İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ
(İNCELEME ÇEVİRİ METİN)
ABDÜLVEHHÂB
EŞ-ŞA‘RÂNÎ
(ö. 1565)
Çeviren
Mahmut
Çınar
İçindekiler
EL-YEVÂKÎT VE’L-CEVÂHİR
GİRİŞ
1. ŞA‘RÂNÎ ÖNCESİ
DÖNEMDE MISIR’DA İLMÎ, FİKRÎ, DİNÎ VE TASAVVUFÎ HAYAT
2. ŞA‘RÂNÎ
DÖNEMİNDE MISIR’DA DİNÎ VE
TASAVVUFÎ HAYAT
2. 1. Şa‘rânî’nin Yaşadığı Çevre,
Düşünce Dünyası ve Etkilendiği Şahsiyetler
2. 2. Şa‘rânî’nin Dinî
İlimlerdeki Yeri
2. 3. Şa‘rânî’nin Kelâm İlmine
İlgisi
2. 4. Şa‘rânî’nin Tasavvufa
İlgisi
DEĞERLENDİRME
TERCÜMEDE İZLENEN YÖNTEM
KAYNAKLAR
[MUKADDİME]
Rahman Rahîm olan Allah’ın
adıyla...
Şeyh’in Kötü İnançlardan Berî
Olan Akidesinin Özeti Hakkındadır
BİRİNCİ FASIL
Kısaca Şeyh Muhyiddin’in Durumu
Hakkındadır
İKİNCİ FASIL
ÜÇÜNCÜ FASIL
Tarikat Ehlinin Başkalarına
Muğlak Gelen İbareler
Kullanmalarında Ma‘zûr
Olduklarının Beyânı Hakkındadır
DÖRDÜNCÜ FASIL
Kelâm İlminde Derinleşmek
İsteyenler İçin Gerekli Olan Kaide ve Kurallar Hakkındadır
BİRİNCİ MEBHAS
Allah’ın Bir, Yegâne, Mülkünde
Yalnız Olduğu ve Ortağının
Bulunmadığı Hakkındadır
İKİNCİ MEBHAS
Âlemin Hudûsu Hakkındadır
Sonuç
ÜÇÜNCÜ MEBHAS
Bütün Kulların Gücü Nispetinde
Allah’ı Bilmelerinin Vâcip
Olduğu Hakkındadır
DÖRDÜNCÜ MEBHAS
beşinci mebhas
Netice
ALTINCI MEBHAS
Netice:
yedinci mebhas
SEKİZİNCİ MEBHAS
Netice
DOKUZUNCU MEBHAS
Allah’ın Ma‘kule Benzer
Olmadığına ve Akılların O’na Delâlet Etmediğine İnanmanın Vâcip Olduğu
Hakkındadır
ONUNCU MEBHAS
1.
ŞA‘RÂNÎ ÖNCESİ
DÖNEMDE MISIR’DA İLMÎ, FİKRÎ, DİNÎ VE TASAVVUFÎ HAYAT
Mısır
denilince antik kalıntıları, kültürel zenginlikleri ve bugüne kadar gelen
tarihî canlılığı gibi birçok yönüyle ön plana çıkan ve Fâtımîler döneminde
kurulan Kahire akla gelir.[1]
Nil deltasında kurulmuş olan bu şehirde Firavunlar döneminden kalan piramitler,
tarihî derinliğinin sembolü olarak dimdik ayakta durmaktadır. Daha sonraları
çevresinde kurulan Cîze, Fustat, el-Asker gibi şehirlerin de birleşmesiyle
meydana gelen Kahire, bugün dünyanın sayılı büyük kentleri arasında yer
almaktadır.
Tarih
boyunca Mısır, müslümanlar açısından hep önem taşımış, Kur’ân’da adı geçen
peygamberlerden Hz. Yûsuf’un hayat serüveninin geçtiği önemli merkezlerden
biri olarak hafızalarda yer almıştır. Onun neslinden gelen Hz. Mûsâ ve Hz.
Hârûn Peygamberler döneminde Firavun’a karşı verilen mücadeleye tanıklık ettiği
gibi Hz. Ömer döneminde Amr b. Âs komutasındaki ordu tarafından fethedilerek
İslâm coğrafyasına katılan Mısır, İslâm tarihinin sonraki dönemlerinde de
önemli olay ve gelişmelerin en canlı coğrafyalarından biri olmuştur.
Mısırlıların Hz. Osman’a karşı kıyamı, Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı
İmparatorluğuna başkaldırışı, bağımsızlık sonrası iç çekişmeler ve idamlar
bunlardan birkaçıdır.
Amr
b. Âs’ın bugünkü Kahire’nin sınırları içerisinde kalan Fustat garnizon şehrini
kurmasıyla, İskenderiye’den sonra hükümet merkezi hâline gelen Kahire; hicrî
VIII, IX ve X. yüzyıllarda nüfusu birkaç milyona ulaşmış bulunan dünyanın
ender büyük şehirlerinden biridir. Âlim, edip, sanatkâr gibi çeşitli sınıflara
mensup şahsiyetler burada oturmakta idi. Aynı zamanda halife ve vezirler başta
olmak üzere siyasî şahsiyetler de burada ikamet ediyorlardı. Söz konusu dönemde
bu şehir, caddeleri, çarşıları, eğitim kurumları gibi çeşitli alt ve üst yapı
unsurlarıyla tam mâmur bir hâlde idi. Batıda Roma ne idiyse doğuda da Kahire o
olmuştur.[2]
İki yüz yıllık (359-567/969-1171) bir süre Mısır’a hâkim olan Fâtımî
Devleti’nden sonra burada kısa bir süre Eyyûbîler de hüküm sürmüştür. Daha
sonra nispeten serbest düşünceyi ön plana çıkaran Memlûk iktidarı burada üç yüz
yıla (648-923/1250-1517) yakın bir süre boyunca hâkimiyet kurmuş, bu dönemde
tasavvuf düşüncesi kadar diğer İslâmî ilimlerde de hayli gelişmeler
kaydedilmiştir.
Mısır,
sahâbe döneminden itibaren ilmî ve fikrî canlılığa beşiklik eden önemli
merkezlerden biridir. İlk dönemlerde sahâbe ve tâbiîn yolundan giden
Mısırlılar için Mısır fatihinin oğlu Abdullah b. Amr’ın (ö. 65/684-85) dinî
hayatta önemli bir yeri vardır. Daha sonraları tabiînden Leys b. Sa’d’ı (ö.
175/791) takip eden Mısırlılar arasında yaygınlık kazanan ilk mezhep hiç
şüphesiz Mâlikîliktir. Arkasından İmâm Şafiî’nin (ö. 204/820) Mısır’a giderek
orada kaldığı süre zarfında birçok talebe yetiştirmesiyle, Şâfiîlik de burada
yaygınlık kazanmaya başladı. Bilindiği gibi İmâm Şâfiî Mısır’a gittikten sonra
bir kısım görüşleri değişmiş ve literatürde bunlardan “el-kavlü’l-cedîd” olarak
bahsedilir olmuştur. Hanefîlik ise başta kadılar olmak üzere, daha çok resmî erkân
tarafından temsil edilen bir mezhep olmuştur. İmâm Şâfîî’nin önde gelen
talebelerinden İsmâil b. Yahyâ el-Müzenî (ö. 264/878) ve daha sonraları
Zekeriyyâ el-Ensârî (ö. 916/1510), Şihâb erRemlî (ö. 957/1550) ve Şemseddin
el-Hâtib Şirbinî (ö. 977/1570) bölgenin önemli Şâfiî fakihlerinden sadece
birkaçıdır.
Mısır’da
tarih boyunca diğer İslâmî disiplinler çerçevesinde de önemli çalışmalar ortaya
konulmuştur. Ahmed b. Ali en-Nesâî (ö. 303/915), İbn Hacer el-Askalânî (ö.
852/1449), Celâleddin es-Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler hadis alanında;
Tâceddin es-Sübkî (ö. 771/1370), Celâleddin el-Mahallî (ö. 840/1436),
Kemâleddin İbn Ebû Şerîf (ö. 906/1500) gibi âlimler ise tefsir ve kelâm
alanında öne çıkmış şahsiyetler arasında kabul edilmektedir.
VII/XIII.
yüzyılda Mısır’ın Memlûk egemenliğine geçmesiyle burada tasavvufî hayat giderek
yaygınlık kazanmış, diğer dinî kurumlara paralel olarak, hatta zaman zaman
daha da güçlü bir şekilde sosyal hayatın vazgeçilmez unsuru hâline gelmiştir.
Kahire’nin birçok etnik ve kültürel unsuru barındıran toplum yapısı bunu
beslemiş, Memlûklerin tasavvuf ve kurumlarına verdiği önem bu disiplinin daha
da gelişmesine ortam sağlamıştır. Memlûklerin karmaşık etnik yapısı çok
sesliliğe ve çoğulculuğa kapı aralamaya yetmiştir.
Moğol
saldırılarından kaçan birçok âlimin Mısır’a gelerek buraya yerleşmesi, ilmî
açıdan bir zenginlik ve çok seslilik kazandırmıştı. Ancak asıl hareketliliğin
Memlûkler dönemi boyunca tasavvuf ve tarikatlar alanında yaşandığı
görülmektedir. Hicrî VII. yüzyıldan itibaren Kahire’de tasavvuf gelişerek
yayılmaya başladı. Endülüs ve Mağrib’den buraya gelen sûfîlerin buralarda
hüsn-i kabul görmeleri bu yayılmada etkili oldu. Ayrıca Haçlılarla ve
Moğollarla yapılan savaşlar bu yayılmaya tesir eden hususlardandır. Memlûklerin
orduda önemli görevlere gelmesiyle bu durum daha da önem kazandı. Halkın
tasavvuf sayesinde Allah ile kurduğu yakın alâka ve bundan aldığı lezzet,
onların acılarını bir ölçüde hafifletiyordu.[3]
İbnü’l-Arabî’nin
Mısır’a gelmesinden sonra burada tartışmaya açık sûfî söylemleri yayılmış ve
bunlar her geçen gün artarak devam edebilmiştir. Bununla beraber
İbnü’l-Arabî’den çok daha önce dinin sınırları içinde kalan tasavvufa aykırı
birtakım söylemlerin, hicrî III. yüzyıldan itibaren Mısır’a girdiği de bilinmektedir.
İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) Mısır’da velîlerin makam ve hâlleri ile ilgili
olarak ilk kez alışılmadık ifadeleri kullanan kişinin Zünnûn el-Mısrî (ö.
245/859) olduğunu belirtmektedir.[4]
Ancak Mısır’ın reisi, Mâlikî mezhebine mensup olan Abdullah b. el-Hakem’in
karşı koymaları ve fukahânın onu zındık olarak ilân etmesi, tasavvufun
sınırlarını zorlayan bu söyleminin etkisini azaltmıştır. Bununla beraber
Mısır’da aykırı söylemleri kabul etmeye yatkın toplumsal bir yapının varlığı
kuşku götürmez. İşte Mısır’ın bu söylemi kabul etmeye müsait olan toplumu,
gizemliliğe kapı aralayan İbnü’l-Arabî’yle bağlantılı ve tartışmaya açık bu
ifadeleri, günlük hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak benimsemiştir. Bununla
beraber zaman zaman din âlimleri tarafından tenkitler de yapılmıştır. Bunlar
arasında özellikle Takiyyüddin İbn Teymiyye’nin (ö. 728/1328) oldukça katı
tenkitleri önemlidir. Bu süreç Memlûk Sultanı Kalavun’un saltanatı döneminde
(m. 1279-1290) kendisini Moğol saldırılarına karşı savaşmaya ikna etmek
amacıyla, öncekilerin düşünceleriyle zıt kutupta yer alan İbn Teymiyye’nin
Mısır’a gelmesiyle başladı. Burada bulunduğu süre içerisinde hurafe ve bidat
olduğu gerekçesiyle, sûfîlere ait bir kısım görüş ve faaliyetlere karşı çıktı.
Bir süre sonra döndüğü Şam’da görüşlerinden dolayı muhakeme edilen Şeyhülislâm
İbn Teymiyye, tekrar; fakat bu sefer sürgün edilerek Mısır’a döndü. Burada da
düşüncelerinden dolayı muhakeme edilerek farklı zamanlarda Kahire Kalesi’nde
hapsedilen İbn Teymiyye ancak yedi yıl sonra Şam’a dönebildi. Mısır’da
geçirdiği süre zarfında başta sûfîler olmak üzere çeşitli çevrelere karşı
tenkitlerini aşırı sayılabilecek bir sertlikte sürdürdü.[5]
İbn
Teymiyye’nin burada kaldığı süre içerisinde sûfîlere yönelttiği eleştiriler
daha sonraları artarak devam etmiş, bir taraftan da bu eleştirilere, karşı
eleştirilerle cevap verilmiştir. Yaptığı eleştirilerden dolayı, hayatında
onunla mücadeleye giren iki önemli şahsiyet vardır. Bunlardan biri Mısır’ın
Mâlikî kâdılkudâtı Takıyyüddin el-Ahnaî’dir. Nitekim İbn Teymiyye, Kitâbür-Redale’l-Ahnaî
isimli eserini onun tevessül ve kabirleri ziyaret ile ilgili görüşlerini red
maksadıyla kaleme almıştır. Diğeri ise İbnü’l-Arabî’nin talebelerinden
Dımaşk’ın Şâfiî kâdılkudâtı Alâeddin el-Konevî’dir (ö. 729/1329). Mısır’da
Saîdü’s-suadâ Hankâhı’nın şeyhi olan Konevî ile İbn Teymiyye, birbirine muhalif
iki muasır şahsiyet olarak, başta tasavvuf konusunda olmak üzere birçok alanda
birbirlerini eleştirmişlerdir. İbn Teymiyye’nin Mısır’da sûfîlere yönelik yaptığı
tenkitlerin yanısıra, Şam’da Şafiîlik ve Eş‘arîliğin temsilcisi olarak bilinen
baba-oğul Sübkîlerle mücadelesi de kaydedilmeden geçilmemesi gereken bir öneme
sahiptir. Bilindiği gibi Sübkîler, İmâm Şa‘rânî’nin önemli kaynakları arasında
yer alan ve aynı zamanda birer mutasavvıf olan kelâm ve fıkıh âlimleridir.
Memlûkler
döneminde ilk karşımıza çıkan tarikat Ahmed el-Bedevî’ye (ö. 675/1276) nisbet
edilen el-Ahmediyye’dir. Bu bölgede Ahmed el-Bedevî’ye, aralarında ölüleri
diriltmeye kadar varan pek çok kerâmet nispet edilmiştir. Bu durum, söz konusu
dönemde kerâmet inancının tarîkatlarda ne kadar etkili olduğunu da
göstermektedir. Aynı dönemde Mısır’da yaygın bir diğer tarikat ise Ebu’l-Hasan
eş-Şâzelî’ye (ö. 659/1260) nisbetle Şâzelîyye ismini alan tarîkattir. Bu
tarîkatın en önemli özelliği, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılığa vurgu yapmasıdır.
Dönemin önemli sûfîleri arasında İbrâhim b. Ali el-Metbûlî (ö. 880/1475),
Burhâneddin b. Ebû Şerîf (ö. 923/1517),[6] [7]
İbrahim b. Usayfir (ö. 942/1535) ve İmâm Şa‘rânî’yi saymak mümkündür.
Başta
Baybars (ö. 676/1277)7 olmak üzere bütün Memlûk Sultanları, sûfîlere saygı
gösterir, onlara atiyyelerde bulunur, kendilerini resmî törenlere davet
ederlerdi. Bu iklim, tasavvufun Kahire’de alabildiğine yayılmasını beraberinde
getirmiştir. Bu durum, bir kısım şahısların tasavvufî mekânları (hankâh) geçim
kaynağı olarak görmelerine sebep olmuş, neticede özünde geleneksel tedeyyün
biçimlerine aykırı durumlar ortaya çıkartmıştır. Cezbe ve melâmetin hâkim
olduğu bu tarz tasavvufî anlayış döneminde çeşitli kılıklara giren, saçlarını
tıraş edip başı açık gezen, zaman zaman cezbeye kapılıp mecnunlar gibi
yaşayan, rakseden, kadın-erkek ihtilâtını mübah gören birçok kişiye rastlamak
mümkün hâle gelmiştir. Hatta bir ara hankâhlarda raks ve mûsikî öylesine
yaygınlaşmıştır ki Sultan bunu yasaklamak zorunda kalmıştır.[8]
Buralarda taklit son derece ön plana çıkmış, birisi bir şey yaptığında
diğerleri de onu taklit ederek aynı hareketi sorgusuz bir şekilde tekrar etmeye
başlamıştır. Neticede tasavvuf halk arasında yayılmaya başlamış, bilgi ve
düşünce derinliğinden yoksun olan avâm, sûfîleri âlimlere tercih eder olmuştur.
Sûfîliğin simgesi hâline gelmiş bulunan yün cübbe, bir câhilin üzerinde bile
görüldüğünde ona hemen tâzim edilir olmuştur.[9]
Zorbalıklarına
rağmen Memlûk hükümdarları genellikle tasavvufa bağlı, şeyhlere itaat hâlinde
ve onlardan teberrükte bulunurdu. Bu hükümdarların diğer ilimlere yönelik
desteklerini de anmak gerekirse de sultanların büyük bir kısmının bir tarîkatin
müridi olmaları göz önünde bulundurulduğunda, tasavvuf hareketinin Memlûkler
döneminin sosyal hayatına büyük ölçüde damga vurduğunu ifade etmek abartı
sayılmaz. Sultan tarafından atanmış olan şeyhüşşüyûhların yönettiği
tarikatlar, birçok zâviye, ribât, tekke ve hankâhın sahibi olmuşlardır.[10]
Onların tasavvufa olan bağlılıklarına ışık tutması açısından bu durumu açıkça
ortaya koyan birçok misâl vardır. Bunlardan birkaçı şunlardır:[11]
Sultan
Zâhir Baybars bütün saltanat, güç ve istibdâdına rağmen, Şeyh Hıdır’ın nüfûzuna
göz yumarak ona müsâmaha göstermekte idi. Hatta zaman zaman onun kötü
alışkanlıklarını da görmezlikten gelirdi. Bunun nedeni onun, Şeyhin velâyetine
ve gaybı bildiğine olan inancı idi. Yine Sultan Berkuk da (ö. 801/1399)[12]
bütün siyasi tecrübe ve olgunluğuna rağmen meczûplara saygı gösterip önlerinde
eğilirdi. Hatta onlardan biri olan ez-Zuhûri, işi onun yüzüne tükürecek kadar
ileri götürmüştü. Sultan, Berkûkiyye[13] diye
anılan ünlü külliyesinde büyük medreseyi açtığında bir meczûb, küçük bir tuğla
vererek onun medreseye konulmasını kendisinden istemiş, o da bunu bir kandil
içerisinde külliyenin mihrabına asmıştır. Nitekim onuncu (X/XV-XVI) yüzyıl
Memlûk dönemi tarihçisi İbn İyâs (ö. 930/1524),[14] söz
konusu tuğlanın, kendisinin yaşadığı dönemde bile orada bulunduğunu
kaydetmektedir.[15]
Bu
dönemde şeyhler (sûfîler), emîrler üzerinde baskı kurduklarından ve emîrler de
kendilerini onların taleplerini yerine getirmek zorunda hissettiklerinden,
yönetim dolaylı olarak şeyhlerin eline geçmiştir. Gerek Zekeriyyâ el-Ensarî
gerekse Şa‘rânî bu konuya dikkat çekmiş, şeyh ile mürîd arasındaki ilişkilerin
nasıl olması gerektiğini belirleyerek herkesin kendi mecrasında yürümesini
önermişlerdir.[16]
Ali el-Havvâs el-Burullusî (ö. 939/1532-3), “Emîrin sorumluluğunu şeyhe havâle
etmesi cehâletinden, şeyhinin hasmına muârız olmasını talep etmemesi ve
zâviyesine gönderdiği bir kısım yiyecekleri kendisi için lütuf saymaması da
edebindendir” diyerek bir yandan olması gerekeni belirtirken diğer yandan
mevcut durumdan hoşnutsuzluğunu ifade etmektedir. Ancak aynı Şeyh (el-Havvâs)
emîrin şeyhe karşı tavrını anlatırken; ona dost olana dost, düşman olana düşman
olması (zira şeyhe adâvette bulunan Allah’a adâvet etmiştir), şeyhten bir talepte
bulunduğunda son derece zillet ve alçak gönüllülük içerisinde bulunması, şeyh
kendisinin hanımlarıyla halvette dahi kalsa, ondan emin olması ve hiçbirine
asla şehvetle bakmayacağını düşünmesi gerektiğini ifade etmektedir. Aksi
takdirde şeyhine karşı edep sınırlarını çiğnemiş olacaktır.[17]
Subhî
Mansûr, İslâmî ilimlerin duraklaması ve söz konusu dönemde yapılan çalışmaların
bir kısım şerh ve hâşiyelerden ibaret kalmasını tasavvufun bu kadar
yaygınlaşması ile ilim ve ilim adamlarına ilginin azalmasına bağlamaktadır.[18]
Gerek halkın gerekse yönetimin tüm ilgisi sûfîlerin üzerine yoğunlaştığından,
ilme gereken önem verilmemiştir. Çoğu kez bölgede yaşayan ilim adamları da
kendilerini yaygın olan bu düzenden kurtaramamışlardır. Gerçekten de Memlûkler
döneminde Mısır’da yaşayan ve yukarıda anılanların da içinde bulunduğu birçok
âlimin, bir şekilde tasavvufa yakın ilgi gösterdikleri görülmektedir.
Memlûkler
döneminde çoğu ümmî olan evliyâ ve şeyhlere ilgi öylesine artmıştır ki
Kılyub’ta küçük bir kız çocuğu velâyetle şöhret bulunca, Kahire’den onu
ziyaret edip istimdatta bulunanların sayısı o kadar çoğalmıştır ki Kahire’den
Kılyub’a bir merkebin kirası bir eşrefî dinara* yükseldi. Birçok saray
hanımefendisi, emîr ve önde gelen kimseler oraya yönelmişlerdir.[19]
Bu örnek, o dönemde bu anlamda yaşanılan birçok olaydan sadece bir tanesidir.
Bu durum bahse konu dönemde gizemliliğin, kerâmet söyleminin, menkıbenin
topluma ne denli hâkim olduğu konusunda fikir vermeye yetmektedir.
Memlûk
dönemi olarak adlandırabileceğimiz Şarânî öncesi Mısır’ın dinî düşüncesi ve
tedeyyün tarzı ile ilgili yukarıda tasvir edilmeye çalışıldığı gibi iki husus
ön plana çıkmaktadır. En yaygın grup olarak sûfî şeyhleri ve onların etrafında
toplumun her kesiminden destek gören yozlaşmış biçimiyle tasavvufî hayat ile
tasavvufî hayatı yadsımamakla beraber mevcut durumdan hoşnut olmayan, daha çok
sûfî ilim adamlarının oluşturduğu çevre. Kuşkusuz Şa‘rânî bu ikinci gruba
mensuptur. İbn Teymiyye gibi temelden bu gidişata karşı bir söylemi
geliştirenler ise oldukça azınlıkta kaldıklarından kemiyet açısından kayda
değer bulunmamaktadırlar.
Şa‘rânî,
Kahire’ye geldiğinde yukarıda çerçevesi belirlenen resmi gördü. Kendisi hadis,
tefsir ve kelâm, fıkıh gibi temel disiplinleri farklı hocalardan tahsil etti. Bu
arada bir yandan da tasavvufî sürecin içerisine girerek üstatlarından sûfî
terbiyesi aldı. Ancak tasavvufa yönelişin hiç de iç açıcı olmadığını, tasavvuf
adı altında dinî düşüncenin özünden uzaklaştırıldığını görerek içerden yapıcı
bir edayla bu hareketi ıslâha çalıştı. Onu farklı kılan kırıp dökmeden, yapıcı
tenkit yöntemini benimsemiş olmasıdır.
2.
ŞA‘RÂNÎ
DÖNEMİNDE MISIR’DA DİNÎ VE
Hakkında;
Feruğlî’nin, “onuncu yüzyılın İmâmı”, Nicholson’un “İslâm âleminin tanıdığı en
büyük sûfî”, Mc. Donald’ın “İlk üç asırdan sonra fıkıhta rastlanılan nâdir
akıllardan biri”, Abdülhalim Mahmûd’un “Birçok münekkid, tarihçi ve müsteşrikin
zihnini meşgul eden şahsiyet” ifadesini kullandığı[20] Şa‘rânî,
henüz çocuk denilecek yaşta iken memleketi Minufiyye’den Kahire’ye gelmiş,
doğum yeri olan Minufiyye’ye bağlı Sâkiyat Ebû Şa‘ra’ye nispetle Şa‘rânî
nisbesini alıp bununla meşhur olmuştur. Çocukluğunun erken yaşlarında iken
anne ve babasını kaybeden Şa‘rânî, Kahire’ye gelişini Allah’ın kendisine olan
lütuflarından biri olarak kabul etmektedir. Kahire’de önemli âlimlerden dersler
okumuştur. Sadece Şâfiî ulemâdan değil, aynı zamanda diğer mezheplere mensup
âlimlerden mezhepleriyle ilgili bilgiler edinmiştir. Şa‘rânî bu arada tasavvuf!
terbiye almaya devam ettiğini ve şeyhi Ali el-Havvâs el-Burullusî (ö.
939/1532-3) ile tanışarak ondan feyiz aldığını kaydetmektedir. Şa‘rânî’nin en
çok etkilendiği zât Burullusî olmakla beraber, onun bu dönemde karşılaştığı ve
tasavvufî düşüncesinin oluşmasında önemli payları olan Nûreddin el-Mursafî (ö.
930/1524) ve Muhammed eş-Şinnâvî’yi (ö. 932/1525) anmadan geçmek önemli bir eksiklik
olacaktır.
Şa‘rânî
kişisel çaba ve yetenekleri sonucu kısa süre sonra oldukça meşhur ve zengin
biri hâline gelmiştir. Bu süreçte Mısır’da önemli bir idareci olan Muhyiddin
Abdülkadir el-Özbekî’nin onun için bir zâviye inşâ etmesi ve çevresindeki
gayr-ı menkûlün tamamını bu zâviyeye bağışlamasını zikretmek gerekir. Bu durum
onun başkaları tarafından kıskanılmasına sebep olmuş ve başta ulemâ olmak
üzere ciddi bir muhalefet kitlesiyle karşı karşıya kalmıştır. Onun önde gelen
muhalifleri arasında Halvetî tarikatının şeyhi Muhammed b. Ahmed b. Kerîmüddin
(ö. 985/1578) yer alır. Ancak onun Osmanlı paşaları, valileri ve diğer yönetici
sınıfından birçok kişi ile güçlü ilişkilerinin bulunması;[21] hem
halkın alt tabakalarına mensup kitlelerle, hem de devlet erkânıyla olan yakın
irtibatı, kendisine çok yaygın bir şöhret kazandırmıştır.
Şa‘rânî’nin
yaşadığı dönemde Mısır’da güçlü tarikat ve tasavvuf! kurumların mevcut olması
ve hem Memlûklerin hem de Osmanlılar’ın sûfîlere olan temayülleri, söz konusu
müesseselerin güçlenmesini sağlamıştı. Şâzeliyye[22]
tarîkatına bağlanarak sûfî terbiyesi aldıktan sonra bu ülkede önemli bir şeyh
hâline gelen Şa‘rânî, tasavvuf! hayattaki sapmalardan rahatsız olur. Nitekim
o, bu rahatsızlığını zaman zaman ifade etmekten de geri durmaz. Özellikle
meşâyih ve ulemânın köylü, işçi gibi toplumun düşük gelirli bireylerinden
hediyeler almasına karşı çıkar. Kendisi de önemli vakıf arazilerinin
idaresinden sorumlu olmasına rağmen, bunları işletenlerden hediye almayı doğru
bulmadığını belirtir. Kendisinin sadaka ve hediyeleri alıp bunları yemekten
hoşlanmamasının Allah’ın kendisine bir lütuf ve nimeti olduğunu ifade ederek Letâifü’l-Minen
ve’l-Ahlâk isimli otobiyografik eserinde bu konuyu özel bir başlık altında
detaylandırır.[23]
Başta
Zekeriyyâ el-Ensârî (ö. 916/1510) olmak üzere dönemin fıkıhta otorite olan
farklı şahsiyetlerinden dersler alan Şa‘rânî, Mısır’da önemli bir fakih olarak
da şöhret bulur. Özellikle Mâlikî, Şâfiî ve Hanefî mezheplerine mensup ulemânın
bulunduğu Kahire ve çevresinde zaman zaman mezhep tartışmalarının ön plana çıktığını
müşâhede ederek, tartışmaların yersiz olduğunu ortaya koymak amacıyla el-Mîzânü’l-Kübrâ
isimli hacimli eserini kaleme alır. Literatürde temel fıkıh kitaplarından biri
olarak kabul edilen bu eser, mezheplerin birbirlerine yakınlıkları ve ittifak
noktalarını ön plana çıkarmaktadır. Bu yönüyle eserin mezheplerin
yakınlaştırılması (et-takrîb beyne’l-mezâhib) alanında kaleme alınan ilk
eserlerden biri olduğu kabul edilmektedir.[24] Onun bu
yaklaşımı, müctehidleri değerlendirirken verdiği hükümde ifadesini açık bir
şekilde bulmuştur: “Allah’a hamdolsun ki müctehidlerin delillerini araştırdım;
onların mezheplerinin kapsamına giren hiçbir fer’î konuda bile âyet, hadis,
rivâyet ya da sahih bir asıl üzerine bina edilen kıyasa dayanmayan tek şeye
rastlamadım. Şu var ki onların kavilleri zaman zaman sarîh bir âyet, hadis ya
da rivâyete dayandığı gibi, bazen de bu sayılanların mefhûmundan alınmış
olabilmektedir. İşte böylece onların görüşleri; yakın, daha yakın, uzak veya
daha uzak olanlarının tamamı esas olan şeriatın nûrunun parıltısından iktibâs
edilmiştir.”[25]
Şarânî’nin, aslında Şâfiî mezhebine mensup olmakla beraber zaman zaman
“el-Hanefî”[26]
olarak da anılması, onun bu kuşatıcı düşüncesinin bir yansıması olarak
değerlendirilebilir.
Şa‘rânî’nin
yaşadığı dönemde Mısır’ın dinî hayatına yön veren asıl müessir unsurun tasavvuf
olduğu kuşkusuzdur. Bu etkiyi devlet kademelerinde gördüğümüz gibi, geniş halk
kitleleri arasında da görmek mümkündür. Ulemâ, en azından önemli bir kısmı
kendini tasavvufun tesirinden uzak tutamamıştır, onların bu tavrı halkı o yöne
daha ziyade teşvik etmiştir. Ancak halk arasında yaygın olan tasavvufî anlayış
Şa‘rânî gibi sûfî bir şahsiyetin dahi tahammül edemeyeceği derecede sapmalara
mâruz kalmıştır. Bu nedenle Şa‘rânî bu ortamda bir tasavvuf davetçisinden daha
çok genel olarak İslâm’ın temel esaslarına dikkat çeken bir din davetçisi,
tasavvuf adına içerisinde bulunulan yanlış uygulamaları düzeltmeye çalışan bir
ıslah edici olarak bulunmaktadır.
2. 1. Şa‘rânî’nin Yaşadığı Çevre,
Düşünce Dünyası ve Etkilendiği Şahsiyetler
Şa‘rânî,
çalışmalarının önemli bir kısmını İbnü’l-Arabî’yi savunmaya ayırmıştır. Onun bu
amaçla yazdığı eserlerin başında el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni
Akâidi’l-Ekâbir isimli kitabı gelir. Şa‘rânî’yi bu çalışmalara sevk eden
âmillerin başında dönemindeki tasavvufî sapmalar yer almakta ise de
İbnü’l-Arabî’nin onun nezdindeki yeri önemlidir. el-Kibrîtul-Ahmer
isimli çalışmasını takdim ederken onun hakkında kullandığı ifadeler
İbnü’l-Arabî’nin kendisi için ne ifade ettiğini yoruma imkân bırakmayacak
şekilde ortaya koymaktadır: “Bu kitabımı, el-Kibrîtul-Ahmerf Beyâni Ulûmi
Şeyhi’l-Ekber olarak isimlendirdim. el-Kibritul-Ahmerden kasdım,
altın iksiridir, Şeyhü’l-Ekber’den kasdım ise Muhyiddin İbnü’l-Arabî’dir.
Bununla, bu kitaptaki bilgilerin diğer tasavvuf kitaplarındaki bilgilere nispetinin
altın iksirinin altına nispeti gibi olduğunu kastediyorum.”[27] Şa‘rânî
sözlerinin devamında bu alanda telif edilen sayılamayacak sayıdaki kitabı
mütalaa ettiğini ancak sûfîyye kelâmını el-Fütûhâtul-Mekkiyye kadar bir
araya getiren herhangi bir esere rastlamadığını kaydetmektedir. Şeriatın
esrarı, Müctehidlerin görüş farklılıkları ve bunların sebepleri konusunda bu
eserde kaydedilenleri başka bir eserde bulmanın mümkün olmadığını
belirtmektedir. Hatta düşüncesini öylesine iddialı bir tarzda sürdürür ki ona
bakan bir Müctehidin, ilmine ilim katacağını, kendisinin bilmediği sahih
ta’liller ve istinbât çeşitlerine vâkıf olacağını iddia eder. Aynı şekilde bir
müfessir, hadîs şârihi, lügat ve kırâat âlimi, rüya tâbircisi, tâbiat ve tıp
bilgini, mühendis, dilci, mantıkçı, sûfî, ilâhi isimlerin makamlarıyla ilgilenen
veya harflerin ilmiyle uğraşan bir âlim için de durum aynıdır.[28]
Bu ifadeler Şa‘rânî’nin gözünde İbnü’l-Arabî’nin mevkiini anlatması açısından
önemli ölçüde fikir verdiği gibi aynı zamanda oldukça mânidardır.
Şa‘rânî’nin,
İbnü’l-Arabî ile dedelerinden kalma bir bağlantısı da vardır. Şa‘rânî’nin
yedinci dedesi Tilimsan sultanı olan Sultan Ahmed, Ebû Medyen (ö. 594/1198) ile
görüşmüş ve onun terbiyesinden geçmiştir. Şa‘rânî, dedesinin bu karşılaşmasını
ve ondan tefeyyüz etmesini, kendisinin böylesi bir dedenin soyuna mensup
olmasını Allah’ın bir lütfu olarak zikreder.[29] Bilindiği
gibi İbnü’l-Arabî, Şeyh Ebû Medyen ile aynı dönemde yaşamasına rağmen
kendisiyle görüşememiş ancak bu zât hakkında “Şeyhim/Şeyhimiz” gibi ifadeleri
kullanarak kendisinin ondan istifade ettiğini belirtmiştir.[30]
Şa‘rânî’nin
eserlerinde mütemâdiyen göndermelerde bulunduğu ve kendisinden istifade
ettiğini her fırsatta belirttiği en önemli şahsiyet kuşkusuz “efendim” dediği
Ali el-Havvâs’tır (ö. 939/1532-3). Ulûmü’d-diniyye ile bu kadar iç içe
bulunmasına rağmen, onun “ümmî” olan bu zâta intisap etmesi, bu zâtı “efendim”
diyerek sürekli kendisine önder kabul etmesi, bize Şa‘rânî’nin düşünce çizgisi
hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bunu ifade ederken, el-Havvâs ile
bağlantıya geçtiğinde el-Havvâs’ın kendisinden tüm kitaplarını satmasını ve
parasını fakirlere tasadduk etmesini istemesi de mânidârdır. Letâiful-Minen
in mukaddimesinde kendisinden uzun uzun bahseden Şa‘rânî, sahip olduğu güzel
ahlâkı ondan tevârüs ettiğini beyân ederek kendisi için el-Havvâs’ın ne ifade
ettiğini ortaya koymaktadır.[31]
Şa‘rânî’nin
eserlerinde sıklıkla referansta bulunduğu önemli şahsiyetlerden biri de Ebû
Tâhir el-Kazvînî’dir. Başta el-Yevâkît olmak üzere bütün eserlerinde
İbnü’l-Arabî’den sonra kendisinden en çok referansta bulunduğu müellif,
Kazvînî’dir. Aynı şekilde el-Fütûhât’tan sonra en çok referans verdiği
eser de onun Sirâcul-Ukûl isimli eseridir. Kazvinî’nin hayatı ve
eserleriyle ilgili kaynaklarda birkaç satırlık mâlumâttan başka bir bilgiye
rastlanmamaktadır. Onun yaşadığı dönem, coğrafya, bazı hocaları ve eserleriyle
ilgili bilgiler, başta Sirâcul-Ukûlfi Minhâci’l-Usûl olmak üzere
kendisinin diğer eserlerinden öğrenilmektedir.[32]
Şa‘rânî,
kelâmcılardan birçoğunun görüşlerine zaman zaman göndermelerde bulunmayı ihmal
etmez. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944), Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî (ö. 324/935),
Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1024), İmâm Gazzâlî (ö. 505/111), Fahreddin er-Râzî
(ö. 606/1209) ve baba [Takiyyyüddin (ö. 756/1355)] oğul [Taceddin (ö.
771/1370)] Sübkîleri bunlar arasında saymamız mümkündür. Ancak onun nezdinde
Burhâneddin İbn Ebû Şerîf’in (ö. 923/1517)[33] özel bir
yeri vardır. Kelâmcı olarak şöhret bulmamasına rağmen, onun kelâmî konularda
zaman zaman görüşlerine müracaat ettiği bir diğer önemli kaynağı ise
Celâleddin el-Mahallî’dir (ö. 864/1459).[34]
Son
ikisi dışında yukarıda isimleri geçen kelâm âlimlerini zaman zaman referans
almakla beraber, bunları Şa‘rânî’nin birinci derece kaynakları arasında
saymamız mümkün değildir. Ancak o, daha çok kelâmî konulardaki tezlerine
el-Mahallî ve İbn Ebû Şerîf’ten destek arama çabası içerisindedir. Bunun, söz
konusu şahsiyetlerin Şa‘rânî’nin yaşadığı dönem veya ona yakın bir zamanda ve
Mısır’da yaşamış olmaları gibi fizikî koşullardan kaynaklanan yakınlıkları
yanında her iki şahsiyetin ilmî anlayışlarının da Şa‘rânî’ye paralel olmasıyla
bağlantılı olduğunu belirtmek gerekmektedir. Her ikisi de kelâm, fıkıh, tefsir,
hadis gibi temel dinî ilimlerin tamamına ilgi duymuş, bu alanlarda telif eserler
kaleme almışlardır. Ayrıca her ikisi de hem ilmî hem de kurumsal olarak
tasavvufun bizzat içerisinde bulunmuşlardır. Şarânî’nin, onları kendisine yakın
hissederek her ikisinin de ilmî ve fikrî desteğini almaya çalışmasında bu
şahısların Mısır’da tanınıyor olmalarının ve hüsn-i kabul görmelerinin önemli
rol oynadığı söylenebilir. Nitekim her iki zâtın da eserleri (hâşiye ve
şerhleri) Mısır’da medreselerde yaygın olarak okutulduğundan, Şa‘rânî de söz
konusu eserleri hocalarından okumuştu.[35]
Şa‘rânî,
çocuk denilecek yaşta iken Celâleddin es-Süyûtî (ö. 911/1505) ile
karşılaştığını ve eserlerinden birtakım iktibasları ona okuduğunu, onun da
kendisine icâzet verdiğini kaydeden bir belgeyi daha sonra babası aracılığıyla
gönderdiğini ifade etmektedir. Ancak bu icâzet hakkında verilen bilgiler doğru
olsa bile, bunu o günün şartlarında yaygın olarak verilen ve bir şeyhin
(hocanın) kendisinden sistemli bir şekilde ilim okuduğunu ifade eden icâzet
olarak değerlendirmenin yerinde olduğu söylenemez. Zira Şa‘rânî, bu icâzetin
henüz babası hayatta iken kendisine verildiğini ifade etmekte ve devamında da
daha sonraları Kahire’ye gittiğinde kendisinden Kütüb-i Sitteyi ve biraz
da teberrüken el-Menâhicfi’l-Fıkh’tan bazı yerleri okuduğunu, bir ay
sonra Süyûtî’nin vefat ettiğini ve kendisinin de onun cenaze namazında
bulunduğunu ifade etmektedir. Buna göre söz konusu icâzet, olsa olsa Süyûtî’nin
kendisinde parlak bir ilmî gelecek gördüğü Şa‘rânî’yi taltif için verdiği bir
belge olabilir.[36]
Şa‘rânî
gerek döneminde gerekse daha sonraları farklı çevreler tarafından
eleştirilmiş, zaman zaman hakarete varacak derecede suçlamalara mâruz
kalmıştır. Onu, kendi döneminde eleştirenler arasında yukarıda da ifade
edildiği gibi Halveti tarikatının şeyhi Muhammed b. Ahmed b. Kerîmüddin’i (ö.
985/1578) saymamız mümkündür. Şa‘rânî muarızlarının kendisine tepkilerini iki
sebebe bağlamaktadır: Dinî görüşleri ve yöneticilerle ilişkilerindeki şöhreti.
Onun karşıtları arasında fakihler kadar tarîkat erbâbının da bulunması
önemlidir. Zira fakihler, Şa‘rânî’yi tasavvufa olan ilgisinden dolayı tenkit
ederken, kendisini desteklemesi beklenen sûfîler de onu daha katı bir muhalefet
propagandasıyla eleştirmekteydi.[37]
Şa‘rânî’nin
vefatından sonra da devam eden bu eleştirilerin, daha ziyade onun uzlaştırıcı
düşünce yapısına yönelik olduğunu görülmektedir. Onun, İslâm ümmetinin bütün
unsurlarıyla bütünlüğünü ön planda tutan ve bunu zedeleyecek her türlü
yaklaşıma karşı tavır alan tutumu, farklı çevrelerden pek çok eleştiri
almasına sebep oldu. Sözgelimi modern dönemde onu tenkit edenler arasında yer
alan Reşid Rızâ, onun mecnûnları (deli divâne gibi dolaşanları) evliyâdan
sayarak onları tasvip ettiğini söylemekte, problemlerine çözüm için başta ümmî
olan şeyhi Ali el-Havvâs olmak üzere bu gibi kişilere müracaat etmesini büyük
bir çelişki olarak görmektedir. Zira Ezher ulemâsından olan birinin bu yönelişi
hiçbir ilmî ve dinî açıklamaya sığmamaktadır.[38] Bu örnek,
onun mensubu bulunduğu tasavvuf çevrelerinden aldığı tepki yanında, sûfîlere
gösterdiği yakın alâka nedeniyle farklı çevrelerin tenkitlerine nasıl mâruz
kaldığını göstermektedir.
Şa‘rânî’nin
yöneticilerle ilişkilerinin güçlü olmasından kaynaklanan bir şöhretinin olduğu
doğrudur. Her sınıftan halk, yönetimle ilgili sorunlarını çözüme kavuşturmak
için ona müracaat ediyor ve onun yanından, büyük ölçüde sorunları çözülmüş
olarak dönüyordu.[39]
Onun halkla bu yoğun teması, âlimler ve sûfî şeyhlerinden görülen alışıldık bir
durum değildi. Bu nedenle halkı hem derinden tanıyarak onların dinî, İçtimaî,
siyasî konularda hangi durumda olduklarını anlama fırsatı bulmuş, aynı zamanda
onlarla olan bu alâkası çevresinde onun saygınlığını artırmış, belki de
rakiplerinin katı bir şekilde tenkit etmelerine yol açmıştır. Ayrıca onun
işçi-köylü kesimine karşı acımasız davranan, onlardan birtakım menfaatler
koparmaya çalışan şeyh ve yöneticilere karşı tenkitçi tavrı da karşı
cenahtakilerin hışmına uğramasına sebep olmuş olabilir. Şa‘rânî’nin halk
nezdindeki saygınlığı, yöneticilerin de Şa‘rânî’ye saygı duymasını beraberinde
getirmekte idi. Zira onun vasıtasıyla gerek yöneticiler gerekse Arap şefleri
kitleleri kontrol altında tutma imkânı elde etmekte idiler.[40]
2.
2. Şa‘rânî’nin Dinî İlimlerdeki Yeri
Şa‘rânî,
hemen hemen tüm faaliyetlerinde ve bütün eserlerinde müslümanların birliğini
hedeflemektedir. İbnü’l-Arabî’yi meşrû bir zeminde değerlendirmeye çalışırken, el-Mizân
da dört mezhebin ortak noktalarına vurgu yaparken, çiftçi, işçi, köylü ve
kadınların haklarını savunurken onun bu gayretini canlı bir şekilde müşâhede
etmek mümkündür.
Şa‘rânî
her fırsatta Hz. Peygamber, ashabı ve onların yolunda giden ilklerin
müslümanlar için önemine işaret ederek dinî düşünce ve dinî hayatın onların
belirlediği esaslar üzerine kurulması gerektiğini ifade eder. Bağımsız bir
risâle olarak ele aldığı Tenbîhül-Muğterrîn[41]
isimli eserinde selef-i sâlihînin ahlâk ve muâmelelerini anlatarak örnek
alınmalarına dikkat çeker. Bu yolu seçmiş olan şeyhlerden örnekler vererek,
onların gerçek, aksine davrananlarınsa sahte şeyhler olduklarını ifade eder.
Kitabın hemen başında, kendisinin sözü edilen kişilerin ahlâkıyla ahlâklanmış
olmasını Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu (minne) olduğunu belirtir.[42]
Bir
otobiyografi mâhiyetinde kaleme aldığı ve büyük ölçüde yaşadığı olayları ve
hayat serüvenini anlattığı Letâiful-Minen vel-Ahlâk isimli eserini
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği nimetleri anma (tahdîs) amacıyla telif
ettiğini belirtmektedir. Kendisini abartılı şekilde övdüğü gerekçesiyle
tenkitlere de mâruz kalan bu eserden maksadının, nefsine pâye çıkarmaktan öte,
nimetleri anarak ahlâkî bir vazifeyi ifâ etme çabası olduğunu kaydeder. Bu tür
eleştirilere daha o zamanlar eserinde cevaplar vermiş olması, bize bu katı
tenkitlerin kendisi hayatta iken yapıldığı konusunda fikir vermektedir.
Kitabın hâtimesinde Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden birinin de keşf ve
zevk açısından mecliste bulunan müslümanların tamamının en gerisinde olduğunu
düşünüyor olmasını belirterek bahse konu tenkitleri yapanlara bir nevi cevap
vermektedir. Şa‘rânî bu eserini kaleme alma gerekçelerinin tamamını detaylı bir
şekilde verir.[43]
O, bu risâleyi okuyan kardeşlerinin kendisine iktidâ ederek dile getirdiği
ahlâkla ahlâklanmaları, yazdığı bu kitap bâki kaldıkça Allah’a şükrü devam
ettirme arzusu, dönemindeki insanlara ilim ve ameldeki derecesini bildirerek
onların şeriata ittibâlarını sağlama gayreti, tabakâtlarında kendi
menkıbelerini anlatan selef-i sâlihînin sünnetine uyma çabası gibi sâiklerle bu
eserini yazdığını ifade etmektedir. Aynı zamanda bizzat kendi hayatından
bahsederek daha sonraları kendisi hakkında başkalarının abartılı şeyler
söylemesini engellemeye çalıştığını belirtmektedir. Onun bu endişesi,
menkıbelerin, başta sûfîler olmak üzere önemli kişiler hakkında uydurulan
olağanüstü temaların ve kerâmet söyleminin o günün ortamında ne kadar revaçta
olduğu konusunda da fikir vermektedir. Bu yöntemle kendisi hakkında bu anlamda
yaygınlık kazanacak olası bir söylemi bertaraf etme çabası içerisine
girmektedir.[44]
Şa‘rânî’nin
yazdığı eserlere ve yaşadığı hayata bakıldığında onun, müslümanların genel
kabulüne ters düşecek davranışlardan kaçındığı, ümmetin birlik ve bütünlüğünü
esas aldığı ve aykırı duruşlardan sakındığı anlaşılmaktadır. Bir âlim olarak
içinde yaşadığı topluma karşı sorumlu davranmış, toplumun siyasî ve sosyal
çalkantılardan etkilenerek ayrışmasına engel olmaya çalışmıştır. Onun
İbnü’l-Arabî gibi, tartışmalara konu olarak kutuplaşmalara sebep olan bir şahsiyeti
bile, orta yola çekerek savunması bu çabalarının bir devamı olarak
değerlendirilebilir. Kendisine tasavvuf çevrelerince “Kutbu’r-rabbânî”,
“Ebu’l-mevâhib” gibi herkesin kolay kolay ulaşamayacağı pâyelerin verilmesi onu
sapmalara maruz kalan tasavvuf çevrelerini tenkit etmekten alıkoymamıştır. Aynı
şekilde karşılıklı tartışma ve suçlamaların kıran kırana geçtiği bir ortamda
yaşamasına rağmen muarızlarını hiçbir zaman isim vererek ve onları suçlayarak
deşifre etme yoluna gitmemiştir. İbnü’l-Arabî’nin sıkı bir müdâfii olduğu
hâlde onu eleştiren, hatta tekfir eden şahsiyetler hakkında asla ağır bir dil
kullanmamış, onları insaflı davranmaya davet etmekten öteye geçmemiştir. Bu
davetini yaparken dahi isim vermeden, kimseyi muaheze etmeden yapmıştır.
Bunları yaparken kullandığı yöntemin farkında olup bu tavrının neye karşılık
geldiğini çok iyi bilmektedir. O, tenkit konusunda izlediği metodu şöyle
özetlemektedir: “Allah’ın bana ihsân buyurduğu nimetlerden bir de faydalı
ilimlerle ilgilenenlere çokça saygı göstermem ve şer‘î bir yol olmaksızın
onlardan hiçbirini ayıplamaya kalkışmamamdır. Bunu yaparken muradım onların
zâtını değil, (yanlış) fiillerini ayıplamaktır. Çünkü övgü ve yergi fiilin kula
nisbeti itibariyledir, bu kişinin Allah’ın yaratığı olması itibariyle
değildir. Resûllullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sarımsakla ilgili
olarak söylediği “o, kokusu çirkin olan bir bitkidir” sözüne baksana! Zâtını
değil sıfatını çirkin görüyor.”[45]
Tüm bunlar onun ne kadar sorumlu davrandığı, ümmetin siyasî, ictimaî, fikrî tüm
alanlarda önemli yol ayrımlarında bulunduğu bir çağda, müminleri bir arada
tutmak için ne kadar gayret gösterdiğini ifade etmektedir.
Şa‘rânî,
ümmetin birliğine ve bütün müslümanların birbirlerini sevmelerine son derece
önem vermektedir. Bu çerçevede karşılıklı muhabbetin esaslarını ortaya koyan
müstakil bir risâle telif ederek konunun ehemmiyetine dikkat çekmek
istemiştir.[46]
Şa‘rânî el-Muhtârda da müridlerin, başta büyüklerine karşı olmak üzere
kendi aralarında sohbet ederken hangi hususlara dikkat etmeleri gerektiğini
anlatır ve bu yolda selef-i sâlihînin yöntemini ön plana çıkarır.
Bir
kısım araştırmacılar, Şa‘rânî’nin el-Mizânda mezheblerin birbirine
yakınlığını ön plana çıkardığını, Letâifte dinî düşünceye yeni bir boyut
kazandırdığını, el-Envâru’l-Kudsiyye’de tasavvufî anlayışı ubûdiyetin tahakkuku
üzerine bina ettiğini ve böylece onun yeni bir çığır açtığını ileri sürerek,
kendisini bir müceddid olarak kabul etmektedirler.[47]
Şa‘rânî’nin ilmî ve fikrî çabaları yanında o günün şartlarında toplumsal yapıya
kayıtsız kalmaması ve bu yapının zayıf halkalarına sahip çıkarak farklı
yaklaşımlar ortaya koyması oldukça önemlidir. Özellikle kadınlar, işçiler
(çiftçiler) ve o zamanlar herhangi bir toplumsal avantajı olmayan “ensâr” ve
“şeriflere” dikkatleri çekmesi ona nispet edilen tecdit tavrıyla daha çok
uyumludur. Çiftçilerin oldukça kıt imkânlarla geçimlerini sağladıklarını
belirterek, başta vakıflardan sorumlu olan ulemâ ve meşâyîh olmak üzere nüfûz
sahiplerinin onların ellerinde bulunan malları almalarına karşı çıkarak, bunun
ahlâkî ve dinî bir tavır olmadığına dikkat çeker. Kendisi de bir vakıf
sorumlusu olmasına rağmen, çiftçilerden herhangi bir menfaat elde etme yoluna
gitmediğini, aksine kendisinin onlara yardımcı olduğunu belirtir. Yine o
dönemde oldukça zayıf bir konumda bulunan kadınlara karşı nâzik ve kibar
davranmayı önermiş, bizzat kendisi yazılarında eşini överek ve ona değer
vererek bu hususa öncülük etmiştir.[48]
Şa‘rânî,
temel İslâmî disiplinlerin tümünde eser vermiş bir şahsiyet olarak, İslâm
âlimlerinin kendi zamanına kadar yaptığı çalışmaların önemli bir kısmından
haberdar olmuştur. Onun sıklıkla kelâm, fıkıh, hadis, tefsir gibi telif edilen
eserler ve onların müelliflerine göndermeler yapması ve onlardan referanslar
vermesi, söz konusu eserleri önemli ölçüde mütalaa ettiğini göstermektedir.[49]
2.
3. Şa‘rânî’nin Kelâm İlmine İlgisi
Kelâm
ilminin ilk dönemlerinden itibaren, sûfî âlimlerin bu ilme ilgi duydukları ve
bu alanda eserler telif ettikleri görülmektedir. Hasan el-Basrî (ö. 110/728) ve
Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) gibi zevât ilk dönem kelâm müelliflerine örnek
olarak verilebilir. Hasan el-Basrî’nin Halife Abdülmelik b. Mervân’a yazdığı Kader
risâlesi, tasavvuf çevrelerinin kendileri için kaynak olarak sundukları bir
âlimin kaleminden çıkan ilk eser olarak kabul edilmektedir.[50]
Tasavvuf
âlimleri, zaman zaman akâid ve kelâmla ilgili müstakil eserler yazdıkları (İmâm
Gazzâlî, el-İktisâd; Abdülkâdir Geylânî (ö. 561/1166), Usûlüd-Dîn,
Celâleddin Devvânî (ö. 908/1502), Şerhul-Akâidi’l-Adûdiyye) gibi, bazen
de tasavvuf eserlerinde akâid konularına yer vermişlerdir. Akâid konularına yer
veren tasavvuf eserleri arasında Kelâbâzî’nin (ö. 380/990) et-Taarruf’u,
Ali b. Osmân el-Hucvirî’nin (ö. 470/1077) Keşfü’l-Mahcûb’u, Abdülkerîm
Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) er-Risâlesi, Gazzâlî’nin İhyâu Ulûmi d-Dini,
İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhât ve Fusûsu’l-Hikem i, Ahmed Fâruk
es-Sirhindî’nin (ö. 1034/1624) el-Mektûbâtını saymak mümkündür. Bu
eserlerin bir kısmında akâid konularının tamamı işlendiği gibi, bir kısmında
da tevhid, iman, ilim ve mârifet, irade, kader, kerâmet, ruh, keşf gibi konular
ele alınmıştır. Başta kelâm ve akâid âlimleri olmak üzere, sâir ulemânın
yazdığı eserlerden çok farklı olmayan bu eserler, tasavvuf ilminin gelişmesine
paralel olarak farklı yöntemlerle konuları işlemekle beraber, çoğu zaman
müellifin mensubu bulunduğu itikadî mezhebin görüşüne göre meseleler ele
alınmıştır.[51]
Bir
sûfî olan Şa‘rânî diğer ilimlerle ilgili eser telif ettiği gibi, kelâm ilmine
ait eserler de yazmıştır. Şa‘ranî’nin telifleri yukarıda anılan yöntemlerin her
ikisini de kapsamaktadır. O, bazen sırf kelâm ilmine ait bir eser telif ettiği
gibi (el-Yevâkît gibi), bazen de yazdığı eserin bir kısmında (el-Kîbrîtü
l-Ahmer gibi) kelâm konularına değinmektedir.
Şa‘rânî,
kelâm konularını telif ederken kendine has bir yöntem izlemektedir. Konuların
seçimini daha çok yaşadığı dönemde karşılaştığı problem ve tartışma konusu olan
sorunlara göre belirlemektedir. Bu nedenle onun kelâm eserlerinde kelâm
konularının içine mezcedilmiş bir şekilde tasavvuf, ahlâk, ibadet ve felsefe
gibi diğer disiplinlere ait unsurlara rastlamak mümkündür. Söz konusu
konularla, işlemekte olduğu kelâm bahsi arasında bağlantılar kurmakta ve
böylelikle toplumun problemlerine çözüm üretmeye çalışmaktadır.[52]
Şa‘rânî
konuları işlerken, kendisinin de belirttiği gibi, mütekellim ve sûfîlerin
ilgili konu hakkındaki görüşlerini birlikte vermektedir. Eserlerinde bulunan
tüm bilgilerin kaynağının âyet, haber ve mütekellimlerin kurallarıyla teyit
edilen sahih keşfe dayalı olduğunu belirtmektedir.[53] [54]
Çoğu zaman Kur’ân ve hadislerden nakiller yaparak düşüncelerine oralardan delil
getirir. Kelâmcıların görüşlerine göndermelerde bulunurken her zaman yaptığı
gibi daha çok sûfî-meşrep kelâmcıları seçmektedir. Kemâleddin b. Ebû Şerîf ve
Ebû Tâhir el-Kazvînî onun en önemli kaynakları arasındadır. Bununla beraber
zaman zaman Ehl-i Sünnet kelâmcılarının meşhur olanlarına da çeşitli
göndermelerde bulunmaktadır. “Arifler” dediği sûfîlerin görüşünü referans
verirken başta İbnü’l-Arabî olmak üzere Ali el-Havvâs, Abdülkerîm el-Geylânî
(ö. 832/1428) gibi irfânî yönü ağır basan sûfîleri ön plana çıkarmaktadır.
Şa‘rânî
zaman zaman, daha önce başka müellifler tarafından telif edilmiş eserleri
temel alarak kelâm konularını işlemektedir. Bunu yaparken kendisine mesned
aldığı eser ve onun müellifinin görüşlerinden, kendi görüşü doğrultusunda
olanlarını seçip almaktadır. Bazen, el-Yevâkît’ te yaptığı gibi bunları
eklemeler yaparak yorumlarken, bazen de Muhtasaru Tezkireti’l-Kurtûbî’de51
olduğu gibi sadece eserde bulunan kendisine uygun fikirleri aktarmakla
yetinmektedir. el-Kibrîtü’l-ahmerde yaptığı gibi bazen de referans
aldığı müellifin görüşlerinin kendince doğru anlaşılmasını sağlamakla
yetinmektedir.
Şa‘rânî,
yukarıda belirtilen yöntem doğrultusunda örneğin “ulûhiyet” konusunu ele
alırken kelâm eserlerinde olduğu gibi tevhide vurgu yaparak başlangıç yapar.
Ancak bu bahiste, başta İbnü’l-Arabî olmak üzere mutasavvıflara yapılan
eleştirilere cevap olabilecek hususlara dikkat çekerek devam eder. Bu
çerçevede; âlemin hudûsu, Allah-âlem ve zât-sıfât ilişkisi, hulûl ve ittihâd
gibi konulara öncelik verir. Zât-sıfât ilişkisi, rü’yetullah, te’vil gibi
konularda yaygın olarak bilinen Ehl-i Sünnet görüşünü tekrarlar. Sözgelimi
rü’yetullah konusunda öncelikle “cumhûru’l-mütekellimîn” dediği E hl-i Sünnet
kelâmcılarının görüşlerini mücmel olarak verdikten sonra her zaman yaptığı gibi
Kemâleddin b. Ebû Şerîf, Celâleddin el-Mahallî ve Ebû Tâhir el-Kazvînî gibi
müelliflerden bu görüşü destekleyen referanslar verir. Daha sonra “Sûfîyyenin
görüşüne gelince...” diye başlayarak bu konuda en fâsih ifadelerin
İbnü’l-Arabî’ye ait olduğunu belirtir ve onun bu görüş doğrultusundaki
beyânlarını el-Fütûhât’tan yaptığı iktibâslarla verir. Son olarak onun
mütekellimlerden farklı bir kanaate sahip olmadığını belirtir.[55]
Verilen
örnekte olduğu gibi Şa‘rânî kelâmî konuları işlerken mutasavvıflarla
mütekellimlerin, özellikle de İbnü’l-Arabî’nin paralel düşündükleri ön
kabulüyle yola çıkmaktadır. Dolayısıyla bütün gücünü bunu ispatlamak için
harcamakta ve sürekli bu tezini savunacak alıntılar yapmaktadır. Onun yöntemi
baştan sona Ehl-i Sünnet kelâmcıları, özellikle kendi dönemine yakın olan ve
yukarıda anılan zevât ile İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini yan yana koymak ve
böylelikle aynı sonuca işaret ettiklerini ortaya koymaktan ibarettir. Şa‘rânî
hiçbir kelâmî konuda yeni bir şey söylemediğinden bu anlamda onun özgünlüğünden
bahsedilemez. Onun özgünlüğü söz konusu uzlaştırma çabasında ortaya
çıkmaktadır. Şa‘rânî’nin yönteminde tasavvuftan daha çok kelâm metodunun hâkim
olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Bu yaklaşımda İbnü’l-Arabî’nin anılan
konularda büyük ölçüde Sünnî kelâmcılarla paralel düşünmesinin payı büyüktür.
Ancak örneğin nübüvvet bahisleri içerisine aldığı velâyet konularına gelince
baştan sona genelde tasavvufun, özelde İbnü’l-Arabî’nin bu konulara yaklaşım
tarzı ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle Şa‘rânî’nin tüm konularda aynı yöntemi
izlediğini söylemek çoğu zaman mümkün değildir. Kelâmcılara ters düşmeme
gayreti içerisinde bulunmasına rağmen, bazen bu gayretini tasavvuf ya da
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerine fedâ edebilmektedir.
2.
4. Şa‘rânî’nin Tasavvufa İlgisi
Şa‘rânî
her ne kadar bir sûfî olarak şöhret bulmuş ise de onun sisteminde şeriat
tarîkattan önce gelir ve o, şer‘î ilimlerde derinleşmeyen kimselerin tarîkata
girmelerini doğru bulmaz.[56]
Bununla beraber onun bir fakih veya bir mütekellim olarak değil, bir sûfî
olarak literatürde yer alması tesadüfî değildir. Zira o, gerek yaşadığı çevreye
gerekse telif ettiği eserlere her şeyden daha çok tasavvuf ana rengini
vermiştir. Ebu’l-Vefâ el-Guneym Teftâzânî’nin[57] isabetle kaydettiği
gibi tasavvuf, dinî ve felsefî[58]
olmak üzere iki çeşittir.57 Dinî tasavvuf semâvî ve beşerî dinlerde
ortaya çıkan bir yaşam tarzıdır. Felsefî tasavvuf ise daha eski olup doğuda,
kadîm Yunan’da, orta ve modern çağda Avrupa’da bilinmektedir. Zaman zaman dinî
tasavvuf ile felsefî tasavvuf iç içe girmiştir.
Dinî
tasavvuf, nefis tezkiyesi, iradeyi kontrol altına alma, insanı güzel ahlâka
yöneltme gibi ilkeleri esas alır. Terbiye eksenli olmakla temâyüz eder ve
rengini amelden (ibadetten) alır. Felsefî tasavvuf ise, felsefenin yöntemlerini
kullanarak derûnî zevke ulaşmayı hedef alır ve bu süreçte Allah-insan ilişkisi,
Allah-âlem ilişkisi gibi konularda birtakım yorumlar yapar. Felsefî tasavvufun
yaptığı açıklamalar zaman zaman mensubu bulunduğu dinin otantik kaynakları ve
geleneksel yorumlarıyla çelişebilmiştir.
İşte
Şa‘rânî, bu iki yöntemden birincisini (dinî tasavvufu) benimser ve İslâm
dininin geleneksel disiplinleriyle kavga etmeyen, onların yol göstericiliğinden
kendini müstağni görmeyen bir tasavvufî anlayışın temsilcisi olarak karşımıza
çıkar. Onun bir sûfî için gerekli gördüğü nitelikler aynı zamanda tasavvuf için
belirlediği yer hakkında da aydınlatıcıdır: Ona göre sûfînin şer‘î ilimlerde
de ictihâd derecesinde vukûf sahibi olması gerekmektedir. “Sûfînin hakikati
başkası değil, ilmiyle amel eden bir fakih olmasıdır. Yüce Allah, onu ilmiyle
şeriatin incelik ve sırlarından haberdâr kılmıştır. Bu inceliklerden biri şer‘î
furû‘da Müctehid olan İmâmlar gibi tarîkat ve sırlarda müctehid hâline
gelmektir. Bu nedenle Müctehidler şeriatın zâhirinden hareketle istinbâtta
bulunduğu gibi, bunlar da onlara ek olarak tarîkatta vâcipler, haramlar,
mendûblar ve mekruhlar belirler (teşrî eder) ve bazen de var olan bu hükümleri
iptal eder. Onlardan hiçbirinin tarîkatta Müctehid olmaksızın velâyete
erişmesi söz konusu olamaz.
Şeriatın
açıkça belirlediği ya da üzerinde icmâ edilen hususların dışında taklid etmesi
doğru olmaz. ‘Kemâl makamı’ iddiasında bulunduğu hâlde başka bir âlimi taklid
edenin bu iddiası doğru değildir.”[59]
Şa‘rânî,
bütün sûfî önderlerinin hidâyet üzere olduklarını ancak bunlar arasında en
sağlam yolun Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd’in (Cüneyd-i Bağdâdî) (ö. 297/909) yolu
olduğunu belirttikten sonra bunu şöyle gerekçelendirmededir: “Cüneyd gibi
kâmillerin yoluna gelince; onlar dinin hâmîleri olduklarından (Allah onların
tamamından razı olsun) onların yolu altının arıtılması gibi edeb üzere
arındırılmıştır. Biz de başkaları gibi özellikle Şeyh Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd’in
yolunu, fazlasıyla ölçülü olduğu ve o yola giren herkesi kurtuluşa erdirdiği
için belirledik. Çünkü o yol, Celâleddin el-Mahallî’nin dediği gibi
bid‘atlarden hâlî, Yüce Allah’a teslimiyet ve tefVîze dayalı ve nefsin
hazlarından uzak duran bir yoldur. Bu dinî inançlarda Ebu’l-Hasan el-Eşârî’nin
yolu gibi tarikatta en sahih yoldur. Bu nedenle ‘Ebu’l-Hasan el-Eşârî’nin ifrât
ve tefrît arasında bulunan yolu örnek bir yoldur’ dediler.”[60]
Bununla
beraber Şa‘rânî’nin felsefî tasavvufun en önemli üstatlarından olan
İbnü’l-Arabî’yi savunmaya kendini adamış olması bir çelişki olarak görülmemelidir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi bunun konjonktürel sebepleri vardır. Ancak daha
da önemlisi şâyet İbnü’l-Arabî’nin yöntem ve sisteminin İslâm düşüncesi
içerisinde bir meşrûiyyeti söz konusu olacaksa bu meşrûiyyeti diğer
disiplinlerden farklı düşünmesinden değil, aksine onlarla uzlaşı içerisinde
bulunmasına bağlamak gerektiğine yaptığı vurgu ile açıklamak daha doğru
olacaktır. O, kelâmdan bağımsız bir teolojinin, fıkıhtan bağımsız bir hukuk
ilminin İslâmî çevrelerde meşrûiyyet problemiyle karşılaşacağının farkındadır
ve bütünüyle İbnü’l-Arabî’yi geleneksel disiplinlerin doğrultusunda
yorumlamaktadır. Şa‘rânî’nin, İbnü’l-Arabî’nin düşüncesini savunurken sıklıkla
diğer disiplinlerden benzerlikler çıkarmaya çalışması, onun söz ve
değerlendirmelerini diğer disiplinlerle uzlaşır bir şekilde yorumlaması da
bunu göstermektedir. Bu tavrıyla Şa‘rânî gibi tasavvufun önde gelen bir
şahsiyeti zımnen bir meşrûiyyet tartışması da başlatmış bulunmaktadır.
Bu
tartışma, fıkıh ve kelâm gibi temel İslâmî ilimlerle kavgalı olan bir tasavvufun
meşrûiyyetini yitireceği ilkesi üzerine bina edilmiştir.
İfadelerimizden
Şa‘rânî’nin özellikle felsefî tasavvufu yadsıdığı, onu tamamen dışladığı
anlaşılmamalıdır. Onun, zaman zaman abartılı bir şekilde bu yönüyle tasavvufu
yücelttiğini de belirtmek gerekmektedir. Ancak, her fırsatta tasavvufa makul
yorumlar yapması ve hatta daha önce belirtildiği gibi, tasavvufun başta kelâm
olmak üzere diğer İslâmî ilimlerle çelişmesi durumunda kelâmın belirleyici
olarak görülmesini önermesi onun tasavvuf için belirlediği değeri
göstermektedir.[61]
Bütün bunlara rağmen onun kelâma öncelik tanırken bile keşfin bilgi kaynağı
olarak belirleyici olmasına dikkat çekmesi ve ehl-i keşfin itikadının
müşâhedeye dayandığını belirtmesi, onun felsefî tasavvufa karşı “red” mantığı
içerisinde olmadığını göstermektedir.
el-Yevâkît’in
baş taraflarında Ehl-i keşfin (özelde İbnü’l-Arabî’nin) düşüncelerini anmakla
onlara inandığının sanılmamasına dikkat çekmesi,[62] kendisinin
ciddi bir baskı altında olduğu intibâını uyandırmaktadır. Bu baskı önemli
ölçüde kendi zamanında yaşayan ve tasavvufa karşı rezervleri bulunan ulemâdan
gelmektedir. Şa‘rânî, “Kelâmcıların cumhûruna muhalefet etmekten ve mâsum
olmayan bir kısım ehl-i keşfin onlara muhalif olan sözlerinin doğru olduğuna
inanmaktan Allah’a sığınırım.”[63]
demek sûretiyle, kendisine yöneltilebilecek eleştirileri bertaraf etme çabası
içerisine girmektedir.
Şa‘rânî’nin
tasavvuf erbâbını (velîleri) abarttığı, onları gereğinden fazla yücelttiği ve
onların geleneksel dinî anlayışa aykırı davranışlarını meşrû gösterme çabası
içerisine girdiğine dâir eleştiriler, sadece kendi döneminde değil, daha
sonraları da yapılmaya devam etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi Reşid
Rızâ, onun mecnûnları (deli divâne gibi dolaşanları) evliyâdan sayarak
onaylamasını ve problemlerine çözüm için başta şeyhi Ali el-Havvâs olmak üzere
ümmîlerin görüşlerine müracaat etmesini büyük bir çelişki olarak görmektedir.
Zira Ezher ulemâsından olan birisinin bu yönelişi hiçbir ilmî ve dinî
açıklamaya sığmamaktadır.[64]
Gerçekten de Şa‘rânî’nin eserlerine bakıldığında her ne kadar dinî ilimlere
vurgu yapılmakta ise de bir türlü sûfî anlayıştan, -yaygın dinî anlayışa aykırı
bile olsavazgeçmediği görülecektir.[65] Hatta
onun İbnü’l-Arabî’den naklederek evliyâ ile enbiyânın aynı kaynaktan
beslendiklerini, dolayısıyla enbiyânın getirdiklerine iman etmek vâcip olduğu
gibi evliyânın getirdiklerine de imanın vâcip olduğunu belirtmesi, velâyetin
onun düşünce dünyasında ne anlam ifade ettiğini göstermektedir.[66]
Bununla beraber onun her fırsatta dini ilimlere gönderme yaparak dinî
düşüncenin ancak onların vesâyetinde meşrûiyyet kazanacağını savunması
önemlidir. Öte yandan onun tasavvufta kendisine istikamet olarak belirlediği
tarz nispeten bidatlerden arınmış, sûfî ulemânın temsil ettiği ‘Sünnî’
gelenektir. Hayatına ve içerisinde bulunduğu tasavvuf kurumlarına bakıldığında
bu neticeyi elde etmek mümkündür.
Şa‘rânî,
Kahire’ye geldiğinde Şâzilîyye tarikatına intisâb eder. Bu tarîkat, o günkü
şartlarda dinin temel disiplinleriyle barışık, ibadet ve ilim yolunu
benimseyen, geleneksel dinî anlayışla kavga etmeyen bir metodu benimsemişti.
Kaynak olarak İmâm Gazzâlî (ö. 505/111), Ahmed er-Rifâî (ö. 570/1182),
Abdülkâdir Geylânî (ö. 561/1165), Ebû’l-Hasan eş-Şâzilî (ö. 656/1258), onun
talebesi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî (ö. 686/1287) ve her ikisinin talebesi İbn
Atâullah el-İskenderî (ö. 709/1301) gibi Sünnî tasavvufun temsilcilerini
almakta idi.
Şa‘rânî’nin
tasavvufta üstatları arasında yukarıda anılan doğrudan kaynaklarına ilâve
olarak Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd (ö. 297/909), Şeyh Ebû Medyen (ö. 594/1198), Ahmed
el-Bedevî (ö. 675/1276), İbrâhim edDesûkî (ö. 676/1277), Yûsuf el-Acemî (ö.
768/1359), Ali el-Havvâs (ö. 941/1532), Efdalüddin Ebû’l-Fazl el-Ahmedî (ö.
