın ötesinde, daha makro
bir güvence sunmadığı gibi, böyle bir güvence sağlama iddiasındaki bütünlük
nosyonlarına da, farka vurgu yapan özgürlük anlayışı doğrultusunda şüphe
ile yaklaşmıştır . Foucault, tam da bu nedenle; tikel ve olumsal bir
yaşam tarzının sahte bir bütünlüğe referansla kendini evrensel ve değişmez
olarak sunma yönündeki çabasına, dolayısıyla da farklı yaşam tarzlarının, yani
özgürlük imkânlarının yadsınmasına hizmet edeceğini düşündüğü için, her türlü
hakikat iddiasını, Nietzscheci terminolojideki karşılığıyla, hakikat
istemini reddetmiş, bunun yerine, kişilerin kendilerine yönelik ilgilerine
rehberlik eden ve kişisel ilgilere göre değişebilen hakikat oyunları
kavramını öne çıkarmıştır .
Farka atfettiği önem nedeniyle,
Foucault’nun etiği; öteki ile ilişki sorunu konusunda Nietzscheci bir etik için
önemli açılımlar sağlamakla birlikte, bize göre, temelini, ötekine yönelik
ilginin (saygının) oluşturduğu bir birliktelik için yeterli bir güvence sunmaz.
Bütüne yönelik bir tasavvurun, bir hakikat anlayışının yokluğunda, kişinin
kendine yönelik ilgisinin, kendisini yaratma yönündeki çabasının; kişiyi,
başkalarına tamamen duyarsız kılacak bir parçalanmayla ya da başkalarını
tahakküm altına alıcı bir kapanmayla sonuçlanma ihtimali her zaman açıktır.
Foucault’nun etiği, ötekine yönelik ilgiyi ve ötekinin farkını yalnızca
kişinin kendisine yönelik ilgisinin bir sonucu olarak aldığı için, Nietzsche’nin
etiğindeki sübjektivizm sorununun üstesinden gelmek bakımından tek başına
yeterli olmayacaktır. Foucault, bütünlüğün metafiziksel formlarının özgürlük ve
farkın aleyhine fonksiyon göreceği şeklindeki düşüncesinde haklı olsa
da, sorunun giderilmesinde, özgürlük ve farkı ortadan kaldırmak bir
yana, tersine, bunları bizatihi kendi güvencesi altında, kendisi bahşeden
metafiziksel olmayan bir bütünlük (hakikat) anlayışına ihtiyaç olduğu
ortadadır. Heidegger’in düşüncelerinin etik içerimleri, tam da bu nedenle,
böyle bir bütünlük ve hakikat anlayışından beslendiği için, Foucault’nun
etiğine nazaran, Nietzscheci bir etik için daha önemlidir.
Daha önce de işaret etmiş
olduğumuz üzere Heidegger, sübjektivizm sorununu, metafizik düşünce geleneğinin
bir sonucu olarak görmüştür. Metafiziksel düşünme biçiminin doğasında saklı
olan söz konusu sorun, Descartes ile birlikte görünür hale gelmiş, nihayetinde
Nietzsche’nin düşüncelerinde en ileri boyutuna ulaşmıştır. Bu anlamda, gerek
Descartes’ın, Varlık’ın insan aklı tarafından tüketilebilirliğine işaret eden
özne tasavvuru, gerekse Nietzsche’nin, oluşu, ona ebediyen devam edecek tarzda
kendi isteminin damgasını vurarak var kılan, yani Varlık’ı isteminde (Güç
İstemi) tüketen üst insan
tasavvuru, sübjektivizmin iki önemli örneğini oluşturur. Heideggerci bir
perspektifle ele alındığında, her iki tasavvurun da, Varlık’ın unutulmasına,
yani nihilizme işaret ettiğini söyleyebiliriz.
Heidegger’e göre, Varlık’ın
unutulması, Varlık ile varlıklar (varolanlar) arasındaki ontolojik ayırımın
unutulması anlamına gelir . Her varlık, Varlık’ın bir tezahürü
olduğu ve bu anlamda Varlık’la ve Varlık yoluyla birbirleriyle irtibatlı olduğu
için, bu unutma (yani Varlık’ın kendini gizlemesi), Varlık’ın ve dolayısıyla
da, Varlık’ın ifşasıyla mevcut olagelen farklı varlıkların (ya da varlıklar
arasındaki farklılığın) bir varolana indirgenmesini (sübjektivizmi) ve böylece
de, varlıklar arasındaki bağlantısızlığı, yani nihilizmi beraberinde
getirecektir.
Heidegger’in işaret etmiş
olduğu, Varlık ve varlıklar arasındaki ontolojik ayırım ve yine bu ayırım
bağlamında kendini gösteren hakikat anlayışı, onun düşüncelerinin etik
içerimlerini* anlamak
bakımından son derece önemlidir. Bize göre, söz konusu ayırım ve hakikat
anlayışı, Nietzsche’nin etiğini takviye etmek bakımından faydalı olacağını
düşündüğümüz, üç önemli etik içerimi barındırmaktadır. Bunları; farklılıkların
onaylanmasına kapı açan metafiziksel olmayan (ontolojik) bir iyi-kötü
tasavvuru, ontolojik bütünlük anlayışının mümkün kıldığı ötekiyle bağlantı ve
zamansal bir hakikat anlayışı paralelinde varlıkların (benliklerin) da zamansal
olması, yani değişime ve yeniliğe açık olmaları şeklinde sıralayabiliriz.
Bu etik içerimler için, her ne
kadar Heidegger’in çalışmalarının önemli bir kısmı -özellikle son dönem
çalışmaları- referans olarak alınabilecek olsa da, Dallmayr’ın da işaret ettiği
üzere, özellikle onun, Schelling ’in însan Özgürlüğünün Mahiyeti. Üzerine
Denemesi ve Anaximandros Fragmanı isimli çalışmalarının birtakım
etik sonuçlara 393 varmak için daha açık referanslar sundukları söylenebilir .
Schelling’in özgürlük üzerine
denemesini Heidegger için önemli kılan husus, onun bu denemede özgürlük sorununu
ve bu sorunla ilişkili olan bütünlük ve kötülük sorunlarını
ontolojik bir perspektifle ele alıyor olmasıdır .
Heidegger’e göre, tam da bu perspektif nedeniyle Schelling, özgürlüğü, insanın
isteminin bir niteliği (özgür istem doktrini) olarak değil, bir bütün olarak
varlıklara temel teşkil eden gerçek varlığın bir tabiatı, insanın, kendini
içinde bulduğu ve gerçekleştirdiği kuşatıcı ve nüfuz edici bir tabiat olarak
anlamıştır . Schelling’te, tıpkı özgürlük gibi, onunla ilişkili olan
bütünlük ve kötülük de, Varlığın birer tarzı olarak görülmüştür.
Schelling’e göre, özgürlük, iyi
ve kötünün imkânı olarak anlaşılmalıdır . Bu imkân, Tanrı’da
ayrılamayan iki prensibin; Tanrı’nın karanlık, olgunlaşmamış yönüne işaret eden
Zemin (Ground) ve Tanrı’nın kendini ifşa etmesi anlamını içeren Varoluş’un
(Existence) insanda ayrılmasıyla birlikte ortaya çıkar .
Tanrısal ifşanın bir sonucu olarak, diğer varlıklar da kendi tarzlarında mevcut
olagelirler. Özgürlük, işte bu olagelme, tanrısal ifşanın varlıklardaki
görünümü anlamına gelir. Yani her varlık bir zemine sahip olmasına karşın
varoluş prensibi gereği fiil halinde bulunur. Bu durumda kötülük; insanın,
varoluş prensibini, yani aktüelliğini unutarak kendi istemini (kendi zeminini)
sabitleştirmesi ve onu evrensel istemle özdeşleştirmesine -zemin ve varoluşun
sahte birliğine- karşılık gelirken, iyilik; insanın diğer varlıklarla
bağlantılı bir biçimde tanrısal ifşaya paralel olarak, mevcut olagelmesi ve bu
ifşanın sonunda gerçekleşen bütünlüğün uyumlu bir parçasını oluşturmasına
işaret eder . Başka bir ifadeyle, kötülük, varlılar arasındaki bağlantısızlık
anlamına gelirken, iyilik, bu bağlantının kurulabildiği bütünlüğe vurgu yapar
. Her iki durum da, tanrısal ifşanın bir tezahürüne (Varlık’ın bir
tarzına) karşılık geldiğinden, Schelling’te kötülük, bir insanî nitelik ya da
bireysel bir seçimin sonucu olarak düşünülmez . Üstelik kötülük;
kötülük imkânı, yani Zemin ve Varoluş’un ayrılması iyi ile neticelenecek olan
varlıksal ifşanın bir koşulu olduğundan, yadsınması gereken negatif bir şey
olarak da görülmez . Zira, Schelling’in düşünce izleği dikkate
alındığında, kötülük imkânının olmadığı bir durumda, Tanrı’nın gerçek bir Tanrı
olmasının, yani Tanrı’nın kendisini tanımasını sağlayacak bütünlüğe
ulaşılmasının imkansız olacağı ortadadır.
Schelling’te, varlıların ontolojik
bağlantısına (Seynsfuge) işaret eden söz konusu bütünlük, varlıkları, her
varlığın kendi temelinde varolabildiği ve diğer varlıklar olmaksızın
varolamadığı bir tarzda birbirine bağlayan “Sevgi’nin sırrı” (the secret of
Love) ile sağlandığından varlıklar arasındaki farklılığın yadsınması anlamına
gelmez . Heidegger’in de işaret etmiş olduğu üzere, Schelling’in
ileri sürmüş olduğu bütünlük anlayışı, Tanrı ile diğer varlıklar arasında
hiçbir ayırımın bulunmadığı türden bir panteizm olarak anlaşılmamalıdır. Şayet
böyle anlaşılırsa, farklı varlık biçimleri ve buna bağlı olarak, insanın, kendi
zemini üzerinde duruşu, yani onun özgürlüğü teslim edilmemiş olur. Heidegger’e
göre, Schelling’in ısrarla üzerinde durduğu şey, panteizmin -kendi
panteizminin- bütün şeylerin Tanrı’da içerilmesi, Tanrı’da mevcut olmasına
ilişkin bir doktrin olduğudur. Bunun anlamı, varolan şeylerin Tanrı’ya bağımlı
olmasıdır. Böyle bir panteizm (bütünlük), yalnızca özgürlüğe imkân vermekle kalmaz,
aynı zamanda onu gerektirir de. Yani varlıların Tanrı’ya bağımlılığı, bağımlı
olan şeyin, bağımsızlığı için bir alan açmanın ötesinde, onun, kendi varlığında
özgür olma talebinin karşılığını bulması anlamını da içerir .
Schelling’in özgürlük üzerine
denemesi ve Heidegger’in bu denemeye ilişkin değerlendirmeleri; Heidegger’in
Varlık ve varlıklar arasındaki ontolojik ayırıma atfettiği önemi, bu ayırımın
bir sonucu olarak kendini gösteren varlıkların birbirleriyle bağlantılı olduğu
ve her varlığın farklılığını koruduğu bütünlük anlayışını, yine temelinde bu
ayırımın bulunduğu ontolojik iyi-kötü tasavvuru ve özgürlük düşüncesini anlamak
bakımından önemliyken, Anaximandros Fragmanı, onun hakikat ve zaman
anlayışını ve buna bağlı olarak ortaya çıkan varlıkların oluşa, değişime açık
olmaları gerektiğine ilişkin bir etik anlayışı öne çıkardığı için önemlidir.
Bilindiği üzere Anaximandros,
fragmanında, varolanların her neden meydana gelmişlerse zorunlu olarak yok olup
ona döneceklerini, bu şekilde birbirlerine zamanın düzenleyişine göre
haksızlıklarının cezasını ve kefaretini ödeyeceklerini dile getirmiştir. Buna
göre, her nesneye, her varlığa zaman belirli bir yaşama ölçüsü ayırmıştır. Her
varlık ömrünü tamamladığında, çekilip gidecek, yani gelecek olanın yerini kaplamış
olmanın cezasını ölümle ödeyecektir. Kranz’a göre, bu fragmanın ana fikri, her
varlığın gelip geçici, yani zamansal olduğudur . Fragmanı Heidegger
açısından önemli kılan şey de, vurgulanan gelip geçicilikte ifadesini bulan
zamansal hakikat anlayışıdır.
Heidegger’e göre,
Anaxsimandros, Fragmanında, kökeni Platon ve Aristoteles’e kadar geri giden ve
modern düşünceyi de biçimlendirmiş olan metafizik düşüncenin sunmuş olduğundan
farklı bir zaman ve hakikat anlayışına işaret etmektedir. Fragmanda hem metafizik
düşüncenin, tam bir bulunuş halinde, ebedî bir şimdi’de mevcut olan hakikat
anlayışından farklı; her
varlığın, Varlık’ın ifşası ve kendini geri çekmesine uygun olarak zuhur edip,
yok olduğu, oluş halinde (zamansal) bir hakikat* anlayışı hem de içerisinde varlığın (hakikatin)
tam bir bulunuş halinde mevcut olduğu, ölçülüp biçilebilen, homojen bir ortam
olarak, daimi bir şimdi anlamındaki zaman anlayışından farklı; şimdi’yi,
geçmişin, geleceğin ve şimdi’nin birliği olarak, bir mevcut-olagelme şeklinde
ele alan bir zaman anlayışı dile getirilmiştir.
Schelling’in, insan özgürlüğü
ile ilgili denemesinde olduğu gibi, Anaximandros’un fragmanında da Heideggerci fark
ve bütünlük nosyonlarını besleyici referanslar bulunabilir. Örneğin,
Anaximandros’un, bir varlığın diğerinin yerini işgal etmesini -bu durumda
varlık zamanın düzeninin dışına çıktığı için- haksızlık olarak nitelemesinden
hareketle ulaşılan, başkasının olagelmesine izin verme ve başkası ile zamanın
düzenine uygun bir bağlantı içerisinde olma biçimindeki bir etik çıkarımın,
söz konusu fark ve bütünlük
nosyonlarını destekleyeceği açıktır. Fakat bize göre, fragmanın asıl önemi,
varlıklar arasındaki fark ve bağlantıdan daha öncelikli olarak
Varlık ve varlıklar arasındaki ontolojik ayırımın da ayırıcı vasfı olan varlıkların zamansallığına işaret
ediyor olmasından kaynaklanmaktadır. Heideggerci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, Anaximandros’un bahsetmiş olduğu haksızlığın, diğer
varlıklardan önce, ilgili varlığın kendine yönelik bir haksızlık olduğunu
söyleyebiliriz. Bir varlık, kendini, daimî bir şimdi içerisinde
ebedileştirdiği, yani zamansallığını unuttuğu ölçüde mevcut-olagelmesinde zuhur
edecek olan yeni hakikatlere mani olacağından, öncelikle kendisine haksızlık
etmiş olacaktır. Bu haksızlık, bir şeyin kendisini tekrarlaması, yani Varlık’ın
ifşasının, yeni hakikatlerin önünün kapanması anlamına geleceğinden, nihilizme
tekabül edecektir. Bodio’nun da işaret ettiği üzere, bu durumda, yani her şeyin
kendini tekrarladığı kör bir zorunluluğa işaret eden nihilizm durumunda yeni olandan -olacak olandan-
bir mahrumiyet söz konusu olduğundan, zaten mevcut olan kendini tekrarlayan
farklılıkların bir anlamı olmayacaktır . Bu anlamda, varlıklar
arasındaki farklılığı ve bağlantıyı anlamlı ve mümkün kılan şeyin, varlıkların
yeniliğe açık olmaları, yani zamansallıkları olduğunu söyleyebiliriz. Söz
konusu zamansallığın, yani Varlık ve varlıklar arasındaki ayırımın unutulması
durumunda, varlıklar, kendilerini zaman dışı bir şimdi’de ebedî kılmaya
çalışarak, kendi üzerlerine kapanacakları için, varlıklar arasındaki ontolojik
bağlantı kaybolacak ve Varlık’ın kendini geri çekmense paralel bir şekilde,
Varlık’ın ifşasına bağlı olarak kendini gösterecek olan farklı varoluş
tarzlarından mahrum olacakları için birbirlerinden yalıtık “farklı” nesnelere
dönüşeceklerdir.
Genel olarak
değerlendirildiğinde, Nietzscheci etiğin en önemli hedefinin nihilizm sorununun
üstesinden gelmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu etiğin omurgasını oluşturan
Nietzsche’nin etiği, bu hedefin ancak nadir insanların ulaşabildiği en yetkin
şekilde varolma biçimine karşılık gelen üst insan dolayımıyla
gerçekleştirilebileceği düşüncesi üzerinde temellenir. Üst insan, nihilistik
olmayan bir yaşam tarzına sahip olmayı ifade ettiği için, Nietzsche’nin etiği yaşamı
onaylayıcı bir karaktere sahiptir. Yine Nietzsche’nin etiğinin çoğulcu
karakteri de, yaşamın olumsallığını, dolayısıyla farklı yaşam biçimlerini
onaylamanın bir sonucu olarak kendini gösterir. Fakat daha önce de işaret
ettiğimiz üzere, Nietzsche’nin etiğinde üst insanda belirginleşen mükemmeliyetçilik
vasfı daha ağır bastığı için, bu etiğin diğer vasıfları olan farklılık
ve çoğulculuk geri planda kalmış ve bu da oluşa kendi isteminin (Güç
İstemi) damgasını vurarak egemen olma iddiasındaki bir insan anlayışında (Üst
İnsan) belirginleşen sübjektivizm sorununu beraberinde getirmiştir. Metafizik
düşünce geleneğine yönelik mesafeli duruşları nedeniyle Nietzscheci olarak
niteleyebileceğimiz Heidegger ve Foucault’nun düşüncelerinin etik açılımları
işte bu noktada önem kazanmaktadır. Foucault’nun etiği, varlıkların sıra
düzenine dayalı bir hakikat anlayışını barındırmadığı için, Nietzsche’nin,
yalnızca üst insanın meziyetleri olarak gördüğü kendinin üstesinden gelme ve
kendini yaratma hedeflerini, kendisi ile ilgilenen her insanın hedefi olarak
sunmuş ve bu hedeflere ulaşmayı ötekine, farklı olana yönelik agonistik saygıya
bağlıyarak, Nietzsche’nin etiğinde üst insanın “imtiyazlı” konumundan
kaynaklanan öteki ile ilişki sorununun giderilmesinde önemli bir katkı
sağlamıştır. Fakat Foucault’nun etiği, varlıklar arasındaki bağlantı için
güvence olabilecek bir hakikat ve bütünlük anlayışından yoksun olduğu için,
Nietzsche’nin etiğine, sübjektivizm sorununun giderilmesinde daha önemli katkı,
söz konusu hakikat ve bütünlük anlayışını sunan Heidegger’den gelmiştir.
Heidegger, “mutlak yetkinlik” iddiasının, bir varlığın zamansallığını
unutmasını, yani Varlık’ın ifşasından mahrumiyet anlamında nihilizmi de
beraberinde getireceğini belirterek, nihilizm sorununun giderilmesini, insanın
zamansallığının, Varlık ve varlıklar arasındaki ontolojik ayrıma bağılı olarak
vücut bulan ve her bir varlığın, farklılığı ile birlikte ve birbirleri ile
bağlantı içerisinde var oldukları ontolojik bütünlükteki “mütevazı” yerinin
farkında olmasına bağlı olduğuna işaret etmiştir.
Nietzscheci perspektif
bakımından nihilizm, bireyleşme yolu ile üstesinden gelinebilecek bir sorun
olduğu için özünde etik bir sorundur. Bu nedenle çalışmamızın bu bölümünde söz
konusu sorunu gidermeye yönelik bir girişim olarak Nietzsche’nin etiğini ve
Nietzscheci etiği, nihilizme vücut veren bir ahlâk geleneğinin eleştirisi
üzerinden tartışmaya ve sunmaya çalıştık. Takip eden bölümde ise, çalışmamızın
ana temasını oluşturan, Nietzsche’nin ve Nietzscheci etiğin amacı olan
bireylerin varlığını imkânsızlaştıran ortama gönderme yapan politik nihilizm
sorununu ele almaya çalışacağız.
Politik nihilizm, genel olarak,
bir politik topluluğun benimsemiş olduğu ve bu yönüyle de, hem politik yaşamı
mümkün ve anlamlı kılan hem de politik iktidarın meşruiyetine referans teşkil
eden değerlerin geçerliliğini kaybetmesinden kaynaklanan bir sorun olarak
tanımlanabilir. Bu genel anlamı dikkate alındığında, politik nihilizmin herhangi
bir zamanda, herhangi bir yerde ve farklı nedenlerle karşılaşılabilecek bir
sorun olacağı ortadadır. Fakat bu çalışmada nihilizm özgül biçimiyle (tarihsel
anlamıyla) modernizme ait bir sorun olarak görüldüğü için, politik nihilizm
sorunu da, modern politik yaşam ve düşüncenin krizine işaret eden anlamıyla ele
alınacaktır.
Nihilizmi bir sorun olarak
görmeyen postmodern perspektif biryana bırakılacak olursa, politik nihilizmi,
modernizm sorunuyla ilişkisi bağlamında ele alan üç perspektiften bahsedilebilir:
Politik nihilizmi; klasik politik felsefedeki iyi anlayışı ve erdem nosyonunun
kaybedilmesiyle ilişkili bir sorun olarak gören klasik perspektif, araçsal
aklın hâkimiyetine bağlı bir sorun olarak ele alan modern perspektif ve bütün
bir Batı düşünce ve kültür geleneğinin yazgısı olarak teşhis eden Nietzscheci
perspektif.
Üç perspektif de, politik
nihilizmin, modern politik yaşamda deneyimlenen (modernizmle bağlantılı) bir
sorun olduğu hususunda görüş birliği içerisindedir. Fakat klasik perspektif,
sorunun başlangıç noktası olarak modern düşünceyi gördüğü ve modern düşüncenin,
klasik düşünceyle olan süreklilik ilişkisini ihmal ettiği için; modern
perspektif ise, sorunun modern paradigma içerisinde kalınarak üstesinden
gelinebileceğine ilişkin anlayışı nedeniyle, Nietzscheci perspektifin dışında
kalmaktadır. Bu anlamda, her üç perspektifte de, politik nihilizm sorunuyla
bağlantılı olarak bir modernizm eleştirisi söz konusu olsa da, bu eleştiriler,
Nietzscheci perspektifte, modern düşünce ile birlikte ona temel teşkil eden
klasik düşünceyi, yani bütün bir metafizik düşünce geleneğini kuşatıcı,
bütüncül bir mahiyet arz ettiği; klasik perspektifte, yalnızca modern
düşüncenin eleştirisiyle sınırlı kaldığı ve modern perspektifte ise, modernizmi
tahkim edici bir karakter taşıdığı için mahiyet itibariyle birbirlerinden
farklıdırlar.
Aynı şekilde üç perspektif de,
ister özne (Nietzscheci perspektif), ister doğanın efendisi olma iddiasındaki
insan (klasik perspektif), isterse de araçsal akıl (modern perspektif) kavramlaştırmasıyla
dile getirilsin, politik nihilizmin temelinde sübjektivizm sorununun bulunduğu
konusunda hemfikir olsalar da, sübjektivizm sorununun kaynağı ve giderilmesi
konusunda farklı değerlendirmelere sahiptirler.
Son olarak, üç perspektifin de,
politik değerlerin geçersiz hale gelmesi, politika, politik toplum ve insanın
önem ve değerini kaybetmesi gibi benzer sorunlara işaret etmelerine rağmen,
önem atfetmiş oldukları sorunlar birbirinden farklıdır. Klasik perspektif,
politik yaşamın aşkın ahlâkî standartlardan mahrumiyetini; modern perspektif,
politikanın ve bireyin özerkliğini yitirmesini; Nietzscheci perspektif ise,
bireyleşmeyi, farklılığı ve oluşu yadsıyıcı nihilistik bir politik yaşamı
merkezi bir sorun olarak alır. Klasik ve modern perspektif, birlikte yaşamayı
mümkün kılan ortak değer ve normların mevcudiyeti problemine odaklanırken,
Nietzscheci perspektif, birlikte yaşamın niteliği sorununa odaklanır.
Politik nihilizm konulu bu
tartışmanın temel izleğini Nietzscheci perspektif oluşturacaktır. Fakat modern
politikanın Nietzscheci eleştirisine de temel teşkil edecek olan bu perspektifi
ele almadan önce, konuya ilişkin farklı bakış açılarını sundukları için
öncelikle diğer iki perspektife değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Çalışmamızın sınırlılıklarını göz önünde bulundurarak, klasik perspektifi
Strauss’un, modern perpektifi ise Habermas’ın düşünceleri örneğinde ele almaya
çalışacağız.
A-
Strauss’un Klasik Perspektifi
Klasik perspektif, insana ve
insanî ilişkiler alanına aşkın doğal/tözsel bir iyi anlayışı üzerinde
temellenir. İnsanî ilişkilere indirgenemeyen ve değeri bu ilişkilerin
sonuçlarına göre takdir edilemeyen iyi, bizatihi kendisinde değerli olduğu
için, hem bireysel hem de ortak yaşamın yönelimine işaret eden aşkın bir
standart olma niteliğini haizdir. Bütün insanî şeyler gibi devlet, politik
toplum, yasa vb. politik şeyler de, bu iyinin otoritesine tabidir ve onun
ışığında bir değere sahiptir. Klasik perspektif bakımından ele alındığında
böyle bir iyi anlayışının hüküm sürdüğü bir politik yaşamda insanlar neyin iyi
neyin kötü olduğu hususunda ortak bir anlayışa sahip olacaklarından, politik
nihilizm sorunu söz konusu olmayacaktır.
Strauss’a göre, “doğal iyi”
anlayışı, felsefe öncesi deneyimin bir ürünü ve felsefenin bir keşfi olan “doğa”
nosyonuna bağlı olarak ortaya çıkmıştır . Önceleri bir topluluğun
geleneği, o topluluğun atalarının takip etmiş oldukları yol ile, yani eski olan
ile özdeş görülen iyi anlayışı, farklı iyi anlayışlarının çatışması ve böylece
de eskiye olan güvenin sarsılması deneyimiyle bir mahiyet değişikliğine uğramış
ve felsefenin, eski olan ile iyi olan arasındaki ayrımdan hareketle bütün
şeylere temel teşkil eden prensip olarak kavramlaştırdığı “doğa” nosyonu doğrultusunda cevabını aradığı; iyi olanın
gerçekte ne olduğu sorusuyla birlikte “doğal iyi” anlayışına ulaşılmıştır .
Strauss, bu anlayış değişikliğiyle beraber, doğal iyinin yeni otorite mercii
olduğunun altını çizer. Buna göre, gelenek, yani eski olan, zamanla hak ve
haklılığın ölçütü olma niteliğini kaybederek, yerini bütün tikel geleneklerin
ve bu geleneklerin meşrulaştırdığı tikel yasa ve politik rejimlerin üzerinde
bulunan evrensel iyiye (doğal hak*)
bırakır .
Politik yaşamın aşkın referans
kaynağı olarak iyi düşüncesi, Strauss’un Sokrates, Platon ve Aristoteles’i
kurucuları olarak gördüğü
bütün bir klasik politik felsefe geleneği boyunca varlığını sürdürmüştür.
Klasik filozoflar için her şey gibi insan da, doğası gereği, iyiye yönelmiştir.
İnsanın mutluluğu, doğasına, yani telosuna uygun hareket etmesine bağlı
olduğu için, iyi olmak, mutluluğun doğal koşuludur. Öte yandan insan yine
doğası gereği, ancak diğer insanlarla birlikteliği içinde telosunu
gerçekleştirebileceği için, politik topluluk da, iyi olmalıdır. Tıpkı insan
gibi, politik
yaşamın yönelimi de, iyiye doğrudur . Bu nedenle, ideal insan ve bu
insanın ortamına karşılık gelen ideal politik düzen (rejim), klasik politik
felsefenin en temel ilgi konusunu oluşturmuştur .
Klasik politika filozoflarının,
politik yaşamı, en yüksek standart olan en iyi politik rejim ile
değerlendirmeleri, onların, bu rejimin yeryüzünde tesis edilebileceğini
düşündükleri anlamına gelmez . Klasik filozoflar için, insan, her ne
kadar iyiye dönük doğası nedeniyle mükemmel olandan bütünüyle kopuk olmasa da,
hiçbir zaman mükemmel olamayıp, hep mükemmel olanın arayışı içerisinde olmak
da, yine insanın doğasının bir gereğidir . Bu anlamda, ideal olanla
tarihsel ve olgusal olan arasındaki açık, kapatılamayacak türdendir. Klasik
politik felsefede, tarihsel politika olgusu ile tarihsel olmayan iyi arasındaki
hiyerarşik ilişki, tam da insanın söz konusu eksikliğinden kaynaklanır. İnsan,
doğası gereği, hep bir eksiklik içerisinde olduğu için, bütün insanî şeyler
gibi politik olan da, iyiye tabi olmak durumundadır. Fakat bu tabiiyet ilişkisi,
insana yabancı olan bir şeyin, ona yukarıdan dayatılması anlamında bir iktidar
ilişkisi değildir. İyiye yönelik arzu (eros) bizatihi insanın doğasına
içkin olduğu için, doğal iyi ile insanî olan -ideal olan (tarihsel olmayan) ile
politik olan (tarihsel olan)- arasındaki ilişki bir otorite ilişkisidir.
Strauss’a göre, insan ve doğa
arasındaki bu ilişki, modern politik felsefeyle birlikte dönüşüme uğramıştır.
Klasik politik felsefede hakikat, doğru, iyi ve adaletin ölçüsü olarak görülen
ve bu anlamda insanî şeylerin yönelimini belirleyen doğa, modern politik
felsefede, insandan ve aşkın (ahlâkî) değerinden yalıtılarak, üzerinde insanın
hâkimiyet kurabileceği bir nesne haline getirilmiştir421. Bu
dönüşüm, hem değerden arındırılmış doğa anlayışına paralel olarak olgusal
politikanın mutlaklaştırılmasını, hem de ideal politik düzenin tarih-üstülük
vasfının reddedilmesinin sonucu olarak politik yaşama rehberlik edebilme gücüne
sahip bir ilkenin (mutlakın)
yitirilmesini ihtiva ettiği için, politik nihilizmi de beraberinde getirmiştir.
Strauss modern politik felsefe
geleneğini, modernleşme dalgaları olarak adlandırdığı üç düşünce çizgisi
bağlamında ele alır. Machiavelli ile başlayan ve Hobbes ve Locke’un
düşüncelerinde sistematik hale gelen ilk dalga, liberalizm ile neticelenir. İlk
dalgaya tepki olarak Rousseau ile başlayan ve Hegel’in tarih felsefesiyle en
belirgin biçimine kavuşan ikinci dalga, komünizme kapı açar. Nietzsche ve
Heidegger’in düşüncelerinde ifadesini bulan üçüncü dalga ise, Hegel’in tarihle uzlaştırarak
korumaya çalıştığı aklı, savunusunu yaptığı radikal tarihselciliğin bir gereği
olarak ortadan kaldırarak, politik sorumsuzluğun en ileri biçimini temsil eden
bir rejime (faşizm) zemin hazırlar .
