Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

CHF ve CHP Tüzüğü

 

CUMHURİYET HALK FIRKASI'NINTÜZÜĞÜ (1927)
VE
KÜRT SORUNU

İSMAİL BEŞİKÇİ

BİLİM YÖNTEMİ TÜRKİYE'DEKİ UYGULAMA

ÖNSÖZ

Bu araştırmada, Türkiye'nin siyasal hayatında, 55 seneyi aşkın bir zamandır çok önemli bir rol oynayan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (Partisi'nin) O tek parti dönemindeki tüzüğü İncelenmektedir. Bu tüzük 1924 Anayasasının çok üstünde duran temel bir siyasal belgedir. Adı tüzük olmasına rağmen tek parti döneminin en önemli siyasal belgesidir. Çünkü bu tüzük gereğince, CHP'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal ve De­ğişmez Genel Başkan ve Milli Şef İsmet İnönü, TBMM’nin tüm üye­lerini atama yetkisine sahip idiler. Dolayısıyla Türk tek parti siste­minde, devlet egemenliğinin teşkili ve idaresi, Şefin kişisel iradesine, ortak kabul etmez, tartışma ve eleştiriden uzak, hükmet­me yetkisine bırakılmıştır.

Böylesine önemli bir siyasal belge olmasına, harfi harfine uy­gulanmasına rağmen, Türk üniversitesi, Türk profesörleri, kısaca, Türk düşüncesi, bu tüzükten hiç söz etmemiştir. Anayasasının çok üzerinde duran bu siyasal belgeyi gözden uzak tutabilmek için gay­retini esirgememiştir. Fakat Türkiye'nin son yarım asırlık siyasal ha­yatına, bilim yöntemini kullanarak yaklaşmak isteyenler, olguları ve olgusal ilişkileri bir bütünsellik içinde kavramaya çalışanlar CHF'nin tüzüğünü kati surette gözden uzak tutamazlar.

Günümüzde OsmanlI Imparatorluğu'na ilişkin sorunlar, enine boyuna tartışılmaktadır. Osmanlı Devleti'nin üretim biçimi neydi? Feodalizm mi, Asya tipi mi? Osmanlı kapitalist üretim ilişkilerine ne­den geçmedi? vs. Bu ve bu gibi sorunların araştırılması, incelenme­si elbette önemli. Fakat bir yerde, akademik olmaktan öte bir anla­mı pek yok. Çünkü bu sorunların bilimsel bir çözümünün, örneğin Osmanlı Devleti'nin üretim biçiminin feodalizm veya Asya tipi olma­sının, toplum yapısının bugünkü şekillenmesine ve strateji saptama­larına önemli bir etkisi yok. Halbuki bugünkü Türk toplumunun, özellikle Kürt toplumunun, yapısını belirleyen temel ilişki biçimleri tek parti döneminde geliştirilmiş. Ortadoğu’da Kürt ulus sorununun temel bir sorun olarak ortaya çıkması, Kürdistan üzerindeki Lozan emperyalist bölüşümünden ve Kürt ulusuna karşı uygulanan “böl yönet" politikasından hemen sonra başlıyor. Hâlbuki resmi ideoloji, Kemalizm, Türkiye'nin yakın tarihine bilimsel yöntemle yaklaşmayı engellemiş. Bu engellemeyi ceza yasaları ile çeşitli ceza tehditleriy­le pekiştirmiş. Yakın tarihe, politik, askeri, ekonomik, toplumsal, kültürel ilişkilere bu ideoloji çerçevesinde bakılmasını istiyor ve em­rediyor. Onun için CHF'nin tüzüğü gibi tek parti dönemine önemli bir açıklık getiren belgeleri gözden uzak tutmaya çalışıyor. Bugünkü nesillerin bunları öğrenmemesi için çaba harcıyor. Oysa bu tutum toplumlar hakkında, toplumların geleceği hakkında bilgi vermez. Zaman ve mekân boyutu içinde ele alınmadan toplumlar hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildir. Bu ise, olgulardan hareket et­meyi, olgusal ilişkileri daima dikkate almayı gerektirir. Dolayısıyla, bilimsel bilgi üretilmesini engelleyen resmi ideoloji ile Kemalizm ile mücadele etmeyi gerektirir. Resmi ideoloji çerçevesinde, onun ge­tirdiği normları tartışılmaz bir veri kabul ederek, bilimsel bilgi üret­mek mümkün değildir.

CHP'nin tüzüğü bugünü açıklayan en temel olgulardan biridir. Cumhuriyet tarihinden seçtiğimiz bazı önemli olgulara, Türk üniver­sitesinin, Türk “solu" ve Türk “sosyalist” hareketinin, kısaca, Türk düşüncesinin, yaklaşım biçimini göstermeyi bundan sonraki araştır­malarda da sürdüreceğiz.                                              .

Bundan öncekilerde olduğu gibi bu araştırmada da, araştırma­nın çeşitli yerlerinde, altı çizili yerler, aksine bir ifade bulunmadıkça yazara aittir.

Temmuz 1977                      İsmail BEŞİKÇİ

BÖLÜM

TEK PARTİ DÖNEMİ NASIL DEĞERLENDİRİLDİ?

Türkiye'de, anayasa, anayasa hukuku, kamu hukuku, İnsan haklan, kamu hürriyetleri, Türk siyasal hayatı, Türki­ye'nin sosyoekonomik yapısı gibi konularla uğraşan çevrele­rin ortak bir kanaati var: Türkiye'de 1923-1946 yıllarıara­sında uygulanan tek parti sistemi  ‘demokratik” bir sistemdir. Çok partili düzene geçiş için bir yoldur. Mustafa Kemal, Batı tipi bir toplum yaratmak istiyordu, tek partili düzen bunun bir yolu idi. Nitekim, bu konuda. Terakkiper­ver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve Serbest Cumhuriyet Fırka­sı (1930) gibi iki deney vardır. Rejimin, faşist düzenlere ve diktatörlüklere özgü hiçbir niteliği yoktur, denilmektedir. Sözü edilen çevreler bu iddialarını da, devrin, birbirini izle­yen iki önemli şefinin, yani Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal'in ve Milli Şef İsmet İnönü'nün be­yanlarıyla, Prof. Duverger'in görüşleriyle doğrulamaya çalış­maktadırlar. Veya bu dönem hakkında, kısaca, “bu dönem­de iki dereceli bir seçim sistemi uygulanıyordu" biçiminde, çok kısa bilgi verilmekte, fakat, bu usulün niteliği, mekaniz­ması üzerinde hiç durulmamaktadır. Devrin tek partisi olan CHF'nln tüzük ve programından, bu tüzük ve programdaki gelişme ve değişmelerden hiç söz edilmemektedir. Yine bu çevrelere göre, tek parti, döneminde, “halk hakimiyeti" fikri, anlayışı ve uygulaması, kayıtsız şartsız vardır. Bu iddiaları, çeşitli örneklerle belirtmeyi yararlı görüyoruz.

Prof. Dr. Yavuz Abadan

"... 23 yıl içerisinde yeni partilerin kurulmasına hu­kuki bir engel olmadığı gibi, CHP'nin program ve lider­leri daima demokrasi fikrini ve prensiplerini açıktan açığa benimsemekten geri kalmamışlardır. Bu görüş açısından demokratik hayata yüksek değer atfeden fiili tek parti devrini hazırlayıcı bir intikal devri saymakta hata yoktur.” (Burada temsil edilen görüşlerin teyidi için bk. Maurice Duverger, Siyasal Partiler, 1954, s. 306-312); Turhan Feyzioğlu, Türkiye'de Siyasal Par­tiler, Tek Partiden Demokrasiye, Fransız Siyasal İlimler Dergisi, 1954, No. 1, s. 137-139)

”... Bu düşüncelerin devrin en yetkili şahsiyeti tara­fından ifadesini, Cumhurbaşkanı İnönü'nün, 1 Kasım 1946 tarihli nutkunda bulmak mümkündür. Buna göre, bir halk idaresi olarak kurulan Cumhuriyet, demokratik karakteri esas tutmuştur. İlk günlerde bütün inkılapla­rın açık ve uzun bir tartışma ile kabul ettirilebileceği beklenemezdi. Bununla beraber bütün devrimler bir diktatörlük rejiminin eseri olarak değil, büyük Millet Meclisi'inin devamlı murakabesi ile vücut bulmuştur.” (Tam metin için bk. Vatan gazetesi, 2 Kasım 1946) .

Prof. Dr. Tank Zafer Tunaya

Türkiye'de uygulanan tek partili rejim faşist ve otoriter (giderek totaliter) tiplerden ayrılabilir mi? Bu sorunun cevabını ya da cevaplarını arayacağız.

Batılı incelemecilerde bu özellikler aranmış ve tes­pit edilmeye çalışılmıştır. Arayıcıların başında büyük bir ehliyetle Prof. Duverger gelmektedir. Prof. Duvergefin Türk rejimi üzerindeki arayışları düz bir çizgi halinde uzanmaz. Vardığı yargıları daima düzelterek ilerlemiş­tir. İlk yargısı şu gözleme dayanır. ‘Kemalist rejim fa­şist olmadığı kadar demokratik de değildir.' Ayrıca bu demokrasi sosyal olmamış, geleneksel siyasi demok­rasi şeklinde gelişmiştir." (Siyasal Partiler, s. 308, 310)

“1951 yılında ileriye sürülen bu tez 19551e değişik­liğe uğramıştır: ‘Kemalist Türkiye’ paternalist diktatör­lüklerden az çok ayrılsa da, ‘Sözde faşizmler' bölü­münde incelenir. Ve Türk tek parti rejimi de Cumhuriyetçi bir diktatörlük olarak nitelenebilir. (Ana­yasa Hukuku ve Siyasi Müesseseler, s. 388-390)

1961 ve 1962'de ise, yargı yine değişmiştir. (Dikta­törlük hakkında, s. 124-126; Siyasal Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 391-392) Türk rejimine bu sefer daha gerçekçi bir açıdan ‘az gelişmiş memleket­lerin siyasi rejimleri açısından’ bakılmıştır. Şöyle ki: Türk rejiminin ideolojisi de, yapısı da, hiçbir suret­le faşist ve totaliter olarak kendini açıklamamıştır. CHP, tek parti olarak faşist partisinden fazla, Fransız Radikal Sosyalist Partisi'ne benzer. (Özellikle laikliği bu benzerliği artırmıştır.) Kaldı ki, partinin iç yapısı daima demokratik kalmış, kendi muhaliflerini kendi içinden çıkarmış, totaliter partilerdeki ‘Temizlik hare­ketine* asla başvurmamıştır. Siyasi hayatta plüralizmi yasaklayınca, bu çeşitlenme kendi içinde doğmuştur. İdeolojisini resmen demokrasiye bağlamıştır. Bu bakımdan az gelişmiş memleketler için temel örmektir."

Prof. Dr. Tank Zafer Tunaya. Prof. Duverger'ln açıkla­malarını özetledikten sonra şöyle demektedir:

"... Prof. Duverger'ln son açıklamaları gerçeğe da­ha fazla yaklaşmış olmakla beraber tam sayılamazlar. Her ne kadar az gelişmişlik açısından bakış, sosyal ekonomik faktörleri kapsarsa da, mesele üzerinde de­rinleşmek zorunluluğu vardır. Özellikle memleketimiz bakımından durum mutlaka incelenmelidir."

Prof. Tunaya'nın incelemelerinin kısa sonucu İse şudur: Türkiye'deki tek parti rejiminin bazı sakıncalarıvardır. Re­jim. otoriter olmakla beraber, totaliterliğe kayan eğilimleri azdır. Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm'de olduğu gibi, hiçbir zaman devleti amaç edinmemiştir. Tek partili rejimi hiçbir zaman devamlı saymamıştır. Bunu geçici bir rejim olarak düşünmüştür. Siyasi demokrasiye kesinlikle bağlıdır.

Prof. Dr. İlhan Arsel

Atatürk ‘hakimiyet’ tabirini istimal ederken onu hudutsuz ve en üstün bir kuvvet olarak kabul etmiş ve TBMM'ni, milletin yegâna temsilcisi olarak bu üstün kuvvet ve kudretle mücehhez kılmağa da saltanat ve hilafeti yok etmek ve yerine cumhuriyet rejimi ikame edebilmek maksadıyla tek çare addetmişti. Filhakika asırlar boyunca babadan oğula intikal etmek suretiyle devam edegelen saltanatı millete mal etmek, ancak, devlet iktidarını bu, ‘hakimiyet’ dediğimiz şekliyle mille­te kabul ettirmekle kabil olabilirdi.”5

Prof. Dr. İlhan Arsel. Cumhuriyet döneminin başından itibaren, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” anlayışına büyük bir içtenlikle bağlanıldığını, siyasal faaliyetin hep bu temel ilke çerçevesinde cereyan ettiğini belirtmektedir.6

Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil

“... TBMM Teşkilat Kanunu ile bugün meri olan İnti­hap (seçim) Kanunu'na nazaran Büyük Millet Meclisi, Türk vatandaşları tarafından, umumî, iki dereceli, ek­seriyetle, müsavi, ferdî, ihtiyarâ ve gizli seçim usulü ile seçilen azadan teşekkül eder.”

Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, seçimlerin serbest olarak cereyan ettiğini belirterek iki nokta üzerinde durmaktadır.

Seçim usulü evvelâ, umumî, müsavi, ferdî ve ihtiyarîdir. Şu manada ki, servet, ırk, din farkı gözetil­meksizin müsavi olarak ve müsavi kuvvette reyle 22 yaşını bitiren bütün Türk vatandaşları ferdin seçme hakkını haiz ve bu hakkı kullanıp kullanmamakta muh­tardır.

Seçim iki derecelidir. Yani seçme hakkını haiz va­tandaşlar, mebusları doğrudan doğruya seçmez. Birin­' ci derecede geniş seçim heyetleri vücuda getirerek, kendi aralarından muayyen sayıda bazı kimseler se­çerler. Bunlar da ikinci derecede daha küçük heyetler . teşkil ederek mebusları seçerler.”

Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı

”... Otokratik rejimin başlamasından çok partili reji­min kurulmasına, hatta, ilk defa serbest seçimler so­nunda iktkların devredildiği 1950'ye kadar geçen dev­reye vesayet devresi diyebiliriz. Memleket aydınlarından bir kısmını bünyesinde toplayan CHP adeta bir vesayet rejimi kurmuş, 1924 Teşkilat-ı Esasi­ye Kanunu'nun millete ait olduğuna hükmettiği hakimi­yeti, millet adına kullanmış ve bu süre içerisinde toplu­mu Batı'ya doğru yöneltmeye ve aynı zamanda de­mokratik düzeni sağlayacak bir ortam yaratmaya ça­lışmış ve tek parti düzeni içinde bulunulmasına rağmen topluma demokrasinin ne olduğu ve nasıl ger­çekleşebileceği, siyasi partilerin zarureti ve nihayet fa­zilet rejimi olduğu öğretilmiştir." (bk. Âfet İnan, Vatan­daş İçin Bilgiler s. vd.  Peker, Vatan İçin Medeni Bilgiler II, İstanbul 1933, s. 71 vd. Her iki kitapta Gazi Mustafa Kemal'in Başbakan İsmet İnönü'ye yazdığı tezkereler vardır)

“Şu halde memleketimizde uygulanan ‘Tek parti sistemi’ diğer memleketlerde uygulanan tek parti sis­teminden gaye ve özelliği bakımından tamamen ayrıl­maktadır. Gerçekten Faşist İtalya'da, Nazi Almanyası'nda uygulanmış olan ve halen Marksçı diktatörlüklerde uygulanmakta olan tek parti sistemi­nin özü, çok partili rejimlerin yani ferdin, insanlık değer ve haysiyetinin temeli olan düşünce hürriyetini mutlak olarak reddetmektedir. Ve bu reddediş devamlıdır. Parti görüşünün en son ve en üstün, milli selamete götürecek fek yol olduğu’ fikrine dayanmaktadır.” (Parti doktrinini en üstün ve tek yol kabul eden partiler bu inancın tabii sonucu olarak, tek parti sistemine va­rır. Ve iktidarı ele geçirdikten sonra bir daha bırakma­maya, diğer partileri anayasayı ihlal ederek ortadan kaldırmaya veya siyasi hayatı müessir bir kuvvet ol­maktan çıkartmaya çalışırlar. Bk. Waline, Cumhuriye­te Karşı Siyasal Partiler, Paris, 1948 s. 16-17; Bordeau, Siyasal İlim İncelemesi, s. 466-467; Orhan Aldıkaçtı. Siyasal Partiler, s. 43-44)

Binaenaleyh, tek parti sisteminin, hakim olduğu memleketlerde iktidar partisi dışında bir siyasi kuvvet tasavvur olunamaz. Halbuki bizde tek parti düzeninin devamlılık vasfı yoktur. Liderler bu rejimi, geçici bir re­jim, çok partili rejimin, demokrasinin gerçekleşmesi için zaruri bir merhale olarak görmektedirler. Bundan dolayı da tek parti sisteminin mantığından tamamen ayrı bir eğitim sistemi tutulmuş, tek parti sisteminde tek parti övülürken, bizde tek parti devrinde demokrasi düzeninin ancak çok partili sistemle gerçekleştirilebile­ceği topluma duyurulmuştur.”

”... Demokratik düzenin gerçekleştirilmesi olan açık gayeye rağmen, tek parti rejimi otokratik rejimin iyilik ve kötülüklerini taşımaktadır. Rejimin gayesi hürriyet olmasına rağmen zaman zaman keyfi bir rejimin uygu­landığı kanaatim uyandıracak tasarruflarda bulunul­muştur. Anayasa ve hürriyetler askıya alınmış, anaya­. sayı ihlal eden kanunlar çıkarılmıştır. Bilhassa 1930 yılından sonra Avrupa'da beliren çok partili rejimi red­deden, tek parti düzenini savunup uygulayan ve bü­yük ölçüde başarı sağlar görünen totaliter rejimlerin etkileri, bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi ve hat­ta onlardan daha fazla memleketimizde de görülmüş­tür. 18 Haziran 1936'da hükümet ve Parti birleştirilmiş ve Dahiliye Bakanı CHP Genel sekreterliğini yapmaya başlamıştır. (Uran, Hatıralarım, s. 296-297) Parti kur­mak müsadeye bağlanmıştır. .

Bütün devlet faaliyetinin tek bir elden idaresini sağ­layacak bu gelişme daha ileriye gitmemiştir.”                                                                                      -

Prof. Dr. Mümtaz Soysal

"... 1930'dan sonra gelen dönem, tek partililiğin ya­vaş yavaş 'ideolojileşmeye' başladığı dönemdir. 1931'de, başlangıçtaki ‘Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık' ilkelerini genişleterek ‘altıok’u benimseyen Cumhuriyet Halk Fırkası, 1935 Kurultayı ile birlikte, devlet yapısıyla kendi arasında sıkı bir kaynaşmaya doğru gitmektedir. Partinin genel sekreteri İçişleri Ba­kanı olmakta, valiler de partinin il başkanlığı görevleri-ni yüklenmektedir.

Ancak, bu kararı, parti kuruluşunun kamusal yöne­tim mekanizmasına egemen duruma getirilişi olarak değil, tam bir kaynaştırma, hatta, partiyi sivil bürokra­sinin denetimi altına sokma kararı olarak yorumlamak gerekir. ‘Gazi de partiyi hiçbir zaman hükümetin önü­ne ve üstüne geçirmedi. Hatta bir aralık parti teşkilatı­nın idaresini partililerden alıp hükümet ve idare adam­larına verdi. Valiler, kaymakamlar, nahiye müdürleri aynı zamanda parti teşkilatının da yöneticileri oldular.”* (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1967, c. 1, s. 386)

27 tarihlerde Avrupa'da oldukça yaygınlaşan faşist’ nitelikteki rejimlerin etkisini Türkiye'de de görmek mümkün. Tek parti, toplumu meydana getiren, köylü, esnaf, zanaatkar, işçi, tüccar, sanayici, memur ve meslek sahibi gibi insanların, uzlaştırıcı tek organ yö­netimi altında ‘uslu uslu geçinmelerini' sağlayacak bir mekanizma olmakta, herkes partinin üyesi sayılmakta­dır...

... Başlangıçtaki, ‘kaynaştırılmış halk’ anlayışına ve 1930'dan sonra görülen bütün belirtilere rağmen Avru­pa'daki faşist rejimlerden yine de önemli ayrılıklar var: Oralarda azıtan, tek partililik, kapitalist burjuva sınıfının öbür sınıflarıezmesine yaradığı halde, Atatürk'ün reji­minde, aynı araç, çoğunlukla, bürokrasiden gelen bir zümrenin, ‘Kemalizm’ adı verilen ve pek tutarlı yollar­dan uygulanmayan 6 ilkeye dayanarak bir ülkeyi kal­kındırmağa çabalamasına yarıyor. Türk toplumunda 100 yıl öncesinde başlayan ‘bürokrasi önderliği' daha da güçlenmiştir. Ancak, bu askeri ve sivil bürokrasinin ekonomik ve sosyal alandaki politikası, ‘halkçılık’ ilke­siyle özetlenen ‘imtiyazsız, sınıfsız bir kütle yaratma’ amacına göre pek tutarlı olmamıştır.”

Prof. Dr. Hamza Eroğlu

“... Türk devriminin bir diğer özelliği yani üniversel değeri, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra daha çok anlaşılmış ve ortaya konmuştur. Ekonomik ve sos­yal bakımdan geri kalmış bir memleket batıya yönelir­ken, batı demokrasilerine geçerken Türk devriminin deneyinden faydalanmanın, yolunu aramıştır. Yani is­tiklalini kazanan ülke, hem de emperyalist batıya karşı istiklalini kazanan bu ülke, komünizmin kucağına düş­memek için Atatürkçülüğe, Türk devriminin ışık tutan prensiplerine bağlanmıştır.

Prof. Duverger bu konuya ilgi ile bağlanmakta ve düşüncesini çok ilgi çekici bir makalesinde açıklamak­tadır. özetle denilebilir ki, az gelişmiş memleketlerin siyasal rejimi incelenirken doğu ile batı standartları arasında bir tercih bu memleketlerin kaderini Kemalizme bağlamıştır.

Duvergerie göre Kemalizm, Türk tarihinin bir anı değildir. Bir politik sistem tipi haline gelmiştir. Bu poli­tik sistem henüz kat'i olarak tarif olunmamakla bera­ber, üçüncü dünyaya, yani Moskova ve Pekin'e yak­laşmayan, Batı'ya doğru yönelmeyi arzulayan fakat ' yarı gelişmiş memleketlerin, Batı demokrasileri de pek işlerine gelmediğinden, onlar için, çoğunluğu henüz okuma yazma bilmeyen, hayat standardı düşük olan bu memleketleri kısa zamanda Batı standardına yükr seltmek ancak Kemalizm tecrübesi kalkındırabildi. (Duverger, Kemalizm, Atatürk, Unesco Yayınları, 1963 s. 177-179; Makalenin astı: Kemalizm, Ata­türk'ün Memleketi, Le Monde tarafından yayınlanan ilave, 27 Mayıs 1961 )                                                                      .

Prof. Duverger, Türkiye'de uygulanan, 1923-1945 devrindeki rejimi, Marksist, faşist ve muhafazakar dik­tatörlük sistemlerinden farklı olarak esas gayesinin de­mokratik rejim olduğunu ifade etmektedir. Prof. Duvergeriin cumhuriyetçi diktatörlüğü mevcut sosyal durumu değiştirmek gayesiyle kurulmuş, geçici bir dik­tatörlüktür. Gayesi bir an önce demokratik rejimi yer­leştirmek ve liberal bir politik rejimi gerçekleştirmektir. (Duverger, Siyasal Müesseseler ve Anayasa Huku­ku, 5. Bs., Paris 1960, S. 394-396)

Prof. Dr. Hüseyin Nail Kübalı

"... Prof. Hamza Eroğlu, kominist veya kapitalist re­jimlerden birini tercih etmek durumunda kalan veya zorunda bulunan az gelişmiş üçüncü dünya memle­ketleri için Kemalizmin bir örnek olduğuna dair sözleri Prof. Duverger*den naklen işaret etti. Bu problemin, evvela, Kemalizmin doktrinal ve ideolojik değil, realist ve pragmatik bir mahiyeti olması ile ilgili olduğunu sa­nıyorum. Gerçekten Atatürk devrimlerine hakim olan görüşün çağdaş yönde fakat çatışan kominist kapita­list iki ideoloji arasında sul generls bir karaktere sa­hip olması, bağımsızlıklarını sağlamak için, yeni ve es­ki şekilleri altında direnmek isteyen, emperyalizme karşı savaşan üçüncü dünya milletlerinin Kemalizme güvenilir bir örnek ve yol gösterici değerini kazandırdı­ğı şüphesizdir."

"... Atatürk devrimine gelince, Atatürk'ün esas itiba­rıyla, 1789 Fransız devriminden gelen, 1921 ve 1924 tarihli anayasalarımızda ifadesini bulan siyasi ideoloji­ye, klasik demokrasi İlkelerine bağlı olduğu, sosyal ve iktisadi telakkileri yönünden, Marksistlerin anladığı ve iddia eder göründükleri manada ve ölçüde toplum­cu ve ilerici olmadığı şüphesizdir. (Bk. Atatürk'ün Söylev Ve Demeçleri, Cilt II, 2, bs. 1959, s. 99) Yal­nız şu var ki, 1931'den beri CHP'nin umdeleri-iken, 1937de Birinci Cumhuriyet Anayasasına giren ve böylece Türkiye Devletinin resmi umdeleri değerini kaza­nan Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik ve İnkılapçılık ilkeleri Kemalizmin ilericilik karakterini kuv­vetlendirmiş ve onu daha ileriye ve sola açmıştır. Ama bu, tekrar edelim ki, asla Marksist akımın anladığı ma­nada ve arzuladığı ölçüde bir ilericilik ve solculuk de­ğildir. Çünkü sınıf mücadelesine ve işçi sınıfı diktatoryasına karşı olan, düşünce hürriyetinin ve kişinin kutsallığına inanan, özel teşebbüsü reddetmeyen, ai­lenin ve kamu yaranna aykın olmamak kaydı ile özel mülkiyetin ve mirasın hatta dinin saygıdeğer müesse­seler olduğunu kabul eden rölativist ve plüralist bir dü­şünce sistemi, rasyonel ve objektivist bir davranış biçi­mi olan Atatürkçülük, aşırı sağa olduğu kadar aşırı sola da şiddetle karşıdır.”

"... Diğer taraftan bir nevi muhafazacı milliyetçilik ile Marksizml telif eden Kadro Dergisi etrafında top­lanan Kadrocular hareketinin bir süre resmi desteğe mazhar oluşu işaret ettiğimiz sola açılış yönünden ma­nalıdır.”

Ord. Prof. Dr. Recai Galip Okandan

"... Devletin pozitif inkişafına taalluk etmek üzere 3 Mart 1340 (1924)'da hilafetin ilgasına müteakip 20 Ni­san 194O‘ta yeni bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda ge-' tirilmiştir. Nev'i şahsamünhasır bir mahiyet taşımaktan ziyade yabancı memleketlerin anayasalarından mül­hem olmak ve fakat o devrin milli ihtiyaçları da nazara alınmak suretiyle meydana getirildiği şüphesiz görülen mezkûr Esas Teşkilat Kanunu'nda, bu hususta hukuki herhangi bir müeyyide ve teminatın ve buna müteallik herhangi bir hukukî müessesenin anayasada yer al­mamış olmasına rağmen, tabiî, ferdî, siyasî ve amme haklarıyla ilgili olmak üzere birçok hak sıralanmakta­dır. Her Türk'ün hür doğduğu ve hür yaşadığı, Türklerin kanun nazarında müsavi oldukları, zümre, sınıf, ai­le ve fert imtiyazlarının mülga ve mumnu bulundukları, şahsî masuniyet, vicdan, tefekkür, söz, neşir, seyahat, akit, say-ü amel (çalışma) temellük ve tasarruf (mülk edinme ve kullanma), içtima, cemiyet, şirket hak ve hürriyetleri gibi hususların Türklerin tabii haklarını teş­kil eyledikleri can, mal, ırz ve mesken masuniyeti, şi­kayet hakkı, ibadet, tedrisat serbestisi, matbuat, muraselat (haberleşme) hürriyeti, muhaberat mahremiyetinin masuniyeti, hiç kimsenin tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkemeye celp ve sevk olu­namayacağı, 18 yaşını ikmal eden her erkek Türk'ün mebus seçimine iştirak eylemek, 30 yaşını ikmal eden her erkek Türk'ün mebus seçilmek, hukuki siyasiyeyi haiz her Türk'ün ehliyet ve istihkakına göre Devlet me­muriyetlerinde istihdam edilmek hakları ve nihayet bir sosyal vazife ve hak olmak üzere iptidai tahsil ve bu­nun devlet mekteplerinde meccani olması gibi husus­ların yer aldıkları görülmektedir.”

“Devletin‘pozitif gelişmesi bakımından memleketi­mizde parlömanter Cumhuriyetin tesisini mümkün kı­lan, parlömanterizm ile meclis hükümeti sistemi ara­sında mutavassıt bir hal şeklini kabul eylediği ve hatta bu mutavassıt hal şeklinin de parlömanterizme müte­mayil bir bünyeye sahip bulunduğu söylenebilen, hü­kümet şekli olarak Türkiye devletinin bir Cumhuriyet ve dininin İslam olduğunu, hakimiyetin bilakaydüşart millete ait bulunduğunu tebarüz ettiren 20 Ni­san 1340 (1924) tarihli Esas Teşkilat Kanunu, prensip olarak kuvvetlerin tevhedi (birliği) esasını kabul etmiş­tir."

Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu

"... Bir memlekette, kabul olunacak kanun kaidele­rinin mükemmel olması, güzel tatbik edilmesi için yal­nız hukuk bilinci yetmez. Onları yapan ve tatbik eden­ler de bu bilinçten başka bir de hukuk kültürünün bulunması şarttır.

İşte bunu pek güzel tatbik eden Cumhuriyet idaresi ve onun Büyük Şefleri 20 yıllık Cumhuriyet devrinde memlekette eskisinden tamamen ayrı bir hukuk niza­mı kurulması için en büyük dikkati göstermişlerdir.

Türk milletinin -Büyük Önderi Atatürk'ün rehberli­ğiyle kazandığı eşsiz zaferi taçlayan ve Milli Şefin Türklere en büyük hediyesi olan Lozan Muahedesiyle kapitülasyonlar kaldırılarak adlî istiklalimizi baltalayan zincirler parçalanmış, ondan sonra memleketin en ye­ni kanunlarla teçhiz edilmesi de kafi görülmemiş, bunları öğretecek birçok çarelere başvurulmuştur. Bunla­rın başında yeni hukuk bilgisiyle mücehhez hakim ihti­yacını karşılamak üzere, Ankara'da Adliye Vekaletine bağlı bir Hukuk Mektebi açılması gelir... Hukuk Mekte­binin 5 Kasım 1925'te yapılan açış töreninde söz alan Ebedî Şef Atatürk, *... şimdi vücuda gelen bu büyük eserin zihniyetini, ihtiyacı tatmin edecek yeni esasatı hukukiyeyi ve yeni erbabı hukuku vücuda getirmek için teşebbüs almağa zaman gelmiştir' demiştir.”

”... Memlekette bir rejim devrimi yapıldı; artık yasa­ma kudretini tamamen kaybetmiş olan Saltanat kaldı­rıldı. Yerine Cumhuriyet kuruldu. Ve böylece demokra­sinin temelleri atıldı. Halk, ‘reaya* olmaktan kurtuldu. Kendini İdare edecekleri seçmeye hazır­lanan ‘efendi’ oldu.”

Prof. Dr. Faruk Erem

”... İnsana ve topluma ilişkin hiçbir sorun adaletin denetimi dışında kalamaz. Gerçek Atatürkçü bunu haklı görür. Atatürk adaletin görevinde yasak bölgeyi kabul etmemiştir. Çünkü bir devlet kurmak azmindeydi. Adaleti sınırlamak isteğinde, günümüzdeki köksüz akım ‘Atatürk'ü tahrip özgürlüğü’ iddiası içindedir.”

Prof. Bahri Savcı

”... Türk toplumu tarihin yapıcı akımı içinde, önce ‘Halife Sultan'ın şahsında toplanan ve beliren tanrısal mutlakiyetçi siyasal iktidarın halk yararına sınırlanıp kısmi bir halk ortaklığı ile yumuşatılarak kullanılması* safhasını geçirmiştir. Bundan sonra, ‘Tanrısal mutlakiyetçi geleneğinden ayrılmak istemeyen Halife-Sultan siyasi iktidar kavramını tatbikatta tamamıyla kırarak onun yerine, Siyasal Parti temelinde bir halk iktida­rı getirme* devresini de yaşamıştır.

, Bu iki devreden sonra, aynı gelişme çizgisi üzerin­de kalan, fakat ötekilere nazaran pek kökten bir değiş­meyi ifade eden bir üçüncü devre demokrasisi gelmiş­tir: (İdare ve hakimiyetin ‘onun hakiki sahibi olan halk’ın eline, -onu bir halife-sultan ile, bir monarşi artı­ğı kurum ile paylaşmadanbir tekel haline geçmesi, siyasal İktidarın, halkın maddi ve manevi varlığı­nın ve etkisinin altında bulunması, böyle İşlemesi, bu yolda gerçekleşmesi) anlamında bir demokrasi hayatı içine girilmiştir.”        .

"... Tek partili cumhuriyet ‘Kuvayl milliyeyl amil ve milli iradeyi hakim kılma* PRENSİPLERİNE DA­YANIR. Siyasi teşkilatını bu prensibin uygulanması ha­line getirir: ‘Müdafaa-i Hukuk* ve ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi’ kanalları ile.

Fakat rejim, siyasi mekanizmada tek partinin ege­menliği altındadır. Lâkin bu, tek parti de, ‘parti-halk’ güçleri münasebetini, ‘Kuvayi Milliye'nin, ‘Müdafaa-i hukuk’un esprisine uygun olarak daima taze, hareketli ve halk temeli üzerinde tutamamıştır. Hemen bu ka­demedeki teşkilatında bir kısırlaşmaya uğramıştır. Za­man zaman genel, merkez yönetimi, partiye taze kan, taze enerji, taze bilgi ve yapıcı güç katmanın yollarını düşünmemiş, bu konuda teşebbüse geçmemiş değil­dir. Fakat, genel davranış, gene de her kademede iç tenkid esprisi kuvvetli, araştırıcı zihniyeti yerinde olan­larla zenginleştirme amaliyesini son derece ihmal et­miştir. Kuvayi Milliyenin, Müdafaa-i Hukuk’un eski ka­lem ve ktlinç arkadaşlığı kadrosu, uzun zaman partiye hakimiyetlerini bırakmamışlardır. Böylece yeni bilgi, enerji kaynaklarından yoksun kalan bu eski kadro da, bizzat Mustafa Kemal Atatürk'e yetişmekte geri kal­mıştır. Bu da Mustafa kemal Atatürk'ün, ‘halk temeline dayalı Cumhuriyet demokrasisi' fikrinin bütün şumula ile gerçekleşmesine elverişliliği ortadan kaldırmıştır.”

Bu dönemde, "... bir kelime ile kominizm ve faşizm totalitaryanizmine düşmeden, tek parti temeli üzerin­de, milliyetçi, inkılapçı ve ihtilalci bir otoritecilik pren­sipleri ile bir Kemalizm ideolojisi örmeğe teşebbüs edildi. Hiç ollnazsa, bunun fikrî dayanakları aranarak, bir ‘parti-devlet ayniyeti' kurulmağa doğru yönelindi. İşte bu da, kanaatımızca, Tek Parti devrinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan, Cumhuriyet demokrasi­mizi durduran sebeplerden birisi oldu. Mustafa Ke­mal'in gerçek ideolojisine zıt bir akım olarak... Çünkü Mustafa Kemal ideolojisi, bütün manası ve şumülü İle gerçek demokrasiden, bir halk temeline daya­nan, halkın maddi manevi varlığı ve etkisi altına konmuş bulunan bir demokrasiden başka bir şey değildir. Tek parti otoriteciliği ise böyle bir demokrasi teşkil etmez... Atatürk'ün pek erken başlayan hastalığı ve onu izleyen ölümü de, bu, çok partili eşkale doğru gelişmeyi durduran bir sebep olmuştur."

Prof. Dr. Selçuk özçelik

"... 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun, bu hu­susta kabul ettiği sisteme gelince, bunda da 1921 Anayasasında olduğu gibi (md. 1)

Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakiki mümessilidir. Bu sıfatla millet namına, hakikatte ona ait olan hakimiyet hakkını kulla­nır. (md. 4)... Ancak 1924 Anayasası’nda parlömanter rejimin mühim özelliklerinden biri olan Devlet Başkanının (bizde Reisicumhurun) Meclisi fesih yetkisi yoktur. Bu bakımdan diyoruz ki, 1924 Anayasamızın kabul et­tiği sistemde, tam olarak ne meclis hükümetini, ne de parlömenter hükümeti tam olarak gerçekleşmiş göre­memekteyiz."   

"... 9 Temmuzda Halk oyuna sunularıve kabul edi­len yeni 1961 Anayasamızın 1. maddesi, Türkiye Dev­leti Bir Cumhuriyettir, 4. maddesi ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir* demek suretiyle 1924 Anaya­samızın bu hususta kabul ettiği prensiplerle ittifak ha­linde bulunmaktadır.”

Prof. Dr. Bülent Nuri Esen •

“... Memleketimiz bakımından milli egemenlik pren­sibi, her şeyden önce, keyfi idarenin, saltanatın orta­dan kaldırılmış olduğunun delilini meydana getirir. 1924 tarihli Esas Teşkilat Kanunu Tasarısı, Büyük Mil­let Meclisinde görüşülürken Kanun-u Esasi Encümeni Mazbata Muharriri, şöyle demekte idi: ‘Encümenimizin faaliyetlerinde daima kendisine rehber ittihaz ettiği umde şudur:

Hakimiyet milletindir.*

Acaba niçin böyle olmuştur? Atatürk cevap veriyor: Büyük Millet Meclisi'nde 1923’te söylediği nutukta di­yor ki: ‘Heyeti içtimaiyede en yüksek hürriyetin, en alî müsavat ve adaletin temini, istikrarı ve mahfuziyeti, ancak ve ancak tam kati manasıyla hakimiyeti milliyenin müesses bulunmasıyla daimdir. Binaenaleyh hürri­yetin de, müsavatın da, adaletin de nokta-i istinadı ha­kimiyeti milliyedir... Heyeti içtimaiyemizde, devletimizde hürriyet, bîpayandır. Ancak, onun hudu­du, onu bîpayan (sonsuz) hududu esasın mahfuziyeti ile kaim ve mahduttur.’ Ve yine bundan dolayıdır ki,... her şeyimiz için behemahal en kıskanç hislerimizle ve bütün kuvvetimizle hakimiyeti milliyemizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz.’                      '

Mustafa Kemal, bunu her fert için lüzumlu telakki ettiği gibi kendisi de aynı gaye uğrunda and içmiş­tir.”^

”... Türkiye Cumhuriyetinde 1946'ya kadar fiilen tek parti rejimi bulunduğu söylenir ise de, bu dönemin Türk sistemi yukarıda ana hatlarıyla açıkladığımız sis­teme (öteki tek parti sistemlerine) uymaz. Türk tek. parti sistemi çok parti sistemine geçiş aracı olmuştur. Amaç demokratik rejimdir. Bundan başka Türkiye’nin tek partisi belli devrimlerin yapılabilmesi için, iktidarhalk ilişkisi örgütü olmak üzere düşünülmüştür. Bu yönleri ile genel sisteme uymayan bir karakter taşır. Kaldı ki, Türkiye tek partisinin o güne kadar bilinen be­lirli doktrinlerden biri üzerine kurulmuş olup olmadığı da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.

Bize göre, Türk tek parti sistemi dönemi, Atatürk doktrininin inşa edilmekte olduğu dönemdir. Ancak Atatürkçü doktrini yayan vasıta bu parti değildir. Hal­kın kendi dehasıyla benimsediği reformların gere-

Bülent Nuri Esen, Anayasa Hukuk Genel Esasları, Ayyıklız Mat­baası, Ankara 1970, s. 167.

ğini yapmada önder rolünü oynamak partinin işi OL­MUŞTUR."27

Prof. Dr. Muammer Aksoy

"... Deyimlerin çeşitli anlamları olabilir. Fakat bir toplumda genellikle, hatta resmen benimsenmiş bir anlam varsa, deyimleri bu anlamda kullanmak gerekir. Türk anayasası ve Türk toplumu, bugün ‘milliyetçilik’ deyimini, ‘Türk miliyetçiliği’, ‘Atatürk milliyetçiliği’ anla­mında kullanmaktadır... Böyle bir milliyetçiliğin ırkçılık­la, turancılıkla ilgisi bulunmadığı, hatta, ırkçı, kafatasçı olanların, 'Atatürk milliyetçiliğinin karşısında yer aldık­ları', doğrudan doğruya Atatürkçe en açık bir biçimde tekrarlanmıştır. Bunun belgelerini görmek için, Büyük Nutuk'a göz atmak bile yeter. Atatürk Milliyetçiliği, fa­şist ırkçılık değildir. Tam aksine bu iki kavram birbiriyle çatışır.”28

Atatürk bir konuşmasında şöyle diyor: “... Düşman­larımız OsmanlI Devleti'ni yıkarak, unsuru asli olan Türk milletini de imha etmek istiyorlardı. Halbuki Türk milleti yeni bir iman ve kati bir azmi milli ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin istinad ettiği esaslar, ‘is­tiklal-! tam’ ve ‘Bilâkayd-ü şart Hakimiyeti Milliye’den ibarettir.” (Atatürk, İzmir'de Halk ile Konuşma, Söylev ve Demeçler, Cilt 2, s. 92)

Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat)

"... Görülüyor ki, anayasacılık cereyanının başlan­gıç tarihi olan 1876'dan çok partili sisteme geçiş tarihi olan 1946*ya kadar uygulanmış olan 13 seçimin hepsi, (1876-1877 iki seçim), 1908, 1912, 1914, 1Q19, 1920 (TBMM Kuruluşuna imkân veren seçim) 1923, 1927, 1931,1935, 1939, 1943 modern anlamda, genel, ser­best, tek dereceli, gizli, demokratik, bir nitelik taşımak­tadır. (Bu seçimlerden ancak 1908, 1912, 1919 ve 1931 seçimlerinde birden fazla grup iktidar için reka­bete girmiş sayılırlar.) Gerçi bu seçimlerin bir kısmın­da, -Örneğin, tarihe, ‘sopalı seçim’ olarak geçen 1912 seçimlerinde olduğu gibibüyük çapta hile ve baskıya başvurulmuştur. Diğer kısmı ise, -seçimin iki dereceli, yani vasıtalı olmaktan başkaörnek denebilecek tarz­da adil ve serbest bir atmosfer içinde geçmiştir.”30

«

Prof. Dr. Esat Çam

“... Kemalist ideoloji ve rejimin, demokrasiye hazır­layıcı dönem için, geçici bir diktatör görüntülü olduğu bir gerçektir. Ancak bu diktatörlük, faşizm ve komü­nizm gibi totaliter değildi. Komünizm ve faşizm dışında kalan ve totaliter olmayan diktatörlükler paternel ve cumhuriyetçi diktatörlüklerdir. (Duverger, Siyasal Mü­esseseler, 1960 s. 394)

Kemalizm cumhuriyetçi diktatörlüklerin en tipik ör­neğidir. Amacı olan klasik demokrasiye geçişi ilk ta­mamlayandır. Kemalist devrimci diktatörlük teorisi tek parti modelini esas alarak siyasi demokrasinin gelişini hazırlamak amacına sahiptir. (Duvarger, ibid, s. 395)

Ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerden az gelişmiş yapısı nedeniyle Türkiye'de tek parti rejimi, bir demokrasiye geçiş aşaması olarak, geçici bir süre zorunlu kabul edilmekteydi. Girişilen çok parti dene-

Nermin Abadan, Anayasa Hukuku ve Siyasi Rejim Açısından 1965 Seçimlerinin Tahlili, SBF, Ankara 1969, s. 71; Ayrıca bk. Basın ve Haberleşme Hürriyeti, Türkiye'de İnsan Hakları Semine­ri, s. 89-117 ve 118-124.

meleri bunu gösterir. (Serbest Fırka) Diğer yandan re­jimin ideolojisi hiçbir zaman kendini faşist veya totali­ter olarak nitelendirmedi. (Duverger, Diktatörlük Üze­rine, İstanbul 1965 s. 73) Kemalist Türkiye'de, faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunucusunun yerini demokrasi savunucusu almıştı. Kemalist devrim modernleşmeyi önleyen taassuba karşı mücadele ederek Türkiye'yi batılılaştırmak istemiştir.

CHP gerek felsefesi bakımından, gerek yapısı bakı­mından totaliter değildi. Bu ideoloji hiçbir zaman fa­şizm ve komünizm gibi üyelerine bir iman veya mistik aşılayarak bir din görünümü kazanmamıştır. CHP il başkanlığının valilere verilmesi ve halkevlerinin kurul­ması belirli ölçüde, Hitlerci bir davranış havası verir. (Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Sander Yayınları, İstanbul 1973, s. 206) Ama Kemalizmin tek partisi CHP'nin yapısı ne gerçek anlamda Ocak ör­gütlerine, ne hücre sistemine ve ne de milislere daya­nırdı.”

"... Parti içi demokrasinin oldukça ileri olduğu, CHP yöneticilerinin üyelerden daha büyük önem taşıdığı bir komite partisi olarak kabul edilebilir.

Faşist rejimlerde tek parti burjuva sınıfının öbür sı­nıfları ezmesine yaramasına karşılık Kemalist rejimde tek particilik ülkeyi kalkındırmayı amaçlıyordu.

Kemalist devrimin hedeflerine varmak için uygula­dığı yöntem halk için halka rağmenlik olmuştur. Halka rağmen, halk İçin reformlar yapma, onu yöneltme, elrtçi (seçkinlere ait) bir yöntem fiilen vardır. Bu, Ke­malizm'in halkçılığına belki ters düşebilir. Ancak, bu rağmenlik, doğrudan doğruya halka karşı değil, halkı belirli düzen altında tutan tutucu güçlere karşı idi. (Ta­rık Zafer Tunaya, Atatürkçülük ve Türk Toplumu, Dü­şünenlerin Forumu, Milliyet, 4 Kasım 1973)

Kemalizmin asıl amacı, halkı kendi iradesini ser­bestçe oluşturabilecek hale getirerek, devrimlere sa­hip çıkmasını sağlamak ve aşağıdan yukarı örgütlen­mesi idi."

Prof. Dr. Bülent Daver

"... Her şeyden önce bazı yanlış anlamaları önle­mek için rejim ve ekonomik sistem sözcükleriyle ne anladığımızı ortaya koyalım. Burada siyasi rejim deyi­miyle hükümet sistemlerini yani rejim şekillerini kaste­diyoruz. James Bryce'nin ünlü eseri ‘Modern Demok­rasilerin yayınından bu yana hükümet şekillerini demokrasi ve diktatörlük diye ikiye ayırmak adet ol­muştur. Demokrasi kısa anlatımıyla halkın, halk ta­rafından, halk İçin yönetimidir. Her ne kadar de­mokrasi sözcüğü, bu tanım dışında çeşitli anlamlara geliyorsa da biz burada demokrasiyi açık toplum ya da açık rejim anlamında kullanıyoruz.

Açık toplum anlamındaki demokrasinin belirgin özellikleri şunlardır: Çok partili hayat ve tek dereceli serbest seçimler, hür muhalefet, geniş bir hak ve hür­riyetler kataloğu, çeşitli fikir ve baskı gruplarının varlığı (plüralizm)... Diktatörlüğe gelince, bu kavram bazan despotizmle karıştırılmaktadır. Oysa eski Roma'da ola­ğanüstü dönemlerde, belirli bir süre için, senato yetki­lerini kendi isteğiyle bir diktatöre tevdi ediyordu. Bu kanuni diktatörlüktü. İstisnai bir durum olan bu kanuni diktatörlük dışında, günümüzde diktatörlük denince, si­yasi hürriyetleri kısıtlayan, ya da tamamen kaldıran, muhalefete varlık tanımayan, genellikle tek parti, tek şef, tek doktrin ilkelerini benimseyen, seçimlerin hiç yapılmadığı, yapılsa bile göstermelik olduğu ve gerçek bir halk tercihini yansıtmayan sistemler anlaşılır. Kapa­dı toplum, kapalı rejim böyle düzenleri anlatmak için kullanılır."

' “Ekonomik sistemlere gelince: Bugün beli başlı iki ekonomik sistem vardır. 1. Kapiltalist model, 2. Sosya­list kollektivist model."

Prof. Dr. Bülent Daver’e göre, Mustafa Kemal, demokra­si taraftan, demokrasiye hayran, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyen bir liderdir.

“... Mustafa Kemal'in demokrasiye bağlılığı, hayran­lığı, bu rejimin iyiliğine ve üstünlüğüne olan inancı ne­reden gelmektedir. Atatürk'ün, ölümünden bir yıl önce yaptığı konuşmada Tûrklerin ruhen demokrat doğ­muş bir millet olduğunu’ belirttikten sonra, padişah­ların kendilerini ve yaldızlı tahtlarını, korumak için mil­letteki bu doğuştan demokrat niteliği uyuşturmağa ve köleleştirmeğe çalıştıklarını ileri sürmüştür.

Atatürk siyasi rejim konusunda, esas itibarıyla de­mokratik rejimi benimsemektedir. Bu rejimin üstünlüğüne ve değerine yürekten inanmaktadır. Türk mille­tinin doğuştan niteliklerinin de demokratik rejimi kabul etmemizi kolaylaştırdığını ileri sürmektedir."  

Prof. Dr. Bülent Daver, daha sonra. 1924 Anayasası hü­kümlerinin siyasi hayatta çoğu zaman uygulanmadığım, rejimin otoriter eğilimler gösterdiğini belirtmektedir. Fakat bu durumun geçici olduğunu, rejimin halk hakimiyeti fikrini temel bir unsur olarak belirttiğini de ifade etmektedir.

"... Bu rejim, uygulamada, temel çizgileri itibarıyla Duverger'in de işaret ettiği gibi, daha çok cumhuriyet­çi bir diktatörlüğü andırmaktadır.’’  hip çıkmasını sağlamak ve aşağıdan yukarı örgütlen­mesi idi."

18. Prof. Dr. Bülent Daver

"... Her şeyden önce bazı yanlış anlamaları önle­mek için rejim ve ekonomik sistem sözcükleriyle ne anladığımızı ortaya koyalım. Burada siyasi rejim deyi­miyle hükümet sistemlerini yani rejim şekillerini kaste­diyoruz. James Bryce'nin ünlü eseri ‘Modern Demok­rasilerin yayınından bu yana hükümet şekillerini demokrasi ve diktatörlük diye ikiye ayırmak adet ol­muştur. Demokrasi kısa anlatımıyla halkın, halk ta­rafından, halk için yönetimidir. Her ne kadar de­mokrasi sözcüğü, bu tanım dışında çeşitli anlamlara geliyorsa da biz burada demokrasiyi açık toplum ya da açık rejim anlamında kullanıyoruz.

Açık toplum anlamındaki demokrasinin belirgin özellikleri şunlardır: Çok partili hayat ve tek dereceli serbest seçimler, hür muhalefet, geniş bir hak ve hür­riyetler kataloğu, çeşitli fikir ve baskı gruplarının varlığı (plüralizm)... Diktatörlüğe gelince, bu kavram bazan despotizmle karıştırılmaktadır. Oysa eski Roma'da ola­ğanüstü dönemlerde, belirli bir süre için, senato yetki­lerini kendi isteğiyle bir diktatöre tevdi ediyordu. Bu kanuni diktatörlüktü. İstisnai bir durum olan bu kanuni diktatörlük dışında, günümüzde diktatörlük denince, si­yasi hürriyetleri kısıtlayan, ya da tamamen kaldıran, muhalefete varlık tanımayan, genellikle tek parti, tek şef, tek doktrin ilkelerini benimseyen, seçimlerin hiç yapılmadığı, yapılsa bile göstermelik olduğu ve gerçek bir halk tercihini yansıtmayan sistemler anlaşılır. Kapa­dı toplum, kapalı rejim böyle düzenleri anlatmak için kullanılır.”

' “Ekonomik sistemlere gelince; Bugün beli başlı iki ekonomik sistem vardır. 1. Kapiltalist model, 2. Sosya­list kollektivist model.”   

Prof. Dr. Bülent Daver’e göre, Mustafa Kemal, demokra­si taraftan, demokrasiye hayran, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyen bir liderdir.