946/1537) ve Muhammed Şinnâvî’yi (ö. 932/1525) saymamız yerinde olacaktır. el-Kevkebü’ş-Şâhik’ta
bunların da içinde bulunduğu şeriata bağlı sûfîlerin ahlâklarından örnekler
vererek, olması gereken sûfî duruşa dikkat çeker ve bunun dışındakilerin
(tarîkatların) hedeflerini şaşırdıklarını ifade eder. Ayrıca Tenbîhul-Muğterrîn
Evâhiri 'l-Karni ’l-Âşirâlâ mâ Hâlefufih SelefUhümut-Tâhirisimli eserinde
de gerçek şeyhlerin ahlâklarını her başlığa “Onların ahlâkından/ve min
ahlâkihim...” şeklinde belirterek ahlâklarına bakıp gerçek şeyhlerle sahte
olanlarını ayırt etmeyi önermektedir.[67] Şa‘rânî,
bazen değerlendirmelerini daha da ileri götürerek sûfî olmayan bir fakihin,
sûfî olan fakihten daha faziletli olduğunu düşünmektedir. Zira sûfînin nifâk
içinde bulunma ihtimali vardır, oysa salt fakih için böyle bir ihtimal söz
konusu değildir. Ancak Şa‘rânî’nin bu iddiasından, onun bununla neyi
kastettiği hususu sorgulanmaya değerdir. Zira kendisinin daha önce Ali
el-Havvâs ile tanıştığında el-Havvâs’ın tüm kitaplarını satması ve paralarını
fakirlere tasadduk etmesini kendisinden istemesi, onun da bunu tereddütsüz
yapması, sûfîlerin ve sûfî anlayışın onun hayatında ne kadar etkili olduğunu
göstermesi açısından mânidârdır. Geriye bir tek ihtimal kalıyor; Şa‘rânî her ne
kadar genel ifadeler kullanarak sûfî olan fakihler ile sadece fakih olan
âlimleri mukayese etmekte ise de kendi döneminde yaşayan ve tasavvufun sosyal
getirilerinden yararlanmak için ona müntesipmiş gibi görünen bazı samimiyetsiz
“sözde fakihleri” kasdetmektedir. Sûfî olmayan fakihleri onlardan daha üstün
görmekte, ancak kurumsal olarak böyle bir derecelendirme içerisine
girmemektedir.
Aynı
şekilde o, el-Bahrü’l-Mevrûd’da kendi asrında yaşamış bulunan on şeyhi
zikrederek onların kendilerinden (müridlerden) aldıkları söz ve ahidleri
anlatmaktadır. Bununla üstatlarının bir bakıma vasiyet mâhiyeti taşıyan “uhûd
ve mevâsîk”ten bahsederek sûfîlerin nelere dikkat etmeleri gerektiğini
hatırlatmaktadır.[68]
Kuşkusuz
zaman zaman bir fakih, bir mütekellim, bir muhaddis olarak anılmakla beraber
Şa‘rânî’nin en çok tanındığı alan tasavvuftur. Onun telif ettiği eserler, ön
plana çıkan dinî düşüncelerinde ana tema tasavvuftur. Onun, İbnü’l-Arabî gibi
felsefî tasavvufun öncüsü olan bir şahsiyeti savunma maksadıyla ele aldığı
eserler (el-Yevâkît, el-Kibrît, el-KavlÜl-Mübîn, Levâkihu ’l-Envâr) tasavvufa
olan ilgisi hakkında önemli ölçüde fikir vermektedir. Bununla beraber onun,
sâir ilimlere yaptığı vurgu, tasavvufu onlar üzerinde belirleyici olarak
görmemesi, tasavvufu meşrûiyyetini onlardan almakla yükümlü tutması daha önce
sûfîlerden görmeye alışık olmadığımız Şa‘rânî’ye has özellikler olarak
değerlendirilebilir. Onun bu hassasiyeti, sosyal ayrışmanın temelini
oluşturacak olan ilmî ayrışmanın önüne geçmesi gerektiği düşüncesinden
kaynaklanmaktadır. Zira o, bütün gücünü ümmetin birliğini sağlama ve ayrışmanın
önüne geçme yolunda sarf etmeyi benimsemişti.
2.
5. Şa‘rânî’nin el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fi Beyâni Akâidi’l-Ekâbir Adlı
Eseri
el-Yevâkît,
isminden de anlaşıldığı gibi Şa‘rânî’nin akâid ve kelâm ilmi alanında yazdığı
en önemli eseridir. Çeşitli baskıları bulunan ve iki cilt olarak yazılan eser,
bir mücelled hâlinde de basılmıştır.[69] Hemen
hemen bütün kelâm konularını içeren eser, kendi içerisinde bir mukaddime ve iki
bölüme ayrılmıştır. Mukaddimeyi kendi içerisinde dört fasla ayıran müellif,
birinci fasılda (s. 16-22) İbnü’l-Arabî hakkında genel bir değerlendirme
yaparak onun İslâm dünyasında yanlış tanındığını, İslâm âlimlerinin görüşlerine
aykırı beyânların kendisine ait olmayıp daha sonraları onun kitaplarına
sokuşturulduklarını belirtmekte ve onun lehinde şehadette bulunan birçok
âlimin ifadelerine göndermede bulunarak bunu ispata çalışmaktadır. İkinci
fasılda (s. 23-27) İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen bir kısım tâbirlerin tevili ve
ehlullah dediği sûfîlerin karşı karşıya kaldıkları belâlar üzerinde
durmaktadır. Üçüncü fasılda (s. 28-35), tasavvuf ehlinin remizli bir dil
kullanmasının nedenleri üzerinde durarak, onların bunu başkalarını aralarına girmekten
alıkoymak için yaptıklarını açıklamaktadır. Dördüncü fasılda (s. 36-44) ise
kelâm ilmi konusunda araştırma yapacak kişilerin uyması gereken kurallar
verilmektedir.
Eserin
ana metnini teşkil eden her iki bölüm, kendi içerisinde “mebhâs” adı altında çeşitli
başlıklara ayrılmıştır. İlk bölüm “Mebâhisu’l-ulûhiyye ve tevâbiuhâ” başlığını
taşımaktadır. Bu bölümde 28 mebhas bulunmaktadır. Bunlarda Allah’ın zâtı,
sıfatları, Allah-insan ilişkisi, insanların fiilleri ve
bunların
sorumlulukları, Hz. Îsâ’nın yaratılışı, cinlerin varlıklarının ispatı gibi
konular yer almaktadır.
II.
bölüm ise “Mebâhisu’n-nübüvve ve’r-risâle” başlığını taşımaktadır. Bu bölüm, 43
mebhâstan müteşekkildir. Bunlardan 9 mebhâs doğrudan nübüvvet konularını
içermektedir. 13 mebhâs velâyet ve bununla ilgili konuları, geri kalan 21
mebhâs ise sem’iyyât, iman-İslâm, ihsân, fısk ve tövbe gibi konuları
içermektedir. Görüldüğü gibi Şa‘rânî, bu bölümü oldukça geniş bir şekilde ele
alır ve sem’iyyât konularını da buna dâhil eder. Ayrıca o, kelâm literatüründe
oldukça muhtasar şekilde geçilen velâyet ve bununla ilgili konulara eserinde
daha geniş yer ayırmaktadır.
Şa‘rânî,
bu eserini “ehl-i keşf ” dediği sûfîye ile “ehl-i fikr” dediği kelâmcıların
akâidleri arasında mutâbakât bulunduğunu göstermek için kaleme aldığını, bu
işin daha önce hiç kimse tarafından ele alınmadığını belirtmektedir. Ancak bu
amacını ifade ettikten hemen sonra kelâmın sakıncalarına dikkat çeken ifadeleri
zikretmekten de geri durmaz. Bununla beraber bu eseri yazarken ömrünün
daraldığını, bu eserden kapalı görünen bir kısım görüşlerin ulemânın
incelemelerinden geçmeksizin iktibâs edilmemesini ve ehl-i keşfin kelâmını tam
olarak akledebilecek durumda olmayan şahısların, kelâmcıların zâhir olan
görüşlerine itibar etmelerini tavsiye etmektedir. Sûfîye akâidinin keşf ve
müşâhedeye dayandığını, mütekellimlerin akâidinin ise imana dayandığını
belirten Şa‘ranî, sûfîyye yolunu izleyenlerin az olmasından dolayı
kelâmcıların yolunun ulemâ tarafından daha çok benimsendiğini, bu nedenle de
onların yolunun tercih edilmesi gerektiğini ifade ederek tercihini yapmaktadır.69
Bütün bunları ifade ederken diğer yandan daha açık bir ifade ile “mâsum olmayan
bir kısım ehl-i keşfin sözlerine inanarak kelâmcıların cumhûruna muhalefet
etmekten Allah’a sığınırım” demek sûretiyle bir bakıma kelâmcılara rüşvet
vermektedir.
Birçok
sûfînin akâid eserini incelediğini, ancak bunlardan hiçbirinde Şeyhin eserleri
kadar ifadeleri güçlü ve geniş olanına rastlamadığını belirten müellif, bu
nedenle onun el-Fütûhât ve diğer eserlerinden elde ettiği veriler
üzerine bu eseri kaleme aldığını, onun dışındaki sûfîlere itibar etmediğini
belirtmektedir. Bununla beraber el-Fütûhât’ta kendisinin anlamadığı
birçok ifadenin bulunduğunu, bunlardan bir kısmını eserine aldığını ve bunu
âlimler tarafından incelenip hak ile bâtılın birbirinden ayıklanması için
yaptığını zikretmektedir. Zaman zaman kendisinin eserine aldığı bu garip
fikirlere inandığı şeklindeki tenkitleri bu şekilde reddetmektedir.70
Eserin
I. bölümünde sıklıkla İbnü’l-Arabî’nin görüşünün yanı sıra mütekellim ve diğer
sûfîlerin görüşlerini de vermeyi ihmâl etmeyen müellif, II. bölümde daha çok
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini vermekle yetinmektedir. Özellikle velâyet
konularında tamamen onun görüşlerini vermekte, çok nâdir olarak farklı sûfîlere
göndermede bulunmaktadır. Bu durum bahse konu alanlarda mütekellimlerin fazla
söz söylememelerinden kaynaklandığı kadar İbnü’l-Arabî’nin özgün görüş sahibi
olmasından da kaynaklanmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi, hemen hemen
tüm kelâm literatüründen haberdar olan müellif, daha çok kendi zamanına yakın
dönemde ve Mısır’da yaşayan kelâmcıları kendine dayanak olarak kabul etmekte
olup kelâm tarihinde önemli yeri olan kelâmcıların görüşlerine genelde yer
vermemektedir. Bu seçimde coğrafî ve târihî faktörler yanında, kendisine mesned
kabul ettiği kelâmcıların sûfî-meşrep olmaları da etkili olmuştur.
Şa‘rânî,
konuları işlerken bazen ilk önce İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâf ından
alıntı yapar ve bu alıntıda öne sürülen görüş doğrultusunda konuya devam eder.
Bazen de konuyla ilgili düşüncesini verir ve arkasından el-Fütûhât’tan bu
görüşü destekleyen nakiller yapar. Zaman zaman el-Fütûhât’ın yanı sıra
diğer eserlerinden de alıntılar yapmaya devam eder. Ancak II. Bölümde elFütûhât’
ın dışındaki eserlere yapılan göndermeler oldukça nâdirdir. el-Yevâkît, mukaddimesinde
de belirtildiği gibi İbnü’l-Arabî’nin kelâmî görüşleriyle mütekellimlerin
görüşlerini uzlaştırma çabası üzerine bina edilmiştir. Ancak başta velâyet
olmak üzere bazı konularda sadece Şeyhin görüşünün verilmiş olması, bize
müellifin tercihi konusunda önemli ipuçları vermektedir.
Şa‘rânî,
İbnü’l-Arabî’yi müdafaa ederken başta Fusûs şârihleri olmak üzere diğer
İbnü’l-Arabî müdâfilerinin yaptıklarının aksine, yaygın olarak onu sâir İslâm
ulemâsının benimsediği şer‘î çizgiye çekme gayreti içerisine girmektedir. Bu
durum, Şa‘rânî’nin sahip olduğu düşünce dünyasının doğal bir neticesi olarak
değerlendirilmelidir. O, hiçbir zaman İslâmî disiplinlerin dışına çıkarak dinî
tefekkür sahasında yeni bir çığır açmayı düşünmemekte ve böyle bir yöntemin
meşrûiyyet problemiyle karşı karşıya kalacağını bilmektedir. Bu nedenle
oldukça meşhûr ve etkili bir sûfî olan İbnü’l-Arabî’yi tamamen reddetmektense,
onun eserlerini bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirerek yorumlama yoluna
gitmektedir. Bu süreçte İbnü’l-Arabî’nin İslâm âlimleri tarafından eleştiriye
konu olmayan ma‘kul ve mûtedil görüşlerini esas almakta, aykırı görüşleri de ya
bunların doğrultusunda yorumlamakta, ya da onları yok saymaktadır. Şa‘rânî
değerlendirmelerinde İbnü’l-Arabî’yi el-Fütûhât ekseninde esas
almaktadır. Zaman zaman tartışmaya açık görüşleri içerdiği gerekçesiyle
tenkitlere konu olan Fusûsla çok fazla ilgilenmemekte, onda bulunan
aykırı görüşlerin sokuşturulduğunu ısrarlı bir şekilde iddia etmektedir.[70]
Böylelikle İbnü’l-Arabî’nin yaygın olan Sünnî kelâm anlayışının dışına
çıkmadığını, onun bu anlayışa paralel görüşler ortaya koyduğunu, zaman zaman
bir kısım konularda farklılık arz eden görüşlerinin ise müsâmaha
gösterilebilecek derecede olduğunu, bu türden farklı değerlendirmelerin
mütekellimlerin kendi aralarında bile olabileceğini ileri sürmektedir.
Şa‘rânî’yi emsâllerinden farklı kılan, onun İbnü’l-Arabî üzerinde gerçekleştirdiği
bu yorum farkıdır. Diğer İbnü’l-Arabî şârihlerinden farklı olan bu yorum,
tasavvufun usûlü’d-dîn konularında kelâma uymak zorunda olduğunun inanılmaz
baskısının bir neticesi olsa gerektir. Şa‘rânî bu tavrıyla kelâmdan müstakil
bir tasavvufun meşrûiyyetini tartışma zeminine taşımıştır.
Şa‘rânî’nin
anılan yorum farkını, örnekler üzerinden giderek daha belirgin hâle getirmemiz
mümkündür. Sözgelimi İbnü’l-Arabî’nin tenkid edildiği konulardan biri olan
“Firavun’un imanı” meselesini Şa‘rânî’nin değerlendirmelerine örnek olarak
ortaya koymamız yerinde olacaktır. Zira bu örnek, İbnü’l-Arabî’nin
eleştirildiği uç örneklerden biridir. Bilindiği gibi ona göre Firavun, ruhunu
teslim etmeden önce iman ederek tertemiz (tâhir ve mutahhar) bir şekilde
ölmüştür. “İslâm kendisinden önceki günahlar için kefârettir” esasına göre
onun küfür hâlindeyken işlediği bütün kötülükleri hükümsüzdür. O da
İsrâiloğulları gibi Mûsâ ve Hârûn’un rabbine iman ederek[71] öldüğüne
göre önceki günahları affedildi. Yeni günahlar işlemeye de fırsat bulamadan
öldüğüne göre arı, duru bir şekilde göçtü gitti. Ona göre Hz. Mûsâ henüz bebek
iken bulunup saraya getirildiğinde Firavun’un hanımının “Bu benim ve senin
için göz aydınlığıdır”[72]
ifadesinde işaret ettiği aydınlığın Firavun ve hanımının iman etmesidir.
Zira Firavun âyette açıkça ifade edildiği gibi ölmeden önce iman etmiştir.[73]
Şa‘rânî,
İbnül-Arabî’nin Fusûs taki bu yorumuna değinmeksizin onun elFütûhât’ta
bir vesile ile değinerek konuyla ilgili düşüncesine işaret eden beyânını esas
alır. el-Fütûhât’ ın altmış ikinci babında İbnü’l-Arabî, “Ey günahkârlar!
Bugün ayrılın”[74]
âyetinde muhatap alınan günahkârların tamamının cehennemlik olduklarını
belirttikten sonra bunları dörtlü bir tasnife tâbi tutar. Bunlardan
birincisinin Firavun gibi rablığını iddia[75] ederek
Allah’ın rablığını reddedenler olduğunu ifade etmekte ve bunların cehennemde
ebedî kalacaklarını bildirmektedir.[76] İşte
Şa‘rânî, İbnü’l-Arabî’nin burada geçen ifadesinden yola çıkarak onun
Firavun’un imanını geçerli saydığını iddia edenlerin yanlış düşündüklerini,
hatta ona büyük bir iftira attıklarını ileri sürmektedir. Zira şayet
İbnü’l-Arabî onun imanını meşru görseydi onun cehennemde ebedî kalacağını
belirtmezdi. Ona göre İbnü’l-Arabî’ye nispet edilen eserlerde bu anlama
gelebilecek ifadelerin var olması, söz konusu ifadelerin bu gibi eserlere
sonradan sokuşturulduğu kanaatini uyandırmaktadır.[77]
Şa‘rânî’nin
bu yorumuna karşılık, Fusûs şârihlerinin kâhir ekseriyetinin Fusûs’taki
yorumu esas aldıklarını ve el-Fütûhât’taki ifadeyi yorumlama yoluna
gittiklerini görmekteyiz. Bir kısım şârihler ise, Fusûs’taki söz konusu
ifadeye hiç değinmemektedir. Bu son gruba girenlere meşhur şârihlerden biri
olan İsmail Ankaravî’yi (ö. 1040/1630) örnek vermemiz mümkündür.[78]
İbnü’l-Arabî’nin en eski ve önemli şârihlerinden biri olan Abdürrezzâk Kâşânî
(ö. 730/1329), Firavun’un imanının sahih olduğunu, ancak bu imanın onun
yaptığı zulümden ötürü azap görmesine engel olmayabileceğini, Şeyh’in de bu
anlamda herhangi bir ifade kullanmadığını belirtmektedir.[79]
Böylelikle İbnü’l-Arabî’ye dayandırılan her iki görüşü de telif etmektedir.
Dâvûd-i Kayserî (ö. 751/1350), Firavun’un imanının kendisini cehennemde ebedî
kalmaktan kurtaracağını, bununla beraber yaptığı zulümden dolayı cehennem
azabını görmesine mâni olmayacağını belirtmektedir. Çünkü onun imanı henüz
âhiret ahvâlini görmeden, can boğaza dayanmadan gerçekleşmiştir. Buna göre
imanı sahihtir. Yûnus sûresinin 92. âyetinin, onun kurtuluşuna mesned olduğunu
belirtmektedir.[80]
Bu yorum Kâşânî’nin yorumuyla aşağı yukarı örtüşmektedir. Ahmed Avni
Konuk (1868-1938) ise daha önceki şârihlerin leh ve aleyhteki görüşlerini de
aktardıktan sonra Fusûs ve el-Fütûhât’ın Şeyh’in kendiliğinden
söylediği ifadeler olmayıp, onun kalbine ‘hâtem-i velâyet’ mişkâtından münzel
olduklarını, dolayısıyla bunların kesin bilgi ifade ettiklerini belirttikten
sonra, bu eserlerde yer alan bilgiler doğrultusunda Firavun’un imanının sahih
olduğu görüşünü savunmaktadır. el-Fütûhât’ın 62. bâbında, Firavun ve
benzerlerinin cehennemde ebedî kalacaklarının ifade edilmesini ise
“zikrü’l-mahal ve irâdetü’l-hâl” kabilinden bir ifade olduğunu savunarak,
burada cehenneme girecek olanın Firavun değil, onun yaptığı rablık iddiasında
bulunma fiilinin ebedî cehennemi gerektirdiğini belirtir. Buna göre Firavun,
imanından sonra herhangi bir günah işlemediğinden tertemiz (tâhir ve mutahhar)
bir şekilde öldü. Ancak onun işlediği fiili işleyip daha sonra tövbe etmeyenler
cehennemde ebedî olarak kalacaklardır.[81]
Şa‘rânî’nin
Fusûs şârihlerinden farklı değerlendirmelerde bulunduğu ve İbnü’l-Arabî
ile Sünnî Kelâmcılar arasında paralellelikler bulmaya çalıştığı hususlara bir
diğer örnek olarak Allah ile âlem arasındaki karşılıklı teshîr konusu
verilebilir. Şa‘rânî, Fusûs’tan nakledilen “Her şey O’na muhtaçtır,
müstağnî değil/ Hak söz budur, şüphesiz açık söyledik, kinâyeli değil.”[82]
beytinin Allah’ın âlemi yaratmaya muhtaç olduğu anlamına geldiği iddia
edilerek İbnü’l-Arabî’nin bu anlayışı benimsediğinin ileri sürüldüğünü, bu
nedenle İbnü’l-Arabî’nin Allah’ın kâdir-i mutlak ve fâil-i muhtâr olması
esasına aykırı düşündüğünden dolayı tenkid edildiğini belirtmektedir. Şa‘rânî,
bunun doğru olmadığını, hatta bu sözün Fusûsa başkaları tarafından
sokulduğunu ifade eder ve İbnü’l-Arabî’nin böyle düşünmediğini, elFütûhât’ta
“Allah âlemlerden müstağnîdir”[83]
âyetine getirdiği yorumu delil göstererek iddia etmektedir.[84] Buna göre
Allah’ın âleme muhtaç olması durumunda kendisini icbâr eden bir sebepten dolayı
tıpkı âlemin rabbine muhtaç olması gibi, rabbin de âleme muhtaç olması söz
konusu olur ki bu da âlem için belirlenen imkân esasını ortadan kaldırır.
Böylece âlem de tıpkı rabbi gibi vâcib durumuna gelmiş olur.
Fusûs
şârihleri söz konusu metni şerh ederken Şa‘rânî’den farklı, kendi aralarında
ise birbirlerine yakın sonuçlara varmışlardır. Bu duruma yol açan asıl âmil,
şârihlerin şerhe başlarken peşin olarak İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd
düşüncesine sahip olduğu ve tüm yorumlarını bu doğrultuda yaptığı ön kabulüyle
yola çıkmalarıdır. Söz gelimi Kâşânî, Allah’ın zâtının o olması itibariyle
âlemlerden müstağnî olduğunu, ancak zâhir, hâlık ve râzık gibi isimleri
itibariyle âleme muhtaç olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla âlem, var
olması için Allah’a muhtaç, Allah ise zuhûr etmek için âleme muhtaçtır. Her
ikisi birbirinden ayrılmaz (merbût) ve birbirinden müstağnî olamazlar.[85]
Dâvûd-i Kayserî, söz konusu beyti şerh ederken âlem ve âlemin rabbinden her
birinin yekdiğerine muhtaç olduğunu belirtmektedir. Buna göre âlem, varlık ve
kemâlâtı için rabbine muhtaçtır, rabbi ise kendisinin, esmâsının zuhûru ve
ondaki hükümleri için âleme muhtaçtır. Ancak Allah’ın âleme ihtiyacı zâtının
değil, esmâsının ihtiyacıdır. Dâvûd-i Kayserî, Allah’ın âleme olan ihtiyacının
O’nun esmâsı gereği olduğunu ifade etmek sûretiyle zâtını tenzîh etmeye
çalışmaktadır. Ancak bu durumda bile Allah’a fâil-i muhtâr denilmesi mümkün
görülmemektedir.[86]
Sofyalı Balî Efendi de (ö. 960/1553) Allah’ın istiğnâsının zâtı itibariyle
olduğunu, iftikârın ise esmâ ve sıfatları itibariyle bulunduğunu belirterek,
Dâvûd-i Kayseri ile aynı düşünceyi paylaşmıştır.[87] Ekrem
Demirli ise Fusûstaki bu beyti İbnü’l-Arabî’nin ‘ilâh-ilâh sahibi
(ilâh-melûh)’ ilişkisini tamlama ve görelilik ilişkisi olarak görmesiyle
açıklamaktadır. Bu durumda diğer sıfatlarda olduğu gibi (râzık-merzûk,
hâlık-mahlûk, âlim-mâlum gibi) âlem ile Allah arasında da zorunlu bir teshîrin
söz konusu olduğuna işaret etmektedir. Bu zorunluluk, Allah’ın ilminin sebkat
etmesinden kaynaklanmaktadır. İbnü’l-Arabî, âlemin Allah’ın bilinme arzusu
gereği yaratıldığını ve salt bu yönüyle bir ihtiyaçtan söz edilebileceğini
belirtmektedir.[88]
Demirli, Allah ile âlem arasındaki göreliliği baba-oğul mîsâliyle açıklayarak
meseleyi anlaşılır hâle getirmeye çalışmaktadır. Buna göre, âlem olmaksızın
Tanrı’daki rab, rezzâk, kâdir, âlim gibi vasıflardan söz etmek mümkün değildir.
Ancak o, Tanrı’nın zâtı ve başka vasıfları itibariyle müstağnî olduğunu düşünmektedir.[89]
O, bu yorumuyla geleneksel Fusûs şârihlerinin yorumlarıyla aynı sonuca
varmaktadır. Zira Allah’ın âleme ihtiyacını esmâ ve sıfatları itibariyle
görmekte, zâtı itibariyle görmemektedir. Ancak Allah’ın gânî, samed gibi
sıfatları göz önüne alındığında, Allah’ın sadece zâtı itibariyle değil, aynı
zamanda sıfatları itibariyle de müstağnî olduğu görülecektir. Diğer taraftan
Allah’ın Rab, Rezzâk gibi sıfatları Allah’ı âlemi yaratmaya icbâr eden vasıflar
olmaktan daha çok, O’nun yarattığı âlem ile ilkişkisini ifade etmektedir.
Öte
yandan İzutsu, Allah-âlem arasındaki karşılıklı teshîr ile ilgili
İbnü’l-Arabî’nin görüşünü yorumlarken, a‘yân-ı sâbite’deki istidâdın Allah tarafından
yaratılmış olmasına rağmen ona da hükmettiğini belirtmektedir.[90]
Ona göre Allah’ın âlemi var olması ve varlığını sürdürmesi için kendisine
muhtaç (mecbûr) tuttuğu gibi âlemin de Allah’ı kendisine (âleme) muhtaç
(mecbûr) tuttuğu[91]
şeklinde açıklamaktadır. Burada İzutsu, her ne kadar bahse konu mücbir
istidâdın Allah tarafından yaratıldığını ifade etse de neticede Allah’a
hükmeden bir durum söz konusu olduğundan, O’nun kâdir-i mutlak ve fâil-i muhtâr
olarak tanımlanma esasına aykırı düşmektedir.
Gerek
ilk dönem şârihleri, gerekse İzutsu gibi modern dönem şârihleri Fusûs
taki bu beytin İbnü’l-Arabî’ye aidiyetini tartışmadıkları gibi, bu beyitte yer
alan ifadelerin onun genel düşüncesine uygun olup olmadığını da sorgulama
yoluna gitmemektedirler.
Şa‘rânî
bu görüşü (Allah ile âlem arasındaki karşılıklı telâzüm-i zarûrî olarak var
olduğu iddia edilen teshîr), Ehl-i Sünnet kelâmcılarının Allah ile ilgili “fâil-i
muhtâr” ve “kâdir-i mutlak” anlayışına aykırı bulduğundan, İbnü’l-Arabî’ye ait
olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre bu ifadeler, daha sonraları Fusûs’a
başkaları tarafından sokuşturulmuştur. Şa‘rânî’nin el-Yevâkît’te âlemi
yaratma konusunda Allah’ı mecbûr eden bir mûcib sebep olmadığını belirtmesine
karşılık, Kendisinin ilmi sebkat ettiğinden (Allah’ın ezelî ilminde âlem yer
aldığından) dolayı yaratması gerektiğini belirtmesi,[92] onu
yukarıda bahsedilen görüşe yaklaşmış gibi göstermektedir. Bununla beraber
Şa‘rânî, düşüncesini el-Fütûhât’tan alıntılar yaparak temellendirmekte
ve daha önce olduğu gibi İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâttaki bu ifadesinin
onun asıl görüşü olduğunu belirterek buna aykırı beyânların kendisine ait
olmadığını belirtmektedir. Buna göre el-Fütûhât’ın 361. bâbında[93]
belirtildiği gibi İbnü’l-Arabî, Allah ile âlem arasındaki teshîrin zorunluluğu
konusunu yukarıda anılan âyetin de delâletiyle Allah’ın âlemlerden müstağnî
olduğu ilkesi doğrultusunda açıklamaktadır. Bu durumda, Allah’ın ilminin
sebkat etmesi, sübût açısından bir zorunluluğu ifade etmekte ise de vücûd
açısından herhangi bir zorunluluktan söz etmemiz mümkün değildir. Allah’ın
ilminin sebkat etmesi âlemin a‘yân-ı sâbitedeki sübûtuna işaret etmekte ve
bununla iktifâ etmektedir. Bu ilim, a‘yân-ı sâbitede sâbit olan bir varlığın
zorunlu olarak vücûda gelmesini gerektirmez. Aksi takdirde Allah’ın fâil-i
muhtâr olması söz konusu olmayacaktır.[94]
Görüldüğü
gibi Şa‘rânî kendi yöntemini uygulayarak meseleye açıklık getirmekte ve
mütekellimûn ile İbnü’l-Arabî arasında kendince bir mutâbakât noktasına
ulaşmaktadır. O, el-Fütûhât\an. kendi görüşü doğrultusunda olan kısmı
almakta ve müellifin buna aykırı olan beyânlarını kendi görüşü doğrultusunda
olmak üzere ya yorumlamakta ya da söz konusu beyânların ona ait olmadığını,
bunların daha sonra Şeyh’in eserlerine katıştırıldığını ifade etmektedir.
Şa‘rânî, bu sokuşturmaların daha çok Fusûsa yapıldığı konusu üzerinde
durmakla beraber, zaman zaman elFütûhât’a da birtakım eklemelerin
yapıldığını belirtmekte; bu kanaatini ise nüshalar arasındaki farklılıkları
ileri sürerek desteklemeye çalışmaktadır.96
el-Yevâkît
vel-Cevâhir fi Beyâni Akâidi’l-Ekâbir eseri, her ne kadar
bir akâid ve kelâm kitabı ise de sûfî yöntemi sıklıkla kullanmıştır. Bu nedenle
eser okunurken bu hususun dikkate alınması önem taşımaktadır. Tercüme esnasında
bunun zorlukları açık bir şekilde görüldü. Şu var ki Şa‘rânî’nin kelâm
konularında kelâmcıların değerlendirme ve yöntemini önemsediği açıktır. Bu
durum önemli ölçüde kolaylıklar sağlamaktadır. Zira öncelikle kelâm âlimlerinin
ilgili konudaki değerlendirmelerini vermekte daha sonra başta Muhyiddin
İbnü’l-Arabî olmak üzere sûfîlerin görüşlerine yer vermektedir. Bu durum, hem
mukayese etmeyi hem de meseleyi anlamayı kolaylaştırmaktadır. Şa‘rânî’nin kendi
tercihinin sûfîlerin görüşü doğrultusunda olduğundan şüphe yoktur. Ancak her
şeye rağmen onun bütüncül ve ümmetçi yaklaşımı, bütün görüşleri meşrû bir
zamanda değerlendirme imkânı vermektedir. Belki de Şa‘rânî’yi önemli hatta
vazgeçilmez kılan husus da budur.
Eserin
tabiatı bazı tasarruflarda bulunmayı zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle
olabildiğince metne bağlı kalmakla beraber, zaman zaman sınırlı ve küçük de
olsa bazı tasarruflarda bulunulmuştur. Bunları maddeler hâlinde sıralamak
mümkündür:
1.
el-Yevâkît’in
nüshaları arasında önemli bir fark bulunmamakla beraber, özellikle Nevâf
el-Cerrâh tarafından neşredilen ve iki cilt bir mücellet olarak baskısı yapılan
Beyrut (Dâr Sader), 1424/2003 ve altta el-Kibrîtü’l-Ahmer’le birlikte
yine iki cilt bir mücellet olarak baskısı yapılan Beyrut (Dâru
İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, tarihsiz) baskısı esas alınmıştır. Her iki baskı da
hemen hemen aynıdır.
2.
Metinde geçen قيل له/قلنا-فان قيل/فان قلت “dersen / denilirse
deriz / denilir” tarzındaki cedelî tabirler, tercümede “Soru: / Cevap:”
şeklinde tercüme edilmiştir. Böylece okuyucunun muhtevayı daha kolay anlaması
sağlanmaya çalışılmıştır.
3.
Metinde
sıklıkla kaydedilmiş olan, alıntılardan sonra gelen ve alıntının bittiğini
ifade etmek için kaydedilen انتهى
tabiri
çoğu zaman olduğu gibi tercüme edilmemiştir. Buna karşılık, alıntılar “...”
içine alınarak veya uygun tabirlerle ifade edilerek işaret edilmiştir.
4.
Zaman zaman ek
açıklamalara ihtiyaç duyulduğunda, dipnotlarda kısa açıklamalar yapılmıştır.
5.
Âyetler, sûre
ve âyet numaralarıyla birlikte dipnotta verilmiştir. Ancak hadislerin önemli
bir kısmı zayıf hatta mevzu olduğu için tamamını tahriç etmek mümkün
olmamıştır. Sadece kısmen tahrici yapılmıştır.
Ankaravî, İsmail,Nakş elFusûs
Şerhi (nşr. Kutluer, İlhan), İstanbul 1995.
Bâlî Efendi, Şerhu
Fusûsi’l-Hikem, İstanbul 1309/1892.
ed-Dâlî, Sabri, el-Hitâbus-Siyâsî
es-Sûfi fi Mısr, Kahire 1425/2004.
Demirli, Ekrem, Fusûsul-Hikem
Çeviri ve Şerhi, İstanbul 2006.
Doris Behrens-Abouseif, “Berkuk
Külliyesi”, DÎA, V, 512-514.
Eymen Fuâd Seyyid, “Kahire”, DÎA,
XXIV, 173-174.
Feruğlî,
Abdühafiz Ali el-Karnî, Abdülvehhâb eş-Şarânî Îmâmul-KarnilÂşir, Kahire
1985.
Harman, Ömer Faruk, “Firavun”, DÎA,
İstanbul 1996, XIII, 118-121.
Gökçe,
Ferhat, Şa‘rânî ve Hadisleri Değerlendirmede Mîzân Yöntemi. (Yüksek
Lisans Tezi), A.Ü.S.B.E., Ankara 2004.
İbnü’l-Arabî,
el-Fütûhât-ı Mekkiyye (Trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2006.
İbnü’l-Cevzî,
Telbisul-Îblîs (nşr. Münîr ed-Dımaşkî), Kahire 1368.
İzutsu,
Toshihiko, Îbnul-Arabînin Fusûsundaki Anahtar Kavramlar (trc.
Ahmet Yüksel Özemre), İstanbul
2005.
Kaşânî, Abdürrezzâk, Şerh alâ
Fusûs’i’l-Hikem, Mısır 1321.
Kayserî,
Davûd, Matlau Husûsi’l-Kilem fî Meânî Fusûsi’l-Hikem (nşr.
Daru’l-İ’tisam, nşr. Muhammed Hasan Saadi), by yok 1416.
Koca,
Ferhat, “İbn Teymiyye”, DÎA, XX, 392.
Konuk,
Ahmed Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi (nşr. M.Tahralı S.
Eraydın), İstanbul 1992.
Kopraman, Kazım Yaşar, “Baybars
I”, DÎA, V, 221-223.
Kılavuz, Ahmet Saim, “Akâid”, DÎA,
İstanbul 1989, II, 215.
Kubat,
Mehmet, Hasan el-Basrî; Hayatı, Îlmi Kişiliği ve KelâmÎlmindeki Yeri,
İstanbul 2008.
Mansûr,
Ahmed Subhî, el-Akâidud-Diniyyefî Asri’l-Memlûkiyye beyne’l-Îslâm ve
tTasavvuf, Kahire 2000.
Özel, Ahmet Murat, “Şâzeliyye”, DÎA,
XXXIX, 387-390.
Özervarlı,
M. Said, İbn Teymiyyenin Düşünce Metodolojisi ve Kelâmcılara Eleştirisi,
İstanbul 2008.
Özköse,
Kadir, “İbnü’l-Arabî’nin Şeyhi Ebû Medyen Şuayb el-Ensârî’nin Hayatı, Eserleri
ve Tesir Halkası”, Tasavvuf Dergisi, 21. sayı, Ocak-Haziran 2008, s.
95-115.
Razûk,
Muhammed, “İbn İyas”, DİA, XX, 97.
Rızâ,
Reşid, Tefiîrul-Kur’âni’l-Hakîm, Kahire ts., XI. cilt.
Şa‘rânî,
Âdâbül-Muhabbe (nşr. Abbâs Yûsuf Sâmî), Dımaşk 2003.
--- ,
el-Bahru’l-Mevrûd, Kahire 1424/2004.
--- ,el-Envârul-Kudsiyye fi Marifeti Kavâidi’s-Sûfîyye, Beyrut 1408/1988.
--- ,
Muhtasaru Tezkireti’l-Kurtubî, Kahire 1302.
--- ,
el-Kavâidü’l-Keşfiyye el-Mûdiha li-Meânî’s-Sifâti’l-İlâhiyye
(nşr. Ahmed Abdürrâzık el-Bekrî), Kahire ts.
--- ,
el-Kevkebuş-Şâhikfi’l-Farki beyne’l-Müridi’s-Sâdıkve Gayri’s-Sâdık, Beyrut
1971.
--- ,
el-Kibrîtü’l-Ahmer fi Beyâni Ulûmi Şeyhi’l-Ekber
(nşr. Abdullah Mahmud Muhammed Ömer), Beyrut 1418/1998.
--- ,
Letâifü’l-Minen vel-Ahlâk, Kahire, 1311.
--- ,
Levâkihul-Envâri’l-KudsiyyefiBeyâni Uhûdi’l-Muhammediyye,
Kahire 1393/1973.
--- ,
el-Mîzânü’z-Zerriyetü’l-Mübeyyinetüli-Akâidi’l-Fıraki’l-Aliyye
(nşr. Cevdet Muhammed Ebu’l-Yezid el-Mehdî ve dğr.), Kahire 2008.
--- ,
et-Tabakâtus-Suğrâ (nşr. Abdülkadir Ahmed Atâ), Kahire
1410/1990.
--- ,
Tenbihul-Muğterrîn, Mısır 1310.
--- ,el-Yevâkîtvel-CevâhirfîBeyâni
Akâidi’l-Ekâbir, Beyrut 2003/1424.
Teftâzânî,
Ebû’l-Vefâ el-Guneym, Medhal ilâ’t-Tasavvufi’l-İslâmî, Kahire 1411/1991.
Tekindağ,
M. C. Şehabettin, “Berkûk”, DİA, V, 511.
Umeyra, Abdurrahman, (Şa‘rânî’nin
el-Muhtâr minel-envârfi sohbeti’l-ahyâr isimli eserine yazdığı) Mukaddime,
Beyrut 1407/1986.
Vakkâd, Mehâsin Muhammed, et-Tabakâtü
ş-Şa ’biyyefi ’l-Kâhireti ’l-Memlûkiyye (648-923/ 1250-1517), Kahire 1999.
M. Winter, “Sha’rani and Egyptian
society in the sixteenth century”, Asian and African Studies, X III,
Israel 1973, s. 313-338.
“Sha’rani”, ET2(lng.),
Leiden 1997, IX, 316.
Winter, M., Society
andReligion in early Ottoman Egypt, New Jersey 1982, s. 58 vd.
Yazıcı, Tahsin, “Ebû Medyen”, DİA,
İstanbul 1994, X 186-187.
Yiğit, İsmail, “Memlûkler”, DİA,
XXIX, 95.
EL-YEVÂKÎT
VE’L-CEVÂHİR FÎ BEYÂNİ AKÂİDİ’L-EKÂBİR
ABDÜLVEHHÂB
EŞ-ŞA‘RÂNÎ
Allah'ın
rahmeti onun üzerine olsun
اليواقيت
والجواهر في بيان عقائد الأكابر
عبد الوهاب
الشعراني رحمة الله عليه
Rahman Rahîm
olan Allah’ın adıyla...
Âlemlerin
rabbine hamd olsun. Efendimiz Muhammed, onun akrabaları ve diğer nebî ve
resullere, onların tamamının akraba ve arkadaşlarına (âl ve ashabına) salât ve
selâm ederim.
İmdi,
Allah’ın af ve mağfiretine muhtaç bir kul olan Abdülvehhâb b. Ahmed b. Ali
eş-Şa‘rânî -Allah onu affetsinşöyle demektedir: Bu, akâid ilmine dair telif
ettiğim bir kitaptır. Ona, el-Yevâkît ve’l-Cevâhirfi Beyâni Akâidi’l-Ekâbir
ismini verdim. Bu kitapta, gücüm nisbetince, ehl-i keşf ile ehl-i fikrin
akîdeleri arasındaki mutabakatı bulmaya çalıştım. Çünkü akâidin dayanağı, bu
iki taifedir.
Çünkü
insanlar bu çerçevede nazar ve istidlal ehli ile keşf ve ıyân ehli olmak üzere
iki kısımdır. Her iki taife de çevresindeki insanlar için kitaplar telif
ettiler. Dinî konularda derinlik sahibi olmayan bazı kimseler, bu taifelerden
her birisinin söylediklerinin diğerine muhalif olduğunu zannetmektedirler. Bu
kitapta, her bir grubun mensuplarının söylediklerini diğer grubun
söyledikleriyle desteklemek için, her iki görüşün bir araya geldiği yönü ortaya
koymayı hedefledim. Bu, beni kimsenin geçtiğini görmediğim bir iştir. Araştırma
yaptığım ve kendimi sorumlu tuttuğum bu konunun hakkını verememe noktasındaki
acziyetimden dolayı, beni mâzur görenlere Allah merhamet eylesin; çünkü
tartışmanın konusu gerçekten dakîktir. İmâm Şâfiî (ra) (ö. 204/820), Ebû İshâk
el-Müzenî’ye (ö. 264/878) şöyle demiştir: “Fıkha sarıl ve kelâm ilmine de
dikkat et. Çünkü sana “hata etti” denilmesi, “kâfir oldu” denilmesinden daha
hayırlıdır.” Yüce Allah’tan, bu kitaba bakan âlimlerin tamamının, gördüğü hata
ve tahrifleri düzeltmelerini ya da müslümanların hayrına olabilecek açık bir
cevap yoksa, bunu yazmalarını dilerim. Hiç kimseye bu kitabı çoğaltma izni
vermediğim bilinmelidir. Ancak hasetten uzak İ slâm âlimlerinin mütalaa
ettikten sonra özetlemeleri ve üzerine kendi yazılarıyla bir şeyler yazmaları
bundan hariçtir. Gerçekten şu anda, ömrüm onu tam olarak yazmaya yetmeyebilir.
Ehl-i keşfin kelâmını anlamada yetersiz kalanlara, kelâmcıların görüşlerinin
zâhiriyle yetinmelerini ve bunun dışına çıkmamalarını tavsiye ederim. Yüce
Allah, “Bol yağmur almasa bile, çiseleme de yeter” buyurmaktadır.[95]
Bu durum, ehl-i keşfin akidesinin müşâhede üzerine bina edilmesinden dolayıdır.
Başkalarının (kelâmcılar) akidesi ise iman edilmesi gereken şeyler üzerine bina
edilmiştir. Hakkında kesin bir nas bulunmayan bütün hususlarda ölçüleri budur.
Oysa kişi, ehl-i keşfin aksine cumhurun itikadına tâbi olma gücünü kendinde
bulur. Zira (ehl-i keşfin) yöntemini benimseyenler azdır.
Sonra
ey kardeşim şunu bilesin ki ehl-i keşfin kelâmı konusunda sayılamayacak kadar
risâle mütalaa ettim. Bunlar arasında ibâreleri, Kâmil Şeyh, Muhakkik ve
âriflerin mürebbisi Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabi’nin -Allah ona rahmet
etsinibâresinden daha geniş olanını görmedim. Bu nedenle, bu kitabı, diğer
sûfilerin sözleri üzerine değil, onun el-Fütûhât ve diğer eserlerindeki
sözleriyle inşa ettim. Ancak Fütûhât’ta anlamadığım konular gördüm. İ
slâm âlimlerinin değerlendirmeleri ve buldukları takdirde hakkı ihkâk ve bâtılı
iptal etmeleri için bunları da zikrettim. Kardeşim, insanlar hakkında
düşünmeden konuşup “şayet bu sözleri benimsemeseydi ve bunların sıhhatine
inanmasaydı, eserlerinde zikretmezdi” demeleri gibi, onların sıhhatine
inandığım ve akide olarak onları benimsediğim için zikrettiğim zannedilmesin.
Kelâmcıların cumhuruna muhalefet etmekten ve onlara muhalif olan, bir kısım
mâsum olmayan ehl-i keşfin kelâmının sahih olduğuna inanmaktan Allah’a
sığınırım. Şüphesiz hadiste “Allah’ın desteği cemaatledir.” buyrulmaktadır. Bu
nedenle ehl-i keşfin kelâmının akabinde çoğu zaman “bitti”, “düşünülsün ve
araştırılsın” gibi ifadeler kullanmaktayım ki böylece söz konusu ibârelerin
anlaşılması hususunda kelâmcıların ıstılâhlarına bağlı kalınsın. Hocamız,
Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensâri (ö. 926/1520) -Allah rahmet eylesinşöyle derdi:
“İmamların sözleri şu üç durumdan birinin dışında olamaz: Ya Kitap ve Sünnet’e
açıkça uygundur ki bunlara kesin olarak inanmak gerekir. Ya Kitap ve Sünnet’e
açıkça muhaliftir ki bunlara inanmak da kesin olarak haramdır. Ya da uygun
veya aykırı olduğu tam olarak açık değildir ki bu durumda en güzel tavır,
kararsızlıktır.”
Ârif
billah Şeyh Ebû Tâhir el-Müzeni eş-Şâzeli (ra) bana şunu haber verdi: “Şeyh
Muhyiddin’in eserlerinde şeriatın zâhirine aykırı bulunan her şey onlara
sonradan sokuşturulmuştur. Çünkü o, bütün muhakkiklerin icmâı ile kâmil bir
adamdı. Kâmil olanın ise Kitap ve Sünnet’in zâhirine aykırı bir şekilde ölçüyü
kaçırması doğru olmaz. Çünkü Şâri, onu şeriatı üzerine emin kılmıştır.” İşte bu
nedenle, hasetçilerin onun hakkında yaydıkları meseleleri araştırdım ve bunlara
cevap verdim. Çünkü onun, bize sahih senedle rivâyet edilen kitaplarında, bu
tür şeyler yoktur. Benden başka bir kısım ulemânın yaptığı gibi, anlayış ve
bilgime dayanarak onları cevaplamadım. Benim ona izâfe ettiğim sözlerden şüphe
duyan veya onları anlamak ve yorumlamakta güçlük çekenler, kendisine izâfe
ettiğim kaynağa baksınlar. Belki de bu benim yaptığım bir tahriften
kaynaklanmış olabilir.[96]
Kardeşim,
bilesin ki günümüzde insanlar arasında Ehlü’s-sünne ve’lcemâ‘a denildiğinde
Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî (ö. 324/935-36) ile ondan daha önce gelen Şeyh Ebû
Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944) ve diğerleri -Allah onların tamamından razı
olsunkastedilmektedir. Mâtürîdî de Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî gibi Ehl-i sünnet
içerisinde büyük bir imamdı. Ancak Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin tarafında yer
alan ilim adamları, Mâtürîdî’nin tarafında yer alan ilim adamlarından daha
fazla olduğundan, Mâtürîdî’nin şöhreti daha azdır. Mâtürîdî’ye tâbi olanlar
sadece Seyhûn nehrinin öteki yakasında (Mâverâünnehir) kalanlardır.[97]
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’ye tâbi olanlar ise Horasan, Irak, Şam, Mısır ve diğer
İslâm beldeleri gibi birçok İslâm beldesine yayılmışlardır. Bu nedenle
insanlar “Falanın akîdesi, sahîh Eş‘ariyye akîdesidir.” demişlerdir. Şerhul-Makâsıdda
da işaret edildiği gibi bundan kastedilen, mutlak olarak el-Eş‘arî’den
başkasının akîdesinin sahih olmaması değildir. Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’ye
mensup muhakkikler arasında, birinin diğerini bidat ve dalâlete nisbet edeceği
kadar kesin bir ihtilâf söz konusu değildir. Söz konusu ihtilâflar, bir insanın
“İnşallah ben müminim.” demesi gibi Allah’a iman meselesine benzer bir kısım
meselelerdedir.
Süfyân
es-Sevrî (ö. 161/778) “Ehlü’s-sünnet ve’l-cemâ‘at, bir kişi de olsa hak üzere
olanlardır.” derdi. Keza kendisine “es-Sevâdü’l-a‘zam”ın kim olduğu
sorulduğunda da böyle cevap vermiş ve İmâm Beyhakî de (ö. 458/1066) aynı
şekilde söylemiştir.
Kardeşim,
şunu da bilesin ki Ehl-i sünnet ve’l-cemâate tâbi olan bir kimsenin kalbinin,
ona tâbi olanların dostluğu ile dolu olması gerekmektedir. Buna muhalif
olanlara karşı ise aksine, kalbini gam ve darlıkla doldurması gerekir.
Âlemlerin
rabbi olan Allah’a hamdolsun. Bana, bu kitabın başına onu mütalaa etmek
isteyene gerekli olan kıymetli bir mukaddime yazmayı sevdirdi. Bu mukaddime,
Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhâtul-Mekkiyye’sinin başında yer alan
akîdetü’s-suğrâsının beyânını ihtiva etmektedir ki kitapta (yer alan) akideler
hakkında aklı karışanlar ona müracaat edebilsinler. Aslında kitabın tamamı bu
akidenin bir şerhi mahiyetindedir. Söz konusu mukaddime dört fasıldır.
Birinci
fasıl, Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (ra) (ö. 640/1238) durumundan bir nebze
bahsetme, onun kitaplarında, ulemânın kelâmının zâhirine aykırı olarak yer alan
her şeyin sokuşturulmuş ya da yoruma açık olduğunu belirtme ve onu metheden,
öven ve onun fazlını itiraf eden âlimleri açıklama hakkındadır. Bu durum,
kitabımın çoğunluğunun onun (ra) ibârelerinden oluşmasından dolayıdır.
İkinci
fasıl, Şeyh’in ifadesi olduğu takdir edilerek kendisine nisbet edilen ve
insanların çoğunun mânalarını anlamadığı bir kısım kelimelerin te’vili
hakkındadır. Ve ehlullahın halefinin ve selefinin bir imtihan olarak, onları
günahlarından temizlenmeleri ve insanlara itimat etmekten uzaklaşmaları için
her asırda karşı karşıya kaldıkları inkâra dair kelâmı ihtiva etmektedir. Çünkü
Yüce Allah, kendisinin izni olmaksızın kendisinden başkasına boyun eğen bir
kulu tercih etmez.
Üçüncü
fasıl, tarikat ehlinin, kendilerinden olmayanlara kapalı gelen ifadeleri
kullanmaları nedeniyle özür beyân etme hakkındadır. Bunların tamamı Allah’ın
velilerine iftira ve bühtanda bulunma korkusuyladır. Kendi aralarında,
kendilerinden birisinin işareti olmaksızın başkalarının anlamayacağı birtakım
remizler belirleyerek bunlarla anlaşmaktadırlar. Bu durum, Kuşeyri’nin (ö.
465/1072) Risâlesinde işaret ettiği gibi, Allah’ın sırlarının perdelenmiş
kimseler arasında yayılmaması konusundaki gayretlerinden dolayıdır.
Dördüncü
fasıl, kelâm ilminde hakiki bilgiye ulaşmak isteyen herkesin muhtaç olduğu bir
kısım kural ve kaideleri beyân hakkındadır. Bu bilindikten sonra Allah’ın
yardımıyla şöyle derim:
Şeyh’in Kötü İnançlardan Berî
Olan Akidesinin Özeti Hakkındadır[98]
Kardeşim
-Allah sana merhamet eylesinşunu bilesin ki her müminin, akîdesini açıkça ve
insanların huzurunda ifade etmesi gerekir. Şayet sahih ise Allah katında ona
şahitlik ederler. Aksi durumda ise yanlışını kendisine açıklayarak tövbe
etmesini sağlamış olurlar. Şüphesiz Hûd (aleyhisselâm), kavmi Allah’a şirk
koştuğu hâlde onları şirkten berî olduğuna ve Allah’ın birliğini ikrar ettiğine
dair kendisine şahit tutmuştur. Çünkü bütün insanların Allah’ın huzurunda
toplanacağını ve Allah’ın dehşeti büyük olan bu duruşmada her şahit
şahitliğini, her emanet sahibi de emanetini eda edinceye kadar onlara
soracağını (onları hesaba çekeceğini) biliyordu. Kâfirler de dâhil, sesini
duyan herkes müezzine şahitlik eder. Bu nedenle şeytan ezanı duyduğunda sırtını
dönüp yellenerek kaçar ki ezanı işitmesin. Böylelikle müezzine şahitlik ederek
onun saadeti için çalışanlardan biri olacaktır. Halbuki o -Allah’ın lanetine
uğrasınmutlak bir düşmandır ve bizim için herhangi bir hayrı söz konusu
değildir. Zira gerçek tanıklık anında düşmanın, senin onu kendine şahit
tuttuğun gibi gerçekçi olarak şahitlik etmesi gerekmektedir. Buna bağlı olarak
senin lehinde sana, dostuna ve senin dininden olanlara şahitlik etmesi
beklenir. Senin de dünya hayatında tevhid inancına sahip olduğuna dair kendi
nefsine tanıklık etmen beklenir.
İmana
gelince; kardeşlerim, dostlarım! Allah sizden ve bizden razı olsun. Sizi, Yüce
Allah’ı, meleklerini ve peygamberlerini ve ruhanîlerden hazır bulunan ya da
işitenleri kalbimde olan bir sözü söylediğime şahit tutuyorum: “Yüce Allah
ikincisi olmayan birdir. Eş ve çocuğa sahip olmaktan münezzehtir. Ortağı
olmayan sahip, veziri olmayan kral, kendisiyle beraber herhangi bir idarecinin
olmadığı yaratıcıdır. Kendisini var edecek hiçbir mûcite muhtaç olmaksızın
zâtıyla mevcuttur. Aksine her mevcut, var olmak için O’na muhtaçtır.
Dolayısıyla âlem bütünüyle O’nunla vardır, O ise kendiliğinden var olup,
varlığının başlangıcı ve bekâsının sonu yoktur. Aksine varlığı mutlaktır,
kendiliğinden vardır. Cevher değildir ki O’na mekân takdir edilsin, araz
değildir ki bekâsı imkânsız olsun, cisim değildir ki cihet ve mukabele O’nun
için söz konusu olsun.
Cihet
ve taraflardan yüce, kalp ve gözlerle görülendir. Arş ve çevresi nasıl istivâ
ettiyse O da bildirdiği üzere ve kastettiği mânada istivâ etmiştir. Âhiret de
dünya da O’nundur. O’nun ma‘kul bir misli olmadığı gibi akıllar da buna delâlet
etmez. Zaman O’nu kuşatamaz, mekân da O’nu kapsayamaz. Aksine O varken mekân
yoktu. Şimdi de öyledir. Zira mekânı da mekânda bulunanı (mütemekkin) da zamanı
da O yarattı.“Ben, bir ve mahlûkatı muhafaza etmenin kendisine ağır gelmediği
diri olanım.” dedi. Yaratılmışların sıfatlarından hiçbir sıfat O’nda yoktur.
Sonradan olan şeylerin (havâdis) O’na hulûl etmesi ya da O’nun bunlara hulûl
etmesinden veyahut onların O’ndan önce veya O’nun onlardan sonra olmasından
yücedir.
Bilakis
“O varken O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.” denilir. Zira öncelik ve sonralık
O’nun yaratmış olduğu zamanın özelliklerindendir. O, uyumayan Kayyûm ve
zayıflamayan Kahhârdır. “O’nun misli yoktur ve O, işiten ve görendir.”[99]
Arşı yarattı ve onu istivâ yeri kıldı, kürsiyi yarattı ve onu yerle göğü
kapsayacak genişlikte kıldı. Levhi ve Kalem-i a‘lâyı yarattı, yaratma anından
hüküm ve ayırım günü olan kıyamete kadar dilediği her şeyi ilmiyle yazdırıp
kayıt altına aldı. Daha önceden hiçbir örneği olmadığı hâlde bütün âlemi yoktan
var etti. İnsanları yarattı ve cesetlere verdiği ruh ile bunları eminler
kıldı. Söz konusu ruhun indiği cesetleri yeryüzünün halifeleri kıldı. Göklerde
ve yerde olanların tamamını onun emrine sundu. Hiçbir zerre O’nun izni
olmaksızın hareket etmez. Kendilerine muhtaç olmadığı ve kendisini buna mecbur
eden herhangi bir zorlayıcı olmadığı hâlde her şeyi yarattı. Ancak daha önce
ilminde yer aldığı için yarattığı şeyleri yaratması gerekir. O, evveldir,
âhirdir, zâhirdir, bâtındır; O, her şeye gücü yetendir. Her şeyi ilmiyle
kuşatmış ve her şeyi tek tek saymıştır. Gizliyi ve daha da gizli olanı bilir.
Gözlerin haince olanını ve kalplerin gizlediğini bilir. Yarattığı bir şeyi
nasıl bilmesin ki! “Yaratan hiç bilmez mi? O çok lütufkâr ve her şeyden haberi
olandır.”[100]
Eşyaları var olmalarından önce biliyordu, sonra da onları bildiği şekilde var
etti. Eşyayı bilmeye devam etmektedir ve eşyada meydana gelen yenilenme O’nun
ilminde herhangi bir yenilik meydana getirmez. Eşyayı ilmiyle sağlam kıldı ve
hükümlere bağladı. Dileyen herkes bu hükümler doğrultusunda eşya hakkında
kararlara vardı. O, akıl ve görüş sahiplerinin icmâıyla, cüzî ilimleri bildiği
gibi küllî ilimleri de mutlak olarak bildi.
O,
gizliyi ve açıkta olanı bilmektedir, (müşriklerin) ortak koştukları şeylerden
yücedir. Dilediğini yapar ve hem yerde hem de göklerde kâinatın yöneticisidir.
Bu nedenle ilmi olmadan bir şeyi murad etmesi söz konusu olmadığı gibi iradesi
olmadıkça, O’nun kudreti herhangi bir yaratmaya taalluk etmez. Bilmediği bir
şeyi murad etmesi ya da muhtar ve imkân sahibi olan bir kimsenin iradesi
olmaksızın yaptığı bir şeyi terk etmesi aklen imkânsızdır. Bu, hayat sahibi
olmayanın söz konusu hakikatleri var etmesinin imkânsız olması gibidir. Bu
sıfatların, kendileriyle mevsuf olan bir zât olmaksızın var olmalarının
imkânsız olması da böyledir. Taat ya da isyan, kâr ya da zarar, köle ya da hür,
soğuk ya da sıcak, hayat veya ölüm, kazanma veya kaybetme, gündüz veya gece,
denge ya da eğilim, kara ya da deniz, tek veya çift, cevher veya araz, sağlık
veya maraz, sevinç veya üzüntü, ruh veya ceset, karanlık veya aydınlık, yer
veya gök, sentez ya da analiz, çok veya az, sabah veya akşam, beyaz veya siyah,
uyanıklık veya uyku, açık veya gizli, hareket eden veya duran, yaş veya kuru,
öz veya kabuk gibi zıtlardan oluşan şeyler veya farklılık ve benzerliklerden
varlık sahnesinde bulunan her şey, Yüce Allah’ın murad ettiği şeylerdir. Zaten
onları var ettiğine göre nasıl murad etmemiş olabilir ki? Muhtar olan bir
kimsenin dilemediği bir şeyi var etmesi nasıl olabilir ki? O’nun işini geri
çevirecek ve hükmünü takip edecek kimse yoktur. Dilediğine mülkü verir,
dilediğinden de alır. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltır. Dilediğini
hidâyete erdirir, dilediğini de saptırır. Allah’ın dilediği olur, dilemediği de
olmaz. Şayet bütün insanlar Allah’ın kendileri için dilemediği bir şeyi murad
etmek üzere bir araya gelseler, yine de onu irade edemezler. Ya da Allah’ın var
etmeyi dilemediği bir şeyi yapmak için bir araya gelseler ve onu dileseler
yapamazlar, güçleri buna yetmez, Allah onları buna muktedir kılmaz. Küfür ve
iman, taat ve isyan O’nun meşîeti, hükmü ve iradesiyledir. O Subhânehu ve
Teâlâ, ezelden beri bu irade ile mevsuftur. Âlem mâdumdu, sonra bilmediği
şeyin bilgisini kendisine kazandıracak herhangi bir tefekkür ve tedebbür olmaksızın
âlemi var etti. O, bundan yüce ve münezzehtir, aksine âlemi ezelî ilmi ve
âlemin var olmasına hükmeden ezelî iradesinin belirlemesiyle ondaki zaman,
mekân, oluşlar ve renklerle var etti. Gerçekte var etme konusunda O’ndan başka
irade sahibi hiç kimse yoktur. Çünkü O “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”[101]
buyurmaktadır.
Yüce
Allah bildiği gibi hükmetti, murad edip tahsis etti, takdir edip var etti. Aynı
şekilde âlemin alt veya üst derinliklerinde hareket eden, duran veya konuşan
her şeyi işitmekte ve görmektedir. Uzaklık, O’nun işitmesine mani olmaz; zira
O, karîbdir. Yakınlık, O’nun görmesine engel olmaz; zira O, ba’îd’dir. Nefsin
sesini nefiste, gizlice dokunmanın sesini de dokunma anında işitir. O,
karanlıkta siyahlığı, suyu suyun içinde görür. Ne karışım, ne karanlık, ne
aydınlık O’ndan hiçbir şey saklayamaz. O, işiten ve görendir. O Subhânehu ve
Teâlâ, öncesinde herhangi bir suskunluk ve vehmedilen herhangi bir sessizlik
olmaksızın ilim, irade, kudret ve diğer sıfatları gibi ezelî olan bir kelâm ile
konuştu. Bu kelâm ile Mûsâ’yla (aleyhisselâm) konuştu ve herhangi bir benzetme
ve niteleme olmaksızın bu kelâmı Tenzîl, Zebûr, Tevrât, İncîl ve Furkân olarak
isimlendirdi.
O’nun
kelâmı küçük dil ve dili ile değildir. Kezâ işitmesi kulak kanalı ve kulakla,
görmesi de göz bebeği ve göz kapakları ile değildir. Aynı şekilde O’nun
iradesi de kalp ve zihin olmaksızın, ilmi de zorunluluk ya da akıl yürütme
olmaksızın vardır. O’nun diri oluşu rükunların imtizacından meydana gelmiş,
kalbin boşluğunda buhar (bulunmasıyla oluşan bir dirilik) değildir. Zâtı, artma
ve eksilme kabul etmez. Yakın olan uzak, ne kadar Yücedir! Saltanatı büyük,
ihsanı kuşatıcı ve nimetleri büyüktür. O’nun dışındaki her şey, O’nun feyzi,
cömertliği, lütfu, genişletme ve daraltmasıyladır. Var ettiği anda, âlemin
yaratılışını tamamladı ve sanatsal bir şekilde yarattı. Hükümranlığında bir
ortağı, bu mülkünü idare etmede O’nunla beraber bir yönetici yoktur. Şayet
nimet verirse bu, O’nun lütfu, imtihan edip de azap ederse bu da O’nun
adâletidir. Başkasının mülkünde tasarrufu söz konusu olmadığından zulüm ve
intikam O’na nisbet edilemez. O’ndan başkasının hükmü O’na yönelemez ki O,
korku ve ürkeklikle nitelenebilsin. O’ndan başka her şey, O’nun kahrının gücü
altında ve O’nun irade ve emriyle tasarrufta bulunmaktadır. O, mükelleflerin
nefsine takvâ ve günahı ilham edendir. O, dilediklerinden hem bu dünyada hem de
diriliş gününde kötülüğü savandır. Adâleti lütfuna, lütfu da adâletine engel
değildir.
Âlemi
(insanı) iki grup (avuç) olarak çıkarıp bunlar için iki menzil var etti ve
“Bunlar cennetliktir ve aldırmam, bunlar da cehennemliktir ve aldırmam.” dedi.
Buna hiçbir itirazcı itiraz etmedi, zaten hiçbir varlık yoktu. Sonra varlığı
düzenledi. Varlığın tamamı O’nun isimlerinin tasarrufu altındadır; bir grup
imtihanının isimleri altında diğer grup ise nimetlerinin isimleri altındadır.
Şayet Allah, bütün insanların (âlem) saîd ya da şakî olmalarını isteseydi, bu
olurdu ve başka hiçbir şey olmazdı. Ancak O, bunu dilemedi ve dilediği gibi
oldu. Onlardan bir kısmı hem bu dünyada hem de kıyamet gününde şakî, bir kısmı
da saîddir. Verilen hükmün değişmesi söz konusu değildir. Yüce Allah “Bunlar
beş, bunlar da ellidir.”dedi. “Bizim katımızda karar (kavl) değişmez. Biz
kullara zulmeden de değildik.”[102]
Bu, mülkümde tasarrufum ve dilediğimin yerine gelmesi içindir. Aynı şekilde bu,
gözlerin göremediği, fikir ve vicdanların muttali olamayacağı bir hakikat
içindir. Allah’ın kulları arasında ilâhi bir mevhibe, rahmanî bir lutuf ile
inâyette bulunduğu kimse istisnadır ve bu husus onun evvelce olan şahitlikteki
bulunuşunda hâsıl olmuştur. Ki o (kendisine) bildirildiğinde ulûhiyyetin bu
taksimi yaptığını ve bunun el-Kadîm’in inceliklerinden olduğunu anlar.
Kendisinden başka fâil ve zâtıyla var olan hiçbir şey bulunmayan kimse ne
kadar yücedir! “Allah, sizi ve yaptıklarınızı yarattı.”[103] “O,
yaptıklarından hesaba çekilmez ama onlar çekilirler.”[104] “En
güçlü delil (hüccetü’l-bâliğa) Allah’ındır. Dileseydi hepinize toptan hidâyeti
verirdi.”[105]
Allah’ı,
meleklerini, bütün yaratılmışları ve sizi tevhid inancını benimsediğime dair
kendime şahit tuttuğum gibi, Allah’ı, meleklerini, bütün yaratıklarını ve sizi
O’nun yarattıkları arasında seçtiği, belirlediği ve tercih ettiği kişiye iman
ettiğime de şahit tutuyorum. Bu kişi, Allah’ın bütün insanlara müjdeleyici,
uyarıcı ve O’nun izniyle Allah’a davet eden, ışık saçan bir kandil olan
efendimiz ve mevlâmız Hz. Muhammed’dir (salla'llâhü aleyhi ve sellem). O (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), Rabb’inden kendisine indirileni tebliğ etti, kendisine
verilen emanetin gereğini yerine getirdi ve ümmetine nasihatte bulundu. Veda
haccı esnasında kendisine tâbi olanlardan orada hazır bulunanlarla vakfe yaptı
ve onlara hitap ederek hatırlatmalarda bulundu. Onları korkuttu, sakındırdı,
onlara vaad etti, onları tehdit etti. Bu şekilde yağmur yağdırdı ve şimşek
çaktırdı.
Bu
hatırlatmayı bir kişiye mahsus kılıp yekdiğerini dışarıda bırakmadı, Vâhid-i
Samed olanın izniyle yaptı. Sonra “Tebliğ ettim mi?” diye sordu. Onlar da
“Tebliğ ettin ya Resûlallah” dediler. Bunun üzerine O (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), “Allah’ım, şâhid ol” dedi. Ben, bildiğim ve bilmediğim, onun
getirdiği her şeye iman ettim. Onun getirdiklerinden birisi de ölümün Allah’ın
indinde bir ecelle kararlaştırılmış olmasıdır. Ecel geldiği zaman bir an bile
ertelenemez. Ben, hiçbir şek ve şüphe bulunmayan bir imanla buna iman ettim.
Tıpkı kabirde imtihan edenlerin suallerinin, Allah’a arz edilmenin, Kevser
havuzunun, kabir azabının, terazinin kurulacağının, defterlere bakılacağının,
sıratın, cennetin, cehennemin, bir grubun cennete, bir grubun da cehenneme atılacağının
hak olduğuna iman ettiğim gibi. O günün kederi bir taife için haktır, diğer
taifeyi ise büyük korkunun üzmeyeceği haktır. Meleklerin, peygamberlerin,
müminlerin ve merhametlilerin en merhametlisi olanın şefaati haktır.
Müminlerden büyük günah işleyenlerden bir topluluğun cehenneme gireceği ve
daha sonra şefaatle oradan çıkarılacakları haktır. Müminlerin nimetleri çok
olan cennette, kâfirlerle münâfıkların da acı veren azapta ebedî kalmaları
haktır. Bilinse de bilinmese de kitapların ve peygamberlerin getirdiklerinin
Allah indinden olduğu haktır. Benim kendim için yaptığım bu şahitlik, kendisine
ulaşan herkes için kendisine sorulduğunda eda etmesi gereken bir emanettir.
Yüce Allah’ın bizi ve sizi bu imandan yararlandırmasını, canlılık yurdundan
intikal anında bizi bunun üzerine sabit kılmasını, ikram ve rızâ yurdunu bize
vermesini ve bizimle ehlinin gömlekleri katrandan olan yurdun arasına perde
germesini umarım. Bizi defterleri sağından verilenlerden, havuza -ki o,
Reyyân’dırnâil olanlardan, terazisi ağır gelenlerden ve iki ayağı Sırat’ta
sabit kılınanlardan kılsın. O, nimet ve ihsanda bulunandır. Amîn, amîn. Akîde
burada sona erdi. Şimdi dört fasla başlayalım, tevfîk Allah’tandır.
Kısaca
Şeyh Muhyiddin’in Durumu Hakkındadır
O
(ra), önceleri bazı Mağrib krallarının yanında idi. Daha sonra Yüce Allah
tarafından kendisine bir işaret göründü, o doğrultuda etrafındakileri terk
ederek bir kabre indi ve bir müddet burada kaldı. Sonra o kabirden çıkarak
kendisinden nakledilen bu ilimleri konuşmaya başladı.[106]
Yeryüzünde dolaşıp her beldede kendisine verilen izin uyarınca kalır, sonra
orada yazdığı kitapları orada bırakarak oradan ayrılırdı. İkamet ettiği son
yer Şam idi. Altıyüz otuz sekiz senesinde orada vefat etmiştir.
O
(ra), Kitap ve Sünnet’e bağlıydı ve “Şeriatın terazisi bir an bile elinden
düşen helâk olur.” derdi. Bu konudaki görüşü ilerde gelecektir. Yine “Allah
senin aklına gelen her şeyden başkadır.” derdi ki bu cemaatin (Ehl-i sünnet
ve’l-cemâat) kıyamete kadar olan itikadıdır. Onun sözlerinden insanların
anlamadığı kısımların tamamı onun ulvî mertebesinden kaynaklanmaktadır.
Şeriatın zâhirine ve cumhurun görüşüne aykırı olan tüm sözleri de onun
eserlerine sokuşturulmuştur. Kezâ Mekke-i Müşerrefe’de mukim Ebû Tâhir
el-Mağribî de bana bu şekilde haber vermişti. Sonra bana el-Fütûhât’ın
Konya’da bulunan ve Şeyh’in kendi nüshası olan nüshayla karşılaştırılan bir
nüshasını çıkardı. Bu nüshada el-Fütûhât’ı özetlediğim esnada
anlamadığım ve hazfettiğim hiçbir şey bulamadım. Şu var ki İmam Ahmed b.
Hanbel’in(ö. 241/855) vefatına sebep olan hastalığı esnasında, zındıklar bir
kısım bozuk inançları onun yastığının altına yerleştirmişlerdi. Şayet
etrafındakiler onun itikadının sahih olduğunu bilmeselerdi, onun yastığının
altında buldukları şeylerle fitneye düşerlerdi.
Aynı
şekilde el-Kâmûs sahibi olan Şeyhülislâm Mecdüddin el-Fîrûzâbâdî’ye (ö.
817/1415) de Ebû Hanîfe’ye (ö. 150/767) reddiye olan ve onu tekfir eden bir
kitap nisbet etmişlerdir. Bu kitabı, Ebûbekir el-Hayyât el-Yemenî’ye vermişlerdir.
O da bundan dolayı Şeyh Mecdüddin’i kınayarak ona göndermiştir. Şeyh Mecdüddin
de ona yazarak “Şayet bu kitap elinde ise, onu yak; çünkü o, düşmanlardan bir
iftiradır. Ayrıca ben, İmâm Ebû Hanîfe’ye en çok inananlardanım ve onun
menkıbelerini bir cilt hâlinde zikrettim.” demiştir.
Yine
İmâm Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) de el-İhyâda kaydettiği bazı meselelere
sokuşturmalar yapılmış, Kâdı İyâz (ö. 544/1149) bunlardan bir nüshaya ulaşmış
ve bunun yakılmasını emretmiştir. Benzer şekilde benim el-BahrÜl-Mevrûd
isimli eserime de birtakım bozuk akîdeler sokuşturmuşlar ve bu akîdeleri üç
yıl boyunca Mısır ve Mekke’de yaymışlardır. Ben bunlardan berîyim. Kezâ kitabın
mukaddimesini değiştirdiğimde bunu açıkça ifade etmiştim ve âlimler de onun
hakkında yazıp kitaba cevâz vermişlerdi. Ben, onlara sokuşturanların
yazılarının kayıtlı olduğu bir nüshayı gönderinceye kadar fitne durmadı.
Bu
konuda bana süratle yardım eden Şeyhü’l-İmâm Nâsırüddin elLekânî el-Mâlikî (ra)
oldu. Daha sonra bir kısım hasetçiler, Mısır ve Mekke’de Mısır ulemâsının,
falancanın bütün kitapları hakkında yazdıklarından rücû ettiklerini yaydılar.
Bir kısım insanlar da bundan şüpheye düştüler. Ulemâya üçüncü defa nüshayı
gönderdim ve onlar da yazılanların altına şunu yazdılar “Allah’a yemin ederiz
ki bizim falancanın müellefâtından olan bu kitap ve diğerleri hakkında
yazdıklarımızdan rücû ettiğimizi bize nispet edenler yalancıdır.” Efendimiz,
dostumuz Şeyh Nâsırüddin el-Mâlikî’nin -Allah onun ömrünü uzatsınibâresi
Allah’a hamd ettikten sonra şöyleydi “Benim el yazımla falancanın eserlerinden
olan bu kitap ve diğerleri hakkında yazdıklarımdan rücû ettiğime dair bu âciz
kula nisbet edilenler, bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. Allah’a yemin ederim ki
bundan ne rücû ettim, ne buna azmettim ne de onun eserlerinde bâtıl adına bir
şeyin olduğuna inandım. Onun söylediklerinin sahih olduğu kanaati üzere devam
etmekteyim; Allah’ı, onun sözlerinin sahih olduğuna ve velâyetine inandığıma
şahit tutarım. Yüce Allah’tan korkmayanlar tarafından bana nispet edilen hiçbir
şeyi tasdik etmek doğru olmaz.” Bunlar, onun el-Uhûd un nüshasının
sonunda ve en başta buna icazet verdiğine dair yazdıklarının hemen sonuna
kaydettiği sözleridir. Aynı şekilde bunun benzerini imâm ve muhakkik olan Şeyh
Şihabüddin er-Remlî eş-Şafiî (ö. 957/1550) -Allah ona rahmet eylesinde yazdı.
