İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ
(İNCELEME ÇEVİRİ METİN)
1. CİLT
2. Bölüm
ABDÜLVEHHÂB EŞ-ŞA‘RÂNÎ
(ö. 1565)
Çeviren
Mahmut Çınar
İÇİNDEKİLER
EL-YEVÂKÎT VE’L-CEVÂHİR
ON birinci mebhas
ON İKİNCİ MEBHAS
ON ÜÇÜNCÜ MEBHAS
Sonuç
ON DÖRDÜNCÜ MEBHAS
Allah’ın Sıfatlarının Zâtının Aynısı veya Gayrısı ya da Ne Aynısı
Ne de Gayrısı Olduğunun Beyânı Hakkındadır
ON beşinci mebhas
Allah’ın isimlerinin Tevkifi Olduğuna inanmanın Vâcip
Olduğu Hakkındadır
ON ALTINCI MEBHAS
Allah’ın Sekiz İsmi Olan el-Hay, el-Âlim, el-Kâdir, el-Mürîd, esSemî,
el-Basîr, el-Mütekellim ve el-Bâkî Mertebeleri Hakkındadır
ON YEDİNCİ MEBHAS
ON SEKİZİNCİ MEBHAS
Sonuç
ON DOKUZUNCU MEBHAS
Kürsî, Levh ve Kalem-i Âlâ Meselesi Hakkındadır
YİRMİNCİ MEBHAS
Henüz Âdem’in Belinde İken Allah’ın Benî Âdem’den Ahd ve
Mîsâk Almasının Sıhhatinin Beyânı Hakkındadır
YİRMİ BİRİNCİ MEBHAS
YİRMİ İKİNCİ MEBHAS
Netice: Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyada görme meselesi
YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEBHAS
Cinlerin Varlığının İspatı ve Onlara İman Etmenin Vâcip
Olduğu Hakkındadır
YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEBHAS
Allah’ın Kulların Zâtlarının Yaratıcısı Olduğu Gibi Onların Fiillerinin De
Yaratıcısı Olduğu Hakkındadır
YİRMİ BEŞİNCİ MEBHAS
Allah’ın Kulların Amellerinin Yaratıcısı Olmakla Beraber Onlara
Karşı Apaçık Delillere Sahip Olduğu Hakkındadır
YİRMİ ALTINCI MEBHAS
YİRMİ YEDİNCİ MEBHAS
Allah’ın Bütün Fiillerinin Bizzat Hikmet Olduğu ve “Hikmet İledir”
Denilmeyeceği Hakkındadır
YİRMİ SEKİZİNCİ MEBHAS
Allah’tan Başka Rızık Veren Kimsenin Olmadığı Hakkındadır
YİRMİ DOKUZUNCU MEBHAS
OTUZUNCU MEBHAS
Peygamberlerin Gönderildiği Her Dönemde Peygamber
Gönderilmesinin Hikmeti Hakkındadır
Allah’ın Henüz Şehâdet Âleminde Var Olmazdan
Önce Eşyayı Bildiği ve Bu Bilgisine Uygun Olarak Yarattığına İnanmanın Vâcip
Olduğu Hakkındadır
O, eşyayı ezelde bilmektedir ve eşyanın yenilenmesiyle O’nun ilminde
herhangi bir yenilenme söz konusu olmaz.
Soru: Âlemin tamamı Hakk’ın ilminde mevcut olduğuna göre, âlem
şehadet âlemine zuhûr ettiğinde (bundan) istifâdesi ne olur?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 17. bâbında verdiği gibidir:
“Âlem, şehadet âlemine zuhûr etmekle, daha önce sahip olmadığı kendi nefsi
hakkındaki bilgiyi kazanır, daha önce sahip olmadığı bir hâli değil.” Bunun
izahı şudur: Her şey ezelde Hak Teâlâ tarafından, sûretlerinin sayılarıyla
birlikte, kendi mertebelerinde bilinmekte olduğuna göre, kendi nefsi hakkındaki
bilgi ile Hak Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgisi arasında ayırım yapacak bir
ayırıcı (fârık) gerekir. Buna göre Hak Teâlâ, bütün mümkün varlıkları,
yoklukları hâlinde de varlıkları hâlinde de hâllerinin çeşitlenmesi durumunda
da idrak etmektedir. Mümkün varlıklar ise ne kendi nefislerinin, ne
varlıklarının, ne de hâllerinin değişmesini idrak ederler. O, yokluk hâlinde
iken, kendisini müşâhede onun için açığa çıktığında hayalinde hâllerinin
çeşitliliğini idrak eder. Yüce Allah, eşyayı sadece, peş peşe ve ardı sıra,
kendi durumları kendilerine açıklansın diye icat etmiştir. İşte “Eşyanın yenilenmesiyle
O’nun ilminde bir yenilik meydana gelmez.” şeklindeki sözümüzün anlamı budur.
Zira Hak Teâlâ zaten biliyordu. “Bu O’nun ilminin bilmesi miydi?” İşte bu,
kaderin sırrıyla ilgili olan meselelerin en önemli olanıdır. Ashabımızdan çok
azı bunu kavramıştır.
Soru: Âlemin, geçici yokluk hâlinde iken Hak Teâlâ tarafından
görülmesinin akla uygun bir örneği var mıdır?
Cevap: Şeyh’in 352. bâbda verdiği gibidir: “Âlem yokluk hâlinde
iken, Hak Teâlâ tarafından görülmesinin en yakın örneği, ‘Bukalemun’ olarak
isimlendirilen hayvandır. Onun cisimleri, içerisinde bulunduğu ortama göre,
peş peşe ve aşamalı olarak renkten renge girer. Bu, cilalı bir cisim olmadığı
hâlde seri bir şekilde görüntüsü değişen ayna gibidir.
Ey kardeş! Bu renklerin, baktığın cisimde ve onunla ilgili bildiklerinde
gerçek bir varlıklarının söz konusu olmadığını bildiğin hâlde bukalemundaki
renklerin değiştiğini hissettin. İşte bunu anlayan kimse, kesin bir şekilde Hak
Teâlâ’nın âlemi yokluğu hâlinde idrak ettiğini, onu görmesini ve ilâhi
iktidarının geçerliliği için onu var etmesini de bilir.
Hak Teâlâ’nın ezelde yokluk hâlinde iken a‘yanı müşâhedesini anlamanızı
sağlayacak yollardan birisi de Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda geçen ifadeleridir.
“Hakk’ın ezelde eşyayı yokluk hâlinde görmesi, gerçekten şaşılacak bir
durumdur. Daha sonra onları, varlık sahnesine çıkardığında, birer eşya olarak
her biri diğerinden ayırt edilmektedir. Ancak bak ve dikkatini çekerek işaret
ettiğim hususları tahkik et. Yüce Allah, akılları zayıf olanların anlaması
için, bu dünyada keşif ve rüyayı var etti. Böylece var olmayan şeyleri bizzat
görmektesin, kıyameti ve gerçekleştiğinde Hak Teâlâ’nın kulları arasında
hükmettiğini olduğu gibi görmektesin. Aslında ne var olan kıyamet ne de gördüklerinden
gerçekleşmiş olan durum söz konusudur. Daha sonra bunlar, aynasında görüldüğü
gibi var edilmektedir.” Ey kardeş, şayet bunları anladıysan doğru yola girdin,
tahkik etmenin yöntemi budur.
353. bâbda şöyle demiştir: “Hak Teâlâ bütün mümkünleri, henüz varlık
sahnesine çıkmamış olsalar bile, görmeye devam etmektedir ve hiçbir şey O’nun
için kayıp değildir. Dolayısıyla Hak Teâlâ yokluk anında onları görmekte ve
seslerini işitmektedir. Mümin bunun tasavvur etme noktasında, kararsız kalmaz;
zira Yüce Allah her şeye gücü yetendir.”
Soru: Allah’ın kendisini, üzerinde “kâdir” olarak nitelediği “şey”
nedir? Mutlak yok olanla (adem) mı alâkalıdır, yoksa geçici (izafî) yokla mı
alâkalıdır?
Cevap: Burada kastedilen adem, O’nun kadîm ilminin tazammun ettiği
a‘yân-ı sâbitenin yer aldığı izâfî ademdir. Zira mutlak yok için “a‘yân-ı
sâbite” söz konusu değildir. Şeyh’in Levâkihul-Envârda “Allah her şeye
kâdirdir”169 âyeti bağlamında kullandığı ifadeleri bunu
desteklemektedir: “Yani kadîm olan ilminin kapsamında bulunan şeylere kâdirdir.
İlminin kapsamına girmeyenler, ‘şey’ değildir.” Şeyh’in el-Fütûhât’ın
90. bâbında söyledikleri de bunu destekler: Allah’ın kudreti, sadece ilminde
mevcut olan şeylere taalluk eder. Zira ‘Allah her şeye kâdirdir.’170
meâlindeki âyet, kadîm olan ilminde ‘şey’ olarak yer almayanlara, taalluk
etmeyi nefyetmektedir.” Bunun izahının şöyle olduğunu söylemiştir: Şey olmayan,
şey’iyyeti kabul etmez. Çünkü kabul etseydi, gerçekten “şey olmayan” olmazdı.
Oysa hiçbir mâlum onun hakikatinin dışına çıkamaz. “Şey olmayan” ebedî olarak
“şey olmayan” olmaya mahkûm edilmiştir. “Şey” olan ise ebedî olarak “şey”
olmaya mahkûm edilmiştir.
Soru: Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin, her şeyin varlığı hariçteki
varlığının aynısıdır ve hiçbir şey buna eklenemez. Bunun, Allah ve O’nun zâtî
sıfatları gibi vâcip bir varlık olmasıyla yaratılmışlar gibi mümkün varlık
olması arasında da bu anlamda herhangi bir fark yoktur. Bu, kelâmcıların çoğunluğunun
“Bir şeyin varlığı, ona ilâve edilmiş bir durumdur.” şeklindeki görüşüne
aykırıdır. Bunlardan hangisi haktır?
Cevap: İbnü’s-Sübkî ve Celâleddin el-Mahallî’nin dediği gibidir.
Buna göre hak olan, Ebu’l-Hasan el-Eş‘arînin görüşüdür. Zira mâdum (yok), hariçte
bir şey değildir. Ne zâtttır ne de sâbittir. Yani onun hariçte herhangi bir
hakikati söz konusu değildir. Hariçte var olmakla gerçekleşir. Celâleddin
el-Mahallî, bu hükmün başka görüş sahipleri tarafından da benimsendiğini
kaydetmiştir. Mu‘tezile’ye mensup birçok kişinin, cinların atası olan “Cânn”ın
mümkün mâdum olduğu ve dış dünyada “şey” olduğu ve belirli bir gerçekliğinin
bulunduğu görüşünde olduğunu ifade etmiştir. Celâleddin el-Mahallî’nin Cemu’l-Cevâmi
Şerhi’de bu konuda söyledikleri son buldu.
Soru: Eş‘arîlerin “Âlem yoktan var edildi” görüşü ile Mu‘tezilenin
“varlıktan var edildi” görüşü nasıl telif edilebilir?
Cevap: Eş‘arîlikle Mu‘tezilenin görüşü “Âlem zuhûr açısından
hâdis, ilm-i ilâhî açısından kadîmdir.” önermesiyle telif edilebilir. Her iki
açıdan hâdis olduğu görüşünü benimseyen de her iki açıdan kadîm olduğu görüşünü
benimseyen de hata etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri kendisiyle
yarattığı “Hak” nedir? Bunun nesnel bir varlığı var mıdır, yok mudur?
Cevap: Şeyh’in 368. bâbda kaydettiği gibidir: Buna göre “Hakk”ın
anlamı, Allah’ın bütün âlemi Hak Teâlâ için yaratmış olmasıdır. Yani bütün
âlem kendi hâline göre Allah’ın dünya ve âhirette kendisine karşılığını vermesi
ve üzerindeki nimetlerini devam ettirmesi için O’na ibadet etmek5 tedir. Şeyh şöyle demiştir:
“Ehlullah’tan bir topluluk, Allah’ın kendisiyle gökleri ve yeri yarattığı
‘Hak’ konusunda hata etmişler ve onu nesnel varlığı olan bir şey olarak
kaydetmişlerdir. Doğru olan ise buradaki “^>”, “Ben cinlerle insanları bana
kulluk etsinler diye yarattım.”171 mealindeki âyette bulunan “J”
anlamındadır.” Bunun izahı şudur: Allah bir şeyi bir 10 şeyle yaratmaz; aksine bir şeyi bir şeyin
yanında yaratır. İstiâne ve sebebiyet ifade eden bütün ‘ lar, J dır. Bunu bil;
bu, çok nefistir ve bunu hiçbir tefsirde bulamazsın. Allah seni hidâyete
erdirsin.
Kullarının Aksine Allah’ın Hiçbir Örnek Olmadan Yarattığına İnanmanın
Vâcip Olduğu Hakkındadır
Hiçbir kul, Allah’ın iradesiyle kendi iç dünyasında tasarlamadan önce,
bir şeyi yaratmaya muktedir değildir. Önce düşünüp çerçevesini belirler, daha
sonra benzeri bilinen bir şekilde duyular âleminde bir varlık olarak ortaya
çıkması için, amelî yeteneklerini kullanır. Oysa Allah için bunlar, muhâldir.
Zira O, bundan önceki mebhasta geçtiği gibi, ezelde yaratacağı her şeyi
bilmektedir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Yaratılmışların yaratılmadan önce,
Allah’ın bilmediği bir sûrette olduğunu söylemek câiz değildir. Zira bu
düşünce, Allah’ın bilmediği bir şeyi yarattığı neticesini beraberinde getirir.
Halbuki kesin delillerle O’nun ezelden ebede kadar her şeyi bildiği
kesinleşmiştir. Dolayısıyla Allah’ın, bütün âlemi, daha önce benzeri
bulunmayan bir şekilde yarattığı kesindir. Bizi, daha önce ilminde yer alan
bir şekil üzerine varlık sahnesine çıkarmıştır. Şayet bir an için bizim daha
önce O’nun ilminde yer almadığımız varsayılırsa, bizim Allah’ın bilmediği bir
şekilde varlık sahnesine çıkmamız söz konusu olur ki bu da imkânsızdır. Çünkü
O, bilmediğini murad etmez; bilmediğini ve murad etmediğini de yaratmaz. Bu
durumda biz kendiliğimizden veya ittifak hükmü gereğince var olmuş oluruz.
Kendiliğimizden ya da ittifak hükmünün gereği olarak var olduğumuz takdirde
yoktan var edilmiş olmayız. Oysa kesin delillerle bizim yoktan var edildiğimiz
hususu sâbittir. Burada kastedilen izafî yokluk olup, bir önceki mebhasta
geçtiği gibi salt yokluk değildir.
Soru: Buna göre “Biz, yokluktan var edildik.” ya da “Allah’ın
ilminde var olan epistemolojik bir varlıktan var edildik.” şeklindeki
ifadelerimizin ikisi de doğru mudur?
Cevap: Evet, durum bu şekildedir. Şeyh de el-Fütûhât’ ın
198. bâbında yer alan bir şiirde şu sözlerle buna işaret etmiştir:
Şayet gördüğümüzü
görseydin / Gördüklerini yok saymazdın
Durumun zâhiri dediğim
gibidir / Bâtını ise senin olduğun gibidir İspatladı “şey” Rabbimin sözünü / O
olmasaydı şayet sen de olmazdın
Mutlak yoklukta yoktur /
Aynın sübûtu, o hâlde beni tasdik et
Ey sevgili, orada
olmasaydın / “Ol” dediğinde duymazdın
Şimdi hangi şeyi kabul
ettin ondan? / Olmayı mı, senin sen olmanı mı?
Şeyh 308. bâbda yer alan bir şiirinde de bu mânaya işaret etmiştir:
Ademe “Ol” diyene şaşarım
/ Denilip de olmayana da şaşarım
Olmuşsa neden “Ol”
denildi? / Halbuki söz bölünmez
“Ol” sözü iptal etti
kudreti / Akılla delil getireni ve hükmedeni
Akıl nasıl delil olabilir?
/ Aklın ettiği bina keşifle yıkıldı
Nefsin kurtuluşu dindedir
/ Görüp de mahrum olan bir insan yoktur
Keşifte dine sarılarak
korun / Korunan kul, hayırla kurtulmuştur
Fikri geriye at, onu
taşıma / Kasaptaki et gibi onu terk et
Dinin kabul ettiği her
ilim / Odur ilim, ona ilticâ et
Akıl muhalefet ederse, ona
de ki / Haddini bil, tecrübene yönel
Bilinmeyen o levha gibi /
Kalemin ilmiyle onda hak yazılıdır
Böyle devam etmektedir. Şaşılacak noktalardan biri de Allah’ın, “şey”e
“Ol” demek sûretiyle, tekvini ilâhi kudretine değil de “şey”e izâfe etmesidir.
Ona “Ol” demekle onu var (mevcut) etmiştir. Bunun izahı ancak ehline sözlü
olarak zikredilebilir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Allah’ın “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı
yücedir.”172 meâlindeki âyetinin anlamı nedir? Bu âyet, başka
yaratıcıların da olabileceğini, ancak Allah’ın en güzel yaratıcı olduğunu akla
getirmektedir. Yaratılanların Allah’ın iradesiyle yaratılması ile vasıtasız
olarak yaratılmaları arasındaki fark nedir?
Cevap: Şeyh’in 463. bâbda söylediği gibidir: Îki yaratma
arasındaki fark şudur: Yüce Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman,
yaratılmışlara göre yok (mâdum) iken, onu ilminde göründüğü hâle uygun olarak,
ona varlık elbisesi giydirerek yaratır. Kul ise, Hz. Îsâ gibi, bir şeyi Al5
lah’ın izniyle yaratacağı zaman, daha önce var olan bir şekil ve benzerini
yaratmayı dilediği, nesnel âlemde var olan bir şeyi dikkate alarak yaratır.
Kul, Allah’ın vasıtasız olarak yaratmasının aksine, daha önce var olan bir
örneği olmaksızın yaratmamıştır. Bu şekilde vasıtasız olarak Allah’a izâfe
edilen yaratma ile vasıtalı olarak Hakk’a izâfe edilen ıo yaratma arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.
Allah’ın izniyle “Fiillerin Yaratılması” mebhasında bu konunun detayları
gelecektir. Bu nedenle geniş bilgi için 24. mebhasa bakınız. Ayrıca 2. mebhasta
da, âlemin hudûsu bağlamında, Hakk’ın “Beni göresin diye senin için iki göz yarattım.
Bunlardan birisiyle beni, diğeriyle de kendi zulmetini göresin.” 15 ifadesi üzerine söylenen
uzun sözlerden sonra, bu konuya da değinildi.
En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın İsim ve Sıfatlarının Mânalarıyla Mevsûf Olmaya Devam Ettiğine
İnanmanın Vâcip Olduğu, Tenzîh ile Alemiyyeti Gerektiren ve Gerektirmeyen
Şeylerin Beyânı Hakkındadır
Bu başlığın en kıymetli başlıklardan olduğunu bilmelisin. Bu konuda geniş
bir şekilde önce muhakkik kelâmcıların sözlerine daha sonra da muhakkik
sûfîlerin sözlerine yer vereceğiz. Allah’tan yardım dileyerek şöyle derim:
Dönemin muhakkiki olan Celâleddin el-Mahallî (ö. 864/1459) şöyle demiştir:
“İsim ve sıfatların mânaları, ‘âlim, hâlık ve râzık’ gibi sıfatlar itibariyle
yüce olan Zât’a delâlet eden her şeydir. Keza Allah daimî olarak zâtî
sıfatlarıyla mevsuftur. Bunlar kudret, ilim, irade ve hayat gibi, fiilinin
delâlet ettiği sıfatlar ya da semî, basar, kelâm ve bekâ gibi noksanlıklardan
münezzeh olmanın delâlet ettiği sıfatlardır.” Şöyle demiştir: “Yaratma, rızık
verme, diriltme ve öldürme gibi fiil sıfatlarına gelince; Hanefîlerin
iddialarının aksine bunlar, ezelî değildirler. Bilakis sürekli yenilendikleri
için hâdistirler. Zira bunlar, kudrete ârız olan eklemelerdir ve var olacakları
zaman kudret bunlara taalluk eder.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle
demiştir: “Şayet ‘Hâlık’ denildiğinde bununla yaratmanın kendisinden sudûr
ettiği kimse kastediliyorsa, bunun sudûr etmesi ezelî değildir. Bu Gazzâlî’nin
görüşüdür.” Celâleddin el-Mahallî’nin ifadeleri burada son buldu.
İbn Ebû Şerîf (ö. 906/1500) Hâşiyetü alâ Cem‘i’l-Cevâmî’de şöyle
demiştir: “Ne Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) ne de onun ilk öğrencilerinin sözlerinde
fiil sıfatlarının kadîm olduğuna ve önceki sıfatlara eklendiklerine dair hiçbir
ifade yer almamaktadır. Onun mezhebine mensup olan sonraki âlimler, bunu el-Fıkhul-Ekber
kitabında yer alan “Allah, yaratmadan önce yaratıcı, rızık vermeden önce rızık
verici idi.” ifadesinden almışlardır. Burada istidlâlin bazı yöntemleri
zikredilmiştir. Eş‘arîler ise şöyle demektedirler: “Tekvîn sıfatı, söz gelimi
rızkın merzûka ulaşması bağlamında, kudret sıfatından başka bir şey değildir.”
Ebû Hanîfe’nin ifadelerinde ise kaydedildiği şekildedir. Buna göre Yüce Allah,
sıfatlarıyla birlikte ezelî olduğu gibi, ebedîdir de. Sadece yaratılmışları
yarattığı zamandan beri “Hâlık” ismini, canlıları yarattığı zamandan beri
“Bârî” ismini almış değildir. O, merbûb olmadan rubûbiyyet, mahlûk olmadan da
hâlık mânasına sahipti. Ölüleri diriltmeden önce, diriltici (muhyî) ismine
sahip olduğu gibi, yaratılmışları yaratmadan önce de yaratıcı (hâlık) ismine
sahipti. Bu, O’nun her şeye kâdir olması nedeniyledir. Ebû Hanîfe’nin (ra)
sözleri bundan ibarettir.
Birmâvî şöyle demiştir: Ebû Hanîfe’nin Allah’ın her şeye kâdir olması
nedeniyledir.’ şeklindeki sözleri, mahlûk olmadan önce ‘hâlık’ ismini almasının
gerekçesi ve beyânı kabilindendir. Bu, yaratma olmadan önce yaratıcı (el-Hâlık)
anlamının mevcût olduğunu ifade etmektedir. Kastedilen, buna (yaratmaya) güç
yetirmesinden dolayı bu ismi almasıdır. Bu durumda ezelde Hâlık ismi, ezelde
yaratma kudretine sahip olan birisi için mahlûk olmadan da sahihtir. Bu,
Eş‘arîlerin görüşüdür.” Kemâleddin İbn Ebû Şerîf, Hâşiyesinde şöyle
demiştir: “Uzunluğuna rağmen bu ibâre sana açıklandı. Çünkü bu, Celâdeddin
el-Mahallî’nin sözlerini izah etmekte ve açık bir şekilde onu desteklemektedir.”
Ayrıca Allah’ın sıfatlarının zâtının aynı mı yoksa gayrı mı olduğu konusuna
mebhasın sonuç kısmında değinilecektir.
Soru: İsim, müsemmânın aynı mıdır, gayrı mıdır?
Cevap: Doğru olan İbnü’s-Sübkî’nin dediği gibi, ismin müsemmânın
aynısı olmasıdır. Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî (ö. 324/93536) de bu görüşü
benimsemiştir. Başkaları ise ilk anda sanıldığı gibi gayrı olduğunu söylemişlerdir.
Söz gelimi “ateş” lafzı, şüphesiz olarak ateşten başkadır. Celâleddin
el-Mahallî şöyle demiştir: “Eş‘arî’nin kastı, ‘Allah’ isminin dikkate alınması
sebebiyledir. Çünkü bunun medlûlü, zâttır ki bu durum, mesela ‘âlim’ ismi gibi
diğer isimlerin hilâfınadır. ‘Âlim’ isminin medlûlü sıfat itibariyle zâttır.
Onun medlûlünün zât olması, sıfatlarına kıyasladır. Eş‘arî’nin dediği gibi ‘Allah’
isminden, diğer sıfatların aksine O’ndan başkası anlaşılmaz. ‘Âlim’ ismiyle
ilim gibi zâta yapılan ilaveler de anlaşılır.”
İbn Ebû Şerif Hâşiyesinde, “Bu meselede Beyzâvî’nin tefsirinin başlarında
açıkladığı gibi, ulemânın tartışma konusu yapmasına uygun olabilecek bir şey
görmedim.” demiştir. Buna göre Beyzâvî (ö. 685/1286) şöyle demiştir: “İsim üç
anlama gelir: 1. Bir mâna için konulmuş olan müfred lafız. 2. Bir şeyin zâtı.
İbn Atiyye (ö. 541/1147) zât, nefs, ayn ve ismin aynı anlamda olduğunu söylemiştir.
3. Allah’ın isimleri olan Hâlık ve Alîm gibi sıfatlardır. Bu üç şey de,
tartışma konusu olmayacak türdendir. Zira isimden, bir mâna için konulan
müfred lafız olan birinci anlam kastedilmişse, bunun müsemmâdan başka bir şey
olduğundan şüphe yoktur. Çünkü daha önce geçtiği gibi hiçbir akıl sahibi,
ateş lafzının ondan başka bir şey olduğundan şüphe duymaz.
Şayet bir şeyin zâtı ve hakikati olan ikinci anlam kastedilmişse bu,
müsemmâdır ve her ne kadar ismin zât anlamında kullanılması meşhur değil ise
de; bu konuda delil aramaya gerek yoktur. Şayet Eşarî’nin görüşünde olduğu gibi
sıfat olan üçüncü anlam kastedilmişse, bu durumda da sıfatın kısımlarına
ayrılır. Ona göre bunlar da üç kısımdır: Bizzat müsemmâ olan “Allah” isminde
olduğu gibi zât anlamına gelenler. Hâlık ve Râzık gibi fiille bağlantılı
olanlar ki bunlar müsemmâdan başkadır. Alîm, Kadîr, Semî ve Basîr gibi zâtın
sıfatları olan isimler. Bunlar için ne müsemmânın aynısıdır ne de gayrısıdır
denilebilir. Zira müsemmâ, zâtıdır ve O’dur; isim ise O’nun işaretidir ve
zâtının aynısı değildir ki bu, açıktır. İki farklı şeyin birbirinden
ayrılmasını mümkün kılan yoruma göre müsemmanın gayrı da değildir. İbn Ebû
Şerif, Celâleddin el-Mahallî ve Eş‘arîlere göre ismin müsemmâ olduğuna, ancak
bunun özellikle birinci kısımdaki lafza-i celâl olduğuna dikkat çekmiştir.
Çünkü bunun medlûlü, O olması itibariyle zâttır. Keza Eş‘arî de “Allah”
isminden O’ndan başkasının anlaşılmadığını söylemiştir. Celâleddin el-Mahallî
ve İbn Ebû Şerif’in sözleri bundan ibarettir.
Muhakkik sûfîlerin bu konudaki sözleri ise şöyledir: Şeyh elFütûhâtın
342. bâbında şöyle demiştir: “‘İsim, müsemmânın aynısıdır.’ görüşünü benimseten
hususlardan biri de ‘İşte bu, Rabbim Allah’tır.’[1]
âyetidir. Dolayısıyla O’nun ismini zâtının aynısı kılmıştır. Aynı şekilde
‘De ki (rabbinizi) ister ‘Allah’ diyerek, ister ‘Rahmân’ diyerek çağırın. Nasıl
çağırırsanız.’[2] demiş, “Rahmân” diyerek değil,
“Allah” diyerek çağırın dememiştir. Bundan başka yerlerde olduğu gibi burada
da ismi müsemmânın aynısı kılınmıştır.” Şöyle demiştir: “Şayet ‘İşte bu,
Rabb’im Allah’tır.’ âyetinde isim, müsemmânın aynısı olmasaydı ‘Rabbim’ sözü
doğru olmazdı.” Şöyle dedim: Müslim’in merfû olarak naklettiği “Kulum beni
andığında ve dudaklarını benimle hareket ettirdiğinde ben de onunlayım.” hadisi
de bunu doğrulamaktadır. Yüce Allah burada ismini zâtının aynısı kılmıştır.
Zira dudakları zâtla hareket etmez, ancak lafız olan isimle hareket eder,
düşün!
Soru: İlâhi isimlerin kısımlarının hakikati nedir, kaç kısma
ayrılırlar?
Cevap: Zâta delâlet eden isimler, tenzihe delâlet eden isimler ve
fiil sıfatlarına delâlet eden isimler olmak üzere üçtür. Burada dördüncü bir
kısım vardır ki Allah onun bilgisini kendine has kılmıştır. Bunlar da netice
itibariyle bu kısımların kapsamına girerler. Bu üç kısım da iki kısım kapsamına
girer: Birincisi el-Kebîr, el-Alî, el-Ganî ve el-Ahad gibi tenzihi gerektiren
ve Hak Teâlâ’nın zâtı itibariyle zâtının gerektirdiği yegânelik için geçerli
olan kısımdır. Diğeri ise ilâh olması itibariyle zâtın gereği olan
el-Mütekebbir, el-Müteâlî, er-Rahîm ve el-Gafûr gibi âlemi gerektiren kısımdır.
Şeyh bunu el-Fütûhât’ın 68. ve 372. bâbında zikretmiştir.
379. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki ek bir mâna üzerinde düşünmeden
tek başına özel olarak Allah’ın zâtına delâlet eden hiçbir isim bulamayız.
Çünkü bizim ilmimizde bulunan bütün isimler iki şekildedir: Ya bir fiile
delâlet eder ki o da bir âlemi kesin olarak gerekli kılar ya da O’nun kevnî ve
nakıs olan sıfatlardan yüce olduğunu çağrıştıran tenzihtir. Allah bunun dışında
olanı bize vermemiştir.
Soru: Binâenaleyh sadece özel isim olması itibariyle Allah
Teâlâ’ya işaret eden bir isim kesinlikle yoktur, olsaydı bile bu O’nun ilminde
olurdu.
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibidir. Evet bize ulaştığına göre
Allah için özel bir isim yoktur. Bu, Allah’ın isimlerini sadece onlarla
kendisini senâ etmemiz için izhâr etmesi dolayısıyladır. Bu nedenle onlar
arasında özel (alem) isim bulunması imkânsızdır. Çünkü özel isimlerle müsemmâda
senâ gerçekleşmez. Bunlar, zâta delâlet eden mânalara ait özel isimlerdir.
Bunlar, bize hükmü zâhir olan kimsenin kendisiyle bizzât senâ edildiği
mânalardır. Bu kimse söz konusu mânalarla müsemmâ olur. Mânalar da el-Kâdir,
el-Âlim gibi lafzî mânaların müsemmalarıdır. Şöyle demiştir: “Bunu Allah’ın
‘Allah’ın güzel isimleri (Esmâü’l-hüsnâ) vardır, bunlarla O’na dua ediniz.’175
âyeti de desteklemektedir. ‘Bunlarla /l^>’ söz konusu lafızlar değil, ilgili
mânalardır. Zira lafızlar sadece delâlet ettikleri mânalara tâbi olmaları
itibariyle, iyi veya kötü olarak nitelenirler. Dolayısıyla zâtları itibariyle
dikkate alınmazlar. Bunlar bir araya getirilmiş harfler ve ıstılah olarak
düzenlenen özel nazımlara eklenmiş değildirler.”
Soru: O halde Allah’ın güzel isimlerinin, hüsna” olarak
isimlendirilmesi, gayr-ı hasenin karşılığı olarak değil örfte isimlerin
zuhûrunun hasen olması itibariyledir.
Cevap: Evet, öyledir. Örfte güzel olarak gördüğümüz bir şey mutlak
olarak güzeldir. Örfte güzelliği görünmeyen şeyin güzelliği ise içinde gizlidir
ve avam bunu bilmez. Havas ise bütün isimlerin güzelliğini görür. Çünkü onlara
Hak Teâlâ’yı âlemdeki bütün gizlenmiş mertebelerde bildikleri için, onlara
hiçbir şey gizli kalmaz. Bu, Şeyh’in 379. bâbda zikrettiğidir. Bundan önce
şöyle derdi: “Kitap ve Sünnet’in bize ulaşanının tamamından, Allah ismi
dışında O’nun zâtına delâlet eden hiçbir isim bilmiyoruz. Çünkü o, özel isimdir
ve onunla müsemmâ olan zâttan başka bir şey anlaşılmaz. Bu ne medhe ne de
zemme delâlet eder. el-Fütûhât’vn 177. bâbında bu konu üzerinde uzun
uzadıya durmuştur. Hatırladıklarımı burada sana özetledim. Aynı şekilde bu
konuda Levâkihul-Envâr kitabının tamamından anladıklarımı da sana
özetledim, buna güven! Şeyh 177. bâb olan bu bâb kapsamında şöyle demiştir:
“Alemlik (özel isim) konusunda söylediklerimiz, bunun müştak olmadığını düşünenlerin
görüşüdür. Ayrıca iştikak görüşüne göre bu müsemmanın maksadı mıdır değil
midir? Bu, özel isim yöntemiyle bir şahsı Yezid olarak isimlendirmemiz gibidir.
Halbuki bu kelime gerçekte “ziyade” kökünden gelen fiildir. Ancak o şahsın
cisminde gelişme ve artma meydana geldiği için bununla isimlendirmeyiz. Aksine
onu tanımak ve çağırdığımız zaman bununla çağırmak için bu ismi verdik.
İsimlerin bir kısmı bu şekilde verilmişlerdir. İsimleri bu anlamda kabul ettiğin
zaman, özel isimlerdir. Övgü isimleri olarak kabul edersen sıfat isimleri
olurlar.” el-Esmâü’l-hüsnâ’nın tamamı bu şekilde vârid olmuş ve Allah, mâna
yoluyla kendi zâtını bunlarla nitelemiştir. Şöyle demiştir: “Ancak Allah
ismiyle lafzî vaz‘ yöntemiyle kendi nefsini nitelemiştir. Her ne kadar bazıları
türemiş (müştak) olduğunu söyleseler de kuvvetli olan görüş, Allah isminin zât
için alem (özel) olan bir isim olmasıdır.”
Soru: Zamirler de açık isimler gibi zâta delâlet ederler mi,
etmezler mi?
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in verdiği gibidir: Buna
göre bunlar, şüphesiz olarak zâta delâlet ederler. Bunlar müştak değiller, ama
her ne kadar delâlet açısından alem isimlerden daha kuvvetli iseler de alem de
değiller. Zira alem isimler nitelemelere muhtaçtır; zamirler ise muhtaç
değildir. Bunlar \ Jl \oJÎ
\lsî \|j \deki ^ ve ^Ul’deki ^ gibi lafızlardır. ys gâib olan zamir
ismidir ve aslı itibariyle ehlullah katında, Allah isminden daha çok
bilinir. Zira kendisinden başka kimsenin bilmediği Hakk’ın hüviyetine delâlet
etmektedir. |j “İşte bu Allah, Rabbinizdir.”[3]
âyetinde olduğu gibi, işaret ismidir. Mütekellim yâ’sı, “Bana ibadet et ve beni
hatırlamak için namaz kıl.”[4] âyetinde olduğu gibidir. oJÎ
lafzı ve muhatab tâ’sı “Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici
yalnız sen oldun.”[5] âyetinde olduğu gibidir. ve
şeddeli Ul lafızları “Şüphesiz zikri biz indirdik, biz!”[6]
âyetinde olduğu gibidir. Muhatap ^’i “Şüphesiz sen azîz ve hakimsin.”[7] âyetinde olduğu
gibidir. Bunların tamamı zamir, işaret ve kinâyelerdir. Bütün muzmar, müşarün
ileyh ve mekni anhu gibi şeyleri kapsarlar.
el-Fütûhât’ın son bâbı olan 558. bâbda ise şunları söylemiştir:
“Allah isminin müsemmâsı, her şey kudret elinde bulunan Hak Teâlâ’nın zâtının
bizzât kendisidir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bilindi ki
bütün ilâhi isimler Hakk’ın zâtına delâlet etmesi bakımından tenzih isimlerini
tazammun eder. Fakat Allah ismi dışındaki isimler, Hakk Teâlâ’nın zâtına
delâlet etmekle birlikte iştikak itibariyle nefiy ya da ispat anlamından başka
bir mânaya (daha) delâlet ederler. Bu nedenle bu isimler zâta delâlet etmede
Allah ismi kadar kuvvetli olmamıştır. er-Rahmân ve diğer güzel isimler
böyledir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, bu özel ismi Hakk’ın zâtı dışında
herhangi bir kimseye isim olmaktan korumuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ
ulûhiyyeti, O’ndan başkasına nisbet edenlere delil getirmek üzere ‘De ki: O’na
isim veriniz.’ demiştir.[8] Şayet isimlendirselerdi, ancak
Allah dışında bir isimle tesmiye ederlerdi; zira şöyle dediler: ‘Sadece bizi
Allah’a yaklaştırmaları için onlara ibadet ediyoruz.’[9]
Bu durumda Allah isminin mutabakat gereği, zâta delâlet ettiğini öğrenmiş
olursun. Bu, diğer alem (özel) isimlerin müsemmalarına delâlet etmeleri
gibidir.” Ben de şöyle dedim: “Şeyh’in Allah isminin alem olması veya olmaması
hakkındaki sözlerinin çelişkisi açıktır. Önce 377. bâbda bunun alem olduğunu
kaydetti. Daha sonra 379. bâbda alem olmadığını belirtti. 558. bâbda ise alem
olduğunu zikretti. Araştır, Yüce Allah en doğrusunu bilir.
Soru: Sizin ilâhi isimlerden lafızların değil, mânalarının
kastedildiğine dair vardığınız sonuca göre, elimizdeki bütün ilâhi isimler,
Hakk’ın bir mütekellim (konuşan) olarak kendini isimlendirdiği ilâhi isimler
olur.
Cevap: “Evet, böyledir.” şeklindedir. Bu isimlerin medlûlünün elimizdeki
isimlerin medlûlü olduğunu açıklayan şerhimizi koyarız. Yüce Allah âlemdeki
zuhûru itibariyle bu isimlerle isimlendirilir. Zâtla kâim olan isimlerin
saygınlığı, onlar için de söz konusudur. Bu durum mushafta yazılı olan harflerle
ilgili olarak, ulemânın kendileriyle bilgi sahibi olduğu başka hakikatleri olsa
da, bunların Allah’ın kelâmı olduğuna dair söylediklerimiz gibidir.
Soru: Farklı dil ve katmanlara mensup olmalarına rağmen, bütün insanların
dillerinde kullanılan lafızların tamamı, isimlerin tâzim edilmesi gerektiği
kuralına dâhil midir?
Cevap: “Evet, bir tek zâta işaret ettikleri için, bütün dillerde
tâzime layıktır.” şeklinde olur. Zira Araplardan başka hiç kimse “Allah” ismini
bilmez. Bu Farsça’da “Hudâ”, Habeşçe’de “Vâk” ve Frenkçe’de “Creator”
şeklindedir. Bunu başka dillerde de araştır; delâlet ettiği mânadan dolayı
herkes tarafından tâzim edildiğini göreceksin. Bu nedenle Şârî (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) mushafı düşman memleketlere götürmemizi yasaklamıştır. Halbuki
şüphesiz bir şekilde mushaf ellerimizle yazılan yazı, mürekkepli ahşap ve metal
divitlerle, muhdes olan varlıkların elleriyle yazılmıştır. İsim ve harflerdeki
bu delâlet olmasaydı, bunlara hürmet gösterilmezdi. Şeyh 297. bâbda bunun
üzerinde uzunca durmuştur, oraya bakabilirsin!
Soru: O hâlde Nâfî, Nûr ve Vekîl gibi Allah’ın isimlerine benzer
isimleri insanlar için kullanmamız haramdır.
Cevap: Şeyh’in 43. bâbda dediği gibi Evet, bu haramdır ve hem
aklen hem de şer‘an bundan kaçınmamız gerekir. Bu isimlerden birini herhangi
bir kimseye vermiş isek de bu, bunların Allah ile olan bağlantısını kurmayı
hatırlamamamızdan kaynaklanmaktadır. Bu, ‘Şu mümindir.’ dediğimizde, bununla
o kimsenin Allah’ın vaad ve tehdidini tasdik ettiğini kastetmemiz gibidir.
Bununla Allah’ın ‘el-Mümin’ olan ismini kastetmeyiz. Allah’ın, kulu Muhammed’i (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ‘Raûf ve Rahîm’ olarak isimlendirmesine gelince, bunu
Allah’ın kelâmını tilâvet ve hikâye etme yöntemiyle zikrederiz ve onu (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Allah’ın isimlendirdiği şekilde isimlendiririz. Bunda bir
sakınca yoktur. Zira ismin sahibi olan Allah ona bu ismi vermiştir. Bununla
birlikte biliriz ki o, Rabb’i karşısında zelil, korku içinde ve O’na yönelerek
boyun eğen bir kuldur.”
Soru: Tamamı tâzime layık olmakla beraber, Allah’ın isimleri
arasında efdal (daha üstün) mefdûl (daha az üstün) ilişkisi var mıdır yoksa
tamamı, bu açıdan eşit midir?
Cevap: Şeyh’in 371. bâbda dediği gibi, Allah’ın bütün isimleri,
tamamı bir tek zâta işaret ettiği için ilk anda eşittir. Şayet bir üstünlük
varsa bu, haricî bir durumdur. İsimler nispet ve izafetlerdir. Bazıları imam,
bazıları ise memûrdur. Bazılarına mümkün varlıklar tamamen muhtaçtır, bazılarına
ise müşâhede edilen hâller itibariyle tamamen muhtaç değildir. Mümkün
varlıkların zorunlu olarak muhtaç oldukları isimler el-Hay, elÂlim, el-Mürîd ve
el-Kâdir isimleridir. Sonuncusu ise aklî nazar itibariyle el-Kâdir’dir. Mümkün
varlık bu dördüne zâtıyla muhtaçtır. Diğer isimler ise bunların memurları
konumundadır. Bu dört ismi, mertebenin zuhûru açısından el-Müdebbir ve
el-Mufaddil isimleri takip eder. Daha sonra el-Cevvâd, sonra el-Muksit takip
eder. Bu isimlerden şehâdet ve gayb âlemi, dünya ve âhiret, belâ ve afiyet,
cennet ve cehennem meydana gelmiştir.
Efendim Ali b. Vefâ (ra) isimler arasında üstünlük olduğu görüşündeydi.
Allah’ın “Allah’ın sözü, en yüce olandır.”[10]
âyeti hakkında şöyle derdi: “Bu, Allah ismidir. Bu, diğer isimlerin en üst
mertebesidir.” Bu nedenle Allah, “O’ndan başka ilâh yoktur. Hayy ve
Kayyûm’dur.”[11] âyetinde en başta gelmiştir.
Bu, anıldığı gibi kendisine eklenen isimler itibariyledir.
Muhakkikler Allah isminin, isimlerin hakikatlerinin tamamını toplayan
isim olduğu konusunda icmâ etmişlerdir. Bunun benzerinin “Allah’ı anmak ise en
büyüktür.”[12] âyeti olduğunu söylemiştir.
Yani “Allah ismini anmak, diğer isimleri anmaktan daha büyüktür.” Şeyh
Muhyiddin de şeytandan Allah’a sığınma konusunda bunun benzeri şeyler
söylemiştir: “Şeytandan sığınmayı diğer isimlere değil de sadece Allah ismine
sığınmaya tahsis etmiştir. Zira şeytanın yanaştığı yollar belli değildir. Bu
nedenle bütün anlamları kendinde toplayan isimle sığınmamızı emretmiştir.
Çünkü bize geldiği tüm yollarda furû isimlerinin aksine, bize ulaşmasına engel
olarak Allah ismini bulur.”
82. bâbda da “Allah’a kaçınız.”[13]
âyeti bağlamında “Örfte çokluğa dayanmak esas olduğu için, Allah câmî ismini
getirmiştir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah’ın eli cemaatle
beraberdir.” buyurmuştur. Nefis, çokluğa dayandığı zaman, kendisini güvende
hisseder. Yüce Allah bütün hayır isimlerinin toplamıdır. İlâhi isimleri
araştıran bir kimse, hesaba çekme ve intikam alma isimlerinin az olduğunu,
Allah ismiyle birlikte daha çok rahmet isimlerinin bulunduğunu görür.” Bu
konuyu iyi düşün ve araştır! Allah sana hidâyet versin!
Soru: Bir kimsenin diğer isimlerle ünsiyet kurduğu gibi, Allah
isimiyle de ünsiyet kurması doğru mudur?
Cevap: Şeyh’in 240. bâbda dediği gibi “Aynı cinsten olmak
(mütecânisiyet) söz konusu olmadığı için, bütün muhakkiklere göre zât ismiyle
ünsiyet hiç kimse için doğru olmaz. Hatta ‘Allah’ın hiçbir ismiyle ünsiyet
kurmak asla mümkün değildir.’ deriz. Ünsün hakikati, Hakk Teâlâ’nın yakınlaştırmasından
ve amellerin nûrundan kula ulaşan şeye râcidir, başka bir şeye değil. Bunun
bizzât Allah’ın zâtıyla kurulan ünsiyet olduğunu söyleyen hata etmiştir.”
Soru: Rahmân ve Rahîm isimleri meşhur olduğu gibi iki ayrı isim midir
yoksa Baalbek ve Râmehürmüz gibi, iki kelimeden mürekkep bir tek isim midir?
Cevap: Şeyh’in Esrâr Bâbı”nda zikrettiği, keşif yöntemiyle
kendisine verilen bilgiye göre, soruda belirtildiği gibi her ikisi bir tek
isimdir. 192. bâbda şöyle demiştir: “Kâfirlerin bunu mürekkep bildikleri
bilgisi bize ulaştı. Ayırdıklarında tanımadılar ve inkâr ettiler.”
Soru: Bütün ilâhi isimler, ilâhi isimlerin tamamının hakikatini
kendisinde toplar mı yoksa her biri kendi hakikatiyle mi yetinir?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 4. bâbında dediği gibi, her bir
ilâhi isim, bütün isimlerin hakikatini toplar ve fizikî âlemde aralarında
bulunan hakikatlerin farkını ayırmak kaydıyla bütün mânaları ihtiva eder.”
Şöyle demiştir: “Bu, Allah’ın bana bildirdiği bir makamdır ve benim zamanımda
buna ulaşan hiç kimseyi görmedim.”
Soru: Herhangi bir insan için gece-gündüz sürekli olarak uyanıklık
anlamına gelen el-Kayyûm’un ahlâkına ermek doğru mudur?
Cevap: Şeyh’in 98. bâbda dediği gibi, diğer ilâhi isimlerin her
biriyle aralarında hiçbir fark olmaksızın ahlâklanmak nasıl sahihse, bu isimle
ahlâklanmak da sahihtir. Şeyhimiz Ebû Abdullah b. Cüneyd’in dediği gibi bu,
Hakk’ın özelliklerinden biri değildir. Şöyle demiştir: “Hak olan, ahlâklanmanın
gerçekleşeceğine dair söylediğimizdir.”
Soru: Herhangi bir kimse için Hüve, Ahad veya Ganî (âlemlerden
müstağni olma) isimlerinden biriyle ahlâklanmak sahih midir?
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi, bunlardan biriyle
ahlâklanmak doğru değildir. Zira bu hususlar, Hak Teâlâ’nın özelliklerindendir
ve hiçbir mahlûkun ne bizzât ne de aklî nazar itibariyle bunlarla ahlâklanması
doğru değildir. Benzer şekilde “Esrâr Bâbı”nda da şöyle demiştir: “Bil ki
mutlak olarak isimlerle ahlâklanmak, aralarında aykırılık ve muvafakat bulunduğu
için en zor ahlâklardandır. Ey kardeş! Sığınan ve barınan kimselerden, ‘Senden
sana sığınırım.’ diyen kimsenin müşâhedelerine ulaşmadıkça, böyle bir şeyin
senden zuhûr etmesine dikkat etmeni tavsiye ederim.” Bu cevherleri iyi
değerlendir. Bunları toplu olarak herhangi bir kitapta bulamazsın. Allah sana
hidâyet versin, O bana yeter, O ne güzel vekildir ve dönüş de O’nadır.
Allah’ın Sıfatlarının Zâtının Aynısı veya
Gayrısı ya da Ne Aynısı
Ne de
Gayrısı Olduğunun Beyânı Hakkındadır
Ey kardeş! Bil ki zâti sıfatları nefyetme, Mutezileye nispet
edilmektedir. Ancak Şeyhülislâm İbn Ebû Şerif’in Hâşiyes'mde belirttiği
gibi, onlar da bunu açıkça söylememişlerdir. İnsanlar, onların zait olması
yönünden kudret ve ilim gibi zât sıfatlarını nefyetmelerinden dolayı bu sonuca
varmışlardır. Mutezile ulemâsı, Allah’ın hay, âlim, kâdir, mürîd, semî, basîr
ve mütekellim olduğu konusunda ittifak hâlindedir. Ancak onlara göre Allah,
zait sıfatlarla değil, zâtıyla böyledir. O’nun mütekellim olmasının anlamının,
O’nun söz gelimi ağaçta konuşmayı yaratması olduğunu söylemişlerdir. [İbn Ebû
Şerif] şöyle demiştir: “Bu, onların kelâm-ı nefsîyi inkâr etmeleri, kelâmın
sadece kelâm-ı lafzîden ibaret olduğunu ve lafzî kelâmın ise O’nun yüce zâtıyla
kâim olmasının imkânsız olduğunu sanmalarından dolayıdır. Bu şekilde
sıfatların nefyi hakkında onlardan nakledilenler ve mezheplerinden çıkan sonuç
budur. Tercih edilen görüşe göre, mezhepten elde edilen sonuç, o mezhebin
görüşü değildir.” Bu konuyu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir:
“Ehl-i sünnete göre, Hak Teâlâ’nın zâtına zâit, zâtıyla kâim, O’nun için
gerekli olan ve O’ndan ayrılmayan yedi sıfatı bulunmaktadır. Buna göre ‘Hak
Teâlâ hayatla hay, ilimle âlim, kudretle kâdirdir.’ demişlerdir. Bekâ sıfatında
ise ihtilaf ettiklerini söylemiştir. Eş‘arî ve ona tâbi olanların çoğunluğu,
bunun zâta zâit olan bir sıfat olduğu görüşündedirler. Kâdı[14],
iki imâm[15] ve daha başkalarıysa,
Mutezilenin dediği gibi bir bekâ ile değil, zâtıyla bâkî olduğu
görüşündedirler.” Şöyle demiştir: “Her iki tarafın delilleri de usûlü’d-dîn
kitaplarında kaydedilmiştir.” Yine şöyle demiştir: “Mu‘tezile’nin anılan
şekilde sıfatları nefyetmesi, taaddüd-i kudemâ (ezelî varlıkların çokluğu)
tehlikesinden kaçmak içindir. Ehl-i sünnete göre ise zâtıyla kadîm olan sadece
birdir ve o da Mukaddes Zât’tır. Kıdem zâtla değil, zât için vâcip olan bir
sıfattır. Zâtıyla kadîm olan varlık için, taaddüd söz konusu olmaz.” Bunu Şerhu
Cem‘i’l-Cevâmîiçin yazdığı Hâşiye sinin “İştikâk” başlığı altında
zikretmiştir. Kelâmcıların sözleri burada son buldu.
Sûfîlerin (ra) söyledikleri de şöyledir: Efendim Ali b. Vefâ (rh.a) şöyle
demiştir: “Bil ki Zât bir tek şeydir ve O’nda çokluk yoktur, gerçekte taaddüt
de yoktur. Mu‘tezile’nin taaddüd-i kudemâ nedeniyle ihtilaf etmesi, sıfatlarla
taayyün (belirlenme) etmesi itibariyledir. Bu, itibârî bir taaddüttür, itibârî
olan da gerçek birliğe zarar vermez. Bu, ağacın dallarının köküne nisbeti veya
parmakların ele nisbeti gibidir.
Soru: Sıfatlarla nitelikler (evsâf) arasındaki fark nedir?
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’ta, “Namazda Teşehhüd”
bağlamında söyledikleri gibidir. Buna göre sıfatlarda zâit bir durum ve zâit
bir nesne düşünülebilir, nitelikler ise var olan bir nesnesi olmak itibariyle
mevsufun kendisi olur.
Benzer şekilde 416. bâbda Mağrib’deki kelâmcıların imamı olan hocası Ebû
Abdullah el-Kinânî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “İlâhi sıfatların zâtın
aynı ya da gayrı olduğuna dair delil getirmeyi üstlenen herkesin delili,
tartışmaya açıktır. Ancak zâtın aynısı olduğunu söyleyen kimse, daha edepli ve
saygılıdır. Gelecek mebhasın sonunda, sıfatları isim olarak isimlendirmenin
edep kapsamında olduğuna değinilecektir. Çünkü bu şekilde nakledilmiştir, oraya
müracaat et! Şeyh Muhyiddin sıfatlar bahsinde sıfatların aynı mı gayrı mı
olduğu konusuna geniş yer vermiştir. el-Fütûhât’ta gördüğüm en güzel
şey, onun ileride gelecek olan beş bâbda zikrettikleridir. Bunlar 17, 56, 373,
470 ve 558. bâblardır. 17. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki bütün ilâhi sıfat ve
isimler bir tek şeye (ayn) bağlı olan nisbet ve eklemelerdir (izâfet). Çünkü
orada bazı nazar ehli kimselerin sandığı gibi, başka şeylerle çokluk doğru
olmaz. Şayet sıfatlar, zâit şeyler (ayn) olsaydı, onlar olmaksızın ilâh olmazdı
ve ulûhiyyet onlarla bilinirdi ve bunlar da ilâhın bizzat kendisi olurdu. Oysa
“şey” kendisinin illeti veya bizzat nefsinin kendisi olamaz. Yüce Allah, kendisi
olmayan bir illetle ma‘lul olmaz. Zira illet, mertebe açısından ma‘lulden
öncedir. Bundan ilâhın, kendisi için illet olan bu zâit şeylerin ma‘lulü
olmasına muhtaç olması söz konusu olur ki bu imkânsızdır. Ma‘lul olan şeyin iki
tane illeti olmaz. Bunlar ise onlarsız ilâh olunmayan birçok illettir.
Dolayısıyla isim ve sıfatların O’nun zâtına zâit olan nesneler (ayn) olması
bâtıldır ve Allah bundan münezzehtir.”
56. bâbda söyledikleri ise şu sözleridir: Ey kardeş! Bil ki hatalı tümevarım,
akaitte sahih değildir. Çünkü akâit açık deliller üzerine binâ edilir. Bazı
kelâmcılar, muhdes varlıkların delillerine tâbi olarak, kendi nefsiyle âlim
olan bir şeyi görmemiş ve delilleri, kendilerine ancak ilim olarak
isimlendirilen ve zâtına zâit olan ve bulunduğu kimseyi âlim yapan bir sıfatla
âlim olunabileceği sonucunu vermiştir.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın âlim
olduğunu biliyoruz. O’nun bir ilminin olması, bu ilmin O’nun zâtına zâit ve
zâtıyla kâim bir sıfat olması gerekir.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu yanlış
bir tümevarımdır. Aksine O; âlim, kâdir ve habîr bir Allah’tır. Bunların tamamı
zâit bir durumla değil, zâtıyladır. Zira şayet bu, kemâl sıfatı olduğu hâlde
zâit bir durumla olursa, onsuz zâtın kemâli söz konusu olmaz ve O’nun kemâli
zâtına zâit bir şeye bağlı olmuş olur. Bu durumda O’nun zâtı, bu zâit şey
olmadan noksanlık ve muhtaçlıkla nitelenmiş olur. O, bunların tamamından
münezzehtir. Bu, bir kısım kelâmcıların, Hak Teâlâ’nın sıfatlarının zâtının
gayrı olduğunu ileri sürmelerinden dolayıdır ve bunu yapmakla hata etmişlerdir.
Bu hatanın sebebi, insanlar için ilmi, âlimin zâtının kemâli bâkî kalmakla
beraber, kaldırıldığı miktar oranında meânî sıfatlardan saymasıdır. Delil
kendisine bu fikri verince hem şâhid hem de gâib için, yani hem Hak hem de halk
için bunu reddetmiştir. Bunu Şeyh’in 558. bâbda Allah’ın elAlîm ismi hakkında
söylediklerinin üzerine bina etmiştir. Buna göre bir kısım insanların ilmi,
zâit bir durumla değil, zâtındandır. Bu, bütün insanların özellikle var
olmasıyla idrak ettiği ve elde etmek için başka bir şeye muhtaç olmadığı bütün
ilimler içindir. Özel bir şekilde mevcûd olmaksızın kabul etmeyeceği bir şey
kendisine geldiğinde bu onun zâti ilmidir. Bu, değerlendirilmelidir, sanki
şöyle der gibidir: “Bazı kullar için başkasının ilminden istifade etmek söz
konusu olmadığına göre, Hak için bu daha da önceliklidir. Ancak söz konusu
kulun ilmi ile Allah’ın ilmi arasındaki fark, kulun ilminin kendisine ruh
üflendiği anda Allah tarafından bağışlanmış olmasıdır. Onun ilmi, ilmi gerçekten
ve bizzat kendisinin olan Allah’ın ilmi türünden değildir. Bunu bil ve hata
etmekten sakın!”
373. bâbda söyledikleri de şöyledir: “Bil ki Allah için herhangi bir
hüküm
vermekcâizdeğildir;çünküO,hükümverenlerinenhayırlısıdır.Buradan,bazılarının
dediği gibi, Hak Teâlâ’nın sıfatları zâtına zâit olsaydı, zâtına zâit olan
vezâtınınaynıolmayanşeylerinbulunduğunadairhükümverileceğibilinirdi.
Kelâmcıların çoğu bu meselede yanılmıştır. Onların bu konudaki ilkeleri,
“kıyâsü’l-gâib ale’ş-şâhit”tir. Bu ise tam bir hatadır. Mahkûmün aleyh (hakkında
hüküm verilen) kimsenin zâtı ve onun hakikati bilinmeden, onun hakkında
herhangi bir hüküm vermek, bu hükmü veren açısından büyük bir cehâlettir. Gaip
hakkında hüküm vermediği için Allah, Ebû Hanîfe’ye rahmet eylesin!”
470. bâbda söyledikleri de şunlardır: “Bil ki ilim, ilimle bilinir. İlim,
ilim tarafından bilinir ve ilim için bilinendir. İlim âlimin sıfatıdır. Hak
Teâlâ sadece seni değil, ilmini tanır, senin bundan başkası olman, senin için
doğru değildir. Buradan yola çıkarak “İlim perdedir.” demişlerdir. Yani Hak
Teâlâ’nın hakikatinin görünmesidir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Bu
söylediklerimiz bazı kelâmcıların sıfatlar konusundaki “Bunlar zâtının gayrı
değildir.” deyip durmaları şeklindeki görüşünün izinde gitmektedir. Bunu
söyledikten sonra “Aynısı da değildir.” şeklindeki görüşleri ise, O’nun üzerine
ma‘kul bir zâit olduğunu düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu görüşün sahibi
sıfatların, O olmasını nefyetti ancak kendisiyle nitelediği bir ilim
olmaksızın O’nu ispatlamaya da güç yetiremedi. Bu nedenle “O’nun gayrısı
değildir.” dedi ve şaşırarak anlayışının kendisine verdiği bilgiyi söyledi.
Şöyle dedi: “Hakk’ın sıfatı ne O’nun aynısıdır ne de gayrısıdır.” Şeyh
Muhyiddin, bunların faydası olmayan sözler olduğunu söylemiştir. “Onda ruh
yoktur.” şeklindeki sözleri ise, bunu söyleyen kimsenin keşfinin bulunmadığına
delâlet etmektedir. “Ancak biz bunu söylediğimizde kelâmcının söylediği tanıma
bağlı olarak söylemeyiz.” dedi. Çünkü o, zorunlu olarak zâit olmasını düşünür;
biz ise zâit olduğunu söylemeyiz. İlâhi sıfatların zâtın aynısı olması, bizim
keşfimize de muhalif değildir. Bunların zâtının gayrısı olduğunu söyleyen
kimse, sıfatların zâta zâit olması konusunda Hak Teâlâ’yı insanlarla
karşılaştırmış olur. Onların bu sözleri “Allah fakirdir.” diyenlerin
sözlerinden, sadece ibâre açısından daha güzeldir. Çünkü zâtın kemâlinin ancak
bunlarsız olmayacağını söylemiş olur. Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırız.
Şeyh’in bütün sözlerinin özeti, sıfatların keşif ve yakînle zâtın aynısı
olduğu, gayrısı olmadığıdır. Kelâmcılardan bir topluluk da bu görüştedir. Ehl-i
sünnet ve’l-cemâat’in görüşü ise daha önceliklidir. Yüce Allah sana hidâyeti
versin!
Allah’ın isimlerinin Tevkifi Olduğuna
inanmanın Vâcip
Dinde bulunmayan bir ismi, Allah için kullanmak câiz değildir. Mu‘tezile,
dinde bulunmasa bile, anlamı O’na layık olan isimleri kendisi için kullanmamızın
câiz olduğu görüşündedir. Kâdı Ebû Bekr el-Bâkıllânî de bu görüşe
meyletmiştir. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf HâşiyeSinde şöyle demiştir:
“Söylenilenler, O’nun dillerde vazedilen isimleri hakkında değildir. Görüş
farklılıkları, Seyyid [Şerif el-Cürcânî]’nin (ö. 816/1413) Şerhul-Mevâkıfta dikkat
çektiği gibi, sıfat ve Silerden alınan isimler hakkındadır. Sa‘deddin
[et-Teftâzânî] (ö. 792/1390) de el-Makâsıdda “Tartışma konusu, Yüce Yaratıcının
bize vârit olmayan, celâl ve tâzimi çağrıştırarak O’na halel getirmeyen bir
mâna ile nitelenmesidir.” demiştir. Şeyh Kemâleddin’in yaptığı son değerlendirmeye
göre, “ârif” lafzı gibi Allah’ın yüceliğine layık olmayan bir şeyi çağrıştıran
isimlerin verilmesinden sakındırmak içindir. Zira “mârifet”, bazen, öncesinde
gaflet bulunan bir ilim anlamında kullanılır. “Fakîh” lafzı da böyledir. Fıkıh,
sözünden bir şey anlaşılmazsa bile, konuşmasından konuşanın gayesini
anlamaktır. Bu da öncesinde bir cehâletin bulunmasını akla getirir. “Âkil”
lafzı da böyledir. Akıl, “ıkâl”dan alınan ve uygun olmayan şeye yönelmekten
alıkoyan ilimdir. Örnekler çoğaltılabilir.
Bunlar, kelâmcıların sözlerinden görebildiklerimdir. Muhakkik sûfîlerin
sözlerine gelince, Şeyh Muhyiddin (ra) şöyle demiştir: “Bil ki O’nun için
‘Allah onlarla alay ediyor (istihzâ).’[16],
‘Onlar tuzak kurdu, Allah da onlara tuzak kurdu (mekr).’[17],
‘O, onları aldatmaktadır.’[18] ve ‘Allah’ı unuttular, O da
onları unuttu.’[19] gibi bir isim türetmemizin
câiz olmadığı konusunda icmâ vardır. Yüce Allah, Kur’ân’da bunları kendisine
nisbet etmiş ise de O’na karşı edep gözeterek hikâye yöntemiyle okumakla
yetiniriz ve akıllarımızın seviyesine tenezzül etmesinden ve kendisine değil de
bize layık olan lafızlarla bizi muhatap almasından dolayı O’ndan utanırız.” Daha
sonra da şu şiiri söylemiştir.
Ne kadar yüksek olsa da
menzili kralların / Binek ve semerle yürümek zorundadır
Dolayısıyla Hak Teâlâ’nın kullarına tenezzül etmesinin, O’nun azamet ve
celâlinin kapsamında olduğu ve bununla ârifin gönlündeki azametin arttığı
bilinmiş oldu. Yüce Allah “Allah’ın güzel isimleri vardır.”[20]
buyurmaktadır. Yani bunlar Kitap ve Sünnet’te yer almıştır. Bunların tamamı
güzeldir. Zira bunun tersi O’nun için doğru olmaz. Bunlar önceki mebhasta
geçti.
177. bâbda şöyle demiştir: “Edep ehli, örfte güzel bile olsa, keşf yöntemi
olsun sahih nazar yöntemi olsun Allah için bir isim türetirken, edep gözetmeli
değil midir?” Yine el-Kasd kitabında “O’nun peygamberlerin diliyle
kendisini isimlendirdiği isimlerin dışında Allah’a isim vermemiz câiz değildir.
O’nun kendisine verdiği ismi biz de veririz, vermediğini vermeyiz. Biz O’nunla
ve O’nun için varız.” demiştir. “Esrâr Bâbı” ve başka yerlerde şöyle demiştir:
“Doğru olduğuna dair uzak bir ihtimal bulunsa da Allah’ın eşyanın kaynağı
olduğunu söylemek câiz değildir. Çünkü akıl sahibi birisi, bundan âlemin O’nun
zâtından ayrıldığı sonucunu çıkarabilir. Hatta bazıları bunu açıkça
söylemişlerdir ki bu küfürdür. Bazı halifeler şiirinde şunu söyleyenin boynunu
vurmuştur:
Bir parça et kesildi zâtından, bir parça / Ancak Sen ne kesilensin ne de
kesen
Şeyh, el-Kasd kitabında şöyle demiştir: “Her ne kadar Allah’ın
el-Evvel ismi anlamında ise de, Allah’a kadîm denilmesi doğru değildir, ezelî
ve ebebî denilmesi de bunun gibidir. Hak Teâlâ için ‘Hayat sahibi’ denilmesi
de doğru değildir; ancak ‘Hayatı ve ölümü yarattı.’[21]
âyetinden dolayı “Hayy/Diridir” denilir. Allah’ın yarattığı şey O’nunla
nitelenmez. Aynı şekilde ‘Allah, âlemi ihtirâ etti.’ denilmez. Zira âlem
tamamen şehadet âlemine çıkmadan önce de Allah’ın ilminde sabitti. Bu şekilde
sabit olan bir şey için ‘ihtirâ etti.’ denilmez. Belki ‘İlminde sabit olduğu şekil
üzere nesnel âleme çıkardı.’ denilebilir.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ için bunu
yapmak câizdir veya bunu yapmak câiz değildir de denilmez.
Çünkü Allah’a cevaz ıtlakı, Kur’ân ve Sünnet’te bize vârit olmamıştır ve
akıl da buna delâlet etmez. Bununla beraber cevaz, caiz olan iki seçenekten
birisi için bir tercih edene muhtaçtır ve Allah’tan başka bunu yapacak bir fâil
de yoktur. Bu mezhebin mensuplarının, Allah’ın kadîm olan iradesinin dışında,
bunu tercih etmek için bir iradenin bulunduğunu ispatlamaları gerekir. Bu
mezheplerin yanlış yaptıkları açıktır. Zira Yüce Allah hakkında, zâtına zâit
olan ve başka bir zâtın aynısı olan bir şeyle hüküm verilmektedir.
Şeyh Muhyiddin 420. bâbda şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın kendisine Allah
hakkında örnekler vermeyi öğrettiği ârifîn, Hak Teâlâ için “cevâz/câizlik”
tâbirini kullanmasının câiz olduğu görüşündeyiz. Çünkü yaratılmış (mahlûk)
olan bir şey, mümkün olması itibariyle varlığı da yokluğu da kabul eder.
Dolayısıyla onu yaratması da, yaratmaması ve var olmaması da mümkündür. Var
olduğu zaman da bir müreccihle (tercih eden) var olmakta ve bu da Allah’tır.
Dolayısıyla ek (zâit) bir iradenin üstlenmesine ihtiyaç yoktur. Her ne kadar
Allah’a karşı edep gözetmek, daha kâmil, daha tamam hatta daha gerekli ise de
bu şekilde söz konusu mezhebe mensup olanların görüşü de doğru olur.” Şöyle
dedim: “Kalânisî ve Abdullah b. Saîd’in görüşü, sanki Allah’ın bunu yapması
caizdir der gibi Yüce Allah’a cevazın ıtlakının caiz olmayacağı şeklindedir.
Kalânisî (ö. IV/X. yüzyıl başları) ve Abdullah b. Saîd’in (ö. 240/854)
tâbileri, bunların Allah’ın kendi nefsini görmesinin câiz olduğu görüşünde
oldukları konusunda ittifak etmişlerdir. Rü’yetullah’ı inkâr eden başka bir
cemâat de bu görüştedir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Nakledildiği gibi, sıfatların isim olarak
isimlendirilmeleri, öncelikle edep midir?
Cevap: “Evet, evlâ olandır.” şeklindedir. Zira Yüce Allah
“Allah’ın güzel isimleri vardır.”[22] buyurmuş, “güzel sıfatlar”
buyurmamıştır. Şeyh “Esrâr Bâbı”nda “Yüce Allah ‘Allah’ın güzel isimleri
vardır, onlarla dua ediniz.’[23] buyurduğu için, sıfatların
isim olarak isimlendirilmeleri edeptendir.” demiştir. Söyledikleriyle
niteleyiniz. O’nu âlim için mümkün olan gerçek bir mârifetle bilen kimse, O’nu
nitelemez, isimlendirir. Sıfatlarda âfet (yokluk, olumsuzluk) bulunduğundan,
sıfatlar hakkında hiçbir haberin bize gelmediğini söylemiştir.
Şayet söz konusu sıfat yoksa, O nasıl nitelensin! Böyle değilse, kararsız
kalınır ve kararsız kalındığı takdirde zâtın ne ile nitelendiği bilinmediği
için, eksik bilgi verdiği şeklinde hükmedilir. Onlara göre, kemâli kendi
zâtından olmayan kimse, delille kemâlin gerçekleşmesi için sıfatlarına muhtaçtır.
Allah’ın sıfatları da zâtının aynı değildir. Bu görüşün sahibi, sıfatların
yapısını bilmemektedir. Sıfatlarda ortaklığın bulunması, zâtların farklı
olduğunun delilidir. Yüce Allah “Îzzet sahibi olan rabbin, onların
nitelemelerinden münezzehtir.”197 buyurmuş ve bu âyetle kendisini
isimlerden değil, sıfatlardan tenzih etmiştir. Zira O, sıfatlarla değil,
isimlerle 10 bilinmektedir.
Aynı şekilde, bunun kaynaklarda kaydedildiği mahallin dışında, “Allah şeydir.”
de denilemez ve bunun için kıyas da uygun değildir. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın
73. bâbında şöyle demiştir: “Bir kısım rabbânî ilhamlarda (hevâtif) ‘Ben, şey
değilim; zira şey olursam, şeylik konusunda diğer varlıklarla örtüşürüm ve bu
da benzerliği meydana geti15 rir,
oysa ben benzemem.’ denildiğini işittim.” Yine her ne kadar “el-Mânî” ismi
anlamında ise de Hak Teâlâ’nın cimri (bahîl) olduğu da söylenemez. Allah’ın
kendisi için kullanmadığı bütün isimleri buna kıyasla! Allah seni hidâyete
erdirsin!
Allah’ın
Sekiz İsmi Olan el-Hay, el-Âlim, el-Kâdir, el-Mürîd, esSemî, el-Basîr,
el-Mütekellim ve el-Bâkî Mertebeleri Hakkındadır
Bu mebhas, kitabın en değerli mebhasıdır. Her bir ismi, Allah’ın meânî
isimlerinden birisiyle ilgili bir cümle ile teberrüken izah edelim. Allah’ın izniyle
şöyle deriz: Ey kardeş! Bil ki el-Hay ismi, diğer isimlerden daha önceliklidir
ve hiçbir ismin ondan daha önce zuhûr etmesi mümkün değildir. O, gerçekte
el-Evvel ismiyle nitelenmiştir. Bu nedenle Yüce Allah “Allah, O’ndan başka ilâh
yoktur; O, el-Hay ve el-Kayyûm’dur.”198 buyurmuştur. Böylelikle
el-Hay ismini, bütün isim ve nitelikleri toplayan isim kılmıştır. “Hay [ismi]
olmaksızın şeylerin hakikatlerinin isimlerden vücuda gelmesi imkânsızdır.” Her
şeyin varlığının bir ilâhi isimle irtibatlı olması bağlamında el-Hayy isminin
hakikati, hayatının zâtı için olmasıdır. Bu, sadece Allah’a has olup, başka
hiçbir yaratılmış için böyle bir şey söz konusu değildir. Şeyh’in Ankâ-i
Mağrib isimli kitabında isimlerin mertebeleri ve bunların lisan-ı hâli
hakkında bazı sözlerini gördüm. Ey kardeş! Bunları sana anlatmakta herhangi
bir sakınca yoktur. Belki de bunlar asla kulağına gelmemiştir. Bunlar şu
sözleridir: “Bil ki ilâhi kudret, Allah’ın bildiği bir şeyi dilememesi gibi
iradeden sonra olmaksızın, hiçbir şeyin icât edilmesine taalluk etmez. Çünkü
bilmediği bir şeyi irade etmesi veya muhtar ve mütemekkin/mukim olan birinin
Allah’ın istemediği bu fiili terketmesi, bu hakikatlerin diri (hay) olan bir
kimsenin dışında başka bir kimsede bulunması ve sıfatların ilgili zât olmadan
bulunması imkânsız olduğu gibi aklen muhal olur.”
Şöyle demiştir: Zuhûr açısından el-Hay ismini el-Bârî ismi takib eder.
İlâhi isimlerin hâl dili, müsemmâ mertebesinde bir araya gelmeleri için lâzım
olan iki ânda, bir kısmı diğerine şöyle demiş gibidir: “Aynlarımızın (nesne)
isim ve eserlerimizle mertebelerinin birbirinden ayırt edilmesi için,
hükümlerimizin zuhûrunu istiyoruz.” Bu durumda bazıları diğerlerine,
“Zâtlarınıza bakınız!” der. Her isim zâtına bakar ve el-Hâlık ismi hiçbir
mahlûk, el-Müdebbir ismi hiçbir müdebber (yönetilen), el-Mufassil ismi hiçbir
mufassal (ayrılan), el-Musavvir ismi hiçbir musavvar (şekil verilen), er-Râzık
ismi hiçbir merzûk (rızık verilen), el-Kâdir ismi hiçbir makdûr (güç
yetirilen), el-Mürîd ismi hiçbir murad (istenilen), el-Âlim ismi ise hiçbir
mâl um (bilinen) görmez.
Saltanat ve hükümlerimizin kendileriyle zuhûr edeceği bu aynlar zuhûr
etmeden amel nasıl olur?” dediler. Âlemin hakikatlerinin talep ettiği ilâhi
isimler, el-Bârî ismine sığındılar ve ona “Bizim bulunduğumuz mertebe etkimizi
kabul etmediği için, hükümlerimizin zuhûr edeceği ve saltanatımızın var
olacağı aynları var etmeni umarız.” dediler. el-Bârî de “Bu, el-Kâdir ismine
dayanır. Ben onun kuşatması altındayım.” demiştir. Bunun aslının tamamı, mümkün
varlıkların yokluk hâlinde zillet ve iftikâr içerisinde ilâhi isimlerden
istekte bulunması olduğunu söylemiştir. İsimlere şöyle demiştir: “Yokluk,
bazılarımızın bazılarımızı idrak etmek ve sizin, üzerimizde vâcip olan
haklarınızı bilmek konusunda bizi a‘mâ kılmıştır. Şayet nesnelerimizi (ayn)
izhâr eder ve bize varlık giysisini giydirirseniz, bununla bize nimet vermiş
olursunuz. Biz de size yakışan yüceltme ve tâzimi ifa ederdik, ayrıca bizim
üzerimizdeki saltanatınızı fiilen izhâr etmiş olurdunuz. Bugün üzerimizde
fiilen değil, sadece kuvvet ve salahiyet açısından saltanatınız bulunmaktadır.
Dolayısıyla sizden talep etiğimiz şey, hem kendimiz hem de sizin içindir.”
İsimler, bu durumun el-Mürîd isminin kapsamında olduğunu ve o olmaksızın,
onların hiçbir nesnesinin (ayn) söz konusu olmadığını söylediler. Azîz ve
celîl olan rabbinden emir gelmedikçe, mümkün de kendiliğinden bize imkân
vermez. Ancak ona tekvinle emredip “Kendiliğinden mümkün ol!” dediğinde ve var
olmasını da bize bağladığında, biz de o zaman oldurduk ve el-Mürîd ismine
sığındılar ki varlığı yokluğa tercih etsin. İşte o anda ben, emreden ve konuşan
bir araya geldik ve sizi var ettik.
Daha sonra el-Mürîd ismine sığınarak ona “el-Kadir isminden bizim
nesnelerimizi (ayn) var etmesini istedik, bu işi sana bıraktı, ne dersin?”
dediler. el-Mürîd, “el-Kâdir doğru söylemiştir. Ancak bende el-Âlim isminin
sizinle ilgili hangi hükme vardığına dair bir haber yok. Şayet daha önceden
varlığa gelmenizle ilgili böyle bir bilgisi varsa, varlığınızı tercih edeyim,
değilse, ben onun hükmü altındayım/onun kapsamındayım, ona gidin ve durumunuzu
ona anlatın.” dedi. el-Âlim ismine giderler ve el-Mürîd isminin dediklerini
zikrederler. el-Âlim, “el-Mürîd doğru söylemiştir. Sizin varlığınızla ilgili
bilgim önceden vardır ancak edep daha önceliklidir. Bizim üzerimizde
gözetleyici olan (müheymin) bir mertebe bulunmaktadır ki bu mertebe, Allah ismi
mertebesidir. Ona varmamız lazım, zira O bütün mertebeleri toplayan
mertebedir.” der.