"... Mustafa Kemal'in demokrasiye bağlılığı, hayran­lığı, bu rejimin iyiliğine ve üstünlüğüne olan inancı ne­reden gelmektedir. Atatürk’ün, ölümünden bir yıl önce yaptığı konuşmada Tûrklerin ruhen demokrat doğ­muş bir millet olduğunu* belirttikten sonra, padişah­ların kendilerini ve yaldızlı tahtlarını, korumak için mil­letteki bu doğuştan demokrat niteliği uyuşturmağa ve köleleştirmeğe çalıştıklarını ileri sürmüştür.

Atatürk siyasi rejim konusunda, esas itibarıyla de­.           mokratik rejimi benimsemektedir. Bu rejimin üstünlüğüne ve değerine yürekten inanmaktadır. Türk mille­tinin doğuştan niteliklerinin de demokratik rejimi kabul etmemizi kolaylaştırdığını ileri sürmektedir."33

Prof. Dr. Bülent Daver, daha sonra. 1924 Anayasası hü­kümlerinin siyasi hayatta çoğu zaman uygulanmadığım, re-. Jlmin otoriter eğilimler gösterdiğini belirtmektedir. Fakat bu durumun geçici olduğunu, rejimin halk hakimiyeti fikrini temel bir unsur olarak belirttiğini de ifade etmektedir.

"... Bu rejim, uygulamada, temel çizgileri itibarıyla Duverger'in de işaret ettiği gibi, daha çok cumhuriyet­çi bir diktatörlüğü andırmaktadır.” Doç. Dr. İlter Turan

"... Tek parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisi'nin milli tamlanmadaki rolünü şu noktalarda toplaya­biliriz: a) milli siyasi hayat yaratmaya çalışmıştır. Bu, bir yandan, yurt çapında bir teşkilat kurarak, diğer yandan da MIHI Seçimler vasıtasıyla halka siyasi ha­yata iştirak duygusu uyandırmak yoluyla yapılmıştır. Gerçi Milli Seçimler, kimlerin seçileceğini, tespit et­memişse de, halkta bir siyasi sistemin parçası olduğu kanısını uyandırmakta yardımcı olmuştur.”3'

Doç. Dr. Taner Timur

”... Peki suçlu kimdi? Elbette ki Atatürk değildi. Bi­ze olağanüstü koşullarda, olağanüstü bir kabiliyet ve enerji ile bir kurtuluş savaşı ve bir vatan kazandıran Atatürk'e sadece saygı ve minnet borçluyuz. Üstelik taklitçiliğin çıkar yol olmadığını en gerçekçi bir şekilde söyleyen de yine bizzat Atatürktür. Nihayet Atatürk, her şeyden önce, hayatının en önemli yıllarını cephe­lerde harcamış bir askerdi; bir filozof değildi. Bazıları­nın sandığı gibi, suçlu, Atatürk'ün çevresi de değildi. Daha doğrusu suçlu yoktu. Söz konusu olan, Anadolu insanı için şanslı bir tarihi raslantı, fakat şanssız bir ta­rihi zorunluluk idi. Atatürk'ün ve bir sürü isimli isimsiz kahramanın mevcudiyeti şanslı bir tarihi rastlantı idi. Bunlardan, başta, Atatürk olmak üzere bir kısmının ol­mayışı tarihin akışına bambaşka bir seyir verebilirdi. Fakat bir kere kurtuluş savaşı kazanıldıktah ve iktida­rın sınıfsal tabanı teşekkül ettikten sonra, Türkiye'nin sanayileşmeyi sağlayamayacağı da tarihi bir zorunlu­luk idi. Tekelci kapitalizm çağında, geri kalmış ülketer' de işçi-köylü temel ittifakına dayanmayan iktidarların sanayileşmeyi sağlayamayacağı, sadece Türkiye'de değil, bütün benzer ülkelerde denenmiş ve ispatlan­mış bir tezdir."   

Doç. Dr. Tuncer Karamustafaoğlu

"... Türkiye'de meşrutiyetten kalma iki dereceli se­çim usulü, 1946 yılına kadar uygulanmıştır... İki dere­celi seçim usulü halkın seçimlerde aktif rol oynaması­na engel olmuştur. Tek parti dönemi adı verilen bu dönemde seçimler partinin gözetim ve denetimi altın­da yürütülmüştür. Seçmenler, sadece teorik olarak di­ledikleri kimseye oy vermekte serbesttirler. Gerçekte seçimler, Cumhuriyet Halk Partisi’nin nüfuz ve tesiri . altında cereyan etmiştir. Halk Partisi, seçimlerde her seçim çevresi için aday göstermek usulünü koymuş­tur. Adayların isimlerini seçimlerden önce parti ilan et­mektedir. Hatta bu iki dereceli seçim usulünde ikinci seçmenler de partinin adayiandır. Genellikle bu ikinci seçmenler, seçim gününde partinin milletvekili adayı olarak gösterdiği kimselere oy vermeyi tercih etmişler­dir... MIHI İrade dolaylı olarak ortaya çıkabilmiştir."*9

Doç. Dr. Servet Armağan

"... İkinci Büyük Millet Meclisi normal yasama dev­resi sonunda seçimlere gitti. Bu seçimlerle 3. BMM kurulmuştur. 2. BMM konumuz hakkında önemli olan bir takım kanunlar yapmıştır ki, bunların başında   Ekim 1923 tarihli Cumhuriyeti ilan eden kanun ve 1924 tarihli anayasamız gelmektedir. Seçimde Tatbik Edilen Vesikalar,

2. BMM kurulduktan sonra ilk olarak 29 Efctt'fr 1923 tarihli bir kanunla cumhuriyeti ilan etti. Daha sonra 19 Kanunevvel 1923 tarih ve 385 numaralı bir kanunla Intihab-ı Mebusan Kanunu'nu değiştirdi.

2.20 Nisan 1340 (1924) tarihli anayasa yapılmıştır.

3.16 Haziran 1927 tarih ve 1079 sayılı kanunla Intihab-ı Mebusan kanunu 2. bir değişikliğe uğramıştır.

Aynı yıl içinde 5 gün sonra 112 sayılı kanunla üçüncü bir değişiklik yapılmıştır.

Nihayet son olarak Cumhuriyet Halk Fırkası Rei­si, Mustafa Kemal tarafından neşredilen ve seçilecek adayları gösteren tebliğ sayılabilir.”

Seçimin Hukuki özellikleri

Yukarıda sıraladığımız ve 1927 seçimlerinde tatbik edilen, konumuzla ilgili vesikalardan çıkardığımız so­nuçları şöyle sıralayabiliriz:

Seçimler gerek seçmen yaşı (18 yaş) ve gerek­se seçilmek için gerekli yaş (30 yaş) değiştirilmemiş, aynı kalmıştır. (1924 Anayasası, Md. 10,11) *

Seçilebilmek için gerekli şartlar kısmen değiştiril­miştir Şöyleki:

Bir defa, yabancı resmi hizmette bulunanlar.

Ağır ceza veya hırsızlık, sahtekârlık, dolandırıcılık, emniyeti suistimal, hileli iflas cürümlerinden biri ile mahkûm olanlar,

Mahcurlar,

Yabancı tabiiyet iddiasında bulunanlar,

Medeni haklardan iskat edilmiş olanlar ve Türkçe okuyup yazma bilmeyenler mebus seçilemezler (Ana­yasa Md. 12)

31 Ağustos 1927 tarihli seçimlerde, Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından neşredilen ve bazı isimleri ihti­va eden bir liste bulunmaktadır. Vilayet halkına bir tez­kere ile bildirilen bu tebliğde, seçmenlerden listede yer alan adayların seçilmesi istenmektedir.

Bu seçimlerde başka rakip parti yoktur. Neticede her tarafta CHP kazandı.”41

Prof. Dr. Münci Kapan!

"... Atatürk milli kurtuluş savaşını “hakimiyeti milli­ye” parolası ile açmış ve yürütmüştür. 1924 Anayasa­sının hazırlanmasında, 18. yüzyıl felsefesinin ve Fran­sız İhtilali prensiplerinin oldukça derin tesirleri görülür. 18. yüzyıl felsefesinin tesiri özellikle, ‘Tûrklerin hukuku ammesi' başlığını taşıyan haklar ve hürriyetler bölü­münde (m. 68-88) kendini açıkça belli eder. Tabii hak­lar doktirini, havası, ruhu hatta dili ile bu bölümde canlı olarak sezilir. Ve arkadan, 1789 modeli klasik hak ve hürriyetler kataloğu gelir. Düşünce, vicdan, söz, basın, haberleşme, demek kurma, çalışma, eğitim hürriyetle­ri, mülkiyet hakkı, kişi güvenliği, konut dokunulmazlığı, eşitlik prensibi vs.”

"... 1924 Anayasasına hemen hiç tartışmasız giri­vermiş olan bu klasik kamu hürriyetleri, pratik alanda tam olarak gerçekleşmiş midir? Atatürk devrinde, kendisinin İçten özlediği gerçek halk İDARESİ, Ba­tılı anlamda hürriyetçi bir demokratik düzen kurulabil­miş midir? Bu soruyu objektif olarak, ancak, ‘hayır' di­ye cevaplandırabiliriz. Şu halde. Atatürk rejimi demokratik ideolojiyi reddeden, tipik bir diktatörlük müydü? Bu sorunun cevabı da hiç şüphesiz ‘hayır1 ol­malıdır.

Atatürk rejimi otoriter bir rejim idi. Fakat su katılma­mış tipik bir diktatörlük değildi. O'nun tek parti sistemi­nin ne ideoloji yönünden, ne de bünye ve mekanizma yönünden faşist ve Marksist sistemlerle hiç bir ilgisF

Servet Armağan, a.g.m., s. 72-73.

Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, 3. bs„ AÜHF, Ankara 1970, s. 96-97. yoktur. (Bu konuda ilgi çekici görüş ve kıyaslamalar için bakınız, M. Duverger Siyasal Müsesseler ve Anayasa Hukuku, Paris 1960, s. 395) Ne onlar gibi kişiyi toplum içinde eriten ve otoriteyi tamlaştıran bir totaliter dünya görüşünün savunucusu olmuş, ne de vatandaşı sabah akşam gözetleyen sıkı bir polis rejimi kurmaya çalışmıştır. Aksine Atatürk hiçbir zaman gaye olarak demokratik prensiplerin üstünlüğünü ve ‘halka dayanan yönetim* ülküsünü savunmaktan geri kal­mamıştır.

Şu halde, cumhuriyetin ilk 15 yıllık devresini en iyi karakterize eden bir belirgin nitelik bulunmak istenir­se, buna demokrasiye hazırlık dönemi’, demek bel­ki en doğrusu olur. Gerçekten bu dönemde Atatürk daha önce İttihat ve Terakki liderlerinin yapmadığı, yapmaya teşebbüs dahi etmedikleri ‘asıl muazzam ve zor işi’ yani halk kitlelerini demokrasi ve hürriyet reji­mine hazırlama işini başarmak çabasına girişmiştir. Bu alanda başarıya ulaşmak için, ‘çağdaş medeniyet seviyesi'ne ulaşmak lazımdır. İşte devrimlerin esas he­defi budur.’

"... Atatürk'ün uzun vadeli idealinin ve devrimlerin ana hedefinin, Türkiye’de Batılı anlamda demokratik ve hürriyetçi bir siyasi düzenin kurulması olduğu huşu. sunda şüpheye yer olmamak gerekir. Nitekim, bu konu üzerinde duran yabancı yazarların, büyük çoğun­luğu da, aynı görüşü paylaşmaktadır. (Duverger, a.g.e., s. 395-396) Hakim kanaat odur ki, Atatürk’ün otoriter rejiminin gerçek amacı, demokrasinin yaşa­yabilmesi için gerekli ortamı yaratmaktan ibarettir. Onu açıkça diktatör olarak vasıflandıranlar bile, bu dik­tatörlüğün (kendine özgü) niteliğini belirtmekten ve ‘Türkiye’de bundan böyle bir daha diktatörlük ku­rulmasını İmkânsa kılmak hedefine yönelmiş* OL­DUĞUNU işaret etmekten geri kalmamışlardır.” (H. C. Armstrong, Grey Golf: Mustafa Kemal, Londra, 1945 S.246-24S)           

•- Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar

,                        "... 20 Kanunisani (Ocak) 1337 (1921) tarih ve 85 sayılı kanun ‘hakimiyet bilakayd-ü şart milletindir' prensibini koyduktan sonra, ‘icra kuvveti ve teşri selahiyeti milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli’ ettiğine ve ‘Türkiye devleti Bü­yük Millet Meclisi tarafından idare’ olunduğunu; hükü­metin, ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını’ taşıdı­ğını tasrih ediyordu. Bu hükümler, hükümdardan hakimiyetin de tamamen alındığını ve devlet reisliğinin de hükümet reisliği gibi fiilen ve hukuken Büyük Millet Meclisine geçmiş olduğunu göstermektedir.”^

"... Devlet reisliği bakımından T.C. ile Osmanlı İm­paratorluğu arasında çok mühim ve esaslı bir fark ol­duğu ve iki devrin arasındaki farklardan en mühiminin bu noktada yani (Cumhurbaşkanlığı noktasında) belir­diği tabidir.

1924 Anayasasına göre, “Reisicumhur BMM heyeti umumiyesi tarafından ve kendi azası meyanından.bir intihap (seçim) devresi için intihap olunur. Riyaset va­zifesi yeni Reisicumhur intihabına kadar devam eder. Tekrar seçilmek caizdir.

Reisicumhur milletin reisidir, merasim-i mahsusada Meclise ve lüzum görürse icra vekilleri heyetine baş­kanlık eder.

Reisicumhur,. Bakanlar kuruluna reislik etmesi ve hükümet teşkilatının da başında bulunması itibarıyla bir icra ve idare organı durumundadır... 1924 Anaya­sası, hükümet kurma vazife ve selahiyetini devlet reisi olarak cumhurbaşkanına vermekle beraber, başkanın bu selahiyetini üç kayıtla tahdit ve takyit ethniştir. 1. Cumhurbaşkanı ancak başbakanı seçebilir. Hüküme­tin diğer azalarını bakanları doğrudan doğruya seçe­mez. Başbakan vasıtasıyla seçer. Yani başbakan diğer bakanları seçer ve Cumhurreisinin tasdikine arzeder. 2. Başbakan ve Bakanlar ancak BMM üyeleri ara­sından seçilebilir. 3. Bakanlar ancak, Meclisin itimadı ile vazifelerine başlayabilecek ve devam edeceklerin­den ancak bu vasfı haiz olanlar arasından seçilebilir.

Cumhurbaşkanının başlıca vazifeleri, Meclisin ka­bul ettiği kanunları neşir ve ilan etmek, nizamnamele­rin tanzimine iştirak ve bunları ilan eylemek, devlet memurlarını tayin etmek, idarenin selahiyeti dahilinde­ki,'hususi afları yapmak, devleti hariçte ve dahilde temsil etmek, idari vesayeti kullanmak, devlet amme emlakine ait bazı tasarrufları icra etmek gibi vazifeler­dir.

Ancak, Cumhurbaşkanının idare sahasındaki bu vazife ve selahiyetleri birtakım usul ve şekil şartlarıyla mukayyettir: Cumhurbaşkanı bütün selahiyetlerini an­cak, kararnamelerle kullanır. Kararnameler ise, sıkı şekil şartlarına bağlı tasarruflardır. Bunların en mühimi de Başbakanın ve icabına göre bakan veya bakanların imzalarını ihtiva etmesidir.

Cumhurbaşkanının iştiraki idari bir tasarrufun uzvi ve maddi mahiyetini değiştirmeyeceği, reisicumhurun kararnameleri ister objektif, ister sübjektif mahiyette olsun, icrai bir karar ve idari bir tasarruf mahiyetinde olduğu cihetle idari tasarrufa karşı açık olan bütün mü­racaat ve itiraz yolları kararnamelere ve ihtiva ettiği idari tasarruflara karşı da açıktır.”

Prof. Dr. Süheyp Derbil

”... Türkiye'de Cumhurbaşkanı, BMM tarafından se' çilir. Anayasanın 31. maddesi, ‘Türkiye Cumhurbaşka­nı Büyük Millet Kamutayı tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir’ diyor... Cum­hurbaşkanı yabancı devletlere elçi gönderir, onların el­çilerini kabul eder. Gerekli gördükçe Bakanlar Kurulu­na da başkanlık eder. Gerekli mühim kararları, Cumhurbaşkanı onayı olmadan tekemmül edemez. Cumhurbaşkanının idari hakları bu gibi hususlarda te- celli eder. Valiler, Kaymakamlar, Genel Müdürler mü­him memuriyetlere bir kimsenin tayin edilebilmesi için Cumhurbaşkanının tayin kararnamesini imza etmiş ol­ması şarttır."47

Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta

. Milli Mücadeleden 27 mayıs 1960 İnkılabına ka­dar kanun yapma yetkisi tek başına BMM ne ait ol­muş, yürütme organına olağanüstü kanun yapma yet­kisi tanınmamıştı.”48

"... 1924 Anayasası yargı yetkisinin millet adına ba­ğımsız mahkemelerce kullanılacağını açıklamakla yeti­nerek yasama ile yürütmeyi eskisi gibi Meclise mal ediyor, bu bakımdan kuvvetler birliği anlayışını devam ettiriyordu. Üstelik, 1921 Anayasasından farklı olarak, ‘BMM, millet adına hakimiyet hakkını kullanır’ şeklinde Meclis üstünlüğünü destekleyici bir hüküm (md. 4)'de ihtiva ediyordu. Meclisin, yürütme yetkisini kendi üye­leri arasından seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun Meclis üyeleri arasından atadığı bir hükümet eliyle kullanaca­ğını belirtiyor ve Meclisin hükümet üzerindeki yetkisini siyasi denetleme ve güvenoyu cihazına hasrediyor­du.”

“... 1924 Anayasasında 1928 ve 1938 tarihlerinde yapılan değişikliklerle Cumhuriyet Halk Partisinin, Cumhuriyetçilik, Miliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laik­lik ve İnkılapçılık ilkeleri Anayasa ilkeleri haline getiril­diği gibi, 19341e yine bir Anayasa değişikliği ile kadın­lara seçme ve seçilme hakkı tanınmış, bu suretle demokrasi ve genel oy ilkeleri yurdumuzda birçok batı ülkelerinden daha önce modern kapsamına ulaştırıl­mıştır."49

 

. Prof. Dr. Şeref Gözübüyük

"... Hukuk devleti yönünden, 1924 Anayasası ile sağlanan hususları aşağıdaki şekilde sıralamak müm­kündür.

Devletin genel niteliği cumhuriyet olmuştur. Cumhuriyetin temel organları seçimle işbaşına gelmiş­tir.

Temel hak ve özgürlükler anayasa güvenliği al­tındadır.

Kanunların anayasaya aykırı olamayacağı ilkesi benimsenmiştir.

Yasama gücü yalnız Meclis tarafından kulla­nılmış ve olağanüstü hallerde hükümetin yasama faa­liyetinde bulunması önlenmiştir. Yürütme yetkisi Mecli­se ait olmakla beraber, bu yetki Cumhurbaşkanı ve hükümet eliyle kullanılmıştır. Meclisin üstünlüğü ha­kimdir. Meclis, egemenliği kullanan tek organdır.

Yargı gücü millet adına bağımsız mahkemeler eliyle kullanılmaktadır.         

İdarenin yargı yolu ile denetimi ve idari yargı sis­temi benimsenmiştir. ,           .

Çok partili demokratik rejime geçilmiştir. * 1924 Anayasası devresinde hukuk devleti açısın­dan aksayan hususlar da şöyle sıralanabilir:

Yargıçlara yeterli bağımsızlık sağlanamamıştır.

Anayasaya aykırı kanunların çıkarılması önlene­memiştir.

Temel hak ve özgürlüklerin anayasa güvenliğine

kavuşturulması yeterli olmamıştır. Bunların güven altı­na alınması için daha 6aşka hukuki tedbirlere ihtiyaç duyulmuştur.                           -

Bu aksamalar, özellikle 1950-1960 yılları arasında olmuştur.”  Prof. Dr. İsmet Giritli

"... Bilindiği gibi, kısaca, Cumhuriyet, devletin başlı­ca anayasa organlarının veraset değil, seçim esasları­na göre kurulduğu rejimin adıdır. Böyle bir rejimde, devletin temeli vatandaşlar arasında eşitlik esasına dayandırılmış, bu vatandaşlar içinde en kabiliyetli, en dirayetli, en muktedir olanların memleket idaresinde vazife almaları için seçim ve murakabe sistemleri lü­zumlu görülmüştür.”51

"... Atatürk milli mücadeleye ‘milli egemenlik* bay­rağı ile başlamış, daha Erzurum Kongresinden itiba­ren, ‘milli iradenin başlıca güç kaynağı’ olduğunu ilan etmiş bir liderdir. Atatürk tek şahıs saltanatından milli hakimiyete geçişin önderidir.

Bu itibarla millet hakimiyetini reddeden her türlü diktacı görüş Atatürkçülüğe aykırıdır. Atatürk, diktatör­lük özlemi çekenlerin değil, Türkiye’de milli iradeyi ha­kim kılmak isteyen demokrasi taraftarlarının önderidir. Atatürk, annesinin mezarı başında, ‘millet hakimiyet uğruna’ canını vermeğe vicdan ve namusu üzerine ye­min etmiş insandır.”52

Prof. Dr. Afet İnan

"... O (Atatürk) demokrasi esaslarına uyan bir Cum­huriyet rejiminin kurulmasını daima samimiyetle iste­miştir. İşte onlardan bir örnek. 1930 yılının yaz ayları. Büyükelçilerimizden Fethi Bey (Okyar) izinli gelmiş ve Yalova'da Atatürk’ün misafiri bulunuyordu. Fethi Bey Atatürk’le gündüz yemeklerinde ve gezintilerde, Avru­pa'da bilhassa Ingiltere ve Fransa'daki parlamento ha­yatından ve siyasi partilerden bahseder, o zamanki hükümetimizin iktisadi politikasını tenkit ederek demir­yollarının bir nesle fazla külfet verdiğini söylerdi. Cum­hurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, bunları sükunetle dinler bazan cevap verirse de daha çok Fethi Beyi ko­nuşturmayı tercih ederdi.

Birgün Fethi Beye şu telkinde bulunduğu vakit ya­nında idim. Atatürk şöyle demişti: ‘Fethi Bey siz bu de­diklerinizi yapabilmek için bir siyasi parti kurunuz. Ben size bu işte müzahir olacağım.’

1930 yılının Ağustos ayında, ‘Serbest Cumhuriyet Fırkası' milliyetçi, laik ve iktisadi sistem olarak liberal sistemi kabul ederek kurulmuştu. Yalovo'da siyasi faa­liyet en heyecanlı devrelerini geçiriyordu. Yeni partiye geçenlerin de bulunduğu gece partilerinden birinde Atatürk, bazı sualler yazdırdı ve herkesten cevap iste­di. Bir ara kendisi de konuşmaya başlayınca şu suale verdiği cevabı not ettim.”53

Ord. Prof. Enver Ziya Karal

“... Atatürk'e gelinceye kadar, memleket içinde ve dışında Türk milletinin demokratik vasıflardan mahrum bulunduğunu ve bu sebeple demokratik bir idare kura­mayacağını iddia edenler olmuştur. Atatürk bu iddiaya karşı: ‘Tûrklerin ruhen demokrat doğmuş bir millet olduğuna ve hatta dünya üzerinde yaşamış ve ya­şayan milletler arasında ruhen demokrat doğan yegane millet olduğuna kanidir.’       .

Kanaati bu olunca, Türkiye Cumhuriyetinde siyasi partilerin bulunmasını zaruri görür. Ancak, partiden maksat, memleketi ikiye ayırmak, sınıf menfaatini sağ­lamak olmayıp, halkın bütününü refaha ulaştırmak ol­duğunu da, şu suretle ifade eder: “Partiden maksat millet evladından bir kısmına, ahali sınıflarından bazıla­rına, diğer evlat ve sınıfların zararına menfaat sağla­mak değildir. Belki bunlardan ayrı ve hariç olmayıp, halk namı altında bulunan umum milleti müşterek ve müttekit bir suretle müşterek ve umumi, hakiki refaha isal için faaliyete girmektir.”

“... Atatürk devlet idaresinde iktidar ve muhalefet münasebetlerine de temas ederek muhalefetin saygı­değer olduğunu kaydeder. Çünkü muhalefetin de bir tetebbu ve içtihad neticesi olduğuna inanır.”

Ord. Prof. Reşat Kaynar >

"... Atatürkçülük halkçıdır, demokratiktir, sosyaldir ve barışçıdır. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için, sadece siyasal düzeyde ve üst yapıda kalmaya­rak, sosyal ve ekonomik alt yapıya yönelme ve bu ya­pıda halkı, halk için halkın gücü ile kalkındırmayı amaçlar ve bunları da sınıf kavgalarına yol açmadan sosyal barışı gerçekleştirmek için, devletin, yapıcı, planlayıcı, düzenleyici ve emredici rolünü ön planda tutmayı ve böylece az gelişmiş bir sosyal yapıdan kur­tulmayı amaç sayar.

Atatürkçülük müsbet ilme ve hür duyguya dayanır. Sanat ve bilim dallarında, bu yurdun gerçeklerine ve ihtiyaçlarına göre yaratıcı gücü harekete geçirir. Bunu, laik, akılcı, hür bir düşünüşte, müsbet ilme ve hür duy• gûya dayanarak gerçekleştirir. Yalnız bu kaynaklara başvurarak araştırma ve denemelerini sürdürür.

Atatürkçülük dinamiktir. Yukarıdaki açıklamalarda belirtilen Atatürkçülük, sadece, fikir planında da kal­mayarak, yenilik ve gelişme düşmanı tutucularla sa­vaşmayı emreder. Bu bakımdan antiemperyalist, antikolonyaiist, laik, ilerletici ve yürüyüş halinde bulunan, dinamik, sürekli, bir kalkınma ve hareket sistemidir.”     

Doç. Dr. Ahmet Mumcu

”... Ulusal Kurtuluş Savaşı bittikten ve Cumhuriyet kurulduktan sonra, Türkiye uzun bir süre, tek parti reji­mi içinde yaşamıştır. 1924 yılında, kısa bir süre çalış­tıktan sonra kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fır­kasının devrimler için ne derece büyük bir tehlike gös­terdiği anlaşılmıştır. Bu tarihten sonra, 1930 yılına ka­dar Cumhuriyet Halk Partisi, yurttaki tek.siyasal kuru­luş olarak kalmıştır.

Ancak, devrimi yürüten iTadro, özellikle Atatürk ve İsmet Paşa, tek partinin sakıncalarını biliyorlardı. On­lar, yalnız devrimler! hızla ve tehlikesizce yürütebilmek için Takrir-i Sükun Kanunu'na dayanarak, Terakkiper­ver Cumhuriyet Fırkası’nı kapattınmışlardı. Parlamento içinde dürüst ve çalışkan bir muhalefetin bulunmasını rejim için zorunlu görüyorlardı. Gerçekten, bütün dev­let hizmetlerinin CHP kanalıyla yürütülmesi ve onun karşısında, yapılan işlerin eleştirisini sağlayacak bir si­yasal kuruluşun bulunmaması, denetim yönetimini ek­sik bırakıyordu.58

1930 yılında, belli başlı devrimlerin bir bölümü ta­mamlanmıştı. Halk huzur ve güven içinde bulunuyor­du. Ancak, 1929 yılında ABD'de çıkan ve kısa bir süre­de bütün dünyayı saran büyük iktisadi bunalım, yurdumuza da sıçramıştı. En modern ve kalkınmış ül­kelerde bile, büyük bir enflasyon ve işsizlik başlamıştı. Bağımsızlık savaşını başan ile bitirip ulusal iktisadi kal­kınmayı yoluna sokmak üzere olan devrim hükümeti, yaptığı hamleleri duraklatmak zorunda kalmıştı. İhra­catımız azalmış, bu nedenle yeni ^sanayi kuruluşları açmak imkânı kısıtlanmıştı. Ayrıca, büyük bir demiryo­lu yapımı işine girilmesi bu sıralara rastlamıştı. Dünya iktisadi bunalımı bu nedenle Türkiye'yi de durgunluğa sürükledi. Halk, durumundan yakınmağa başladı.

Atatürk ve arkadaştan, hükümetin izlediği iktisat si­yasetini eleştirip, daha doğru bir yöne sokabilecek ikinci bir siyasal partinin gerekliliğine inandılar. Bu ger­çekleşirse, meclis içi ve dışı denetim daha da ciddile­şecek, halkın dilekleri üst kadroya daha olumlu biçim­de ulaşacaktı.59    

Atatürk, bu güç işi, yakın arkadaşı, o sırada Paris Büyükelçisi bulunan Ali Fethi (Okyar) Beye verdi. Fet­hi Bey özellikle liberalizm taraftarı idi... Fethi Bey 12 Ağustos 195ü yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu... Atatürk pek çok arkadaşını bu partiye girmek İçin teşvik ediyordu. Ancak, işler, umulduğu gibi yürü­medi. Laiklik ilkesini daha hâlâ benimsemeyen gerici tutucular, bu partiye dolmaya başladılar. Fethi Beyin çabalarına rağmen bu gidişe engel olunamıyordu. , özellikle Ege Bölgesindeki merkezlerde, parti örgütü gericilerin eline geçmişti. Bir aralık Atatürk'ün resimle­rinin yırtılması gibi olaylar bile görüldü... Sonunda Ali Fethi Bey, 18 Aralık 1930'da partisini kapatmak zorun­da kaldı.

Atatürk'ün ölümüne değin, halkı demokratik bir eği­time Buyruk tutma yolundaki etkinlik eksilmedi. Tek partili sistem içinde örneğin, Faşist İtalya ve Almaya'da olduğu gibi, asla koyu bir, ‘parti diktatörlüğü’ne gidilmedi. Atatürk, bu konularda kendisine verilen fikir­lere hiç rağbet etmemiş, gerçek demokratik rejimin ku­rulmasını her zaman özlemiştir. CHP içindeki etkinlik türlü yollarla halkı, gerçek demokrasiye götürmek yo­lunda gelişmiş sayılabilir.”                                                                                     

Prof. Dr. Kemal Karpat

”... Şu gerçek inkâr edilemez ki, Atatürk bütün ha­yatı boyunca diğer tek parti sistemlerinde olduğu gibi belli bir teoriyi dogmatik olarak tatbik etmekten çok halk arasında yaşayan görüşleri bulmaya ve parti programına sokmaya çalıştı. Bu amaçla Halk Partisi programı partinin temsil ettiği farzedllen bütün sosyal grupların İhtiyaçlarını karşılamak üzere ya­vaş yavaş genişletildi. Gerçekten Halk Partisinin 1923 seçimlerine girdiği ilk programında sadece 9 te­mel prensip vardı. Bu prensipler, Türk milletinin tek temsilcisi olarak Millet Meclisinin otoritesini kurmak amacını güdüyordu. 1927'deki parti kurultayı, Partiyi, Cumhuriyetçi, Milliyetçi ve Halkçı olarak tanımlayarak daha teferruatlı bir program çizdi. Nihayet 10 Mayıs 1931 Kurultayı genel olarak Kemalizm diye bilinen ve daha sonra 1,937’de Anayasanın 2. maddesini teşkil eden 6 prensibi kabul etti. Cumhuriyetçilik Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, İnkılapçılık.”

“1923ten 1945’e kadar, Türkiye’de bütün reformla­ra ve siyasi hareketlere Halk Partisi önayak olmuştu. Halk Partisi kendini bütün milletin temsilcisi sayıyordu. Parti, Kemalist inkılabın temsilcisi sıfatıyla her yerde yerli eşrafın yetkilerini devraldı. Zamanında, hükümet ve devlet ve parti öylesine aynı hüviyete bürünmüşler­di ki, ulaşılan başarıları veya bunlara yöneltilen tenkit­leri partiden ayırmak imkânsız hale gelmiştir. Partinin bu durumunu en iyi milli bayramlarda kulandan şû slo­gan gösteriyordu: ‘Tek Parti, Tek Şef, Tek Millet’

”... Mustafa Kemal Atatürk'ün büyük şahsiyeti bu bölümde anlatılamaz. Henüz onun toplumsal, iktisadi, kültürel problemler üzerindeki temel fikirlerini göstere­cek çalışmalar yapılmamıştır. O’nun vatandaşa olan inancını, Türk halkına şerefli bir hayat sağlayan çaba­larını gösteren etraflı bir inceleme yoktur. Atatürk’ün halka olan inancı reformların bekasını sağladı. Atatürk ilk Büyük Millet Meclisinde, mutaassıplarla sosyalistle­ri, toprak ağalarıyla aşiret reislerini ikna yolu ile birleş­tirebilen, ortak gayeler için elbirliği yapmalarını sağla­yan, mahir bir liderdi. Atatürk isteseydi, memleketteki itibarı sayesinde, kolayca padişah olabilirdi. Fakat se­çime dayanan bir Cumhurbaşkanı kalmayı tercih etti. Memleket İşlerinin gerçekten tek hakimi, o İdi. Fa­kat Türkiye’de bir daha kimsenin diktatör olmama­sı İçin diktatör olmuştu.” (Levis, Yakın Gelişmeler, S. 331)  34

Prof. Dr. Niyazi Berkes                            

"... Din, devlet, dil, yazı ve tarih alanlarında Ata­türk'ün önderlik etkisiyle, gerçekleştirilebilen atılımlar, gerçekte, uygarlık değişimi için gerekli olan düşün ve görüş özgürlüklerinin kapılarının açılışını gösterir... Ge­rici gidişlere karşı korunmanın güvencelerinden biri, tarihle bilinçli ve objektif bir bağ kurulmasıdır. Ata­türk'ün bu yolu da açmış olması tesadüf değildir."

"... Kemalizmin sıkı bir şekilde, birbiri içine geçmiş üç önemli halkası vardır,

Ulusal bağımsızlık,

Egemenliğin halkın kalkınmasına yarayacak . yönde olması,

Bunun devrimci atılımlaria gerçekleştirilmesi Mustafa Kemal'in ölümünden sonra bu ilkeler arasın­daki bağ koptu ve bu ilkelerden taviz verildi. ‘Tanzi­mat, Abdülhamit, Menderes’ ve bu ‘Batı Medeniyetçili­ği’ anlayışlarının Batıcılığı, bu üç halkalı Batıcılık anlayışına ters düşer.”

Prof. Dr. Cahit Tanyol                                             

"... Geçenlerde Yön Dergisinin Atatürk ilkeleri üze­rinde yaptığı bir ‘Açık OturumMa en çok söz konusu olan halkçılık ve devletçilik oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse, diğer ilkeler bu iki kavramın bir nevi tamam­layıcı unsuru olarak görülüyor. Oturumda Sayın Cevat Dursunoğlu, halkçılıktan, halk idaresi, demokrasi ma­nasını çıkardı. Oturuma iştirak edenlerden bir kısmı, kendim de dahil, bu fikre iştirak etmedim. Çünkü Ata­türk ilkelerindeki ‘halkçılık* politik değil, sosyal bir yön­dü. Atatürk, halk iradesi ve halk idaresini, Anayasanın, ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir', düsturunda açık ve seçik olarak formüle etmişti. Bu formülde de önemli olan, hakimiyetin hangi şartlar ve hangi prensipler al­tında kayıtsız, şartsız, milletin olacağını araştırmak var­dı. Biz araştırmak zahmetine girmedik. Aktarmak ko­laylığını seçtik.

'Halkçılık' kavramına tamamıyla sosyal bir anlam verdiğimiz zaman milliyetçilik prensibi lüzumsuz kalır. Çünkü milliyetçilik, halkçılığın, içinde bir unsurdur. Hat­ta, halkçılığın, ta kendisidir. Halkın dışında, halkı dü­şünmeyen, halkın faydasını korumayan hiçbir kavram milliyetçiliğe giremez.”66

”... Kemalist doktrin milli bir sosyalizmdir. Bu kanıyı Mahmut Esat Bozkurt'un Atatürk İhtilali isimli kitabın­dan çıkarmak mümkündür. Mahmut Esat Bozkurt'un bu eseri, günümüz için iki bakımdan önemlidir. Birinci­si kitaptaki fikir ve görüşlerin Atatürk'ün tasvibinden geçmiş olmasıdır. Yazarın çeşitli politik doktrinler kar­şısında almış olduğu namuslu ve özgür davranış, Türk devrlmlerlne temel aranırken, yasak fikir bölgelerinin asla sözkonusu olamayacağını açığa vurmaktadır. İn­san düşüncesi gerilik dışındaki bütün fikirlere, özellikle komünizme ve onun tartışılmasına, Atatürk devrimleriyle rahatça kıyaslanmasına açık bulunmaktadır. Kita­bı okurken her çeşit fikir özgürlüğünün, hiçbir kaygı, hiçbir korku, hiçbir engel ile sınırlanmadığını görüyo­ruz. Tam tersine kitabın, genel havası fikir özgürlüğünü teşvik ediyor... Eserin ikinci yanı, Türkiye Cumhuri­

yetinin ve onun devrimlerinin objektif ve bilimsel her türlü eleştiriye açık olmasıdır."67

Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengü

"... Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanarak 1931 yılında yayımlanan ve Atatürk tarafından da önceden görüldüğüne şüphe etmediğimiz ‘Tarih’ ki­, tabında, '... yabancı müelliflerin (Kemalizm) dedikleri, Türk İnkılap hareketinin temel prensipleri...' Yani 6 ok sözkonusu edilmiştir. (Tarih IV, Türkiye Cumhuriye­ti, İstanbul 1931, s. 187) Görüldüğü gibi bir yandan Kemalizm, Türk inkılabı olmakta, bir yandan da bu devrim hareketinin çoğul temeli olan ilkeleri işaret edil­mektedir.

Tekin Alp'in Atatürk'ün sağlığında yayımlanan, ‘Ke­malizm’ adlı kitabı da, Atatürk'ün 1928 yılındaki yoru­muna ve anlayışına uygun bir açıklama getirmektedir. ‘Parti programında yazılı olan inkılap kelimesinin dai­ma (revolution) tabiriyle tercüme edildiği doğrudur. Üniversitede İnkılap dersleri veren dört profesör de, bu kelimeyi (revolution) mukabili ile tercüme etmişler ve bu hususta uzun tarifler yapmışlar, pek çok izahat vermişlerdir. Fakat, kelimelerin her zaman sabit ve de­ğişmez mana taşımadığını unutmamalıdır. Kelimelerin manası da zamanla değişir, tekamül eder’ diyen Tekin Alp, (Kemalizm, İstanbul 1936 s. 336-337) fikrini şöy­le geliştirmektedir; ‘Yabancı bir dilde inkılap kelimesi­nin yeni manasını bir dereceye kadar ifade edebilen bir formülün mutlaka bulunması icabediyorsa, bunu belki radikalizm tabiriyle göstermek kabil olur... Türk radikalizminin manası şudur: (Kabil olduğu kadar süratle, yolda durmayarak ve zamanı dev adımlanyla aşarak hareket etmek)... Hülasa etmek için di­yeceğiz ki, parti programında daima görünen, inkılap remzi, fiilden ziyade, zihniyete, ruha, metoda taalluk eder.’ (a.g.e., s. 338-340) Tekin Alp'in ortaya atıldığı zaman, ‘basbayağı ihtilal manasını* taşıdığını söylediği Inkilap kelimesini günümüzde, ‘devrim’ sözcüğüyle karşılayabiliriz.”

Prof. Dr. Tank özbilgen                                 -

“ ... Atatürkçülük hareketi, temelde milliyetçi bir akımdır. Nitekim milliyetçilik Atatürk tarafından kurulan CHP'nin 6 okundan birini teşkil etmiş ve daha sonra da diğer beş okla birlikte anayasanın metnine aktarıl­mıştır. İşte batılılaşma bu temel prensip ile çatışır ka­rakterde görülmekte ve bu nedenle de Atatürkçülüğün kendi kendisi ile çelişme halinde olduğu öne sürül­mektedir.

Söz konusu görüş yanlıları, ilk olarak nasyonalizm ile şövenizmi karıştırıyorlar. Nasyonalizm, altruist diyemesek bile, karşısında başka unsurların da varolduğu­nu gözden ayırmayan —deyim yerinde ise— meşru ve dürüst bir egoizme dayanır. Komşularını tedirgin et­meden yaşayan, onlarla karşılıklı fayda temeli yapıcı ilişkilere girişen, genellikle söylendiği gibi, ‘iyi komşu’ kimliğinde bir ulus anlayışına sahiptir. ‘Yurtta barış, ci­handa barış' prensibi ile Atatürkçülük, böyle bir milli­yetçilik prensibini benimsemiştir.

Şövenizm, nasyonalizmi benimsemek şöyle dur­sun, onun tam tersi bir politik anlayış biçimidir. Bu iti­barladır ki, iki kavramı deyimlemek üzere nasyonalizm ve şövenizm gibi etimolojileri apayrı olan iki terim kul­lanılır.

İşte Atatürkçülük, nasyonalizm ile değil, fakat şöve­nizm ile çelişme halindedir. Şöven akım batılılaşma değil, uygarlaşma gereklidir, derken, bilinç altındaki bu gerekçeye dayanmaktadır. Bir zamanlar Türk'ün militer gücü önünde tir tir titreyen bir Batı da kim oluyor! Militer güçlülük endüsrializasyonu gerekli kılmasa bu patalojik düşünce, teknik resepsiyona da karşı çıka­caktır. Zira, primitif mantaliteyi temsil eden bütün anla­yış biçimleri gibi, gerçek dışı, çalışma ve dürüst yaşama düşmanı, bir terimle mizoneisttir. İşin üzülünecek yanı ulusal tarihimizde hemen daima bu patalojik dü­şünce tarzının egemen olmuş ve ulusu felakete sürük­lemiş bulunmasıdır. Uygarlaşmayı engelleyen, neden­lerin temelinde hep bu patalojik düşünce yer almaktadır. Nitekim, Atatürk'te, ‘Yurtta barış, cihanda barış’ ve ‘Misak-ı milli sınırları’ prensipleri ile bu patalo­jik düşünceye kesin bir son vermenin gerektiğini orta­ya koymuştur. Atatürk, anlamıştır ki, hele az gelişmiş ülkelerde, bugün, şövenizmin hiçbir olumlu fonksiyonu yoktur. Geri kalmış ülkelerin yapacağı iş başkalarını sömürmek hayaline kapılmak değil, fakat başkaları ta­rafından sömürülmemeye çalışmaktır. Ve bunda başa­rı sağlamanın yolu da, batılılaşmadan geçmektedir."'0

Prof. Dr. Pertev Naili Boratav                         

"... özü gelenekçiliğe karşı olan Kemalist reformlar yeni kuşaklarla, onların geçmişleri arasında tam bir kopukluk yarattıkları için çoğu zaman eleştiriye uğra­mışlardır. Oysa, Kemalizmin kültürel programı, insan bilimlerine, tarih, filoloji, etnoloji bilimlerine o güne dek tanımadıkları bir atılım kazandırmıştır. Bunlar Türk Ta; rih Kurumu ve Türk Dil Kurumu'dur. Atatürk ölümün­de, bu kurumlara, kişisel servetinin hemen tümünü ba­ğışlamıştır.

Meslekten asker olan Atatürk'ün politikacı kişiliği çizmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal üniformalarından her tedirginlik duyduğunda siyasal işlevini görmek için general giysilerinden sıyrılmasını bilmiştir. Atatürk eylem adamıydı. Kuramcı değil. Ancak, olayların göster­diği gelişme ona, bir bakıma yapısına aykın olan dev­rimci ideoloji yapma görevini yüklemiştir. Kemalist devrimlerde teori eyleme önayak olmamış, eylemi izle­miştir. Reformlar önceden oluşturulup açıklanan bir programa göre değil de neredeyse ard arda tasarlanmış, uygulamaya konmuştur. Atatürk'ün yakın arka­daşlarının anılarından, biyoğraflarının yazılarından, Mustafa Kemal'in tasarılarını Meclis tartışmalarına sunmazdan önce, düşüncelerini nasıl kısıtlı bir çevre içinde ortaya attığına değinen birçok çarpıcı ayrıntılara rastlanır. Bazan sert bir hava içinde geçen bu tartış­malar, bir bakıma devrimci eğitim dersleri yerine geç­miştir. Atatürk'ün öğretisinde yetişen aydınların yapıt­ları olan Kemalist ideolojinin ilk sentezleri 1930'lardan sonra yayımlanmaya başlamıştır."

Prof. Sadun Aren

"... Atatürk imtiyazsız sınıfsız bir toplum düzeni isti­yor. Sosyalizmi bildiğinden de şüphe yok. Fakat, sa­dece terminolojiyi değiştirmekle kalmamış, imtiyazsız, sınıfsız bir toplum kurmanın icaplarını da yerine getir­memiş, eşrafın bertaraf edilmesi ve devletçiliğe yönel­mek gibi..."

Doç. Dr. Emre Kongar

Atatürk devrimlerinin birinci niteliği, ‘devletçiseçkinci' bir grup tarafından geniş halk kitlelerine tepe­den inme bir biçimde uygulanmış olmalarıdır. Bu ‘devletçi-seçkinci' grup Osmanlı geleneğinin bir ürünüydü. Ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortada görülen tek top­lumsal ve siyasal güçtü. Devrimlerin ikinci niteliği, Batı tipi bir toplum yaratmaya yönelmiş olmalarıydı. Başta bir deyişle bu devrimler Batıda görülen toplum model­lerinden esinlenerek uygulanmaya konulmuşlardı. Üçüncü bir nitelikleri, hepsinin aynı anda topluma su­nulmamış olmasıydı. Kemalist eylem zaman içinde ge­liştikçe, her bir devrim biçimlenmiş ve adım adım uy­gulamaya konulmuştu. Dördüncü bir nitelik, bütün devrimlerin temelinde, ana kavram kurumsal açıdan, ‘halk egemenliği’ ilkesinin yatmasıdır.”   

"... Mustafa Kemal geniş halk kitleleriyle aydınlar arasındaki uçurumu kapatmak istiyordu. Aslında ‘halk egemenliğine* olan inancı, bu arhacın altında yatan temel ilkeydi. Örnek ahnan model, Batı tipi toplum ya­pısıydı. Fakat Mustafa Kemal, her türlü salt öykünmeciliğe karşıydı. Bu nedenle Batıdaki kurumlan Türki­ye'ye aktarmak yerine Batı uygarlığının temelinde yatan ilkeleri uygulamak istiyordu. Bunlar, ulusçuluk, ulusal bir ekonomi ve yaşam görüşü olarak, bilime da­yalı pozitivist bir yaklaşımdı."7*

Doç. Dr. Özkan Tikveş

”... Ayrıntıları ile incelenen anayasalarımızın birçok kuralı Atatürk devrimi ile ilgilidir. Bunlar devrimi huku­ka bağlayan birer köprü başıdır. Bu kurallar aynı za­manda hukuka ve Atatürk devriminin amacına uygun bir yön çizmiş bulunuyor." (Atatürk ve Hukuk, Milliyet, 10 Kasım 1975)

”... Atatürk, kuvvetler birliği nazariyesini savunur( ken ve buna dayanan Meclis hükümeti sisteminin ku' rulmasını isterken ‘kuvvet’ kavramıyla sadece yasama ve yürütmeyi kastetmekteydi. Büyük Millet Meclisine tevdi edilmesini zaruri addettiği şey münhasıran bu kuvvetti. Yargı bağımsızdı.” (Atatürk ve Hukuk, Milli­yet, 14 Kasım 1975)

”... Atatürk devriminin uygulanması geniş ölçüde, sosyal hayatı düzenleyen ve uyulması zorunlu, bağla­yıcı kurallar demeti olan Hukuka dayanmıştır. Bu ko­nuda, ‘Batı hukuku ve uygulamaları’ ön planda örnek olmuştur. Atatürk devrimi ile modem Türk hukuku (ve Anayasa metinleri) arasında yakın bir bağ vardır. Bu bağ devrimin geliştirilmesi ve korunması bakımından günümüzde devam etmektedir.” (Atatürk ve Hukuk, Milliyet, 20 Kasım 1975; Ayrıca bk. Türkiye Cumhuri­yeti Anayasa Hukukuna Giriş, 50. Yıl Armağanı, Cumhuriyet Döneminde Hukuk, IÜHF, İstanbul 1973 S. 191-204)

Tek parti döneminin, yani Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Milli Şef (Değişmez Genel Başkan) İsmet İnönü'nün, dönemi İle ilgili olarak söy­lenenleri bu şekilde özetleyebiliriz. Bu listeyi genişletmek her zaman mümkündür, örneğin Prof. Dr. Nihat Erim  Prof. Dr. Uğur Alacakaptan,    Prof. Dr. İlhan Akın,  Prof. Seha Meray,  Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu.  Prof, Yusuf Hikmet Bayur,  Prof. Dr. Aytekin Ataay,  Prof. Dr. Orhan Türkdoğan,    Doç. Dr. Cevdet Gökalp,  Prof. Rıfkı Salim Burçak,  Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak,'  Ord. Prof. Dr Suut Kemal Yetkin ... gibi üniversite mensuplan da yazılarında aşağı yu kan yukardakilere benzer fikir ve görüşleri tekrarla­maktadırlar.

Bunlardan başka zaman zaman Başbakanlık ve Cum­hurbaşkanlığı görevlerinde bulunan. İsmet İnönü,  Celâl Bayar,88 Başbakanlık görevlerinde bulunan Süleyman De­mlrel,  Bülent Ecevlt.  Prof. Dr. Nihat Erim gibi politikacı­lar da birbirine tıpatıp benzeyen İfadelerle tek parti dönemi­nin özelliklerini anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu dönemde, aynı, profesörlerin ifadelerine benzeyen ifadelerle, ‘hakimi­yetin kayıtsız şartsız millete alt olduğu", bu dönemin demok­rasiye geçiş için önemli bir aşama olduğu vs. gibi konular üzerinde, çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda, çeşitli vesile­lerle durmuşlardır.

Bütün bunların dışmda. Şevket Süreyya Aydemir,  Do­ğan Avcıoğlu, ^ İlhan Selçuk,  İlham! Soysal,  İsmail Cem,  Mahmut Goloğlu,  Metin Toker,  Raslh Nuri ile Yakub Kadri Karaosmanoğlu,  Cemal Hüsnü Taray,  Yaşar Nabi Nayır,  Abdi İpekçi,  Turhan Tokgöz.  Vedat Günyol,'  İsmail Hakkı Tiklnel,  Osman Akol,  Yaşar Aysev,  Ahmet Kabaklı,  Mahmut Tali Öngören,  Tekin Erer,  İlhan Tomanbay,  Melih Cev­det Anday,  Oktay Akbal,  Samim Kocagöz.  Sabahat­tin Selek ... gibi yazarlar aşağı yukarı benzer konulan, birbirine benzer ifadelerle çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlar­da, çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. ( Yukarıdaki bütün alıntıların ve belirtilen öteki kaynak­ların ortak bir özeti şu şekilde ifade edilebilir: Tek parti dö­neminde “halk egemenliği" prensibine kesinlikle İtibar edil­miştir. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine her zaman hürmet gösterilmiş ve gerekleri yerine getirilmiştir. Seçimler iki derecelidir fakat her zaman serbest olarak ya­pılmıştır. Vatandaşlar oylarını hiçbir baskı ile karşılaşma­dan kullanmışlardır. Hükümetlerin bütün ekomomik karar­lan, politik, ideolojik, hukuki bütün tasarruflan halka dönüktür, halk yarannadır. Türkiye'deki tek parti. Prof. Duverger'in ifade ettiği gibi, çok partili demokratik düzene geçi­şi hazırlayan bir sistemdir. Bu bakımdan aynı dönemlerde Avrupa'da görülen öteki tek parti sistemlerinden aynlır. ör­neğin Türkiye'de tek parti hiçbir zaman hükümetin önüne geçmemiştir. Mustafa Kemal demokrasi taraftarıydı. Klasik demokrasi ilkelerine bağlıydı. Hukuk devleti anlayışına ina­nıyordu.

Bu bilgiler olgulardan kopuktur. Bunun için bilimsel de­ğildir. Bu bilgiler geçmişin, bugünkü resmi ideolojiye göre değerlendirilmesidir. Olgulardan kopukluğu bundan ileri gelmektedir. Türkiye’deki tek parti düzenine temel olan ve ona hukukilik veren ana metin, temel yasa Cumhuriyet Halk Fırkası'nın tüzüğüdür. Bu tüzük tek parti düzenine te­mel şeklini verdiği gibi, resmi ideolojinin kitlelere nasıl ka­bul ettirileceğini, nasıl yaygınlaştırılacağını göstermesi bakı­mından da önemlidir. Resmi ideolojiyi biçimlendiren metin ise CHF'nin programıdır. Bu tüzük bilinmeden, Türkiye’deki tek parti döneminin temel niteliğini kavramak mümkün de­ğildir. Çünkü, bu Türk Anayasasının çok üstünde duran bir yasadır. Adı “tüzük" olmasına rağmen işlevi ve bağlayıcılığı ondan çok daha fazladır.

n. BÖLÜM

II. OLGU IV. CUMHURİYET HALK FIRKASI’NIN (CHF) TÜZÜĞÜ

Fiili Durum Yaratılmasıdan önceki Durum

CHF, şeklen 9 Eylül 1923’te kurulmuştur. Kurucuları, Anadolu ve Rumeli Mûdafaa-i Hukuk Grubunun üyeleridir. Yani Büyük Millet Meclisinde savaş sırasında teşekkül eden Birinci Grubun üyeleridir. İkinci Grup ise muhalefet grubu olup daha sonra. Terakkiperver Fırkayı kuracaklardır.

Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yeni­lenmesi karan aldı. Bu sırada, Gazi Mustafa Kemal Halk Fırkası fikrini ortaya attı. Gazi Mustafa Kemal o sıralar Bü­yük Millet Mecllsi’nln başkanı İdi. Aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemlyetl’nin de başkanı idi. Se­çimler, Haziran ve Temmuz aylarında çeşitli yerlerde, çeşitli tarihlerde yapıldı. Bu olguya kabaca bile olsa, seçim, demek mümkündür. Çünkü çeşitli gruplar katılmışlardır. Seçimler­de çeşitli fikir akımlarıtemsil edilmiştir, örneğin, mahalli adaylar İle Müdafaa-i Hukuk Cemlyetl’nin gösterdiği adaylar arasında çetin mücadeleler olmuştur. Bu mücadeleler sıra­sında, vilayetlerde, umumun arzusunu telif edecek çarelere başvurulmuş adaylar böyle tespit edilmiştir.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı ve Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal, bu seçimlere “9 Umde" be­yannamesi adı verilen bir seçim beyannamesi İle katılmış­tır.  Beyanname 8 Nisan 1923 tarihlidir.  Bu beyanname 1931 Kurultâyı'nda kabul edilen esas programa kadar. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programı olarak kabul edilmiş­tir. Ve 9 Umde, daima CHF'na mal edilmiştir. CHF’nın Prog­ramı (1931) İle ilgili çalışmada 9 Umde'den söz edilecektir.

1923 seçimlerinde, daha çok, Müdafaa-i Hukuk Gru­bu'nun, yani Birinci Grubun adayları kazanmıştır. Bunun yanında İkinci Grubun adaylarından da kazananlar olmuş­tur. Seçimlerde kazanamayanlar ve kazananlardan bir kıs­mı, daha sonra. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'm kur­muşlardır.

1923 seçimlerinden sonra, yeni kurulacak, Halk Fırkası'nın nizamnamesini hazırlamak için Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun mebus üyeleri arasında, Ankara'da bir toplantı yapıldı. Fırka'ya ait nizamname (tüzük) projelerinin İncelen­mesine başlandı. Bu müzakereler uzun sürdü. Nihayet 9 Ey­lül 1923 tarihindeki görüşmelerde nizamname kati olarak kabul edildi. Böylece 9 Eylül 1923'te Halk Fırka'sı kuruldu ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası'nın bünyesi içine sokuldu. Ve memleketin -kaderi bu Fırka nın eline geçti. Aynı tarihte, Fırka'nın başkan ve İdare kurulu üyeleri seçildi. Seçim sonunda Halk Fırkası reisliği­ne, vazifesi Halk Fırkası’nın bünyesi içine girmekle bitmiş olan, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi ve Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirli­ğiyle seçildi. Ve bu seçim ilan edildi.

23 Teşrinevvel (Ekim) 1923'te ise Halk Fırkası Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşa, İçişleri Bakanlığı'na aşağıdaki dilekçe­yi vererek, Fırka’nın kurulduğuna dair müracaatını yaptı.

“Dahiliye Vekâleti Celilesine (Yücekatına)

Halk fırkası nam ve unvanı ile tesis ve teşkil ve musaddak (resmi) nizamnamesi takdim edilen, siyasi ce­miyetin kanunu mahsusuna tevfikan, Türkiye dahilin­de teşkilatta bulunmak üzere:. Müsaadeyi Resmiyesinin itası rica ve heyet-i idare azasının:

Erzincan Mebusu Sabit (Sağıroğlu), İstanbul Mebu­su Doktor Refik (Saydam), İzmir Mebusu Celâl (Sa­yar), Erzurum Mebusu Münir Hüsrev (Görele), Tekfurdağ Mebusu Cemil (Uybadın), Konya Mebusu Kâzım Hüsnü, İzmit Mebusu Saffet (Arıkan), Diyarbakır Me­busu Zülfü (Tigrel) Beylerden mürekkep ve Halk Fırka­sı Kâtibi Umumisinin de Kütahya Mebusu Recep (Peker) Beylerden ibaret bulunduğu arz olunur, efendim.”

Böylece Halk Fırkası resmen kurulmuş oluyordu. Fır­kanın adı, 10 Kasın 1924 tarihli toplantıda ise Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirildi. Bu arada, 29 Ekim 1923 ta­rihinde, Halk Fırkası Reisi Gazi Mustafa Kemal Cumhurreisi seçildi. O zaman TBMM üye sayısı 287 idi. Gazi Mustafa Ke­mal 158 kişinin oyu ile Cumhurreisi oldu.

Halk Fırkası reisi ve aynı zamanda Cumhurreisi olan Gazi Mustafa Kemal 19.11.1923 tarihli bir yazı İle Fırkanın Genel Başkan vekilliğine İsmet Paşa'yı tayin etti. Halk Fırka­sı Reisliğine vekalet etmesi için İsmet Paşa'ya gönderilen ya­zı şöyle:

“Halk Fırkası Reisi Umumiliği ile fiilen iştigale vazife-i haliyem müsait olmadığından zatı devletlerini tev­kil ediyorum. Vekil tayin ediyorum."

20.11.1923 tarihinde ise Halk Fırkası Genel Başkan Ve­kili İsmet Paşa, vilayetlerdeki Müdafaa-i Hukuk merkezleri­ne gönderdiği bir yazıda bu vazifeyi kabul ettiğini bildirmek­tedir. Bu yazı aynen şöyle:

“Bilumum Vilayet Müdafaa-i Hukuk Heyeti Merkeziyelerine,

İntihabat (seçim) münasebetiyle, Gazi Mustafa Ke­mal Paşa tarafından neşrolunan umdeleri havi beyan­namede, bahsedildiği veçhile, Halk Fırkası teşekkül eylemiştir.

Meclisteki Halk Fırkası Grubu, Fırka nizamnamesi­ni tespit etmiştir. Ve mezkur nizamname ahkamına tevfikan (adı geçen tüzüğe göre), Riyaseti Umumiyeye Fırkanın müessisi (kurucusu) bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri intihap olunmuştur (seçilmiştir). Müşürünileyh hazretlerinin, ahiren (biraz önce) Reisicumhurluğa intihap edilmiş olmalarından: Fırka Reisi umumiliği vazifesini, fiilen icraya acizlerini tevkil buyur­muşlardır.

Bütün vatan için halas-ı istiklal getiren, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, sulh devrinin feyiz­li inkişafatını temine sarf-ı masai eylemek üzere: Bu günden itibaren Halk Fırkasına Inkilap edecek ve cemiyetin bütün idare heyetleri, Halk Fırkası idare heyetleri unvanı İle, İfayı vazifeye devam edecek­lerdir.

Matbu nizamnameler ve izhar edilen mühürler, derdest-i irsaldir (elden gönderilecektir). Fırka nizamna­mesi mucibince: Fırka Kâtib-i Umumiliğine, Kütahya Mebusu Recep Beyefendi intihap olunmuştur. Kâtib-i Umumilik Riyaset namına muhabere eder.

İşbu maruzatımın vüsulünün (ulaştığının) ve bilu­mum Fırka teşkilatına tamimen iblağ olunduğunun (gönderildiğinin) işarını (bildirilmesini) rica ederim.

Vatanın necatının (kurtuluşunun) gayrı mümkün zannolunduğu yeis (üzüntü) günlerinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Türk tarihinin timsali gibi ayaklan­dı. Ve muhali (mümkün olmayan) mesut ve kati bir za­fere kalbetti (ulaştı). Bütün cihanın, siyasî, İçtimaî, ikti­sadi müşkülat içinde çırpındığı bir devirde: Türkiye'nin sulh hayatını nasıl yaşayacağına ve gayri kabili ihtikam sayılarımüşkülatı nasıl yeneceğine bütün dünya, imtihan nazarı ile bakıyor.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası ünvanı al­tında, müstakbel büyük zaferini, katiyet ve hamasetle (yiğitlikle) istihsal etmeye muktedirdirler.

Bu hamaseti katiye ve samimiye ile dünkü Müdafa­a-i Hukuk Cemiyeti, bugünkü Halk Fırkası Heyetleriy­le, ifayı vazifeye başlıyorum. 20 Teşrisani (Ka­sım) 1339 (1923)

Halk Fırkası Reis-i Umumi Vekili İsmet.”

Görüldüğü gibi İsmet Pasa bu tamimde. Halk Fırkası Başkan Vekilliği'ni kabul ettiğini belirtmektedir. Aynca. Mü­dafaa-i Hukuk Teşkilatı'run tümüyle, bundan böyle Halk Fırkası'na dönüştüğünü ve teşkilatın idare kurullarının Halk Fırkası İdare Kurulu ünvanı ile vazifeye devam edecek­lerini bildirmektedir.

Halk Fırkası İdare Heyeti 11 Aralık 1923’te bir toplantı yaptı. Bu toplantıda Fırka'nın ilk nizamnamesi (tüzüğü) ka­bul edildi. Bu nizamnamenin bazı maddeleri şöyle:

Madde 1. Halk Fırkası, cemiyetler Kanunu muci­bince teşekkül etmiş, siyasi bir cemiyettir. Gayesi milli hakimiyetin, halk tarafından ve halk için, icrasına reh­berlik etmek ve Türkiye'yi asri bir devlet haline yük­seltmek ve Türkiye'de bütün kuvvetlerin fevkinde (üstünde) kanunun velayetini (egemenliğini) hakim kıl­maya çalışmaktır.

Madde 2. Halk Fırkası nazarında halk mefhumu: Herhangi bir sınıfa münhasır değildir. Hiçbir imtiyaz id­diasında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak bir müsavat (eşitlik) kabul eden bütün fertler halktandır.

Halkçılar: Hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaa­tın, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunlarıvaz etmekteki mutlak hürriyet ve istiklali tanıyan fertlerdir.

' Madde 3. Halk Fırkasına: Her Türk ve hariçten ge­lip Türk tabiiyet ve harsını kabul eden her fert dahil olabilir.                                            *

Madde 4. Halk Fırkasına dahil olan her fert: Fırka' nın nizamnamesi ile programına ittiba edeceğine (uya­cağına) dair imza verecektir. Mamafih, nizamname ile programda içtihadına muhalif maddeler varsa, fırkanın kongrelerinde, mutlak bir serbesti ve hürriyetle içtihatlannı beyan ederek, o gibi maddeleri, tadil veya ilgaya çalışabilecektir.

Bu metinden anlaşıldığı üzere, ilk nizamname, yani 1923 rlizamnamesl Fırka'nın hem programına, hem de tüzü­ğüne ilişkin hükümleri ihtiva etmektedir. CHF'nın 1927 ku­rultayında, teferruatlı bir tüzük yapılmıştır. 1927 tüzüğü­nün İlk yedi maddesi programa İlişkin hükümler olup yukarıdaki dört maddenin değişik İfadelerle tekrarıdır. Yal­nız birinci maddesinde çok önemli bir değişiklik yapılmıştır. 1927 tüzüğünün birinci maddesinde, fırkanın, halk hakimi­yetinin tecellisi İle İlgili görevlerinden söz edilmemiştir. 1931 Kurultayı'nda ise program ve tüzük kesin olarak birbirinden ayrılmıştır. Bu kurultayda, gerek programa, gerek tüzüğe te­ferruatlı hükümler konulmuştur.

11 Aralık 1923 tarihli tüzüğün birinci maddesi, milli ha­kimiyet anlayışından söz etmektedir. Fırka'nın gayesi, “... milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına reh­berlik etmek” denilmektedir. Bu hükümler 20 Nisan 1924 tarihli ve 491 sayılı Anayasa'nm 3., 4. ve 9. maddelerinde aynen tekrar edilmiştir.

Madde 3. Hakimiyet bilakaydüşart milletindir.

Madde 4. TBMM Milletin yegane ve hakiki mümes­sili olup millet namına hakkı hakimiyeti istimal edeı*.

Madde 9. TBMM kanunu mahsusuna tevfikan mil­let tarafından müntehap mebuslardan müteşekkildir.

CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisl Gazi Mustafa Kemal'in Fiili Durum Yaratması, 1927 Mebus Tayinleri

Yukarıda belirtildiği gibi 1924 Anayasası'nın üçüncü maddesi. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’, demekte­dir. Dördüncü madde de hakimiyetin TBMM'lnde toplandığı­nı İfade etmektedir. Dokuzuncu madde ise TBMM üyelerinin halk tarafından seçilmiş mebuslardan meydana geleceğini belirtmektedir.

Bunlar CHF'nın 1923 Nlzamnamesi’nde, giderek 1924 Anayasası'nda yer alan hükümler. Fiili durum ise buna hiç uymamaktadır. 1927'den İtibaren mebuslar, bizzat, CHF Ge­nel Başkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından tayin edilmekte­dir. İzleyelim.

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1927 tarihinde, CHF adayları hakkında, vatandaşlara bir ta­mim yayınlamıştır. Bu tamim şöyle:

“Aziz vatandaşlarım,

Cumhuriyet Halk Fırkası namına bütün memlekette Türkiye Büyük Millet Meclisi azalığı için tespit ettiğim zevatın heyeti umumiyesini ıttılaınıza (bilginize) arzediyorum. Her vatandaş için yeni devrede beraber çalış­mayı münasip gördüğüm arkadaşların heyeti umumi­yetinin birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan, her daire-i intihabiyeye (seçim bölgesine) tefrik edeceğim mebus namzetlerini ayrıca imzam tah­tında arzedeceğim.”

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından ya­yınlanan bu tamim, anayasa, anayasa hukuku, anayasal ge- Üşmeler vs. bakımından son derece önemUdir. Açıkça anla­şıldığı gibi CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, şunları söylemektedir:

TBMM azalığı için mebus namzetlerinin tümünü bil­gilerinize sunuyorum.

Yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşlar bunlardır.

BunlarıCHF adına bizzat kendim seçtim.

Bu mebus namzetlerinden hangilerinin, hangi vilayet­lerin mebusu olacağım, ileride, yine kendi imzamla yayınla­yacağım.

Görüldüğü gibi Gazi Mustafa Kemal, mebusların kim olacağını, CHF adına, bizzat kendisinin tespit ettiğini vurgu­lamaktadır. Bu bakımdan tamimde geçen, “tespit ettiğim”, “ıttılaınıza arzediyorum", “münasip gördüğüm”, “faideli adet­tim", “tefrik edeceğim”, “tahtında arz edeceğim” gibi “ben ben” diyen ifade biçimi son derece anlamlıdır. Bu dönemde CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in, devlet otoritesini bizzat kendisinin kullanmaya başladığı, bu otoriteye ortak tanımadığı anlaşılmaktadır.

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal bu şekilde 316 kişinin adını tespit etmiştir.0 Bu kişiler 2 Eylül 1927 tari­hinde millet tarafından “seçilmiştir.”^0 İkinci seçmenler tes­pit edilmiş bu kişilerin isimlerini sandıklara atmışlardır. Böylece milli irade tecelli etmiş, “halk egemenliği” gerçekleş­miştir.

29 Ağustos 1927'de, yine vatandaşlara yayınlanan “se­çim” beyannamesinde İse şunlar söylenmektedir:

"... Türk tarihi zaferlerle malidir (doludur) ve zafer­lerden sonra milletin umumi hayatında ve istikbalinde

TBMM Yıllık, Devre IV, İçtima: Fevkalade (4 Mayıs-25 Temmuz 1931) TBMM Matbaası, Ankara 1931, s. 328.

Reşat Ekrem Koçu, 1927 “Seçim”lerinin 2 Eylül tarihinde yapıldığını yazmaktadır. Türkiye'de Seçimin Tarihi, Tarih Dünyası, Sayı 6, 30 Haziran 1950, s. 259; Dr. Servet Armağan ise bir incelemesinde, “31 Ağustos 1927” seçimlerinden söz etmektedir. Türkiye'de Parla­mento Seçimleri, IÜHFD, Cilt 33, Sayı 3-4, 1968 (Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil Hatıra Sayısı), s. 73. müessir olacak esaslı tedabir ve ıslahat yolunda mü­him neticeler alındığı mesbuk (görülmüş) değildir. Bu­nun içindir ki mazideki zaferlerin tesirleri mavakkat ol­muş ve millet ondan sonra daha müşkil şerait (şartlar) ve açık söylemek mecburiyetindeyim ki, inhitata (geri­lemeye) maruz kalmıştır. Ben ve siyasi fırkam, zafer­den sonra bilhassa bu esas nokta-i nazardan hareket ettik... İstiklal mücadelesinde, hakimiyet bilakaydü şart milletindir, düsturunu kazanarak çıkan milletimiz he­nüz bu düsturu devletin şekli resmisinde kati ve tered­dütsüz anlaşılacak ve Türk milletinin ebedî hayatında ve beynelmilel münasebatında herhangi bir iltibas ve mükus ümide mahal vermeyecek bir tarzda tatbik ede­memişti. Cumhuriyetin ilanıyla hakimiyeti milliye düs­turumuz halde ve istikbalde hakimiyeti milliye hududu dahilinde gösterilmek istenecek aykırı ihtimallere set çekmiş oldu. Türk milletinin başında bela olduğu asır­lardan beri sabit olan hilafetin ilgasıyla Türk Cumhuri­yeti tarihin cereyanında layık olduğu temiz ve kavi (güçlü) mevkif itibari bihakkın ihraz eyledi (elde etti). Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk istiklali gibi »Türk Cumhiriyetini de her gûna iştirak ve müdahalattan azade olan salim yeklinde her türlü (müdahalelerden uzak olarak) ilelebet muhafazaya vakfı vücut eylemeyi vata­nın birinci derecede sebebi mevcudiyeti addetmekte­dir.

... Dört sene evvel esas mesail meyanında hakimi­yeti milliye hayatında dikkatli olacağımız, milletimizin hayatını asri ve medeni kanunlarla ıslaha çalışacağı­mızı, aşar vergisi ve tütün meselesi üzerinde ıslahat yapabileceğimizi derpiş ediyorduk. Hakimiyeti milliye düsturu hilafetsiz Türk Cumhuriyeti ile en mükemmel şekline irtika ettirildi (en yüksek itibar verildi).

... önümüzdeki dört sene için CHF'na yeniden itimad etmemizi istediğim bu günlerde benim mefkure ve mesai arkadaşlarımın istikbale ait düşüncelerimizin dört sene evvelkinden daha vazıh, daha katidir.

... Cumhuriyet Halk Fırkası namına, mebus namzetlerini ben kendi İmzamla reylerinize arzediyorum.

Mebus namzetlerini takdim ederken mazi tecrübe­leri ve atinin taleb ettiği yüksek vazifeleri bilhassa gözönüne aldım. Bana layık gördüğünüz itimad ve mesu­liyetin dört sene sonra tekrar temiz hesasını arzedebilmek için mesai arkadaşlarımı intihapta (me­busları tayinde) bilhassa itina göstermeye çalıştım. Mebus olarak vazife ve mesuliyet mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın geçen tecrübelerden de istifade ederek vazifelerini hüsnü ifa edeceklerini ve bilhassa mebusluğun her mülahazadan akdem (önemli) ve millet vekaleti olduğunu ve bunun resmî ve hususî hayatta dahi birçok manevi ve mübin (hayır­lı) külfetleri bulunduğunu nazardan uzak düşünmeye­ceklerini kuvvetle ümit ederim... Büyük Millet Meclisi­ne mebus olmak üzere takdim ettiğim namzetlere rey vermekle bana ve fırkama yeni hizmetler için imkân ve fırsat vereceksiniz...”

Bu beyannameden açıkça görüldüğü gibi, CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, sık sık “milli irade", “hakimi­yet kayıtsız .şartsız milletindir” gibi sloganları kullanıyor. Pa­dişahın kovulmasıyla. Hilafetin ilgasıyla, halk hakimiyetinin tecelli ettiğini söylüyor. Bu nokta çok önemlidir ve üzerinde dikkatle durulması gerekir. Gazi Mustafa Kemal, Fırka Ge­nel Başkanı olarak 316 mebusu bir kalemde tayin ediverdiğl halde, bu yetkiyi kullanmada hiçbir ortak tanımadığı halde, halk hakimiyetinden, hakimiyetin kayıtsız şartsız, halka, millete ait olduğundan söz etmektedir. Besbelli bir şey ki, halkın, milletin, mebus “seçimlerinde” yani mebus tayinle­rinde hiçbir fonksiyonu yoktur. Ona hiçbir şey sorulmamak­ta, fikri alınmamaktadır. Demekki CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal kendisini, halk olarak, millet olarak görmekt edir. CHF Gengl Başkanı ve Cumhur­reisi Gazi Mustafa Kemal, milleti oluşturan fertlerin teker te­ker toplamının meydana getirdiği bütüne eşittir. Halkın, mil­letin bizzat kendisidir. Böyle olunca, halkın, milleti meydana getiren fertlerin reyini teker teker sormaya gerek yoktur. Halkın iradesi, milli irade, CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’de tecelli ettiğine göre, O'nda somutlaşmış olduğuna göre, sadece O’nun iradesinin tecellisine bakmak yeter.

CHF Genel Başkanı’nın işaret ettiği önemli bir nokta da. Padişahlığın, hilafetin seçimsiz olduğu, babadan oğula dev­redildiğidir. Bu kurumlan, yani egemenlik kuramlarını tem­sil edecek başka alternatiflerin gelişmesine engel olunduğu­dur. Halbuki, ileride etraflıca görüleceği üzere, CHF’nın Genel Başkanlığı, dolayısıyla Cumhurreisliğl de ömür boyu­dur. Yani Gazi Mustafa Kemal, CHF Tüzüğü gereği ömür bo­yu CHF Genel Başkanı, dolayısıyla Cumhurreisidir. Bütün bunlar totaliter eğilimlerin ifadeleridir.

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, “seçim’den ya­ni mebus tayinlerinden sonra, 7 Eylül 1927’de yayınladığı bir beyannamede bu hususlarışu şekilde dile getirmektedir:

“Aziz vatandaşlarım,

İntihabat (seçim) neticelendi. Cumhuriyet Halk Fır­kası namına takdim ettiğim namzetler memleketin her tarafında aziz vatandaşlarımın müttefikan (oy birliğiy­le) umumi tasvip ve intihabına mazhar oldu. Aziz va­tandaşlarımın tezahüratındaki asil manayı yüksek me­suliyet hissile layıkıyla ihata ediyorum (kavrıyorum).

Vatandaşlarım,

İntihap reyleriyle, benim ve siyasi fırkamın, ge­çen icraatımızı müttefikan (oy birliğiyle) tasvip ve teyid ettikleri (onayladıkları ve benimsedikleri) ve gelecek devredeki mesaimizi itimat ve emniyet ile teşçi eyle­, diklerini (yüreklendirdiklerini) izhar ettiler. Intihabatın bu yüksek manası dikkati celbetmekten hali kalmaya­caktır. Evlatlarının serbest reyleriyle, memleketin mukadderatını kalben emniyet beslediği ellere, tevdi eden Türkiye milli mefkuresinde sebat ve milli mesai­. de sarsılmaz vahdetle muhterem ve kavi bir mevcudi­yet olduğunu bir kere daha göstermiş oluyor. İtimadı­nızı tersin ve ilâ eden (sağlamlaştıran) aziz vatandaşlarıma atiye (geleceğe) ve yeni muvaffakiyet­lere itimadımızın kavi bir hakle bulunduğunu tezkar ederim (hatırlatırım). Bu beyanatım aziz vatandaşları­ma hakiki ve samimi minnettarlıklarımın ifadesi Büyük Millet Meclisinin yeni devresinin arifesinde benim ve siyasi fırkamın mahmul olduğumuz (yüklendiğimiz) derin vazife hissiyatının izharıdır.”

Bu beyannamede CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, “seçim’in sonuçlandığını, tespit ettiği namzetlerin isim listelerinin, ikinci seçmenler tarafından, sandıklara oybirli­ğiyle atıldığını, böylece milli iradenin, halk egemenliğinin te­celli ettiğini vurgulamaktadır. Oyların büyük bir serbestlik içinde kullanıldığını söylemektedir. Beyannamede geçen, “CHF namına takdim ettiğim”, “ihata ediyorum", “benim ve siyasi fırkamın”, “tezkar ederim", “beyanatım" gibi “ben ben..." diyen ve devlet otoritesini bizzat kendisinin kullandı­ğım. buna ortak tanımadığını belirten ifadeleri üzerinde dik­katle durmak gerekir. CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Ke­mal'in “benim ve siyasi fırkamın” sözünü iki kere kullanmış olması aynca dikkate değer.

Bu belgeler Gazi Mustafa Kemal'in 1927 yılının ortaları­na doğru siyasal iktidarı iyice eline geçirdiğini, devlet otorite­sini tek başına kullandığım göstermektedir. Gazi Mustafa ' Kemal başlıca iki süreç sonunda, kişisel iktidarına karşı gi­rişilebilecek bütün muhalefet odaklarım kırmıştır. Bu olgu­lardan birisi Kürt direnmeleri, öteki İzmir suikastıdır. örne­ğin Kürt direnmeleri sırasmda çıkarıları4 Mart 1925 tarihli ve 578 sayılı Takrir-i Sükûn Kanunu'nun nasıl çıktığı, ikti­dar ve muhalefet ilişkilerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Bu kanunu çıkaran ikinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üye tam sayısı 287 kişidir. Kanunun çıka­rılması sırasında Meclis'te hazır bulunanların sayısı ise 144 kişidir. Bu 144 kişiden 22’si red, 122'si kabul demiştir. Demekki o günkü oturuma katılanlar 143 değil de 144 olduğu için kanun çıkabilmiştir.  Bu muhalefeti meydana getiren daha çok Kürt mebusları ve ittihatçılardır. Oturumlara katıl­mamak. katılıp da hükümetin getirdiği kanun tekliflerini benlmsememek şeklindeki bu muhalefeti çeşitli zamanlarda, çeşitli olgular vesilesiyle izlemek mümkündür. İşte, bu tür muhalefet, yukarıda belirtilen, başlıca iki süreç sonunda iyi­ce kırılmış ve sindirilmeye çalışılmıştır. Takrir-i Sükûn ka­nunu gereğince kurulan İstiklal Mahkemeleri başlıca iki ka­tegorideki insanları yargılamıştır. Birincisi Kürdistan'ın parçalanmasına ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alın­masına tepki gösteren Kültlerdir. Kemalistler 1919-1922 yıl­larıarasmda Kürtlere verilen sözleri, tamamen bir tarafa it­miş. İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile işbirliği yaparak, Kürdistan'ın parçalanmasında ve Kürt ulusunun boyundu­ruk altma alınmasında büyük rol oynamışlardır. Kürdistan'dan aldıkları önemli payı sömürgeleştirmeye, bunun için de Kürt ulusal niteliklerini, yani Kürt toplumu olma özellik­lerini yok etmeye başlamışlardır. İşte Kürtlerin Kemalist iktidarların Kürdistan politikasına karşı direnmelerinin teme­linde bu olgular vardır. Bu direnmeyi kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Emperyalist ve sömürgeci saldırıla­ra karşı Kürt ulusal varlığım koruma çabası. Bu Kemalist iktidarın önünde önemli bir muhalefettir. Bu muhalefet. Di­yarbakır, Elazığ ve Ankara’da kurulan İstiklal Mahkemeleri'ndeki yargılamalarla, idamlarla, sürgünlerle, katliamlarla kırılmaya çalışılmıştır.

Kemalistlerin önündeki ikinci bir muhalefet odağı İse it­tihatçılardır. Yani eski İttihat ve Terakki Partisi'nin üyelerin­den geriye kalanlardır. Bunlar da 15 Haziran 1926 tarihin­deki İzmir Suikast! bahane edilerek, yok edilmişler, etkisiz hale getirilmişlerdir. Suikast haberinden hemen sonra, 26 Haziran 1926'da. İzmir'de, daha sonra da Ankara'da kuru­lan İstiklal Mahkemesi İttihatçıların çoğunu idam etmiş, çok ' büyük bir kısmım ağır cezalara çarptırmıştır. Bir kısmı sür­güne gönderilmiş, bir kısmı da intihan tercih etmiştir.

Her iki süreçte de, muhalefet odaklarının kınlmasmda, önemli bir yol daha kullanılmıştır. Devletin çeşitli kademelerinde, yüksek görevler vererek, muhtemel potansiyelleri par­çalamak. Şefin kişiliğini ve otoritesini onaylamak ve bu oto­riteye tabi kılmak.  '

İşte, Gazi Mustafa Kemal’in yukarıda, tam metni verilen 30 Ağustos 1927 tarihli tamimi. O’nun 1927 yılı yaz aylannda kendi otoritesine karşı girişilebilecek bütün muhalefet odaklarını kırdığını, muhalefeti sindirdiğini göstermektedir. İktidar, artık bizzat, CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Ke­mal’in kendisi tarafından temsil edilmektedir. İktidara ortak herhangi bir kişi veya kurum yoktur.

CHF’nln İkinci Büyük Kurultayı 1927 Nizamnamesi (Tüzüğü)

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’in, kişisel ira­desiyle, TBMM’nln yeni üyelerini atamasından  hemen sonra, 15 Ekim 1927’de, CHF’nın İkinci -Büyük Kurultayı toplandı.  İkinci Büyük Kurultay 15-23 Ekim 1927 târihle­ri arasında yapıldı. Bu kurultayda CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’in emri İle seçilen kişiler tarafından hazırla­nan bir nizamname (tüzük) kabul edildi. Bu tüzük ile yuka­rıda sözü edilen fiili durumlar hukukileştirildi.

1927 tüzüğü CHF’nın ikinci tüzüğüdür. Fakat ilk tefer­ruatlı tüzüğüdür. Daha önce, yani parti 1923’de kurulduğu zamanki tüzük ile programın birbirinden ayrılmadığım yu­karıda belirtmiştik. 1927 tüzüğünün İlk yedi maddesi aynen şöyledlr:

Madde 1. CHF Cemiyetler Kanununa göre teşek­kül etmiş, Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi siyasi bir ce­miyettir. Ve merkezi Ankara’dadır.

Madde 2. Devlet şekli hakkında kanaat ve gayesini Cumhuriyet olduğundan bahis eder.

Madde 3. Parti, devlet ve millet işlerinde, din ile dünyayı birbirinden ayırmayı en mühim esaslarından addeder.

Madde 4. Kanun nazarında mutlak bir müzavatı kabul eden ve hiçbir ailenin ve hiçbir sınıfın ve hiçbir cemaatın, hiçbir ferdin imtiyazlarını tanımayan fertleri, halktan ve halkçı kabul eder.                                                            '

Madde 5. Vatandaşlar arasında en kuvvetli rabıta­nın dil birliği, his birliği, fikir birliği olduğuna kani olarak Türk dilini ve kültürünü bihakkın yaymak ve inkişaf et­tirmeyi esas kabul eder.

Madde 6. Cumhuriyet Halk Fırkasının umumî reisi, fırkanın banisi (kurucusu) Gazi Mustafa Kemal hazret­leridir.

Madde 7. İşbu umumî esaslar hiçbir veçhile tebdil edilemez (değiştirilemez).

Açıkça görüldüğü gibi, 1923 tüzüğünde ve 1924 Anaya­sasında yer alan halk egemenliği fikri, 1927 tarihli tüzükte yer almamaktadır. Bu değişme, CHF Genel Başkanı ve Cum­hurreisi Gâzi Mustafa Kemal Paşa'nın eyleminin muhtevası­nın, bu ilkeye kesin olarak ters düştüğünü göstermektedir. Bu bakımdan anlamlıdır.

1927 tüzüğünde. Umumi Esaslar'dan başka teşkilat ve faaliyete ilişkin 6 bölüm daha vardır. Tüzüğün 6. maddesin­de şu hükmün yer aldığını belirmiştik:

"... CHFnın daimi umumi reisi (Genel Başkanı) par­tinin banisi (kurucusu) olan Gazi Mustafa Kemal haz­retleridir”

CHF Genel Başkanı'nın seçime tabi olmadığı, değişmez ve daimi olduğu, daha sonraki tüzüklerde de gösterilmiştir. 1931 tüzüğü, madde 2;  1935 tüzüğü madde 2;  CHF Ge­nel Başkaru'nın daimi ve değişmez olan Genel Başkanlık vasfı daha sonraki tüzüklerde açıkça belirtilmiş, “Değişmez Genel Başkan" ünvanı verilmiştir. 1938 tüzüğü, madde 3;  1939 tüzüğü, madde 3:  1943 tüzüğü, madde 4.

1927 tüzüğünün 7. maddesi de şu idi:

İşbu umumi esaslar hiçbir veçhile tebdil edile­mez (değiştirilemez)."

Böylece, CHF Genel Başkanı'nın daimi olduğu, 1927 tü­züğünün 6 ve 7. maddelerinde belirtilmiştir. Daha sonraki tüzüklerde de bu hükümler aynen sürdürülmüştür. Açıkça görünen şudur: Milli hakimiyet mûessesesinln, “milletin ka­yıtsız şartsız hakimiyeti" anlayışının teşkili ve idaresi, CHF'nın Değişmez Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in mutlak irade ve otoritesine bırakılmıştır. Partinin genel siya­setinin, genel vasıflarının, genel başkanının dokunulmazlığı, değlştirilemezliğl, eleştirilemezllği esası da getirilmiştir.

İkinci Büyük Kurultay'da. tüzüğün kabulü dolayısıyla, seçilen komisyonun gerekçeli raporunda şu hususlar yer al­maktadır:

Eski nizamname, umumî esasların, umumî kongrenin üçte iki ekseriyeti He değiştirilmesine, tan­zim edilen layihada, partinin benliğini ve hükümetin mevcudiyetini ifade eden esasların, ilişilemez, değişti­rilemez, kaldınlması bahis konusu edHemez, mefhum­lar halinde muhafazasına bilhassa ittiba edilmiştir.*' (Bu hükümlere özellikle dikkat edilmiştir.)

CHFnın Değişmez Genel Başkanı'nın yetkileri çok ge­niştir. Genel Başkan Vekilini, Genel Sekreteri bizzat kendisi tayin eder. Genel Başkan Fırka'nın yüksek sevk ve İdaresini elinde tutar. Ve Fırka*yı temsil eder. Fırka adına söz söyle­mek hakkı sadece Genel Başkan'dadır. Genel Başkan gerek­li görürse, bu hak ve selahlyetlni Fırka'hin Genel Başkan Vekiline, veya Genel Sekreteri ne bırakır.

CHFnlft Kurultayları ve Tüzükte Meydana Gelen Değişmeler

Gazi Mustafa Kemal döneminde, CHF Genel Kâtibl’nln bizzat Genel Başkan tarafından seçileceği tüzük hükmü idi. Ve öyle oluyordu.  Fakat 1931 ve 1935 tüzüklerinde CHF Genel Başkan Vekill'nln nasıl seçileceğine dair hüküm yok­tu. Fiili olarak o da Daimi ve Değişmez Genel Başkan tara­fından seçiliyordu. Bu fiili durum Fırka Genel Başkanı'nın Cumhurrelsllğl'nden doğan fonksiyonlarıyla pekiştiriliyordu. Mekanizma şöyle idi: Türkiye’deki tek parti uygulamasında. CHF Genel Başkanı'nın aynı zamanda Cumhurreisi olduğu bilinen bir doğrudur. Bu dönemde parti ile yani CHF ile dev­let birbiri içinde idi. Aynı şeylerdi. Partinin Değişmeyen Dai­mi Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurreisi idi. önce. CHF Daimi ve Değişmez Genel Başkanı Fırka tüzüğüne da­yanarak TBMM'nln yeni dönemdeki üyelerinin tamamım ta­yin ediyordu. Bu yetkisine ortak kabul etmiyordu. “Mili ira­de", “Kayıtsız şartsız millet hakimiyeti", “halk egemenliği” denen şey, kendi kişisel iradesine göre tecelli ediyordu. Bu tayin işleminden hemen sonra, CHF'nin büyük kurultayı toplanıyordu. Yem “seçilenler", yani tayin edilenler, kurul­tayda, Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’e bağlılıklarım ve minnettarlıklarım bildiri­yorlardı. Ondan sonra TBMM, 1 Kasım'da yem dönem çalış­malarına başlıyordu. Ve ilk iş olarak CHF Genel Başkanı'nın mebus olarak atadığı bu kişiler, CHF Genel Başkanı'm Cumhurreisi seçiyorlardı. Veya mebus tayinlerinden hemen sonra Cumhurreisi seçimleri yapılıyordu. Arkasından Büyük Kurultay toplanıyordu. TBMM'ne üye tayini dönemleriyle CHF Kurultayları ve Cumhurresi Seçimi dönemleri arasında bu bakımdan yakın bir ilişki vardır. Aşağıdaki çizelgede bu ilişkiyi İzlemek mümkündür.

 


 Bu durumun 1924 Anayasasındaki halk egemenliği an­layışına kesinlikle aykırı olduğunu belirtmiştik. Bu fiili du­rumun 1927 yılı yaz aylarında belirdiğini de ifade etmiştik, îşte bu dönemde, Cumhurreisi olan Gazi Mustafa Kemal, Başbakan'ı atıyordu. Başbakan ise, CHF'nln Genel Başkan Vekili idi. Böylece, CHF'nın Değişmez Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in Fırka Genel Başkanlığından doğan fonksi­yonları, hak ve görevleri ile, Cumhurbaşkanlığı'ndan doğan fonksiyonları, hak ve görevleri birbirini tamamlıyor ve bütünlüyordu. Bu fonksiyonlar içiçe idi. Burada görüldüğü gi­bi, CHF’nın 1931 ve 1935 tüzüklerinde açıkça ifadesini bu­lamayan Genel Başkan Vekili'nin seçimi, Cumhurreisliği'nden doğan fonksiyonlar aracılığı ile yine Gazi Mustafa Kemal'in, Fırkanın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'nın yetkisinde bırakılıyordu. Kaldı ki 1923'teki du­rumu anlatırken ifade ettiğimiz gibi 19 Kasım 1923'te CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Paşa ki­şisel otoritesi ile. Genel Başkan Vekilliği'ne İsmet Paşa'yı ta­yin etmişti. İsmet Paşa da 20 Kasım 1923'te Teşkilata yayın­ladığı bir beyanname ile bu görevi kabul ettiğini bildirmişti. Bu bakımdan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde, » CHF Genel Başkan Vekili 1 Kasım 1937'ye kadar İsmet İnö­nü olmuştur. 1 Kasım 1937 ile 11 Kasım 1938 arasında ise Celâl Bayar'dır. 1 Kasım 1937*ye kadar İsmet Paşa Başbakan'dır. Ondan sonra ise. Celâl Bay ar Başbakan olmuştur. Bu, Başbakanlık İle CHF Genel Başkanlığının aynı kişide toplandığını gösterir. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döne­minde. (22 Kasım 1924-3 Mart 1925 Fethi Bey) hükümeti hariç, bu daima böyle olmuştur.

Fakat İsmet İnönü'nün Milli Şefliği, değişmez Genel Baş­kanlığı, yani Cumhurrelsliği döneminde bu konu açıkça hükme bağlandı. 1939 tüzüğünün 27. maddesi şöyle diyor:

"Değişmez Genel Başkan, partili mebuslardan biri­ni Genel Başkan Vekili tayin eder. Genel Başkan Ve­kilinin vazifesi ve selahiyeti Değişmez Genel Başkan tarafından tayin olunur.

Genel Başkan vekilinin değişmesi kendi istifası ve­ya Değişmez Genel Başkan tarafından, Vekilliğe baş­ka bir zatın tayiniyle vuku bulur.”

Yine bu dönemde. Fırka nın Genel Sekreteri, kesinlikle Genel Başkan tarafından tayin edilmektedir. Bu hüküm bü­tün tüzüklerde yer almaktadır.  Bu dönemde Genel Sekre­ter, 1935’e kadar Recep Bey (Peker)dlr. 1935 Kurultayı'nda yani Dördüncü Büyük Kurultay'da yapılan tüzük değişikliği İle CHF'nin Genel Sekreterliği ile İçişleri Bakanlığı görevleri birleştirilmiştir. Bu tarihten itibaren. Genel Sekreterlik göre­vi İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın uhdesine verilmiştir. Yine 1935 Kurultayı'nda kabul edilen tüzük ile CHF İl Başkanlığı görevleri de Valilik ile birleştirilmiştir. CHF İl Başkanlan ay­nı zamanda vali olmuşlardır.

halde Türkiye'deki tek parti uygulamasında, CHF'nin Değişmez Genel Başkanı, Genel Başkan Vekilini ve Genel Sekreteri bizzat kendisi tayin etmektedir. Ve bu totaliter eği­limler 1930 yıllarından 1940 yıllarına doğru yoğunlaşarak devam etmektedir. Bu önemli noktaya dikkat etmek gerekir. CHF’dekl totaliter tutumun iç muhtevası ve dış ilişkileri ba­kımından önemlidir. Bu totaliter eğilimlerin, özellikle Avru­pa'da gelişen totaliter sistemlere göre incelenmesi gerekir.

CHF'nm Genel Başkanlık Divanı adı altında çok önemli bir organı vardır. Genel Başkanlık Divanı, Fırka Genel Baş­kanı. Genel Başkan Vekili ve Genel Sekreterden oluşan üç kişilik bir heyettir. Fırka Genel Başkan Vekili'nin ve Genel Sekreteri'nln de Fırkanın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından seçildiği düşünülecek olursa, burada. Genel Başkan’ın, tek yetkili kişi olarak, tek irade olarak ortaya çıktığı hemen görülür.   

Genel Başkanlık Divanının en önemli görevi, “seçim­lerde. mebus namzetlerini tespit etmektir. Daha doğrusu TBMM’ne mebus tayin etmektir. Genel Başkanlık Dlvanı'nın bu görevi. CHF'nm. tek parti döneminde, hemen hemen bü­tün kurultaylarında değiştirip yeniden kaleme aldığı bütün tüzüklerinde yer almaktadır, örneğin, 1931 Kurultayı'nda kabul edilen tüzüğün 20. maddesi şöyle diyor:

“Umumî Reislik Divanı Büyük Millet Meclisine aza seçilmesini idare eder, fırkanın mebus namzetlerini kararlaştırır. Divan, namzetler ile intihab (seçim) işleri hakkında, Grup İdare Heyetinin reyini yoklayabilir. Namzetler Umumî Reis tarafından ilan olunur.”39

Rejime tek parti yani CHP egemen olduğu için gösterilen adaylar % 100 “seçilirlerdi." Aslında bunun tayin olduğunu çeşitli kereler belirttik. Türkiye'deki tek parti uygulamasın­da, bunun hiçbir istisnası yoktur. CHP Genel Başkanı tara­fından namzet olarak kararlaştırılan adaylar %100 “seçilmlş"lerdlr. İşte bütün bunlardan dolayı biz buna, “Milletvekili seçimleri” değil. Milletvekili tayinleri diyoruz. Üç kişilik Genel Başkanlık Divanı üyelerinin, ikisi zaten birinci­si tarafından, yani partinin Daimi ve Değişmez Genel Başka­nı tarafından seçildiği için milletvekilleri aslında Genel Baş­kanın kişisel iradesine göre tayin ediliyorlar, işte bunun için milli hakimiyet müesseselerinln teşkili ve idaresi. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın mutlak irade ve otoritesine bıra­kılmıştır. diyoruz, öte yandan CHF tüzüğüne göre. Genel Başkanlık Divanı'nm vereceği kararlara, tekmil parti üyesi kayıtsız şartsız, riayete mecburdur. 1927 tüzüğünün 22. maddesi aynen şöyle:

“Umumi Reislik Divanının vereceği kararlara bütün Fırka azalarınca kayıtsız şartsız itaat olunur.”

Açıkça görüldüğü gibi CHF Genel Başkanımn veya Ge­nel Başkanlık Divanı'nın kararlarına hiç kimse karşı gele­mezdi. Bu kararları hiç kimse eleştiremezdi. Herkes, bütün parti üyeleri bu kararlara kayıtsız şartsız uymak ve gerekle­rini yerine getirmek zorunda idi. Bu arada milletvekili nam­zetlerinin kararlaştırılması ve tayini ile ilgili kararlar da böy­le kesinlik arz ediyordu.

Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın veya Genel Başkan­lık Divanı'nın almış olduğu bütün kararlara, kayıtsız şartsız itaat zorunluluğu ve bunun kesinlikle uygulanması CHF tü­züğüne dolayısıyla, CHF'na, rejime totaliter eğilimleri ağır basan karakterini veren en önemli maddelerden biridir. Bu totaliter eğilimleri Fırka'nın öteki organlarının seçiminde ve faaliyetlerinde de izlemek mümkündür, örneğin Genel İdare Kurulu'nun seçimini ele alalım. 1931 tüzüğünün 37. mad­desi söyle diyor:

“Umumî İdare Heyeti, büyük kongre tarafından-se­çilmiş 14 azadan meydana gelir."

Fakat, yine 1931 tüzüğünün 21. maddesinde, kurulta­yın bu yetkisini kısıtlayan, hatta ortadan kaldıran çok önemli bir hüküm vardır

“Umumi İdare Heyetinde münhal vukuunda, yerine münasibini, Umumi Reislik Divanı seçer."

Partinin Genel îdare Kurulu, Genel Başkanlık Dlvanı'ndan sonra, en önemli bir yönetim organıdır. Üyeleri, fiili olarak Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın bizzat kendisi ta­rafından aday gösterilmektedir. Büyük Kurultay'ın Genel İdare Kurulu üyelerini seçmesi ancak. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın veya Genel Başkanlık Divanı'nın aday gös­termesine bağlıdır. Tatbikatta da böyle bir seçim hiçbir za­man olmamıştır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan veya Ge­nel Başkanlık Divanı tarafından gösterilen adaylar Genel Yönetim Kurulu’na seçilmişlerdir. Kaldı ki bu yetki, tüzüğün başka bir maddesi ile zaten kısıtlanmıştır. Öte yandan Genel İdare Kurulu üyeliklerine, seçilen kişilerin hepsi de milletve­kilidir. Bunları milletvekili olarak tayin eden makam ise Fır­ka ’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'nın bizzat kendisi­dir.

CHF'nin önemli organlarından biri de CHF Meclis Grubu'dur. Bu Fırka’ya mensup mebusların umumi heyetinin meydana getirdiği bir gruptur. Fırka grubunun tabii reisi. Fırka'nm. Daimi ve Değişmez Genel Başkanı’dır. Veya O'nun vekilidir. Fırka'ya mensup olan Başvekil Fırka grubunun rei­sidir.                   -

CHF'nin çok önemli olan bir başka organı da Fırka Dlvanı'dır. 1931 tüzüğünün, 112 ve 113. maddeleri Fırka Divanı­nın yetkilerini şöyle dile getiriyor.

“Fırka Divanı, Umumî Reislik Divanından, Fırkanın Kabine azalarından, Umumî İdare Heyeti ile Fırka Grubu İdare Heyetinden teşekkül eder. Fırka Divanı lüzumunda, Umumî Reislik Divanı tarafından toplantı­ya çağırılır. Fırka Divanına, Umumi Reis, veya Umumî Reis Vekili, bulunmadığı zamanlarda, tevkil edecekleri zat reislik eder.

Fırka Divanı, Umumî Reislik Divanından gönderilen meseleleri müzakere eder. Nizamnamelerin tefsiri Fır­ka Divanına aittir. Divan kararlan, Umumi Reisin tasdi­ki ile tekemmül eder.”

Görüldüğü gibi, tek parti döneminde, CHF Genel Başka­nı. Fırka'nın Meclis Grubu da dahil olmak üzere bütün grupların doğal başkanı idi. CHF Genel Başkanı aynı za­manda, TBMM Başkanı ve Başkan Vekillerini de aday göste­rirdi. Her ne kadar anayasa ve iç tüzük, bu makamların Meclis tarafından seçileceğini amir idi ise de. Daimi ve De­ğişmez Genel Başkan'ın, partiye, partinin bütün organları­na, bu arada parti meclis grubuna da egemenliğinden dola­yı, bütün bu kuramların başkanı olduğundan dolayı, TBMM Başkanı ve Başkan Vekillerini de bizzat kendisi tayin etmiş oluyordu. Zaten TBMM'nin tüm mebuslarının kendisi tara­fından tayin edildiğini çeşitli kereler belirttik.

Kısaca özetlemek gerekirse, tek parti döneminde. CHF Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurreisi'dir. Parti teşkila­tına, partinin kuramlarına, sadece manevi otoritesiyle değil, parti tüzüğü ile de hakimdir. TBMM organlarım bizzat tayin etmekle meclis çalışmalarına ve kararlarına da egemendir. Hem de bu egemenliği iki katlıdır. CHF'nm Daimi ve Değiş­mez Genel Başkanı'nm başında bulunduğu Genel Başkanlık Divanı, daha doğrusu. Daimi ve Değişmez Genel Başkan bü­tün milletvekillerini tespit ediyor, bütün partilileri, bu ara­da, partililerden meydana gelen milletvekillerini de bağlayıcı kararlar alabiliyordu. Genel Başkanlık Divanı'nın, diğer iki üyesi olan. Parti Genel Başkan Vekili ve Parti Sekreteri'ni de, bizzat Daimi ve Değişmez Genel Başkan seçtiği için bu­nu her zaman bu şekilde ifade edebiliriz. O halde, hem Dai­mi ve Değişmez Genel Başkan'ın manevi otoritesi hem de tüzük gereğince bu böyle idi. Dolayısıyla bütün işler. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın arzu ve iradesine göre oluşu­yordu. Daimi ve Değişmez Genel Başkan daha sonra, TBMM'ne tayin ettiği milletvekillerinden bir kısmını. Meclis Başkanı, Meclis Başkan Vekillikleri gibi organlara aday gös­teriyor ve kesinlikle onlar da seçiliyordu. Çünkü Genel Baş­kanlık Divanı kararları kesin olup kati surette itiraz edile­mezdi. Bu kararlar sadece öğrenilir ve gerekleri yerine getirilirdi.

CHF Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurreisi olması­na rağmen. Parti Genel Başkanlığından doğan yetkileri. Cumhurbaşkanlığından doğan yetkilerinden çok daha önemli idi. Çünkü milletvekillerini, “CHF Genel Başkanı” olarak tayin ediyordu. Daha sonra, TBMM'ne tayin ettiği bu milletvekilleri kendisini Cumhurreisi seçiyorlardı. Başbakan Cumhurreisi tarafından tayin ediliyordu. Fakat Başbakan, aynı zamanda. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından, CHF Genel Başkan Vekilliği'ne tayin edilen kişi idi. Bu iki ilişki biçimi tek parti döneminde hiç değişmemiş­tir. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı daima Cumhurrelsi. Genel Başkan Yardımcısı da daima Başbakan ol­muşlardır. Bunun yanında tek parti döneminde, çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda, özellikle 1935 yılından sonra, CHF Genel Sekreteri İçişleri Bakam (1935) veya Devlet Ba­kam (1939) olarak kabineye alınmışlardır. CHF İl Başkanlan, fiilen, bazen de tüzük gereği valilik görevlerini de yürüt­mektedirler.

Bu, totaliter eğilimleri ağır basan bir devlet biçimidir. Şef devletidir. Zaten Gazi Mustafa Kemal'in adının önüne 1930 yıllarından sonra, “Büyük Şef ibaresi konulmaktadır, ölümünden sonra İse, “Ebedi Şef olmuştur. İsmet İnönü'ye ise Milli Şef denilmektedir. Fakat Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde kendisinden başka hiç kimsenin adı anılmamaktadır. Herkes, partinin öteki yöneticileri hep gölgede kalmaktadırlar. Hatta, tarihte. Birinci İnönü Savaşı, İkinci İnönü Savaşı olarak bilinen savaşların yıldönümlerinin kut­lanması. ancak, İsmet İnönü’nün Milli Şefliği döneminde başlayan süreçlerdir. Demekki Gazi Mustafa Kemal döne­minde, “Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’den başka bir Şef yoktur. Şef bir tanedir ve her şey O'nun istek ve iradesine göre cereyan etmektedir. Devlet egemenliği ile ilgili kuramla­rın teşkili ve idaresi kesinlikle kendi uhdesindedir. Büyük Şef bu yetkisini kayıtsız şartsız tek başına kullanmaktadır. Hiçbir kişi veya kurumun ortaklığını kabul etmemektedir.

