Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

EL-YEVÂKÎT 1-2

 


EL-YEVÂKÎT VE’L-CEVÂHİR

İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ

(İNCELEME ÇEVİRİ METİN)

1. CİLT
2. Bölüm

ABDÜLVEHHÂB EŞ-ŞA‘RÂNÎ
(ö. 1565)

Çeviren

Mahmut Çınar


İÇİNDEKİLER

EL-YEVÂKÎT VE’L-CEVÂHİR  1

ON birinci mebhas  5

ON İKİNCİ MEBHAS  8

ON ÜÇÜNCÜ MEBHAS  11

Sonuç  19

ON DÖRDÜNCÜ MEBHAS  21

Allah’ın Sıfatlarının Zâtının Aynısı veya Gayrısı ya da Ne Aynısı 21

Ne de Gayrısı Olduğunun Beyânı Hakkındadır 21

ON beşinci mebhas  25

Allah’ın isimlerinin Tevkifi Olduğuna inanmanın Vâcip  25

Olduğu Hakkındadır 25

ON ALTINCI MEBHAS  29

Allah’ın Sekiz İsmi Olan el-Hay, el-Âlim, el-Kâdir, el-Mürîd, esSemî, el-Basîr, el-Mütekellim ve el-Bâkî Mertebeleri Hakkındadır 29

ON YEDİNCİ MEBHAS  68

ON SEKİZİNCİ MEBHAS  77

Sonuç  90

ON DOKUZUNCU MEBHAS  91

Kürsî, Levh ve Kalem-i Âlâ Meselesi Hakkındadır 91

YİRMİNCİ MEBHAS  100

Henüz Âdem’in Belinde İken Allah’ın Benî Âdem’den Ahd ve  100

Mîsâk Almasının Sıhhatinin Beyânı Hakkındadır 100

YİRMİ BİRİNCİ MEBHAS  105

YİRMİ İKİNCİ MEBHAS  110

Netice: Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyada görme meselesi 139

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEBHAS  144

Cinlerin Varlığının İspatı ve Onlara İman Etmenin Vâcip  144

Olduğu Hakkındadır 144

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEBHAS  156

Allah’ın Kulların Zâtlarının Yaratıcısı Olduğu Gibi Onların Fiillerinin De Yaratıcısı Olduğu Hakkındadır 156

YİRMİ BEŞİNCİ MEBHAS  176

Allah’ın Kulların Amellerinin Yaratıcısı Olmakla Beraber Onlara  176

Karşı Apaçık Delillere Sahip Olduğu Hakkındadır 176

YİRMİ ALTINCI MEBHAS  182

YİRMİ YEDİNCİ MEBHAS  188

Allah’ın Bütün Fiillerinin Bizzat Hikmet Olduğu ve “Hikmet İledir” Denilmeyeceği Hakkındadır 188

YİRMİ SEKİZİNCİ MEBHAS  191

Allah’tan Başka Rızık Veren Kimsenin Olmadığı Hakkındadır 191

YİRMİ DOKUZUNCU MEBHAS  195

OTUZUNCU MEBHAS  209

Peygamberlerin Gönderildiği Her Dönemde Peygamber 209

Gönderilmesinin Hikmeti Hakkındadır 209

 

 


ON birinci mebhas

Allah’ın Henüz Şehâdet Âleminde Var Olmazdan Önce Eşyayı Bildiği ve Bu Bilgisine Uygun Olarak Yarattığına İnanmanın Vâcip Olduğu Hakkındadır

O, eşyayı ezelde bilmektedir ve eşyanın yenilenmesiyle O’nun ilminde herhangi bir yenilenme söz konusu olmaz.

Soru: Âlemin tamamı Hakk’ın ilminde mevcut olduğuna göre, âlem şehadet âlemine zuhûr ettiğinde (bundan) istifâdesi ne olur?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 17. bâbında verdiği gibidir: “Âlem, şeha­det âlemine zuhûr etmekle, daha önce sahip olmadığı kendi nefsi hakkındaki bilgiyi kazanır, daha önce sahip olmadığı bir hâli değil.” Bunun izahı şudur: Her şey ezelde Hak Teâlâ tarafından, sûretlerinin sayılarıyla birlikte, kendi mertebelerinde bilinmekte olduğuna göre, kendi nefsi hakkındaki bilgi ile Hak Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgisi arasında ayırım yapacak bir ayırıcı (fârık) gerekir. Buna göre Hak Teâlâ, bütün mümkün varlıkları, yoklukları hâlinde de varlıkları hâlinde de hâllerinin çeşitlenmesi duru­munda da idrak etmektedir. Mümkün varlıklar ise ne kendi nefislerinin, ne varlıklarının, ne de hâllerinin değişmesini idrak ederler. O, yokluk hâ­linde iken, kendisini müşâhede onun için açığa çıktığında hayalinde hâlle­rinin çeşitliliğini idrak eder. Yüce Allah, eşyayı sadece, peş peşe ve ardı sıra, kendi durumları kendilerine açıklansın diye icat etmiştir. İşte “Eşyanın ye­nilenmesiyle O’nun ilminde bir yenilik meydana gelmez.” şeklindeki sözü­müzün anlamı budur. Zira Hak Teâlâ zaten biliyordu. “Bu O’nun ilminin bilmesi miydi?” İşte bu, kaderin sırrıyla ilgili olan meselelerin en önemli olanıdır. Ashabımızdan çok azı bunu kavramıştır.

Soru: Âlemin, geçici yokluk hâlinde iken Hak Teâlâ tarafından görül­mesinin akla uygun bir örneği var mıdır?

Cevap: Şeyh’in 352. bâbda verdiği gibidir: “Âlem yokluk hâlinde iken, Hak Teâlâ tarafından görülmesinin en yakın örneği, ‘Bukalemun’ olarak isimlendirilen hayvandır. Onun cisimleri, içerisinde bulunduğu or­tama göre, peş peşe ve aşamalı olarak renkten renge girer. Bu, cilalı bir cisim olmadığı hâlde seri bir şekilde görüntüsü değişen ayna gibidir.

Ey kardeş! Bu renklerin, baktığın cisimde ve onunla ilgili bildiklerinde ger­çek bir varlıklarının söz konusu olmadığını bildiğin hâlde bukalemundaki renklerin değiştiğini hissettin. İşte bunu anlayan kimse, kesin bir şekilde Hak Teâlâ’nın âlemi yokluğu hâlinde idrak ettiğini, onu görmesini ve ilâhi iktidarının geçerliliği için onu var etmesini de bilir.

Hak Teâlâ’nın ezelde yokluk hâlinde iken a‘yanı müşâhedesini anlama­nızı sağlayacak yollardan birisi de Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda geçen ifadele­ridir. “Hakk’ın ezelde eşyayı yokluk hâlinde görmesi, gerçekten şaşılacak bir durumdur. Daha sonra onları, varlık sahnesine çıkardığında, birer eşya olarak her biri diğerinden ayırt edilmektedir. Ancak bak ve dikkatini çe­kerek işaret ettiğim hususları tahkik et. Yüce Allah, akılları zayıf olanların anlaması için, bu dünyada keşif ve rüyayı var etti. Böylece var olmayan şeyleri bizzat görmektesin, kıyameti ve gerçekleştiğinde Hak Teâlâ’nın kul­ları arasında hükmettiğini olduğu gibi görmektesin. Aslında ne var olan kıyamet ne de gördüklerinden gerçekleşmiş olan durum söz konusudur. Daha sonra bunlar, aynasında görüldüğü gibi var edilmektedir.” Ey kardeş, şayet bunları anladıysan doğru yola girdin, tahkik etmenin yöntemi budur.

353. bâbda şöyle demiştir: “Hak Teâlâ bütün mümkünleri, henüz var­lık sahnesine çıkmamış olsalar bile, görmeye devam etmektedir ve hiçbir şey O’nun için kayıp değildir. Dolayısıyla Hak Teâlâ yokluk anında onları görmekte ve seslerini işitmektedir. Mümin bunun tasavvur etme noktasın­da, kararsız kalmaz; zira Yüce Allah her şeye gücü yetendir.”

Soru: Allah’ın kendisini, üzerinde “kâdir” olarak nitelediği “şey” nedir? Mutlak yok olanla (adem) mı alâkalıdır, yoksa geçici (izafî) yokla mı alâ­kalıdır?

Cevap: Burada kastedilen adem, O’nun kadîm ilminin tazammun ettiği a‘yân-ı sâbitenin yer aldığı izâfî ademdir. Zira mutlak yok için “a‘yân-ı sâbite” söz konusu değildir. Şeyh’in Levâkihul-Envârda “Allah her şeye kâdirdir”169 âyeti bağlamında kullandığı ifade­leri bunu desteklemektedir: “Yani kadîm olan ilminin kapsamında bulunan şeylere kâdirdir. İlminin kapsamına girmeyenler, ‘şey’ değil­dir.” Şeyh’in el-Fütûhât’ın 90. bâbında söyledikleri de bunu destekler: Allah’ın kudreti, sadece ilminde mevcut olan şeylere taalluk eder. Zi­ra ‘Allah her şeye kâdirdir.’170 meâlindeki âyet, kadîm olan ilminde ‘şey’ olarak yer almayanlara, taalluk etmeyi nefyetmektedir.” Bunun izahının şöyle olduğunu söylemiştir: Şey olmayan, şey’iyyeti kabul etmez. Çün­kü kabul etseydi, gerçekten “şey olmayan” olmazdı. Oysa hiçbir mâlum onun hakikatinin dışına çıkamaz. “Şey olmayan” ebedî olarak “şey olma­yan” olmaya mahkûm edilmiştir. “Şey” olan ise ebedî olarak “şey” olmaya mahkûm edilmiştir.

Soru: Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin, her şeyin varlığı hariçteki varlığının aynısıdır ve hiçbir şey buna eklenemez. Bunun, Allah ve O’nun zâtî sıfat­ları gibi vâcip bir varlık olmasıyla yaratılmışlar gibi mümkün varlık olması arasında da bu anlamda herhangi bir fark yoktur. Bu, kelâmcıların çoğun­luğunun “Bir şeyin varlığı, ona ilâve edilmiş bir durumdur.” şeklindeki görüşüne aykırıdır. Bunlardan hangisi haktır?

Cevap: İbnü’s-Sübkî ve Celâleddin el-Mahallî’nin dediği gibidir. Buna göre hak olan, Ebu’l-Hasan el-Eş‘arînin görüşüdür. Zira mâdum (yok), ha­riçte bir şey değildir. Ne zâtttır ne de sâbittir. Yani onun hariçte herhangi bir hakikati söz konusu değildir. Hariçte var olmakla gerçekleşir. Celâleddin el-Mahallî, bu hükmün başka görüş sahipleri tarafından da benimsen­diğini kaydetmiştir. Mu‘tezile’ye mensup birçok kişinin, cinların atası olan “Cânn”ın mümkün mâdum olduğu ve dış dünyada “şey” olduğu ve belirli bir gerçekliğinin bulunduğu görüşünde olduğunu ifade etmiştir. Celâleddin el-Mahallî’nin Cemu’l-Cevâmi Şerhi’de bu konuda söyledikleri son buldu.

Soru: Eş‘arîlerin “Âlem yoktan var edildi” görüşü ile Mu‘tezilenin “var­lıktan var edildi” görüşü nasıl telif edilebilir?

Cevap: Eş‘arîlikle Mu‘tezilenin görüşü “Âlem zuhûr açısından hâdis, ilm-i ilâhî açısından kadîmdir.” önermesiyle telif edilebilir. Her iki açıdan hâdis olduğu görüşünü benimseyen de her iki açıdan kadîm olduğu görü­şünü benimseyen de hata etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri kendisiyle yarattığı “Hak” nedir? Bunun nesnel bir varlığı var mıdır, yok mudur?

Cevap: Şeyh’in 368. bâbda kaydettiği gibidir: Buna göre “Hakk”ın an­lamı, Allah’ın bütün âlemi Hak Teâlâ için yaratmış olmasıdır. Yani bütün âlem kendi hâline göre Allah’ın dünya ve âhirette kendisine karşılığını ver­mesi ve üzerindeki nimetlerini devam ettirmesi için O’na ibadet etmek5 tedir. Şeyh şöyle demiştir: “Ehlullah’tan bir topluluk, Allah’ın kendisiy­le gökleri ve yeri yarattığı ‘Hak’ konusunda hata etmişler ve onu nesnel varlığı olan bir şey olarak kaydetmişlerdir. Doğru olan ise buradaki “^>”, “Ben cinlerle insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.”171 mealindeki âyette bulunan “J” anlamındadır.” Bunun izahı şudur: Allah bir şeyi bir 10 şeyle yaratmaz; aksine bir şeyi bir şeyin yanında yaratır. İstiâne ve sebebiyet ifade eden bütün ‘ lar, J dır. Bunu bil; bu, çok nefistir ve bunu hiçbir tefsirde bulamazsın. Allah seni hidâyete erdirsin.

ON İKİNCİ MEBHAS

Kullarının Aksine Allah’ın Hiçbir Örnek Olmadan Yarattığına İnanmanın Vâcip Olduğu Hakkındadır

Hiçbir kul, Allah’ın iradesiyle kendi iç dünyasında tasarlamadan önce, bir şeyi yaratmaya muktedir değildir. Önce düşünüp çerçevesini belirler, daha sonra benzeri bilinen bir şekilde duyular âleminde bir varlık olarak ortaya çıkması için, amelî yeteneklerini kullanır. Oysa Allah için bunlar, muhâldir. Zira O, bundan önceki mebhasta geçtiği gibi, ezelde yarataca­ğı her şeyi bilmektedir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Yaratılmışların yaratılmadan önce, Allah’ın bilmediği bir sûrette olduğunu söylemek câiz değildir. Zira bu düşünce, Allah’ın bilmediği bir şeyi yarattığı neticesini beraberinde getirir. Halbuki kesin delillerle O’nun ezelden ebede kadar her şeyi bildiği kesinleşmiştir. Dolayısıyla Allah’ın, bütün âlemi, daha ön­ce benzeri bulunmayan bir şekilde yarattığı kesindir. Bizi, daha önce il­minde yer alan bir şekil üzerine varlık sahnesine çıkarmıştır. Şayet bir an için bizim daha önce O’nun ilminde yer almadığımız varsayılırsa, bizim Allah’ın bilmediği bir şekilde varlık sahnesine çıkmamız söz konusu olur ki bu da imkânsızdır. Çünkü O, bilmediğini murad etmez; bilmediğini ve murad etmediğini de yaratmaz. Bu durumda biz kendiliğimizden veya ittifak hükmü gereğince var olmuş oluruz. Kendiliğimizden ya da ittifak hükmünün gereği olarak var olduğumuz takdirde yoktan var edilmiş ol­mayız. Oysa kesin delillerle bizim yoktan var edildiğimiz hususu sâbittir. Burada kastedilen izafî yokluk olup, bir önceki mebhasta geçtiği gibi salt yokluk değildir.

Soru: Buna göre “Biz, yokluktan var edildik.” ya da “Allah’ın ilminde var olan epistemolojik bir varlıktan var edildik.” şeklindeki ifadelerimizin ikisi de doğru mudur?

Cevap: Evet, durum bu şekildedir. Şeyh de el-Fütûhât’ ın 198. bâbında yer alan bir şiirde şu sözlerle buna işaret etmiştir:

Şayet gördüğümüzü görseydin / Gördüklerini yok saymazdın

Durumun zâhiri dediğim gibidir / Bâtını ise senin olduğun gibidir İspatladı “şey” Rabbimin sözünü / O olmasaydı şayet sen de olmazdın

Mutlak yoklukta yoktur / Aynın sübûtu, o hâlde beni tasdik et

Ey sevgili, orada olmasaydın / “Ol” dediğinde duymazdın

Şimdi hangi şeyi kabul ettin ondan? / Olmayı mı, senin sen olmanı mı?

Şeyh 308. bâbda yer alan bir şiirinde de bu mânaya işaret etmiştir:

Ademe “Ol” diyene şaşarım / Denilip de olmayana da şaşarım

Olmuşsa neden “Ol” denildi? / Halbuki söz bölünmez

“Ol” sözü iptal etti kudreti / Akılla delil getireni ve hükmedeni

Akıl nasıl delil olabilir? / Aklın ettiği bina keşifle yıkıldı

Nefsin kurtuluşu dindedir / Görüp de mahrum olan bir insan yoktur

Keşifte dine sarılarak korun / Korunan kul, hayırla kurtulmuştur

Fikri geriye at, onu taşıma / Kasaptaki et gibi onu terk et

Dinin kabul ettiği her ilim / Odur ilim, ona ilticâ et

Akıl muhalefet ederse, ona de ki / Haddini bil, tecrübene yönel

Bilinmeyen o levha gibi / Kalemin ilmiyle onda hak yazılıdır

Böyle devam etmektedir. Şaşılacak noktalardan biri de Allah’ın, “şey”e “Ol” demek sûretiyle, tekvini ilâhi kudretine değil de “şey”e izâfe etme­sidir. Ona “Ol” demekle onu var (mevcut) etmiştir. Bunun izahı ancak ehline sözlü olarak zikredilebilir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Allah’ın “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.”172 meâlindeki âyetinin anlamı nedir? Bu âyet, başka yaratıcıların da olabile­ceğini, ancak Allah’ın en güzel yaratıcı olduğunu akla getirmektedir. Ya­ratılanların Allah’ın iradesiyle yaratılması ile vasıtasız olarak yaratılmaları arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh’in 463. bâbda söylediği gibidir: Îki yaratma arasındaki fark şudur: Yüce Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman, yaratılmışlara göre yok (mâdum) iken, onu ilminde göründüğü hâle uygun olarak, ona varlık elbisesi giydirerek yaratır. Kul ise, Hz. Îsâ gibi, bir şeyi Al5 lah’ın izniyle yaratacağı zaman, daha önce var olan bir şekil ve benze­rini yaratmayı dilediği, nesnel âlemde var olan bir şeyi dikkate alarak yaratır. Kul, Allah’ın vasıtasız olarak yaratmasının aksine, daha önce var olan bir örneği olmaksızın yaratmamıştır. Bu şekilde vasıtasız ola­rak Allah’a izâfe edilen yaratma ile vasıtalı olarak Hakk’a izâfe edilen ıo yaratma arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Allah’ın izniyle “Fiillerin Yaratılması” mebhasında bu konunun detayları gelecektir. Bu nedenle geniş bilgi için 24. mebhasa bakınız. Ayrıca 2. mebhasta da, âlemin hudûsu bağlamında, Hakk’ın “Beni göresin diye senin için iki göz ya­rattım. Bunlardan birisiyle beni, diğeriyle de kendi zulmetini göresin.” 15 ifadesi üzerine söylenen uzun sözlerden sonra, bu konuya da değinildi.

En doğrusunu Allah bilir.

ON ÜÇÜNCÜ MEBHAS

Allah’ın İsim ve Sıfatlarının Mânalarıyla Mevsûf Olmaya Devam Ettiğine İnanmanın Vâcip Olduğu, Tenzîh ile Alemiyyeti Gerektiren ve Gerektirmeyen Şeylerin Beyânı Hakkındadır

Bu başlığın en kıymetli başlıklardan olduğunu bilmelisin. Bu konuda ge­niş bir şekilde önce muhakkik kelâmcıların sözlerine daha sonra da muhak­kik sûfîlerin sözlerine yer vereceğiz. Allah’tan yardım dileyerek şöyle derim: Dönemin muhakkiki olan Celâleddin el-Mahallî (ö. 864/1459) şöyle demiş­tir: “İsim ve sıfatların mânaları, ‘âlim, hâlık ve râzık’ gibi sıfatlar itibariyle yü­ce olan Zât’a delâlet eden her şeydir. Keza Allah daimî olarak zâtî sıfatlarıyla mevsuftur. Bunlar kudret, ilim, irade ve hayat gibi, fiilinin delâlet ettiği sıfat­lar ya da semî, basar, kelâm ve bekâ gibi noksanlıklardan münezzeh olmanın delâlet ettiği sıfatlardır.” Şöyle demiştir: “Yaratma, rızık verme, diriltme ve öldürme gibi fiil sıfatlarına gelince; Hanefîlerin iddialarının aksine bunlar, ezelî değildirler. Bilakis sürekli yenilendikleri için hâdistirler. Zira bunlar, kudrete ârız olan eklemelerdir ve var olacakları zaman kudret bunlara taalluk eder.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Şayet ‘Hâlık’ denildiğinde bununla yaratmanın kendisinden sudûr ettiği kimse kastediliyorsa, bunun sudûr etmesi ezelî değildir. Bu Gazzâlî’nin görüşüdür.” Celâleddin el-Mahallî’nin ifadeleri burada son buldu.

İbn Ebû Şerîf (ö. 906/1500) Hâşiyetü alâ Cem‘i’l-Cevâmî’de şöyle de­miştir: “Ne Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) ne de onun ilk öğrencilerinin söz­lerinde fiil sıfatlarının kadîm olduğuna ve önceki sıfatlara eklendiklerine dair hiçbir ifade yer almamaktadır. Onun mezhebine mensup olan sonraki âlimler, bunu el-Fıkhul-Ekber kitabında yer alan “Allah, yaratmadan önce yaratıcı, rızık vermeden önce rızık verici idi.” ifadesinden almışlardır. Bu­rada istidlâlin bazı yöntemleri zikredilmiştir. Eş‘arîler ise şöyle demektedir­ler: “Tekvîn sıfatı, söz gelimi rızkın merzûka ulaşması bağlamında, kudret sıfatından başka bir şey değildir.” Ebû Hanîfe’nin ifadelerinde ise kaydedil­diği şekildedir. Buna göre Yüce Allah, sıfatlarıyla birlikte ezelî olduğu gibi, ebedîdir de. Sadece yaratılmışları yarattığı zamandan beri “Hâlık” ismini, canlıları yarattığı zamandan beri “Bârî” ismini almış değildir. O, merbûb olmadan rubûbiyyet, mahlûk olmadan da hâlık mânasına sahipti. Ölüleri diriltmeden önce, diriltici (muhyî) ismine sahip olduğu gibi, yaratılmışları yaratmadan önce de yaratıcı (hâlık) ismine sahipti. Bu, O’nun her şeye kâdir olması nedeniyledir. Ebû Hanîfe’nin (ra) sözleri bundan ibarettir.

Birmâvî şöyle demiştir: Ebû Hanîfe’nin Allah’ın her şeye kâdir olması nedeniyledir.’ şeklindeki sözleri, mahlûk olmadan önce ‘hâlık’ ismini alma­sının gerekçesi ve beyânı kabilindendir. Bu, yaratma olmadan önce yaratıcı (el-Hâlık) anlamının mevcût olduğunu ifade etmektedir. Kastedilen, buna (yaratmaya) güç yetirmesinden dolayı bu ismi almasıdır. Bu durumda ezelde Hâlık ismi, ezelde yaratma kudretine sahip olan birisi için mahlûk olmadan da sahihtir. Bu, Eş‘arîlerin görüşüdür.” Kemâleddin İbn Ebû Şerîf, Hâşiyesinde şöyle demiştir: “Uzunluğuna rağmen bu ibâre sana açıklandı. Çünkü bu, Celâdeddin el-Mahallî’nin sözlerini izah etmekte ve açık bir şekilde onu des­teklemektedir.” Ayrıca Allah’ın sıfatlarının zâtının aynı mı yoksa gayrı mı olduğu konusuna mebhasın sonuç kısmında değinilecektir.

Soru: İsim, müsemmânın aynı mıdır, gayrı mıdır?

Cevap: Doğru olan İbnü’s-Sübkî’nin dediği gibi, ismin müsemmânın aynısı olmasıdır. Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî (ö. 324/93536) de bu görüşü benimsemiştir. Başkaları ise ilk anda sanıldığı gibi gayrı olduğunu söylemiş­lerdir. Söz gelimi “ateş” lafzı, şüphesiz olarak ateşten başkadır. Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Eş‘arî’nin kastı, ‘Allah’ isminin dikkate alınması sebebiyledir. Çünkü bunun medlûlü, zâttır ki bu durum, mesela ‘âlim’ ismi gibi diğer isimlerin hilâfınadır. ‘Âlim’ isminin medlûlü sıfat itibariyle zâttır. Onun medlûlünün zât olması, sıfatlarına kıyasladır. Eş‘arî’nin dediği gibi ‘Allah’ isminden, diğer sıfatların aksine O’ndan başkası anlaşılmaz. ‘Âlim’ ismiyle ilim gibi zâta yapılan ilaveler de anlaşılır.”

İbn Ebû Şerif Hâşiyesinde, “Bu meselede Beyzâvî’nin tefsirinin baş­larında açıkladığı gibi, ulemânın tartışma konusu yapmasına uygun ola­bilecek bir şey görmedim.” demiştir. Buna göre Beyzâvî (ö. 685/1286) şöyle demiştir: “İsim üç anlama gelir: 1. Bir mâna için konulmuş olan müfred lafız. 2. Bir şeyin zâtı. İbn Atiyye (ö. 541/1147) zât, nefs, ayn ve ismin aynı anlamda olduğunu söylemiştir. 3. Allah’ın isimleri olan Hâlık ve Alîm gibi sıfatlardır. Bu üç şey de, tartışma konusu olmaya­cak türdendir. Zira isimden, bir mâna için konulan müfred lafız olan birinci anlam kastedilmişse, bunun müsemmâdan başka bir şey ol­duğundan şüphe yoktur. Çünkü daha önce geçtiği gibi hiçbir akıl sa­hibi, ateş lafzının ondan başka bir şey olduğundan şüphe duymaz.

Şayet bir şeyin zâtı ve hakikati olan ikinci anlam kastedilmişse bu, müsemmâdır ve her ne kadar ismin zât anlamında kullanılması meşhur değil ise de; bu konuda delil aramaya gerek yoktur. Şayet Eşarî’nin görüşünde olduğu gibi sıfat olan üçüncü anlam kastedilmişse, bu durumda da sıfatın kısımlarına ayrılır. Ona göre bunlar da üç kısımdır: Bizzat müsemmâ olan “Allah” isminde olduğu gibi zât anlamına gelenler. Hâlık ve Râzık gibi fiille bağlantılı olanlar ki bunlar müsemmâdan başkadır. Alîm, Kadîr, Semî ve Basîr gibi zâtın sıfatları olan isimler. Bunlar için ne müsemmânın aynısıdır ne de gayrısıdır denilebilir. Zira müsemmâ, zâtıdır ve O’dur; isim ise O’nun işaretidir ve zâtının aynısı değildir ki bu, açıktır. İki farklı şeyin birbirinden ayrılmasını mümkün kılan yoruma göre müsemmanın gayrı da değildir. İbn Ebû Şerif, Celâleddin el-Mahallî ve Eş‘arîlere göre ismin müsemmâ olduğuna, ancak bunun özellikle birinci kısımdaki lafza-i celâl olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü bunun medlûlü, O olması itibariyle zâttır. Keza Eş‘arî de “Allah” isminden O’ndan başkasının anlaşılmadığını söylemiştir. Celâleddin el-Mahallî ve İbn Ebû Şerif’in sözleri bundan ibarettir.

Muhakkik sûfîlerin bu konudaki sözleri ise şöyledir: Şeyh elFütûhâtın 342. bâbında şöyle demiştir: “‘İsim, müsemmânın aynısıdır.’ görüşünü benimseten hususlardan biri de ‘İşte bu, Rabbim Allah’tır.’[1] âyetidir. Dolayısıyla O’nun ismini zâtının aynısı kılmıştır. Aynı şekilde ‘De ki (rabbinizi) ister ‘Allah’ diyerek, ister ‘Rahmân’ diyerek çağırın. Nasıl çağırırsanız.’[2] demiş, “Rahmân” diyerek değil, “Allah” diyerek ça­ğırın dememiştir. Bundan başka yerlerde olduğu gibi burada da ismi müsemmânın aynısı kılınmıştır.” Şöyle demiştir: “Şayet ‘İşte bu, Rabb’im Allah’tır.’ âyetinde isim, müsemmânın aynısı olmasaydı ‘Rabbim’ sözü doğru olmazdı.” Şöyle dedim: Müslim’in merfû olarak naklettiği “Ku­lum beni andığında ve dudaklarını benimle hareket ettirdiğinde ben de onunlayım.” hadisi de bunu doğrulamaktadır. Yüce Allah burada ismini zâtının aynısı kılmıştır. Zira dudakları zâtla hareket etmez, ancak lafız olan isimle hareket eder, düşün!

Soru: İlâhi isimlerin kısımlarının hakikati nedir, kaç kısma ayrılırlar?

Cevap: Zâta delâlet eden isimler, tenzihe delâlet eden isimler ve fiil sıfatlarına delâlet eden isimler olmak üzere üçtür. Burada dördüncü bir kısım vardır ki Allah onun bilgisini kendine has kılmıştır. Bunlar da ne­tice itibariyle bu kısımların kapsamına girerler. Bu üç kısım da iki kısım kapsamına girer: Birincisi el-Kebîr, el-Alî, el-Ganî ve el-Ahad gibi tenzihi gerektiren ve Hak Teâlâ’nın zâtı itibariyle zâtının gerektirdiği yegânelik için geçerli olan kısımdır. Diğeri ise ilâh olması itibariyle zâtın gereği olan el-Mütekebbir, el-Müteâlî, er-Rahîm ve el-Gafûr gibi âlemi gerektiren kı­sımdır. Şeyh bunu el-Fütûhât’ın 68. ve 372. bâbında zikretmiştir.

379. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki ek bir mâna üzerinde düşünme­den tek başına özel olarak Allah’ın zâtına delâlet eden hiçbir isim bulama­yız. Çünkü bizim ilmimizde bulunan bütün isimler iki şekildedir: Ya bir fiile delâlet eder ki o da bir âlemi kesin olarak gerekli kılar ya da O’nun kevnî ve nakıs olan sıfatlardan yüce olduğunu çağrıştıran tenzihtir. Allah bunun dışında olanı bize vermemiştir.

Soru: Binâenaleyh sadece özel isim olması itibariyle Allah Teâlâ’ya işa­ret eden bir isim kesinlikle yoktur, olsaydı bile bu O’nun ilminde olurdu.

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibidir. Evet bize ulaştığına göre Al­lah için özel bir isim yoktur. Bu, Allah’ın isimlerini sadece onlarla kendisini senâ etmemiz için izhâr etmesi dolayısıyladır. Bu nedenle onlar arasında özel (alem) isim bulunması imkânsızdır. Çünkü özel isimlerle müsemmâda senâ gerçekleşmez. Bunlar, zâta delâlet eden mânalara ait özel isimlerdir. Bunlar, bize hükmü zâhir olan kimsenin kendisiyle bizzât senâ edildiği mânalardır. Bu kimse söz konusu mânalarla müsemmâ olur. Mânalar da el-Kâdir, el-Âlim gibi lafzî mânaların müsemmalarıdır. Şöyle demiştir: “Bunu Allah’ın ‘Allah’ın güzel isimleri (Esmâü’l-hüsnâ) vardır, bunlarla O’na dua ediniz.’175 âyeti de desteklemektedir. ‘Bunlarla /l^>’ söz konusu lafızlar değil, ilgili mânalardır. Zira lafızlar sadece delâlet ettikleri mânalara tâbi olmaları itibariyle, iyi veya kötü olarak nitelenirler. Dolayısıyla zâtları itibariyle dikkate alınmazlar. Bunlar bir araya getirilmiş harfler ve ıstılah olarak düzenlenen özel nazımlara eklenmiş değildirler.”

Soru: O halde Allah’ın güzel isimlerinin, hüsna” olarak isimlendiril­mesi, gayr-ı hasenin karşılığı olarak değil örfte isimlerin zuhûrunun hasen olması itibariyledir.

Cevap: Evet, öyledir. Örfte güzel olarak gördüğümüz bir şey mut­lak olarak güzeldir. Örfte güzelliği görünmeyen şeyin güzelliği ise içinde gizlidir ve avam bunu bilmez. Havas ise bütün isimlerin güzelliğini gö­rür. Çünkü onlara Hak Teâlâ’yı âlemdeki bütün gizlenmiş mertebelerde bildikleri için, onlara hiçbir şey gizli kalmaz. Bu, Şeyh’in 379. bâbda zikrettiğidir. Bundan önce şöyle derdi: “Kitap ve Sünnet’in bize ulaşa­nının tamamından, Allah ismi dışında O’nun zâtına delâlet eden hiçbir isim bilmiyoruz. Çünkü o, özel isimdir ve onunla müsemmâ olan zât­tan başka bir şey anlaşılmaz. Bu ne medhe ne de zemme delâlet eder. el-Fütûhât’vn 177. bâbında bu konu üzerinde uzun uzadıya durmuştur. Hatırladıklarımı burada sana özetledim. Aynı şekilde bu konuda Levâkihul-Envâr kitabının tamamından anladıklarımı da sana özetledim, buna güven! Şeyh 177. bâb olan bu bâb kapsamında şöyle demiştir: “Alemlik (özel isim) konusunda söylediklerimiz, bunun müştak olmadığını düşü­nenlerin görüşüdür. Ayrıca iştikak görüşüne göre bu müsemmanın mak­sadı mıdır değil midir? Bu, özel isim yöntemiyle bir şahsı Yezid olarak isimlendirmemiz gibidir. Halbuki bu kelime gerçekte “ziyade” kökünden gelen fiildir. Ancak o şahsın cisminde gelişme ve artma meydana geldiği için bununla isimlendirmeyiz. Aksine onu tanımak ve çağırdığımız za­man bununla çağırmak için bu ismi verdik. İsimlerin bir kısmı bu şekilde verilmişlerdir. İsimleri bu anlamda kabul ettiğin zaman, özel isimlerdir. Övgü isimleri olarak kabul edersen sıfat isimleri olurlar.” el-Esmâü’l-hüsnâ’nın tamamı bu şekilde vârid olmuş ve Allah, mâna yoluyla kendi zâtını bunlarla nitelemiştir. Şöyle demiştir: “Ancak Allah ismiyle lafzî vaz‘ yöntemiyle kendi nefsini nitelemiştir. Her ne kadar bazıları türemiş (müştak) olduğunu söyleseler de kuvvetli olan görüş, Allah isminin zât için alem (özel) olan bir isim olmasıdır.”

Soru: Zamirler de açık isimler gibi zâta delâlet ederler mi, etmezler mi?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in verdiği gibidir: Buna göre bunlar, şüphesiz olarak zâta delâlet ederler. Bunlar müştak değiller, ama her ne kadar delâlet açısından alem isimlerden daha kuvvetli iseler de alem de değiller. Zira alem isimler nitelemelere muhtaçtır; zamirler ise muhtaç değildir. Bunlar \ Jl             \oJÎ \lsî \|j \deki ^ ve ^Ul’deki ^ gibi lafızlardır. ys gâib olan zamir

ismidir ve aslı itibariyle ehlullah katında, Allah isminden daha çok bilinir. Zira kendisinden başka kimsenin bilmediği Hakk’ın hüviyetine delâlet et­mektedir. |j “İşte bu Allah, Rabbinizdir.”[3] âyetinde olduğu gibi, işaret ismidir. Mütekellim yâ’sı, “Bana ibadet et ve beni hatırlamak için namaz kıl.”[4] âyetinde olduğu gibidir. oJÎ lafzı ve muhatab tâ’sı “Ama beni içle­rinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun.”[5] âyetinde olduğu gibidir. ve şeddeli Ul lafızları “Şüphesiz zikri biz indirdik, biz!”[6] âyetinde olduğu gibidir. Muhatap ^’i “Şüphesiz sen azîz ve hakimsin.”[7] âyetinde olduğu gibidir. Bunların tamamı zamir, işaret ve kinâyelerdir. Bü­tün muzmar, müşarün ileyh ve mekni anhu gibi şeyleri kapsarlar.

el-Fütûhât’ın son bâbı olan 558. bâbda ise şunları söylemiştir: “Allah isminin müsemmâsı, her şey kudret elinde bulunan Hak Teâlâ’nın zâtının bizzât kendisidir.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bilin­di ki bütün ilâhi isimler Hakk’ın zâtına delâlet etmesi bakımından ten­zih isimlerini tazammun eder. Fakat Allah ismi dışındaki isimler, Hakk Teâlâ’nın zâtına delâlet etmekle birlikte iştikak itibariyle nefiy ya da ispat anlamından başka bir mânaya (daha) delâlet ederler. Bu nedenle bu isim­ler zâta delâlet etmede Allah ismi kadar kuvvetli olmamıştır. er-Rahmân ve diğer güzel isimler böyledir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, bu özel is­mi Hakk’ın zâtı dışında herhangi bir kimseye isim olmaktan korumuş­tur. Bu nedenle Allah Teâlâ ulûhiyyeti, O’ndan başkasına nisbet edenlere delil getirmek üzere ‘De ki: O’na isim veriniz.’ demiştir.[8] Şayet isimlendirselerdi, ancak Allah dışında bir isimle tesmiye ederlerdi; zira şöyle dediler: ‘Sadece bizi Allah’a yaklaştırmaları için onlara ibadet ediyoruz.’[9] Bu durumda Allah isminin mutabakat gereği, zâta delâlet ettiğini öğren­miş olursun. Bu, diğer alem (özel) isimlerin müsemmalarına delâlet et­meleri gibidir.” Ben de şöyle dedim: “Şeyh’in Allah isminin alem olması veya olmaması hakkındaki sözlerinin çelişkisi açıktır. Önce 377. bâbda bunun alem olduğunu kaydetti. Daha sonra 379. bâbda alem olmadığını belirtti. 558. bâbda ise alem olduğunu zikretti. Araştır, Yüce Allah en doğrusunu bilir.

Soru: Sizin ilâhi isimlerden lafızların değil, mânalarının kastedildiğine dair vardığınız sonuca göre, elimizdeki bütün ilâhi isimler, Hakk’ın bir mütekellim (konuşan) olarak kendini isimlendirdiği ilâhi isimler olur.

Cevap: “Evet, böyledir.” şeklindedir. Bu isimlerin medlûlünün eli­mizdeki isimlerin medlûlü olduğunu açıklayan şerhimizi koyarız. Yüce Allah âlemdeki zuhûru itibariyle bu isimlerle isimlendirilir. Zâtla kâim olan isimlerin saygınlığı, onlar için de söz konusudur. Bu durum mushafta yazılı olan harflerle ilgili olarak, ulemânın kendileriyle bilgi sahibi olduğu başka hakikatleri olsa da, bunların Allah’ın kelâmı olduğuna dair söylediklerimiz gibidir.

Soru: Farklı dil ve katmanlara mensup olmalarına rağmen, bütün in­sanların dillerinde kullanılan lafızların tamamı, isimlerin tâzim edilmesi gerektiği kuralına dâhil midir?

Cevap: “Evet, bir tek zâta işaret ettikleri için, bütün dillerde tâzime layıktır.” şeklinde olur. Zira Araplardan başka hiç kimse “Allah” ismini bilmez. Bu Farsça’da “Hudâ”, Habeşçe’de “Vâk” ve Frenkçe’de “Creator” şeklindedir. Bunu başka dillerde de araştır; delâlet ettiği mânadan dolayı herkes tarafından tâzim edildiğini göreceksin. Bu nedenle Şârî (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mushafı düşman memleketlere götürmemizi yasaklamıştır. Halbuki şüphesiz bir şekilde mushaf ellerimizle yazılan yazı, mürekkepli ahşap ve metal di­vitlerle, muhdes olan varlıkların elleriyle yazılmıştır. İsim ve harflerdeki bu delâlet olmasaydı, bunlara hürmet gösterilmezdi. Şeyh 297. bâbda bunun üzerinde uzunca durmuştur, oraya bakabilirsin!

Soru: O hâlde Nâfî, Nûr ve Vekîl gibi Allah’ın isimlerine benzer isim­leri insanlar için kullanmamız haramdır.

Cevap: Şeyh’in 43. bâbda dediği gibi Evet, bu haramdır ve hem aklen hem de şer‘an bundan kaçınmamız gerekir. Bu isimlerden birini herhangi bir kimseye vermiş isek de bu, bunların Allah ile olan bağlantısını kurmayı hatır­lamamamızdan kaynaklanmaktadır. Bu, ‘Şu mümindir.’ dediğimizde, bunun­la o kimsenin Allah’ın vaad ve tehdidini tasdik ettiğini kastetmemiz gibidir. Bununla Allah’ın ‘el-Mümin’ olan ismini kastetmeyiz. Allah’ın, kulu Muhammed’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Raûf ve Rahîm’ olarak isimlendirmesine gelince, bunu Allah’ın kelâmını tilâvet ve hikâye etme yöntemiyle zikrederiz ve onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın isimlendirdiği şekilde isimlendiririz. Bunda bir sakınca yoktur. Zira ismin sa­hibi olan Allah ona bu ismi vermiştir. Bununla birlikte biliriz ki o, Rabb’i kar­şısında zelil, korku içinde ve O’na yönelerek boyun eğen bir kuldur.”

Soru: Tamamı tâzime layık olmakla beraber, Allah’ın isimleri arasında efdal (daha üstün) mefdûl (daha az üstün) ilişkisi var mıdır yoksa tamamı, bu açıdan eşit midir?

Cevap: Şeyh’in 371. bâbda dediği gibi, Allah’ın bütün isimleri, tamamı bir tek zâta işaret ettiği için ilk anda eşittir. Şayet bir üstünlük varsa bu, haricî bir durumdur. İsimler nispet ve izafetlerdir. Bazıları imam, bazıla­rı ise memûrdur. Bazılarına mümkün varlıklar tamamen muhtaçtır, ba­zılarına ise müşâhede edilen hâller itibariyle tamamen muhtaç değildir. Mümkün varlıkların zorunlu olarak muhtaç oldukları isimler el-Hay, elÂlim, el-Mürîd ve el-Kâdir isimleridir. Sonuncusu ise aklî nazar itibariyle el-Kâdir’dir. Mümkün varlık bu dördüne zâtıyla muhtaçtır. Diğer isimler ise bunların memurları konumundadır. Bu dört ismi, mertebenin zuhûru açısından el-Müdebbir ve el-Mufaddil isimleri takip eder. Daha sonra el-Cevvâd, sonra el-Muksit takip eder. Bu isimlerden şehâdet ve gayb âle­mi, dünya ve âhiret, belâ ve afiyet, cennet ve cehennem meydana gelmiştir.

Efendim Ali b. Vefâ (ra) isimler arasında üstünlük olduğu görüşündey­di. Allah’ın “Allah’ın sözü, en yüce olandır.”[10] âyeti hakkında şöyle derdi: “Bu, Allah ismidir. Bu, diğer isimlerin en üst mertebesidir.” Bu neden­le Allah, “O’ndan başka ilâh yoktur. Hayy ve Kayyûm’dur.”[11] âyetinde en başta gelmiştir. Bu, anıldığı gibi kendisine eklenen isimler itibariyledir.

Muhakkikler Allah isminin, isimlerin hakikatlerinin tamamını toplayan isim olduğu konusunda icmâ etmişlerdir. Bunun benzerinin “Allah’ı an­mak ise en büyüktür.”[12] âyeti olduğunu söylemiştir. Yani “Allah ismini anmak, diğer isimleri anmaktan daha büyüktür.” Şeyh Muhyiddin de şey­tandan Allah’a sığınma konusunda bunun benzeri şeyler söylemiştir: “Şey­tandan sığınmayı diğer isimlere değil de sadece Allah ismine sığınmaya tahsis etmiştir. Zira şeytanın yanaştığı yollar belli değildir. Bu nedenle bü­tün anlamları kendinde toplayan isimle sığınmamızı emretmiştir. Çünkü bize geldiği tüm yollarda furû isimlerinin aksine, bize ulaşmasına engel olarak Allah ismini bulur.”

82. bâbda da “Allah’a kaçınız.”[13] âyeti bağlamında “Örfte çokluğa da­yanmak esas olduğu için, Allah câmî ismini getirmiştir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” buyurmuştur. Nefis, çokluğa dayandı­ğı zaman, kendisini güvende hisseder. Yüce Allah bütün hayır isimlerinin toplamıdır. İlâhi isimleri araştıran bir kimse, hesaba çekme ve intikam al­ma isimlerinin az olduğunu, Allah ismiyle birlikte daha çok rahmet isim­lerinin bulunduğunu görür.” Bu konuyu iyi düşün ve araştır! Allah sana hidâyet versin!

Sonuç

Soru: Bir kimsenin diğer isimlerle ünsiyet kurduğu gibi, Allah isimiyle de ünsiyet kurması doğru mudur?

Cevap: Şeyh’in 240. bâbda dediği gibi “Aynı cinsten olmak (mütecânisiyet) söz konusu olmadığı için, bütün muhakkiklere göre zât ismiyle ünsiyet hiç kimse için doğru olmaz. Hatta ‘Allah’ın hiçbir ismiyle ünsiyet kurmak asla mümkün değildir.’ deriz. Ünsün hakikati, Hakk Teâlâ’nın ya­kınlaştırmasından ve amellerin nûrundan kula ulaşan şeye râcidir, başka bir şeye değil. Bunun bizzât Allah’ın zâtıyla kurulan ünsiyet olduğunu söy­leyen hata etmiştir.”

Soru: Rahmân ve Rahîm isimleri meşhur olduğu gibi iki ayrı isim mi­dir yoksa Baalbek ve Râmehürmüz gibi, iki kelimeden mürekkep bir tek isim midir?

Cevap: Şeyh’in Esrâr Bâbı”nda zikrettiği, keşif yöntemiyle kendisine verilen bilgiye göre, soruda belirtildiği gibi her ikisi bir tek isimdir. 192. bâbda şöyle demiştir: “Kâfirlerin bunu mürekkep bildikleri bilgisi bize ulaştı. Ayırdıklarında tanımadılar ve inkâr ettiler.”

Soru: Bütün ilâhi isimler, ilâhi isimlerin tamamının hakikatini kendi­sinde toplar mı yoksa her biri kendi hakikatiyle mi yetinir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 4. bâbında dediği gibi, her bir ilâhi isim, bütün isimlerin hakikatini toplar ve fizikî âlemde aralarında bulunan haki­katlerin farkını ayırmak kaydıyla bütün mânaları ihtiva eder.” Şöyle demiş­tir: “Bu, Allah’ın bana bildirdiği bir makamdır ve benim zamanımda buna ulaşan hiç kimseyi görmedim.”

Soru: Herhangi bir insan için gece-gündüz sürekli olarak uyanıklık an­lamına gelen el-Kayyûm’un ahlâkına ermek doğru mudur?

Cevap: Şeyh’in 98. bâbda dediği gibi, diğer ilâhi isimlerin her biriyle aralarında hiçbir fark olmaksızın ahlâklanmak nasıl sahihse, bu isimle ahlâklanmak da sahihtir. Şeyhimiz Ebû Abdullah b. Cüneyd’in dediği gibi bu, Hakk’ın özelliklerinden biri değildir. Şöyle demiştir: “Hak olan, ahlâklanmanın gerçekleşeceğine dair söylediğimizdir.”

Soru: Herhangi bir kimse için Hüve, Ahad veya Ganî (âlemlerden müstağni olma) isimlerinden biriyle ahlâklanmak sahih midir?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi, bunlardan biriyle ahlâklanmak doğru değildir. Zira bu hususlar, Hak Teâlâ’nın özelliklerindendir ve hiçbir mahlûkun ne bizzât ne de aklî nazar itibariyle bunlarla ahlâklanması doğru değildir. Benzer şekilde “Esrâr Bâbı”nda da şöyle demiştir: “Bil ki mutlak olarak isimlerle ahlâklanmak, aralarında aykırılık ve muvafakat bulundu­ğu için en zor ahlâklardandır. Ey kardeş! Sığınan ve barınan kimselerden, ‘Senden sana sığınırım.’ diyen kimsenin müşâhedelerine ulaşmadıkça, böyle bir şeyin senden zuhûr etmesine dikkat etmeni tavsiye ederim.” Bu cevherleri iyi değerlendir. Bunları toplu olarak herhangi bir kitapta bu­lamazsın. Allah sana hidâyet versin, O bana yeter, O ne güzel vekildir ve dönüş de O’nadır.

ON DÖRDÜNCÜ MEBHAS

Allah’ın Sıfatlarının Zâtının Aynısı veya Gayrısı ya da Ne Aynısı

Ne de Gayrısı Olduğunun Beyânı Hakkındadır

Ey kardeş! Bil ki zâti sıfatları nefyetme, Mutezileye nispet edilmektedir. Ancak Şeyhülislâm İbn Ebû Şerif’in Hâşiyes'mde belirttiği gibi, onlar da bu­nu açıkça söylememişlerdir. İnsanlar, onların zait olması yönünden kudret ve ilim gibi zât sıfatlarını nefyetmelerinden dolayı bu sonuca varmışlardır. Mutezile ulemâsı, Allah’ın hay, âlim, kâdir, mürîd, semî, basîr ve mütekellim olduğu konusunda ittifak hâlindedir. Ancak onlara göre Allah, zait sıfatlar­la değil, zâtıyla böyledir. O’nun mütekellim olmasının anlamının, O’nun söz gelimi ağaçta konuşmayı yaratması olduğunu söylemişlerdir. [İbn Ebû Şerif] şöyle demiştir: “Bu, onların kelâm-ı nefsîyi inkâr etmeleri, kelâmın sadece kelâm-ı lafzîden ibaret olduğunu ve lafzî kelâmın ise O’nun yüce zâtıyla kâim olmasının imkânsız olduğunu sanmalarından dolayıdır. Bu şe­kilde sıfatların nefyi hakkında onlardan nakledilenler ve mezheplerinden çı­kan sonuç budur. Tercih edilen görüşe göre, mezhepten elde edilen sonuç, o mezhebin görüşü değildir.” Bu konuyu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Ehl-i sünnete göre, Hak Teâlâ’nın zâtına zâit, zâtıyla kâim, O’nun için gerekli olan ve O’ndan ayrılmayan yedi sıfatı bulunmaktadır. Buna gö­re ‘Hak Teâlâ hayatla hay, ilimle âlim, kudretle kâdirdir.’ demişlerdir. Bekâ sıfatında ise ihtilaf ettiklerini söylemiştir. Eş‘arî ve ona tâbi olanların ço­ğunluğu, bunun zâta zâit olan bir sıfat olduğu görüşündedirler. Kâdı[14], iki imâm[15] ve daha başkalarıysa, Mutezilenin dediği gibi bir bekâ ile değil, zâtıyla bâkî olduğu görüşündedirler.” Şöyle demiştir: “Her iki tarafın delilleri de usûlü’d-dîn kitaplarında kaydedilmiştir.” Yine şöyle demiştir: “Mu‘tezile’nin anılan şekilde sıfatları nefyetmesi, taaddüd-i kudemâ (ezelî varlıkların çokluğu) tehlikesinden kaçmak içindir. Ehl-i sünnete göre ise zâtıyla kadîm olan sadece birdir ve o da Mukaddes Zât’tır. Kıdem zâtla değil, zât için vâcip olan bir sıfattır. Zâtıyla kadîm olan varlık için, taaddüd söz konusu olmaz.” Bunu Şerhu Cem‘i’l-Cevâmîiçin yazdığı Hâşiye sinin “İştikâk” başlığı altında zikretmiştir. Kelâmcıların sözleri burada son buldu.

Sûfîlerin (ra) söyledikleri de şöyledir: Efendim Ali b. Vefâ (rh.a) şöyle demiştir: “Bil ki Zât bir tek şeydir ve O’nda çokluk yoktur, gerçekte taad­düt de yoktur. Mu‘tezile’nin taaddüd-i kudemâ nedeniyle ihtilaf etmesi, sı­fatlarla taayyün (belirlenme) etmesi itibariyledir. Bu, itibârî bir taaddüttür, itibârî olan da gerçek birliğe zarar vermez. Bu, ağacın dallarının köküne nisbeti veya parmakların ele nisbeti gibidir.

Soru: Sıfatlarla nitelikler (evsâf) arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’ta, “Namazda Teşehhüd” bağ­lamında söyledikleri gibidir. Buna göre sıfatlarda zâit bir durum ve zâit bir nesne düşünülebilir, nitelikler ise var olan bir nesnesi olmak itibariyle mevsufun kendisi olur.

Benzer şekilde 416. bâbda Mağrib’deki kelâmcıların imamı olan hocası Ebû Abdullah el-Kinânî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “İlâhi sıfatların zâtın aynı ya da gayrı olduğuna dair delil getirmeyi üstlenen herkesin de­lili, tartışmaya açıktır. Ancak zâtın aynısı olduğunu söyleyen kimse, daha edepli ve saygılıdır. Gelecek mebhasın sonunda, sıfatları isim olarak isim­lendirmenin edep kapsamında olduğuna değinilecektir. Çünkü bu şekilde nakledilmiştir, oraya müracaat et! Şeyh Muhyiddin sıfatlar bahsinde sıfat­ların aynı mı gayrı mı olduğu konusuna geniş yer vermiştir. el-Fütûhât’ta gördüğüm en güzel şey, onun ileride gelecek olan beş bâbda zikrettikleridir. Bunlar 17, 56, 373, 470 ve 558. bâblardır. 17. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki bütün ilâhi sıfat ve isimler bir tek şeye (ayn) bağlı olan nisbet ve ekleme­lerdir (izâfet). Çünkü orada bazı nazar ehli kimselerin sandığı gibi, başka şeylerle çokluk doğru olmaz. Şayet sıfatlar, zâit şeyler (ayn) olsaydı, onlar olmaksızın ilâh olmazdı ve ulûhiyyet onlarla bilinirdi ve bunlar da ilâhın bizzat kendisi olurdu. Oysa “şey” kendisinin illeti veya bizzat nefsinin ken­disi olamaz. Yüce Allah, kendisi olmayan bir illetle ma‘lul olmaz. Zira illet, mertebe açısından ma‘lulden öncedir. Bundan ilâhın, kendisi için illet olan bu zâit şeylerin ma‘lulü olmasına muhtaç olması söz konusu olur ki bu imkânsızdır. Ma‘lul olan şeyin iki tane illeti olmaz. Bunlar ise onlarsız ilâh olunmayan birçok illettir. Dolayısıyla isim ve sıfatların O’nun zâtına zâit olan nesneler (ayn) olması bâtıldır ve Allah bundan münezzehtir.”

56. bâbda söyledikleri ise şu sözleridir: Ey kardeş! Bil ki hatalı tümeva­rım, akaitte sahih değildir. Çünkü akâit açık deliller üzerine binâ edilir. Bazı kelâmcılar, muhdes varlıkların delillerine tâbi olarak, kendi nefsiyle âlim olan bir şeyi görmemiş ve delilleri, kendilerine ancak ilim olarak isimlendirilen ve zâtına zâit olan ve bulunduğu kimseyi âlim yapan bir sıfatla âlim olunabi­leceği sonucunu vermiştir.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın âlim olduğunu biliyoruz. O’nun bir ilminin olması, bu ilmin O’nun zâtına zâit ve zâtıyla kâim bir sıfat olması gerekir.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu yanlış bir tümevarımdır. Aksine O; âlim, kâdir ve habîr bir Allah’tır. Bunların tamamı zâit bir durumla değil, zâtıyladır. Zira şayet bu, kemâl sıfatı olduğu hâlde zâit bir durumla olursa, onsuz zâtın kemâli söz konusu olmaz ve O’nun kemâli zâtına zâit bir şeye bağlı olmuş olur. Bu durumda O’nun zâtı, bu zâit şey olmadan noksanlık ve muhtaçlıkla nitelenmiş olur. O, bunların tama­mından münezzehtir. Bu, bir kısım kelâmcıların, Hak Teâlâ’nın sıfatlarının zâtının gayrı olduğunu ileri sürmelerinden dolayıdır ve bunu yapmakla hata etmişlerdir. Bu hatanın sebebi, insanlar için ilmi, âlimin zâtının kemâli bâkî kalmakla beraber, kaldırıldığı miktar oranında meânî sıfatlardan saymasıdır. Delil kendisine bu fikri verince hem şâhid hem de gâib için, yani hem Hak hem de halk için bunu reddetmiştir. Bunu Şeyh’in 558. bâbda Allah’ın elAlîm ismi hakkında söylediklerinin üzerine bina etmiştir. Buna göre bir kı­sım insanların ilmi, zâit bir durumla değil, zâtındandır. Bu, bütün insanların özellikle var olmasıyla idrak ettiği ve elde etmek için başka bir şeye muhtaç olmadığı bütün ilimler içindir. Özel bir şekilde mevcûd olmaksızın kabul etmeyeceği bir şey kendisine geldiğinde bu onun zâti ilmidir. Bu, değerlen­dirilmelidir, sanki şöyle der gibidir: “Bazı kullar için başkasının ilminden istifade etmek söz konusu olmadığına göre, Hak için bu daha da önceliklidir. Ancak söz konusu kulun ilmi ile Allah’ın ilmi arasındaki fark, kulun ilminin kendisine ruh üflendiği anda Allah tarafından bağışlanmış olmasıdır. Onun ilmi, ilmi gerçekten ve bizzat kendisinin olan Allah’ın ilmi türünden değildir. Bunu bil ve hata etmekten sakın!”

373. bâbda söyledikleri de şöyledir: “Bil ki Allah için herhangi bir hüküm vermekcâizdeğildir;çünküO,hükümverenlerinenhayırlısıdır.Buradan,bazılarının dediği gibi, Hak Teâlâ’nın sıfatları zâtına zâit olsaydı, zâtına zâit olan vezâtınınaynıolmayanşeylerinbulunduğunadairhükümverileceğibilinirdi.

Kelâmcıların çoğu bu meselede yanılmıştır. Onların bu konudaki ilkeleri, “kıyâsü’l-gâib ale’ş-şâhit”tir. Bu ise tam bir hatadır. Mahkûmün aleyh (hak­kında hüküm verilen) kimsenin zâtı ve onun hakikati bilinmeden, onun hakkında herhangi bir hüküm vermek, bu hükmü veren açısından büyük bir cehâlettir. Gaip hakkında hüküm vermediği için Allah, Ebû Hanîfe’ye rahmet eylesin!”

470. bâbda söyledikleri de şunlardır: “Bil ki ilim, ilimle bilinir. İlim, ilim tarafından bilinir ve ilim için bilinendir. İlim âlimin sıfatıdır. Hak Teâlâ sadece seni değil, ilmini tanır, senin bundan başkası olman, senin için doğru değildir. Buradan yola çıkarak “İlim perdedir.” demişlerdir. Yani Hak Teâlâ’nın hakikatinin görünmesidir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Bu söylediklerimiz bazı kelâmcıların sıfatlar konusundaki “Bunlar zâtının gayrı değildir.” deyip durmaları şeklindeki görüşünün izinde gitmekte­dir. Bunu söyledikten sonra “Aynısı da değildir.” şeklindeki görüşleri ise, O’nun üzerine ma‘kul bir zâit olduğunu düşünmelerinden kaynaklanmak­tadır. Bu görüşün sahibi sıfatların, O olmasını nefyetti ancak kendisiy­le nitelediği bir ilim olmaksızın O’nu ispatlamaya da güç yetiremedi. Bu nedenle “O’nun gayrısı değildir.” dedi ve şaşırarak anlayışının kendisine verdiği bilgiyi söyledi. Şöyle dedi: “Hakk’ın sıfatı ne O’nun aynısıdır ne de gayrısıdır.” Şeyh Muhyiddin, bunların faydası olmayan sözler olduğu­nu söylemiştir. “Onda ruh yoktur.” şeklindeki sözleri ise, bunu söyleyen kimsenin keşfinin bulunmadığına delâlet etmektedir. “Ancak biz bunu söylediğimizde kelâmcının söylediği tanıma bağlı olarak söylemeyiz.” de­di. Çünkü o, zorunlu olarak zâit olmasını düşünür; biz ise zâit olduğunu söylemeyiz. İlâhi sıfatların zâtın aynısı olması, bizim keşfimize de muhalif değildir. Bunların zâtının gayrısı olduğunu söyleyen kimse, sıfatların zâta zâit olması konusunda Hak Teâlâ’yı insanlarla karşılaştırmış olur. Onların bu sözleri “Allah fakirdir.” diyenlerin sözlerinden, sadece ibâre açısından daha güzeldir. Çünkü zâtın kemâlinin ancak bunlarsız olmayacağını söyle­miş olur. Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırız. Şeyh’in bütün sözlerinin özeti, sıfatların keşif ve yakînle zâtın aynısı olduğu, gayrısı olmadığıdır. Kelâmcılardan bir topluluk da bu görüştedir. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in görüşü ise daha önceliklidir. Yüce Allah sana hidâyeti versin!

ON beşinci mebhas

Allah’ın isimlerinin Tevkifi Olduğuna inanmanın Vâcip

Olduğu Hakkındadır

Dinde bulunmayan bir ismi, Allah için kullanmak câiz değildir. Mu‘tezile, dinde bulunmasa bile, anlamı O’na layık olan isimleri kendisi için kul­lanmamızın câiz olduğu görüşündedir. Kâdı Ebû Bekr el-Bâkıllânî de bu gö­rüşe meyletmiştir. Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf HâşiyeSinde şöyle demiştir: “Söylenilenler, O’nun dillerde vazedilen isimleri hakkında değildir. Görüş farklılıkları, Seyyid [Şerif el-Cürcânî]’nin (ö. 816/1413) Şerhul-Mevâkıfta dikkat çektiği gibi, sıfat ve Silerden alınan isimler hakkındadır. Sa‘deddin [et-Teftâzânî] (ö. 792/1390) de el-Makâsıdda “Tartışma konusu, Yüce Yara­tıcının bize vârit olmayan, celâl ve tâzimi çağrıştırarak O’na halel getirme­yen bir mâna ile nitelenmesidir.” demiştir. Şeyh Kemâleddin’in yaptığı son değerlendirmeye göre, “ârif” lafzı gibi Allah’ın yüceliğine layık olmayan bir şeyi çağrıştıran isimlerin verilmesinden sakındırmak içindir. Zira “mârifet”, bazen, öncesinde gaflet bulunan bir ilim anlamında kullanılır. “Fakîh” lafzı da böyledir. Fıkıh, sözünden bir şey anlaşılmazsa bile, konuşmasından konu­şanın gayesini anlamaktır. Bu da öncesinde bir cehâletin bulunmasını akla getirir. “Âkil” lafzı da böyledir. Akıl, “ıkâl”dan alınan ve uygun olmayan şeye yönelmekten alıkoyan ilimdir. Örnekler çoğaltılabilir.

Bunlar, kelâmcıların sözlerinden görebildiklerimdir. Muhakkik sûfîlerin sözlerine gelince, Şeyh Muhyiddin (ra) şöyle demiştir: “Bil ki O’nun için ‘Allah onlarla alay ediyor (istihzâ).’[16], ‘Onlar tuzak kurdu, Allah da onlara tuzak kurdu (mekr).’[17], ‘O, onları aldatmaktadır.’[18] ve ‘Allah’ı unuttular, O da onları unuttu.’[19] gibi bir isim türetmemizin câiz olmadığı konusunda icmâ vardır. Yüce Allah, Kur’ân’da bunları kendisine nisbet et­miş ise de O’na karşı edep gözeterek hikâye yöntemiyle okumakla yetiniriz ve akıllarımızın seviyesine tenezzül etmesinden ve kendisine değil de bize layık olan lafızlarla bizi muhatap almasından dolayı O’ndan utanırız.” Da­ha sonra da şu şiiri söylemiştir.

Ne kadar yüksek olsa da menzili kralların / Binek ve semerle yürümek zorundadır

Dolayısıyla Hak Teâlâ’nın kullarına tenezzül etmesinin, O’nun aza­met ve celâlinin kapsamında olduğu ve bununla ârifin gönlündeki aza­metin arttığı bilinmiş oldu. Yüce Allah “Allah’ın güzel isimleri vardır.”[20] buyurmaktadır. Yani bunlar Kitap ve Sünnet’te yer almıştır. Bunların ta­mamı güzeldir. Zira bunun tersi O’nun için doğru olmaz. Bunlar önceki mebhasta geçti.

177. bâbda şöyle demiştir: “Edep ehli, örfte güzel bile olsa, keşf yön­temi olsun sahih nazar yöntemi olsun Allah için bir isim türetirken, edep gözetmeli değil midir?” Yine el-Kasd kitabında “O’nun peygamberlerin di­liyle kendisini isimlendirdiği isimlerin dışında Allah’a isim vermemiz câiz değildir. O’nun kendisine verdiği ismi biz de veririz, vermediğini vermeyiz. Biz O’nunla ve O’nun için varız.” demiştir. “Esrâr Bâbı” ve başka yerlerde şöyle demiştir: “Doğru olduğuna dair uzak bir ihtimal bulunsa da Allah’ın eşyanın kaynağı olduğunu söylemek câiz değildir. Çünkü akıl sahibi birisi, bundan âlemin O’nun zâtından ayrıldığı sonucunu çıkarabilir. Hatta bazı­ları bunu açıkça söylemişlerdir ki bu küfürdür. Bazı halifeler şiirinde şunu söyleyenin boynunu vurmuştur:

Bir parça et kesildi zâtından, bir parça / Ancak Sen ne kesilensin ne de kesen

Şeyh, el-Kasd kitabında şöyle demiştir: “Her ne kadar Allah’ın el-Evvel ismi anlamında ise de, Allah’a kadîm denilmesi doğru değildir, ezelî ve ebebî denilmesi de bunun gibidir. Hak Teâlâ için ‘Hayat sahibi’ de­nilmesi de doğru değildir; ancak ‘Hayatı ve ölümü yarattı.’[21] âyetinden dolayı “Hayy/Diridir” denilir. Allah’ın yarattığı şey O’nunla nitelenmez. Aynı şekilde ‘Allah, âlemi ihtirâ etti.’ denilmez. Zira âlem tamamen şehadet âlemine çıkmadan önce de Allah’ın ilminde sabitti. Bu şekilde sa­bit olan bir şey için ‘ihtirâ etti.’ denilmez. Belki ‘İlminde sabit olduğu şekil üzere nesnel âleme çıkardı.’ denilebilir.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ için bunu yapmak câizdir veya bunu yapmak câiz değildir de denilmez.

Çünkü Allah’a cevaz ıtlakı, Kur’ân ve Sünnet’te bize vârit olmamıştır ve akıl da buna delâlet etmez. Bununla beraber cevaz, caiz olan iki seçenekten birisi için bir tercih edene muhtaçtır ve Allah’tan başka bunu yapacak bir fâil de yoktur. Bu mezhebin mensuplarının, Allah’ın kadîm olan iradesinin dışında, bunu tercih etmek için bir iradenin bulunduğunu ispatlamaları gerekir. Bu mezheplerin yanlış yaptıkları açıktır. Zira Yüce Allah hakkında, zâtına zâit olan ve başka bir zâtın aynısı olan bir şeyle hüküm verilmektedir.

Şeyh Muhyiddin 420. bâbda şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın kendisine Al­lah hakkında örnekler vermeyi öğrettiği ârifîn, Hak Teâlâ için “cevâz/câizlik” tâbirini kullanmasının câiz olduğu görüşündeyiz. Çünkü yaratılmış (mah­lûk) olan bir şey, mümkün olması itibariyle varlığı da yokluğu da kabul eder. Dolayısıyla onu yaratması da, yaratmaması ve var olmaması da mümkündür. Var olduğu zaman da bir müreccihle (tercih eden) var olmakta ve bu da Allah’tır. Dolayısıyla ek (zâit) bir iradenin üstlenmesine ihtiyaç yoktur. Her ne kadar Allah’a karşı edep gözetmek, daha kâmil, daha tamam hatta daha gerekli ise de bu şekilde söz konusu mezhebe mensup olanların görüşü de doğru olur.” Şöyle dedim: “Kalânisî ve Abdullah b. Saîd’in görüşü, sanki Al­lah’ın bunu yapması caizdir der gibi Yüce Allah’a cevazın ıtlakının caiz olma­yacağı şeklindedir. Kalânisî (ö. IV/X. yüzyıl başları) ve Abdullah b. Saîd’in (ö. 240/854) tâbileri, bunların Allah’ın kendi nefsini görmesinin câiz olduğu görüşünde oldukları konusunda ittifak etmişlerdir. Rü’yetullah’ı inkâr eden başka bir cemâat de bu görüştedir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Nakledildiği gibi, sıfatların isim olarak isimlendirilmeleri, önce­likle edep midir?

Cevap: “Evet, evlâ olandır.” şeklindedir. Zira Yüce Allah “Allah’ın güzel isimleri vardır.”[22] buyurmuş, “güzel sıfatlar” buyurmamıştır. Şeyh “Esrâr Bâbı”nda “Yüce Allah ‘Allah’ın güzel isimleri vardır, on­larla dua ediniz.’[23] buyurduğu için, sıfatların isim olarak isimlendirilmeleri edeptendir.” demiştir. Söyledikleriyle niteleyiniz. O’nu âlim için mümkün olan gerçek bir mârifetle bilen kimse, O’nu nitele­mez, isimlendirir. Sıfatlarda âfet (yokluk, olumsuzluk) bulunduğun­dan, sıfatlar hakkında hiçbir haberin bize gelmediğini söylemiştir.

Şayet söz konusu sıfat yoksa, O nasıl nitelensin! Böyle değilse, kararsız kalınır ve kararsız kalındığı takdirde zâtın ne ile nitelendiği bilinmediği için, eksik bilgi verdiği şeklinde hükmedilir. Onlara göre, kemâli ken­di zâtından olmayan kimse, delille kemâlin gerçekleşmesi için sıfatlarına   muhtaçtır. Allah’ın sıfatları da zâtının aynı değildir. Bu görüşün sahibi, sıfatların yapısını bilmemektedir. Sıfatlarda ortaklığın bulunması, zâtların farklı olduğunun delilidir. Yüce Allah “Îzzet sahibi olan rabbin, onların nitelemelerinden münezzehtir.”197 buyurmuş ve bu âyetle kendisini isim­lerden değil, sıfatlardan tenzih etmiştir. Zira O, sıfatlarla değil, isimlerle 10 bilinmektedir. Aynı şekilde, bunun kaynaklarda kaydedildiği mahallin dışında, “Allah şeydir.” de denilemez ve bunun için kıyas da uygun değil­dir. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 73. bâbında şöyle demiştir: “Bir kısım rabbânî ilhamlarda (hevâtif) ‘Ben, şey değilim; zira şey olursam, şeylik konusunda diğer varlıklarla örtüşürüm ve bu da benzerliği meydana geti15 rir, oysa ben benzemem.’ denildiğini işittim.” Yine her ne kadar “el-Mânî” ismi anlamında ise de Hak Teâlâ’nın cimri (bahîl) olduğu da söylenemez. Allah’ın kendisi için kullanmadığı bütün isimleri buna kıyasla! Allah seni hidâyete erdirsin!

ON ALTINCI MEBHAS

Allah’ın Sekiz İsmi Olan el-Hay, el-Âlim, el-Kâdir, el-Mürîd, esSemî, el-Basîr, el-Mütekellim ve el-Bâkî Mertebeleri Hakkındadır

Bu mebhas, kitabın en değerli mebhasıdır. Her bir ismi, Allah’ın meânî isimlerinden birisiyle ilgili bir cümle ile teberrüken izah edelim. Allah’ın iz­niyle şöyle deriz: Ey kardeş! Bil ki el-Hay ismi, diğer isimlerden daha önce­liklidir ve hiçbir ismin ondan daha önce zuhûr etmesi mümkün değildir. O, gerçekte el-Evvel ismiyle nitelenmiştir. Bu nedenle Yüce Allah “Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, el-Hay ve el-Kayyûm’dur.”198 buyurmuştur. Böylelikle el-Hay ismini, bütün isim ve nitelikleri toplayan isim kılmıştır. “Hay [ismi] olmaksızın şeylerin hakikatlerinin isimlerden vücuda gelmesi imkânsızdır.” Her şeyin varlığının bir ilâhi isimle irtibatlı olması bağlamın­da el-Hayy isminin hakikati, hayatının zâtı için olmasıdır. Bu, sadece Al­lah’a has olup, başka hiçbir yaratılmış için böyle bir şey söz konusu değildir. Şeyh’in Ankâ-i Mağrib isimli kitabında isimlerin mertebeleri ve bunların lisan-ı hâli hakkında bazı sözlerini gördüm. Ey kardeş! Bunları sana anlatmak­ta herhangi bir sakınca yoktur. Belki de bunlar asla kulağına gelmemiştir. Bunlar şu sözleridir: “Bil ki ilâhi kudret, Allah’ın bildiği bir şeyi dilememesi gibi iradeden sonra olmaksızın, hiçbir şeyin icât edilmesine taalluk etmez. Çünkü bilmediği bir şeyi irade etmesi veya muhtar ve mütemekkin/mukim olan birinin Allah’ın istemediği bu fiili terketmesi, bu hakikatlerin diri (hay) olan bir kimsenin dışında başka bir kimsede bulunması ve sıfatların ilgili zât olmadan bulunması imkânsız olduğu gibi aklen muhal olur.”

Şöyle demiştir: Zuhûr açısından el-Hay ismini el-Bârî ismi takib eder. İlâhi isimlerin hâl dili, müsemmâ mertebesinde bir araya gel­meleri için lâzım olan iki ânda, bir kısmı diğerine şöyle demiş gibidir: “Aynlarımızın (nesne) isim ve eserlerimizle mertebelerinin birbirinden ayırt edilmesi için, hükümlerimizin zuhûrunu istiyoruz.” Bu durum­da bazıları diğerlerine, “Zâtlarınıza bakınız!” der. Her isim zâtına ba­kar ve el-Hâlık ismi hiçbir mahlûk, el-Müdebbir ismi hiçbir müdebber (yönetilen), el-Mufassil ismi hiçbir mufassal (ayrılan), el-Musavvir ismi hiçbir musavvar (şekil verilen), er-Râzık ismi hiçbir merzûk (rızık veri­len), el-Kâdir ismi hiçbir makdûr (güç yetirilen), el-Mürîd ismi hiç­bir murad (istenilen), el-Âlim ismi ise hiçbir mâl um (bilinen) görmez.

Saltanat ve hükümlerimizin kendileriyle zuhûr edeceği bu aynlar zuhûr etmeden amel nasıl olur?” dediler. Âlemin hakikatlerinin talep ettiği ilâhi isimler, el-Bârî ismine sığındılar ve ona “Bizim bulunduğumuz mertebe et­kimizi kabul etmediği için, hükümlerimizin zuhûr edeceği ve saltanatımı­zın var olacağı aynları var etmeni umarız.” dediler. el-Bârî de “Bu, el-Kâdir ismine dayanır. Ben onun kuşatması altındayım.” demiştir. Bunun aslının tamamı, mümkün varlıkların yokluk hâlinde zillet ve iftikâr içerisinde ilâhi isimlerden istekte bulunması olduğunu söylemiştir. İsimlere şöyle demiştir: “Yokluk, bazılarımızın bazılarımızı idrak etmek ve sizin, üzerimizde vâcip olan haklarınızı bilmek konusunda bizi a‘mâ kılmıştır. Şayet nesnelerimizi (ayn) izhâr eder ve bize varlık giysisini giydirirseniz, bununla bize nimet vermiş olursunuz. Biz de size yakışan yüceltme ve tâzimi ifa ederdik, ayrıca bizim üzerimizdeki saltanatınızı fiilen izhâr etmiş olurdunuz. Bugün üzeri­mizde fiilen değil, sadece kuvvet ve salahiyet açısından saltanatınız bulun­maktadır. Dolayısıyla sizden talep etiğimiz şey, hem kendimiz hem de sizin içindir.” İsimler, bu durumun el-Mürîd isminin kapsamında olduğunu ve o olmaksızın, onların hiçbir nesnesinin (ayn) söz konusu olmadığını söy­lediler. Azîz ve celîl olan rabbinden emir gelmedikçe, mümkün de kendi­liğinden bize imkân vermez. Ancak ona tekvinle emredip “Kendiliğinden mümkün ol!” dediğinde ve var olmasını da bize bağladığında, biz de o zaman oldurduk ve el-Mürîd ismine sığındılar ki varlığı yokluğa tercih etsin. İşte o anda ben, emreden ve konuşan bir araya geldik ve sizi var ettik.