Bütün isimler, Allah ismi mertebesinde toplanır. Onların en iyi bileni
olduğu hâlde “Ne istiyorsunuz?” dedi, onlar da kendisine haber verdikten sonra
O, “Ben, hakikatlerinizi bir arada toplayan ismim, tenzih ve kemâl sıfatları bulunan
Mukaddes Zât’ın müsemmasının deliliyim. Medlûlümün mertebesine girinceye kadar
durunuz.” der. Medlûlünün katına çıkar ve O’na mümkünlerin söylediklerini ve
isimler arasında geçen konuşmaları zikreder ve [medlûl] şöyle söyler: “Çık ve
isimlerden her birine hakikatinin taalluk ettiği mümkün varlıkları söyle. Ben,
zâtım itibariyle kendimden tekim ve mümkün varlıklar, hakikatimi değil,
mertebemi talep etmektedir. Çünkü ben zenginim (el-Ganî), mertebe ise mümkün
varlıkların eserlerin onda zuhûr etmesi için istedikleridir. el-Ahad hariç,
bütün ilâhi isimler benim değil, mertebenindir. O, bana tahsis edilmiş bir
isimdir.” Daha sonra “Allah” ismi, beraberinde mümkün varlıklar ve isimler
(esmâ) için tercümanlık yapmak üzere el-Mütekellim ismiyle çıkar. Onlara
müsemmanın kendisine anlattıklarını anlatır. el-Âlim, el-Kâdir, el-Mürîd ve
el-Kâil taalluk eder ve mümkünâttan ilk mümkün, el-Mürîdin tahsisi ve
el-Âlim’in hükmüyle zuhûr eder. Nesne (âyân) ve eserler kâinatta zuhûr edip bir
kısmı bir kısmına hâkim olunca ve dayandıkları isim itibariyle, bazısı bazısını
kontrolü altına alınca bu durum, tartışma ve çekişmelere yol açtı ve şöyle
dediler: “Mertebelerimizin düzeninin bozulmasından ve zuhûrumuzun olmadığı
dönemdeki yokluk hâline döneceğimizden korkuyoruz.” Mümkün varlıklar, el-Alîm
ve el-Müdebbir isimlerinin kendilerine ilkâ ettikleri konusunda esmânın
dikkatini çekerek şöyle demişlerdir: “Ey isimler! Şayet hükmünüz bilinen bir
ölçü, sınırlarınız da bizim varlığımızı sizin de üzerimizdeki tesirlerinizi
muhafaza etmek için bağlı olduğunuz bir imamla kaydedilmiş ise, bizim için en
uygun olanı budur. Değilse yanında duracağınız sınırlarınızı belirleyecek
birisini size takdim etmesi için, hepiniz Allah’a sığınınız. Aksi takdirde
helâk olur ve işlevsiz kalırsınız. “Bu maslahatın ta kendisi ve en uygun
görüştür.” dediler ve bunu yaptılar.
Sonra “İşinizi nihayete erdirecek olan el-Müdebbir ismidir, durumunuzu
ona götürün.” dediler. O da “Bu benim işimdir.” dedi ve Hakk’ın emriyle Rab
isminin yanına girip çıktı. Ona “Maslahat neyi gerektiriyorsa, onu yap.” dedi.
Kendisine, emredilen konuda yardımcı olacak el-Müdebbir ve el-Mufassil
ikilisini vezir edindi. Yüce Allah “O, her işi [hakkıyla] düzenler, yürütür,
âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak
inanasınız.”199 buyurmaktadır.
Bunu yapan, imam yani er-Rab’dır. Bak, durumun kendiliğinden olması
gerektiği hâle mutâbık olan lafızla gelen Allah’ın kelâmı, nasıl da muhkemdir.
er-Rab ismi, onlar için sınırları belirledi ve mülkün ıslahı için onların
görevlerini tanımladı. Hangisinin amel açısından daha iyi olduğunu anlamak
için, onları imtihan edeceğiz. Âlemlerin rabbi olan Allah yücedir. Onun Ankâ-i
Mağrib’de yer alan sözleri sona erdi. Kulaklarımız buna benzer mânada, bu
sözleri asla işitmedi.
Soru: İsimlerin bazıları diğerleri üzerinde gözetleyici (müheymin)
midir?
Cevap: Ankâ-i Mağrib’de yer alan sözlerde geçtiği gibi,
evet gözetleyicidir. Meselâ şöyle deriz: “Âlim olmadıkça mürîd, hayat olmadıkça
âlim olamaz.” Böylece O’nun hay ve müheymin olması, âlim ve mürîd olmasının
üzerinde demektir. Bütün isimlerin eserinin varlığı, bu şekilde, başka bir
ismin varlığına bağlıdır.
Soru: İlâhi isimler, meleklerin Rablerinin huzurunda düzenli
gözetlendikleri gibi, müsemmalarının önünde gözetlenirler mi?
Cevap: Şeyh’in 198. bâbda söylediği gibi “Evet, gözetlenirler.”
Soru: İsimlerin ilk safları nedir?
Cevap: Şeyh’in dediği gibi şöyledir: “İlki el-Hay’dır, onun
yanındaki el-Alîm’dir. İkisi arasında başka bir isim için herhangi bir boşluk
yoktur. Onun yanında el-Mürîd olan el-Âlim vardır. Onun yanında el-Kâil, onun
yanında el-Kâdir, onun yanında el-Hakîm, onun yanında el-Mukît, onun yanında
el-Muksit, onun yanında el-Müdebbir, onun yanında el-Mufassil, onun yanında
er-Râzık ve onun yanında ise el-Muhyî yer almaktadır. Keşif yöntemimizle
gördüğümüz gibi, esmânın safları bu şekildedir.
Soru: İlâhi isimlerle ahlâklanma, safların tertibinin hükmüne bağlı
mıdır, değil midir?
Cevap: Evet, onlardaki düzenin dışında, onlardan birisiyle
ahlâklanma doğru olmaz. Hadiste ifade edildiği üzere kâinatta herhangi bir
boşluk olduğu zaman, şeytan namazın safları arasındaki boşluğa girdiği gibi,
oraya girer. Böylece veliyi Hak Teâlâ’nın kibriyâ ve azâmet gibi
özellikleriyle meşru olmayan ve şerî emirlere uygun olmayan bir şekilde
ahlâklanmaya yönlendirebilir.
Soru: İlâhi isimlerin mertebeleri arasında ma‘kul bir boşluk
(fasıla) var mıdır?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\a ifade ettiği gibi “İsimlerin
hepsinin müsemmalarıyla irtibatları ve her isimde bütün isimlerin potansiyeli
bulunması sebebiyle, ilâhi isimlerin mertebeleri arasında gerçekte ma‘kul bir
boşluk yoktur. Bu, Hak Teâlâ’nın uzaklığı hatırlatan b ile bize hitap etmesi
gibidir. Halbuki O, bize şah damarımızdan daha yakındır. Ancak her bir ismin
kendisine tahsis edilen bir mertebesi, âlemdeki nesnelere hükmedeceği ve saltanatını
izhâr edeceği bir vakti olduğu için, kul için bu mertebelerde bazen yakınlık
bazen de uzaklık zuhûr eder. Böylece her isim lisân-ı hâl ile kula, “Mertebeme
gel!” der. Kul, ilâhi bir hüküm altında olduğunda, kulun emredilen ya da
nehyedilen şeye uygun olarak hükmü kendisine verilir. Kula emredilen ya da
nehyedilen şeye uygun olarak hükmünü veren ilâhi isim, şehadet mertebesinde söz
konusu muhaliften uzaktır. Mertebesine gelmesi, çağrısına cevap vermesi ve
hükmünün altına girmesi için onu çağırır. Bu, ismin kendisine emredilen şeye
muvafık olmamasından dolayı uzaktır. Mâsum ya da mahfûz olmanın dışında hiçbir
kul, bu ölçünün dışına çıkamaz.
Soru: Kul, sürekli olarak isimlerin otoritesi altında esirdir.
Cevap: Evet, onların otoritesinin esiridir. Bir ismin otoritesi
bittiğinde başka bir ismin hükmü bunu üstlenir. İsimler, gece gündüz onu çekim
alanı içinde bulundurmaya devam eder. Mükellefin bir tek an bile kendi kendine
bırakılması imkânsızdır. Rahmân ismi, onun sürekli merhamete muhatap olmasını
talep eder. Müntakim ismi, sürekli olarak intikama muhatap olmasını talep eder.
Dolayısıyla kul, sürekli olarak iki dünya işlerinden birini yaparken, iki tür
baskı (kabza) altında kalmaya devam eder. Daha önce geçtiği gibi, sadece mâsum
ve mahfûz olanlar bu kapsamın dışındadır. En doğrusunu Allah bilir.
Yüce Allah ilk olarak “el-Hay” ismi ve tâbileriyle sözü açar. el-Âlim
ismine gelince, bu konuda zamanının muhakkiki olan Celâleddin el-Mahallî şöyle
demiştir: “el-Âlim, ilmi bilinme özelliğine sahip her şeyi kapsayan kimsedir.
Aksi hâlde Allah’ın ilminin taalluk ettiği şeyler sonsuz olur. Yüce Allah “Her
şeyi ilmiyle kuşatmıştır.”[24], “Her şeyi tek tek saydı.”[25], “Gizliyi ve ondan daha gizli
olanı da bilir.”[26],
Gözlerin hâin bakışını ve göğüslerin gizlediklerini bilir.”[27] ve Yaratan hiç bilmez mi? O,
en gizli şeyleri bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”[28]
buyurmaktadır. Yüce Allah, bizim için mümkün ve mümtenî olan bütün küllî
ve cüzîleri bilir. Küllîleri mutlak olarak, cüzîleri de nazar ehlinin icmâ ve
ittifakıyla bilmektedir.
Soru: İmanın sahih olduğu hâlde Allah’ın cüzîleri bildiğine
muhalif bir görüşe nasıl cüret ettin?
Cevap: İlmin cüzîlere taalluk etmediğine dair benden başkalarının
görüşüne işaret etmek üzere ifade ettim. Oysa ben, kesin olarak Yüce Allah’ın
her şeyi bildiğine, hiçbir şeyin O’nun ilminin dışında kalmadığına inanmaktayım.
Bunu Mısır’da bulunan yahudi, hıristiyan, Mecûsî ve Sâmirîlere de sordum ve
tamamı, hiçbir şeyin Rabbimizin ilminin dışında kalmayacağını söylediler.
Allah’ın cüzîleri bilmediğini söyleyenlerin bunu nereden aldıklarını
bilmiyorum. Hatta bu görüşü imamlar da nakletmektedir. Ancak bunu, nakleden
imamlar, doğrudan bir görüş olarak değil, o görüşten çıkarılan bir sonuç olarak
almışlardır. Tercih edilen görüşe göre, bir görüşten çıkarılan sonuç, o görüşün
kendisi olamaz. Bu düşüncemizi, imamların bunu Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’ın
54. bâbındaki şu görüşünün sonucundan çıkarmış olmaları da desteklemektedir:
“Bil ki ne mümin ne de mümin olmayan hiç kimse Allah’ın ilminin yetkin
olduğundan şüphe duymaz. Hatta Allah’ın ilminin cüzîlere taalluk etmediği,
bununla ilgili bilgisinin de küllî ilim içerisinde bulunduğu ve
yaratılmışların ilminde olduğu gibi, detaylara gerek olmadığını savundukları
nakledilen kimseler de buna dâhildir. Allah’ın ilminin cüzîlere taalluk
etmediğini düşünen hiç kimse O’nun cüzîler hakkındaki ilmini mutlak olarak
nefyetmemiştir. Bununla, Allah’ın bunlar hakkındaki nefsî ilminin detay anında
yenilenmediğini kastetmişlerdir. Allah’ı tenzih etmeyi amaçlamışlardır ancak ibarelerinin
kendilerine izafe edilen görüşleri vehmettirmesi hasebiyle tabirlerinde hataya
düşmüşlerdir. Aslında onlar, Allah’ın ilminin varlığını kabul ediyorlardır.
Şöyle derim: Belki de Allah’ın cüzîleri bilmediğini söyleyenleri tekfir
eden kimseler, onların müslüman olduklarını düşünerek tekfir etmişlerdir.
Gerçekte ise onlar, Şeyh’in el-Fütûhâtın Esrâr Babı”nda onlardan,
Allah’ın ilminin genel (icmâl) olduğunu söylemek kemâl sahibi kimselerin
özelliği değildir. Zira meânîde icmâl muhâldir. İcmâlin muhâl olması hem lafız
hem de mâna açısındandır.” şeklinde bahsettiği gibi, daha önce başka şeylerden
dolayı kâfir olmuşlardı.
Soru: Allah’ın, “Biz bilinceye kadar sizi sınayacağız.”[29] ve “Allah’ın gâib oldukları
hâlde kendisine ve peygamberlerine yardım edenleri bilmesi için.”[30] gibi âyetlerle ne
kastedilmiştir? Zira bunların zâhiri anlamları, Hak Teâlâ’nın muhdes
varlıkların var olmasıyla ilmen istifade ettiği sonucunu vermektedir.
Cevap: Bu, büyük âlimlerin anlamada zorluk çektikleri bir
meseledir ve bu problem sadece sahih keşf ile çözülür. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’
ın 514. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ın ötesinde atılacak (mermî) bir
şey yoktur ve senin ötende de yoktur; çünkü sen, Allah’ın ilminde bilinensin.
Seninle varlık kemâle eriyor, senin O’na yettiğin gibi O da sana yeter. Bu
nedenle sen varlıkların sonuncusu ve maksadın ilkisin. Şayet yokluğun
olmasaydı, maksat olmazdın. Dolayısıyla hâdis olman doğrudur. Şayet O’nun
hakkındaki ilmin yok (adem) olmasaydı, O’nu bilmeyi murad etmen doğru olmazdı.
Bu, varlıkla ilgili en güzel ve akla en çok müşkil gelen bir açıklamadır.
Kendisiyle ilgili bilgiyi sana veren kimse, sen olmadan nasıl kendini bilmez?
Kuşkusuz mümkün varlıklara, Hak Teâlâ kendileri hakkındaki bilgiyi vermiştir.
Onlar, Hak Teâlâ olmaksızın kendileriyle ilgili hiçbir şey bilmezler. Bu
nedenle biz “Senin ona yetmen gibi varlık da (vücûd) sana yeter.” dedik. Çünkü
kendisinde sona varılacak amaç odur ve ondan sonra sadece sen ve senden olan
ilmin vardır. Senden sonra ise sadece imkânsızlık (muhâl) vardır ki bu da salt
yokluktur. el-Fütûhât’ta bundan daha problemli bir yer yoktur. İslâm
âlimlerinin izah etmesi için bunları harfiyyen naklettim. En doğrusunu Allah
bilir.
552. bâbda, el-Habîr ismi kapsamında şöyle demiştir: “Ey kardeş bil ki
el-Habîr, sınavdan sonra bilginin kendisinde hâsıl olduğu kimsedir. Bu durum,
‘Biz bilinceye kadar sizi sınayacağız.’[31]
âyetinin lafzının zâhirinin sonucudur. Oysa Yüce Allah, bu sonuçtan münezzehtir.
Aksine O, kulun yaptığı her şeyi iradesiyle birlikte bilir.
Ancak tenzihi sıfatlara aykırı olmakla beraber, istivâ âyeti” ve dünya semasına
inme” gibi konularda bizim akıllarımızın seviyesine indiği gibi, burada da
ilimden istifade eden kimsenin seviyesine inmiştir.”
Aynı şekilde Şeyh, “Esrâr Bâbı”nda, “Biz bilinceye kadar sizi sınayacağız.”[32] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki bir şeyi olmadan önce bilen kimsenin bu bilgisi, o şeyin
oluşu itibariyle değildir.” Bu konuda uzun açıklamalarda bulundu. Daha sonra
“Böylece mâlumun değişmesiyle ilmin de değiştiği, mâlumun ise ilim olmaksızın
değişmediği anlaşılmış oldu.” demiştir. Şimdi, bu nasıl bir hükümdür, bize
söyleyin! Bu mesele akılların şaştığı ve hiçbir şeyin de nakledilmediği bir
meseledir.
Söz konusu âyetin anlamı kapsamında, bu bâbın sonlarında başka bir yerde
de şöyle demiştir: “Bil ki âlim bazen cahillik yapabilir, câhil de gâfil
olmadığı hâlde kulunun kendisine nispet ettiği şeylere iman edip etmediğine
bakmak için gâfil gibi davranabilir.”
Başka bir yerde ise şöyle demiştir: “Sana anlamak için soru soran, senin
anlamak için sorulan şey hakkında âlim olduğunu ikrar etmiştir. Bazen âlim
kişi, kalbinde şüphe olan kimseyi denemek için soru sorar ve böylece kendinde
rabbini bilen ile bilmeyen birbirinden ayrılmış olur. Bunun benzeri “Ey iman
edenler! İman edin.”[33] âyetidir. Mümin olan kimselere
iman ettikleri şeye iman etmeleri emredilmektedir. “Esrâr Bâbı”nın baş
taraflarının bir yerinde şöyle demiştir: “İmtihanla ilgili fitneye düşürecek
acayip ifadelerden biri de ‘Biz bilinceye kadar sizi sınayacağız.’[34] âyetidir. Oysa O, onların
yapacağı şeyleri bilmektedir, anla! Anladıysan gizle, sana sorulursa ‘bilmem’
de! Bil ki fitne, kalpteki basiret ve gözlerle imtihan etmektir.” İlgili bâbın
başka bir yerinde ise şöyle demiştir: “Yüce Allah, ‘Biz bilinceye kadar’
ifadesiyle kâinattan kendisine ilim intikal ettiğini haber verdiği zaman, ârif
bunun üzerine sustu ve konuşmadı. Nazar âlimi ise vehmedilenlerden sakınmak
için te’vil etti. Şüpheci kalpler hastalandı ve elem duydu. Allah’ı bilen
kimseler ise buna sevindi ancak bunu gizledi ve bunun zâhiri anlamı gibi
olduğunu söyledi. En doğrusunu Allah bilir.
Kâmil olan veliye öğretilmiş, muhdes olan ise teslim edilmiştir. Ey
kardeş! Senin bilmediklerini sana öğreten Allah’a hamdolsun. Bunu uzun uzadıya
anlattı ve sonra şöyle dedi: “Alîm için müstefad ilim, ona iman edilmesi
noktasında kadîm ile hâdisi kapsadığını öğrendin. Şayet bu konuda inat
ediyorsan, ‘Biz bilinceye kadar’[35] âyetini ve Hak Teâlâ’nın
kendisi hakkında verdiği hükmü dikkate al. Bunlara iman et ve nakil olmadan
sadece aklınla yetinme! Taklitte takyid vardır. Hakkın ilmini bazen biliriz,
O’nun kendi nefsi hakkındaki ilmini ise mertebesi yüce olduğu için hiç kimse
bilmez. Bu Hz. Îsâ’nın şu sözü gibidir: ‘Senin nefsinde neyin olduğunu
bilmiyorum; çünkü ben senin cinsinden değilim.’” Şeyh’in “Esrâr Bâbı”ndaki
sözleri burada sona erdi, değerlendir!
404. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki ilimlerin en problemlisi, ilmin
mâluma, kudretin makdûra ve iradenin murada nispet edilmesidir. Zira bu,
taallukun hudûsunu vehmettirmektedir. Bununla âlim, kâdir ve mürîd olarak bütün
sıfatların müteâllaklarına bağlanmasını kast ediyorum. Mâlumat, makdûrat ve
murâdatın ilimde bir başlangıcı yoktur. Zira bunlar, Allah’ın ilminde vardırlar
ve bunların sonsuz olduğuna dair O’nun ilmi bunları kuşatmaktadır.” Şöyle
demiştir: “Durum bizim işaret ettiğimiz gibi olduğu için, kelâmcılardan
İbnü’l-Hatîb gibi bunun farkına varanlar, bir topluluk yanında taallukun
hudûsüne dair göndermelerde bulunarak bahsetmiş ve Allah’ın bu makamda, “Biz
bilinceye kadar”[36] buyurduğunu söylemiştir.
İlklerden bazılarıysa, ilâhi ilmin detaylara taalluk etmesini sonlu olmadığı
için reddetmişlerdir. Ancak bu, sınırlı varlık kapsamına girmez. Âlimlerin
aklı, fikirlerinin sıkıntılı olmasından dolayı bu âyet konusunda sıkıntı içine
girmiştir. Şeyh şöyle demiştir: “Bize gelince, keşif bu meseledeki problemi
bizim için kaldırmıştır. Yüce Allah, ilmin âlimle mâlumat arasında bir nispet
olduğunu kalbimize ilkâ etmiştir. Geride Hak Teâlâ’nın zâtından başka
vâcibü’l-vücûd yoktur. Bu, O’nun vücudunun kendisidir ve O’nun vücudunun da ne
başlangıcı ne de sonu vardır. Bu nedenle O’nun herhangi bir tarafı da yoktur.
Zira başlangıç ya da sonu nefyetmek, O’nun yarattıklarından ayrıldığı yüksek
derecelerdendir. Yüce Allah, “Dereceleri yükseltir.”[37]
buyurmaktadır.
Mâlumatın, Allah’ın varlığının müteallakı (bağlı olan şey) olduğu bilinmektedir.
Sonsuz olan, mâlum, makdûr ve murad edilen olarak sonsuz olanın varlığına
taalluk etmiştir. Anla, ey kardeş! Bu nedenle dinleme yöntemlerini kesinlikle
bilmiyorum. Şüphesiz Hak Teâlâ, sınırlı varlık kapsamına girmekle nitelenemez.
Zira aksi hâlde sonlu olur. Çünkü varlık kapsamına giren her şey sınırlıdır.
Bârî Teâlâ ise hakiki varlıktır ve bu varlığının kapsamına girmez. Çünkü O’nun
varlığı, O’nun dışındakilerin aksine mahiyetinin aynısıdır. Bunun bir kısmı
varlık kapsamına girer ve sonludur; bir kısmı ise varlık kapsamına girmez ve
sonlulukla nitelenemez. Kudretin ve iradenin kapsamına giren şeyler de
(makdûrat ve murâdat) bu yöntemle belirlenir. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Evliyâdan hiç kimse, isimlerin mümkün âlemdeki tesiri olan
âlemin başlangıcının sebebine ulaşmış mıdır? Daha önce geçtiği gibi Hâlik
mahlûku, Râzik merzûku talep eder.
Cevap: Bu, kaderin sırrıyla alâkalı bilgidir. Kader ilmi ise
Muhammedîlerin vârisi olan kâmil bir kısım fertlere hastır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât
ın 4. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ı bilen âlimlerin çoğu âlemin başlangıç
sebebi hakkında bilgi sahibi değildir. Ancak kadîm olan ilmin, ezelde onun icâd
edilmesine taalluk ettiğini bilir. Yüce Allah, nasıl olacağını bildiği şekilde
yaratmıştır. Burada âlimlerin ilmi son bulur. Bize gelince, Yüce Allah vehbî
yöntemle bizi bunun ötesine muttali kılmıştır. Bu da bu âlemde etkili olan ilâhi
isimlerdir -ki bunlar, O’ndan başka kimse tarafından bilinmeyen ilk
anahtarlardır.-” Şeyh, bu bilginin kendi asrında başkasına da mı verildiği
yoksa sadece kendisine mi verildiğini bilmediğini kaydetmiştir.
Soru: “Sizden biriniz cennetliklerin amelini yapar ve kendisiyle
cennet arasında sadece bir kulaçlık mesafe kalır. Ancak daha önce defterinde
yazılı olan gerçekleşir.” hadisinde yer alan defterinde yazılı olması
(sebku’l-kitab) ifadesinin anlamı nedir? Oysa Yüce Allah, bildiklerinden başka
bir şey yazmaz, bilinenlerin kendi özünde oldukları sûrette müşâhede
ettiklerinden başka bir şey bilmez. Bunlardan değişenler ile değişmeyenler
arasında, bu açıdan herhangi bir fark da yoktur. Yüce Allah, bunlar henüz
yokluk (adem) hâlindeyken, çeşitlenmeleri ve değişimleri de dâhil, sonsuza
kadar her şeylerini bilir. Bunları sadece kendi ilminde oldukları şekil üzere
yaratmıştır. Allah’ın ilmi, mâdum, mevcut, vâcip, mümkün ve muhâl gibi eşyanın
tamamına taalluk ettiğine göre “defterde yazılmış olmanın (sebku’l-kitab)” ne
anlamı vardır?
Cevap: Şeyh’in 411. bâbda dediği gibi, Defterde yazılmış olmanın
(sebku’l-kitab) anlamı, defterin, ilmin taalluk ettiği söz konusu şeyin varlık
sahnesine çıkmasının, o şeyin yokluğu hâlinde iken Allah’ın müşâhede ettiği
şekil üzere olmasına nispet edilmesidir. Defterde yazılı olmak, gerçekte
budur. Defterde bu şeyin varlığı önceden kaydedilmiştir.” Şeyh şöyle demiştir:
“Yaratılışları zuhur etmeden önce Yüce Allah’ın her iki âlemdeki oluşlara keşif
yöntemiyle muttali kıldığı kimselerin dışında, hiç kimse bunlara zevk yoluyla
muttali olmaz. Bu, kişinin [kopmadığı hâlde] kıyametin kopmasını rüyada görmesi
gibidir. Yüce Allah bu konuda hüküm verme yetkisine sahiptir. Keşif sahibi,
işler var olmadan önce, yokluk hâlinde iken bunları müşâhede eden kimsedir. Bu
ilme sahip olan kimse defterden öncedir ve kendisinden önce defterde yazılı
olmasından korkmaz. Çünkü defterde, onun varlık sahnesindeki hâlinden farklı
bir şey yer almaz. O hâlde kulun nefsini Allah’a teslim etmesi ve deftere itiraz
etmemesi gerekir.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın kendisini ‘apaçık delil
(hüccetü’l-bâliğa)’ olarak nitelemesini anladıysan bu da böyledir.” Şayet
tartışma konusu olacaksa ilâhi ilmin kendisine, kendiliğinden mâlum olan
şeyler dışında [bir şeye] taalluk etmesi muhal şeylerdendir. Şayet bir kimse
Allah’a karşı delil ileri sürerek ‘Benim şöyle olmam senin ilminde kayıtlıdır,
dolayısıyla beni bu konuda hesaba çekme.’ derse Yüce Allah, ona ‘Seni
olduğundan farklı bir şekilde mi bildim? Şayet sen böyle değilsen, senin
olduğun hâl ne ise o şekilde bildim.’ der. Bu nedenle Yüce Allah, ‘Biz
bilinceye kadar sizi mutlaka imtihan edeceğiz.’[38]
buyurmuştur.” Kendini sorgula ve sözlerinde insaflı ol! Kul kendini
sorguladığı ve söylediklerimizi anladığı zaman, O’nun delilli olduğunu ve
delilin Allah için ve kendisine karşı olduğunu bilir. Hatta edep gözeterek
Allah’ın kendisine karşı delilini ikâme etmiş olur. İşte buradan Allah’ın, “Biz
onlara zulmetmedik, aksine onlar kendilerine zulmettiler.”[39]
âyeti ve benzerlerinin anlamını anlar. Yani kıdem hâlinde iken bildiklerimize
taalluk eden şeyin, varlık sahnesine çıkan şeyden başka bir şey olmadığını
anladığımız zaman, Allah’ın yaratmasında herhangi bir değişiklik olmadığını
anlarız. Bu konu 25. mebhasta Allah’ın apaçık delilinin (el-hüccetü’l-bâliğa)
bulunduğu kapsamında, geniş olarak yer alacaktır.
Soru: Durum dediğiniz gibiyse, Allah ne ile mertebe açısından
kullarından ayırt edilir?
Cevap: Hak Teâlâ mertebe itibariyle kullarından ayırt edilir.
Şöyle ki Hak Teâlâ yaratıcı, âlem ise yaratılmıştır. Şeyh Muhyiddin bu cevabı
zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu seni, ilmin mâluma tâbi olduğu, mâlumun
ilme tâbi olmadığı sonucuna götürür.” Şöyle demiştir: “Bu, ince bir meseledir.
Ehlullahtan bu konuda dikkati çekilmiş olan herkesin bize ulaşmış olan şeye
ulaştığı, ilmimde yer almaktadır. Yine bunu araştıran herkes onu inkâr etme
imkânı bulur. Mevcut olan bir şeyin bilgisinin varlığından daha önce olması ile
onun ezeldeki yokluk anındaki hâlinin sûretini birbirinden ayırt eder. İlâhi
ilim için bunlar eşittir. Bunların arasında mertebe dışında herhangi bir
uzaklık söz konusu değildir.
Şeyh şöyle demiştir: “Şayet el-Fütûhât kitabında bu meseleden
başka bir şey bulunmasa bile, kitabın şerefi için bu yeterlidir.” Burada kaydettiklerimizi
558. bâbda Allah’ın el-Alîm ismi kapsamında söyledikleri de destekler. Burada
şöyle demektedir: “Bil ki ilmin müsemmâsı, âleme özel bir taalluktan başka bir
şey değildir. Bu, mâlum kapsamında bulunan söz konusu zâta bir nispettir. Zira
ilim, mâluma tâbi olduğu için ondan sonradır. Bu, onun tahkikidir. Gerçekte
ilim mertebesi, mâlumattır. Bu, hiçbir büyüğün müşâhedesinde kaldırılması doğru
olmayan bir nisbettir. Şayet mertebesi kalkarsa bilen ve bilinen birbiriyle
birleşir. Muhakkike göre, aslı itibariyle aklen kendisi mâlumdan sonra geldiği
için ilmin mâlum üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Bu, senin muhâli muhâl olarak
bilmen ve onu bilmenden dolayı onun üzerinde hiçbir etkiye sahip olmaman
gibidir. Ancak aklen kendisinden sonra geldiği için mâlumun ilminin üzerinde
bir tesiri var, onu bilmenden dolayı sende herhangi bir etkisi yoktur ancak
ilminde onun etkisi vardır. Muhâlin kendisi, muhâl olması itibariyle sana bir
bilgi vermektedir. İşte buradan, nazar erbabının vehmettiğinin aksine, ilmin mâlum
üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı anlaşılır. Mümkün âyanların icadının ilimden
değil de ilâhi sözden sudûr ettiği keşfen ve şer‘en, ilâhi kudretten sudûr
ettiği ise aklen ve şer‘en zâhir oldu. Mümkün varlık kendisi zuhûr eder ve
âlimin ilmi, o yokluk (adem) hâlindeyken taalluk ettiği gibi zuhûruna da
taalluk eder.
Soru: Allah’ın “O, her şeyi hakkıyla bilendir.”[40] âyetinin anlamı nedir? Genel
olarak mı bilmektedir yoksa mâlum anlamında mı bilmektedir?
Cevap: Şeyh’in 361. bâbda dediği gibi kalıbı, ve gibi fâil ve
meful anlamında kullanılır. Yüce Allah’ın buradaki “^_U” tabiri ise birlikte
hem bilen hem de bilinen anlamındadır. t^G sözündeki ^ edatı, ^3
anlamındadır. Yani Yüce Allah herşeyde bilinir ve herşeyi bilgisiyle kuşatmıştır.
Yani söz konusu bilineni kuşatmış olduğu gibi, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. Bu
sadece Allah ve Allah’ın kendilerine bildirdiği kimseler için böyledir.” Şöyle
demiştir: “Bütün bunların aslı şudur: Zarfiyyet, kâinatta aslî olarak vardır da
sonradan onu şerî bir yorumlamayla Yüce Allah için mi yükledik yoksa O’nun
yüceliğine yakışır bir şekilde zaten Hak’tadır da fiilen âlemde mi zuhûr etti?
Bu, Cariye’ye sorulan “Allah nerede?” sorusundaki eXye benzer. Burayı iyi
düşün ve araştır. Allah hidâyetini üstlensin!
Sonuç: Efendim Ali b. Vefâ (ra), “Her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.”[41] âyeti bağlamında şunları
zikretti: “Bu âyette, senin niteliklerinden olan her şeyin Allah’ın ilminde
olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla senin vehmin O’nun ilmidir, zannın O’nun
ilmidir, ilmin O’nun ilmidir, hayalin O’nun ilmidir, fikrin O’nun ilmidir,
düşüncen O’nun ilmidir, sözün O’nun ilmidir ve tercihin O’nun ilmidir. Diğer
bütün şeyleri de bununla mukayese et. Şayet her şey Yüce Allah tarafından
bilinmezse, O’nun söz konusu olan ilmî kuşatması tamamlanmış olmaz. En
doğrusunu Allah bilir.
el-Kâdir ismi meselesine gelince kelâmcılar bu konuda şöyle demişlerdir:
“el-Kâdir, mümtenî değil de mümkün olan varlıklardan güç yetirilme özelliğine
sahip olan her şeye gücü yeten demektir. ‘Güç yetirilme özelliğine sahip olan
her şey’ denilmek sûretiyle, her ne kadar fiilen kudretinin taalluk ettiği
şeyler sınırlı ise de O’nun kudretinin sonsuz olduğu ifade edilmek istenmiştir.
Dolayısıyla bilkuvve taalluk etmesi sınırsız; ancak bilfiil sınırlıdır.
Soru: Yüce Allah kendi nefsine güç yetirmekle ya da kendi varlığı
üzerinde irade sahibi olmakla nitelenebilir mi?
Cevap: Bu imkânsızdır. Bu soru gereksiz bir sorudur. Zira O,
zâtıyla vâcibü’l-vücûttur. İrade ise var etmek için ademe taalluk eder. Allah
bundan münezzehtir.
Soru: Allah’ın Allah her şeye gücü yetendir.”[42]
âyetinin anlamı nedir? Yüce Allah var olan herşeye kadîr olduğunu, hiçbir şeyin
kudretinin kapsamının dışında kalmadığını belirtmiştir.
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 90. bâbına ek olarak yazdığı
gibi, Allah’ın gücünün kapsamına giren “şey”den kastedilen, kadîm olan ilminin
taalluk ettiği şeydir. Kudreti buna taalluk eder ve duyulur âlemde var olur.
Dolayısıyla O, kadîm ilminde bulunan ve iradesinin taalluk ettiği her şeye gücü
yetendir. Bunun izahı şöyledir: Nesnelerin nesnel âlemde hâlden hâle geçtiğini
ve tavırlarda (etvar)[43] yaratılışın dönüştüğünü bilen
herkes, Allah’ın her şeye kâdir olduğunu da bilir. Kudreti, ilminde “şey”
olarak yer almayanları kapsamamaktadır. Çünkü “şey olmayan”, şey’iyyeti kabul etmez.
Şayet kabul ederse, gerçekte “şey olmayan” olmaz. Hiçbir mâlum asla onun
hakikatinden çıkmaz.“Şey olmayan” hakkında, bundan sonra asla şey olmayacağına
dair hüküm verilmiştir. “Şey olan” ise, hakkında hep “şey” olacağına dair hüküm
verilmiştir.
Soru: Evliyâdan hiç kimse, icâd hâlinde kudretin makdûra taalluk
ediş şeklinin bilgisine ulaşmış mıdır? Yoksa bu, Allah’tan başkasının bilmediği
kaderin sırlarından biri midir?
Cevap: Şeyh’in Şerhu Tercümâni ’l-Eşvâk’ta dediği gibi bu,
kaderin sırlarındandır ve kaderin sırlarına sadece “Efrâd”[44]
ulaşabilir.” “Allah bizi ona muttali kıldı. Ancak bu bilgiye ulaşmayanlar
arasında ciddi tartışmalar olduğu için bunu, açıkça söylememiz mümkün
değildir.” demiştir. Yüce Allah “Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından
başka bir şey kavrayamazlar.”[45] buyurmaktadır. Böylece bunu
meşîet kapsamına almıştır. Bu, bize “Muhammedî verâset” hükmünün neticesi
olarak verilmektedir. Yüce Allah, kaderin sırrı hakkındaki ilmi, Allah’ın
resulü Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve bu konuda Ebûbekir (ra) gibi
kendisine vâris olanlardan başkasına kapatmıştır. Onun (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) bir gün kendisine “Bugünün hangi gün olduğunu biliyor musun?” diye
sorduğu nakledilmiştir. Hz. Ebûbekir (ra) “Evet, bugün kaderlerin günüdür.”
veya kitaplarımızda birçok yerde zikrettiğimiz gibi, benzeri bir cevap
vermiştir.
Soru: Allah’ın kudretinin, mânaların cesetlere bürünmesi ve bir
şahsın aynı anda birden fazla mekânda yaratılması veya bulunması gibi, muhâl
olan şeylerin îcâdına taalluk ettiği söylenebilir mi?
Cevap: Şeyh’in 280. bâbda verdiği gibidir: Allah’ın kudreti
mutlaktır ve aklî olan muhâlleri de îcâd edebilir. Bu konuda uzun izahlarda
bulunmuştur. el-Levâmî isimli kitabında, Hüccetü’l-İslâm İmâm
Gazzâlî’nin “Olandan daha güzeli, imkân dâhilinde değildir.” sözü bağlamında
şöyle demiştir: “İnsanlar bu sözünden dolayı, İmâm’ı kınamışlardır; oysa bunun
anlamı gayet açıktır: Bizim için kıdem ve hudûs olmak üzere iki mertebe vardır.
Hak Teâlâ’nın kıdem mertebesi, yaratılmışların ise hudûs mertebesi vardır.
Allah’ıın yarattığı hiçbir şey hudûs mertebesinin dışına çıkmaz. Hakk’ın kadîm
olan bir şeyi yaratması ise asla doğru değildir.
el-Fütûhâtın 8. bâbında, Allah’ın Âdem’in (aleyhisselâm) çamurunun
kalıntılarından yarattığı şehirlerin durumu bağlamında şöyle demiştir: “Bu
topraklara girdim ve aklen muhâl olan şeyleri gördüm. Aklın, delilleriyle
muhâl gördüğü her şeyin, bu topraklarda mümkün olduğunu gördüm. Böylece bunun
aklın yetersizliği olduğunu anladım. Yüce Allah, iki zıddı bir araya getirmeye,
bir cismi iki mekânda var etmeye, arazı kendisiyle kâim kılmaya ve intikal
ettirmeye ve mânayı mâna ile kâim kılmaya kâdirdir.” “Bize nakledilen ve aklın
zâhiri anlamlarıyla aldığı bütün âyet ve hadisleri, bu topraklarda zâhiri mânalarıyla
bulduk.” demiştir. Bu konuda uzun açıklamalarda bulunmuştur. Düşün! En
doğrusunu Allah bilir.
el-Mürîd yüce ismi meselesine gelince; bil ki el-Mürîd, iradesi mâduma
yönelen ve onu var edendir. Yüce Allah, var edeceğini bildiği bir şeyi, murad eder
ve onu var eder. Var etmeyeceğini bildiği bir şeyin de varlığını murad etmez.
İrâde ilme tâbidir. Böylece hayrı ve şerriyle kaderin O’nun iradesiyle oluştuğu
anlaşıldı. Bu, eşyanın zâtı, hâlleri ve diğer özelliklerindeki özel bir ölçü,
belirli bir miktar ile îcâd edilmesidir. Bu, Eş‘arîlerden akâid kitabı
yazanların ibâresidir. Şeyh’in 330. bâbdaki ibâresi ise şöyledir: “Bil ki kazâ,
kader’den önce gelir; hatta “el-Kazâ ve’l-kader” denilmek sûretiyle, lafızda
bile böyledir. Kazâ, Allah’ın eşyanın ilelebet nasıl olacağına taalluk eden
ezelî iradesidir. Kader ise Hak Teâlâ’nın kulları hakkındaki mukadderatın
meydana geliş zamanını belirlemesidir. Kazâ, kader’in hâkimidir ve kadere
hükmeder. Aksi söz konusu değildir. Mukadder, vakti belirlenen demektir; kader
ise vakti belirleme demektir.
413. bâbda şöyle demiştir:
Soru: Kazâ gibi, meydana gelene de (makzî) rızâ göstermek vâcip
midir?
Cevap: Ehl-i sünnet’in görüşüne göre, kazâya razı olmak vâcip,
makzîye razı olmak vâcip değildir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah bize kazâya
mutlak sûretterazı olmamızı emrettiğinde bunun genel olduğunu anladık.
Detaylandırıldığı zaman, razı olmamız câiz olan ve câiz olmayan olarak ikiye
taksim edilmiştir. Kader ise hükmün zamanlamasının yapılmasıdır; her şey bir
kazâ ve kaderle, yani vakti belirlenmiş bir hüküm iledir. Mutlak zamanlama
açısından, hayır ve şer olmak üzere kadere iman etmemiz gerekir. Tayin
edilmesi açısından da iman etmemiz gerekir; bir kısmına razı olmamız gerekmez.
Şerre iman etmenin şekli, kulun hayrın hayır olduğuna iman etmesi gibi şerrin
de şer olduğuna iman etmesidir. Ancak edep açısından, haberde “Şer senden
değildir.” şeklinde belirtildiği gibi, şerri Allah’a izâfe etmek doğru
değildir. Böylece, Allah’ın “Dilediğini yapan”[46]
olduğu anlaşıldı. Daha önce geniş bir şekilde geçtiği gibi O, yer ve gökteki
âlemin oluşlarını dilemektedir. Küfür, iman, taât ve isyan O’nun meşîeti, hükmü
ve iradesiyledir. Gerçekte, varlık (vücûd) için O’ndan başka irade sahibi
yoktur. Zira O “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.”[47]
buyurmuştur.
Soru: Meşîet de irade kapsamında mıdır, yoksa tersi midir ya da
aralarında husus ve umum ilişkisi var mıdır?
Cevap: Ulemânın çoğunluğuna göre ‘irade’ meşieti de kapsar, tersi
de olur. Ancak bazıları, iradenin meşîetten daha hususî olduğunu, meşîetin daha
umûmî olduğunu söylemişlerdir. Çünkü meşîet, icâd etme ve yok etmeye taalluk
eder. İrâde ise sadece mümkünlerin icadına taalluk eder ve onun müteaallakı
görece yokluktur (ademü’l-izafî). Ona yönelir ve onu îcâd eder. Meşîet ise mutlaktır,
hem var eder, hem de yok eder. Yüce Allah “Bir şeyin olmasını dilediği zaman
O’nun emri” yani meşîeti “ona “Ol!” demektir, o da oluverir.”[48] buyurmuştur. Yine “Dilerse
sizi götürüp yeni bir yaratılmış getirir.”[49]
buyurmuştur. Bu açıdan değerlendirildiğinde iradeden daha geneldir. Hak olan
ise birincisidir.
Zira Hak Teâlâ’nın sıfatlarının özelliklerinden biri de Hakk’ın kendisi
için belirlediği sınırların dışına çıkamayan yaratılmışların sıfatlarının
aksine, bir sıfatın diğer sıfatların fiilini yapmasıdır. Bu, ehl-i keşfin
görüşüdür. Bazı kelâmcılar buna muhalefet ederek Allah’ın sıfatlarının
mertebelerini aşmadığını, söz gelimi görme sıfatıyla işitmediğini, diğer
sıfatların da böyle olduğunu söylemişlerdir.
Soru: Rızâ ile muhabbet arasında bir fark var mıdır, yoksa ikisi
de aynı mânada mıdır?
Cevap: İkisinin de aynı mânada olduğu, konularının Allah
tarafından belirlendiği, her ikisinin de ancak dînî açıdan övgüye layık olan
fiiller için kullanıldığı ve irade ile meşîetten farklı olduğu şeklindedir. Zira
bazen bunlarla istenilen ve dilenen şey, taat ve iman gibi övgüye değer bir
şey olabilir; bazen de küfür ve isyan gibi zemmedilen bir şey olabilir. Oysa
O’nun dilemesiyle (meşîet) meydana geldiği hâlde Allah kullarının kâfir
olmalarına rızâ göstermez. Şayet Allah dileseydi, bunu yapmazlardı. Mutezile
ise şöyle demiştir: “Rızâ ile muhabbet irade ve meşîetin kendisidir. Çünkü
Hakk’ın bütün sıfatları tamamdır (kâmil) ve yaratma (halk) sıfatının
dışındakilerden her biri diğerinin fiilini yapar. Mutezilenin bu görüşü, sözü
ilâhi kemâl açısından dikkate alırsak doğrudur ancak sözü emir ve nehiy
bağlamında dikkate alırsak doğru değildir. Çünkü bu takdirde emredilen şeyler
nehyedilen şeylerle aynı mertebeye dönüşür. Bu ise dinden çıkmak olur.
Soru: Yaratmaya taalluk eden irade ve şehvet arasında ne fark
vardır?
Cevap: Aralarındaki fark şudur: İrade, aslı itibariyle ilâhi bir
sıfattır ve taalluk ettiği şey, nefis ve aklın, Şâri‘ tarafından sevilmezse
bile, murad ettiği her şeydir. Şehvet ise içinde nefis için lezzeti bulunan
özel ve tabiî bir sıfattır. Şeyh bunu 109. bâbda söylemiştir
Soru: İrade cumhur ve diğerlerinin mezhebinde olduğu gibi zâtın
bir sıfatı mıdır yoksa diğer bazılarının dediği gibi midir?
Cevap: Bazıları buna muhalefet etmiştir. Zâtın üzerine ziyadeliği
reddedenlere göre, iradenin zât sıfatı olmadığını söylemişlerdir. Bunun zâit
olduğunu düşünenlere göre de sıfat değildir. Şeyh el-Fütûhat’ın 558.
bâbında şöyle demiştir: Bana göre doğru olan, iradenin zâtın özel bir taalluku
olduğu şeklindedir. Bunu, bedel yoluyla varlıkla yokluğun ikisini de kabul
etme imkânından dolayı mümkün varlık ispatlamaktadır.
Şayet bu her iki durum ve mümkünü kabul etmesi ma kul olmazsa, irade ve
ihtiyar için herhangi bir hükmü olmaz ve bunun herhangi bir ismi de ortaya
çıkmaz.
Soru: Şer ve günah Allah’tan ise Yüce Allah, nasıl “Allah
hayâsızlığı emretmez.”226 âyetiyle kendisini bundan uzak tutar?
Cevap: Edebe uygun olan, şerle ilgili olarak bunun Allah’ın emri
değil, kaza ve kaderi olduğunu söylemektir. Her ne kadar geçerlilik açısından,
kimsenin karşı gelmesi söz konusu olmadığı için, emirden daha kuvvetli ise de
durum böyledir. Çünkü Allah’ın iradesiyle isyan etmektedir. Aynı şekilde emir,
isimlendirmenin konusudur. Tercih edilen tarafı hayırdır ve bu durumda fiili yapmaya
teşvik vardır. Ancak irade böyle değildir. Şayet Allah’ın hayâsızlığı emrettiği
söylenirse bu durumda hayâsızlık da emredilen şeylerin bir parçası olur ve
nehyedilecek bir şeyin varlığı söz konusu olmaz. Bu nedenle Yüce Allah,
hayâsızlıktan kendini uzak tutmuş ve bunu emretmeyi nefis ve şeytana izâfe
etmiştir.
Şeyh Muhyiddin Akâidul-Vüstâ’smda şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ın
hayâsızlığı emretmediğinin söylenmesinin doğru olması gibi, O’nun bunu
emretmediği, aynı şekilde O’nun bunları istemediği, bunların sadece kaza ve
kaderi olduğu söylenir.” Daha sonra bunun Allah’ın muradı olmadığını açıklama
bağlamında, bunun hayâsızlık (fahşâ) olmasının özünden kaynaklanmadığını,
Allah’ın onun hakkındaki hükmü olduğunu, Allah’ın eşya hakkındaki hükmünün ise
Kur’ân gibi olduğunu ve mahlûk olmadığını söylemiştir. Yaratılmış olmayan ise
Hakk’ın muradı olmaz. Çünkü irade, var etmek için, başka bir şeye değil sadece
mâduma yönelir.” Şöyle demiştir: “Şayet biz bunu taatleri kabul ettiğimiz gibi
kabul edersek ve ‘taati murad etme aklen değil, naklen sabit olmuştur.’ dersek
bunu fahşâ ile ilgili olarak da sabit gördüler. Biz ise taatlerde iman olarak
kabul ettik. Bu tıpkı, ameller ârâz oldukları hâlde onların ağırlığını kabul
etmemiz gibidir. Delilden yola çıktığımız için görüşümüz, imanımıza zarar
vermez.” Bunlar dakîk konulardır, iyi değerlendir ve araştır. Böylece hidâyet,
dalâlet, tevfîk ve hızlânın kulun değil de Allah’ın elinde olduğunu anladık.
Aynı şekilde lütuf, tab‘ (kapatma), hatm (kilitleme/mühürleme) ve kalplerdeki
ağırlıklar (ekinne) da Allah’ın elindedir. Kur’ân’da yer alan kir (rân),
ağırlık (vakr), sağırlık ve kilitin (kafl) tümü de kulun elinde değil, Allah’ın
elindedir.
Sana Allah’ın yardımıyla bunların tefsirini yaparak şöyle deriz: Hidâyet
ve idlâle (dalâlete düşürme) gelince bu ikisinden murad edilen, kulda iman ve
küfrü yaratmaktır. Bu, Ehl-i sünnet’in görüşüdür. Mutezile ise kulun kendi
fiilinin yaratıcısı olduğu ilkesine dayanarak hidâyet ve idlâlin kulun elinde
olduğunu söylemiştir. Bu, Mutezilenin büsbütün hata ettiği konulardan biridir.
Şerî deliller şöyle dursun, duyular bile onları yalanlamaktadır. Şayet onların
iddia ettiği gibi, kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hedefledikleri
hiçbir isteklerini kaçırmaz ve hiçbir kötülüğü de asla yapmazlardı.
Tevfîk hakkında ise kelâmcıların cumhuru şöyle demiştir: “Bununla kastedilen,
davet etmenin yanı sıra kulda taat etme kudretinin yaratılmasıdır.”
İmâmü’l-Haremeyn şöyle demiştir: “Sadece taatin yaratılmasıdır.” Yani hiçbir
etkisi olmadığı için, bunu çağrıştıran bir daînin yanı sıra değildir. Hızlân
ise kulda davetin yanı sıra isyan etme kudretinin yaratılmasıdır.
İmâmü’l-Haremeyn, daha önce geçtiği gibi bunun da taatle eşit derecede olmak
üzere mâsiyet kudretinin yaratılması olduğunu söylemiştir. Şeyh Muhyiddin
İbnü’l-Arabî (rh.a) şöyle derdi: “Mubahları çokça işlemenden dolayı hızlân
(terk edilmişlik) perdesinin ardından levhaların parladığını gördüğünde ve
bunun mekruha dönüşeceğinden korktuğun zaman, bu mubaha karşı sende
hoşnutsuzluk yaratması için Allah’a yalvar; aksi takdirde helâk olursun.”
Kula yapılan lütfa gelince bu, neticede kulun maslahatına uygun düşmesidir.
Bu, şayet peygamber ise ismet yöntemiyle veli ise hıfz yöntemiyle olmak üzere,
mâsiyetin değil de taatin yapılması sûretiyle gerçekleşir.“Mühürleme” (hatm) ve
“kapatmaya (tab‘) gelince bu ikisinden murad edilen de usûlcülerin dediği gibi,
aynıdır. Bu da kulda saptırma olan sapıklığın kulda yaratılmasıdır. “Kün’den
(j£Jl) kastedilen ise Şeyh’in 418. bâbda söylediği gibidir: Buna göre kulun,
tabîi evindeki annesiyle -ki o, nefsidir-, babasından -ki o, ruhudurhiçbir
haber olmaksızın meşgul olmasıdır. Bu, “kün”ün karanlığında olmaya devam eder.
Bu, kâfirlerin “Bizimle senin aramızda bir örtü vardır.”[50]
demekle işaret ettikleri tabiî örtüdür. “Kün’ün perdesi ve karanlığında
bulunan kimsenin Allah’a davet eden davetçinin sözünü işitmeyeceği ve istifade
edecek şekilde bu sözü anlamayacağı bilinmektedir. “Kulaklarımızda ağırlık
vardır.”[51] âyetiyle işaret edilen
“ağırlık (vakr)”tan kastedilen ise onu âhirette yararlanacağı şeylerden
alıkoyan dünyevî sebeplerin ağırlığıdır.
Hayır, kalpleri pas tutmuştur.”[52]
âyetinde işaret edilen pas (rân)”dan kastedilen ise, kalbin aynasının üzerinde
meydana gelen paslanmak ve tozlanmaktır. Bazen bakılması helâl olmayan
dünyadaki bir şeye, şehvetle bakmak sûretiyle meydana gelir. Bu pas ve tozun
cilası, çokça zikir ve Kur’ân okumaktır. “Sağırlık”tan kastedilen ise şeriata
çağıran sözleri işitmekten alıkoyan bir katılığın kalpte meydana gelmesidir.
“Kilit (kafl)” ise kendilerine fayda vermezse bile kıyamet günü özür beyânında
bulunan kâfirlerden itiraz ehli içindir. Şöyle derler: “Rabbimiz, bu kilidi
biz kalbimize vurmadık, aksine kalbimizi kilitli bulduk. Kimin kilitlediğini
bilmedik, çıkışı istedik ve ey Rab, senin onu mühürlemenden ve kapatmandan korktuk.
Kapatanın belki açacağını da umarak bekledik. Bunun için elimizde hiçbir şey
yoktu.” Şeyh Muhyiddin şöyle demişti: “Ömer b. Hattab (ra) da kalbi kilitli
olanlardandı. Yüce Allah onun kalbini açmayı üstelenerek onunla İslâm’ı
destekledi.” Bu açıklamaları iyi değerlendir, bunları toplu olarak herhangi bir
kitapta bulamayabilirsin, Allah seni hidâyete erdirsin.
Soru: Her şeyin hükümrânlığı Allah’ın elinde olduğuna ve varlık
âleminde meydana gelen her şey, O’nun irade ve meşîetiyle olduğuna göre
taatten dolayı kullarına sevap vermesi O’nun lutfu, isyandan dolayı cezalandırması
ise şer olsun olmasın O’nun adâletidir.
Cevap: Evet, durum böyledir. Ancak Yüce Allah şirkten başkasını bağışlar.
O şöyle buyurmaktadır: “Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse,
şüphesiz, cehennem onun sığınağıdır. Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından
korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.”[53] ve “Allah, kendisine şirk
koşulmasını bağışlamaz, dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını
bağışlar.”[54] Şeyh Celâleddin el-Mahallî
şöyle demiştir: “Bu sonuncusu, cezaların genelinden tahsis edilmiştir. Yani
âyetin içerdiği bu bağışlama, Allah’ın âsileri cezalandıracağına dair haberinin
doğruluğunu nefyetmez. Zira tahsis beyândır. Ayrıca bu tahsis, bir hüküm
getirmemektedir ve ispattan sonra ref etme beyânı da değildir.
Soru: Yüce Allah’ın bu iki âyette yaptığı vaad ve tehditlere
muhalefet etmesi söz konusu mudur?
Cevap: Evet, bu vardır ve Şafiîler de bu görüştedir. Hanefilere
göre ise bu doğru değildir. Şafiîlerin görüşüne göre Yüce Allah âsilere sevap,
itaatkâr olanlara ise azap verebilir, hayvanlara ve çocuklara acı
çektirebilir. Çünkü bunların tamamı O’nun mülküdür ve istediği gibi tasarrufta
bulunur. Şöyle demişlerdir: “Ancak Kitab’ında ve Peygamberi’nin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Sünneti’nde itaatkâra sevap, âsiye ise azap haber verildiği
için bunu yapmaz.” Şöyle demişlerdir: “Ne Kitap’ta ne de sahih bir sünnette,
âhiret kıssalarının dışında hayvan ve çocukların acı çekeceklerine dair bir şey
yer almamıştır. Bunun aslı, yokluğudur. İmâmların sözleri ise âhiretteki acı
hakkında olmalıdır. Zira dünyadaki acı çekme zaten görülmektedir ve bu konuda
herhangi bir tartışma söz konusu değildir.
Hayvanlarla çocuklara kısas yapılarak elem vermeye gelince, Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), Müslim’in naklettiği bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Yaratılmışların
hakkı birbirinden alınır; hatta boynuzsuz koyunun hakkı da boynuzlu koyundan
alınır.” Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Halkın birinden olan hakları alınır;
hatta boynuzsuzun boynuzludan, zerre kadar dahi olsa hesaplanır.” Ayrıca şöyle
buyurmuştur: “Her şeyin hesabı karşılaştırılarak görülür; öyle ki birbirini
vurarak düşüren iki koyun bile hesaplaşır.” Bu iki hadisi Ahmed b. Hanbel
rivayet etmiştir. Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Bu hadislerin
ana teması, kıyamette de teklifi ve temyizi ortaya koymak için kısasın
durmayacağıdır. Hatta bir çocuk bile diğer bir çocuk veya başkasından dolayı
kısasa tâbi tutulur.” Böylece Allah’ın zulümle nitelenmesinin imkânsız olduğu
anlaşılmış oldu. Hatta bu, O’nun mükellef olsun veya olmasın, bir insana elem
vermesi veya ona azap etmesi şeklinde de olsa mümkün değildir. Oysa O, mutlak
olarak her şeyin sahibidir.
Soru: “Yüce Allah iki cezayı birden vermez; dünyada cezalandırmışsa,
âhirette cezalandırmaz.” hadisi doğrultusunda, çocuk ve hayvan için dünyada acı
çekme söz konusu olduğunda, bu onun âhirette elem çekmemesi için yeterli olur
mu? Zira imamların ihtilafının kaynağı, dünyada cezalandırılmadıkları takdirde
hayvanlarla çocuklara ahirette acı verme konusundadır.
Cevap: Evet, Hanefîlerin görüşüne aykırı olarak yeterlidir.
Bununla Allah’ın meşîeti mutlak olarak gerçekleşmiş olur. Şeyh Muhyiddin’nin
268. bâbdaki sözleri de bunu desteklemektedir: “Bil ki Yüce Allah, Muhammed (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) hakkında: “Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah’ın
bağışlaması için”232 buyurmuştur. Yüce Allah günahı takdir ederek
bağışladı ve bu bağışlamayı dünya ile ilişkilendirmedi. Zira dünyada en hissî
ve nefsî hastalık ve acılar meydana gelmektedir. Bu, ümmet hakkındaki tehditin
yerine getirilmesinin bizzat kendisidir ve her yaratılmışın verdiği acılardan
dolayı meydana gelmesi gerekir. Böylece Mu‘tezile’nin iyiler ve çocuklar
hakkındaki görüşü doğru olmuştur. Eş‘arî ise Allah’ın bunu yapmasını mümkün
görmekte; ancak mümkün olan her şeyin meydana gelmeyebileceğini söylemektedir.
Şeyh şöyle demiştir: “Eş‘arîlerin Mu‘tezile’ye karşı ileri sürdükleri
delillerin tamamı bu bağlamda değildir. Tehditin gerçekleştiğini söyleyenler,
gerçekleşme mahallini, Allah’ın dünya ya da ahiret olarak tayin etmesinin
dışında mutlak olarak verdikleri takdirde isabet etmişlerdir. Bir hastalık veya
nefsî ya da hissî bir elem vermek sûretiyle dünyada gerçekleştirdiği zaman,
cezanın gerçekleşmesinin doğruluğu için bu yeterlidir. Bu, aynı zamanda onun
âhirette cezasına da bir perde olur.
264. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki bütün âdemoğlunun, cennet ya da
cehenneme girinceye kadar, bedenlerinde veya görünmeyen uzuvlarında adım adım
ceza, belalar ve elemler görmesi gerekir. Dünyadaki ilk acı, doğumu anında
doğan bebeğin [hayata] başlamasıdır. O, rahimden ve onun sıcaklığından
ayrılırken acı duyduğunda ve rahimden çıkışı sırasında kendine hava çarpınca ve
soğuğun acısını hissettiğinde bağırır bir şekilde çıkar ve ağlar. Bundan hemen
sonra ölürse, payına düşen belâyı almış olur; yaşamaya devam ederse, dünya
hayatında acı çekmesi gerekir. Zira canlılar otantik olarak buna uyumludur.
Berzâha nakledildiğinde ise en aşağısı Münker ve Nekir’in suali olan bir elem
gerekir. Diriltildiği zaman kendisi ya da başkasından dolayı korkmasından
kaynaklanan elem gerekir. Cennete girdiğinde artık ondan elemin hükmü kalkar ve
sonsuza kadar nimetlerle baş başa kalır. Şayet cehenneme girerse, cehennem
ehlinden ise sonsuz elemlerin içine girer; değilse şefaat vesilesiyle buradan
çıkıncaya kadar elemle baş başa kalır.
“Esrâr Bâbı”nda “İnsanların elleriyle yaptıklarından dolayı karada ve denizde
bozulma ortaya çıkmıştır.”[55] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki Yüce Allah bu âyette, kullarda meydana gelen elem verici her
şeyin, önceki bir şeyin karşılığı olduğunu haber vermektedir. Hiçbir iyi insan,
iyi olarak buna mübtelâ olmaz. Bu, anlaşılması zor olan bir meseledir. Bu
konuda iki büyük grup ihtilâf etmiştir. Biri diğerinin mümkün gördüğünü
reddetmiştir. Her grup hedefini destekleyen şeyler getirmiştir ki bu destek
onun bizzat kusurudur.” Şöyle demiştir: “Keşif ehlinin üst tabakasında
bulunanlar, dünyada elem veren her şeyin, önceki yapılanın cezası olduğunu
kesin olarak bilmişlerdir. Yüce Allah “Size isabet eden her musibet ellerinizle
yaptığınızdan dolayıdır.”[56] buyurmuştur. Hatta tabip bile
hastaya acı verdiği zaman ona “Vallahi sana kullanmanı söylediğim hoş olmayan
ve acı veren ilaçlardan kastım sadece senin menfaatindir.” der. Aynı şekilde
hasta olduğu ve nereden bu hastalığı kaptığını bilmediği zaman, Yüce Allah da
tabibe “Sana acı veren bu hastalık, senin hastalara verdiğin acının
karşılığıdır. Her ne kadar kastın bu değilse bile yaptığının karşılığını al!”
der. Hiç kimsenin sorumluluğun dışına çıkmayacağına ve teklifin ilk derecesinin
ayırt eden ruh olduğuna dair başlık gelecektir. Oraya müracaat et. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: İfade ederken es-Semî isminin, el-Basîr ve el-Alîm
isimlerinden önce gelmesinin hikmeti nedir, neden tersi olmuyor?”
Cevap: Şeyh’in 182. bâbda dediği gibi “es-Semî isminin
zikredilirken diğerlerinden önce gelmesinin hikmeti, bizim Hak Tealâ’dan ilk
öğrendiğimiz şeyin söz olmasıdır ki bu, bize “Kün (Ol)!” denilmesidir.
Dolayısıyla söz Allah’tan, işitme ise bizden olmak üzere, ikisi birlikte
varlığı oluşturmuştur.” Şeyh 97. bâbda bu konuya geniş yer vermiştir. Allah’ın
izniyle ondan sonraki mebhasta bunun anlamı gelecektir. Bil ki diğer sıfatlar
gibi bu iki ismin keyfiyetleri de akledilmez. Yüce Allah hareket hâlinde veya
durgun olanı veya en alt âlemden en üst âleme kadar gizlenmiş olanları işitir ve
görür. Kişinin içinden söylediklerini ve en hafif dokunuşla dokunmalarının
sesini de işitir. Yüce Allah karanlıkta siyahlığı, suyun içinde suyu görür.
Hiçbir karışım ve karanlık, ışık ve duvar, O’na engel olamaz. Aynı şekilde
uzaklık O’nun işitmesine engel olamaz ve O’nun için yakındır, hiçbir uzaklık
O’na zarar vermez, zira O’nun için yakındır. O’nun sıfatları ne tanımda ne de
hakikatte yaratılmışların sıfatlarıyla bir araya gelmekten yücedir.
Levâkihul-Envârda şöyle demiştir: Hak Teâlâ’nın özelliklerinden
biri de O’nun gördüğü şeyin, işitmesinden; işittiğinin ise görmesinden
alıkoymamasıdır. Aksine O, bu sıfatlardan birinin idraki diğerinden önce olmamak
kaydıyla, bütün işitilenleri ve görülenleri ilmen/bilmek sûretiyle kuşatmıştır.
Dolayısıyla hiçbir şey diğerinden alıkoymaz.
“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Tevhid ehlinin inandığı acayip şeylerden
biri de Allah’ı yakınlık ve uzaklıkla nitelemeleridir. Kimden uzaktır, kime
yakındır? O, bütün kullara şah damarından daha yakındır. Yakınlık ve uzaklık
kulun müşâhedesiyle ilgilidir. Rabbine itaat ederse, Rabbini yakın olarak
görür; Rabbinin emrine isyan ederse, Rabbini uzak olarak bulur. En doğrusunu
Allah bilir.
Allah’ın “Mütekellim” olması meselesine gelince; Ey kardeş! Bil ki
burası, âlimlerin akletmede sıkıntı yaşadıkları yerdir. Biz, kelâmcı ve
sûfîlerin uygun olan sözlerine işaret ederek, Allah’ın izniyle şöyle deriz.
“Kelâmcılar, bu sıfatın yani kelâm sıfatının keyfiyetinin diğer sıfatlar gibi
akledilmeyeceği konusunda icmâ etmişlerdir. Zira O’nun kelâmı, önceki bir
sessizlik ve suskunluktan sonra değildir. Çünkü ilmi, iradesi ve kudret gibi
diğer sıfatlarına benzer olarak, o da ezelî ve kadîmdir. O, teşbih ve tekeyyüf
(nitelik) olmaksızın bununla Mûsâ’ya (aleyhisselâm) konuşmuştur. Tevrât, İncil
ve Zebûr bu kelâmdandır. Bu, peygamber ya da meleğin kendi nefsinde tattığı
bir durumdur; bunu herhangi bir şekilde niteleyemez. Bu balı tadan birisine
bunun tadının sorulması gibidir. Ya da arının balının tadı ile siyah bal
arasındaki farkın ne olduğu gibi. Bunu herhangi bir ibâre ile dinleyiciye
iletmek mümkün değildir. Aynı şekilde şayet Mûsâ’ya (aleyhisselâm) rabbinin
kelâmını nasıl işittiği sorulsaydı işittiklerinin nasıl olduğunu anlatamazdı.
Soru: Kelâm, özünde bir ve bölünmeyen olduğu hâlde bunun lafızlarının
Arapça, Süryânîce ve İbrânîce gibi çeşitlenmesi nasıldır?
Cevap: Doğrudur, kelâm özünde birdir; ancak onu farklı dilleriyle
telaffuz eden insanlardır. Bu, Allah’ın zâtı gibidir; Arap “Allah” der, Fârisi
ise “Hudâ” der. Allah’ın kelâmı Arapça okunduğunda Kur’ân, Süryânîce
okunduğunda İncil, İbrânîce okunduğunda ise Tevrât olur.
Soru: Hak Teâlâ’nın mümkün varlıklara işittirdiği ilk kelâm
hangisidir?
Cevap: Buna bir önceki mebhasta değindik; mümkünatın işittiği ilk
kelam, “Kün (ol)!”235 kelimesidir. Âlemin tamamı sadece kelâm
sıfatından zuhûr etmiştir. Bu ilâhi kelâmın hakikati, Rahmân’ın iradesinin herhangi
bir eşyaya yönelmesi ve Rahmân’ın bu istenilen şahsa ruh üflemesidir. İşte bu
oluş kelâm olarak, oluşan ise nefs olarak tabir edilmektedir. Bu, bir harfi
icâd etmek isteyen kimsenin nefesi gibidir. Çıkan nefes ses olarak
isimlendirilir. Allah için bunun nasıl olduğuna akıl erdirilemez. En
doğrusunu Allah bilir.
Cemu’l-Cevâmîve onun Şerhinin ibâreleri şöyledir: “Kur’ân,
Allah’ın zâtıyla kâim olan ve yaratılmış olmayan kelâmıdır. O, mecâzen değil,
hakikaten sadırlarda muhafaza edilen, mecazen değil hakikaten dillerimizde
telaffuz edilen ve işitilen harflerle okunmaktadır.” Celâleddin el-Mahallî
şöyle demiştir: “Üç meselede ‘mecazen değil’ denilerek dikkat çekilmesi,
kelâmcıların kastettiği gibi, hakikatten kastedilenin bir şeyin künhü
olmadığına işaret etmek içindir. Kur’ân bu hakiki sıfatıyla ne Mushaflarda ne
sadırlarda ne de dillerimizdedir. Bundan kastedilen mecazın mukabilidir. Yani
Kur’ân için gerçekten yazılı, korunmuş ve okunmakta olduğu söylenebilir. Yani
bu her üç şeyin Kur’ân’a isnad edilmesi hakiki bir isnattır. Bunların her biri
açıkça dört varlıktan biri olarak vardır; mecâzî bir isnad değildir.” Şöyle
dedim: “Şeyh şöyle demiştir: ‘Bunun izahı, Kur’ân’ın yazılı, korunmuş,
okunmakta olduğunun söylenmesi doğrudur. O, yaratılmamıştır; yani ezelî ve
ebedî olarak mevcuttur. Bununla nitelenmesi, her varlık için söz konusu olan
haricî, zihnî, ibâre ve yazıdaki varlık olmak üzere dört varlık mertebesi
itibariyledir. Yazıdaki ibâredekine, o zihindekine, o da hariçteki varlığa
delâlet eder. Kur’ân zihnî varlık olarak sadırlarda korunmuş, lisânî (ibâre)
varlık olarak dillerle okunmuş, kitâbî varlık olarak mushaflarda yazılmış,
haricî varlık olarak ise o, Mukaddes olanın zâtıyla kâim olan mânadır; ne
sadırlarda ne dillerde ne de mushaflardadır. Harflerden oluşan lafızlar ise
seslerdir
ve bunlar ârâzdır.’ En doğrusunu Allah bilir.”
Şeyh Kemâlüddin b. Ebû Şerîf, Yüce Kitap hakkında şöyle demiştir: Bil ki
Kur’ân iki anlama gelir: Birincisi Mukaddes zât ile kâim olan kelâm-ı nefsidir.
İkincisi ise Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirilen
lafızlardır. Bunun her ikisi için kullanılması ortaklık nedeniyle midir yoksa
ikincisi hakkında kullanılması meşhur mecâz mıdır? Kuvvetli olan iştiraktır.”
Şöyle de demiştir: “Kur’ân birinci anlamda usûlü’d-din âlimlerinin akıl yürütme
mahallidir; ikinci anlamda ise Arapça, fıkıh ve fıkıh usûlü âlimlerinin mahallidir.”
Şöyle de demiştir: Bunun “Kelâmullah” şeklinde birinci mânada Allah’a izâfe
edilmesinin Allah’ın sıfatı, ikinci mânada ise Allah’ın Levh-i Mahfûz’da,
“Aksine o, şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfûz’dadır.”[57]
âyetinin buyurduğu gibi kendi harfleriyle yazması anlamındadır. Ya da “O,
saygın bir elçinin sözüdür.”[58] âyetinde ifade edildiği gibi
meleğin dilindeki harflerle yahut da “Rûhu’l-emin onu senin kalbine
indirmiştir.”[59] âyetinde ifade edildiği gibi,
nebinin diliyle inşa etmiştir. Kalbe inenin lafız değil mâna olduğu bilinmektedir,
bu mücerred olarak O’nun kadim olan kelâmına delâlet etmez. Ayrıca ikinci
mânada Kur’ân olarak isimlendirmede mahallin hususiliğine itibar edilir mi?
Allah’ın kendisinde yarattığı dilin kendisiyle kâim olduğu müellifin ismi
olduğunun söylenmesi gibi. Ya da sadece telaffuz edenlerin değişmesiyle
değişmeyen telif özelliğine itibarla mı bu isim verilmiştir? Doğru olan
ikincisidir. Çünkü herhangi birimizin okuduğunun, Hz. Muhammed’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) inen Kur’ân olduğu kesindir. Birincisi dikkate alındığında
Kur’ân’ın kendisi değil misli olur.” Şöyle demiştir: “Selef, Kur’ân’ın ikinci
anlamda dile ya da mushafa hulûl ettiği görüşünü reddetmiştir. Yine hem edep
gözeterek hem de ilk görüşteki gibi O’nun zâtıyla kâim olan kelâm-ı nefsiyi
vehmettirmesinden çekinerek, mahlûk olduğu görüşünü de reddetmişlerdir.
Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvini’nin (ö. 575/1179-80) Sirâcül-Ukûl isimli
kitabındaki ibâresi şöyledir: “Selefin tamamı Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’ın,
okuma, okunan olmasına, yazma veya yazılmış olmasına bakılmaksızın mahlûk
olmadığı konusunda icmâ etmişlerdir. Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) kabrini ziyaret ettiklerinde ziyaret edilen, salat getirilen ve selam
verilenin, şahsı ya da ruhu aranmaksızın Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) olması konusunda icma etmeleri gibidir.” Kitabının 5. bâbında bunu uzun
uzadıya anlatmıştır.
Soru: Kudsî hadisler Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
lafzen mi nâzil oldu, mânası mı nâzil oldu?
Cevap: Mâna olarak nâzil oldu, lafız olarak değil. Resûlullah
kendi ibâreleriyle bunu ifade etti. Zira bunlar, şüphesiz bir şekilde Allah’ın
kelâmı olan Kur’ân gibi mûciz lafızlarla nâzil olmamıştır.
Soru: Allah’ın “Onu Arapça bir Kur’ân kıldık.”[60]
âyetinin anlamı nedir? Bu, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu vehmettiriyor.
Cevap: “Rahmanın kulları olan melekleri dişi saydılar (ca‘l).”[61] âyetinin de delâletiyle
“Kılma (ca‘l)”, “yaratma (halk)” anlamında değildir.
Soru: Bir kimsenin Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
Kur’ân’ın bir kısmını bize mâna olarak tebliğ ettiğine inanması câiz midir?
Cevap: Hiç kimsenin buna inanması câiz değildir. Zira kendisine
nâzil olan lafızda tasarrufta bulunarak mâna ile rivâyet ettiği varsayılırsa,
bu durumda nâzil olan sûreti değil, anladığı sûreti bize açıklamış olur. Oysa
Yüce Allah, “Kendilerine indirileni insanlara açıklaması için.”[62] buyurmuştur. Hz. Peygamber’in
bu kelime ve harflerinde değişiklik yapması imkânsızdır. Bilakis onun,
Allah’ın kelâmının mânalarının tamamını, mânalarında hiçbir hata olmayacak
derecede bildiği ve indirilen lafızları bıraktığı varsayılsa bile, bu bırakma
hangi faydayı sağlayacaktır? O, bundan uzaktır. Zira indirilen harf ve
lafızların sûretinde herhangi bir şekilde tasarrufta bulunsaydı, onun
insanlara indirileni ve inmekte olanı tebliğ ettiği de söylenirdi ki hiç kimse
bunu söylememiştir, anla! Şeyh, el-Fütûhât’ın 325. bâbında “Kur’ân’ı
okuyan, ancak hançerelerinden inmeyen kimseler” hakkındaki hadis üzerinde uzun
açıklamalarda bulunmuştur, oraya bak!
Soru: Vahyin lafızlar şeklinde bize zuhûr etmesinin örneği nedir?
Cevap: Vahyin lafızlar şeklinde bize zuhûr etmesinin örneği,
Cibril’in (aleyhisselâm) Dıhye kılığında zuhûr etmesidir. Cibril zuhûr ettiği
zaman ne sırf insan ne sırf melek ne de bir tek hâlden muaf olan beşer veya
melektir. Hakikati değişmediği hâlde, bakanların gözünde sûreti değişmiştir.
Böylece, ezeli kelâm ve ahadi (teke ait olan) emir de bazen Arapça, bazen
İbrânice bazen de Süryânice sûretine girer.
Aslında zâtında ezelî ve bir tek şeydir. Kâfir ve müşrik de Allah’ın
kelâmını işitir, Mûsâ (aleyhisselâm) da Allah’ın kelamını işitti. Ancak
ikisinin işitmesi arasında doğu ile batı kadar uzaklık vardır. Çünkü her
ikisinin işitmesi aynı olsaydı, peygamber olarak seçme bâtıl olurdu.
Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) uzun sözlerden sonra şöyle demiştir:
“Özetle, İmâm Ahmed, Süfyân ve ashâb-ı hadisten olan diğer selef şeyhlerinden
olan büyük imamların, ilimleri daha çok, anlayışları daha derin ve akılları
daha tamamdı. Buna rağmen, arkadaşlarını ince ve derin olduğu için bu ve
benzeri konulara dalmaktan sakındırmışlardır. Bunlar sahih akîdeyi kurtarmanın
teşbîh tersiyle ta‘til kanı arasındaymış gibi gerçekten zor olduğunu bildikleri
için, kelâm ilmini de zemmetmişlerdir. Ancak bu konuda Allah’ın kendilerini
anlayışla rızıklandırdığı kimseler hariçtir. Çünkü insanların çoğu, okunan
(makrû) ile Kur’ân arasındaki farkı anlamaz. Bu nedenle selef ulemâsı,
arkadaşlarının akîdesinin sarsılacağından korkmuş, zâhiri muhafaza etmeyi ve
hakiki mânayı araştırmadan kesin olarak buna iman etmeyi emretmişlerdir. Zira
müminlerin Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine olan imanı
sahihtir. Arkadaşlarına şöyle demişlerdir: “Onu geldiği gibi ve keyfiyetsiz
olarak okuyun ve ‘Ona iman ettik ve onu tasdik ettik.’ deyin.”Ömrüme yemin
olsun ki avam için bunda büyük bir maslahat vardır. İmamlara gelince, bu
meselede onlara tahkîkin kapalı kalması imkânsızdır. Allah onlardan râzı
olsun.”