Modern politik felsefe, politik
yaşamın yönünü en iyi rejime göre tayin etmeyi gerçekçi olmadığı gerekçesiyle
reddederek, gerçekleşme olasılığı yüksek bir politika anlayışı üzerinde
odaklanan Machiavelli ile başlar. Bu doğrultuda Machiavelli, ahlâkı tözsel bir
şey olarak gören ve politikayı aşkın ahlâkî standartlara göre değerlendiren
geleneksel anlayışı bütünüyle yanlış bularak, ahlâk ve politika arasındaki
öncelik ilişkisini, politikanın lehine olmak üzere değiştirir. Machiavelli’ye
göre, insan doğası gereği erdeme yönelmiş değildir. Dolayısıyla da, politika
erdeme göre tanımlanamaz. Politikanın temelinde gayr-ı ahlâkî eylem
bulunmaktadır. Erdem, bu eylem ile teşekkül eden politik düzenin içerisinde
varlık kazanır ve içeriği bu düzenin amaçlarına göre belirlenir. Bu nedenle,
toplumun iyisi ya da ortak iyi erdeme göre değil, erdem ortak iyiye göre
tanımlanmalıdır . Machiavelli, iyi karşısında insana öncelik tanıyan
yaklaşımına uygun olarak, klasik politik felsefenin, insanın doğal olarak
toplumsal olduğuna ilişkin varsayımını da reddeder. Buna göre insan, aslında
radikal bir şekilde bencildir. Zaten politik toplumun kuruluşu da, kurucunun
şan, şeref arzusundan, yani bencil bir ilgiden kaynaklanır . Fakat
politik toplum, kurulduktan sonra varlığını sürdürebilmek için, üyelerinin
bencilliğini körelterek, onları kamu yararını düşünen sosyal kişiler haline
getirecek olan mekanizmalarla teçhiz edilmeye ihtiyaç duyar. İnsan doğal olarak
iyi olmadığına göre, adaleti tesis etmek için, adaletsizliği bütünüyle
kazançsız hale getirecek kuramların varlığı zorunludur426.
Strauss’a göre, Machiavelli
ideal politik düzenin gerçekleşmesini mümkün kılmak, yani doğayı ve şansı
fethetmek için, insanın ve politik yaşamın standartlarını düşürerek; vurguyu,
ahlâkî karakterden kurumlara kaydırarak, geleneksel anlayıştan radikal bir kopuşu
temsil eder427. Buna karşın, Machiavelli’nin düşünceleri, ciddî
teorik zorluklara açıktır. Mavhiavvelli’nin politik düşüncelerinin teorik veya
kozmolojik temeli, bir çeşit bozulmuş Aristotelesçiliktir. Machiavelli, bilimin
teleolojik karakterinin savunulamaz olduğunu kabul etmiş, ancak bunu
ispatlayamamıştır. Bunun için, Aristotelesçi doğal sonuçlar nosyonunun
sistematik bir eleştirisine ihtiyaç olduğuna işaret eden Strauss, söz konusu
ihtiyacın, onyedinci yüzyıl doğa bilimiyle giderildiğini belirterek,
Machiavelli’nin siyaset biliminin yeni bilim paradigmasını öncelediğinin altını
çizer428. Machiavelli’de ipuçları görülen modern politik felsefe,
yeni bilim anlayışının sağladığı teorik temellerle, Hobbes ve Locke’un
düşüncelerinde sistematik biçimine kavuşacaktır.
Hobbes, Machiavelli’nin, klasik
politik felsefenin hedefinin fazla yüksek olduğu şeklindeki değerlendirmesini
aynen muhafaza etmiştir. Her ne kadar Hobbes, adaletin toplumun eseri olmadığı
ve doğal bir hukukun varolduğuna ilişkin düşünceleriyle, Machiavelli’den
ayrılıp geleneksel anlayışı benimsiyormuş gibi görünse de, savunmuş olduğu
doğal hak öğretisi, klasik doğal hak düşüncesinden tamamıyla farklı olduğu
için, sonuçta Machiavelli ile aynı kapıya çıkar429. Hobbes hakkı,
insana aşkın iyiden hareketle değil, insandan hareketle tanımlar. Hobbes’ta söz
konusu olan, doğanın efendisi olmaya yönelik modern eğilime paralel bir biçimde
doğaya dikte edilen insanî arzulardır . Aslında Hobbes da,
Machiavelli gibi, bencilce bir insanî dürtüyü temel alır. Fakat
Machiavelli’nin, yalnızca kurucu prenslere ait olarak gördüğü bu bencil ilgiyi
(şan ve şeref arzusu), bütün insanlar için geçerli olacak biçimde yumuşatarak,
kendini koruma arzusu olarak yeniden formüle eder .
Strauss’a göre, bu formülasyon
ile birlikte, Hobbes, Machiavelli’nin, politikanın temelinde bulunduğunu
düşündüğü ilkeyi, evrensel niteliğe sahip bir hakka dönüştürerek liberalizmin
temelini atmış olur. Eğer liberalizm, temel politik olgu olarak, insanın,
yükümlülüklerinden bağımsız bir biçimde, yalnızca haklarını göz önünde
bulunduran ve devletin fonksiyonunu da bu hakların korunmasıyla özdeşleştiren
bir politik doktrin anlamına geliyorsa, Hobbes liberalizmin kurucusudur .
Gerçekten de Hobbes’un düşüncelerinde, liberalizmin temel özellik ve
sorunlarını görmek mümkündür. Kendini koruma arzusu, insanın yönelimini
belirleyen doğal bir motivasyon olduğu için, dış dünyayı düzenleyen doğa
yasaları gibi ahlâkî açıdan nötrdür. Bu anlamda, en temel hak olan kendini
koruma hakkı, değerden bağımsızdır. Aynı şekilde, varlığı bu hakkın korunmasına
bağlı olduğu için, devlet ya da politika da, değerden bağımsız, yani nötr
olmalıdır. Strauss için, liberalizmin temel sorunu, tam da tarafsızlığa (neutrality)
yapmış olduğu bu vurgudan kaynaklanır. Liberalizm, benimsemiş olduğu olgu-değer
ayrımı doğrultusunda, bireyi, kendisini yükümlü kılacak mutlak iyiye dönük
doğasından kopararak mutlaklaştırır. Böylece birey, doğal olarak, hiçbir
yükümlülüğü bulunmayan, yalnızca hak sahibi olan bir varlık olarak tasavvur
edilir . Bu tasavvur, liberalizmin politika anlayışını da belirler.
Politik toplum ya da devlet, aşkın iyiye dönük doğal bir varlık olarak
görülmeyip, insanın iyiden mahrumiyetinin bir sonucu olan karanlık doğasını
(kendini koruma) korumanın aracı olan yapay mekanizmalar bütünü olarak
düşünüldüğü için, tıpkı insanın olduğu gibi politik yaşamın standartları da
düşürülür. Fakat bu düşük standartlarda bile -olgu-değer ayrımının bir sonucu
olarak iyiye yönelik ortak anlayışın önemi göz ardı edildiği için- politik
yaşamın, doğal motivasyonunu kendini koruma amacının oluşturduğu birbirlerine
güvenmeyen bireylerin sözleşmesinin ürünü olan kuramların sağlıklı işleyişinden
başka bir güvencesi yoktur. Her ne kadar liberalizmin kurucuları -Hobbes ve
Hobbes’un felsefesindeki kendini koruma hakkı yerine mülkiyet hakkını koyarak
liberalizmi daha kabul edilebilir hale getiren Locke434- politik
felsefelerine temel olarak aldıkları rasyonalist epistemoloji gereği, olgusal
olan ile rasyonel olan arasında bir ilişkisellik bulunduğunu kabul ederek, bu
güvencenin, öngörmüş oldukları politik düzenin geçerliliği için yeterli
olduğunu düşünmüş olsalar da, tarihsel deneyim, bunun tersini göstermiştir. Liberal
demokrasiler gibi, baskıcı, hatta totaliter
rejimler de, olgusal bir gerçekliğe sahiptir. Değer rölativizmini kabul
ettikleri için liberaller, savunmuş oldukları rejimin, diğer rejimlerden daha
iyi olduğunu gösterme imkânına sahip değillerdir. Dolayısıyla politik olarak,
neyin iyi neyin kötü olduğu hususunda ortak bir anlayışın imkânına işaret eden
klasik doğal hak nosyonunu reddeden diğer modern politik düşünce biçimleri
gibi, liberalizm için de nihilizm yapısal bir sorundur435.
İkinci modernleşme dalgası, iki
bakımdan ilk dalgaya tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. İlk
olarak, ikinci dalga, insanın ve politik yaşamın standartlarının düşürülmesine
yönelik bir tepkidir. İlk dalga, benimsemiş olduğu modern doğa bilimi
paradigması doğrultusunda; aynı hareket yasalarına tabi olduğu için, diğer
doğal
varlıklardan niteliksel bir farkı bulunmayan insan ve doğal düzenin insanî
ilişkiler alanındaki karşılığı hüviyetindeki politik toplum anlayışıyla, insan
ve politik yaşamın değerini düşürmüştür. İkincisi, ideal olan ile gerçek olan
arasındaki açıklığın devam etmesine yönelik tepkidir. İlk dalga, her ne kadar
klasik politik felsefenin hedefini gereğinden fazla yüksek bulup reddetmiş olsa
da, öngörmüş olduğu politik düzenin pratiğinde doğal hukuk ile pozitif hukuk
arasındaki açıklık, dolayısıyla da doğal hukukun aşkınlığı varlığını sürdürmeye
devam etmiştir. Yani liberalizmin, insanların eşit, özgür ve müreffeh
olacakları, bireyin bütün ile uyum içerisinde olduğu evrensel politik toplum
projesi gerçekleşmemiştir. Bu anlamda ikinci dalga, hem klasik politik
felsefenin yüksek seviyesini geri getirmek hem de ideal olan ile gerçek olan
arsındaki mesafeyi kapatmak için tarihe yönelmiştir. Rousseau, burjuva
dünyasından erdem ve site dünyasına; Kant, Descartes ve Locke’un ideler
nosyonundan Platoncu nosyona; Hegel ise, düşünüm felsefesinden Platon ve
Aristoteles’in daha yüksek dirimselliğine (vitality) geri dönmüştür.
Fakat Strauss’a göre, bu geri dönüş hareketine rağmen, ikinci dalga, klasik
düşünceden kopuşu ifade eden ilk modernleşme dalgasından çok daha radikal bir
modernite biçimiyle sonuçlanmıştır .
Rousseau, özellikle Machiavelli
ve Hobbes’un politik düşüncelerinde temel olarak aldıkları, insanın doğal
olarak kötü (bencil) olduğuna ilişkin varsayımı reddederek, düşüncelerini,
doğal halinde iyi olan bir insan anlayışı üzerinden geliştirir. Rousseau’ya
göre, toplum ve medeniyet, insanın bu iyi doğasından uzaklaşmasının yegâne
sebebidir. Rousseau, söz konusu doğa haline geri dönüşü mümkün görmese de, ona
yakın olduğunu düşündüğü adil bir politik düzenin kurulabileceğini kabul eder
. Strauss’a göre, Rousseau, insanın, iyi doğasına vurgu yaparak,
düşürülmüş olan itibarını yükseltmeye çalışır; fakat nihayetinde adil toplumu,
iyi doğanın korunmasına yönelik arzunun bir ürünü olarak gördüğü için,
temelinde insanın kendini koruma arzusunun bulunduğu Hobbes’un düşünce çizgisi
içerisinde kalır . Aynı şekilde Rousseau, liberalizmin politik
toplum modelini, doğal hukukun aşkın statüsü nedeniyle, yetersiz bularak
pozitif hukuktan doğal hukuka müracaatı gereksiz kılacak, doğrudan adil pozitif
hukuk üretecek daha gerçekçi ve iyi bir politik toplum modeli önerdiğini
düşünür; fakat Rousseau’nun düşüncesi, ideal olanın gerçekleştirilmesini
garanti altına almaya ve bu nedenle de, insanî olanı aşan her şeyi baştan
savmaya çalışan modern hareket içerisinde kararlı bir adımı temsil ettiği için,
gerçekte politik yaşamın standartlarını daha da düşürür. İnsana aşkın bir
alanın varsayılması, daha önceki insanlara, kişinin istediği her şeyi yapabilmesi
anlamında serbestlik ile iyi olanın doğru şekilde yapılması anlamında özgürlük
arasında bir ayırım yapabilme, dolayısıyla da politik yaşamı yüksek
standartlara göre değerlendirebilme imkânını vermişken, Rousseau’da,
serbestliğin dikey sınırı reddedilip, bunun yerine, diğer insanların
serbestliği anlamında, yatay bir sınır (genel irade) konulduğu için, adil
politik toplum, “özgür bir toplumun totaliteryanizmi” ile özdeşleştirilir .
Rousseau, her ne kadar adil
olduğunu düşündüğü bir toplum önerisinde bulunmuş olsa da, öngörmüş olduğu
politik toplum modelinin, insanın doğal haline yakın olduğunu, fakat onunla tam
olarak örtüşmediğini düşündüğü için, birey ile toplum arasındaki gerilimden
kaynaklanan problem, Rousseau’nun düşüncelerinde çözülmeden bırakılır.
Rousseau’nun problemini devralan Alman filozofları, özellikle de Hegel, söz
konusu gerilimin tarih dolayımıyla, klasik politik felsefeye tamamen yabancı
olan tarih felsefesine müracaat edilerek giderilebileceğini düşünmüşlerdir
.
Artık ideal politik düzenin
hayata geçirilmesinin garantisi tarihtir. Tarih, alelade, birbirinden bağımsız,
bireysel olayların sahnesi olmayıp, Geist (Akıl)’ın bir açılımı olduğu
için, rasyonel bir düzene sahiptir. İdeal olan ile gerçek olanın örtüştüğü,
birey ile toplumun uyum içerisinde olduğu adil politik toplum, işte bu düzenin
zorunlu bir sonucudur. Böylece, ilk dalgada soyut akla bağlı olarak tasavvur
edildiği için, aşkın konumunu muhafaza eden (ancak epistemolojik bir gerçekliğe
sahip olabilen) ve bu nedenle de, şüpheli hale gelen evrensel toplum projesi,
tarihin güvencesine bağlanmış olur. Hegel tarih felsefesiyle, hem öznel olan
ile nesnel olanı örtüştürerek ideal politik düzene daha yüksek bir dirimsellik
kazandırmaya, yani onu, nesnel gerçeklik düzeyine taşımaya, hem de olgu ile
değeri örtüştürerek, politikaya, liberalizmde kaybedildiğini düşündüğü ahlâkî
değerini yeniden kazandırmaya çalışır. Fakat standartlardaki alçalma ve bu
alçalmanın neden olduğu hiçliğe sürükleniş, Hegelci çözümün de temel
karakteristiği dir441.
Hegel’in, tarihin sonuna
tekabül ettiğini düşündüğü için mutlaklaştırdığı evrensel ve homojen Devlet
(ya da sınıfsız toplum) içerisinde çatışma sona erer ve insan özgür, eşit ve
müreffeh hale gelir; fakat özgürlüğü, kusursuz rasyonel düzenin tanımladığı
görevlerin (zorunluluğun) bilincinde olması, eşitliği ise, söz konusu düzenin
işleyişine hizmet eden diğer parçalar ile önem farkının bulunmaması (karşılıklı
tanınma) anlamına geleceği için, her ne kadar ekonomiyi bir sorun olmaktan
çıkaran teknolojik gelişmenin sunduğu konforu yakalasa da insan, insaniliğini
kaybederek, Nietzsche’nin son insanına dönüşür442.
Hegelci tarihselciliği
mantıksal sonuçlarına taşıyan Nietzsche, üçüncü modernleşme dalgasını başlatır.
Nietzsche, temsil etmiş olduğu radikal tarihselcilik doğrultusunda, tarihsel
sürecin rasyonel olduğu düşüncesini ve bununla ilişkili olarak da, birey ile
devlet (tikel-tümel) arasında bir uyum olabileceği görüşünü reddederek
Rousseau’nun, birey-toplum antinomisine geri döner ve bu antinomiyi, bireyin
lehine olacak şekilde ortadan kaldırır443. İnsanî eyleme aşkın ve
onu sorumlu kılacak mutlak hiçbir şeyin olmadığı hakikat de dahil olmak üzere
her şeyin tarihsel, yani insanî yaratımın bir ürünü olduğu düşüncesiyle
birlikte modern düşünce, en yüksek özbilincine, nihilizme ulaşır. Böylece,
ebedilik nosyonu kesin bir unutuluşa mahkûm edilmiş olur. Strauss’un
ifadesiyle, bu, “başlangıcından bu yana modern insanın doğaya bütünüyle egemen
olmak, doğanın efendisi ve sahibi haline gelmek, şansı fethetmek için ödemek zorunda
kaldığı bedeldir.”444
Genel olarak
değerlendirildiğinde, Strauss’un, politik nihilizmi, modernizmin bir sonucu ve
modern dünyanın bunalımının temel nedeni olarak gördüğünü söyleyebiliriz.
Strauss için politik nihilizm, hem pratik hem de teorik bir sorundur. Evrensel
toplum projesini hayata geçirme teşebbüsleri olarak, liberalizm ve sosyalizm
deneyimlerindeki başarısızlık, sorunun pratik yönüne işaret eder. Öte yandan,
modernizmin sahip olduğu teorik araçlar da nihilizmi besleyici niteliktedir.
Modern düşüncenin iki önemli metodolojisi olan pozitivizm ve tarihselciliğin
nihai yargısı, insan ve toplum için iyi yaşamın ne olduğu hususunda geçerli
hiçbir ilkenin olamayacağıdır . Hem pozitivizm hem de tarihselcilik
modern toplum idealini, doğruluk ve adalet savları diğerlerinden daha üstün
olmayan bir ideoloji düzeyine düşürerek, ona inanmayı olanaksız hale
getirmiştir . Dolayısıyla, modern perspektif, sorunun üstesinden gelebilme
imkânından yoksundur.
Bu nedenle Strauss, politik
nihilizm sorunu karşısında, klasik politik felsefeye dönüşün önemli olduğunun
altını çizer . Kuşkusuz klasiklere dönüş, bugünün sorunlarına,
onların çözümlerinin uygulanması anlamına gelmez. Söz konusu olan, bugünün
sorunlarını anlamada ve gidermede, daralmış olan ufkun açılmasıdır .
Strauss’a göre, klasik politika filozoflarının, modern politika filozoflarına
göre avantajı, onların, politik şeyleri benzeri olmayan bir canlılık ve
doğrudanlıkla görmüş olmalarından kaynaklanmaktadır . Politik
şeylere bakışları gelenek ile dolayımlandığı için, modern politika filozofları,
politik yaşama ilişkin temel ve kalıcı meselelerden uzaklaşmışlardır.
Klasiklerin bu temel meselelere aşina olmalarını, kanıdan bilgiye, somut/sonlu
olandan ebedî olana (doğal iyiye, doğal hakka) yönelebilmelerini mümkün kılan
şey, onların, felsefe ve bilim öncesi dünyaya ilişkin tecrübeleridir .
Bu durumda, zamanımızın krizi olan politik nihilizm sorununa sahici bir çözümün
bulunabilmesi, felsefe ve bilim öncesi doğal dünyanın yeniden ele geçirilmesine
bağlıdır . Bu da ancak klasiklerin yeniden gözden geçirilmesi
yoluyla olabilir.
Strauss’un politik nihilizme
ilişkin değerlendirmelerinin Nietzscheci perspektif bakımından sorunlu niteliği,
tam da onun klasik felsefeye atfetmiş olduğu bu değerden kaynaklanır.
Strauss’un, nihilizm sorununun çözümü için referans olarak gösterdiği şey,
Nietzsche ve Heidegger için sorunun nedenidir. Strauss tarihselciliği politik
nihilizmin temel nedeni olarak sunarken, hem Nietzsche hem de Heidegger,
Strauss’un tarihselciliğe kapalı olduğu için yücelttiği Platoncu felsefe
geleneğini; oluşu, zamansallığı, yani varlığı yadsıyıcı mahiyeti nedeniyle,
nihilizmle yazgılı olarak görmüşler ve nihilizm sorunu ile sahici bir
mücadelenin, söz konusu düşünce geleneği içerisinde kalınarak yapılamayacağına
dikkat çekmişlerdir. Nietzscheci perspektife göre, Strauss’un, doğanın efendisi
olma iddiasındaki insan kavramlaştırmasıyla karakterize ettiği sübjektivizm
sorunu, metafiziksel düşünme biçiminden kopmanın değil, tersine, metafizik
düşüncenin kendini tamamlamasının, onun, varlığı yadsıyıcı mahiyetinin en ileri
formuna ulaşmasının bir sonucudur. Bu nedenle, Nietzscheci perspektif, klasik
felsefeye (metafiziğe), Strauss’da olduğu gibi, onu yeniden değerlendirerek,
onda varsayılan doğal hakkı anımsamak için değil, jeneolojik soruşturma ya da yapıbozum
stratejisiyle, ondaki nihilistik mahiyeti açığa çıkararak, onun üstesinden
gelmenin yolunu açmak için yönelmiştir.
B-
Habermas’ın Modern Perspektifi
Strauss, politik nihilizmi,
modern toplum projesinin geçersizliğinin bir işareti olarak görmüştür.
Strauss’a göre bu proje, aşkın hiçbir otorite tanımayan, her şeyin merkezinde
kendisini gören insanî arzu üzerinde temellendiği için, daha başından itibaren
başarısız kalmaya mahkûmdur. Özgür, eşit ve müreffeh bireylerden oluşan
evrensel toplum vaadine rağmen modernizm, sonunda kendi öz-bilinci olan
sübjektivizmle, yani nihilizmle neticelenmiştir. Habermas da, modern düşünce ve
yaşamda kendini gösteren bir sübjektivizm sorunundan bahseder. Fakat Habermas
sübjektivizmi, modernizmin yazgısı olarak değil, bir hastalığı olarak görür.
Aydınlanmanın özgürlük, demokrasi, bireysellik, otonomi, eleştiri ve
rasyonalite gibi temel değerlerini benimseyen ve modern toplum projesinin hayata
geçirilebileceğini düşünen Habermas için sübjektivizm ve onun sebebiyet verdiği
nihilizm, ancak modern perspektif içerisinde kalınarak giderilebilecek bir
sorundur.
Habermas, modern dönemi, dinin
ve geleneksel dünya görüşlerinin etkisini yitirmesine bağlı olarak kendini
gösteren yaşam alanlarındaki ayrışma ile karakterize eder. Habermas için bu
ayrışma, rasyonelleşmeyi, yani her bir yaşam alanında aklın belirleyici ilke
haline gelmesini beraberinde getirerek, öznel özgürlüğe kapı açtığı için özünde
olumlu bir gelişmedir. Bu anlamda, modernite, söz konusu özgürlüğün; toplumda,
kişinin kendi çıkarlarını rasyonel bir şekilde gözetebilmesine imkân veren
sivil hukuk; devlette, politik iradenin oluşumuna katılmaya temel teşkil eden
eşit haklar; özel alanda, etik özerklik ve kendini-gerçekleştirme yoluyla;
kamusal alanda ise, düşünümsel hale gelmiş bir kültürün sahiplenilmesi
biçiminde vuku bulan oluşturucu süreç olarak hayata geçirilmesini esas alan bir
toplum projesine karşılık gelir . Modernitenin ayırıcı yönü,
Descartes ve Kant’ta soyut öznellik ve mutlak öz-bilinç kavramlarıyla
felsefi anlamıyla, Hegel’de ise, belirli bir zamanın karakteristiği olarak
tarihsel anlamıyla ele geçirilen sübjektivite prensibi olduğu için ,
ister yaşam alanları olarak sivil toplum, devlet, özel alan ve kamusal alan,
isterse yaşam alanlarındaki ayrışmaya kaynaklık teşkil eden bilgi alanları
olarak bilim, ahlâk ve sanat söz konusu olsun, bütün alanlarda özne merkezî
bir konuma sahiptir.
Habermas’a göre, insanın,
yüzyıllardır bir kendilik olarak gördüğü doğa ve doğa benzeri bir kendilik
olarak algıladığı geleneksel düşünce ve yaşam biçimlerine olan bağımlılığından
kurtulası anlamında özgürleşmenin önünü açan öznenin bu merkezî konumu, aynı
zamanda sübjektivizm sorununun da kaynağını oluşturur. Sorun, modernleşmeyi
karakterize eden yaşam alanlarının ayrışmasıyla, daha önceleri dinin sağlamış
olduğu etik bütünlüğün kaybedilmesinden kaynaklanan çözülmeye bağlı olarak
kendini gösterir . Bu çözülme içerisinde özne, Descartes ve Kant’ın
da tasavvur etmiş oldukları biçimiyle, tarihselliğinden ve ilişkiselliğinden
soyutlanmış, mutlak bir kendilik olarak öne çıkar. Habermas’ın perspektifinde
sübjektivizm, işte böyle bir özne anlayışı ve bu özne anlayışıyla bağlantılı
bir akıl formuna ; nihilizm ise, söz konusu özne anlayışı ve akıl
formunun yaşam üzerindeki hâkimiyetine işaret eder.
Habermas’ın özne merkezli akıl
, Adorno ve Horkheimer gibi diğer Eleştirel Teori düşünürlerinin
ise öznel akıl, araçsal akıl ya da biçimsel akıl kavramlarıyla dile getirmiş oldukları akıl
formunun hâkimiyeti, iki bakımdan nihilizm sorununa sebebiyet vermektedir.
İlk olarak, özne merkezli akıl
toplumsal çözülmeyi besleyici ya da toplumsal bütünlüğü imkânsızlaştırıcı
doğası nedeniyle nihilizme yol açar. Bu anlamıyla nihilizm, genel olarak
toplumsal yaşamı, özgül olarak ise politik yaşamı mümkün kılacak ortak
değerlerin tesis edilememesine ilişkin bir sorun olarak kendini gösterir.
Öznenin iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın ölçütü olarak görülmesinin, öznenin
ilgi ve çıkarlarından bağımsız olamayacağı gerçeği dikkate alındığında, bir
değer rölativizmini de beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Habermas’a göre,
söz konusu bütünleşme sorunu, özellikle Hegel ve takipçileri tarafından Aydınlanma
diyalektiği programı doğrultusunda, yine akıl yoluyla giderilmeye çalışılmış,
fakat onlar da son tahlilde özne merkezli düşünme biçimi içerisinde kaldıkları
için, çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır . Habermas, bu
başarısızlığın, modernite projesini şüpheli hale getirdiğinin altını çizer.
Nietzsche’yi, bütünleştirici bir güç olarak akıl kavramını terk etmeye,
dolayısıyla da, modernite projesinin geçersizliğini ilan etmeye sevk eden şey
de, bu başarısızlıktır . Nietzsche, modernitenin üzerinde temellendiği
akıl nosyonunun, gerçekte güç istemini gizleyen bir yanılsama perdesi olduğunu
düşündüğü için, özne merkezli aklın nihilistik tahakkümünü, kaçınılmaz olarak
görmüştür . Habermas’a göre, Nietzsche’nin ve takipçileri olan
Heidegger, Derrida, Foucault, Bataille ve Lacan’nın, moderniteye yönelik
tutumlarının sorunlu niteliği, onların, aklı, özne merkezli akıl ile özdeş
olarak düşünmelerinden kaynaklanır. Bu özdeşlik düşüncesi nedeniyledir ki
Nietzsche, modern akıl nosyonunun özgürleştirici kazanımlarını muhafaza ederek,
özne merkezli aklın içkin (yine akla müracaat ederek) eleştirisini yapmak
yerine, öznel akılda tükettiği aklın mutlak ötekisi olarak irrasyonel olana
yönelir ve akıl kavramının yeniden gözden geçirilerek düzeltilmesi anlamında
bir revizyon fikrini reddederek, Aydınlanmanın diyalektiğine veda eder .
Modernitenin, üzerinde
temellendiği akıl ve özne nosyonlarına yıkıcı eleştiriler yönelten Nietzscheci
perspektife karşıt bir biçimde, Habermas, rölativistik çözülme sorununun modern perspektif içerisinde kalınmak
suretiyle giderilebileceği kanaatindedir. Fakat bunun için, bir paradigma
değişikliğine gidilmesinin zorunlu olduğundan hareketle, Habermas, izole
edilmiş, ilişkiselliğinden yalıtılmış biçimde bilen ve eyleyen bir özne
anlayışında ifadesini bulan özne merkezli paradigmanın, yerini, bir müşterek
anlama paradigmasına; birbirlerini karşılıklı olarak tanıyan ve iletişim
dolayımıyla sosyalleşen bireyler arasındaki özneler-arasılık paradigmasını
bırakması gerektiğinin altını çizer. Habermas’a göre, özne merkezli aklın
(araçsal rasyonalite) yerine iletişimsel aklı (iletişimsel rasyonalite)
referans alan bu yeni paradigma ile değerlendirildiğinde, rölativizm sorununun,
rasyonalitenin fazlalığından değil, eksikliğinden kaynaklandığı ortaya çıkacak ve
böylece, özne ve aklın, yani modernitenin terk edilmesi talebi de ortadan
kalkacaktır .
Politika söz konusu olduğunda,
yukarıda tartışıldığı biçimiyle nihilizm sorunu, modern toplumsal yaşamın çoğul
karakterinden kaynaklanan bir bütünleşme sorununa işaret eder. Bu anlamıyla
politik nihilizm, verili bireysel ya da kimliksel farklılık ve çıkarlar ile
ortak yaşamı mümkün kılacak olan değer ve normlar üzerindeki konsensüs
arasındaki gerilimden kaynaklanan bir sorundur. Eğer sorunun çözümü modern
perspektif içerisinde olacaksa, bu konsensüsün, modern meşruiyet ilkesine uygun
olarak, yani akıl temelinde olması gerektiği açıktır . Özne merkezli
akıl, bireysel ya da kolektif özneyi ötekine kapatıcı, yani mutlaklaştırıcı bir
işlev gördüğüne göre, rasyonel konsensüs için iletişimsel akıl referans noktası
olarak alınmalıdır . Bu anlamda, Habermas’ın toplumsal mutabakata
ilişkin politik çözümünün, önermiş olduğu özneler- arasılık paradigması ve
içeriğini bu paradigmanın oluşturduğu rasyonalite anlayışına uygun olarak,
içerisinde, her konunun politik öznelerin rasyonel tartışmaları ile karara
bağlandığı katılımcı bir demokrasi modeli olduğunu söyleyebiliriz.