Bunu bildiğine göre, benim kitaplarıma yapıldığı gibi, Şeyh’in (İbnü’l-Arabî)
kitaplarına da sokuşturmaların yapılmış olması ihtimali vardır. Bu, benim kendi
dönemimdekilerden, kendi hakkımda gördüğüm bir şeydir. Allah bizi de onları da
mağfiret etsin. Âmin!
Âlimlerden
Şeyh’i (İbnü’l-Arabî) övüp onun eserlerini metheden kimselere gelince:
Onlardan biri el-Kâmûs isimli lügat kitabının sahibi olan Şeyh Mecdüddin
el-Firûzâbâdî şöyle demektedir: “Bize bir kimsenin şeriat ve hakikat
ilimlerinde Şeyh Muhyiddin’in ulaştığı mertebeye ulaştığına dair herhangi bir
haber asla gelmedi.” Tam bir inançla ona inanmakta ve onu inkâr edenleri inkâr
etmekteydi. Şöyle diyordu: “Yemenden ismi Cemaleddin b. Hayyât olan bir şahıs
Allah’ın iradesiyle ortaya çıkana kadar, insanlar Şeyh’in hem hayatta iken hem
de öldükten sonra itikadına ve onun eserlerini yazmaya altın bir bağ ile
bağlıydı. Alıntı yaptığı bazı meseleleri yazarak İslâm beldelerinde bulunan
âlimlere bunları gönderdi ve “Bu, Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin itikadıdır.”
dedi. Bu yazıda bozuk akîde ve müslümanların icmâına aykırı meseleleri
zikretti. Ulemâ da bunun üzerine soruldukça yazdı ve ispatlamadan buna
inananları kötüledi. Şu var ki Şeyh bunların tamamından uzaktır.
Fîrûzâbâdî
şöyle dedi: “İbnü’l-Hayyât’ın bu meseleleri Şeyh hakkında onun eserlerine
sokuşturmaların yapıldığı bir kitapta mı bulduğunu yoksa Şeyh Muhyiddin’in
sözlerinden kastettiklerinin aksine bunu mu anladığını bilmiyorum.” Şöyle
dedi: “Benim söylediğim, tahkîk ettiğim ve Allah Teâlâ’yı şahit tuttuğum şudur:
Şeyh Muhyiddin, hâliyle ve ilmiyle tarikat şeyhiydi. Aynı şekilde hem
hakikaten hem de şeklen tahkik imamıydı. Hem fiilen hem de şeklen ariflerin
ilimlerini diriltti. Ancak insanın düşüncesi, onun üstün asaletinin bir ciheti
karşısında kararsız kalıp kafası karışınca, zihni onda boğulup gitti. Çünkü o,
bir karartının . (الدلاء) ve bir bulutun
bulandıramayacağı, fırtınanın/kasırganın da ondan uzaklaşmadığı bir ummandır.
Onun duaları yedi kat göğü delerdi. Onun bereketinden bir avuç bütün âfakı
doldururdu. O, gerçekten benim yazdıklarımla nitelediklerimden daha üstündü ve
büyük bir ihtimalle onun hakkında insaflı davrandım.
Söylediğimde
itikadım üzerinde olduğu şey / Cahilleri bırak, çünkü cehâlet düşmanımızdır
Vallahi
vallahi vallahi’l-azîm kim onu / Dinde hüccet alırsa, o delildir
Onun
menkıbelerinden anlattıklarım / Kesinlikle fazla değil aksine eksiktir
Şöyle
dedi: Onun (ra) kitaplarına gelince onlar, hiç kimsenin benzerini vaz‘ etmediği
zâhire denizleridir. Mütalaa etmeye devam edenlerin dindeki problemlerine çözüm
ve meselelerine dayanak bulması, onların özelliğidir. Bu durum ondan başkasının
kitaplarında asla bulunmaz.” [Devamla] şöyle dedi: “Bazı inkârcıların Şeyh’in
kitaplarının okunmasının ve okutulmasının helâl olmadığına dair sözleriyse
küfürdür.” Şöyle dedi: “Bir defasında bana şöyle bir soru sorulmuştu: “Şeyh
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Fusûs ve Fütûhât gibi kitapları
hakkında ne dersin? Onları okumak ve okutmak helâl midir? Ayrıca bunlar
dinlenen ve okunan kitaplardan mıdır, değil midir?” Onlara “Evet, onlar
dinlenen ve okunan kitaplardandır, bana da Hafız el-Berzelî ve başkaları okudu.
Şeyh Muhyiddin’in el yazması olan Konya şehrindeki el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin
haşiyesinde, bunun icazetini gördüm. Aynı şekilde her tabakadan ulemânın ve
muhaddislerin Şeyh’in kitaplarını mütalaa etmenin Yüce Allah’a yaklaştırdığını
yazdıklarını da gördüm.” şeklinde cevap verdim. Bundan başka bir şey söyleyen,
cahil ve hak yoldan çıkmıştır. Allah’ın kendilerine kızdığı ve faydasından
mahrum bıraktığı, onun onuruna yalan yere iftirada bulunanların aksine,
şüphesiz bizim inancımıza göre -bununla Allah’a şükrederizŞeyh kendi zamanında
büyük velâyetin (el-velâyetü’l-uzmâ) ve büyük sıddikiyyetin (es-sıddikiyyetü’l-kübrâ)
sahibiydi. Onun yüksek mertebesi, Allah’ın şeriatı için güvendiği peygamberine
muhalefet etmekten uzaktır. Bunu inkâr eden en tehlikeli işi yapmış olur:
Onun
madenlerinin izini sürmektir görevim / Sığır anlamayınca ben ne yapayım.
Şeyh
Mecdüddin’in (rh.a) sözleri burada son buldu.
Şam
Şeyhülislâmı olan Şeyh Sirâcüddin el-Mahzûmî şöyle derdi: “Sizi Şeyh
Muhyiddin’in sözlerinden herhangi bir şeyi inkâr etme konusunda uyarırım.
Şüphesiz evliyanın eti zehirlidir. Dinlerin helâkı bilinen buğzlarından
kaynaklanmıştır. Kim onlara buğzederse hıristiyanlaşır ve bu şekilde ölür. Kim
onlara söverse Allah onu kalbin ölümüne müptelâ kılar.” Ebu Abdullah el-Kuraşî
şöyle derdi: “Kim azîz ve celîl olan Allah’ın velilerinden birisini küçük
düşürürse Allah, zehirli bir okla onun kalbini vurur. Onun akîdesi bozulmadan
ölmez. Onun kötü bir sonla ölmesinden korkulur.”
Ebû
Turâb en-Nahşebî şöyle derdi: Bu durum, kalbin Allah’tan ve onun velileri
hakkında yapılan sohbetten yüz çevirmeyi benimsemesinden kaynaklanmaktadır.
Şeyh Mecdüddin el-Fîrûzâbâdî şöyle dedi: “Ben, Şeyh’in Halep Emiri
Melikü’z-Zâhir Baybars’a yazdığı icazeti gördüm. Sonunda “Aynı şekilde benim
şu, şu ve şu kitabımın da içinde bulunduğu ve tamamı dört yüz küsur kitaptan
oluşan bütün eserlerimi benden rivayet etmesine izin verdim.” şeklinde
yazıldığını gördüm. Eserlerden biri doksan beş ciltten oluşan Tefsîrü’l-Kebîfdir.
Bunda Allah’ın “Ona katımızdan bir ilmi öğrettik.”[107] âyetine
ulaşmıştı. Yüce Allah bunu, kendi katı için seçmişti. Onlardan biri de Tefsîrü’s-Sağîr
dir. Bu da müfessirlerin muhakkiklerinin yöntemiyle yazılmış sekiz sifrden
oluşmaktadır. Onlardan biri de er-Riyâzü’l-Firdevsiyyefî Beyâni
’l-Ahâdîsi’l-Kudsiyye’dir. Peki bir müslümana Şeyh “Muhyiddin’in
kitaplarını mütalaa etmek mutlak olarak câiz değildir.” demek helâl olur mu?
Bu, sadece küfür, taassub ve inattır.
Onu
övenlerden biri de Şam’ın ileri gelen ulemâsından olan Şeyh Kemâlüddin
ez-Zemlekânî’dir (rh.a). Aynı şekilde bir diğeri de Şeyh Kutbüddin
el-Hamevî’dir. Ş am’dan memleketine döndüğü zaman kendisine “Şeyh Muhyiddin’i
nasıl buldun?” diye sorulmuş, o da “Onu ilimde zühd ve irfanda sahili olmayan
engin bir deniz olarak gördüm” demiştir. “Şeyh, bana şu beyitlerin de içinde
bulunduğu sözleriyle yol gösterdi” dedi:
Arkamızda
engin bir deniz bıraktık / İnsanlar yöneldiğimiz yeri nereden bilsin
Şeyh’i
övenlerden birisi de Târîhu Ulemâi Mısır isimli eserde şöyle söyleyen
Şeyh Salahaddin es-Safdî idi: “Ledün ilmi ehlinin sözlerine bakmak isteyen,
Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (rh.a.) kitaplarına baksın.” Hâfız Ebû Abdullah
ez-Zehebî’ye, Şeyh Muhyiddin’in Fusûs’u nübüvvet makamından bir izinle
yazdığına dair sözleri sorulunca o, Şeyh’i ve onun sûfîlerini en çok
eleştirenlerden biri olmasına rağmen, “Şeyh Muhyiddin gibi birisinin yalan
söyleyeceğini asla zannetmiyorum.” demiştir. Hâfız ez-Zehebî’yle beraber,
Şeyh’i ve sûfiyye taifesini inkar edenlerin en şiddetlisi İbn Teymiyye idi.
Şeyh’i
övenlerden birisi de şöyle diyen Şeyh Kutbüddin eş-Şirâzi idi: “Şeyh Muhyiddin
şeriat ve hakikat ilimlerinde kâmil idi. Peygamberlere, inanmayanların diliyle
delilik ve sihir nispet edilmesiyle onların -salat ve selam onların üzerine
olsunkemâlinde bir eksiklik olmayacağı gibi, onu da onu anlamayan ve ona
inanmayanların dışında hiç kimse değersiz saymaz.”Şeyh Müeyyidüddin el-Hucendi
şöyle derdi: “Tarikat ehlinden, Şeyh Muhyiddin’in ulaştıklarına ulaşan hiç
kimse duymadık.”Aynı şekilde Şeyh Şihabeddin es-Sühreverdi ve Şeyh Kemâleddin
el-Kâşi -ki onun kâmil, muhakkik, kemâlat ve kerâmet sahibi olduğu
belirtilmiştirde böyle derlerdi. Şu var ki bu şeyhlerin tamamı şeriatın
zâhirine muhalif olanları reddetmede en şiddetli olanlardandı.
Onu
övenlerden biri de Şeyh Fahreddin er-Râzi’dir. O, şöyle dedi: “Şeyh Muhyiddin
büyük bir veli idi.”[108]
İmâm Muhyiddin en-Nevevi’ye Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabi sorulmuş, o da “Onlar
geçmiş bir ümmetti.”[109]
mealindeki âyeti okumuş ve “Bize göre her akıl sahibinin Allah’ın velilerinden
herhangi birine suizan beslemesi haramdır. Onların derecesine ulaşmadıkça söz
ve fiillerini te’vil etmesi vâciptir. Bundan âciz olan sadece tevfiki az olan
kimselerdir.” şeklinde cevap vermiştir. Şerhul-Mühezzeb’de “Sonra te’vil
edildiğinde onların sözleri yetmiş şekilde te’vil edilsin. Bir tek te’vili
kabul etmeyiz, zira bu olsa olsa yanlış aramaktır.” dedi.
Onu
övenlerden biri de İmâm İbn Es’ad el-Yafii’dir. Şeyhülislâm Zekeriyâ’nın er-Ravz
için yazdığı şerhte nakledildiği gibi, onun büyük velâyet sahibi olduğunu
açıkça belirtmiştir. el-Yafii, Şeyh Muhyiddin’in kitaplarının rivayet
edilmesine icazet verirdi. “Bu cahillerin tarikat ehlini inkâr etmesinin hükmü,
dağı yerinden oynatmak isteyen küçük bir sineğin dağa üflemesinin hükmü
gibidir.” derdi. (Yine) şöyle demiştir: “Allah’ın velilerine düşmanlık
yapanlar, her ne kadar cehennemde ebedi kalmayı gerektiren tekfir hükmüne
ulaşmıyorlarsa da Allah’a düşmanlık yapmış gibidirler.”
Şeyhlerimizden
onu övenlerden biri de Celâleddin es-Suyûtî’nin hocası olan Muhammed el-Mağribî
eş-Şâzelî’dir. O, Cüneyd’i müridlerin terbiyecisi olarak tanıttığı gibi, onu
da âriflerin terbiyecisi olarak tanıtırdı. O “Şeyh Muhyiddin ilâhi tenezzülât
ve imdâdın ruhu, varlığın bileşkesi (elf), müşâhedenin kendisi, Arap olan
Peygamber’in -Allah onun sırrını mübarek eylesin ve varlık içinde şanını
yüceltsinyöntemini gösteren müşâhedenin ortasıdır.” dedi. Şeyh Sirâceddin
el-Mahzûmî, Şeyh Muhyiddin’e yapılan eleştirileri reddeden bir kitap yazdı ve
dedi ki: “Bizim gibi kimselere onun Fütûhât ve başka kitaplarında
yazdıklarını anlamadan inkâr etmek nasıl câiz olur? Oysa oralarda yazılanları
bin kadar âlim görmüş ve kabul etmişlerdir.” Devamla şöyle dedi: “Aralarında
Bedreddin b. Cemâa’nın da bulunduğu, Şafiî ve başka mezhep mensuplarının ileri
gelenleri onun elFusûs kitabını şerhetmişlerdir. Onun kitapları
şehirlerde yayıldı ve birçok beldede şerh ve metin olarak okundu. Bize de
Emeviyye Camii ve başka camilerde açıkça okunarak senet silsilesiyle rivayet
edildi. İnsanlar (hem eskiden hem de) şimdilerde onun kitaplarını satın almak,
çoğaltmak, onlardan ve zühdü, ilmi ve güzel ahlâkı sebebiyle müelliften mânen
istifade etmek (teberrük) hususunda adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Onun
döneminde yaşayan Şam ve Mekke âlimlerinden oluşan dönemin imamlarının tamamı,
ona inanıyor, ondan bilgi alıyor ve onun ilmine nisbetle kendilerini adeta yok
sayarlardı. Cahil ve inatçıdan başkası Şeyh’in söylediklerini inkâr eder mi?”
Fîrûzâbâdî
(rh.a.) Şeyh Muhyiddin’in menkıbelerini anlattıktan sonra şöyle dedi: “Şeyh
Muhyiddin’in meskeni Şam’dı. Bu ilimleri de Şam’da ortaya koydu. Oradaki
âlimlerden hiçbiri onu reddetmedi. Kâdılkudât Şeyh Şemseddin el-Hûncî eş-Şafiî
ona kölelerin hizmet ettiği gibi hizmet ederdi. Mâlikî kâdılkudâtı ise Şeyh’i
görür görmez onunla kızını evlendirmiş, kâdılık yapmayı terk etmiş ve Şeyh’in
tarikatına girmiştir.” Fîrûzâbâdî, Şeyh’in menkıbelerini uzun uzun anlatarak
şöyle dedi: “Genel olarak Şeyh’i sadece muhakkiklerin beslendiği kaynaktan
hiçbir nasibi olmayan bir kısım kindar fakihlerden başkası reddetmedi. Ulemânın
çoğunluğuna ve sûfîlere gelince, onun tahkîk ve tevhidin imamı olduğunu ve onun
zâhirî ilimlerde eşsiz ve tek olduğunu ikrar ettiler.
Şeyh
İzzeddin b. Abdüsselâm şöyle derdi: “Bazılarının Şeyh’i reddetmesinin sebebi,
fakirlerin (sûfî) hâlinden tam olarak nasiplenmeyen zayıf fakihlere olan merhametleri
ve bunların Şeyh’in sözlerinden şeriata uygun olmayan birtakım şeyler anlayarak
sapıtmalarından korkmalarıdır. Şayet onlar bu fakirlerle arkadaşlık yapmış
olsalardı, onların ıstılahlarını bilir ve şeriata muhalefet etmekten emin
olurlardı.” Şeyhülislâm el-Mahzûmî şöyle demiştir: “Şeyh Muhyiddin Şam’da iken
Şam’ın bütün ulemâsı onun yanına gelip gider ve onun yüksek kıymetini itiraf
ederlerdi. O, inkârsız muhakkiklerin üstadıydı. Onların arasında otuz yıl
kadar kaldı. Onlar Şeyh’in kitaplarını yazmakta ve bu kitaplar aralarında dönüp
dolaşmaktaydı.
Fîrûzâbâdî
şöyle demiştir: “Şeyh Muhyiddin sahili olmayan bir ummandı. Mekke’ye -Yüce
Allah onu müşerref kılsınyerleştiğinde orası muhaddislerden oluşan ulemânın
toplandığı bir yerdi. Hakkında konuştukları ilimlerin tümünde Şeyh, sözü geçen
biriydi ve herkes onun meclisine gitmek, onun yanında bulunma şerefine ermek ve
Şeyh’in çalışmalarını ona okumak için birbirleriyle yarışırlardı.” Şöyle
demiştir: “Onun Mekke’deki zulalarda bulunan eserleri, söylediklerimizin en
güçlü şâhididir. Mekke’deki en büyük meşguliyeti hadis dinlemek ve
dinletmekti. Öğrencisi Bedr el-Habeşî’nin sorduğu bir soruya cevap olarak,
kalbe doğan bilgilerle yazdığı el-Fütûhâtul-Mekkîyye isimli eserini
burada yazdı. Bunu bitirdiğinde Kâbetü’l-Muazzama’nın damına koydu. Kitap bir
yıl orada kaldı. Daha sonra indirdiğinde kitabın koyduğu gibi olduğunu, hiçbir
yaprağının çürümediğini, Mekke’nin rüzgâr ve yağmurları çok olmasına rağmen
hiçbir yaprağının yerinden oynamadığını gördü. Bu zamana kadar insanlara bu
kitabı yazmalarına ve okumalarına izin vermedi.” Şöyle demiştir: “Şeyh İzzeddin
b. Abdüsselâm ve şeyhimiz Sirâceddin el-Bulkînî hakkında bazı inkârcıların
yaydığı ve Şeyh Muhyiddin’in bütün kitaplarının yakılmasını emrettiklerine dair
söylenenler yalandır, iftiradır. Şayet yakılsalardı, Mısır ve Şam’da şu anda
bir tek nüsha bile bulunmazdı ve bu iki şeyhin sözünden sonra hiç kimse bunları
çoğaltmazdı. Onlar bundan beridir. Şayet bu olsaydı, kimse korkmazdı. Zira bu,
atlıların kendisiyle ufuklara yürüyecekleri ve tarihçilere arz edecekleri büyük
bir iştir.
Şeyhülislâm
Siraceddin el-Mahzûmî şöyle dedi: Şeyhimiz Şeyhülislâm Sirâceddin el-Bulkînî ve
Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî başlangıçta Şeyh’ten hoşlanmazlardı. Ancak neticede
onun sözlerini ve amacının te’vilini tahkîk edince, bu tavırlarından
vazgeçtiler ve başlangıçtaki aşırılıklarından pişmanlık duydular. Sonuçta
anlamadıkları hususlarda, durumu ona havale ederek hakkını teslim ettiler.”
İmâm Sübkî’nin onun hakkında söylediklerinin arasında şunlar da yer
almaktadır: “Şeyh Muhyiddin, Yüce Allah’ın âyetlerinden bir âyetti. Onun
zamanında Allah’ın lütfu kendisine akmaktaydı. Ve bunun dışında kimseyi
bilmiyorum.” Şeyh Siraceddin el-Bulkînî de kendisine sorulduğu zaman, verdiği
cevap arasında şunlar da vardı: “Şeyh Muhyiddin’in sözlerinden herhangi
birisini inkâr etmeme konusunda dikkatinizi çekerim. Kuşkusuz o (rh.a), hayatı
boyunca Fusûs, Fütûhât ve Tenezzülâtul-Mûsuliyye gibi
kitaplarında, işaret ehlinden kendi seviyesinde olanlara kapalı kalmayan
mârifet denizlerine ve hakikatin tahkîkine dalınca, kendisinden sonra onun
yöntemini bilmeyen bir topluluk geldi ve onu bu konularda, söylediği ifadelerde
hatalı buldular, hatta tekfir ettiler. Hâlbuki onun ıstılâhlarını bilmiyorlardı
ve bunu kendilerine izah edecek hiç kimseye de sormadılar. Bu, Şeyh’in (ra)
ifadelerinde kendisi gibilerinin bildiği, bunların dışındaki cahiller
tarafından ise bilinmeyen semboller, bağlantılar, işaretler, kendisinin ve
birtakım muzafların hazfı gibi şeylerin bulunmasından dolayıdır. Şayet onlar,
onun sözlerini delil ve karşılıklarıyla inceleseler, sonuçlarını ve öncüllerini
bilselerdi, bunlardan istenilen sonuçlara ulaşırlardı; dolayısıyla itikatları
onun itikadından farklı olmazdı.” Şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki ona
hulûl ve ittihad görüşünü nisbet edenler, yalan söylemiş ve ona iftira etmiş
olurlar. Onun akâid ve diğer konulardaki sözlerini araştırmaya devam ettim,
onun sözlerinin sırlarını ve bağlantılarını inceledim, öyle ki onun yolunun hak
olduğunu anladım ve ona inanan insanların büyük çoğunluğuna muvafakat ettim.
Aziz ve celil olan Allah’a hamd ettim ki onun makamından gâfil olanların ve
onun saygınlığını ve hallerini inkar edenlerin divânında bir şey yazmadım.”
Şeyh Sirâceddin el-Bulkînî’nin sözleri burada bitti.
Onun
öğrencisi Şeyhülislâm el-Mahzûmî (rh.a.) şöyle demiştir: Şeyhimiz Siraceddin
el-Bulkînî’nin vefat ettiği sene olan 804 yılında Kâhire’ye geldiğimde bir
kısım Şamlılardan duyduğum, Şeyh Muhyiddin’in hulûl ve ittihad görüşünde olduğuna
dair şeyleri sordum. Şeyh şöyle dedi: “Allah korusun! O, bunlardan uzaktır,
imamların büyüklerindendir ve Kitap ve Sünnet ilimleri denizinde yüzmüştür.
Onun Allah ve toplum katında büyük bir değeri ve sağlam bir makamı vardır.”
Mahzûmî şöyle dedi: “Bununla nefsim kuvvetlendi ve o andan itibaren Şeyh’e
olan itikadım arttı. Onun Ehl-i sünnet ve’l-cemâatin ileri gelenlerinden
olduğunu anladım.” Mahzûmî devamla şöyle dedi: “Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî’nin Minhâc
şerhinde Şeyh Muhyiddin aleyhinde konuştuğu ve daha sonra bundan dolayı
istiğfâr ettiği ve onları çizdiği bilgisi bize ulaştı. Başka nüshalarda bunları
görenler de müellif nüshasında olduğu gibi onları silsin.” (Mahzûmî devamla
şöyle) dedi: “Sübkî, Mücessime ve Rafiza’yı reddetmek için birtakım eserler ve
İbn Teymiyye’yi red için ilmî cevaplar yazmış olmasına rağmen, Şam’da şöhreti
yaygın olduğu ve kitapları Emeviyye ve diğer camilerde okunduğu hâlde Şeyh
Muhyiddin’i red için hiçbir şey yazmamıştır. Aksine mertebeleri yüksek
olduğundan, sûfîyyeyi reddetmek benim görüşüm olamaz. demiştir.” Şeyh Taceddin
el-Firkâh da böyle söylerdi.
Şeyh
Mahzûmî, Şeyh Muhyiddin’i uzunca övmüş ve şöyle demiştir: “Kim Şeyh Takiyüddin
Sübkî veya Şeyh Siraceddin el-Bulkînî’nin vefat edinceye kadar Şeyh
Muhyiddin’in reddettiklerini naklederse hata etmiştir.” Devamla şöyle
demiştir: “Şeyhimiz Sirac el-Bulkînî’ye Şam Şeyhülislâmı Şeyh Bedreddin
es-Sübkî’nin Fusûstaki iki konuda Şeyh’i reddettiği haberi ulaştığında,
içinde şu ifadelerin bulunduğu bir kitap göndermiştir: “Ey Kadilkudât!
Evliyaullahı red konusunda sakın ha sakın! İlle de reddetmen gerekiyorsa
Şeyh’i reddedenlerin sözlerini reddet ya da bırak.”
İmâd
b. Kesîr’e (rh.a.) Şeyh Muhyiddin’i hatalı bulanlar sorulduğunda şöyle dedi:
“Korkarım onu hatalı bulanın kendisi hata etmektedir. Bir topluluk onu hatalı
buldu ve helâk eden şeylerin içine düştüler.” Yine Şeyh Bedreddin b. Cemâa’ya
Şeyh Muhyiddin sorulduğunda, şöyle demiştir: “İnsanların mertebesinin
yüksekliği konusunda görüş birliği yaptığı bir adamdan ne istiyorsunuz?”
Şeyhülislâm el-Mahzûmî de şöyle demiştir: “Bazılarının Şeyh İzzeddin b.
Abdüsselâm’dan İbnü’l-Arabî’nin zındık olduğunu söylediğine dair naklettikleri,
yalan ve iftiradır.” el-Fevâid sahibi Şeyh Salahaddin el-Kalânisî,
hocalarından oluşan bir topluluktan, onlar da Şeyh İzeddin b. Abdüsselâm’ın
hizmetçisinden bize şöyle nakletmiştir: “Biz Şeyh İzzeddin’in dersinde, ridde
konusunu işliyorduk. Okuyucu “zındık” lafzını zikretti ve bazıları “Bu lafız
Arapça mıdır başka dilden midir?” dediler. Bazı âlimler Farsça ve mûreb
olduğunu, aslının jj jj olduğunu ve “küfrünü gizleyip imanını ızhâr eden”
anlamında olduğunu söylediler. Talebelerden biri “Kim gibi?” diye sordu. Şeyh
İzzeddin b. Abdüsselâm’ın yanında bulunan birisi “Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi” dedi
ve Şeyh İzzeddin hiçbir şey söylemedi. Hizmetçi şöyle dedi: “Kendisi oruçluydu
ve akşam yemeği sunulduğu zaman kendisine zamanımızın kutbunun kim olduğunu
sordum. Tebessüm ederek dedi ki: “Bu zamanımızda kutub olarak Şeyh Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’den başkasını görmüyorum.” Ben şaşkınlık içerisinde kaldım ve dedi
ki: “Ne oluyor sana! Bu fakihlerin meclisidir ve susmaktan başka bir şey
yapamadım.” Mahzûmî dedi ki: “Bu, bize sahih senedle Şeyh İzzeddin’den
nakledildi.” Şeyh Mahzûmî, bütün bunları Keşfül-Gıtâ an Esrâri KelâmiŞ-Şeyh
Muhyiddin isimli eserinde zikretmiştir. Şöyle dedim: Şeyhimiz Celâleddin
es-Suyûtî, Şeyh Muhyiddin’i savunmak için Tenbîhul-Gabî f Tebrieti İbn Arabî
diye isimlendirdiği bir kitap ile -Mısır’da Şeyh Burhâneddin el-Bikâî fitnesi
çıktığındaKamu’l-Muârid fi Nüsrati İbni’l-Fârız diye isimlendirdiği bir
başka kitap yazmıştır; onlara bakınız.
Şeyh Muhyiddin’e
Nisbet Edilen Bazı Kelimelerin Te’vîli ve Şeyh’i Kendilerine Örnek Aldıkları
İçin İnkâr Edilmekle Karşı Karşıya Kalan Bir Topluluğu Zikretme Hakkındadır
Bil
ki -Allah sana merhamet eylesinbir topluluğun sözlerindeki ıstılahları
bilmeden onları inkâr etmek câiz değildir. Bundan sonra şayet sözlerinin
şeriata aykırı olduğunu görürsek o zaman o sözleri atarız. Kâmûs sahibi Mecdüddin
Fîrûzâbâdî, şöyle demiştir: “Hiç kimsenin ilk anda, anlayış ve keşifte
mertebeleri yüksek olduğu için bir topluluğu inkâr etmesi câiz değildir.”
Devamla şöyle dedi: “Onlardan hiçbirisinin dini yıkacak bir şeyi emrettiğine,
hiç kimseyi abdest ve namazdan ve İslâm’ın farz ve müstehaplarından olan diğer
şeylerden alıkoyduğuna dair bize bir bilgi ulaşmamıştır. Ancak anlaşılması zor
olan bazı şeyler söylemektedirler.” Şöyle derdi: “Topluluk (sûfîler), ilim
derece ve makamlarından, Kitap ve Sünnet’te açıkça bulunmayan meçhul derece ve
makamlara ulaştı. Ancak ilmiyle amel eden büyük âlimler, salihlere olan
hüsnüzanları ve ustaca hüküm çıkarmaları sayesinde bunları dakik bir yöntemle
Kitab’a ve Sünnet’e götürmektedirler. Ancak herkes anlamadığı bir sözü duyduğunda
durmamakta ve hemen sözün sahibini inkâr etmektedir. Çünkü insan, aceleci
olarak yaratılmıştır.” Şöyle dedi: “İlim ve anlayışta Ebu’l-Abbas b. Süreyc
gibi olmaktan sakınınız. Bir defasında inkâr etmiş, sonra da sûfîler hakkında
yaygın olan bir şeyler dinlemek için Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd’in meclisine
gitmiştir. Ayrıldığı zaman kendisine “Ne buldun?” diye sormuşlar, o da “Onun
sözlerinden bir şey anlamadım, ancak sözlerin gücü bâtıl sayılacak türden
değildi.” demiştir.
Şeyhülislâm
Mecdüddin Fîrûzâbâdî şöyle derdi: “Yüce Allah’ın mûcizenin bir parçası olan
kerâmetleri evliyâya vermesi gibi, derin âlimlerin anlamaktan âciz kaldığı,
bazı ibâreleri onlara vermesi de bid‘at değildir.” Şeyhülislâm el-Mahzûmî
“Onların yoluna girip onların Kitab’a ve Sünnet’e muhalif olan fiil ve
sözlerini görmedikçe ulemâdan kimsenin sûfîleri reddetmeye hakkı yoktur.
Yaygın olan söylentilerden yola çıkarak onları reddetmek ve onlara sövmek câiz
değildir.” demiş ve bu konuda sözü uzatmıştır. Daha sonra şöyle demiştir: “İnkârcı
[bir topluluğu] inkârın câiz olması için inkârcının en az yetmiş şeyi bilmesi
gerekir; ancak bundan sonra red ve inkâr etmesi câiz olur. Tabakalarının
farklarıyla birlikte peygamberlerin mûcizelerini derinlemesine bilmesi,
tabakalarının farklarıyla birlikte evliyanın kerâmetlerini bilmesi, istisnaları
hariç, evliyanın peygamberlerin bütün mûcizelerine vâris olduklarına inanması
ve iman etmesi, tefsir ve te’vil kitaplarını ve bunların şartlarını incelemiş
olması, Arap dilinde mecazları ve istiareleri konusunda en ileri düzeyde
derinlik sahibi olması bunlardandır. Selef ve halefin sıfat âyetleri ve
haberleri hakkındaki konumları, kimin zâhiri kabul ettiği, kimin te’vil ettiği
ve hangisinin delilinin diğerinden daha tercih edilebilir olduğu konusunda,
çokça araştırma yapmış olmalıdır. Usûl ilmi ve kelâmcıların tartışmaları
konusunda uzman olmalıdır. Bunlardan biri ve en önemlisi de kavmin (sûfîlerin)
kullandığı ıstılâhlar, zâtî ve sûrî tecellî, zât ve zâtın zâtının ne olduğu,
esmâ ve sıfat mertebeleri, mertebeler arasındaki fark, ahadiyyet, vahdâniyyet
ve vahidiyyet arasındaki fark, zâhirler ve bâtınlar, ezel, ebed, gayb, kevn,
şehâdet ve şuûn âlemi bilgisidir. Mâhiyet, hüviyet, sekr, muhabbet ve kimin
sekrinde müsamaha gösterilecek derecede sadık olduğu, kimin de sorgulanacak
derecede yalancı olduğu gibi bilgidir. Maksadı anlaşılmayan sözler, nasıl
tahlil edilebilir veya amaçsız şeylerle nasıl reddedilebilir?
Hâfız
İbn Hacer, İbnü’l-Fârız’in (ra) Tâiyyesinden bazı beyitleri şerhederek,
efendim Şeyh Ebû Medyen’e takdim etmiş ve bunlar hakkında kendisine icâzet
yazılmasını istemişti. Onları zâhirine göre yazmıştı ve en güzel sözlerinden
bazıları şöyle idi:
Doğuya
yürüdü, ben de batıya yürüdüm / Doğu ile batı arası ne kadar da uzak
Daha
sonra bunu Hâfız’a gönderdi ve gâfil olduğu bir hususa dikkatini çekti. Bunun
üzerine tarikat ehlini kabullendi ve vefat edinceye kadar efendim Medyen’in
sohbetinde bulundu. Şeyh İzzeddin b. Abdüsselâm şöyle derdi: “Sana tarikat
ehlini şeriatın kurallarına bağlı saymana delil olarak, ilimde ne kadar
ilerlerse ilerlesin, onların yoluna girmedikçe, başkasında meydana gelmeyen ve
onların ellerinde meydana gelen kerâmet ve hârikulâdelikler yeterdir.”
Şeyh
Mecdüddin Fîrûzâbâdî şöyle derdi: Fikir ve nazar ehli olan hiç kimsenin atâ ve
ikram ehli olan kimselere itiraz etmesi doğru olmaz. Çünkü bunların ilimleri,
nazar ehlinin ilimlerinin bir parçasıdır. Şeyh Muhyiddin, Hakkın bâkî olan
vechinin güzelliğinin kendilerine açıldığı atâ ehlinin büyüklerindendi. O’nun
cemâlinin ışıyan nurları, kıyamete kadar ona parıldadı. Onun benzerlerini
hatalı bulmaya veya tekfir etmeye kalkışan, cehâlet ve mahrûmiyetinden dolayı
da anlayışsız olması, imanının zayıf olması ve ifadelerindeki inceliği
anlamaması sebebiyle bunu yapmaktadır.” İmâm Gazzâlî İhyanın ilim
kitabının 8. bâbında, bâzı âriflerden naklederek şunları söylemektedir:
“Topluluğun (sûfîlerin) ilimlerinden nasibi olmayanın -ki nasibin en alt
kademesi ehlini tasdik etmek ve [haklarını] teslim etmektirşerî ilimlerde
derinleşmeyenlerin musibete uğramasından korkulduğu gibi kötü sonundan
korkulur. Bunu bildiysen Allah’ın izniyle şöyle derim: Mutaassıp kimselerin
yaygın olarak Şeyh’i reddettikleri sözlerinden birisi şudur: “Şeyh Muhyiddin Lâ
ilâhe illallah sözünü ifsât etmektedir ki bu, küfürdür.” Bunun sahih olduğu
varsayılarak şöyle cevap verilir: Bunun anlamı Yüce Allah, ispat edenin
ispatından önce, ulûhiyyetinde sabittir. Sabit olanın ise senin ispatına
ihtiyacı yoktur. Çünkü yaratılmışlardan birinin O’nun ulûhiyetini nefyetmeden olumlaması
söz konusu olmaz. Mümin, Allah’ın kendisine ecir vermesi için, bunu (kelime-i
tevhid) tilâvet etmekle ibadet eder. Şeyh ise Lâilâheillellâh sözünün fâsid
olduğunu söylemekten uzaktır. Hatta akıl sahibi hiç kimse bunu söylemez. Çünkü
bu Yüce Kur’ân’dandır, anla!”
İnkârcıların
iddialarından biri de Şeyh’in kitaplarında defalarca “Lâ mevcûde
illallâh/Allah’tan başka var olan yoktur.” dediğidir. Bunun sahih olduğu
varsayılarak şöyle cevap verilir: “Allah Teâlâ'dan başka kendi nefsiyle kâim
olan (varlığı kendinden olan) bir varlık yoktur. Hadisin işaret ettiği gibi,
O’nun dışındaki her şey kendisi dışındaki [bir şey] ile kâimdir. Allah’tan
başka her şey bâtıl değil midir? Hakikati bu olan birisi, var olmasından önce
yok olduğu ve varlığı anında bile hiçbir taraftan kurtulmadan varlıkla yokluk
arasında gidip geldiği için, varlıktan daha çok yokluğa yakındır. Şayet Şeyh’in
“Lâ mevcûde illallâh” dediği doğru ise bunu Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd’in “Hakkı
gören halkı görmez” dediği gibi, kalbiyle Hak Teâlâ’yı müşâhede ettiği anda,
âlemin adeta silinip gittiğini gördüğü anda söylemiştir.
Bunlardan
biri de inkarcının Şeyh’in bazı şiirlerinde O bana hamd eder ben de O’na hamd
ederim, O bana ibadet eder, ben de O’na ibadet ederim.” dediğini doğru kabul
ederek, Hak ile halkı bir kabul ettiğine dair iddiasıdır. Bunun cevabı şudur:
“Bana hamd eder”in anlamı, “Beni anınız ki ben de sizi anayım.”[110]
âyetinde olduğu gibi “Kendisine itaat ettiğimde bana karşılığını verir.”
şeklindedir. “O da bana ibadet eder ben de O’na ibadet ederim” sözü ise “Dua
ettiğimde dualarımı kabul etmek sûretiyle bana itaat eder.” anlamındadır. Bu
“Şeytana ibadet etmeyin.”[111]
âyetinde olduğu gibi, “Ona itaat etmeyin.” anlamındadır. Zira hiç kimse Allah’a
ibadet ettiği gibi, Şeytana ibadet etmez, anla! Şeyh el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin
557. bâbında, uzun mülahazalardan sonra şöyle demiştir: Bunlar sana âlemin
Hakk’ın aynı olmadığını açıkça gösterir. Zira şayet âlem Hakk’ın aynı olsaydı
bediî olmazdı.
İnkarcının
iddialarından biri de Şeyh’in Firavun’un imanını kabul ettiği iddiasıdır ki bu,
yalandır ve Şeyh’e iftiradır. Şeyh açık bir şekilde el-Fütûhât ın 62.
babında Firavun’un ebedî olarak cehennemde kalacaklardan olduğunu
belirtmektedir.[112]
el-Fütûhât onun son eserlerindendir ve yaklaşık olarak vefatından üç
yıl önce bitirmiştir. Şeyhülislâm el-Hâlidî (rh.a) şöyle demiştir: “Şayet bu
düşünce Şeyh Muhyiddin’den sadır olmuşsa bile bu konuda yalnız değildir ve
seleften birçokları “İsrâiloğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilâh
olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım.”[113] âyetinde
anlatılanlara dayanarak onun imanını kabul etmişlerdir. Bu onun dünyadaki son
anıydı. Ebûbekir el-Bâkıllânî şöyle demiştir: “Onun imanını kabul etmek
istidlâl açısından kuvvetli olandır. Zira onun küfür üzere öldüğüne dair elimizde
açık bir delil bulunmamaktadır.” Selef ve halefin cumhurunun onun küfrüne dair
delili ise onun ye’s hâlinde iman ettiği ve ye’s hâlindeki imanın makbul
olmadığı şeklindedir. En doğrusunu Allah bilir.
İnkârcının
Şeyh hakkındaki iddialarından biri de cünübün mescidde kalmasını câiz gördüğü
şeklindedir. Şayet Şeyh hakkındaki bu iddia doğru ise bu, Mevlâmız Abdullah b.
Abbas ve İmâm Ahmed b. Hanbel’in görüşüne uygundur. Ayrıca bu, İmâm Müzenî ile
tabiînden ve fakihlerden bir grubun görüşüdür. Dolayısıyla inkârcının, Şeyh
Muhyiddin’in bu konuda şeriata ve imamların görüşüne muhalefet ettiğine dair
iddiası geçersizdir.
İnkârcının
söz konusu iddialarından biri de Şeyh’in, velinin peygamberden daha faziletli
olduğunu söylediği şeklindedir. Bunun cevabı, Şeyh’in bunu demediği
şeklindedir. Ancak insanların peygamberin risâleti ve velâyetinden hangisinin
daha faziletli olduğu konusunda ihtilaf ettiklerini söylemiştir. Benim
görüşüm, taallukunun şerefi ve risâletinin aksine hem dünya hem de âhirette
devam etmesinden dolayı, velâyetinin daha faziletli olduğudur. Zira risâlet
sadece insanlara taalluk eder ve teklifin bitmesiyle sona erer.
Şeyh
İzzeddin b. Abdüsselâm da buna muvafakat etmiştir. Burada söz konusu olan peygamberin
peygamberliğiyle başkasının velâyeti değil, bizzat onun peygamberliğiyle
velâyetidir, anla! Geriye Şeyh'e nispet edilen birçok mesele kaldı ki Allah’ın
izniyle bunların Şeyh’e iftira ve yalan oldukları, ilgili konularda ve daha
başka konular bağlamında, muhalifin yönteminin odağı belirlenerek yazılı bir
şekilde açıklanacaktır. En doğrusunu Allah bilir.
Yüce
Allah “Ey insanlar! Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. Bakalım
sabredecek misiniz?”[114]
buyurmuştur. Celâleddin es-Suyûtî’nin (rh.a.) et-Tahaddüs bin-Nime
isimli eserinde şu anlama gelecek şeyler söylediği nakledilmiştir: “Allah’ın
bana olan nimetlerinden biri de peygamberlerle velileri örnek almam için, bana
eziyet edecek ve ırzımı pâymal edecek bir düşman vermesidir.” Hâkim’in Müstedrek’inde
naklettiğine göre Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlardan belâlara en çok mâruz kalanlar peygamberlerdir, sonra âlimler
sonra da salihlerdir.” Yüce Allah, Îsâ’ya (aleyhisselâm) “Hiçbir peygamberin
hürmeti beldesinin dışında çiğnenmez.” şeklinde vahyetmiştir. Beyhakî,
Kâbü’l-Ahbâr’in Ebû Mûsâ el-Havlânî’ye şöyle dediğini nakletmiştir: “Kavmin
sana karşı nasıldır?” O “ikram ve itaat ederler.” demiştir. O “O hâlde Tevrât
beni tasdik etmedi. Allah’a yemin olsun ki bir kavimde ne zaman halîm birisi
olsa, ona karşı azgınlık yapılmış ve hased edilmiştir.” demiştir. İbn ‘Asâkir
merfû olarak “İnsanların en zâhidleri peygamberlerin içindendir ve onlara en
çok karşı gelenler ise akrabalarıdır.” şeklinde kaydetmektedir. İşte bu, Azîz
ve Celîl olan Allah’ın “Önce en yakın akrabanı uyar.”[115] âyetini
indirmesinin sebebidir. Ebû Derdâ “İlimde insanların en zâhidi, ehli ve
komşusudur. Şayet istedikleri gibiyse ona sitem ederler, şayet ömründe bir
günah işlese yine sitem ederler.” derdi.
Celâleddin
es-Suyûtî (rh.a.) şöyle demiştir: Bil ki! Herhangi birçağda bir büyük
bulunduğunda, kesinlikle onun karşısında alçak kimselerden bir düşman bulunur.
Çünkü şeref sahipleri etrafındakilerle sınanmaya devam ederler. Âdem’in (aleyhisselâm)
düşmanı İblis, Nûh’unki Hâm ve başkaları, Dâvud’unki Câlut ve benzerleri,
Süleymân’ınki Sahr, Îsâ’nın ilk hayatındaki Buhtunnasır, ikinci hayatındaki
Deccâl, İbrâhîm’inki Nemrûd, Mûsâ’nınki Firavun idi. Bu, Muhammed’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kadar böyle (sürdü); O’nun düşmanı da Ebû Cehil’di. İbn
Ömer’in her uğradığında ona sataşan bir düşmanı vardı. Abdullah b. Zübeyr’e
namazında riya ve nifak nisbet ettiler ve başından kaynar su döktüler, başı ve
derisi yandığı hâlde bir şey hissetmedi. Namazını bitirip selam verince “Bana
ne oldu?” dedi. Durumu kendisine anlattıklarında “Hasbünallah ve ni‘me’l-vekîl”
dedi. Uzun süre başı ve yüzünde acı hissetti. İbn Abbas’ın (ra) Nafî b. Ezrak
[adlı bir düşmanı] vardı. Ona çok eziyet eder, onun için “Bilgisi olmadan
Kur’ân’ı tefsir ediyor.” derdi. Sa’d b. Ebû Vakkâs’ın da Kûfe cahillerinden bir
grup cahil vardı ve cennetle müjdelendiği hâlde ona eziyet ediyorlardı. Namazı
güzel kılmadığına dair Ömer b. Hattâb’a şikâyette bulundular.
Müctehid
imamlara gelince, İmâm Ebû Hanife’nin halifelerden eziyet çektiği, İmâm
Mâlik’e yapılan eziyetler ve onun yirmi beş yıl boyunca hiçbir topluluğa ve
cumaya katılmadan gizlendiği malumdur. İmâm Şafiî’nin Irak ve Mısır
halklarından eziyet çektiği, İmâm Ahmed b. Hanbel’in dövülüp hapse atıldığı da
bilinmektedir. İmam Buharî de şiddete maruz kalarak Buhara’dan çıkarılıp
Hartenk’e gitmek zorunda bırakılmıştır. Aralarında Şeyh Ebû Abdurrahman
es-Sülemî, Ahmed b. Hallikân, Şeyh Abdülgaffâr el-Kûsî ve başkalarının
bulunduğu güvenilir kimselerin, Ebû Yezîd el-Bistâmî’yi oradaki bir ulemâ
topluluğu vasıtasıyla yedi kez Bistâm’dan sürdükleri bilinmektedir. Bunlar
Zunnûn el-Mısrî’yi Mısır’dan Bağdat’a, bağlanmış olarak ve zındık olduğuna tanıklık
eden Mısırlılarla beraber sürmüşlerdir. Kuşeyrî’nin eserinde yer alan
adamlardan biri olan Semnûn el-Muhib’e kemikler attılar ve ona, Semnûn ve
arkadaşlarının kendisine geldiklerini iddia eden kötü bir kadını musallat
ettiler. Bundan dolayı bir sene boyunca saklandı.
Sehl
b. Abdullah et-Tüsterî’yi memleketinden Basra’ya sürdüler, imamlığına ve şeref
sahibi biri olmasına rağmen kendisine bir takım günahlar isnad edip onu tekfir
ettiler. Hayatının sonuna kadar Basra’da kaldı. Ebû Saîd el-Harrâz’a da
kemikler attılar ve kitaplarında buldukları bazı lafızlardan dolayı âlimler
onun küfrüne fetvâ verdi. Şahitlerin huzurunda tevhid ilminden bahsettiği için
defalarca Cüneyd’in küfrüne tanıklık ettiler. Bunları ölünceye kadar evinin
kuytu köşesinde anlatmaya devam etti. Onu, Rüveym’i, Semnûn’u, Ali b. ‘Atâ’yı
ve Irak şeyhlerini en şiddetli şekilde reddeden kişi, İbn Danyâl idi. Onlara
alabildiğine hakaret ediyordu. Birisinin onlardan bahsettiğini duyduğunda
kızar ve rengi değişirdi. Muhammed b. Fadl el-Belhî’yi mezhebinden dolayı
Belh’ten çıkarmışlardı. Onun mezhebi, sıfatlarla ilgili âyet ve haberleri
te’vil etmeden ve zâhiri gibi alıp Allah’ın bu konudaki ilminde olduğu gibi
iman etmek olan ehl-i hadisin mezhebiydi. Onu çıkarmak istediklerinde “Boynuma
bir ip bağlamadan ve beni şehrin sokaklarında dolaştırmadan, siz ‘Bu
bid‘atçidir ve beldemizden çıkarmak istiyoruz.’ demeden çıkmam.” dedi. Onlar da
bunu yaptılar ve şehirden çıkardılar. Bunun üzerine (Muhammed b. Fadl) onlara
dönerek “Ey Belh halkı! Allah kalbinizden mârifetini çıkarsın!” dedi. Şeyhler, onun
bu bedduasından sonra, Allah’ın beldeleri arasında içinde [önceden] en çok sûfî
bulunan belde olmasına rağmen, Belh’ten hiç sûfî çıkmadığını söylemişlerdir.
İmâm Yûsuf b. Hüseyn er-Razî’yi de çıkardılar, Rey’in zâhid ve sûfîleri ona
karşı geldiler. Mücâhedesinin çokluğuna, hâl ve ilminin kemâline rağmen Ebû
Osman el-Mağribî’yi Mekke’den çıkardılar, onu acımasızca dövdüler. Bir deve
üzerinde onunla tavaf ettiler ve ölünceye kadar Bağdat’ta ikamet etti. İlminin
büyüklüğüne ve mücahedesinin çokluğuna rağmen Şiblî’yi defalarca tekfir
ettiler. Arkadaşları, insanların onu terk etmeleri için uzun süre onu
hastaneye attılar.
Fazileti,
ilminin çokluğu ve tarikatındaki istikametine rağmen, İmâm Ebûbekir
en-Nablusî’yi Mağrib’den Mısır’a sürdüler ve Mısır Sultanı’nın katında zındık
olduğuna şahitlik ettiler. Onun baş aşağı, derisinin yüzülmesini emretti. Onlar
derisini yüzerken o, Kur’ân’ı tedebbür ve huşû ile okuyordu, öyle ki insanların
kalbi paramparça olmuştu. Neredeyse onun yüzünden fitneye düşeceklerdi. Aynı şekilde
Nesîmî’nin de Halep’te derisini yüzdüler ve onları delillerle susturduğu
zaman, kendisine bir hile uydurarak İhlâs sûresini yazıp ayakkabı yapan
birisine gönderdiler.
Bunun
muhabbet ve kabul pusulası olduğunu ve kendileri için ayakkabının tabakaları
arasına koymasını söylediler. Daha sonra bu ayakkabıyı alarak dolaylı bir
yöntemle Şeyh’e hediye ettiler. O da hiçbir şeyin farkında olmadan bunu giydi.
Halep’in naibine giderek “Nesîmî’nin ‘Kul hüvellahü ahad’ı yazdığı ve bunu
ayakkabısının altına koyduğuna dair bilginin kendilerine sahih yolla
ulaştığını ilettiler. “Şayet bize inanmıyorsan, arkasından adamlar gönder ve
yaptığına bak.” dediler. O da bunu yaptı. Pusulayı çıkardılar, Şeyh bundan
dolayı öldürülmesi gerektiğini bildi ve kendisini savunacak hiçbir cevap
vermeden Allah’a teslim oldu. Onun talebelerinin talebelerinden bazıları,
derisi yüzülürken tevhide dair beş yüz beyit kadar şiir söylediğini, bu esnada
derisini yüzenlere baktığını ve tebessüm ettiğini bana aktardılar.
Şeyh
Ebû Medyen’i zındıklıkla suçladılar, Bicâye’den Tilimsân’a sürdüler ve orada
vefat etti. Yine Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’yi Mağrib’ten Mısır’a sürdüler ve
onun zındık olduğuna tanıklık ettiler, Allah onu onların hilelerinden korudu.
İzzeddin b. Abdüsselâm’ı tekfir ettiler ve akidesi hakkında söylediği sözler
üzerine bir toplantı yaptılar. Sultan’ı ona karşı kışkırttılar, ancak daha
sonra bu lütuf olarak sonuçlandı. İbn Eymen bunları Risâle’sinde
zikretmiştir. Şeyh Tâceddin es-Sübki’yi tekfir ettiler ve onun içkiyi ve livâtayı
mübah gördüğünü, geceleri gar ve zünnâr[116]
giydiğini iddia ettiler. Zincirlenmiş ve bağlanmış olarak Şam’dan Mısır’a
getirdiler. Şeyh Cemaleddin el-İsnevi çıktı ve yolda karşılaşıp kanının
akıtılmasının engellenmesine hükmetti. Efendim İbrahim el-Cu‘buri ve Efendim
Hüseyin el-Câki’yi inkâr edip vaaz kürsüsüne oturmalarını yasakladılar. et-Tabakât
isimli eserimizin mukaddimesinde bu anlamda andığımız daha birçok örnek
bulunmaktadır. Kardeşim! Bu ümmetin selefleriyle haleflerinin başına gelen bu sıkıntıları
sana anlatmamın sebebi, sûfilerin kitaplarını, özellikle de Şeyh Muhyiddin’in
kitaplarını okuyup incelemeyi kabul etmeye yanaşman içindir. Çünkü bu imamları
övmek, bize göre misk-i ezfer[117]
gibidir. Onlar hakkında söylenen ileri geri sözler, onların büyüklüklerini
zedelemez. Şeyh Muhyiddin’in büyüklüğü hakkında söylenilenler de böyledir.
Yüce Allah en doğrusunu bilir.
Tarikat Ehlinin Başkalarına
Muğlak Gelen İbareler
Kullanmalarında
Ma‘zûr Olduklarının Beyânı Hakkındadır
Bil
ki -Allah sana merhamet etsinSûfîlerin remizler kullanmalarının delilinin aslı,
bazı hadislerde nakledilen rivayetlerdir. Buna göre Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bir gün Ebû Bekir es-Sıddîk’a “Bir günün gününü bilir misin?”
diye sordu. Ebû Bekir “Evet ey Allah’ın Resûlü, bana mikdarların belirlendiği
günü sordunuz.” dedi. Yine bir gün Ebû Bekir’e “Ne demek istediğimi bilir
misin?” diye sorduğu da nakledilmektedir. Bunun üzerine o “Evet, şu şudur, şu
da şudur.” diye cevap vermiştir. Bunu Şeyh Taceddin b. Atâullah bazı
kitaplarında anlatmıştır. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ ın elli dördüncü
babında şu anlama gelen şeyler zikretmiştir: “Bil ki ehlullah kendi aralarında
ıstılâh hâline getirilen işaretleri kendileri için oluşturmadılar. Onlar bu
konuda doğru olanın açık (sarîh) olan olduğunu biliyorlar. Ancak onların halini
bilmeyen, hariçten aralarına giren birisi, tam olarak anlamadığı bir şey duyar
da ehlullâhı inkâr eder, böylece [o makamlara] bir daha ebedî olarak ulaşmamak
üzere mahrumiyetle cezalandırılabilir diye, onu esirgeme babından, bu yöntemi
oluşturdular.” Şöyle dedi: “En şaşılacak şey, sadece bu yöntemde değil,
mantıkçılar, nahivciler, mühendisler, matematikçiler, kelâmcılar ve
felsefecilerden hiçbir topluluk yoktur ki kendi aralarında, kendilerinden başka
kimsenin bilmediği özel bir ıstılahı olmasın. Bu sadece bu yöntemi
benimseyenler için gerekli olan özel bir durumdur.” Sadık bir mürid,
tarikatlerine girdiğinde kullandıkları ıstılahlar hakkında hiçbir bilgisi yok
durumdayken onlarla oturur ve işarât türünden konuştuklarını işitince bu
ıstılahları sanki kendisi vaz etmiş gibi konuştuklarının tamamını anlar.
Onlarla birlikte bu ilme dalar ve kendisinde hiçbir acemilik hissetmez. Hatta
bu ilmi, göz ardı edilemez, zarûrî bir ilim olarak görür. Bunun nasıl meydana
geldiğini bilmeden bunu bilmeye devam ediyor gibidir. Bu, sadık olan müridin
durumudur. Yalancı müride gelince, ancak kendisine bildirilince bu bilgiyi elde
eder ve bunu talep ettiğine dair iradesindeki ihlas olmadan hiçbir sûfî ona müsamaha
göstermez. Her asırda zâhir ulemâsı bu topluluğun sözlerini anlamaya çalışmaya
devam ederler. Sana İmam Ahmed b. Süreyc’i tavsiye ederim.
Bir
gün Cüneyd’in meclisine gelmiş ve kendisine Onun sözlerinden ne anladın?”
denilmiştir. O, “Ne dediğini bilmiyorum. Ancak sözlerinin kalp üzerindeki
tesiri kuvvetlidir. Bâtındaki bir amele ve gizli olan ihlâsa delâlet ettikleri
açıktır. Sözleri, bâtıl sözler değildir.” demiştir.
Ayrıca
bu topluluk, kendilerinden olmayan birinin yanı ve telif ettikleri eserler dışında
işaretlerle konuşmazlar. Sonra şöyle dedi: “Bâtıl gören düşmanlarının bunu
inkâr etmesinin sebebinin, hasetleri olduğu açıktır. Şayet bu inkârcılar,
hasedi bırakıp ehlullahın yoluna girerlerse, ne bir inkârları ne de hasedleri
söz konusu olur. Onlarsa ilimlerine ilim kattılar. Ancak durum böyle olmuştur.
Güç ve kuvvet sadece büyük ve yüce olan Allah’a aittir.” Sonra bu konuda sözü
uzatarak “Bütün zamanlarda İlâhi vehbî ilim erbabının insanlar arasındaki en
şiddetli düşmanı, anlama edebinden yoksun olan cedel ehlidir. Onlar en
şiddetli inkârcılardır. Ârifler bunu bilince, tıpkı iftiracı ve sapıklara karşı
işarete başvuran Hz. Meryem gibi işaretlere başvurdular. Onlara göre her âyet
ve hadisin, biri kendi içlerinde gördükleri diğeri ise onların zâhirinden
çıkan olmak üzere iki yönü vardır. Yüce Allah “Onlara âyetlerimizi âfakta ve
kendi nefislerinde göstereceğiz.”[118] buyurmuştur.
Nefislerinde gösterilenleri “işaret” olarak isimlendirerek, inkârcıların
kendilerine yakınlaşmalarını istiyorlar ve “Bu, söz konusu âyet veya hadisin
tefsiridir.” demeyerek onların şerrinden ve iftiracıların cahillik yaparak
kendilerini tekfir etmelerinden korunmaya çalışmaktadırlar. Bunlar Allah’ın
hitabını bilmekte ve kendilerinden öncekilerin sünnetine uymaktadırlar. Aslında
Yüce Allah müteşâbihât ve sûre başlarındaki harfler gibi ehlullah ve daha
başkalarının te’villerini kitabında açıkça belirtmeye muktedirdir. Bununla
beraber böyle yapmadı ve has kullarından başka kimsenin bilmeyeceği özel
ilimleri bu ilâhi kelime ve harflere yerleştirdi. Şayet inkârcılar, insaflı
davranırlarsa insanların âyetlerin zâhirlerini farklı şekillerde anlayıp
yorumladıklarını gördükleri ve kabul ettikleri gibi, söz konusu âyetleri anlama
ve yorumlama konusunda da farklılıkların olabileceğini anlayacaklardır. Burada
yetersiz olan kimse, daha az yetersiz olan kimsenin hakkını teslim edecektir.
Halbuki tamamı aynı konumda oldukları hâlde aralarında farklılığın olduğu
açıktır. Buna rağmen ehlullah, anlayamadıkları bir şeyi söylediği zaman inkâr
etmektedirler.
Şöyle
dedi: Bütün bunların sebebi, onların ehlullahın şeriatı bildiklerine
inanmamaları ve özellikle de zâhir ulemâsından bir şey okumamışlarsa bunları
cehâlete ve halk diline nispet etmeleridir. En çok söyledikleri “İtikadlarının
kaynağı olan bu ilim nereden geldi? Hiç kimse hocasız bir ilmi elde edemez”
şeklindedir. Bu konuda haklıdırlar. Oysa sûfîler, bildikleriyle amel
ettiklerinde Yüce Allah onlara, kendi katından rabbanî bir bildirme ile
şeriatın getirdiklerine aykırı olmayan ve bir zerre kadar onun dışına çıkmayan
bir ilmi kalplerine indirerek verir. Yüce Allah, “İnsanı yarattı, ona beyânı
öğretti” buyurmuştur.[119]
“İnsana bilmediğini öğretti”[120] de
buyurmuştur. Yine kulu Hızır hakkında “Ona katımızdan bir bilgi öğretmiştik.”[121]
buyurmuştur. İnkârcılar hocanın aracılığı olmaksızın ilmin olmayacağını
söylemekle doğru söylediler. Ancak inançlarına göre Allah’ın nebî ve resûl
olmayanlara öğretmeyeceğini söylemekle hata ettiler. Yüce Allah “O, dilediğine
hikmeti verir”[122]
buyurmuştur. Hikmet, ilimdir ve nekre (belirsiz) kipiyle gelmiştir. Söz konusu
inkârcılar ise dünyada zühdü terk ederek, dünyayı ahirete ve Yüce Allah’a
yaklaştıran şeylere tercih edip ilmi, kitaplardan ve insanların ağızlarından
almaya başlayınca, Allah’ın bazı kullarına kendi sırlarını öğretmeyi
üstlenmesi, kendilerine perdelendi. Zira O, bütün varlık için gerçek
muallimdir ve O’nun ilmi de mümin olan ve olmayan kimsenin kemâlinden şüphe
etmediği sahih ilimdir. Allah’ın ilminin cüzîlere taalluk etmediğini
söyleyenler, Allah’ın onlar için olan ilmini yok saymayı kastetmiyorlardı.
Bununla Allah’ın küllî ve cüzî olan bütün eşyayı bir tek ilimle bildiğini
kastetmektedirler. O, yaratılmışların ilminde olduğu gibi, cüzîler hakkındaki
bilgisinde de detaylara muhtaç değildir. Yüce Allah bundan yücedir. Onlar,
O’nun ilminin detaylara bağlı olmaktan münezzeh olduğunu söylemek istediler
ancak tâbirlerinde hata ettiler. Böylece hocası Allah olanın, hocası kendi
fikri olandan daha çok tâbi olmaya layık olduğu anlaşıldı. Ancak nerede insaf!
Bu konuda sözü uzattı. Sonra şöyle dedi: “Allah, onları hakikatleri işaretler
olarak isimlendirmek sûretiyle korudu. Çünkü inkârcılar işaretleri
reddetmiyorlar. İnkârcıların, ehlullahın Ali b. Ebû Talib’in sözündeki ilim
davasında bulunmalarını yalanlamaları nerede kaldı? Şöyle diyor: “Şayet Fâtiha
sûresinin tefsiri hakkında konuşursam, sizi yetmiş kat daha ağır bir sorumluluğun
altına sokarım.” Bu, Allah’ın ilham yöntemiyle kendisine verdiği ledünnî
ilimden başka bir şey midir? Çünkü fikir buna ulaşmaz.
Şeyh
Ebû Yezid el-Bistâmî zamanındaki âlimlere şöyle derdi: Siz ilminizi ölüden
aldınız, o da ölüden aldı. Biz ise ilmimizi, ölümsüz olan diriden aldık.” Şeyh
Ebû Medyen arkadaşlarından birisinin bir hikâyeden söylediğini işittiğinde
bununla ashabının himmetini kaldırmayı kastederek “Bize pastırma yedirmeyin.”
diyen falan oğlu falandan haber verin.” dedi. Yani, Allah’ın ve Peygamberi’nin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sözleri hakkında Allah’ın kalplerinize açtığı yeni açılımlar
dışında konuşmayınız. İlâhi ilmi veren, ölümsüz ve diri olandır. Bunun mahalli
de her asırda sadece insanların kalbidir. 47. mebhasın sonunda buna genişçe yer
verilecektir.
Şeyhülislâm
Sirâceddin el-Mahzûmî (ra), Remzi’l-Eşyâh’ta şöyle dedi: “Onların
ilimleri kesinleşmiş üç şeydir: Birincisi, sûfîlerin yöntemine edepsizce
hakaret edenlerin perdelenmesidir. Zevkine varmadan Rubûbiyyetin sırlarını ifşa
etmek için bu kapıdan giremezler ki ifşa etsinler veya hastalıklı
anlayışlarıyla ehlullahı tekfir etsinler. İkincisi, bu yöntemi isteyen için,
ilimde derinleşmesi, sufîlerin yönteminin adabına devam ederek, kendisine zevk
ve hidâyet üzere ilim ve mâlumun belirginleşmesini sağlayacak perdenin
kalkmasına bir işaret vardır. Üçüncüsü, geçmiş zamanlarda sûfîlerin ilmine
sadece ilimlerde derinlik sahibi olanlar ve kelâm ilminde uzmanlaşanlar
dalarlardı.” Hatta Fahru’r-Râzî şöyle derdi: “On iki bin varak ezberlemeden
kelâm ilmini tedris etmeme izin verilmedi. Oysa kelâm ilmi, sûfîlerin daldığı
tevhid ilminden daha basittir.” İmâm Şafiî, Rebî‘ el-Cîzî’ye “Kelâm ilminden
seni sakındırırım, fıkıh ve hadis ilmiyle meşgul olman lazımdır. Sana “hata
ettin” denilmesi, “kâfir oldun” denilmesinden daha iyidir.” demiştir.
Üstad
Ali b. Vefâ’ya, bir kısım itirazcıların diliyle bazı ârifler hakkında soruldu:
“Bu ârifler, neden fakihlerden ve diğerlerinden yetersiz olanlara zarar veren
sır ve bilgilerini kitaplara yazdılar? Onları bu eserleri yazmaktan menedecek,
hikmet, hüsnüzan, fikir ve insanlara olan merhametleri yok muydu? Şayet bunlar
varsa, muhalefet etmeleri eksiklik olur. Şayet hikmet, hüsnüzan, halkı gözetme
ve onlara merhamet etmeleri söz konusu değilse, bu da onlar için eksiklik
olarak yeter.” Buna şöyle cevap verdi: “Bu soruyu sorana şöyle denilir: Yarasa
ve mizacı zayıf olan başkalarına zarar vermekle beraber, açık ve hüzmeleri
parlak olan bir güneşi doğduran alîm ve hakîm değil midir? Buna ancak “Evet, O
alîmdir hakîmdir.” diyebilir.
Şayet
bunun doğru olduğunu ancak maslahatlarının, başkalarının mefsedetlerini
artırdığını söylerse, şöyle derim: “Sorduğun sorunun cevabı da budur. Bu, Yüce
Allah’ın gözleri zayıf olanların zarar görmelerine rağmen açıkça güneşin
ışığını ortaya çıkarmayı terk etmemesi gibidir. Âriflerin de yöntemleri
hakkında perdelenmiş olan, hatta bundan kaçınan, daha da ötesi bunu reddeden
söz konusu kimseleri dikkate almaları gerekmez.” Bunu uzattı ve sonra şöyle
dedi: “Sana cevap olarak, bu bilgi ve sırları tedvîn eden kimsenin bunu, herkes
için yazmamış olması, aksine ehil olmayanların bu bilgileri
değerlendirmelerini nehyetmiş olması yeter.”
Bazı
ârifler şöyle derdi: “Biz, yolumuzun ehli olmayan insanların kitaplarımıza
bakmasını haram gören bir topluluğuz. Aynı şekilde sözlerimize inanmayan
kimselerin sözlerimizi nakletmesi de câiz değildir. Bunu, kendisine
inanmayanlara nakleden kimse ve naklettiği kimse birlikte inkâr cehennemine
girmiştir. Ehlullah bunu, şahitler huzurunda açıkça belirtmiş ve sırrı ifşa
edenlerin katledilmeyi hak ettiklerini söylemişlerdir. Buna rağmen buna ehil
olanlar gaflet ve hicaba güç yetirememişler, aksine sûfîlerin sınırlarını
aşarak onların sözlerini ehil olmayanlara açıklamışlardır. Bu, Allah
kendilerine bunu yasaklamış olmasın rağmen, Mushaf’ı kendisine iman etmeyen
düşmanlarının toprağına taşımak gibidir. Böylece Allah düşmanları, sapmaya
meyilli bir kalp ve eğri bir dille onu okumaya, hatta bir topluluğun onunla
alay etmesine imkân bulurlar. Başka bir topluluk ise fitne ve te’vilini
isteyerek müteşâbih olana tâbi olur. Bununla sapıklık, tuğyan ve müslümanları
inkâr etme imkânları artmış oldu.” Bunu uzattı ve sonra şöyle dedi: “Sahabe
(ra), Tabiûn ve daha sonraki nesillerden olan müctehitler, nefislerinin hevası,
başa geçme sevdası, dünyayı elde etme ve kral ve emirlere yakınlaşmak için Kitap
ve Sünnet’ten çıkardıkları hükümlerle kitap yazdılar mı? Hayır, yemin ederim ki
onların amacı bu değildi. Ancak Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir. İşte
müctehitler, insanların bazı dünyalıklar elde ettiği ilmi tedvîn etmekten
menedilmedikleri gibi ârifler de salih amaçlarıyla yazdıklarıyla, tevhid ilminin
problemlerini çözmek için ortaya koydukları hakikatlerle, müridlerin
kalplerinin hastalıkları tedavi etmeyi gözettiler.
Onların
tedvîn etmelerinin faydalarından biri de kendilerinden sonra bu risaleler
üzerinde düşünenlerin kalplerini aşılamaları ve bu incelikle söz konusu
mânaları anlayarak rahmet bulutlarının kalplerinde ve dillerinde dirilmesidir.
Böylelikle gönül toprakları olgunluklarının nûruyla uyanır ve bunların hidâyet
izleriyle dirilir. Onların vefatlarından sonra risâleleri, müridlere nasihat
konusunda kendilerinin yerine geçer. Dolayısıyla onların bilgi ve sırlarını
tedvîn etmeleri, başka kimselerin kalp hastalıklarının devası ve bütün meşru
işlerde Yüce Allah’ın mertebesinin adabını gözetme konusunda yazmamaları için
üzerlerindeki en kuvvetli haklardandır. Zira her makamın kendine has mertebe ve
edebi vardır.
Soru:
Bu
sûfîlerin ilmi gerekli görülen bir ilim olsaydı, müctehit imamlar da muhakkak
bu konuda kitaplar yazarlardı. Hâlbuki onların bu konuda bir tek kitaplarını
bile görmüyoruz.
Cevap:
“Onlar
kalp hastalıkları konusunda kitaplar yazmadılar. Çünkü bu, onların
dönemindekiler için açık değildi. Şayet onların zamanında açığa çıksaydı,
kendilerinden sonra gelen ehlullahın yolundakilerin yaptığı gibi müstakil
risâlelerle bunun ilacını beyân etmek öncelikli olurdu. Onlardan sonra riya,
haset, kibir, kin ve düşmanlığın ortaya çıktığı zamanın aksine kendi
dönemlerinde bu, büyük günahtı. Bundan dolayı insanlar müstakil risâleler
yazdılar. Yine müctehitlerin sûfîlerin yöntemiyle kitap yazmamalarının
sebeplerinden biri de onların daha önemli şeylerle meşgul olmalarıydı. Bu, şerî
delilleri toplama, nâsih ve mensuh, mufassal ve mücmel olanlarını açıklama,
herhangi bir şüphe durumunda insanların müracaat etmeleri için kurallar
belirleme şeklindeydi. Şayet müctehitlerin hazırladığı şerî kurallar olmasaydı,
hiç kimse zâhirî ve bâtınî amellerin ölçülerini bilmezdi. Müctehit imamların
bunlarla uğraşması, ümmetin geri kalanına göre azınlık olan bazı topluluklar
için özel birtakım risâleler yazmalarından daha önemliydi, anla! Böylece
sûfîler ve daha başka kesimlerin şeriat imamlarına minnet borçlu oldukları
anlaşıldı. Yüce Allah yaptıkları tasniflerden dolayı tamamının karşılığını
hayırla versin. Zâhirî ilimlerde söylenilen, ameller için gerekli olan zannî
içtihat ruhu bâkî kaldığı ve bunun aydınlatması mürşidler vasıtasıyla olduğu
gibi, daha öncelikli olarak âriflerin sözlerinde de yakîn/kesin bilgi ruhu
bâkîdir ve bu hakka erdirenlerin vasıtasıyla ortaya çıkmaktadır.
Soru:
Söz
konusu sûfîler neden sadece Kitap ve Sünnet’in zahirine göre hareket etmekle
yetinmediler? Bu ikisi, başkalarına yettiği gibi onlara da yetmedi mi?
Cevap:
“Bu
itiraz, aynı zamanda müctehit imamlara ve onları taklit edenlere de yapılan bir
itirazdır. Zira onlar da sadece nasların zâhirini dikkate alıp bununla
yetinmediler. Aksine görüldüğü gibi naslardan sayılmayacak kadar hüküm ve vâkıa
çıkardılar. Ey kardeş! Şayet âriflerin çıkarımlarını reddersen, müctehitlerin
çıkarımlarını da reddetmen lazımdır. Halbuki bunu söyleyen hiç kimse yoktur.
Şeriatın ışığından çıkmadıkları için müctehit imamların sözlerini reddetmen
câiz olmadığı gibi, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zâhirî ve
bâtınî edeplerinin izlerini süren âriflere de itiraz etmen câiz değildir.
Müctehitler, zâhirî amellerle ilgili olarak, şeriatın açıklama getirmediği
hususlarda vâcip, haram, mekruh, müstehap kıldıkları gibi, ârifler de bâtınî
ameller alanında vâcip, haram, mekruh ve müstehap olan şeyler belirlemişlerdir.
İctihat her iki alanda da meydana gelmiştir ve biri diğerinden müstağni
değildir. Şeriatsız hakikat bâtıl hakikatsiz şeriat ise âtıl, yani eksiktir.”
Soru:
Sûfîler,
daha önce geçtiği gibi neden sözlerini ancak buna vakıf olanların anlayacakları
ve kendilerinin dışındakilerin anlamayacakları sembollerle söylediler? Neden
bilgilerini insanlara açıklamadılar? Şayet iddia ettikleri gibi hak ise şeriat
âlimlerinin derslerinde yaptıkları gibi insanların huzurunda konuşurlar. Zira
âriflerin bilgilerini insanların tamamından gizlemelerinde şüphe kokusu, insanların
onlara kötü inançlar atfetmesi ve çirkin değerlendirme yapması söz konusudur.