Hâfız Zehebî (rh.a) şöyle demiştir: “Âlimler için mihne, sadece Halife
Me’mûn zamanında meydana geldi. Çünkü Me’mûn mahir bir fakihti ve filozofların
kitaplarını okumuştu. Bu durum, onu Kur’ân’ın mahlûk olduğu fikrine götürdü.
Şayet böyle olmasaydı görüş, din, edep ve efendilikte en iyi halifelerdendi.
Ondan sonra kardeşi Mu‘tasım başa geçti ve âlimleri halku’l-Kur’ân konusunda
mihneye tâbi tutarak kardeşi Me’mûn’un yöntemini yeniledi. Daha sonra ise
Mu‘tasım’ın oğlu Vâsık başa geçerek Ahmed b. Ebû Duâd’ın[63]
aldatmasıyla aynı şekilde âlimleri, bir süre mihneye tâbi tuttu. Ancak daha
sonra Vâsık tövbe ederek sünneti üstün hâle getirdi. En doğrusunu Allah
bilir.
Şeyh Muhyiddin’in (rh.a) bu konuda naklettiklerine gelince; elFütûhât’ın
34. bâbında şöyle demiştir:
Soru: Kur’ân’ın indirilmesinin Kadir gecesine tahsis edilmesinin
hikmeti nedir?
Cevap: Kur’ân’la eşyanın miktar ve ağırlıkları bilindiği için,
inişinin Kâdir gecesine tahsis edildiği şeklindedir. Nâzil oluşu, bu gecenin
son üçte birlik kısmındadır.
Soru: Allah’ın “Rablerinden kendilerine yeni (muhdes) bir öğüt geldiği
zaman..”[64] âyetinden kastedilen nedir?
Cevap: Şeyh’in 369. bâbda dediği gibi bundan kastedilen bizzat yenilik
değil, yeni gelmiş olan demektir. Onların bilgisi, işittiklerinde hâsıl
olmaktadır. Bu, “Bugün bir misafir bize geldi (hadese).” demeniz gibidir; oysa
onun gelmeden önce de var olduğu bilinmektedir. Kur’ân da bu şekilde işitmeye
taalluk eden bazı açılardan yenidir. Anlama, kelimelerin delâlet ettiği şeye
taalluk etmemiştir. Dolayısıyla onun için bir açıdan hudûs, diğer açıdan kıdem
söz konusudur.
Soru: O hâlde söz (kelâm) Allah’ın, tercüme ise mütekellimindir.
Cevap: Evet; bu, Allah’ın yemin ederek buyurduğu “Saygın bir elçinin
sözüdür.”[65] âyetinin delâletiyle böyledir.
Böylece “Allah’ın kelâmını işitinceye kadar ona sığınma hakkı tanı”[66] âyetinde, sözü kendine izâfe
ettiği hâlde, burada vâsıtaya ve mütercime izâfe etmiştir. Bize Kur’ân
okunduğunda Allah’ın kelâmını işitmiş oluruz; Mûsâ ise rabbi kendisiyle
konuşunca O’nun kelâmını işitmiştir. Ancak her iki işitme arasında, daha önce
geçtiği gibi, doğu ile batı kadar fark vardır. Zira Allah’ın kelâmını doğrudan
işiten ile vâsıta aracılığıyla işiten bir değildir.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Kur’ân kalpte
kaldığı müddetçe ne harf ne de sestir. Okuyucu okuduğunda ses ve harfle
konuşur. Aynı şekilde yazdığı zaman da sadece harf ve sesleri yazar.” Şöyle
dediğini de işittim: “Kur’ân’ın ikiden beşe veya daha fazlasına kadar tek veya
bitişik düzenli harflerle nâzil olmasına dair, mefhumda iki durum söz
konusudur: Birincisi söz, kelâm ve lafız olması diğeri ise yazı, harf ve hat
şeklinde isimlendirilmesidir. İkincisi ise ezberlenmesi açısından Kur’ân’a
baktığın zaman, harfler ve şekillerdir; konuşulması açısından baktığın zaman
lafzî harflerdir. Peki neden söylenilen harflere dönüyor? Bu, Allah’ın kelâmı
ve sıfatı olmasından dolayı mı yoksa Hakk’ın mütercimi olan ikincisinden
dolayı mıdır?”
Aynı şekilde onun, “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri ıssız bir
çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir
şey bulamaz.”[67] âyeti bağlamında şöyle
dediğini işittim: “Susayan kimsenin, su olmadığı hâlde serabı su sanması gibi,
Allah’ın kelamını işiten, O’nun kelâmı da özünde ses ve harf olmadığı hâlde,
onu ses ve harf zanneder. Şayet aralarında bulunan bir münasebet dolayısıyla
bir şeyin başka bir şey şeklinde zuhûr etmesi imkânsız ise, bu da özü açısında
değil nispet açısından onun gibidir. Susamış olan bir kimsenin serabın yanına
geldiğinde, bunun onun sandığı gibi su olmadığını görmesi gibi Allah’ın
kelâmını ses ve harflerle işiten kimse de kendisinden perde kaldırıldığında,
onun işittiği gibi ne ses ne de harf olduğunu görür.”
Ona şöyle dedim: “Allah ‘dilediğini yapan’ olması hasebiyle mutlak mânada
ses ve harflerle konuşabilir mi?” Şöyle dedi: “Hak Teâlâ için bu doğru olmaz;
çünkü bu O’nun yaratılmışlarla eşit olmasını ve onlardan farklı olmamasını
gerektirir. O, yaratılmışlara benzemeyen hususlarda ‘dilediğini yapan’dır.
O’nun âhirette sûret olarak tecellî etmesine gelince bu, harf ve seslerle
ilgili söylediğimiz gibi, gerçekte sûret değildir.”
Şeyh Muhyiddin de buna benzer şeyleri 372. bâbda zikretmiştir.
Soru: Hak Teâlâ’nın hitabını tasvir eden bir sûret olmaksızın
işitmek sahih midir?
Cevap: Şeyh’in 384. bâbda dediği gibi, hiçbir kul için, Hakk’ın
kendisine tecellî ettiği bir mazharın ardından olmaksızın, O’nun kelâmını
işitmesi doğru olmaz. Bu zuhûr edilen şey (mazhar) Hakk’ın perdesi ve delili
olur. Kul, hitâbî münâzeleler[68] içerisinde sadece sûrî/şeklî
mazharlar görür. Hakikatler ve sırlardan kendisine tercüme edilenler o
sûretlerden alınır. Bu geleneksel bir anlayıştır.” Baksana! Yüce Allah Hz.
Mûsâ’ya (aleyhisselâm) onun ihtiyacı olan ateş şeklinde tecellî ederek
konuşmadı mı?” Şöyle dedim: “Bu araştırılması gereken bir sözdür, değerlendir! En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: Kadîm olan Kur’ân, harf ve sesler olmaksızın mı kalbe hulûl
etmiştir yoksa ses ve harflerle mi?
Cevap: Kur’ân kalpte kaldığı müddetçe daha önce geçtiği gibi,
içinde ses ve harf bulunmayan iki şeyden biridir: Ya dillerinde zuhûr eden
şekillerden başka olarak âlimlerin kalplerindedir. Zira Yüce Allah, her vatan
için başkası olmayan bir hüküm vermiştir. Daha sonra hayal, onu kalpten alarak
bedene büründürür ve onu kısımlara ayırır. Sonra dil, onu alır ve mizacına göre
ses ve harf sahibine dönüşür ve kulakların işitmesi bununla sınırlanır. Yüce
Allah “Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı.”
buyurmuştur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle bunu, Bedevi’nin
işiteceği sesler ve harfler şeklinde okudu. Tercüme edilirken kulakları işitti.
Kelâm, şüphesiz bir şekilde Allah’ın, tercüme ise kim olursa olsun konuşan kimsenindir.
Yani harfler ve sesler itibariyle onundur. Kelâmın, mecazi olarak kula nispet
edilmesi, yakında “Esrâr Bâbı”nda genişçe değinileceği gibi, doğru olur. Kalp
ise Rabbin evidir.” Bunu 329. bâbda zikretmiştir.
“Esrâr Bâbı”nda ise şöyle demiştir: “Şayet kadim, hâdis olana hulûl ederse,
tecsim ehlinin kadimin ne hulûl ettiği ne de mahal olduğuna dair görüşleri
doğru olur. Miski bilmeyen bilmez ve harf olmadan da mâna anlaşılmaz. Kur’ân’ı
zikretmek emândır. Onun dilde dökülen sesi, parmak ve divitlerle yazılan
harfinin nazmı olmakla beraber Rahmân’ın kelâmı olduğuna iman etmek vâciptir.
Levhalar ve kalemler hâdistir; ancak kelâm hâdis değildir. Akıllara, zihinlerin
anlamaktan âciz olduğu şeylerin evham olduğuna hükmedilmiştir. Şayet buna
ilhamla ulaşılacağı varsayılsa, bununla amel eden (âmil), âlimdir (allâm).”
Aynı bâbda şöyle de demiştir: “Kadim olan zikir, her ne kadar insanların
konuştukları şeylerle söylense de Hakk’ın zikridir. Bu, hâdis olan zikrin
Hakk’ın lisanıyla söylenmesi gibidir. Hakk’ın kelâmı, Hak kulun diliyle konuştuğu
zaman bile zikir kadimdir. Onun kul için karışımı tesnimdir.”[69] Hakk’ın kendilerinin kuvvesi
(yeteneği) olmadığı kimseler, bu meselede hakkı bilmezler. Hakk’ın kendisini
desteklemediği kimselerin kuvvesi olmaz.” Aynı yerde “Hâdis, muhdestir;
Allah’ın kelâmı ise hem hâdis hem de kadimdir, ihatası olduğu için sıfatların
geneli onundur. Hudûsu, “Bize bugün bir misafir geldi (hadese).” denilmesi
gibi, bize vârit olmasıdır.” demiştir
Yine aynı bâbda şöyle söylemiştir: Hâdis olan onu yazmadıkça veya okumadıkça
Allah’ın kelâmına hudûs nispet edilemez. Allah’tan işitilmedikçe de hâdisin
kelâmına kıdem nispet edilemez.”
Aynı bâbda şöyle demiştir: “İndirilen kitaplarda ve tertemiz sahibelerde
gelen en doğru söz, hiçbir tenzihin kendisine ulaşmayacağı tenzihiyle beraber,
hiçbir teşbihe benzemeyecek bir teşbihle nâzil olmuştur. Âyetler peygamberinin
diliyle nâzil olmuş, O’nun peygamberi de kavminin diliyle tebliğ etmiştir.
Meleğin getirdiği sûretle ilgili olarak bunun benzeri olmayan üçüncü bir yöntem
mi ya da bunlardan birisiyle müşterek olan bir yöntem mi olduğuna dair
zikredilenlere gelince, her halükarda bu meselede problem vardır. Çünkü
ifadeler bizim, kelâm ise Allah’ındır, bizim değildir. Bu, indirilme değildir,
zira mânalar indirilmez. Şayet ibâreler ise o zaman ilâhi söz nedir? Şayet söz
ise yazılı olan lafız nedir? Onun lafız olduğundan şüphe yoktur. Bu durumda
şehadet ve gayb nerededir? Şayet bir delil varsa, bunlardan hangisi söyleyiş
itibariyle (kîl) daha kuvvetlidir? Bundan başka söylenenler hep bu kabildendir.
Bu da rüsûm ulemâsı tarafından bilinmektedir. Bununla tahakkuk eder, ancak
konuşulmaz.”
Aynı bâbda “Allah’ın kelâmını işitinceye kadar ona sığınma hakkı tanı.”[70] âyeti bağlamında,
“Biz sadece O’nunuz.” deme; çünkü sen tercümansın, konuşan ise Rahmandır.
Harfler zarftır, sıfat da mevsufun aynısıdır.” demiştir.
Bu, sıfatların ne aynı ne de gayrı olduğunu söyleyenlerin görüşüne uymaz,
araştır. Aynı bâbda Kur’ân’ın tamamının Allah’ın sözü olduğunu, bunu konuşanın
Allah olduğunu söylemiştir.
Soru: Bunun hikmeti nedir?
Cevap: Kur’ân’da bulunanlar Allah’ın kelâmı olsaydı, kimse bunu
inkâr etmez, kimse faziletini reddetmez ve karşı çıkmazdı. Allah’ın “Allah Mûsâ
ile konuştu.”[71] âyetine baksana! Kelâmı nasıl
ona tesir etti, nasıl hükümleri zuhûr etti? “Kelâm”, yaralama ve etkileme
(tesir) anlamına gelen “kelm” kökünden türemiştir. Söz (kavl) tesir ediyorsa
zâtıyla olan nedir? Ey Kardeş! Söz (kavl) ile kelâmın arasındaki farkı vahiy
ile ilham arasındaki fark ve rüyada gördüğün ile uyanıkken gördüğün arasındaki
fark gibi birbirinden ayır! Böylece celâl ve ikrâm sahibinin ehli olursun.
Orada ayrıca şunlar da vardır: Şaşkınlık sadece bizdendir. O’nun zâtıyla kâim
olduğu hâlde nasıl O’nun kelâmını okuruz? Allah’a yemin ederim ki o, dizilmiş
satırlar, kilitli kapılar, müphem şeyler ve vehimli ibârelerdir; birçok
cihetten şüphelerdir.
Soru: Lafzî harfler havada şekillenir mi yoksa çıktıktan sonra yok
olup gider mi?
Cevap: Şeyh’in 26. bâbda verdiği gibidir. Buna göre çıktığı zaman
havada şekil alır. Bu nedenle mütekellimin konuştuğu şekilde kulaklara ulaşır.
Havada şekil aldığı zaman, ruhlarına bağlanır ve işleri bitse bile hava bu
şekil üzere onları tutmaya devam eder. Onların amel ve tesirleri havada ilk
teşekkül ettikleri andadır. Daha sonra diğer topluluklara katılır ve meşgul
olduğu şey Rabbinin tesbihi olur.
Soru: Kelimesi, küfür olsa; meşgul olduğu şey, hayır kelimesi gibi
Rabbinin tesbihi olur mu?
Cevap: Şeyh’in önceki bâbda dediği gibi, küfür kelimesi olsa bile
meşguliyeti, Rabbini tesbih etmek olur. Bunun vebâli de ona değil, söz konusu
kelimeyi konuşana döner. Çünkü bu, Allah’ı tesbih eden olarak neşet etti ve
bunu söyleyenin günahını bilmez. “Kişi Allah’ın hoşlanmadığı bir kelime söyler
de bu kelime, sadece onu yetmiş kat daha çok cehenneme düşmeye yaklaştırır.”[72] hadisinin de teyid ettiği
gibi, Şâri‘ cezayı bu sebeple telaffuz eden kimseye vermiştir. Allah’ın
kelâmını düşün, yüceltir, büyütür ve Allah’a yaklaştırması için okunur. Onda
yahudi ve hıristiyanların Allah hakkında söyledikleri küfür ve sövgünün tümü
yer almaktadır. Bunların tamamı küfür kelimeleridir ve vebali de söyleyene
döner, kelime de ilgili konuyla bağlantılı olarak kalır. Kıyamet günü
söyleyenin azabını ya da nimetini üstlenir.
Soru: O hâlde bu havadaki lafzî harflerin var olduktan sonra
ölmeleri söz konusu değil midir?
Cevap: Evet, bunu kabul eden bir mahalde oldukları için, değişme
ve yok olmayı kabul eden yazılı harflerin aksine bunlar ölmez. Ancak lafzî
şekiller değişimi kabul etmeyen bir mahalde oldukları için devamlılıkları söz
konusudur.
Soru: “Kur’ân’ı okuduğun zaman Allah’a sığın.”[73]
âyetinde Kur’ân’ın bir adı olduğu hâlde “Furkan” denilmemesinin hikmeti nedir?
Cevap: Furkan denilmemesinin sebebi, Furkan’ın İblis’i tard
ettiğinden okuyucuya gelmesinin söz konusu olmamasıdır ve bu nedenle Kur’ân’ın
aksine ondan dolayı Allah’a sığınılmaz. Toplandığında İblis de çağrılır ve bu
nedenle okuyucunun ondan Allah’a sığınması gerekir.
Soru: Neden İblis’ten sığınanın melek ya da Ulü’l-azm peygamberlerden
birine sığınması emredilmemiştir? Hâlbuki İblis’in hilesi zayıftır, Ulü’l-azm
ise kesinlikle ondan daha kuvvetlidir.
Cevap: İlâhi kudret karşısında Şeytanın hilesi zayıftır; ancak
insanlara göre o gerçekten güçlüdür. Çünkü o, bütün âlemi kahredecek irade mertebesindedir.
Bu nedenle ondan sığınma, başkasıyla değil, câmî isim olan Allah iledir. Hangi
yöntemle gelirse gelsin, diğer ferî isimlerin aksine, huzura gelmesini men
edecek olan O ismi bulur.” şeklindedir.
Soru: Okuyucu, Hak Teâlâ’nın kendisine anlattığı şeyleri okumakla
da kendisi için özel olan ve anlatılmayan şeylerden dolayı aldığı sevabın mislini
alır mı?
Cevap: Evet, insanların hikâyeleri olsa bile, bunlardan dolayı da
Allah’ın kadîm olduğu için, hiç kimseye anlatmadığı kelâmının sevabını alır.
Şayet insanlardan naklederse, bu ârifin dua ederek başlangıçta Allah’ın söylemediği
bir sözü söylemesi, daha sonra da bunun Allah’ın kelâmı hâline gelmesi gibidir.
Yine bu, lafzen onlardan nakledilen şekilde olmasa da, Allah’ın mâna olarak
kullarından nakletmesi gibidir. Şeyh 192. bâbda şöyle demiştir: “Kur’ân’ı
okuduğun zaman, kim tarafından tercüme edildiğini bil! Yüce Allah bazen,
kulunun sözünü aynen nakleder, bazen de mâna olarak nakleder. Birincinin
örneği Allah’ın Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebûbekir’e söylediği
sözü naklettiği “Üzülme, Allah bizimledir.”[74]
âyetidir. İkinciye örnek ise Firavun’nun sözünün nakledildiği “Ey Hâmân! Bana
bir kule inşa et.”[75] âyetidir. Kuşkusuz
Firavun, bunu Kıptice söyledi, ancak Arapça diline tercüme edildi. Ancak mâna
aynıdır. Bu hikâye mâna ile nakledilmiştir. İşte böylece ilâhi emirler geldiği
zaman okuyucu, aslen Allah’ın kelâmı olan ile nakledilen sözleri fark eder ve
bir kısmını diğer kısımlarından ayırır.
Allah’ın Hani, Allah peygamberlerden Andolsun, size vereceğim her kitap ve
hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona mutlaka
iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz.’ diye söz almış ve ‘Bunu
kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?’ demişti.”[76] âyetinin sonundaki “dediler”
ifadesi böyledir. Daha sonra Yüce Allah, onların toplumundan naklederek ikrar
ettiklerini kaydetmektedir. Münâfıklarla ilgili olarak “Biz, sizinleyiz ve biz
onlarla alay ediyoruz.”[77] âyeti de böyledir.
Burada Allah’ın sözü bitmekte ve onların “Biz, sizinleyiz ve biz onlarla alay
ediyoruz.”[78] şeklindeki sözlerini
nakletmektedir. Kur’ân’daki diğer şekilleri de bununla karşılaştır, birçok
örnek göreceksin. Bu asrımızda yaşayanlardan kimseye verildiğini bilmediğimiz
bir ilimdir. Bizi buna ehil kılan Allah’a hamdolsun! Bu ilimlerimizi
çıkaracağımız bir yöntem değil, sadece Kur’ân içindir. Bunu anlamanın
anahtarları kendisine verilen herkes, insanlar arasındaki “efrâd” olan
kimselerdendir.
Soru: Kur’ân’ın tamamı Arapça olduğuna göre, kendi dilleriyle
olduğu hâlde Araplar neden sûrelerin başındaki ^Jl ve ^Jl gibi sembolik
harflerin anlamını bilmiyorlar?
Cevap: Arapların tamamı bu harflerin anlamını bilmiyorlar ki
anlamadıkları hâlde imanları devam etsin. Bu nedenle Yüce Allah, bunları
anlamayı sadece keşif ehline tahsis etmiştir. “Keşif ehli de bunu bilmez.” denilemez.
Zira biz, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve Allah’ın dilediği
kimselerin bunu bilmesi gerektiğini söylüyoruz. Aksi hâlde ehl-i keşfin
bilmesi sahih olmazsa, bu, gereksiz söz olur ki bu şekilde anlamsız şeylerin
Kitap ve Sünnet’te bulunması, Haşviyye’nin aksine, usûl âlimlerinin cumhurunun
görüşüne göre câiz değildir. Bu tâbir onların “Kur’ân’da bu, gereksiz söz
(haşv) vardır.” şeklindeki sözlerinden alınmıştır. el-Fütûhât’ ın 198.
bâbında şunların kaydedildiğini gördüm: “Bil ki sûrelerin başında bulunan bütün
mukattaa harfler, meleklerin isimleridir.” Şöyle demiştir: “Bazı olaylarda
onlarla bir araya geldim, o meleklerden her biri bende olmayan bir ilim verdi.
Onlar benim melek olan şeyhlerimdendir. Okuyucu bu harfleri söylediği zaman,
onları çağırmış gibi olur ve ona icabet ederler. Çünkü onlar zâtlarından
isimlerine uzanan inceliklerdir.
Okuyucu mesela ^Jl dediği zaman Bu üç melek ne diyor?” der. Okuyucu bu
harflerden sonraki şeyleri söyler ve şayet haber ise “Doğru söyledin.” derler
ve onlar,“Bu mümindir, hakkı söyledi ve hakkı haber verdi.” derler ve onun
için istiğfâr ederler. ^Jl ve benzerleri de böyledir. Bunların ondört melek
olduğunu söyledi. Sonuncusu j’dur. Kur’ân’ın menzillerinde çeşitli şekillerde
zuhûr etmiştir. Bir tek meleğin zuhûr ettiği menziller vardır. Bunlar: J, ^
ve j harfleridir. İki meleğin zuhûr ettiği menziller de vardır. Bunlar: , ve
dir. Bunların sûretleri tekrarlarla beraber 79 melektir. Her meleğin elinde
imanın bir şubesi vardır. İman 70 küsur derecedir. Küsur, birden dokuza
kadardır. Burada küsurun sonuncusu alınmıştır.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan
sonra şöyle demiştir: “Bu harflere ve kendisi için açtığım kapıya bakan kimse,
bu harflerin cisimleri olduğu melekî ruhların kendisinin hizmetine sunulduğu
acayiplikler görecektir. Ellerindekilerle ona imanın şubelerini uzâtır ve
ölünceye kadar bu iman üzerine onu muhafaza eder.”
Sonuç: Şeyh 382. bâbda Kur’ân’ın muhkem olan âyetlerinin tamamının
Arapça, müteşâbih olanlarının tamamının ise acemce olduğunu zikretmiştir.
Ehline göre acemcenin de Arapça, Arapçanın da Arapça olduğu, ehli tarafından
bilinmektedir. Dolayısıyla sadece ıstılâh, lafız ve açık sûretlerde acemce
kalmaya devam etmektedirler. Anlam açısından ise aralarında tamamı Arapçadır,
acemce yoktur. Meanî ilmi iddiasında bulunan ve içinde müşabehetin bulunduğunu
söyleyen kimselerin, iddia ettikleri konusunda hiçbir ilmi yoktur. Dilcilere
göre meânî, basit olmaları ve terkip hâlinde olmamaları dolayısıyla nas
gibidir. Terkip olmayınca da varlık sûretinde acemlik zuhûr etmez. Bunu iyi bil
ve araştır, Allah sana hidâyet versin!
Allah’ın el-Bâki yüce ismine gelince; bil ki bâki, başlangıcı ve sonu
olmadan bekâsı devam edendir. Bazıları el-Hayy ismini zikretmenin yeterli
olduğunu düşünmüş, ayrıca bu ismi zikretmeye gerek duymamışlardır. İlâhi
sıfatlar, gerçekte Süreyya yıldızlarının sayısı olan yedidir. el-Hayy ismiyle
yetinilmiştir; çünkü el-Hayy, hayatının başlangıcı ve sonu olmayan ebedîdir.
Allah’ın sıfatlarının aynı mı ya da gayrı mı olduğu konusuna, bu başlıkta
değinildi. Usûlcüler (kelâmcılar) el-Bekâ sıfatı konusunda ihtilaf etmişlerdir:
el-Eş‘arî ve ona tâbi olanların çoğu, bunun zâta zâid olduğu görüşündedirler.
Mu‘tezile, Kâdı (Bakıllânî) ve İmâmeyn (Cüveynî ve Râzî) ise Allah’ın bekâ ile
değil, zâtıyla bâki olduğunu söylemişlerdir. Her iki grubun delilleri de
usûlü’d-dîn kitaplarında kaydedilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Arşa İstivâ Etmenin Anlamı Hakkındadır
Bil ki bu mebhas, en karmaşık mebhaslardan biridir. Ey kardeş! Allah’ın
izniyle hakkın sana açık olması için, kelâmcı ve âriflerin nakilleriyle
zikrederek bunu geniş bir şekilde anlatalım. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyh
Safiyüddin b. Ebû Mansûr Risâlesinde “Rahmân Arşa istivâ etmiştir.”[79] âyetinde buyurulduğu gibi,
Allah’ın sadece Rahmânî sıfatıyla ve yüceliğine yaraşır bir şekilde Arş’a
istivâ ettiğine inanmanın vâcip olduğunu söylemiştir. Hak Teâlâ açısından
sıfatın mevsuftan ayrılması söz konusu değil ise de Yüce Zât’ın mutlak olarak
Arş’a istivâ ettiğinin söylenmesi câiz değildir. Çünkü bu konuda ne Kitap’ta ne
de Sünnet’te açık bir beyân vardır. Dolayısıyla bilmediğimiz şeyleri Allah
hakkında söylememiz câiz değildir. Yüce Allah, Arş’a Rahmânî sıfatıyla istivâ
ettiği gibi, Arş ve içindekiler de istivâ edilmiştir. Bil ki aklın yaratıcıyı
istivânın keyfiyeti konusunda tenzih etmede en ileri derecesi, bir kralın
krallığındaki insanlara istivâ[80] etmesinde olduğu gibi, bunu
egemen olma şeklindeki istivâ olarak kabul etmesidir. “Bişr Irak’a istivâ etti
(ona egemen oldu).” şeklindeki örnekleri de böyledir. Yaratılmış olan beşerin
istivâsı yaratıcının (c.a) istivâsının neresindedir? Düşün, Allah’ın izniyle
gelecek mebhasın sonunda buna genişçe yer verilecektir.
Şeyh Muhyiddin, el-Fütûhât’ın 13. bâbında şu beyitleri okumuştur:
“Arş, Allah’a yemin olsun
ki Rahman ile taşınmıştır / Onu taşıyanlar ve bu söz ma‘kuldür
Mahlûkâtın hangi güç ve
kuvveti vardır / Şayet olmasaydı akıl ve tenzil onu getirirdi”
Bunu uzunca anlatmıştır.
Soru: Kur’ân ve Sünnet’te istivânın Rahmân isminden başka
isimlerle gelmemiş olmasının hikmeti nedir?
Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi bunun hikmeti, Hak Teâlâ’nın
bize varlıkları, sadece tüm varlıklara rahmetinden dolayı yarattığını bildirmektir.
Rahmet, her biri kendisine uygun bir şekilde yardım rahmeti ve süre verme
rahmeti veya hak ettiği bir cezayı vermede acele etmeme gibi olur. Böylece
memlekette Rahmân isminin hükmen isimlerin en büyüklerinden olduğu anlaşılmış
oldu. Onu Rab ismi takip eder. Bu nedenle Allah’ın dünya semâsına bütün
kulların (merbûb) mertebelerini ihtiva eden Rab isminden başka bir isimle
indiğine dair bir bilgi, bize gelmemiştir.
Soru: Arşla muradın, bütün kâinatta değil de üst tarafta özel bir
yer/ mekân olduğu hâlde, Allah’ın Arş’a istivâ ettiğini bildirmesinin hikmeti
nedir?
Cevap: Şeyh’in 370. bâbda zikrettiği gibi, bunun hikmeti kullarına
yolu yaklaştırmaktır. Bu, her ne kadar zâtı kesinlikle mekân kabul etmiyor ise
de Yüce Allah’ın büyük bir kral olması ve bütün kralların kullarının kendisine
ihtiyaçlarını arzetmesi için bir mekânının bulunması nedeniyledir. Bu mertebe,
bir Arş yaratmasını ve buna istivâ ettiğini kullarına haber vermesini
gerektirmektedir. Böylece kulları kendisine dua etsinler ve ihtiyaçlarını
arzetsinler. Bu, O’nun kullarına olan rahmeti ve onların akıllarının seviyesine
inme bağlamındadır. Şayet böyle olmasaydı, akıl sahibi kimse, şaşırır ve kalbiyle
hangi tarafa yöneleceğini bilmezdi. Yüce Allah, kulu özü itibariyle cihet
sahibi olarak yaratmıştır. Aklı başında olduğu müddetçe, sadece herhangi bir
cihette bulunan şeyi kabul eder. Yüce Allah, onu kemâle erdirmekle lutfedip
aklının nûrunu imanının nûru içine katınca, Hak Teâlâ açısından bütün cihetler
eşitlenmiştir. Böylece Hak Teâlâ’nın herhangi bir cihet ve tahayyüz kabul
etmeyeceğini, ulvî varlıklar ile süflî varlıkların Allah’a eşit yakınlıkta
olduğunu bilir ve bu konuda tahkîke ulaşır. Yüce Allah “Biz ona şah damarından
daha yakınız.”[81] buyurmuştur. Hz. Peygamber de
“Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secdedeki hâlidir.”[82]
buyurmuştur. Böylece dinin sadece zayıf akıllılara olan merhametinden dolayı
örfe tâbi olduğu anlaşılmış oldu.
Soru: O hâlde Hakk’ın mertebesinden aşağıda bulunan her şey, süflî
varlık da olsa yükselmekte midir?
Cevap: Şeyh’in 389. bâbda dediği gibi evet; çünkü Hak Teâlâ, hiçbir
cihetle sınırlandırılamaz.
Soru: Allah’ın zâtı iniş ve çıkışı kabul etmediği hâlde, bize her
gece dünya semâsına indiğini haber vermesinin hikmeti nedir?
Cevap: Bundaki hikmet, bizim hükmümüz ve idaremiz altında bulunanların
seviyesine inme konusunda, tevazûu öğretme kapısını açmaktır. Aynı zamanda
istivâ ile mekânın ispatı gerekmediği gibi, üstte olmanın ciheti ispat etmek
anlamına gelmediğini bildirmektir. Yine O, bize dünya semâsına indiğini ve
“Îstek sahibi, hasta ve bağışlanma dileyen kimse yok mu?” gibi dediğini
bildirmekle, kullarının O’nun yardımını talep etme, hâlini arz etme ve zikir ve
istiğfâr ile niyazda bulunmalarına izin vermiştir. Bu, “İsteyen yok mu?” gibi
ifadelerle sanki Allah onlarla konuşuyormuş ve O, onlara, onlar da O’na konuşuyormuş,
onlar O’nu, O da onları ilham yöntemiyle dinliyormuş gibidir. Sanki onlar hitap
meclisindedirler. En güzel vasıflar Allah’ındır. Îşte akıl erbabına göre
inmenin anlamı budur.
Ey kardeş! Bil ki Arş’a istivâ sıfatı, dünya semâsına inme ve Hakk’ın yüksekte
olması gibi şeylerin tamamı kadîmdir; Arş ve onun çevrelediği şeylerin
tamamının ise yaratılmış ve muhdes olduğu konusunda icmâ vardır. Yüce
Allah’ın, yaratılmış ve rızık verilmiş olmadan Hâlik (yaratan) ve Râzik (rızık
veren) olarak vasıflanması ezelî olduğu gibi O, yaratılmışların hepsi
yaratılmadan önce istivâ ve nüzûlle vasıflanmıştır/mevsuftur. Peki Arş olmadan
önce neye istivâ etti ve semâ yaratılmadan önce neye indi? Ey kardeş, aklınla
düşün; Arş ve semâ yaratılmadan önce istivâ ve nüzûl ile ilgili aklına gelen
mânalar ne ise, ikisinin yaratılmasından sonrası için de bu şekilde inan. Sana
yaratan şöyle dursun, yaratılmış ile ilgili örnek veriyorum, bunu anlamaktan
âcizsin! Bu, tasavvurun bütün arşların altı cihetinde ya halâ (boşluk) ya da
melâ (doluluk) bulunması sebebiyledir. Bu, istivânın gerçekleştiği Rahman’ın
Arş’ı değildir. Senin aklın bir şey üzerinde durduğu zaman, “Bunun ötesinde ne
vardır?” der. Ona “Halâ” dediğin zaman; sana “Halânın ötesinde ne var?” der.
Bu, sonsuza kadar devam eder ve akıl, kesinlikle Hak Teâlâ’nın vücudu
kuşatmasının keyfiyyetini anlamaz. Hatta akıl, Allah’a yemin ederim ki bir
mahlûku anlamaktan bile âcizdir; yaratıcıyı nasıl akletsin! Allah’ın ihatasını
bildiğini iddia eden herkesi yalanlarız ve ona “Eğer iddianda doğruysan,
Allah’ın yaratmadığı bir şeyi aklet.” deriz.
Bütün dinlerin icmâıyla Yüce Allah, yaratıcıdır ve yaratılmamıştır.
Şiblî’nin “Hak Teâlâ onları ihata edince, onlar da O’nu ihata eder.” şeklindeki
sözü farz-ı muhâldir. Çünkü bunun herhangi bir kimse için gerçekleştiğine dair
bir bilgi bize ulaşmamıştır. Bir mahlûk için hâlık hakkındaki ihatası nasıl
doğru olabilir? Belki de Şiblî, bununla hiçbir ihatanın O’nu ihata etmeyeceğinin
ihata edilmesini kastetmiştir. Bu durumda, el-Ecvibetüammâ Yutevehhemü fi
Cenâbi’l-Hak isimli kitapta geniş yer verdiğimiz gibi, herhangi bir sorun
söz konusu değildir.
Soru: O hâlde Hak Teâlâ sonlu olmadığı için, insanların aklettiği
ihata ve sonluluktan anladığı şekilde zâtıyla ihata etmemektedir.
Cevap: Evet, bunu Şeyh 389. bâbda şöyle diyerek açıklamıştır: “Bil
ki bir kısım nazar ehlinin, Allah’ın bizzat ihata etmeyeceğine dair görüşleri,
çirkin sözlerdendir. Zira O’nun vücûdu (varlığı) sonsuzdur ve vücûdu
mahiyetinin aynısıdır, gayrısı değildir. Sonsuz olan, kuşatılamaz ve O da
sonsuzdur. Yüce Allah, âlemden farklı olarak kendisinin sonsuz olduğunu ilim
olarak ihata etmiştir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bu görüş, lafız açısından çirkin
ise de doğru olan bir yönü de vardır. Bu da Allah’ın kendi zâtından, başlangıç
ve sonu olmadığı ve diğer hükümlerde yarattıklarından farklı olduğu için,
ihatayı ve mekân tutmayı kabul etmeyeceğini bilmesidir.” Şöyle demiştir: “Bu
mesele, ayakların kaydığı yerdir; insanların çoğu, birisinin “Hak, zâtıyla
ihata etmez.” dediğini duyduğunda, onu inkâra yeltenirler ve “Aksine
insanların anladığı şekilde onu ihata etmektedir.” derler. Allah, bundan
yücedir. Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî de el-İnsânul-Kâmil isimli eserinin 25.
bâbında, şu lafızlarla buna dikkatleri çekmiştir: “Bil ki Hak Teâlâ’nın
mâhiyeti, gaye ve idraki kabul etmez. O’nun kemâlinin gaye ve sonu yoktur. O,
mâhiyetini idrak eder ve kendisi ve başkası hakkında idrak edilemeyeceğini de
idrak eder. Yani O’nun başlangıç ve sonu kabul etmeyeceğini idrak ettikten
sonra idrak eder. Başlangıç ve sonun olmaması, O’nun âlemden ayrıldığı
derecelerden biridir. Yüce Allah “Dereceleri yükselten arşın sahibi.”262
buyurmaktadır. Yüce Allah “Nefsimin bir sonu yoktur ki ilmim ona taalluk
etsin.” der gibidir.
Şöyle demiştir: Hak Teâlâ kendisinin mahiyetini idrak eder.” şeklindeki
sözümüz, O’nu ilim ile kudretle nitelemek ve O’ndan cehâleti nefyetmektir.
“Îdrâk edilmeyeceğini idrak eder.” sözümüz de teşbihi nefyetmek ve tenzihi
ispatlamaktadır. Şöyle dedi: “Burada Îmâm Gazzâlî’nin ‘Mevcut olandan daha
güzeli mümkün değildir.’ şeklindeki sözüne cevap vermemiz sıkıntıya girer.
Yani mümkün varlıkların heyet ve hâllerinin tamamına, kadîm olan ilim taalluk
etmiştir. Kadîm olam ilim de asla fazlalık kabul etmez. Onun mâlumu da
böyledir. Böylece Hakk’ın ilminde bu âlemden daha güzelinin bulunmaması doğru
olur. Hudûs mertebesinde olması itibariyle, yaratıcı rütbesine ulaşmaz. Şayet
Yüce Allah, yarattıklarını sonsuza kadar yaratsaydı, hudûs mertebesinden
çıkmazdı.” Gazzâlî’nin (rh.a) muradı budur.
Soru: Hak Teâlâ’nın zâtı, Yüce varlığı kadîm olduğu ve bu işler de
başı ve sonu olan muhdes işler olduğu için, istivâ, kürsî ve dünya semasına
inmekten yücedir. Allah’ın “Arşı da su üzerindeydi.”263 âyetinin
anlamı nedir? Hadiste de her şeyin sudan yaratıldığı ve böylece Arş’ı ve
içindekileri kapsadığı belirtilmektedir.
Cevap: Şeyh’in 317. bâbda dediği gibi buradaki ,^-U anlamındadır.
Yani “Arş, bilkuvve olarak suyun içindeydi.” Şüphesiz su, bütün varlıkların
aslıdır ve Allah’ın bütün mülkü için heyûlâ mesabesindedir. Çünkü o, hayatın
arşıdır. Böylece arşın, Yüce Allah’ın bütün mülkü anlamında kinâye olduğu
anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu okuma, varlıksal bir okumadır. Yani mülkün
tamamı suda mevcuttur.
Soru: “Rabbimiz Amâ’daydı, üstünde hava yoktu, altında vardı” hadisinin
anlamı nedir? Hadisteki U mevsûle değil, nâfîye olduğu hâlde burada alt ve üst
cihet kabul ediliyor. Allah’ın içinde bulunduğu ‘Amanın ne üstünde ne de
altında hava vardır. Bu, muhdes varlıklar muhalefet içindir. ‘Amâ’ Araplara
göre ince buluttur. Soruyu soran “Ey Allah’ın Resûlü, yaratılmışları yaratmadan
önce Rabbimiz neredeydi?” diye sorduğunda Hz. Peygamber nasıl cevap verdi?
Şayet bu Amâ yaratılmış ise soranın sorusu devam etmektedir.
Cevap: Bunun cevabı sadece ehline sözlü olarak verilir. Zira yazı,
ehil olanın da olmayanın da eline düşer. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Arş, kâinatın tamamının ismi olduğu için ötesi yoktur.
Dolayısıyla kıyamet günü Arş’ı kuşatan [meleklerin][83]
içinde bulunduğu halâ nasıl olur?
Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi, akledilemez olmaları
açısından onların Arşı kuşatmalarıyla, Arşa istivâ etme arasında herhangi bir
fark yoktur. Bu ve benzerlerine iman etmek bizim için yeterlidir.
Soru: Arş’ın Azîm, Kerîm ve Mecîd olarak üç şekilde
isimlendirilmesi, hangi açıdandır? Bunlar eş anlamlı mıdır, değil midir?
Cevap: İlgili isimler, ihata açısından eş anlamlı değildir.
Cisimlerin en büyüğü olması ve kendisinin hükmü altında ve kapsamında olanlara,
üstündekileri vermesi açısından azîm; kendisi dışındakilerin onu ihata
etmesinden yüce olması açısından kerîm ve diğer cisimlerden daha şerefli olması
açısından da mecîd’dir. En doğrusunu Allah bilir. Bunlar el-FütûhâtÜl-Mekkiyyede
bulduğum değerlendirmelerdir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) Sirâcü’l-Ukûl
isimli eserinde de, Arş’a istivâ konusunda çok nefis ifadeler gördüm. Sana
şimdi bunların gözde olanlarını özetleyerek Allah’ın izniyle şöyle derim:
“Anılan kitabının 3. bâbında şöyle demiştir: “Rahmân Arş’a istivâ etmiştir.”[84] Bil ki Yüce Allah, bizi yerde
ve yerden yaratmıştır. Üstümüzde havayı, havanın üstünde göklerle yeri üst
üste tabakalar hâlinde yaratmıştır. Göklerin üstünde kürsîyi, kürsînin üstünde
de yaratılmışların en büyüğü olan arş-ı azîmi yaratmıştır. Ne Kitap’ta ne de
Sünnet’te Allah’ın arşın üzerinde bir şeyi yarattığına dair bir bilgi bize
gelmemiştir. Çadırlar, balkonlar ve ışıklar şeklinde anılanlara gelince,
bunlar arşın kapsamında ve ona tâbi olan şeylerdir. Yüce Allah’ın “Rahmân
Arş’a istivâ etmiştir.”[85] âyeti, yaratmasını arş üzerine
tamamlamış, arşın dışında hiçbir şey yaratmamış demektir. Yarattığı her şey,
dünya ve âhireti yaratması da Arş’ın dairesinin dışında değildir. Çünkü arş,
bütün kâinatı kapsamaktadır. Bununla beraber O’nun kudreti kapsamında bulunan
bir zerre bile ölçülemez, karar kılması nasıl ölçülebilir?” Şöyle demiştir:
“Evlâ olan Kur’ân’ı Kur’ân’la tefsir etmektir.
Yüce Allah “Mûsâ olgunluk çağına ulaşıp gelişimini tamamlayınca”[86] yani “gençliğini
tamamlayınca” buyurmaktadır. Yine “Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş,
kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekin gibidir.”[87]
buyurmaktadır. Yani, bu ekin tamamlanmış ve kuvvetlenmiştir. Âyet ya da 5 hadis, problemden uzak, doğru
bir şekilde yorumlandığı zaman, bu sonuca varması gerekir. Ancak nefisler,
şüpheli şeylere meyleder. Gerçekten de hem selef hem de halefin “Îstivâ âyeti”
hakkındaki görüşleri farklıdır. Bunun tefsiriyle ilgili olarak yaş-kuru ne
varsa söylenmiş ve Müşebbihe açıkça tecsîmi söyleyecek kadar bununla sapmıştır.
Bu durum imamlar arasında tekfir, 10 tadlil, darb, sövme, öldürme,
sürgün ve kötü lakapları takmayı beraberinde getirmiştir. Daha önce
zikrettiğimiz gibi, anlayanlar açısından âyet bundan uzak olmakla beraber, bu
âyette Allah’ın bir sırrı vardır.” Şöyle demiştir: “Bunun izahı, Yüce Allah’ın
Kur’ân’da istivâyı sadece göklerle yerin yaratıldığını belirttikten sonra
zikretmesidir. Bunlar altı yerdedir: 1. “Sizin Rabbiniz olan 15 Allah, yeri ve gökleri altı
günde yarattı, sonra da arşa kuruldu (istivâ).”[88]
2.
“Sizin rabbiniz olan Allah, yeri ve gökleri altı günde
yarattı, sonra da arşa kurulup (istivâ) işleri yerli yerince düzenlemektedir.”[89] 3. “Yeri ve yüksek gökleri
yaratan tarafından indirilmedir. Rahmân arşa kurulmuştur (istivâ).”[90] 4. “O, yeri gökleri
ve ikisi arasındakileri altı günde yaratan ve daha sonra 20 arşa
kurulan Rahmân’dır.”[91] 5. “Allah yeri, gökleri ve
ikisi arasındakileri altı
günde yaratan ve sonra da arşa kurulandır. Sizin O’ndan başka ne dostunuz
ne de şefaatçiniz vardır.”[92] 6. “O yeri ve gökleri altı
günde yaratan ve sonra da arşa kurulandır. Yere gireni bilir.”[93]
Bu âyetlerin hepsindeki anlam, daha sonra yaratmanın Arş’a istivâ etmesi 25 şeklindedir. Yani yaratma
işini Arş ile tamamlamış ve Arş’tan sonra hiçbir şey yaratmamıştır. Bu “Kral,
falanın işi üzerinde karar kıldı.” veya “Durum, kâdının görüşü üzerinde
kararlaştırıldı.” denilmesi gibi, Arş’tan sonra başka bir şey yaratmadı
[anlamındadır]. Yani kesinleşti [demektir]. Bu, Îbn Abbâs’tan nakledilen
“Îstivâ, karar kılmadır.” şeklindeki rivayete dayanmaktadır. Tamamlanma ve kemâle
erme anlamındadır. Arapçada istivâ’nın aslı eşitliktir.” demiştir. Yüce Allah
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[94]
buyurmuştur. Yüce Allah, her şey için bir son ve bir kemâle erme noktası
belirlemiştir. Kemâl noktasına geldiğinde “Îstivâ etti (denkleşti.)” denilir.
Güneşin tepe noktasına ulaşması (istivâ) ve terazinin eşitlenmesi (istivâ) bu
anlamdadır. Oturan kimse yerine yerleşip oturduğunda “Îstivâ etti.” denilir.
Yüce Allah “Sen ve beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde (istivâ)”[95] ve “Üzerine kurulasınız diye”[96] buyurmuştur. Gemiyle ilgili
olarak da “Cûdî’nin üzerine kuruldu (istivâ).”[97]
demiştir. Yüce Allah, göklerin ve yerin yaratılışını kemâle erdirip
tamamlayınca “Onları yedi gök olarak tamamladı.”[98]
buyurmuştur. Âdem’in yaratılış ve şekillenişinin tamamlanması hakkında ise “Onu
tamamladığım (istivâ) zaman”[99] buyurmuştur. Yine, “Nefse ve
O’nu düzgün bir şekilde şekillendirene.”[100]
buyurmuştur. Buna göre, geçen âyetlerdeki ‘istivâ’nın tefsirinin eşitlik
şeklinde olması daha doğru ve daha gerçekçidir. Bu, “Falanın işini istivâ
etti.” yani “tamamladı ve bitirdi.” gibidir. Şöyle demiştir: “Mâzî ve müstakbel
fiil masdara delâlet ettiğinde, mukadder masdar için açık (zâhir) veya gizli
(kinâye) bir fiilin çıkarılması câizdir. Zâhir, “Zeyd’in malını pazarlık yaptım
ve ona tamamlandı (istivâ).” demen gibidir. Yani fiyatı, değeri ondur. Kinâye
ise “Nefislerinizden eşler ve hayvanlardan da eşler kıldı. Böylece sizi
üretiyor.”[101] âyeti gibidir. Yani kılmakta
(ca‘l) kinâye vardır. Şairin şu sözü de bu anlamdadır:
Sefih nehyedildiğinde ona
yönelir
Yani sefehe yönelir. Sefih lafzı, sefehe delâlet edince, kinâye de ona
döner. Bu âyetlerin hükmü de böyledir. “Zeyd evini yaptı ve çatı üzerine istivâ
etti.” sözünün de buna örnek olduğunu söylemiştir. Bunun anlamı, “Binasını çatı
üzerine kurdu ve bununla tamamladı.” şeklindedir. Aynı şekilde geçen âyetlerdeki
göklerin ve yerin yaratılmasının anlamı, yaratılışın arş üzerine karar kılındığı,
bununla tamamlandığı ve üzerine hiçbir şey yaratılmadığı şeklindedir.
Soru: Allah’ın Tâhâ sûresindeki Rahmân arşa istivâ etti.”[102] ve elFurkân sûresindeki “Daha
sonra arşa istivâ eden Rahmân’dır.”[103]
âyetleri hakkında ne dersin?
Cevap: Bu âyetlerdeki şüphenin nazımla ilgili olduğu ve öykünün bu
bütün âyetlerde aynı olduğu şeklindedir. Kur’ân’da nazım için acayip yöntemler
vardır. Tâhâ’daki “Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indirilmedir.
Rahmân arşa kurulmuştur.”[104] âyetlerinde Rahmân, kimseden
(j^) tabirinin tefsiri ve izahıdır. Yani bu yaratıcı, Rahmân’dır. “Arşa kurulmuştur.”[105] buyurmuştur. Yani “Onu
yarattı.” “Îstiva’nın faili, “yarattı” fiilinin delâlet ettiği masdardır. Bu,
gizli zamir olarak isimlendirilir. “İstivâ’nın âyetin sonunda gelmesi, bu
sûrenin âyet sonlarında Elif-i maksûra (^) şeklinde olması nedeniyledir.
el-Furkân sûresindeki “O, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde
yaratan ve daha sonra arşa kurulan Rahmân’dır.”[106]
âyetinde ise takdîm ve te’hîr vardır. Bunun takdiri “Gökleri ve yeri
yaratan Rahmân’dır, sonra da arşa istivâ etti.” şeklindedir. Rahmân, haberi
daha önce gelen mübtedâdır. Bu haber, “Yaratan” ifadesidir. Bu “Sana gelen,
Zeyd’dir” demen gibidir. “Daha sonra arşa kurulan Rahmân’dır.”[107] ifadesi, söz arası (îtirâz)
ifadedir.
Bunun anlamı şudur: “Yaratmasını arşın üzerine istivâ etti.” yani
“onunla tamamladı.” dediğimiz gibidir. Şeyh Ebû Tâhir [el-Kazvînî] uzun
sözlerden sonra şöyle demiştir: “Nice insanlar vardır ki sözlerime
baktıklarında hemen beni kınamaya başlar ve “Sen, selef ve halefin çoğunun
tefsirine aykırı olarak âyetleri farklı (bidat) bir şekilde tefsir ettin.”
derler. Onların muhalefeti icmâa aykırıdır. Vallahi, ben onları bu konuda mâzur
görüyorum. Zira var olandan ayrılmak ve gencin hak ya da bâtıl olarak
atalarından ve hocalarından aldığı şeylerden vazgeçmesi gerçekten çok zordur.
Benim söylediğim “Bazıları bidat olarak isimlendirse de zikrettiğimiz şey,
muhtemel, sahih ve açıktır. Nice bidatler vardır ki güzeldirler.” dedi ve uzun
uzun anlattı, sonra da şöyle dedi. “Özetle Arş, bütün mülklerin en büyüğüdür.
Hak Teâlâ da mertebe itibariyle onun üzerindedir. Bu, üzerimizde bir şeyi
düşündüğümüzde havayı, havanın üzerinde bir şeyi düşündüğümüzde de üst üste
gökleri kalplerimizle görürüz. Sonra vehimlerimizle yedi göğü geçtiğimizde
kürsîyi, kürsîden yukarı çıktığımızda da tamamı yüce yaratıcıya delâlet eden
yaratılmışların sonu olan arşı görürüz. Yaratılmışların sonu olan arştan
fikirle çıkarsak fikir için asla bir merdiven bulamayız ve fikir burada durur.
Fikrin alanı cisimlerin sonlanmasıyla sonlandığı için, fikir burada durur. Daha
sonra kalplerimiz ve akıllarımızla mertebe açısından Rahmân’ın arşın üzerinde
olduğunu görürüz. Zira yaratıcının mertebesi yaratılanın mertebesinin
üstündedir. Yüce Allah, arşın kürsînin üstünde olmasından farklı olarak arşın
üstündedir. Zira arşın kürsînin üstünde olması, Rabb’in arşın üstünde
olmasından farklı olarak, cihet ve mekân itibariyledir. O’nun arşın üstünde
olması mekân itibariyle değil, mertebe ve konum itibariyledir. En doğrusunu
Allah bilir.
İleride Geniş Yer Verileceği Gibi Sıfat Âyetleri Te’vil Edilmedikleri
Takdirde Bir Sakınca Olmayacaksa Selef’in Yaptığı Gibi Te’vil Etmemenin Daha
Evlâ Olduğunun Beyânı Hakkındadır
Önce usûlcülerin sözleriyle başlayarak daha sonra Şeyh Muhyiddin’in
sözleriyle devam ederek Allah’ın yardımıyla şöyle deriz: Kelâmcıların cumhuru
şöyle demiştir: Kitap ve Sünnet’te sıfatlarla ilgili kesinleşen âyet ve
haberlerin zâhirî anlamlarına inanırız. “Rahmân arşa istivâ etti.”[108], “Rabbinin yüzü bâkî kalır.”[109], “Gözümün önünde yapman
için.”[110] ve “Allah’ın eli onların
elleri üzerindedir.”[111] âyetlerinde olduğu gibi bir
problemi işittiğimiz anda, Allah’ı tenzih ederiz. Onlar, müşkil âyetlerin
te’vil mi edilmesi yoksa mânalarının tefviz mi edilmesi konusunda ihtilaf
edilmiştir. Burada kastedilen, O’nu lafzın zâhiri anlamından münezzeh tutarak
işi tefvize havale etmemiz durumudur. Selefin mezhebi teslim, halefin mezhebi
ise te’vil etmektir. Her ikisi de bunların detaylarını bilmemenin genel olarak
itikadımıza zarar vermeyeceği konusunda ittifak etmişledir. Tefvizin daha
güvenli, te’vilin ise sıfat âyetlerine olan imanın kemâlinin zâil olmasına daha
yakın olduğunu söylemişlerdir. Zira Yüce Allah, akıllarımızla yaptığımız
te’villere değil, sadece bizden lafızların kendilerine iman etmemizi istemiştir.
Sıfat âyetlerini te’vil etmek isteyenin birçok ilme muhtaç olmasının yanı
sıra, yapılan te’vilden Allah’ın râzı olmaması da mümkündür. Şöyle demiştir: “O
dönemdeki bir şahısta bütün kabilelerin Arapçasının bilgisi konusunda tebahhur,
onların mecazları ve istiareleri hakkında derinlik, te’vil mekânları ve
bunların hatalarından ayırt edilmesi hakkında bilgi ve Kur’ân tefsiri
ilimlerinde, hadislerin şerhinde, sair hükümlerde selef ve halefin görüşleri
hususunda tebahhur gibi özellikler toplanması gerekir.” Şeyh Kemâleddin b. Ebû
Şerif Hâşiye’sinde şöyle demiştir: “Tefviz anında da tenzihi şart
koşarak Allah’ın hakikatinin diğer yaratılmışların hakikatinden farklı olduğunu
insanların anlaması için, selef ve halefin, tenzih üzerinde ittifak ettiklerine
dikkat çekmişlerdir. Allah’ın sıfatlarının, yaratılmışların sıfatlarının
anlaşıldığı gibi te’vil edilmesi câiz değildir.”
Şöyle demiştir: Kitap ve Sünnet’te bulunan sıfatların tamamında Kitap ve
Sünnet’te vârid olan sıfatların meşhur sekiz sıfattan ibaret olmadığına dikkat
çekilmektedir. Kitap ve Sünnet’te bunların dışında da sıfatlar kaydedilmiştir.
Aynı şekilde bunda, genel bir hükümle ilgili kapsamlı bir kaideyi açıklama da
söz konusudur. O da mânası açık olanlara inanmak, müşkil olanları da tefviz
etmektir.
Şeyh Muhyiddin’in bu konudaki sözleri ise şöyledir: “Te’vil edilmediği
takdirde bir sıkıntıya girmesinden korktuğumuz bir insan için te’vil edilir.
Bunun dışında tamamı, te’vilin yapılmamasına ve teslim olmaya meyillidir.
Müslim ve daha başkalarının naklettiği şu hadiste olduğu gibi Yüce Allah,
zayıflar için te’vil kapısını bize açmıştır: “Hastaydım, beni ziyaret etmedin.”
Kul bunu dikkate alıp “Sen âlemlerin rabbi olduğun hâlde nasıl seni ziyaret
edeyim ya Rabbi!” dediğinde Yüce Allah, ona “Falanca kulumun hasta olduğunu ve
onu ziyaret etmediğini bilmiyor musun? Şayet onu ziyaret etseydin beni orada
bulacağını bilmedin mi?...” Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın 177. bâbında
âciz olanlar için te’vilin câiz olduğunu zikretmiştir. 68. bâbında ise ezânla
ilgili ifadelerden sonra, her akıl sahibi kimseye açıklandığı takdirde, akıl ve
ilim sahibi olmayan kimseyi yüce ve kuşatıcı olan ilâhi mertebe hakkında
saygısızlığa götürecek ilâhi sırrı setretmenin vâcip olduğunu söylemiştir. Bu
tür insanlar için te’vil etmenin vâcip olduğunu söylemiştir.
Şeyh Muhyiddin (ra) şöyle derdi: “Akâidin en sağlamı, Allah’ın indirdiklerine
Allah’ın muradı üzerine iman etmektir. Zira Yüce Allah, bizim bundan âciz
olduğumuzu bildiği için, sıfatların kendisine nisbetinin hakikatini bilmekle
bizi sorumlu tutmamıştır. Çünkü O’nun hakikati, bütün yaratılmışların sıfat ve
hakikatlerinden başkadır. Bunu 405. bâbda zikretmiştir. Efendim Ali
el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini duymuştum: “Aklî konularda inkâr ederek
seferde yol kesici olan, imanı yaralayan şüphedir; şerî konularda seferde yol
kesici olan ise te’vildir.” Aynı şekilde onun şöyle dediğini de duydum:
“Kâinatta bulunan bütün sözler te’vili kabul eder.” Yüce Allah “Olayların (rüya)
te’vilini ona öğretmemiz için” buyurmuştur.293 Te’villerin bir kısmı
mütekellimin muradına uygun, bir kısmı ise mütekellimin muradına muhaliftir.
Böylece bütün sözlerin tâbir kabul ettikleri anlaşılmış oldu. Ayrıca
anlaşılmayan her şeyi anlamamız da gerekmez.” Bunu Şeyh’in 384. bâbda söyledikleri
de teyit etmektedir: “Fikir ehli hiç kimse, aklın sınırları içerisinde kaldığı
müddetçe, sıfat âyetleri üzerinde durmaktan geri durmaz. Yüce Allah, ilham
yöntemiyle ilminden bir ilim ona verirse, bu âyet ya da hadisin muradını
kendisine bildirir.” Şöyle demiştir: “Ayrıca bu dil erbabından tevil
edenlerin, Peygamberlerinin, Allah’ın kanun koyması ya da Allah’ın izniyle
Peygamberi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yasa koyması hakkında telaffuz
ettiklerini te’vil ederken yaptığı hataları bağışlaması, Allah’ın rahmeti
cümlesindendir.”
Şeyh Levâkihu’l-Envârda şöyle demiştir: “Bil ki filozofların
hataları, te’villerinden kaynaklanmaktadır. Bu da onların, ilmi Îdrîs’in (aleyhisselâm)
şeriatından almalarıdır. Onun sözlerinden kendilerine ulaşanları te’vil
etmişlerdir. Ref edilince bizim Peygamberimiz Muhammmed’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) sözlerinde ihtilaf ettiğimiz gibi ihtilaf etmişlerdir. Vefatından
sonra bir âlimin haram kıldığını diğer âlim helâl kılmıştır.” Şeyh şöyle
demiştir: “Bir olay hakkında kendisiyle bir araya geldiğimde Îdrîs’ten (aleyhisselâm)
başka hiç kimseden hata görmedim; ancak ilmini bizzat ondan hak üzere aldım.”
Yine “Esrâr Bâbı”nda da şöyle demiştir: “Te’vil etmekten sakın! Zira bununla
başaramazsın, imanın müteâllakı (taalluk ettiği şey), aklınla yaptığın
te’viller değil, Allah’ın indirdiği lafızlardır. “Peygamber, rabbinden
kendisine indirilenlere iman etti.. .”[112]
276. bab’da da Allah’ın “Şayet onlar Tevrât’ı, Încîl’i ve kendilerine
Rablerinden indirilenleri ayakta tutsalardı.”[113]
âyeti kapsamında şöyle demiştir: Tevrât’ın ayakta tutulmasından kastedilen, onu
te’vil etmemektir. Allah’ın kelâmını te’vil eden, onu ayakta iken yere
düşürmüştür. Te’vilden ve fikriyle amel etmekten uzak tutan ise onu ayakta
tutmuştur. Zira fikir, hatadan mâsum değildir.”
315. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki sıfat âyetlerini te’vil etmemek ve geldikleri
şekilde, keyfiyetsiz olarak bunlara iman etmek edeptendir. Te’vil ettiğimiz takdirde
bunun Allah’ın muradı olup buna dayanabileceğimizi ya da muradı olmayıp
reddedildiğini bilmiyoruz. Bu nedenle Allah katında bir bilgi sahibi
olmadığımız her şeyde teslim olmamız gerekir.
Söz gelimi bize Rabbimizin hoşuna nasıl gider veya Rabbimiz nasıl sevinir?”
denildiğinde “Allah’tan gelen her şeye Allah’ın muradına uygun olarak,
Resûlullah’tan gelen her şeye de Resûlullah’ın muradına uygun olarak iman
ederiz. Bunların tamamında keyfiyetle ilgili bilgiyi Allah ve Resûlüne havale
ederiz.” deriz. Şöyle demiştir: “Peygamberler de Allah’tan kendilerine gelen
bu tür konular hususunda bizim gibidirler. Onlara da Allah’tan bu tür haberler
geldiğinde, bizim yaptığımız gibi bunların bilgisini Allah’a bırakırlar.
Bunların te’vilini bilmememiz uzak değildir. Ancak Allah’ın bir şekilde te’vil
etmesiyle, bunların te’vili bilinir. Bu da uzak değildir.” “Bu selefin
yöntemidir. Allah bizi onlara halef kılsın!” demiştir. Şeyh (rh.a) “Onun hiçbir
mânasını akletmeden bu lafızlara iman ederiz.” diyen kimsenin akidesine 405.
bâbda karşı çıkarak şöyle demiştir: “Bir lafza mânasını anlamadan iman eden ve
“Kendimizi bunu işitmeyenlerin hükmüne tâbi tutarız ve akli delilin bize
verdiği bu sözün zâhiri anlamının imkânsızlığına dair durum üzerinde kalmaya
devam ederiz.” diyenler, kendilerini hitabı işitmeyenlerin hükmüne tâbi
tutmakla, güzel bir ibâre ile Şâri‘e tahakküm etmektedirler.” Şunu da
söylemiştir: “Bunlardan bir grup vardır ki onlar da şöyle söylerler: Allah’ın
ve Resûlünün bilgisi üzerine bunlara iman ederiz. Bunların lisân-ı hali şöyle
demektedir: “Yüce Allah kendi nefislerine has olan şeylerle bize hitap
etmiştir.” Dolayısıyla bunu boş iş (abes) olarak görmüş olmaktadırlar. Oysa
Yüce Allah “Biz bütün peygamberleri, kendilerine açıklasınlar diye, kendi
kavimlerinin diliyle gönderdik.”296 buyurmaktadır. Bu şekilde geldi
ve Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de Allah’ın emrettiği gibi bize
açıkladı.
Şöyle dedi: “Sıfatlar konusuna bilgisizce dalanların en kötüsü, peygamberleri
eleştiren ve onları hayal ve vehimlerin hükmü kapsamına alanlardır.” Onları
şunlar takip eder: “Peygamberler, insanlar arasında en çok Allah’ı bilenlerdir.
Ancak hitap ederken, durumun olduğu şekilde değil de insanların
anlayabilecekleri seviyeye inerek konuşurlar.” diyenlerdir. Bu imkânsızdır;
bunların lisân-ı hali, peygamberleri, rablerine nispet ettikleri şeyler konusunda,
güzel bir ifade ile yalanlayanlar gibidir. Bu şunun gibidir: Bunların durumu,
bir insandan utandığı zaman, onun yanında dinleyicinin doğruluğuna inanmadığı
bir şeyi söyler. Bu kişi ona “Yalan söyledin.” demez.
Aksine efendim iş sizin zannettiğiniz gibi değildir, işin aslı şöyle,
şöyledir.” diyerek doğru söylemektedir, der. [Aslında] bu kişi onu yalanlar ve
güzel bir şekilde onu cahil ilân eder. Îşte tevile kalkanların davranışı
böyledir. Onları da bu konuda şunları söyleyenler takip eder: “İfadelerinde
insanların anlayış seviyesine indiklerini savunmuyoruz, bu lafızdan kastedilen
halkın anladıkları şekil değil de şu ve şudur.” Şöyle demiştir: Bu durum,
Peygamber’in getirdiği dilde mevcuttur. Bu, daha önceki duruma benzemektedir.
Ancak bunlar, bu konuda kendileri hakkında vermedikleri hükmü, Allah hakkında
vermektedirler. 405. bâbda söyledikleri bunlardır.
177. bâbda ise şöyle demiştir: “Ey kardeş! Sıfatlarla ilgili gelen âyet
ve haberlerin hepsi konusunda sana teslim olmanı tavsiye ederim. Çünkü te’vil
edenlerin çoğu helâk olmuştur. Durumu en hafif olan kimse şunu söyleyendir:
“Peygamberimizin doğruluğundan şüphe etmiyoruz. Ancak kendisini gönderen
Allah’ın nitelikleri hakkında bize öyle şeyler getirmiş ki onları zâhiri
anlamlarıyla kabul eder ve kendimize yaptığımız gibi Rabbimizi de böyle
yorumlarsak bu bizi, O’nun hâdis olduğu ve bizim için ilâh olmasının zevâl
bulacağı sonucuna götürür. Oysa O’nun ilâh olması bizim için sabittir. O hâlde
bu konuda dilde bunun kullanım alanının olup olmadığına bakmalıyız. Kuşkusuz
peygamber, kavminin dili ve üzerinde ittifak ettikleri şeylerle gönderilir.”
Onlar bunları değerlendirdiler ve Hak Teâlâ’nın kendisini nitelediği şeylerden
tenzih etme neticesine vardılar. Onlara “Hangi şey sizi bu sonuca götürdü?”
denilse “Bizi bu sonuca iki şey götürdü.” derler: 1. Delillerdeki
zafiyet. Biz delillerle onun davasının doğruluğunu ispatladık. Dolayısıyla aklî
delillerde bir zafiyet olduğunu söylemiyoruz. Çünkü burada onun doğruluğuna
dair zafiyet olur. 2. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize
kendisini gönderen Allah hakkında “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”297
buyurdu. Bu, aklî delillere uygundur ve bunun gibi şeylerle onun doğruluğunu
takviye etmektedir. Onun Allah hakkında söylediklerinin benzerlerini, zâhiri
anlamında kabul edersek hak yoldan sapmış oluruz. Bu nedenle te’vil hakkında
her iki tarafı ispatlayan bir yöntem benimsedik.” Bunlar çok güzel sözlerdir.
198. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki hayrın tamamı Allah’ın indirdiklerine
iman etmek, şerrin tamamı da te’vildedir. Te’vil eden, ilme uygun yapsa bile
imanını yaralar. Dolayısıyla bunu yapması doğru değildir. Hadiste “Kulum,
kendisine vazife olmadığı hâlde beni yalanladı.” denilmiştir.
Herkese kıyamet gününde yaptığı te’vili sorması ve Nasıl olur da ben nefsime
bir şeyi izâfe ederim de sen aklını imanına, fikrini Rabbinin ilmine tercih
ederek ondan beni tenzih edersin?” demesi gerekir. Ey kardeş! Rabbinin
peygamberlerinin dili üzere kendisine izâfe ettiği şeyden O’nu tenzih etmekten
sakın! Ne olursa olsun, salt aklınla O’nu hepsini birden tenzih etme. Sana
nasihatte bulundum, Îlâhiyat alanında aklî delillerde, şerî delillere aykırı
birçok şey vardır.” dedi ve daha önce geçen güzel söz ve eklerle bunu uzattı.
Oraya müracaat et, şaşıracak şeyler görürsün, seni doğru yola sevk ettim. En
doğrusunu Allah bilir.
204. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki haberî sıfatlar konusunda akıllara
tenezzül edildiğini söyleyen kimse, hakikatlari öğrenmeye kapalıdır. Şayet
ubudiyyet, rubûbiyyete eziyet verirse, hakikatler bâtıl olur. Kul sadece kendisi
için açık olanları görür, Hak da ne tenzih sıfatları ne de teşbih sıfatları
sadece kendisi için olan şeylerle zuhûr eder. Bunların tamamı O’nundur. Şayet
durum böyle olmasaydı, Allah’ın kendisini nitelediği şeyler yalan olurdu. Oysa
Allah, bundan yücedir. Aksine Allah’ın kendisini nitelediği izzet, kibriyâ,
ceberut, azamet, benzerlerin nefyi ve aynı şekilde kendisini nitelediği unutma,
hile, tuzak ve yanıltma gibi sıfatların tamamı, O’nun hakkında kemâl
sıfatlarıdır. Şanına yakışır bir şekilde bunlarla nitelenmiştir. Sadece O’nu
hakikatleriyle bilmeyenler, tenezzül ettiğini söylerler.” Şöyle demiştir: “Yine
şayet Yüce Allah bize beyân etmek sûretiyle lütufta bulunsaydı, şerî bir özür
olmaksızın, bizim bunu gizlememiz helâl olmaz ve Hakk’ın beyân ettiğini
insanlara beyân etmemiz gerekirdi.”
el-Fütûhât’ ın 58. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki bize göre en
şaşılacak şey, insanın kendi fikir ve görüşünü taklit etmesidir. Bunların her
ikisi de onun gibi muhdes ve Hakk’ın aklın hizmetine verdiği kuvvetlerden bir
kuvvettir. Bununla beraber onun (akıl kuvvveti), acziyyette mertebesini
aşamadığını, kendisinin hafıza, musavvire ve muhayyile gücü gibi diğer güçlerin
hükmüne giremeyeceğini bilir. Bu kusurların tamamını bilmemize rağmen o,
Rabbini bilme konusunda âciz olan yeteneğini taklit etmekte, Rabbini kendinden
Kitabında veya Peygamberinin Sünnetinde haber verdiği şekilde taklit
etmemektedir. Bu hata, bir âlim için gerçekleşecek olan acayipliklerdendir. Her
te’vil ve fikir sahibi olan kimse, kesin olarak bu hatanın kapsamındadır. Ey
kardeş, bak/düşün! Akıl, birçok illet ve kusuru barındıran anılan yeteneklerin
aracılığı olmaksızın zikrettiğimiz şeylerden hiçbir şey anlamaktan ne kadar
âcizdir, ne kadar da fakirdir/muhtaçtır. Sonra da bu yöntemle söz konusu
durumlardan biri hâsıl olduğunda, Allah’ın kendisi hakkında verdiği haberleri
kabul etmekten sakınır ve “Fikir bunu reddediyor.” der. Fikrini taklit ve
tezkiye eder, rabbinin şeriatını ise yaralar.” Bunu uzunca anlattıktan sonra
şöyle demiştir: “Özet olarak, aklın kendiliğinde hiçbir şeyi yoktur; durum
böyle olunca, Rabbinden gelen ve O’nun kendisinden haber verdiği şeyler sahih
ise bunları kabul etmek, fikrinin hayalini, hayalinin de hislerini taklit
ettiğini öğrendikten sonra, söz konusu fikrini kabul etmesinden daha evlâdır.
el-Fütûhât’ın 3. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah’ın
yaratma, diriltme, öldürme, engelleme, verme, tuzak kurma, alay etme, hile,
sevinç, şaşırma, gazap, rızâ, gülme, neşelilik, ayak, el, iki el, eller, göz ve
gözler gibi kendisini nitelediği bütün vasıflar, Rabbimiz için sahih olan
özelliklerdir. Biz O’nu kendi kendimize vasfetmedik; O, bunlarla kendisini biz
var olmadan önce peygamberlerinin diliyle bu şekilde vasfetmiştir. O sadıktır,
onlar da aklî delillerin gösterdiği gibi sadıktırlar. Bu durum, O’nun yaptığı,
O’nun zâtının kabul ettiği ve O’nun yüceliğine yaraşır bir şekildedir.
Bunlardan herhangi bir şeyi reddetmemiz veya keyfiyet belirlememiz câiz
değildir. Bize nispet edilmesinin dışında bir şekilde O’na nispet edilmesi
görüşündeyiz. Bunları O’nun hakkındaki bilgimiz çerçevesinde O’na nispet
etmekten Allah’a sığınırız. Bu dünyada O’nun zâtı hakkında cahiliz, âhirette de
ne olacağını bilmiyoruz. Allah’ın peygamberlerinin diliyle kendisi için sabit
gördüğü bir şeyi inkâr eden herkes, Allah’tan getirilen şeyi inkâr etmiş olur.
Bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr eden herkes de böyledir. Bunlara inanıp da
bunların bize nispet edilmesi gibi Allah’a nispet ederse ya da böyle bir vehme
kapılırsa veya böyle bir şey aklına gelirse yahut bu şekilde tasavvur ederse ya
da bunu mümkün görürse cahillik etmiş olur, inkâr etmiş olmaz. Îşte doğru
bağlantı budur.
el-Fütûhâtın 73. bâbında şöyle demiştir: Bil ki Hak Teâlâ’yı müşâhede eden herkes iki nispetle sınırlıdır. Bunlar, Allah’ı tenzih etme nispeti ve teşbihin bir şekliyle hayale tenezzül etme nispetidir. Tenzihi nispet etmeye gelince bu, Allah’ın “O’nun benzeri bir şey yoktur.”[114] şeklindeki tecellîsidir. Hayale tenezzül etme nispeti ise “O işiten ve görendir.”[115] âyeti, “Rabbine O’nu görüyormuş gibi ibadet et!” hadisi ve “Hangi tarafa dönersen
Allah’ın yüzü (vech) oradadır.”[116] âyetinde ifade edilen
şekildeki tecellîsidir.
Allah’ın sizden birinizin kıblesindedir. فى ve ثم zarftır; وجه الله zâtı ve hakikatidir.” Şöyle demiştir: “Mahlûkatın alışık
olduğu mânalarla gelen bütün âyet ve hadislerdeki lafızlar, alışılagelen ve anlaşılan
mânalarla gelen ıstılâhlar olmasaydı, bu ilâhi tanıtımın nazil olduğu dile
muhalif olan şeylerin, muhataplar açısından bir anlamı olmazdı.” Yüce Allah
“Biz, bütün peygamberleri beyân etmeleri için kavimlerinin dili üzerine
gönderdik.”[117] buyurmuştur. Yani dilleriyle
onlara açıklasın diye ki durum, bu şekildedir. Gönderilen Peygamber de bu
lafızları, ıstılâhların olduğu şekle muhalif şekilde bize şerhetmemiştir.
Dolayısıyla bu lafızlardan anlaşılan mânaları, Hakk Teâlâ’nın kendi nefsine
nispet etmesi gibi nispet etmiştir.
Bu lafızları, dilleriyle nazil olduğu kimselerin anlamayacağı birtakım
mânalarla şerhetmeye hükmetmemiştir. Bu, “Sözü bağlamından koparanlar” ve
“Aklettikten sonra muhalefet ettiklerini bilerek tahrif edenlerden” olmamamız
içindir. Dolayısıyla nispetin keyfiyyetini bilmediğimizi ikrar etmemiz
gerekir.” “Bu, bütün selefin inancıdır, onlardan aksi görüş bilmiyoruz.” dedi
ve bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle dedi: “Kur’ân’da Allah’ın Âdem hakkında
“Kendi ellerimle yarattığım şeye”[118]
şeklinde gelmiştir. Burada eller tesniye olduğu için bunları “kudret” şeklinde
veya birinin nimet eli, diğerinin ise kudret eli olduğu şeklinde yorumlamanın
da câiz olmadığı bilinir. Çünkü bunlar bütün varlıklar için geçerlidir. Oysa
âyet, Âdem’in Îblis’e üstünlüğünü ifade etmek için gelmiştir ve bu yorumlarla
Âdem’in herhangi bir üstünlüğü söz konusu değildir. O hâlde zikrettiğimizin
dışında iki el için üstünlük veren başka bir mânanın olması gerekir.
İki el için, tenzih ve tenezzül nispetlerinin dışında hayalde başka bir
nispet de bilmiyoruz. Bu, şu hadis gibidir: “Allah Kürsî’yi yarattığı zaman
buna iki ayak eklemiştir.” İki ayaktan cennet ve cehennem ehlinin mazharı olan
emir ve nehiyden başka bir şey bilinmiyor. Anla! Zikrettiğimiz iki nispet konusunda,
kendilerine bu nispetler yöneltildiğinde Âdemoğlu üç kısma ayrılmışlardır: 1.
İki nispeti bir araya toplayan kâmil, 2. Özellikle düşünce veya aklın verdiği
delili dikkate alan vâkıf ve 3. Gelen lafzın verdiği mânayı benzeten müşebbih.