İkinci olarak, özne merkezli
aklın hâkimiyeti insanî özgürlüğü tehdit edici, insansızlaştırıcı sonuçları
itibariyle de, politik nihilizm sorununa kaynaklık teşkil etmektedir. Sorun,
doğal ve toplumsal gerçekliğin bilinmesi ve bu bilginin ışığında toplumsal
yaşamın insanî arzu ve ihtiyaçların teminine yönelik olarak düzenlenmesi
anlamında modernitenin ilerleme idealine hizmet eden araçsal aklın düzenleyici
mantığının insanî yaşamın bütün alanlarını kuşatarak, yine modernitenin bir
ideali olan özgürleşmeyi engellemesine bağlı olarak kendini gösterir. Bu
anlamıyla politik nihilizm, hem genel olarak modernitenin özgürleşme,
demokratikleşme ve bireysel otonomi gibi vaatlerini yerine getirememesinden
kaynaklanan modern politik değerler düzeyindeki krize, hem de bu krizle
bağlantılı olarak, aklın özgürleştirici mahiyetini kaybetmesiyle birlikte
politikanın da, özgürleştirici mahiyetini kaybederek araçsallaşması sorununa
karşılık gelir.
Aslında araçsal aklın sorunlu
niteliğine yönelik vurgu, Habermas’ın düşüncelerini de belirgin biçimde
etkilemiş ve onun düşüncelerini öncelemiş olan Weber’e kadar geri götürülebilir
. Modern rasyonalite, bilim ve teknolojinin özgürleştirici potansiyelini
savunan Aydınlanmacı iyimserliğe karşı çıkan Weber, kültürel ve sosyal yaşamın
rasyonalizasyonunu tahakküm ilişkilerini de beraberinde getireceğinden
hareketle, rasyonelleşmenin sonuçları konusunda pesimist bir tutum takınmıştır
. Weber, ister kitle demokrasileri isterse sosyalist bir toplum modeli
içerisinde varlığını sürdürsün, modern devleti, rasyonalitenin en gelişmiş
biçimi olarak kavramlaştırdığı bürokratizasyonun ete kemiğe bürünmüş hali olarak
görmüş ve modern politik sistem içerisinde bireysel özgürlüğün bürokratik
egemenliğe feda edildiğinin altını çizmiştir . Weber’in,
bürokratizasyonun, politik yaşamla sınırlı kalmayıp, toplumsal yaşamın bütün
alanlarına nüfuz edecek bir gelişme göstereceğine ilişkin değerlendirmesi
dikkate alındığında, yaşanan özgürlük kaybının da politik anlamıyla sınırlı
kalmayacağı açıktır .
Dünya savaşları, faşizm ve
kültür endüstrisi deneyimleri, Horkheimer ve Adorno’yu, Weber’in benimsemiş
oldukları rasyonalite sorununa ilişkin değerlendirmelerini daha da
derinleştirmeye sevk etmiştir. Bu doğrultuda Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın
Diyalektiği’nde Batı rasyonalitesinin hâkimiyet mantığının izini sürmeye
çalışmışlardır . Ulaşmış oldukları sonuç, sorunun temelinde insanın
doğayla olan araçsal ilişkisinin bulunduğu ve bu ilişkinin belirlemiş olduğu
akıl anlayışının bireysellik ve farkın kökünü kazıyıcı bir özdeşlik mantığını
ihtiva ettiğidir .
Horkheimer ve Adorno’ya göre,
modern toplumsal yaşamın totaliter karakterinin arkasında söz konusu akıl
anlayışı bulunmaktadır. İster faşizmde olduğu gibi politikanın toplumsal
yaşamın bütününü kuşatarak tek tipleştirmesi biçiminde açık şekilde, isterse kültür endüstrisinin
sanat da dâhil olmak üzere her şeyi birbiriyle değiştirilebilir, alınıp
satılabilir nesneler haline getiren ve kendi mantığına aykırı hareket eden,
yani uyum sağlayamayan herkesi “ekonomik acziyetle cezalandırarak” dışlayan
piyasa düzeni içerisinde
örtük şekilde varlığını sürdürsün, totalitarizm deneyimi, araçsal aklın ve onun
hâkimiyet mantığının, insanî ilişkiler alanında da belirleyici hale gelmesinin
bir sonucudur. Başlangıçta doğayı gizeminden arındırarak insan için bir
kullanım nesnesine getirme fonksiyonuna bağlı olarak doğaya dönük olan araçsal
aklın uygulama alanının insanî ilişkiler alanına doğru genişlemesi, kişilerin
şeyler statüsüne indirgenmesini ve özne-nesne ayrımında ifadesini bulan
hâkimiyet mantığının toplumsal yaşama da sirayet etmesini beraberinde
getirmiştir. Bu anlamda Horkheimer ve Adorno, her ne kadar Aydınlanma
düşüncesinin akıl nosyonunun tahakküm ilişkilerini besleyici negatif formunun
yanı sıra, bu tahakküm ilişkilerine ışık tutan pozitif bir formunun da
bulunduğundan hareketle, yine Aydınlanma düşüncesi içerisinde , onun
içsel bir eleştirisini yaparak bireysel özerkliğin imkânını araştırsalar da
, tıpkı Weber gibi, rasyonelleşme ile özgürleşme arasında paralellik
kuran modern ilerleme düşüncesine şüpheyle yaklaşmışlardır.
Habermas araçsal aklın
hâkimiyetinin, özgürleşmenin önünde bir engel olduğu hususunda hem Weber hem de
Horkheimer ve Adorno’nun düşüncelerine katılır. Fakat onların modernite
projesine yönelik pesimist tutumlarını paylaşmaz. Habermas’a göre, Weber
sorunun, rasyonalitenin tarihsel olarak geçerlik kazanmış belirli bir
biçiminden değil de, rasyonalizasyondan kaynaklandığını düşündüğü ,
Horkheimer ve Adorno ise, özne-nesne ilişkisinin dışındaki diğer ilişki
biçimlerinin (özne-özne ilişkisi/özneler- arasılık) içermiş olduğu hususları
aydınlatıcı olabilecek bir akıl nosyonuna sahip olmadıkları ve böylece de kendilerini, bireyin (aklın)
araçsal aklın tahakküm mantığından korunmasına yönelik toplumsal boyutu yeterli
olmayan egolojik bir strateji
ile sınırlandırdıkları için, özne merkezli düşünme biçimi içerisinde kalmışlar
ve modern perspektifin demokratikleşme ve özgürleşme önündeki politik
açılımlarını görememişlerdir.
Habermas söz konusu açılımlar
için amaçsal-rasyonel eylem (emek) ve iletişimsel eylem (etkileşim) olarak
adlandırdığı iki eylem tipi arasındaki ayırımı başlangıç noktası olarak alır.
Amaçsal-rasyonel eylem, rasyonel ya da adil olup olmadığı hususunda üzerinde
düşünümde bulunulmaksızın verili şartlar altındaki tanımlanmış hedeflerin
gerçekleştirilmesi amacına matuf olan ve teknik kurallarca yönetilen eylem tipine
karşılık gelirken; iletişimsel eylem, davranış hakkındaki karşılıklı
beklentileri tanımlayan ve en az iki özne tarafından anlaşılması ve tanınması
gereken bağlayıcı “ortak duygusal” normlarca yönetilen eylem tipine karşılık
gelir . Amaçsal-rasyonel eylem ya da araçsal eylem, doğa üzerinde
tahakküm kurma doğrultusundaki öznelci projede temellendiği için, özneler-arası
bir boyuttan yoksun iken; iletişimsel eylem, karşılıklı anlama ve anlaşmaya
yönelik olduğu için, özneler- arası bir karaktere sahiptir . Habermas’a
göre, modernite projesinin başarısı, bu eylem tiplerinin ilgili oldukları
alanlar içerisinde bir işleyişe sahip olmasına bağlıdır ve geç kapitalizm
döneminde deneyimlenen tahakküm sorunu da, söz konusu alanlar arasındaki
ayırımın ortadan kalkması, yani araçsal eylemin geçerli olduğu ekonomi ve
devletin, iletişimsel eylemin geçerli olduğu yaşam alanına nüfuz etmesinin bir
sonucudur . Dolayısıyla, sorunun giderilmesine yönelik teorik bir
çaba için, eylem tipleri arasındaki bu ayırım son derece önemlidir. İletişimsel
eylem, teorisi böyle bir çabaya karşılık gelir. Habermas, geliştirmiş
olduğu bu teorinin, rasyonelliği iletişimsel rasyonelliğe dönüştürecek akıl
kavramının yeniden inşasına yardım edeceği kanaatindedir . Bu
yeniden inşa ile birlikte, rasyonellik, bir tahakküm mantığı olmaktan çıkacak
ve modernitenin özgürleşme idealinin realize edilebileceği bir demokrasi
pratiğine hayat verecek olan özneler-arası iletişimin sonucu haline gelecektir.
Politik bağlamıyla
düşünüldüğünde, insanda özgür kılmaya, tahakküm olmaksızın iletişim kurmaya
yönelik tabii bir ilginin bulunduğu ve bu anlamda, tabii konuşmanın da açıklık,
rasyonel iletişim ve konsensüsü elde etme yönünde belirgin bir telos’a
sahip olduğu a priorisi üzerinde temellenen iletişimsel eylem teorisi,
bireylerin, iletişimsel yeteneklerini yeniden kazanabilecekleri, varoluşlarının
toplumsal koşulları üzerinde demokratik bir kontrol çabası içerisinde
olabilecekleri, politik konu ve sorunları özgürce tartışabilecekleri bir
kamusal alan vizyonuna işaret eder . Habermas, erken burjuva
toplumlarındaki liberal demokrasi deneyimlerinde okuryazar kulüpleri, salonlar,
gazeteler, dergiler gibi politik tartışma ve katılım ortamlarında hayat bulan
böyle bir kamusal alanın mevcut olduğuna dikkat çeker. Kendi kurallarına göre
işleyen bir piyasa ve mahremiyet alanı olarak da aileyi içeren özel alan ile
görevi, temel hakların korunmasıyla sınırlı nötr devlet arasındaki ayırımla
karakterize edilebilecek olan söz konusu demokrasi deneyiminde, kendisi de özel
alandan çıkmış olan burjuva kamusal alanı, toplumsal taleplerin devlete
iletildiği ve kamusal meselelerin eleştirel tarzda tartışıldığı bir politik
özgürlük alanı olarak işlev görmüştür . Fakat Habermas, geç
modernlikle birlikte bu kamusal alanın dönüşüme uğradığını belirtir. Politik
tartışma dolayımıyla, politik hâkimiyetin eleştirisinin yapıldığı kamusal alan,
yerini devlet, özel şirketler ve medyanın manipüle ettiği bir kamusallığa
bırakır ve böylece, kamusal alan, bağımsız eleştiri ve muhalefet kaynağı olma hüviyetini
kaybeder . Kuşkusuz söz konusu dönüşüm, özgürlük ve devlet gücünün
kullanımının, kendi kurallarıyla işleyen sivil toplumun varlık koşullarını
korumakla sınırlı tutulması anlayışında ifadesini bulan burjuva ideolojisinin
geçerliliğini kaybetmesinden kaynaklanan bir meşruiyet sorununu da beraberinde
getirmiştir . Habermas’a göre, meşruiyet sorunu, sistemin mantığına
uygun olarak, politikanın pratik sorunlarının teknik sorunlara dönüştürülmesine
karşılık gelen teknokratik bilincin yaygınlaştırılması ve böylece kitlelerin
depolitize edilerek sadakatlerinin sağlanması yoluyla çözülse bile, bu, insanî
özgürlüğün feda edilmesi pahasına olacaktır . Tam da bu nedenle,
Habermas, hem özgürlük hem de meşruiyet sorununa sahici bir politik çözüm
olarak, iletişimsel eylem teorisi doğrultusunda, sivil toplum-devlet ayırımı
üzerinde temellenen ve politik katılımı depolitize edilmiş vatandaşların
önceden belirlenmiş politika ve amaçların ritualistik onaylanması ile sınırlı
tutan formel demokrasi yerine, sivil toplum- devlet-ekonomi ayırımı üzerinde
temellenen ve sivil toplumu, politik norm ve kuralların özneler-arası rasyonel
iletişim yoluyla belirlendiği politik kamusal alan olarak telakki eden katılımcı bir demokrasi modelini önerir.
Genel olarak ele alındığında,
Habermasçı perspektifte rölativistik çözülme ve özgürlük kaybı olarak teşhis
edilen politik nihilizm sorununun üstesinden gelinmesi için, temelini
iletişimse! eylem teorisinin oluşturduğu iletişimse! rasyonalite anlayışının
önerildiğini söyleyebiliriz. Habermas, sorunun temeli olarak gördüğü
Descartesçı ve Kantçı özne nosyonunun bir eleştirisini sunmuş ve tıpkı Hegel ve
Marx gibi, öznenin ilişkiselliğine dikkat çekmiştir. Fakat Habermas, yine Hegel
ve Marx gibi, özne eleştirisini sınırlı tutarak, modernizmin özne üzerinden
tanımlanmış olan akıl, ilerleme ve evrensellik gibi temel karakteristiklerini,
iletişimsel rasyonalite, özneler-arasılık ve konsensüs gibi kavramlar temelinde
yeniden tanımlayarak muhafaza etmiştir.
Kuşkusuz bu muhafaza,
Nietzscheci perspektif bakımından, modern sübjektivizm sorunu ve sübjektivizmin
dışlayıcı mantığının Habermasçı çözüm içerisinde de varlığını sürdürdüğü
anlamına gelecektir. Söz konusu sorun, en açık şekilde, Habermas’ın farklı
yaşam biçimlerinin varlığına yönelik mesafeli tutumunda kendini gösterir.
Habermasçı perspektif aklın tek tipleştirici tahakküm mantığı karşısında,
özellikle postmodern politik düşüncede ifadesini bulan, kimlik ve farklılık
taleplerini, rölativizme kapı açacak sonuçlar doğuracağı gerekçesiyle modernite
projesinin evrensellik vasfı açısından tehlikeli görmüş ve sorunun, modern akıl
nosyonundan değil, aklın belirli bir formu olan özne-merkezli aklın
hâkimiyetinden kaynaklandığını iddia ederek, gerek Nietzsche ve Heidegger
gerekse onların takipçileri olarak gördüğü postmodern düşünürlerin radikal akıl
eleştirisi karşısında modernizmin savunusunu yapmaya çalışmıştır. Oysa
Habermas’ın geliştirmiş olduğu iletişimsel akıl kavramına dayalı politik proje
de farklılıkları dışlayıcı bir mahiyete sahiptir. Eğer nihilizm varlığın
yadsınması anlamına geliyorsa, Habermas’ın öngörmüş olduğu demokrasi modeli de,
ortak norm ve değerlere ulaşılabilmesi yoluyla politik toplumun ve rasyonel
politik tartışmaya katılabilme özgürlüğü yoluyla da bireyin varlığını güvence
altına alma iddiasına rağmen, bu güvence, “rasyonel” davranmayan bireyler ve
rasyonel konsensüs içerisinde yer almayan topluluklar açısından geçerli
olmadığı için, farklı yaşam tarzlarını yadsıyıcı, yani nihilistiktir.
Aslında Habermasçı perspektifin
söz konusu sınırlılığının arkasında onun, metafiziksel karakteri bulunmaktadır.
Metafiziksel karaktere sahip diğer düşünce tarzları gibi, tikel bir grup,
kültür ya da tarihsel döneme ait olmayan evrensel niteliği haiz bir insanî özün
bulunduğunu a priori olarak kabul eden Habermas’ın modern perspektifinin
de, herhangi bir öze indirgenemeyecek olan yaşamın olumsallığından kaynaklanan
farklılık ve çatışmaları, birer zenginlik olarak değil, ortak bir öze sahip
olan insanların, tahrif edilmemiş bir iletişim dolayımıyla, üzerinde anlaşması
gereken norm ve değerlerden sapmanın sonuçları olarak ele alması kaçınılmazdır.
Bu durumda, politik nihilizm sorununu anlama ve kavramlaştırmaya yönelik bir
tartışma için, öznenin, dolayısıyla da modernizmin daha köklü bir eleştirisini
sunan bir perspektifin gerekliliği açıktır.
Politik nihilizm
kavramlaştırması, Nietzscheci perspektifte üç anlam içeriğine sahiptir. Politik
nihilizm ilk anlamıyla yıkıcı/yaratıcı politik eyleme, ikinci anlamıyla bir
politik topluluğun varolabilmek için ihtiyaç duyduğu ortak değerlerin ve aşkın
ideallerin yokluğuna (ya da konsensüs ve bütünlüğü mümkün kılan evrensel
değerlerden yoksunluğa) ve nihayetinde içinde bütünleştirici değerleri
barındırsa bile söz konusu değerlerin yaşamı ve oluşu yadsıyıcı fonksiyonlarına
bağlı olarak kendini gösteren politik kültür ve yaşamın nihilistik mahiyetine
işaret etmektedir.
İlk biçimiyle politik nihilizm,
eylemin yıkıcı /yaratıcı
gücüne işaret eder ve politik eylemin, eylemin kendisinden başka bir yargılama
kriterine bağımlı olmaması anlamına gelir. Politik eylemin söz konusu
bağımsızlığını bir yoksunluk ve eksiklik olarak görenler için politik nihilizm,
tehlikeli bir irrasyonalizme ve bu irrasyonalizmden kaynaklanan sonu gelmez
çatışma ve uzlaşmazlıklara, politik şiddete, politik yükümlülüğün değer
kaybetmesine veya keyfi ve baskıcı yönetimlere sebebiyet veren ciddi bir sorun
olarak teşhis edilirken, Nietzscheci perspektif için yıkıcı ve yaratıcı güç
isteminin bir tezahürü olan aktif nihilizmin bir formu olarak onaylanır.
Politik nihilizmin ilk biçimine
Nietzscheci perspektifin atfetmiş olduğu bu olumlu değer, Nietzsche’nin,
eylemin mahiyetine ilişkin düşünceleriyle doğrudan ilişkilidir. Söz konusu
ilişki ise, en iyi biçimde, Nietzsche ile ondan çok daha açık bir biçimde
politik eylemi ilgi konusu olarak alan ve bu nedenle de politik eyleme ilişkin
olarak Nietzscheci bir tartışmada yararlı olabileceğini düşündüğümüz Arendt’in
düşünceleri arasındaki paralellikler bağlamında ele alınabilir.
Nietzsche ve Arendt, eylem ile
aktör arasında özsel bir ayrım olduğuna ilişkin düşüncenin, eylemi zayıflatıcı
bir fonksiyona sahip olduğunu düşündükleri için, bu ayrım üzerinde temellenen
eylemin teleolojik*
modelinin indirgemeci karakterine karşı çıkarak, eylemi, performansla ilişkisi
bağlamında ele alırlar ve böylece eylemin estetik bir yorumunu sunarlar. Bu
yorum eylemin masumiyetine işaret ederek, onu iyi ve kötünün ötesine
yerleştirir . Eylemin estetik yorumunda, eylemi
yargılamak için uygun kriter, onun dışında bulunan araçlar, amaçlar ve sonuçlar
gibi moral kategoriler değil, ona içsel olarak bulunan büyüklüktür .
Eyleme ilişkin bu yorum,
Nietzsche ve Arendt’in özgürlük anlayışlarına da temel teşkil etmiştir. Hem
Nietzsche hem de Arendt için özgürlük, ne eylem olmadan herhangi bir seçimle
temellenebilir ne de eylemden ayrılabilir ya da onu önceleyen bir mahiyete
sahiptir. Özgürlük, eylemde hissedilir ve eylemlerle kendini gösterir. Eylem
ayrılmış, parçalanmış benliği bir araya getirerek, benliğin (varlığın) biricikliğini
ve bütünlüğünü mümkün kıldığı için , özgürlük de ontolojik bir
mahiyete sahiptir. Ancak eylemlerimizle varolabileceğimiz, yani kendimize özgü
bir ben olabileceğimiz için
eylemlerimiz, varolagelmemizin,
yani özgürlüğümüzün temelini oluşturur. Eylemin, onu zayıflatıcı etik ve
epistemolojik dışsal kısıtlamalardan bağımsız hale gelmesini ifade eden politik
nihilizmin, Nietzscheci perspektifte, ilk bakışta paradoksal gözükse de,
nihilizmin üstesinden gelinmesine imkân veren bir fırsat olarak telakki edilmesinin
arkasında, eylemin söz konusu ontolojik mahiyeti bulunmaktadır. Tam da bu
nedenle, eylemi insanî varoluşun bir ifadesi olarak gördükleri için, hem
Nietzsche hem de Arendt, akıl (teori)-eylem(pratik) dikotomisi bağlamında
eylemi olumsuzlayan Batı düşünce geleneğinin ciddi bir eleştirisini
sunmuşlardır. Bu bağlamda, Batı düşüncesini, güç isteminin sürekli olarak
zayıflaması yönünde işleyen ve bu nedenle de bireylerin eylemleriyle olan
bağlantısının çözülmesine, yani bir fail olarak faaliyet için bireysel
yeteneğin yerinden edilmesine karşılık gelen bir süreç olarak teşhis eden
Nietzsche ile Batı düşüncesinin, insanî varoluşu ifade ettiği için, (biyolojik
varlığın devamının sağlanması için gerekli olan etkinlikleri ifade eden) emek
ve (insanın doğal çevreden farklı yapay bir şeyler oluşturma amacına yönelik
etkinliğini ifade eden) işten niteliksel olarak farklı bir etkinlik olan
eylemin (vita activa)
aleyhine, bütün insanî etkinlikleri, dolayısıyla da eylemi değersizleştiren
tefekkürün (vita contemplativa) lehine işlediğinin altını çizen Arendt’in değerlendirmeleri arasında, temelde
eyleme atfedilen öncelikten kaynaklanan bir paralelliğin bulunduğunu
söyleyebiliriz.
Nietzscheci perspektifte eyleme
atfedilen öncelik aslında ontolojinin epistemoloji ve etik karşısında
önceliğini ifade eder. Çünkü Nietzsche için anahtar meseleler, faaliyet veya
öznel kapasite olarak organize edilmiş güç meseleleridir. Söz konusu meseleler,
epistemolojik ve etik hususlara göre önceliğe sahiptirler. Bu anlamda insanın
dünyadaki aktif varlığı, epistemolojinin içerdiği kesinliğin ve etiğin içerdiği
standardizasyonun öncesinde bulunur. Epistemoloji ve etiğin bilen öznesi ve
ahlâkî faili, tam da insanın aktif varlığını (aktif güç), yani
olumsallığını yadsıyarak, ben’in doğasıyla ilgili kurgusal birtakım
varsayımları içerdikleri için nihilistik bir mahiyete sahiptirler ve nihilizmi
besleyici fonksiyonları nedeniyle de sorunludurlar . Kuşkusuz bu
değerlendirmeler Nietzscheci perspektifin bir epistemoloji ve etiği içermediği
anlamına gelmez. Burada söz konusu olan “değerlerin yeniden değerlendirilmesi”
düşüncesine paralel olarak, etik ve epistemolojinin de yeni bir yorumudur.
İçerisinde varlığı önceleyen, bilen ve değerlendiren kurgusal bir özne
nosyonunu barındıran epistemoloji ve etiğin yerine Nietzsche, olumsal ve
dinamik bir benlik anlayışı, yani ontoloji ile bağlantılı bir epistemoloji ve
etiği koymuştur.
Nietzscheci perspektifte, güç
isteminin bir tezahürü olarak eylem her ne kadar ontolojik bir ilke olarak
öncelikli bir yere sahip olsa da, varlığın imkânı için tek başına yeterli
değildir. Nietzsche’nin etiği ile ilgili tartışmamız bağlamında da işaret
edildiği üzere, insanî varlığın en önemli göstergesi, güç istemiyle ilişkisinin
mahiyetine göre benliği düzenleyen, yani bir benlik rejimini mümkün kılan ve bu
rejimin niteliğini gösteren değerlerdir. Buna göre, bir insanın varlığı,
değerlerinin varlığına ve niteliğine bağlı olacak ve insan değerlerden
yoksunluğu ölçüsünde hiçliğe yaklaşacaktır. Nietzsche’nin etiğine içkin
olduğunu düşündüğümüz bu analizi politik düzeye taşıyarak bir politik
topluluğun varlığının da o topluluğa ait bireylerin eylemleriyle şekillenen ve
aynı zamanda bireylerin varoluş tarzlarını şekillendiren politik değerlerin
varlığına bağlı olduğunu ve bu değerlerin yokluğunun politik düzeyde bir
nihilizm sorununa sebebiyet vereceğini söyleyebiliriz. Politik değerleri
düzeyinde baş gösteren bu nihilizm, insanî varoluşu, dolayısıyla da
Nietzsche’nin etiğinin amacı olan bireyleşmeyi olumsuz yönde etkileyeceği için,
Nietzscheci perspektifle, politik nihilizmin bir fırsat olarak düşünülen ilk
biçiminin aksine üstesinden gelinmesi gereken bir sorun olarak teşhis edilen
ikinci biçimine karşılık gelir.
Politik nihilizmin ikinci
anlamının, insanî yaşamı anlamlı kılan en yüksek değerlerin değersizleşmesiyle
meydana gelen boşluk anlamında krizin politika düzeyindeki karşılığı olduğu,
yani Tanrı’nın ölümünün politik anlamına işaret ettiği söylenebilir.
Detwiler’in de belirttiği üzere, Tanrı’nın ölümü teşhisinin, Batı politik felsefesinin,
politik topluluğu anlamlı kılarak ortak yaşama temel teşkil etme amacına matuf
olarak benimsemiş olduğu varsayımların geçersiz hale geldiği fikrini de
beraberinde getirmesi kaçınılmazdır . Tam da bu nedenle, Tanrı’nın
ölümüyle meydana gelen temelsizlik duygusu, modern politik düşünürler
tarafından bir yurt özlemi (homesickness) olarak hissedilmiş ve ortak
yaşamı güvence altına alma niteliğini haiz yeni değerlere temel teşkil edecek
(Tanrı’nın yerine ikame edilecek) yeni bir ilke arayışı, bu düşünürlerin en
önemli amacını oluşturmuştur. Connolly’e göre, Hobbes’un akla, Rousseau’nun
doğaya, Hegel’in Tine yönelik vurgusu bu arayışın örnekleri olarak
görülebilir. Connolly, modern politika düşünürlerinin, dünyada ikamet edecek
bir yeri realize etme (politik topluluğu mümkün kılma) amacına matuf
tanımlayıcı standartlar bulma çabalarını, metafiziksel içerimleri nedeniyle,
başarısızlığa mahkûm olarak* görse
de, bu çabaların, kriz ve krizin ciddiyetinin anlaşılması bakımından önemli
olduklarının altını çizer .
Modern politik dünce ve yaşamda
kendini gösteren bu krizi meşruiyet krizi olarak adlandırmak mümkündür.
Meşruiyet krizi politik toplumu, politik iktidarı ve politik düzeni makul ve
anlamlı kılacak temel değerlerin sunulamamasına işaret ettiği için, bir anlamda,
yasa koyma krizidir. Pearson’ın da dikkat çektiği üzere, insanlığın
felsefeciler ve din adamları gibi büyük yasa koyucuları, şimdiye kadar yasa
koyma biçimlerini, “iyinin” metafiziksel ve ilahî olarak kavrandığı “kendinde
iyi” nosyonu kapsamında sunmuşlardı. Ama değerlerin insan için
yasalaştırılmasını destekleme yolu olarak ilahî bir vicdana, ezelî-ebedî
değerlere başvurmak, Tanrı’nın ölümüyle birlikte imkânsız hale geldiğinden,
yasa koyucunun görevi şimdiye dek görülmemiş ölçüde zorlaşmıştır .
Pearson’a göre, nihilizmin vuku bulmasıyla birlikte meşruiyet için müracaat
edilebilecek “dürüst” hiçbir kutsama aracı söz konusu olmadığından, modern
politika Nietzsche tarafından politik gücü elinde bulunduranların riyakârca
(kullandıkları meşruiyet araçlarının kendileri için bile inandırıcı bir
tarafının olmamasının sonucu olarak) tutumları olarak karakterize edilmiştir
. Meşruiyete yönelik modern takıntının arkasında da, toplumun, kendisini
var edecek olan değerlerin yokluğu nedeniyle, birliğini ve uyumunu yitirmesinin
bir sonucu olarak yaşanan bu politik çürüme bulunmaktadır .
Nietzsche için söz konusu çürümenin, Hıristiyan kültür ve düşüncesinin
mantığında içkin bir şekilde bulunan eşitlikçi politikaların takip edilmesinin
bir sonucu olarak öne çıkan ve Tanrı’nın ölümünü, kendisini korumak amacına
hizmet eden bayağı bir eşitlikçi düşüncenin ötesindeki bütün amaç ve değerlerin
ölümü olarak değerlendiren son insanda tecessüm eden anti-kültürel
bireyciliğin politik yaşamda hâkim hale gelmesiyle doğrudan bağlantılı olduğunu
söyleyebiliriz.
Nietzscheci perspektifte,
nihilizme karşı hiçbir direnci olmayan son insan, nihilizm sorununun en
derin biçiminin bir semptomu olarak sunulur. Nihilizmin sonuçlarını göğüsleme
konusundaki psikolojik yetersizlik son insanda, sorunun kendisinin unutulması (pasif
unutma) ile sonuçlanır . Politik anlamıyla düşünüldüğünde, bu
unutma, her ne kadar politik değerlerin değersizleşmesine paralel olarak ortaya
çıkan politik ve sosyal çözülmenin neden olduğu uyumsuzluğun üzerini örterek,
bir politik kültür, yaşam ve düzenden söz edebilmeyi mümkün kılan bir uyumu
beraberinde getirse de, uyum, politik toplumun nihilistik bir tarzda
varolmasının bir tezahürü olduğu için, politik değerler düzeyinde baş gösteren
krizden daha tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Politik nihilizmin, politik
kültür ve yaşamın nihilistik mahiyetine işaret eden anlamının arkasında da,
nihilizm sorununu görmeyi ve anlamayı güçleştiren söz konusu unutma
bulunmaktadır.
Nihilizmin en ileri biçiminin,
kendisini, sorunun unutulması biçiminde gösterdiğine ilişkin teşhis,
Nietzscheci perspektif içerisine dahil ettiğimiz Heidegger’in düşüncelerinde de
karşılığını bulmuştur. Heidegger’e göre, Varlık’ın unutulmasına tekabül eden
nihilizm sorunu, insanları birbirlerin ve dünyalarından izole eden sübjektivizm
sorunu olarak tezahür eder ve insanlar tarafından bir evsizlik duygusu (homelessness)
olarak hissedilir . Bu evsizliğe rağmen, Heidegger, modern dünyada
toplumsal yaşamın bir düzenden yoksun olacağını düşünmez, tersine, kökenlerinde
metafizik düşüncenin bulunduğu teknolojinin hâkimiyeti ile birlikte, toplumsal
yaşamın, her şeyi (tüm varlıları) kendi mantığına uygun olarak kuşatan ve işe
koyan bir sisteme kavuşacağını iddia eder. Fakat bu, Heidegger için, hiçbir
şekilde nihilizm sorununun giderilmiş olduğu anlamına gelmeyecektir .
