İslamiyet’in
kabulünden sonra Türk Edebiyatı iki koldan ilerlemiştir. Bunlar Halk Edebiyatı
ve Divân Edebiyatıdır.
Halk
Edebiyatı, halkımızın inanç, duygu ve kültür değerlerini kendine özgü şekille
ve içerikle anlatan eserlerdir. Âşık, Tasavvuf- Tekke, Anonim başlıkları
altında incelenen Halk Edebiyatının en çok motif barındıranı hiç şüphesiz Âşık
Edebiyatıdır.
‘Cumhuriyet
Dönemi Sivas Âşıklarında Sosyal Konular Üzerine Bir Araştırma’ konulu tezimde
1923 yılı öncesinde doğan, Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda şiirler
yazabilen pek çok âşığın şiir metinlerini inceledim. Sivas, ‘âşıklar yatağı’
olarak bilinmektedir. Hiçbir âşık diğerine benzemiyor ama hemen hemen hepsinde
aynı gelenek ve törelerden geldikleri için birbirine benzeyen motifler yer
almaktadır.
Âşıkların
geneli şiirlerini sazla çalıp çağırıyorlar. Âşık ile sazını birbirinden
ayıramayız. Âşık sazına gözü gibi bakar. Veysel’in :
‘Ben
ölürsem sazım sen kal burada,
Gizli
sırlarımı aşikâr etme.’
mısraları
bu değeri açıkça ortaya koymaktadır. Sivas âşıklarının hemen hemen hepsi aşk,
ölüm, hasret, yiğitlik, tabiat, din, düzene başkaldırı ve düzeni beğenmeme gibi
temaları işlemişlerdir. Sivas’ın Pir Sultan Abdal, Şemsettin Sivasî, Ruhsatî,
Kul Himmet, Âşık Veysel, Zaralı Halil, Âşık Mesleki, Âşık Talibî, Şeyh Halit,
Sefil Selimî, Gürünlü Sefil Gülhanî, Ali İzzet Özkan, Kul Gazi, Âşık İsmeti,
Ali Dayı gibi isimlerini sıralayamadığımız pek çok âşığı vardır.
İncelediğimiz
dönemdeki âşıkların sosyal motifleri hayatla iç içedir. Örneğin ayrılık motifi,
gurbet, ölüm, boşanma gibi alt başlıklarla bağlantıdır veya fakirlik motifi,
parasızlık, hastalık gibi kötü durumlar da yoksulluk gibi alt başlıklarda
incelendi.
Âşık,
halkın içinden biri olduğu için kendine yazdığı ve sazıyla söylediği şiirler,
aslında topluma mâl olmuş ve geniş halk kitlelerinin sesi olmuştur. Her okuyan
bu şiirlerde kendini bulabilmektedir.
Sivas
âşıkları aynı zamanda Sivas’ın büyükleridir. Hepsi de duru Türkçe ile
yazmışlardır. Türküleri, deyişleri günlük müzik yaşamımıza da girmiştir, radyo
ve televizyon programlarında hemen hemen hepsinin türkülerine yer verilir.
Kılık
kıyafetten evliliğe, sevgiliden, hastalığa kadar halkı yakından ilgilendirilen
bu motifleri vermedeki amaç: sosyal yaşamda âşığın yeri ve şiirlerinin öneminin
vurgulanmasıdır.
Milleti
millet yapan kültürü ve tarihidir. Kültür ve tarih ataşeleri olan âşıklarımızın
değeri ölçülemez. Halkımızın sevinç, hüzün, keder, ev içi yaşam, aile
ilişkileri, komşuluk gibi pek çok özelliğini hem kendileri yaşayan hem de
yaşadıklarını şiire döküp sazla buluşturan âşıklarımızın şiirleri, bizlere
yıllarca yol gösterecek ve tarafımızdan halk edebiyatı alanında yaşatılacaktır.
CUMHURİYET
DÖNEMİNDE SİVAS’TA ÂŞIKLIK GELENEĞİ
İslamiyet
öncesi Türk Edebiyatı’nın bir bölümünü oluşturan sözlü edebiyatımızda Türklerin
inançları olan Şamanizm, Manihaizm gibi dinlerle yakından ilgili türler
bulunuyordu. Bu dinlerde söz sahibi olan ozan, kam, baskı, şaman gibi din
adamları kopuz eşliğinde şiirler söylerdi. Destan geleneğinin icracıları
ozanlardı. Bugünkü hikâye söyleyen âşıkların yapıtlarını, Şaman kültürünün
hâkim olduğu dönemlerde ozanlar yapıyordu. Ozanlar özel toplantılarda (düğün,
şenlik, ziyafet gibi...) çalıp söylerlerdi.
Bu
kişiler çeşitli Türk boylarında Altaylar’da kam, Kırgızlar’da
baksı-bakşı-bahşı, Yakutlar’da oyun, Tonguzlar’da şaman, Oğuzlarda ozan adıyla
anılırdı.
(Köprülü,
1989:57-58)
Dinî-tasavvufi
içerikteki bu şiirler Anadolu’da XVI. yüzyıldan itibaren yerini âşıklara bırakmıştır.
Bu edebiyatla birlikte ‘ozan’ın yerini ‘âşık’; ‘kopuz’un yerini ‘karadüzen,
bağlama, çöğür, tambura, cura’ almıştır. İlerleyen zaman içinde âşıklar, ‘halk
âşığı, badeli âşık, saz şairi, halk şairi, meydan şairi, kalem şairi, halk
ozanı, sazlı ozan gibi isimler almıştır. (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,
I :118)
Sosyal
çevre, âşıkların yetişmesinde etkili olmaktadır. Şehirde yaşayanlar kültür
hayatından, köyde yaşanlar ise tekke ve medrese eğitiminden uzak kalmışlardır.
Bu bakımdan şiirlerindeki diller farklılık göstermektedir. Âşıkların en
belirgin özelliği saz çalmaları ve irticalen şiir söylemeleridir. Âşıkların
usta malı şiir söyleyebilme, çıraklık durumu ve mahlas alma gibi durumları
vardır. Tüm yönleriyle yaşatılmaya çalışılan âşıklık geleneği Sivas’ta XIX.
yüzyıla kadar devam etmiştir.
Sivas’ta
köy ve kasaba âşıklarının çokluğu dikkati çeker. Bu âşıkların şiirlerinde
mahalli özellikler büyük önem taşır. Bazı âşıklar köy yerinde daha mutlu
olmuşlardır. Kırsal yörelerde yapılan eğlencelerde aranan simalar olmuşlardır.
Ancak
köyünden göçüp buranın yaşantısına ayak uydurmaya çalışan âşıklar, köy hayatını
özlemekle beraber, kendilerini başka bir hayatta bulmuşlardır. Bu duygu ise
sosyal motiflerimiz arasında özellikle gurbet ve değişen zaman- mekân başlığı
altında incelendi.
İlk
temsilcilerini XVI.yüzyılda gördüğümüz Sivas âşıklarının sayısı değişmektedir.
Ancak illerde âşıkların sayısı tespit yapılsa Sivas ilk sıralarda yer alır.
Sivas’ın Türk âşıklık geleneğinde çok önemli bir yeri vardır. Doğu Anadolu’da
Kars, Ağrı, Erzurum ve Erzincan gibi âşıklık geleneğine kaynaklık etmiş illerin
yanında, Orta Anadolu’da da başta Sivas olmak üzere Kayseri, Yozgat, Çankırı
illerimizin de önemli bir yeri vardır. Komşu il Tokat hem oraya gelip yerleşen
Emrah gibi âşıklarla hem de kendi toprağında yetiştirdiği bir kısmı ilçelerde
doğup büyümüş; Nurî, Bedrî, Ceyhunî gibi âşıklarla üzerine düşeni yerine
getirmiştir.
Sivas’ta
yetişen ve sayıları Kaya tarafından 351 olarak belirlenen âşıkların ilimizin
âşıklık geleneğindeki yerini ortaya koymaktadır. (Kaya, 1980: 95-103)
Âşıklık
geleneğinin günümüzdeki konumunu koruyabilmesi muhakkak ki âşıkların
buluştukları kahvehânelerdir. Özellikle Anadolu’nun belirli kültür merkezleri
ile İstanbul’daki bu tür kahvehâneler âşıklık geleneğini ayakta tutmuş,
dinleyicilerine güzel örnekler sunmuş ve yeni âşıkların yetişmesinde önemli
roller üstlenmiştir.Konya’daki ‘Sulu Kahve’ âşık Dertli tarafından
işletilmiştir. Konya ve yöresi âşıklarının buluşma yeri olmuştur. Hatta yolu
Konya’ya düşen âşıklar da burada çalıp söylerdi. İstanbul’da Çemberlitaş’da,
bugün Âşık Ömer adıyla anılan sokaktaki Âşıklar Birliği’nin başkanlığı bugün
bir süre de olsa yürüttüğü görüşü ileri sürülen Erzurumlu Emrah da zaten var
olan âşık sevgisinin gelişmesinde rol oynamıştır. İstanbul eskiden beri âşık
edebiyatının farklı şekil ve ortamlarda ortaya konulduğu bir ilimizdir. Geçen
yüzyıllarda farklı adlarla anılmakla birlikte bu alanda örnekler ortaya koyan
pek çok âşık yetiştirmiştir. Mesela Tokatlı Gedaî daha sonra yerleştiği semt
olan Beşiktaş’tan ötürü âdeta ayrı bir âşıkmış gibi Beşiktalı Gedaî diye de
bilinir. İstanbul’un âşık kahveleri başlıca çalgılı kahveler ve semai kahveleri
diye bilinir. Bunların taşrada pek benzeri yoktur. Çalgılı kahvelerde âdeta Külhanbey
Edebiyatı (Alangu, 1943) ve Meydan Şairleri Edebiyatı (Kaygılı, 1937)
oluşmuştur. İlkinde daha çok destan ve mâniler söylenirken ikincisinde âşık
edebiyatının hemen her türünün örnekleri verilir.
Günümüzde
Kars, Erzurum, Kayseri vb. illerimizde, bazılarında birden fazla olmak üzere,
âşıklar kahvesi vardır. Buralarda mevsimine göre yerli ve konuk âşıklar çalıp
söylerken bazılarında meddahlar da hikâyeler anlatır.
Günümüz
Sivas’ ında da böyle bir âşıklar kahvesi var. Merkez Meydan Camisi karşısında işletilen
bu mekân daha çok âşıkların usta malı çalıp söyledikleri bir yerdir. Genelde
hafta sonlarında daha canlı olarak faaliyet gösteren bu kahvehâne, aynı zamanda
gençlerin de saz çalıp şiir söylemeye gönül verdiği bir ortamdır. Bir Sivaslı
olarak, bahsettiğim âşık kahvehânesine bir ustayı bulmak için gittim. Bir yaz
günü kapısının önünde çay içenlerin bulunduğu kahvehâneye gidişim benim için
kolay olmadı. Çünkü kahve çevresinde tek bayan yoktu. İlginç bakışlar arasında
oturanlardan birine lisans eğitimi yıllarımda şiirlerini incelediğim Âşık
Eserî’yi sordum. Aldığım cevapla Eserî’nin orada olmadığını anladım. Aralı
kapıdan baktığımda içerde birilerinin olduğunu ve saz akordu yaptıklarını
gördüm. Âşık edebiyatına düşkünlüğümden de olsa gerek farkında olmadan içeri
doğru birkaç adım atarken arkamdan birisi buraya kadınların girmediğini
söyledi. Kendimi ve çalışma alanımı anlatıp çevre esnafının ayıplayıcı
bakışları arasında, biraz da çekinerek, içeri girdim, arkamdan da diğerleri
geldi. Aradığım âşık bana adresi verirken oranın bir âşık kahvehânesi olduğunu
söylememişti, içeri girdiğimde yaşadığım bu şaşkınlık belki hem bu yüzden hem
de bir tane âşık ararken birden karşımda onlarcasını bulmamdı. Duvarları
Sivas’ın meşhur kilimleriyle süslü, kilimlerin üstlerinde çeşitli boylarda
sazlar takılı, arka sağ köşede, muhtemelen içtikleri çayları demliyorlar, bir
çay kazanı ve küçük bir mutfak tezgahı, yüksek ve uzun bir -Sivas’ta mahat
derler- oturma yeri, buranın tam karşısında birkaç masa ve etrafında sandalyeler,
masa üzerinde yerel gazeteler bulunan bu kahvede bulunan âşıklar, ben içeri
girince hemen ayağı kalktılar. Biraz sohbet ettim onlarla. Bana hiç sorulmadan
bir bardak çay geldi masaya. Yerel yayınlarda izlediğim ve lisans
öğrenciliğimde Sivas’la ilgili okuduğum kitaplardaki kişilerle tanışmak çok
mutlu etti beni. Onlar da kendilerine değer veren ve inceleyen kişileri daha ne
hizmet yapsak ya da kendimizi daha nasıl tanıtsak düşüncesiyle birçok şey
anlattılar. O gün içeride Âşık Kaptanî, Erdemcan, Derdiyar, Yalınayak gibi
sonradan sıkı dostluklar kurduğum ve ailece görüştüğüm âşıklar vardı. Bizim
konuşmalarımız sırasında sonradan gelen ya da baştan beri orada oturan Sivas
halkından dinleyiciler, temmuz ayında olmamız hasebiyle de yurt dışında çalışan
ve memleketleri Sivas’ta tatil yapan gurbetçi hemşerilerimden de olanlar vardı.
İnsanlar
gurbette olunca daha çok özlem çekiyor ve duygularını şiirlerde buluyor ki
dinleyicilerin çoğunluğu gurbetten gelenler idi. Kahvehânede televizyon
olmaması dikkatimi çekti. Zaman kaybı olarak gördüklerini eğer ihtiyaç olursa
arka tarafta bir radyo olduğunu söylediler.
Sorulmadan
on dakikada bir gelen çaylardan anlaşılıyor ki bu kahvehânenin geliri, saz ve
âşıklar dinlenirken içilen bu çaylar. Yaptığımız bu sohbetten sonra âşığın
birisi oturduğu yerden kalkıp, bir sigara paketi kâğıdının arkasında yazılı bir
şiir uzattı bana. Şaşırmıştım ancak şiirin başlığını- Sivaslı Gönül- görünce
bana güzelleme yazdığını anladım. İrticalen ve belki de on-on beş dakikada
yazılan bu şiiri beğeniyle okuyup, ağzına, gönlüne sağlık dedim. Sonra sazlar
ele alındı ve önce usta malları söylendi. Daha sonra her âşık sırasıyla belki
bir gösteri amaçlı kendi şiirlerini, türkülerini söyledi. Dikkati çeken başka
bir husus da dinleyicilerin kesinlikle bir istekte bulunmamasıydı. Sivas’ta
Alevî âşıklar geçmişte de vardı bugün de var, o gün kahvehânede de vardı. Tam
bir dostluk, muhabbet ve sıcaklık ortamında güzel türküler dinlemiştim.
Âşıklar, Sivas’ta çeşitli festival, şenlik, eğlence ve düğünlere katılarak hem
gittikleri yerleri şenlendiriyor hem de az çok ekmek parası kazanıyorlar. Benim
de davet üzerine katıldığım festivaller oldu. Tozanlı Deresi Festivali,
Ekingölü Şenlikleri, Zara Bal Festivali, Doğanhisar Güreş Festivali, Yıldızeli
Belediye Şenlikleri bunlardan birkaçı. Anadolu insanı kendi özünü ve duygusunu
millî çalgımız sazla anlatan âşıkları bağrına basıyor ve onlara saygıda kusur
etmiyor.
Yakın
tarihte Sivaslı Âşık Eserî’yle yaptığım görüşmede gittiğim kahvehânenin adının
Meşe Çay Ocağı olduğunu öğrendim. Sivas adına bir iyi haber daha aldım.
Bahsettiğim kahvenin üst katına ‘Sivas Fasıl Heyeti ve Halk Oyunları Derneği’
adlı bir de dernek kurulmuş. Yapılacak olan festival, şenlik gibi uygulamalarda
âşıklarımız buradan da rahatlıkla bulunup, irtibata girilebiliyormuş. Derneğin
başkanlığını bugün kendisi de bir âşık olan Ahmet Ayık yürütüyormuş.
Sivas’ta
yaklaşık olarak yedi sene evvel gittiğim ancak Meşe çay Ocağı gibi direkt âşık
kahvehânesi olmayan Deliktaşlı Ruhsatî’nin torunu kendisi de Sivas’ta sayılı
âşıklardan olan Murat’ın bir çay ocağı vardı. Hâlâ işletilmekte olan bu küçük
çay ocağı Sivas’ta Şire Hanı olarak bilinen tarihi yapının son katındadır.
İşletmecisinin de bir âşık olduğu bu kültür odasında da zaman zaman dinlenmeye
gelen âşıklar saz çalmaktadır.
Ayrıca
Sivas Lisesi karşısında bundan dört beş sene evvel yine Sivas’ın yetirdiği
başka bir âşık olan Derdiyar’ın işlettiği çay ocağı vardı. Yaptığım son
görüşmelerde oranın kapandığını öğrendim.
Sivas’ın
yetiştiği âşıklar Türk saz şiiri tarihinde çok önemli yerlere sahiptir.
İçlerinde bu alanda okul olup edebiyat tarihimizde öncelikli bir yere sahip
olanlar vardır. Bunların başında Ruhsatî gelir. ‘Ruhsatî Kolu’ olarak bilinen
ve birkaç nesil süregelen usta-çırak ilişkisi Sivas âşıklık geleneğinin
temelini oluşturur. Ruhsatî’nin oğlundan başka yetiştirdiği çırakları günümüze
kadar ulaşmayı başarmıştır.
Âşık
Veysel de o çizginin XX.yüzyılda önde gelen temsilcilerindendir. Onun günümüz
geleneğine yaptığı etki en azından Ruhsatî’ninki kadar önemlidir. Öyle ki Âşık
Edebiyatı alanını yeterince tanımayan bazıları Türk saz şiirini Veysel’le
noktalamak isterler. Sivas’ın yetiştiği ve ancak pek azı zirve olabilen
âşıkların her birinin bu alana girmesiyle ilgili hikâyeler vardır. Bade içme,
bir ustanın yanında yetişme veya XX. yüzyılda 1931 ve 1964 yıllarında iki defa
gördüğümüz âşık toplantıları bu söz ustalarının ortaya çıkmalarına vesile
olmuştur.
Türk
Edebiyat Tarihi’nin özellikle Âşık Edebiyatı’nın dönemindeki önde gelen
araştırmacılarından Ahmet Kutsi Tecer, Sivas için bir şans olmuştur.
Kendisi
de bir Sivaslı olan Tecer, aynı zamanda güçlü bir şair olmanın verdiği destekle
hem âşıkları değerlendirmiş hem de onları yönlendirmiştir. 1931 yılında
Sivas’ta öğretmen olarak görev yapan Tecer’in , 30 Ekim tarihinde düzenlediği
‘Sivas Halk Şairleri Bayramı’ Türk âşıklık geleneğinin öncü düzenlemelerinin
başında gelir. Tecer’den 70-80 yıl kadar önce Amasya’da görevli bulunan Ziya
Paşa’nın Amasya Panayırı sırasında düzenlediği âşık toplantısı belki de bu
alanın ilk düzenlemesidir. Ancak Tecer’inki Cumhuriyet’in ilk yılına rastladığı
için önemlidir. Bu Sivas’ta yapılan ilk toplantı daha sonraki bazı bölgesel
toplantılara öncülük edebileceği gibi şöhretli âşıkların yanında genç âşıkların
da ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tecer’in davetine uyarak gelen bölgece iyi
tanınanlar arasında daha sonra çağına mührünü vuracak olan Veysel’den de önce
Âşık Süleyman, Talibî, Revanî, Suzanî ve San’atî vardı. Veysel, Ali İzzet,
Feryadî gibi gençler da bu bayramda kendilerine gelecek çizmeyi
başarabilmişlerdir. 1931’deki bu bayramla ilgili olarak Sivaslı araştırıcı
Özkan Yalçın 55 yıl sonra şunları demektedir:
“Ahmet
Kutsi Tecer, 1930 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanır. Öğrenci
olduğu yıllarda Halk Bilgisi Dergi’sinde faal olarak görev alan derginin yayın
organı Halk Bilgisi Mecmuası’nda araştırmaları yayımlanan Ahmet Kutsi, mecburi
hizmeti sebebiyle, büyük ihtimalle gönülsüz olarak, geldiği Sivas’ın bir
âşıklar gölü olduğunu görünce hemen kolları sıvar ve çalışmaya başlar. İlk
olarak ‘ Halk Şairleri Koruma derneği’ adı altında bir dernek kurulur. Dernek
Başkanı Reisi Hikmet Işık Bey’dir.”
Sayın
Yalçın bizim de gördüğümüz bir kaynağı ayrıca buraya eklemiştir. ‘Halk Şairleri
Koruma Derneği nizamnâmesinde, her yıl teşrinlerde bir halk şairleri bayramı
yapılacağı hakkında madde vardır. Bu bayramın yapılmasından maksat, her yıl
vilayet dahilindeki halk şairlerini toplamak, onlarla bir arada birkaç gün
geçirmek, onları dinlemek, eserlerini zapt etmek ve bilmukabele onlara millî ve
bedenî hayatımızın kuvvetli fikirlerini ve heyecanlarını telkin etmek, köylü
sanatkârlarla şehirli sanatkârları birleştirmektir.’ ( Tecer, Ahmet Kutsi
,1974, 16 s)
Türk
Âşık Edebiyatı’nın Sivas’taki bu önemli olayı günümüze sadece küçük bir kitapçıkla
gelebilmiştir. Ahmet Kutsi Tecer’in bayramın adıyla özdeşleşen ‘Sivas Halk
Şairleri Bayramı’ adlı on altı sayfalık yayının ilk bölümünde âşıklardan söz
ediliyor, onların özellikleri ele alınıyor, bayram hakkında bilgiler veriliyor.
Çalışmanın ikinci bölümü ise sonradan başta Sivas türküleri olmak üzere
edebiyatımızın en güzel örneklerini musikiyle hayata kavuşturan müzik öğretmeni
Muzaffer Sarısözen’in ‘Sivas Halayı’nın notalarına veriliyordu.
Bu
bayrama katılan bir kısmı şair bile olsa o gün kendine âşıklar arsında bir yer
bulabilen sanatçılar şunlardır.
Kaynaklar
5 Kasım 1931 günü başlayıp üç gün süren bayrama on beş âşığın katıldığını
kaydeder. Bunların bir bölümü yukarıdaki listeden anlaşılacağı üzere hikâye
olsa taşranın henüz harf inkılabıyla tanışalı üç yıl olan bir ilinde böyle bir
kitapçığın basılı olması bile son derece önemlidir.
Sivas
Bayramı’ndan yedi yıl sonra 1938 yılında Cumhuriyet’in 15. yılı münasebetiyle
Bayburt’ta ortaokul müdürü ve Türkçe öğretmeni olan Mahmut Kemal Yanbey’in
düzenlediği Bayburt Âşıklar Bayramı da Anadolu’daki geleneğin sürdürülmesi
açısından son derece önemlidir. Bu bayramın gerçekleşmesinde mutlaka Tecer’in
Sivas’ta düzenlediği bayramın derin izleri vardır.
25
yıl kadar sonra Konya’da başlayacak olan Türkiye Âşıklar Bayramı’ndan önceki
son önemli toplantı yeri Sivas’tır. 1964 yılında dönemin Sivas Garnizon
Komutanı General Fuat Doğu’nun da destekleriyle yeni bir ‘Sivas Âşıklar
Bayramı’ düzenlenir. Bu konuda bu toplantıya öncülük edenlerden öğretmen, yazar
ve daha sonraki yılların Sivas Folkloru ve Türk Folkloru dergilerinin yayıncısı
İbrahim Aslanoğlu şöyle demektedir:
“Bu
da 30 Ekim 1964’te yapıldı. Bütün hazırlıklar altı günde tamamlandı. Bu yüzden
bayrama ancak on şair katılabildi. Şairler çeşitli yollardan haber gönderilmek
suretiyle değil de bizzat köylerine kadar gidilip amaç anlatıldıktan sonra
davet edildi. Yoksa böyle iş ve güç zamanı bu işin profesyoneli olan bir iki
kişiden başka kimse bulamazdık. Gidilen ilçeler Yıldızeli, Şarkışla, Kangal,
Hafik, ve Zara’dır. Gürün, Divriği, İmranlı, Suşehri, Koyulhisar ve
Gemerek’tekiler hiç ele alınamadı. Diğerlerinin de ancak yolları müsait ve köyleri
yakın olanları tercih edildi. Zaman ve imkânlar daha müsait olsa idi, taramalar
bütün ile teşmil edilir, şair adeti 50 binin üstüne çıkarılırdı. Zaten bu
durumda bile 20 kadar şairle konuşulmuş, birkaçı müstesna, diğerleri gününde
yetişemedikleri için katılamamışlardır. İkinci bir nokta da bayrama âşıklar
değil sadece şairler katılmıştı. Yoksa usta malı satan âşıklar yüzlercedir.
Diyeceksiniz ki: Onlarında bulunmalarında büyük faydalar vardı. Doğru.! Bunun
tek nedeni, zamanın darlığı, ölçünün ve hazırlığın geniş tutulmamış olmasıdır.
Bayram,
gündüz ve gece olmak üzere iki defa yapıldı. Gündüzki Tugay sinema salonunda
saat 15’te başladı. Yalnız halk şairleri iştirak etti. Akşamki ise Orduevi
salonunda idi. Bu da saat 20.30’da başladı. Gündüzkinden fazla olarak Sivas
Halkevi Müzik ve Halay, Zara Halay, Divriği Eti Demir İşletmesi ile
Yıldızeli’nin Yusuf Oğlan Köyü semah ekipleri de katıldı. Geceyi, bütün bu
işlerin meydana gelmesinde herkesten daha çok emeği geçmiş olan 59. Tümen
Komutanı General Fuat Doğu, şu konuşma ile açtı:
‘
Kıymetli Misafirlerimiz:
‘Türkiye’mizin
sâfiyetini muhafaza edebilmiş şehirlerinden birisi olan Sivas’ımızın, yaşayan
saz şairlerinden, zaman darlığı içinde bulunabilenler huzurlarınıza takdim
edilecektir.Türklerin yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan akışlarından ve ondan
sonraki cihanşümul mücadelelerinde halk şairleri daima toplumun duygu ve
ıstıraplarını dile getirmişler, saz ve sözleri ile ordunun zaferlerini Türk
bahadırlarını terennüm etmişlerdir.
İç
duygusu gayet derin olan Türk halkının yaşayışına ait heyecan, ıstırap ve aşk
hikâyelerini her gittikleri yerde içli mısralarla topluma yaymaya
çalışmışlardır.Denilebilir ki ozanlar ve halk şairleri Orta Asya’dan bu yana
çağlaya çağlaya Türk toplumuna ait tarihi, mitolojiyi ve sosyal duyguları bir
tarih zinciri halinde bize ulaştırmışlardır. Fakat ne yazık ki bu çağlayışlar
ilmî bir metotla ve zamanına ait zenginlikleri kaybedilmeden zapt edilememiş,
yalnız dinledikleri andaki kulağa hoş gelen ve ruhta tatlı heyecan uyandıran
sesleri ile iktifa edilip mazinin derinliklerine terk edilmiş ve
unutulmuşlardır. Biraz sonra huzurunuzda saz ve sözlerini duyuracak olan
şairler Halkevi, Köy Kalkındırma Derneği, Halk Eğitim Merkezi, Su Dergisi,
Öğretmenler Derneği ile el ele verilerek ve çok kıymetli arkadaşlarımızın
hizmetleri ile teşekkül etmiştir. Sivas’ımızın şairler bakımından olan
zenginliği dün olduğu gibi bugün de göğüs kabartıcıdır. Ancak biz bütün bu
zenginliği sizin huzurunuza getiremediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Şairlerimizin yüzleri yanık ve derin çizgili, kıyafetleri belki yadırganacak
bir yoksulluk içinde görülecekler. Asıl Türk halkının dikkate şayan olan tarafı
budur. Karanlık, ışıksız köylerde tezek kokuları içinde bu sert ve yanık yüzlü
insanlar arasında bu kadar engin duygulu şairler nasıl yetişiyor. Bana
Türkiye’de bir müddet misafirim olarak kalmış Alman memleketine döndükten sonra
şöyle bir mektup yazdı:
‘Generalim,
biz Almanlar kültür ve sanatta hiç şüphe yok ki sizden ilerdeyiz. Fakat
Türkiye’de kaldığım bir süre içinde köylülerinizle yaptığım temaslardan sonra
onların dış görünüşlerinden hiç ümit edilmeyen derin duygu ve insanlıklarını
yakınan müşahede ettikten sonra biz Almanların insanlık yönünden sizden çok
şeyler öğrenebileceğimize kani oldum.’
Evet,
müsterih misafirlerimiz, Türk halkı dış görünüşünün aksine çok hassas
kabiliyetli ve engin duyguludur. Şimdi hep birlikte Sivaslı ozanlarımızı
dinlerken bu düşüncelerle hislenecek ve büyük bir milletin duygularını dile
getiren şiir ve sazlarını dinleye dinleye duygulanacağız. Bu geceyi hazırlayan
Halkevi, Halk Eğitim Merkezi, Öğretmenler Derneği ve Su Dergisi mensuplarına
sonsuz şükranlarımı sunuyorum.’
Arkasından
Halkevi Başkanı Dr. Azer Aran da kısa özlü bir konuşma yaptı.Sonra şairler şu
sıra ile çıktılar:
•
Dertli Haydar
(Haydar Özdemir)
•
Feryadi
(Mustafa Feryadi Çığıran)
Bu
çıkış birbirlerini takip etmeyip sıralarını zaman zaman halay ve semah
ekiplerine verdiler. Gece geç vakitlere kadar devam etti.” (Aslanoğlu, 1964:
13-20)
Elbette
bu toplantıya katılanların içlerinde 1931’de olduğu gibi, ustaların yanında
gençler de vardı. İlk bayramın çiçeği burnunda âşığı Veysel, bu bayramın önde
gelen adlarındandı. Düzenleyicimiz Aslanoğlu, âşıklarla ilgili olarak şu
bilgileri vermektedir:
‘Âşıklardan
Veysel ve Ali İzzet en çok sevilen kimselerdi. Ali İzzet toplumun heyecanına,
Veysel de hislerine hitap etmesini çok iyi biliyordu. Araya sıkıştırdıkları
fıkraları şiirlerden, şiirleri de fıkralarından güzeldi. Devrimizin bu iki
büyük şairini bir arada dinlemenin zevki büyük oldu. 70 yaşındaki Fatma Oflaz
da onlar kadar beğenildi. Gerek halindeki içtenliği gerekse şiirleri ile hayli
ilgi topladı. Bazı kimselerde naz ısrarlı olursa çekilmez olur. O tam zamanında
susmasını bildi. İkinci şiirini okuyamayacağını söylerken bile nazını değil
sadece niyazını ifade etmiş oldu. Feryadî mikrofon başına geldiği zaman iki gün
önce köy düğününde sabahlara kadar söyletildiği için yorgun ve sesi kısıktı.
Rüyasında bile kusursuz şiirler söyleyip uyandığı vakit aynen tekrar eden bu
sempatik şairden umulanı göremedik. Hiç olmasa Çin diyarındaki sevgilisi
Güldane ile aralarında geçen içli aşk hikâyesini bir de kendi ağzından
dinlemeyi ne kadar arzu ederdik? Ali Alkış sesi güzel, sazı güzel şiirleri
ondan da güzel bir şair. Genç ama olgun. İlerde ondan çok şey bekleyebiliriz.
Bize köyünden renkler, demetler, çağıltılar getirdi. Bir saz şairine saz
gerçekten lüzumlu. Saz olmayınca ağzı ile kuş tutsa olmuyor. İşte Seyit Türk...
Yunus’un rengine bürünüp ilahiler söyledi, döndü aşk söyledi, dert söyledi.
Bülbülü dala kondurdu ama sazı olmadığı için getirip teline konduramadı. Haydar
Özdemir, onlar kadar usta şair değilse de çok güzel saz çalıyor.