Bunların dördüncüsü yoktur. Bunların tamamı müminlerdir. Sadece tenzih görüşünü
benimseyip akıllara tenezzül etmeyi reddeden kimse, kemâl yönteminden
sapmıştır. Tenzih olmadan sadece teşbihi benimseyen de böyledir. Allah’tan bizi
kelâmcıların ve Mücessimenin sapmalarından korumasını dileriz.
377. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki sıfat âyetleri ve haberlerine iman etmek
bütün mükelleflere vâciptir.” Şöyle demiştir: “Allah, peygamberlerinin diliyle
kendisinin bir eli, iki eli, parmağı, iki parmağı, parmakları, gözü, iki gözü, gözleri,
beraberliği, gülmesi, sevinmesi, hoşlanması, getirme ve gelmesi, arşa istivâsı,
ondan kürsîye ve dünya semasına inmesi olduğunu haber vermiştir. Yine
kendisinin görmesi, ilmi, kelâmı, sesinin olduğunu; koşma, sınır, miktar, rızâ,
gazap, boş olma ve ayağı gibi hususları da haber vermiştir.” Şöyle demiştir:
“Bunların tamamının mânaları ma‘kul, Allah’a nispetleri meçhuldür. Bunlara iman
etmek gerekir. Çünkü Allah’ın kendisi hakkında verdiği bir hükümdür. O,
mahlûkun aklıyla verdiği hükümden daha çok öncelik sahibidir. Akıl sahibinin
yaptığı te’vil, sadece akıl ve fikir tarafının iman tarafına yardımcı olması
içindir. Dolayısıyla aklı kabul edinceye kadar te’vil etmez; dolayısıyla
Allah’ı tasdik anında bile O’nu tasdik etmediği an gibidir.
Şeyh Levâkihul-Envâr kitabında şöyle demiştir: “Bil ki
keşiferbâbına göre Arapça ifadelerde asla mecaz bulunmaz; bu, kesinlikle
hakikattir. Bu, onların lafızlarını hakiki anlam için vazetmeleri nedeniyledir.
Kudret elini kudret, uzuv elini uzuv ve bilinen eli de bilinen el olarak
vazetmişlerdir. Bunun dışına çıktıklarını iddia edenlerin delil getirmeleri
gerekir, bu da mümkün değildir.
Sözgelimi Falan kimse aslandır.” dediklerinde kendi dillerinde cesur olan
herkesin aslan olarak isimlendirilmesi nedeniyle bunu hakikat olarak vazetmişlerdir.
Buna bağlı olarak bu sözü mecaz değil, hakikat olarak kullanmışlardır. Buradan
her akıl sahibi, Kitap ve Sünnet’te yer alan el, göz ve yan (cenb) gibi
ifadelerin teşbih olduğuna hükmedilmeyeceğim anlar. Zira teşbih, “misl” lafzıyla
ya da sıfat olan “kâf” ile olur. Bu ikisi dışında kalanlar müşterek
lafızlardır. Bu durumda söz konusu zâtın verdiği hakikat doğrultusunda, bütün
zât için nispet edilirler.
el-Fütûhâtın 2. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Kitap ve
Sünnet’te, zâhiri teşbihi vehmettirecek şekilde gelen hiçbir şey bu kabilden
değildir. Bu, Kur’ân’ın kendi dillerinde geldiği Arapların aklına tenezzül
etmedir. Bu, Allah’ın “Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu.
(Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar yahut daha az oldu.”[119] âyeti gibidir. Arapların
krallarının katında saygın kimseler olurdu ve bu düzenlemeye göre otururlardı.
Bununla Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Yüce Allah’a yakınlığını
anlıyorlardı. Bundan yakınlığın dışında bir şey anlamaya aldırma!” Onun 3.
bâbında ise şöyle demiştir: “Bil ki Müşebbiheyi saptıran tek şey, üzerinde
düşünmeden akıllarına gelen ve Allah’ı tenzih etmeleri gereken şeyleri te’vil
etmeleridir. Bu, onları açık bir cahilliğe götürdü. Şayet onlar güvenli olanı
isteyip hiçbir şekilde geri dönmeden âyet ve haberleri geldikleri şekilde
bıraksalardı ve bunun bilgisini Allah ve Resûlüne havale etselerdi kurtuluşa
ererlerdi. Onlara “O’nun benzeri bir şey yoktur.”[120]
âyeti yeter. Teşbih yönü açık olan bir hadis kendilerine geldiğinde “Allah
‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’ âyetiyle kendisinden teşbihi nefyetmiştir.”
dediler. Geriye sadece bu haberin tenzih şekillerinden biriyle gelmesi
kalmaktadır. Kur’ân’ın dilleriyle nazil olduğu Arap anlayışına uygun olarak
gelmiştir. Zira Kur’ân ve Sünnet’te teşbihle ilgi bir tek metin kesinlikle
bulamazsın. Araplar arasında bunlar teşbih vecihlerinden biriyle yorumlanırlar:
Bunlardan biri, zâhiri, teşbihi akla getirendir. Biri de tenzihe götürür ki
bu, bir tevilcinin bu lafzı, teşbihe götüren bir şekilde yorumlamasıdır. Daha
sonra bu lafzın te’vili hakkında bir sıkıntı yaşar. Çünkü dilin verdiği vazına
göre, buna hakkını vermemiştir. Yine O’nun büyüklüğüne yaraşmayacak bir
şekilde yorumladığı için, Allah’ın sıfatları konusunda da sınırı aşmış olur.”
[Şeyh] şöyle demiştir: Sana literatürde yer alan ve lafzın zâhiri,
teşbihi gerektiren, buna kıyas yapacağın ve zikredilecek başka hiçbir metni bulunmayan
bazı hadisleri getirelim. Bunlardan biri, “Müminin kalbi, Rahmân’ın parmaklarından
iki parmağı arasındadır.” hadisidir. Bu durumda akıl, hakikat ve mecaz olarak
lafzın vaz’ının gerektirdiğine bakar ve parmağın hem uzuv hem de nimet için
kullanılan müşterek bir lafız olduğunu görür. Araplar “Falanın malındaki
parmağı ne kadar da güzeldir.” der. Parmak hem uzuv hem de nimet ve güzel eser
için kullanıldığına göre, hangi şekilde parmak uzuv olarak yorumlanır? Burada
sanki tenzih terkedilmiş ve açık nas dikkate alınmıştır. Kul ya bunu tenzihe
yaraşır bir şekilde tevil eder ya da sessiz kalır ve bunun bilgisini Allah’a ve
Allah’ın bunun bilgisini öğrettiği nebî ya da veliye havale eder. Ancak bunu
uzvu nefyetme şartıyla yapması gerekir. Ancak bidat ehli birisi bize karşı
gelirse, bu durumda susmak helâl olmaz, aksine tecsîm görüşünde olanlarla
birlikte bunların delilleri çürütülünceye kadar lafzın tenzih açısından
muhtemel bütün yorumlarını açıklamamız gerekir. Böylece hadisin anlamının
Ehl-i hakkın ifade ettiği gibi “Müminin kalbi Rahmân’ın nimetlerinden iki nimet
arasında olduğu” şeklinde olduğu anlaşılır. Bunlar, yaratma (îcâd) ve yardım
etme (imdâd) nimetleridir. Allah en doğrusunu bilir.
Allah’ın “Yeryüzü kıyamet gününde, bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de
O’nun kudretiyle dürülmüştür.”305 âyetinde yer alan “kabza” ve “sağ
el” de bu kabildendir. Akıl, Arapça'nın vaz’ının gereğine bakar ve âyetin anlamının
“bütün varlığın O’nun elinde (kabzasında)” olduğu, yani O’nun tasarrufu altında
olduğu şeklinde olduğunu anlar. “Falan kimse elimdedir.” denilir. Yani benim
hükmüm altındadır anlamı murad edilir.. Aslında uzuv olan elinde asla böyle bir
şey yoktur. Ancak başkasının değil sadece onun emir ve hükmü ona geçmektedir.
Bu, gerçekte elinde bulunan, kabzasında tuttuğu bir şeye hükmünün geçmesi
gibidir. Allah için uzuv imkânsız olunca, akıl ‘kabzanın ruhuna, anlamına ve
faydasına yönelir. Bu da dünya ve âhiret âleminin Allah’ın tasarrufunda
olmasıdır. “Sağ el” denilmesinin sebebi de mutlak tasarruf gücünün mahallinin
sağ el olmasından dolayıdır. Zira sol elde, normalda sağ elin gücü yoktur.
Dürmekten kinâye olarak da sağ el denilmiştir. Bu, kudretin fiil yapma imkânına
işaret eder. Îşte böylece söz konusu mâna, bildikleri lafızlarla Arabın zihnine
ulaşır ve kalpleri bunu anlayarak süratli bir şekilde kabul eder. En
doğrusunu Allah bilir.
Taaccüb, gülme, sevinme ve gazap da bu kabildendir. Akıl bakar ve
taaccübün, sadece taaccüb edenin daha önce bilmediği bir mevcûdla kaşılaşması
neticesinde meydana geldiğini görür. Bu durumda taaccüb etmesi doğrudur. Gülme
ve sevinme de böyledir. Bunun Allah için muhâl olduğu bilinmektedir. Çünkü
taaccüb ettiğini ya da kendisi için güldüğünü veya sevindiğini haber verdiği
şeyin yaratıcısı da O’dur. Dolayısıyla bu tür şeylerin anlamı, akla tenezzül
ettiği kabul edildiği takdirde gerçekleşir. Bu, taaccübün gerçekleştiği sıfatın
sahibi olanların emsalleri arasındaki üstünlüklerinin ortaya çıkması içindir.
Bu, “Rabbimiz çocukça davranmayan gençten hoşlanır (taaccüb)” hadisinde de
böyledir. Yani sözgelimi şehveti kuvvetli olduğu hâlde zina etmeyen genç gibi
[gençten hoşlanır.] Şöyle demiştir: “Sevinme, rıza ve gülmeyi bu durumu kabul
etme şeklinde yorumlamak doğrudur. Bunu Allah için, yaratılmışlarda olduğu
hâliyle yorumlamak imkânsızdır. ‘Gazap’ ise gazap edilen kulun nehyedilen bir
şeyi yapmasından kinâyedir. Bu, kulun gazabın peşinden, intikamın geleceğini
bilmesi içindir. Çünkü gazap, intikamın belirtisidir. Böylece kul korkar,
Rabbinden bağışlanma diler ve işlediği günahtan tövbe eder.”
Bazıları şöyle demişlerdir: “Îlâhi gazaptan kastedilen, kullara bu dünyada
had ve tazir cezalarının uygulanmasıdır. Bunları zihinlere gelen ilk şeyle
yorumlamak doğru değildir. Çünkü Allah için bunlar muhâldir. O, kullarının
fiillerinin yaratıcısıdır, O’nun muradına aykırı olan bir fiil, nasıl meydana
gelecek ki O da O’na gazap etsin? Âhiretteki gazaba gelince bu, sadece
cehennemlikler için olur. Onlardan başkalarına gazap ise kıyamet günü biter ve
Allah bütün muvahhidleri cennete koyar, anla!” Unutmak da bu kabildendir. Bunun
da insanlar için anlaşıldığı anlamda, Allah için kullanılmasının câiz olmadığı
bilinmektedir ve şüphesiz bu, imkânsızdır. Ancak kâfirlerin azabı kesintisiz
olunca rahmeti kendilerine ulaşmadığı için kralın yanında unutulmuşlar
gibidirler. Mekr, istihzâ ve Allah için ifade edilen suhriyyetin anlamı da buna
yakındır. Bunlarla kastedilen, işaret ettikleri eserdir ki bunlara hilekâr,
alaycı ve hor görenlerin muamelesiyle muamele edilecektir. En doğrusunu
Allah bilir.
Bunlardan biri de Rahmân’ın nefesinin Yemen tarafından geldiğini
hissediyorum.” gibi hadislerde yer alan fâ’nın fethasıyla gelen “nefes” lafzıdır.
Allah’ın nefes alan cismin haricinde bulunan hava anlamına gelen nefesten
münezzeh olduğu bilinen bir şeydir. Bazıları şöyle demişlerdir: “Nefesten
kastedilen nefes aldırmadır. Yüce Allah, Yemen cihetinden gelen Ensâr ile ona (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) nefes aldırmış ve onu büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır.”
Şöyle demiştir: “Nefesin rahmet vermeyen başka bir isme değil de sadece Rahmân
ismine izâfe edilmesi de buna delâlet etmektedir.”
Efendim Ali el-Havvâs’ın şöyle dediğini işittim: “Allah’ın hakikatinin
diğer hakikatlerden farklı olduğuna kalbiyle inanan bir kimse, asla O’nun
kendisine izâfe ettiği herhangi bir sıfatı dikkate almaz. Sözgelimi ‘istivayı
O’nun büyüklüğüne yaraşır bir şekilde keyfiyyet ve teşbih olmaksızın O’na
nispet eder. Çünkü Allah Teâlâ açısından teşbih kesinlikle doğru olmaz. Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın 273. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki aklınla bu
şeyin noksanlık olduğuna ve bunun Hakk’a ilhak olduğuna dair müşâhede etmeden
önce, Allah’ı herhangi bir şeyden tenzih etmen doğru olmaz. Şayet bunu müşâhede
etmezsen tenzih etmemiş olursun. Aksi takdirde, aklen müşâhede etmediğin bir
şeyden nasıl tenzih edersin? Bu durumda tenzih dinde semâî olarak olmuş ve
akılda bulunmamış olur. Aklın Hak Teâlâ’yı istivâdan tenzih etmesinin en ileri
düzeyi “Bu istivâdan kastedilen, sultanın kuşattığı mekânda ya da mülkünde en
yüce/en büyük olması kastedilmektedir.” demektir. Bu da teşbihin dışına
çıkmaz. Bunun nihai noktası bir muhdesin mertebe itibariyle kendisinden daha
yüksek olan başka bir muhdese benzetilmesinden intikal etmektir. Akıl, dinin
“O’nun benzeri bir şey yoktur.”306 âyetiyle ulaştığı tenzihe
ulaşmaz. Baksana! Şu sözlerini istivâ için yaptıkları aklî tenzihe delil
getirmektedirler:
Bişr, Irak’a istivâ etti (hâkim oldu)
Bir kul olan Bişr’in Irak’a istivâsı nerede, Yüce yaratıcının istivâsı
nerede? Şeyh başka bir mekânda bu anlamda şöyle demiştir: “Birileri istivâyı,
kralın mülkü üzerindeki yetkisindeki gibi istîlâ şeklinde yorumluyorsa bunu
cisimlerin sıfatlarından olan istikrâr şeklinde yorumlayan kişi, hangi şeyle
reddedilir?
Her iki durum da hâdistir; hatta ikisinden birinin kullanılması caiz olacaksa
istikrar, Hz. Peygamber’in “Kürsî, arşın ortasında bir çölün ortasına atılmış
bir yüzük halkası gibidir.” gibi hadislerde arş, yaygı anlamında kullanıldığı
için daha önceliklidir.”
5 Ek: Bunu bir sonuçla
bitiriyoruz: Şeyh Muhyiddin el-Fütûhat’ ın
363. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki sıfatlar âyetleri ve haberlerinde
peygamberlerin (aleyhisselâm) dilleriyle gelenlere iman etmemek ve peygamberlere
vâris olan kâmil âriflerin getirdiklerine iman etmemek insafsızlıktır. Zira
deniz birdir. Dolayısıyla peygamberlerin bu konuda getirdiklerine
10 iman etmek vâcip
olduğu gibi, mahfûz olan evliyânın getirdiklerine iman etmek de vâciptir. Aslın
getirdiğini kabul ettiğimiz gibi, şeriata muvafık olması kaydıyla fer’in
getirdiğini de kabul ederiz. Keşke evliyânın getirdiklerine iman etmeyen
insanlar, bari bunları Ehl-i Kitap gibi kabul edip ne inkâr ne de kabul
etselerdi. Bu mebhas üzerinde dü-
15 şün ve onu
değerlendir; buradakileri herhangi bir kitapta bulamazsın. Allah seni hidâyette
tutsun.
Kürsî,
Levh ve Kalem-i Âlâ Meselesi Hakkındadır
Ey Kardeş! Bil ki Hak Teâlâ Yüceliğine yaraşır bir şekilde arşı istivânın
mahalli kıldığı gibi, kürsîyi de kürsî hadisinde arşın iki ayağı olarak
yorumlanan emir ve nehiylerin açığa çıktığı mahal kılmıştır. Zira Arş,
istivânın Rahmân ismine tahsis edilmesiyle işaret edildiği gibi, rahmeti
kapsayan yüce kelimenin birliğinin (ahadiyyet) mahallidir. Kürsîde ise Allah’ın
her şeyi çift olarak yaratması için kelime ikiye ayrılmıştır. Dolayısıyla çift
olma durumu Arş’ta bilkuvve (potansiyel) hâlinde iken, Kürsî’de bilfiil olarak
zuhûr etmiştir. Emir ve nehiy ayakları Kürsî’ye delâlet edince, Rahmaniyye
kelimesi onda bölünmüş ve şunlar sadece cennetlik bunlar da sadece cehennemlik
olarak ayrılmışlardır. Böylece her ayak diğer ayağın yeri olmayan bir mekâna
yerleşmiştir. Bu, onların yerleşmelerinin son noktasıdır. Biri cennet olarak
diğeri cehennem olarak isimlendirilmiştir. Şeyh Muhyiddin’in 198. bâbda zikrettiği
gibi, her iki ayağın ehlinin gideceği başka bir yer yoktur. Kürsîye delâlet
eden iki ayaktan kastedilenin emir ve nehiy olduğu şeklindeki yorumumuz,
Mücessimenin vehmettirdiklerinin aksine, sahihtir. Allah, bundan alabildiğine
yücedir. Şeyh Muhyiddin bunu 374. bâbda zikretmiştir. 13. bâbda ise iki ayağı
hayır ve şer olarak yorumlamıştır. Her ikisi de sahihtir. Zira hayır ve şer,
emir ve nehiydir. Bunu bil ki bu, çok nefistir, te’vilini başka bir kitapta
bulamazsın.
Soru: Melekler âdemoğlunun amellerini yükselttiklerinde, bunların
yerleştiği mahal neresidir?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 58. bâbında verdiği gibidir.
Buna göre yükseltme, Sidretü’l-müntehâ’da sona erer. Herşey neticede başladığı
yerde son bulur.
Soru: Kürsî, emir ve nehiy olan iki ayağın yeri olduğuna göre
herhangi bir amel Kürsî’den sonraya kalır mı?
Cevap: Bu, halk ve emir âlemine hastır. Teklife gelince bunun
aslı, Sidre’de kısımlara ayrılmaktadır. Sidre’den önce dört mertebe
katetmiştir, Sidre beşinci mertebedir. Bunun izahı şudur: Teklif, Kalem’den
Levh’a, Arş’a, Kürsî’ye ve Sidre’ye iner. Teklifin hükümlerinin, altıncısı
olmayan beş hüküm olduğu bilinmektedir. Bunlar vâcip, mendûb, haram, mekruh ve
mübahtır. Vâcip Kalem’den, mendûb Levh’ten, mahzûr Arş’tan, mekruh Kürsî’den,
mübah ise Sidre’den zuhûr eder. Zira mübah, nefsin hazzıdır. Bu nedenle saâdet
âlemindeki nefisler, Sidre ve onun asıllarında son bulur. Bunlar, şekâvet
âleminin son bulduğu zakkumdur. Anılan beş hükümden doğan ameller
yükseldiklerinde, zuhûr ettikleri yere dönerler.
Soru: Ameller, araz olduğu hâlde bunların yükselmesi nasıl olur?
Cevap: Şeyh’in 397. bâbda verdiği gibidir. Buna göre melekler
fâilinin şakilesine/yaratılışına uygun olarak bunu dürer ve sonra yükselerek
fizik hâlindeki şeklinden çıkar ve huzurda bulunmanın ruhuyla mahalline girer.
Amel ilk ortaya çıktığı yer olan mahallinin sonuna ulaşıncaya kadar, ayağını
gözünün gördüğü en son yere koyar.
Soru: Vâcibin Kalem’den ve mendûbun Levh’ten olması gibi, bu
mekânların beş ahkâma tahsis edilmesi nasıl olmuştur?
Cevap: Şeyh’in 58. bâbda verdiği gibi, bu şekilde tahsis edilmesi,
her mahallin ortaya çıktığı yere uzanmasıyla alâkalıdır. Böylece Kalem’den
vâcip olan amellere bir bakış (nazar) olur ve onda gördüğü kadarına uzanır.
Levh’ten mendûp olan amellere bir bakış (nazar) olur ve onda gördüğü kadarına
uzanır. Arş’tan mahzûrata (haram) bir bakış (nazar) olur ve ona sadece rahmetle
uzanır. Çünkü o, Rahman isminin istivâ ettiği mahaldir. Şöyle demiştir: “Bu
nedenle daha önce şekâvette bulunmayanın karşılığı rahmettir. Kürsî’den mekruh
olan amellere bir bakış (nazar) olur ve onda gördüğü kadarına uzanır. Ancak
Kürsînin rahmeti, Arşın rahmetinden başkadır. Çünkü rahmet günaha göre büyür.
Mekruh kesinlikle haramdan daha az kötüdür.
Bu nedenle Kürsînin rahmeti mekruh işleyenlerin tamamını, arşın rahmeti
ise haram işleyenlerin tamamını kapsar. Bu, ya mühlet verme ve hafifletme
rahmetidir ya da devam rahmetidir. Kürsî daha önce belirttiğimiz gibi emir ve
nehyin ortaya çıkış yeri olduğu için, mekruh işleyenlerden bunun izlerini
silme ve affetme konusunda daha süratlidir. Bu nedenle mekruh işleyen
cezalandırılmaz (muahaza edilmez), ancak terk edene ecir verilir. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: Allah’ın levh, kalem, kürsî ve arşı yaratma şekli nasıldır
ve bunlardan hangisi diğerinden önce yaratılmıştır?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 13. bâbında söylediği gibi,
Allah’ın ilk yarattığı şey, tedvîn ve tastir (satıra dökme) meleklerinin başı
olan Kalem-i âlâ’dır. Levh ise kalemden türemiştir. Allah bu kalem için 360 diş
kılmış, her diş de icmâlî ilimlerden 360 tanesini barındırmakta ve bunları
levhta detaylandırmaktadır. Ayrıca 60. bâbda, kıyamete kadar yaratılmışlara
taalluk eden kalemin ilimlerinin dallarının esası kendisi gibi ilimlerin
sınıfları olan 360 sayısının dışına çıkmadığını zikretmiştir. Bir tek ilim ne
artar ne de eksilir. 13. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah zihnî
tâlimin mahalli olan kaleme tecellî ettiğinde ona tamamını değil,
yarattıklarından îcâd etmeyi dilediklerini atmıştır. Onları îcâd etti ve
zâtıyla olanların bilgisini ve Hak Teâlâ’nın ilâhi isimlerinden bu âlemin sudûr
etmesini talep edenleri bildi. Sonra bu kalemden levh olarak isimlendirdiği
başka bir varlık türetti. Kaleme buna uzanmasını ve sadece kıyamete kadar
olacak şeyleri ona kaydetmesini emretti. Levh, kalemin kendisine tevdi ettiği
anda bunu bildi. Daha sonra Yüce Allah, meleklerin sûretlerinin içinde zuhûr
etmesi için, kendisiyle ‘Amâ’ya tecellî ettiği nûrun karşıtı olan salt
karanlığı yarattı. Şayet bu nûr olmasaydı, kendilerine herhangi bir sûrette
zuhûr etmezdi. Bu karanlık, mutlak varlığı kabul eden mutlak yokluk konumundadır.
Yüce Allah onu var eylediği zaman Âmâ’ya tecellî eden bu nûrdan karanlığın
üzerine akıtır ve Arş olarak isimlendirilen cisim zuhûr eder. Rahmân, ez-Zâhir
isimiyle buna istivâ eder. İşte bu, halk âleminde ilk zuhûrdur. Daha sonra Yüce
Allah, seher aydınlığına benzeyen, karışmış olan bu nûrdan Arş’ın etrafında
dönen melekleri yarattı.
Bu, Melekleri de Rablerini hamd ile tesbih edip yücelterek arşın etrafını
kuşatmış hâlde görürsün.”307 âyetinde ifade edildiği gibidir. Sonra
bu arşın içindeki oyukta kürsîyi yarattı ve burada kendi tâbiatından melekler
kıldı. Her felek, kendisinden yaratılan ve kendisini imar edecek olan şeyin
aslıdır. Kendisinden yaratılanın kendisini imar ettiği unsurlar gibidir. Sözgelimi
Âdem’i topraktan yarattı, o ve onun çocuklarıyla arzı imar etti. Daha sonra
kürsînin içinden biri diğerinin içinde olmak üzere iç içe felekleri yarattı.
Bundan sonra ruhları, daha sonra da rızkları yarattı. Sonra her mükellefe
saâdet ya da şekavetten ibaret olan bir mertebe verdi.
Soru: Hadiste Allah’ın, Kalem’e “Yarattıklarımla ilgili kıyamete
kadar olan ilmimi yaz!” dediği ve bütünüyle bunu zikrettiği vârid olmuştur. Kıyametten
sonra sonsuza kadar olacak şeylerin hükmü nedir?
Cevap: Ebedî şekâvet de dâhil levhte kayıtlı olan hükümlere tâbi
olan ve insanlar için kıyametten sonra meydana gelecek olan her şey, herkesin
yaptıklarına karşılık olarak sonsuza kadar ve ebedî olarak cezalandırılması
içindir. Şeyh 327. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın levhada yazma işini sadece
dünyadaki şeylerle sınırlandırması, âhiret işlerinin aksine bunun sonlu
olmasından dolayıdır. Oradaki ilmi sonsuz olduğu için, kalem bunu yazmaya güç
yetiremez (kadir değildir). Sonsuz olanı varlık kapsayamaz, yazmak da
varlıktır.”
Soru: Sadece Kalem-i âlâ’nın anılması hangi açıdandır? Bundan
başka kalem de var mıdır?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 316. bâbında söylediği gibi
İsrâ hadisinde, “Öyle bir yere ulaştım ki kalemlerin cızırtısını işittim ki
cızırtı, sestir.” ifadesiyle işaret edildiği gibi, orada Kalem-i âlâ’dan başka
kalemler ve Levh-i mahfûz’dan başka levhalar da vardır.
Soru: Söz konusu kalem ve levhaların sayısı kaçtır?
Cevap: Bunların sayısı Şeyh’in el-Fütûhâtın az önce geçen
bâbında söylediği gibi 360 kalem ve 360 levhadan ibarettir. Şeyh şöyle
demiştir: “Söz konusu kalem ve levhaların mertebesi Kalem-i âlâ ve Levh-i
mahfûz’dan daha aşağıdadır. Bu, Levh-i Mahfûza yazılan şeylerin değişmemesi
nedeniyledir ve bundan dolayı “mahfûz” olarak isimlendirilmiştir; yani yok
olmaktan [korunmuştur], diğer kalem ve levhaların aksine Yüce Allah, buraya
yazdığı şeyleri yok etmez. Diğer kalemler sürekli olarak Allah’ın “Allah
dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır.”[121]
âyetiyle işaret ettiği, hükümlerden Allah’ın âlemde meydana getirdiği şeyleri,
mahv ve ispat levhalarına yazarlar. Şöyle demiştir: “Bu levhalardan
peygamberlere (a.s.v.) şeriatler, sahifeler ve ilâhi kitaplar iner. Bu nedenle
nesih gerçekleşmektedir, hatta nesih bir şeriatın kendi içerisinde bile
gerçekleşmektedir.” Şöyle demiştir: “Bu levhaların mahallinde İsrâ gecesinde
tereddüt vardı. Yani Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) levhalar ile
Mûsâ (aleyhisselâm) arasında beş vakit namaz konusunda tereddüt etti. Allah’ın
Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hitabının mertebesi, bu
levhalardaydı ve nihaî noktası beşti. Bu nedenle Yüce Allah, beş vakiti
bırakıncaya kadar levhalarda yazdığı bu namazlardan dilediğini sildi ve namaz
kılanlara elli vakit sevabını kaydetti. Hz. Muhammed’e de (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) “Katımda söz değişmez.”[122]
şeklinde vahyetti. Mûsâ (aleyhisselâm) beşten sonra kesin olarak hafifletmesini
istemek üzere dönmedi. Bu, arz yöntemiyle mutlak mertebedendir.”
Şöyle demiştir: Aynı şekilde Allah’ın “Sonra süresini hükme bağladı.
Şüphesiz belirli süre O’nun katındadır”[123]
âyeti de söz konusu levhaların mertebesinden inmiştir. Yine Allah’ın,
kendisini ölümü anında mümin kulunun nefesini durdurma konusunda tereddüt
etmekle nitelemesi de bu kabildendir. Buna hükmeden kendisi olduğu hâlde “Rahmetim
gazabımı geçmiştir.” hükmü bağlamında [tereddüt etmekle nitelemiştir].” Şöyle
demiştir: Kâinata sirayet etmesi ve bunda hayretin meydana gelmesi de
“tereddüt” olarak kinâye yapılan bu ilâhi hakikatin kapsamındadır. Bu, insanın
bir fiil yapacağı zaman yapıp yapmaması konusunda tereddüt etmesidir. Bu durum,
teredüt ettiği işe başlayıncaya ve böylece tereddütü zail oluncaya kadar devam
eder. İşte meydana gelen bu durum, Levh-i mahfûzda bulunan söz konusu tereddüt
edilen şeylerdir. Mahv levhasında yazan kalem, herhangi bir şey yazar. Bu,
kulun söz konusu fiili hatırladığı hatırlama zamanıdır. Sonra bu yazı yok olur
ve bu hatırlama, ilgili şahıstan gidiverir. Çünkü sonra gayb âleminde bu
levhadan ilgili şahsın nefsine rakîka uzanır. Bu levhalardan nefislere uzanan
rakâik, yazmanın meydana gelmesiyle meydana gelir, yok olmasıyla da kesilir.
Kalem, levhadaki yerinin yok olduğunu gördüğünde bu işle ilgili olan fiil ya da
terk olarak yeni bir şey yazar. Bu yazıdan, kendisi için bu yazı yazılan şahsın
nefsine bir rakîka uzanır. Bu adamın hatırına ilk hatırının zıddı olan yeni bir
şey gelir. Sonra şayet Hak Teâlâ, bunun ispatını dilerse onu silmez. Bu, sabit
kalınca ilgili şahsın kalbine taalluk eden rakîka kalır ve levhada yazılana
uygun olarak yapması ya da terk etmesi kesinleşir. Onu yaptığında ya da terk
etmesi kesinleştiğinde, yapılması karara bağlandığında, Hak Teâlâ onun bu fiile
mahkûm olmasını siler ve olduğu duruma göre iyi ya da kötü bir amelin şeklini
kesinleştirir. Daha sonra kalem, başka bir şey yazar ve bu sürekli devam eder.
Böylece Kalem-i âlâ’nın, levhasında, mahv ve ispattan bu kalemlerin
gerektirdiği her şeyi yazdığı anlaşılmış oldu. Levh-i mahfûzda, bu levhalarda,
hükmün ortaya çıktığı ve başka bir işin meydana gelmesi anında bu levhalarda mahvın
ispatı, isbatın isbatı, isbatın mahvını takip eder (izler). O, silinmekten
korunmuş mukaddes bir levhadır. Bu nedenle “mahfûz”, yani daha önce geçtiği
gibi silinmekten korunmuş olarak isimlendirilmiştir.
Soru: Ameller silindiği gibi zâtlar da silinir mi?
Cevap: Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) dediği gibi, silinme,
zâtlarda gerçekleşmez; “Biriniz cennetliklerin amelini yapar.” hadisinde
işaret edildiği gibi, hâller ve amellere hastır.”
Soru: Evliyalardan herhangi biri Kalem-i âlâ’nın kıyamete kadar
levh’e yazdığı hadiselerin sayısını öğrenmiş midir?
Cevap: Şeyh’in 198. bâbda söylediği gibi [cevap] evettir. Şöyle
demiştir: “Ben Allah’ın buna muttalî kıldığı kimselerdenim.”
Soru: İlâhi kitapların âyetlerinden levhte yazılanların sayısı
kaçtır?
Cevap: Peygamberlere inen âyetlerden Levh’te yazılı olanların
sayısı iki yüz altmış dokuz bin iki yüzdür. Şeyh, geçen bâbda bunu zikretmiş ve
“Bunlar, Allah’ın bize bildirdikleridir.” demiştir.
Soru: Evliyâdan herhangi biri “el-İmâmü’l-mübîn” olan
Ümmü’l-kitab’daki ilimlerin aslının sayısının kaç olduğunu öğrenmiş midir?
Cevap: Evet; Allah, kullarından dilediklerine bunu öğretmiştir.
Şeyh Muhyiddin 22. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın bana keşif yöntemiyle bildirdiğine
göre Ümmü’l-kitâp’taki ilimlerin asıllarının sayısı yüz yirmi dokuz bin altı
yüz çeşittir. Her bir çeşit genel ilimlerden birini ihtiva eder.
Soru: Akâid âlimlerinin “Said, Allah’ın ezelde said olarak
yazdığı; şakî ise ezelde şakî olarak yazdığı kimsedir?” şeklindeki sözlerinden
kastedilen nedir? Anılan bu yazı Levh-i mahfûz’da mıdır, başkasında mıdır?
Ayrıca ezel zamandan başka mıdır yoksa Hak Teâlâ’ya lâyık olan ve akledilmeyen
bir zaman mıdır?”
Cevap: Bundan kastedilen, İbn Abbâs ve daha başkalarının söylediği
gibi Ümmü’l-kitâb’dır. Ezelden kastedilen ise değişim ve tebdilin söz konusu
olmadığı şeydir. Tirmizî’nin hadisinde “Rabbin kulların bir kısmını cennete bir
kısmını da ceheneneme bıraktı.” denilmektedir. Şeyhlerimizin Şeyhi Şeyh
Kemâleddin b. Ebû Şerif şöyle demiştir: “Bununla kastedilen, meleklerin ruh
kendilerine üflendiği anda, insanların rızıklarını, ecellerini, said ya da şakî
olmalarını yazdıkları zamandır. Meleklerin olup olmayacağını bilmedikleri bir
şeyden dolayı saâdet ve şekâvet burada yer aldığı için, bu sahifelerde
yazılanların dışındakilerin değişmesinde herhangi bir engel yoktur. Allah,
olma ya da olmama anlamında ne olacağını bildiği hâlde bu böyledir.
Şöyle dedim: Bunda daha önce belirttiğimiz ve Ehl-i keşfe göre 360
levha olan mahv ve ispat levhalarının durumunu teyid etme vardır. Belki de
kelâmcıların “suhuf ” dedikleri şey budur.
Soru: Bazılarının ileri sürdüğü gibi “Hak Teâlâ ezelde
konuşmuştur.” denilir mi?
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in bazı kitaplarında söylediği gibidir.
Zihin sadece ma‘kul olan bir zaman için işlediğinden bunun olmaması gerekir.
Zira Hak Teâlâ zamanlar içinde konuşmak ve takdir etmekten münezzehtir. Zira
zaman mahlûk, takdir etmek ise kadîmdir, anla!
Soru: Allah’ın Tevrât’ı kendi eliyle yazdığı bildirildiği hâlde,
değişim ve tebdil nasıl bunda meydana gelmiştir?
Cevap: Tevrât’ın bizzat kendisinin değişmemiştir, sadece onların
yazması ve telaffuz etmesinde değişim olmuştur. Bu tür şeylerin Allah’ın kelâmına
nispet edilmesi mecâzîdir. Yüce Allah “Oysa içlerinden birtakım kimseler,
Allah’ın kelâmını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif
ederlerdi.”[124] buyurmuştur. Onlar, kendileri
açısından Allah’ın kelâmının ma‘kul olduğunu bilmektedirler. Ancak onlar,
tercüme ederken zihinlerinde ve indirilmiş mushaflarında yer alan şeylerin
aksini açıklamaktadırlar. Onlar aslî nüshadan ayırarak tahrif etmektedirler.
Aslî nüshayı ise kendileri ve âlimlerinin yanında bilgi olarak kalması için
saklamaktadırlar.
Soru: Allah, Âdem’i (aleyhisselâm) kendi eliyle yaratmasına
rağmen, muhalefet etmekten korumamıştır? Ayrıca Şayet iki elin Âdem’e (aleyhisselâm)
olan yardımın şiddetinden kinâye olduğunu söylerseniz, iki elden bir elin
mertebesi buna göre neresidir?
Cevap: Âdem (aleyhisselâm), kaderlerin cereyanından muhafaza
edilmemiştir. Zira o, bir kuldur ve bunun en büyük mahalli olduğu için
kaderler sadece onun üzerinde gerçekleşir. Allah’ın kelâmı ise Allah’ın hükmü
olduğu için masumdur ve Allah’ın eşya hakkındaki hükmü, Allah’ın hükmü olmayan
Âdem’in aksine bundan mâsum olduğu için mahlûk değildir.
Soru: Âdem’in iki elle yaratılmış olması, başkasından daha çok kendisine
olan şiddetli itinadan dolayı ise o zaman Hak Teâlâ, ona daha çok nimet
vermiştir. Zira Yüce Allah yaratma konusunda eli çoğul yapmış ve “Ellerimizle
yarattığımız hayvanlardan”[125] buyurmuştur.
Cevap: Âdem için iki el olması, hayvanlar için eller olmasından
daha kuvvetlidir. Çünkü tesniye (ikillik), müfred ile cemi arasına girer ve o
(ikillik), onsuz cemiye ulaşılmadığı, onsuz müfredden de intikal edilmediği
için kuvvet ve temkîn sahibidir.
Soru: İnsanlar dehri sadece zaman olarak anladıkları hâlde, Hak
Teâlâ kendisini nasıl “Dehr”le isimlendirmiştir?
Cevap: Burada Dehr’den kastedilen el-Evvel ve el-Âhir olan ezel ve
ebeddir. Şüphesiz bunların her ikisi de Allah’ın sıfatlarındandır. O, ken5 disini el-Evvel olarak
isimlendirmiş ancak bu öncelik (evveliyet), öncesinde yokluk bulunan öncelik
gibi değildir. Çünkü Allah için bu, muhâldir. el-Âhir de böyledir. O, sondur
ancak bu âhiriyyet, el-Evvel isminin durumunun aynısı söz konusu değildir.
Soru: Bu takdirde Dehriyye’nin kâfir olarak değerlendirilmesinin
se10 bebi nedir?
Cevap: Onların küfürlerinin sebebi, ilâh olarak kabul ettikleri
dehri, felekî bir zaman olarak anlamalarıdır. Çünkü felekî zamanın,
akledilmeyen Allah’ın zamanı içerisinde bir hakikati söz konusu değildir. Şayet
onlar, Dehr’in zikrettiğimiz gibi olduğuna inansalardı “Allah şöyle der: 15 Ben Dehr’im.” hadisinden
dolayı küfre girmezlerdi. En doğrusunu Allah bilir.
Henüz Âdem’in Belinde İken Allah’ın Benî
Âdem’den Ahd ve
Mîsâk
Almasının Sıhhatinin Beyânı Hakkındadır
Ey Kardeş! Bil ki Mu‘tezile bu ahd ve mîsâkı reddetmiş ve Allah’ın “Hani
Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden (sırt) zürriyetlerini almıştı.”313
âyetinin anlamının dünyada kıyamete kadar bazılarını diğerlerinin sulblerinden
tenâsül vasıtasıyla alınması olduğunu ve burada hakikatte ahd ve mîsak alma söz
konusu olmadığını iddia etmiştir. Buna göre ahd ve mîsâktan kastedilen şey,
peygamberlerin gönderilmesi, akıl, nazar ve istidlâlin kula tevcih edilen
hitapla kemâle erdirilmesidir. Bu mezhepteki hata ve yanlışlık açıktır. Haşr ve
neşrin ispatına dair inancın, önemli bir kısmı bu mesele üzerine bina edildiği
hâlde Mu‘tezile’nin bu görüşü nasıl doğru olabilir? Bana öyle geliyor ki onlar,
bu meselenin derinlik ve mânasının inceliğinden kaçmak için bunu inkâr etmiş
ve ilim yerine cehâleti tercih etmişlerdir. Hak olan ise Allah’ın hakikaten
Âdem’in sulbünden ahdi almış olmasıdır. Zira O, her şeye kadirdir.
Soru: Bu ahd nerede alınmıştır?
Cevap: İbn Abbâs “Bu, Na‘mân’da -Arafat’ın yanındaki bir vadinin
adıalınmıştır.” demiştir. Bazıları, bunun Hind bölgesinde Âdem’in cennetten
indirildiği yer olan Serendib olduğunu söylemişlerdir. İbnü’l-Kelbi, ahdin
Mekke ile Tâif arasında alındığını, Ali b. Ebû Tâlib ise ahd ve misâkın cennette
alındığını söylemiştir. Bu ihtimallerin tamamı mümkündür; misâkın alındığına
inandıktan sonra, bunun neresi olduğu çok önemli değildir.
Soru: Bunların sulblerinden çıkarılması nasıl olmuştur?
Cevap: Hadiste Allah’ın Âdem’in sırtını sıvazladığı ve bütün
zürriyetinin ondan zerrecikleri gibi çıkardığı kaydedilmektedir. Daha sonra
insanlar, sırtını yarıp o yarıktan mı çıkardığı yoksa başında bulunan
deliklerden mi çıkardığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bunların her ikisi de
uzak ihtimaldir. Yakın olan ise Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvini’nin (ra) dediği gibi,
Allah’ın sırtındaki kılların diplerinden çıkardığıdır.
Zira her kılın altında, iğne deliği denilen -bunun çoğulu mesâm’dırince
bir delik vardır. Zerrelerin de terin çıkması gibi bu deliklerden çıkmış olması
mümkündür ve bu akla da uzak değildir. Allah’ın dilediği gibi zürriyeti Âdem’in
sırtından çıkardığına inanmak vâciptir. Sırtını meshetmesinin anlamı, bazı
meleklerine meshetmeyi emretmesidir. Bu, O’nun emriyle olduğu için kendisine
nispet etmiştir. Bu, “Sultan falan beldenin çamurunu meshetmiştir.” denilmesi
gibidir. Aslında onu meshetmemiş, ona yardım etmiştir. Yüce Allah, dokunarak
Âdem’in sırtını meshetmekten mukaddestir. Zira hâdis ile kadîm arasında bitişme
doğru olmaz.
Soru: Belâ sözüyle nasıl cevap verdiler? Bu, diri ve aklı başında
olarak mı oldu yoksa bunu lisân-ı hâl ile mi söylediler?
Cevap: Doğru olan cevaplarının onlar canlı iken konuşmak şeklinde
olduğudur. Çünkü küçüklüklerine rağmen, Allah’ın onlara hayat, akıl ve konuşma
vermesi imkânsız değildir. O’nun kudret denizi geniştir ve bizim gücümüzün
nihaî noktası, mümkün olan her meseleyi kabul etmek ve keyfiyetini Allah’a
havale etmektir.
Soru: Tamamı “Belâ” dediğine göre neden bazıları kabul etmekte, diğerleri
ise reddetmektedirler?
Cevap: Hakîm et-Tirmizî’nin dediği gibidir: “Yüce Allah kâfirlere
heybetle tecellî etmiş ve korkularından dolayı ‘Belâ’ demişlerdir. Onların
imanı da münâfıkların imanı gibi kendilerine fayda vermemiştir. Müminlere ise
merhametle tecellî etmiş ve onlar, isteyerek ‘Belâ’ demişlerdir. İmanları
kendilerine fayda sağlamıştır.” Ashâbü’l-yemînin “Belâ, haktır.” dedikleri
söylenmiştir. Onların bu sesi sustukları hâlde ashâbü’ş-şimâl tarafına
dönmüştür. Onlar için bu ses, dağlardan ve boş mağaralardan dönen ve yankı
olarak isimlendirilen ses gibi idi. Âdem’den başka kimse yeryüzünde olmadığı
için, atmosfer o dönemde sessizdi. O ilk ses için anlatılandır ve bunun bir
hakikati yoktur. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî bunu uzattıktan sonra şöyle
demiştir: “Bana göre doğru olan ashâbü’ş-şimâlin ‘Belâ’ demesinin soruya uygun
bir cevap olduğudur. Çünkü Yüce Allah, onlara rablerini sordu, ilâhlarını ve
mâbudlarını sormadı. O dönemde teklif zamanında değil, yaratılma ve fıtrat
olarak terbiye edilme anındaydılar. Onlara “Rabbiniz değil miyim?” dedi ve
onlar da “Belâ” dediler.
Çünkü terbiye edilmeleri bu dönemde müşâhede edilmekteydi ve bu nedenle
her şeyi tasdik ettiler. Daha sonra teklif zamanına ve herkes hakkında Allah’ın
ilminde bulunan şekâvet ve saâdet hükmünün ortaya çıkmasına ulaşınca bir kısmı
daha önce kabul ettiği ulûhiyyet itikadına bağlı kalmıştır, bir kısmı ise buna
muhalefet etmiştir. Şayet Yüce Allah, onlara “Ben bir değil miyim?” deseydi ve
onlar da “Belâ” demiş olsalardı, hiç kimsenin O’na şirk koşması doğru olmazdı.
Anla!
Soru: Madem bu şekilde ahd ve mîsâk ettik, neden şimdi bunu hatırlamıyoruz?
Cevap: Biz bu [ahdi], bünye tamamlandığı ve zamanın geçmesiyle bu
bünye babaların sulbünde ve anaların rahminde başka bir insana dönüştüğü için
hatırlamıyoruz. Ayrıca Yüce Allah, bu bünyeye birçok parçacık eklemiştir. Daha
sonra alaka, mudğa, et ve kemik gibi aşamalarda hâlden hâle geçmiştir. Bunların
tamamı unutmayı gerektiren durumlardır. Ali b. Ebû Tâlib (ra) şöyle derdi: “Ben
Rabbimin bana verdiği ahdi kesin olarak hatırlıyor, orada kimin sağımda ve
solumda olduğunu biliyorum.” Rabbimizin misak aldığını haber vermesinin, bizim
için bir hatırlatma ve bize karşı delil getirmek için olduğunu, bize haber
vermenin sadece bundan dolayı olduğunu söylemiştir. Bu sözün benzeri Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî’den bize ulaşmıştır. O, şöyle söylemiştir: “Elestü
birabbiküm” gününden beri talebelerimi tanırım. Onları bu zamanda bana
ulaşıncaya kadar sulblerinde terbiye etme latîfem devam etmiştir.”
Soru: Bu sûretler insanî bir sûrette şekillenmiş miydi, değil
miydi?
Cevap: Bu konuda bize herhangi bir bilgi gelmemiştir. Ancak akla
yakın olan, bu şekilde şekillenmediğidir. Zira işitme ve konuşma sûrete muhtaç
değildir. Bunların ikisi, diri bir mahalli gerektirirler. Allah, ona hayat ve
anlayış verince bir sûretle şekillenmemişse bile işitme ve konuşma zerre için
mümkün olmuştur. Çünkü bize göre bünye şart değildir; bunu Mu‘tezile şart
koşmuştur. Allah’ın “Sırtlarından zürriyetlerini”314 âyetinden
dolayı, insanî bir sûretle şekillenmiş olmaları da ihtimal dâhilindedir. Çünkü
“zürriyet” lafzı şekillenmiş varlıklar için kullanılır.
Soru: Ruhların zerrelere verilmesi ne zamandır? Âdem’in sırtından
çıkmadan önce midir, ondan çıkmadan sonra mıdır?
Cevap: Bizim anladığımız kadarıyla onları diri olarak çıkardı;
zira onları “zürriyet” olarak isimlendirdi. Zürriyet ise “Onların soylarını
dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.”[126]
âyetinden dolayı, diriler için kullanılır. Muhtemelen onlar babalarının
sırtındaki karanlıkta iken Allah, onların ruhlarını yarattı, annelerinin
karnındaki karanlıkta iken de bir kez daha yarattı, yerin içindeki karanlıkta
iken de onlarda üçüncü bir kez daha yaratacaktır. Bunu karanlıklar içinde
yaratmadan sonra yaratma şeklinde üç kere [yapmıştır]. Allah’ın sünneti bu
şekilde gerçekleşmiştir.
Soru: Zerrelerden mîsâk almanın hikmeti nedir?
Cevap: Teklif dünyasında peygamberlerin (a.s.v.) diliyle benzeri
gerçekleştiği gibi, Allah’ın bu ahde vefa göstermeyenlere karşı delil
getirmesi içindir.
Soru: Bunları Âdem’in sırtına diri olarak mı iade etti, yoksa
ruhlarını alıp ölü olarak mı iade etti?
Cevap: Anladığımız kadarıyla, dünyada yerin içine iade etmek
istediği zaman ruhlarını aldıktan sonra gönderdiği gibi, onun sırtına iade
ettiği zaman da ruhlarını almıştır.
Soru: Zerreler onun sırtına iade edildikten sonra ruhlar nereye
dönmüştür?
Cevap: Bu, derin bir meseledir ve bu konuda aklî nazar
yürütülemez, bu konuda herhangi bir nas da gelmemiştir. Allah kime bir bilgi
vermişse onu, bu konuya katsın.
Soru: İnsanlar “Zürriyet Âdem’in sırtından alındı” derler ve Allah
da “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini aldığı
zaman”[127] buyurmuştur.
Cevap: Bu, nazımla (Kur’ân) alâkalı bir şeydir. Her ne kadar onun
sırtından çıkarılmış iseler de “Âdem’in sırtından” denilmemiştir. Çünkü Allah,
Âdem’in zürriyetini, bir kısmını diğerlerinden olmak üzere, oğulların
babalarının neslinden gelmeleri yöntemiyle çıkarmıştır. Dolayısıyla onun
zürriyetinin sulbü zikredilmek sûretiyle, Âdem’in sulbünün zikredilmesine gerek
duyulmamıştır.
Zira onun zürriyeti onun sulbünden çıkmıştır. Şöyle de denilebilir:
“Âdem’in zürriyetini, Âdem’in sülbunde bazılarını bazılarından çıkarmış, sonra
tamamını çıkarmıştır.” Bu durumda her iki görüş de doğru olur. “Onların
sulbünden çıkardı.” denildiği zaman doğru olur. “Onları bir sulbden çıkardı.”
denildiği zaman da doğru olur. Bu, şuna benzer: Bir kimse bir cevheri bir
yastığa, yastığı bir bohçaya, bohçayı da cevherle beraber bir hokkaya, hokkayı
bir kutuya, kutuyu de bir sandığa koysa, sonra da elini sandığa koyup bu
eşyaları, bir kısmı diğerinden olmak üzere çıkarsa, sonunda da tamamını birden
sandıktan çıkarsa, bu çelişki değildir.
Soru: Bir haberde ahd ve mîsâkın yazılı olduğu kitabın
Hacerü’l-esved’e konulduğu, Hacer’in de iki gözü, ağzı ve dili olduğu
kaydedilmektedir. Oysa bunlar aklen tasavvur edilemez.
Cevap: Aklımızla tasavvur etmemiz zor olan her bir şey konusunda,
iman etmemiz, teslim olmamız ve anlamını Allah’a havale etmemiz yeterlidir.
Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’rn “Kitabü’l-Hac” bölümünde şöyle demiştir:
Hacerü’l-esved’i öpme anında, Kâbe’ye tevhidin şehadetini koyduğumda, bunu
söylerken ben ona gözümle baktığım hâlde bir melek sûretinde şehadet benden
çıktı. Hacerü’l-esved’de bir iplik açıldı ve ben onun dibine baktım, şehadet
Kâbe gibi oldu ve Hacer’in dibinde durdu, Hacer ona yerleşti ve bu iplik durdu.
Ben kendisine bakarken bana “Bu, bendeki emanetindir, kıyamete kadar senin için
yükselteceğim.” dedi. Ben de ona bundan dolayı teşekkür ettim. Sahih hadiste
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir gün elinde dürülü iki kitap olduğu,
onun bu kitaplardan birini tutarak çıktığı kaydedilmektedir. Ashabı, bu iki
kitabın ne olduğunu sorduklarında O, “Sağ elimdeki kitapta Allah’ın onları
yarattığı günden kıyamete kadar cennetliklerin, atalarının, kabilelerinin ve
aşiretlerinin isimleri kayıtlıdır. Diğer elimdeki kitapta ise Allah’ın onları
yarattığı günden kıyamete kadar cehennemliklerin, atalarının, kabilelerinin ve
aşiretlerinin isimleri kayıtlıdır.”
Şeyh el-Fütûhâtın 315. bâbında şöyle demiştir: “Şayet bir mahlûk
bu isimleri o iki kitapta yazılı olduğu şekilde yazmak isteseydi, yeryüzündeki
bütün kâğıtlar buna yetmezdi.” Şöyle demiştir: Buradan Allah’ın yazması ile
yaratılmışların yazması arasındaki fark anlaşılır. Bu, gördüğümüz ve 5 müşâhede ettiğimiz garip bir
ilimdir.” Şöyle demiştir: “Bir adamın Kâbe’yi tavaf ettiği ve Allah’tan
kendisine cehennemden azad edildiğine dair yazılı bir belge indirmesini
istediği anlatılmıştır. Oluk tarafından kendisine cehennemden azad edildiğine
dair yazılmış bir yaprak inmiş, buna sevinmiş ve insanların görmesi için onları
durdurmuştur. Bu yazının özelliklerinden 10 biri de her taraftan
eşit seviyede okunmasıdır. Yaprak her çevrildiğinde yazı da çevrilir fakat
değişmez. İnsanlar, bunun Allah katından olduğunu anlamışlardır.” Şeyh, buna
uygun birçok hikâye anlatmıştır. En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın Îsâ’yı Yaratma Şekli Hakkındadır
Yüce Allah, “Şüphesiz Allah katında [yaratılışları bakımından] Îsâ’nın
durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O
da hemen oluverdi.”317 buyurmuştur.
Soru: Îsâ (aleyhisselâm), Hz. Meryem’in nutfesi ve Cibril’in
nefhasıyla yaratıldığı hâlde Hz. Îsâ, hangi açıdan Hz. Âdem’e benzetilmektedir?
Cevap: Yüce Allah, benzerliği eril babanın olmaması üzerine kurmuş
ve bunu annesinin beraati konusunda Îsâ için delil kılmıştır. Kadınlık doğum
için belirlenen hamilelikten dolayı töhmet mahalli olduğu için, durum onun
üzerinde olmasına rağmen Havva ile benzerlik kurulmamıştır. Oysa erkek bunun
mahalli değildir. Delillerden kastedilen şey, şüpheleri gidermektir. Havvâ’nın
Âdem’den yaratılmasında ise Âdem, doğumun mahalli olmadığı için, herhangi bir
karışıklık yoktur. Babasız bir çocuk düşünülmediği gibi, annesiz bir çocuk da
düşünülemez. Dolayısıyla teşbih, mâna açısındandır ve Îsâ, Havvâ gibidir. Çünkü
Îsâ’nın babasız olarak zuhûr etmesi, Havvâ’nın annesiz olarak zuhûr etmesi
gibidir. Bunun izahı şudur: İnsani cisimler arasında ilk önce yaratılan varlık,
Âdem’dir (aleyhisselâm). O, bu cinsin ilk babasıdır. Daha sonra Yüce Allah,
Âdem’den ikinci bir babayı ayırdı ve onu “anne” olarak isimlendirdi. Bu nedenle
onun aslı olduğu için ilk babanın üstünlüğü söz konusuydu. Yüce Allah, Îsâ b.
Meryem’i var ettiği zaman, Meryem (aleyhisselâm) Âdem’in (aleyhisselâm)
konumuna, Îsâ ise Havvâ’nın konumuna inmiş oldu. Kadın erkekten icat edildiği
gibi, erkek de kadından icat edildi. Dolayısıyla döngü, Havvâ’nın annesiz
doğması gibi, babasız bir çocuğun doğumuyla sona ermiştir. Îsâ ile Havvâ iki
kardeş, Âdem ile Meryem de onların iki babasıdır. Şeyh Muhyiddin bunu el-Fütûhât’ta
zikretmiştir. Bunlar, nefis sözlerdir; buna itiraz eden ve mânasının etrafında
dönen kimseyi görmedim. Bu konuda bilgisi daha geniş olanlara Allah rahmet
eylesin. Onun 7. bâbında ise şöyle demiştir:
Soru: İnsanî cisimlerin başlangıcı kaç çeşittir?
Cevap: Âdem, Havvâ, Îsâ ve Âdemoğulları olmak üzere dört çeşittir.
Bu dört cisimden her biri, sûret açısından aynı olduğu hâlde teşbih açısından,
her biri diğerinin ortaya çıkmasında farklılık gösterir. Bu, zayıf akıllıların,
ilâhi kudret veya hakikatlerin, bu insanî neşeti sadece bir tek sebeple
verdiğini sanmamaları içindir. Yüce Allah, bizzat bu ortaya çıkışı (neşet)
kendisi vermektedir. Allah bu insanî ortaya çıkışı Havvâ’nın cisminin ortaya
çıkmadığı bir yöntemle, Havvâ’nın çıkışını, âdemoğullarının çıkmadığı bir
yöntemle, âdemoğullarının cismini, Îsâ’nın (aleyhisselâm) cisminin ortaya
çıkmadığı bir yöntemle ortaya çıkarmakla, şüpheyi sahibinin yüzüne vurmuştur.”
Şöyle demiştir: “Yüce Allah bu dört çeşit yaratmayı Kur’ân’daki “Ey iman
edenler! Sizi yarattık.. .”[128] âyetinde bir araya
getirmiştir. erkekle[129] Âdem ve bütün
insanlar, kadınla[130] Havvâ, erkek ve kadınla[131] Îsâ ve insanların tamamı
kastedilmektedir. Nikâh ve tenâsül yöntemiyle de bütün Âdemoğulları
kastedilmektedir. Bu âyet “cevâmi‘u’l-kelîm ve faslü’l-hitâb”[132] kapsamındadır.
Sonra, daha önce zikrettiğimiz gibi Âdem’in cismi şehvet duygusu olmaksızın
zuhûr edince, Allah’ın ilminde de üremek için nikâh ve tenasülün gerekli olduğu
yer aldığı için, Âdem’in kaburga kemiğinden eksik olan Havvâ’yı çıkardı,
böylece Havva (kadın), erkeklik derecesinden eksik oldu ve asla buna dâhil
olmayacaktır.
Soru: Özellikle kaburga kemiğinden yaratılmasının hikmeti nedir?
Cevap: Bunun hikmeti, kaburga kemiğindeki meyilden (eğiklik)
dolayı çocuğuna ve eşine karşı meyilli olmasıdır. Erkeğin kadına şefkat ve
eğilimi, kendisinin bir parçası olduğu için gerçekte kendi nefsinedir. Kadının
erkeğe meyli ise ondan yaratılmış olması dolayısıyladır. Yani şefkat ve
yakınlık bulunan onun kaburga kemiğinden yaratıldığı içindir. Şeyh şöyle
demiştir: “Yüce Allah, Havvâ’nın Âdem’den çıktığı yeri şehvet ile îmâr etti ki
böylece, varlıkta bir boşluk olmasın. Hava ile kapladığı zaman, kendi nefsine
olan şefkati gibi, ona şefkatle yöneldi. Çünkü onun bir parçasıdır. Havvâ ise
kendisinden neşet ettiği vatanına şefkatle yönelmiştir.
Soru: O hâlde Havvâ’nın muhabbeti vatanına, Âdem’in muhabbeti ise
kendisinedir?
Cevap:: Evet, bu nedenle ve buna bağlı olarak erkeğin kadına olan
muhabbeti kendisinin aynısı olduğu için açıktır. Kadına gelince ise haya olarak
tanımlanan kuvvet kendisine verildiği için, gizleme kuvvetinden dolayı erkeğe
olan muhabbeti ondan zâhir olmaz. Çünkü vatanı Âdem’in birlik olması gibi
onunla bir olmamıştır.” Şöyle demiştir: “Allah bu kaburgada şekillendirdiği her
şeyi şekillendirmiş ve Âdem’in cisminde yaratmıştır. Âdem’in kendi sûretindeki
neşeti, çömlekçinin çamurdan yapması ve fırınlaması gibidir. Havvâ’nın
cisminin neşeti, marangozun tahtayı yontarak sûret vermesi gibidir. Onu
kaburgadan yonttuğu, sûret verip düzenlediği ve ruhundan üflediği zaman, onu
tenâsül olan göğermenin varlığından dolayı ziraatın ve harsın mahalli kıldığı
için canlı ve kadın olarak ayağa kalktı. Önceki bâbda bu konu uzunca anlatılmıştır.
Soru: Îsâ’nın (aleyhisselâm) “Allah’tan bir ruh” olarak
isimlendirilmesi hangi açıdandır?
Cevap: Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) dediği gibi Hak Teâlâ,
ruhları cisimlerden iki bin yıl önce yarattığı zaman, ilminin derinliklerinde
bunu gizledi. Cisimleri yarattığında ilminde her zerre için, melekût âleminde
saâdet veya şekâvet açısından kendisine uygun bir ruh hazırladı. Bu zerreler,
“Bütün çiftleri yaratan çok yücedir.”323 âyetinde ifade edildiği
gibi, ruhlarının eşiydiler. Yani her ruhu kendi şekline yakın olarak yarattı.
Sonra Allah, onlardan mîsâk almak istediği zaman bu ruhların tümünü, kudretiyle
hikmet ve ilmine uygun olarak ilgili zerrelerin üzerine indirdi. Kendilerinden
mîsâk alındıktan sonra, ruhların tutulması uygun oldu ve rahimdeki ceninlere
ulaşma zamanına kadar melekût âlemindeki yerlerine uçtular. Şeyh şöyle
demiştir: İncil’in tefsirinde, Îsâ’nın (aleyhisselâm) ruhunun misak alındıktan
sonra zerreden alınmadığını, Allah Teâlâ’nın onu Cebrâil’e (aleyhisselâm)
verdiğini ve bunu melekût âlemine yerleştirdiğini gördüm. Üfleme emri
verilinceye kadar, Allah’ı tesbih ve takdis ediyordu. Meryem’in gömleğine
üfledi ve ortak nutfe olmaksızın bundan Mesih (aleyhisselâm) yaratıldı. Bu
nedenle başkalarından farklı olarak Allah, onu “Kendisinden bir ruh” şeklinde
isimlendirmiştir. Daha sonra kendisindeki ruhaniyet miktarınca göğe yükseltti,
yerdeki kalışı kendisindeki balçık miktarınca, gökteki kalışı da kendisindeki
nûr miktarıncaydı.”
Şeyh şöyle demiştir: Yüce Allah’ın o henüz beşikteyken ondan naklederek
“Bulunduğum her yerde, beni mübarek kıldı.”[133]
buyurması, O’nun bu cümleye olan bir işaretidir. Yani “Ben göğün ve yerin
neresinde olsam” demektir. Übey b. Kâ‘b’ın şöyle dediği nakledilmektedir:
“Allah âdemoğullarının ruhlarını zerrelerle beraber Âdem’in sülbüne iade ettiği
zaman, Îsâ’nın ruhunu yanında tuttu. Onu yaratmak istediği zaman, bu ruhu
Meryem’e gönderdi, Îsâ (aleyhisselâm) bundandı. Bu nedenle “Kendisinden bir
ruh” denilmiştir.
Soru: Ruhlar kendilerine havale edilen ve ceninlere şekil
verilmesini üstlenen melekler, Azrâil ya da Îsrâfil’in yardımcıları mıdır?
Cevap: Onlar Sur’a üflemekle görevlendirilen Îsrâfil’in (aleyhisselâm)
yardımcılarıdır. O (aleyhisselâm) ise Arşın altındaki şekil verilmiş (maddî
sûretleri olan) yaratılmışların sûretlerine bakmaktadır. Hadiste “Allah’ın her
yarattığı kimsenin arşın bacağında özel bir şekli vardır. Allah,
yaratılmalarından önce bunları izhâr eder, sonra da âdemoğullarını, şekil ve
benzerlik açısından bu yaratılışa uygun olarak şekillendirir. Çünkü onlar,
babaları Âdem’in şeklindedir ve Âdem de arşın altındaki bu sûrettendir.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah, Âdem’i kendi sûretinde
yarattı.” hadisiyle buna işaret etmiştir. Başka bir rivayette “Rahmân’ın
sûretinde” denilmiştir. Bunun anlamı “Rahmân’ın Âdem (aleyhisselâm)
yaratılmazdan önce, arş ya da Levh’de şekillendirdiği sûret üzerine” şeklindedir.
Çünkü Hak Teâlâ’nın bütün yaratılmışlardan başka olduğu için herhangi bir
sûreti yoktur, anla!
Böylece Îsrâfil’in arşa işlenmiş olan sûretlere baktığı ve ruhların meleğinin
de ceninin şekillendirmesi anında Îsrâfil’e baktığı anlaşılmıştır. Bu
sûretlerin tamamı, Allah’ın ezelî olan ilminden nakledilmiştir. Îsrâfil, Allah
indinde yaratılan ve düzenlenen ilgili zerreler için belirlenen ve özel olan
sûreti alır ve rahimler meleğine verir, o da rahimdeki cenine ilkâ eder ve
belirlenen sûrette onu şekillendirir. Sûretin alınışı, kendisine layık olan
nüshanın alınmasıyla olur. Yüce Allah, rahimdeki şekillendirmeyi kendisine
nispet ederek “O, sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir.”[134] buyurmuştur. Çünkü bu
sebepler, güzel olan adetin icrası için, O’nun ilim ve tedbirindeki hüküm
üzerine takdir edilmiştir. O, sûretleri ve sûretleri şekillendirenleri
şekillendirendir. O’ndan dışında bir yaratıcı ve O’ndan başka bir şekil veren
yoktur. Bu nedenle puta tapanları şiddetle tehdit etmiştir. En doğrusunu
Allah bilir. Bu mebhası anlamaya çalış, bunu herhangi bir kitapta
bulamazsın, Allah sana hidâyet versin.
Allah’ın Müminler Tarafından Dünyada
Kalp ile, Ahirette ise Hem Cennete Girmeden Önce Hem de Girdikten Sonra
Keyfîyyetsiz Olarak Göz ile Görüleceğinin Beyânı Hakkındadır
Bu durum, Allah’ın “O gün parlak nice yüzler vardır. Rablerine bakmaktadır.”[135] âyetine uygun ve “Gözler O’nu
idrak etmez.”[136] yani “görmez” âyetini tahsis
edici olarak, Buhârî ve Müslim’in naklettiği hadislerde (sahîhaynda)
kaydedildiği gibidir. Mütekellim ve usûlcülerin çoğunluğu, müminlerin âhirette
Allah’ı görmesinin mukâbele, cihet ve mekândan münezzeh olarak, inkişâf ile
olacağını belirtmişlerdir. Bu durum, görmenin bir tür keşfetme ve idrak edenin
görülen hakkında bilgi sahibi olması şeklinde gerçekleşmesi nedeniyledir. Yüce
Allah bunu, duyunun onun boyutlarıyla karşı karşıya gelmesi durumunda yaratır.
Bu miktarın aynısını, idrakten hiçbir eksiltme yapmadan, aslında ilgili duyu
için karşı karşıya gelme söz konusu olmadan da yaratabilir. Bu, Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arkasından da bizi görmesi[137] ve hepimizin ittifakıyla Hak
Teâlâ’nın hiçbir yön ve mukabele olmaksızın bizi görmesi gibidir. Zira görme,
gören ile görülen nesneden oluşan iki taraf arasındaki özel bir nispettir.
Akıl, birisinin bir cihette olmasını gerektirdiği zaman, diğer tarafın da o
yönde olması gerekir. Birisinin burada bulunmaması gerektiğinde, diğeri için
de bu kesinleşir ve “Ne kıyamet günü ne de girmeyecekleri için cennette,
müminler dışında kalan O’nu inkâr edenler görmez; sadece müminler görür.”
şeklindeki sözümüz gerçekleşmiş olur. Yüce Allah, “Gözler O’nu idrak etmez.”[138] âyetine uygun olarak “Hayır,
şüphesiz onlar, kıyamet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.”[139] buyurmuştur. O’nun
dünyadayken uykuda ya da uyanıkken görülüp görülmemesi konusunda ihtilaf
edilmiştir. Bazıları mümkün olduğunu, bazılarıysa mümkün olmadığını
söylemişlerdir. Uyanıkken görülmesinin mümkün olmasının delili, Rabbi için
neyin mümkün, neyin mümkün olmadığını bildiği hâlde, Mûsâ’nın (aleyhisselâm)
“Bana kendini göster, sana bakayım.”[140]
demek sûretiyle O’nu görmek istemesidir.
İmkânsız olduğunun delili ise Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kavminin “Allah’ı
bize açıkça göster.” demişlerdi. Böylece zulümleri sebebiyle onları yıldırım
çarptı.”[141] âyetinde
belirtildiği gibi, bunu istemeleri ve bundan dolayı cezalandırılmalarıdır.
Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Buna, cezalarının taleplerindeki
inat ve ısrarlarından dolayı olduğu, bunun bizzat imkânsızlığından dolayı
olmadığı ileri sürülerek itiraz edilmiştir.”
Çoğunluk, rü’yetin dünyada mümkün olmadığına Hz. Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Hiçbiriniz ölünceye kadar rabbini asla görmeyecektir.”
hadisiyle delil getirmiştir. Bu şekilde onların, geçen iki âyetle rü’yetin
olacağına dair delilleri bir araya getirerek, bunları dünyada rü’yetin
olmayacağına delil getirmeleri sahih olur. Uykuda görülmesinin imkânsız
olmasının delili ise uykuda görmenin hayal ve misalden ibaret olmasıdır. Bu
ise Kadîm olan Allah için muhâldir. Bunu câiz görenlerin delili, uykuda görme
için imkânsızlığın söz konusu olmamasıdır. Ayrıca âlimler, bunun Selef-i
sâlihinden İmam Ahmed (Ahmed b. Hanbel), Hamza ez-Zeyyât ve İmam Ebû Hanîfe
gibi birçok kimsenin uykusunda çokça gerçekleştiğini zikretmişlerdir. Hamza
ez-Zeyyât şöyle derdi: “Hak Teâlâ’yı gördüğümde, O’na Yâsîn sûresini okudum.
‘Aziz ve Rahim indirmiştir.’[142] âyetini Lâm’ın zammıyla
okuduğumda Hak Teâlâ, Lâm’ın fethiyle bana iade etti ve ‘Onu tenzil olarak
(tenzîlen) indirdim’ dedi. O’na Tâhâ sûresini okudum, ‘Seni ben seçtim.’
âyetine geldiğimde, ‘Ben seni seçtik.’ dedi. Bu ‘Berzahiyye’ okumasıdır.” Rüya
tâbir eden âlimler, Allah’ın rüyada görülmesinin mümkün olduğu konusunda icmâ
etmişlerdir. Ancak İbn Salah, bunu reddeden âlimlere uyarak inkâr etmeyi
abartmıştır. Hak Teâlâ’nın uyanıklıkta görülmesine gelince âlimlerin cumhûru,
bunun Peygamberimizin dışındakiler için mümkün olmadığı görüşündedir. Buna
“Gözler O’nu idrak etmez.”[143] âyeti ve Hz. Mûsâ’ya “Beni
asla göremezsin.”[144] denilen âyet ile Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Hiçbiriniz ölmeden rabbini görmeyecektir.”
şeklindeki Müslim’in Kitâbü'l-Fiten’de Sifatü’d-Deccâl bâbında naklettiği
hadisi delil getirmektedirler. Peygamberimiz Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) gelince sahabe, Mîrac gecesi gördüğü konusunda ihtilaf etmiştir.
Celâleddin el-Mahallî (rh.a) sahih olan görüşün Evet, gördü.” şeklinde
olduğunu söylemiştir. Genelde buna dayanarak gerçekleştiği söylenmekle
beraber, Müslim’in Ebû Zer’den naklettiği hadiste “Resûlullah’a (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Rabbini görüp görmediğini sordum. O, ‘Nûr’dur, nasıl
göreyim!’[145] dediği”
kaydedilmektedir. Yani, gözü örten nûr, beni O’nu görmekten alıkoydu. Şeyh
Celâleddin el-Mahallî’nin ve Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif’in Hâşiye’sinde
söyledikleri burada son buldu.
Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Sirâcul-Ukûl kitabında yer alan bu
mesele hakkındaki ifadeleri ise şöyledir: “Bil ki mezheplerin kelâmcılarının
çoğunluğu, uyanıkken görmek şöyle dursun, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) başka kimseler için Allah’ın uykuda görülmesini de inkâr etmektedirler.
Delil olarak uyuyanın gördüğünün bir şekle bürünmüş olduğunu, Rab Teâlâ’nın bir
şeklinin söz konusu olmadığını ileri sürmektedirler. O’nu ancak O’na uygun olan
bir misal üzerinden görmektedirler ki âlemlerin rabbi Allah’ın bir benzeri ve
misali de yoktur. Yüce Allah “Allah için örnek vermeyin.”[146],
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”[147]
ve “Hiç kimse O’na denk olmadı.”[148]
buyurmuştur.” Şöyle demiştir: “Kim böyle bir şey görür ve bunun ilâh olduğunu
hayal ederse bu, şeytanın göstermesi, hayal ettirmesi, aldatması ve
saptırmasıdır ya da uyanık hâldeyken oduğu gibi, inandığı bir benzeridir.” Bunu
uzun uzadıya anlatmıştır. Daha sonra “Selefin şeyhlerinin cumhurunun (ra)
görüşü, Allah’ın uykuda bir sûretle görülmesinin mümkün olduğu şeklindedir. Bu
anlamda “Rüyaların hayırlısı, kulun, rabbini ya da peygamberini veya müslüman
iseler ebeveynini uykuda görmesidir.” ve “Rabbimi en güzel sûrette gördüm.”
gibi hadisler de gelmiştir. Muhammed b. Sîrîn (ö. 110/729) “Rabbini uykuda
gören cennete girer.” demiştir. “Allah’ın görülmesi, şekil ve sûretten
münezzeh olarak kendisine layık bir misal üzerinden gerçekleşir. Bu misale
tecellî etmesi, Hak Teâlâ’nın, kadîm kelamını kullarına kelâmı bunlardan
münezzeh olduğu hâlde sesler ve harfler vasıtasıyla anlatması gibidir. Ezelî
olan kelâm, hâdis olan harf ve seslerden münezzeh olduğu ve bunlar vasıtasıyla
kadîm kelâm anlaşıldığı gibi, ‘O’nun şekil ve sûretlerden münezzeh olan ezelî
olan zâtının da en yakın mâna ile O’na layık olan örnek bir şekil ve sûretler
vasıtasıyla görülmesi câizdir.
Bu, Kur’ân’daki “O’nun nûrunun meseli bir mişkâttır.”[149]
âyetinde olduğu gibi, kelimesinin orta harfinin fethasıyla olur, her açıdan
benzerlik gerektiren sükûnüyle olmaz. Ancak O’nun eşsizliğine yakışmayan
herhangi bir sûretle görüldüğü zaman ise gören, şeytan tarafından
oyalamışlardandır.
Soru: Allah’ın zâtının olduğu şekilde görülmesi, O’nun eşi ve
benzeri olmadığı için, ilk anda mümkün değildir. Uyuyan da uykuda sûret ve
misâl olmaksızın bir şeyi görmez.
Cevap: Hak Teâlâ mukaddes olan zâtıyla, uykuda bir kul için
tecellî ettiği zaman, tâbire muhtaç olan diğer rüyaların aksine ruh, evvelî
fıtrat gereği bunun hak olan ilâh olduğunu anlar. Çünkü nefis, hayalî âletleriyle
sûreti olmayan bir şeyi göremez. Ancak vasıtalar ve misaller üzerinden O’nu tasavvur
edebilir ve sonra da misaller “Köpüğe gelince sönüp gider.”[150]
âyetinde ifade edildiği gibi gider ve geride sadece gerçek olarak rü’yetullah
kalır. Bu, insanların Allah’ın kadîm olan kelâmını, levhalardaki harflerden
örneklerle öğrenmeleri ve sonra levha silindiğinde ise Kur’ân’ın hafızada
kalması gibidir. Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle demiştir: “Böylece daha önce
dediğimiz gibi, bir şeyin sûretinin olmamasının, onun bir sûretle görülmemesini
gerektirmediği anlaşılmış oldu. Şahıs ve sûretleri olmayan birçok eşyanın,
uykuda en yakın anlamda uygun misallerle görüldüğü ve bunun teşbih ve temsili
zorunlu kılmadığına baksana! Bu, iman, küfür, şeref, Kur’ân, hidâyet, dalâlet
ve dünya hayatı gibi soyut mânalar gibidir. Îmana gelince o, Hz. Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) şu hadisi gibidir. “İnsanları rüyada gördüm,
arzediliyorlardı, kimisinin gömleği topuklarına kadar, kimisininki bacaklarının
yarısına kadardı. Ömer b. Hattâb gömleğini çekerek geldi.” “Ey Allah’ın
Resûlü! Bunu nasıl te’vil edersin?” dediler. “Îmanla” dedi. Oysa imanın bir
şekli ve sûreti yoktur. Ancak gömlek ona benzetilmiş ve onun vasıtasıyla
görülmüştür. Küfür de böyledir, rüyada karanlıkla temsil edilir. Şeref ve izzet
at sûreti vasıtasıyla görülür; Kur’ân, inciyle, hidâyet nûrla ve dalâlet ise
körlükle temsil edilir.” Bu şeylerle görülen ilgili mânalar arasında bir
denkliğin olduğundan şüphe yoktur. Allah’ı bilen âlimler mânaların cesede
dönüşmesini inkâr etmemişlerdir.