Dreyfus’un da işaret ettiği üzere, Heidegger her ne kadar, Aydınlanma
savunucularının, içerisinde her kişinin sağlıklı ve mutlu bir yaşam
(Nietzsche’nin tasvir ettiği son insanın yegâne amacı olan yaşam) süreceği
düzenli bir toplumun veya bir refah devletinin realize edilebileceğine ilişkin
öngörü ve ümitlerinin ihtimal dahilinde olduğunu kabul etse de, bu öngörünün
gerçekleşmesini Varlık’ın unutulmasının da unutulduğu nihilizmin en karanlık
noktasının bir işareti olarak telakki ettiği için, kaygı verici bir gelişme
olarak görmüştür . Politik sonuçlarıyla düşünüldüğünde, insanların
birbirleriyle olan bağlantılarına imkân veren Varlıkla olan bağlantılarını
(Varlık’ın ifşası anlamında) yitirdiklerinin bile farkında olmadıkları,
“insanın (das Man)* toplumun kitle haline geldiği” böyle bir durumda sağlıklı bir politik kültür
ve toplumdan bahsedilemeyeceği ortadadır.
Kuşkusuz, politik nihilizmin,
nihilistik mahiyete işaret eden anlamı, nihilizm sorununun vuku bulmasından
sonra ortaya çıkan bir politik kültür deneyiminin nitelenmesiyle sınırlı
değildir. Yaşamı ve oluşu yadsıyan her türlü düşünce ve pratiğin nihilistik
olduğuna yönelik Nietzscheci tespit dikkate alındığında, nihilizmi bir mantık
olarak barındırdığı için, nihilizm sorunu henüz açığa çıkmadığı önceki politik
deneyimlerin nihilistik mahiyetinden de söz etmek mümkündür. Henüz politik
değerler düzeyinde bir kriz yaşamasa da, bir politik topluluk, bütünlüğünü
oluşu yadsıyıcı değerler yoluyla sağlıyorsa, nihilistik bir mahiyet arz ediyor
demektir. Söz konusu topluluk, değerlerin birleştirici gücü ile bir “varlık”
kazansa da, Nietzscheci perspektif bakımından onun varolma biçimi “zayıf”, yani
içerisinde gizil olarak hiçliği taşıyan bir varolma biçimi olacaktır. Bu
belirlemenin, nihilizmi yalnızca modernizmle ilişkili bir sorun olarak gören
yaklaşımların (örneğin komüniteryanizm*)
sorunlarını anlamada önemli olduğu kanaatindeyiz. Nihilizmin modern dünyada
açığa çıkan bir sorun olduğu ve nihilistik bir yaşamın, en ileri boyutuna
modern yaşam ile birlikte ulaştığı doğrudur. Politik bağlamı ile
düşünüldüğünde, modern yaşam koşullarının, bir politik topluluğu var edecek
koşulları imkânsız hale getirdiği de doğrudur. Fakat bu, sorunun, yalnızca
modernizmle ilişkili bir sorun olduğu anlamına gelmez. Politik nihilizm
tartışması, Nietzsche’nin etiğine ilişkin tartışmaya paralel olarak
yürütüldüğünde, hiçlik de olsa bir şeyi isteyen sürü insanının,
isteyemeyen son insan ile kıyaslandığında, varlık hiyerarşisinde daha
yüksek bir konuma sahip olmasına rağmen, varlığını nihilistik değerlerle
kazandığı için zayıf bir varlığa sahip olması gibi, bütünlüğünü nihilistik
değerlere borçlu olan bir politik topluluğun da, her ne kadar kitle toplumu ile
kıyaslandığında bir varlığının bulunduğu doğru olsa da, güçlü bir varlığa sahip
olamayacağı açıktır.
Yukarıdaki değerlendirmeler
dikkate alındığında, nihilistik mahiyete işaret eden anlamıyla politik
nihilizmin, birbirleriyle ilişkili üç önemli sorunu da beraberinde getireceğini
söyleyebiliriz.
İlk sorun, politik kültür ve
düşüncenin, kişilerin birer birey haline gelmelerine uygun olmayan ortamından
kaynaklanır ve öznelliğin çözülmesi, yani özne ile gücün (eylem) birbirinden
ayrılması ve buna bağlı olarak da, yaşam ile kurulan ilişkinin başarısız
kalması olarak kendini gösterir . Nietzscheci perspektife göre, söz
konusu sorun, en ciddî ifadesini, nihilistik bir kültür ve düşünce geleneğinin
devamı olan modern politika anlayışında bulmuştur. Warren’ın da işaret ettiği
üzere, fail hakkında metafiziksel varsayımlara dayandığı için, modern politik
söylem ve onun izah etmeye çalıştığı modern politik deneyim nihilistik bir
mahiyet taşımaktadır. İnsan, ister doğal arzu ve ihtiyaçlara sahip bir özne
(Bentham), ister doğal hakların taşıyıcısı ve toplum sözleşmesinin politik
toplumu önceleyen kurucu aktör (Hobbes ve Locke), ister rasyonel eylemin
epistemolojik temeli (Kant), isterse de tarihsel gelişmenin belirli bir
uğrağında bir kollektivitenin (sınıf, ulus) içinde bilincine sahip olabilecek
bir varlık (Hegel, Marx) olarak tasavvur edilsin, bütün modern politik
söylemler, fiilinden (gücünden) ve performansından soyutlanmış bir fail
kurgusunu temel aldıkları için nihilistiktir . Modern politik
yaşamın öznesi, eylemlerini ve gücünü, yani kendisini değil de, ancak
epistemolojik bir gerçekliği olan kendisine dışsal bir şeyi (hak, devlet,
sınıf, ulus, akıl) varlığının güvencesi olarak gördüğü için gerçek bir varlığa
sahip olamayacak, yani Nietzscheci anlamda bir birey haline gelemeyecektir.
İkinci sorun, farklı yaşam
tarzlarının yadsınması sorunudur. İster Nietzsche’nin teşhisiyle, yaşam ve
oluşun yadsınması, isterse Heidegger’in teşhisiyle, Varlık’ın unutulması
biçiminde karakterize edilsin, nihilistik bir politika anlayışını, nihilizmin,
Varlık’ı reddedici ya da onun üzerini örtücü mahiyetinin bir sonucu olarak,
yaşamın zamansal karakterine bağlı olarak vücut bulacak olan, zenginliğin ve
çoğulluğun yadsınmasını da beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Bu anlamda, hem
öte dünyasal bir hakikat adına yaşamı değersizleştiren ve varoluşsal acıdan
kaynaklanan yaşama dönük hıncın beslediği tikel bir yaşam tarzını (sürüce
yaşam) ve yaşam karşıtı değerlerle değerli kılınan bir insan modelini, söz
konusu hakikate referansla evrenselleştirip egemen kılan Hıristiyan kültür ve
düşünce geleneğinin, hem de gerçekte belirli bir tarihsel deneyimin ürünü olan
bir yaşam tarzını, tarihdışı akıl nosyonuna referansla genel geçer bir yaşam
tarzı olarak sunan ve o yaşam tarzına karşılık gelen insan tasavvurunu da insan
ideası olarak yücelten modern politik kültür ve düşünce geleneğinin,
yaşamı yadsıyıcı tutuma örneklik teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Her iki
gelenekte de, “iyi politik düzen”e, zaman-üstü olma niteliğini atfedilmiş ve
tarihsel- kültürel farklılıklar bağlamında tezahür eden farklı politik
deneyimler, ideal politik düzenden sapmanın örnekleri olarak görülmüştür.
“‘Ontik’ ile ‘ontolojik’
arasına yani, dışsal tekillikler, varlıklar ülkesiyle Var’ın kendi ülkesi
arasına” tam bir ayrım koyan Heidegger’in temel ontolojisi52
bağlamında değerlendirildiğinde, klasik ve modern politik felsefenin bu
evrensellik vurgusunun, Varlık’ı bir varolan olarak tasarımlayarak, Varlık ile
varlıklar arasındaki ontolojik ayırımı, epistemolojik bir varlık anlayışı
temelinde ortadan kaldıran ve böylece, Varlık’ın, kendini farklı varoluş
tarzları biçiminde ifşa edici mahiyetini gizleyen metafizik düşüncenin
sebebiyet verdiği bir hastalık olduğu açıktır. Klasik ve modern politik
felsefe, söz konusu ontolojik ayrımı ihmal ettiği için, politik varlıkların,
Varlık’ın ifşasına bağlı olarak kendini gösteren zamansal mahiyetlerini
kavrayamamış ve bütün varlıkların kendisine indirgendiği metafiziksel varlık
anlayışı doğrultusunda tasavvur etmiş olduğu “evrensel politik varlık” (ideal
politik düzen) temelinde, farklı ,513 politik varoluş tarzlarını gözden
kaçırmıştır .
Hem ilk iki sorunu içermesi,
hem de nihilizmin ulaşmış olduğu en ileri formun şümullü bir karakterizasyonunu
sunması bakımından daha önemli olduğunu düşündüğümüz üçüncü sorun; içerisinde insanî
varoluşu imkânsız hale getiren mekanik bir işleyişin hüküm sürdüğü bir düzenin
kurucu ilkesi olan rasyonalite sorunudur. Bu düzen içerisinde insan, düzenin
mantığına uygun olarak kodlanmış, içeriği belirlenmiş, görev tanımı yapılmış
eşdeğer öğelerden herhangi biri haline gelmek suretiyle bir nesneye dönüştüğü
için bir hiçtir. Yalıtık bir öznelliğin hüküm sürdüğü bu düzende bireyleşmeden
söz edilemeyeceği gibi, kimlik bolluğuna bakılarak farklılıkların varlığından
da söz edilemez. İnsan, hareketini, düzenleyici aklın belirlediği bir atom;
mekânı, düzenin ihtiyaçlarına göre tanımlanan yersiz-yurtsuz bir yabancı olduğu
için, ne bir birey ne de sahici bir kimlik sahibi olabilir.
Heideggerci perspektifte,
Varlık’ın ebedî bir şimdi içerisinde, bitmiş, tamamlanmış, tam bir bulunuş (presence)
halinde telakki edildiği, zamanı yadsıyıcı bir varlık anlayışının tecessümü
olan bu düzen, içerisinde, hesaplayıcı aklın her şeyi otomatik makinelere
dönüştürdüğü bir denetim çemberine , teknolojinin hâkimiyetindeki
bir yaşam biçimine karşılık gelir. İnsanın, Varlık’ın kendini ifşa edici
mahiyeti ile irtibatını yitirdiği böyle bir yaşamda, Varlık’ın, kendini bir
varolan olarak insanda açığa çıkarması anlamında zamansallık ilga edildiği
için, yeni olanın, farklı olanın, yani rutinin dışında olanın imkânı ortadan
kalkmıştır. Söz konusu olan, olmuş bitmiş bir ürün olarak tasavvur edilen dünya
ve bu dünyanın korunmasına yönelik kaygıda ifadesini bulan, insanın pasif
konumudur .
Hesaplayıcı aklın insanı
pasifize edici mahiyeti, insanî ilişkiler alanında da kendini gösterir. İnsan
tıpkı kendisi gibi biyolojik varlığını sürdürme amacına matuf faydacı
hesaplarla hareket eden diğerleri arasında bireyselliğini yitirerek das Man
haline gelir. Yeni ve farklı olan, “onlar” alanında yürürlükte olan düzenin koruyuculuğu ve
konforundan feragat etmek anlamına geleceğinden, das Man için uyum
esastır . Bu anlamda das Man, tıpkı son insan gibi,
acılardan kaçınmayı ve mutluluğunu maksimize etmeyi kayda değer tek amaç olarak
ele alır. Tıpkı son insan gibi, temelinde, bu amaca karşılık gelen
egoizmin bulunduğu empati ahlâkını, yani özgül olarak bireye değil, herkese
hizmet edici niteliği haiz anonim değerler sistemini yegane güvencesi olarak
görür. Ve yine son insan gibi, içerisinde toplumsal (genel) refahın
tesis edilebileceği bir politik düzeni meşru tek politik düzen olarak tanır.
Nietzscheci perspektifle değerlendirildiğinde, ister das Man isterse son
insan karakterinde ifadesini bulsun, davranışlarını hesaplayıcı aklın
yönlendirdiği bütünüyle konformist bir insanın, tabiat kanunlarına tabi bir
nesne ya da içgüdülerine tabi bir organizma benzeri varlığından söz edilebilse
bile, Varlık’a ya da oluşa kapalı olduğu için bir insan olarak varlığından söz
etmek mümkün değildir.
Politik sonuçları bakımından düşünüldüğünde,
insanı zamansallığından koparan rasyonalite sorununun, ister faşizm, sosyalizm
ve çoğunlukçu demokrasi deneyimlerinde olduğu gibi açık bir şekilde, isterse
tüketim kapitalizmine denk düşen liberal demokrasi deneyiminde olduğu gibi
örtük bir şekilde varlığını sürdürsün, bireyin, farklılığın ve gerçek anlamda
bir politik topluluğun varlığını imkânsız kılacak bir kitle hâkimiyetini de
beraberinde getireceği açıktır. İleride de tartışılacağı üzere, Nietzsche,
demokratik ruh olarak nitelendirdiği kitle hâkimiyetini, aralarındaki nüanslara
rağmen, bütün modern politik hareket ve ideolojilerin ortak paydası olarak
görmüş ve modern politika eleştirisini, sürü ahlâkının politik formu olarak
gördüğü demokratik hareketlerin eleştirisi üzerinden ortaya koymuştur.
Kuşkusuz rasyonalite sorununun
bireyin, farklılığın ve politik topluluğun varlığını imkânsızlaştırıcı
etkileri, temel yönelimini yaşamı zenginleştirici bir etiğin oluşturduğu bir
perspektif için önemli sorunlardır. Fakat Nietzscheci perspektif bakımından
daha hayati olan sorun, rasyonalitenin değişim ve dönüşümün, yani rutinin
dışına çıkabilmenin imkânını oluşturan politikanın bizatihi kendisini
imkânsızlaştırıcı etkisidir. Rasyonalitenin hüküm sürdüğü yaşam koşullarında
özgüllüğünü yitiren her şey gibi, politikanın da yasa koyma ve yön tayin etme
ile tanımlanabilecek olan mahiyetini kaybederek, sistemin, kendi kurallarına
bağladığı ve fonksiyonunu belirlediği herhangi bir öğesi haline gelmesi
kaçınılmazdır.
Bu noktada, modernleşmeyi
rasyonelleşme süreci olarak tanımlayan ve bu sürece paralel olarak, bireyin ve
politikanın özgüllüğünü ve özerkliğini kaybetmesini, modernizmin en temel
sorunu olarak gören Weber ile
Nietzsche’nin düşünceleri arasındaki paralellikler dikkate değerdir.
Weber’e göre modernleşme
sürecini karakterize eden rasyonelleşme, diğer yaşam alanlarında olduğu gibi,
politik yaşam alanında da etkisini göstermiştir . Politik yaşamın
bürokratizasyonu bu etkinin bir sonucu, yani rasyonalite sorununun politik
düzeydeki karşılığıdır. Araçsal aklın biçimlendirdiği gayri şahsi kural, görev
ve kurumların yaygınlaşmasına işaret eden bürokratizasyon, politikanın
rutinleşmesini, yani politik kararların bürokratik resmiyetin hâkimiyeti
dolayımıyla rutin idari kararlara dönüşmesini de beraberinde getirecektir .
Weber’in, bir politik topluluğun önderliği olarak tarif ettiği politika
anlayışı dikkate alındığında,
bürokratizasyonun, politikanın sonu anlamına geleceği açıktır .
Weber için politika ile
rasyonalite arasındaki karşıtlık, temelde eylem ile rutin arasındaki
karşıtlıktır. Tıpkı Nietzsche gibi Weber de, eylemi, yerleşmiş ve kemikleşmiş
değer yargılarının ve bu değer yargılarına göre biçimlenmiş davranış
kalıplarının ötesine geçebilmenin bir imkânı olarak görür. Weber, yine
Nietzsche gibi, söz konusu eylemi, rutinin dışına çıkabilme kapasitesine sahip
özel bir tip ile ilişkilendirir. Nietzsche’nin, iyi ve kötünün, yani belirli
bir tarihsel bağlamın ürünü olan insan anlayışının ötesine geçebilmeyi
karakterize eden üst insanı ile Weber’in, yerleşik değer yargılarından
arınmış bir kişilik olarak
tarif ettiği karizmatik lideri, mevcut düzenin belirleniminden özgür
olmak gibi ortak bir özelliğe sahiptir . Rasyonalitenin, her şeyi
aynı kılan, sistemik ilişkiler dolayımıyla kendini yeniden üreten rutinin
kurucu prensibi olarak işlev gördüğü, yani rasyonel olanın rutine ait olmak
anlamına geldiği düşünüldüğünde, hem Nietzsche hem de Weber’in, eylemi, üst
insan ve karizmatik liderin şahsında irrasyonel olanla
özdeşleştirerek, verili olanın üstesinden gelmenin bir koşulu olarak gördükleri
irrasyonel olana (aktif nihilizm) olumlu bir anlam yükledikleri
söylenebilir. Bu anlamda, Nietzsche, Tanrı’nın ölümü ile birlikte bütün
değerlerin değersiz hale geldiği nihilizm koşullarında, kendi değerlerini
yaratabilme niteliğini atfettiği üst insanı, iyi veya kötü hiçbir değere
sahip olmayan ve kendini koruma dışında hiçbir amacı bulunmayan, yani insanın
en küçülmüş haline karşılık gelen son insanla karşıtlık ilişkisi içinde,
etik kurtuluşun bir yolu olarak sunarken; Weber, bütün kamusal değerlerin
çöktüğü ve her şeyin bir araç
haline geldiği büyüsü bozulmuş bir dünyada, kendi kişiliğinde yaşamın anlam ve
değerini temellendirerek kitlelere yön verebilme niteliğine sahip karizmatik
lideri, politikanın yokluğunun bir işareti olarak gördüğü bürokratik
politikacı ile karşıtlık ilişkisi içerisinde , politikanın
kurtuluşunun bir yolu olarak sunmuştur.
Genel olarak
değerlendirildiğinde, Nietzscheci perspektifin, nihilizmi, kökenleri Platon’a
kadar geri giden Batı düşünce geleneğiyle ilişkili bir sorun olarak telakki
ettiğini ve bu yönüyle, hem nihilizmi yalnızca modernizm kaynaklı bir sorun
olarak gören Strauss’un yaklaşımından, hem de nihilizm sorununun modern düşünce
içerisinde kalınarak üstesinden gelinebileceğini iddia eden Habermasçı
yaklaşımdan farklılaştığını söyleyebiliriz. Nietzscheci perspektife göre,
nihilistik bir kültür ve düşünce geleneğinin yazgısı ve kaçınılmaz sonucu olan
nihilizm, insanın, bütünlüğünü sağlayamaması, eylemleriyle bağlantısını
yitirmesi sorunu olarak kendini gösterir. Politik anlamıyla düşünüldüğünde
sorun, politik kültürün, politik düşünce sistemlerinin, politik ideolojilerin
ve politik ideallerin, insanın eylemi ile bağlantısızlığını pekiştirmesi ve
sahte bütünlük nosyonlarıyla bu bağlantısızlığı gizlemesi şeklinde kendini
gösterir. Nietzsche’nin modern politik düşünceye yönelik değerlendirmeleri tam
da bu noktadan beslenir. Ona göre, kendini yeni olarak sunan modern politik
düşünce biçimleri, aslında nihilistik mahiyetli metafizik düşünce geleneğinin
seküler formlarıdır. Bu doğrultuda Nietzsche, modern devlet ve demokrasi
düşüncesine; liberalizm, milliyetçilik ve sosyalizm gibi modern politik
ideolojilere ve özgürlük, eşitlik ve adalet gibi modern politik ideallere ciddî
eleştiriler yöneltmiştir.
II- NİETZSCHE’NİN MODERN
POLİTİKA ELEŞTİRİSİ ve POLİTİK ÖNERİSİ
Nietzsche, döneminin bütün
politik akımlarının modern politik yaşam ve düşünceye damgasını vurmuş olan
demokratik hareketin bir şubesi olduğu kanaatindedir. Nietzsche’nin Batı
ahlâkına yönelik olarak yürütmüş olduğu jeneolojik soruşturma ile varmış olduğu
sonuç; aralarındaki şiddetli tartışmalara rağmen liberallerin, sosyalistlerin,
anarşistlerin, milliyetçilerin ve muhafazakârların, aslında aynı hareketin, bir
bütün olarak Batı kültür ve düşünce geleneğinin psikolojik-tarihsel çıktısı
olan demokratik hareketin mensupları oldukları ve söylemleri arasıdaki
farklılıkların ikincil derecede bir öneme sahip olduğudur . Daha da
ötesi, Nietzsche kendi zamanının bütün yönetim biçimlerini doğal olarak demokratik
bulmuştur. Teknik anlamda monarşik olarak nitelenebilecek yönetimler bile
desteklerini çoğunluktan, çoğunluğun ihtiyacını dikkate alan politikalardan
aldıkları, yani kamuoyuna teslim oldukları için özünde demokratiktirler .
Nietzsche’ye göre, modern
demokrasi düşüncesi, özünde Hıristiyan ahlâkının ya da Hıristiyan dünya
yorumunun bir sonucudur . Bu anlamda demokrasi, insanlar arasındaki
bütün farklılıkları, gücünden ve eyleminden yalıtılmış bir insanî öz
dolayımıyla ortadan kaldıran ve bütün insanları kendi düzeyinde eşitleyen
kölenin zaferidir. Demokrasi ile birlikte köle değerleri dinî tahayyül ve
ahlâkî ideallerin içsel alanından, politik güç ve kültürel kurumların dışsal
alanına doğru yönlendirilerek köle zihniyetini oluşturan faaliyet eksikliği telafi
edilir. Böylece sürü içgüdüsü hüküm sürer ve meşruiyetini kazanır .
Hıristiyan ahlâkı, her ne kadar Tanrı’nın ölümüyle birlikte dinî temelini
kaybetmiş olsa da, bu ahlâkın mahiyetini oluşturan sürü içgüdüsü modern politik
düşüncede seküler formlarla varlığını sürdürmeye devam etmiş, hatta
hâkimiyetini daha da tartışılmaz hale getirmiştir.
Kuşkusuz demokrasi düşüncesi ve
onun eşitlik idealinin makul olarak görülmesi ve savunulabilmesinde, Hıristiyan
ahlâkının da temelini oluşturan Sokratik rasyonalizmin ulaşmış olduğu aşamanın
önemli bir rolü vardır. Zira rasyonalizmin en gelişmiş formu olan modern bilim
paradigması ve modern demokrasi düşüncesinin düzleştirici eşitlik ideali
arasında tam bir mutabakat ilişkisi söz konusudur . Demokrasi, her
şeyin aynı hareket yasalarına tabi olduğu ve doğru yöntemin kullanılması
koşuluyla herkesin söz konusu doğa yasalarının bilgisine ulaşabileceği
düşüncesiyle birlikte, hem genel anlamda varlıklar, hem de bilimsel bilginin
öznesi olarak insana atfetmiş olduğu evrensellik vasfıyla insanlar arasındaki
niteliksel ayrımları ortadan kaldıran modern bilim anlayışının politik
düzeydeki karşılığıdır. Tam da bu nedenle, birçok modern düşünür demokrasiyi
doğal bir şey olarak görmüş ve eşitlik idealini ateşli bir şekilde savunmuştur.
Fakat Nietzsche, modern evren
tasavvurunun da, nesnellik iddiasına rağmen, bir yorum, doğanın sürüce
değerlerle değerlendirilmesi olduğuna dikkat çekerek , hem genel
olarak yaşamın bütününe sirayet eden zamanının demokratik ruhunu, hem de özelde
bir politik hareket olarak demokrasiyi decadenceın bir ifadesi olarak
görmüş ve eleştirmiştir. Nietzsche’ye göre, demokratik hareket, sağlıklı kurum,
kültür ve toplulukların çöküşü, buna bağlı olarak da insanın küçülmesi,
ortalama bir duruma getirilerek değerinin düşürülmesi anlamına gelir .
Demokratik yaşam, farklılığı, yaratıcılığı ve mükemmelliği önleyen, yaşamın özü
olan etkinliğin (güç istemi) yerine uyumu öne çıkaran ılımlılığın ve
konformizmin hüküm sürdüğü yaşamın en düşük seviyesine, yani nihilistik bir
yaşam biçimine karşılık gelecektir . Nietzsche için demokrasi
düşüncesi özünde nihilistik mahiyeti nedeniyle sorunludur. Aynı sorun bu
düşüncenin biçimlendirmiş olduğu politik kavramlar için de geçerlidir.
Nietzsche’nin eleştiri
yöneltmiş olduğu söz konusu politik kavramların başında modern devlet düşüncesi
yer almaktadır. Nietzsche modern devleti Zerdüşt’te “Tanrı’nın Ölümü”
ile meydana gelen boşluğu dolduran “yeni put” olarak tasvir etmiştir .
Modern devlet ile birlikte Hıristiyan ahlâkının insanların Tanrı karşısındaki
eşitliği düşüncesi seküler bir forma bürünerek, yerini devlet karşısında herkes
eşittir düşüncesine bırakır. Tıpkı Tanrı gibi devlet de, vekil olmak sıfatıyla
bireyin bütünlüğünü sağlamasına, bir fail olarak kendini gerçekleştirmesine engel
olur . Tanrı’nın, kölenin güçsüzlük hissini telafi edici bir
mekanizma olarak işlev görmesine benzer bir biçimde, devlet de atomistik
bireyin kendini koruma arzusunu telafi edici bir araç olarak değer kazanır.
Bu anlamda Hobbes’un, devleti
bireylerin güçsüzlüğü üzerinde temellendirmesi tesadüfi değildir .
Bilindiği üzere, Hobbes’ta devlet bütün gücü tekelinde bulunduran gayrı şahsî
bir varlık olarak kavramlaştırılır. Her ne kadar bireylerin sözleşmesinin bir
ürünü olsa da, devlet, bu sözleşmeyle bağlı değildir ve adaletin (güvenliğin)
garantörü olduğu için bütün bireylerin üzerinde bir değere sahiptir. Nietzsche
için modern devletin neden nihilizmin en ileri biçimine karşılık geldiği tam da
bu noktada açığa çıkar. Zira modern devletin hâkimiyeti, yaşamın en düşük
düzeyi olan kendini korumanın en temel değer olarak alındığı bir yaşamın
hâkimiyetinin göstergesidir. Kendini koruma istemi, güç isteminin en zayıf
biçimini karakterize eden kölenin istemidir. Kölenin, Tanrı dolayımıyla efendi
karşısındaki güçsüzlük hissini telafi ettiği eşitlik tesellisi, devletin
hâkimiyetiyle bir teselli olmaktan çıkarak gerçeğe dönüşür. Devlet kölenin
efendi karşısındaki zaferidir. Artık köleyi rahatsız edecek hiçbir şahsi güç
yoktur. Bütün güç tıpkı Tanrı gibi gayrı şahsî bir varlık olan devlette
toplandığı için, herkes güçsüzlükte eşittir.
Hegel’in de belirttiği gibi,
Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi olan modern devlet, köle ile efendi arasındaki
ayrımı ortadan kaldırarak, daha önceleri düşünce ve inanç düzeyinde soyut bir
gerçekliğe sahip olan eşitlik idealine nesnel bir varlık kazandırmıştır.
Hegel’in, tarihin sona ermesinin bir işareti, özgür ve eşit bireylerden oluşan
evrensel toplumun imkânı olarak görüp alkışladığı modern devlet, Nietzsche için
halkın, kültürün ve her şeyden önemlisi bireyin sonu anlamına gelir .
Bireyleşmeye, bireyin eşsizliğine yönelik vurgusu bakımından düşünceleri
Nietzsche ile paralellik arz eden Stirner’in ifadesiyle, özgür ve eşit
insanların birlikteliği, her bir kişinin, kendisini bütüne adaması, devlet
içerisinde yok etmesi pahasına olur. Böylece devlet, her bir kişinin nihai
amacı, ona hizmet etmek de en yüksek ideal haline gelir. Devletin ilgi ve
ihtiyaçları en yüksek ilgi ve ihtiyaçlar olduğu için, özel ilgi ve ihtiyaçlar
devlet için feda edilir. Bu şekilde bütün egoizm; yegâne gerçeklik olan
eşsiz birey ortadan kalkar . Nietzscheci dile tercüme edildiğinde,
bunun anlamı, bireyin tıpkı Tanrı gibi kurgusal bir varlığa (devlet), yani
varlığın hiçliğe kurban edilmesidir.
Nietzscheci perspektifte, modern
devlet gibi, modern politik ideolojiler de, güç istemini zayıflatıcı, yani
nihilistik bir yaşam tarzını besleyici mahiyetleri nedeniyle sorunludurlar. Söz
konusu sorun, tıpkı modern devlet gibi, modern politik ideolojilerin de
Hıristiyan ahlâkının seküler birer uzantısı olmalarından, dolayısıyla da onun
mantığını taşımalarından kaynaklanır. Modern dönemde devlet Tanrı’nın bırakmış
olduğu boşluğu doldururken, ideolojiler Hıristiyan dünya yorumunun yerini alan
seküler dünya görüşleri olarak işlev görmüşlerdir.
Aslında Nietzsche’nin
düşünceleri ideolojinin bizatihi kendisine yönelik bir eleştiriyi içermez. Zira
Marx’ta örneğini bulabileceğimiz bu tür bir eleştiri, son tahlilde ideolojik
olmayan nesnel bir bilgi alanını varsayar ki, bu, Nietzsche’nin şiddetle karşı
çıktığı bir varsayımdır. Daha önce de belirtildiği üzere, Nietzsche için
değerler, insanın ayırt edici bir vasfı, en temel varoluşsal ihtiyacıdır ve
farklı değerlere bağlı olarak kendini gösteren farklı dünya yorumlarını
dışlayan nesnel olma iddiasındaki düşünce sistemlerinin kendileri de, birtakım
değerlere yaslandıkları için birer yorumdur.
Kuşkusuz
Nietzsche, ideolojilerin maskeleme, birtakım şeyleri insan bilincinden gizleme
fonksiyonu konusunda Marx ile hemfikirdir. Tıpkı Marx gibi Nietzsche de, değer
sistemlerinin taraflı olduklarını, belirli sınıfların/güçlerin
çıkarlarını/hâkimiyetlerini
meşrulaştırdıklarını düşünür. Yine Marx gibi Nietzsche de, söz konusu değer
sistemlerinin maskelerini düşürücü bir soruşturma yöntemi sunar. Fakat
Nietzsche, Marx’tan farklı olarak, değer yargılarından bağımsız, yani ideolojik
olmayan bir bilgiye ulaşılabileceği iddiasında değildir. Bu durumda Nietzsche
için önemli olan sorunun, neyin ideolojik, neyin ideolojik olmadığı sorusu
değil, hangi değer sisteminin ya da ideolojinin neye hizmet ettiği sorusudur.