Cevap:
Faslın
başlarında, Şeyh Muhyiddin’in sözlerinde geçtiği gibi, (sûfîler) insanlara olan
şefkat, merhamet ve muhabbetlerinden dolayı sembolleri kullandılar. Hasan el-Basrî,
Cüneyd, Şiblî ve daha başkaları, sadece evlerinin tenhalıklarında kapıları
kapatıp anahtarı minderlerinin altına koyduktan sonra tevhid ilmini
okuyorlardı. Şöyle diyorlardı: “Kendilerinden bu ilmi aldığımız sahabe ve
tâbilere iftira ve zulüm edilerek kendilerine zındık denilmesini ister
misiniz?”
Bu,
sadece onların gönüllerini tasfiye etmeleri, şehvet ve günahları işlemek
dolayısıyla meydana gelen sıkıntılardan arınmaları sebebiyle idraklerinde
meydana gelen incelik nedeniyledir. Hiç kimsenin bu efendiler hakkında,
kendilerinin uzak olduğu bir sapıklıktan dolayı sözlerini gizlediklerine
inanması câiz değildir. İşte bu, kendilerinden sonra gelenlerin tedvîn
ettikleri ibârelerinde sembolleri kullanmalarının sebebidir. Buna hakkı olanın
ise bunu, sadece şifahi konuşmanın dışında anmaması ve yazıya dökmemesi
gerekir. Ancak tedvîn edilmediği takdirde ilim, ehlinin ölümüyle öldüğünden,
ilimlerini tedvîn ederek, insanların maslahatlarından dolayı sembollerle,
Allah’ın sırları kendilerine kapalı olan insanlara açıklayarak şu şiiri
okudular:
Bilin
ki rumuz, doğruluğun delilidir / Kalplere kapalı olan mânalara
Her
ârifin rumuzları vardır / Lugazları dikkat çeken aşkınlara
Lugazsız
sözleri olurdu küfür / Âlemleri götürürdü fesada
Yani
onların ıstılâhlarını bilmeyenler onları tekfir ederlerdi. Ebu’l-Kasım
el-Kuşeyrî (ra) şöyle derdi: “Sûfîlerin sembolleri kullanmalarının sebebi,
ehlullahın yöntemine olan bağlılıklarıdır. Aksi takdirde bunu başkalarına
açıklayarak ve onları yanlış anlayarak kendilerini ve başkalarını saptırmış
olurlardı. Bu nedenle şeyhin yanında okumadan önce, müridin kendi başına bu
topluluğun risâlelerini okuması yasaklanmıştır.
Efendim
Ali b. Vefâ’ya (ra) sûfîlerin neden rumuzlu ifadeler kullandıkları
sorulduğunda, şöyle derdi: “Onların rumuzlarının sebebini öğreten şu misali
anlayın! Şöyle ki: Dünya bir ormandır, ehli için açık olan hakkın hakikatleri
kendilerine perdelenmiş kimseler ise orada bulunan parçalayıcı vahşi hayvanlar
gibidir. Ârif, bunlar arasında geceleyin bu ormana giren güzel kıraat ve ses
sahibi olan bir insan gibidir. Burada yırtıcı hayvanların olduğunu anlayınca,
bir ağacın içine saklanmış ve onlardan emin olmak için seslice Kur’ân
okumamıştır. Onun saklanması ve Kur’ân’ı okuyarak sesini yükseltmemesi, onun
bilgi ve hikmet sahibi ya da bunun zıddı olduğuna delâlet etmez mi? Hayır,
vallahi o, bilgi ve hikmet sahibidir. Çünkü şayet onunla görüşseler veya onun
sesini ve kıraatini işitselerdi, onunla hidâyete ermez ve onu anlamazlardı.
Derhal onu parçalayıp etini yerlerdi ve bu durumda o, kendini tehlikeye atmış
olurdu. Bu ise haramdır, bu misali anlayınız!
Sözlerinde
semboller kullandıkları için ariflere karşı gelenlere de Yüce Allah, Muhammed’e
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Kur’ân’daki birçok sûrenin başlangıcını remizli
olarak indirdi.” deyin. Yüce Allah “Namazını yani kıraatini sesli yapma.”29
buyurmuştur. O, Kur’ân’ın, inkârcı cahillerin işitmeleri hâlinde
cehaletlerinden dolayı ona sövdükleri için açık okunmamasını emretmiştir;
sövmek caiz olmayan şeye sövdükleri için, onlara açık okunmamasını
emretmiştir; yoksa ona inanlara değil. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) kıraatini inkârcı cahillerden gizlemiş olması, onun kıraatinin bâtıl
olduğuna delâlet etmediği ve bunun sıhhatine halel getirmediği gibi, âriflerin
de sözlerini ilimsiz mücadelelerden saklamaları, bunun bâtıl olduğuna ve
şeriate aykırı olduğuna delâlet etmez, anla! Ancak şayet Allah ârife durumunu
açıklanması için gereken sebepleri hazırlamış ve hâliyle ya da onların
sözlerini apaçık delillerle çürüterek, isteyerek veya istemeyerek kendisinin
faziletli olduğunu ikrar edecek kadar onları yenmeyi takdir etmişse, o zaman
onun şahitler huzurunda bilgisini izhâr etme hakkı vardır. Tıpkı Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ızhâr etme sebepleri hazırlanıp işini yapma imkânı bulduğunda
ve kendisini eziyetlerden koruyacak yardımcıları olduğunda Kur’ân okumayı
kâfirlerin huzurunda yaptığı gibi. Ariflerin bu konudaki örneklerinin Allah’ın
Resûlü olduğu anlaşıldı.
İmam
Ahmed b. Hanbel (ra) fitne günlerinde üç gün saklandı, sonra çıktı. Kendisine
“Onlar hâlâ seni istiyorlar” denildiğinde “Allah’ın Resûlü (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) mağarada üç günden fazla saklanmadı.” demiştir. İnsanın vahşi ve yırtıcı
hayvanlarla karşı karşıya gelmesi ve onlara açıkça görünmesinin, sadece kuvvet,
imkân ve yardımcılar vasıtasıyla onları yenerek gücünün onların eziyetlerini
defetmeye yeteceğini bildiği anda doğru olacağı ortaya çıktı.
Şayet
“Bu
ârif, neden bilgi ve sırlarını ızhâr etmeyi, cumhurun yaptığı gibi tam olarak
terk etmedi. Halbuki bu, onun için daha güvenli olurdu?” denilirse, şöyle
cevap verilir: “Arifler Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
vârisleridir ve onun yol göstermesine muhalefet etmezler. Daha önce İmam Ahmed
b. Hanbel örneğinde geçtiği gibi, o ne yapmışsa aynısını yaparlar. Kendisine
Yüce Allah’tan yanındakini izhâr etme emri gelinceye kadar Allah Resûlü (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), yanındaki apaçık hakkı, inkârcı cahillerden sakladığı gibi,
vârisleri de böyle yaparlar.”
Efendim
Ali b. Vefâ şöyle dedi: Bu sûfîlerin bilgilerini sembollerle ifade etmelerine
itiraz eden şahsa şöyle söylenir: “Şayet deliler akıl sahibi birisini
kendilerine ve deliliklerine muhalefet ettiği için redderlerse, bu adamın
aklıyla onlardan kaçma imkânı olduğu hâlde onlarla ülfet kurmak için deliliklerine
muvafakat etmesi ve aklını terkedip onlar gibi delirmesi mi gerekir? Ya da
vahşi kurtlar arasında bulunan bir insan, onlardan kaçmaya ve insanca yaşamaya
imkânı olduğu hâlde, yüz üstü bir şekilde el ve ayakları üzerinde yürümediği ve
onlar gibi ulumadığı takdirde razı olmayacakları için onlar arasında kalmak ve
onlarla ülfet kurmak için bunları yapması mı gerekir? Hayır. Allah’a yemin
ederim ki hayır işlemeye gücü yetenin, şerlileri razı etmek için şer işlemesi
gerekmez. Şayet gerçekten mümin iseler Allah ve Resûlü razı edilmeye daha
layıktır. Allah bize hidâyet verdikten sonra, tekrar ökçelerimiz üzerine
gerisin geriye dönmekten Allah’a sığınırız.
Bazı
ârifler (rh.a) “Bütün muhiblerin dili başkasına yabancı, kendi arkadaşları
arasında Arapçadır.” demişlerdir. İşte bu, imkân sahibi bütün evliya için
böyledir. Hâli kendisine galebe çalarsa, tarikat ehlinin edebi onun hakkını
teslim etmeyi gerektirir. Çünkü o, sahih bilgi diliyle değil, aşk diliyle
konuşmaktadır. Süleymân b. Dâvud’un sarayında bir serçenin başka bir serçeyi
kendisine davet ettiği, onun da bunu reddettiği haberi ulaştı. Ona şöyle
demiştir: “Sana olan muhabbetim öyle bir dereceye ulaştı ki şayet bu kubbeyi
Süleymân ve ordusunun üzerine yıkmamı isteseydin yıkardım.” Rüzgâr onun sözünü
Süleymân’a götürdü ve ona vekilini göndererek “Niçin güç yetiremeyeceğimizi
söylemektesin?” dedi. O “Ey Allah’ın peygamberi! Ben âşık değil miyim? Âşıklar,
ilim ve hakikat diliyle değil, muhabbet ve aşk diliyle konuşurlar.” dedi. Bu
Süleymân’ın hoşuna gitti.
Bunda,
efendim Ömer b. el-Fârız ve benzerleri (ra) gibi Allah yolunun aşıkları için
büyük bir mazeret vardır. Her ne kadar Mûsâ’da meydana gelen durum Hızır’ın
şartını unutması sebebiyle ise de Mûsâ ve Hızır (aleyhisselâm) kıssasında da
hem şeriat hem de hakikat ulemâsı biçin büyük bir mazeret vardır. Bu kıssada
onların yöntemlerini reddeden ve reddedilen için özür beyân etme vardır.
Kendilerini reddedenlere, onların kendi yöntemlerine karşı perdelendiklerini
bildikleri için, karşı delil getirmemek tarikat ehlinin özelliklerindendir.
Onlara
sadece Hızır’ın “İşte bu, beraberliğimizin sona ermesidir.”[123] dediği
gibi derler. Şayet ehlullah kendilerini inkâr edenlere karşı delil getirmek
isteseydi, sahip oldukları apaçık nur sayesinde bunu yapabilirlerdi. Ey Kardeş!
Onların delil getirmekten âciz ve avamdan oldukları sanılmasın! Mûsâ ve Hızır
kıssasının izahı, efendim Ali b. Vefâ’nın el-Vesâyâ isimli eserinde
kaydettiği gibi şöyledir: “Bu kıssada Mûsâ’ya (aleyhisselâm) evliyanın ledünnî
ilimlerden zikrettiklerini içinden kabul etmesini öğretme vardır. Ayrıca şayet
şer‘an onların sözlerinden veya hâllerinden bir şeyi inkâr etmen gerekirse,
başka bir şekilde değil, onları makamlarında olmayan birileriyle karıştırmaktan
korkarak, sadece bilgilenmek ve sorup öğrenmek için reddetmen gerektiğini kabul
etmen gerekir. Yoksa neden Hızır’ın açıkladığı mânalar konusunda Mûsâ (aleyhisselâm)
Hızır’dan alıkonulsun? Şeriatın zâhirine göre bu tür şeyler sorgulanabilir. Bir
kavmin gemisini onların izni olmadan delen ve “Bir zalimin gasp etmemesi için
deldim.” diyen birisine bunu sormada zâhiren bir sakınca yoktur. Bir çocuğu
öldüren ve “Anne ve babasını küfür ve isyana sevk edeceğinden korktum.” diyen
birisinin yaptığını sorgulamada da şeriatın zâhirine göre bir sakınca yoktur.
Şöyle dedi: “Velinin “Ben bunları kendiliğimden yapmadım”[124] demesi,
zâhiri hükümlere göre söz konusu amelleri câiz kılmaz. Şayet bunun peygamber
değil de veli olduğu kesinleşirse, Mûsâ’nın başlangıçta reddetmesinin, başka
bir şey için değil, Hızır’ın buna tâbi olmasından korkarak, zâhirî şeriatın
düzenini korumak için olduğu bilinir. Daha sonra da Yüce Allah’ın velilerinin
hususiyetleri hakkındaki emrine riayet etmesi ve kalbi atan veya canlı olan
kimselerin duyup kendilerine öğüt olması için reddetmekten alıkonuldu. Mûsâ,
böylece Yüce Allah’ın vehbî ilimleri beyân etmek için görevlendirdiği bazı
kullarının olduğunu ve itiraz eden daha yüksek bir mertebede bulunsa bile
onlardan hiçbirisinin diğerine itiraz etmemesi veya göreviyle ilgili münakaşa
etmemesi gerektiğini öğrendi, anla!
İlimlerin
tamamının akıl ilmi, ahval ilmi ve esrar ilmi olmak üzere üç olduğu açıktır.
Akıl ilmi, zarûrî, bedihî ya da yöntemine uygun olarak delil üzerinde yapılan
çalışma neticesinde meydana gelen ilimdir. Bu ilmin alâmeti, ibâreler
genişledikçe güzelleşmesi, mânasının anlaşılması ve anlayan dinleyiciye tat
vermesidir. Ahval ilmi, zevk dışında elde edilmesi söz konusu olmayan ve
gâfilin bulmaya ve bilmeye asla güç yetiremediği ilimdir.
Balın
tatlılığını, sabrın acılığını ve cimaın lezzetini bilmek gibi. Bu ilim akıl ve
esrar ilmi arasında yer almaktadır. Buna inananların çoğu tecrübe ehlidir ve
nazarî-aklî ilimden daha çok esrar ilmine yakındır. Mâsum olmayan birisinden
geldiğinde zevk-i selim sahipleri dışında kimse lezzetini alamaz. Kazanılan
ilmin alâmeti, akıl ölçüsüne dâhil olması, vehbî ilmin alâmeti ise fikirleri
açısında genelde dışarıda kalması bakımından akıl ölçüsünü kabul etmemesidir.
Esrar ilmi ise akıl yörüngesinin üstünde olan ilimdir. Bu nedenle sahibi hemen
reddedilir. Çünkü sadece nebî ve velilere has olan ilham yöntemiyle elde
edilir. Bunun alâmeti, ibârelerinin muğlak ve anlaşılmaktan uzak olmasıdır.
Araştırmayan ve fikretmeyen zayıf ve mutaassıp akıllar bunu atabilirler. Bunu
başkalarına anlatmak isteyen birisi, zayıf anlayış sahiplerine darb-ı meseller
ve şiirsel örnekler vermeden bunu yapamaz. Kâmil kişilerin ilminin çoğu bu
kabildendir.
Şeyh
Muhyiddin İbnü’l-Arabî şöyle derdi: “Ariflerin özelliklerinden biri de o andaki
durumlarına göre, şayet o andaki yetkinliğe sahip iseler naslarla cevap
vermeleri, şayet ilgili makamda iseler zâhirî delillerle cevap vermeleridir.”
Böylece esrar ilimlerine fikirle ulaşılamayacağı, sadece müşâhede, sahih ilham
ve buna benzer yöntemlerle ulaşılabileceği ortaya çıkmış oldu. Burada
Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Şayet ümmetimde muhaddes olsaydı
bu, Ömer olurdu.” ifadesinin anlamını bilirsin. Şeyh Muhyiddin, Fahreddin
er-Râzî’ye yazdığı ve üç cüzden oluşan risâlesinde bunu zikretmektedir. Şayet
âlemde ehlullahın [her daim] tasdik edilmesi takdir edilseydi ve insanların
tamamı akl-ı selim sahibi olsaydı, Ebû Hüreyre’nin “Resûlullah’tan iki tür ilim
aldım. Bunlardan birisini açıkladım, diğerini ise şayet açıklarsam şu (boğazını
işaret ederek) yutağım kesilirdi.” sözünün anlamı olmazdı. Aynı şekilde İbn
Abbas’ın “Şayet size ‘O’nun emri, bunlar arasında (bütün evrende) sürekli
gerçekleşir.’32 âyetinin tefsiri hakkında bildiklerimi söyleseydim,
beni recmederdiniz ya da bana ‘kâfir’ derdiniz.” sözünün de bir anlamı olmazdı.
İmâm Gazzâlî İhyâ ve daha başka yerlerde İmâm Zeynelabidîn Ali b.
Hüseyn’in (ra) şöyle dediğini nakletmiştir:
Rabbim!
Şayet ilimlerin cevherini açıklasaydım / Bana “Puta tapanlardansın” derlerdi
Müslümanlar
kanımı helâl görürlerdi / Bunu getirdikleri güzelliklerin en çirkini sayarlardı
Gazzâli
şöyle demiştir: “Sahibinin kanını helâl kılacak olan bu ilimden maksat,
bazılarının dediği gibi kimin hilafete geleceği, kimin azledileceği ilmi değil,
esrar ilmi olan ledünnî ilimdir. Çünkü şeriat âlimleri bu ilmin sahibinin
kanını helâl görmez ve ‘sen puta tapanlardansın’ demezler.” Bu fasıl üzerinde
iyice düşün, sana faydalı olur. Allah sana hidâyet versin.
Kelâm
İlminde Derinleşmek İsteyenler İçin Gerekli Olan Kaide ve Kurallar Hakkındadır
Bil
ki -Allah sana merhamet etsinİslâm âlimleri akâid kitaplarını, Yüce Allah
hakkındaki bilgiyi kendi nefislerine ispatlamak için yazmadılar. Aksine bunu,
ilâhı veya sıfatlarını ya da peygamberliği veyahut özellikle Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliğini ya da ölümden sonra tekrar cisim olarak
dirilmeyi ve benzer konuları inkâr gibi, sadece kâfirlerden sadır olan
iddialarda bulunan hasımları menetmek için yazdılar. İslâm âlimleri başka bir
şey için değil, bunların imanın gereğine dönmeleri ve iman etmeleri için
deliller getirmek istediler. Onlara olan merhametlerinden ve onların hak yola
döneceklerine olan ümitlerinden dolayı, hemen kılıçla öldürmeyi tercih
etmediler. Onlar için burhan, İslâm’a girmeye sebep olan mûcize gibidir.
Burhanla İslâm’a dönmenin, kılıçla dönmekten daha doğru olduğu bilinen bir
gerçektir. Çünkü korku, bazen sahibini nifaka sevk edebilir. Oysa burhan sahibi
böyle değildir. İşte bundan dolayı cevher ve araz ilmini vazettiler ve bu
konuda uzun bahisler açtılar. Her şehirde bunlardan bir kişinin bulunması
yeterlidir.
Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın baş taraflarında, bu konuda uzun değerlendirmelerde
bulunmuş ve daha sonra şöyle demiştir: “Şurası açıktır ki bir şahıs Kur’ân’a
iman edip bunun Yüce Allah’ın kelâmı olduğuna kesin olarak kanaat getirdiğinde
akidesini şeriatten soyutlanmış aklî delillere ve te’vile başvurmadan, doğrudan
ondan alması gerekir. Şüphesiz Kur’ân kati, semi ve aklî bir delildir. Yüce
Allah “O’na benzer hiçbir şey yoktur. O her şeyi işitir, her şeyi görür.”[125]
ve “Mutlak izzet sahibi olan Rabbin, onların yakıştırdığı nitelemelerden
münezzehtir.”[126]
gibi âyetlerle, yaratılmış olan herhangi bir şeyin kendisine benzemesinden
veya O’nun yaratılmışlara benzemesinden münezzeh olduğunu ispatlamıştır.
Âhirette müminlere görülebileceğini de “Oysa o gün bir kısım yüzler Rablerine
bakarak mutlulukla parıldayacaktır.”[127] ile
kâfirlerle ilgili olan “Ve gerçek şu ki onlar, o gün elbette rablerinden mahrum
kalacaklardır.”[128]
âyetinin mefhumuyla ispatlamıştır.
Bu,
müminlerin O’nu göreceklerinin ve O’ndan mahrum kalmayacaklarının delilidir.
O’nun gözlerle kuşatılamayacağını “Gözler O’nu idrak etmez.”[129]
ve “O, her şeyi hakkıyla kuşatmıştır.”[130]
âyetleriyle ispatlamıştır. Kudret sahibi olduğunu “O, her şeye kadirdir.”[131]
âyetiyle, âlim olduğunu “Her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.”[132]
âyetiyle, hayır ve şerre iradesi olduğunu “Dilediğini yapandır.”[133]
ve “Dilediğini saptırır, dilediğine hidâyet verir.”[134]
âyetleriyle ispatlamıştır. Yarattıklarını işittiğini “Allah, eşi hakkında
seninle tartışanın sözünü işitti.”[135]
âyetiyle, kullarının yaptıklarını gördüğünü “Allah yaptıklarınızı görendir.”[136]
ve “Allah’ın gördüğünü bilmiyor mu?”[137]
âyetleriyle ispatlamıştır. Konuştuğunu “Ve Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu.”[138]
âyetiyle diri olduğunu “Allah, O’ndan başka Tanrı yoktur; O, diridir,
kayyûmdur.”[139]
âyetiyle ispatlamıştır. Peygamberlerin peygamberliğini “Biz senden önce de
memleketler halkından ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri
peygamber olarak gönderdik.”[140]
âyetiyle, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini
“Muhammed Allah’ın resûlüdür.”[141]
âyetiyle, son peygamber oluşunu ise “Peygamberlerin sonuncusudur.”[142]
âyetiyle ispatlamıştır. “Allah, her şeyi yaratandır.”[143] âyetiyle
kendisinin dışındaki her şeyin O’nun yaratmasıyla olduğunu, “Ben cinleri ve
insanları sadece bana ibadet etmeleri için yarattım.”[144] âyetiyle
cinlerin varlığını, “Daha önce kendilerine ne bir insan ne de bir cin
dokunmuştur.”[145]
âyetiyle, cinlerin cennete gireceklerini ispatlamıştır. “Kabirde bulunanlar
çıkarıldığı zaman.”[146]
âyetiyle cesetlerin haşrini ispatlamıştır.
Akâid
kitaplarında kaza ve kadere, Mizana, Havuz’a, Sırat’a, Hesab’a, sahibelerin
uçurulacağı zamana, cennet ve cehennemin yaratıldığına imanın vâcip olduğu gibi
zikredilen daha birçok sahih delil bulunmaktadır. Yüce Allah “Biz Kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık”[147]
buyurmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
mûcizelerini “Siz de onun gibi bir sûre getiriniz.”[148] âyetiyle
ispatlamıştır. Şüphesiz Kur’ân’ın tamamı onun mûcizesidir. Şeyh Muhyiddin, bir
müminin rabbinin bu dünyada kendisini sorumlu tuttuğu sınırları unutması ve
ömrünün çoğunu, beldesinde bizzat bulunmayan bir hasmı reddetme ve olmaması
mümkün olduğu hâlde olduğunu varsayarak, şüpheleri defetmeyle meşgul olmasının
doğru olmadığını söyledi. Zira şeriatın kılıcı daha caydırıcı ve daha
reddedicidir. Sahih hadiste “İnsanlar Lailâheillellah deyinceye, bana ve benim
getirdiklerime iman edinceye kadar onlarla savaşmakla emredildim.”
buyrulmuştur. Geldikleri takdirde onlarla tartışmaya bizi sevk etmedi. Zira hak
karşısında inat ettikleri takdirde bunun gereği artık kılıçla yapılan bir
cihaddır. Bunun, insanların bugünki uğraşları olduğunu söyledi. Ömürlerini
mevhum veya mevcut bir hasmı reddetmeye harcamaktadırlar. Bunu bir mezhebin
gereği olarak yapmaktadırlar. Ancak bu, tercih edilen görüşe göre mezhep
değildir. Bu sözleri söyleyen söz sahibinin, başkasıyla konuşması düşünülür.
Şu durumda ise kendi kendine konuşmaktadır. Böylece selefin (ra), kelâm
kitaplarını daha önce geçtiği gibi sadece kendi dönemlerinde bulunan hasımları
reddetmek için yazdıkları anlaşılmış oldu. Allah, onları maksatlarından
yararlandırsın!
Akıl
sahiplerinin bugün şeri ilimlerle meşgul olması gerektiğini söyledi. Zira
bunlar, dini ayakta tutmak için kelâma muhtaç değildir. Bir insan ölse ve
kelâmı cevher ve araz düzeyinde bilmese, Yüce Allah ona kıyamet gününde bunun
hesabını sormaz. Ayrıca şayet insan, Brahman gibi o anda beldesinde ortaya
çıkan ve şeriatı inkâr eden bir hasmı reddetmeye ihtiyaç duyarsa; onun
görüşünü, şerî istidlâlle değil, akli delillerle reddetmemiz gerekir. Zira o
başka yerlerden alarak şeriata soktuğu bu garip görüşünün iptali için şerî
delili kabul etmez. Zira şeriat onunla aramızda ittifak ettiğimiz ortak bir
konu olmadığı için, şerî delillerle ispatlanmaz. Bu nedenle aklî nazardan başka
onu tedavi edeceğimiz bir ilacın olmadığını söyledik. “Bu meselede aklını yürüt
ve nazarı gerçekleştir.” şeklindeki sözümüz de bunun gibidir.
Anlattıklarımızdan,
şüphe ve sapıklıklardan korunmak isteyen bir kimsenin, daha önce geçtiği gibi,
bunu Yüce Kur’ân’dan alması gerektiği anlaşıldı. Zira o akidesini, şeriat veya
keşifle desteklemeksizin, akıl ve nazar yöntemiyle alan kimsenin aksine
mütevâtir, kati ve mâsumdur. Ey kardeş, Peygamberimizin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) bir yahudiye söylediğine bak: “Bize rabbini nispet et.” Onlara nasıl
“Kulhüvellahü ahad” sûresini okudu? Nazari delillerden bir tanesini bile
getirmedi. Allah’ın “Allah birdir” ifadesi, Bir’in (ahad) varlığını ispatladı,
çokluğu nefyetti ve sadece bir tek, şeriki olmayan Allah için birliği
(vahdâniyyet) ispatladı. “Allah sameddir” âyeti, cisim olmayı nefyetmektir.
“Doğmadı, doğrulmadı” âyeti, baba ve çocuğu nefyetmektir. “Ona denk hiç kimse
olmadı.”âyeti ise, eş ve ortağı nefyetmektir. Akli delil sahibi olan birisi,
bunlar kati delille sabit olduktan sonra, bu mânaların doğruluğuna dair bir
delil ister mi? Bu büyük bir cehâlettir. Keşke Yüce Allah’ı bilmek için delil
isteyen ve bunu dikkate almayan kimsenin nazar anındaki ve nazardan önceki
hâlini bilseydim, mümin mi değil mi? Acaba onda Allah’ın varlığı ve Hz.
Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna dair inanç kesinleşmiş miydi, değil
miydi? Namaz kılıp oruç tutuyor muydu, bunları yapmıyor muydu? Şayet bunların
tamamına inanıyor idiyse, bu avamın durumudur ve onlar oldukları hâl üzere
bırakılmalı, hiçbiri tekfir edilmemelidir. Şayet kelâm ilmi üzerinde düşünüp
onunla meşgul olmadan bunların hiçbirine inanmıyor ise, kötü akıl yürütmenin
imandan çıkmaya götürdüğü bu mezhepten Allah’a sığınırız.
Şeyh
Muhyiddin şöyle derdi: “Naslara muhalefet etmedikçe ve icmâın dışına
çıkmadıkça, İslâm fırkalarından herhangi birine mensup olan kimseleri
reddetmeye kalkışmak, ehlullahın özelliklerinden değildir.” Onlardan birisini
reddetmeye kalkışan kimse, aslında hak olan bir şeyden dolayı onları inkâr
ettiği konusunda emin olamaz. Müslümanlar, Müslümanlıktan çıkanların aksine,
hak ya da hak olma şüphesi bulunan şeylere inandıkları müddetçe, İslâm dairesi
içinde kalmaya devam ederler.
el-Fütûhât’ın
30. bâbında da ehlullahın özelliklerinden birisinin de onların müslümanlardan
hiç kimsenin inancını reddetmemeleri olduğu söylenmiştir. İnanılacak şeylerin
ehli tarafından nereden alındığını ve neden buna inanıldığını ve bunun onun
mutluluğuna tesir edip etmediğini tespit etmek için, tartışma noktalarını araştırmak
onların özelliğidir. Bu onların kelâm ilmindeki pâyeleridir.
Böylece
avamın şeriate mensup kimselerin icmâına olan inancının sahih olduğu ve
kelâmcıların ileri sürdükleri şüphelerden uzak oldukları, her ne kadar kelâm
kitaplarını incelememiş olsalar da İslâm dininin kurallarına bağlı oldukları
anlaşılmış oldu. Zira Yüce Allah onları, dindar bir babanın telkiniyle ya da
sahih bir ilham ile Allah’ın muvahhidleri yarattığı fıtrat olan, İslâm
fıtratıyla sahih akîde üzerine devam ettirmiştir. Onlar Kitap, Sünnet ve imamların
sözlerinin zâhiriyle belirlenen, tenzih ve mârifet hükmüne uygun olarak Allah’ı
bilmekte ve O’nu tenzih etmektedirler. Onlar, te’vile dalmadıkça akâidleri
isabetlidir. Çünkü te’vil, bazen Şâri‘in muradı olmayabilir. Şayet onlardan
biri âyet ve haberleri te’vile kalkışırsa, bu konuda genel hükmün dışına
çıkmış, nazar ve te’vil ehlinin yoluna girmiş, Allah’ın kendisine ilka ettiği
ilim ve te’viline göre konumlanmıştır. Pak şeriatın delillerinin zâhiriyle
çelişmesine göre bazen isabet de etmiş olur, bazen hata da etmiş olur. Bunun
üzerinde düşün, bu önemlidir.
Şeyhlerimizin
Şeyhi Kemaleddin b. el-Hümâm (rh.a) (ö. 861/1457) “İman meselelerinde taklidin
tasviri gerçekten zordur. Avamdan olanlar da dâhil, delil olmaksızın Allah’a
iman eden birisini görmek, çok zordur. Onların çarşı pazarlardaki sözleri,
Allah’ın varlığına ve sıfatlarına delâlet eden hadiselerle doludur. Taklidin
şekli insanların “insanların bir rabbi var, onları ve bütün yaratılmışları
yaratmıştır. İbadet edilmeye hak sahibidir, tektir ve ortağı yoktur.”
dediklerini duyduğunda, bunlara olan hüsn-ü zannından ve onların hata
etmeyeceklerini düşündüğünden dolayı, onların anlayışlarının doğru olduğuna
karar verdiği için, onların bu kararı doğrultusunda hüküm verilmelidir. Bu
şekilde bir karar verildiği zaman, çelişkili bir durumun meydana gelmesi câiz
değilidir. İmanın gereği ve bu karara varmak olan istidlâlin maksadı
gerçekleşmiş olur. O hâlde bu vâcip gerçekleştirilmekle amaçlanan hedef
gerçekleşmiş oldu. Şeyhlerimizin Şeyhi Kemaleddin b. Ebû Şerif (ö. 906/1500)“Bu
illetlendirmenin gereği, delil getirmemekten dolayı kişinin âsi olmamasıdır.
Çünkü delilin vâcip olması, bunu gerçekleştirmek içindir, gerçekleştiğinde o da
düşmüş olur” demiştir. Şu var ki taklid, istidlâlin aksine, şüphelerin ârız
olmasıyla tereddüdün meydana gelmesinin sebebidir. İstidlâl bundan korur.
Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcül-Ukûl isimli kitabında, Ebu’l-Hasan
el-Eş‘arî’nin ileri gelen adamlarından Ahmed b. Zâhir es-Serahsî’nin şöyle
dediğini nakletmektedir: “Bağdat’taki evimde Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî öleceği
zaman, bana “Arkadaşlarımı topla” dedi. Topladığımda bize “Şâhid olunuz ki
ehl-i kıblenin avamından hiç kimseyi tekfir etmiyorum. Çünkü onların tamamının
bir tek mâbuda işaret ettiklerini gördüm. İslâm, onların tamamını kapsamakta,
tamamını içine almaktadır.” dedi. Şeyh Ebû Tâhir “Baksana! Nasıl da onları
müslüman olarak isimlendiriyor” dedi. Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî (rh.a) “Şeyh
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’den mukallidin imanının sahih olmadığını nakleden, yalan
söylemiştir. Onun gibi büyük bir imamın, müslümanların inançlarının
çoğunluğunu, tekfir ederek ve imanlarını sahih görmeyerek, reddetmesi zordur”
demiştir. Şeyh Taceddin es-Sübkî şöyle dedi: “Bu meselede Eş‘arî’ye yapılan
yanlışı defetmek şöyle olur: Şayet mukallid, başkasının sözünü, şüphe ve vehim
ihtimaline rağmen hüccet olmaksızın alıyorsa, bu durumda kesin karar
bulunmadığından ilgili mukallidin imanı yetersizdir. Çünkü iman en küçük
tereddütle bile birlikte olmaz. Şayet başkasının sözünü hüccetsiz almakla beraber,
kesin karar vermişse, Eş‘arî ve başkalarına göre bu mukallidin imanı
yeterlidir.” Celâleddin el-Mahalli, bunun güvenilir olduğunu söylemiştir.
Sa‘deddin
et-Teftâzânî ve daha başkaları, kelâm ilminde derinleşmeyi zemmetme konusunun
aslının ne olduğu hakkında, kelâmcıların yöntemiyle delilleri araştırmanın ve
onları tetkik etmenin, şek ve şüphe defetmenin, buna ehil olanlar için farzı
kifâye olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla bazılarının bunlarla ilgilenmesi
yeterlidir. Ancak buna ehil olmayanlardan, saptırıcı şüphelere düşmesinden
korkulan kimselerin, buna dalmaması gerekir. Celâleddin el-Mahallî, İmâm Şafiî
ve seleften olan başkalarının kelâm ilmiyle meşgul olmaktan nehyetmelerinin
sebebinin de bu olduğunu söylemiştir. Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî, kelâm
ilmine dalmaktan nehyetmenin sebebinin, bu konuda nazar ve fikirle konuşulması
olduğunu söylerdi. Zira ilâhiyat alanında fikrin hatası çoktur. Ancak tevhid ve
onunla bağlantılı konularda, keşif yöntemiyle konuşanlar, selefin
nehyetmesinin kapsamına girmezler. Çünkü keşif sahibinin özelliği, bir şeyin
üzerinde gerçekte nasıl ise o şekilde konuşmaktır. Bu nedenle hata etmez.
Ben
dedim ki burayı nazar ve fikir ehlinin değil, keşif ehlinin akâidini, özellikle
de Şeyh Muhyiddin‘in (ra) sözlerini desteklemeye tahsis ettim. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin
366. bâbında şöyle demiştir: “Benim meclislerimde ve kitaplarımda söylediğim
her şey, Kur’ân-ı azîmin mertebesindedir. Bu konuda bana ilim anahtarları
verildi ve benim dayandığım bütün ilimler bundandır. Öyle ki Hak Teâlâ’ya
O’nun kelâmı veya O’nun kelâmının içeriğiyle yakarmalarımda bile, O’nunla aynı
mecliste olmaktan çıkmam.” el-Fütûhât’ta ezanla ilgili olarak “Bil,
Allah’a hamdolsun ki ben bu kitabım ve diğerlerinde meşrû olmayan bir şeyi asla
söylemedim ve kitaplarımda hiçbir şekilde Kitap ve Sünnet’in dışına çıkmadım”
demiştir. 366. bâbda “Kitaplarımda yazdığım her şey, ne fikir ve ne de
rivayettendir, aksine ilham meleğinin üflemesinden aldım” demiştir. 367. bâbda
ise “Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiç kimseyi taklit
etmedim, bütün ilimlerimiz hatadan korunmuştur.” demiştir. el-Fütûhât’
ın 10. bâbında “Allah’a hamdolsun ki biz söylediklerimizin tamamında,
lafızların yorumlarına değil, Allah’ın kalplerimize ilka ettiklerine dayanmaktayız.”
demiştir. 373. bâbda “Yazdığım ve yazmakta olduğum her şey ilâhi imlâ ve
rabbânî ilka ya da ruhanî bir üfleme iledir. Bunların tamamı bana bağımsız
olarak değil, verâset yoluyla verilmektedir. Söz konusu üfleme sözlü ya da
işaret ve ibâre ile olan, vahiy mertebesinden inmektedir. Ey kardeş! Kelâm
vahyi ile ilham vahyinin arasını fark et ki bilge âlimlerden olasın.”
demiştir. el-Fütûhât’ın 47. bâbında “Bil ki bizim ve arkadaşlarımızın
ilimleri, fikir yöntemiyle değil, ilâhi feyiz yöntemiyledir.” demiştir. Onun
246. bâbında ise “İlimlerimizin tamamı zevksiz değil, zevk ilimlerindendir.
Zevk ilimleri ancak ilâhi tecellî ile olur. Bazen ilmimiz sadık haber veya
sahih nazardan da meydana gelebilir.” demiştir. Onun 89. ve 348. bâbında “Bil
ki el-Fütûhât’ın bablarının düzeni, ne benim tercihim ne de fikrî bir
akıl yürütme ile olmuştur. Ancak yazdığımız her şeyi Yüce Allah bize ilham
meleğinin diliyle yazdırmaktadır. Bazen talak, nikâh ve vefat iddeti arasındaki
Allah’ın “Namazlarınızı ve orta namazı koruyunuz.”[149] âyetinde
olduğu gibi, birini önce diğerini sonra getirdiğimiz iki söz arasında, önceki
ve sonrakiyle alâkası olmayan bazı sözler hatırlarız.” denilmiş ve bu konu uzun
uzadıya anlatılmıştır.
el-Fütûhâtın
8. bâbında şöyle demiştir: Bil ki arifler (r.anh), eserlerinde sadece
başlıklara ayırdıkları sözleriyle sınırlı kalmazlar. Bu onların kalplerinin
ilâhi mertebeden kendilerine görünenleri gözetleyerek buna bağlı olmasından
kaynaklanmaktadır. Ne zaman kendilerine bir söz açıklansa, derhal kendisi için
belirlenen sınırlar dâhilinde bunu alırlar. Bazen bunun hikmetini bilen
rablerinin emrine uyarak kendi cinsinden olmayan şeyler de alırlar.” İşte
bütün bu nakledilenler, kâmillerin sözlerinin hüviyetleri itibariyle hata kabul
etmediğine delâlet etmektedir. En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
Muhyiddin 71. bâbda “Bil ki zarûrî ilim nazarî ilimden önce gelir. Zira nazarî
ilim, zarûrî delil veya uzak veya yakın zarûrî delilden elde edilmiş delil
olmaksızın elde edilemez. Şayet böyle değilse kesin bir delil veya burhan
olmaz” demiştir. el-Fütûhât’ın 68. bâbında ise “Bil ki sahih akîde keşif
ve müşâhededen elde edilir, akîdesini başka yöntemler olmaksızın sadece bir
yönteme bağlayan birisinin, kendisini bağladığı bu yöntemle gelmediği takdirde
hakkı inkâr etmesi mümkündür. Bu durumda, itikadın tartışma alanlarıyla ilgili
tam bir araştırmanın yapılması için, söylenen her sözü ve bunu söyleyenin
nereden aldığının değerlendirilmesi gerekir.” şeklinde kaydederek sözü daha da
uzatmıştır. Daha sonra“Bil ki insanın akîdesini ebeveyninden veya mürebbisinden
taklit yoluyla alması, daha sonra bundan uzaklaşarak durumu akletmesi, nefsine
dönmesi ve nazarla tek başına hareket etmesi konusunda, ulemâ arasında görüş
ayrılığı bulunmaktadır. Bazıları bu akîde üzerinde kalmaya devam edeceğini,
bazıları ise hakkı tanıyıncaya kadar delili değerlendireceğini söylemişlerdir.
Onlardan her birisinin bir bakış açısı vardır.” demiştir. 476. bâbda “Allah
hakkındaki ilimler, öğretilir ve inanılması, konuşulması, belirli bir kulun diliyle
söylenmesi câiz değildir. Ancak sarhoşluk gibi bir hâli galip geldiğinde bunu
himaye eder ve mâzur görülür, ayıldığında ise himayesi kaybolur” şeklinde
belirtmiştir. 341. bâbda “Kusur sahibi bir kimsenin bâtıl din ve sapık
mezheplerin kitaplarına bakması câiz olmaz. Ancak keşif sahibi, sahip olduğu
sahih keşif sayesinde bu bâtıl itikadında onlara muvafakat etmekten emin olduğu
için, hangi açıdan öyle dediklerini anlamak için bakabilir.” demiştir.
el-Fütûhât’ın
275. bâbında Her bir ârifin Allah’ın kalbine indirdiği esrar ilimlerini
saklaması ve kamuoyuna açıklamaması gerekir ki inkâr edilmesin. Bu konuda söz
konusu taifenin efendisi Ebu’l-Kasım el-Cüneyd şöyle demiştir: “Hiçbir kimse
kendisine bin sıddîk, ‘bu zındıktır’ demedikçe, hakikat derecesine ulaşmaz.
Zira o, esrar ilimlerinden konuştuğu zaman sıddıklar şeriat-ı mutahharaya olan
bağlılığından dolayı, onu inkâr etmekten başka bir şey yapamaz.” Şeyh Muhyiddin
şunları söylemektedir: “Bizim ve âriflerin başına, bilgi ve sırlarını izhâr
ettiğimiz için birtakım sıkıntı ve belalar geldi. Hatta bizim zındık olduğumuz
söylendi, şiddetli eziyetler yapıldı. Kavminin yalanladığı ve çok az kimse
tarafından kendisine iman edilen peygamber gibi olduk. En büyük düşmanlarımız
fikirlerini taklit edenlerdir. Filozoflar ise bizim hayal dünyası bozulmuş,
hızaneleri fesada uğramış[150]
olan heves ehli olduğumuzu söylüyorlar. Keşke bizi tasdik etmediklerine göre
-cehâletlerinden dolayı bizi inkâr etmeleri, Allah’a hamdolsun ki bize zarar
vermemekle beraberbizi de Ehl-i kitap gibi sayıp şeriatımıza aykırı olmayan
konularda bizi yalanlamasalardı.” 438. bâbda “İnsanlar, ehlullahın ilimlerini,
bilinen bir yöntemle gelmediği için reddetmektedirler. Bu yöntem, keşif
yöntemidir. Oysa insanların bilgilerinin çoğu fikir yöntemiyle elde
edilmektedir. Bu nedenle bu yöntemin dışında gelenlerin tamamını
reddetmektedirler. Herkes, mücâhede ve riyazetle kalbinin aynasını cilalayıp
ehlullahın sözlerini anlamaya ve onların dairesine girmeye güç yetirmeyebilir.
Ancak Allah’ın bu konuda hüküm ve sırları vardır.” demiştir. Yine 438. bâbda
“Allah’ın peygamberlerinin ve evliyasının sözlerinden kapalı olanları anlamak
isteyen kimse, dünyaya karşı öylesine zâhid davransın ki hatırına gelmeye imkân
bulamasın, dünyanın elinden gitmesine sevinsin. Dünyaya olan meyline rağmen,
söz konusu kapalılıkları anlamasının imkânı asla olmaz.” demiştir.
el-Fütûhât’ın
382. bâbında şöyle demiştir: “Şeriatın gizemlerine ve tevhid ilminin
meselelerine dalmak isteyen kimse, akıl ve görüşünün hüküm verdiği her şeyi
terk etsin, önüne rabbinin şeriatını koysun ve aklı kendisine itiraz ettiğinde
şöyle desin: Sen de benim gibi bir kulsun, mesela kendi kendini anlamaktan bile
âciz olduğun hâlde anlamaktan âcizsin diye Hak Teâlâ’nın kendisine nispet
ettiği sıfat âyetlerini nasıl terk edeyim? Rabbini nasıl bileceksin? Şayet
kendi kendine insaflı olursan, iman etme ve telakki hükmünü kabul eder, nazar
ve istidlâli rabbinin sana haber verdikleri doğrultusunda kullanırsın.’” demiş
ve bunu uzatmıştır.
el-Fütûhât’ın
246. bâbında “Şeklî ilimlerde şeriat terazisini elinden düşürmekten sakın!
Aksine verdiği bütün hükümlerle derhal amel et. Şayet söz konusu hükmün
gerçekleşmesi noktasında, ondan insanların anladıklarından farklı bir şey
anlarsan, buna aldırış etme. O, hissedilmeksizin, ilâhi ilim üzerinden ilâhi
bir tuzaktır.” dedi ve sözü uzattı. Sonra “Bilesin ki bize göre keşif çokça
bulanmış olduğundan, ehli için nastan daha öncelikli değildir. Zira sahih
keşif, kesinlikle şeriatın zâhirine aykırı olarak gerçekleşmez. Keşfini nassa
önceleyen bir kimse, ehlullahın yolundan çıkmış olur ve amel açısından kaybedenlerden
olur.” dedi.
el-Fütûhât’
ın 185. bâbında “Bilesin ki yeryüzüne indirilen şeriatın terazisi şeriat
âlimlerinin elindedir. Ne zaman bir veli, aklı başında olduğu hâlde anılan
şeriat terazisinin dışına çıkarsa, hemen reddedilmesi gerekir. Şayet sekr hâli
galebe çalmışsa, akıl sahibi hiç kimse bu noktada ona tâbi olmadı diye, onu
inkâr etmeyiz. Şayet şeriatın zâhirine göre hakim katında haddi gerektirecek
bir şey ortaya çıkarsa, had uygulanır. Onun “Biz Bedir ehli gibiyiz” ifadesi,
kesinlikle kendisini had uygulanmasından korumaz. Zira dünyada Bedir ehlinden
sorgulama düşmemiş ki âhirette düşsün. Şayet kula “Dilediğini yap, bağışlandın”
denilse bile, şeriata göre âsidir. Zira mağfiret ancak bir günahtan dolayı
olur. Bundan dolayı, “Bağışlandın” denilmiş “Hadler senden düştü”
denilmemiştir. Dolayısıyla buna had ve tâzîr uygulayan hâkim sevap kazanmıştır.
“Hâlin alâmetlerinden biri de kendisini hadleri hak edecek şeylerden
korumasıdır. Örneğin elini o yöne doğru hareket etmekten korur.” demiştir.
263.
bâbda şunları kaydetmektedir Bil ki şeriatin kendisi, hakikatin de kendisidir.
Zira şeriatın, ulyâ ve süflâ olmak üzere iki dairesi vardır. Ulyâ keşif
ehlinin, süflâ ise fikir ehlinindir. Fikir ehli, keşif ehlinin söylediklerini
araştırırsa, kendi fikir dairesinde bunu bulamazlar. Bu nedenle “Bu, şeriatın
dışındadır.” derler. Buna bağlı olarak fikir ehli keşif ehlini reddeder ama
keşif ehli, fikir ehlini reddetmez. Hem fikir hem de keşif sahibi olan ise
zamanın hakimidir. Fikir ilimleri şeriatın bir tarafı olduğu gibi, keşif
ilimleri de böyledir. Bunlar birbirinin mütelâzımlarıdır. Ancak her ikisini bir
araya toplayan kimse aziz olduğundan dolayı, zâhir ehli ikisinin arasını
ayırmıştır. Yoksa Mûsâ neticede neden Hızır’ı kabullensin. Şayet Mûsâ, Hızır’ın
hak üzere olduğunu anlamasaydı, başlangıçta oduğu gibi sonunda da ona itiraz
ederdi.” elFütûhât’ın 521. bâbında şunu demiştir: “Bil ki akledilirler
yolculuğunda sonuca ulaştıran, nazar ehlinin aklıyla ulaştığı şüphedir; şer‘i
dini yolculukta sonuca ulaştıran yol ise tevillerdir. Yolcu bu iki yoldan
birisindedir. Şayet yol katetmekte olan kimse te’vil ve şüpheye yer olmayan bir
mahale ulaşmış ise seyri biter.” 72. bâbda “Bil ki kemâle ermiş evliyânın
terâzisi şeriatte asla hata etmez. Onlar şeriata muhalefet etmekten
mahfûzdurlar. Her ne kadar avam onların şeriata muhalefet ettiğini düşünmekte
ise de gerçekte bu, muhalefet değildir. Bu, onlardan daha aşağı bir derecede
bulunanların terazisine bakılmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca ehlullahın
ilmini zedelemez.” demiştir. Bu konuda sözü uzatmış ve sonra da şunu
söylemiştir: “Teraziler, icmâ terazisi, keşif terazisi ve mutlak ictihat
terazisi olmak üzere üçtür. Bu üçünün dışında kalan şeyler, ehlullahın dikkate
almayacağı görüşlerdir.” 266. bâbda “Birisi, bir âyeti bir meselede delil
getirdiği zaman, sakın ha ilk anda ‘Bu âyetin bu meselede delil getirilmesi
doğru değildir.’ deme. Bunu iyice incele, zira Allah’ın kelâmı genişliğinden
dolayı, hidâyet imamlarından olan müfessirlerin yaptığı bütün tefsirleri kabul
edebilir. Bu, başka sözler için söz konusu değildir.” dedi, bunu uzun uzun
açıkladı ve sonra şöyle dedi: “Ancak Kur’ân’ı tefsir etmenin şartlarından biri
de lafzın verdiği ihtimallerin dışına çıkmamaktır. Aksi hâlde ‘Kur’ân’ı kendi
görüşüne göre tefsir eden kâfir olmuştur.’ denilmiştir.”
el-Fütûhât’ın
mukaddimesinde şöyle dedi: Söz gelimi bir filozof veya Mu‘tezileye mensup
birisinin sözünü ‘Bu, Mu‘tezilenin veya felsefenin görüşüdür.’ diyerek hemen
inkâr etme. Bu, tahsili olmayanların sözüdür. Çünkü bir filozofun söylediği her
şey bâtıl değildir. Söz konusu meselede özellikle Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) veya sahabe, tâbiîn ya da müctehit imamlardan birisi buna uygun, açık
bir beyânda bulunmuşsa, söyledikleri haktır. Filozoflardan hikmet sahibi
olanlar, şehvetlerden uzaklaşmanın, nefsin hilelerinden ve kendisini
sürükleyen gizli sıkıntılardan kurtulmanın hikmetleriyle dolu birçok eser
yazmışlardır. Bunların tamamı şeriata uygun olan sahih ilimlerdir. Ey kardeş,
bunun gibilerini hemen reddetme, bekle ve bu filozofun sözünü tahkîk et ki
Şâri‘in ya da şeriat ulemâsından birisinin görüşünden dolayı bunun şeriata
uygun haksöz olduğu konusunda bakışın kesinleşsin. Şeriata uygun, hak söz olup
olmadığını anlamadığın hâlde ‘Söz konusu âlim, bu görüşü bir filozoftan işitti
veya felsefe kitaplarından öğrendi.’ şeklindeki sözüne gelince bu, cehâlet ve
yalandır.
Bunu
bizzat görmediğin ve elinde objektif bir delil bulunmadığı hâlde “Bu âlim, söz
konusu meseleyi filozoflardan duydu ya da onların kitaplarından aldı.”
şeklindeki sözünle yalan, bu meselede hak ile bâtılı birbirinden ayırt
edemeyecek durumda olmandan dolayı da cahilliktir. Buna itiraz etmekle ilim ve
doğruluktan çıkmış, cahiliye taassubuyla cehalet, yalancılık, eksik akıl, bozuk
fikir ve ehli hakkın yolundan çıkma yoluna girmiş oldun. Kardeşim, bir filozof
ya da Mu‘tezile mensubunun sana getirdiklerini al, sonra onun mânası açıklığa
kavuşuncaya kadar yavaş yavaş anlamaya çalış. Bu, senin için kıyamet günü
“Yazıklar olsun bize, biz bundan gaflet hâlindeydik hatta zalimlerden olduk”59
demenden daha iyidir.
el-Fütûhât’ın
226. bâbında “Bil ki filozoflar, sadece bu isimden dolayı değil, aksine
İlâhiyatla ilgili bilgilerde hata ettikleri için zemmedildiler. Filozof
“hikmeti seven” demektir ve Yunancada “Sofia”, hikmettir. Her akıl sahibi
şüphesiz, hikmeti sever. Ancak onların ilâhiyat konusundaki hataları,
isabetlerinden daha fazladır. Bunların filozof, Mu‘tezilî veya nazar ehli olan
başka birisi olması birbirine eşittir.
Şeyh
Muhyiddin Levâkihul-Envâr kitabında şöyle demiştir: Halvete girdim ve
İdrîsî hakikate ulaşmaya çalıştım, filozofların hatasının te’vilden
kaynaklandığını gördüm. Bu onların ilmi İdrîs’ten (aleyhisselâm) almaları
sebebiyledir. O, göğe yükseldiğinde, bizim şeriatımızın âlimlerinin ihtilafa
düştüğü gibi onlar da onun şeriatını anlamada ihtilafa düştüler ve haram olan
falanı helâl, helâl olan ötekisini de haram saydılar.”
el-Fütûhât’ın
mukaddimesinde ise “Akâidin sahih olmasının özü, kesin kararlılıkla meydana
gelmiş olmasıdır. Hatta birisi Şâri‘ olan zâta tam bağlanarak taklid yoluyla
imanını alsa bile, delil yöntemiyle alan kimseye göre daha kuvvetli ve daha iyi
korunmuştur. Bu, onun konunun uzmanı ve zeki olması hâlinde bile, delilinin
şüpheli olması ve şaşırması hâlinde, dayanacağı sağlam bir ayağı ve bacağı
olmaması sebebiyledir. Onun helâk olmasından korkulur.” Bu konuyu uzun uzun
anlattı. Şöyle dedi: “Akıl erbabının sözleri üzerinde düşün! Onlar akıl
yürüttüklerinde bu akıl yürütmelerinde bağımsız olduklarında, delilin
kendilerine verdiğini aldıklarında, bunun medlûl hakkındaki ilim olduğunu
göreceksin. Başka bir zaman onların, Mu‘tezilî veya Eş‘arî gibi bir topluluktan
bir hasımlarının, kesin kabul ettikleri delilleriyle çelişen bir şey
getirdiğini görürsün. Bununla durum değişir ve ilk söylediklerinin hata
olduğunu ve delillerinin şartlarını yerine getirmediklerini, bu konuda dengeyi
bozduklarını görürler. Nerede Şâri‘i kesin olarak taklid edip ilminde bir delil
(basiret) üzere olanlar nerede! Bu, içinde hiç şüphe bulunmayan aklın
zorunlulukları gibidir. Çünkü Allah’ı bilen ulemâ için basiret akıldan çıkan
her şeyde şüphe ve tereddüd bulunabilmenin aksine, aklın zarûrî sonuçları gibidir.
Burada Eş‘arî’nin delili Mu‘tezilî için, Mu‘tezilînin delili ise Eş‘arî için
bir şüphe bırakmaktadır. Müctehit ve kelâmcıların mezheplerinin tamamında
birtakım problemler bulunur. Ayrıca onların tamamı Eş‘arîlik veya belirli bir
mezhebin ismiyle nitelenirler. Ebu’l-Maâli’nin Kâdı’ya, Kâdının Üstaz’a,
Üstazın da Şeyh Ebu’l-Hasan’ın aksine düşündüğünü görürsün[151]. Oysa
müctehitlerin mezheplerinden bir tek mezhebe mensup olanların görüşlerinde
olduğu gibi bunların da tamamı Eş‘arı olduklarını iddia etmektedirler.” Bunu
uzun uzun anlattıktan sonra şöyle dedi:
Bil
ki nazar ehlinin ilmin vâcip olduğu yerler konusundaki mazaretleri kabul
edilmez. Kendisine verilen haber konusunda mâsum olan peygamberin taklidi de
ilim kapsamındadır. Hatta bu haber, önceki ümmetlere şahitlik etme ve
peygamberlerinin onlara hak olan daveti tebliğ etttiğine delâlet etmesi
açısından nazarî ilimlerden daha kuvvetlidir. Zira biz, onların tebliğ
zamanlarında değildik ve Yüce Allah kitabında Nûh, Âd, Semûd, Firavun ve daha
başkaları hakkında bize verdiği haberleri tasdik ederiz. Bu, kıyamet günü,
dünyada iken tam bir yakîn içerisinde bulunmayan birisinden başka hiç kimse
için kabul edilmez.”
Şeyh
280. bâbda “Bil ki bir insan rabbini kesin olarak tanımadıkça, onun ibadeti tam
olmaz. Kendi kendisine, kesin değil, zannî olarak bir mâbud edinip ona ibadet
eden kimseye gelince, bu zannın onu üzmesi gerekir; çünkü bu zan, Allah katında
ona hiçbir şey kazandırmaz.” demiştir. el-Fütûhât’ ın baş taraflarında
“Herhangi bir konuda itikadın vâcip olmasının şartı, o konuda mütevâtir bir
nassın veya bir muhakkikin keşfinin bulunmasıdır. Sadece sahih haber-i vâhide
sahip olan kimse ise, dünyevî hükümlerle ilgili konularda bununla yetinebilir.
Ancak ifade ettiği hüküm âhiretle ilgiliyse onu kesin olarak akîdesinde
belirleyici kılması doğru olmaz. Ancak şöyle desin “Şayet bana ulaştığı gibi bu
Resûlullah’tan sahih ise ben, ona ve sahih olarak Allah Tebâreke ve Teâlâdan ve
Resûlü’nden (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gelen, bildiğim bilmediğim her şeye
iman ettim.” desin. Katî bir yolla kesin olmaksızın akâide delil olamaz. Bu da
ya mütevâtir nas ya da ikisini bir araya getirmek olmayacak mütevâtir bir nasla
çelişmeyen aklî bir delil olmalıdır. İkisinin bir arada olması mümkün
değildir. Budurumda nassa inanılır, aklî delil ise terk edilir. Müminin itikad
olması itibariyle değil, ilim olması itibariyle bu anlayış üzerine devam
etmesi gerekir. Dolayısıyla bu durum, iman makamının verdiği sûretten farklı
bir şekilde gelmiş olur. Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (rh.a) şöyle derdi: “Nazar
ilimleri, ilham ilimlerine göre evhâm ilimleridir.” Şeyh Muhyiddin (ra) şöyle
derdi: “Nazar ehli ile kelâmcıların yaptığı gibi keşif olmaksızın mârifetullah
konusunda kesin kanaate varmaktan sakın! Kelâmcılar, kendi kendilerine belirledikleri
alâmetlerle, istediklerini elde ettiklerini ve hakikatlere tanıklık
ettiklerini zannediyorlar. Onların belirlenen itikat alanında kendilerine
hâsıl olanlarla sükûne erdiklerini ve kendilerine muhalefet edenleri tekfir
ettiklerini görürsün. Bu, marifetin eksikliğindendir. 273. bâbda, şayet
bakışları ulaşabilseydi, bütün muvahhidlerin akâidinin hak olduğunu ikrar
edeceklerini belirtmektedir. En doğrusunu Allah bilir.
Yüce
Allah’ın lütfuyla Mukaddime burada sona ermiştir. Şeyh’in muhaliflerinin, Şeyh’in
garip bir kelimesini tek başına zikretmekle yaptıklarının aksine, Şeyh
Muhyiddin’in akaidindeki benzerleri ve ekleriyle beraber kelâm ilminin
bahislerini genişçe zikretmeye başlayalım. Çünkü kişi, bu 5 durumda
onu kabul edemiyor. Oysa her şey için bir dehliz vardır ki bunlara varmak için
oradan girilir. Kitabın mebhaslarını (başlık), ehl-i keşfin sözlerinin
anlaşılmasına dikkat çekmek için, kelâmcıların söylemine göre belirledim. Sonra
da onların sözlerini getirdim. Konu hakkında nakledilenlerin, talib için
açıklanarak Allah’ın izniyle bu başlıktaki problemlerin 10 çözülmesi için soru
ve cevaplara devam ettim. Bunu öğrendiysen Allah’tan yardım dileyerek şöyle
derim:
Allah’ın Bir, Yegâne, Mülkünde
Yalnız Olduğu ve Ortağının
Bil
ki -Yüce Allah sana yardım etsinakıl sahibi herkes, Yüce Allah’ın bir olduğunu
ve ortağı olmadığını bilir. Şayet iki ilâh olsaydı, birisinin Zeyd’in hareket
ve sükûnu gibi bir şey dilemesi, diğerinin de bunun zıddını dilemesi mümkün
olurdu. Bu kitabın son bahislerinde Allah’ın izniyle geniş olarak açıklanacağı
gibi, her iki isteğin aynı anda gerçekleşmesi veya her ikisinin de
gerçekleşmemesi, anılan her iki zıddın irtifaı ve ictimaı (her ikisinin aynı
anda bir arada bulunması ya da her ikisinin aynı anda olmaması) imkânsız olduğu
için imkânsızdır. Dolayısıyla bunlardan sadece birisi gerçekleşir ve isteği
yerine gelen de gerçek ilâh olur. Diğeri ise aksine, aczinden dolayı ilâh
olamaz. Bütün akıl sahiplerinin icmâıyla ilâh, sadece bir tanedir. Kelâmcıların
cumhuru “Bir, bölünmeyen ve benzersiz olandır. Yani onunla başkası arasında
hiçbir şekilde benzerlik olmaz. Varlığının bir başlangıcı ve sonu yoktur. Zira
başlangıç ve sonu olsaydı O, hâdis olurdu. Her hâdis, bir muhdise muhtaçtır,
Allah bundan çok çok yücedir.” demişlerdir.
Efendim
Ali el-Mursafî’nin (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Birler, dört kısımdır: 1.
Mekân tutmayan, bölünmeyen ve bir mahalle muhtaç olmayan Bir’dir ki Yüce
Allah’tır. 2. Mekân tutan, bölünen ve bir mahalle muhtaç olan Bir’dir ki bu da
cisimdir. 3. Mekân tutan, bölünmeyen ve bir mahalle muhtaç olan Bir’dir ki bu
da atomdur (cevher). 4. Mekân tutmayan, bölünmeyen ve bir mahalle muhtaç
olandır ki bu da arazdır.” İşte bu, kadîm ve hâdis olan varlığın toplamıdır,
düşün; bu nefis bir açıklamadır. Bu, kelâmcıların ibâresidir. Şeyh Muhyiddin’in
(rh.a) ibâresine gelince, elFütûhât’ın “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir:
“Bil ki Yüce Allah’ın bir olduğu icmâ ile sabittir. Bir’in makamı ise bir şeye
hulûl etmekten veya bir şeyin ona hulûl etmesinden yücedir. Çünkü hakikatler,
zâtları itibariyle değişmez. Şayet değişirse, Bir de kendiliğinden değişir ve
bu da Hak Teâlâ’nın değişmesi demektir ki hakikatlerin değişmesi muhâldir.”
Allah’ın izniyle hulûl ve ittihadın nefyi başlığında buna geniş yer
verilecektir.
Soru:
Birisi
Ebûbekir es-Sıddîk, Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte
mağaradayken müşriklerden korktuğunda, Resûlullah kendisine “Üçüncüsü Allah
olan iki kişi hakkında ne sanırsın?” dediği hâlde “Allah üçün üçüncüsüdür.”
diyenin küfrü hangi açıdandır?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in “Esrâr Bâbı”nda cevap verdiği gibidir. Buna göre “Allah üçün
üçüncüsüdür.” diyenin küfrü, kapalılık ve eşitlik açısından Yüce Allah’ı aynı
mertebede olmak üzere üçten biri kılması itibariyledir. Şayet hadiste olduğu
gibi “Allah, iki kişinin üçüncüsüdür.” deseydi, kâfir olmazdı. Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) hadisteki sözünden kasıt, “Allah’ın onların üçüncüsü”
olmasıdır, yani Allah, “Mağarada onları kâfirlerden koruyandır” şeklindedir.” En
doğrusunu Allah bilir.
Yine
Şeyh el-Fütûhâtul-Mekkiyye’nin 131. bâbında şöyle demektedir: “Allah,
iki kişinin üçüncüsü veya üç kişinin dördüncüsüdür.” diyen, “Üçün üçüncüsü,
dördün dördüncüsü veya beşin beşincisi” gibi diyenin aksine kâfir olmaz. Zira
bu durumda O’nu mümkünât kapsamına almamış olur, ama bunları söyleyen kâfir
olur, düşün. Yüce Allah, ebedî olarak bütün çokluk ve topluluklar açısından
Bir’dir, onların hiçbiriyle cins olarak birlikte olmaz. Çünkü O’nu üçün
dördüncüsü veya dördün beşincisi ya da hangi rakam olursa olsun bu şekilde
yaptığımızda O, bir ve tektir.” Şöyle demiştir: “İlâhi ilim açısından, bize en
kapalı gelen mesele budur. Zira çokluk, beraberlik hükmü itibariyle, Bir’in
varlığının bizzat kendisine hâkimdir; ancak hulûl ve ittihâd olmadığından,
orada herhangi bir varlığı söz konusu değildir.”
el-Fütûhâtm
379. bâbında da Allah’ın “Gizli gizli konuşan üç kişi yoktur ki dördüncüleri O
olmasın; beş kişi yoktur ki altıncıları O olmasın.”61 âyeti
bağlamında şöyle demektedir: “Bil ki insanlar nerede olurlarsa ve sayıları tek
veya çift ne olursa olsun, Allah onlarla beraberdir. Allah onların çift
olmalarının Bir’i veya tek olmalarının Bir’i olmaz. Zira gören için O’nun
zâhir olan sıfatı, kesinlikle insanların durduğu sayı mertebesinde değildir.
Ne zaman onlar, Allah’ın sıfatının bulunduğu mertebeye intikal ederlerse,
Allah’ın sıfatı onların intikalinden önce, takip eden mertebeye intikal eder.”
Bu öylesine büyük bir tenzihtir ki Hakk’ın halk ile birlikte olmasının asla
doğru olmayacağını söylemiştir.
Şayet
Çokluğun
hiçbir aklî gerekçesi olmadığı hâlde insanlar neden ilâhların çokluğunu
söylemişlerdir?” denilirse; bunun cevabı, Şeyh’in 344. bâbda verdiği
gibidir. Onlara bunu söyleten, onları küfür ve şirk içerisine sokan şey,
Allah’ın “Hâlbuki bir tek Tanrı’nın dışında hiçbir ilâh yoktur”[152]
âyetinde geçen “İlâh” lafzının nekre olmasıdır. İşte bu, müşriklerin
Allah’tan başka ilâh edinmelerinin sebebidir. Allah’ın büyük ismi olan “Allah”a
baksana! Bu nekre olmadığı için kâfirlerin, ilâh edindiklerine “Allah”
demeleri doğru olmaz. Çünkü puta tapanların ilâhları hakkında “Sadece bizi Allah’a
yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ediyoruz.” sözleriyle ikrar ettikleri gibi
Allah, birdir, bilinendir ve kâfirler için meçhul değildir. Burada “Bizi O’nun
kendisinden daha büyük ilâh bulunan, büyük bir ilâha yaklaştırsın diye”
demediler. Şayet böyle olsaydı, ilâh lafzının nekre olması, Allah ile beraber
ilâh edinenlerin sapıklığının sebebi olurdu. Burada O’nun bir tek ilâh olmasını
inkâr ettiler. Şayet Allah’ı inkâr etselerdi, müşrik olmazlardı. Şayet şirk
koşarak inkâr ettiklerinde Allah’ı da inkâr etmiş olurlardı, bundan dolayı
onlar “İlâhları tek tanrı mı yapıyorlar?”[153] dediler,
“İlâhları Allah yaptılar.” demediler. Zira müşriklere göre Allah “yapılmaz
(ca‘l).”
Şeyh
Muhyiddin Yüce Allah’ın, “Allah” lafzını başkası için kullanılmaktan
koruduğunu, ancak ilâh lafzını korumadığını söylemiştir. Yüce Allah “Arzularını
tanrı yerine koyanı gördün mü?”[154]
buyurmuştur. Burada Allah’ın, Allah’ı bilen âlimlerin bildiği ve kitaplarda
yazılmayan bir sır vardır. Zira kitap hem ehil olanın hem de ehil olmayanın
eline geçer.
Şayet
putların en latîfi ve en kesîfi nedir?” diye sorulursa bunun cevabı, Şeyh’in
275. bâbda söylediği gibidir: “Putların en latîfi hava, en kesîfi ise taştır.
Bu nedenle müşrikler, ulûhiyyet konusunda, ilâhın birliğine davet
edildiklerinde ‘İlâhları tek tanrıya mı indiriyor?’ demişlerdir. Yüce Allah “Bu
gerçekten şaşılacak bir şey!”[155]
âyetiyle bunu reddetmiştir. Bir kısım müfessirlerin aksine, bize göre bu,
Allah’ın kâfirlerin sözüne karşı bir ifadesidir. Yani Hak Teâlâ cihetinden
vâki olan şaşkınlık (taaccüb), O bir tek ilâh olduğu hâlde, kâfirlerin
ulûhiyyet bağlamında ilâhların tevhidine davet ederken, ‘İlâhları tek tanrıya
mı indiriyor?’ diye söyledikleri vakitteki fiillerinden vuku bulmuştur. Zira
onlar ilâhların çokluğuna inanıyorlardı.
Buna
göre kafirlerin son sözü bir ilâh’tır. Bu gerçekten şaşılacak bir şey!’
ifadesine gelince bu, onların sözlerinden değildir.” Bana göre, Şeyh’in bazı
müfessirlere nispet ettiklerini, şaşıran kişinin sadece hiçbir dahli olmadan
meydana gelen garip bir şey karşısında şaşırması durumu da desteklemektedir.
Yüce Allah bundan münezzehtir.
Şeyh
(rh.a) şöyle demiştir: “İlâh’ın bizzat kendiliğinden ilâh olduğu, başkalarının
onu ilâh kabul etmesiyle ilâh olmadığı aklen bilinir. Halil’in (aleyhisselâm)
“Yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz?”[156] şeklinde
ilâhlarını yontan kavmini kınaması, aklen zarûrî olarak ilâhın bir şeyden
etkilenmeyeceğini bilmesi ve bunların ilâh edindikleri şeylerin ise çocukların
kendileriyle oyun oynadıkları odun veya taşlar olmasından dolayıdır. Daha sonra
müşrik onu ilâh edinerek, ona karşı tezellül gösteriyor, şiddet anlarında
sığınıyor, ihtiyacını ona arz ediyor, korku ve ümit besleyerek ona dua ediyor.
Akıl sahibi olduğu hâlde bunu yapan birisine şaşılır. İşte Yüce Allah ve
Peygamberi’nin buna şaşkınlığı (taaccüb), perdelilerin, her şeyin Yüce Allah’ın
emrinde olduğunu bilmeleri ve aklın bizzat kendisinin akletmediği, ancak
Rabb’inin kendisine ilkâ ettiği şeylerle aklettiğini bilmeleri içindir. Bu
nedenle akılların dereceleri farklıdır: Aklında ağırlık olanlar, “jS'Z ol”
içinde mahbus olan akıllar ve aynasının üzerinde engel bulunan tabii akıllar
şeklinde birbirinden ayrılır. Dolayısıyla akılların bizzat aklettiklerinde
kendilerini var edenin birliğini inkâr etmeyecekleri anlaşılmış oldu. Bu
nedenle taaccübün kâfirlerin sözü olmadığını kaydettik.
Soru:
Hak
Teâlâ’nın doğmamış olması, O’nun özelliklerinden midir yoksa yarattıkları da bu
konuda O’na ortak mıdır?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhât’ın 345. bâbında dediği gibi bunun cevabı
şöyledir: “Doğumun yokluğu sadece Allah’a has değildir. Âdem de (aleyhisselâm)
aynı şekilde doğmadı. Ancak soranlar nezdinde doğum bilinen olduğu için,
onlarda malum olanla hitap edilerek Hak Teâlâ’nın kendisi yaratıklarıyla aynı
cinsten olmak yönünden benzerlikten tenzih edilmiştir.” Şöyle dedim: “Allah’ın
‘Bu, şaşılacak bir şeydir.’[157]
âyetinin taaccüb için olması mümkündür.
Bu
durumda şekilci ulemâya (ulemâ-i rüsûm) göre taaccüb edilen şey, müsemmâdır ve
bu durumun, dinleyicinin taaccüb edeceği bir şey olduğu anlamına gelir. Her ne
kadar gerçek anlamda taaccüb, Allah için imkânsız olsa da mütekellim için
imkânsız olmadığı için, Yüce Allah tarafından akıllara tenezzül ederek
dinleyici için söylenmiştir. Bu taaccübün kâfirler için olması da mümkündür.
Şayet Hak’tan ise onların ilâhların çokluğunu iddia etmelerinden dolayıdır.
Kâfirlerden ise ilâhın bir olmasından dolayıdır. Şeyh’in sözleri iki ihtimalden
birine açıktır.
Soru:
Şirkin
büyük bir zulüm olarak nitelendirilmesi, kulun kendi nefsine zulmetmesine mi,
yaratılmışlardan başkasına zulmetmesine mi yoksa ulûhiyyet sıfatları konusunda
zulmetmesine mi râcidir?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın 78. bâbında“Bize zulmetmediler, ancak
kendilerine zulmettiler.”[158]
âyetini de delil getirerek şirkin kulun yaptığı zulümler cümlesinden olduğunu
belirtmiştir. Kıyamet günü Allah’a ulûhiyyette şirk koşulan yıldız, hayvan ve
bunun gibi şeyler gelerek “Rabbim, beni ilâh edinen ve bana yakışmayacak
şekilde beni vasfeden bu adamın zulmünden beni kurtar.” diyecektir. Allah da
ondan zulmünü kaldırarak müşrikten kurtaracak ve insan değil de hayvan veya taş
ise şirk koşanla beraber ebedî kalmak üzere cehenneme atılacaktır. Ancak insan
ise, kendisine nisbet edilen ulûhiyyet vasfından razı olanların dışındakiler,
kendisine tapanlarla birlikte cehennemde ebedî kalmaz. Hz. Îsâ, Hz. Üzeyir (aleyhisselâm)
ve Hz. Ali gibileri kendilerine tapanlarla birlikte cehenneme girmezler. Çünkü
onlar, Allah’ın güzellikleriyle andığı kimselerdir.
Soru:
Allah’ın
“Allah’tan başka ilâh edinenlerin hiçbir delili yoktur.”[159] âyetinin
bir anlamı var mıdır?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhât’m 198. bâbında verdiği gibi cevabı şudur:
“Muhakkiklere göre usûlde ictihat yasaklandığı için, hata eden kimse günah
kazanacağından bunun bir anlamı yoktur.”
Soru:
“Âyette
‘bir ilâh’ şeklinde nekre gelmesinin sebebi nedir?”
Cevap:
Mevcut
olmadığı için nekre olarak gelmiştir. Ayrıca şayet mevcut ise belirli olması
gerekir, belirlenirse nekre olması doğru olmaz. Bu durum, Allah’tan başka ilâh
edinen kimsenin, yanlış yere üfürdüğünün ve hastadan yağ çıkarmaya[160]
çalıştığının delilidir.