Şöyle demiştir: Allah’ın bir sûret üzerinden görülmesini inkâr edenlerin
hata ettikleri yer, kelimesini iki fethayla mesel yerine mim’in kesresiyle ve
üçüncünün sükunuyla misl gibi sanmalarıdır; bu, açık bir hatadır. Misl sükunla,
siyahlık ve cevherlik gibi bütün sıfatlarda eşitliği çağrıştırır, her birisi
her durumda bütün yönlerden diğerinin yerine geçebilir. Oysa iki fethayla
[okunan] mesel, böyle değildir; bunda her açıdan eşitlik şart değildir. Ortak
olduğu en yakın vasıf itibariyle kullanılır. Yüce Allah “Dünya hayatının hâli,
ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hâli gibidir.”[151]
buyurmuştur. Hayatın bir sûreti var ancak şekli yoktur, suyun ise hem
sûreti hem de şekli vardır. Yüce Allah bununla hayatı temsil ettirmiştir. Aynı
şekilde “O’nun nûrunun benzeri, oyuk içindeki bir kandildir.”[152] buyurmuştur. Daha başka
örnekler de vardır. Böylece Allah’ın bir mislinin olmadığı ancak O’nun göklerde
ve yerde en büyük meselinin bulunduğu anlaşılmış oldu.” Şöyle demiştir:
“Buradan selef-i salihinden olan birçok kişi, daha önce geçtiği gibi Allah’ın
uykuda kulu için tecellî etmesini mümkün görmüşlerdir.” Bunu uzunca anlatarak
şöyle demiştir: “Dil, gerçekte bunu anlatmada yetersizdir. Çünkü bunlar, zevkle
ilgi şeylerdir ve ibârelere dökülmez. En doğrusunu Allah bilir.
Bunlar, benim kelâmcıların kitaplarında gördüklerimdir. Sûfîlerin kitaplarında
gördüklerime gelince, bunların fasih olanı Şeyh Muhyiddin’in (ra) ibâresidir. el-Fütûhât’ın
64. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki bir müslüman için, Allah’ın rüyada
görülmesi konusunda karar vermemesi yakışmaz. Çünkü âlemde hiçbir şey hayal
âleminden daha geniş değildir. O, hakikatiyle şey olan ve şey olmayan her şeye
hükmeder. Sana salt yokluğu, muhâli ve vâcibi tasvir eder. Mümkün şöyle dursun,
vücûdu adem, ademi de vücûd kılar. İlmi sana süt olarak, İslâm’ı kubbe, dinde
sebatı da ayak bağı olarak gösterir.” Şöyle demiştir: “Söylediklerimizde
delilimiz Allah’ın ‘Hangi tarafa yönelirseniz, Allah’ın vechi oradadır.’[153] âyetidir. Bir şeyin vechi,
onun hakikati ve kendisidir. Hayal, aklî delilin sûret ve tasvirini imkânsız
gördüğü şeyi tasvir etmiştir. Böylece rüyada ve âhirette meydana gelmesi
mümkün olan her şeyin, bunun dünyada ve hemen meydana gelmesini dileyen
kimseler için de mümkün olduğu bilinmiş oldu. 369. bâbın ilimleri hakkında da
şöyle demiştir: Bir insanın rü’yetullah gibi, yöntemi keyfiyetsiz olarak zevk
olan bir şeyin hakikatini tâbir etmesi doğru olmaz.” Bunu uzunca açıkladıktan
sonra şöyle demiştir: “Aklın Hak Teâlâ’yı idrak etmesi, mümkün olunca, ihata
olmaksızın göz ile idrak etmesi de mümkün olur. Çünkü bir muhdesin diğer
muhdese hudûs açısından hiçbir üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlük güzel
sıfatlar açısındandır. “Hak Teâlâ akılla idrak edilir ancak gözle idrak
edilmez.” diyen bir kimse, aklın ve görmenin hükümleri ile hakikatlerinin ne
olduğu hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir hilebazdır. Bu, Mutezile gibidir ve
onların mertebesi budur. Tabiatla ilgili işlerle günlük işlerin arasını
ayırmayan kimseyle herhangi bir ilmi konuda konuşmamak gerekir. Şayet Mûsâ (aleyhisselâm),
durumdan rabbinin kendisiyle vasıtaların kaldırılmasıyla konuşabileceğini
anlamasaydı, bunu talep etmeye cüret etmezdi. Allah’ın kelâmını vasıtaların
kaldırılarak işitmek, anlamanın ta kendisidir ve herhangi bir fikir ve te’vile
muhtaç değildir. Bu makamda işitmek anlamakla aynı olduğu için o, Allah’tan
kavmi ve bu mertebede bulunan kimselerin Allah’ı görmenin imkânsız olmadığını
öğrenmesi için, rü’yeti istedi.”
el-Fütûhât’ın 90. bâbında ise şöyle demiştir: “Bil ki dünya ve
ahiretteki en büyük nimet, el-Bârî’yi (c.a.) görmektir. Ancak burada bir
incelik vardır ve rü’yetullahı tatmak, Hak Teâlâ’nın yüce zâtına değil,
akıllara inerek tecellî ettiği mazharlarını görmeye râcidir.” Bunun izahı
şudur: Rü’yeti tatmak ancak bizimle kendisi arasında cinsteşlik ve münasebet
ilişkisi bulunan bir şeyi görmekle olur. Oysa bizimle Hak Teâlâ arasında
hiçbir açıdan münasebet söz konusu değildir.
Soru: Rü’yet nasıldır?
Cevap: Yüce Allah seçilmiş kullarından birisine rü’yeti tattırmak
sûretiyle fazilet vermek istediği zaman, “O’nu ilmiyle kuşatamazlar.”[154] âyeti doğrultusunda,
kendisine (zâtına) uygun olarak aklında hayal edeceği bir misâl getirmek
sûretiyle bunu yapar. “Bir kul Hak Teâlâ’yı kuşattığı zaman, O’nu ilmiyle
kuşatır.” diyen bir kimsenin amacının, Allah’ın kuşatılamayacağı olduğu ve
kuşatmanın anlamının bu olduğu, daha önce kitapta geçti.
Aynı şekilde 198. bâbda şöyle demiştir: Yüce Allah, kullarından birisine
kendisini göstermek istediği zaman, kulun tecellî anında kendisini müşâhede
etmesinin fena bulması ve ruhun tecerrüd etmesi gerekir. Bu şekilde melekleri
gördüğü gibi rabbini görür. Yine Yüce Allah, bir kulunu rü’yetiyle ve
müşâhedesiyle nimetlendirmek ve bunu tattırmak istediği zaman, bir hicab
göndermesi gerekir ki müşahede eden için zevk alma gerçekleşsin.” “Bu, sırlarla
ilgili bir meseledir ve bunu, kendi tercihimle izhâr etmedim, bunu izhâr etmeye
mecbur bırakılan kimse gibiydim.” demiştir.
Levâkihul-Envâr kitabındaki ibâresi ise şöyledir: “Bil ki
rü’yetullah anında müşahede eden kimsenin fena bulması, his ve lezzetlerinin
kaybolması gerekir. Zira Zâtın birliğinin kendisi, iki şeyle aynı anda meşgul
olma kudretinde değildir. Bir bütün olarak rü’yeti idrak etmeye veya kabul etmeye
yönelmesi gerekir. Allah kendisini sana gösterdiği zaman, seni fenaya erdirir
ve hitap, yönelecek bir mahal bulamaz. Seninle konuştuğu zaman seni var eder,
zira hitabı kabul etmen için bu gerekir, aksi takdirde hitabın bir anlamı
kalmaz.” Şeyhlerin büyüklerinden olan Ebu’l-Abbâs es-Sârî şöyle derdi: “Akıl
sahibi bir kimse kesinlikle Allah’ı müşâhede etmeyi tadamaz. Çünkü bu durum,
içinde lezzet bulunmayan bir fenâdır.” Şeyh de el-Fütûhât’ta buna
muvafakat etmiştir. Aynı şekilde Levâkihul-Envârda da “Yüce Allah sana
bir müşâhede anı verdiğinde, bununla beraber sana kendi nefsini de müşâhede
ettiriyorsa sen, uzakların en uzağındasın demektir. Zira nefsin, oluştur
(kevn). Kevn, âlemlerin rabbine göre hangi mertebededir? Ancak bu durumda
senin için manevî bir yakınlık (mücaveret) söz konusudur. Bu da iki mücavir
cevher arasında üçüncü bir yer (hayyiz) olmaması gibi, seninle Allah arasında
fazladan bir durumun söz konusu olmamasıdır. En yüce mesel Allah içindir. Şöyle
demiştir: “Bu mücaveret, sadece keşif ehliyle alâkalıdır.” Taberânî ve daha
başkalarının merfû olarak naklettiği bir hadiste “Kul ile rabbi arasında 70 bin
tane nûr ve zulmet perdesi vardır. Bu perdelerin ardından bir şey işiten bir
nefis, kesinlikle zâil olur.” buyrulmaktadır. Başka bir rivâyette ise Allah ile
kul arasında 70 bin perde vardır. Şayet bunları açsaydı zâtının nûrları
yarattıklarından gözünün gördüğünü yakardı.” buyrulmaktadır.
Soru: İnsanların Allah’ı görmesi nasıl olur?
Cevap: Şeyh’in 178. bâbda dediği gibi Hak Teâlâ’nın âleme bakmasının
şekli, azamet gözüyle değil, yüceliğine layık olduğu gibi rahmet gözüyle
bakmasıdır. Bu nedenle rü’yet anında, O’nunla beraber âlem de sabittir. Şayet
O’nun celâline yaraşır bir şekilde azamet nazarıyla baksaydı, yukarıdaki
hadiste geçtiği gibi, O’nun vechinin (zâtının) aydınlığında bütün âlem
yanardı.” Şöyle demiştir: “Bu rahmet, âlim ile yakıcı nûr arasındaki perdenin
bizzat kendisidir. Bu, Şâri‘in Hak Teâlâ’nın mahlûkatı yaratmadan önce içinde
bulunduğu nûru, haber veren ulemâ gibidir ve bununla ilgili çoğu şey
konuşulmaz. Şeyh, “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Yüce Allah görüldüğü zaman,
bu görülme sadece ilim ve inanç açısındandır. Allah zâtıyla kuşatılmaktan yüce
ve münezzehtir.” el-Fütûhât’ın “el-Vesâyâ Bâbı”nda ise şöyle demiştir:
“Bil ki Allah’ı gördüğünü iddia eden kimsenin doğruluğunun alâmeti, kalbinin
aynasını kâinata çevirdiği zaman, insanların hepsinin gizlediklerini bilmesi
ve insanların da bu keşfi tasdik etmeleridir.”
Soru: Rü’yet ile bir grubun şühud dedikleri şey arasındaki fark
nedir?
Cevap: Şeyh, 266. bâbda şöyle demiştir: Rü’yette, görülen hakkında
daha önce herhangi bir bilgi söz konusu değildir. Şühudda ise daha önce
müşâhede edilenle [elde edilen] hakkında “akâid” olarak isimlendirilen bir
bilgi vardır. Bu nedenle kıyamette rü’yet inkâr ya da ikrar edilir. Çünkü inkâr
değil de sadece ikrar edilen müşâhedenin aksine, daha önce bilmedikleri bir
şeyi görmüşlerdir. Bunun izahı şudur: Müşâhede edenin şâhid olarak
isimlendirilmesinin sebebi, onun müşâhede ettiği şeyin daha önce inandığı şeye
tanıklık etmesidir. Yüce Allah “Rabbi katından açık bir delile dayanan kimse,
kaldı ki bu delili Rabbinden bir şahit (Kur’ân) okumaktadır.”[155] buyurmuştur. Yani onun
inandığının doğru olduğuna şahitlik eder. Şöyle demiştir: “Bu anlamda Hz. Mûsâ
‘Bana kendini göster, sana bakayım.’[156]
demekle rü’yeti istemiştir. ‘Beni şahit tut.’ dememiştir. Zira Yüce Allah,
müşâhede edilmektedir ve gâib değildir. Evliyâ için bile gâib değilken, saygın
bir peygamber için nasıl gâib olsun! Mûsâ (aleyhisselâm), bu makamı isterken,
sadece âhirette peygamberlere has olan bir rü’yeti, dünya için istemiştir.
Onun, evliyânın müşâhedesine benzer bir şekilde müşâhede etmesine gelince bu,
onun velâyet makamı açısından bir vezirlik adımından ibarettir.”
el-Levâkih kitabında da şöyle demiştir: Rü’yet ile şühud arasında
hangi fark vardır? Şühud “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet et!” hadisinde
işaret edilen, Hakk’ı müşâhede edenin bunu kendinde tutmasıdır.” “Görüyormuş
gibi” ifadesi, nefsinde tuttuğun Hakk’ı görüyormuş gibi müşâhede etmendir.”
anlamındadır. Bunun öğrenme mertebesi olduğunu söylemiştir. Daha sonradan
buradan özel mertebeye yükselinir ki bu da Allah’ın seni gördüğünü, senin ise
O’nu görmediğini bilmendir. Bu da sözgelimi namazda, Allah’ı kalbinde şühud
etmeyi kıble tarafından tutmandır. Böylece şühudunu seni kuşatan diğer
varlıklardan arındırmış olursun. Bunu gerçekleştirdiğin zaman, Allah’ı
kuşatmaktan âciz olduğunu anlarsın. Çünkü sen, sınırlısın (mukayyed), O,
mutlaktır; sen darsın, O geniştir. Böylece O, senin nazarında değil, O’nun
tahakkuk eden nazarıyla birliktedir. Çünkü senin nazarın O’nu kayıtlandırır ve
sınırlandırır, O ise kayıt ve tanımlar dan/sınırlar dan yücedir. O hâlde O’nu
şühud etmek mârifet, O’nu görmek ise tam keşiftir.
Soru: Kul ne zaman cihet görüşünden çıkar?
Cevap: Efendim Ali b. Vefâ şöyle demiştir: “Kulun keşfi göklerin
ve yerin her tarafına yetmedikçe ve Allah, ilminden bir şey vermedikçe cihet
görüşünden çıkmaz.” “Ancak keşfi sadece göklerle yere ya da berzah, cennet ve
cehenneme yeten kimseye gelince, o rabbini sadece bir cihette görür.” demiştir.
Soru: O hâlde herkes rabbini sadece nefsinin istidadı sûretinde
görür. Oysa Yüce Allah bundan zâtının yüceliğiyle yüce ve münezzehtir.
Cevap: Evet, kul sadece rabbini gücü nisbetinde görür ve görme bundan
başka olmaz. Zira şayet kulun mertebesinin üzerinde görmesi doğru olursa,
peygamberlerle velilerin diğer bazılarından özel olması gerçeği, bâtıl olur ve
veliler, peygamberlerin yükseldikleri merdivenlerden yükselirler ki bu,
imkânsızdır.
Soru: O hâlde kul, mârifetullah aynasında sadece nefsinin sûretini
görmüş ve gerçekte Hakk’ı görmemiştir.
Cevap: Evet, böyledir. Bunun hükmü, kendisinin yüzünü duyularla
hissedilen aynada gören insan gibidir. O nefsinin sûretini, aynanın kendisini
görmesini engelleyen bir perde olarak görür. Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envârda
şöyle demiştir: “Rü’yet ve tecellî için, kişinin kendisini aynada görmesinden
daha yakın ve daha benzer bir örnek yoktur.
Ey kardeş, aynada bir sûret gördüğün zaman, aynanın kendisini görmeye
çalış, kesinlikle göremezsin. Aksine rü’yetin gerçekleşmeden önce, sûretin
aynaya basılır ve gözün nefsinin sûretinden başkasını göremez. Bundan daha
yüksek bir yere çıkmayı bekleme ve kendini yorma! Bunun ötesi sadece
mahza/sırf yokluktan ibarettir. Düşün ve araştır, bütün insanlar için ahirette
görülenin Hak’tan başkası olduğunu vehmettiriyor, oysa ondaki açıktır.”
Soru: Görülen Yüce Allah’ın zâtı, fazlalık ve noksanlık kabul
etmediği hâlde, insanların rü’yet konusunda kâmil ya da nakıs olmasının
birbirilerinden üstün olmalarının sebebi nedir?
Cevap: Onların varlıklarının üstünlüğünün sebebi, mârifetullah
aynasından kendi hakikatlerinden başka hiçbir şey müşâhede etmemeleridir.
Şayet zâtın kendisini görselerdi rü’yet konusunda eşit olurlardı ve aralarında
üstünlük söz konusu olmazdı. Ancak peygamberlerin hakikati nerede, başkalarınki
nerede?
Soru: Dünyada farklı oldukları gibi âhirettede farklı olacaklar
mı?
Cevap: Evet, âhiretteki farklılıkları, dünyadaki farklılıkların
bir parçasıdır. Şeyh 331. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki müminlerin âhirette
rablerini görmesi, herkesin inandığının semeresini görmesi için, dünyada
üzerinde bulundukları itikadlarına tâbidir. Dolayısıyla görmeleri, Allah
Teâlâ’yı bilmeleri ve taklit ettikleri âlimlerden anladıkları ölçüsünde
olacaktır. Ayrıca nimet ve lezzet açısından birbirinden üstün oldukları gibi,
bir kısmının rabbine bakmadaki payı aklî lezzet, bir kısmınınki nefsî lezzet,
bir kısmınınki hissî lezzet, bir kısmınınki hayalî lezzet, bir kısmınınki keyif
verici lezzet ve bir kısmınınki için ise nitelikten bahsedilemeyen bir
lezzettir. Bir kısmı da Allah’ı bilmede tâbi olduğu âlimin kendisine verdiği
bilgi ya da sahip olduğu bilgi ölçüsünde ya da aklının hayal ettiği kadar
mukallittir. Bir kısmı ise mukallit değildir. İşte her biri bu şekilde olur.
Soru: İnsanlarda meydana gelen rü’yetin en kâmili hangisidir?
Cevap: En kâmil rü’yet peygamberlerin, sonra da onlara tâbi olan
kâmillerin rü’yetidir. Kâmiller, rablerini peygamberlerinin kendisinden sabit
olan şeriatten alınan aynada görürler. Bil ki her kulun âhirette Hakk’ı görme
sayısı, O’nun bütün emirleri yerine getirmek ve nehiylerden kaçınmak sûretiyle
keşif ve şühud yöntemiyle Hak ile birlikte olmasına bağlıdır. Rü’yet ve
marifet, taatlerin artmasıyla artar, nehyedilen şeylerin yapılmasıyla da
azalır. Hak Teâlâ ile birlikteliği az olan herkes, birlikte olmadığı şeyleri
bilmez.
Şöyle derim: Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aynası, diğer
bütün peygamberlerin aynalarını da kapsadığı için daha kâmil olanıdır. Mertebe
açısından bundan hemen sonra, rabbini herhangi bir peygamberin aynasında gören,
ondan sonra da velilerden herhangi birinin aynasından gören gelir. Böylece
kâmil olan kimsenin, peygamberinin izini görmediği bir mekâna asla ayak
basmadığı anlaşılmış oldu.
Soru: Hak Teâlâ’nın ahiretteki tecellîlerini inkâr edenler
müslüman mıdır?
Cevap: Evet, onlar Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
“Paçalarını sıvadıkları zaman secdeye kapanırlar ve ‘Sen rabbimizsin’ derler.”
tecellî hadisindeki ifadesi doğrultusundaki müslümandır. Burada ehlullahın
zevk yoluyla bildiği sırlar vardır ki onlar, hiçbir kitapta yazılmaz. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: Bunlarda inkâr gerçekleştiği zaman, ikrar eden peygamber ve
veliler mevcut mudur? Şayet bunlar mevcut iseler neden kendileri için tecellî
edenin Allah olduğu konusunda yol göstermiyorlar?
Cevap: Şeyh’in Şerhu Tercümâm’l-Eşvâk’ta belirttiği gibi
söz konusu inkâr gerçekleştiği zaman peygamber ve ârifler, bu inkârcıların
yanında durmakta ve bu tecellîler konusunda onlara yol göstermemektedirler.
Zira onlar, herkesin dünyada ilminin semeresini görmesi için Hak Teâlâ’nın bu
inkârcılardan bunu gizlemelerini istediğini bilmektedirler.
Soru: Kâfirler rablerini görmeyeceklerine göre, onların
görmemeleri nasıldır?
Cevap: Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda söyledği gibi onların görmeme şekli
şöyledir: Onlar Allah’ı görecekler ancak O olduğunu bilmeyeceklerdir.
Dolayısıyla onlarla rableri arasındaki perdeleri cehaletleridir. O’nu hiçbir
zaman göremeyeceklerdir.
Soru: Müminlerin görmesi, dünyada olduğu gibi gözlerin görmesiyle
midir yoksa bütün varlıklarıyla (uyûn) mıdır?
Cevap: Şeyh Takıyüddin Ebû Mansûr’un dediği gibi müminlerin
âhirette rablerini görmeleri, bütün cesetleriyle gerçekleşecektir. Bu, ebedî nimetin
kâmil olması içindir, rü’yetleri sadece gözlerle sınırlanmaz aksine bütünüyle
görürler. Bazılarının sadece bütün yüzleriyle göreceğini de söylemiştir.
Soru: Müminin kalbiyle Allah’tan olarak müşâhede ettiği şeyin, Allah’ın
hasr ve kayıtlılıktan geniş ve yüce olmasından dolayı istenilen olması lazım
mıdır?
Cevap: Şeyh’in 377. bâbda dediği gibi, kulun rabbini kalbiyle
müşâhede etmesinin, Allah tarafından verilen bir bilgiyle istenilen olması ve
bunun kulun nefsinde zarûrî bir bilgi meydana getirmesi lazım değildir. Bu
bilgi, uyuyan bir kimsenin rüyasında Hak Teâlâ’yı ya da Allah’ın Resûlü’nü (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) görmesi ve nefsinde görülenin Allah (a.c.) veya Resûlü (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) olduğuna dair zarûrî bir bilgiyi bulması gibidir. Bu,
görülenin duruma uygun olarak gerçekleşmesinden dolayıdır. Çünkü hiç kimse
bunun dışında Hak Teâlâ’yı idrak edemez. Nazar ve akla gelince, “Allah’ın
hakikatinin diğer hakikatlerden farklı olduğuna” dair başlıklı mebhasta geçtiği
gibi, bu olamaz.
Soru: Âhirette Hak Teâlâ’nın içinde görüleceği nûrun, Hz. Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) dünyada gördüğü nûr gibi şuaları var mıdır,
yoksa o şuaları olmayan nur mudur?
Cevap: Şeyh’in 360. bâbda dediği gibi Hak Teâlâ’nın âhirette
içinde görüleceği nûr, şuaları olmayan bir nûrdur. Dolayısıyla ışığı kendi
nefsini aşmaz ve göz tam bir açıklıkla O’nu idrak eder. Bu dünyadaki nûrdan
farklı olması ve Hz. Peygamber’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Rabbini gördün
mü?” denildiğinde “Nûrdur, O’nu nasıl göreyim?” demiş olmasından dolayıdır.
“Şuaları olan bir nûr olduğu hâlde O’nu nasıl görebilirim?” denilmiştir. Şualar
görmeyi götürür ve bu şuâlara maruz kalanların idrak etmesini engeller. İdrak
nûru içine girdiği için, Yüce Allah bu nûr içinde idrak edilmez. Bu nedenle
karanlığın özelliği idrak edilmek ve idrak ettirmemek olduğu gibi, nûrun
özelliği de idrak edilmek ve idrak ettirmek olduğu hâlde idrak edilmemiştir.
Şöyle demiştir: “Nûr, büyüdüğünde idrak eder ancak aşırı inceliğinden dolayı
onunla idrak edilmez. Sonra sadece akıl ve his itibariyle idrak edilene eklenmiş
olan bir nûrla idrak edilir.”
Soru: Görenin şartlarından biri de görmesinin kendisine görülen
hakkında bilgi vermesi ve onu kuşatmasıdır. Ancak Hak Teâlâ’yı gören, O’nun
hakikati başka hakikatlerden farklı olduğu için, Hakk’ı kayıt altına alamaz. Bu
durumda nasıl “O, Azîz ve Celîl olan Rabbini gördü.” denilebilir?
Cevap: Şeyh’in 442. bâbda dediği gibi, Hak Teâlâ’yı görmede ihata
doğru olmaz ve bu tanımın kapsamına alınamaz. Bu şekilde elde edilen ilmin
nihaî noktası, görenin görme anında O’nu gördüğünü bilmesidir. Aksi takdirde
bilgisinden dolayı O’nu gerçekten görmesi doğru olur ki görme anında kalbindeki
tecellîlerin türlü türlüsünü gördüğü hâlde bu nasıl olabilir? Mûsâ (aleyhisselâm)
“Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım.”[157]
demiş; O da “Beni asla göremezsin.”[158]
buyurmuştur. “Beni asla göremezsin.” ifadesindeki sebebin inceliği, hemze ile
[ben anlamıyla] “bakayım” şeklinde olmasıdır. Şayet Nûn ile [çoğul anlamla]
“Bakalım” ya da Tâ ile [hitap anlamıyla] “Bakasınız” olsaydı cevabı, “Beni asla
göremezsin.” şeklinde olmayabilirdi. Soru “bana kendini göster.” ifadesinde
mücmel olduğu gibi, cevap da “Beni asla göremezsin.” ifadesinde mücmeldir.
Bunun izahı, rü’yet denildiğinde ilk akla gelenin gözle görme olmasıdır. Yani
“Gözünle beni göremezsin. Çünkü görmekten maksat, görülen hakkında bilginin
hâsıl olmasıdır. Oysa sen her gördüğünde, bir önceki görmenden farklı görmeye
devam etmektesin. Dolayısıyla O’nu görmenden dolayı sende asla bir ilim hâsıl
olmamıştır. Böylece ‘Beni asla göremezsin.’ ifadesi doğru olmaktadır. Zira ben,
zâtım itibariyle üzerinde bulunduğum durumda çeşitliliği kabul etmem; sen ise
rabbini sadece sıfatlar itibariyle çeşitlenmiş olarak görürsün. Hâlbuki sen de
çeşitlenmiş değilsin, beni de görmedin kendini de. Gördüğünde ‘Hakk’ı gördüm.’
demen gerekir. Oysa hakikatte beni görmedin. Aynı şekilde ‘Kendimi gördüm.’
demen gerekir, oysa gerçekte kendini de görmedin. Geriye sadece sen ve Hak
Teâlâ kalmaktadır. Ne halkı ne de Hakk’ı tek olarak görmedin; ancak gördüğünü
biliyorsun. Peki gördüğün nedir? Bu durumda mâna ‘Gözünle görmedin ancak ilâhi
kuvvetle seni destekledim.’ şeklinde olur.” “Bu, hayret müşâhedesidir.”
demiştir.
401. bâbda şöyle demiştir: “Yüce Allah, Mûsâ’ya ‘Beni asla göremezsin.’[159] demiştir. Zira
görenin bütün görülenleri, sadece konumu ve mertebesi itibariyle görmesi sahih
olur., başkasıyla değil. Şayet gören, Hakk’ı ihata etseydi görmeler
farklılaşmazdı. Ayrıca kulu ihata etmekten alıkoyan en küçük perde, Hak
kendisine tecellî ettiğinde, onun kendi nefsini görmekle meşgul olmasıdır.
Kulu rabbinden alıkoyan perde, nefsini görmesidir. Dolayısıyla nefsimiz olduğu
gibi bize perde olmaktadır. Biz kendimizle meşgul olmasak da O’nu göremezdik
çünkü O, devam etmemektedir. Biz yok olduktan sonra O’nu kim görecek? Şayet biz
olarak devam etmezsek, saf aynada kendimizden başkasını görmezdik. İbareyi
daha da genişleterek “Biz O’nu gördük.” deriz. Hiç kimse Allah hakkında
hayretin dışında kalamaz.
Soru: O hâlde Mûsâ görmeyi talep etmeden önce, Allah hakkında
bilgi sahibi olduğu için mi bayıldı?
Cevap: Şeyh’in 448. bâbda dediği gibi, “Evet, sadece bu, onu
bayılttı.” Ancak Hak Teâlâ’yı bilmiyordu. Bu nedenle “Tövbe ettim.” dedi. Yani
“Daha önce talep ettiğim şekilde seni görmeyi talep etmiyorum. Seninle ilgili
bilmediklerimi öğrendim ve ben müminlerin ilkiyim.” Yani “Beni asla
göremezsin.” sözüne iman ettim. Çünkü bunu sadece bana söyledin. Bu haberdir.
Bu nedenle Mûsâ (aleyhisselâm) ilmi değil, imanı buna kattı. Şayet “Beni asla
göremezsin.” sözüyle mutlak olarak iman kastedilmiş olsaydı, müminlerin ilki
olması doğru olmazdı. Çünkü ondan önce de müminler vardı ancak bu kelime ile
iman etmiş değillerdi. Bayıldıktan sonra iman eden herkes, bir delile dayalı
olarak iman etmiş olur ve o, imanında ilim sahibidir. Bu, büyük bir tanıklıktır.
Kul imandan, daha açık olan ilme intikal ettiği zaman, iman hicabı kendisiyle
birlikte kalmaya nasıl devam eder? Bu nedenle bu, sadece kâmillere hastır;
böylece bildiklerine iman eder ki ilmin ecriyle birlikte imanın ecrini de elde
etsinler. Onlardan birisi için “Bildiği şeyin aynı zamanda müminidir.” denilir.
Şeyh 558. bâbda, ez-Zâhir ismi bağlamında bu konuya genişçe değinmiştir,
dilersen oraya müracaat et! Efendim Ali b. Vefâ (ra) şöyle derdi: “Acayip
şeylerden biri de Allah’ın Mûsâ’ya (aleyhisselâm) ‘Beni asla göremezsin.’[160] demesidir. Yani kuvvetine
rağmen, beni sürekli olarak gördüğün hâlde, gördüğün şeyin ben olduğumu
hissedemezsin.”
Soru: Hak Teâlâ keşif ile bilinir mi?
Cevap: Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda söylediği gibi, Hak Teâlâ’nın
keşifle bilinmesi doğru olmaz; ancak O, akılla bilindiği ve akılla görülmediği
gibi, keşifle de sadece görülür. Şöyle demiştir: “Bizim için görmekle bilmeyi
bir araya getiren bir makamın olduğunu bilmiyorum.”
Soru: İlâhi tecellîlerin sûretleri sayı itibariyle kaç mertebeye
döner?
Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi, tamamı iki sûrete bağlanır:
Biri inkâr edilir, diğeri bilinir, bir üçüncüsü yoktur. Şöyle demiştir: “Yüce
Allah’ın Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştuğu zaman 12 000 sûrette tecellî ettiği
ve her sûrette ona “Ey Mûsâ” dediği söylenmiştir. Böylece Mûsâ’nın dikkati
çekilmiştir. Şayet bütün tecellîler bir tek sûrette olsaydı, her sûret ve
kelimede “Ey Mûsâ” demezdi.
Soru: Mûsâ (aleyhisselâm) nasıl Allah’ın kelâmını işitme konusunda
sebat etti de O’nu görme konusunda sebât edemedi?
Cevap: Şeyh’in 450. bâbda dediği gibi, Hak Teâlâ necvâ (fısıltı)
anında onu işittiği için, o da Allah’ın kelâmını işitmede sebat etti. Yani
Mûsâ’nın (aleyhisselâm) işitmesini destekledi ve onu takviye etti. Çünkü
şüphesiz olarak O, Allah’a sevgiliydi. Hadiste “Yüce Allah’ın bir kulunu
sevdiği zaman onun kulağı ve gözü olduğunu” haber vermektedir. Ancak Allah, bu
makamda dilediği kullarına bazen bütün sıfatları toplamakta, bazen de bazı
sıfatları peş peşe tedrici olarak vermektedir. Bu nedenle tecellî anında Mûsâ
bayılmıştır. Çünkü o anda, Allah onun gözü olmamıştı. Şayet Allah onun
işitmesini takviye ettiği gibi görmesini takviye etseydi, işitmede olduğu gibi
görmede de sebat gösterirdi. Çünkü ilâhi destek olmadan muhdes bir varlığın Hak
Teâlâ’yı görmeye takati yetmez.
Soru: Mûsâ’yı (aleyhisselâm) diğer peygamberlerden (aleyhisselâm)
farklı olarak rü’yeti talep etmeye iten sebep nedir? Şayet şiddetli istek ise
Peygamberimiz Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kesin olarak bu konuda
ondan daha fazla istekliydi. Çünkü görme isteği (iştiyak), rü’yete istek duyan
kimsede mârifetin artmasıyla daha da artar. Eğer onu buna sevk eden (iten)
[sebep] yakınlaşmak ise bütün paygamberler yakınlaştırılmışlardı (mukarrabûn)?
Cevap: Şeyh’in 331. bâbda dediği gibi, onu rü’yeti talep etmeye
iten sebep, Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dışındaki diğer
peygamberlerden daha fazla yakınlaşmak istemesidir. Yüce Allah, Mûsâ’yı
yakınlaşma makamına yükseltince, kendisini rü’yeti talep etmekten alıkoyamadı.
Oysa Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), rü’yetullah konusunda kesinlikle
Mûsâ’dan (aleyhisselâm) daha istekli olmasına rağmen, edep onu rü’yeti
istemekten alıkoydu. Edep makamına girince, bunun kuvvetinden dolayı Allah onu
korudu. Öyleki Yüce Allah, Cebrâil’in (aleyhisselâm) diliyle onu rü’yetine
davet etti ve Mûsâ’dan (aleyhisselâm) daha çok şereflendirmek amacıyla, binmesi
için ona Burak’ı gönderdi. Böylece Mûsâ’nın (aleyhisselâm) rü’yetten
menedilmesinin sebebinin, bunu ilâhi vahiy olmaksızın istemesi olduğu
anlaşılmış oldu. Oysa peygamberlerin makamı, zerre kadar sürçmelerden dolayı
bile onların hesaba çekilmesini gerektirir. Bu nedenle onun isteği bağlamında
“Beni asla göremezsin.” şeklinde cevap verilmiştir. Ancak Yüce Allah, Allah’ın
emri olmadan rü’yeti talep etme konusunda, edeplendirmenin Hz. Mûsâ’da ulaşması
gereken dereceye ulaştığını görünce, ince bir bilgilendirmede bulunarak “Ancak
dağa bak.”[161] buyurmuştur. Dağ, mümkün varlıklar
kapsamında olduğu için, tecellî anındaki istikrarını dağa havale etmiştir.
Yüce Allah, muhdes olan dağa tecellî edince bu tecellînin etkisiyle dağ
paramparça oldu. Her ârif kişi, dağın rabbini gördüğünü ve görmenin bu dağın
parçalanmasını gerektirdiğini bilir. Bazı muhakkikler bu bağlamda “Dağın
rabbini görmesi mümkün olduğuna göre, dağın parçalandığı anda Mûsâ’nın rabbini
görmesini engelleyen nedir? Buradaki nefiy, istikbal içindir ve âyet, yoruma
açıktır. Mûsâ’nın bayılması, dağın parçalanması makamındadır. Ayrıca tecellî
dağda gerçekleştiğinde ve onu parçaladığında, Mûsâ, her ne kadar aşırı isteği
kendisini buna yöneltmiş ise de bunun talep etmemesi gereken bir şey hakkında
gerçekleştiğini anladı. Bu nedenle “Sana tövbe ettim ve ben müminlerin
ilkiyim.”[162] dedi. Yani mümkün olan olayın
gerçekleştiğine inandım.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Mûsâ sadece
yakınlaşmak için rü’yeti talep etti. Peygamberlerin insanlar arasında en çok
Allah’ı bilen kimseler olduğu bilinmektedir. Onlar Allah’ın, O’nun yüceliğine
yaraşır bir şekilde gözle idrak edilebileceğini bilmektedirler. Bu nedenle
Mûsâ, istenilmesi aklen değil, zevken ve naklen câiz olan bir şeyi istemiştir.
Çünkü bu durum, aklın imkânsız gördüğü şeylerdendir.
209. bâbda, Mûsâ (aleyhisselâm) rabbini görmek istediği zaman Yüce Allah,
onu dağı görmeye havale etmiştir. Zira dağın sıfatlarından birisi de sabit kalmasıdır.
Yani “Dağa tecellî ettiğim zaman dağ sabit kalırsa sen de zâtında dağlardaki
sebat sıfatı bulunduğu için beni göreceksin.” Büyük işler ve şiddet anında
sebat eden kimse için şöyle denilir: “Falan kimse dağ gibidir.” Kuşkusuz Allah
katında dağ Mûsâ’dan daha saygın değildir. Bu, Yüce Allah’ın “Göklerin ve yerin
yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür.”[163]
buyurduğu gibi, içinde dağların da bulunduğu yerin yaratılış açısından,
insanlardan olan Mûsâ’dan daha büyük olmasıdır. Yani, daha kuvvetli olan dağ,
tecellî anında parçalandığına göre, kapladığı yer açısından küçük bir dağ olan
Mûsâ dağı, nasıl yerinde dursun?
Soru: Dağ parçalandıktan sonra eski hâline dönmediği hâlde, Mûsâ
niçin bayıldıktan sonra eski hâline döndü?
Cevap: Dağın, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) aksine kendisini idare eden
bir ruhu olmadığı için, eski sûretine dönmedi. Ancak Mûsâ’nın ruh sahibi
olması ve dağın aksine ruhunun onun şeklini olduğu gibi tutmasından dolayı,
bayıldıktan sonra eski hâline döndü. Dağ ise sûretini muhafaza edecek bir ruha
sahip olmadığı için parçalandıktan sonra eski hâline dönmedi.
Soru: Keşif ehli, cansız varlıkların tamamının canlı oluğunu
söylemişlerdir. Bunasıl bir hayattır?
Cevap: Şeyh’in 393. bâbda dediği gibi, cansızların hayatından
kastedilen şey, meşhur canlılarda olduğu gibi ihtiyar ve tedbirin olması değil
de onların Allah’ı hamd ile tesbih etmeleri, onu tenzih ve takdis etmeleridir.
Şeyh şöyle demiştir: Cansızların hayat sahibi oluşlarının en büyük sem‘î
(naklî) delillerinden biri de Allah’ın “Onlardan [yani taşlardan] bazıları
vardır ki Allah’ın korkusundan yuvarlanmaktadır.”[164]
âyetidir. Kuşkusuz sadece hayat ve idrak sahibi varlıklar “korkmak” ile nitelenirler.
Ancak Yüce Allah, biz ve bizim gibi Allah’ın diledikleri hariç, insan ve
cinlerin gözlerini cansızların hayatını görmekten engellemiştir. Biz, bu
konuda naklî delile muhtaç değiliz; onların hayatlarını gözlerimizle
keşfettik, cansızların tesbihini ve konuşmalarını da işittik.” Şöyle demiştir:
Aynı şekilde kendisine tecellî gerçekleştiğinde dağın parçalanmasının sebebi
de onun Allah’ın büyüklüğünü bilmesidir. Şayet dağdaki bilgi onda olmasaydı o,
parçalanmazdı. Zira zâtlar, zât olmak itibariyle etkilenmezler, onları
etkileyen, mârifetlerdir. Halkın kılığında çarşıya giren ve kendisini tanımayan
halkın arasında onlar gibi yürüyen krala bak. Onlarda nasıl bir ağırlık
oluşmuyor? Daha sonra o bu hâldeyken havastan kendisini tanıyan biriyle
karşılaştığında, bilgisi kendisini etkileyerek nefsinde ona yönelik bir
büyüklük ve saygı uyanır da böylece ona ihtiramda bulunur, edeplice hareket
eder ve ona boyun eğer. Halk söz konusu şahsın boyun eğmesini görünce onun
krala yakınlık ve konumunu anlar, gözleri ona yönelir, sesleri korkar,
caddelerde ona yer açar, derhal onu görmeye ve ona hürmet etmeye başlarlar.
Dolayısıyla bu anlamda onları etkileyen şey, sadece bilgileridir. Salt onun
şeklinden dolayı ona hürmet etmezler. Çünkü onun kral olduğunu bilmeden önce de
bunu görmüşlerdi, düşün! Böylece onun kral oluşunun onun sûretinin bizzat
kendisi olmadığı, bunun hükmü altında bulunan insanlar üzerindeki yetkisinin
kendisine verdiği nisbî bir mertebe olduğu anlaşılmış oldu.
Soru: Hadiste “Kul, bu dünyada namazda rabbine sığınır. Oysa
sığınan kimsenin sadece hayal ettiğine sığınmasının sahih olduğu bilinmektedir.
Âhirette nasıl bundan ayrılır?” vârid olmuştur.
Cevap: Âhiret yurdu, kulun burada sığındığı kimseyi bilmesi ve
O’nun sözünü işitmesi ile ayrılır. Oysa burada O’nu bilmemekte ve O’nun sözünü
işitmemektedir. Dolayısıyla âhirette kulun inkişafının daha artması gerekir. Bu
nedenle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu dünyada “O’nu görüyormuşsun
gibi rabbine ibadet et.” demiştir. Yine “Âhirette herkes, rabbiyle aradan
hiçbir tercüman olmaksızın doğrudan konuşacaktır.” buyurmuştur. Bunun izahı
şudur: İnsanda bulunan zâhirî veya bâtınî yeteneklerden herhangi biriyle bir
şeyi idrak edenin hayal etmesi gerekir. Şayet bu hayal kendisinde olmazsa,
hiçbir şey orada durmaz ve sükûn hayal edenin hayal ettiği şeyin dışında
gerçekleşmez. Bütün inançlar bu hüküm kapsamındadır. Bu nedenle “akâid”
şeklinde isimlendirilmiştir. Akâidin mahalli hayaldir, hayalin ebedî olarak bir
şekilde kayıt altına alınması doğru değildir. Bu nedenle vehim sahibinin bundan
kurtulmaması beklenir.
Soru: Dünyada keşif ehli olanların, uhrevî tecellîlerden bir şeyi
inkâr etmeleri söz konusu olur mu?
Cevap: Şeyh’in 360. bâbda dediği gibi, keşif ehlinin uhrevî
tecellîleri inkâr etmesi söz konusu değildir. Bu, aklî nazar ehli için
mümkündür. Çünkü onlar Yüce Allah’ı akıllarının ma‘kul gördüğü sınırlarla kayıt
altına almaktadırlar. Âhirette akıllarıyla sınırladığı şeyi görmeyince, zorunlu
olarak onu inkâr ederler. Baksana, onların sınırladıkları alâmetlerle kendileri
için bir tecellî gerçekleştiğinde, rubûbiyyeti ikrar etmektedirler. Şayet
başlangıçta Yüce Allah bu alâmetle onların kalbine tecellî etseydi onlar, bunu
inkâr etmezlerdi. Dolayısıyla ehl-i keşf için inkârın söz konusu olmadığı
anlaşılmış oldu. Efendim Ali b. Vefâ (rh.a) şöyle derdi: Hak Teâlâ’nın
âhiretteki tecellîlerinden birini, sadece tevhidi onun karşıtı olan şirkten
arındırmak anlamına gelen mutlak tenzih ehlinden başkası ikrar etmez.” Şöyle
demiştir: “Bu, kendisiyle birlikte perdenin bulunması imkânsız olan açık
sırdır.”
Soru: Hak Teâlâ, ikincisi olmayan bir olduğuna göre, ilk anda
inkâr nereden gelmiştir?
Cevap: Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda dediği gibi inkâr, mizaçların
farklılığından gelmiştir. Herkes kendi itikadını isabetli, başkasının
itikadını ise hatalı bulur. Oysa Yüce Allah, kendisi birdir ve değişmez, hâlden
hâle geçmez. Îtikadlar ise çeşitlenir, ayrışır ve toparlanır. Yüce Allah,
zâtının yüceliğiyle bundan uzaktır.
Soru: Kalbî keşif yöntemiyle bu dünyada Allah’ı gören kimsenin doğruluğunun
alâmeti nedir?
Cevap: Bunun alâmeti, hiçbirini diğerine tercih etmeksizin her
altı cihetten de O’nu görmesidir. Şeyh Muhyiddin 216. bâbda şöyle demiştir:
“Allah’a hamdolsun, bu makamı tattık.” Şöyle demiştir: “Cennet ehlinin rü’yeti
de cennette gözleriyle O’nu gördüklerinde böyle olacak, rü’yetleri mutlak
olacak ve herhangi bir cihetle sınırlandırılmayacaktır.”
Soru: Bazı muhakkikler, Hak Teâlâ’nın gözlerle görülmesi gibi kalp
ile görülmesini de inkâr etmişlerdir. Bu nasıl olur?
Cevap: Şeyh’in 420. bâbda dediği gibi, bunun sebebi âyette
gözlerin (absâr) mutlak olarak geçmesidir. Yani ne yüzlerdeki gözler ne de
kalplerdeki gözlerden hiçbir göz O’nu idrak eder. Bu, kalplerin de yüzlerdeki
görmenin de sadece gözlerle görebilmesi nedeniyledir. Görme (basar), kendisiyle
idrak gerçekleştiği için, kalpteki görme için de basar şeklinde
isimlendirilmiştir. Zâhirde ise yüzdeki göz bununla isimlendirilir. Zâhirde
göz, görme mahalli olduğu gibi, bâtındaki görme de alındaki gözün görmesi olan,
gözün mahallidir. Sadece isimleri farklıdır, aslı itibariyle aynıdır. Tıpkı
gözlerin kendiliğinden idrak etmemesi gibi, bâtındaki göz de kendiliğinden
idrak etmez.
Soru: Dünyada Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
dışında herhangi bir kimse için, makamında ona vâris olma hükmüyle, uyanıkken
rü’yetullah gerçekleşti mi?
Cevap: Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî’nin (ra) dediği gibi,
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç kimse için bunun
gerçekleştiği bize ulaşmamıştır. Ona “Falan kimse başındaki gözüyle Allah’ı
gördüğünü iddia etmektedir?” denilir ve Şeyh, adamını ona göndererek onların
hakkında söylediğinin doğru olup olmadığını sorar. O, evet deyince Şeyh, onu
bundan nehyeder, bu sözün söylemesini yasaklar ve bir daha bu söze dönmemesi
için kendisinden söz alır. Şeyh’e “Bu adam hakkı mı söylüyor, bâtılı mı?”
denilir ve o da “Hakkı söylüyor ancak karışıtırıyor.” der. Bu onun basiretiyle
o güzel nûru görmesi, sonra da basiretinden gözüne bir menfez açılarak, gözüyle
müşâhede ettiği nûrun ışınlarının da basiretini aydınlattığı anda görmesi
nedeniyle olmuştur. Zâhirî gözünün, basiretinin müşâhede ettiğini gördüğünü
zannetmiştir. Oysa gözü, idrak edilmemesi açısından sadece basiretinin
hakikatini görmüştür. Yüce Allah “[Suları acı ve tatlı olan] iki denizi
salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.(Fakat) aralarında bir engel vardır,
birbirine geçip karışmıyorlar.”[165] buyurmuştur. Meşayıhtan bir
topluluk bu cevap anında orada hazırdı ve bu cevabı beğendiler, onun (ra)
ilgili adamın durumuyla ilgili, bu güzel ve fasih cevabı karşısında sevinçten
dehşete düştüler. Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî şöyle demiştir: “Bir defasında
bütün ufku kaplayan bir nûr bana gösterildi ve daha sonra içinde bana ‘Ey
Abdülkâdir, ben senin rabbinim; senden yükümlülüğü düşürdüm. Dilersen bana
ibadet et, dilersen beni terk et.’ diye seslenen bir sûret belirdi.
Ona Defol, ey lanetli!” dedim. O nûr hemen karanlığa dönüştü ve bu
sûrette dumana dönüştü. Daha sonra lanetli bana hitap ederek ‘Ey Abdülkâdir,
rabbinin hükümlerini bilmen ve durakların (münazelât) durumunu anlaman
sayesinde, benden kurtuldun. Ben bununla tarikat ehli olan yetmiş kişiyi
saptırdım.’ dedi. Şeyh Abdülkâdir’e ‘Onun şeytan olduğunu nereden bildin?
denilmiş; o da ‘Allah’ın Peygamberi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle
bana haram kıldığını helâl kılmasıyla. Zira Allah kesinlikle peygamberlerinin
diliyle haram kıldığı bir şeyi, asla sonra gizlice helâl kılmaz.” demiştir.”
Soru: Allah, bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu haber vermiştir.
Bu kadar yakın ise O’nu görmemizi engelleyen nedir?
Cevap: O’nun görülmesini engelleyen şey, aşırı yakın olmasıdır.
Yüce Allah “Biz ona sizden daha yakınız, ancak görmüyorsunuz.”[166] buyurmuştur. Yani size olan
yakınlığımdan dolayı görmüyorsunuz. Şeyh, “Gözler O’nu idrak etmez.”[167] âyetinin tefsiri bağlamında
425. ve 221. bâbda bu konuyu uzun uzadıya anlatmıştır. Şerhu
Tercümâm’l-Eşvâk’ta ise şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ hissî idrakten
daha latîf olduğu hâlde, vehim O’nu kuşatamadığına göre, daha kesîf (yoğun)
olan göz O’nu nasıl idrak etsin?” Efendim Ali el-Havvâs (rh.a.) şöyle derdi:
“Allah’ın ‘Gözler O’nu idrak etmez.’[168]
âyeti, zâhiri açıdan sahihtir. Hak Teâlâ’yı gören kimseler, gözlerin kendisini
değil, gözler aracılığıyla görenlerdir.” düşünülsün!
Soru: Rü’yetullah’ı kabul eden ile bunu kabul etmeyenin görüşünü
telif eden bir yöntem var mıdır?
Cevap: Evet, Şeyh’in 558. bâbda dediği gibi, böyle bir yöntem vardır.
Şöyle ifade etmektedir: Bil ki rü’yetullahı kabul eden ile inkâr edip yok sayan
kimsenin görüşünü bir araya getiren yöntem, kabul edenin bunu kulun gücü
nisbetinde görmek istemesi, inkâr edenin ise azamet hicabının Zât’ın
hakikatinin görülmesine engel olduğunu murad etmesidir. Bir şeyi kuşatmayan,
onu görse bile görmemiş gibidir.” Levâkihu’l-Envârda da şöyle demiştir:
Bil ki Yüce Zât’ın üzerindeki büyüklük (kibriyâ) perdesi Müslim’in naklettiği
haberde Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Adn cennetinde,
Allah’ın yüzü (vech) üzerinde kibriyâ perdesiden başka hiçbir şey yoktur.”
hadisiyle işaret ettiği gibi, asla kalkmaz.
Perde kalkmadığına göre, rü’yet sürekli olarak sadece hicab üzerinden gerçekleşir.
Bu durumda “Hakk’ın görülmesi doğrudur.” diyenin görüşü de “Görülmesi doğru
değildir.” diyenin sözü de bu iki yoruma göre doğrudur. Allah’ın rüyada
görüleceğine dair görüşe gelince bu mebhasın başında kelâmcıların görüşlerini
size naklettik, burada da sûfîlerin görüşlerini nakledeceğiz. Allah’ın izniyle
şöyle deriz: Bil ki rüyanın sahih olmasının aslı, Taberânî ve daha başkalarının
merfû olarak naklettiği “Dün gece rüyamda rabbimi genç bir delikanlı sûretinde
gördüm. Saçı çoktu ve iki ayağında altından nalınlar vardı.” hadisidir. Hâfız
Suyûtî (rh.a), bunun sahih olduğunu söylemiştir. Şeyh Muhyiddin 381. bâbda
şöyle demiştir: “Bu hadisin anlamı ve sıhhati konusunda âlimlerin aklı
sıkıntıya girmiştir. Bazıları onu reddetmiş, bir kısmı ise sübûtunu kabul
etmiş, anlamı konusunda susmuş ve onu te’vil etmiştir. Aslında durum te’vile
muhtaç değildir; çünkü Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu rü’yeti
uykudan ibaret olan hayal âleminde görmüştür. Hayalin özelliklerinden biri de
uyuyanın mahsus sûretlerdeki mânaları soyutlanmış, cesetlenme özelliği
bulunmayan şeyleri cesetlenmiş olarak görmesidir. Çünkü o mertebe bunu verir.
Dolayısıyla hayalden daha geniş bir şey yoktur.
Şöyle demiştir: “O mertebede aynı şekilde muhâl olan varlık da zuhûr eder
ve hiçbir şekilde sûret kabul etmeyen Vâcibü’l-vücûdu orada görürsün; rüya
tabircisi, sana ‘Gördüğün sahihtir ancak te’vili şöyle şöyledir.’ der. Bu
mertebede muhâlden önce varlık (vücûd) vardır. Hayal mahlûk olduğu hâlde, bu
kuvvet ile mânaların cesede bürünmesi ve kendi nefsiyle kaim olmaması gibi
işlerde yönetme kuvvetini kendisinde gördüğüne göre, bu nasıl Hâlık iledir ve
bazıları, nasıl kendisinde, hayalin muhâli yaratma gücünü müşâhede ettiği hâlde
‘Allah, muhâli yaratmaya kadir değildir.” der?’ Şeyh bu konuyu 198. bâbda uzun
uzadıya anlatmış, sonra şöyle demiştir: “Şayet hayalin bir cismi iki mekânda
göstermesi söz konusu olmasaydı, insan evinde yattığı hâlde, rüyasında cisminin
bizzat kendisini başka bir şehirde ve evindeki hâlinden farklı bir hâlde
görürdü. Oysa varlığı olduğu gibi idrak edenler için o, başkası değil, bizzat
kendisidir. Şayet böyle olmasaydı, akıl sahipleri, muhalin varsayıma kâdir
olamazlardı. Çünkü kendisinde bir sûret yoksa onun varsayılmasına kâdir
olunamaz.” Şöyle demiştir: Allah yolunda savaşırken öldürülen şehit de bu
kâbildendir. O, Allah katında diri, rızıklanmakta ve yemektedir. Tirmizî,
“Kabzateyn hadisi”nde merfû olarak “Yüce Allah celaline yaraşır bir şekilde kabzasını
açtığı zaman, Âdem ve zürriyeti içindeydi.” şeklinde nakletmiştir. Bu kıssada
Âdem, kabzadadır ve onun kendisi/aynı da onun dışındadır. Ey, zıtların bir
araya gelmesini muhâl gören kimse bu hadise ne dersin?” Bu konuyu uzatmıştır ve
bunlar onun sözleridir. Bunu değerlendir ve araştır, Allah sana hidâyet versin.
Soru: O hâlde bir yerde bulunan (vatandaş), orada zuhûr eden
herşeye bizzat hükmeder. Bir yere uğrayan kimse, hayalin Allah’ı bir sûrette
göstermek sûretiyle sahibine hükmettiği gibi oranın durumuna uyarlanır.”
Cevap: Şeyh’in 474. bâbda dediği gibi “Evet, o böyledir. Bunun
açık delili, Allah’ın rüyada görülmesini sorman kapsamında söylediklerimdir.
Orası bir sûrette hayalin yurdudur. Yurdun hükmü, Allah’ın münezzeh olduğu bir
konuda O’nun hakkında sana hükmetmesidir. O’nu ancak bu şekilde görebilirsin.
Başka şekilde nasıl olsun? Hayal mertebesinden akıl yürütme mertebesine çıktığın
zaman, Allah’ı sadece hayal âleminde idrak ettiğin sûretten münezzeh olarak
idrak edersin. Hüküm, orada bulunanlar (ilgili mertebede
bulunanlar/vatandaşlar) için olunca Hak Teâlâ’yı gördüğün zaman, aslında O’nu
görmediğini bilirsin. Bu hüküm, oradaki kimse için Allah’ın sana ebedî olarak
meçhul olması durumuyla sabit kalmaya devam eder. O’nu ihata etmek senin için
asla hâsıl olmaz. Senin varacağın en son nokta, O’nun mertebelerinin birliği
(tevhid) noktasıdır, başkası/ötesi değil. O’nun Yüce zâtı hakkındaki ilmine
gelince, bu, imkânsızdır. Zira sen bulunduğun yerde (mertebede) bu mertebenin
senin için verdiği hükümden soyutlanamazsın. Allah’ın kendisini bildiği gibi,
O’nu asla bilemezsin. O’nun hakkındaki bilgin, bulunduğun yerde, başka bir yere
doğru sana açılan menfez nisbetindedir. O’nunla ilgili bildiklerin son bulur,
O’nun kendi nefsiyle ilgili bildikleri ise ne değişir ne de değişime uğrar.
Soru: İnsanın rüyada gördüğü bu mesâbede olduğuna göre, hiç kimse
için rüyasında gördüğünün kesin olarak sahih olması söz konusu değildir.
Cevap: Evet, Şeyh’in Levâkihul-Envârda zikrettiği gibi bu,
böyledir: “Çünkü hayâl dairesi geniştir. Orada ve onda zuhûr eden her şey te’vile
açıktır. Gören onu, bunun dışındaki başka bir bilgiye dayandırmadığı müddetçe
asla kesinlik ifade etmez. Çünkü hayalin kendiliğinden bir hakikati söz konusu
değildir. Zira bu, iki hakikat arasındaki berzahî bir durumdur. Bu ikisi, soyut
(mücerred) mânalar ile hissedilenlerdir (mahsûsât). Bu nedenle orada hata
olur.” Şöyle demiştir: “Cebrâil ipekten bir kumaş/parça içerisinde Aişe’nin
resmini kendisine getirip “Bu senin eşindir.” dediği zaman, Hz. Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ona dediğine bak! Ona nasıl şöyle demiştir: Şayet bu, Allah
katından ise Cebrâil bunu ister duyularla bilinen vahiy yöntemiyle ister
kesinlik gerektiren mânalar yöntemiyle getirmiş olsun Allah, onu
gerçekleştirecektir/tutacaktır. Bunun gibi cevap vermesi mümkün olmamıştır.
Zira naslar te’vil edilemez, onlarda hata ve tereddüt de bulunmaz.
Soru: Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ölünceye kadar
rabbinizi göremezsiniz.” hadisine rağmen, rü’yetullahın rüyada
gerçekleşmesinin sebebi nedir?
Cevap: Şeyh’in 335. bâbda dediği gibi, rü’yetullahın rüyada
gerçekleşmesinin sebebi, uykunun ölümün kardeşi olmasıdır. Buna göre hadisin
anlamı “O’nu ölüm anında değil, ölümden sonra göreceksiniz.” şeklinde olur.
Şârîin nefyettiği, rü’yetullahın dünyada uyanıkken istisnaların dışında
gerçekleşmesidir. İnsanların dünyada rablerini görmekten âciz olmalarının sebebi,
bu dünya hayatının Allah’ın kuvvetle destekledikleri kimselerin dışında, ahiret
hayatı gibi kuvvetli olmamasıdır.
Soru: Âlemde uykunun mahalli nedir?
Cevap: Uykunun mahalli, ay altı alemindekiler içindir; ay üstü
âlemde olanlar için uyku söz konusu değildir. Âhiretteki mahalli ise sabit
gezegenlerin yörüngesinin altındadır. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Buradan
bazıları meleklerin rablerini görmesini inkâr etmiştir.” Yine “Melekler
ölmeksizin bâkî kalmak üzere yaratılmış olduklarından, ölüm ve uyku onlar için
söz konusu olmadığı için ne dünyada ne de âhirette rablerini görürler.” Şeyh el-Fütûhât’ın
99. bâbında rüya üzerine uzun açıklamalarda bulunmuştur. el-Fütûhât’vn
başka bir yerinde ise Cebrâil’in rabbini bu dünyada değil, sadece âhirette
göreceğini zikretmiştir; değerlendir ve araştır!”
Soru: Ölüm ile uyku arasında ne fark vardır?
Cevap: Şeyh’in 317. bâbda dediği gibi, ölüm ruhun tam olarak cismi
yönetmeyi bırakması ve güneşin batmasıyla gecenin girmesi gibi, bununla bütün
yeteneklerin yok olmasıdır. Uyku ise cismi tamamen bırakma değil; uyuyanın
hayatta olması kaydıyla, yeteneklerle hissî idrakler arasında gidip gelen buhar
perdeleridir. Bunun (uyku) durumu, kendisiyle yeryüzündeki özel yeri arasına
bulut giren güneş gibidir. Oysa her ne kadar güneşle yer arasında biriken
bulutlardan dolayı güneşi idrak gerçekleşmiyorsa da ışık, hayat gibi mevcuttur.
Soru: Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) abdestinin
uykuda bozulmamasının sebebi nedir?
Cevap: Şeyh’in 381. bâbda dediği gibi, bunun sebebi Hz.
Peygamber’in kalbindeki hayatın şiddetidir. Hayal âlemine intikal ettiği zaman,
hiçbir hâli değişmemekte, aksine uyanık hâlindeki süratle, onun sûretini
görmektedir. Dolayısıyla uyumamış ve abdestini bozmamış gibidir. Aynı şekilde
fizikî bedeninde de abdestini bozacak herhangi bir durum meydana
gelmemektedir. Bu bağlamda bazıları “Uyku hadesin kendisi değil, sebebidir.”
demişlerdir.
Soru: İnsanlar arasında rüyası en sadık olanı kimdir?
Cevap: En sadık olanı, içinde bulunduğu hayal mertebesinde gördüğü
şeyin kendisine tecellî edildiği kimsedir. Bu, rüyası ebedî olarak tasdik edilen
kimsedir.
Soru: O hâlde bütün rüyalar sadık mıdır?
Cevap: Evet, bütün rüyalar şüphesiz bir şekilde sadıktır ve hata
etmez. “Rüya hata ettirir, nasıl hata olur?” denilirse bu, rüyayı yorumlayanın,
ilgili sûretten neyin kastedildiğini bilmediği için hata etmesiyledir. Hz.
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebûbekir es-Sıddîk’a (rh.a) rüya
tabir ederken, bazen “İsabet ettin.”, bazen de “Hata ettin.” demesini görmez
misin? Ona “Hayalin bozuktur.” dememiştir. Çünkü o, hakkı görmüş, ancak
te’vilde hata etmiştir. Şeyh el-Fütûhât’ın 63. bâbında bunu uzunca
anlatmıştır. Oraya bakabilirsin.
Soru: Rüya hadisinde “Rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır.”
denilerek işaret edilen rüya ile hulm arasındaki fark nedir?
Cevap: Şeyh’in 558. bâbda, el-Halîm” ismi bağlamında dediği gibi,
rüya bizzat kendisi olduğu gibi görülendir; hulum ise durumun olduğundan
farklı bir şekilde görülmesidir. Bozuk olduğu zaman “Gencin düşü” denilir. Uyku
da bu şekilde mânayı sûretinden alarak bozar. Çünkü hissedilmediği hâlde, onu
hisse katmıştır. Muhtelim (düş gören), gördüğünü ârif olan kimseye haber
verdiği zaman, bu sûreti, kendisiyle zuhûr ettiği mânaya nakletmek sûretiyle
tabir edip aslına döndürür. Hulm, bilgiyi bozar, süt olmadığı hâlde onu süt
şeklinde izhâr eder. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu te’vil
ederek ilim olan aslına döndürür ve onu, bu sûretten soyutlar. Muhammed b.
Sîrin’e (ra) bir adam gelmiş ve “Rüyada yağı zeytine iade ettiğimi görüyorum.”
demiştir. Bu adama “Annen [nikahının] altındadır.” demiş, adam da araştırmış ve
haberi olmadığı hâlde annesinin nikahının altında olduğunu ve onunla
evlendiğini öğrenmiştir. Adamın annesini nikâh etmesiyle yağın zeytine iade
etmesi arasında ne alâka var? Düşün. Özetle, durumu olduğu gibi gören herkes,
düş değil, keşif sahibidir. Bunun uykuda veya uyanıkken olması arasında da
fark yoktur.
Soru: “Müminin hiçbir şey yapmamış olan uğursuz[169] bir adamı görmesi,
gerçekleştiğinde uğursuzluk da gerçekleşir.” hadisinin anlamı nedir?
Cevap: Şeyh’in 188. bâbda dediği, Yüce Allah, ruh isminde bir
meleği rüyaya vekil kılmıştır. Bu, dünya semasının altındadır ve elinde
uyuyanın kendisini ve başkasını idrak ettiği cesetlerin sûretleri ile kâinatta
bu sûretlerden meydana gelen sûretler vardır. İnsan uyuduğu zaman, insanî lâtife,
bütün yetenekleriyle duyular mertebesinden mahalli beynin başlangıcı olan
bitişen (muttasıl) hayal mertebesine intikâl eder. Söz konusu vekil kılınan
ruh, Yüce Allah’ın ilgili uyuyanın idrak etmesini istediği cesetlenmiş mânaları
ve başka şeyleri, ilâhi izinden bu ayrı (munfasıl) hayalleri aktarır. Ta ki Hak
Teâlâ’yı daha önce geçtiği gibi bir sûret şeklinde görür. O hâlde hiç kimse
rüyayı, onu hayalinde tasavvur etmeden önce tâbir edemez ki [böylece] bu sûret,
nefsin konuşması veya şeytanın üzmesi bulunan mahallinden tâbir edenin
hayaline intikal eder.
Soru: Hadiste anılan uçandan (et-tâir) kastedilen nedir?
Cevap: Uçan (et-tâir), paydır. Yüce Allah “Uğursuzluğunuz
(tâirukum) sizinledir.”[170] buyurmuştur. Yani hayır ve
şerden payınız, nasibiniz sizinledir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah, birisine
görünmek istediğinde, sahibine rüyasının gerektirdiği gibi hayır ve şerden bir
pay gösterir. Yüce Allah, bu payı bir uçan (kuş) şeklinde tasvir eder. Allah’ın
amellerden melekî, ruhanî, bedenî ve berzahî sûretler yaratması gibi, bu da
aslında kuş sûretindeki bir melektir. Yüce Allah bunu bir kuş sûretinde
kılmıştır: “Anlayışı uçtu” denilir. Rüya gerçekleştiğinde Yüce Allah, bu kuşun
ayaklarına bağlamıştır, o gerçekte ise bizzat kuştur (paydır). Tabir
edildiğinde, tabir edilen şey için düşer ve düştüğü zaman da kuş yok olur.
Çünkü o, rüyanın bizzat kendisidir. Bunun düşmesinden dolayı yok olur ve bu
rüyanın üzerinde çıktığı duruma göre duyulur âlemde tasavvur edilir ve böylece
başka bir şeye değil, sadece rüyanın sûreti, hâli kendisine dönüşür. Bu hâl ya
araz ya cevher ya da velâyet veya başka bir şeyin nisbetidir ve bu rüyanın sûretinin
kendisidir. Bu kuş, Âdem’in topraktan yaratılması gibi, ondan yaratılmıştır;
biz ise “Bayağı bir sudan”[171] yaratıldık.
Soru: Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyanın
nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüz olduğunu kaydettiği hadiste kırk altı
sayısını belirlemesi niçindir?
Cevap: Bunun sebebi, peygamberliğinin 23 yıl sürmesi ve bundan
önce 6 ay boyunca rüya şeklinde gerçekleşmiş olması nedeniyle, bu altı ay
peygamberliğin 46 cüzünden bir cüz olarak sayılmıştır. Burada cüzden
kastedilen, yarımdır. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sabahları
ashabına, rüya, vahyin başlangıcı olması hasebiyle peygamberliğin cüzlerinden
olduğu için, rüya görenin olup olmadığını sorardı. Böylelikle ümmetinde de
nübüvveti müşâhede etmeyi severdi. Oysa Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) özen gösterdiği, kastettiği ve her gün sorduğu bu mâna konusunda
insanlar, derin bir cahillik içindedirler. Aksine bazıları, rüyaya itimat
ettiği zaman, rüyayı görenle alay etmektedir. Bu, onun makamını bilmemektir.
Şeyh 363. bâbda bu konu üzerinde uzunca durmuş ve rüya ile mübeşşirat
arasındaki farkı zikretmiştir. Oraya müracaat et. En doğrusunu Allah bilir.
Netice:
Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyada görme meselesi
Bil ki bu konunun aslı, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu
mebhasın baş taraflarında geçen ve en hayırlı rüyanın kulun rabbini ya da
peygamberini görmesi olduğuna dair hadisi ile “Beni rüyada gören, gerçekten
görmüştür. Zira Şeytan benim kılığıma girmez.” şeklindeki hadisidir. Hak
Teâlâdan sonra, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha büyük bir
şey yoktur; dolayısıyla onun rüyada görülmesiyle ilgili sözlerimize dikkat
etmemiz vâciptir. Bunu anladıysan Allah’ın izniyle şöyle derim: Şeytan onun (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kılığına girmez. Zira onun doğduğu anda şeytan ve ordusunun
geldiği, Mekke’ye girdikleri ve ondan göğe doğru ışıyan şuâları olan bir nur
buldukları ve şeytan bu nura her yaklaştığında onu yaktığı nakledilmiştir. O
günden beri, şeytanların tamamı onun sûretinden korkmakta ve ondan (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kaçmaktadırlar. Bu korkudan dolayı, hadiste, ^l^î fiilindeki
mim harfini fethayla okumak sûretiyle belirtildiği gibi onun şeytanı müslüman
olmuştur. Bazıları fiili merfû okumuştur; bu, şeytanın onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) kılığına girememesinin sebebidir.
Soru: Yüce Allah, şeytanların Hak Teâlâ olduklarını iddia ederek
tasavvur edilmelerini engellemediği hâlde, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) sûretini nasıl onlardan korumuştur?
Cevap: Şeyh’in 540. bâbda dediği gibi şeytanlar, Allah’ın
akledilecek hiçbir sûreti olmadığı hâlde, Allah’ın sûreti olduğunu iddia
ettikleri bir sûreti tasavvur etmelerini sağlayarak bazı ahmakların aklını
karıştırmıştır. Bu nedenle şeytan, uykuda bir topluluğa gelerek onlara
“Şüphesiz, ben Allah’ım.” der ve onlardan Allah’ın kendilerini hidâyete
erdirdiği bir kısmı onu kovulmuş bir şekilde reddeder. Onlardan Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aksine sapıklığı kesinleşen bir
kısım ise onu kabul eder. Kuşkusuz onun sahih hadislerde anlatıldığı gibi
sıfatları sabit olan ma‘kul bir sûreti vardır. İblis, ondan başka bir sûrette
geldiğinde onu reddetmiştir. Buna göre Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) görüldüğü sahih rüyaların şartlarından birinin onu gerçek hayatında
olduğu gibi, ön dişi kırık olarak görmek olduğunu söylemişlerdir. Önceki
hadisteki “Beni gerçekten görmüştür.” hadisinin anlamı, “Beni, cismim, ruhum ve
sûretimin hakikatini birlikte görmüştür.” şeklindedir. Bu, hadislerde
belirtildiği gibi, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cesetlerinin
çürümemesi, sûretlerinin değişmemesi ve kabirlerinde namaz kılmaları
dolayısıyladır.
Soru: Hz. Peygamber Medine’de olduğu ve gören kişi ile kendisi
arasında uzun mesafeler olduğu hâlde onu nasıl görür?
Cevap: Uykuda görmenin hükmü, baştaki gözün görmesinin hükmü gibi
değildir ki huzur vâcip olsun. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
görülmesi, görenin kalbinde bulunan gözle olduğu için bu, görülenin orada
bulunması anlamına gelmez. Aksine rüyada meşrikten mağribe, yerin
derinliklerinden arşa kadar görebilir. Bu, bir sûretin aynı hizadaki aynada
görülmesi gibidir. Oysa gerçekte sûret aynaya intikal etmemiştir. Bâtın
gözünün, karşısında bulunan ulvî ve süflî varlıkları resmeden ayna gibi olduğu
bilinmektedir.
Soru: Büyük bir topluluk aynı anda ve bir kısmının ihtiyar, diğer
kısmının ise genç; başkasının gülen, diğerlerinin ağlayan; bir kısmının uzun,
diğerlerinin kısa olarak onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) farklı şekillerde
görmesinin hükmü nedir?
Cevap: Söz konusu farklılıkların tamamı görülene değil, görene
bağlıdır. Bunun örneği şekil ve ölçüleri farklı olan aynalardır. Bir insanın
yüzüne karşılık geldiklerinde yüzü, büyük aynada büyük, küçük aynada küçük,
eğik olanda eğik, uzun olanda uzun ve çukur olanda çukur görünür. Buradaki
farklılıkların hiçbiri görülenin şekline bağlı değil, aksine tamamı bakanın
durumuna bağlıdır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
rüyada görenlerin durumu ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nisbetle farklıdır.
Bu, onların onun şeriatına bağlılıkları ve aykırılıkları ölçüsündedir.
Dolayısıyla Hz. Peygamberde (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görülen bütün
eksikliklerin, görene bağlı olduğu bilinmiş oldu. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî
(rh.a) şöyle demiştir: Ahmaklardan bir topluluğun, Resûlullah’ı (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) farklı şekillerde görme konusunda zikrettiğimiz gibi, ayna ve
benzerlerini örnek getirmeyi küçümsediklerini görüyorum. Bu, onların cahilliklerindendir.
Onlar, Allah sinek ve örümceği örnek getirdiği zaman, kâfirlerin
söylediklerinin benzerini yapmaktadırlar. Oysa Yüce Allah, bunun üzerine “Allah
sivrisinek veya daha ötesini örnek getirmekten çekinmez.”363 meâlindeki
âyetini indirmiştir. Yani Allah, küçüklük ve hakirliği daha iyi bilir. Örnek
vermek, mânanın anlaşılması için en önemli yöntemdir. “Örnekler kalbin
gözleridir.” demişlerdir. Yani baş gözü cisimlerin sûretlerini aynada gördüğü
gibi, kalp gözü de mânaların sûretlerini örneklerde görür.
Yüce Allah Bunlar, insanlar için verdiğimiz örneklerdir. Ancak sadece
âlimler bunları aklederler.”364 buyurmuştur. Gökten nâzil olan
kitapların çoğunluğu örneklerden oluşmaktadır. Böylece Resûlullah’ı (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) söz konusu farklı sûret ve şekillerde gören kimsenin onu
gerçekte gördüğü bilinmiş oldu. Söz konusu sûretlerin tamamı, onun için hayalî
örneklerdir. Bunların vasıtasıyla görülen, Hz. Peygamberdir (salla'llâhü
aleyhi ve sellem). Bu, insanın “Yüzümü suda gördüm.” demesi gibidir. Oysa onun
görmesi için yüzünün suya intikal etmediği kesin olarak bilinmektedir. Bunun
anlamı “Yüzümün hakikatini, onun sudaki misaliyle gördüm.” şeklindedir.
Dolayısıyla misal, bir vasıtadan ibarettir. Çünkü bunun zâtı tarafından görülmesi
için, bir hakikati söz konusu değildir. Bu, Allah’ın onun vasıtasıyla yüzünü
sana gösterdiği bir görünüştür. Bu, O’nun öğrenilmesini anlayışlara bıraktığı
kudretinin acayiplikleri kapsamındadır. “Arkadaşımın yüzünü gözlerimle gördüm.”
demenle “Arkadaşımın yüzünü suda gördüm.” demen arasında hiçbir fark yoktur.
Zira her iki durumda da görülen tektir. Ancak Yüce Allah, su ya da ayna gibi
cilalı bir şeye bakarak bu cilalı şeyde yüzünü gören kimsenin söz konusu cilalı
şeyde gördüğünün yüzünün misali olduğunu sanması şeklindeki âdetini icra
etmiştir. Oysa bu, bâtıl bir hayaldir. Zira cilalı madde bu hâlde özel
rengiyledir ve iki renk bir anda bir tek mahalde bulunmaz. Bu nedenle rüyasında
Hz. Peygamber’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gören, onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) mutlak olarak “Beni gerçekten görmüştür.” dediği gibi, onu ruhuyla
ve cesediyle gerçekten görmüştür. Bu, onun Cebrâil’i (aleyhisselâm)
Dıhyetü’l-Kelbî kılığında gördüğünde onun misalini değil, bizzat kendisini
görmüş olması gibidir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) şöyle demiştir: Gazzâlî
(rh.a) şöyle derdi: “Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gören kimse,
onun Medine’deki Ravza’ya konulan gerçek şahsını görmemiştir. Onun şahsını
değil, misalini görmüştür.” Şöyle demiştir: “Aynı şekilde Gazzâlî’nin ‘Uyuyanın
gördüğü misal, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şekil ve sûretten uzak olan
ruhunun misalidir. Allah’ın rüyada görülmesi de buna benzer.’ dediği bize
ulaştı. Bununla ne kastettiğini bilmiyorum. Allah ona rahmet eylesin.”
Soru: Şu anda uyanıkken Peygamber’i gördüğünü iddia eden kimse
tasdik edilir mi?