Nietzsche’nin modern politik ideolojilere ilişkin değerlendirmelerinde de bu
soru belirleyici olmuştur. Nietzsche, döneminin ideolojileri olan
milliyetçiliği, liberalizmi, sosyalizmi, anarşizmi ve muhafazakârlığı, bu
soruya vermiş olduğu cevaba bağlı olarak; söz konusu ideolojilerin nihilistik
bir yaşamın hâkimiyetini desteklediklerini düşündüğü için eleştirmiştir.
Milliyetçiliğe yönelik
Nietzscheci eleştiri iki husus bağlamında ele alınabilir. İlk husus, milliyetçiliğin,
üzerinde temellendiği millet kavramından kaynaklanır. Tıpkı devlet gibi, millet
kavramı da bireylerin güçsüzlük hissini telafi edici bir mekanizma olarak işlev
gören sahte bir bütünlük nosyonudur. Millet her türlü farklılığı düzleştiren
kurgusal, yapay bir kimlik540 olduğu için, milliyetçiliğin
hâkimiyeti, Nietzscheci perspektif bakımından, bireyleşmenin sonu anlamına
gelecektir. Milliyetçiliğe yönelik bu eleştiri, milleti organik bir bütünlük
olarak kavramlaştıran ve bu bütünlüğün bir ifadesi ve teminatı olarak gördüğü
devleti yücelten faşizm541 için de geçerlidir. Her ne kadar
Nietzsche’nin düşünceleri faşizmi desteklemek için kullanılmış olsa da,
Detwiler’in de belirttiği gibi, faşizmle bir mücadele ontolojisini, savaş
övgüsünü paylaşmasına rağmen, Nietzsche’nin merkezî ilgisi faşizmden uzaktır.
Nietzsche’de birey, modern ulus devlete feda edilmez .
İkinci husus ise, ileride
üzerinde duracağımız, Nietzsche’nin büyük politika kavramlaştırmasıyla
ilişkilidir. Nietzsche, milliyetçiliği büyük politika için bir zemin olarak
düşündüğü Avrupa’nın kaynaşmasının önündeki engellerden biri olarak görmüştür.
Nietzsche’ye göre, iddia edilenin aksine, çoğunluğun çıkarına değil, belli
hanedanların ve belli ticari ve sosyal sınıfların çıkarlarına hizmet eden milliyetçilik,
gücünü, başta Yahudi düşmanlığı olmak üzere, halklar arasında üretilen
düşmanlıktan aldığı için, hastalıklı bir ideolojidir . Fakat
Nietzsche, milliyetçiliğin sebebiyet verdiği yapay ayrımların geçici olduğu
kanaatindedir. Avrupa’daki temel eğilim, demokratik hareketin güçlenmesine
paralel olarak, ulusal farklılıkların ortadan kalkması yönünde olduğu için,
milliyetçilik anakronik bir dünya görüşü olmaya mahkûmdur .
Nietzsche muhafazakârlığı ise,
hem Bismarck örneğinde görülen spesifik biçimi hem de temel karakteristikleri
bağlamında reddetmiştir. Dannhauser’e referansla bu reddin gerekçeleri şu
şekilde sıralanabilir. Her şeyden önce, 19.yy. muhafazakârlığı modern
demokratik harekete önemli ayrıcalıklar tanımaya zorlanmıştır. Örneğin Bismark,
monarşiyi korumak için çaba harcamış, fakat bunu yaparken aynı zamanda evrensel
oy hakkı ve refahı genişletici kanun yapımını benimsemek zorunda kaldığı için
demokratik hareketin ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Bu şekilde kral
düzenleyici, yasa koyucu olma statüsünü kaybederek, birinci hizmetkâr konumuna
düşmüştür. İkinci olarak muhafazakârlık, milliyetçiliğin ideallerini kucaklar
ve milliyetçilik de, homojen bir kimliği esas aldığı için doğal olarak
demokratik bir fenomendir. Üstelik milliyetçilik aynı zamanda anakronik bir
harekettir de. Avrupa devletlerinin demokrasiye tanımak zorunda kaldığı
imtiyazlar nedeniyle Avrupa kültürlerinin benzerliklerinin artması gizli bir
Avrupa birliğinin bulunduğunu gösterir. Üçüncü olarak muhafazakârlık
hâlihazırda yıpranmış olan eski soyluluğa dayanmaktadır ve Nietzsche’ye göre
yeni bir soyluluk düşüncesine ihtiyaç vardır. Nihayetinde muhafazakârlık
Hıristiyanlık ile müttefiktir, oysa Nietzsche dürüst bir ateizmi savunmaktadır
.
Nihilizm sorunu bağlamında
düşünüldüğünde, yöneltmiş olduğu eleştirilere rağmen Nietzsche’nin,
milliyetçilik ve muhafazakârlığı, merkezî öneme sahip olmayan ideolojiler
olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Her ikisi de, demokratik ruhun taşıyıcıları
olmaları bakımından nihilizm sorunu ile ilişkili olsalar da, sorunu karakterize
eden ideolojiler değillerdir. Nietzsche için, Hıristiyan ahlâkını ve onun
demokratik ruhunu karakterize eden ideolojiler liberalizm, sosyalizm ve
anarşizmdir. Bu nedenle Nietzsche’nin bu ideolojilere yönelik eleştirileri ayrı
bir öneme sahiptir.
Nietzscheci perspektifte
liberalizm ve sosyalizm, demokratik hareketin genişleme safhalarına karşılık
gelen ve bu genişlemeye uygun olarak demokratik ruhun ifadesini bulduğu dünya
görüşleridir. Liberalizm ve sosyalizm Hıristiyan ahlâkının temel nosyonlarını
devraldıkları için, onun devamı niteliğindedirler ve Hıristiyan ahlâkının
taşımış olduğu sorunlar, bu ideolojiler için de geçerlidir. Liberalizm ve
sosyalizmin Hıristiyan ahlâkından ayrıldıkları husus, Hıristiyanlığın öte
dünyasal bir vaat olarak sunmuş olduğu idealin, bu dünyada gerçekleşebileceğine
ilişkin iddialarıdır.
Liberalizm, Hıristiyan ruh
ya da özne nosyonunu, savunmuş olduğu birey anlayışı ile muhafaza
eder. Tıpkı özne ve ruh gibi liberal birey de, gücünden, eylemlerinden ve ilişkiselliğinden
soyutlanmış bir kendilik olarak kabul edilir . Hıristiyan ahlâkı ile
liberalizm arasındaki süreklilik ilişkisi, söz konusu birey anlayışı üzerinde
temellenen politik ideallerde de kendini gösterir. Hıristiyanlığın, ruhun maddî
ve dünyasal olandan arınmak suretiyle kurtuluşa erişebileceği inancı, liberal
özgürlük kavramlaştırmasında; ruhların Tanrı karşısındaki eşitliği inancı,
liberal eşitlik kavramlaştırmasında; mutlak adaletin tecelli edeceği kurtuluş
günü inancı ise, liberal adil toplum kavramlaştırmasında varlığını sürdürmeye
devam eder. Nietzsche’ye göre, temel almış olduğu birey ve onun üzerinde
yükselen politik idealleriyle liberalizm de, tıpkı Hıristiyan ahlâkı gibi, güç
isteminin zayıflığını karakterize eden bir varlık tarzına hizmet ettiği için,
nihilistik bir dünya görüşüdür. Söz konusu varlık tarzı, liberalizmde birey
dolayımıyla güvence altına alınır. İdealize edilen birey, güçlü olana (efendiye
veya soyluya) yönelik hıncın sonucu olarak, gücün ve güçten kaynaklanan
niteliksel ayrımların yadsınmasından sonra geriye kalan şeydir. Nietzsche için
bu geriye kalan şey, sürü insanı ya da ortalama insandır. Liberalizm, bireyin
güçten arındırılmış bir alandaki hareketi olarak tanımladığı özgürlük, herkesin
insan olmak bakımından aynı özsel değere sahip olmasını ifade eden eşitlik ve
özsel değer eşitliğinin yasalarda ifadesini bulmasına işaret eden adalet
anlayışıyla, yaşamı, söz konusu ortalama insan düzeyinde standardize eder .
Liberalizm demokratik hareketin
hâkimiyetinin ilk adımına karşılık gelir. Liberalizmde kölenin güçsüzlük
hissinden kaynaklanan eşitlik talebi, güç bakımından ayrıcalıklı hiç kimsenin
olmaması, yani devlet karşısında herkesin eşit olmasıyla sınırlıdır. Bu anlamda
liberalizm, bütün gücün gayrı şahsi olana aktarılarak, efendi ile köle
arasındaki yöneten-yönetilen ilişkisinin ortadan kaldırılmasını, yani somut
bireyin gücünün elinden alınmasını, tasavvur etmiş olduğu soyut bireyin
özgürlüğü için yeterli bir güvence olarak görür. Demokratik hareketin daha
ilerlemiş safhasına tekabül eden sosyalizm işte bu güvencenin yetersizliğine
bir tepki olarak ortaya çıkar. Üzerinde temellendiği motivasyon bakımından
düşünüldüğünde sosyalizm, Nietzsche için hiçbir şekilde radikal bir yenilik
getirmez. O benzerinden, yani liberalizmden daha fazlasını verme iddiasındadır
. Tıpkı liberalizm gibi, o da sürü ahlâkının politik bir formudur. O da
liberalizm gibi kölenin, yani bireyin kendini koruma motivasyonundan beslenir.
Kendisini toplumun aşırı atomizasyonuna yönelik bir tepki olarak sunmasına ve
toplumu öne çıkarmasına rağmen, sosyalizm toplumu, birçok tek kişinin mümkün
kılınması için bir araç olarak kullanır. Nietzsche’ye göre, sosyalizmin
diğerkam ahlâk vaazı, 19.yy.ın en bayağı, alışılmış sahteliklerinden birisidir
ve gerçekte sosyalizm de bireysel bencilliğin hizmetindedir .
Sosyalizmin liberalizmden
farklılaştığı husus, bireyin özgürlüğü için daha ileri bir eşitlik anlayışına
ihtiyaç olduğudur. Sosyalizmin liberal özgürlük ve eşitlik anlayışını tarihsel
ilerleme açısından önemli fakat yetersiz (soyut) olarak görmesinin nedeni
budur. Liberalizm aristokratik ayrıcalıkları kaldıran eşitlik anlayışıyla
özgürlük yönünde önemli bir adımı oluşturur. Fakat efendinin köle üzerindeki
hâkimiyeti, yasalar karşısındaki eşitliğe rağmen, mülkiyet dolayımıyla
varlığını sürdürmeye devam eder. Dolayısıyla, “hakiki” bir özgürlük için
ekonomik ayrıcalıkların da ortadan kaldırılması gerekir. Böylece sosyalizm,
liberalizmde aristokratik kurumlara yöneltilmiş olan yadsıyıcı tutumu, tüm
toplumsal kurumlan kapsayacak ölçüde genişleterek Hıristiyan ahlâkının
Liberalizmden daha ileri bir politik formunu sunmuş olur. Sosyalizm, kişinin
zayıflığından kaynaklanan kötü durumunun mutlaka bir sorumlusu olduğuna ilişkin
Hıristiyan anlayışı devralarak, suçu, hâlihazırdaki topluma havale eder.
Hıristiyan, yaşama; sosyalist işçi ise, topluma hınç besler. Hıristiyan içinde
bulunduğu kötü durumun sebebi olarak gördüğü yaşamdan öç alacağı mahşer günü
ümidi ile teselli bulurken, sosyalist işçi ise toplumsal eşitsizlikleri
tamamıyla ortadan kaldıracak ve böylece kendisini özgürlüğe kavuşturacak olan
yakın gelecekteki devrim düşüncesiyle avunur .
Sosyalizmle birlikte köle
ahlâkı ve onun demokratik ruhu nihai zaferine ulaşmış olur .
Sosyalizmin öngörmüş olduğu toplumda güç “herkes”e ait olacağı için, herkes
güçsüzlükte eşit olacaktır. Sosyalizm bu eşitliği özgürlüğün bir önkoşulu
olarak görmüş ve olumlamıştır. Nietzscheci perspektifle değerlendirildiğinde,
söz konusu özgürlüğün kölenin özgürlüğü olacağı ve yaşamı güç isteminin en alt
düzeyinde standardize eden sosyalist eşitlik anlayışının hâkimiyetinin sürünün
hâkimiyeti, bireyin ise sonu anlamına geleceği açıktır.
Tıpkı Tocqueville gibi,
Nietzsche’ye göre de sosyalizmin savunmuş olduğu türden bir eşitliğin
getireceği şey özgürlük değil, despotizmdir. Bu anlamda her iki düşünür de,
tarihin genel gidişatının eşitlik yönünde olduğu ve birbirinden yalıtılmış
atomistik bireylerin eşdeğerliğine karşılık gelen ilerlemiş bir eşitlik
anlayışının politik yaşama da nüfuz ederek yığının hâkimiyetine kapı açacağı
konusunda hemfikirdir . Tocqueville, bireyin özgürlüğü bakımından
tehdit edici bir gelişme olarak gördüğü bu hâkimiyeti, yığının despotizmi
olarak adlandırır . Benzer bir teşhis, Nietzsche’nin sosyalizme
ilişkin değerlendirmelerinde de görülmektedir. Nietzsche’ye göre, sosyalizm,
bitmeye yüz tutmuş olan despotizmin “küçük kardeşi”dir. Çünkü sosyalizm, bugüne
kadar yalnızca despotizmin sahip olduğu ve bireyi bütünüyle kontrol altına alma
çabasında ifadesini bulan bir yönetsel güç arayışındadır. Hatta bireyi, anlamlı
bir toplum organına dönüştürülmesi gereken doğanın haksız bir lüksü olarak
algılayan anlayışıyla sosyalizm, varisi olduğu despotizmi bile geride bırakır
.
Nietzsche’nin modern politika
eleştirisi, onun politik düşünceyle ilişkisinin yalnızca bir yönünü oluşturur;
tamamını ihtiva etmez. Her ne kadar Nietzsche’nin bir bütün olarak modern
politika anlayışını, nihilistik mahiyeti nedeniyle, kendi etiği açısından
sorunlu gördüğü ve tasavvur etmiş olduğu birey ile modern politika arasındaki
mesafeyi önemsediği doğru olsa da, bazı Nietzsche yorumcularının*
kanaatinin aksine,
Nietzsche’nin nihilizm sorunu ile mücadelesi, kişinin kendini alt etmesi,
yaratmasında ifadesini bulan etiği ile sınırlı değildir.
Pearson’ın da belirttiği gibi,
Nietzsche temelde iki tür politika örneği sunmuştur. İlki, insan için yeni
değer ve yasaların oluşturulması yerine, insanlığın idealleriyle hafife alıcı
ve ironik tarzda oynanmasına dayanan bir hayatta kalma politikasıdır. Nietzsche
bu politika tipiyle nihilizm için bir çözüm ya da son öngörmez. Söz konusu
olan, nihilizme dayanma ve katlanma stratejileridir . Nietzsche’nin
modern politika anlayışına yönelik eleştirileri ve döneminin politikasına karşı
takınmış olduğu küçümseyici tavrın, Pearson’ın bahsetmiş olduğu hayatta kalma
politikasına örneklik teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Sunmuş olduğu ilk
politika örneğinde Nietzsche, politika karşıtı ya da politikanın dışında duran
biri olarak görünür. Fakat Nietzsche’nin karşı çıktığı ya da kendisini dışında
konumlandırdığı şey, politikanın kendisi değil, decadenceın tezahürü
olarak görmüş olduğu demokratik (modern) politika anlayışıdır .
İkinci politika örneğinde ise
Nietzsche, tarihin güçlerinin denetim altına alınması, yasa koyma ile politik
iktidarın birleştirilmesi yoluyla yeni bir insanlığın yaratılması amacına matuf
pozitif politik önerisini ortaya koyar . Kuşkusuz Nietzsche’nin
nihilizm sorunu ile mücadelesindeki politik stratejisine karşılık gelen söz
konusu politik öneri, onun mevcut politikaya yönelik değerlendirmelerinden
bağımsız değildir. Bu anlamda Pearson’ın bahsetmiş olduğu, Nietzsche’de örneği
görülen, politika konusundaki iki tutum birbiriyle bağlantılıdır. Nietzsche’nin
modern politika eleştirisinde ifadesini bulan ilk tutum, mevcut halin
üstesinden gelmek için, şimdinin kesin bir farkındalığına sahip olmanın önemine işaret eden jeneolojik yöntemin
ilk adımına karşılık gelir. Yani mevcut olanın değerlendirilmesi (modern
politika eleştirisi), politik nihilizm sorununa çözüm olarak önerilen politik
toplum modeline zemin hazırladığı için önemlidir . Nietzsche için bu
toplum mevcut olandan farklı; aristokratik bir toplum olmalıdır.
Aristokratik toplumun temelde,
Nietzsche’nin, güç isteminin büyüklüğüne göre sıralanmış varlık düzeninde
ifadesini bulan hakikat anlayışının politik düzeydeki karşılığı olduğunu
söyleyebiliriz. Nietzsche’nin etiği ile ilgili tartışmada da belirtildiği
üzere, Nietzsche’ye göre, varlığın en silik görünümünden, en yetkin haline
kadar farklı formlarıyla ifadesini bulduğu insan tipleri arasında hiyerarşik
bir ayrım söz konusuydu. Bu ayrımın göstergesi ise, her tipe ait olan değerler
arasındaki farklılaşma idi. Varlık hiyerarşisinin tepesinde bulunan güçlü
istisnai tipler yaşamı onaylayıcı değerlere sahipken, en altında bulunan zayıf
sürü insanı yaşamı yadsıyıcı nihilistik değerlere sahipti. Aristokratik toplum,
işte bu farklılıkların, yani insan tipleri ve bu tipleri karakterize eden
değeler arasındaki farklılıkların, politik olarak da geçerlilik kazandığı bir
toplum düzenine işaret eder.
Nietzsche’nin aristokratik
toplum önerisi onun etiğinin (nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik
girişiminin) gerçekleştirilebilmesinin dışsal (toplumsal) koşulu olarak işlev
görür. Bu anlamda politik toplumun amacı insanlığın geliştirilmesi,
zenginleştirilmesi misyonunu kendisinde taşıyan üst insanların
yetiştirilebilmesine olanak sağlamaktır. Fakat Nietzsche üst insan olma
vasfının insanların tamamı için geçerli olamayacağını düşündüğünden ikili bir
toplum yapısı öngörür: Bir tarafta üst insanlardan oluşan ve toplumu
yönlendiren yasa koyucu filozoflar, diğer tarafta seçkin insanların yetişmesine
ortam hazırlayan diğer insanlar . Bu politik toplum modelinde yasa
koyucu filozoflar hem insanlığın zenginleştirilmesi için yeni değerler
yaratırlar hem de kendilerinin dışındaki insanların anlam dünyasını oluşturan
ve onları topluma bağlayan değerleri üretirler . Bu bağlamda
Nietzsche’nin öngörmüş olduğu politik toplum modelini, Detwiler’e referansla,
‘aristokratik radikalizm‘olarak nitelendirebiliriz . Bu nitelemede
aristokratik unsur, değer ve yasa koyma anlamında politikanın yalnızca seçkin
insanlara mahsus bir faaliyet olarak görülmesine, dolayısıyla da insanın
zenginleşmesinin yalnızca söz konusu seçkin insanlar vasıtasıyla mümkün
olabileceğini, radikal unsur ise, Nietzsche’nin önerisinin politik felsefe
geleneği ile arasındaki köklü farklılığa işaret eder.
Tarihsel bir hakikat anlayışına
sahip olduğundan dolayı, tıpkı etiği gibi, Nietzsche’nin politik toplum önerisi
de, tarihsel deneyimden bağımsız değildir. Bu anlamda, Nietzsche’nin etiğinin
temel karakteristiklerinden birini oluşturan onaylama nosyonu, onun
politik düşüncesi için de geçerlidir. Nietzsche yeni değerler yaratılmasının
bir fırsatı olarak gördüğü nihilizmi onayladığı gibi, nihilizmin politik formu olarak
gördüğü modern politika anlayışını da, yöneltmiş olduğu eleştirilere rağmen
onaylar. Nietzsche’ye göre, nihilizm sorununun derinleşmesine paralel olarak
gelişen demokratikleşme hareketinin ulaşmış olduğu nihai nokta, insanın
yüceltilmesi ve yaşamın zenginleştirilmesi misyonuna sahip olmaları nedeniyle,
insanlığa yön tayin edecek olan aristokrasinin de çıkış noktasını
oluşturacaktır. Nietzsche, Avrupa’nın demokratikleştirilmesinin, hem yapay
düşmanlıklara dayalı milliyetçi bölünmeleri sona erdirmek suretiyle Avrupa’nın
bütünlüğünü mümkün kılarak, hem de insanları birbirine benzetip ortalama bir
varlık durumuna; yararlı, çalışkan, çok yönlü kullanılabilir sürü insanı
durumuna getirmek suretiyle köleliğe hazır tipin üretimini sağlayarak,
Avrupa’yı tek bir isteme tabi kılacak ve yeryüzünü ele geçirip yönetmede
ifadesini bulan büyük politika’nın uygulayıcıları olacak yeni bir kastın
hâkimiyeti için gerekli temeli ve hammaddeyi sunacağı kanaatindedir .
Bu noktadan hareketle,
Nietzsche’nin önermiş olduğu aristokratik toplumun, herhangi bir aristokratik
toplum değil, Batı tarihselliğinin bir ürünü olan politik nihilizm deneyiminden
geçmiş bir aristokratik toplum olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche’nin, Eski
Yunan Devleti’ni ve Hindu Manu düzenini, kendi hakikat anlayışıyla uyumlu,
sağlıklı toplum düzenleri olarak görüp değerlerini takdir etmiş olduğu doğrudur
. Fakat Nietzsche etiğinde efendiyi sağlıklı tipin bir örneği olarak
sunmasına karşın, efendi ahlâkını restore etme çabasında olmadığı gibi, politik
düşüncesinde de sağlıklı politik toplumun örnekleri olarak sunmuş olduğu
geçmişteki aristokratik düzenleri yeniden inşa etme amacında değildir.
Nietzsche’nin politik önerisi,
tıpkı etiği gibi, tarihsel deneyimi kendi ekonomisi içerisinde değerlendirir.
Varolanın onaylanması bu değerlendirmenin bir yönüne işaret ederken, diğer yönü
ise, varolanın üstesinden gelinmesidir. Bu üstesinden gelme nosyonu
nedeniyledir ki Nietzsche’nin politik önerisi varolandan farklılaşır.
Nietzsche, modern devleti ve
Hıristiyanlığı eleştirmesine rağmen, insanlığın en yüce tiplerinin yetişmesine
olanak sağlayan sağlıklı bir kültürün varlık koşulu olarak devletin ve yığının devlete sadakatinin bir aracı
olarak devlet ve toplumun tutkalı olma fonksiyonu itibariyle de dinin önemini teslim eder. Fakat Nietzsche’nin
savunmuş olduğu devlet ve din anlayışı, modern devlet ve Hıristiyanlığın çok
uzağındadır. Modern devlet ve Hıristiyanlık sürünün, yani reaktif güçlerin
hâkimiyetine aracılık ederken, Nietzsche’nin politik önerisinde din ve devlet istisnai
tiplerin, yani aktif güçlerin hizmetindedir.
Nietzsche, politikayı bütünün
yönetimi, politik toplumu da organik bir bütün olarak gören yaklaşımıyla,
politikayı, biz ve onlar ayrımı bağlamında farklı unsurların bir çatışması
şeklinde telakki eden modern politika anlayışı ve politik toplumu ise yapay,
mekanik bir varlık olarak kavramlaştıran modern toplum anlayışından ayrılarak,
klasik politika filozoflarıyla aynı yerde durur . Fakat Nietzsche
politik toplumun amacının, bütünün iyisi olarak düşünülen şeyin pahasına
olsa bile, en yüksek tipin zenginleşmesi, gelişmesi olmak zorunda olduğuna
yönelik düşüncesiyle, klasik politik düşünceden de ayrılır. Klasik politik
düşüncede politik eylem, ortak iyi gibi bir yargılama standardına, dışsal bir
referans noktasına tabi iken, Nietzsche, politik eylemi herhangi bir teleolojik
belirlenimden bağımsız, anlamını ve değerini kendi içinde taşıyan estetik bir
fenomen olarak görür. Tam da bu nedenle, Nietzsche’nin politik önerisinde,
politik eylemin sahipleri olan en yüksek tipler değerlerini, ne ahlâkî iyilik
ne de topluma faydalarından alırlar; onları değerli (erdemli) kılan şey,
eylemlerinin büyüklüğü, topluma şekil verme gücü ve ortaya koymuş oldukları
ürünün yüceliğidir.
Nietzsche’nin politik önerisi
Aydınlanma düşüncesi, Aydınlanma düşüncesine bir tepki olarak ortaya çıkan
romantizm ve Aydınlanmanın akıl ve ilerleme nosyonlarını, ortaya koymuş
oldukları tarih metafiziği dolayımıyla güvence altına almaya çalışan Hegelci ve
Marksçı tarihselcilik ile de mesafelidir. Nietzsche Aydınlanma düşüncesinden
doğan ve Batı nihilizmine sebebiyet veren entelektüel şuurun savunucusu olmak
bakımından modern politik düşünürlerle ortak bir yöne sahipken, Aydınlanma
rasyonalizmi ve optimizmini reddederek, onlardan farklı bir yerde durur. Zira
Nietzsche’de Tanrı’nın Ölümü modern demokrasi düşüncesinin temelini
oluşturan seküler hümanizmin reddini de içerir. Aynı şekilde Nietzsche,
Aydınlanma ruhuna karşı, insanî yaratıcılığın kurtarıcı gücüne, bireyin
eşsizliğine, diyonizyan olana ve bir nihai iyi olarak kültürün üstünlüğüne
yönelik vurgusuyla romantizmi kucaklasa da , geleceği, kutsanan bir
geçmişte; unutulmuş fakat hatırlanması gereken, özlem duyulan bir Altın Çağ’
da aramadığı için, romantik düşünceyle de mesafeli bir politik öneri sunar.
Nihayetinde Nietzsche, Hegel ve Marx’ın Aydınlanmanın soyut akıl ve tarihdışı
soyut hakikat nosyonlarına yönelik eleştirilerini paylaşsa da, onların
diyalektik mantığa tabi olarak ilerleyen ve ideal politik toplumla
neticelenmesi mukadder teleolojik ve optimnist tarih yorumlarını da reddeder.
Hegel ve Marx’ın insan ve insanlık için en iyiyi gördükleri yerde, Nietzsche
insanın küçülüşünü; decadenceı görür. Hegel ve Marx’ın tarih tarafından
determine dilmiş gelecek vizyonlarına karşıt bir biçimde Nietzsche, geleceğin
açıklığının altını çizer . Bu nedenle de, Nietzsche için doğru
politik düzene tarihsel bir zorunluluğun sonucu olarak değil, ancak insanlığın
içinde bulunduğu halin (nihilizm) üstesinden gelmeye yönelik bir
iradenin ortaya konulması durumunda ulaşılabilecektir.
Genel olarak ele alındığında,
Nietzsche’nin politik önerisi, nihilizmin açık hale geldiği ve nihilizm
sorununun yaşamın her alanında deneyimlendiği bir çağda, insanın kurtuluşunu ve
zenginleşmesini mümkün kılacak koşulları oluşturmaya yönelik bir çabaya
karşılık gelir . Anlamsızlığın politik ve sosyal yaşamda yeni bir
temel haline geldiği bir dönemde, Nietzsche’nin çözüm önerisi, yeni değer ve
yorumlar yaratmak suretiyle, kaosu organize edebilecek ve böylece insan ve
toplumun kurtuluşunu temsil edecek olan büyük insanî varlıklar, yani nadir
tiplerdir. Detwiler’in de belirttiği gibi, Nietzsche politik önerisinde nihai
sonuçların zevale uğradığı nihilizm çağında, en yüksek insanî varlığı bir amaç
olarak sunmuştur .
Buna karşın, Nietzsche’nin
metafizik düşünceye yönelik eleştirilerine rağmen, son tahlilde, bu düşünce
geleneği içerisinde kalmasından kaynaklanan ve Nietzsche’nin etiğinde Dionysosçu
olan ile Apolloncu olan arasındaki gerilimin, Apolloncu olan
lehine çözülmesinin bir sonucu olarak kendini gösteren sübjektivizm, onun
politik önerisi için de geçerli bir sorundur. Nietzsche’nin politik
düşüncesinde tarihin onaylanması, onun düşüncelerinin, Dionysosçu yönüne
karşılık gelir. Fakat Nietzsche, sunmuş olduğu politik toplum önerisiyle, tarihsel
sürecin kontrol altına alınabileceğine ilişkin modern kanaati paylaşarak tarihe yönelik onaylayıcı tutumundan
uzaklaşmış olur . Nietzsche’nin politik düşüncesinde devlet ya da
politik toplum, Dionysosçu olanın sonsuzluğunu ele geçirme,
dağıtıcılığını kontrol altına alma ve Dionysosçu kaosa biçim vermenin
bir ürünü olarak, Apolloncu bireyin politik formuna tekabül eder.
Böylece Nietzsche, tıpkı etiğinde bireyin varlığını, oluşu, kendi değerlerini
empoze ederek kontrol altına almaya çalışan istem üzerinde temellendirdiği
gibi; politik düşüncesinde de, politik toplumun varlığını, yasa koyucu sanatçı
filozofun, zamanı kontrol etme çabası üzerinde temellendirir. Nihilizm sorunu
ile mücadelede Nietzsche’nin politik önerisini sorunlu kılan şey işte bu sübjektivist
temeldir.
Sübjektivizm sorunu,
Nietzsche’nin politik önerisinde birbirleriyle mücadele halinde olan iki
unsurdan birini oluşturan topluluk nosyonunun ihmali olarak kendini gösterir.
Apell’e referansla bu unsurları, Stoacı otarşi ve Aristocu ortaklık
(topluluk nosyonu) olarak adlandırabiliriz . Stoacı otarşi,
yalnızlığa, bireyin kendine yönelik ilgisine ve kendi bütünlüğünü sağlama
çabasına işaret ederken; Aristocu topluluk nosyonu ise, sağlıklı bir politik
topluluk için gerekli olan sağlıklı politik kültürü mümkün kılan ortaklığa
işaret eder. Nietzsche politik önerisinde her iki eğilime de yer vermekle
birlikte, bu öneride bireyleşme nosyonuna kıyasla, ortaklık nosyonunun zayıf
kaldığını söyleyebiliriz. Bunun nedeni, yukarıda belirttiğimiz sübjektivist
temeldir. Nietzsche her ne kadar sağlıklı bir politik topluluk için kültürün
önemini veri olarak kabul etse de, söz konusu kültürü mümkün kılabilecek
birlikteliğin nasıl sağlanabileceğine ilişkin fazla bir şey söylemez.