Bunun
belirlilikle bir alâkası ve açık bir hakkı söz konusu değildir. İddiasının
medlûlü salt yokluktur. Geriye sadece salt varlık kalmaktadır. Çünkü her şeyin
şey olduğu ve dolayısıyla bizzat şey olması itibariyle değil, ulûhiyyete nispet
edilen şey’iyyeti itibariyle helâk olucu olduğu hayal edilir. Yüce Allah’ın
zâtıysa sadece Allah’ın bilmesi itibariyle bilinen olduğundan bâkidir.
Dolayısıyla Allah bilinen, bilinmeyendir.
Soru:
Tevhid
lafzı, kulun rabbini birleyen kimse olduğunu vehmettirmektedir. Bunda iftikar
(muhtaçlık) kokusu bulunmaktadır. Hâlbuki Allah bundan yücedir.
Cevap:
el-Fütûhât’ın
73. bâbında verdiği gibi, “Hak Tealâ kullarının O’nu birlemesine muhtaç
değildir. O, bizzat birdir ve O’nun birliği bir muvvahhidin tevhidiyle
değildir. Bu durum, Hak Tealâ’nın bu amelin eseri olarak mukaddes olmaması
içindir. Ey kardeşler! Bu nükteyi iyi anlayın, burası gerçekten incedir.”
Şeyh
şöyle demiştir: “O, kullarının tevhidine muhtaç olmadığı için “Allah,
kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu
ikrar ettiler.”71 buyurmuştur. O, bizzat kendisi ve kullarının kendisini
birlediğini haber vermiştir. Onlar, tasdik, itiraf ve anlayış sûretiyle O’nun
kendisine olan şahitliğine şahit olmuşlardır.
Soru:
Melekler
ve ilim sahipleri, O’nun nefsine olan şahitliğine j ile atfedilmişlerdir.
Bu durum vakit ve iştirak açısından bir ortaklığı vehmettirmektedir. Çünkü
Hakk’ın kendi nefsine olan şahitliğinin bir başlangıcı yoktur. Meleklerle ilim
sahipleriyse, şüphesiz sonradan olmadırlar (muhdes).
Cevap:
Şahitliğin
dışında asla bir iştirak (ortaklık) yoktur. Zira vakit açısından bir iştirak,
Allah’ın şahitliği, zaman ve kulların şahitlik ettiği vakit yaratılmazdan önce
olduğu için, doğru olmaz. Bu, onları ızhâr ettiği vakittir, anla!
Soru:
Niçin
âyette şehadette iman sahipleri değil de ilim sahipleri özellikle belirtildi?
Cevap:
Allah’ın
şehadette ilim sahiplerini tahsis ederek zikretmesi, onların şehadetlerinin
iman yöntemiyle var olan bir ilimden olmamasındandır. Aksine bu, müşahedeyle
kendilerine zarûrî bir ilim veren kalplere gelen ilâhi bir tecellîden oluşan
bir ilimdir. Çünkü Allah’ın kendisinin birliğine olan şahitliği, birisinin
ihbarıyla değildir ki iman olsun. Çünkü imanın taalluk ettiği şey, bir şeyin
vuku bulduğuna dair gelen haberdir ve dinleyici bunu işitir ve ona iman eder.
Allah’ın kendisinden haber vermesi ise böyle değildir. Onların imana değil de
ilme izâfe edilmesiyle Allah’ın, ilim sahiplerinden kastettiğinin, tevhidin
kendilerine daha önceki bir yöntemle meydana gelen kimseler olduğunu
bildirdiğini anlamaktayız. Bazen tevhidin, nazarî ilimle meydana geldiği
kimseler de bunlara katılır. Burada murad, haber yöntemiyle tevhidi kabul
edenler değidir. Sanki Yüce Allah “Melekler, delil açısından sahih bir nazarın
işlevini gören, kalplerindeki tecellîden aldıkları zarûrî bir ilimle birliğime
tanıklık etmektedirler.” der gibidir. Dolayısıyla kendi nefsimin tanıklığı gibi
melekler de birliğime tanıklık ettiler. Aynı şekilde ilim adamları da
kendileri için delil kılınan aklî bir nazarla tanıklık ettiler.
Şöyle
dedim: “Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Allah’tan başka ilâh
olmadığını bilerek ölen cennete girer.’ hadisi de Şeyh’in söylediklerini
desteklemektedir. Zira Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ‘iman eden
veya söyleyen’ dememiş, sadece bilgiyi zikrederek ‘bilen’ demiştir. Zira daha
önce geçtiği gibi imanın varlığı, haberin varlığına bağlıdır. Bu da
peygamberin gelişine bağlı, peygamber ise ancak akıl sahibi birisinin bir tek
ilâhın olduğunu nazarla tesbit etmesine bağlıdır. Daha sonra bu şahıs,
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın bunu söylemsini
istemesinden dolayı, “La ilâhe illelllah de!” demesine karşılık bunu söyler.
İşte ancak bu durumda mümin olarak isimlendirilir. Peygamber, bunu söylemesini
kendisine vâcip kılar. Şayet vasıtasız olarak kendiliğinden bunu bilirse, Yüce
Allah “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’ine iman edin.”72 buyurmuştur.
Yani şayet Mûsâ’nın ve Îsâ’nın şeriatı açısından iman etmişseniz bile,
Muhammed’e iman edin. Zira şu anda Muhammed’in şeriatı yürürlüktedir. Bu
hüküm, her ne kadar Allah’ın kalplerine indirdiği bir nûr sayesinde bundan
önce tevhid inancını benimsemiş iseler de Kus b. Saide ve Seyf b. Zî Yezen gibi
onun peygamberliğine yetişen fetret ehli için de geçerlidir.
Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Bilerek ölen” demek sûretiyle gerek haber
gerekse zarûrî ilim yöntemiyle elde edilsin, tevhidin bütün türlerini
kapsamıştır. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), her ne kadar iman ile
nitelememişse de bilgiye dayalı bu tevhidin sahibinin saîd olduğunu ve cennete
gireceğini ifade etmiştir. Zira hangi yöntemle tevhid inancına ulaşırsa
ulaşsın, cehennem tevhid inancına sahip olan birisinin kendisinde ebedî
kalmasını kabul etmez.
Soru:
Neden
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) geçen bu hadiste, müminin saadeti için
gerekli olan “Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğunu da bilen” demedi?
Cevap:
Kasrî’nin
Şerhu Şu abi’l-İmânda verdiği gibi, her ne kadar hadiste bu söylenmemiş
ise de Hz. Peygamber’in şeriatına bağlanan kimse için tevhide inanmak,
peygamberliğe iman etmeyi de içermektedir. Çünkü “La ilâhe illellah” diyen
bunu, Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendisine “söyle” dediği için
demedikçe mümin olmaz. Onun “söyle” demesi üzerine söyleyince, bu bizzat onun
peygamberliğini ispat etmektir. Bu özel kelime, peygaberliğe imanı da kapsadığı
için, başka bir rivayette bu şekilde geldiği üzere, hadiste “ve Muhammed’in
Allah’ın resûlü olduğunu bilen” denilmemiştir.
Allah’ın
Peygamberine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “lâ ilâhe illellah” diyen hakkında
konuşmamasını emretmiş olması ve bu hâl üzere ölenin cennete gireceğini
söylemiş olması da mümkündür. Daha sonra Yüce Allah, O’na onları Peygamber’ine
iman etmekle yükümlü tutmasını sonraki iş olarak emretmiştir. Böylece O,
peygamberliğin ilk yıllarında, sorumluluklarını hafifletti ve onlar da
kullarını yavaş yavaş yükümlü tutan sünnetullaha uygun olarak ona itaat
ettiler. Yine fetret ehli ve peygamberlik mesajı kendilerine ulaşmayanların da
cennete girmesi için Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem), “Muhammedün
resûlullah” lafzını söylememiş olması da mümkündür. En doğrusunu Allah
bilir.
Soru:
Hangi
tevhid en üstündür? Delillerden yolan çıkan kimsenin tevhidi mi yoksa canlı ve
cansızlar gibi delillere bakmayanlarınki mi?
Cevap:
Efendim
Ali el-Havvâs’ın dediği gibi, delillere bakmayanların tevhidi, keşifle olduğu
için daha üstündür. Şayet taklitle olsaydı, delillere bakanlarınki ondan daha
üstün olurdu. En doğrusunu Allah bilir. Hatta onun şöyle dediğini duydum: “Yüce
Allah’ın bir olması konusunda bir delile dayanan kimse cahildir. Çünkü bütün
mahlûkat fıtrat itibariyle Allah’ın bir olduğunu bilir. İnsanın delillerden
yola çıkarak varabileceği en son nokta, Allah’ın künhü konusunda hayrete
ulaşmaktır ki bu da hayvanların (behâim) hâlidir. Çünkü onların fıtratları
hayret üzeredir; insan ise Allah onu kemâl sûretinde yarattığı için, hayret
hâlinden çıkmak ister ve bunun kendisi için doğru olmadığını bilmez.
Soru:
Kişinin
kendi nefsinde bulduğu muhdes sıfatlardan yola çıkarak Hak Tealâ’yı tenzih
konusunda ilerlemesi mümkün müdür, yoksa bu konuda ilerlemesi mümkün değil
midir?
Cevap:
el-Fütûhât’ın
320. bâbında verildiği gibi, bir kulun kendi nefsinde bulduklarından yola
çıkarak, Hak Tealâ’yı tenzih konusunda ilerlemesi asla mümkün değildir. Her
bir kul, rabbini kendisinde bulunan şeylerden tenzih eder. Çünkü kendisinde
bulunan her şey muhdestir. Hak ise ancak hâdislerin kendisiyle kaim olmasıyla
tenzih edilebilir. Bu nedenle tenzih edenler farklı oldukça, tenzih de farklı
olur. Araz, “zuhûr etmek için hiçbir mahalle muhtaç olmayanı tenzih ederim.”
der; cevher, “Var olmak için, kendisini tutan herhangi bir edata muhtaç
olmayanı tenzih ederim.” der. Cisim ise “Var olmasında, kendisini var edecek
hiçbir şeye muhtaç olmayanı tenzih ederim.” der. Bunların tamamının, tenzihi
kaynaklarına (ümmehât) hasretme olduğunu söyledi. Cisim, cevher ve arazın
dışındakiler hatadır. Kâmil olan ise âlemin tamamı kendisinde olduğu için,
âlemin tamamının tesbihiyle Allah’ı tesbih etmektedir.
Soru:
“Kulun
Allah’a ibadet etmesi, ahadiyyetten dolayı mıdır, yoksa vahidiyyetten dolayı
mıdır? Şayet ‘Ahadiyyet dolayısıyladır’ derseniz tecellî o mertebede imkânsız
olduğu hâlde bu nasıl doğru olabilir? Zira ahad, vahidiyyetin aksine kendi
varlığıyla beraber başkasının varlığını kabul etmez.
Cevap:
el-Fütûhât’ın
272. bâbında verildiği gibi, hiçbir kulun, zevk itibariyle ahadiyyeti açısından
Allah’a ibadet etmesi doğru olmaz. Çünkü ahadiyyet, kulun varlığını yok eder.
Sanki Yüce Allah “Bana Rubûbiyyetim dışında kulluk etmeyiniz. Rubûbiyyet,
kendisi için sizi var ettiğimi bildiğiniz şeydir. Herkes ancak onunla alâkadar
olabilir, ona tezellül eder. Ahadiyyet mertebesine kulluk eden kimse, nefsini
bilinmeyene kul kılmış ve istenilmeyeni istemiş olur.” der gibidir. Çünkü
“Ahadiyyet”, başkasını yok eden zâtın özelliklerindendir. Böylece Allah’tan
başka hiç kimsenin mutlak olarak bir ahadiyyete sahip olmadığı anlaşılmış oldu.
Allah’ın “Rabbine ibadette kimseyi şirk koşma”[161]
âyetinden kastedilen hakikat değil, mecâzdır. Çünkü her ne kadar ahadiyyet
lafzı, bu âyette olduğu gibi, Allah’tan başkaları için de mutlak olarak gelmiş
ise de bu ehlullahın mânaların takdirinden anladıklarından farklıdır. Bu
söylediklerimizi “De ki O, Allah birdir.”[162] âyeti
desteklemektedir. Yani ahadiyyet sıfatında hiç kimse O’na ortak değildir.
Şeyh
Muhyiddin şöyle dedi: Vahid’e gelince, Kur’ân’a baktığımızda bunun ahadiyyet
gibi mutlak olarak gelmediğini görüyoruz. Bu konuda emin değilim ancak şayet mutlak
olarak gelmemişse, ahadiyyet’ten daha özel ve ahadiyyet gibi sıfat değil, zâtın
özel (alem) bir ismi olur. Çünkü sıfat, ortaklığın mahalli olduğu için daha
önce geçtiği gibi Allah’tan başkaları için de kullanılmıştır.”
Soru:
Sadık
olan herkes kurtulacaktır, müşrikin de müşrik olması konusunda sadık olduğu
bilinmektedir. Neden onun sıdkı kendisine fayda sağlamamaktadır?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 355. bâbında verdiği gibi sıdk, hakka uygun değilse
sahibini kurtarmaz. Nemime ve gıybet de bazen doğru (sıdk) olabilir ancak ikisi
de haramdır. Bu nedenle Yüce Allah “Sadıklara sıdklarının sorulması için”75
buyurmuştur. Yani Hakk’ın bunu emretmesi mi doğrudur yoksa bundan nehiy mi
etti? Dolayısıyla her hak, sıdktır ama her sıdk hak değildir. Böylece müşriğin
müşrik olduğu konusunda sadık olduğu ancak ulûhiyyet için şirkin doğru
olmadığı anlaşılmış oldu. Aklî ve şerî delillerle araştırıldı ve sıdk konusunda
onun iddia ettiklerine rastlanılmadı.
Soru:
Yüce
Allah’ın, varlığı olmayan adem olması itibariyle, ortaktan (şerik)
kendiliğinden uzak durması doğru olur mu?
Cevap:
Şeyh’in
301. bâbda verdiği gibi, Allah’ın şerikten uzak durması, şerik yok olduğu için
doğru değildir. Ancak elinde hiçbir delil olmadığı hâlde Allah’tan başka
ilâhlar edindiği için müşrikten uzak durması doğrudur. Ayrıca Allah’ın
müşrikten berî olmasından kastedilen, onu zemmetmesi ve ona buğzetmesidir. Aksi
takdirde şayet gerçekten ondan uzak durursa, bir varlık olarak onu kim muhafaza
edecektir? Ondan uzak durmanın hükmü, Hak Tealâ’nın ondan yüce olması sıfatının
hükmü gibidir. Çünkü uzak durmanın (berat) bağlı olduğu şey (müteâllak),
yoktur.
345.
bâbda ise şunu söylemiştir: “Allah’la ortaklık asla doğru olmaz. Zira bunun
şartı ortakların ayırt edilmemesidir. Oysa ortak olarak isimlendirilen bu
şeylerin tamamı Allah için apaçıktır.”
72.
bab’da ise şunu söylemiştir: Tamamı bir tek fiil olduğu ve ortaklığın meydana
geleceği bir kaynak olmadığı için, varlıkta ortaklık olmaz. Ey kardeş!
Ortaklıkla ilgili bu konuyu tahkîk et, bunu benden başkasından duyman çok
zordur. Bunu bilse bile fıtratındaki ürkeklik galip olur ve Hak Tealâ’nın
ortaklığı yaratılmışların bir vasfı olarak belirlemesinden ve bu anlamda
rabbiyle ortak olmasından korkar. “Ben ortakların, şirkten en müstağni
olanıyım.” sözünü anlamaz. Şirkin sahih olduğunu ve şerikin var olmadığını
söylememiştir. Kulun şirk koşması, ilk anda şirk değildir. Çünkü bu durumda
sadece bir kişi için söz konusudur ve o da Hak’tır ki bunu dersen, mağlub
olmazsın. Onun dışındaki her şey, varlığının mevcûdiyeti farz-ı muhâl
kabilinden verilen darb-ı mesellerden ibarettir.” demiş ve bu konuda sözü
uzatmıştır.
Soru:
Bütün
müşriklerin kâfir olması gibi bütün kâfirler de müşrik midir, yoksa değil
midir?
Cevap:
Onun
275. bâbda “Bütün müşrikler kâfirdir ancak bütün kâfirler müşrik değildir.”
dediği gibidir. Müşrikin küfrü, ilâhın birliğini kabul etmemesinden dolayı,
şirki ise ulûhiyyeti, Allah’la beraber Allah’tan başkasına da nispet ederek iki
nispet yapmak sûretiyle şirk koşmasından dolayıdır. Bütün kâfirlerin müşrik
olmasının gerekmemesi, ilâhın kim olduğunu belirtmede hata etmekle beraber,
onun bir olduğunu söylemesinden dolayıdır. Bu, Yüce Allah’ın “Allah, Meryem
oğlu Mesih’tir” diyenler kâfir oldular.”76 buyurması gibidir.
“Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenlerin şirk koştuklarını söylemedi. Aksine
beşer olan Îsâ’yı ilâh kabul ettikleri için onları tekfir etti. Aynı şekilde
peygamberi ve kitabın bir kısmını inkâr etmelerinden dolayı da onları tekfir
etti. Bu açıdan tekfir edilmeleri iki şeyden dolayıdır: Birincisi Allah’ın
gönderdiklerini inkâr etmek, müşrikin Allah’ın bir olmasını inkâr etmesi
gibidir. İkincisi ise Rum kralında olduğu gibi, Allah’ın peygamberini ve
Allah’ın gönderdiklerinin Allah tarafından gönderildiklerini bildiği hâlde
bunları kendisine tabi olan halkın geneli ve mukallitlerden gizlemesidir. Bu
konuda uzun açıklamalarda bulunmuştur.
Soru:
Tamamı
“Elestü bi rabbiküm” anında, O’nun bir olduğu şeklinde rububiyetini ikrar
ederek cevap verdikleri hâlde Allah’a ortak koşma fikri, insanlara nereden
geldi?
Cevap:
Şeyh’in
305. bâbda verdiği gibi Onlar söz konusu müşâhede, kendilerine perdelendiği
için Allah’a şirk koşmaktadırlar. Perdelenince, gerçekte olmadığı hâlde,
şeriklerin olduğu vehmi kendilerine hâkim olmuştur. Şayet Hak için şerik doğru
olsaydı, mîsâk anında kulların Allah’ın rubûbiyyetini ikrar etmesi söz konusu
olmazdı. Şayet o anda içlerinde şerikin varlığı fikri bulunsaydı, mülkün
sadece O’na ait olduğunu ikrar etmeleri doğru olmazdı. Bu vatan, müşâhede
açısından Hakk’ın vatanıydı. Mülkü O’na nispet ederek Allah’ın rableri olduğunu
ifade etmeleri, ortak koşmayı nefyetmenin bizzat kendisidir. Şeyh şöyle
demiştir: “Bunu istinbat yöntemiyle söyledik. Çünkü burada tevhid hakkında
hiçbir lafız yoktur ve ona mâna sonradan verilmiştir. Dolayısıyla ortağın
(şerik) aslında menfî olduğu anlaşılmış oldu.”
Soru:
O
hâlde müşrik, genel olarak Allah’ı bilmeyen kimse midir?
Cevap:
Şeyh’in
285. bâbda verdiği gibidir: “Evet, çünkü ortaklık hiçbir şekilde doğru olmaz
ve ortaklığı icat etme de asla söz konusu değildir.” Şeyh, Mu‘tezile’nin bu
nedenle müşriklere katılmadığını söylemiştir. Çünkü onlar, kulların fiillerinin
kullardan olduğunu kabul ettiler ve Allah’a ortak koşmadılar. Sadece aklen
fiilleri onlara izâfe ettiler ve din de bu konuda onları doğruladı. Bu
Eş‘arîlerin hiçbir ayırım yapmadan bütün mümkün fiilleri aklen Allah’a izâfe
etmeleri ve dinin de bu konuda onları desteklemesi gibidir. Ancak ilâhi hitabın
bazı yorumlarından dolayı, onlar müşriklerden sayılmamıştır. Aksine Allah’ın
her şeyin yaratıcısı olduğunu söylemişlerdir.” Şöyle demiştir: “Ancak Keşif
ehline göre her iki ekol de şer‘î tevhidin erbabı olmakla beraber, Eş‘arîlerin
görüşünün daha kuvvetli olduğu açıktır.”
473.
bâbda “Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.”77 âyeti bağlamında
şunları söylemiştir: “Çünkü şerik, müminin imanıyla kesin olarak bildiği gibi,
varlığı olmayan yoktur. Yok olduğu için de Allah’ın bağışlaması söz konusu
olmaz. Çünkü bağışlama ve örtme, var olan içindir. Şerik ise yok olduğuna göre
onu bağışlayacak da yoktur. Dolayısıyla bu kesin bir sözdür. Allah’ın kendisine
şirk koşulmasını bağışlamayacağının anlamı, şerikin bir varlığının söz konusu
olmamasındandır. Şayet var olsaydı mağfiret, bizzat taalluk ederdi.” demiş ve
bu konuda sözü uzatmıştır.
345.
bâbda şöyle demiştir: “Bil ki ‘Mülkünde O’nun hiçbir ortağı (şerik) yoktur.’[163]
âyetinde olduğu gibi, şeriat bazı konularda örfe tâbi olur. Şeriatta şerikin
varlığı söz konusu olmadığı hâlde şerik ismi genel örfte var olduğu için
nefyedilerek, hükmünün anlaşılması için bu konuda şeriat örfe 5 tâbi
kılınmıştır. Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kavminin konuştuğu
ve üzerinde anlaştıkları dil ile gönderilmiştir.
Soru:
Cinlerin
şirk koşanları da insanlar gibi cehennemde ebedî kalacaklar mıdır?
Cevap:
Şeyh’in
369. bâbda dediği gibi cinlerde Hak Teâlâ’yı bilmeyen 10 yoktur ve hiçbiri şirk
koşmaz. Bu nedenle onların tamamı Hak Teâlâ’yı biliyordur ve hiçbiri müşrik
değildir. Onlar her ne kadar şirk konusunda insanlara vesvese vermekte iseler
de müşriklere değil, kâfirlere dâhildirler. Bu nedenle Yüce Allah “Tıpkı
şeytanın durumu gibi, hani o insana ‘İnkâr et’ der; o inkâr edince de ‘Bilesin
ki benim seninle ilgim yok, ben âlemle15 rin rabbi olan Allah’tan korkarım.’
der.”[164]
buyurmuştur. Üzerinde düşün!
Soru:
Eş‘arî
mezhebine göre akıl kula izâfe edildiğine göre, sadece Allah için tevhid nasıl
gerçekleşir?
Cevap:
Şeyh’in
198. bâbda dediği gibi teklifin sahih olması için, kulun rabbini akıl ve mülk
ortaklığından değil, şeriklerden tenzih etmesi vâciptir. 20 Kulun fiil ve
mülkte bir ortaklığı vardır; ancak bu, sebeplere bağlıdır. Bu, tabutu doğrudan
kendi elleriyle yapmadığı hâlde sanatın marangoza nispet edilmesi gibidir. Oysa
demir ve ahşaplardan oluşan birçok âletle bunu yaptı. Bunların hepsi
marangozluğun sebebi olmasına rağmen tabut, bunların hiçbirine nispet
edilmemiştir.
25
Soru: Sebeplerin olduğu görüşünde olanlarla “Biz sadece bizi Allah’a
biraz daha yaklaştırsınlar diye onlara ibadet etmekteyiz.”[165] demek
sûretiyle putları kabul edenler arasında ne fark vardır, sebepleri kabul
edenler de putlara tapanlar gibi tekfir edilebilir mi?
Cevap:
Şeyh’in
72. bâbda hacla ilgili sözlerinde dediği gibi Bil ki puta tapanlar da zâta, zât
olması hasebiyle ibadet etmememiz, aksine ilâh olması hasebiyle ibadet etmemiz
konusunda bizimle görüş birliğine varmışlardır. Ancak isim konusunda bize
muhalefet etmişlerdir. Biz ismi, onun hakiki müsemmâsına verdik ve gerekene
gereğini nispet ettik ki bu da kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Onlar
ise ismi müsemmâsından başkasına vererek hata ettiler. Dolayısıyla biz ulemâ ve
süedâ olarak isimlendirildik, onlar ise cühelâ ve eşkıyâ olarak
isimlendirildiler. Biz, müsemmânın kullarıyız, isim de onun içindedir. Onlar
ise müsemmânın değil, ismin kullarıdır. “Yerde ve gökte bulunan her şey
isteyerek ve istemeyerek Allah’a secde etmektedir.”[166] âyeti de
buna işaret etmektedir. Mümin isteyerek Allah’a secde eder, müşrik ise
istemeyerek Allah’a secde eder. Çünkü o puta tapar, put ondan uzaklaşır ve
ibadeti, ona rağmen Allah için olmuş olur.
el-Fütûhaiın
70. bâbında şöyle dedi: “Müşriklerin ‘Biz sadece bizi Allah’a biraz daha
yaklaştırsınlar diye onlara ibadet etmekteyiz.’[167]
ifadelerindeki tevhidleri, şer‘an kabul edilmez. Çünkü delil, medlûle zıttır.
Tevhid medlûldür, delil bundan başka olduğu için, tevhid söz konusu olmaz.”
Soru:
“Şayet
yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı orada düzen bozulurdu.”[168]
âyetinde yer alan fesad delilinden başka, burhân-ı temânû için başka bir
illetimiz var mıdır?
Cevap:
Şeyh’in
73. bâbda dediği gibi, iki ilâhın olmasını engelleyen illet, Hak Teâlâ’nın
mislinin olmamasıdır. Şayet iki ilâhın varlığı doğru olsaydı, O’nun bir
mislinin de bulunması doğru olurdu. Bu ise imkânsızdır. Zira Yüce Allah,
isimlerin aksine kendisinin bir mislinin olmasını nefyetmiştir. Yaratılmışlara
benzemesi söz konusu olmadığı için, isimlerin bir tek şeyde toplanması
sahihtir.” Devamla şöyle dedi: “Söz gelimi elmaya bak! Allah onu bir tek
cevherde renk, tat ve koku taşıyacak şekilde nasıl yaratmış? Ayrıca bu
cevherde iki renk, iki tat ve iki koku imkânsızdır.” İşte Hak Teâlâ’nın
zâhirler ve bâtınlar değil de Zâhir ve Bâtın olarak isimlendirilmesinin
anlamının buradan anlaşıldığını söyledi.
181.
bâbda “Âlemin iki ilâhının olmayacağı, bir mükellefin iki peygamberinin
olmayacağı ve bir kadının iki kocasının olmayacağı gibi, iki şeyhi olan bir
mürid de kesinlikle kurtuluşa ermez.” demiştir.
Şeyh
Muhyiddin’e (rh.a.) Şâri in nitelediği ve özelliklerini belirttiği, yaratılmışlardan
farklı olduğu için derinlemesine idrak edilmeyen ilâh, aklın idrak ettiği ve
bilgi düzeyinde kavradığı ilâhtan farklı mıdır, yoksa onun aynısı da akıl idrak
etmede yetersiz mi kalmaktadır.” denilmiştir. Şeyh, elFütûhât’ın 67.
bâbında buna şöyle cevap vermiştir: “Aklın idrak ettiği ilâh, münezzeh ve
mukaddes olan ilâhın aynı değildir. Zira Şâri‘in özelliklerini belirttiği ve
nitelediği ilâhın bir muhdes ile yan yana gelmesi mümkün değildir. Hâlbuki
Allah’ın Resûlü Muhammed, “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun
Resûlü’dür” şeklindeki şehadette yan yana gelmiştir. Böylece Allah’ın ilmindeki
tevhidin, nazarî aklın idrak ettiği tevhidden başka olduğu anlaşılmış oldu.
Çünkü dinin kendisine ibadet etmeye çağırdığı ilâh, diğer hakikatlerden farklı
olduğu için tam olarak akledilemez” demiş ve bu konuda uzun açıklamalarda
bulunmuştur. Değerlendir! Daha sonra “Söylediklerimizi bilenler, aklın idrak
ettiği ilâhın, akıllarımızla idrak ettiğimiz sıfatlarına ait hiçbir te’vile
ihtiyaç duymadığını da bilir. Yüce Allah akıllarımız için onlara (sıfat)
tenezzül etmiştir. Bu nedenle O’nun te’vil etmeksizin istivâ, nüzûl, mâîyet ve
tereddüt gibi şeylerle nitelenmesi doğrudur.
Allah’ın
bizi bilmekle mükellef tuttuğu ilâhın akledilemeyen mukaddes sıfatların sahibi
olmadığını zannedenlerin dışında kimsenin te’vile ihtiyaç duymadığını söyledim.
Bu Hak Teâlâ’nın iki mertebesi olması dolayısıyladır. Zâtıyla bulunduğu
mertebe ve kullarının akılları için tenezzül ettiği mertebe. İnsan sadece
tenezzül mertebesini bilir. Çünkü Allah, insanları kendisinin kendisini bildiği
gibi bilmekle yükümlü tutmamıştır. Şayet bununla mükellef tutsaydı, kendisini
kavradığı gibi onları kavramaya sevk etmiş olurdu. Bu da kul ile rabbin ilminin
eşit olmasını gerektireceği için imkânsızdır. Şeyh, aynı şekilde 72. bâbda
dinde tenzihin esas olduğunu ve bunun akılda bulunmadığını söylemiştir. Efendim
Muhammed Vefâ (ra) bu mânada şu şiiri söylemiştir:
Aklın,
vehimlerle akledilenlere ermiştir / Kalbin ise dedikodulara gömülmüştür
Fikrinle
bir mabûd yapmış ve edinmişsin / Hakk’ı göz ardı ettiğin bir akit yapmışsın
Senden
önce yaşadığım uzun süre acılıdır / Gönlüm bu terk edilmişlikten hastadır
Böylece
peygamberlerin ve evliyaların ve onlara vâris olan kâmiller dışında hiç
kimsenin vehimlerle ilerleme yapmadığı anlaşılmış oldu. Âlimler ise Allah
konusunda vehimlerden uzak olan kimselerdir. Bu nedenle onların Allah’ın
sıfatlarını kendilerine göre te’vil ettikleri nakledilmemiştir. Belki bunları
akılları yetersiz olduğu için, kendilerine tâbi olanlar için te’vil
etmişlerdir. Allah’ın hayalî bir misalle onların akıllarına tenezzül etmesi,
O’nun kullarına olan rahmeti kabilindendir. Kendisi, emir ve nehiylerini
anlamamız için bizi bu şekilde muhatap almıştır. Bize olan hitabını anladığımızda,
söz konusu hayalî misaller, bir eziyetmiş gibi kaybolur ve geriye bizimle
sadece ilim kalır. Bu, O’nun bize nâzil olan ve harflerden ve seslerden
münezzeh olan kadîm kelâmının benzeridir. Ses ve harf olmaksızın biz onu
anlayamayız. Şayet perde kalkarsa, onu harf ve ses olmaksızın idrak ederiz. Bu,
kıyamet günü tecellî ettiğinde bazı inasanların Hakk’ı bir sûret içinde görmesi
gibidir. Şayet bakışı tahkîk derecesinde olursa, O’nun sûretinin ve benzerinin
olmadığını görecektir. Bunun benzeri seraptır. “Susuz olanlar, onu su sanır;
ancak ona geldiğinde hiçbir şey bulamaz.”84
Şeyh
72. bâbda şöyle dedi: “Hakk’ın muvahhidlerle tartışarak onlara şöyle demesi
mümkündür: ‘Ne ile beni birlediniz, niçin beni birlediniz, bir olmam size ne
kazandırdı? Şayet beni görünenlerde birliyorsanız, hulûl görüşündesiniz,
hulûlcüler de muvahhid değildir. Çünkü onlar, hulûl eden ve hulûl edilen olmak
üzere iki şeyi kabul ediyorlar. Şayet beni fiil sıfatlarıyla değil de zâtta
birliyorsanız, akıllar buna ulaşmayacağı ve size gelen haber de benden olduğu
için birlemiyorsunuz demektir. Şayet nispetlerin farklı olmasına rağmen,
taşıdığı zâtî ve fiilî sıfatlarıyla ulûhiyyet açısından birliyorsanız,
aklınızla mı yoksa benimle mi birliyorsunuz? Beni nasıl birleyebilirsiniz ki?
Birliğim bir muvahhidin aklıyla veya benimle birlemesi şeklinde olmaz. Benimle
beni birlemeniz, tevhidimdir; aklınızla beni birlemeniz ise açık bir ziyandır.
Benim hakkımda, yarattığım ve tayin ettiklerimin hükmüyle nasıl hüküm
verirsiniz? Şayet beni birlemenizi gerektiren şey, varlığınız ise sizden çıkan
bir şeyin hükmü altındasınız demektir ve benden çıkmış olursunuz. Bu durumda
tevhid nerede kaldı? Şayet tevhidimi gerektiren şeyin emrim olduğunu
söylüyorsanız, emrim benden başka değildir. Benim elimle kim size ulaştı? Şayet
benden gördüğünüz şey olduğunu söylüyorsanız, hanginiz bunu gördü? Hiç kimse
görmediyse tevhid nerede? Halbuki siz, çokluğu müşâhede etmektesiniz.’”
558.
bâbda el-Câmî” ismi bağlamında şunları söylemiştir: Bil ki bizden istenilen
tevhid, mevcut değil, ma‘kuldür. Toplam (cem‘) da hem mevcut hem de ma‘kuldür.
Şayet Yüce Allah bizden, kendisinden başkası olmayan saf tevhidi isteseydi,
âlemi yaratmazdı. Ancak âlemi yarattığı takdirde bir kısım insanların kendisine
şirk koşacağına dair bilgisi bulunduğundan, bu bilgiye uygun olarak hükmü
gerçekleşti. Zaten hiçbir şey O’nun ilim ve iradesinin dışında kalmaz” demiş ve
bu konuda uzun uzun açıklamalar yapmıştır. Daha sonra “Bu, âlemde şirkin
varlığının dayanağıdır. Zira Yüce Allah vardı ve O’nunla birlikte varlıkla
nitelenecek hiçbir şey yoktu. Ne şerik ne de müşrik vardı. Şirk Allah ile
birlikte âlemin de var olmasıyla ortaya çıktı. Âlem gözlerini açtığında Allah
ile birlikteydi. Bu nedenle saf tevhidi tadamadı. Kendisine “Yaratıcını
birle!” denildiğinde bu hitabı anlamadı. Kendisine tekrar edilince “Ben
birleyen (muvahhid) ve birlenen (muvahhad) olmak üzere iki kişi olmaksızın ne
tevhidi anlarım ne de aklederim.” dedi.” Bu konuda uzun açıklamalarda
bulunmaktadır.
el-Fütûhât’ın
“el-Vesâyâ Bâbı”nda ise şunları söylemiştir: “Bil ki Hakk’ın hak ettiği tevhidi
Hak’tan başkası bilmez. Bize gelince, O’nu birlediğimizde rızâ tevhidi ve
diliyle birlemekteyiz. İstihkâk tevhidinin korku, hüzün, tercih, riyaset
sevdası ve insanlardan birine buğzetmekle birlikte bulunması muhâldir. Çünkü
bütün varlık, O’nun kudret elinde ve tasarrufundadır, anla!” 172. bâbda uzun
açıklamalardan sonra “O hâlde dinî tevhid, insanda kendisini var eden Allah’ın
bir olduğu ve ulûhiyyetinde hiçbir ortağının bulunmadığı bilgisinin hâsıl
olması için yapılan ameliyedir. Vahdet ise Hakk’ın sıfatıdır. İsim ise ahad ve
vahid’in sıfatıdır. Vahdaniyyet, o olmaksızın akledilmeyecek olması açısından,
vahdetin vahidde bulunmasıdır. Şayet tenzihe nispet ediliyorsa bu, tevhidin
anlamıdır. Allah’ın bir olduğu, âlimin nefsinde gerçekleştiği zaman o, muvahhid
olur.” dedi ve uzun açıklamalarda bulundu.
Sonuç
olarak Şeyh el-Fütûhâtm “el-Vesâyâ Bâbı”nda şöyle demiştir:
“Lailâheillellah diyenlere düşmanlık yapmaktan sakının! Allah onlara “Velâyet-i
amme” mertebesini vermiştir ve onlar Allah’ın dostlarıdır (evliyâ). Şayet onlar
hata etseler ve yeryüzü miktarınca hatayla gelseler 5 bile, Allah’a hiçbir şeyi
şirk koşmazlar ve Allah onun mikdarı kadar onların tamamını bağışlar. Zira
velâyeti sabit olanla savaşmak haramdır. Bizim için, şeriatın zâhirine göre
Allah’ı zikreden birisine eziyet etmeden ve onu rahatsız etmeden uzaklaşmak
câizdir.” Bu konuda uzun açıklamalar yapmış ve daha sonra şöyle demiştir:
“Biriniz Allah’ın 10 cehennemle tehdit ettiği bir amel işlerse, onu tevhidle
silsin. Zira tevhid, kıyamet günü sahibinin elinden tutar. Bunun olması lazım, En
doğrusunu Allah bilir. Bu konu üzerinde düşün ve üzerinde dur! Sen, bunu
başka bir kitapta bulamazsın. Yüce Allah en iyisini bilir. Hamd âlemlerin rabbi
olan Allah’adır.
Bilmiş
ol ki âlemin hudûsu meselesi, Ehl-i sünnet ile filozoflar arasında,
münakaşadaki şüphelerin şiddetinden dolayı çözülmesi güç meselelerden biridir.
Allah’ın izniyle açıklaması ilerde geleceği gibi, diğer dinler arasında âlemin
hudûsu konusunda icmâ vardır. Biz konuya bu meselede muhakkik kelâmcılardan
nakledilenlerle başlayacağız ve daha sonra muhakkik sûfîlerden (ra)
nakledeceğiz. Allah’ın yardımıyla şöyle derim: Usûlcülerin muhakkiklerinden
olan Celâleddin el-Mahallî, âlemin muhdes olduğunu söylemiştir. Zira âlem,
değişmekte ve hâlden hâle geçmektedir. Her değişen şeyin muhdes olması, her
muhdesin de bir muhdisinin bulunması ve bunun zarûrî olarak “Bir” olması
gerekir. Şeyhülislâm Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif, şöyle demiştir: “Celâleddin
el-Mahallî’nin muhdes olmanın illeti konusundaki sözünün anlamı onda değişim
olması yani müşâhede açısındandır. Çünkü biz sükûnun gelmesiyle hareketin,
ışığın gelmesiyle karanlığın değiştiğini ve bunların aksini müşâhede
etmekteyiz. Yoksa bundan kastedilen, her değişimin dayanağının müşâhede olduğu
değildir. Zira yerin derinliklerinde ve göklerde olduğu gibi, âlemin birçok
parçasını müşâhede etmiyoruz. Dolayısıyla değişimle hükmetmenin dayanağı aklî
delildir.” Şöyle demiştir: “Anılan hudûsun karanlığı[169] hakkında
söylenilenlerin tamamı ‘Âlem, a‘yân ve a‘râzlardan ibarettir’ denilmesidir.
Bir kısım arazların değişmesi, nutfenin alakaya, alakanın, mudğaya, mudğanın da
et ve kana dönüşmesi gibi kişinin kendi nefsinde müşâhede edilebilir. Bir kısmı
ise sükûnden sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık ve feleklerin durumlarından
müşahade edilenler, unsurlar, canlılar, bitkiler ve madenlerdeki değişim gibi
âfakta müşâhede edilebilir. Bazıları ise delil ile olur ki bu da yokluğun
(adem) geçerli olmasıdır. Zira yokluk kıdemi nefyeder. Eşya (a‘yân) ise hâdis
olan şeylerden arındırılamaz, hâdis şeylerden arındırılamayan bir şeyin kadîm
olması ise muhâldir.”
Tarikat
erbabının söylediklerine gelince; Şeyh Muhyiddin Îbnü’l Arabi’nin (rh.a)
sözleri, onların çoğunluğunun bu konuda söylediklerinin özeti gibidir. Ben de
burada onun (ra) sözlerinin en önemli olanlarına değineceğim. el-Fütûhât’ın
başında şöyle demiştir: “Varlığı yoktan var eden ve onu yok edene hamdolsun!”
Çünkü yokluğun yokluğu varlıktır. Zira o, ilâhi ilimde mevcuttur ve bu açıdan
ilmin ezelî olduğu bilinmektedir. Ancak halk için zuhûr etmesi açısından,
hâdis olduğu konusunda icmâ vardır. Onun mutlak olarak kadim ya da mutlak
olarak hâdis olduğunu söyleyen hata etmiştir. Bunun geniş açıklaması, 12.
mebhasta Şeyh’in (rh.a) nazım ve nesir şeklinde söyledikleriyle gelecektir.
Soru:
Filozoflardan
âlemin kadim olduğunu söyleyenlerin şüphesi nedir?”
Cevap:
Şeyh’in
293. bâbda dediği gibi, Rab ile merbûb, hâlık ile mahlûk arasındaki manevî
irtibatın varlığına dair şüphe, Rabbin merbûbu, Hâlıkın da mahlûku talep etmesi
ve aksinin de söz konusu olmasıdır. Buna göre biri olmadan diğerinin varlığı
düşünülemez.
Soru:
Âlem,
Allah’a delâlet etmesi için mi var edildi?
Cevap:
Şeyh’in
140. bâbda dediği gibi “Allah’a delâlet etmesi için yaratılmadı, şayet bunun
için yaratılmış olsaydı, Allah’ın ondan müstağni olması söz konusu olmazdı ve
delilin medlûl üzerinde bir baskı ve övünmesi söz konusu olurdu. Bu durumda
delil, delil getirene (dall), onsuz medlûle ulaşması mümkün olmayan bir mâna
ifâde ettiği için, gururlanma mertebesinden çıkmazdı. Bu ise Allah’ın
âlemlerden müstağni oluşunu iptal eder.” Şunu da 371. bâbda söyledi: “Âlem,
alâmetten dolayı âlem olarak isimlendirilmiştir. Çünkü o, varlığını yokluğuna
tercih edene (müreccih) delildir. Öncekilerle beraber bunu da değerlendir!”
Soru:
Âlemin
kadîm olduğunu söyleyenler, diğer hudûslarda onunla Hak arasında diğer
açılardan bir uzaklaşma (münaferet) görüyorlar mı?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in dediği gibi, âlem ile Hak arasında diğer açılardan bir
uzaklaşmanın olması doğru değildir. Varlığı O’nun desteğine muhtaç olduğu için,
âlem Hak ile irtibatlıdır. Bu, âlemin kâdim olduğunu söyleyenlerin bu
irtibatın hiçbir şahıs ve tür için ittihadı gerektirmediğine dair bağlamdır.
Yüce Allah, yaratıcıdır ve O, varlık alanında faaliyet rütbesine sahiptir.
Bu
konuda uzun açıklamalardan sonra şöyle dedi: Böylece Hak ile halk arasındaki
uzaklaşmanın (münâferet), âlemin yokluğu anında bile varlığın Hak ile
irtibatının efendilik (siyadet) açısından olmasından dolayı, ezelî ilmî
(epistemik) düzeydeki varlığı kapsamamaktadır. Ezelî ilimdeki “a‘yân-ı sâbite”,
varlık isminin kendilerine giydirilmesi için Hak Teâlâ’ya muhtaç olarak bakmaya
(nazar) devam ederler, Hak da onlara rahmeti istemeleri itibariyle bakmaya
devam eder. Dolayısıyla Yüce Allah, yokluk hâlimizde de varlık hâlimizde de
eşit bir şekilde rabbimizdir. Bizim mümkün olmamız, O’nun vâcip olması
gibidir.” Bu konuyu uzunca açıkladıktan sonra şöyle dedi: “Zikrettiğimiz bu
irtibata inanmayan gururun çelmesine takılmış, telef olmuştur. Yani varlık bu
irtibattan arındığı zaman, kendi kendisine var olmuş olur ki bu imkânsızdır.
Cismanî irtibata gelince, bu Rab ile kul arasında imkânsızdır. Çünkü “Hiçbir
şey O’nun gibi değildir.”86 buyurulmuştur. Bu şekildeki bir irtibat
asla doğru olmaz. Çünkü manevî irtibatın aksine zât, daha önce geçtiği gibi
âlemlerden müstağnidir. Bu, sadece ulûhiyyet mertebesi açısındandır ve bu da
ulûhiyyetin eserlerin çağrıştırdığı şekilde, bütün hükümleriyle âlemi
yaratmaya yönelmesi, nisbet ve izâfeti içindir. Zira makhûr olmaksızın kâhir,
makdûr olmaksızın kadir, mahlûk olmaksızın hâlık ve merhûm olmaksızın rahim
hem salahiyet hem varlık hem de fiil açısından imkânsızdır. Şayet bu irtibatın
sırrı ortadan kalkarsa, etkilenenin varlığı yok olacağı için, ulûhiyyetin
hükümleri bâtıl olur. Oysa âlem ulûhiyyeti, o da onu talep eder. Zât-ı Mukaddes
ise bunların tamamından müstağnidir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bu anlamda
ulûhiyyet mertebesini zâtın bir mertebesi olarak değil de zâtın bizzat kendisi
zannettikleri için, zâtın âlemle olan irtibatından dolayı, âlemin kadîm olduğu
görüşünde olanlar ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde her iki gruptan, âlemin
mümkün olması konusunda icmâ bulunmasına rağmen, âlemin hâdis olduğunu ve onun
her parçasının da hâdis olduğunu ve onda kendiliğinden vâcibü’l-vücûd mertebesi
bulunmadığını, başkasına bağlı olarak vâcibü’l-vücûd olduğunu, bunun da söz
gelimi hâlikın mahlûku gerektirmesi kabilinden olduğunu kabul etmektedirler. Gazzâlî’nin
(rh.a.) “Var olandan daha güzeli mümkün değildir.” şeklindeki sözü bağlamında,
bu konuda “Bu söz en üst düzeydeki gerçektir.
Çünkü
bizim için hudûs ve kıdem olmak üzere iki rütbe vardır. Kıdem Hak Teâlâ’nın
rütbesi, hudûs ise mahlûkatın rütbesidir. Hak Teâlâ ne yaratırsa yaratsın,
yaratılan hudûs rütbesinin dışına çıkamaz. Dolayısıyla ‘Hak Teâlâ kendisi gibi
bir kadîm yaratmaya kadir midir?’ şeklinde bir soru sorulmaz. Çünkü bu soru,
imkânsız olduğu için gereksizdir.”
Bu
sözün anlamının, ezelî ilimde yer alan şekle muhalif olarak imkânda asla ne
eksikliği ne de ziyadeyi kabul edecek bir şey olmadığı şeklinde olduğunu
söyledim. Aynı şekilde “Esrâr Bâbı”nda da Hak Teâlâ’nın âlem ile irtibatının,
kulun efendiyle irtibatı türünden olduğunu, zira memlûk olmadan mâlik, makhûr
olmadan da kâhirin doğru olmayacağını söylemiştir.
Levâkihul-Envârda
da “Bil ki oluşu talep eden her şey, O’nun ilâh olması dolayısıyladır. Oluş
talep etmeyen şeyler ise O’nun zât olması dolayısıyladır. Ne zaman tevhid
ehlinin bir sözü sana gelirse, bu teraziyle tart! Allah’ın izniyle durum senin
için tahkike ulaşacaktır.” Yine aynı yerde şöyle demiştir: “Şayet dedikleriniz
ulûhiyyetin zâtı talep etmesi kabilinden ise, bu illet ve ma‘lûla zıttır.”
derseniz bunun cevabı bu, illet ve malûle zıt değildir. Çünkü illet ve malûl,
onlara göre var olan iki şeydir. Ulûhiyyet ise bize göre varlığa
(varoluşsal/vücûdi) değil, yokluğa ait (ademi) bir nispettir. Hata etmekten
sakın!” demiştir.
el-Fütûhât’ın
“Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: “Şayet illet varlık açısından malûla eşit
olsaydı, zâtı itibariyle âlemin varlığını gerektirir ve ondaki muhdes olan
hiçbir şey ertelenmezdi. Oysa illet bağlıdır (ma‘kul), illetin etki alanı ise
malûldür. Şayet Hak Teâlâ illet olsaydı, bağlanmış (mürtebit) olurdu, mürtebit
olan ise münezzeh olamaz.” Yine aynı yerde “Âlemin ezeli olduğunu düşünenlerin
dışında hiç kimse illet görüşünü benimsememiştir. Oysa vâcibü’l-vücûd olmayan
âlem, nasıl ezelî olabilir! Şayet âlemin kıdemi kesinleşirse, yok olmasının
imkânsız olması gerekir. Hâlbuki yok olmak (adem), gerçekleşen ve şahit olunan
bir şeydir.” demiştir. 69. Bab’ta ise şöyle demiştir: “Âlemin tamamı yoktan var
olmuş ve varlığını, kendisini var eden bir mûcitten almıştır ki bu, Yüce
Allah’tır. Dolayısıyla âlemin ezelî varlık olması imkânsızdır. Zira var edenin
hakikati, ezelde var olan bir şey var etmesi değil -ki bu muhaldirkendisi
varlıkla nitelenmeyen bir şeyi -ki bu da mâdumdurvar etmesidir. Îşte bu nedenle
âlem kendiliğinden var değil, bütünüyle başkası nedeniyle vardır/başkasıyla
kâimdir.
Bu
bâbın başka bir yerinde şöyle demiştir: Bil ki ezel lafzının medlûlü, Allah’tan
evveliyeti nefyetmekten ibarettir. Yani O’nun varlığının öncesi yoktur. Aksine
O, kendisi üzerinde baskın olan ve kendisini kuşatarak, mahlûkatın önceleri
(evveliyyât) gibi kendisini etkileyecek bir öncelik kapsamında değil, öncenin
bizzat kendisidir.” demiş ve sözü uzatmıştır. Daha sonra şöyle demiştir: “Hak
Teâlâ için ‘Eşyayı ezelde takdir edendir.’ denilir, ‘Onu ezelde icat edendir.’
denilmez. Çünkü bu iki açıdan imkânsızdır. Birincisi, O’nun olması için, icat
etmesi lazımdır. Hâlbuki Yüce Allah mevcûd olanı icat etmemekte, aksine kendisi
varlıkla nitelenmeyen şeylerden -ki bu mâdumduricat etmektedir. Mâdumun ezelde
mevcut olarak nitelendirilmesi ise imkânsızdır. Çünkü o, kendisini var eden bir
mûcitten sudûr etmektedir. Bu nedenle âlemin ezelî olması imkânsızdır.
İkincisi, âlemin ezelde mevcut olduğunu söylemek imkânsızdır. Çünkü ‘ezel’
lafzının bağlantılı olduğu şey, öncesizliği nefyetmektir. Hak Teâlâ bununla
mevsuftur. Oysa âlemin ezelîlikle nitelenmesi imkânsızdır. Çünkü bu durumda,
‘Âlem varlığını Allah’tan almaktadır’ sözün, “Varlığını Allah’tan
almamaktadır.” hâline döner. Çünkü öncelik, âlemin Allah’la birlikte ezelî
olmasını nefyetmektedir.”
el-Kasdü’l-Hak
isimli eserinde şöyle demiştir: “Ancak hakikaten değil de sadece mecaz hükmünde
âlemin Hak Teâlâ’dan sudûr ettiği söylenebilir. Çünkü bu lafız dinî metinlerde
yoktur. Ayrıca mümkün ile vâcip, önceliği kabul edenle etmeyen, muhtaç olanla
muhtaç olmayı kabul etmeyen arasında herhangi bir münasebet bulunmadığı için,
Allah eşyanın kaynağı (masdar) olmaktan münezzehtir. Şöyle denilir: O, ayanda
bir varlığının bulunmamazken eşyayı ilminde yer aldığı şekle uygun olarak var
etti. Sonra onu mümkün ve muhtaç olma irtibatıyla, mûcitle irtibatlandırdı.
Vâcip, müstağnidir ve O olmadan eşyanın varlığı anlaşılamaz. Zira O’nun eşyaya
önceliği varoluşsaldır (vücûdî). Şayet yokluk (adem) işaret edilen bir şey
olsaydı, mümkün varlık Allah’tan sudûr edebilir ve bir mevcuttan bir vücûda
sudûr etmiş olurdu. Böylece mümkün varlığın da ezelde nesnel bir varlığı söz
konusu olurdu ki bu muhâldir.”
192.
bâbda şöyle demiştir: “Âlemin kıdemi görüşünde olanların dayanaklarından biri
de ‘Bir şeyi dilediğimizde ona sadece ‘Ol’ deriz ve o da oluverir’87
âyetidir. Yüce Allah’ın tekvini kendisine bağlamadığı, olmakta olana
bağladığını söylediler. Hak, ona tekvini emretti, o da kabullendi. Şayet
tekvini kendisine veya kudrete bağlasaydı şüphe, yok olurdu. Ayrıca onlar
‘Allah’ın sözü ve konuşmayı harflerin düzenine göre kabul eden bir tecellisi
vardır’ demeye mecbur kaldılar.”
Doğru
olanın, her ne kadar kadîm olan ilimde mevcut ise de âlemin bir bütün olarak
hâdis olduğunu söylemek olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, Şeyh Muhyiddin’in
(rh.a) âlemin hudûsuyla ilgili söylediği sözleridir. Şeyh’in âlemin kadim
olduğu görüşünde olduğunu söyleyenler yalan söylemektedir. Şeyh el-Fütûhât’ta
üç yüz kadar yerde âlemin hâdis olduğunu tekrarlamıştır. Bu kadar büyük
bilgiye rağmen, Şeyh’in Yaratıcı’yı inkâra götüren bu cehâlete düşeceği nasıl
düşünülebilir? Hâlbuki Malikîler ve daha başkaları, âlemin kıdemi, bekâsı veya
bu konuda şüphe içinde olanların küfrüne fetva vermişlerdir. Şeyh’in kitapları
ve telif edilmiş eserlerinin hepsi, şeriat ve hakikate dayanarak Allah’ı
bilme, O’nu birleme, isim ve sıfatlarla, peygamberler ve elçilerini ispatlama,
iki yurdu zikretme, dünyevî ve uhrevî hayatları, iki neş’et [neş’et-i ûlâ ve
neş’et-i uhrâ] ve iki berzahı anlatma üzerine bina edilmiştir. Âlemin kadîm
olduğu görüşünde olan filozofların, bu konuda hiçbir şeyi ispatlamadıkları
bilinmektedir. Aksine yeniden dirilme ve kabirlerden kalkmaya da iman etmezler.
Filozoflardan nakledilen başka şey de yoktur. Her akıl sahibi, Şeyh’in
bunlardan tamamen uzak olduğunu anlar.
el-Fütûhât’ın
65. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki filozoflardan nübüvveti inkâr edenlerin
hatasının sebebi, onların insanın nefsini şehvetlerinden tasfiye ettiklerinde
ve güzel ahlâka sahip olduklarında, ulvî âlemde olanların sûretlerinin
nefsinde bilkuvve şekilleneceğine, artık gaybı konuşacağına ve vasıtalara
muhtaç olmayacağına dair görüşleridir.” Şeyh şöyle demiştir: “Her ne kadar
onların dediklerinin bazı şahıslarda gerçekleşmesi mümkün ise de bize ve
ehlullaha göre durum böyle değildir. Çünkü ne bir peygamber ne de hakîmden,
bütün nefislerden vefatı anına kadar ilmiyle her şeyi kuşattığına dair bir
bilgi gelmedi. Aksine bazen bilir, bazen ise bilmez.
Hatta
Allah’ın levh-i mahfûzda ilimden yazdıkları sorulsa Allah dilemedikçe bunları
bilmez. Bak Ey kardeş! Şeyh (ra) nübüvveti inkâr edenlerin hatasına nasıl
düşsün. Şeyh’in birilerinden gelen bir şeyi kabul ederek bunu benimsemesi
nasıl düşünülebilir? Allah’a yemin olsun ki bunlar büyük bir iftiradır.
Soru:
Filozoflar,
zâtı, varlığın illeti olarak isimlendirdiler, Eş‘arîler ise ilmin ezelde âleme
taalluk etmesini illet saydılar. Her iki ibâre arasındaki fark nedir?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 46. bâbında dediği gibi, muhakkiklere göre her iki ibâre
arasında bir fark yoktur. Eş‘arîlerin kaçındığı ve filozofları tenkit ettiği
nokta, illet görüşüdür ki bu, ezelî ilimde malûm olması görüşünden dolayı
kendilerini de ilzâm etmektedir. Buna göre ilimde bulunması bizzat malûmun
gerçekleşmesini gerektirmektedir. Bu ikisi arasında kudret sahibinin oluşu
anlaşılmamaktadır. Ayrıca malûllerin eşit olması gibi, bütün mertebelerde
illetin de eşit olmasını gerektirmez. Çünkü illet, hiç şüphesiz mertebe
açısından malûlünden öncedir. Bunun Hakk’ın zâtında ya da ilminde yer alması
arasında fark yoktur.
Bizzat
vâcibü’l-vücûd olan ile zaman açısından mümkün olan ve zamansal takdir
birbirine bağlanamaz. Zira konumuz, ilk mümkün olandır ve zaman da mümkün
varlıklardandır. Şayet varoluşsal bir durum ise, onun hükmü, diğer mümkünlerin
hükmü gibidir. Şayet varoluşsal bir durum değil de bir nispet ise, nispet,
malûl olan mevcûdun varoluşsal bir hudûs ile değil de aklî bir hudûs ile var
olmasından sonra meydana gelmiştir. Allah’ın ilmi ile malûmu arasında zamansal
oluş açısından bağlantı kurulamayınca, geriye sadece mertebe kalmaktadır.
Dolayısıyla kendisinden meydana geldiği için malûlün illetin mertebesinde
olması doğru olmadığı gibi, yaratılmışın (halk) Hakk’ın mertebesinde olması da
asla doğru değildir.” Bu konuda sözü uzatmış ve sonra şunu da söylemiştir:
“Birisi Yüce Allah’ın birliğine delil olarak, O’nun filozoflara göre âlemin
illeti oluşunu getirirse, bu zâtî bir tevhid olur ve kuşkusuz bütün ortakları
nefyeder. Ancak “illet” lafzının Hak Teâlâ için kullanıldığına dair dinî bir
nas bulunmadığı için, biz de bunu O’nun için kullanmıyoruz.” 371. bâbda şöyle
demiştir: “Bil ki âlem, alâmetten dolayı âlem olarak isimlendirilmiştir. Çünkü
varlığı tercih edene (müreccih) delâlet etmektedir.” Bu husus, bu başlığın
başlarında geçti ve 11. mebhasta, bu başlıkla ilgili tekrar gelecektir. Oralara
bakabilirsiniz. En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
“Havastan
hiç kimse, akıl, keşif ya da delil yoluyla âlemin süresinin tarihi bilgisine
tam olarak ulaşmış mıdır?”
Cevap:
Şeyh’in
390. bâbda dediği gibi herhangi bir kimsenin âlemin yaratılış süresine dair
bilgiye akıl yoluyla ulaştığına dair bir bilgi, bize ulaşmamıştır. Bu, kesin
olarak, sabit gezegen ve yaşamın bulunmadığı Atlas feleğinde yer alan
gezegenlerin çoğunun, yavaşça yüzdükleri için göze sabit göründüklerinden
hareketlerinin idrak edilememesi nedeniyledir. Însan ömrü kısa olduğu için
onların hareketlerini idrak edemez. O gezegenlerden her birinin katettiği
derece, uzak olan feleğe ulaşıncaya kadar yüz yıl geçer. Geçen yıllarca süre bu
sabit gezegenin bir gününe tekabül eder. Bunların tamamı 360 derece hesap
edilir. Her derece 100 yıldır. Kadîm tarihlerde bize Mısır piramitlerinin
kartal, Aslan burcundayken bina edildiğini, başka bir nüshada Oğlak burcunda
olduğu zikredilmektedir ki bu, bize göre bir gündür. Ehramın yaklaşık tarihini
bilmek için bu hesabı yap. Ne bânisi ne de bânisinin insan olup olmadığı kesin
olarak idrak edilemedi.
Şeyh
Abdülkerim el-Cîlî, Şerhu KelâmiŞ-Şeyh kapsamında şöyle demiştir:
“Kartalın kuş olduğu, bir burçtan diğerine ancak otuz bin yılda intikal ettiği
bilinmektedir. Bu, bize göre kovanın bir günüdür. On burç katetmiştir ve bu
ancak üç yüz bin yıl sonra olmuştur.” Her iki şeyhin sözlerine bakılmalı ve
sözleri değerlendirilmelidir.
Şeyh
Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir: “Uyku ile uyanıklık arasında kendimi
tanımadığım insanlarla birlikte Kâbe’yi tavaf ederken gördüm. Bana iki beyit
şiir okudular, birini ezberledim, diğerini de unuttum:
Yıllarca
tavaf ettiğiniz gibi tavaf ettik / Hepimiz için yapılan bu evi
Onlardan
birisiyle konuştum. ‘Beni tanıyor musun?’ dedi. ‘Hayır’ dedim. ‘Senin ilk
atalarındanım.’ dedi. Ona ‘Ne kadar oldu öleli?” dedim. ‘Kırk bin küsur yıl.’
dedi. ‘Atamız Âdem’den (aleyhisselâm) bu yana bu kadar yıl geçmedi.’ dedim.
‘Hangi Âdem? Size yakın olan Âdem mi başkası mı?’ dedi. Îbn Abbâs’ın
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) naklettiği bir hadisi hatırladım.
Şöyle buyurmuştu: ‘Yüce Allah iki yüz bin Âdem yarattı.’ Kendi kendime ‘Bu
şahsın beni nispet ettiği atam bunlardan biri olabilir.’ dedim. Bunun tarihi,
âlemin hudûsuyla birlikte kesinlikle bize göre meçhuldür.”
Aynı
şekilde 367. bâbda da şöyle demiştir: “Bir defasında yine Îdrîs (aleyhisselâm)
ile bir araya geldim ve O’na ‘Tavafta bir şahıs gördüm. Bana atalarımdan
olduğunu söyledi. Ben de ölüm zamanını sordum. Bana kırk bin yıl önce olduğunu
söyledi. Bizde bilinen tarihi süresinden dolayı Âdem’i sordum. Yakın olanı mı
başkasını mı, hangi Âdem’i kastettiğimi sordu.’ dedim. Îdrîs (aleyhisselâm) ‘O
şahıs doğru söylemiştir. Ben Allah’ın peygamberiyim ve âlemin müddetini,
mahlûkatın ecellerinin ne zaman sona ereceğini ve böylece insanlığın ne zaman
sona ereceğini bilmiyorum. Însanlar nefeslerle beraber sürekli yenilenmektedir
ve Hak Tealâ da yaratıcı olmaya devam etmekte, dünya ve âhiret de devam
etmektedir’ dedi. Ona ‘Ey Allah’ın Peygamberi, bana kıyametin alâmetlerinden
birisini öğret’ dedim. ‘Babanız Âdem’in varlığı, onun en yakın alâmetidir.’
dedi. ‘Dünyadan önce, ondan başka bir yurt var mıydı?’ dedim. ‘Varlık yurdu bir
tanedir. Dünya, sadece size göre dünyadır.’ dedi.”
el-Fütûhât’ın
7. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki dünyanın ömrü binlerle hesaplanamaz.” Yine
7. bâbda “Yüce Allah, tabiat âleminin üzerinden 71.000 yıl geçtikten sonra
cansız, bitki ve canlı varlıklardan oluşan varlıkların (müvellidât)
yaratılışını tamamlamıştır.” demiştir. Daha sonra “Tabiat âleminin yaratılışı
bittiğinde ve üzerinden 54.000 sene geçtiğinde Allah bu dünyayı yaratmıştır.
Bunun üzerinden 63.000 yıl geçince Allah, cennet ve cehennem olan âhireti
yaratmıştır. Dünya ile âhiretin yaratılışları arasında 9.000 yıl vardır.
Yaratılışı bu kadar süre dünyanın yaratılışından sonraya kaldığı için âhiret,
âhiret diye isimlendirilmiştir. Bu, tıpkı daha önce yaratıldığı için dünyanın
dünya diye isimlendirilmesi gibidir. Çünkü ondan önce yaratılmıştır. Yüce
Allah, âhiretin son bulacağı bir süre belirlememiştir. Bu nedenle daimi olarak
bâkîdir.” dedi. Ayrıca “Dünyanın ömründen 17.000 yıl ve sonu olmayan âhiretin
ömründen ise 8.000 yıl geçtikten sonra, Yüce Allah Âdem’i yarattı. Bu durumda
Âdem’in çamurunu mayaladı.” demiştir. Allah’ın kuşları, kara ve deniz dört
ayaklıları ile haşereleri havayı onlardan temizlemek için, Allah’ın insanın
hayat ve afiyetini yerleştirdiği havayla karışması durumunda onu ömrü boyunca
sağlıksız, hasta ve malûl yapacak olan bu küflerden yarattığını söylemiştir.
Yüce Allah, katından bir lütuf olarak bu küflerden canlıları yaratmak sûretiyle
söz konusu havayı arındırdı ve böylece hastalıklar ve illetler azalmış oldu. En
doğrusunu Allah bilir.
Bütün Kulların Gücü Nispetinde
Allah’ı Bilmelerinin Vâcip
Yüce
Allah “Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”88
buyurmuştur. İbn Abbâs “Beni bilsinler diye” şeklinde tefsir etmiştir. Görme
kendisine taalluk ettiğinde görülen olduğu gibi, bilgi de kendisine taalluk
ettiğinde bilinen (mârûf) olmaktadır. Ancak bazı insanların Allah’ı bilmesi,
kendilerinden daha yüksek bir derecede bilenlere nispetle cehâlet olabilir.
Dolayısıyla her açıdan Allah’ı bilme tam olarak gerçekleşmediği gibi, O’nunla
ilgili cehâlet de her açıdan doğru olmaz. İnsan, Hakk’ın kendisini noksansız
olarak bilmesi gibi O’nu bilmedikçe, tam olarak cehâletten kurtulmaz, bu da
imkânsızdır. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “İslâm
fırkalarından birisinin akâidini tenkit ederek mârifet makamı iddiasında
bulunan kimse, yalancıdır. Ârif billah olmanın şartlarından biri de İlâhi
mertebeye girmektir. Oraya girdiğinde bütün müslümanların akidesinin meşrû
olduğunu ve parmakların ele bitişmesi gibi buraya bitiştiğini görecektir.
Böylece bütün müslümanların akâidinin hak olduğunu, bazı açılardan da olsa
keşif ve müşâhede ile ikrar edecektir. Şeyhlerin müridleri başka şeyhlerle
birlikte olmalarını men etmesinin sebebi, her şeyhin yönteminin eldeki
parmaklar mesabesinde olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan bir şeyhle bir
parmağın bir boğumu kadar mesafe aldıktan sonra başka bir şeyhin yöntemine
intikal ederse, onun elinde de bir boğum mesafe alır ve daha sonra başkasına
intikal ederse, kendini ilerlemekten alı koyar. Şayet bu boğumların tamamını
bir şeyhin elinde geçmiş olsaydı, el ayası mertebesine ulaşırdı. Her parmağın
üç boğumu vardır. Ancak ömrü tükenir, o daha diğer yöntemlerle meşgul olarak
henüz ilk boğumda olur. İşte şeyhlerin, müridlerini başka şeyhlerin
yöntemlerine de katılmaktan men etmelerinin sebebi budur.” Ayrıca şunu bil ki
usûl imamlarına göre mârifet, Allah’ı ve O’nun zâti ve mânevi sıfatlarını
bilmektir. Yüce yaratıcıyı bilme anlamında istenilen budur. Çünkü O’nun zâtı
ihata açısından meçhuldür.
Soru:
Mutlak
hak ve saf sıdk nedir?
Cevap:
Mutlak
hak Allah, saf sıdk ise O’nu bilmek ve O’nun birliğini ikrar etmektir.
Soru:
O’nu
bilmenin vâcip olduğunun delili nedir?
Cevap:
Bilmenin
aklın ulaşabileceği şeyler kapsamında olmasıdır. İnsan bir şeyle
karşılaştığında ve yapacakları konusunda âciz kaldığında, boyun eğip niyazda
bulunacağı ve sığınacağı bir ilâh edinerek ona dayanması gerekir. Sorunlarının
çözülmesi, kalbinin göğe yükselmesi ve bütün yaratılmışların duasının kıblesi
olması hasebiyle bakışını oraya yöneltmesi için bunu yapar. Böylece
yaratıcısından, kendisini var edenden hile ve zorunluluktan değil, tabii olarak
veya fıtraten yardım ister. Bu durum, aynı şekilde hayvanlarda ve canavarlarda
da bulunur. Onların, açlık ve susuzluktan helâk ve yok olma korkusunu
yaşadıklarında, korku ve ümit içerisinde başlarını göğe doğru kaldırdıkları
görülür. Yine çocukların sıkıntı anında dileklerini göğe yönelttiklerini
hepimiz görmüşüzdür. Bütün bunlar, akıl sahibi insan bir yana, canlıların
fıtratına işaret etmektedir. Bu, Kur’ân’da ve hadiste yer alan fıtrattır.
Ancak insanların çoğu mutluluk anlarında bunu göz ardı eder ve sıkıntı anında
buna dönerler. Yüce Allah “Denizde bir tehlikeyle yüz yüze kaldığınızda
Allah’tan başka bütün çağırdıklarınız kaybolup gider”89 buyurmuştur.
Cafer
es-Sâdık’ın yanında bir adamın yaratıcıyı inkâr ettiği ve onun da deliller
getirdiği, ancak onu ikna edemediği anlatılmaktadır. Bunun üzerine kendisine
“Hiç gemiye bindin mi?” diye sorulur. “Evet, bir defasında kırıldı ve ben de
bir tahta parçasına tutunarak sahile ulaştım. Sahile ulaştığımda tahta kırıldı”
dedi. Bunun üzerine Ca‘fer ona “Levha elinden gittiğinde, dayandığın sebepleri
ortadan kaldıran kimseden kurtuluş ümit etmekteydin” dedi. Adam sustu ve Cafer
“Kurtuluşun kendisinden olduğu kimse, seni yaratan Allah’tır.” dedi. Bunun
üzerine adam müslüman oldu.
Soru:
Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Size kocakarıların dinini öneririm” hadisi,
aklî delillendirmeyi yasaklıyor mu yoksa yasaklamıyor mu?
Cevap:
Bunda
aklî delillendirmeden nehiy yoktur. Bu, delikanlı ve gençlerden selamette
bulunanların habersiz olduğu bu durumu da hoş görmelerine dikkatleri
çekmektedir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî, DiyânâtülArab isimli kitapta
şunları gördüğünü nakletmiştir: Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) İmrân
b. Husayn’a “Senin kaç tane ilâhın var?” dedi. O “On tane” dedi. “Gamlı iken,
kederli iken, büyük bir şey başına geldiğinde kime sığınırsın?” dedi. “Allah’a”
dedi. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ey İmran b. Husayn, o hâlde
Allah’tan başka ilâhları ne yapacaksın?” dedi ve o da müslüman oldu. Allah’ın
“Onlara, kendilerini kimin yarattığını sorarsınız, ‘Allah’ derler.”[170]
ve “Allah’ın cezasını gördüklerinde ‘Bir tek Allah’a iman ettik ve O’na şirk
koştuklarımızı inkâr ettik.’ derler”[171] âyetleri
de bu kabildendir. Dünyanın her tarafında bulunan insanların bizzat kendi
nefisleri, hiçbir öğretici olmaksızın kendilerini yaratan bir yaratıcının
olduğunu itiraf etmeye davet eder. Bunların bir delilleri yoktur. [Aynı
şekilde] kendilerini İslam’a veya şirke davet edenin ulaşmadığı Türk, Kürt,
Bedevî ehli, Hind ve Çin’in uzak ahalisi, ada halklarının tamamının arasında
[ortak] bir ıstılah yoktur. Onlar sadece kunut ederek dua ettiklerinde,
dualarını kabul ederek, kendilerinden felaketleri defettiğini ve büyük olaylar
karşısında kendilerine çıkış yolları açtığını gördükleri için, çoğunluğa karşı
O’nun yaratıcılığına şehadet getirmekle yetinmektedirler. Bazen bunları sadık
rüya, fal ve zecr ile, yaratılanlardan kendilerine yardım edecek hiçbir
kimsenin bulunmadığı yerlerde düşmanın elinden kurtularak tecrübe etmişlerdir.
Yine âfakta ve nefislerinde meydana gelen acayip ve nadir olayları müşâhede
etmişlerdir. Dolayısıyla nefisleri Hak olan bir ilâha tanıklık etmiştir. İşte
Allah’ın “Peygamberleri, ‘Allah’la ilgili bir şüphe mi var?’ dediler.”[172]
âyeti de buna işaret etmektedir. Bir defasında bir bedevi, ibadet ettiği putuna
bevl eden bir tilki görmüş ve şöyle demiştir:
Tilkilerin
başına işediği, rab midir? / Tilkilerin işediği kimse zelil olmuştur Putlardan
ve bütünüyle şirkten uzağım / Allah’ın şüphesiz galip olduğuna inandım
Bunların
tamamı zorunluluklara yakındır. Bu nedenle bazıları Mârifet zorunludur ve
insanların tamamı, yöntem ve gerekçeleri farklı ise de yaratıcıya işaret
etmektedir. Sadece zâtın künhünü bilmiyorlar. Bu nedenle davetçiler ve
peygamberler, bizlere yaratıcının varlığını öğretmek için değil, bizi tevhide
davet etmek için gelmişlerdir. Yüce Allah “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur.”[173]
buyurmuştur. İnsanlar O’nun varlığını itiraf ettikten sonra, Allah’a şirk
koştukları şeriklerden dolayı veya O’nun vâcip olan sıfatlarından bazılarını
inkâr ederek ya da O’nun için imkânsız olan şeyleri kabul ederek veyahut
nübüvveti inkâr ederek şirke girmişlerdir. Sultan Mahmud Sebüktekin (rh.a)
Hint’teki Şamanların beldelerini fethedince, ona yaşından dolayı tenkid edilen
bir rahib geldi. Onları vehimlendiriyor ve bazı kelimelerle onları
durduruyordu. Sultan tercümana ne söylediğini sordu. “Allah Allah” dediğini
söyledi. Bunun üzerine Sultan, tercümana “Ona söyle ‘Siz Yüce Allah’ı biliyor
musunuz?’ dedi. Hintçe bir şeyler söyledi. Tercüman “Çevreden merkeze doğru,
düzgün çizgilerin tamamı eşittir.” dediğini söyledi. Bu da yapılan açıklamalara
bir örnektir.