Daha sonra el-Mürîd ismine sığınarak ona “el-Kadir isminden bizim nesnelerimizi (ayn) var etmesini istedik, bu işi sana bıraktı, ne dersin?” dediler. el-Mürîd, “el-Kâdir doğru söylemiştir. Ancak bende el-Âlim is­minin sizinle ilgili hangi hükme vardığına dair bir haber yok. Şayet da­ha önceden varlığa gelmenizle ilgili böyle bir bilgisi varsa, varlığınızı tercih edeyim, değilse, ben onun hükmü altındayım/onun kapsamındayım, ona gidin ve durumunuzu ona anlatın.” dedi. el-Âlim ismine gider­ler ve el-Mürîd isminin dediklerini zikrederler. el-Âlim, “el-Mürîd doğ­ru söylemiştir. Sizin varlığınızla ilgili bilgim önceden vardır ancak edep daha önceliklidir. Bizim üzerimizde gözetleyici olan (müheymin) bir mertebe bulunmaktadır ki bu mertebe, Allah ismi mertebesidir. Ona varmamız lazım, zira O bütün mertebeleri toplayan mertebedir.” der.

Bütün isimler, Allah ismi mertebesinde toplanır. Onların en iyi bileni olduğu hâlde “Ne istiyorsunuz?” dedi, onlar da kendisine haber verdikten sonra O, “Ben, hakikatlerinizi bir arada toplayan ismim, tenzih ve kemâl sıfatları bu­lunan Mukaddes Zât’ın müsemmasının deliliyim. Medlûlümün mertebesine girinceye kadar durunuz.” der. Medlûlünün katına çıkar ve O’na mümkünle­rin söylediklerini ve isimler arasında geçen konuşmaları zikreder ve [medlûl] şöyle söyler: “Çık ve isimlerden her birine hakikatinin taalluk ettiği mümkün varlıkları söyle. Ben, zâtım itibariyle kendimden tekim ve mümkün varlıklar, hakikatimi değil, mertebemi talep etmektedir. Çünkü ben zenginim (el-Ganî), mertebe ise mümkün varlıkların eserlerin onda zuhûr etmesi için istedikleri­dir. el-Ahad hariç, bütün ilâhi isimler benim değil, mertebenindir. O, bana tahsis edilmiş bir isimdir.” Daha sonra “Allah” ismi, beraberinde mümkün var­lıklar ve isimler (esmâ) için tercümanlık yapmak üzere el-Mütekellim ismiyle çıkar. Onlara müsemmanın kendisine anlattıklarını anlatır. el-Âlim, el-Kâdir, el-Mürîd ve el-Kâil taalluk eder ve mümkünâttan ilk mümkün, el-Mürîdin tahsisi ve el-Âlim’in hükmüyle zuhûr eder. Nesne (âyân) ve eserler kâinatta zuhûr edip bir kısmı bir kısmına hâkim olunca ve dayandıkları isim itibariyle, bazısı bazısını kontrolü altına alınca bu durum, tartışma ve çekişmelere yol açtı ve şöyle dediler: “Mertebelerimizin düzeninin bozulmasından ve zuhûrumuzun olmadığı dönemdeki yokluk hâline döneceğimizden korkuyoruz.” Mümkün varlıklar, el-Alîm ve el-Müdebbir isimlerinin kendilerine ilkâ ettik­leri konusunda esmânın dikkatini çekerek şöyle demişlerdir: “Ey isimler! Şayet hükmünüz bilinen bir ölçü, sınırlarınız da bizim varlığımızı sizin de üzerimiz­deki tesirlerinizi muhafaza etmek için bağlı olduğunuz bir imamla kaydedilmiş ise, bizim için en uygun olanı budur. Değilse yanında duracağınız sınırlarınızı belirleyecek birisini size takdim etmesi için, hepiniz Allah’a sığınınız. Aksi tak­dirde helâk olur ve işlevsiz kalırsınız. “Bu maslahatın ta kendisi ve en uygun görüştür.” dediler ve bunu yaptılar.

Sonra “İşinizi nihayete erdirecek olan el-Müdebbir ismidir, du­rumunuzu ona götürün.” dediler. O da “Bu benim işimdir.” dedi ve Hakk’ın emriyle Rab isminin yanına girip çıktı. Ona “Maslahat ne­yi gerektiriyorsa, onu yap.” dedi. Kendisine, emredilen konuda yar­dımcı olacak el-Müdebbir ve el-Mufassil ikilisini vezir edindi. Yüce Al­lah “O, her işi [hakkıyla] düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.”199 buyurmaktadır.

Bunu yapan, imam yani er-Rab’dır. Bak, durumun kendiliğinden olması gerektiği hâle mutâbık olan lafızla gelen Allah’ın kelâmı, nasıl da muhkem­dir. er-Rab ismi, onlar için sınırları belirledi ve mülkün ıslahı için onların görevlerini tanımladı. Hangisinin amel açısından daha iyi olduğunu an­lamak için, onları imtihan edeceğiz. Âlemlerin rabbi olan Allah yücedir. Onun Ankâ-i Mağrib’de yer alan sözleri sona erdi. Kulaklarımız buna ben­zer mânada, bu sözleri asla işitmedi.

Soru: İsimlerin bazıları diğerleri üzerinde gözetleyici (müheymin) midir?

Cevap: Ankâ-i Mağrib’de yer alan sözlerde geçtiği gibi, evet gözetleyicidir. Meselâ şöyle deriz: “Âlim olmadıkça mürîd, hayat olmadıkça âlim ola­maz.” Böylece O’nun hay ve müheymin olması, âlim ve mürîd olmasının üzerinde demektir. Bütün isimlerin eserinin varlığı, bu şekilde, başka bir ismin varlığına bağlıdır.

Soru: İlâhi isimler, meleklerin Rablerinin huzurunda düzenli gözetlen­dikleri gibi, müsemmalarının önünde gözetlenirler mi?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda söylediği gibi “Evet, gözetlenirler.”

Soru: İsimlerin ilk safları nedir?

Cevap: Şeyh’in dediği gibi şöyledir: “İlki el-Hay’dır, onun yanındaki el-Alîm’dir. İkisi arasında başka bir isim için herhangi bir boşluk yoktur. Onun yanında el-Mürîd olan el-Âlim vardır. Onun yanında el-Kâil, onun yanında el-Kâdir, onun yanında el-Hakîm, onun yanında el-Mukît, onun yanında el-Muksit, onun yanında el-Müdebbir, onun yanında el-Mufassil, onun yanında er-Râzık ve onun yanında ise el-Muhyî yer almaktadır. Keşif yöntemimizle gördüğümüz gibi, esmânın safları bu şekildedir.

Soru: İlâhi isimlerle ahlâklanma, safların tertibinin hükmüne bağlı mı­dır, değil midir?

Cevap: Evet, onlardaki düzenin dışında, onlardan birisiyle ahlâklanma doğru olmaz. Hadiste ifade edildiği üzere kâinatta herhangi bir boşluk olduğu zaman, şeytan namazın safları arasındaki boşluğa girdiği gibi, ora­ya girer. Böylece veliyi Hak Teâlâ’nın kibriyâ ve azâmet gibi özellikleriyle meşru olmayan ve şerî emirlere uygun olmayan bir şekilde ahlâklanmaya yönlendirebilir.

Soru: İlâhi isimlerin mertebeleri arasında ma‘kul bir boşluk (fasıla) var mıdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\a ifade ettiği gibi “İsimlerin hepsinin müsemmalarıyla irtibatları ve her isimde bütün isimlerin potansiyeli bulunma­sı sebebiyle, ilâhi isimlerin mertebeleri arasında gerçekte ma‘kul bir boşluk yoktur. Bu, Hak Teâlâ’nın uzaklığı hatırlatan b ile bize hitap etmesi gibidir. Halbuki O, bize şah damarımızdan daha yakındır. Ancak her bir ismin ken­disine tahsis edilen bir mertebesi, âlemdeki nesnelere hükmedeceği ve sal­tanatını izhâr edeceği bir vakti olduğu için, kul için bu mertebelerde bazen yakınlık bazen de uzaklık zuhûr eder. Böylece her isim lisân-ı hâl ile kula, “Mertebeme gel!” der. Kul, ilâhi bir hüküm altında olduğunda, kulun em­redilen ya da nehyedilen şeye uygun olarak hükmü kendisine verilir. Kula emredilen ya da nehyedilen şeye uygun olarak hükmünü veren ilâhi isim, şehadet mertebesinde söz konusu muhaliften uzaktır. Mertebesine gelmesi, çağrısına cevap vermesi ve hükmünün altına girmesi için onu çağırır. Bu, ismin kendisine emredilen şeye muvafık olmamasından dolayı uzaktır. Mâsum ya da mahfûz olmanın dışında hiçbir kul, bu ölçünün dışına çıkamaz.

Soru: Kul, sürekli olarak isimlerin otoritesi altında esirdir.

Cevap: Evet, onların otoritesinin esiridir. Bir ismin otoritesi bittiğinde başka bir ismin hükmü bunu üstlenir. İsimler, gece gündüz onu çekim alanı içinde bulundurmaya devam eder. Mükellefin bir tek an bile kendi kendine bırakılması imkânsızdır. Rahmân ismi, onun sürekli merhame­te muhatap olmasını talep eder. Müntakim ismi, sürekli olarak intikama muhatap olmasını talep eder. Dolayısıyla kul, sürekli olarak iki dünya işle­rinden birini yaparken, iki tür baskı (kabza) altında kalmaya devam eder. Daha önce geçtiği gibi, sadece mâsum ve mahfûz olanlar bu kapsamın dışındadır. En doğrusunu Allah bilir.

Yüce Allah ilk olarak “el-Hay” ismi ve tâbileriyle sözü açar. el-Âlim ismine gelince, bu konuda zamanının muhakkiki olan Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “el-Âlim, ilmi bilinme özelliğine sahip her şeyi kapsayan kimsedir. Aksi hâlde Allah’ın ilminin taalluk ettiği şey­ler sonsuz olur. Yüce Allah “Her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.”[24], “Her şe­yi tek tek saydı.”[25], “Gizliyi ve ondan daha gizli olanı da bilir.”[26],

Gözlerin hâin bakışını ve göğüslerin gizlediklerini bilir.”[27] ve Yaratan hiç bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”[28] buyurmaktadır. Yüce Allah, bizim için mümkün ve mümtenî olan bütün küllî ve cüzîleri bilir. Küllîleri mutlak olarak, cüzîleri de nazar ehlinin icmâ ve ittifakıyla bilmektedir.

Soru: İmanın sahih olduğu hâlde Allah’ın cüzîleri bildiğine muhalif bir görüşe nasıl cüret ettin?

Cevap: İlmin cüzîlere taalluk etmediğine dair benden başkalarının gö­rüşüne işaret etmek üzere ifade ettim. Oysa ben, kesin olarak Yüce Allah’ın her şeyi bildiğine, hiçbir şeyin O’nun ilminin dışında kalmadığına inanmak­tayım. Bunu Mısır’da bulunan yahudi, hıristiyan, Mecûsî ve Sâmirîlere de sordum ve tamamı, hiçbir şeyin Rabbimizin ilminin dışında kalmayacağını söylediler. Allah’ın cüzîleri bilmediğini söyleyenlerin bunu nereden aldıkla­rını bilmiyorum. Hatta bu görüşü imamlar da nakletmektedir. Ancak bunu, nakleden imamlar, doğrudan bir görüş olarak değil, o görüşten çıkarılan bir sonuç olarak almışlardır. Tercih edilen görüşe göre, bir görüşten çıkarılan sonuç, o görüşün kendisi olamaz. Bu düşüncemizi, imamların bunu Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’ın 54. bâbındaki şu görüşünün sonucundan çıkar­mış olmaları da desteklemektedir: “Bil ki ne mümin ne de mümin olmayan hiç kimse Allah’ın ilminin yetkin olduğundan şüphe duymaz. Hatta Allah’ın ilminin cüzîlere taalluk etmediği, bununla ilgili bilgisinin de küllî ilim içe­risinde bulunduğu ve yaratılmışların ilminde olduğu gibi, detaylara gerek olmadığını savundukları nakledilen kimseler de buna dâhildir. Allah’ın ilmi­nin cüzîlere taalluk etmediğini düşünen hiç kimse O’nun cüzîler hakkındaki ilmini mutlak olarak nefyetmemiştir. Bununla, Allah’ın bunlar hakkındaki nefsî ilminin detay anında yenilenmediğini kastetmişlerdir. Allah’ı tenzih etmeyi amaçlamışlardır ancak ibarelerinin kendilerine izafe edilen görüşleri vehmettirmesi hasebiyle tabirlerinde hataya düşmüşlerdir. Aslında onlar, Al­lah’ın ilminin varlığını kabul ediyorlardır.

Şöyle derim: Belki de Allah’ın cüzîleri bilmediğini söyleyenleri tekfir eden kimseler, onların müslüman olduklarını düşünerek tekfir etmişlerdir.

Gerçekte ise onlar, Şeyh’in el-Fütûhâtın Esrâr Babı”nda onlardan, Al­lah’ın ilminin genel (icmâl) olduğunu söylemek kemâl sahibi kimselerin özelliği değildir. Zira meânîde icmâl muhâldir. İcmâlin muhâl olması hem lafız hem de mâna açısındandır.” şeklinde bahsettiği gibi, daha önce başka şeylerden dolayı kâfir olmuşlardı.

Soru: Allah’ın, “Biz bilinceye kadar sizi sınayacağız.”[29] ve “Allah’ın gâib oldukları hâlde kendisine ve peygamberlerine yardım edenleri bil­mesi için.”[30] gibi âyetlerle ne kastedilmiştir? Zira bunların zâhiri anlam­ları, Hak Teâlâ’nın muhdes varlıkların var olmasıyla ilmen istifade ettiği sonucunu vermektedir.

Cevap: Bu, büyük âlimlerin anlamada zorluk çektikleri bir meseledir ve bu problem sadece sahih keşf ile çözülür. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın 514. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ın ötesinde atılacak (mermî) bir şey yoktur ve senin ötende de yoktur; çünkü sen, Allah’ın ilminde bilinen­sin. Seninle varlık kemâle eriyor, senin O’na yettiğin gibi O da sana yeter. Bu nedenle sen varlıkların sonuncusu ve maksadın ilkisin. Şayet yokluğun olmasaydı, maksat olmazdın. Dolayısıyla hâdis olman doğrudur. Şayet O’nun hakkındaki ilmin yok (adem) olmasaydı, O’nu bilmeyi murad et­men doğru olmazdı. Bu, varlıkla ilgili en güzel ve akla en çok müşkil ge­len bir açıklamadır. Kendisiyle ilgili bilgiyi sana veren kimse, sen olmadan nasıl kendini bilmez? Kuşkusuz mümkün varlıklara, Hak Teâlâ kendileri hakkındaki bilgiyi vermiştir. Onlar, Hak Teâlâ olmaksızın kendileriyle il­gili hiçbir şey bilmezler. Bu nedenle biz “Senin ona yetmen gibi varlık da (vücûd) sana yeter.” dedik. Çünkü kendisinde sona varılacak amaç odur ve ondan sonra sadece sen ve senden olan ilmin vardır. Senden sonra ise sade­ce imkânsızlık (muhâl) vardır ki bu da salt yokluktur. el-Fütûhât’ta bundan daha problemli bir yer yoktur. İslâm âlimlerinin izah etmesi için bunları harfiyyen naklettim. En doğrusunu Allah bilir.

552. bâbda, el-Habîr ismi kapsamında şöyle demiştir: “Ey kar­deş bil ki el-Habîr, sınavdan sonra bilginin kendisinde hâsıl olduğu kimsedir. Bu durum, ‘Biz bilinceye kadar sizi sınayacağız.’[31] âyeti­nin lafzının zâhirinin sonucudur. Oysa Yüce Allah, bu sonuçtan mü­nezzehtir. Aksine O, kulun yaptığı her şeyi iradesiyle birlikte bilir.

Ancak tenzihi sıfatlara aykırı olmakla beraber, istivâ âyeti” ve dünya se­masına inme” gibi konularda bizim akıllarımızın seviyesine indiği gibi, bu­rada da ilimden istifade eden kimsenin seviyesine inmiştir.”

Aynı şekilde Şeyh, “Esrâr Bâbı”nda, “Biz bilinceye kadar sizi sınaya­cağız.”[32] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki bir şeyi olmadan önce bilen kimsenin bu bilgisi, o şeyin oluşu itibariyle değildir.” Bu konuda uzun açıklamalarda bulundu. Daha sonra “Böylece mâlumun değişmesiyle ilmin de değiştiği, mâlumun ise ilim olmaksızın değişmediği anlaşılmış oldu.” demiştir. Şimdi, bu nasıl bir hükümdür, bize söyleyin! Bu mesele akılların şaştığı ve hiçbir şeyin de nakledilmediği bir meseledir.

Söz konusu âyetin anlamı kapsamında, bu bâbın sonlarında başka bir yerde de şöyle demiştir: “Bil ki âlim bazen cahillik yapabilir, câhil de gâfil olmadığı hâlde kulunun kendisine nispet ettiği şeylere iman edip etmedi­ğine bakmak için gâfil gibi davranabilir.”

Başka bir yerde ise şöyle demiştir: “Sana anlamak için soru soran, senin anlamak için sorulan şey hakkında âlim olduğunu ikrar etmiştir. Bazen âlim kişi, kalbinde şüphe olan kimseyi denemek için soru sorar ve böylece kendinde rabbini bilen ile bilmeyen birbirinden ayrılmış olur. Bunun benzeri “Ey iman edenler! İman edin.”[33] âyetidir. Mümin olan kimselere iman ettikleri şeye iman etmeleri emredilmektedir. “Esrâr Bâbı”nın baş taraflarının bir yerinde şöyle demiştir: “İmtihanla ilgili fitneye düşürecek acayip ifadelerden biri de ‘Biz bilinceye kadar sizi sına­yacağız.’[34] âyetidir. Oysa O, onların yapacağı şeyleri bilmektedir, anla! Anladıysan gizle, sana sorulursa ‘bilmem’ de! Bil ki fitne, kalpteki basiret ve gözlerle imtihan etmektir.” İlgili bâbın başka bir yerinde ise şöyle de­miştir: “Yüce Allah, ‘Biz bilinceye kadar’ ifadesiyle kâinattan kendisine ilim intikal ettiğini haber verdiği zaman, ârif bunun üzerine sustu ve konuşmadı. Nazar âlimi ise vehmedilenlerden sakınmak için te’vil etti. Şüpheci kalpler hastalandı ve elem duydu. Allah’ı bilen kimseler ise buna sevindi ancak bunu gizledi ve bunun zâhiri anlamı gibi olduğunu söyle­di. En doğrusunu Allah bilir.

Kâmil olan veliye öğretilmiş, muhdes olan ise teslim edilmiştir. Ey kardeş! Senin bilmediklerini sana öğreten Allah’a hamdolsun. Bunu uzun uzadıya anlattı ve sonra şöyle dedi: “Alîm için müstefad ilim, ona iman edilmesi noktasında kadîm ile hâdisi kapsadığını öğrendin. Şayet bu konu­da inat ediyorsan, ‘Biz bilinceye kadar’[35] âyetini ve Hak Teâlâ’nın kendisi hakkında verdiği hükmü dikkate al. Bunlara iman et ve nakil olmadan sadece aklınla yetinme! Taklitte takyid vardır. Hakkın ilmini bazen biliriz, O’nun kendi nefsi hakkındaki ilmini ise mertebesi yüce olduğu için hiç kimse bilmez. Bu Hz. Îsâ’nın şu sözü gibidir: ‘Senin nefsinde neyin oldu­ğunu bilmiyorum; çünkü ben senin cinsinden değilim.’” Şeyh’in “Esrâr Bâbı”ndaki sözleri burada sona erdi, değerlendir!

404. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki ilimlerin en problemlisi, ilmin mâluma, kudretin makdûra ve iradenin murada nispet edilmesidir. Zira bu, taallukun hudûsunu vehmettirmektedir. Bununla âlim, kâdir ve mürîd olarak bütün sıfatların müteâllaklarına bağlanmasını kast ediyorum. Mâlumat, makdûrat ve murâdatın ilimde bir başlangıcı yoktur. Zira bunlar, Allah’ın ilminde vardırlar ve bunların sonsuz olduğuna dair O’nun ilmi bunları kuşatmaktadır.” Şöyle demiştir: “Durum bizim işaret ettiğimiz gibi olduğu için, kelâmcılardan İbnü’l-Hatîb gibi bunun farkına varan­lar, bir topluluk yanında taallukun hudûsüne dair göndermelerde bulu­narak bahsetmiş ve Allah’ın bu makamda, “Biz bilinceye kadar”[36] bu­yurduğunu söylemiştir. İlklerden bazılarıysa, ilâhi ilmin detaylara taalluk etmesini sonlu olmadığı için reddetmişlerdir. Ancak bu, sınırlı varlık kapsamına girmez. Âlimlerin aklı, fikirlerinin sıkıntılı olmasından dola­yı bu âyet konusunda sıkıntı içine girmiştir. Şeyh şöyle demiştir: “Bize gelince, keşif bu meseledeki problemi bizim için kaldırmıştır. Yüce Allah, ilmin âlimle mâlumat arasında bir nispet olduğunu kalbimize ilkâ et­miştir. Geride Hak Teâlâ’nın zâtından başka vâcibü’l-vücûd yoktur. Bu, O’nun vücudunun kendisidir ve O’nun vücudunun da ne başlangıcı ne de sonu vardır. Bu nedenle O’nun herhangi bir tarafı da yoktur. Zira başlangıç ya da sonu nefyetmek, O’nun yarattıklarından ayrıldığı yük­sek derecelerdendir. Yüce Allah, “Dereceleri yükseltir.”[37] buyurmaktadır.

Mâlumatın, Allah’ın varlığının müteallakı (bağlı olan şey) olduğu bilin­mektedir. Sonsuz olan, mâlum, makdûr ve murad edilen olarak sonsuz olanın varlığına taalluk etmiştir. Anla, ey kardeş! Bu nedenle dinleme yöntemlerini kesinlikle bilmiyorum. Şüphesiz Hak Teâlâ, sınırlı varlık kapsamına girmekle nitelenemez. Zira aksi hâlde sonlu olur. Çünkü var­lık kapsamına giren her şey sınırlıdır. Bârî Teâlâ ise hakiki varlıktır ve bu varlığının kapsamına girmez. Çünkü O’nun varlığı, O’nun dışında­kilerin aksine mahiyetinin aynısıdır. Bunun bir kısmı varlık kapsamına girer ve sonludur; bir kısmı ise varlık kapsamına girmez ve sonlulukla nitelenemez. Kudretin ve iradenin kapsamına giren şeyler de (makdûrat ve murâdat) bu yöntemle belirlenir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Evliyâdan hiç kimse, isimlerin mümkün âlemdeki tesiri olan âlemin başlangıcının sebebine ulaşmış mıdır? Daha önce geçtiği gibi Hâlik mahlûku, Râzik merzûku talep eder.

Cevap: Bu, kaderin sırrıyla alâkalı bilgidir. Kader ilmi ise Muhammedîlerin vârisi olan kâmil bir kısım fertlere hastır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât ın 4. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ı bilen âlimlerin çoğu âlemin baş­langıç sebebi hakkında bilgi sahibi değildir. Ancak kadîm olan ilmin, ezelde onun icâd edilmesine taalluk ettiğini bilir. Yüce Allah, nasıl olacağını bildiği şekilde yaratmıştır. Burada âlimlerin ilmi son bulur. Bize gelince, Yüce Allah vehbî yöntemle bizi bunun ötesine muttali kılmıştır. Bu da bu âlemde etkili olan ilâhi isimlerdir -ki bunlar, O’ndan başka kimse tarafından bilinmeyen ilk anahtarlardır.-” Şeyh, bu bilginin kendi asrında başkasına da mı verildiği yoksa sadece kendisine mi verildiğini bilmediğini kaydetmiştir.

Soru: “Sizden biriniz cennetliklerin amelini yapar ve kendisiyle cennet ara­sında sadece bir kulaçlık mesafe kalır. Ancak daha önce defterinde yazılı olan gerçekleşir.” hadisinde yer alan defterinde yazılı olması (sebku’l-kitab) ifadesi­nin anlamı nedir? Oysa Yüce Allah, bildiklerinden başka bir şey yazmaz, bili­nenlerin kendi özünde oldukları sûrette müşâhede ettiklerinden başka bir şey bilmez. Bunlardan değişenler ile değişmeyenler arasında, bu açıdan herhangi bir fark da yoktur. Yüce Allah, bunlar henüz yokluk (adem) hâlindeyken, çe­şitlenmeleri ve değişimleri de dâhil, sonsuza kadar her şeylerini bilir. Bunları sadece kendi ilminde oldukları şekil üzere yaratmıştır. Allah’ın ilmi, mâdum, mevcut, vâcip, mümkün ve muhâl gibi eşyanın tamamına taalluk ettiğine göre “defterde yazılmış olmanın (sebku’l-kitab)” ne anlamı vardır?

Cevap: Şeyh’in 411. bâbda dediği gibi, Defterde yazılmış olmanın (sebku’l-kitab) anlamı, defterin, ilmin taalluk ettiği söz konusu şeyin var­lık sahnesine çıkmasının, o şeyin yokluğu hâlinde iken Allah’ın müşâhede ettiği şekil üzere olmasına nispet edilmesidir. Defterde yazılı olmak, ger­çekte budur. Defterde bu şeyin varlığı önceden kaydedilmiştir.” Şeyh şöyle demiştir: “Yaratılışları zuhur etmeden önce Yüce Allah’ın her iki âlemdeki oluşlara keşif yöntemiyle muttali kıldığı kimselerin dışında, hiç kimse bun­lara zevk yoluyla muttali olmaz. Bu, kişinin [kopmadığı hâlde] kıyametin kopmasını rüyada görmesi gibidir. Yüce Allah bu konuda hüküm verme yetkisine sahiptir. Keşif sahibi, işler var olmadan önce, yokluk hâlinde iken bunları müşâhede eden kimsedir. Bu ilme sahip olan kimse defterden öncedir ve kendisinden önce defterde yazılı olmasından korkmaz. Çünkü defterde, onun varlık sahnesindeki hâlinden farklı bir şey yer almaz. O hâl­de kulun nefsini Allah’a teslim etmesi ve deftere itiraz etmemesi gerekir.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın kendisini ‘apaçık delil (hüccetü’l-bâliğa)’ olarak nitelemesini anladıysan bu da böyledir.” Şayet tartışma konusu ola­caksa ilâhi ilmin kendisine, kendiliğinden mâlum olan şeyler dışında [bir şeye] taalluk etmesi muhal şeylerdendir. Şayet bir kimse Allah’a karşı delil ileri sürerek ‘Benim şöyle olmam senin ilminde kayıtlıdır, dolayısıyla beni bu konuda hesaba çekme.’ derse Yüce Allah, ona ‘Seni olduğundan farklı bir şekilde mi bildim? Şayet sen böyle değilsen, senin olduğun hâl ne ise o şekilde bildim.’ der. Bu nedenle Yüce Allah, ‘Biz bilinceye kadar sizi mut­laka imtihan edeceğiz.’[38] buyurmuştur.” Kendini sorgula ve sözlerinde in­saflı ol! Kul kendini sorguladığı ve söylediklerimizi anladığı zaman, O’nun delilli olduğunu ve delilin Allah için ve kendisine karşı olduğunu bilir. Hatta edep gözeterek Allah’ın kendisine karşı delilini ikâme etmiş olur. İşte buradan Allah’ın, “Biz onlara zulmetmedik, aksine onlar kendilerine zul­mettiler.”[39] âyeti ve benzerlerinin anlamını anlar. Yani kıdem hâlinde iken bildiklerimize taalluk eden şeyin, varlık sahnesine çıkan şeyden başka bir şey olmadığını anladığımız zaman, Allah’ın yaratmasında herhangi bir de­ğişiklik olmadığını anlarız. Bu konu 25. mebhasta Allah’ın apaçık delilinin (el-hüccetü’l-bâliğa) bulunduğu kapsamında, geniş olarak yer alacaktır.

Soru: Durum dediğiniz gibiyse, Allah ne ile mertebe açısından kulla­rından ayırt edilir?

Cevap: Hak Teâlâ mertebe itibariyle kullarından ayırt edilir. Şöyle ki Hak Teâlâ yaratıcı, âlem ise yaratılmıştır. Şeyh Muhyiddin bu cevabı zik­rettikten sonra şöyle demiştir: “Bu seni, ilmin mâluma tâbi olduğu, mâlumun ilme tâbi olmadığı sonucuna götürür.” Şöyle demiştir: “Bu, ince bir meseledir. Ehlullahtan bu konuda dikkati çekilmiş olan herkesin bize ulaş­mış olan şeye ulaştığı, ilmimde yer almaktadır. Yine bunu araştıran herkes onu inkâr etme imkânı bulur. Mevcut olan bir şeyin bilgisinin varlığından daha önce olması ile onun ezeldeki yokluk anındaki hâlinin sûretini birbi­rinden ayırt eder. İlâhi ilim için bunlar eşittir. Bunların arasında mertebe dışında herhangi bir uzaklık söz konusu değildir.

Şeyh şöyle demiştir: “Şayet el-Fütûhât kitabında bu meseleden başka bir şey bulunmasa bile, kitabın şerefi için bu yeterlidir.” Burada kaydet­tiklerimizi 558. bâbda Allah’ın el-Alîm ismi kapsamında söyledikleri de destekler. Burada şöyle demektedir: “Bil ki ilmin müsemmâsı, âleme özel bir taalluktan başka bir şey değildir. Bu, mâlum kapsamında bulunan söz konusu zâta bir nispettir. Zira ilim, mâluma tâbi olduğu için ondan sonra­dır. Bu, onun tahkikidir. Gerçekte ilim mertebesi, mâlumattır. Bu, hiçbir büyüğün müşâhedesinde kaldırılması doğru olmayan bir nisbettir. Şayet mertebesi kalkarsa bilen ve bilinen birbiriyle birleşir. Muhakkike göre, aslı itibariyle aklen kendisi mâlumdan sonra geldiği için ilmin mâlum üze­rinde hiçbir etkisi yoktur. Bu, senin muhâli muhâl olarak bilmen ve onu bilmenden dolayı onun üzerinde hiçbir etkiye sahip olmaman gibidir. An­cak aklen kendisinden sonra geldiği için mâlumun ilminin üzerinde bir tesiri var, onu bilmenden dolayı sende herhangi bir etkisi yoktur ancak ilminde onun etkisi vardır. Muhâlin kendisi, muhâl olması itibariyle sana bir bilgi vermektedir. İşte buradan, nazar erbabının vehmettiğinin aksine, ilmin mâlum üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı anlaşılır. Mümkün âyanların icadının ilimden değil de ilâhi sözden sudûr ettiği keşfen ve şer‘en, ilâhi kudretten sudûr ettiği ise aklen ve şer‘en zâhir oldu. Mümkün varlık kendisi zuhûr eder ve âlimin ilmi, o yokluk (adem) hâlindeyken taalluk ettiği gibi zuhûruna da taalluk eder.

Soru: Allah’ın “O, her şeyi hakkıyla bilendir.”[40] âyetinin anlamı nedir? Genel olarak mı bilmektedir yoksa mâlum anlamında mı bilmektedir?

Cevap: Şeyh’in 361. bâbda dediği gibi kalıbı, ve gibi fâil ve meful anlamında kullanılır. Yüce Allah’ın buradaki “^_U” tabiri ise bir­likte hem bilen hem de bilinen anlamındadır. t^G sözündeki ^ edatı, ^3 anlamındadır. Yani Yüce Allah herşeyde bilinir ve herşeyi bilgisiyle ku­şatmıştır. Yani söz konusu bilineni kuşatmış olduğu gibi, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. Bu sadece Allah ve Allah’ın kendilerine bildirdiği kimseler için böyledir.” Şöyle demiştir: “Bütün bunların aslı şudur: Zarfiyyet, kâinatta aslî olarak vardır da sonradan onu şerî bir yorumlamayla Yüce Allah için mi yükledik yoksa O’nun yüceliğine yakışır bir şekilde zaten Hak’tadır da fiilen âlemde mi zuhûr etti? Bu, Cariye’ye sorulan “Allah nerede?” sorusun­daki eXye benzer. Burayı iyi düşün ve araştır. Allah hidâyetini üstlensin!

Sonuç: Efendim Ali b. Vefâ (ra), “Her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.”[41] âyeti bağlamında şunları zikretti: “Bu âyette, senin niteliklerinden olan her şe­yin Allah’ın ilminde olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla senin vehmin O’nun ilmidir, zannın O’nun ilmidir, ilmin O’nun ilmidir, hayalin O’nun ilmidir, fikrin O’nun ilmidir, düşüncen O’nun ilmidir, sözün O’nun ilmi­dir ve tercihin O’nun ilmidir. Diğer bütün şeyleri de bununla mukayese et. Şayet her şey Yüce Allah tarafından bilinmezse, O’nun söz konusu olan ilmî kuşatması tamamlanmış olmaz. En doğrusunu Allah bilir.

el-Kâdir ismi meselesine gelince kelâmcılar bu konuda şöyle demişlerdir: “el-Kâdir, mümtenî değil de mümkün olan varlıklardan güç yetirilme özelli­ğine sahip olan her şeye gücü yeten demektir. ‘Güç yetirilme özelliğine sahip olan her şey’ denilmek sûretiyle, her ne kadar fiilen kudretinin taalluk ettiği şeyler sınırlı ise de O’nun kudretinin sonsuz olduğu ifade edilmek istenmiş­tir. Dolayısıyla bilkuvve taalluk etmesi sınırsız; ancak bilfiil sınırlıdır.

Soru: Yüce Allah kendi nefsine güç yetirmekle ya da kendi varlığı üze­rinde irade sahibi olmakla nitelenebilir mi?

Cevap: Bu imkânsızdır. Bu soru gereksiz bir sorudur. Zira O, zâtıyla vâcibü’l-vücûttur. İrade ise var etmek için ademe taalluk eder. Allah bun­dan münezzehtir.

Soru: Allah’ın Allah her şeye gücü yetendir.”[42] âyetinin anlamı nedir? Yüce Allah var olan herşeye kadîr olduğunu, hiçbir şeyin kudretinin kapsa­mının dışında kalmadığını belirtmiştir.

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 90. bâbına ek olarak yazdığı gibi, Al­lah’ın gücünün kapsamına giren “şey”den kastedilen, kadîm olan ilminin taalluk ettiği şeydir. Kudreti buna taalluk eder ve duyulur âlemde var olur. Dolayısıyla O, kadîm ilminde bulunan ve iradesinin taalluk ettiği her şeye gücü yetendir. Bunun izahı şöyledir: Nesnelerin nesnel âlemde hâlden hâle geçtiğini ve tavırlarda (etvar)[43] yaratılışın dönüştüğünü bi­len herkes, Allah’ın her şeye kâdir olduğunu da bilir. Kudreti, ilminde “şey” olarak yer almayanları kapsamamaktadır. Çünkü “şey olmayan”, şey’iyyeti kabul etmez. Şayet kabul ederse, gerçekte “şey olmayan” olmaz. Hiçbir mâlum asla onun hakikatinden çıkmaz.“Şey olmayan” hakkında, bundan sonra asla şey olmayacağına dair hüküm verilmiştir. “Şey olan” ise, hakkında hep “şey” olacağına dair hüküm verilmiştir.

Soru: Evliyâdan hiç kimse, icâd hâlinde kudretin makdûra taalluk ediş şeklinin bilgisine ulaşmış mıdır? Yoksa bu, Allah’tan başkasının bilmediği kaderin sırlarından biri midir?

Cevap: Şeyh’in Şerhu Tercümâni ’l-Eşvâk’ta dediği gibi bu, kaderin sırlarındandır ve kaderin sırlarına sadece “Efrâd”[44] ulaşabilir.” “Allah bizi ona muttali kıldı. Ancak bu bilgiye ulaşmayanlar arasında ciddi tartışmalar olduğu için bunu, açıkça söylememiz mümkün değildir.” demiştir. Yüce Allah “Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.”[45] buyurmaktadır. Böylece bunu meşîet kapsamına almış­tır. Bu, bize “Muhammedî verâset” hükmünün neticesi olarak verilmekte­dir. Yüce Allah, kaderin sırrı hakkındaki ilmi, Allah’ın resulü Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve bu konuda Ebûbekir (ra) gibi kendisine vâris olanlardan başkasına kapatmıştır. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir gün kendisine “Bugünün hangi gün olduğu­nu biliyor musun?” diye sorduğu nakledilmiştir. Hz. Ebûbekir (ra) “Evet, bugün kaderlerin günüdür.” veya kitaplarımızda birçok yerde zikrettiğimiz gibi, benzeri bir cevap vermiştir.

Soru: Allah’ın kudretinin, mânaların cesetlere bürünmesi ve bir şahsın aynı anda birden fazla mekânda yaratılması veya bulunması gibi, muhâl olan şeylerin îcâdına taalluk ettiği söylenebilir mi?

Cevap: Şeyh’in 280. bâbda verdiği gibidir: Allah’ın kudreti mutlaktır ve aklî olan muhâlleri de îcâd edebilir. Bu konuda uzun izahlarda bulun­muştur. el-Levâmî isimli kitabında, Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazzâlî’nin “Olandan daha güzeli, imkân dâhilinde değildir.” sözü bağlamında şöyle demiştir: “İnsanlar bu sözünden dolayı, İmâm’ı kınamışlardır; oysa bunun anlamı gayet açıktır: Bizim için kıdem ve hudûs olmak üzere iki mertebe vardır. Hak Teâlâ’nın kıdem mertebesi, yaratılmışların ise hudûs mertebe­si vardır. Allah’ıın yarattığı hiçbir şey hudûs mertebesinin dışına çıkmaz. Hakk’ın kadîm olan bir şeyi yaratması ise asla doğru değildir.

el-Fütûhâtın 8. bâbında, Allah’ın Âdem’in (aleyhisselâm) çamurunun kalıntıla­rından yarattığı şehirlerin durumu bağlamında şöyle demiştir: “Bu toprak­lara girdim ve aklen muhâl olan şeyleri gördüm. Aklın, delilleriyle muhâl gördüğü her şeyin, bu topraklarda mümkün olduğunu gördüm. Böylece bunun aklın yetersizliği olduğunu anladım. Yüce Allah, iki zıddı bir araya getirmeye, bir cismi iki mekânda var etmeye, arazı kendisiyle kâim kılma­ya ve intikal ettirmeye ve mânayı mâna ile kâim kılmaya kâdirdir.” “Bize nakledilen ve aklın zâhiri anlamlarıyla aldığı bütün âyet ve hadisleri, bu topraklarda zâhiri mânalarıyla bulduk.” demiştir. Bu konuda uzun açıkla­malarda bulunmuştur. Düşün! En doğrusunu Allah bilir.

el-Mürîd yüce ismi meselesine gelince; bil ki el-Mürîd, iradesi mâduma yönelen ve onu var edendir. Yüce Allah, var edeceğini bildiği bir şeyi, murad eder ve onu var eder. Var etmeyeceğini bildiği bir şeyin de varlığını murad etmez. İrâde ilme tâbidir. Böylece hayrı ve şerriyle kaderin O’nun iradesiyle oluştuğu anlaşıldı. Bu, eşyanın zâtı, hâlleri ve diğer özelliklerin­deki özel bir ölçü, belirli bir miktar ile îcâd edilmesidir. Bu, Eş‘arîlerden akâid kitabı yazanların ibâresidir. Şeyh’in 330. bâbdaki ibâresi ise şöyledir: “Bil ki kazâ, kader’den önce gelir; hatta “el-Kazâ ve’l-kader” denilmek sûretiyle, lafızda bile böyledir. Kazâ, Allah’ın eşyanın ilelebet nasıl olacağına taalluk eden ezelî iradesidir. Kader ise Hak Teâlâ’nın kulları hakkındaki mukadderatın meydana geliş zamanını belirlemesidir. Kazâ, kader’in hâ­kimidir ve kadere hükmeder. Aksi söz konusu değildir. Mukadder, vakti belirlenen demektir; kader ise vakti belirleme demektir.

413. bâbda şöyle demiştir:

Soru: Kazâ gibi, meydana gelene de (makzî) rızâ göstermek vâcip midir?

Cevap: Ehl-i sünnet’in görüşüne göre, kazâya razı olmak vâcip, makzîye razı olmak vâcip değildir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah bize kazâya mutlak sûretterazı olmamızı emrettiğinde bunun genel olduğunu anladık. Detaylandırıldığı zaman, razı olmamız câiz olan ve câiz olmayan olarak ikiye taksim edilmiştir. Kader ise hükmün zamanlamasının yapılmasıdır; her şey bir kazâ ve kaderle, yani vakti belirlenmiş bir hüküm iledir. Mutlak zamanlama açısından, hayır ve şer olmak üzere kadere iman etmemiz gere­kir. Tayin edilmesi açısından da iman etmemiz gerekir; bir kısmına razı ol­mamız gerekmez. Şerre iman etmenin şekli, kulun hayrın hayır olduğuna iman etmesi gibi şerrin de şer olduğuna iman etmesidir. Ancak edep açısın­dan, haberde “Şer senden değildir.” şeklinde belirtildiği gibi, şerri Allah’a izâfe etmek doğru değildir. Böylece, Allah’ın “Dilediğini yapan”[46] olduğu anlaşıldı. Daha önce geniş bir şekilde geçtiği gibi O, yer ve gökteki âlemin oluşlarını dilemektedir. Küfür, iman, taât ve isyan O’nun meşîeti, hükmü ve iradesiyledir. Gerçekte, varlık (vücûd) için O’ndan başka irade sahibi yoktur. Zira O “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.”[47] buyurmuştur.

Soru: Meşîet de irade kapsamında mıdır, yoksa tersi midir ya da arala­rında husus ve umum ilişkisi var mıdır?

Cevap: Ulemânın çoğunluğuna göre ‘irade’ meşieti de kapsar, ter­si de olur. Ancak bazıları, iradenin meşîetten daha hususî olduğunu, meşîetin daha umûmî olduğunu söylemişlerdir. Çünkü meşîet, icâd etme ve yok etmeye taalluk eder. İrâde ise sadece mümkünlerin icadına taal­luk eder ve onun müteaallakı görece yokluktur (ademü’l-izafî). Ona yö­nelir ve onu îcâd eder. Meşîet ise mutlaktır, hem var eder, hem de yok eder. Yüce Allah “Bir şeyin olmasını dilediği zaman O’nun emri” yani meşîeti “ona “Ol!” demektir, o da oluverir.”[48] buyurmuştur. Yine “Di­lerse sizi götürüp yeni bir yaratılmış getirir.”[49] buyurmuştur. Bu açıdan değerlendirildiğinde iradeden daha geneldir. Hak olan ise birincisidir.

Zira Hak Teâlâ’nın sıfatlarının özelliklerinden biri de Hakk’ın kendisi için belirlediği sınırların dışına çıkamayan yaratılmışların sıfatlarının aksine, bir sıfatın diğer sıfatların fiilini yapmasıdır. Bu, ehl-i keşfin görüşüdür. Bazı kelâmcılar buna muhalefet ederek Allah’ın sıfatlarının mertebelerini aşmadığını, söz gelimi görme sıfatıyla işitmediğini, diğer sıfatların da böyle olduğunu söylemişlerdir.

Soru: Rızâ ile muhabbet arasında bir fark var mıdır, yoksa ikisi de aynı mânada mıdır?

Cevap: İkisinin de aynı mânada olduğu, konularının Allah tarafından belirlendiği, her ikisinin de ancak dînî açıdan övgüye layık olan fiiller için kullanıldığı ve irade ile meşîetten farklı olduğu şeklindedir. Zira bazen bun­larla istenilen ve dilenen şey, taat ve iman gibi övgüye değer bir şey olabilir; bazen de küfür ve isyan gibi zemmedilen bir şey olabilir. Oysa O’nun di­lemesiyle (meşîet) meydana geldiği hâlde Allah kullarının kâfir olmalarına rızâ göstermez. Şayet Allah dileseydi, bunu yapmazlardı. Mutezile ise şöyle demiştir: “Rızâ ile muhabbet irade ve meşîetin kendisidir. Çünkü Hakk’ın bütün sıfatları tamamdır (kâmil) ve yaratma (halk) sıfatının dışındakilerden her biri diğerinin fiilini yapar. Mutezilenin bu görüşü, sözü ilâhi kemâl açı­sından dikkate alırsak doğrudur ancak sözü emir ve nehiy bağlamında dik­kate alırsak doğru değildir. Çünkü bu takdirde emredilen şeyler nehyedilen şeylerle aynı mertebeye dönüşür. Bu ise dinden çıkmak olur.

Soru: Yaratmaya taalluk eden irade ve şehvet arasında ne fark vardır?

Cevap: Aralarındaki fark şudur: İrade, aslı itibariyle ilâhi bir sıfattır ve taalluk ettiği şey, nefis ve aklın, Şâri‘ tarafından sevilmezse bile, murad ettiği her şeydir. Şehvet ise içinde nefis için lezzeti bulunan özel ve tabiî bir sıfattır. Şeyh bunu 109. bâbda söylemiştir

Soru: İrade cumhur ve diğerlerinin mezhebinde olduğu gibi zâtın bir sıfatı mıdır yoksa diğer bazılarının dediği gibi midir?

Cevap: Bazıları buna muhalefet etmiştir. Zâtın üzerine ziyadeliği red­dedenlere göre, iradenin zât sıfatı olmadığını söylemişlerdir. Bunun zâit olduğunu düşünenlere göre de sıfat değildir. Şeyh el-Fütûhat’ın 558. bâbında şöyle demiştir: Bana göre doğru olan, iradenin zâtın özel bir taalluku olduğu şeklindedir. Bunu, bedel yoluyla varlıkla yokluğun iki­sini de kabul etme imkânından dolayı mümkün varlık ispatlamaktadır.

Şayet bu her iki durum ve mümkünü kabul etmesi ma kul olmazsa, irade ve ihtiyar için herhangi bir hükmü olmaz ve bunun herhangi bir ismi de ortaya çıkmaz.

Soru: Şer ve günah Allah’tan ise Yüce Allah, nasıl “Allah hayâsızlığı em­retmez.”226 âyetiyle kendisini bundan uzak tutar?

Cevap: Edebe uygun olan, şerle ilgili olarak bunun Allah’ın emri değil, kaza ve kaderi olduğunu söylemektir. Her ne kadar geçerlilik açısından, kimsenin karşı gelmesi söz konusu olmadığı için, emirden daha kuvvetli ise de durum böyledir. Çünkü Allah’ın iradesiyle isyan etmektedir. Aynı şekilde emir, isimlendirmenin konusudur. Tercih edilen tarafı hayırdır ve bu durumda fiili yapmaya teşvik vardır. Ancak irade böyle değildir. Şayet Allah’ın hayâsızlığı emrettiği söylenirse bu durumda hayâsızlık da emre­dilen şeylerin bir parçası olur ve nehyedilecek bir şeyin varlığı söz konusu olmaz. Bu nedenle Yüce Allah, hayâsızlıktan kendini uzak tutmuş ve bunu emretmeyi nefis ve şeytana izâfe etmiştir.

Şeyh Muhyiddin Akâidul-Vüstâ’smda şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ın hayâsızlığı emretmediğinin söylenmesinin doğru olması gibi, O’nun bunu emretmediği, aynı şekilde O’nun bunları istemediği, bunların sadece kaza ve kaderi olduğu söylenir.” Daha sonra bunun Allah’ın muradı olmadı­ğını açıklama bağlamında, bunun hayâsızlık (fahşâ) olmasının özünden kaynaklanmadığını, Allah’ın onun hakkındaki hükmü olduğunu, Allah’ın eşya hakkındaki hükmünün ise Kur’ân gibi olduğunu ve mahlûk olma­dığını söylemiştir. Yaratılmış olmayan ise Hakk’ın muradı olmaz. Çünkü irade, var etmek için, başka bir şeye değil sadece mâduma yönelir.” Şöyle demiştir: “Şayet biz bunu taatleri kabul ettiğimiz gibi kabul edersek ve ‘taati murad etme aklen değil, naklen sabit olmuştur.’ dersek bunu fahşâ ile ilgili olarak da sabit gördüler. Biz ise taatlerde iman olarak kabul ettik. Bu tıpkı, ameller ârâz oldukları hâlde onların ağırlığını kabul etmemiz gibidir. Delilden yola çıktığımız için görüşümüz, imanımıza zarar vermez.” Bunlar dakîk konulardır, iyi değerlendir ve araştır. Böylece hidâyet, dalâlet, tevfîk ve hızlânın kulun değil de Allah’ın elinde olduğunu anladık. Aynı şekilde lütuf, tab‘ (kapatma), hatm (kilitleme/mühürleme) ve kalplerdeki ağırlıklar (ekinne) da Allah’ın elindedir. Kur’ân’da yer alan kir (rân), ağırlık (vakr), sağırlık ve kilitin (kafl) tümü de kulun elinde değil, Allah’ın elindedir.

Sana Allah’ın yardımıyla bunların tefsirini yaparak şöyle deriz: Hidâyet ve idlâle (dalâlete düşürme) gelince bu ikisinden murad edilen, kulda iman ve küfrü yaratmaktır. Bu, Ehl-i sünnet’in görüşüdür. Mutezile ise kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğu ilkesine dayanarak hidâyet ve idlâlin kulun elinde olduğunu söylemiştir. Bu, Mutezilenin büsbütün hata ettiği konulardan bi­ridir. Şerî deliller şöyle dursun, duyular bile onları yalanlamaktadır. Şayet onların iddia ettiği gibi, kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hedefledikleri hiçbir isteklerini kaçırmaz ve hiçbir kötülüğü de asla yapmazlardı.

Tevfîk hakkında ise kelâmcıların cumhuru şöyle demiştir: “Bununla kas­tedilen, davet etmenin yanı sıra kulda taat etme kudretinin yaratılmasıdır.” İmâmü’l-Haremeyn şöyle demiştir: “Sadece taatin yaratılmasıdır.” Yani hiç­bir etkisi olmadığı için, bunu çağrıştıran bir daînin yanı sıra değildir. Hızlân ise kulda davetin yanı sıra isyan etme kudretinin yaratılmasıdır. İmâmü’l-Haremeyn, daha önce geçtiği gibi bunun da taatle eşit derecede olmak üzere mâsiyet kudretinin yaratılması olduğunu söylemiştir. Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî (rh.a) şöyle derdi: “Mubahları çokça işlemenden dolayı hızlân (terk edilmişlik) perdesinin ardından levhaların parladığını gördüğünde ve bunun mekruha dönüşeceğinden korktuğun zaman, bu mubaha karşı sende hoşnutsuzluk yaratması için Allah’a yalvar; aksi takdirde helâk olursun.”

Kula yapılan lütfa gelince bu, neticede kulun maslahatına uygun düşme­sidir. Bu, şayet peygamber ise ismet yöntemiyle veli ise hıfz yöntemiyle olmak üzere, mâsiyetin değil de taatin yapılması sûretiyle gerçekleşir.“Mühürleme” (hatm) ve “kapatmaya (tab‘) gelince bu ikisinden murad edilen de usûlcülerin dediği gibi, aynıdır. Bu da kulda saptırma olan sapıklığın kulda yaratıl­masıdır. “Kün’den (j£Jl) kastedilen ise Şeyh’in 418. bâbda söylediği gibidir: Buna göre kulun, tabîi evindeki annesiyle -ki o, nefsidir-, babasından -ki o, ruhudurhiçbir haber olmaksızın meşgul olmasıdır. Bu, “kün”ün karanlı­ğında olmaya devam eder. Bu, kâfirlerin “Bizimle senin aramızda bir örtü vardır.”[50] demekle işaret ettikleri tabiî örtüdür. “Kün’ün perdesi ve karanlı­ğında bulunan kimsenin Allah’a davet eden davetçinin sözünü işitmeyeceği ve istifade edecek şekilde bu sözü anlamayacağı bilinmektedir. “Kulakları­mızda ağırlık vardır.”[51] âyetiyle işaret edilen “ağırlık (vakr)”tan kastedilen ise onu âhirette yararlanacağı şeylerden alıkoyan dünyevî sebeplerin ağırlığıdır.

Hayır, kalpleri pas tutmuştur.”[52] âyetinde işaret edilen pas (rân)”dan kastedilen ise, kalbin aynasının üzerinde meydana gelen paslanmak ve tozlanmaktır. Bazen bakılması helâl olmayan dünyadaki bir şeye, şehvet­le bakmak sûretiyle meydana gelir. Bu pas ve tozun cilası, çokça zikir ve Kur’ân okumaktır. “Sağırlık”tan kastedilen ise şeriata çağıran sözleri işit­mekten alıkoyan bir katılığın kalpte meydana gelmesidir. “Kilit (kafl)” ise kendilerine fayda vermezse bile kıyamet günü özür beyânında bulunan kâ­firlerden itiraz ehli içindir. Şöyle derler: “Rabbimiz, bu kilidi biz kalbimize vurmadık, aksine kalbimizi kilitli bulduk. Kimin kilitlediğini bilmedik, çıkışı istedik ve ey Rab, senin onu mühürlemenden ve kapatmandan kork­tuk. Kapatanın belki açacağını da umarak bekledik. Bunun için elimizde hiçbir şey yoktu.” Şeyh Muhyiddin şöyle demişti: “Ömer b. Hattab (ra) da kalbi kilitli olanlardandı. Yüce Allah onun kalbini açmayı üstelenerek onunla İslâm’ı destekledi.” Bu açıklamaları iyi değerlendir, bunları toplu olarak herhangi bir kitapta bulamayabilirsin, Allah seni hidâyete erdirsin.

Soru: Her şeyin hükümrânlığı Allah’ın elinde olduğuna ve varlık âle­minde meydana gelen her şey, O’nun irade ve meşîetiyle olduğuna göre taatten dolayı kullarına sevap vermesi O’nun lutfu, isyandan dolayı ceza­landırması ise şer olsun olmasın O’nun adâletidir.

Cevap: Evet, durum böyledir. Ancak Yüce Allah şirkten başkasını ba­ğışlar. O şöyle buyurmaktadır: “Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse, şüphesiz, cehennem onun sığınağıdır. Kim de, Rabbinin huzurun­da duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.”[53] ve “Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, dile­diği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar.”[54] Şeyh Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Bu sonuncusu, cezaların genelinden tahsis edil­miştir. Yani âyetin içerdiği bu bağışlama, Allah’ın âsileri cezalandıracağına dair haberinin doğruluğunu nefyetmez. Zira tahsis beyândır. Ayrıca bu tah­sis, bir hüküm getirmemektedir ve ispattan sonra ref etme beyânı da değildir.

Soru: Yüce Allah’ın bu iki âyette yaptığı vaad ve tehditlere muhalefet etmesi söz konusu mudur?

Cevap: Evet, bu vardır ve Şafiîler de bu görüştedir. Hanefilere göre ise bu doğru değildir. Şafiîlerin görüşüne göre Yüce Allah âsilere sevap, itaat­kâr olanlara ise azap verebilir, hayvanlara ve çocuklara acı çektirebilir. Çün­kü bunların tamamı O’nun mülküdür ve istediği gibi tasarrufta bulunur. Şöyle demişlerdir: “Ancak Kitab’ında ve Peygamberi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Sünneti’nde itaatkâra sevap, âsiye ise azap haber verildiği için bunu yapmaz.” Şöyle de­mişlerdir: “Ne Kitap’ta ne de sahih bir sünnette, âhiret kıssalarının dışında hayvan ve çocukların acı çekeceklerine dair bir şey yer almamıştır. Bunun aslı, yokluğudur. İmâmların sözleri ise âhiretteki acı hakkında olmalıdır. Zira dünyadaki acı çekme zaten görülmektedir ve bu konuda herhangi bir tartışma söz konusu değildir.

Hayvanlarla çocuklara kısas yapılarak elem vermeye gelince, Peygam­ber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Müslim’in naklettiği bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Yara­tılmışların hakkı birbirinden alınır; hatta boynuzsuz koyunun hakkı da boynuzlu koyundan alınır.” Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Halkın birinden olan hakları alınır; hatta boynuzsuzun boynuzludan, zerre ka­dar dahi olsa hesaplanır.” Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Her şeyin hesabı karşılaştırılarak görülür; öyle ki birbirini vurarak düşüren iki koyun bile hesaplaşır.” Bu iki hadisi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Bu hadislerin ana teması, kıyamette de teklifi ve temyizi ortaya koymak için kısasın durmayacağıdır. Hatta bir çocuk bile diğer bir çocuk veya başkasından dolayı kısasa tâbi tutulur.” Böylece Allah’ın zulümle nitelenmesinin imkânsız olduğu anlaşılmış ol­du. Hatta bu, O’nun mükellef olsun veya olmasın, bir insana elem ver­mesi veya ona azap etmesi şeklinde de olsa mümkün değildir. Oysa O, mutlak olarak her şeyin sahibidir.

Soru: “Yüce Allah iki cezayı birden vermez; dünyada cezalandırmış­sa, âhirette cezalandırmaz.” hadisi doğrultusunda, çocuk ve hayvan için dünyada acı çekme söz konusu olduğunda, bu onun âhirette elem çek­memesi için yeterli olur mu? Zira imamların ihtilafının kaynağı, dün­yada cezalandırılmadıkları takdirde hayvanlarla çocuklara ahirette acı verme konusundadır.

Cevap: Evet, Hanefîlerin görüşüne aykırı olarak yeterlidir. Bununla Al­lah’ın meşîeti mutlak olarak gerçekleşmiş olur. Şeyh Muhyiddin’nin 268. bâbdaki sözleri de bunu desteklemektedir: “Bil ki Yüce Allah, Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hakkında: “Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah’ın bağışlaması için”232 buyurmuştur. Yüce Allah günahı takdir ederek bağışladı ve bu ba­ğışlamayı dünya ile ilişkilendirmedi. Zira dünyada en hissî ve nefsî hasta­lık ve acılar meydana gelmektedir. Bu, ümmet hakkındaki tehditin yerine getirilmesinin bizzat kendisidir ve her yaratılmışın verdiği acılardan dolayı meydana gelmesi gerekir. Böylece Mu‘tezile’nin iyiler ve çocuklar hakkındaki görüşü doğru olmuştur. Eş‘arî ise Allah’ın bunu yapmasını mümkün görmekte; ancak mümkün olan her şeyin meydana gelmeyebileceğini söy­lemektedir. Şeyh şöyle demiştir: “Eş‘arîlerin Mu‘tezile’ye karşı ileri sürdük­leri delillerin tamamı bu bağlamda değildir. Tehditin gerçekleştiğini söy­leyenler, gerçekleşme mahallini, Allah’ın dünya ya da ahiret olarak tayin etmesinin dışında mutlak olarak verdikleri takdirde isabet etmişlerdir. Bir hastalık veya nefsî ya da hissî bir elem vermek sûretiyle dünyada gerçekleş­tirdiği zaman, cezanın gerçekleşmesinin doğruluğu için bu yeterlidir. Bu, aynı zamanda onun âhirette cezasına da bir perde olur.

264. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki bütün âdemoğlunun, cennet ya da cehenneme girinceye kadar, bedenlerinde veya görünmeyen uzuvların­da adım adım ceza, belalar ve elemler görmesi gerekir. Dünyadaki ilk acı, doğumu anında doğan bebeğin [hayata] başlamasıdır. O, rahimden ve onun sıcaklığından ayrılırken acı duyduğunda ve rahimden çıkışı sırasında kendine hava çarpınca ve soğuğun acısını hissettiğinde bağırır bir şekil­de çıkar ve ağlar. Bundan hemen sonra ölürse, payına düşen belâyı almış olur; yaşamaya devam ederse, dünya hayatında acı çekmesi gerekir. Zira canlılar otantik olarak buna uyumludur. Berzâha nakledildiğinde ise en aşağısı Münker ve Nekir’in suali olan bir elem gerekir. Diriltildiği zaman kendisi ya da başkasından dolayı korkmasından kaynaklanan elem gerekir. Cennete girdiğinde artık ondan elemin hükmü kalkar ve sonsuza kadar nimetlerle baş başa kalır. Şayet cehenneme girerse, cehennem ehlinden ise sonsuz elemlerin içine girer; değilse şefaat vesilesiyle buradan çıkıncaya ka­dar elemle baş başa kalır.

“Esrâr Bâbı”nda “İnsanların elleriyle yaptıklarından dolayı karada ve de­nizde bozulma ortaya çıkmıştır.”[55] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah bu âyette, kullarda meydana gelen elem verici her şeyin, önceki bir şeyin karşılığı olduğunu haber vermektedir. Hiçbir iyi insan, iyi olarak buna mübtelâ olmaz. Bu, anlaşılması zor olan bir meseledir. Bu konuda iki büyük grup ihtilâf etmiştir. Biri diğerinin mümkün gördüğünü reddetmiştir. Her grup hedefini destekleyen şeyler getirmiştir ki bu destek onun bizzat kusurudur.” Şöyle demiştir: “Keşif ehlinin üst tabakasında bulunanlar, dün­yada elem veren her şeyin, önceki yapılanın cezası olduğunu kesin olarak bilmişlerdir. Yüce Allah “Size isabet eden her musibet ellerinizle yaptığınız­dan dolayıdır.”[56] buyurmuştur. Hatta tabip bile hastaya acı verdiği zaman ona “Vallahi sana kullanmanı söylediğim hoş olmayan ve acı veren ilaçlardan kastım sadece senin menfaatindir.” der. Aynı şekilde hasta olduğu ve nereden bu hastalığı kaptığını bilmediği zaman, Yüce Allah da tabibe “Sana acı veren bu hastalık, senin hastalara verdiğin acının karşılığıdır. Her ne kadar kastın bu değilse bile yaptığının karşılığını al!” der. Hiç kimsenin sorumluluğun dışına çıkmayacağına ve teklifin ilk derecesinin ayırt eden ruh olduğuna dair başlık gelecektir. Oraya müracaat et. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: İfade ederken es-Semî isminin, el-Basîr ve el-Alîm isimlerinden önce gelmesinin hikmeti nedir, neden tersi olmuyor?”

Cevap: Şeyh’in 182. bâbda dediği gibi “es-Semî isminin zikredilirken di­ğerlerinden önce gelmesinin hikmeti, bizim Hak Tealâ’dan ilk öğrendiğimiz şeyin söz olmasıdır ki bu, bize “Kün (Ol)!” denilmesidir. Dolayısıyla söz Al­lah’tan, işitme ise bizden olmak üzere, ikisi birlikte varlığı oluşturmuştur.” Şeyh 97. bâbda bu konuya geniş yer vermiştir. Allah’ın izniyle ondan sonraki mebhasta bunun anlamı gelecektir. Bil ki diğer sıfatlar gibi bu iki ismin key­fiyetleri de akledilmez. Yüce Allah hareket hâlinde veya durgun olanı veya en alt âlemden en üst âleme kadar gizlenmiş olanları işitir ve görür. Kişinin içinden söylediklerini ve en hafif dokunuşla dokunmalarının sesini de işi­tir. Yüce Allah karanlıkta siyahlığı, suyun içinde suyu görür. Hiçbir karışım ve karanlık, ışık ve duvar, O’na engel olamaz. Aynı şekilde uzaklık O’nun işitmesine engel olamaz ve O’nun için yakındır, hiçbir uzaklık O’na zarar vermez, zira O’nun için yakındır. O’nun sıfatları ne tanımda ne de hakikatte yaratılmışların sıfatlarıyla bir araya gelmekten yücedir.

Levâkihul-Envârda şöyle demiştir: Hak Teâlâ’nın özelliklerinden biri de O’nun gördüğü şeyin, işitmesinden; işittiğinin ise görmesinden alıkoymamasıdır. Aksine O, bu sıfatlardan birinin idraki diğerinden önce ol­mamak kaydıyla, bütün işitilenleri ve görülenleri ilmen/bilmek sûretiyle kuşatmıştır. Dolayısıyla hiçbir şey diğerinden alıkoymaz.

“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Tevhid ehlinin inandığı acayip şeyler­den biri de Allah’ı yakınlık ve uzaklıkla nitelemeleridir. Kimden uzaktır, kime yakındır? O, bütün kullara şah damarından daha yakındır. Yakın­lık ve uzaklık kulun müşâhedesiyle ilgilidir. Rabbine itaat ederse, Rabbini yakın olarak görür; Rabbinin emrine isyan ederse, Rabbini uzak olarak bulur. En doğrusunu Allah bilir.

Allah’ın “Mütekellim” olması meselesine gelince; Ey kardeş! Bil ki burası, âlimlerin akletmede sıkıntı yaşadıkları yerdir. Biz, kelâmcı ve sûfîlerin uygun olan sözlerine işaret ederek, Allah’ın izniyle şöyle deriz. “Kelâmcılar, bu sıfatın yani kelâm sıfatının keyfiyetinin diğer sıfatlar gibi akledilmeyeceği konusunda icmâ etmişlerdir. Zira O’nun kelâmı, önceki bir sessizlik ve suskunluktan sonra değildir. Çünkü ilmi, iradesi ve kudret gibi diğer sıfatlarına benzer olarak, o da ezelî ve kadîmdir. O, teşbih ve tekeyyüf (nitelik) olmaksızın bununla Mûsâ’ya (aleyhisselâm) konuşmuştur. Tevrât, İncil ve Zebûr bu kelâmdandır. Bu, peygamber ya da meleğin kendi nef­sinde tattığı bir durumdur; bunu herhangi bir şekilde niteleyemez. Bu balı tadan birisine bunun tadının sorulması gibidir. Ya da arının balının tadı ile siyah bal arasındaki farkın ne olduğu gibi. Bunu herhangi bir ibâre ile dinleyiciye iletmek mümkün değildir. Aynı şekilde şayet Mûsâ’ya (aleyhisselâm) rabbinin kelâmını nasıl işittiği sorulsaydı işittiklerinin nasıl olduğu­nu anlatamazdı.

Soru: Kelâm, özünde bir ve bölünmeyen olduğu hâlde bunun lafızla­rının Arapça, Süryânîce ve İbrânîce gibi çeşitlenmesi nasıldır?

Cevap: Doğrudur, kelâm özünde birdir; ancak onu farklı dilleriyle te­laffuz eden insanlardır. Bu, Allah’ın zâtı gibidir; Arap “Allah” der, Fârisi ise “Hudâ” der. Allah’ın kelâmı Arapça okunduğunda Kur’ân, Süryânîce okunduğunda İncil, İbrânîce okunduğunda ise Tevrât olur.

Soru: Hak Teâlâ’nın mümkün varlıklara işittirdiği ilk kelâm hangisidir?

Cevap: Buna bir önceki mebhasta değindik; mümkünatın işittiği ilk kelam, “Kün (ol)!”235 kelimesidir. Âlemin tamamı sadece kelâm sıfatın­dan zuhûr etmiştir. Bu ilâhi kelâmın hakikati, Rahmân’ın iradesinin her­hangi bir eşyaya yönelmesi ve Rahmân’ın bu istenilen şahsa ruh üfleme­sidir. İşte bu oluş kelâm olarak, oluşan ise nefs olarak tabir edilmektedir. Bu, bir harfi icâd etmek isteyen kimsenin nefesi gibidir. Çıkan nefes ses olarak isimlendirilir. Allah için bunun nasıl olduğuna akıl erdirilemez. En doğrusunu Allah bilir.

Cemu’l-Cevâmîve onun Şerhinin ibâreleri şöyledir: “Kur’ân, Allah’ın zâtıyla kâim olan ve yaratılmış olmayan kelâmıdır. O, mecâzen değil, ha­kikaten sadırlarda muhafaza edilen, mecazen değil hakikaten dillerimizde telaffuz edilen ve işitilen harflerle okunmaktadır.” Celâleddin el-Mahallî şöyle demiştir: “Üç meselede ‘mecazen değil’ denilerek dikkat çekilme­si, kelâmcıların kastettiği gibi, hakikatten kastedilenin bir şeyin künhü olmadığına işaret etmek içindir. Kur’ân bu hakiki sıfatıyla ne Mushaflarda ne sadırlarda ne de dillerimizdedir. Bundan kastedilen mecazın mukabilidir. Yani Kur’ân için gerçekten yazılı, korunmuş ve okunmakta olduğu söylenebilir. Yani bu her üç şeyin Kur’ân’a isnad edilmesi haki­ki bir isnattır. Bunların her biri açıkça dört varlıktan biri olarak vardır; mecâzî bir isnad değildir.” Şöyle dedim: “Şeyh şöyle demiştir: ‘Bunun izahı, Kur’ân’ın yazılı, korunmuş, okunmakta olduğunun söylenmesi doğrudur. O, yaratılmamıştır; yani ezelî ve ebedî olarak mevcuttur. Bu­nunla nitelenmesi, her varlık için söz konusu olan haricî, zihnî, ibâre ve yazıdaki varlık olmak üzere dört varlık mertebesi itibariyledir. Yazıdaki ibâredekine, o zihindekine, o da hariçteki varlığa delâlet eder. Kur’ân zihnî varlık olarak sadırlarda korunmuş, lisânî (ibâre) varlık olarak dil­lerle okunmuş, kitâbî varlık olarak mushaflarda yazılmış, haricî varlık olarak ise o, Mukaddes olanın zâtıyla kâim olan mânadır; ne sadırlarda ne dillerde ne de mushaflardadır. Harflerden oluşan lafızlar ise seslerdir

ve bunlar ârâzdır.’ En doğrusunu Allah bilir.”

Şeyh Kemâlüddin b. Ebû Şerîf, Yüce Kitap hakkında şöyle demiştir: Bil ki Kur’ân iki anlama gelir: Birincisi Mukaddes zât ile kâim olan kelâm-ı nefsidir. İkincisi ise Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) indirilen lafızlardır. Bunun her ikisi için kullanılması ortaklık nedeniyle midir yoksa ikincisi hakkında kul­lanılması meşhur mecâz mıdır? Kuvvetli olan iştiraktır.” Şöyle de demiştir: “Kur’ân birinci anlamda usûlü’d-din âlimlerinin akıl yürütme mahallidir; ikinci anlamda ise Arapça, fıkıh ve fıkıh usûlü âlimlerinin mahallidir.” Şöy­le de demiştir: Bunun “Kelâmullah” şeklinde birinci mânada Allah’a izâfe edilmesinin Allah’ın sıfatı, ikinci mânada ise Allah’ın Levh-i Mahfûz’da, “Aksine o, şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfûz’dadır.”[57] âyetinin buyurduğu gibi kendi harfleriyle yazması anlamındadır. Ya da “O, saygın bir elçinin sözüdür.”[58] âyetinde ifade edildiği gibi meleğin dilindeki harflerle yahut da “Rûhu’l-emin onu senin kalbine indirmiştir.”[59] âyetinde ifade edildiği gibi, nebinin diliyle inşa etmiştir. Kalbe inenin lafız değil mâna olduğu bilinmek­tedir, bu mücerred olarak O’nun kadim olan kelâmına delâlet etmez. Ayrıca ikinci mânada Kur’ân olarak isimlendirmede mahallin hususiliğine itibar edilir mi? Allah’ın kendisinde yarattığı dilin kendisiyle kâim olduğu müelli­fin ismi olduğunun söylenmesi gibi. Ya da sadece telaffuz edenlerin değişme­siyle değişmeyen telif özelliğine itibarla mı bu isim verilmiştir? Doğru olan ikincisidir. Çünkü herhangi birimizin okuduğunun, Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) inen Kur’ân olduğu kesindir. Birincisi dikkate alındığında Kur’ân’ın kendisi değil misli olur.” Şöyle demiştir: “Selef, Kur’ân’ın ikinci anlamda dile ya da mushafa hulûl ettiği görüşünü reddetmiştir. Yine hem edep gözeterek hem de ilk görüşteki gibi O’nun zâtıyla kâim olan kelâm-ı nefsiyi vehmettirme­sinden çekinerek, mahlûk olduğu görüşünü de reddetmişlerdir.

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvini’nin (ö. 575/1179-80) Sirâcül-Ukûl isimli ki­tabındaki ibâresi şöyledir: “Selefin tamamı Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’ın, okuma, okunan olmasına, yazma veya yazılmış olmasına bakılmaksızın mahlûk olmadığı konusunda icmâ etmişlerdir. Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kab­rini ziyaret ettiklerinde ziyaret edilen, salat getirilen ve selam verilenin, şahsı ya da ruhu aranmaksızın Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olması konusunda icma etmeleri gibidir.” Kitabının 5. bâbında bunu uzun uzadıya anlatmıştır.

Soru: Kudsî hadisler Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) lafzen mi nâzil oldu, mânası mı nâzil oldu?

Cevap: Mâna olarak nâzil oldu, lafız olarak değil. Resûlullah kendi ibâreleriyle bunu ifade etti. Zira bunlar, şüphesiz bir şekilde Allah’ın kelâmı olan Kur’ân gibi mûciz lafızlarla nâzil olmamıştır.

Soru: Allah’ın “Onu Arapça bir Kur’ân kıldık.”[60] âyetinin anlamı ne­dir? Bu, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu vehmettiriyor.

Cevap: “Rahmanın kulları olan melekleri dişi saydılar (ca‘l).”[61] âyeti­nin de delâletiyle “Kılma (ca‘l)”, “yaratma (halk)” anlamında değildir.

Soru: Bir kimsenin Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kur’ân’ın bir kısmını bize mâna olarak tebliğ ettiğine inanması câiz midir?

Cevap: Hiç kimsenin buna inanması câiz değildir. Zira kendisine nâzil olan lafızda tasarrufta bulunarak mâna ile rivâyet ettiği varsayılırsa, bu du­rumda nâzil olan sûreti değil, anladığı sûreti bize açıklamış olur. Oysa Yüce Allah, “Kendilerine indirileni insanlara açıklaması için.”[62] buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu kelime ve harflerinde değişiklik yapması imkânsız­dır. Bilakis onun, Allah’ın kelâmının mânalarının tamamını, mânalarında hiçbir hata olmayacak derecede bildiği ve indirilen lafızları bıraktığı varsa­yılsa bile, bu bırakma hangi faydayı sağlayacaktır? O, bundan uzaktır. Zira indirilen harf ve lafızların sûretinde herhangi bir şekilde tasarrufta bulun­saydı, onun insanlara indirileni ve inmekte olanı tebliğ ettiği de söylenirdi ki hiç kimse bunu söylememiştir, anla! Şeyh, el-Fütûhât’ın 325. bâbında “Kur’ân’ı okuyan, ancak hançerelerinden inmeyen kimseler” hakkındaki hadis üzerinde uzun açıklamalarda bulunmuştur, oraya bak!

Soru: Vahyin lafızlar şeklinde bize zuhûr etmesinin örneği nedir?

Cevap: Vahyin lafızlar şeklinde bize zuhûr etmesinin örneği, Cibril’in (aleyhisselâm) Dıhye kılığında zuhûr etmesidir. Cibril zuhûr ettiği za­man ne sırf insan ne sırf melek ne de bir tek hâlden muaf olan be­şer veya melektir. Hakikati değişmediği hâlde, bakanların gözün­de sûreti değişmiştir. Böylece, ezeli kelâm ve ahadi (teke ait olan) emir de bazen Arapça, bazen İbrânice bazen de Süryânice sûretine girer.

Aslında zâtında ezelî ve bir tek şeydir. Kâfir ve müşrik de Allah’ın kelâmını işitir, Mûsâ (aleyhisselâm) da Allah’ın kelamını işitti. Ancak ikisinin işitmesi arasında doğu ile batı kadar uzaklık vardır. Çünkü her ikisinin işitmesi aynı olsaydı, peygamber olarak seçme bâtıl olurdu.

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) uzun sözlerden sonra şöyle demiştir: “Özetle, İmâm Ahmed, Süfyân ve ashâb-ı hadisten olan diğer selef şeyhle­rinden olan büyük imamların, ilimleri daha çok, anlayışları daha derin ve akılları daha tamamdı. Buna rağmen, arkadaşlarını ince ve derin olduğu için bu ve benzeri konulara dalmaktan sakındırmışlardır. Bunlar sahih akîdeyi kurtarmanın teşbîh tersiyle ta‘til kanı arasındaymış gibi gerçekten zor olduğunu bildikleri için, kelâm ilmini de zemmetmişlerdir. Ancak bu ko­nuda Allah’ın kendilerini anlayışla rızıklandırdığı kimseler hariçtir. Çünkü insanların çoğu, okunan (makrû) ile Kur’ân arasındaki farkı anlamaz. Bu nedenle selef ulemâsı, arkadaşlarının akîdesinin sarsılacağından korkmuş, zâhiri muhafaza etmeyi ve hakiki mânayı araştırmadan kesin olarak buna iman etmeyi emretmişlerdir. Zira müminlerin Allah’a, meleklerine, kitap­larına ve peygamberlerine olan imanı sahihtir. Arkadaşlarına şöyle demiş­lerdir: “Onu geldiği gibi ve keyfiyetsiz olarak okuyun ve ‘Ona iman ettik ve onu tasdik ettik.’ deyin.”Ömrüme yemin olsun ki avam için bunda bü­yük bir maslahat vardır. İmamlara gelince, bu meselede onlara tahkîkin kapalı kalması imkânsızdır. Allah onlardan râzı olsun.”