Devletin totaliter eğilimleri, elbette, partinin yapısı, iş­levleri, toplumsal hayatın tüm kesimlerini kontrol etmesi ile yakından ilgilidir. Tatollter devlet, kitle haberleşme araçları­nın kontroluyla, tek doktrin etrafında gelişen bir toplum ya­ratmaya, artan teknolojik olanaklarla gerek toplum ve fertle­ri gözetim ve denetim altında tutmaya çalışır. Tek parti döneminde CHF'nin, tüm toplumu kontrol altına alabildiği, toplumu ve fertleri gözetim ve denetim altında tutabildiği söylenemez. Kemalist ideolojiyi tüm topluma, halkın yaşan­tısına indirgeyebildiği, halka benimsetebildiği İddia edile­

nlerinden biri ötekilerine şunları söyler: ‘Beni başbakan yapın, ben de sizleri general yapayım!' Kendisinin bu isteği yerine getirilir geti­rilmez, bu defa çevresine 20 kişilik bir grup toplar ve onlardan da şunu ister: ‘Sizleri bakan yapacağım, sizler de beni cumhurbaşkanı seçin!’

İşte aynen bu şekilde bu kişiler birbirlerini general, bakan ve cum­hurbaşkanı yaparak hükümetin ve devletin hâzinesini ellerine geçir­mişlerdi.

Olayları, bu kişilerin yalnızca, bakan, general ve cumhurbaşkanı se­çebilmek için, ulusun egemenliğine zorla el koymaları şeklinde yo­rumlamamak gerekir. Bu adam getirdiği kanunla, yalnızca ulusun denetimini tüm olarak ele geçirmekle kalmamış, aynı zamanda ül­kedeki her vatandaşın yaşayıp yaşamaması ve ulusun varlığı gibi konular üzerinde bile, tek söz sahibi olma yetkisine kavuşmuştu. İş­te bu yüzden. Anayasa Mahkemesi'nin tutumunun yalnızca kötü, iğ­renç bir ihanet değil, aynı zamanda saçma ve gülünç olduğu görü­şünde ısrar ediyorum.

Batista’nın getirdiği kanun içerisinde dikkatleri fazla çekmeyen, fa­kat durumu iyice aydınlattığı gibi, kendisinden kesin sonuçlar çıka­rabileceğimiz bir madde bulunmakta. 257. maddenin şu bölümünü gelin hep birlikte gözden geçirelim:

'İş bu anayasa üzerinde, hükümet tarafından, kabinedeki salt ço­ğunluğun üçte iki oylarıyla değişiklik yapılabilir.' İşte böylece mas­karalık zirvesine ulaşacaktı.

Halkın rıza ve onayı olmaksızın, böylesine bir anayasayı kendilerimez. örneğin basını, öteki kitle haberleşme araçlarını, % 100 denetim altında tuttuğu halde, basının ve öteki araçla­rın toplumdaki etkinliği her zaman tartışılabilir. Toplum, fertler tam anlamıyla gözetim ve denetim altmda tutulmaya çalışıldığı halde, teknolojik olanakların (dinleme ve gözetle­me araçları) yetersizliği yüzünden bu da istenilen sonuçları yaratamamış olabilir. Fakat eğilim bu yöndedir. Çaba bu yöndedir. Siyasal kurumlar, basın, çeşitli demekler üzerin­deki denetim Halkevleri yoluyla resmi ideolojiyi kitlelere be­nimsetme çabalan, tek doktrin etrafında gelişen, düşünen, bir toplum yaratma çabaları bu eğilimi somutlamaktadır.

 

III.  BÖLÜM

III. GERÇEK SOMUTLAR ve YAŞANAN HAYAT KARŞISINDA PROFESÖRLERİN ve TÜRK ÜNİVERSİTESİNİN FİKİRLERİNİN ELEŞTİRİSİ

Genel Olarak

İşte burada, araştırmamızın başında kitap ve makalele­rinden alıntılar verdiğimiz 40 üniversite mensubunun veya üniversite mensubu olan ve olmayan öteki yazarların dü­şüncelerine dönmekte yarar vardır. Prof. Dr. Bülent Nuri Esen (14); Prof. Dr. Selçuk özçellk (13); Prof. Dr. Münci Ka­pani (23); gibi yazarlar, tek parti döneminde, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu yazmaktadırlar. Prof. Dr. Yavuz Abadan (1); Prof. Dr. îlhan Arsel (3); Prof. Bahri Savcı (12); Prof. Dr. Kemal Karpat (33); Prof. Dr. Niyazi Berkes (34); Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar (24); Prof. Dr. Ca­hit Tanyol (35); Ord. Prof. Reşat Kaynar (31); Doç. Dr. Ah­met Mumcu (32); Doç. Dr. Özkan Tikveş (47) Halk İdaresi halk egemenliği kurallarının çeşitli yönleriyle uygulandıkla­rım söylemektedirler.

Ord. Porf. Dr. Ali Fuat Başgil (4); Prof. Dr. Kemal Karpat (33); Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta (26); Prof. Dr. Nermin Aba­dan (Unat) (16); Prof. Dr İsmet Giritli (28); Doç. Dr. llter Tu­ran (19); Doç. Dr. Servet Armağan (22) tek parti döneminde yapılan "seçimlerin" ‘her şeye rağmen" serbest seçimler ol­duğunu yazmaktadırlar.

 Ord. Prof. Dr. Recal Galib Okandan (9); Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (10); Prof. Dr. Hüseyin Nail Kübalı (8); Prof. Dr. Faruk Erem (11); Büyük Şef Gazi Mustafa Ke­mal'in klasik demokrasi ilkelerine bağlı olduğunu yazmakta­dırlar. Prof. Dr. Âfet İnan (29); Ord. Prof. Enver Ziya Karal (30); Prof. Dr. Bülent Daver (18); Prof. Dr. İsmet Giritli (28); Prof. Dr. Muammer Aksoy (15); Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı (5); ise büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in demokrasi taraftarlanndan biri olduğunu söylemektedirler.

Prof. Dr. Yavut Abadan (1); Prof. Dr. Tank Zafer Tunaya (2); Prof. Dr. Hamza Eroğlu (7); Prof. Dr. Hüseyin Nail Kübalı (8); Prof. Dr. Esat Çam (17); Prof. Dr. Münci Kapanı (23); Prof. Dr. Bülent Daver (18); Prof. Duverger’e atfen, tek parti düzeninin çok partili düzene geçiş için bir aşama olduğunu belirtmektedirler.

Prof. Dr. Mümtaz Soysal (6); Prof. Dr. Esat Çam (17), parti hükümetin önüne geçmedi, Batı'daki tek parti düzenle­ri işçi sınıfının ezilmesi sonucunu doğurduğu halde, Türk tek parti düzeni bütün halkın topyekun kalkınması İçin gay­ret gösteriyordu, demektedirler.

Prof. Dr. Münci Kaparıl (23), Prof. Dr. İsmet Giritli (28) Prof. Dr. Kemal Karpat (33), Büyük Şef Gazi Mustafa Ke­mal’in, kendisinden sonra gelecek diktatörlüklere ve dikta­törlere engel olmak için, diktatör olduğunu belirtmişlerdir. -

Bütün bunlar, olgulardan kopuk bilgi üretimidirler. Ol­gularla bir bağı kurulmadığı, herhangi bir olgunun veya ol­gusal ilişkilerin bilgisi olmadığı için de bilimsel değildir. Sa­dece. yazarların sübjektif kanılarıdır. Demekki yazarlar, tek parti döneminin bu ifadelerle anlatılmasını, bu ifadelerle bi­linmesini arzu ediyorlar.

Bu bilgilerin olgulardan kopukluğu. Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğünden kati surette söz edilmemiş olmasından ileri gelmektedir. Gerçekten çeşitli kitap ve makaleleriyle be­lirtilen bu üniversite mensupları eserlerinin hiçbir yerinde bu tüzükten söz etmemektedirler. Yok saymakta dikkate al­mamaktadırlar. Halbuki, CHF'nin tüzüğü, objektif hayata, yaşanan hayata ilişkin bir metindir. Canlı bir metindir. Sü­rekli olarak uygulanmış bir yasadır. Temel hükümleri kati surette değiştirilmeden, bütün kurultaylarda tekrar tekrar ele alınmış ve canlılığı muhafaza edilmiştir. CHF'nin tüzüğü, Türk tek parti sistemine temel karakterini veren en önemli bir siyasal belgedir. 1924 Anayasası ise ölü bir metindir. Çünkü hiç uygulanmamıştır. Hele temel hükümleri hiç uy­gulanmamıştır. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir", “mahkemelerin bağımsızlığı” gibi hükümleri kesinlikle ölü­dür. Bu bakımdan CHF tüzüğü Anayasa'mn çok çok üstün­de duran bir yasa mahiyetindedir. Bu tüzük gereğince devlet egemenliğini kullanacak kuramların nasıl teşkil edildiğini, nasıl idare edildiğini, CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'mn ortak kabul etmez iradesini ve otoritesini yuka­rıda etraflıca anlattık. Bu sistemin totaliter eğilimleri oldu­ğunu da belirttik. Bu durumda. Padişah İkinci Abdülhamid'in 1877-1908 yılları arasındaki, ortak kabul etmeyen mutlak otoritesi ile CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in ortak kabul etmeyen 'mutlak otoritesi arasında ne fark vardır? Bizce önemli bir fark yoktur. Her ikisinde de devlet egemenliğini tecelli etti­ren kuramların meydana getirilmesi ve idaresi bir kişinin şahsmda somutlaşmaktadır. O'nun kişisel iradesinin, ortak kabul etmeyen iradesinin bir İfadesi olmaktadır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal'in, bütün mu­halefet odaklarım kırarak, kendi adamlarım “TBMM" adı al­tında toplaması sadece bir görüntüdür. “Meclis" otoriter ve totaliter eğilimleri gizleyen bir maskedir.

Bu arada. Padişah ikinci Abdülhamld ile Daimi ve De­ğişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal'in, mutlak irade, üstün İrade sahibi olma durumlarım da karşılaştırmakta ya­rar vardır. Bilindiği gibi, 1876 tarihli Osmanlı Anayasası'na göre, Osmanlı Meclls-i Mebüsanı iki meclisten kuruludur. Ayan Meclisi üyelerini Padişah Abdülhamld bizzat kendisi tayin etmektedir. Bu 26 kişilik bir meclistir. Meclls-i Mebusan İse vilayet meclisleri tarafından, mahalli eşraf arasından seçilen bir. meclistir. Bu da 115 kişiden meydana gelmekte­dir. Görüldüğü gibi Padişah İkinci Abdülhamld meclisin sa­dece bir kanadı üzerinde egemendir. Nitekim hakim olama­dığı kanadı fiili bir durum yaratarak, bir lrade-1 seniye (padişah iradesi) ile 28 Haziran 1877'de feshetmiştir. Meclls1 Mebusan, ittihat ve Terakkl'nin darbesine kadar (23 Tem­muz 1908) kapalı kalmıştır. Fakat bu süre içinde, II. Abdülhamid'in bizzat kendi iradesine göre şekillendirdiği 26 kişilik Meclis-i Ayan görevlerine devam etmiştir.1

Bu karşılaştırmada ele alınması gereken en önemli ko­nulardan biri. Meclisin feshedilmesi ile İlgili olarak devlet başkanına tanınan yetkilerdir. 1924 Anayasası'nm Cumhur-

Birinci ve İkinci Meşrutiyet Devirleri için bk. Recaî Galib Okandan, Amme Hukukumuzun Ana Hatları, Birinci Kitap, Osmanlı Devleti­nin Kuruluşundan İnkirazına Kadar, IÜHFM, İstanbul 1957, s. 118 vd.; Recaî Galib Okandan, Amme Hukukumuzda İkinci Meşrutiyeti Doğuran Sebepler ve Meşrutiyet Rejiminin Teessüsü, IÜHFM, Cilt 12, Sayı 4, 1945, s. 991-1036; Recaî Galib Okandan, 7 Zilhicce 1293 Kanunu Esasisine ve Bunun Muaddel Şekillerine Göre İcra ve Teşri Fonksiyonlarıyla Bunları İla Edecek Organlar Arasındaki Münasebetler, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 1, 1946, s. 1-22; Recaî Galib Okandan, 7 Zilhicce 1293 Kanununi Esasisine ve Bunun Muaddel Şekillerine Göre Devlet Başkanının Milletvekilleri Meclisini Fesih Selahiyeti, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 3, 1946, s. 825-844; Recaî Galib Okandan, Amme Hukukumuzda Osmanlı Devletinin inkirazına Ka­dar Parlamentarizm ve Hususiyetleri, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 2, 1946, s. 449-473; Recaî Galib Okandan, Amme Hukukumuzda, Tanzi­mat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Devirlerinin önemi, IÜHFM, Citt 15, Sayı 1, 1948, s. 14-33; Recaî Galib Okandan, Pozitif Amme'Hukukumuz Bakımından 1912-1920 Yıllarında Vukubulan Olaylar, IÜHFM, Cilt 19, Sayı 1-2,1943, s. 592-615; Tarık Zafer Tunaya, Si­yasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, 2. bs., İstanbul 1969, s. 255-314; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Gelişme Seyri için­de İkinci Jön Türk Hareketinin Fikrî Esasları, Tahir Taner'e Arma­ğan, İÜHF, İstanbul 1956, s. 167-188; Amme Hukukumuz Bakımın­dan 2. Meşrutiyetin Siyasi Tefekküründeki “Garblılık” Cereyanı, IÜHFM, Cilt 14, Sayı 3-4, 1947, s. 501-520; Amme Hukukumuz Ba­kımından 2. Meşrutiyetin Siyasi Tefekküründe “İslamlık” Cereyanı, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 1-2, 1953, s. 630-670; Ilhan Arsel, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Devirlerinde Çift Meclis Sistemi, AÜHFD, Cilt 10, Sayı 1-4, 1953, s. 194-211; Yavuz Abadan, Osmanlı İmparatorlu­ğunda Anayasa Sistemine Geçiş Hareketleri, AÜHFD, Cilt 14, Sayı 1-4, 1957, s. 3-37; Yavuz Abadan, Tanzimat Fermanının Tahlili, Tanzimat I (Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle), Maarif Matbaası, İstanbul 1940, s. 31-58; Mustafa Emil Elöve, İkinci Meşrutiyet Devri'nin Siyasi Hayatına Bir Bakış, AÜHFD, Cilt 9, Sayı 1-2, 1952, s. 183-235; Mustafa Emil Elöve, Umumî Amme Hukukumuz Bakımınreisi'ne böyle bir yetkiyi vermemiş olması daima övülmüş­tür. Demokratik bir uygulama olarak nitelendirilmiştir. Hal­buki, fiili durum, yaşanan hayat dikkate alındığında bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü, Cumhurbaşkanı, zaten CHF'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı olarak TBMM üyelerinin tamamım kendisi tayin etmektedir. Çeşitli meka­nizmalarla hem partiye, hem de meclise hakimdir. Gerek partide, gerekse mecliste, istek ve iradesinin dışında hiçbir karar çıkmamaktadır. Gerçekte tek parti dönemi boyunca, gerek Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, gerekse Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü döneminde, ne partide, ne de mecliste. Şefin iradesinin dışında hiçbir karar çıkmamıştır. Her şey Şefin istediği biçimde olmuştur. Böyle olunca. Meclisin feshi yetki­si gibi bir yetkinin söz konusu edilmesi gerekli değildir. Çünkü devlet başkanları meclisleri, ancak, kendi İstekleri doğrultusunda faaliyet göstermedikleri zaman feshederler. Niketlm İkinci Abdülhamid de Meclis-i Mebusan'ı feshettiği halde, doğrudan dağruya kendi tayin ettiği kişilerden olu­şan, dolayısıyla kararlarına her zaman egemen olabildiği Ayan Meclisl'ni feshetmemiştir.

Daimi ve Değişmez Genel Başkan, Büyük Şef Gazi Mus­tafa Kemal'in veya Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü'nün totalitarizmi ifade eden davranışları ile İkinci Abdülhamid'in mutlakıyeti arasında, elbette önemli farklar var­dır. Bu bakımdan Kemalist Şeflerin  totaliter tutumlarını za­manın totaliter gelişmeleri içinde değerlendirmek daha ya­rarladır. Hitler’in:

Mustafa Kemal'in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim”

sözü üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bu sözün söylendiği ta­rih ve söylenmesine vesile teşkil eden olay da çok önemlidir. Bu olay şudur: 20 Nisan 1939'da Hitler’in 50. doğum yıldö­nümü kutlanmaktadır. Türkiye'den Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz başkanlığında. Nafıa Vekili General Ali Fuad Cebesoy ve dört mebus daha olmak üzere altı kişiden kurulu bir Türk heyeti, bu yıldönümünü kutla­mak İçin Almanya’ya gönderilmiştir. îşte Hitler konuşmasını bu heyet önünde yapmıştır.  Bu konu İleride tekrar ele alı­nacaktır.

Bu durumda Türkiye'deki profesörler, masaldaki saray vezirleri saray kethüdaları, saray görevlileri gibidirler. Türki­ye'deki profesörler, çırılçıplak dolaşan imparatorlarına:

Aman hünkarım, ne güzel elbiseniz var, ne kadar şa­hane bir kumaş. Böyle bir kumaşın dünyada bir eşi daha yoktur. Bu ne güzel, ne şahane bir dikiş. Ancak hünkarımı­za layıktır, diyen saray kethüdalarına benzemektedirler. Çünkü, imparator demiştir ki: öyle bir elbise istiyorum ki, ne kumaşının, ne dikişi­nin, ne tellerinin, ne de sırmalarının dünyada bir eşi daha bulunmasın.

Bu haber bütün ülkeye yayılmış ve imparatora kumaş dokuyacak ve elbise dikecek terziler aranmıştır. İşte bu sıra­da dolandırıcı iki kişi ortaya çıkmış, istenen kumaşı kendile­rinin dokuyablleceklerini. aramları terzilerin de kendilerinin olduğunu bildirmişlerdir. Sonunda terzi olarak saraya kabul edilmişlerdir. Yalnız terziler ufak bir şart ileri sürmüşlerdir;

Bizim altın ve gümüş tellerden dokuyacağımız ku­maş, öyle bir kumaştır ki, ne tezgâhta, ne de tezgâhtan çık­tıktan sonra, aptal, akılsız, ahmak kişilere görünmez. Bu kumaşı ancak, akıllı, dirayetli, becerikli kişiler, devlet yönet­me yeteneği olan kişiler görebilir. Akılsız, ahmak kişiler, ku­maş elbise olarak dikildikten sonra da göremezler. Tellerinin altından ve gümüşten olmasına rağmen, bu kumaş çok ha­fiftir. Giyen insan bunun ağırlığım hiç hissetmez. Kumaşın dokunuşundaki, zerafetindeki sır da budur.

Bunun üzerine bu dolandırıcılara, sarayda ayn bir bö­lüm aynlmış, kendilerine kumaş dokumaları için kilolarca altın ve gümüş teller verilmiştir. Sarayın nazırlan, vezirleri, kethüdaları sık sık dokunan kumaşı görmeye geliyorlarmış. O sırada terziler, kumaş dokuduklarını, kumaş kestikleri iz­lenimini yaratan hareketler yapıyorlarmış. Terziler:

Ne kadar ince, zarif bir kumaş diyorlarmış. Saraydaki görevliler de, hayali kumaşı parmakları arasına alarak:

Şahane bir kumaş, eşi bulunmaz bir kumaş. Tam imparatorumuza layık, diyorlarmış.

İşte Türk üniversitesi, Türk profesörleri de saray kethü­dalarına benzemektedir. CHF'nın tüzüğüne rağmen, bu tü­zükten doğan totalitarizme rağmen ve bu tüzüğün harfi har­fine uygulanmasına rağmen, “tek parti dönemi demokratik bir dönemdi”, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, ilkesine çok dikkat ediliyordu”, “halk egemenliği vardı” gibi yargılar ileri sürmektedirler. Temel hükümleri hiçbir zaman uygu­lanmamış bir yasa olduğu halde, sık sık 1924 Anayasa­sından söz etmektedirler. Fakat, fiili olarak Anayasanın çok çok üstünde duran, anayasayı bağlayan, devlet yönetimine temel karakterini veren, bu tüzük üzerinde tek bir satır dahi durulmamıştır. Profesörler bu tüzüğün adını anmamışlardır. Yok farzetmişler, görmemezlikten gelmişlerdir. Burada, bir örnek üzerinde biraz daha teferruatlı bir şekilde durmakta yarar vardır.

Ord. Prof. Dr. Recai Galib Okandan

Ord. Prof. Dr. Recai Galib Okandan, Milli Hakimiyet, Milli İrade Mefhumlarının ve Kuvvetler Birliği Sistemi­nin Esas Teşkilat Hukukumuza Girişi, başlıklı makalesin­de şöyle diyor:

”... 20 Nisan 1340 Esas Teşkilat Kanununun gerek şekil ve gerek muhteva bakımından arzettiği iki hususiyet üzerinde bilhassa durmak la­zımdır. Şekil bakımından ilgiyi çeken cihet, yeni bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda getirilirken, milli mücadele devrinin bidayetinden itibaren ehemmiyete mazhar kılınan milli hakimiyet ve milli İrade gibi mefhumların icaplarına ikinci Büyük Millet Meclisinin inkılapçı ve ihtilalci üye­leri tarafından riayet edilmemiş olmasıdır. Başka bir deyişle, İkinci Büyük Millet Meclisi, kendin­den sonraki devirlerin parlamentolarına da teveffuk edecek bir hukuki düsturlar manzumesi ' meydana getirmek, müstakbel teşrii müessesele­r rin tasarruf ve faaliyetlerini tahdit edecek pren­sipleri vazeylemek selahiyetinin, hakimiyetin sa­hibi hakikisi millet tarafından kendisine verilip verilmediği meselesi üzerinde durmamış veya durmak istememiştir. Hakimiyetin hakiki sahibi millet tarafından İkinci Büyük Millet Meclisine bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda getirmek yet­kisi verilmediğine, mezkur teşekkül bir anayasa meyadana getirmek vazifesini kollektiviteden al­madığına, bu tarzda bir müessese olmadığına göre, bir taraftan milli hakimiyet ve milli irade gibi mefhumları hareket noktası yapmak ve di­ğer taraftan bu mefhumların icaplarını yerine ge­tirmemek ve onun makul mantiki ve hukuki ne­ticelerini nazara almamak gibi bir durumla karşılaşılmaktadır.

İkinci Büyük Millet Meclisi, sırf milli mücade­le ve ihtilal havasının tesiri altında, sakat ve yanlış düşünce ile hareket ederek, milletin yega­ne ve hakiki mümessili sıfatıyla uhdesine temer­küz ettirdiği yetkiler meyanında kurucu teşrii selahiyetin de yer aldığına inanmış, milletin müsadesi olmadan kendisini aynı zamanda bir kurucu meclis addetmiştir. Nasıl, milli mücadele devrinde Birinci Büyük Millet Meclisi esas teşki­lata müteallik kanunları da diğer kanunlar gibi kabul etmişse, İkinci Büyük Millet Meclisi de, normal bir devre girilmiş olmasına rağmen, milli hakimiyet ve milli irade gibi mefhumların icapla­rım nazara almaksızın, kendini aynı zamanda, kurucu teşrii selahiyete sahip bir teşekkül ola­rak karşılamış, bu hususta hakimiyetin sahibi hakikisi olan milletin muvafakatim istihsale lü­zum görmemiştir.

Nitekim, İkinci Büyük Millet Meclisi'nin kuru­cu Meclis sıfatım haiz bulunmadığım, ‘Avru­pa'da. Amerika'da vesair memleketlerde Jbu gibi asli kanunlar sureti kafiyede behemahal o devle­tin. o milletin Meclisi müessesanı tarafından ter­tip ve tespit olunur. Mahiyeti itibarıyla, hüviyeti itibarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi bizzat kendine mahsus ve fakat tam ve kamil manasın­da bu evsafı haiz bir Meclisi Müessesan değildir' (Şeref Gözübüyük, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, Ankara 1957 s. 38) tarzın­da tebarüz ettiren Saruhan Mebusu Abidin Be­yin mülahazası, İkinci Büyük Millet Meclisinin ihtilalci organları tarafından nazara alınmamış­tır.

Keza, yine aynı mevzu İle ilgili olmak üzere, yani, yeni Esas Teşkilat Kanununun vücuda ge­tirilişinde milli hakimiyet ve milli irade gibi mef­humların icaplarının yerine getirilmemesini teyid eden hususlardan bir diğeri de, milletin müsadesine dayanmadan yeni bir Esas Teşkilat Ka­nunu vücuda getirmek yetkisinin kendisinde mevcudiyetini kabul eden İkinci Büyük Millet Meclisi üyeleri mezkur mefhumların icaplarına. Esas -Teşkilat Kanununu vücuda getirdikten sonra da riayet etmemişler, yani meydana getir­dikleri Anayasayı, milletin tasvibine arz suretiyle onu milletin İradesine istinad ettirmek lüzumu­nu da duymamışlardır. Eğer bu lüzumu duymuş olsalardı, bir Anayasa yapmak hususunda mil­letten mukaddema istihsal edilmiş bir selahiyeti olmadığı halde, meydana getirdikleri Esas Teşki­lat Kanununu milletin reyine, yani referanduma arz suretiyle bidayette mevcut olmayan bir selahiyetin sonradan elde edilmesini, daha vasıh bir deyişle duruma bir hukuki meşruiyet teminini mümkün kılarlardı.

tşte bunun içindir kİ, 20 Nisan 1340 Esas Teşkilat Kanununun yapılmasında İkinci Büyük Millet Meclisinin kendini bir kurucu Meclis olarak karşılaması, • kendisinden kurucu teşrii yet­kinin de mevcudiyetini kabul eylemesi, netice iti­barıyla, gerek milli mücadele devrinin kabul eylediği Anayasa prensipleriyle ve gerek bu yeni Esas Teşkilat Kanununa dere olunan milli haki­miyet prensibiyle gayri kabili telif bir durum ya­ratmıştır. Ortada, selahiyetli olmayan, bir kurul tarafından vücuda getirilen bir Esas Teşkilat Ka­nunu ve bu tarzda bir kanunla kendi kendini ge­niş yetkilerle teçhiz etmiş bir teşekkül mevcut­tur, demek kabildir.

Ord. Prof. Dr. Recai Galib Okandan, bu uzun alıntısında kısaca şunu söylüyor: İkinci Büyük Millet Meclisi nin (1923­1927) anayasa yapmaya yetkisi yoktur. Bu Meclis Kuvayi Mllliye'nln olağanüstü koşullarının bir devamıdır. Milli Ha­kimiyet, Milli İrade gibi kavramlar açısmdan baktığımız za­man, milletin anayasa yapma yetkisini bu meclise vermediği görülür.

İkinci Büyük Millet Meclisi nin, anayasa yapmaya yetkili olup olmadığını tartışmak bu araştırmanın konusu değildir. Vurgulamaya çalıştığımız nokta, bu kadar ince konulan tar­tışan, bir kamu hukuku ordinaryüs profesörünün. Cumhu­riyet Halk Fırkası Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in 30 Ağustos 1927 tarihli tamimi üzerinde kati surette durmamış olmasıdır. Bilindiği gibi, sözü geçen tamim, halk tarafından seçileceği söylenen Büyük Millet Meclisi üyelerinin ve halkın iradesiyle teşekkül edeceği belirtilen milli iradenin, doğru­dan doğruya CHF Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhur­başkanı Gazi Mustafa Kemal'in ortak kabul etmeyen kişisel İradesiyle temsil edileceğini göstermektedir. Kamu Hukuku Ordinaryüs Profesörü Recai Galib Okandan'm bu belgeyi görmemesi son derece ilginçtir. Kaldı ki İkinci Büyük Millet Meclisi'nin anayasayı yapma yetkisine sahip olup olmadığı­nın tartışılması sadece akademik bir konudur. Çünkü bu anayasa. 1789 Fransız Devrimi İle gerçekleşen, burjuvademokratlk hak ve hürriyetleri sıralayan bir anayasadır. Yani, devlet, siyasi iktidar karşısında vatandaşlara, haklar ve hür­riyetler getiren bir anayasadır. Bu bakımdan, sözü edilen so­run sadece akademik bir tartışma olarak ortaya çıkmakta­dır. Halbuki, CHF Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı'nın 30 Ağustos 1927 tarihli beyannamesi, anayasa tarafından vatandaşlara verilen hakların ve hürri­yetlerin, CHF Genel Başkanı tarafından fiilen gasp edilmesi­dir. Milli irade, halk egemenliği denen şey CHF Genel Başkanı'nm kişisel iradesiyle temsil edilmektedir. Bu, sadece akademik bir sorun değildir. O tarihlerden sonra toplumun, sosyoekonomik ve sosyopolltlk yapısını temelden etkilemiş bir olaydır.

Ord. Prof. Dr. Recai Galib Okandan bu konu üzerinde niçin durmamaktadır? Çünkü Türk üniversitesi resmi ideo­lojinin egemenliğine kesinkes boyun eğmiştir. İkinci Büyük Millet Meclisi'nin anayasa yapmaya yetkili olup olmadığı ko­nusunda istenildiği kadar tartışılabilir. Zaten, anayasaların Kurucu Meclisler tarafından yapılacağı konusu, Batı'da uzun zaman tartışılmış. Bu “suya sabuna dokunan” bir ko­nu değildir. Fakat CHF Genel Başkanı Gazi Mustfa Kemal'in eylemi “suya sabuna dokunan” bir konuya ilişkindir. Resmi ideoloji ise üniversiteye bu konuyu tartışmama, sadece öv­me görevini vermiştir. Bununla beraber, böylesine temel bir konuda resmi ideolojiye açıkça boyun eğmiş, “el bağlamış” üniversitenin ordinaryüs profesörlerinin, bu kadar bilimsiz­liklerine, bilmezliklerine rağmen, “bilirkişi” sıfatı ile yazdıkla­rı, bir iki sayfalık yazılarla, devrimci depıokrat kişilerin zin­danlara atılmalarını sağlamaları ibret vericidir.

CHF'nm 1927 tarihli tüzüğünün çok önemli bir siyasal belge olduğunu, anayasanın da üstünde bulunduğunu be­lirtmiştik. Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin bu tü­zükten hiç söz etmediklerini de belirtmiştik. Burada şunu ifade edelim ki, araştırmamızın başında sözünü ettiğimiz ve yazılarından alıntılarla örnekler verdiğimiz 40 profesörden birisi, bu tüzükten söz etmektedir. Bu. Prof. Dr. Tahsin Be­kir Baha'dır. Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta, 16-20 Eylül 1958 . tarihleri arasında, Roma'da düzenlenen, Milletlerarası Siyasi İlimler Kongresi'ne bir rapor sunmuştur. 6 sayfalık bu râporun başlığı, “Türkiye'de Yasama-Yürütme Münasebe* ti“dir.  Altı sayfalık bu raporda, tüzüğün adı verilmemekle birlikte parti mekanizması anlatılmaktadır. Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta, bu raporunu, dipnotları vasıtasıyla açıklayarak Türkçe olarak da yayınlamıştır. Bu açıklamaların Türkçe metine eklendiği de ayrıca belirtilmiştir. 32 dipnotu aracılı­ğıyla yapılan bu açıklamalar 49 sayfa tutarındadır.  23 ve 24 numaralı açıklamalarda bu tüzükten söz edilmektedir.  Şöyle denilmektedir:

"... Parti tüzüğünün açık bir hükmüne göre, adayla­rın tespiti Genel Başkanlık Divanına, ilanı ise Genel Başkana aitti. Tek parti durumunun neticesi olarak, gösterilen adaylar mutad olarak seçilirler, bu itibar­la aday gösterilmeleri üzerine henüz daha seçil­meden tebrik alırlardı.”

Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta nın bu gözlemi ve tespiti son derece önemlidir. Çünkü kendisi Mili Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü tarafından iki kere TBMM'ye me­bus olarak tayin edilmiştir. 7. Dönem (1943-1946) ve 8. Dö­nem (1946-1950) yıllarında mebus tayin edilen Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta, Mili Şef tarafından aday gösterilir göste­rilmez daha “seçim” yapılmadan, arkadaşlarından ve dostla­rından tebrik aldığı anlaşılmaktadır.

Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta’nın CHF tüzüğü ile İlgili öte­ki anlatımları şöyle:      .

"... Tek parti devrinde CHP'nin Genel Başkanı seçi­me tabi değildi. Tüzükle gösterilmiş bulunuyordu. De­ğişmezdi. Değişmezlik vasfı sonradan tüzükle tasrih edilmiş ‘Değişmez Genel Başkan’ ünvanı verilmişti. Genel Başkan partinin meclis grubu da dahil olmak üzere bütün kuruluşların tabii başkanı idi. Partinin yük­sek temsili ve denetimi ona aitti. Lüzum görürse yetki­lerini genel başkan vekiline veya genel sekretere tevdi ederdi. Genel Başkan vekilini ve genel sekreteri genel başkan tayin ederdi. Şu kadar ki genel sekre­teri genel idare kurulu üyeleri arasından tayin etmesi lazımdı. Mahaza genel idare kurulu üyeleri de, aşağı­daki. açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kendi seçtiği kimselerden olduğu cihetle bu kayıt esaslı bir fark yap­mıyordu. Genel Başkan ve vekili ile genel sekreterin üçü birden genel başkanlık divanını teşkil ederlerdi. Genel Başkanlık divanı partinin en yüksek organı idi. Kararlarına bütün partililer uymak zorunda idiler. Parti­nin yönetim kurulları, gerçi ilgili kongre genel kurul tarafından seçilirdi. Fakat serbestçe seç .meleri genel başkanlık divanınca aday gösterilmemesine bağlı idi.

Çünkü Genel Başkanlık Divanı kararlarına az önce İşaret edildiği üzere, her partili uymaya mecbur ol­duğu cihetle, gösterdiği adaylar zaruri olarak seçi­lirdi. Tatbikatta Genel İdare Kurulu üyeliği için Genel Başkanlık Divanı aday gösterir, kurultay da bu adayla­rı zaruri olarak seçerdi. Üstelik tüzük kurultaydaki bo­şalmalara tayin yapma yetkisini de genel başkanlık di­vanına vermişti. Netice itibarıyla genel idare kurulu üyelerini de genel başkanlık divanı, dolayısıyla ge­nel başkan tayin ederdi... Görülüyor ki tek parti dev­rinde aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan genel baş­kan bir yandan parti teşkilatına, öte yandan meclise -sadece manevi kişiliği, otoritesiyle değil, parti tüzüğü ile de hakimdi.”

Fakat, Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta. 1958 yıllarındaki bu bilimsel tavrını, 1970 yıllarında yayınladığı, İdare Hukuku­na Giriş, İdare Hukuku I gibi kitaplarında ve öteki yazıla­rında sürdürmemiştir. Bu yazılarında aynı öteki üniversite mensupları gibi tek parti döneminin demokratik olmasın­dan, halk hakimiyetinden, hakimiyetin kayıtsız şartsız mille­te alt olduğundan söz etmektedir. Cumhurbaşkanının, mec­lisi feshetme yetkisine sahip olmamasını, demokratik bir nitelik olarak belirtmekte ve övmektedir. Bunları söylerken, artık CHF tüzüğünden söz etmemeye, böyle bir siyasal bel„ geyi görmemeye özellikle dikkat etmektedir.

FAŞİST ÜLKELERDEKİ DURUM

CHF tüzüğünün, bu hükümlerini, İtalya, İspanya, Porte­kiz gibi faşist rejimlerdeki durumlarla karşılaştırmakta ya­rar vardır.                            .

Faşist İtalya'da siyasal temsilin nasıl sağlanacağını be­lirleyen kanuna göre, sendikaların merkezileştikleri organlar olan konfederasyonlar, seçilecek olan 400 mebusluk için 800 aday gösterirler. İkinci aşamada. Milli Faşist Büyük Meclisi 800 kişiden 400 kişiyi ayırarak seçmenlere teklif eder. Üçüncü aşamada ise, seçmenler kendilerine teklif edi­len 400 adayı seçer.

Görüldüğü gibi, Türkiye'de, Büyük Şef ve Daimi ve De­ğişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal'in ortak kabul et­mez ve eleştirllemez iradesiyle belirlenen Millet Meclisi, Fa­şist İtalya'da Korparasyonlarm ve Milli Faşist Büyük Meclisi'nin ortak iradeleriyle oluşmaktadır. Milli Faşist Bü­yük Meclisi'nin ve Korparasyonlarm başkanı şüphesiz ki Mussolini'dir.

Ve Mussouloni'nin iradesi her şeyi tayin eder.

Ispanya'da 19 Nisan 1937 tarihli olup tek parti olan Fa­lanj Partisi ile ilgili üç maddelik bir kararname yayınlanmış­tır. Üç maddelik kararnamenin 2. maddesi, CHF tüzüğünde söz konusu edilen maddelere yakından benzemektedir. Bu madde şöyledir:

“Devlet Reisi, bir sekreterlik ya da siyasal cunta ve Ulusal Konsey, yeni siyasal-ulusal bütünün yönetici organları olacaktır. Sekreterlik ya da cunta, başlıca amacının başarıya ulaşması için kuruluşun iç yönetimi­ni sağlamaktadır. Bu amaç da, devletin organik vejşlevsel yapısının hazırlanmasında şefine yardımcı ol„ mak, her durumda hükümetle çalışmalarıyla işbirliği yapmaktır. Üyelerinin yarısı Devlet Reisi, öbür yarısı Ulusal Konsey tarafından seçilecektir. Ulusal Konsey, daha sonraki tedbirlerle saptanacak büyük ulusal so­runları Devlet Reisinin kendisine sunduğu biçimde öğrenecektir.  

Burada da, İspanya Devlet Reisi (Franco) bütün siyasal kurumlarm üzerinde ve onları oluşturan bir kişi (bir kurum) olarak belirmektedir. Siyasal temsili sağlayacak Sekreterlik’ ya da Siyasal Cunta üyelerinin yansı, kendisi, yarısı Ulusal Konsey tarafından seçilecektir. Ulusal Konsey, devlet ve top­lum sorunlarını Reisin kendisine öğrettiği biçimde öğrene1 çektir. Faşist Falanj Partisi'nin başkanı olan Franco, bu ni­teliğinden dolayı aynı zamanda devlet başkanıdir.

Portekiz'deki Faşist Salazar rejimi de aşağı yukan böyledir. Siyasal temsili sağlayan meclis üyeleri, 250 seçmen ta­rafından seçilir. Salazar'a bağlılığı kesin olmayan kişilerin aday gösterilemeyeceği ve seçmenlerin hükümetçe tayin edi­leceği şüphesizdir. (Bk. Dareste, Esas Teşkilat Kanuninin Cilt m, s. 124-160; Çetin Özek, Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi, Ant Yayınları, İstanbul 1970 s. 85)

İleride, "CHF’nin Programı (1931)" olgusu üzerinde du­rurken, CHF ile faşist ülkelerdeki tek partiler ve bunların programları arasındaki ilişkiler üzerinde daha etraflı bir şe­kilde durulacaktır. Fakat şimdiden, Türk üniversitesinin bu tür ilişkiler üzerinde hiç durmadığının açıkça belli olduğu söylenebilir.

NADİR NADİ'NİN DAİMİ ve DEĞİŞMEZ GENEL BAŞKAN HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİ ve BU GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ

Türkiye’de Şeflik düzeninin. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in fiili durum yaratması ile açıkça başladığım daha yukandaki kısımlarda açıklamıştık. CHF Genel Başkanlığı­nın seçime tabi olmadığını, daimi ve değişmez olduğunu ve bu hükümlerin 1927'den itibaren tüzüklerde yer aldığını da ifade etmiştik. Demekki Daimi ve Değişmez Genel Başkanlık yani ömür boyu genel başkanlık Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal döneminde, 1927'den itibaren CHF tüzüğüne girerek hukukileşmiştir. Yaşanan hayat, so­mut durum bu olduğu halde. Cumhuriyet gazetesi Başyazın Nadir Nadi, Perde Aralığından isimli kitabında bakınız ne diyor.

"... Milli matemimizin üçüncü günü, 14 Kasım akşa­mı, manşetin altına yazdığım iki satırlık uzun bir başlık­ta Atatürk'ten söz ederken ‘Ebedi Şef’ deyimini kul­landım. Ertesi günü kamuoyuna sunulan bu deyim hemen tuttu. Bütün gazeteler onu benimsediler. O günden itibaren Atatürk ‘Ebedi Şefimiz olmuştu. İlk olarak ortaya attığım bu deyimin böyle ağız birliği ile bütün gazeteler tarafından kulanılması hoşuma git­ti. Bundan böyle yaşayan ‘kudretli lere artık, şef deneeneyeceği umuduna kapıldım. Ne yazık ki umudum kı­sa sürdü. Aradan birkaç hafta geçmiş geçmemişti ki ‘Ebedi Şefin yanısıra, gazetelerde, ‘Milli Şef deyimi, yer almaya başladı. İktidar yardakçıları bir punduna getirmişler, yeni Cumhurbaşkanına yaranmanın yolu­na arıyorlardı... Gerçek demokrasiyi ve Batı kafasını yurdumuza yerleştirmek isteyen Atatürk, daha başlan­gıçta kendisine yapılan ömrü boyunca Cumhurbaş­kanlığı teklifini geri çevirmemiş mi idi. ‘Milli Şef deyi­minin ardında şefliği müesseseleştirmek isteyen bir gayret seziliyordu. İsmet İnönü bunu önlemeli idi? 27 Kasım tarihli gazeteler, yeni Cumhurbaşkanının ya­bancı basın mensuplarına verdiği bir demeci yayınladı­lar. Türk dış politikasının temel prensiplerini açıklayan İnönü, gazetecilere Atatürkçülük konusunda düşün­düklerini de, ‘Kemallzmin özel vasfı devamlılığında mündemiçtir’ şeklinde belirtmişti. Bir gün sonra çıkan başyazımın başına geçirdiğim bu cümle Atatürk genç­liğinin düşüncesini, gölgesiz, açıkça ifade ediyordu. Yurdumuzu Batılılaştırmak uğruna büyük devrimler ba­şarılmıştı. Pek taze bir geçmişi olan Atatürkçülüğü kökleştirmek, eğitim ve ekonomi alanında uzun süreli gayretler harcanmasına bağlı idi. Kemalizmin özel vasfını devamlılığında gördüğünü söylemekle İnönü, bu gayretlerin esirgenmeyeceğini müjdeliyordu bize. Hep sevindik.

Fakat aradan bir ay geçmemişti ki, sevincimize bir gölge düştü: Ankara'da olağanüstü bir toplantıya çağ­rılan CHP Kurultayı 26 Aralıkta yaptığı bir tüzük deği­şikliği sonunda İsmet İnönü'yü oybirliği ile ‘Milli Şef ve ‘Değişmez Genel Başkan’ ilan etti. İsmet İnönü'ye ‘De­ğişmez Genel Başkanlık' payesini vermekle, CHP, ‘İle­ride birgün içimizden bir başka değer çıksa bile, biz onun başkanlığa özenmesini peşinen önlüyoruz' diyor ve böylece Atatürk'ün kesin olarak reddettiği (ömür boyunca başkanlık) müessesesini benimsiyordu... Atatürk düne bağlı bir sınıfın değil tüm milletin adamı idi. Yarınımıza inananları temsil ediyordu. Fakat, bir­çokları ile beraber bir Ali Fuad Başgil çıkar da O'na iki­de bir 'Ulu önder’ diyerek methiyeler karalarsa, bunu

' her defasında nasıl önleyebilirdi Atatürk? Dalkavukluk­tan hoşlanmadığını biliyordum. Bir akşam adadaki Yat Kulübünde arkadaşlarıyla rakı içerken ‘tarih sîzsiniz’ diye ayağa kalkan bir tarih profesörünü nasıl azarlaya­rak yerine oturttuğunu gözlerimle görmüştüm."

Nadir Nadi'nin, Perde Aralığından İsimli kitabından ya­pılan alıntılara göre. Şeflik mûesseseslnl Atatürk'ün ölü­münden sonra îsmet tnönü icad etmiştir. “Değişmez Genel Başkanlık", “Milli Şeflik" müesseselerinin mucldl İsmet İnö­nü'dür. Atatürk demokrasi taraftandır. Şefliğe daima karşı çıkmıştır. Değişmez başkanlığa karşı çıkmıştır, ömür boyu başkanlık müessesesini kesin olarak reddetmiştir.

Nadir Nadi, açıkça yalan söylemektedir. CHF’nın tüzü­ğüne, bunca uygulamalara, yaşanan hayata rağmen yalan söylemektedir. Herkesin gözünün içine baka baka bu derece yalan nasıl söylenebilmektedir, önemli olan konu bunun araştırılmasıdır.  Dolmabahçe Sarayı'na, Çankaya'ya, her akşam düzenlenen, sazhsözlü, içkili saray sofralarına,  bu sofralardaki konuşmalara, ailece yakın olan Nadir Nadi'nin CHF’nin tüzüğünü, bu tüzüğün uygulanmasını bilmemesi mümkün müdür? Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in tüzük gereğince ömür boyu genel başkan olduğunu. CHF'nin Dai­mi ve Değişmez Genel Başkanı olduğunu bilmemesi müm­kün müdür? Bu yüzden, CHF Genel Başkanı'nın seçime tabi olmadığım, yine bu yüzden kurultaylarda Genel Başkan se­çilmediğini bilmemesi mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Bilir. Kemalizm her şeyden önce kaba bir pragma­tizmdir. Kemalistler de öyledir. 1938 yılında yazdığı bir yazı­da. Nadir Nadi, Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal için “Ebedi Şef demiştir.  O günkü koşullarda bunu söylemek yararlıysa, bu eylem “doğru"dur. O zaman, Atatürk'ün “Ebedi Şef" olduğu yazılır, anlatılır. Şeflikten hoşlandığı da söylenir. Fakat 1960 yıllarında söy­lenmesi yararlı görülmüyorsa, “doğru" değildir. Yani Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Ke­mal'in Şeflikten hiç hoşlanmadığı söylenir. Bunun "Doğru" . olduğu kabul edilir. Kaldı ki, 1927 yılından sonra. Gazi Mustafa Kemal hakkında yazılan yazılarda, “Büyük ŞeP, “Şer, “Şefimiz"... gibi ünvanlar her zaman kullanılmıştır. Günlük gazetelerde, haftalık, onbeş günlük, aylık dergilerde, radyo haberlerinde ve programlarında bu ünvanlar sık sık kullanılmaktadır. Bu ölümünden sonra da devam etmiştir.örneğin 11-12 Kasım 1938 tarihli Ulus gazetelerinde, Ata­türk için söylenen sıfatlar şöyledir: Yaratan, huzur veren şef, banşçı şef. kültürcü şef, iktisatçı şef, sağlık veren şef, yaratan, emniyet veren şef, kumandan şef, imancı şef, zira­atçı şef, adaletçi şef... Atatürk'ün ölümünden sonra, gazete­lerde ve dergilerde yayınlanan yazıların baslıkları incelendiği zaman bu husus daha İyi anlaşılmaktadır.  "

Kaldı ki, “Milli ŞeF tabiri, İsmet İnönü'nün, Değişmez Genel Başkanlığından, Cumhurbaşkanlığından itibaren kullanılan bir tabir değildir, örneğin Atatürk'ün sağlığında yayınlanan, Türkiye Cumhuriyeti 15. Yıl, kitabının (Ka­pakta Atatürk'ün resmini taşıyan 611 sayfalık büyük boy bir kitap, tarihsiz) CHF ve Şefi İle ilgili bölümünde (s. 4) Mustafa Kemal için Büyük Şef tabiri yanında “Milli ŞeF tabi­ri de kullanılmaktadır.

Nadir Nadi’inln gerçek somutları görmemezlikten gelme­si, gözardı etmesi, somut gerçeği, bile bile bilinçli bir şekilde çarpıtması, üzerinde durulması gereken son derece önemli bir olaydır. Bu, Cumhuriyet tarihinin, tek parti döneminin, yeni kuşaklara bile bile bilinçli bir şekilde yanlış öğretildlğit nin, somut gerçeğin bilinçli bir şekilde çarpıtıldığının çok önemli bir delilidir. Bunun temel nedeni de bilimsel düşün­ce bütünlüğüne erişmemektlr. Resmi idelojiyi tartışılmaz ve­ri olarak kabul edip onu doğrulamaya çalışmaktır. Bilimsel düşünce bütünlüğü her şeyden önce, olgulardan hareket et­meyi gerektirir. Olgulardan hareket eden bir kişi de, 1927 yılından itibaren. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in kendisi­ni, Daimi ve Değişmez Genel Başkan İlan ettiğini görür. De­ğişmez Genel Başkanlığın mucldi olarak. Milli Şefliğin mucldi olarak İnönü’yü göstermez. İsmet İnönü'nün ölen Şefin yerine geçen yeni bir Şef olduğunu, eskisinin bir devamı ol­duğunu anlatır. Burada üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta daha vardır. O da şu: Yukarıda belirtilen örnekler incelendiği zaman hep “ŞeFten söz edildiği görüle­cektir. Fakat hiçbir yerde “Şeflerimiz" sözü geçmemektedir. Bu, Şeflik sisteminin temel bir özelliğidir. Şef tektir. Tek Şef vardır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan ve Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde. Şef sadece Mustafa Kemal Ata­türk'tür. Başka hiç kimsenin adı anılmamaktadır. İsmet İnö­nü'nün Şefliği, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in ölümün­den sonra başlamaktadır. O da tek Şeftir. Adından da anlaşılmaktadır: Milli Şef.

Nadir Nadi gibi Kemalistler, somut gerçeği dalma çarpı­tarak anlatmışlar, bol bol “yalan" söylemişlerdir. Bunlar sa­dece. bunu yapmakla kalmamışlar, kendi görüşlerine uyma­yan kişileri de jurnallemişlerdir. Gerçek somutları anlama­ya. bilmeye çalışan, somut gerçekleri görebilen kişileri, başyazılarla, açıkça, iftiharla jumallemişlerdir.  Bu ise bi­rincisinden çok daha sakıncalı bir tutumdur. Fakat kendi yalanlarında, bilimsizliklerinde ısrar edenlerin, yalan söylemeyenleri, olgulara dayalı olanlan, olgular arasında İlişki kurmaya çalışanları jumallemekten başka hiçbir davranış biçimleri de olamaz.

Burada bir noktayı daha açıklığa kavuşturalım. Cumhu­riyet gazetesi Başazan, Nadir Nadi, Perde Aralığından isimli kitabında, “Ebedi Şef tabirini ilk defa kendisinin kullandığı­nı, yani bunun mucidinin kendisi olduğunu, sonra bunun kötü bir alışkanlık olarak herkes tarafından tekrarlandığım söylemektedir. Bunu aslında, böbürlenerek anlatmaktadır, önce ben yazdım, sonra herkes beni taklit etti, diye. Bu tes­pit de doğru değildir. Büyük Şef, Gazi Mustafa Kemal Ata­türk için bu tabir daha önceleri de kullanılıyordu. Bunun için 19 Mayıs 1938 törenlerini anlatan Anadolu Ajansı bül­tenine bakmakta yarar vardır. 19 Mayıs 1938 tarihli Anado­lu Ajansı bülteni kısaca şöyle diyor:

“... Binlerce imza ile, Dahiliye Vekili ve CHF Genel Sekreteri Şükrü Kaya'ya stadyumda aşağıdaki takrir verilmiştir.                                                     

Ulu Önder Atatürk'ün Türk vatanı ve istiklalini kur­tarmak üzere Samsun'dan Anadolu'ya ayak bastığı günün 19. yıldönümünü kutlayan bizlere bu mutlu gü­nün heyecanı içinde çırpınarak şu dileğimizin yerine getirilmesi;

Ebedî Şefimiz Atatürk'e bu dakikada duyduğu­muz sonsuz şükran ve tazim hislerinin arz ve iblağl..."

Görüldüğü gibi “Ebedi Şef” tabiri Nadir Nadi'nin kul­lanmasından önce zaten kullanılmaktadır.

Nadir Nadi'nin yukanda sözü edilen kitabının 1965 yı­lında yayınlandığını belirtmiştik. Fakat Cumhuriyet gazetesi Başyazarı 1977 yılında yazdığı yazılarda da, tek parti döne­mini yine aynı şekilde değerlendirmektedir. Perde Aralığın­dan, isimli kitabındaki görüşlerini aynen tekrarlamaktadır:

”... 1924 Anayasası hazırlık tartışmaları sırasında Atatürk, TBMM seçimlerinin vaktinden önce yenilen­mesi konusunda Cumhurbaşkanına yetki tanınmasını istiyordu. Zamanın, Şükrü Saraçoğlu, Mahmut Esat Bozkurt gibi genç hukukçuları bu düşünceye karşı çık­tılar. Ulusal iradeyi temsil eden Meclisin üzerinde bir başka ‘irade’ tanınamazdı. Gerekirse Meclis kendi kendini dağıtır, ulusal iradenin sahibi olan halka baş­vurarak meclisi yenilemek görevini ona bırakırdı." (İnanç Olmazsa, Cumhuriyet, 27 Mart 1977)

Görüldüğü gibi 27 Mart 1977 tarihli olan bu yazıda. TBMM üzerinde hiçbir “irade" tanınmamıştır, denerek fiili durum yani tüzükten doğan durum gizlenmeye çalışılmakta­dır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mus­tafa Kemal'in devlet egemenliğinin teşkili ve idaresi konu­sunda ortak kabul etmez ve tartışılmaz yüce “irade’sinl görmemezlikten gelmektedir. TBMM üzerinde hiçbir irade yoktur" diyerek. Şefin TBMM'nln çok çok üzerinde duran iradesini, daha doğrusu, TBMM üyelerini bir çırpıda tayin eden iradesini gizlemeye çalışmaktadır.