Böylece
şayet peygamberler bize yaratıcının varlığını öğretmek için gelmiş olsalardı
Allah’ın “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur.” demeyeceği anlaşılmış oldu.
Belki “Bil ki senin bir ilâhın vardır.” derdi. “O’nun bir tek ilâh olduğunu bilsinler
diye”[174]
âyeti de bu anlamdadır.
Soru:
Usûlcüleri
bu konuda delillendirme yöntemine yönlendiren şey nedir?
Cevap:
Bu
yönteme yönelmelerinin sebebi, mümkün varlıkların müreccihe muhtaç olmalarını
delil getirme gibi, bu konudaki istek ve arzuları kesin olarak cevaplama
isteği olduğu söylenir. Çünkü onlar da fıtratın tanıklık ettiği hususun
insanlara daha yakın olduğunu ve daha çabuk kavranılabildiğini bilmektedirler.
Çünkü hariçteki mümkün ve muhdise delâlet eden hâdis, doğru akıl yürütmeye
bağlıdır. Bu, akıl yürüten için zarûri bir sebeptir. Yüce Allah “Darda kalan
kendisine yalvardığında imdadına yetişen kim?”[175],
“Yaratmayı başlatan ve iade eden kim?”[176] ve
“Yeryüzünü yerleşmeye elverişli kılan kim?”[177] gibi
daha başka birçok âyetin tamamında, istifham-ı takriri yöntemiyle buyurmaktadır.
Yüce Allah, kullarına kendilerini yarattığı fıtratı takrir etmektedir.
Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?”[178]
ve Allah hakkında şüphe mi var?”[179] âyetleri
de bunun gibidir. Bu konuda merfû olarak, Allah’ın kulları kendini bilecekleri
şekilde yarattığı, şeytanın bunu unutturduğu ve peygamberlerin tevhidi
hatırlatmak, nazarî delillendirme ve aklî delillerle şeytanın vesveselerinden
arındırmak ve akıl sahiplerine onlar vasıtasıyla teklifleri yöneltmek için
gönderildikleri nakledilmiştir.
İmamü’l-Haremeyn’e
zât hakkındaki bilgi sorulduğunda (rh.a) şöyle derdi: “Bu, aklın çaresiz
kaldığı bir durumdur. Ancak delillerle Allah’ın varlığı ve O’nun hakkında
mümkün, vâcip ve müstahil olan şeyler, birbirinden, yön (tahyis) ve ayırt etme
olmaksızın bilinir. Sadece O’nun azîz olan zâtının varlığı bilinir. Örneklerle
meydana gelmiş inanılan bir şeye boyun eğmek ve yaratmayla ilgili delilleri
terk etmek, ta‘tîle yol açar. Şu var ki Hakk’ın hakikatini anlamaya götürecek
bir yol bulunmamaktadır. İmâm Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) “İmâm’ın ‘yön
olmaksızın’ ifadesi, mekânın yokluğuna dair bir işarettir.” demiştir. “Allah
arş yönündedir.” veya “Kürsü yönündedir.” denilemez. “Ayırt etme olmaksızın”
ifadesi ise temyizin biri diğerinden bir vasıfla ayırt edilen iki cins arasında
olması nedeniyledir. Oysa Allah’ın zâtının bir cinsi olmadığından, kendi cinsinden
ayırt etme söz konusu olmaz. Ancak eşya, O’ndan hudûs ile ayırt edilebilir.
“Meydana gelen inanılan bir şey” ifadesi, fikrin ihata açısından, kendisinde
son bulduğu şey anlamındadır. Merfû bir hadiste “Hepiniz Allah’ın zâtı
konusunda aptalsınız.” buyrulmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
[Zekeriyyâ]
el-Ensârî delillerin geçersizliği kapsamında, Kâdı Ebûbekir el-Bakıllânî’nin
Allah için en özel vasfı tespit ettiğini ve hiç kimsenin onu idrak etmesinin
mümkün olmadığını zikretmektedir. Daha sonra “Ebû İshak el-İsferâyînî de bu
mânaya işaret etmiştir.” demiştir. İmâmü’l-Haremeyn “Aklın bir meziyeti vardır
ki Allah’ın bazı akıl sahiplerine zâtın hakikatine ulaşma meziyetini ikrâm
etmesi ihtimal dışında değildir. Zira Allah “De ki: Rabbim ilmimi artır.”[180]
buyurmuştur.
Bu
meziyetin akıl yürütmede yetkinlik olması muhtemeldir. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Ben sizin en çok Allah’ı bileniniz ve en çok O’ndan
korkanınızım.” buyurmuştur. İleriki mebhaslarda, bütün insanların zâtı tam
olarak idrak etmedeki acziyetlerini gösteren şeyler gelecektir. Allah kulu
sadece Lâilâhe illallah ifadesiyle tevhidi söylemekle yükümlü tutmuştur. İmâm
Malik ve daha başkaları da tevhidi bu şekilde târif etmişlerdir. Bunu bil,
bunlar kelâmcıların görüşleridir.
Sûfîlerin
görüşlerine gelince bunlar, gerçekten geniştir. Ancak onlardan bazı nükteleri
zikredeceğiz. Çünkü onlara göre istenilen mârifete ulaşmak, sadece ârif billah
olan bir şeyhin elinde mümkündür. Allah’tan yardım isteyerek şöyle deriz: Şeyh
Muhyiddin 177. bâbda şu ifadelerle bu hususa değinmiştir: “Bil ki eşyayı,
zâtına eklenmiş fazladan hiçbir şey olmaksızın, zâtıyla tanıyandan başka hiç
kimsenin, ilim ve mârifetle nitelenmesi doğru olmaz. Bu da sadece Allah’tır.
O’nun dışındaki herkesin eşyayı bilmesi, zâtına zait olan bir şeyi taklit
etmekten ibarettir. Bu kesinleştiğine göre, kul kendisi hakkında ilim konusunda
Rabbini taklit etsin. Bizim kulun zâtına zait bir şey olmaksızın eşyayı
bilmeyeceğini söylememizin anlamı, insanın Allah’ın kendisine verdiği
yeteneklerden biri olmaksızın bunu bilmeyeceği şeklindedir. Bu ise duyular
(havas) ve akıldır. İnsanın kendisine verilenler konusunda duyusunu taklit
etmesi gerekir. Bazen yanılır, bazen de durumun olduğu şekle uygun olarak bilgi
verir. Ya da aklını, kendisine verilen zarûrî ve nazarî bilgiler konusunda
taklit etsin. Akıl da fikri taklit eder, bazısı doğru bazısı da yanlıştır.
Dolayısıyla durum hakkındaki bilgisi ittifakla[181]
gerçekleşir. Böylece taklitten başka yöntem kalmamaktadır. Durum dediğimiz
gibi olunca, akıl sahibinin Allah’ı bilmeyi dilediği zaman, yeteneklerinin
kendisine verdiğini değil, O’nun peygamberlerin diliyle kendisini haber verdiği
gibi taklit etmesi gerekir. Vârit olduğu gibi Allah kendisinin kulağı, gözü ve
tüm yetenekleri oluncaya kadar, ibadetleri çokça yapmalıdır. Bu durumda her şey
Allah ile bilinir, Allah da Allah ile bilinir. Artık ne bir cehalet ne bir
şüphe ne bir şek ne de bir tereddüt meydana gelir.
Ey
kardeş! Duyduğun şeyler konusunda dikkatini çektim. Zira nazar ehli olan akıl
sahipleri, nazarın, duyuların ve aklın kendilerine sağladıkları bilgilerle
Allah’ı bilen olduklarını sanıyorlar. Oysa bunlar, kuvvetlerinden dolayı taklit
makamındadır. Hiçbir yetenek yoktur ki hata etmesin. Bunu bildikleri hâlde
kendilerini hataya sürüklediler ve duyu, fikir ve aklın hakkında hata ettiği
şeylerle hata etmediği şeyleri birbirinden ayırdılar. Hata olarak kabul
ettikleri şeyin sahih olabileceğini anlamadılar. Bu ağır hastalık, her
konudaki ilim başkasından değil, sadece Allah’tan alınmadıkça devam eder. O,
eklenmiş bir şeyle değil, zâtıyla âlimdir. Allah’ın sana öğrettikleriyle âlim
olman gerekir. Çünkü bu durumda bilen, bilmez olmayan ve ilminde mukallit
olmayan Yüce Allah’ı taklit etmiş olursun. Allah’tan başka mâsum olmayanları
taklit eden herkes, hata yapma ihtimali olan, isâbet etmesi de ittifakla mümkün
olan bir mukallidi taklit etmiş olur.
Ey
Kardeş! Allah’ın sana emrettikleriyle meşgul ol ve Allah senin bütün
yeteneklerin oluncaya kadar ibadete devam et. Böylece işinde basiret üzere
olursun, bunun dışında O’nun bilgisini talep etme. Bütün insan ve cinlerin
(sakaleyn) ibadetlerini yapsan bile bunun dışında O’nun mârifetine ulaşamazsın.
Sana nasihat ettim. Hak Tealâ, kendisi hakkında, haberi getiren kimsenin sadık
olduğuna/sıdkına ve ona iman etmenin lüzûmuna delil getirdiği hâlde aklî
deliller ve sahih fikirlerin reddettiği birtakım şeylerle kendisinden haber
vermektedir. Kâmil olan kimse, Rabbini taklit eden ve sıfatların te’vili konusunda
aklını taklit etmeyendir. Akıl, sahibiyle birlikte bu sözün Allah’tan olduğu
konusunda taklit üzere görüş birliği yapmıştır. Kulun ondan bir şeyi tenkit
edecek bir tartışma içerisine girmesi doğru olmaz. Ey kardeş! Sıfatların hakikatiyle
ilgili bilgiyi Allah’a havale et ve şeriatın öngördüğü ibadetleri yap. Böylece
O sana ilminden verir ve bununla O’nu bilen (ârif) olursun. İşte bu, istenilen
mârifet ve kendisine ne önden ne arkadan bâtılın karışmadığı sahih ilimdir.
Soru:
Keşif
yöntemiyle sabit olan Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Nefsini
bilen rabbini bilir.” hadisinin anlamı nedir?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in 177. bâbda dediği gibi, bu sözün anlamı, nefsini kendisinde
Hakk’ın zât ve sıfatlarının, ilminden ona vermesi, onu yeryüzüne halife
bırakması, dost edinmesi, azletmesi, affetmesi, intikam alması gibi kendisini
nitelediği şeylerle, onu nitelediği gibi bilen demektir. Anlamının “Var olmak
için muhtaç olması” şeklinde olması da mümkündür. Yine her iki mânanın da
birlikte geçerli olması da mümkündür.
Soru:
Niçin
Yüce Allah Onlara kendi nefislerinde ve âfakta âyetlerimizi göstereceğiz.”[182]
âyetinde “nefislerle” yetinmeyerek, “âfak”ı da ekledi?
Cevap:
Âfakın
da eklenmesi, kulun âfakta nefsin kendisine veremeyeceği Allah hakkındaki bir
bilginin bulunduğu hayaline kapılmasından sakındırmak içindir. Âfaka havale
edip nefsin kendisine verdiğinin dışında bir şey bulamayınca, bu hayali
kaybolur. Çünkü nefis âlemdeki bütün hakikatleri bir araya getirmiştir. Ey
kardeş! Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine olan düşkünlüğünün
büyüklüğüne/çokluğuna bak.[183]
Keşfen sabit olan “Nefsini bilen rabbini de bilir.” hadisinde mârifetullah
yolunu ne kadar kısaltmış ve burada âfaktan bahsetmemiştir.
Soru:
İşinde
bir basiret üzere olmayanların, Allah hakkında çokça cehâletten kurtulma
yolları nedir?
Cevap:
Kurtuluş
yolu, te’vil yapmamak ve bu ilmi Allah’a bırakarak teslim olmaktır.
Soru:
Bir
kimsenin, insanların ulaşabileceği bütün yöntemlerle mârifetullaha ulaşması
mümkün müdür?
Cevap:
Evet,
Ehlullahtan olan büyüklerde olduğu gibi mümkündür. Onlar, İslâmî mûtekedat
yollarından bütün yollarla Allah’ı bilirler. Çünkü hiçbir şey yoktur ki Allah
onda var olan sırrıyla veya varlığıyla orada bulunmasın. Bu müşâhedenin
sahibi, yaratılmışların sûretinde kaim olan sırrıyla Hakk’ı muhatap alır. Sehl
b. Abdullah’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Otuz sene boyunca Allah ile
konuşmaktaydım, insanlar da kendileriyle konuştuğumu sanıyorlardı.”
Soru:
Bu
şekilde kemâle ermiş olan kimseden hatalar mutlak olarak kalkar mı?
Cevap:
Evet,
çünkü onun ilmi Allah’ın ilminden olduğu için, ilmini fikir ve nazar yöntemiyle
elde ettikleri için hata edebilen kimselerin aksine usûlde de furûda da hata
etmez. Bunu Şeyh Muhyiddin (rh.a) zikretmiştir.
Soru:
İlâhi
tecellî, kalplerde mârifetin bulunmasıyla daima var mıdır yoksa bazı kalplerde
ve bazı vakitler de mi vardır?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in 177. bâbda dediği gibi ilâhi tecellî, bütün müslüman kalplerde
dâimîdir ve üzerinde hiçbir perde yoktur. Ancak bunun o olduğunu bilmez. Yüce
Allah âlemi yaratacağı zaman, o henüz yokluk hâlindeyken sözünü kendisine
işittirmiştir. Bu, “Ol” sözüdür. Dolayısıyla âlem, Hak Teâlâ’yı müşâhede
etmezken, Allah onu müşâhede ediyordu. Çünkü bütün mümkün varlıkların
gözlerinde yokluk perdesi bulunmaktadır. Dolayısıyla kendisi yok iken,
karanlığın ışığı görmesi gibi vücûdu idrak etmez. Çünkü aslında karanlığın
devam etmesiyle birlikte ışığın kalması asla söz konusu değildir. Yokluk ve
varlık da böyledir. Hak, imkânı ve kabul etme istidadı bulunduğu için mümkün
varlıklara tekvinle emrettiğinde hemen onun tamamlanan kısmını görmeye
çalıştın. Çünkü işitme yeteneği gibi görme de vücûd açısından değil, sübut
açısından onun yeteneklerindendir. Mümkün, var olduğunda nûra boyanır ve yokluk
kaybolur. Sonra gözleri açılır ve salt hayr olan varlığı görür. Onun ne
olduğunu ve tekvinle emredeni bilmez. Tecellî, ona kendisine var olmayı
bahşedeni değil, gördüklerini bilgi olarak ifade eder.
Işık
kendisini kuşatınca, soluna bakar ve yokluğu görür ve bunun gerçekten böyle
olduğu anlaşılır. Bu durumda gölgenin şahıstan yayılması gibi o, ışıkla karşı
karşıya gelince yayılmıştır. “Bu nedir?” demiş, sağ yanındaki ışık (nûr) “Bu,
sensin.” demiştir. “Şayet sen nûr olsaydın, gölgenin eşyası (ayn) ortaya
çıkmazdı. Ben nûrum ve onun gidişiyim (mezhep). Sende bulunan nûr ise zâtının
bana yönelmesi itibariyledir. Bu, senin “Ben” olmadığını bilmen içindir. Ben
gölgesiz nûrum, sen ise mümkün olmandan dolayı oluşturulmuş nûrsun. Kıblene
nispet edilsen de önceki yokluğa nispet edilsen de varlık ve yokluğun bizzat
kendisisin, hayır ile şer arasındasın. Gölgenden yüz çevirirsen mümkün olmandan
yüz çevirmiş olursun. Mümkün olmandan yüz çevirirsen, cehalette olursun ve beni
bilmemiş olursun. Benim senin ilâhın, rabbin ve mucidin olduğuma dair, mümkün
olmandan başka delilin yoktur. Bu da gölgeni müşâhede etmendir. O hâlde gölgeni
bırakıp nefsine yönelme ki senin ben olduğumu iddia edip cehâlete düşmeyesin.
Gölgene, kendini benden müstağni kılacak bir nazarla bakma. O, sana samimi
olmayı miras bıraktı ancak niçin yaratıldığını bilmiyorsun. Bazen öyle bazen de
böyle ol. Sana iki göz yarattım ki birisiyle beni, diğeriyle gölgeni göresin.”
demiş ve bu konuda sözü uzatmıştır.
Daha
sonra şöyle demiştir: Bil ki mârifetullah ilimlerinin gerçekleşmesi, ilâhi
isimlerin mertebelerinden Hannân ve Mennân isimleri ve kâhir ile intikam
isimlerinin müşâhede edildiği gibi, varlıkta kemâl ve noksanı bilmektir. Şayet
isyankâr olmasaydı Hakk’ın kullarına olan hilim, hoşgörü ve afvı gibi lütfunun
kemâli ortaya çıkmazdı. Böylece varlığın içinde bulunan nisbî noksanlığın,
varlığın kemâlinden olduğu anlaşılmış oldu. Yüce Allah, kendisi dışındakilerin
kemâli hakkında “Her şeye özüyle varlık veren.”[184] buyurmuştur.
Noksan kıldığı her şeyin noksanlığı, kendisine varlığını vermiş ve kendisine
vefa göstermiştir. “Sonra hidâyet verdi.” ifadesi, emr diliyle kemâlden çıktığı
şeyleri açıkladı da Allah’ın onu bıraktığı gibi, noksanlık ismi üzerinde karar
kıldı, anla!
Soru:
Noksanlık
insandan başka şeylerde de var mıdır yoksa insana ait bir özellik midir?
Cevap:
Şeyh’in
177. bâbda dediği gibi manevî noksanlık, âlemdeki hiçbir şeyde değil, sadece
insanda zuhûr eder. Şayet cinlerde varsa bile bunu sadece havas bilir. Bu,
insanın âlemin veciz bir özet olarak üzerinde toplaması, âlemin de uzun ve
geniş olması nedeniyledir. Şöyle dedi: “Bil ki ulûhiyyetin kemâli şeriatlar ve
aklî delillerle zâhir olduğuna göre, şeriat tenzih ve daha başka şeyleri getirmiş,
akılsa sadece tenzihi getirmiştir, bu da mârifetullahın yarısıdır. Buna bağlı
olarak akıl, birçok şerî hükmü Allah’tan nefyetmiştir. Zira şeriat, aklın Allah
için nefyettiği şeyleri haber vermiş ve iki şeyi birlikte getirmiştir. İşte
bu, Yüce Allah’a layık olan kemâldir. Allah, akla hayreti vermiştir. Şayet
hayreti vermeseydi, yarattığı şeylerin hükmüne tâbi olurdu. Zâtlarıyla hissî ve
hayalî yetenekler, kendi mûcitlerini görürler, akıl ise O’nun zâtını nefiy ve
ispat eder ve vücûp, cevâz ve imkânsızlık (muhâl) gibi delillerini talep eder
ki böylece mûcidini bilsin. Hislere ve hayale, aklî delillerin delâlet ettiği
soyutlama ile hitap eder, duyular (havas) da işitir, hayal ile havas hayret
etmiş ve “O’ndan elimizde hiçbir şey yoktur.” demişlerdir. Allah, akılların
idrakinden, duyular ve hayâlden münezzeh olmuş ve kemâl açısından hayret
edilmek sûretiyle yegâne kalmıştır. O’ndan başka kimse O’nu bilmez, O’ndan başkası
O’nu görmez. O’nu hiçbir ilim ihata etmez ve hiçbir göz görmez.
Müşâhede
edilen eserler, yönelinen makam, hamd edilen mertebedir. İlâh ise hem münezzeh
hem de ibadet edilen müşebbehtir. İşte bu ilâhi kemâldir. İnsan, hayret ve
hamd kemâli arasında ortada kalmıştır; işte bu, âlemdeki gibidir. Ancak insan,
âlemi tamamlamış ama insan, âlemle tamamlanmamıştır. Anla! Özet olarak İmâm
el-Muhasibî “Mârifetin toplamı, şu dört şeyin ilmine döner: Allah, nefs, dünya
ve şeytan.” demiştir.
Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Bizim söylediğimiz, mârifetin, nefisle bilme dışında
bir yönteminin olmadığıdır.” En doğrusunu Allah bilir. İnşallah bu
kitapta, seni rahatlatacak ölçüde mârifetle ilgili konular gelecektir.
Mebhasların çoğunluğu azîz ve celîl olan Allah hakkındadır. Bunu bil, en
doğrusunu Allah bilir.
Sonuç:
Ârif billah ve onun sıfatları hakkındadır
Şeyh
Muhyiddin 177. bâbda şöyle demiştir: “Sûfîlere göre ârif, kalbi heybet,
sekînet ve Hak’tan başkasını müşâhede etmekten uzak olmayı hisseden kimsedir.
Allah’ı anıp, zikir ona hâkim olduğunda, her bakanın heybette kaldığı
kâinattaki heybet kaybolur. O, fiil ve vasl olmaksızın Allah’la beraberdir,
çokça utangaçtır, kalbinde tâzim vardır ve Hakku’l-Hakk’ı kendi hazlarına
önceler. Karnı aç ve bedeni çıplak olduğu hâlde Allah’tan başkasını görmediği
için asla üzülmez. Sürekli bir şekilde uçmakta, gözleri ağlamakta, kalbi
gülmektedir. Yer gibidir, iyi ve kötü onu çiğner, bulut gibi her şeyi gölgelendirir,
yağmur gibi gerekeni ve gerekmeyeni sular, hiçbir şeyi arzulamaz. Zevk
açısından sadece Allah’a muhtaçtır. Durumu fakr ve Allah karşısında zillettir.
Vâridatlar, bulunduğu ortam nedeniyle farklılaşsa da namazında açıldığı gibi
ona yatağında da açılır.” Bu konuyu uzunca anlatmıştır.
Sonra
şöyle demiştir: “Bize ve bizim dışımızdaki muhakkiklere göre ârifin sıfatı,
bütün işlerinde hak üzere olması, himmet etmesi, hiçbir sınırlama olmadan
ancak hak ehlince bilinen ölçüye bağlı bir şekilde mutlak olarak varlık
üzerinde müessir olmasıdır. Canlı, melek, cin ve insan olmak üzere hiç kimse
onun sıfat ve özelliklerini bilmez. Makamı bilinmez, tektir ancak sıradan
olandan ayrılmaz; çokça zikretmek, makamının gizli olması ve bir bütün olarak
Allah’ın yarattıklarına şefkat etmesiyle ayırt edilir. Murad zuhûr etmeden
önce, Hakk’ın iradesini bilir. Allah’ın iradesiyle arif murad eder ve ne
tartışma, ne karşı gelme olur, ne de dilemediğinin vücûda gelmesi söz konusu
olur.
Oldukça
yumuşaktır, güzel ahlâkı kötü ahlâktan ayırır, ehliyle birlikte Hakîm'in tenzili
ile indirmesiyle, onun konumuna iner. Allah’ın uzak durduğu kimselerden
uzaklaşır ve bu uzaklığa rağmen ilişkilerini güzel tutar, kendisi gibi
âriflerin dışında kimsenin müşâhede edemeyeceği, bütün mahlûkatın zikrini
-farklı türlerden olmasına rağmenmüşâhede eder.
Bu
hususu uzunca açıkladıktan sonra şunları söylemiştir: “Ashabımız, mârifet ve
ilim makamları konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, mârifet makamının
rabbânî, ilim makamının ise ilâhi olduğunu söylemiştir.” Kendisinin bu görüşte
olduğunu ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Ebû Yezid, İbnü’l-Ârif ve Ebû Medyen
gibi muhakkiklerin de bu görüşte olduğunu söylemiştir. Başka bir grubun ise her
iki makamın da ilâhi olduğunu söylediğini, kendisinin buna da katıldığını
söylemiştir. “Şayet onlar, ilimle bizim mârifetten kastettiğimizi, mârifetle
de bizim ilimden kastettiğimiz kastediyorlarsa, görüş ayrılığı sadece
lafzîdir. Dayanağımız Allah’ın “Hak adına bildiklerinden dolayı, Peygambere
indirilenleri işittiklerinde gözleri yaş dolar.”[185]
âyetidir. Bunlar arifler’ ve ‘âlimler’ olarak isimlendirilmişlerdir.” Daha
sonra onların sözlerini zikrederek şöyle demiştir: “Rabbimiz, iman ettik.”
demişler, “İlâhımız, iman ettik” dememişlerdir. Bizim ne ilmimiz ne de
müşâhedemiz vardır.”
Bu
başlıkta (mebhas), söylediklerimizin tamamından, sûfîlere göre Allah’ı bilmenin
yönteminin, fikir üzere kurulu zan değil, keşif olduğunu öğrendin. Allah’ın
“Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor, Allah kullarına çok şefkatlidir.”[186]
âyeti üzerinde düşün. Sanki Yüce Allah “Allah’ın zâtı hakkında akıl
yürütmekten sakındırmamın sebebi, size olan merhamet ve şefkatimdir.” der.
Zira aklın düşünen yeteneğinin size verdiği ve peygamberlerimin diliyle
ispatlanan sıfatlarımı nefyettiğinizi, onları aklî delillerinizle
reddettiğinizi ve onlara iman etmeyi yasakladığınızı ve böylece ebedî şekâvete
girdiğinizi bilmekteyim.” Bu nedenle nazar ehlinin Allah hakkında söyledikleri
farklıdır. Her biri akıl yürütmesinin neticesi olarak konuşur, birisinin var
kabul ettiği şey diğeri yok sayar. Allah’ın zâtı hakkında, bir tek görüş
üzerinde ittifak etmemiş, ve Allah’ın onlara şefkatinden dolayı kendilerini
nehyettiği şeyi konuşarak O’nun peygamberlerine âsi olmuşlar, Allah’ın
rahmetinde yüz çevirmişlerdir. Amelleri boşa gitmiştir. İşte ey kardeş!
Şeriatın getirdiği her şeye itikadın kesin olsun. Anlasan da anlamasan da
teslim ol. Kuşkusuz Yüce Allah, kendisini en iyi bilen ve sözünde en doğru
olandır. Allah en doğrusunu bilir.
Yüce Allah’ın
Hakikatinin Diğer Hakikatlerden Başka Olduğu ve Dünyada Hiç Kimsenin Bunu
Bilmediğine İnanmanın Vâcip Olduğu Hakkındadır
Kelâmcıların
çoğunluğu, insanların dünyada bunu bildikleri görüşündedir. Zira insanlar,
O’nun birliğini bilmekle yükümlüdürler ve bu da O’nun hakikatini bilmeye
bağlıdır. Celâleddin el-Mahallî ve daha başkaları, bunun O’nun hakikatini
bilmeye bağlı olmasını reddetmiş ve sadece bir açıdan O’nu bilmeye bağlı
olduğunu söylemişlerdir. Bu da Firavun’un Mûsâ’ya (aleyhisselâm) “Âlemlerin
rabbi de kimdir?” dediği zaman, ona verdiği cevapta olduğu gibi, O’nun
sıfatlarıyla bilinmesidir. Daha sonra bu bilginin âhirette mümkün olup olmaması
konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, evet, rü’yetten dolayı mümkündür,
bazıları da hayır, değildir ve rü’yet hakikate fayda vermez demişlerdir. İbn
Sübkî ve Celâleddin el-Mahallî bunlardan hiçbirini tercih etmemişlerdir.
Şeyhülislâm Siraceddin el-Bulkînî, doğru olanın aklın bu bilgiye ulaşmayacağı
şeklinde olduğunu söylemiştir. Şeyh Kemâleddin İbn Ebû Şerif ise onların
görüşlerinin, dünyada bilinmediği doğrultusunda açık olduğunu söylemiştir.
Bunlar vuku bulanla (dünya) ilgili sözlerdir. İhtilaf ettikleri husus ise
âhirette O’nun konuşmasının aklen mümkün olup olmamasına dair bilgidir. Bunlar,
bu konuda muhakkik kelâmcıların gördüğüm görüşleridir.
Ehl-i
keşften olan sûfîlerin muhakkiklerinin bu konudaki sözleri, Allah’ın izniyle
kapalılığı giderecek şekilde sana apaçık olarak gösterilecektir. Bildiğin gibi
onlar, özellikle de Şeyh Muhyiddin (rh.a), Allah’ı çok iyi bildikleri için,
cismiyyet görüşüne en uzak kimselerdir. Bunu bildiysen şöyle derim: “Bil ki
insanların sıfat âyetleri konusundaki cehâletleri, başka hiçbir konuda yoktur.
İhtilaflarının çoğu, O’nun hakikatinin başka şeylerin hakikatinden farklı
olduğuna dair müşâhede hâllerindeki yanılgılarından kaynaklanmaktadır. Şayet
bunu müşâhede etselerdi, sıfat âyetleri ve haberleri hakkında hiçbir
tereddütleri kalmaz ve hiç kimse te’vile ihtiyaç duymazdı. Tecsîm ve cihet
görüşü gibi, İlâhi makam için noksanlık anlamı taşıyan anlayışlara sahip
olmaktan asla korkmazdı. Aynı şekilde ey kardeş, insanların sıfatlarının
tamamına bakmalı ve keyfiyet itibariyle Hakk’ı onların tamamından tenzih
etmelisin.
Söz
gelimi halkın özelliklerinden birisi zâtları itibariyle cahil olmalarıdır. Oysa
Hak Teâlâ cahil değil, aksine her şeyi bilen âlimdir. İnsanların özelliklerinden
biri de âciz olmalarıdır, Hak ise aksine dilediği her şeyin olmasını
sağlayacak kadar kudret sahibi olup âciz değildir. İnsanların bir diğer
özelliği de cihetlerinin olmasıdır, Hakk’ın ise ciheti yoktur. İnsanların
cismiyyeti vardır, Hak Teâlâ ise cisim değildir. Böylece Hak Teâlâ’nın şahıs,
tür veya cins olarak yaratılmışlara benzemesi asla söz konusu değildir. İleride
âriflerin görüşleri bahsinde bunun izahı gelecektir.
Şeyh
Muhyiddin 324. bâbda aynen şunları kaydetmiştir: “Bil ki hiç kimse için,
Firavunun sormakla hataya düştüğü gibi, Hak Teâlâ’nın mahiyetini öğrenmeyi
“Mâ” ile talep etmesi câiz değildir. Bu nedenle Mûsâ onun sorusuna mutabık olan
cevabı vermekten kaçınmıştır. Zira soru yanlış olunca, cevaplandırılması
gerekmez. Meclis avamın meclisi olduğu için, Mûsâ onun diliyle konuşmuş ve
Firavun sualine uygun cevabı vermediğini görmüştü. Çünkü sualinin
yöneltildiğini sanıyordu. Halbuki o, Hak Teâlâ’nın zâtının “Mâ” sorusunun
(matlap) kapsamına girmeyeceğini bilmiyordu. Hak Teâlâ’nın zâtı “J*” sorusunun
kapsamına girer ve bu, sorulanın tahakkuk edip etmediği bağlamında varlığından
sormaktır. Firavun cehâletini farkedince, orada bulunanların anlamamaları ve
onların Mûsâ’ya tâbi olmalarını engellemek için, ondan nefret ettirerek “Size
gönderilen bu elçiniz delidir.”[187]
dedi.
el-Fütûhât’
ın 1. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki Hak bir insanın O’nu kuşatmasından veya
birisinin O’nu bilmesinden münezzehtir. Başkasını değil, kendisindeki
tecellîyi bile bilmez. Baksana, kıyamet günü bir topluluğa onların
bildiklerinden başka bir tecellîyle tecellî eder ve “Ben sizin rabbinizim.”
der. Onlar da O’nun rubûbiyyetini inkâr eder, O’ndan kaçar, O’na sığınırlar.
Ancak bunun farkında olmazlar. Bu tecellîye “Senden Allah’a sığınırız, burada
rabbimizi beklemekteyiz.” derler. O zaman rablerinin alâmetiyle tecellî eder ve
böylece O’nun rubûbiyyetini, kendilerinin de ubûdiyyetlerini ikrar ederler.
Bunlar sadece alâmetlerle O’na ibadet etmişlerdir. Onlardan, bizzat O’na ibadet
ettiğini söyleyen kimse iftira etmiştir. Tecellî ettiğinde O’nu inkâr ettiği
hâlde bunu nasıl iddia edebilir? Dolayısıyla sadece peygamberler ve onların
vârisleri olan kâmiller bizzat O’na ibadet etmiştir. Allah, Hz. Muhammed’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “O’na ibadet et ve O’na tevekkül et.”[188]
demiştir. Yani bizzat O’na. Anla!”
Soru:
İlim,
işlerin hakikatini açığa çıkardığı hâlde “İlim, Allah’ın örtüsüdür.”
denilmesinin anlamı nedir?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhâtın 2. bâbında dediği gibi, bunun amacı -Allah korusunilmi
zemmetmek değildir. Söz konusu topluluğun kastı bu değildir. Kastedilen şey,
ilmin aracılığı olmaksızın hiç kimsenin Hak Teâlâ’yı bilmemesidir. Vasıta, sen
değilsin, senin Hak Teâlâ’yı bilmendir. Dolayısıyla Hak Teâlâ’yı hakikaten iyi
bilen, sen değilsin, senin ilmindir. İlmin sürekli senin Hakk’ın künhünü
öğrenmene perdedir. O’na ulaşmak için ilimde derinleşsen de ulaşamazsın. O’nu
idrak etmen için Hakk’ın sana tecellî etmesi doğru olmaz. Çünkü her tecellî
şimşek gibidir ve iki anda, asla var olmaz. İşte bu nedenle insanların Hakk’ın
keyfiyetine ulaşmaları reddedilmiştir, anla! Böylece herkesin Hak adına
müşâhede ettiği şeyin, sadece kendi ilmi olduğu anlaşılmış oldu. Zira sadece
ilimle bilmişsin ve ilim ise Hak olan mâlumu bilendir. İlim ile mâlum arasında
ise hiç kimsenin dibine ulaşamayacağı deryalar vardır. Hakikatleri farklı
olmasına rağmen onların arasındaki ilginin sırrı bir denizdir ve terkibi de
zordur. Hatta gerçekte ne ibâre ne de işaret onu idrak edemez. Sadece birçok örtünün
gerisindeki keşif onu idrak eder. Derin ve ince olduğu için, sadece
peygamberler ve onların evliyalardan kâmil vârisleri onu olduğu gibi ve güzel
bir şekilde görürler. Dolayısıyla idrak edilen bu şeyler bile bu kadar zor
olduğuna göre, bunları yaratan daha ileri düzeydedir.
Soru:
Bize
göre bir şey hakkındaki ilmin, ancak mârifetle gerçekleşeceği kesinleşmiş ve
kararlaştırılmıştır. Daha önce herhangi bir şeyle ilgili mârifetin iki bilinen
arasındaki münasebetin olmasını gerektirdiği geçti. Allah ile yarattıkları
arasında hiçbir şekilde bir münasebetin bulunmadığı da bizim için kesinleşmiş
ve kararlaştırılmıştır. O hâlde mârifetullah nasıl doğru olur?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ ın 2. bâbında dediği gibi, bundan kastedilen, O’nu
eserleriyle bilmenizdir. Zât’ı ise sâbık olan bir ilimle
asla bilinmez. Sadece bazı özel kimseler tarafından keşifle bilinir ki bunun
ifade edilmesi asla doğru olmaz.
Soru:
Bazılarının
kıyasü’l-gâib ale’ş-şâhid yöntemini ilm-i ilâhînin zâtının aynı ya da gayrı
olduğu konusunda delil getirmeleri doğru mudur?
Cevap:
Söz
konusu istidlâl doğru değildir. Zira Hak Teâlâ diğer konularda
yarattıklarından farklıdır ve yarattıklarıyla mukayese edilmesi doğru değildir.
Bu delillendirmenin şüpheli olmasının aslı, insanın bunu gördüğü zaman, ilmini
ve zâtını eksiksiz ve tam olarak nefyetmesidir. Şöyle demiştir: “Allah’ın ilmi,
zâtından başkadır.” Şaşılacak olan ise bundan sonra onu yüceltmesidir. Onu
nefsinin durumuna havale etmiş ve bununla mukayese etmiştir.
Soru:
Bir
kimsenin aklî delillerle rabbini bilmesi doğru olur mu?
Cevap:
Hiç
kimse için bu, doğru olmaz. Zira aklın, akıl yürüten ve araştıran olarak, asla
O’nun künhünü idrak edemeyeceği bilinmektedir. Çünkü onun dayandığı delil
(burhan) duyu, zaruret ya da tecrübedir. Bütün muhakkiklerin icmâıyla Hak
Teâlâ bu yöntemle idrak edilmez. Şayet bu araştırmacı ve akıl yürüten,
sanatsal bir şekilde yapılanlara, oluş ve değişimlere aklıyla bakarsa ve
bunların tamamının fâilini bilmediklerini görürse, Hak Teâlâ’nın asla aklî
delille bilinmeyeceğini anlar. Aklî ilmin varabileceği en son nokta, O’nun
varlığını ve bütün ilimlerin O’na zâtları itibariyle muhtaç olduğunu, ondan
müstağni olmayacağını bilmektir.
Soru:
Akılların
O’nun hakkında hayrete düşmelerinin hikmeti nedir?
Cevap:
Şeyh’in
177. bâbda dediği gibi Hak Teâlâ, kullarının akıllarını bu konuda kararsız
bırakarak, kendisinin yaratılmışların hükmü kapsamına girmesini engellemiştir.
Bu, hissî ve hayalî yeteneklerin mûcidini görmek için, onu zâtıyla talep
etmesinden dolayıdır. Akıllar ise mûcidini öğrenmek için zâtları ve delillerini
talep eder. Bu nedenle Yüce Allah, aklî delillerin delâletinden soyutlayarak
hayal ve duyulara hitap etmiştir. Duyular işitir ve bu nedenle duyularla hayal
hayrette kalarak “O’ndan elimizde hiçbir şey yoktur.” demişlerdir. Duyu ve
hayale benzemesinden dolayı akıllara da hitap etmiş, akıllar işiterek şaşırmış
ve daha önce geçtiği gibi “O’ndan elimizde hiçbir şey yoktur.” demişlerdir.
Allah, akıl, duyu ve hayalin idrak etmesinden yücedir. İşte bu nedenle Yüce
Allah, bir vasıf hakkında olduğu gibi değerlendirme konusunda yalnız kalmış,
O’nun dışında hiç kimse bunu bilmemiştir. Başkası ne müşâhede etmiş ne de
herhangi biri ilmiyle O’nu kuşatmıştır. Bu husus, tevhid başlığında da geçti.
Soru:
Bazı
mutasavvıfların Hak ile halk arasında bir münasebet belirlemeleri, bazı
açılardan doğru mudur?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 3. bâbında dediği gibi, hiçbir açıdan doğru değildir.
Böyle bir şey Ebû Hâmid el-Gazzâlî tarafından söylenmiş ise de, bu zorlama ve
hakikatlerden uzak bir yorumdur. Muhdes ile kadîm arasında hangi münasebet
olabilir? Misil kabul etmeyen ile misil olan bir şey arasında benzerlik nasıl
doğru olabilir? Allah’a yemin ederim ki bu, imkânsızdır. Daha sonra şöyle
demiştir: “Yüce Allah sadece kendisinin varlığını ve ulûhiyyetini bilmemizi
istemiştir. Hakikati istememiştir. İlk yaratılan ile rabbi arasında münasebet
olmadığı hâlde kendisiyle rabbi arasında sayılamayacak kadar vasıta bulunan
kimse ile arasında nasıl münasebet olsun?
Soru:
Takdirlerinize
göre hiç kimsenin Allah’ın zâtını murakabe etmesi asla doğru değildir. Oysa
Yüce Allah, kendisini murakabe etmemizi emretmektedir. Durum ne olacak?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ ın 126. bâbında dediği gibi, bize zâtın bizzat kendisini
değil, Hak Teâlâ’nın akıllara tenezzül ettiği, yaklaşık olan mislin hakikatini
murakabe etmemizi emretmiştir. Böylece onun merkezine dikkatlerimizi çevirelim.
Allah’ı bilenlerin mertebesi, hiçbir şeyin O’nun misli olmamasını gerektirdiği
için, misaller ve şekiller, onların evhamından kalktı, misallerden münezzeh
olan ilâhi durum sınırlandırılmadı ve kontrol altına alınmadı. Aksine durum
bilinmedi. Misallerin kalkması durumunda, söz konusu itikat anında Hak
Teâlâ’nın kendileri tarafından bilinmediğini anlarlar. Ayrıca Allah hakkındaki
bilgilerinin, sadece nesnel âlemde var olan eserlerin kendilerine verdiği
ma‘kul nispetlerden ibaret olduğunu anlarlar. Durum böyle olunca, ne keyfiyet,
ne mekân, ne misil, ne konum ne izâfet, ne araz, ne cevher, ne de kemiyettir
-ki o, miktardır-. Sadece bilinmeyen ve eserleri görülen, haberi bilinmeyen,
bizzat bilinmeyen, ancak varlığı bilinen bir fâildir. O hâlde kul kimi
murakabe eder, göz kimi görür, hayal kimi kontrol eder, zaman kimi sınırlar,
kimin sıfat ve hükümleri çoğalır, kimin hâlleri nitelenir, konumlar kimi ayırt
eder, ekler kimi ortaya çıkarır? Bu durumda bu sıfatları kabul etmeyen ve
ilminin şartı sadece münasebetlerle alâka kurulan, hayal ve hâdis hükmünü kaldırmak
olan birisi nasıl doğru olsun. Senin Hak adına bildiklerin bunlardır, sen
hepsinden kurtulmadın ve bunları sadece inandığın gibi buldun.
Şöyle
dedi: “İşte bu nedenle Sıfatullah’ın tevili hakkındaki görüşler farklıdır. Bir
grup “böyledir” der, diğeri “böyle değildir de şöyledir” der. Hiçbirisinin bu
konudaki bilgisi kuşatıcı değildir. Kâmil olan ise, hayreti artan ve hasreti
devam edip bu konuda maksadına ulaşmayandır. Zira elde edilmesi mümkün olmayan
bir şeyi arzulamış ve yolu bilinmeyenin yoluna girmiştir.” Sözü uzatmış ve daha
sonra şöyle demiştir: “O hâlde hiç kimse Hakk’ın kendi kendisini bildiği gibi,
O’nu bilmemiştir.”
Soru:
Size
göre bütün bilinen işler, illetlidir ve Allah hakkındaki keyfiyet meçhuldür.
Cevap:
Şeyh’in
“Esrâr Bâbı”nda dediği gibi “Evet, yaratılmışların ilmi, asla illetsiz olmaz.
Sadece Hak Teâlâ ilminde illetin yokluğu yönünden münferittir. Ezelden ebedin
aslıdır. Aklî önermelerde delil ile medlûlü bir araya getirmesi gereken bir şey
gerekli olduğu için, tefekkür ehli birtakım muhdes şeylerden yola çıkmışlardır.
Hak Teâlâ ise delil ile idrak edilmez. O’nun künhünü bilmenin herhangi bir
yöntemi yoktur. Bazen bizi O’nu bilmeye davet etmektedir; ancak bu davet,
sıfatlarına yapılmaktadır. Dolayısıyla bilginin taalluk edeceği bir sıfatın
olması gerekir. Akılda tenzih sıfatlarından başka bir şey bulunmamaktadır. Din,
teşbih yoluyla bunlara birtakım açık sıfatları da eklemiştir. Başına ya da
sonuna bunlar ilave edilmiştir. “Esrâr Bâbı”nda, sınırlama olmaksızın zâtın
bilinmeyeceğini söylemiştir. Şayet bu şekilde mutlak olursa, benzerleri
bilinir ve gerçekleşir. Itlâk, hem efendiler hem de köleler hakkında
sınırlamadır. Aynı yerde “Zât meçhuldür; ne illet, ne malûl, ne de delilin
medlûlüdür. Delilin özelliklerinden biri de delilin medlûle bağlanmasıdır. Zât
ise ne bir şeye bağlanır ne de karışır.” demiştir.
Yine
aynı bâbda “Bil ki her ne kadar yüksekte görünüyor ise de tenzih, münezzehin
tanımlanması için, kendisinin karşıtı ve teşbihi olması gerektiğinden,
benzetilenin tesniye olmasına döner. Tenzih teşbihe döndüğü takdirde Allah’ı
bilme nerede gerçekleşsin? O hâlde tenzih, naklen iletilmiş ancak akılda bir
delili yoktur.” demiştir. Bu bâbda “Aralarında cinsdeşlik açısından herhangi
bir münasebet söz konusu olmadığı için, hiçbir yaratılmışın Allah ile ünsiyet
kurması doğru değildir. Allah ile ünsiyet kurduğunu iddia eden kimse, kendi
salih amelinin nûruyla ünsiyet kurmuştur.” demiştir.
Bu
şöyle izah edilebilir. Ünsiyet karşılıklı şekillerde olur. Şekillere girme
benzerlik, benzerlik de zıtlıktır. Zıtlık ise uzaklıktır. Şeyh “Mübadele” kitabında
“Ârifbillâh olanların himmetleri, onlar henüz mârifetin ilk adımında iken sona
erer. Dolayısıyla onlar mârifetin ilk basamağında onunla berberdir. Ancak
onların ömürleri, Allah’ın celâline yakışır bir şekilde O’nu bilmeye yetmez.”
demiştir.
Şerhu
Tercümâni’l-Eşvâk’ta “Bütün yaratılmışlar, Ahadiyyet
perdesinin arkasında durmaktadır. Bu perdenin yanında âlimlerin ilmi ve
âriflerin mârifeti son bulur. Dostların büyüklerinden olsa bile, hiç kimsenin
bu perdeyi aşması mümkün değildir. Efendim Ali el-Vefâ (rh.a) “Hakk’ın zâtı,
herhangi bir ilim veya idrakin kapsamına girmekten yücedir.” demiştir.
Soru:
Zât
meçhul ise “Falan kişi Allah’ı bilenlerdendir” ifadesinin anlamı nedir?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 6. bâbında dediği gibi, bununla kastedilen O’nun zâtının
bilgisi değil, varlığı ve sahip olduğu kemâl sıfatların bilgisidir. Çünkü
diğeri imkânsızdır O, ne delille ne de burhanla bilinir. Hiçbir tanımı
yapılamaz, O’nun hakkındaki ilmimiz sadece “O’nun gibi hiçbir şeyin olmadığını”
bilmekten ibarettir. O’nun mahiyetini anlamak, bizim için asla mümkün değildir.
Soru:
Bazıları
“Hakk’ın bilinmesi, O’nun tenzih ve teşbih yöntemiyle bilinmesi olmaksızın
tamamlanmaz ve teşbih gerçekten mevcuttur.” demişlerdir.
Cevap:
Biz,
teşbihin hakikatte bir varlığının olmadığına inanmaktayız. Bazı kimselerde bu
düşüncenin bulunması, perdelerin kalın olmasından dolayı müşâhedelerin zayıf
olması sebebiyledir. Şayet perdeleri açılırsa, kesin olarak kullarının
akıllarına inen sıfatlardan hiçbirinde yaratılmışlara benzemenin kesinlikle
söz konusu olmadığını bilirlerdi. Ey kardeş, düşün! Susuz olan, uzak olduğu
müddetçe serabı su sanır Ancak yaklaşınca orada su bulamaz ve zannının yanlış
olduğunu anlar. Allah’ın kelâmının ses ve harfle işitilmesini de bununla mukayese
et! O’nun âhiretteki bir tecellî ile görülmesi ise farklı sûretlerdedir.
Bu,
akıllara inenlerdir. Şayet Hak Teâlâ perdesini açarsa O’nun kelâmını ses ve
harf olmaksızın işitirler ve O’nu ma‘kul olmayan bir sûrette görürler. Ancak
perde olduğu için, ses ve harf olmaksızın, O’nun kelâmını anlamamakta ve sûret
olmaksızın O’nu akledememektedirler. Allah bunlardan yüce ve büyüktür. Efendim
Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Bizden sana (Allah) olan her
şey niteliksiz, senden bize olan her şey ise niteliklidir.”
Soru:
Zâtın
kâinatla bilinmesini engelleyen şey nedir?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 16. bâbında dediği gibi, kâinatın O’nunla ilişkisinin
sadece O’nu çağrıştıran bir ilişki olması sebebiyledir. Bu, rızık verenin
rızıklandırılanları çağrıştırması gibi yaratıcının mahlûkatı çağrıştırmasıdır.
Aynı şekilde kuşkusuz Zât âlemden müstağnidir ve hiçbir şeyle bu anlamda
ilişkisi söz konusu değildir. İşte bu nedenle kâinat üzerinden bilinmez.
Soru:
O
hâlde fikrin, aklen veya şer’an Hakk’ın zâtı hakkında ne bir hükmü ne de mecali
vardır?
Cevap:
Şeyh’in
144. bâbında dediği gibi, şeriat “Zâtı konusunda sizi sakındırır.” ifadesiyle,
Allah’ın zâtı hakkında düşünmeyi menetmiştir. Yani O’nun zâtını tefekkür
etmeyin. Yine merfû bir hadiste “Hepiniz Allah’ın zâtı konusunda ahmaksınız.”
şeklinde ifade edilmiştir. Yani “O’nun zâtı hakkında bir bilgiye
ulaşamazsınız.”
Soru:
Allah’ın
zâtı hakkında düşünmeyi menetmenin sebebi nedir?
Cevap:
Bunun
sebebi, bizim zâtımızla O’nun zâtı arasında herhangi bir münasebetin
bulunmamasıdır. Bu nedenle ehlullah, O’nun zâtı hakkında sistemli bir akıl
yürütmeden menetmiştir. Zira bu bir hâldir ve muhafaza edilemez. Bu nedenle
hata ya da isabet ettiği bilinmez.
145.
bâbda şöyle demiştir: Tefekkürün menedilmesinin sebebi, hiç kimsenin ya
mahlûkat üzerinde ya da ilâh üzerinde düşünmekten başka bir yönteminin
bulunmamasıdır. Mahlûkat üzerinde düşünmesinin en üst derecesi, onu delil
edinmesidir. Delilin medlûle zıt olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla akıl yürüten
açısından delil ile medlûlün aynı tanımda buluşması imkânsızdır. Mahlûkât için
delil edinmek amacıyla ilâh hakkında düşünmek ise açık bir edepsizliktir. Zira
Hakk’ı bizzat kendisi için değil, başkası için delil kılmak üzere talep
etmektedir. Bu ise apaçık bir cehâlettir. Zira hiçbir şey başka bir şeye
kendisine olduğundan daha (iyi) delil olamaz.
Soru:
Birisinin
Allah hakkındaki bilgisi, onun akıl yürütmesinin kendisine verdiği bilginin
ötesine geçebilir mi ya da iki kişinin Allah hakkındaki bilgisi eşit olabilir
mi?
Cevap:
Şeyh’in
276. bâbında dediği gibi, her insanın Allah hakkındaki bilgisi, kendisinin akıl
yürüterek ulaştığı ve nefsinde var olan miktar kadardır. İki kişinin Allah
hakkındaki bilgisi, onların mizaçlarının eşit olmaması gibi, hiçbir şekilde
asla eşit olmaz. İki kişinin bir tek varlığı olması gerekir ki her ikisi için
bir tek şey sabit olsun. Şayet böyle olmazsa iki kişi olmaları doğru olmaz.
176.
bâbda şöyle demiştir: “Allah’ın zâtını düşünmek yasaklanmıştır. Akıl bu konuda
yanılmış, haddini aşmış ve kendisine zulmetmiştir. Yüce Allah, asla kendi
zâtını öğrenmemizi emretmemiştir. Kendisinin bir tek ilâh olduğunu ve
kendisinden başka ilâh olmadığını bilmemizi bize emretmiştir. Akılların çoğu
burada durmamış ve fikir ve görüşünü ihtiyacı olmayan şeylerle meşgul etmiştir.
Öyle ki bu hataya düşen bir topluluk Ebû Hâmid el-Gazzâli gibi ehlullah’a
dayanmışlardır.” 208 . bâbda “Toplulukların en cahili, Allah’ın kendisini
bildiği gibi, O’nu bilmeyi talep edendir.” demiştir.
Soru:
“Kulun
rabbine gâib ya da muhatap zamirden hangisiyle hitap etmesi daha faziletlidir?
Cevap:
Şeyh’in
274. bâbda söylediği gibi kulun, rabbine gâib zamiriyle hitap etmesi hitabında
muhatap zamirini kullanmasından tenzih açısından daha şerefli ve daha yücedir.
“Allah’ım! Senden isterim; çünkü hakikatleri Sen verirsin. Şüphesiz sen
kendisini bildiğinle beraber olursun. Sen nefsinden olduğun müddetçe Hak
Teâlâ’dansın. Büyükler “Seni tenzih ederiz, seni gerçek anlamda tanıyamadık.”
dediklerine göre başkası ne yapsın? el-Fütûhât’ın 72. bâbında “Bil ki
yüzyüze zamirlerle Allah’a hitap etmek, sınırlamadır, gâib zamiriyle hitap
etmek ise temyizdir. Kul için ikisinden biri gereklidir. Ancak ikincisi tenzih
açısından daha kuvvetlidir.” demiştir. 149. bâbda ise şöyle demiştir: “Delil
ile medlûl bir araya gelmediği gibi, sen ve rabbin de bir tanım ve bir
hakikatte bir araya gelemezsiniz. Zira O, yaratıcı; sen de yaratılansın.”
Şeyh
aynı şekilde Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir: Bil ki delil üzerinde duran
herkese medlûl haram olur. Sana kendi nefsine delil olan Hak ile birlikte
olmanı tavsiye ederim. Şayet bu şekilde durursan, mahrum kalırsın. Zira delil
ile medlûl asla bir tanımda bir araya gelmez.” Yine aynı bâbda şöyle demiştir:
“Ulaştım, deme; çünkü sonu yoktur. Ulaşmadım, deme; çünkü bu, körlüktür.
Allah’ın ötesinde varılacak bir yer yoktur. Dolayısıyla kör ile gören aynıdır.”
Aynı bâbda “Şayet illet ezelde olsaydı, ma‘lul da bâkî olurdu. Delillerin
sûretlerinden zuhûr edecek şüphelere dikkatini çekerim. Bunlar saptırıcıdır.
Allah’tan başka O’nu kimse bilmez.” demiştir. Bu bâbda “Bil ki burhanlar hata
etmez, onlar yetkinlikte güçlüdür. Hata burhanla kanıtlanmış olana
sarılandadır. Medlûl delil olmaksızın bilinmediğine göre, Allah’ı bilmenin bir
yolu yoktur. Kendisi vasıtasıyla bildiğin ve bilmediğin kimse malûm olunca
bilmemiş olursun, zira onunla bilmedin demektir.” demiştir. Aynı yerde şöyle
demiştir: “Tenzih bir meyil, teşbih de bir meyildir. İtidal ise ikisi
arasındadır. Ancak bu göz ile görülmez ve görülmesi doğru da olmaz.”
Şerhu
Tercümâni’l-Eşvâk’ta şöyle demiştir: “Bil ki her aklın
kendisi gibi bir aklı vardır. Ancak Hak Teâlâ’nın kendisi gibi bir hak yoktur.
O’nu aklıyla bilen, bilmemiştir.” el-Fütûhât’ın “el-Vesâyâ Bâbı”nda “Yaratıcının
zâtını bildiğini iddia etmekten seni sakındırırım. Sen, varlığın ikinci
mertebesindesin; yokluğun durumunda O’ndan başka kimse O’nu bilmez. Bu nedenle
tevhidin anlamı zevktir.” demiştir.
Soru:
Allah
hakkında hayretin sebebi nedir?
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 50. bâbında dediği gibi, bunun sebebi, insanların ya aklî
deliller ya da müşahede yollarından birisiyle O’nun zâtını bilmeyi
istemeleridir. Aklî delil müşâhedeyi engeller. Semî delil de bunu ima etmiş,
açıkça belirtmemiştir. Aklî delil, O’nun zâtının hakikatini, zâtıyla üzerinde
bulunduğu subûtî sıfatlar üzerinden idrak etmeyi de engellemiştir. Akıl,
nazarıyla sadece selbî sıfatları idrak etmiştir. [Bu yolu tutan] grup, bunu
mârifet olarak isimlendirmiştir.
Soru:
O
hâlde kulun hayreti arttıkça, Allah hakkındaki bilgisi de artar. Zira akıl,
idrak ettiklerini muhafaza etmekten âcizdir.
Cevap
evet”tir.
Bu nedenle ehl-i keşfin hayreti, âyetlerle beraber tecellîleri de idrak ettiği
için, daha büyüktür. Onların O’nu bilme noktasında sürekli duracakları bir
durakları yoktur. “Esrâr Bâbı”nda “Hak Teâlâ sadece akledilmeyen bir ilâh
olarak akledilir. O’nun bilinmesi açısından rabbi olduğu âlemden tecrid
edilmesi mümkün değildir. Âlemden tecrid edilerek bilinmediğine göre, zâtı
akledilmemekte ve O, olması açısından müşâhede edilmemektedir. Dolayısıyla O’nu
bilmek, nefsi bilmeye benzemektedir. Tecridin olmamasını bir araya getiren,
senin nefsin ile bedenin arasındaki alâkayı müşâhede etmekten kendini
kurtaramaman gibidir. Aynı şekilde mârifet de Allah ile âlem arasındaki
alâkayı kurmaktan kendini alamaz.” demiştir. Yine “Nefsin görüntüden tecrid
edilebileceği görüşünde olan kimse, düşünmemiştir ve nefsin mahiyetiyle ilgili
bilgisi de yoktur. Çünkü bedenle terkibi kurulmadan nefsin idrak edilmesi mümkün
değildir.” demiştir. Şeyh’in Şerhu Tercümâm’l-Eşvâk’taki ibâresi
şöyledir: “Bil ki insanî incelik (latîfîyet, nefs) ne dünyada ne de âhirette
bulunur. Sadece beden üzerinde yönetici (müdebbir) ve birleşiktir (mürekkep).
Ancak hiçbir alâka olmadan terkibinden soyutlanmış olarak müşahede edilir ve
müşâhedesi geniş ve kapsamlı olduğu için, bir an bile terk edilemez.” Bunun,
bazı sûfîlerin ve durumun ne olduğu hakkında bilgisi olmayanların görüşlerinin
aksine olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla onun yüce ve geniş olan münezzeh ile
bitişmesi kesinlikle söz konusu değildir. Çünkü onun birleşik olanı yönetmesi,
başka şeylerden dolayı ayrılmayan ve lazım olan bir vasıftır.
“Esrâr
Bâbı”nda “Bazen bir şeyi bilmek, o şeyi bilmekten âciz olmaktır. Ârif, talep
edilen bu şeyin, bilinmeyeceğini anlar. Bir şeyi bilmenin amacı, onu başka
şeylerden ayırt etmekten başka bir şey değildir. Onun bilinmeyeceğini bilmesi
de ayırt etmedir ve böylece maksat hâsıl olmuştur.” demiştir. Levâkihul-Envâr
isimli kitabında “Allah’ın yoluna fikir yöntemiyle giren kimsenin yanında
kâinattan hiçbir şey kalmaz; onun yanında Allah’tan başkası yoktur.” demiştir.
Yine “Esrâr Bâbı”nda “Onu bilmedikleri için, insanlardan hiçbirisinin, Hakk’ın
mahiyetine ibadet etmesi doğru değildir. Ancak Hakk’ın sıfatlarından
inandıklarına ibadet etmektedirler. Bu konudaki delilim, Kıyamet günü sûra
üfürülünceye kadar, ‘Allahü Ekber’dir.” demiştir.
Aynı
bâbda Kalp, Hak Teâlâ’yı müşâhede etmekle parladığı zaman, o anda Hak, inen bir
misafirdir ve hakkının gereğini yerine getirmek gerekir. Ancak O’nun ikrâmı,
nâzil olanın değil, [nâzil olunan] kalbin kadrine göre belirlenir. Avama göre
ise ikram, inilene göre değil, nâzil olana göredir. “İnsanları menzillerine
indiriniz.” hadisini unutma! Zira biz, Hak Teâlâ’ya bu muameleyi yaparsak,
O’nunla bizim aramızda asla kavuşmak söz konusu olamaz.” demiştir.
Soru:
O
hâlde Hak Teâlâ’nın azameti bizatihi, Hakk’ın zâtına değil, kulun kalbinde var
olan tâzimin şiddetine veya azlığına bağlıdır. Zira kulun idraki Allah’ı
bilmesine göre eksik ya da fazla olabilir.
Cevap:
Bu,
senin söylediğin gibidir. Şeyh, el-Fütûhât’ın 72. bâbında “Bil ki ilâhi
azamet, Hak Teâlâ’nın zâtına değil, kulun makam ve müşâhedesine bağlıdır. Zira
şayet azamet ilâhi zâtın bir sıfatı olsaydı zât, zâtî ya da manevî bir sıfatla
mürekkep olurdu. Azametin nefsinin bir sıfatı olmasının imkânsızlığı gibi,
meânî sıfatların Allah’ın zâtıyla kaim olmalarının imkânsız olduğu da
bilinmektedir. Bu, bazı insanların âhiretteki bazı tecellîleri, o olması
açısından inkâr ettiklerine dair gelen haberler nedeniyledir. Her iki yöntem de
bâtıl olunca, geriye sadece azametin kulun bir sıfatı olması kalmaktadır. Bu
nedenle bir melek, bilinen görünümünün dışında tebdil-i kıyafetle çıkıp şehrin
caddelerinde yürüse, hiç kimsenin kalbinde ona karşı bir tâzim söz konusu
olmaz. Şayet azamet onun bir sıfatı olsaydı, tebdil-i kıyafetli hâliyle onu
gören herkes onu tâzim ederdi.” demiştir. Yine bu bâbda “Sıfatlarla ilgili
haberleri verdiğin gibi, Hakk’ın yaratılmışların sıfatlarıyla muttasıf olduğunu
söylemekten sakın! Zira bu, edepsizliktir. İnsanların sıfatları, hâdis
oldukları için noksandır. Edep, bu sıfatları keyfiyetsiz olarak O’na izâfe
etmek ve buna iman etmektir. Bunu te’vil eden sadece doğru yolda hata etmiş
olur. Te’vilde imanın aslı değil, imanın makamının kemali düşer. Zira şayet
te’vil edenin itikadı, bu sıfatın Hak açısından sahih olduğu şeklinde olmasaydı,
onun te’viliyle uğraşmazdı.” demiştir.
Efendim
Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: Sıfatlarla ilgili haberleri
te’vil etmekten sakın! Bunda müminlerin ‘Peygamber ve müminler Rabbinden
kendisine indirilene iman etti.’109 şeklindeki imanlarını düşürmek
için, şeytanın bir tuzağı vardır. Söz konusu te’vilci, gerçekte aklıyla te’vil
ettiğine iman etmiş olur ve böylece Allah’ın indirdiğinin bizzat kendisine
iman etmemiş olur, düşün!”
Soru:
Evliyanın
bilgisinin en üst mertebesi nedir? Onlardan biri, tecellî ettiği zaman Hakk’ın
nasıl olduğunu bilebilir mi?
Cevap:
Şeyh’in
276. bâbda verdiği gibidir. Buna göre evliyâ için mârifetin en üst mertebesi,
onlardan birisinin kalplerine doğan ilâhi tecellîleri, gelişleri itibariyle
bilmesidir. Artık o, sadece kimin tecellî ettiğini ve ne için tecellî ettiğini
bilir. Nasıl tecellî ettiğine gelince bu, ne gönderilmiş bir peygamberin ne de
mukarreb bir meleğin bildiği, Hakk’ın özelliklerindendir. Bu, zâtın aslı
itibariyle meçhûl olmasından dolayıdır. Tecellîsinin keyfiyeti, Allah’ın
yarattıklarının hiçbiri için idrak ve hâsıla olmaksızın bilinmiştir.
Soru:
Uhrevî
tecellîleri inkâr eden kimseler kimlerdir?
Cevap:
Onlar,
üç kısımdır ve her kısım kendisinin üzerindekileri inkâr etmektedir. Çünkü
bunlar İslâm, iman, ihsan ve îkân olmak üzere dört makamdan ibarettir. Hak,
İslâm makamının ehline tecellî ettiği zaman, bütün kâfirler bunu inkâr eder.
İman makamındakilere tecellî ettiği zaman İslâm makamının ehlinden bazıları
bunu inkâr edebilir. İhsan makamının ehline tecellî ettiği zaman, iman
makamında bulunanların bazıları inkâr edebilir. Îkân makamının ehline tecellî
ettiği zaman ise ihsan makamında bulunanların bazıları bunu inkâr edebilir.
Şeyh 60. bâbda “Bu dünyada bir şeyi tatmayan kimse, âhirette onu inkâr eder.
Peygamberler ve onların vârislerinin kâmil olanları gibi îkân makamı sahipleri,
tecellîlerden hiçbir tecellîyi inkâr etmezler. Çünkü onlar İslâm, iman ve ihsan
makamlarını geçerek îkân makamına ulaşmışlardır.” demiştir.
Soru:
Zâtî
tecellînin zuhûr edeceği bir yer olmaksızın engelleme konusunda muhakkikler
arasında görüş ayrılığı var mıdır?
Cevap:
Şeyh’in
279. bâbda verdiği gibi, zâtî tecellînin mazharı dışında gerçekleşmeyeceği
konusunda, biz ve hakikat erbabı arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.
Daha sonra şu şiiri okumuştur:
Varlık
güneşi ve ışığından bir şey görülmedi / Ruhlar âlemine sadece yuvarlak görüldü
Mazharın
dışında zâta ulaşılmaz / insan hırsından helâk olsa bile bu olmaz
Söylediğim
sözde asla şüphe yoktur / Bu, bilmeden söylenen vehimli söz değildir
Soru:
Zâtî
tecellîyi men ettiğinize göre, görmemiz nasıl Hak Teâlâ’ya taalluk edecektir?
Cevap:
Şeyh
282. bâbda, rü’yetin Hak ile aramızdaki azamet hicabına taalluk edeceğini
söylemiştir. Bunu naslardaki ifadelerden çıkarmıştır. Çünkü bu perde kalkarsa
Hak Teâlâ’nın zâtı bilinir. Rü’yetinde Hak Teâlâ’nın zâtını bildiğini iddia
eden herkesin, âhirette cehâletinin kendisine gösterilmesi lazım ki yakînen
durumun dünyada inandığının tersine olduğunu bilsin ve Allah’ın onların
sandıkları gibi olmadığı açıklansın.
Soru:
Tecellî,
inanılan ve akledilen sûretlerde mi meydana gelir, yoksa zâtî tecellî gibi bu
da imkânsız mıdır?
Cevap:
Bu
şekilde meydana gelir. Zira inanılan ve akledilen sûretler, üzerine ilim bina
edilen köprülerdir. Yani bu görünenlerin ötesinde bilinmesi ve görülmesi doğru
olmayan bir durum söz konusudur. Söz konusu görülmeyen ve bilinmeyen bilinenin
(malûm) ötesinde aslında bilinmeyen bir hakikat yoktur. Şeyh’in 299. bâbdaki
sözleri bitti.
Soru:
O
hâlde fikriyle Allah’ın zâtına dalan, Allah ve Resûlüne isyan etmiştir.
Cevap:
Şeyh’in
322. bâbda dediği gibi “Evet, Allah ve Resûlüne isyan etmiş olur. Allah, ne
bilmek ne ispatlamak ne de nefyetmek için, zâtına dalmayı emretmiştir. Zira
kul, kendi nefsinin künhünü bilmekten âciz olduğuna göre, Hakk’ın zâtını
bilmekten haydi haydi âciz olur. Hatta şayet buna dalan kimseden âlemdeki bir
tek zâtı tahkîk etmesi istense, buna gücü yetmez. Şayet “Nefsin nasıl bedenini
yönetiyor? Onun içinde midir, dışında mıdır? Yoksa ne dâhil ne de hariç midir?
Bu canlı cismi hareket ettiren, işittiren, gösteren, hayal ettiren ve
düşündüren fazlalık, niçin dönüyor?
Bir
kişi için mi, yoksa çok kimse için mi? Cevhere, araza ya da cisme mi dönüyor?”
denilse ve ondan şerî delillerden ziyade aklî deliller getirmesi istense, bunun
için asla aklî bir delil bulamaz ve ruhların ölümden sonra bir varlık ve
bekâsının olup olmadığını asla bilemez.
Soru:
O
hâlde insanların Allah’a ibadet etmesi, Allah’ın dilemesi dışında güzelliğe ve
işitmeye dayanmaktadır. Çünkü bu dünyada O’nu görmemektedirler.
Cevap:
Şeyh’in
322. bâbda verdiği gibi genel olarak salt gayb olarak Hak Teâlâ’ya ibadet
etmenin bir yöntemi yoktur. İbadetlerin müşâhede edilen bir şeye taalluk
etmesi gerekir. Ya da haberde “Rabbine O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et.”
şeklinde işaret edildiği gibi müşahade edilen gibi olması gerekir. Allah’ın
lütuf ve ikramıyla bu taalluk bizim için yeterlidir. Aksi takdirde Allah akîde
sahiplerinden hesap sorarsa, onları helâk eder. Her akıl sahibi, Rabbininin
niteliklerini, akıl ve nazar yöntemiyle elde ettiği bilgisine göre sınırlar.
Oysa Rabbinin makamı ne o ne de budur. Ayrıca mutlak (sınırsız) olmaktan başka
bir şeyin Allah’a nisbet edilmesi doğru olmaz. Ancak Allah, kullarını bu
sınırlamadan dolayı mâzur kılmıştır. Onlar gayretlerini O’nu tanımak için sarf
ettiklerinden onları affetmiştir. Aksi hâlde Allah, İslâmî olarak itikad eden
herkesin yanında olmasaydı, bir kulun yanında bulunduğu zaman diğerinin
yanında olmaması gerekeceği için, kul yokluğa (adem) kulluk etmiş olurdu.
Böylece aklıyla zâtı tanımaya çalışan kimsenin, âciz olduğu bir şeye giriştiği
anlaşılmış oldu. Söylediklerimizin delili, aklıyla değerlendirme yapan
herkesin, O’nun hakkında söylediklerinde farklılık olması ve Allah’tan ve
Resûlüyle velilerinden gelen, O’nun hakkında söyledikleri arasında ihtilafın
bulunmamasıdır. Şayet “Akıl sahibi ‘aljj ^j
/ doğmamıştır.’110 âyetinin anlamını anlasaydı, aklın mârifetullah
hakkındaki fikrinden elde edilen ilk önermenin doğmuş şeklinde olduğunu
anlardı. Oysa Hak Teâlâ, kendisi hakkında doğmuş olmayı nefyetmiştir. O hâlde
bu akıl sahibinin imanı nerede? Onun aklına göre Hak doğmuştur. Şayet mümin
ise, bu onun imanı için bir eksikliktir; mümin değilse, mümin olmamakla
nitelenmesi gerekir.” demişlerdir.
Benzer
şekilde Esrâr Bâbı”nda şöyle demektedir: Hak Teâlâ kendisinin doğmuş olmasını
nefyederek, aklın Hak Teâlâ hakkında doğurduğu bilgileri de kapsamasını
sağlamıştır. Zira aklın doğurdukları, şerî nasların doğurduklarının aksine,
karşılıklı kıyasların bir araya getirilmesiyle oluşmaktadır.
Soru:
İkrar
ettiğiniz şekilde fikir ve nazar ehli olan hiçbir kimsenin O’nun mârifetine
ulaşması mümkün değildir; hâlbuki O’nu bilmek için vehim ve hayallere ihtiyaç
vardır.
Cevap:
Evet,
zira bu, onun için gerekli bir şeydir. Çünkü Hak Teâlâ, O’nu tenzih etmenin
gereği olarak âlemdeki boyutlardan soyutlanmadan müşâhede edilemez. Dolayısıyla
kendi nefsinin bir tarafta Hak Teâlâ’nın da başka bir tarafta olduğu
varsayılır. Zira ne hulûl ne de ittihad vardır. Bu nedenle, o anda ubudiyet
mertebelerinden sadece efendilik (siyadet) mertebesi bulunduğu hâlde boyutları
çağrıştıran ortamdan kurtularak rabbini çağırır. Şeyh bunu 370. bâbda
zikretmiştir. 373. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ, fikrî nazarla
asla idrak edilemez. Bize göre fikirleriyle Allah’ın zâtını anlamaya dalmaktan
daha büyük bir günah yoktur. Bunu yapanlar cehâletin en uç derecesindedirler.
Ayrıca fikirlerinde peygamberlerin haber verdiği şeylere aykırı bir şey
oluşursa, farkına varmadan Allah’ın kendisi hakkında bildirdiklerine karşı uzak
te’villere ihtiyaç duyarlar. Şayet onlar edep gözetip sıfatlarla ilgili
haberlerde ortaya konulan sınırı dikkate alsalardı, bunun keyfiyeti hakkındaki
bilgiyi Allah’a havale etselerdi ve Allah’ın başka bir bildirme yöntemiyle
kalplerine indirmek sûretiyle verdiği anlayışı te’vil etmeselerdi, hem soru hem
bunun açıklaması O’ndan olurdu. Böylece Allah’ı kendi anlayışlarına göre
değil, Allah’ın onlara bildirdiği şekilde bilmiş olurlardı.
Soru:
Kemâl
mertebelerine ulaştığında bir kimse için, Allah hakkındaki hayret ortadan
kalkar mı?
Cevap:
Şeyh’in
352. bâbda dediği gibi hayret, Hak Teâlâ maddenin dışında kendisi için tecellî
ettiğinde, kulun kalbinden kalkar Böylece kalbi ızdıraptan sükun bulur, hayret
ondan kalkar ve o anda Allah hakkında bu tecellîden önce bilmediklerini bilir.
Ancak hiç kimse, maddenin dışındaki tecellîden başka Hakk’ın kendisi için
tecellî etmesini belirleyemez.
Soru:
Kulun
Hakk’ın kendisi için tecellî etmesini tayindeki aczinin sebebi nedir?
Cevap:
Bunun
sebebi Hakk’ın bir kul hakkındaki tecellîsinin başka bir kul hakkındaki
tecellîsinden kesinlikle farklı olmasıdır. Bu nedenle kul, kendisi hakkındaki
tecellîyi belirleyemez ve yorumlayamaz. Daha sonra arif bu makamdan maddeler
âlemi olan nefsinin mertebesine döndüğü zaman, Hak Teâlâ’nın tecellîsi
kendisine eşlik eder ve hangi makama girerse girsin, Hak Teâlâ’nın bu makamın
hükmüne göre değiştiğini görür. Çünkü ârif, O’ndan aldığını artık almıştır ve
bundan sonra bilmemesi asla söz konusu değildir. Zira O, bir kulun kalbine
herhangi bir bilgi ile tecellî ettikten sonra, onu gizlemez. Şeyh Muhyiddin bu
konuda uzun değerlendirmelerde bulunmuştur. Daha sonra “Kul, bu makamda iki
zıddı bir araya getirir. Bunu kendiliğinden yapma imkânına sahip değildir.