Hâfız Zehebî (rh.a) şöyle demiştir: “Âlimler için mihne, sadece Halife Me’mûn zamanında meydana geldi. Çünkü Me’mûn mahir bir fakihti ve filozofların kitaplarını okumuştu. Bu durum, onu Kur’ân’ın mahlûk oldu­ğu fikrine götürdü. Şayet böyle olmasaydı görüş, din, edep ve efendilikte en iyi halifelerdendi. Ondan sonra kardeşi Mu‘tasım başa geçti ve âlimleri halku’l-Kur’ân konusunda mihneye tâbi tutarak kardeşi Me’mûn’un yönte­mini yeniledi. Daha sonra ise Mu‘tasım’ın oğlu Vâsık başa geçerek Ahmed b. Ebû Duâd’ın[63] aldatmasıyla aynı şekilde âlimleri, bir süre mihneye tâbi tuttu. Ancak daha sonra Vâsık tövbe ederek sünneti üstün hâle getirdi. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh Muhyiddin’in (rh.a) bu konuda naklettiklerine gelince; elFütûhât’ın 34. bâbında şöyle demiştir:

Soru: Kur’ân’ın indirilmesinin Kadir gecesine tahsis edilmesinin hik­meti nedir?

Cevap: Kur’ân’la eşyanın miktar ve ağırlıkları bilindiği için, inişinin Kâdir gecesine tahsis edildiği şeklindedir. Nâzil oluşu, bu gecenin son üçte birlik kısmındadır.

Soru: Allah’ın “Rablerinden kendilerine yeni (muhdes) bir öğüt gel­diği zaman..”[64] âyetinden kastedilen nedir?

Cevap: Şeyh’in 369. bâbda dediği gibi bundan kastedilen bizzat ye­nilik değil, yeni gelmiş olan demektir. Onların bilgisi, işittiklerinde hâsıl olmaktadır. Bu, “Bugün bir misafir bize geldi (hadese).” demeniz gibidir; oysa onun gelmeden önce de var olduğu bilinmektedir. Kur’ân da bu şekilde işitmeye taalluk eden bazı açılardan yenidir. Anlama, kelimelerin delâlet ettiği şeye taalluk etmemiştir. Dolayısıyla onun için bir açıdan hudûs, diğer açıdan kıdem söz konusudur.

Soru: O hâlde söz (kelâm) Allah’ın, tercüme ise mütekellimindir.

Cevap: Evet; bu, Allah’ın yemin ederek buyurduğu “Saygın bir elçi­nin sözüdür.”[65] âyetinin delâletiyle böyledir. Böylece “Allah’ın kelâmını işitinceye kadar ona sığınma hakkı tanı”[66] âyetinde, sözü kendine izâfe ettiği hâlde, burada vâsıtaya ve mütercime izâfe etmiştir. Bize Kur’ân okunduğunda Allah’ın kelâmını işitmiş oluruz; Mûsâ ise rabbi kendisiyle konuşunca O’nun kelâmını işitmiştir. Ancak her iki işitme arasında, da­ha önce geçtiği gibi, doğu ile batı kadar fark vardır. Zira Allah’ın kelâmı­nı doğrudan işiten ile vâsıta aracılığıyla işiten bir değildir.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Kur’ân kalpte kaldığı müddetçe ne harf ne de sestir. Okuyucu okuduğunda ses ve harfle konuşur. Aynı şekilde yazdığı zaman da sadece harf ve sesleri yazar.” Şöyle dediğini de işittim: “Kur’ân’ın ikiden beşe veya daha fazlasına kadar tek veya bitişik düzenli harflerle nâzil olmasına dair, mefhumda iki durum söz konusudur: Birincisi söz, kelâm ve lafız olması diğeri ise yazı, harf ve hat şeklinde isimlendirilmesidir. İkincisi ise ezberlenmesi açısından Kur’ân’a baktığın zaman, harfler ve şekillerdir; konuşulması açısından baktığın zaman lafzî harflerdir. Peki neden söylenilen harflere dönüyor? Bu, Allah’ın kelâmı ve sıfatı olmasından dolayı mı yoksa Hakk’ın müter­cimi olan ikincisinden dolayı mıdır?”

Aynı şekilde onun, “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiç­bir şey bulamaz.”[67] âyeti bağlamında şöyle dediğini işittim: “Susayan kimsenin, su olmadığı hâlde serabı su sanması gibi, Allah’ın kelamını işi­ten, O’nun kelâmı da özünde ses ve harf olmadığı hâlde, onu ses ve harf zanneder. Şayet aralarında bulunan bir münasebet dolayısıyla bir şeyin başka bir şey şeklinde zuhûr etmesi imkânsız ise, bu da özü açısında değil nispet açısından onun gibidir. Susamış olan bir kimsenin serabın yanına geldiğinde, bunun onun sandığı gibi su olmadığını görmesi gibi Allah’ın kelâmını ses ve harflerle işiten kimse de kendisinden perde kaldırıldığın­da, onun işittiği gibi ne ses ne de harf olduğunu görür.”

Ona şöyle dedim: “Allah ‘dilediğini yapan’ olması hasebiyle mutlak mânada ses ve harflerle konuşabilir mi?” Şöyle dedi: “Hak Teâlâ için bu doğru olmaz; çünkü bu O’nun yaratılmışlarla eşit olmasını ve onlardan farklı olmamasını gerektirir. O, yaratılmışlara benzemeyen hususlarda ‘dilediğini yapan’dır. O’nun âhirette sûret olarak tecellî etmesine gelince bu, harf ve seslerle ilgili söylediğimiz gibi, gerçekte sûret değildir.”

Şeyh Muhyiddin de buna benzer şeyleri 372. bâbda zikretmiştir.

Soru: Hak Teâlâ’nın hitabını tasvir eden bir sûret olmaksızın işitmek sahih midir?

Cevap: Şeyh’in 384. bâbda dediği gibi, hiçbir kul için, Hakk’ın ken­disine tecellî ettiği bir mazharın ardından olmaksızın, O’nun kelâmını işitmesi doğru olmaz. Bu zuhûr edilen şey (mazhar) Hakk’ın perdesi ve delili olur. Kul, hitâbî münâzeleler[68] içerisinde sadece sûrî/şeklî mazharlar görür. Hakikatler ve sırlardan kendisine tercüme edilenler o sûretlerden alınır. Bu geleneksel bir anlayıştır.” Baksana! Yüce Allah Hz. Mûsâ’ya (aleyhisselâm) onun ihtiyacı olan ateş şeklinde tecellî ederek konuşmadı mı?” Şöyle dedim: “Bu araştırılması gereken bir sözdür, değerlendir! En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Kadîm olan Kur’ân, harf ve sesler olmaksızın mı kalbe hulûl et­miştir yoksa ses ve harflerle mi?

Cevap: Kur’ân kalpte kaldığı müddetçe daha önce geçtiği gibi, içinde ses ve harf bulunmayan iki şeyden biridir: Ya dillerinde zuhûr eden şekil­lerden başka olarak âlimlerin kalplerindedir. Zira Yüce Allah, her vatan için başkası olmayan bir hüküm vermiştir. Daha sonra hayal, onu kalpten alarak bedene büründürür ve onu kısımlara ayırır. Sonra dil, onu alır ve mizacına göre ses ve harf sahibine dönüşür ve kulakların işitmesi bununla sınırlanır. Yüce Allah “Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hak­kı tanı.” buyurmuştur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle bunu, Bedevi’nin işiteceği sesler ve harfler şeklinde okudu. Tercüme edilirken kulakları işitti. Kelâm, şüphesiz bir şekilde Allah’ın, tercüme ise kim olursa olsun konuşan kim­senindir. Yani harfler ve sesler itibariyle onundur. Kelâmın, mecazi olarak kula nispet edilmesi, yakında “Esrâr Bâbı”nda genişçe değinileceği gibi, doğru olur. Kalp ise Rabbin evidir.” Bunu 329. bâbda zikretmiştir.

“Esrâr Bâbı”nda ise şöyle demiştir: “Şayet kadim, hâdis olana hulûl ederse, tecsim ehlinin kadimin ne hulûl ettiği ne de mahal olduğuna dair görüşleri doğru olur. Miski bilmeyen bilmez ve harf olmadan da mâna anlaşılmaz. Kur’ân’ı zikretmek emândır. Onun dilde dökülen sesi, parmak ve divitlerle yazılan harfinin nazmı olmakla beraber Rahmân’ın kelâmı ol­duğuna iman etmek vâciptir. Levhalar ve kalemler hâdistir; ancak kelâm hâdis değildir. Akıllara, zihinlerin anlamaktan âciz olduğu şeylerin evham olduğuna hükmedilmiştir. Şayet buna ilhamla ulaşılacağı varsayılsa, bu­nunla amel eden (âmil), âlimdir (allâm).”

Aynı bâbda şöyle de demiştir: “Kadim olan zikir, her ne kadar insan­ların konuştukları şeylerle söylense de Hakk’ın zikridir. Bu, hâdis olan zikrin Hakk’ın lisanıyla söylenmesi gibidir. Hakk’ın kelâmı, Hak kulun diliyle konuştuğu zaman bile zikir kadimdir. Onun kul için karışımı tesnimdir.”[69] Hakk’ın kendilerinin kuvvesi (yeteneği) olmadığı kimseler, bu meselede hakkı bilmezler. Hakk’ın kendisini desteklemediği kimse­lerin kuvvesi olmaz.” Aynı yerde “Hâdis, muhdestir; Allah’ın kelâmı ise hem hâdis hem de kadimdir, ihatası olduğu için sıfatların geneli onundur. Hudûsu, “Bize bugün bir misafir geldi (hadese).” denilmesi gibi, bize vârit olmasıdır.” demiştir

Yine aynı bâbda şöyle söylemiştir: Hâdis olan onu yazmadıkça veya okumadıkça Allah’ın kelâmına hudûs nispet edilemez. Allah’tan işitilme­dikçe de hâdisin kelâmına kıdem nispet edilemez.”

Aynı bâbda şöyle demiştir: “İndirilen kitaplarda ve tertemiz sahibeler­de gelen en doğru söz, hiçbir tenzihin kendisine ulaşmayacağı tenzihiyle beraber, hiçbir teşbihe benzemeyecek bir teşbihle nâzil olmuştur. Âyetler peygamberinin diliyle nâzil olmuş, O’nun peygamberi de kavminin di­liyle tebliğ etmiştir. Meleğin getirdiği sûretle ilgili olarak bunun benzeri olmayan üçüncü bir yöntem mi ya da bunlardan birisiyle müşterek olan bir yöntem mi olduğuna dair zikredilenlere gelince, her halükarda bu me­selede problem vardır. Çünkü ifadeler bizim, kelâm ise Allah’ındır, bizim değildir. Bu, indirilme değildir, zira mânalar indirilmez. Şayet ibâreler ise o zaman ilâhi söz nedir? Şayet söz ise yazılı olan lafız nedir? Onun lafız olduğundan şüphe yoktur. Bu durumda şehadet ve gayb nerededir? Şayet bir delil varsa, bunlardan hangisi söyleyiş itibariyle (kîl) daha kuvvetlidir? Bundan başka söylenenler hep bu kabildendir. Bu da rüsûm ulemâsı tara­fından bilinmektedir. Bununla tahakkuk eder, ancak konuşulmaz.”

Aynı bâbda “Allah’ın kelâmını işitinceye kadar ona sığınma hakkı tanı.”[70] âyeti bağlamında, “Biz sadece O’nunuz.” deme; çünkü sen tercümansın, ko­nuşan ise Rahmandır. Harfler zarftır, sıfat da mevsufun aynısıdır.” demiştir.

Bu, sıfatların ne aynı ne de gayrı olduğunu söyleyenlerin görüşüne uymaz, araştır. Aynı bâbda Kur’ân’ın tamamının Allah’ın sözü olduğunu, bunu konuşanın Allah olduğunu söylemiştir.

Soru: Bunun hikmeti nedir?

Cevap: Kur’ân’da bulunanlar Allah’ın kelâmı olsaydı, kimse bunu inkâr etmez, kimse faziletini reddetmez ve karşı çıkmazdı. Allah’ın “Allah Mûsâ ile konuştu.”[71] âyetine baksana! Kelâmı nasıl ona tesir etti, nasıl hükümle­ri zuhûr etti? “Kelâm”, yaralama ve etkileme (tesir) anlamına gelen “kelm” kökünden türemiştir. Söz (kavl) tesir ediyorsa zâtıyla olan nedir? Ey Kar­deş! Söz (kavl) ile kelâmın arasındaki farkı vahiy ile ilham arasındaki fark ve rüyada gördüğün ile uyanıkken gördüğün arasındaki fark gibi birbirinden ayır! Böylece celâl ve ikrâm sahibinin ehli olursun. Orada ayrıca şunlar da vardır: Şaşkınlık sadece bizdendir. O’nun zâtıyla kâim olduğu hâlde nasıl O’nun kelâmını okuruz? Allah’a yemin ederim ki o, dizilmiş satırlar, kilitli kapılar, müphem şeyler ve vehimli ibârelerdir; birçok cihetten şüphelerdir.

Soru: Lafzî harfler havada şekillenir mi yoksa çıktıktan sonra yok olup gider mi?

Cevap: Şeyh’in 26. bâbda verdiği gibidir. Buna göre çıktığı zaman ha­vada şekil alır. Bu nedenle mütekellimin konuştuğu şekilde kulaklara ula­şır. Havada şekil aldığı zaman, ruhlarına bağlanır ve işleri bitse bile hava bu şekil üzere onları tutmaya devam eder. Onların amel ve tesirleri havada ilk teşekkül ettikleri andadır. Daha sonra diğer topluluklara katılır ve meşgul olduğu şey Rabbinin tesbihi olur.

Soru: Kelimesi, küfür olsa; meşgul olduğu şey, hayır kelimesi gibi Rabbinin tesbihi olur mu?

Cevap: Şeyh’in önceki bâbda dediği gibi, küfür kelimesi olsa bile meş­guliyeti, Rabbini tesbih etmek olur. Bunun vebâli de ona değil, söz konusu kelimeyi konuşana döner. Çünkü bu, Allah’ı tesbih eden olarak neşet etti ve bunu söyleyenin günahını bilmez. “Kişi Allah’ın hoşlanmadığı bir kelime söyler de bu kelime, sadece onu yetmiş kat daha çok cehenneme düşmeye yaklaştırır.”[72] hadisinin de teyid ettiği gibi, Şâri‘ cezayı bu sebeple telaffuz eden kimseye vermiştir. Allah’ın kelâmını düşün, yüceltir, büyütür ve Allah’a yaklaştırması için okunur. Onda yahudi ve hıristiyanların Allah hakkında söyledikleri küfür ve sövgünün tümü yer almaktadır. Bunların tamamı küfür kelimeleridir ve vebali de söyleyene döner, kelime de ilgili konuyla bağlantılı olarak kalır. Kıyamet günü söyleyenin azabını ya da nimetini üstlenir.

Soru: O hâlde bu havadaki lafzî harflerin var olduktan sonra ölmeleri söz konusu değil midir?

Cevap: Evet, bunu kabul eden bir mahalde oldukları için, değişme ve yok olmayı kabul eden yazılı harflerin aksine bunlar ölmez. Ancak lafzî şekiller değişimi kabul etmeyen bir mahalde oldukları için devamlılıkları söz konusudur.

Soru: “Kur’ân’ı okuduğun zaman Allah’a sığın.”[73] âyetinde Kur’ân’ın bir adı olduğu hâlde “Furkan” denilmemesinin hikmeti nedir?

Cevap: Furkan denilmemesinin sebebi, Furkan’ın İblis’i tard ettiğinden okuyucuya gelmesinin söz konusu olmamasıdır ve bu nedenle Kur’ân’ın aksine ondan dolayı Allah’a sığınılmaz. Toplandığında İblis de çağrılır ve bu nedenle okuyucunun ondan Allah’a sığınması gerekir.

Soru: Neden İblis’ten sığınanın melek ya da Ulü’l-azm peygamber­lerden birine sığınması emredilmemiştir? Hâlbuki İblis’in hilesi zayıftır, Ulü’l-azm ise kesinlikle ondan daha kuvvetlidir.

Cevap: İlâhi kudret karşısında Şeytanın hilesi zayıftır; ancak insanlara göre o gerçekten güçlüdür. Çünkü o, bütün âlemi kahredecek irade mer­tebesindedir. Bu nedenle ondan sığınma, başkasıyla değil, câmî isim olan Allah iledir. Hangi yöntemle gelirse gelsin, diğer ferî isimlerin aksine, hu­zura gelmesini men edecek olan O ismi bulur.” şeklindedir.

Soru: Okuyucu, Hak Teâlâ’nın kendisine anlattığı şeyleri okumakla da kendisi için özel olan ve anlatılmayan şeylerden dolayı aldığı sevabın mis­lini alır mı?

Cevap: Evet, insanların hikâyeleri olsa bile, bunlardan dolayı da Al­lah’ın kadîm olduğu için, hiç kimseye anlatmadığı kelâmının sevabını alır. Şayet insanlardan naklederse, bu ârifin dua ederek başlangıçta Allah’ın söy­lemediği bir sözü söylemesi, daha sonra da bunun Allah’ın kelâmı hâline gelmesi gibidir. Yine bu, lafzen onlardan nakledilen şekilde olmasa da, Al­lah’ın mâna olarak kullarından nakletmesi gibidir. Şeyh 192. bâbda şöyle demiştir: “Kur’ân’ı okuduğun zaman, kim tarafından tercüme edildiğini bil! Yüce Allah bazen, kulunun sözünü aynen nakleder, bazen de mâna ola­rak nakleder. Birincinin örneği Allah’ın Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebûbekir’e söy­lediği sözü naklettiği “Üzülme, Allah bizimledir.”[74] âyetidir. İkinciye örnek ise Firavun’nun sözünün nakledildiği “Ey Hâmân! Bana bir kule inşa et.”[75] âyetidir. Kuşkusuz Firavun, bunu Kıptice söyledi, ancak Arapça diline ter­cüme edildi. Ancak mâna aynıdır. Bu hikâye mâna ile nakledilmiştir. İşte böylece ilâhi emirler geldiği zaman okuyucu, aslen Allah’ın kelâmı olan ile nakledilen sözleri fark eder ve bir kısmını diğer kısımlarından ayırır.

Allah’ın Hani, Allah peygamberlerden Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz.’ diye söz almış ve ‘Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?’ demişti.”[76] âyetinin sonundaki “dediler” ifadesi böyledir. Daha sonra Yüce Allah, onların toplumundan naklederek ikrar ettiklerini kaydetmektedir. Münâfıklarla ilgili olarak “Biz, sizinleyiz ve biz onlarla alay ediyoruz.”[77] âyeti de böyledir. Burada Allah’ın sözü bitmekte ve onların “Biz, sizinleyiz ve biz onlarla alay ediyoruz.”[78] şeklindeki sözlerini nakletmektedir. Kur’ân’daki diğer şekilleri de bununla karşılaştır, birçok örnek göreceksin. Bu asrımızda yaşayanlardan kimseye verildiğini bilmediğimiz bir ilimdir. Bizi buna ehil kılan Allah’a hamdolsun! Bu ilimlerimizi çıkaracağımız bir yöntem değil, sadece Kur’ân içindir. Bunu anlamanın anahtarları kendisi­ne verilen herkes, insanlar arasındaki “efrâd” olan kimselerdendir.

Soru: Kur’ân’ın tamamı Arapça olduğuna göre, kendi dilleriyle olduğu hâlde Araplar neden sûrelerin başındaki ^Jl ve ^Jl gibi sembolik harflerin anlamını bilmiyorlar?

Cevap: Arapların tamamı bu harflerin anlamını bilmiyorlar ki anlamadık­ları hâlde imanları devam etsin. Bu nedenle Yüce Allah, bunları anlamayı sa­dece keşif ehline tahsis etmiştir. “Keşif ehli de bunu bilmez.” denilemez. Zira biz, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve Allah’ın dilediği kimselerin bunu bilmesi gerektiği­ni söylüyoruz. Aksi hâlde ehl-i keşfin bilmesi sahih olmazsa, bu, gereksiz söz olur ki bu şekilde anlamsız şeylerin Kitap ve Sünnet’te bulunması, Haşviyye’nin aksine, usûl âlimlerinin cumhurunun görüşüne göre câiz değildir. Bu tâbir onların “Kur’ân’da bu, gereksiz söz (haşv) vardır.” şeklindeki sözlerin­den alınmıştır. el-Fütûhât’ ın 198. bâbında şunların kaydedildiğini gördüm: “Bil ki sûrelerin başında bulunan bütün mukattaa harfler, meleklerin isimle­ridir.” Şöyle demiştir: “Bazı olaylarda onlarla bir araya geldim, o meleklerden her biri bende olmayan bir ilim verdi. Onlar benim melek olan şeyhlerimdendir. Okuyucu bu harfleri söylediği zaman, onları çağırmış gibi olur ve ona icabet ederler. Çünkü onlar zâtlarından isimlerine uzanan inceliklerdir.

Okuyucu mesela ^Jl dediği zaman Bu üç melek ne diyor?” der. Oku­yucu bu harflerden sonraki şeyleri söyler ve şayet haber ise “Doğru söy­ledin.” derler ve onlar,“Bu mümindir, hakkı söyledi ve hakkı haber ver­di.” derler ve onun için istiğfâr ederler. ^Jl ve benzerleri de böyledir. Bunların ondört melek olduğunu söyledi. Sonuncusu j’dur. Kur’ân’ın menzillerinde çeşitli şekillerde zuhûr etmiştir. Bir tek meleğin zuhûr ettiği menziller vardır. Bunlar: J, ^ ve j harfleridir. İki meleğin zuhûr ettiği menziller de vardır. Bunlar: , ve dir. Bunların sûretleri tekrarlarla beraber 79 melektir. Her meleğin elinde imanın bir şubesi vardır. İman 70 küsur derecedir. Küsur, birden dokuza kadardır. Bu­rada küsurun sonuncusu alınmıştır.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bu harflere ve kendisi için açtığım kapıya bakan kimse, bu harflerin cisimleri olduğu melekî ruhların kendisinin hizme­tine sunulduğu acayiplikler görecektir. Ellerindekilerle ona imanın şu­belerini uzâtır ve ölünceye kadar bu iman üzerine onu muhafaza eder.”

Sonuç: Şeyh 382. bâbda Kur’ân’ın muhkem olan âyetlerinin tamamının Arapça, müteşâbih olanlarının tamamının ise acemce olduğunu zikretmiş­tir. Ehline göre acemcenin de Arapça, Arapçanın da Arapça olduğu, ehli tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla sadece ıstılâh, lafız ve açık sûretlerde acemce kalmaya devam etmektedirler. Anlam açısından ise aralarında ta­mamı Arapçadır, acemce yoktur. Meanî ilmi iddiasında bulunan ve içinde müşabehetin bulunduğunu söyleyen kimselerin, iddia ettikleri konusunda hiçbir ilmi yoktur. Dilcilere göre meânî, basit olmaları ve terkip hâlinde olmamaları dolayısıyla nas gibidir. Terkip olmayınca da varlık sûretinde acemlik zuhûr etmez. Bunu iyi bil ve araştır, Allah sana hidâyet versin!

Allah’ın el-Bâki yüce ismine gelince; bil ki bâki, başlangıcı ve sonu olmadan bekâsı devam edendir. Bazıları el-Hayy ismini zikretmenin yeterli olduğunu düşünmüş, ayrıca bu ismi zikretmeye gerek duyma­mışlardır. İlâhi sıfatlar, gerçekte Süreyya yıldızlarının sayısı olan yedi­dir. el-Hayy ismiyle yetinilmiştir; çünkü el-Hayy, hayatının başlangıcı ve sonu olmayan ebedîdir. Allah’ın sıfatlarının aynı mı ya da gayrı mı olduğu konusuna, bu başlıkta değinildi. Usûlcüler (kelâmcılar) el-Bekâ sıfatı konusunda ihtilaf etmişlerdir: el-Eş‘arî ve ona tâbi olanların çoğu, bunun zâta zâid olduğu görüşündedirler. Mu‘tezile, Kâdı (Bakıllânî) ve İmâmeyn (Cüveynî ve Râzî) ise Allah’ın bekâ ile değil, zâtıyla bâki olduğunu söylemişlerdir. Her iki grubun delilleri de usûlü’d-dîn kitap­larında kaydedilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

ON YEDİNCİ MEBHAS

Arşa İstivâ Etmenin Anlamı Hakkındadır

Bil ki bu mebhas, en karmaşık mebhaslardan biridir. Ey kardeş! Al­lah’ın izniyle hakkın sana açık olması için, kelâmcı ve âriflerin nakille­riyle zikrederek bunu geniş bir şekilde anlatalım. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyh Safiyüddin b. Ebû Mansûr Risâlesinde “Rahmân Arşa istivâ etmiştir.”[79] âyetinde buyurulduğu gibi, Allah’ın sadece Rahmânî sıfatıy­la ve yüceliğine yaraşır bir şekilde Arş’a istivâ ettiğine inanmanın vâcip olduğunu söylemiştir. Hak Teâlâ açısından sıfatın mevsuftan ayrılması söz konusu değil ise de Yüce Zât’ın mutlak olarak Arş’a istivâ ettiğinin söylenmesi câiz değildir. Çünkü bu konuda ne Kitap’ta ne de Sünnet’te açık bir beyân vardır. Dolayısıyla bilmediğimiz şeyleri Allah hakkında söylememiz câiz değildir. Yüce Allah, Arş’a Rahmânî sıfatıyla istivâ ettiği gibi, Arş ve içindekiler de istivâ edilmiştir. Bil ki aklın yaratıcıyı istivânın keyfiyeti konusunda tenzih etmede en ileri derecesi, bir kralın krallığın­daki insanlara istivâ[80] etmesinde olduğu gibi, bunu egemen olma şek­lindeki istivâ olarak kabul etmesidir. “Bişr Irak’a istivâ etti (ona egemen oldu).” şeklindeki örnekleri de böyledir. Yaratılmış olan beşerin istivâsı yaratıcının (c.a) istivâsının neresindedir? Düşün, Allah’ın izniyle gelecek mebhasın sonunda buna genişçe yer verilecektir.

Şeyh Muhyiddin, el-Fütûhât’ın 13. bâbında şu beyitleri okumuştur:

“Arş, Allah’a yemin olsun ki Rahman ile taşınmıştır / Onu taşıyanlar ve bu söz ma‘kuldür

Mahlûkâtın hangi güç ve kuvveti vardır / Şayet olmasaydı akıl ve tenzil onu getirirdi”

Bunu uzunca anlatmıştır.

Soru: Kur’ân ve Sünnet’te istivânın Rahmân isminden başka isimlerle gelmemiş olmasının hikmeti nedir?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi bunun hikmeti, Hak Teâlâ’nın bize varlıkları, sadece tüm varlıklara rahmetinden dolayı yarattığını bildir­mektir. Rahmet, her biri kendisine uygun bir şekilde yardım rahmeti ve sü­re verme rahmeti veya hak ettiği bir cezayı vermede acele etmeme gibi olur. Böylece memlekette Rahmân isminin hükmen isimlerin en büyüklerinden olduğu anlaşılmış oldu. Onu Rab ismi takip eder. Bu nedenle Allah’ın dünya semâsına bütün kulların (merbûb) mertebelerini ihtiva eden Rab isminden başka bir isimle indiğine dair bir bilgi, bize gelmemiştir.

Soru: Arşla muradın, bütün kâinatta değil de üst tarafta özel bir yer/ mekân olduğu hâlde, Allah’ın Arş’a istivâ ettiğini bildirmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Şeyh’in 370. bâbda zikrettiği gibi, bunun hikmeti kullarına yolu yaklaştırmaktır. Bu, her ne kadar zâtı kesinlikle mekân kabul etmiyor ise de Yüce Allah’ın büyük bir kral olması ve bütün kralların kullarının kendisine ihtiyaçlarını arzetmesi için bir mekânının bulunması nedeniyledir. Bu mer­tebe, bir Arş yaratmasını ve buna istivâ ettiğini kullarına haber vermesini gerektirmektedir. Böylece kulları kendisine dua etsinler ve ihtiyaçlarını arzetsinler. Bu, O’nun kullarına olan rahmeti ve onların akıllarının seviyesine inme bağlamındadır. Şayet böyle olmasaydı, akıl sahibi kimse, şaşırır ve kal­biyle hangi tarafa yöneleceğini bilmezdi. Yüce Allah, kulu özü itibariyle cihet sahibi olarak yaratmıştır. Aklı başında olduğu müddetçe, sadece herhangi bir cihette bulunan şeyi kabul eder. Yüce Allah, onu kemâle erdirmekle lutfedip aklının nûrunu imanının nûru içine katınca, Hak Teâlâ açısından bütün cihetler eşitlenmiştir. Böylece Hak Teâlâ’nın herhangi bir cihet ve tahayyüz kabul etmeyeceğini, ulvî varlıklar ile süflî varlıkların Allah’a eşit yakınlıkta olduğunu bilir ve bu konuda tahkîke ulaşır. Yüce Allah “Biz ona şah dama­rından daha yakınız.”[81] buyurmuştur. Hz. Peygamber de “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secdedeki hâlidir.”[82] buyurmuştur. Böylece dinin sadece zayıf akıllılara olan merhametinden dolayı örfe tâbi olduğu anlaşılmış oldu.

Soru: O hâlde Hakk’ın mertebesinden aşağıda bulunan her şey, süflî varlık da olsa yükselmekte midir?

Cevap: Şeyh’in 389. bâbda dediği gibi evet; çünkü Hak Teâlâ, hiçbir cihetle sınırlandırılamaz.

Soru: Allah’ın zâtı iniş ve çıkışı kabul etmediği hâlde, bize her gece dünya semâsına indiğini haber vermesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bundaki hikmet, bizim hükmümüz ve idaremiz altında bulu­nanların seviyesine inme konusunda, tevazûu öğretme kapısını açmaktır. Aynı zamanda istivâ ile mekânın ispatı gerekmediği gibi, üstte olmanın ciheti ispat etmek anlamına gelmediğini bildirmektir. Yine O, bize dünya semâsına indiğini ve “Îstek sahibi, hasta ve bağışlanma dileyen kimse yok mu?” gibi dediğini bildirmekle, kullarının O’nun yardımını talep etme, hâlini arz etme ve zikir ve istiğfâr ile niyazda bulunmalarına izin vermiştir. Bu, “İsteyen yok mu?” gibi ifadelerle sanki Allah onlarla konuşuyormuş ve O, onlara, onlar da O’na konuşuyormuş, onlar O’nu, O da onları ilham yöntemiyle dinliyormuş gibidir. Sanki onlar hitap meclisindedirler. En gü­zel vasıflar Allah’ındır. Îşte akıl erbabına göre inmenin anlamı budur.

Ey kardeş! Bil ki Arş’a istivâ sıfatı, dünya semâsına inme ve Hakk’ın yüksekte olması gibi şeylerin tamamı kadîmdir; Arş ve onun çevrelediği şeylerin tamamının ise yaratılmış ve muhdes olduğu konusunda icmâ var­dır. Yüce Allah’ın, yaratılmış ve rızık verilmiş olmadan Hâlik (yaratan) ve Râzik (rızık veren) olarak vasıflanması ezelî olduğu gibi O, yaratılmışların hepsi yaratılmadan önce istivâ ve nüzûlle vasıflanmıştır/mevsuftur. Peki Arş olmadan önce neye istivâ etti ve semâ yaratılmadan önce neye indi? Ey kar­deş, aklınla düşün; Arş ve semâ yaratılmadan önce istivâ ve nüzûl ile ilgili aklına gelen mânalar ne ise, ikisinin yaratılmasından sonrası için de bu şe­kilde inan. Sana yaratan şöyle dursun, yaratılmış ile ilgili örnek veriyorum, bunu anlamaktan âcizsin! Bu, tasavvurun bütün arşların altı cihetinde ya halâ (boşluk) ya da melâ (doluluk) bulunması sebebiyledir. Bu, istivânın gerçekleştiği Rahman’ın Arş’ı değildir. Senin aklın bir şey üzerinde durdu­ğu zaman, “Bunun ötesinde ne vardır?” der. Ona “Halâ” dediğin zaman; sana “Halânın ötesinde ne var?” der. Bu, sonsuza kadar devam eder ve akıl, kesinlikle Hak Teâlâ’nın vücudu kuşatmasının keyfiyyetini anlamaz. Hatta akıl, Allah’a yemin ederim ki bir mahlûku anlamaktan bile âcizdir; yaratıcı­yı nasıl akletsin! Allah’ın ihatasını bildiğini iddia eden herkesi yalanlarız ve ona “Eğer iddianda doğruysan, Allah’ın yaratmadığı bir şeyi aklet.” deriz.

Bütün dinlerin icmâıyla Yüce Allah, yaratıcıdır ve yaratılmamıştır. Şiblî’nin “Hak Teâlâ onları ihata edince, onlar da O’nu ihata eder.” şeklindeki sözü farz-ı muhâldir. Çünkü bunun herhangi bir kimse için gerçekleştiğine dair bir bilgi bize ulaşmamıştır. Bir mahlûk için hâlık hakkındaki ihatası nasıl doğru olabilir? Belki de Şiblî, bununla hiçbir ihatanın O’nu ihata etmeye­ceğinin ihata edilmesini kastetmiştir. Bu durumda, el-Ecvibetüammâ Yutevehhemü fi Cenâbi’l-Hak isimli kitapta geniş yer verdiğimiz gibi, herhangi bir sorun söz konusu değildir.

Soru: O hâlde Hak Teâlâ sonlu olmadığı için, insanların aklettiği ihata ve sonluluktan anladığı şekilde zâtıyla ihata etmemektedir.

Cevap: Evet, bunu Şeyh 389. bâbda şöyle diyerek açıklamıştır: “Bil ki bir kısım nazar ehlinin, Allah’ın bizzat ihata etmeyeceğine dair gö­rüşleri, çirkin sözlerdendir. Zira O’nun vücûdu (varlığı) sonsuzdur ve vücûdu mahiyetinin aynısıdır, gayrısı değildir. Sonsuz olan, kuşatılamaz ve O da sonsuzdur. Yüce Allah, âlemden farklı olarak kendisinin sonsuz olduğunu ilim olarak ihata etmiştir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bu görüş, la­fız açısından çirkin ise de doğru olan bir yönü de vardır. Bu da Allah’ın kendi zâtından, başlangıç ve sonu olmadığı ve diğer hükümlerde yarat­tıklarından farklı olduğu için, ihatayı ve mekân tutmayı kabul etmeye­ceğini bilmesidir.” Şöyle demiştir: “Bu mesele, ayakların kaydığı yerdir; insanların çoğu, birisinin “Hak, zâtıyla ihata etmez.” dediğini duyduğun­da, onu inkâra yeltenirler ve “Aksine insanların anladığı şekilde onu ihata etmektedir.” derler. Allah, bundan yücedir. Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî de el-İnsânul-Kâmil isimli eserinin 25. bâbında, şu lafızlarla buna dikkatle­ri çekmiştir: “Bil ki Hak Teâlâ’nın mâhiyeti, gaye ve idraki kabul etmez. O’nun kemâlinin gaye ve sonu yoktur. O, mâhiyetini idrak eder ve ken­disi ve başkası hakkında idrak edilemeyeceğini de idrak eder. Yani O’nun başlangıç ve sonu kabul etmeyeceğini idrak ettikten sonra idrak eder. Baş­langıç ve sonun olmaması, O’nun âlemden ayrıldığı derecelerden biridir. Yüce Allah “Dereceleri yükselten arşın sahibi.”262 buyurmaktadır. Yüce Allah “Nefsimin bir sonu yoktur ki ilmim ona taalluk etsin.” der gibidir.

Şöyle demiştir: Hak Teâlâ kendisinin mahiyetini idrak eder.” şeklindeki sözümüz, O’nu ilim ile kudretle nitelemek ve O’ndan cehâleti nefyetmek­tir. “Îdrâk edilmeyeceğini idrak eder.” sözümüz de teşbihi nefyetmek ve tenzihi ispatlamaktadır. Şöyle dedi: “Burada Îmâm Gazzâlî’nin ‘Mevcut olandan daha güzeli mümkün değildir.’ şeklindeki sözüne cevap verme­miz sıkıntıya girer. Yani mümkün varlıkların heyet ve hâllerinin tama­mına, kadîm olan ilim taalluk etmiştir. Kadîm olam ilim de asla fazlalık kabul etmez. Onun mâlumu da böyledir. Böylece Hakk’ın ilminde bu âlemden daha güzelinin bulunmaması doğru olur. Hudûs mertebesinde olması itibariyle, yaratıcı rütbesine ulaşmaz. Şayet Yüce Allah, yarattık­larını sonsuza kadar yaratsaydı, hudûs mertebesinden çıkmazdı.” Gaz­zâlî’nin (rh.a) muradı budur.

Soru: Hak Teâlâ’nın zâtı, Yüce varlığı kadîm olduğu ve bu işler de başı ve sonu olan muhdes işler olduğu için, istivâ, kürsî ve dünya semasına inmekten yücedir. Allah’ın “Arşı da su üzerindeydi.”263 âyetinin anlamı nedir? Hadiste de her şeyin sudan yaratıldığı ve böylece Arş’ı ve içindeki­leri kapsadığı belirtilmektedir.

Cevap: Şeyh’in 317. bâbda dediği gibi buradaki ,^-U anlamındadır. Yani “Arş, bilkuvve olarak suyun içindeydi.” Şüphesiz su, bütün varlıkla­rın aslıdır ve Allah’ın bütün mülkü için heyûlâ mesabesindedir. Çünkü o, hayatın arşıdır. Böylece arşın, Yüce Allah’ın bütün mülkü anlamında kinâye olduğu anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu okuma, varlıksal bir oku­madır. Yani mülkün tamamı suda mevcuttur.

Soru: “Rabbimiz Amâ’daydı, üstünde hava yoktu, altında vardı” hadi­sinin anlamı nedir? Hadisteki U mevsûle değil, nâfîye olduğu hâlde bura­da alt ve üst cihet kabul ediliyor. Allah’ın içinde bulunduğu ‘Amanın ne üstünde ne de altında hava vardır. Bu, muhdes varlıklar muhalefet için­dir. ‘Amâ’ Araplara göre ince buluttur. Soruyu soran “Ey Allah’ın Resûlü, yaratılmışları yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” diye sorduğunda Hz. Peygamber nasıl cevap verdi? Şayet bu Amâ yaratılmış ise soranın sorusu devam etmektedir.

Cevap: Bunun cevabı sadece ehline sözlü olarak verilir. Zira yazı, ehil olanın da olmayanın da eline düşer. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Arş, kâinatın tamamının ismi olduğu için ötesi yoktur. Dolayı­sıyla kıyamet günü Arş’ı kuşatan [meleklerin][83] içinde bulunduğu halâ nasıl olur?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi, akledilemez olmaları açısından onların Arşı kuşatmalarıyla, Arşa istivâ etme arasında herhangi bir fark yoktur. Bu ve benzerlerine iman etmek bizim için yeterlidir.

Soru: Arş’ın Azîm, Kerîm ve Mecîd olarak üç şekilde isimlendirilmesi, hangi açıdandır? Bunlar eş anlamlı mıdır, değil midir?

Cevap: İlgili isimler, ihata açısından eş anlamlı değildir. Cisimlerin en büyüğü olması ve kendisinin hükmü altında ve kapsamında olanla­ra, üstündekileri vermesi açısından azîm; kendisi dışındakilerin onu iha­ta etmesinden yüce olması açısından kerîm ve diğer cisimlerden daha şerefli olması açısından da mecîd’dir. En doğrusunu Allah bilir. Bunlar el-FütûhâtÜl-Mekkiyyede bulduğum değerlendirmelerdir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) Sirâcü’l-Ukûl isimli eserinde de, Arş’a istivâ ko­nusunda çok nefis ifadeler gördüm. Sana şimdi bunların gözde olanları­nı özetleyerek Allah’ın izniyle şöyle derim: “Anılan kitabının 3. bâbında şöyle demiştir: “Rahmân Arş’a istivâ etmiştir.”[84] Bil ki Yüce Allah, bizi yerde ve yerden yaratmıştır. Üstümüzde havayı, havanın üstünde gökler­le yeri üst üste tabakalar hâlinde yaratmıştır. Göklerin üstünde kürsîyi, kürsînin üstünde de yaratılmışların en büyüğü olan arş-ı azîmi yaratmış­tır. Ne Kitap’ta ne de Sünnet’te Allah’ın arşın üzerinde bir şeyi yarattığına dair bir bilgi bize gelmemiştir. Çadırlar, balkonlar ve ışıklar şeklinde anı­lanlara gelince, bunlar arşın kapsamında ve ona tâbi olan şeylerdir. Yü­ce Allah’ın “Rahmân Arş’a istivâ etmiştir.”[85] âyeti, yaratmasını arş üzeri­ne tamamlamış, arşın dışında hiçbir şey yaratmamış demektir. Yarattığı her şey, dünya ve âhireti yaratması da Arş’ın dairesinin dışında değildir. Çünkü arş, bütün kâinatı kapsamaktadır. Bununla beraber O’nun kud­reti kapsamında bulunan bir zerre bile ölçülemez, karar kılması nasıl öl­çülebilir?” Şöyle demiştir: “Evlâ olan Kur’ân’ı Kur’ân’la tefsir etmektir.

Yüce Allah “Mûsâ olgunluk çağına ulaşıp gelişimini tamamlayınca”[86] ya­ni “gençliğini tamamlayınca” buyurmaktadır. Yine “Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekin gibidir.”[87] buyurmaktadır. Yani, bu ekin tamamlanmış ve kuvvetlenmiştir. Âyet ya da 5 hadis, problemden uzak, doğru bir şekilde yorumlandığı zaman, bu sonu­ca varması gerekir. Ancak nefisler, şüpheli şeylere meyleder. Gerçekten de hem selef hem de halefin “Îstivâ âyeti” hakkındaki görüşleri farklıdır. Bunun tefsiriyle ilgili olarak yaş-kuru ne varsa söylenmiş ve Müşebbihe açıkça tecsîmi söyleyecek kadar bununla sapmıştır. Bu durum imamlar arasında tekfir, 10 tadlil, darb, sövme, öldürme, sürgün ve kötü lakapları takmayı beraberinde getirmiştir. Daha önce zikrettiğimiz gibi, anlayanlar açısından âyet bundan uzak olmakla beraber, bu âyette Allah’ın bir sırrı vardır.” Şöyle demiştir: “Bu­nun izahı, Yüce Allah’ın Kur’ân’da istivâyı sadece göklerle yerin yaratıldığını belirttikten sonra zikretmesidir. Bunlar altı yerdedir: 1. “Sizin Rabbiniz olan 15 Allah, yeri ve gökleri altı günde yarattı, sonra da arşa kuruldu (istivâ).”[88] 2.

“Sizin rabbiniz olan Allah, yeri ve gökleri altı günde yarattı, sonra da arşa kurulup (istivâ) işleri yerli yerince düzenlemektedir.”[89] 3. “Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indirilmedir. Rahmân arşa kurulmuştur (istivâ).”[90] 4. “O, yeri gökleri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratan ve daha sonra 20  arşa kurulan Rahmân’dır.”[91] 5. “Allah yeri, gökleri ve ikisi arasındakileri altı

günde yaratan ve sonra da arşa kurulandır. Sizin O’ndan başka ne dostunuz ne de şefaatçiniz vardır.”[92] 6. “O yeri ve gökleri altı günde yaratan ve sonra da arşa kurulandır. Yere gireni bilir.”[93]

Bu âyetlerin hepsindeki anlam, daha sonra yaratmanın Arş’a istivâ etmesi 25 şeklindedir. Yani yaratma işini Arş ile tamamlamış ve Arş’tan sonra hiçbir şey yaratmamıştır. Bu “Kral, falanın işi üzerinde karar kıldı.” veya “Durum, kâdının görüşü üzerinde kararlaştırıldı.” denilmesi gibi, Arş’tan sonra başka bir şey yaratmadı [anlamındadır]. Yani kesinleşti [demektir]. Bu, Îbn Abbâs’tan nakledilen “Îstivâ, karar kılmadır.” şeklindeki rivayete dayanmaktadır. Tamamlanma ve kemâle erme anlamındadır. Arapçada istivâ’nın aslı eşitlik­tir.” demiştir. Yüce Allah “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[94] buyur­muştur. Yüce Allah, her şey için bir son ve bir kemâle erme noktası belirle­miştir. Kemâl noktasına geldiğinde “Îstivâ etti (denkleşti.)” denilir. Güneşin tepe noktasına ulaşması (istivâ) ve terazinin eşitlenmesi (istivâ) bu anlam­dadır. Oturan kimse yerine yerleşip oturduğunda “Îstivâ etti.” denilir. Yüce Allah “Sen ve beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde (istivâ)”[95] ve “Üzerine kurulasınız diye”[96] buyurmuştur. Gemiyle ilgili olarak da “Cûdî’nin üzerine kuruldu (istivâ).”[97] demiştir. Yüce Allah, göklerin ve yerin yaratılışını kemâle erdirip tamamlayınca “Onları yedi gök olarak tamamladı.”[98] buyurmuştur. Âdem’in yaratılış ve şekillenişinin tamamlanması hakkında ise “Onu ta­mamladığım (istivâ) zaman”[99] buyurmuştur. Yine, “Nefse ve O’nu düzgün bir şekilde şekillendirene.”[100] buyurmuştur. Buna göre, geçen âyetlerdeki ‘istivâ’nın tefsirinin eşitlik şeklinde olması daha doğru ve daha gerçekçidir. Bu, “Falanın işini istivâ etti.” yani “tamamladı ve bitirdi.” gibidir. Şöyle demiştir: “Mâzî ve müstakbel fiil masdara delâlet ettiğinde, mukadder masdar için açık (zâhir) veya gizli (kinâye) bir fiilin çıkarılması câizdir. Zâhir, “Zeyd’in malını pazarlık yaptım ve ona tamamlandı (istivâ).” demen gibidir. Yani fi­yatı, değeri ondur. Kinâye ise “Nefislerinizden eşler ve hayvanlardan da eşler kıldı. Böylece sizi üretiyor.”[101] âyeti gibidir. Yani kılmakta (ca‘l) kinâye vardır. Şairin şu sözü de bu anlamdadır:

Sefih nehyedildiğinde ona yönelir

Yani sefehe yönelir. Sefih lafzı, sefehe delâlet edince, kinâye de ona döner. Bu âyetlerin hükmü de böyledir. “Zeyd evini yaptı ve çatı üzerine istivâ etti.” sözünün de buna örnek olduğunu söylemiştir. Bunun anlamı, “Binasını çatı üzerine kurdu ve bununla tamamladı.” şeklindedir. Aynı şekilde geçen âyet­lerdeki göklerin ve yerin yaratılmasının anlamı, yaratılışın arş üzerine karar kı­lındığı, bununla tamamlandığı ve üzerine hiçbir şey yaratılmadığı şeklindedir.

Soru: Allah’ın Tâhâ sûresindeki Rahmân arşa istivâ etti.”[102] ve elFurkân sûresindeki “Daha sonra arşa istivâ eden Rahmân’dır.”[103] âyetleri hakkında ne dersin?

Cevap: Bu âyetlerdeki şüphenin nazımla ilgili olduğu ve öykünün bu bütün âyetlerde aynı olduğu şeklindedir. Kur’ân’da nazım için acayip yön­temler vardır. Tâhâ’daki “Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indiril­medir. Rahmân arşa kurulmuştur.”[104] âyetlerinde Rahmân, kimseden (j^) tabirinin tefsiri ve izahıdır. Yani bu yaratıcı, Rahmân’dır. “Arşa kurulmuş­tur.”[105] buyurmuştur. Yani “Onu yarattı.” “Îstiva’nın faili, “yarattı” fiilinin delâlet ettiği masdardır. Bu, gizli zamir olarak isimlendirilir. “İstivâ’nın âyetin sonunda gelmesi, bu sûrenin âyet sonlarında Elif-i maksûra (^) şek­linde olması nedeniyledir. el-Furkân sûresindeki “O, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratan ve daha sonra arşa kurulan Rahmân’dır.”[106] âyetinde ise takdîm ve te’hîr vardır. Bunun takdiri “Gökleri ve yeri yaratan Rahmân’dır, sonra da arşa istivâ etti.” şeklindedir. Rahmân, haberi daha önce gelen mübtedâdır. Bu haber, “Yaratan” ifadesidir. Bu “Sana gelen, Zeyd’dir” demen gibidir. “Daha sonra arşa kurulan Rahmân’dır.”[107] ifadesi, söz arası (îtirâz) ifadedir.

Bunun anlamı şudur: “Yaratmasını arşın üzerine istivâ etti.” ya­ni “onunla tamamladı.” dediğimiz gibidir. Şeyh Ebû Tâhir [el-Kazvînî] uzun sözlerden sonra şöyle demiştir: “Nice insanlar vardır ki sözlerime baktıklarında hemen beni kınamaya başlar ve “Sen, selef ve halefin ço­ğunun tefsirine aykırı olarak âyetleri farklı (bidat) bir şekilde tefsir et­tin.” derler. Onların muhalefeti icmâa aykırıdır. Vallahi, ben onları bu konuda mâzur görüyorum. Zira var olandan ayrılmak ve gencin hak ya da bâtıl olarak atalarından ve hocalarından aldığı şeylerden vazgeçme­si gerçekten çok zordur. Benim söylediğim “Bazıları bidat olarak isimlendirse de zikrettiğimiz şey, muhtemel, sahih ve açıktır. Nice bidatler vardır ki güzeldirler.” dedi ve uzun uzun anlattı, sonra da şöyle dedi. “Özetle Arş, bütün mülklerin en büyüğüdür. Hak Teâlâ da mertebe itibariyle onun üzerindedir. Bu, üzerimizde bir şeyi düşündüğümüzde havayı, havanın üzerinde bir şeyi düşündüğümüzde de üst üste gökle­ri kalplerimizle görürüz. Sonra vehimlerimizle yedi göğü geçtiğimizde kürsîyi, kürsîden yukarı çıktığımızda da tamamı yüce yaratıcıya delâlet eden yaratılmışların sonu olan arşı görürüz. Yaratılmışların sonu olan arştan fikirle çıkarsak fikir için asla bir merdiven bulamayız ve fikir bu­rada durur. Fikrin alanı cisimlerin sonlanmasıyla sonlandığı için, fikir burada durur. Daha sonra kalplerimiz ve akıllarımızla mertebe açısından Rahmân’ın arşın üzerinde olduğunu görürüz. Zira yaratıcının mertebesi yaratılanın mertebesinin üstündedir. Yüce Allah, arşın kürsînin üstünde olmasından farklı olarak arşın üstündedir. Zira arşın kürsînin üstünde olması, Rabb’in arşın üstünde olmasından farklı olarak, cihet ve mekân itibariyledir. O’nun arşın üstünde olması mekân itibariyle değil, mertebe ve konum itibariyledir. En doğrusunu Allah bilir.

ON SEKİZİNCİ MEBHAS

İleride Geniş Yer Verileceği Gibi Sıfat Âyetleri Te’vil Edilmedikleri Takdirde Bir Sakınca Olmayacaksa Selef’in Yaptığı Gibi Te’vil Etmemenin Daha Evlâ Olduğunun Beyânı Hakkındadır

Önce usûlcülerin sözleriyle başlayarak daha sonra Şeyh Muhyiddin’in sözleriyle devam ederek Allah’ın yardımıyla şöyle deriz: Kelâmcıların cum­huru şöyle demiştir: Kitap ve Sünnet’te sıfatlarla ilgili kesinleşen âyet ve haberlerin zâhirî anlamlarına inanırız. “Rahmân arşa istivâ etti.”[108], “Rab­binin yüzü bâkî kalır.”[109], “Gözümün önünde yapman için.”[110] ve “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir.”[111] âyetlerinde olduğu gibi bir problemi işitti­ğimiz anda, Allah’ı tenzih ederiz. Onlar, müşkil âyetlerin te’vil mi edilmesi yoksa mânalarının tefviz mi edilmesi konusunda ihtilaf edilmiştir. Bura­da kastedilen, O’nu lafzın zâhiri anlamından münezzeh tutarak işi tefvize havale etmemiz durumudur. Selefin mezhebi teslim, halefin mezhebi ise te’vil etmektir. Her ikisi de bunların detaylarını bilmemenin genel olarak itikadımıza zarar vermeyeceği konusunda ittifak etmişledir. Tefvizin daha güvenli, te’vilin ise sıfat âyetlerine olan imanın kemâlinin zâil olmasına daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Zira Yüce Allah, akıllarımızla yaptı­ğımız te’villere değil, sadece bizden lafızların kendilerine iman etmemizi istemiştir. Sıfat âyetlerini te’vil etmek isteyenin birçok ilme muhtaç olma­sının yanı sıra, yapılan te’vilden Allah’ın râzı olmaması da mümkündür. Şöyle demiştir: “O dönemdeki bir şahısta bütün kabilelerin Arapçasının bilgisi konusunda tebahhur, onların mecazları ve istiareleri hakkında de­rinlik, te’vil mekânları ve bunların hatalarından ayırt edilmesi hakkında bilgi ve Kur’ân tefsiri ilimlerinde, hadislerin şerhinde, sair hükümlerde selef ve halefin görüşleri hususunda tebahhur gibi özellikler toplanması gerekir.” Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif Hâşiye’sinde şöyle demiştir: “Tefviz anında da tenzihi şart koşarak Allah’ın hakikatinin diğer yaratılmışların hakikatinden farklı olduğunu insanların anlaması için, selef ve halefin, tenzih üzerinde ittifak ettiklerine dikkat çekmişlerdir. Allah’ın sıfatları­nın, yaratılmışların sıfatlarının anlaşıldığı gibi te’vil edilmesi câiz değildir.”

Şöyle demiştir: Kitap ve Sünnet’te bulunan sıfatların tamamında Kitap ve Sünnet’te vârid olan sıfatların meşhur sekiz sıfattan ibaret olmadığına dikkat çekilmektedir. Kitap ve Sünnet’te bunların dışında da sıfatlar kayde­dilmiştir. Aynı şekilde bunda, genel bir hükümle ilgili kapsamlı bir kaideyi açıklama da söz konusudur. O da mânası açık olanlara inanmak, müşkil olanları da tefviz etmektir.

Şeyh Muhyiddin’in bu konudaki sözleri ise şöyledir: “Te’vil edilmediği takdirde bir sıkıntıya girmesinden korktuğumuz bir insan için te’vil edilir. Bunun dışında tamamı, te’vilin yapılmamasına ve teslim olmaya meyilli­dir. Müslim ve daha başkalarının naklettiği şu hadiste olduğu gibi Yüce Allah, zayıflar için te’vil kapısını bize açmıştır: “Hastaydım, beni ziyaret etmedin.” Kul bunu dikkate alıp “Sen âlemlerin rabbi olduğun hâlde nasıl seni ziyaret edeyim ya Rabbi!” dediğinde Yüce Allah, ona “Falanca kulu­mun hasta olduğunu ve onu ziyaret etmediğini bilmiyor musun? Şayet onu ziyaret etseydin beni orada bulacağını bilmedin mi?...” Şeyh Muh­yiddin el-Fütûhât’ ın 177. bâbında âciz olanlar için te’vilin câiz olduğunu zikretmiştir. 68. bâbında ise ezânla ilgili ifadelerden sonra, her akıl sahibi kimseye açıklandığı takdirde, akıl ve ilim sahibi olmayan kimseyi yüce ve kuşatıcı olan ilâhi mertebe hakkında saygısızlığa götürecek ilâhi sırrı setretmenin vâcip olduğunu söylemiştir. Bu tür insanlar için te’vil etmenin vâcip olduğunu söylemiştir.

Şeyh Muhyiddin (ra) şöyle derdi: “Akâidin en sağlamı, Allah’ın indirdik­lerine Allah’ın muradı üzerine iman etmektir. Zira Yüce Allah, bizim bundan âciz olduğumuzu bildiği için, sıfatların kendisine nisbetinin hakikatini bil­mekle bizi sorumlu tutmamıştır. Çünkü O’nun hakikati, bütün yaratılmışla­rın sıfat ve hakikatlerinden başkadır. Bunu 405. bâbda zikretmiştir. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini duymuştum: “Aklî konularda inkâr ederek seferde yol kesici olan, imanı yaralayan şüphedir; şerî konularda sefer­de yol kesici olan ise te’vildir.” Aynı şekilde onun şöyle dediğini de duydum: “Kâinatta bulunan bütün sözler te’vili kabul eder.” Yüce Allah “Olayların (rü­ya) te’vilini ona öğretmemiz için” buyurmuştur.293 Te’villerin bir kısmı mütekellimin muradına uygun, bir kısmı ise mütekellimin muradına muhaliftir.

Böylece bütün sözlerin tâbir kabul ettikleri anlaşılmış oldu. Ayrıca anlaşıl­mayan her şeyi anlamamız da gerekmez.” Bunu Şeyh’in 384. bâbda söyle­dikleri de teyit etmektedir: “Fikir ehli hiç kimse, aklın sınırları içerisinde kaldığı müddetçe, sıfat âyetleri üzerinde durmaktan geri durmaz. Yüce Al­lah, ilham yöntemiyle ilminden bir ilim ona verirse, bu âyet ya da hadisin muradını kendisine bildirir.” Şöyle demiştir: “Ayrıca bu dil erbabından te­vil edenlerin, Peygamberlerinin, Allah’ın kanun koyması ya da Allah’ın iz­niyle Peygamberi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yasa koyması hakkında telaffuz ettiklerini te’vil ederken yaptığı hataları bağışlaması, Allah’ın rahmeti cümlesindendir.”

Şeyh Levâkihu’l-Envârda şöyle demiştir: “Bil ki filozofların hataları, te’villerinden kaynaklanmaktadır. Bu da onların, ilmi Îdrîs’in (aleyhisselâm) şeriatın­dan almalarıdır. Onun sözlerinden kendilerine ulaşanları te’vil etmişlerdir. Ref edilince bizim Peygamberimiz Muhammmed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sözlerinde ihtilaf ettiğimiz gibi ihtilaf etmişlerdir. Vefatından sonra bir âlimin haram kıl­dığını diğer âlim helâl kılmıştır.” Şeyh şöyle demiştir: “Bir olay hakkında kendisiyle bir araya geldiğimde Îdrîs’ten (aleyhisselâm) başka hiç kimseden hata gör­medim; ancak ilmini bizzat ondan hak üzere aldım.” Yine “Esrâr Bâbı”nda da şöyle demiştir: “Te’vil etmekten sakın! Zira bununla başaramazsın, ima­nın müteâllakı (taalluk ettiği şey), aklınla yaptığın te’viller değil, Allah’ın indirdiği lafızlardır. “Peygamber, rabbinden kendisine indirilenlere iman etti.. .”[112] 276. bab’da da Allah’ın “Şayet onlar Tevrât’ı, Încîl’i ve kendileri­ne Rablerinden indirilenleri ayakta tutsalardı.”[113] âyeti kapsamında şöyle demiştir: Tevrât’ın ayakta tutulmasından kastedilen, onu te’vil etmemektir. Allah’ın kelâmını te’vil eden, onu ayakta iken yere düşürmüştür. Te’vilden ve fikriyle amel etmekten uzak tutan ise onu ayakta tutmuştur. Zira fikir, hatadan mâsum değildir.”

315. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki sıfat âyetlerini te’vil etmemek ve gel­dikleri şekilde, keyfiyetsiz olarak bunlara iman etmek edeptendir. Te’vil ettiğimiz takdirde bunun Allah’ın muradı olup buna dayanabileceğimi­zi ya da muradı olmayıp reddedildiğini bilmiyoruz. Bu nedenle Allah katında bir bilgi sahibi olmadığımız her şeyde teslim olmamız gerekir.

Söz gelimi bize Rabbimizin hoşuna nasıl gider veya Rabbimiz nasıl sevi­nir?” denildiğinde “Allah’tan gelen her şeye Allah’ın muradına uygun ola­rak, Resûlullah’tan gelen her şeye de Resûlullah’ın muradına uygun olarak iman ederiz. Bunların tamamında keyfiyetle ilgili bilgiyi Allah ve Resûlüne havale ederiz.” deriz. Şöyle demiştir: “Peygamberler de Allah’tan kendile­rine gelen bu tür konular hususunda bizim gibidirler. Onlara da Allah’tan bu tür haberler geldiğinde, bizim yaptığımız gibi bunların bilgisini Allah’a bırakırlar. Bunların te’vilini bilmememiz uzak değildir. Ancak Allah’ın bir şekilde te’vil etmesiyle, bunların te’vili bilinir. Bu da uzak değildir.” “Bu selefin yöntemidir. Allah bizi onlara halef kılsın!” demiştir. Şeyh (rh.a) “Onun hiçbir mânasını akletmeden bu lafızlara iman ederiz.” diyen kim­senin akidesine 405. bâbda karşı çıkarak şöyle demiştir: “Bir lafza mânasını anlamadan iman eden ve “Kendimizi bunu işitmeyenlerin hükmüne tâbi tutarız ve akli delilin bize verdiği bu sözün zâhiri anlamının imkânsızlığına dair durum üzerinde kalmaya devam ederiz.” diyenler, kendilerini hitabı işitmeyenlerin hükmüne tâbi tutmakla, güzel bir ibâre ile Şâri‘e tahakküm etmektedirler.” Şunu da söylemiştir: “Bunlardan bir grup vardır ki onlar da şöyle söylerler: Allah’ın ve Resûlünün bilgisi üzerine bunlara iman ederiz. Bunların lisân-ı hali şöyle demektedir: “Yüce Allah kendi nefislerine has olan şeylerle bize hitap etmiştir.” Dolayısıyla bunu boş iş (abes) olarak gör­müş olmaktadırlar. Oysa Yüce Allah “Biz bütün peygamberleri, kendilerine açıklasınlar diye, kendi kavimlerinin diliyle gönderdik.”296 buyurmaktadır. Bu şekilde geldi ve Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de Allah’ın emrettiği gibi bize açıkladı.

Şöyle dedi: “Sıfatlar konusuna bilgisizce dalanların en kötüsü, peygam­berleri eleştiren ve onları hayal ve vehimlerin hükmü kapsamına alanlardır.” Onları şunlar takip eder: “Peygamberler, insanlar arasında en çok Allah’ı bi­lenlerdir. Ancak hitap ederken, durumun olduğu şekilde değil de insanların anlayabilecekleri seviyeye inerek konuşurlar.” diyenlerdir. Bu imkânsızdır; bunların lisân-ı hali, peygamberleri, rablerine nispet ettikleri şeyler konu­sunda, güzel bir ifade ile yalanlayanlar gibidir. Bu şunun gibidir: Bunların durumu, bir insandan utandığı zaman, onun yanında dinleyicinin doğ­ruluğuna inanmadığı bir şeyi söyler. Bu kişi ona “Yalan söyledin.” demez.

Aksine efendim iş sizin zannettiğiniz gibi değildir, işin aslı şöyle, şöyledir.” diyerek doğru söylemektedir, der. [Aslında] bu kişi onu yalanlar ve güzel bir şekilde onu cahil ilân eder. Îşte tevile kalkanların davranışı böyledir. Onları da bu konuda şunları söyleyenler takip eder: “İfadelerinde insan­ların anlayış seviyesine indiklerini savunmuyoruz, bu lafızdan kastedilen halkın anladıkları şekil değil de şu ve şudur.” Şöyle demiştir: Bu durum, Peygamber’in getirdiği dilde mevcuttur. Bu, daha önceki duruma benze­mektedir. Ancak bunlar, bu konuda kendileri hakkında vermedikleri hük­mü, Allah hakkında vermektedirler. 405. bâbda söyledikleri bunlardır.

177. bâbda ise şöyle demiştir: “Ey kardeş! Sıfatlarla ilgili gelen âyet ve haberlerin hepsi konusunda sana teslim olmanı tavsiye ederim. Çünkü te’vil edenlerin çoğu helâk olmuştur. Durumu en hafif olan kimse şunu söyle­yendir: “Peygamberimizin doğruluğundan şüphe etmiyoruz. Ancak kendi­sini gönderen Allah’ın nitelikleri hakkında bize öyle şeyler getirmiş ki onları zâhiri anlamlarıyla kabul eder ve kendimize yaptığımız gibi Rabbimizi de böyle yorumlarsak bu bizi, O’nun hâdis olduğu ve bizim için ilâh olma­sının zevâl bulacağı sonucuna götürür. Oysa O’nun ilâh olması bizim için sabittir. O hâlde bu konuda dilde bunun kullanım alanının olup olmadığına bakmalıyız. Kuşkusuz peygamber, kavminin dili ve üzerinde ittifak ettikleri şeylerle gönderilir.” Onlar bunları değerlendirdiler ve Hak Teâlâ’nın kendi­sini nitelediği şeylerden tenzih etme neticesine vardılar. Onlara “Hangi şey sizi bu sonuca götürdü?” denilse “Bizi bu sonuca iki şey götürdü.” derler: 1. Delillerdeki zafiyet. Biz delillerle onun davasının doğruluğunu ispatladık. Dolayısıyla aklî delillerde bir zafiyet olduğunu söylemiyoruz. Çünkü burada onun doğruluğuna dair zafiyet olur. 2. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize kendisini gönde­ren Allah hakkında “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”297 buyurdu. Bu, aklî delillere uygundur ve bunun gibi şeylerle onun doğruluğunu takviye etmek­tedir. Onun Allah hakkında söylediklerinin benzerlerini, zâhiri anlamında kabul edersek hak yoldan sapmış oluruz. Bu nedenle te’vil hakkında her iki tarafı ispatlayan bir yöntem benimsedik.” Bunlar çok güzel sözlerdir.

198. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki hayrın tamamı Allah’ın indirdiklerine iman etmek, şerrin tamamı da te’vildedir. Te’vil eden, ilme uygun yap­sa bile imanını yaralar. Dolayısıyla bunu yapması doğru değildir. Hadis­te “Kulum, kendisine vazife olmadığı hâlde beni yalanladı.” denilmiştir.

Herkese kıyamet gününde yaptığı te’vili sorması ve Nasıl olur da ben nef­sime bir şeyi izâfe ederim de sen aklını imanına, fikrini Rabbinin ilmine tercih ederek ondan beni tenzih edersin?” demesi gerekir. Ey kardeş! Rab­binin peygamberlerinin dili üzere kendisine izâfe ettiği şeyden O’nu tenzih etmekten sakın! Ne olursa olsun, salt aklınla O’nu hepsini birden tenzih etme. Sana nasihatte bulundum, Îlâhiyat alanında aklî delillerde, şerî delil­lere aykırı birçok şey vardır.” dedi ve daha önce geçen güzel söz ve eklerle bunu uzattı. Oraya müracaat et, şaşıracak şeyler görürsün, seni doğru yola sevk ettim. En doğrusunu Allah bilir.

204. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki haberî sıfatlar konusunda akıllara tenezzül edildiğini söyleyen kimse, hakikatlari öğrenmeye kapalıdır. Şayet ubudiyyet, rubûbiyyete eziyet verirse, hakikatler bâtıl olur. Kul sadece ken­disi için açık olanları görür, Hak da ne tenzih sıfatları ne de teşbih sıfatları sadece kendisi için olan şeylerle zuhûr eder. Bunların tamamı O’nundur. Şayet durum böyle olmasaydı, Allah’ın kendisini nitelediği şeyler yalan olurdu. Oysa Allah, bundan yücedir. Aksine Allah’ın kendisini nitelediği izzet, kibriyâ, ceberut, azamet, benzerlerin nefyi ve aynı şekilde kendisini nitelediği unutma, hile, tuzak ve yanıltma gibi sıfatların tamamı, O’nun hakkında kemâl sıfatlarıdır. Şanına yakışır bir şekilde bunlarla nitelenmiş­tir. Sadece O’nu hakikatleriyle bilmeyenler, tenezzül ettiğini söylerler.” Şöyle demiştir: “Yine şayet Yüce Allah bize beyân etmek sûretiyle lütufta bulunsaydı, şerî bir özür olmaksızın, bizim bunu gizlememiz helâl olmaz ve Hakk’ın beyân ettiğini insanlara beyân etmemiz gerekirdi.”

el-Fütûhât’ ın 58. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki bize göre en şaşılacak şey, insanın kendi fikir ve görüşünü taklit etmesidir. Bunların her ikisi de onun gibi muhdes ve Hakk’ın aklın hizmetine verdiği kuvvetlerden bir kuvvettir. Bununla beraber onun (akıl kuvvveti), acziyyette mertebesini aşamadığını, kendisinin hafıza, musavvire ve muhayyile gücü gibi diğer güçlerin hükmü­ne giremeyeceğini bilir. Bu kusurların tamamını bilmemize rağmen o, Rabbini bilme konusunda âciz olan yeteneğini taklit etmekte, Rabbini kendin­den Kitabında veya Peygamberinin Sünnetinde haber verdiği şekilde taklit etmemektedir. Bu hata, bir âlim için gerçekleşecek olan acayipliklerdendir. Her te’vil ve fikir sahibi olan kimse, kesin olarak bu hatanın kapsamında­dır. Ey kardeş, bak/düşün! Akıl, birçok illet ve kusuru barındıran anılan yeteneklerin aracılığı olmaksızın zikrettiğimiz şeylerden hiçbir şey an­lamaktan ne kadar âcizdir, ne kadar da fakirdir/muhtaçtır. Sonra da bu yöntemle söz konusu durumlardan biri hâsıl olduğunda, Allah’ın kendisi hakkında verdiği haberleri kabul etmekten sakınır ve “Fikir bunu redde­diyor.” der. Fikrini taklit ve tezkiye eder, rabbinin şeriatını ise yaralar.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Özet olarak, aklın ken­diliğinde hiçbir şeyi yoktur; durum böyle olunca, Rabbinden gelen ve O’nun kendisinden haber verdiği şeyler sahih ise bunları kabul etmek, fikrinin hayalini, hayalinin de hislerini taklit ettiğini öğrendikten sonra, söz konusu fikrini kabul etmesinden daha evlâdır.

el-Fütûhât’ın 3. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah’ın yarat­ma, diriltme, öldürme, engelleme, verme, tuzak kurma, alay etme, hile, sevinç, şaşırma, gazap, rızâ, gülme, neşelilik, ayak, el, iki el, eller, göz ve gözler gibi kendisini nitelediği bütün vasıflar, Rabbimiz için sahih olan özelliklerdir. Biz O’nu kendi kendimize vasfetmedik; O, bunlarla kendisini biz var olmadan önce peygamberlerinin diliyle bu şekilde vasfetmiştir. O sadıktır, onlar da aklî delillerin gösterdiği gibi sadıktırlar. Bu durum, O’nun yaptığı, O’nun zâtının kabul ettiği ve O’nun yüceliği­ne yaraşır bir şekildedir. Bunlardan herhangi bir şeyi reddetmemiz veya keyfiyet belirlememiz câiz değildir. Bize nispet edilmesinin dışında bir şekilde O’na nispet edilmesi görüşündeyiz. Bunları O’nun hakkındaki bilgimiz çerçevesinde O’na nispet etmekten Allah’a sığınırız. Bu dünyada O’nun zâtı hakkında cahiliz, âhirette de ne olacağını bilmiyoruz. Allah’ın peygamberlerinin diliyle kendisi için sabit gördüğü bir şeyi inkâr eden herkes, Allah’tan getirilen şeyi inkâr etmiş olur. Bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr eden herkes de böyledir. Bunlara inanıp da bunların bize nispet edilmesi gibi Allah’a nispet ederse ya da böyle bir vehme kapılırsa veya böyle bir şey aklına gelirse yahut bu şekilde tasavvur ederse ya da bunu mümkün görürse cahillik etmiş olur, inkâr etmiş olmaz. Îşte doğru bağlantı budur.

el-Fütûhâtın 73. bâbında şöyle demiştir: Bil ki Hak Teâlâ’yı müşâhede eden herkes iki nispetle sınırlıdır. Bunlar, Allah’ı tenzih etme nispeti ve teşbihin bir şekliyle hayale tenezzül etme nispetidir. Tenzihi nispet etmeye gelince bu, Allah’ın “O’nun benzeri bir şey yoktur.”[114] şeklindeki tecellîsi­dir. Hayale tenezzül etme nispeti ise “O işiten ve görendir.”[115] âyeti, “Rabbine O’nu görüyormuş gibi ibadet et!” hadisi ve “Hangi tarafa dönersen

Metin Kutusu: ise Allah’ın


 Allah’ın yüzü (vech) oradadır.”[116] âyetinde ifade edilen şekildeki tecellîsidir.

Allah’ın sizden birinizin kıblesindedir. فى ve ثم zarftır; وجه الله zâtı ve hakikatidir.” Şöyle demiştir: “Mahlûkatın alışık olduğu mânalarla gelen bütün âyet ve hadislerdeki lafızlar, alışılagelen ve anlaşılan mânalar­la gelen ıstılâhlar olmasaydı, bu ilâhi tanıtımın nazil olduğu dile muhalif olan şeylerin, muhataplar açısından bir anlamı olmazdı.” Yüce Allah “Biz, bütün peygamberleri beyân etmeleri için kavimlerinin dili üzerine gönderdik.”[117] buyurmuştur. Yani dilleriyle onlara açıklasın diye ki durum, bu şekildedir. Gönderilen Peygamber de bu lafızları, ıstılâhların olduğu şekle muhalif şekilde bize şerhetmemiştir. Dolayısıyla bu lafızlardan anlaşılan mânaları, Hakk Teâlâ’nın kendi nefsine nispet etmesi gibi nispet etmiştir.

Bu lafızları, dilleriyle nazil olduğu kimselerin anlamayacağı birtakım mânalarla şerhetmeye hükmetmemiştir. Bu, “Sözü bağlamından koparan­lar” ve “Aklettikten sonra muhalefet ettiklerini bilerek tahrif edenlerden” olmamamız içindir. Dolayısıyla nispetin keyfiyyetini bilmediğimizi ikrar etmemiz gerekir.” “Bu, bütün selefin inancıdır, onlardan aksi görüş bilmi­yoruz.” dedi ve bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle dedi: “Kur’ân’da Al­lah’ın Âdem hakkında “Kendi ellerimle yarattığım şeye”[118] şeklinde gelmiş­tir. Burada eller tesniye olduğu için bunları “kudret” şeklinde veya birinin nimet eli, diğerinin ise kudret eli olduğu şeklinde yorumlamanın da câiz olmadığı bilinir. Çünkü bunlar bütün varlıklar için geçerlidir. Oysa âyet, Âdem’in Îblis’e üstünlüğünü ifade etmek için gelmiştir ve bu yorumlarla Âdem’in herhangi bir üstünlüğü söz konusu değildir. O hâlde zikrettiği­mizin dışında iki el için üstünlük veren başka bir mânanın olması gerekir.

İki el için, tenzih ve tenezzül nispetlerinin dışında hayalde başka bir nispet de bilmiyoruz. Bu, şu hadis gibidir: “Allah Kürsî’yi yarattığı zaman buna iki ayak eklemiştir.” İki ayaktan cennet ve cehennem ehlinin mazharı olan emir ve nehiyden başka bir şey bilinmiyor. Anla! Zikrettiğimiz iki nispet konusunda, kendilerine bu nispetler yöneltildiğinde Âdemoğlu üç kısma ayrılmışlardır: 1. İki nispeti bir araya toplayan kâmil, 2. Özellikle düşünce veya aklın verdiği delili dikkate alan vâkıf ve 3. Gelen lafzın verdiği mâ­nayı benzeten müşebbih. Bunların dördüncüsü yoktur. Bunların tamamı müminlerdir. Sadece tenzih görüşünü benimseyip akıllara tenezzül etmeyi reddeden kimse, kemâl yönteminden sapmıştır. Tenzih olmadan sadece teşbihi benimseyen de böyledir. Allah’tan bizi kelâmcıların ve Mücessimenin sapmalarından korumasını dileriz.

377. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki sıfat âyetleri ve haberlerine iman et­mek bütün mükelleflere vâciptir.” Şöyle demiştir: “Allah, peygamberlerinin diliyle kendisinin bir eli, iki eli, parmağı, iki parmağı, parmakları, gözü, iki gözü, gözleri, beraberliği, gülmesi, sevinmesi, hoşlanması, getirme ve gelmesi, arşa istivâsı, ondan kürsîye ve dünya semasına inmesi olduğunu haber vermiştir. Yine kendisinin görmesi, ilmi, kelâmı, sesinin olduğunu; koşma, sınır, miktar, rızâ, gazap, boş olma ve ayağı gibi hususları da haber vermiştir.” Şöyle demiştir: “Bunların tamamının mânaları ma‘kul, Allah’a nispetleri meçhuldür. Bunlara iman etmek gerekir. Çünkü Allah’ın kendisi hakkında verdiği bir hükümdür. O, mahlûkun aklıyla verdiği hükümden daha çok öncelik sahibidir. Akıl sahibinin yaptığı te’vil, sadece akıl ve fi­kir tarafının iman tarafına yardımcı olması içindir. Dolayısıyla aklı kabul edinceye kadar te’vil etmez; dolayısıyla Allah’ı tasdik anında bile O’nu tas­dik etmediği an gibidir.

Şeyh Levâkihul-Envâr kitabında şöyle demiştir: “Bil ki keşiferbâbına göre Arapça ifadelerde asla mecaz bulunmaz; bu, kesinlikle hakikattir. Bu, onların lafızlarını hakiki anlam için vazetmeleri nedeniyledir. Kudret elini kudret, uzuv elini uzuv ve bilinen eli de bilinen el olarak vazetmişlerdir. Bunun dışına çıktıklarını iddia edenlerin delil getirmeleri gerekir, bu da mümkün değildir.

Sözgelimi Falan kimse aslandır.” dediklerinde kendi dillerinde cesur olan herkesin aslan olarak isimlendirilmesi nedeniyle bunu hakikat olarak va­zetmişlerdir. Buna bağlı olarak bu sözü mecaz değil, hakikat olarak kul­lanmışlardır. Buradan her akıl sahibi, Kitap ve Sünnet’te yer alan el, göz ve yan (cenb) gibi ifadelerin teşbih olduğuna hükmedilmeyeceğim anlar. Zira teşbih, “misl” lafzıyla ya da sıfat olan “kâf” ile olur. Bu ikisi dışında kalanlar müşterek lafızlardır. Bu durumda söz konusu zâtın verdiği hakikat doğrultusunda, bütün zât için nispet edilirler.

el-Fütûhâtın 2. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Kitap ve Sünnet’te, zâhiri teşbihi vehmettirecek şekilde gelen hiçbir şey bu kabilden değildir. Bu, Kur’ân’ın kendi dillerinde geldiği Arapların aklına tenezzül etmedir. Bu, Allah’ın “Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu. (Peygam­bere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar yahut daha az oldu.”[119] âyeti gibi­dir. Arapların krallarının katında saygın kimseler olurdu ve bu düzenleme­ye göre otururlardı. Bununla Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Yüce Allah’a yakın­lığını anlıyorlardı. Bundan yakınlığın dışında bir şey anlamaya aldırma!” Onun 3. bâbında ise şöyle demiştir: “Bil ki Müşebbiheyi saptıran tek şey, üzerinde düşünmeden akıllarına gelen ve Allah’ı tenzih etmeleri gereken şeyleri te’vil etmeleridir. Bu, onları açık bir cahilliğe götürdü. Şayet onlar güvenli olanı isteyip hiçbir şekilde geri dönmeden âyet ve haberleri geldik­leri şekilde bıraksalardı ve bunun bilgisini Allah ve Resûlüne havale etse­lerdi kurtuluşa ererlerdi. Onlara “O’nun benzeri bir şey yoktur.”[120] âyeti yeter. Teşbih yönü açık olan bir hadis kendilerine geldiğinde “Allah ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’ âyetiyle kendisinden teşbihi nefyetmiştir.” dediler. Geriye sadece bu haberin tenzih şekillerinden biriyle gelmesi kalmaktadır. Kur’ân’ın dilleriyle nazil olduğu Arap anlayışına uygun olarak gelmiştir. Zira Kur’ân ve Sünnet’te teşbihle ilgi bir tek metin kesinlikle bulamazsın. Araplar arasında bunlar teşbih vecihlerinden biriyle yorumlanırlar: Bun­lardan biri, zâhiri, teşbihi akla getirendir. Biri de tenzihe götürür ki bu, bir tevilcinin bu lafzı, teşbihe götüren bir şekilde yorumlamasıdır. Daha sonra bu lafzın te’vili hakkında bir sıkıntı yaşar. Çünkü dilin verdiği vazına gö­re, buna hakkını vermemiştir. Yine O’nun büyüklüğüne yaraşmayacak bir şekilde yorumladığı için, Allah’ın sıfatları konusunda da sınırı aşmış olur.”

[Şeyh] şöyle demiştir: Sana literatürde yer alan ve lafzın zâhiri, teşbihi gerektiren, buna kıyas yapacağın ve zikredilecek başka hiçbir metni bu­lunmayan bazı hadisleri getirelim. Bunlardan biri, “Müminin kalbi, Rahmân’ın parmaklarından iki parmağı arasındadır.” hadisidir. Bu durumda akıl, hakikat ve mecaz olarak lafzın vaz’ının gerektirdiğine bakar ve parma­ğın hem uzuv hem de nimet için kullanılan müşterek bir lafız olduğunu görür. Araplar “Falanın malındaki parmağı ne kadar da güzeldir.” der. Par­mak hem uzuv hem de nimet ve güzel eser için kullanıldığına göre, hangi şekilde parmak uzuv olarak yorumlanır? Burada sanki tenzih terkedilmiş ve açık nas dikkate alınmıştır. Kul ya bunu tenzihe yaraşır bir şekilde tevil eder ya da sessiz kalır ve bunun bilgisini Allah’a ve Allah’ın bunun bilgisini öğrettiği nebî ya da veliye havale eder. Ancak bunu uzvu nefyetme şartıyla yapması gerekir. Ancak bidat ehli birisi bize karşı gelirse, bu durumda sus­mak helâl olmaz, aksine tecsîm görüşünde olanlarla birlikte bunların delil­leri çürütülünceye kadar lafzın tenzih açısından muhtemel bütün yorum­larını açıklamamız gerekir. Böylece hadisin anlamının Ehl-i hakkın ifade ettiği gibi “Müminin kalbi Rahmân’ın nimetlerinden iki nimet arasında olduğu” şeklinde olduğu anlaşılır. Bunlar, yaratma (îcâd) ve yardım etme (imdâd) nimetleridir. Allah en doğrusunu bilir.

Allah’ın “Yeryüzü kıyamet gününde, bütünüyle O’nun elindedir. Gök­ler de O’nun kudretiyle dürülmüştür.”305 âyetinde yer alan “kabza” ve “sağ el” de bu kabildendir. Akıl, Arapça'nın vaz’ının gereğine bakar ve âyetin an­lamının “bütün varlığın O’nun elinde (kabzasında)” olduğu, yani O’nun tasarrufu altında olduğu şeklinde olduğunu anlar. “Falan kimse elimdedir.” denilir. Yani benim hükmüm altındadır anlamı murad edilir.. Aslında uzuv olan elinde asla böyle bir şey yoktur. Ancak başkasının değil sadece onun emir ve hükmü ona geçmektedir. Bu, gerçekte elinde bulunan, kabzasın­da tuttuğu bir şeye hükmünün geçmesi gibidir. Allah için uzuv imkânsız olunca, akıl ‘kabzanın ruhuna, anlamına ve faydasına yönelir. Bu da dünya ve âhiret âleminin Allah’ın tasarrufunda olmasıdır. “Sağ el” denilmesinin sebebi de mutlak tasarruf gücünün mahallinin sağ el olmasından dolayıdır. Zira sol elde, normalda sağ elin gücü yoktur. Dürmekten kinâye olarak da sağ el denilmiştir. Bu, kudretin fiil yapma imkânına işaret eder. Îşte böylece söz konusu mâna, bildikleri lafızlarla Arabın zihnine ulaşır ve kalpleri bunu anlayarak süratli bir şekilde kabul eder. En doğrusunu Allah bilir.

Taaccüb, gülme, sevinme ve gazap da bu kabildendir. Akıl bakar ve taaccübün, sadece taaccüb edenin daha önce bilmediği bir mevcûdla kaşılaşması neticesinde meydana geldiğini görür. Bu durumda taaccüb et­mesi doğrudur. Gülme ve sevinme de böyledir. Bunun Allah için muhâl olduğu bilinmektedir. Çünkü taaccüb ettiğini ya da kendisi için güldü­ğünü veya sevindiğini haber verdiği şeyin yaratıcısı da O’dur. Dolayı­sıyla bu tür şeylerin anlamı, akla tenezzül ettiği kabul edildiği takdirde gerçekleşir. Bu, taaccübün gerçekleştiği sıfatın sahibi olanların emsalleri arasındaki üstünlüklerinin ortaya çıkması içindir. Bu, “Rabbimiz çocuk­ça davranmayan gençten hoşlanır (taaccüb)” hadisinde de böyledir. Yani sözgelimi şehveti kuvvetli olduğu hâlde zina etmeyen genç gibi [gençten hoşlanır.] Şöyle demiştir: “Sevinme, rıza ve gülmeyi bu durumu kabul etme şeklinde yorumlamak doğrudur. Bunu Allah için, yaratılmışlarda olduğu hâliyle yorumlamak imkânsızdır. ‘Gazap’ ise gazap edilen kulun nehyedilen bir şeyi yapmasından kinâyedir. Bu, kulun gazabın peşinden, intikamın geleceğini bilmesi içindir. Çünkü gazap, intikamın belirtisi­dir. Böylece kul korkar, Rabbinden bağışlanma diler ve işlediği günahtan tövbe eder.”

Bazıları şöyle demişlerdir: “Îlâhi gazaptan kastedilen, kullara bu dün­yada had ve tazir cezalarının uygulanmasıdır. Bunları zihinlere gelen ilk şeyle yorumlamak doğru değildir. Çünkü Allah için bunlar muhâldir. O, kullarının fiillerinin yaratıcısıdır, O’nun muradına aykırı olan bir fiil, nasıl meydana gelecek ki O da O’na gazap etsin? Âhiretteki gazaba gelince bu, sadece cehennemlikler için olur. Onlardan başkalarına gazap ise kıyamet günü biter ve Allah bütün muvahhidleri cennete koyar, anla!” Unutmak da bu kabildendir. Bunun da insanlar için anlaşıldığı anlamda, Allah için kullanılmasının câiz olmadığı bilinmektedir ve şüphesiz bu, imkânsızdır. Ancak kâfirlerin azabı kesintisiz olunca rahmeti kendilerine ulaşmadığı için kralın yanında unutulmuşlar gibidirler. Mekr, istihzâ ve Allah için ifa­de edilen suhriyyetin anlamı da buna yakındır. Bunlarla kastedilen, işaret ettikleri eserdir ki bunlara hilekâr, alaycı ve hor görenlerin muamelesiyle muamele edilecektir. En doğrusunu Allah bilir.

Bunlardan biri de Rahmân’ın nefesinin Yemen tarafından geldiğini hissediyorum.” gibi hadislerde yer alan fâ’nın fethasıyla gelen “nefes” laf­zıdır. Allah’ın nefes alan cismin haricinde bulunan hava anlamına gelen nefesten münezzeh olduğu bilinen bir şeydir. Bazıları şöyle demişlerdir: “Nefesten kastedilen nefes aldırmadır. Yüce Allah, Yemen cihetinden gelen Ensâr ile ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nefes aldırmış ve onu büyük bir sıkıntıdan kurtarmış­tır.” Şöyle demiştir: “Nefesin rahmet vermeyen başka bir isme değil de sadece Rahmân ismine izâfe edilmesi de buna delâlet etmektedir.”

Sonuç

Efendim Ali el-Havvâs’ın şöyle dediğini işittim: “Allah’ın hakikatinin diğer hakikatlerden farklı olduğuna kalbiyle inanan bir kimse, asla O’nun kendisine izâfe ettiği herhangi bir sıfatı dikkate almaz. Sözgelimi ‘istivayı O’nun büyüklüğüne yaraşır bir şekilde keyfiyyet ve teşbih olmaksızın O’na nispet eder. Çünkü Allah Teâlâ açısından teşbih kesinlikle doğru olmaz. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 273. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki aklınla bu şeyin noksanlık olduğuna ve bunun Hakk’a ilhak olduğuna dair müşâhede etmeden önce, Allah’ı herhangi bir şeyden tenzih etmen doğru olmaz. Şayet bunu müşâhede etmezsen tenzih etmemiş olursun. Aksi takdirde, aklen müşâhede etmediğin bir şeyden nasıl tenzih edersin? Bu durumda tenzih dinde semâî olarak olmuş ve akılda bulunmamış olur. Aklın Hak Teâlâ’yı istivâdan tenzih etmesinin en ileri düzeyi “Bu istivâdan kastedilen, sultanın kuşattığı mekânda ya da mülkünde en yüce/en büyük olması kas­tedilmektedir.” demektir. Bu da teşbihin dışına çıkmaz. Bunun nihai nok­tası bir muhdesin mertebe itibariyle kendisinden daha yüksek olan başka bir muhdese benzetilmesinden intikal etmektir. Akıl, dinin “O’nun benze­ri bir şey yoktur.”306 âyetiyle ulaştığı tenzihe ulaşmaz. Baksana! Şu sözlerini istivâ için yaptıkları aklî tenzihe delil getirmektedirler:

Bişr, Irak’a istivâ etti (hâkim oldu)

Bir kul olan Bişr’in Irak’a istivâsı nerede, Yüce yaratıcının istivâsı nerede? Şeyh başka bir mekânda bu anlamda şöyle demiştir: “Birileri istivâyı, kralın mülkü üzerindeki yetkisindeki gibi istîlâ şeklinde yorumluyorsa bunu cisimle­rin sıfatlarından olan istikrâr şeklinde yorumlayan kişi, hangi şeyle reddedilir?

Her iki durum da hâdistir; hatta ikisinden birinin kullanılması caiz ola­caksa istikrar, Hz. Peygamber’in “Kürsî, arşın ortasında bir çölün ortasına atılmış bir yüzük halkası gibidir.” gibi hadislerde arş, yaygı anlamında kul­lanıldığı için daha önceliklidir.”

5      Ek: Bunu bir sonuçla bitiriyoruz: Şeyh Muhyiddin el-Fütûhat’ ın

363. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki sıfatlar âyetleri ve haberlerinde peygamberlerin (aleyhisselâm) dilleriyle gelenlere iman etmemek ve peygamberle­re vâris olan kâmil âriflerin getirdiklerine iman etmemek insafsızlıktır. Zira deniz birdir. Dolayısıyla peygamberlerin bu konuda getirdiklerine

10 iman etmek vâcip olduğu gibi, mahfûz olan evliyânın getirdiklerine iman etmek de vâciptir. Aslın getirdiğini kabul ettiğimiz gibi, şeriata muvafık olması kaydıyla fer’in getirdiğini de kabul ederiz. Keşke evliyânın getirdiklerine iman etmeyen insanlar, bari bunları Ehl-i Kitap gibi kabul edip ne inkâr ne de kabul etselerdi. Bu mebhas üzerinde dü-

15 şün ve onu değerlendir; buradakileri herhangi bir kitapta bulamazsın. Allah seni hidâyette tutsun.

ON DOKUZUNCU MEBHAS

Kürsî, Levh ve Kalem-i Âlâ Meselesi Hakkındadır

Ey Kardeş! Bil ki Hak Teâlâ Yüceliğine yaraşır bir şekilde arşı istivânın mahalli kıldığı gibi, kürsîyi de kürsî hadisinde arşın iki ayağı olarak yorumlanan emir ve nehiylerin açığa çıktığı mahal kılmıştır. Zira Arş, istivânın Rahmân ismine tahsis edilmesiyle işaret edildiği gibi, rahme­ti kapsayan yüce kelimenin birliğinin (ahadiyyet) mahallidir. Kürsîde ise Allah’ın her şeyi çift olarak yaratması için kelime ikiye ayrılmıştır. Dolayısıyla çift olma durumu Arş’ta bilkuvve (potansiyel) hâlinde iken, Kürsî’de bilfiil olarak zuhûr etmiştir. Emir ve nehiy ayakları Kürsî’ye delâlet edince, Rahmaniyye kelimesi onda bölünmüş ve şunlar sadece cennetlik bunlar da sadece cehennemlik olarak ayrılmışlardır. Böylece her ayak diğer ayağın yeri olmayan bir mekâna yerleşmiştir. Bu, on­ların yerleşmelerinin son noktasıdır. Biri cennet olarak diğeri cehen­nem olarak isimlendirilmiştir. Şeyh Muhyiddin’in 198. bâbda zikret­tiği gibi, her iki ayağın ehlinin gideceği başka bir yer yoktur. Kürsîye delâlet eden iki ayaktan kastedilenin emir ve nehiy olduğu şeklindeki yorumumuz, Mücessimenin vehmettirdiklerinin aksine, sahihtir. Al­lah, bundan alabildiğine yücedir. Şeyh Muhyiddin bunu 374. bâbda zikretmiştir. 13. bâbda ise iki ayağı hayır ve şer olarak yorumlamıştır. Her ikisi de sahihtir. Zira hayır ve şer, emir ve nehiydir. Bunu bil ki bu, çok nefistir, te’vilini başka bir kitapta bulamazsın.

Soru: Melekler âdemoğlunun amellerini yükselttiklerinde, bunların yerleştiği mahal neresidir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 58. bâbında verdiği gibidir. Buna göre yükseltme, Sidretü’l-müntehâ’da sona erer. Herşey neticede başladığı yerde son bulur.

Soru: Kürsî, emir ve nehiy olan iki ayağın yeri olduğuna göre herhangi bir amel Kürsî’den sonraya kalır mı?

Cevap: Bu, halk ve emir âlemine hastır. Teklife gelince bunun aslı, Sidre’de kısımlara ayrılmaktadır. Sidre’den önce dört mertebe katetmiştir, Sidre beşinci mertebedir. Bunun izahı şudur: Teklif, Kalem’den Levh’a, Arş’a, Kürsî’ye ve Sidre’ye iner. Teklifin hükümlerinin, altıncısı olmayan beş hüküm olduğu bilinmektedir. Bunlar vâcip, mendûb, ha­ram, mekruh ve mübahtır. Vâcip Kalem’den, mendûb Levh’ten, mahzûr Arş’tan, mekruh Kürsî’den, mübah ise Sidre’den zuhûr eder. Zira mübah, nefsin hazzıdır. Bu nedenle saâdet âlemindeki nefisler, Sidre ve onun asıllarında son bulur. Bunlar, şekâvet âleminin son bulduğu zak­kumdur. Anılan beş hükümden doğan ameller yükseldiklerinde, zuhûr ettikleri yere dönerler.

Soru: Ameller, araz olduğu hâlde bunların yükselmesi nasıl olur?

Cevap: Şeyh’in 397. bâbda verdiği gibidir. Buna göre melekler fâilinin şakilesine/yaratılışına uygun olarak bunu dürer ve sonra yükselerek fizik hâlindeki şeklinden çıkar ve huzurda bulunmanın ruhuyla mahalline girer. Amel ilk ortaya çıktığı yer olan mahallinin sonuna ulaşıncaya kadar, ayağı­nı gözünün gördüğü en son yere koyar.

Soru: Vâcibin Kalem’den ve mendûbun Levh’ten olması gibi, bu mekânların beş ahkâma tahsis edilmesi nasıl olmuştur?

Cevap: Şeyh’in 58. bâbda verdiği gibi, bu şekilde tahsis edilmesi, her mahallin ortaya çıktığı yere uzanmasıyla alâkalıdır. Böylece Kalem’den vâcip olan amellere bir bakış (nazar) olur ve onda gördüğü kadarına uzanır. Levh’ten mendûp olan amellere bir bakış (nazar) olur ve onda gördüğü kada­rına uzanır. Arş’tan mahzûrata (haram) bir bakış (nazar) olur ve ona sadece rahmetle uzanır. Çünkü o, Rahman isminin istivâ ettiği mahaldir. Şöyle de­miştir: “Bu nedenle daha önce şekâvette bulunmayanın karşılığı rahmettir. Kürsî’den mekruh olan amellere bir bakış (nazar) olur ve onda gördüğü ka­darına uzanır. Ancak Kürsînin rahmeti, Arşın rahmetinden başkadır. Çünkü rahmet günaha göre büyür. Mekruh kesinlikle haramdan daha az kötüdür.

Bu nedenle Kürsînin rahmeti mekruh işleyenlerin tamamını, arşın rah­meti ise haram işleyenlerin tamamını kapsar. Bu, ya mühlet verme ve hafifletme rahmetidir ya da devam rahmetidir. Kürsî daha önce belirt­tiğimiz gibi emir ve nehyin ortaya çıkış yeri olduğu için, mekruh işle­yenlerden bunun izlerini silme ve affetme konusunda daha süratlidir. Bu nedenle mekruh işleyen cezalandırılmaz (muahaza edilmez), ancak terk edene ecir verilir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Allah’ın levh, kalem, kürsî ve arşı yaratma şekli nasıldır ve bun­lardan hangisi diğerinden önce yaratılmıştır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 13. bâbında söylediği gibi, Allah’ın ilk yarattığı şey, tedvîn ve tastir (satıra dökme) meleklerinin başı olan Kalem-i âlâ’dır. Levh ise kalemden türemiştir. Allah bu kalem için 360 diş kılmış, her diş de icmâlî ilimlerden 360 tanesini barındırmakta ve bunları levhta detaylandırmaktadır. Ayrıca 60. bâbda, kıyamete kadar yaratılmışlara taalluk eden kalemin ilimlerinin dallarının esası kendisi gibi ilimlerin sınıfları olan 360 sayısının dışına çıkmadığını zikretmiş­tir. Bir tek ilim ne artar ne de eksilir. 13. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah zihnî tâlimin mahalli olan kaleme tecellî ettiğinde ona tamamını değil, yarattıklarından îcâd etmeyi dilediklerini atmış­tır. Onları îcâd etti ve zâtıyla olanların bilgisini ve Hak Teâlâ’nın ilâhi isimlerinden bu âlemin sudûr etmesini talep edenleri bildi. Sonra bu kalemden levh olarak isimlendirdiği başka bir varlık türetti. Kaleme buna uzanmasını ve sadece kıyamete kadar olacak şeyleri ona kaydet­mesini emretti. Levh, kalemin kendisine tevdi ettiği anda bunu bildi. Daha sonra Yüce Allah, meleklerin sûretlerinin içinde zuhûr etmesi için, kendisiyle ‘Amâ’ya tecellî ettiği nûrun karşıtı olan salt karanlığı yarattı. Şayet bu nûr olmasaydı, kendilerine herhangi bir sûrette zuhûr etmezdi. Bu karanlık, mutlak varlığı kabul eden mutlak yokluk ko­numundadır. Yüce Allah onu var eylediği zaman Âmâ’ya tecellî eden bu nûrdan karanlığın üzerine akıtır ve Arş olarak isimlendirilen cisim zuhûr eder. Rahmân, ez-Zâhir isimiyle buna istivâ eder. İşte bu, halk âleminde ilk zuhûrdur. Daha sonra Yüce Allah, seher aydınlığına benze­yen, karışmış olan bu nûrdan Arş’ın etrafında dönen melekleri yarattı.

Bu, Melekleri de Rablerini hamd ile tesbih edip yücelterek arşın etra­fını kuşatmış hâlde görürsün.”307 âyetinde ifade edildiği gibidir. Sonra bu arşın içindeki oyukta kürsîyi yarattı ve burada kendi tâbiatından melekler kıldı. Her felek, kendisinden yaratılan ve kendisini imar ede­cek olan şeyin aslıdır. Kendisinden yaratılanın kendisini imar ettiği unsurlar gibidir. Sözgelimi Âdem’i topraktan yarattı, o ve onun çocuk­larıyla arzı imar etti. Daha sonra kürsînin içinden biri diğerinin içinde olmak üzere iç içe felekleri yarattı. Bundan sonra ruhları, daha sonra da rızkları yarattı. Sonra her mükellefe saâdet ya da şekavetten ibaret olan bir mertebe verdi.

Soru: Hadiste Allah’ın, Kalem’e “Yarattıklarımla ilgili kıyamete kadar olan ilmimi yaz!” dediği ve bütünüyle bunu zikrettiği vârid olmuştur. Kı­yametten sonra sonsuza kadar olacak şeylerin hükmü nedir?

Cevap: Ebedî şekâvet de dâhil levhte kayıtlı olan hükümlere tâbi olan ve insanlar için kıyametten sonra meydana gelecek olan her şey, herkesin yaptıklarına karşılık olarak sonsuza kadar ve ebedî olarak cezalandırılma­sı içindir. Şeyh 327. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın levhada yazma işini sadece dünyadaki şeylerle sınırlandırması, âhiret işlerinin aksine bunun sonlu olmasından dolayıdır. Oradaki ilmi sonsuz olduğu için, kalem bunu yazmaya güç yetiremez (kadir değildir). Sonsuz olanı varlık kapsayamaz, yazmak da varlıktır.”

Soru: Sadece Kalem-i âlâ’nın anılması hangi açıdandır? Bundan başka kalem de var mıdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 316. bâbında söylediği gibi İsrâ hadisinde, “Öyle bir yere ulaştım ki kalemlerin cızırtısını işittim ki cızırtı, sestir.” ifa­desiyle işaret edildiği gibi, orada Kalem-i âlâ’dan başka kalemler ve Levh-i mahfûz’dan başka levhalar da vardır.

Soru: Söz konusu kalem ve levhaların sayısı kaçtır?

Cevap: Bunların sayısı Şeyh’in el-Fütûhâtın az önce geçen bâbında söy­lediği gibi 360 kalem ve 360 levhadan ibarettir. Şeyh şöyle demiştir: “Söz konusu kalem ve levhaların mertebesi Kalem-i âlâ ve Levh-i mahfûz’dan da­ha aşağıdadır. Bu, Levh-i Mahfûza yazılan şeylerin değişmemesi nedeniyle­dir ve bundan dolayı “mahfûz” olarak isimlendirilmiştir; yani yok olmaktan [korunmuştur], diğer kalem ve levhaların aksine Yüce Allah, buraya yazdığı şeyleri yok etmez. Diğer kalemler sürekli olarak Allah’ın “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır.”[121] âyetiyle işaret ettiği, hükümlerden Allah’ın âlemde meydana getirdiği şeyleri, mahv ve ispat levhalarına yazarlar. Şöyle demiştir: “Bu levhalardan peygamberlere (a.s.v.) şeriatler, sahifeler ve ilâhi kitaplar iner. Bu nedenle nesih gerçekleşmektedir, hatta nesih bir şeriatın kendi içerisinde bile gerçekleşmektedir.” Şöyle demiştir: “Bu levhaların ma­hallinde İsrâ gecesinde tereddüt vardı. Yani Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) levhalar ile Mûsâ (aleyhisselâm) arasında beş vakit namaz konusunda tereddüt etti. Allah’ın Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hitabının mertebesi, bu levhalardaydı ve nihaî noktası beşti. Bu nedenle Yüce Allah, beş vakiti bırakıncaya kadar levhalarda yazdığı bu namazlardan dilediğini sildi ve namaz kılanlara elli vakit sevabını kaydet­ti. Hz. Muhammed’e de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Katımda söz değişmez.”[122] şeklinde vahyetti. Mûsâ (aleyhisselâm) beşten sonra kesin olarak hafifletmesini istemek üzere dönmedi. Bu, arz yöntemiyle mutlak mertebedendir.”

Şöyle demiştir: Aynı şekilde Allah’ın “Sonra süresini hükme bağla­dı. Şüphesiz belirli süre O’nun katındadır”[123] âyeti de söz konusu lev­haların mertebesinden inmiştir. Yine Allah’ın, kendisini ölümü anın­da mümin kulunun nefesini durdurma konusunda tereddüt etmekle nitelemesi de bu kabildendir. Buna hükmeden kendisi olduğu hâl­de “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” hükmü bağlamında [tereddüt et­mekle nitelemiştir].” Şöyle demiştir: Kâinata sirayet etmesi ve bunda hayretin meydana gelmesi de “tereddüt” olarak kinâye yapılan bu ilâ­hi hakikatin kapsamındadır. Bu, insanın bir fiil yapacağı zaman yapıp yapmaması konusunda tereddüt etmesidir. Bu durum, teredüt ettiği işe başlayıncaya ve böylece tereddütü zail oluncaya kadar devam eder. İşte meydana gelen bu durum, Levh-i mahfûzda bulunan söz konusu tereddüt edilen şeylerdir. Mahv levhasında yazan kalem, herhangi bir şey yazar. Bu, kulun söz konusu fiili hatırladığı hatırlama zamanıdır. Sonra bu yazı yok olur ve bu hatırlama, ilgili şahıstan gidiverir. Çünkü sonra gayb âleminde bu levhadan ilgili şahsın nefsine rakîka uzanır. Bu levha­lardan nefislere uzanan rakâik, yazmanın meydana gelmesiyle meydana gelir, yok olmasıyla da kesilir. Kalem, levhadaki yerinin yok olduğunu gördüğünde bu işle ilgili olan fiil ya da terk olarak yeni bir şey yazar. Bu yazıdan, kendisi için bu yazı yazılan şahsın nefsine bir rakîka uzanır. Bu adamın hatırına ilk hatırının zıddı olan yeni bir şey gelir. Sonra şa­yet Hak Teâlâ, bunun ispatını dilerse onu silmez. Bu, sabit kalınca ilgili şahsın kalbine taalluk eden rakîka kalır ve levhada yazılana uygun olarak yapması ya da terk etmesi kesinleşir. Onu yaptığında ya da terk etmesi kesinleştiğinde, yapılması karara bağlandığında, Hak Teâlâ onun bu fiile mahkûm olmasını siler ve olduğu duruma göre iyi ya da kötü bir amelin şeklini kesinleştirir. Daha sonra kalem, başka bir şey yazar ve bu sürekli devam eder. Böylece Kalem-i âlâ’nın, levhasında, mahv ve ispattan bu ka­lemlerin gerektirdiği her şeyi yazdığı anlaşılmış oldu. Levh-i mahfûzda, bu levhalarda, hükmün ortaya çıktığı ve başka bir işin meydana gelmesi anında bu levhalarda mahvın ispatı, isbatın isbatı, isbatın mahvını takip eder (izler). O, silinmekten korunmuş mukaddes bir levhadır. Bu neden­le “mahfûz”, yani daha önce geçtiği gibi silinmekten korunmuş olarak isimlendirilmiştir.

Soru: Ameller silindiği gibi zâtlar da silinir mi?

Cevap: Efendim Ali el-Havvâs’ın (ra) dediği gibi, silinme, zâtlarda ger­çekleşmez; “Biriniz cennetliklerin amelini yapar.” hadisinde işaret edildiği gibi, hâller ve amellere hastır.”

Soru: Evliyalardan herhangi biri Kalem-i âlâ’nın kıyamete kadar levh’e yazdığı hadiselerin sayısını öğrenmiş midir?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda söylediği gibi [cevap] evettir. Şöyle demiştir: “Ben Allah’ın buna muttalî kıldığı kimselerdenim.”

Soru: İlâhi kitapların âyetlerinden levhte yazılanların sayısı kaçtır?

Cevap: Peygamberlere inen âyetlerden Levh’te yazılı olanların sayısı iki yüz altmış dokuz bin iki yüzdür. Şeyh, geçen bâbda bunu zikretmiş ve “Bunlar, Allah’ın bize bildirdikleridir.” demiştir.

Soru: Evliyâdan herhangi biri “el-İmâmü’l-mübîn” olan Ümmü’l-kitab’daki ilimlerin aslının sayısının kaç olduğunu öğrenmiş midir?

Cevap: Evet; Allah, kullarından dilediklerine bunu öğretmiştir. Şeyh Muhyiddin 22. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın bana keşif yöntemiyle bil­dirdiğine göre Ümmü’l-kitâp’taki ilimlerin asıllarının sayısı yüz yirmi do­kuz bin altı yüz çeşittir. Her bir çeşit genel ilimlerden birini ihtiva eder.

Soru: Akâid âlimlerinin “Said, Allah’ın ezelde said olarak yazdığı; şakî ise ezelde şakî olarak yazdığı kimsedir?” şeklindeki sözlerinden kastedilen nedir? Anılan bu yazı Levh-i mahfûz’da mıdır, başkasında mıdır? Ayrıca ezel zamandan başka mıdır yoksa Hak Teâlâ’ya lâyık olan ve akledilmeyen bir zaman mıdır?”

Cevap: Bundan kastedilen, İbn Abbâs ve daha başkalarının söylediği gibi Ümmü’l-kitâb’dır. Ezelden kastedilen ise değişim ve tebdilin söz ko­nusu olmadığı şeydir. Tirmizî’nin hadisinde “Rabbin kulların bir kısmını cennete bir kısmını da ceheneneme bıraktı.” denilmektedir. Şeyhlerimi­zin Şeyhi Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif şöyle demiştir: “Bununla kaste­dilen, meleklerin ruh kendilerine üflendiği anda, insanların rızıklarını, ecellerini, said ya da şakî olmalarını yazdıkları zamandır. Meleklerin olup olmayacağını bilmedikleri bir şeyden dolayı saâdet ve şekâvet burada yer aldığı için, bu sahifelerde yazılanların dışındakilerin değişmesinde her­hangi bir engel yoktur. Allah, olma ya da olmama anlamında ne olacağı­nı bildiği hâlde bu böyledir.

Şöyle dedim: Bunda daha önce belirttiğimiz ve Ehl-i keşfe göre 360 levha olan mahv ve ispat levhalarının durumunu teyid etme vardır. Belki de kelâmcıların “suhuf ” dedikleri şey budur.

Soru: Bazılarının ileri sürdüğü gibi “Hak Teâlâ ezelde konuşmuştur.” denilir mi?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in bazı kitaplarında söylediği gibidir. Zihin sadece ma‘kul olan bir zaman için işlediğinden bunun olmaması gerekir. Zira Hak Teâlâ zamanlar içinde konuşmak ve takdir etmekten münezzeh­tir. Zira zaman mahlûk, takdir etmek ise kadîmdir, anla!

Soru: Allah’ın Tevrât’ı kendi eliyle yazdığı bildirildiği hâlde, değişim ve tebdil nasıl bunda meydana gelmiştir?

Cevap: Tevrât’ın bizzat kendisinin değişmemiştir, sadece onların yaz­ması ve telaffuz etmesinde değişim olmuştur. Bu tür şeylerin Allah’ın kelâ­mına nispet edilmesi mecâzîdir. Yüce Allah “Oysa içlerinden birtakım kim­seler, Allah’ın kelâmını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.”[124] buyurmuştur. Onlar, kendileri açısından Allah’ın kelâmının ma‘kul olduğunu bilmektedirler. Ancak onlar, tercüme ederken zihinlerin­de ve indirilmiş mushaflarında yer alan şeylerin aksini açıklamaktadırlar. Onlar aslî nüshadan ayırarak tahrif etmektedirler. Aslî nüshayı ise kendileri ve âlimlerinin yanında bilgi olarak kalması için saklamaktadırlar.

Soru: Allah, Âdem’i (aleyhisselâm) kendi eliyle yaratmasına rağmen, muhalefet etmekten korumamıştır? Ayrıca Şayet iki elin Âdem’e (aleyhisselâm) olan yardımın şiddetinden kinâye olduğunu söylerseniz, iki elden bir elin mertebesi buna göre neresidir?

Cevap: Âdem (aleyhisselâm), kaderlerin cereyanından muhafaza edilmemiştir. Zi­ra o, bir kuldur ve bunun en büyük mahalli olduğu için kaderler sadece onun üzerinde gerçekleşir. Allah’ın kelâmı ise Allah’ın hükmü olduğu için masumdur ve Allah’ın eşya hakkındaki hükmü, Allah’ın hükmü olmayan Âdem’in aksine bundan mâsum olduğu için mahlûk değildir.

Soru: Âdem’in iki elle yaratılmış olması, başkasından daha çok ken­disine olan şiddetli itinadan dolayı ise o zaman Hak Teâlâ, ona daha çok nimet vermiştir. Zira Yüce Allah yaratma konusunda eli çoğul yapmış ve “Ellerimizle yarattığımız hayvanlardan”[125] buyurmuştur.

Cevap: Âdem için iki el olması, hayvanlar için eller olmasından daha kuvvetlidir. Çünkü tesniye (ikillik), müfred ile cemi arasına girer ve o (ikillik), onsuz cemiye ulaşılmadığı, onsuz müfredden de intikal edilmediği için kuvvet ve temkîn sahibidir.

Soru: İnsanlar dehri sadece zaman olarak anladıkları hâlde, Hak Teâlâ kendisini nasıl “Dehr”le isimlendirmiştir?

Cevap: Burada Dehr’den kastedilen el-Evvel ve el-Âhir olan ezel ve ebeddir. Şüphesiz bunların her ikisi de Allah’ın sıfatlarındandır. O, ken5 disini el-Evvel olarak isimlendirmiş ancak bu öncelik (evveliyet), öncesin­de yokluk bulunan öncelik gibi değildir. Çünkü Allah için bu, muhâldir. el-Âhir de böyledir. O, sondur ancak bu âhiriyyet, el-Evvel isminin duru­munun aynısı söz konusu değildir.

Soru: Bu takdirde Dehriyye’nin kâfir olarak değerlendirilmesinin se10 bebi nedir?

Cevap: Onların küfürlerinin sebebi, ilâh olarak kabul ettikleri dehri, felekî bir zaman olarak anlamalarıdır. Çünkü felekî zamanın, akledilmeyen Allah’ın zamanı içerisinde bir hakikati söz konusu değildir. Şayet onlar, Dehr’in zikrettiğimiz gibi olduğuna inansalardı “Allah şöyle der: 15 Ben Dehr’im.” hadisinden dolayı küfre girmezlerdi. En doğrusunu Al­lah bilir.

YİRMİNCİ MEBHAS

Henüz Âdem’in Belinde İken Allah’ın Benî Âdem’den Ahd ve

Mîsâk Almasının Sıhhatinin Beyânı Hakkındadır

Ey Kardeş! Bil ki Mu‘tezile bu ahd ve mîsâkı reddetmiş ve Allah’ın “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden (sırt) zürriyetlerini almıştı.”313 âyetinin anlamının dünyada kıyamete kadar bazılarını diğerlerinin sulblerinden tenâsül vasıtasıyla alınması olduğunu ve burada hakikatte ahd ve mîsak alma söz konusu olmadığını iddia etmiştir. Buna göre ahd ve mîsâktan kastedilen şey, peygamberlerin gönderilmesi, akıl, nazar ve istidlâlin kula tevcih edilen hitapla kemâle erdirilmesidir. Bu mezhepteki hata ve yanlışlık açıktır. Haşr ve neşrin ispatına dair inan­cın, önemli bir kısmı bu mesele üzerine bina edildiği hâlde Mu‘tezile’nin bu görüşü nasıl doğru olabilir? Bana öyle geliyor ki onlar, bu mesele­nin derinlik ve mânasının inceliğinden kaçmak için bunu inkâr etmiş ve ilim yerine cehâleti tercih etmişlerdir. Hak olan ise Allah’ın hakikaten Âdem’in sulbünden ahdi almış olmasıdır. Zira O, her şeye kadirdir.

Soru: Bu ahd nerede alınmıştır?

Cevap: İbn Abbâs “Bu, Na‘mân’da -Arafat’ın yanındaki bir vadinin adıalınmıştır.” demiştir. Bazıları, bunun Hind bölgesinde Âdem’in cennetten indirildiği yer olan Serendib olduğunu söylemişlerdir. İbnü’l-Kelbi, ahdin Mekke ile Tâif arasında alındığını, Ali b. Ebû Tâlib ise ahd ve misâkın cen­nette alındığını söylemiştir. Bu ihtimallerin tamamı mümkündür; misâkın alındığına inandıktan sonra, bunun neresi olduğu çok önemli değildir.

Soru: Bunların sulblerinden çıkarılması nasıl olmuştur?

Cevap: Hadiste Allah’ın Âdem’in sırtını sıvazladığı ve bütün zürriyetinin ondan zerrecikleri gibi çıkardığı kaydedilmektedir. Daha son­ra insanlar, sırtını yarıp o yarıktan mı çıkardığı yoksa başında bulunan deliklerden mi çıkardığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bunların her ikisi de uzak ihtimaldir. Yakın olan ise Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvini’nin (ra) dediği gibi, Allah’ın sırtındaki kılların diplerinden çıkardığıdır.

Zira her kılın altında, iğne deliği denilen -bunun çoğulu mesâm’dırin­ce bir delik vardır. Zerrelerin de terin çıkması gibi bu deliklerden çıkmış olması mümkündür ve bu akla da uzak değildir. Allah’ın dilediği gibi zürriyeti Âdem’in sırtından çıkardığına inanmak vâciptir. Sırtını meshetmesinin anlamı, bazı meleklerine meshetmeyi emretmesidir. Bu, O’nun emriyle olduğu için kendisine nispet etmiştir. Bu, “Sultan falan beldenin çamurunu meshetmiştir.” denilmesi gibidir. Aslında onu meshetmemiş, ona yardım etmiştir. Yüce Allah, dokunarak Âdem’in sırtını meshetmekten mukaddestir. Zira hâdis ile kadîm arasında bitişme doğru olmaz.

Soru: Belâ sözüyle nasıl cevap verdiler? Bu, diri ve aklı başında olarak mı oldu yoksa bunu lisân-ı hâl ile mi söylediler?

Cevap: Doğru olan cevaplarının onlar canlı iken konuşmak şeklinde olduğudur. Çünkü küçüklüklerine rağmen, Allah’ın onlara hayat, akıl ve konuşma vermesi imkânsız değildir. O’nun kudret denizi geniştir ve bizim gücümüzün nihaî noktası, mümkün olan her meseleyi kabul etmek ve key­fiyetini Allah’a havale etmektir.

Soru: Tamamı “Belâ” dediğine göre neden bazıları kabul etmekte, di­ğerleri ise reddetmektedirler?

Cevap: Hakîm et-Tirmizî’nin dediği gibidir: “Yüce Allah kâfirlere heybetle tecellî etmiş ve korkularından dolayı ‘Belâ’ demişlerdir. Onların imanı da münâfıkların imanı gibi kendilerine fayda vermemiştir. Mü­minlere ise merhametle tecellî etmiş ve onlar, isteyerek ‘Belâ’ demişlerdir. İmanları kendilerine fayda sağlamıştır.” Ashâbü’l-yemînin “Belâ, haktır.” dedikleri söylenmiştir. Onların bu sesi sustukları hâlde ashâbü’ş-şimâl tara­fına dönmüştür. Onlar için bu ses, dağlardan ve boş mağaralardan dönen ve yankı olarak isimlendirilen ses gibi idi. Âdem’den başka kimse yeryü­zünde olmadığı için, atmosfer o dönemde sessizdi. O ilk ses için anla­tılandır ve bunun bir hakikati yoktur. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Bana göre doğru olan ashâbü’ş-şimâlin ‘Belâ’ demesinin soruya uygun bir cevap olduğudur. Çünkü Yüce Allah, onlara rablerini sordu, ilâhlarını ve mâbudlarını sormadı. O dönemde teklif zamanında değil, yaratılma ve fıtrat olarak terbiye edilme anınday­dılar. Onlara “Rabbiniz değil miyim?” dedi ve onlar da “Belâ” dediler.

Çünkü terbiye edilmeleri bu dönemde müşâhede edilmekteydi ve bu ne­denle her şeyi tasdik ettiler. Daha sonra teklif zamanına ve herkes hakkında Allah’ın ilminde bulunan şekâvet ve saâdet hükmünün ortaya çıkmasına ulaşınca bir kısmı daha önce kabul ettiği ulûhiyyet itikadına bağlı kalmış­tır, bir kısmı ise buna muhalefet etmiştir. Şayet Yüce Allah, onlara “Ben bir değil miyim?” deseydi ve onlar da “Belâ” demiş olsalardı, hiç kimsenin O’na şirk koşması doğru olmazdı. Anla!

Soru: Madem bu şekilde ahd ve mîsâk ettik, neden şimdi bunu hatır­lamıyoruz?

Cevap: Biz bu [ahdi], bünye tamamlandığı ve zamanın geçmesiyle bu bünye babaların sulbünde ve anaların rahminde başka bir insana dönüştü­ğü için hatırlamıyoruz. Ayrıca Yüce Allah, bu bünyeye birçok parçacık ek­lemiştir. Daha sonra alaka, mudğa, et ve kemik gibi aşamalarda hâlden hâle geçmiştir. Bunların tamamı unutmayı gerektiren durumlardır. Ali b. Ebû Tâlib (ra) şöyle derdi: “Ben Rabbimin bana verdiği ahdi kesin olarak hatır­lıyor, orada kimin sağımda ve solumda olduğunu biliyorum.” Rabbimizin misak aldığını haber vermesinin, bizim için bir hatırlatma ve bize karşı delil getirmek için olduğunu, bize haber vermenin sadece bundan dolayı olduğunu söylemiştir. Bu sözün benzeri Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’den bize ulaşmıştır. O, şöyle söylemiştir: “Elestü birabbiküm” gününden beri talebelerimi tanırım. Onları bu zamanda bana ulaşıncaya kadar sulblerinde terbiye etme latîfem devam etmiştir.”

Soru: Bu sûretler insanî bir sûrette şekillenmiş miydi, değil miydi?

Cevap: Bu konuda bize herhangi bir bilgi gelmemiştir. Ancak akla yakın olan, bu şekilde şekillenmediğidir. Zira işitme ve konuşma sûrete muhtaç değildir. Bunların ikisi, diri bir mahalli gerektirirler. Allah, ona hayat ve anlayış verince bir sûretle şekillenmemişse bile işitme ve konuşma zerre için mümkün olmuştur. Çünkü bize göre bünye şart değildir; bunu Mu‘tezile şart koşmuştur. Allah’ın “Sırtlarından zürriyetlerini”314 âyetinden dolayı, insanî bir sûretle şekillenmiş olmaları da ihtimal dâhilindedir. Çün­kü “zürriyet” lafzı şekillenmiş varlıklar için kullanılır.

Soru: Ruhların zerrelere verilmesi ne zamandır? Âdem’in sırtından çık­madan önce midir, ondan çıkmadan sonra mıdır?

Cevap: Bizim anladığımız kadarıyla onları diri olarak çıkardı; zira on­ları “zürriyet” olarak isimlendirdi. Zürriyet ise “Onların soylarını dolu ge­mide taşımamız da onlar için bir delildir.”[126] âyetinden dolayı, diriler için kullanılır. Muhtemelen onlar babalarının sırtındaki karanlıkta iken Allah, onların ruhlarını yarattı, annelerinin karnındaki karanlıkta iken de bir kez daha yarattı, yerin içindeki karanlıkta iken de onlarda üçüncü bir kez daha yaratacaktır. Bunu karanlıklar içinde yaratmadan sonra yaratma şeklinde üç kere [yapmıştır]. Allah’ın sünneti bu şekilde gerçekleşmiştir.

Soru: Zerrelerden mîsâk almanın hikmeti nedir?

Cevap: Teklif dünyasında peygamberlerin (a.s.v.) diliyle benzeri ger­çekleştiği gibi, Allah’ın bu ahde vefa göstermeyenlere karşı delil getirmesi içindir.

Soru: Bunları Âdem’in sırtına diri olarak mı iade etti, yoksa ruhlarını alıp ölü olarak mı iade etti?

Cevap: Anladığımız kadarıyla, dünyada yerin içine iade etmek istediği zaman ruhlarını aldıktan sonra gönderdiği gibi, onun sırtına iade ettiği zaman da ruhlarını almıştır.

Soru: Zerreler onun sırtına iade edildikten sonra ruhlar nereye dön­müştür?

Cevap: Bu, derin bir meseledir ve bu konuda aklî nazar yürütülemez, bu konuda herhangi bir nas da gelmemiştir. Allah kime bir bilgi vermişse onu, bu konuya katsın.

Soru: İnsanlar “Zürriyet Âdem’in sırtından alındı” derler ve Allah da “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini aldığı zaman”[127] buyurmuştur.

Cevap: Bu, nazımla (Kur’ân) alâkalı bir şeydir. Her ne kadar onun sırtından çıkarılmış iseler de “Âdem’in sırtından” denilme­miştir. Çünkü Allah, Âdem’in zürriyetini, bir kısmını diğerlerin­den olmak üzere, oğulların babalarının neslinden gelmeleri yönte­miyle çıkarmıştır. Dolayısıyla onun zürriyetinin sulbü zikredilmek sûretiyle, Âdem’in sulbünün zikredilmesine gerek duyulmamıştır.

Zira onun zürriyeti onun sulbünden çıkmıştır. Şöyle de denilebilir: “Âdem’in zürriyetini, Âdem’in sülbunde bazılarını bazılarından çıkarmış, sonra tamamını çıkarmıştır.” Bu durumda her iki görüş de doğru olur. “Onların sulbünden çıkardı.” denildiği zaman doğru olur. “Onları bir sulbden çıkardı.” denildiği zaman da doğru olur. Bu, şuna benzer: Bir kim­se bir cevheri bir yastığa, yastığı bir bohçaya, bohçayı da cevherle beraber bir hokkaya, hokkayı bir kutuya, kutuyu de bir sandığa koysa, sonra da elini sandığa koyup bu eşyaları, bir kısmı diğerinden olmak üzere çıkarsa, sonunda da tamamını birden sandıktan çıkarsa, bu çelişki değildir.

Soru: Bir haberde ahd ve mîsâkın yazılı olduğu kitabın Hacerü’l-esved’e konulduğu, Hacer’in de iki gözü, ağzı ve dili olduğu kaydedilmekte­dir. Oysa bunlar aklen tasavvur edilemez.

Cevap: Aklımızla tasavvur etmemiz zor olan her bir şey konusun­da, iman etmemiz, teslim olmamız ve anlamını Allah’a havale etmemiz yeterlidir. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’rn “Kitabü’l-Hac” bölümünde şöyle demiştir: Hacerü’l-esved’i öpme anında, Kâbe’ye tevhidin şehadetini koyduğumda, bunu söylerken ben ona gözümle baktığım hâlde bir melek sûretinde şehadet benden çıktı. Hacerü’l-esved’de bir iplik açıldı ve ben onun dibine baktım, şehadet Kâbe gibi oldu ve Hacer’in dibinde durdu, Hacer ona yerleşti ve bu iplik durdu. Ben kendisine bakarken bana “Bu, bendeki emanetindir, kıyamete kadar senin için yükselteceğim.” dedi. Ben de ona bundan dolayı teşekkür ettim. Sa­hih hadiste Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir gün elinde dürülü iki kitap olduğu, onun bu kitaplardan birini tutarak çıktığı kaydedilmektedir. Ashabı, bu iki kitabın ne olduğunu sorduklarında O, “Sağ elimdeki kitapta Al­lah’ın onları yarattığı günden kıyamete kadar cennetliklerin, atalarının, kabilelerinin ve aşiretlerinin isimleri kayıtlıdır. Diğer elimdeki kitapta ise Allah’ın onları yarattığı günden kıyamete kadar cehennemliklerin, atalarının, kabilelerinin ve aşiretlerinin isimleri kayıtlıdır.”

Şeyh el-Fütûhâtın 315. bâbında şöyle demiştir: “Şayet bir mahlûk bu isimleri o iki kitapta yazılı olduğu şekilde yazmak isteseydi, yeryüzündeki bütün kâğıtlar buna yetmezdi.” Şöyle demiştir: Buradan Allah’ın yazma­sı ile yaratılmışların yazması arasındaki fark anlaşılır. Bu, gördüğümüz ve 5 müşâhede ettiğimiz garip bir ilimdir.” Şöyle demiştir: “Bir adamın Kâbe’yi tavaf ettiği ve Allah’tan kendisine cehennemden azad edildiğine dair yazılı bir belge indirmesini istediği anlatılmıştır. Oluk tarafından kendisine ce­hennemden azad edildiğine dair yazılmış bir yaprak inmiş, buna sevinmiş ve insanların görmesi için onları durdurmuştur. Bu yazının özelliklerinden 10 biri de her taraftan eşit seviyede okunmasıdır. Yaprak her çevrildiğinde yazı da çevrilir fakat değişmez. İnsanlar, bunun Allah katından olduğunu an­lamışlardır.” Şeyh, buna uygun birçok hikâye anlatmıştır. En doğrusunu Allah bilir.

YİRMİ BİRİNCİ MEBHAS

Allah’ın Îsâ’yı Yaratma Şekli Hakkındadır

Yüce Allah, “Şüphesiz Allah katında [yaratılışları bakımından] Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O da hemen oluverdi.”317 buyurmuştur.

Soru: Îsâ (aleyhisselâm), Hz. Meryem’in nutfesi ve Cibril’in nefhasıyla yaratıldığı hâlde Hz. Îsâ, hangi açıdan Hz. Âdem’e benzetilmektedir?

Cevap: Yüce Allah, benzerliği eril babanın olmaması üzerine kurmuş ve bunu annesinin beraati konusunda Îsâ için delil kılmıştır. Kadınlık doğum için belirlenen hamilelikten dolayı töhmet mahalli olduğu için, durum onun üzerinde olmasına rağmen Havva ile benzerlik kurulma­mıştır. Oysa erkek bunun mahalli değildir. Delillerden kastedilen şey, şüpheleri gidermektir. Havvâ’nın Âdem’den yaratılmasında ise Âdem, doğumun mahalli olmadığı için, herhangi bir karışıklık yoktur. Baba­sız bir çocuk düşünülmediği gibi, annesiz bir çocuk da düşünülemez. Dolayısıyla teşbih, mâna açısındandır ve Îsâ, Havvâ gibidir. Çünkü Îsâ’nın babasız olarak zuhûr etmesi, Havvâ’nın annesiz olarak zuhûr etmesi gibidir. Bunun izahı şudur: İnsani cisimler arasında ilk önce yaratılan varlık, Âdem’dir (aleyhisselâm). O, bu cinsin ilk babasıdır. Daha sonra Yüce Allah, Âdem’den ikinci bir babayı ayırdı ve onu “anne” olarak isimlendirdi. Bu nedenle onun aslı olduğu için ilk babanın üstünlüğü söz konusuydu. Yüce Allah, Îsâ b. Meryem’i var ettiği zaman, Meryem (aleyhisselâm) Âdem’in (aleyhisselâm) konumuna, Îsâ ise Havvâ’nın konumuna inmiş oldu. Kadın erkekten icat edildiği gibi, erkek de kadından icat edildi. Do­layısıyla döngü, Havvâ’nın annesiz doğması gibi, babasız bir çocuğun doğumuyla sona ermiştir. Îsâ ile Havvâ iki kardeş, Âdem ile Meryem de onların iki babasıdır. Şeyh Muhyiddin bunu el-Fütûhât’ta zikretmiştir. Bunlar, nefis sözlerdir; buna itiraz eden ve mânasının etrafında dönen kimseyi görmedim. Bu konuda bilgisi daha geniş olanlara Allah rahmet eylesin. Onun 7. bâbında ise şöyle demiştir:

Soru: İnsanî cisimlerin başlangıcı kaç çeşittir?

Cevap: Âdem, Havvâ, Îsâ ve Âdemoğulları olmak üzere dört çeşittir. Bu dört cisimden her biri, sûret açısından aynı olduğu hâlde teşbih açısından, her biri diğerinin ortaya çıkmasında farklılık gösterir. Bu, zayıf akıllıla­rın, ilâhi kudret veya hakikatlerin, bu insanî neşeti sadece bir tek sebeple verdiğini sanmamaları içindir. Yüce Allah, bizzat bu ortaya çıkışı (neşet) kendisi vermektedir. Allah bu insanî ortaya çıkışı Havvâ’nın cisminin or­taya çıkmadığı bir yöntemle, Havvâ’nın çıkışını, âdemoğullarının çıkma­dığı bir yöntemle, âdemoğullarının cismini, Îsâ’nın (aleyhisselâm) cisminin ortaya çıkmadığı bir yöntemle ortaya çıkarmakla, şüpheyi sahibinin yüzüne vur­muştur.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah bu dört çeşit yaratmayı Kur’ân’daki “Ey iman edenler! Sizi yarattık.. .”[128] âyetinde bir araya getirmiştir. erkekle[129] Âdem ve bütün insanlar, kadınla[130] Havvâ, erkek ve kadınla[131] Îsâ ve in­sanların tamamı kastedilmektedir. Nikâh ve tenâsül yöntemiyle de bütün Âdemoğulları kastedilmektedir. Bu âyet “cevâmi‘u’l-kelîm ve faslü’l-hitâb”[132] kapsamındadır. Sonra, daha önce zikrettiğimiz gibi Âdem’in cismi şehvet duygusu olmaksızın zuhûr edince, Allah’ın ilminde de üremek için nikâh ve tenasülün gerekli olduğu yer aldığı için, Âdem’in kaburga kemiğinden eksik olan Havvâ’yı çıkardı, böylece Havva (kadın), erkeklik derecesinden eksik oldu ve asla buna dâhil olmayacaktır.

Soru: Özellikle kaburga kemiğinden yaratılmasının hikmeti nedir?

Cevap: Bunun hikmeti, kaburga kemiğindeki meyilden (eğiklik) dolayı çocuğuna ve eşine karşı meyilli olmasıdır. Erkeğin kadına şefkat ve eğilimi, kendisinin bir parçası olduğu için gerçekte kendi nefsinedir. Kadının erke­ğe meyli ise ondan yaratılmış olması dolayısıyladır. Yani şefkat ve yakınlık bulunan onun kaburga kemiğinden yaratıldığı içindir. Şeyh şöyle demiştir: “Yüce Allah, Havvâ’nın Âdem’den çıktığı yeri şehvet ile îmâr etti ki böylece, varlıkta bir boşluk olmasın. Hava ile kapladığı zaman, kendi nefsine olan şefkati gibi, ona şefkatle yöneldi. Çünkü onun bir parçasıdır. Havvâ ise kendisinden neşet ettiği vatanına şefkatle yönelmiştir.

Soru: O hâlde Havvâ’nın muhabbeti vatanına, Âdem’in muhabbeti ise kendisinedir?

Cevap:: Evet, bu nedenle ve buna bağlı olarak erkeğin kadına olan mu­habbeti kendisinin aynısı olduğu için açıktır. Kadına gelince ise haya ola­rak tanımlanan kuvvet kendisine verildiği için, gizleme kuvvetinden dolayı erkeğe olan muhabbeti ondan zâhir olmaz. Çünkü vatanı Âdem’in birlik olması gibi onunla bir olmamıştır.” Şöyle demiştir: “Allah bu kaburgada şekillendirdiği her şeyi şekillendirmiş ve Âdem’in cisminde yaratmıştır. Âdem’in kendi sûretindeki neşeti, çömlekçinin çamurdan yapması ve fı­rınlaması gibidir. Havvâ’nın cisminin neşeti, marangozun tahtayı yontarak sûret vermesi gibidir. Onu kaburgadan yonttuğu, sûret verip düzenlediği ve ruhundan üflediği zaman, onu tenâsül olan göğermenin varlığından do­layı ziraatın ve harsın mahalli kıldığı için canlı ve kadın olarak ayağa kalktı. Önceki bâbda bu konu uzunca anlatılmıştır.

Soru: Îsâ’nın (aleyhisselâm) “Allah’tan bir ruh” olarak isimlendirilmesi hangi açı­dandır?

Cevap: Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) dediği gibi Hak Teâlâ, ruhları cisimlerden iki bin yıl önce yarattığı zaman, ilminin derinlikle­rinde bunu gizledi. Cisimleri yarattığında ilminde her zerre için, melekût âleminde saâdet veya şekâvet açısından kendisine uygun bir ruh hazırladı. Bu zerreler, “Bütün çiftleri yaratan çok yücedir.”323 âyetinde ifade edildiği gibi, ruhlarının eşiydiler. Yani her ruhu kendi şekline ya­kın olarak yarattı. Sonra Allah, onlardan mîsâk almak istediği zaman bu ruhların tümünü, kudretiyle hikmet ve ilmine uygun olarak ilgili zerre­lerin üzerine indirdi. Kendilerinden mîsâk alındıktan sonra, ruhların tutulması uygun oldu ve rahimdeki ceninlere ulaşma zamanına kadar melekût âlemindeki yerlerine uçtular. Şeyh şöyle demiştir: İncil’in tefsi­rinde, Îsâ’nın (aleyhisselâm) ruhunun misak alındıktan sonra zerreden alınmadığı­nı, Allah Teâlâ’nın onu Cebrâil’e (aleyhisselâm) verdiğini ve bunu melekût âlemine yerleştirdiğini gördüm. Üfleme emri verilinceye kadar, Allah’ı tesbih ve takdis ediyordu. Meryem’in gömleğine üfledi ve ortak nutfe olmaksızın bundan Mesih (aleyhisselâm) yaratıldı. Bu nedenle başkalarından farklı olarak Allah, onu “Kendisinden bir ruh” şeklinde isimlendirmiştir. Daha sonra kendi­sindeki ruhaniyet miktarınca göğe yükseltti, yerdeki kalışı kendisinde­ki balçık miktarınca, gökteki kalışı da kendisindeki nûr miktarıncaydı.”

Şeyh şöyle demiştir: Yüce Allah’ın o henüz beşikteyken ondan naklederek “Bulunduğum her yerde, beni mübarek kıldı.”[133] buyurması, O’nun bu cümleye olan bir işaretidir. Yani “Ben göğün ve yerin neresinde olsam” de­mektir. Übey b. Kâ‘b’ın şöyle dediği nakledilmektedir: “Allah âdemoğullarının ruhlarını zerrelerle beraber Âdem’in sülbüne iade ettiği zaman, Îsâ’nın ruhunu yanında tuttu. Onu yaratmak istediği zaman, bu ruhu Meryem’e gönderdi, Îsâ (aleyhisselâm) bundandı. Bu nedenle “Kendisinden bir ruh” denilmiştir.

Soru: Ruhlar kendilerine havale edilen ve ceninlere şekil verilmesini üstlenen melekler, Azrâil ya da Îsrâfil’in yardımcıları mıdır?

Cevap: Onlar Sur’a üflemekle görevlendirilen Îsrâfil’in (aleyhisselâm) yardımcıla­rıdır. O (aleyhisselâm) ise Arşın altındaki şekil verilmiş (maddî sûretleri olan) yaratıl­mışların sûretlerine bakmaktadır. Hadiste “Allah’ın her yarattığı kimsenin arşın bacağında özel bir şekli vardır. Allah, yaratılmalarından önce bunları izhâr eder, sonra da âdemoğullarını, şekil ve benzerlik açısından bu yaratı­lışa uygun olarak şekillendirir. Çünkü onlar, babaları Âdem’in şeklindedir ve Âdem de arşın altındaki bu sûrettendir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” hadisiyle buna işaret etmiştir. Başka bir rivayette “Rahmân’ın sûretinde” denilmiştir. Bunun anlamı “Rahmân’ın Âdem (aleyhisselâm) yaratılmazdan önce, arş ya da Levh’de şekillendirdiği sûret üzerine” şek­lindedir. Çünkü Hak Teâlâ’nın bütün yaratılmışlardan başka olduğu için herhangi bir sûreti yoktur, anla!

Böylece Îsrâfil’in arşa işlenmiş olan sûretlere baktığı ve ruhların mele­ğinin de ceninin şekillendirmesi anında Îsrâfil’e baktığı anlaşılmıştır. Bu sûretlerin tamamı, Allah’ın ezelî olan ilminden nakledilmiştir. Îsrâfil, Al­lah indinde yaratılan ve düzenlenen ilgili zerreler için belirlenen ve özel olan sûreti alır ve rahimler meleğine verir, o da rahimdeki cenine ilkâ eder ve belirlenen sûrette onu şekillendirir. Sûretin alınışı, kendisine layık olan nüshanın alınmasıyla olur. Yüce Allah, rahimdeki şekillendirmeyi kendisi­ne nispet ederek “O, sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir.”[134] bu­yurmuştur. Çünkü bu sebepler, güzel olan adetin icrası için, O’nun ilim ve tedbirindeki hüküm üzerine takdir edilmiştir. O, sûretleri ve sûretleri şekillendirenleri şekillendirendir. O’ndan dışında bir yaratıcı ve O’ndan başka bir şekil veren yoktur. Bu nedenle puta tapanları şiddetle tehdit et­miştir. En doğrusunu Allah bilir. Bu mebhası anlamaya çalış, bunu her­hangi bir kitapta bulamazsın, Allah sana hidâyet versin.

YİRMİ İKİNCİ MEBHAS

Allah’ın Müminler Tarafından Dünyada Kalp ile, Ahirette ise Hem Cennete Girmeden Önce Hem de Girdikten Sonra Keyfîyyetsiz Olarak Göz ile Görüleceğinin Beyânı Hakkındadır

Bu durum, Allah’ın “O gün parlak nice yüzler vardır. Rablerine bak­maktadır.”[135] âyetine uygun ve “Gözler O’nu idrak etmez.”[136] yani “gör­mez” âyetini tahsis edici olarak, Buhârî ve Müslim’in naklettiği hadislerde (sahîhaynda) kaydedildiği gibidir. Mütekellim ve usûlcülerin çoğunluğu, müminlerin âhirette Allah’ı görmesinin mukâbele, cihet ve mekândan mü­nezzeh olarak, inkişâf ile olacağını belirtmişlerdir. Bu durum, görmenin bir tür keşfetme ve idrak edenin görülen hakkında bilgi sahibi olması şeklinde gerçekleşmesi nedeniyledir. Yüce Allah bunu, duyunun onun boyutlarıyla karşı karşıya gelmesi durumunda yaratır. Bu miktarın aynısını, idrakten hiçbir eksiltme yapmadan, aslında ilgili duyu için karşı karşıya gelme söz konusu olmadan da yaratabilir. Bu, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arkasından da bizi görmesi[137] ve hepimizin ittifakıyla Hak Teâlâ’nın hiçbir yön ve muka­bele olmaksızın bizi görmesi gibidir. Zira görme, gören ile görülen nesne­den oluşan iki taraf arasındaki özel bir nispettir. Akıl, birisinin bir cihette olmasını gerektirdiği zaman, diğer tarafın da o yönde olması gerekir. Biri­sinin burada bulunmaması gerektiğinde, diğeri için de bu kesinleşir ve “Ne kıyamet günü ne de girmeyecekleri için cennette, müminler dışında kalan O’nu inkâr edenler görmez; sadece müminler görür.” şeklindeki sözümüz gerçekleşmiş olur. Yüce Allah, “Gözler O’nu idrak etmez.”[138] âyetine uygun olarak “Hayır, şüphesiz onlar, kıyamet günü Rablerini görmekten mah­rum bırakılacaklardır.”[139] buyurmuştur. O’nun dünyadayken uykuda ya da uyanıkken görülüp görülmemesi konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları mümkün olduğunu, bazılarıysa mümkün olmadığını söylemişlerdir. Uya­nıkken görülmesinin mümkün olmasının delili, Rabbi için neyin müm­kün, neyin mümkün olmadığını bildiği hâlde, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) “Bana ken­dini göster, sana bakayım.”[140] demek sûretiyle O’nu görmek istemesidir.

İmkânsız olduğunun delili ise Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kavminin “Allah’ı bize açıkça göster.” demişlerdi. Böylece zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı.”[141] âyetinde belirtildiği gibi, bunu istemeleri ve bundan dolayı cezalandırıl­malarıdır. Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Buna, cezalarının taleplerindeki inat ve ısrarlarından dolayı olduğu, bunun bizzat imkânsız­lığından dolayı olmadığı ileri sürülerek itiraz edilmiştir.”

Çoğunluk, rü’yetin dünyada mümkün olmadığına Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Hiçbiriniz ölünceye kadar rabbini asla görmeyecektir.” hadisiy­le delil getirmiştir. Bu şekilde onların, geçen iki âyetle rü’yetin olacağına dair delilleri bir araya getirerek, bunları dünyada rü’yetin olmayacağına delil getirmeleri sahih olur. Uykuda görülmesinin imkânsız olmasının de­lili ise uykuda görmenin hayal ve misalden ibaret olmasıdır. Bu ise Ka­dîm olan Allah için muhâldir. Bunu câiz görenlerin delili, uykuda görme için imkânsızlığın söz konusu olmamasıdır. Ayrıca âlimler, bunun Selef-i sâlihinden İmam Ahmed (Ahmed b. Hanbel), Hamza ez-Zeyyât ve İmam Ebû Hanîfe gibi birçok kimsenin uykusunda çokça gerçekleştiğini zikretmişlerdir. Hamza ez-Zeyyât şöyle derdi: “Hak Teâlâ’yı gördüğüm­de, O’na Yâsîn sûresini okudum. ‘Aziz ve Rahim indirmiştir.’[142] âyetini Lâm’ın zammıyla okuduğumda Hak Teâlâ, Lâm’ın fethiyle bana iade etti ve ‘Onu tenzil olarak (tenzîlen) indirdim’ dedi. O’na Tâhâ sûresini oku­dum, ‘Seni ben seçtim.’ âyetine geldiğimde, ‘Ben seni seçtik.’ dedi. Bu ‘Berzahiyye’ okumasıdır.” Rüya tâbir eden âlimler, Allah’ın rüyada görül­mesinin mümkün olduğu konusunda icmâ etmişlerdir. Ancak İbn Salah, bunu reddeden âlimlere uyarak inkâr etmeyi abartmıştır. Hak Teâlâ’nın uyanıklıkta görülmesine gelince âlimlerin cumhûru, bunun Peygamberi­mizin dışındakiler için mümkün olmadığı görüşündedir. Buna “Gözler O’nu idrak etmez.”[143] âyeti ve Hz. Mûsâ’ya “Beni asla göremezsin.”[144] de­nilen âyet ile Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Hiçbiriniz ölmeden rabbini gör­meyecektir.” şeklindeki Müslim’in Kitâbü'l-Fiten’de Sifatü’d-Deccâl bâbında naklettiği hadisi delil getirmektedirler. Peygamberimiz Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gelince sahabe, Mîrac gecesi gördüğü konusunda ihtilaf etmiştir.

Celâleddin el-Mahallî (rh.a) sahih olan görüşün Evet, gördü.” şeklin­de olduğunu söylemiştir. Genelde buna dayanarak gerçekleştiği söylen­mekle beraber, Müslim’in Ebû Zer’den naklettiği hadiste “Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Rabbini görüp görmediğini sordum. O, ‘Nûr’dur, nasıl göreyim!’[145] dediği” kaydedilmektedir. Yani, gözü örten nûr, beni O’nu görmekten alıkoydu. Şeyh Celâleddin el-Mahallî’nin ve Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif’in Hâşiye’sinde söyledikleri burada son buldu.

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Sirâcul-Ukûl kitabında yer alan bu me­sele hakkındaki ifadeleri ise şöyledir: “Bil ki mezheplerin kelâmcılarının çoğunluğu, uyanıkken görmek şöyle dursun, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka kimseler için Allah’ın uykuda görülmesini de inkâr etmektedirler. Delil olarak uyuyanın gördüğünün bir şekle bürünmüş olduğunu, Rab Teâlâ’nın bir şeklinin söz konusu olmadığını ileri sürmektedirler. O’nu ancak O’na uygun olan bir misal üzerinden görmektedirler ki âlemlerin rabbi Allah’ın bir benzeri ve misali de yoktur. Yüce Allah “Allah için örnek vermeyin.”[146], “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”[147] ve “Hiç kimse O’na denk olmadı.”[148] buyurmuştur.” Şöyle demiştir: “Kim böyle bir şey görür ve bunun ilâh ol­duğunu hayal ederse bu, şeytanın göstermesi, hayal ettirmesi, aldatması ve saptırmasıdır ya da uyanık hâldeyken oduğu gibi, inandığı bir benzeridir.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Daha sonra “Selefin şeyhlerinin cumhuru­nun (ra) görüşü, Allah’ın uykuda bir sûretle görülmesinin mümkün olduğu şeklindedir. Bu anlamda “Rüyaların hayırlısı, kulun, rabbini ya da peygam­berini veya müslüman iseler ebeveynini uykuda görmesidir.” ve “Rabbimi en güzel sûrette gördüm.” gibi hadisler de gelmiştir. Muhammed b. Sîrîn (ö. 110/729) “Rabbini uykuda gören cennete girer.” demiştir. “Allah’ın gö­rülmesi, şekil ve sûretten münezzeh olarak kendisine layık bir misal üze­rinden gerçekleşir. Bu misale tecellî etmesi, Hak Teâlâ’nın, kadîm kelamını kullarına kelâmı bunlardan münezzeh olduğu hâlde sesler ve harfler vasıta­sıyla anlatması gibidir. Ezelî olan kelâm, hâdis olan harf ve seslerden mü­nezzeh olduğu ve bunlar vasıtasıyla kadîm kelâm anlaşıldığı gibi, ‘O’nun şekil ve sûretlerden münezzeh olan ezelî olan zâtının da en yakın mâna ile O’na layık olan örnek bir şekil ve sûretler vasıtasıyla görülmesi câizdir.

Bu, Kur’ân’daki “O’nun nûrunun meseli bir mişkâttır.”[149] âyetinde olduğu gibi, kelimesinin orta harfinin fethasıyla olur, her açıdan benzerlik gerek­tiren sükûnüyle olmaz. Ancak O’nun eşsizliğine yakışmayan herhangi bir sûretle görüldüğü zaman ise gören, şeytan tarafından oyalamışlardandır.

Soru: Allah’ın zâtının olduğu şekilde görülmesi, O’nun eşi ve benze­ri olmadığı için, ilk anda mümkün değildir. Uyuyan da uykuda sûret ve misâl olmaksızın bir şeyi görmez.

Cevap: Hak Teâlâ mukaddes olan zâtıyla, uykuda bir kul için tecellî ettiği zaman, tâbire muhtaç olan diğer rüyaların aksine ruh, evvelî fıtrat gereği bunun hak olan ilâh olduğunu anlar. Çünkü nefis, hayalî âletle­riyle sûreti olmayan bir şeyi göremez. Ancak vasıtalar ve misaller üzerin­den O’nu tasavvur edebilir ve sonra da misaller “Köpüğe gelince sönüp gider.”[150] âyetinde ifade edildiği gibi gider ve geride sadece gerçek ola­rak rü’yetullah kalır. Bu, insanların Allah’ın kadîm olan kelâmını, levha­lardaki harflerden örneklerle öğrenmeleri ve sonra levha silindiğinde ise Kur’ân’ın hafızada kalması gibidir. Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle demiştir: “Böylece daha önce dediğimiz gibi, bir şeyin sûretinin olmamasının, onun bir sûretle görülmemesini gerektirmediği anlaşılmış oldu. Şahıs ve sûretleri olmayan birçok eşyanın, uykuda en yakın anlamda uygun misallerle görüldüğü ve bunun teşbih ve temsili zorunlu kılmadığına baksana! Bu, iman, küfür, şeref, Kur’ân, hidâyet, dalâlet ve dünya hayatı gibi soyut mâ­nalar gibidir. Îmana gelince o, Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu hadisi gibidir. “İnsanları rüyada gördüm, arzediliyorlardı, kimisinin gömleği topuklarına kadar, kimisininki bacaklarının yarısına kadardı. Ömer b. Hattâb gömle­ğini çekerek geldi.” “Ey Allah’ın Resûlü! Bunu nasıl te’vil edersin?” dediler. “Îmanla” dedi. Oysa imanın bir şekli ve sûreti yoktur. Ancak gömlek ona benzetilmiş ve onun vasıtasıyla görülmüştür. Küfür de böyledir, rüyada karanlıkla temsil edilir. Şeref ve izzet at sûreti vasıtasıyla görülür; Kur’ân, inciyle, hidâyet nûrla ve dalâlet ise körlükle temsil edilir.” Bu şeylerle görülen ilgili mânalar arasında bir denkliğin olduğundan şüphe yoktur. Allah’ı bilen âlimler mânaların cesede dönüşmesini inkâr etmemişlerdir.