Sazını
göğsüne bastırıp kendinden geçiyordu. Kalbinin göğsüne vuruşu ile tezenenin
tellere değişi arasında ses farkı yok gibiydi. Gecenin en genç şairi Ali
Tozkoparan, çiçeği burnunda bir âşık. Önünde o kadar uzanan sanat yolları var
ki, bize ancak başarılar temenni etmek düşüyor. Veysel Cehdi Kut, sessiz,
sakin, kendi halinde. Şiire karşı hiçbir iddiası yok. Sadece hevesli. Hamit
Şeker hakkında fazla bir şey söylenemez. Sazı iyi, şiire devam etmek istiyorsa
eski âşık geleneğine uyup bir ustanın peşinden gitmesi lazım. Ancak o suretle
daha emin yollara ulaşabilir.’ (Aslanoğlu,1964:20- 22)
Takdimini
dönemin ünlü şairlerinden Hazım Zeyrek’in yaptığı toplantıdan sonraki sosyal
etkinlikler arasında yer alan bazı görüşler de gerek âşıkların gerek
dinleyicilerin konuya olan sıcak ilgisini dile getirmektedir: ‘ Ertesi sabah
bütün konuk ve ilgililere 59. Tümen tarafından bir çay verildi. General Fuat
Doğu, özden bir konuşma ile bir gün önceki Halk Şairleri Bayramı’na ait
duygularını belirtti ve teşekkür etti. Âşıklar şehirlerdeki şairlerle
tanışmadılar ama ilçeleri ayrı olanlar birbirlerini daha yakından tanıdılar.
Eksik veya üstün yönlerini ölçebildiler. Bir ara General Doğu’nun kulağına
eğilen Fatma Oflaz: ‘Veysel tanınmış bir firmaya benzer. Piyasaya iyi mal da
kötü mal da sürse kapışılır.
Biz
ise dükkânı yeni açtık. Malımız en iyi cinsten de olsa çok rağbet görmez.’ diye
durumunu gayet güzel ifade etti.’
Bugün
için düşünceler ve görüşler çeşitli olabilir. Eğer fikirler samimi ise hepsinin
de ayrı ayrı önemi var.’ (Aslanoğlu, 1964 : 23)
Bu
arada taşranın kadersizliği de Aslanoğlu tarafından kısaca dile getirilmiştir.
O basının böyle önemli bir sanat olayına duyarsız kalmasını acı acı eleştirir:
‘Bayram
yapılalı çok günler geçti. Başka illere nasip olmayan bu çalışmanın akislerini,
İstanbul ve Ankara gazetelerinde boşuna arayıp durduk. Bırakın etraflı bir
eleştirmeyi üç beş satırlık bir habere bile rastlayamadık. Yoksa yapılan bu iş,
âdi bir zabıta vakasından veya üçüncü derecedeki bir sinema yıldızının günlük
hayatından daha mı az ilginçti?’ (Aslanoğlu, 1964 : 23-26)
Yazının
üst kısmında da bahsedildiği gibi bayrama katılamayan şairler de vardır.
Aslanoğlu katılamayanların isimlerini şöyle sıralamaktadır:
‘Bazı
şairler II. Sivas Halk Şairleri Bayramı’na katılmayı candan istiyorlardı. Bir
kısmı o günkü özürleri sebebiyle bulunamadılar. Bir kısmı da geldi fakat
gününde yetişemediler. Bayram birkaç gün devam etmiş olsaydı, elbette ki
zahmetleri boşa gitmeyecekti. Bundan dolayı birkaç satırla da olsa onların da
isimlerini anmak, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir ödev.’
Acaba
Sivas’ta âşık sayısının fazla olmasının nedeni nedir? Neden Sivas ‘âşıklar
yatağı’ olarak bilinmektedir?
Sivas’ta
iki defa 1964’te ayağa kaldırılan âşık toplantıları kısa bir süre sonra
Konya’da başlatılan bir heyecanla yepyeni bir boyut kazanır ve günümüze kadar
sürüp gelen ‘Türk Âşıklar Bayramı’ geleneğinin temelinin atılmasına öncülük
eder.
Konya
Kültür ve Turizm Derneği’nin başkanı şair ve aynı zamanda Fezaî mahlasıyla
şiirler yazan Fevzi Halıcı’nın çabalarıyla ilk Türk Âşıklar Bayramı 7-9 Ekim
1966 tarihleri arasında gerçekleştirilir. Sivas’ta başlatılan ancak tekrar
edilmeyen bayram geleneğinin Konya’da sürekli hale gelmesi Âşık Edebiyatı
araştırmalarımız için önemli bir olaydır. Bu sebeple Konya’daki ilk bayram
hakkında birkaç cümleyle de olsa konuya eğilmek istiyoruz. Bayram üç dalda
gerçekleştirilmiş ve ilk olması sebebiyle sınırlı sayıda âşık katılmıştır.
2.
En Güzel
Memleket Türküsü Dalı.
3.
En Güzel
Memleket Şiiri Dalı.
Bu
dallardan bazılarına birden fazla âşık layık görülürken; bazı dallarda da
hiçbir âşığa ödül verilmemiştir. Mesela: Atışma dalında birincilik üç âşığa,
memleket türküsü ve memleket şiiri dalında ikincilikler ikişer âşığa layık
görülmüştür. Buna karşılık atışma dalında hiçbir âşığa ikincilik verilmemiştir.
Bu ilk bayramın jürisini ülkemizin önde gelen yazar, şair ve araştırmacıları
oluşturmuştur:
Sadi
Yaver Ataman, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Kabaklı, İhsan Hınçer, Cahit Öztelli,
Mehmet Önder ve Fevzi Halıcı.
Toplantı
daha sonraki yıllarda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı da içine alacak şekilde
ekim aylarının son haftasına alınmıştır. Üçüncü bayramdan sonra muamma dalı
eklenmiştir. Jüriye bazı âşıklar (Veysel, Âşık Efganî, Âşık Müdamî) alınmıştır.
Kişilerdeki
nitelikler ırsi ve sonradan kazanılanlar diye ayrılır. Genetik yolla bir
nesilden başka bir nesle geçen özellikler ırsi nitelik denir. Örneğin baba iyi
bir aşçı ise oğlu da iyi bir aşçı olabilir. Ruhsatî’nin oğlu Minhacî’nin de
âşık olması gibi.
Ancak
bazı durumlarda âşıklık özelliği oğulda değil de torunda çıkabilir. Mesela
Sefil Selimi’nin altı çocuğu da âşık değilken torunu Sadullah Selimî saz çalar
ve şiir söyler. Diğeri ise hayata bağlı olarak öğrenilen yeni bilgilerdir.
Bunların yanında bazı insanlar çocukluklarından itibaren saza ve şiire meyilli
olurlar.
Sivas’ta
âşık sayısının fazlalığının önemli bir nedeni de ‘çevre’ faktörüdür. Sivas
yüzyılladır farklı devletlerin himayesinde bir kültür-eğitim şehri olmuştur.
Âşıkların âşıklığa başlamaları çeşitli sebeplerden olmuştur.Bunlar:
2.
Usta malı şiir
söyleme ve başka âşıklardan etkilenme.
3.
Türkülü hikâye
dinleyerek ve okuyarak yetişme.
4.
Sazlı-sözlü
ortamda yetişme.
6.
Manevi etki
sonucu âşık olma.
7.
Dert- sevda
sebebiyle âşık olma.
8.
Ruhi depresyon
sonucu âşık olma.
9.
Milli
duyguların coşmasıyla âşık olma ve diğer sebepler.
(Kaya,
1994 : 39)
Her
toplum kendi geleneğine bağlı kalmak ve onu korumak zorundadır. Ancak radyo,
televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçları bu geleneği azaltmaya ve
çözülme meydana getirmeye başlıyor.
Sivas
Türkiye’de folklor zenginliği bakımından önde giden iller arasındadır. İlde pek
çok unsur hâlâ devam etmektedir. Âşık Edebiyatı’nda yüzyıllardır yaşatılan
geleneklerden biri de çıraklık yetiştirmektedir. Çeşitli mesleklerde de bu
gelenek devam etmektedir. Usta, bu işe eli yatkın bir genci çırak olarak seçer,
ona öğreneceklerini öğretir, mahlasını verir. Ustanın ölümünden sonra ustanın
adını da yaşatır. Alınan çırak, dışarıdan birisi olabileceği gibi ustanın kendi
ailesinden de olabilir. Çırak bazen çok genç olmayıp âşıktan küçük de olabilir.
Âşıkların bir kısmı önceden yaşamış bir âşığı kendisine usta olarak seçebilir.
Bir âşık bazen birden fazla çırak da yetiştirebilir.
Kişinin
karakterinin oluşumunda etrafındakilerin de etkisi olur. Gençler önceden
yaşamış bir âşığa ilgi duyarak şiirlerini ezberleyebilir. Zamanla kendisi de
şiir söylemeye başladığında mahlasını alır. Şiirlerinden örnekler aldığımız
Âşık Ali İzzet Özkan, Agâhi ve Kemter’e ilgi duymuş, şiirlerini ezberlemiştir.
Çevre
ve yaşanılan ortam âşığın yetişmesinde büyük rol oynar. Cumhuriyet’in ilk
yıllarında canlı ve zengin bir şekilde sürdürülen âşıklık geleneği, köy
odalarında bir topluluk karşısında uzun kış gecelerinde sürdürülüyordu. Bu
gecelerde anlatılan halk hikâyeleri bilgi, görgü, zevk, eğlence, eğitim,
dostluk, tecrübe gibi faktörler bakımından yaşamımızı anlatır. Ayrıca kişilerin
âşık olmasında etkili bir faktördür. Âşık, hikaye kahramanının başından
geçenleri, kendisiyle özdeşleştirip, kahraman gibi söylemeye başlar. Arzu ile
Kamber, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun gibi... Mesela şiirlerinden çokça
faydalandığımız Âşık İsmetî’nin hikâyesi ve çıkışı şöyle anlatılır:
İsmetî,
İsparta’da askerlik yaparken bir gün arkadaşlarıyla salatalık yerken tuz lazım
olur. Tuz istemek için bir eve gider. Kapıyı bir kız açar. Bu, yıllardır
İsmetî’nin hayaline yandığı güzeldir. İsmetî, ‘Kapı Güzeli’ adını verdiği bu
güzeli bir daha görmemiş, ona o gün bugün onun aşkından ilham alarak pek çok
şiir yazmıştır. Hatta İsmetî buradan hareketle kısmen hayali konulara da yer
vererek ‘Âşık İsmeti ve Kapı Güzeli’ adlı bir hikâye geliştirmiştir ve bunu
1990’da bastırmıştır. (Kaya, 1994 : 53)
Âşık
Edebiyatı’nda sazın önemli bir yeri vardır. Toplum sazı olmayan âşığı âşık
olarak görmez. Türkiye’nin pek çok yerinde yüzyıllar boyunca çeşitli
vesilelerle saz-söz meclisleri düzenlenir. Sivas da bu yörelerden biridir.
Düğünlerde, kahvelerde olduğu gibi.
Rüyanın
bugüne kadar tam bir tarifi yapılamamıştır. Ancak bir kimsenin uyku esnasında
zihninde geçirdiği hayal dizisidir, denilebilir. Âşık Edebiyatı’nda âşık,
rüyasında,bir güzele âşık olmakla beraber, bu özelliklerini rüyada da
öğrenebilir. Böylece sade bir kişilikten sanatçı kişiliğe geçer.
Rüyada
bade içme, genellikle şehir hayatından uzakta yaşayanlarda görülür. Er dolusu
bade denilen durumda âşık: sevdiği için mücadele eder. Pir dolusu badede ise
sevgilisi için dağ bayır dolaşır, birçok çileye maruz kalır. Öylelerine ‘badeli
âşık’ veya ‘halk âşığı’ denir. Âşık , rüyada bade içtikten sonra uyandığında
başka hisseder kendini.
Allah
sevgisi, beşeri aşk; saz çalabilme, şiir söyleyebilme gibi meziyetler yükler
âşığa. Bade içme şekilleri anlatılanlara göre şöyle sınıflandırılabilir:
pirlerin verdiği badeyi içme, pirin elinden lokma yeme, pirin gösterdiği kıza
âşık olma, uzatılan boş kadehi alma, bir kızın elindeki badeyi içme, peygamber
veya bir din ulusuyla beraber alma, hasta iken pirleri görüp etkilenme gibi...
İnsanlar
için bazı faktörler manevi yapısını olumsuz yönde etkiler. Kaza, yangın, ölüm,
gurbet gibi dert çekenler vardır. Dertli insanlar teselli olmak için ya da
derdini hafifletmek için birtakım şeylere başvurmuşlardır. Bazıları bu dertleri
birine anlatarak, bazısı yazarak rahatlar. Sivas yöresinin âşıklarından bir
kısmı âşık oluşlarını derde bağlamaktadır. Sosyal motif olarak ele aldığımız
çileli bir hayat geçirme, ölüm ve ayrılık gibi konular âşıkların âşık olma
sebepleridir.
Sevda,
aşk ve sevgi anlamına geldiği gibi aşırı sevgiden doğan bir çeşit hastalık
olarak da bilinir. Sevda bir ateşten gömlek olarak nitelendirilir.
Sevda
ölümün yarısı gibidir. İnsan bir kez sevdalandı mı eski sakin halinden eser
kalmaz. Sevdiğini sevip de alamamak motifi incelediğimiz pek çok şiirde
karşımıza çıktı. Bu durumdaki bir genç, halk hikâyelerindeki gibi sevda
sebebiyle şiirler söyler. Yazdığı şiirlerle kendini rahatlatır. Şiirlerinin
çoğalmasıyla ve bunu saz eşliğinde söylemesiyle o da âşıklar zümresine bir adım
daha yaklaşır ve kendini onların arasında bulur.
Kişilerde
millî kültür unsurlarına bağlılık derecesi farklı farklıdır. Kimileri buna
kayıtsız kalırken, kimileri aşk derecesinde ilgi duyar. Vatan, millet, gazilik,
şehitlik gibi sosyal motiflerini incelediğimiz âşıklar bu duygularla coşmuş ve
şiirler yazmıştır.
Sivas’ta
âşıklık geleneğine adım atan âşıklar yukarıdaki belirtilenler dışında başka
özel sebeplerle de şiire başlamışlardır.
Âşıklığa
başlamak için gerekli şartlar ise, yeteneğin gerekliliği , gerekli şartların
yerine gelmesi, çevrede kültür birikiminin ve bu durumların geçerli olmasıdır.
Âşıklık geleneğinin canlı olarak yaşadığı ve yaşatıldığı Sivas’ta elinde sazı,
dilinde sözü, köy köy dolaşıp kendine rakip arayan, şiirleriyle toplumu peşinden
sürükleyen, aşkı uğruna dağ bayır dolaşıp, yanan bir genci âşık olarak
yetiştiren pek çok âşık vardır.
Cumhuriyet
dönemi Sivas âşıkları incelenirken belli başlı âşıkların şiirlerine bakıldı. Bu
da âşıklık yapı ve fonksiyonunun önceki yıllara bakıldığında değiştiğini ve bir
nebze de olsa azaldığını gösteriyor.
Sivas’ta
âşıklık geleneğinin en önemli unsurlarından biri de ‘mahlas alma’dır. Divan ve
Halk Edebiyatı’nda mahlas kullanma geleneğe bağlı bir durumdur. Divan
Edebiyatı’nda mahlas ‘taç beyit’te verilirken; Halk Edebiyatı’nda son dörtlükte
kullanılır. Âşıklar dilinde buna ‘tapşırma’ denilir. Şairlerin mahlas
kullanmaları çok eskilere dayanır. Âşıklar, başlangıçta şiirinin kendisine ait
olduğunu göstermek maksadıyla mahlas kullanmış, sonraları bu bir gelenek haline
gelmiştir. Âşıklar mahlaslarını çeşitli yollarla alırlar. Bunlar:
1.
İsim ve soy
isimlerle ilgili mahlaslar.
• İsmi
mahlas kabul etme.
•
İsme -i eki
getirilerek mahlas kullanma.
2.
İsmin başına
sıfat getirerek mahlas kullanma.
3.
İsmin sonuna
sıfat getirerek mahlas kullanma.
4.
Soy ismin
mahlas olarak kullanılması.
5.
Soy ismin
başına ve sonunu sıfat getirilerek mahlas kullanma.
(Kaya,
1994: 85-86)
Ayrıca
isimlerin dışında rüyada mahlas alma, gerçek hayatta mahlas alma, kundaktaki çocuğa
mahlas verme, âşığın kendisi tarafından mahlas alma, çevrenin etkisiyle mahlas
alma gibi türler de vardır. Mahlas kullanmayan âşıklar da vardır. Bunu âşıklığı
meslek olarak kabul etmedikleri, nadiren şiir yazdıkları ve kendilerini
toplumdan saklamalarına bağlanabilir.
Sivas’ta
Âşıkların bir kısmı sonradan mahlas değiştirmiştir. Şiir söylemeye başlayan
âşıklar, ilk mahlaslarını beğenmeyerek yeni mahlas arayışlarına girebilirler.
Bazıları ise şiirlerinde tek mahlasla yetinmeyerek inanç, karakter gibi nedenlerden
dolayı başka bir mahlas kullanmayı düşünmüşlerdir. Edebiyatımızda ortak
mahlaslı pek çok âşık vardır. Zamanla birbirine karışan şiirler yüzünden
bazıları mahlaslarını değiştirmiştir.
Sonuç
olarak Türk kültür hayatında yaygın olan mahlas alma geleneği Sivas’ta da çok
boyutlu olarak kendini göstermiştir. ‘Cumhuriyet Dönemi Sivas Âşıklarında
Sosyal Motifler’ isimli çalışmamızda önce Sivas’ta âşıklık geleneğini vererek
başladık. Bu kültür ve sosyal yönden zengin olan şehrin ‘Âşıklar Yatağı’ olarak
adlandırılması ve çok sayıda âşık yetişmesinin sebeplerini verdik.
I. SİVAS ÂŞIKLARININ ŞİİRLERİNDE SOSYAL MOTİFLER
Gerek
diyar diyar gezip nazlı yâri ya da sunayı bulmak gerek ekonomik sıkıntılar
yüzünden pek çok şair vatanını, sılasını bırakıp bir yerlere göç etmek zorunda
kalmıştır. En çok karşılaştığımız motif elbette ‘gurbetlik’ oldu. Hangi şairin
şiirlerine el atarsanız hemen hepsinde karşımıza gurbet motifi çıkıyor.
İncelediğimiz
âşıkların hemen hemen hepsinde gurbete gitme, özlemler, sıla hasreti gibi
konulara sık rastladığımız için okuduğumuz bütün şiirlerin özü olduğuna
inandığımız Âşık Zakirî’nin ‘Gurbette’ adlı şiirinin tamamını önce vermek
istedik.
Sıladan
ayrıldım, görünmez dağlar,
Pederim
ah çeker, validem ağlar.
Gelin
helalleşek hastalar, sağlar,
Yine
düştü benim yolum gurbete.
Ayrılık
sinemi ateşe yaktı,
Hasret
zincirini boynuma taktı.
Bacım
kardaş diye yoluma baktı,
Bilmem
nasıl olur hâlim gurbette.
Ayrıldım
sıladan hiç yüzüm gülmez,
Derin
düşünürüm kimseler bilmez,
Attığım
mektubun cevabı gelmez,
Korkarım
solacak alım gurbette.
Çıkar
mı içimden vatan acısı,
Girdi
içerime hasret sancısı,
Ellerin geliyor gurbet yolcusu,
Anladım kalacak ölüm gurbette.
Zakirî’yim kaderime ağlarım,
Tuna seli gibi çoştum çağlarım,
Gazel döktü soldu yeşil bağlarım,
Kırıldı kollarım, belim gurbette.
(Ayral, 1996: 26)
Sivaslı şairlerin üstadı Âşık Veysel’in pek çok
şiirinde gurbetin hüznünü görüyoruz.
Ah belimi büken oldu
Gurbet bana diken oldu
Altı aydır mekan oldu
Dedi
Kırkız Dağı benim.
(Alptekin, 2004: 173)
Veysel’in de belirttiği gibi diken güle
rahatsızlık veriyor, gurbet de insana...
Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada, dağda, çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
(Alptekin, 2004: 152)
Yukarıdaki dörtlükten anladığımız kadarıyla Veysel
kırk dokuz yıl gurbet acısı çekmişir.
Yine düştüm dilden dile
Göz yaşlarım sile sile
Attı beni gurbet ele
Yerim beni beğenmedi.
(Alptekin, 2004: 160)
Her acının ardından gözyaşı dökülür ancak gurbette
daha fazla oluyor.
Kısmet beni diyar diyar
Dolandırır bilmem ne var
Veysel oldu candan bizar,
Uyanmadı kara bahtım.
(Alptekin, 2004: 171)
Âşık Veysel bu dörtlüğünü ise canından usanan ve
yerini yurdunu bilmeyenler için yazmıştır.
Veysel’in derdinin yoktur ilacı
Gurbetin dertleri acıdır acı
Biz gidelim sizler olun duacı
Döküp göz yaşların silen elveda.
(Alptekin , 2004: 189)
Sivas’ın yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan
Âşık Ali İzzet, 70’li yıllarda Almanya’ya giden işçileri ve arkada kalanları
alttaki dörtlüğünde dile getirmiştir:
Sordum o geline, eşim yok dedi,
Almanya’da işçi derdim çok dedi.
Üç yavrum var amma hasta bak dedi,
Şu yaslı gönlüme matem getirdim.
(Özkan, 1969: 118)
Aynı âşığımızın özlemini, hüznünü, memleketinin
güzelliğini, ayrılık acısını başka şiirlerinde şöyle dile getirmektedir.
Gece gurbet, gündüz gurbet, yıl gurbet
Gurbet bana ben gurbete alıştım.
Akşam
ağıt, sabah ağıt, ne hikmet
Firkat
bana ben firkate alıştım.
(Özkan, 1969: 80)
Ulaşımın
şimdiki gibi rahat olmadığı önceki yıllarda gurbete çıkanlar da geride kalanlar
da uzun ayrılıklar yaşardı. Bu nedenle şimdiki türkülerde bile bu durum
özellikle dile getiriliyor ve dağlar aşılıp gidiliyor ancak sıra sıra dağlar
insanlara yol vermiyor.
‘Derdime
dermansın dağlar’ veya ‘Dağlar seni delik delik delerim’ gibi sözler dökülüyor
dillerden. Zara ilçesi’nde doğan fakat şiirlerine çok rastlayamadığımız Âşık
Adem Öztaş dağları geçilemez bir demir perdeye benzetmektedir.
Demir
perde oldu dağlar araya,
Gitmek
istiyorum, yol bozuk bozuk.
(Ayral, 1995: 8)
İnsanlar
mecburiyetten olsa gerek yaşamlarında gurbetliğe de alışıp seneler sonra
vatanlarına dönüyorlar. Ağlasalar da firaklara alışıyorlar.
Sarı
çiğdem mor menevişe kokuyor,
Yaylamızda
yeşil suna şakıyor.
Şimdi
garip anam yola bakıyor,
Bugün
bizim köye yetişin kuşlar.
(Özkan, 1969: 109)
Özkan
kendisi gurbetteyken annesinin neler hissedeceğini ve yollarda oğlunu
bekleyeceğini yazmıştır.
Vatan
hasreti, yâr hasreti,
Herkese
cennettir öz memleketi.
Hiçbir
âşık benim gibi gurbeti,
Gezmedi
dağ, bayır, çöl kara bahtım.
(Özkan , 1969: 116)
‘Bülbülü
altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş.’ Sözünü doğrulayan bir dörtlük yazan
Özkan, herkesin memleketi kendisine cennettir, diyor.
Gurbete
çıkan ve uzun süre dönemeyen insanlar memleketlerindeki en ince noktayı bile
hatırlayıp zaman zaman özlerler. Âşık Hasan Hüseyin Şenel ‘Unutmadım Ben’
isimli şiirinde neleri unutmamış ki...
Bizim
köyün toprağını taşını,
Sevgili
yâr yine unutmadım ben.
Tarlada
yediğim ayran aşını,
Sevgili
yâr yine unutmadım ben.
Büyük
odalarda toprak sekiyi
Dudu
dilden çıkan yanık türküyü
Değeri
bulunmaz boğma rakıyı
Sevgili
yâr yine unutmadım ben..
özlemleri
dile getiren Âşık Hasan Hüseyin Şenel, memleketine has özellikleri de şiirinde
vermeyi unutmamıştır.
Çiğdem
çiçeğini kenger ışkını
Yıkmadım
bağrımdan sıla köşkünü
Bülbüllerin
güle olan aşkını
Sevgili
yâr yine unutmadım ben.
(Öztürk, 1974: 13)
Türkiye’den
Hollanda’ya ilk kez giden işçilerden biri olan pek çok kez yurtdışına çıkan ve
orada ikamet eden Sefil Selimi, ‘Yalınkat’ isimli incelediğimiz kitabında
gurbeti yaşayan birisi olarak şiirler yazmıştır.
İnsanlar
vatanlarının ve sevdiklerinin değerini onlardan uzaklaşınca anlıyor. Âşık Sefil
Selimi’nin dörtlüğünde olduğu gibi:
Vatan
bende ben vatanda tam oldum,
Hasretiyle
gırtlağaca gam oldum.
Vatan
için can verdikçe gam doldum,
El
yurdunu bir puluyla değişmem.
(Günbulut, 1978: 95)
Hasretlik
ve özlem o kadar acı veriyor ki insana şairlerimiz benzetme (teşbih) sanatını
ustalıkla kullanarak neler yazmamış.
Sivaslı
bir diğer âşığımız Âşık Atıf:
Hasret
denilen ejderin,
Yirmi
yıldan beri,
Ciğerime
saplanan,
Tırnakları
bilendi derken
(Ayral, 1995: 28)
Kendisini
bir kuşa benzeten Aydener Aydın isimli Ekincioğlu köyünde doğan başka bir
Sivaslı Âşık, şiirinde gurbetin ve sevdiğinden ayrılmanın verdiği hüznü şöyle
dile getirmektedir.
Öyle
bir sevda ki yıktı sinemi,
Ayrılık
denen bir yoza düştüm.
Felek
vurdu yıktı gönül hanemi,
Yaralı
bir kuş gibi dala düştüm.
(Ayral, 1995: 15)
İster
yurt içinde olsun ister yurtdışında olsun köy özlemi zaman azman şairleri
sitemlendirmiştir. Âşık Kuddusî’nin dediği gibi:
Ayrı
düştüm vatanımdan elimden
Ne
haldesin diye soran olmadı.
(Ayral, 1995: 59)
Özellikle
Sivas’tan ayrı kalan âşıklarımız gittikleri yerlerden ya Sivas’ın özledikleri
güzelliklerini ya da memleketlerine olan özlemlerini dile getirmişlerdir.
Eseri
de hem aşk acısını hem de gurbet hüznünü bir arada ele alan âşıklarımızdandır.
Kavuşmaz yollarım sana diye sevdiğine, gurbette gece gündüz haram bana diye
kendine karşı şiir söylemiştir.
Gurbetin gecesi gündüzü haram,
Yâr Sivas’tan ayrı kaldım kalalı,
Zalim derin vurdu kapanmaz yaram,
Derdini sineme aldım alalı.
(Sevindik, 1998: 49)
Gurbete
çıkanların genel düşüncesi bir an evvel geri dönmektir.Aşağıda verilen Âşık
Efganî’nin şiirinden alınmış dörtlük tüm şairlerin ortak fikridir.
Gönül
ne beklersin gurbet elde,
Gidelim
sılaya gayri yaz gele,,
Açıldı
laleler, susam bülbüller,
Dağlar kemha giymiş, allı yaz geldi.
(Ayral,1995: 12)
Kış
aylarında çalışıp yazın memleketlerine dönen pek çok vatandaşımız var. Yukarıda
da belirtildiği gibi dağlar çiçek açtığında dönme arzusu daha da güçleniyor.
Gurbet
için dili ayrı, dişi ayrı, dini ayrı derler.Âşık Tabibi bu duygularla
(gariplikle) :
Ahuzar eylerim lakin duyulmaz
Gurbet elde cenazemiz yuyulmaz.
Derdim gayet çoktur bir bir sayılmaz,
Çıkmıştı seksen doksana bülbül
(Ayral, 1994: 63) diye kaleme almış dörtlüğünü.
Bilindiği
gibi ıssız evlere, viranelere baykuşlar konar. Halk arasında uğursuz olarak
bilinir bu kuş türü hep anlatılır: göç edenler ya da arkasında yaşlı bir
atasını bırakıp gurbete çıkanlar geri döndüklerinde baykuş konmuş viranelerle
karşılaşıp üzülürler. İşte bu sosyal motif de âşıkların şiirlerinde yer
almıştır. Geçmiş zamanlarda günümüzdeki gibi haberleşme o kadar kolay değildi.
Bu nedenle insanlar birbirlerinden uzun süre haber alamazlardı. Ölüm de düğün
de geç duyulurdu.
Âşık
Ali İzzet, aşağıda verdiğimiz şiirinde muhtemelen varıp geldiği sılasında
hüzünlenip, eski günlerini arar olmuştur.
Felek
bir top attı yıkmış evlerim,
Görülmüyor
hep mi ölmüş sağlar hey.
Karakuşlar
bozmuş şen yuvalarım,
Hani
benim yavrularım dağlar hey.
Bazı
âşıklar sevdiklerini arkada bırakıp gurbete çıkanlar için iyi de düşünmemişler
ki onların yaptıklarını belki de garipseyerek Ahmet Turan Yılmaz gibi şu
dizeleri dile getirmişler.
Akılsız
insanların ocağı söner,
Issız
kalan şu köylere bakın.
(Ayral,1995: 9)
Elbette
uzun ayrılıklardan sonra ne komşu ne akraba ne dost kalır sılada. Zaman
değiştiği gibi mekân da değişir.
Ağ
odalar ıssız kalmış yatıyor,
Ne
bir ses var ne de ocak tütüyor.
Sarı
bülbül susmuş baykuş ötüyor,
Harap
olmuş o bahçeler bağlar hey.
(Özkan, 1969: 127)
Başka
bir şiirinde aynı âşık:
Kader beni kabdan kaba aktardı
Kosa idi bu dert bana yeterdi.
Evvel bağımızda bülbül öterdi,
Şimdi baykuş kondu harlı çıktı.
(Başgöz, 1979: 64)
Gürünlü
Sefil Gülhani baykuşu Ali İzzet gibi evlere konmasıyla değil; kendisini
viraneye benzeterek kullanmıştır.
için için bağrım yandı,
Talihim tersine döndü.
Dallarıma baykuş kondu,
Öttü diye ağlıyorum
(Nasrattınoğlu, 1976:
36)
Kendini baykuşa benzeten âşık gibi bazen gurbetlik
insanın içinde yaşanabiliyor.
Arkada
anasını, babasını, eşini, çocuklarını, yakınlarını bırakıp gurbete gidenlerin
geçmişte tek iletişim aracı günlerce gelmeyen, gitmeyen mektuplardır.
Mektupların
şiirlerde önemli bir yerinin olduğunu söylemek mümkün. Gurbet ve mektup motifi
birbiriyle iç içedir.
Gurbet
çeken Âşık Veysel’in şiirinden alınmış aşağıdaki dörtlüklerde mektubun önemi,
haber almanın zorluğundan bahsediliyor.
Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan,
Gözletme yolları gel diye yazmış.
Sivralan köyünden bizim diyardan,
Dağlar mor menevşe gül diye yazmış.
Eğlenme gurbete yayla zamanı,
Mevlayı seversen ağlatma beni.
Benek
benek mektuptadır nişanı,
Gözyaşım
mektupta pul diye yazmış.
(Alptekin, 2004: 257)
Kendini baykuşa benzeten âşık gibi bazen gurbetlik
insanın içinde yaşanabiliyor.
Arkada
anasını, babasını, eşini, çocuklarını, yakınlarını bırakıp gurbete gidenlerin
geçmişte tek iletişim aracı günlerce gelmeyen, gitmeyen mektuplardır.
Mektupların şiirlerde önemli bir yerinin olduğunu söylemek mümkün. Gurbet ve
mektup motifi birbiriyle iç içedir.
Veysel
gibi özürlü olan ya da okuma yazma bilmeyen âşıklar veya başka insanlar
önceleri mektuplarını başkalarına yazdırır, okuturlarmış. Veysel bu durumu
şiirinde şöyle dile getirmektedir:
Al
kâtip kalemi yaz bu selamı,
Mektup
yâre selamım ulaştır.
Bir
yâr için terk eyledim sılamı,
Mektup
yâre selamımı ulaştır.
(Alptekin, 2004: 248)
Mektuplar
her zaman gurbetten vatandakilere yazılmıyor. Geride kalıp yol gözleyenler de
çareyi mektup yazmakta buluyorlar ki Sefil Selimi:
Bazı
elemdeyim bazı yastayım,
Sen
gideli çok dert çektim hastayım,
Bugün
dedim mektup yazım isteyim,
Sevgin
bedenimden çekilmeden gel.
(Günbulut, 1978: 77) diye yazmıştır.
Aşağıda Sivaslı Âşıkların mektup üzerine yazdığı
şiirlerden motifler yer almaktadır.