Burada önemli olan, yaşanan hayata, buna ilişkin canlı belgelere rağmen bu tür yalanların, hâlâ, nasıl söylenebildi­ğidir. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kemalist ideoloji­nin, herkes tarafından, tartışılmaz tek gerçek olarak kabul edildiğinin varsayılmasıdır. Böyle olunca, olgulardan kopuk bir biçimde, istenildiği kadar yalan söylenebilir. Çünkü her­kesin, zaten bu yalanlara inandırılarak yetiştirildiği varsayı­mı vardır.

Nadir Nadi'nin. “genç hukukçu" dediği Mahmut Esat Bozkurt'un:

“... Türk olmayanların (Kürtlerin) bu memlekette bir tek hakları vardır: Türklere köle olma, hizmetçi olma haklan..." (Milliyet, 19 Eylül 1930) diyen. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) olduğunu oku­yucular, herhalde hatırlayacaklardır.

MEBUS TAYİNLERİNE İLİŞKİN SOMUT ÖRNEKLER

Bu kesimde mebus tayinlerinin nasıl yapıldığına, tayin­lerin, “seçimlerin" nasıl ilan edildiğine dair somut örnekler vermek istiyoruz. Bu örnekler, 6. Dönemde (1939-1943) ve 7. Dönemde (1943-1946) yapılmış ara “seçimleri’ne aittir, ölüm nedeni ile bazı mebusluklar açık kalıyordu. İstifalar da bu sonuçları doğuruyordu. İstifalar ise daha çok “Şefin emri ile gerçekleşiyordu. Devletin ve Partinin Şefi yeni tanı­dığı ve işe yarayacağını anladığı bir kişiyi, mebus tayin et­mek isterse, herhangi bir mebusun istifa etmesini istiyordu. Veya bazen, “sen istifa et" diyordu. Meydana gelen mebus açığım da istediği kişiyi tayin ederek dolduruyordu. İstifaya zorlanan kişi de değerine göre, valiliğe, elçiliğe, genel mü­dürlüğe vs. atanıyordu. Mebus açıkları başka bir nedenle daha meydana geliyordu, örneğin, herhangi bir mebusun faaliyetleri, davranıştan, düşünceleri, çevresiyle kurduğu ekonomik, toplumsal ve politik ilişkiler. Şefin hoşuna gitmi­yorsa, kesinlikle istifaya zorlanıyordu. Şeften gelen bu türlü taleplere karşı direnmek çok kötü sonuçlar doğurabiliyordu. Bu mekanizmalar tek parti döneminde, gerek Daimi ve De­ğişmez Genel Başkan Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal, gerek Milli Şef İsmet İnönü dönemlerinde sık sık kullanılmıştır. Bu bakımdan sık sık mebus tayinleri, “ara seçimleri" yapılmıştır. Burada bu atamalardan bazı ör­nekler vereceğiz.

a) İlkkanun (Aralık) 1940 tarihinde CHF Genel Baş­kan Yardımcısı ve Başvekil Dr. Refik Saydam, İkinci müntehiplere (seçmenlere) aşağıdaki tamimi yayınlamıştır.

“CHF Genel Sekreterliğinden tebliğ edilmiştir,

Boş olan Afyon Mebusluğuna Umumu Muraka­be Heyeti azasından ve Siyasal Bilgiler Okulu Iktisad Profesörü Şevket Raşid Hatiboğlu,

Antalya mebusluğuna, Sümerbank, Sabık Umum Müdürü Nurullah Esad Sümer,

Bolu Mebusluğuna, Maliye Vekaleti, Nakit İşleri Umum Müdürü Said Siren,

Çankırı Mebusluğuna, Samsun Valisi Avni Do­ğan,

Diyarbakır Mebusluğuna Cerrahpaşa Hastanesi Emrazı Akliye ve Asabiye Mütehassısı Dr. Ahmet Şük­rü Emet,

Kars Mesbusluğuna da, Son Telgraf gazetesi sahibi Etem İzzet Benice, parti namzedi olarak seçil­mişlerdir. İkinci müntehiplere duyurulur.”   

b) Yine CHP Genel Sekreterliği, 2.1.1941 tarihinde ya­yınladığı bir tebliğde yapılan “intihapta" parti namzedi ola­rak tespit edilen kişilerin oybirliğiyle kazandıklarını bildir­miştir.18

a) 23 İlk kanun 1942 tarihinde, CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil Dr. Refik Saydam. İkinci müntehiplere aşağıdaki beyannameyi yayınlamıştır.

“CHP Genel Sekreterliğinden bildirilmiştir.

Boş olan İstanbul mebusluğuna, Maliye Vekale­ti, Tetkik Heyeti Reisi İsmail Hakkı Ülkümen,

Denizli Mebusluğuna, Başvekalet Müsteşar mu­avini Haydar Günver,

Tokat Mebusluğuna, Ticaret Vekaleti Müsteşarı Halit Nazmi Keşmir,

İçel Mebusluğuna, Bursa Valisi Refik Koraltan, Parti namzedi olarak seçilmişlerdir. İkinci müntehiple­re duyurulur.”

b) CHP Genel Sekereterliği'nden 25. İkinci teşrin 1942 tarihinde yayınlanan bir tebliğde ise, yukarıda adı geçen kiçilerin, yapılan “seçim" sonunda, “seçimleri" ittifakla kazan­dıkları bildirilmektedir.

m. a) 29 Mayıs 1942 tarihinde, CHP Genel Sekreterliği aşağıdaki tebliği yayınladı.

.                       “CHP Genel Sekreterliğinden bildirilmiştir.

Açık olan Ankara Mebusluğuna, Emekli General Nihat Anılmış,

Bursa Mebusluğuna, CHP Genel Sekreterlik Başkatibi Dr. Talat Timer,

İzmir Mebusluğuna, İzmir CHP Vilayet İdare He­yeti Reisi Vekili Dr. Hüseyin Hulki Cura,                             '

Kars Mebusluğuna, Maarif Vekaleti Teftiş Heyeti Reisi Cevat Dursunoğlu,

Kastamonu Mebusluğuna, Prof. Hayrullah Diker,

Kocaeli Mebusluğuna, İstanbul Daimi Encümen azasından Suphi Artel,

Kütahya Mebusluğuna, Emekli General Aşir Atlı,

Seyhan Mebusluğuna, Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Heyeti Azasından Ahmet Kutsi Tecer,

Zonguldak Mebusluğuna Siyasal Bilgiler Okulu. Müdürü Mehmet Emin Erişirgil, parti namzedi olarak seçilmişlerdir. İkinci müntehiplere bildirir, ilan ede­rim."

b) 31 Mayıs 1942 tarihinde, CHP Sekreterllği'nden ya­yınlanan bir bildiride ise açık olan mebusluklara yapılan “seçimlerde", parti namzetlerinin ittifakla “seçildikleri" duyu­rulmaktadır.

a) 29 Ağustos 1943 tarihinde CHP Genel Sekreterliği'nden aşağıdaki tebligat yapılmıştır.

Açık bulunan Samsun Mebusluğuna, Temyiz Mahkemesi Birinci Reisliğinden emekli Ihsan Ezgülle,

Açık bulunan öteki Samsun Mebusluğuna, İstan­bul Üniversitesi Rektörlüğünden emekli Cemil Bilsel,

Çankırı Mebusluğuna, Vişi Büyükelçiliğinden emekli Behiç Erkin,

Konya Mebusluğuna, Rasathane Müdürlüğün­den emekli, Prof. Fatin Göksün,

5. Bolu Mebusluğuna, Emekli Korgeneral Abdullah Alpdoğan, Van Mebusluğuna, Temyiz Mahkemesi Başmüddeiumumiliğinden emekli Nihat Bekefin Parti namzet­likleri, Parti Başkanlık Divanı tarafından kararlaştırıl­mıştır. Sayın İkinci Müntehiplere bildirir, ilan ederim.

CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil Şükrü Sara­çoğlu.”   

b) 1 Eylül 1943 tarihinde ise yine CHP Genel Sekreterli­ğinden açık mebusluklar için yapılan “seçimlerde", parti namzetlerinin ittifakla “seçildikleri " duyurulmaktadır."

a) 29 Mart 1944 tarihinde CHP Genel Sekreterliği açık bulunan mebusluklarla ilgili olarak aşağıdaki tebligatı çıkarmıştır:

“CHP Genel Sekreterliğinden duyurulmuştur.

Açık bulunan İstanbul Mebusluğuna Prof. Kemal Cenap Beksoy,

Kayseri Mebusluğuna, Milli Müdafaa Vekaleti Baş Hukuk Müşaviri Cafer Tüzel,

İzmir Mebusluğuna Maliye Vekaleti Teftiş Heyeti Reisi Şevket Adalan,

Sivas Mebusluğuna, Milli Müdafaa Vekaleti, De­niz Müsteşarlığından emekli Tuğamiral Hulusi Göktalay,

Kütahya Mebusluğuna, Tavşanlı CHP İdare he­’ yeti Reisi Halil Benli,

Denizli Mebusluğuna, Ziraat Vekaleti Müsteşarı Abidin Ege,

Zonguldak Mebusluğuna, Sıhhat ve İçtimai Mua­venet Vekaleti Sari Hastalıkları Mütehassası Dr. Rebii Baskın, Parti namzedi olarak seçilmişlerdir. İkinci müntehiplere bildirir, ilan ederim.

CHP Genel Başkan Vekili ve Başbakan Şükrü Sa• * raçoğlu.26

b) 2 Nisan 1944 tarihinde CHP’nden yayınlanan yeni bir bildiri ise 2 Nisan 1944 tarihinde yapılan “seçimlerde" parti namzetlerinin ittifakla “seçlldikleri'ni duyurmaktadır.27

a) 8 Eylül 1944 tarihinde CHP Genel Sekreterliği’nden aşağıdaki bildiri yayınlanmıştır.

“CHP Genel sekreterliğinden duyurulmuştur.

Açık bulunan Giresun Mebusluğuna, CHP Vila­yet İdare Heyeti Reisi, Ihsan Gürok,

Konya Mebusluğuna, Milli Müdaafa eski Vekili, . Parti eski Genel Sekreteri Büyükelçi Saffet Arıkan,

Siirt Mebusluğuna, Siirt gazetesi sahibi Emin KlIıçoğlu,

4. Sivas Mebusluğuna, Giresun Belediye Reisi, Eşref Dizdar, parti namzedi olarak seçilmişlerdir. müntehiplere bildirir, ilan ederim.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Başvekil Şükrü Saraçoğlu."28

b) 10 Eylül 1944 tarihinde CHF Genel Sekreterliğl’nden yayınlanan yeni bir bildiride ise, “10 Eylül 1944 tarihli Pazar gününde yapılan seçimlerde Parti namzetleri ittifakla kazanmışlardır’29 denilmektedir.

CHP'nin bu durumu îkinci Dünya Savaşı sonunda Al­manların yenilmesinden ve Türkiye'nin Amerika'ya açılma­sından itibaren biraz değişiklikler göstermeye başlamıştır, örneğin, CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil Şükrü Sara­çoğlu, 7 Haziran 1945 tarihinde, ikinci seçmenlere yayınla­dığı bir tamimde şöyle demektedir:

Açık bulunan, Kocaeli, Zonguldak, Sivas, Bur­dur, İstanbul, Çorum milletvekillikleri için 17 Haziran Pazar günü seçim yapılmasına ve bu seçimde partimi­zin merkezi tarafından aday gösterilmemesine, Genel Başkanlık Divanınca karar verilmiştir. Keyfiyeti ilan ederim. CHP Genel Başkan Vekili Şükrü Saraçoğ­lu"

Bunun üzerine illerde adaylıklarını koyan bazı kişiler or­taya çıkmıştır. Fakat yayınlanan böyle bir tamime rağmen, bu adaylardan hiçbiri seçimi kazanamamıştır. Yine merkez­den mebus tayini yapılmıştır, örneğin Zonguldak için 9 kişi kendini aday göstermesine rağmen, bunlardan hiçbiri kaza­namamış, partinin tasvibini alan Ali Rıza İncealemdaroğlu merkezden aday gösterilmiştir. 11 Haziran 1945 tarihli şu habere bakalım.

“Açık bulunan Zonguldak milletvekilliği için adaylığı­nı koyanların sayısı artmaktadır. Teftiş Heyeti Başkan­lığına bugün yeniden başvuranlar şunlardır:

Cevat Rifat Atılgan, Galata, İstanbul,

Cavit Ünver, 4. Genel Müfettişlik Başmüşaviri,

Behçet Aktaş, Yüksek Maden Mühendisi,

Hafız İsmail Ergener, CHP İl Üyesi, Madenci,

Rafet Araş, Maden Mühendisi,

Ihsan Atukeren, Bartın Ortaokulu Müdürü,

A. Şükrü Alptekin, Kalecik Kaymakamı,

8. Celal Güney, Eski Maarif Müfettişi,

Adaylığını koyan Tevfik Rüştü Araş, bugün Anka­'   ra’dan gelerek seçmenlerle görüşmelerde bulunmak

üzere gezilere başlamıştır.”

Seçim sonunda.bu adaylardan hiçbiri kazanamamıştır. CHP Zonguldak İl Başkanı Ali Rıza İncealemdaroğlu mebus olmuştur.

Bütün bu süreç içinde, mebus olarak tayin edilenlerin bürokrat kökenli unsurlar olduklarına okuyucular özellikle dikkat etmelidirler.

vn. 1931 MEBUS TAYİNLERİ ve CHF'NIN ÜÇÜNCÜ BÜYÜK KURULTAYI

Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat). 1946 seçimlerine ka­dar yapılan seçimler hakkında ^öyle demektedir:

"... Görülüyor ki, anayasacıhk cereyanının başlan­gıç tarihi olan 1876'dan, çok partili sisteme geçiş tarihi olan 1946'ya kadar uygulanmış olan 13 seçimin hepsi 1876-1877 (ilk seçim), 1908, 1912, 1914, 1919, 1920 (TBMM kuruluşuna imkân veren seçim), 1923, 1927, 1931, 1935, 1939 ve 1943; modern anlamda, genel, serbest, tek dereceli, demokratik bir nitelik taşıma­maktadır. Yukarıda sıralanmış bulunan seçimlerden ancak, 1908, 1912,1919 ve 1931 seçimlerinde birden fazla grup iktidar için bir nevi rekabete girmiş sayılırlar. Gerçi bu seçimlerin bir kısmında, -örneğin tarihe ‘so­palı seçim' olarak geçen 1912 seçimlerinde olduğu'gibibüyük çapta hile ve baskıya başvurulmuştur. Diğer kısım ise -seçimin iki dereceli, yani vasıtalı olmaktan başkaörnek denebilecek tarzda, adil ve serbest bir atmosfer içinde geçmişti. 1946 yılına kadar, Türkiye'de milli iradenin şekillenmesi, ancak, vasıtalı olarak ifa­deye kavuşabilmiştir.''

Yazara göre. Cumhuriyetten sonra, tek parti döneminde de seçim yapılmıştır ve bu seçimler, “örnek denebilecek tarzda adil ve serbest bir atmosfer içinde" yapılmıştır. Bu ifadelerin olgusal dayanakları yoktur. Bunlar yaşanmış ha­yattan kopuk bilgilerdir. Gerçek somutlarla bağı yoktur. Gerçek somutlan görmemekte, görmemezlikten gelmektedir. Dolayısıyla, bu ifadeler bilimsel değildir. Bu ifadelerin neden bilimsel olmadığını ileride ele alacağız. Şimdi tek parti döne­mindeki mebus tayinleri, olgularını 1931, 1935 ve 1939 yıl­larına ait üç örnekle biraz daha somut bir biçimde görmeye çalışalım.

CHF Reisi Gazi Mustafa Kemal, 3 Mart 1931 tarihinde. CHF Grubu Başkanlığına, Meclisin yenilenmesi gerektiği ko­nusunu dile getiren bir yazı göndermiştir. Bu yazı aynen 'şöyle:

“... Son aylarda CHF'nin memleketteki, Büyük Mil­let Meclisindeki ve hükümetteki idari ve siyasi faaliyeti aleyhinde bir hava yaratılmağa çalışıldığı malûmdur.

Asırlarca mühmel bırakılmış (bakılmamış) olan bir memlekette ve bir millet hayatında birçok eksikler ve ihtiyaçlar olması tabidir. Bundan başka milleti kurtarıcı esaslı bir siyasetin tatbikatından memnun olmayacak kimselerin bulunacağı da şüphesizdir. Yüksek esasları görmeyerek veya görmek istemeyerek milletin bütün düşünceleri ve duyguları teşviş ve tağlite (bozmaya ve istimsar etmeye) çalışmıştır. Bunun için yer yer kulla­nılmış olan vasıtalar ve vesileler dikkat ve intibaha şa­yandır.

Buna rağmen millet kütlesinin doğru görüşü ve iyi hissi bozulmamıştır.

Üç ayı geçen bir zamandan beri hemen bütün memlekette yaptığım tetkiklerde bu hakikati yerinde ve yakından gördüm. Bununla beraber hakikata göz yu­manlar ve hakikati olduğundan başka gösterenler de olmuştur.

Fırkamın millet ve memleket İçin hayırlı ve isa­betli programının kendi programı olduğuna ve mil­letin kendisiyle beraber bulunduğuna dair tam ka­naati vardır. Fırkamız, milletin kendisine olan emniyet ve itimadını en şüpheli ve tereddütlü nazarlar karşısın­da her zaman ispat edecek vaziyettedir. Bir defa bu­nun için, bundan başka önümüzdeki yıllarda tatbikini muvafık gördüğü tedbirlerde, milletin İştirak ve mu­tabakatı derecesini anlamak için, umumi reis bulun­duğum CHF'na mensup mebusların intihaplarını yeni­lemelerini muvafık mütala ediyorum.

Her türlü teşebbüslerimizde ilham ve kuvvet kayna­ğı olan milletimizin hakkımızdaki İtimadı tekrar te­celli edince milli mefkuremizi yürümekte dayandığı­mız temelin ne kadar sarsılmaz olduğu bir daha görülmüş olacağı kanaatındayım.

CHF Umumi Reisi Gazi Mustafa Kemal.”

Bu mektubun Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinin hemen arkasından gönderildiğini hatırlamak gerekir. Ser­best Cumhuriyet Fırkası, 12 Ağustos 1930'da, CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal'in emirleriyle kurulmuştur. Bu kuruluşa Paris Büyükelçisi Fethi Bey (Okyar) memur edilmiştir. Fakat, CHF'na Daimi ve Değişmez Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'e, öteki yöneticilere karşı muhalefet odaklarının belirmesi, CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal’in bu muhalefeti kontrol edememesi üzerine, yine kendisinin emirleriyle, 17 Kasım 1930'da Fırka kendi kendini feshetmiştir.  İşte CHF Genel Başkanı'nın mektubu bu ortam içinde değerlendirilmelidir.

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in, “Fırkamın millet ve memleket İçin en hayırlı ve isabetli programın ken­di programı olduğuna ve milletin kendisiyle beraber bulun­duğuna tam kanaati vaçdır”, sözü üzerinde dikkatle durul­malıdır. Bu ifade İle İki şey anlatılmak istenmektedir.

Cumhurreisl Gazi Mustafa Kemal'in Fırkası, memle­ket için en hayırlı ve isabetli programın kendi programı ol­duğuna inanmaktadır.

Bütün milletin bunu böyle bilmesi ve bundan başka hiçbir alternatifin olmadığını kabul etmesi gerekir.

CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in bu mektubu, 1 gün sonra, yani 4 Mart 1931'de toplanan CHF Grubu'nda okunarak, alkışlarla kabul edilmiştir.  Aynı teklif 5 Mart 1931’de de, TBMM’nde kabul edilmiştir. Ve Meclisin 26 Mart 1931'den itibaren tati­le girmesi kararlaştırılmıştır.  CHF tüzüğünü anlatırken ifade ettiğimiz gibi, bu dönemde, CHF'nm Meclis Grubu ile TBMM aynı şeydir. Çünkü CHF'dan başka Fırka veya grup yoktur. Aynı kişiler sabahleyin CHF ve Halkevi binalarında, öğleden sonra da TBMM salonlarında toplanmaktadırlar.

“6 Nisan 1931'den itibaren CHF namına mebuslu­ğa namzetliklerinin konulmasını talep edenlerin listesi Hakimiyeti Milliye'de yayınlanmaya başla­dı."

“CHF namına mebusluğa namzetliklerinin ko­nulmasını talep edenlerin listesi.”

Bu tür haberler tayin mekanizmasını göstermesi bakı­mından çok önemlidir. Bu ibareler aynen, “TBMM Yıllık, Devre IV, İçtima: Fevkalade, 1931 TBMM Basımevi”, kita­bında geçmektedir, (s. 308) Görüldüğü gibi mebus olmak is­teyenler, CHF namına adaylıklarını koyamıyorlar. Adaylıkla­rının konulmasını talep ediyorlar. Kimden? CHF Genel Başkanlık Divanı'ndan. Yani, CHF'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'den. Bu liste karşısında Şef ne yapa­cak? Bunlardan uygun gördüklerini mebus olarak atayacak.

“Mebusluğa namzetliğinin konulmasını talep eden" 1196 kişinin isimleri Hakimiye Milliye gazetesinde yayınlan­mıştır. Biraz yukarıda sözü edilen, TBMM Yıllık, Devre IV, İçtima: Fevkalade, 1931 kitabında bu 1196 kişinin isimleri ve görevleri yazılıdır, (s. 308-327) Yine aynı kitapta bu kişile­rin meslek itibarıyla tasnifleri de yapılmıştır, (s. 327-328)

Burada çok önemli olan bir nokta üzerinde daha dur­mak gerekir. O da şu: “Mebusluğa namzetliklerinin konul­masını talep edenler”, talepnamelerinde, sadece, “mebus olmak" istediklerini belirtiyorlar. Vilayet adı belirtmiyorlar. Dilekçelerinde, şu veya bu vilayetin mebusluğuna namzetli­ğinin konulmasını istediklerine dair herhangi bir beyan yok. Sözü edilen Yıllık, (s. 308-327) tetkik edildiği zaman bu hu­sus açıkça görülmektedir. Demekki CHF'nin Daimi ve Değiş­mez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, kimle­rin hangi vilayetin mebusu olacaklarını, daha sonra yine kendisi kararlaştırıyor. 1927 döneminde de bu böyle olmuş­tu. Esasen bütün tek parti döneminde aynı olmuştur.

1931'de 1927'ye nazaran *1” fazla atama ile 317 kişi atanacaktır. Her vilayete kaç mebusun atanacağı ise sözü edilen Yılhk'da belirtilmiştir, (s. 328-329) Fakat o zamanki gazete haberleri incelendiği zaman, “seçimin" yapılacağı Ni­san ayının başlarında bile kaç kişinin “seçileceği", yani tayin edileceği henüz bilinmemektedir. 1 Nisan 1931 tarihli Cum­huriyet gazetesindeki haber bu bakımdan çok ilginçtir.

"... Kaç mebus alınacak? Hakiki vaziyeti hiç kimse tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak.”

CHF Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, 20 Nisan 1931 tarihinde CHF Genel Başkanı olarak bir beyanname yayınlamıştır. Bu mebus ta­yinleri, “seçimleri” dolayısıyla millete yayınladığı bir beyan­namedir.

Bu beyanname üzerinde, ileride, CHF’nın programı ile il­gili bir araştırmada etraflıca durulacaktır. Çünkü bu beyan­namede İleri sürülen fikirler, özellikle ikinci maddesi, CHF programının temelini oluşturacaktır. 10-18 Mayıs 1931 ta­rihleri arasında, Ankara'da toplanan CHF Üçüncü Büyük Kurultayı'nda kabul edilen program bu fikirlerin bir ifadesi­dir. Bu, “Sınıfsız, imtiyazsız, tezatsız, kaynaşmış bir millet” anlayışıdır.

Burada şu konuyu vurgulamaya çalışıyoruz: “Seçimler­de" propaganda yapma yetkisine haiz olan ve propaganda yapan tek kişi Değişmez ve Daimi Genel Başkan Gazi Mus­tafa Kemal'in bizzat kendisidir. Kimlerin hangi vilayetin me­busu olacağım kendisi kararlaştırmaktadır. Ondan sonra bu listeler ikinci seçmenlerin oyuna sunulmaktadır. Onlar da taşrada, CHF teşkilatı tarafından ellerine tutuşturulan bu listeleri sandıklara atmaktadırlar. “Seçim" dedikleri şey, budur. Bu bakımdan biz buna “mebus seçimleri" değil, mebus tayinleri diyoruz. Çünkü ikinci seçmenlerin, ellerine tutuş­turulan bu listeleri sandıklara atmaktan başka hiçbir hakla­rı ve görevleri yoktur. Bunlar oylarını sandıklara atmasalar da olur. Hatta bir kişinin oyu ile bile mebus seçilenler ol­muştur. Tek parti döneminde ikinci seçmenler CHF'lı olduğu için, ikinci seçmenlerin, ikinci seçmenlikleri de CHF Genel Merkezi tarafından onaylandığı için bu konularda hiçbir ak­sama meydana gelmemiştir. Hatta bu noktada, CHF Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Ke­mal'in kişisel iradesiyle düzenlenen bu listelerin, ikinci seç­menler tarafından sandıklara atıldıklarından bile kuşku duymak gerekir. Çünkü: örneğin 1927 mebus tayinlerinde. Gazi Mustafa Kemal'in iradesini belirten tamim, 30 Ağustos 1927 tarihlidir. “Seçim’in yapıldığı tarih ise, 2 Eylül 1927 tarihidir. Demek ki 2-3 günlük süre içinde bu tamimin bü­tün Anadolu'ya yayılması gerekmektedir. 1931 mebus tayin­lerinde ise CHF'nm daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal ortak kabul etmeyen kişisel iradesini 20 Nisan 1931 tarihinde belirtmiştir. “Seçim’in ya­pıldığı tarih, yani ikinci seçmenlerin önceden ellerine verilen listeleri sandıklara attığı tarih ise 24 Nisan 1931'dir. Bu dö­nemde de 3-4 günlük bir süre içinde bu tamimin Türki­ye’nin her tarafına yayılması gerekmektedir. O günkü tekno­lojik koşullarda, ulaştırma ve haberleşme sisteminin, kitle haberleşmesinin çok ilkel olduğu dönemlerde, bu tamimi ulaştırmanın, nasıl gerçekleştirildiği konusu ise her zaman tartışılabilir. O halde şu daha gerçeğe yakın bir ihtimaldir. CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, “şunlar bunlar mebus adayıdır, mebus ada­yı olarak bunları seçtim" diye iradesini açıkladığı andan iti­baren, “seçim" olmuş demektir. Mebuslar tayin edilmiş de­mektir. işte biz bunun için bu eyleme, “Mebus seçimleri" değil, mebus tayinleri, diyoruz.

Mebus seçimleri ise çok partili bir siyasal demokraside, seçmenlerin, genel oy, gizli oy-açık tasnif, tek kişi-tek oy prensipleri gereğince, siyasal tercihlerini serbest olarak be­lirtebilmeleri durumunu İfade etmektedir.

CHF Genel Başkanı ve Cumhurrelsi Gazi Mustafa Ke­mal, 20 Nisan 1931'de CHF Genel Başkanı olarak ikinci birtamim daha yayınlamıştır. Yukarıda sözü edilen tamim va­tandaşlara yayınlanmıştı. Bu ise, CHF'na mensup ikinci seç­menlere yayınlanmaktadır.    Bu beyanname aynen şöyledlr:

"... CHF namına, bazı intihap dairelerinde noksan namzet göstereceğime, 15.4.1931 tarihli riyaset divanı kararı malumunuz olmuştur. Fırkamız namına namzet­lerimizi reylerinize arzettiğim bugün aynı noktaya te­mas etmeyi münasip gördüm. .

Fırkamızın millete arzettiği esas noktalar dahilinde­ki mesai ve faaliyetinin bizim fikrimize ve görüşümüze iştirak etmeyen milletvekilleri tarafından tahlil ve tenkit edilmesini iltizam ediyoruz (Gerekli sayıyoruz). Bun­dan bilhassa beklediğimiz fayda, fırkamızın candan, vatanperverane gayretlerinin teşrine (gösterilmesine), tevsiine (genişletilmesine) fırsat bulmak ve ekseriya tahrif edilen hakikatların iyice anlaşılmasını kolaylaştır­,                  maktır.

Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine ina­nan mefkureciler olarak kendimizi tenkide muhatab kılmayı lüzumlu görüyoruz. Bu sebeblerdir ki sizden, fırkama mensub arkadaşlarımdan bizim programımı­za taraftar olmayan namzetlere rey vermeniz gibi ağır ' bir fedakarlık istedim. Bu fedakarlığın memleket idare­si için fırkamızdan mebus seçmek vazifeniz kadar mü­him bir maksada matuf olduğuna emin olunuz. Başka programdan seçeceğimiz mebuslar için fırkanın müntehibi sanilerine (ikinci seçmenlerine) dikkat noktası olarak gösterdiğim evsaf, yalnız layık, cumhuriyetçi, milliyetçi ve samim olmaktır. Açık bıraktığım yerler için, hiçbir şahsiyet lehinde veya aleyhinde herhangi bir telkinim yoktur. Ve olmayacaktır. Açık yerlere nam­zetliklerini koyacaklar hakkında vicdani kanaatınıza göre rey vermek hassaten rica ettiğim husustur. CHF Umumi Reisi Gazi Mustafa Kemal.

Bu beyannamenin Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyi­nin hemen arkasından yayınlandığını unutmamak gerekir. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, rejimin, tenki­de tahammülü olmadığı, tenkit istemediği, şeklinde değer­lendirilmektedir. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başka­nı. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in bu anlayışın önüne geçmek için bulduğu yol. bazı mebusluklara kendisi tarafın­dan aday gösterilmemesidir. Burada son derece önemli olan bir çelişmeyi, hemen vurgulamakta yarar vardır. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kapatarak muhtemel muhalefeti tamamen kırmaya, yok etmeye çalışmaktadır. Beyannamede ise kendi programına muhalefet yapacak adamlar istediğini belirtmektedir. Fakat bu “muhalifleri" de CHF mensuplarının “seçmesini" istemektedir. Bu esas mu­halefeti yok edip tamamen kendi görüşleri doğrultusunda bir muhalefet yaratma isteğinden yani “göstermelik bir mu­halefetten başka bir şey değildir. Şimdi, “Kendi fikrine ve görüşüne iştirak etmeyen” milletvekillerinin nasıl seçildiğini İzleyelim:

1931 döneminde TBMM'ne 317 kişinin tayin edildiği­

ni belirtmiştik. Bunlardan 287 adedi İlk olarak Fırka'nın Da­imi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından bizzat listelere alınmıştır.

22 “seçim dairesinde" ise 30 mebusluk boş bırakıl­mıştır. Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Antalya. Aydın, Ba­lıkesir, Bolu, Burdur, Bursa, İsparta, Kastamonu, Konya, Manisa, Niğde, Sinop, Tekirdağ vilayetlerinde birer, İzmir, Kayseri. Kocaeli. Kütahya, Samsun vilayetlerinde ikişer, İs­tanbul'da ise 4 mebusluk boş bırakılmıştır.     

Boş bırakılan bu mebusluklar için 194 kişi adaylığım koymuştur, örneğin İstanbul'dan 54, Samsun'dan 3, Tekir­dağ'dan İse 7 kişi müstakil olarak adaylığım koymuştur.

CHF Genel Başkanlık Divanı, yani CHF Genel Başka­

nı Gazi Mustafa Kemal, İstanbul, Samsun ve Tekirdağ’da, müstakil olarak adaylıklarını koyanların hiçbirisini beğen­medi. Ve kendisi aday gösterdi. Böylece vermiş olduğu kara­rı birkaç gün sonra bozdu.                               '

Doğal olarak boş bırakılan bu kadrolara da kendi gös­terdiği adaylar tayin edildi.

Bolu’dan müstakil mebusluk İçin boş bırakılan yere, CHF İstanbul, İl İdare Heyeti Üyesi Salah Cimcoz Bey seçil­mişti. Halbuki Salah Cimcoz Bey İstanbul Vilayeti mebusu tayin edilmişti. Yani daha önce yayınlanan 287 kişilik liste içinde İdi. Böylece Bolu İçin yeni bir mebus tayini yapıldı. Fakat bu kişi, Bolu’dan boş bırakılan müstakil mebusluk için adaylığım koyan 6 adaydan hiçbiri değildi. Bu, tama­men, CHF Genel Başkanlık Divanı tarafından yapılan yeni bir tayin idi.

Burdur'dan müstakil mebusluk İçin boş bırakılan ye­re, CHF Kâtibi Umumisi Recep Bey seçilmişti. Halbuki, Re­cep Bey, Kütahya mebusu olarak tayin edilmişti. Yani daha önce yayınlanan 287 kişilik liste içinde İdi. Böylece Burdur İçin yeni bir mebus tayini yapıldı. Fakat bu kişi, Burdur'dan boş bırakılan müstakil mebusluk için adaylığını koyan İki kişiden biri değildi. Tamamen CHF Genel Başkanlık Divanı tarafından yapılan yeni bir tayin İdi.

Burdur’dan müstakil mebusluk için boş bırakılan ye­re, CHF Genel Başkanı Vekili ve Başbakan İsmet Bey seçil­mişti. Halbuki İsmet Bey, Malatya Mebusu olarak tayin edil­mişti. Yani daha önce yayınlanan 287 kişilik liste içindeydi.

Böylece Manisa için yeni bir mebus tayini yapıldı. Fakat bu kişi Manisa'dan boş bırakılan müstakil mebusluk için aday­lığını koyan 7 kişiden hiçbiri değildi. Tamamen CHF Genel Başkanlığı tarafından yapılan yeni bir tayin İdi.

Son üç örnekten açıkça görüldüğü gibi iki seçim daire­sinde de mebus seçilebilmektedir. İki yerde birden seçilen kişiler bunlardan birisini tercih etmekte, boş kalan yere ise merkezin yeni bir mebus tayin etme hakkı doğmaktadır. İki yerden de, “seçilmiş” kişilerin, partinin. Genel Başkan Vekili ve Başbakan. Genel Sekreter gibi kişiler olması ayrıca dik­kati çekicidir.

24 Nisan 1931 günü, yani “seçim" günü, Kütah­ya’dan müstakil mebusluk için boş bırakılan yerlere, daha önce adaylıklarını koyan 15 kişiden en çok oy alan ikisi se­çilmiştir. Fakat bu iki kişinin mebusluğu Meclisi Ali tarafın­dan reddedilmiştir. Bundan sonra bu iki kişiden daha az oy alan iki kişinin mebus olmaları kararlaştırılmıştır. Fakat da­ha sonra, CHF’nin Genel Başkanlık Divanı tarafından bu iki kişinin mebusluğu da reddedilmiştir. Böylece boşalan yere Daimi ve Değişmez Genel Başkan tarafından İki mebus ta­yin edilmiştir. Fakat bu iki kişi, Kütahya'dan, boş bırakılan 2 müstakil mebusluk için adaylığını koyan 15 kişiden ikisi değildir. CHF Genel Başkanlığı tarafından yapılan yeni bir mebus tayinidir.                                                                   *

Anlaşıldığı üzere, 30 olarak gösterilen “müstakil" mebuslukların sayısı, çeşitli mekanizmaların uygulanması so­nucu 18'e düşmüştür. Esasen bu mebuslar da sözde müsta­kildir. TBMM 1931 yıllığının, (Devre IV İçtima: Fevkalade) Fırkalar bölümünde, CHF'na mensup mebusların sayısının 306'ya yükseldiği yazılmaktadır (s. 436).

Bu 1931'dekl durumdur. Daha sonra geriye kalan 11 “müstakil" de, zaten göstermelik olan müstakilliklerini de bir tarafa iterek CHF içinde yer almışlardır. Müstakil me­busluk ile ilgili olarak Ord. Prof. Yusuf Ziya özer, şunları yazmaktadır:

"... Kanun intihapta bir mebusun en az ne kadar rey alması lazım geleceği hususunda bir kayıt vazet­mediği ve bilakis en çok rey alanı intihapta kazanmış addettiği için kendisinden aşağı rey alanlara karşı nis­peten ekseriyet kazanmış demektir. Daha garibi 1931 intihabatında, tek bir rey ile mebus olanlar da görül­müştür. O sırada CHF, müstakil olarak namzetlikleri vazedecek olanlar için bazı mebusluğu açık bırakmış ve kendisi namzet göstermemiş idi. İntihap dairelerin­den birinde ikinci müntehipler (seçmenler) müstakille­re rey vermekten istinkaf ettiler (çekindiler), fakat bu müntehiplerden biri, namzetlerden birinin dostu olmak hesabıyla sandık başına gidip o zata reyini vermiş bu­lundu. Ve bu namzetten başka hiç kimse rey almamış olduğu için o zat tek rey ile mebus olmuştur. Bu netice hakikaten biraz gülünç olmuştu.”

Dördüncü dönemde, yani 1931-1935 döneminde 317 mebus tayini yapıldığını belirtmiştik. Üçüncü dönemde (1927-1931) İse TBMM’ndekl mebusların adedi, 316 kişi İdi. Bu 316 kişiden 240 kişisi yeniden yani Dördüncü Dönemde de mebusluğa atandılar. 76 kişi ise atanmadı. Demek kİ, • Üçüncü dönemdeki mebusların % 76'sı dördüncü dönemde de mebus olarak görevlerini sürdürmüşlerdir.  240 kişiden çok büyük bir kısmı eski “seçim" dairelerine tayin edilmiş­lerdir. Birazının İse, “seçim" daireleri değişmiştir.  Üçüncü dönemde mebus olmayıp, dördüncü dönemde mebus olanla­rın bazıları ise, zaten İkinci veya birinci mecliste veya Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda mebustur. Ve CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal'e yakınlıkları bilinmektedir.

27 Nisan 1931'de ise “Cumhuriyet Halk Fırkası Umumi Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleri", millete şu beyanna­meyi neşretmiştir:

“Türkiye Büyük Millet Meclisinin yenilenen intihabatı münasebetiyle CHF’nın tatbik edeceği esasları ana çizgileriyle büyük milletime arzetmiştim. Mebus intiha­bının (seçiminin) taayyün eden (meydana çıkan) neti­cesi, şahsımın ve fırkamın milli itimada mazhariyeti yolundaki itikadımı kuvvetle teyid etti. Bu netice üzeri­ne bütün vatandaşlara teşekkür borcumu ödemeğe müsaraat ederim (acele ederim) ve yeni seçilen me­bus arkadaşlarımla birlikte gösterilen itimada liyakat kesbetmek için bütün kuvvetimizi şadedeceğimizi ef­karı umumiyeye arzeylerim.’’

Bu beyannamede. Gazi Mustafa Kemal, milli iradenin bir kere daha tecelli ettiğinden, “fırkasına" ve şahsına göste­rilen ilgiden duyduğu memnuniyetle söz etmektedir. Kendi kişisel iradesinin milli irade yerine geçtiğini anlatmaya çalış' maktadır.

Yukarıda, Ayın Tarihi ve TBMM Yıllıklarına dayana­rak, milli iradenin nasıl biçimlendiğini anlatmaya çalıştık. Şimdi Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberlere göre kısa bir özetleme yapalım:                        ,

Kaç yeni mebus alınacak? Hakiki vaziyeti kimse tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak. 1.4.1931           .

317 mebus intihap edeceğiz. Gazi hazretlerinin hafta sonunda müracaatları tetkike başlamaları muh­temeldir. 3.4.1931

İntihabat 25 Nisan’da Gazi hazretleri ayın 10’unda, müracaat listesini tetkike başlayacaklar. 7.4.1931

Gazi hazretleri gösterilecek namzetleri tetkike baş­ladılar. 8.4.1931

Gazi hazretleri gösterilecek namzetleri tespit etti­ler. 14.4.1931

Liste dün gece hazırlandı. İsmet Paşa ve Recep Bey, dün Gazi’nin nezdlerinde içtima ettiler. 19.4.1931

Müntehibi sanilere Gazi’nin Beyannamesi 2.4.1931

Gazi'nin millete beyannamesi; Sevgili Vatandaşla­rım, Sizden bana ve şerefli yakın tarihimizin unutul­maz hatıralarını taşıyan fırkanıza itimadınızı isterim 24.4.1931

_ Bundan sonra. 10-18 Mayıs 1931 tarihinde CHF'nin Üçüncü Büyük Kurultayı toplanmıştır. Bu kurultaya yeni dönem mebusları katılmıştır. Bu kurultayda CHF tüzüğün­de bazı değişiklikler yapılmıştır. Fakat bu kurultayın en önemli yönü, ilk defa, teferruatlı bir şekilde CHF programı­nın yapılmış olmasıdır. CHF programı üzerinde başka bir araştırmada durulacaktır.                                                

1935 MEBUS TAYİNLERİ VE CHF'NİN BÜYÜK KURULTAYI

Şefin İradesi:

5.12. 1934'de Büyük Şef  ve CHF Genel Başkanı ve ay­nı zamanda Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal'in İsteği üzeri­ne, Türkiye Büyük Millet Mecllsl'ne bir önerge verildi. CHF Genel Başkan Vekili ve Başbakan İsmet İnönü, CHF Genel Sekreteri Recep Peker ve Tekirdağ Mebusu Cemil Uybadın tarafından verilen önergede, “TBMM intihabının (seçimlerin) yenilenmesine karar verilmesini teklif ederiz” deniyordu. Bu teklif kabul edildi.

22.12.1934'de intihap (seçim) kanununda değişiklik ya­pan 2631 sayılı kanun kabul edildi. Buna göre 400 kişiye bir tane müntehibl sani (İkinci seçmen) seçiliyordu. 23.12.1934'de ise. Meclis 1 Mart 1935'e kadar tatil karan aldı.

Bundan sonra CHF Genel Sekreterliği'nden, bütün fırka teşkilatına “gizli” kaydıyla bir yazı gönderildi. CHF Genel Sekreterllği’nin 23 Aralık 1934 tarihli ve 421 sayılı bu yazısı aynen şöyledir;

“CHF İdare Heyetleri Reisliklerine

Gizlidir.

Alınan haberlere göre 2. müntehip seçiminde ve Mebus intihabı işlerinde çok uyanık olmaklığımızın ge­rekli olduğu anlaşılmıştır. Ezcümle bazı muhaliflerin müstakil mebusluk için beyannameler dağıttıkları, kür­sülerde intihap, propaganda nutukları yapmaya hazır­landıkları bildiriliyor, komünistlerin de, bilhassa Hal­kevleri gibi sahalarda Komünist mebus seçtirmeye savaşacakları anlaşılıyor.

Bunun için bilhassa ikinci müntehip olacakların şahıslarına çok dikkatli davranılmasın! ve halkı iğfal ederek muhalif veya komünistlerin yapacakları propa­ganda veya nutuklara lüzumu gibi ve derhal mukabele etmek ve bunların söz ve hareketlerinin önüne geç­mek üzere her türlü tertibat ve tedabir alınmasını bu tamim muhteviyatından münasip surette kaza teşkilatı­mızın da haberdar edilerek uyanıklıklarının artırılmasını ve bu işte de mahallin idare amirleri ile sıkı temas ve işbirliği yapılmasını dilerim.

CHF Katibi Umumisi V. Saffet."

Bu gizli yazıda, hiç kimsenin propaganda yapamayacağı belirtilmektedir. Propaganda yapacakların komünist olduk­ları ve bunlara kati surette İzin verilmemesi gerektiğine İşa­ret edilmektedir. Bu tür unsurlara karşı her türlü mücadele­nin yapılması ve teşkilatın haberdar edilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Tek parti döneminde muhbirliğin revaçta bir meslek olduğunu bu belge açık bir şekilde ortaya koy­maktadır.

“2. Mebus Olmak İsteyenler Bu İsteklerini İki Fotoğrafları ile Birlikte Teşkilata Bildirmelidirler”

Tek parti döneminde mebusluk toplumda statü bakı­mından en geçerli olan, en revaçta olan mesleklerden biri idi. Statü bakımından mesleklerin başında yer alıyordu, ekonomik bakımdan da çeşitli olanaklar sağlıyordu, örneğin 1930 yıllarında köylü buğdayının kilosunu 1,5-2 kuruşa sa­tamazken, 20 yıla yakın hizmet yapan bir öğretmen 30 hra civarında maaş alırken mebusların aylığı 500 lira civarında idi. Aynca, mebusluğun bu statüden doğan başka çıkarları da vardı. İthalat, İhracat, sanayii, komisyonculuk, acentalık gibi işlerle uğraşıyorlardı. Büyük paralar kazanmaları müm­kündü. Bütün bunlardan dolayı mebus olmak İçin çok kişi Çankaya'ya müracaat ediyordu. Bazen de çok imzalı dilekçe­lerle daimi ve değişmez Genel Başkan ve Büyük Şefe müra­caat edilip “falancayı” veya “filancayı” mebus tayin etmesi is­teniyordu. Bununla ilgili olarak, CHF Genel Sekreterliği'nln 27.12.1934 tarihli ve 426 sayı ile teşkilata gönderdiği yazı çok ilginçtir.

"CHF İdare Heyeti Reisliğine

Mebusluğa seçilmeleri istenen bayan ve bayların namzet gösterilmeleri için birçok imzalı telgrafla Ata­türk'e veya Fırka merkezine yazılar geliyor, önceden yazıldığı ve bilindiği üzere mebusluğa seçilmek iste­yenlerin bu isteklerini iki fotoğrafları ile birlikte yazı ile fırkaya bildirmeleri kafidir. Birçok imza ile bir bayan veya bayın mebus seçilmesini istemenin hem fırka prensibine uygun düşmediğini, hem de o bayan veya bayın zararına bir tesir yapacağını alakalılar bilmelidir­ler. Buna teşebbüs edeceklerin uyandırılmasın) dile­rim.

CHF Kâ’ibi Umumisi V. Saffet.”

CHF Genel Sekreterliği'nin bu yazısında görüldüğü gibi Mebus olmak isteyenlerin Fırka Merkezi’ne bir dilekçe ile müracaat etmeleri ve dilekçelerine de iki tane fotoğraf iliştir­meleri İstenmektedir. Demek ki. CHF Genel Başkanı mebus tayin ederken fotoğraflara bakmak gereğini de duyuyormuş.

 Büyük Şefin Yüce İradesini Açıklaması, Mebus Tayinleri

2 Şubat 1935'te CHF Genel Başkanlık Divanı tarafından şu bildiri yayınlandı:

"... CHF Umumi Riyaset Divanı, Umumi Heyeti, Fır­ka Meclis Grubu, İdare Heyeti ve icra Vekilleri, 2 Şu­bat 1935'te Dolmabahçe'de Önder Atatürk'ün başkan­lığında toplanmıştır. Yeni seçim esasları, millete arzolunacak beyanname, müstakil saylavların yerleri ve adetleri hakkında mühim müzakereler cereyan et­miştir. Müstakil saylavlar arasında azlıklara mensup yurttaşlardan dahi saylav seçilmesi için CHF'nca yar­dım edilmesine esas itibariyle karar<yerilmiştir. -

Atatürk müzakerelerine 3 Şubat'ta devam edecek­tir.”

Yine 2 şubat 1935'te CHF Genel Başkanı, CHF teşkilatı­na ve ikinci seçmenlere bir beyanname yayınladı: Bu beyanneme şöyle:

“Şubatın 8. Cuma günü yapılacak seçim işleri üze­rinde çalışan Fırka Umumi Reislik Divanı yeni Mecliste de müstakil üylerin bulunmasına imkan vermek için Fırka namzet İşteşinde 16 boş yer bırakmaya karar vermiştir. Aşağıda yazılı Vilayetlerin her birinde birer saylavlık yer için Fırka'dan namzet gösterilmeyecektir.

Cumhuriyetçi ve Milliyetçi olmakla beraber Fırka-

mız programından başka bir programla ve Fırkalı ol­manın tabii kayıtları dışında serbest çalışacak samimi yurttaşların ulus kürsüsünden yapacakları tenkitler ve söyleyecekleri mütalaalarla milli çalışmanın kuvvetle­neceği kanaatında bulunuyoruz. Bu yolda geçirdiğimiz 4 yıllık tecrübe Fırka esaslarımızın ve Fırka Hükümeti çalışmalarının Ulus önünde yapılan tenkitlerle karşılaş­tırılmasına fırsat vermiş ve yurttaşların siyasal olgunlu­ğunu arttırmıştır. Her gün her vesile ile düşündüklerini ve yaptıklarını Fırka içinde ve Fırkalar arasında olduğu kadar İyi ve temiz bütün yurttaşların da murakabe­sine arzetmeyi vazife sayan Fırkamızın bu kararını bil­dirirken, Fırka teşkilatımızdan ve Fırkalı ikinci müntehiplerden yukarıda yazılı vasıftaki müstakil namzetlere rey vermelerini isterim.                                                                               -

Boş saylavlık yeri bırakılacak olan yerler şunlardır: Ankara, Afyon, Antalya, Denizli, Eskişehir, İstan­bul, İzmir, Konya, Kütahya, Sivas, Tokat, Muğla, Niğ­de, Yozgat, Çankırı ve Kastamonu.”

CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal bu beyanname­de, “SeçimHerin 8 Şubat 1935'te yapılacağını belirtmektedir. Müstakil mebusluk için 16 yerin boş bırakıldığını söylemek­tedir. Bu kişilere rey verilmesini istemektedir. •

4 Şubat 1935 tarihinde ise CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, Kemal Atatürk İmzası ile  bir beyanname yayınlamıştır. Bu beyanname. Milletvekili seçimleri dolayı­sıyla Millete Beyanname adını tışımaktadır.

Bu beyanname 1935 döneminde Meclisin yenilenmesi İçin yapılan “Seçim'lerde yani saylav tayinleri sırasında tek propaganda metnidir. CHF Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ten başka hiç kimsenin pro­paganda yapmaya hakkı yoktur. Aynı zamanda bu konuda görevli de değildir. Bu, totalitarizmin, mantığına uygun bir yoldur. Mademki Mllletvekilerinin tümü Fırkanın Genel Baş­kanı yani Devletin Şefi tarafından tayin edilmektedir, propa­ganda yapmaya yetkili ve görevli tek kişi de odur. Milletve­killeri onun ortak tanımayan iradesi sonucu tayin edildiklerine göre, tayinleri bu iradenin sonucu olduğuna göre, “beni Mebus seçerseniz şunu şunu yaparım' diye pro­paganda yapmak yetkileri ve görevleri dahilinde değildir.

1931'de 317 Mebus tayin edilmiştir. Bu dönemde yani 1935'teyse tayin edilecek mebusların sayısı 399’a yükseltil­di.

Bu 399 Mebustan 383'ünün adı bizzat Daimi ve Değiş­mez Genel Başkan .Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından tespit edilmiştir. Geriye kalan 16 kadro ise  müstakil mebusluklar için boş bırakılmıştır. Şimdi bu rjıüstakil mebusların nasıl seçildiklerini görelim.

Fırka Genel Başkanı Kemal Atatürk’ün hazırladığı liste­lerin 8 Şubat 1935 günü ikinci seçmenler tarafından san­dıklara atılacağını belirtmiştik. Buna “Seçim Günü” denil­mektedir. İşte, bu seçim gününden bir gün önce CHF Genel Başkanlık Divanı tarafından şu tebliğ yayınlanmıştır:

"... Prof. Dr. Neşet Ömer Irdelp, CHF'nm İstanbul Saylav namzedi olarak tespit edilmiştir. İlan edilmiş olan İstanbul namzet listesindeki Yusuf Akçora Kars Vilayeti Fırka namzet listesine naklolunmuştur. Kars listesindeki eski saylav Faik Ermek Tokat Vilayeti namzet listesindeki açık bırakılan yere Fırka namzedi olarak konulmuştur."