Şöyle demiştir: Allah’ın bir sûret üzerinden görülmesini inkâr edenlerin hata ettikleri yer, kelimesini iki fethayla mesel yerine mim’in kesresiyle ve üçüncünün sükunuyla misl gibi sanmalarıdır; bu, açık bir hatadır. Misl sükunla, siyahlık ve cevherlik gibi bütün sıfatlarda eşitliği çağrıştırır, her birisi her durumda bütün yönlerden diğerinin yerine geçebilir. Oysa iki fethayla [okunan] mesel, böyle değildir; bunda her açıdan eşitlik şart de­ğildir. Ortak olduğu en yakın vasıf itibariyle kullanılır. Yüce Allah “Dün­ya hayatının hâli, ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hâli gibidir.”[151] buyurmuştur. Hayatın bir sûreti var ancak şekli yoktur, suyun ise hem sûreti hem de şekli vardır. Yüce Allah bununla hayatı temsil ettirmiştir. Aynı şekilde “O’nun nûrunun benzeri, oyuk içindeki bir kandildir.”[152] bu­yurmuştur. Daha başka örnekler de vardır. Böylece Allah’ın bir mislinin olmadığı ancak O’nun göklerde ve yerde en büyük meselinin bulunduğu anlaşılmış oldu.” Şöyle demiştir: “Buradan selef-i salihinden olan birçok kişi, daha önce geçtiği gibi Allah’ın uykuda kulu için tecellî etmesini müm­kün görmüşlerdir.” Bunu uzunca anlatarak şöyle demiştir: “Dil, gerçekte bunu anlatmada yetersizdir. Çünkü bunlar, zevkle ilgi şeylerdir ve ibârelere dökülmez. En doğrusunu Allah bilir.

Bunlar, benim kelâmcıların kitaplarında gördüklerimdir. Sûfîlerin ki­taplarında gördüklerime gelince, bunların fasih olanı Şeyh Muhyiddin’in (ra) ibâresidir. el-Fütûhât’ın 64. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki bir müs­lüman için, Allah’ın rüyada görülmesi konusunda karar vermemesi yakış­maz. Çünkü âlemde hiçbir şey hayal âleminden daha geniş değildir. O, hakikatiyle şey olan ve şey olmayan her şeye hükmeder. Sana salt yokluğu, muhâli ve vâcibi tasvir eder. Mümkün şöyle dursun, vücûdu adem, ademi de vücûd kılar. İlmi sana süt olarak, İslâm’ı kubbe, dinde sebatı da ayak bağı olarak gösterir.” Şöyle demiştir: “Söylediklerimizde delilimiz Allah’ın ‘Hangi tarafa yönelirseniz, Allah’ın vechi oradadır.’[153] âyetidir. Bir şeyin vechi, onun hakikati ve kendisidir. Hayal, aklî delilin sûret ve tasvirini imkânsız gördüğü şeyi tasvir etmiştir. Böylece rüyada ve âhirette mey­dana gelmesi mümkün olan her şeyin, bunun dünyada ve hemen mey­dana gelmesini dileyen kimseler için de mümkün olduğu bilinmiş oldu. 369. bâbın ilimleri hakkında da şöyle demiştir: Bir insanın rü’yetullah gibi, yöntemi keyfiyetsiz olarak zevk olan bir şeyin hakikatini tâbir etme­si doğru olmaz.” Bunu uzunca açıkladıktan sonra şöyle demiştir: “Aklın Hak Teâlâ’yı idrak etmesi, mümkün olunca, ihata olmaksızın göz ile idrak etmesi de mümkün olur. Çünkü bir muhdesin diğer muhdese hudûs açı­sından hiçbir üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlük güzel sıfatlar açı­sındandır. “Hak Teâlâ akılla idrak edilir ancak gözle idrak edilmez.” diyen bir kimse, aklın ve görmenin hükümleri ile hakikatlerinin ne olduğu hak­kında hiçbir bilgisi olmayan bir hilebazdır. Bu, Mutezile gibidir ve onla­rın mertebesi budur. Tabiatla ilgili işlerle günlük işlerin arasını ayırmayan kimseyle herhangi bir ilmi konuda konuşmamak gerekir. Şayet Mûsâ (aleyhisselâm), durumdan rabbinin kendisiyle vasıtaların kaldırılmasıyla konuşabileceğini anlamasaydı, bunu talep etmeye cüret etmezdi. Allah’ın kelâmını vasıta­ların kaldırılarak işitmek, anlamanın ta kendisidir ve herhangi bir fikir ve te’vile muhtaç değildir. Bu makamda işitmek anlamakla aynı olduğu için o, Allah’tan kavmi ve bu mertebede bulunan kimselerin Allah’ı görmenin imkânsız olmadığını öğrenmesi için, rü’yeti istedi.”

el-Fütûhât’ın 90. bâbında ise şöyle demiştir: “Bil ki dünya ve ahiretteki en büyük nimet, el-Bârî’yi (c.a.) görmektir. Ancak burada bir incelik var­dır ve rü’yetullahı tatmak, Hak Teâlâ’nın yüce zâtına değil, akıllara inerek tecellî ettiği mazharlarını görmeye râcidir.” Bunun izahı şudur: Rü’yeti tat­mak ancak bizimle kendisi arasında cinsteşlik ve münasebet ilişkisi bulu­nan bir şeyi görmekle olur. Oysa bizimle Hak Teâlâ arasında hiçbir açıdan münasebet söz konusu değildir.

Soru: Rü’yet nasıldır?

Cevap: Yüce Allah seçilmiş kullarından birisine rü’yeti tattırmak sûretiyle fazilet vermek istediği zaman, “O’nu ilmiyle kuşatamazlar.”[154] âyeti doğrultusunda, kendisine (zâtına) uygun olarak aklında hayal edeceği bir misâl getirmek sûretiyle bunu yapar. “Bir kul Hak Teâlâ’yı kuşattığı zaman, O’nu ilmiyle kuşatır.” diyen bir kimsenin amacının, Allah’ın kuşatılamayacağı olduğu ve kuşatmanın anlamının bu olduğu, daha önce kitapta geçti.

Aynı şekilde 198. bâbda şöyle demiştir: Yüce Allah, kullarından birisine kendisini göstermek istediği zaman, kulun tecellî anında kendisini müşâhede etmesinin fena bulması ve ruhun tecerrüd etmesi gerekir. Bu şekilde melekleri gördüğü gibi rabbini görür. Yine Yüce Allah, bir kulunu rü’yetiyle ve müşâhedesiyle nimetlendirmek ve bunu tattırmak istediği zaman, bir hicab göndermesi gerekir ki müşahede eden için zevk alma gerçekleşsin.” “Bu, sırlarla ilgili bir meseledir ve bunu, kendi tercihimle izhâr etmedim, bunu izhâr etmeye mecbur bırakılan kimse gibiydim.” demiştir.

Levâkihul-Envâr kitabındaki ibâresi ise şöyledir: “Bil ki rü’yetullah anında müşahede eden kimsenin fena bulması, his ve lezzetlerinin kaybol­ması gerekir. Zira Zâtın birliğinin kendisi, iki şeyle aynı anda meşgul olma kudretinde değildir. Bir bütün olarak rü’yeti idrak etmeye veya kabul et­meye yönelmesi gerekir. Allah kendisini sana gösterdiği zaman, seni fenaya erdirir ve hitap, yönelecek bir mahal bulamaz. Seninle konuştuğu zaman seni var eder, zira hitabı kabul etmen için bu gerekir, aksi takdirde hita­bın bir anlamı kalmaz.” Şeyhlerin büyüklerinden olan Ebu’l-Abbâs es-Sârî şöyle derdi: “Akıl sahibi bir kimse kesinlikle Allah’ı müşâhede etmeyi tadamaz. Çünkü bu durum, içinde lezzet bulunmayan bir fenâdır.” Şeyh de el-Fütûhât’ta buna muvafakat etmiştir. Aynı şekilde Levâkihul-Envârda da “Yüce Allah sana bir müşâhede anı verdiğinde, bununla beraber sana kendi nefsini de müşâhede ettiriyorsa sen, uzakların en uzağındasın demektir. Zira nefsin, oluştur (kevn). Kevn, âlemlerin rabbine göre hangi merte­bededir? Ancak bu durumda senin için manevî bir yakınlık (mücaveret) söz konusudur. Bu da iki mücavir cevher arasında üçüncü bir yer (hayyiz) olmaması gibi, seninle Allah arasında fazladan bir durumun söz konusu olmamasıdır. En yüce mesel Allah içindir. Şöyle demiştir: “Bu mücaveret, sadece keşif ehliyle alâkalıdır.” Taberânî ve daha başkalarının merfû olarak naklettiği bir hadiste “Kul ile rabbi arasında 70 bin tane nûr ve zulmet perdesi vardır. Bu perdelerin ardından bir şey işiten bir nefis, kesinlikle zâil olur.” buyrulmaktadır. Başka bir rivâyette ise Allah ile kul arasında 70 bin perde vardır. Şayet bunları açsaydı zâtının nûrları yarattıklarından gözü­nün gördüğünü yakardı.” buyrulmaktadır.

Soru: İnsanların Allah’ı görmesi nasıl olur?

Cevap: Şeyh’in 178. bâbda dediği gibi Hak Teâlâ’nın âleme bakması­nın şekli, azamet gözüyle değil, yüceliğine layık olduğu gibi rahmet gözüyle bakmasıdır. Bu nedenle rü’yet anında, O’nunla beraber âlem de sabittir. Şa­yet O’nun celâline yaraşır bir şekilde azamet nazarıyla baksaydı, yukarıda­ki hadiste geçtiği gibi, O’nun vechinin (zâtının) aydınlığında bütün âlem yanardı.” Şöyle demiştir: “Bu rahmet, âlim ile yakıcı nûr arasındaki perde­nin bizzat kendisidir. Bu, Şâri‘in Hak Teâlâ’nın mahlûkatı yaratmadan önce içinde bulunduğu nûru, haber veren ulemâ gibidir ve bununla ilgili çoğu şey konuşulmaz. Şeyh, “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Yüce Allah görül­düğü zaman, bu görülme sadece ilim ve inanç açısındandır. Allah zâtıyla kuşatılmaktan yüce ve münezzehtir.” el-Fütûhât’ın “el-Vesâyâ Bâbı”nda ise şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ı gördüğünü iddia eden kimsenin doğruluğunun alâmeti, kalbinin aynasını kâinata çevirdiği zaman, insanların hepsinin gizle­diklerini bilmesi ve insanların da bu keşfi tasdik etmeleridir.”

Soru: Rü’yet ile bir grubun şühud dedikleri şey arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh, 266. bâbda şöyle demiştir: Rü’yette, görülen hakkında daha önce herhangi bir bilgi söz konusu değildir. Şühudda ise daha önce müşâhede edilenle [elde edilen] hakkında “akâid” olarak isimlendirilen bir bilgi vardır. Bu nedenle kıyamette rü’yet inkâr ya da ikrar edilir. Çünkü inkâr değil de sadece ikrar edilen müşâhedenin aksine, daha önce bilme­dikleri bir şeyi görmüşlerdir. Bunun izahı şudur: Müşâhede edenin şâhid olarak isimlendirilmesinin sebebi, onun müşâhede ettiği şeyin daha önce inandığı şeye tanıklık etmesidir. Yüce Allah “Rabbi katından açık bir delile dayanan kimse, kaldı ki bu delili Rabbinden bir şahit (Kur’ân) okumaktadır.”[155] buyurmuştur. Yani onun inandığının doğru olduğuna şahitlik eder. Şöyle demiştir: “Bu anlamda Hz. Mûsâ ‘Bana kendini göster, sana baka­yım.’[156] demekle rü’yeti istemiştir. ‘Beni şahit tut.’ dememiştir. Zira Yüce Allah, müşâhede edilmektedir ve gâib değildir. Evliyâ için bile gâib değilken, saygın bir peygamber için nasıl gâib olsun! Mûsâ (aleyhisselâm), bu makamı isterken, sadece âhirette peygamberlere has olan bir rü’yeti, dünya için istemiştir. Onun, evliyânın müşâhedesine benzer bir şekilde müşâhede etmesine ge­lince bu, onun velâyet makamı açısından bir vezirlik adımından ibarettir.”

el-Levâkih kitabında da şöyle demiştir: Rü’yet ile şühud arasında han­gi fark vardır? Şühud “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet et!” hadisinde işaret edilen, Hakk’ı müşâhede edenin bunu kendinde tutmasıdır.” “Görü­yormuş gibi” ifadesi, nefsinde tuttuğun Hakk’ı görüyormuş gibi müşâhede etmendir.” anlamındadır. Bunun öğrenme mertebesi olduğunu söylemiştir. Daha sonradan buradan özel mertebeye yükselinir ki bu da Allah’ın seni gör­düğünü, senin ise O’nu görmediğini bilmendir. Bu da sözgelimi namazda, Allah’ı kalbinde şühud etmeyi kıble tarafından tutmandır. Böylece şühudunu seni kuşatan diğer varlıklardan arındırmış olursun. Bunu gerçekleştirdi­ğin zaman, Allah’ı kuşatmaktan âciz olduğunu anlarsın. Çünkü sen, sınırlı­sın (mukayyed), O, mutlaktır; sen darsın, O geniştir. Böylece O, senin naza­rında değil, O’nun tahakkuk eden nazarıyla birliktedir. Çünkü senin nazarın O’nu kayıtlandırır ve sınırlandırır, O ise kayıt ve tanımlar dan/sınırlar dan yücedir. O hâlde O’nu şühud etmek mârifet, O’nu görmek ise tam keşiftir.

Soru: Kul ne zaman cihet görüşünden çıkar?

Cevap: Efendim Ali b. Vefâ şöyle demiştir: “Kulun keşfi göklerin ve yerin her tarafına yetmedikçe ve Allah, ilminden bir şey vermedikçe ci­het görüşünden çıkmaz.” “Ancak keşfi sadece göklerle yere ya da berzah, cennet ve cehenneme yeten kimseye gelince, o rabbini sadece bir cihette görür.” demiştir.

Soru: O hâlde herkes rabbini sadece nefsinin istidadı sûretinde görür. Oysa Yüce Allah bundan zâtının yüceliğiyle yüce ve münezzehtir.

Cevap: Evet, kul sadece rabbini gücü nisbetinde görür ve görme bun­dan başka olmaz. Zira şayet kulun mertebesinin üzerinde görmesi doğru olursa, peygamberlerle velilerin diğer bazılarından özel olması gerçeği, bâtıl olur ve veliler, peygamberlerin yükseldikleri merdivenlerden yükselirler ki bu, imkânsızdır.

Soru: O hâlde kul, mârifetullah aynasında sadece nefsinin sûretini gör­müş ve gerçekte Hakk’ı görmemiştir.

Cevap: Evet, böyledir. Bunun hükmü, kendisinin yüzünü duyular­la hissedilen aynada gören insan gibidir. O nefsinin sûretini, aynanın kendisini görmesini engelleyen bir perde olarak görür. Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envârda şöyle demiştir: “Rü’yet ve tecellî için, kişinin ken­disini aynada görmesinden daha yakın ve daha benzer bir örnek yoktur.

Ey kardeş, aynada bir sûret gördüğün zaman, aynanın kendisini görme­ye çalış, kesinlikle göremezsin. Aksine rü’yetin gerçekleşmeden önce, sûretin aynaya basılır ve gözün nefsinin sûretinden başkasını göremez. Bundan daha yüksek bir yere çıkmayı bekleme ve kendini yorma! Bu­nun ötesi sadece mahza/sırf yokluktan ibarettir. Düşün ve araştır, bütün insanlar için ahirette görülenin Hak’tan başkası olduğunu vehmettiriyor, oysa ondaki açıktır.”

Soru: Görülen Yüce Allah’ın zâtı, fazlalık ve noksanlık kabul etmediği hâlde, insanların rü’yet konusunda kâmil ya da nakıs olmasının birbirilerinden üstün olmalarının sebebi nedir?

Cevap: Onların varlıklarının üstünlüğünün sebebi, mârifetullah ayna­sından kendi hakikatlerinden başka hiçbir şey müşâhede etmemeleridir. Şayet zâtın kendisini görselerdi rü’yet konusunda eşit olurlardı ve araların­da üstünlük söz konusu olmazdı. Ancak peygamberlerin hakikati nerede, başkalarınki nerede?

Soru: Dünyada farklı oldukları gibi âhirettede farklı olacaklar mı?

Cevap: Evet, âhiretteki farklılıkları, dünyadaki farklılıkların bir parçasıdır. Şeyh 331. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki müminlerin âhirette rablerini görmesi, herkesin inandığının semeresini görmesi için, dünyada üzerinde bulundukları itikadlarına tâbidir. Dolayısıyla gör­meleri, Allah Teâlâ’yı bilmeleri ve taklit ettikleri âlimlerden anladıkları ölçüsünde olacaktır. Ayrıca nimet ve lezzet açısından birbirinden üstün oldukları gibi, bir kısmının rabbine bakmadaki payı aklî lezzet, bir kısmınınki nefsî lezzet, bir kısmınınki hissî lezzet, bir kısmınınki hayalî lezzet, bir kısmınınki keyif verici lezzet ve bir kısmınınki için ise ni­telikten bahsedilemeyen bir lezzettir. Bir kısmı da Allah’ı bilmede tâbi olduğu âlimin kendisine verdiği bilgi ya da sahip olduğu bilgi ölçüsün­de ya da aklının hayal ettiği kadar mukallittir. Bir kısmı ise mukallit değildir. İşte her biri bu şekilde olur.

Soru: İnsanlarda meydana gelen rü’yetin en kâmili hangisidir?

Cevap: En kâmil rü’yet peygamberlerin, sonra da onlara tâbi olan kâ­millerin rü’yetidir. Kâmiller, rablerini peygamberlerinin kendisinden sabit olan şeriatten alınan aynada görürler. Bil ki her kulun âhirette Hakk’ı gör­me sayısı, O’nun bütün emirleri yerine getirmek ve nehiylerden kaçın­mak sûretiyle keşif ve şühud yöntemiyle Hak ile birlikte olmasına bağlıdır. Rü’yet ve marifet, taatlerin artmasıyla artar, nehyedilen şeylerin yapılma­sıyla da azalır. Hak Teâlâ ile birlikteliği az olan herkes, birlikte olmadığı şeyleri bilmez.

Şöyle derim: Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aynası, diğer bütün peygamber­lerin aynalarını da kapsadığı için daha kâmil olanıdır. Mertebe açısından bundan hemen sonra, rabbini herhangi bir peygamberin aynasında gören, ondan sonra da velilerden herhangi birinin aynasından gören gelir. Böylece kâmil olan kimsenin, peygamberinin izini görmediği bir mekâna asla ayak basmadığı anlaşılmış oldu.

Soru: Hak Teâlâ’nın ahiretteki tecellîlerini inkâr edenler müslüman mıdır?

Cevap: Evet, onlar Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Paçalarını sıvadıkları za­man secdeye kapanırlar ve ‘Sen rabbimizsin’ derler.” tecellî hadisindeki ifa­desi doğrultusundaki müslümandır. Burada ehlullahın zevk yoluyla bildiği sırlar vardır ki onlar, hiçbir kitapta yazılmaz. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Bunlarda inkâr gerçekleştiği zaman, ikrar eden peygamber ve ve­liler mevcut mudur? Şayet bunlar mevcut iseler neden kendileri için tecellî edenin Allah olduğu konusunda yol göstermiyorlar?

Cevap: Şeyh’in Şerhu Tercümâm’l-Eşvâk’ta belirttiği gibi söz konusu inkâr gerçekleştiği zaman peygamber ve ârifler, bu inkârcıların yanında durmakta ve bu tecellîler konusunda onlara yol göstermemektedirler. Zira onlar, herkesin dünyada ilminin semeresini görmesi için Hak Teâlâ’nın bu inkârcılardan bunu gizlemelerini istediğini bilmektedirler.

Soru: Kâfirler rablerini görmeyeceklerine göre, onların görmemeleri nasıldır?

Cevap: Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda söyledği gibi onların görmeme şek­li şöyledir: Onlar Allah’ı görecekler ancak O olduğunu bilmeyeceklerdir. Dolayısıyla onlarla rableri arasındaki perdeleri cehaletleridir. O’nu hiçbir zaman göremeyeceklerdir.

Soru: Müminlerin görmesi, dünyada olduğu gibi gözlerin görmesiyle midir yoksa bütün varlıklarıyla (uyûn) mıdır?

Cevap: Şeyh Takıyüddin Ebû Mansûr’un dediği gibi müminlerin âhirette rablerini görmeleri, bütün cesetleriyle gerçekleşecektir. Bu, ebedî ni­metin kâmil olması içindir, rü’yetleri sadece gözlerle sınırlanmaz aksine bütünüyle görürler. Bazılarının sadece bütün yüzleriyle göreceğini de söy­lemiştir.

Soru: Müminin kalbiyle Allah’tan olarak müşâhede ettiği şeyin, Al­lah’ın hasr ve kayıtlılıktan geniş ve yüce olmasından dolayı istenilen olması lazım mıdır?

Cevap: Şeyh’in 377. bâbda dediği gibi, kulun rabbini kalbiyle müşâhede etmesinin, Allah tarafından verilen bir bilgiyle istenilen olması ve bunun kulun nefsinde zarûrî bir bilgi meydana getirmesi lazım değildir. Bu bilgi, uyuyan bir kimsenin rüyasında Hak Teâlâ’yı ya da Allah’ın Resûlü’nü (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görmesi ve nefsinde görülenin Allah (a.c.) veya Resûlü (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olduğuna dair zarûrî bir bilgiyi bulması gibidir. Bu, görülenin duruma uygun olarak ger­çekleşmesinden dolayıdır. Çünkü hiç kimse bunun dışında Hak Teâlâ’yı id­rak edemez. Nazar ve akla gelince, “Allah’ın hakikatinin diğer hakikatlerden farklı olduğuna” dair başlıklı mebhasta geçtiği gibi, bu olamaz.

Soru: Âhirette Hak Teâlâ’nın içinde görüleceği nûrun, Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dünyada gördüğü nûr gibi şuaları var mıdır, yoksa o şuaları olmayan nur mudur?

Cevap: Şeyh’in 360. bâbda dediği gibi Hak Teâlâ’nın âhirette içinde görüleceği nûr, şuaları olmayan bir nûrdur. Dolayısıyla ışığı kendi nefsini aşmaz ve göz tam bir açıklıkla O’nu idrak eder. Bu dünyadaki nûrdan farklı olması ve Hz. Peygamber’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Rabbini gördün mü?” denildiğinde “Nûrdur, O’nu nasıl göreyim?” demiş olmasından dolayıdır. “Şuaları olan bir nûr olduğu hâlde O’nu nasıl görebilirim?” denilmiştir. Şualar görmeyi götürür ve bu şuâlara maruz kalanların idrak etmesini engeller. İdrak nûru içine girdiği için, Yüce Allah bu nûr içinde idrak edilmez. Bu nedenle karanlığın özelliği idrak edilmek ve idrak ettirmemek olduğu gibi, nûrun özelliği de idrak edilmek ve idrak ettirmek olduğu hâlde idrak edilmemiş­tir. Şöyle demiştir: “Nûr, büyüdüğünde idrak eder ancak aşırı inceliğinden dolayı onunla idrak edilmez. Sonra sadece akıl ve his itibariyle idrak edile­ne eklenmiş olan bir nûrla idrak edilir.”

Soru: Görenin şartlarından biri de görmesinin kendisine görülen hak­kında bilgi vermesi ve onu kuşatmasıdır. Ancak Hak Teâlâ’yı gören, O’nun hakikati başka hakikatlerden farklı olduğu için, Hakk’ı kayıt altına alamaz. Bu durumda nasıl “O, Azîz ve Celîl olan Rabbini gördü.” denilebilir?

Cevap: Şeyh’in 442. bâbda dediği gibi, Hak Teâlâ’yı görmede ihata doğru olmaz ve bu tanımın kapsamına alınamaz. Bu şekilde elde edilen ilmin nihaî noktası, görenin görme anında O’nu gördüğünü bilmesidir. Aksi takdirde bilgisinden dolayı O’nu gerçekten görmesi doğru olur ki görme anında kalbindeki tecellîlerin türlü türlüsünü gördüğü hâlde bu nasıl olabilir? Mûsâ (aleyhisselâm) “Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım.”[157] demiş; O da “Beni asla göremezsin.”[158] buyurmuştur. “Beni asla göre­mezsin.” ifadesindeki sebebin inceliği, hemze ile [ben anlamıyla] “ba­kayım” şeklinde olmasıdır. Şayet Nûn ile [çoğul anlamla] “Bakalım” ya da Tâ ile [hitap anlamıyla] “Bakasınız” olsaydı cevabı, “Beni asla göre­mezsin.” şeklinde olmayabilirdi. Soru “bana kendini göster.” ifadesinde mücmel olduğu gibi, cevap da “Beni asla göremezsin.” ifadesinde müc­meldir. Bunun izahı, rü’yet denildiğinde ilk akla gelenin gözle görme olmasıdır. Yani “Gözünle beni göremezsin. Çünkü görmekten maksat, görülen hakkında bilginin hâsıl olmasıdır. Oysa sen her gördüğünde, bir önceki görmenden farklı görmeye devam etmektesin. Dolayısıyla O’nu görmenden dolayı sende asla bir ilim hâsıl olmamıştır. Böylece ‘Beni asla göremezsin.’ ifadesi doğru olmaktadır. Zira ben, zâtım itibariyle üzerin­de bulunduğum durumda çeşitliliği kabul etmem; sen ise rabbini sadece sıfatlar itibariyle çeşitlenmiş olarak görürsün. Hâlbuki sen de çeşitlenmiş değilsin, beni de görmedin kendini de. Gördüğünde ‘Hakk’ı gördüm.’ demen gerekir. Oysa hakikatte beni görmedin. Aynı şekilde ‘Kendimi gördüm.’ demen gerekir, oysa gerçekte kendini de görmedin. Geriye sa­dece sen ve Hak Teâlâ kalmaktadır. Ne halkı ne de Hakk’ı tek olarak görmedin; ancak gördüğünü biliyorsun. Peki gördüğün nedir? Bu du­rumda mâna ‘Gözünle görmedin ancak ilâhi kuvvetle seni destekledim.’ şeklinde olur.” “Bu, hayret müşâhedesidir.” demiştir.

401. bâbda şöyle demiştir: “Yüce Allah, Mûsâ’ya ‘Beni asla göremezsin.’[159] demiştir. Zira görenin bütün görülenleri, sadece konumu ve mertebesi itiba­riyle görmesi sahih olur., başkasıyla değil. Şayet gören, Hakk’ı ihata etseydi görmeler farklılaşmazdı. Ayrıca kulu ihata etmekten alıkoyan en küçük per­de, Hak kendisine tecellî ettiğinde, onun kendi nefsini görmekle meşgul ol­masıdır. Kulu rabbinden alıkoyan perde, nefsini görmesidir. Dolayısıyla nef­simiz olduğu gibi bize perde olmaktadır. Biz kendimizle meşgul olmasak da O’nu göremezdik çünkü O, devam etmemektedir. Biz yok olduktan sonra O’nu kim görecek? Şayet biz olarak devam etmezsek, saf aynada kendimiz­den başkasını görmezdik. İbareyi daha da genişleterek “Biz O’nu gördük.” deriz. Hiç kimse Allah hakkında hayretin dışında kalamaz.

Soru: O hâlde Mûsâ görmeyi talep etmeden önce, Allah hakkında bilgi sahibi olduğu için mi bayıldı?

Cevap: Şeyh’in 448. bâbda dediği gibi, “Evet, sadece bu, onu bayılt­tı.” Ancak Hak Teâlâ’yı bilmiyordu. Bu nedenle “Tövbe ettim.” dedi. Yani “Daha önce talep ettiğim şekilde seni görmeyi talep etmiyorum. Seninle ilgili bilmediklerimi öğrendim ve ben müminlerin ilkiyim.” Yani “Beni asla göremezsin.” sözüne iman ettim. Çünkü bunu sadece bana söyledin. Bu ha­berdir. Bu nedenle Mûsâ (aleyhisselâm) ilmi değil, imanı buna kattı. Şayet “Beni asla göremezsin.” sözüyle mutlak olarak iman kastedilmiş olsaydı, müminlerin ilki olması doğru olmazdı. Çünkü ondan önce de müminler vardı ancak bu kelime ile iman etmiş değillerdi. Bayıldıktan sonra iman eden herkes, bir delile dayalı olarak iman etmiş olur ve o, imanında ilim sahibidir. Bu, bü­yük bir tanıklıktır. Kul imandan, daha açık olan ilme intikal ettiği zaman, iman hicabı kendisiyle birlikte kalmaya nasıl devam eder? Bu nedenle bu, sadece kâmillere hastır; böylece bildiklerine iman eder ki ilmin ecriyle bir­likte imanın ecrini de elde etsinler. Onlardan birisi için “Bildiği şeyin aynı zamanda müminidir.” denilir. Şeyh 558. bâbda, ez-Zâhir ismi bağlamında bu konuya genişçe değinmiştir, dilersen oraya müracaat et! Efendim Ali b. Vefâ (ra) şöyle derdi: “Acayip şeylerden biri de Allah’ın Mûsâ’ya (aleyhisselâm) ‘Beni asla göremezsin.’[160] demesidir. Yani kuvvetine rağmen, beni sürekli olarak gördüğün hâlde, gördüğün şeyin ben olduğumu hissedemezsin.”

Soru: Hak Teâlâ keşif ile bilinir mi?

Cevap: Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda söylediği gibi, Hak Teâlâ’nın keşifle bilinmesi doğru olmaz; ancak O, akılla bilindiği ve akılla görülmediği gibi, keşifle de sadece görülür. Şöyle demiştir: “Bizim için görmekle bilmeyi bir araya getiren bir makamın olduğunu bilmiyorum.”

Soru: İlâhi tecellîlerin sûretleri sayı itibariyle kaç mertebeye döner?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği gibi, tamamı iki sûrete bağlanır: Biri inkâr edilir, diğeri bilinir, bir üçüncüsü yoktur. Şöyle demiştir: “Yüce Al­lah’ın Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştuğu zaman 12 000 sûrette tecellî ettiği ve her sûrette ona “Ey Mûsâ” dediği söylenmiştir. Böylece Mûsâ’nın dikkati çekil­miştir. Şayet bütün tecellîler bir tek sûrette olsaydı, her sûret ve kelimede “Ey Mûsâ” demezdi.

Soru: Mûsâ (aleyhisselâm) nasıl Allah’ın kelâmını işitme konusunda sebat etti de O’nu görme konusunda sebât edemedi?

Cevap: Şeyh’in 450. bâbda dediği gibi, Hak Teâlâ necvâ (fısıltı) anında onu işittiği için, o da Allah’ın kelâmını işitmede sebat etti. Yani Mûsâ’nın (aleyhisselâm) işitmesini destekledi ve onu takviye etti. Çünkü şüphesiz olarak O, Allah’a sevgiliydi. Hadiste “Yüce Allah’ın bir kulunu sevdiği zaman onun kulağı ve gözü olduğunu” haber vermektedir. Ancak Allah, bu makamda dilediği kullarına bazen bütün sıfatları toplamakta, bazen de bazı sıfatları peş peşe tedrici olarak vermektedir. Bu nedenle tecellî anında Mûsâ ba­yılmıştır. Çünkü o anda, Allah onun gözü olmamıştı. Şayet Allah onun işitmesini takviye ettiği gibi görmesini takviye etseydi, işitmede olduğu gibi görmede de sebat gösterirdi. Çünkü ilâhi destek olmadan muhdes bir varlığın Hak Teâlâ’yı görmeye takati yetmez.

Soru: Mûsâ’yı (aleyhisselâm) diğer peygamberlerden (aleyhisselâm) farklı olarak rü’yeti talep etmeye iten sebep nedir? Şayet şiddetli istek ise Peygamberimiz Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kesin olarak bu konuda ondan daha fazla istekliydi. Çünkü gör­me isteği (iştiyak), rü’yete istek duyan kimsede mârifetin artmasıyla daha da artar. Eğer onu buna sevk eden (iten) [sebep] yakınlaşmak ise bütün paygamberler yakınlaştırılmışlardı (mukarrabûn)?

Cevap: Şeyh’in 331. bâbda dediği gibi, onu rü’yeti talep etmeye iten se­bep, Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dışındaki diğer peygamberlerden daha fazla yakın­laşmak istemesidir. Yüce Allah, Mûsâ’yı yakınlaşma makamına yükseltince, kendisini rü’yeti talep etmekten alıkoyamadı. Oysa Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), rü’yetullah konusunda kesinlikle Mûsâ’dan (aleyhisselâm) daha istekli olmasına rağmen, edep onu rü’yeti istemekten alıkoydu. Edep makamına girince, bunun kuv­vetinden dolayı Allah onu korudu. Öyleki Yüce Allah, Cebrâil’in (aleyhisselâm) diliyle onu rü’yetine davet etti ve Mûsâ’dan (aleyhisselâm) daha çok şereflendirmek amacıyla, binmesi için ona Burak’ı gönderdi. Böylece Mûsâ’nın (aleyhisselâm) rü’yetten menedilmesinin sebebinin, bunu ilâhi vahiy olmaksızın istemesi olduğu anlaşılmış oldu. Oysa peygamberlerin makamı, zerre kadar sürçmelerden dolayı bile onların hesaba çekilmesini gerektirir. Bu nedenle onun isteği bağlamında “Beni asla göremezsin.” şeklinde cevap verilmiştir. Ancak Yüce Allah, Allah’ın emri olmadan rü’yeti talep etme konusunda, edeplendirmenin Hz. Mûsâ’da ulaşması gereken dereceye ulaştığını görünce, ince bir bilgilendirmede bulu­narak “Ancak dağa bak.”[161] buyurmuştur. Dağ, mümkün varlıklar kapsamın­da olduğu için, tecellî anındaki istikrarını dağa havale etmiştir. Yüce Allah, muhdes olan dağa tecellî edince bu tecellînin etkisiyle dağ paramparça oldu. Her ârif kişi, dağın rabbini gördüğünü ve görmenin bu dağın parçalanmasını gerektirdiğini bilir. Bazı muhakkikler bu bağlamda “Dağın rabbini görmesi mümkün olduğuna göre, dağın parçalandığı anda Mûsâ’nın rabbini görme­sini engelleyen nedir? Buradaki nefiy, istikbal içindir ve âyet, yoruma açıktır. Mûsâ’nın bayılması, dağın parçalanması makamındadır. Ayrıca tecellî dağda gerçekleştiğinde ve onu parçaladığında, Mûsâ, her ne kadar aşırı isteği ken­disini buna yöneltmiş ise de bunun talep etmemesi gereken bir şey hakkında gerçekleştiğini anladı. Bu nedenle “Sana tövbe ettim ve ben müminlerin ilkiyim.”[162] dedi. Yani mümkün olan olayın gerçekleştiğine inandım.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Mûsâ sadece yakınlaşmak için rü’yeti talep etti. Peygamberlerin insanlar arasında en çok Allah’ı bilen kimseler olduğu bilinmektedir. Onlar Allah’ın, O’nun yü­celiğine yaraşır bir şekilde gözle idrak edilebileceğini bilmektedirler. Bu nedenle Mûsâ, istenilmesi aklen değil, zevken ve naklen câiz olan bir şeyi istemiştir. Çünkü bu durum, aklın imkânsız gördüğü şeylerdendir.

209. bâbda, Mûsâ (aleyhisselâm) rabbini görmek istediği zaman Yüce Allah, onu dağı görmeye havale etmiştir. Zira dağın sıfatlarından birisi de sabit kal­masıdır. Yani “Dağa tecellî ettiğim zaman dağ sabit kalırsa sen de zâtın­da dağlardaki sebat sıfatı bulunduğu için beni göreceksin.” Büyük işler ve şiddet anında sebat eden kimse için şöyle denilir: “Falan kimse dağ gibi­dir.” Kuşkusuz Allah katında dağ Mûsâ’dan daha saygın değildir. Bu, Yüce Allah’ın “Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür.”[163] buyurduğu gibi, içinde dağların da bulunduğu yerin yaratılış açısından, insanlardan olan Mûsâ’dan daha büyük olmasıdır. Yani, daha kuvvetli olan dağ, tecellî anında parçalandığına göre, kapladığı yer açısın­dan küçük bir dağ olan Mûsâ dağı, nasıl yerinde dursun?

Soru: Dağ parçalandıktan sonra eski hâline dönmediği hâlde, Mûsâ niçin bayıldıktan sonra eski hâline döndü?

Cevap: Dağın, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) aksine kendisini idare eden bir ruhu ol­madığı için, eski sûretine dönmedi. Ancak Mûsâ’nın ruh sahibi olması ve dağın aksine ruhunun onun şeklini olduğu gibi tutmasından dolayı, bayıl­dıktan sonra eski hâline döndü. Dağ ise sûretini muhafaza edecek bir ruha sahip olmadığı için parçalandıktan sonra eski hâline dönmedi.

Soru: Keşif ehli, cansız varlıkların tamamının canlı oluğunu söylemiş­lerdir. Bunasıl bir hayattır?

Cevap: Şeyh’in 393. bâbda dediği gibi, cansızların hayatından kaste­dilen şey, meşhur canlılarda olduğu gibi ihtiyar ve tedbirin olması değil de onların Allah’ı hamd ile tesbih etmeleri, onu tenzih ve takdis etme­leridir. Şeyh şöyle demiştir: Cansızların hayat sahibi oluşlarının en bü­yük sem‘î (naklî) delillerinden biri de Allah’ın “Onlardan [yani taşlar­dan] bazıları vardır ki Allah’ın korkusundan yuvarlanmaktadır.”[164] âye­tidir. Kuşkusuz sadece hayat ve idrak sahibi varlıklar “korkmak” ile ni­telenirler. Ancak Yüce Allah, biz ve bizim gibi Allah’ın diledikleri hariç, insan ve cinlerin gözlerini cansızların hayatını görmekten engellemiş­tir. Biz, bu konuda naklî delile muhtaç değiliz; onların hayatlarını göz­lerimizle keşfettik, cansızların tesbihini ve konuşmalarını da işittik.” Şöyle demiştir: Aynı şekilde kendisine tecellî gerçekleştiğinde dağın par­çalanmasının sebebi de onun Allah’ın büyüklüğünü bilmesidir. Şayet dağ­daki bilgi onda olmasaydı o, parçalanmazdı. Zira zâtlar, zât olmak itiba­riyle etkilenmezler, onları etkileyen, mârifetlerdir. Halkın kılığında çarşıya giren ve kendisini tanımayan halkın arasında onlar gibi yürüyen krala bak. Onlarda nasıl bir ağırlık oluşmuyor? Daha sonra o bu hâldeyken havastan kendisini tanıyan biriyle karşılaştığında, bilgisi kendisini etkileyerek nef­sinde ona yönelik bir büyüklük ve saygı uyanır da böylece ona ihtiramda bulunur, edeplice hareket eder ve ona boyun eğer. Halk söz konusu şahsın boyun eğmesini görünce onun krala yakınlık ve konumunu anlar, gözleri ona yönelir, sesleri korkar, caddelerde ona yer açar, derhal onu görmeye ve ona hürmet etmeye başlarlar. Dolayısıyla bu anlamda onları etkileyen şey, sadece bilgileridir. Salt onun şeklinden dolayı ona hürmet etmezler. Çünkü onun kral olduğunu bilmeden önce de bunu görmüşlerdi, düşün! Böylece onun kral oluşunun onun sûretinin bizzat kendisi olmadığı, bunun hük­mü altında bulunan insanlar üzerindeki yetkisinin kendisine verdiği nisbî bir mertebe olduğu anlaşılmış oldu.

Soru: Hadiste “Kul, bu dünyada namazda rabbine sığınır. Oysa sığınan kimsenin sadece hayal ettiğine sığınmasının sahih olduğu bilinmektedir. Âhirette nasıl bundan ayrılır?” vârid olmuştur.

Cevap: Âhiret yurdu, kulun burada sığındığı kimseyi bilmesi ve O’nun sözünü işitmesi ile ayrılır. Oysa burada O’nu bilmemekte ve O’nun sö­zünü işitmemektedir. Dolayısıyla âhirette kulun inkişafının daha artması gerekir. Bu nedenle Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu dünyada “O’nu görüyormuşsun gibi rabbine ibadet et.” demiştir. Yine “Âhirette herkes, rabbiyle aradan hiçbir tercüman olmaksızın doğrudan konuşacaktır.” buyurmuştur. Bunun izahı şudur: İnsanda bulunan zâhirî veya bâtınî yeteneklerden herhangi bi­riyle bir şeyi idrak edenin hayal etmesi gerekir. Şayet bu hayal kendisinde olmazsa, hiçbir şey orada durmaz ve sükûn hayal edenin hayal ettiği şeyin dışında gerçekleşmez. Bütün inançlar bu hüküm kapsamındadır. Bu ne­denle “akâid” şeklinde isimlendirilmiştir. Akâidin mahalli hayaldir, hayalin ebedî olarak bir şekilde kayıt altına alınması doğru değildir. Bu nedenle vehim sahibinin bundan kurtulmaması beklenir.

Soru: Dünyada keşif ehli olanların, uhrevî tecellîlerden bir şeyi inkâr etmeleri söz konusu olur mu?

Cevap: Şeyh’in 360. bâbda dediği gibi, keşif ehlinin uhrevî tecellîleri inkâr etmesi söz konusu değildir. Bu, aklî nazar ehli için mümkündür. Çünkü onlar Yüce Allah’ı akıllarının ma‘kul gördüğü sınırlarla kayıt altı­na almaktadırlar. Âhirette akıllarıyla sınırladığı şeyi görmeyince, zorun­lu olarak onu inkâr ederler. Baksana, onların sınırladıkları alâmetlerle kendileri için bir tecellî gerçekleştiğinde, rubûbiyyeti ikrar etmektedirler. Şayet başlangıçta Yüce Allah bu alâmetle onların kalbine tecellî etsey­di onlar, bunu inkâr etmezlerdi. Dolayısıyla ehl-i keşf için inkârın söz konusu olmadığı anlaşılmış oldu. Efendim Ali b. Vefâ (rh.a) şöyle der­di: Hak Teâlâ’nın âhiretteki tecellîlerinden birini, sadece tevhidi onun karşıtı olan şirkten arındırmak anlamına gelen mutlak tenzih ehlinden başkası ikrar etmez.” Şöyle demiştir: “Bu, kendisiyle birlikte perdenin bulunması imkânsız olan açık sırdır.”

Soru: Hak Teâlâ, ikincisi olmayan bir olduğuna göre, ilk anda inkâr nereden gelmiştir?

Cevap: Şeyh’in “Esrâr Bâbı”nda dediği gibi inkâr, mizaçların farklılı­ğından gelmiştir. Herkes kendi itikadını isabetli, başkasının itikadını ise hatalı bulur. Oysa Yüce Allah, kendisi birdir ve değişmez, hâlden hâle geç­mez. Îtikadlar ise çeşitlenir, ayrışır ve toparlanır. Yüce Allah, zâtının yüce­liğiyle bundan uzaktır.

Soru: Kalbî keşif yöntemiyle bu dünyada Allah’ı gören kimsenin doğ­ruluğunun alâmeti nedir?

Cevap: Bunun alâmeti, hiçbirini diğerine tercih etmeksizin her altı ci­hetten de O’nu görmesidir. Şeyh Muhyiddin 216. bâbda şöyle demiştir: “Allah’a hamdolsun, bu makamı tattık.” Şöyle demiştir: “Cennet ehlinin rü’yeti de cennette gözleriyle O’nu gördüklerinde böyle olacak, rü’yetleri mutlak olacak ve herhangi bir cihetle sınırlandırılmayacaktır.”

Soru: Bazı muhakkikler, Hak Teâlâ’nın gözlerle görülmesi gibi kalp ile görülmesini de inkâr etmişlerdir. Bu nasıl olur?

Cevap: Şeyh’in 420. bâbda dediği gibi, bunun sebebi âyette gözlerin (absâr) mutlak olarak geçmesidir. Yani ne yüzlerdeki gözler ne de kalplerdeki gözlerden hiçbir göz O’nu idrak eder. Bu, kalplerin de yüzlerdeki görmenin de sadece gözlerle görebilmesi nedeniyledir. Görme (basar), kendisiyle idrak gerçekleştiği için, kalpteki görme için de basar şeklinde isimlendirilmiştir. Zâhirde ise yüzdeki göz bununla isimlendirilir. Zâhirde göz, görme mahalli olduğu gibi, bâtındaki görme de alındaki gözün görmesi olan, gözün ma­hallidir. Sadece isimleri farklıdır, aslı itibariyle aynıdır. Tıpkı gözlerin kendi­liğinden idrak etmemesi gibi, bâtındaki göz de kendiliğinden idrak etmez.

Soru: Dünyada Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dışında herhangi bir kimse için, makamında ona vâris olma hükmüyle, uyanıkken rü’yetullah gerçek­leşti mi?

Cevap: Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî’nin (ra) dediği gibi, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç kimse için bunun gerçekleştiği bize ulaşmamıştır. Ona “Fa­lan kimse başındaki gözüyle Allah’ı gördüğünü iddia etmektedir?” deni­lir ve Şeyh, adamını ona göndererek onların hakkında söylediğinin doğru olup olmadığını sorar. O, evet deyince Şeyh, onu bundan nehyeder, bu sözün söylemesini yasaklar ve bir daha bu söze dönmemesi için kendisin­den söz alır. Şeyh’e “Bu adam hakkı mı söylüyor, bâtılı mı?” denilir ve o da “Hakkı söylüyor ancak karışıtırıyor.” der. Bu onun basiretiyle o güzel nûru görmesi, sonra da basiretinden gözüne bir menfez açılarak, gözüyle müşâhede ettiği nûrun ışınlarının da basiretini aydınlattığı anda görmesi nedeniyle olmuştur. Zâhirî gözünün, basiretinin müşâhede ettiğini gördü­ğünü zannetmiştir. Oysa gözü, idrak edilmemesi açısından sadece basire­tinin hakikatini görmüştür. Yüce Allah “[Suları acı ve tatlı olan] iki deni­zi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.(Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.”[165] buyurmuştur. Meşayıhtan bir topluluk bu cevap anında orada hazırdı ve bu cevabı beğendiler, onun (ra) ilgili adamın durumuyla ilgili, bu güzel ve fasih cevabı karşısında sevinçten deh­şete düştüler. Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî şöyle demiştir: “Bir defasında bütün ufku kaplayan bir nûr bana gösterildi ve daha sonra içinde bana ‘Ey Abdülkâdir, ben senin rabbinim; senden yükümlülüğü düşürdüm. Diler­sen bana ibadet et, dilersen beni terk et.’ diye seslenen bir sûret belirdi.

Ona Defol, ey lanetli!” dedim. O nûr hemen karanlığa dönüştü ve bu sûrette dumana dönüştü. Daha sonra lanetli bana hitap ederek ‘Ey Abdülkâdir, rabbinin hükümlerini bilmen ve durakların (münazelât) duru­munu anlaman sayesinde, benden kurtuldun. Ben bununla tarikat ehli olan yetmiş kişiyi saptırdım.’ dedi. Şeyh Abdülkâdir’e ‘Onun şeytan oldu­ğunu nereden bildin? denilmiş; o da ‘Allah’ın Peygamberi’nin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle bana haram kıldığını helâl kılmasıyla. Zira Allah kesinlikle peygamberleri­nin diliyle haram kıldığı bir şeyi, asla sonra gizlice helâl kılmaz.” demiştir.”

Soru: Allah, bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu haber ver­miştir. Bu kadar yakın ise O’nu görmemizi engelleyen nedir?

Cevap: O’nun görülmesini engelleyen şey, aşırı yakın olmasıdır. Yüce Allah “Biz ona sizden daha yakınız, ancak görmüyorsunuz.”[166] buyurmuş­tur. Yani size olan yakınlığımdan dolayı görmüyorsunuz. Şeyh, “Gözler O’nu idrak etmez.”[167] âyetinin tefsiri bağlamında 425. ve 221. bâbda bu konuyu uzun uzadıya anlatmıştır. Şerhu Tercümâm’l-Eşvâk’ta ise şöyle de­miştir: “Bil ki Hak Teâlâ hissî idrakten daha latîf olduğu hâlde, vehim O’nu kuşatamadığına göre, daha kesîf (yoğun) olan göz O’nu nasıl idrak etsin?” Efendim Ali el-Havvâs (rh.a.) şöyle derdi: “Allah’ın ‘Gözler O’nu idrak etmez.’[168] âyeti, zâhiri açıdan sahihtir. Hak Teâlâ’yı gören kimseler, gözlerin kendisini değil, gözler aracılığıyla görenlerdir.” düşünülsün!

Soru: Rü’yetullah’ı kabul eden ile bunu kabul etmeyenin görüşünü telif eden bir yöntem var mıdır?

Cevap: Evet, Şeyh’in 558. bâbda dediği gibi, böyle bir yöntem var­dır. Şöyle ifade etmektedir: Bil ki rü’yetullahı kabul eden ile inkâr edip yok sayan kimsenin görüşünü bir araya getiren yöntem, kabul edenin bunu kulun gücü nisbetinde görmek istemesi, inkâr edenin ise azamet hicabının Zât’ın hakikatinin görülmesine engel olduğunu murad et­mesidir. Bir şeyi kuşatmayan, onu görse bile görmemiş gibidir.” Levâkihu’l-Envârda da şöyle demiştir: Bil ki Yüce Zât’ın üzerindeki büyük­lük (kibriyâ) perdesi Müslim’in naklettiği haberde Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Adn cennetinde, Allah’ın yüzü (vech) üzerinde kibriyâ perdesiden başka hiçbir şey yoktur.” hadisiyle işaret ettiği gibi, asla kalkmaz.

Perde kalkmadığına göre, rü’yet sürekli olarak sadece hicab üzerinden ger­çekleşir. Bu durumda “Hakk’ın görülmesi doğrudur.” diyenin görüşü de “Görülmesi doğru değildir.” diyenin sözü de bu iki yoruma göre doğru­dur. Allah’ın rüyada görüleceğine dair görüşe gelince bu mebhasın başın­da kelâmcıların görüşlerini size naklettik, burada da sûfîlerin görüşlerini nakledeceğiz. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Bil ki rüyanın sahih olmasının aslı, Taberânî ve daha başkalarının merfû olarak naklettiği “Dün gece rüyamda rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm. Saçı çoktu ve iki ayağında altından nalınlar vardı.” hadisidir. Hâfız Suyûtî (rh.a), bunun sahih olduğunu söylemiştir. Şeyh Muhyiddin 381. bâbda şöyle demiştir: “Bu hadisin anlamı ve sıhhati konusunda âlimlerin aklı sıkıntıya girmiştir. Bazıları onu reddetmiş, bir kısmı ise sübûtunu kabul etmiş, anlamı konu­sunda susmuş ve onu te’vil etmiştir. Aslında durum te’vile muhtaç değildir; çünkü Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu rü’yeti uykudan ibaret olan hayal âleminde görmüştür. Hayalin özelliklerinden biri de uyuyanın mahsus sûretlerdeki mânaları soyutlanmış, cesetlenme özelliği bulunmayan şeyleri cesetlenmiş olarak görmesidir. Çünkü o mertebe bunu verir. Dolayısıyla hayalden daha geniş bir şey yoktur.

Şöyle demiştir: “O mertebede aynı şekilde muhâl olan varlık da zuhûr eder ve hiçbir şekilde sûret kabul etmeyen Vâcibü’l-vücûdu orada görür­sün; rüya tabircisi, sana ‘Gördüğün sahihtir ancak te’vili şöyle şöyledir.’ der. Bu mertebede muhâlden önce varlık (vücûd) vardır. Hayal mahlûk olduğu hâlde, bu kuvvet ile mânaların cesede bürünmesi ve kendi nefsiy­le kaim olmaması gibi işlerde yönetme kuvvetini kendisinde gördüğüne göre, bu nasıl Hâlık iledir ve bazıları, nasıl kendisinde, hayalin muhâli yaratma gücünü müşâhede ettiği hâlde ‘Allah, muhâli yaratmaya kadir de­ğildir.” der?’ Şeyh bu konuyu 198. bâbda uzun uzadıya anlatmış, sonra şöyle demiştir: “Şayet hayalin bir cismi iki mekânda göstermesi söz konusu olmasaydı, insan evinde yattığı hâlde, rüyasında cisminin bizzat kendisi­ni başka bir şehirde ve evindeki hâlinden farklı bir hâlde görürdü. Oysa varlığı olduğu gibi idrak edenler için o, başkası değil, bizzat kendisidir. Şayet böyle olmasaydı, akıl sahipleri, muhalin varsayıma kâdir olamazlardı. Çünkü kendisinde bir sûret yoksa onun varsayılmasına kâdir olunamaz.” Şöyle demiştir: Allah yolunda savaşırken öldürülen şehit de bu kâbildendir. O, Allah katında diri, rızıklanmakta ve yemektedir. Tirmizî, “Kabzateyn hadisi”nde merfû olarak “Yüce Allah celaline yaraşır bir şekilde kab­zasını açtığı zaman, Âdem ve zürriyeti içindeydi.” şeklinde nakletmiştir. Bu kıssada Âdem, kabzadadır ve onun kendisi/aynı da onun dışındadır. Ey, zıtların bir araya gelmesini muhâl gören kimse bu hadise ne dersin?” Bu konuyu uzatmıştır ve bunlar onun sözleridir. Bunu değerlendir ve araştır, Allah sana hidâyet versin.

Soru: O hâlde bir yerde bulunan (vatandaş), orada zuhûr eden herşeye bizzat hükmeder. Bir yere uğrayan kimse, hayalin Allah’ı bir sûrette göster­mek sûretiyle sahibine hükmettiği gibi oranın durumuna uyarlanır.”

Cevap: Şeyh’in 474. bâbda dediği gibi “Evet, o böyledir. Bunun açık delili, Allah’ın rüyada görülmesini sorman kapsamında söylediklerimdir. Orası bir sûrette hayalin yurdudur. Yurdun hükmü, Allah’ın münezzeh olduğu bir konuda O’nun hakkında sana hükmetmesidir. O’nu ancak bu şekilde görebilirsin. Başka şekilde nasıl olsun? Hayal mertebesinden akıl yürütme mertebesine çıktığın zaman, Allah’ı sadece hayal âleminde id­rak ettiğin sûretten münezzeh olarak idrak edersin. Hüküm, orada bulu­nanlar (ilgili mertebede bulunanlar/vatandaşlar) için olunca Hak Teâlâ’yı gördüğün zaman, aslında O’nu görmediğini bilirsin. Bu hüküm, oradaki kimse için Allah’ın sana ebedî olarak meçhul olması durumuyla sabit kalmaya devam eder. O’nu ihata etmek senin için asla hâsıl olmaz. Senin varacağın en son nokta, O’nun mertebelerinin birliği (tevhid) noktası­dır, başkası/ötesi değil. O’nun Yüce zâtı hakkındaki ilmine gelince, bu, imkânsızdır. Zira sen bulunduğun yerde (mertebede) bu mertebenin se­nin için verdiği hükümden soyutlanamazsın. Allah’ın kendisini bildiği gibi, O’nu asla bilemezsin. O’nun hakkındaki bilgin, bulunduğun yerde, başka bir yere doğru sana açılan menfez nisbetindedir. O’nunla ilgili bil­diklerin son bulur, O’nun kendi nefsiyle ilgili bildikleri ise ne değişir ne de değişime uğrar.

Soru: İnsanın rüyada gördüğü bu mesâbede olduğuna göre, hiç kimse için rüyasında gördüğünün kesin olarak sahih olması söz konusu değildir.

Cevap: Evet, Şeyh’in Levâkihul-Envârda zikrettiği gibi bu, böyledir: “Çünkü hayâl dairesi geniştir. Orada ve onda zuhûr eden her şey te’vi­le açıktır. Gören onu, bunun dışındaki başka bir bilgiye dayandırmadı­ğı müddetçe asla kesinlik ifade etmez. Çünkü hayalin kendiliğinden bir hakikati söz konusu değildir. Zira bu, iki hakikat arasındaki berzahî bir durumdur. Bu ikisi, soyut (mücerred) mânalar ile hissedilenlerdir (mahsûsât). Bu nedenle orada hata olur.” Şöyle demiştir: “Cebrâil ipekten bir kumaş/parça içerisinde Aişe’nin resmini kendisine getirip “Bu senin eşin­dir.” dediği zaman, Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona dediğine bak! Ona nasıl şöyle demiştir: Şayet bu, Allah katından ise Cebrâil bunu ister duyular­la bilinen vahiy yöntemiyle ister kesinlik gerektiren mânalar yöntemiyle getirmiş olsun Allah, onu gerçekleştirecektir/tutacaktır. Bunun gibi cevap vermesi mümkün olmamıştır. Zira naslar te’vil edilemez, onlarda hata ve tereddüt de bulunmaz.

Soru: Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ölünceye kadar rabbinizi göremezsiniz.” ha­disine rağmen, rü’yetullahın rüyada gerçekleşmesinin sebebi nedir?

Cevap: Şeyh’in 335. bâbda dediği gibi, rü’yetullahın rüyada gerçekleş­mesinin sebebi, uykunun ölümün kardeşi olmasıdır. Buna göre hadisin anlamı “O’nu ölüm anında değil, ölümden sonra göreceksiniz.” şeklinde olur. Şârîin nefyettiği, rü’yetullahın dünyada uyanıkken istisnaların dışın­da gerçekleşmesidir. İnsanların dünyada rablerini görmekten âciz olmaları­nın sebebi, bu dünya hayatının Allah’ın kuvvetle destekledikleri kimselerin dışında, ahiret hayatı gibi kuvvetli olmamasıdır.

Soru: Âlemde uykunun mahalli nedir?

Cevap: Uykunun mahalli, ay altı alemindekiler içindir; ay üstü âlemde olanlar için uyku söz konusu değildir. Âhiretteki mahalli ise sabit gezegen­lerin yörüngesinin altındadır. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Buradan bazıları meleklerin rablerini görmesini inkâr etmiştir.” Yine “Melekler ölmeksizin bâkî kalmak üzere yaratılmış olduklarından, ölüm ve uyku onlar için söz konusu olmadığı için ne dünyada ne de âhirette rablerini görürler.” Şeyh el-Fütûhât’ın 99. bâbında rüya üzerine uzun açıklamalarda bulun­muştur. el-Fütûhât’vn başka bir yerinde ise Cebrâil’in rabbini bu dünyada değil, sadece âhirette göreceğini zikretmiştir; değerlendir ve araştır!”

Soru: Ölüm ile uyku arasında ne fark vardır?

Cevap: Şeyh’in 317. bâbda dediği gibi, ölüm ruhun tam olarak cismi yönetmeyi bırakması ve güneşin batmasıyla gecenin girmesi gibi, bununla bütün yeteneklerin yok olmasıdır. Uyku ise cismi tamamen bırakma değil; uyuyanın hayatta olması kaydıyla, yeteneklerle hissî idrakler arasında gidip gelen buhar perdeleridir. Bunun (uyku) durumu, kendisiyle yeryüzündeki özel yeri arasına bulut giren güneş gibidir. Oysa her ne kadar güneşle yer arasında biriken bulutlardan dolayı güneşi idrak gerçekleşmiyorsa da ışık, hayat gibi mevcuttur.

Soru: Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) abdestinin uykuda bozulmamasının se­bebi nedir?

Cevap: Şeyh’in 381. bâbda dediği gibi, bunun sebebi Hz. Peygamber’in kalbindeki hayatın şiddetidir. Hayal âlemine intikal ettiği zaman, hiçbir hâli değişmemekte, aksine uyanık hâlindeki süratle, onun sûretini görmektedir. Dolayısıyla uyumamış ve abdestini bozmamış gibidir. Aynı şekilde fizikî bedeninde de abdestini bozacak herhangi bir durum mey­dana gelmemektedir. Bu bağlamda bazıları “Uyku hadesin kendisi değil, sebebidir.” demişlerdir.

Soru: İnsanlar arasında rüyası en sadık olanı kimdir?

Cevap: En sadık olanı, içinde bulunduğu hayal mertebesinde gördüğü şeyin kendisine tecellî edildiği kimsedir. Bu, rüyası ebedî olarak tasdik edi­len kimsedir.

Soru: O hâlde bütün rüyalar sadık mıdır?

Cevap: Evet, bütün rüyalar şüphesiz bir şekilde sadıktır ve hata etmez. “Rüya hata ettirir, nasıl hata olur?” denilirse bu, rüyayı yorumlayanın, ilgili sûretten neyin kastedildiğini bilmediği için hata etmesiyledir. Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Ebûbekir es-Sıddîk’a (rh.a) rüya tabir ederken, bazen “İsabet ettin.”, bazen de “Hata ettin.” demesini görmez misin? Ona “Hayalin bo­zuktur.” dememiştir. Çünkü o, hakkı görmüş, ancak te’vilde hata etmiştir. Şeyh el-Fütûhât’ın 63. bâbında bunu uzunca anlatmıştır. Oraya bakabilirsin.

Soru: Rüya hadisinde “Rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır.” denile­rek işaret edilen rüya ile hulm arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh’in 558. bâbda, el-Halîm” ismi bağlamında dediği gibi, rüya bizzat kendisi olduğu gibi görülendir; hulum ise durumun olduğun­dan farklı bir şekilde görülmesidir. Bozuk olduğu zaman “Gencin düşü” denilir. Uyku da bu şekilde mânayı sûretinden alarak bozar. Çünkü hissedilmediği hâlde, onu hisse katmıştır. Muhtelim (düş gören), gördüğünü ârif olan kimseye haber verdiği zaman, bu sûreti, kendisiyle zuhûr etti­ği mânaya nakletmek sûretiyle tabir edip aslına döndürür. Hulm, bilgiyi bozar, süt olmadığı hâlde onu süt şeklinde izhâr eder. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu te’vil ederek ilim olan aslına döndürür ve onu, bu sûretten soyutlar. Muhammed b. Sîrin’e (ra) bir adam gelmiş ve “Rüyada yağı zeytine iade ettiğimi görüyorum.” demiştir. Bu adama “Annen [nikahının] altındadır.” demiş, adam da araştırmış ve haberi olmadığı hâlde annesinin nikahının altında olduğunu ve onunla evlendiğini öğrenmiştir. Adamın annesini nikâh etmesiyle yağın zeytine iade etmesi arasında ne alâka var? Düşün. Özetle, durumu olduğu gibi gören herkes, düş değil, keşif sahibidir. Bu­nun uykuda veya uyanıkken olması arasında da fark yoktur.

Soru: “Müminin hiçbir şey yapmamış olan uğursuz[169] bir adamı gör­mesi, gerçekleştiğinde uğursuzluk da gerçekleşir.” hadisinin anlamı nedir?

Cevap: Şeyh’in 188. bâbda dediği, Yüce Allah, ruh isminde bir meleği rüyaya vekil kılmıştır. Bu, dünya semasının altındadır ve elinde uyuyanın kendisini ve başkasını idrak ettiği cesetlerin sûretleri ile kâinatta bu sûretlerden meydana gelen sûretler vardır. İnsan uyuduğu zaman, insanî lâti­fe, bütün yetenekleriyle duyular mertebesinden mahalli beynin başlangıcı olan bitişen (muttasıl) hayal mertebesine intikâl eder. Söz konusu vekil kı­lınan ruh, Yüce Allah’ın ilgili uyuyanın idrak etmesini istediği cesetlenmiş mânaları ve başka şeyleri, ilâhi izinden bu ayrı (munfasıl) hayalleri aktarır. Ta ki Hak Teâlâ’yı daha önce geçtiği gibi bir sûret şeklinde görür. O hâlde hiç kimse rüyayı, onu hayalinde tasavvur etmeden önce tâbir edemez ki [böylece] bu sûret, nefsin konuşması veya şeytanın üzmesi bulunan mahal­linden tâbir edenin hayaline intikal eder.

Soru: Hadiste anılan uçandan (et-tâir) kastedilen nedir?

Cevap: Uçan (et-tâir), paydır. Yüce Allah “Uğursuzluğunuz (tâirukum) sizinledir.”[170] buyurmuştur. Yani hayır ve şerden payınız, nasibiniz sizinle­dir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah, birisine görünmek istediğinde, sahibi­ne rüyasının gerektirdiği gibi hayır ve şerden bir pay gösterir. Yüce Allah, bu payı bir uçan (kuş) şeklinde tasvir eder. Allah’ın amellerden melekî, ruhanî, bedenî ve berzahî sûretler yaratması gibi, bu da aslında kuş sûretindeki bir melektir. Yüce Allah bunu bir kuş sûretinde kılmıştır: “Anla­yışı uçtu” denilir. Rüya gerçekleştiğinde Yüce Allah, bu kuşun ayaklarına bağlamıştır, o gerçekte ise bizzat kuştur (paydır). Tabir edildiğinde, tabir edilen şey için düşer ve düştüğü zaman da kuş yok olur. Çünkü o, rüya­nın bizzat kendisidir. Bunun düşmesinden dolayı yok olur ve bu rüyanın üzerinde çıktığı duruma göre duyulur âlemde tasavvur edilir ve böylece başka bir şeye değil, sadece rüyanın sûreti, hâli kendisine dönüşür. Bu hâl ya araz ya cevher ya da velâyet veya başka bir şeyin nisbetidir ve bu rüyanın sûretinin kendisidir. Bu kuş, Âdem’in topraktan yaratılması gibi, ondan yaratılmıştır; biz ise “Bayağı bir sudan”[171] yaratıldık.

Soru: Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyanın nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüz olduğunu kaydettiği hadiste kırk altı sayısını belirlemesi niçindir?

Cevap: Bunun sebebi, peygamberliğinin 23 yıl sürmesi ve bundan önce 6 ay boyunca rüya şeklinde gerçekleşmiş olması nedeniyle, bu altı ay peygamberliğin 46 cüzünden bir cüz olarak sayılmıştır. Burada cüzden kastedilen, yarımdır. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sabahları ashabına, rüya, vahyin başlangıcı olması hasebiyle peygamberliğin cüzlerinden olduğu için, rü­ya görenin olup olmadığını sorardı. Böylelikle ümmetinde de nübüvveti müşâhede etmeyi severdi. Oysa Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) özen gösterdiği, kastettiği ve her gün sorduğu bu mâna konusunda insanlar, derin bir cahil­lik içindedirler. Aksine bazıları, rüyaya itimat ettiği zaman, rüyayı görenle alay etmektedir. Bu, onun makamını bilmemektir. Şeyh 363. bâbda bu konu üzerinde uzunca durmuş ve rüya ile mübeşşirat arasındaki farkı zik­retmiştir. Oraya müracaat et. En doğrusunu Allah bilir.

Netice: Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyada görme meselesi

Bil ki bu konunun aslı, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bu mebhasın baş taraflarında geçen ve en hayırlı rüyanın kulun rabbini ya da peygamberini görmesi oldu­ğuna dair hadisi ile “Beni rüyada gören, gerçekten görmüştür. Zira Şeytan benim kılığıma girmez.” şeklindeki hadisidir. Hak Teâlâdan sonra, Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) daha büyük bir şey yoktur; dolayısıyla onun rüyada görül­mesiyle ilgili sözlerimize dikkat etmemiz vâciptir. Bunu anladıysan Allah’ın izniyle şöyle derim: Şeytan onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kılığına girmez. Zira onun doğduğu anda şeytan ve ordusunun geldiği, Mekke’ye girdikleri ve ondan göğe doğru ışıyan şuâları olan bir nur buldukları ve şeytan bu nura her yaklaştığında onu yaktığı nakledilmiştir. O günden beri, şeytanların tamamı onun sûretinden korkmakta ve ondan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kaçmaktadırlar. Bu korkudan dolayı, hadiste, ^l^î fiilindeki mim harfini fethayla okumak sûretiyle belirtildiği gibi onun şey­tanı müslüman olmuştur. Bazıları fiili merfû okumuştur; bu, şeytanın onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kılığına girememesinin sebebidir.

Soru: Yüce Allah, şeytanların Hak Teâlâ olduklarını iddia ederek ta­savvur edilmelerini engellemediği hâlde, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sûretini nasıl onlardan korumuştur?

Cevap: Şeyh’in 540. bâbda dediği gibi şeytanlar, Allah’ın akledilecek hiç­bir sûreti olmadığı hâlde, Allah’ın sûreti olduğunu iddia ettikleri bir sûreti tasavvur etmelerini sağlayarak bazı ahmakların aklını karıştırmıştır. Bu ne­denle şeytan, uykuda bir topluluğa gelerek onlara “Şüphesiz, ben Allah’ım.” der ve onlardan Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği bir kısmı onu kovul­muş bir şekilde reddeder. Onlardan Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aksine sapıklığı kesinleşen bir kısım ise onu kabul eder. Kuşkusuz onun sahih hadislerde anlatıldığı gibi sıfatları sabit olan ma‘kul bir sûreti vardır. İblis, ondan başka bir sûrette geldiğinde onu reddetmiştir. Buna göre Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görül­düğü sahih rüyaların şartlarından birinin onu gerçek hayatında olduğu gibi, ön dişi kırık olarak görmek olduğunu söylemişlerdir. Önceki hadisteki “Beni gerçekten görmüştür.” hadisinin anlamı, “Beni, cismim, ruhum ve sûretimin hakikatini birlikte görmüştür.” şeklindedir. Bu, hadislerde belirtildiği gibi, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cesetlerinin çürümemesi, sûretlerinin değişmemesi ve kabirlerinde namaz kılmaları dolayısıyladır.

Soru: Hz. Peygamber Medine’de olduğu ve gören kişi ile kendisi arasın­da uzun mesafeler olduğu hâlde onu nasıl görür?

Cevap: Uykuda görmenin hükmü, baştaki gözün görmesinin hükmü gibi değildir ki huzur vâcip olsun. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görülmesi, görenin kalbinde bulunan gözle olduğu için bu, görülenin orada bulunması an­lamına gelmez. Aksine rüyada meşrikten mağribe, yerin derinliklerinden arşa kadar görebilir. Bu, bir sûretin aynı hizadaki aynada görülmesi gibidir. Oysa gerçekte sûret aynaya intikal etmemiştir. Bâtın gözünün, karşısında bulunan ulvî ve süflî varlıkları resmeden ayna gibi olduğu bilinmektedir.

Soru: Büyük bir topluluk aynı anda ve bir kısmının ihtiyar, diğer kısmının ise genç; başkasının gülen, diğerlerinin ağlayan; bir kısmının uzun, diğerlerinin kısa olarak onu (salla'llâhü aleyhi ve sellem) farklı şekillerde görmesinin hükmü nedir?

Cevap: Söz konusu farklılıkların tamamı görülene değil, görene bağlı­dır. Bunun örneği şekil ve ölçüleri farklı olan aynalardır. Bir insanın yüzüne karşılık geldiklerinde yüzü, büyük aynada büyük, küçük aynada küçük, eğik olanda eğik, uzun olanda uzun ve çukur olanda çukur görünür. Buradaki farklılıkların hiçbiri görülenin şekline bağlı değil, aksine tamamı bakanın durumuna bağlıdır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) rüyada görenlerin durumu ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nisbetle farklıdır. Bu, onların onun şeriatına bağlılıkları ve aykırılıkları ölçüsündedir. Dolayısıyla Hz. Peygamberde (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görülen bütün eksikliklerin, görene bağlı olduğu bilinmiş oldu. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) şöyle demiştir: Ahmaklardan bir topluluğun, Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) farklı şekillerde görme konusunda zikrettiğimiz gibi, ayna ve benzer­lerini örnek getirmeyi küçümsediklerini görüyorum. Bu, onların cahilliklerindendir. Onlar, Allah sinek ve örümceği örnek getirdiği zaman, kâfir­lerin söylediklerinin benzerini yapmaktadırlar. Oysa Yüce Allah, bunun üzerine “Allah sivrisinek veya daha ötesini örnek getirmekten çekinmez.”363 meâlindeki âyetini indirmiştir. Yani Allah, küçüklük ve hakirliği daha iyi bilir. Örnek vermek, mânanın anlaşılması için en önemli yöntemdir. “Ör­nekler kalbin gözleridir.” demişlerdir. Yani baş gözü cisimlerin sûretlerini aynada gördüğü gibi, kalp gözü de mânaların sûretlerini örneklerde görür.

Yüce Allah Bunlar, insanlar için verdiğimiz örneklerdir. Ancak sadece âlimler bunları aklederler.”364 buyurmuştur. Gökten nâzil olan kitapların çoğunluğu örneklerden oluşmaktadır. Böylece Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) söz konu­su farklı sûret ve şekillerde gören kimsenin onu gerçekte gördüğü bilinmiş oldu. Söz konusu sûretlerin tamamı, onun için hayalî örneklerdir. Bunla­rın vasıtasıyla görülen, Hz. Peygamberdir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). Bu, insanın “Yüzümü suda gördüm.” demesi gibidir. Oysa onun görmesi için yüzünün suya intikal etmediği kesin olarak bilinmektedir. Bunun anlamı “Yüzümün hakikatini, onun sudaki misaliyle gördüm.” şeklindedir. Dolayısıyla misal, bir vasıta­dan ibarettir. Çünkü bunun zâtı tarafından görülmesi için, bir hakikati söz konusu değildir. Bu, Allah’ın onun vasıtasıyla yüzünü sana gösterdiği bir görünüştür. Bu, O’nun öğrenilmesini anlayışlara bıraktığı kudretinin acayiplikleri kapsamındadır. “Arkadaşımın yüzünü gözlerimle gördüm.” demenle “Arkadaşımın yüzünü suda gördüm.” demen arasında hiçbir fark yoktur. Zira her iki durumda da görülen tektir. Ancak Yüce Allah, su ya da ayna gibi cilalı bir şeye bakarak bu cilalı şeyde yüzünü gören kimsenin söz konusu cilalı şeyde gördüğünün yüzünün misali olduğunu sanması şek­lindeki âdetini icra etmiştir. Oysa bu, bâtıl bir hayaldir. Zira cilalı madde bu hâlde özel rengiyledir ve iki renk bir anda bir tek mahalde bulunmaz. Bu nedenle rüyasında Hz. Peygamber’i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gören, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mutlak olarak “Beni gerçekten görmüştür.” dediği gibi, onu ruhuyla ve cesediy­le gerçekten görmüştür. Bu, onun Cebrâil’i (aleyhisselâm) Dıhyetü’l-Kelbî kılığında gördüğünde onun misalini değil, bizzat kendisini görmüş olması gibidir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) şöyle demiştir: Gazzâlî (rh.a) şöyle derdi: “Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gören kimse, onun Medine’deki Ravza’ya konulan ger­çek şahsını görmemiştir. Onun şahsını değil, misalini görmüştür.” Şöyle demiştir: “Aynı şekilde Gazzâlî’nin ‘Uyuyanın gördüğü misal, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şekil ve sûretten uzak olan ruhunun misalidir. Allah’ın rüyada görülmesi de buna benzer.’ dediği bize ulaştı. Bununla ne kastettiğini bilmiyorum. Allah ona rahmet eylesin.”

Soru: Şu anda uyanıkken Peygamber’i gördüğünü iddia eden kimse tasdik edilir mi?

Cevap: Evet, tasdik edilir. Şeyh Sâlih Atiyye el-Ebnâsî, İmâm Şâfîî’nin (ra) türbesinde ikamet eden Şeyh Sâlih Kâsım el-Mağribî ve Şafiî olan Kâdı Zekeriyyâ, Şeyh Celâleddin es-Suyûtî’nin (rh.a) şöyle dediğini işittiklerini bana haber verdiler: Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yetmiş küsur defa uyanıkken gördüm. Bir defasında kendisine “Ya Resulallah, ben cennetlik miyim?” dedim. O da “Evet” dedi. “Hiçbir azap görmeden mi?” dedim; “Seninki böyledir.” dedi. Şeyh Atiyye şöyle dedi: “Bir defasında Şeyh Celâleddin es-Suyûtî’den, benim zarûrî bir işimden dolayı Sultan el-Gavrî ile bir araya gelmesini istedim. Ba­na ‘Ya Atiyye, ben uyanık bir hâlde Peygamberle (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir araya geliyorum. Şayet el-Gavrî ile bir araya gelirsem, bunun bana perdelenmesinden korka­rım.’ dedi. Daha sonra ‘Sahabeden olan falan kimseye melekler selam veri­yorlardı. Bir zaruretten dolayı cesedi dağlandı, meleklerin dağlanma yoluyla gerçekleşen bu cezalandırmadan sonra ne yaptıkları görülmedi.’ dedi.” Adı geçen Şeyh Kâsım şöyle demiştir: “Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) uyanıkken görülmesi daha çok kalp iledir, bu daha sonra gözle görülmeye yükselir.” Şöyle demiş­tir: “Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görülmesi, insanların birbirlerini görmesi gibi değildir. Bu, hayalî bir birliktelik, berzâhî bir hâl ve sadece yaşayanların idrak edebileceği vicdânî bir durumdur.”