Nietzsche’nin güçlü insanlar arasında kurulacağını düşündüğü agonistik
dostluk, sınırlı kapsamı nedeniyle, insanları bütünleştireceğini düşündüğü
değerler ise, öznel bir temele, yasa koyucu sanatçı filozofa dayandığı için, bu
birliktelik için yeterli güvenceler değildir. Heideggerci perspektifle
değerlendirildiğinde, söz konusu birlikteliği imkânsız kılan şey, en ileri
boyutuna Nietzsche’nin sübjektivizminde ulaşan metafiziğin bürünmüş olduğu
nihai biçim olan teknolojidir. Teknoloji insanın varlıkla olan bağlantısını
kopararak, nitelikçe birbirlerinden ayrılabilecek her türlü kültürün sonunu
hazırlamıştır. Bize göre, Nietzsche’nin, nihilizmin üstesinden gelmeye yönelik
giriminin, özgül olarak da, politik önerisinin başarısını sınırlandıran husus,
düşüncelerinin mahiyeti gereği, teknoloji sorununu gözden kaçırmış olmasıdır.
Nietzsche’nin politik düşünce
açısından önemi, yalnızca onun modern politika eleştirisi ve sunmuş olduğu
politik öneride ifadesini bulan politik düşünceleriyle sınırlı tutulamaz. Bir
bütün olarak Nietzsche’nin felsefesi, çağdaş politik felsefe, özellikle de
demokrasi düşüncesiyle ilgili tartışmalarda, Nietzsche’nin politikayla ilgili
söylemiş olduklarının ötesinde de birtakım açılımlara sahiptir.
III-
NIETZSCHECİ
PERSPEKTİFİN ÇAĞDAŞ DEMOKRASİ DÜŞÜNCESİ BAKIMINDAN ÖNEMİ
Nietzscheci perspektifin çağdaş
demokrasi düşüncesine katkısını konu alan bir tartışmanın, daha başlangıçta iki
önemli sorunla yüzleşmek zorunda olduğu ortadadır.
İlk sorun; Nietzsche’nin
çalışmalarının politik düşünce bakımından değerine ilişkin tartışmalarda kendini
gösteren bir yöntem sorunudur. Konu ile ilgi literatür incelendiğinde,
Nietzsche’nin bir politik düşünür olmadığı yönünde yaygın bir kanaatin
varolduğu kolaylıkla görülebilir. Nietzsche’nin, düşüncelerinde politikayı odak
noktası olarak almaması, açık bir şekilde politik olan konulara çok az
değinmesi ve sistematik bir politik teori sunmamış olması, bu kanaati
destekleyici argümanlar olarak kullanılmıştır.
Söz konusu kanaatin aksine,
Nietzsche’nin Hobbes ya da Rousseau gibi tipik bir politika filozofu olmadığını
kabul etmekle birlikte, onun, gerek modern politik ideolojiler ve ideallere
yönelik eleştirilerinde ifadesini bulan politik düşüncelerinin, gerekse açık
şekilde politik olmamakla birlikte politik sonuçlar çıkarsanabilecek
nitelikteki felsefesinin, genelde modern politik düşünceye, özelde ise
demokrasi düşüncesine ait sorunların anlaşılıp üstesinden gelinmesinde önemli
açılımlar sağlayabileceğini söyleyebiliriz.
İkinci sorun, Nietzsche’nin
politikaya ve demokrasiye ilişkin değerlendirmelerinden kaynaklanır. Nietzsche
çalışmalarında hem politikaya hem de demokrasiye negatif anlamlar yüklemiş ve
ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Yazıları göz önüne alındığında Nietzsche’nin,
demokrat bir kişi olmadığı rahatlıkla söylenilebilir. Aynı şekilde Nietzsche, hiçbir
şekilde demokratik bir politika anlayışının savunucusu olarak da görülemez. Tam
tersine, politik konulara ilişkin görüşlerinden çıkarsanabilecek olan şey,
onun, kendisini bazı yönleriyle aristokratik, bazı yönleriyle de radikal olarak
niteleyebileceğimiz bir politika anlayışına daha yakın gördüğüdür. Tabi ki bu
durum, Nietzsche’nin düşüncelerini demokratik bir politika anlayışıyla
ilişkilendirmeyi güçleştirir, fakat bize göre, birkaç nedenden dolayı imkânsız
kılmaz.
Öncelikle, Nietzsche’nin
anti-demokratik bir politik düşünceyi benimsemiş olduğu kabul edilse bile, bu
durum onun demokrasiye yönelik eleştirilerinin, demokrasi teorisi açısından
işlevsel olamayacağı anlamına gelmez. Apell’in de işaret ettiği üzere,
Nietzsche’nin çağdaş demokrasi teorisi için işlevsel önemi, paradoksal bir
şekilde onun katı anti-eşitlikçiliğinden çıkarsanabilir. Zira Nietzsche’nin
mertebe, soyluluk, hakimiyet hakkındaki düşüncelerine yönelik bir dikkat,
eşitlik vurgusuyla önplana çıkanları, duyarlılıklarını daha sağlam argümanlarla
izah etmeye ve savunmaya zorlayabilir . Nietzsche’nin, özellikle
kendi dönemindeki demokrasi hareketlerini tahrik eden hususlara yönelik
tespitleri, çoğunluğun ya da kitlenin tahakküm edici ve niteliksizleştirici
vasıflarını demokratik sistemlerin ciddi hastalıkları olarak gören demokrasi
teorisyenleri için son derece aydınlatıcı olabilir. Bu noktada demokrasiye
yönelik Nietzscheci itirazların, ciddi bir demokrasi savunusunun dikkate alıp
cevap vermesini gerektirecek kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz.
İkinci olarak Nietzsche’nin
eleştirileri, demokrasi ve politikanın belirli bir tarihsel dönemdeki
görünümleri için söz konusu olduğundan, bu eleştirilerin konusunu tüm demokrasi
ve politika deneyimlerini kapsayacak ölçüde genişletme zorunluluğu yoktur.
Nietzsche yaşadığı dönemin iki bin yıllık Batı kültür ve düşünce hayatının
çürüme (decadence) evresine tekabül ettiği kanaatindedir. Ona göre,
yaşamın bütün alanlarında olduğu gibi politikada da söz konusu çürümenin
belirtilerini görmek mümkündür. Bu anlamda Nietzsche’nin, bayağı olarak
nitelendirdiği ve uzak durulmasını salık verdiği şey, politikanın kendisi değil
decadenceın politik anlayışıdır. Aynı şekilde Nietzsche, köle ahlâkı ve
sürü psikolojisinin hâkimiyetinin mantıksal bir sonucu olarak gördüğü kendi
dönemindeki demokrasi düşüncesinin de, söz konusu çürümeye bağlı olarak kendini
gösteren ‘pasif nihilizm’in siyasal düzlemdeki bir görünümü olduğu
kanaatindedir.
Son olarak, Nietzsche’nin
politik felsefesiyle onun felsefesinden çıkarsanabilecek olan politik sonuçları
birbirinden ayırmaya yönelik bir strateji de, Nietzsche’nin düşünceleriyle
demokrasi teorisi arasında bir köprü kurma fırsatını sunabilir. Üstelik metni,
yazarının niyetlerine tamamiyle bağlı kalmaksızın okumaya yönelik böyle bir
strateji, gerçek takipçilerinin kendisini yadsımayı göze alabilenler olduğunu
ifade eden Nietzsche’nin düşüncelerinin ruhuna da uygundur .
Warren’ın, Nietzsche and Political Thought isimli çalışması bu
stratejinin bir örneği olarak görülebilir. Nietzsche’nin politik düşünceleriyle
“Güç Felsefesi”’nin politik sonuçları arasındaki açıklıktan hareketle Warren,
Nietzsche söz konusu olduğunda, bir düşünürün politik yargılarının o düşünürün
felsefesini yansıttığına ilişkin metodolojik yargının terk edilmesi gerektiğini
iddia eder. Warren’a göre, Nietzsche pre-modern politik yargıları nedeniyle,
aslında postmodern bir niteliğe sahip felsefesinin postmodern politik felsefî
sonuçlarını görememiştir . Kuşkusuz, Nietzsche’nin felsefesiyle
politik görüşleri arasında bir ayrım gözetmek ve ağırlığı ilkine vermek,
çalışmamız bakımından da önemlidir. Fakat Warren’dan farklı olarak biz,
Nietzsche’nin politik görüşlerine ilişkin yargısal bir değerlendirmeyi çalışma
konumuzun dışında görüyoruz. Öte yandan Nietzsche’nin politikaya ilişkin
söylediklerinin ve özellikle modern politik düşünceye yönelik eleştirilerinin
de oldukça önemli olduğu kanaatindeyiz.
Nietzsche’nin sıklıkla öne
çıkarılan “apolitik” ve “anti-demokrat” kimliğinin, yukarıda ifade etmeye
çalıştığımız nedenlerden dolayı, onun düşünceleriyle demokrasi düşüncesi
arasında bir ilişki kurulmasına engel oluşturmayacağını düşündüğümüze göre,
artık bu ilişkinin nasıl kurulacağı hususuna geçebiliriz.
Günümüzde demokrasi
tartışmalarının, ağırlıklı olarak “liberal demokrasilerin krizi” ve bu krize
bağlı olarak kendini gösteren “yeni demokrasi arayışları” temaları etrafında
yürüdüğünü göz önünde bulundurarak, Nietzsche’nin söz konusu tartışmalara
katkısını, iki alt başlık altında ele almaya çalışacağız. İlk olarak, günümüzün
liberal demokrasilerinin çeşitli sorunlarına ışık tuttuğunu düşündüğümüz için,
Nietzsche’nin liberalizm eleştirisine değineceğiz. Nietzsche’nin Batı düşünce
geleneği ve bu düşünce geleneğinin nihai evresi olan modernizmle ilişkisi
bağlamında yürüttüğü liberalizm eleştirisini de özne kavramı eleştirisi, hak
kavramı eleştirisi, özgürlük kavramı eleştirisi ve düalizm eleştirisi
olmak üzere dört başlık altında sunmaya çalışacağız. Bu kısımda Nietzsche’nin
düşüncelerinin eleştirel fonksiyonundan, başka bir ifadeyle, Nietzscheci
perspektifin “yıkma stratejisi”nden faydalanacağız. Nietzsche’nin liberal
politik düşüncenin temel kavramlarına yönelik yıkıcı eleştirileri ve
liberalizmin felsefî arkaplanını oluşturan temel varsayımları sorgulayıcı
felsefesi, söz konusu stratejinin aynı derecede önemli iki unsuru olarak
görülebilir. Nietzscheci perspektifin demokrasi düşüncesi bakımından yapıcı
fonksiyonu ise, ikinci kısmın konusunu oluşturacaktır. Nietzsche’nin politik
konular ve kavramlar hakkındaki düşüncelerinden ziyade, onun düşüncelerinin
politik açılımlarına yönelik bir refleksiyonun daha önemli olduğu ikinci
kısımda, Nietzscheci perspektifin yeni demokrasi arayışlarına katkısını;
ontoloji düzeyinde güç felsefesi, epistemoloji düzeyinde perspektival
hakikat fikri ve etik düzeyde ise plüralist etik temaları bağlamında
izah etmeye çalışacağız.
A-
Liberal Demokrasinin Nietzscheci Eleştirisi
Nietzscheci bir perspektifle
değerlendirildiğinde, liberal demokrasinin eleştiri konusu yapılabilecek
hastalıklarının kökeninde, nihilizmle yazgılı Avrupa kültürü ve düşünce
geleneği bulunmaktadır. Liberal demokrasi de, diğer bütün modern politik
düşünceler gibi, Platon ile başlayan, Hıristiyanlık ile belirginleşen ve Batı
kültürüne nüfuz eden, hayatı ve oluşu yadsıdığı için nihilistik bir mahiyete
sahip olan bir düşünce geleneğinin zeval bulduğu, yazgısı olan nihilizmin açığa
çıktığı bir döneme (modern dönem) aittir ve bu dönemin, yani decadenceın
bütün belirtilerini bünyesinde taşımaktadır. Nietzsche’nin modern nihilizm
deneyiminin nedeni olarak gördüğü sözkonusu gelenek “metafizik düşünce
geleneği”dir.
Daha önce de belirtildiği
üzere, Heideggerci bir perspektifle ele alındığında metafizik, Varlık’ın
varolana indirgenmesi anlamına gelir. Bu indirgeme ile bir anlamda Varlık,
açıklayıcı bir prensipte idrak edilebilir ve tüketilebilir hale getirilir.
Varlık ve ondan ayrı olarak tasavvur edilen öznenin , iki ayrı varlık alanı olarak
düşünülmesiyle
birlikte sübjektivizm, özcülük
ve düalizm metafizik düşüncenin temel özellikleri olarak karşımıza çıkar. Sübjektivizm
hakikati anlamada referans noktası olarak özneye yapılan vurguya, özcülük
Varlık’ın veya varlıkların, olumsallık ve ilişkiselliğin dışında birer kendilik
olarak düşünülmesine, düalizm ise fenomenal olan ile fenomenal olanın ötesinde
varolduğu düşünülen hakikat arasındaki ayrıma/karşıtlığa işaret eder.
Birbirleriyle ilişkili bu üç temel özelliği, Nietzscheci bir tartışma
bakımından sorunlu kılan husus, onların dünya/pratik ile bağlantımızı koparan
nihilistik bir dünya yorumuna ve yaşam tarzına hizmet ediyor olmalarıdır.
Nietzscheci perspektifte liberal demokrasi, metafizik düşüncenin politik
düşüncedeki bir formu olarak görüldüğü ölçüde, aynı sorun liberal demokrasi ve
onun temel nosyonları için de söz konusudur.
Özne özünde, metafizik
düşüncenin bir kavramı (sübjektivizm) olmakla birlikte, onun belirgin hale
gelmesi ve felsefî düşüncede öne çıkması metafizik düşüncenin son evresinde,
modern felsefede, Descartes’ın düşünceleriyle birlikte olmuştur. Öyle ki,
soyut, evrensel ve tarihdışı nitelikleri haiz özne, artık hakikatin yegâne
kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır.
Öznenin tarihdışılık vasfı,
onun her türlü değişimin, yani zamansallığın dışında olması anlamına gelir.
Böyle bir özne tasavvuru, kuşkusuz metafizik düşüncenin özcü karakteriyle
yakından ilişkilidir. Zira özne özünde, kendine ve dünyaya yönelik bir bilince
işaret eden, bütün insanlar için ortak olan nitelikleri bünyesinde barındıran
bir kendilik olarak düşünülür. Eğer özne bütün insanlar için ortak olana, evrensel
olana göndermede bulunuyorsa, bu durumda insanları birbirinden farklılaştıran,
onların tarihselliklerinden kaynaklanan bütün farklılıklar da yadsınacak
demektir. Modern özne kavramını Nietzscheci eleştirinin konusu haline getiren
temel husus tam da bu noktada açığa çıkmaktadır. Çünkü, gerçek benlik
(özne)-ampirik benlik düalizmi bağlamında evrensel olanın, yani gerçek benliğin
öne çıkartılması, ancak olumsal olanın, yani yaşamın göz ardı edilmesi pahasına
olacaktır.
Taşıdığı sorunlarla birlikte
özne nosyonu, liberal demokraside “birey” ve “vatandaş” kategorileri
dolayımıyla karşılığını bulmuştur. Nietzscheci bir perspektifle ele
alındığında, özne sorunu bağlamında, liberal demokrasiye şu eleştiriler
yöneltilebilir:
1-
Tıpkı özne nosyonu gibi, liberal demokrasinin
birey nosyonu da kurgusal bir gerçekliğe sahiptir. Liberal demokraside birey
maddî, sosyal ve kültürel koşulların dışında düşünüldüğü için metafizikseldir.
Hobbes ile başlatılabilecek olan liberal gelenek içinde bütün liberal
düşünürler açısından birey, sürekli olarak bir doğal eğilimler, ön referanslar
ve haklar seti olarak anlaşılmıştır . Böyle bir birey anlayışının
arkasında yatan en önemli faktör ise, bilince atfedilen hiyerarşik üstünlüktür.
Nietzsche bu noktada, bilincimizin kimliğimizi tanımlayacağı, içgüdülerimizi
kontrol etme kapasitesine sahip yüksek doğamızı temsil edeceği düşüncesini
şiddetle eleştirir. Nietzsche’ye göre, benliğimizi oluşturan diğer faktörler
(içgüdüler, arzular vb.) dikkate alındığında, bilinç hiç de öyle merkezî bir öneme
sahip değildir. Hatta bilinç insan organizmasında daha geç bir dönemde ortaya
çıkmıştır . İçerisinde farklı unsurların birbirleriyle rekabet
halinde oldukları çoğulcu ve dinamik bir benlik anlayışını benimseyen
Nietzscheci perspektif göz önünde bulundurulduğunda liberal demokrasi
düşüncesinin, bireylerin biricikliğini, bireyler arasındaki farklılıkları
gözden kaçırmasının arkasında, onun sabit, sürekli ve tamamlanmış benlik
anlayışının bulunduğunu söyleyebiliriz.
2-
Modern düşüncede öznenin ontolojik bakımdan
öncelikli statüsüne paralel bir şekilde liberal demokraside de birey öncelikli
bir konuma sahiptir. Öyle ki, liberal politik teoride bütün toplumsal ve
politik yaşam birey temelinde, birey için düşünülmüştür. Toplum sözleşmesi
teorileri böyle bir anlayışın göstergeleri olarak görülebilir. Örneğin, hem
Hobbes hem de Locke’da devlet ve toplumsal düzen farklı biçimlerde olsa da
bireye referansla izah edilmiştir. Sözleşme teorilerinde bireyler, rasyonel
özneler olarak tasavvur edildikleri için, toplum ve devletin varlığı bu
öznelerin mutabakatının, onlar arasındaki mukavelenin bir sonucu olarak
görülmüştür. Bu açıdan bakıldığında liberal demokrasinin birey anlayışı gibi,
bireye bağlı olarak düşünüldükleri için devlet ve toplum anlayışlarının da,
soyut ve kurgusal olduğu ortadadır.
3-
Özne nosyonunun dışlayıcı ve aynılaştırıcı
mahiyeti, liberal demokrasinin politik öznesi olan “vatandaş-birey” nosyonu
için de söz konusudur . Liberal demokraside vatandaşlık etnik,
dinsel, cinsel vb. kimlik farklılıklarını absorbe eden, düzleştirici bir
kategori işlevi görür. Vatandaş, tıpkı özne gibi, gerçek bir varlığı
bulunmayan, aralarındaki farklılıklara rağmen bir toplumdaki insanların ortak
politik özü olma iddiasındaki formel, kurgusal bir kategoridir. Nietzsche’nin
“güç felsefesi” bağlamında düşünüldüğünde, özne kavramının nesnellik ve
evresellik kisveleriyle sunulmasına karşın, gerçekte belirli güçlerin, reaktif
güçlerin ya da sürünün çıkarlarına hizmet etmesine benzer bir şekilde, vatandaş
kategorisi de bir toplumda hâkim kimliğin çıkarlarına uygun bir fonksiyona
sahiptir.
Modern düşüncede hak, öznenin
bir niteliği, onun asli bir unsuru olarak düşünüldüğü için, liberal hak
kavramının, temelde modern özne kavramının bir sonucu olduğu söylenebilir. Tıpkı
özne gibi, hak da metafizik düşüncenin özcü karakterini taşır. Hak da özne
gibi, tarihsel, toplumsal ve bağlamsal faktörlerin dışında bir kendilik olarak
tasavvur edilir. Bu yönüyle hak liberal demokraside insanın insan olduğu için,
doğal olarak herhangi bir eylem veya ilişkiye bağlı olmaksızın sahip olduğu bir
mülk olarak kabul edilir.
Liberal hak kavramı, liberal
eşitlik (politik eşitlik) düşüncesinin de temelini oluşturur. Hatta liberalizm
söz konusu olduğunda, hak ve eşitlik nosyonlarının bir ve aynı şey olduğu bile
söylenebilir. Bu nedenle liberal hak nosyonuna yönelik Nietzscheci bir
eleştiri, Nietzsche’nin bir bütün olarak modern politikanın demokratik ruhuna
karşı tavrı dikkate alındığında, aynı zamanda bir eşitlik eleştirisidir.
Metafizik düşünce ile modern
düşünce arasındaki süreklilik ilişkisi bağlamında düşünüldüğünde, eşitlik
düşüncesinin ya da eşit haklar kavramının üç kaynağa dayandığını söylemek
mümkündür: İlki, Tanrı karşısında ruhların eşitliği fikri; ikincisi, bilimsel
rasyonalizmin evrenseli anlama konusunda bütün insanlarda varolduğunu
varsaydığı ortak kapasite ya da bilimsel özne nosyonu; üçüncüsü ise, modern
düşüncenin birleşik, taşıyıcı, kapalı, metafiziksel benlik modeli. Bu üç kaynak
birlikte
fiziksel, kültürel ve performatif farklılıkların olumsal alanını aşan evrensel
bir insan tasavvurunu belirgin hale getirerek, eşitlik düşüncesi ve eşit haklar
kavramı için bir zemin oluşturmuştur . İnsan idesi ve liberal
eşitlik ideali arasındaki sözkonusu ilişki, Stirner tarafından da dile getirilmiştir.
Stirner’e göre, liberalizmin insanların eşitliği ilkesinin arkasında, insanın
bizatihi somut, tikel bir varlık olarak değil, tür olarak düşünülmesi
bulunmaktadır. Striner Hıristiyanlık ile liberalizm arasındaki süreklilik
ilişkisinin altını çizerek, bir liberalin bir Hıristiyan ile aynı döngü
içerisinde düşündüğüne işaret eder. Buna göre, bir insanın değeri, onun somut,
tikel, olumsal, biricik ve gerçek egosundan değil, tıpkı Hıristiyan ruhunun bir
kişide ikamet etmesinin, o kişiyi Hıristiyan yapması gibi, o insanda ikamet
eden insanlığın özünden kaynaklanır. Sözkonusu öz, bütün insanların ötesinde,
onlara eşit uzaklıkta, olması gereken, ideal ve tümel bir kategori olarak
düşünüldüğü için, gerçekte bütün insanlar eşit kabul edilir .
Stirner’in, liberalizmin eşit haklar kavramına karşı çıkışının temel nedeni,
onun, sahte bütünlük fikrine müracaat ederek egonun, biricikliğini ve
gerçekliğini yadsımasıdır. Stirner’in ifadesiyle, “benim hakkım olarak
adlandırdığım şey, artık hiçbir şekilde hak değildir. (Çünkü hak yalnızca bir
‘ruh’ [doğa, insanlık, Tanrı vb.] tarafından bağışlanır.) O yalnızca benim
gücümle sahip olduğum bir şeydir. Hak benim üzerimde mutlak bir şeydir ve
yüksek bir şeyde varolur. Güç ise, yalnızca bende varolur.”
Kuşkusuz, liberal hak
nosyonunun, hakkı bireyin performansından, gücünden, ilişkiselliğinden ve
eylemlerinden ayırıcı işlevi, yani nihilistik mahiyeti, Nietzsche’nin
eleştirilerinin de temel konusunu oluşturur. Nietzsche eşitliği, eşit haklar
kuramında ifadesini bulan belirli bir olgusal benzerlik olarak tanımlar ve
eşitliğin temelde bir çöküş olduğuna işaret eder. Çünkü Nietzsche’ye göre
eşitlik, onun, her güçlü çağın karakteristiği olarak gördüğü mesafe
pathosunun ortadan kalkması anlamına gelmektedir . Nietzscheci
perspektifte eşitlik, hayatın çok yüzlülüğünün, farklılıklarının yadsınmasına,
gerçek anlamda bireyleşmenin törpülenmesine hizmet eden içi boş bir idealdir
. Nietzsche, bu fonksiyonu göz önüne alındığında, eşitlik idealinin,
nihai zaferine eşit haklar doktrini ile birlikte, modern dönemde ulaştığı
kanaatindedir. Nietzsche için bu, tam da sürü ahlâkının güvenli,
tehlikesiz, konforlu bir yaşam tarzının ve yaşamın düşüşünü sembolize eden bir
insan tipinin, uğrunda mücadele verebileceği hiçbir değeri bulunmayan, yalnızca
mutluluk ve rahatının derdinde olan son insanın bir zaferidir. Bu noktada,
insanların eşit haklara sahip olduklarına ve birbirlerinin haklarına saygı
göstermeleri gerektiğine inanan liberal bireyin, Nietzsche’nin ‘üst insan’a
giden yolda son engel olarak gördüğü ‘son insan’a tekabül ettiğini
söyleyebiliriz.
Eşit haklar nosyonuna yönelik
Nietzscheci bir eleştiri, Warren’a göre, hiçbir şekilde Nietzscheci
perspektifin hak fikrini reddettiği anlamına gelmez. Nietzsche’ye göre,
diğerlerinin hakları, birinin güç hissinden diğerlerinin güç hissine sunulmuş
imtiyazlardır. Kişinin birtakım hakları ihsan edip, yükümlülükleri de kabul
etmesi, diğerlerinin nezdinde kendini bir birey olarak görmeyi istemesinden
kaynaklanır. Warren’ın da işaret ettiği üzere, Nietzsche, bireyler arasında
refleksif olarak gelişebilecek bir tarzda, politik gücün kültürel yerini
tanımlar. Bu anlamda bireysel haklar, liberal demokraside olduğu gibi
metafiziksel teoriler ve devlet kurumları ile değil, sağlıklı bir politik
kültür ile desteklenir .
3-
Özgürlük
Nosyonu Eleştirisi
Liberal demokraside özgürlük,
politik olarak; bireysel hakların korunması ve bireysel çıkarların takip
edilmesinin devletçe güvence altına alınması anlamıyla düşünülür. Politik
özgürlüğün felsefî olarak gerekçelendirilmesinde veya haklılaştırımında ise,
modern insan doğası tasarımına (özne nosyonuna) müracaat edilir. Buna göre
bütün insanlar ortak bir şeyi; bireysel öznelerin kendisinde temellendiği,
kendi üzerine düşünebilen bir bilinci paylaşırlar. Her birey, üzerinde düşünüldüğünde
keşfedilebilen ve amaca/akla uygun eylem ile gerçekleştirilebilen,
tanımlanabilir bir doğaya ve ihtiyaçlar düzenine sahiptir. Bu noktadan
hareketle liberaller, benlikteki herhangi bir çatışmanın akla müracaat edilerek
giderilebileceğini ve eğer dışarıdan bir zorlama yoksa insanın mutlu
olabileceğini iddia etmişler ve politik özgürlüğü, yani dışsal bir baskının
olmaması durumunu insan mutluluğunun temel koşulu olarak gömüşlerdir .
Liberal demokrasinin söz konusu özgürlük kavramlaştırmasının Berlin’in, “bir
insanın diğerleri tarafından engellenmeden eylemde bulunabileceği alan” olarak tanımladığı negatif özgürlük anlayışına
tekabül ettiği açıktır.
Tanımından da anlaşılabileceği
gibi negatif özgürlük anlayışı, özgürlük ile güç arasında bir karşıtlık
ilişkisinin bulunduğunu varsayar. Güçten arındırılmış bir hareket alanının
mevcudiyetini veri olarak kabul eden liberaller için güç, negatif bir anlam
içeriğine sahiptir ve kişi, dışındaki gücün sınırlandırılması ölçüsünde
özgürdür . Akıl ile özgürlük arasında pozitif bir ilişkinin
bulunduğunu kabul eden liberallere göre, güç, irrasyonel olana işaret eder. Bu
nedenle liberaller Nietzsche’nin felsefesini akıl, özgürlük ve insaniliğin
içsel bağlantısını reddettiği gerekçesiyle, felsefî irrasyonalizmin bir biçimi
olarak görmüşlerdir . Kuşkusuz güce yönelik bir liberal eleştiri,
özgürlük- güç dikotomisi kabul edildiğinde anlamlı olabilir. Oysa Nietzscheci
perspektif söz konusu olduğunda, liberal demokrasinin özgürlük nosyonunu
eleştiri konusu haline getiren şey, tam da bu dikotomidir. Zira Nietzscheci
perspektifte özgürlükle güç arasında bir karşıtlık değil, her ikisinin
birbirini beslediği simbiyotik bir ilişki söz konusudur.
Nietzsche için doğru özgürlük, Güç
İstemi’ni aşındıran ve insanı sürü hayvanına indirgeyen liberal özgürlük
anlayışı değil, kişinin kendini amaçlarına adayabilmesi, kendi sorumluluğunu
kendi elinde tutabilmesidir . Özgürlük istemin, baskı altında
mücadele, tehlikeli bir yaşam, kişinin kendisi ve kendi dışındaki koşullar ile
yürüttüğü savaş ile şekillenen pozitif gücüdür. Bu nedenle doğru özgürlük,
Nietzsche’ye göre, liberallerin iddia ettiği gibi, kişilerin üzerinde herhangi
bir dışsal baskının olmaması ile değil, tam tersine üstesinden gelinmesi
gereken direnç ile ölçülür .
Negatif özgürlük anlayışı,
Nietzsche açısından, yalnızca güç ilişkilerinden uzak kurgusal bir eylem
alanını varsaydığı için değil, aynı zamanda özgürlüğün teminatı olarak akla
atfettiği önem nedeniyle de sorunludur. Zira akıl, standardize edici ve
normalleştirici işleyişi nedeniyle Nietzscheci anlamda, bireyin, kişinin
kendini yaratmasının, bireyin biricikliğinin karşısında bir engel olarak durur
. Fakat bu, Nietzsche’nin, yaratıcı tipin özgürlüğünü, mevcut yapılardan
ve zorlamalardan azade olmak şeklinde düşündüğü anlamına gelmez. Tersine
Nietzsche, özgür insanın her bakımdan içinde yaşadığı koşullara değil, kendine
tabi olmak isteyeceğini, sürekli olarak yerleşik düzenle mücadele içerisinde
olması gerektiğini düşünür .