Cevap: Evet, tasdik edilir. Şeyh Sâlih Atiyye el-Ebnâsî, İmâm
Şâfîî’nin (ra) türbesinde ikamet eden Şeyh Sâlih Kâsım el-Mağribî ve Şafiî olan
Kâdı Zekeriyyâ, Şeyh Celâleddin es-Suyûtî’nin (rh.a) şöyle dediğini
işittiklerini bana haber verdiler: Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
yetmiş küsur defa uyanıkken gördüm. Bir defasında kendisine “Ya Resulallah, ben
cennetlik miyim?” dedim. O da “Evet” dedi. “Hiçbir azap görmeden mi?” dedim;
“Seninki böyledir.” dedi. Şeyh Atiyye şöyle dedi: “Bir defasında Şeyh
Celâleddin es-Suyûtî’den, benim zarûrî bir işimden dolayı Sultan el-Gavrî ile
bir araya gelmesini istedim. Bana ‘Ya Atiyye, ben uyanık bir hâlde Peygamberle
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir araya geliyorum. Şayet el-Gavrî ile bir
araya gelirsem, bunun bana perdelenmesinden korkarım.’ dedi. Daha sonra
‘Sahabeden olan falan kimseye melekler selam veriyorlardı. Bir zaruretten
dolayı cesedi dağlandı, meleklerin dağlanma yoluyla gerçekleşen bu
cezalandırmadan sonra ne yaptıkları görülmedi.’ dedi.” Adı geçen Şeyh Kâsım
şöyle demiştir: “Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) uyanıkken
görülmesi daha çok kalp iledir, bu daha sonra gözle görülmeye yükselir.” Şöyle
demiştir: “Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görülmesi,
insanların birbirlerini görmesi gibi değildir. Bu, hayalî bir birliktelik,
berzâhî bir hâl ve sadece yaşayanların idrak edebileceği vicdânî bir durumdur.”
Daha önce zikredilen Celâleddin [es-Suyûtî], Tenvîrul-Helek fi İmkâni
Rüyetin-Nebîyyi ve’l-Melek ismini verdiği bir eser telif etmiş ve bu
kitapta sahabe, veli ve âlimlerden uyanıkken Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ve meleklerle görüşenleri zikretmiştir. Burada söz konusu âdil ve sikâ
olan ve bu konuda itham edilmeyen üç şeyhin kendisi hakkında ifade ettikleri
söz konusu husustan asla bahsetmemiştir. Dolayısıyla “Resûlullah’ı (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) uyanıkken gördüm.” diyen kimse mutlak olarak tasdik edilir.
Şeyh Muhammed el-Mağrîbî (rh.a) şöyle derdi: “Kul ile Resûlullah’ı (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) uyanıkken görme makamı arasında (iki yüz kırk yedi bin dokuz
yüz doksan dokuz) makam vardır. Sâlik için uyanıkken rü’yet makamının mümkün
olması için bunların tamamını aşması gerekir.” Yine o (ra) şöyle derdi:
“Resûlullah’ı, sahabenin gördüğü gibi gördüğünü iddia eden kimse yalancıdır.
Şayet kalbinin uyanık olduğu bir hâlde kalbiyle gördüğünü iddia ederse bu
engellenmez. Zira kalbini kötü ve yerilen şeylerden arındırarak kabiliyetleri
kemâle eren kimse, birincisinin aksine Allah tarafından sevilir. Allah bir kulu
sevdiği zaman, uykusunda kalbinin nûraniyyeti, uyanıkmış gibi artar.” Daha
sonra şöyle demiştir: Bu durumda geliş ve yolculuk külfetine girmediği ve
saygın olduğu için, berzahtan gören kimse, kendisinin mekânına gelmeden ve
şerefli olan zâtı buraya intikal etmeden, sadece karartılar şeklinde
şekillenen ruhuyla görmüştür. Doğru ve açık olan budur.” Böylece uyanıkken
gördüğünü söyleyen kimsenin muradının, bu görmesinin cismanî duyularla değil,
kalbin uyanıklığıyla gördüğü anlaşılmış oldu.
Soru: Görenin bu sûretten dinledikleriyle amel etmesi gerekir mi?
Cevap: Hiç kimsenin burada ismet söz konusu olmadığı ve açıkça belirtilen
naslara aykırılık durumunda açık olan şeriate halel gelmesi korkusuyla böyle
bir şeyle amel etmesi gerekmez.
Soru: Peygamberlerin (aleyhisselâm) gördüğü şeyin hükmü nedir?
Cevap: Peygamberler (aleyhisselâm), rüyada gördükleriyle amel
edebilir. Bu, peygamberlerin haktan başka bir şey görmemeleri nedeniyledir.
Rüyada gördüklerinin hükmü uyanıkken gördüklerinin hükmü gibidir. Bunu “Gözlerim
uyur ancak kalbim uyumaz.” hadisi de destekler. Peygamberlerin de bu şekilde
misal âleminde gördükleri haktır. Çünkü bunlar semâvî hükümrânlık (melekût) aracılığıyla,
Hakk’ın ilim hazinelerindendir. Bunda ne hata ne de te’vil mümkündür.
Soru: Kalplerinin nûru yukarı yöne doğru yansıdığına göre,
herhangi bir te’vile ihtiyaç var mıdır?
Cevap: Bunun gibileri, Yûsuf kıssasında Yûsuf’un on bir yıldız
görmesi gibi, te’vile ihtiyaç duyar. Bu nedenle Yûsuf “Bu, daha önceki rüyamın
te’vilidir; rabbim bunu gerçekleştirdi.”365 buyurmuştur. En
doğrusunu Allah bilir.
Cinlerin Varlığının İspatı ve Onlara İman
Etmenin Vâcip
Bu, selefiyle halefiyle Ehl-i sünnet’in icmâı ve Kur’ân ile bütün nâzil
olan kitapların bunu ifade etmiş olması nedeniyledir. Buna göre cinler konuşan,
yiyen, evlenen ve cinsel ilişkiye giren varlıklardandır. Şeyh Ebû Tâhir
el-Kazvînî şöyle demiştir: “Onların var olduğunun delillerinden biri de
insanların genelinin onların gizli izlerini hayal etmeleridir.” Şöyle demiştir:
“Mutezile cinleri kökten inkâr etmiş, cinlerin insanların dâhileri ve şeytanlar
olduğunu iddia etmiştir. Bunlar insanların azgın olanları ve şerlilerinden
ibarettir. Onlar, bu şekilde onların varlığına ve sıfatlarına delâlet eden
Kur’ân naslarını reddetmişlerdir.
Soru: Yaratılmışların tamamının asılları kaçtır?
Cevap: Mâverdî’nin (ö. 450/1058) dediği gibi, yaratılmışların kökleri
su, toprak, hava ve ateş olmak üzere dörttür. Su ve toprak insanlar için açık,
hava ve ateş ise gizlidir. Ateşin ışık, alev ve dumanı ihtiva eden [şey] olduğu
bilinmektedir. Işık, salt aydınlık; duman, salt karanlık; alev, orta ateş ve
salt şerdir. Yüce Allah, cinlerin atasını (el-Cânn), dumansız ateşten
yaratmıştır. Cinlerin meleklere nisbetle nûrâni, şeytanlara nisbetle de
karanlık ve dumansal bir tabiatları vardır. Bu nedenle onların arasında
itâatkâr ve âsi, mümin ve kâfir olanlar bulunur. Yüce Allah “Cinleri de daha önce
dumansız ateşten yaratmıştık.”366 buyurmuştur. Bunun güneşin ateşi
olduğu söylenmiştir. Yıldırımların ateşi olduğu da söylenmiştir. İblis’e
gelince onun meleklerden mi cinlerden mi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir.
Bir topluluk, yeryüzünde büyüklük taslayan cinlerden olduğunu söylemiştir.
Meleklerin bunlarla savaşmasından sonra İblis semada esir alınmış ve
meleklerin hükmüne tâbi olmuştur. Zira bir kavmin kölesi de onlardan kabul
edilir; ancak neseb itibariyle cinlerdendir. Her iki görüş de bunu tasdik eder.
Onun fiil itibariyle cinlerden, tür olarak ise meleklerden olduğu, fiiline
itibarla kâfir olduğu söylenmiştir.
Mâverdî şöyle demiştir: Daha sonra Yüce Allah, denizlerin ve karaların insan,
hayvan, canavar, kuş ve haşeratlardan oluşan sakinlerini toprak ve sudan
yaratmıştır. Balina, kurbağa ve diğer su bitkilerini de yaratmış ve bunlar
dört asıldan, asılları birden fazla olduğu için iki cins veya daha fazlasını
oluşturmuşlardır. Bunlardan meleklerle cinler ve asılları aşağıda olduğu için
kara ve denizlerdeki iki cinstir.” Mâverdî bunların tamamını en-Nübüvvet isimli
eserinde zikretmiş, sonra da özür dileyerek “Bu ibâreleri, inkâr edenlerin
lafızlarından naklettim, zira hasmın diliyle delil getirmek onlar indinde daha
kuvvetlidir ve onları hüccet getirmeye zorlar.” demiştir.
Şeyh Ebû Tâhir (rh.a.) şöyle demiştir: “Bil ki bu cinslerden her birinin,
Allah’ın kudretiyle yaratılışı tamamlandığında, aslî sûretinin gitmesi ve aslına
benzemeyen yeni bir şekil alması gerekir. İnsan; su, balçık ve toprağın
sûretinin nasıl değiştiği ve et, kemik ve deri gibi şeylere dönüştüğü, daha
sonra şimdiki bilinen ve görülen özel sûrete dönüştüğü üzerinde düşündü.
Yırtıcı ve kuşlar gibi diğer hayvanlar ve onların şekilleri hakkındaki görüş de
bu şekilde farklı ve biri diğerine benzemeyecek bir şekildedir. Melek, cin ve
şeytanların sıfatları da böyledir. Havanın sûreti onların görünen cesetlerinden
gitmiş, Allah onlara latîf bir şekil vermiştir. Bu nedenle onlar, ruhanîler
şeklinde isimlendirilmişlerdir. Ayrıca bu nûrlar, zâtlarına layık bir şekilde
şeklen ve sûreten latîftir ve yeryüzüne ait canlıların şekilleri gibi, bir
kısmı diğerinden ayırt edilebilir. Ancak bunu sadece Yüce Allah bilir.
“Allah’ın ordularını kendisinden başka kimse bilmez.”367 Bu sûretler
ihtilâf ve türlerinde gereklidir ancak onlar, hava ve rüzgârlar gibi son derece
latîf oldukları için, bizim gözlerimizden engellenmiştir. Bazen tasavvur edilen
sûretler gibi arz edilebilir ki peygamberler ve veliler vasıtalarıyla onları görür.
Daha sonra bu durum ortadan kalkar ve bu onlar için bizim elbiselerimizin
farklı olması mesabesindedir. Bunun sebebi onların cisimlerinde incelik ve
letâfetin galip olmasıdır. Sanki hava ile karışmış gibidir ve hava kendisi
değil de görenin farklı şekilde görebileceği şekildedir. Bazen gökte
resmedilmiş bir gökkuşağı şeklinde ortaya çıkar ve bakanlar onu yeşil, kırmızı
ve sarı gibi görür. Bu Abdullah b. Abbâs’ın Cebrâil’in sûretini Hz. Peygamberle
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte görmesi, babası Abbâs’ın ise onu
görmemesi gibidir. Oysa mescidde onunla birlikteydi. Bunu Hz. Peygambere (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) haber vermiş, o da “Ona gelince o, a‘mâ olacak ve Allah onu
dinde fakih kılcak, ona te’vili öğretecektir.” buyurmuştur.
Allah, bizi dilediğimiz elbise ile ortaya çıkmaya muktedir kıldığı gibi,
cinleri de diledikleri şekilde ortaya çıkmaya muktedir kılmıştır.” demiştir.
Elbiselerin şekli emrimizde olduğu gibi, sûretlerin şekli de onların emrindedir.
Ancak bizim elbiselerimiz pamuk ve ipek ipliğinden, onların elbiseleri ise
hava ve ışıklardandır. Herkes, şâkilesine[172]
(tipine) göre amel eder. Şöyle demiştir: “Melek ve cinnînin cisimleri havadan
daha ince olunca, yani değişim açısından daha süratli olunca, cisimleri
gözlerimizde daha da ince oldu. Ancak Yüce Allah bir melek veya cinnîyi bize
göstermek istediği zaman, havayı yoğunlaştırır ve onlara da hava elbisesini
giyerek diledikleri sûret ve şekle girme kudreti verir. İnsanlar, onları Yüce
Allah’ın “Onu bir melek kılsaydık bile onu adam kılar ve onların giydiklerinden
giydirirdik.”[173] buyurması gibi, bu sûrette
görürler. Gerçekte melek adam olmaz, ancak yoğun hava vasıtasıyla adam şekline
girer. Çünkü hava yoğunlaştığı zaman, serap gibi onu görmek de mümkün olur.
Soru: Allah’ın “Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden
sizi görürler.”[174] âyetinin anlamı nedir?
Cevap: Bunun anlamı -en doğrusunu Allah bilir“Allah’ın onları
yarattığı sûret üzere onları göremezsiniz.” şeklindedir. Ancak köpek ve kedi
gibi sûretlere bürünmeleri hâlinde görülmelerine gelince bunun için herhangi
bir engel yoktur, hatta bu çok defa gerçekleşmiştir.
Şöyle derim: Onlardan bir şahsın tevhid hakkında yetmiş küsur soruyla
geldiği ve bunların cevabını benden talep ettiği gerçekleşmiştir. Bu şahıs,
kirden arı, çöl köpeği gibi sarı bir köpekti, vakit geceydi ve teşrifatçı bunu
gerçek köpek zannederek bütün mescidi su ve toprakla yıkadı. Bunları cevapladım
ve Keşfül-Hicâbi ver-Rân an Vechi Es’ileti’l-Cân adını verdim. Güzel bir
cilttir.
Soru: Dünyada olduğu gibi, cennette de bizden gizlenecekler mi?
Cevap: Hayır, aksine orada hüküm tersine döner. Biz onları
göreceğiz, onların havassının dışındakiler ise bizi görmeyeceklerdir. Bizim
havassımızın burada onları gördüğü gibi, onların havassı da bizi orada
göreceklerdir.
Soru: Onların sesleri, büründükleri şekle göre değişecek mi yoksa
onlar, aslî sesleri üzerine kalmaya devam mı ederler?
Cevap: Zuhûr ettikleri şekle göre sesleri de tabiatlarına uygun
olarak değişir. Zira hüküm onların insan, hayvan veya başka bir hayvanın
şekline girmelerine göre verilir.
Soru: Bizim sûretimize girdiklerinde, bütün sözlerimizdeki
harflerin tümüyle konuşurlar mı yoksa farklılaşırlar mı?
Cevap: Sadece bir kısmında farklı olabilirler, her konuda onların
sesi bizim sesimize benzemez. Çünkü onların cisimleri latîftir ve onlar, yoğun
harflerin mahreçlerine muktedir değillerdir. Çünkü bu harfler intibak ve
sertlik gerektirir, o da cinlerde yoktur.
Soru: Onların harfleri eksik olan sözlerinden nasıl bilgi elde
ederiz?
Cevap: Onların sözlerinden bizim için bilginin hâsıl olması,
harflerimizin bizzat kendileriyle değil, benzerleriyle konuşmaları
nedeniyledir. Şayet bizzat bizim harflerimizle konuşsalar ve kelimeden bir tek
harf bile eksiltselerdi, onların sözlerinden hiçbir şey anlamazdık.
Soru: Onlardan biri insan sûretine girmeden insanların sözleriyle
konuşabilir mi?
Cevap: Hârikulâdelik dışında hiçbir ruhanî, buna asla muktedir
değildir.
Soru: Konunun başında geçtiği üzere cânn ateşten yaratılmış
mâriçtentir. Mâriç sözlükte ihtilat/karışma anlamına gelmektedir. Öyleyse bu
ihtilat nedir?
Cevap: O içinde maddelerin rutubeti bulunan birleşik ateştir.
Bundan dolayı ondan alev çıkar ki bu da havanın yanmasıdır. O rutubetli
sıcaklıktır.
Soru: Şeytanlar da şakî ve özellikle [rahmetten] uzak
cinlerdendir. Neden cânn olan cins ismi onlarda kalmıştır?
Cevap: Cin ismi, Cânn meleklerle beşer olan insanlar arasında
yaratıldığı için onlarda kalmaya devam etmektedir. Bilindiği gibi Cânn
unsurîdir ve bu nedenle büyüklenmiştir. Şayet saf doğal olsaydı unsur hükmü
ona galip gelmezdi ve böylece büyüklenmezdi. O da melekler gibiydi. Ortaya
çıkış açısından berzahîdir; onun ateşin letâifıyle nûrânî ruhlara bakan bir
yüzü vardır. Bunun delili onun gizlenmesi ve şekilden şekle girmesidir. Bir de
niyâbet yüzü vardır ve Mâverdî’nin ifadelerinde işaret edildiği gibi unsurîdir,
küldendir. Ona incelik (letâfet) ismi verilmiştir ve o, insanların içinde kanın
dolaşması gibi dolaşmaktadır. İnsan onu hissetmez. Şayet Şâri‘ şeytanın
kalplerimize vesvese vermesine ve ayartmalarına dikkat çekmemiş olsaydı
şeytanın orada olduğunu bilmezdik. Latîf ismi olmasaydı Cânn insanların
gözlerinde gizlenmeye kâdir olamazdı. Bu nedenle gözlerimiz onları sadece
cesetlenmiş olarak görmektedir.
Soru: Cisim ve ceset lafızları arasında herhangi bir fark var
mıdır?
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in 343. bâbda verdiği gibi, aralarında bir
fark vardır. Bu, cismin görülen ve görülmeyeni ile halk arasında latîf, şeffaf
ve kesîf olarak bilinmesidir. Ceset ise ruhanî olanın uyanıklık hâlinde cisim
sûretinde temessül ederek kendisinde tezahür ettiği ve cisimlere benzer bir
şekilde uykusunda uyuyanın idrakinin zuhur ettiği -ki bunu his verirşeydir. Bu
şeylerin hiçbiri haddizâtında cisim değildir.
Soru: Cinnî ya da meleğin onda kılıklandığı sûretler vasıtasıyla
görünen, gerçekte melek midir yoksa cinnî midir?
Cevap: Evet, gerçekten cinnî ya da melektir. Bu, harfler ve sesler
vasıtasıyla işitilenin gerçekten Allah’ın kelâmı olması gibidir. Bazıları
cinlerin tanımını sormuş ve şöyle demiştir: “Havaya ait, konuşan ve farklı
şekillere girme özelliğine sahip olan bir canlıdır.”
Soru: Cinlerden, Allah’ın isimleriyle onlara yemin ettiğimizde
yeminimizi kabul etmeyenler var mıdır yoksa onların hepsi kendilerine yemin
edenlerin yeminini kabul eder mi?
Cevap: Tamamı kendilerine yemin edenlerin yeminini kabul eder ve
insanların aksine bunu reddetmek konusunda muktedir değildir. Şeyh Ebû Tâhir
şöyle demiştir: “Cinlerin okuma (acâim) olmaksızın cevap vermedikleri
söylenmektedir. Bir deliye (menûn) okunduğu zaman onun güneşin ışınları gibi
bir ışını olur ve bu ışın cinin üzerine düşerek onu getirir ve kendileri için
isyan mümkün olmayacak şekilde, isteyerek taate yöneltir. Bunlar, rüzgârın
Süleymân’ın emrinde olduğu gibi, rüzgâr gibi latîf bedenler olarak Süleymân’ın
(aleyhisselâm) emrindeydiler. Ateşin eriyen gümüşün içine girmesi gibi,
âdemoğullarının karnına girerler. Fırında titrediğini görürsün. Bu şekilde
cinlere mâruz kalanlar da kendilerine azâim okunduğunda titrerler (rahatsız
olurlar). Hadiste şeytanın âdemoğullarının içinde kanın dolaşımı gibi dolaştığı
belirtilmiştir.
Soru: Cinlerin mükellef olduklarının delili nedir?
Cevap: Bunun delili, Allah’ın “Hani Kur’ân’ı dinlemek üzere
cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik.”[175]
meâlindeki âyettir. Bunlar Nusaybin cinlerinden dokuz taneydi. Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) onları Batn-ı nahle’de görmüştü. el-Hacun tarafından geldiler
ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Mesûd’un etrafında
bir çizgi çizerek “Burdan çıkmayın.” buyurdu. Abdullah b. Mesûd “Nebî’ye (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) geldiklerinde aralarında bir kan davası vardı. Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) aralarında hüküm verdiğinde, onların yaygaralarını
işitiyordum. Daha sonra tefsirlerde meşhur olduğu gibi, onlara er-Rahmân
sûresini öğretti ve namazları kendilerine farz kıldı.” demiştir.
Soru: Cinlerin cennete gireceklerinin delili nedir?
Cevap: Bu soru İbn Abbâs’a (ra) soruldu ve o, Allah’ın “Onlara
(yani hûrilere) daha önce ne insan ne de cin dokunmuştur.”[176]
âyetine ulaşıncaya kadar yedi gün bekledi. Daha sonra bu âyetin, cinlerin
cennete gireceklerinin delili olduğunu söyledi. Dahhâk (ö. 211/826) “Cinler
cennete girer ve insanlar gibi amellerinden dolayı sevap kazanırlar.” demiştir.
Süfyân (ö. 161/778) “Ateşten kurtulmak için imanlarından dolayı sevap
kazanırlar; daha sonra kendilerine ‘Toprak olun.’ denilir.” demiştir. Şeyh Ebû
Tâhir “Cinlerin çoğunluğu ‘Onlar da sizin gibi, Allah’ın kimseyi
diriltmeyeceğini sandılar.’[177] âyetinden dolayı, yeniden
dirilmeye (ba‘s) inanmazlar.” demiştir.
Soru: Onların kulak kabartmalarını engellemek, Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) gönderildiği andan kıyamete kadar sürmekte midir yoksa
belirli bir zamanla sınırlı mıdır?
Cevap: Doğru olan onların bundan kıyamete kadar yasaklanmış olmalarıdır.
Onlar, kulak kabartmalarından dolayı, aşırdıklarını haber vermek için bize
ulaşamazlar, aksine hızlı yıldızlar (şihâb/şuhub) onları yakarak yok eder.
Soru: Bu yıldızların hakikati nedir?
Cevap: Bu konuda iki görüş vardır: Onun, aydınlığının şiddetiyle
uzanan bir ışık olduğu ve cini yakarak sonra yerine döndüğü söylenmiştir.
Bunun yıldız gibi olduğu, göğün altına düşerek onları yaktığı ve mekânına
dönmediği de söylenmiştir.
Soru: İnsanların arasında meşhur olduğu gibi, İblis cinlerin atası
mıdır?
Cevap: İblis, cinlerin atası değildir; ondan önce de cinler vardı
ancak ilk isyan eden o oldu.
Soru: İblis’in mertebesi nedir?
Cevap: Onun mertebesi, insanlara kendilerini helâk edecek ya da
farkına varmadan Allah katındaki makamlarını düşürecek şeyleri fısıldamasıdır.
Ancak Yüce Allah “Gerçek şu ki şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül
eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur. Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu
dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.”374 şeklinde
haber vermiştir. Yani Allah’tan ve O’nun takdirinden gaflet ederek saptırma
işini ona izâfe ediyorlar. Ondan sakındırıldığı hâlde onun vesvesesini alan ve
onunla amel etmeyen kimse, onun hilelerinden ve gizli desiselerinden kurtulur.
O, bir insan ibadet ettiğinde ona vesvese verir ve başka bir şeyle amel
ettirerek ibadetten çıkmasını sağlar, onun azmini ve ibadete başlarken
Allah’la birlikte yaptığı ilk niyetini bozar. Daha sonra şayet kul bu konuda
kendisine muhalefet ederse başka bir fiili ona güzel göstererek “Bu fiil, senin
yaptığından daha iyidir.” der. Onun desiselerinden biri de kula sahih keşif ve
tam ilimle gelmesi ve kendisine bunu getireni bilmemesi konusunda onu ikna
etmesidir. Onun desiselerinden biri de kula kulların günahlarını açıklayan ve
bununla onların kapalılıklarını ortaya çıkaran, mahremleri açan bir nûr
getirir. Bunu keşfeden kimse, azîmet derecesine ulaştığını zanneder. Bu
şeytandandır, zira şeytan onun kulağı ve gözü olmuştur. Bunu keşfedenin tövbede
acele etmesi gerekir; aksi hâlde helâk olur. Onun birçok evliyanın bilmediği
desiselerinden biri de velinin kalbine bakmasıdır. Onun “âma”dan yardım
dilediğini gördüğünde kendisine “âma” şeklinde temessül eder ve oradan
kendisine gelerek oradan kendisine konuşur. Ya da arş veya kürsü yahut da gök
şeklinde [temessül ederek] bunu yapar. Şayet Allah’ın ilminde bu kulun bir
payı varsa, bunun şeytanın karıştırması ve hilesi olduğunu anlar ve onu
kahrederek reddeder. Şayet Allah, kulu muhafaza etmezse helâk olanlarla
birlikte helâk olur.
Soru: Şeytanın insanın bâtını üzerinde hükümranlığı olduğu gibi
zâhiri üzerinde de hükümranlığı var mıdır, yoksa sadece bâtını üzerinde mi
hükümrândır?
Cevap: Şeyh’in 383. bâbda dediği gibi cin şeytanların, insan
şeytanların insanın hem zâhiri hem de bâtını üzerinde hükümran olmasından
farklı olarak sadece insanın bâtını üzerinde hükümranlığı vardır. Şayet cin şeytanlardan
insanın zâhirine bir vesvese veya saptırma gerçekleşirse, bu insan şeytanlara
niyâbet hükmündedir. Çünkü bunlar, insan kökenli şeytanların görünümlerine
girenlerdir.
Soru: Îblis’in Âdem’e düşmanlığı mı daha şiddetlidir, onun
çocuklarına olan düşmanlığı mı?
Cevap: Şeyh’in 325. bâbda söylediği gibi, onun âdemoğullarına olan
düşmanlığı, Âdem’e olan düşmanlığından daha şiddetlidir. Bu, âdemoğullarının
sudan olmaları ve suyun da ateşe zıt olması nedeniyledir. Âdem’e gelince o,
toprakta bulunan kuruluk ile kendisiyle Îblis’i bir araya getirmiştir.
Dolayısıyla ateşle toprağı bir araya getirmiştir. Bu nedenle Allah adına yemin
ederek onlara nasihat ettiğini söylediği zaman, onu tasdik etmiştir. Ancak
evlatları, varlıkları Îblis’e zıt olduğu için onu tasdik etmemişlerdir. Bu
nedenle evlatlarına olan düşmanlığı, babalarına olan düşmanlığından daha
şiddetlidir. Şöyle demiştir: “Bu düşmanın bizim gözlerimizle algılamamıza
perdelenmiş olması nedeniyle Yüce Allah, merhameti gereği kalbimize dinî
yöntemle birtakım alâmetler yerleştirmiştir ve bunlar bizim için zâhiri göz
yerine geçerek bunların sayesinde, onu tanırız. Bu, onun ilka ettikleriyle amel
etmememiz içindir. Aynı şekilde Yüce Allah, gaybdan gayba ona mukabil kıldığı
bir melekle de bize yardım etmiştir.”
Soru: Denildiği gibi, ne insan ne de cin olan başka bir şeytanımız
var mıdır?
Cevap: Evet, vardır ve bu, bir tek sûrettedir. Zira şeytan, bir sûretin
dışındaki mertebelerinde hissîdir. Bu sûrette manevî olur ve bu, sadece insan
ve cin şeytanların bir araya gelerek birbirlerine fısıldadıklarında olur. Îşte
bu durumda manevî vesveseleri anında onların aralarında insan ve cin olmayan
başka bir şeytan oluşur.
Soru: Bu üç şeytan arasında ne fark vardır?
Cevap: Aralarındaki fark şudur; insan veya cinlerden olan şeytan,
sadece kulun kalbine, onu Allah’tan uzaklaştıracak ilkâ kapısı açar. Mânevî
olan şeytan ise bundan birtakım şüphe ve durumlar çıkarır ki ne İblis ne de
başkası bunu kastetmiştir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bunun gibileri
asalet hükmüyle şeytanlara nispet edilir. Zira bu vesvese kapısını açmıştır.
Oysa şeytanın insanlarla ilgili amacı, onları aklına gelen şeyler (havatır) konusunda
cahil bırakmak ve bu şeyleri tasdik etmelerini sağlamaktan başka bir şey
değildir. Şöyle demiştir: Şeytanlara bedenlenme gücü de verilmiştir. Yüce Allah
“Onun kürsüsüne bir ceset attık.”375 buyurmuştur. O, Hz. Süleyman’ın
kılığında tecessüt eden bir ruhtu. Şeytan, bir kulun korunmuş olduğunu görünce
ve onda kuşatılma yönünden Allah tarafından gelen bir sağlamlaştırma bulunca
ona vesvese yönünden yaklaşmak mümkün olmadığı için onun gibi bir insan
sûretinde cesetlenir. İnsan onu gerçek bir kul olarak hayal etmiştir ve
o da kulağı cihetinden gelerek onu saptırmaya çalışmış ve Allah’ın çokça
te’vil etmeyi yasakladığı bir yerden girerek Allah’a isyan etmesini sağlamaya
çalışmıştır. Bu isyanın en aşağısı, kendisine “Allah, senin gibileri O’nun fâil
ve muktedir olduğunu keşfettiğin için hesaba çekmez.” denilmesidir. Şayet bu
reddedilirse bu sefer ona Allah’a hüsnüzan kapısından girer ve “Allah’a olan
zannını güzelleştir, zira O, seni muahaze etmez. Şayet böyle düşünürsen seni
hesaba çekmez. Çünkü taatin hâlinde de isyanın hâlinde de her halükarda O’nun
kulusun.” der. Zira İblis, müminin ilgili fiili süsleme ve te’vil etme
olmaksızın ilk anda isyana yaklaşmayacağını bilir. Şayet kul, İblis’in
vesvesesi olmadan Allah’a isyana yönelseydi Allah, İblis’i yaratmazdı. Şeyh bu
konuda 383. bâbda sözü uzatmıştır, oraya bak!
Soru: Cinlerin evlenme şekli nasıldır?
Cevap: Onların evlenme biçimleri dumanlı fırından veya renklerden
dışarıya çıkan duman gibi birbirlerinin içine geçmeleri suretiyledir. Bu iç içe
geçişle şahıslardan her biri diğerinden lezzet alır. Onların hamilelikleri de
hurma polenlerinin tozlaşma yoluyla aşılanması gibidir.
Soru: Onların da insanlar gibi kabile ve aşiretleri var mıdır?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 9. bâbında dediği gibi evet,
bunlar vardır ve aralarında büyük savaşlar çıkar. Bazı fırtınalar onların
savaşlarından kaynaklanır. Fırtına, biri diğerinin kendisini delmesini
engelleyen iki rüzgâr gibidir. Bu engelleme, duyularda hortum olarak meşhur
olan döngüye sebep olur. Ancak her fırtınanın sebebi onların savaşları
değildir.
Soru: Cinler arasından ilk önce Şeytan” olarak isimlendirilen
kimdir?
Cevap: Allah’ın ümitsiz bıraktığı yani Allah’ın kendi rahmetinden
kovduğu el-Hâris’tir. Bütün şeytanlar bundan ayrılmışlardır. Onlardan Hamme b.
el-Hâm b. Lâkîs b. İblis gibi iman edenler, cinlerin müminlerine katılmıştır;
küfründe devam edenler ise şeytan olarak kalmışlardır.
Soru: İnsanlardan kâfir olanlar müslüman olarak mümin hâline
geldikleri gibi, bir şeytanın müslüman olması da sahih midir?
Cevap: İnsanlar bu konuda ihtilaf etmişler ve ihtilaflarını ^1^1
kelimesindeki “mim”in okunuşu üzerine bina etmişlerdir. Bazı hafızlar bunu
damme ile [eslemu şeklinde] okumuşlardır, yani “Teslim ederim ki ben de
onlardanım.” anlamındadır. Buna göre küfür üzere devam etmektedir. Bazıları
ise fetha ile [esleme şeklinde] okumuşlar. Hadis şöyledir: “Herkesin kendisine
kötülüğü emreden bir arkadaşı vardır. Bunun üzerine ‘Senin de mi Ya
Resûlallah?’ dediler ve O ‘Evet, ancak Allah bana yardım etti ve de müslüman
oldu.’ demiştir.” Bazı rivâyet kanallarında “Bana sadece hayrı emreder.”
şeklinde bir ilave yer almaktadır. Bu ilâve genel anlamda onun müslüman
olabileceğine delâlet etmektedir. İblis’e gelince, Yüce Allah ona kıyamete,
teklifin bittiği ceza anına kadar mühlet vermiştir. Dolayısıyla o, asla
müslüman olmaz. Zira müslüman olması mümkün olsa bazı ilâhi isimlerin
mertebeleri işlevsiz kalır. Kuşkusuz Allah’a isyan eden herkesin isyanı, ya
doğrudan onunla ya da onun yardımcıları vasıtasıyla meydana gelmiştir. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: İlk isyan eden İblis olduğuna göre, o da Kâbîl’in benzeri ve
ona eş değer midir?
Cevap: Evet, böyledir. Kâbîl, insanlar arasında ilk yoldan çıkan
olduğu gibi, İblis de cinler arasında ilk yoldan çıkandır. Bu nedenle Yüce Allah
“İblis hariç, o cinlerdendi.”[178] buyurmuştur. Söz konusu
yoldan çıkan mahlûklar sınıfındandır.
Soru: Yüce Allah, İblis’in insana “inkâr et!” dediğinde içinde
bulunduğu zamandaki hâlini hikâye etmektedir. Buna göre insan inkâr ettiği
zaman İblis “Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.”[179] demektedir. Bu
korku, onun iç dünyasında tevhid inancına sahip olduğuna delâlet eder mi?
Cevap: Hayır bu, onun tevhid inancına sahip olduğuna delâlet
etmez. Zira o, evrende ilk kez şirk yolunu açan kimsedir. Ayrıca bu andaki
tevhidini sahih kabul etmemiz, o anda kendisinde bir şüphenin meydana geldiği
ve bunun kendisini bu tevhidden çıkardığı anlamına gelmez. Dolayısıyla onun
kesin olarak küfür üzere ölmesi gerekir, anla!
Soru: Îblis’in emrettiği küfür şirk değildir. Küfür, düşüncesinde
ikinci bir ilâh inancı olmadan, ulûhiyyeti hakkı olmayan birisine nispet
etmektir. Şirk ise müşrikin Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmesidir.
Îblis’in evrende ilk kez şirk yolunu açtığı nereden geliyor?
Cevap: Burada küfürden kastedilen şirktir ve bu, Hz. Lokmanın oğluna
söylediği gibi büyük bir zulümdür. Bu nedenle Yüce Allah, âyetin sonunda “Bu,
zalimlerin cezasıdır.”[180] buyurmuştur. Burada müşrikler
kastedilmektedir. Onlar, imanlarını zulümle örtenlerdir. Allah’ın “Şirk büyük
bir zulümdür.”[181] âyetinden ve Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) zulmü şirk olarak tefsir etmesinden anlıyoruz. Allah’ın
“Îmanlarını zulümle örtmediler.”[182]
âyetindeki imanla kastedilen, Allah’ın (a.c.) birliğine (tevhid) iman
etmektir. Zira şirkin mukabili sadece tevhiddir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) böylece sahabeye, zulmü sorduklarında bilmedikleri bir şeyi
öğretmiştir. Şeyh, el-Fütûhât’ ın 383. bâbında bu konuda sözü uzatmış ve
sonra “Bazı âlimler bu konuda te’vili terk etmiş, bir şey söylemeyerek zâhire
itibar etmiş ve bunun bilgisini Allah’a havale etmiştir. Allah’ın kendisine
bir şey öğrettiği kimse bunu söylemiş, aksi takdirde de susmuştur.
Soru: Cinlerle oturmak kötü müdür yoksa övgüye değer bir şey midir?
Cevap: Övgüye değer değil, kötü bir şeydir. Ruhanî âlimlerden
onlarla oturmayı tercih eden bir kimse cahildir. Fâsık insanlar gibi onların
da galip özelliği boş işte olmalarıdır. Akıl sahibi kimse, fasıklarla
oturmaktan kaçtığı gibi onlardan da kaçar. Onlarla oturmaktan herhangi bir
hayır elde eden hiç kimseyi görmedik. Bu, onların aslının ateş olması, ateşin
de hareketinin çok olması nedeniyledir. Hareketi çok olan da çok boş olur. Cin,
kendisiyle birlikte oturana insanlardan daha şiddetli bir fitnedir.
Onlar, hiçbir akıl sahibinin yapmayacağı bir şey olan, insanların özel
hayatlarını öğrenmek için fâsık insanlarla otururlar. Şeyh Muhyiddin elFütûhât’ın
51. bâbında şöyle demiştir: “Cinlerle oturan bir kimsede, Allah hakkında tek
bir cümle bile bilgi hâsıl olmamıştır. Çünkü onlar, fizik âlem5 de Allah ve sıfatları
hakkında en câhil kimselerdir.” Şöyle demiştir: “Onlarla birlikte oturan
kimsenin, âlemde meydana gelen olayları Allah’ın onlar için bir kerâmeti olarak
değerlendirmesi mümkündür, heyhat! Onların kendileriyle birlikte oturanlara
verecekleri en önemli şey bitki, taş, isim ve harflerle ilgili bilgilerdir.
Bunlar da simyâ ilminden kabul edilmiştir. Dola10 yısıyla geriye onlardan alınabilecek ilim olarak,
sadece dinlerin yasakladığı şeyler kalmaktadır.” Şöyle demiştir: “Tecrübe
edilen şeylerden biri de onlarla oturan kimselerde insanlara karşı
büyüklenmenin meydana geldiğidir. Oysa âyet ve hadislerde kaydedildiği gibi
Allah, büyüklenen kimseyi rahmetinden mahrum bırakır ve onu cehenneme sokar.”
Şeyh, cinlerle sosyal 15 ilişki
kurmanın zemmedildiğine dair 55. bâbda uzun bilgiler kaydetmiştir.
En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın
Kulların Zâtlarının Yaratıcısı Olduğu Gibi Onların Fiillerinin De Yaratıcısı
Olduğu Hakkındadır
Mu‘tezile’nin “Kul, kendi fiillerinin yaratıcısıdır.” şeklindeki görüşünün
aksine, kullar hâlık değil, müktesibtirler. Şeyh Kemâleddin İbn Ebû Şerif
(rh.a) şöyle demiştir: “Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd gibi ilk Mutezile
âlimleri, selefin Allah’tan başka yaratıcı (hâlık) olmadığına dair icmâ ettiği
döneme yakın oldukları için, Allah’tan başkası için hâlık lafzının kullanılmasından
kaçınarak “Muhteri” ve “Mûcit” gibi tabirleri kullanmışlardır. Ebû Ali
el-Cübbâi ve arkadaşları, bunların tamamının aynı anlamda ve “yoktan var eden”
kimseye işaret ettiğini görünce, “halk” tabirini kullanmaya cesaret
etmişlerdir. Ey Kardeş! Bil ki “Kesb” konusu, usûlün en dakik ve en derin
meselelerinden olup bu konuda tartışma olmakla birlikte, sûfilerin sözlerini
naklederken görüleceği gibi, bu problem keşiften başka bir yöntemle çözülemez.
Fırkalara mensup akılcılara gelince onlar, bunu anlamanın yolunu kaybetmiştir
ve ilgili görüşleri sıkıntılıdır.
Buna göre insan ve bütün canlıların, yaşayış ve tasarruflarındaki fiil ve
hareketler, inkâr edilmesi mümkün olmayacak derecede açıkça müşâhede
edilmektedir. Bu konuda aklın hakemliğini tercih ettiğimiz takdirde, bunun
gerçekliğine dair, içimizde hiçbir sıkıntı bırakmayacak bir şekilde açık bir
hüküm getiremez. Burada kelâmcılardan nakledilen görüşlerin en özel olanlarını,
daha sonra da âriflerin görüşlerini naklederek Allah’ın izniyle şöyle derim:
Ebu’l-Hasan el-Eş‘ari (rh.a) şöyle derdi: “Hâdis olan kudretin bir tesiri
yoktur; onun makdûr ile olan ilişkisi, tesirin olmaması konusunda ilmin
mâlumla olan ilişkisi gibidir.” Ebû Tâhir el-Kazvini ise şöyle derdi: “Bu
konuda aklın önermeleri üç kısımdır: Bütün fiiller 1. Zorunlu olarak Allah’ın
kudreti kapsamındadır. 2. Zorunlu olarak kulun kudreti kapsamındadır. 3. Aynı
anda hem Allah’ın hem de kulun kudreti kapsamındadır. İlk ikisinin hangi anlama
geldiği bilinmektedir. Üçüncüsü ise makdûrun iki kâdirin kudreti kapsamında
olması demektir ki bu, bir tek fiile biri kadim diğeri hâdis olan iki kudretin
aynı anda taalluk etmesi demektir. Bunlardan bir kudret, fiile taalluk
ettiğinde ikinci kudrete ihtiyaç duymaz. Bu durumda ikinci kudretin faydası
nedir?
Taalluk ettiği şey nedir, nasıl taalluk ediyor? Oysa o şey birinci
kudretle olmuştur ve mevcuttur. Bunun üç hâli vardır: Yokluk, varlık ve icâd hâli.
İkinci kudretin bu üç hâle taalluk etmesi imkânsızdır. Ayrıca şayet iki kâdir
arasında ikisinin istek ve iradelerine bağlı bir makdûr takdir edecek olursak,
birincisi engellediği, ikincisi ise engellemediği takdirde, hâsıl olan şeyin,
mevcut ve mâdum olan bir fiil olması gerekir, bu bütün muhâl olan şeylerden
daha muhâldir. Geriye şöyle demek kalmaktadır: “İki kudret bir tek açıdan
taalluk ettiğinde muhâl olmayı gerektirir. Şayet farklı açılardan taalluk
ederlerse imkânsızlık söz konusu olmaz. Bu, kadîm olan kudretin icâd cihetinde,
hâdis olan kudretin ise iktisâb cihetinde taalluk etmesidir ki bu imkânsız
değildir. Şayet bu mümkün ise her iki hâlde iki cihetten de mümkün olur. Yani
bir durumda kadîm olan kudretin îcâdıyla varlık, ikinci durumda ise hâdis olan
kudretin iktisâbıyla hudûs gerçekleşir ki bu da imkânsızdır. Çünkü hudûsu kadîm
olan kudretle hâsıl olmaktadır. Var olduktan sonra nasıl hâdis olan kudretin
taalluk ettiği söylenebilir? Şayet fiil, îcâd ve iktisâba elverişli olması için
kadîm ve hâdisin karışımından oluşan bir kudretle olmuşsa, bu da en imkânsız
olan durumdur. Zira iktisâb mûcit için, îcât da müktesib için imkânsızdır.” Bu
kısım incelik ve derinliğine rağmen Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin ve
aralarında ihtilaf bulunmakla beraber Mu‘tezileden olan en-Neccâr gibi ona tâbi
olanların tercihidir. Şeyh Ebû Tâhir ise şöyle demiştir: “Eş‘arî ve ona tâbi
olanlar, onlardan daha kolay olduğu için, Cebriyye ve Mu‘tezile mezhebine karşı
bunu tercih etmişlerdir. Şair şöyle demiştir:
Kılıçlar yan yana dizilmiş
bekliyorsa / Savaşmaktan başka bir çare yoktur.
Şöyle demiştir: Eş‘arî ve ona tâbi olanlara bazı sorular yönelttim; bunların
en kuvvetlisi şudur: “Hâdis olan kudretin makdûrda bir eseri varsa bu şirktir
yoksa bu kudretin varlığı ve yokluğu eşittir. Çünkü kendisiyle hiçbir makdûr
meydana gelmeyen kudret, acziyet hükmündedir. Bu itirazdan dolayı Şeyh
Ebu’l-Hasan’a tâbi olanlar kendi aralarında görüş ayrılığına düştü ve bazıları
şöyle dedi: “Hâdis olan kudretin gerçekte bir eseri yoktur.”; bu cebri
gerektirir. Diğerleri “Hâdis olan kudretin makdûr üzerinde bir eseri vardır.”
demişlerdir. Kâdı Ebûbekir el-Bakıllânî bunu tercih etmiş ve buna insanın kendi
nefsinde zorunlu ve ihtiyarî olan hareketler arasındaki farkı hissetmesini
delil getirmiştir. Bu ayırım, hareket olmak itibariyle her ikisi eşit olduğu
için, hareketin bizzat kendisiyle ilgili değildir. Aksine bunlara eklenen bir
durumla ilgilidir. Bu durum, birisinin istenilen kudretin kapsamında bulunan,
diğerinin ise istenilmeyen ve kudretin kapsamında bulunmayan olmasıdır. Ayrıca
kudretin bunlardan bir tanesine taalluku, ilmin mâluma taalluku gibi, tesirsiz
olmaktan arınmış değildir. Bu da ayrımın olmadığı sonucuna götürür. Oysa insan
ikisi arasında bir farklılık görür. Ya da kudretin bir tanesine taalluku, tesir
etme taallukudur ki bu (taallukta) iki durumdan biri söz konusudur. Ya varlık
ve hudûsla ilgilidir ya da varlığın sıfatlarından birisiyle ilgilidir.
Birinicisi bâtıldır, zira varlığa tesir ederse bütün varlıklara tesir etmesi
gerekir. Dolayısıyla tesirin başka bir sıfata bağlı olması ortaya çıkmış oldu.
Bu da varlığa ek olan bir durumdur. Bu durum, Ebû Hâşim’in ifade ettiği,
kâdirin kâdiriyyeti gibidir ve sadece varlık hâline tesir eder. Kâdı için şöyle
demişlerdir: “İsmi ve anlamı olmayan meçhul bir hâli kabul etmiştir.” O da
cevaben bunun delille bilinebildiğini ancak herhangi bir ibareyle bunu açıkça
izah etmeye imkânı olmadığını, ayırımın kulun itikadına bağlı olduğunu, aklın
da uzuvların sağlıklı olması ve istitaatın bulunması ile ona bu (ayrımı yapmasını)
kolaylaştıracağını ve hepsinin de Allah’tan olduğunu ifade etmiştir.
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin hâdis olan kudretin bir eserinin bulunmadığına dair
görüşü daha önce geçti. Onun hasımları “Kudretin eserini nefyetmek, kudretin
kendisini nefyetmeye götürür. Kudret, makdûr üzerindeki eseriyle ilimden
ayrılır; şayet ilim gibi tesirsiz olursaydı, bu durumda fâil için ilim yeterli
olurdu” demişlerdir. Bu nedenle ona göre kesb, hâdis olan kudretin makdûrudur.
Kâdıya göre ise kesb, hâl ve hükümdür; hâdis olan kudretin makdûrudur. Ona “Bu
hâl Allah’ın makdûru mudur, değil midir? Şayet Allah’ın makdûru değilse
kuşkusuz kulun makdûru olur. Bu, Mutezilenin görüşünün ta kendisidir. Şayet
Allah’ın makdûruysa kulun hiçbir şekilde dahli yoktur. Bu da tam Cebriyye’nin
görüşüdür. Dolayısıyla bu durumda hâle dayanmanın bir anlamı yoktur.” denilir.
Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Ebu’l-Maâlî, hâdis olan kudretin eserini
varlık olarak tesbit etmekle aşırı gitmiştir. Buna göre kulun başka bir sebebe
dayanmaksızın tek başına icâd etmesi söz konusu değildir. Daha sonra bu
sebepleri hiyerarşik silsile içerisinde, başka hiçbir sebep olmaksızın tek
başına var eden Allah’a kadar götürmüştür. Bazı kitaplarında Hâdis olan kudret,
onun eseri olduğu için kadîm olan kudretin makdûrudur” demiştir. Medârikul-Ukûlda
ise “Kul, gerçekte fâildir. Onun kudreti fiilden öncedir ve onun
gerçekleşmesinde etkilidir” demiştir. Başka bir yerinde ise “Şöyle deriz: Hâdis
olan kudretimiz bitişik olmak kaydıyla mahallinin dışında da etkili
olmaktadır” demiştir. el-Fitâml’de ise “Hâdis olan kudret fiil üzerinde
etkilidir. Bunun benzeri, kölenin efendisinin iziniyle malını satarken satım
akdindeki durumudur” demiştir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Netice olarak
Ebu’l-Maâlî, bazen hâdis olan kudretin eserini ispat etmekte bazen de
nefyetmektedir ki imamların bu zor ve problemli olan meseledeki nihâî durumu
budur. Bunu değerlendiren ve tekrar tekrar üzerinde düşünen kimse, mânalarının
derinliğini ve ilerlemenin zorluğunu anlar. Özetle kulun hiçbir amelinin
olmadığını iddia eden kimse inatlaşmış ve karşı gelmiş olur; tam olarak
amelinin olduğunu söyleyen de şirk koşmuş ve bid‘at işlemiş olur. Geriye sadece
teklifin kaynağı olarak, kulun kendinde bulduğu, fiil yapmaya ya da yapmamaya
dair seçenek kalmaktadır. Kul tercih etme ile mecbûr olma arasında, zorunlu
olan iki taraftan biriyle karşı karşıyadır. En doğrusunu Allah bilir. Benim
kelâmcıların sözlerinden en güzel gördüklerim bunlardır.
Sûfîlerin bu konudaki sözleri ise sayılmayacak kadar çoktur; ancak uygun
olanlarına işaret etmekteyiz. Belki de Yüce Allah, bu hususta hakikatin bize
açılması için bazı mânalarını izah eder ve Allah’ın izniyle kapalılığı giderir.
Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyhü’l-ekber el-Fütûhât’ ın 22. bâbında,
kulun fiillerini yaratmanın şeklinin \ ‘in şekli gibi olduğunu zikretmiştir.
Onu gören kimse hangi tarafın lam olduğunu hangisinin ise elif olduğunu
anlayamaz. \ harfi, kulların fiilini karıştıran harf olarak isimlendirilir.
Açık fiil, gerçekleştiği mahlûkun elinden kurtulamaz. Ancak şayet
“Allah’ındır.” dersen doğru söylemiş olursun. “Allah’la birlikte mahlûkundur.”
dersen de doğru söylemiş olursun. Şayet böyle olmasaydı Allah’ın, kulu sorumlu
tutması ve “Yapınız” sözünde olduğu gibi ameli onlara nispet etmesi doğru
olmazdı.
Yine Şeyh 422. bâbda şöyle demiştir: Yüce Allah, sevab ve ikâbın mahalli
olduğumuz için, fiili bize nispet etmiştir. Gerçekte Allah’ındır; ancak biz
onun elimizde gerçekleştiğini açıkça gördüğümüz ve bunun bize ait olduğunu
iddia ettiğimiz için Yüce Allah, iddiamızdan dolayı imtihan olması için onu
bize nispet etmiştir. Daha sonra Yüce Allah, gözlerimizden perdeyi kaldırınca
bütün fiillerin Allah’a ait olduğunu ve iyiden başka bir şeyin olmadığını
görürüz. O, fiillerimizi bizde yaratmaktadır. Ayrıca bu büyük meydanda edep de
gerekir. Şer’an iyi olan ne varsa onu yaratması itibariyle Allah’a, mahal
olarak da kendimize izafe ederiz. Kötü olan ne varsa onu Allah Teâlâ’nın bize
izafe etmesi ile kendimize izafe ederiz. Bu durumda Allah’ın sözünü nakletmiş
oluruz. O zaman Yüce Allah, bu müsemmânın kötü olmasının hikmetini bize
gösterir ve biz de hikmet açısından onu iyi görürüz. Allah da bizim
kötülüklerimizi bizzat değil, hüküm itibariyle hasenata tebdil eder.”
279. bâbda da şöyle demiştir: “Şayet Rab ile merbûb arasında destek isteme
ilişkisi olmasaydı kul, Rabbe delâlet etmez ve O’nun ahlâkıyla ahlâklanmayı da
kabul etmezdi.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ, bu nispetle kullarını emir ve
nehiyle sorumlu tutar. Bunun bizzat kendisiyle mahlûk mükellef, memûr ve menhi
olur.” Şöyle demiştir: “Dikkatini çektiklerimizi tahkîk et! Bunları asla
duymadığını zannederim. Şayet böyle değilse büyük bir edebi kaybetmişsin.” 296.
bâbda şöyle demiştir: “Sürekli fiildeki ilâhi tecellîyi bazen nefyeder bazen
de teklifin gerektirmesi ve talep etmesiyle ispat ederdim. Zira amel ile teklif
bir hakîm ve alîmden gelmektedir. Yüce Allah’ın yapmayacağını bildiği bir
kimseye “Yap” demesi doğru değildir. Çünkü onun, fiil yapmaya kudreti yoktur.
Oysa “Namaz kılınız” sözünde olduğu gibi kula yapması emredilen ilâhi emir
sabittir. İlâhi emrin etkilenende fiili gerçekleştirme yönünden bir taalluku
olması gerekir ki kul bu taallukla kâbil olarak tesmiye edilir. Durum böyle
olunca tecellînin fiilde gerçekleşmesi doğru olur. Benim ispat ettiğim ve
oldukça açık olan bu yöntem, hâdis kudretin, sorumlu tutulan ve yapılması
gereken fiil üzerinde taalluk nispetinin bulunduğuna delâlet eder. Bunun
sonucu, fiilin kula nispet edilmesinin sahih olması, sadece kulun yeryüzünde
halife kılınması dolayısıyladır. Şayet fiil tamamen ondan yok sayılırsa bu
durumda halife olması doğru olmaz ve kul esmâ ile ahlâklanmayı kabul etmez.”
Şöyle demiştir: Dikkat çektiğim bu ifadeyi öğrencim İsmâil -Allah onu
korusunifade etmişti. Bunu söylediği zaman ne kadar sevindiğimi hiç kimse
bilmez.
558. bâbda şöyle demiştir: Bil ki şayet nispetlerin sıhhati ve fiziksel
neseplerin tahkiki söz konusu olmasaydı sebeplerin bir gerçekliği olmaz ve herhangi
bir eseri de olmazdı. Ayrıca sen, âlemin genelde sebeplere bağlandığını
biliyorsun. Şayet Yüce Allah, sebepler nezdinde olmasaydı hiçbir mahlûk
sebeplere bağlanmazdı. Bizim müşâhede ettiğimiz bütün eserler, ancak sebeplerdendir,
onu akletmemiz de sebepler nezdindedir. Bir kısım insanlar (eserin) sebepler
ile olduğunu söylerler ki bu kaçınılmazdır bir kısmı da sebepler nezdinde
olduğunu söyler ki bu da kaçınılmazdır. Bizim gibi düşünen tahkik ehli ise
(eserin) hem sebepler nezdinde hem de sebepler ile (vesilesiyle) olduğunu
söylerler. Yani aklen sebepler nezdindedir, müşhahede edilmesi ve hissedilmesi
bakımından ise sebepler vesilesiyledir. Hak Teâlâ, kullarından sadece içinde
çabasının olduğu şeyi istemiştir. Dolayısıyla burada bir hakikatin
gerçekleşmesi için, amelin Allah’ın yaratmasıyla olmakla birlikte, amel
açısından sana nispet edilmesi gerekir. “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratmıştır.”[183] Yani sizin yaptığınız
amelleri de yaratmıştır. Şöyle demiştir: “İşaret ehli olan bazıları, buradaki U
‘yi nâfiye yapmış ve amelin kulun, yaratmanın ise Allah’ın olduğunu
söylemişlerdir. Amel ile yaratma arasında lafız ve mâna açısından iki fark
vardır. Allah’ın sana izâfe ettiği şey, mâna farklı olmakla beraber kendisine
izâfe ettiği şeyin bizzat kendisidir. Sana tek bir durumun (emr) farklı yönleri
olduğunu öğretmek için yapmıştır. Amel olması açısından senindir ve karşılığı
verilecektir; yaratılmış olması itibariyle Allah’ındır. Bundan gâfil olma! Bu,
ince ve gizlidir.
Şöyle dedim: Bunun benzeri Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) “Sen benim
içimdekini bilirsin ama ben senin içindekini bilmem.”[184]
şeklindeki sözüdür. Zira bunun anlamı “Sen, mülkün olan nefsimdekini bilirsin;
ancak ben, senin yarattığını ve nefsime üfürdüğünü bilmem.” şeklindedir. Her
iki yerde de hem yaratma hem de dayandırma (isnâd) açısından Allah’a, sadece
isnâd açısından da kula izâfe edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh 490. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ, kulun cisim
perdesinin gerisinde bulunan gerçek fâil olduğu için, fiili kula izâfe etmiştir.
Fiil gerçekte sadece Allah’ındır. Ancak Allah’ın kullarından bazıları bunu
farkeder, bazıları ise bunu farketmez.
Yüce Allah Allah, onlardan bazılarını hidâyete erdirmiş, bazılarına ise
sapıklık hak olmuştur.”[185] buyurmaktadır. Hidâyete
erdirdikleri, kendilerini fiili gerçekte nefislerine nispet etmekten
koruyanlardır. Dalâleti hak etmeyen, yolunu kaybetmiş olan ve bilmeyen
kısımdır ki bunlar, “kesb” görüşünü benimseyenlerdir. Sapıklığı hak edenler
ise kendi fillerini yarattıkları görüşünde olanlardır.” 481. bâbda ise “Bil ki
ihsan makamı, ibadet anında Allah’ı müşâhede ederek amel etmektir. Burada hoş
bir tenbih vardır. O, bu müşâhede ile fâilin kendisi değil, Yüce Allah olduğunu
görür. Kul başka bir şey değil, sadece amelin zuhûr ettiği mahalden ibarettir.”
demiştir.
422. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki gerçekte bizim amellerimiz sadece
Allah’ındır. İmtihan ve sınama için ve kendisi bir şey olmadan önce onu bildiği
hâlde, bunun kendi nefsimize ait olduğunu mu iddia edeceğiz ki bu durumda bize
karşı O’nun delili olur yoksa edep gözeterek O’na mı nispet edeceğiz,
bakmaktadır. Bu, Allah’ın “Bilmek için sizi imtihan edeceğiz.”[186] âyetinin benzeridir. Yüce
Allah bunu, keyfiyetini bilmemekle beraber O’nun kendisine izâfe ettiği şeyi
bizim de O’na izâfe ettiğimizi ya da bunu zâhirine bağlayarak ve te’vil ederek
su-i edebe düşüp düşmediğimize bakmak için söylemiştir.
317. bâbda şöyle demiştir: Allah’ın yaratma perdesinin gerisindeki gerçek
fail olduğunun hakikatini öğrenmek isteyen kimse, gölge oyununa ve sûretlerine
baksın. Kendileriyle bu sûretleri oynatan arasına konulmuş perdenin örtüsünden
uzaktaki çocuklara göre bu sûretlerde ve perdede konuşan kimdir? Âlemin bütün
sûretlerinde durum böyledir. İnsanların çoğu ise varsaydığımız çocuklar gibidir
ve kendilerine nereden geldiğini bilirler. Bu meclisteki çocuklar sevinmekte
ve neşelenmektedir ve onlar, gâfildirler. Bunu, oyun ve oyuncak edinirler.
Allah’ı bilen âlimler ise ibret alırlar ve bilirler ki Allah, bunu sadece bir
misal olarak ortaya koymuştur ki böylece kulları bu âlemin Allah ile durumunun
tıpkı bu sûretlerin onların hareket ettiricisi ile olan durumu gibi olduğunu
ve bu perdenin de hiç kimseye açılması mümkün olmadığı kader sırrının perdesi
olduğunu bilsinler.” Bunu uzun uzun anlatmıştır. 415. bâbda ise şöyle demiştir:
Kulun fiillerinin gerçekte Allah’a ait olduğu konusunda sana delil olacak
şeylerden biri de O’nun “Ben onun kulağı, gözü, eli ve ayağı olurum.” hadisinde
ifade edildiği gibi, bilinir ki amel, cismin duyulur (hissedilir) olması itibariyle
insanın cismiyle değildir. Doğrusu amel, insanda ona ait bir kuvvedir. Kulun
bâtınında tasarrufta bulunan sadece Rab’dir. Bu, bilginin (mârifet)
sırlarındandır ve çok az kişi bunu elde eder. Bu nedenle Mu‘tezile,
kuvvelerinin kaynağını müşâhede edemedikleri için, kendi fiillerini
yarattıklarını iddia etmişlerdir.”
490. bâbda “Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında gazap
gerektiren bir şeydir.”[187] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki gazabın birbirinden büyük dereceleri vardır. Birisi bir şey
söyler ancak bunu tasdik etmezse Allah katında kendisine en büyük kötülüğü
yapmış olur. Bir fiili terk etmek sûretiyle hayırdan kendini mahrum kıldığını
anladığı ve özellikle de başkasının kendisinden işittiği şeyle amel ettiğini
gördüğü zaman.” Bunu uzatmış ve sonra şöyle demiştir: “Âyetin işaret diliyle
anlamı ‘Ey perde arkasından iman edenler! Neden böyle olmadığı hâlde fiilin
size ait olduğunu söylüyorsunuz? Oysa o benimdir, nasıl gerçekte yapmadığınız
şeyi kendinize izâfe etmektesiniz?’ şeklindedir.” “Yüce Allah saf tutarak kendi
yolunda savaşanları sever.”[188] yani fiilleri kendi
nefislerine izâfe ederek Hak hususunda tartışan ve Mu‘tezile gibi “fiil benimdir.”
diyenlerle tartışmayı bırakıp hakka dönünceye ve fiilleri tamamen Allah’a
izâfe edinceye kadar, onlarla çarpışanları sever. 361. bâbda şöyle demiştir:
“Bil ki her selim akıl sahibine göre insan, bizzat tercihinde mecbûr gibidir.
Bununla beraber elimizde zuhûr eden bütün fiilleri, Hak Teâlâ’nın bizim
elimizde değil de tek başına yapması da mümkündür. Ancak görünürde bu sadece
bizim elimizde meydana gelmekte ve bu şekilde görünmektedir. Zira ameller
ârâzdır ve ârâz da sadece cisimde zuhûr eder. Bu, her ne kadar doğru ise de
ehlullah açıkça ifade etmekten kaçınmış ve “Ameller, yaratılma açısından
Allah’ın, isnat açısından ve mecâzen kulundur.” demişlerdir.
Kardeşim Zeynelâbidîn el-Mursafî’nin (rh.a) defalarca şöyle dediğini
işittim: “Kulların tercihi kesin olarak kendilerine bırakılmamıştır. Yüce
Allah’ın ‘Dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin.’[189]
âyeti, kula bırakma (tefvîz) değil, tehdittir. Zira Yüce Allah “Zâlimlere ateşi
hazırladık.”[190] ve “Allah, sizi ve
yaptıklarınızı yarattı.”[191] buyurmuştur. “Tek başına
onların fiillerinin yaratıcısıysa nasıl onlara azap eder?” denilmez. Zira sevâb
ve cezanın yaratılmanın aslına değil, kulun yaratılmış olan fiili yapmasına
bağlı olduğunu söyleriz. Dolayısıyla kul, fiil yapma imkânını (istitaa)
yarattığı için değil, taat için uygun olan bu imkânı günah işlemede kullandığı
için cezalandırılmaktadır.
Şeyh Muhyiddin “el-Vesâyâ Bâbı”nda şöyle demiştir: “Sen âmil değil,
amelin mahallisin; ancak âraz olduğu için, sen olmasaydın amel ortaya çıkmazdı”
Levâkihul-Envâr da ise “Hikmet sahibinin ‘Ey oturan kimse yürü ya da ey
yapmayan kimse yap’ demesi imkânsızdır. Zira hikmet, bunu gerektirmez. Geriye
sadece fiili fâiline nispet etmenin kaldığı bilinmelidir.”
323. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki yaratma (tekvîn) açısından hiçbir
mahlûkun, elinde meydana gelen ameller üzerinde bir eseri yoktur. Sadece onda
bir hükmü vardır, eseri değil. Ancak insanların çoğu eser ile hükmü birbirinden
ayıramamaktadır. Yüce Allah’ın, kendiliğinden var olamadığı için ancak ilgili
maddelerde var olan hareket ve mâna gibi bir şeyi îcâd etmek istediği zaman,
kendiliğinden var olmayan bu durumun yaratılmasının açığa çıkacağı bir
mahallin bulunması gerekir. Bu mahallin söz konusu mümkün varlık için bir eseri
değil de bir hükmü vardır. İşte bu, eser ile hüküm arasındaki farktır.
Araştırdığın zaman, kulun fiilde tam olarak bir eserinin olmadığını anlarsın.
Peki, neden hiçbir eseri olmadığı hâlde “Şöyle yaptım” der ki? Bu nedenle
perdesi açıldığında Allah katında nefsine gazap etmiş olur ve teklif zamanı
geçtiğinde kendisine ait olduğunu iddia ettiği bu fiilin kendisine ait olmadığı
ona yakinen açıklanır. Amaç, kul fiili kendisine nispet ettiği için, Allah’ın
ona gazap etmesi değildir. Zira Yüce Allah, onu kendisine nispet etmiştir.
Bundan kastedilen, kulun kendisine kötülük (gazap ettirme) yapmasıdır. Şayet
Allah’ın bunu kendisi için murad etmesiyle yapmış olsaydı Allah katında
kendisine gazap etmiş olmazdı.
Yüce Allah Allah’ın dilemesi olmaksızın bir şey için Bunu yarın yapacağım’
deme! Unuttuğun zaman Rabb’ini an ve ‘Umarım Rabb’im bu konuda doğruya en
yakın olana iletir.’ de!”[192] buyurmaktadır. Böylece kulun
kendisine gazap etmesini defetmek için Allah’ın dilemesini teşri kılmıştır.
198. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ı ortaklardan tenzih etmek istediğin zaman,
fiildeki ortaklıktan değil, mülkteki ortaklıktan tenzih et ki teklif sahih
olsun. Zira şayet kulun fiilde ortaklığı olmasaydı teklif, sahih olmazdı. Zira
kulun fiildeki ortaklığının sebepler perdesinin arkasından olması gerekir.”
Binâenaleyh anlaşılmıştır ki kim Rabb’ini ortaklıktan mutlak olarak tenzih
ederse kuşkusuz o, kemâl makamındadır.
72. bâbda “Kulun fiillerinin Yüce Allah karşısındaki durumu, marangoz ya
da terzinin âletinin durumu gibidir. Allah için en yüce sıfatlar vardır.” demiştir.
Bunun benzeri “Allah, vasıtalı ve vasıtasız olarak fiil yapar.” ifadesidir.
Şöyle demiştir: “O (kulun fiili) bu ölçüye göre âlet gibidir. Cezanın ve teklifin
taalluku ise seçme hakkının (ihtiyarın) âlette bulunması sebebiyledir. Aklen
de kulu, fiilin dışına çıkaracak bir delil olmadığı gibi, yoruma kapalı bir nas
da Şârî tarafından bize gelmemiştir. Yaratılmışların bütün fiilleri Allah’ın
kudreti kapsamındadır; ancak sebeplerin varlığı, aslı itibariyle Allah’tandır.
Yaratılmışın konumu sadece bunun gerçekleşmesinin mahalli olmasıdır.
198. bâbda “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratmıştır.”[193] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Zamirle kulun fiilini ispat, yaratma fiiliyle de kuldan
nefyetmiştir. Bu, Kur’ân’da hiçbir lafız bulunmaması sûretiyle Ebûbekir’in
nefyedilmesi ve Kur’ân’daki tesniye zamiriyle ispat edilmesi gibidir.[194]
558. bâbda Allah’ın el-Vâcid ismi bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki
kuldan yapmasını istediği hiçbir şeyin îcâdı, O’na zor değildir. Kuldan
istediği bir şeyin gerçekleşmemesi, bunu gerçekleştirmekten âciz olduğundan
değil, tarafından bir meşîetle engellemesi nedeniyledir. Buna örnek olarak Ebû
Cehil’den Allah’a, Resûl’üne ve onun getirdiği Yaratıcı’nın birliğine dair
konulara iman etmesinin istenmesidir ki o, kendisinden istenilene olumlu cevap
vermemiştir.
Görünürde Ebû Cehil’in bundan kaçınması, sadece kendisinden istenileni
bulmamasındandır. Engelleme ise kendisini muvaffak kılmadığı için Allah’tandır.
“Şayet dileseydi hepinizi hidâyete erdirirdi.”[195]
Dolayısıyla şayet imana “Ebû Cehil’de gerçekleş.” deseydi ya da vasıtasız
olarak onu imana muhatap kılsaydı iman, muhatap mahallinde olurdu ve o da bunu
bulurdu. Ancak irade onun olmasına taalluk edip “kün/ol” dışarıda tutulunca
bu, var olarak gerçekleşemedi.”
Yine bu bâbda Allah’ın el-Hâlık ismi bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki
iki tür yaratma (halk) vardır: Biri, “Dikkat et! Yaratma (halk) da emir de
O’nundur.”[196] âyetinde olduğu gibi ilâhi
emirden önce gelen yaratmadır. Burada öncelikle onu zikretmiştir. Diğeri ise
îcâd etme yaratmasıdır. Bu ise ilâhi emre eşlik eder ve “Kün” ifadesi olanın
olmayı kabul etmesidir ve onun izinden gelir. j^J’daki o takibiyyedir ve ilâhi
emrin cevabıdır. Cevap ile takip sadece rütbe itibariyledir ve “kün/ol”
ifadesi olmaksızın gerçekleşemeyeceğinin vehmedilmesinin aksine, gizli emir
hakkında değildir. Bizim inandığımız hakka göre Allah’ın ilmine mâlum olanın
başlangıcı (iftitah) olmadığı gibi sözün de bir başlangıcının olması söz konusu
değildir. Dolayısıyla meydana gelen, sadece Allah’ın ilminde gâib olan bir
varlığın (mükevven) görünür âlemde zuhûr etmesidir.
Levâkihul-Envâr kitabında, ilâhi iradeye isyan etmenin kesinlikle
doğru olmadığını söylemiştir. Kul, Allah’a davet eden ve peygamber ve onlara
tâbi olan ulemâ perdesinin ardından emre isyan etmektedir. Yüce Allah “Bir şeyi
dilediğimizde ona sadece ‘Ol!’ deriz; o da oluverir.”[197]
buyurmuştur. Kul, emre imtisal ve nehiyden kaçınma hususunda muhalefet etmedi,
ancak emir ve yasaklama yaratılan vasıtaların diliyle geldiğinde kul muhalefet
etmiştir. Bu peygamber veya onun vekilinin, insanlara “Namaz kılınız” ya da
“Oruç tutunuz” demesi gibidir. Kendisine emredilen kul, bazen bunu yapar bazen
de yapmayabilir. Ancak Yüce Allah, doğrudan kuluna “Namaz kılan ol! Ya da oruç
tutan ol!” derse bu, kesinlikle gerçekleşir. Allah’ın, peygamberinin diliyle
söylediği “Namaz kılınız, sabrediniz, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin,
cihada hazırlıklı olun, cihad için hazırlıklı ve uyanık olun.”[198] âyetini düşün!
Bir kısım insanlar bunları, burada iradelerine bağlı kılındığı için
gerçekleştirmez. Burada emri yerine getirmek mutlak olarak istenmemiştir. Bunun
örneği, Allah’ın “Benim iradem olmaksızın kendiliğinizden yaratılınız” demesi
ve bunun da onların kudreti kapsamında olmaması gibidir. Burada onlara taalluk
eden “kün/ol”un ruhu değil cismi olurdu. Bu durumda da “kün”, kullanılması
haram olan leş gibi olurdu. Aksine onlara taalluk eden vasıtasız canlı olan
“kün” -ki o emr-i ilâhîdirolsaydı cihâdın, ribatın, namazın ve kulların
fiillerinden diğerlerinin bizzat kendileri (ilâhi) izin onlara yöneldiği esnada
var olurlardı. Kuşkusuz fiiller kendi başlarına var olamazlar. Aksi hâlde namaz
kılmayan olmaksızın namaz, cihad eden (mücahid) olmaksızın cihad zuhûr ederdi
ki bu, doğru değildir; bunların zuhûr edeceği bir kişinin olması gerekir. Bu
fiiller, mücahid ve namaz kılan gibi kimselerden zuhûr ettiği için fiil, kula nispet
edilmekte ve Allah, kendi adâleti ya da lütfu gereği bunların karşılığını
vermektedir. Şayet böyle olmasaydı amellerin kendisi, elem ve nimetin mahalli
olurdu. Ancak bunun mahalli olmadığı için Yüce Allah, karşılığı (ceza) ona en
yakın olan nispete vermiştir ki bu da buna âlet olan kuldur. Şöyle demiştir:
“Şayet Allah’ın kul için kıldığı bu nispet olmasaydı hitap ve teklif, zulüm ve
iyilikten alıkoyma olurdu, hiçbir şeyde iyilik olduğuna güvenilmezdi.” Şeyh
286. bâbda bu konu üzerinde uzun uzun durmuştur.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Kul, insanların
çıktığı kapı gibi, fiillerin zuhûr ettiği mahaldir. Gerçekte ise insanlar kapının
kendisinden doğmamakta, sadece ondan zuhûr etmektedir. Zira görünürdeki âzalar
kapalı olan (mestûr) Rabbanî hareketlerin kapılarıdır. Zira bütün kâinat
örtüdür, O (Allah) ise perde gerisindeki fâildir. Bir topluluk Allah’ın fâil
olduğunun farkında değildir; bunlar Mu‘teziledir. Bir topluluk bunun farkında
ve müşâhede etmektedir; bunlar da Cebriyye’dir. Ancak bunlar fiilin sadece
Allah’a ait olduğunu düşünmekte, Allah’ın kula nispet etmesi gibi nispet
etmemektedirler. Dolayısıyla dinde hata etmişlerdir. Bir topluluk ise farkında
olup müşâhede etmemektedir; bunlar da Eş‘arîlerdir. Kesb görüşü onları müşâhede
etmekten alıkoymuştur. Bu her üç taifenin de gözlerinde perde vardır. Bu perde
keşif olmadığı takdirde var olmaya devam edecektir.” Şöyle demiştir: “Şayet bu
söz doğruysa bile, ‘Kul seçiminde mecburdur.’ denilemez. Zira bu, sû-i edeptir
ve Allah’a karşı delil getirmeyi çağrıştırır.” Bunun geniş açıklaması sonraki
mebhasta gelecektir.
el-Fütûhâtın Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: Yüce Allah’ın
ibadetler ve diğer konularda kullarının kendisinden yardım istemelerini talep
ettiği şeylerin tamamı, kulların fiillerinde âciz olduklarına ve bağımsız
olmadıklarına dikkatlerini çekmek içindir. İmâm Cüneyd (rh.a) şöyle derdi:
“Fiillerin kullardan ayrı olarak sadece Allah için müşâhede edildiği
mertebeden sakın! Telef olma durumuna düşersin ve bunlardan hiçbirini günah
olarak göremezsin. Böylece helâk olanlarla birlikte helâk olursun. Bu
yaklaşımda bir bütün olarak dinleri yıkma söz konusudur.
Soru: Mezhepler arasında halku’l-efal konusundaki görüş
ayrılığının kaynağı nedir?
Cevap: Şeyh’in 68. bâbda dediği gibidir: Aralarındaki görüş
ayrılığının kaynağı, Allah’ın kula verdiği ve kulun fiil anında kendisinde
bulduğu imkânın nereye bağlı olduğunu bilmemeleridir. Bizim imkânımızla var
olan eşyada izi bulunan hâdis olan kudrete mi bağlıdır yoksa bizde yaratılan iradeye
bağlıdır da bizdeki söz konusu imkân, hâdis olan kudretin değil de iradenin
eseri midir? İnsanın kendisinde bulduğu bu imkânın kendisinden dolayı mükellef
kılınması, bunun üzerine bina edilmektedir. Bu imkânın niçin râci olduğu
aklıyla tam olarak gerçekleşmemektedir. Şayet bazılarının dediği gibi seçiminde
mecbûr ise O, varlığı itibariyle kâdir mi yoksa varlığı itibariyle muhtâr
mıdır? Fakat onun, kendisinde bulduğu imkân nispetinden kaynaklanan bu
kudretiyle mükellef olması doğru olur. Bu nedenle Yüce Allah “Allah hiç
kimseyi, kendisine verdiği şeyin dışında sorumlu tutmaz.”[199]
buyurmuştur. Ona varoluşsal bir emir vermiştir. “Şey olmayanı verdi.”
denilmez. 391. bâbda da “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü; attığın zaman
sen atmadın, Allah attı”[200] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki bu âyette öldürme ve atmanın isbatı, kendisinden nefyedilen
kimse içindir. Ayrıca ispatın üzerine ispat değildir, bilakis ispatı nefy takip
etmektedir. Bu, “Ancak Allah onları öldürdü.” ve “Ancak Allah attı.” ifadelerinde
nefyin ispatı takip etmesi gibidir. Bir tek şey için ne çabuk ispat ve ne çabuk
nefiy! Bunun izahı şudur: Yüce Allah “Müşrikleri öldürünüz.” ki emir, âmir ve
memur bu hitapta izhâr olsun.
Bunun gereği yapılıp muhdes varlıklarda öldürme fiilen gerçekleştiği zaman
“Siz onları öldürmediniz, ben öldürdüm. Siz, bana göre sizdeki kılıç ya da
öldürmek için kullanılan başka bir âlet gibisiniz. Bu, öldürmenin bir âletle
öldürülenden gerçekleşmesi gibidir.” demiştir. Oysa biz, âletin katil olduğunu
söylemedik, aksine vuran katildir. Aynı şekilde bize göre vuran kimse katil
değil, onun elindeki kılıç mesabesindedir; anla!