Daha önce zikredilen Celâleddin [es-Suyûtî], Tenvîrul-Helek fi İmkâni Rüyetin-Nebîyyi ve’l-Melek ismini verdiği bir eser telif etmiş ve bu kitapta sahabe, veli ve âlimlerden uyanıkken Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve melek­lerle görüşenleri zikretmiştir. Burada söz konusu âdil ve sikâ olan ve bu konuda itham edilmeyen üç şeyhin kendisi hakkında ifade ettikleri söz konusu husustan asla bahsetmemiştir. Dolayısıyla “Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) uya­nıkken gördüm.” diyen kimse mutlak olarak tasdik edilir. Şeyh Muhammed el-Mağrîbî (rh.a) şöyle derdi: “Kul ile Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) uyanıkken görme makamı arasında (iki yüz kırk yedi bin dokuz yüz doksan dokuz) makam vardır. Sâlik için uyanıkken rü’yet makamının mümkün olması için bunların tamamını aşması gerekir.” Yine o (ra) şöyle derdi: “Resûlullah’ı, sahabenin gördüğü gibi gördüğünü iddia eden kimse yalancıdır. Şayet kalbinin uyanık olduğu bir hâlde kalbiyle gördüğünü iddia ederse bu engellenmez. Zira kalbini kötü ve yerilen şeylerden arındırarak kabiliyetle­ri kemâle eren kimse, birincisinin aksine Allah tarafından sevilir. Allah bir kulu sevdiği zaman, uykusunda kalbinin nûraniyyeti, uyanıkmış gibi artar.” Daha sonra şöyle demiştir: Bu durumda geliş ve yolculuk külfetine gir­mediği ve saygın olduğu için, berzahtan gören kimse, kendisinin mekânına gelmeden ve şerefli olan zâtı buraya intikal etmeden, sadece karartılar şek­linde şekillenen ruhuyla görmüştür. Doğru ve açık olan budur.” Böylece uyanıkken gördüğünü söyleyen kimsenin muradının, bu görmesinin cismanî duyularla değil, kalbin uyanıklığıyla gördüğü anlaşılmış oldu.

Soru: Görenin bu sûretten dinledikleriyle amel etmesi gerekir mi?

Cevap: Hiç kimsenin burada ismet söz konusu olmadığı ve açıkça be­lirtilen naslara aykırılık durumunda açık olan şeriate halel gelmesi korku­suyla böyle bir şeyle amel etmesi gerekmez.

Soru: Peygamberlerin (aleyhisselâm) gördüğü şeyin hükmü nedir?

Cevap: Peygamberler (aleyhisselâm), rüyada gördükleriyle amel edebilir. Bu, pey­gamberlerin haktan başka bir şey görmemeleri nedeniyledir. Rüyada gör­düklerinin hükmü uyanıkken gördüklerinin hükmü gibidir. Bunu “Göz­lerim uyur ancak kalbim uyumaz.” hadisi de destekler. Peygamberlerin de bu şekilde misal âleminde gördükleri haktır. Çünkü bunlar semâvî hükümrânlık (melekût) aracılığıyla, Hakk’ın ilim hazinelerindendir. Bunda ne hata ne de te’vil mümkündür.

Soru: Kalplerinin nûru yukarı yöne doğru yansıdığına göre, herhangi bir te’vile ihtiyaç var mıdır?

Cevap: Bunun gibileri, Yûsuf kıssasında Yûsuf’un on bir yıldız görme­si gibi, te’vile ihtiyaç duyar. Bu nedenle Yûsuf “Bu, daha önceki rüyamın te’vilidir; rabbim bunu gerçekleştirdi.”365 buyurmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEBHAS

Cinlerin Varlığının İspatı ve Onlara İman Etmenin Vâcip

Olduğu Hakkındadır

Bu, selefiyle halefiyle Ehl-i sünnet’in icmâı ve Kur’ân ile bütün nâzil olan kitapların bunu ifade etmiş olması nedeniyledir. Buna göre cinler konuşan, yiyen, evlenen ve cinsel ilişkiye giren varlıklardandır. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Onların var olduğunun delillerinden biri de insanların genelinin onların gizli izlerini hayal etmeleridir.” Şöyle de­miştir: “Mutezile cinleri kökten inkâr etmiş, cinlerin insanların dâhileri ve şeytanlar olduğunu iddia etmiştir. Bunlar insanların azgın olanları ve şer­lilerinden ibarettir. Onlar, bu şekilde onların varlığına ve sıfatlarına delâlet eden Kur’ân naslarını reddetmişlerdir.

Soru: Yaratılmışların tamamının asılları kaçtır?

Cevap: Mâverdî’nin (ö. 450/1058) dediği gibi, yaratılmışların kök­leri su, toprak, hava ve ateş olmak üzere dörttür. Su ve toprak insanlar için açık, hava ve ateş ise gizlidir. Ateşin ışık, alev ve dumanı ihtiva eden [şey] olduğu bilinmektedir. Işık, salt aydınlık; duman, salt karanlık; alev, orta ateş ve salt şerdir. Yüce Allah, cinlerin atasını (el-Cânn), dumansız ateşten yaratmıştır. Cinlerin meleklere nisbetle nûrâni, şeytanlara nisbetle de karanlık ve dumansal bir tabiatları vardır. Bu nedenle onların arasın­da itâatkâr ve âsi, mümin ve kâfir olanlar bulunur. Yüce Allah “Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.”366 buyurmuştur. Bunun gü­neşin ateşi olduğu söylenmiştir. Yıldırımların ateşi olduğu da söylenmiş­tir. İblis’e gelince onun meleklerden mi cinlerden mi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bir topluluk, yeryüzünde büyüklük taslayan cinlerden olduğunu söylemiştir. Meleklerin bunlarla savaşmasından sonra İblis se­mada esir alınmış ve meleklerin hükmüne tâbi olmuştur. Zira bir kavmin kölesi de onlardan kabul edilir; ancak neseb itibariyle cinlerdendir. Her iki görüş de bunu tasdik eder. Onun fiil itibariyle cinlerden, tür olarak ise meleklerden olduğu, fiiline itibarla kâfir olduğu söylenmiştir.

Mâverdî şöyle demiştir: Daha sonra Yüce Allah, denizlerin ve karaların in­san, hayvan, canavar, kuş ve haşeratlardan oluşan sakinlerini toprak ve su­dan yaratmıştır. Balina, kurbağa ve diğer su bitkilerini de yaratmış ve bun­lar dört asıldan, asılları birden fazla olduğu için iki cins veya daha fazlasını oluşturmuşlardır. Bunlardan meleklerle cinler ve asılları aşağıda olduğu için kara ve denizlerdeki iki cinstir.” Mâverdî bunların tamamını en-Nübüvvet isimli eserinde zikretmiş, sonra da özür dileyerek “Bu ibâreleri, inkâr eden­lerin lafızlarından naklettim, zira hasmın diliyle delil getirmek onlar indin­de daha kuvvetlidir ve onları hüccet getirmeye zorlar.” demiştir.

Şeyh Ebû Tâhir (rh.a.) şöyle demiştir: “Bil ki bu cinslerden her birinin, Allah’ın kudretiyle yaratılışı tamamlandığında, aslî sûretinin gitmesi ve as­lına benzemeyen yeni bir şekil alması gerekir. İnsan; su, balçık ve toprağın sûretinin nasıl değiştiği ve et, kemik ve deri gibi şeylere dönüştüğü, daha sonra şimdiki bilinen ve görülen özel sûrete dönüştüğü üzerinde düşündü. Yırtıcı ve kuşlar gibi diğer hayvanlar ve onların şekilleri hakkındaki görüş de bu şekilde farklı ve biri diğerine benzemeyecek bir şekildedir. Melek, cin ve şeytanların sıfatları da böyledir. Havanın sûreti onların görünen ce­setlerinden gitmiş, Allah onlara latîf bir şekil vermiştir. Bu nedenle onlar, ruhanîler şeklinde isimlendirilmişlerdir. Ayrıca bu nûrlar, zâtlarına layık bir şekilde şeklen ve sûreten latîftir ve yeryüzüne ait canlıların şekilleri gibi, bir kısmı diğerinden ayırt edilebilir. Ancak bunu sadece Yüce Allah bilir. “Allah’ın ordularını kendisinden başka kimse bilmez.”367 Bu sûretler ihtilâf ve türlerinde gereklidir ancak onlar, hava ve rüzgârlar gibi son derece latîf oldukları için, bizim gözlerimizden engellenmiştir. Bazen tasavvur edilen sûretler gibi arz edilebilir ki peygamberler ve veliler vasıtalarıyla onları gö­rür. Daha sonra bu durum ortadan kalkar ve bu onlar için bizim elbisele­rimizin farklı olması mesabesindedir. Bunun sebebi onların cisimlerinde incelik ve letâfetin galip olmasıdır. Sanki hava ile karışmış gibidir ve hava kendisi değil de görenin farklı şekilde görebileceği şekildedir. Bazen gök­te resmedilmiş bir gökkuşağı şeklinde ortaya çıkar ve bakanlar onu yeşil, kırmızı ve sarı gibi görür. Bu Abdullah b. Abbâs’ın Cebrâil’in sûretini Hz. Peygamberle (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte görmesi, babası Abbâs’ın ise onu görmemesi gibidir. Oysa mescidde onunla birlikteydi. Bunu Hz. Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) haber vermiş, o da “Ona gelince o, a‘mâ olacak ve Allah onu dinde fakih kılcak, ona te’vili öğretecektir.” buyurmuştur.

Allah, bizi dilediğimiz elbise ile ortaya çıkmaya muktedir kıldığı gibi, cinleri de diledikleri şekilde ortaya çıkmaya muktedir kılmıştır.” demiştir. Elbiselerin şekli emrimizde olduğu gibi, sûretlerin şekli de onların emrin­dedir. Ancak bizim elbiselerimiz pamuk ve ipek ipliğinden, onların elbise­leri ise hava ve ışıklardandır. Herkes, şâkilesine[172] (tipine) göre amel eder. Şöyle demiştir: “Melek ve cinnînin cisimleri havadan daha ince olunca, yani değişim açısından daha süratli olunca, cisimleri gözlerimizde daha da ince oldu. Ancak Yüce Allah bir melek veya cinnîyi bize göstermek istediği zaman, havayı yoğunlaştırır ve onlara da hava elbisesini giyerek diledikle­ri sûret ve şekle girme kudreti verir. İnsanlar, onları Yüce Allah’ın “Onu bir melek kılsaydık bile onu adam kılar ve onların giydiklerinden giydirirdik.”[173] buyurması gibi, bu sûrette görürler. Gerçekte melek adam olmaz, ancak yoğun hava vasıtasıyla adam şekline girer. Çünkü hava yoğunlaştığı zaman, serap gibi onu görmek de mümkün olur.

Soru: Allah’ın “Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.”[174] âyetinin anlamı nedir?

Cevap: Bunun anlamı -en doğrusunu Allah bilir“Allah’ın onları yarat­tığı sûret üzere onları göremezsiniz.” şeklindedir. Ancak köpek ve kedi gibi sûretlere bürünmeleri hâlinde görülmelerine gelince bunun için herhangi bir engel yoktur, hatta bu çok defa gerçekleşmiştir.

Şöyle derim: Onlardan bir şahsın tevhid hakkında yetmiş küsur soruyla geldiği ve bunların cevabını benden talep ettiği gerçekleşmiştir. Bu şahıs, kirden arı, çöl köpeği gibi sarı bir köpekti, vakit geceydi ve teşrifatçı bu­nu gerçek köpek zannederek bütün mescidi su ve toprakla yıkadı. Bunları cevapladım ve Keşfül-Hicâbi ver-Rân an Vechi Es’ileti’l-Cân adını verdim. Güzel bir cilttir.

Soru: Dünyada olduğu gibi, cennette de bizden gizlenecekler mi?

Cevap: Hayır, aksine orada hüküm tersine döner. Biz onları göreceğiz, onların havassının dışındakiler ise bizi görmeyeceklerdir. Bizim havassımızın burada onları gördüğü gibi, onların havassı da bizi orada göreceklerdir.

Soru: Onların sesleri, büründükleri şekle göre değişecek mi yoksa on­lar, aslî sesleri üzerine kalmaya devam mı ederler?

Cevap: Zuhûr ettikleri şekle göre sesleri de tabiatlarına uygun olarak değişir. Zira hüküm onların insan, hayvan veya başka bir hayvanın şekline girmelerine göre verilir.

Soru: Bizim sûretimize girdiklerinde, bütün sözlerimizdeki harflerin tümüyle konuşurlar mı yoksa farklılaşırlar mı?

Cevap: Sadece bir kısmında farklı olabilirler, her konuda onların sesi bizim sesimize benzemez. Çünkü onların cisimleri latîftir ve onlar, yoğun harflerin mahreçlerine muktedir değillerdir. Çünkü bu harfler intibak ve sertlik gerektirir, o da cinlerde yoktur.

Soru: Onların harfleri eksik olan sözlerinden nasıl bilgi elde ederiz?

Cevap: Onların sözlerinden bizim için bilginin hâsıl olması, harflerimi­zin bizzat kendileriyle değil, benzerleriyle konuşmaları nedeniyledir. Şayet bizzat bizim harflerimizle konuşsalar ve kelimeden bir tek harf bile eksiltselerdi, onların sözlerinden hiçbir şey anlamazdık.

Soru: Onlardan biri insan sûretine girmeden insanların sözleriyle ko­nuşabilir mi?

Cevap: Hârikulâdelik dışında hiçbir ruhanî, buna asla muktedir değildir.

Soru: Konunun başında geçtiği üzere cânn ateşten yaratılmış mâriçtentir. Mâriç sözlükte ihtilat/karışma anlamına gelmektedir. Öyleyse bu ihtilat nedir?

Cevap: O içinde maddelerin rutubeti bulunan birleşik ateştir. Bundan dolayı ondan alev çıkar ki bu da havanın yanmasıdır. O rutubetli sıcaklıktır.

Soru: Şeytanlar da şakî ve özellikle [rahmetten] uzak cinlerdendir. Ne­den cânn olan cins ismi onlarda kalmıştır?

Cevap: Cin ismi, Cânn meleklerle beşer olan insanlar arasın­da yaratıldığı için onlarda kalmaya devam etmektedir. Bilindi­ği gibi Cânn unsurîdir ve bu nedenle büyüklenmiştir. Şayet saf do­ğal olsaydı unsur hükmü ona galip gelmezdi ve böylece büyüklenmezdi. O da melekler gibiydi. Ortaya çıkış açısından berzahîdir; onun ateşin letâifıyle nûrânî ruhlara bakan bir yüzü vardır. Bunun delili onun gizlenmesi ve şekilden şekle girmesidir. Bir de niyâbet yüzü vardır ve Mâverdî’nin ifadelerinde işaret edildiği gibi unsurîdir, küldendir. Ona incelik (letâfet) ismi verilmiştir ve o, insanların içinde kanın dolaşması gibi dolaşmaktadır. İnsan onu hissetmez. Şayet Şâri‘ şeytanın kalplerimize vesvese vermesine ve ayartmalarına dikkat çekmemiş olsaydı şeytanın orada olduğunu bilmezdik. Latîf ismi olmasaydı Cânn insanların gözlerinde gizlenmeye kâdir olamazdı. Bu nedenle gözlerimiz onları sadece cesetlenmiş olarak görmektedir.

Soru: Cisim ve ceset lafızları arasında herhangi bir fark var mıdır?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in 343. bâbda verdiği gibi, aralarında bir fark vardır. Bu, cismin görülen ve görülmeyeni ile halk arasında latîf, şeffaf ve kesîf olarak bilinmesidir. Ceset ise ruhanî olanın uyanıklık hâlinde cisim sûretinde temessül ederek kendisinde tezahür ettiği ve cisimlere benzer bir şekilde uykusunda uyuyanın idrakinin zuhur ettiği -ki bunu his verirşey­dir. Bu şeylerin hiçbiri haddizâtında cisim değildir.

Soru: Cinnî ya da meleğin onda kılıklandığı sûretler vasıtasıyla görü­nen, gerçekte melek midir yoksa cinnî midir?

Cevap: Evet, gerçekten cinnî ya da melektir. Bu, harfler ve sesler vası­tasıyla işitilenin gerçekten Allah’ın kelâmı olması gibidir. Bazıları cinlerin tanımını sormuş ve şöyle demiştir: “Havaya ait, konuşan ve farklı şekillere girme özelliğine sahip olan bir canlıdır.”

Soru: Cinlerden, Allah’ın isimleriyle onlara yemin ettiğimizde yemi­nimizi kabul etmeyenler var mıdır yoksa onların hepsi kendilerine yemin edenlerin yeminini kabul eder mi?

Cevap: Tamamı kendilerine yemin edenlerin yeminini kabul eder ve insanların aksine bunu reddetmek konusunda muktedir değildir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Cinlerin okuma (acâim) olmaksızın cevap ver­medikleri söylenmektedir. Bir deliye (menûn) okunduğu zaman onun gü­neşin ışınları gibi bir ışını olur ve bu ışın cinin üzerine düşerek onu getirir ve kendileri için isyan mümkün olmayacak şekilde, isteyerek taate yöneltir. Bunlar, rüzgârın Süleymân’ın emrinde olduğu gibi, rüzgâr gibi latîf beden­ler olarak Süleymân’ın (aleyhisselâm) emrindeydiler. Ateşin eriyen gümüşün içine girmesi gibi, âdemoğullarının karnına girerler. Fırında titrediğini görür­sün. Bu şekilde cinlere mâruz kalanlar da kendilerine azâim okunduğunda titrerler (rahatsız olurlar). Hadiste şeytanın âdemoğullarının içinde kanın dolaşımı gibi dolaştığı belirtilmiştir.

Soru: Cinlerin mükellef olduklarının delili nedir?

Cevap: Bunun delili, Allah’ın “Hani Kur’ân’ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik.”[175] meâlindeki âyettir. Bunlar Nusaybin cin­lerinden dokuz taneydi. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onları Batn-ı nahle’de görmüştü. el-Hacun tarafından geldiler ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Mesûd’un et­rafında bir çizgi çizerek “Burdan çıkmayın.” buyurdu. Abdullah b. Mesûd “Nebî’ye (salla'llâhü aleyhi ve sellem) geldiklerinde aralarında bir kan davası vardı. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aralarında hüküm verdiğinde, onların yaygaralarını işitiyordum. Da­ha sonra tefsirlerde meşhur olduğu gibi, onlara er-Rahmân sûresini öğretti ve namazları kendilerine farz kıldı.” demiştir.

Soru: Cinlerin cennete gireceklerinin delili nedir?

Cevap: Bu soru İbn Abbâs’a (ra) soruldu ve o, Allah’ın “Onlara (yani hûrilere) daha önce ne insan ne de cin dokunmuştur.”[176] âyetine ulaşıncaya kadar yedi gün bekledi. Daha sonra bu âyetin, cinlerin cennete girecekle­rinin delili olduğunu söyledi. Dahhâk (ö. 211/826) “Cinler cennete girer ve insanlar gibi amellerinden dolayı sevap kazanırlar.” demiştir. Süfyân (ö. 161/778) “Ateşten kurtulmak için imanlarından dolayı sevap kazanırlar; daha sonra kendilerine ‘Toprak olun.’ denilir.” demiştir. Şeyh Ebû Tâhir “Cinlerin çoğunluğu ‘Onlar da sizin gibi, Allah’ın kimseyi diriltmeyeceğini sandılar.’[177] âyetinden dolayı, yeniden dirilmeye (ba‘s) inanmazlar.” demiştir.

Soru: Onların kulak kabartmalarını engellemek, Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gönderildiği andan kıyamete kadar sürmekte midir yoksa belirli bir za­manla sınırlı mıdır?

Cevap: Doğru olan onların bundan kıyamete kadar yasaklanmış olma­larıdır. Onlar, kulak kabartmalarından dolayı, aşırdıklarını haber vermek için bize ulaşamazlar, aksine hızlı yıldızlar (şihâb/şuhub) onları yakarak yok eder.

Soru: Bu yıldızların hakikati nedir?

Cevap: Bu konuda iki görüş vardır: Onun, aydınlığının şiddetiyle uza­nan bir ışık olduğu ve cini yakarak sonra yerine döndüğü söylenmiştir. Bunun yıldız gibi olduğu, göğün altına düşerek onları yaktığı ve mekânına dönmediği de söylenmiştir.

Soru: İnsanların arasında meşhur olduğu gibi, İblis cinlerin atası mıdır?

Cevap: İblis, cinlerin atası değildir; ondan önce de cinler vardı ancak ilk isyan eden o oldu.

Soru: İblis’in mertebesi nedir?

Cevap: Onun mertebesi, insanlara kendilerini helâk edecek ya da farkı­na varmadan Allah katındaki makamlarını düşürecek şeyleri fısıldamasıdır. Ancak Yüce Allah “Gerçek şu ki şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine te­vekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur. Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.”374 şeklin­de haber vermiştir. Yani Allah’tan ve O’nun takdirinden gaflet ederek sap­tırma işini ona izâfe ediyorlar. Ondan sakındırıldığı hâlde onun vesvesesini alan ve onunla amel etmeyen kimse, onun hilelerinden ve gizli desiselerin­den kurtulur. O, bir insan ibadet ettiğinde ona vesvese verir ve başka bir şeyle amel ettirerek ibadetten çıkmasını sağlar, onun azmini ve ibadete baş­larken Allah’la birlikte yaptığı ilk niyetini bozar. Daha sonra şayet kul bu konuda kendisine muhalefet ederse başka bir fiili ona güzel göstererek “Bu fiil, senin yaptığından daha iyidir.” der. Onun desiselerinden biri de kula sahih keşif ve tam ilimle gelmesi ve kendisine bunu getireni bilmemesi konusunda onu ikna etmesidir. Onun desiselerinden biri de kula kulların günahlarını açıklayan ve bununla onların kapalılıklarını ortaya çıkaran, mahremleri açan bir nûr getirir. Bunu keşfeden kimse, azîmet derecesi­ne ulaştığını zanneder. Bu şeytandandır, zira şeytan onun kulağı ve gözü olmuştur. Bunu keşfedenin tövbede acele etmesi gerekir; aksi hâlde helâk olur. Onun birçok evliyanın bilmediği desiselerinden biri de velinin kalbi­ne bakmasıdır. Onun “âma”dan yardım dilediğini gördüğünde kendisine “âma” şeklinde temessül eder ve oradan kendisine gelerek oradan kendisine konuşur. Ya da arş veya kürsü yahut da gök şeklinde [temessül ederek] bu­nu yapar. Şayet Allah’ın ilminde bu kulun bir payı varsa, bunun şeytanın karıştırması ve hilesi olduğunu anlar ve onu kahrederek reddeder. Şayet Allah, kulu muhafaza etmezse helâk olanlarla birlikte helâk olur.

Soru: Şeytanın insanın bâtını üzerinde hükümranlığı olduğu gibi zâhiri üzerinde de hükümranlığı var mıdır, yoksa sadece bâtını üzerinde mi hükümrândır?

Cevap: Şeyh’in 383. bâbda dediği gibi cin şeytanların, insan şeytanların insanın hem zâhiri hem de bâtını üzerinde hükümran olmasından farklı olarak sadece insanın bâtını üzerinde hükümranlığı vardır. Şayet cin şey­tanlardan insanın zâhirine bir vesvese veya saptırma gerçekleşirse, bu insan şeytanlara niyâbet hükmündedir. Çünkü bunlar, insan kökenli şeytanların görünümlerine girenlerdir.

Soru: Îblis’in Âdem’e düşmanlığı mı daha şiddetlidir, onun çocuklarına olan düşmanlığı mı?

Cevap: Şeyh’in 325. bâbda söylediği gibi, onun âdemoğullarına olan düşmanlığı, Âdem’e olan düşmanlığından daha şiddetlidir. Bu, âdemoğullarının sudan olmaları ve suyun da ateşe zıt olması nedeniyledir. Âdem’e gelince o, toprakta bulunan kuruluk ile kendisiyle Îblis’i bir araya getirmiş­tir. Dolayısıyla ateşle toprağı bir araya getirmiştir. Bu nedenle Allah adına yemin ederek onlara nasihat ettiğini söylediği zaman, onu tasdik etmiştir. Ancak evlatları, varlıkları Îblis’e zıt olduğu için onu tasdik etmemişlerdir. Bu nedenle evlatlarına olan düşmanlığı, babalarına olan düşmanlığından daha şiddetlidir. Şöyle demiştir: “Bu düşmanın bizim gözlerimizle algıla­mamıza perdelenmiş olması nedeniyle Yüce Allah, merhameti gereği kal­bimize dinî yöntemle birtakım alâmetler yerleştirmiştir ve bunlar bizim için zâhiri göz yerine geçerek bunların sayesinde, onu tanırız. Bu, onun ilka ettikleriyle amel etmememiz içindir. Aynı şekilde Yüce Allah, gaybdan gayba ona mukabil kıldığı bir melekle de bize yardım etmiştir.”

Soru: Denildiği gibi, ne insan ne de cin olan başka bir şeytanımız var mıdır?

Cevap: Evet, vardır ve bu, bir tek sûrettedir. Zira şeytan, bir sûretin dışındaki mertebelerinde hissîdir. Bu sûrette manevî olur ve bu, sadece insan ve cin şeytanların bir araya gelerek birbirlerine fısıldadıklarında olur. Îşte bu durumda manevî vesveseleri anında onların aralarında insan ve cin olmayan başka bir şeytan oluşur.

Soru: Bu üç şeytan arasında ne fark vardır?

Cevap: Aralarındaki fark şudur; insan veya cinlerden olan şeytan, sadece kulun kalbine, onu Allah’tan uzaklaştıracak ilkâ kapısı açar. Mânevî olan şeytan ise bundan birtakım şüphe ve durumlar çıkarır ki ne İblis ne de başkası bunu kastetmiştir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bunun gibileri asalet hükmüyle şeytanlara nispet edilir. Zira bu vesvese kapısını açmıştır. Oysa şeytanın insanlarla ilgili amacı, onları aklına gelen şeyler (havatır) ko­nusunda cahil bırakmak ve bu şeyleri tasdik etmelerini sağlamaktan başka bir şey değildir. Şöyle demiştir: Şeytanlara bedenlenme gücü de verilmiştir. Yüce Allah “Onun kürsüsüne bir ceset attık.”375 buyurmuştur. O, Hz. Sü­leyman’ın kılığında tecessüt eden bir ruhtu. Şeytan, bir kulun korunmuş olduğunu görünce ve onda kuşatılma yönünden Allah tarafından gelen bir sağlamlaştırma bulunca ona vesvese yönünden yaklaşmak mümkün olma­dığı için onun gibi bir insan sûretinde cesetlenir. İnsan onu gerçek bir kul olarak hayal etmiştir ve o da kulağı cihetinden gelerek onu saptırmaya ça­lışmış ve Allah’ın çokça te’vil etmeyi yasakladığı bir yerden girerek Allah’a isyan etmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu isyanın en aşağısı, kendisine “Allah, senin gibileri O’nun fâil ve muktedir olduğunu keşfettiğin için hesaba çek­mez.” denilmesidir. Şayet bu reddedilirse bu sefer ona Allah’a hüsnüzan ka­pısından girer ve “Allah’a olan zannını güzelleştir, zira O, seni muahaze et­mez. Şayet böyle düşünürsen seni hesaba çekmez. Çünkü taatin hâlinde de isyanın hâlinde de her halükarda O’nun kulusun.” der. Zira İblis, müminin ilgili fiili süsleme ve te’vil etme olmaksızın ilk anda isyana yaklaşmayacağını bilir. Şayet kul, İblis’in vesvesesi olmadan Allah’a isyana yönelseydi Allah, İblis’i yaratmazdı. Şeyh bu konuda 383. bâbda sözü uzatmıştır, oraya bak!

Soru: Cinlerin evlenme şekli nasıldır?

Cevap: Onların evlenme biçimleri dumanlı fırından veya renklerden dışarıya çıkan duman gibi birbirlerinin içine geçmeleri suretiyledir. Bu iç içe geçişle şahıslardan her biri diğerinden lezzet alır. Onların hamilelikleri de hurma polenlerinin tozlaşma yoluyla aşılanması gibidir.

Soru: Onların da insanlar gibi kabile ve aşiretleri var mıdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 9. bâbında dediği gibi evet, bunlar vardır ve aralarında büyük savaşlar çıkar. Bazı fırtınalar onların savaşlarından kay­naklanır. Fırtına, biri diğerinin kendisini delmesini engelleyen iki rüzgâr gibidir. Bu engelleme, duyularda hortum olarak meşhur olan döngüye se­bep olur. Ancak her fırtınanın sebebi onların savaşları değildir.

Soru: Cinler arasından ilk önce Şeytan” olarak isimlendirilen kimdir?

Cevap: Allah’ın ümitsiz bıraktığı yani Allah’ın kendi rahmetinden kov­duğu el-Hâris’tir. Bütün şeytanlar bundan ayrılmışlardır. Onlardan Hamme b. el-Hâm b. Lâkîs b. İblis gibi iman edenler, cinlerin müminlerine katılmıştır; küfründe devam edenler ise şeytan olarak kalmışlardır.

Soru: İnsanlardan kâfir olanlar müslüman olarak mümin hâline geldik­leri gibi, bir şeytanın müslüman olması da sahih midir?

Cevap: İnsanlar bu konuda ihtilaf etmişler ve ihtilaflarını ^1^1 keli­mesindeki “mim”in okunuşu üzerine bina etmişlerdir. Bazı hafızlar bunu damme ile [eslemu şeklinde] okumuşlardır, yani “Teslim ederim ki ben de onlardanım.” anlamındadır. Buna göre küfür üzere devam etmektedir. Ba­zıları ise fetha ile [esleme şeklinde] okumuşlar. Hadis şöyledir: “Herkesin kendisine kötülüğü emreden bir arkadaşı vardır. Bunun üzerine ‘Senin de mi Ya Resûlallah?’ dediler ve O ‘Evet, ancak Allah bana yardım etti ve de müslüman oldu.’ demiştir.” Bazı rivâyet kanallarında “Bana sadece hayrı emreder.” şeklinde bir ilave yer almaktadır. Bu ilâve genel anlamda onun müslüman olabileceğine delâlet etmektedir. İblis’e gelince, Yüce Allah ona kıyamete, teklifin bittiği ceza anına kadar mühlet vermiştir. Dolayısıyla o, asla müslüman olmaz. Zira müslüman olması mümkün olsa bazı ilâhi isimlerin mertebeleri işlevsiz kalır. Kuşkusuz Allah’a isyan eden herkesin isyanı, ya doğrudan onunla ya da onun yardımcıları vasıtasıyla meydana gelmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: İlk isyan eden İblis olduğuna göre, o da Kâbîl’in benzeri ve ona eş değer midir?

Cevap: Evet, böyledir. Kâbîl, insanlar arasında ilk yoldan çıkan oldu­ğu gibi, İblis de cinler arasında ilk yoldan çıkandır. Bu nedenle Yüce Al­lah “İblis hariç, o cinlerdendi.”[178] buyurmuştur. Söz konusu yoldan çıkan mahlûklar sınıfındandır.

Soru: Yüce Allah, İblis’in insana “inkâr et!” dediğinde içinde bulundu­ğu zamandaki hâlini hikâye etmektedir. Buna göre insan inkâr ettiği zaman İblis “Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.”[179] demektedir. Bu korku, onun iç dünyasında tevhid inancına sahip olduğu­na delâlet eder mi?

Cevap: Hayır bu, onun tevhid inancına sahip olduğuna delâlet etmez. Zira o, evrende ilk kez şirk yolunu açan kimsedir. Ayrıca bu andaki tevhi­dini sahih kabul etmemiz, o anda kendisinde bir şüphenin meydana geldi­ği ve bunun kendisini bu tevhidden çıkardığı anlamına gelmez. Dolayısıyla onun kesin olarak küfür üzere ölmesi gerekir, anla!

Soru: Îblis’in emrettiği küfür şirk değildir. Küfür, düşüncesinde ikinci bir ilâh inancı olmadan, ulûhiyyeti hakkı olmayan birisine nispet etmektir. Şirk ise müşrikin Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmesidir. Îblis’in evren­de ilk kez şirk yolunu açtığı nereden geliyor?

Cevap: Burada küfürden kastedilen şirktir ve bu, Hz. Lokmanın oğ­luna söylediği gibi büyük bir zulümdür. Bu nedenle Yüce Allah, âyetin sonunda “Bu, zalimlerin cezasıdır.”[180] buyurmuştur. Burada müşrikler kas­tedilmektedir. Onlar, imanlarını zulümle örtenlerdir. Allah’ın “Şirk büyük bir zulümdür.”[181] âyetinden ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zulmü şirk olarak tefsir etmesinden anlıyoruz. Allah’ın “Îmanlarını zulümle örtmediler.”[182] âye­tindeki imanla kastedilen, Allah’ın (a.c.) birliğine (tevhid) iman etmektir. Zira şirkin mukabili sadece tevhiddir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) böylece sahabeye, zulmü sorduklarında bilmedikleri bir şeyi öğretmiştir. Şeyh, el-Fütûhât’ ın 383. bâbında bu konuda sözü uzatmış ve sonra “Bazı âlimler bu konuda te’vili terk etmiş, bir şey söylemeyerek zâhire itibar etmiş ve bunun bilgisi­ni Allah’a havale etmiştir. Allah’ın kendisine bir şey öğrettiği kimse bunu söylemiş, aksi takdirde de susmuştur.

Soru: Cinlerle oturmak kötü müdür yoksa övgüye değer bir şey midir?

Cevap: Övgüye değer değil, kötü bir şeydir. Ruhanî âlimlerden onlar­la oturmayı tercih eden bir kimse cahildir. Fâsık insanlar gibi onların da galip özelliği boş işte olmalarıdır. Akıl sahibi kimse, fasıklarla oturmaktan kaçtığı gibi onlardan da kaçar. Onlarla oturmaktan herhangi bir hayır el­de eden hiç kimseyi görmedik. Bu, onların aslının ateş olması, ateşin de hareketinin çok olması nedeniyledir. Hareketi çok olan da çok boş olur. Cin, kendisiyle birlikte oturana insanlardan daha şiddetli bir fitnedir.

Onlar, hiçbir akıl sahibinin yapmayacağı bir şey olan, insanların özel hayatlarını öğrenmek için fâsık insanlarla otururlar. Şeyh Muhyiddin elFütûhât’ın 51. bâbında şöyle demiştir: “Cinlerle oturan bir kimsede, Allah hakkında tek bir cümle bile bilgi hâsıl olmamıştır. Çünkü onlar, fizik âlem5 de Allah ve sıfatları hakkında en câhil kimselerdir.” Şöyle demiştir: “Onlar­la birlikte oturan kimsenin, âlemde meydana gelen olayları Allah’ın onlar için bir kerâmeti olarak değerlendirmesi mümkündür, heyhat! Onların kendileriyle birlikte oturanlara verecekleri en önemli şey bitki, taş, isim ve harflerle ilgili bilgilerdir. Bunlar da simyâ ilminden kabul edilmiştir. Dola10 yısıyla geriye onlardan alınabilecek ilim olarak, sadece dinlerin yasakladığı şeyler kalmaktadır.” Şöyle demiştir: “Tecrübe edilen şeylerden biri de on­larla oturan kimselerde insanlara karşı büyüklenmenin meydana geldiğidir. Oysa âyet ve hadislerde kaydedildiği gibi Allah, büyüklenen kimseyi rah­metinden mahrum bırakır ve onu cehenneme sokar.” Şeyh, cinlerle sosyal 15 ilişki kurmanın zemmedildiğine dair 55. bâbda uzun bilgiler kaydetmiştir.

En doğrusunu Allah bilir.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEBHAS

Allah’ın Kulların Zâtlarının Yaratıcısı Olduğu Gibi Onların Fiillerinin De Yaratıcısı Olduğu Hakkındadır

Mu‘tezile’nin “Kul, kendi fiillerinin yaratıcısıdır.” şeklindeki görüşü­nün aksine, kullar hâlık değil, müktesibtirler. Şeyh Kemâleddin İbn Ebû Şerif (rh.a) şöyle demiştir: “Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd gibi ilk Mutezile âlimleri, selefin Allah’tan başka yaratıcı (hâlık) olmadığına dair icmâ ettiği döneme yakın oldukları için, Allah’tan başkası için hâlık lafzının kullanıl­masından kaçınarak “Muhteri” ve “Mûcit” gibi tabirleri kullanmışlardır. Ebû Ali el-Cübbâi ve arkadaşları, bunların tamamının aynı anlamda ve “yoktan var eden” kimseye işaret ettiğini görünce, “halk” tabirini kullan­maya cesaret etmişlerdir. Ey Kardeş! Bil ki “Kesb” konusu, usûlün en da­kik ve en derin meselelerinden olup bu konuda tartışma olmakla birlikte, sûfilerin sözlerini naklederken görüleceği gibi, bu problem keşiften başka bir yöntemle çözülemez. Fırkalara mensup akılcılara gelince onlar, bunu anlamanın yolunu kaybetmiştir ve ilgili görüşleri sıkıntılıdır.

Buna göre insan ve bütün canlıların, yaşayış ve tasarruflarındaki fiil ve hareketler, inkâr edilmesi mümkün olmayacak derecede açıkça müşâhede edilmektedir. Bu konuda aklın hakemliğini tercih ettiğimiz takdirde, bunun gerçekliğine dair, içimizde hiçbir sıkıntı bırakmayacak bir şekilde açık bir hüküm getiremez. Burada kelâmcılardan nakledilen görüşlerin en özel olanlarını, daha sonra da âriflerin görüşlerini naklederek Allah’ın izniyle şöyle derim: Ebu’l-Hasan el-Eş‘ari (rh.a) şöyle derdi: “Hâdis olan kudretin bir tesiri yoktur; onun makdûr ile olan ilişkisi, tesirin olmama­sı konusunda ilmin mâlumla olan ilişkisi gibidir.” Ebû Tâhir el-Kazvini ise şöyle derdi: “Bu konuda aklın önermeleri üç kısımdır: Bütün fiiller 1. Zorunlu olarak Allah’ın kudreti kapsamındadır. 2. Zorunlu olarak kulun kudreti kapsamındadır. 3. Aynı anda hem Allah’ın hem de kulun kudreti kapsamındadır. İlk ikisinin hangi anlama geldiği bilinmektedir. Üçüncüsü ise makdûrun iki kâdirin kudreti kapsamında olması demek­tir ki bu, bir tek fiile biri kadim diğeri hâdis olan iki kudretin aynı an­da taalluk etmesi demektir. Bunlardan bir kudret, fiile taalluk ettiğinde ikinci kudrete ihtiyaç duymaz. Bu durumda ikinci kudretin faydası nedir?

Taalluk ettiği şey nedir, nasıl taalluk ediyor? Oysa o şey birinci kudretle olmuştur ve mevcuttur. Bunun üç hâli vardır: Yokluk, varlık ve icâd hâ­li. İkinci kudretin bu üç hâle taalluk etmesi imkânsızdır. Ayrıca şayet iki kâdir arasında ikisinin istek ve iradelerine bağlı bir makdûr takdir edecek olursak, birincisi engellediği, ikincisi ise engellemediği takdirde, hâsıl olan şeyin, mevcut ve mâdum olan bir fiil olması gerekir, bu bütün muhâl olan şeylerden daha muhâldir. Geriye şöyle demek kalmaktadır: “İki kudret bir tek açıdan taalluk ettiğinde muhâl olmayı gerektirir. Şayet farklı açılardan taalluk ederlerse imkânsızlık söz konusu olmaz. Bu, kadîm olan kudretin icâd cihetinde, hâdis olan kudretin ise iktisâb cihetinde taalluk etmesidir ki bu imkânsız değildir. Şayet bu mümkün ise her iki hâlde iki cihetten de mümkün olur. Yani bir durumda kadîm olan kudretin îcâdıyla var­lık, ikinci durumda ise hâdis olan kudretin iktisâbıyla hudûs gerçekleşir ki bu da imkânsızdır. Çünkü hudûsu kadîm olan kudretle hâsıl olmaktadır. Var olduktan sonra nasıl hâdis olan kudretin taalluk ettiği söylenebilir? Şayet fiil, îcâd ve iktisâba elverişli olması için kadîm ve hâdisin karışımın­dan oluşan bir kudretle olmuşsa, bu da en imkânsız olan durumdur. Zira iktisâb mûcit için, îcât da müktesib için imkânsızdır.” Bu kısım incelik ve derinliğine rağmen Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin ve aralarında ihtilaf bulunmakla beraber Mu‘tezileden olan en-Neccâr gibi ona tâbi olanların tercihidir. Şeyh Ebû Tâhir ise şöyle demiştir: “Eş‘arî ve ona tâbi olanlar, onlardan daha kolay olduğu için, Cebriyye ve Mu‘tezile mezhebine karşı bunu tercih etmişlerdir. Şair şöyle demiştir:

Kılıçlar yan yana dizilmiş bekliyorsa / Savaşmaktan başka bir çare yoktur.

Şöyle demiştir: Eş‘arî ve ona tâbi olanlara bazı sorular yönelttim; bun­ların en kuvvetlisi şudur: “Hâdis olan kudretin makdûrda bir eseri var­sa bu şirktir yoksa bu kudretin varlığı ve yokluğu eşittir. Çünkü kendi­siyle hiçbir makdûr meydana gelmeyen kudret, acziyet hükmündedir. Bu itirazdan dolayı Şeyh Ebu’l-Hasan’a tâbi olanlar kendi aralarında görüş ayrılığına düştü ve bazıları şöyle dedi: “Hâdis olan kudretin ger­çekte bir eseri yoktur.”; bu cebri gerektirir. Diğerleri “Hâdis olan kud­retin makdûr üzerinde bir eseri vardır.” demişlerdir. Kâdı Ebûbekir el-Bakıllânî bunu tercih etmiş ve buna insanın kendi nefsinde zorunlu ve ihtiyarî olan hareketler arasındaki farkı hissetmesini delil getirmiştir. Bu ayırım, hareket olmak itibariyle her ikisi eşit olduğu için, hareketin biz­zat kendisiyle ilgili değildir. Aksine bunlara eklenen bir durumla ilgilidir. Bu durum, birisinin istenilen kudretin kapsamında bulunan, diğerinin ise istenilmeyen ve kudretin kapsamında bulunmayan olmasıdır. Ayrıca kud­retin bunlardan bir tanesine taalluku, ilmin mâluma taalluku gibi, tesirsiz olmaktan arınmış değildir. Bu da ayrımın olmadığı sonucuna götürür. Oysa insan ikisi arasında bir farklılık görür. Ya da kudretin bir tanesine taalluku, tesir etme taallukudur ki bu (taallukta) iki durumdan biri söz konusudur. Ya varlık ve hudûsla ilgilidir ya da varlığın sıfatlarından birisiyle ilgilidir. Birinicisi bâtıldır, zira varlığa tesir ederse bütün varlıklara tesir etmesi gerekir. Dolayısıyla tesirin başka bir sıfata bağlı olması ortaya çıkmış oldu. Bu da varlığa ek olan bir durumdur. Bu durum, Ebû Hâşim’in ifade ettiği, kâdirin kâdiriyyeti gibidir ve sadece varlık hâline tesir eder. Kâdı için şöyle demişler­dir: “İsmi ve anlamı olmayan meçhul bir hâli kabul etmiştir.” O da cevaben bunun delille bilinebildiğini ancak herhangi bir ibareyle bunu açıkça izah etmeye imkânı olmadığını, ayırımın kulun itikadına bağlı olduğunu, aklın da uzuvların sağlıklı olması ve istitaatın bulunması ile ona bu (ayrımı yap­masını) kolaylaştıracağını ve hepsinin de Allah’tan olduğunu ifade etmiştir. Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin hâdis olan kudretin bir eserinin bulunmadığına dair görüşü daha önce geçti. Onun hasımları “Kudretin eserini nefyetmek, kudretin kendisini nefyetmeye götürür. Kudret, makdûr üzerindeki eseriyle ilimden ayrılır; şayet ilim gibi tesirsiz olursaydı, bu durumda fâil için ilim yeterli olurdu” demişlerdir. Bu nedenle ona göre kesb, hâdis olan kudretin makdûrudur. Kâdıya göre ise kesb, hâl ve hükümdür; hâdis olan kudretin makdûrudur. Ona “Bu hâl Allah’ın makdûru mudur, değil midir? Şayet Al­lah’ın makdûru değilse kuşkusuz kulun makdûru olur. Bu, Mutezilenin gö­rüşünün ta kendisidir. Şayet Allah’ın makdûruysa kulun hiçbir şekilde dahli yoktur. Bu da tam Cebriyye’nin görüşüdür. Dolayısıyla bu durumda hâle dayanmanın bir anlamı yoktur.” denilir.

Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Ebu’l-Maâlî, hâdis olan kudre­tin eserini varlık olarak tesbit etmekle aşırı gitmiştir. Buna göre ku­lun başka bir sebebe dayanmaksızın tek başına icâd etmesi söz konusu değildir. Daha sonra bu sebepleri hiyerarşik silsile içerisinde, başka hiç­bir sebep olmaksızın tek başına var eden Allah’a kadar götürmüştür. Bazı kitaplarında Hâdis olan kudret, onun eseri olduğu için kadîm olan kudretin makdûrudur” demiştir. Medârikul-Ukûlda ise “Kul, ger­çekte fâildir. Onun kudreti fiilden öncedir ve onun gerçekleşmesinde etkilidir” demiştir. Başka bir yerinde ise “Şöyle deriz: Hâdis olan kud­retimiz bitişik olmak kaydıyla mahallinin dışında da etkili olmaktadır” demiştir. el-Fitâml’de ise “Hâdis olan kudret fiil üzerinde etkilidir. Bu­nun benzeri, kölenin efendisinin iziniyle malını satarken satım akdindeki durumudur” demiştir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Netice olarak Ebu’l-Maâlî, bazen hâdis olan kudretin eserini ispat etmekte bazen de nefyetmektedir ki imamların bu zor ve problemli olan meseledeki nihâî durumu budur. Bunu değerlendiren ve tekrar tekrar üzerinde düşünen kimse, mânalarının derinliğini ve ilerlemenin zorluğunu anlar. Özetle kulun hiçbir amelinin olmadığını iddia eden kimse inatlaşmış ve karşı gelmiş olur; tam olarak amelinin olduğunu söyleyen de şirk koşmuş ve bid‘at işlemiş olur. Geriye sadece teklifin kaynağı olarak, kulun kendinde bulduğu, fiil yapmaya ya da yapmamaya dair seçenek kalmaktadır. Kul tercih etme ile mecbûr olma arasında, zorunlu olan iki taraftan biriyle karşı karşıyadır. En doğrusunu Allah bilir. Benim kelâmcıların sözlerin­den en güzel gördüklerim bunlardır.

Sûfîlerin bu konudaki sözleri ise sayılmayacak kadar çoktur; ancak uygun olanlarına işaret etmekteyiz. Belki de Yüce Allah, bu hususta ha­kikatin bize açılması için bazı mânalarını izah eder ve Allah’ın izniyle kapalılığı giderir. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyhü’l-ekber el-Fütûhât’ ın 22. bâbında, kulun fiillerini yaratmanın şeklinin \ ‘in şekli gibi olduğu­nu zikretmiştir. Onu gören kimse hangi tarafın lam olduğunu hangisinin ise elif olduğunu anlayamaz. \ harfi, kulların fiilini karıştıran harf olarak isimlendirilir. Açık fiil, gerçekleştiği mahlûkun elinden kurtulamaz. An­cak şayet “Allah’ındır.” dersen doğru söylemiş olursun. “Allah’la birlikte mahlûkundur.” dersen de doğru söylemiş olursun. Şayet böyle olmasaydı Allah’ın, kulu sorumlu tutması ve “Yapınız” sözünde olduğu gibi ameli onlara nispet etmesi doğru olmazdı.

Yine Şeyh 422. bâbda şöyle demiştir: Yüce Allah, sevab ve ikâbın mahal­li olduğumuz için, fiili bize nispet etmiştir. Gerçekte Allah’ındır; ancak biz onun elimizde gerçekleştiğini açıkça gördüğümüz ve bunun bize ait olduğu­nu iddia ettiğimiz için Yüce Allah, iddiamızdan dolayı imtihan olması için onu bize nispet etmiştir. Daha sonra Yüce Allah, gözlerimizden perdeyi kal­dırınca bütün fiillerin Allah’a ait olduğunu ve iyiden başka bir şeyin olmadı­ğını görürüz. O, fiillerimizi bizde yaratmaktadır. Ayrıca bu büyük meydanda edep de gerekir. Şer’an iyi olan ne varsa onu yaratması itibariyle Allah’a, ma­hal olarak da kendimize izafe ederiz. Kötü olan ne varsa onu Allah Teâlâ’nın bize izafe etmesi ile kendimize izafe ederiz. Bu durumda Allah’ın sözünü nakletmiş oluruz. O zaman Yüce Allah, bu müsemmânın kötü olmasının hikmetini bize gösterir ve biz de hikmet açısından onu iyi görürüz. Allah da bizim kötülüklerimizi bizzat değil, hüküm itibariyle hasenata tebdil eder.”

279. bâbda da şöyle demiştir: “Şayet Rab ile merbûb arasında destek is­teme ilişkisi olmasaydı kul, Rabbe delâlet etmez ve O’nun ahlâkıyla ahlâklanmayı da kabul etmezdi.” Şöyle demiştir: “Hak Teâlâ, bu nispetle kullarını emir ve nehiyle sorumlu tutar. Bunun bizzat kendisiyle mahlûk mükellef, memûr ve menhi olur.” Şöyle demiştir: “Dikkatini çektiklerimizi tahkîk et! Bunları asla duymadığını zannederim. Şayet böyle değilse büyük bir edebi kaybetmişsin.” 296. bâbda şöyle demiştir: “Sürekli fiildeki ilâhi tecellîyi ba­zen nefyeder bazen de teklifin gerektirmesi ve talep etmesiyle ispat ederdim. Zira amel ile teklif bir hakîm ve alîmden gelmektedir. Yüce Allah’ın yapma­yacağını bildiği bir kimseye “Yap” demesi doğru değildir. Çünkü onun, fiil yapmaya kudreti yoktur. Oysa “Namaz kılınız” sözünde olduğu gibi kula yapması emredilen ilâhi emir sabittir. İlâhi emrin etkilenende fiili gerçek­leştirme yönünden bir taalluku olması gerekir ki kul bu taallukla kâbil ola­rak tesmiye edilir. Durum böyle olunca tecellînin fiilde gerçekleşmesi doğru olur. Benim ispat ettiğim ve oldukça açık olan bu yöntem, hâdis kudretin, sorumlu tutulan ve yapılması gereken fiil üzerinde taalluk nispetinin bu­lunduğuna delâlet eder. Bunun sonucu, fiilin kula nispet edilmesinin sa­hih olması, sadece kulun yeryüzünde halife kılınması dolayısıyladır. Şayet fiil tamamen ondan yok sayılırsa bu durumda halife olması doğru olmaz ve kul esmâ ile ahlâklanmayı kabul etmez.” Şöyle demiştir: Dikkat çektiğim bu ifadeyi öğrencim İsmâil -Allah onu korusunifade etmişti. Bunu söylediği zaman ne kadar sevindiğimi hiç kimse bilmez.

558. bâbda şöyle demiştir: Bil ki şayet nispetlerin sıhhati ve fiziksel ne­seplerin tahkiki söz konusu olmasaydı sebeplerin bir gerçekliği olmaz ve her­hangi bir eseri de olmazdı. Ayrıca sen, âlemin genelde sebeplere bağlandığını biliyorsun. Şayet Yüce Allah, sebepler nezdinde olmasaydı hiçbir mahlûk sebeplere bağlanmazdı. Bizim müşâhede ettiğimiz bütün eserler, ancak se­beplerdendir, onu akletmemiz de sebepler nezdindedir. Bir kısım insanlar (eserin) sebepler ile olduğunu söylerler ki bu kaçınılmazdır bir kısmı da se­bepler nezdinde olduğunu söyler ki bu da kaçınılmazdır. Bizim gibi düşünen tahkik ehli ise (eserin) hem sebepler nezdinde hem de sebepler ile (vesilesiy­le) olduğunu söylerler. Yani aklen sebepler nezdindedir, müşhahede edilmesi ve hissedilmesi bakımından ise sebepler vesilesiyledir. Hak Teâlâ, kullarından sadece içinde çabasının olduğu şeyi istemiştir. Dolayısıyla burada bir haki­katin gerçekleşmesi için, amelin Allah’ın yaratmasıyla olmakla birlikte, amel açısından sana nispet edilmesi gerekir. “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratmış­tır.”[183] Yani sizin yaptığınız amelleri de yaratmıştır. Şöyle demiştir: “İşaret ehli olan bazıları, buradaki U ‘yi nâfiye yapmış ve amelin kulun, yaratmanın ise Allah’ın olduğunu söylemişlerdir. Amel ile yaratma arasında lafız ve mâna açısından iki fark vardır. Allah’ın sana izâfe ettiği şey, mâna farklı olmakla beraber kendisine izâfe ettiği şeyin bizzat kendisidir. Sana tek bir durumun (emr) farklı yönleri olduğunu öğretmek için yapmıştır. Amel olması açısın­dan senindir ve karşılığı verilecektir; yaratılmış olması itibariyle Allah’ındır. Bundan gâfil olma! Bu, ince ve gizlidir.

Şöyle dedim: Bunun benzeri Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) “Sen benim içimdekini bilirsin ama ben senin içindekini bilmem.”[184] şeklindeki sözüdür. Zira bu­nun anlamı “Sen, mülkün olan nefsimdekini bilirsin; ancak ben, senin yarattığını ve nefsime üfürdüğünü bilmem.” şeklindedir. Her iki yerde de hem yaratma hem de dayandırma (isnâd) açısından Allah’a, sadece isnâd açısından da kula izâfe edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh 490. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ, ku­lun cisim perdesinin gerisinde bulunan gerçek fâil olduğu için, fi­ili kula izâfe etmiştir. Fiil gerçekte sadece Allah’ındır. Ancak Al­lah’ın kullarından bazıları bunu farkeder, bazıları ise bunu farketmez.

Yüce Allah Allah, onlardan bazılarını hidâyete erdirmiş, bazılarına ise sa­pıklık hak olmuştur.”[185] buyurmaktadır. Hidâyete erdirdikleri, kendilerini fiili gerçekte nefislerine nispet etmekten koruyanlardır. Dalâleti hak etme­yen, yolunu kaybetmiş olan ve bilmeyen kısımdır ki bunlar, “kesb” görü­şünü benimseyenlerdir. Sapıklığı hak edenler ise kendi fillerini yarattıkları görüşünde olanlardır.” 481. bâbda ise “Bil ki ihsan makamı, ibadet anında Allah’ı müşâhede ederek amel etmektir. Burada hoş bir tenbih vardır. O, bu müşâhede ile fâilin kendisi değil, Yüce Allah olduğunu görür. Kul başka bir şey değil, sadece amelin zuhûr ettiği mahalden ibarettir.” demiştir.

422. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki gerçekte bizim amellerimiz sadece Allah’ındır. İmtihan ve sınama için ve kendisi bir şey olmadan önce onu bildiği hâlde, bunun kendi nefsimize ait olduğunu mu iddia edeceğiz ki bu durumda bize karşı O’nun delili olur yoksa edep gözeterek O’na mı nispet edeceğiz, bakmaktadır. Bu, Allah’ın “Bilmek için sizi imtihan edeceğiz.”[186] âyetinin benzeridir. Yüce Allah bunu, keyfiyetini bilmemekle be­raber O’nun kendisine izâfe ettiği şeyi bizim de O’na izâfe ettiğimizi ya da bunu zâhirine bağlayarak ve te’vil ederek su-i edebe düşüp düşmediğimize bakmak için söylemiştir.

317. bâbda şöyle demiştir: Allah’ın yaratma perdesinin gerisindeki gerçek fail olduğunun hakikatini öğrenmek isteyen kimse, gölge oyu­nuna ve sûretlerine baksın. Kendileriyle bu sûretleri oynatan arasına ko­nulmuş perdenin örtüsünden uzaktaki çocuklara göre bu sûretlerde ve perdede konuşan kimdir? Âlemin bütün sûretlerinde durum böyledir. İnsanların çoğu ise varsaydığımız çocuklar gibidir ve kendilerine ne­reden geldiğini bilirler. Bu meclisteki çocuklar sevinmekte ve neşelen­mektedir ve onlar, gâfildirler. Bunu, oyun ve oyuncak edinirler. Allah’ı bilen âlimler ise ibret alırlar ve bilirler ki Allah, bunu sadece bir misal olarak ortaya koymuştur ki böylece kulları bu âlemin Allah ile duru­munun tıpkı bu sûretlerin onların hareket ettiricisi ile olan durumu gi­bi olduğunu ve bu perdenin de hiç kimseye açılması mümkün olmadığı kader sırrının perdesi olduğunu bilsinler.” Bunu uzun uzun anlatmıştır. 415. bâbda ise şöyle demiştir: Kulun fiillerinin gerçekte Allah’a ait ol­duğu konusunda sana delil olacak şeylerden biri de O’nun “Ben onun kulağı, gözü, eli ve ayağı olurum.” hadisinde ifade edildiği gibi, bilinir ki amel, cismin duyulur (hissedilir) olması itibariyle insanın cismiyle değildir. Doğrusu amel, insanda ona ait bir kuvvedir. Kulun bâtınında tasarrufta bulunan sadece Rab’dir. Bu, bilginin (mârifet) sırlarındandır ve çok az kişi bunu elde eder. Bu nedenle Mu‘tezile, kuvvelerinin kay­nağını müşâhede edemedikleri için, kendi fiillerini yarattıklarını iddia etmişlerdir.”

490. bâbda “Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir şeydir.”[187] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki gaza­bın birbirinden büyük dereceleri vardır. Birisi bir şey söyler ancak bunu tasdik etmezse Allah katında kendisine en büyük kötülüğü yapmış olur. Bir fiili terk etmek sûretiyle hayırdan kendini mahrum kıldığını anladığı ve özellikle de başkasının kendisinden işittiği şeyle amel ettiğini gördü­ğü zaman.” Bunu uzatmış ve sonra şöyle demiştir: “Âyetin işaret diliyle anlamı ‘Ey perde arkasından iman edenler! Neden böyle olmadığı hâlde fiilin size ait olduğunu söylüyorsunuz? Oysa o benimdir, nasıl gerçek­te yapmadığınız şeyi kendinize izâfe etmektesiniz?’ şeklindedir.” “Yüce Allah saf tutarak kendi yolunda savaşanları sever.”[188] yani fiilleri kendi nefislerine izâfe ederek Hak hususunda tartışan ve Mu‘tezile gibi “fiil be­nimdir.” diyenlerle tartışmayı bırakıp hakka dönünceye ve fiilleri tama­men Allah’a izâfe edinceye kadar, onlarla çarpışanları sever. 361. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki her selim akıl sahibine göre insan, bizzat tercihin­de mecbûr gibidir. Bununla beraber elimizde zuhûr eden bütün fiilleri, Hak Teâlâ’nın bizim elimizde değil de tek başına yapması da mümkün­dür. Ancak görünürde bu sadece bizim elimizde meydana gelmekte ve bu şekilde görünmektedir. Zira ameller ârâzdır ve ârâz da sadece cisimde zuhûr eder. Bu, her ne kadar doğru ise de ehlullah açıkça ifade etmekten kaçınmış ve “Ameller, yaratılma açısından Allah’ın, isnat açısından ve mecâzen kulundur.” demişlerdir.

Kardeşim Zeynelâbidîn el-Mursafî’nin (rh.a) defalarca şöyle dediğini işittim: “Kulların tercihi kesin olarak kendilerine bırakılmamıştır. Yüce Allah’ın ‘Dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin.’[189] âyeti, kula bırakma (tefvîz) değil, tehdittir. Zira Yüce Allah “Zâlimlere ateşi hazırladık.”[190] ve “Allah, sizi ve yaptıklarınızı yarattı.”[191] buyurmuştur. “Tek başına onların fiillerinin yaratıcısıysa nasıl onlara azap eder?” denilmez. Zira sevâb ve ce­zanın yaratılmanın aslına değil, kulun yaratılmış olan fiili yapmasına bağlı olduğunu söyleriz. Dolayısıyla kul, fiil yapma imkânını (istitaa) yarattığı için değil, taat için uygun olan bu imkânı günah işlemede kullandığı için cezalandırılmaktadır.

Şeyh Muhyiddin “el-Vesâyâ Bâbı”nda şöyle demiştir: “Sen âmil değil, amelin mahallisin; ancak âraz olduğu için, sen olmasaydın amel ortaya çıkmazdı” Levâkihul-Envâr da ise “Hikmet sahibinin ‘Ey oturan kimse yü­rü ya da ey yapmayan kimse yap’ demesi imkânsızdır. Zira hikmet, bunu gerektirmez. Geriye sadece fiili fâiline nispet etmenin kaldığı bilinmelidir.”

323. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki yaratma (tekvîn) açısından hiçbir mahlûkun, elinde meydana gelen ameller üzerinde bir eseri yoktur. Sadece onda bir hükmü vardır, eseri değil. Ancak insanların çoğu eser ile hükmü birbirinden ayıramamaktadır. Yüce Allah’ın, kendiliğinden var olamadığı için ancak ilgili maddelerde var olan hareket ve mâna gibi bir şeyi îcâd et­mek istediği zaman, kendiliğinden var olmayan bu durumun yaratılması­nın açığa çıkacağı bir mahallin bulunması gerekir. Bu mahallin söz konusu mümkün varlık için bir eseri değil de bir hükmü vardır. İşte bu, eser ile hüküm arasındaki farktır. Araştırdığın zaman, kulun fiilde tam olarak bir eserinin olmadığını anlarsın. Peki, neden hiçbir eseri olmadığı hâlde “Şöy­le yaptım” der ki? Bu nedenle perdesi açıldığında Allah katında nefsine gazap etmiş olur ve teklif zamanı geçtiğinde kendisine ait olduğunu iddia ettiği bu fiilin kendisine ait olmadığı ona yakinen açıklanır. Amaç, kul fiili kendisine nispet ettiği için, Allah’ın ona gazap etmesi değildir. Zira Yüce Allah, onu kendisine nispet etmiştir. Bundan kastedilen, kulun kendisine kötülük (gazap ettirme) yapmasıdır. Şayet Allah’ın bunu kendisi için murad etmesiyle yapmış olsaydı Allah katında kendisine gazap etmiş olmazdı.

Yüce Allah Allah’ın dilemesi olmaksızın bir şey için Bunu yarın yapaca­ğım’ deme! Unuttuğun zaman Rabb’ini an ve ‘Umarım Rabb’im bu ko­nuda doğruya en yakın olana iletir.’ de!”[192] buyurmaktadır. Böylece kulun kendisine gazap etmesini defetmek için Allah’ın dilemesini teşri kılmıştır. 198. bâbda şöyle demiştir: “Allah’ı ortaklardan tenzih etmek istediğin za­man, fiildeki ortaklıktan değil, mülkteki ortaklıktan tenzih et ki teklif sa­hih olsun. Zira şayet kulun fiilde ortaklığı olmasaydı teklif, sahih olmazdı. Zira kulun fiildeki ortaklığının sebepler perdesinin arkasından olması ge­rekir.” Binâenaleyh anlaşılmıştır ki kim Rabb’ini ortaklıktan mutlak olarak tenzih ederse kuşkusuz o, kemâl makamındadır.

72. bâbda “Kulun fiillerinin Yüce Allah karşısındaki durumu, marangoz ya da terzinin âletinin durumu gibidir. Allah için en yüce sıfatlar vardır.” de­miştir. Bunun benzeri “Allah, vasıtalı ve vasıtasız olarak fiil yapar.” ifadesidir. Şöyle demiştir: “O (kulun fiili) bu ölçüye göre âlet gibidir. Cezanın ve tekli­fin taalluku ise seçme hakkının (ihtiyarın) âlette bulunması sebebiyledir. Ak­len de kulu, fiilin dışına çıkaracak bir delil olmadığı gibi, yoruma kapalı bir nas da Şârî tarafından bize gelmemiştir. Yaratılmışların bütün fiilleri Allah’ın kudreti kapsamındadır; ancak sebeplerin varlığı, aslı itibariyle Allah’tandır. Yaratılmışın konumu sadece bunun gerçekleşmesinin mahalli olmasıdır.

198. bâbda “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratmıştır.”[193] âyeti bağlamın­da şöyle demiştir: “Zamirle kulun fiilini ispat, yaratma fiiliyle de kuldan nefyetmiştir. Bu, Kur’ân’da hiçbir lafız bulunmaması sûretiyle Ebûbekir’in nefyedilmesi ve Kur’ân’daki tesniye zamiriyle ispat edilmesi gibidir.[194]

558. bâbda Allah’ın el-Vâcid ismi bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki kuldan yapmasını istediği hiçbir şeyin îcâdı, O’na zor değil­dir. Kuldan istediği bir şeyin gerçekleşmemesi, bunu gerçekleştirmek­ten âciz olduğundan değil, tarafından bir meşîetle engellemesi ne­deniyledir. Buna örnek olarak Ebû Cehil’den Allah’a, Resûl’üne ve onun getirdiği Yaratıcı’nın birliğine dair konulara iman etmesinin is­tenmesidir ki o, kendisinden istenilene olumlu cevap vermemiştir.

Görünürde Ebû Cehil’in bundan kaçınması, sadece kendisinden istenileni bulmamasındandır. Engelleme ise kendisini muvaffak kılmadığı için Al­lah’tandır. “Şayet dileseydi hepinizi hidâyete erdirirdi.”[195] Dolayısıyla şayet imana “Ebû Cehil’de gerçekleş.” deseydi ya da vasıtasız olarak onu imana muhatap kılsaydı iman, muhatap mahallinde olurdu ve o da bunu bulur­du. Ancak irade onun olmasına taalluk edip “kün/ol” dışarıda tutulunca bu, var olarak gerçekleşemedi.”

Yine bu bâbda Allah’ın el-Hâlık ismi bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki iki tür yaratma (halk) vardır: Biri, “Dikkat et! Yaratma (halk) da emir de O’nundur.”[196] âyetinde olduğu gibi ilâhi emirden önce gelen yaratmadır. Burada öncelikle onu zikretmiştir. Diğeri ise îcâd etme yaratmasıdır. Bu ise ilâhi emre eşlik eder ve “Kün” ifadesi olanın olmayı kabul etmesidir ve onun izinden gelir. j^J’daki o takibiyyedir ve ilâhi emrin cevabıdır. Ce­vap ile takip sadece rütbe itibariyledir ve “kün/ol” ifadesi olmaksızın ger­çekleşemeyeceğinin vehmedilmesinin aksine, gizli emir hakkında değildir. Bizim inandığımız hakka göre Allah’ın ilmine mâlum olanın başlangıcı (iftitah) olmadığı gibi sözün de bir başlangıcının olması söz konusu değildir. Dolayısıyla meydana gelen, sadece Allah’ın ilminde gâib olan bir varlığın (mükevven) görünür âlemde zuhûr etmesidir.

Levâkihul-Envâr kitabında, ilâhi iradeye isyan etmenin kesinlik­le doğru olmadığını söylemiştir. Kul, Allah’a davet eden ve peygamber ve onlara tâbi olan ulemâ perdesinin ardından emre isyan etmektedir. Yüce Allah “Bir şeyi dilediğimizde ona sadece ‘Ol!’ deriz; o da oluverir.”[197] buyurmuştur. Kul, emre imtisal ve nehiyden kaçınma hususunda muhalefet etmedi, ancak emir ve yasaklama yaratılan vasıtaların diliyle geldiğinde kul muhalefet etmiştir. Bu peygamber veya onun vekilinin, insanlara “Namaz kılınız” ya da “Oruç tutunuz” demesi gibidir. Ken­disine emredilen kul, bazen bunu yapar bazen de yapmayabilir. Ancak Yüce Allah, doğrudan kuluna “Namaz kılan ol! Ya da oruç tutan ol!” derse bu, kesinlikle gerçekleşir. Allah’ın, peygamberinin diliyle söylediği “Namaz kılınız, sabrediniz, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, ciha­da hazırlıklı olun, cihad için hazırlıklı ve uyanık olun.”[198] âyetini düşün!

Bir kısım insanlar bunları, burada iradelerine bağlı kılındığı için gerçek­leştirmez. Burada emri yerine getirmek mutlak olarak istenmemiştir. Bu­nun örneği, Allah’ın “Benim iradem olmaksızın kendiliğinizden yaratılı­nız” demesi ve bunun da onların kudreti kapsamında olmaması gibidir. Burada onlara taalluk eden “kün/ol”un ruhu değil cismi olurdu. Bu du­rumda da “kün”, kullanılması haram olan leş gibi olurdu. Aksine onlara taalluk eden vasıtasız canlı olan “kün” -ki o emr-i ilâhîdirolsaydı cihâ­dın, ribatın, namazın ve kulların fiillerinden diğerlerinin bizzat kendileri (ilâhi) izin onlara yöneldiği esnada var olurlardı. Kuşkusuz fiiller kendi başlarına var olamazlar. Aksi hâlde namaz kılmayan olmaksızın namaz, cihad eden (mücahid) olmaksızın cihad zuhûr ederdi ki bu, doğru değildir; bunların zuhûr edeceği bir kişinin olması gerekir. Bu fiiller, mücahid ve namaz kılan gibi kimselerden zuhûr ettiği için fiil, kula nispet edilmekte ve Allah, kendi adâleti ya da lütfu gereği bunların karşılığını vermektedir. Şayet böyle olmasaydı amellerin kendisi, elem ve nimetin mahalli olurdu. Ancak bunun mahalli olmadığı için Yüce Allah, karşılığı (ceza) ona en ya­kın olan nispete vermiştir ki bu da buna âlet olan kuldur. Şöyle demiştir: “Şayet Allah’ın kul için kıldığı bu nispet olmasaydı hitap ve teklif, zulüm ve iyilikten alıkoyma olurdu, hiçbir şeyde iyilik olduğuna güvenilmezdi.” Şeyh 286. bâbda bu konu üzerinde uzun uzun durmuştur.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Kul, insanların çıktığı kapı gibi, fiillerin zuhûr ettiği mahaldir. Gerçekte ise insanlar kapı­nın kendisinden doğmamakta, sadece ondan zuhûr etmektedir. Zira görü­nürdeki âzalar kapalı olan (mestûr) Rabbanî hareketlerin kapılarıdır. Zira bütün kâinat örtüdür, O (Allah) ise perde gerisindeki fâildir. Bir topluluk Allah’ın fâil olduğunun farkında değildir; bunlar Mu‘teziledir. Bir topluluk bunun farkında ve müşâhede etmektedir; bunlar da Cebriyye’dir. Ancak bunlar fiilin sadece Allah’a ait olduğunu düşünmekte, Allah’ın kula nispet etmesi gibi nispet etmemektedirler. Dolayısıyla dinde hata etmişlerdir. Bir topluluk ise farkında olup müşâhede etmemektedir; bunlar da Eş‘arîlerdir. Kesb görüşü onları müşâhede etmekten alıkoymuştur. Bu her üç taifenin de gözlerinde perde vardır. Bu perde keşif olmadığı takdirde var olmaya de­vam edecektir.” Şöyle demiştir: “Şayet bu söz doğruysa bile, ‘Kul seçiminde mecburdur.’ denilemez. Zira bu, sû-i edeptir ve Allah’a karşı delil getirmeyi çağrıştırır.” Bunun geniş açıklaması sonraki mebhasta gelecektir.

el-Fütûhâtın Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: Yüce Allah’ın ibadetler ve diğer konularda kullarının kendisinden yardım istemelerini talep ettiği şeylerin tamamı, kulların fiillerinde âciz olduklarına ve bağımsız olmadık­larına dikkatlerini çekmek içindir. İmâm Cüneyd (rh.a) şöyle derdi: “Fiil­lerin kullardan ayrı olarak sadece Allah için müşâhede edildiği mertebeden sakın! Telef olma durumuna düşersin ve bunlardan hiçbirini günah olarak göremezsin. Böylece helâk olanlarla birlikte helâk olursun. Bu yaklaşımda bir bütün olarak dinleri yıkma söz konusudur.

Soru: Mezhepler arasında halku’l-efal konusundaki görüş ayrılığının kaynağı nedir?

Cevap: Şeyh’in 68. bâbda dediği gibidir: Aralarındaki görüş ayrılığının kaynağı, Allah’ın kula verdiği ve kulun fiil anında kendisinde bulduğu im­kânın nereye bağlı olduğunu bilmemeleridir. Bizim imkânımızla var olan eşyada izi bulunan hâdis olan kudrete mi bağlıdır yoksa bizde yaratılan iradeye bağlıdır da bizdeki söz konusu imkân, hâdis olan kudretin değil de iradenin eseri midir? İnsanın kendisinde bulduğu bu imkânın kendi­sinden dolayı mükellef kılınması, bunun üzerine bina edilmektedir. Bu imkânın niçin râci olduğu aklıyla tam olarak gerçekleşmemektedir. Şayet bazılarının dediği gibi seçiminde mecbûr ise O, varlığı itibariyle kâdir mi yoksa varlığı itibariyle muhtâr mıdır? Fakat onun, kendisinde buldu­ğu imkân nispetinden kaynaklanan bu kudretiyle mükellef olması doğru olur. Bu nedenle Yüce Allah “Allah hiç kimseyi, kendisine verdiği şeyin dışında sorumlu tutmaz.”[199] buyurmuştur. Ona varoluşsal bir emir ver­miştir. “Şey olmayanı verdi.” denilmez. 391. bâbda da “Onları siz öldür­mediniz, Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, Allah attı”[200] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki bu âyette öldürme ve atmanın isbatı, kendisinden nefyedilen kimse içindir. Ayrıca ispatın üzerine ispat değildir, bilakis ispatı nefy takip etmektedir. Bu, “Ancak Allah onları öldürdü.” ve “Ancak Allah attı.” ifadelerinde nefyin ispatı takip etmesi gibidir. Bir tek şey için ne çabuk ispat ve ne çabuk nefiy! Bunun izahı şudur: Yüce Allah “Müşrikleri öldürünüz.” ki emir, âmir ve memur bu hitapta izhâr olsun.

Bunun gereği yapılıp muhdes varlıklarda öldürme fiilen gerçekleştiği za­man “Siz onları öldürmediniz, ben öldürdüm. Siz, bana göre sizdeki kılıç ya da öldürmek için kullanılan başka bir âlet gibisiniz. Bu, öldürmenin bir âletle öldürülenden gerçekleşmesi gibidir.” demiştir. Oysa biz, âletin katil olduğunu söylemedik, aksine vuran katildir. Aynı şekilde bize göre vuran kimse katil değil, onun elindeki kılıç mesabesindedir; anla!

“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Siz onları öldürmediniz, Allah öldür­dü; attığın zaman sen atmadın, Allah attı.”[201] âyetini okuduğu hâlde “Allah âletlerle fiil yapmaz.” diyen kimse ne kadar da cahildir! Onun bizzat inan­dığı şeyi inkâr ettiğini görmektesin; bu daha da şaşılacak bir durumdur. Zira kılıç, kulun âletidir; kılıç ile kulun her ikisi de Allah’ın âletidir.” 50. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, ibârenin âciz kaldığı ve eseri­ni nefislerimizde bulduğumuz bir kudreti bize vermedikçe bizi mükellef tutmaz. Bu kudret kaybolduğunda, müzmin hastanın namazda kıyamla mükellef olmadığı gibi biz de mükellef olmayız. Bu kudret, ilâhi nefhanın melek vasıtasıyla insanda izhâr ettiği kudrettir. Bu kudret olmasaydı hiçbirimiz, teklife muhatap olamazdık ve hiçbirimizden “Sadece senden yardım dileriz.”[202] dememiz istenmezdi. Yardım talebi, kulun fiilini çağ­rıştıran bir mahiyete sahiptir. Mu‘tezile, şer‘î bir delile dayanarak fiili kula nispet etmekle bir açıdan doğru yapmıştır. Ancak fiili tek başına bağımsız olarak kula nispet etmekle hata etmiştir. Eş‘arîler ise aklî ve naklî bir delile dayanarak fiilleri yaratma açısından Allah’a, kesb açısından ise kula nis­pet etmekle isabet etmiştir” el-Fütûhât’ın 72. bâbında “Nazar erbabı olan herkes, fiil anındaki kudreti kulda yaratmanın sadece Allah’a ait olduğu, bunun kulun ne kesbi ne de yaratması olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Bütün insanların bir seçme hakkı (ihtiyar) vardır; ancak bu ihtiyar bağımsız değildir” demiştir.