Son olarak Nietzsche’nin,
özgürlüğü; kişinin kendini yaratması, kendinin üstesinden gelmesi, gücü kendi
üzerinde işletmesi anlamlarıyla düşündüğü dikkate alındığında, negatif özgürlük
anlayışının, bireyin dışındaki faktörler üzerinde odaklanırken, bireysel
eylemin kararlaştırılmasında ve gerçekleştirilmesinde içsel faktörleri
yeterince dikkate almamış olması da, Nietzscheci bir perspektif bakımından
sorunludur. Aslında negatif özgürlük anlayışının, bireyin, içerisinde bulunduğu
koşullar hakkında sahip olduğu bilgi düzeyi, söz konusu bilgilerin doğruluğu, gerçekleştirmeyi
düşündüğü eylemleri mümkün kılacak şartların mevcut olup olmadığı,
gerçekleştirmesi muhtemel eylemlerin sonuçlarının kendisi için aynı değeri
taşıyıp taşımadığı gibi sorunlarda ifadesini bulan içsel faktörleri ihmal etmiş
olduğu yönündeki eleştiri, daha çok, özgürlüğün, kişinin kendini
gerçekleştirmesi olarak tanımlandığı pozitif özgürlük anlayışı bağlamında
yöneltilmiş bir eleştiridir . Fakat her ne kadar bu eleştiri,
Nietzscheci yaklaşımın da paylaştığı bir eleştiri olsa da, Nietzsche’nin pozitif
içerime sahip özgürlük anlayışı pozitif özgürlük anlayışından da farklıdır. En
iyi ifadesini Kant’ın ahlâkî özgürlük yaklaşımında bulan ve kişinin, fenomenal
olan ile doğrudan ilişkili arzu ve isteklerini bastırdığı ya da kontrol ettiği
zaman gerçekten özgür olacağını iddia eden pozitif özgürlük anlayışı, gerçek
benlik-ampirik benlik dikotomisi üzerine inşâ edilmiş bir metafiziğe bağlı
olduğu ve bu nedenle de gerçek benlik ya da otonom bireyde ifadesini bulan
aşkın, evrensel ve kurgusal bir özne kavramını temel aldığı ölçüde, tıpkı
negatif özgürlük anlayışı gibi, Nietzscheci perspektif bakımından sorunlu
olacaktır.
Nietzsche’nin, metafizik
düşüncenin düalist karakterine yönelik eleştirilerinden hareketle bir liberal
demokrasi eleştirisi, kuşkusuz onun, liberal demokrasinin özne, hak ve özgürlük
nosyonlarına yönelik eleştirileriyle kıyaslandığında daha dolaylı olacaktır.
Fakat liberal politik düşünce içindeki dikotomilerin, politika alanını
daraltıcı ve nihilistik bir politik yaşamı besleyici fonksiyonları dikkate
alındığında, bize göre bu eleştiri en az diğerleri kadar, belki de onlardan
daha önemlidir.
Daha önce de belirtildiği
üzere, düalist karakter, metafizik düşüncenin farklı biçimlerinde karşılığını
bulabileceğimiz varlık-oluş, ruh-beden, fail-fiil, sebep-sonuç, akıl-duygu,
özne-nesne, numen-fenomen gibi dikotomik ayrımlarda kendini gösterir. Bu
dikotomiler iki önemli ortak özelliğe sahiptir: İlki, dikotominin her bir
öğesine, onları diğerlerinden farklı kılacak özsel nitelikler atfedilmesidir
(özcülük). İkincisi ise, her dikotomide dikotominin öğeleri arasında hiyerarşik
bir ilişkinin bulunmasıdır.
Yukarıdaki belirlemeler
ışığında, genel olarak metafizik düşüncenin, özel olarak da liberal demokrasi
düşüncesinin düalist karakterinin iki nedenden dolayı Nietzscheci perspektif
bakımından eleştiri konusu olabileceğini söylemek mümkündür.
1- Bütün dikotomiler, her bir
öğeye özsel nitelikler atfedildiği için, yani her bir öğe birer kendilik olarak
tasavvur edildiği için yaşamın varoluşsal sürekliliğini kesintiye uğratır. Bu
anlamda bütün dikotomiler oluşun ve her şeyin ilişkisel olduğu gerçeğinin
yadsınması sonucunu doğurur. Liberal demokrasi bağlamında düşünüldüğünde,
devlet- sivil toplum, özel alan-kamusal alan, güç-özgürlük, birey-toplum gibi
dikotomilerde her öğe, mahiyeti yaşamdan bağımsız olarak belirlenmiş varlık
olarak kabul edildiği ölçüde, söz konusu öğeler arasındaki ilişkiler ve her
öğenin mahiyetinin değişebilirliği gözden kaçırılacaktır. Örneğin, birey,
topluma göre öncelikli, varlığı toplumdan bağımsız bir kategori olarak
düşünüldüğü ölçüde, bireyin mahiyetinin toplumsal ilişkilerce belirlendiği
gerçeği görülemeyecektir. Aynı şekilde, devletin toplumdan bağımsız, toplumdaki
bütün çıkarlara eşit uzaklıktaki nesnel bir varlık olarak kabul edilmesi,
devletin toplumsal ilişkilerin bir ürünü olduğu ve toplumdaki güç ilişkilerinin
devlette de yansımasını bulacağı hususunun göz ardı edilmesi sonucunu
doğuracaktır.
2- Bütün dikotomilerde,
dikotomiyi oluşturan öğeler arasında hiyerarşik bir ilişki söz konusudur. Bu
nedenle dikotomiler toplumdaki güç ilişkilerini meşrulaştırıcı bir işlev
görürler. Batı kültür ve düşünce tarihi dikkate alındığında, Nietzsche’ye göre,
oluş karşısında varlığın, madde karşısında ruhun, bu dünya karşısında öte
dünyanın yüceltilmesi belirli bir yaşam tarzını ve bu yaşam tarzının dünya
yorumunu destekleyici bir hizmet görmüş ve böylece belirli bir insan tipinin
(sürü insanının) hâkimiyetine aracılık etmiştir. Söz konusu dünya yorumu, yani
Platoncu-Hıristiyan dünya yorumu, farklı yaşam tarzlarını dışlayıcı mahiyeti
medeniyle nihilistiktir ve bu nedenle de Nietzscheci perspektif bakımından
sorunludur. Kuşkusuz aynı sorun, toplumsal güç ilişkilerini ve bu ilişkiler
çerçevesinde hâkim bir konum kazanmış olan yaşam tarzlarını meşrulaştırıcı
işlevlere sahip dikotomileri barındırdığı ölçüde, liberal demokrasinin de bir
sorunudur. Kamu-özel ayrımı bu işleve sahip dikotomilerin tipik örneği olarak
görülebilir. Liberal demokrasi düşüncesinde kamusal alan, kişilerin tüm farklı iyi
anlayışlarını ve bu iyi anlayışlarını içeren kimliklerini özel
alanda bırakarak nötr vatandaşlık kimliğiyle politik katılımlarını
gerçekleştirdikleri alan olarak düşünülür. Kamusal alan özel alandaki
farklılıkların bir arada yaşamasını mümkün kılan, herhangi bir iyi
anlayışından bağımsız nötr kurallar anlamında ortak olana işaret eder ve bu
kuralların işletilmesi anlamında politika da nötr bir faaliyet olarak telakki
edilir . Nietzscheci perspektifle değerlendirildiğinde, kamusal
alan-özel alan dikotomisinin, gerçekte belirli bir yaşam tarzının lehine olan
“kamusal kurallar”a nesnellik vasfı yükleyerek toplumsal yaşamdaki mevcut güç
ilişkilerini meşrulaştırdığı ve aslında farklı kimliklerin varlığının kurucu
unsuru olan politikayı, standardize edici vatandaşlık kimliğiyle
sınırlandırarak politika alanını, yani farklı kimliklerin varlık alanını
daralttığı için nihilistik bir politik yaşamı beslediği söylenebilir.
B-
Nihilistik Olmayan Bir Demokrasi
Bir bütün
olarak ele alındığında, Nietzsche’nin liberalizme yönelik eleştirilerinin odak
noktasını nihilizm sorununun oluşturduğunu söylemek mümkündür. Nihilizm; hem
oluşun, farklılığın ve yaşamın dinamik birliğinin yadsınmasına, yani nihilistik
mahiyete, hem de söz konusu nihilistik mahiyetin açığa çıkmasının bir sonucu
olarak mevcut
değerler sisteminin halihazırdaki yaşamı anlamlı kılabilme işlevini
yitirmesiyle baş gösteren krize işaret eden anlamlarıyla günümüz liberal
demokrasilerinin temel sorunudur. Bu durumda Nietzscheci perspektife uygun
düşen alternatif bir demokrasi anlayışının, bir yandan yaşamı, oluşu ve
farklılıkları onaylayıcı bir mahiyete sahip olması gerekirken, diğer yandan da
mevcut krizin üstesinden gelebilmeyi mümkün kılan yaşamı zenginleştirici yeni
değerler sunabilmesi gerekmektedir. Kuşkusuz bu gerekliliklerin yerine
getirilmesi, söz konusu demokrasi anlayışının metafiziksel olmayan bir
ontoloji, epistemoloji ve etikten beslenebilmesine bağlıdır. Bu noktada
Nietzsche’nin; güç felsefesi, perspektival hakikat anlayışı ve plüralist etiği ile,
nihilistik olmayan bir demokrasinin ihtiyaç duyduğu ontolojik, epistemolojik ve
etik referansları sağladığını söyleyebiliriz.
Metafizik düşüncenin aşkın,
zamandışı bir kendinde şey olarak tasavvur edilen varlık fikrine karşın,
Nietzsche olumsal, ilişkisel ve dinamik bir varlık anlayışına sahiptir. Güç
istemi ise Nietzsche’nin, böyle bir varlık anlayışını dile getirmek için
müracaat ettiği geçici bir hipotez olarak düşünülebilir . Daha önce
de işaret edildiği üzere, güç istemi, dünyadaki her şeyin karakterini
oluşturan, kendisi de etkilerin bir sonucu olan, nüfuz alanını sürekli
genişletmeye eğilimli bir etkinliktir.
İnsan ilişkileri bağlamında
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin güç kavramlaştırmasının iki anlam içeriğine sahip
olduğu söylenebilir: İlki; otonomi, fırsat ve benliğin dönüştürülmesi
anlamlarını içeren bir şey için güç. İkincisi ise; hâkimiyet ve diğerlerini
kontrol altında tutma anlamlarını içeren bir şey üzerinde güç. Nietzsche’nin
çalışmalarının politik anlamını anlamak bakımından bu ayrım oldukça önemlidir.
Örneğin Rorty, Nietzsche’nin bir politik düşünür olmadığını iddia ederken gücü
ilk anlamıyla, yani kişinin kendini yaratması anlamıyla ele almış ve özel
alan-kamusal alan dikotomisi temelinde güç ilişkilerinin dışında bir kamu
kültürünün varolabileceğini kabul ederek gücün ikinci anlamını ihmal etmiştir
. Buna karşın Conway’in de işaret ettiği gibi, Nietzsche, şüphe götürmez
bir biçimde sağlıklı bir kendini yaratmanın asla tam anlamıyla özel olamayacağı
konusunda ısrarlıdır. Sağlıklı bir kendini yaratma daima diyonisosçu olanın
aşırılığını ve fazlalığını içerir, ve bu taşma Rorty’nin, kamusal-özel ayrımını
geçersiz hale getirir . Gerçekten de Nietzsche’nin agonistik ve
ilişkisel benlik modeli ve bu benlik modelinin bir sonucu olarak atomistik bireyciliği
reddi dikkate alındığında, Nietzsche için kendini ifade etmenin her biçiminin
dokunulmamış bir dünya bırakmayacağı, ötekini mutlaka etkileyeceği ortadadır
. Güç isteminin yalnızca ilk anlamıyla sınırlandırılamayacağı,
ikinci anlamının da önemli olduğu ve her iki anlamının da birbirleriyle
ilişkisi bağlamında düşünülmesi gerektiği yönündeki bu tespit, Nietzsche’nin
güç felsefesinin politik açılımlarını, özgül olarak da, Nietzscheci bir
demokrasi yaklaşımını anlamak bakımından son derece önemlidir.
Eğer her şey etkilerin bir
toplamı ise ve herhangi bir şey ancak güç ilişkilerinin olumsallığı içerisinde
varolabiliyorsa, her şey politik olacak ve politika, politik eylem, bireylerin
ve kimliklerin varlığının kurucu bir unsuru haline gelecektir. Tabi ki birey,
hak ve özgürlük kavramları da, anlamlarını böyle bir ontolojiye bağlı olarak
yeniden kazanacaktır. Liberalizmin soyut, tarihdışı ve atomistik birey
anlayışının yerini, somut, tarihsel ve ilişkisel, yani sürekli oluş halindeki
bir birey anlayışı; liberalizmin evrensel insan ideasına bağlı olarak tasavvur
ettiği ve insan hakkındaki kesin hakikatlerden kaynaklanan, bireyin
mülkiyetindeki doğal bir şey olarak kabul ettiği metafiziksel hak kavramının
yerini, bir politik kültür içerisinde ilişkilerin ve insanların
performanslarının bir sonucu olarak kabul görmüş olan pratik ve fonksiyonel
ilişkiler anlamındaki hak anlayışı ve nihayetinde liberalizmin dışsal baskıya
karşı korunmuş olmayı ifade eden negatif özgürlük anlayışının yerini ise,
kişinin her türlü içsel ve dışsal baskı karşısında mücadele etmesi, kendini
yaratması ve varlığını ifşâ etmesi anlamlarını içeren ontolojik bir özgürlük
anlayışı alacaktır.
Yukarıda ifade etmeye
çalıştığımız politika, birey, hak ve özgürlük anlayışları temelinde
düşünüldüğünde, Nietzsche’nin güç felsefesinin demokratik politika
bakımından açılımını “agonistik demokrasi” olarak adlandırabiliriz.
Nietzsche’nin tartışmalarında Grek ‘agon’u dağıtıcı içgüdülerin
eğitimine ve yönlendirilmesine hizmet eder . Buradaki mücadele
ötekinin yok edilmesine değil, rekabet içinde yeteneğin ve performansın test
edilmesine yönelik belirli bir düzeni olan mücadeledir . Nietzsche
mükemmelliğin zuhur etmesi anlamında, agonun politik amaçlarını kabul
etmesine karşın, agonistik ruh ve demokratik pratik arasındaki ilişki hususunda
bir şey söylememiştir. Fakat bu demokratik pratiğin agonistik bir izahının
yapılamayacağı anlamına gelmez. Hatab’a göre, agonistik demokraside politik
yargılar önceden yönlendirilemediği gibi dikte de edilemez. Politik yargılar
politik aktörlerin mücadelelerine bağlı olarak şekillenir. Demokratik süreç
içerisinde bir görüş kazanırken, diğeri kaybeder. Sonuçlar yönetimin gücü ile
teminat altına alınır. Demokratik seçim ve prosedürler, geçici bir kontrol
kurma imkanı sağlasa da, bu kontrol, süreç içerisindeki mücadelenin seyrine
bağlı olarak değiştirilebilir ya da revize edilebilir. Agonistik demokraside
Nietzsche’nin güç istemi kavramlaştırmasının, demokrasiye dönük okuması
ise şöyledir: Demokratik seçimler gücün el değiştirmesine ve barışçıl
değişimlere izin verir. Yalnızca pür fiziksel güç değil, gücün diğer maddî
biçimleri de reddedilir. Politik tartışmalarda söz konusu olan konuşmacının
ikna gücüdür. Dil demokratik mücadelenin en önemli silahıdır. Zira dil,
bağlayıcı sonuçlar kazanmanın ya da kaybetmenin elle tutulur etkilerini
üreterek, politik değişimleri bir oyun ya da konuşmanın ötesine taşır .
Nietzsche’nin ontolojisi, her
ne kadar varlığın güç ilişkilerine bağlı olarak şekillenen olumsal mahiyetine
vurgu yaparak agonistik politika anlayışı için gerekli zemini hazırlamış olsa
da, agonistik politikanın demokratik yorumu için kendi başına yeterli değildir.
Agonistik demokrasi, aynı zamanda insanın bilgisinin sınırlı, taraflı ve
göreceli olduğuna işaret eden bir epistemoloji ile de desteklenmek zorundadır.
Nietzsche’nin perspektivizmi söz konusu epistemolojinin bir örneği olarak
görülebilir.
Temelde özne-nesne ve
görünüş-gerçeklik dikotomilerine dayanan ve özneye atfettiği evrensellik
niteliğinden hareketle nesnel ve objektif bilginin mümkün olabileceğini kabul
eden metafiziksel düşüncenin epistemoloji anlayışına karşıt biçimde,
Nietzsche’nin perspektivizmi, bilişsel kuruluşumuzun duygusal kuruluşumuzdan
ayrılamayacağını, bilişsel ilgilerimizin duygusal ilgilerimizden bağımsız
olamayacağını ve bu meyanda logos ile erosun iç içe olduğunun altını
çizer. Owen’a göre, bu
perspektivizmin temel niteliği, dünya hakkındaki bilgimizin bağlamsal
karakterine yönelik vurgusudur . İnsanın bilgisinin insanî ilgilere,
çıkarlara, ilişkilere, yani yaşamın olumsal mahiyetine bağlı olarak
değişebileceğine işaret eden bir epistemolojinin, perspektival çoğulcuğu da
beraberinde getireceği açıktır.
Perspektivizmi güç
ilişkilerinden ayırarak, kamusal-özel ayrımı bağlamında özel alana yerleştiren
liberal çoğulculuk düşüncesinden farklı olarak Nietzsche’nin perspektival
çoğulculuğu, ne ilişkisiz perspektiflerin atomistik biraradalığı, ne de
karşılıklı ilişkileri içerisinde perspektiflerin potansiyel bir uyumudur. Daha
ziyade o, perspektiflerin kendi içlerinde ve birbirleri arasındaki çatışma
temelinde oluşan bir çoğulculuktur. Bu anlamıyla perspektivizm, teksesliliği
değil paralojiyi, homojenliği değil heterojenliği, uyumu ve mutabakatı değil
uyumsuzluğu olumlar . Kuşkusuz bu tespit, hakikatin reddedilmesi
anlamına gelmez. Söz konusu olan, geleneksel hakikat anlayışının, yani
perspektifler üstü, “olan” bir hakikat anlayışının, yerini yeni bir hakikat
anlayışına, perspektival hakikat anlayışına bırakmasıdır.
Hatab’a referansla, Nietzscheci
perspektival hakikat anlayışının, hakikatin altı önemli karakteristiğine işaret
ettiğini söyleyebiliriz: Buna göre “hakikat”, hiçbir perspektifin düşünce için
ölçüt teşkil edememesi anlamında çoğul; herhangi bir perspektifin diğerinin
yerini işgal edememesi anlamında sınırlı; düşünme koşullarının, hem
perspektiflerin kendi içindeki hem de perspektifler arasındaki çatışmalardan
kaynaklanan gerilimlerden hayat bulması anlamında agonistik; perspektiflerin
farklı durum ve konumlara bağlı olarak farklılaşması anlamında bağlamsal;
bağlamın sürekli değişebilir olması anlamında dinamik ve nihayet
perspektiflerin birbirlerine nüfuz edebilmeleri ve değişik görünümlere sahip
olabilmeleri anlamında karmaşıktır . Söz konusu nitelikleri haiz bir
hakikat anlayışının, gerek kurgulanmış, mutlak, tekbiçimli ve nesnel bir
hakikat kavramlaştırmasını reddederek politikanın alanını ve konusunu
genişlettiği için, gerek her bir perspektifin sınırlılığını vurgulayarak farklı
perspektiflerin diyaloguna kapı açtığı için, gerekse de bilgiyi güç ile ilişkilendirerek
ortak yaşamı düzenleyen değer ve normların, politik mücadelenin olumsal bir
ürünü olduğuna, nesnel ve nötr olamayacaklarına ve bu nedenle de politik
mücadelenin, sonuçları kararsız ve önü açık bir süreç olduğuna işaret ettiği
için agonistik demokrasi pratiğinin dinamiklerini kuvvetlendireceği ortadadır.
Son olarak agonistik demokrasi,
farklılıkları olumlayan ve birbirleri ile mücadele halinde olan ‘iyi’
anlayışlarının beraber yaşayabilmesinin pratik koşulunu oluşturan bir etiğe de
müracaat etmek durumundadır. Hem mücadeleyi hem de onaylamayı öne çıkaran
niteliği ile Nietzsche’nin etiğinin, bu ihtiyaca cevap verebileceği
kanaatindeyiz.
Kendisini iyinin ve kötünün
ötesinde konumlandıran Nietzsche’nin bir etiğe sahip olduğunu iddia etmek
sorunlu gibi gözükse de, sorun, iddianın kendisinden ziyade, hâkim etik
anlayışının evrenselci niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Nietzsche’nin
monist/tek tipleştirici karakterdeki ahlâk anlayışlarına olan karşıtlığı, onun
bir etiğe sahip olmadığı anlamına gelmez..
Nietzsche’nin, Hıristiyanlık,
Kantçı etik ve faydacılık örnekleri çerçevesinde karşı çıktığı evrenselci etik,
soyut bir özne kavramı üzerinde temellenir. Fâilin fiilden ayrılmasını ifade
eden özne kavramı, evrenselci etiğin kendisini meşrulaştırmak ve ötekini
yadsımak için kullandığı, ahlâki özgürlük ve ahlâki sorumluluk kavramları için
de temel teşkil eder. Çünkü öznenin ahlâki anlamda özgür olabilmesi, yani
eylemlerini seçme özgürlüğü, onun, eylemlerinden ayrı bir varlığa sahip
olmasını gerektirir. Eylemlerini seçebilme özgürlüğü ise, beraberinde,
gerçekleştirilen eylemlerden sorumlu olmayı getirir. Evrenselci etiğin
nihilistik mahiyeti bu sorumluluk fikri ile yakından ilişkilidir. Zira
sorumluluk için gösterilen adres, bir anlamda yadsınması gereken kötülüğün de
kaynağıdır . Yadsınan şey, bir öteki ya da kişinin kendisi olabilir.
Aslında her iki durumda da yadsınan şey; tüm çoğulluğu ve zenginliği ile
hayatın kendisidir.
Oluşun yadsınması üzerinde
temellenen evrenselci etiğin tersine, Nietzsche’nin etiğinde onaylama esastır.
Nietzsche’ye göre oluş, bir çocuğun oyunu kadar masum olup, kendisine dikte
edilmeye çalışılan iyi ve kötü kategorilerinin ötesindedir . Eğer
her şey oluştan ibaret ise, benliğimiz de eylemlerimizden ibaret olacak ve fâil
ile fiil birbirinden ayrılamayacaktır. Bir süreç, bir etkiler toplamı olan
benliğimiz, eylemlerimize bağlı olarak değişime açık olacağından, farklı benlik
rejimleri, yani farklı etik anlayışları da mümkün hale gelecektir.
Kuşkusuz Nietzsche’nin onaylamayı
(affirmation), kendi düşüncelerinin belirgin özelliği olarak öne çıkarması ve amor
fati’yi (kader sevgisi), sağlıklı bir tipin karakteri olarak nitelemek
suretiyle yüceltmesi, onun, tek amacı mutluluğunu maksimize etmek olan ve acı
getireceği korkusuyla her türlü mücadeleden kaçınan son insanın konformizmini
tasvip ettiği anlamına gelmez. Nietzsche için onaylama bir telosa, bir
faydaya ya da elde edilip tüketilebilecek bir sonuca değil, bir sürece işaret
eder. Onaylamanın, yaşamın her anında test edilmesinin gerekliliği, kişinin
kendisi ile mücadelesini de beraberinde getirecektir. Çünkü ebedi dönüş
imperatifnce (buyruğunca) kişinin kendisini onaylaması, bulunduğu halin,
ebediyen tekrar etmesini arzuladığı hal olmasına, bu ise, kişinin sürekli
olarak gücünü kendi üzerinde işleterek bulunduğu halin üstesinden gelme
mücadelesi içerisinde olmasına bağlıdır.
Olumsal ve ilişkisel bir benlik
anlayışı üzerinde temellenen Nietzsche’nin etiğinde, onaylama ve mücadele
nosyonları, kişinin kendisini onaylaması ve kendisiyle mücadele etmesi
anlamlarıyla sınırlı kalmayıp, ötekinin onaylanması ve ötekiyle mücadele
anlamlarını da ihtiva edeceği için, Nietzsche’nin etiğinin agonistik demokrasi
pratiğini besleyici bir politik açılıma sahip olacağı açıktır.
Onaylama ve mücadele kavramlarının
birlikteliği dikkate alındığında, Nietzsche’nin etik çoğulculuğunun, agonistik
demokrasi bakımından, ötekini tolere etmekten daha fazla bir şeyi imâ ettiğini
söyleyebiliriz. Öteki, bizim ihtiyaç duyduğumuz bir şeydir de. Bu, oluşun
masumiyetine işaret eden ebedî dönüş kavramının derin anlamını da açığa
çıkarır. Olayların tekrarını istemek, yaşamın sınırlı koşullarını onaylama
kapasitemizin bir ifadesidir. Fakat bu, sadece soyut anlamda bir onaylama
olmamalıdır. Onaylamanın doğru testi, ötekimizin tekrar etmesini istemekle
yüzleştiğimizde söz konusu olabilir. Kuşkusuz ebedî tekrarı istemek, yukarıda
da işaret edildiği üzere, teslim olduğumuz, her şeyi tasvip ettiğimiz anlamına
gelmez. Zira ebedî tekrar içerisinde öteki de ebedî karşıtımız olarak kalacak
ve bizim onu onaylamamız da bir rakibin varlığını onaylama şeklinde olacaktır
.
Agonistik demokrasi, yalnızca
Nietzsche’nin etiğiyle değil, daha önce Nietzsche’nin etiğinin sorunlarını
gidermede yardımcı olacağını belirttiğimiz ve Nietzscheci perspektif içerisine
dahil etmiş olduğumuz Foucault’nun etiği ve Heidegger’in düşüncelerinin etik
içerimleriyle de, yani Nietzscheci etik ile de desteklenebilir. Kişinin
mücadele halinde olduğu ötekine yönelik ilgisini (agonistik saygı), kendine
kapanmayı önlediği için, kendine yönelik ilgisinin, kendini yaratmasının,
dolayısıyla da özgürlüğünün önkoşulu olarak gören Foucault’nun etiğinin ve
Varlık ve varlıklar arasındaki ontolojik ayırımla, hem varlıkların izolasyonunu
önleyerek, varlıklar arasındaki bağlantıyı, hem de varlıkların Varlık’la olan
bağlantısının bir sonucu olarak, Varlık’ın varlıklarda kendini açığa çıkarması
anlamında, varlıkların özgürlüğünü güvence altına alan Heidegger’in hakikat
anlayışının, agonistik demokrasinin ihtiyaç duyduğu farklılık ve bütünlük
nosyonlarını besleyeceği açıktır.
İYİNİN
ve KÖTÜNÜN AŞAĞISI YA DA POLİTİKANIN SONU
İyinin ve kötünün ötesinde
olan, nihilizm sorununun üstesinden gelmeye yönelik çabasında Nietzsche’nin
merkezî ilgisini oluşturur. Nietzsche için iyi ve kötü, insanın gerçekte
güçsüzlüğünden kaynaklanan varoluşsal acıyı telafi etmenin bir aracı olarak
kendi halinde anlam, amaç ve değerden bağışık olan yaşama dikte etmiş olduğu
kategorilerdir. Nietzsche’ye göre, yaşamı, ona dikte edilen iyi-kötü ayrımıyla
yargılamanın beraberinde getireceği şey ise, yaşamın yadsınması,
fakirleştirilmesi, yani nihilizmdir. Bu nedenle nihilizm sorunu ile sahici bir
mücadele ancak soruna temel teşkil eden iyi-kötü ayrımının ötesine geçerek,
yaşamın masumiyetinin teslim edilmesiyle mümkün olabilir. Nietzsche’de yaşamı
onaylayıcı tutum ile karakterize edilen üst insan bu imkâna işaret eder.
Kuşkusuz Nietzsche’nin iyinin
ve kötünün ötesi ile kastettiği, iyi ve kötünün, yani değerlerin terk edilmesi
değildir. Aynı şekilde, yaşamın onaylanması ile kastettiği şey de, insanın
bütün değerlerinden yalıtılmış haline karşılık gelen, insan-hayvan düzeyinin
yüceltilmesi değildir. Nietzsche’nin ahlâkı insanın bir önyargısı olarak
gördüğü ve böyle bir önyargıya sahip olmayan hayvan ile kıyaslandığında, insanın
ahlâk sahibi olmakla, kendisini yaşamdan bıktırıcı bir yüke sahip olduğunu
düşündüğü doğru olsa da, bu
hiçbir şekilde Nietzsche’nin ahlâkı reddettiği anlamına gelmez. Tersine
Nietzsche ahlâkı, insanın ayırıcı bir vasfı olarak görür. Onun eleştirdiği ve
ötesine geçilmesi gerektiğini düşündüğü şey, ahlâkın kendisi değil, belirli bir
iyi-kötü ayırımına dayalı Hıristiyan ahlâkıdır.
Tam da bu nedenle, Badiou’nun,
Nietzsche’nin üstinsanının iyi ve kötüye yabancı olan insan-hayvana
gönderme yaptığı yönündeki değerlendirmesine katılmıyoruz. İnsan-hayvanın
iyinin ve kötünün aşağısında bir yaşamı cisimleştirdiği ve iyinin ve kötünün
aşağısında olan bir dünyada geçerli tek normun, yaşam gücünün normu olduğu
hususunda Badiou elbette haklıdır . Fakat Nietzsche’nin üstinsanı,
iyi- kötü ayrımı ile kirletilmiş bir hayattan, “iyinin ve kötünün aşağısında
kalan hayatın acımasız masumiyetine” bir geri dönüşü ima etmez. Nietzscheci
perspektifte iyinin ve kötünün aşağısında bir hayat, kendisinde insanî hiçbir
şeyden bahsedilemeyecek olan bir organizmanın hayatıdır. Nietzsche, temelinde
metafiziksel iyi-kötü ayırımının bulunduğu nihilistik bir yaşam ile
özdeşleştirdiği insanın alt edilmesi gerektiğini söylese de, insanı,
insan-hayvandan daha değerli bir varlık biçimi olarak görür. Nietzsche’nin
insanın üstesinden gelinmesiyle, yani üstinsan ile muradı, insanın terk
edilmesi değil, nitelikçe daha yüksek bir varlık düzeyine çıkarılmasıdır.
Nietzscheci perspektifle
değerlendirildiğinde, Badiou’nun, iyinin ve kötünün aşağısı olarak kavramlaştırdığı ortam, nihilizmin en
ileri formuyla hüküm sürdüğü günümüz dünyasına karşılık gelir. Nietzsche’de son
insanın konformizmi, Heidegger’de ise, Varlık’ın unutulmasının da unutulması
ile karakterize edilen bu dünyada nihilizm, değerler konusundaki uzlaşmazlıktan
çok daha derin biçimiyle, her hareketi kendi mantığına tabi kılmak suretiyle,
neyin iyi, neyin kötü olduğu hususunu anlamsız hale getiren “düzen” olarak
deneyimlenir. Uyumun, insanın varlığını sürdürmesinin olmazsa olmaz koşulunu oluşturduğu
ve değer yargılarının bir hükmünün olmadığı söz konusu düzen içerisinde, varlık
koşulunu değerin oluşturduğu insan, insan-hayvana; bir değerler birlikteliğine
karşılık gelen topluluk ise, birbirlerinden yalıtık insanların bir aradalığı
anlamında yığına dönüşeceği için, burada insanın ve topluluğun varlığından söz
edilemeyeceği açıktır.