Âşık Sefil Gülhanî, beklediği haberi:
Gitsem
olmuyor,
Mektup
salmıyor
Kervan
gelmiyor,
Yola
bak yola.
(Aslanoğlu, 1975: 7)
şeklinde
ifade etmiştir. Geçmişte insanlar şimdiki gibi istedikleri yerlere her an
vasıta bularak gidemiyorlardı. Bu nedenle ulaşım ve haberleşmek çok zordu.
Hayattaki bu sıkıntılar da zaman zaman şiirlere yansımıştır.
Mektup
bekleyen ancak alamayan insanlar bazen sitem eder karşı tarafa. Hele bu haber
bir ömür boyu gelmeyecekse o daha kötü bir durum. Eserî beklediği haberi
alamamanın siniri ve hüznüyle doğrudan bu motifimizle ilgili olarak ‘Yollamıyor
ki’ adlı şiirini dile getirmiştir.
Bilmiyon mu dost aşkınla yanarım,
Vefasız
bir haber yollamıyor ki,
Ben
doğdum doğalı adın anarım,
Vefasız
bir haber yollamıyor ki.
Havada
güvercin eşsiz uçar mı,
Kavuşmadan
bu dünyadan göçer mi,
Seven
sevdiğinden hiç vazgeçer mi,
Vefasız
bir haber yollamıyor ki.
(Sevindik, 1998: 82)
Zaralı
Halil :
Bir bulut kaynıyor Sivas elinde,
Ucu telli mektup geldi yârimden,
Karlı dağlar ne olur,
Asker ağam gelse yarelerim ey’olur.
(Acar, 1974: 6) diyerek asker mektubundan,
Bir
tel verdim Diyarbakır valiye,
Haber
gelir çarşambaya salıya,
Ben
ağlarım doktor ağlar,dert ağlar,
Laleler,
sümbüller ne güzel ağlar.
(Acar, 1974: 7)
Zaralı Halil’in yukarıdaki dörtlüğünde ise
telgrafın kullanıldığını anlıyoruz.
Arkada
bekleyenler için en acı durum ne şekilde olursa olsun haberin kesilmesidir.
Mektupların arkası kesilince hüsran uğranır. Son motifi Âşık Derviş Feryadî’den
alıyoruz.
Posta
gözlemeyin mektup kesildi,
Anamın
gözleri yoldan üzüldü,
Meğer
alnımıza böyle yazıldı.
Öldü
demen gençliğime yazıktır
(Aslanoğlu, 1974: 11)
Aziz
mahlasını kullanan Aziz Üstün, sevdiğine yazdığı mektubu bir başkasına verip
ona götürmesini istiyor. Gelecek bir selamın sadece o mektupta saklı olması
geçmiş yıllarda mektubun önemini daha da artıyor olmalı ki âşık, mektubunun iyi
saklanmasını ve bir an önce yerine ulaşmasını istemektedir.
Alın
şu mektubu o yâre verin,
iyi
saklan kanadınıza sarın.
Uzun
boylu kara kaşlıyı görün,
Bir
saat yanında durmaz mısınız?
(Ayral, 1995: 15)
Bundan
birkaç sene evvel mektup önemli bir haberleşme aracıydı. Telefonlar,
bilgisayarların yaygın olmadığı dönemlerde haftada bir gelen postacının yolları
sabırsızlıkla beklenirdi kapı önlerinde. Şimdi yine postacılar var ancak
getirdikleri fatura ve banka kâğıtlarından başkası değil. Mustafa Yalçın isimli
âşığın alttaki dörtlüğünden anladığımız, gurbette ailesinden haber bekleyen
birinin postacıdan ümitlenmesidir. Yaşanmış olayların da dile getirildiği bu
şiirlerden pek çok motif aldık. Etkileyici de bulduğumuz motifi veriyoruz.
Ağlar
şu gözlerim yollara bakar,
Bana
bir mektubun yok mu postacı?
Belki
nazlı yârdan bir haber çıkar,
Yavrularım
aç mı tok mu postacı?
(Ayral, 1995: 50)
Mektupların
ve telgrafın sık kullanıldığı dönemlerde yazılmış bu şiirler motif açısından
zengin. Günümüz teknolojini göz önüne alırsak bu ve benzeri konularda yazılmış
en güzel örnekler verildi. Değişen yaşam koşullarıyla beraber halk edebiyatı
türlerinin konuları da güncelleşip farklılaşmaktadır
Âşık
Edebiyatı’nın en önemli unsurlarından biri de ‘Bade İçme’dir. Âşıkların
bazıları rüyalarında görüp hayatta aradıkları sevgililerine; bazıları hayal
ettikleri güzellere nice şiirler yazmıştır. Âşıkların hayat hikâyeleri ve
şiirlerindeki sosyal motifler incelendiğinde bu çileli hayatlarında sevgiliye
ulaşma, onu düşünme gibi duygular bir nebze de olsa onları mutlu kılmaya
yetiyor.
Bu
motifimize Âşık Zakirî’nin bir güzeli çok güzel tasvirlerle anlatan ‘Güzel’
adlı şiiriyle başlamayı uygun gördük.
Seherde
uğradım, ben bir güzele,
Taramış
zülfünü, olmuş tel gibi.
Bir
bakışta aklım aldı başımdan,
Ağzı
şeker, dudakları bal gibi.
Ahu
gözlüm, görmek isterdim seni,
Merhamet
kıl, yakma ateşe beni.
On
sekizi tekmil eylemiş sini,
Kaşlar
kara, yanakları al gibi.
Helkesini
aldı, indi pınara,
Sallanışı
beni düşürdü, zara,
Aman
güzel yaktın sen beni nara,
Uzun
boylu fidan gibi dal gibi
Dedim
‘Aman nerelisin, necisin?’
Hem
anamsın hem Zakir’e bacısın.
Derdim
çoktur, gören bana acısın.
Gözlerinden
akar yaşı sel gibi.
(Kaya, 1996:32)
Sivaslı
âşıklardan Veysel, bilindiği gibi âmâdır. Ancak şiirlerine bakıldığında
görüyoruz ki Veysel güzeli gönülden sevmiştir. Aşağıdaki farklı şiirlerden
alınmış dörtlüklerde sitem, kavuşma arzusu, sevgi gibi pek çok motif bir arada
bulunmaktadır.
Çalıp
eğlenmezsem saz neme gerek,
Her
güzelden birer hisse umarsın.
Her
türlü nesneye âşıksın gönül,
Gülüp
oynamazsam kız neme gerek.
(Alptekin,
2004: 209)
Her
sabah her sabah suya giderken,
Yâr
yolunda toprak olsam toz olsam.
Bakıp
dört köşeyi seyran ederken,
Kara
kaş altında ela göz olsam.
(Alptekin,
2004: 217)
Bu
kadar canlı tasvirle ve bu söz sanatlarını kullanarak Veysel, henüz başlamamış
bir aşktan söz ediyor. Beğenilerini dile getiren Âşık, alttaki dörtlükte bir
sitemden söz ederken bu sevdadan kendine de pay çıkarıyor.
Güzelliğin
on par’etmez,
Bu
bendeki aşk olmasa
Eğlenecek
yer bulaman,
Gönlümdeki
köşk olmasa.
(Alptekin,
2004: 151)
Âşık
Veysel, ayrılıkları, terk etmeleri, yabancılaşmayı da konu olarak seçmiştir.
Hesapsız
haftalar aylar geçiyor,
Evvel
benim idi şimdi kaçıyor.
Varıp
düşmanlara derdin açıyor,
Beni
görüp sakınıyor el gibi.
(Alptekin,
2004: 202)
Âşık
Ekrem, herkesin kendine göre yani dengine göre güzel sevmesini belirttiği
şiirinde eğer dediği gibi olmazsa ayrılıkların yaşanabileceğini de vurguluyor.
Gönül
boşa gezmesin avare,
Gel
gönül sen dengini ara.
Olmaya
ki sevdiğini eller sara,
Sonra
düşmeyesin figana zara.
(Ayral, 1995: 24)
Hangi
dönemde hangi bölgede yaşarsa yaşasın âşıkların hayatı çilelerle doludur. Buna
en büyük etken çok sevilen sunadan ayrılmak ya da onunla hiç kavuşamamaktır.
Veysel’den aldığımız son motifteki konu da birbirlerine kavuşamayanlardır.
Aşkın
beni etti deli,
Kâh
boşaldım gâhi dolu.
Candan
sevdiğim güzeli,
Alam
dedim alamadım.
(Alptekin, 2004: 168)
Âşık
Veysel’in bu güzel örneklerinin ardından Sivas’ta yetişmiş bir başka şairde de
sevgilinin aşkıyla nasıl yanıp tutuştuğunu görüyoruz.Âşık Tabibî:
Baykuş gibi viraneye konarım,
Gece gündüz ol süphanı anarım.
Nazlı yârin ateşine yanarım,
O da benim gibi yanar mı yâr yâr.
(Ayral, 1994: 74)
Ağa
adıyla tanınan Divriğili âşık, sevdasını bir dert olarak, görerek aşağıda
vereceğimiz dörtlükte hem bir medet umuyor Hakk’tan hem de az da olsa sevdiği
kızı tanımlıyor.
Ağa’nın
çektiği aşk belasıdır,
Kendisini
söyleten hub sevdasıdır.
Bir
ela gözlünün müptelasıdır,
Derdime
bir derman eyle Yarabbi.
(Ayral, 1995: 9)
Asıl
adı Ahmet Turan Bülbül olan âşık Eserî, genlikle kış aylarında Almanya’da
yaşamaktadır. Evli ve dört çocuk babası olan âşık, yurtdışına tek çıkmaktadır.
Bu nedenle şiirlerinde vatan özlemi, eş özlemi ve çocuklarına karşı
hissettikleri duygular hâkimdir. Eserî’nin ‘Çürüttü Beni’ adlı şiirinden
aldığımız alttaki dörtlük duygularını açıkça belli ediyor.
Acılı
oluyor gurbet çekene,
Çekerim
derdini ben bunca sene,
Yalvardım
yakardım dedim gelsene,
Kara
yas içine bürüttü beni.
(Sevindik, 1998: 23)
İnsanlar
birisini sevdiğinde bunu anlatmak için kelimeler bile yetmez bazen. Sevgili
meşhur halk hikâyelerimizin kahramanlarından daha güzel ya da yakışıklı görünür
göze. O Leyla’dır, Mecnun’dur...İşte Sivaslı başka bir âşık Ali Kabadayı’nın
dörtlüğü bu duygularımıza tercüman olmaktadır.
Lisan
kâfi gelmez tarif etmeye,
Bir
saçı Leyla’ya yandı bu gönül,
Karar
kıldım bu ellerden gitmeye,
Boynunu
bükünce kandı bu gönül.
(Ayral, 1995: 12)
son
iki dizeden anlaşılacağı gibi sevdiğini bırakıp gitmek isteyen âşık, kızın
boynunu büküp yalvarmasına karşı gidememiştir.
Duygular
her zaman karşılıklı yaşanmıyor olsa gerek. Şiirlerde vefasız sevgililere
rastlanılmaktadır. Âşık Tabibî kendisiyle gönül eğlendiren kıza ve kaderine
aşağıdaki gibi seslenmektedir.
Sevda
seli aşk deryasın boyladı,
Gam
çalgılarıyla gönül eyledi.
Zalim
kader beni idam eyledi,
Bundan
sonra çıksa ferman neyime.
(Ayral, 1994: 79)
Âşık
İsmetî halk arasında kara sevda olarak bilinen dert için:
ismetiyim
asla yüzüm gülemez,
Derdim
derindedir kimse bilemez.
Yüz
bin doktor gelse derman bulamaz,
Halimi
görsün de ne derse desin.
(Aslanoğlu,
1973: 18)
mısralarını
dile getirerek hastalığına tek çarenin sevdiği olduğunu dile getirmektedir.
Yaşadığımız dönemde de kara sevdaya tutulanları iyileştirmek için sevdikleri
ile evlendiren kişilere rastlayabiliyoruz. Başka bir âşık Ali Metin, aşk
derdiyle kara sevda misali dünyada nerde olduğunu bile unutmuş, kendini gülün
etrafında dönen bülbüle benzetmektedir.
Garip
bülbül gibi ah-u zardayım,
Bağ
bozulmuş gazel düşmüş gönlüme.
Aşkın
durağı yok bilmem nerdeyim,
Sevdasıyla
mahkum oldum ölüme.
(Ayral, 1995: 12)
Halk
hikâyelerinde, masallarda, gerçek hayatta maşuk bazen âşığına yüz vermez, onu
anlamaz ya da terk eder. En acısı da sevenin sevdiğini görememesidir.Böyle bir
ruh halini Âşık Hasan Hüseyin Şenel’den öğreniyoruz.
Niye
terk eyledi yâr beni?
Yakıp
viran eder ah u zar beni.
Kara
günde kötü tuttu çar beni,
Dostlara
derdimi dökemiyom.
(Öztürk, 1973: 13)
Ali
İzzet Özkan’ın ‘Mühür Gözlüm’ isimli kitabında sıkça rastladığımız sevgiliye
yazılmış şiirlerden aldığımız birkaç motifi aşağıda veriyoruz.
Ceza
hapishane bize yayladır,
Âşıklara
zindan cennet âlâdır.
Güzellerin
aşkı başa beladır,
Hoyrat
bana ben hoyrata alıştım.
(Özkan, 1969: 71)
bu dörtlükte Ali İzzet, şu anda incelediğimiz
motifi halka ve bize kendince açıklamıştır.
Bilinir
ki âşıklar yazdıkları güzellemelerde sadece sevgililerini değil, gözlerine hoş
gelen her şeyi yazarlar. Âşık güzel gören kişidir. Sivaslı Ali Alkış bu yalan
dünyayı bakmakla doyulamayan güzel kızlara benzetmektedir.
Nerdedir
bu dünyanın kapısı?
Kimselere
baki değil tapusu,
Sıra
ile gelip geçiyor hepsi,
Bakmakla
doyulmaz kızdır bu dünya.
(Ayral, 1995: 11)
Özellikle
Divan Edebiyatı’nda güzel benzetmeler vardır. Mesela bülbül âşık olan; gül ise
âşık olunan nazlı kıza benzetilmektedir. İzzet Özkan’ın da rastladığımız
dörtlüğünde bu benzerlik dile getirilmektedir.
Zavallı
bülbülün belini büken,
Birisi
uykudur, birisi diken.
Bir
güzel elinden öleyim derken,
Beni
bir çirkine har yaraladı.
(Başgöz, 1979: 47)
Ali
İzzet Özkan’ın başka bir şiirinden aldığımız alttaki dörtlükte sevgiliyi
kıskanma motifi işlenmiştir.
Beşikte
yatan kuzudan,
Hem
oğlundan hem kızından.
Ben
seni senin gözünden,
Sakınırım,
kıskanırım.
(Ayral, 1995: 12)
Yukarıdaki
dörtlükten anlaşılacağı gibi gençlikte sevilip bir türlü evlenilemeyen kız,
ilerde çocuğu bile olsa, başkasıyla da evlense aşk bitmiyor ve Ali İzzet’in de
dediği gibi kızı da oğlu da olsa kıskanılır. Âşıkların şiirleri incelendiğinde
en çok rastladığımız bu motifleri toplarken çeşit çeşit güzellemelerin tadına
doyum olmuyor. Cefaî adlı âşık günümüzün gençlerinin duygularını bu kadar güzel
ifade ettiğinin belki farkında değildir.
Adını
andıkça bana haz gelir,
Kış
çökmüş gönlüme hemen yaz gelir,
Ne
söylesem her söz sana az gelir,
Benim
için şu cihana değersin.
(Ayral, 1995: 19)
Sevgiliye
karşı düşünülen sitemler hemen hemen her âşığın şiirinde karşımıza çıkıyor.
Bazısı senin yüzünden vardım gurbete derken, bazısı da senin yüzünden ince
hastalığa düştüm, şeklinde ifade ediyor duygularını. İşte Eserî de bu
düşüncelerle sevdiğine sitemlerini dile getirmektedir.
Dayanamıyorum
sabır ver ya Rap,
Ayaklar
altına etti turap,
Gönül sarayımı yâr etti harap,
Viran gibi çöktüm senin yüzünden.
(Sevindik, 1998: 27)
Aynı
âşık ‘Sen Olmayınca’ adlı şiirinde ise sevgilisine yalvarıyor adeta. Şiirin
dörtlükleri motifimizle çok uygun olduğu için tamamını vermeyi uygun gördük.
Geceleri
hep bekledim sabahı,
Efkârım
artıyor sen olmayınca.
N’eyleyim serveti, sümbülü, bağı,
Efkârım artıyor sen olmayınca.
Ciğerlerim alevlendi yanıyor,
Yaralarım icran doldu kanıyor,
Görenler de beni mutlu sanıyor,
Efkârım artıyor sen olmayınca.
Göksümde nefesim yâr sayı sayı,
Yitirdim günümü, haftayı, ayı,
Eserî istemez sensiz sofrayı,
Efkârım
artıyor sen olmayınca.
(Sevindik, 1998: 28)
Cumhuriyet dönemi Sivas Âşıklarından olan Abbas
Akgül’ün bir dörtlüğü ile tüm sevdalıların yârları için düşündüklerini
toparlayalım:
Sohu
dibi karımış,
Günden yana erimiş,
Otuz iki meyvenin
En
tatlısı yârimiş.
(Caferoğlu, 1994: 92)
Topluluğumuzda
evliliğe büyük önem verilmektedir. Aile toplumun temel yapı taşıdır. Başlı
başına sosyal bir müessese olan evliliklerde pek hoş karşılanmasa da ayrılıklar
yaşanıyor. Nadir de olsa rastladığımız ‘eşlerden birinin aldatması’ bazı
Sivaslı âşıkların şiirlerinde yer almaktadır.
Zaralı
Halil, gerçekten yaşadı mı (?) bilemiyoruz.
Mendil
attım başına,
Gözüm
doldu yaşına,
Kara
gözlü Kıymet’im,
Kaçtı
başçavuşlara.
(Acar, 1974: 6)
derken, Âşık Veysel:
Memlekete
destan oldum,
Karım
beni beğenmedi,
Eşten
oldum, dosttan oldum,
Karım
beni beğenmedi.
(Alptekin, 2004: 160)
diye
seslenmektedir. Kötü haber tez duyulur misali Veysel de içine düştüğü durumu
memlekete destan oldum, dizesiyle dile getirmektedir.
Elbette
Anadolu’nun pekçok yerinde bu bir namus meselesidir. Âşık Minhacî sevdiği ve
alamadığı kız için:
Seyr
ettim gölgesi yok söğüdü,
Namus
imiş yere vuran yiğidi,
Kimya
imiş ataların öğüdü,
Almadım,
almadım, almadım gitti.
(Kaya, 1994: 27) şeklinde bir dörtlük
söyleyivermiştir.
Evliliklerde
bahsettiğimiz tatsız ve hoş olmayan durumlar yaşanabileceği gibi, çok eşlilik
de görülebiliyor.
Âşık
Nedimî:
iki
kez evlendim,gene olmadı.
Gene
bu kısmete razı olayım,
Çok
mu gördü iki arıyı bize,
Bal
yapan bize yine olmadı.
(Aslanoğlu, 1973: 18)
diyerek
başarısız evliliklerinden söz etmektedir. Anne ve babaların boşanma tekrar
evlenme gibi durumları en çok çocukları etkilemektedir. Tabibî de bu durumu
anlatırken hayata biraz sitemli gibi...
Âşık
Bekir ise iki evli diye bilinenler için:
İki
evlilerin rahatı yoktur,
Uyku
uyumaz kaygısı çoktur.
Birini
seversen çaresi yoktur,
Nöbetini
şaşırma sırasına bak.
(Ayral, 1995: 21)
ifadesiyle nükteli bir yaklaşımla yazmıştır.
Yukarıda
bahsettiğimiz olaylar sadece âşıklarımızın başından geçmiş değil. Şairler kendi
yaşadıkları, çevresinde gelişen olayları, etkilendikleri her şeyi şiire
almıştır.
Âşık Tabibî, kendi ailesi özellikle annesinden
etkilenerek:
Felek
beni yaptı oyun masası, Üzerimden satranç damalar geçti. Bilmem ki annemin
neydi hatası? Onun da başından kumalar geçti.
(Ayral, 1994: 32)
sözleriyle bu sosyal dudumu dile getirmektedir.
Ç.
ÇOCUK HASRETİ VE ÇOCUK ÖLÜMÜ
Şiirlerde
ayrılıkların en acısı olan ölüm üzerinde de durulur. Ölüm kimseye yakışmaz ancak
hiç yakıştırılamayanlar çocuklar olmalı.
Âşıklar
çocuk ölümlerine, evlat acısına ve özlemine sıkça değinmiştir. Sadece Sivas’ta
değil Anadolu’nun her köşesinden bu sözler duyulur. 1918 Kağızman doğumlu Âşık
Laçin Aladağlı, suda boğulmuş oğlunun arkasından:
Yetmiş
üç yılında bir Cuma günü,
Felek
darbesine gelen yavru can.
Seslenmiş
bir yana gitmemiş ünü, Amansız ecelden ölen yavru can.
Ana
demiş, baba demiş seslenmiş,
Nefesi
kesilmiş, sesi kıslanmış,
Sığ
altında çamurlara yaslanmış,
Sedasız
yerlerde kalan yavru can.
şiirini
dile getirmiştir. Anne her yerde anne, baba her yerde babadır. Sivaslı
Âşıklarımız da evlat acısını derinden yaşamışlardır. Gürünlü Sefil Gülhanî’nin
alttaki dörtlüğünden anlaşıldığı gibi Gülhanî çocuğunu daha çok küçükken sekiz
aylıkken kaybetmiş. Bu acıdan olsa gerek biraz sitem de olan şiirinden bir
dörtlüğü veriyoruz.
Kanlı
felek gelip beni mi buldu?
Bu
kadar dertlere diz mi dayanır?
Sekiz
aylık körpe kuzumu aldın.
Dağlar
taşlar ağlar düz mü dayanır?
(Aslanoğlu, 1973: 18)
Âşığın
hamuru ayrılıktır. İlham,onlara yârdan ya da evlattan ayrılınca geliyor ki
Sivaslı pek çok ustanın sazından ve ağzından dökülen mısralar konusu ne olursa
olsun doyumsuz. Bu duyguları bu kadar samimiyetle anlatmak halkın içinden
gelmekle açıklanabilir.
Âşık
Tabibî eşi ve çocuğundan ayrılan birinin duygularını:
Kalmadı
hayatın lezzeti, tadı,
Eşinden
ayrılan eder feryadı,
Kayıp
ettim çok sevdiğim evladı,
Zaten
can evimden vurgunum kader.
(Ayral, 1994: 56)
Çocuksuzluk,
halk arasında kadere isyan etmeden, çözüm yollarını kendi çapımızda aradığımız
bir sorun. Duygu yüklü bir âşığın bu sorunu çözüp evlat sahibi olması ve ne
acıdır ki onu kaybetmesi zor bir durumdur.
Âşık
Ali İzzet Özkan, seslendiği yavrusuna şu dörtlüğü yazmıştır.
Kahpe
felek seni bana çok gördü,
Adak
ile çerak ile bulduğum.
Felek
kollarımı kökünden kırdı,
Kuzu
ile kurban ile aldığım.
(Başgöz, 1979: 58)
Sivaslı
Âşıklar, çocukları hayattayken ama hastayken de bu sonu hissetmiş olmalılar ki
gazel ile, güz ile hayatın bitişini dile getirmişlerdir.
Gider
mi Suzanî yürekte dağlar,
Yaz
bahar ayında gazelli döker.
Derde
düşmüş yavrum durmadan ağlar,
Naciler
bacısı ağlar da gezer.
(Aslanoğlu, 1973: 21)
yukarıdaki
dörtlükte yalnız Suzanî değil tüm ev halkı kederlidir.Bu tür şiirlerde evin
direği olan baba ailesinin duygularını da dile getirmektedir.
İyi
temenniler sunarız birbirimize. Babaya ve yeni doğum yapan anneye ‘Allah
hayırlı bir evlat etsin’ deriz. Öyle ya her çocuk bir gün büyüyüp kendi
ayakları üzerine bastığında hayırlıysa ata-ana bilir; saygılı olur. Ancak hep
istenen olmamış anlaşılan. Sivas’ta bazıları çocuklarından memnun olmamışlar ki
aşağıdaki dörtlükler dökülmüş dillerden:
Sivas’ın
ustası Veysel:
Ne
oğluna güven ne de kızına,
Doğru
söylen, kulak vermez sözüne.
Yalvar
yakar getiremen sözüne,
içimde
bir ateş kor belli değil.
(Alptekin, 2004: 56)
derken başka bir şiirinde aynı konuyu şöyle
işlemiştir:
Evlattan
uşaktan fayda bekleme,
Binde
bir bulunur o da tekleme.
Cahil
insan gül ise de koklama,
Ayvası
turuncu nar belli değil.
(Alptekin, 2004: 213)
Veysel
yukarıda belirtilen iki örnekte bir nevi nasihat veriyor bir nevi de zamane
ailelerdeki kopukluğu dile getirmiştir.
Halk
arasında söylenen güzel bir söz vardır: ‘Oğlum oldu, özüm oldu; evlendi komşum
oldu.’diye. Ne kadar doğru ya da katılan var mı bilinmez ancak Âşık Ahmet Kaya
bu sözü destekler nitelikte yazmıştır.
Hanedanlık
ettim, yedirdim nimet,
Gençlik
elden gitti, kalmadı devlet,
Zahmetler
çekerek büyüttüm evlat,
Onlar
da büyüdü, el oldu gitti.
(Demiray, 1973: 19)
Ekmeği,
yemeği, sevdası, yâri ellerinde olanlar sazları ve duyguları olan şairler diyar
diyar gezerler. Hem ekonomik zorluklar hem de sosyal şartlardan olsa gerek
günümüzde de yurt dışında veya başka bir ilde çalışmak zorunda kalan
âşıklarımız vardır. Gurbetin mesafesi olamaz, hele arkada bırakılmış çocuklar
var ise.. .Örnek olarak önce Ali İzzet’ten bir dörtlük verelim.
Yollarım
karanlık, kumlu yazılar,
Varamıyorum,
küsmen körpe kuzular,
Eşinden
ayrılan ağlar, muzular(sızılar),
Kaldın
yad ellerde dul kara bahtım.
(Özkan, 1969: 42)
Âşık Mihmanî ise:
Hasret
mektubunu aldım elime,
Dikkat
et yazdığım sözlere yavrum,
Gitmek
mi istedin gurbet ellere,
Ayrılık
mı düştü sizlere yavrum.
(Aslanoğlu,
1973: 17) şeklinde evladına seslenmiştir.
Gurbette
yalnızlık, insanların duygularını daha da güçlendirmiş adeta. Hiç dönmeyecekmiş
gibi çocuğuna dert yanan Mihmanî alttaki dörtlüğü dile getirmiştir.
Mihmanî’yim
kem haberim alınca,
Dost
ağlayıp, düşmanlarım gülünce.
Vadem
yetip gurbet elde ölünce,
Saranım
bulunmaz bezlere yavrum.
(Aslanoğlu, 1973: 7)
İnsan
yaşlanınca evlat hasretini daha derinden hissetmeye başlıyor. Bir evladın anne
babasına son görevi onları kaybettiği gün yaptığı işlerdir. Ali İzzet kendisi
öldüğünde tabutunu taşıyacak bir çocuğunun olmamasını şiirde dile getirmiştir.
Komşularım
yok ki kabirim kaza,
Yavrularım
yok ki tabutum düze,
Karanlık
kabire on arşın beze,
Sarmadan,
koymadan, ölmeden yetiş.
(Özkan, 1969: 88)
İnsanlar
hasta oldukları zaman daha çok ilgi bekler. Âşık Meslekî, geçirdiği bir
hastalık sonucu çocuklarının ona gösterdiği ilgi ve duyduğu üzüntüyü aşağıda
verilen örnekte açıklamıştır.
Ne
yapalım böyle imiş kaderim,
Günbegün
artıyor derdim kederim,
Kimi
der validem kimi pederim,
Kuzularım
etrafımda seslenir.
(Öztürk, 1973: 15)
Bir
anne babanın göreceği en acı olay kendilerinden önce çocuklarının acılarını
yani ölümlerini tatmaktır. En büyük beddua da bununla ilgili olsa gerek. Âşık
Minhacî evlenemediği ama çok sevdiği Ağgelin’e aşk acısından olsa gerek şöyle
sesleniyor:
Ela
gözlerine çöksün betire,
Sen
sildikçe Mevla ’m derdin artıra.
Kıran
gele yavruların götüre,
Daha
derdim az diyesin Ağgelin.
(Kaya, 1994: 35)
Çocuk
uzak diyarlarda olsa, hayatını kaybetse de arkada kalanlar hep bir gün tekrar
gelecek gibi umutlanır ve bu umutla yaşarmış. Âşık Suzanî’nin dediği gibi:
Yine derunuma düştü
bir ateş, Cesetle damarlar sızlar gezer, Yavrusundan ayrı gezen analar, Gözetir
yolunu bekler de gezer.
(Aslanoğlu, 1979: 22)
Ekonomik
sıkıntılar çeken, çocuklarının ve sevdiklerinin acılarını yaşayan, gurbete
giden, âşık olan, maşukuna kavuşamayan yani çok çile çeken âşıklarımız elbette
son durağı yani ölümü de kendi üsluplarıyla şiirlerinde dile getirmişlerdir.
Zaman zaman efkarlanıp ölecekleri günü veya öldükleri anı tasavvur etmişlerdir.
Zakirî’nin
tamamı ölüm üzerine yazılmış, İslamî motiflerle örgülü bir şiiri var. Âşığın bu
şiirleri yazma sebebi olarak yaşamında akraba, eş dost ölümlerini çok yaşamış
olmasına bağlayabiliriz. Âşık Zakir' in Ölüm’ başlıklı şiirin tamamını vermeyi
uygun gördük.
Bir
gün ölüm gelir bize,
Can
çekilir çıkar dize,
Ateş
düşer özümüze,
Allah
bize yardım ede.
Her
yanımı alır duman,
Aman
ha Allah’ım aman,
Son
nefeste bize iman,
Allah
bize yardım eyle.
Gözümüzden
gevher dökülür,
Yay
gibi belim bükülür,
Canım
hulkuma çekilir,
Allah
bize yardım eyle.
Hançer
ile açar yare,
Oğlum
kızım düşer zare,
Bulunmaz
ölüme çare,
Allah
bize yardım eyle.
Gözlerimin
akar yaşı,
Göremem
dostu kardeşi,
Zakir
nişan, mezar taşı,
Allah
bize yardım eyle.
(Ayral, 1996: 22)
Sivaslı
Âşığımız Tabibî’nin üç farklı şiirinden alınan aşağıdaki dörtlüklerde ölümün
melankoliliği açıkça görülmektedir.
Ne
yapayım böyle imiş kaderim,
Hemi
kardeş oldun hemi pederim,
inşallah
dünyadan göçer giderim,
Gelir
bir Fatiha okursun kardeş.
(Ayral, 94: 81)
dötlüğünde
Tabibî dinî motifleri de işleyerek öldükten sonra mezarının ziyaret edilip
arkasından dua edilmesini kardeş diye hitap ettiği kişiden istemektedir. Başka
bir şiirinde ise:
Kimi
kefen için ölçer boyunu
Kimi
kazma ile kazar kuyunu
Kimi
de ısıtır soğuk suyunu
Teneşir
üstünde yuvarlar bir gün.
(Ayral, 1994: 110)
diyerek
bir cenaze gününü adeta resim gibi betimleyerek insanın öldüğü gün arkasından
yapılan hazırlıkları dile getirmiştir. Tabibî’den verilecek son dörtlükte ise
aşk acısından öldüğü gün sevgiliden beklenenler anlatılmıştır.
Be
vefasız güzel hazarıma gel,
Gamdan
dükkan açtım pazarıma gel,
Tabib der ölürsem
mezarıma gel, Oku bir Fatiha yadigar eyle.
(Ayral, 1994:76)
İnsanların
en çok istediği şey öldükten sonra da hatırlanmaktır. Ölümün en acı yanı
unutulmaktır. Veysel’in dediği gibi:
Can
bedenden ayrılacak,
Tütmez
baca, yanmaz ocak,
Selam
olsun kucak kucak
Dostlar
beni hatırlasın.
(Alptekin, 2004: 177)
İnsanlar
ölecekleri zamanı bilselerdi devir şimdiki gibi olamazdı. Ancak hayatımızın
hangi yaşında olursak olalım bir gün her fani gibi ölümü tadacağımız kesin.
Zakirî, Ruhsatî’nin ‘Unutma Ha’ adlı mistik şiirinin etkisiyle kendisi de aynı
başlıkta bir şiir dile getirmiş ve Azrail’in her an bize de uğrayabileceğini de
hatırlatmıştır.