“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Siz onları öldürmediniz, Allah öldürdü;
attığın zaman sen atmadın, Allah attı.”[201]
âyetini okuduğu hâlde “Allah âletlerle fiil yapmaz.” diyen kimse ne kadar da
cahildir! Onun bizzat inandığı şeyi inkâr ettiğini görmektesin; bu daha da
şaşılacak bir durumdur. Zira kılıç, kulun âletidir; kılıç ile kulun her ikisi
de Allah’ın âletidir.” 50. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, ibârenin
âciz kaldığı ve eserini nefislerimizde bulduğumuz bir kudreti bize vermedikçe
bizi mükellef tutmaz. Bu kudret kaybolduğunda, müzmin hastanın namazda kıyamla
mükellef olmadığı gibi biz de mükellef olmayız. Bu kudret, ilâhi nefhanın melek
vasıtasıyla insanda izhâr ettiği kudrettir. Bu kudret olmasaydı hiçbirimiz,
teklife muhatap olamazdık ve hiçbirimizden “Sadece senden yardım dileriz.”[202] dememiz istenmezdi. Yardım
talebi, kulun fiilini çağrıştıran bir mahiyete sahiptir. Mu‘tezile, şer‘î bir
delile dayanarak fiili kula nispet etmekle bir açıdan doğru yapmıştır. Ancak
fiili tek başına bağımsız olarak kula nispet etmekle hata etmiştir. Eş‘arîler
ise aklî ve naklî bir delile dayanarak fiilleri yaratma açısından Allah’a, kesb
açısından ise kula nispet etmekle isabet etmiştir” el-Fütûhât’ın 72.
bâbında “Nazar erbabı olan herkes, fiil anındaki kudreti kulda yaratmanın
sadece Allah’a ait olduğu, bunun kulun ne kesbi ne de yaratması olduğu
konusunda görüş birliğine varmışlardır. Bütün insanların bir seçme hakkı
(ihtiyar) vardır; ancak bu ihtiyar bağımsız değildir” demiştir.
“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Yüce Allah, kullarına işlerinde ortaklık
verdiği için, onlara yardım talep etmelerini emretmiştir. ‘Benim kudretim yani
iktidarım yoktur’ diyen kimse, haberleri reddetmiş ve Hakk’ı ve Hak Teâlâ’nın
meyite olan teklifini yerine getirmemiş olur.”
558. bâbda, el-Hâfid ismi bağlamında şöyle demiştir: Bil ki hafd’
mertebesi, Hakk’ın muhdis olarak tasarruf ettiği bir mertebe değildir. Ancak
buraya tenezzül ettiği takdirde, bu mertebenin hükümlerini O’na izâfe ederiz.
Hafd mertebesinin muhdes varlıklar üzerindeki otoritesi sadece geliştir. Şayet
bu, Kur’ân ise gelişiyle onlarda meydana gelmiştir. “Hafd” harflerinin derece
itibariyle isimlerden daha aşağıda olduğu hâlde, onları düşürdüklerini görmez
misin? İsimlerin bu mertebedeki yüceliği, kulun sözüyledir. 4l> S^p! dediği zaman
K düşürür ve mâmülü 4)1 kelimesidir. Kelimedeki “hâ” harfi, yüksekte olana
-bunlar isimlerdir-tesir ederek onu aşağı çekmektedir. Âlemde her ne kadar
mertebe itibariyle ‘hafd’ makamında ise de bir kısmı diğer kısmı için, dildeki
‘hafd’ araçları gibidir. Konuşan kimse, sadece kendileriyle kelimeyi
düşürdüğü, dildeki hafd edatları gibidir. Yüce Allah’ın ilâhi isimler vasıtasıyla
yaptıkları da böyledir. Hafd’ın edatlarında tasarruf etmesi için hafdın
mertebesine tenezzül etmesi gerekir. Sonra hafd harflerinden biri diğerinin
üzerine girdiği zaman, o harften dolayı ona girilen isimler olur ve ondaki
harflik hükmü kaybolur; o da diğer isimler gibi izâfetle mahfûd hâline gelmiş
olur ve sûretinin değişmemesi için binâsı bunun üzerine devam eder. Çünkü
aslında Hâfid (düşüren) olan, hakikatte mahfûd (düşen) olamaz. Burada sahip
olduğu sûret itibariyle değil, mâna itibariyle mahfûd olmuş olur. Bu, Allah’ın
‘Öncesinde de sonrasında da emir, Allah’ındır’[203]
âyeti gibidir.” Şöyle demiştir: “Bizim içinde bulunduğumuz iş (yol) de
böyledir. Muhdis, muhdese tesir ettiği zaman, muhdes olmasının dışında
kendisine hiçbir eser ortak olmaz. Onun için hudûs, harfin binası konumundadır,
ondaki eser müessirindir; müessirin ise sadece Allah olduğu üzerine icmâ
edilmiştir. Bu, Hak Teâlâ’nın fiili sûretinde zuhûr eden insanın fiilidir.
Münfail, Hakk’ın sûretinde infial etmiştir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah bu
makamda ‘onun işiten kulağı olurum’ demiştir. Şöyle demiştir: “Allah’ın
kelâmını işitinceye dek ona sığınma hakkı tanı.”[204]
“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiştir.”[205]
ve bununla birlikte “Peygamberin görevi sadece tebliğ etmekten ibarettir.”[206] buyurmuştur.
“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Varlık âleminde O’nun fiillerinden başka bir
şey yoktur. Ancak O, edepsizlikleri haram kılmıştır. Kabul et ve tartışmayı
bırak!”
Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ra) Sana ne iyilik gelirse (yani isnad ve
îcâd açısından) Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse bu da (yani îcâd açısından
değil, isnâd açısından) kendindendir”[207]
âyeti bağlamında şöyle derdi: “Ey kardeş! Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm)
‘Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.’[208]
şeklindeki sözünü düşün. Nasıl da ‘Beni hasta ettiği zaman’ dememiş de nefse
hoş gelmediği hâlde hastalığı kendisine izâfe etmiş; nefse hoş gelen şifayı da
Allah’a izâfe etmiştir. Yine Hz. Eyyûb’un (aleyhisselâm) ‘Eyyûb’u da hatırla.
Hani o Rabbine ‘Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en
merhametlisisin’ diye niyaz etmişti.’[209]
şeklindeki sözünü de değerlendir! ‘Beni derde uğrattın, o hâlde bana merhamet
et!’ dememiş, aksine hitap ederken edebini muhafaza etmiştir. Yine Hızır’ın (aleyhisselâm)
‘Onu yaralamak istedim’ demek sûretiyle, hoş olmayan yaralama (ayb) fiilini
kendisine izâfe etmesini de değerlendir. Nasıl da ‘Rabbin, onların olgunluk
çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını
istedi’[210] âyetinde nefse hoş gelen
durumu Allah’a izâfe ettiğine bak!”
Soru: Hızır’ın (aleyhisselâm) “Rablerinin onlara, bu çocuğun
yerine bir çocuk vermesini diledik”[211]
şeklinde kulu kapsayan çoğul nûn’u ile ifade ettiği sözünün cevabı nedir?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 31. bâbında verdiği gibidir.
Buna göre “Diledik” ifadesinin kapsamında iki şey söz konusudur: Biri hayır,
diğeri de Mûsâ’nın bakışı ve âdetin alışkanlığının neticesi olarak, bulunan
başka bir durumdur. Bu fiilde bulunan hayır, nûn zamirinden dolayı Allah’ındır;
o anda Mûsâ’ya göre işin zahirinde kötülük olarak bulunan şey ise nûn zamiri
dolayısıyla Hızır’a aittir. Dolayısıyla buradaki çoğul Nûn’un, kendisinde
bulunan çoğulluktan dolayı iki yönünün olduğu anlaşılmaktadır: Biri Allah’a
izâfe edilen hayır yönü, diğeri de ayıbı kendi nefsine izâfe edilen ayıp
yönüdür. Şayet “Onlara âsi olan azmıştır.” diyen hatip, Hızır’ın bildiği bu iki
yönü bilseydi, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona “Ne kadar kötü
hatipsin.” demezdi.
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bir tek zamirle kendisiyle
Rabbini bir araya getirdi ve Allah’a ve Resûlüne itaat eden doğruyu yapmış
olur, onlara isyan eden ise sadece kendisine zarar verir ve Allah’a hiçbir
zarar vermez.” [Hz. Peygamber için] “Kendi hevâsından konuşmaz.”[212] buyurdu. Aynı şekilde Yüce
Allah, “Allah ve melekleri Peygambere salat etmektedir.”[213]
âyetinde kendisiyle melekleri de bir araya getirmiştir. Ey kardeş!
Peygamberlerin edebiyle ilgili sana anlattıklarımızı değerlendir; onların diğer
insanlardan daha edepli hareket ettiklerini göreceksin. Hz. Ebûbekir (ra)
hastalandığında kedisine “Sana bir doktor çağıralım” denildiğinde o, “Doktor
beni hasta etti” demiştir. O, her ne kadar işin Allah’tan olduğunu müşâhede
etmişse bile Hz. Halîl [İbrâhim] (aleyhisselâm) ve Hz. Eyyûb’un riayet ettiği
gibi lafızda edebe riayet etmemiştir.
Şöyle dedim: “Bize göre Hz. Ebûbekir’in (ra), hastalığı Allah’a izâfe
etmesi, Allah’a karşı edep gözetilmesi gerektiğini bilmemesinden değildir.
Aksine kendisine doktor çağırmayı isteyen kimsenin Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm)
büyük makamını müşâhede etmediğini gördüğü için, onun aklının seviyesine
inmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
121. bâbda şöyle demiştir: “Ey kardeş! Bil ki kulların fiillerinin yaratılması
ve bununla ilgili olan kesbi anlamak, en zor meselelerdendir.” Şöyle demiştir:
“Zamanımın tamamını buna harcadım, problem devam etti ve Allah bana durumun ne
olduğu konusunda bir kapı açmadı. Ancak 633 senesinde bu bâbı kayıt altına
aldığım gecede açıldı. Bana bu açılmadan önce bir topluluğun kesb demesiyle
diğer bir topluluğun halk demesi arasındaki farkı tasavvur etme noktasında çok
zorlanıyordum. Sadece salt hayra inanıyordum. Şu anda şüphe duymayacağım bir
kesinlikle, bu meselenin hakikatini ve bu meselede üç mezhep arasındaki farkı
öğrendim. Yüce Allah, basiretimi açarak bir tek Allah’tan başka, kendisinden
daha önce yaratılmış hiçbir varlık bulunmayan, ilk yaratılan varlığı gösterdi
ve bana şöyle dedi: “Bak, kapalılık ve hayret içeren bir durum var mı?” Ben de
“Hayır Ya Rabbi” dedim. Bana “Gördüğün bütün muhdes varlıklar böyledir. Hiç
kimsenin yaratma anlamında bunlar üzerinde bir eseri yoktur. Sebeplerle değil,
sebeplerin yanında eşyayı yaratan benim. Îsâ’da üfürmeyi, kuşta da oluşmayı ben
yarattım.” dedi.
Ben, ona Rabbim, o hâlde nefsin kendisine yap ve yapma’ şeklinde hitap
etmiştir.” dedim. O, bana “İlmimde herhangi bir şeyi öğrendiğin zaman, edebi
gözet ve peşine düşme; zira bu mertebe, peşine düşmeyi kabul etmez.” dedi.
Ben, O’na “Rabbim, bu, bizim konumuzun aynısıdır. Bazıları edebi gözetir,
bazıları da peşine düşer. Ancak edebi de peşine düşmeyi de yaratan sensin.
Peşine düşmeyi yarattığına göre, bunun gerçekleşmesi gerekir, edebi yarattığına
göre de bunun bulunması gerekir” dedim. “O, budur; dinle, sus!” dedi. “Bu,
senindir ya Rab, işitmek için işitmeyi, susmak için de susmayı yaratayım.
Ancak şu anda hitap ettiğin, senin tek başına yarattığından başka bir şey
değildir.” dedim. Bana, “Sadece bildiklerimi yaratırım, bildiklerim de ilmimin
ezelde taalluk ettiği zaman bilinen (malûm) hâline gelen şeylerdir. En güçlü
delil benimdir.” dedi. Allah’ın izniyle bir sonraki mebhasta bunun izahı
gelecektir.
Ey kardeş! Allah’ın gazabına uğrayan herşeyden uzaklaşarak nakledilen bu
bilgileri değerlendir. Karanlık kalp, bunun gibi meseleler bir yana, apaçık
meseleler bile kendisine problemli gelen kalptir. İmâm Gazzâlî (rh.a) şöyle
demiştir: “Bu, dünyada çözülmeyen bir problemdir.” Ancak o, “Allah en
doğrusunu bilir” şeklindeki ifadesinden dolayı mazurdur.
Sonuç
Soru: Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) kendisi yaratılmış bir kul
olduğu, yaratılmış olanların özelliklerinden birinin de onların yaratmaması ve
buna güç yetirememesi olduğu hâlde, yaratmanın Hz. Îsâ’ya izâfe edilmesinden
kastedilen nedir?
Cevap: Kur’ân-ı azîm açık bir şekilde Îsâ’nın (aleyhisselâm)
Allah’ın izniyle kuşu yarattığını belirtmektedir. Îsâ’nın bu konudaki konumu,
Allah’ın izniyle cenine anne rahminde şekil veren melek gibidir. Allah, bu
konuda kendisine izin verdiği için Îsâ’nın (aleyhisselâm) kuşu yaratması, kulu
Allah’a yaklaştıran ibadet kapsamındadır. Yüce Allah, “[De ki] Allah’ı bırakıp
da taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, onlar yerden ne
yaratmışlardır?”[214] buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin
337. bâbda bu âyetin tefsiri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki U, âmm (genel)
bir lafızdır. Çünkü o, akleden ve akletmeyen her şey için kullanılan bir
lafızdır.” Bu ilimde kendisine müracaat edilen Sibeveyh[215]
(ö. 180/796) de böyle demiştir. Bu ilimde intihalci olan bazıları şöyle
demişlerdir: “U lafzı, akletmeyen ise akleden varlıklar için kullanılır. Bu,
yaygın bir görüş değildir. Arapların bazen akletmeyenleri U ile akledenleri ile
cemî yaptıklarını ve ü’yı akledenleri de içine alacak şekilde kullandıklarını
gördük. Bu âyet gibi Hz. Îsâ’yı da içine alacak şekilde kullanılması, her ne
kadar akleden bir varlık ise de tek başına bir şey yaratmaya güç yetirmemesi
sebebiyledir. Şöyle demiştir: “Sibeveyh’in görüşü evlâ olandır, vesselâm.” Yüce
Allah’ın Şeyh’e söylediği “Îsâ’da üfürmeyi, kuşta da yaratılmayı yarattım”
şeklindeki ifadeleri son söz kabîlindedir. Bu, hiçbir problem taşımayan bir
iştir. Allah en doğrusunu bilir
Soru: Yüce Allah bu dünyada bazı özelliklerini kelimesine verdiğine
göre, bununla tasarrufta bulunulur mu yoksa edep onu terk etmek midir?
Cevap: Şeyh’in 177. bâbda dediği gibi,
Ehlullah’ın edeplerinden biri de Allah bu dünyada kendilerine jS
lafzıyla tasarrufta bulunmayı verdiği hâlde, mahalli âhiret yurdu olduğu için
bununla tasarrufta bulunmamalarıdır. Ancak onlar, yaratma bâtınen Allah’a ait olduğu
gibi, zâhiren de O’na ait olması için jl yerine 4)1 lafzını
koymuşlardır.
Soru: Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) insanların en
edeplisi olduğu hâlde, bazı gazvelerinde bunu kullanmıştır.
Cevap: Tebûk gazvesinde, ashabına bunun câiz olduğunu açıklamak
için kullanmıştır. Bu, ona mûcizeleri izhâr etme izninin verilmesi nedeniyledir.
Bu mesele de o kapsamdadır. Şöyle demiştir: “Ebûzer Ol!”, o da Ebûzer olmuştur.
Hurma dalı için de “Kılıç ol!” demiş, o da kılıç olmuştur.
Soru: Bir insanın Allah’ın izniyle başka bir insanı yaratması
mümkün müdür yoksa bunun nihaî noktası, Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) elinde
çamurdan kuş yaratmak meydana geldiği gibi bir kuşu yaratmak mıdır?
Cevap: Şeyh Muhyiddin bu soruyu 335. bâbda şu lafızlarla sormuştur:
“Şayet insanın bir insanı Allah’ın izniyle yarattığı farzedilse söz konusu
yaratılan insan mıdır, yoksa insan cismi sûretinde bir canlı mıdır? Zira
sûretlerin en yetkini olan insanı [yaratmak] şöyle dursun, Yüce Al5 lah, bütün insanları, bir
araya gelseler bile bir sineği yaratmaktan âciz bırakmıştır. Ancak bitki
yetiştiriciliğinde ve tabiatla ilgili ilimlerde âlim olan bazı insanların,
insan menisinden belirli zaman ve belirli mekânda âdemî insan sûretinde bir
insan meydana getirdiklerini bize zikretmişlerdir. Bir sene doğrulmuş, gözünü
açmış ve kapamıştır. Konuşmamış ve ye10 diklerine bir şey eklememiş, böylece bir sene yaşamış, daha
sonra ölmüştür.” Şeyh şöyle demiştir: “Bunun hükmünün dilsizin hükmü olan bir
insan mı yoksa insan sûretinde bir canlı mı olduğunu bilmiyorum.”En
doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın Kulların Amellerinin Yaratıcısı
Olmakla Beraber Onlara
Karşı
Apaçık Delillere Sahip Olduğu Hakkındadır
Şayet bir kulun “Rabbim, beni yaratmadan önce benim için takdir ettiğin
bir şeyden dolayı nasıl hesaba çekersin?” demesi farzedilse buna karşı Yüce
Allah, “Benim ilmim senin olduğun hâlin dışında taalluk etti mi? Oysa ne
ilmimin ne de mâlumumun bir başlangıcı söz konusudur.” der. Yüce Allah
“Aranızda sabredenlerle cihad edenleri bilmek için sizi imtihan edeceğiz.”[216] buyurmuştur. Bu
âyeti, ilminde yer aldığı için, kulun başına gelebilecek her şeyi vuku bulmadan
önce bildiğine dair delil olması için getirdi. Ancak herkes delillerle ilgili
bu ilmin tadına ulaşamaz. Bu deliller, keşif ehlinin Hak Teâlâ’nın kendisi ya
da onlara nisbet ettiği şeyler konusunda anlaşmazlıkları bulunmadığı için
keşif ehline değil, perdelenmiş olanlara getirilir. Dolayısıyla kulun, yakînen
ve keşfen bilmesi için, nefsine karşı Allah için delil getirmesi gerekir. Çünkü
ilâhi ilimde bulunanın dışında kulun başına bir şey gelmez. Dolayısıyla Allah
kula, ilminde bulunan şeylerden başka bir şey yapmaz. Delil getirmekten daha
güçlü olan ise “O’na yaptıkları sorulmaz; onların yaptıklarınınsa hesabı
sorulur.”[217] âyetidir.
Soru: Allah’ın değil de onların hesaba çekilmesi nasıl olur?
Cevap: Hesaba çekilirler; çünkü Allah, hesap anında onları,
başlangıcı olmayan Allah’ın ilmindeki yerlerini gösterdiği zaman, Allah’ın
ilminin sadece onların üzerinde bulundukları hâle taalluk ettiği ve Allah’ın
sadece onların üzerinde bulundukları hâle hükmettiği, bunu zâtıyla değil,
serbest irade ile yaptıkları anlaşılır, anla! Hata yapmaktan sakın! Abdullah
b. Selâm’ın (ö. 43/663-64) naklettiğine göre, peygamberlerden biri, mâruz kaldığı
zorlukları Allah’a şikâyet etmiş, Allah da ona “Nicedir beni şikâyet
ediyorsun; oysa bu şekilde zemmedilecek birisi değilim. Gayb ilminde senin
durumun belirdi. İster misin senin yüzünden dünyayı eski hâline döndüreyim ve
senin için Levh’i değiştireyim?” şeklinde vahyetmiştir. Böylece Allah’ın bunu
müşâhede ettirdiği herkesin, Allah’ın kendi zâtındaki kesin delili
(Hüccetüllahil bâliğa) itiraf ettiği ve hem yakîn hem de keşif olarak nefsine
karşı delil getirdiği bilinmiş oldu.
Şeyh Muhyiddin buna cevabı uzatmış ve daha sonra şöyle demiştir: “İnsanların
çoğu bu delilin şeklini bilmez, aksine onu, iman ve teslimiyet yöntemiyle
alırlar. Biz ve benzerlerimiz ise açık bir şekilde (iyanen) almaktayız, onun
yerini ve Allah’ın onu nereden getirdiğini de bilmekteyiz. Bil ki iman
yöntemiyle delili alan kimsenin alâmeti, delili, olduğu gibi hayal etmemesi ve
bilakis lisân-ı hâl ile “Şayet Yüce Allah bana sorulduğu zaman, delil getirme
imkânı verseydi O’na şöyle derdim: ‘Rabbim, bunu bana sen yaptın, ancak sana
yaptığının hesabı sorulmaz.’ demesidir. Bunun benzeri sözler, sadece Allah’ın
hükümleri konusunda cahil kimseden meydana gelir. Aksine Yüce Allah’ın O’na
karşı mutlak olarak en üstün delili vardır. Ayrıca bir kölenin efendisine
kalbiyle bile olsa “Bana karşı delilin yoktur.” demesi nasıl yakışır? Bunu
değerlendir! Şeyh 457. bâbda bunları “De ki en üstün delil, sadece
Allah’ındır.”[218] âyeti bağlamında
kaydetmiştir.
Soru: Allah’ın kuluna karşı delilinin en üstün olması nasıl olur?
Cevap: Bu, ilmin mâluma tâbi olması ve Hak Teâlâ’nın fâiliyyet
derecesiyle ayırt edilmesi şeklinde olur. Çünkü bütün yaratılmışlar O’nun
mefûlüdür. Mâlumun söylediği her şey, O’nun bunu söylemekle hükmettiği şeydir.
Hak Teâlâ’nın dili, mücadele eden kula şöyle der: “Benim ilmimin senin henüz bu
âlemden gâib iken şahsi ilmine taalluku, sadece senin bulunduğun hâl üzeredir.
Ben sadece senin zâtının kabul ettiği ölçü üzerine seni varlık sahnesine
çıkardım.” İşte o zaman kul, bunun Hak Teâlâ olduğunu anlar ve oracıkta
iddialaşan insanların tamamının delilleri çürür. Allah’ın her birine, başkası
için genel olarak getirmediği bir delili vardır. İşte bu delille O, kullarına
“O, kamerdir.” Yani “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O,
hakimdir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”[219]
âyetinde belirtildiği gibi zâhir olur. Yani delille, Allah’ın kendilerine
delil getirmek sûretiyle tasnif ettiği bütün sınıflara zuhûr etmiştir. Şayet
teklif söz konusu olmasaydı, hasım olmaz, hiçbir amelimiz hüküm konusu olmaz ve
Allah bizimle münazara etmezdi. Bu, kendilerinden insaflı olmalarını talep
etmek için Allah’ın kullarına insafı kapsamındadır. Bu, düşünülsün ve onda ne
olduğu araştırılsın. Çünkü o, ince bir tartışmadır.
178. bâbda “De ki en üstün delil, sadece Allah’ındır.”[220] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki bu âyet, Allah’ın kullarını sadece normal şartlarda
güçlerinin yeteceği şeylerle sorumlu tuttuğunun delilidir. Mesela onları,
hiçbir sebep olmaksızın göğe tırmanmak veya iki zıddı bir araya getirmekle
sorumlu tutmamıştır. Şayet bunlarla mükellef tutsaydı “En üstün delil, sadece
Allah’ındır.” denilmez, “Yaptıklarından sorulmaz.” ezelî taksimin aslında
[sorulmaz] denildiği gibi, “O, dilediğini yapar.” denilirdi. Burası ise
sorulacak olan kimsenin kaybolmasından dolayı, yapılanları Hak Teâlâ’ya sorma
yeridir. 29. mebhasın başında, bazı yahudilerin kulun ilâhi kudrete muhalefet
etmesini tasvir eden çok güzel bir şiir gelecektir. Ancak bu, mümkün değildir.
Oraya bak!
Şeyh, “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: Hakk’ın ilminde daha önce bulunmayı
sana karşı delil olarak getiren kimse, Hakk’ı delil getirmiş olur. Ancak bu,
sahibine fayda vermeyen, yanıbaşındakini de günahtan korumayan bir delildir.
Fayda vermediği hâlde bunun dile getirildiğini ve onun mezhebinde şeriattan
dönüldüğünü duydum. Buna göre “O yaptıklarından sorulmaz, onlarsa sorulurlar.
Ancak insanların çoğu bunun farkında değildir.” Bunun gibi meseleler sadece
açıktan ve sadece bildirerek konuşulur. Sadece açıktan söylenirse ilim olur.
Her ne kadar bütün canlıların alınlarından tutuyor ise de ümmetlerin üzerinde
icmâ ettiği en önemli yöntemi benimseyen kimseye götürdüğü için, onlara
üfürülmüş ve tedvîn ettikçe zirveleri parçalayan gönüller vâris kılınmıştır,
anla! Böylece Allah’ın “Allah insanlara kesinlikle zulmetmez ancak onlar
kendilerine zulmederler.”[221] âyeti sahih olmuştur. Bunun
izahı sadece ehline sözlü olarak zikredilebilir. Bu, kaderin sırrı hakkındaki
ilimlerdendir. Oysa kitap ehil olanın da olmayanın da eline düşer. En
doğrusunu Allah bilir.
Şeyh, Levâkihul-Envâr kitabında ise şöyle demiştir: “Şayet bir
kul, Rabbine ‘Rabbim, beni yaratmadan önce, benim için takdir ettiğin bir
işten dolayı beni nasıl hesaba çekersin?’ derse Hak Teâlâ, ona “Sen, takdir
ettiklerimin gerçekleşme mahalli değil miydin?” der. Onun “Evet, Rabbim. Ben,
takdir ettiklerinin gerçekleşme mahalli idim.” demekten başka çaresi kalmaz.
Kul, bunu söyleyince Hak Teâlâ ona “O hâlde bana yaptığın itiraz ortadan
kalktı. Dileseydin seni sevabın mahalli, dileseydin seni ceza ve azabın
mahalli kılardım.” der.
Şayet kul, Mu tezile’nin görüşünü söylerse biz, ona O durumda Hakk’ın
‘Yaptığı iyilik yararına, yaptığı kötülük de zararınadır.”[222]
âyetindeki adâlet terazisi sana karşı getirilir.” derdik. Dolayısıyla Allah’ın
delili, bütün gruplara karşı getirilmiştir.
Şöyle dedim: Îblis’in “Rabbim, nasıl olur da Âdem’e secde etmememi takdir
edersin sonra da beni bundan dolayı hesaba çekersin? dediği bize ulaştı. Yüce
Allah da “Secdeden kaçındıktan sonra mı benim bunu takdir ettiğimi öğrendin,
önce mi?” demiştir. O, “daha sonra” deyince Hak Teâlâ ona “Îşte bundan dolayı
seni hesaba çekiyorum.” demiştir. Îşte bu şekilde kaderin sırrının hükmü, kuş
için kurulan tuzağın hükmüdür. Oysa bu, toprağa gömülü bir helezondur. Kulun
tercih etmesinin hükmü de yeryüzünde açıkta bulunan bir tanenin hükmüdür. Kuş
onu görür ancak tuzağı görmez ve ona göre davranmaz, sadece taneyi görür ve onu
almaya koyulur. İşte helâki burdadır. Şayet tuzağı bilseydi kesinlikle taneyi
almaya koyulmazdı. Îşte âdemoğlu da bu şekilde, sadece tuzağı görmekten ve
hesaba çekileceğinden gâfil olduğu zaman günaha düşer. Gerçekleştiği zaman da
pişman olur ve istiğfar eder; Allah tövbe edenleri sever. Genel olarak şu soru
sorulabilir: Şayet Îblis’in nefsi, günahı helâk olacağını anlamadan işlemiş ve
işledikten sonra bunu anlamışsa, başkasına yaptıkları nasıl olur? Aynı şekilde
Îblis’in Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir araya gelmeyi
istediği ve O’nun da Îblis’e kendisini tasdik etmesi ve melekler kendisinin
etrafındayken onun zillet ve alçaklık içinde Hz. Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) önünde durması şartıyla izin verdiği bize nakledilmiştir.
Şöyle demiştir: “Ey Muhammed, Allah seni hidâyet için yarattı ancak elinde
böyle bir şey yoktur; beni de saptırmak için yarattı ancak ne kendimi ne de
başkasını saptırmam için elimde bir şey yoktur. Yüce Allah, bunu tasdik eden
“Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin ancak Allah dilediğine hidâyeti verir.”[223] âyetini
indirmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Efendim Ali el-Havvâs’ın şöyle dediğini işittim: “Sende daha önce hiçbir
eğilim olmadığı hâlde Îblis’in seni günaha düşürdüğünü delil getirmekten
sakın! Yüce Allah, Îblis’in dünyadayken saptırdıklarına cehennemde hitap
ettiğini haber vermektedir. Burası yalanlayanların tasdik ettikleri ve bu
hutbede günahkârların cehâletinin ortaya çıktığı yerdir.
Sonunda şöyle der: “Beni kınamayınız, kendinizi kınayınız.[224] Ben sadece nefsinizin
Allah’ın yasakladığı şeye meylettiğini gördükten sonra vesvesemle sizi
ayarttım. Siz meyletmeden önce üzerinizde herhangi bir otoritem yoktu.
Dolayısıyla vesvese vermemden önceki meylinizden dolayı kendinizi kınayınız,
beni kınamayınız. Nefsiniz, terazinin kefeleri arasında bulunan dilciği
gibidir. Ben sürekli sizin yöneliminizi takip eder ve terazinin dilciği çenede
kalıp çıkmadığı müddetçe, siz de benden korunmuş olursunuz. Ancak terazinin
dilciği kötü bir günah tarafına doğru çıktığı zaman, iradeniz gerçekleşmesini
sağlar, ben de size tâbi olurum.” Burada Îblis’e itaat eden kulların delili,
Îblis’in karşı delili ve onların da bu konumda onu tasdik etmesiyle çöker ve
Îblis’in tek başına onları günaha düşürmediği, nefislerinin bunu
gerçekleştirdiği onlar için açığa kavuşur. Onlar da Îblis’in kendilerine karşı
delil getirmesi gibi, ilâhî hükümlere bakarak, kendilerine karşı Îblis için
nazarla delil getirmeye başlarlar. Bunun çoğu söylenmez.
Şöyle dedim: Bu mebhastan hâsıl olan, Allah’ın “Biz onlara zulmetmedik
ancak onlar kendilerine zulmettiler.”[225]
âyetini tasdik eder bir şekilde kulun kendi nefsine zulmettiğidir. Allah,
sadece gerçekleşen haberi verir. Ehlullah bunu bildiği için, hakiki bir
yöntemle Allah için nefislerine karşı getirecekleri delil talep ettiler. Sahih
keşfe baktılar ve bütün fiillerinin Allah’ın ilminin mâlumu olduğunu gördüler.
Allah’ın ilminin bir başlangıcı olmadığı gibi, mâlumunun da bir başlangıcı
yoktur. Mâlumunun bir başlangıcı olmayınca, Allah bize hiçbir şekilde
zulmetmemiştir. Belki de Mu‘tezile, takrir ettiğimiz şekilde bunu bilseydi “Kul
kendi fiillerini yaratmaktadır.” şeklindekli görüşlerini benimsemezdi. Onlar,
akıllarıyla fiili, yaratma olarak sadece Allah’a isnat edip sonra da bununla
onları cezalandırdığı takdirde bunun, adâlet olmayacağını düşündüler. Bunu
Allah’a nispet etmekten korkunca da “Hakikat bağlamında değil, mecaz ve nispet
bağlamında kulun kendi fiilini yaratmasının, Allah’a zulmü nispet etmekten
daha hafif olduğuna hükmettik.” dediler. Îmâm Zemahşerî (ö. 538/1144) gibileri,
kulun kendi fiilini yarattığına asla inanmamaktadırlar. Hatta yahudilerin
kendileri bile buna inanmamaktadır. Ayrıca kıyamette amellerin
cezalandırılması da amellerle ilgili görüşün kendisi gibidir.
Şayet birisi, Allah’a “Yaratmadığım bir şeyden dolayı neden beni cezalandırıyorsun?”
derse Allah da ona “Senin amelinin neticesi olmaksızın ilmim sana taalluk etti
mi? “der. Kulun “Evet, ilmin sadece amelimin neticesi olarak taalluk etti.”
demekten başka çaresi kalmaz. İşte burada kul, kendi nef5 sine karşı kesin ve keşfî delili ileri sürer.
Bu anlattığım tartışma konusunu, zamanımızdakilerden kimsenin tattığını
görmedim. Onların varacakları nihaî nokta, sadece birisinin edep gözeterek
“Daha önce O’na isyan edeceğinin takdir edilmiş olması gerekir.” kabilinden,
nefsine karşı delil getirmesidir. O, Cebriyye mezhebinde olduğu gibi, kalbiyle
Rabbine karşı delil 10 getirmektedir.
Şairin şu sözünü şâhid olarak getirmeleri de mümkündür:
Sudaki sandığın içinde
gördü ve ona / “Aman ha aman suya dalma!” dedi
Allah’a karşı hüccet getirme anlamını akla getireceği için, bunun gibi
beyitleri söylemek câiz değildir. Böylece Cebriyye ve benzerlerinin düştükleri
durumun sebebinin, kulun hudûs şekli ve yaratılmış olma15 sını
müşâhede etmeleri olduğu bilinmiş oldu. Şayet başka bir şekilde, ilâhi ilimde
kadîm olduğunu müşâhede etselerdi nefislerine karşı Allah için delil getirirlerdi.
Düşün; bu, zihnin karışacağı bir durumdur. En doğrusunu Allah bilir.
İlerde Açıklanacağı Gibi Kurbiyet
Derecesinin En İleri Noktasına Ulaşsa Bile Aklı Başında Olduğu Sürece Hiçbir
İnsan ve Cinin Teklifin Kapsamından Dışarı Çıkmayacağı Hakkındadır
Ey kardeş! Bil ki dünya durdukça akıl sahibi bir insandan yükümlülüklerin
düşmesi imkânsızdır. Şayet böyle olmazsa perdesi açılan herkesten yükümlülükler
de düşer. Zira bu durumda o, Allah’tan başka fâilin olmadığını görür. Oysa Ehl-i
sünnet ve’l-cemâatten hiç kimse böyle bir şey söylememiştir. Bazı âriflerin
“Sâlik bir makama ulaştığında kendisinden teklif kalkar.” şeklindeki sözleriyle
tekliften kastedilen, ibadet etmenin külfet olmaktan çıkması ve artık ondan
sıkıntı duymaması ve daha önce nefsinin yapmaktan zorlandığı bir fiilden zaman
zaman tat almasıdır. Ben de bu makamda durdum, ibadetlerden sıkıntı ve zorluk
duymuyordum. Daha sonra bu makamın kendisine eşlik eden nefsanî hevâdan dolayı
eksikliğini keşfettim ve bundan tövbe ettim. Sanki bir dağı yüklenmişim gibi
meşakkat ve külfeti olmayan bir ibadete niyet etmem. Bu, ibadette bulunan ve
bize yüklenen edep ve müşâhedeler nedeniyledir. Daha önceleri nefsin zulümden
çıkmasından sıkıntı duymadığım gibi, bundan da sıkıntı duymazdım. Bu, Yüce
Allah’ın Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Öyleyse bir işi
bitirince diğerine koyul!”424 dediğini görmem nedeniyledir. Yani
“Yorucu bir ameli bitirince başka birisine yani yorucu olan başka birisine
koyul!” demektir. Bu, yola (et-tarîk) girmeyenlerin tatmayacağı bir şeydir. Her
nefeste Allah ile karşılaşmayı talep eden bizler için rahat nerede?
Ey kardeş! Bil ki Allah’ın kullarının bazıları, beş vakit namazı sadece
Mekke’de, bazıları sadece Mescid-i Aksâ’da, bazıları sadece Medine-i
Müşerrefe’de, bazıları sadece Kaf Dağı’nda, bazıları sadece Erin Kubbesi’nde,
bazıları sadece İskender Seddi’nin üzerinde, bazıları da sadece Süveyş denizine
nâzır olan Mukattam Dağı’nın üzerinde kılar. Bazen bu fakir gibi kimselere,
insanlar “O, namazı terk etmiştir.” demektedirler; bu, hatadır. Bu makam
ehlinin, namazı ihmalkarlıktan veya tembellikten dolayı terk eden
ayrılmalarını sağlayan birtakım alâmetleri vardır.
Bir defasında Efendim Abdülkâdir ed-Deştûtî bana şöyle demişti: “Mısırlılar,
neden ‘Abdülkâdir namaz kılmıyor.’ diyorlar. Oysa Allah’a yemin ederim ki
namazımızı kesintisiz kılarız. Ancak namaz kılacağımız belirli mekânlar
vardır.” Ben de bunu efendim Muhammed b. Annân’a (ra) söyledim ve o, “Şeyh
Abdülkâdir doğru söylemiştir, onun namaz kılacağı belirli mekânları vardır.”
dedi.
Şeyh Muhammed bana, Efendim İbrâhim el-Matbûlî’nin Mısır’da asla öğle
namazını kılmadığını, hatta bazı insanların “Sanki Allah, Îbrâhim’e öğle
namazını farz kılmamıştır.” dediğini, gerçekte ise onun sadece Remle’deki beyaz
camide namaz kıldığını da haber verdi.
Aynı şekilde efendim Ali el-Havvâs da sürekli anılan camide öğle namazını
kılardı. Şeyh Bedreddin el-Minşâvî’nin (rh.a), ona “Ya Şeyh! Sana öğle namazı
farzdır.” dediğini, Şeyh’in de sustuğunu işittim.
Şeyh Yûsuf el-Kürdî, Efendim Îbrâhimle Beyaz Cami’de defalarca öğle
namazı kıldığını haber verdi ve “Onun naif bedenli, zaferan gibi sarı tenli
genç bir delikanlı olarak orada imamlık yaptığını gördüm.” dedi. Öğle namazında
efendim Abdülkâdir ed-Deştûtî’nin yanında bulundum, ezanı işittiğinde uzandı
ve “Beni örtüyle örtün.” dedi, örttük ve örtünün altında hiç kimseyi görmedik.
On beş dakika sonra geldi. Efendim Ali el-Havvâs (rh.a), öğle ezanından sonra
bir saat onun bürosunun (hânût) kapısını kapatır, sonra açardı; bir defasında
kapıyı açtılar ve onu bulamadılar. Özetle hâl ehline teslim olmak gerekir.
İnsanların önderi olan ariflere gelince, onların zâhirlerini muhafaza etmeleri
gerekir. Aksi hâlde insanlar onlardan istifade etmezler. Buna göre Allah’ın
peygamberlerinin diliyle bir şeyi haram kılmasının daha sonra da bunu evliyadan
birisine mübah kılması kesinlikle söz konusu olmadığı bilinmiş oldu. Zira Yüce
Allah, zâhir olan şeriatına riayet eder ve onu bütün insanlar için gerekli
kılar. Şeriat ancak daha sonra gelen bir peygamber eliyle neshedilebilir.
Bizim Peygamberimiz son peygamber olduğuna göre, şeriatımızı neshedecek hiç
kimse yoktur. Şeyh Muhyiddin, hiçbir velinin keşf yöntemiyle öğrendiği günah
olan bir işe girişmesinin kesinlikle câiz olmadığını zikretmiştir. Aynı şekilde
Ramazan’ın falanca gününde hasta olacağını keşifle öğrenen birisinin, o günün
sabahında oruç tutmaması da câiz değildir. Aksine hastalanıncaya kadar
sabretmesi gerekir. Zira Allah, hastalık ya da başka bir mazeret olmaksızın
kendisine oruç tutmamayı meşru kılmamıştır. “Bu, bizim ve ehlullahtan olan
muhakkiklerin mezhebidir.” demiştir.
Soru: Veli, Allah’ın ilgili günah konusunda kendisine hesap
sormayacağını öğrendiği takdirde bunu işleyebilir mi?
Cevap: Hesaba çekilmenin yokluğu ona ulaşsa da bu, caiz değildir.
Her ne kadar bu, aklen caiz olsa da asla gerçekleşmemiştir. Şeyh, bunu el-Fütûhât’ın
“Orucun Sırları Bâbı”nda zikretmiştir. Mâsiyet isminin bütün mükellefler için
geçerli olduğuna dair görüşümüzü destekleyen hususlardan biri de Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Bedir ehli hakkındaki hikâyesinde Hz. Ömer’e
söylediği “Nereden biliyorsun? Belki de Yüce Allah, Bedir ehline ‘Dilediğinizi
yapın, sizi bağışladım.’ demiştir.” şeklindeki hadisidir. Burada “Size mübah
kıldım.” dememiş, “Bağışladım.” demiştir. Yani günah, haram olmaya devam
etmektedir. Zira bağışlama, sadece günah için söz konusu olabilir, anla! Kâsım
el-Cüneyd’e (ra), tekliflerin düştüğünü söyleyen, bunun vuslat için birer
vesile olduğunu zanneden, kendilerinin de vuslata erdiklerini söyleyen bir
topluluğun durumu soruldu; o da (ra) şöyle dedi: “Erme (vüsul) konusunda doğru
söylüyorlar; ancak ‘Sakar’a[226] erdiler. Hırsızlık ve zina
etmek buna inanmaktan daha hayırlıdır. Şayet ben bin yıl yaşasam, şerî bir
mazaret olmaksızın evradımı terk etmem.”
278. bâbda “Teklifte ruhun hitabının ilk derecesi, temyiz anından bülûğa
erdiği ana kadardır.” demiştir. Şöyle demiştir: “Yüce Allah, teklif zamanının
dışında çocuğun fiiline itibar eder. Şayet birisini öldürürse had uygulanmaz,
bülûğa erinceye kadar hapsedilir ve daha sonra çocukluğunda öldürdüğü için,
kan sahibinin affetmesi söz konusu değilse, kendisi de öldürülür. Dolayısıyla
teklife muhatap olmadığı dönemde işlediği bir suçtan dolayı hesap
sorulmuştur.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bil ki havas
dışında kimsenin hissetmemesi yönünden vaîdin gerçekleşme hükümlerinden biri de
teklifin varlığıdır. Bu, azabın ilkidir. Bununla mükellefin nefsine korku
verilir; hissî ve acı veren bir azapla cezalandırılır. Bu, mükellef olmadığı
zamanda ondan meydana gelen çocuklar arasında eziyet, sövme ve haddi aşarak
dövme gibi fiillerin cezasıdır. Çocuğun yaptığı her hayırdan kendisine sevap
yazılır, hatta yaptığı hacdan dolayı da kendisine ve hac esnasında kendisine
eşlik eden velisine de çocuğun yapmaya güç yetiremeyeceği fiillerde yardım
ettiği için sevap yazılır.
Allah’ın el-Mürîd ismi başlığındaki mebhasta çocuğun teklifine ve
günahsız kimse hakkında yapılan tehdidin infazına dair hususlar geçti, oraya
bakılmalı.” Şeyh, el-Fütûhât’ta, nafile namazla ilgili söyleyeceğim şu
hususları kaydetmiştir: “Kendisine hâli galip gelen veya deli olan veya çocuk
kişi, bazılarının aksine Şâri‘in hitabının kapsamındadır. Çünkü mükellefi
şeriatın hükümlerinin tam olarak dışına çıkaracak hiçbir hâl yoktur. Şâri‘
çocuk ve deliye, diğer insanlar için yasak olan şeylerde tasarrufta bulunmayı
mubah kılmış ve onlara zorluk çıkarmamıştır. Nasıl “Şeriat bunlar için mubah
hükmünü verdiği ve bu da şerî bir hüküm olduğu hâlde, şeriatın hükmünün
bunlardan kalktığı” söylenebilir? Bu nedenle şerî hükmün dışına çıkılmaz ve
şerî hüküm, şeyler (ayn) üzerine değil, hâller üzerine bine edilmiştir.
Soru: Eblehlerin ve meczupların hükmü nedir?
Cevap: Şeyh’in 226. bâbda dediği gibi, akıl sahiplerinin aksine
aklı başından giden eblehlerden, delilerden ve meczuplardan herhangi bir edep
istenmez, bunun (akıllı) edeplice davranması gerekir. Bunlardan aklı gidenlerin
farkı, Allah katındaki hükümlerinin, görünür âleminde ölen ve istikamet
özelliklerini yitiren kimsenin hükmü gibi olmasıdır. Çünkü aklının gitmesi,
Allah tarafından kendisinde meydana getirilen bir durumdur. Aklı sahiplenme
konusunda zayıf kalmış, aklı diğer gidenler gibi gitmiş ve hükmü, canlıların
(hayvan) hükmüne dönüşmüştür. Canlıların bütün hükümlerine ve tabiatının
gerektirdiği yemek, içmek, cinsellik ve konuşmak gibi bütün hükümlere, Allah
tarafından hesap sorma ve bir talepte bulunma söz konusu olmadan nâil olur.
Bunu keşfetmesi ve bu şekilde devam ettiği hâlde durum böyledir. Hayvanlar da
naaş hâlinde ve kabirde ölülerin hâlini görürler.
Soru: Neden meczup, “meczup” olarak isimlendirilmiştir?
Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 216. bâbında dediği gibi
Allah, onu cezp ettiği ve iyiliklerini aldığı için meczup olarak isimlendirilmiştir.
Şayet hâline tutkuyla bağlı olsaydı ve bunu hoş görmeseydi Allah, onu
cezbetmiş olmazdı. Bu keşfin sebebi, onun tabiî hâllerinin tutkusudur. Şayet
Allah, onu sert bir şekilde cezbetmeseydi içinde bulunduğu lezzetleri terk
etmezdi. Ancak Allah rahmetiyle onu daha lezzetli ve daha tatlı olana
nakletmiştir. Meczupların lezzetleri içindeki hâlleri hissî ve maddî değil de
manevî bir lezzet olduğu için hiçbir lezzet buna denk gelmez. Ne balın ne de
cimaın lezzetine benzemez, bilakis o, daha üst ve daha büyük bir lezzettir.
Soru: Bu lezzet ölümüne kadar meczupta devam eder mi yoksa son
bulur mu?
Cevap: Bu lezzet onunla bir süre devam eder, sonra bunu kaybeder.
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Sahibine cezbeden önce kendisinde bulunmayan
bir ilim bahşetmeyen hiçbir cezbe, cezbe değildir ve bu tat da açılış (feth)[227] tadı değildir.”
Soru: Meczuplarla mecnunlar arasındaki fark nedir?
Cevap: Şeyh’in 44. bâbda söylediği gibi aralarındaki fark,
mecnunların cinnetlerinin sebebi gıda, açlık veya korku gibi kevnî bir şey
sebebiyle olan mizac bozukluğudur. Meczupların akıllarının gitmesinin sebebi
ise akıllarının ansızın gerçekleşen ilâhi tecellî ile gitmesidir. Onların
akılları, Allah katkında vardır, O’nu müşâhede etme nimetine ermiş, O’nun huzurunda
belirlenmiş ve O’nun cemalini tenzih etmiştir. Bunlar akıl olmadan akıl
sahibidir. Onlar, “delilerin akıllıları” olarak isimlendirilmişlerdir. Yani
akıllarının idare etmekten perdelenmiş kimselerdir. Şöyle demiştir: “Meczuplar
üç kısımdır:
1.
Kendisinde meydana gelen
şey (varit), kendiliğinde sahip olduğu kuvvetten olan kimsedir. Bu durumda
kendisinde meydana gelen şey, onun üzerinde hâkimiyet kurar ve kendisine ilgili
hâl galip olur. Kendisinde hiçbir tedbir olmadığı hâlde bu hâkimiyet, hâlini
idare eder. Ebû İkâl el-Mağribî bu makama mensup idi.
2.
Aklı kendisini Allah’ın
huzurundan alıkoyan ve hislerinin aklı devam eden kimsedir. Hiçbir tedbir ve
rü’yet olmadan yer, içer ve tasarrufta bulunur, diğer canlılar gibi tabiî
hayatını sürdürür.
3.
Kendisinde meydana gelen bu
durum devam etmeyen ve bilakis söz konusu hâl sona eren kimsedir. Bu kimse,
aklıyla nefsine döner ve işini yönetir, söylediği ve söylediği ve kendisine
söylenilen şeyleri akleder, her insan gibi görüş ve idaresi doğrultusunda
tasarrufta bulunur. İşte bu, velilerin kâmil olanıdır.” Bunu uzun uzadıya
anlattıktan sonra şöyle dedi: “Bil ki Allah katında, O’nun en çok cezp ettiği
kimse peygamberlerdir (aleyhisselâm). Şayet Yüce Allah, onları risâleti tebliğ
etmek ve ümmeti yönetmekle sorumlu tutmasaydı, onların Allah’ın celâlinden ve
azametinden müşâhede ettiği şeyin büyüklüğünden dolayı akıllarını alırdı.
Rabbi dağa tecellî edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü.”427
Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vahiy gelip Rûhu’l-emîn onu kalbine
indirdiğinde, ondan ayrılıncaya kadar hisleri alınır, elbiselerine bürünür ve
deve gibi ağzı köpüklenerek ses çıkarırdı. Meleğin kendisine getirdiklerini
anlar, orada bulunanlara sunar ve dinleyenlere tebliğ ederdi. Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kalbine Rabbinden inen tecellîlerden meydana gelen şeylerin
(mevâcid), meleğin inmesi ve başkasının ulaşması mümkün olmayan vakitlerde gerçekleşen
hâllerden daha şiddetli olduğu bilinmektedir. Bu nedenle kendisi bu korkunç
hâlde dayanak olduğu hâlde, kendinden geçiyordu. Böylece peygamberler,
insanların hidâyet ve gayretlerini istemeselerdi Allah’ın onlara akıllarını
iade etmeyeceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle meczupların aksine,
yükümlülüklerini yerine getirmek için onlara imkân vermiştir. Aynı şekilde
insanların hidâyetiyle ilginen ârifler de her asırda vardır, anla!
Aynı şekilde bilinmektedir ki havastan birisinin kalbinde meydana gelen
her yeni durumla (vârit) ilgili olarak, bazı tarikat ehli kimseler, bu konuda
nebî ile veli arasındaki farkı konuşurken karıştırmışlardır. Bunlar, “Peygamber
hâl üzerinde tasarruf sahibi, velinin üzerinde ise hâl tasarruf sahibidir.”
demişlerdir. Dolayısıyla nebîyi hâllerinin mâliki, veliyi ise hâlleri altında
onun memlûkü saymışlardır. Hak olan ise bizim, peygamberlerin hâl sahibi
velinin aksine ilâhi vâridat anında hislerinden alındıklarına dair
zikrettiklerimizdir. Bütün zamanını açlık, susuzluk, sıcaklık ve soğukluğu
hissetmez hâlde geçirir. Aksine bütün ömürleri bir şimşek gibi geçebilir. Bil
ki meczubun cezbe günlerindeki hâli, Hak Teâlâ’nın onu cezbettiği andaki hâli
gibidir. Şayet kabz hâlinde iken cezbetmişse bütün ömrü kabz şeklinde geçer.
Şayet bast hâlinde cezbetmiş ise bütün ömrü bast, gülme ya da tebessüm şeklinde
geçer. Dünyevî bir kelâm ya da aynı şekilde başka şey anında cezbetmiş ise o da
böyle olur. Hatta cezbedilmiş bazı kâdılar gördüm, “Hak değildir, istihkâk
değildir, dava değildir, talep değildir.” gibi şeyler demeye devam
etmekteydiler. Yine cezbedilmiş bazı nahivciler gördüm, “Sıfat (nât), nasbında
ve cerinde açısından mevsufa (menût) tâbidir.” gibi şeyler demeye devam
etmekteydiler. Bu konuyu değerlendir, bunları herhangi bir kitapta bir arada
göremezsin; Allah sana hidâyet versin.
Allah’ın
Bütün Fiillerinin Bizzat Hikmet Olduğu ve “Hikmet İledir” Denilmeyeceği
Hakkındadır
Hikmetin O’nu zorlamaması ve O’nun buna mahkûm
olmaması için bu böyledir. Zira O’nun mahkûm olması doğru olmaz. Çünkü O, “Hüküm
verenlerin en hâkimidir.”[228] Dolayısıyla Allah’ın
fiillerinin hikmetle illetlendirilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Şeyh
Muhyiddin, 368. bâbda “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hak ile
yarattık.”[229] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “ بالحق tabirindeki با ,ل anlamındadır. Yani ‘Hak için’ demektir.”
Şöyle demiştir: “Bu, ‘Ben, cinleri ve insanları sadece ibadet etsinler diye
yarattım.’[230] âyetindeki ل ‘ın aynısıdır.” Yüce
Allah, genelde bir şeyi bir şeyle yaratmaz, ancak bir şeyi bir şeyin yanında
yaratır. Aynı şekilde Yüce Allah bir şeyi bir şey ile yarattığını haber
verdiğinde buradaki J’ın, hikmet ل’ı olduğu da bilinmektedir. O’nun yaratmasının kendisi bizzat
hikmettir. Zira O’nun yaratması hikmetle illetlendirilemediği için ma‘lul
olmaz. Yine Allah nimet verdiğinde bu nimetin O’nun lütfu olduğu, aldırmayıp
azap ettiğinde ise bunun O’nun adâleti olduğu da bilinmektedir. Yüce Allah,
âlemi iki tutam (kabza) olarak çıkarmış ve onun için iki menzil îcât ederek
“Bunlar cennetliktir, aldırmam; bunlar da cehennemliktir, aldırmam.” demiş,
O’ndan başka hiçbir mevcûd olmadığı için, kimse kendisine itiraz etmemiştir.
Soru: Yüce Allah’ın kudsî hadiste geçen “aldırmam” sözünün anlamı
nedir?
Cevap: Şeyh’in 364. bâbda dediği gibi, bunun anlamı “Cennetlikler
hakkında rahmetim gazabımı geçti, cehennemlikler hakkında ise ‘Cehennemi cin
ve insanların toplamıyla dolduracağım.’ âyetim kesinleşti.”[231]
şeklindedir. Yoktan var edilme rahmeti bakımından rahmetin müşrikler
açısından da öncelikli olması doğrudur. Çünkü bu rahmet, onların teklif
zamanında yaptıkları isyandan dolayı vukû bulacak gazabın zuhûr etmesinden
daha öncedir. Bu nedenle Hak Teâlâ, her iki fırkaya da aldırmaz.” Bil ki Rab
ismi, cennetliklerle beraberdir. Çünkü orası; yakınlık, güzellik ve latif olan
ilâhi tenezzülün yurdudur. Cebbâr ismi ise cehennemliklerle beraberdir. Zira
orası; celâl, ceberut ve kahır yurdudur. Bu iki isim, ilgili yerde sonsuza
kadar iki yurdun ehliyle kalmaya devam eder.
Soru: Yüce Allah, cehennemliklere salt celâl ile mi yoksa dünyada
olduğu gibi karışık celâl ile mi tecellî eder?
Cevap: Dünyanın aksine rahmeti yitirdiklerinden dolayı, Yüce Allah
cehennemliklere sadece salt celâl ile tecellî eder. Dünyada yaratılmışların
takatinin yetmesi için cemâlle karışık celâlle tecellî eder.
Soru: O hâlde cehennemliklere “aldırmanın olmaması” tabirinden kastedilen,
zihinlere ilk gelen anlamıyla onların işlerine özen göstermemek değildir.
Cevap: Bu da hakikatlerin bilgisinden nasibini almayanların
anladıklarının aksinedir. Zira şayet onların işlerine aldırmasaydı,
işledikleri cürümlerden dolayı onları hesaba çekmezdi. Ayrıca Yüce Allah,
kendisini onlar için ebedî bir gazapla nitelememiştir. Şiddetli yakalaması da
onlar için kesinleşmemiş ve rahmeti de onlara haram kılınmamıştır. Bunların
tamamı, onlara aldırması ve onların işlerine ihtimam göstermesi kapsamındadır.
Aldırmasaydı bu hüküm olmazdı. Hüküm ve işlerin vatanları vardır; ahalisi bunu
bilirse ilgili hükmün vatanını aşmaz.
Soru: Şayet rahmeti gazabından önce ise İmâm Ebu’l-Kâsım b.
Kusayy’in “Adâleti lütfuna, lütfu da adâletine hükmetmez.” şeklindeki ifadesinin
anlamı nedir?
Cevap: Bunun anlamı, hakikatlerin verdiği gibi, her iki özellikten
birinin diğerinin hükmünün mahalli olmamasıdır. Ancak biz, Allah’ın kullarından
şerleri yaptıkları hâlde, adâlet mizanı kendileri için kurulmayan ve
kendilerinden adâletle hesap sorulmayan bir gruba, mağfiret etme sûretiyle
lütufta bulunduğunu biliyoruz. Onlara lütfuyla hükmetmektedir. Ancak bu konuda
“Lütfu, adâleti üzerine hükmetmiştir.” denilemez. Zira sıfatın hükmünün
mahalli, ya mefdûlün aleyh (lütfedilen) ya da mâdûlün anhdır (adâletle muamele
edilen). Îbn Kusayy’in sözlerinin de buna göre te’vil edilmesi gerekir. Onun
makamına layık olan budur. Zira o derinlik sahibi kimselerdendi. En
doğrusunu Allah bilir.
Allah’tan
Başka Rızık Veren Kimsenin Olmadığı Hakkındadır
Mutezile, “Emek vererek rızık elde eden, kendisinin râzıkıdır (rızık vereni),
emek vermeden elde edenin râzıkı ise Allah’tır” demiş ve “Niceleri vardır ki ne
doyuranı ne de barındıranı vardır.”[232]
hadisini delil getirmiştir. Oysa burada onlara delil olabilecek bir durum söz
konusu değildir. Zira burada rızkın mutlak olarak menedilmesi değil, rızkın
kolay olmadığı kastedilmektedir. Bu, “Ey dünya, bana hizmet edene sen de
hizmet et, sana hizmet edeni de hizmetçi al” kabilindendir. Ehl-i sünnet “Kulun
rızkı, gasb ve hırsızlık gibi yöntemlerle haram olarak elde edilse bile
beslenme ve diğer hususlarda istifade ettiği şeydir.” demiştir. Buna karşılık
Mutezile, rızkı mülkiyet olarak yorumlayarak “Haram rızık değildir” demiştir.
Bu yorumu geçerli sayacak bir durumun söz konusu olmadığı şeklinde cevap
verilir. Zira nice canlılar vardır ki hiçbir mülkiyetleri söz konusu değildir
ve Allah onların râzıkıdır. Onlara göre kul, başkasının rızkını yiyebilir ve
aynı zamanda onlar için helâldan başkası Allah’ın rızkı olamaz. Bu genel olarak
Allah’a dayandırma anlamındadır. Kullarının istifadesi anlamında O’na
dayandırılana gelince bunun, cezayı gerektiren haram olması sahih olur. Ehl-i
sünnet “Allah’a nispetle hiçbir kötülük yoktur; zira O, dilediğini yapandır.
Haramdan dolayı cezalandırılmaları, sebeplerinde yanlış yöntem kullanmalarından
dolayıdır.” Yine Ehl-i sünnet şöyle söylemiştir: “Mutezilenin bu düşüncesi,
ömür boyu sürekli haramla beslenen bir kimsenin gerçekte Allah tarafından
rızıklandırılmadığı sonucuna götürür. Bu da Allah yeryüzündeki bütün canlıların
rızkını üstlenmiştir.’[233] âyetine aykırıdır. Her ne
kadar O’na hiçbir şey vâcip değil ise de mertebesi mutlak olduğu için, Yüce
Allah, üstlendiğini bize haber verdiği bir şeyi asla terk etmez. “Kendime zulmü
haram kıldım” hadisinde olduğu gibi, kendi nefsine bazı şeyleri vâcip, bazı
şeyleri de haram kılması, sadece kulların Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmalarını
sağlamak için onların akıllarının seviyesine inmek ve onlarla yakınlık kurmak
kabilindendir. Aksi hâlde, Allah’ın kullarına verdiği bütün nimetler, O’nun
lütuf ve rahmetidir, kullara karşı vâcip anlamı da taşımaz.
Mu tezile’nin mutlak anlamda rızkın O’na dayandırılacağına dair daha önce
geçen sözünün anlamı, bizim onlarla görüş birliği yaptığımız doğrultuda,
Allah’ın kulları için rızkını tahsil edecek kudreti yaratması anlamındadır.
Şeyh Kemâleddin Îbn Ebû Şerîf’in zikrettiği gibi, onlara göre bu açıdan Allah’a
dayandırılır. Bazılarıysa “Îslâmî fırkalardan bana zâhir olan hataların tamamı,
izafî hatalardır ve hiçbiri mutlak değildir.” demişlerdir. Buna bağlı olarak
muhtemelen Mutezilenin ileri gelenleri, haram rızkı Allah’a izâfe etmeyi,
sadece “Sana isabet eden her iyilik Allah’tan, sana isabet eden her kötülük
ise nefsindendir.” bağlamında nefyetmişlerdir. Buna bağlı olarak söz gelimi her
ne kadar Yüce Allah, onları yaratmış ise de “Domuzları yaratan ne kadar
yücedir.” denilmez. Dolayısıyla Mutezile, Allah’ın bütün kullarının rızkını
yarattığına inanmaktadır. Hatta Zemahşerî[234]
(ö. 538/1144) gibi muvahhid müslümanlar bir yana, yahudi, hıristiyan ve
Mecûsîler de buna iman etmektedir. Hadiste “Hayır, tamamen sendendir, şer ise
senden değildir.” denilmiştir. Yani teşrif anlamında şer sana izâfe edilemez,
ancak yaratma ve taksim etme anlamında izâfe edilebilir. “Allah’ım, beni
helâlinle haramından müstağni kıl.” hadisi de bu şekilde yorumlanmıştır. Şöyle
demiştir: “Âlimlere, aralarındaki ihtilaflara dair nisbet edilenlerin çoğu
özellikle de mukallitlerin yaptıkları, mezheplerinin gereğidir; bu ise tercih
edilen görüşe göre mezhep değildir. Dolayısıyla bilinmiş oldu ki Mu‘tezile,
haramın Allah’ın rızkı olmadığı görüşüyle lafzen edep göstermeyi istemişlerse,
bu yeterli değildir; bundan başka bir şey kastetmişlerse bu durumda onlar, icmâ
ile hatalıdırlar.”
Şeyh Muhyiddin 478. bâbda Allah Teâlâ’nın “Allah, yeryüzündeki bütün
canlıların rızkını üstelenmiştir.”[235]
âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, bütün yaratılmışlara
kendileri için taksim ettiği rızkını ulaştırır. Bu, O’nun ihanet ya da
kerâmetinden değildir. O, iyiyi, kötüyü, mükellef ve mükellef olmayanı
rızıklandırmaktadır. Ancak O’nun kuluna olan ihtimamlarından biri de kulunu
onda şüphe olmayan helâlle rızıklandırması ve fışkı ile kan arasından sütü
çıkardığı gibi,[236] onlar için haram ile
şüpheliler arasından helâli seçip çıkarmasıdır. Yüce Allah “Allah’ın bıraktığı
helâl kazanç sizin için daha hayırlıdır.”[237]
buyurmuştur.
Bu, Allah’ın kullarına yenilmesini helâl kıldığı, Rablerine taat konusunda
kendilerini destekleyecek her türlü eşyadır. Şöyle demiştir: Kulun rızkı,
topladığı ve biriktirdiği şey değil, kendisiyle hayata başladığı, hayatı ve
kuvveti kendisiyle devam eden şeydir. Zira biriktirilen başkasının malı olur,
hesabı da biriktirenden sorulur.”
Aynı şekilde 488. bâbda da “Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”[238] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki Rabbinin rızkı şu anda sende bulunan olarak sana verilenle
sana verilmeyenlerdir. Şayet bu senin ise sana ulaşması gerekir, senin değilse
asla sana ulaşamaz. Sana verilmeyenler konusunda kendini yorma! “Şayet senin
ise” sözümüzle muradımız onu meşrû yöntemlerle elde etmendir; haram bir
yöntemle alınanların, Allah’a izâfe edilmesi edep açısından doğru değildir. Hz.
Halîl [Îbrahim]’in (aleyhisselâm) hoşlanmadığı hastalığı kendisine, sevdiği
şifayı ise Allah’a izâfe ettiği gibi o, tabiata izâfe edilir. Yine bu, Hz.
Eyyûb’un “Şüphesiz ki ben derde uğradım.”[239]
demesi gibidir.” 198. bâbda ise “Rızık Allah’a izâfe edildiğinde, bundan kastedilen
elde etme açısından temiz ve helâl olandır. Kul için yaşam kaynağı olan her
şey, Allah’ın rızkıdır ve bu konuda sınırlama olmaz. Bu nedenle zaruret hâlinde
bulunan kimselere, haram mubah kılınmıştır. Ancak edeben haramın Allah’a izâfe
edilmemesi gerekir. Daha önce geçtiği gibi hadiste “Beni helâlinle haramından
müstağni kıl!” denilmiştir. Bu dua, câiz olduğunu beyân etmek içindir.
Sonuç: Çalışıp kazanmanın tevekkülü ortadan kaldırmadığı gibi
“Çabalamak tevekkülden daha faziletlidir.” şeklindeki hükmün, bunun aksine
yorumlanması gereksizdir. Zira Yüce Allah, rızkı iki şekilde vermektedir:
Birincisi, hiçbir çaba sarfetmeden nâil olacağın, Allah’ın ilminde yer alan
rızıktır. Bunun için “Çabalamak daha faziletlidir.” denilmez. [Îkincisi ise]
Allah’ın ilminde çaba sarfetme olmaksızın nâil olamayacağın kaydedilen
rızıktır. Bunun için de “Çabalamayı terk etmek daha faziletlidir.” denilmez.
Kuşkusuz rızık, sahibinin talebi etrafında dolaşmaktadır; rızıklanan ise
rızkını talep etmek için çabalamaktadır. Birinin durmasıyla diğeri harekete
geçer. Ancak bu durum keşfe muhtaçtır. Keşfi olmayan kimse ise çaba ile bunu
terketme arasında serbesttir. İnsanların çoğu “Gördüğümüz her şeyin bizim
kısmetimiz olma ihtimali vardır.” demektedirler. Sen, onların bunları
kendilerine doğru çektiklerini görürsün. Sahibi galip gelen herkes, bunun
kendisi için cahilin girdiği bir sokak gibi olduğu anlaşılır. Bir çıkış
(menfez) gören oradan çıkar, kapalı olduğunu görünce de geri döner. Birinci
söylediğimiz muhakkik sûfîlerin görüşüdür. Kelâmcıların mezhebine gelince bir
kısmı mutlak tevekkülü, diğer bir kısmı ise mutlak iktisabı tercih etmiştir.
Îbnü’s-Sübkî, tercih edilen görüşe göre, insanların farklılaşmasıyla bunun da
farklılaştığını söylemiştir. Rızkı daraldığı zaman tevekkülünde isteksizlikten
arınmış olan ve nefsi, insanların ellerinde bulunan şeylere kaymayan kimse
için, kendisinde sabır ve nefsiyle mücahede bulunmasından dolayı, tevekkül daha
çok tercih edilir. Tevekkülünde zikrettiğimizin aksine olan için ise çaba
sarfetmek (iktisâb), onun için azımsamak ve gözün başkasında kalmasından daha
çok tercih edilir. Hasan el-Basrî’ye (ra), işini bırakarak evinde oturmak
isteyen ve “Ben Allah’a tevekkül ettim.” diyen bir şahsın durumu sorulmuş, o da
“Şayet onun da Îbrâhim (aleyhisselâm) gibi kesin bir yakîni varsa bunu yapsın;
değilse dinini ve zühdünü yemeye ve bunlarla dünyayı avlamaya başlamaması için
işi için çıksın.” demiştir.
Şeyh Muhyiddin el-Fütûhâtın “Cenâiz Bâbı”nda şöyle demiştir: “Bil
ki müminin kalbinin rızık endişesi duyması, onun imanının aslına değil, sadece
kemâline zarar verir.Zira söz konusu endişe, Allah’ın kendisini
rızıklandırmayacağına dair O’nu töhmet altında bıraktığı için değildir. Bu,
kaybetme korkusuyla, beşerî bir sabırsızlık ve hassasiyetin neticesidir. Kul,
imanıyla Allah’ın kendisini rızıklandıracağını ve bir canlı olarak bunun
gerekli olduğunu bilir; ancak Hak Teâlâ’nın kendisine ne zaman rızık vereceğini
bilmez. Kendisine rızkını tamamlamadan ölmeyeceği bildirilmiştir. Dolayısıyla
rızkı celbeden sebebi kaybettiği zaman duyduğu ızdırabın, bunun bitiş olduğu
ve ecelinin gelmesinden dolayı ölüm korkusuyla mı yoksa Allah’ın ilminde henüz
bitmediği ancak sebebin kesilmesinden dolayı, rızkın hâsıl olacağı vakti
bilmemesinden mi olduğunu bilmez. Dolayısıyla gerçekleşmiş olan açlıktan ya da
eğer gerçekleşmişse bunun devam edeceğinden mi korktuğu için ızdırap
duymaktadır.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Bu insanlar tevekkül
iddiasında bulunabilir ve bütün çabasıyla çalışır. Birisi kendisini kınadığı
zaman da “Çalışmam kendim için değil, çoluk çocuğum içindir.” der. Bunun
gibisinin öncelikle kazandığı her şeyi ailesine bırakmak 5 sûretiyle nefsini sınaması
gerekir; bundan hiçbir şeyi kendi nefsi için saklamaması gerekir; daha sonra
[kalbine] bakmalı ve şayet nefsinde bir ıztırab kokusu hissederse Allah’a
tevekkül etmediğini ve yalancı bir iddia sahibi olduğunu bilmelidir. Zira
topluluk, sebepleri işlevsiz bırakmadan rızık konusunda Allah’ın emrine
uymaktan başka bir şeye çabalamamış10 tır ve himmetleri de sebeplere güvenmek değil, emre uymaktır.” En
doğrusunu Allah bilir.
Böylece ulûhiyyet ve bağlı konularla ilgili mebhaslar bitti. Artık nübüvvet
ve risâlet mebhaslarına başlayalım; Allah’ın izniyle şöyle deriz:
Peygamberlerin Mûcizeleri, Bunlarla Sihir ve Hokkabazlık, Kehanet gibi
Benzerleri Arasındaki Fark, Mûcizenin Mesîhü’dDeccâl gibi Yalancıların Elinde
Meydana Gelmesinin İmkânsız Oluşu, Bu Konuda Sûfî Kelâmcılarla Diğerlerinin
Görüşleri ve Bir Peygamber için Mucize Olan Bir Olayın Bir Veli için de Kerâmet
Olmasının Caiz Oluşu Meselesinin Araştırılması Hakkındadır
Bil ki Hak Teâlâ, sadece insanlar, Rablerinin izniyle karanlıklardan
aydınlığa çıksınlar diye peygamberler göndermiştir. Allah, peygamberleri sadece
insanların akıllarıyla tenzih ve teşbih etmeleri arasında tereddüt ve hayret
zamanında gönderilmişlerdir. Yüce Allah, insanlara kendisinin Allah tarafından
onların şaşkınlıklarını giderecek bir mesajla gönderildiğini söyleyen bir şahsı
göndermek sûretiyle insanlara iyilik etmiştir. İnsanlar bu durumu, kuvve-i
müfekkire ile düşünmüşler ve bu işin mümkün olduğunu görmüşlerdir. Bu nedenle
onu yalanmaya çalışmamışlar ve doğruluğuna delâlet eden bir alamet
görmemişlerdir, Beklemişler ve ona şöyle sormuşlardır: “Allah’tan seni
gönderdiğine dair senin doğruluğunu ispatlayacak bir işaret getirdin mi? Zira
bizimle senin aranda bunun dışında bir fark yoktur. Onlara mûcizeleri
göstermiştir ve insanların bir kısmı kendilerine iman etmiş, bir kısmı da
inkâr etmiştir. Böylece her bir peygamberin sadece kavmine karşı -başkasına
değildelil getirmek için mûcize gösterdiği bilinmektedir. Bütün mûcizeler,
peygamberin peygamber olmasından dolayı, ümmetindeki müminlere kolaylık,
kâfirlere de hüccet olması için peygamberin elinde gerçekleşir. Resûlullah’ın
İsrâ kıssasını görmez misin? Bu gecenin sabahında insanların karşısına çıkıp
ashabına gecede kendisine olup bitenleri ve Rabbi ile arasında meydana
gelenleri anlattığında, insanların bir kısmı, zâhirde bir etkisini görmedikleri
ve aksine ilâve bir yükümlülük getirdiği için nasıl da inkâr etmiştir!
Mûsâ’ya (aleyhisselâm) bak! Rabbinin huzurundan döndüğü zaman Allah, yüzüne
iddiasında doğru olduğu kendisiyle anlaşılan bir nûr giydirdi. Bu nûrun
şiddetinden onu gören herkes kör olurdu. Kendisini gören, yüzünü üzerinde olan
elbisesine sürer ve Allah, ona görme yetisini tekrar geri verirdi. Bu nedenle
görenlere onu gördüklerinde eziyet vermemesi için yüzünü örterdi (burka
giyerdi). Şeyh 438. bâbda şöyle demiştir:
Şeyhimiz Ebû Ya zâ el-Mağribî, Mûsevî makama sahipti. Onun da bu kerâmeti
vardı ve onu gören herkes kör olurdu. Onu görüp kör olanlardan biri de
Şeyhimiz Ebû Medyen’di. Ona gittiği zaman Ebû Medyen, Ebû Ya‘zâ’nın elbisesini
gözüne sürmüş ve Allah, ona görmesini geri vermiştir. Şeyh Muhyiddin şöyle
demiştir: “Ebû Ya‘zâ benim zamanımda idi. Ancak çok meşgul olduğum için
kendisiyle bir araya gelemedim. Muhammedî evliyadan, Ebû Ya‘zâ ve başkalarının
bilmediği, hâl, ilim ve ilâhi yakınlık açısından ondan daha büyük olanlar da
vardı.” Şeyh şöyle demiştir: “Allah, kimin kerâmetini kalbinde kılarsa, onun
eli hayırla dolar ve Hak Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ancak gözlerin dünyada
görmediği kimse olur. Allah’ın kerâmetini âfakta ve harikuladelikte kıldığı
kimse ise zarûrî olarak insanlar arasında meşhur olur ve bu nedenle fitneye
düşmesinden korkulur.”
Yüce Allah’ın bütün peygamberlerini sadece kavimlerinin kendilerine
uymaları için apaçık mûcizelerle desteklediğini öğrenmiş oldun. Zira herhangi
bir burhan olmaksızın birbirlerine boyun eğmemeleri insanların
özelliklerindendir. Sonraki mebhasta açıklanacağı gibi, usûlcülerin cumhuru
mûcizeyi, muarızların bu harikuladeliğin benzerini getiremeyecek bir şekilde
tahaddi anındaki harikulade durum olarak tarif etmişlerdir. Tahaddiden
kastedilen, peygamberlik iddiasıdır. Ancak dikkat çektiğimiz gibi bundan
kastedilen, tahaddinin hakiki anlamında olduğu gibi, benzerini getirmelerini
istemek şeklindeki meydan okuma ile birlikte olması şart değildir. Peygamberlik
iddiası yeterli görülmektedir. Kendisi hakkında söylenenlerin tamamı “Şayet
peygamber isen bir mûcize getir.” şeklindedir. Yüce Allah da onun doğruluğuna
delâlet eden ve tahaddi anında olduğu için açık beyân yerine geçen, bir
mûcizeyi onun ellerinde izhâr etmektedir. Şeyh Kemaleddin b. Ebû Şerif şöyle
demiştir: “Tahaddi, ‘el-Hida’dan tefe‘ul babındandır. Yani iddia sahibinin
başka bir şahsı iddiası konusunda zora sokmasıdır.” “Tahaddi ile birlikte
olması” şeklindeki sözümüz, tahaddiden önce olan ve henüz peygamberlik
görevini almadan önce peygamberde meydana gelen harikuladeliği hariç tutmaktadır.
Bu durum usûlü’d-dîn uleması tarafından ‘irhas’ olarak isimlendirilmektedir.
Bu, duvarı tesis ettiği ve güneşin her gün doğması şeklindeki alalede değil de
harikulade olarak çıktığı zaman “duvarın temelini attı (^jl)” denildiği gibi,
nübüvveti tesis ettiği için [böyle denilmiştir].
Aynı şekilde tahaddi olmaksızın meydan gelen evliyanın kerameti de hariç
tutulmuştur. Aynı şekilde örfî birliktelik (mukarenet) olmadığı için sonradan
meydana gelenler de hariçtir. Yine muaraza söz konusu olmadığı için, davet
edilenlerde (mürselün ileyhim) meydana gelen sihir ve şa‘beze de hariç
tutulmuştur. Dolayısıyla ‘harikuladelikten kastedilenin, ölünün diriltilmesi,
dağın yok edilmesi ve suyun parmaklar arasından akması gibi, alışılagelen
şeylerin aksine zuhur etmesi olduğu anlaşılmış oldu.
Soru: Ölüleri diriltme ve yağmur yağdırma gibi, ilahlık iddiasında
bulunan Meshi’d-Deccâl’in elinde zuhur edenler hakkındaki görüş nedir? Onun da
bunları uluhiyet iddiasında sadık olduğuna delil olarak getirmesi, son derece
büyük problemdir. Ayrıca bu, usûlcülerin mûcizenin yalancıların elinde meydana
gelmeyeceğine dair nübüvvetle ilgili olarak verdikleri bilgiyi geçersiz kılan
en büyük faktördür. Zira bu fitne ile onların belirttikleri bütün deliller
iptal olur. Hem hangi fitne, kulların saadetini gerektiren delilleri iptal eden
fitneden daha büyük olabilir!