Bu beyanname yukarıda İşaret edildiği üzere ikinci seçmenlerin ellerine tutuşturulan listeleri sandıklara atacakları günden sadece bir gün evvel yayınlanmıştır. O günkü tekno­lojik koşullarda bu değişikliğin örneğin, Kars'a veya Tokat'a bildirilmesinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği her zaman tartışılabilir. Bu, şunu kanıtlar: Bu mekanizmada ikinci seç­menlerin hiçbir fonksiyonu yoktur. Milli irade Fırka Genel Başkanı Kemal Atatürk'ün iradesinin açıklanması ile tecelli etmiştir. Bu bakımdan bu iradede meydana gelen değişiklik­lerin örneğin, Kars'a kadar ulaştırılıp ulaştınlmaması hiçbir zaman sorun değildir. Ulaştınlmasa da olur. Aslında CHF Genel Başkanı Kemal Atatürk'ün iradesinin açıklandığı an, “seçim" denen mekanizma gerçekleştirilmiş demektir. İkinci seçmenlerin işe karıştırılması Daimi ve Değişmez Genel Baş­kan ve Büyük Şefin tartışma ve ortak kabul etmez otoritesi­ni, iradesini gizlemek amacım taşır. Büyük Şefin mutlak otoritesine tek iradesine egemenliği kişisel İradesi ile kullan­ması ve temsil etmesi olgusuna sözde de olsa “Halk Egemen­liği" diyebilmek İçindir. Aldatmacadan başka bir şey değildir.

7 Şubat 1935'te Fırka Genel Merkezi İkinci bir tebliği daha yayınlamıştır. Bu tebliğ de saylav adayı emekli General Refet ile İlgilidir. Bu tebliğ şöyle:

"... Mütekait General Refet'in Fırkamızın İstan­bul'da boş bıraktığı müstakil saylavlık için namzetliğini koyduğunu öğrendik. Fırkamızdan ayrılık fikirleri tarihi­mizde belgeli olan bu zatın Mecliste aradığımız ser­best münakaşa için bir suje olacağını umarız. Bu mak­satla CHF Umumi Reislik Divanı Fırkanın İstanbul İkinci müntehiplerinin mütekait General Refet'e rey vermelerini iltizam eder (ister).”   

Genel Başkan Kemal Atatürk bu tebliği ile ikinci seç­menlerden General Refet için oy kullanmalarını istemekte­dir.

9 Şubat 1935'te ise İçişleri Bakanlığı aşağıdaki tebliği yayınlamıştır.

“... 8 Şubat sabahı başlayan saylav seçimi yurdun her tarafında akşama kadar bitmiştir. Her yerde ittifak­la CHF namzetleri seçilmişlerdir. Fırkaca namzet gös­terilmeyerek müstakil saylavlık için boş bırakılmış olan 13 Vilayette Fırka ikinci müntehipleri müstakil namzet­lere rey vermiştir."

Bu tebliğde müstakil saylavlık İçin 13 saylav seçildiği ifade edilmektedir. Halbuki 2 Şubat 1935 günü yayınlanan ve yukarıda örneği verilen tebliğde 16 boş adaylığın müsta­killer için bırakıldığı belirtiliyordu. Bunlardan birisine Fırka tarafından aday gösterildiğini 7 Şubat 1935 günü yayınla­nan birinci bildiriden öğreniyoruz. Demek ki. iki müstakil mebusluğu daha CHF Genel Başkanlık Divanı yani Kemal Atatürk tarafından doldurulmuş. Esasen bu müstakil me­busluğun göz boyamadan başka bir şey olmadığı artık iyice anlaşılmaktadır. Zaten, kişi olarak “müstakil" olup örgütlü bir durumlan yoktur, yine, CHF Milletvekilidirler. Her za­man CHF içindedirler. General Refet İçin yayınlanan 'tebliğ bu bakımdan çok önemlidir. “MüstakiTlerin kim olacağına bile Genel Başkanın bizzat kendisi karar vermektedir. Bu konu ile ilgili olarak Ağaoğlu Ahmet şunlan yazmaktadır:

"... Malumdur ki fırkalar kendileriden olan hükümeti tenkit ve muahezeden sakınırlar. Onun halk gözünde­ki itibar ve kıymetini esirgerler. İnsan psikolojisi ve ameli siyaset böyle istiyor. Bunun için hükümetten Mil­. liyetçilik ve Cumhuriyetçilik sahasında bile fazla hesap istemezler. Fırkanın bu hususlardaki programına ta­mamen riayet edilip edilmediğini sık sık sormaktan ve edilmediği taktirde fazla sıkıştırmaktan çekinirler. Mad­di ve manevi alakalar buna mani olur.”

CHF Genel Başkanlık Divanı yani Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Atatürk tara­fından, 1935'te 17 tane kadın mebus atanmıştır. Kadınlar. TBMM'nde ilk defa 1935-1939 döneminde yani, beşinci dö­nemde 17 kişi ile temsil edilmişlerdir.

Bu dönemde mebus adedinin 317’den 399'a çıkarıldığını ifade etmiştik. Dördüncü dönemde mebus olan 317 kişiden 271 kişisi bu dönemde yani beşinci dönemde yine mebus­luklarını sürdürmektedir. O halde, dördüncü TBMM üyeleri­nin % 86'ya yakın bir kısmı değişmemiştir. Sadece % 14'ü yeniden mebus olarak tayin-edilmemişlerdir. Bunların sayısı 46'dır. Aslında 46 mebusluktan 8'i ölüm dolayısıyla boş ol­duğu için yeniden seçilmeyenlerin sayısı 38 olmaktadır.70 Daha yukarıda işaret ettiğimiz gibi üçüncü dönemden dör­düncü döneme geçerken bu oran % 76 idi. Yani, dördüncü dönemde üçüncü dönem üyelerinin % 76'sı değişmemiştir.71

CHF'nm 4. Büyük Kurultayı

1935 dönemi Mebus tayinlerinin hemen arkasından

70.

a.g.e., s. 361-368.

71.

TBMM'nin çalışma dönemleri ve bu dönemlerin numaraları şöyledir: Dönem            Dönem numarası

1920-1923                                   1

1923-1927                                   II

1927-1931                                   III

1931-1935                                   IV

1935-1939                                   V

1939-1943                                   VI

1943-1946                                   VII

1946-1950                                   VIII

1950-1954                                   IX

1954-1957                                   X

1957-1960                                   XI

1961-1965                                   *

1965-1969                                   "

1969-1973                                    111

1973-1977                                    IV

CHF'nin 4. Büyük Kurultayı toplandı. 4. Büyük Kurultay 9­16 Mayıs 1935 tarihleri arasında Ankara'da toplandı. CHF adı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olarak değiştirildi. Bu Kurultay'da tüzükte önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu de­ğişiklikler Devlet hayatında totaliter eğilimleri ifade eden iliş­kileri daha da güçlendirmek yolundadır. Bu değişiklikler CHF Genel Başkan Vekili ve Başbakan İsmet İnönü'nün

tarihinde Parti teşkilatına yayınladığı beyanna­mede şöyle açıklanmaktadır:

“... Cumhuriyet Halk Partisinin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksatların ta­hakkukunu kolaylaştırmak ve Partinin inkişafını arttır­mak için bundan sonra Parti faaliyeti ile hükümet ida­resi arasında sıkı bir yakınlık ve ameli bir beraberlik temin edilmesine Genbaşkurca (Genel Başkanlık Ku­rulu) karar verilmiştir.

Bu maksatla:

Dahiliye Vekili Genyönkurul üyeliğine alınmış ve kendisine Parti’nin Genel Sekreterlik vazifesi verilmiş­tir.

Bütün Vilayetlerde Vilayet Parti Başkanlığına Vi­layetin Valisi memur kılınmıştır.

Umumi Müfettişler Mıntıkaları dahilinde bütün devlet işlerinin olduğu gibi Parti faaliyet ve teşkilatında yüksek murakıp ve müfettişidirler.

Vilayetlerde llyönkurulca intihap edilmiş bulunan başkanlar üye durumunu almış ve mansup veya ma­hallince müntehap mebus Başkanların Başkanlık vazi­feleri hitam bulmuştur.

Bu beyannamenin icaplarını Parti Genel Sekre­teri olmuş bulunan Dahiliye vekili takip ve tanzim ede­cektir.

6Yukarıdaki maddeler bütün Parti teşkilatına, Vi­layetlere ve Umumi müfettişliklere tebliğ olunmuştur.

18.6.1936

Başvekil ve C.H. Partisi Genel Başkan Vekili İsmet İnönü"

Bu beyannamede görüldüğü üzere İçişleri Bakanı Genyönkurul (Genel yönetim kurulu) üyeliğine yani üç kişiden oluşan Genel Başkanlık Divanı üyeliğine alınmaktadır. Bu­nun başka bir ifadesi Parti Genel Sekreterliği ile. İçişleri Bakanlığı'mn aynı kişide birleştirilmesidir. Valiler Partinin 11 başkanlıklarını yürütmekle görevli kılınmışlardır. Genel mü­fettişler mıntıkaları dahilinde devlet işlerinin olduğu gibi Fır­ka faaliyet ve teşkilatının .da yüksek murakabe ve müfettişi olmuşlardır.

CHF Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya

tarih ve 1/849 sayılı olan ve ülkedeki bütün parti teşkilatlarına gönderilen bir yazıda yeni durumu şöyle belir­tiyor:

“... Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkan Veki­li ve Başvekil İsmet İnönü’nün 18.6.1936 tarihli beyan­namesinde söylediği gibi Parti ve Hükümet beraberli­ğinin sebebi, ‘Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksadın tahakkukunu kolaylaştırmak ve Partinin inkişafını arttır­mak ve hızlandırmaktır. Hükümet ve Parti beraberliği­ni, bütün kudreti hükümete vererek parti teşkilatını da­ha az ehemmiyetli görmeye mütehamil bir zihniyet şeklinde telakkiye mani olmak lazım geldiği gibi esas meselenin Partiyi kuvvetlendirmek ve Partinin ga­yelerini daha kolaylıkla gerçekleştirmek İçin hükü­metin tam yardımını temin etmek olduğu tebarüz ettiril­melidir. ”

Bu belge totaliter eğilimleri gösteren önemli belgelerdenblrldlr. Parti ile hükümetin beraberliğini gösterdiği gibi par­tiyi hükümetin önüne geçirme çabaları da vardır. Yine, CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakam Şükrü Kaya tarafından 10 îkinciteşrin 1936 tarih ve 882 sayı ile Valiliklere yani Parti İl Başkanlıklarına gönderilen bir yazıda bu ilişkiler üzerinde durulmaktadır. Yazı özetle şöyle:

“... CHP Tüzğünün 53. Maddesi gereğince iki se­nede bir yapılması icap eden İl Kongrelerinin bu sene yapılma yılı olduğundan parti teşkilatı olan 50 Vilayette İl Kongresi yapılacaktır.7®

... Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksadın tahakku­kunu kolaylaştırmak ve Partinin inkişafını hızlandırmak için Parti faaliyeti ile hükümet idaresi arasında sıkı bir yakınlık ve ameli bir beraberlik temin edilmesi maksadı ile Partimiz Genbaşkuruca ittihaz olunan kararın bü­yük gayesine erişmek için her fırsattan istifadeyi düşü­nen Genel Sekreterlik Genbaşkur kararının parti kade­meleri çalışmalarındaki verimi ve yukarıda bildirilen gayenin tahakkuku derecesini yakından tetkik ve müşahade etmek istemiş ve bu sebeple Parti faaliyetinin en mühim bir uzvu olan vilayet kongrelerinde Partili bi­rer saylav arkadaşın müşahit olarak bulunmasını fay­dalı bulmuş ve bu hususu bu maksatla görevlendirdiği saylav arkadaşlardan rica etmiştir.

Bizim, Vilayet kongrelerinden beklediğimiz ve ısrar­la üzerinde durduğumuz nokta, Parti mevcudiyet ve kudretinin esası olan halk dileklerinin halk şikayetleri­nin kongrelerde açık ve serbest olarak konuşulup gö­rüşülmesi ve Parti içindeki bütün seçimlerin serbestçe yapılmasıdır. Halk ile hükümet arasındaki yakınlık an­cak bu sayede temin olunabilir.

Partimizin banisi ve Umumi ve Daimi Başkanı Atatürk BMM'nin 5. devresinin ikinci toplantı yılı olan 1 Teşrisani 1936 tarihinde iradettikleri nutukta bu esas   noktaya bir defa daha temas buyurmuşlar (halk ile hü­kümet arasındaki yakınlık ve beraber çalışma gayreti ayrıca memmuniyeti mucip bir seviyededir.

Bu hususta Partimizin feyizli önderliğini ehemmi­yetle kaydetmek isterim) sözleriyle hepimizi bu ulvi s      gayeye doğru daha hızlı yürümek için teşvik buyur­muşlardır.”*6

Yine tüzük uygulaması sırasında valiler, yani Parti 11 Başkanları izinli olarak vilayet dışına çıktıkları zaman vila­yet İşleri, İçişleri Bakanlığı tarafından tayin edilen vekile gördürülüyordu.Valiler kendilerine vekil bırakamıyorlardı.    Fakat CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı olan kişinin emri ile Jandarma subayları vali, kaymakam ve nahiye mü­dürlerine vekil olabiliyorlardı.

Bu dönemde Parti görevlileri ile devlet ve hükümet gö­revlilerinin birliği ve beraberliği, ayniliği şöyle bir manzara göstermektedir:

CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk

CHP Genel Başkanı Vekili ve Başbakan İsmet İnönü

CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakam Şükrü Kaya

CHP Murakıp ve Müfettişleri aynı zamanda 1, 2, 3, 4, Genel Müfettişler

CHP il başkanları aynı zamanda vali Jandarma subayları vali, kaymakam ve nahiye müdür­lerine vekalet ederler.

1937 yıllarında İzlenen önemli bir olgu da. Adliye, Milli Müdafaa, Dahiliye, Maarif, Ziraat, İktisat, Nafıa, Sıhhat ve İçtimaiyat Vekaletlerinde Siyasi Müsteşarlıkların kurulması­dır. Bu Siyasi Müsteşarlıklara mebuslar tayin edilmiştir. Böylece parti ve hükümetin birliği ve beraberliği yani ayniliği bir kere daha sağlanmıştır. Mebuslar aynı zamanda müste­şar sıfatı İle icra organında görev almışlardır.  Yunus Nadi Siyasi Müsteşarlarla ilgili olarak yazdığı bir yazıda şöyle de­mektedir:

"... Siyasi Müsteşarlarımız memur oldukları vekalet­lerde şimdi bir kısmı hatıra gelse bile bir çoğu evvel­den dûşünülemeyen birçok işler göreceklerdir.”

Cumhuriyet gazetesinin Çankaya'ya olan yakınlığı yan resmi bir gazete olma niteliği dikkate alınırsa Siyasi Müste­şarlıkların neden kurulduğunun açık seçik belli olmadığı anlaşılmaktadır. Zira, Yunus Nadi'nin yazısından Siyasi Müsteşarlıkların düşünülmüş bir görev için kurulmadıktan ortaya çıkmaktadır. Nitekim 1937 yılı Kasım ayı sonlannda Siyasi Müsteşarlıklar kaldırılmıştır.

Parti ve devletin bu şekildeki ayniliği ve birliği. Memurin Kanunu ile de çelişiyordu. Bu çelişmeyi, çelişmenin çözül­düğünü, CHP'nin ileri gelenlerinden Hilmi Uran'dan dinleye­lim:

”... Bu beyannamenin en çok dikkate değer olan ta­rafı, 1930 senesinde memleket idaresinde, çeşitli par­tiler rejimi ile, murakabe sistemi tesisi tecrübe edilmiş iken, ondan altı sene sonra, hükümet idaresinin, kendi partisi murakabesine bile tahammülsüzlük göstermek­te oluşu, ve bu tahammülsüzlüğü de ‘Memleketin siya­si ve içtimai hayatında güdülen yüksek maksatların ta­hakkuku’ ve 'Partinin inkişafının hızlandırılması’ gibi aslı olmadığı belli olan hedeflerle saklamağa çalışmak­ta bulunması idi.

Parti ve hükümet beraberliği tesisiyle valileri ve umumi müfettişleri parti idaresiyle tavzif etme (görev­lendirme) yolu, bizim idare bünyemizde esaslı bir de­ğişiklik yarattıktan başka bu yeni durum meriyette bu­lunan Memurin Kanunu ile de taaruz ediyordu.

(çelişiyordu) Çünkü memurin Kanununun 9. maddesi, gayet sarih olarak, ‘memurların siyasi cemiyet ve ku­lüplere intisabını’ menetmekte ve bu hal muhakeme edilerek sabit olursa, tardını mucip olacağını söyle­mekte idi.

Başvekil İnönü, yüksek hükümet memurlarına Parti vazifesi verilirken bu taaruzların da kaldırılması zaru­retlerini merhum Atatürk'e hatırlatarak, Memurin Kanu­nunun 9. maddesinin tadilini istemiş idi.

Atatürk merhum, kendisini İzmit'te karşıladığımızda bize bunu anlatmış ve meseleyi, tetkik etmek üzere, Vali ve benim ertesi günü Dolmabahçe Sarayında kendisini görmemizi emretmişti. Biz, Vali merhum Mu­hittin Üstündağ, ile birleşerek ertesi günü, emredilen saatte, Dolmabahçe Sarayına gittik. Ve beraberimizde götürdüğümüz Memurin Kanununun 9. maddesini de merhuma gösterdik.

Atatürk maddeyi okudu ve biraz düşündükten son­ra; ‘Ben bu maddede değiştirilecek bir şey görmüyo­rum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere gir­memesinden maksat, onların, benim partimden başka bir partiye intisap edememesi demektir. Bu ba­kımdan bu madde hatta faydalıdır ve katiyen değiştirilmemelidir’ dedi ve öylece kaldı İdi." (Hatıralarım, Ayyıldız matbaası, Ankara 1959, s. 297-298)

Görüldüğü gibi, CHP Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, “memurlar hiçbir siyasi cemiyete giremez­ler" biçimindeki kanun hükmünü, “benim partimden başka hiçbir partiye giremezler" biçiminde yorumlamaktadır. Bu­nun başka bir ifadesi. "Bütün memurlar, benim partime gir­mek zorundadır" olmaktadır. Bu yorum kanun hükmü yeri­ne geçmektedir ve devletin yüksek memurları tarafından aynen kabul görmektedir.

Bu olgu: Şef. Parti ve Devlet ayniliğini ve birliğini, Şefin yorumlarının kanunun çok üstünde olduğunu. Partinin yani devletin tek başına Şef tarafından yönetildiğini ve Şefin kim­seye ve kurula karşı sorumlu olmadığım göstermesi bata­nımdan ilginçtir.

O halde. Şevket Süreyya Aydemlr'ln ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın belirttikleri, “partiyi kamu yönetimine egemen du­ruma getirmek değil, sivil bürokrasinin emrine sokma” biçi­mindeki değerlendirme hiçbir şey ifade etmemektedir. Çün­kü sivil bürokrasi zaten tek parti olan CHP'ye mensuptur. Böyle olmak zorundadır. CHP'li yani partili olmayan sivil bürokasinin yüksek kesimlerine intisap edemez, t

1939 MEBUS TAYİNLERİ, CHP'NİN BÜYÜK KURULTAYI ve CHP “MÜSTAKİL GRUBU ’NUN KURULUŞU

Mebus Tayinleri:

27 Ocak 1939 tarihinde TBMM'ne Milli Şef ve Değişmez Genel Başkanın arzusu üzerine bir önerge verilmiştir. CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil Refik Saydam, Trabzon Me­busu Haşan Saka, Seyhan mebusu Hilmi Uran, Erzurum Mebusu Fikri Tüzer tarafından verilen bu önergede “Büyük Millet Meclisi intihabının (seçimlerinin) yenilenmesini teklif ederiz" denilmektedir. Bu teklif kabul edilmiştir. Yine aynı oturumda meclisin 3 Nisan 1939’a kadar tatiline karar veril­miştir.                         *

15-20 Mart 1939 tarihleri arasında Müntehibisani (ikin­ci seçmen) seçimi yapılmıştır.    Anadolu ajansı vilayetlerin ikinci seçmen miktan ve vilayetin iştirak nisbeti hakkında şu haberi vermiştir:

“Bütün yurtta 15 Mart 1939 Çarşama günü başla­yan ikinci müntehip intihabı 21 Mart 1939 akşamı her tarafta sona ermiş ve bütün vatandaşlar reylerini itti­fakla CHP’nin gösterdiği namzetlere vermişlerdir. 62 Vilayetin ikinci müntehip yekûnu 40.979'dur. Vilayet­lerde 22 yaşından yukarı olan ve birinci müntehip ol­mak sıfatını haiz vatandaşların en çok % 95 en az % 64 olmak üzere ikinci müntehip seçimine iştirak nisbeti hattı vasıtası % 77.8'dir.”

Bu haberde ikinci seçmen seçimlerinin 15-21 Mart 1939 tarihleri sırasında yapıldığı belirtilmektedir.  İkinci seçmen namzetlerinin tamamen CHP tarafındari gösterildiği bu ha­berden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. O halde vila­yetlerde, kimlerin ikinci seçmen olacağına yine Partinin Ge­nel Başkanlık Divanı yani Parti Genel Başkanı'nın bizzat kendisi karar vermektedir.

 

CHP Genel Başkan Vekili ve Başbakan Refik Saydam ile Genel Sekreter ve İçişleri Bakanı (İkinci Saydam Hüküme­tinde) Fikri Tüzer 22 Mart 1939'da ikinci seçmenlere aşağı­daki beyannameyi yayınlamıştır:

"... Türk Milleti'nin siyasi hayatında halkçı bir idare­nin bütün yüksek ve ileri tekamüllerini tahakkuk ettir­meyi ve devlet idaresi üzerinde Milletin murakabesini en mütekamil bir hale getirmeyi ana düstur olarak ele ’ almış bulunan MIHI Şef İsmet İnönü TBMM'nin bu in­tihap devresi için Partinin mebus namzetlerini tespit ve ilan etmeden evvel, ikinci müntehiplerte temas et­meyi ve müntehiplerte Riyaset Divanı'nın görüşlerini karşılaştırmayı Genbaşkurca karar altına almış ve su- reti aşağıda yazılı beyanname hükmüne göre, bugün, 22.3.1939'da, kış dolayısıyla teması kolay olan ve namzetlik için müracaatların tekasüf etmiş bulunduğu isimleri yazılı 28 Vilayetimize ikinci müntehiplerle bir istişare toplantısı yapılmıştır. Bu istişare neticesi, Parti Genel Sekreterliği vasıtasıyla Genbaşkura ve Değiş­mez Genel Başkan Şef İsmet İnönü'ye sunulacaktır.

(Bugün) 22.3.1939 istişare yapılan 28 vilayetin lis­tesidir. Afyon, Amasya, Ankara, Antalya, Aydın, Balı­kesir, Bilecik, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankı­rı, Denizli, Edirne, Eskişehir, İstanbul, İzmir, İsparta, Kayseri, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Manisa, Maraş, Samsun.

İkinci Müntehiplerine, Partimizin sayın ikinci müntehipleri,

Bilirsiniz ki, CHP mevzuatına göre partiyi ilgilendi­ren bütün işler lüzum gördüğü kararları almak, büyük Millet Meclisi azalıkları seçimini idare etmek ve parti­nin mebus namzetlerini kararlaştırmak, hak ve selahiyeti Parti Riyaset Divanı'na ve namzetleri ilan sala­hiyeti de münhasıran Partinin Değişmez Genel Başkanı'na aittir. Gene bu mevzuata göre parti Riya­set Divanı'nın verceği kararlara bütün parti üyeleri ka­yıtsız ve şartsız itaata mecburdur. Partimizin ananesi böyledir.

Ancak,

Partimizin Değişmez Genel Başkanı Milli Şef İs­met İnönü Türk Milletinin hayatında halkçı bir idarenin bütün yüksek ve ileri tekamüllerini tahakkuk ettirmeyi ve devlet idaresi üzerinde milletin mürakabesini en mükemmel bir hale getirmeyi, Millet hizmetinde takip edecekleri siyasetin ilk ve ana düsturu olarak ele al­mışlar ve Milli hakimiyetin hakiki ve yegane mümessili olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tam bir Millet hü­lasası kudret ve manzarası huzuruna çıkması lüzumu­nu her fırsatta ilan ve ifade buyurmuşlardır.

İşte bu maksatladır ki, Genbaşkur TBMM'nin bu in­tihap devresi için Partinin mebus namzetlerini tespit ve ilan etmeden önce memleketin birçok kısımlarında partili ikinci müntehiplerle temas etmeyi ve müntehip­lerle Riyaset Divanı'nın görüşlerini karşılaştırma üzeri­ne doğrudan doğruya ikinci müntehiplerle bir istişare yapmayı kararlaştırmıştır.

Milletin siyasi hayatında ilk defa tatbik edilecek bu usul Genbaşkurun partililere olan muhabbet ve itima­dının bir ifadesi olmakla beraber bundan husule gele­cek bir neticenin de bütün milletimize, Partimiz men­, suplarının siyasi rüşt ve olgunluklarına bir misal teşkil edeceğini de dikkat gözü önünde bulundurmalıyız. Bu sebeple istişare reylermizi kullanırken her türlü şahsi ve rejiyonalist hislerden uzak kalmayı ve reylerimizin sadece kalp ve kafalarımızın mahsulü olmasına dikkat etmeyi kutsi ve milli bir vazife olarak telakki etmemiz gereklidir. Bunun içindir ki, neticenin siyasi rüştünü ve olgunluğunu ispat etmiş bir partili zümrenin bir mahsu­lü olacağına şimdiden itimat etmekteyiz.

Bu istişarenin hangi usul ve şartlarla yapılacağına ait talimat bağlı olarak sunulmaktadır.

CHP Genel Başkan Vekili ve Başbakan Dr. Refik Saydam

CHP Genel Sekreteri Dr. Refik Süzer”

Bu beyannameye dayanarak şu husustan tespit etmek mümkündür: ’

Bir kere, TBMM üyelerinin yani mebusların. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan tarafından tayin edilmesine “halkçılık" denilmektedir.

Partinin mebus namzetlerini tespit ve İlan etmenin kesinlikle Milli Şef, Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü'ye alt bir yetki ve görev olduğu ifade edilmiştir.

Partinin Değişmez Genel Başkanı’nın kararlarına ka­yıtsız şartsız İtaat edilecektir. Zira, partinin ananesi budur.

Milli Hakimiyetin millete alt olduğu, bunun hakiki ve yegane mümessilinin TBMM’de olduğu, bunun da, ancak Milli Şefin iradesi İle tecelli edeceği belirtilmiştir.

Bütün bunlara rağmen Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü mebus namzetlerini tespit ve İlan etme­den evvel İkinci seçmenlerle istişarede bulunulmasını iste­mektedir.

İkinci seçmen seçimleri 21 Mart 1939'da sona ermiş­tir, sözü edilen İstişarenin ise, 22 Mart 1939'da yapılacağı açıklanmaktadır.  '

Bu beyannameden çok önemli olan bir hususu daha anlıyoruz, o da şu: 1927, 1931, 1935 dönemlerindeki mebus tayinlerinde. CHP Genel Başkanı, Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal “seçimlere" ikl-üç gün kala hem ikinci seçmenlere hem de vatandaşlara beyan­name yayınlıyordu. Ve bunlar “Seçim" propagandasına iliş­kin beyannameler olup, başkalannın propaganda yapma gö­rev ve yetkileri yoktu. 1939'dakl Mebus tayinlerinde ise Milli Şef, Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı îsmet İnö­nü propaganda yapmamaktadır. Yalnız CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Başbakan Refik Saydam İle Genel Sekreter ve İçişleri Bakanı Fikri Tüzer (ikinci Saydam hükümeti), Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan adına bildiriler yayınlamak­tadırlar. Bu bildirilerde Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü’nün sonsuz yetkilerinden, azametinden söz et­mekte, kararlarına kati surette karşı gelinemiyeceğini bildir­mektedir.

Ulus gazetesi başyazarı Fallh Rıfkı Atay, Milli Şef ve De­ğişmez Genel Başkan'ın yetkilerini şöyle anlatmaktadır:

"... Bizim Parti nizamnamesinin hükümlerine göre mebus namzetlerini doğrudan doğruya Değişmez Ge­nel Başkanımız ilan eder. Namzetler ilk defa onun tas­vibinden geçtikten sonra münakaşa nihayet bulmuş­tur. Karar hakkı gene Değişmez Genel Başkanda kalmak üzere, yeni namzetler için ikinci müntehiplerin reylerini sormak ilk defa vaki olmaktadır.

Eski mebuslardan gayrı birçok vatandaşlar kendile­rini millet hizmetine arz etmişlerdir. Kendileri herhangi bir intihap bölgesinde intihap kaabiliyetleri olduğu kanaatindedirler. Parti bu müracaatlardan birçoğunun reddedilmesine hiçbir sebep görmemiştir. Fakat, Ka­mutay azalarının adedini de kanunlar tahdit etmiştir. Bu istişarenin ilk faydası bu vatandaşlara kendilerinin ihmal edilmemiş olduğu hoşnutluğunu vermek, ikinci faydası yeni Kamutay azalarının halk ile halk işleri ve ihtiyaçları ile daha yakından alakadar olmaya, say ve hizmet vasıtası da, halk idaresinin tekamül istikametini tespit etmek olacaktır.”

Falih Rıfkı Atay'ın “seçim" günü yani 24 Mart 1939 ta­rihli Ulus gazetesinde yayınlanan yazısı da şöyledir:

”... Bugün CHP'nin Başkanlık Divanı, Partinin De­ğişmez Umumi Başkanı İsmet İnönü Reisliğinde topla­narak Kamutay aza namzetlerinin kati listesi hakkında karar verecek ve bu liste Değişmez Genel Başkanımız tarafından bir beyanname ile ilan olunacaktır.

Yeni seçim günlerinde yalnız intihap edilenlerin de­ğil, Mecliste hizmet etmek isteyen vatandaşların müs­tesna alakası görülmüştür. Memleketin birçok gûzideleri namzetlerimiz arasındadır. Bu alakayı yüksek bir takdir hissi ile karşılamak ve Kamutay'ın itibar vazi­fe ve ehemmiyetinin miyarı olarak almak lazım gelir.

Talepler uzun bir tetkikten geçmiştir ve eğer adet müsait olsaydı memleketin birkaç Meclise ka­fi gelecek güzide evlatları olduğu ispat edilmiş­tir."

24 Mart 1939 günü yani ikinci seçmenlerin ellerine tu­tuşturulan listeleri sandıklara atarak Milli İradeyi belirte­cekleri gün. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü bir beyannaırie ile Partinin yeni mebus namzetlerini ilan et­ti.  Gazeteler bu namzet listelerini yayınladılar. İşte 24 Mart 1939 tarihinde Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından yayınlanan bu liste aynı gün yurdun her tarafında ikinci seçmenler tarafından sandıklara atıldı. Demek ki ikinci seçmenlerin eline sandık­lara atacakları listeler önceden verildi. Veya ikinci seçmenler sandıklara hiç liste vs. atmadılar. Milli Şef ve Değişmez Ge­nel Başkan iradesini açıklayınca, “seçim" denen mekanizma da gerçekleşmiş oldu. Çünkü namzet listelerini ilan etme gö­revi münhasıran Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan'a ait oduğuna göre ve Milli Şef de listeyi ancak “seçim” günü yani 24 Mart 1939 tarihinde açıkladığına göre bu listelerin aynı gün yurdun her tarafına yayılma olanağı yoktur. Böylece, zaten “göstermelik” olan ikinci seçmenlerin de devreden fiili olarak çıkarıldığı sonucuna varılabilir.

24 Mart 1939 tarihli Vatan gazetesinde Sadrı Ertem im­zası ile yayınlanan yazı bu bakımdan çok ilginçtir. Yazıda “halk CHP'ye oy verdi" denilmektedir.90   CHP’den başka bir parti zaten yoktur. CHP'nin adayları da “seçim"den önce Ge­nel Başkan tarafından tespit edildiğine ve buna karşı dur­mak da olanaksız olduğuna göre sonucu önceden belli olan bir mekanizma. Kemalistler, Kemalist profesörler buna “se­çim” diyorlar.         

1939'da Altıncı Dönem için yani 1939-1943 dönemi için Meclise 424 mebus tayin edildi.  424 mebustan 420'si biz­zat Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan tarafından tayin edilmiştir. 4 tanesi ise önceki tayinlerde görülen mekaniz­malarla “müstakil" olarak seçilmiştir. Müstakiller adaylıkla­rını Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü'nün tasvibi ile koymuşlardır. İkinci seçmenler de yine Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan'ın tasvibi ile bu kişilere oy vermiş­lerdir.                                      ,

424 mebustan 294'ü 5. Devre’de de mebustur. Yani 5. Devre'de mebus olan 399 kişiden 294'ü 6. Devre'de de me­bus olmuşlardır. 6. Devrede de mebus olanların oranı % 75 civarındadır. Demek kİ 5. Devre mebuslarının % 25'1 yeni­den tayin edilmemişlerdir. Tekrar tayin edilmeyenlerin sayısı 117 dlr.94 üçüncü dönemden dördüncü döneme geçerken tekrar tayin edilenlerin oram % 76’dır. Dördüncü Dönem'den Beşinci Dönem'e geçerken tekrar tayin edilenlerin oranının ise % 86 olduğunu yukarıda belirtmiştik.

Altıncı Dönem’de İlk defa mebus tayin edilenlerin sayısı 115'tlr. Aynca 15 kişi Osmanlı Meclls-1 Mebusanı'nda ve TBMM’nln eski dönemlerinde mebusluk etmişlerdir. 424 mebustan 15’1 kadındır. Bunlardan yedisi yeni olup sekizi değişmiştir. Beşinci Dönem’de kadın mebusların sayısı İse 17 idi.   

CHP Parti Müstakil Grubu

1939 mebus tayinlerinin hemen arkasından Cumhur­başkanlığı seçimi yapıldı. 3 Nisan 1939'da yapılan seçimde. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü, 424 oydan 413 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonra CHP'nln Beşinci Büyük Kurultayı toplandı. Beşinci Büyük Kurtıltay 29 Mayıs 1939-3 Haziran1939 tarihleri arasında Ankara'da toplandı. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnöntk bu kurultayda, parti içerisinde “müstakil” bir grubun kurul­masını İstiyordu. “Müstakil Grup sayesinde muhalefetin be­lirmesini, tenkld ve tartışmanın yapılmasını” istiyordu. Be­şinci Büyük Kunıltay’da “Müstakil Grup" hakkında yapılan tüzük değişikliği şöyle:

“Parti müstakil grubunun tabii reisi, partinin Değiş­mez Genel Başkanı ve reis vekili bu gruba dahil me­buslar arasında O'nun tayin edeceği bir zattır.”

“Parti mebuslarından kurultay umumi heyetince se­çilen 21 akradaş meclis içinde müstakil bir grup hüvi-

yeti taşırlar. Bunlar grub toplantılarında hazır bulunur­lar. Fakat mütalaa beyan ve reye iştirak etmezler. Bu­na karşılık meclis umumi heyetinde mütalaalarını ken­di gruplarının kararlarına göre kullanırlar ve reylerini beyan ederler. Ayrıca parti grubu haricine intişarı caiz olmayan müzakerelerin mahremiyetini muhafazaya onlar da mecburdurlar.”       (

Tüzük hükümlerinde iyice görüldüğü gibi Müstakil Gru­bun hiçbir maddi ve ideolojik temeli yoktur. Bir fikri geliş­me, ideolojik gelişme veya muhalefet gereği olarak ortaya çıkmamıştır. Tamamen Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün istek ve iradesi olarak belirmiştir. Zaten “Müstakil Grup”un tabii başkanı kendisi olduğu gibi. Başkan Vekilini de bizzat kendisi tayin etmekte­dir. Artık bu grubun ne kadar ve anlamda “müstakil” oldu­ğu ortaya çıkmaktadır.

1939 tüzüğünün 125. maddesine göre “Müstakil Grup”u meydana getirecek 21 kişinin kurultay umumi heyetince se­çilmesi öngürülmektedir. Halbuki tüzüğün başka bir mad­desi, bu yetkiyi tamamen, “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan’a vermiştir. 1939 tüzüğünün bu konu ile ilgili 33. maddesi şöyle:

“Umumi İdare Heyetince açılacak azalıklara, Genel

Başkanlık Divanı ve Parti Müstakil Grubunda vuku bu­lacak münhallere Değişmez Genel Başkan yenilerini seçer.”99                                          '

Bu çok önemli bir tüzük hükmüdür. Değişmez Genel Başkan, yani Milli Şefi ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'yü çok geniş yetkilerle donatmıştır. Bu hü­küm gereğince, örneğin, CHP Genel Başkan Vekili ve aynı zamanda Başvekil, herhangi bir nedenle görevini taraksa, yerine yenisini seçmeye kendisi yetkilidir. Sekreter İçin du­rum yine aynı. Böyle olunca “Müstakil Grup’da meydana ge­lecek bir açığı doldurma yetkisinin yine kendisinde olması çok doğaldır. Nitekim fiili durum hep böyledir. 1939 tüzüğü­nün 125. maddesi. “Müstakil Grup” üyelerini Kurultay se­çer, demesine rağmen, fiili olarak. Değişmez Genel Başkan ve Milli Şef İsmet İnönü tarafından seçilmiştir.

“Müstakil Grup”un ne kadar müstakil olduğunu, 1943 yılında, CHP'nln Altıncı Büyük Kurultayı'na sunduğu rapor­dan anlamak mümkündür. 8.6.1943 tarihli ve “Müstakil Grup” Başkan Vekili Ali Rana Tarhan ve Raportör, Rize Mil­letvekili Kemalettln Kamu imzalarını taşıyan raporda özetle şöyle deniyor:

"... Milli Şefin nutuklarında grubumuz için direktif teşkil eden şu iki kıymetli cümle vardır:

'Büyük Millet Meclisinde millet haklarının açık mu­rakabesi ideali ile nifak ve anarşiye mahal vermemek zaruretlerinin beraber yürüyebileceğine inanıyoruz.’

‘Büyük Kurultaydan vazife alan ve Parti Genel Baş­kanın farksız başkanlığında çalışacak olan intizam ve inzibat içinde sorumlu ve çalışkan bir müstakil gru­bun icra mevkiinde olan milletvekilleri ekseriyetine ve hükümetine esaslı bir yardım temin ederken, Büyük Milletimize de kendi işleri için, yeni bir teminat hazırla­yacağını ümid ediyoruz.'

Baş Düşüncelerimiz,

Grupta ve meclisteki çalışmalarımız sırasında dai­ma göz önünde tuttuğumuz ana düşünceleri şu suret­le hülasa edebiliriz:

~9ç£ 1939 Tüzüğü, Madde: 33; 1943 Tüzüğü, Madde: 28; Ayrıca bk.

CHP 5. Büyük Kurultayı Zabıtları, s. 51.

Büyük Kurultayca bize emanet edilen, vazifeyi Genel Başkanın direktiflerine uygun bir intizam ve inzibat içinde başarmağa çalışmak,

Partinin, Meclis Grubunun tamamlayıcı bir cüzü olduğunu bir an unutmamak,

Her türlü mülahaza ve münakaşaların üstünde kalmak,

Tek ve toplu tenkitlerimizin bilgi ve tetkikata da­yanmasına, müspet ve yapıcı olmasına dikkat etmek,

Teşri hayatımızda nezih ve temkinli bir müzake­re ve münakaşa havasının gelişmesine hizmet etmek,

İcra makamlarının fevkalade şartlar içinde karşı­laştığı büyük güçlükleir takdir ve idrak eylemek,

7. İçerde ve dışarda en büvük kuvvetimizi teşkil eden milli birlik mülahazaları.”

Bu raporda “Müstakil Grup" Başkan Vekili Ali Rana Tarhan, Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan ve aynı zaman­da Cumhurreisi ve aynı zamanda Müstakil Grubun da reisi, İsmet İnönü'nün direktiflerinden kati surette dışarı çıkılma­yacağını beyan ediyor. “Müstakilliğln" Milli Şefin farksız başkanlığında sürdürüleceğini belirtiyor.

Serbest Cumhuriyet Fırkası ve CHP Müstakil Grubu ile Milli Şef arasındaki ilişki konularına son verirken. 1976 yılı Kasım ayı sonlarında toplanan, CHP 23. Kurultayı üzerinde de bir parça durmakta yarar var. Bilindiği gibi bu kurultayın öncesinde CHP İçinde sol muhalefetin oluştuğu belirtiliyor­du. Muhalefet lideri Doç. Dr. Deniz Baykal idi. Deniz Baykal sık sile. Partinin Genel Başkanı Bülent Ecevit ile arasında hiçbir çelişme ve görüş ayrılığı olmadığını, fakat parti yöneti­mi ve Partinin Merkez Yönetim Kurulu İle derin çelişmeleri ve görüş ayrılıkları olduğunu belirtiyordu. Halbuki, CHP Ge­nel Başkanı Bülent Ecevit, Merkez yönetimi ile hiçbir görüş ayrılığının olmadığını ifade ettiği gibi, ağırlığını da bu yönde koyuyordu. Demek ki CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, ay­nı 1930 yılında veya aynı 1939 yılında olduğu gibi parti içi   muhalefetin de lideri olarak kabul ediliyordu. Fakat bu, CHP içindeki sol muhalefeti saptırmak, lidersiz bırakmak, sola kanalize olmasını önlemek için danışıklı döğüş de olabilir. Nitekim, kurultaydan hemen sonra, seçimleri kaybeden mu­halefet lideri Deniz Baykal, parti başkanının ve parti yöneti­minin emrinde olduğunu açıklaması bu durumu biraz açık­lamaktadır. öte yandan. Kurultay öncesinde, tartışılan fakat, kurultayda kabul edilmeyen, bazı tüzük taşanlarına göre, CHP Genel Sekreteri'nin de bizzat Genel Başkan tara­fından seçilmesi öngörülmekteydi. Bu da tek parti dönemin­deki CHP tüzüğünden bir esinlenme olarak kabul edilebilir. Bütün bu konular, CHP Programı (1931) ile ilgili çalışmada etraflı olarak ele alınıp irdelenecektir.

PROF. DR. NERMİN ABADAN (UNAT)TN “SEÇİMLER" HARKINDAKİ GÖRÜŞÜ ve BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

1927, 1931, 1935, 1939 dönemlerindeki mebus tayinle­rini, bu şekilde, ana hatlanyla verdikten sonra  Prof. Dr. Nermln Abadan (Unat)'m yazışma tekrar dönelim. Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat) bu yazısında, 1908, 1912, 1919 ve 1931 seçimlerinde, birden fazla grubun iktidar için rekabete giriştiğini, geriye kalan seçimlerde ise yani 1876-1877 (iki seçim), 1914, 1920, 1923, 1927, 1935, 1939, 1943 seçimle­rinde ise. yalnızca bir tek partinin seçime girdiğini söyle­mektedir. İkinci olarak tarihe ‘sopalı seçim" olarak geçen 1912 seçimlerinde olduğu gibi bazı seçimlerde büyük hile ve baskıya başvurulduğu (bunlar Osmanlı İmparatorluğu döne­minde. özellikle İttihat ve Terakki Fırkası’nın yapmış olduğu seçimler olsa gerektir), diğer bir kısım seçimlerin ise örnek denebilecek tarzda adil ve şerbet bir atmosfer içinde (Cum­huriyet döneminden sonraki seçimler) belirtilmektedir. De­mek ki Cumhuriyet döneminden sonraki “seçimler", “örnek denebilecek tarzda serbest ve adil bir atmosfer içinde" yapıl­mıştır. 13u ibareler üzerinde önemle durulmalıdır.

Bir kere burada. 1931 ve 1923 seçimleri hakkındaki yargının yanlış olduğunu belirtmek gerekir. Zira 1931 “seçimlerTne CHF'dan başka hiçbir grup katılmamıştır. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nm 17 Kasım 1930'da Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in emirleriyle kendi kendini feshettiği hatırla­nacak olursa, ortada, zaten fırka, grub vs. de yoktur. Bunun aksi İse 1923 seçimleri için geçerlldir. Yazarın dediklerinin aksine, 1923 yılı yaz aylarında yapılan seçimlerde savaş sü­resince oluşan gruplar vardır. Bunlar Birinci Grup ve İkinci Grup olarak seçime girmişlerdir. Seçimlerde İkinci Grup ye­nik çıkmış ve bir sene kadar sonra. 17 Kasım 1924'te Terak­kiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurmuşlardır. Fakat bizim burada vurgulamaya çalıştığımız hususlar bunlar değildir. Bunlar son derece küçük hatalardır ve biraz daha ciddi bir gözlem, insanı bu tür hatalardan kurtarır. Üzerinde durmak istediğimiz esas nokta bilimsel bilgi üretiminin yöntemi ile il­gilidir.

Yazar, Cumhuriyetten sonraki seçimlerin “iki dereceli olmak bir yana örnek denebilecek tarzda serbest ve adil bir atmosfer içinde yapıldığını" belirtmektedir. Yazar bu bilgiye nasıl ulaşmıştır? Bu bilgiler hangi olguların veya olgusal İliş­kilerin izlemi ve gözlemi sonucu elde edilmişti?? Hangi olgu­lar aracılığı ile denetlenerek doğruluğu kabul edilmiştir?

% Yukarıda, mebus tayinlerine ilişkin olgularla, olgulara dayah somut bilgilerle açıklâmaya çalıştığımız gibi, aslında “seçim" diye bir şey yoktur. Tamamen tayin kavramıyla açık­lanabilecek bir olgu vardır. Mebusların tamamı CHF'nm Da­imi ve Değişmez Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhur­başkanı tarafından, tayin edilmektedir. CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı bu yetkisini kullanmada hiç kimse­ye hesap vermiyor. Hiç kimseye karşı sorumlu değil. Verdiği kararlara hiç kimse karşı çıkamıyor, o kararları eleştiremi­yor. Sadece bu kararların gereklerini yerine getiriyor.

Bir de 1931'de 11, 1935'te 13. 1939'da ise 4 “müstakil mebusluk’tan söz edilmektedir. Bu araştırmanın ilgili yerle­rinde “müstakil" mebuslukların ne kadar göstermelik bir şey olduğu üzerinde durulmuştur. Bunlar da müstakil olarak adaylıklarını koyabilmek İçin CHF Genel Başkanlık Divanı'nın yani Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın  tasvibini alıyorlardı. Aynca partinin Genel Başkanı da ikinci seçmen­lere bir genelge göndererek, tasvip ettiği müstakillere oy ver­melerini istiyordu. Müstakil mebusların seçiminde kullanı­lan mekanizmalar incelendiği zaman, bunun ne kadar totaliter bir ilişki biçimi olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Zi­ra ikinci seçmenler korkudan, yani. Şefin korkusundan bu “müstakillere” oy veremiyorlardı. Şef kendilerini sınıyor, ola­bilirdi. Nitekim 1931 “seçimleri"nde bir oy ile mebus seçilen kişinin durumu bu bakımdan çok ilginçtir.

1939'da Beşinci Büyük Kurultay'da oluşturulan “Müsta­kil Grup" da çok İlginç gelişme göstermektedir. “Müstakil Grup”un Genel Başkanı da, CHP'nin Değişmez Genel Başka­nı yani Milli Şeftir. Yani Cumhurbaşkanıdır. “Müstakil Grup’un Başkan vekilini de kendisi seçmektedir. Aslında 21 kişilik “Müstakil Grup” üyelerini kendisi seçmektedir. Yani mebuslardan bazılarına “sen müstakil ol” demektedir. Yine görüldüğü üzere mebus listelerinde sık sık değişiklikler ya­pılmakta, adayların isimleri istenildiği zaman ve istenildiği biçimde listeden çıkarılmakta veya kaldırılmaktadır. “Seçim günü” bile bir aday listeden çıkarılıp onun yerine başka bir aday konulabilmektedir. Listeleri ilan etmek, mebusları biz­zat tayin etmek yetkisi de Genel Başkan'ın bizzat kendisindedir. Ve Genel Başkan listeleri “Seçim Günü”ne, yani ikinci seçmenlerin, daha önceden ellerine verilen listeleri sandıkla­ra? atacakları güne birkaç gün kala veya o gün açıklamakta­dır. Bu listeler açıklandığı andan itibaren irade teşekkül et­miş, halk hakimiyeti tecelli etmiş sayılmaktadır. İkinci seçmenlerin bu listeleri sandıklara atıp atmamaları, sandık­lara atılan oyların sayısının veya oranının şu kadar veya bu kadar olması hiç önemli değildir. Bir oy ile bile mebus seçile­bilmektedir. Hatta o bir oy olmasa, yani sandıklara bir tane ay atılmasa bile mebus seçilmiş sayılmaktadır. Çünkü CHP Genel Başkanınm iradesi milli iradenin bizzat kendisidir. CHP Genel Başkanınm iradesi milli iradenin temsilidir. Halk iradesi, milli irade. Şefte yani, CHP Genel Başkanınm kişili­ğinde tecelli etmiştir. Kendisine, “Değişmez ve Daimi"lik va­sıfları bunun için verilmiştir. O halde bu üstün iradenin kendini açıklaması, halk iradesinin, halk hakimiyetinin, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin gerçekleş­mesi için yeter. Bu iradenin tespit ettiği mebus listelerinin ikinci seçmenler tarafından sandıklara atılıp atılmaması hiç önemli değildir. Bu sadece bir teferruattır. Kandırmacadır. Aradan çıkarılsa sistemin özünde hiçbir değişiklik veya sa­lonca meydana gelmez. Nitekim 24 Mart 1939 mebus tayin­lerinde, Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaş­kanı, ve “Müstakil Grup Başkanı" İsmet İnönü, listeleri 24 Mart'ta, yani “seçim gününde" ilan etmiştir. Dolayısıyla ikin­ci seçmenler bu listeleri sandıklara atamamışlardır. Devre­den çıkarılmışlardır.

“Seçimlerde" propaganda yapma yetkisi yalnız ve yalnız Daimi ve Değişmez Genel Başkan'a aittir. Bu da normal bir durumdur. Milli irade O'nun kişiliğinde tecelli ettiğine ve tek başına halkı, halk iradesini, temsil ettiğine göre, başkaları­nın propaganda yapmaları gerekli değildir. Halkın, ulusun ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu en iyi bir biçimde Genel Başkan yani Şef bilir.

Böylesine bir totaliter muhteva bütün açıklığı ile ortada dururken, “seçimlerin örnek denebilecek bir tarzda adil ve serbest bir atmosfer içinde yapıldığını" söylemek, olgulara dayanmamanın, olgulardan kopukluğun bir sonucudur. Ol­gulardan kopuk bir bilgi üretimi ise, hiçbir zaman bilimsel bir bilgi üretimi değildir. Tek parti döneminde, “seçimlerin örnek denebilecek bir tarzda serbest ve adil bir atmosfer İçinde yapıldığı” sadece bir düşüncedir. Fakat bir bilgi, hele bilimsel bir bilgi hiç değildir. Zira bilgi, bir şeyin bilgisidir. Gerçek somutların bilgisidir. Gerçek somutların dikkate alınması İse, bu dönemde, “seçim" adı altında bir eylemin varlığım kati surette göstermiyor. Yapılan iş tayinden başka bir şey değildir. O halde tek iradenin egemen olduğu. Şeflik düzenlerinde olduğu gibi, Türkiye'de de “Meclis Seçimleri" olguları aramak yanlıştır, öte yandan olmayan şeyler hak­kında, “örnek denebilecek tarzda serbest İdi”, “örnek denebi­lecek tarzda adil idi” vs. demek büsbütün yanlıştır. Gerçek somutlarla bağlantısı olmayan spekülatif düşüncelerdir. Me­tafiziktir.

Bu noktada, Türk üniversitenin, Türk profesörlerinin, bilim yöntemine ilişkin çok önemli bir açmazına geliyoruz.

Bilim yöntemini kullanmamak, olgusal olmamak, olgu­ları gözardı etmek, bilimin üretilmesi sürecinde, şüphesiz son derece önemli sakıncalardır. Ve böyle bir süreç içinde bilim üretmek de mümkün değildir. Fakat Türk üniversitesi­ni çağdışı bir kurum haline getiren, olguları dikkate alma­yan, devlet tarafından kendisine empoze edilen resmi ideolo­jiyi, bilimsel bilgi diye kabul eden bu tavn değildir. Türk üniversitesini çağdışı bir kurum haline getiren, Türk profe­sörlerini çağdışı yapan olgu, böylesine yanlış ve bilimdışı ta­vırları eleştirebilecek, yeni düşün odaklarım kökünden ku­rutmaya çalışmasıdır. Kendi düşüncesinde olmayanları, kendi gibi düşünmeyenleri, gerçek somutlara ve olgulara da­yalı düşünce akımlarım üniversiteden tecrit etmek çabası­dır. Bu düşünceleri üniversitenin dışarısında tutabümek için, devletin gizli örgütleri ile işbirliği yapmasıdır. Düşünce­nin yöntemi bilim olmayınca, devlet tarafından empoze edi­len resmi ideoloji, bilimsel bilgi diye kabul edilince, olgulara dayalı olarak bilgi üretmeye çalışan kişileri ihbar etmekten başka bir yol yoktur.