Ne
hâlim var ne de dilim,
Ne
bağım var ne de gülüm,
Bu
ömrümün sonu ölüm,
Öleceksin
unutma ha.
Ecel
şarabın içersin,
Bir
gün kafesten uçarsın,
Amel
defterin açarsın,
Bileceksin
unutma ha.
(Ayral, 1996: 16)
Halk
arasında güzel bir söz dolaşır: gence ölüm yakışmaz diye. Yaşı genç birinin
ölüm günü daha acı geçer, ağıtlar daha yürek yakar öyle ya yaşayacak, görecek
güzel günleri varken hayatının baharında gözlerini kapamak bu dünyaya...
Âşık
Deli Derviş’in ‘Gençliğime Yazıktır’ isimli şiirinin tamamı ölüm motifleri ile
örülü olduğu için şiirin tamamını veriyoruz.
Od
düşünce yanar ciğerim başı,
Mevla
’m kimseye vermesin böyle ataşı,
Validem
bağrına bağlasın taşı,
Öldü
demen gençliğime yazıktır.
Bağıra (göğse) taş basmak deyimini dile getiren
âşık:
Felek
beni güldürmedi, gülmesin,
Bir
murada erdirmedi, ermesin,
Bacım
küçük saçın başın yolmasın,
Öldü
demen gençliğime yazıktır.
Cenazemi
çıkardılar kapıya
Divitim,
kitabım koman kutuya,
Kadirim
bilene verin okuya,
Öldü
demen gençliğime yazıktır.
Âşık, kullandığı eşyaların öldükten sonra ne
yapılması gerektiğini dile getirmektedir.
Okuntum dağıldı düğün tutuldu,
Ayaksız at kapımıza çekildi.
Kazma kürek mezarlığa dikildi,
Öldü demen gençliğime yazıktır.
(Aslanoğlu, 1974: 11)
şiirin
tamamında görüldüğü gibi Türk-İslam gelenek görenekleri cenaze günü
uygulanmaktadır. Şair ayrıca güzel adlandırma ile salacayı ayaksız at olarak,
ölüm gününü de düğünün başlaması olarak ifade etmiştir.
Ölüm
âşıkların akıllarından pek çıkmamış ki hangi şiirlere bakılsa bu sosyal motifle
karşılaşıyoruz. İncelediğimiz şiirlerde konuya bağlı olarak dini motiflerde
karşımıza çıkıyor.Âşık Seyit Türk’ten alınan dörtlükte olduğu gibi.
Bir
gün de Azrail görür hesabım
Koyarlar
döşüme lif ile sabun,
Eğer helal ise sana
bir kefin, Altında salacam mezara gel gel.
(Aslanoğlu, 1965: 37)
Bu konuda âşıkların kelimeleri, üslupları,
duyguları hemen hemen aynı. Sivaslı diğer âşıklardan Mesleki ve Mustafa Feryadi
Çığıran’ın iki dörtlüğünü aşağıya veriyoruz.
Isıcak ılıman suyum
koyarlar, iyi kötü elbisemi soyarlar, Mesleki’yem öldüğümü duyarlar, Girer
salacama el yavaş yavaş.
(Öztürk, 1973: 15)
Yukarıdaki dörtlükte ölü suyu diye bilinen, cenaze
yıkamada kullanılan ılık sudan bahsedilmektedir.
Kulağını ver de dinle
dilimi, iyi anla ahvalimi halimi, Teneşir üstünde garip ölümü, Ağlayı ağlayı yu
da öyle git.
(Aslanoğlu, 1973: 12)
İncelenen
şiirlerde en çok karşılaştığımız motifler salaca, çene bağlama, ölü suyunun
hazırlanması, helallik gibi kavramlar oldu. Yaşarken öldüğü anı düşünüp yazmak
ya da ‘ben ölüyorum’ şeklinde durumun zorluğunu anlatan bir başka âşık ise Ali İzzet
Özkan’dır.
Helal et hakkını gel
yanım’otur, Çenem bağlamaya bir yağlık getir.
Salacamdan sen tut
mezara götür, Hoca cenazemi kılmadan yetiş.
(Başgöz, 1979: 54)
başka bir şiirinde:
Çok derdini çektim
ben nice nice, Söylesem tükenmez üç gün üç gece,
Cenazeme
sen gel dost ben ölünce,
Gözünyaşı
ile yu beni beni.
(Başgöz, 1979: 49)
Eceliyle
ölmek yani hastalıksız, kazasız ölmek ister insanoğlu. Maalesef geçmişte
yaşanan ve sosyal motif olarak hayatımıza girmiş olan kan davaları ve buna
bağlı olarak meydana gelen ölümler de şiirlerde yerlerini almıştır. Konumuzla
ilgili örneklere geçmeden önce Sivas ve çevre köylerinde yaptığım derlemelerde
öğrendiğim bir ağıtı vermek istiyorum.
Şu görünen emmimgilin söğüdü,
Ben giderken ekinleri göğüdü.
Hiç mi bizim gibi olan yoğudu?
Ecelim Allah’tan sebebim gardaş.
Ömrüm bağım geldi koşmadan aştı,
Soğan
düremecim elimden düştü.
Sicimi
görünce tebdilim şaştı,
Ecelim
Allah’tan sebebim gardaş,
Evlerinin
önü dereye yakın,
Allı
entaremi soyun yarama bakın,
Beni
öldürdüler Bekir, gendiği savun,
Ecelim
Allah’tan ecelim gardaş.
(Yeniyapan, 2003: 29)
Az
da olsa kan davasını şairlerimiz de işlemiştir.Mesela Şarkışlalı Kör Kâmil.
Tecer’den
taşın getirdi,
Babası
aklın yitirdi.
Kuruyasın
Uluk Zeki,
Koca
haneyi batırdı.
(Kalkanoğlu, 1975: 12)
Yaşanmış
insan öykülerine bakıldığı zaman genel olarak yukarıda bahsedilen kan davası
gibi bir ailenin yok oluşu, soyun durması görülür. Yine aynı âşıktan alınmış
başka bir dörtlükte:
Neresinde
neresinde
El
yağlığın yarasında.
Haydar
oğlanı vurmuşlar,
iğdelerin
arasında.
(Kalkanoğlu, 1975:
12)
yaşanmış bir olay anlatılmaktadır.
Âşık
Zakirî’nin küçük kardeşi Halit, , 150 lira için kayınbiraderi tarafından 1969
yılında öldürülmüştür. Geride Halit’in beş yaşında bir çocuğu ve karısı kalır.
Katil yirmi dört yıl hüküm giyer. Kardeşinin ölüm acısına dayanamayan Zakirî,
bazı şiirlerinde bu üzüntüyü dile getirmiştir. ‘Yaralı Kardaş’ adlı şiirinde
ölüm ve hüzün motifini iç içe görmekteyiz.
Ne
hayalde gördüm, ne de bir düşte,
Çok
ekmek verdim düşmana başta,
Nasıl
kıydın kâfir kayın, enişte,
Bedenim
beş yerden yaralı kardaş.
(Kaya, 1996: 74)
Dileğimiz
bundan sonra kaleme alınacak şiirlerde ölüm ve kan davası gibi insana zor gelen
üzücü olayların hayatta gerçekleşmeden sadece hayal edilerek yazılmasıdır.
Düğün
ve bayramlar insanın ömründe geçirdiği en güzel günlerdir. İnsanların
birbirleriyle kaynaştığı, birlik beraberlik yaşandığı bu önemli günler
Anadolu’nun her köşesinde geçmişteki gibi coşkuyla geçmektedir.
Halaylar,
davullar, zurnalar, cirit oyunları, güreşler, yemekler... Sivaslı âşıklarımız
düğün ve bayramlarda yaşanılan bu güzel olayları zaman zaman özledikleri için
şiirlerinde dile getirmişlerdir.
Âşık
Sefil Selimî gurbet ve memleket özlemini paylaştığı dörtlüğünde bu sosyal olaya
da değinmiştir.
Bizim
ilin yiğitleri gurbette,
Düğün
yok, cirit yok,kader var yurtta,
Küheylan
kişnemez, süvari dertte, Yas içinde kalmış ay bizim eller.
(Selimi, 1978: 104)
Ayten
Özden’in Sivas köylerinde yaptığı derlemelerde de unutulan değer yargıları ve
buna bağlı olarak şairlerin özlemleri dile getirilmektedir.
At
goşturup, cirit attım garada, Çok düşüp kalkmışım Sivas’ım.
Halay
çekip güreş tutup orada, itibarı kalmadı nerde Sivas’ım.
(Özden, 1998: 85)
Dedelerimizden
öğrendiğimize göre iyi cirit oynayabilen kişi iyi delikanlıymış. At koşturup,
cirit atabilen yiğitler parmakla gösterilirmiş evvelden.
Anadolu’da
büyümek, güzellenmek, seçilmek olarak tabir edilir. İşte Şarkışlalı Nedimi bu
konuda alttaki dörtlüğü dile getirmiştir.
Cirit
oynar seçilirdim,
Çiçek
gibi açılırdım,
Şurup
gibi içilirdim,
Nar
idim oğlum nar idim.
(Aslanoğlu, 1974: 7)
Hayatın
geçiş dönemleri doğum, evlenme ve ölümdür. Düğünlerde davul zurnanın önemi
olduğu Sivas’ta bilinir. Düğünün başladığı gün bayrak dikilirken davullar
çalmaya başlar. Ta ki düğün bitene kadar... İşte bu durum bazılarına hüzün
bazılarına mutluluk vermektedir.
Yârim
gider kızlar ile düğüne
Gerdanın
şevkisi düşer önüne
Talibi
der bilmem bunun sonu
Belki
seni bana verir yaratan.
(Aslanoğlu, 1974: 21)
diyen
Talibî düğünleri kendi açısından kendi istekleri doğrultusunda dile
getirmiştir.Âşık Derdiyar ise:
Düşünürken
yolda yalnız dururken
Davullu
zurnalı düğünler gördüm.
Gönlüm
gamlı gözüm yaşlı duruken,
Davullu
zurnalı düğünler gördüm.
(Özden, 1998: 41) diyen âşığımız bu günüde hüzünlenmiştir.
Tabii ki düğünlerde çok üzülen gelinlerdir.
Emine
Biner isimli Sivaslı kadın âşığımız hemcinslerinin duygularına tercüman
olmuştur.
Gele
gele evimize geldiler
Tolu
gibi evimize doldular
Annemin
elinden beni aldılar,
Şen
anam şen babam ev şen olsun..
Ben
gidiyom yerin şen olsun.
(Caferoğlu, 1984:118)
Annesi,
babası, çocuğu, akrabaları yanında olmayanlar için bayram sabahları çok zor
geçer. Öyle ya bayramlarda dostluklar da ilişkiler de daha çok perçinleşir.
Yalnız geçen her bayram, acı ve özlemle atlatılan günler âşığa daha da ilham
kaynağı oluyor ki aşağıda vereceğimiz motifler dillerden dökülüyor.
Ali
İzzet yârdan ayrı bayram etmenin zorluğunu:
Ciğer
yandı ayrılığın közünden
Yârsız
bayram eder ağlar gözünden
Gül
yüzlümün öpemedim yüzünden
Dudaklarım
yaslı, diller yas çeker.
(Özkan, 1969:81)
diye dile getirirken başka bir şiirinde de aynı
duyguları işlemiştir.
Bugün
bayram günü gülmez yüzlerim,
Gayet
perişanım hallar yas çeker.
Ağlasana
ne duruyon gözlerim,
Karalar
giyindim allar yas çeker.
(Başgöz, 1979: 81)
Âşıklarımızın
hayat hikâyelerini incelediğimizde en çok gurbet derdi çekenin Sefil Selimî
olduğunu gördük. Bayramlara dahi içlenen, dertlenen âşığımız bu sosyal konuyla
ilgil ise alttaki kıtayı dile getirmiştir.
Ele
bayram düştü, bana yas düştü,
Yüzüm
gülenece yas tutacağım,
Bu
gönül dünyanın güneşi aştı,
Sabah
olanaca yas çekeceğim.
(Günbulut, 1978: 62)
Bayramlarda
küsler barışır, dargınlıklar sona erer. Hakkın emirlerine uymanın ve küskünlüğe
son vermenin haklı gururu yaşanır insanlar tarafından. Bu kutsal vazifeyi
yerine getirmenin mutlu tebessümü olur suratlarda.Barışmak motifini şiirinde
kullanan Âşık Tabibî şu dörtlüğünde:
Bayram
günü dahi barışmıyorsun,
Sende
mi darılıp küstün mü kader?
Neden
hep benimle kumar oynarsın?
Acaba
çektiğin restin mi kader?
(Ayral, 1994: 56)
kaderi
canlı bir varlık gibi düşünerek herkesin bayramlarda barıştığını kendisinin
yani kaderinin barışmadığını anlatmaktadır.
Bu
motifimizi Usta Veysel’den aldığımız bir dörtlükle sonlandırıyoruz.
Bayramlarda
düğünlerde
Toplantıda
yığınlarda
Sıkılınca
dar günlerde
Türküz
türkü çağırırız.
(Alptekin, 2004: 186)
F.
GELİN VE KIZLARDA GİYİM KUŞAM
Güzellere
methiyeler düzmek âşıkların genel özelliğidir. İster sevilene ister çeşme
başındaki güzele yazılmış olsun dörtlüklerde bir genç kızın veya gelinin
kıyafetleri açıkça tasvir edilmektedir.
Aşağıda
verilen örneklerde Halk Edebiyat’ımızda sıkça rastladığımız renk motifleri var.
Günümüzde de kırmızı murat ve aşk demektir. Bu renk Türkiye’deki birçok şairde
olduğu gibi Sivaslı Âşıklarda da ‘al’ kelimesiyle ifade edilmektedir.Üzüntü,
keder ve ölüm gibi üzücü durumlar ise kara renkle anlatılmaktadır.Gelin ve
kızlarda giyim kuşam motifimize Âşık Tabibî’nin ‘Gelinle kıza’ adlı şiirini
vererek giriş yapmayı uygun gördük. Çünkü şiirde gelin ve kız tasvir
edilmiştir.
Rast
geldim bir gelin ile bir kıza,
Kız
has bahçedeki güle benziyor.
Güzellik
deyince geline seza,
Yaprağı
dökülmüş dala benziyor.
Gelinle
kız durmuş çenge kavgaya,
Kız
yeni tutulmuş tatlı sevdaya,
Gelin
benzer şekerlenmiş helvaya,
Kız
yalçın kayalı bele benziyor.
Kız
peçesin örtmüş yüzün açamaz,
Gelin
serden geçer yârdan geçemez,
Kızın
üzerinden şahin uçamaz,
Gelin
toz topraklı yola benziyor.
Gelin
kuşanarak seyrana çıkar,
Kız
yüzünü açsa cihanı yakar,
Gelin pek durulmuş enginden akar,
Kız baharın coşan sele benziyor.
Kız meftun eylemiş Rum u Frengi,
Gelinin hiç yoktur emsali dengi.
Kızın elma gibi yanağı rengi,
Gelin yaprak açmış güle benziyor.
(Ayral, 1994: 89-90)
Büyük Usta Âşık Veysel, üç farklı şiirinde al ve
kara renklerle giyim kuşamı şöyle anlatmaktadır:
Kurulma sevdiğim güzelim deyin,
Bağlama karayı alları geyin.
Ben bir çoban olsam sen de bir koyun,
Beslesem elimde tuz ile seni.
(Alptekin, 2004: 208)
şiirde bahsedilen ‘bağlama’ sözcüğünde başörtüsü
takmaktan bahsediliyor. Siyah renk başörtüsü takmadan allar giyin
denilmektedir.
Ekin firik ığış ığış yellenir,
Bıldırcınlar arsında dillenir.
Gelinler al giyer kızlar sallanır,
Bulur ırgatlar çiftler çiftler.
(Alptekin, 2004: 241)
Bu dörtlükte gelinlerin ve kızların toplumda anlaşılması
için farklı renklerde giyindiklerini anlıyoruz.
Ay geçer yıl geçer uzarsa ara,
Giyin kara libas, yaslan duvara,
Yanından göğsünden açılır yara,
Yâr gelmezse yaraların elletme.
(Alptekin, 2004:193)
Veysel
bu dörtlüğünde ise sevgilisinden: ayrılık üzerinden aylar yıllar geçse de
karaları giymesini ve yas tutmasını istemektedir.
Çocuğu
olmayanların kara çadıra oturtulduğu , cenazesi olanın kara giydiği, düğüne
gidenin renk renk alları giyinip kuşandığı bir toplumdan çıkan hemen tüm
şiirlerde duygular bu kıyafetlere de yansıyor elbette.
Sivaslı kadın âşıklarımızdan Âşık Gülümhan bir
şiirinde:
Dönmedin vefasız açtın arayı,
Gülümhan n’eylesin köşkü sarayı,
Allar şöyle dursun, giydim karayı,
Alları bağrıma bastım ağladım.
(Yeniyapan, 2003: 59)
derken, başka bir dörtlüğünde ise:
Kime güvendin de giydin alları,
Yakın iken uzak ettin yolları,
Bekçi tutup büyüttüğüm gülleri,
Gelip gidip bir soysuza yoldurdun.
diyerek
renk motiflerini işlemiştir. Anadolu’da kadınların arkalarında eşleri varsa
yani sevdikleri sağsa çekinmeden gururla giyerler renk renk kıyafetlerini.
Gülümhan dörtlüğünde ‘Kime güvendin de giydin alları?’ derken bu durumu
hatırlatıyor.
Âşıklar
maşuklarından istediklerini şiirlerle dile getirmişler bu arada incelediğimiz
kıyafet ve renk motiflerini de sıkça kullanmışlardır.
Örneğin Âşık Zakirî:
Söyleyim
bir destan dinle nazlı yâr,
Giyinip
alları sallan bir zaman,
Adu
karşısında serseri gezme,
Dara
perçemini fellen bir zaman.
(Aslanoğlu, 1975: 20)
Zakir
başka bir şiirinde hem tarihteki bir güzeli- Zeliha’yı- hem de sevdiğini renk
motifleri ve güzel benzetmelerle tasvir etmiştir. Bu şiirde sevgilinin al
yanaklı, kaşı kara, Zeliha gibi çok güzel, tenini de bembeyaz olduğunu
anlamaktayız.
Karadır
kaşların, benzer üzüme,
Al
yanaklı şavkısı düştü yüzüme.
Zeliha
misali sendeki sima,
Pamuktan
beyazsın el sende güzel.
(Ayral, 1996: 40)
Âşık Ali İzzet Özkan ise sitem ettiği yârini şu
dörtlükle tarif ediyor:
Vasiyetim
suyum ile koydurma,
Kara
bağlan al giyip de oturma,
Al’Izzet’e
garip ölmüş dedirme,
Elinen
mezara koy bir zaman.
(Başgöz, 1979: 120)
İzzet
Özkan, vasiyet olarak kendisi öldükten sonra eşinin kara renkli elbiseleri
giyip oturmasını istemektedir.
Al
(kırmızı) renk sadece ayaktaki şalvarda baştaki yazmada değil; askere giden
gence, gelin olan kıza özenle hazırlanan bir nevi gurur, süs ve mutluluk
işareti olan kına da şiirlerde dönemin kız ve gelinlerini anlatırken al renk
olarak kullanılmıştır.
Âşık Tabibî, o muradı yaşamasını istemediği
sevgilisine bakın nasıl seslenmiştir:
Tabib’in başında kalmadı aklı,
Gizli sırlarımız gönülde saklı,
Elleri kınalı, telli duvaklı,
Gelin olup murat alırsan övün.
(Ayral, 1994 : 73)
Ali İzzet Özkan’ın ‘Eller Kırmızı’ isimli şiiri
tamamen konumuzla ilgili olduğu için şiirin tamamını veriyoruz.
Gökten düşmüş bir melaike geziyor,
Yanaklar kırmızı eller kırmızı.
Âşıkına kızmış ceza yazıyor,
Parmaklar kırmızı eller kırmızı.
Al yanak diye kullanılan motifle ellerin
kırmızılığını kullanan Ali İzzet, sevdiğini de meleğe benzetmektedir.
Al kırmızı giymiş sollara bakar,
Akşam güneşi gibi insanı yakar,
Her Pazar günleri seyrana çıkar,
Ayaklar kırmızı eller kırmızı.
Canı dilden vurgunum bu geline,
Yaktı geçti kız salına salına,
Kına yaktı al kanımdan eline,
Günahım affetmez m’ola bu gelin.
(Özkan, 1969: 123)
İstisnasız
her dönemde kadınlar kıyafetlerini ve kendilerini takılarla tamamlarlar. Bu
kemerler, altınlar, tokalar güzelin güzelliğine çok şey katmış olmalı ki
şiirlerde de yer almıştır. Âşık Tabibî’nin farklı kaynaklardan alınan üç
dörtlüğünde takılardan bahsedilmiştir.
Kaşını
gözünü süzer,
Bugün
beni candan üzer.
Ak
gerdana altın dizer, Yanakları elmadandır.
(Aslanoğlu, 1974: 22)
Altın
düğünlerin vazgeçilmez takısıdır. Kadın ve kızların güzelliklerinin
tamamlayıcısıdır. Hem geline verilen önem hem de gelinin değeridir. Şiirde
görüldüğü gibi gerdanlıklar da giyim kuşamın tamamlayıcısıdır.
Nice
âşıkların evin yıkarlar,
Ceylan
gibi yad avuya bakarlar.
ince
bele gümüş kemer takarlar,
Akar
dudaklardan balı kızların.
(Ayral, 1994: 87)
Yine
aynı şairden son olarak
Güzeller
beline bağlanır kuşak,
Serindir
bağların şirindir Kıvşak
(Aslanoğlu, 1965: 32)
sözlerini
veriyoruz.
Âşığın
gönlü zengindir derler. Hele bazısı gördüğü her güzele şiir yazar. İşte Ali
İzzet’ten bir dörtlük ve giyim motifi:
Kol
attılar omuzlara,
Yeşil
vala indi gözlere,
Yaşmak
çeker ağızlara,
Parmağıyla
tuta tuta.
(Başgöz, 1979: 105)
Yaşmak
bir çeşit baş örtme tekniğidir. Toplumumuzun bazı kesimlerinde gelinler
erkeklerin karşısında alçak sesle konuşup saygılarını böyle belli ederler.
Başörtülerinin bir kısmını da ağızlarına çekerler. Bu da bir giyim tarzı
olmuştur.
Âşıkların
tasvirlerine son olarak şunu ekleyelim: Halk Edebiyatı’nda sevgilinin saçı
genellikle uzundur, düzdür ya da örgülüdür. Kızların veya gelinlerin o dönemde
kullandıkları , kurdele diyelim, iplerin renkleri de şiirlere alınmıştır.
Sivaslı
Âşık Firkatî de olduğu gibi...
Düş
görmüş de yoramadım düşünü,
Kuduretten
hilallamış kaşını,
Dedi
ki yunakta yudum başım(ı)
N’ola
mor beliğin örmeli idi.
(Aslanoğlu, 1973: 13)
Bele
kadar uzanan örgülü saçlar ve hilal gibi kaşlar şiirlere konu olmuştur.
Ağaç
yurdun süsüdür. Ağaç tabiat zenginliğidir. Ağaç ve çiçekler bahar aylarında bir
nevi dirilmedir. Âşığın duygularının kabardığı, mevsimlerdir ilkbahar. Ağaca ve
çiçeğe yazılmış şiirler sadece güzelliğe, renge yazılmamıştır. Bilinir ki ağaç
kullandığımız ilk eşyaların hammaddesidir. Beşik, kaşık, tabut gibi akla
gelebilecek pek çık eşyada ağaç kullanılır. Peygamber asasına kadar tahtadır.
Ali
İzzet Özkan’ın haberi olmadan birisi sazını kırmış, diğer âşıklarda olduğu gibi
Özkan’da da en önemli varlıktır saz. Duyguların, aşkın, sevginin, hüznün ifade
edilmesinde âşıkların vazgeçilmesidir. İzzet Özkan sazının arkasından adeta bir
ağıt yazmıştır.
Sazım
sana hoyrat eli mi değdi?
Bozulmuş
düzenin tel inil inil,
Hasta
mısın peri yeli mi değdi?
Perişan
olmuşsun hal inil inil.
Sazım
seni kıran eller çürüsün,
Susuz
kalmış güller gibi kurusun,
Sazım
doğru söyle kimin yârisin?
Zehir
oldu gayri bal inil inil.
Sazım
kırık gönlüm yaslı ne haldir?
içerim
yanıyor, dışarım seldir.
Sazım
ben ölürsem, sen yu sen kaldır,
Ağla
mezarımda gel inil inil.
Güzel
sazım el elinde ne arar,
Çirkinlerden
gelir insana zarar,
Kıymetini bilmez
telini kırar, Altın adın olur, pul inil inil.
Al-Izzet buna dayanır
mı can?
Saz ağladı ben
ağladım bir zaman.
Bahçeler ıpıssız
yoktur bahçıvan, Bülbüller ağlaşır gül inil inil.
(Özkan, 1969: 78)
Benzer duygular ve saza verilen önem Âşık
Veysel’e:
Bizi besler kaşık
olur,
Kapı, süve, eşik
olur,
Taput olur, beşik
olur, Ormandaki varlığa bak.
(Alptekin, 2004: 165) dörtlüğünü yazdırıken;
Âşık Zakiri ise:
Yattığımız beşik
bile,
Kapı baca eşik bile,
Ormana düşüren hile,
Sualini veremesin.
(Aslanoğlu, 1980: 123) diyor.
Ali İzzet Özkan, belki bir bahar günü yazdığı
şiirin alttaki dörtlüğünde çiçeklerden bahsederken; tabiatın dirilişini
anlatmıştır.
Şubat ayı kısa gücük gelince,
Domur domur yerden çıkar çiçekler,
Mart
ayında şu gökler gürleyince,
Silkinir,
uyanır, kalkar çiçekler.
(Özkan, 1969: 68)
Bir
âşığın ağaçtan yapılmış en önemli varlığı elbette sazıdır. Âşığın elinin
altında sazı olmasa olmaz. Şiirlerine can verebilmesi için sazı çok değerlidir.
Ağacın
bu kadar önem kazanmasının nedenlerinden birisi de bu.
Veysel’in:
için
için inlemesi,
Ne
hoş olur dinlemesi,
Ağaç
çalgının esası,
Ormandaki
varlığa bak.
(Alptekin, 2004: 165)
dediği
gibi. Âşık Veysel başka bir şiirinde ise;
Bahçede
dut iken bilmezdim sazı,
Balta
gelir yatağından gelir,
Usta
gelir keman yapar ud yapar,
Yanık
sesli kaval ne feryad eder,
Benim
her derdime ortak sen oldun,
Ağlarsam
ağladın, gülersem güldün,
Sazım
bu sesleri turnadan m’aldın?
Pençe
vurup sarı teli sızlatma.
(Alptekin, 2004: 193)
Âşıkların,
duygularını ifade etmelerinde onlardan ayrı düşünemeyeceğimiz sazlar pek çok
kişi tarafından insan, arkadaş gibi düşünülmüştür. Yalancılık insanın kötü
özelliklerindendir. Ancak sazın yalancı olarak düşünülmesi büyük ihtimalle
duygu ve düşüncelerin gerçekte olduğu gibi değil de farklı şekilleriyle
anlatmasındandır.
1957 yılında doğan Cemal Acar adlı âşık da saz
için yazanlardan olmuştur.
Yeter
zalim felek yeter,
Söyle
bu dert nasıl biter.
Tatsız
tatsız teli öter.
Sazın
yalancı yalancı.
(Ayral, 1995: 20)
Âşıklar
sazlarıyla bütünleşir, onlar mutlu olunca saz de daha güzel çalar. Onlar
kederde ve gamdayken sazlar kara yas tutar, sazın sesi bile çıkmaz. Eserî’nin
bir şiirinde çok dertli olduğunu anlıyoruz. O da kendi derdini sazının da
paylaştığını vurgulayarak şu dörtlüğü yazmıştır.
Bugün
sazım kara yasta,
Dokunamam
tele gardaş.
Söyleyemem
eşe dosta,
Anlatayım
hele gardaş.
(Sevindik, 1998: 31)
Aynı
âşığımız aslında sevdiğine söylediği sözlere bir de sazını katarak kendiyle
beraber sazının da inlediğini şiirinde belirtmektedir.
Acıdan
efkârdan iniler sazım,
Sana
diyeceğim çok daha sözüm.
Gönül
bahçesinde sevda filizim,
Söküldü
dallarım bitemiyorum.
(Sevindik, 1998: 35)
Duvarda
çalanı olmayan sazlar ne derece değerlidir. Önemli olan onu duygularla
birleştirebilmek, saza düzen vermek, sazla yoldaş olmaktır.
Bu
sebeple karşılaştığımız pek çok şiirde âşıklar kendileri öldükten sonra
sazlarının boynu bükük bir çocuk gibi kalacağını düşünürler. Maharet saza düzen
verip onu konuştururcasına çalmaktır. Âşık Kusurî, bu durumla ilgili olarak şu
dörtlüğü yazmıştır.
Şahini
susturamaz karga sesi,
Aslanı
yenemez bir yüğrük tazı.
Sessiz
beklediğin düzensiz sazı,
Öttürür
ustası bir tele bakar.
(Ayral,
1995: 45)
Sazla
her türkü söylenir de nedense dertli türküler daha bir içten, sıcak gelir
insanlara. Anadolu insanı hüzünlüdür, kederlidir. O kendisini rahat dile
getiremez fakat kendinden bir parça bulduğunda da o türküleri dinler usanmadan.
Bazen de evgisini sevdiğine sazla sözle anlatmayı yeğler. Âşık Mihmanî’den
aldığımız dizelerde de dostu yanık yanık çalan sazda ve söylenen sözde
hatırlamak ve aramak duygusu hakindir.
Şu
fani dünyada ömrüm oldukça,
Dilinen
çağırır ım dost dost.
Dertli
sazın yanık yanık çaldıkça,
Telinen
çağırır ım nerdesin dost dost.
(Ayral, 1995: 48)
Saz
çalmak beceri ister, sazı türküyle süslemek de ...Âşıkların çoğu sazlarını
arkadaş, yâren gibi görür demiştik ya elimizi hangi şiire atarsak o şiirde bu
özelliği gördük. Sanki onunla konuşuyormuş gibi yazılan şiirler bir de Necati
Cengiz’in dörtlüğünü ekliyoruz.
Duvarda
asılı duran bağlama,
Seni
de eksiksiz çalan olur mu?
Sarı
tele dokunursam ağlama,
Sorup
da derdini bilen oldu mu?
(Ayral, 1995: 53)
Adeta
canlı bir varlık gibi, bir arkadaş bir sevgili gibi düşünülen saz olmasaydı; bu
kadar şiir dilden dile, gönülden gönüle nasıl ulaşabilirdi?
Mustafa
Kemal Atatürk ‘Köylü milletin efendisidir.’ sözüyle ne güzel anlatmıştır. Şehir
yerinde rahat ekmek buluyorsak onların çaba ve emekleriyle değil mi?
Zaman
zaman âşıklarımız kendi duygularını bir kenara bırakıp halk için çiftçiler için
de yazmıştır. Şehir hayatında doğup yetişen şair az olması dolayısıyla yazılmış
her şiirde duygular içten, sıcak ve gerçekçidir. Köylü vatandaşlara yazılmış
alttaki dörtlükler onları koruyucu ancak dışarıya yergi şeklindedir.
Âşık
Tabibî:
Devlet
kapısında hep boynu bükük,
Bacakta
kıl şalvar ayakta çarık.
Dudağı
çatlamış elleri yarık,
Halini
soran yok perişan köylüm.
(Ayral, 1994: 29)
dörtlüğünde
dönemin yoksulluğunu ve bunu en çok yaşayan köylülerden bahsediyor. Başka bir
şiirinden alınan alttaki dörtlükte ise açlık, susuzluk ve perişanlığa alışmış
olan köylülerden bahsedilmektedir.
Kerpiçten
yapılı evi ocağı,
Topraktan
testisi kilden bardağı,
Somondan
yastığı, ottan yatağı,
Açlık
susuzluğa alışan köylüm.
(Ayral, 1994: 33)
Çok
memleket gezmiş ve hayatında çoğu zaman sefillik çekmiş olan Sefil Selimî ise
köylüler için :
Suçun
ve günahın köyde doğduğun,
Terbiye,
nezaket, sabır, sağduyun,
Hizmetkarı
sensin ağanın beyin,
Seni
kim beğenir, seni kim sever?
(Günbulut,
1978: 27) şeklinde düşünmüştür.