Allah en doğrusunu bilir.” demiştir. Bu başlıkta (mebhas) biz, ne gönderilmiş
bir peygamberin ne de yakın bir meleğin bildiği, Hakk’ın özelliklerinden olan
Hakk’ın tecellîsinin nasıl olduğunu kaydettik. Şeyh’in 382. bâbda söyledikleri
de bunu desteklemektedir. Buna göre Hakk’ın kendisi hakkında bir ilmi vardır ki
bu, aklın hükmettiği, gözün gördüğü ve hükmettiği bir ilim değildir; bu iki
hâkimden başkası da değildir.
Şeyh
Abdülcebbâr en-Nifferî el-Mevâkıf ta şöyle demiştir: “Hak Teâlâ beni
durdurdu ve bana ‘İzzet ve celâlime yemin ederim ki ben ne beni bildiklerinin
aynısıyım ne de beni bilmediklerinin aynısıyım.’ dedi” Yine “Hak Teâlâ beni
durdurdu ve bana ‘Bil ki benim hicabım benim bilinmememdir ve bu, her zaman
huzurumdadır. Beni kuşatamadıkları için, yarattıklarımın beni bilmemelerinden
başka bir bilgileri yoktur.’ dedi.” demiştir. Aynı şekilde “Hak Teâlâ beni
durdurdu ve ‘Bil ki bir kulum bildiği bütün bilgi ve mârifetlerinden tamamen
kurtulup ceberût mertebesine girmedikçe ona kendimi göstermem. Oraya
girdiğinde mârifetin putlar, ilimlerin de fal okları olduğunu görecektir.’
dedi.” demiştir. Yine “Hak bana ‘Benim bir bilgim vardır ki onda olmayan bir
cehâlet yoktur. Bir cehâletim vardır ki onda ortaya çıkmayan bir mârifet
yoktur. Ben zâhir olandan daha zâhir, bâtın olandan daha gizliyim; her şeye
kendisinden daha çok yakınım. Kullarıma açıkladığım bütün bilgiler, açığa
çıkmayacak olan bilgiler değildir.
Ben,
ne tanıtmayım (taarruf) ne bilgiyim, ne taarruf gibiyim ne de ilim gibiyim.
Kulların bildiği yakınlık benim bildiğim yakınlık değildir. Ne yakınlığımı ne
de uzaklığımı bildiler. Benim nitelenmem, celalime yakışır bir şekilde
bildiler. Ben mesafe olmaksızın yakınım ve uzağım, onlar yakınlığımı ve
uzaklığımı bilmiyorlar.’ dedi” demiştir. Orada ayrıca şöyle demiştir: “Hak
Teâlâ beni durdurdu ve şöyle dedi: ‘Sana kendimi tanıtmamı istiyorsan,
hakkımdaki bilgini arkana at. Kâinatta bulunan bir ilim veya cehâletle makamıma
giremezsin. Ona kendimi sorarım, kâinatı hakkımda cahil olarak bulurum,
cehâleti sorarım, hakkımda cahil olduğunu görürüz. Şüphesiz ben, zâhir
olanlardan farklı olarak zâhir, bâtın olanların bâtın olmasından da farklı
olarak bâtınım. Kulumun başkasıyla birlikte beni müşâhede etmesi doğru olmaz.
Şayet sana kendimi tanıtmamı istiyorsan, kâinatı üstüne, altına, sağına,
soluna, ilmine, vicdanına, zikrine ve fikrine alma. Kâinata doğru bak ve
oradaki makamında kalarak, işleri nasıl yarattığıma bak.’ Yine “Hak Teâlâ beni
durdurdu ve şöyle dedi: ‘Şayet sana kendimi tanıtmamı istiyorsan, bitişik ve
ayrı olan müşâhedelerinden çık! Zıddı cahillik olan ilimden, zıddı ilim olan
cahillikten ve zıddı fikir olan mârifetten de çık.’ Bu konuda sözü uzattı.
Soru:
“Hak
Teâlâ hakkındaki bilgisini, Kitap ve Sünnet’te yer alan lafız ve harflerin
perdesinin ardından alan kimse için ne dersin? ‘Ârif’ olarak isimlendirilebilir
mi?”
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhâtın “el-Vesâyâ Bâbı”nda dediği gibi, o ârif değildir. Aksine
o, Allah hakkında cahildir ve onda ilâhi verginin nefhalarından hiçbir nefha
yoktur.
Bunun
izahının şu olduğunu söyledi: “Allah’ın mârifetini harflerden alan kimse, bir
oluştan diğerine, başlangıçta da sonunda da tereddüt eder.” Şeyh Şerhu
Tercümâni’l-Eşvâk’ta şöyle dedi: “Allah’ı Allah ile bilen O’nu bilmiştir.
Kâinatla bilen ise sadece kâinatın kendi cinsine vermeye devam ettiği kadarını
bilir.” Şeyh yine Levâkihul-Envârda şöyle demiştir: “Bil ki bazı
insanlar delilleri araştırmaya dalmış ve bu arayışta boğulmuştur. Bâtını bir
durum ortaya çıktıkça bunu nefyeder. Bunun neticesinde iyice yorulduktan
sonra: ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.’111 âyeti üzerinde durur.
Bu,
onun ömrünü fikirle aramak doğru olmayan kimse konusunda fikirle harcamaktan
ve Allah’ın nehyettiği yerlerle uğraşmaktan kurtarır. Bazı insanlarda da bu
başlangıçta vardır, ilk adımda rahatlar ve bu mahalden ayrılır. Sadece mârifet
ve mevhibeleri kabul etmeye devam eder.” Şeyh 473. bâbda şöyle demiştir: “Bil
ki bu işin sonunda, ilklerden ve sûfîlerden, O’nun zâtını tanımaya dalan herkes,
bununla Allah’a isyan etti ve O’nun zâtını tanımanın lehinde değil, aleyhinde
olan şeyleri delil getirdiler. Ayrıca onlar akıl yürüttükten sonra
âcizliklerini ikrar ettiler. Şayet onlar Allah hakkında edepli davransalardı,
bu ikrar, ilk adımlarında meydana gelirdi. Ancak onlar en büyük hudut olan
Allah’ın hudutlarını aştılar ve bunu O’na yakınlık saydılar. Gerçekte ise
onlar, bu hâlleriyle huzurdan en uzak durumda bulunmaktadırlar.
Soru:
Kulun
Yüce Allah’ı öveceği en yüksek övgü hangisidir?
Cevap:
Şeyh’in
467. bâbda dediği gibi, bütün muhakkiklere göre akıl ve din açısından en yüksek
övgü, O’nun kendisini övdüğü “Hiçbir şey O’nun benzeri gibi değildir.”[189]
ifadesidir. Zira hiçbir kul için Rabbini kulun akletmeyeceği bir şekilde
övmesi doğru olmaz. Geriye sadece kulun akledeceği bir şekilde Rabbini övmesi
kalmaktadır. Hak Teâlâ’nın, kulun sübûtu bulunan bütün övgülerin ötesinde
olduğu bilinmektedir. Bildiğin ve aklettiğin her şey, senin sıfatın üzerinedir.
Bu sebeple, tövbenin hakikatinin tövbe etmekten tövbe olduğunu söyledikleri
gibi ‘tesbihin hakikati tesbih (etmek)ten tesbihtir’ demişlerdir. Bunun izahı
şudur: “Tesbih, tenzihtir; Yüce Allah’ın hacibi için, kulun akledip de
yaratıcısını kendisinden tenzih edeceği herhangi bir eksiklik yoktur.” Anla!
Yine 558. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki ‘Hiçbir şey O’nun benzeri gibi
değildir.’[190]
âyetinin anlamını bilen kimse, Hak Teâlâ’nın zâtı hakkında asla düşünmez.
Nazar ehli olan âlimlerin ileri gelenlerinden olduğunu iddia edenlerinden
gördüklerimin tamamı, fikirle Allah’ın zâtı hakkında konuştuklarında, O’nu
tenzih ettiklerini zannetmektedirler. Hatta Ebû Hâmid el-Gazzâlî (rh.a) de bu
duruma düşmüş; ancak vefatından önce bundan vazgeçmiştir.”
Şeyh
şöyle demiştir: Allah’ın bana lutuflarından biri de beni kendisi hakkında
düşünmekten korumasıdır. O’nu sadece, O’nun söz, haber ve müşâhedeleriyle
tanıdım. Bu mertebede fikrim, işlevsiz kaldı. Fikrim bundan dolayı bana
teşekkür ederek “Beni, hakkında tasarrufta bulunmamam gereken hususlarda
tasarrufta bulunmaktan ve yorulmaktan koruyan Allah’a hamd olsun” dedi. Bu,
daha önceki bir sözleşmedendi. Allah’ın zâtı konusunda yorulmaması ve gücünü
itibar etmeye/saygı göstermeye sarf etmesi konusunda fikrimle sözleştim, o da
bu sözleşmeyi kabul etti. Fikrimin gücünü sarf etmemesi gereken yerden
koruyarak, sarf etmesi gereken ve kendisi için yaratıldığı şeye yönelttiği için
Allah’a hamd olsun. Şeyh 73. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki din genelde
halkın anlayabileceği şekilde Hakk’ın sıfatlarından bahseder. Bu, Allah’ın onlara
rahmetinden dolayıdır. “Hiçbir şey O’nun benzeri gibi değildir”[191]
ve “Mutlak izzet sahibi olan Rabbin, onların yakıştırmalarından uzaktır”[192]
âyetleri gibi bir kısım parıltıların dışında havasın anlayışını dikkate alarak
bahsetmemiştir. Çünkü âzîz olan, ne tefekkürün ne aklın kendine ulaştığı
erişilmez olandır.
Soru:
O
hâlde kulun yaratıcıyı teşbihten uzak tutacağı bir yöntem kesinlikle yoktur.
Cevap:
Şeyh’in
72. bâbda dediği gibi: “Evet, bu konuda mahlûk için Allah’a götürecek ilmi
reddetmekten başka bir yöntem yoktur.” Ebû Saîd el-Harrâz “Allah’ı Allah’tan
başka hiç kimse bilmez.” demekle doğru söylemiştir.
Soru:
Hak
Teâlâ, yarattıklarına mutlak olarak hiçbir şekilde benzemiyorsa, Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Allah, Âdem’i kendi sûreti üzerine yaratmıştır.” şeklindeki
hadisinin anlamı nedir?
Cevap:
Şeyh’in
361. bâbda dediği gibi, burada sûretten kastedilen, Allah’ın Âdem’in
çocuklarını ve onların çocuklarının tamamını emreden, yasaklayan, azleden,
tayin eden, sorgulayan, müsamaha gösteren ve merhamet eden bir şekilde
kılmasıdır. Böylece yeryüzünde halife olmuştur. Zira “sûret” mutlak olduğunda
ve bununla durum, hüküm ve iş kastedildiğinde yani Yüce Allah, Âdem’i kendisi
için diledikleri konusunda, O’nun emrini yapan kıldığında sûret’in anlamı bu
olur.” Celâleddin es-Suyûtî bu hadisin bir sebepten dolayı vârid olduğunu
zikretmiştir. Buna göre Allah Resûlü (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kölesinin
yüzünü vuran bir adam gördü ve “Bunu yapma, Allah, Âdem’i kendi sûreti üzerine
yaratmıştır. Onun sûretine saygı göstermen gerekir.” buyurdu. İşte sûretten
kastedilen budur. En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Taberânî’nin
naklettiği Rabbimi tüysüz genç bir delikanlı sûretinde gördüm; ayağında
altından iki pabuç vardı.” hadisinin anlamı nedir?
Cevap:
Şeyh’in
64. bâbda dediği gibi “Bu görme, hayal âleminde gerçekleşmiştir. Hayalin
özelliklerinden biri de cesetleşme özelliği bulunmayan bir şeyin cesede
bürünmesidir. Bu, mâna itibariyledir. Sana İslâm’ı bir kubbe, ilmi süt olarak
gösterir. Aslolan dinde sebattir. Bunun gibi birçok örnek vardır. Kâinatta
hayalden daha geniş hiçbir şey yoktur. O, hakikatiyle şey olan her şeye ve şey
olamayanlara hükmeder. Salt yokluğu, imkânsız, vâcibi ve mümkünü tasvir eder,
varı yok, yoku var eder. Bundan dolayı Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
Cabir’e “Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na ibadet et.” demiştir. Yine “Allah,
hayal mertebesinde bulunan kimse için, birinizin kıblesinde hitap etmektedir.”
buyurmuştur. Hakk’ın varlığının kıbleye tahsis edilmesi, kıblede O’nu hayal
etme kapısının açılması, kulun O’nu gözetleyerek utanması ve Rabbinin
âyetlerini anlaması içindir. Böylece O’na yöneldiğinde Hak Teâlâ ilham
yöntemiyle kendisine bildirir ve namazında edebi gözetir. Şayet Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) insanda “hayal” denilen bir özelliğin olduğunu bilmeseydi
“Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na ibadet et.” demezdi. Yani aklî delil O’nun
görülmesini men ettiği hâlde bizzat gözlerinle O’nu görüyormuşsun gibidir.
Çünkü tahayyül (hayal etmek), benzetmektir. Göz ise duvardan başka bir şeyi
görmez.” Bunu uzunca anlattıktan sonra, şöyle dedi: “Şâri‘ sadece sana, her ne
kadar mekân tutması imkânsız ise de, “hayal” dediğimiz yöntemle, kıblende
Hakk’a yönelmen ile hitab eder. Çünkü akıl dairesinde hapis kaldığın müddetçe,
bunun dışında Hakk’ı akledemezsin. Hak Teâlâ, sana akıl dairesinin ötesinde bir
kuvvet verdiği zaman, o zaman mekân olmaksızın Hakk’ı müşâhede edersin. Böylece
aklî delille sûreti ve tasavvuru imkânsız olan birisini tasvir etmenin hayalin
özelliklerinden olduğunu öğrenmiş oldun.
73.
bâbda “Akıl, “ıkâl”dan (bağlama ipi) alındığı için akıl olarak isimlendirilmiştir.
Mutlak mertebe olarak, onun Hak Teâlâ’yı bilme konusunda bir önceliği yoktur.”
demiştir. 68. bâbda ise “Bil ki kulu Hak Teâlâ’yı görmekten alıkoyan en alt
düzeydeki perde Hakk’ın tecellîsi neticesinde kulun zihninde oluşan sûrettir. O
bu mekân tutmuş sûret değildir, bundan yücedir. Bununla beraber, kul madde
âleminden sıyrılmadıkça, sûretsel tecellîde ilerlemesi doğru
değildir.”demiştir.
Soru:
Yaratılmışların
her açıdan Hakk’ı bilmelerinin engellenmesinin hikmeti nedir?
Cevap:
Şeyh’in
73. bâbda dediği gibi, bunun hikmeti, kaderin sırrının bilgisini
engellemektir. Zira bilinenler için Hakk’ı her açıdan bilmesi doğru olursa
kaderin sırrını da bilir. Kaderin sırrını bilirse onun hükümlerini de bilir.
Hükümleri bildiği takdirde her şeyin bilgisiyle ilgilenir ve hiçbir konuda
Hakk’a ihtiyacı olmaz. Bu ise imkânsızdır” demiştir.
Soru:
Yüce
Allah “Bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu”116 haber
vermiştir. Bu kadar yakınsa O’nu nasıl bilmiyoruz?
Cevap:
Şeyh’in
85. bâbda dediği gibi “Uzaklığın fazla olması perde olduğu gibi, yakınlığın
şiddeti de perdedir. Havayı düşün, bakana bitişik olduğu hâlde inceliğinden (letâfet)
dolayı, göz nasıl onu görmüyor? Su da böyledir. Kul onun içine dalıp gözünü
açtığında, yakınlığın şiddetinden dolayı onu görmez.”
Soru:
Hak
Teâlâ bize bu kadar yakınsa Şâri‘in haber verdiği ve bizimle Hak Teâlâ arasında
bulunan yetmiş bin nûr ve zulmet perdesi nerededir?
Cevap:
Şeyh’in
“Bu perdeler, kulun Hak Teâlâ’nın mertebesinden uzak olması dolayısıyla,
müşâhede etmekten uzak olmasından kinâyedir. Söz gelimi kul Allah’a isyan
ettiğinde perde onun Hakk’ı müşâhedesine döner, halbuki Hak Teâlâ perdelenemez.”
dediği gibidir. Bunun izahı şöyledir: Mümin kul hem ilme hem de cehâlete
sahiptir. İlim nûr perdelerini, cehâlet ise zulmet perdelerini olmak üzere,
her biri kendisine uygun olanını idrak eder. Anla!
Soru:
Kul
ile Rabbi arasında bulunan azamet hicabının kalkması doğru mudur?
Cevap:
Şeyh’in
254. bâbda dediği gibi, Hak Teâlâ’nın ihata edilmeyeceğinden kinâye olan
azâmet perdesinin kalkması asla doğru değildir. Herhangi bir kulun gözü, bu
perde gerisinde olmaksızın kesinlikle idrak etmez. Böylece kul, O’nu görmüş
ancak gerçekte görmemiş olur.
251.
bâbda da şöyle demiştir: Bilinmeyeceğinden dolayı, başka bir şekilde
bilinmeyenin şanı yücedir.” 317. bâbda “Gizlenmeyen zâhirin, açığa çıkmayan
gizlinin şanı yücedir” demiştir. Hak Teâlâ, zuhûrunun şiddetiyle kendisini
kullara perdelemiş ve onları kendisini görmekten a‘mâ kılmıştır. Onlar,
inkârcılar, ikrar edenler, müteredditler ve şaşkınlardır.
Soru:
Dediklerinize
göre Allah’ın “De ki: ‘İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek
Allah’ı çağırıyorum, ben ve bana tâbi olanlar (bunu yapmaktayız).’”117
âyetinin anlamı nedir?
Cevap:
Şeyh’in
73. bâbda dediği gibi “Burada kastedilen, ‘Ben sizi peygamberlerin (aleyhisselâm)
getirdiği özel bir yöntemle Allah yoluna davet ediyorum.’dur. Burada muzâf hazfedilmiştir.
Hazfedilmemiş hâli “Allah’a davet ettiğini iddia edenler” şeklinde olurdu. Ona
şöyle derdik: “Hiçbir şeye benzemeyeni nasıl bildin de insanları O’na davet
ediyorsun?” Şayet O’nun benzeri olsaydı, benzeşme meydana gelirdi ki O,
benzeşmez. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, şey olmayan da yoktur. Durumu
böyle olan bilinmez. Dolayısıyla O’nun bilinmesine dair iddian bâtıl oldu.
Bazı
ârifler dönemlerinin şeyhlerinden olan bir şahsa “Yakın olduğuna inandığım
kimselere, insanları davet ettim.” demişlerdir. Şayet “Kendimin Yüce Allah’a
yakınlığıma inandım.” dersen “Bu, Hakk’ı sınırlamaktır.” deriz. Allah’ı
sınırlayan cahildir, cahil ise davetçi olamaz. “İnsanları saadetlerinin yoluna
davet ettim” dersen “İnsanların said olanlarının saadetleri, kendilerindedir.
Buna davet edildiklerinde de kendileriyle birlikte devam etmektedir. Büyüklerin
kavimlerini davet etmeleri sadece rablerinin emrini yerine getirmek içindir.”
deriz.
Soru:
Hak
Teâlâ’nın zâtı akledilmediğine göre, O’na yönelmemiz açısından bütün yönler
eşittir. O hâlde namaz ve diğer hususlarda bize, özellikle Kâbe’ye yönelmenin
emredilmesinin sebebi nedir?
Cevap:
Şeyh’in
Levâkihul-Envârda dediği gibi, Kâbe yönüne yönelmenin tahsisinin
hikmeti, bir tek yöne yönelmedikçe kalplerimizin bir araya gelmemesidir. Zira
vecheye sahip olan birimiz, cihet sahibi olandan başka kimseyi akletmeyi kabul
etmez. Bu açıdan “Yüce Allah, senin aklına gelen her şeyden başkadır.”
demişlerdir. Böylece kula, Hak Teâlâ’yı kendisi için zâhir olan şeylerden
tenzih etmeyi ve aklına gelen her şeyden başka saymayı vâcip kılmışlardır.
Anla!
Yüzümüzü
dönmek için Kâbe’nin belirlenmiş olması, himmetlerimizi O’nun üzerinde
toplamamızı sağlaması için bir şefkattir. Aksi hâlde Allah için diğer cihetler
de birbirine eşittir. Yüce Allah “Nereye dönerseniz, Allah’ın zâtı oradadır.”[193]
buyurmuştur. Şöyle dedi: “Bil ki şaşılacak şeylerden biri de şudur ki kul, Hak
Teâlâ’nın bir cihette olmadığını bilir ve bunu tahkîk eder, sonra da vehmi
aklına galip gelir ve Hak Teâlâ’yı sadece üst cihette yücelmiş olarak müşâhede
eder. Belki de bazıları “Üzerlerindeki (fevk) rablerinden korkarlar.”[194]
âyetini delil getirirler. Oysa âyette, bunun açık bir delili yoktur. Zira
kastedilen, rablerinin üzerlerine yukarıdan, yani gökten bir azap indirmesinden
korkmalarıdır. Ya da mekân değil, rütbe ve konum üstünlüğüdür. Hakîm et-Tirmizî
merfû olarak “Allah, gözlerden perdelendiği gibi akıllardan da perdelenmiştir.
Sizin arzuladığınız gibi mele-i a‘lâ da onu arzulamaktadır.” şeklinde rivayette
bulunmuştur. Şöyle demiştir: “Bu açıdan muhakkikler ‘Kulun, Allah’ın kendisini
gördüğüne dair bilgisi, tenzih açısından, kulun O’nu görüyormuş gibi müşâhede
etmesinden daha kâmildir. Zira kul, mutlak olarak değil, sadece mukayyed olarak
O’nu müşâhede edebilir; oysa Yüce Allah takyitten münezzehtir.’ demişlerdir.”
Şeyh
şöyle demiştir: “Namaz kılan, Kâbe’ye yönelmiş hâlini, belirli bir yöne
yönelmiş olarak görmekten sakınsın. Aksine bütün cihetlerin eşit olduğunu
görsün. Muhakkiklere göre bunlar, Hak Teâlâ’nın zâtıdır. Nefsinin zâhir olan
sûreti gibi bütün cihetleri kuşattığı ve Hakk’ın vehminde kuşatılmış bir
dairede kaldığı vehmine kapılan kimse, mârifetullahtan bir tek koku dahi
koklamamıştır. Şayet muhakkik olsaydı, altı cihetin nefsini kuşatmadığını
görürdü. Zira o, duyu âleminden değildir. Nefsini cihetsiz olarak gördüğü gibi,
Hakk’ı da cihetsiz olarak müşâhede eder. Kulun görüntüsüne gelince o, sadece
Kâbe’ye yönelmiştir. Dolayısıyla Allah’ın bâtınî olarak, cihet olmaksızın
görülmesi, mukayyet değil, mutlak bir görmedir.” Bu konuda sözü uzatmıştır.
[Sonra şöyle demiştir:] “Ey kardeş, bil ki cihet meselesinde birçok insan hata
etmiştir. Hatta cihet konusunda efendim Abdulkâdir el-Geylânî’den de nakilde
bulunulmuştur. Allah’ın izniyle 7. mebhas ile Arş’a İstivâ mebhasında bunun
üzerinde genişçe durulacaktır.”
Şeyh
319. bâbda şöyle demiştir: Bil ki Mukaddes zât, mutlak olarak müstağnidir,
dolayısıyla muhdes olan nasıl kadîm olanı bilir?” 324. bâbda ise “Günahların
için istiğfâr et.”120 âyeti bağlamında şöyle demiştir: Burada
günahtan kastedilen, kulun her iki dünyada da bilinmeyen Hak Teâlâ’nın
hakikatinin bilgisine ulaşma talebinden aklına gelenlerdir. Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) günahı ise ümmetinin günahıdır. Muhatap odur, amaç onun
dışındakilerdir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) makamına layık olan budur.
360. bâbda, Allah’ın zâtı hakkında fikir yürütmenin, her akl-ı selim sahibinin
bildiği gibi, sahibini mârifete ulaştırmayacağı için haram olduğunu
belirtmiştir. 367. bâbda Hak Teâlâ’nın kendisini el-Bâtın olarak isimlendirmesinin
sebebinin, dünya ve âhirette, O’nun zâtı hakkındaki bilginin insanlara gizli
kalması olduğunu söylemiştir. 373. bâbda, Hak Teâlâ’nın zâtı bilinmediğine
göre, O’nunla ilgili “şöyle değil de böyledir” gibi bir hükümde bulunmanın
büyük bir cehâlet olduğunu kaydetmiştir.
369.
bâbda “Bil ki Allah’ın yarattıklarından hiç kimse, Hak Teâlâ’nın zâtını bilmez;
O, bütün bilinenlerden ötedir.” demiştir. Şeyh Muhyiddin’nin el-FütûhâtÜ
l-Mekkiyye’nin bütün bablarındaki ve diğer yerlerdeki sözleri burada
bitmiş oldu. Ey Kardeş, düşün! Hiçbir kitapta toplu bir şekilde bunları asla
bulamazsın. Hevâ ve taassuptan uzak duran her akıl sahibi, Şeyh’in (ra) Yüce
Allah’ı tenzih makamında velilerden hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye ulaştığını
bilir. O (ra), Allah’tan korkmayanların yaydıklarının aksine tecsîm görüşünden
uzaktır. Kendisine ait olan el-Akîdetus-Suğrâ’da açıkça şu mânaya
gelecek ifadeler kaydetmiştir: “Bil ki Hak Teâlâ cevher olmadığından kendisine
mekân takdir edilemez, araz olmadığından bekâsı imkansız değildir, cisim
olmadığından yön ve karşılaşılması söz konusu değildir. Yön ve taraflardan
münezzehtir.”
“Esrâr
Bâbı”nda “Kelâmcıların cumhuru, yaratıcının yaratıcılığının devam etmesi için
arazın kendi kendine yok olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Genel olarak Hak
Teâlâ, diğer mertebelerde yaratılmışlardan farklıdır ve bütün yaratılmışların
bilgisinin ötesindedir.” demiştir. Bu mebhas üzerinde iyi dur, Allah sana
hidâyet versin!
Sonuç
olarak
Üstad Ebû İshak el-İsferâyînî şöyle derdi: “Hak ehli, kelâmcıların tevhid
konusunda söylediklerinin tamamını iki kelimede toplamıştır: Birincisi,
Allah’ın, insanın vehminde tasavvur ettiği her şeyden başka olduğuna
inanmaktır. İkincisi ise O’nun yüce zâtının hiçbir zâta benzemediğine ve
sıfatlar yönünden âtıl olmadığına[195]
inanmaktır. Yüce Allah “O’nun hiçbir dengi yoktur.”[196] âyetiyle
bunu tekid etmiştir.
Ey
Kardeş! Bil ki Hak Teâlâ nefsini, nefsiyle tenzih etmiştir. Şeyh 272. bâbda şu
ibâredekileri söylemiştir: “Bil ki Hak Teâlâ kendisini, yarattıklarının
sıfatlarından, yaratılmışların tenzihiyle değil, tevhid tenzihiyle tenzih
etmiştir. Zira yaratılmışların tenzihi mürekkeptir ve kullar bununla emredilmişlerdir.
Onlardan sadece kendilerine benzeyen şeyler meydana gelir. Ancak biz Şâri‘e
tenzihle kulluk ettiğimizde O’nu makamında ikrar etmiş ve hiçbir şeyin O’nun
gibi olmadığına inanmakla beraber, kurbet cihetiyle bize emredileni söylemiş
oluruz. Kula emredilen tenzih, Hak Teâlâ’nın kendisini tenzih etmesinin aynısı
değildir.
Soru:
Tenzih
ile takdis arasında ne fark vardır?
Cevap:
Şeyh’in
Levâkihul-Envârda dediği gibi aralarındaki fark, tenzihin Hak Teâlâ
canibinde noksanlığı hissettirmekle beraber olduğudur. Takdis ise noksanlığı
hissettirmeden sadece kemâl ve cemâl sıfatlarıyla birlikte olur. Bu durumda kul
için takdisin, tenzihten daha kâmil olduğu bilinmiş oldu. Bu nedenle Şeyh
“Esrâr Bâbı”nda “Tesbih, tecrihtir (yaralama). Kendisine noksanlık ilişmeyen
kimse tenzih edilmez. Ancak bazı kullar, kimi yerlerde Hak Teâlâ’yı kendi sıfatlarıyla
yorumladıklarında, söz konusu yorumlar muhatapta noksanlık hissettirdiği için,
gerçekte tam olarak bu imkânsız ise de yine de kulun O’nu, bu hislerden tenzih
etmesi meşru kılınmıştır.” demiştir. Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle
dediğini işittim: “Ulemânın Allah’ı tesbih etmesi, O’nun kendi nefsiyle ilgili
söylediklerini nakletmekten ibarettir. Onlar, herhangi bir noksanlık anlamına
gelebilecek bir tevehhüm/varlığı hakkında tereddüt etme durumuna düşmekten
emin olmak için, tilâvet yöntemiyle bunları söylemektedirler. Allah onların
tamamından razı olsun. Bunun benzerini Tevhid mebhasında da takdim ettik. En
doğrusunu Allah bilir.
Kendisine Muhtaç
Olmadığı ve Kimse de Kendisini Buna Zorlamadığı Hâlde Allah’ın Bir Bütün Olarak
Âlemi Sonradan Var Ettiğine inanmanın Vâcip Olduğu Hakkındadır
Allah’ın
âlemle ilgili bilgisi önceden vardı ve buna uygun olarak yarattıklarını
yaratması gerekmiştir. O, âlemlerden müstağnidir. Onları bizzat değil,
tercihiyle/ihtiyarıyla yapmaktadır. Başlangıç ve sonu olmaksızın kendi zâtıyla
vardır. O’nun varlığı zâtıyla kâim ve süreklidir. Bunlar kelâmcıların
sözleridir. Biz burada Şeyh Muhyiddin’in (ra) sözlerine, onları naklederek
geniş yer vereceğiz. Allah’ın izniyle şöyle deriz: Şeyh el-Fütûhât’ ın
229. bâbında Hak Teâlâ’nın sıfat ve isimlerinin zuhûru için, âlemin varlığına
muhtaç olduğunu söylemenin câiz olmadığını zikretmiştir. Zira O, mutlak olarak
müstağnidir. Bunu Şeyh’in, Hakk’ın isimlerinin mertebelerinin zuhûru için
âleme muhtaç olduğunu, yaratılmışlar olmadan zuhûr etmeyeceğini ve kimsenin
O’nu bilmeyeceğini söylediğini iddia edenlere açık bir ret olarak söyledim.
Akıl sahiplerinin tamamı, O’nun kendisi için kudret sahibi ve var olmak için
bir irade sahibi olmadığı konusunda icmâ etmişlerdir. Zira iradenin
özelliklerinden birisi de sadece mâduma taalluk etmesidir. Oysa Allah,
mevcuttur. Kudretin özelliklerinden biri de sadece mümküne ya da başkası
vasıtasıyla vâcibe (vâcip bi’l-gayr) taalluk etmesidir. Oysa Yüce Allah,
bizzat kendiliğinden vâcibü’l-vücûddur.
Soru:
Allah’a
hiçbir şey vâcip olmadığına göre “Rabbiniz kendisine merhameti yazdı.”[197]
ve “Müminlere yardım etmek üzerimizde bir haktır.”[198]
âyetlerinin anlamı nedir? Bunlar, Hak Teâlâ’nın kendisine vâcip kıldığı rahmet
ve müminlere yardım etme vaadine sadık kalacağını ilân etmektedir.
Cevap:
Şeyh’in
376. bâbda dediği gibi, Hak Teâlâ, kendisine dilediği şeyi vâcip kılabilir.
Ancak bu, kullarına bunu terk etmeyi yasakladığı vâcip tanımı altına girmez.
Zira O, dilediğini yapar, yazdığının aksini de yapabilir ve dilediği müminleri
terk edebilir; bu durumda da ne kınanabilir ne de yerilebilir. Zira bir olan
muhtarın, kendi kendisini zorunlu tutması (ilzâm) doğru değildir. Îlzam etse
bile kulun aksine buna uymak zorunda değildir. Zira kul, adak yöntemiyle
kendisine bir şeyi vâcip kıldığında, bu durum şerî vâcip kapsamına girdiği
için, buna uymak zorundadır. Îmkân bulduğu hâlde yerine getirmezse, günaha
girer. Bu, Allah’ın kendisine vâcip kılmadığı bir şeyi kendisine vâcip
kıldığından ve teşrî konusunda zahmeti tercih ettiğinden dolayı, onun için bir
ceza gibidir. “Müminlere yardım etmek üzerimizde bir haktır.”[199]
âyetinden kastedilen ise Şeyh’in 33. bâbda dediği gibidir: Vâcip kılma,
Allah’ın ezelî olan ilminin, bir şeyin bizim için saadet olduğuna taalluk
etmesi açısından ve bu nispetledir. Yani ilmin taalluk ettiği bu işe
ulaştıracak bir yolun bulunması gerekir.
Bu
konuda uzun açıklamalar yaptıktan sonra şöyle dedi: “Böylece Hak Teâlâ’ya
hiçbir şeyin vâcip olmadığı, şayet kendisine bir şeyi vâcip kılsa bile, mutlak
mertebede bundan vazgeçebileceği anlaşılmış oldu. Şu var ki Allah’ın iki
mertebesi vardır. Sınırlılık (takyid) mertebesi “Allah, kendisine şirk
koşulmasını bağışlamaz.”[200]
âyetinde olduğu gibidir. Şer’an haber verdiği bu hususa muhalefet etmesi doğru
değildir. Itlak mertebesi (sınırsızlık) ise “Dilediğini affeder, dilediğine
azap eder.”[201]
âyetinde olduğu gibidir. Evliyâullahtan olan muhakkiklerin görüşü, lafzî edebe
riayet ederek Hak Teâlâ’nın mutlak kıldığını mutlak, mukayyet kıldığını da
mukayyet kabul etmek ve hass olanı âmm olana, âmm olanı da hass olana
yorumlamamak şeklindedir. Şeyh’in 293. bâbda “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.
Onu takvâ sahiplerine yazacağım.”[202] âyeti
bağlamında zikrettikleri bunu desteklemektedir. Buna göre Hak Teâlâ’nın iki
cömertliği (cûd) vardır. Cûd-i mutlak ve cûd-i mukayyet. Bu âyetin cûd-i mutlak
bağlamında olduğunu söylemiştir. Cûd-i mukayyet ise “Rabbiniz kendisine rahmeti
yazdı.”[203]
âyeti gibidir. Yani has amellerinden dolayı özellikleri has olan bir topluluk
için rahmeti kendisine farz ve vâcip kılmıştır. Bu “Sizden kim, bilmeden bir
suç işler, sonra da tövbe eder ve hâlini düzeltirse”[204] âyetinde
ifade edilen cömertliktir.
Bu
cömertlik, Allah’ın daha önceki vaadinin gereği olarak sıfatları böyle olan
kimse içindir. Söz konusu özel amelin karşılığıdır. Kuşkusuz tövbe ve ıslah
etme cûd-i mutlak kapsamındadır. Bunları onun cömertliğinin karşılığı
kılmıştır. Bu durumda O’ndan başka, O’na hükmedecek ve O’nu sınırlayacak
hiçbir şey yoktur. Kul, kalıcı olmayan bir araz gibi bu iki cömertlik
arasındadır. Şöyle demiştir: “Mutlak durumun meşrû, mukayyet durumun ise ma‘kul
olduğu sana açıklanmış oldu. Bu, O’nun kendisine çocuk nisbet edilmesini ve
onun “lev” hükmü altına konulmasını ve ilâhi sözün değişmesini “Katımda sözüm
değişmez.”[205]
âyeti gösterdiği gibi yasaklaması gibidir
Şeyh
şöyle demiştir: “Akıl, Allah için çocuğun imkânsızlığı konusunda aklî bir
delil bulunduğuna delâlet eder. “Şayet Allah isteseydi, tamamınıza hidâyet
verirdi.”[206]
âyetinde de aklî bir delil vardır. “^J / Şayet” lafzı, Allah’ın kendisi için
muhayyer olduğunun, dilediğini emredeceğinin, dilemediğini etmeyeceğinin
delilidir. Îlâhi haberlerin gelişini, görüldüğü gibi gördün. Bununla birlikte
akıl bunu hayal etmektedir.” Bunu uzunca açıkladıktan sonra, şöyle dedi: “Yüce
Allah’ın bizi rahatlatmak için, namaz ve diğer ibadetleri bize vâcip kıldığı
gibi, kendisine de bazı şeyleri vâcip kıldığı anlaşılmış oldu. Bu, bizim
kendimize vâcip kıldığımız adak gibidir. Şayet terk edersek isyan etmiş oluruz.
Ancak Hak Teâlâ kendisine vâcip kıldığı şeylerden birini terk ederse, bu hüküm
kapsamına girmez ve asi sayılmaz. Zira bizim kendimize vâcip kıldığımız bir
şey, kendi kendimize vâcip kıldığımız için değil, Hakk’ın bize vâcip kılması
nedeniyle vâciptir. Şayet O, bize vâcip kılmasaydı, terk ettiğimiz takdirde âsi
olmazdık. Hak Teâlâ’ya gelince, O’nun kendisine vâcip kıldığı bir şeye vefa
göstermesi, lütûf, minnet ve güzel ahlâkındandır.”
Soru:
Vaad
ettiği hayırlı şeylere vefa gösterdiği zaman, bu açıktır. Peki âsilere vaad
ettiği kötü şeyler için durum nedir?
Cevap:
Allah’tan
meydana gelen her şey hayırdır. Ancak hayır, mutlak hayır ve karışık hayır
olmak üzere iki kısımdır. Mutlak hayır, nefsin tiksinmediği şeydir. Karışık
hayır ise tiksinilen bir ilaç içmek gibi, içinde bir çeşit kötülük bulunan
hayırdır.
Bu
hayrın sahibi, azap ve merhamet gören kimse gibidir. Düşündüğü zaman azabının
rahmet ve tedip olduğunu anlar. Bu, tevhid inancına sahip olan âsilerin
hükmüdür. Sapıklardan azabı hak edenlere gelince bu, hiçbir şekilde rahmet
bulunmayan mutlak şerdir. Allah’tan lütfunu talep ederiz.
Şeyh
Muhyiddin 292.[207]
bâbda, Ehl-i sünnet ve’l-cemaât’in hiçbir şeyin Allah’a vâcip olmadığına dair
görüşünü destekleyen şeyler zikretmiştir. Buna göre Sehl b. Abdullah et-Tüsterî
(ra) şöyle demiştir: “Bir defasında Îblis’le karşılaştım ve onu tanıdım. O da
benim kendisini tanıdığımı anladı ve aramızda bir münazara gerçekleşti. O bana
konuştu, ben de ona konuştum. Sesimiz yükseldi ve tartışma uzadı. O durduğunda
ben de durdum, devam ettiğinde ben de devam ettim. Bana söylediği son sözü “Ey
Sehl, Yüce Allah ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.’[208]
buyurmaktadır. Benim de bir şey olduğumu biliyorsun. “ J£ /her” lafzı, istisna
ve kapsam dışı bırakılan nekre hariç, genellik ve kapsamayı gerektirmektedir.
O hâlde rahmeti beni ve bütün âsileri de kapsamaktadır. Hangi delile dayanarak
Allah’ın rahmetinin bize ulaşmayacağını söylüyorsunuz?” Sehl dedi ki “Yemin
ederim ki konuşmasının güzelliği, böyle ayetlerle bana karşı zafer kazanması,
onlardan benim anlamadığımı anlamış olması ve bilmediğim delilleri bilmesi
beni hayret içinde bıraktı ve susturdu. Şaşkın ve düşünceli bir şekilde kaldım.
Âyeti içimden tekrarlamaya başladım. ‘Allah’tan korkup sakınan ve zekâtlarını
verenlere yazacağım.’ âyetine gelince, bununla sevindim ve bir delille zafer
elde ettiğimi ve onun sırtını dayadığı zayıf delili çürüttüğümü zannettim.
Dedim ki: ‘Ey melûn, gel! Yüce Allah, genel çerçeveden çıkaracağın bazı özel
sıfatlarla sınırlamış ve ‘Takvâ sahiplerine yazacağım.’ demiştir” ve sonuna
kadar okudum. Îblis tebessüm ederek ‘Ey Sehl, sınırlama senin sıfatındır, O’nun
sıfatı değildir.’ dedi. Daha sonra: ‘Ey Sehl! Senin Allah’ı bilmediğini
zannetmezdim ve senin böyle olduğunu sanmazdım. Keşke sussaydın, keşke sussaydın,
keşke sussaydın!’ dedi. Sehl ‘Kendime döndüm, derin derin düşündüm, su gırtlağıma
kadar yükseldi, ancak ne ona bir cevap bulabildim ne de yüzüne bir kapı
açabildim. Onun bir şeyler ümit ettiğini anladım ve hem o ayrıldı hem de ben
ayrıldım. Yemin ederim ki bundan sonra ne olacağını bilmedim. Allah bu
problemle ilgili bir şey söylemediğine göre iş, O’nun yaratıkları hakkındaki
iradesine kalmıştır. Bu konuda, O’nun kendisi için verdiği hükme iman etmekten
başka bir hüküm veremem.’ dedi.” Sehl’in sözü burada bitti.
Şeyh
Muhyiddin “Önceleri Îblis’in hüccetinden daha yetersiz hüccet, ondan daha cahil
biri görmezdim. Ancak Sehl’in (ra) bu konuda naklettiklerini öğrenince,
şaşırdım ve Îblis’in bildiğini, cahil olmadığını ve ifade etme konusunda
Sehl’den daha üst bir mertebede olduğunu anladım.” demiştir. Böylece Allah
Teâlâ’nın âlemin tamamını O’na muhtaç olmadığı ve O’nu zorlayan olmaksızın
yarattığını, O’na bunu yapmayı gerektiren herhangi bir mûcip olmadığını
öğrenmiş oldun. O’nun âlemlere muhtaç olmaması konusunda Şeyh (rh.a) 72. bâbda
şöyle demiştir: “Yüce Allah, muhtaç olduğu için âlemi yaratmadı. Ayrıca eşya
mümkün olan yokluğu hâlinde zâtı itibariyle kendisine muhtaç olduğu birisinden
-bu zât Allah’tırvar olmayı talep ettiğine göre, O’ndan başkasını bilmez.
Alem, zâtî muhtaçlığıyla, Hak Teâlâ buna muhtaç olmadığı halde kendisine sormasından
önce Yüce Allah’tan kendisini yaratmasını talep etmiştir. Zira Allah onu nisbî
yokluğu hâlindeyken de varlık hâlindeykenki gibi görmekteydi. Varlık hâlinde de
yokluk hâlinde de eşit bir şekilde onu bir tek idrak ile hakikatte ne ise o
olarak idrak etmekteydi. Bu nedenle O’nun eşyayı yaratması, kulun aksine
kendisine muhtaç olmasından dolayı değildir. Hak Teâlâ, kula yaratma imkânını
verse ve o da bir şeyin icadını dilese bile, ona olan ihtiyacından dolayı bunu
yapar. Kul sadece yanında bulunmayan bir şeyi talep eder ki yanında bulunsun.
Îşte bu şekilde, kulun icadıyla Hakk’ın icadı birbirinden ayrılır. Şeyh bu
meselede karşılık elde etmekle uğraşmanın çok az kişi dışında kimseye nasip
olmadığını, ehlullahtan olan birçok kişinin ayağının burada kaydığını ve
Allah’ın şu âyette zemmettiği kimselere katıldıklarını söylemiştir: “Allah
‘Allah fakirdir, biz zenginiz.’ diyenlerin sözünü işitmiştir.
Soru:
“Bazıları
Şeyh’in; şu şekildeki şiirini söylediğini nakletmişlerdir:
Her
şey muhtaçtır, hiçbir şey müstağnî değil /Hak olan budur, bu sözümüzdür
kinâyemiz değil
Cevap:
el-Fusûs
ve diğer kitaplarına bunun benzeri şeyler sokuşturulmuştur. Bu, nakledenin
yalanının aksine, onun ifadesi değildir. Yine Şeyh 361. bâbda “Allah, âlemlere
muhtaç değildir.”135 âyeti bağlamında, şunları kaydetmektedir:
“Yani âlemin varlığına muhtaç değildir. Ancak Allah sebepleri ızhâr edip bir
kısmının zuhurunu diğer kısmının zuhuru üzerine bina edince, bazıları yanılarak
‘Allah, âlemin sübûtünden değil, vücudundan müstağnîdir.’ dediler.
Bazı
mukallitler bu ibâreden, zuhûrun mertebelerinden dolayı, bunun aslı itibariyle
muhtar ve âlemlerden müstağni bir fiil olduğunu unutarak, ihtiyaç (iftikar) kokusu
aldılar. Böylece perişanlık boşluğunda ayakları kaydı. Âlemin ilâhi ilimde
sabit olması, [O’nun] âlemin varlığına muhtaç olduğu anlamına gelmez. Zira
ondan ve onun var olmasından müstağni olan birisi, ona muhtaç olmakla
nitelenemez. Akıl sahibi birisi, yanılma (ayakların kayması) durumuyla
karşılaştığında, Allah’ı kemâl sıfatlarıyla niteleme ilkesine sarılsın. Bu
durumda Hakk’ın yardımcısı olur.”
Bunun
izahı şudur: Ey Kardeş! Îlim, sübûtu açısından âleme taalluk ettiği için,
bununla yetinmiştir. Daha sonra Hak Teâlâ dilerse bunu şehadet âleminde varlık
sahnesine çıkarır, dilerse çıkarmaz. Şayet varlık sahnesine çıkarsa ona muhtaç
olmakla nitelenemez, aksine onun varlığından müstağnidir. Ulûhiyyette mümkün
olması itibariyle hakkı vardır. Şayet mümkün varlıklar, muhtaç olma (iftikâr)
diliyle Allah’tan, yokluğun tadını tattıkları gibi varlığın tadını da tatmayı
talep etmeselerdi, Yüce Allah onları ızhâr etmezdi. Onlar (varlıklar),
vâcibü’l-vücûdun ilminde sabit olmaları diliyle, yokluktan varlığa çıkarılmayı
istediler. O da ilmin zevk olması için eşyayı var etti. Allah kendisi için
değil, onun (âlem) için var etti. Zira O, âlemin varlığına, onun varlığının
kendisine delil olmasına ve sübûtunun bir alâmeti olmasına muhtaç değildir.
Aksine yokluğu, delâleti terk etme noktasında, varlığından daha açıktır. Hangi
şeyin varlık ya da yokluğunun tercih edilmesi, kendisiyle Hak Teâlâ’nın
kemâline delâlet edecek alâmetin maksadı olabilir? Îşte bundan dolayı “O’nun
âlemden müstağni olması, âlemin varlığından müstağni olmasının bizzat
kendisidir.” dedik. Bu, garip bir meseledir. Zira bunda mümkünü ezelde yoklukla
nitelemek ve ezelinde tercih kabul etmemesi vardır. Îlimde ezeli olduğu hâlde
ondan önce mümkün nasıl yoktu? Bu, onun kendinden mümkün olması nedeniyle her
iki hükümden (varlık — yokluk) birini kabul etmesinin eşit olmasından
kaynaklanmaktadır. Yokluk ya da varlık hâllerinden hangisi varsayılsa,
varsayıldığı hâldeki hükmü tercih edilmiştir. Tercih etme ise her ne kadar
tercih edilen yokluk ile nitelense de, sadece ezelde mümkün olan varlığa
yokluğu hâlinde uygulanır. Bunun izahı şudur: Tercih edenin -ki bu, failin
ismidirtercihi, kasıt olmadan söz konusu olmaz.
Kasıt,
mânevî bir harekettir ve hükmü, hakikatini verdiği ölçüde her kastedende
ortaya çıkar. Şayet hissedilebilen (mahsus) bir şey ise bir yerde mekân
tutar/mekânı olur, başka bir yerde mekândan fâriğ olur/mekân tutmaz. Şayet
akledilebilen (ma‘kul) bir şey ise bir mânayı yok eder, bir (başka) mânayı
isbat eder ve bir hâlden başka bir hâle intikal eder.
Şeyh’in
sözlerinin özeti şudur ki âleminde içinde sabit olması açısından, Hak
Teâlâ’nın kadîm ilminin kapsamında olan şeylerden müstağni olduğu söylenemez.
Çünkü âlem O’nun ilminde malumdur, zira malûmu olmayan ilim doğru olmaz.
Allah’ın, ilminde malûmların sübûtundan müstağni olduğunu söyleyen kimse, Hak
Teâlâ’nın ilminden müstağni olduğunu söylemiş gibidir. Bu ise muhâldir, anla!
O hâlde durum, Allah’ın âlemin onun ilminde sabit olmasından değil, ilminin
gizliliklerinden şehadet âlemine çıkmasından müstağni olduğu şekline döndü,
düşün! Anladığımızı Şeyh’in 558. bâbda, Allah’ın el-Bârî ismi bağlamında
söyledikleri de desteklemektedir: “Bil ki Hak Teâlâ, bütün inançların
ötesindedir. Zira O, âlemlerden müstağnidir. Ancak O’nun âlemden müstağni olmasının
zihinlerimizde yer etmesi için, âlemin varlığını hayal etmek gerekir. Bu, mal
sahibi için “Malıyla maldan müstağnidir.” denilmesi gibidir. Zira zengin
olmayı gerektiren sıfat maldır. Dolayısıyla zenginlik sıfatını tasavvur etmek
için malın bulunması gerekir.
Şeyh
şöyle dedi: “Bu ince ve keşfi hoş olan bir meseledir. Âlem, âlemin var olması
itibariyle Allah’ı övmenin sebebidir. Bu, biz olmaksızın Allah’ın bizim
sıfatlarımızdan tenzih edilememesi gibidir. Dolayısıyla, O’nun bizden müstağni
olabilmesi için bizim varlığımızın tasavvur edilmesi gerekir. O, keşfî dairede
değil, aklî dairede bizimle, bizden müstağnidir. O’nun müstağni olması, bizden
müstağni olmasıyladır. Bu nedenle bu müstağnînin bizimle birlikte var olması
gerekir.” Şöyle demiştir: “Bu durumu yakından anlamak isteyen kimse, Hak
Teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği, âlemi çağrıştıran isimlere baksın. Hâlık
mahlûku, râzık merzûku, rahman merhûmu ve rab merbûbu çağrıştırır. Îşte bunun
gibi biz olmadan müstağnî olan zâtın düşünülmesi, kesinlikle söz konusu değildir.”
Bu konuda Sehl b. Abdullah [et-Tüsterî]’nin şöyle dediğini kaydetmiştir:
“Rubûbiyyetin bir sırrı vardır ki şayet açığa çıkarsa, rubûbiyyetin hükmü bâtıl
olur. Dolayısıyla zâhir olmanın anlamı yok olmaktır. Bu, beldeden çıktığı zaman
‘Sultan beldeden zâhir oldu.’ denilmesi gibidir.”
Şeyh
140. bâbda da şöyle demiştir: Hak Teâlâ’nın âlemlerden müstağni olmasının
anlamı, âlemin O’na delâlet etmesi açısındandır. Zira Hak Teâlâ şayet âlemi
kendisine delil olması için yaratmış olsaydı, delilin medlûl üzerinde bir
övünme ve yetkisi söz konusu olurdu. Hak Teâlâ’nın buna muhtaç olmadığı doğru
olduğuna göre delil, varlığı nedeniyle övgü mertebesinden öteye gitmez.
Delillendiren, delillendirilene o olmaksızın ona ulaşılmasının mümkün olmadığı
bir işi ifade eder. Böylece âlemlerin müstağni olması bâtıl olur. Îşte bu
şekilde Allah’ın âlemi kendisine delil olması için yarattığını söyleyenlerin
görüşü boşa gitmektedir. Yüce Allah hiçbir delili kendisine delâlet etmesi için
tayin etmedi. Sadece kulun O’nun bir tek ilâh olduğunu, O’ndan başka ilah
olmadığını bilmesi mertebesi için tayin etmiştir.
Bunu,
Şeyh’in el-Fütûhât’ın 60. bâbında “Allah, âlemlerden müstağnidir.”136
âyeti bağlamında söyledikleri de desteklemektedir. Yani O’na delâlet etmesinden
müstağnidir. Çünkü alâmetlerin tamamı delillerdir. Yüce Allah “Âlemleri sadece
kendi nefsine delâlet etmesi ve kendisine nefsinin âcizliği, fakirliği ve bana
olan ihtiyacı ortaya çıksın diye yarattım.” demiş gibidir. Çünkü varlıkta bana
delâlet eden hiçbir şey yoktur. Çünkü bana delâlet eden bir şey olsaydı ben de
ona bağlanarak sınırlanmış olurdum. Ben delillerin varlığının
sınırlandırmadığı müstağniyim ve muhdes deliller bana delâlet etmez. Bu mesele
üzerinde düşünenlerin çoğu, kâinatın Allah’a delâlet ettiğini
zannetmektedirler. Zira nefislerine bakarak delil getirmektedirler. Ancak
düşünüyor olmalarının, varlıkla nitelenmiş olmalarına bağlı olduğunu
bilmiyorlar. Oysa gerçekte düşünen, varlıktır. O, onların değil, Hak Teâlâ’nın
nûrudur. Onlardan birisinin zâtı, varlıkla nitelenmese, ne ile bakıp
düşünecektir. Bu şekilde cemaatin görüşü olan “Allah’ı Allah ile bildim.”
ifadesi sahih olmaktadır.
Şeyh,
Şerhu Tercümâml-Eşvâk’ta şöyle demiştir: Hak Teâlâ, tayin edilen bütün
delilleri “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” âyetiyle silmiştir. Âlemin
tamamı, âriflerin ondan bir bilgi istemediğini, istemeyeceğini bilmesi ve
edeplice durması, miktarlarını aşmaması için, cehâlet, acziyet ve hayret
makamında durmaktadır. el-Fütûhâf ın “Esrâr Bâbı”nda ise “Âlem kimden
bedihî alâmettir, kim için alâmettir? Sadece Allah, fiili ve cehâletinin
ulaşamayacağı şeyler kalmaktadır.” Şeyh’in, Allah’ın âleme muhtaç olduğuna
dair kendisine isnad edilen görüşten berî olduğunu açıkça görmüş oldun. O,
mutlak olarak müstağnidir, âlem ise bir an bile Allah’a muhtaç olmaktan
ayrılmaz. Allah âlemi, ilminin derinliklerinden şehadet alemine, başka şey için
değil, sadece -var olduğundaüzerine nimetlerini yağdırmak için getirdi. Bu,
bazılarının “Yüce Allah, bize muhtaç olmadan bizi yarattı ki teklifi kabul
edelim. Zira Allah kendi nefsini mükellef tutmaz.” şeklindeki sözlerinin
anlamıdır. En doğrusunu Allah bilir.
Soru:
Bir
kimse kâinata muhtaç olmadan sadece Allah ile yetinebilir mi?
Cevap:
Şeyh’in
125. bâbda dediği gibi, gerçekte bir kişinin Allah ile yetinmesi mümkün olmaz.
Zira istiğnanın hakikati sebeplere döner. Hak Teâlâ’nın zâtı ise, bu tür
şeylere mahal olmaktan münezzehtir. Bunun izahı şudur: Yüce Allah sebepleri
sadece yaratılmışların ihtiyaçlarını gidermek için var etmiştir. Buna bağlı
olarak herkes ancak kâinatla müstağni olabilir. Genel anlamda kâinattan
müstağni olmak söz konusu değildir. Bir yaratılmışın diğeriyle müstağni olması
mümkündür. Bazılarının “Falan kişi Allah ile yetinmektedir.” şeklindeki sözleri
cehâlettir. Ancak bunun doğrusu kul Allah ile değil, Allah’ın verdikleriyle
müstağnidir. Acıktığı zaman yemesi emredilmiştir ve onun açlığı yemekle değil,
yeme anında giderilmektedir. Anla! En doğrusunu Allah bilir.
Âlemi Yaratmakla
Allah’ın Zâtında Herhangi Bir Şeyin Değişmediğine, Hulûlün ve İttihâdın da Söz
Konusu Olmadığına İnanmanın Vâcip Olduğu Hakkındadır
Şayet
buna inanılırsa bu görüş, O’nun yırtıcı, haşerat ve vahşi hayvanların
karınlarında olmasını beraberinde getirir ki Yüce Allah bundan alabildiğine
ulu ve yücedir. Bil ki bu mesele, kitabın başında da geçtiği gibi, mülhidlerin
Şeyh Muhyiddin’in aleyhinde yaydığı hususlardan biridir. İşte burada sana onun
sözlerinin en orijinal olanlarını, el-Fütûhât’ın bablarından alıp
sunmaktayım. Böylece Şeyh’in bu gibi şeylerden kesin olarak uzak olduğunu
bilesin. Zira bu, açık bir cehâlettir. Allah’ın yardımıyla şöyle derim: “Şeyh Akîdetüs-Suğrâsında
şöyle demiştir: ‘Hak Teâlâ hâdis varlıklara hulûl etmekten veya onların kendisine
hulûl etmesinden yücedir.’ Akîdetü’l-Vustâ’sında ise ‘Bil ki Yüce
Allah’ın bir olduğu konusunda icmâ vardır. Birlik makamı ise bir şeye hulûl
etmekten, bir şeyin kendisine hulûl etmesinden veya bir şeyle birlik
oluşturmaktan yücedir.” demiştir.
el-Fütûhât’ın
3. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki hiç kimsede, Allah’tan herhangi bir şey
yoktur. Böyle bir şey hiçbir açıdan mümkün değildir.” “Esrâr Bâbı”nda ise “Bir
ârifin en yüksek kurbiyet mertebesine ulaşsa bile ‘Ben Allah’ım’ demesi câiz
değildir. Ârif bu sözden kesinlikle uzaktır ve Allah da bundan uzaktır. Onun
sözü “Ben hem şimdi hem de gelecekte ‘zelil bir kulum’ demesidir.” 169. bâbda
ise “Kadîm, kesinlikle ne hâdis şeylere mahal olur ne de hâdis varlıklara hulûl
eder. Kadîm varlık ile hâdis varlık birbirlerine, bir şeyin kendisinin
aynısıyla irtibatlı olması şeklinde değil, izâfet ve hüküm irtibatıyla
bağlıdır. Rab, kuluyla herhangi bir mertebede asla bir araya gelmez. Bunun
nihaî durumu rab ile kulun varlıkta/vücutta bir araya gelmesidir. Bu da kul ile
rabbin toplanması şeklinde değildir. Buradaki toplanma, kul ile Rabbin mâna
itibariyle her birisinin diğerine kendi nispetiyle bağlı olmasıdır. Buradan
lafızların mutlak olmasını kastetmiyoruz. Her birisinin kendi nispetiyle ve
mâna itibariyle diğerine nispetinin söz konusu olmadığı bilinmektedir.”
Acem’in
efendisi Veliyyetü’l-Kâmile Şerhul-Meşâhidde şöyle demiştir: “Bil ki
ubudiyet, \ harfinin irtibatı gibi, rubûbiyyetle mukabil, irtibatla irtibatlıdır.
Zira görünürde bir harf hâline gelen, bu iki harften her biri, bu harfin
hakikatinin konuluşu anında diğerine bağlı bir hâldedir.
Soru:
“Onu
sevdiğim zaman, işiten kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı ve vuran eli olurum.”
hadisinin anlamı nedir? Birçok topluluk bundan Hakk’ın kul ile ittihadının var
olduğunu ve onda meydana geldiğini anlamıştır.
Cevap:
“Ben
onun kulağı olurum.” ifadesinin anlamı, müşâhede âlemi, muhabbetin husulü olan
bu şart üzerine düzenlenmiştir. Müşâhede tertibi açısından, “Onun kulağı
olurum” ifadesiyle işaret edilen hudûs şeklinde gelmiştir. Bu, varlıksal
kabullenme açısından değildir. Bunu efendim Üstad Seyyid Ali b. Vefâ (rh.a)
söylemiştir. Şeyh Muhyiddin ise 68. bâbda kulaklarla ilgili sözlerinde şöyle
demiştir: “‘Kulağı ve gözü olurum.’ şeklindeki ifadelerle kastedilen,
nafilelerle Allah’a yaklaşanlar için işin inkişafı/açılması/zâhir hâle
gelmesidir. Allah’ın takarrubdan önce işiten kulağı olması değildir. Yüce
Allah, bundan ve ortaya çıkan arazlardan yücedir.” Bunun ilâhi meselelerin en
üstünü olduğunu söylemiştir.
Soru:
Yüce
Allah bu hadiste neden hayal, hıfz, fikir, tasavvur, vehim ve akıl gibi, ruhanî
yetenekleri değil de göz ve kulak gibi hissî sûretleri zikretmiştir. Hissî
özellikleri tercih etmesinin sebebi nedir?
Cevap:
Şeyh’in
346. bâbda verdiği gibi zahirî duyular, hem Allah’a hem de duyulara muhtaç olan
ruhanî yeteneklerin aksine, sadece Allah’a muhtaç olduğu için, bunlar tercih
edilmiştir. Hak Teâlâ, tek olan ve kendisine hiçbir şeyin şirk koşulmadığı kendisine
muhtaç olanların aksine, başka bir şeye muhtaç olanların konumuna inmez.
Böylece zâhirî duyuların, ruhanî yeteneklere tasarrufta bulundukları şeyler
konusunda imkân sağladıkları ve onlarsız ilmî hayat söz konusu olmadığı için
daha tamam olduklarını anlamış oldun. En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
yine 365. bâbda şöyle demiştir: Şayet Allah’ın bize nidası, bizim de O’na olan
nidamız olmasaydı, ne O bizden ne de biz O’ndan ayırt edilebilirdik. O,
kendisiyle bizi hükümde ayırdığı gibi, biz de kendimizi O’ndan ayırdık ve ne
hulûl ne de ittihat söz konusudur.”
“Esrâr
Babı”nda ise “Hulûl görüşünde olan, hastadır. Zira hulûl, bitmeyen bir
hastalıktır. Seni, O’ndan ayıran kimse, senin ve O’nun bizzat varlığını ispat
etmiştir. Baksana, ‘Onun gören gözü olurum’ ifadesinde, zamiri sana iade
ederek, varlığını ispatlamış ki sana delâlet etsin. O’nu hulûl eden ve edilmeyi
kabul eden şeklindeki hulûl görüşü, gereksiz ve cahil olanların görüşü olduğu
gibi, ittihad görüşü de mülhidlerin görüşüdür. Kendisini Hak’tan ayıran çok
güzel bir şey yapmıştır. Bitiştiren ise bitişinceye kadar kendisinin ayrı
olduğuna şahitlik etmiştir. Oysa bir tek olan şey, kendi nefsine ulaşmaz.
Geriye sadece O’nun zâtı ve yaptıkları kalmaktadır.
Yine
“Esrâr Bâbı”nda “Hâdis olan varlık, hâdis şeylerden uzak olamaz. Şayet kadîm
varlık hâdis varlığa hulûl ederse, Tecsîm grubunun görüşü doğru olur. Oysa
kadîm, ne hulûl eder ne de hulûl edilir. Ulaşmayı (vasl) iddia etmenin kendisi
bile bizzat ayrılıktır.”
Bu
bâbda aynı şekilde şunları kaydetmiştir: “Sen sensin; O, O’dur. Âşıkların
dediği gibi ‘Ben onun hüviyetindenim, o da benim hüviyetimdendir.’ demekten
seni sakındırırım. Bununla, bir tek şey olarak bütünleşmenin olabileceği mi
takdir edilmektedir? Yemin ederim ki hayır, buna imkân yoktur. Bu cahilliktir
ve cahillik de Hakk’ı aklettirmez. Herkes için Allah ile karşılaştığında
örtünün kalkması gerekir.” Şunu da söylemiştir: “Sakın ‘Ben O’yum’ deme! Yanlış
yaparsın. Şayet sen O olsaydın, O’nun kendi nefsini ihata ettiği gibi sen de
onu ihata ederdin ve hiçbir mertebede O’nunla ilgili cahilliğin söz konusu
olmazdı.” Aynı bâbda “Bil ki âşık ‘Ben ondanım o da bendendir.’ dediğinde bu,
ilim ve tahkîk diliyle değil, aşk ve muhabbet diliyle söylenen bir sözdür. Bu
nedenle onlardan biri bu sarhoşluktan ayıldığında, sözünü terk eder.”
demiştir.
292.
bâbda “Bazılarının zannettikleri hulûl ve ittihadı nefyetmenin en büyük
delillerinden biri de, aklen ayda güneşin ışığından hiç bulunmadığını ve
güneşin bizzat ona intikal etmediğini ve ayın onun mahalli olmadığını
bilmendir. Aynı şekilde kulda da yaratıcısından herhangi bir şey yoktur ve ona
hulûl da etmemiştir.” demiştir.
559.
bâbda, uzun sözlerden sonra Bu, âlemin Hakk’ın aynısı olmadığı ve Hakk’ın ona
hulûl etmediği konusunda sana yol gösterir. Zira şayet Hakk’ın aynısı olsaydı
veya Hak ona hulûl etmiş olsaydı Yüce Allah, kadîm ve bedî olmazdı.” demiştir.
314. bâbda ise “Şayet insanın insanlığından, meleğin melekliğinden terakki
etmesi ve yaratıcısıyla birlik olması doğru olsaydı, hakikatlerin dönüşmesi ve
ilâhın ilâhlıktan çıkması ve Hakk’ın yaratılmışa, yaratılmışın da Hakk’a
dönüşmesi doğru olurdu. Hiç kimsenin ilmine güvenilmez ve muhâl olan vâcip
hâline gelirdi. Oysa hakikatlerin dönüşmesi asla mümkün değildir.” şeklinde
kaydetmiştir.
48.
bâbda “Ma‘lûlün, illetin mertebesinde olması doğru olmadığı gibi,
yaratılmışların Hakk’ın mertebesinde olması da hiçbir şekilde doğru değildir.”
demiştir. Levâkihul-Envârda ise şunu kaydetmiştir: “Kul ve Rabbi
müşâhede etmek irfanın kemâlindendir. Ancak bütün ârifler, kulun herhangi bir
vakitteki müşâhedesini nefyetmişlerdir. Zira bu müşâhede ile o, ârif değil, söz
konusu vakitte, hâl sahibidir; hâl sahibi de sarhoştur, bunun bir gerçekliği
yoktur.”
367.
bâbda “Bazı olaylarda ruhum Hârûn (aleyhisselâm) ile bir araya geldi ve ona ‘Ey
Allah’ın peygamberi! Nasıl, acımla düşmanlarımı sevindirme, dedin? Senin
gördüğün düşmanların kimdi? Hâlbuki birimiz sadece Allah’tan başkasının
müşâhede edilmediği bir makama doğru namaz kılarız.’ dedim. Hârûn (aleyhisselâm)
bana ‘Müşâhedenizle ilgili söylediklerin doğrudur. Ancak biriniz Allah’tan
başka kimseyi müşâhede etmediği zaman, âlem ilk emirde müşâhedenizde olduğu
gibi zail olur mu, yoksa âlem yerinde durur da kalbinizdeki tecellînin
büyüklüğünden dolayı, siz mi onu görmekten perdelenirsiniz?’ dedi. Ona ‘Âlem
ilk anda yerinde kalmaktadır, yok olmaz ve biz onu görmekten perdelenmekteyiz.’
dedim. ‘Bu müşâhede alanında sizin Allah’la ilgili ilminiz, âlemi müşâhede
etmenizde eksik olduğu kadar eksiktir. Onların tamamı Allah’ın âyetleridir.’
dedi. Daha sonra Hârûn (aleyhisselâm) bana bir ilim ifade etti ki şu anda
yanımda yoktur.”
“Esrâr
Bâbı”nda “Ağyarı, ağyardan başkası terk etmez. Şayet Hak, halkı terk ederse,
kim onları muhafaza eder, kim gözetir? Şayet ağyar terk ederse, haberde yer
alan teklifleri de terk eder. Teklifleri terk eden ise,muannit, âsi ve inkârcı
olur. Hakk’ın isimleriyle ahlâklanmanın kemâlinden biri de Hak ve halkla meşgul
olmaktır.”
Levâkihul-Envâri’l-Kudsiyyeae
Müşâhede derecesine ulaşan hiç kimse asla ‘Âlem Hakk’ın aynısıdır veya onunla
birleşmiştir.’ diyemez. Ey kardeş! Kendine bak, kesin olarak bir olduğunu
bileceksin. Ancak gözünün kaşın olmadığını, elinin ayağın olmadığını, bu
azaların zâtının detayları olduğunu ve bunların senden ayrı olmadığını bileceksin.”
demiştir. Daha sonra “Bizim kendisine ima ettiklerimizi anlayan kimse, ‘De ki
ruh Rabbimin emrindedir.’[209]
âyetini de anlar. O’nun âlemi yaratmasından dolayı zâtında herhangi bir
değişiklik olmadı ve O, bundan alabildiğine yücedir.” demiştir.
372.
bâbda da uzun sözlerden sonra şöyle demiştir: “Özet olarak kalpler, O’nunla
şaşkın ve akıllar O’nda hayrette kalmıştır. Ârifler, tenzihin şiddetinden
dolayı O’nu büsbütün âlemden ayırmak istiyorlar, ancak buna güçleri yetmiyor.
Yakınlığın şiddetinden dolayı da O’nu âlemin aynısı kılmak istiyorlar, bu da
gerçekleşmez ve onlar şaşkın bir şekilde kalmaya devam etmektedirler. Bazen O
olduğunu, bazen de O olmadığını, bazen de O’nun ne ise o olduğunu
söylemektedirler. Bununla O’nun büyüklüğü zâhir olmaktadır. Şeyh Muhyiddin bu
anlamda şu şiiri söylemiştir:
Onlara
yaklaşmam, şaşırdığım şeylerdendir / Hep onlara sordum ve onlar benimledir
Onları
elbiselerindeyken ağlatan gözümdür / Kaburgalarımın arasındaki ruhum onlara
müştaktır
Efendim
Ali b. Vefâ (rh.a) şöyle derdi: “Kalpler teşbihten daha çok tenzihe meyillidir.
Zira zâtı itibariyle mutlaklık, sıfatları itibariyle de nispetlerin denkliği,
O’nun özellikleri cümlesindendir.” Yine şöyle derdi: “Topluluğun söylediklerine
göre ‘ittihat’tan kastedilen, kulun muradının Hakk’ın muradında yok olmasıdır.
Bu, birisi arkadaşının dilediğini yaptığında ‘Falan ile falan arasında birlik
(ittihat) vardır.’ denilmesi gibidir.” Daha sonra şu şiiri okudu:
Bilirsin
ki her şeyin benim işimdir / İşte ‘ittihad’ denilen şeyin anlamı da budur
Ömrüme
yemin ederim ki puta tapanlar, ilâhlarını Allah’ın bizzat kendisi saymaya
cüret etmediler ve ‘Sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara ibadet
ediyoruz.’[210]
dediler.
Bu
durumda Allah’ın velilerinin, zayıf akıllıların akletmeyeceği şekilde Hak ile
ittihat ettiklerini iddia ettikleri nasıl zannedilir? Bu, onlar (ra) için
imkânsız gibidir. Çünkü bütün veliler O’nun hakikatinin diğer bütün
hakikatlerden farklı olduğunu ve O’nun bütün yaratılmışların bilgisinin dışında
olduğunu bilir. Zira Yüce Allah, her şeyi kuşatmıştır. Şeyhimiz Ali
el-Havvâs’ın şöyle dediğini işittim: “Mutezile ve Kaderiyye’nin ‘O Allah,
göklerde ve yerdedir.’[211]
âyetini delil getirerek O’nun her mekânda olduğunu söylemeleri gibi ‘O, her
mekândadır.’ demek câiz değildir. Zira bu, söz konusu mekânlara hulûl ettiği
vehmine yol açar. Sekizinci mebhasta bu konu üzerinde -Allah’ın izniylegeniş
bir şekilde durulacaktır.
Mursafî’nin
torunu kardeşim Şeyh Sâlih Zeynelâbidîn’in (rh.a) şöyle dediğini işittim:
“Allah’ın göklerde ve yerde olmasının anlamı, O’nun emir ve nehiylerinin
geçerliliği ve hâdis varlıkların O’nun iradesi istikametinde meydana
gelmeleridir.” En doğrusunu Allah bilir. Allah’a yemin ederim ki Şeyh
Muhyiddin’e hulûl, ittihat ve tecsîmi nispet edenler, yalan söylemiş ve iftira
etmişlerdir. Onun bu ifadelerinin tamamı söz konusu müfterileri
yalanlamaktadır. En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
315. bâbda onu savunma bağlamında söylediklerimizi destekleyen şeyleri
zikretmiştir. Şöyle ki “Bu çağımızda benim kadar kulluk makamının tahakkuk
ettiği hiç kimseyi bilmiyorum. Ben Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
vâris olma hükmüyle ubudiyet makamına ulaştım. Ben âlemde hiç kimseye tamahla
rububiyet bildirmeyen, saf, mahza kulum.” Şöyle dedi: “Yüce Allah bu makamı
bana hibe olarak verdi, ona hiçbir amelle nâil olmadım. Bu, ilâhi bir
tercihtir. Allah’tan beni bu makamda tutmasını ve O’na kavuşana kadar benimle
kendisi arasına bir şey girmemesini temenni ederim. “Bununla sevinsinler, zira
bu onların topladıklarından daha değerlidir.”[212] En
doğrusunu Allah bilir. Ey kardeş, bu mebhası değerlendir ve üzerine düşün,
sen bunu başka bir kitapta bulamazsın. Allah seni hidâyetten ayırmasın.