“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Yüce Allah, kullarına işlerinde ortaklık verdiği için, onlara yardım talep etmelerini emretmiştir. ‘Benim kudretim yani iktidarım yoktur’ diyen kimse, haberleri reddetmiş ve Hakk’ı ve Hak Teâlâ’nın meyite olan teklifini yerine getirmemiş olur.”

558. bâbda, el-Hâfid ismi bağlamında şöyle demiştir: Bil ki hafd’ mertebesi, Hakk’ın muhdis olarak tasarruf ettiği bir mertebe değildir. An­cak buraya tenezzül ettiği takdirde, bu mertebenin hükümlerini O’na izâ­fe ederiz. Hafd mertebesinin muhdes varlıklar üzerindeki otoritesi sadece geliştir. Şayet bu, Kur’ân ise gelişiyle onlarda meydana gelmiştir. “Hafd” harflerinin derece itibariyle isimlerden daha aşağıda olduğu hâlde, onları düşürdüklerini görmez misin? İsimlerin bu mertebedeki yüceliği, kulun sözüyledir. 4l> S^p! dediği zaman K düşürür ve mâmülü 4)1 kelimesidir. Kelimedeki “hâ” harfi, yüksekte olana -bunlar isimlerdir-tesir ederek onu aşağı çekmektedir. Âlemde her ne kadar mertebe itibariyle ‘hafd’ maka­mında ise de bir kısmı diğer kısmı için, dildeki ‘hafd’ araçları gibidir. Ko­nuşan kimse, sadece kendileriyle kelimeyi düşürdüğü, dildeki hafd edatları gibidir. Yüce Allah’ın ilâhi isimler vasıtasıyla yaptıkları da böyledir. Hafd’ın edatlarında tasarruf etmesi için hafdın mertebesine tenezzül etmesi gerekir. Sonra hafd harflerinden biri diğerinin üzerine girdiği zaman, o harften do­layı ona girilen isimler olur ve ondaki harflik hükmü kaybolur; o da diğer isimler gibi izâfetle mahfûd hâline gelmiş olur ve sûretinin değişmemesi için binâsı bunun üzerine devam eder. Çünkü aslında Hâfid (düşüren) olan, hakikatte mahfûd (düşen) olamaz. Burada sahip olduğu sûret itiba­riyle değil, mâna itibariyle mahfûd olmuş olur. Bu, Allah’ın ‘Öncesinde de sonrasında da emir, Allah’ındır’[203] âyeti gibidir.” Şöyle demiştir: “Bizim içinde bulunduğumuz iş (yol) de böyledir. Muhdis, muhdese tesir ettiği za­man, muhdes olmasının dışında kendisine hiçbir eser ortak olmaz. Onun için hudûs, harfin binası konumundadır, ondaki eser müessirindir; mü­essirin ise sadece Allah olduğu üzerine icmâ edilmiştir. Bu, Hak Teâlâ’nın fiili sûretinde zuhûr eden insanın fiilidir. Münfail, Hakk’ın sûretinde in­fial etmiştir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah bu makamda ‘onun işiten kula­ğı olurum’ demiştir. Şöyle demiştir: “Allah’ın kelâmını işitinceye dek ona sığınma hakkı tanı.”[204] “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiştir.”[205] ve bununla birlikte “Peygamberin görevi sadece tebliğ etmekten ibarettir.”[206] buyurmuştur. “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Varlık âleminde O’nun fi­illerinden başka bir şey yoktur. Ancak O, edepsizlikleri haram kılmıştır. Kabul et ve tartışmayı bırak!”

Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ra) Sana ne iyilik gelirse (yani isnad ve îcâd açısından) Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse bu da (yani îcâd açı­sından değil, isnâd açısından) kendindendir”[207] âyeti bağlamında şöyle derdi: “Ey kardeş! Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm) ‘Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.’[208] şeklindeki sözünü düşün. Nasıl da ‘Beni hasta ettiği zaman’ dememiş de nefse hoş gelmediği hâlde hastalığı kendisine izâfe etmiş; nefse hoş gelen şifayı da Allah’a izâfe etmiştir. Yine Hz. Eyyûb’un (aleyhisselâm) ‘Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine ‘Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti.’[209] şeklindeki sözünü de değerlendir! ‘Beni derde uğrattın, o hâlde bana merhamet et!’ dememiş, aksine hitap ederken edebini muhafaza etmiştir. Yine Hızır’ın (aleyhisselâm) ‘Onu yaralamak istedim’ demek sûretiyle, hoş olmayan yaralama (ayb) fiilini kendisine izâfe etmesini de değerlendir. Nasıl da ‘Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi’[210] âyetinde nefse hoş gelen durumu Al­lah’a izâfe ettiğine bak!”

Soru: Hızır’ın (aleyhisselâm) “Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine bir çocuk vermesini diledik”[211] şeklinde kulu kapsayan çoğul nûn’u ile ifade ettiği sözünün cevabı nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât\n 31. bâbında verdiği gibidir. Buna göre “Diledik” ifadesinin kapsamında iki şey söz konusudur: Biri hayır, diğeri de Mûsâ’nın bakışı ve âdetin alışkanlığının neticesi olarak, bulunan başka bir durumdur. Bu fiilde bulunan hayır, nûn zamirinden dolayı Allah’ındır; o anda Mûsâ’ya göre işin zahirinde kötülük olarak bulunan şey ise nûn zami­ri dolayısıyla Hızır’a aittir. Dolayısıyla buradaki çoğul Nûn’un, kendisinde bulunan çoğulluktan dolayı iki yönünün olduğu anlaşılmaktadır: Biri Al­lah’a izâfe edilen hayır yönü, diğeri de ayıbı kendi nefsine izâfe edilen ayıp yönüdür. Şayet “Onlara âsi olan azmıştır.” diyen hatip, Hızır’ın bildiği bu iki yönü bilseydi, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona “Ne kadar kötü hatipsin.” demezdi.

Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bir tek zamirle kendisiyle Rabbini bir araya getirdi ve Al­lah’a ve Resûlüne itaat eden doğruyu yapmış olur, onlara isyan eden ise sa­dece kendisine zarar verir ve Allah’a hiçbir zarar vermez.” [Hz. Peygamber için] “Kendi hevâsından konuşmaz.”[212] buyurdu. Aynı şekilde Yüce Allah, “Allah ve melekleri Peygambere salat etmektedir.”[213] âyetinde kendisiyle me­lekleri de bir araya getirmiştir. Ey kardeş! Peygamberlerin edebiyle ilgili sana anlattıklarımızı değerlendir; onların diğer insanlardan daha edepli hareket ettiklerini göreceksin. Hz. Ebûbekir (ra) hastalandığında kedisine “Sana bir doktor çağıralım” denildiğinde o, “Doktor beni hasta etti” demiştir. O, her ne kadar işin Allah’tan olduğunu müşâhede etmişse bile Hz. Halîl [İbrâhim] (aleyhisselâm) ve Hz. Eyyûb’un riayet ettiği gibi lafızda edebe riayet etmemiştir.

Şöyle dedim: “Bize göre Hz. Ebûbekir’in (ra), hastalığı Allah’a izâfe etmesi, Allah’a karşı edep gözetilmesi gerektiğini bilmemesinden değildir. Aksine kendisine doktor çağırmayı isteyen kimsenin Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm) büyük makamını müşâhede etmediğini gördüğü için, onun aklının seviye­sine inmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

121. bâbda şöyle demiştir: “Ey kardeş! Bil ki kulların fiillerinin ya­ratılması ve bununla ilgili olan kesbi anlamak, en zor meselelerdendir.” Şöyle demiştir: “Zamanımın tamamını buna harcadım, problem de­vam etti ve Allah bana durumun ne olduğu konusunda bir kapı açma­dı. Ancak 633 senesinde bu bâbı kayıt altına aldığım gecede açıldı. Bana bu açılmadan önce bir topluluğun kesb demesiyle diğer bir topluluğun halk demesi arasındaki farkı tasavvur etme noktasında çok zorlanıyor­dum. Sadece salt hayra inanıyordum. Şu anda şüphe duymayacağım bir kesinlikle, bu meselenin hakikatini ve bu meselede üç mezhep arasında­ki farkı öğrendim. Yüce Allah, basiretimi açarak bir tek Allah’tan başka, kendisinden daha önce yaratılmış hiçbir varlık bulunmayan, ilk yaratı­lan varlığı gösterdi ve bana şöyle dedi: “Bak, kapalılık ve hayret içeren bir durum var mı?” Ben de “Hayır Ya Rabbi” dedim. Bana “Gördüğün bütün muhdes varlıklar böyledir. Hiç kimsenin yaratma anlamında bun­lar üzerinde bir eseri yoktur. Sebeplerle değil, sebeplerin yanında eşyayı yaratan benim. Îsâ’da üfürmeyi, kuşta da oluşmayı ben yarattım.” dedi.

Ben, ona Rabbim, o hâlde nefsin kendisine yap ve yapma’ şeklinde hitap etmiştir.” dedim. O, bana “İlmimde herhangi bir şeyi öğrendiğin zaman, edebi gözet ve peşine düşme; zira bu mertebe, peşine düşmeyi kabul et­mez.” dedi. Ben, O’na “Rabbim, bu, bizim konumuzun aynısıdır. Bazıla­rı edebi gözetir, bazıları da peşine düşer. Ancak edebi de peşine düşmeyi de yaratan sensin. Peşine düşmeyi yarattığına göre, bunun gerçekleşmesi gerekir, edebi yarattığına göre de bunun bulunması gerekir” dedim. “O, budur; dinle, sus!” dedi. “Bu, senindir ya Rab, işitmek için işitmeyi, sus­mak için de susmayı yaratayım. Ancak şu anda hitap ettiğin, senin tek başına yarattığından başka bir şey değildir.” dedim. Bana, “Sadece bildik­lerimi yaratırım, bildiklerim de ilmimin ezelde taalluk ettiği zaman bilinen (malûm) hâline gelen şeylerdir. En güçlü delil benimdir.” dedi. Allah’ın izniyle bir sonraki mebhasta bunun izahı gelecektir.

Ey kardeş! Allah’ın gazabına uğrayan herşeyden uzaklaşarak nakledilen bu bilgileri değerlendir. Karanlık kalp, bunun gibi meseleler bir yana, apa­çık meseleler bile kendisine problemli gelen kalptir. İmâm Gazzâlî (rh.a) şöyle demiştir: “Bu, dünyada çözülmeyen bir problemdir.” Ancak o, “Al­lah en doğrusunu bilir” şeklindeki ifadesinden dolayı mazurdur.

Sonuç

Soru: Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) kendisi yaratılmış bir kul olduğu, yaratılmış olan­ların özelliklerinden birinin de onların yaratmaması ve buna güç yetirememesi olduğu hâlde, yaratmanın Hz. Îsâ’ya izâfe edilmesinden kastedilen nedir?

Cevap: Kur’ân-ı azîm açık bir şekilde Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah’ın izniyle ku­şu yarattığını belirtmektedir. Îsâ’nın bu konudaki konumu, Allah’ın iz­niyle cenine anne rahminde şekil veren melek gibidir. Allah, bu konuda kendisine izin verdiği için Îsâ’nın (aleyhisselâm) kuşu yaratması, kulu Allah’a yak­laştıran ibadet kapsamındadır. Yüce Allah, “[De ki] Allah’ı bırakıp da taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, onlar yerden ne yaratmışlardır?”[214] buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin 337. bâbda bu âye­tin tefsiri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki U, âmm (genel) bir lafız­dır. Çünkü o, akleden ve akletmeyen her şey için kullanılan bir lafızdır.” Bu ilimde kendisine müracaat edilen Sibeveyh[215] (ö. 180/796) de böyle demiştir. Bu ilimde intihalci olan bazıları şöyle demişlerdir: “U lafzı, akletmeyen ise akleden varlıklar için kullanılır. Bu, yaygın bir görüş değildir. Arapların bazen akletmeyenleri U ile akledenleri ile cemî yaptıklarını ve ü’yı akledenleri de içine alacak şekilde kullandıklarını gördük. Bu âyet gibi Hz. Îsâ’yı da içine alacak şekilde kullanılması, her ne kadar akleden bir varlık ise de tek başına bir şey yaratmaya güç yetirmemesi sebebiyledir. Şöyle demiştir: “Sibeveyh’in görüşü evlâ olandır, vesselâm.” Yüce Allah’ın Şeyh’e söylediği “Îsâ’da üfürmeyi, kuşta da yaratılmayı yarattım” şeklindeki ifadeleri son söz kabîlindedir. Bu, hiçbir problem taşımayan bir iştir. Allah en doğrusunu bilir

Soru: Yüce Allah bu dünyada bazı özelliklerini kelimesine verdi­ğine göre, bununla tasarrufta bulunulur mu yoksa edep onu terk etmek midir?

Cevap: Şeyh’in 177. bâbda dediği gibi, Ehlullah’ın edeplerinden biri de Allah bu dünyada kendilerine jS lafzıyla tasarrufta bulunmayı verdiği hâl­de, mahalli âhiret yurdu olduğu için bununla tasarrufta bulunmamalarıdır. Ancak onlar, yaratma bâtınen Allah’a ait olduğu gibi, zâhiren de O’na ait olması için jl yerine 4)1                                        lafzını koymuşlardır.

Soru: Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) insanların en edeplisi olduğu hâlde, bazı gazve­lerinde bunu kullanmıştır.

Cevap: Tebûk gazvesinde, ashabına bunun câiz olduğunu açıklamak için kullanmıştır. Bu, ona mûcizeleri izhâr etme izninin verilmesi ne­deniyledir. Bu mesele de o kapsamdadır. Şöyle demiştir: “Ebûzer Ol!”, o da Ebûzer olmuştur. Hurma dalı için de “Kılıç ol!” demiş, o da kılıç olmuştur.

Soru: Bir insanın Allah’ın izniyle başka bir insanı yaratması mümkün müdür yoksa bunun nihaî noktası, Hz. Îsâ’nın (aleyhisselâm) elinde çamurdan kuş yaratmak meydana geldiği gibi bir kuşu yaratmak mıdır?

Cevap: Şeyh Muhyiddin bu soruyu 335. bâbda şu lafızlarla sormuş­tur: “Şayet insanın bir insanı Allah’ın izniyle yarattığı farzedilse söz ko­nusu yaratılan insan mıdır, yoksa insan cismi sûretinde bir canlı mıdır? Zira sûretlerin en yetkini olan insanı [yaratmak] şöyle dursun, Yüce Al5 lah, bütün insanları, bir araya gelseler bile bir sineği yaratmaktan âciz bırakmıştır. Ancak bitki yetiştiriciliğinde ve tabiatla ilgili ilimlerde âlim olan bazı insanların, insan menisinden belirli zaman ve belirli mekânda âdemî insan sûretinde bir insan meydana getirdiklerini bize zikretmişler­dir. Bir sene doğrulmuş, gözünü açmış ve kapamıştır. Konuşmamış ve ye10 diklerine bir şey eklememiş, böylece bir sene yaşamış, daha sonra ölmüş­tür.” Şeyh şöyle demiştir: “Bunun hükmünün dilsizin hükmü olan bir insan mı yoksa insan sûretinde bir canlı mı olduğunu bilmiyorum.”En doğrusunu Allah bilir.

YİRMİ BEŞİNCİ MEBHAS

Allah’ın Kulların Amellerinin Yaratıcısı Olmakla Beraber Onlara

Karşı Apaçık Delillere Sahip Olduğu Hakkındadır

Şayet bir kulun “Rabbim, beni yaratmadan önce benim için takdir etti­ğin bir şeyden dolayı nasıl hesaba çekersin?” demesi farzedilse buna karşı Yü­ce Allah, “Benim ilmim senin olduğun hâlin dışında taalluk etti mi? Oysa ne ilmimin ne de mâlumumun bir başlangıcı söz konusudur.” der. Yüce Allah “Aranızda sabredenlerle cihad edenleri bilmek için sizi imtihan edeceğiz.”[216] buyurmuştur. Bu âyeti, ilminde yer aldığı için, kulun başına gelebilecek her şeyi vuku bulmadan önce bildiğine dair delil olması için getirdi. Ancak her­kes delillerle ilgili bu ilmin tadına ulaşamaz. Bu deliller, keşif ehlinin Hak Teâlâ’nın kendisi ya da onlara nisbet ettiği şeyler konusunda anlaşmazlık­ları bulunmadığı için keşif ehline değil, perdelenmiş olanlara getirilir. Do­layısıyla kulun, yakînen ve keşfen bilmesi için, nefsine karşı Allah için delil getirmesi gerekir. Çünkü ilâhi ilimde bulunanın dışında kulun başına bir şey gelmez. Dolayısıyla Allah kula, ilminde bulunan şeylerden başka bir şey yapmaz. Delil getirmekten daha güçlü olan ise “O’na yaptıkları sorulmaz; onların yaptıklarınınsa hesabı sorulur.”[217] âyetidir.

Soru: Allah’ın değil de onların hesaba çekilmesi nasıl olur?

Cevap: Hesaba çekilirler; çünkü Allah, hesap anında onları, başlangı­cı olmayan Allah’ın ilmindeki yerlerini gösterdiği zaman, Allah’ın ilmi­nin sadece onların üzerinde bulundukları hâle taalluk ettiği ve Allah’ın sadece onların üzerinde bulundukları hâle hükmettiği, bunu zâtıyla de­ğil, serbest irade ile yaptıkları anlaşılır, anla! Hata yapmaktan sakın! Ab­dullah b. Selâm’ın (ö. 43/663-64) naklettiğine göre, peygamberlerden biri, mâruz kaldığı zorlukları Allah’a şikâyet etmiş, Allah da ona “Nice­dir beni şikâyet ediyorsun; oysa bu şekilde zemmedilecek birisi değilim. Gayb ilminde senin durumun belirdi. İster misin senin yüzünden dün­yayı eski hâline döndüreyim ve senin için Levh’i değiştireyim?” şeklin­de vahyetmiştir. Böylece Allah’ın bunu müşâhede ettirdiği herkesin, Al­lah’ın kendi zâtındaki kesin delili (Hüccetüllahil bâliğa) itiraf ettiği ve hem yakîn hem de keşif olarak nefsine karşı delil getirdiği bilinmiş oldu.

Şeyh Muhyiddin buna cevabı uzatmış ve daha sonra şöyle demiştir: “İn­sanların çoğu bu delilin şeklini bilmez, aksine onu, iman ve teslimiyet yön­temiyle alırlar. Biz ve benzerlerimiz ise açık bir şekilde (iyanen) almaktayız, onun yerini ve Allah’ın onu nereden getirdiğini de bilmekteyiz. Bil ki iman yöntemiyle delili alan kimsenin alâmeti, delili, olduğu gibi hayal etmemesi ve bilakis lisân-ı hâl ile “Şayet Yüce Allah bana sorulduğu zaman, delil ge­tirme imkânı verseydi O’na şöyle derdim: ‘Rabbim, bunu bana sen yaptın, ancak sana yaptığının hesabı sorulmaz.’ demesidir. Bunun benzeri sözler, sadece Allah’ın hükümleri konusunda cahil kimseden meydana gelir. Ak­sine Yüce Allah’ın O’na karşı mutlak olarak en üstün delili vardır. Ayrıca bir kölenin efendisine kalbiyle bile olsa “Bana karşı delilin yoktur.” demesi nasıl yakışır? Bunu değerlendir! Şeyh 457. bâbda bunları “De ki en üstün delil, sadece Allah’ındır.”[218] âyeti bağlamında kaydetmiştir.

Soru: Allah’ın kuluna karşı delilinin en üstün olması nasıl olur?

Cevap: Bu, ilmin mâluma tâbi olması ve Hak Teâlâ’nın fâiliyyet derece­siyle ayırt edilmesi şeklinde olur. Çünkü bütün yaratılmışlar O’nun mefûlüdür. Mâlumun söylediği her şey, O’nun bunu söylemekle hükmettiği şeydir. Hak Teâlâ’nın dili, mücadele eden kula şöyle der: “Benim ilmimin senin henüz bu âlemden gâib iken şahsi ilmine taalluku, sadece senin bu­lunduğun hâl üzeredir. Ben sadece senin zâtının kabul ettiği ölçü üzerine seni varlık sahnesine çıkardım.” İşte o zaman kul, bunun Hak Teâlâ oldu­ğunu anlar ve oracıkta iddialaşan insanların tamamının delilleri çürür. Al­lah’ın her birine, başkası için genel olarak getirmediği bir delili vardır. İşte bu delille O, kullarına “O, kamerdir.” Yani “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hakimdir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”[219] âye­tinde belirtildiği gibi zâhir olur. Yani delille, Allah’ın kendilerine delil ge­tirmek sûretiyle tasnif ettiği bütün sınıflara zuhûr etmiştir. Şayet teklif söz konusu olmasaydı, hasım olmaz, hiçbir amelimiz hüküm konusu olmaz ve Allah bizimle münazara etmezdi. Bu, kendilerinden insaflı olmalarını talep etmek için Allah’ın kullarına insafı kapsamındadır. Bu, düşünülsün ve onda ne olduğu araştırılsın. Çünkü o, ince bir tartışmadır.

178. bâbda “De ki en üstün delil, sadece Allah’ındır.”[220] âyeti bağlamın­da şöyle demiştir: “Bil ki bu âyet, Allah’ın kullarını sadece normal şartlarda güçlerinin yeteceği şeylerle sorumlu tuttuğunun delilidir. Mesela onları, hiçbir sebep olmaksızın göğe tırmanmak veya iki zıddı bir araya getirmekle sorumlu tutmamıştır. Şayet bunlarla mükellef tutsaydı “En üstün delil, sa­dece Allah’ındır.” denilmez, “Yaptıklarından sorulmaz.” ezelî taksimin as­lında [sorulmaz] denildiği gibi, “O, dilediğini yapar.” denilirdi. Burası ise sorulacak olan kimsenin kaybolmasından dolayı, yapılanları Hak Teâlâ’ya sorma yeridir. 29. mebhasın başında, bazı yahudilerin kulun ilâhi kudre­te muhalefet etmesini tasvir eden çok güzel bir şiir gelecektir. Ancak bu, mümkün değildir. Oraya bak!

Şeyh, “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: Hakk’ın ilminde daha önce bu­lunmayı sana karşı delil olarak getiren kimse, Hakk’ı delil getirmiş olur. Ancak bu, sahibine fayda vermeyen, yanıbaşındakini de günahtan koru­mayan bir delildir. Fayda vermediği hâlde bunun dile getirildiğini ve onun mezhebinde şeriattan dönüldüğünü duydum. Buna göre “O yaptıkların­dan sorulmaz, onlarsa sorulurlar. Ancak insanların çoğu bunun farkında değildir.” Bunun gibi meseleler sadece açıktan ve sadece bildirerek konu­şulur. Sadece açıktan söylenirse ilim olur. Her ne kadar bütün canlıların alınlarından tutuyor ise de ümmetlerin üzerinde icmâ ettiği en önemli yöntemi benimseyen kimseye götürdüğü için, onlara üfürülmüş ve tedvîn ettikçe zirveleri parçalayan gönüller vâris kılınmıştır, anla! Böylece Allah’ın “Allah insanlara kesinlikle zulmetmez ancak onlar kendilerine zulmederler.”[221] âyeti sahih olmuştur. Bunun izahı sadece ehline sözlü olarak zikre­dilebilir. Bu, kaderin sırrı hakkındaki ilimlerdendir. Oysa kitap ehil olanın da olmayanın da eline düşer. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh, Levâkihul-Envâr kitabında ise şöyle demiştir: “Şayet bir kul, Rabbine ‘Rabbim, beni yaratmadan önce, benim için takdir et­tiğin bir işten dolayı beni nasıl hesaba çekersin?’ derse Hak Teâlâ, ona “Sen, takdir ettiklerimin gerçekleşme mahalli değil miydin?” der. Onun “Evet, Rabbim. Ben, takdir ettiklerinin gerçekleşme mahalli idim.” demekten başka çaresi kalmaz. Kul, bunu söyleyince Hak Teâlâ ona “O hâlde bana yaptığın itiraz ortadan kalktı. Dileseydin seni se­vabın mahalli, dileseydin seni ceza ve azabın mahalli kılardım.” der.

Şayet kul, Mu tezile’nin görüşünü söylerse biz, ona O durumda Hakk’ın ‘Yaptığı iyilik yararına, yaptığı kötülük de zararınadır.”[222] âyetindeki adâlet terazisi sana karşı getirilir.” derdik. Dolayısıyla Allah’ın delili, bütün grup­lara karşı getirilmiştir.

Şöyle dedim: Îblis’in “Rabbim, nasıl olur da Âdem’e secde etmememi takdir edersin sonra da beni bundan dolayı hesaba çekersin? dediği bize ulaştı. Yüce Allah da “Secdeden kaçındıktan sonra mı benim bunu takdir ettiğimi öğrendin, önce mi?” demiştir. O, “daha sonra” deyince Hak Teâlâ ona “Îşte bundan dolayı seni hesaba çekiyorum.” demiştir. Îşte bu şekilde kaderin sırrının hükmü, kuş için kurulan tuzağın hükmüdür. Oysa bu, top­rağa gömülü bir helezondur. Kulun tercih etmesinin hükmü de yeryüzünde açıkta bulunan bir tanenin hükmüdür. Kuş onu görür ancak tuzağı görmez ve ona göre davranmaz, sadece taneyi görür ve onu almaya koyulur. İşte helâki burdadır. Şayet tuzağı bilseydi kesinlikle taneyi almaya koyulmazdı. Îşte âdemoğlu da bu şekilde, sadece tuzağı görmekten ve hesaba çekileceğinden gâfil olduğu zaman günaha düşer. Gerçekleştiği zaman da pişman olur ve is­tiğfar eder; Allah tövbe edenleri sever. Genel olarak şu soru sorulabilir: Şayet Îblis’in nefsi, günahı helâk olacağını anlamadan işlemiş ve işledikten sonra bunu anlamışsa, başkasına yaptıkları nasıl olur? Aynı şekilde Îblis’in Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir araya gelmeyi istediği ve O’nun da Îblis’e kendisini tasdik et­mesi ve melekler kendisinin etrafındayken onun zillet ve alçaklık içinde Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) önünde durması şartıyla izin verdiği bize nakledilmiştir. Şöyle demiştir: “Ey Muhammed, Allah seni hidâyet için yarattı ancak elinde böyle bir şey yoktur; beni de saptırmak için yarattı ancak ne kendimi ne de başkasını saptırmam için elimde bir şey yoktur. Yüce Allah, bunu tasdik eden “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin ancak Allah dilediğine hidâyeti verir.”[223] âyetini indirmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Efendim Ali el-Havvâs’ın şöyle dediğini işittim: “Sende daha önce hiçbir eğilim olmadığı hâlde Îblis’in seni günaha düşürdüğünü delil ge­tirmekten sakın! Yüce Allah, Îblis’in dünyadayken saptırdıklarına cehen­nemde hitap ettiğini haber vermektedir. Burası yalanlayanların tasdik ettikleri ve bu hutbede günahkârların cehâletinin ortaya çıktığı yerdir.

Sonunda şöyle der: “Beni kınamayınız, kendinizi kınayınız.[224] Ben sadece nefsinizin Allah’ın yasakladığı şeye meylettiğini gördükten sonra vesvesem­le sizi ayarttım. Siz meyletmeden önce üzerinizde herhangi bir otoritem yoktu. Dolayısıyla vesvese vermemden önceki meylinizden dolayı kendi­nizi kınayınız, beni kınamayınız. Nefsiniz, terazinin kefeleri arasında bu­lunan dilciği gibidir. Ben sürekli sizin yöneliminizi takip eder ve terazinin dilciği çenede kalıp çıkmadığı müddetçe, siz de benden korunmuş olursu­nuz. Ancak terazinin dilciği kötü bir günah tarafına doğru çıktığı zaman, iradeniz gerçekleşmesini sağlar, ben de size tâbi olurum.” Burada Îblis’e itaat eden kulların delili, Îblis’in karşı delili ve onların da bu konumda onu tasdik etmesiyle çöker ve Îblis’in tek başına onları günaha düşürmediği, nefislerinin bunu gerçekleştirdiği onlar için açığa kavuşur. Onlar da Îblis’in kendilerine karşı delil getirmesi gibi, ilâhî hükümlere bakarak, kendilerine karşı Îblis için nazarla delil getirmeye başlarlar. Bunun çoğu söylenmez.

Şöyle dedim: Bu mebhastan hâsıl olan, Allah’ın “Biz onlara zulmet­medik ancak onlar kendilerine zulmettiler.”[225] âyetini tasdik eder bir şe­kilde kulun kendi nefsine zulmettiğidir. Allah, sadece gerçekleşen haberi verir. Ehlullah bunu bildiği için, hakiki bir yöntemle Allah için nefislerine karşı getirecekleri delil talep ettiler. Sahih keşfe baktılar ve bütün fiilleri­nin Allah’ın ilminin mâlumu olduğunu gördüler. Allah’ın ilminin bir baş­langıcı olmadığı gibi, mâlumunun da bir başlangıcı yoktur. Mâlumunun bir başlangıcı olmayınca, Allah bize hiçbir şekilde zulmetmemiştir. Belki de Mu‘tezile, takrir ettiğimiz şekilde bunu bilseydi “Kul kendi fiillerini yaratmaktadır.” şeklindekli görüşlerini benimsemezdi. Onlar, akıllarıy­la fiili, yaratma olarak sadece Allah’a isnat edip sonra da bununla onla­rı cezalandırdığı takdirde bunun, adâlet olmayacağını düşündüler. Bunu Allah’a nispet etmekten korkunca da “Hakikat bağlamında değil, mecaz ve nispet bağlamında kulun kendi fiilini yaratmasının, Allah’a zulmü nis­pet etmekten daha hafif olduğuna hükmettik.” dediler. Îmâm Zemahşerî (ö. 538/1144) gibileri, kulun kendi fiilini yarattığına asla inanmamakta­dırlar. Hatta yahudilerin kendileri bile buna inanmamaktadır. Ayrıca kıya­mette amellerin cezalandırılması da amellerle ilgili görüşün kendisi gibidir.

Şayet birisi, Allah’a “Yaratmadığım bir şeyden dolayı neden beni cezalan­dırıyorsun?” derse Allah da ona “Senin amelinin neticesi olmaksızın ilmim sana taalluk etti mi? “der. Kulun “Evet, ilmin sadece amelimin neticesi ola­rak taalluk etti.” demekten başka çaresi kalmaz. İşte burada kul, kendi nef5 sine karşı kesin ve keşfî delili ileri sürer. Bu anlattığım tartışma konusunu, zamanımızdakilerden kimsenin tattığını görmedim. Onların varacakları nihaî nokta, sadece birisinin edep gözeterek “Daha önce O’na isyan ede­ceğinin takdir edilmiş olması gerekir.” kabilinden, nefsine karşı delil getir­mesidir. O, Cebriyye mezhebinde olduğu gibi, kalbiyle Rabbine karşı delil 10 getirmektedir. Şairin şu sözünü şâhid olarak getirmeleri de mümkündür:

Sudaki sandığın içinde gördü ve ona / “Aman ha aman suya dalma!” dedi

Allah’a karşı hüccet getirme anlamını akla getireceği için, bunun gibi beyitleri söylemek câiz değildir. Böylece Cebriyye ve benzerlerinin düştükleri durumun sebebinin, kulun hudûs şekli ve yaratılmış olma15 sını müşâhede etmeleri olduğu bilinmiş oldu. Şayet başka bir şekilde, ilâhi ilimde kadîm olduğunu müşâhede etselerdi nefislerine karşı Allah için delil getirirlerdi. Düşün; bu, zihnin karışacağı bir durumdur. En doğrusunu Allah bilir.

YİRMİ ALTINCI MEBHAS

İlerde Açıklanacağı Gibi Kurbiyet Derecesinin En İleri Noktasına Ulaşsa Bile Aklı Başında Olduğu Sürece Hiçbir İnsan ve Cinin Teklifin Kapsamından Dışarı Çıkmayacağı Hakkındadır

Ey kardeş! Bil ki dünya durdukça akıl sahibi bir insandan yükümlülük­lerin düşmesi imkânsızdır. Şayet böyle olmazsa perdesi açılan herkesten yükümlülükler de düşer. Zira bu durumda o, Allah’tan başka fâilin olma­dığını görür. Oysa Ehl-i sünnet ve’l-cemâatten hiç kimse böyle bir şey söy­lememiştir. Bazı âriflerin “Sâlik bir makama ulaştığında kendisinden teklif kalkar.” şeklindeki sözleriyle tekliften kastedilen, ibadet etmenin külfet ol­maktan çıkması ve artık ondan sıkıntı duymaması ve daha önce nefsinin yapmaktan zorlandığı bir fiilden zaman zaman tat almasıdır. Ben de bu makamda durdum, ibadetlerden sıkıntı ve zorluk duymuyordum. Daha sonra bu makamın kendisine eşlik eden nefsanî hevâdan dolayı eksikliğini keşfettim ve bundan tövbe ettim. Sanki bir dağı yüklenmişim gibi meşak­kat ve külfeti olmayan bir ibadete niyet etmem. Bu, ibadette bulunan ve bize yüklenen edep ve müşâhedeler nedeniyledir. Daha önceleri nefsin zu­lümden çıkmasından sıkıntı duymadığım gibi, bundan da sıkıntı duymaz­dım. Bu, Yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul!”424 dediğini görmem nedeniyledir. Yani “Yorucu bir ameli bitirince başka birisine yani yorucu olan başka birisine koyul!” demektir. Bu, yola (et-tarîk) girmeyenlerin tatmayacağı bir şeydir. Her nefeste Allah ile karşılaşmayı talep eden bizler için rahat nerede?

Ey kardeş! Bil ki Allah’ın kullarının bazıları, beş vakit namazı sade­ce Mekke’de, bazıları sadece Mescid-i Aksâ’da, bazıları sadece Medine-i Müşerrefe’de, bazıları sadece Kaf Dağı’nda, bazıları sadece Erin Kubbesi’nde, bazıları sadece İskender Seddi’nin üzerinde, bazıları da sadece Süveyş denizine nâzır olan Mukattam Dağı’nın üzerinde kılar. Bazen bu fakir gibi kimselere, insanlar “O, namazı terk etmiştir.” demektedirler; bu, hatadır. Bu makam ehlinin, namazı ihmalkarlıktan veya tembellik­ten dolayı terk eden ayrılmalarını sağlayan birtakım alâmetleri vardır.

Bir defasında Efendim Abdülkâdir ed-Deştûtî bana şöyle demişti: “Mı­sırlılar, neden ‘Abdülkâdir namaz kılmıyor.’ diyorlar. Oysa Allah’a yemin ederim ki namazımızı kesintisiz kılarız. Ancak namaz kılacağımız belirli mekânlar vardır.” Ben de bunu efendim Muhammed b. Annân’a (ra) söyle­dim ve o, “Şeyh Abdülkâdir doğru söylemiştir, onun namaz kılacağı belirli mekânları vardır.” dedi.

Şeyh Muhammed bana, Efendim İbrâhim el-Matbûlî’nin Mısır’da asla öğle namazını kılmadığını, hatta bazı insanların “Sanki Allah, Îbrâhim’e öğle namazını farz kılmamıştır.” dediğini, gerçekte ise onun sadece Remle’deki beyaz camide namaz kıldığını da haber verdi.

Aynı şekilde efendim Ali el-Havvâs da sürekli anılan camide öğle nama­zını kılardı. Şeyh Bedreddin el-Minşâvî’nin (rh.a), ona “Ya Şeyh! Sana öğle namazı farzdır.” dediğini, Şeyh’in de sustuğunu işittim.

Şeyh Yûsuf el-Kürdî, Efendim Îbrâhimle Beyaz Cami’de defalarca öğle namazı kıldığını haber verdi ve “Onun naif bedenli, zaferan gibi sarı tenli genç bir delikanlı olarak orada imamlık yaptığını gördüm.” dedi. Öğle na­mazında efendim Abdülkâdir ed-Deştûtî’nin yanında bulundum, ezanı işit­tiğinde uzandı ve “Beni örtüyle örtün.” dedi, örttük ve örtünün altında hiç kimseyi görmedik. On beş dakika sonra geldi. Efendim Ali el-Havvâs (rh.a), öğle ezanından sonra bir saat onun bürosunun (hânût) kapısını kapatır, son­ra açardı; bir defasında kapıyı açtılar ve onu bulamadılar. Özetle hâl ehline teslim olmak gerekir. İnsanların önderi olan ariflere gelince, onların zâhirlerini muhafaza etmeleri gerekir. Aksi hâlde insanlar onlardan istifade etmez­ler. Buna göre Allah’ın peygamberlerinin diliyle bir şeyi haram kılmasının daha sonra da bunu evliyadan birisine mübah kılması kesinlikle söz konusu olmadığı bilinmiş oldu. Zira Yüce Allah, zâhir olan şeriatına riayet eder ve onu bütün insanlar için gerekli kılar. Şeriat ancak daha sonra gelen bir pey­gamber eliyle neshedilebilir. Bizim Peygamberimiz son peygamber olduğuna göre, şeriatımızı neshedecek hiç kimse yoktur. Şeyh Muhyiddin, hiçbir veli­nin keşf yöntemiyle öğrendiği günah olan bir işe girişmesinin kesinlikle câiz olmadığını zikretmiştir. Aynı şekilde Ramazan’ın falanca gününde hasta ola­cağını keşifle öğrenen birisinin, o günün sabahında oruç tutmaması da câiz değildir. Aksine hastalanıncaya kadar sabretmesi gerekir. Zira Allah, hastalık ya da başka bir mazeret olmaksızın kendisine oruç tutmamayı meşru kılmamıştır. “Bu, bizim ve ehlullahtan olan muhakkiklerin mezhebidir.” demiştir.

Soru: Veli, Allah’ın ilgili günah konusunda kendisine hesap sormayaca­ğını öğrendiği takdirde bunu işleyebilir mi?

Cevap: Hesaba çekilmenin yokluğu ona ulaşsa da bu, caiz değildir. Her ne kadar bu, aklen caiz olsa da asla gerçekleşmemiştir. Şeyh, bunu el-Fütûhât’ın “Orucun Sırları Bâbı”nda zikretmiştir. Mâsiyet isminin bü­tün mükellefler için geçerli olduğuna dair görüşümüzü destekleyen husus­lardan biri de Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Bedir ehli hakkındaki hikâyesinde Hz. Ömer’e söylediği “Nereden biliyorsun? Belki de Yüce Allah, Bedir ehline ‘Dilediğinizi yapın, sizi bağışladım.’ demiştir.” şeklindeki hadisidir. Bura­da “Size mübah kıldım.” dememiş, “Bağışladım.” demiştir. Yani günah, haram olmaya devam etmektedir. Zira bağışlama, sadece günah için söz konusu olabilir, anla! Kâsım el-Cüneyd’e (ra), tekliflerin düştüğünü söy­leyen, bunun vuslat için birer vesile olduğunu zanneden, kendilerinin de vuslata erdiklerini söyleyen bir topluluğun durumu soruldu; o da (ra) şöyle dedi: “Erme (vüsul) konusunda doğru söylüyorlar; ancak ‘Sakar’a[226] erdi­ler. Hırsızlık ve zina etmek buna inanmaktan daha hayırlıdır. Şayet ben bin yıl yaşasam, şerî bir mazaret olmaksızın evradımı terk etmem.”

278. bâbda “Teklifte ruhun hitabının ilk derecesi, temyiz anından bülûğa erdiği ana kadardır.” demiştir. Şöyle demiştir: “Yüce Allah, teklif zamanının dışında çocuğun fiiline itibar eder. Şayet birisini öldürürse had uygulanmaz, bülûğa erinceye kadar hapsedilir ve daha sonra çocukluğun­da öldürdüğü için, kan sahibinin affetmesi söz konusu değilse, kendisi de öldürülür. Dolayısıyla teklife muhatap olmadığı dönemde işlediği bir suç­tan dolayı hesap sorulmuştur.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bil ki havas dışında kimsenin hissetmemesi yönünden vaîdin gerçekleşme hükümlerinden biri de teklifin varlığıdır. Bu, azabın ilkidir. Bununla mükellefin nefsine korku verilir; hissî ve acı veren bir azapla ceza­landırılır. Bu, mükellef olmadığı zamanda ondan meydana gelen çocuklar arasında eziyet, sövme ve haddi aşarak dövme gibi fiillerin cezasıdır. Ço­cuğun yaptığı her hayırdan kendisine sevap yazılır, hatta yaptığı hacdan dolayı da kendisine ve hac esnasında kendisine eşlik eden velisine de çocu­ğun yapmaya güç yetiremeyeceği fiillerde yardım ettiği için sevap yazılır.

Allah’ın el-Mürîd ismi başlığındaki mebhasta çocuğun teklifine ve günahsız kimse hakkında yapılan tehdidin infazına dair hususlar geçti, oraya bakılma­lı.” Şeyh, el-Fütûhât’ta, nafile namazla ilgili söyleyeceğim şu hususları kaydet­miştir: “Kendisine hâli galip gelen veya deli olan veya çocuk kişi, bazılarının aksine Şâri‘in hitabının kapsamındadır. Çünkü mükellefi şeriatın hüküm­lerinin tam olarak dışına çıkaracak hiçbir hâl yoktur. Şâri‘ çocuk ve deliye, diğer insanlar için yasak olan şeylerde tasarrufta bulunmayı mubah kılmış ve onlara zorluk çıkarmamıştır. Nasıl “Şeriat bunlar için mubah hükmünü verdiği ve bu da şerî bir hüküm olduğu hâlde, şeriatın hükmünün bunlardan kalktığı” söylenebilir? Bu nedenle şerî hükmün dışına çıkılmaz ve şerî hü­küm, şeyler (ayn) üzerine değil, hâller üzerine bine edilmiştir.

Soru: Eblehlerin ve meczupların hükmü nedir?

Cevap: Şeyh’in 226. bâbda dediği gibi, akıl sahiplerinin aksine aklı ba­şından giden eblehlerden, delilerden ve meczuplardan herhangi bir edep istenmez, bunun (akıllı) edeplice davranması gerekir. Bunlardan aklı gi­denlerin farkı, Allah katındaki hükümlerinin, görünür âleminde ölen ve istikamet özelliklerini yitiren kimsenin hükmü gibi olmasıdır. Çünkü aklı­nın gitmesi, Allah tarafından kendisinde meydana getirilen bir durumdur. Aklı sahiplenme konusunda zayıf kalmış, aklı diğer gidenler gibi gitmiş ve hükmü, canlıların (hayvan) hükmüne dönüşmüştür. Canlıların bütün hükümlerine ve tabiatının gerektirdiği yemek, içmek, cinsellik ve konuş­mak gibi bütün hükümlere, Allah tarafından hesap sorma ve bir talepte bulunma söz konusu olmadan nâil olur. Bunu keşfetmesi ve bu şekilde devam ettiği hâlde durum böyledir. Hayvanlar da naaş hâlinde ve kabirde ölülerin hâlini görürler.

Soru: Neden meczup, “meczup” olarak isimlendirilmiştir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 216. bâbında dediği gibi Allah, onu cezp ettiği ve iyiliklerini aldığı için meczup olarak isimlendirilmiştir. Şayet hâ­line tutkuyla bağlı olsaydı ve bunu hoş görmeseydi Allah, onu cezbetmiş olmazdı. Bu keşfin sebebi, onun tabiî hâllerinin tutkusudur. Şayet Allah, onu sert bir şekilde cezbetmeseydi içinde bulunduğu lezzetleri terk etmez­di. Ancak Allah rahmetiyle onu daha lezzetli ve daha tatlı olana nakletmiştir. Meczupların lezzetleri içindeki hâlleri hissî ve maddî değil de manevî bir lezzet olduğu için hiçbir lezzet buna denk gelmez. Ne balın ne de cimaın lezzetine benzemez, bilakis o, daha üst ve daha büyük bir lezzettir.

Soru: Bu lezzet ölümüne kadar meczupta devam eder mi yoksa son bulur mu?

Cevap: Bu lezzet onunla bir süre devam eder, sonra bunu kaybeder. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Sahibine cezbeden önce kendisinde bu­lunmayan bir ilim bahşetmeyen hiçbir cezbe, cezbe değildir ve bu tat da açılış (feth)[227] tadı değildir.”

Soru: Meczuplarla mecnunlar arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh’in 44. bâbda söylediği gibi aralarındaki fark, mecnunla­rın cinnetlerinin sebebi gıda, açlık veya korku gibi kevnî bir şey sebebiyle olan mizac bozukluğudur. Meczupların akıllarının gitmesinin sebebi ise akıllarının ansızın gerçekleşen ilâhi tecellî ile gitmesidir. Onların akılları, Allah katkında vardır, O’nu müşâhede etme nimetine ermiş, O’nun huzu­runda belirlenmiş ve O’nun cemalini tenzih etmiştir. Bunlar akıl olmadan akıl sahibidir. Onlar, “delilerin akıllıları” olarak isimlendirilmişlerdir. Yani akıllarının idare etmekten perdelenmiş kimselerdir. Şöyle demiştir: “Mec­zuplar üç kısımdır:

1.              Kendisinde meydana gelen şey (varit), kendiliğinde sahip olduğu kuvvetten olan kimsedir. Bu durumda kendisinde meydana gelen şey, onun üzerinde hâkimiyet kurar ve kendisine ilgili hâl galip olur. Kendisin­de hiçbir tedbir olmadığı hâlde bu hâkimiyet, hâlini idare eder. Ebû İkâl el-Mağribî bu makama mensup idi.

2.              Aklı kendisini Allah’ın huzurundan alıkoyan ve hislerinin aklı devam eden kimsedir. Hiçbir tedbir ve rü’yet olmadan yer, içer ve tasarrufta bulu­nur, diğer canlılar gibi tabiî hayatını sürdürür.

3.              Kendisinde meydana gelen bu durum devam etmeyen ve bila­kis söz konusu hâl sona eren kimsedir. Bu kimse, aklıyla nefsine döner ve işini yönetir, söylediği ve söylediği ve kendisine söylenilen şeyleri akleder, her insan gibi görüş ve idaresi doğrultusunda tasarrufta bulunur. İşte bu, velilerin kâmil olanıdır.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle dedi: “Bil ki Allah katında, O’nun en çok cezp ettiği kimse pey­gamberlerdir (aleyhisselâm). Şayet Yüce Allah, onları risâleti tebliğ etmek ve üm­meti yönetmekle sorumlu tutmasaydı, onların Allah’ın celâlinden ve aza­metinden müşâhede ettiği şeyin büyüklüğünden dolayı akıllarını alırdı.

Rabbi dağa tecellî edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düş­tü.”427 Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vahiy gelip Rûhu’l-emîn onu kalbine indirdiğin­de, ondan ayrılıncaya kadar hisleri alınır, elbiselerine bürünür ve deve gi­bi ağzı köpüklenerek ses çıkarırdı. Meleğin kendisine getirdiklerini anlar, orada bulunanlara sunar ve dinleyenlere tebliğ ederdi. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalbine Rabbinden inen tecellîlerden meydana gelen şeylerin (mevâcid), meleğin inmesi ve başkasının ulaşması mümkün olmayan vakitlerde ger­çekleşen hâllerden daha şiddetli olduğu bilinmektedir. Bu nedenle kendisi bu korkunç hâlde dayanak olduğu hâlde, kendinden geçiyordu. Böylece peygamberler, insanların hidâyet ve gayretlerini istemeselerdi Allah’ın on­lara akıllarını iade etmeyeceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle meczupların ak­sine, yükümlülüklerini yerine getirmek için onlara imkân vermiştir. Aynı şekilde insanların hidâyetiyle ilginen ârifler de her asırda vardır, anla!

Aynı şekilde bilinmektedir ki havastan birisinin kalbinde meydana gelen her yeni durumla (vârit) ilgili olarak, bazı tarikat ehli kimseler, bu konuda nebî ile veli arasındaki farkı konuşurken karıştırmışlardır. Bunlar, “Peygamber hâl üzerinde tasarruf sahibi, velinin üzerinde ise hâl tasarruf sahibidir.” demişlerdir. Dolayısıyla nebîyi hâllerinin mâliki, veliyi ise hâlle­ri altında onun memlûkü saymışlardır. Hak olan ise bizim, peygamberlerin hâl sahibi velinin aksine ilâhi vâridat anında hislerinden alındıklarına dair zikrettiklerimizdir. Bütün zamanını açlık, susuzluk, sıcaklık ve soğukluğu hissetmez hâlde geçirir. Aksine bütün ömürleri bir şimşek gibi geçebilir. Bil ki meczubun cezbe günlerindeki hâli, Hak Teâlâ’nın onu cezbettiği an­daki hâli gibidir. Şayet kabz hâlinde iken cezbetmişse bütün ömrü kabz şeklinde geçer. Şayet bast hâlinde cezbetmiş ise bütün ömrü bast, gülme ya da tebessüm şeklinde geçer. Dünyevî bir kelâm ya da aynı şekilde başka şey anında cezbetmiş ise o da böyle olur. Hatta cezbedilmiş bazı kâdılar gördüm, “Hak değildir, istihkâk değildir, dava değildir, talep değildir.” gibi şeyler demeye devam etmekteydiler. Yine cezbedilmiş bazı nahivciler gör­düm, “Sıfat (nât), nasbında ve cerinde açısından mevsufa (menût) tâbidir.” gibi şeyler demeye devam etmekteydiler. Bu konuyu değerlendir, bunları herhangi bir kitapta bir arada göremezsin; Allah sana hidâyet versin.

YİRMİ YEDİNCİ MEBHAS

Allah’ın Bütün Fiillerinin Bizzat Hikmet Olduğu ve “Hikmet İledir” Denilmeyeceği Hakkındadır

Hikmetin O’nu zorlamaması ve O’nun buna mahkûm olmaması için bu böyledir. Zira O’nun mahkûm olması doğru olmaz. Çünkü O, “Hü­küm verenlerin en hâkimidir.”[228] Dolayısıyla Allah’ın fiillerinin hikmetle illetlendirilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Şeyh Muhyiddin, 368. bâbda “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hak ile yarattık.”[229] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “ بالحق tabirindeki با ,ل anlamındadır. Yani ‘Hak için’ demek­tir.” Şöyle demiştir: “Bu, ‘Ben, cinleri ve insanları sadece ibadet etsinler diye yarattım.’[230] âyetindeki ل ‘ın aynısıdır.” Yüce Allah, genelde bir şeyi bir şeyle yaratmaz, ancak bir şeyi bir şeyin yanında yaratır. Aynı şekilde Yüce Allah bir şeyi bir şey ile yarattığını haber verdiğinde buradaki J’ın, hikmet ل’ı olduğu da bilinmektedir. O’nun yaratmasının kendisi bizzat hikmettir. Zira O’nun yaratması hikmetle illetlendirilemediği için ma‘lul olmaz. Yine Allah nimet verdiğinde bu nimetin O’nun lütfu olduğu, aldırmayıp azap ettiğinde ise bunun O’nun adâleti olduğu da bilinmektedir. Yüce Allah, âlemi iki tutam (kabza) olarak çıkarmış ve onun için iki menzil îcât ederek “Bunlar cennet­liktir, aldırmam; bunlar da cehennemliktir, aldırmam.” demiş, O’ndan başka hiçbir mevcûd olmadığı için, kimse kendisine itiraz etmemiştir.

Soru: Yüce Allah’ın kudsî hadiste geçen “aldırmam” sözünün anlamı nedir?

Cevap: Şeyh’in 364. bâbda dediği gibi, bunun anlamı “Cennetlikler hakkında rahmetim gazabımı geçti, cehennemlikler hakkında ise ‘Ce­hennemi cin ve insanların toplamıyla dolduracağım.’ âyetim kesinleşti.”[231] şeklindedir. Yoktan var edilme rahmeti bakımından rahmetin müşrikler açısından da öncelikli olması doğrudur. Çünkü bu rahmet, onların teklif zamanında yaptıkları isyandan dolayı vukû bulacak gazabın zuhûr etme­sinden daha öncedir. Bu nedenle Hak Teâlâ, her iki fırkaya da aldırmaz.” Bil ki Rab ismi, cennetliklerle beraberdir. Çünkü orası; yakınlık, güzellik ve latif olan ilâhi tenezzülün yurdudur. Cebbâr ismi ise cehennemliklerle beraberdir. Zira orası; celâl, ceberut ve kahır yurdudur. Bu iki isim, ilgili yerde sonsuza kadar iki yurdun ehliyle kalmaya devam eder.

Soru: Yüce Allah, cehennemliklere salt celâl ile mi yoksa dünyada oldu­ğu gibi karışık celâl ile mi tecellî eder?

Cevap: Dünyanın aksine rahmeti yitirdiklerinden dolayı, Yüce Allah cehennemliklere sadece salt celâl ile tecellî eder. Dünyada yaratılmışların takatinin yetmesi için cemâlle karışık celâlle tecellî eder.

Soru: O hâlde cehennemliklere “aldırmanın olmaması” tabirinden kas­tedilen, zihinlere ilk gelen anlamıyla onların işlerine özen göstermemek değildir.

Cevap: Bu da hakikatlerin bilgisinden nasibini almayanların anladıkla­rının aksinedir. Zira şayet onların işlerine aldırmasaydı, işledikleri cürüm­lerden dolayı onları hesaba çekmezdi. Ayrıca Yüce Allah, kendisini onlar için ebedî bir gazapla nitelememiştir. Şiddetli yakalaması da onlar için ke­sinleşmemiş ve rahmeti de onlara haram kılınmamıştır. Bunların tamamı, onlara aldırması ve onların işlerine ihtimam göstermesi kapsamındadır. Al­dırmasaydı bu hüküm olmazdı. Hüküm ve işlerin vatanları vardır; ahalisi bunu bilirse ilgili hükmün vatanını aşmaz.

Soru: Şayet rahmeti gazabından önce ise İmâm Ebu’l-Kâsım b. Kusayy’in “Adâleti lütfuna, lütfu da adâletine hükmetmez.” şeklindeki ifade­sinin anlamı nedir?

Cevap: Bunun anlamı, hakikatlerin verdiği gibi, her iki özellikten biri­nin diğerinin hükmünün mahalli olmamasıdır. Ancak biz, Allah’ın kulla­rından şerleri yaptıkları hâlde, adâlet mizanı kendileri için kurulmayan ve kendilerinden adâletle hesap sorulmayan bir gruba, mağfiret etme sûretiyle lütufta bulunduğunu biliyoruz. Onlara lütfuyla hükmetmektedir. Ancak bu konuda “Lütfu, adâleti üzerine hükmetmiştir.” denilemez. Zira sıfatın hükmünün mahalli, ya mefdûlün aleyh (lütfedilen) ya da mâdûlün anhdır (adâletle muamele edilen). Îbn Kusayy’in sözlerinin de buna göre te’vil edilmesi gerekir. Onun makamına layık olan budur. Zira o derinlik sahibi kimselerdendi. En doğrusunu Allah bilir.

YİRMİ SEKİZİNCİ MEBHAS

Allah’tan Başka Rızık Veren Kimsenin Olmadığı Hakkındadır

Mutezile, “Emek vererek rızık elde eden, kendisinin râzıkıdır (rızık vere­ni), emek vermeden elde edenin râzıkı ise Allah’tır” demiş ve “Niceleri vardır ki ne doyuranı ne de barındıranı vardır.”[232] hadisini delil getirmiştir. Oysa burada onlara delil olabilecek bir durum söz konusu değildir. Zira burada rızkın mutlak olarak menedilmesi değil, rızkın kolay olmadığı kastedilmek­tedir. Bu, “Ey dünya, bana hizmet edene sen de hizmet et, sana hizmet edeni de hizmetçi al” kabilindendir. Ehl-i sünnet “Kulun rızkı, gasb ve hırsızlık gibi yöntemlerle haram olarak elde edilse bile beslenme ve diğer hususlarda istifade ettiği şeydir.” demiştir. Buna karşılık Mutezile, rızkı mülkiyet olarak yorumlayarak “Haram rızık değildir” demiştir. Bu yorumu geçerli sayacak bir durumun söz konusu olmadığı şeklinde cevap verilir. Zira nice canlı­lar vardır ki hiçbir mülkiyetleri söz konusu değildir ve Allah onların râzıkıdır. Onlara göre kul, başkasının rızkını yiyebilir ve aynı zamanda onlar için helâldan başkası Allah’ın rızkı olamaz. Bu genel olarak Allah’a dayandırma anlamındadır. Kullarının istifadesi anlamında O’na dayandırılana gelince bunun, cezayı gerektiren haram olması sahih olur. Ehl-i sünnet “Allah’a nis­petle hiçbir kötülük yoktur; zira O, dilediğini yapandır. Haramdan dolayı cezalandırılmaları, sebeplerinde yanlış yöntem kullanmalarından dolayıdır.” Yine Ehl-i sünnet şöyle söylemiştir: “Mutezilenin bu düşüncesi, ömür boyu sürekli haramla beslenen bir kimsenin gerçekte Allah tarafından rızıklandırılmadığı sonucuna götürür. Bu da Allah yeryüzündeki bütün canlıların rızkını üstlenmiştir.’[233] âyetine aykırıdır. Her ne kadar O’na hiçbir şey vâcip değil ise de mertebesi mutlak olduğu için, Yüce Allah, üstlendiğini bize haber verdiği bir şeyi asla terk etmez. “Kendime zulmü haram kıldım” hadisinde olduğu gibi, kendi nefsine bazı şeyleri vâcip, bazı şeyleri de haram kılma­sı, sadece kulların Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmalarını sağlamak için onların akıllarının seviyesine inmek ve onlarla yakınlık kurmak kabilindendir. Aksi hâlde, Allah’ın kullarına verdiği bütün nimetler, O’nun lütuf ve rahmetidir, kullara karşı vâcip anlamı da taşımaz.

Mu tezile’nin mutlak anlamda rızkın O’na dayandırılacağına dair daha önce geçen sözünün anlamı, bizim onlarla görüş birliği yaptığımız doğ­rultuda, Allah’ın kulları için rızkını tahsil edecek kudreti yaratması anla­mındadır. Şeyh Kemâleddin Îbn Ebû Şerîf’in zikrettiği gibi, onlara göre bu açıdan Allah’a dayandırılır. Bazılarıysa “Îslâmî fırkalardan bana zâhir olan hataların tamamı, izafî hatalardır ve hiçbiri mutlak değildir.” demiş­lerdir. Buna bağlı olarak muhtemelen Mutezilenin ileri gelenleri, haram rızkı Allah’a izâfe etmeyi, sadece “Sana isabet eden her iyilik Allah’tan, sa­na isabet eden her kötülük ise nefsindendir.” bağlamında nefyetmişlerdir. Buna bağlı olarak söz gelimi her ne kadar Yüce Allah, onları yaratmış ise de “Domuzları yaratan ne kadar yücedir.” denilmez. Dolayısıyla Mutezile, Allah’ın bütün kullarının rızkını yarattığına inanmaktadır. Hatta Zemahşerî[234] (ö. 538/1144) gibi muvahhid müslümanlar bir yana, yahudi, hıris­tiyan ve Mecûsîler de buna iman etmektedir. Hadiste “Hayır, tamamen sendendir, şer ise senden değildir.” denilmiştir. Yani teşrif anlamında şer sana izâfe edilemez, ancak yaratma ve taksim etme anlamında izâfe edi­lebilir. “Allah’ım, beni helâlinle haramından müstağni kıl.” hadisi de bu şekilde yorumlanmıştır. Şöyle demiştir: “Âlimlere, aralarındaki ihtilaflara dair nisbet edilenlerin çoğu özellikle de mukallitlerin yaptıkları, mezhep­lerinin gereğidir; bu ise tercih edilen görüşe göre mezhep değildir. Dolayı­sıyla bilinmiş oldu ki Mu‘tezile, haramın Allah’ın rızkı olmadığı görüşüyle lafzen edep göstermeyi istemişlerse, bu yeterli değildir; bundan başka bir şey kastetmişlerse bu durumda onlar, icmâ ile hatalıdırlar.”

Şeyh Muhyiddin 478. bâbda Allah Teâlâ’nın “Allah, yeryüzündeki bü­tün canlıların rızkını üstelenmiştir.”[235] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, bütün yaratılmışlara kendileri için taksim ettiği rızkı­nı ulaştırır. Bu, O’nun ihanet ya da kerâmetinden değildir. O, iyiyi, kö­tüyü, mükellef ve mükellef olmayanı rızıklandırmaktadır. Ancak O’nun kuluna olan ihtimamlarından biri de kulunu onda şüphe olmayan helâlle rızıklandırması ve fışkı ile kan arasından sütü çıkardığı gibi,[236] onlar için haram ile şüpheliler arasından helâli seçip çıkarmasıdır. Yüce Allah “Allah’ın bıraktığı helâl kazanç sizin için daha hayırlıdır.”[237] buyurmuştur.

Bu, Allah’ın kullarına yenilmesini helâl kıldığı, Rablerine taat konusun­da kendilerini destekleyecek her türlü eşyadır. Şöyle demiştir: Kulun rız­kı, topladığı ve biriktirdiği şey değil, kendisiyle hayata başladığı, hayatı ve kuvveti kendisiyle devam eden şeydir. Zira biriktirilen başkasının malı olur, hesabı da biriktirenden sorulur.”

Aynı şekilde 488. bâbda da “Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcı­dır.”[238] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Rabbinin rızkı şu anda sen­de bulunan olarak sana verilenle sana verilmeyenlerdir. Şayet bu senin ise sana ulaşması gerekir, senin değilse asla sana ulaşamaz. Sana verilmeyenler konusunda kendini yorma! “Şayet senin ise” sözümüzle muradımız onu meşrû yöntemlerle elde etmendir; haram bir yöntemle alınanların, Allah’a izâfe edilmesi edep açısından doğru değildir. Hz. Halîl [Îbrahim]’in (aleyhisselâm) hoşlanmadığı hastalığı kendisine, sevdiği şifayı ise Allah’a izâfe ettiği gibi o, tabiata izâfe edilir. Yine bu, Hz. Eyyûb’un “Şüphesiz ki ben derde uğ­radım.”[239] demesi gibidir.” 198. bâbda ise “Rızık Allah’a izâfe edildiğinde, bundan kastedilen elde etme açısından temiz ve helâl olandır. Kul için ya­şam kaynağı olan her şey, Allah’ın rızkıdır ve bu konuda sınırlama olmaz. Bu nedenle zaruret hâlinde bulunan kimselere, haram mubah kılınmıştır. Ancak edeben haramın Allah’a izâfe edilmemesi gerekir. Daha önce geçti­ği gibi hadiste “Beni helâlinle haramından müstağni kıl!” denilmiştir. Bu dua, câiz olduğunu beyân etmek içindir.

Sonuç: Çalışıp kazanmanın tevekkülü ortadan kaldırmadığı gi­bi “Çabalamak tevekkülden daha faziletlidir.” şeklindeki hükmün, bu­nun aksine yorumlanması gereksizdir. Zira Yüce Allah, rızkı iki şekilde vermektedir: Birincisi, hiçbir çaba sarfetmeden nâil olacağın, Allah’ın ilminde yer alan rızıktır. Bunun için “Çabalamak daha faziletlidir.” de­nilmez. [Îkincisi ise] Allah’ın ilminde çaba sarfetme olmaksızın nâil ola­mayacağın kaydedilen rızıktır. Bunun için de “Çabalamayı terk etmek daha faziletlidir.” denilmez. Kuşkusuz rızık, sahibinin talebi etrafında do­laşmaktadır; rızıklanan ise rızkını talep etmek için çabalamaktadır. Biri­nin durmasıyla diğeri harekete geçer. Ancak bu durum keşfe muhtaçtır. Keşfi olmayan kimse ise çaba ile bunu terketme arasında serbesttir. İnsan­ların çoğu “Gördüğümüz her şeyin bizim kısmetimiz olma ihtimali vardır.” demektedirler. Sen, onların bunları kendilerine doğru çektiklerini görür­sün. Sahibi galip gelen herkes, bunun kendisi için cahilin girdiği bir sokak gibi olduğu anlaşılır. Bir çıkış (menfez) gören oradan çıkar, kapalı olduğu­nu görünce de geri döner. Birinci söylediğimiz muhakkik sûfîlerin görüşü­dür. Kelâmcıların mezhebine gelince bir kısmı mutlak tevekkülü, diğer bir kısmı ise mutlak iktisabı tercih etmiştir. Îbnü’s-Sübkî, tercih edilen görüşe göre, insanların farklılaşmasıyla bunun da farklılaştığını söylemiştir. Rızkı daraldığı zaman tevekkülünde isteksizlikten arınmış olan ve nefsi, insan­ların ellerinde bulunan şeylere kaymayan kimse için, kendisinde sabır ve nefsiyle mücahede bulunmasından dolayı, tevekkül daha çok tercih edilir. Tevekkülünde zikrettiğimizin aksine olan için ise çaba sarfetmek (iktisâb), onun için azımsamak ve gözün başkasında kalmasından daha çok tercih edilir. Hasan el-Basrî’ye (ra), işini bırakarak evinde oturmak isteyen ve “Ben Allah’a tevekkül ettim.” diyen bir şahsın durumu sorulmuş, o da “Şa­yet onun da Îbrâhim (aleyhisselâm) gibi kesin bir yakîni varsa bunu yapsın; değilse dinini ve zühdünü yemeye ve bunlarla dünyayı avlamaya başlamaması için işi için çıksın.” demiştir.

Şeyh Muhyiddin el-Fütûhâtın “Cenâiz Bâbı”nda şöyle demiştir: “Bil ki müminin kalbinin rızık endişesi duyması, onun imanının aslına de­ğil, sadece kemâline zarar verir.Zira söz konusu endişe, Allah’ın kendisi­ni rızıklandırmayacağına dair O’nu töhmet altında bıraktığı için değildir. Bu, kaybetme korkusuyla, beşerî bir sabırsızlık ve hassasiyetin neticesi­dir. Kul, imanıyla Allah’ın kendisini rızıklandıracağını ve bir canlı olarak bunun gerekli olduğunu bilir; ancak Hak Teâlâ’nın kendisine ne zaman rızık vereceğini bilmez. Kendisine rızkını tamamlamadan ölmeyeceği bildirilmiştir. Dolayısıyla rızkı celbeden sebebi kaybettiği zaman duydu­ğu ızdırabın, bunun bitiş olduğu ve ecelinin gelmesinden dolayı ölüm korkusuyla mı yoksa Allah’ın ilminde henüz bitmediği ancak sebebin kesilmesinden dolayı, rızkın hâsıl olacağı vakti bilmemesinden mi oldu­ğunu bilmez. Dolayısıyla gerçekleşmiş olan açlıktan ya da eğer gerçekleş­mişse bunun devam edeceğinden mi korktuğu için ızdırap duymaktadır.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Bu insanlar te­vekkül iddiasında bulunabilir ve bütün çabasıyla çalışır. Birisi kendisini kınadığı zaman da “Çalışmam kendim için değil, çoluk çocuğum için­dir.” der. Bunun gibisinin öncelikle kazandığı her şeyi ailesine bırakmak 5 sûretiyle nefsini sınaması gerekir; bundan hiçbir şeyi kendi nefsi için saklamaması gerekir; daha sonra [kalbine] bakmalı ve şayet nefsinde bir ıztırab kokusu hissederse Allah’a tevekkül etmediğini ve yalancı bir iddia sahibi olduğunu bilmelidir. Zira topluluk, sebepleri işlevsiz bırakmadan rızık konusunda Allah’ın emrine uymaktan başka bir şeye çabalamamış10 tır ve himmetleri de sebeplere güvenmek değil, emre uymaktır.” En doğ­rusunu Allah bilir.

Böylece ulûhiyyet ve bağlı konularla ilgili mebhaslar bitti. Artık nübüv­vet ve risâlet mebhaslarına başlayalım; Allah’ın izniyle şöyle deriz:

YİRMİ DOKUZUNCU MEBHAS

Peygamberlerin Mûcizeleri, Bunlarla Sihir ve Hokkabazlık, Kehanet gibi Benzerleri Arasındaki Fark, Mûcizenin Mesîhü’dDeccâl gibi Yalancıların Elinde Meydana Gelmesinin İmkânsız Oluşu, Bu Konuda Sûfî Kelâmcılarla Diğerlerinin Görüşleri ve Bir Peygamber için Mucize Olan Bir Olayın Bir Veli için de Kerâmet Olmasının Caiz Oluşu Meselesinin Araştırılması Hakkındadır

Bil ki Hak Teâlâ, sadece insanlar, Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıksınlar diye peygamberler göndermiştir. Allah, peygamberleri sadece insanların akıllarıyla tenzih ve teşbih etmeleri arasında tereddüt ve hayret zamanında gönderilmişlerdir. Yüce Allah, insanlara kendisinin Al­lah tarafından onların şaşkınlıklarını giderecek bir mesajla gönderildiğini söyleyen bir şahsı göndermek sûretiyle insanlara iyilik etmiştir. İnsanlar bu durumu, kuvve-i müfekkire ile düşünmüşler ve bu işin mümkün ol­duğunu görmüşlerdir. Bu nedenle onu yalanmaya çalışmamışlar ve doğ­ruluğuna delâlet eden bir alamet görmemişlerdir, Beklemişler ve ona şöyle sormuşlardır: “Allah’tan seni gönderdiğine dair senin doğruluğunu ispatla­yacak bir işaret getirdin mi? Zira bizimle senin aranda bunun dışında bir fark yoktur. Onlara mûcizeleri göstermiştir ve insanların bir kısmı kendile­rine iman etmiş, bir kısmı da inkâr etmiştir. Böylece her bir peygamberin sadece kavmine karşı -başkasına değildelil getirmek için mûcize göster­diği bilinmektedir. Bütün mûcizeler, peygamberin peygamber olmasından dolayı, ümmetindeki müminlere kolaylık, kâfirlere de hüccet olması için peygamberin elinde gerçekleşir. Resûlullah’ın İsrâ kıssasını görmez misin? Bu gecenin sabahında insanların karşısına çıkıp ashabına gecede kendi­sine olup bitenleri ve Rabbi ile arasında meydana gelenleri anlattığında, insanların bir kısmı, zâhirde bir etkisini görmedikleri ve aksine ilâve bir yükümlülük getirdiği için nasıl da inkâr etmiştir!

Mûsâ’ya (aleyhisselâm) bak! Rabbinin huzurundan döndüğü zaman Allah, yü­züne iddiasında doğru olduğu kendisiyle anlaşılan bir nûr giydirdi. Bu nûrun şiddetinden onu gören herkes kör olurdu. Kendisini gören, yü­zünü üzerinde olan elbisesine sürer ve Allah, ona görme yetisini tekrar geri verirdi. Bu nedenle görenlere onu gördüklerinde eziyet vermeme­si için yüzünü örterdi (burka giyerdi). Şeyh 438. bâbda şöyle demiştir:

Şeyhimiz Ebû Ya zâ el-Mağribî, Mûsevî makama sahipti. Onun da bu kerâmeti vardı ve onu gören herkes kör olurdu. Onu görüp kör olanlar­dan biri de Şeyhimiz Ebû Medyen’di. Ona gittiği zaman Ebû Medyen, Ebû Ya‘zâ’nın elbisesini gözüne sürmüş ve Allah, ona görmesini geri ver­miştir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Ebû Ya‘zâ benim zamanımda idi. Ancak çok meşgul olduğum için kendisiyle bir araya gelemedim. Muhammedî evliyadan, Ebû Ya‘zâ ve başkalarının bilmediği, hâl, ilim ve ilâhi yakınlık açısından ondan daha büyük olanlar da vardı.” Şeyh şöyle demiştir: “Allah, kimin kerâmetini kalbinde kılarsa, onun eli ha­yırla dolar ve Hak Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ancak gözlerin dünyada görmediği kimse olur. Allah’ın kerâmetini âfakta ve harikuladelikte kıl­dığı kimse ise zarûrî olarak insanlar arasında meşhur olur ve bu nedenle fitneye düşmesinden korkulur.”

Yüce Allah’ın bütün peygamberlerini sadece kavimlerinin kendileri­ne uymaları için apaçık mûcizelerle desteklediğini öğrenmiş oldun. Zira herhangi bir burhan olmaksızın birbirlerine boyun eğmemeleri insanların özelliklerindendir. Sonraki mebhasta açıklanacağı gibi, usûlcülerin cum­huru mûcizeyi, muarızların bu harikuladeliğin benzerini getiremeyecek bir şekilde tahaddi anındaki harikulade durum olarak tarif etmişlerdir. Tahaddiden kastedilen, peygamberlik iddiasıdır. Ancak dikkat çektiği­miz gibi bundan kastedilen, tahaddinin hakiki anlamında olduğu gibi, benzerini getirmelerini istemek şeklindeki meydan okuma ile birlikte olması şart değildir. Peygamberlik iddiası yeterli görülmektedir. Kendisi hakkında söylenenlerin tamamı “Şayet peygamber isen bir mûcize getir.” şeklindedir. Yüce Allah da onun doğruluğuna delâlet eden ve tahaddi anında olduğu için açık beyân yerine geçen, bir mûcizeyi onun ellerinde izhâr etmektedir. Şeyh Kemaleddin b. Ebû Şerif şöyle demiştir: “Tahad­di, ‘el-Hida’dan tefe‘ul babındandır. Yani iddia sahibinin başka bir şahsı iddiası konusunda zora sokmasıdır.” “Tahaddi ile birlikte olması” şek­lindeki sözümüz, tahaddiden önce olan ve henüz peygamberlik görevini almadan önce peygamberde meydana gelen harikuladeliği hariç tutmak­tadır. Bu durum usûlü’d-dîn uleması tarafından ‘irhas’ olarak isimlendirilmektedir. Bu, duvarı tesis ettiği ve güneşin her gün doğması şeklin­deki alalede değil de harikulade olarak çıktığı zaman “duvarın temelini attı (^jl)” denildiği gibi, nübüvveti tesis ettiği için [böyle denilmiştir].

Aynı şekilde tahaddi olmaksızın meydan gelen evliyanın kerameti de hariç tutulmuştur. Aynı şekilde örfî birliktelik (mukarenet) olmadığı için son­radan meydana gelenler de hariçtir. Yine muaraza söz konusu olmadığı için, davet edilenlerde (mürselün ileyhim) meydana gelen sihir ve şa‘beze de hariç tutulmuştur. Dolayısıyla ‘harikuladelikten kastedilenin, ölünün diriltilmesi, dağın yok edilmesi ve suyun parmaklar arasından akması gibi, alışılagelen şeylerin aksine zuhur etmesi olduğu anlaşılmış oldu.

Soru: Ölüleri diriltme ve yağmur yağdırma gibi, ilahlık iddiasında bu­lunan Meshi’d-Deccâl’in elinde zuhur edenler hakkındaki görüş nedir? Onun da bunları uluhiyet iddiasında sadık olduğuna delil olarak getir­mesi, son derece büyük problemdir. Ayrıca bu, usûlcülerin mûcizenin ya­lancıların elinde meydana gelmeyeceğine dair nübüvvetle ilgili olarak ver­dikleri bilgiyi geçersiz kılan en büyük faktördür. Zira bu fitne ile onların belirttikleri bütün deliller iptal olur. Hem hangi fitne, kulların saadetini gerektiren delilleri iptal eden fitneden daha büyük olabilir!