Türkiye’deki
köylüleri geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır.Tarım deyince en değerlisi
topraktır.Toprağa, ekine, buğdaya, suya da pek çok şiir yazılmıştır. Bu tür
motiflere örnek verilince akla ilk gelen Veysel’in ‘Kara Toprak’ adlı şiiri
geliyor.Veysel’in dediği gibi yâr da evlat da bir gün ayrılıp gidiyor
insandan.Baki kalan kara toprak...
Karnın
yardım kazmayınan belinen,
Yüzün
yırttım tırnağınan elinen,
Yine
beni karşıladı gülünen,
Benim
sadık yârim kara topraktır.
Koyun
verdi, kuzu verdi, süt verdi,
Yemek
verdi, ekmek verdi, et verdi,
Kazma
ile döğmeyince kıt verdi,
Benim
sadık yârim kara topraktır.
(Alptekin, 2004: 246)
Âşık
Veysel’in toprağı ekip biçen ve ekmeğini topraktan çıkaran çiftçilere yazdığı
şiirler vardır. Aynı şiirden alınan alttaki iki dörtlükte hayatın gerçekleri de
dile getirilmiştir.
Evvel
buğday eker sonra arpayı,
Her
gün fazla saçar kuşların payı,
Tarlada
görürse kuşu kargayı,
Döner
sapan ile taşlar çiftçiler.
Biçer
ekinini sürer harmanı,
Esen
yellerinden savunur onu,
Bol
gelirse dane ile samanı
O
sene rahat kışlar çiftçiler.
(Alptekin, 2004: 241)
Veysel’in
çiftçilere biraz da nasihati olmuş.
Eğer
çiftçi isen sarıl tutaktan,
Ne
ekersen onu biçen topraktan,
Yaklaşma
tembele geç git uzaktan,
Tembelin
çenesigevezec’olur.
(Alptekin, 2004: 250)
Âşık
Veysel gibi Halil İbrahim Bacak adlı âşığımızda köylüye nasihat etmiş ancak
şiirin iki anlamlı olması bize şiirden farklı bir anlam daha çıkarttı. Rüzgârlı
havada harman savurma, samanların yele gider sözü, her işin zamanında yapılması
gerektiğini de düşündürüyor.
Meyve
veren ağaçları devirme,
Doğru
yolda gidenleri çevirme.
Rüzgârlı
havada harman savurma,
Samanların
yele gider.
(Ayral, 1995: 34)
Kul
Yanmasın ve Yalınkat adlı şiir kitaplarını incelediğimiz Sefil Selimî’de de bu
motifle ilgili pek çok şiire rastladık. Toprak ve köylüyü bu kadar sık ele
almanın Sivas’ın coğrafi yapısı etkilemiştir. Çünkü Sivas’ta tarımın ve kırsal
yaşamın önemi büyüktür.
Başarı
ilime bilime bağlı,
Koyunlar
kilolu sütleri yağlı,
Her
kapıda biçer traktör eyli,
Boz
bırakmaz nadas söker çiftçiler.
(Günbulut, 1989: 62)
Selimi
yukarıdaki mısralarda ekonomik durumu iyi olan çiftçilere değinmiştir. Bilinir
ki önceden tarlayı işlemek çok zor bir iştir. Selimî, ekonomik zorlukların
köylülere nasıl yansıdığını ve bundan nasıl etkilendiklerini de:
Beş
liraya beş çift öküz alırdık,
On
kaymeye gelin güvey olurduk.
Bir
tek papel ile yazı bulurduk,
O
fırsatı netmiş hey gidi günler.
(Günbulut, 1989: 64)
Köylünün
yüzü ne zaman güler? Tabii ki mahsul iyiyse, emeklerin karşılığı fazlasıyla
alınacaksa güler.
Âşık
Zakirî de bu konuda:
Her
yanını sürdük derin,
Ferahladı
oldu serin,
Ektik
ekin aldık ürün,
Bölüştük
biz, gülüştük biz.
(Aslanoğlu, 1980: 24)
dörtlüğünde hem çalışmak gerektiği hem de
çalışılırsa alınacak verimden bahsetmektedir.
Zakirî,
yağmurların çok yağdığı, köylünün hasat toplama vakti yüzünün güldüğü,
ambarların dolduğu gibi durumları da ‘Bizim’ adlı şiirinde dile getirmiştir.
Yağmur
yağar toprakları güldürür,
Verin
ürün ambarımız doldurur.
Elin
tutar çiftçileri kaldırır,
Rahmet
deryasından selimiz bizim.
(Ayral, 1996: 50)
Âşık,
aslında bu dörtlüğünde hem köy hayatı hem çiftçilik ile ilgili motifleri hem de
Allah’ın verdiği nimetlere bir şükür anlamında yazmıştır.
Âşıkların
duyguları aynı olunca şiirler de birbirine benzemektedir. Sivaslı başka bir
Âşık Zakirî gibi düşünerek:
Her
yanını yamaçlar bağ bostan olsun.
Dolsun
boş ambarlar yığılı kalsın.
Ağlayan
şu gözler biraz da gülsün,
Gel
sevdiğim çalışalım beraber.
(Öztürk, 1974: 13)
Âşık
Zakir’in toprak ile karşılıklı konuşuyormuş gibi yazdığı bir şiiri vardır.
Aşağıda verdiğimiz iki dörtlükte toprak Zakir’i çalışmadığı için suçlarken,
Zakir ,en son dörtlük olması hasebiyle de olsa gerek, her ne kadar kendisini
güldürmediğini söylese de yine de toprağı çok sevdiğini dile getirmiştir.
Toprak:
Dünyanın
varlığı bende,
Yatarsın
tembellik sende,
Çalış,
hakkın vardır bende,
Güldürmedin
Zakir beni.
Zakir:
Topraktır,
canımın canı,
Severim
toprağım seni,
Basarsın bağrına beni,
Güldürmedin toprak beni.
(Ayral, 1999: 38)
Son olarak bu motifi ‘Benim sadık yârim kara
topraktır’ diyen Veysel’e bir atıfta bulunarak Âşık Tahir Nadi’nin dörtlüğüyle
bitiriyoruz.
Lale sümbül kokar dağı,
Yoğurt, peynir, balı, yağı,
Terk etme ecdat ocağın,
Köyde toprak beklerseni.
Yoksulluk
insanın belini büken en zor durumlardan birisidir. Hele en acil durumlarda yani
hastalıkta yoksulluk çekmek daha zordur. Âşıklarımızın şiirlerinde en sık
rastladığımız motif bu oldu. Fakirlik motifini ikiye ayırmak uygun olacak diye
düşündük. İlki hastalıkta ikincisi toprakta yoksulluk. Âşık Eserî’nin aşağıda
verdiğimiz ‘Fakirlik’ isimli şiiri âşık tarafından Ahmet Serin adlı bir yoksula
yazılmıştır ancak bu sosyal motifi barındıran şiir sanki tüm yoksullara hitap
etmektedir. Şiirin tamamı, incelediğimiz motifle ilgili olduğu için belli
dörtlükleri değil de ‘Fakirlik’ adlı şiirin bütününü vermeyi uygun gördük.
Kesildi
ayağım tutmuyor kolum,
Kesti
takatimi yetti fakirlik.
Düzlük
bayır oldu tükenmez yolum,
Sinemde
kateri tuttu fakirlik.
istedim
kendime bir yuva kuram,
Yoksula
mutluluk gülmesi haram,
Cebde
metelik yok borcumu verem,
Elim
avucumu yuttu fakirlik.
Cemaatten
yoksun ketimdir Salı,
Uzatır
elini kırıktır dalı,
Zenginin
yanında belli olur hâli,
Kaldırdı
kenara attı fakirlik.
Hısım
akrabalar yüze bakmıyor,
Kurudu
gözeler suyu akmıyor,
Âşık
Eserî’yim sesin çıkmıyor,
Göğüs
kafesinde öttü fakirlik.
(Sevindik, 1998: 37)
Ali
İzzet Özkan’dan aldığımız aşağıdaki dörtlükte de anlıyoruz ki tüm âşıkların
duyguları ortak.
Bir
arzuhal yazsan makama versen,
Ağlasan
derdini davanı sorsan,
Ağır
hasta olsan hekime varsan, Yarene bir ilaç sürmez parasız.
Bir
zengin hasta olsa çok hekim gelir,
Avrupa’dan
yaresine em gelir.
Bir
fakirin ölüsüne kim gelir?
Hoca
bile elin vurmaz parasız.
(Özkan, 1969: 9)
âşık
verdiğimiz şiirinde taşlama yoluna girerek fakir ve zenginin hasta olduğu
durumlardaki farklarını dile getirmiştir. Özkan’dan aldığımız farklı bir
dörtlükte de içerik aynı.
Hastane
fakirlere kapanmış,
Doktor
para istiyor, derman tükenmiş.
Zenginin
yolları yunmuş, yıkanmış,
Köye
doğru giden kirli yollar var.
(Özkan, 1969. 36)
Yoksulluk
motifi halkın gerçeği olduğu için aşağıdaki dörtlüklerden de anlaşılacağı gibi
pek çok şiirde kaleme alınmıştır.
Âşık
Sefil Selimî’den verilecek örnekte fakirlikten dolayı göç etmek zorunda
kalanlar anlatılmaktadır.
Vardım
hanesine virane dönmüş,
Bir
tarafı uçmuş, bir yanı yanmış.
Kimseler
kalmamış ocağı sönmüş,
Tandırın
başında is kalmış bana.
(Günbulut; 1989: 22)
Özkan
ülkenin geçirdiği sıkıntılı zamanları ve bunun halka nasıl yansıdığını dile
getirmiştir. Türkiye’nin içine düştüğü sıkıntılar, halkın bir dönem ‘karne’ ile
yaptığı alışveriş ve yoksulluk anlatılmıştır.
Işıklar
karadı, gazlar tükendi.
Kabadayı
köy ağ ’ları utandı.
Aş
ekmek yok süslü odalar kapandı.
Hanedana
gelen mihman aç kaldı.
Bin
dokuz yüz kırk ikinin yılında
Nice
tüccar nice zengin aç kaldı.
Mal
kalmadı ireşberin elinde,
Tükendi
samanlar hayvan aç kaldı.
Dilenciler
odalardan kesildi,
Un
çuvalı seklemlere basıldı,
Düğün
bayram bir köşeye kısıldı,
Köy
ağalar, sağdıçlar, gelin aç kaldı.
(Başgöz, 1979: 64 )
Sivaslı
Kodik Süleyman olarak bilinen şair az önce verdiğimiz Ali İzzet’in şiirindeki
gibi fakir ve zengin insanın farkları- eşitsizliğine değinmiştir.
Zengin
arabasın dağdan aşırır,
Fakir
düz ovada yolun şaşırır.
Zengin
helvasın balla pişirir, Fakir ekmeğine un da bulamaz.
Zenginin
yoluna olurlar turap,
Fakir
nere varsa her işi harap,
Zenginler
giyerler kundura çorap,
Fakir
ayağına gön de bulamaz.
(Tarhan, 1975: 9)
Aynı
konuda yani fakir- zengin ayrımı başka bir âşık tarafından da kullanılmıştır.
Âşık Feryadî, özellikle fakirlerin toplumda nasıl incitildiğini, hor
görüldüğünü eleştirmiş ve bunu sert bir dille şöyle anlatmıştır.
Fakir
olanları herkes döğer,
Varıp
zenginlere boynunu eğer.
içeriye
koymaz mala göz değer,
Mal
görmedik olur gözü fakirin.
(Ayral, 1995: 28)
Âşık
İsmetî’nin vereceğimiz dörtlüğünde soğuk kış gecelerinde yokluğun ne kadar zor
ve çetin bir durum olduğunu görüyoruz.
Evimiz
uçuyor bir toprak yapı,
Katran
gibi damlar evin her çapı,
Camsız
bacamızdan üstüme tipi,
Yağa
yağa ese ese kış geldi.
Ne
ahır var ne de oda duracak,
Ne
boru ne de soba kuracak.
Yine
bana bitmez çile verecek,
Yağa
yağa ese ese kış geldi.
(Aslanoğlu, 1973: 19)
Sivaslı Ahmet Kaya ise:
Yedi
yavru büyüttüm hep açık başlı,
Ağlaşır
durmazlar gözleri yaşlı,
Ele
çuha giydirdin uğru nakışlı,
Bize
boz abayı çok gördün kader.
(Demiray, 1973: 19) sözleriyle kaderine sitemlerini
dile getirmektedir.
Hayatın
gerçeği olmuş bir olay var. İnsanların ekonomik durumları iyi iken çevresinde
dostları eksik olmaz. Nasrettin Hoca’nın ‘Ye kürküm ye’ olayı gibi.ne zaman ki
ayağı takılıp yere düşsün köstek olanlar çıkıyor elbette. Dost iyi günde belli
olur, sözünü atalarımız ne güzel söylemiş. İnsanların işleri, düzenleri,
ekonomik durumları iyi olduğunda etrafında dostları da çok olur. Ancak düşene
tekme vurmak son zamanların düşünülen genel yargısı haline geldiği için kötü
günde belli oluyor dostun hası. Böyle bir genelleme yapmak halkın tamamı için
yanlış olsa da doğruluğu kabul edilmiş bir yargı hâline gelmiştir. Âşık Tabibî,
bu konuyla ilgili olarak biraz da sert bir üslupla şu dizeleri dile
getirmiştir.
Senden
iyi insan yoktur diyenler,
Sofranda
baklava börek yiyenler.
Var
gününde paran ile doyanlar,
Yoklukta
hâlini sormadan geçer.
(Ayral, 1994: 64)
Para
her kapıyı açar, sözü bundan yüz yıl önce nasıl algılanıyordu, şimdi nasıl
algılanıyor? Zaman değiştikçe paranın önemi de artıyor. Bu dünyada parasızlık
en büyük sorun haline geldiğinden âşıklarımız da şiirlerinde bunu dile
getirmiştir.Cevherî adlı âşıktan aldığımız alttaki dörtlükte yoksulluktan
bahsediliyor.
Şu
yalan dünyaya düzen veren,
Yasa
olup ferman yazan.
Devlet düzen bozan,
Paradır beyler para..
(Ayral, 1995: 20)
Ne
gelirse fakirlikten gelir derler ya işte hastalık da yokluktan doğar sözünün en
anlamlı dörtlük bulmuş hali:
Yoksulluk başıma çok büyük zorba,
Unumuz tükendi boş durur torba.
Yeyip içtiğimiz bir yavan çorba
Doktor bana boğazına bak dedi.
(Özden, 1998: 44)
Âşık Emsali’nin şiirinden alınan bir bölümle
fakirlik motifini sonlandıralım.
Şu dar-ı dünyanın mihnetlerinde,
Her şey çektin ama hele fakirlik.
Yiğidi farıdan üç şey varımış:
Züğürtlük, yoksulluk ille fakirlik.
(Tahran, 1995: 58)
Doğadaki
yaşanan afetler de sosyal yaşamın birer parçasıdır. Genellikle köyde doğup
yetişen âşıklarımız seli yaşamış ve sonunda selin getirdiği kötü sonuçlara
şahit olmuşlardır. Hem can kaybı hem de mal kaybına neden olan sel felaketine
şiirler yazılmıştır.
Veysel
:
Bu
ne sel bizi ne pek kötü beledi,
Dümdüz
etti patatesi milleti,
Ne
çapasın vurdu ne de beledi,
Emeklerin
zay eyledi sel benim.
( Alptekin, 2004: 222
)
dörtlüğünde
toprağa ve tek gelir kaynağı olan mahsule verdiği zararı anlatırken aynı
âşığımız başka bir dörtlükte can kaybına da değinmiştir.
Gelin
yedin kızlar yedin,
Nice
ela gözler yedin,
Seksen
dokuz yüzler yedin,
Kızılırmak
seni seni.
( Alptekin, 2004: 161
)
Yukarıdaki
dörtlükten de anlaşılacağı gibi âşıkların yetiştikleri veya yaşadıkları
ortamdaki her türlü olay şiirlere girebilmiştir. Sivas’ta doğan Kızılırmak’ta
geçmiş zamanlarda büyük hasarlara yol açan sellerin meydana geldiği pek çok
hemşerimizce bilinmektedir. İşte Âşık Veysel de bu olayı yaşamış olarak bu acı
olayı dile getirmiştir.
Sivaslı
olan ve yakın dönemlerde yaşamış şairlerimiz aynı sosyal olaya karşı duyarsız
kalamamışlardır. Kızılırmak’ın nice canlar yaktığı, nice ocaklar söndürdüğü
felaket zamanında Sivaslı Âşıklardan Hulusi Pek ise:
Bugün
Kızılırmak bulanık akar,
Nice
koç yiğidin bendini yıkar,
Dizilmiş
yavrular yollara bakar.
Kader
böyle imiş çeker ağlarım
Döner
de sılama bakar giderim.
( Aslanoğlu, 1973: 12
)
diyerek bu elim durumdan sonra köyünü terk
ettiğini ( etmek zorunda kaldığını ) dile getirmiştir.
Tek
geçimi tarım ve hayvancılık olan köylünün başına gelebilecek en büyük sıkıntı
harmandan boş dönmektir. Tüm kış boyunca yiyeceği nimeti tarladan kazanan
çiftçiye en acı ve amansız darbeyi ya susuzluk ya da fazla su yani sel vuruyor.
Bu kötü olay sonunda Âşık Ali İzzet gibi bir dörtlük söylememek mümkün mü?
Ekin
biçtim harman döktüm,
Yağmur
yağdı mile gitti,
Harık
yere tohum ektim,
Yoksulluktan
sele gitti.
( Başgöz, 1979: 61 )
Ev
alma komşu al. Hayatımızın önemli sosyalliklerinden biri de komşu
ilişkileridir. Bu konu da az da olsa rastladığımız motifler var. Âşıklar
genellikle komşunun öneminden bahsetmişler.
Kâmil
Kılıçoğlu:
Teslim
edince ruhunu,
Komşu
kaynatır suyunu.
Kefenin
eni boyunu,
Biçip
de saran komşudur.
(Aslanoğlu, 1976: 2)
diye
yazmıştır. Gerçekten yakınlarımız, akrabalarımız gelinceye kadar komşularımız
her derdimize koşar.Yine aynı şairimiz;
Evinde
keder olunca,
Komşun
koşar senden önce,
Hem
üzüntü hem sevince
Yanına
varan komşundur.
(Aslanoğlu, 1976: 2) dizeleriyle önemi vurguluyor.
Bu
kadar önemli bir olgunun kentleşmeyle beraber zayıflaması ve değerini
yitirmesini ise Sivas’ta söylenen anonim bir şiirde görüyoruz.
Yılda
bir gidilmez yana gomşudan,
Garşılıh
da gelmez sana gomşudan,
Farkında değiliz konu komşudan,
Kendi başımızın derdine düştük.
(Özden, 1998: 53)
Şiirlere
bakıldığı zaman o güzel atasözümüz akla geliyor. ‘Ev alma, komşu al.’ İnsanlar
sıkıntılı veya mutlu bir olayla karşılaştıklarında uzaktaki akrabalarından önce
komşusu yetişiyor.
(Kahramanlık-
Şehitlik- Gazilik)
Sadece
Sivas’ta değil Anadolu’nun hangi köşesine bakılırsa eli kalem tutan her şairde
vatan için yazılmış şiire rastlanır. Kahramanlık, askerlik, toprak, bayrak için
yazılmış pek çok şiir inceledik. Hepsinin konusu birbirine çok yakın olduğu
için tüm âşıklardan birer motif almayı uygun gördük.
Âşık
Sefil Gülhanî:
Öz
Türk oğlu, Türk genci,
Bu
vatana bu vatana
Hem
cesur hem mert gerekir
Bu
vatana bu vatana.
(Nasrattınoğlu, 1974:
8)
derken
Türk gencinin taşıması gereken vasıfları dile getirmektedir. Âşık Veysel ise
yurt için çalışmaya, kalkınmaya verdiği önemi aşağıdaki dörtlükte
açıklamaktadır.
Vatan
sevgisini içten duyanlar,
Sıtkı
ile çalışır, benimseyerek.
Milletine
ulusuna uyanlar,
Demez
neme lazım, neyime lazım.
(Alptekin, 2004: 210)
Vatanımız
için en önemli görevlerden biri de askerliktir. Askere gitmek bir gurur
Mehmet’ler için. Yola çıkılmadan önce kınalar yakılır hem askere hem anneye. Bu
kınalı parmaklar tekrar dönüp ya sevgiliye sarılacak ya ana baba eli öpecek ya
da hiç dönemeyip o aziz mertebeye gidecek. Tarih kültürüyle yazılmış pek çok
şiirde bu vatan uğruna şehit düşenleri ve geçmişte yaşanan savaşları
görebiliyoruz.
Zaralı Halil asker mânisi gibi :
Karlı karlar karanlığın bastı mı?
Kahpe felek ayrılığın vakti mi?
Karlı dağlar ne olur ne olur,
Asker ağam gelse yarelerim ey olur.
(Acar, 1974: 6)
dörtlüğünde arkada kalan bir gelinin duygularını
ne güzel anlatmıştır.
Veysel
ise:
Her ferdin hakkı var, bizimdir vatan,
Babamız, dedemiz döktüler al kan.
Hudut boylarında can verip yatan,
Sevgi ile anarız, şehit diyerek.
(Alptekin, 2004: 154)
milletimizin şehitlere verdiği önemi, duyduğu
sevgi ve saygıyı dile getirmiştir.
Kesik
baş efsaneleri, yurdun dört bir yanında anlatılır. Kafasını koltuğunun altına
alıp hâlâ savaşan şehitlerimiz, kahramanlarımız anlatıldıkça duygular daha da
coşar.Ali İzzet Özkan’ın efsane kaynaklı bir dörtlüğünü de motiflerimiz arasına
alıyoruz.
Erzurum’un
kahraman dadaşları,
Cesetsiz
gezer harbde başları.
Şu
Aziziye tabyasının taşları,
Aklana
boyanmış niçin turnalar?
(Başgöz, 1979: 36)
Başka bir şiirinden alınan,
Şehit olmuş burada bu şah dar vakit,
Kellesi
koltukta gezmiş bir vakit.
Köse dağı secde eder her vakit,
Şahsüleyman orda üstü kar yatar.
(Özkan, 1969: 28) dörtlüğünde olaya telmih (hatırlatma)
yapmıştır.
Âşık
Sefil Selimî de halk arasında 93 Harbi diye de bilinen savaş içinde bulunan
gazilerimiz için yazdığı şiirde methiyeler düzmüştür.
Doksan üç harbinin eseri şunlar.
Ayaklı kitaplık birkaç dil anlar.
Çarpışmış cepheler fethetmiş onlar.
Yaşlı canlı tarih bay genç evladım.
(Günbulut, 1989: 44)
Savaşları,
kahramanlıkları, şehitleri, gazileri ile vatan sevgisinin âşıklar üzerindeki
etkisini incelediğimiz bu motifi yine Sefil Selimî’nin barış içerikli bir
dörtlüğüyle noktalıyoruz.
Hamile gelinler, emzikli ana,
Vatanı getirdi yepyeni cana,
Acı hatıralar geldi lisana,
Sevgiden yanayız barışçıyız biz.
(Günbulut, 1989: 96)
K. İLİM VE İRFAN
Halk
arasında ‘Okumuş insandan zarar gelmez.’ denilir. İlim irfan sahibi olan insan
kendini her toplumda belli eder ve saygı kazanır. Ümmi veya okumuş pek çok âşık
bu durumun farkında ki okumaya yazmaya önem vermiş ve şiirlerinde dile
getirmiştir.
Âşık Ali İzzet, insanlık meziyetleriyle okumanın
birbirine bağlı olduğunu:
Ölüm
bize düğün bayram yol olur,
Dostlar
ile zehir yesem bal olur,
Çok
müşküller mürşit ile hallolur,
Adam
insan olmaz irfan olmadan.
(Özkan, 1969: 13 )
dörtlüğünde
dile getirmiştir.
Halk
arasında adam olmak olarak kullanılan bir deyim vardır. Çoğu zaman bu söz
okumuş, eğitim görmüş, kendini yetiştirmiş insanlar için kullanılır.
Âşıklarımızdan Âşık Ali diye bilinen usta halkın bu düşüncelerini ve ilime
verilen önemi şöyle dile getirmektedir.
Adam
adam olmak için,
irfan
ister ilim ister,
Çok
şeyleri görmek için,
Evvel
başta bilim ister.
(Ayral,
1995: 41 )
Âşık
İsmetî, okumak ve ilim hakkında düşüncelerini kitap kelimesi üzerine
toplamıştır. Hocaların bile hocası diye adlandırdığı kitapların değerlerini ve
ilim sahibi olanların meziyetlerini anlattığı dörtlüğü aşağıda belirtiyoruz.
Hocaların
bile hocası kitap,
Okurken
kendini bilir okuyan,
ilmin
kapısı bacası kitap,
Varıp
o kapıyı çalar okuyan.
(Ayral, 1995: 40)
Eğitimin,
bilgi almanın yaşı yoktur. Vatana millete hayırlı bir vatandaş ve anaya babaya
hayırlı evlat olmak için eğitimi tamamlamak, iyi bir iş sahibi olmak
gereklidir.Bu düşünce toplumun genel yargısıdır. Âşık Veysel’ in dediği gibi:
Olmak
istiyorsan dünyada mesut,
Hakka
halka yarayacak bir iş tut.
Çalıştır
oğlunu, okut kızını,
insan
olmak için okumak gerek.
(Alptekin, 2004: 210
)
İlimle
uğraşmak hem özveri hem de sabır ister. İnsanların karşısına pek çok sorun
çıkabilir. Önemli olan çalışma hırsını kaybetmemektir. İlk emrin de ‘Oku’
olduğu düşünülerek yazılmış Dörtlüklere de rastlamaktayız. Bunların birisi de
Adem Ulutaş adlı bir âşığımıza aittir. İki farklı şiirden alınan dizeler
şunlar:
ilim
sabır işi, uğraşmak gerek,
Bu
yolda engelleri aşmak gerek.
(Ayral, 1995: 8)
İlim Hakk’a gitmek, onda kalmaktır,
ilim
elbet doğruları bulmaktır.
(Ayral, 1995: 8)
Cahil
insandan zarar gelir, okumuş olandan zarar gelmez denilir. Doğru, hayatta
olgunlaşmış, okumuş, görmüş geçirmiş insanların olaylara tepkileri bile
farklıdır. Okulların önemi kesinlikle inkar edilemez.Divriğili Ali Atlan adlı
âşık bu konuda ilmin, okulun önemini vurgularken cehaletin de zararlarından
bahsediyor.
ilimle
silinir kinler, karalar,
Gelir
cahillikten olan belelar.
Sağılır
bir anda azmış yaralar,
Dermandır
her derde gülü okulun.
(Ayral, 1995: 12)
Cehalet
insanlar için büyük tehlikedir. Cahil insan sorunlara, olaylara geniş bakamaz.
Halit Kılıç da bu konuyu işleyen âşıklarımızdan.
Kin
ile nefreti attım gönlümden,
Sevgiye
susadım sevgiye gayrı.
Cehalete
düşman kesildim tümden,
Bilgiye
susadım bilgiye gayrı.
(Ayral,
1995: 34)
Âşıklarımız
katıldıkları sohbetlere kendi aralarında meclis diyorlar. Bu kelime divân
edebiyatında sıkça rastladığımız ‘bezm’den gelmektedir. Bu meclislerde herkes
yer alamaz, gelenlerin kendilerini ispatlamış olgun insan olması şart. Sivaslı
bir diğer âşığımız Eserî, ilim irfan ve insanın kendini yetiştirmesine başka
bir açıdan bakarak muhabbet edilen meclislere cahillerin gelmesinden
bahsetmektedir.
Ehli
olmayanı meclise alma,
Bilmez
muhabbeti söz çıkar dostum.
(Sevindik, 1998: 29)
Eserî,
aynı konuda başka bir şiirinde şu dizeleri de dile getirmiştir.
Cahil
hâldan bilmez, sırrını açma,
Ehvalin
bilmeze sormayasın ha.
(Sevindik, 1998: 95)
Karşılaştığımız
bazı şiirlerde hem Türkçenin güzelliği hem de ilmin yüceliği iç içe
anlatılmaktadır. Bunlardan biri de Ethem Karagüllü’nün şiiri oldu.
Satırlarda
hece hece,
ilim
derya bilim yüce.
Öğrenek
bilinçlice,
Konuştuğun
söz güzeldir.
(Ayral,1995: 25)
İnsanlar
okumuş ve toplumda yer sahibi olanları daha çok seviyor ve saygı duyuyor.
Şiirlerin geneline bakıldığında hâkimler, öğretmenler çok övülüyor. Bu durumu
onların ilimlerine duyulan saygıdan kaynaklandığıyla açıklayabiliriz.
Gürünlü
Âşık Gülhanî’den aldığımız alttaki dörtlükte hâkim diye düşünülen Haktır,
Hakkın sözleri de ilim olarak dile getirilmiştir.
Gönül
tarlasında ilmin ekini,
Zamanı
gelmeden biçilmez imiş.
Hâkimler
hâkimi izin vermezse,
Kapanan
kapılar kapanmaz imiş.
(Ayral, 1995: 30)
Okullarımızda, eğitim yuvalarımızdaki ustaları
unutmayarak bu sosyal motifi sonlandırıyoruz.
Âşık
Tabibî:
Gözlerim
yollarda kulağım seste,
Tabibi’den
medet umuyor hasta,
Çırak
kalfa olmaz kalfa da usta,
Onların
başında hoca olmasa.
( Ayral, 1994:100 )
L.
DEĞİŞEN ZAMANA VE DEĞER
YARGILARINA DAİR
Edebiyatımızda
‘taşlama’ adı verilen türde: dönemin olumsuz olaylarına, beğenilmeyen davranış
gösteren kişilere yergiler dile getirilir. Değişen zaman ve buna bağlı olarak
ortaya çıkan bazı değer yargılarının yitirilmesine âşıklar sessiz
kalamamışlardır. Hatta garipsenen, beğenilmeyen, istenilmeyen durumlar dile
getirilerek eskiye özlem anlatılmıştır.
Sivaslı
Âşıkların motiflerine geçmeden önce yörede söylenen anonim bir dörtlüğü başta
vermeyi uygun gördük.
Bakırın
yerini naylonlar aldı,
Yemenici
örtüyü müzeye saldı.
Şal
ile şalvar talipsiz kaldı,
Sor
halimi selam ver de Sivas’ım.
(Özden, 1998: 59)
Yukarıdaki
dörtlükte giyim kuşamda meydana gelen değişiklikleri biraz da sitemli şekilde
görüyoruz.Bu başlık altında topladığımız motiflerin geneli gelenek ve
göreneklerimizdeki değişiklikleri anlatmaktadır. Âşık Veysel’den aldığımız iki
farklı şiirde de insanların -bazı kusurlarını diyelim- farklılaştıklarını anlıyoruz.
Galiba
dünyanın sonuna kaldık,
Gelin
belli değil, kız belli eğil.
Ne
nasihat duyduk, ne öğüt aldık,
Sohbet
belli değil, söz belli değil.
(Alptekin, 2004: 213)
Yukarıdaki
dörtlük incelendiğinde dünyanın sonuna kaldık sözü dinî temada kullanılmıştır.
Ayrıca son iki dizede, yaşanan bu bozukluğa rağmen kimsenin nasihat ve söz
dinlemediği belirtilerek sanki bu durumun hak edildiği savunuluyor. Veysel’in
başka bir dörtlüğünde ise:
Bin dokuz yüz altmış yedi yılında,
Çirkin sözler gezer halkın dilinde,
Ar edep kalmadı gelinde kızda,
Büyükler küçüğe gelir gelir minnete.
(Alptekin, 2004: 196)
seslenmektedir.
Musa Merdanoğlu adlı âşığımızdan aldığımız başka
bir dörtlükte de hem paranın her şeyin üstünde olduğunu hem de insanların
huylarının bozulduğunu görüyoruz.
Asır mı bozuldu insan mı azdı?
Şimdi kadir kıymet parada kaldı.
Evlat mı bozuldu babamı bozdu?
Kabahat belirsiz arada kaldı.
(Ayral, 1995: 51)
Sivaslı başka bir şair olan Kâmil Kılıçoğlu aynı
şiirinden aldığımız farklı dizelerde aynı durumdan muzdaripliğini belirtmiştir.
Eskiye benzemez yamacı düzü,
Türlü türlü giymiş gelini kızı,
Yaylada kalmamış sürünen izi,
Kaval sesi gelmez dağlar bambaşka.
Küçükler büyümüş büyükler hani,
Bir mezar taşıdır nâmı, nişanı,
Benim devrim geçti yarın zamanı,
iki dertli gönül ağlar bambaşka.