örneğin. Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat)'ın tek parti dö­nemindeki “seçimlerle" ilgili yukarıdaki kanısını ele alalım. Bu, yazarın, profesörlüğe yükselmesi için hazırladığı bir araştırmadır. Bu araştırma bu kadar önemli bir yanlış ve bllimdışı bir yargıya rağmen kuruldan geçmiştir. Çünkü ku­ruldaki profesörlerin hepsi bunun, tartışılmaz tek doğru ol­duğunu kabul etmektedir. Çünkü Türk üniversitesinde bu tür yanlışları eleştirebilecek, odak noktaları henüz gelişme­miştir. Herkes kendisini Kemalizml ve Onun eylemlerini öv­mekle zorunlu kılmıştır. Eğer tek parti döneminde, “seçim­lerden” söz ediliyorsa muhakkak övgü ile söz edilmektedir. Kemalizml eleştirmek mümkün değildir. Zira Türk üniversi­tesi,'devletin kendisine sunduğu resmi ideolojiyi, tartışıl­maz, sarsılmaz tek gerçek, tek hakikat olarak benimsemiş­tir. Bu ise Türk pofesörlerinln, Türk üniversitesinin bilimsel bilgi üretmelerini engelleyen temel bir etkendir. Fakat üni­versite, bilimsel bilgi üretmekten, olgulara dayalı olmaktan bilinçli bir şekilde kaçındığı, devamlı olarak resmi İdeoloji içinde hareket ettiği gibi, aynı zamanda çağdışıdır da. Üni­versiteyi ve profesörleri çağdışı yapan şey ise kendisini eleş­tirebilecek, kendisine karşı yeni düşün odakları oluşturabi­lecek, kişi ve kurumları şiddetle tasfiye etmek, bunları üniversitenin dışına atabilmek için giriştiği eylemlerdir. Bu konuda devle n gizli örgütleriyle kurduğu ilişkilerdir. Türk üniversitesinin bu konudaki tutumu, iki gözleri de kör olan kişilerin ülkesine düşen, tek gözü kör bir adamın başmdan geçenleri andırmaktadır. Hikâye şöyledir:

Tek gözü kör bir adam, bu gözünü tedavi ettirebilmek için, ülkesinden ayrılmış. Ülke ülke dolaşmış. Nihayet bir ülkeye gelmiş. Bu ülke iki gözü kör olanların ülkesiymiş. Derdini uzun uzun anlatmış. Günlerce konuşmuşlar. Körler ülkesinin insanları, tek gözü kör olan bu kişinin konuşma­larından, tavırlarından, hareketlerinden bunda bir hastalık olduğunu farketmişlerdir. Ve bu hastalığı aramaya başla­mışlar. Bunun için körler ülkesinin ileri gelenlerinden, dok­torlarından meydana gelen bir heyet kurmuşlar. Bu heyet bu kişinin bütün vücudunu uzun uzun tetkik etmiş. Ayak tırnaklarından başlayarak bütün vücudunu incelemiş, niha­yet hastalığı yakalamış. Ve heyet başkanı demiş kİ;

Hastalığı yakaladık. Bu adamın gözünün birisi kapalı değil. Bütün hastalık bundan doğmaktadır. Bunun tedavi edilmesi gerekir.

Bunun üzerine tek gözü kör olan adamı tedavi etmişler. Gören gözünü de çıkarmışlar.

İşte Türk üniversitesinin durumu bu hikâyede anlatılan duruma çok benzemektedir. Kendisine benzemeyenlere kati surette tahammül edememektedir. Bunları muhakkak teda­viye kalkışmakta, tedavi olmak istemeyenleri ise, bünyesinin dışına itmektedir.

Bütün bunlara rağmen bu eylemlerin sahipleri, üniver­site özerkliği ilkesini savunmaktan hiç geri kalmamışlardır. Üniversitelerin “özgürce” araştırma yapabilmeleri için özerkİlk şarttır, demişlerdir. Ve bu özerklik, daima, siyasal iktida­ra karşı bir özerlik olarak düşünülmüştür. Halbuki, üniver­site özerkliği ilkesi sadece, zaman zaman özlemi dile getiri­len, bir ülke değildir. Üniversite özerkliği ilkesi, mücadelesi verilmesi gereken bir ilkedir. Ve bu mücadele, özgür düşün­ceyi, yeni yeni düşünce odaklarının gelişmesini engellemeye çalışan bütün kişi ve kurumlara karşı verilmesi gereken bir mücadeledir. Bu mücadele “tabu’lara sıkı sikaya sarılmış, tabuların olduğu gibi kalmasını savunan ve arzu eden bü­tün kişi ve kurumlara karşı yapılan bir mücadeledir. Bu el­bette “sözde" olmayıp etki yaratan bir mücadeledir.

özgür düşüncenin gelişmesine engel olan, tabulara sıkı sıkıya sarılan kurumlar, sadece devlet değildir. Devletten önce üniversitelerin bizzat kendisi de özgür düşüncenin ge­lişmesine engel olan, tabulara sıkı sıkıya sarılmış, yeni dü­şünce odaklarının belirmesini kati surette istemeyen bir ku­rumdur, Türk üniversitesinde “üstad" olmanın temel yolu, daha önce “üstad” olmuş olanlara, “üstadım, üstadım" de­mekten geçer? Üstad” olduktan sonra ise, kendisinden son­ra gelenlere, “üstadım” dedirtmekten ve kendi düşünce ve İdeolojisinden ayrı bir düşünce ve ideolojinin gelişmesine müsade etmemekten geçer.

Türk üniversitesi, özgür düşüncenin gelişmesini engelle­mek İçin tabulara sıkı sıkıya sarılmış bunun içinde devletin gizli örgütleriyle bile ilişki kurmuştur. Bu tür eylemlerin sa­hibi olmayanlar İse, olup biteni sadece seyretmişlerdir. Böy­le bir üniversitenin zaman zaman üniversite özerkliğini, öz­lem olarak ileri sürmeleri Türk üniversitesinin bilimsiz ve ışıksız tutumunu glzleyemez. Çünkü, üniversite özerkliği öz­lemi dile getirilivermekle gerçekleşiveren bir ilke değildir. An­cak mücadele sonucu kazanılır. Ve bu mücadele, özgür dü­şüncenin ve yeni düşünce odaklarının gelişmesini engelleyen tabulara sarılan bütün kişi ve kurumlara karşı yapılması gereken bir mücadeledir. “Bana dokunmayan yı­lan kırk yıl yaşasın" gibi teslimiyetçi davranışlar, üniversite özerkliğinin evrensel karakteri ile bağdaşamaz. Bütün bun­lar elbette, devletin sınıf temeli, veya sömürgeci niteliği ile yalandan ilgilidir. Bu hususlara yeri geldiğinde dokunul­maktadır. Bütün bunların yanında Türk üniversitesini çağdışı bir kurum haline getiren bir olguya daha değinmekte yarar var­dır. O da şu: Türk üniversitesi ve profesörleri, kendilerini eleştirebilecek odak noktalarının ve düşünce akımlarının fi­lizlenmesine şiddetle engel olmalarına rağmen, Kürtlüklerini reddederek yükselme olanağı arayan kişileri son derece sı­cak bir şekilde benimsemişlerdir. Bir kişinin, kendi özünü, özbenliğini, onurunu reddetmesi, giderek ulusuna ihanet et­mesi elbette çağdaş sayılamaz. Bu çağdışı bir olgudur ve sö­mürgeci Türk Devleti'nin Kürt toplumunun yapısını tahrip için giriştiği en önemli yollardan biridir. Sömürgeci Türk Devleti Kürt toplumu olma özelliklerini savunan ve bunun için mücadele eden Kürt demokratlarını ve yurtseverlerini zindanlara attığı halde, “Türküm, mutluyum. Kürt yoktur, herkes Türktûr, Kürtçe diye bir dil yoktur" diyenlere devlet, her türlü olanaklarını sunmaktadır. Bunlar objektif bakım­dan Kürt oldukları halde, sübjektif bakımdan “Türk’tür. Kürt ulusuna ihanet içindedir. Sömürgeci Türk Devleti'nin Kürdistan'daki en önemli işbirlikçilerinden bir grup da bun­lardır. Bunların bir kısmının “sol cephede” görünür olmala­rı, işbirlikçi karakterlerini kati surette değiştirmez.

Türk üniversitesinde bu tür kişiler pek çoktur. Bunlar, “Türküm, mutluyum" demişler, üniversitede yükselme ola­naklarım aramışlardır. İşte Türk üniversitesi, herkesi kendi benliği ile benimseyerek bu çağdışı sürece dur, diyeceği yer­de, bu sürecin en önemli teşvikçilerinden biri olmuştur. Üs­telik üniversitede, yeni düşün akımlarının meydana gelmesi­ni engellemek için bu tür kişilerle yoğun bir İttifaka girmiştir. Üstelik bunu, “yurtseverlik” gibi, “devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü” gibi, sübjektif kavramlarla açıkla­maya çalışmıştır. Aynı Franco ve Salazar'ın üniversiteleri ve profesörleri gibi. Çünkü sömürgeci İspanya ve Portekiz'de de, yerli halkın ulusal demokratik mücadelesine ihanet eden, Porteklzlillği ve İspanyolluğu savunan, “yerli aydınlar", sömürge yönetimleri tarafından daima ödüllendirilmişlerdir.

İKİ DERECELİ SEÇİM NE DEMEKTİR?

Tek parti döneminde yapılan mebus tayinlerinin “seçim­lerinin" son derece basit bir yapıya sahip olduğunu bundan 172 önceki somut örnekler aracılığı ile belirtmiştik. Mebusların tamamı. Parti nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafın­dan tayin ediliyordu, önce Partinin Daimi ve Değişmez Ge­nel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan kişi, hiç­bir ortak kabul etmeyen, tamamen kişisel iradesiyle mebus namzetlerini sıralayan bir liste hazırlıyor. Bunu hazırlarken. Parti Genel Başkan Vekili ve aynı zamanda Başbakan ve Ge­nel Sekreter'e danışsa da devlet egemenliğini tek başına kul­lanıyor. Ve bunda hiçbir ortak kabul etmiyor. Sonra bir gün tespit ediliyor. Parti'nln Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tespit edilen günden bir iki gün önce veya o gün, hazırladığı bu namzet listesini kamuoyuna açıklıyor. Bu açıklamanın yapılmış olduğu andan itibaren, millet iradesi, halk egemen­liği gerçekleşmiş oluyor. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin­dir, ilkesi yerine getirilmiş oluyor. Ondan sonra, önceden hazırlanmış, ellerine tutuşturulmuş bu listeleri, ikinci seç­menler sandıklara atıyorlar. Bu, aslında. Şeflik sisteminin mantığı açısından gerekli bir eylem değildir. Bunlar oy kullanmasalar da, şu veya bu şekilde, şu veya bu oranda kul­lansalar da, mebuslar. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın 'yüce iradesini açıklamasıyla “seçilmiş” sayılıyorlar. İkinci seçmenlerin zaten başka alternatifleri yoktur. Başka türlü davranmaları mümkün değildir. Zira ikinci seçmenler CHP'slne mensup olup CHP tüzüğü ile bağlıdırlar. Tüzük ge­reğince ise, CHP'li üyeler, CHP Genel Başkanlık Divanı nın, yani Genel Başkan'ın kararlarına kati surette itiraz edemez ve o kararları tartışamazlar. Sadece o kararların gereklerini yerine getirirler. Durum bu kadar açık, basit ve kesindir. Bununla beraber intihabat (seçim) kanunlarında son derece kanşık mekanizmalar getirilmiştir. Bu kanşık mekanizma birinci derecedeki seçmenlerin, ikinci derecedeki seçmenleri “seçmeleri" sırasında getirildiği gibi, ikinci derecedeki seç­menlerin mebusları “seçmeleri" sırasında da getirilmiştir. Bu karışık mekanizma kendisini, oyların sandığa atılmasından sonra da göstermektedir. Seçim kanunlarında seçimin iki dereceli olması şöyle anlatılmaktadır.

"... Bugün Türkiye'de1 rfıebus intihabı iki derece üzerine yapılır. Yani intihap hakkına haiz olan vatan­daşlar (birinci derecede mûntehep) müntehibi sanileri (ikinci derecedeki seçmenleri) ve bunlarda birinci müntehiplerin vekâletleriyle mebuslarını intihap eder­ler.”

Yine seçim kanunlarında, ikinci derecedeki seçmenlerin seçilişlerinin anlatımı şöyledir:

"... İntihap günü defterler açılır ve intihap için arkası mühürlü beyaz pusulalar çıkarılır ve anahtarları birbiri­ne uymayan iki kilit altında muhkem ve pusulaları ala­bilecek büyüklükte bir de sandık hazırlanır ve tensip olunan mahalde evvela sandık, içi boş olduğu halde hazır bulunanlara gösterildikten sonra çifte kilitle kitle­nin Bir anahtarı kazadan gelen teftiş heyeti azasına ve diğer anahtarı da Nahiye Reisine verilir ve sandığın dört tarafından seçim geçirilerek uçları muhtarlar tara­fından mühürlenir. (I.M. 29, 32) bundan sonra en uzak köy ve mahalle müntehiplerinden başlanarak arkası mühürlü beyaz pusulalar müntehiplere dağıtılır ve kaç müntehibi sani intihabı lazım geliyorsa bu adet miktarınca müntehibi sani olarak seçecekleri adamların isimlerini yazabilecekleri ve fazla yazarlarsa baştan başlanarak muayyen miktarın kabul olunacağı ve ia­desinin keenlemyekûn tutulacağı ve muayyen miktar­da daha az yazarlarsa ancak yazdıkları miktârın kabul olunacağı ve bir adamı iki-üç defa yazarlarsa yalnı bir rey itibar edileceği ve yazılan isimler okunamazsa yi­ne keenlemyekûn addedileceği intihap heyeti azası ta­rafından müntehiplere anlatılır. (I. M. 33) Bu suretle müntehipler yazdıkları müntehibi sani pusulalarını san­dığa atarlar. Herkesin bir pusuladan ziyade atmaması­. , na intihap heyeti dikkat eder. Pusulalar sandığa atıl­dıktan sonra, intihap heyetinin kâtibi tarafından müntehipler defterine mazbata şeklinde pusulaların sandığa atıldığı kaydolunur. Ve keyfiyet ihtiyar heyetle­ri tarafından imza altına alınır. (I.M. 36) İntihap bir gün­de tamam olmazsa sandığın pusula atılan deliği üzeri­ne bir kağıt konulur, etrafı mühürlenerek muhafaza altına alınır; ertesi gün mühürler muayene olunarak ve kağıt yırtılarak intihabata başlanır.” (I.M. 37)

Görüldüğü gibi, mekanizma iyice kanşık. Mebus tayinle­ri partinin en yukarısında Şef tarafından bir çırpıda hallediliverdlği halde bu karmaşık ve dolambaçlı yapıya neden ge­rek vardır? Mebusları tayin Şefin yani Partinin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'nın yetkisinde olduğuna göre ve Şef bu yetkisini kullanırken hiçbir ortak kabul etmediğine göre bu kanşık yapıya neden ihtiyaç duyulmuştur? Eninde so­nunda Şef tarafından hazırlanan liste sandığa gireceğine gö­re veya sandığa girmesine bile gerek duyulmadığı halde, bu listelerin anahtarları birbirine uymayan iki kilitli sandığa değil de, anahtarları birbirine uymayan on kilitli sandığa atılsa ne değişir? Bunlar sadece. Büyük Şefin üstün iradesi­ni gizleyen mekanizmalardır. Bu karmaşık ve dolambaçlı yollarla ikinci seçmenler veya ikinci seçmenleri seçen birinci seçmenlerin de “seçlm’e iştirak ettikleri. Milli îrade'nin tecel­lisine katıldıktan izlenimi yaratılmak istenmektedir. Veya bizzat bu kişiler böyle bir avuntu içine girmektedirler. İnti­hap (seçim) kanunlarının maddelerine alt ana başlıklar ince­lendiği zaman bu durum daha açık bir şekilde görülmekte­dir. 1930 yılında yürürlükte olan kanunun maddelerine ait ana başlıklar şöyledir:

T.B.M. Meclisi’nin teşekkülü,

Mebus intihap etme hakkı ve intihap olunmak selahiyeti,

Kimler Mebus olamaz.

İhtihâp devresinin müddeti,

Devrenin temdidi (uzatılması) imkânı,

İntihap daireleri»

İntihap şubeleri

Esas defterleri,

Umumi İntihabın Başlangıç hazırlığı ve tarihi,

Türkiye’de Elyevm (bugünkü) intihap 2 derecelidir,

Kimler birinci müntehip olamaz,

'         — Fiili hizmette bulunan asker ve jandarma mensupla­rının istisnası,     .

Teftiş Heyetleri,

Esas Defterleri üzerinde tetkik ve tahkik yapılması ve müddeti.

Esas Defterinin asılması ve müddeti, ilam ve müddetin kaldırılması,

— Teftiş Heyetlerine itiraz hakkı ve bu bapta yapılacak muamele,     .

— Bir intihap dairesinden kaç mebus çıkacağının sureti tespiti,        -

— Müntehibi sani intihabına takaddüm eden muamele,

— Müntehibi sanllerin intihabı, 

— Nahiyelerde muvakkat intihap heyetleri,

— Müntehibi sani İntihabının tarzı icrası,

— Kaza merkezlerinde yapılacak muamele,

— Mebus intihabatı,       

Asker ve jandarma mensupları ile merkezden mansup memurların ve Belediye Reislerinin bulunduktan mevkilerden mebus olabilmeleri şartlan,

Mebus intihabı muamelesinin tarzı cereyanı,

Vilayet merkezinde yapılacak muamele.

Mebus olanlar, müsavi rey atanlar,

Birkaç daireden mebus olanlar,

Mebusluk mazbatalarının tanzimi,

Kısmi İntihap.

CHP Genel Başkaru'nın mebusları tayin yetkisi tüzükten doğduğu gibi bir talimatname ile de pekiştirilmiştir. Bu tali­matnameye CHF intihap yoklama talimatnamesi denilmek­tedir.  Bu talimatnamede şöyle denilmektedir:

"... Nizamnamemizin 125. maddesi bütün İntihapla­rın serbest yapılması esasını koymuş, namzet göster­me hakkını Umumi Reislik Divanı'nın kararına bırakmış ve her intihapta Fırka mensuplarını kazandırmak vazi­fesi ile mükellef olan İdare Heyetlerine 75. Maddenin F fıkrasında yazılı hallerde yoklama salahiyetini ver­miştir.

Namzet gösterilmeyen intihaplarda iyi neticeler el­de edecek surette fırka mensuplarını kazandırmak için yoklamanın he suretle yapılacağının bir Talimatname ile tespiti f a ide li görülmüştür.

Madde: 1— Aşağıda sayılı seçimlerde yoklama ya­pılamaz:

Umumi Reislik Divanı'nın kararı ile namzet gös­terilecek seçimlerde,

Fırka Kongrelerinin yapacakları seçimlerde,

Fırka İdare Heyetlerinin kendi içlerinde yapa­cakları seçimlerde,

Ç) Hayır Cemiyetleri, Ticari Şirket ve Müesseselerin, İdare Heyetleri seçimlerinde,

Belediye sınırı dışındaki Muhtar ve ihtiyar Heyet­leri seçimlerinde,

Madde: 2 — Aşağıdaki sayılı seçimlerde yoklama yapmak mecburidir:

Mebus intihabına esas olan ikinci müntehip se­çimlerinde,

Belediye azalığı seçimlerinde,

Mebus İntihabı Teftiş Heyetleri Azalığı seçimle­rinde.”

Tek parti döneminde. Şefin yani Parti Genel Başkanı'nın bu yüce İradesini, milli iradeyi kendi kişisel iradesi ile bir çırpıda tecelli ettirivermesi olgusunun büyük bir ustalık­la gizlendiği anlaşılıyor. Bu dönemde Büyük Şef Gazi Musta­fa Kemal’in veya Milli Şef İsmet İnönü'nün bu yetkisinin an­latıldığı görülmemektedir. Hep halk hakimiyetinden., halk iradesinden söz etmekte fakat bunu Şefin, yani Partinin de­ğişmeyen Daimi Genel Başkanı'nın kişiliğinde tecelli ettiğini belirtmemektedirler. Veya bu tür konulara hiç dokunma­maktadırlar. Atatürk'ün gerek yaşadığı sıralarda gerekse ölümünden sonra onun hakkında hatıralarım anlatanlar da bu konuya hiç dokunmamışlardır. CHF Genel Sekreteri Re­cep Bey'in (Peker) 26.1.1933 tarihinde bir yazı İle teşkilata gönderdiği konuşma metni bu bakımdan ilginçtir. Bu ko­nuşma özellikle, seçimlere ilişkin bir konuşmadır. Fakat CHF Genel Başkanı'nın mebusları tayin eden yüce iradesine hiç dokunulmamıştır. Bu konuşma özetle şöyledir:

(Konuşma hakkında bazı açıklamalar dip notları aracılı­ğı ile yapılmıştır. İ. B.)

"... CHF İdare Heyeti Reisliğine,

Bazı Fırka esaslarının ve bilhassa intihap işlerimize temas eden program ve prensiplerimizi izah için son defa Ankara'da yapılan tek mebus intihabı fırsatından istifade ederek beyanatta bulundum. Bu esasların fır­kamız tarafından bilinmesinde ehemmiyet görüyorum.' Teşkilatımıza tamim edilmesi ve okutulması için bu nutku gönderiyorum."

Recep.

"... Aziz Arkadaşlarım,

Biz bugün burada Ankara vilayetinde münhal kal­mış olan bir mebusluk yerine yeni bir mebus arkadaşı seçmek için toplandık. Bu toplanıştan istifade ederek işlerimiz hakkında bir hasbıhal yapmayı faydalı buluyo­rum.    ,

İntihap Hakkı bir vazifedir.

Arkadaşlarım, bugün intihap yapmak, mebus seç­mek vatahdaşın bir taraftan hakkı bir taraftan da vazi­fesidir.

Mebus seçmek, belediye azası seçmek devlet ve millet işlerini görücü diğer meclislere aza seçmek bir taraftan hak olarak niçin telakki edilir? Bunlar birçok vatandaşlar tarafından bilinmekle beraber yüksek bir milli vazife görmek maksadıyla yapılan bu toplanışı­mızda bilmeyen bazı vatandaşları tenvir etmek ve bi­lenlere tekrar eylemek abes olmaz.

Evvela seçmek vatandaş için bir haktır. Çünkü, ye­ni manada, muasır manada devlet milletin reyi ile ku­rulur. Kanunlar milletin reyi ile toplanan meclisler tara­fından yapılır. Emir ve nebilerine itaat edilecek olan hükümetin kuruluşunda ve işlemesinde millet meclis­lerinin tesirleri ve murakabeleri vardır. Bütün otoritele­rin meşru olması için vatandaşın rey vermek hakkı masun ve emniyet altında bulunmalıdır. Vatandaş ken­di iradesinin'tesiri altında kullanacağı reyini vermekten hiçbir sebep ve suretle men olunamaz. Eğer intihapta rey vermek hakkının herhangi bir sebep, herhangi bir cebir altında geriye kaldığı farzedilirse muasır manada devlet telakkisi sükut eder. Medeni devlet sözü hü­kümsüz kalır. Ve vatandaşların da bu şekilde seçme hakkı olmaksızın kurulmuş olan hükümet meşru ol­maz. Böyle bir hükümetin de kendi emirlerine itaat ta­lep etmeye hak ve selahiyeti bulunmaz. Yalnız dikkat edilmelidir ki, intihap hakkı herkesin istediği şekilde değil, kanunla tespit edilen şekillerde kullanılır.

Diğer taraftan intihap bir vazifedir. Bunun esas se­bebi de şudur:          

Farz buyurun ki, bir memlekette şimdi bizde olduğu gibi vatandaşın rey vermek hakkı masundur, intihap yolu açıktır, devletin koyduğu usuller, kanunlar vatan­daşı reye davet etmekte ve hatta teşvik etmektedir. Fakat orada vatandaşlar bu hakkı kullanmıyorlar. Bu takdirde arz ettiğim gibi muasır manada kuvvetli ve selahiyetli bir hükümet kurmak gene akim kalır. Gerçi, nazari olarak bir hakkımız olan şeyi yapmayabiliriz (hakkımızdır fakat yapmıyoruz) diyebiliriz. Fakat, me­sele intihap/hakkında böyle değildir. İntihap etmek rey vermek hususunda vatandaşlar kanunun kendilerine verdiği hakkı kulanmazlarsa bu şekilde yalnız bir hak kullanılmamış olmakla kalmaz aynı zamanda vatana karşı büyük bir vazife de ifa edilmemiş olur. Farz bu­yurun ki, seçmen için rey sandığı başına davet edildi­ğimiz zaman da ekseryetimiz sandık başında bulun­muyoruz ve bu vazifeyi başkalarının yapacağını tasavvur ederek rey verme vazifemizi ihmal ediyoruz. Bu takdirde millet eli ve halk reyi ile devlet ve hükümet kurmak için açık olan kapıları kendi elimizle kapamış ve vatana karşı çok büyük mesuliyet altına girmiş bu­lunuruz. Binaenaleyh vatandaşlar herhangi bir intihap münasebetiyle selahiyetli heyet ve makamların çağır­dığı zamanda ve yerde behemahal ispatı vücut etme­ye ve reylerini kullanmaya mecburdurlar. Bu mecburi­yet kanuni olmasa bile vatana karşı bir vazife hissinin teyidi altındadır.      *

Eski ve yeni Ankara mebusları:

Bugün bizi bu intihap vazifesine gelmeye sevk, eden hadise üzerinde biraz durmak isterim.

Arkadaşlar, biliyorsunuz ki, bizim ahlaki kıymetine ve şahsi vasıflarına hürmetkâr çlduğumuz Ankara me­busu Kütükçüoğlu Ali Bey vefat etti, onun yerine buv gün başka bir arkadaşı mebus seçeceğiz. Ali Bey şah­sı itibariyle fazilet timsali denebilecek derecede yüksek bir insandı. Ali Bey mebus olduğu ve olmadığı zamanlarda fırkamızın aziz bildiği prensiplere kökten inanmış, bunların tatbikinde fiilen çalışmış ve şahsikıymeti ahlaki selabeti ile temayüz etmiş bir arkadaşı­mızda"       '

Ali Bey, milli mücadele başlangıçlarında yeni milli devletin Ankara'da kuruluşu günlerinde ilk karışıklık günlerinde Ankara Belediye Reisi sıfatıyla bugün ken­disinin yerine diğer bir arkadaşı seçmek için toplandı­ğımız bu binadaki mevkii ve makamında dürüst ve yıl­mayan bir politikacı olarak çalışıyordu. O esnada hakikatleri anlamayan, görmeyen birçok şahısların ve cereyanların ortasında ve karşısında hakikaten bir çe­lik parçası gibi vazifesini yapıyordu. O gün o kadar bol olmayan vasıtaların bizi sevkettiği müşkülleri ve yoklu­ğa rağmen her ihtiyaca bir varlık, bir çare buluyor ve gösteriyordu. Onun o zamanki halinde hatta bugün yaşadığımız ileri devrin bedbinlik gösteren birçok genç vatandaşlarına çalışma ve irade nümunesi olacak bir kuvvet ve mahiyet vardı.

Ali Bey'in hatırasına hürmet ifade eden bu sözler­den sonra onun yerine geçmek üzere CHF namzedi olarak CHF’nın Umumi Reislik Divanı tarafından mün­tehibi sanilere takdim edilen Aka Gündüz Bey'in şahsı üzerinde de kısa bir duruş yapmayı faydalı bulurum.

Arkadaşlar, Aka Gündüz Bey’in memleketimizde yeni devletin kuruluşuna temel olan CHF hayatjndaki mevcudiyetinden evvelki mesaisi benim için bu topla­nış münasebetiyle mevzubahis edilebilecek bir şey ol­mayabilir. Fakat o, Malta sürgününden döndükten sonra Ankara'nın o zamanki maddi ve manevi çok müşkülatlı havası içinde imanlı bir mefkureci arkadaş olarak sözü ile kalemi ile büyük davanın yaşamasına ve ilerlemesine inkitasız bir gayretle çalışmış, CHF’nın güzide evlatlarından birisidir. Aka Gündüz Bey bir ta­raftan da adeta yarı AnkaralI olmuştur. Şunu arz ede­yim ki, Ankara'nın mebusu olmak için insanın uzaktan yakından AnkaralI olması şart değildir. Bizim prensip­lerimize göre her vatandaş her yerden mebus olabilir.

Ankaralı fırka arkadaşlarımızda her zaman olduğu gibi . fırkalarının selahiyetli makamının göstereceği herhangi bir namzede rey vereceklerine şüphe etmem. Fakat bundan fazla olarak da Aka Gündüz Bey Ankaralılarca sevilmiş ve AnkaralIların hergünkü hayatına kendi ha­yatını karıştırmak suretiyle AnkaralIlar tarafından takdir edilmiş, tanınmış bir zattır.

Aka Gündüz Bey hakkında söylemek istediğim fi­kirleri bitirmek için şünu da ilave edeyim ki, ben şah­sen Aka Gündüz Beyin çalışmasında yazı ve eserle­rinde bizim fırkamızın ana fikirlerinden biri olan halkçılık ruhunun cezbeli bir kaynaşmasını görmekle onu takdir etmekteyim. Yeni namzedimiz başka tipte, başka evsafta bir arkadaş olmakla beraber, fırka noktai nazarından Ali Bey'in yerine takdim edilecek vasıf­ların sahibidir.   

Konuşmak:

Arkadaşlarım,

Biz Milletçe ve fırkaca az konuşuyoruz. Lazım oldu­ğundan az konuşuyoruz. Politika hayatında yeni devt   let hayatında konuşma ve konuşuculuk başlıca ehem­

miyeti anlaşılması elzem olan bir şeydir. Ben bu kısa hasbıhal ile bazı faydalı gördüğüm şeyleri söylerken aynı zamanda bir ihtiyat yolu da açmak istiyorum. Memleketimizde her nevi nntihaplarda ve birçok se­beplerle vaki olan toplantılardan istifade ederek vatan­daşlar, fırka arkadaşları mutlaka konuşmalıdırlar. Fırka kongrelerimizde artırmağa çalıştığımız konuşma canlı­lığı kâfi değildir. Her münasip vesileden fırsat bularak devlet ve millet işlerini sık sık "konuşmak yavaş yavaş esaslaşan bir usul ve kaide haline gelmelidir. Yalnız yazı kâfi değildir. CHF teşkilatı içinde bir halk hatiple­ri teşkilatı vûcutlandırmak Içı’n ayrıca çalışıyoruz. Bu teşkilatı vücutlandırdıktan sonra fırkanın doktrinleri ve ana fikirleri ile beraber fırka ve devlet işleri daha iti­nalı ve takipli bir surette konuşulacak ve söylenecek­tir.

Arkadaşlarım,

Sessizlik karanlıktır. Konuşulmayan muhitlerde söylenmeden birtakım gizli tahammür etmiş fikirler ol­duğu vahimesi insanları rahatsız eder. Kendileri ko­nuşmak fırsatını bulamayanlar veyahut konuşanları dinlemeyenler yaşadıkları hayatın hangi gün ve hangi noktasında bulundukları takdir ve temyiz edemezler. İnsanlar hususi hayatında bile (bugün hayatın hangi noktasındayım, ne haldeyim, efradı ailem sıhhatte mi­dir? Vaziyeti mâliyem nasıldır? Şahsi vaziyetim yerin­de midir? Borçlarımı nasıl vereceğim?) gibi birtakım mülahazalarla kendisinin hergünkü şahsi muvazenele­rini düşünürler. Ve vaziyetin icaplarına göre tedbir alır­lar. Her vatandaş bir ailenin ferdi olduğu gibi en kıy­metli ve kudsl bir ale olan cemiyetin de ferdidir. Binaenaleyh mensup olduğu cemiyet, içinde yaşadığı gün hangi hayat mecrasını takip ediyor. Hangi işler ile­ri gidiyor. Hangileri geri kalıyor. Hangi noktalarda ne tedbirler alınıyor. Bütün bunlarla da meşgul olmak mecburiyetindedir. Ve bu noktaları sık sık, zaman za­man, devir devir, kendi kendine mülahaza etmek ihtiyacındadır. İyi gören ve düşünen vatandaşların konuş­ması ve izahatı büyük vatandaş kitlesini bu mühim işleri yanlış düşünmekten yanlış hükümler vermekten konur. Milli ufukları aydınlatır.                           *

Bir vatandaş ya konuşmalıdır, veyahut konuşan di­ğer vatandaşımı, konuşan Fırka arkadaşını dinlemeli­dir. Konuşmak hareketli, sesli, anlayışlı ve şuurlu bir politika yaşayışının temeli olmak noktayi nazarından hayati ehemmiyeti haizdir.

Fırka İnzibatı:

Muhataplarım olanların hemen hepsi CHF'nm nam­zedi olarak ikinci müntehip intihap olunmuşlardır. Ve kendi başlarının bağlı olduğu Fırka programı, Fırka ni­zamnamesi icabı olarak CHF Umumi Riyaset Divanı­nın gösterdiği.namzetlere şüphe etmem ki reylerini ve­receklerdir. Bu fikirden yürüyerek zaman zaman üzerinde durulan bir noktaya da temas etmek fırsatını . bulmak isterim.

Arkadaşlarım,

Fırka disiplini diye bir mefhum vardır. Fırkanın bu­günkü nizamname ve programını yaptıktan sonra, her Fırkaya inanıp başını mukadderatını oraya bağlamış vatandaşlar o nizamname ve programda selahiyetleri tespit edilmiş olan otoritelerin gösterdikleri izleri takip etmeye mecburdurlar. Bu mecburiyeti ifade ederken bazılarında bunu vatandaşın en esaslı hak ve vazifesi olan rey vermek hususundaki istiklaline bir müdahale gibi telakki etmek zihniyeti vardır.

Arkadaşlarım,

Fırka hayatında esas olan disiplin fikrini, tek vatan­daşın kendisine göre her şeyi müstakil düşünmesi gibi bir nazariye yanında eksik sayanlar ya muasır ruhlu bir cemiyetin icaplarını anlamayanlardır veyahut bunu bildikleri halde kasıtlı bir propaganda ile vatandaşlara bunun aksini telkin ederek fırka birliği fikrini kırmak emelini takip edenlerdir.

Bazılarının nazariyesi, iddiası şudur: (Fırka mefhu­mu üstünde vatan mefhumu vardır. Fırkacılık fikri üs­tünde vatan mefhumu vardır. Fırkacılık fikri üstünde memleketçilik fikri vardır). İnsan bir taraflı olarak bu id­dianın edebiyatına bakınsa, isabet vardır zanneder. Fakat bunu söyleyen (bir gaip şahıs kasdediyorum. Muayyen kimseyi kastetmiyorum) haksızdır. Bu fikir esasından yanlıştır. Medeni bir düşüncenin mahsulü değildir. Vatan ve memleket mukaddes mefhumlardır, fakat bunun yanında Fırkacılığın küçük mana altında anlaşılmış olması mümkün olduğu kadar, düzeltilmesi lazım gelen bir hatadır. Programının ve tuttuğu yolun isabetine inandığı bir siyasi Fırkaya başını bağlamak her vatandaş için vatan ve memlekete en müessir su­rette hizmet etmenin kısa yoludur. Evet, vatan ve memlekete hizmet etmenin yolu, aynı prensiplere, ay­nı surette inanışı olan vatandaşlarla müşterek bir prog­ramın altına birlikte imza koymak ve sonra karşılıklı inanışların vücuda getireceği büyük siyasi kütle ile memleket işlerini kurmak ve işletmektir. Yoksa bera­ber inanılan esaslarla birbirine bağlanmamış tek tek vatandaşlardan mürekkep muasır manada bir devlet tasavvur olunamaz. Bunu izah etmek için uzun misal­ler ve teferruatlı fikirler zikrine ihtiyaç olmadığını zan­nediyorum. Fakat bugünkü içinde bulunduğumuz vazi­yete bakalım, biz Fırka arkadaşları olmasak da intihaplarda herkes kendi aklından bir namzet ismi ya­zıp sandığa atsa memleketin büyük işlerini idare et­mek mesuliyetini kullanacak kuvvetli bir meclis kendi­sini memleket ve millet karşısında selahiyetle iş görecek bir hükümet kurabilir mi? Halbuki bugünkü devleti terkip eden millet fertlerinin -tek tek olsun hep birlikte olsunen esaslı vazifeleri kuvvetli hükümet kurmaktır. Kuvvetli hükümet kuramama yoluna götü­ren herhangi bir nazariye hakikate uymayan bir hayal­den ibarettir.

Türkiye'de her vatandaş düşünüşünde Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ve bizim Fırka programının am­me hakları bahsindeki esaslara göre serbesttir. Fakat vatancı ve memleketçi görünerek Fırkacı olmadığı ve vatancı memleketçi olmamak gibi göstermek Fırka disiplini fikrini hürriyetten fedâkârlık manasına getire­rek fırkasız kalmak intişarını beslemâk muasır mef­humlara uygun olan Türkiye devletinin hayatı için zaaf yapar. Hatta zarar yapar.

Aziz‘arkadaşlar,

Her türlü toplanışlar Fırka İdare Heyeti Reislerimiz,

Fırka arkadaşlarımız, Fırka mensuplarımız için Fırka'nın mefhumlarına hayatını başını bağlamış olan va­tandaşlar içinbugün yaptığımız gibi bir hasbıhal mevzu olursa anlaşmamız ve sevişmemiz daha esaslı ve da­ha derin olur. Bu yoldan gayelerimize daha yaklaşırız. Burada Ankara merkez kazasının ikinci müntehibi sıfatiyle bütün memleketteki Fırka arkadaşlarımı bu tarzda çalışmaya davet ediyorum. Ayni zamanda Fırka Umu­mi Kâtibi sıfatiyle bu noktai nazarı büromdan da takip etmekteyim.

, Selam:

Son söz olarak Ankara Vilayetinin bugün muhtelif kazalarında reylerini vermek için sandık başlarında toplanmış olan dokuz yüz küsür ikinci müntehip arka­daşlarımızı selamlarım. Burada bulunan Merkez Kaza­sı ikinci müntehip arkadaşlarımın da bu selama iştirak edeceklerine şüphem yoktur.

Maruzatımı bitirdim, şimdi intihap teftiş heyetinin yapacağı davet üzerine reylerimizi kullanmağa hazır bulunuyoruz.

. Mümtaz Bey— "Efendim, Fırkamızın muhterem kâ­tibi Umumisinin tenvir ve irşadlarından dolayı müntehi­bi sani sıfatıyla bütün müntehibi sani arkadaşlarım sı­fatıyla kendilerine teşekkür ederim.”

CHF Genel Sekreteri Recep Bey'in, Aka Gûndüz'ün “se­çimi" dolayısıyla yaptığı bu konuşmadan iyice anlaşıldığı üzere, Parti'nln Değişmeyen ve Daimi Genel Başkanı Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in yüce iradesi, mebusların tamamı­nı. tamamen kişisel iradesi ile tayin edivermesi eylemi giz­lenmek istenmektedir. Fırka'nın bütün kuramlardan önde geldiği, tüm toplum hayatım düzenlemesi gereken tek ku­ram olduğu belirtilmektedir.

MEBUS OLARAK KİMLER TAYİN EDİLMEKTEDİR?

Cumhuriyet gazetesi Başyazarı Nadir Nadi, Perde Aralı­ğından isimli kitabında şöyle bir değerlendirme yapıyor:

"... Atatürk, düne bağlı bir sınıfın değil, tüm milletin adamı idi. Yarınımıza inananları temsil ediyordu. Fakat, birçokları ile beraber bir Ali Fuat Başgil çıkar da O'na ikide bir ‘Ulu Önder' diye methiyeler karalarsa bu­nu her defasında nasıl önleyebilirdi Atatürk? Dalka­vukluktan hoşlanmadığını biliyordum, bir akşam Ada'daki Yat Kulübü'nde arkadaşları ile rakı içerken tarih sizsiniz" diye ayağa kalkıp nutuk çekmeye ha­zırlanan bir Tarih Profesörünü nasıl azarlayarak yerine oturttuğunu gözlerimle görmüştüm.”      .

Nadir Nadi'nin yazdığına göre Atatürk dalkavukluktanhiç hoşlanmıyormuş. Kedisine, “Tarih sîzsiniz" diyenleri azarlayıp yerine oturtuyormuş. Hatta kendisine “Ulu önder" denilmesine bile razı değilmiş. Olgulara bakarak yazarın bu kanısını denetlemeye çalışalım.

Aka Gündüz, 1934 yılı başlarında Ulus gazetesinde yayınladığı Yürekten Sesler isimli şiirinde şunları yazmak­tadır:

“Atatürk'ün tapkınıyız. Herşey (O)dur. Her yerde

(O) var.

Her gökte (O) eser. Her enginde (O) çağlar.

Biz (O) yuz, O biz,

Atatürk benim değildir.           

Atatürk senin değildir.

Atatürk onun değildir.

Atatürk;

Benimdir, şenindir, onundur. Acunundur, evrenselindir, geçmişlerindir, geleceklerindir, issizliğindir, sonsuzluğundur.

Her şeyde Atatürk,

Yerde O!.. Gökte O!.. Denizde O!., var da O!., yok da O!., her şeyde O.

Atatürk!..

O'nun yüreği okyanustur: Türk için; Yat için! barış için; insanlık, insanlık için, köpüklenir dalgalanır.

Her şey (O) dur.                       

(O) her şeydir.

Her şeyde Atatürk!

Yerdedir, göktedir, sudadır.

Alandadır, diktedir, pusudadır.

Görünmezi görür! bilinmezi bilir. Duyulmazı duyar! Sezilmez! sezer, ezilmezi ezer!

Hep, hep (O)dur!                      

Her şeyde Atatürk!

Elimizi yüzümüze;

Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.

Biz sana tapıyoruz!

Biz sana tapıyoruz!

Her yerde... her şeyde... her işte... her gidişte... hep (O)!

Hep (O) Hep (O) Hep Atatürk!

Ey dilim bu ne dildir?

Bu dili acuna bildir!

Ahi Atatürk! Atatürk! En büyüksün, en büyük!

Bir dizginsiz at gibi, bırak beni koşayım! gösterdiğin kırana coşayım, ulaşayım!

Varsın! Teksin! Yaratansın!     

Sana bağlanmayanlar utansın!

Ah! nolaydın, nolaydın... sade Türk'ün olaydın.

Altınsel oldun Atam!

Evrensel oldun Atam,

Mutlarda günler bana

Umulmaz ünler bana..

Bu sesim:

içten geliyor içten!

Beni sen yaratmadın balçıktan kerpiçten!

Beni benden yarattın, kendini bana kattın Atam,

Atam,

Atatürk!

En büyüksün en büyük!"

Bu şiirde Atatürk, etten, kemikten, düşünceden oluşan fizik bir varlık olarak değil, İnsan üstü, olağanüstü bir varlık olarak ele alınmaktadır. Bir ruh olarak mütalaa edilmekte­dir: her şeyi gören, her şeyi bilen, her şeyi duyan; her yerde, karada, denizde, havada, her yerde hazır ve nazır her şeyde bulunan tek ve mutlak bir varlık, yaratılmış değil, yaratan bir varlık. Bu durum karşısında şairin dalkavukluk ötmediği nasıl söylenebilir?          

Ayrıca, şair 1934 yılının sonlarına doğru yazdığı Üç Boy isimli bir şiirde de şunları söylüyor:

“Türk'ün üç boyu vardır, İnan

Biri: (Ulu)dur.

Biri: (Ulu Türk)tür.

Biri: (Atatürk)...

Ulu demek yeter, Türk'tür O, İnan! ‘

Ulu Türk'ün bağrından Ulular Ulusu doğar:

Kutluğ gibi... Oğuz gibi... Atilla gibi...

Onlara (Ulu Türk) derler...

İnandım...

Ululâr Ulusu (Ulu Türk)lerin en Ulusu da Atatürk'tür...”

Bir Şair, bir yazar, partinin, devletin Şefini överek dal­kavukluk edebilir, önemli olan bu tür eylemlere karşı Şefin tavrının nasıl geliştiğinin araştırılmasıdır. Bu araştırmada şunu görüyoruz: Bu şiirlerin sahibi Aka Gündüz ikinci şiiri’nin yayımından iki ay kadar sonra yapılan mebus tayinle­rinde, Büyük Şef, Değişmez ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından mebus olarak Büyük Millet Meclisine tekrar tayin edilmiş­tir. Bu dönemde Gazi Mustafa Kemal Ankara Mebusları ara­sında kendisi ile birlikte Falih Rıfkı Atay ve Aka Gündüz’e de yer vermiştir.  Bu neyi gösterir? Bu Şefin, kendisine dal­kavukluk edenlerden çok hoşlandığım, onlara büyük değer verdiğini gösterir. Aksi halde mebusluk gibi yüce bir kuru­ma bu tür kişileri tayin edebilir mİ? Kaldı ki. Aka Gün­düzün daha 1933 yılının başında mebus tayin edildiğim CHF Genel Sekreteri Recep Bey’in Aka Gündüz’ü uzun uzun övdüğünü belirtmiştik. Şimdi artık. Aka Gündüz’e düzülen övgülerin nedeni daha iyi anlaşılmaktadır.

Şair Kemalettin Kamu nun söylediği ise şudur:

"Ne örümcek ne yosun,

Ne mucize ne füsun r ;

Kâbe arabın olsun

Bize Çankaya yeter”

Kemalettin Kamu da Büyük Şef döneminde değil, fakat Milli Şef döneminde, 6., 7., ve 8. dönemde mebus olarak TMMB’ne tayin edilmiştir.

Yusuf Ziya Ortaç da 1933'te yazdığı bir şiirde şöyle diyor:

"... Yoktan varediyordu tanrı gibi her şeyi."

“Atatürk'e Tekbir” isimli bir şiir ise şöyle:

"... Atatürk’e Ekber! Atatürk'e Ekber! ancak O var:

Atatürk!

Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk, Talihe hakim, zekâya önder, doğma serdar Atatürk, Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk! . Atatürk Ekber! Atatürk Ekber! Bizde O var:

Atatürk!

Ne evliya, ne de peygamber... halkına yar

Atatürk”

3 Mart 1935 tarihli Anadolu gazetesinde (xx) imza ile yayınlanan yazı şöyle diyor:

“... Atatürk başımızda,’

Atatürk tarihin başı, yüreği ve daha kısası Türk'ün kendisidir. Bönün içindir ki, Türk Ulusu iki gündür şen­lik yapıyor. Türk yurdu baştan başa sevinç içindedir. Seviniyoruz, şenlik yapıyoruz. Çünkü en büyüğümüz başımızdadır... O, Türk'ün direğidir. Atatürk başımızda oldukça bizi bekleyen yarına, büyük ülküye varaca­ğız... Bu anlı şanlı ilerleyiş ve yükselişten göğsümüz kabarıyor. Türk olduğumuz için sonsuz kıvanç duyuyo­ruz.... İnanmak yapmanın yarısıdır. Yarına inanla bakı­yoruz. Türk Ulusu'nun amacı uygarlıkta en üstün Ulus olmaktır. Bununla yeni bir şey olmak istemiyoruz. Türk Ulusu yaradılışının, kendisine vermiş olduğu yeri almış olacaktır.

Ülküye varacağız.

Buna bütün varlığımızla inanıyoruz.

Çünkü Atatürk başımızdadır.

. Ne mutlu Türk'üm diyene”

Bu yazıda açıkça görüldüğü üzere, yazar Atatürk'ü Türk'ün başı, yüreği ve daha kısası Türk’ün kendisi olarak görmektedir. Artık Büyük Şefin, CHF'nin neden Değişmez ve Daimi Genel Başkanı olduğu, bir çırpıda Büyük Millet Meclisi'nin tüm üyelerini nasıl atayıverdiği, daha iyi anlaşıl­maktadır. Çünkü O insan üstü bir varlık, bir ruh olarak ka­bul edilmektedir. Bütün Türklerin teker teker toplamının bir özü, teker teker toplamının bir ruhu olarak kabul edilmekte­dir. Böyle olunca milyonlarca kişinin sandıkların başına gi­derek oy kullanmasına gerek yoktur. Reylerini iradelerini belirtmelerine gerek yoktur. Onların yerine herkeste zaten “mündemiç" olan Şefin iradesini izhar etmesi yeterlidlr.

Ankara Cumhuriyet Savcısı Baha Ankan, 1936 yılı başlarında hazırladığı bir iddianamede Atatürk hakkında şunları yazmaktadır:

“...'Ben Atatürk'ü bizim gibi fani bir mahluk saymı­yorum. Atatürk'ün bizim gibi yiyen, içen, fizyolojik bir mahluk olmaktan daha başka bir mevcudiyet olduğu­na kaniyim. Bence Atatürk bir şahsiyeti maneviyedir. Her camianın varlığından süzülerek ortaya çıkan, bir manevi benliği vardır. İşte Atatürk bence 17 milyon Türk'ün maddi ve manevi varlıklarının süzülmüş bir benliğinden başka birşey değildir. Atatürk Türkiye ve Türk'ün bizzat kendisidir. Maddi ve manevi bütün va­tan mefhumu ile Türkiye’dir.’

7. Manisa milletvekili Refik Şevket İnce, 1935 yılı Ma­yıs ayında yapılan CHF 4. Büyük Kurultayı'nda şu konuş­mayı yapmıştır:

"... Arkadaşlar, Perşembe günü idi, en büyüğümüz Atatürk geçen dört senenin millet hesabına yapılan iş­lerini Partimize vukufun, ihatanın, bilginin ve millet sevgisinin en hararetli heyecanı ile bildirdikten sonra, yüreklerimizde eksik kalan duygular, kafalarımızda ta­mamlanmayan fikirler istikbale ait olan ümitler perçin­lendi, kuvvetlendi. Her birimizin mevcudiyetinde -Ona, zaten mevcut olanebedi minnet duygularımızı artırdı. Sözüme o minnet duygularını her birimizin yüreklerin­de şu anda bir elektrik cereyanı ile tek olarak çarptığı­nı bildiğim ve sizin de hissiyatınıza tercüman olduğu­ma emin bulunduğum için o büyük Atatürk'ün huzurunda ifade etmekle başlamayı vazife bilirim.” (Al­kışlar)

“Arkadaşlar, hepimiz O'nun bize çizdiği yolun çok sadık, vefalı ve candan kovalayıcısıyız. Atatürk'ün ver­diği izahat içinde çok mütevazi ifadelerle her birimizin yüreğinde iz bırakan sözlerinden bir tanesini hatırlata' yım. ‘Size yapılacak işler hakkında programımızı sun­dum. Takdir ve tasvibinize arz ediyorum. Vereceğimiz direktif dairesinde hareket edeceğiz.’ Arkadaşlar, ken­disinden bir milletin direktif aldığı bu zatın, millet hu­zurundaki bu tevazzuu hepimizin, eğer varsa varlık id­diasının ne kadar boş olduğuna en ahlaki, en ulusal, en faziletli bir misal teşkil eder." (Bravo sesleri, alkış­lar)

“Dört sene icrai kuvvetlerimizle, dört sene Partimi­zin çalışkan unsurlarıyla, bu millete dış ve iç siyasasın­da ve milletin içtimai ve manevi hayatında ve milletin ruhunda tek şuur ve Heyeti Umumiyesi'nin kafasında bir noktaya gitmek için lazım gelen düsturu var eden O büyük adamın huzurunda, O'nun millete yaptığı iyili­ğin şükranını genç ve ihtiyar behemahal ona tam bir sadakatle ödemekten geri kalmayacağız (Alkışlar). Ar­kadaşlar, Atatürk'ün muhtelif zamanlardaki hitabelerin­.      de de bugün Genel Kâtibimizin dahi hitabelerinde ehemmiyetli bir mevki tutan gençlik derdi vardır. Bun­dan evvelki kurultaylarda Atatürk'ün Cumhuriyeti ken­disine emanet ettiği gençlik her an için bizlerin dahi ruhlarında gençlik uyandırmaktadır. Temin edebiliriz ki, biz, yaşlıca gençler, hakikatte Mekteplerde, Fakül­telerde, Üniversitelerde gençliklerini milli duygu ve dünya ilimleri ile doldurmak isteyen gençler kadar biz de bu davanın nihayetine kadar her suretle çalışan, ölünceye kadar o yaşı genç olanlardan bir adım dahi geri kalmayacak kadar genç olarak çalışacağımızı onun huzurunda tekrarlamaktan büyük .bır zevk duyduğumuzu ifade ile sözüme nihayet veririm (Alkışlar)

8. Balıkesir Milletvekili. Süreyya örge Evren İse 12 Ha­ziran 1937 günü TBMM'nde yaptığı bir konuşmada şöyle de­mektedir:

"... Atatürk Türk'ün içinden çıkan Türk'ü temsil eden ve bütün varlığını Türk'e veren kutsal bir varlık­tır. Büyük bir Türk çocuğu ve Türk milletinin başında eşsiz büyük ve daimi Şeftir. Şu halde bütün millet de Atatürk'ün tamamen kendisidir. Verilen Atatürk’ün de­ğil milletindir. Veren Atatürk değil millettir. Alan millet değil, Atatürk'tür, veren millet değil Atatürk'tür."