Cevap: Deccâl’in elinde gerçekleşeceği söylenen hiçbir şey hakiki değil­dir. Bunların tamamı, peygamberlerin elinden gerçekleşen hakiki şeylerin aksine, aklı zayıf olanları yoldan çıkaracak hayalî şeylerden ibarettir. Bu nedenle [Peygamberimiz] (s.a.v), ümmeti için Mesihü’d-Deccâl’in fitne ve uygulamalarından [Allah’a] sığınmıştır. ‘Decl’, batılı hak sûretinde izhar etmek sûretiyle yanıltmaktır. Herkesin bakışı (basar), yanıltıcı şeyleri farkederek onu diğer şeylerden ayırmaya yetmez. Bu sadece peygamberler ve onların kamil varisleri için söz konusudur. Sağlıklı akıllar mûcizeyi gördük­lerinde, ilgili peygamberin getirdiğinin Rabbi katında hak olduğuna dair hiçbir şüpheleri kalmaz. Zayıf akıllar ise o peygamberin davetine icabet etmez ve ona iman etmezler. Bu nedenle Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envârda şöyle demiştir: “Biz, Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mûcizesini şart koşmayız. Zira mûcize mümkün kapsamının dışına çıkmaz. Kudret de sadece müm­künleri icâd etmeye taalluk eder. Peygamber mümkünü getirdiğinde kavmi, peygamberin tahaddi ile getirdiği bu mümkünün benzerini meydana getir­mek mümkün olduğu hâlde, o anda getirmekten âciz oldukları için, mûcize olmaktadır. Ayrıca mûcize talep edenlere baktığımızda, bunun imanın kendilerinde istikrar kazanmasını sağlamak için olduğunu görmekteyiz.

İmanlarının zayıf olmasından dolayı, icabet etmeleri mûcizeye bağlı kal­maktadır. Diğerleri ise bunun ortaya çıkmasına ihtiyaç duymamışlardır, imandaki nasipleri kuvvetli oldğundan dolayı, basit bir sebeple [mûcize] olmaksızın ilk anda Peygamberi’nin getirdiklerine iman etmişlerdir. Îman­dan nasibi olmayanlar ne mûcize ile ne de başka bir şeyle icabet etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kimi de saptırmak isterse onun da göğsü­nü göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkar.”[240]

Şam’daki bazı yahudiler birtakım beyitler yazarak bunları Şeyh Sadreddin el-Konevî’ye gönderdiler ve ondan cevap istediler; Şeyh de (rh.a) onla­ra cevap verdi. İlgili beyitler ve cevapları şöyledir:

Ey din âlimleri! Dininiz beni kınadı / En açık delille kovası şaşırdı[241]

İddia ettiğiniz gibi Rabbim küfrüme hükmetmişse / Nerede hilem, benden bunu istememişse

Hem beni davet etmiş hem de bensiz kapıyı kapatmış / Girecek yol var mı, çözün sorunumu

Sapıklığıma hükmedip kazaya razı olmamı istemiş / Şekavetim olan hükme mi razı olayım

Ey topluluk, verilen hükme razı isen / Rabbim uğursuz belalarıma razı olmaz

Efendimin razı olmadığı bir rızâm mı var / Şaşırdım, iyileştirecek delil getirin

Rabbimin meşîeti küfrümü istemişse / Ben meşîetine tâbi olmaya razıyım

O’nun hükmüne muhalif bir ihtiyarım var mıdır? / Allah aşkına illeti­mi delillerle giderin.

Şeyh şöyle cevap vermiştir:

Hakîm Rabbin kazasına sadık kaldın / Olan ve olabilen her şey meşîete uygun olarak

Bu, düşünerek tahkîk ettiğindedir / Davetten sonra kapıyı kapatmamıştır Zira hükmünün olduğu bilinen bir şeydir / Ona şartla muallak olan iş iledir

Mümkündür, gördüğün gibi akıl kaçınmaz / Olan şeylerden sonra baş­ka şeylerin olmasından

İçmekten sonra kanmak ve tokluk vardır / Her defasında yemekten sonra

Muallak olması bidat değildir / Hak olan ilâhın, yaratılmışların Rabbinin hükmünün

Sen küfre razı oldukça küfrüne / inadına rağmen hidâyet sebeplerini vererek

Reddettiğin sebeplerin kapsamındadır / Emn, iman ve şehadet lafzı

Sen uzun süre bir şey yemeyen gibisin / “Açlığıma hükmedildiyse açlı­ğımla ölürüm.” diyerek

Burada son buldu, cevabı değerlendir! Allah’ın bundan daha açık bir cevapla kendisine ihsan ettiği biri varsa bu bahiste ona sarılsın. Halku’l-efâl başlığında, bunun en problemli mesele olduğu belirtildi. Oraya bak. En doğrusunu Allah bilir.

Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) Sirâcül-Ukûl kitabında, şu şekilde kay­dedildiğini gördüm: “Bil ki peygamberlerin nübüvvetinin sübutu konu­sunda en güçlü kesin delili, Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan zâtın elinde, onun iddiasını destekleyecek şekilde hârikulâde (alışılagelmiş olanı yıkan) olarak yarattığı fiil olan mûcizelerdir. Bu fiil, Allah’ın onun iddiasını tasdik ederek “Sen, benim peygamberimsin.” demesi makamındadır. Bunun örneği şudur: Bir insanın, kendisine itaat edilen kralın hu­zurunda bir insan topluluğuna “Ey burada bulunanlar topluluğu; Ben, bu kralın elçisiyim. Bu sözümün doğruluğunun alâmeti, kralın yerinden kalkması ve başındaki tacı çıkarmasıdır.” demesi ve kralın da bu müddeinin iddiasının hemen ardından kalkarak tacı çıkarmasıdır. Bu fiil, onun “Evet, doğru söylüyorsun, sen benim elçimsin.” demesi makamında değil midir?” Şöyle demiştir. “Bunda (mûcize) üç şey gözetilmiştir: Hârikulâde fiil, bunun iddiayla birlikte olması ve karşı gelinmekten korunmuş olması. Zira şayet tacı başkasının sözü üzerine ya da bir müddet sonra çıkarsaydı bu, müddei için delil olmazdı. Bu üç durum bir bütün olarak, sözle tasdik edilmiş gibi, peygamberlik iddiasında bulunan şahsın iddiası için kesin bir delildir. Bu başka şeylerle ilgili bilginin, konuşmanın tanıklarından ve du­rumun karinelerinden hâsıl olması gibidir.

Soru: Mûcizenin peygamberlik iddiasıyla birlikte olması, onun doğ­ruluğunun delili olamaz. Zira onun iddiasıyla birlikte olmak ile söz ve fiil olarak başka bir şeyle birlikte olmak, aynı konumdadır.

Cevap: Allah’ın peygamberlerin doğruluğunu kullarına mûcize ile bil­dirmesi yöntemi, kendisinin ulûhiyyetini, bunu delâlet eden âyetlerle bil­dirmesi gibidir. Bu, bazen sözlü olarak bazen de fiilî olarak olur. Sözlü olarak tasdik, meleklere “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.”[242] şeklindeki sözü gibidir. Fiilen tasdik etme ise Hz. Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra, meleklere “Doğru söylüyorsanız bana bunların isimlerini söyleyin.”[243] demesi ve Hz. Muhammed’e Kur’ân’ı öğrettikten sonra “Bunun gibi bir sûre getirin.”[244] demesi gibidir. Melekler Hz. Âdem’e (aleyhisselâm) karşı gelmekten âciz oldukları gibi, Araplar da Kur’ân’ın [benzerini getirme] konusunda Hz. Muhammed’e karşı gelmekten âciz kalmışlardır. Orada isimler, pey­gamberlerin ilkinin doğruluğuna, burada ise Kur’ân, peygamberlerin so­nuncusunun doğruluğuna delâlet etmiştir. Dolayısıyla bu nitelik bağla­mında, insanlar için mûcize olmayan bir şeyle birlikte olanın aksine, iddi­ayla birlikte olmanın bir etkisinin olduğu ve delil teşkil ettiği doğrulanmış olur. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) sözleri burada son buldu.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Peygamberin peygamberliği birkaç şeyle bilinir. 1. Allah’a uymaya ve onun yasakladığı şeylerden kaçınmaya davet etmesidir. 2. İnsanları davet ettiği şeye muha­lefet etmemesi ve kendisinin peygamber olduğunu bilmesidir. 3. Allah’ın kendisi için zarûrî bir ilim yaratması ve bununla peygamber olduğunu bilmesidir. 4. Allah’ın kendisi için deliller ve kerametler ızhâr etmesi ve bunların Allah katından olduğuna, insanların benzerlerini yapmaktan âciz olduğuna dair zorunlu bilgi ifade etmesidir. 5. Allah’ın onun kalbinde ve göğsünde olanı haber vermesi ve peygamberin de onun sözünü zorunlu olarak anlamasıdır. Zira gaybı Allah’tan başkası bilmez.

Ey Kardeş, bil ki hârikulâde, birçok şekilde gerçekleşir. Burada kastetti­ğimiz Muhammedî şeriata tâbi olanların elinden gerçekleşen hârikulâdeliklerdir. Diğerleri sahibinin hissetmediği hile ve istidractır. Şeyh 186. bab’da, hârikulâdeliklerden bazılarının nefsânî yetenekle olduğunu, âlemdeki ci­simlerin nefsâni himmetlerden etkilendiğini ve Allah’ın bu şekilde onlarda bunu gerçekleştirdiğini kaydetmiştir. Bazen de tılsım ve benzerleri gibi bili­nen tabii hilelerle gerçekleşebilir, bunun türü (bâbı) âlimler indinde bilinir.

Bazen de astrologlar tarafından gök cisimleriyle harfleri birleştirerek sûretiyle düzenlenebilir. Bazen de zikreden kimsenin telaffuz ettiği isimlerle, gerçekte değil de bakan insanların gözünde hârikulâde olarak isimlendi­rilen olay gerçekleşebilir. Bunu uzattıktan sonra şöyle dedi: “Bunların ta­mamı Allah’ın yapmasıyla (ca‘l) mahlûkun kudreti kapsamındadır.” Ayrıca şöyle demiştir: “Hârikulâdelik kerâmet olarak ancak her harekette ve sü­kunda nefsini sadece şeriata boyun eğerek tabii arzularından uzak duran kimseler için gerçekleşir.” Yine “Hârikulâdelik sadece ilk seferinde olur, şayet tekrarlanırsa ikincisi adet olur ve hârikulâde olmaktan çıkar; gerçek­te sadece yeni durum hârikulâdedir. Hârikulâde olarak gerçekleşen olay­dan daha sonra tekrarlanan, onun aynısı değil, misli olur ve tekrarlanmaz. Tekrarlanırsa adet olur. Bu hakikat, insanlara kapalı gelmiştir. Öyle ki bu asırda bunu bilen hiç kimseyi görmedim. Şayet dediklerimi akledersen du­rumun mahiyeti hakkında dikkatini çektim. Yüce Allah, sürekli yaratıcı olduğuna göre, tekrarlanmak nerede!

Soru: İ‘câz kaç şekilde olur?

Cevap: Şeyh’in 187. bâbda dediği gibi iki şekilde olur: Birincisi, sarfe[245] edilmesinin (alıkonulmasının) mümkün olması ve bu konuda, kendileri için âdette mümkün olan bir şeyin, delil olarak getirilmesiyle davasının doğruluğunu iddia etmesidir. Buna göre sizin alıkonulduğunuz şeye karşı koymaya gücünüz yetmektedir. Ancak bu güce sahip olan herkes, bu an­da âciz kalmakta ve bu iddiadan önce güç yetirdiği şeyi getirmekten âciz kalmaktadır. Bu, kişi için alıkonulma açısından en faydalı olandır. İkincisi ise ölülerin diriltilmesi gibi hiçbir beşerin gücü kapsamında olmayan ve Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceği bir şeyi getirmesi şeklinde olur. Ancak bilgi yoluyla O’nun o anda diri ve aziz olduğuna vâsıl olmayı sadece aramızdaki keşif ehli elde edebilir. Hz. Mûsâ’nın asâsını yılan, sihirbazların asâlarını ise yılanlar olarak gördüğümüzde, çoğunluk yılanlar arasını tefrik edemez. Bu nedenle bu ilme vâsıl olmak çok yüce bir iştir.

Soru: Hz. Mûsâ’nın asâsının onların yaptıklarını yutmasından maksat nedir?

Cevap: Bundan kastedilen Şeyh’in el-Fütûhât’ ın 16. ve 40. bâblarda dediği gibi, Hz. Mûsâ’nın delili baskın geldiği zaman, insanlar yılanların ip olduğunu, asânın ise yılan olmadığını zannederlerken durumun sihirbaz­lar tarafından anlaşılmasıdır. Zira ipler ve asâ yok olmuştu ve yok olduğu takdirde Hz. Mûsâ’nın asâsı kendilerine karmaşık gelmişti. Dolayısıyla Hz. Mûsâ’nın asâsı konusunda kendilerinde meydana gelen şüphe de böyleydi. Bunun izahı şudur: Mûsâ’nın asâsı, sadece sihirbazların iplik ve asalarının sûretlerini yutmuştu. Böylece bunlar,insanlara yuttuklarının daha önce olduğu gibi iplik ve asâ olarak göründüler. Bu, hasmın hak ile hasmının hüccetini iptal etmesi ve bunun bâtıl oluşunun ortaya çıkması gibidir. Şa­yet yutmaktan maksat, bazı müfessirlerin sandığı gibi iplik ve asâların yok olması olsaydı sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın asâsı hakkında şüpheye düşerdi, durum kendilerine karışık gelirdi ve iman etmezlerdi. Buna dikkat et, ey kardeş! Yüce Allah “Onların uydurduklarını yuttu.”[246] buyurmaktadır. On­lar, gerçekte sihirleriyle asâ ve iplikleri dönüştürmediler. Sadece bakanların gözlerinde asâ ve ipliklerden yılan sûretleri uydurdular. Bazılarının san­dıklarına göre bunun anlamı, Mûsâ’nın getirdiğinin de sihirbazların getir­dikleri gibi olduğu, ancak onun sihrinin onların sihrinden daha kuvvetli olduğu şeklindedir.

Soru: Asâsı yılan şekline dönüştüğünde Hz. Mûsâ’nın bundan korkma­sının sebebi nedir?

Cevap: Hz. Mûsâ, sihirbazlara bunun kendisinin sihri olmadığını bil­dirmek için korkmuştur. Zira hiç kimse kendisinin yaptığı fiilden kork­maz; çünkü gerçekte bunun hakikat olmadığını bilir.

Soru: “Başkasına sihir yapan kâfirdir.” diyen kimse ne demek istemiştir?

Cevap: Sihrin içeriğinde küfür vardır. Zira kendisini sihir üzere belirle­yen kâfir ruhlar, İslâm dininden çıktığı zaman buna icabet ederler.

Soru: Sihir, neden “sihir” olarak isimlendirilmiştir?

Cevap: Zira karanlık ile aydınlığın birbirine karıştığı zaman olan se­her” den alınmıştır. O, sabahın aydınlığı karıştığı için gece değil, güneş doğmadığı için de gündüz değildir. -Hâ harfinin sükûnuylasihir olarak isimlendirilen şey de böyledir. Kesin olarak bâtıl olmadığı için yok olma­makta, zira göz, şüphe duymayacağı bir şey görmektedir. Bizzat varlığı söz konusu olabilecek salt bir hak da değildir. Gerçekte gözün müşâhede ettiği ve görenin sandığı gibi değildir. En doğrusunu Allah bilir.

Böylece her peygamberin mûcizesinin kendi kavmi içerisinde yaygın olan duruma göre olduğu anlaşılmış oldu. Hz. Mûsâ’nın, sihrin yaygın olduğu kavmine, sihri iptal edecek bir mûcize getirmesi, Hz. Îsâ’nın, kavmi arasında tıp yaygın olduğu için kör ve alacalıyı iyileştirmeyi getirmesi, Kureyş arasında fesahat ve belağatla övünmek yaygın olduğu için de Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin, fesahatiyle tüm beliğ ve fasihleri âciz bırakan Kur’ân’ı ge­tirmesi bunun gibidir.

Soru: Daha önce geçtiği gibi, mûcizenin bir fiil olmasını şart koştunuz. Daha sonra da Kur’ân’ın Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mûcizesi olduğunu iddia etti­niz. Oysa Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğu bilinmektedir. Ayrıca size göre kelâm, ilim ve kudret gibi zât sıfatlarından bir sıfattır. Şayet kelâm sıfatının mûcize olması mümkün ise ilim ve kudret sıfatlarının da mûcize olması mümkün olur.

Cevap: Ebû Tâhir el-Kazvini’nin (rh.a) dediği gibi, gerçekte âciz bıra­kan (mûciz) Yüce Allah’tır. Kudreti de aczi de yaratan O’dur. Hârikulâde fiil, hakikat değil de genişlik ve mecaz yöntemiyle mûcize olarak isimlen­dirilmiştir. Bu, gökte çakan şimşeğe bakan bir kimsenin “Allah Teâlâ’nın kudretine bakınız.” demesi gibidir. Oysa bu, O’nun kudretinin eserle­rindendir. Bu, aczin kudreti kapsamında bulunan bir şeyle ilgili olması dolayısıyladır. Örneğin ölüleri diriltmek beşerin kudreti kapsamında de­ğildir. Bu nedenle “Falan kimse ölüleri diriltmekten âcizdir.” denilemez. İnsan buna karşı kudretinin olmamasını hissedebilir ve kudretin bulun­maması da acziyet değildir. Mesela ilmin yokluğu, cehalet değildir. Zi­ra söz gelimi engel, bilgiyi ortadan kaldırır, ancak bilgi ile cehâletin her ikisi için şart olan hayatı kaybettiği için cahil değildir. Avam, kudretin olmamasını âcizlik olarak tabir eder ki bu vehim ve hayalden ibarettir. Zira âcizliğin, kudreti kapsamında bulunan şeyle birlikte olması gerekir.

Böylece onların Kur’ân mûcizedir” şeklindeki ifadelerinden kastettikle­rinin, bunun nazmının ve kolay anlaşılamayan bir sûrette ve şaşılacak bir üslupla telif edilmiş olmasının, Allah’ın fiili ve bunun, Allah’ın Resûlü’nün (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mûcizesi olduğu anlaşılmış oldu. Kasıtlarının Allah’ın zâtıyla kâim olan sıfatı olan kelâmının mûcize olduğu değildir. Yüce Allah, bütün in­sanları bunun mislini getirmekten âciz bırakmıştır. Bütün bunlar, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğunun delilidir. Kur’ân lafzı, Arapça’da hem okuma hem de okunan için kullanılır. Bu, Allah’ın “Mütekellim” ismiyle ilgili konu kap­samında belirttiğimiz gibidir. En doğrusunu Allah bilir.

Ayrıca bil ki âlimlerin cumhuru, peygamber için mûcize olan bir şeyin veli için kerâmet olmasının mümkün olduğunu söylemişlerdir. Mutezile ve Şeyh Ebû İshak el-İsferâyinî buna karşı çıkarak “Diğer hârikulâdeliklerden peygamber için mûcize olarak zuhûr eden herhangi birisinin mislinin veli için kerâmet olması câiz değildir. Kerâmetin son noktası duaya icabet etmek veya normalde içinde su bulunmayan bir vadiden suyun çıkması gi­bi hârikulâde olan bir olaydır.” demişlerdir. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın 187. bâbında şöyle demiştir: “Üstadın bu söylediği bize göre sahihtir. An­cak üstadın şart koşmadığı başka bir şartı da koşmaktayım ki o da şöyle demiştir: “Velinin söz konusu âciz bırakan şey ile ilgili peygamberi tasdik etmesi olmaksızın, mûcizenin veli için kerâmet olması câiz değildir. İlgili peygamberi tasdik etmek için câizdir. Veliler arasında müşâhede edildiği gibi, bu imkânsız değildir. Ancak bu durumda ilgili peygamberin meydan okuma (tahaddi) anında, özellikle bu vakitte ya da hayatta kaldığı müd­detçe meydana gelmesini enegellediğini söylemesi hariçtir. Bu durumda şart koştuğu söz konusu süre geçtikten sonra ilgili kerâmetin başkası için zuhûr etmesi câizdir. Ancak söz konusu peygamber, herhangi bir sınırla­mada bulunmaksızın mutlak olarak bunu söylemişse üstadın söylediğinin hiçbir anlamı yoktur.”

el-Yâfiî el-Yemenî (rh.a.) şöyle demiştir: “Onların, Peygamber için mûcize olması mümkün olan bir şeyle ilgili söyledikleri reddedilmez. Kerâmetin aksine, tahaddi gerekli olduğu için Kur’ân-ı azîm’in mislinin Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra başkası için gerçekleşmesi câiz değildir.” demiştir.

Soru: Mûcize ile kerâmet arasındaki fark nedir?

Cevap: Aralarındaki fark açıktır. Bu, davetine icabet etmek mûcizeye bağlı olduğu zaman, veliye ızhâr etmesi vâcip olmayan kerametin aksine, peygamberin bununla meydana okuması ve bunu ızhâr etmesinin de vâcip olmasıdır. Zira veli, kendisi için peygamberliği kesinleşen ve tâbi oldu­ğu peygamberin şeriatının hükmüne davet etmektedir. Dolayısıyla pey­gamberin aksine, davet ve yönteminin sıhhatine dair herhangi bir delile muhtaç değildir. el-Yâfiî (rh.a) şöyle derdi: “Zaruret, izin, kendi ihtiyar ve çabasının olmadığı bir hâlin galip gelmesi ya da bazı müridlerinin yakînini güçlendirmek için havada balı avuçlayıp müridlerinin önüne koyma gibi hâl dışında velinin kerâmetini gizlemesi vâciptir.” İmamlar, burada zikret­tiklerimizin dışında da mûcize ile kerâmeti birçok açıdan ayırmış ve bazıla­rı şöyle demişlerdir. “İkisi arasındaki farklardan bazıları şunlardır: Mûcize, peygamberin kastı ve meydan okuması anında, kerâmet ise velinin kastı olmaksızın meydana gelir. Bazıları ise kerâmetin de velinin kastı anında meydana gelmesinin câiz olduğunu, onlar arasındaki gerçek farkın mûcizenin meydan okumayla beraber meydana gelmesi, kerâmette ise velinin meydan okumasının söz konusu olmaması olduğunu söylemişlerdir. Başka birileri ise halkı Hakk’a götürmesi gibi bir maslahat ve nasihat söz konu­su olduğunda velinin de kerâmetiyle meydan okumasının câiz olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda onlar arasındaki gerçek fark, mûcizenin sade­ce davetten sonra olması ve sükûtla meydana gelenin mûcize olmaması, kerâmetin ise konuşmasıyla ve sükûtuyla her iki durumda da gerçekleşme­sidir. Bu kadar fark yeterlidir. Bunun hakikati şudur: Bir veli, hârikulâde bir fiille veli olduğunu iddia ettiğinde bu, peygamberin mûcizesine zarar vermez. Buna karşılık, şu anda böyle bir fiille kendisinin peygamber oldu­ğunu iddia ederse iddiasında yalan söylemiş olur. Yalancı ise Allah’ın velisi olamaz. Dolayısıyla peygamber ve velilerin elinden zuhûr eden bir şeyin onun elinde zuhûr etmesi doğru olmaz. Şeyh Ebû Tahir şöyle demiştir: “Bu, açık bir farktır. Âlimlerin “Mûcizeler, bulunduklarında doğru sözlü­lüğün alâmetidir. Bu nedenle veliler peygamberlik iddiasında bulundukları takdirde, onların elinde zuhûr etmez. Zira bu takdirde ortaya çıkacak olur­sa doğruluk yalana dönüşmüş olur ki bu, imkânsızdır.”

Soru: Bu, mûcize ile kerâmet arasındaki farktır. Mûcize ile sihir ve hok­kabazlık arasındaki fark nedir?

Cevap: Şeyh Ebû Tahir’in (rh.a) dediği gibi Mûcize ile sihir ve benzer­leri arasındaki fark, mûcizenin kendisi ya da eserinin peygamberden sonra da bir süre devam etmesidir. Sihir ise süratli bir şekilde son bulur. Mûcize ile hokkabazlık arasındaki fark ise peygamber, mûcizeyi şâhitlerin ve belde­nin ileri gelenlerinin huzunda izhâr eder; hokkabazlık ise çocuk, zayıf akıllı ve insanların cahil olanları katında revaçtadır.” el-Kazvînî[247] (rh.a) şöyle de­miştir: “İnsanlar, sihir ve eseri hakkında ihtilaf etmiştir ve şöyle denilmiş­tir: “Bununla sûretler değişebilir ve insan, köpek, timsah ya da eşek şek­linde dönüştürülebilir.” Şöyle demiştir: “Bu, avamın hurafeleri ve kadın­ların dedikodularıdır.” Ayrıca Sirâcül-Ukûl eserinde bunlara nizenciyyat ve kılfıtriyyâtı da ekleyerek sözü uzatmış ve şöyle demiştir: “Sihir, sözlükte bâtılı hak sûretinde göstermektir. Fecr-i kâzib için seher vakti denilmesi de bu kabildendir. Hokkabazlık (şa‘beze) ise ismi Şaban olan bir adama nisbet edilmiş ve sonradan Arapçalaştırılmıştır. Aslı, el altında eşyayı değiş­tirmektir. Bize göre sâbit ve vâki olması anlamında sihir, haktır. Mutezile, Râfızîler ve Dehrîler sihri inkâr etmişlerdir. Bunun doğruluğunun delili, selefi ve halefiyle ümmetlerin ve Hint, Rum ve Fars’tan bütün Ehl-i kita­bın icmâ etmiş olmasıdır. Kur’ân’ın âyetleri de bunu söylemektedir. Şeyh Muhyiddin 271. bâbda “Onlardan karı ile koca arasını açacak olan şeyi öğreniyorlardı.”[248] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, ülfet ve intizam yerine ayırmayı çirkin görmüş, fâilini de zemmetmiştir. Yüce Allah, bir araya gelmiş bütün birlikteliklerin ayrılığı için gizli olan bir ha­kikatinin bulunduğunu bildiği için, kullarına merhametinden dolayı, tala­kı meşru görmüştür. Böylelikle şeytana rağmen bütün fiilleri zemmedilen değil de övgüye layık olan fiiller olarak izne bağlı kalsın. Bununla beraber, Allah’ın en çok buğzettiği helâlin talak olduğu nakledilmiştir. Bu, yokluğa dönüş olmasından dolayıdır. Zira tabiatların bir araya gelmesiyle terkibin zorunluluğu ortaya çıkar; bir araya gelmenin yokluğu söz konusu olduğu zaman ise yokluk olur. Bu da ilâhi isimlerinin ilgili mertebedekiler hakkındaki etkiden atıl kalması demektir. Bunu çağrıştırdığı için, birleşmenin yokluğundan dolayı karı koca arasındaki ayrışmayı hoş görmemiştir.”

Soru: Mûcize ile kehanet arasındaki fark nedir?

Cevap: İkisi arasındaki fark, daha önce geçtiği gibi, mûcizenin Allah’ın peygamberi tasdik etme makamında bulunan ve tahaddiyle bir arada bu­lunan hârikulâde bir fiil olmasıdır. Kehanet ise kâhinin dilinden dökülen, bazen gerçeğe muvafık bazen de muhalif olan kelimelerdir. Ayrıca pey­gamber, yaratılış ve ahlâk itibariyle sadece kâmil olan kimselerden biridir; kâhinin ise aklı karışık, ahlâkı laf taşıyan biri olarak nâkıstır. Şayet keha­netiyle peygamber olduğunu iddia ederse böyle bir iddiada bulunan başka bir kâhinle de karşılaşabilir ve peygamberliğin aksine ikisi arasında hiçbir fark da yoktur. Oysa peygamber mûcize ile meydan okuduğu anda yalancı bir müddeiyle karşılaşsa ondan sadık peygamberinki gibi bir mûcize izhâr olması mümkün olmaz. Daha önce mûcizenin, Allah’ın sadık peygamberi tasdik etmesi olduğunu belirttik; yalancı kimseyi nasıl tasdik etsin? Allah, yalancıyı asla tasdik etmez. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Mûcize, nasıl yalancının elinde gerçekleşmemektedir?

Cevap: İnsanlar mûcizenin yalancının elinden gerçekleşmesinin im­kânsız olduğuna dair yeteri kadar söz söylemişlerdir. Bu, söz konusu im­kânsızlık hakkında icmâ gibdir.

Soru: Allah’ın insanları saptırma ve yoldan çıkarmasını câiz gördüğü­nüz hâlde, Allah’ın onları saptırmak ve yoldan çıkarmak için hârikulâdelikleri ellerinde meydana getirdiğini nasıl düşünüyorsunuz? Hâlbuki O’nun rubûbiyyeti sahasının insanları saptırma ve onlara hidayet vermeyi vâcip kılmaktan berî olduğu bilinmektedir.

Cevap: Kuşkusuz “Onunla çoğunu saptırır.”[249] ve “Allah zalimleri sap­tırır.”[250] gibi ve bunun dışındaki diğer âyetler gibi Kur’ân âyetlerinden dolayı saptırmasını câiz görmekteyiz. Biz, muhale yol açmamak kaydıyla bunu câiz görmekteyiz; muhale yol açan her şey muhaldir. Muhal de asla takdir edilmiş olamaz. Bu birkaç açıdandır: Bu, ya bilinenin aksine ger­çekleşir ya kendisinde delil ile medlûl çelişir ya delil ile medlûl birbirine karışır ya da bu, kudretin âciz bırakılması ve Hak Teâlâ’nın yalanlanma­sına yol açar. Bu dört husus da muhale götürür ve kudret buna taalluk etmez. Mûcizenin yalancının elinden meydana gelmesi de bu kabildendir.

Zira mûcize tahaddi ile birlikte meydana gelmektedir ve daha önce geçtiği gibi, Allah’ın, ilgili peygamber için “Doğru söyledin ve sen benim elçimsin.” demesi gibidir. Yalancının tasdik edilmesi ise zâtından ve kendinden dolayı imkânsızdır. Zira kendisine “Sen benim elçimsin.” denilen herkes peygamber olur ve yalancı olmaktan çıkar. Oysa bunun hem yalancı hem de sahiden peygamber olması muhaldir. En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh Ebû Tâhir, bazı imamların “Mûcizenin yalancının elinden mey­dana gelmesi, Allah’ın bunun makdûr olmaktan çıkmayacağını bilmesine binaen makdûr kapsamındadır. Bilinenin aksi ise makdûr değildir.” de­diklerini zikretmiş ve ayrıca bizim söylediğimiz “Her ne kadar makdûr ise de bu, ilmin cehâlete dönüşmemesi gibi, kesinlikle gerçekleşmez.” diyerek Siracül-Ukûl kitabında bunu uzatmıştır. Dilersen ona müracaat et. Netice olarak mûciz olmanın şartı, âdeti bozan olmasıdır. Zira mûtad fiil hem yalancı hem de sadık kimsede bulunabilir ve teklif anında olur. Kıyamette ortaya çıkacak olan göğün yarılması, güneşin dürülmesi gibi şeyler de âdeti bozan fiillerdir, ancak mûcize değildir. Zira ahiret, teklif yurdu değildir. Meydan okuma (tahaddi) ile birlikte olması ise, zaman zaman zelzele ve yıldırım gibi meydana gelen bazı olağanüstü olaylardan [ayırt etmek] için­dir. Ancak tahaddi ile birlikte olmadığı için mûcize değildir. Yine imtihan şeklinde olması gerekir. Zira bir insana Kur’ân’dan bir sûre dinletilse sonra da kendilerine tebliğ ulaşmayan uzak bir kabileye gitse ve onlara bunu haber verse bu, mûcize olmaz. En doğrusunu noksanlıklardan münezzeh ve yüce olan Allah bilir. Bu mebhası iyi değerlendir; o, çok nefistir. En doğrusunu Allah bilir.

OTUZUNCU MEBHAS

Peygamberlerin Gönderildiği Her Dönemde Peygamber

Gönderilmesinin Hikmeti Hakkındadır

Bil ki bu mebhasın aslı, Allah’ın “Biz, peygamber göndermedikçe kim­seye azap etmeyiz”[251] mealindeki âyetidir. Peygamber gönderildikten sonra ebedi şekâvet ve azabı hak eden kimsenin dışında hiç kimse inat etmez. Şeyh Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir: “Bil ki Allah’ın bu dünyada belirle­diği, yani noksanlıklardan münezzeh ve Yüce Rabb’ın takdir ettiği bütün sınırlar, sadece iki kısımdır: biri hikmetli siyaset diye isimlendirilen kısım, diğeri ise şeriat diye isimlendirilen kısımdır. Her ikisi de bu dünyada bulu­nan mümkün varlıkların maslahat üzere kalmaları ve fesattan korunmasını temin etmek için gelmiştir.

Birinci kısmın yöntemi ilkâdır ve bizdeki ilham mesabesindedir. Bu, söz konusu zamanda şeriat bulunmadığı içindir. Yüce Allah, insanların bü­yüklerinin nefsine hikmet ilkâ eder, onlar da sınırlar belirler; her yöre, ik­lim ve şehir için, o yörenin tabiatının gerektirdiği şekilde kurallar koyarlar. Bunlarla insanların malları, canları, şeref ve onurları, çoluk-çocuk, akraba ve nesilleri korunur. Bunu “namus/nevâmis” olarak isimlendirmelerinin sebebi, hayra sebep olmasıdır. Zira namus, ıstılâhta casusun zıddı olarak hayır getiren demektir. Bunlar, akıl sahiplerinin dünyanın iyiliği, düzen ve irtibatını sağlamak için, farkına varmadan Allah’tan aldıkları ilhamla koydukları hikmetli kurallardır.”

367. bâbda ise “Bil ki konulan yasaların ve otoritenin belirlediği kanunlar, fetret zamanlarında kullanılır. Bu, Yüce Allah’ın onların kullanımıyla âlemin düzenini bir arada toplaması içindir.” Şöyle demiştir: “Allah’ın bu bağlamda haram kıldığı her şey, ‘Allah iyilerin ecrini zayi etmez.’[252] kapsamındadır.” Ayrıca, “Ancak kanun ve yasaların kullanılması, eğer bunlar şeriata uygun değilse şeriat döneminde uygun değildir. Çünkü bütün hâkimlere, peygam­berinin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeriatini aşması haramdır. Yüce Allah, ‘Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.’ buyurmuştur.”[253] demiştir.

339. bâbda ise şöyle demiştir: Bil ki şeriat, ilâhi ve indirilmiş olan şeriat ile bu şeriatın kaybolması anında ümmet bir uyarıcıdan boş/eksik kalmasın diye kullanılan hükmî, siyasî şeriat olmak üzere ikidir. Siyasetini, ümmet hakkında maslahatın bâki kalması için gerçekleştirir. Bunun ilâhi ya da siyasî olması arasında hiçbir fark yoktur.”

Soru: Bu yasaları koyan kimsenin, bunların Allah’a yaklaştırdığına dair bir bilgisi var mıdır, yok mudur?

Cevap: Onların, daha sonra diriliş, haşir, neşir, mîzan, hesap, sırat, cen­net, cehennem ve genel olarak âhiret hâlleriyle ilgili bir bilgileri olmadığı gibi, bununla ilgili bir bilgisi de söz konusu değildir. Çünkü bunun varlığı da yokluğu da mümkündür ve iki mümkünden birine dair bir delilleri de yoktur. Aksine kendilerinin uydurdukları bir ruhbaniyet söz konusudur. Bu nedenle filozofların kuralları, her zamanda başka bir şey için değil sade­ce bu dünyadaki maslahatların sürekli olarak korunması üzerine bina edil­miştir. Onların bilgilerinin nihaî noktası, onların kendi kendilerine Allah Teâlâ’nın tevhidi ve O’nun yüceliğine yaraşan büyüklük, yücelik, misli ve benzerinin olmaması gibi ilâhi ilimlerde yalnız olmaları ve insanları bu an­lamda doğru düşünceye teşvik etmeleridir. Onların bu konudaki uğraşları kıymetlidir. Bunu bilince cesetlerin sûretlerinin öldüklerinde parçaların­dan hiçbir şeyin eksilmediğini gördüklerinde nefislerinin hakikatini araş­tırmaya koyulmuşlardır. Böylece bu cisimde idrak eden ve hareket ettiren unsurun zâit olan başka bir şey olduğunu öğrenmişlerdir. Bu zâit olan olan unsuru araştırmışlar ve nefislerini ve başkasının değil sadece akıllarının kendileri için tanımladığı şeyleri öğrenmişlerdir. Bu da âlemle ilgili bilgi­nin ispatı ve nefyi konusunda tenzih, teşbih ve hayret konusunda tereddüt etmelerini beraberinde getirmiştir. Bundan dolayı peygamberlerin gönde­rilmesiyle ilgili zikredilenleri kaydetmişlerdir. Şeyh 339. bâbda bu konuyu uzun uzadıya anlatmıştır. Oraya bakabilirsin. En doğrusunu Allah bilir.

İkinci kısım ise hakiki “şeriat” olarak isimlendirilmiştir. Bu, mûcize mebhasında geçtiği gibi, aklın kabul etmek ve iman etmekten başka herhangi bir dahli olmayan diğer hükümlerle ilgili olarak sadık ve masduk olan peygamberin dilinden gelen şeylerdir. Zira şayet akıllar, saâdetleriyle ilgili şeylerle meşgul olurlarsa peygamberlerin varlığı abes olur. Kesin olarak bilinmektedir ki insan said ise saâdetinin sebeplerini, şakî ise şekavetinin sebeplerini de bilmediği gibi zorunlu olarak nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmemektedir. Bu, onun Allah’ın kendisi hakkındaki ilmini, kendisinden neyi murad ettiğini ve kendisini niçin yarattığını bilmemesinden dolayıdır. O, bu konuda zorunlu olarak ilâhi bilgilendir­meye (târif) muhtaçtır. Şayet peygamber gönderilmeseydi taat ile mâsiyet arasındaki farkı ayırt etmezdik ve kimse her iki kabza (hidâyet/saadet ve dalâlet/şekâvet) ehlinden olanı diğerinden ayırt etmezdi. Böylece peygam­ber göndermenin, Allah’ın kullarına karşı delil getirmesi olduğu, saâdete erenin saâdete, şekavete düşenin de şekavetinin ilâhi taksimle olduğu ve “Sana sadece tebliğ etmek düşer.”[254] ve “Sen sevdiğini hidâyete erdire­mezsin.”[255] mealindeki âyetlerde belirtildiği gibi, peygamberlerin (aleyhisselâm) bu konuda herhangi bir eserinin bulunmadığı anlaşılmış oldu. Aynı şekilde saptırma konusunda da İblis’in herhangi bir etkisi yoktur. O, sadece insana Allah’ın takdir etiğini yapma konusunda vesvese verir. Gelecekte cehen­nemde hitab ederek şöyle diyecektir: “Benim sizin üzerinizde bir otoritem söz konusu değildi. Sadece sizi davet ettim, siz de icabet ettiniz. Beni değil, kendi kendinizi kınayınız.”[256] Burası, yalancıların tasdik edildiği mekândır. Aynı şekilde söz gelimi peygamber ümmetine bir şeyi yapmalarını emret­tiğinde onların lisan-ı hâli şöyle der: “Allah’ın bizim için taksim ettiğini mi yapıyoruz taksim etmediğini mi?” Peygamber, “Sizin kısmetiniz olanı yapın.” diyemez. “Hak Teâlâ’nın fiilini bize kısmet yaptığı vakitte mi yoksa öncesinde mi yapalım?” dediklerinde Peygamber, onlara “Sizin kendisin­de yapmanız kısmetiniz olan vakitte yapınız. Ancak ilâhi emrin otoritesi, nefislerinizin murad ettiği vakitte değil, bunu şer‘en sizin için öngörülen vakitte yapmanıza yöneliktir.” der. İşte burada delilleri çürür.

Soru: Denildiği gibi insan ve cinlerde olduğu gibi, hayvanların da ken­dilerinden olan peygamberleri var mıdır?

Cevap: Hayvanların kendilerinden olan peygamberleri yoktur. Bu, in­san ve cinlere hastır. Mâlikîler “Canlılardan olan her cinsin kendilerinden olan peygamberleri vardır.” diyenin küfrüne hükmetmişlerdir.

Soru: “Her ümmetin içinde bir uyarıcı vardır.”[257] ve “Onlar da sizin gibi topluluklardır (ümmet).”[258] âyetleri hakkında ne dersiniz?

Cevap: Bu genellik, insan ve cine mahsustur. Köpeklerin de ümmet­lerden bir ümmetinin olduğu nakledilmiştir. Karınca ve fareler içinde aynı şey söz konusudur. Ancak onların da bir uyarıcısı olduğuna dair kesin bir delilimiz yoktur. Hata etmekten sakın!

Soru: Ümmet hakkında teklif hükmü ne zaman kesilir?

Cevap: Cennetlik ve cehennemlikler hakkında teklif, ölümle birlikte kesilir. Ancak a‘râf ehli hakkında, kıyamet günü secdeye kapanıncaya ka­dar kesilmez. Bu secde de onların terazilerine eklenir ve bununla cennete girerler. Şayet onların teklifleri bu vakte kadar devam etmeseydi bu secde, onlara fayda vermezdi ve bununla terazileri de ağır basmazdı.

Soru: Ruhun teklifinin bulunduğu ilk vakit ne zamandır?

Cevap: O, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[259] denildiği günden itiba­ren mükelleftir. Şayet o günde teklif ve fiili mevcut olmasaydı, ne kendisine hitap edilirdi ne de buna icabet ederdi. Hadiste belirtildiğine göre kıyamet günü kendilerine gönderilen peygamberin diliyle, çocuk, deli ve fetret ehline teklif yöneltilecektir. Bu peygamberin o günde onlara gönderilişi, peygam­berin dünyada gönderilmesi yerine geçer. Ona itaat eden kurtulur ve cennete girer; ona isyan eden ve emrine muhalefet eden ise helâk olur ve cehenneme girer. Böylelikle Allah’ın kullarına olan adâleti, kendilerine hüccet gösteril­dikten sonra gerçekleşmiş olur. En doğrusunu Allah bilir.

Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Sirâcul-Ukûl kitabının 35. bâbında şu hikâye­nin yer aldığını gördüm: “Bil ki Yüce Allah, bütün kâinatı, kevnden hiçbir iz, mükevvenden de hiçbir haber yokken lütuf ve keremiyle yaratmıştır. Sonra Allah, onları lütfuyle yarattıktan sonra onları gözyaşı döker bir şe­kilde başıboş ve dinî-dünyevî işlerinde maslahatlarından habersiz olarak terk etmemiştir. Celîl olan Allah, onlara gelmekten ve onlara inmekten münezzeh olduğu, kelamı yüz yüze gelerek onların işiteceği harf ve seslerle olmadığı için onlara, kelâmını kullarına işittirmek için kendilerinden müj­deci ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Bazı şairler bu mânayı terennüm ederek şöyle demişlerdir:

O nunla karşılaşmamız zorlaştığında / Ve tartışma artıp öncelik gerektiğinde

Peygamber olan bir adamla gayrete geldim / Ve verdiğim kalemin dili seni kurtardı

Yüce Allah, “Peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir hüc­cetlerinin olmaması için müjdeci ve uyarıcı peygamberler”[260] buyurmuş­tur. Yüce Allah’ın bize olan lütuflarından biri de bizi lütfuyla yoktan var ettiği gibi, bize peygamberler göndermesidir. Zira O, hiçbir şeyi kesinlikle yapmak zorunda değildir.

Soru: Peygamberliğin hakikati nedir?

Cevap: Allah’ın, bir şahsa “Sen peygamberimsin ve seni kendim için seçtim.” şeklindeki hitabıdır. Önceki mebhasta geçtiği gibi Yüce Allah, me­sajını nasıl göndereceğini en doğru bilendir.

Soru: Nübüvvet kesbî midir, vehbî midir?

Cevap: Bazı ahmakların zannettiği gibi peygamberlik, ibadet ve riyazetle ulaşabilecek, kesbî bir mertebe değildir. Yüce Allah, “Peygamberleri, onlara ‘Biz de sadece sizin gibi insanlarız. Ancak Allah kullarından dilediklerine lütufta bulunur.’[261] demişlerdir.” şeklinde peygamberlerden bahsetmektedir ve O, peygamberlerin “Rabbimi tenzih ederim, ben peygamber bir beşerden başkası değilim.”[262] demelerini emretmiştir. Mu‘tezile ve onlara tâbi olanla­rın, nübüvvetin aklen lütuf cihetiyle vâcip olduğuna dair iddialarının aksi­ne, daha önce geçtiği gibi nübüvvet, salt Allah’ın lütfudur. Hak olan onun aklen câiz, tevâtüren ve naklen ise vâcip olduğu, müşâhede ile de netice­lendiği şeklindedir. O, Allah’ın lütfu, rahmeti, mülk ve melekût âlemleri­ni, dilediğini dilediği gibi emirleri ve nehiyleriyle yönetmesidir. Buna göre nübüvvet, Allah’ın melek vasıtasıyla da olsa ona hitap etmesiyle bir şahsı seç­mesine bağlı bir sıfattır. Dolayısıyla peygamber olan söz konusu şahsın nef­sine bağlı olmadığı için o, “Nübüvveti zâtından dolayı haketti.” denilemez. Şayet böyle olsaydı o, uyku ve gafletle iptal omadığı gibi ölümle de iptal ol­mazdı. Birisi “Nübüvvet, ‘nebee’den alınmadır ve bu da haber anlamındadır.

Dolayısıyla o da Allah’tan haber vermektedir; ölen birisi ise haber vermez.” derse ona, “Nikâhının hükmünde olduğu gibi nübüvvetin hükmü de ölü olsun diri olsun onda devam etmektedir.” deriz. Bir hadiste “Dünyadaki eşlerim ahirette de eşlerimdir.” başka birinde ise “Peygamberler kabirle­rinde diridirler ve namaz kılmaktadırlar.” buyurmuştur. Mâlikîler ve daha başkaları, nübüvvetin kesbî olduğunu iddia edenin küfrüne hükmetmiş­lerdir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Yüce Allah, melekleri peygamber olarak gönderseydi ve onlar da melek kılığında Hakk’a ve kendilerine icabet etmeye davet etselerdi kâfirler “Bizden olan bir insana mı tâbi olalım.”[263] demezlerdi.

Cevap: Bu soru Mekkeli kâfirler tarafından sunulmuş ve Yüce Allah da “De ki ‘Eğer yeryüzünde (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsay­dı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.”[264] ve “Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (sûretinde) yapardık ve onları yine içinde bulundukları karmaşaya düşürmüş olurduk.”[265] âyet­leriyle cevap vermiştir. Bunun anlamı, peygamberlik imtihan ve sınamadır. Olmadan önce olacak olan şeyi bilen Yüce Allah, haset hastalarının bu pey­gambere itaat edip etmeyeceklerine bakar. Bu, hasedin aynı cinsten olanlar arasında olması ve melek ile insan arasında hasedin söz konusu olmaması sebebiyledir. Bu nedenle Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aksi­ne kendileriyle melek arasında haset söz konusu olmadığı için kendilerine bir melek gönderilmesini talep etmişlerdir. Yine insanların geneli, onlar­dan ilâhi kelâmı almak şöyle dursun, melekleri âyanları ve sûretlerindeki sıfatlarıyla görmeye bile takat getiremez. Dolayısıyla her cins, hemcinsiyle yakınlık kurar. Ayrıca bir insanın, bir kanadını yaymakla doğu ve batıyı kapatan bir meleğin sûretinden korkmasında şaşılacak bir durum yoktur. Bize Allah’ın, Hind yükseklerinde ve Çin’in uzak ada ve beldelerinde, bir kısım acayip insanlar yarattığı ve bunlar bizden birini görse derhal yüzle­ri üzerine yıkılarak öleceği, bizden birisi onlardan birisinin sûretini görse onun korkusuyla ödünün patlayacağı ulaştı. Yine el-Kasru’l-Meşîd’de bir yaratık vardır ki bizden birisi onu görse atışır ve kuvvetinden dolayı derhal ölür. Bir insanı yalçın bir dağa bağlamış ve ona “Bak, biz seni yakaladık.” demişlerdir. Onlara bakmış, ipleri kırmış ve adım adım onlara yaklaşmıştır.

Vahyin başlangıcıyla ilgili hadis meşhurdur: Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kuvveti ve gücüne rağmen Hira’da ilk defa meleği yerle gök arasında bir kürsü üze­rinde oturmuş ve korkunç bir sesi olduğu vaziyette gördüğü zaman içini korku kaplamış ve dağdan inerek Hatice’nin evine gelmiş, “Beni örtün.” demiştir. Bundan dolayı şayet Allah, kullarına melekleri peygamber ola­rak gönderseydi muhakkak ki ondan kaçarlar, sözünü dinlemeye güçleri yetiremez ve belki de onun heybetinden korkarak bayılıp ölürlerdi. Yüce Allah “Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı.”[266] buyurmuştur. Yani onun heybetinden o hâlde derhal ölürlerdi. Böylece peygamberin kendilerine gönderilenler cinsinden olmasının faydasının, aynı cinsten olmaları sebebiyle kendisiyle yakınlık kurarak ondan kelâmı alma imkânı olduğunu açıkça görmüş ol­dun. Yüce Allah’ın “O, ümmîlere, içlerinden bir peygamber gönderendir”[267] ve “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.”[268] âyetleri de bu kabildendir.

Soru: “Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getir­dikçe, kibirlenmediniz mi?”[269] âyeti neyi kastetmektedir? Peygamberlerin getirdiği her şey her vecihten mi nefsin hevasına uymaz yoksa bir kısmı onun hevasına uygun mudur?

Cevap: Şeyh Muhyiddin 298. bâbda şöyle demiştir: “Şeriat bize sadece tabiata uygun olanı getirir. Meşakkat ve külfetin insana nereden geldiğini bilmiyoruz.” Bunun izahı şudur: İnsanın yaratılıştaki tabiî sıfatları değiş­mez. Bunlar, bu dünya hayatında onun zâtî sıfatlarıdır. Özel olan karışımlar ise korkaklık, cimrilik, tamahkârlık, haset, tekebbür, hata ve galip gelme is­teği gibi duygulardan ayrı düşünülemez. Yüce Allah, ezelî ilmiyle bunların değişmeyeceğini bildiği için, bunlar için birtakım sarf yerleri belirlemiş ve meşrû hüküm olarak oraya sarfedilmelerini emretmiştir. Şayet nefis, bu sarf yerlerine tâbi olursa saâdete ulaşır ve yüksek makamlara nâil olur. Kendisine dünya ve ahirette hiçbir zarar vermeyecek olan haramları işlemekten, dinin­de noksanlık meydana getirecek bir şey yapmaktan, malını Allah rızası için infak eden ve samimi olarak ilim talep edene haset etmekten kaçınması gibi.

Yine hayra hırslı olması, Allah’ın emrine karşı büyüklük taslayana karşı onurlu ve büyüklük tavrına girmesi, Allah’ın emrettiği yerde ağır söz ve fiilde bulunması, Hakk’a yönelen ve onu destekleyen kimsenin galip gel­mesini ve düşmanını kahretmesini talep etmesi de bu kabildendir. Böylece nefsin sıfatlarının aslında değişmediğini, bu sıfatların kendisine, melek­lerine ve peygamberlerine hamd etmesi için Hak Teâlâ’nın teşvik ettiği yerlerde kullanıldığını gördün. Bunun açıklaması şudur: Yüce Allah, ku­luna tabiatının gerektirdiği bir şeyi bir bütün olarak yasaklamaz, sadece bir kısmını yasaklar. İnsanları helâk eden, onlara sadece acıyı ve çirkinliği veren garezlerinin baskınlığıdır. Şayet garezlerini, yaratıcılarının kendileri için istediği ve seçtiği yerlere sarfederlerse rahatlarlar. Şeyh, bu mevzuyu uzatmıştır.

Soru: “Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediklerini nûruna erdirir.”[270] âye­tinde kastedilen şeriat nuruyla beraber akıl nûru mudur, başka bir şey mi­dir?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi bu iki nûrdan kastedilen, şe­riat nûruyla birlikte tevfîk nuru ve hidâyet nûrudur. Şayet bu iki nûr bir araya gelmezse mükellefin hâli kemâle ermez. Zira bir tek nûr, tek başına ışık vermez. Şu var ki şeriat nûrunun, peygamberlerin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gönderildiği anda güneşin nûru gibi zuhûr ettiğinden şüphe yoktur. Ancak yarasanın gündüzün ışığında hiçbir şey görmemesi gibi amâ da bunu görmez. Bu nedenle Allah’ın basiretini körleştirdiği kimse, bu nûru göremediği için iman etmez. Şayet basiret nûru mevcut, ancak şeriat nûru zuhûr etmemişse basiret nûrunun sahibi, nereye gideceğini ve nasıl gideceğini bilmez. Zira bu, meçhul bir yoldur ve onda ne olduğu ve nerede sonlanacağı bilinmez. Böylece bu yolda yürüyen kimsenin, şayet ışığını hevalardan korumazsa fırtınalı rüzgârlar geleceği ve onu söndürerek ışığını götüreceği bilinmiş oldu. Fırtınalıdan (şiddetli) kastımız, onun tevhid nûru ve imanında etkili olan her şeydir. Şayet hafif bir rüzgâr eserse dili ve ışığı (kandil) eğilir. Yani ışık yolunu kaybettirir. Bu rüzgâr, şeriatın fürûunda hevalara tâbi olmak gibidir. Bunlar, insanın tekfir edilemeyeceği, imanına ve tevhid inancına zarar vermeyen günahlardır.

Soru: Peygamberlere muhalefet eden kimseye azap edilmesi için pey­gamberliğinin onun yanında sabit olması şart mıdır?

Cevap: Şeyh’in 376. bâbda dediği gibi evet, o anda peygamberliğinin sabit olması şarttır. Zira ancak bununla onun emrine tâbi olmak ve nehiylerinden kaçınmak mümkün olur.

Soru: Peygamberliğin sabit olmasının şekli nedir?

Cevap: Açık delilin kendisine gönderilen bütün şahıslara getirilmesidir. Bunun tevatür vasıtasıyla ya da nûrun kalbe doğmasıyla olması fark etmez. Kendinde kapalılık olan veya bazı insanların mânalarını kavrayamama ve delâletinin yönünü bilmeme ihtimali bulunan nice âyetler vardır. Peygam­berliğin sıhhatine delâlet eden delilin, apaçık bir şekilde delil getirilen her­kese açık olması gerekir. Ancak böylece delil getirenin peygamber olduğu kesinleşir. Kendisine açıklandığı ve ikna edildiği zaman, onun hesaba çekil­mesi söz konusu olur. Bu nedenle Yüce Allah, “Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.”[271] buyurmuş, “bir şahıs göndermedikçe” dememiştir. Zira da­ha önce belirtildiği gibi, gönderilenin peygamberliği, tevcih edilen indinde sabit olması gerekmektedir. Bu âyette ümmet için büyük bir rahmet vardır. Zira insanların fıtratları, farklı bakış açılarına yol açan farklı tabiattadır. Yüce Allah, kullarından dilediklerine rahmet kapısını açmak için bunu yapmıştır.

Soru: Kulu, amel etmesi gereken şeylerden, Allah’a davet eden şeyleri işitip de amel etmekten men eden sebep nedir? Bunun hükmü de Allah’ın kendisine lütufta bulunduğu ve kendisini affettiğini işitmeyenin hükmü gibi midir? Yoksa bilip de amel etmeyen ve Allah’ın bundan dolayı adâletinin gereği olarak cezalandırdığı kimsenin hükmü gibi midir? Yüce Allah “İşittik deyip de dinlemeyenler gibi olmayın.”[272] buyurmuştur. Yani onlar, gerçekte bunu işittiler ve anladılar. Zira kendi dillerindeydi. Sonra “Dinle­mediler.” buyurmuştur. Yani onların hükmü, işittikleri hâlde dinlemeyen­lerin hükmüdür.

Cevap: Hâllerin karineleri, işittiği hâlde işittikleriyle amel etmeyenin akıbetine tanıklık eder. Ancak Allah’ın rahmetinin genişliğini ve Allah’ın diledikleri dışında, bunun bütün muvahhidlerin günahlarını aştığı bildik­leri hâlde muvahhidler için nefsü’l-emrde henüz imkânlar tükenmiş değil­dir. Hak Teâlâ, bize “Gerçekte dinlemedikleri hâlde ‘İşittik’ diyenlerin” ce­zalandırılıp cezalandırılmayacaklarına dair hükmünü bize bildirmemiştir.

Soru: Peygamberin muhatabına olan daveti, öncelikle ısrarla mıdır, ıs­rar olmadan mıdır?

Cevap: Allah’a davetçi olmanın şartlarından biri de davet ettiği kim­senin iç dünyasına da nüfuz etmesidir. Şayet davet edilende icabet etme imkânı varsa ısrarla bunu yapar, değilse sadece kendisine özel delil getire­rek ısrar etmeden bunu yapar. Bu nedenle peygamberler sadece müşriklere tevhidi emretmek için gönderilmişlerdir. Bu anlamda Şeyh Muhyiddin elFütûhât’ın 72. bâbının sonlarında şöyle demiştir: “Zira onlar, Allah’a en uzak olan insanlardır. Bu nedenle doğru yola girmeleri için onlara tevhidi emretmek için gönderilmişlerdir. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) orada bunların şeytan olduğunu zikrettiği hâlde, Kâbe’ye kurbanlıklar sunmasının sırrı da budur. Böylelikle dünyadaki akıl erbabı, bununla onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) makamının, uzak duran kimseleri Allah’ın huzurundan reddetmek olduğunu bilsin. İçlerin­de gizledikleri konusunda müşriklerin ileri gelenlerinin dikkatini çekmek için devenin en yüksek yeri olan hörgücünün sağ tarafını kesmeyi (safha) şiar edindi. Aynı şekilde ‘safha’, ‘safh’dan türetilmiştir. Bu, Allah’a yakın­laşmayı istediklerinde bu sıfata sahip olanın onu kesmesi gerektiğini haber vermektir. Onun boynundaki nalınlarını, devede bulunan büyüklenmenin ve bedeninde bulunan şeytanca özelliklerin zevâline işaret kılmıştır. Zira sadece alçaklık ve zillet ehli olanlar nallarla vurulurlar. Bu konumda bulu­nan kimselerde izhâr edecekleri bir büyüklenme kalmaz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), bir defasında da şeytanlıktan temiz bir canlı olan koyunu hediye olarak kesmiştir. Bu da muvahhidlerin tevhid makamlarında yükselmeye yaklaş­tıklarının işaretidir.” Böylece peygamberlerin gönderilmesinin hikmetinin, uzak duranları Allah’ın huzurundan kovmak, ehil olanların da derecelerine yükseltmek olduğunu anladın. En doğrusunu Allah bilir.

Sonuç: Peygamber Gönderilmesinin Sonuçları Hakkındadır

Bil ki bunun sonuçlarından biri, biri melek diğeri şeytan olmak üzere iki yoldaşın bulunmasıdır. Fetret ehlinden olan kimselerin yoldaşı yoktur. Aksine o, tabiatının hükmüyle tasarrufta bulunur. Zira onun alın yazı­sı özellikle Rabbinin elindedir. Bu zamanda yaşayan kimse için istenilen tek şey, muvahhid olarak yaşayıp sırat-ı müstakim üzere olmasıdır. Ancak peygamberin gönderildiği bir ümmet içerisinde bulunan ya da böyle bir ümmet içinde yaratılan kimse, şeriat bulunduğu için, doğum zamanından itibaren iki yoldaş onu ilzam eder.

Soru: Yeni doğan çocuk ergenlik çağına kadar mükellef değildir. Neden mükellef olmadığı hâlde, bu iki yoldaş ona arkadaşlık etmektedir?

Cevap: Yüce Allah, bu iki yoldaşı sadece onun kendisi için belirleme­miştir. Aksine bu, ya onun anne-babasını terbiye etmek için ya şeytanî olan yoldaşın aldattığı kimsenin ağlaması ya da onun elinde oynaması ve anne-babasının hoşlanmadığı bir şey yapması gibi şeyler içindir. Mükellef olmayan çocuğun bu hareketi, başkasını etkileyerek onun Allah’ın fiil ve takdirinden hoşlanmayarak sıkıntı yaşaması ve terk etmesine sebep olur ve bundan dolayı günah kazanır. Dolayısıyla şeytanın çocukla arkadaşlığı, kendisi için değildir. Çünkü onun, ergenliğe ulaşıncaya kadar nefsî ve rabbanî hiçbir hareketi yoktur.

Soru: Çocuk, şeriatın olmadığı bir zamanda ise onun hareketinin nefsî olduğu söylenebilir mi yoksa söylenmez mi?

Cevap: Çocuk, şeriatın olmadığı bir ümmetin içindeyse doğduğu andan itibaren bütün hareketleri nefsîdir. Ancak kendisine peygamber gönderilmeden ölürse ya da kendisiyle ibadet edeceği ilâhi bir dine yani Allah tarafından meşrû kılınan veya kılınmayan bir dine girerse o zaman kendisine iki yoldaş eşlik eder. Zira akıl tek başına ibadetleri belirleyemez.

Soru: Aklın idrak ettiği tabiatla sevilen örfte mutad olan güzel ahlakın hükmü nedir?

Cevap: Bunun gibilerine Allah’tan kesin bir hükümle hükmedilmez. Zira akıl, ölümden sonra ahiret, cennet, cehennem ve haşri idrak etmez. Bedenini idare edenin kim olduğunu da bilmez. Mûcizeler başlığında geç­tiği gibi, bunları ancak Şâri‘in Allah azze ve celle’den haber vermesiyle id­rak edebilir.

Soru: İnsan ve cinlere özel olan bu yoldaşlar, sadece teklif yurdun­da mı onlara ve daha başkalarına eşlik eder yoksa cennette de devam ederler mi?

Cevap: İnsan ve cinlere özel olan bu yoldaşlar, sadece teklif yurdundadırlar. İnsan ve cinlerden başka bütün yaratıklar, Allah’ı tâzim ve O’nu hamd ile tesbih etme fıtratına sahiptirler ve O’nun emirlerine isyan etmez­ler. İnsan ve cinlerin bedenlerinin azaları da böyledir. Ancak bu azaların 5 tesbihleri, kurbet ve daha büyük makamları elde etmek için değildir. Aksi­ne onlar, dâhilî ve hâricî nefeslerle titreşirler. Bu, cin ve insanların cennette ve cehennemde tesbih etmesi gibidir. Bu yükümlü olunan ibadet türünden değildir ve teklif zamanı sona erdiğinden ibadetin yerine de geçmez., Yara­tılmışlardan her biri burada tesbih ve tahmid açısından adetleri üzere bili10 nen bir makamdadır. Burada herbir kişinin hakikatlerini gerekiren tabiatı olur. Teklif burada kalkar ve farklı farklı şekillerde bulunurlar. Dolayısıyla söz konusu yoldaşlar, kaydedecek bir şey bulamazlar. En doğrusunu Allah bilir.

Birinci cilt sona erdi, bunu 31. mebhasla başlayan ikinci cilt takip  edecektir.



[1]       Şûrâ, 42/10.

[2]       İsrâ, 17/110

[3]       En‘âm, 6/102.

[4]       Tâhâ, 20/14.

[5]       Mâide, 5/117.

[6]       Hicr, 15/9.

[7]       Mâide, 5/118.

[8]       Ra‘d, 13/33.

[9]       Zümer, 38/3.

[10]     Tevbe, 9/40.

[11]     Bakara, 2/255.

[12]     Ankebût, 29/45.

[13]     Zâriyât, 51/50.

[14]     Kâdı Ebû Bekr el-Bakıllânî (ö. 403 / 1013)

[15]     İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085) ve İmâm Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210)

[16]     Bakara, 2/15.

[17]     Âl-i Îmrân, 3/54.

[18]     Nisâ, 4/142.

[19]     Tevbe, 9/67.

[20]     A‘râf, 7/170.

[21]     Mülk, 67/2.

[22]     A‘râf, 7/180.

[23]     A‘râf, 7/180.

[24]     Talâk, 65/12.

[25]     Cinn, 72/28.

[26]     Tâhâ, 20/7.

[27]     Mü’min, 40/19.

[28]     Mülk, 67/14.

[29]     Muhammed, 47/31.

[30]     Hadîd, 57/25.

[31]     Muhammed, 47/31.

[32]     Muhammed, 47/31.

[33]     Nisâ, 4/136.

[34]     Muhammed, 47/31.

[35]     Muhammed, 47/31.

[36]     Muhammed, 47/31.

[37]     Mü’min, 40/15.

[38]     Muhammed, 47/31.

[39]     Nahl, 16/118.

[40]     En‘âm, 6/101.

[41]     Talâk, 65/12.

[42]     Bakara, 2/20.

[43]     Tavır (etvâr): Ibnü’l-Arabî düşüncesinde varlığın dönüşme ve kemale erme sürecinde geçirdiği aşamaları ifade eden bir tâbirdir.

[44]     Ferd (Efrad), Ibnü’l-Arabî ve diğer tasavvuf müelliflerinin Ricâlü’l-gayb sistemi içerisinde yer alan belirli bir topluluk için kullandıkları bir tâbirdir.

[45]     Bakara, 2/255.

[46]     Hûd, 11/107.

[47]     İnsân, 76/30.

[48]     Yâsîn, 36/82.

[49]     İbrâhîm, 14/19.

[50]     Fussilet, 41/5.

[51]     Fussilet, 41/5.

[52]     Mutaffifîn, 83/14.

[53]     Nâziât, 79/37-41.

[54]     Nisâ, 4/116.

[55]     Rûm, 30/41.

[56]     Şûrâ, 40/30.

[57]     Burûc, 84/21-22.

[58]     Tekvîr, 81/19.

[59]     Şuarâ, 26/193-194.

[60]     Zuhrûf, 43/3.

[61]     Zuhrûf, 43/19.

[62]     Nahl, 16/44.

[63]     Metinde hataen “Ahmed b. Davud” şeklinde geçmektedir.

[64]     Enbiyâ, 21/2.

[65]     Tekvîr, 81/19.

[66]     Tevbe, 9/6.

[67]     Nûr, 24/39.

[68]     Münâzele, karşılıklı iniş anlamındadır. Allah ile kul arasında gerçekleşen iniş ve yükselişten bahseder.

[69]     Suyu, semirten ve içene yarayan cennet pınarı.

[70]     Tevbe, 9/6.

[71]     Nisâ, 4/164.

[72]     Buhârî, “Rikâk”,23.

[73]     Nahl, 16/98.

[74]     Tevbe, 9/40.

[75]     Mü’min, 40/36.

[76]     Âl-i îmrân, 3/81.

[77]     Bakara, 2/14.

[78]     Bakara, 2/14.

[79]     Tâhâ, 20/5.

[80]     Burada istivâ, egemenlik anlamındadır.

[81]     Kâf, 50/16.

[82]     Müslim, “Salât”, 15.

[83]     Zümer, 39/75: “Meleklerin de rablerine hamd ile yüceliğini dile getirerek arşın çevresini kuşattıklarını

.. .. .. » görürsün.

[84]     Tâhâ, 20/5.

[85]     Tâhâ, 20/5.

[86]      Kasas, 28/14.

[87]      Fetih, 48/29.

[88]     A‘râf, 7/54.

[89]     Yûnus, 10/3.

[90]     Tâhâ, 20/4-5.

[91]      Furkân, 25/59.

[92]     Secde, 32/4.

[93]      Hadîd, 57/4.

[94]     Zümer, 39/9.

[95]     Mü’minûn, 23/28.

[96]     Zuhrûf, 43/13.

[97]      Hûd, 11/44.

[98]      Bakara, 2/29.

[99]      Hicr, 15/29.

[100]    Şems, 91/7.

[101]    Şûrâ, 42/11.

[102]   Tâhâ, 20/5.

[103]    Furkân, 25/59.

[104]   Tâhâ, 20/4-5.

[105]   Tâhâ, 20/5.

[106]    Furkân, 25/59.

[107]    Furkân, 25/59.

[108]   Tâhâ, 20/5.

[109]    Rahmân, 55/27.

[110]   Tâhâ, 20/39.

[111]    Fetih, 48/10.

[112]   Bakara, 2/285.

[113]   Mâide, 5/66.

[114]   Şûrâ, 41/11.

[115]   Şûrâ, 41/11.

[116]    Bakara, 2/115.

[117]    Îbrâhîm, 14/4.

[118]    Sâd, 38/75.

[119]   Necm, 53/89.

[120]    Şûrâ, 41/11.

[121]    Ra‘d, 13/39.

[122]    Kâf, 50/29.

[123]    En‘âm, 6/2.

[124]    Bakara, 2/75.

[125]   Yâsîn, 36/71.

[126]   Yâsîn, 36/41.

[127]   A‘râf, 7/172.

[128]    Hucurât, 49/13.

[129]    Hucurât, 49/13.

[130]    Hucurât, 49/13.

[131]    Hucurât, 49/13.

[132]    “Cevâmi‘u’l-kelîm ve faslü’l-hitâb” tabiri, Kur’ân-ı Kerim ve zaman zaman Hz. Peygamber için kullanılmaktadır. Bunun birinci kısmı (cevâmi‘u’l-kelîm) az sözle çok anlam ifade etmeyi, ikinci kısmı (faslü’l-hitâb) ise anlaşılır ve açık seçik bir şekilde hitap etmeyi ifade etmektedir.

[133]    Meryem, 19/3.

[134]   Âl-i Îmrân, 3/6.

[135]    Kıyâme, 75/22-23.

[136]    En‘âm, 6/103.

[137]    Hz. Peygamber’in bütün bedeninin nûr olduğu ve buna bağlı olarak ön cihetten gördüğü gibi, arka cihetten de gördüğüne dair doğrulanması mümkün olmayan rivayet ve yorumlara göndermede bulunulmaktadır.

[138]    En‘âm, 6/103.

[139]    Mutaffifîn, 83/15.

[140]   A‘râf, 7/143.

[141]    Nisâ, 4/153.

[142]   Yâsîn, 36/4.

[143]    En‘âm, 6/103.

[144]   A‘râf, 7/143.

[145]    Kelimenin okunuşu ve harekeleri hakkında bilgi vermektedir.

[146]    Nahl, 16/74.

[147]    Şûrâ, 42/11.

[148]    Îhlâs, 112/4.

[149]    Nûr, 24/35.

[150]    Ra‘d, 13/17.

[151]   Yûnus, 10/24.

[152]    Nûr, 24/35.

[153]    Bakara, 2/115.

[154]    Tâhâ, 20/110.

[155]    Hûd, 11/17.

[156]   A‘râf, 7/143.

[157]   A‘râf, 7/143.

[158]   A‘râf, 7/143.

[159]   A‘râf, 7/143.

[160]   A‘râf, 7/143.

[161]   A‘râf, 7/143.

[162]   A‘râf, 7/143.

[163]    Mü’min, 40/57.

[164]    Bakara, 2/74.

[165]    Rahmân, 55/19-20.

[166]   Vakıâ, 56/85.

[167]    En‘âm, 6/103.

[168]    En‘âm, 6/103.

[169]   Metinde geçen ylkfl Kur’ândaki kullanımına (Yâsîn, 36/19) uygun olarak “Uğursuzluk” olarak tercüme edildi. Ancak ileride görüleceği gibi, bu bir kanatlı ve bir melek şeklinde yorumlanmıştır. Etimolojik olarak “kanatlı” veya “uçan” anlamındadır.

[170]   Yâsîn, 36/19.

[171]   Mürselât, 77/20.

[172]    Îsrâ, 17/84.

[173]    En‘âm, 6/9.

[174]   A‘râf, 7/27.

[175]   Ahkâf, 46/29.

[176]    Rahmân, 55/56.

[177]    Cinn, 72/7.

[178]    Kehf, 18/50.

[179]    Haşr, 59/16.

[180]   Mâide, 5/29.

[181]    Lokmân, 31/13.

[182]    En‘âm, 6/82.

[183]    Saffât, 37/96.

[184]   Mâide, 5/116.

[185]   Nahl, 16/36.

[186]   Muhammed, 47/31.

[187]    Saff, 61/3.

[188]    Saff, 61/4.

[189]    Kehf, 18/29.

[190]    Kehf, 18/29.

[191]    Saffât, 37/96.

[192]    Kehf, 16/23-24.

[193]    Saffât, 37/96.

[194]   Burada Hz. Peygamber’e mağarada arkadaşlık eden Hz. Ebûbekir’in Kur’ân’da “İkinin ikincisi” şeklinde işaret edilmesine atıfta bulunulmaktadır. Söz konusu âyet meâlen şöyledir: “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Tevbe, 9/40.

[195]   Nahl, 16/9.

[196]   A‘râf, 7/54.

[197]   Nahl, 16/9.

[198]    İlgili âyet için bkz. Âl-i Îmrân, 3/200.

[199]   Talâk, 65/7.

[200]    Enfâl, 8/17.

[201]    Enfâl, 8/17.

[202]    Fâtiha, 1/5.

[203]    Rûm, 30/4.

[204]   Tevbe, 9/6.

[205]   Nisâ, 4/80.

[206]   Mâide, 5/99.

[207]   Nisâ, 4/79.

[208]    Şuarâ, 26/80.

[209]    Enbiyâ, 21/83.

[210]    Kehf, 18/82.

[211]    Kehf, 18/81.

[212]   Necm, 53/3.

[213]   Ahzâb, 33/56.

[214]    Fâtır, 35/40.

[215]    Ebû Bişr (Ebû Osmân, Ebu’l-Hasan, Ebu’l-Hüseyn) Sîbeveyh Amr b. Osmân b. Kanber el-Hârisî.

[216]    Muhammed, 47/31.

[217]    Enbiyâ, 21/23.

[218]    En‘âm, 6/149.

[219]    En‘âm, 6/18.

[220]    En‘âm, 6/149.

[221]   Yûnus, 10/44.

[222]    Bakara, 2/286.

[223]    Kasas, 28 /56.

[224]    Îbrâhim, 14/22: “O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın.”

[225]    Nahl, 16/118.

[226] Kur’ân’da cehennem anlamında kullanılan bir kelime. Bk. Müddesir, 74/26.

[227] Keşf kapılarının açılması kastedilmektedir.

[228]    Hûd, 11/45.

[229]    Hicr, 15/85.

[230]   Zâriyât, 51/56.

[231]    Hûd, 11/119.

[232]    Bu lafızlarla, rivayetin muteber bir kaynağı tespit edilememiştir.

[233]    Hûd, 11/6.

[234]    Carullah Ebu’l-Kasım Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî

[235]    Hûd, 11/6.

[236]    bk. Nahl, 16/66.

[237]    Hûd, 11/86.

[238]   Tâhâ, 20/131.

[239]    Enbiyâ, 21/83.

[240]    En‘âm, 6/125.

[241]    Kuyudan su çıkaran kova (delv), mecaz olarak ilimden sonuç çıkarma için kullanılmıştır.

[242]    Bakara, 2/30.

[243]    Bakara, 2/31.

[244]    Bakara, 2/23.

[245]    Burada “Sarfe”nazariyesi olarak meşhur olan ve Mu‘tezile tarafından mucize açıklama bağlamında kullanılan teoriye işaret edilmektedir. Buna göre Arap edipleri aslında Kur’ân’ın benzeri bir metin ortaya koyabilecek donanıma sahip oldukları halde Yüce Allah bu imkânı ellerinden almış ve onları Kur’ân’ın benzerini ortaya koymaktan âciz kalmışlardır. Geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Sarfe”, DİA, XXXVI, 140-141.

[246]    Tâhâ, 20/69.

[247]    el-Kazvînî, Ebû Tâhir’in nisbesidir.

[248]    Bakara, 2/102.

[249]    Bakara, 2/26.

[250]    Îbrâhîm, 13/27.

[251]    Isrâ, 17/15.

[252]    Tevbe, 9/120.

[253]    Mâide, 5/47.

[254]    Şûrâ, 2/48.

[255]    Kasas, 28/56.

[256]    İbrâhîm, 14/22.

[257]    Fâtır, 35/24.

[258]    En‘âm, 6/38.

[259]   A‘râf, 7/172.

[260]   Nisâ, 4/165.

[261]    Îbrâhîm, 14/11.

[262]    Îsrâ, 17/93.

[263]    Kamer, 54/24.

[264]    îsrâ, 17/95.

[265]    En‘âm, 6/9.

[266]    En‘âm, 6/8.

[267]    Cum‘a, 62/2.

[268]    İbrâhîm, 14/4.

[269]    Bakara, 2/87.

[270]   Nûr, 24/35.

[271]    İsrâ, 17/15.

[272]    Enfâl, 8/21.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to