İyinin ve kötünün aşağısı,
yalnızca insan ve topluluğun değil, politikanın da sonuna işaret eder. Her şey
gibi politika da, düzenin rasyonel mantığına tabi hale geldiği için, değişim ve
dönüşümün imkânını oluşturma, yani yön tayin edebilme vasfını kaybederek
hiçleşir. Hedeflerin rasyonel kesinliğinin kutsandığı ve bu hedeflerin
tartışılmasının irrasyonel olarak görüldüğü günümüz dünyasında politika, iyi ve
kötü olan karşısında kayıtsızdır. Masum insanların bombalanarak öldürülmesinin
ya da insanların büyük bir bölümünün yoksul bırakılmasının politik karar
alıcılar açısından bir önemi yoktur; politik karar alıcılar, politik
rasyonalite gereği güçlü olanla müttefik olmak, ekonomik rasyonalite gereği
verimliliği maksimize edici programları uygulamak durumundadırlar. Günümüzde
politik programlar ve politik dünya görüşleri arasındaki farklılıkların önemini
kaybetmesi de, iyi ve kötü olana kayıtsız rasyonalitenin politikaları
değerlendirmenin tek ölçütü olarak kabul edilmesinin, yani politikanın teknik
bir faaliyet haline gelmesinin bir sonucudur.
Politikanın söz konusu görünümü
dikkate alındığında Kojeve ve Fukuyama’nın öğrencisi oldukları Hegel’in tarihin
sona erdiğine ilişkin değerlendirmesini hatırlatmakta haklı olduklarını
söyleyebiliriz. Gerçekten de eğer politika, Strauss’un belirttiği gibi, içinde
bulunulan durumun daha iyiye doğru değişimine yönelik bir imkân içeriyorsa,
günümüzde bu anlamıyla politika, iyi-kötü ayrımı üzerinde temellenen ve her
biri daha iyi bir dünya sunma iddiasındaki politik ideolojilerin ortadan
kalkmasıyla birlikte sona erdiği için, değişim, yani tarih de sona ermiştir.
Bu sonu olumlayanlar açısından
bakıldığında, ortada yakınılması gereken bir durum yoktur. Onlar için tarihin
sonu, insanın nesnel hakikatle birlikte, ideal politik düzene de ulaştığının
bir göstergesidir. İdeal politik düzen ve onun nesnel bilgisine, yani “iyi”ye
ulaşıldığına göre, gerçekliğe ilişkin eksik bilgiden kaynaklanan ve bu nedenle
de, iyi olanın arayışında olan ideolojik politika anlayışının, yerini mevcut
olanın işletilmesine dayalı teknik bir politika anlayışına bırakmasından daha
doğal bir şey olamaz.
Nietzscheci perspektif
bakımından ise, tarihin sonu, insanlığın bugüne kadar karşılaştığı en ciddî
soruna işaret eder. Tarihin sonu, tam da “iyi”nin zaferi olması nedeniyle ciddî
bir sorundur. Çünkü iyinin zaferi, iyi-kötü ayırımının ortadan kalkması, bu
ise, yeniye açıklığın kaybedilmesi, yani insanın, kendisini bir organizmadan
ayırt eden mahiyetini kaybetmesi demektir. Yaşam, içerisinde her şeyin
kendisini yinelediği, iyinin ve kötünün aşağısındaki nihilistik düzenine insanı
da dahil ettiği için, tarihin sonu, nihilizmin zaferidir. Geçerli norm olarak
yalnızca kendisinin kaldığı tarihin sonunda yaşam, bütün masumiyetiyle
ayaktadır; fakat onu değerli kılacak, değerleriyle hiçliğini varlık haline
getirecek insanı kendisine tabi kıldığı için, anlamını kaybetmiştir. Bu anlam
kaybında en derin ifadesini bulan nihilizm sorununun Nietzscheci perspektifte
Batı metafiziğine ait bir sorun olarak görüldüğü doğrudur. Fakat Heidegger’in,
metafiziğin bürünmüş olduğu nihai biçim olarak gördüğü teknolojinin günümüz
dünyasındaki hakimiyeti dikkate alındığında, bugün nihilizm sorununun global
bir sorun olduğu da aynı ölçüde doğrudur. Her şeyin, anlamını kaybederek
hiçleştiği nihilizm çağında Nietzscheci perspektifin dikkat çektiği husus,
mevcut insan anlayışının ötesinde bulunan, yaşama anlamını verecek insana,
nasıl ulaşılabileceği üzerinde düşünmenin önemidir. Bu düşünmenin ise, mevcut
olanın işleyişi içinde anlamını kaybetmiş olan politika üzerine bir düşünmeyi
beraberinde getireceği açıktır.
AIKEN, Henry D.,
The Age of Ideology, The New American Library, Inc, New York 1956.
APELL, Fredrick,
Nietzsche Contra Democracy, Cornell University Press, Ithaca and London
1999.
ARENDT, Hannah, İnsanlık
Durumu, (Çev. B. S. Şener), İletişim Yayınları, İstanbul 1994.
ASHLEY, David, History
Without a Subject ‘The Postmodern Condition’, Westview Press, United States
Of America, Colorado, 1997.
BADIOU, Alain, Etik,
(Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, İstanbul 2004.
BAUMAN, Zygmunt,
Postmodern Etik, (Çev. Alev Türker), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998.
BEHLER, Ernst, Confrontation,
(Derrida / Heidegger / Nietzsche), (Translated by Steven Taubeneck),
Stanford University Press, California, 1991.
BEISER,
Frederick, “The Enlighment and Idealism”, The Cambridge Companion to German
Idealism, (Ed. Karl Ameriks), Cambridge University Press, Cambridge 2000.
BENHABİB, Şeyla,
Modernizm, Evrensellik ve Birey, (Çev. Mehmet Küçük), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 1999.
BERGOFFEN, Debra
B., “Perspektivism Without Nihilism”, Nietzsche as Postmodernist, (Ed.
Clayton Koelb), The State University of New York Press, 1990.
BERKOWITZ,
Peter, Bir Ahlâk Karşıtının Etiği, (Çev. Ertürk Demirel), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 2003.
BERLIN, Isaıah,
“İki Özgürlük Kavramı”, (Çev. Mehmet Saygılı-Enis Oktay), Cogito, Sayı
15.
BERTENS, Hans, The Idea of
The Postmodern, Routledge, USA and Canada, 1995.
BEST, Steven, The
Politics of Historical Vision: Marx, Foucault, Habermas, Guilford Press,
New York-London 1995.
BEST, Steven;
KELLNER, Douglas, Postmodern Teori, (Çev. Mehmet Küçük), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1998.
BOWIE, Andrew,
“Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling”, Stanford Encyclopedia of
Philosophy, http://plato.stanford.edu/entries/schelling 25.10.2003.
CAYGILL, Howard,
“The Return of Nietzsche and Marx”, Nietzsche, Feminism and Political Theory,
(Edited by. Paul Patton), Rutledge, 1993.
CONNOLLY,
William E., “Beyond Good and Evil: The Ethical Sensibility of Michel Foucault”,
Political Theory, Volume 21, No: 3, Ağustos 1993, s. 374.
CONNOLLY,
William E., Kimlik ve Farklılık, (Çev. Fermâ Lekesizalın), Ayrıntı
Yayınları İstanbul 1995
CONNOLLY,
William E., Political Theory and Modernity, Cornell University Press,
Ithaca and London 1993.
CONWAY, Daniel, Nietzsche
and The Political, Routledge, London and New York 1997.
COOPER, David
E., “Modern European Philosophy”, The Blackwell Companion to Philosophy,
(Ed. Nicholas Bunnin and E. P. Tsui-James), Blackwell Publishers, Oxford 1998.
COPLESTON,
Frederick, Felsefe Tarihi 7/2: Nihilizm ve Materyalizm, (Çev. Deniz
Canefe), İdea Yayınları, İstanbul, 1998.
COPLESTON, Nietzsche,
Friedrich: Philosopher of Culture, Burns Oates and Washbourne LTD., London,
1942.
CROSBY, Donald
A., The Specter of Absurd: Sources and Criticisms of Modern Nihilism,
State University of New York Press, Alabany, 1988.
ÇİĞDEM, Ahmet, Bir İmkân
Olarak Modernite, İletişim Yayınları, İstanbul 1997.
DALLMAYR,
“Heidegger, on Ethics and Justice”, The Other Heidegger, Cornell
Unversity Press, New York, 1993.
DALLMAYR, Fried,
“Ontology of Freedom: Heidegger and Political Philosophy”, Political Theory,
May 1984.
DANTO, Arthur, Nietzsche,
(Çev. Ahmet Cevizci), Paradigma, İstanbul 2002.
DELEUZE, Gilles,
Nietzsche and Philosophy, (Translated by Hugh Tomlinson), The Athlone
Press, New York, 1989.
DETWILER, Bruce,
Friedrich Nietzsche and The Politics of Aristocratic Radicalism, The
University of Chicago Press, Chicago and London 1990.
DREYFUS, Hubert
L., “Heidegger on the Connection Between Nihilism, Art, Technology and
Politics”, The Cambridge Companion to Heidegger, (Edited By. Charles B.
Huignon), Cambridge University Press, New York 1993.
FALZON,
Christopher, Foucault ve Sosyal Diyalog, (Çev. Hüsamettin Aslan),
Paradigma, İstanbul 2001, s. 92.
FERRER, Daniel
Fidel, “Heidegger’s Encounter with F. W. J. Schelling: The Questions of Evil
and Freedom End of Metaphysics”, http://www.lib.cmich.edu/bibliographers/ html
04.11.2003.
FEUERBACH,
Ludwig, Geleceğin Felsefesinin İlkeleri, (Çev. Oğuz Özügül), Ara
Yayınları, İstanbul, 1991.
FLEMING, Marie,
“Working in the Philosophical Discourse of Modernity: Habermas, Foucault,
Derrida”, Philosophy Today, Spring 1996; 40.
FOUCAULT,
Michel, “Ahlâkın Dönüşü”, (Çev. Osman Akınbay) Özne ve İktidar, (Der.
Ferda Keskin), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000.
FOUCAULT,
Michel, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, (Çev. Osman
Akınbay), Özne ve İktidar, (Der. Ferda Keskin), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 2000.
FOUCAULT,
Michel, “Özne ve İktidar”, (Çev. Osman Akınbay) Özne ve İktidar, (Der.
Ferda Keskin), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000.
FREY, Herbert,
“Marcel Gauchet’s Disenchanted World and Nietzsche’s Concept of Nihilism” Method
and Theory in The Study of Religion, Volume 14.
GANDESHA, Samir,
“Nietzsche and Selfmockery of Reason”, European Legacy, Vol. 3, No: 4.
GIDDENS,
Anthony, Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, (Çev. Ahmet
Çiğdem), Vadi Yayınları, Ankara 1992.
GILDIN, Hilail,
“Leo Strauss and The Crisis of Liberal Democracy”, The Crisis of Liberal
Democracy, (Ed. Deutsch, Kenneth L. and Soffer, Walter), State of New York
Press, Albany 1987.
GUNNEL, John G.,
“Political Theory and Politics: The Case of Leo Strauss and Liberal Democracy”,
The Crisis of Liberal Democracy, (Ed. Deutsch, Kenneth L. and Soffer,
Walter), State of New York Press, Albany 1987.
HABERMAS,
Jurgen, “Demokrasinin Üç Normaif Modeli”, “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak:
Siyaset Kuramı Yazıları, (Çev. İlknur Aka), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2002.
HABERMAS,
Jurgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (Çev. Tanıl Bora-Mithat Sancar),
İletişim Yayınları, İstanbul 1997.
HABERMAS,
Jurgen, Legitimation Crisis (Translated By. Thomas McCarthy), Bacon
Press, Boston 1975.
HABERMAS,
Jurgen, Rasyonel Bir Topluma Doğru (Çev. Ahmet Çiğdem-Mehmet Küçük),
Vadi Yayınları, Ankara 1992.
HABERMAS,
Jurgen, The Philosophical Discourse of Modernity, (Translated by:
Frederick G. Lawrence), The MIT Press, Cambridge 1991.
HARDT, Michael, Gilles
Deleuze ‘Felsefede Bir Çıraklık’, (Çev. İsmail Öğretir-Ali Utku), Birey
Yayıncılık, İstanbul 2002.
HATAB, Lawrence,
J. A Nietzschean Defense of Democracy, Open Court Publishing Company,
Chicago 1995.
HAVAS, Randall, Nietzsche’s
Genealogy, Cornell University Press, Ithaca and London 1995.
HEIDEGGER,
Martin, “Letter On Humanism”, Pathmarks, (Translated By., Frank A.
Cappuzi,), Cambridge University Press, 1999.
HEIDEGGER,
Martin, “Sanatın Yolu ve Düşüncenin Doğuşu”, (Çev. Leyla Baydur- Hasan Ünal
Nalbantoğlu), Patikalar, (Der. Hasan Ünal Nalbantoğlu), İmge Kitabevi,
Ankara 1997.
HEIDEGGER,
Martin, “The Anaximander Fragment”, Early Grek Thinking, (Çev. David
Farrell and Frank A. Capuzzi), A Division of Harper Collins Publishers, Harper
Sanfrancisco 1984.
HEIDEGGER,
Martin, “The Word of Nietzsche: God is Dead”, The Question Concerning
Technology and Other Essays, (Translated by William Lovitt), New York,
1997.
HEİDEGGER,
Martin, Being and Time, (Translated by. Joan Stambough), State
University New York Press, New York 1996.
HEİDEGGER,
Martin, Bilim Üzerine İki Ders, (Çev. Hakkı Ünler), Paradigma Yayınları,
İstanbul 1998.
HEİDEGGER,
Martin, Metafizik Nedir?, (çev. Yusuf Örnek), Türkiye Felsefe Kurumu,
Ankara, 1991.
HEİDEGGER, Martin,
Nietzsche I: The Will to Power as Art, (Translated by Dawid Farrell
Krell), Harper and Row Publishers İnc, San Francisco 1991.
HEİDEGGER,
Martin, Nietzsche IV: Nihilism, (Translated by, Frank A. Capuzzı),
Harper Collins Publishers, San Francisco, 1991.
HEİDEGGER,
Martin, Schelling’s Treats on Essence of Human Freedom, (Translated By.
Joan Stanbaugh), Ohio University Press, Athens 1985.
HEİDEGGER,
Martin, Tekniğe İlişkin Soruşturma, (Çev. Doğan Özlem), Paradigma
Yayınları, İstanbul, 1998.
HEİDEGGER, Martin,
Zaman ve Varlık Üstüne, (Çev. Deniz Kanıt), A Yayınevi, Ankara 2001.
HORKHEİMER ve
ADORNO, Aydınlanmanın Diyalektiği I, (çev. Oğuz Özgül), Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 1995.
HORKHEİMER ve
ADORNO, Aydınlanmanın Diyalektiği II, (Çev. Oğuz Özgül), Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 1996.
HORKHEİMER, Max,
Akıl Tutulması, (Çev. Orhan Koçak), Metis Yayınları, İstanbul, 1994.
HORNER, Robyn, Rethinking
God as Gift, Fordham University Press, New York, 2001.
JASPERS, Karl, Nietzsche,
(Translated By. Charles F. Wallraff and Frederick J. Schimitz), The University
of Arizona Press, 1965.
KAUFMANN, Nietzsche:
Philosopher, Psychologist, Antichrist, Princeton University Press, New
Jersey 1974.
KENNİNGTON,
Richard H., “Strauss’s Natural Right and History”, Leo Strauss Thought,
(Ed. Alan Rudolf), Lynne Reinner Publishers, Boulder and London, 1991.
KEYMAN, Fuat E.,
“Demokrasi, Topluluk ve Fark: Türkiye’de Liberalizm Tartışmasına Kuramsal Bir
Katkı”, Türkiye ve Radikal Demokrasi, Alfa Kitabevi, İstanbul 2000.
KEYMAN, Fuat, Küreselleşme,
Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslar arası İlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek,
Alfa Kitabevi, İstanbul 2000.
KLINE, George
L., “Presidential Address The Use and Abuse of Hegel by Nietzsche and Marx”, Hegel
and His Critics, (Ed. William Desmond), State Universiry of New York Pres,
New York 1989.
KOJEVE, “Efendi
ve Köle Diyalektiği”, Hegel Felsefesine Giriş, (Çev. Selahattin Hilav),
Y. K. Y., İstanbul 2000.
KOJEVE,
“Hegel’de Gerçekliğin Diyalektiği ve Fenomenolojik Yöntem”, Hegel
Felsefesine Giriş, (Çev. Selahattin Hilav), Y. K. Y., İstanbul 2000.
KRANZ, Walter, Antik
Felsefe, (Çev. Suad Y. Baydur), Sosyal Yayınları, İstanbul 1994.
KUÇURADİ, loanna, Nietzsche
ve İnsan, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1997.
KÜNG, Hans, Does
God exist?, (Translated by: Edward Quinn), St James’s Place, London, 1980.
LAMPERT,
Laurence, Nietzsche’s Teaching, Yale University Press, New Haven and
London 1986.
LEVINE, Peter, Nietzsche
and the Modern Crisis of the Humanities, State University of New York
Press, Albany 1995.
LÖWITH, Karl, Martin
Heidegger and European Nihilism, (Translated by. Gary Steiner), Columbia
University Press, New York, 1995.
LYOTARD,
“Postmodernizm Nedir?” Postmodern Durum, (Çev. Çiğdem, Ahmet), Vadi Y.,
Ankara, 1997.
MACINTYRE,
Alasdair, Erdem Peşinde (Çev. Muttalip Özcan), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 2001.
MACINTYRE,
Alasdair, Ethik’in Kısa Tarihi, (Çev. Hakkı Hünler-Solmaz Zelyüt
Hünler), Paradigma, İstanbul 2001.
MARSHALL, Peter,
Anarşizmin Tarihi, (Çev. Yavuz Alogan), İmge Kitabevi, Ankara, 2003.
MARTIN, Glen T.,
From Nietzsche to Wittgenstein: The Problem of Truth and Nihilism in The
Modern World, Peter Lang Publishing Inc., New York, 1989.
MARX, “Feuerbach
Üzerine Tezler”, (Çev. Ahmet Kardan), Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol
Yayınları, İstanbul, 1992.
MAY, Simon, Nietzsche’s
Ethics and His War on ‘Morality’, Oxford University Press, Oxford 1999.
MCCORMICK, John,
P., “A Critical versus Geneological ‘Questioning’ of Technology: Notes on How
Not to Read Adorno and Horkheimer”, Confronting Mass Democracy and Industrial
Technology: Political and Social Theory From Nietzsche to Habermas, (Ed.
John P. Mccormick), Duke University Press, Durhem and London 2002.
MILLER, Eugane
F., “Leo Strauss-Siyaset Felsefesinin Yeniden Canlanışı”, Çağdaş Siyaset
Felsefecileri (Der. A. De. Crespigny-K.R. Minogue), (Çev. Alaattin Şenel),
Remzi Kitabevi, İstanbul 1994.
MINSON, Jeffrey, Genealogies
of Morals, Macmillan Press, London 1988.
MORRIS, Brian, Western
Conception of Individual, Berg Publisher Limited, New York/Oxford, 1991.
MYERS, David B.,
“Marx and The Problem of Nihilism”, Philosophy and Phenomenological Research,
Volume 37.
NEHAMAS,
Alexandre, Edebiyat Olarak Yaşam: Nietzsche Açısından, (Çev. Cem
Soydemir), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999.
NEWELL, W. R.,
“Heidegger on Freedom and Community: Some Political Implications of His Early
Thought”, The American Political Science Review, Volume 78, Issue 3,
Sep., 1984.
NIETZSCHE,
Friedrich, “Homeros’un Yarışı”, (Çev. Gürsel Aytaç) Yazılmamış Beş Kitap
İçin Beş Önsöz, (Çev. Gürsel Aytaç), Say Yayınları, İstanbul 2003.
NIETZSCHE,
Friedrich, “On Truth and Lie in an Extra-Moral Sense”, The Portable
Nietzsche, (Sellected and Translated by. Walter Kaufmann), Penguin Books,
New York 1976.
NİETZSCHE,
Friedrich, “Yunan Devleti”, Yazılmamış Beş Kitap İçin Beş Önsöz, (Çev.
Gürsel Aytaç), Say Yayınları, İstanbul 2003.
NİETZSCHE,
Friedrich, Ahlâkın Soykütüğü Üstüne, (Çev. Ahmet İnam), Gündoğan
Yayınları, Ankara 1998.
NİETZSCHE,
Friedrich, Böyle Buyurdu Zerdüşt, (Çev. A. Turan Oflazoğlu), Cem Yayınevi,
İstanbul 1999.
NİETZSCHE,
Friedrich, Deccal, (Çev. Hüseyin Kahraman), Yönelim Yayıncılık, Ankara
1992.
NİETZSCHE, Friedrich, Ecce
Homo, (Çev: Can Alkor), Say Yayınları, İstanbul, 1997.
NİETZSCHE,
Friedrich, Putların Alacakaranlığı, (Çev. Hüseyin Kaytan), Akyüz
Yayınları, İstanbul 1991.
NİETZSCHE, İnsanca Pek
İnsanca, (Çev. Cemal Atila), Say Yayınları, İstanbul 2003.
NİETZSCHE,
Friedrich, İyinin ve kötünün Ötesinde, (Çev. Ahmet İnam), Gündoğan
Yayınları, Ankara 1997.
NİETZSCHE,
Friedrich, Tan Kızıllığı, (Çev. Hüseyin Salihoğlu-Ümit Özdağ), İmge
Kitabevi, Ankara 1997.
NİETZSCHE,
Friedrich, Tarih Üzerine, (Çev. Nejat Bozkurt), Say Yayınları., İstanbul
2000.
NİETZSCHE,
Friedrich, The Gay Science, (Translated by Kaufmann, Walter), Random
House İnc., New York, 1974.
NİETZSCHE,
Friedrich, The Will to Power, (Translated by Kaufmann, Walter and R. J.
Hollingdale), Random House, New York, 1967.
NİETZSCHE,
Friedrich, Tragedyanın Doğuşu, (Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu), Say
Yayınları, İstanbul 1997.
NİETZSCHE,
Friedrich, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, (Çev. Nusret Hızır),
Kabalcı Yayınları., İstanbul 1992.
NİHİSTANİ,
Keiji, The Self-Overcoming of Nihilism, (Translated by: Graham Parkes),
State University of New York Press, New York, 1990.
OWEN, David,
“The Judgment of the Nietzsche: Philosophy, Politics, Modernity”, Politics
and Modernity, (Ed. İrving Velody and Robin Williams), Sage Publications,
London 1992.
OWEN, David, Maturity and
Modernity, Routledge, London and New York 1994.
OWEN, David,, Nietzsche,
Politics and Modernity, Sage Publication, London 1995.
ÖĞÜN, Süleyman
Seyfi, Mukayeseli Sosyal Teori ve Tarih Bağlamında Milliyetçilik, Alfa
Kitabevi, İstanbul 2000.
ÖZLEM, Doğan,
“Heidegger ve Teknik”, Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci, İnkılap
Kitabevi, İstanbul, 1999.
PANGLE, Thomas,
L., “Nihilism and Modern Democracy in the Thougt of Nietzsche”, The Crisis
of Liberal Democracy, (Der. Deutsch, Kenneth L. and Soffer, Walter), State
of New York Press, Albany 1987.
PATTON, Paul,
“Politics and The Concept of Power in Hobbes and Nietzsche”, Nietzsche,
Feminism and Political Theory, (Ed. Patton, Paul), Routledge, London, 1993.
PEARSON, Keith
Ansell, Kusursuz Nihilist, (Çev. Cem Soydemir), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 1998.
PEARSON, Nietzsche
Contra Rousseau: A Study of Nietzsche’s Moral and Political Thougt,
Cambridge University Press, New York 1995.
PIEPER,
Annemarie, Etiğe Giriş, (Çev. Veysel Atayman-Gönül Sezer), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1999.
PRATT, Alan,
“Nihilism”, The Internet Encyclopedia of Philosophy, http://www.utm.edu,
19.07.2005.
RORTY, Olumsallık
İroni ve Dayanışma, (Çev. Mehmet Küçük - Alev Türker), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 1995.
RORTY, Richard, Essays
on Heidegger and Others, Volume 2, Cambridge University Press, Cambridge
1991.
ROSEN, Stanley, Nihilism:
A Philosophical Essay, St Augustine’s Press, Indiana, 2000.
RUSSELL,
Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi III, (Çev. Muammer Sencer), Say
Yayınları, İstanbul, 1996.
RUSSELL, Bertrand, Bilim ve
Din, (çev. Hilmi Yavuz), Cem Yayınevi, İstanbul, 1999.
SADLER, Ted,
“The Postmodern Politization of Nietzsche”, Nietzsche, Feminism and
Political Theory, (Edited by. Paul Patton), Rutledge, 1993.
SARIBAY, Ali
Yaşar, “Postmodern Kapitalizm Olarak Globalizm ve 1980’ler Türkiyesi”, Modernitenin
İronisi Olarak Globalleşme, Everest Yayınları, İstanbul 2004.
SARTRE,
“Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir”, Hümanizmin Özü, (Çeviren ve Derleyen.
Ahmet Aydoğan), İz Yayıncılık, İstanbul, 2002.
SCHELER, Max, Hınç,
(Çev. Abdullah Yılmaz), Kanat Kitap, İstanbul 2004.
SCHELLING, Of
Human Freedom, (Translated By. James Gutmann), The Open Court Publishing
Company, Chicago 1936.
SCHROEDER,
Ralph, Max Weber ve Kültür Sosyolojisi, (Mehmet Küçük), Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara 1996.
SCHUTTE, Ofelia,
Beyond Nihilism: Nietzsche Without Masks, The University of Chicago
Press, Chicago, 1984.
SCOTT, Charles
E., The Question of Ethics, Indiana University Press, Bloomington and
Indianapolis 1990.
SİM, Stuart,
“Postmodernism and Philosophy”, The Routledge Critical Dictionary of
Postmodern Thought, Routledge, New York, 1999.
SMITH, Steven
B., “Destruktion or Recovery?: Leo Strauss’s Critique of Heidegger”, Confronting
Mass Democracy and Industrial Technology: Political and Social Theory From
Nietzsche to Habermas, (Ed. John P. Mccormick), Duke University Press,
Durhem and London 2002.
STAUTH, G.,
TURNER, B. S, Nietzsche’nin Dansı, (Çev. Mehmet Küçük), Ark Yayınları,
Ankara, 1995.
STEİNER, George, Heidegger,
(Çev. Süleyman Kalkan), Vadi Yayınları, Ankara 1996. STEWARD, Roderick M.,
“Nietzsche’s Perspectivism and the Autonomy of Master Type”, Nous,
Volume 20, İssue 3, (Sep., 1986).
STİRNER, Max, Ego
and His Own, (Translated By. Steven T. Byington ), Benj. R. Tucker
Publisher, New York, 1907.
STRAUSS, Leo, Natural
Right and History, The University of Chicago Press, Chicago and London,
1953.
STRAUSS, Leo, What
is Political Philosophy, Indiana, University of Notre Dame Press, 1988, s.
10.
STRONG, Tracy
B., “‘What Have We to Do With Morals?’ Nietzsche and Weber on History and
Ethics”, Politics and Modernity, (Ed. Irving Velody and Robin Williams),
Sage Publications, London 1992.
STRONG, Tracy
B., Friederich Nietzsche and The Politics of Transfiguration, University
of Illinois Press, Chicago, 2000.
SURBER, Jere
Paul, Culture and Critique “An Introduction to the Critical Discourses
of Cultural Studies”, Westview Press, United States of America,1998.
SWINGEWOOD,
Alan, Kitle Kültürü Efsanesi, (Çev. Aykut Kansu), Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara 1996.
TANNER, Michael, Nietzsche,
Oxford University Press, London, 1995.
TAYLOR, Charles,
“Negatif Özgürlük Anlayışının Yanılgısı”, (Çev. Özden Arıkan), Cogito,
Sayı 15.
TEKELİOĞLU,
Orhan, Foucault Sosyolojisi, Alfa Yayınları, İstanbul 2003.
TEPE,
Harun, “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu-Batı, Ağustos-Eylül-Ekim
1998.
THIELE, Leslie
Paul, “Twilight of Modernity: Nietzsche, Heidegger and Politics”, Political
Theory, Vol. 22. No. 3, August 1994.
THIELE, Leslie
Paul, Nietzsche, Friedrich And The Politics of The Soul, Princetion
University Press, Princetion and New Jersey, 1990.
THIELE, Poul
Leslie, “The Agony of Politics: The Nietzschean Roots of Foucault’s Thoughts”, The
American Political Science Review, Volume 84, Issue 3, September 1990, (s.
907-925).
TOCQUEVILLE, Democracy
in America, Volume II, Vintage Books, New York 1945.
TURGENYEV, Ivan
Sergeyeviç, Babalar ve Oğullar, (Çev. Melih Cevdet Anday), Sosyal
Yayınlar, İstanbul, 1983.
UNGER, Peter, “Scepticism and
Nihilism”, Nous, Volume 14, Issue 4, 1980.
VATTİMO, Gianni,
Modernliğin Sonu, (Çev. Şehabettin Yakin), İz Yayıncılık, İstanbul 1999.
VATTİMO, Gianni,
Nietzsche: An Introduction, (Translated By. Nicholas Martin), Stanford
University Press, California 2001.
VERSENYI,
Laszlo, Sokrates ve İnsan Sevgisi, (Çev. Ahmet Cevizci), Gündoğan
Yayınları, Ankara 1995.
VILLA, Dana R.,
“Beyond Good and Evil: Arendt, Nietzsche and the Aestheticization of Political
Action”, Political Theory, Vol. 20, No. 2, May 1992.
WARNER, J.
Dannhauser, “Nietzsche, Friedrich”, The History of Political Philosophy,
(Ed. Leo Strauss and Joseph Cropsey), The University of Chicago Press, London,
1987.
WARREN, Mark,
“Nietzsche and Political Philosophy”, Political Theory, Vol. 13, N0. 2.,
May 1985.
WARREN, Mark, Nietzsche
and Political Thought, The MIT Press, Cambridge And London, 1991.
WEBER, Max, Sosyoloji
Yazıları, (Çev. Taha Parla), İletişim Yayınları, İstanbul 1996.
WHITE, Carol J.,
“The Time of Being and The Metaphysics of Presence”, Man and World 29,
1996.
WHITE, Richard
J., Nietzsche and the Problem of Sovereignty, University of Illınois
Press, Urbana and Chicago 1997.
WITTGENSTEIN, Felsefî
Soruşturmalar, (Çev. Deniz Kanıt), Küyerel Yayınları, İstanbul, 1998.
WOODWARD,
Ashley, “Nihilism and Postmodern in Vattimo’s Nietzsche”, Minerva- An
Internet Journal of Philosophy 6 (2002), (s. 51-67).
ZUPANCIC,
Alenka, En Kısa Gölge, (Çev. Seyhan Bozkurt), Encore Yayınları, İstanbul
2005.