(Aslanoğlu, 1976: 21)
Şarkışlalı
Kul Ozan’ın aşağıdaki dörtlüğünde düzenin değiştiğini ve o dönemde yaşayan,
toplumdan direkt etkileyen, onların duygularını anlatan âşıkların da bu konuda
duyarsız kalmadığını görüyoruz.
Ta gönüllere dek sıralanmışız,
Kimi an azarak, boralanmışız.
Çocuk, genç, ihtiyar sıralanmışız.
Bu nasıl bir zaman olmuştur dostlar.
(Aslanoğlu, 1975: 4)
Sefil
Selimî, köy ve şehir hayatındaki bozuklukları beraber ele aldığı şiirde her iki
konuya da yine ustaca yaklaşmıştır.
Suya
maya çaldı Nasrettin Hoca,
Bu
bir darb-ı mesel getmesin güce.
Ne
kadın kadındır ne koca koca,
Birbirini
yeren zemden dolayı.
(Günbulut, 1989: 34)
Babam ergen iken, anam kız iken,
Ne diş söken vardı, ne de bel büken.
işine
koşardı yataktan çıkan,
Önünü
sis tutmuş ...hey gidi günler.
(Günbulut, 1989: 64)
Her
bir ağız olup kol kanat gersek,
Rüşvet
alıp iş yapmaktan vazgeçsek,
Zınarmamak
için sağlam söz versek,
Göz çıkartıp kaş yapmaktan vazgeçsek.
(Günbulut, 1989: 40)
Sefil
Selimi’nin motiflerinden sonra Molla Abidin’in de değindiği gibi günümüzde
insanların bir kısmı dünya malı peşinde bir kısmı zevk ve sefa içinde.
Geçmişteki güzel duygular zaman içinde değiştikçe, hayat yaşanmaz hale geliyor.
Nazar
kıldım şu alemin halkına,
Her
biri bin türlü kâre çevrilir.
Kimisi
düşmüştür dünya malına,
Kimi
zevki sefa yâre çevrilir.
(Ayral, 1995: 26)
İnsan
bu dünyada belli bir zaman diliminde yaşayıp sonra göçüp gidiyor. Yani biz
misafiriz, o bâki. Zaman, düzen değişiyor. Bu duygularla dünyanın, hayatın
değişikliğine sitem eden ve dünyayı bir insan gibi düşünen Sivaslı Âşık Bekir,
şu dörtlüğünü dile getirmiştir:
Kimisini
deryalarda yüzdürdün,
Kimisini
semalarda gezdirdin.
Kimisinin
de derisini yüzdürdün,
Sana
güvenilmez ey yalan dünya.
(Ayral, 1995:17)
Düzendeki
bozukluklara ve haksızlıklara şiirleriyle karşı çıkan ve durumu yadırgayan
âşıklarımız halkın düşüncelerini de dile getirmektedir. Özellikle insanlar
arsındaki anlaşmazlıklar, ilişkilerin önceki gibi sıcak ve iyi olmaması hemen
hemen tüm şiirlere konu olmuştur.
İşte
Veysel Cehdi Kut da bu konuyu şiirinde işleyen âşıklarımızdan birisidir. Haklı
ile haksızın ayırt edilemediği, insanların birbirinden her an şüphe ettiği,
kimsenin kimseye güvenmediği gibi temaları kullanan âşığın dörtlüğü şöyledir.
Kimseye
güven kalmadı,
Haklıyı
kimse anmadı.
Mum
bitti ocak yanmadı,
Sorarım
böyle olur mu?
(Ayral,
1995: 71)
Bazı
âşıklar bizim kendi toplumumuzdaki kötü yönde giden değişiklik ve ahlak
bozukluklarını dile getirirken bazıları ise, özellikle yurt dışına çıkanlar,
gittikleri yerlerde gördükleri yaşam tarzlarının kendilerine uymadığını fark
edip, bu duruma ayak uyduramamaktan dolayı düzen ve ahlak bozukluklarını
şiirlerine almışlardır. Sefil Selimî ve Âşık Eserî, çıktıkları gurbet ellerin
farklılıklarını en çok dile getirenlerden. Eserî’nin Almanya’da yazdığı şiirde
yaşanılan kültür çatışmasını açıkça görmekteyiz.
Geyinmiş
başına kalpak,
Göremedik
boş bir toprak,
Gezerler
sokakta çıplak,
Lemanı
zaman uymaz.
(Sevindik,
1998: 91)
Nerde
veliler, hani muhabbet?,
Zaman
aynı zaman insanı başka.
Erkana
uygunsuz yapılır sohbet,
irfan
aynı irfan lisanı başka.
(Sevindik,
1998: 107)
Yukarıdaki
dörtlükte değişen zaman ve ilerleyen teknoloji yüzünden sohbet ve insanlar
arsındaki muhabbetin azaldığını vurgulayan Eserî, günümüz âşıklarından olduğu
için bu durumu gerçekçi bir dille ifade etmiştir.
M. DİĞER MOTİFLER
Bu
bölümümüzde, âşıkların şiirlerinden aldığımız ve yukarıda yaptığımız
sınıflandırmalara girmeyen motifleri vermeyi uygun gördük. Sayıları çok
olmadığı için ayrı bir başlık açmaya gerek duymadığımız motiflerin başında
yiyecek ve içeceklerle ilgili olanlar geliyor.
Sivas’ta
âşıkların pek çoğu köylerde doğup, büyümüştür. Sonraları şehir hayatına
alışmaya başlayan âşıklarımız, şiirlerinde gerek özlem gerek alışkanlıklarından
dolayı yeme içme ile ilgili konularda hemen hemen aynı ama az olan motifleri
kullanmışlardır. Örneğin Sefil Selimî, Sivas’ın bazı köylerinde hâlâ kullanılan
bir mutfak gereci olan ‘yayık’ tan ve yoğurt, yağ yapmaktan bahsetmiştir ve
bunu şu dörtlüğünde şöyle ifade etmektedir:
Yayığa
doldurup yoğurt yayarlar,
Yaman
ilmek atar, kilim lyarlar,
Gürk
yatırır tavuk, cücük sayarlar,
Meziyetin
mertçe densin Şarkışlam.
(Günbulut, 1978: 99)
Sefil
Selimî, yukarıdaki dörtlükte pek çok motifi bir arada kullanarak hünerini bir
kez daha ortaya koymaktadır. Köylerde renk renk dokunan kilimlerden,
tavukçuluğa kadar halkın yaşam biçimini aynen yansıttığı dörtlüğü Sivas’ın
şirin ilçesi Şarkışla’ya bir güzelleme yaparak bitirmektedir.
Kış
mevsiminde köylerde genellikle yazın üretilen ve yazdan kalma saklanan,
kurutulan, konservesi yapılan yiyecekler yenilir. Bu hazırlıklar sırasında
değirmene mahsulünü götüremeyenler ‘soku’ denilen ortası oyuk taşlarda bulgur
ve yarma adı verilen kırık buğdaylar hazırlanırdı. Aşağıda verilen örnek dörtlükte
soku taşından, kışın kullanılan yakacaklardan, tezekten, bahsedilmektedir. Köy
ekmeklerinin çeşitleri ve tatlarını da dile getiren Sefil Selimî, Şarkışla’yı
başka motifler ekleyerek de övmüştür.
Sokuda
döverler bulgur ve yarma,
Başlıca
yakacak kok ile kemre,
Bazlama
ekmeği, lezzetli sorma,
Garipseyen
seni ansın Şarkışlam.
(Günbulut,
1978: 99)
Yemlik,
madımak, kuzukulağı, ebegümeci, tere gibi adını sayamadığımız birçok bitki
Anadolu’da özellikle Sivas’ta sofraların vazgeçilmesidir. Bahar aylarında
toprak kokusunu içine çekerek, yaylalarda taze ot arayan arayan analarımız,
böylece yemeklere lezzet katarlar. Bu lezzet hele tandırda pişen bir yemekle
birleşince o gün evde bayram edilir. Selimî’nin, bahsettiğimiz durumlarla
ilgili şu dörtlüğünü de alıyoruz.
Nane
otu kokar bulgur aşında,
Çömeliriz
ocak tandır başında,
Vardır
bir başkalık gökte kuşunda, Üsbekes inandım sensin Şarkışlam.
(Günbulut, 1978:99)
Başka
bir Sivaslı Âşık Ahmet Kaya az da olsa rastladığımız yiyeceklerle ilgili
motifini:
Ne
gün gördüm şu dünyanın gününden,
Geçemedim
yavrularım şanından,
Bir
çörek yapmışlar bulgur unundan,
Onu
boğazıma durdurdun kader.
(Aslanoğlu, 1973: 19)
derken
anaların, kızların gelinlerin ellerinden çıkan bin bir türlü hamur işnden biri
olan çörekten bahsetmektedir. Tarım ve hayvancılığın birinci derecede geçim
kaynağı olan Sivas’ta en değer verilen maddî kültür unsurları da şiire
girmiştir. Elekten un eleme, tandır yakma, tandırın taşının is tutması, soku
taşı gibi çok motif vardır. Elek kelimesi hem gerçek anlamda hem de mecaz
anlamda kullanılabilir. Aşağıda verdiğimiz Âşık Veysel şiirinde muhtemelen
kendi gönlüne seslenerek bu kelimeyi kullanmıştır.
ince
elekten elenirsin,
Diyar
diyar dolanırsın.
Akar
çağlar bulanırsın,
Hiçbir
zaman durulman mı?
(Alptekin, 2004: 157)
Sıcak
yaz günlerinde tarlalarda çalışanların imdadına toprak testilerden dökülen buz
gibi ayran ve yanındaki katığıdır. Tarlada, bahçede hele insan aç iken gözü bir
şey görmez, yani temizlik pek de aranmaz. Bu durum halk arasında ‘ayrana sinek
düştü’ şeklinde espri konusu bile olmuştur. İsmetî de bu olayı şöyle dile
getirmektedir:
Şu
dünyanın n’eyleyeydim seyranın,
Gönül
senin burada neydi hayranın?
Hayır
için elden ele ayranın,
Sineğini
döke döke içerim.
(Aslanoğlu, 1973: 19)
Sözlü
edebiyatımızın ve kültürümüzün değiştirilemeyen atasözü ve deyimleri de
şiirlerde birkaç âşık tarafından kullanılmıştır. Özellikle Sefil Selimî’nin
‘Derbeder’ ve ‘Ne Güzel Demiş’ şiirleri deyimlerle süslenmiştir.
Elden
gelen öğün olmaz,
Mazlum
ahı yerde kalmaz,
Dibi
delik testi olmaz,
Diyenler
ne güzel demiş.
(Günbulut, 1978: 65)
dörtlüğünde
ilk üç mısra genel kural ve öğüt anlamı taşıyan cümleler kullanılmıştır. Şiirin
aynı zamanda bir mesajı da ver diyebiliriz. Aynı şiirden alınan diğer bir
dörtlükte ise Selimî, bir nevi Nasrettin Hoca’nın ‘Ye ürküm ye’ fıkrasına da
atıfta bulunmaktadır. İlk mısrada ise günümüzde de söylene bir sözle- Yemek
geldi giriş, iş geldi sıvış- aynı anlamda cümleler kullanılmıştır.
Aşa
yanaş, dövüşten kaç,
Kürk
giyinip üst başa geç.
Gözünü
yum, avcunu aç,
Diyenler
ne güzel demiş.
(Günbulut, 1978: 65)
Ayrıca
her ne kadar içerisinde söylenmek istenmeyen kelime bulunsa da bir atasözü
kullanan dörtlüğü de bu motifler arasında vermeyi uygun gördük.
Lem cüm etme içte ağrım sızım çok,
Yama yapacağım bir imkânım yok.
Kılavuzun karga ağzın burnun ...
Pislik kokar, için dışın derbeder.
(Günbulut, 1978: 65)
Âşık
Tabibî ise atasözlerinin öneminden, genel kural niteliği taşımasından, büyük
sözü dinlemenin öneminden bahsederek şu dörtlüğü dile getirmiştir:
Ata
nasihatin dinlemeyenler,
Mutlaka sonunda pişman olurmuş.
Çarkın bir tersine dönmeyiversin,
En yakın dostların düşman olurmuş.
(Ayral, 1994: 54)
şiirin
son iki dizesinde âşık aslında ‘İyi dost kara günde belli olur.’ Atasözünü de
açıklamış oluyor. İnsanlar doğduğunda da yalnızdır, öldüklerinde de... Bu
nedenle halk arasında söylenen ‘Damdan dama ışık düşmez’ sözünün anlamı gibi
her kesin kazancı kendinedir, herkes kendi kazancını yer. Bu gerçeği ‘Sağ gözün
sol göze faydası ’olmaz sözü de desteklemektedir. Aşağıya aldığımız Boran Yusuf
adlı âşığın dizelerinde sık kullanılan sözü görmekteyiz.
Benim derdim çoktur kimseler bilmez,
Sağ gözün sol göze faydası olmaz.
(Ayral, 1995: 18)
Âşıkların
bir kısmı kendilerinden önce yaşayan, kendilerine üstat kabul ettikleri ya da
çağdaşı âşıkları da şiirlerinde zikretmişler ve onlardan övgü ile
bahsetmişlerdir. Sefil Selimî’nin iki dörtlüğünde Yunus Emre sevgisi açıkça
görülmektedir.
O
bir Yunus Emre bugün ve yarın,
Ben
Sefil Selimî o benden narin,
O
aslı, o Kerem, o Ferhat Şirin,
Varlığını
söyler ar duyanlara.
(Günbulut, 1978: 79)
dörtlüğünde
halk hikâyelerimizin baş kahramanları olan Aslı, Kerem, Ferhat ve Şirin’den de
bahseden âşık ayrıca,
Şöyle
garip bencileyin,
Diyen
Yunus denilen ben,
Reva
görüp inceleyin,
ince
derde yenilen ben.
(Günbulut, 1978: 25)
derken
kendisiyle Yunus Emre’yi özdeşleştirip Yunus Emre gibi çok hassas ve duygulu
olduğunu buna bağlı olarak da ince hastalığa yakalandığını dile
getirmektedir.Âşık Sefil Selimî, Âşık Seyranî için de yazdığı şiirde Eyüp
Peygamber’i de anmıştır.
Eyyub’un
derdinde yarasında o,
Saçının
ağında karasında o,
SefilSelimî’ninyöresinde
o,
Seyranî
yektedir yel Seyranî’de.
(Günbulut, 1978: 23)
Sefil
Gülhanî de başka bir âşık için güzelleme yazanlardandır. Giriş kısmında
Sivas’ın âşıklar diyarı olarak bilinmesinin ve Âşık Veysel için yazdıklarının
özünü şu dörtlüğünde dile getirmektedir.
Bahar
gelir bülbülleri ötüşür,
Ozanlar
mecliste durmaz atışır.
Âşıklar
Sivas’ta doğar yetişir,
VeyselŞatıroğlu
biri Sivas’ın.
(Aslanoğlu, 1974: 9)
Âşık
Gülhanî gibi pek çok kişi büyük usta Veysel’e güzellemeler yazmıştır. Eserî de
bunlardan biri.
Sazıyla
sözüyle insanlık diyen,
Senin
benim gibi dertleri giyen,
Ekmekle
soğanı beraber yiyen,
Hoşgörü
Veysel’e ergili dostlar.
(Sevindik, 1998: 73)
Âşıklar
gerek yaptıkları atışmalarda gerek birbirlerine cevap olarak verdikleri
nazirelerde övgüyle bahsederler kaşısındakilerden. İşte Sivaslı Âşık Kelamî’nin
Eserî için yazdığı şiirden bir dörtlük:
Kelamî’yem
düşman kuyumuz kazar,
Dost
olan dostunun hâlinden sezer,
Muhabbet
eyleyip açtık bir Pazar,
Nazlarında
mânâ gördüm Eserî.
(Sevindik, 1998: 65)
Halk
hekimliği halk hekimliği halk arasında çok yaygındır. Bitkilerden yapılan
ilaçlar, bulunmaya çalışılan devalar hâlâ toplumda yerini koruyor. Vücutta
oluşan kırık ve incinmeler önceleri doktora gidilmeden bu işi anlayanlarca
tedavi edilirmiş. Sivas’ta böyle kimselere ‘sınıkçı’ denilir. Selimî’den alınan
şu dörtlükte bu motife rastlamaktayız.
Köyümüzde
ne var diye sorsan,
Yergisiz,
gaygıs ız, üzgün çok fazla
Sınıkçıklık
öğren kırık sararsan,
Döğüşten,
çekişten ezgin çok fazla.
(Günbulut, 1978: 45)
Dinin
etkisiyle de kıyafette çeşitli isimler alan başörtüleri vardır. Yemeni, hindi,
yazma adlarıyla da bilinen başörtünün adları gibi örtme şekilleri de
çeşitlidir. Halaylık, yaşmak, çene altından bağlamak gibi... Yine Âşık Sefil
Selimî’den aldığımız dörtlükte yazma ve kenarının süsü oyalardan
bahsedilmektedir.
Yere
atma tepelenir ezilir,
Kıymeti
zay olur rengi bozulur,
Bir
yazmaya bir oyaya dizilir.
Kul
yanmasın Sefil Selimî yansın.
(Günbulut, 1978: 54)
Evlerde,
odalarda yerlere duvardan duvara serilen, genç kızların umutlarını, aşklarını,
duygularını taşıyan, renk renk, motif motif oln kilimler, cecimler, halılar
vardır. Sivas ağzında bunlara sergi yada çul da denilir. Sefil Selimî’nin ünlü
‘Kul Yanmasın’ şiirinde rastladık bu motife.
Halıya
kilime nakış vurulur,
Dokuyanlar
emek verir yorulur.
Gün
gelir ki yar altına serilir,
Çul
yanmasın Sefil Selimî yansın.
(Günbulut, 1978: 32)
Âşık
Kul Gazi’nin aşağıda vereceğimiz dörtlüğü birkaç sosyal motifi bir arada
barındırmaktadır. İlki: geçmiş zamanlarda insanların doğum tarihleri tam olarak
günü gününe kayıt yapılamadığından köy yerinde doğanların doğum tarihleri ya
01.01. ... ya da köyde yapılan işlerden tahmin edilerek söylenirdi.
Kul
Gazi kendisinin mart ayında doğduğunu ve bu ayın dert ayı olduğunu dile
getirirken muhtemelen Sivas’ta havaların soğuk olduğunu da vurguluyor. İkinci
motif ise; halk arasında sıcaktan zarar gelmez, denilir. Bu nedenle yeni doğan
bebekler ve doğum yapmış kadınlar sıcak tutulmalıdır. Tıpta da yeri olan bu
inanç önceleri ‘höllük’ adı verilen sıcak ince kumlarla uygulanırdı.
Kundağın
altına serilen, çok da sıcak olmayacak şekilde hazırlanan ince kumlar ya da
varsa killer, çocuğu sıcak tutup çocuğun üşütmemesini sağlar. İşte Kul Gazi’nin
aşağıdaki dörtlüğü bu motifleri barındırmaktadır.
Köyüm
Tuzla güzel yurtta,
Bin
dokuz yüz otuz dörtte,
Dert
ayıdır doğdum martta,
Höllük
oldu önüm ardım.
(Kurt, 2004: 235)
‘Höllük’
kelimesiyle bağlantılı olarak Veysel’in dörtlüğünü hemen vermek yerinde
olacaktır. Şiirin bütününde türkü söylemenin beşikte başladığını dile getiren
Âşık Veysel, beşiklerde, beleklerde sözüyle motifimize kaynaklık etmektedir.
Su
başında sulaklarda,
Türk’ün
sesi kulaklarda,
Beşiklerde
beleklerde,
Türküz
türkü çağırırız.
(Alptekin, 2004: 186)
Farklı
âşıkların şiirlerinden derlediğimiz ancak sayıları çok olmayan, ana başlıklar
altında değerlendiremediğimiz motifleri bir arada bu bölümde verdik.
II.
ŞİİRLERİNDEN MOTİF ALINAN ÂŞIKLARIN KISA HAYAT
HİKÂYELERİ
Sivas’ta
Cumhuriyet döneminde yaşamış birçok âşık bulunmaktadır. Tezin başlangıç
kısmında verdiğimiz konuların birçoğunu şiirlerinde bulabildiğimiz ya da sadece
birkaç şiirinde sosyal motife rastladığımız âşıklar oldu. Hâlâ yaşamını
sürdüren veya yakın tarihlerde vefat etmiş olanların hayat hikâyelerini
araştırırken zorluk çekmedik. Ancak Sivas’ın köylerinde yaşayan ve köyünden pek
çıkmamış, şiirleri herhangi bir dergi ya da kitapta yayımlanmamış âşıkların
hayatları hakkında fazla bilgi edinemedik. Halk edebiyatında başarılı
çalışmaları olan edebiyatçı derlemecilerin kaynaklarına da başvurarak adı belki
çok az duyulan âşıkların hayat hikâyelerini veriyoruz.
Aşağıda
verdiğimiz başlıklar âşıkların soyadlarına göre dizilmiştir. Günümüz
âşıklarının hem ad-soyad hem de mahlasları kolaylıkla bulunabildi ancak
Cumhuriyetin ilanından önce doğan ve geçmiş zamanlarda vefat eden bazı
âşıkların sadece mahlaslarına ulaşabildik. Böyle âşıkların hayat hikâyelerini
verirken mahlasların baş harfine göre sıralama yaptık. Bizden sonra bu konuda
araştırma yapmak isteyenlere de elimizden geldiğince kaynaklık etmeyi
amaçladık.
1950’de
şimdi Sivas’ın bir mahallesi olan Çayboyu köyünde doğmuştur. İlkokulu köyünde,
ortaokulu Sivas’ta okumuştur.Saz çalıp irticalen şiir söyleyebilmektedir.
Sivas’ın pekçok âşığı gibi o da rüyada bade içmiştir ve gördüğü kıza aşık olup
hep onun için yazmıştır. Gülşadî’nin ustası yoktur ancak o oğulları Servet,
Bülent ve Erkani (Yavuz) ile Mahir Güler (Kulfanî)’in ustasıdır.
Âşık
Gülşadî Sivas’ın yerel televizyon kanalı SRT’de ‘Âşıklar Gecesi ’adlı bir
programın sunuculuğunu yaparak, kültürün yayılmasına katkıda bulunmuştur.
Şiirlerinin konuları genellikle gurbet, aşk ve az da olsa dinîdir. Aşağıda
verdiğimiz şiirinden iki mırsa bunu destekler niteliktedir.
Rızasız
lokmayı el atıp bölmek,
İlahî
divanda suç dikkat eyle.
Faydalanılan
Kaynak:
•
SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler ve Duygular,
Dilek Matbaası, Sivas.
1931
yılında Sivas’ta edebiyat öğretmeni olarak görev yapan aynı zamanda şair olan
Ahmet Kutsi Tecer’in gayretleriyle ve Halk Şairlerini Korumu Derneği’nin
öncülüğünde düzenlenen ‘Halk Şairleri Bayramı’na’ katıldığı için
tanıyabildiğimiz Ali hakkında kaynaklarda başka bilgi yoktur.
1931
yılının Ekim ayında düzenlenen bu ilk bayramdan otuz üç yıl sonra Sivas’ta
düzenlenen ikinci bayrama katılmamıştır. Bu bilgiyi bayramla aynı adı taşıyan
İbrahim Aslanoğlu’nun ‘Sivas Halk Şairleri Bayramı’ kitabından öğrenmekteyiz.
Çünkü Aslanoğlu, kitabında bayrama katılanları ve o günkü durumlarını
anlatmaktadır. Ayrıca Aslanoğlu, bayrama katılanların bir bölümünün âşık
olmayıp, sazcı ve hikâyeci olduğunu belirtmektedir. Eldeki şiirlerine
bakıldığında gurbet ve sevgi üzerine yazdığı anlaşılmaktadır.
Faydalanılan
Kaynak:
• SAKAOĞLU,
Saim - Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
1874’te
Şarkışla’nın Kayalıyokuş Mahallesinde doğmuştur. Ünlü Âşık Serdarî’nin üçüncü
kızıdır. Babasının sol kolunun dirsekten aşağısının kesilmesi sebebiyle ailenin
yaşadığı maddî ve manevî sıkıntılarını Ayşe de yaşamıştır. Ekonomik
sıkıntılardan dolayı okula gidememiş ve okuma yazma öğrenmemiştir. Şeyh Ahmet
(Şeyh Ağa) adlı bir kendinden büyük biriyle evlendirilmiştir. Üçü erkek, ikisi
kız olmak üzere beş çocuk sahibidir. Ayşa Berk 1953 yılında zatürreeden vefat
etmiştir.
Hayatı
çocukluğundan beri sıkıntılar içinde geçtiği için şiirlerinde bu durum açıkça
görülmektedir. Ulaşabildiğimiz şiirlerinde mahlasa rastlanılmadı. Hakkındaki
ilk bilgileri İbrahim Aslanoğlu’nun hazırladığı ‘Söz Mülkünün Sultanları’ adlı
eserde görmekteyiz.
Faydalanılan
Kaynak:
• SAKAOĞLU,
Saim - Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
VAHAP BOZKURT /
SUZANÎ
1885’te
Sivas Kangal’ın eski adı Mamaş, yeni adıyla Soğukpınar köyünde doğmuştur.
Ustası Âşık Süleyman’dır. Âşıklık geleneğinin en yaygın motifi olan bir usta
yanında yetişme, Sivas’ın pek çok âşığında görülmektedir. İşte Âşık Suzanî de
ustası Süleyman’dan hem saz çalmayı hem âşıklığın usul ve törelerini
öğrenmiştir.
Ahmet
Kutsi Tecer’in düzenlediği Sivas Halk Şairleri Bayramı’na katılmıştır. Suzanî
hakkında kaynaklarda çok fazla bilgiye rastlanılmamaktadır ancak şiirleri
incelendiğinde aşk, ayrılık ve ölüm konularında yazmıştır denilebilir.
Evli
ve dört çocuk babası olan Suzanî’nin ölüm yılı bilinmemektedir. İbrahim
Aslanoğlu tarafından şiirlerinin bir kısmı Sivas Folkloru Dergisi’nde
yayımlanmıştır.
Faydalanılan
Kaynak:
• ASLANOĞLU,
İbrahim (1979), “Halk Pınarından Damlalar: Suzanî”, Sivas Folkloru,
6 (74), Nisan, 21-22.
AHMET TURAN BÜLBÜL / ÂŞIK
ESERÎ
1954
yılında Yıldızeli’nin Nevruz Yaylası köyünde doğmuştur. Havva Hatun ve Ethem
Bey’in son çocuğudur. Altı yaşında Sivas’a taşınmışlar, Ahmet Turan ilk ve
ortaokulu bitirdikten sonra Sivas Erkek Lisesi’ne kayıt olmuş ancak iki yıl
sonra konulu bırakmak zorunda kalmıştır. 1973’te eşi Serpil Hanım ile
evlenmiştir ve dört erkeke çocuğu vardır. Eserî, baba mesleği olan çiftçilikle
uğraşmaktadır. Son yıllarda yaz aylarında Almanya’ya giderek sanatını icra
etmektedir.
1973’te
tarlada uyurken rüya görmüş ve bütün türkülerinde aradığı ‘Suna’sını görmüş,
rüyadan sonra irticalen şiir söylemeye başlamıştır. Yakın arkadaşı Erdemcan çok
şiir yazdığı için ona Eserî mahlasını vermiştir. Çok güzel saz çalan âşık hem
kendi şiirlerini hem de ustamalı şiirleri çalıp söyler. Türkiye’de ve
yurtdışında pek çok festival, şenliğe katılmaktadır. Şiirlerinde hemen hemen
tüm konuları işleyen Eserî’nin şiirleri İmren Sevindik ve tarafımdan 1998 ve
2002 yıllarında derlenerek yayımlanmıştır. Ayrıca Eserî’nin kendinin ‘Yayla
Yolunda’ ve Erdemcan ile okuduğu iki kaseti vardır.
Faydalanılan
Kaynak:
•
SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler ve Duygular,
Dilek Matbaası, Sivas.
•
SEVİNDİK,
İmren (1998), Yayla Yolunda Âşık Eseri, Dilek Matbaası,
Sivas.
Talibî
Çoşkun, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Tonus (Altınyayla) köyünde doğmuştur.
Kendi dediğine göre doğum tarihi 1898, nüfus kaydına göre 1904’tür. Asıl adı
Hacı Bektaş’tır. Babası Karbağdatoğlu Mustafa I. Dünya Savaşı’nda ölmüştür.On
beş yaşında dayısının kızı Keklik Emine’ye tutulmuştur. Kız da âşığı
sevmektedir fakat babası Emine’yi zengin biriyle evlendirir. Talibî hem bu
ayrılığa hem de annesinin ölümüne çok üzülmüştür. İzmir, Konya, Sivas’ta
askerlik görevini tamamlayan coşkun bir müddet Kayseri’de yaşamıştır. 1932’de
Ahmet Kutsi Tecer’in Sivas’ta düzenlediği şairler bayramına katılarak Atatürk
için okuduğu şiiriyle kendini tanıtmıştır. Şiir ve destanlarını yayımlatmış vakit
buldukça da Ankara radyosunun halk müziği yayınlarında görev almıştır. Gezmeyi
seven ve oralarda şiirlerini okuyan Talibî, Adana’dan İstanbul’ kadar on iki
şehir dolaşmıştır. 12 Mart 1976’da Ankara’da vefat etmiştir.
Talibî
şiirlerinde yalnız yaşantı ve duygularını değil, bazı doğal yıkımları,
toplumsal gerçekleri ve siyasal olayları da dile getirmiştir. Aşk ve gurbet
şiirlerinin yanında eleştiri yönü ağır basan şiirleri de vardır. Âşık soyut
konulara pek girmemiştir.
Eserlerinden
Birkaçı:
•
Talibî’den
Seçilmiş Şiirler (1933)
Faydalanılan Kaynaklar:
•
YALÇIN, Sırrı
(1935), Halk Şairi Talibî Coşkun’un Hayatı ve Şiirleri,
Ankara.
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s.
•
KALKAN, Emir
(1991), XX..Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi,Ankara,
Kültür bakanlığı Yayınları, 563 s.
MAHMUT
DANIŞMANOĞLU / NEDİMÎ
1904’te
Şarkışla’nın Mutibey köyünde doğmuştur. Babası Hacı Hasan Efendiler’in Mustafa,
annesi Fatma’dır. Âşıkların çok sevdiği ve onunla diyar diyar gezip türküler
söylediği Deliktaşlı Ruhsati’yi Mahmut Danışmanoğlu da çok sever ve örnek
alırdı. Askerliğini Sivas’ta yapmıştır. İki kez evlenmiştir.
Kaynaklarda
mahlasının Ruhsatî tarafından verildiği yazsa da bu bilginin kesinliği yoktur.
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde belki yaşadığı dönemden belki de gereken önemin
verilmemesinden adını çok duyuramamış pek çok âşık vardır. Halk Edebiyatı’na
bağlılığı ve düşkünlüğüyle tanınan İbrahim Aslanoğlu, Sivas Folkloru
Dergisi’nde ‘Bilinmeyen Halk Şairleri ve Halk Pınarından Damlalar’ başlıklı
bölümde Âşık Nedimî gibi hakkında fazla bilgimiz olmayan sanatkârları bizlere
tanıtmıştır.
Faydalanılan
Kaynak:
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1973), “Halk Pınarından Damlalar: Nedimî”, Sivas Folkloru,
1 (10), Kasım, 16-20.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler,
Dilek Matbaası, Sivas.
1942’de
Küçüktuzhisar (Küçüktuzasar) köyünde doğmuştur. Bazı kaynaklarda bu köyün
Kayseri Bünyan’a bağlı olduğu da belirtilmektedir. Ailesinin ekonomik durumu
sebebiyle okula gidememiştir. Kendi kendine okuma yazma öğrenip ilkokul
diploması almıştır. Üç yıl Kuran kursuna devam etmiş ve köy imamından din eğitimi
almıştır. Bunun sonucu olarak on yedi yaşından itibaren köyünde iki yıl imamlık
yapmıştır. 1961 yılında Güllü Hanım’la evlenmiştir. İlk üçü yaşamayan dokuz
çocuğu olan âşık, imamlıktan sonra çobanlık, çiftçilik, garsonluk ve fabrika
işçiliği gibi değişik işler yaparak geçimini sağlamıştır. Hâlen Kayseri’de
‘T.C. Kültür Bakanlığı Halk Âşıkları Toplantı ve Gösteri Yeri’nde âşıklık
geleneğini icra etmektedir.