Cevap: Deccâl’in elinde gerçekleşeceği söylenen hiçbir şey hakiki
değildir. Bunların tamamı, peygamberlerin elinden gerçekleşen hakiki şeylerin
aksine, aklı zayıf olanları yoldan çıkaracak hayalî şeylerden ibarettir. Bu
nedenle [Peygamberimiz] (s.a.v), ümmeti için Mesihü’d-Deccâl’in fitne ve
uygulamalarından [Allah’a] sığınmıştır. ‘Decl’, batılı hak sûretinde izhar
etmek sûretiyle yanıltmaktır. Herkesin bakışı (basar), yanıltıcı şeyleri
farkederek onu diğer şeylerden ayırmaya yetmez. Bu sadece peygamberler ve
onların kamil varisleri için söz konusudur. Sağlıklı akıllar mûcizeyi gördüklerinde,
ilgili peygamberin getirdiğinin Rabbi katında hak olduğuna dair hiçbir
şüpheleri kalmaz. Zayıf akıllar ise o peygamberin davetine icabet etmez ve ona
iman etmezler. Bu nedenle Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envârda şöyle
demiştir: “Biz, Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mûcizesini şart
koşmayız. Zira mûcize mümkün kapsamının dışına çıkmaz. Kudret de sadece mümkünleri
icâd etmeye taalluk eder. Peygamber mümkünü getirdiğinde kavmi, peygamberin
tahaddi ile getirdiği bu mümkünün benzerini meydana getirmek mümkün olduğu
hâlde, o anda getirmekten âciz oldukları için, mûcize olmaktadır. Ayrıca mûcize
talep edenlere baktığımızda, bunun imanın kendilerinde istikrar kazanmasını
sağlamak için olduğunu görmekteyiz.
İmanlarının zayıf olmasından dolayı, icabet etmeleri mûcizeye bağlı kalmaktadır.
Diğerleri ise bunun ortaya çıkmasına ihtiyaç duymamışlardır, imandaki nasipleri
kuvvetli oldğundan dolayı, basit bir sebeple [mûcize] olmaksızın ilk anda
Peygamberi’nin getirdiklerine iman etmişlerdir. Îmandan nasibi olmayanlar ne
mûcize ile ne de başka bir şeyle icabet etmişlerdir. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Kimi de saptırmak isterse onun da göğsünü göğe çıkıyormuşcasına
daraltır, sıkar.”[240]
Şam’daki bazı yahudiler birtakım beyitler yazarak bunları Şeyh Sadreddin
el-Konevî’ye gönderdiler ve ondan cevap istediler; Şeyh de (rh.a) onlara cevap
verdi. İlgili beyitler ve cevapları şöyledir:
Ey din âlimleri! Dininiz
beni kınadı / En açık delille kovası şaşırdı[241]
İddia ettiğiniz gibi
Rabbim küfrüme hükmetmişse / Nerede hilem, benden bunu istememişse
Hem beni davet etmiş hem
de bensiz kapıyı kapatmış / Girecek yol var mı, çözün sorunumu
Sapıklığıma hükmedip
kazaya razı olmamı istemiş / Şekavetim olan hükme mi razı olayım
Ey topluluk, verilen hükme
razı isen / Rabbim uğursuz belalarıma razı olmaz
Efendimin razı olmadığı
bir rızâm mı var / Şaşırdım, iyileştirecek delil getirin
Rabbimin meşîeti küfrümü
istemişse / Ben meşîetine tâbi olmaya razıyım
O’nun hükmüne muhalif bir
ihtiyarım var mıdır? / Allah aşkına illetimi delillerle giderin.
Şeyh şöyle cevap vermiştir:
Hakîm Rabbin kazasına
sadık kaldın / Olan ve olabilen her şey meşîete uygun olarak
Bu, düşünerek tahkîk
ettiğindedir / Davetten sonra kapıyı kapatmamıştır Zira hükmünün olduğu bilinen
bir şeydir / Ona şartla muallak olan iş iledir
Mümkündür, gördüğün gibi
akıl kaçınmaz / Olan şeylerden sonra başka şeylerin olmasından
İçmekten sonra kanmak ve
tokluk vardır / Her defasında yemekten sonra
Muallak olması bidat
değildir / Hak olan ilâhın, yaratılmışların Rabbinin hükmünün
Sen küfre razı oldukça
küfrüne / inadına rağmen hidâyet sebeplerini vererek
Reddettiğin sebeplerin
kapsamındadır / Emn, iman ve şehadet lafzı
Sen uzun süre bir şey
yemeyen gibisin / “Açlığıma hükmedildiyse açlığımla ölürüm.” diyerek
Burada son buldu, cevabı değerlendir! Allah’ın bundan daha açık bir
cevapla kendisine ihsan ettiği biri varsa bu bahiste ona sarılsın. Halku’l-efâl
başlığında, bunun en problemli mesele olduğu belirtildi. Oraya bak. En
doğrusunu Allah bilir.
Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) Sirâcül-Ukûl kitabında, şu şekilde
kaydedildiğini gördüm: “Bil ki peygamberlerin nübüvvetinin sübutu konusunda
en güçlü kesin delili, Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan zâtın elinde,
onun iddiasını destekleyecek şekilde hârikulâde (alışılagelmiş olanı yıkan)
olarak yarattığı fiil olan mûcizelerdir. Bu fiil, Allah’ın onun iddiasını
tasdik ederek “Sen, benim peygamberimsin.” demesi makamındadır. Bunun örneği
şudur: Bir insanın, kendisine itaat edilen kralın huzurunda bir insan
topluluğuna “Ey burada bulunanlar topluluğu; Ben, bu kralın elçisiyim. Bu
sözümün doğruluğunun alâmeti, kralın yerinden kalkması ve başındaki tacı
çıkarmasıdır.” demesi ve kralın da bu müddeinin iddiasının hemen ardından
kalkarak tacı çıkarmasıdır. Bu fiil, onun “Evet, doğru söylüyorsun, sen benim
elçimsin.” demesi makamında değil midir?” Şöyle demiştir. “Bunda (mûcize) üç
şey gözetilmiştir: Hârikulâde fiil, bunun iddiayla birlikte olması ve karşı
gelinmekten korunmuş olması. Zira şayet tacı başkasının sözü üzerine ya da bir
müddet sonra çıkarsaydı bu, müddei için delil olmazdı. Bu üç durum bir bütün
olarak, sözle tasdik edilmiş gibi, peygamberlik iddiasında bulunan şahsın
iddiası için kesin bir delildir. Bu başka şeylerle ilgili bilginin, konuşmanın
tanıklarından ve durumun karinelerinden hâsıl olması gibidir.
Soru: Mûcizenin peygamberlik iddiasıyla birlikte olması, onun doğruluğunun
delili olamaz. Zira onun iddiasıyla birlikte olmak ile söz ve fiil olarak başka
bir şeyle birlikte olmak, aynı konumdadır.
Cevap: Allah’ın peygamberlerin doğruluğunu kullarına mûcize ile
bildirmesi yöntemi, kendisinin ulûhiyyetini, bunu delâlet eden âyetlerle bildirmesi
gibidir. Bu, bazen sözlü olarak bazen de fiilî olarak olur. Sözlü olarak
tasdik, meleklere “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.”[242]
şeklindeki sözü gibidir. Fiilen tasdik etme ise Hz. Âdem’e bütün isimleri
öğrettikten sonra, meleklere “Doğru söylüyorsanız bana bunların isimlerini
söyleyin.”[243] demesi ve Hz.
Muhammed’e Kur’ân’ı öğrettikten sonra “Bunun gibi bir sûre getirin.”[244] demesi gibidir. Melekler Hz.
Âdem’e (aleyhisselâm) karşı gelmekten âciz oldukları gibi, Araplar da Kur’ân’ın
[benzerini getirme] konusunda Hz. Muhammed’e karşı gelmekten âciz kalmışlardır.
Orada isimler, peygamberlerin ilkinin doğruluğuna, burada ise Kur’ân,
peygamberlerin sonuncusunun doğruluğuna delâlet etmiştir. Dolayısıyla bu
nitelik bağlamında, insanlar için mûcize olmayan bir şeyle birlikte olanın
aksine, iddiayla birlikte olmanın bir etkisinin olduğu ve delil teşkil ettiği
doğrulanmış olur. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) sözleri burada son
buldu.
Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Peygamberin
peygamberliği birkaç şeyle bilinir. 1. Allah’a uymaya ve onun yasakladığı
şeylerden kaçınmaya davet etmesidir. 2. İnsanları davet ettiği şeye muhalefet
etmemesi ve kendisinin peygamber olduğunu bilmesidir. 3. Allah’ın kendisi için
zarûrî bir ilim yaratması ve bununla peygamber olduğunu bilmesidir. 4. Allah’ın
kendisi için deliller ve kerametler ızhâr etmesi ve bunların Allah katından
olduğuna, insanların benzerlerini yapmaktan âciz olduğuna dair zorunlu bilgi
ifade etmesidir. 5. Allah’ın onun kalbinde ve göğsünde olanı haber vermesi ve
peygamberin de onun sözünü zorunlu olarak anlamasıdır. Zira gaybı Allah’tan
başkası bilmez.
Ey Kardeş, bil ki hârikulâde, birçok şekilde gerçekleşir. Burada kastettiğimiz
Muhammedî şeriata tâbi olanların elinden gerçekleşen hârikulâdeliklerdir.
Diğerleri sahibinin hissetmediği hile ve istidractır. Şeyh 186. bab’da,
hârikulâdeliklerden bazılarının nefsânî yetenekle olduğunu, âlemdeki cisimlerin
nefsâni himmetlerden etkilendiğini ve Allah’ın bu şekilde onlarda bunu
gerçekleştirdiğini kaydetmiştir. Bazen de tılsım ve benzerleri gibi bilinen
tabii hilelerle gerçekleşebilir, bunun türü (bâbı) âlimler indinde bilinir.
Bazen de astrologlar tarafından gök cisimleriyle harfleri birleştirerek
sûretiyle düzenlenebilir. Bazen de zikreden kimsenin telaffuz ettiği isimlerle,
gerçekte değil de bakan insanların gözünde hârikulâde olarak isimlendirilen
olay gerçekleşebilir. Bunu uzattıktan sonra şöyle dedi: “Bunların tamamı
Allah’ın yapmasıyla (ca‘l) mahlûkun kudreti kapsamındadır.” Ayrıca şöyle
demiştir: “Hârikulâdelik kerâmet olarak ancak her harekette ve sükunda nefsini
sadece şeriata boyun eğerek tabii arzularından uzak duran kimseler için
gerçekleşir.” Yine “Hârikulâdelik sadece ilk seferinde olur, şayet
tekrarlanırsa ikincisi adet olur ve hârikulâde olmaktan çıkar; gerçekte sadece
yeni durum hârikulâdedir. Hârikulâde olarak gerçekleşen olaydan daha sonra
tekrarlanan, onun aynısı değil, misli olur ve tekrarlanmaz. Tekrarlanırsa adet
olur. Bu hakikat, insanlara kapalı gelmiştir. Öyle ki bu asırda bunu bilen hiç
kimseyi görmedim. Şayet dediklerimi akledersen durumun mahiyeti hakkında
dikkatini çektim. Yüce Allah, sürekli yaratıcı olduğuna göre, tekrarlanmak
nerede!
Soru: İ‘câz kaç şekilde olur?
Cevap: Şeyh’in 187. bâbda dediği gibi iki şekilde olur: Birincisi,
sarfe[245] edilmesinin
(alıkonulmasının) mümkün olması ve bu konuda, kendileri için âdette mümkün olan
bir şeyin, delil olarak getirilmesiyle davasının doğruluğunu iddia etmesidir.
Buna göre sizin alıkonulduğunuz şeye karşı koymaya gücünüz yetmektedir. Ancak
bu güce sahip olan herkes, bu anda âciz kalmakta ve bu iddiadan önce güç
yetirdiği şeyi getirmekten âciz kalmaktadır. Bu, kişi için alıkonulma açısından
en faydalı olandır. İkincisi ise ölülerin diriltilmesi gibi hiçbir beşerin gücü
kapsamında olmayan ve Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceği bir şeyi
getirmesi şeklinde olur. Ancak bilgi yoluyla O’nun o anda diri ve aziz olduğuna
vâsıl olmayı sadece aramızdaki keşif ehli elde edebilir. Hz. Mûsâ’nın asâsını
yılan, sihirbazların asâlarını ise yılanlar olarak gördüğümüzde, çoğunluk
yılanlar arasını tefrik edemez. Bu nedenle bu ilme vâsıl olmak çok yüce bir
iştir.
Soru: Hz. Mûsâ’nın asâsının onların yaptıklarını yutmasından
maksat nedir?
Cevap: Bundan kastedilen Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 16. ve 40.
bâblarda dediği gibi, Hz. Mûsâ’nın delili baskın geldiği zaman, insanlar
yılanların ip olduğunu, asânın ise yılan olmadığını zannederlerken durumun
sihirbazlar tarafından anlaşılmasıdır. Zira ipler ve asâ yok olmuştu ve yok
olduğu takdirde Hz. Mûsâ’nın asâsı kendilerine karmaşık gelmişti. Dolayısıyla
Hz. Mûsâ’nın asâsı konusunda kendilerinde meydana gelen şüphe de böyleydi.
Bunun izahı şudur: Mûsâ’nın asâsı, sadece sihirbazların iplik ve asalarının
sûretlerini yutmuştu. Böylece bunlar,insanlara yuttuklarının daha önce olduğu
gibi iplik ve asâ olarak göründüler. Bu, hasmın hak ile hasmının hüccetini
iptal etmesi ve bunun bâtıl oluşunun ortaya çıkması gibidir. Şayet yutmaktan
maksat, bazı müfessirlerin sandığı gibi iplik ve asâların yok olması olsaydı
sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın asâsı hakkında şüpheye düşerdi, durum kendilerine
karışık gelirdi ve iman etmezlerdi. Buna dikkat et, ey kardeş! Yüce Allah
“Onların uydurduklarını yuttu.”[246] buyurmaktadır. Onlar,
gerçekte sihirleriyle asâ ve iplikleri dönüştürmediler. Sadece bakanların
gözlerinde asâ ve ipliklerden yılan sûretleri uydurdular. Bazılarının sandıklarına
göre bunun anlamı, Mûsâ’nın getirdiğinin de sihirbazların getirdikleri gibi
olduğu, ancak onun sihrinin onların sihrinden daha kuvvetli olduğu şeklindedir.
Soru: Asâsı yılan şekline dönüştüğünde Hz. Mûsâ’nın bundan korkmasının
sebebi nedir?
Cevap: Hz. Mûsâ, sihirbazlara bunun kendisinin sihri olmadığını
bildirmek için korkmuştur. Zira hiç kimse kendisinin yaptığı fiilden korkmaz;
çünkü gerçekte bunun hakikat olmadığını bilir.
Soru: “Başkasına sihir yapan kâfirdir.” diyen kimse ne demek
istemiştir?
Cevap: Sihrin içeriğinde küfür vardır. Zira kendisini sihir üzere
belirleyen kâfir ruhlar, İslâm dininden çıktığı zaman buna icabet ederler.
Soru: Sihir, neden “sihir” olarak isimlendirilmiştir?
Cevap: Zira karanlık ile aydınlığın birbirine karıştığı zaman olan
seher” den alınmıştır. O, sabahın aydınlığı karıştığı için gece değil, güneş
doğmadığı için de gündüz değildir. -Hâ harfinin sükûnuylasihir olarak
isimlendirilen şey de böyledir. Kesin olarak bâtıl olmadığı için yok olmamakta,
zira göz, şüphe duymayacağı bir şey görmektedir. Bizzat varlığı söz konusu
olabilecek salt bir hak da değildir. Gerçekte gözün müşâhede ettiği ve görenin
sandığı gibi değildir. En doğrusunu Allah bilir.
Böylece her peygamberin mûcizesinin kendi kavmi içerisinde yaygın olan
duruma göre olduğu anlaşılmış oldu. Hz. Mûsâ’nın, sihrin yaygın olduğu kavmine,
sihri iptal edecek bir mûcize getirmesi, Hz. Îsâ’nın, kavmi arasında tıp yaygın
olduğu için kör ve alacalıyı iyileştirmeyi getirmesi, Kureyş arasında fesahat
ve belağatla övünmek yaygın olduğu için de Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve
sellemin, fesahatiyle tüm beliğ ve fasihleri âciz bırakan Kur’ân’ı getirmesi
bunun gibidir.
Soru: Daha önce geçtiği gibi, mûcizenin bir fiil olmasını şart
koştunuz. Daha sonra da Kur’ân’ın Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
mûcizesi olduğunu iddia ettiniz. Oysa Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğu
bilinmektedir. Ayrıca size göre kelâm, ilim ve kudret gibi zât sıfatlarından
bir sıfattır. Şayet kelâm sıfatının mûcize olması mümkün ise ilim ve kudret
sıfatlarının da mûcize olması mümkün olur.
Cevap: Ebû Tâhir el-Kazvini’nin (rh.a) dediği gibi, gerçekte âciz
bırakan (mûciz) Yüce Allah’tır. Kudreti de aczi de yaratan O’dur. Hârikulâde
fiil, hakikat değil de genişlik ve mecaz yöntemiyle mûcize olarak isimlendirilmiştir.
Bu, gökte çakan şimşeğe bakan bir kimsenin “Allah Teâlâ’nın kudretine bakınız.”
demesi gibidir. Oysa bu, O’nun kudretinin eserlerindendir. Bu, aczin kudreti
kapsamında bulunan bir şeyle ilgili olması dolayısıyladır. Örneğin ölüleri
diriltmek beşerin kudreti kapsamında değildir. Bu nedenle “Falan kimse ölüleri
diriltmekten âcizdir.” denilemez. İnsan buna karşı kudretinin olmamasını
hissedebilir ve kudretin bulunmaması da acziyet değildir. Mesela ilmin
yokluğu, cehalet değildir. Zira söz gelimi engel, bilgiyi ortadan kaldırır,
ancak bilgi ile cehâletin her ikisi için şart olan hayatı kaybettiği için cahil
değildir. Avam, kudretin olmamasını âcizlik olarak tabir eder ki bu vehim ve
hayalden ibarettir. Zira âcizliğin, kudreti kapsamında bulunan şeyle birlikte
olması gerekir.
Böylece onların Kur’ân mûcizedir” şeklindeki ifadelerinden kastettiklerinin,
bunun nazmının ve kolay anlaşılamayan bir sûrette ve şaşılacak bir üslupla
telif edilmiş olmasının, Allah’ın fiili ve bunun, Allah’ın Resûlü’nün (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) mûcizesi olduğu anlaşılmış oldu. Kasıtlarının Allah’ın
zâtıyla kâim olan sıfatı olan kelâmının mûcize olduğu değildir. Yüce Allah,
bütün insanları bunun mislini getirmekten âciz bırakmıştır. Bütün bunlar, onun
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğunun delilidir. Kur’ân lafzı, Arapça’da
hem okuma hem de okunan için kullanılır. Bu, Allah’ın “Mütekellim” ismiyle
ilgili konu kapsamında belirttiğimiz gibidir. En doğrusunu Allah bilir.
Ayrıca bil ki âlimlerin cumhuru, peygamber için mûcize olan bir şeyin
veli için kerâmet olmasının mümkün olduğunu söylemişlerdir. Mutezile ve Şeyh
Ebû İshak el-İsferâyinî buna karşı çıkarak “Diğer hârikulâdeliklerden peygamber
için mûcize olarak zuhûr eden herhangi birisinin mislinin veli için kerâmet
olması câiz değildir. Kerâmetin son noktası duaya icabet etmek veya normalde
içinde su bulunmayan bir vadiden suyun çıkması gibi hârikulâde olan bir
olaydır.” demişlerdir. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın 187. bâbında şöyle
demiştir: “Üstadın bu söylediği bize göre sahihtir. Ancak üstadın şart
koşmadığı başka bir şartı da koşmaktayım ki o da şöyle demiştir: “Velinin söz
konusu âciz bırakan şey ile ilgili peygamberi tasdik etmesi olmaksızın,
mûcizenin veli için kerâmet olması câiz değildir. İlgili peygamberi tasdik
etmek için câizdir. Veliler arasında müşâhede edildiği gibi, bu imkânsız
değildir. Ancak bu durumda ilgili peygamberin meydan okuma (tahaddi) anında,
özellikle bu vakitte ya da hayatta kaldığı müddetçe meydana gelmesini
enegellediğini söylemesi hariçtir. Bu durumda şart koştuğu söz konusu süre
geçtikten sonra ilgili kerâmetin başkası için zuhûr etmesi câizdir. Ancak söz
konusu peygamber, herhangi bir sınırlamada bulunmaksızın mutlak olarak bunu
söylemişse üstadın söylediğinin hiçbir anlamı yoktur.”
el-Yâfiî el-Yemenî (rh.a.) şöyle demiştir: “Onların, Peygamber için
mûcize olması mümkün olan bir şeyle ilgili söyledikleri reddedilmez. Kerâmetin
aksine, tahaddi gerekli olduğu için Kur’ân-ı azîm’in mislinin Resûlullah’tan (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sonra başkası için gerçekleşmesi câiz değildir.” demiştir.
Soru: Mûcize ile kerâmet arasındaki fark nedir?
Cevap: Aralarındaki fark açıktır. Bu, davetine icabet etmek
mûcizeye bağlı olduğu zaman, veliye ızhâr etmesi vâcip olmayan kerametin
aksine, peygamberin bununla meydana okuması ve bunu ızhâr etmesinin de vâcip
olmasıdır. Zira veli, kendisi için peygamberliği kesinleşen ve tâbi olduğu
peygamberin şeriatının hükmüne davet etmektedir. Dolayısıyla peygamberin
aksine, davet ve yönteminin sıhhatine dair herhangi bir delile muhtaç değildir.
el-Yâfiî (rh.a) şöyle derdi: “Zaruret, izin, kendi ihtiyar ve çabasının
olmadığı bir hâlin galip gelmesi ya da bazı müridlerinin yakînini güçlendirmek
için havada balı avuçlayıp müridlerinin önüne koyma gibi hâl dışında velinin
kerâmetini gizlemesi vâciptir.” İmamlar, burada zikrettiklerimizin dışında da
mûcize ile kerâmeti birçok açıdan ayırmış ve bazıları şöyle demişlerdir.
“İkisi arasındaki farklardan bazıları şunlardır: Mûcize, peygamberin kastı ve
meydan okuması anında, kerâmet ise velinin kastı olmaksızın meydana gelir.
Bazıları ise kerâmetin de velinin kastı anında meydana gelmesinin câiz
olduğunu, onlar arasındaki gerçek farkın mûcizenin meydan okumayla beraber
meydana gelmesi, kerâmette ise velinin meydan okumasının söz konusu olmaması
olduğunu söylemişlerdir. Başka birileri ise halkı Hakk’a götürmesi gibi bir
maslahat ve nasihat söz konusu olduğunda velinin de kerâmetiyle meydan
okumasının câiz olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda onlar arasındaki gerçek
fark, mûcizenin sadece davetten sonra olması ve sükûtla meydana gelenin mûcize
olmaması, kerâmetin ise konuşmasıyla ve sükûtuyla her iki durumda da
gerçekleşmesidir. Bu kadar fark yeterlidir. Bunun hakikati şudur: Bir veli,
hârikulâde bir fiille veli olduğunu iddia ettiğinde bu, peygamberin mûcizesine
zarar vermez. Buna karşılık, şu anda böyle bir fiille kendisinin peygamber olduğunu
iddia ederse iddiasında yalan söylemiş olur. Yalancı ise Allah’ın velisi
olamaz. Dolayısıyla peygamber ve velilerin elinden zuhûr eden bir şeyin onun elinde
zuhûr etmesi doğru olmaz. Şeyh Ebû Tahir şöyle demiştir: “Bu, açık bir farktır.
Âlimlerin “Mûcizeler, bulunduklarında doğru sözlülüğün alâmetidir. Bu nedenle
veliler peygamberlik iddiasında bulundukları takdirde, onların elinde zuhûr
etmez. Zira bu takdirde ortaya çıkacak olursa doğruluk yalana dönüşmüş olur ki
bu, imkânsızdır.”
Soru: Bu, mûcize ile kerâmet arasındaki farktır. Mûcize ile sihir
ve hokkabazlık arasındaki fark nedir?
Cevap: Şeyh Ebû Tahir’in (rh.a) dediği gibi Mûcize ile sihir ve
benzerleri arasındaki fark, mûcizenin kendisi ya da eserinin peygamberden
sonra da bir süre devam etmesidir. Sihir ise süratli bir şekilde son bulur.
Mûcize ile hokkabazlık arasındaki fark ise peygamber, mûcizeyi şâhitlerin ve
beldenin ileri gelenlerinin huzunda izhâr eder; hokkabazlık ise çocuk, zayıf
akıllı ve insanların cahil olanları katında revaçtadır.” el-Kazvînî[247] (rh.a) şöyle demiştir:
“İnsanlar, sihir ve eseri hakkında ihtilaf etmiştir ve şöyle denilmiştir:
“Bununla sûretler değişebilir ve insan, köpek, timsah ya da eşek şeklinde
dönüştürülebilir.” Şöyle demiştir: “Bu, avamın hurafeleri ve kadınların
dedikodularıdır.” Ayrıca Sirâcül-Ukûl eserinde bunlara nizenciyyat ve
kılfıtriyyâtı da ekleyerek sözü uzatmış ve şöyle demiştir: “Sihir, sözlükte
bâtılı hak sûretinde göstermektir. Fecr-i kâzib için seher vakti denilmesi de
bu kabildendir. Hokkabazlık (şa‘beze) ise ismi Şaban olan bir adama nisbet
edilmiş ve sonradan Arapçalaştırılmıştır. Aslı, el altında eşyayı değiştirmektir.
Bize göre sâbit ve vâki olması anlamında sihir, haktır. Mutezile, Râfızîler ve
Dehrîler sihri inkâr etmişlerdir. Bunun doğruluğunun delili, selefi ve
halefiyle ümmetlerin ve Hint, Rum ve Fars’tan bütün Ehl-i kitabın icmâ etmiş
olmasıdır. Kur’ân’ın âyetleri de bunu söylemektedir. Şeyh Muhyiddin 271. bâbda
“Onlardan karı ile koca arasını açacak olan şeyi öğreniyorlardı.”[248] âyeti bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki Yüce Allah, ülfet ve intizam yerine ayırmayı çirkin görmüş,
fâilini de zemmetmiştir. Yüce Allah, bir araya gelmiş bütün birlikteliklerin
ayrılığı için gizli olan bir hakikatinin bulunduğunu bildiği için, kullarına
merhametinden dolayı, talakı meşru görmüştür. Böylelikle şeytana rağmen bütün
fiilleri zemmedilen değil de övgüye layık olan fiiller olarak izne bağlı
kalsın. Bununla beraber, Allah’ın en çok buğzettiği helâlin talak olduğu
nakledilmiştir. Bu, yokluğa dönüş olmasından dolayıdır. Zira tabiatların bir
araya gelmesiyle terkibin zorunluluğu ortaya çıkar; bir araya gelmenin yokluğu
söz konusu olduğu zaman ise yokluk olur. Bu da ilâhi isimlerinin ilgili
mertebedekiler hakkındaki etkiden atıl kalması demektir. Bunu çağrıştırdığı
için, birleşmenin yokluğundan dolayı karı koca arasındaki ayrışmayı hoş
görmemiştir.”
Soru: Mûcize ile kehanet arasındaki fark nedir?
Cevap: İkisi arasındaki fark, daha önce geçtiği gibi, mûcizenin
Allah’ın peygamberi tasdik etme makamında bulunan ve tahaddiyle bir arada bulunan
hârikulâde bir fiil olmasıdır. Kehanet ise kâhinin dilinden dökülen, bazen
gerçeğe muvafık bazen de muhalif olan kelimelerdir. Ayrıca peygamber,
yaratılış ve ahlâk itibariyle sadece kâmil olan kimselerden biridir; kâhinin
ise aklı karışık, ahlâkı laf taşıyan biri olarak nâkıstır. Şayet kehanetiyle
peygamber olduğunu iddia ederse böyle bir iddiada bulunan başka bir kâhinle de
karşılaşabilir ve peygamberliğin aksine ikisi arasında hiçbir fark da yoktur.
Oysa peygamber mûcize ile meydan okuduğu anda yalancı bir müddeiyle karşılaşsa
ondan sadık peygamberinki gibi bir mûcize izhâr olması mümkün olmaz. Daha önce
mûcizenin, Allah’ın sadık peygamberi tasdik etmesi olduğunu belirttik; yalancı
kimseyi nasıl tasdik etsin? Allah, yalancıyı asla tasdik etmez. En doğrusunu
Allah bilir.
Soru: Mûcize, nasıl yalancının elinde gerçekleşmemektedir?
Cevap: İnsanlar mûcizenin yalancının elinden gerçekleşmesinin imkânsız
olduğuna dair yeteri kadar söz söylemişlerdir. Bu, söz konusu imkânsızlık
hakkında icmâ gibdir.
Soru: Allah’ın insanları saptırma ve yoldan çıkarmasını câiz
gördüğünüz hâlde, Allah’ın onları saptırmak ve yoldan çıkarmak için hârikulâdelikleri
ellerinde meydana getirdiğini nasıl düşünüyorsunuz? Hâlbuki O’nun rubûbiyyeti
sahasının insanları saptırma ve onlara hidayet vermeyi vâcip kılmaktan berî
olduğu bilinmektedir.
Cevap: Kuşkusuz “Onunla çoğunu saptırır.”[249]
ve “Allah zalimleri saptırır.”[250] gibi ve bunun dışındaki diğer
âyetler gibi Kur’ân âyetlerinden dolayı saptırmasını câiz görmekteyiz. Biz,
muhale yol açmamak kaydıyla bunu câiz görmekteyiz; muhale yol açan her şey
muhaldir. Muhal de asla takdir edilmiş olamaz. Bu birkaç açıdandır: Bu, ya
bilinenin aksine gerçekleşir ya kendisinde delil ile medlûl çelişir ya delil
ile medlûl birbirine karışır ya da bu, kudretin âciz bırakılması ve Hak
Teâlâ’nın yalanlanmasına yol açar. Bu dört husus da muhale götürür ve kudret
buna taalluk etmez. Mûcizenin yalancının elinden meydana gelmesi de bu
kabildendir.
Zira mûcize tahaddi ile birlikte meydana gelmektedir ve daha önce geçtiği
gibi, Allah’ın, ilgili peygamber için “Doğru söyledin ve sen benim elçimsin.”
demesi gibidir. Yalancının tasdik edilmesi ise zâtından ve kendinden dolayı
imkânsızdır. Zira kendisine “Sen benim elçimsin.” denilen herkes peygamber olur
ve yalancı olmaktan çıkar. Oysa bunun hem yalancı hem de sahiden peygamber
olması muhaldir. En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh Ebû Tâhir, bazı imamların “Mûcizenin yalancının elinden meydana
gelmesi, Allah’ın bunun makdûr olmaktan çıkmayacağını bilmesine binaen makdûr
kapsamındadır. Bilinenin aksi ise makdûr değildir.” dediklerini zikretmiş ve
ayrıca bizim söylediğimiz “Her ne kadar makdûr ise de bu, ilmin cehâlete
dönüşmemesi gibi, kesinlikle gerçekleşmez.” diyerek Siracül-Ukûl
kitabında bunu uzatmıştır. Dilersen ona müracaat et. Netice olarak mûciz
olmanın şartı, âdeti bozan olmasıdır. Zira mûtad fiil hem yalancı hem de sadık
kimsede bulunabilir ve teklif anında olur. Kıyamette ortaya çıkacak olan göğün
yarılması, güneşin dürülmesi gibi şeyler de âdeti bozan fiillerdir, ancak
mûcize değildir. Zira ahiret, teklif yurdu değildir. Meydan okuma (tahaddi) ile
birlikte olması ise, zaman zaman zelzele ve yıldırım gibi meydana gelen bazı
olağanüstü olaylardan [ayırt etmek] içindir. Ancak tahaddi ile birlikte
olmadığı için mûcize değildir. Yine imtihan şeklinde olması gerekir. Zira bir
insana Kur’ân’dan bir sûre dinletilse sonra da kendilerine tebliğ ulaşmayan
uzak bir kabileye gitse ve onlara bunu haber verse bu, mûcize olmaz. En
doğrusunu noksanlıklardan münezzeh ve yüce olan Allah bilir. Bu mebhası iyi
değerlendir; o, çok nefistir. En doğrusunu Allah bilir.
Peygamberlerin Gönderildiği Her Dönemde
Peygamber
Gönderilmesinin
Hikmeti Hakkındadır
Bil ki bu mebhasın aslı, Allah’ın “Biz, peygamber göndermedikçe kimseye
azap etmeyiz”[251] mealindeki âyetidir.
Peygamber gönderildikten sonra ebedi şekâvet ve azabı hak eden kimsenin dışında
hiç kimse inat etmez. Şeyh Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ın bu
dünyada belirlediği, yani noksanlıklardan münezzeh ve Yüce Rabb’ın takdir
ettiği bütün sınırlar, sadece iki kısımdır: biri hikmetli siyaset diye
isimlendirilen kısım, diğeri ise şeriat diye isimlendirilen kısımdır. Her ikisi
de bu dünyada bulunan mümkün varlıkların maslahat üzere kalmaları ve fesattan
korunmasını temin etmek için gelmiştir.
Birinci kısmın yöntemi ilkâdır ve bizdeki ilham mesabesindedir. Bu, söz
konusu zamanda şeriat bulunmadığı içindir. Yüce Allah, insanların büyüklerinin
nefsine hikmet ilkâ eder, onlar da sınırlar belirler; her yöre, iklim ve şehir
için, o yörenin tabiatının gerektirdiği şekilde kurallar koyarlar. Bunlarla
insanların malları, canları, şeref ve onurları, çoluk-çocuk, akraba ve
nesilleri korunur. Bunu “namus/nevâmis” olarak isimlendirmelerinin sebebi,
hayra sebep olmasıdır. Zira namus, ıstılâhta casusun zıddı olarak hayır getiren
demektir. Bunlar, akıl sahiplerinin dünyanın iyiliği, düzen ve irtibatını
sağlamak için, farkına varmadan Allah’tan aldıkları ilhamla koydukları hikmetli
kurallardır.”
367. bâbda ise “Bil ki konulan yasaların ve otoritenin belirlediği
kanunlar, fetret zamanlarında kullanılır. Bu, Yüce Allah’ın onların
kullanımıyla âlemin düzenini bir arada toplaması içindir.” Şöyle demiştir:
“Allah’ın bu bağlamda haram kıldığı her şey, ‘Allah iyilerin ecrini zayi
etmez.’[252] kapsamındadır.” Ayrıca,
“Ancak kanun ve yasaların kullanılması, eğer bunlar şeriata uygun değilse şeriat
döneminde uygun değildir. Çünkü bütün hâkimlere, peygamberinin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) şeriatini aşması haramdır. Yüce Allah, ‘Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.’ buyurmuştur.”[253] demiştir.
339. bâbda ise şöyle demiştir: Bil ki şeriat, ilâhi ve indirilmiş olan
şeriat ile bu şeriatın kaybolması anında ümmet bir uyarıcıdan boş/eksik
kalmasın diye kullanılan hükmî, siyasî şeriat olmak üzere ikidir. Siyasetini,
ümmet hakkında maslahatın bâki kalması için gerçekleştirir. Bunun ilâhi ya da
siyasî olması arasında hiçbir fark yoktur.”
Soru: Bu yasaları koyan kimsenin, bunların Allah’a yaklaştırdığına
dair bir bilgisi var mıdır, yok mudur?
Cevap: Onların, daha sonra diriliş, haşir, neşir, mîzan, hesap,
sırat, cennet, cehennem ve genel olarak âhiret hâlleriyle ilgili bir bilgileri
olmadığı gibi, bununla ilgili bir bilgisi de söz konusu değildir. Çünkü bunun
varlığı da yokluğu da mümkündür ve iki mümkünden birine dair bir delilleri de
yoktur. Aksine kendilerinin uydurdukları bir ruhbaniyet söz konusudur. Bu
nedenle filozofların kuralları, her zamanda başka bir şey için değil sadece bu
dünyadaki maslahatların sürekli olarak korunması üzerine bina edilmiştir.
Onların bilgilerinin nihaî noktası, onların kendi kendilerine Allah Teâlâ’nın
tevhidi ve O’nun yüceliğine yaraşan büyüklük, yücelik, misli ve benzerinin
olmaması gibi ilâhi ilimlerde yalnız olmaları ve insanları bu anlamda doğru
düşünceye teşvik etmeleridir. Onların bu konudaki uğraşları kıymetlidir. Bunu
bilince cesetlerin sûretlerinin öldüklerinde parçalarından hiçbir şeyin
eksilmediğini gördüklerinde nefislerinin hakikatini araştırmaya
koyulmuşlardır. Böylece bu cisimde idrak eden ve hareket ettiren unsurun zâit
olan başka bir şey olduğunu öğrenmişlerdir. Bu zâit olan olan unsuru
araştırmışlar ve nefislerini ve başkasının değil sadece akıllarının kendileri
için tanımladığı şeyleri öğrenmişlerdir. Bu da âlemle ilgili bilginin ispatı
ve nefyi konusunda tenzih, teşbih ve hayret konusunda tereddüt etmelerini
beraberinde getirmiştir. Bundan dolayı peygamberlerin gönderilmesiyle ilgili
zikredilenleri kaydetmişlerdir. Şeyh 339. bâbda bu konuyu uzun uzadıya
anlatmıştır. Oraya bakabilirsin. En doğrusunu Allah bilir.
İkinci kısım ise hakiki “şeriat” olarak isimlendirilmiştir. Bu, mûcize
mebhasında geçtiği gibi, aklın kabul etmek ve iman etmekten başka herhangi bir
dahli olmayan diğer hükümlerle ilgili olarak sadık ve masduk olan peygamberin
dilinden gelen şeylerdir. Zira şayet akıllar, saâdetleriyle ilgili şeylerle
meşgul olurlarsa peygamberlerin varlığı abes olur. Kesin olarak bilinmektedir
ki insan said ise saâdetinin sebeplerini, şakî ise şekavetinin sebeplerini de
bilmediği gibi zorunlu olarak nereden geldiğini ve nereye gideceğini
bilmemektedir. Bu, onun Allah’ın kendisi hakkındaki ilmini, kendisinden neyi
murad ettiğini ve kendisini niçin yarattığını bilmemesinden dolayıdır. O, bu
konuda zorunlu olarak ilâhi bilgilendirmeye (târif) muhtaçtır. Şayet peygamber
gönderilmeseydi taat ile mâsiyet arasındaki farkı ayırt etmezdik ve kimse her
iki kabza (hidâyet/saadet ve dalâlet/şekâvet) ehlinden olanı diğerinden ayırt
etmezdi. Böylece peygamber göndermenin, Allah’ın kullarına karşı delil
getirmesi olduğu, saâdete erenin saâdete, şekavete düşenin de şekavetinin ilâhi
taksimle olduğu ve “Sana sadece tebliğ etmek düşer.”[254]
ve “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin.”[255]
mealindeki âyetlerde belirtildiği gibi, peygamberlerin (aleyhisselâm) bu konuda
herhangi bir eserinin bulunmadığı anlaşılmış oldu. Aynı şekilde saptırma
konusunda da İblis’in herhangi bir etkisi yoktur. O, sadece insana Allah’ın
takdir etiğini yapma konusunda vesvese verir. Gelecekte cehennemde hitab
ederek şöyle diyecektir: “Benim sizin üzerinizde bir otoritem söz konusu
değildi. Sadece sizi davet ettim, siz de icabet ettiniz. Beni değil, kendi
kendinizi kınayınız.”[256] Burası, yalancıların tasdik
edildiği mekândır. Aynı şekilde söz gelimi peygamber ümmetine bir şeyi
yapmalarını emrettiğinde onların lisan-ı hâli şöyle der: “Allah’ın bizim için
taksim ettiğini mi yapıyoruz taksim etmediğini mi?” Peygamber, “Sizin
kısmetiniz olanı yapın.” diyemez. “Hak Teâlâ’nın fiilini bize kısmet yaptığı
vakitte mi yoksa öncesinde mi yapalım?” dediklerinde Peygamber, onlara “Sizin
kendisinde yapmanız kısmetiniz olan vakitte yapınız. Ancak ilâhi emrin
otoritesi, nefislerinizin murad ettiği vakitte değil, bunu şer‘en sizin için
öngörülen vakitte yapmanıza yöneliktir.” der. İşte burada delilleri çürür.
Soru: Denildiği gibi insan ve cinlerde olduğu gibi, hayvanların da
kendilerinden olan peygamberleri var mıdır?
Cevap: Hayvanların kendilerinden olan peygamberleri yoktur. Bu, insan
ve cinlere hastır. Mâlikîler “Canlılardan olan her cinsin kendilerinden olan
peygamberleri vardır.” diyenin küfrüne hükmetmişlerdir.
Soru: “Her ümmetin içinde bir uyarıcı vardır.”[257]
ve “Onlar da sizin gibi topluluklardır (ümmet).”[258]
âyetleri hakkında ne dersiniz?
Cevap: Bu genellik, insan ve cine mahsustur. Köpeklerin de ümmetlerden
bir ümmetinin olduğu nakledilmiştir. Karınca ve fareler içinde aynı şey söz
konusudur. Ancak onların da bir uyarıcısı olduğuna dair kesin bir delilimiz
yoktur. Hata etmekten sakın!
Soru: Ümmet hakkında teklif hükmü ne zaman kesilir?
Cevap: Cennetlik ve cehennemlikler hakkında teklif, ölümle
birlikte kesilir. Ancak a‘râf ehli hakkında, kıyamet günü secdeye kapanıncaya
kadar kesilmez. Bu secde de onların terazilerine eklenir ve bununla cennete
girerler. Şayet onların teklifleri bu vakte kadar devam etmeseydi bu secde,
onlara fayda vermezdi ve bununla terazileri de ağır basmazdı.
Soru: Ruhun teklifinin bulunduğu ilk vakit ne zamandır?
Cevap: O, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[259]
denildiği günden itibaren mükelleftir. Şayet o günde teklif ve fiili mevcut
olmasaydı, ne kendisine hitap edilirdi ne de buna icabet ederdi. Hadiste
belirtildiğine göre kıyamet günü kendilerine gönderilen peygamberin diliyle,
çocuk, deli ve fetret ehline teklif yöneltilecektir. Bu peygamberin o günde
onlara gönderilişi, peygamberin dünyada gönderilmesi yerine geçer. Ona itaat
eden kurtulur ve cennete girer; ona isyan eden ve emrine muhalefet eden ise
helâk olur ve cehenneme girer. Böylelikle Allah’ın kullarına olan adâleti,
kendilerine hüccet gösterildikten sonra gerçekleşmiş olur. En doğrusunu
Allah bilir.
Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Sirâcul-Ukûl kitabının 35. bâbında şu hikâyenin
yer aldığını gördüm: “Bil ki Yüce Allah, bütün kâinatı, kevnden hiçbir iz,
mükevvenden de hiçbir haber yokken lütuf ve keremiyle yaratmıştır. Sonra Allah,
onları lütfuyle yarattıktan sonra onları gözyaşı döker bir şekilde başıboş ve
dinî-dünyevî işlerinde maslahatlarından habersiz olarak terk etmemiştir. Celîl
olan Allah, onlara gelmekten ve onlara inmekten münezzeh olduğu, kelamı yüz
yüze gelerek onların işiteceği harf ve seslerle olmadığı için onlara, kelâmını
kullarına işittirmek için kendilerinden müjdeci ve uyarıcı peygamberler
gönderdi. Bazı şairler bu mânayı terennüm ederek şöyle demişlerdir:
O nunla karşılaşmamız
zorlaştığında / Ve tartışma artıp öncelik gerektiğinde
Peygamber olan bir adamla
gayrete geldim / Ve verdiğim kalemin dili seni kurtardı
Yüce Allah, “Peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir hüccetlerinin
olmaması için müjdeci ve uyarıcı peygamberler”[260]
buyurmuştur. Yüce Allah’ın bize olan lütuflarından biri de bizi lütfuyla
yoktan var ettiği gibi, bize peygamberler göndermesidir. Zira O, hiçbir şeyi
kesinlikle yapmak zorunda değildir.
Soru: Peygamberliğin hakikati nedir?
Cevap: Allah’ın, bir şahsa “Sen peygamberimsin ve seni kendim için
seçtim.” şeklindeki hitabıdır. Önceki mebhasta geçtiği gibi Yüce Allah, mesajını
nasıl göndereceğini en doğru bilendir.
Soru: Nübüvvet kesbî midir, vehbî midir?
Cevap: Bazı ahmakların zannettiği gibi peygamberlik, ibadet ve
riyazetle ulaşabilecek, kesbî bir mertebe değildir. Yüce Allah, “Peygamberleri,
onlara ‘Biz de sadece sizin gibi insanlarız. Ancak Allah kullarından
dilediklerine lütufta bulunur.’[261] demişlerdir.” şeklinde
peygamberlerden bahsetmektedir ve O, peygamberlerin “Rabbimi tenzih ederim, ben
peygamber bir beşerden başkası değilim.”[262]
demelerini emretmiştir. Mu‘tezile ve onlara tâbi olanların, nübüvvetin aklen
lütuf cihetiyle vâcip olduğuna dair iddialarının aksine, daha önce geçtiği
gibi nübüvvet, salt Allah’ın lütfudur. Hak olan onun aklen câiz, tevâtüren ve
naklen ise vâcip olduğu, müşâhede ile de neticelendiği şeklindedir. O,
Allah’ın lütfu, rahmeti, mülk ve melekût âlemlerini, dilediğini dilediği gibi
emirleri ve nehiyleriyle yönetmesidir. Buna göre nübüvvet, Allah’ın melek
vasıtasıyla da olsa ona hitap etmesiyle bir şahsı seçmesine bağlı bir
sıfattır. Dolayısıyla peygamber olan söz konusu şahsın nefsine bağlı olmadığı
için o, “Nübüvveti zâtından dolayı haketti.” denilemez. Şayet böyle olsaydı o,
uyku ve gafletle iptal omadığı gibi ölümle de iptal olmazdı. Birisi “Nübüvvet,
‘nebee’den alınmadır ve bu da haber anlamındadır.
Dolayısıyla o da Allah’tan haber vermektedir; ölen birisi ise haber
vermez.” derse ona, “Nikâhının hükmünde olduğu gibi nübüvvetin hükmü de ölü
olsun diri olsun onda devam etmektedir.” deriz. Bir hadiste “Dünyadaki eşlerim
ahirette de eşlerimdir.” başka birinde ise “Peygamberler kabirlerinde
diridirler ve namaz kılmaktadırlar.” buyurmuştur. Mâlikîler ve daha başkaları,
nübüvvetin kesbî olduğunu iddia edenin küfrüne hükmetmişlerdir. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: Yüce Allah, melekleri peygamber olarak gönderseydi ve onlar
da melek kılığında Hakk’a ve kendilerine icabet etmeye davet etselerdi kâfirler
“Bizden olan bir insana mı tâbi olalım.”[263]
demezlerdi.
Cevap: Bu soru Mekkeli kâfirler tarafından sunulmuş ve Yüce Allah
da “De ki ‘Eğer yeryüzünde (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı,
elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.”[264]
ve “Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (sûretinde)
yapardık ve onları yine içinde bulundukları karmaşaya düşürmüş olurduk.”[265] âyetleriyle cevap vermiştir.
Bunun anlamı, peygamberlik imtihan ve sınamadır. Olmadan önce olacak olan şeyi
bilen Yüce Allah, haset hastalarının bu peygambere itaat edip etmeyeceklerine
bakar. Bu, hasedin aynı cinsten olanlar arasında olması ve melek ile insan
arasında hasedin söz konusu olmaması sebebiyledir. Bu nedenle Mekkeli
müşrikler, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aksine kendileriyle
melek arasında haset söz konusu olmadığı için kendilerine bir melek
gönderilmesini talep etmişlerdir. Yine insanların geneli, onlardan ilâhi
kelâmı almak şöyle dursun, melekleri âyanları ve sûretlerindeki sıfatlarıyla
görmeye bile takat getiremez. Dolayısıyla her cins, hemcinsiyle yakınlık kurar.
Ayrıca bir insanın, bir kanadını yaymakla doğu ve batıyı kapatan bir meleğin
sûretinden korkmasında şaşılacak bir durum yoktur. Bize Allah’ın, Hind
yükseklerinde ve Çin’in uzak ada ve beldelerinde, bir kısım acayip insanlar
yarattığı ve bunlar bizden birini görse derhal yüzleri üzerine yıkılarak
öleceği, bizden birisi onlardan birisinin sûretini görse onun korkusuyla ödünün
patlayacağı ulaştı. Yine el-Kasru’l-Meşîd’de bir yaratık vardır ki bizden
birisi onu görse atışır ve kuvvetinden dolayı derhal ölür. Bir insanı yalçın
bir dağa bağlamış ve ona “Bak, biz seni yakaladık.” demişlerdir. Onlara bakmış,
ipleri kırmış ve adım adım onlara yaklaşmıştır.
Vahyin başlangıcıyla ilgili hadis meşhurdur: Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), kuvveti ve gücüne rağmen Hira’da ilk defa meleği yerle gök
arasında bir kürsü üzerinde oturmuş ve korkunç bir sesi olduğu vaziyette
gördüğü zaman içini korku kaplamış ve dağdan inerek Hatice’nin evine gelmiş,
“Beni örtün.” demiştir. Bundan dolayı şayet Allah, kullarına melekleri
peygamber olarak gönderseydi muhakkak ki ondan kaçarlar, sözünü dinlemeye
güçleri yetiremez ve belki de onun heybetinden korkarak bayılıp ölürlerdi. Yüce
Allah “Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da
kendilerine göz açtırılmazdı.”[266] buyurmuştur. Yani onun
heybetinden o hâlde derhal ölürlerdi. Böylece peygamberin kendilerine
gönderilenler cinsinden olmasının faydasının, aynı cinsten olmaları sebebiyle
kendisiyle yakınlık kurarak ondan kelâmı alma imkânı olduğunu açıkça görmüş oldun.
Yüce Allah’ın “O, ümmîlere, içlerinden bir peygamber gönderendir”[267] ve “Biz her
peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (Allah’ın
emirlerini) iyice açıklasın.”[268] âyetleri de bu kabildendir.
Soru: “Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey
getirdikçe, kibirlenmediniz mi?”[269]
âyeti neyi kastetmektedir? Peygamberlerin getirdiği her şey her vecihten mi
nefsin hevasına uymaz yoksa bir kısmı onun hevasına uygun mudur?
Cevap: Şeyh Muhyiddin 298. bâbda şöyle demiştir: “Şeriat bize
sadece tabiata uygun olanı getirir. Meşakkat ve külfetin insana nereden
geldiğini bilmiyoruz.” Bunun izahı şudur: İnsanın yaratılıştaki tabiî sıfatları
değişmez. Bunlar, bu dünya hayatında onun zâtî sıfatlarıdır. Özel olan
karışımlar ise korkaklık, cimrilik, tamahkârlık, haset, tekebbür, hata ve galip
gelme isteği gibi duygulardan ayrı düşünülemez. Yüce Allah, ezelî ilmiyle
bunların değişmeyeceğini bildiği için, bunlar için birtakım sarf yerleri
belirlemiş ve meşrû hüküm olarak oraya sarfedilmelerini emretmiştir. Şayet
nefis, bu sarf yerlerine tâbi olursa saâdete ulaşır ve yüksek makamlara nâil
olur. Kendisine dünya ve ahirette hiçbir zarar vermeyecek olan haramları
işlemekten, dininde noksanlık meydana getirecek bir şey yapmaktan, malını
Allah rızası için infak eden ve samimi olarak ilim talep edene haset etmekten
kaçınması gibi.
Yine hayra hırslı olması, Allah’ın emrine karşı büyüklük taslayana karşı
onurlu ve büyüklük tavrına girmesi, Allah’ın emrettiği yerde ağır söz ve fiilde
bulunması, Hakk’a yönelen ve onu destekleyen kimsenin galip gelmesini ve düşmanını
kahretmesini talep etmesi de bu kabildendir. Böylece nefsin sıfatlarının
aslında değişmediğini, bu sıfatların kendisine, meleklerine ve peygamberlerine
hamd etmesi için Hak Teâlâ’nın teşvik ettiği yerlerde kullanıldığını gördün.
Bunun açıklaması şudur: Yüce Allah, kuluna tabiatının gerektirdiği bir şeyi
bir bütün olarak yasaklamaz, sadece bir kısmını yasaklar. İnsanları helâk eden,
onlara sadece acıyı ve çirkinliği veren garezlerinin baskınlığıdır. Şayet
garezlerini, yaratıcılarının kendileri için istediği ve seçtiği yerlere
sarfederlerse rahatlarlar. Şeyh, bu mevzuyu uzatmıştır.
Soru: “Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediklerini nûruna erdirir.”[270] âyetinde kastedilen şeriat
nuruyla beraber akıl nûru mudur, başka bir şey midir?
Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi bu iki nûrdan kastedilen, şeriat
nûruyla birlikte tevfîk nuru ve hidâyet nûrudur. Şayet bu iki nûr bir araya
gelmezse mükellefin hâli kemâle ermez. Zira bir tek nûr, tek başına ışık
vermez. Şu var ki şeriat nûrunun, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
gönderildiği anda güneşin nûru gibi zuhûr ettiğinden şüphe yoktur. Ancak
yarasanın gündüzün ışığında hiçbir şey görmemesi gibi amâ da bunu görmez. Bu
nedenle Allah’ın basiretini körleştirdiği kimse, bu nûru göremediği için iman
etmez. Şayet basiret nûru mevcut, ancak şeriat nûru zuhûr etmemişse basiret
nûrunun sahibi, nereye gideceğini ve nasıl gideceğini bilmez. Zira bu, meçhul
bir yoldur ve onda ne olduğu ve nerede sonlanacağı bilinmez. Böylece bu yolda
yürüyen kimsenin, şayet ışığını hevalardan korumazsa fırtınalı rüzgârlar
geleceği ve onu söndürerek ışığını götüreceği bilinmiş oldu. Fırtınalıdan
(şiddetli) kastımız, onun tevhid nûru ve imanında etkili olan her şeydir. Şayet
hafif bir rüzgâr eserse dili ve ışığı (kandil) eğilir. Yani ışık yolunu
kaybettirir. Bu rüzgâr, şeriatın fürûunda hevalara tâbi olmak gibidir. Bunlar,
insanın tekfir edilemeyeceği, imanına ve tevhid inancına zarar vermeyen
günahlardır.
Soru: Peygamberlere muhalefet eden kimseye azap edilmesi için peygamberliğinin
onun yanında sabit olması şart mıdır?
Cevap: Şeyh’in 376. bâbda dediği gibi evet, o anda
peygamberliğinin sabit olması şarttır. Zira ancak bununla onun emrine tâbi
olmak ve nehiylerinden kaçınmak mümkün olur.
Soru: Peygamberliğin sabit olmasının şekli nedir?
Cevap: Açık delilin kendisine gönderilen bütün şahıslara
getirilmesidir. Bunun tevatür vasıtasıyla ya da nûrun kalbe doğmasıyla olması
fark etmez. Kendinde kapalılık olan veya bazı insanların mânalarını kavrayamama
ve delâletinin yönünü bilmeme ihtimali bulunan nice âyetler vardır. Peygamberliğin
sıhhatine delâlet eden delilin, apaçık bir şekilde delil getirilen herkese
açık olması gerekir. Ancak böylece delil getirenin peygamber olduğu kesinleşir.
Kendisine açıklandığı ve ikna edildiği zaman, onun hesaba çekilmesi söz konusu
olur. Bu nedenle Yüce Allah, “Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.”[271] buyurmuş, “bir şahıs
göndermedikçe” dememiştir. Zira daha önce belirtildiği gibi, gönderilenin
peygamberliği, tevcih edilen indinde sabit olması gerekmektedir. Bu âyette
ümmet için büyük bir rahmet vardır. Zira insanların fıtratları, farklı bakış
açılarına yol açan farklı tabiattadır. Yüce Allah, kullarından dilediklerine
rahmet kapısını açmak için bunu yapmıştır.
Soru: Kulu, amel etmesi gereken şeylerden, Allah’a davet eden
şeyleri işitip de amel etmekten men eden sebep nedir? Bunun hükmü de Allah’ın
kendisine lütufta bulunduğu ve kendisini affettiğini işitmeyenin hükmü gibi
midir? Yoksa bilip de amel etmeyen ve Allah’ın bundan dolayı adâletinin gereği
olarak cezalandırdığı kimsenin hükmü gibi midir? Yüce Allah “İşittik deyip de
dinlemeyenler gibi olmayın.”[272] buyurmuştur. Yani onlar,
gerçekte bunu işittiler ve anladılar. Zira kendi dillerindeydi. Sonra “Dinlemediler.”
buyurmuştur. Yani onların hükmü, işittikleri hâlde dinlemeyenlerin hükmüdür.
Cevap: Hâllerin karineleri, işittiği hâlde işittikleriyle amel
etmeyenin akıbetine tanıklık eder. Ancak Allah’ın rahmetinin genişliğini ve
Allah’ın diledikleri dışında, bunun bütün muvahhidlerin günahlarını aştığı
bildikleri hâlde muvahhidler için nefsü’l-emrde henüz imkânlar tükenmiş değildir.
Hak Teâlâ, bize “Gerçekte dinlemedikleri hâlde ‘İşittik’ diyenlerin” cezalandırılıp
cezalandırılmayacaklarına dair hükmünü bize bildirmemiştir.
Soru: Peygamberin muhatabına olan daveti, öncelikle ısrarla mıdır,
ısrar olmadan mıdır?
Cevap: Allah’a davetçi olmanın şartlarından biri de davet ettiği
kimsenin iç dünyasına da nüfuz etmesidir. Şayet davet edilende icabet etme
imkânı varsa ısrarla bunu yapar, değilse sadece kendisine özel delil getirerek
ısrar etmeden bunu yapar. Bu nedenle peygamberler sadece müşriklere tevhidi
emretmek için gönderilmişlerdir. Bu anlamda Şeyh Muhyiddin elFütûhât’ın
72. bâbının sonlarında şöyle demiştir: “Zira onlar, Allah’a en uzak olan
insanlardır. Bu nedenle doğru yola girmeleri için onlara tevhidi emretmek için
gönderilmişlerdir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) orada bunların
şeytan olduğunu zikrettiği hâlde, Kâbe’ye kurbanlıklar sunmasının sırrı da
budur. Böylelikle dünyadaki akıl erbabı, bununla onun (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) makamının, uzak duran kimseleri Allah’ın huzurundan reddetmek olduğunu
bilsin. İçlerinde gizledikleri konusunda müşriklerin ileri gelenlerinin
dikkatini çekmek için devenin en yüksek yeri olan hörgücünün sağ tarafını
kesmeyi (safha) şiar edindi. Aynı şekilde ‘safha’, ‘safh’dan türetilmiştir. Bu,
Allah’a yakınlaşmayı istediklerinde bu sıfata sahip olanın onu kesmesi gerektiğini
haber vermektir. Onun boynundaki nalınlarını, devede bulunan büyüklenmenin ve
bedeninde bulunan şeytanca özelliklerin zevâline işaret kılmıştır. Zira sadece
alçaklık ve zillet ehli olanlar nallarla vurulurlar. Bu konumda bulunan
kimselerde izhâr edecekleri bir büyüklenme kalmaz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), bir defasında da şeytanlıktan temiz bir canlı olan koyunu
hediye olarak kesmiştir. Bu da muvahhidlerin tevhid makamlarında yükselmeye
yaklaştıklarının işaretidir.” Böylece peygamberlerin gönderilmesinin
hikmetinin, uzak duranları Allah’ın huzurundan kovmak, ehil olanların da
derecelerine yükseltmek olduğunu anladın. En doğrusunu Allah bilir.
Sonuç: Peygamber Gönderilmesinin Sonuçları Hakkındadır
Bil ki bunun sonuçlarından biri, biri melek diğeri şeytan olmak üzere iki
yoldaşın bulunmasıdır. Fetret ehlinden olan kimselerin yoldaşı yoktur. Aksine
o, tabiatının hükmüyle tasarrufta bulunur. Zira onun alın yazısı özellikle
Rabbinin elindedir. Bu zamanda yaşayan kimse için istenilen tek şey, muvahhid
olarak yaşayıp sırat-ı müstakim üzere olmasıdır. Ancak peygamberin gönderildiği
bir ümmet içerisinde bulunan ya da böyle bir ümmet içinde yaratılan kimse,
şeriat bulunduğu için, doğum zamanından itibaren iki yoldaş onu ilzam eder.
Soru: Yeni doğan çocuk ergenlik çağına kadar mükellef değildir.
Neden mükellef olmadığı hâlde, bu iki yoldaş ona arkadaşlık etmektedir?
Cevap: Yüce Allah, bu iki yoldaşı sadece onun kendisi için
belirlememiştir. Aksine bu, ya onun anne-babasını terbiye etmek için ya şeytanî
olan yoldaşın aldattığı kimsenin ağlaması ya da onun elinde oynaması ve
anne-babasının hoşlanmadığı bir şey yapması gibi şeyler içindir. Mükellef
olmayan çocuğun bu hareketi, başkasını etkileyerek onun Allah’ın fiil ve
takdirinden hoşlanmayarak sıkıntı yaşaması ve terk etmesine sebep olur ve
bundan dolayı günah kazanır. Dolayısıyla şeytanın çocukla arkadaşlığı, kendisi
için değildir. Çünkü onun, ergenliğe ulaşıncaya kadar nefsî ve rabbanî hiçbir
hareketi yoktur.
Soru: Çocuk, şeriatın olmadığı bir zamanda ise onun hareketinin
nefsî olduğu söylenebilir mi yoksa söylenmez mi?
Cevap: Çocuk, şeriatın olmadığı bir ümmetin içindeyse doğduğu
andan itibaren bütün hareketleri nefsîdir. Ancak kendisine peygamber
gönderilmeden ölürse ya da kendisiyle ibadet edeceği ilâhi bir dine yani Allah
tarafından meşrû kılınan veya kılınmayan bir dine girerse o zaman kendisine iki
yoldaş eşlik eder. Zira akıl tek başına ibadetleri belirleyemez.
Soru: Aklın idrak ettiği tabiatla sevilen örfte mutad olan güzel
ahlakın hükmü nedir?
Cevap: Bunun gibilerine Allah’tan kesin bir hükümle hükmedilmez.
Zira akıl, ölümden sonra ahiret, cennet, cehennem ve haşri idrak etmez.
Bedenini idare edenin kim olduğunu da bilmez. Mûcizeler başlığında geçtiği
gibi, bunları ancak Şâri‘in Allah azze ve celle’den haber vermesiyle idrak
edebilir.
Soru: İnsan ve cinlere özel olan bu yoldaşlar, sadece teklif
yurdunda mı onlara ve daha başkalarına eşlik eder yoksa cennette de devam
ederler mi?
Cevap: İnsan ve cinlere özel olan bu yoldaşlar, sadece teklif
yurdundadırlar. İnsan ve cinlerden başka bütün yaratıklar, Allah’ı tâzim ve
O’nu hamd ile tesbih etme fıtratına sahiptirler ve O’nun emirlerine isyan etmezler.
İnsan ve cinlerin bedenlerinin azaları da böyledir. Ancak bu azaların 5 tesbihleri, kurbet ve daha
büyük makamları elde etmek için değildir. Aksine onlar, dâhilî ve hâricî
nefeslerle titreşirler. Bu, cin ve insanların cennette ve cehennemde tesbih
etmesi gibidir. Bu yükümlü olunan ibadet türünden değildir ve teklif zamanı
sona erdiğinden ibadetin yerine de geçmez., Yaratılmışlardan her biri burada
tesbih ve tahmid açısından adetleri üzere bili10 nen bir makamdadır. Burada herbir kişinin
hakikatlerini gerekiren tabiatı olur. Teklif burada kalkar ve farklı farklı
şekillerde bulunurlar. Dolayısıyla söz konusu yoldaşlar, kaydedecek bir şey
bulamazlar. En doğrusunu Allah bilir.
Birinci cilt sona erdi, bunu 31. mebhasla başlayan ikinci cilt takip edecektir.
[1] Şûrâ,
42/10.
[2] İsrâ,
17/110
[3] En‘âm,
6/102.
[4] Tâhâ,
20/14.
[5] Mâide,
5/117.
[6] Hicr,
15/9.
[7] Mâide,
5/118.
[8] Ra‘d,
13/33.
[9] Zümer,
38/3.
[10] Tevbe, 9/40.
[11] Bakara,
2/255.
[12] Ankebût, 29/45.
[13] Zâriyât,
51/50.
[14] Kâdı Ebû Bekr el-Bakıllânî (ö. 403 / 1013)
[15] İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085)
ve İmâm Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210)
[16] Bakara, 2/15.
[17] Âl-i
Îmrân, 3/54.
[18] Nisâ,
4/142.
[19] Tevbe,
9/67.
[20] A‘râf, 7/170.
[21] Mülk,
67/2.
[22] A‘râf, 7/180.
[23] A‘râf,
7/180.
[24] Talâk, 65/12.
[25] Cinn,
72/28.
[26] Tâhâ,
20/7.
[27] Mü’min, 40/19.
[28] Mülk,
67/14.
[29] Muhammed,
47/31.
[30] Hadîd,
57/25.
[31] Muhammed, 47/31.
[32] Muhammed,
47/31.
[33] Nisâ,
4/136.
[34] Muhammed, 47/31.
[35] Muhammed,
47/31.
[36] Muhammed, 47/31.
[37] Mü’min, 40/15.
[38] Muhammed,
47/31.
[39] Nahl,
16/118.
[40] En‘âm, 6/101.
[41] Talâk,
65/12.
[42] Bakara,
2/20.
[43] Tavır (etvâr): Ibnü’l-Arabî düşüncesinde
varlığın dönüşme ve kemale erme sürecinde geçirdiği aşamaları ifade eden bir
tâbirdir.
[44] Ferd (Efrad), Ibnü’l-Arabî ve diğer
tasavvuf müelliflerinin Ricâlü’l-gayb sistemi içerisinde yer alan belirli bir
topluluk için kullandıkları bir tâbirdir.
[45] Bakara,
2/255.
[46] Hûd, 11/107.
[47] İnsân,
76/30.
[48] Yâsîn,
36/82.
[49] İbrâhîm, 14/19.
[50] Fussilet, 41/5.
[51] Fussilet,
41/5.
[52] Mutaffifîn,
83/14.
[53] Nâziât,
79/37-41.
[54] Nisâ,
4/116.
[55] Rûm, 30/41.
[56] Şûrâ,
40/30.
[57] Burûc, 84/21-22.
[58] Tekvîr,
81/19.
[59] Şuarâ, 26/193-194.
[60] Zuhrûf, 43/3.
[61] Zuhrûf,
43/19.
[62] Nahl,
16/44.
[63] Metinde hataen “Ahmed b. Davud” şeklinde
geçmektedir.
[64] Enbiyâ, 21/2.
[65] Tekvîr,
81/19.
[66] Tevbe,
9/6.
[67] Nûr, 24/39.
[68] Münâzele, karşılıklı iniş anlamındadır.
Allah ile kul arasında gerçekleşen iniş ve yükselişten bahseder.
[69] Suyu, semirten ve içene yarayan cennet
pınarı.
[70] Tevbe, 9/6.
[71] Nisâ,
4/164.
[72] Buhârî, “Rikâk”,23.
[73] Nahl,
16/98.
[74] Tevbe, 9/40.
[75] Mü’min, 40/36.
[76] Âl-i îmrân, 3/81.
[77] Bakara,
2/14.
[78] Bakara,
2/14.
[79] Tâhâ, 20/5.
[80] Burada istivâ, egemenlik anlamındadır.
[81] Kâf, 50/16.
[82] Müslim, “Salât”, 15.
[83] Zümer,
39/75: “Meleklerin de rablerine hamd ile yüceliğini dile getirerek arşın
çevresini kuşattıklarını
..
.. .. » görürsün.
[84] Tâhâ,
20/5.
[85] Tâhâ,
20/5.
[86] Kasas, 28/14.
[87] Fetih,
48/29.
[88] A‘râf,
7/54.
[89] Yûnus,
10/3.
[90] Tâhâ,
20/4-5.
[91] Furkân,
25/59.
[92] Secde,
32/4.
[93] Hadîd,
57/4.
[94] Zümer, 39/9.
[95] Mü’minûn, 23/28.
[96] Zuhrûf,
43/13.
[97] Hûd,
11/44.
[98] Bakara,
2/29.
[99] Hicr,
15/29.
[100] Şems,
91/7.
[101] Şûrâ,
42/11.
[102] Tâhâ, 20/5.
[103] Furkân,
25/59.
[104] Tâhâ,
20/4-5.
[105] Tâhâ,
20/5.
[106] Furkân,
25/59.
[107] Furkân,
25/59.
[108] Tâhâ, 20/5.
[109] Rahmân,
55/27.
[110] Tâhâ,
20/39.
[111] Fetih,
48/10.
[112] Bakara, 2/285.
[113] Mâide,
5/66.
[114] Şûrâ, 41/11.
[115] Şûrâ,
41/11.
[116] Bakara,
2/115.
[117] Îbrâhîm,
14/4.
[118] Sâd,
38/75.
[119] Necm, 53/89.
[120] Şûrâ,
41/11.
[121] Ra‘d, 13/39.
[122] Kâf,
50/29.
[123] En‘âm,
6/2.
[124] Bakara, 2/75.
[125] Yâsîn,
36/71.
[126] Yâsîn, 36/41.
[127] A‘râf,
7/172.
[128] Hucurât,
49/13.
[129] Hucurât,
49/13.
[130] Hucurât,
49/13.
[131] Hucurât,
49/13.
[132] “Cevâmi‘u’l-kelîm ve faslü’l-hitâb” tabiri, Kur’ân-ı
Kerim ve zaman zaman Hz. Peygamber için kullanılmaktadır. Bunun birinci kısmı
(cevâmi‘u’l-kelîm) az sözle çok anlam ifade etmeyi, ikinci kısmı
(faslü’l-hitâb) ise anlaşılır ve açık seçik bir şekilde hitap etmeyi ifade
etmektedir.
[133] Meryem, 19/3.
[134] Âl-i Îmrân, 3/6.
[135] Kıyâme, 75/22-23.
[136] En‘âm,
6/103.
[137] Hz. Peygamber’in bütün bedeninin nûr olduğu
ve buna bağlı olarak ön cihetten gördüğü gibi, arka cihetten de gördüğüne dair
doğrulanması mümkün olmayan rivayet ve yorumlara göndermede bulunulmaktadır.
[138] En‘âm,
6/103.
[139] Mutaffifîn, 83/15.
[140] A‘râf,
7/143.
[141] Nisâ, 4/153.
[142] Yâsîn,
36/4.
[143] En‘âm,
6/103.
[144] A‘râf,
7/143.
[145] Kelimenin okunuşu ve harekeleri hakkında
bilgi vermektedir.
[146] Nahl,
16/74.
[147] Şûrâ,
42/11.
[148] Îhlâs,
112/4.
[149] Nûr, 24/35.
[150] Ra‘d,
13/17.
[151] Yûnus, 10/24.
[152] Nûr,
24/35.
[153] Bakara,
2/115.
[154] Tâhâ, 20/110.
[155] Hûd, 11/17.
[156] A‘râf,
7/143.
[157] A‘râf, 7/143.
[158] A‘râf,
7/143.
[159] A‘râf, 7/143.
[160] A‘râf,
7/143.
[161] A‘râf, 7/143.
[162] A‘râf,
7/143.
[163] Mü’min, 40/57.
[164] Bakara,
2/74.
[165] Rahmân, 55/19-20.
[166] Vakıâ, 56/85.
[167] En‘âm,
6/103.
[168] En‘âm,
6/103.
[169] Metinde geçen ylkfl Kur’ândaki kullanımına
(Yâsîn, 36/19) uygun olarak “Uğursuzluk” olarak tercüme edildi. Ancak ileride
görüleceği gibi, bu bir kanatlı ve bir melek şeklinde yorumlanmıştır.
Etimolojik olarak “kanatlı” veya “uçan” anlamındadır.
[170] Yâsîn, 36/19.
[171] Mürselât,
77/20.
[172] Îsrâ, 17/84.
[173] En‘âm,
6/9.
[174] A‘râf,
7/27.
[175] Ahkâf, 46/29.
[176] Rahmân,
55/56.
[177] Cinn,
72/7.
[178] Kehf, 18/50.
[179] Haşr,
59/16.
[180] Mâide, 5/29.
[181] Lokmân,
31/13.
[182] En‘âm,
6/82.
[183] Saffât, 37/96.
[184] Mâide,
5/116.
[185] Nahl, 16/36.
[186] Muhammed, 47/31.
[187] Saff, 61/3.
[188] Saff,
61/4.
[189] Kehf, 18/29.
[190] Kehf,
18/29.
[191] Saffât,
37/96.
[192] Kehf, 16/23-24.
[193] Saffât,
37/96.
[194] Burada Hz. Peygamber’e mağarada arkadaşlık
eden Hz. Ebûbekir’in Kur’ân’da “İkinin ikincisi” şeklinde işaret edilmesine
atıfta bulunulmaktadır. Söz konusu âyet meâlen şöyledir: “Eğer siz ona
(Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki
kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım
etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü
Allah bizimle beraber.” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur
indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş,
böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir.
Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Tevbe, 9/40.
[195] Nahl, 16/9.
[196] A‘râf,
7/54.
[197] Nahl,
16/9.
[198] İlgili âyet için bkz. Âl-i Îmrân, 3/200.
[199] Talâk, 65/7.
[200] Enfâl,
8/17.
[201] Enfâl, 8/17.
[202] Fâtiha,
1/5.
[203] Rûm, 30/4.
[204] Tevbe,
9/6.
[205] Nisâ,
4/80.
[206] Mâide,
5/99.
[207] Nisâ, 4/79.
[208] Şuarâ,
26/80.
[209] Enbiyâ, 21/83.
[210] Kehf,
18/82.
[211] Kehf,
18/81.
[212] Necm, 53/3.
[213] Ahzâb,
33/56.
[214] Fâtır, 35/40.
[215] Ebû Bişr (Ebû Osmân, Ebu’l-Hasan,
Ebu’l-Hüseyn) Sîbeveyh Amr b. Osmân b. Kanber el-Hârisî.
[216] Muhammed,
47/31.
[217] Enbiyâ,
21/23.
[218] En‘âm, 6/149.
[219] En‘âm,
6/18.
[220] En‘âm, 6/149.
[221] Yûnus,
10/44.
[222] Bakara, 2/286.
[223] Kasas,
28 /56.
[224] Îbrâhim,
14/22: “O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın.”
[225] Nahl,
16/118.
[226]
Kur’ân’da cehennem anlamında kullanılan bir kelime. Bk. Müddesir, 74/26.
[227]
Keşf kapılarının açılması kastedilmektedir.
[228] Hûd, 11/45.
[229] Hicr,
15/85.
[230] Zâriyât,
51/56.
[231] Hûd,
11/119.
[232] Bu
lafızlarla, rivayetin muteber bir kaynağı tespit edilememiştir.
[233] Hûd,
11/6.
[234] Carullah Ebu’l-Kasım Mahmûd b. Ömer
ez-Zemahşerî
[235] Hûd,
11/6.
[236] bk.
Nahl, 16/66.
[237] Hûd,
11/86.
[238] Tâhâ, 20/131.
[239] Enbiyâ, 21/83.
[240] En‘âm, 6/125.
[241] Kuyudan su çıkaran kova (delv), mecaz olarak
ilimden sonuç çıkarma için kullanılmıştır.
[242] Bakara, 2/30.
[243] Bakara,
2/31.
[244] Bakara,
2/23.
[245] Burada “Sarfe”nazariyesi olarak meşhur olan
ve Mu‘tezile tarafından mucize açıklama bağlamında kullanılan teoriye işaret
edilmektedir. Buna göre Arap edipleri aslında Kur’ân’ın benzeri bir metin
ortaya koyabilecek donanıma sahip oldukları halde Yüce Allah bu imkânı
ellerinden almış ve onları Kur’ân’ın benzerini ortaya koymaktan âciz
kalmışlardır. Geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Sarfe”, DİA, XXXVI, 140-141.
[246] Tâhâ, 20/69.
[247] el-Kazvînî,
Ebû Tâhir’in nisbesidir.
[248] Bakara,
2/102.
[249] Bakara, 2/26.
[250] Îbrâhîm,
13/27.
[251] Isrâ, 17/15.
[252] Tevbe,
9/120.
[253] Mâide,
5/47.
[254] Şûrâ, 2/48.
[255] Kasas,
28/56.
[256] İbrâhîm, 14/22.
[257] Fâtır, 35/24.
[258] En‘âm,
6/38.
[259] A‘râf,
7/172.
[260] Nisâ, 4/165.
[261] Îbrâhîm,
14/11.
[262] Îsrâ,
17/93.
[263] Kamer, 54/24.
[264] îsrâ,
17/95.
[265] En‘âm,
6/9.
[266] En‘âm, 6/8.
[267] Cum‘a,
62/2.
[268] İbrâhîm,
14/4.
[269] Bakara,
2/87.
[270] Nûr, 24/35.
[271] İsrâ, 17/15.
[272] Enfâl,
8/21.