Allah Teâlâ
Yarattıklarının Hükmü Kapsamına Girmediği için Zamanın O’nu Sınırlamaması Gibi
Hiçbir Mekânın da O’nu Kapsamadığına İnanmanın Vâcip Olduğu Hakkındadır
Mekân
onları kapsamakta, zaman onları sınırlamaktadır. Daha önce O’nun diğer
mertebelerde de yarattıklarından farklı olduğunu takdim ettik. O, vardı ve ne
zaman ne de mekân vardı. O’nun zâtı ne artmayı ne de eksilmeyi kabul eder. O,
zamanı var etti, mekânı ve mekâna yerleşeni (mütemekkin) O yarattı. O’nun için
neredelik (eyniyyet) yoktur.
Soru:
Allah’ın
“Nerede olursanız olun, O da sizinle beraberdir.”[213] âyetinin
muradı nedir? Zira bu, zayıf akıllılara eyniyyeti vehmettirmektedir.
Cevap:
Muhammed
el-Mağribî eş-Şâzelî’nin verdiği gibi, böyle bir vehim söz konusu değildir;
zira âyette mekân (eyniyyet) kullarla ilgilidir. Çünkü onlar, Allah’a değil,
kendilerine lazım olan mekâna muhataptırlar. O, kullarıyla herhangi bir
benzerlik söz konusu olmadığı için, mekân sahibi olan herkesle, mekânsız olarak
birliktedir. Bunun geniş açıklaması -Allah’ın izniylesonraki mebhasta
gelecektir.
Şeyh
el-Fütûhât’m 72. bâbında şöyle demiştir: “Hak Teâlâ, bizimle mekânda
değildir; çünkü neredeliği (eyniyyet) olmayan mekânı kabul etmez.” Şöyle dedi:
“Bu onların ‘Mekân, mekânı kabul etmez.’ şeklindeki sözlerinin benzeridir.
Mekânı olan için mekânsızlık olmazken mekânı olmayan için mekân akletmek nasıl
olur?”
Yine
onun 48. bâbında şöyle demiştir: “Yüce Allah, kullarına secde etmelerini
emretti ve bunu ‘Secde et ve yakınlaş.’[214] âyeti ve
Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Kulun rabbine en yakın olduğu
an secde hâlidir.” hadisiyle, Allah için fevkiyyet ile tahtiyyetin nisbetinin
aynı olduğunu bildirerek kurbiyyet makamı kıldı. Zira secde eden kimse, kıyamda
duranın yüzüyle üst yönü istediği ve dua halinde ellerini göğe çevirerek
yaptığı gibi, yüzüyle alt yönü talep etmektedir. Aslında kıyamda olan kimse,
alt cihetten neredeyse rabbinden bir şey istememektedir.
Yüce
Allah’ın secdeyi kendisine en yakın hâl kılmasının sebebi, yaratılmışların
sıfatlarından münezzeh olduğu için, kendisinin alt değil de üst veya üst değil
de alt cihetle sınırlandırılamayacağı konusunda kullarının dikkatini çekmektir.
Bunun geniş açıklaması -Allah’ın izniylesonraki mebhasta gelecektir.
Sonuç:
Efendim Şeyh Abdulkâdir el-Geylânî’ye (ra) ait olan el-Behce kitabında,
şunun kaydedildiğini gördüm: “Biliniz ki ibadetleriniz yere girmez, aksine
göklere yükselir. Yüce Allah ‘Güzel sözler ancak O’na yükselir. Salih ameli de
güzel sözler yüceltir.’[215]
buyurmuştur. Yüce rabbimiz üst cihettedir. Allah, Arş’a istivâ etmiş, mülkü
kuşatmış ve Kur’ân’daki bu anlama gelen yedi âyetin deliliyle, ilmi eşyayı
kuşatmıştır. Ancak cahilin cehâleti ve ahmaklığından dolayı burada bu âyetleri
zikretmem mümkün değildir.” Bu sözlerin Şeyh’in eserine sokuşturulmuş mu yoksa
daha önce bu düşüncede olduğu hâlde, yola girince vazgeçmiş mi olduğunu
bilmiyorum. Ancak ârif billâh olan herkesin bildiği bir şey var; o da Yüce
Allah’ın mekân tutmadığıdır. Şeyh’in de velâyeti bütün dünyaya yayılmıştır.
Dolayısıyla cihet görüşünde olmaktan kesinlikle uzaktır. Şeyh Muhyiddin
Îbnü’l-Arabî (rh.a) “Güzel söz O’na yükselir.”[216]
âyetinin, Allah’ın diğer cihetler olmaksızın üst cihette olmasını
gerektirmediğini söylemiştir. Zira O, göklerde ve yerdedir. Bu durum O’nun
celâline yakışır bir şekilde zarfiyyedir. Muhakkikler, Hak Teâlâ’yı secdede
müşâhede etmenin, secde aşağının en aşağısı olmasına rağmen yükseliş olduğu
konusunda icmâ etmişlerdir. “Üzerlerindeki Rablerinden korkmaktadırlar.”[217]
âyetine gelince bu, “Rablerinin, başları üzerinden bir azap indirmesinden
korkmaktadırlar.” anlamındadır. Bu, hak olan bir inançtır. Abdulkâdir
el-Geylânî Efendi’nin Allah’ın yukarı cihette olduğuna dair geçen ifadesini,
kulun ihtiyaçlarını arz ettiği, yüzünü çevirdiği cephe anlamında, “yukarı
cihet” olarak anlamanın doğru olduğunu söyledim. Bu, her ne kadar aşağılarda
ise de Şeyh’in makamından uzak değildir. En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın
Gökte Olduğu, Arş’a İstiva Ettiği, Göklerde ve Yerde Olduğu ve Şah Damarımızdan
Daha Yakın Olduğu Hâllerden Hangisi Olursa Olsun Bizimle Beraber Olduğuna
İnanmanın
5 Vâcip Olduğu Hakkındadır
Bu
beş beraberlikten her biri için, Şeyh’in el-Fütûhât’ın 177. bâbında
uzunca anlattığı gibi, ilim ve ihtisas mertebelerinden özel bir hâl vardır.
Soru:
O,
bu yerlerin tamamında, zâtıyla mı yoksa bizi bilmesi, görmesi ve sözümüzü işitmesi
gibi sıfatlarıyla mı bizimle birliktedir?
10
Cevap: Şeyh Ârifbillâh Takiyyeddin b. Ebû Mansûr’un risâlesinde verdiği
gibi, O’nun Arş’a istivâ etmesi mutlak olarak câiz olmadığı gibi, müteâl olan
zâtı için de mutlak olarak birliktelik (maiyet) câiz değildir. Çünkü bu konuda
ne kitapta ne de sünnette bize herhangi bir şey gelmemiştir. Bilmediğimiz bir
şeyi Allah için söyleyemeyiz. Şeyh Muhyiddin 15 ise el-Fütûhâtın
“Hazarâtü’l-esmâ (İsimlerin Mertebeleri)” bâbında, “erRakîb” ismi bağlamında
şöyle demiştir: “Îlahî isimlerin mertebelerinde Rakîb ismi dışında Hak
Teâlâ’nın bizimle olduğuna dair verilen bir tembih yoktur. Zira bu, zâtın
sıfatlardan ayrılmayacağına dikkat çekmektedir. Bunu, Bedevi’nin Peygamber’e (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) söylediği ‘Gülen bir Rabbin 20 hayrı yok oldu, zira diğer
şeyler/hayırlar gülmeye tâbidir.’ şeklindeki ifade de bunu desteklemektedir.”
Dedim
ki bu mesele, hem geçmişte hem de günümüzde selefin ihtilaflarından dolayı
çözülmesi güç meselelerdendir. Ancak her ne kadar ilâhi sıfatlar, mevsûftan
ayrılmasalar da “Beraber olma (maiyet) 25 zâtla değil, sıfatlarla ilgilidir.”
diyen kimse, “O, hem zâtıyla hem de sıfatlarıyla bizimle beraberdir.” diyen
kimseden edep açısından daha yetkindir. 905 senesinde Câmi-i Ezher’de bu
konuda, Şeyh Bedreddin el-Alai el-Hanefi ile Şeyh Îbrahim el-Mevâhibi eş-Şâzeli
arasında bir oturum gerçekleşti. Şeyh Îbrahim bu konuda bir de risâle kaleme
al30 dı. Onun hakkında tam bilgi sahibi olman için, sana kaynaklarını zikrederek,
Allah’ın yardımıyla şöyle derim. Onun yazmasından nakletim. Şeyh Bedreddin
el-Alâî el-Hanefî, Şeyh Zekeriyyâ, Şeyh Burhâneddin b. Ebû Şerif ve bir
topluluk şöyle dedi: “Allah zâtıyla değil, isim ve sıfatlarıyla bizimledir.
Şeyh Îbrâhim ise zâtıyla ve sıfatlarıyla bizimle beraber olduğunu söyledi. Ona
‘Bunun delili nedir?’ dediler. O, ‘Allah’ın ‘Allah, sizinledir.’[218]
ve ‘O, sizinledir.’ âyetleridir.’[219] dedi.
Aklen ve naklen sabit olduğundan, “Allah” isminin zâtın özel ismi olduğu ve
beraberliğin zâti olduğuna inanmanın vâcip olduğu zevk ve akıl yöntemiyle
bilinmektedir. Ona ‘Bunu bizim için açıkla.’ dediler, o da şöyle dedi:
‘Beraberliğin hakikati, bir şeyin başkasıyla sohbet hâlinde olmasıdır. Allah’ın
zâtının sıbatlarıyla beraber olması gibi vâcip, insanın benzeriyle beraber
olması gibi câiz olması ya da ‘Allah, sizinle beraberdir.’[220], ‘Allah
iyilerle beraberdir.’[221]
ve ‘Allah sabredenlerle beraberdir.’[222]
âyetlerinden anlaşıldığı gibi, Allah’ın zâtı ve sıfatlarıyla yarattıklarıyla
birlikte olması gibi vâcip ve câiz olmaları birbirine eşittir. Yüce “Allah”
isminin medlûlünün, bütün mümkün varlıklara taalluk edecek belirli birtakım
sıfatları bulunan zât olduğunu daha önce belirtmiştik. Ancak bu, Allah ile,
cismiyyetle nitelenen, neredelik, zamanlık ve mekânlık cihetlerinde hulûl gibi
zarûrî lazımlarına muhtaç olan kulları arasında benzerlik olmamasından dolayı
yer kaplama birlikteliği gibi bir beraberlik değildir. O’nun beraberliği, yüce
kemâlinden ve yaratılmışlarının sıfatından yüce olmasından dolayı benzer ve
ortak olmaktan uzaktır. “Hiçbir şey O’nun gibi değildir. O, işitendir,
görendir.”
[Şeyh
Îbrâhim] şöyle demiştir: “Bundan dolayı, hulûlün kâinatın içerisinde
olmayacağına dair görüşü, zâtın beraberliği görüşü üzerine bina ettik. Bununla
beraber, zât olmaksızın sıfatların beraberliği, sıfatların zâttan ayrılmasını,
uzaklaşmasını, yer edinmesini ve diğer sonuçlarını gerektirmez. Bu durumda,
sıfatların bir şeyle birlikte olması, zâtın da birlikte olmasını gerektirir.
Aksi de her ikisi mekândan ve imkânın lazımlarından yüce olmakla beraber her
ikisinin birbirini gerektirmesinden (telâzüm) dolayı böyledir. Çünkü O, mutlak
bir farklılıkla yaratılmışların sıfatlarından farklıdır.”
Allâme
Gaznevî, Şerhu Akâidi n-Nesefî eserinde, Mu tezile’nin ve Buhara
ulemâsının çoğunluğunun, Hak Teâlâ’nın zâtıyla değil, ilmi, kudreti ve
tedbiriyle her yerde olduğuna dair görüşünün bâtıl olduğunu kaydetmiştir. Çünkü
bir mekânı bilenin sadece ilmiyle bu mekânda olması gerekmez. Ancak Hakk’ın
ilmi değil de halkın ilminde olduğu gibi, sıfat zâtından ayrılırsa bu mümkün
olur. Zira “Allah zâtıyla değil, sadece ilmiyle bizimledir.” görüşü,
sıfatların zât olmaksızın kendi kendilerine bağımsız olmalarını gerektirir. Bu
ise ma‘kul değildir. Buna “Gaznevî’den başka kimse bunu benimsedi mi?” şeklinde
soruyla cevap verdiler. “Evet, Şeyhülislâm Îbn Lebân (rh.a) şöyle demiştir:
“Biz ona sizden yakınız; fakat siz onu göremezsiniz.”[223] âyetinde
mekândan münezzeh olan zâtına yakışır bir şekilde O’nun kuluna hakiki bir
yakınlıkla yakın olduğuna dair bir delil vardır. Zira O’nun kuluna yakınlığıyla
kastedilen şey; sözgelimi ilmi, kudreti ya da tedbiriyle yakın olması olsaydı,
“Fakat siz bilemezsiniz.” benzeri bir şey derdi. “Fakat siz göremezsiniz.” sözü
muradın, şayet Allah gözlerimizdeki perdeyi kaldırırsa, gözle görülen hakiki
bir yakınlık olduğuna delâlet eder. Gözün manevî sıfatları idrak etmeye taalluk
etmediği, görülebilen hakikatlere taalluk ettiği bilinen bir şeydir. “Biz ona
şah damarından daha yakınız.”[224]
âyetinde de durumun böyle olduğunu ve bizim dediğimize delâlet ettiğini
söylemiştir. Zira “daha yakın olması”, keyfiyet farklı olsa da “yakınlık”
ismindeki ortaklığa delâlet etmektedir. Oysa şah damarıyla sıfatların
yakınlığı söz konusu olmaz. Çünkü sıfatların yakınlığı manevî, şah damarının
yakınlığı ise hissîdir. Allah’ın insana yakınlığının hakiki olan “şah damarı”na
nispet edilmesi, O’nun yakınlığının sıfatları olan zâtın hakiki yakınlığı
olduğuna delâlet etmektedir.”
Şeyh
İbrahim “Size ifade ettiklerimiz, O’nun yakınlığının zâtıyla değil, sadece sıfatlarıyla
olmasını nefyetmektedir. Açıkça hak olan ise yakınlığının zâtıyla olmasıdır.
Zira daha önce geçtiği gibi, sıfatların yüce olan zâttan soyutlanarak
akledilmesi söz konusu değildir.” demiştir. Alâî, ona “Allah’ın ‘Nerede
olursanız, O sizinle beraberdir.’[225] âyeti
hakkında ne dersiniz? Allah’ın bir mekânda olmasını vehmettirmektedir.”
demiştir.
Şeyh
Îbrâhim “Bu, Allah için mekânın olmasını gerektirmez. Zira âyetteki “nerede”
ifadesi, daha önce belirttiğimiz gibi, Allah’a değil, kendilerine lazım olan
mekândaki muhataplarıyla Allah’ın beraberliğini ifade etmektedir O, mekânda
olan herkesle, mekânsız olarak beraberdir.” demiştir. Onların yanına Şeyh Arif
billah efendim Muhammed el-Mağribî eş-Şâzelî Şeyh Celâleddin es-Suyûtî girerek
“Burada niçin toplandınız?” diye sordu. Onlar da durumu anlattılar. Bunun
üzerine “Bunun bilgisini zevk yoluyla mı yoksa dinleyerek mi istersiniz?” dedi.
Onlar “İşiterek” dediler. O “Allah’ın beraber olması ezelîdir ve başlangıcı
yoktur. Bütün eşya ezelde kesin olarak ve başlangıcı olmaksızın O’nun ilminde
sabitti. Çünkü O’nun ilminin varlığı, malûm olmaksızın imkânsız olduğundan ve
bu taallukun sonradan olması O’nun ilminde hudûsu gerektireceği için imkânsız
olduğundan, yokluğun imkânsız olduğu bir taallukla taalluk etmektedir. O’nun
beraberliği ezelî olduğu gibi, ebedîdir ve bu beraberliğin sonu yoktur. O,
ilminde kesin olarak yer aldığı gibi yokluktan meydana geldikten sonra da
onunla beraberdir. Aynı şekilde genişlik, terkip, izâfet ve tecrid açısından
hangi hâlde bulunursa bulunsun, ezelden nihayet olmayana kadar böyledir.”
demiştir. Bu söyledikleri üzerine orada bulunanlar dehşete kapılmış, o da
“Beraberlik hakkında size söylediklerime inanın ve güvenin. Bunun aksine olan
şeyleri bırakın. Mevla’nızı gerçek bir tenzih ile tenzih etmiş ve akıllarınızı
teşbih şüphelerinden kurtarmış olursunuz. Biriniz bu meseleyi zevk yoluyla
anlamak isterse, kendisini bana teslim etsin, onu görevlerinden,
elbiselerinden, malından ve evladından ayırıp halvete sokayım ve ona uykuyu ve
şehvetle yemeyi engelleyeyim. Ona, bu meselenin ilmine zevk ve keşf yoluyla
ulaşmayı garanti ederim.” demiştir. Şeyh Îbrâhim “Hiç kimse onunla bu anlaşmaya
cesaret etmez.” demiş ve Şeyh Zekeriyyâ, Şeyh Burhâneddin ve cemaat kalkıp onun
elini öperek oradan ayrılmışlardır. Ey Kardeş, bunun üzerinde düşün ve bunu
değerlendir! Şimdiki kitaplarda bunu bulamazsın.
Şeyh
Muhyiddin’nin (rh.a) bu mesele hakkında naklettiklerine gelince, bir hadiste
şöyle denilmektedir: “Allah vardı ve O’nunla birlikte herhangi bir şey yoktu.”
Buradaki jK “Allah alîmdir ve hakîmdir.”154 âyetindeki jK gibi,
varlık anlamındadır. Burada jK nin mazi fiil olması kastedilmemiştir.
Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) mutlak olarak Hak Teâlâ ile beraber bir şeyin
olmadığını söylememiştir. Zira “O, eşya ile birliktedir” denilebilir ancak
“Eşya O’nunla birliktedir” denilmez. Çünkü bu şekilde nakledilmemiştir. Şöyle
demiştir: “Bunun izahı, birlikteliğin ilme tâbi olduğu şeklindedir. O, bizi
bildiği için bizimledir. Ancak “Biz O’nunla beraberiz.” diyemeyiz. Zira biz,
birer mertebe olan esmâ ve sıfatlarının mertebelerinin aksine, O’nun zâtını
bilmiyoruz. Esmâ ve sıfatlar, eserlerini izhâr etmek için, âlemi gerektirdiği
için, yaratılmışların (âlem) Hak ile birlikte olması gerekir. O, kendisini el-Kerîm,
er-Rahîm ve el-Gafûr gibi isimlerle isimlendirmiştir. Kim için kerîm, kim için
rahîm ve kim için gafûr? Hak Teâlâ’nın bu eserler için mahal olması
imkânsızdır. Bu isimlerin bilfiil veya bilkuvve bulunduğu bir mertebe hakkında
hüküm vermemiz gerekir. Çünkü bizim için imkân, O’nun için vücûb gibidir.”
Geçen mebhasta bunun takriri geçti.
Soru:
Neden
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), geçen hadiste bazılarının eklediği
gibi “Şu anda da olduğu gibidir.” demedi?
Cevap:
“Şimdi”
tabiri, zamanın varlığıyla ilgili bir ifade olduğu için, Hz. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bunu eklemedi. Şayet biz bunu Yaratıcının hüviyetiyle ilgili
bir zarf olarak kabul edecek olursak, O’nu zaman zarfının kapsamına almış
oluruz. Oysa O, jK lafzının aksine, bundan Yüce’dir. Zira jl^, varlığın bizzat
kendisi olan kâinattan (j^£Jl) varlıksal bir edattır. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Allah vardı ve O’nun zâtî varlığıyla birlikte hiçbir şey yoktu.”
demiş gibidir. Çünkü O’nun dışındakilerin O’nunla birlikte olması, bağımsız
olarak değil, O’nun icadı ve ibkasıyla vardır. Böylece zikredilen bu fazlalığı
hadise ekleyen kimsenin jK hakkında, özellikle de bu konuda, herhangi bir
bilgisinin bulunmadığı anlaşılmış oldu.
Soru:
Bazılarının
bunu eklemesinin sebebi nedir?
Cevap:
Bunun
sebebi, var olanı, olmakta olan, olan ve olmuş olan şeklinde hayal etmesidir.
Kâinatta zaman fiillerini kapsayan bu çekimi gördüğünde onun hükmünün zaman
hükmü olduğunu zannetmiştir. Aslında böyle değildir. Bir hususta bir şeye
benzeyenin her açıdan ona benzemesi gerekmez. Ey kardeş, Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Hak Teâlâ’nın kendisi için kullanmadığını O’nun için
kullanmayarak ne kadar bilge ve ne kadar edepli olduğuna bak! Şeyh Muhyiddin
bunu Levâkihul-Envârda zikretmiştir.
el-Fütûhâtın
Esrâr Bâbı”nda ise şöyle demiştir: jK hadisine Şimdi de olduğu gibidir.’
şeklinde bir ekleme yapan kimse, Kur’ân’ı yalanlamış olur. Zira Yüce Allah “O,
her an yaratma hâlindedir.”[226]
ve “Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak, ey sorumluluk sahibi iki
varlık.”[227]
buyurmuştur. Vardı ve bu anda ne gün ne de iş vardı. O “Bir şeyin olmasını
dilediğimizde sadece ona ‘Ol!’ deriz, o da oluverir.”[228]
buyurmuştur. Kur’ân’a iman ettiği hâlde “bugün de öyle olduğuna” dair görüşü
nasıl sahih olabilir? Bu, en çok şaşılacak şeydir. Bu bâbda yakınlık
(mücaveret) için cinsin şart olmadığını da kaydetmiştir. Zira bu, kapalı bir
bilgidir. Zira eşitlik söz konusu olmadığı hâlde Yüce Allah birlikte olma
anlamında kulunun komşusudur. Beraberlik (maiyet) konusunda imanı sahih olan
kimse, mahiyete ihtiyaç duymaz.
Soru:
“Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) azad edilmek istenilen ve Müslümanlığı hakkında
şüphe duyulan cariyeye ‘Allah’ın nerededir?’ demek sûretiyle ‘nerede’ sorusunu
sormasının ve onun da göğü işaret etmesi neticesinde, ‘mümindir’ demesinin
hikmeti nedir? Oysa Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki O (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), kesinlikle Allah için ‘nerede’liğin imkânsız olduğunu biliyordu.”
Cevap:
Şeyh’in
385. bâbda dediği gibi, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cariyeye
neredelikle ilgili soru sorması, onun aklının seviyesine inmek içindir. Zira
şeriat, insanların dillerinde ortak uzlaşıya (tevatu) uygun olarak gelir. Yüce
Allah “Bütün peygamberleri kavimlerinin dilleriyle gönderdik ki onlara
açıklasın.”[229]
buyurmuştur. Ortak uzlaşı (tevatu), bazen hakikatlerin ne ise o olduğu şekilde
bazen de farklı şekilde gerçekleşir. Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
hükümleri anlamaları için onların akıllarının seviyesine inerek buna tâbi olur.
Aklî delil de Hak Teâlâ’nın mekâna hasredilmesinin imkânsız olduğuna delâlet
eder. Bununla beraber gördüğünüz gibi, ümmeti arasında ortak uzlaşıyla
kullanıldığı için Şâri‘ de bunu kullanmış ve cariyeye “Allah nerede?” demiştir.
Şayet Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başkası bunu söylemiş
olsaydı, aklî delil onu cahil bulurdu. Zira Yüce Allah için “nerede” olmak söz
konusu değildir. Ancak insanın idraki eksik olduğu için, mekân olmaksızın Hak
Teâlâ’yı müşâhede etmez. Allah’ın keşif nûruyla desteği olmaksızın, bunun
üstüne çıkmaya gücü yetmez.
Cariyeye
bunu söylediği zaman, ilim ve hikmeti ortaya çıktı ve bu cariyenin bizzat
tasavvur ettiği şeklin dışında yaratıcısını akletmesine gücünün yetmediğini
öğrenmiş olduk. Şayet Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) uzlaşımda
olmayan ve onun tasavvur etmediği bir şekilde hitap etmiş olsaydı beklenen
fayda sağlanmayacak ve bundan kabul hâsıl olmayacaktı. Cariyeye bu soruyu, bu
ibâre ile sormuş olması, onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hikmetli olması
cümlesindendir. Bu nedenle O (salla'llâhü aleyhi ve sellem), cariye göğü işaret
ettiğinde, “O mümindir.” buyurmuştur. Yani Yüce Allah’ın “O, Allah göklerde ve
yerdedir.” buyurduğu gibi Allah’ın gökteki varlığını tasdik etmiştir.
Soru:
Niçin
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “mümindir” yerine “âlimdir” demedi?
Cevap:
Aklı,
Allah’ı bilen ulemânın makamına ulaşmada yetersiz kaldığı için bunu söyledi.
Şayet o, Allah’ı bilseydi, “nerede” sorusuyla kendisine hitap edilmezdi.
Böylece “Allah bizimledir.” dememizin; ancak “Biz Allah’la birlikteyiz.”
demememizin edepten olduğu anlaşıldı. Zira daha önce geçtiği gibi şeriatta bu
ifade yer almamıştır. Nasılı (keyfe) düşünmek söz konusu olmadığı için, akıl da
buna izin vermez. Şayet Yüce Allah, bütün yaratılmışlarla birlikte olmayı
kendisine nispet etmeseydi, aklın gücü, birlikteliğin anlamını tatbik etmeye
ve bu birlikteliği bütün isim ve sıfatların mertebesi olan varlıksal anlam
olarak isimlendirmeye yetmezdi. Aynı şekilde Hakk’ın kendi celâline yakışır bir
şekilde sağlıkta (sıhhat vermede) zahir olduğu gibi, birliktelikte zahir olduğu
anlaşıldı. Bu, Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah’ım! Seferde
yoldaşım ve ailemde vekilimsin.” buyurması gibidir. “Sefer”, ortaya çıkma
(zuhûr) olan “isfâr”dan alınmadır.
Soru:
Allah’ın
“Muktedir bir kralın yanında”159 âyetine ve Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “Yüce Allah kendi katında, Arşın üstünde ‘Rahmetim gazabımdan
önce gelir.’ şeklinde bir yazı yazmıştır.” hadisine ne dersin? Bunlar Hak Teâlâ’nın
yanında olmanın mekân zarfı olmasını vehmettirmektedir.
Cevap:
Şeyh’in
347. bâbda dediği gibi, Kitap ve Sünnet’te kullanılmaları itibariyle “Hak
Teâlâ’nın yanında olma (‘indiyyet)” üçüncü bir zarftır. O, ne özel bir zaman ne
de özel bir mekân zarfıdır. Aksine o, alelıtlak/ mutlak mânada mekân zarfıdır.
“Bunun ne olduğunun anlaşılması için, bu üçüncü zarfa dikkat çeken ehlullahtan
hiç kimseyi görmedim.” demiş ve daha sonra şunları inşat etmiştir:
Rabbin yanında olmak akıllıcadır
/ Hüve nin yanında olmaksa akıllıca değil
Allah’ın yanında olmak meçhuldür
/ Halkın yanında olmaksa meçhul değil
Her
ikisi zarf yanındalığı değil / Başka anlam yüklemekse olası değil
İbarede
bulunan “leha (U)”daki zamirin zarfiyye olduğunu, “hüna (k»)”daki [ikil
kullanımın] Hak ve halka döndüğünü söylemiştir. Bu mebhasın izahı
-inşallah“Arş’a İstivâ” mebhasında gelecektir.
Şeyh
72. bâbda, her ikisi de muhâl zarflar olduğu hâlde, Kur’ân ve Sünnet’te, Yüce
Allah’a nisbet edilen zaman ve mekân zarflarıyla ilgili şöyle demiştir: “Allah,
onlara bulutların gölgeleri içinde gelir.”[230] Peygamber
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) cariyeye “Allah nerede?” demiştir. Bu, mekân
zarfıdır. Allah ve Resûlü bunları zikretmiştir. Yüce Allah bu itikadı ne
çürütmüş, ne tasvip etmiş, ne de reddetmiştir; aynı şekilde Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) da böyle yapmıştır. “Sizin için de [hesap sorma] vaktimiz
olacak, ey sorumluluk sahibi iki varlık.”[231] ve “Hem
önce hem de sonra emir Allah’ındır.”[232]
âyetlerinde zaman zarfıdır. Aynı şekilde Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), “ayn” ve “müşteri” gibi müşterek lafızlardan olan bu kelimeyi korumak
için “Dehre sövmeyiniz, Allah bizzat dehrdir.” buyurmuştur. En doğrusunu
Allah bilir.
Allah’ın
Ma‘kule Benzer Olmadığına ve Akılların O’na Delâlet Etmediğine İnanmanın Vâcip
Olduğu Hakkındadır
Yüce
Allah “O’na benzer hiçbir şey yoktur.”[233]
buyurmuştur. O’na benzer hiçbir şey olmayınca, herhangi bir ıstılâhın O’nu
zaptetmesi de imkânsızdır. Çünkü Zeyd’in O’ndan müşâhede ettiği, bir tek cümle
olarak Amr’ın müşâhede ettiğinin aynısı değildir. Bunu Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’
ın 369. bâbında zikretmiştir. O “Arifler bu şekilde O’nu bilirler. Allah’ın iki
şahsa bir tek şekilde tecellî etmesi veya bir tek tecellînin aynı şahıs için
iki defa gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunun üstünde mârifetin herhangi bir
makamı yoktur.” demiştir. Ayrıca “Eskiler, onlara tâbi olan filozoflar ve
diğerleri, Allah hakkında bir tek akit üzerinde ittifak ettiler, bunu Hak için
kesin olarak saydılar ve kendilerine muhalefet edenleri reddettiler. Allah bu
sınırlamadan yücedir. Zira ‘O, dilediğini yapar.’” demiştir.
Şöyle
demiştir: “Bu ifade ettiklerimizden dolayı, hiçbir ârif, başka bir ârife,
rabbini kalbinde müşâhede ettiği şekil açısından ulaşmaya muktedir olamaz.
Çünkü her biri, benzeri olmayan bir şekilde müşâhede eder. Oysa ulaşma,
benzerler olmaksızın mümkün değildir. Kâmil, diğer İslâmî itikadların ondan arındığı
mertebeye ulaşan ve İslâm akâidini hakkıyla ikrar eden kimsedir.” Efendim Ali
Vefâ (rh.a) şöyle derdi: “Seni kuşatan ve senin kuşatmadığın kimse gibi
değilsin ve onun sûretinde değilsin.” Anla!
Soru:
Her
birisinin kalbiyle müşâhede ettiği Hakk’ın bir nitelenmesi olmamasının sebebi
nedir?
Cevap:
Bunun
sebebi, Bir’in tecellîsinin sadece bir anda gerçekleşmesidir. Kul için ilâhi
tecellî, misliyle ve yeterli derecede iki anda gerçekleşmez.[234]
Şeyh 393. bâbda “Yüce Allah, kendisini benzerlikten nefyetmekten daha büyük bir
şekilde senâ etmemiştir.” demiştir. Gerçekten de O’nun benzeri yoktur.
Soru:
“O’na
benzer hiçbir şey yoktur.”[235]
âyetindeki “benzer (kâf)” sıfat mıdır yoksa zâit midir?
Cevap:
Şeyh’in
363. bâbda dediği gibi Bu konuda söz söylemek gereksizdir. Zira Hakk’ın ilmi,
kıyas ve nazarla idrak edilmez. Aksine bu, mütekellimin kasdına yönelik bir
kullanımdır. Muradını kendisinin açıklamasının dışında hiç kimse Hakk’ın
nefsinde olanı bilmez. O da bunun aslî ya da zâit olduğuna dair bir şey
söylememiştir.”
Soru:
Âlemin
bütün fertleri, benzeri olmamak itibariyle Hak Teâlâ’ya ortaktır. Biz, bütün
zâtları değerlendirir ve onların birinin diğerinden fazla ya da eksik olması
gerektiğini ve hiçbirinin benzerinin olmadığını görürüz. Yüce Allah “Gökleri ve
yeri yaratması ile dillerinizin ve renklerinizin farklı olması O’nun
âyetlerindendir.”166 buyurmaktadır. Bir sûretin her açıdan başkasına
benzediğini göremezsin. Milyon tane sûret seçsen ve bunlardan biri diğerinin
saçlarından bir tel fazla olsa bile, benzer olmaktan çıkar.
Cevap:
Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 35. bâbında dediği gibi, âlemdeki benzerler, her ne kadar
mevcut değilse de ma‘kuldur. Dolayısıyla ma‘kul olması, onu Hak Teâlâ’dan
ayırmamız için yeterlidir. İlahî genişlik, mevcut hakikatlerde bütün yönlerden
benzerliğin (misliyye) olmayışını gerektirmişse bütün bunlardan, ilahî gayret
de Hak Teâlâ’nın idrakinde sadece benzersiz olanların mevcut olmasını
gerektirmiştir. Benzerlik (misliyye), ma‘kul bir durumdur, gerçekleşmiş
değildir. Şayet benzerlik sahih ve gerçekleşmiş olsaydı, âlemdeki herhangi bir
şey, benzeri olduğu söylenen diğer şeylerden ayırt edilmezdi. Dolayısıyla
herhangi bir şeyden ayırt edilen diğer bir şey, onun aynısı olurdu. Çünkü onu
gerçekten başkasından ayırt edecek bir durum söz konusu olmazdı. Şöyle
demiştir: “Bu mesele, en çok kapalı olan meselelerden biridir. Zira söylediklerimizin
dayanağı, var olan şeylerde benzerliği inkâr etmenin sadece tanımlamayla mümkün
olmasıdır.”
198.
bâbda “İlâhi genişliği bilen kimse, varlıkta hiçbir şeyin tekrar etmediğini
bilir. Benzer sûretlerin bulunması, bunların daha önce var olan şeyle olduğunu
aklına getirmektedir. Oysa bunlar, onların bizzat kendisi değil benzerleridir.
Bir şeyin benzeri, onun kendisi değildir. Bu benzer, her karedeki dört
köşelilik ile her dairedeki yuvarlaklıktır. Şekillenmiş her şeyde gördüğün
şekil, değişmez. Duyunun hissettiği ise şekillenen değil, şekildir. Şekil ise
ma‘kuldür.” demiştir.
372.
bâbda “Herhangi bir nispet olmaksızın bir şeyin başka bir şeyin sûretinde
görünmesi imkânsızdır. Bu, bizzat değil, nispet itibariyle onun benzeridir.
Nahiv ilminde bu, “fi‘lü’l-mukârebe” olarak isimlendirilir. ‘Devekuşu neredeyse
uçacak, damat neredeyse prens olacak.’ denilir.” 5 “Esrâr Bâbı”nda ise şöyle
demiştir: “İnsanları, benzerlerin bulunması perdeledi. Bu nedenle Hak Teâlâ
yüceliğini tenzih etmek için, kendisi için benzerliği nefyetti. Yüce Allah
düşündüğün, benzerlik kurduğun ve hayal ettiğin her şeyden başkadır. Bu
kıyamete kadar cemâatin görüşüdür.” En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın
Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın Olduğuna İnanmanın
Vâcip
Olduğu Hakkındadır
O’nun
başlangıcı ve sonu yoktur. Her iki dünyada da O’ndan başka hiç kimsenin galip
gelmesi ve saltanat kurması mümkün değildir. Yaratılmışlardan hiç kimsenin
rabbini, O’nun kendisini bildiği gibi bilmesi doğru olmadığı için, bu açıdan
bâtın olmaya devam eder.
Soru:
Bu
dört ismin mertebeleri sınırlı olup, sadece bu mertebelerde bulunanlara mı
tasarrufta bulunulur yoksa her bir isim benzerlerinin fiillerini mi yapar?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in Şerhu Tercümâm’l-Eşvak’ta söylediği gibi: “Hak Teâlâ âhir,
zâhir ve bâtın olan, ilk taayyün eden; evvel, bâtın ve zâhir olan son taayyün
eden ve zâhir, evvel ve âhir olan bâtın olarak taayyün edendir. Her sıfatta
benzerlerinde bulunan şeyler vardır. Bu, Allah’ın sıfatlarının yaratılmışların
sıfatlarından farklı olmasından dolayıdır. Çünkü hiçbir sıfat, Allah’ın
kendisi için belirlediği sınırları aşamaz. Söz gelimi koklama sıfatı sadece iyi
ve kötü kokulardan başka bir şey vermez. İşitme sıfatı işitilen şeylerin
ötesine geçmez. Onunla ne görme ne de konuşma gerçekleşebilir. Diğerlerini de
buna göre değerlendir. Böylece zayıf akıllıların, ilâhi sıfatların her
birisinin benzerlerinin işlerini yaptıklarına dair kararsızlıklarının sebebi,
insanın yaratılıştan gelen yeteneklerinin ötesindeki hakikatlere
geçememeleridir. Yüce Allah’ı kendi nefsiyle mukayese ettiği için, O’nun
sıfatlarının da böyle olduğu zannetmiştir.”
Şerhu
Tercümâni’l-Eşvak’ın başka bir yerinde ise “Hak Teâlâ
ezelde ez-Zâhir ve el-Bâtın olarak isimlendirilmiştir. Bunu nisbet ve
izâfetlerle yorumlamak câiz değildir. Bunun kendisine layık olacak bir şekilde
nitelenmesi ve Yüce Allah’ın kendi nefsinde bildiği, zâtî bir durum olarak
yorumlanması gerekir.” demiştir.
Acemin
Hanımefendisi Seyyidetü’l-Kâmile Şerhu’l-Meşâhidde şöyle demiştir: “Bil
ki Allah hakkında ezel ile ebed eşittir. Hatta bir kısmı ‘el-Evvel’ ismiyle
yetinmekte, ‘el-Bâkî’ ismine ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü ‘el-Evvel’ olmanın
özelliklerinden biri de ebedî ve sonsuz olmaktır. Ey kardeş! Onların ‘Allah
ezelde şöyle konuştu veya ezelde şunu takdir etti.’ şeklindeki sözleri aklına
gelmesin.
Bunlar,
yaratılış zamanı gibi ma kul olan bir zamanın uzamasını akla getirmekten
ibarettir. Bunlar ise sahih nazarın değil, vehmin hükümlerindendir. Yaratıcı
(el-Hâlık), bizim aklettiğimiz zamanı yaratmadan önce akledilmiyordu. Zira
insan aklı, Âdem’in (aleyhisselâm) var olmasıyla var oldu. Böylece ‘Ezel’
lafzının medlûlünün, Allah’tan önceliği nefyetmekten ibaret olduğu
anlaşılmaktadır. O, kendisine hükmedecek ve kapsamına girerek, onunla ma‘lul
olacak bir öncelik olmaksızın el-Evvel’dir.” Allah ondan razı olsun, bu konuyu
uzunca dataylandırdı.
Şeyh
Muhyiddin “Esrâr Bâbı”nda şöyle dedi: “Yüce Allah kendisinin ‘el-Evvel,
el-Âhir, ez-Zâhir ve el-Bâtın’[236]
olduğunu bize haber vermektedir. Böylece O’nun zâtını öğrenme konusunda
yorulmamamızı sağlamaktadır. Sanki O, ‘el-Bâtın olarak O’ndan istedikleriniz,
ez-Zâhirden istediklerinizin aynısıdır.’ der gibidir. Bununla beraber
nefisler, bu şekilde yol gösterilmesine uymazlar. Ancak deliller
araştırıldığında, Hak Teâlâ’nın sıfatları kapsamındaki her şey, istenilenlerin
aksine zâhir olur. Şayet kendisi için zâhir olan bilgi şekillerini dikkate
alsaydı, durumu olduğu gibi öğrenirdi. Dolayısıyla onu talep eden kimse,
kendisine gizlendiğinde perdenin bizzat kendisi olurdu. Şayet kendisi için
zâhir olanları hakkıyla takdir etmiş olsaydı, kendisi için bâtın olduğunu hayal
ettiği şeylerle meşgul olurdu. Allah’a yemin olsun ki hiçbir şey kendisine,
kendi makamında gizli kalmadı. Ancak herkese, sadece kendi makamının üstünde
olan şeyler gizlenir.
Şeyh
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ra) şöyle demiştir: “Yüce Allah ‘el-Evvel’dir,
el-Âhir’dir, ez-Zâhir’dir ve el-Bâtın’dır.’[237]
ifadesiyle bütün ağyarı süpürmüştür.” Ona şöyle denildi: “Yaratılmışlar
nerededir?” O, “Mevcutturlar; ancak onların Allah’a göre durumları, güneşin
ışığındaki çizgiler gibidir. Onların inip çıktıklarını görürsün, tutacak olsan,
onları göremezsin. Onlar görünürde var, ancak birer varlık olarak yokturlar.”
dedi.
Soru:
“Allah’ın
zuhûru, herhangi bir gizlenmeden sonra mıdır?
Cevap:
Şeyh
Takiyyüddin b. Ebu’l-Mansûr’un dediği gibi “O’nun zuhûru bir gizlenmeden sonra
değildir. Aksine O, bâtın olduğu hâlinde bile ez-Zâhir’dir. Tecellîlerin hükmü
konusundaki ihtilâf, idrak edenlerin ve müşâhede edenlerin idraklerine
göründüğü kadarıyla, bu idrake bağlıdır.
O,
perdelendikten sonra zuhûr etmez ve yükseldikten sonra inmez. Çünkü bunlar,
cisimlerin sıfatlarındandır. Oysa Allah, bunlardan alabildiğine münezzehtir.
Şeyh de el-Fütûhât’ın “Salât Bâbı”nın baş taraflarında “Bil ki kulun
Allah’ı müşâhede etmesi ve O’na ibadet etmesi, hiçbir önceliğin kendisinden
önce olmadığı ‘el-Evvel’ olması itibariyle O’nu müşâhede etmesi ve O’na ibadet
etmesinin dışında, hiçbir zaman kâmil olmaz. Bu, kulun birçok ilklerden ilk
olması itibariyle değildir. Şayet kul, O’nun ‘Evvel’ olmasına itibar eder ve
kulluk ederse, onun bu ibadeti, yaratılmışlardan her birinin kendi zamanına
kadar yaptıkları ibadetin tamamına denk gelir.” demiştir. Bu, hiç kimseden
duymadığımız, nefis bir şeydir.
Şeyh
aynı şekilde 256. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki Hak Teâlâ’nın isimleriyle
tecellî etmesi, üç mertebede gerçekleşir: Birincisi, âleme ez-Zâhir ismiyle
tecellî etmesidir. Âleme Hak Teâlâ’nın hiçbir işi gizli kalmaz. Bu, kıyamet
durağına hastır. İkincisi, âleme el-Bâtın ismiyle tecellî etmesidir. Bunu
gözler değil, kalpler müşâhede eder. Bu nedenle insan fıtratında O’na dayanma,
hiçbir delili dikkate almadan O’nunla yetinme ve bütün işlerinde O’na dönüş
vardır. Üçüncüsü, ez-Zâhir ve el-Bâtın isimlerinin ikisiyle birlikte tecellî
etmesidir. Bu da peygamberler ve onların kâmil olan vârislerine hastır. Bunu
bil ve değerlendir, Allah seni hidâyetten ayırmasın.”
[1] Geniş bilgi için bk. Eymen Fuâd Seyyid,
“Kahire”, DÎA,
XXIV, 173-174.
[2] Geniş
bilgi için bk. Vakkâd, Mehâsin Muhammed, et-Tabakâtü’-Şa biyyefı’l-Kâhireti’l-Memlûkiyyt (648-923/
1250-1517), Kahire 1999, s. 55 vd.
[3] Vakkâd,
a.g. e., s. 173.
[4] İbnü’l-Cevzî, Telbîsü’l-Îblîs (nşr. Münîr ed-Dımaşkî), Kahire 1368, s. 156
vd.
[5] Ferhat Koca, “İ bn Teymiyye”, DîA, XX, 392. İ bn
Teymiyye’nin Mısır’da hüküm süren tasavvûfî anlayışa karşı mücadelesi yanında
onun genel olarak İbnü’l-Arabî ve felsefî tasavvufa yaptığı tenkitler belirli
bir eserinde toplanmamakla beraber, eserleri arasında serpiştirilmiş olup
sıklıkla karşılanabilmektedir. Geniş bilgi için bk. M. Said Özervarlı, İbn Teymiyye’nin Düşünce Metodolojisi
ve Kelâmcılara Eleştirisi, İstanbul 2008, s. 29-46.
[6] Dönemin
kelâm âlimleri arasında yer alan İbn Ebû Şerif, Şa‘rânî’nin önemli kaynakları
arasında yer almaktadır.
[7] Baybars
I olarak da bilinen el-Melikü’z-Zâhir Rüknüddin es-Sâlihî el-Bundukdârî
1260-1277 yılları arasında Memlûk Sultanlığı yapmıştır. Bir esir olarak satılıp
Sûriye’ye getirildikten bir müddet sonra efendisiyle birlikte Kâhire’ye gitti.
Burada Bahriye Memlûklerine katılarak kısa sürede önemli görevlere getirildi.
Mısır tahtına geçen Kutuz’la ters düşünce, onu öldürerek Bahriye Memlûklerinin
önde gelenleri tarafından el-Meliküz-Zâhir unvanı ile saltanat tahtına oturdu.
Moğollar ve Haçlılara karşı önemli başarılar elde etti. Ülkenin kalkınması için
çeşitli altyapı faaliyetleri yanında adâlet ve hukukun yerleşmesi için de
önemli yenilikler yaptı. Dört mezhebe mensup kâdı ve bu kâdıların başına da
kâdılkudâtlar tayin etti. 1277’de vefat etti. Geniş bilgi için bk. Kazım Yaşar
Kopraman, “Baybars I”, DİA,
V, 221-223.
[8] Vakkâd,
a.g.e., s. 254.
[9] Vakkâd,
a.g.e., s. 175.
[10] İsmail
Yiğit, “Memlûkler”, DİA,
XXIX, 95.
[11] Ahmed
Subhî Mansûr, el-Akâidud-Diniyye
f Asri’l-Memlûkiyye beyne’l-İslâm vet-Tasavvuf, Kahire 2000, s. 39.
[12] el-Melikü’z-Zâhir
Seyfüddin lakabıyla tanınan Sultan Berkuk 1390-1399 yılları arasında saltanatta
kaldı. Çerkes kökenli olan Berkuk, esir olarak Mısır’a getirilerek Emir
Seyfeddin Yulbuga’ya satıldı. Melik Şaban ve el-Melikü’l-Mansûr gibi birçok
emirin hizmetinde bulunarak önemli görevlere getirildi. Türk kökenli emir
Zeyneddin Berke ile mücadeleye girerek neticede onu öldürmeye muvaffak oldu.
Daha sonra önemli mücadeleler sonucunda 1382’de Memlûk tahtına oturdu. Ancak
karşı mücadelerde tahtı bırakmak zorunda kaldı. 1390’da tekrar saltanat tahtını
elde etmeye muvaffak oldu. Kendisine karşı siyasi hareketlerin yapılacağından
korkarak acımasızca birçok adamını öldürttü. 1399’da vefat etti. Tercümeler de
yaptıran Berkuk ilim ve ilim adamlarına önem vermiş, cami, medrese, hankah ve
türbeler için tahsisatta bulunarak inşa ve imarına çalışmıştır. Geniş bilgi
için bk. M. C. Şehabettin Tekindağ, “Berkûk”, DİA, V, 511.
[13] Memlûk
Sultanı Berkuk tarafından yapıldığı için bu isimle anılan külliye Kahire’de
yapılan ilk ve en büyük külliye olarak kayıtlara geçmiştir. Bünyesinde bir Cuma
Camii, türbe, dört mezhebe göre ayrı ayrı eğitim veren medrese, hankah,
müderrisler için daimi ikamet odaları bulunmaktadır. Ayrıca 125 talebe ve 60
sûfîyi barındıracak hücreler, mutfak ve ahırlar da bulunan külliye
786/1384-788/1386 yılları arasında inşa edilmiştir. Bk. Doris Behrens-Abouseif,
“Berkuk Külliyesi”, DİA,
V, 512-514.
[14] Sultan
Berkuk Memlûklerine mensup olan İbn İyâs, dedesi ve babasının siyasi imkânları
ve özellikle babasının teşvikiyle iyi bir eğitim aldı. Dinî ilimler yanında
tarih ve coğrafyayı da dönemin önemli ilim adamlarından okudu. Hocaları
arasında Süyûtî ve Malatî’yi zikreder. Sultan Kansu Gavrî ile kurduğu yakın
ilişkiler sayesinde refah içerisinde yaşadı. 930/1524’te vefat etti. Eserleri
son dönem Memlûk ve Osmanlıların Mısır’daki ilk dönemleri hakkında temel
kaynaktır. Bk. Muhammed Razûk, “İbn İyas”, DİA, XX, 97.
[15] Mansûr,
a. g.y.
[16] Şa‘rânî, konuyu Letâifte işlemektedir. Winter, konuya geniş
yer vererek Şarânî’nin söz konusu uygulamalardan duyduğu rahatsızlığa
değinmektedir. Bk. M. Winter, “Sha’rani and Egyptian society in the sixteenth
century”, Asian andAfrican
Studies, XIII, Israel 1973, s. 313—338.
[17] Mansûr,
a.g.e., s. 38.
[18] Mansûr,
a.g.e., s. 39.
*
Memlûkler döneminde kullanılan 3,74 gram ağırlığındaki altın sikke.
[19] Mansûr,
a.g.e., s. 41.
[20] Feruğlî,
Abdühafiz Ali el-Karnî, Abdülvehhâb
eş-Şa‘rânîImâmu l-Karnil-Âşir, Kahire 1985, s. 8.
[21] Winter,
Michell, “Sha’rani”, EI
(îng.), Leiden 1997, IX, 316.
[22] Kurucusu
Ebû’l-Hasan Ali eş-Şâzelî’ye nisbetle bu ismi alan tarikattır. Geniş bilgi için
bk. Ahmet Murat Özel, “Şâzeliyye”, DİA, XXXIX, 387-390.
[23] Şa‘rânî,
Letâif, s. 208 vd.
[24] Feruğlî,
a. g.e., s. 10.
[25] Şa‘rânî,
el-Yevâkît, s.
344.
[26] Söz
konusu nisbeyi, kendisi Hz. Ali evlâdından Muhammed b. Hanefiyye’nin soyundan
geldiği için almış olabileceği gibi, Şemsüddin Muhammed b. Hasan el-Hanefi ( ö.
847/1443) tarafından kurulan el-Hanefiyye tarîkatına intisap etmiş olmasından
da almış olması muhtemeldir.
[27] Şa‘rânî, el-Kibrîtul-Ahmerfi Beyâni Ulûmi Şeyhi ’l-Ekber
(nşr. Abdullah Mahmud Muhammed Ömer), Beyrut 1418/1998, s. 7.
[28] Şa‘rânî,
a.g.e., s. 7.
[29] Şa‘rânî,
Letâif., s. 56; el-Kevkebuş-Şâhik, Beyrut
1971, s. 5.
[30] İbnü’l-Arabî,
el-Fütûhât-ı Mekkiyye (Trc.
Ekrem Demirli), İstanbul 2006, II, 275. Ebû Medyen, Şeyhu’l-Mağrib,
Şeyhu’ş-şuyuh gibi lakaplarla da anılmıştır. O Mağripte tartışmasız önemli bir
sûfîdir. İbnü’l-Arabî el-Fütûhât’ın
değişik yerlerinde kendisinden sitayişle bahsetmekte ve ondan istifade ettiğini
belirterek onu “şeyhim/şeyhimiz” şeklinde anmaktadır. Gazzâlî çizgisinin önemli
temsilcilerinden olan Şeyhi Ali b. Hırzihim’in de etkisiyle Muhâsibi, Kuşeyrî
ve Gazzâlî gibi sûfîlerin anlayışını benimseyerek mürid yetiştirdi, eserler
telif etti. Onun çizgisini daha sonraları Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî (ö. 657/1258)
ve Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (ö. 849/1465) temsil etmişlerdir.
Şeyhu’l-Maşrik olarak anılan Abdulkadir Geylânî’ye benzetilerek Şeyhu’l-Mağrib
denilmiştir. Aynı zamanda “Mağribin Cüneydi” de denilmiştir ki bu lakaplar onun
temsil ettiği sünnî tasavvuf çizgisini hatırlatmaktadır. Geniş bilgi için bk.
Yazıcı, Tahsin, “Ebû Medyen”, DİA,
İstanbul 1994, X 186187; Tahir Özköse, “İbnü’l-Arabî’nin Şeyhi Ebû Medyen
Şuayb el-Ensârî’nin Hayatı, Eserleri ve Tesir Halkası”, Tasavvuf Dergisi, 21. sayı,
Ocak-Haziran 2008, s. 95-115.
[31] Şa‘rânî,
Letâif, s. 38 vd.
[32] Kazvinli Tâhir b. Ahmed, Ebû Muhammed,
en-Neccâr olarak da bilinen müellif, sanatkâr ve faziletli bir edebiyatçıdır.
Çeşitli alanlarda pek çok eser telif ettiği gibi kelâm ilminde derinleşerek
eserler vermiştir. 580 (1184) yılında vefat etmiştir. Irak Selçukluları
devrinde Hazar Denizi’nin güneyinde bulunan Kazvin’de yaşadığı ve buranın
emiriyle arasının iyi olduğu anlaşılmaktadır. Kabri Kazvin’dedir. Akîdetu Ehlis-Sünne adlı
eseri, onun Ehl-i Sünnet itikadına sahip olduğunu göstermektedir. Müellifin
büyük bir ihtimalle Şâfi’î olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Daha çok bir
kelâm âlimi olarak bilinmekle beraber, kırâat hocalığı, dilciliği, hadisçiliği
ve şâirliği ile de meşhur olmuştur. eş-Şeyh el-Hâfız Ebu’l-Alâ, Ebû Mansûr b.
Ebi’l-Mehâsin Muhammed b. Hâmid ve el-İmâm ez-Zâhid, Ebu’l-Harb el-Mutahhir b.
Alî el-Abbasî’yi önemli hocaları arasında saymak mümkündür. Eserlerinden
bazıları şunlardır: Behcetu’l-Kurrâ
fî Esrâri’l- Kırâât, Tefsîru’l-Fâtiha, Şerhu Hadîsi “Asbahtu muminen billâhi
hakkan”, Kitâbu Es’ileti’l-Acîbe ve Ecvibeti’l-Garîbe, Sirâcu’l-Ukûl fi
Minhâci’l-Usûl, Mesâlikul-Bahs an Medâriki’l-Bas, Yavâkîtul-Ulûm -veDerârîn-Nucûm,
Mifâtus-Sıfât ver-Redd alen-Nufât, Şerhu Kelimât min Hutâbi Emîri’l-Muminîn
Aliyyibni Ebî Tâlib (k), ‘Akîdetu Ehli s-Sünne, Muşâceratu’l-Muteallim
minel-Fakîh vel-Edîb vel-Mütekellim. Geniş bilgi için bk. Yavuz,
Lütfullah, Bahâuddin
EbûMuhammed Tâhir b. Ahmedb. Muhammedel-Kazvînî ve Gâyetut- Tarîf min
Usûli’t-Tasrîf, Basılmamış Doktora tezi (DEÜ SBE), İzmir 2001.
[33] Şa‘rânî’nin
daha çok gönderme yaptığı şahsiyet Burhâneddin İbn Ebû Şerîf olmakla beraber
zaman zaman onun ağabeyi ve aynı lakapla anılan Kemâleddin İbn Ebû Şerîf’i (ö.
906/1500) de referans aldığını belirtmek gerekmektedir. Kardeş Ebû Şeriflerin
telif ve ilgi alanları birbirine yakın olduğundan zaman zaman
karıştırılabilmektedirler. Şa‘rânî bazen ilk isimlerini vererek gönderme yaptığı
gibi mutlak olarak “İbn Ebû Şerîf” şeklinde de bahsedebilmektedir. Ancak gerek
ömrünün son demlerine kadar Kahire’de yaşamış olması ve vefat tarihi nispeten
Şa’ranî’ye daha yakın olması gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda
Burhâneddin ibn Ebu Şerif’in Şa‘rânî için daha çok ön plana çıktığı
görülecektir. İlgili şahıslar hakkında geniş bilgi için bk: Özek, Ali, “İbn Ebû
Şerif, Burhaneddin”, DİA, İstanbul 1999, XIX 440 vd.; Çelebi, İlyas, “İbn Ebû
Şerif, Kemâleddin”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 441vd.
[34] Mahallî
hakkında geniş bilgi için bk: Arslan, Şükrü, “Mahallî”, DİA, Ankara 2003, XXVII, 326 vd.
[35] Feruğlî,
a.g.e. s. 37.
[36] Şa‘rânî,
et-Tabakâtus-Suğrâ (nşr. Abdülkadir
Ahmed Atâ), Kahire 1410/1990, s. 17.
[37] Geniş
bilgi için bk. Winter, M., Society andReligion
in early Otoman Egypt, New Jersey 1982, s. 58 vd.
[38] Rızâ,
Reşid, Tefsîrul-Kur’âni’l-hakîm,,
Kahire ts., XI, 426 vd.
[39] Sabri
ed-Dâlî, el-HitâbüS-Siyâsî es-Sûfîfi Mısr,
Kahire 1425/2004, s. 265 vd.
[40] Michell Winter, “Sha’rânî an Egyptian
society in the sıxteenth century”, Asian andAfrican Studies, IX/3, Israel 1973, s. 313-3338.
[41] Şa‘rânî,
Tenbihu’l-Muğterrîn,
Mısır 1310.
[42] Şa‘rânî,
a.g.e., s. 2.
[43] Şa‘rânî, Letâif,
s. 620 vd.
[44] Şa‘rânî,
Letâif, s. 9-10.
[45] Şa‘rânî, Letâif, s. 418.
[46] Şa‘rânî, Âdâbül-Muhabbe (nşr. Abbâs Yûsuf Sâmî), Dımaşk
2003.
[47] Abdurrahman Umeyra, (Şarânî’nin el-Muhtâr minel-Envârf Suhbeti’l-Ahyâr
isimli eserine yazdığı Mukaddime,
Beyrut 1407/1986, s. 17—18.
[48] Benzer
konularla ilgili geniş bilgi için bk. Winter, a.g.e., s. 313-338.
[49] Ayrıca Şaranî’nin dinî ilimlere ilgisi için
örnek olarak bk. Ferhat Gökçe, Şa‘rânî ve Hadisleri DeğerlendirmedeMîzân Yöntemi. (Yüksek
Lisans Tezi), A.Ü.S.B.E., Ankara 2004.
[50] Geniş bilgi için bk: Kubat, Mehmet, Hasan el-Basrî; Hayatı, İlmi Kişiliği
ve Kelâm İlmindeki Yeri, İstanbul 2008.
[51] Kılavuz, Ahmet Saim, “Akâid”, DİA, İstanbul 1989, II,
215.
[52] Geniş bilgi için bk: Şa‘rânî, e'-Mızânüz-zerriyetü’l- mübeyyinetü
li-akâidi ’l-fıraki ’l-aliyye (nşr.Cevdet Muhammed Ebu’l-Yezid
el-Mehdî ve dğr.), Kahire 2008; aynı mlf., el-Kavâidü’l-keşfıyye el-mûdiha li-meânî s-sifâti l-ilâhiyye
(nşr. Ahmed Abdürrâzık el-Bekrî), Kahire ts.
[53] Şa‘rânî, el-Kavâid,
s. 13.
[54] Şa‘rânî, Muhtasaru,
Tezkireti ’l-Kurtubî, Kahire 1302.
[55] Şa‘rânî, el-Yevâkît,
s. 157-161.
[56] Şa‘rânî,
el-Kevkebuş-Şâhikfi’l-Farki
beyne’l-Müridis-Sâdık ve Gayri’-Sâdık, Beyrut 1971, s. 13.
Bu tâbirin (felsefî tasavvuf) kullanımını isabetli
bulmamızın sebebi şudur: Tasavvufun ilk dönemleri göz önüne alındığında, daha
çok zühd ve şerîatın zâhirini yaşarken derûnî hayat boyutunun ihmal
edilmemesinin ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Daha sonraları, özellikle İbnü’l-Arabî’de
zirveye ulaştığı şekliyle, ontoloji ve epistemoloji gibi felsefenin temel
problemleri üzerine inşâ edilen bir sistemin kurulmaya çalışıldığı
görülmektedir. Kuşkusuz bunların her ikisi birbirinden farklıdır. Benzer bir
tâbir, müteahhirîn dönemi kelâmı için de kullanılmaktadır. Usûlü’d-dîn
bahislerinden önce mebâdi bahislerinin uzun uzun temellendirilmeye çalışıldığı
döneme “Felsefî Kelâm Dönemi” denilmektedir.
Teftâzânî, Ebû’l-Vefâ el-Guneym, Medhalilâ’t-Tasavvufi’l-Îslâmî, Kahire
1411/1991, s. 3.
[59] Şa‘rânî, el-Yevâkît,
s. 341.
[60] Şa‘rânî,
a. g.e., s. 342-343.
[61] Bk. Şa‘rânî, el-Yevâkît, s. 9-10.
[62] Bk.
Şa‘rânî, el-Yevâkît, s. 10.
[63] Şa‘rânî,
a.y.
[64] Rızâ,
Reşid, Tefsîru’l-Kur’âni’l-hakîm,,
Kahire ts., XI, 426 vd.
[65] Örnek
olarak bk. Letâif, s. 630 vd.
[66] Şa‘rânî,
el-Yevâkît, s. 146.
[67] Şa‘rânî, Tenbîh, baskı yeri ve tarihi yok. Bu eser, Sıdkı
Gülle tarafından tercüme edilerek (İstanbul 1418/1997) yayımlanmıştır. Şa‘rânî el-Envârul-Kudsiyye fi Marifeti
Kavâidi’s-Sûfiyye (Beyrut 1408/1988) isimli eserinde de müridin
Allah ile, şeyhi ve sâir müridlerle ilişkilerini hangi ilkeler üzerine bina
etmesi gerektiğini belirlemektedir. Yine onun oldukça hacimli eserlerinden biri
olan Levâkihu’l-Envâri
’l-KudsiyyefiBeyâni Uhûdi ’l-Muhammediyye (Kahire 1393/1973) isimli
eserinde (Bu eser Salahattin Alpay tarafından Türkçeye tercüme edilerek
(İstanbul 1401/1981) yayımlanmıştır) de bir bütün olarak sahip olması gereken
İslâm ahlâkı ve İslâm düşüncesini en ince detaylarına kadar serd etmektedir.
Tasavvuf alanında yazdığı eserlerine bir bütün olarak bakıldığında onun; edebi,
İslâm ahlâkını, zühd ve verâyı, şeriata bağlılığı her fırsatta sûfîliğin
olmazsa olmaz şartı olarak değerlendirdiği görülmektedir.
[68] Şa‘rânî,
el-Bahrul-mevrûd,
Kahire 1424/2004.
[69] Birçok defa farklı yerlerde basılmış olan
eserin Beyrut 1424/2003 baskısı çalışmamıza esas alınmıştır.
[70] Şa‘rânî, el-Yevâkît,
s. 84; a.g.e., s. 445.
[71] el-A’râf 7/122
[72] el-Kasas
28/9
[73] İbnü’l-Arabî,
Fusûs, s. 201.
[74] Yâsîn
36/59
[75] en-Nâziât
79/24
[76] İbnü’l-Arabî,
el-Fütûhât-ı Mekkiyye (trc. Ekrem
Demirli), İstanbul 2007, II, 412.
[77] Şa‘rânî,
el-Yevâkît, s. 445-446.
[78] Ankaravî,
İsmail Nakş elFusûs Şerhi (nşr.
Kutluer, İlhan), İstanbul 1995, s. 147 vd.
[79] Kaşânî, Abdürrezzâk, Şerh alâ Fusûsi’l-Hikem,
Mısır 1321, s. 254.
[80] Kayserî, Davûd, Matlau husûsi’l-kilemfi meânî Fusûsi’l-hikem
(nşr. Daru’l-İ’tisam, gözden geçiren: Muhammed Hasan Saadi), by yok 1416,
s.415-416.
[81] Konuk, Ahmed Avni, Fusûsu’l-hikem Tercümeye Şerhi
(nşr. Tahralı Mustafa; Eraydın, Selçuk), İstanbul 1992, IV, 149-152. Farklı
görüşler için bk. Harman, Ömer Faruk, “Firavun”, DİA, İstanbul 1996, XIII, 120.
[82] İbnü’l-Arabî,
Fusûs, s. 56.
[83] el-Ankebût 29/6
[84] Şa‘rânî,
a.g.e., s. 84.
[85] Kâşânî,
a.g.e., s. 24-25.
[86] Dâvûd-ı
Kayserî, a.g.e., I, 212.
[87] Bâlî
Efendi, ŞerhuFusûsi’l-Hikem,
İstanbul 1309/1892, s.37-38.
[88] Demirli,
Ekrem, FusûsulHikem Çeviri ve
Şerhi, İstanbul 2006, s. 44.
[89] Demirli,
a.g.e., s.
280-281.
[90] İzutsu, Toshihiko, Îbnü’l-Arabî’nin Fusûs’undaki .Anahtar
Kavramlar (trc. Ahmet Yüksel Özemre), İstanbul 2005, s. 238.
[91] İzutsu,
a.g.e., s. 248.
[92] Şa‘rânî, a.
g.e., s. 13.
[93] İbnü’l-Arabî,
el-Fütûhâtul-Mekkiyye (nşr. Nevfel
el-Cerrâh), Beyrut 1424/2004, VI, 10.
[94] Şa‘rânî,
a.g.e., s. 84.
[95] Bakara, 2/265.
[96] Şa‘rânî, bu ifadesiyle İbnü’l-Arabî
hakkında söylediği her şeyi, onun eserlerine dayanarak söylediğini, bu konuda
herhangi bir problem olması durumunda, İbnü’l-Arabî’nin referans verilen
eserine bakılmasını istemektedir. Zira ilgili eserden iktibas edilirken bir
yanlışlığın yapılmış olması da mümkündür.
[97] Şarânî’nin yaşadığı dönemde Matürîdîlik
henüz diğer coğrafyalarda fazla yaygınlık kazanmadığından bu tespit
yapılmıştır. Günümüzde bu mezhebin oldukça geniş coğrafyalarda yaygın hale
geldiği dikkatten kaçmamalıdır.
[98] Şa‘rânî, bu başlık altında akîdesini
özetleyerek, kendisi hakkında, bu anlamda yapılan ve yapılması beklenen
tenkitleri peşinen bertaraf etmeye çalışmaktadır. Ayrıca metinde açıkça ifade
ettiği gibi, bundan haberdar olan herkesi kendi akîdesine şahit tutmaktadır.
[99] Şûrâ, 42/11.
[100] Mülk,
67/14.
[101] Tekvîr, 81/29.
[102] Kâf 50/29
[103] Saffât,
37/96.
[104] Enbiyâ,
21/23.
[105] En‘âm,
6/149.
[106] Bu değerlendirme, İbnü’l-Arabî’nin sahip
olduğu ilimleri “ilhâm-ı ilahî ve ilka-i rabbanî” ile aldığına dair iddialarına
uygun düşmektedir.
[107] Kehf, 18/65.
[108] Sözün akışından, bu değerlendirmenin
Fahreddin er-Râzi’ye ait olmama ihtimali ortaya çıkmaktadır. Zira ölS ile başlayarak ifade edilen sözler,
daha çok geçmişte söylenen sözlerdir ve genelde söz sahibi öldükten sonra
yapılan değerlendirmelere işaret eder. Oysa Râzi (ö. 606/1209) öldükten sonra
Muhyiddin İbnü’l-Arabi 32 yıl daha yaşamıştır (ö. 638/1240).
[109] Bakara,
2/134.
[110] Bakara, 2/152.
[111] Yâsîn,
36/60.
[112] Firavun’un imanı ve İbnü’l-Arabî’nin bu
konudaki duruşu hakkında bk. Mahmut Çınar, “Ye’s ve Be’s
Halinde İmân Etmenin Hükmü: Firavun’un İmânı Örneği”, MÜIFD, 2011/2, sayı: 41, s.
121-142.
[113] Yûnus,
10/90.
[114] Furkan, 25/20.
[115] Şuarâ,
26/214.
[116] Hıristiyanlığın
alameti olan kuşak.
[117] Güzel,
hoş koku.
[118] Fussilet, 41/53.
[119] Rahman,
55/3-4: “İnsanı O yarattı. Ona anlama ve anlatmayı öğretti. İnsanı yarattı, ona
beyânı öğretti.”
[120] Alak,
96/5: “(Böylece) insana bilmediğini bildirmiştir.”
[121] Kehf,
18/65: “Derken, kullarımızdan birini buldular ki ona katımızdan bir rahmet
vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”
[122] Bakara,
2/269.
[123] Kehf, 18/78.
[124] Kehf,
18/82.
[125] Şûrâ, 42/11.
[126] Saffât,
37/180.
[127] Kıyâme, 75/22-23.
[128] Mutaffifîn,
83/15.
[129] En‘âm, 6/103.
[130] Fussilet,
41/54.
[131] Mülk,
67/1.
[132] Talâk,
65/12.
[133] Burûc,
85/16.
[134] Fâtır,
35/8.
[135] Mücâdele,
58/1.
[136] Bakara,
2/265.
[137] Alak,
96/14.
[138] Nisâ,
4/164.
[139] Bakara,
2/255.
[140] Yûsuf,
12/109.
[141] Fetih,
48/29.
[142] Ahzâb,
33/40.
[143] Zümer,
39/62.
[144] Zâriyât,
51/56.
[145] Rahman,
55/74.
[146] Âdiyât,
100/9.
[147] En‘âm, 6/38.
[148] Bakara,
2/23.
[149] Bakara, 2/238.
[150] Akılları zayıflamış, aklî dengeleri sarsılmış
olan kimseler.
[151]
Eş‘arî literatürde Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî için Şeyh, Bakıllânî için Kâdı,
İsferâyînî için Üstaz, Cüveynî için Ebu’l-Maâlî lakap ve künyeleri
kullanılmaktadır.
[152] Mâide, 5/73.
[153] Sâd,
38/5.
[154] Câsiye,
45/23.
[155] Sâd,
38/5.
[156] Saffât, 37Z95.
[157] Sâd,
38Z5.
[158] A‘raf, 7/160.
[159] Mü’minûn, 23/118.
[160] Halk arasında “olmayacak duaya âmin demek”
şeklinde kullanılan söyleyişe benzer bir deyim.
[161] Cin, 72/2: “Artık Rabbimize hiç kimseyi asla
ortak koşmayacağız.” âyetine telmihte bulunulmaktadır.
[162] Îhlas,
112/1.
[163] Îsrâ, 17/111.
[164] Haşr,
59/16.
[165] Zümer,
39/3.
[166] Ra‘d, 13/15.
[167] Zümer,
39/3.
[168] Enbiya,
20/22.
[169]
Metinde geçen do^JI UJ veya djj.^' UJ tabiri, hâdis olan varlığın varlık
sahnesine çıkmadan önceki durumuna işaret etmektedir. Bu aşama yokluk halidir
ve yokluk karanlıkla (gece/leyl) ifade edilir. Bunun zıddı olan varlık ise
ışıkla (nur) ifade edilir. Kadim felsefî metinlerde de bu tanımlamalar yer
almaktadır. Îbnü’l-Arabî de bu tabirle söz konusu tanımlamaya işaret
etmektedir.
[170] Zuhruf, 43/87.
[171] Mü’min,
40/84.
[172] İbrâhim,
14/10.
[173] Muhammed,
47/19.
[174] İbrâhim,
14/52.
[175] Neml,
27/62.
[176] Neml,
27/64.
[177] Neml,
27/61.
[178] A‘râf, 7/172.
[179] İbrahim,
14/10.
[180] Tâhâ,
20/114.
[181] el-Yevâkît’in tahkikli neşrinde ‘infak’ şeklinde geçmektedir.
Âtıf Efendi nüshasında ve el-Fütûhatta
ise metnin anlamına uygun olan ‘ittifak’ şeklinde geçmektedir. Tercümede bu,
esas alınmıştır.
[182] Fussilet, 41/53.
[183] Hz.
Peygamber’in "Nefsini bilen Rabb’ini bilir" demek sûretiyle ümmetinin
işini kolaylaştırdığını ve onlara olan düşkünlüğünden dolayı sadece kendisiyle
sınırlı tuttuğuna dikkat çekilmektedir.
[184] Tâhâ, 20/50.
[185] Mâide, 5/83.
[186] Âl-i
İmrân, 3/30.
[187] Şuarâ, 26/27.
[188] Hûd,
11/123.
[189] Şûrâ, 42/11.
[190] Şûrâ,
42/11.
[191] Şûrâ, 42/11.
[192] Saffât,
37/180.
[193] Bakara, 2/115.
[194] Nahl,
16/50.
[195] Yani
Allah’ın birtakım sıfatlarının bulunduğuna ve Mu‘tezilenin sıfatların
olmadığına dair iddiasının geçersiz olduğuna inanmaktır (mütercim).
[196] İhlâs,
112/4.
[197] En‘âm, 6/54.
[198] Rûm,
30/47.
[199] Rûm, 30/47.
[200] Nisâ,
4/116.
[201] Âl-i Îmrân, 3/129.
[202] A‘râf,
7/156.
[203] En‘âm,
6/54.
[204] En‘âm,
6/54.
[205] Kâf, 50/29.
[206] Nahl,
16/9.
[207] el-Yevâkitte 293. bâb
olarak referans verilmekle beraber, elimizdeki baskılarda, söz konusu bilgi
292. bâbda geçmektedir.
[208] A‘râf,
7/156.
[209] İsrâ, 17/85.
[210] Zümer,
39/3.
[211] En‘âm, 6/3.
[212] Yûnus,
10/58.
[213] Hadîd, 57/4.
[214] Alak,
96/19.
[215] Fâtır, 35/10.
[216] Fâtır,
35/10.
[217] Nahl,
16/5.
[218] Muhammed,
47/35.
[219] Hadîd,
57/4.
[220] Muhammed, 47/35.
[221] Ankebût, 29/69.
[222] Bakara,
2/153.
[223] Vâkıâ, 56/85.
[224] Kâf,
50/16.
[225] Hadîd,
57/4.
[226] Rahmân, 55/29.
[227] Rahmân,
55/31.
[228] Nahl,
16/40.
[229] Îbrâhîm,
14/4.
[230] Bakara, 2/210.
[231] Rahmân,
55/31.
[232] Rûm,
30/4.
[233] Şûrâ, 42/11.
[234] İlâhi
tecellî herkes ve her an için farklı olduğundan dolayı, bunu herhangi bir
şekilde nitelemenin mümkün olmadığına dikkat çekilmektedir.
[235] Şûrâ,
42/11.
[236] Hadîd, 57/3.
[237] Hadîd,
57/3.