On
dokuz yaşında dağda koyun otlatırken uykuya dalar ve rüya görür, bu rüyada dili
çözülür, irticalen şiir söylemeye başlar. Saz çalmasını kendi kendine öğrenen
âşık ilk olarak Eroğlu mahlasını daha sonra rüyasında söylenen Meydanî
mahlasını kullanır. Üç ay kadar Âşık Veysel ile gezerek âşıklığını
ilerletmiştir. Kendisi Veysel’den etkilenmiş, genç âşıklar ise başta oğlu
Meydanî’den etkilenmiştir. İlk ödülünü Konya Âşıklar Bayramı’nda almıştır.
Faydalanılan
Kaynak:
• SAKAOĞLU,
Saim - Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
FERYADÎ, DELİ DERVİŞ,
KUL YUSUF
Halk
arasında Feryadî’nin asıl adı Kul Yusuf, ‘Deli Derviş, Dolu Derviş, Derviş Ağa’
diye de geçer. Asıl adı Mehmet’tir, XIX.yüzyılın Alevî şairlerindendir. 1824’te
Zara’nın Zoğallı köyünde doğduğu bilinmektedir. Yaşamına ilişkin bilgiler
sınırlıdır. Feryadî’nin annesinin adı Gülizar, babasının adı ise Yusuf’tur ve
babası Divriği’nin Kanut köyündendir. Geçim sıkıntısından dolayı Zara’nın
Zoğallı köyünden toprak alıp , oraya yerleşerek çiftçilikle uğraşmıştır.
Feryadî,
yirmi yaşında Döndü adlı kızla evlenmiş, yirmi dördünde pir elinden bade
içmiştir. Çok güzel saz çalan âşık, sazının adını ‘Sarı Tuna’ koymuştur.
Ruhsatî’ye saz dersi veren Feryadî’nin önceki mahlası Kul Yusuf’tur. Sarı
Saltıklılardan sayılan bir bir dede olan âşık, iyice yaşlanınca büyük oğlu
Ahmet Kangal’ın köyüne, Mamaş’a, gitmiş ve 1904’te vefat etmiştir. Âşık,
şiirlerinden de anlaşıldığı gibi Alevî-Bektaşî inancına sahiptir.
‘Şu benim sevdiğim Muhammet Ali,
Canım kurban olsun senin yoluna.
Sıdk ile çağırdım Bektaş-ı Veli,
Bir nazar eyle gel edna kuluna. ’
•
ERGUN,
Sadettin Nüzhet (1956), Bektaşî-Alevî Şairleri ve Nefesleri.
, Ankara.
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s.
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1974), Halk Pınarından Damlalar:“Deli Derviş Feryadî’nin İki Ağıt”, Sivas
Folkloru, 2 (23), Aralık, 10-11.
FİRKATÎ
Asıl
adı Ali’dir. Sivas’ın ilçesi Şarkışla’da doğmuştur. Doğum tarihi tam olarak
bilinmeyen âşık hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz. 20. yüzyıl başlarında
öldüğü söylenir. Yaşadığı yüzyıla ve şiirlerine bakıldığında dilinin incelenen
diğer âşıklara göre biraz daha ağır olduğu görülmektedir.
Şiirlerinden
anladığımız kadarıyla küçük yaşta evlenmiştir. Sevgiliye dair konuları sıkça
işlemiştir. Ayrıca çiftçilik yaparak geçimini sağladığını da söyleyebiliriz.
Faydalanılan Kaynak:
• ASLANOĞLU,
İbrahim (1973),” Bir Demette Beş Çiçek: Hulusi Pek, Meslekî, Feryadî, Firkatî”,
Sivas Folkloru, 1(6), Temmuz, 12-13.
AHMET GÜNBULUT / ÂŞIK
SEFİL SELİMÎ
26
Ağustos 1933’de Şarkışla’da doğdu. Anne adı Sıdıka, baba adı Ali’dir. Fakir bir
ailenin çocuğu idi. İlkokul yıllarında önlük alacak paraları olmadığı için
entareyle gitti geldi. İlkokulu altı senede bitirdi.
Babası
Ahmet’i okutmadı. İlkokuldan sonra şiire merak saldı. Derken başında kavak yelleri
esmeye başladı. Ümmü Gülsüm adında bir kıza tutuldu.
Maddi
imkansızlıktan dolayı Ümmü Gülsüm’ü kaçırdı. Evliliği Ahmet’in babasında
kalarak geçti. Bir kızı oldu. Ümmü Gülsüm amansız bir derde düştü. Bir gece bu
acıyla çok çaldı söyledi ve uyuyakaldı. Rüyasında mahlası verildi. 1966’da
Konya Âşıklar Bayramı’na katıldı. Hollanda’ya gitti. Çoluk çocuk özlemi ağır
bastı. O dönemlerde çok gurbet şiiri yazdı. Türkiye’ye 1972’de döndü. Sivas’ta
ticarete başladı. Bir kese kâğıdı atölyesi kurdu daha sonra işini kurukahveciliğe
çevirdi. Durumu gayet iyiydi.
Sefil
Selimî aşk, dostluk, ayrılık, yurt özlemi ve sevgisi gibi temaları, Anadolu
insanının yoksulluklarını alaycı bir anlatımla ve Şarkışla’nın güzelliklerini
sevgiyle anlatmıştır. Âşık Sefil Selimî’nin çok elim bir ölümü oldu. Günbulut
evindeki sobadan zehirlenerek 31 Aralık 2003’te hayata gözlerini yummuştur.
Kitapları:
Sefil
Selimî’nin şiirleri Sivas Folkloru ve Türk Folkloru dergilerinde
yayımlanmıştır.
Faydalanılan Kaynaklar:
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400.
•
GÜNBULUT,
Ahmet (1989), Kul Yanmasın, Ankara, Yorum Matbaası, 80.
•
GÜNBULUT,
Ahmet (1978), Yalınkat, Sivas, Emek Matbaası.
HALİL İNCE / ZARALI
HALİL
1917’de
Zara’da dünyaya gelmiştir.Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Zaralı Halil
hayatını erken bir döneminde sıkıntı ve çile çekmiştir. Bu durum onun ilerde
dertli dertli şiirler söylemesine ve bu şiirleri sazıyla birleştirmesine vesile
olmuştur. Bir dönem akrabalarının yanında kalan Halil,küçük yaşta Yetiştirme
Yurdu’na verilmiştir. Yurtta yaklaşık on yıl kalan Halil 14 yaşında yurttan
ayrılmıştır. Bağlama çalmasını da öğrenen Halil askerden döndükten sonra dernek
ve toplantılarda şiirlerini söylemiştir. Plağı olan ve konserler veren Halil’i
geçim sıkıntısı yıpratmıştır. 1964’te kalp hastalığından vefat etmiştir.
Şiirlerinin
genelinde hayatına bağlı olarak anne, baba özlemi, yurt sevgisi, ölüm gibi
konular hakimdir. Şiirlerinin bir kısmı hâlâ radyo ve televizyonlarda Türk halk
müziği sanatçıları tarafından söylenmektedir.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
ACAR, İsmail
Hakkı (1974), “Halk Ses Sanatçılarımızdan: Zaralı Halil”, Sivas Folkloru,
2 (21), Ekim, 6-7.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Aşıklarda Evrensel Öğütler, Dilek
Matbaası, Sivas.
MEHMET KARGI / GÜRÜNLÜ
ÂŞIK GÜLHANİ
Sivas’ın
Gürün ilçesi Şeref (Ayvalı) köyünde 1940 yılında doğmuştur. Asıl adı Mehmet,
soyadı Kargı olan Sefil Gülhanî’nin babası Şeref Köyü büyüklerinden Velioğlu
Halil, annesi ise aynı köyden Mehmet efendi’nin kızı Emine Hanım’dır. İlkokulu
köyünde, ortaokulu Gürün’de tamamlayan Gülhanî Emniyet teşkilatına girerek
devlet memuru olarak hayatını devam etmiştir.
Darende’nin
Sofular Köyü’nden Mevlüt Efendi’nin kızı Fadime Hanım ile evlenmiştir. Beş çocuğu
vardır.
Her
âşığın âşıklığa adım atma hikâyesi farklıdır. Kimileri rüyada bade içer,
kimileri bir kere görüp başka hiçbir yerde rastlayamadığı sevgilisini ararken
kendini bu hayat içinde bulur. Gülhanî, âşıklık hayatı ile ilgili bir soruyu
şöyle cevaplamıştır:
‘Küçük
yaşımdan beri şiire ve âşıklara karşı bir sevgi duymaktayım. Bu sevgi zamanla
içimi yakan bir köz oldu. Esasen dış görünüşüm itibariyle sakin, içine kapanık
bir halim vardır. Ama içimde esen aşk rüzgârının koparmış olduğu dalganın
büyüklüğünü ben bilirim. Gün geldi, gönül bendine sığmaz oldu. Köy köy gezerek,
yaşadığı çevrede ismini dışarıya duyurmuş ozanlar ile tanıştım.’
Gülhanî
ortaokul sıralarında şiir yazma başlamıştır. Manevî yönden Kangallı Âşık
Emsalî’ye bağlanmış ve onu kendine usta seçmiştir. Gülhanî, Türkiye’nin pek çok
ilinde düzenlenmekte olan bayramlar ve festivallere katılmıştır. (Konya Âşıklar
Bayramı, II. İstanbul festivali gibi...
Gülhanî
şiirlerinde genellikle vatan, millet ve din sevgisini işlemiştir. Milletini
seven her insan gibi, içinde yaşadığı toplumun dertlerini, acılarını,
sevinçlerini en iyi şekilde bilmiş ve bu duyguların ilhamıyla şiirlerini
yazmıştır.
Âşık,
şiir yazmakla beraber saz da çalabilmektedir. Gülhanî, hem iyi bir âşık hem de
iyi bir halk edebiyatı takipçisi olmuştur. Şiirleri çeşitli dergi ve
gazetelerde yayımlanmıştır.
Gülhanî’nin
‘Perişan Hallerim’, ‘Birlik Olunca’ ve ‘Gönül Ağlayınca’ adlı şiir kitapları
bulunmaktadır.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1975), “Âşık Sefil Gülhanî”, Sivas Folkloru, 3
(28), Mayıs, 7 s.
•
KAKLANOĞLU,
Mehmet (1975), ), “Gürünlü Sefil Gülhanî”, Sivas Folkloru, 3
(27), Nisan, 18.
•
NASRATTINOĞLU,
İrfan Ünver (1976), ), Gürünlü Âşık Sefil Gülhanî, Ankara,
Esengür Matbaası, 68 s.
1892’de
Sivas’ın Örenyurt (Viranyurt) köyünde doğmuştur. Askerliğini Sivas ve Kars’ta
yapmıştır. Askerden döndükten sonra Sivas’tan ayrılarak Mersin’e gitmiştir. Bir
süre Mersin’de yaşamış, her vatandaşımız gibi o da gurbetliğe dayanamayıp
köyüne geri dönmüştür. Âşıkların en çok kullandıkları gurbetlik, vatan özlemi
gibi motifler Âşık Ahmet Kaya’nın da şiirlerinde görülmektedir. Bu sebeple
şiirlerinde gurbet konusu ağır basar. İrticalen şiirlerini yazan Kaya, saz da
çalabilmektedir. Ekonomik durumunun iyi olması sebebiyle çok yer gezebilen
âşık, pek çok âşıkla tanışmış ve onları dinlemiştir. Ahmet Kaya’nın şiirleri
yayımlanmamıştır bu nedenle nâmı Sivas dışına fazla çıkmamıştır.
Evlidir
ve iki kızı vardır. Köyünde vefat etmiştir.
Faydalanılan
Kaynak:
•
DEMİRAY,
Mehmet Güner (1973), “Gemerekli Halk Ozanları: Ahmet Kaya”, Sivas
Folkloru, 1 (6), Temmuz, 18-19.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler,
Dilek Matbaası, Sivas.
SÜLEYMAN KAYA / ÇOBAN
SÜLEYMAN
1891
yılında Ulaş ilçesinde doğmuştur. I. Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşı’na
katılmıştır. Askerlik dönüşünde geçimini sağlamak için çobanlık yaptığı için
‘Çoban Süleyman’ diye bilinmektedir. 1949 yılında vefat etmiştir. Şiir
söylemeye asker ocağında başlamıştır. Bu nedenle de şiirlerinin konuları savaş,
kahramanlık, yurt özlemidir. Aşağıdaki dörtlükteki gibi.
On
senedir vatan için çalıştım,
Topçu
idim topraklara karıştım.
Otuz
dörtte çobanlığa alıştım,
Süleyman
bir adam olmadın yine.
1943’lerde
Sivas cer Atölyesi’ne işçi olarak girmiş ancak bir süre sonra gözleri iyi göremediği
için işinden ayrılmıştır. Şiirlerini ortaokul öğretmeni Muharrem Türkmen
muhafaza etmiştir. Bazı şiirlerinde ‘Fahri’ mahlasını kullanmıştır. Kangallı
Vahap Suzanî’nin çırağı olup saz çalmayı ve âşıklık geleneğini ustasından
öğrenmiştir.
Faydalanılan
Kaynak:
•
SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
•
KOCATÜRK,
Vasfi Mahir (1963), Saz Şairleri Antolojisi, Ankara.
AHMET KAYNAR / ZAKİRİ,
AHMET, NOKSANÎ
Âşık
Noksan’ın asıl adı Ahmet Kaynar’dır. XVIII. yüzyılda Erzurum’da yaşayan İsmail
Noksanî’den ayrı bir şairdir fakat onunla karıştırıldığını gören Ahmet Kaynar,
Noksanî yerine Zakirî mahlasını kullanmayı uygun görmüştür.
Âşık
Noksanî, 1899’da Sivas’ın Kangal ilçesinde doğmuştur. Bu nedenle ‘Kangallı
Noksan’ diye de bilinir. Zakirî de Feryadî, Münhacî vb. âşıklar gibi ‘Ruhsatî
Kolu’ndan sayılır. İki ayağı da doğuştan içe dönük olduğu için Ruhsatî bu
mahlası vermiştir. Annesi Ağzıpakoğullarından Zeynep, babası ise
Tokmakoğullarından Mustafa’dır. Zakirî on yaşında annesini, on dört yaşındayken
babasını kaybetmiştir. Dayısının yanında büyümüştür. Sakatlığı nedeniyle doğru
dürüst bir iş edinemeyen , eğitimine de devam edemeyen Zakirî arabacılık ve
postacılık yapmıştır. En sonunda imamlık yapan Zakirî, bu arada ustası
Meslekî’den saz ve söz dersleri almış, Tokat, samsun ve çevre illerde de
dolaşmıştır. Dinî nitelikli şiirler yazmıştır.
Âşık
Noksanî, Ruhsatî’nin torunu Âşık Ali’ye ustalık yapmıştır. 5 Mayıs 1972’de
Kangal’da vefat etmiştir. Bir iki şiirinde Abdülkadir Geylani tarikatından
olduğunu ve benliğinin ‘derd ü efkâr’ olduğunu söyleyen Noksanî, daha çok aşk,
gurbet, mutsuzluk ve doğa temalarını ele almıştır. Şiirlerini sade bir dille
yazmıştır.
Noksanî’nin
tüm şiirleri toplanamamıştır. Şiirlerinin bir bölümünü Eflatun Cem Güney
1953’te ‘Noksanî’ adıyla yayımlamıştır.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
GÜNEY, Eflatun
Cem (1947), Halk Şiiri Antolojisi, Ankara.
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1975), “Halk Pınarından damlalar: Noksanî”, Sivas
Folkloru,
3 (21), Nisan, 45.
KOCATÜRK, Vasfı Mahir (1963), Saz Şairleri
Antolojisi, Ankara.
1924’te
Zara ilçesinin İmirhan köyünde doğmuştur. Babasının adı Hasan, annesinin adı
Gülizar’dır. Lakâplarına Keleşler veya Keleşoğulları denir. O yıllarda herkes
okula gidemediği için belli başlı bir öğrenim görmemiştir. İncelediğimiz
kaynaklarda Kâmil Kılıçoğlu’nun doğduğu İmirhan Köyü’nde okul bulunmadığı bu
yüzden ilkokula gidemediği belirtilmektedir.
Sivas’ta
şiir yazan kişilerin hemen hemen hepsi ya küçük yaşlarda saz çalmayı
öğrenmiştir ya da rüya sonrası eline sazı alıp tezeneyle tellere vurup
şiirlerini söylemektedir. Çok nadir de olsa sadece şiir yazan ancak şiirlerini
sazla buluşturmayan şairler de rastlamaktayız. İşte Kamil Kılıçoğlu,
bahsettiğimiz şairlerden. O saz çalması ve irticalen söylemesi yoktur.
Kılıçoğlu’nun
incelenen şiirlerinde yaşadığı yüzyılın âşıklarında görülen motiflerle
karşılaşıyoruz. Şiirlerinde daha çok sevda derdi, sıla hasreti, yurt ve
memleket özlemi ile millet sevgisi ağır basmaktadır.
Eseri:
• Eski
Rüzgâr.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1976), ‘Halk Pınarından Damlalar:Kâmil Kılıçoğlu”, Sivas
Folkloru, 4 (46), Kasım, 20-21.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler,
Dilek Matbaası, Sivas.
•
Oğlu Ali Rıza
Kılıçoğlu ile yaptığım özel söyleşi.
Kul
Gazi, 1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Tuzla köyünde doğmuştur.
Daha sonra annesinden öğrenildiğine göre doğum ayı marttır. Doğum tarihi nüfus
kayıtlarına göre 1934 olarak geçmektedir. O, hayatını dile getirdiği bir
destanında şöyle demektedir:
‘
Köyüm Tuzla güzel yurtta,
Bin
dokuz yüz otuz dörtte.
Dert
ayıdır, doğdum martta,
Höllük
oldu, önüm ardım.’
Gazi’nin
babası Ömer, annesi Fidan’dır. Âşığın babası iyi bir dinleyici iken annesi
atışma yapacak kadar şiir söyleyebilmektedir. Gazi’nin âşıklığı annesinden
gelmektedir, denilse doğru olur. Kul Gazi ikisi kız, beşi erkek yedi kardeşin
en büyüğüdür. Gazi’nin asıl adı Abdülgazi’dir. Gazi’nin babaannesi gelini
hamileyken, türbesi Sivas’ta bulunan sahabeden Abdülvahab Gazi hazretleri’ni
rüyasında görmüş ve torununa bu adı vermiştir. Gazi, ‘Kul’ mahlasını
kullanmaktadır, nedeni ise adındaki ‘Abd’ ekinin Türkçedeki karşılığı
olmasıdır. İlkokulu Tuzla’da, ortaokulu babasının görevinden dolayı Konya’da okumuştur.
Liseye de Kayseri’de başlamış ancak devam edememiştir. İlk eşi Fethiye ile bu
yıllarda evlenmiştir.Ancak mutlu olamamış bunu şiirinde şöyle ifade etmiştir:
Anam
aldı iyi diye,
Başımı
bozdu Fethiye,
Buradan
başladı derdim
Fethiye’den sonra Şehrize, Döne, Esma adlı
kızlarla evlilikler yapmıştır.
Gazi
ilk şiirlerine ‘Gazioğlu’ mahlasını kullanmıştır. Onun kullandığı mahlaslar
arasında en çok görülenler Kul Gazi, Gazi, Gazi Âşık, Kul Âşık’tır. Gazi’nin
ustası yoktur, kendi kendini yetiştirmiştir ancak Sivas’ta hemen hemen tüm
âşıklarca beğenilen ve üstad kabul edilen Ruhsatî’nin onun da gönlünde önemli
bir yeri vardır.
Kul
Gazi, âşıklığa başlamasını şu sözle açıklıyor: Âşıklığım, Peygamber Efendimiz
Hazreti Muhammed’i rüyamda görmemle başladı.’
Saz
çalmayı bilen Kul Gazi, kendi deyişleri ile birlikte usta malı da
söylemektedir. Semai ve Diyari adlı iki çırak yetiştiren âşığın şiirleri
yayımlanmıştır.
Eserleri:
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
SAKAOĞLU, Saim
(1980), Sivaslı Âşık Kul Gazi, Sarı Çiçek, Erzurum,
Ticaret Matbaası, 2-141.
•
KURT, Âşık Kul
Gazi (2000), Kul Gazi, Sivas, Sivas Belediyesi Kültür
Yayınları.
•
ÖZKAN, Mevlüt-
N. Zeynep Özçörekli -Mukadder Kuren (1992), Yaşayan Halk Ozanları
Antolojisi, Ankara, Kültür Bakanlığı Hagem Yayınları, 368.
1952
yılında Çayboyu (Pirkinik) köyünde doğmuştur. Babası İsmet Bey, annesi aynı
köyden Zülbiye Hanım’dır. Dört kardeşin en büyüğü olan Mehmet, ilkokulu
köyünde, ortaokulu Atatürk Ortaokulu’nda, liseyi ise Endüstri Meslek Lisesi’nde
okumuştur. Kaptanî, 1970’de beşik kertmesi Emine Hanım ile evlenmiştir. Üç kızı
iki oğlu vardır. Sivas’ta yaşayan âşık hâlen minibüs şoförlüğü yapmaktadır.
Âşıklığa
hemşerisi Erdemcan’ın etkisiyle başlamıştır. Erdemcan mesleğinden dolayı ona
Kaptanî mahlasını vermiştir. Saz çalıp irticalen şiir söyleyebilmektedir.
Değişik ölçü ve ezgilerde şiir söyleyen âşık şiirlerinde erdemlilik, sevgi,
gurbet gibi konuları işlemektedir. Aşağıda verdiğimiz dörtlüğünden de
anlaşılacağı gibi Kaptanî, iyi bir insanda olması gerekenleri şöyle dile
getirmektedir.
Bir
insan dostunu görürse eğer,
Bir
anlık hal hatır dünyaya değer.
Kötüler
gıybete söylermiş meğer,
Aybını
yüzüne vurmak lazımdır.
Faydalanılan
Kaynak:
•
SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler ve Duygular,
Dilek Matbaası, Sivas.
MUSA MERDANOĞLU / ÂŞIK
MERDANOĞLU
1939’da
Şarkışla’nın Kaymak köyünde doğmuştur. Orta halli bir ailenin çocuğudur.On dört
yaşında iken öküzleri otlatırken uykuya dalar ve aldığı ilhamla âşık olduğunu
söyler. Memleketlileri Veli, Agah ve Veysel’den etkilenmiştir. Evli ve altı
çocuk babası olan Merdanoğlu, TBMM’de hizmetli olarak çalışmış ve emekli
olmuştur. Yurdumuzdaki çeşitli bayram ve şenliklerde mesleğini icra etmiş ve
yarışmalarda önemli dereceler almıştır. Cumhuriyet’in 70. yıldönümü
münasebetiyle halk şairleri arasında açılan ‘Atatürk, Cumhuriyet, Demokrasi’
konulu şiir yarışmasında birinciliğe layık görülmüştür. Çeşitli dergi ve
antolojilerde şiirleri yayımlanmıştır.
Şiirlerine
bakıldığında memleket, yurt sevgisi ağır basmaktadır. Yakın dönem âşığı
olmasından siyasi görüşte de şiirleri bulunmaktadır. ‘Ozanın Feryadı’ isimli
basılı bir kitabı vardır.
Faydalanılan
Kaynak:
•
SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler ve Duygular,
Dilek Matbaası, Sivas.
ÂŞIK MİHMANÎ
1914’te
Sivas’ın Gemerek ilçesinin Saraç köyünde doğmuştur. Asıl adı hasan
Yıldırım’dır. Yüzbaşıoğulları namıyla bilinen bir aileden gelmektedir. Üç
yaşındayken babası hapse gitmiş ve Mihmanî yetim kalmıştır. Hayatını çobanlık
ve çiftçilik yaparak kazanmıştır.
Çobanlık
yaparak büyümüştür. Çocukluğunda mahallelerinde Fato adlı bir kadından
etkilenerek o da şiirler yazmaya başlamıştır. Aşağıda verilen örnek dörtlükten
de anlaşıldığı gibi şiirlerini Yüzbaşıoğlu veya Hasan m mahlasıyla yazan
Mihmanî, Âşık Hüseyin’den saz dersler almıştır. Ali İzzet, Mihmanî adını
vermiştir.
‘Âşık
Hasan aşka düşme,
Aşkın
badesini içme,
Kerem
düştü sen yanaşma,
Yangına
ha yangına..’
Mihmanî
uzun süre âşıklık geleneğini sürdürmüştür. 1935’te evlenmiştir. Dokuz çocuk
sahibidir. Âşık, 17 Mayıs 1987’de köyünde vefat etmiştir.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
KALKAN, Emir
(1991), XX.Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi,Ankara, Kültür
bakanlığı Yayınları, 563 s.
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1973), “Halk Pınarından Damlalar:Mihmanî”, Sivas Folkloru,
1 (3), Nisan, 17-19.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler,
Dilek Matbaası, Sivas.
ABDÜLKADİR
NAMLI / ÂŞIK İSMETÎ
Asıl
adı Abdülkadir Namlı olan İsmetî, 1934 yılında İlbey yöresinden Kâlyalı köyündr
doğmuştur. Annesinin adı Serfinaz, babasının adı Mustafa’dır. Babası Kurtuluş
Savaşı’nda bacağından sakatlanarak çalı şamamı ştır. Babasının ölümü üzerine
aile ekonomik sıkıntı yaşamış, anne de çocuklarını bırakıp kardeşinin evine
taşınmıştır. Abdülkadir ve kardeşi onun bunun yardımıyla büyümüştür.
Böyle
sıkıntı lı bir çocukluk dönemi yaşayan âşık, on beş yaşında şiir söylemeye
başlamıştır. Herhangi bir ustadan ders almamıştır. 1951 yılında babasından
kalma tarlaları satarak evlenmiş, 1952-53’te Sivas’ta demiryollarında çalışmış
ve 1955 Şubatında askere gitmiştir. Isparta’da askerlik yaparken bir evin kapı
aralığında bir güzel görmüş, ona sevdalanmıştır. Bu sevdasını ilerideki
yıllarda ‘Kapı Güzeli ve İsmetî’ adlı bir Kitapla yayımlayan âşık, memleketine
geri dönmüştür.
1959
yılında Sivas Çimento Fabrikası’na işçi olarak girmiş, 1979’da emekli olmuştur.
Erzurum Atatürk Üniversitesi Âşıklar Bayramı’na katılmış ve ‘Mehenk’ başlıklı
şiiriyle birincilik kazanmıştır. Ruhsatî’yi çok seven âşık, şiirlerinde İsmet
veya İsmetî mahlaslarını kullanmıştır. Şiirlerinde özellikle aşk, insan ve
memleket sevgisi, yaşam kavgası, yoksulluk, açlık, kimsesizlik, yalnızlık,
doğanın güzelliği, dünyanın faniliği, geri kalmışlık, hak, adalet isteği gibi
konuları işlemiştir. Bu yüzden kendisine ‘Dert Şairi’ de denilir. Temiz bir
dili ve içtenlikli bir söyleyişi vardır. Şiirlerini sekizli ve on birli
ölçülerle yazmıştır. Ona göre âşık, milletin tercümanı, kalbi, dili, gözü
olmalıdır. Aydınlar da âşıklara kulak vermelidir. Milletin yapısını,
arzularını, dertlerini aydınlar, âşıkların deyişlerinde bulabilirler. Yani
âşıklar milletin aynasıdır.
Eserleri:
•
Âşık İsmetî ve
Kapı Güzeli (1990)
Faydalanılan Kaynaklar:
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s
•
ÖZHAN, Mevlüt-
N. Zeynep ÖZÇÖREKLİ-Mukadder KÜREN (1992), Yaşayan Halk Ozanları
Antolojisi, Ankara, Kültür Bakanlığı Hagem Yayınları, 368.
•
ASLANOĞLU,
İbrahim (1973), “Halk Pınarından Damlalar: İsmetî”, Sivas Folkloru,
1 (2), Mart, 17-21.
•
ÖZDEN, Ayten
(1998), Sivas Yöresinden Âşık İsmeti, Selçuk Üniversitesi
Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Tezi, Konya.
FATMA OFLAZ /
DERDİMEND
1894’te
Kangal’da doğan Derdimend’in babası Vanlızade Ali Efendi, annesi Zeynep
Hatun’dur. 13 yaşında yatağa düşüp aylarca kalkmayan Derdimend 15 yaşında ilk ,
22 yaşında ikinci evliliğini yapmıştır. Şiirleri İbrahim Aslanoğlu tarafından
tanıtılmıştır. Derdimend 79 yaşında vefat etmiştir.
Yaşadığı
dönem ve sosyal hayat düşünüldüğünde Fatma Oflaz’ın gayet ileri görüşlü olduğu
söylenebilir. 1964 yılında Sivas’ta düzenlenen ‘Sivas Halk şairleri Bayramı’na
katılan tek kadın şairdir. Fatma Oflaz ile yakından ilgilenen, şiirlerini halka
tanıtan İbrahim Aslanoğlu, Fatma Oflaz’ı bayramda dikkatli bir şekilde
gözlemlemiş ve 1965 yılında yayımladığı ‘Sivas Halk Şairleri Bayramı’ adlı
kitabında şöyle anlatmıştır:
‘Gecenin
tek kadın şairi Fatma Oflaz, sınav kapısını bekleyen bir çocuk kadar heyecanlı
idi. 70 yıllık ömründe nice günler görmüş, nice devran sürmüş ama yine de
olmuyor işte.Nasıl olsun ki? Şimdiye kadar doğup büyüdüğü Kangal’dan hiç dışarı
çıkmamış. Gezip gördüğü yerler, bu küçük Anadolu kasabasının bomboz
tepelerinden daha ileri geçmiyor.
Derdimend’in
dişe dokunur malı mülkü, okuması yazması yok. Bir oğlu ve torunları için
çırpınıyor. Bugün olmuş dert yakasını bırakmıyor. Felek bile şairlik adını
‘Derdimend’ koydu. Babasının sağlığında hali vakti yerinde idi, ilk kocası genç
yaşta ölünce işler bozuldu. Ağlamaktan sol gözünü ve sağlığını kaybetti.
Bereket, bir tas içinde sundukları şifayı yedi de kurtuldu. Hiç olmazsa şiir
söyleyerek ferahlıyor biraz. Şiiri konuşur gibi irticalen söylüyor.
Böylelerinde tekrarlamalar ve kafiye bozukluğu çok olur oysa Derdimend en usta
kalem şairleri kadar titiz.’
Faydalanılan
Kaynak:
• ASLANOĞLU,
İbrahim (1965), Sivas Halk Şairleri Bayramı, Sivas, Güven
Matbaası, 94 s.
KALKAN,
Emir (1991), XX. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi. ,
Ankara, Kültür bakanlığı Yayınları, 563 s.
Ali
İzzet Özkan, 1902 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Höyük Köyü’nde
doğmuştur. Annesinin adı Kamer, babasının adı Muhtar Musa Ağa’dır. Ali İzzet
daha bir yaşındayken annesini kaybetmiştir. Hanımının ölümü üzerine Musa Ağa
Hatice Hanım’la evlenmiştir. Ali İzzet’i Hatice hanım büyütmüştür. 1917’de ali
izzet babasının isteğiyle de kendi köyünden olan Gülizar’la evlenmiştir. Âşık
1927’de ikinci kez evlenerek babasının evinden ayrılmıştır.
Ali,
küçük yaşta saz çalmayı öğrenerek, gelenek olduğu üzere, köy köy dolaşmıştır.
Gittiği Hacı Bektaş Tekkesi’nde İzzet adını almıştır. Ali İzzet 1936’da bir
ihbar üzerine tutuklanmış ve üç- dört ay cezaevinde yatmıştır. 1940’da arkadaşı
Âşık Hüseyin Gürsoy ile Ankara’ya giden İzzet, orada bazı dergilerde şiirler
yazmış ve ilk plağını çıkarmıştır. Memleketi Sivas’ta düzenlenen bayramda göz
bebeği olan iki âşık, Ali İzzet ve Âşık Veysel, Köy Enstitüleri’nde saz
öğretmenliği yapmışlardır. Ali İzzet, 1943’te Gemerek’te vergi memurluğu
görevinde bulunmuş; 1949’da tutuklanmıştır. 1960’da dönemin Cumhurbaşkanı Cemal
Gürsoy, onu Alevî köylerini dolaşması için görevlendirmiştir. Zaman sonra
çocukları büyüyen Ali İzzet, Ankara’ya taşınmış ve 10 Ekim 1981’de vefat
etmiştir.
Önceleri
Alevî-Bektaşî inancına bağlanan Ali İzzet, toplumdaki değişmelere ayak
uydurmaktan ve onlarla ilgili görüşlerini şiirlerinde yansıtmaktan geri
durmamıştır. Kişisel yaşayış ve duygularının yanı sıra toplumsal yergi ve
eleştirilerini de dile getirmiştir.
Eserleri:
•
Âşık Ali İzzet
Ağlıyor (1955)
•
Kitap Küçük
Dert Büyük (1956)
•
Teller de
Muradın Alsın (1958)
Faydalanılan Kaynaklar:
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s.
•
BAŞGÖZ, İlhan
(1979), Âşık Ali İzzet Özkan-Yaşamı-Sanatı-Şiirleri,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 25 s.
•
ÖZKAN, Ali
izzet (1969), Mühür Gözlüm, Ankara, Ulusal Basımevi, 124 s.
19.
yüzyılın son yarısında Yıldızeli’nin Kıvşak köyünde doğmuştur. Asıl adı
Abidin’dir. 1. Dünya Savaşı’na katıldığı kaynaklarda bildirilmektedir. 20. yy
başlarında hayatını kaybetmiştir.
Kaynaklarda
hayatına dair çok fazla bilgiye rastlanılmayan Hulusi Pek’in şiirlerindeki
konular vatan ve millet sevgisiyle sıla özlemidir. Bu konuları âşığın savaşa
katılması ve Sivas’tan uzun yıllar ayrı kalmasına bağlayabiliriz. İncelediğimiz
‘ Kıvşak’ adlı şiirinde köyünü destansı bir özellikle tasvir etmiş ayrıca bu
tasvirleri yaparken de halkın günlük yaşamından örnekler vererek köylüsünü de
tanıtmıştır. Elbette bu gibi şiirlerde sosyal motiflere sık rastlanmakta.
Âşığın diğer şairlerde olduğu gibi incelediğimiz şiir sayısı çok olmadı. Eldeki
bilgilere bakıldığında hayatı ve şiirleri hakkında az bilgimiz oluyor.
Faydalanılan
Kaynak:
• ASLANOĞLU,
İbrahim (1973), Bir Demette Beş Çiçek: Hulusi Pek, Meslekî, Feryadî, Firkatî”
Sivas Folkloru, 1(6), Temmuz, 12-13.
ZEYNEL SARI/ ÂŞIK
ZEYNELÎ
1
Ocak 1961’de İncetaş (Pustat) köyünde doğmuştur. Süleyman ve Zeynep’in beş
çocuğundan İkincisidir. İlkokulu köyünde, ortaokulu ve liseyi Sivas’ta
okumuştur. 1973’te göçtükleri Sivas’ta bir sanayi sitesinde çalışmış ve 1983’te
memuriyet hayatına başlayan Zeynelî, bu arada açık öğretim fakültesini de
bitirmiştir. Halen Cumhuriyet Üniversite’sinde çalışan âşık, gezici âşıkları
dinler ve onlarla ilgili kitapları okumaktadır.
İlk
şiirini 1974’te yazmıştır. İrticalen şiir söyler, saz çalmayı öğrencilik
yıllarında kendi kendine öğrenmişse de daha sonra saz çalmamıştır. Ustası
yoktur. Adını mahlas olarak kullanmasını İsmetî ve Kadir Pürlü tavsiye
etmişlerdir. Alparslan Ayral şiirlerini Âşık Zeynelî adıyla yayımlamıştır. Bu
genç âşığın bir dörtlüğünü vermeyi uygun gördük.
Ömür
fani dünya yalan aldanma,
Gaflet
uykusundan uyan ey gönül.
Gelip
geçer bir hülyaya bağlanma,
Hakikat
apaçık ayan ey gönül.
Faydalanılan
Kaynak:
•
SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler ve Duygular,
Dilek Matbaası, Sivas.
25
Mart 1946’DA İmranlılı’nın Çalıyurt köyünde doğmuştur.Babasının adı Hüseyin,
annesinin adı Eliftir. Yedi yaşında iken çocuksuz olan amcası İsmail ve
Güllü’ye evlat olarak verilmiştir. İlkokulu köyünde bitirmiştir.On dokuz
yaşında iken komşusunun kızı Medine ile evlenmiştir. Evlendikten bir yıl sonra
askere gitmiştir. Sağlamî’nin altı çocuğu vardır. Geçimini bir dönem
kamyonculukla sağlamışsa da ekonomik sıkıntılar yüzünden zararına kamyonunu
satmıştır.
Sağlamî’nin
çevresinde pek âşık yoktur fakat gezici âşıkları tanıyıp dinlemiştir. Çalgının
yaşadığı ortamda yetişmekle beraber kemençe öğrenmeye başlayacağı sırada dedesi
vefat etmiş ve bir daha eline bile almamıştır.Ustası ve çırağı yoktur. Saz
çalmadığı için de toplantılara katılmamıştır. Bazı bölge radyolarında şiirler
okumuştur. Ayrıca birkaç dergide şiirleri yayımlanmıştır.,
Faydalanılan
Kaynak:
• SAKAOĞLU,
Saim - Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
KAZIM SUBAŞI /
ÂŞIK ZÂKİRÎ (Zâkir)
1919’da
Şarkışla’nın Antınyayla bucağına bağlı Kürçüyurdu köyünde dünyaya gelmiştir.
Babası Mikdat, annesi Hüsne’dir. Henüz bir yaşında babasını kaybedip yeti kalan
Zâkirî, büyüdüğünde evin geçimini sağlamak için tarla işiyle uğraşmıştır.
Köyünden olan Sultan ile evlenmiştir. Zâkirî, 1945 yılında kayınpederi ve onun
kardeşiyle üç ayda yürüyerek hacca gitmişler ancak o dönem yasak olduğu için
yakalanmışlar tekrar yine yürüyerek Sivas’a dönmüşlerdir. Âşık, bu zaman
diliminde yaşadıklarını ‘...dili başka’ ve ‘.dar görünüyor’ ayaklı şiirlerinde
anlatmıştır.
Hayatını
köyünde geçiren Zâkirî, askerliğini Ankara’da yapmıştır. Altı çocuk sahibi olan
âşık 1966’da ağır bir mide ameliyatı geçirmiştir. Çileli bir ömrün sonunda
1981’in Nisan ayında vefat etmiştir. Mezarı Kürkçüyurdu Köyü’ndedir.
Okuma
ve yazmayı kendi kendine öğrenen âşık, şiirlerinde Zâkirî veya Zâkir mahlasını
kullanmıştır. Mahlası bir başkası tarafından verilmiş değildir. Soyunda
kendisinden önce ve sonra âşık bulunmayan ve ilk şiirlerini 40 yaşında söyleyen
Subaşı, Ruhsatî’nin şiirlerini dilinden düşürmemiştir. Bade içtiğini kendisi
ifade eden Subaşı hiç saz çalmamıştır. Hayatında hiçbir âşıkla karşılaşmamış ve
âşık meclislerinde bulunmamıştır.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
KAYA, Doğan
(1996), Âşık Zâkirî, Sivas, Dilek Matbaası.
• ASLANOĞLU,
İbrahim (1975),“Halk Pınarından Damlalar: Âşık Zakirî”, Sivas Folkloru,
2 (25), Aralık, 23.
• ASLANOĞLU,
İbrahim (1980), “Halk Pınarından Damlalar: Zakir”, Türk Folkloru,
8, Mart, 29.
Divriği’de
doğmuştur. 1955 yılında vefat etmiştir. Edinilen bilgilere göre öldüğünde 60
yaşlarında imiş. Bu bilgiye dayanarak Kodik Süleyman’ın 1890’lı yıllarda
doğduğu söylenebilir. Şiirlerinin tamamı bulunamamıştır. Yapılan derlemelerde
birkaç şiiri elde edilmiştir.
Faydalanılan
Kaynak:
•
TARHAN, Remzi
(1975), “Bilinmeyen Halk Şairleri: Kodik Süleyman”, Sivas Folkloru,
3 (31), Ağustos, 9.
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler,
Dilek Matbaası, Sivas.
VEYSEL
ŞATIROĞLU / ÂŞIK VEYSEL
Veysel,
1310 (1894-1895) yılında dünyaya gelmiştir. Babasının adı Karaca Ahmet,
annesinin adı Gülizar’dır. Sivrialan köyünde dünyaya gelen Veysel’in ilk soyadı
Ulu’dur. Sonraki yıllarda Şatıroğlu olarak değiştirilmiştir. Âşık Veysel yedi
yaşında geçirdiği çiçek hastalığı sonunda sağ gözünü tamamen kaybeder. Sol
gözünde ise hafif bir rahatsızlık vardır. Ancak diğer gözünü de ahır
temizlerken sarı öküzün boynuzuna kurban verir.
Veysel
yaşadığı dönemde köyünde okul olmadığı ve gözleri görmediği için eğitimine
devam edemedi. Veysel’in anılarından öğrendiğimize göre hayatı boyunca
gerçekleşmeyen tek arzusu okumaktır. Veysel’in hatıralarından alınmış alttaki
bölümde köylerinde okulun olmamasını şöyle anlatmaktadır:
‘Artık
ilkokul çağlarına doğru idim; ama okul yok ki okuyayım. Okul olsa dahi ben
nasıl okuyabileceğim? Yazıyı görmüyorum ki... Şimdiki gibi körler okulu da yok
ki babam öküzünü, ineğini satıp göndersin.’
Gözleri
görmeyen, okula gidemeyen Veysel’in babası ona zaman geçirmesi için bir saz
alır. Veysel’in saz hocaları Molla Hüseyin ve Camşıhlı Ali Ağa’dır. Hocaları
Veysel’e hem saz çalmayı öğrettiler hem de bildikleri türküleri ezberlettiler.
Esma
adlı akrabasıyla yaptığı ilk evlilik sekiz sene süren Veysel’in ikinci evliliği
de Gülizar isimli hanımla olmuştur. Esma’dan iki, Gülizar’dan altı çocuğu
vardır.
Köyünde
görme engelli olduğu için iş yapamayan Veysel’e babasının hediye ettiği ve
öğrenmesi için hoca tuttuğu sazı, Âşığın can yoldaşı olmuştur.1931 yılında
Ahmet Kutsi Tecer tarafından düzenlenen Âşıklar Bayramı’nda Veysel
keşfedilmiştir. Önceleri usta malı söyleyen Veysel, 1931 yılında yapılan Sivas
Halk Şairleri Bayramı ardından gelişen bazı olaylar Veysel’in gönül dilinin
iyice açılmasına sebep olmuştur.
O
yıllara kadar Sivrialan ve çevresinde tanınan, düğünlerde çalıp söyleyen
Veysel, bu yıllardan itibaren kabuğundan çıkarak, önce Türkiye’nin sonra Türk
dünyası dediğimiz geniş bir coğrafyanın âşığı olmuştur.Veysel, Sivas’taki
bayram nedeniyle Sivas’a; Cumhuriyet’in 10. yılına yazdığı ‘Atatürk Destanı’
şiiriyle de Ankara’ya gitmiştir.
Ayrıca
Âşık Veysel, Sivas ve ilçeleri dışında Ankara, Sivas, Tokat, Yozgat, Kayseri,
Konya, Çorum, İstanbul gibi şehirlerde dolaşmış ve çeşitli festival ve
bayramlara katılmıştır. Veysel, İstanbul Radyosu’nda program yapmış bu zaman
diliminde bir de plak doldurmuştur. Kısa sürede plakları çok tutulan Veysel,
her evde her kahvede dinlenir olmuştur. Bu konuda Veysel:
‘Türkiye’de
sazla plağa ilk türküyü ben okudum. ‘Mecnun’um Leylamı Gördüm’ çok tutuldu.
Sonra ‘Atatürk’e Ağıt da öyle. Kırılırsa bir daha bulamam düşüncesiyle aynı
plaktan ikişer üçer tane alan olduğunu duydum.’ şeklinde konuşmuştur.
Veysel’in
ününün artması sonunda sinema yapımcıları onun hayatını film çevirmek
istemişlerdir. Bedri Rahmi Eyüpoğlu tarafından yazılan ‘Karanlık Hayatım’ adlı
film Metin Erksan rejisörlüğünde çekilmiştir.
Âşık
Veysel, Ahmet Kutsi Tecer’in de yardımlarıyla Anadolu’nun çeşitli illerinde köy
enstitülerinde saz öğretmenliği yapmıştır. Veysel, son konserini 15 Ağustos
1971’de Nevşehir’in Hacı Bektaş ilçesinde vermiştir. Kaderci bir dünya görüşü,
buruk bir duyarlılıkla toprak sevgisini, aşk, ayrılık, acı, yalnızlık gibi
konuları işlemiştir.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
ALPTEKİN, Ali
Berat (2004), Âşık Veysel, Ankara, Akçağ Yayınevi.
•
KALKAN, Emir
(1991), XX.yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi, Ankara,
Kültür Bakanlığı Yayınları, 563 s.
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I- II, İstanbul, Engin
Matbaacılık, 400.
•
BAKİLER, Yavuz
Bülent (1989), Âşık Veysel, Ankara, Kültür Bakanlığı
Yayınevi, 173 s.
•
BİNYAZAR,
Adnan (1970 ?), Âşık Veysel.,İstanbul, Tel Yayıncılık, 180
s.
•
KAYA, Doğan
(2004), Âşık Veysel, Sivas, Sivas Valiliği Kültür
Yayınları, IX + 337.
1945’te
Divriği’nin Çamşıhı köyünde dünyaya gelmiştir. 1959’da Sivas Demiryolu
Fabrikalar Çırak Okulu’na girmiş ve kaynakçılıkla geçimini sağlamıştır.
Eserlerinin çoğunda mesleğinin etkisinden de olacak halkı kaynaşmaya,
birleşmeye ve çalışmaya çağırmaktadır. Şiirlerine bakılarak dilinin sade olup
konu olarak genellikle aşk ve yurt özlemini seçtiğini görüyoruz.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
ÖZTÜRK, Ali
Rıza (1974), “Halk Pınarından Damlalar: Hasan Hüseyin Şenel”, Sivas
Folkloru, 2 (14), Mart, 13.
•
AYRAL,
Alparslan (1995), Sivaslı Âşıklarda Evrensel Öğütler,
Dilek Matbaası, Sivas.
Sivas’ın
Kangal ilçesine bağlı Kertme (mescitli) köyünde 1848’de doğmuştur. Asıl adı
Umut Bekir’dir. Babası çiftçi Halil Ağa o daha küçükken ölmüştür. Yetim kalan
Bekir’i büyütmek için annesi çok sıkıntı çekmiştir. Köylerde gelenek olarak
devam eden köy odalarına gidip gelmeye başlayan Bekir, halk şiiri ve halk
hikâyeleri dinleyip kendini bu aleme girdirmiş oldu. O sıralarda köyünden Fatma
adlı kıza sevdalandı. Bir gün Meslekî, Deliktaş köyüne gider ve orada Ruhsatî
ile karşılaşır. Birlikte köy köy dolaşıp düğünlerde, sohbetlerde saz çalıp
söylerler. Ustası Ruhsatî ona Meslekî mahlasını verir.
Sevdiği
kız Fatma’yı babası vermeyince Meslekî kızı kaçırır. Ancak mutlulukları kısa
sürer. Evlendikten üç yıl sonra Fatma soğukkalgınlığı nedeniyle kışın ortasında
vefat eder. Üç çocuğu olan âşık daha sonra tekrar evlenir. Meslekî ise 1936’da
Kertme’de hayatını kaybeder.
Dadaloğlu
ile Emrah’ı çok seven Meslekî, toplumsal gerçeklere ustası Ruhsatî kadar ilgi
göstermemiştir. Şiirlerinde aşk, ölüm, mutsuzluk temalarını işlemiştir.
Faydalanılan
Kaynaklar:
•
ÖZTÜRK, Ali
Rıza (1973), “Âşık Mesleki’nin Yayımlanmamış Şiirleri”, Sivas Folkloru,
1 (7), Ağustos, 14-45.
•
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s.
•
KALKAN, Emir
(1991), XX. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi, Ankara,
Kültür bakanlığı Yayınları, 563 s.
Toplumda
birer fert olan, duygularını cömertçe halkla paylaşan, hızla modernleşen bu
zamanda geleneklerimizi devam ettirmeye çalışan pek çok âşık gibi Sivas’ın da
soğuk suyunu içen, sert havasını soluyan nice âşık var. Âşıklık geleneğinin
hâlâ sürdürülmeye çalışıldığı ilde hangi yöne gidilirse gidilsin ya bir saz
çalıp usta malı söyleyen ya dedesinin babasının izinden gitmeye çalışan yeni
âşık adayları ya da belki derdinden belki aşkından yanıp tutuşan ve dertli
dertli sazının teline vuran âşıklara rastlanır.
Hazırladığımız
tezde Sivas’ta veya çevre köylerinde doğmuş, gerek çilekeş hayatlarından gerek
saadetlerinden dolayı şiirler yazmış Cumhuriyet dönemi âşıklarının işledikleri
sosyal motifleri konularına göre sınıflandırıp vermeyi amaçlamıştık. Kaynak
araştırmalarımızın ilki İbrahim Aslanoğlu tarafından Sivas’ta çıkarılan ve
Sivas’ın tanıtılmasında önemli roller oynayan Sivas Folkloru dergileriyle
başladı. Çünkü bu dergiler Sivas’ın her şeyini anlatmaktadır. Anonim
ürünlerden, maddî kültür unsurlarına ; Sivas âşıklarından, Sivas yemeklerine
kadar geniş bir yelpazeyi içine alan dergilerde adı ve şiirleri pek duyulmamış
âşık ve şiirlerine de rastladık. Âşık antolojilerini tarayarak ilgilendiğimiz
dönemde yaşamış veya yaşayanların hayat hikâyeleri ve şiirlerini inceledik.
Kendileri de Sivaslı olan ve özellikle Sivas âşıklarının şiirlerini toplayıp
kitap haline getiren değerli hocalarımızın da kitaplarını ele alarak önce
şiirleri topladık. Daha sonra bu şiirlerde yer alan hayatın içinden gelen
sosyal motifleri sınıflandırdık. Bazı motifleri hemen hemen tüm âşıklar
işlemişler ki tezi hazırlarken bu motiflerin hepsine yer vermeye çalıştık.
Sevgili, gurbet hüznü, ölüm gibi temalar âşıklar tarafından en çok işlenen
motifler olmuş. Anadolu’da hangi eve girseniz bu duyguları yaşayan insan
vardır. Halkın gözü kulağı olan,onların duygularına da rehber olan âşıklarımız
bu şiirleriyle unutulmamaktadır. İncelediğimiz hayat hikâyelerini
değerlendirdiğimizde köyünden çıkıp diyar diyar gezen veya kendini başka bir
âşık yanında yetiştiren ya da devlet dairesi gibi çiftçilik haricinde başka bir
iş yapan âşıkların şiirleri daha farklı motiflerle doludur. Kendini sosyal
yaşamda yetiştirmeyi bilmiş olan ki bunlar genellikle yurtdışına çıkanlardır,
sevgi, gurbet konuları dışında değişen zamana göre konu seçip bunları şiirlere
dökmüştür.
Şiirlerini
incelediğimiz her âşık tabii ki yukarıda bahsettiğimiz şekilde değildi.
Köyünden fazla çıkmamış, düğünlerde veya kış gecelerinde şiirlerini sazla
buluşturan, başka bir âşıkla tanışmamış ve ondan etkilenmemiş olanların hem
bulunabilen şiir sayıları az hem de sosyal motifleri bilindik konulardan
olmuştur.
Bazı
âşıklar aynı konuyu farklı şiirlerde çok kez ele almıştır. Tezi hazırlarken
eğer motifler birbirini çok tutuyorsa o âşıktan her şiiri almadık. Ancak farklı
kişilere ait bulunabilen bütün şiirlere tezde yer verdik. Aradığımız motifler
bazen bir şiirin içinde ya bir dörtlük halinde ya da iki dize olarak karşımıza
çıktı. Bu durumda bütün şiir yerine ilgilendiğimiz bölümü almayı uygun gördük.
Bazen de öyle şiirler çıktı ki karşımıza bütün dörtlükleri bir zincir gibi hep
aynı konuyla ilgili. Bu tür şiirleri hiç bölmeden ilgili motif başlığının
altına ilk olarak verdik. Bazı şiirlerde birkaç motif bir arada verilmektedir.
Örneğin gurbete çıkan ve gittiği yerden seslenen âşık, hem gurbetlik motifini
hem yârine duyduğu aşkı hem de çocuk özlemini dile getirmiştir. Böyle şiirlerde
en kapsamlı olan motif hangisiyse şiiri o başlık alında verdik. Sosyal
motiflerin en sonunda sadece birkaç âşık tarafından işlenmiş çok sık
kullanılmayan motifleri de ayrı bir başlık altında verdik. Motiflerin sayıları
fazla olmadığı için ayrı bir başlık açmayı uygun görmedik. Motifleri verdikten
sonra Cumhuriyet döneminde yaşamış ve şiirlerinden faydalandığımız âşıkların
kısa hayat hikâyelerini verdik. Elbette Sivas’ta verdiğimiz isimler dışında
yaşamış yüzlerce âşığımız var. Biz tezimizde bütün Sivas âşıklarının şiirlerini
incelemeye çalıştık ancak Cumhuriyet döneminde yaşamış olmasına rağmen
şiirlerinde ilgilendiğimiz sosyal motifler bulunmayanlar da oldu. Bu durumda
şiirlerinden motif alamadığımız âşıkların hayat hikâyelerine de yer veremedik.
Tezin sonuna bir de kelimeler kısmı eklemeyi uygun gördük. Özellikle Sivas
ağzıyla yazılmış şiirlerde anlamları bilinmeyen kelime sayısı fazla olduğu için
tarama ve derleme sözlüklerinden de faydalanarak kelimelerin anlamlarını da
ekledik. Tezi hazırlarken kitap, dergi, makale gibi kaynaklardan faydalandığım
gibi Sivaslı olmam hasebiyle de hâlâ Sivas’ta yaşayan ve mesleklerini sürdüren
âşıklarla bire bir görüşme fırsatı buldum. Âşık Kahvehanesi ve derneğine
giderek hem şiirlerini edindim hem de tezin son bölümünde yer alan fotoğrafları
çektim. Bu çalışmamın Sivas ve edebiyata ilerdeki yıllarda faydalı olacağını
umuyorum. Yıllar boyu dilden dile dolaşarak gelmiş nice şiirler, sahiplerinin
duygularını çok güzel dile getirmektedir.
Halkın
özellikle Sivas’ın insanın hem kendi hem de Anadolu’nun diğer âşıklarına
gereken değeri vermesi ve onlara sahip çıkmasının tek nedeni kendilerini bu
eşsiz güzellikteki şiirlerde bulmalarıdır.
‘Âşıklar
Diyarı’ Sivas, nice olaylar yaşamış ve yaşatmış halkına. Kültürel ve tarihî
bakımdan zengin olan bu şehrin âşıkları da haklı olarak çeşit çeşit motif
işlemişler şiirlerine. Şiirlerini renk renk motiflerle çiçekler gibi
bezemişler. Onlar da olmasa insanın kendine bile söyleyemeyeceği veya dile
getirilmeyeceği durum ve hisler nasıl ortaya çıkardı? Vefat etmiş olanlara ve
hayatını sürdürenlere bir Halkiyatçı olarak teşekkürü borç biliyorum.
Gönül
KARAARSLAN
1.
ACAR, İsmail
Hakkı (1974), “Halk Ses Sanatçılarımızdan: Zaralı Halil”, Sivas Folkloru,
2 (21), Ekim, 6-7.
2.
ALPTEKİN, Ali
Berat (2004), Âşık Veysel, Ankara, Akçağ Yayınevi.
3.
ALAGU, Tahir (1943),
Çalgılı Kahvelerdeki Külhanbey Edebiyatı ve Nümuneleri, İstanbul,
Ahmet Sait Matbaası.
4.
ASLANOĞLU,
İbrahim (1961), Divriği Şairleri, İstanbul, Ekin Yayınevi.
5.
(1965),
Sivas Halk Şairleri Bayramı, Sivas, Güven Matbaası, 94 s.
6.
(1973),
“Halk Pınarından Damlalar: İsmetî”, Sivas Folkloru, 1 (2), Mart,
17-21.
7.
(1973), “Halk
Pınarından Damlalar: Mihmanî”, Sivas Folkloru, 1 (3),
Nisan, 17-19.
8.
(1973),
“Mustafa Feryadî Çığıran”, Sivas Folkloru, 1 (10), Kasım,
12.
9.
(1973), “Bir
Demette Beş Çiçek: Hulusi Pek, Mesleki, Feryadi, Firkati”, Sivas Folkloru,
1(6), Temmuz, 12-13.
10.
(1973), “Halk
Pınarından Damlalar: Nedimî”, Sivas Folkloru, 1 (10), Kasım,
16-20.
11.
(1974), “Halk
Pınarından Damlalar: Talibî”, Sivas Folkloru, 2 (16), Mayıs,
20-23.
12.
(1974), “Deli
Derviş Feryadî’nin İki Ağıt”, Sivas Folkloru, 2 (23),
Aralık, 10-11.
13.
(1975), “Âşık
Sefil Gülhanî”, Sivas Folkloru, 3 (28), Mayıs, 7.
14.
(1975), “Halk
Pınarından Damlalar: Âşık Zakirî”, Sivas Folkloru, 2 (25),
Aralık, 23.
15.
(1975),
“Gürünlü Sefil Gülhanî”, Sivas Folkloru, 3 (27), Nisan,
18.
16.
(1975),
“Şarkışlalı Kul Ozan”, Sivas Folkloru, 3 (25), Şubat, 4.
17.
(1975), “Halk
Pınarından damlalar: Noksanî”, Sivas Folkloru, 3 (21),
Nisan, 45.
18.
(1976), “Halk
Pınarından Damlalar: Kâmil Kılıçoğlu”, Sivas Folkloru, 4 (46),
Kasım, 20-21.
19.
(1979), “Halk
Pınarından Damlalar: Suzanî”, Sivas Folkloru, 6 (74), Nisan,
21-22.
20.
(1980), “Halk
Pınarından Damlalar: Zakir”, Türk Folkloru, 8, Mart, 29.
21.
AYRAL,
Alparslan (1994), Sivaslı Âşık Tabibiî (Sivaslı Âşıklar
I), Dilek Matbaası, Sivas.
22.
(1995), Sivaslı
Âşıklarda Evrensel Öğütler ve Duygular, Dilek Matbaası, Sivas.
23.
BÂKİLER, Yavuz
Bülent (1989), Âşık Veysel, Ankara, Kültür Bakanlığı
Yayınevi, 173 s.
24.
BAŞGÖZ, İlhan
(1979), Âşık Ali İzzet Özkan Yaşamı- Sanatı- Şiirleri,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 25 s.
25.
BEZİRCİ, Asım
(1993), Türk Halk Şiiri I-II, İstanbul, Engin Matbaacılık,400 s.
26.
BİNYAZAR,
Adnan (1970 ?), Âşık Veysel, İstanbul, Tel Yayıncılık, 180
s.
27.
CAFEROĞLU,
Ahmet (1998), Sivas ve Tokat Ağızlarından Toplamalar,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
28.
DEMİRAY,
Mehmet Güner (1973), “Gemerekli Halk Ozanları: Ahmet Kaya”, Sivas
Folkloru, 1 (6), Temmuz, 18-19.
29.
ERGUN,
Sadettin Nüzhet (1956), Bektaşî- Alevî Şairleri ve Nefesleri, Ankara.
30.
ESEN, Ahmet
Şükrü (1986), Anadolu Türküleri, Ankara, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
31.
GENÇOSMAN,
Kemal Zeki (1972), Türk Destanları, İstanbul, Hürriyet Yayınları.
32.
GÜNBULUT,
Ahmet / Âşık Sefil Selimî, (1975), “Hey Gidi Günler”, Türk Folkloru,
1 (10), Kasım, 12.
33.
/Âşık Sefil
Selimî (1978), Yalınkat, Sivas, Emek Matbaası.
34.
/ Âşık Sefil
Selimî (1989), Kul Yanmasın, Ankara, Yorum Matbaası, 80 s.
35.
GÜNEY, Eflatun
Cem (1947), Halk Şiiri Antolojisi, Ankara.
36.
HALICI, Mehdi - Mesut DOĞRU (1970), Türk Halk Şiirinin Altın Kitabı /
Türkiye Âşıklar Bayramına Katılan Âşıklar ve Yarışma Sonuçları,
Konya.
37.
HALICI, Fevzi
(1992), Âşıklık Geleneği ve Günümüz Halk Şairleri / Güldeste, Ankara,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kültür Merkezi Yayınları.
38.
KALKAN, Emir
(1991), XX. Yüzyıl Türk Halk Şairleri Antolojisi, Ankara,
Kültür bakanlığı Yayınları, 563 s.
39.
KALKANOĞLU,
Mehmet (1975), “Gürünlü Sefil Gülhanî”, Sivas Folkloru, 3
(27), Nisan, 18.
40.
KAYA, Doğan
(1990), Şâirnâmeler, Ankara, Gazi Üniversitesi Basın Yayın
Yüksekokul Matbaası, 101 s.
41.
(1994), Âşık
Minhacî, Sivas, Dilek Matbaası, 80 s.
42.
(1994), Sivas’ta
Âşıklık Geleneği ve Âşık Ruhsatî, Sivas, Dilek Matbaası, 635.
43.
(2004), Âşık
Veysel, Sivas, Sivas Valiliği Kültür Yayınları, IX + 337.
44.
(1996), Âşık
Zakirî, Sivas, Dilek Matbaası.
45.
(1998), Sivas’ta
Âşıklık Geleneği / Genişletilmiş II. Baskı, Sivas, Dilek
Matbaası.
46.
KAYGILI, Osman
Cemal (1937), İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri,
İstanbul, Bürhanettin Basımevi.
47.
KAYMAK, Veysel
(İkinci Baskı, 1997), Anı-Şiir- Resimlerle Âşık Veyselli Yıllar, Ankara,
Ürün Ltd. Şirketi.
48.
KURT, Âşık Kul Gazi (2000), Kul Gazi, Sivas, Sivas
Belediyesi Kültür Yayınları.
49. KÖPRÜLÜ,
Fuat (1989), Edebiyat Araştırmaları, Ankara.
50. KOCATÜRK,
Vasfi Mahir (1963), Saz Şairleri Antolojisi, Ankara.
51.NASRATTINOĞLU,
İrfan Ünver (1976), Gürünlü Âşık Sefil Gülhanî, Ankara,
Esengür Matbaası, 68 s.
52.OĞUZCAN,
Ümit Yaşar (1972), Âşık Veysel Hayatı- Şiirleri ve Hakkında Yazılanlar,
İstanbul, MEB. Yayınları.
53.ÖZDEN,
Ayten (1998), Sivas Yöresinden Âşık İsmeti, Selçuk
Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Lisans Tezi,
Konya.
54.ÖZEN,
Kutlu (1998), Âşık Veysel / Selam Olsun Kucak Kucak, Sivas, Dilek
Matbaacılık, 160 s.
55. ÖZKAN,
Ali İzzet (1969), Mühür Gözlüm, Ankara, Ulusal Basımevi, 124 s.
56.ÖZHAN,
Mevlüt- N. Zeynep ÖZÇÖREKLİ-Mukadder KÜREN (1992), Yaşayan Halk Ozanları
Antolojisi, Ankara, Kültür Bakanlığı Hagem Yayınları, 368.
57.ÖZTÜRK,
Ali Rıza (1973), “Âşık Mesleki’nin Yayımlanmamış Şiirleri”, Sivas
Folkloru, 1 (7), Ağustos, 14-45.
58.(1974),
“Halk Pınarından Damlalar: Hasan Hüseyin Şenel”, Sivas Folkloru,
2 (14), Mart, 13.
59.SAKAOĞLU,
Saim (1980), Sivaslı Âşık Kul Gazi, Sarı Çiçek , Erzurum, Ticaret
Matbaası, 2-141.
60.SAKAOĞLU, Saim
- Zekeriya KARADAVUT (1998), Âşıkların Diliyle Cumhuriyet,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
61. SEVİNDİK,
İmren (1998), Yayla Yolunda Âşık Eserî, Dilek Matbaası, Sivas.
62. ŞAHİN,
Salih (1984), Ozanlık Gelenekleri ve Doğulu Saz Şairleri,
Ankara.
63.TARHAN, Remzi
(1975), “Bilinmeyen Halk Şairleri: Kodik Süleyman”, Sivas Folkloru,
3 (31), Ağustos, 9.
64.TECER, Ahmet
Kutsi (1974), ‘Halk Şairleri Bayramı’, Sivas Folkloru,
Aralık, 2(23), 16.
65.TURAN, Metin
(1994), Âşık Veysel Yaşamı- Sanatı- Şiirleri, Ankara,
Prospero Yayıncılık, 127 s.
66. YALÇIN,
Sırrı (1935), Halk Şairi Talibî Coşkun’un Hayatı ve Şiirleri,
Ankara.
67.YENİYAPAN
(KARAARSLAN), Gönül (2003), Sivas ve Çevre Köylerinden Yapılan Derlemeler,
Selçuk Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü,
Lisans Tezi.