Romancı Mehmet Rauf, 1928 yılında yazdığı “Halas” isimli romanını “Büyüklerin en büyüğü Gazi Mustafa Ke­mal’e ithaf etmiştir. Bu uzun ithafın bir yerinde Mehmet Ra­uf şöyle demektedir:

“... Yoksulluktan varlıklar çıkardın. Dahiyane tertip­lerle düşmanı avucunun içinde kıstırarak ezdin. Ve mahvettin. İşte Türk bu İlahi zaferinle vücut buldu ve senin sayende yaşıyor. Bizi kurtaran sensin ve bugünkü Türk’ü kamilen sen halk ettin.’’

Darülfünun Müderrisi (Üniversite Profesörü) İsmail Hakkı Bey, Bizim Taptığımız Mustafa Kemal, başlığı al­tında bir yazı yazmıştır. Mustafa Kemal'in, “İlmi yazılmıştır, hakkımda da hürmetkardır" diye nitelediği bu yazı aynen şöyle:

“Bizim taptığımız Mustafa Kemal,

Fidyas antikitenin en büyük sanatkârlarından biri­dir. Fakat tarihe gömülmüştür.

Mikelanj, Rönesans'ın onun kadar büyük bir sanat­karıdır. Fakat on altıncı asırda kalmıştır. Dölakurva ro­mantizmin en büyük kayasıdır, fakat unutulmuştur. ‘Fidyas’tan başlayıp, ‘Dölakurva’ya varan yüzümüzün her halkası 'natüralizm' madeninden yapılmıştır. Hal antinatüralisttir. İstikbal sürealist olacakın Fidyaslar, Mikelanjlar, Dölakurvalar maziyi işleyerek şöhret ka­zandılar, istikbale musallat olamak felaketine uğrama­dılar, ‘Ingres’ gibi intikal devrelerinden gelen simalar da vardır. Bunlar geçmişin mirasını taşırlar. Ve istikba­lin imkânını hazırlarlar.

Bizim taptığımız Mustafa Kemal, Halk Fırkasının Umumi Reisi olan Mustafa Kemal değildir, dâhi Ingres gibi, mazinin mirasını, yani Türk milletinin manevi kuv­vetlerini taşıyan ve Türk kavminin istikbalini yaratan ve Türk istikbalinde Türk milletine ebedi rehber olmak istidadını ve kuvvetini muhafaza eden 'Mutlak Musta­fa Kemal’dir.

Bu takdirimiz tamamıyla hürdür. Çünkü, benliğimizin mutlak ifadesidir. Müderris İsmail Hakkı."

Bu yazılar hep Atatürk'ün sağlığında yazılmıştır. Konuş­malar da öyle. Ve bu yazılan yazanlar, konuşmaları yapan­lar ve bunların benzerleri, Dolmabahçe Sarayı na ve Çanka­ya'ya sofralara dalma yakın olmuşlardır. Büyük Şef tarafından mebps tayin edilmişlerdir. Örneğin Refik Şevket İnce, 4.. 5.. 6. devrelerde Şefin iltifatına mazhar olup, mil­let vekili tayin edilmiştir.

Olgular, yaşanan hayat bu kadar açık seçik ortada du­rurken bu belgeleri binlerce kere çoğaltmak mümkün iken. Mustafa Kemal Atatürk dalkavukluktan hiç hoşlanmazdı de­mek gerçek somutlan, yani, yaşanan olguların bizzat kendi­sini somut bir gerçeği yani olguların öteki olgularla meydana getirdiği bütünsel ilişkileri kati surette açıklamamaktadır. O halde bu ilişkileri bizzat yaşayan, Dolmabahçe ve Çankaya sofralarına Cumhuriyet ailesi olarak yakın olan Nadir Nadi olguları çarpıtmaktadır. Bu olguları açıkça tersyüz etmekte, gençlere ve yeni kuşaklara tek parti dönemini yanlış anlat­maktadır. Çarpıtarak anlatmaktadır. Yeni kuşaklara yanlış ve sakat bir bilinç vermeğe çalışmaktadır. Atatürk “Ulu ön­der” denilmekten bile rahatsız oluyordu, denilmektedir. Hal­buki yukarıda gördüğümüz gibi çeşitli örneklerden anlaşıl­maktadır ki Atatürk tannlaştınlmaktadır. Atatürk'e insanüstü bir içerik verilmeye çalışılmaktadır. Ve Değişmez ve Daimi Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal bu yazılardan ve konuşmalardan çok memnundur. Bunları ödüllendirmektedir. O halde, temel ilişki biçimleri hiçbir su­rette gizlenemeyecek kadar açıktır. Ortadadır. Atatürk'ün “Tarih Sîzsiniz” diyen profesörü azarlayarak yerine oturt­tuğu söyleniyor. Nadir Nadi. Yat Kulübü'nde arkadaşları ile rakı içerken meydana gelen bu olayı bizzat gördüğünü anla­tıyor. Belki böyle bir olay da vardır. Fakat, bu olay Ata­türk'ün kendisine dalkavukluk edenlerden hoşlanmadığını göstermez. Profesörün kişiliksiz olduğunu gösterir. Profesör­lerin ünvanlannı Büyük Şefin sofralarında alıp, üniversiteye Büyük Şefin direktifleri ile girdiklerini gösterir. Dalkavukluk yapmayı yerine ve zamanına göre İyi ayarlayamadıklannı gösterir. Sazlı sözlü ve içkili sofralarda yetişen profesörlerin azarlanmaları kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü, onlar ünvanlannı o sofralara ve sofra terbiyelerine borçludurlar.

Bu kadar açık seçik olguları çarpıtarak, değiştirerek, anlatmanın nedeni nedir? Bunun temel nedeni bilimsel dü­şünce bütünlüğüne ulaşmamış olmaktır. Olgulara, dayan­mamaktır. Daima resmi ideolojinin çerçevelediği alanların içinde kalıp sübjektif yargılarla hareket etmektir.

Bu konuyu geçerken, yaşadığı yıllarda Mussolini hak­kında yazılanlara kısaca bir göz atmakta yarar vardır.

Yeryüzünde, gökyüzünde ve her yerde karşımı­za dikilen Duçe'nin görüntülerine aydın yağcılığının, köleliğinin en aşağılık örneğini veren sözler eşlik et­mekteydi. Malaparte, ‘Güneş doğar, horaz öter, Mussolini ata biner diye inciler döktürüyordu. Ama italyanlar bu konuda yalnız kalmadılar. Çünkü bütün Avrupa basını aşırı övgülerle dolu yazılar yazdılar.

Morning Post'un muhabiri şöyle yazıyordu: İnsan bu gözlere fazla yaklaşmaktan çekiniyordu, doğrusu yazın üstü tülle örtülmüş bir yanardağ ağzı gibi, kızı­lımtırak sisler arasında, şimdi artık rahatça bakabilirsi­niz bana, ama gözünüzü kör edebilecek ışınlarım var­dır, dercesine batan güneşi gözlediniz mi hiç? Mussolini'nin gözleri işte öyle. Canlandırabildiğimiz ka­darıyla büyük Peygamberlerin gözleri de öyleydi, her­halde.”

“Ingiliz kadın havacısı Lady Heath de şöyle di­yordu: Mussolini insandan, erkekten öte bir şey, bir ulusal anıt. Nasıl, Mısır Nil'e, Ingiltere denizlerin ege­menliğine, Arabistan çöle bağlıysa, İtalya da aynı bi­çimde Mussolini'ye bağlı.

Fransız Akademisi, Henry Bordeaux'nun ağzın­dan şöyle diyordu. Duçe'nin bizleri kabul ettiği zaman Fransa’ya duydukları dostluk konusunda söylediği sözleri burada yinelemeyeceğim. Bu sözler bugünkü ve ileriki elçilikler arası konuşmalarla sıkı bağıntı için­dedir. Ancak her zaman bile bile takınılan maskeyi gevşeten bir gülümseyişle söylendiler.

Kont Mole, karşı konmaz iki gülümseyiş olduğunu yazar: Napolyon'un gülüşüyle, Chateaubriand'ın ki. Ben bunlara seve seve Mussolini'nin gülümseyişini de ekleyeceğim.”                                                                      f

“Floransalı öncü aydınların kuramsal dergisi İL Sellaggio, Mussolini'ye, ‘Faşizmin bütün aydınlarının ön­deri’ demektedir. ‘Bize saygı duyan faşizme de saygı duyar Faşizm demek, biz demek, önderimiz Mussoli­ni demektir.' Mussolini'nin bizlere aşıladığı devrimci­lik... Yapıtın doğrulayıcısı işte bu devrimciliktir."

“Critica Faşist Mussolini'yi şöyle tanımlar: Imparatorluğun biricik sanatçısı, bu büyük imparatorluğun ku­mcusu Mussolini'dir. Mussolini çağımızın en büyük ya­zarlarından biri, hatta birincisidir... Valiliklere gönderdi­ği genelge faşist edebiyatın baş yapıtıdır.”

"Mussolini'nin çatık kaşlı görkemli, hemen hemen dinsel olmasını istediği müzikte, pohpohçulara bakılır­sa, Duçe'nin kişiliğinde olağanüstü bir sanatçıya ka­vuşmuştu. Keman çalan Mussoli'nin fotoğrafı, resmi ikona sanatının temel taşlanırdandı. 'Saat kaçta döner" se dönsün, Mussolini eve girer girmez kemana sarılır' diye yazıyordu, yağcının biri. Ve ne kadar öfkeliyse o kadar iyi çalar.” (Maria Maccıocchi, Faşizmin Analizi, Payel Yayınları, İstanbul 1977, s. 252-255)

SÜREKLİ OLARAK MEBUSLUĞA ATANAN ŞEYHLER. KEMALİZM’İN ŞEYHLİKLE ve ŞEYHLERLE İLİŞKİLERİ

Gerek CHF Genel Başkanı Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal, gerek CHF Genel Başkanı ve Milli Şef İsmet İnönü, bazı kişileri hiçbir kesintiye uğratmadan bütün dönemlerde mebus tayin etmişlerdir. Bunlardan biri­si Van Mebusu İbrahim Arvas’tır. İbrahim Arvas 1920-1950 yılları arasında Partinin Şefi tarfından hazırlanan listelerin vazgeçilmez bir ismidir. İbrahim Arvas yayınladığı hatıraları­nın önsözünde kendisini ve ailesini şöyle anlatıyor:

”... Mensubu bulunduğum Arvas büyük ailesini _ okuyucularıma tanıtmak isterim.

İmam İbrahim Zeynel Abidin ahvadından Bağdat şehrinde Mercan Camiinde Tedrisi İlim ve Tarrikat neşretmekte iken, Tatarların istilasına maruz kalan Bağdat'ta, oturmak imkânını bulamayan Şeyh Kasımi Badadi (A'lemül Ulema) mürşidi, hafidi Geylani Şeyh Abdürrezaktan Hicret müsaadesini alarak Musul Vila­yetine 15 ev akraba ve taalukatı ile sefere çıktılar. Üç sene Musul'da Celile Zadelerin mahallesinde ikamet etmişler. Oradan Mardin'e üç sene sonra da Diyarba­kır'a hareket etmişler. Ve burada 5 sene ilim ve tarikat neşrinden sonra Hazro'ya gitmişler. Orada iki sene kaldıktan sonra Şirvan Kazasında Nuvin ve Pay köyle­rinde ikamet etmiştir.

Hac seferinden avdetinde Bursa'yı yeni fetheden Sultan Orhan Han Gazi Hazretlerini ziyaret etmiş müşarünilyhlen (adı geçenden) çok hürmet ve riayet gör­müştür. .Hini veda'da fevkalade beliğ bir nutuk irad et­miş ve sonunda çok güzel bir de dua irad etmiştir. Suitan'ı Muşarünileyeh fevkalade memnun kaldılar. O vakitten beri Arvas ailesi bütün mevcudiyeti ile büyük cedleri Kasımi Badadi ile Şeyh Muhammedi Kutbun izinde kaldılar. Ve bu ananeden asla ayrılmadılar. Şeyh Kasımi Bağdadi’nin büyük oğlu Şeyh Muhamme­di Kutup babasının izni ile Nüküs Nahiyesinde Arvas mevkiinde kayınpederi Hakkari Bey'i İbrahim Han mu­aveneti ile bir köy kurdu. Cami, medresesi, tekkesi ile.

Ahvadmın meşhurları şunlardır: Şeyh Muhammedi Veli, Şeyh Abdurrahmanı Arvasi, Seyit Fetimi Arvasi, Seyit Muhammedi Arvasi, Şeyh Hamit Paşa, ki bende­niz onun mahdumuyum, (oğluyum)

Sülalemizin vasfı mümeyyizi, başlıca neşri ilim ve tarikattır. Sîzlerle yaptığım bu hülasadan da anlaşıl­dığına göre bu derece fuhûl (İleri derecede bilgin) ve asil bir aileye mensup olduğum İçin yazdığım bu hatıratımda ne yalan ve ne de İftira etmedim. Ancak ve ancak hakikaktı tebarüz ettirdim. Binaena­leyh istirhahım hatıratımın hangi kısmında tereddüt ve şüpheye düşen bir zat benden mufassal bilgiyi istesin. Arzı cevap edeyim. Bilvesile bütün okuyucularıma şükran ve sevgilerimi sunarım.

Dedem Seyit Muhammed Efendinin Oğulları Şeyh Muhyittin (Müftü), Şeyh Mahmut, Şeyh Ahmet, Şeyh_ Nurettin, Şeyh Hamit Paşa, Şeyh Hüseyin Efendi, Müftü Efendinin oğulları ise Seyit Mustafa ve Şeyh Hasan’dır. Seyit Mustafa'nın oğullarının meşhurları Se­yit Abdülhakim, Seyit İbrahim, Seyit Taha, Şeyh Şemsüddin ve Şeyh Yusuf Efendidir. Şeyh Hasan'ın Oğlu Şeyh Ahmet Efendi Şeyh Halit (Hattat) ve Abdullah Bey'dir.

Merhume Halam Makbule Hanımın maruf oğulları Sait ve Memduh Beylerdir. Amcam, Molla Abdulhamit Efendizade, Seyit Fehimi Arvasi'nin alim evlatları Şeyh Muhammed Emin Efendi, Gazi Şeyh Masum Efendi, Şehit Şeyh Muhammed Sıddık Efendi, Molla Hüseyin Efendi, Şeyh Muhammed Salih Efendi, Molla Nizamettin Efendi, Elyevm (bugünde) berhayat (ha­yatta) olup Medine-i Münevvere'de bulunan Şeyh Ha­şan Efendi'dir. Elyevm (bugün de) hayatta olan alim torunları şunlardır: Seyyid Muhammed Kasım, Van Müftüsü kardeşi Seyyid Şemsüddin'dir.

Torunlarının oğulları ise Seyyid Muhammed Maşuk ve Seyyid Celalleddin’dir. Merhum Van Mebusu Abdulhakim Arvas'ta Masum Efendi'nin oğludur. Başkale kolundan Alim olan Seyyid Cemalüddin Arvas’tır. Ye­ğenlerinden, Arvas terbiyesi ile büyüyen Ahmet Tevfik Demiroğlu, oğlum Mehmet Sıddık Arvas ve alimle­rinden Gavs Hizan'ın yeğeni Mehmet Şefik Arvas, yeğenim Hamdullah Arvas, Muhammed Said Arvas ve İhsan Arvas, Abdulhakim Arvas ve oğlu Mehmet Ar­vas, Başkale kolunda, Seyyid Yusuf torunu Nevzat ve Rüçhan Arvas’tır.

Hayatta bir numaralı emelim olan hatıratımı tab ve neşir etmeye, muvaffakiyet ihsan eden Cenabı Hakka ilmi kadar hamdü senalar olsun. Tevfik Allahtan­dır.”

Okuyucuların eski Van mebusu İbrahim Arvas'ın Hatıratına yazdığı bu Önsöz üzerinde büyük bir dikkatle durma­ları gerekir. İbrahim Arvas ne kadar köklü, yaygın, dal bu­dak salmış asil, zengin bir şeyh ailesine mensub olduğunu etraflı bir şekilde anlatıyor. Gerek Daimi ve. Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in, Gerekse Değiş­mez Genel Başkan Milli Şef İsmet İnönü'nün CHF Genel Başkanlıkları döneminde bu ismin mebus listelerinden hiç eksik edilmediği düşünülürse, Kemalizmin şeyhlik ile ne kadar sıkı bir ittifak içinde olduğu. Kemalistlerin bu ittifakı kurmak ve sürdürmek için ne kadar büyük gayretler göster­diği somut birbiçimde ortaya çıkar. Kemalizm, Kemalistler nutuklarında şeyhliğe karşı olduklarını, şeyhlere karşı büyük ve etkili bir savaş açtıklarını her zaman ifade etmişler­dir. Fakat bu “savaş" onların şeyhleri sürekli olarak mebus tayin etmelerine hiç engel teşkil etmemiştir. İşte burada önemli bir konuya daha geliyoruz.

İbrahim Arvas, objektif olarak Kürt. Fakat Kürtlüğünü reddediyor. Türk olduğunu, Türklüğünden dolayı mutluluk duyduğunu söylüyor. İbrahim Arvas, Kürt ulus olgusu etra­fında gelişen tartışmalardan duyduğu endişeyi şöyle belirti­yor:

“... Son senelerde (kitabın 1964 yılında basılmış ol­duğunu hatırlayalım) İstanbul ve Ankara'da mektepler­de okuyan şarklı talebe arasında bu menfi propagan­da (Kürt ulus olgusu etrafında yapılan tartışmalar) sinsi sinsi devam etmektedir Bu muzır fikir maalesef yüksek mekteplerde neşvu nema bulmaktadır. Bu ma­ruzatımı tevsik edecek bir ciheti arzetmek isterim. Şöyle ki, Şark illerimizin eşraf ve ekabiri memleket­te ufak bir katipliğe tayin edildiği zaman memnun ve müftehir kalır. Bunun ifade ettiği mana ise büyüktür. Zira devlete en büyük itimadı besler. Ve onun hizmeti­ne girmekle mübahat duyar.  Aslında Türk olupta lisanını değiştiren bu muazzam kütleye kötü bir şey atfetmek günah ve vebaldir. Bendeniz Şemdinan Kay­makamı iken Gerdi aşireti Reisi Oğuz Beye sordum: Bu ad Türk adıdır, sana nereden gelmiş? Cevaben de­di ki: Bendeniz 21. Oğuzun; bizdeki anane, baba ken­di evladına, kendi babasının ismini verir ve böylece müteselsilen devam eder. Maalesef Oğuz Bey İse, bir kelime Türkçe bilmiyordu. Amcası Kılıç Bey de öyle. Ve Koç Beyi kabilesinin Reisi Mehmet Emin de böyle idi.

Binaenaleyh, heyeti umumiyesi Türk olan bu muazzam kütleyi Türk harsı ile yetiştirmek ve Türk di­lin, öğreterek, vaziyeti asliyesine irca etmek, idare amirlerimize düşen büyük bir görevdir. Bunda ihmal­karlık göstermek, en büyük hatadır, kanısındayım. Hakikatta Türk asıllı olup  büyük hadesat ve vukuat­la kütleden uzak düşürek dillerini kaybetmiş bulu­nan, bu vatandaşları hor görmek ve Türkçe konuşamadığı için kendisine aşağılık bir sıfat  tak­mak doğru değildir. Her vilayet, kaza, nahiye, köy ve idare amirleriyle muhtar ve memurları Türkçeyi öğret­mek için mektepten başka kurslar kurmalıdır. Ve mü­kafatlarla tergib ve teşvik etmelidir. Böyle samimi ve ciddi surrette çalışıldığı takdirde azamî 4-5 zarfında Türkçe konuşmayan insanlar çok azalır."   

Bu kısım Kemalistler ile objektif bakımdan Kürt olan şeyhler arasındaki ittifakın temel nedenlerini ortaya koy­maktadır. Böylece Kemalistler, Kürt ulusunun, kendi kade­rini tayin için, çaba harcayan, eyleme geçen, şeyhlerini, aşi­ret reislerini, “ortaçağ kurumlannı sürdürmek istiyorlar, şeriat getirecekler, gericilik...” gibi ithamlarla darağaçlanna gönderirken, torun, baba ve dededen oluşan üç kuşağı, to­rundan başlamak üzere birbirlerinin gözleri önünde asar­ken, kendi kişiliğini ve onurunu, Kürt ulusunun kişiliğini ve onurunu reddeden, kendi ulusuna yani Kürt ulusuna iha­net eden, dallı-budakh, köklü “Kürt" Şeyhlerini14^ büyük tö­renlerle, tantanalarla, şatafatla, TBMM’ne mebus tayin et­mektedirler.                                                                   

 

Türk “solu” ve Türk “sosyalist" hareketi, Türk düşünce­si, Türk üniversitesi, Bir  iki şeyh tipini birbirinden kati su­rette ayırmamış, böyle bir aynma gitmemekte büyük bir gayret göstermiştir. Kendi kişiliğini ve onurunu reddeden, kendi ulusuna İhanet eden, Kürt düşmanı ve Kemalizmin en büyük ittlfakçısı şeyhlerle. Kürt ulusunun kendi kaderini ta­yin eylemine katılan ve darağaçlarında can veren Kürt şeyh­leri hiçbir zaman aynı kefeye konamaz. Burada amacımız, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun kurtuluşu İçin mücadeleye giren Kürt şeyhlerini yüceltmek değildir. Amacımız, Türk düşüncesinin, Türk üniversitesinin, Kemallstlerin, Kemalist İdeolojiyi tartışılmaz bir veri olarak kabul eden Türk “solu’nun ve Türk “sosyalist" hareketinin büyük bir kısmının kesinlikle, olguları çarpıttığım tespit etmektir. Bilindiği gibi bu görüşlerin sahipleri, Kemalizmin şeyhliğe karşı olduğu, şeyhlerle etkin bir mücadeleye girdiğini söylerler, yazarlar. Kürt “İsyanlarının gerici nitelikte olduğu, şeyhlik gibi birta­kım kurumları yaşatmayı amaçladığını iddia ederler. Böyle­ce yeni Kürt nesillerinin, kendi tarihlerine, kendi kurtuluş mücadelelerine yabancılaşmalarını, başlatılan yabancılaş­manın sürdürülmesini İsterler. Hatta, kendinin ve ulusunun kişiliğini ve onurunu reddetmiş, kendi ulusuna ihanet etmiş Kürt şeyhlerini, “ilerici, devrimci, Kemalist" diye överler. İb­rahim Arvas'ın hayatta İken kaleme aldığı hatıralar ise, şeyhlik kurumuna. kimlerin sahip çıktığını, neden sahip çıktığını, nasıl sahip çıktığını somut olarak ortaya koy­maktadır.

1920-1950 yılları arasında kesintisiz bir biçimde Van Mebusluğuna tayin edilen Kemalist Şeyh İbrahim Arvas, Kemallzmle gerçekleşen bu ittifakı sonucu. Şeyh Mahmud, Şeyh Sald, Simko. Seyid Rıza gibi Kürt ulusal hareketinin önemli liderleri hakkında son derece çirkin ifadeler kullan­maktadır. Onları küçümsemekte, horlamaktadır. “Şeyh Said Şakileri", “Şeyh Said Eşkıyaları”, “Haydut Simko”. “Hırsız Simko"... gibi ifadeler yanında, bu liderlerin özel yaşantıları ile İlgili çok çirkin sözler de sarfetmektedlr. (s. 27-31, 34, 59)

Kemalizmin kendisiyle bütünleşmesi için bu derece gay­ret gösteren Kemalist şeyh, elbette, komünizm hakkında da fikir sahibidir.

"... Komünist tehlikesi karşısında, gafil ve bihaber zenginlerimiz vardır. Bu tehlike günden güne büyüyor. Maalesef halkımızda bu melun tehlikeye karşı hiçbir hassasiyet görülmüyor. Gafil ve zengin tüccarlarımız; hele milyoner olanlar ve ondan üstün olanlar, hangi din ve mezhepten olursa olsun bu yazımla hepinize hitabediyorum. Acaba komünizmin hakim bulunduğu bir ülkede, Müslüman Hıristiyan, hangi dinden olursa ol­sun, bunlar tefrik ediliyor mu? Ve zenginlere birgün ol­sun hakkı hayat veriliyor mu? Verilmediğine göre, ma­azallah taala farzı muhal, komünist rejimi bu memlekette bir hafta devam ederse, zengin tüccar, esnaf sürraın, hiçbirisi sağ kalır mı? Ve öldürdükten sonra malı çocuklarına intikal edebilir mi? Bu hakikat bugün Avrupa'da peyk denilen devletlerin hepsinde, bütün dünya efkar-ı umumiyesi önünde cereyan etme di mi? Ve okur-yazar bulunan bütün insanlar bu keyfi yete muttali olmadılar mı? Vaziyet böyle iken, nasıl olur da servet sahibi insanlar bu çok tehlikeli işe ala kalanmasın? Gönül ister ki komünistliğin, en ziyade revaç gördüğü fukara tabakasına zenginlerimiz ve herkes kendi muhitinde yardım etsin. Muavenet etsin. Sermaye versin Kendisine iş bulsun. Ve fakrü zaru­retten kurtarsın da bu suretle komünistlerin hücre teş­kilatına mani olsun. Hem kendilerini, hem ailesini, hem de bütün memleketi bu belayı mübremden kurtar­sın.

İkinci tabaka ise körpe dimağlardır. Bunların da muhafazası bizim maarif teşkilatına düşer. Maarif bu elim vaziyeti nazarı dikkate alarak fakir talebelere burs vermek ve leyli yatmalarına yer temin etmek, bu suret­le okumasını temin etmek ve bunların üstünde de kuv­vetli bir teşkilatla mektep haricindeki diğer zamanların­da konferanslar tertip etmek ve komünizm aleyhinde kuvvetli propaganda yapmak ve komünistlik demek, bu memleketi, bu vatanı ve bu milleti üç asırdan beri bir numaralı düşmanımız olan Ruslara teslim etmek demek olduğunu, körpe dimağlara ve talebelere layıkıyla anlatmak ve dimağlarına tahteşşuurlarına (şuur altlarına) yerleştirmek lazımdır. Sonra hükümetin delaletiyle ve tüccarlarımızın mu­avenet ve himmetiyle bir de antlkomünist teşkilat yapmak da mümküdür. Komünistlerin yaptığı hücre teşkilatına karşı bu antikomünist teşkilat kuvvetli, anla­yışlı, basiretli insanlara, tevdi edilirse, asgari bir sene­de komünizmin gizli teşkilatını yok eder. Ve birçokları­na da nedamet getirtir. Ve hidayete eriştirir. Hele Müslüman zenginleriniz Allah'ın emrettiği, malının ze­katını verir ise, etrafındaki fukarayı mükemmelen ge­çindirir, memnun eder ve komünistin şerrinden kurta­rır. Aziz Müslüman zenginleri, sizlere bir hadise anlatacağım. Ve ümid ederim, Allahın lutfu keremin­den, bu hadise sizlere büyük bir ders-i ibret olacak. Hadise şudur: Otuz sene evvel Yahudi Burla birader­ler, müessesesi, Hürriyet gazetesi sahibine 1 milyon 700 bin liralık bir çek verdi. Gazetenin bütün malını ve binaları ve diğer lazım olan bütün ihtiyaçlarını temin ve tesis ettiler. Ve bu suretle Yahudiler lehinde ve Müslümanlar aleyhinde neşriyat yapmasını temin eylediler. Bu para hibe suretiyle verilmiştir. Borç değildir. Ey Müslüman zenginleri, birkaç tane, mukaddesatımızı müdafa eden mecmualarınız var. Bunlarla neden ala­kalanmıyorsunuz? Ve hiç olmazsa kağıtlarını temin et­miyorsunuz? Sonra dindar halkımızın neden bir yeni gazeteleri bulunmasın? Memlekette her gün yevmi gazeteleriyle, mecmualarıyla, dergileriyle, Müslüman halkın hissiyatını rencide eden, malum gazete ve mec­mualara cevap verebilecek kudret ve kabiliyette gaze­te ve mecmualara tahsis edilmesin? Muhakkak olan bir şey varsa, elinizdeki servetin hakkını veremiyor, maddeten ve manen, büyük mesuliyetlerin altına giri­yorsunuz. Zira fikirle mücadele ancak fikir yolu ile olur. Komünistler olsun, Masonlar olsun, avuç dolusu para harcayarak, her türlü fedakârlığa katlanarak hepi­mizin gördüğü gibi mükemmel gazete, mecmua ve ir­sale neşrediyorlar. Ve bu hususta paradan, masraftan asla kaçınmıyorlar. Sen, aziz tüccar, mağazanın ve onun hesabatının içine dalmış boğulmuşsun. Etraftaki dönen hadisatı gözün görmüyor. Ve kulağın işitmiyor. Eğer senin gözün görseydi ve kulağın işitseydi, gayet basit bir hesapla bu tehlikeyi derkeder ve ona karşı vaziyet alırdın. Komünistler bizde, Ruslara, vicdanları­nı ve imanlarını para mukabilinde satan, alçak, rezil ve satılmış insanlardan müteşekkildir. Çünkü en cahi­lim de biliyor ki, Rusun gözü üç asırdan beri, bu mem­lekettedir. Komünistlik ise Rusun icadkerdesi bir rejim­dir. Bu rejimi kabul eden milletler, Rusun boyunduruğu altına girmişlerdir. Balkan Devletleri yanıbaşımızda ve aynı vaziyettedir.”

Tek parti döneminin. Değişmez Van Milletvekili İbrahim Arvas'ın komünizm hakkmdaki düşünceleri bunlar. Bu dü­şüncelerin sahibinin 1920-1950 yılları arasında, mebusluk yaptığım. 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8. Dönemlerde, CHP'nln, Gazi Mustafa Kemal ve İsmet İnönü gibi Şefleri tarafından mebus tayin edildiğini unutmamak gerekir. 30 sene Anka­ra'da TBMM'de, Çankaya sofralarında yer almış, Kemallzmin İdeolojisi ile, Kemalistlerln arasında yetişmiş bir kişidir. Fa­kat, bunun, kendi kişiliğini ve onurunu, ulusunun kişiliğini ve onurunu reddetmiş, Kürt ulusuna ihanet etmiş bir kişi olduğunu da unutmamak gerekir. Uluslararası statü bakı­mından, klasik sömürgelerin çok çok altında bir satatüye sahip olan, klasik sömürgelerin karşı karşıya olduğu hasta­lardan çok daha ağır baskılar karşısında bulunan bir bölge­nin mebusu olduğunu da unutmamak gerekir. Bu tür bölge­lerde mebusların görevi son derece sınırlıdır. Kendi ulusuna karşı merkezi devletin ajanlığını yüklenmek. Türkçülük pro­pagandası yapmak. Kürt ulusunun varlığını inkâr etmek. Herkesin Türk olduğunu söylemek. Türk olanların mutlu olacaklarım, Türk olmayanların mutlu olamayacaklarım söylemek... Bu kişilerin, ihanet içinde oldukları, kendi ulus­larına karşı, sömürgeci devlet tarafından kendilerine yükle­nen görevleri yerine getirmeleri için, bölgedeki geleneksel ilişkilerinin, imtiyazlarının aynen sürmesi gerekir. Çünkü bu geleneksel ilişkiler, imtiyazlar sürdüğü sürece, halk yı­ğınları ile ilişkisi eskisi gibi sürmekte, sömürgeci devletin Kürdistan'daki ajanlığım sürdürme de olanaklı olmaktadır. Bu durum, “Doğu"da, aşiret reisliği, ağalık, şeyhlik gibi ku­ramların neden hâlâ var olduğunu gayet açık bir biçimde or­taya koymaktadır. Çünkü Kemalizm bu kuramlarla İttifak kurmuştur. Bukurumları kontrol eden kişileri ajanlaştırdığı, kendi ulusuna yabancılaştırdığı sürece, Kürt ulus hareketi­ni kontrol etmekte, parçalamakta, dağıtmaktadır. Bu ajanlı­ğı kabul etmeyen, kendi ulusuna, Kürt ulusuna ters düş­mek, ihanet etmek istemeyen şeyhleri, aşiret reislerini, toprak sahiplerini ise darağaçlarma, zindanlara, sürgünlere göndermektedir.

Sömürgeci devletin ajanlığını yüklenmeleri, kendi ulus­larına yabancılaşmalara ihanet etmeleri karşılığında, gele­neksel ilişkilerinin, imtiyazlarının, aynen sürdürülmesine gözyumulması, hatta teşvik edilmesi çok doğaldır. Bu ilişki­ler İçinde yetişip gelişen, Kemalizmin en önemli ittifakçılanndan olan bu kişilerin komünizmi nasıl yorumladığı ise ga­yet açık bir şekilde ortada. Burada. Şeyh İbrahim Arvas'm kendi kişiliğini ve onurunu reddetmesiyle, komünizme karşı propaganda unsura olması arasında diyalektik bir bütünlük vardır. Zira geleneksel ilişkilerini ve imtiyazlarım sürdürme ancak, kendi ulusuna ihanet etmesi karşılığında veriliyor. Geleneksel ilişkileri ve imtiyazları böylesine teşvik edilen bir kişinin ise komünizme karşı olması, bilinçlenmesi gayet do­ğaldır. Kendi kişiliğini ve onurunu böylesine reddeden, ken­di ulusuna ihanet eden bir kişinin, komünistler İçin, “alçak­lar, reziller, satılmışlar” demesi de gene gayet doğaldır. Kürt tarihinde bu gibi olaylara sık sık rastlanır. Kürt tarihi dra­matiktir, açılıdır.

Burada önemli bir ilişkinin daha açıklığa kavuşturulma­sı gerekiyor. O da Kemalistlerin propaganda biçimi ile ilgili­dir. Kemalizm. Kemalistler; Şeyhlik gibi aşiret reisliği gibi kuramlarla sıkı bir ittifak içine girdikleri halde, Kürt ulusal kurtuluşu ile ilgili her hareketi “gericilik", olarak, şeyhlik, aşiret reisliği gibi kuramların sürdürülmesi İçin girişilen ha­reketler olarak değerlendirmiştir. Kürt ulusal hareketini hor­lamış, çarpıtmaya çalışmıştır. İşte Kemalizmin en büyük ba­şarılarından birisi de budur. Bu niteliğin gizleyebilmiş olmasıdır. Türk “solcu"lanna, Türk Marksistlerine , Türk “sosyalist" hareketine, kendini “devrimci" olarak kabul ettir­miş, kendi görüşlerinin savunuculuğunu onlara yaptırmış olmasıdır.

İbrahim Arvas, elbette tek örnek değildir. Van Mebusu Hakkı Ungan'ın, ne biçim bir hafiye olduğunu, İbrahim Ar­vas bizzat kendisi anlatmaktadır, (s. 36-37) Hakkı Ungan'ın kökeni de büyük bir aşirete dayanmaktadır. 1920'den ölüm tarihi olan 1943 yılma kadar sürekli mebus tayin edilmiştir. Kemalizmin ve Kemalistlerin ittifak kurduğu, “devrimci" de­diği en önemli kişilerden biridir. Kuşku yok kİ, Türk olup mutlu olduğunu söylemekte, Kürtlüğünü inkâr etmektedir. Yine Van Mebusu Münib Bey'in (Boya) kendi ulusuna yani Kürt ulusuna karşı nasıl bir ihanet içinde olduğunu. Şeyh İbrahim Arvas anlatmaktadır. Kökeni büyük bir aşirete ve Şeyh ailesine dayanan Münib Bey 1923-1946 yılları arasın­da sürekli olarak yani kesintisiz bir şekilde mebus tayin edilmiştir. Kürt ulusunu inkâr eden, Türk olduğunu, herke­sin Türk olduğunu yayan özelliğiyle Kemalizmin ve Kemalistleıin en büyük ittifakçılanndan biridir. Münib Bey Os­manlI Meclis-i Mebusanı'nda, Üçüncü ve Dördüncü Dönemlerde de mebusluk yapmıştır. 1946'ya kadar sürekli olarak CHP Van mebusudur.

Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel için de aynı şeyler söy­lenebilir. Zülfü Tigrel ikinci, üçüncü ve dördüncü dönem Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda mebus olduğu gibi TBMM'nin, 1., 2., 3., 4., 5. ve 6. Dönemlerinde de mebustur. Yani mebusluğu ölüm tarihi olan 1940 yılma kadar sürmüş­tür. Değişmez ve Daimi Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mus­tafa Kemal'in ve Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü'nün en yakın adamlarından biridir. 1940 yılma kadar sürekli olarak Diyarbakır Mebusu tayin edilmiştir.

Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki (Aydın), yine Kemalistle­rin ittifak etmeye çalıştığı çok köklü ber şeyh ailesine men­suptur, 1920 yılından ölüm tarihi olan 1940 yılma kadar sürekli olarak mebus tayin edilmiştir. Kemalist şeyh, Halil Hulki, Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın dördüncü döneminde de üyedir. 1923-1940 yılları arasında sürekli olarak Urfa mebusluğuna tayin edilen, Refet Ülgen için de aynı şeyleri söyleyebiriz.

Kemalizmin ve Kemalistlerin “Doğu’dakl en önemli mu­temet adamlarından birisi, şüphesiz ki, Mahmut (Soydan)dır. Köklü bir aşiret ailesinden gelen bu kişi, Türkçülügün, Kemallzmin en önemli savunucularından biridir. Haki­miyet Milliye gazetesinin savunuculanndan biridir. Hakimiye Milliye Gazetesinin, Falih Rıfkı (Atay), Mahmut Esat (Bozkurt) Yakub Kadri Karaosmanoğlu gibi Başyazarları arasındadır. Aynca Milliyet gazetesinin de sahibidir. Aynca, CHP’nln İş Bankası'ndakl hisselerinin temsllcilerlndendlr. ölümü olan 1936 yılına kadar Siirt mebusu tayin edilmiştir Objektif olarak Kürt olup da başka illerin mebusluğuna ta­yin edilenler de vardır. Ali Sahip (Ursavaş) 1920'den ölüm tarihi olan 1940 yılma kadar Urfa ve Adana mebusluklarına tayin edilmiştir. Ali Salb Kürtlüğünü reddetmesi, Türkçülük propagandası yapması karşılığında. Şeyh Salt ve arkadaşla­rım, Kürt yurtseverlerini yargılayan ve İdam eden İstiklâl Mahkemesl'nln azalığma, bir arada başkanlığına kadar yük­selmiştir. Yargılamalar sırasında 60.000 altm rüşvet aldığı­nı. bizzat Kemalist Şeyh İbrahim Arvas anlatmaktadır, (s. 38)

Sürekli olarak mebusluğa atananlardan biri de Süreyya özgeevren'dlr. 1923-1950 yılları arasında sürekli olarak me­bustur. Mebusluğu sırasında yaptığı en önemli eylem, Şark İstiklâl Mahkemelerinde Savcılık yapmasıdır. Kürt yurtse­verlerini. Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılayan ve idam eden mahkemenin savcısıdır. Kemalist Şeyh İbrahim Arvas, hatı­ratında bu kişi hakkında şunları söylemektedir:

“... Ne kadar baba oğul mahkûmlar varsa, evvela babasının gözü önünde, oğlunu astırır, sonra babayı asardı. Bu hususta babanın feryadı figanları zerre ka­dar kalbine tesir etmezdi.” (s. 38)

Yine Şeyh İbrahim Arvas’ın anlattığına göre, bu Kema­list savcı Şark İstiklâl Mahkemeleri sırasında, çok büyük miktarlarda rüşvet almış, bu rüşvetleri ile, Büyükada'da, “merhum bir müşirin fevkalade ziyneti! muhteşem köşkünü” satın almıştı, (s. 38)

Kemalist Şeyh İbrahim Arvas, hatıralarının bu kısırım­dan sonra şöyle demektedir:

”... Önsözde söylediğim gibi bendeniz vicdanımı hiç kimse için yakmadım. Ve yakamam. Binaenaleyh hatıratta ismi geçen bu zatın kendisinin yahut akraba(arının, nahoş efal ve işlerini yazdığımdan dolayı müte­essir olurlar ise mahkeme kapıları açıktır. Bunun için asla endişe duymam. İspat edemediğim şeyleri, ne söyler ne yazarım. Bu hatıratta ismi geçen zevatın, ge­rekse hatıratın hasabını vermeğe her zaman amade­yim. Esasen kıtal ve usanç vermesin diye, uzun ve taf­silatlı yazmadım. Kısa kestim. Söylediğim hadisat ile vukuatın katfesinin esbabı mucibesi elimde mevcuttur. Hiçbir şahıs veya zümreye karşı garezim yoktur. An­cak gizli kalmış hadiseleri, tarih sahnelerine geçirmek için hatıratımı yazmaya karar verdim. Ve sağlığımda bu hatıratımı neşretmek en büyük emelimdir. Cenabı Hak muvaffakiyet ihsan etti. Kendisine ilim kadar hamdü sena olsun.

Merhum ağabeyim Abdullah Bey ve amcazadem Van Müftüsü Şeyh Masum Efendi, Erzurum Kongresi zamanında Rumeli Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiye­tine girmiş. Ve Van Vilayeti Heyeti temsiliye azasında bulunmuşlardır. Böyle olduğu halde, Masum Efendi ile dört kardeşi ve iki oğlu ve ağabeyim Abdullah Bey Van'dan sürülen ilk kafilenin içinde idiler. Şeyh Sait İs­yanına lüzumundan fazla ehemmiyet vermekteki ma­na, dünkü ordu ve kolordu kumandanlarının, kuman­danlıklarını bırakarak mebus olmalarında aramalıdır.” (S. 38-39)                                                    *

Görüldüğü üzere, Şeyh İbrahim Arvas, Hatıratının doğ­ruluğu üzerinde “yemln-billah” etmektedir. Bu durumdan İki önemli sonuç çıkar: Bu sonuçlardan biri, Kürtlüğünü, kendi onurunu ve kişiliğini, ulusunun onurunu ve kişiliğini, reddettiği, inkâr ettiği, “Türküm, mutluyum" dediği halde, bunu bir yalan olarak kabul etmemesidir. Bu, Kemalist ide­olojinin ve Kemalistlerin dini ilişkiler ve şeyhler üzerinde ne kadar büyük bir etkinlik kurduklarım gösterir. Şeyhlerin de belirli çıkarlar karşılığında bu ideoloji ile ne kadar rahat bir şekilde bütünleştiklerini gösterir. İbrahim Arvas'ın, öteki şeyhlerin bu tavırlarından bugünkü Kürt din adamları, Kürt ulusu gerekli dersi çıkarmalıdır. İkinci olarak İbrahim Arvas'ın hatıraları, başka yazılanlarla, anlatılanlarla doğrulan­dığı sürece kaynak olarak kullanılabilir.

Bütün bu olaylar, anlatılanlar, örnekler şu hususu açık­ça göstermektedir: CHP Şefi, Kemalist Şef, Kürt düşmanları­nı, kendinin ve ulusunun kişiliğini ve onurunu reddedenleri, kendi ulusuna ihanet edenleri yani şeyhleri, aşiret reislerini ve toprak sahiplerini, her zaman mebus olarak tayin etmek­tedirler. Bunlarla sıkı fıkı ittifak kurmaktadırlar. Bunların geleneksel ilişkilerini ve mahalli imtiyazlarının sürmesini teşvik etmektedirler.

Şimdi sormak gerekir. Bu tür şeyhler Kürt ulusuna mı, yoksa merkezi otoriteye mi daha çok yakındır? Şüphesiz İkincisine. Fakat bu tür propagandalar, günümüzde de sür­mektedir. Günümüzde artık, Kemalist şeyhler gibi, “Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur, herkes Türktür. Türküz, mutluyuz” demiyorlar. “Türk olmak. Kürt olmak, Arap ol­mak, Fars olmak, önemli değildir, önemli olan insan olmak­tır, faziletli olmaktır, Müslüman olmaktır..." diyorlar. Ve bu propagandayı yapan şeyhler, devlet tarafından büyük bir teşvik görüyorlar. Sadece hükümet değil, devlet tarafından da destekleniyorlar. Bunlar Türk istihbaratının Kürdistan'daki vazgeçilmez elemanlarıdır. Bu tür şeyhler bugün özellikle Milli Selamet Partisi saflarında örgütleniyorlar. Böylece Kürt ulusu üzerindeki Türk sömürgeciliğinin çok önem­li bir halkası oluyorlar. Bu tür propagandaların nedeni, Kürt ulusal özelliğini İslam enternasyonalizmi içinde eritip yok et­mek. Fakat burada yok edilmek istenen sadece Kürt ulusal özellikleridir. Araplık, Türklük. Farslık yine sürmektedir. Burada şeyhler, Kürt ulusuna karşı egemen ulusların baskı ve terörünün sürmesinde bir halka görevini yürütmektedir­ler. Kürt ulusu bu tür ilişkileri daha yakından izlemeli ve bu ilişkilere karşı duyarlı olmak durumundadır.

Son husus üzerinde, yani şeyhlerin ve şeyhlik kurumunun Milli Selamet Partisi ile ilişkileri konusunda bir parça daha durmakta yarar vardır. Bu husus MSP'nin Kürdistan'dakl işlevleri ile ilgilidir.

Bilindiği gibi Türkiye'nin genelinde. MSP'nin başlıca iki görünümü vardır. Birincisi, mevcut sosyoekonomik ve poli­tik düzen içinde ezilen, fakat kurtuluşun sosyalizmde oldu­ğunu kavrayamayan geniş halk yığınlarının değişim taleple­rine dini, ve ahlaki açıklamalar yoluyla cevap vermeye çalışmasıdır. Din. ahlak, maneviyat, kardeşlik, mûslûmanlık gibi kavramların sık sık kullanılması bu konu ile ilgilidir. İkincisi ise aslında birincisi ile özünde çelişen, ağır sanayi­nin kurulması ve geliştirilmesi ile ilgili beyan, davranış ve fa­aliyetlerdir. (Ağır sanayinin hızla gelişmesi, sosyal sınıf ve tabakaların giderek ayrışmasına, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin yüzyüze olmaktan kurtularak gittikçe anonimleşmesine ve bütün bunların İse geleneksel topluma ilişkin, ah­lak, maneviyat, kardeşlik gibi değerlerin toplumu yönlendir­mekte yetersiz kalacakları şüphesizdir.)

MSP'nln Kürdlstan'daki görüntüsü ise oldukça farklıdır. Partinin Kürdlstan'daki teşkilatı geniş ölçüde şeyhlik kurumuna ve şeyhlere dayanmaktadır. Partinin propagandası bu kurum ve kişiler aracılığı ile yürütülmektedir. Gerek 1973, gerek 1975 ve gerekse 1977 Genel ve Kısmi Senato seçimle­rinde ve özellikle 1977 seçimlerinde, olguların sistematik iz­lemi ve gözlemi sonucunda ortaya çıkan durumun açıklan­masında yarar vardır. Şeyhler, özellikle Kürt ulus hareketinin gelişimini engellemeye, bu akımı parçalamaya, bu akımın Kürt halk yığınları ile bütünleşmesine engel ol­maya çalışmaktadırlar. Kürt ulus hareketinin gelişimi ve günden güne boyutlanması karşısında yürütülen propagan­da genel olarak şöyledir: “önemli olan insanlıktır. Müslü­manlıktır. Kardeşliktir. Türk olmak, Kürt olmak, Arap olmak önemli değildir. Önemli olan mukaddesattır. Din kardeşliği­dir. Kavimcilik, (milliyetçilik, ulusçuluk) davası gütmek İslamiyete aykırıdır. Bu davayı güden kişiler kafir olur. Komü­nist olur. Müslümanlığı savununuz. Kafir olmayınız." Görüldüğü gibi, şeyhlerin, hocaların, hacıların bu tür propa­gandalarında yoğun bir ümmetçilik anlayışı egemendir. Te­mel amaç günden güne gelişen ve güçlenen Kürt ulusal ha­reketini İslam enternasyonalizmi içinde eritip parçalamaktır. Yok etmektir. Fakat bu "ümmetçi" anlayış aslında, yine Türk ırkçılığından kaynaklanmakta ve onu savunmaktadır. Nitekim, bu tür propagandaların sonunda, “Bu vatan üstün­de, bu devlet içinde yaşayan herkes eşittir, kardeştir, Türktür, elhamdülillah hepimiz Türküz..." denmektedir. Arkasın­dan. bu amaçlan, ancak MSP’nln gerçekleştireceği, MSP’nin çatısı altında toplanmak gerektiği söylenmektedir.

Kürdistan'da şeyhler, hacılar, hocalar tarafından yapı­lan bu propagandaların İslamlyete aykırı olduğu büyük bir gerçektir. Zira İslamiyet hiçbir zaman milliyeti reddetmemiş­tir. Çoğçlaş Müslüman toplumlanna baktığımız zaman, hep­sinin de milliyeti ön planda tuttukları, savundukları görül­mektedir. örneğin. Arap Sosyalist Baas Partisi, Arap Sosyalist Partisi, Libya Arap Halk Sosyalist Cumhuriyeti, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi, Yemen Arap Cum­huriyeti. Suriye Arap Cumhuriyeti. Birleşik Arap Emirlikleri, Haşlml Ürdün Krallığı, Suudi Arabistan Krallığı, Arap Birliği Teşkilatı. Arap Zirve Konferansı. Arap Birliği Dışişleri Ba­kanları vs. Bu örneklerde görüldüğü gibi, hepsi de İslam olan, Müslüman olan, bu örgütler veya devletler, Arap ol­duklarım, Arap ulusunun hak ve çıkarlarım savunmayı hiç ihmal etmemişlerdir. Nitekim, Kürdistan'da, Kürt ulusal var­lığının yok edilmesi, parçalanması için propaganda yapan, MSP ve sözcüleri şeyhler, hacılar ve hocalar, Türk ulusal varlığının yüceltilmesi, geliştirilmesi İçin her türlü tedbiri al­makta ve yürürlüğe koymaktadırlar. Örneğin MSP'nin prog­ramının 42. maddesi Dış Türklerin haklarının korunması ile ilgilidir. Bu madde şöyledir:

“Dış Türklerin haklarının korunması için milletlera­rası kurul ve çevrelerde aktif politika tatbik etmek ka­rarındayız."

Kürtlere, milliyetin önemli olmadığını, önemli olanın, ahlak, maneviyat ve ümmetçilik olduğunu telkin eden MSP, Türk milletinin hakkı ve hukuku söz konusu olduğu zaman son derece hassas olmaktadır. Partl'nin Genel Başkanı Necmeddin Erbakan'ın çeşitli konuşmalarında bu hususu tespit etmek mümkündür. (Necmeddln Erbakan, Milli Görüş, Der­gâh Yayınlan, İstanbul 1975, s. 38, 48, 56, 182, 234, 241, 260.261.276,352,354)

MSP 1977 Genel ve Kısmi Senato Seçimleri nde Dış Tûrkler konusunda yoğun bir propaganda yürütmüştür. Bu, Milliyetçi Hareket Partisinin veya Cumhuriyet Halk Partisl’nln propagandalarından hiç de aşağı değildir. 25 Mayıs 1977 tarhinde, radyoda, partisi adına yaptığı seçim konuş­masında, Genel Sekreter Oğuzhan Asiltürk şöyle konuşmak­tadır:

"... Yunanlıların, Batı Trakya'daki Müslüman Türk kardeşlerimize beynelmilel anlaşmalara aykırı olarak,, planlı bir imha ve zulüm tatbikatına seyirci kalmayacağız.”

“Kıbrıs Türk devletinin bağımsızlığını ilan edeceğiz.

Diğer ülkelerdeki Müslüman Türk kardeşlerimize yapılan insanlık dışı muameleleri önlemeye gelişmele­rine mani olacak davranışların önüne geçmeye çalışa­cağız.”

Yine bu konuşmada. MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltûrk'ten sonra konuşan. İstanbul Milletvekili Adayı, Batı Trakya Demeği Genel Başkanı Hikmet Yurdagül şunları söy­lemektedir:

"... Meselelerimizin halli için, insanlık alemi için utanç verici, bizleri kahredici baskıların kalkması için düşmanın zulmü altında kaderleri ile baş başa kalmış, kalpleri Türkiye ve Türklük aşkıyla çarpan, çilekeş ya­kınlarımızın feryatlarını Türk ve dünya halkına duyur­mak için bizlere ilk defa Milli Selamet Partisi fırsat ver­miştir. Türk siyasi hayatında meselelerimize sahip çıkan bizlere değer veren Milli Selamet Partisi'nin İs­tanbul listesinden kontenjan adayı olan içinizden biri olarak meselelerimizin takip ve halli için sizlere hitap ediyor ve diyorum ki:                                  .

Batı Tarakya'da, Bulgaristan'da, Yugoslavya'da, Çin'de, Rusya'da bütün insanlık hakları alınmış, dilleri, dinleri, isimleri değiştirilen, sesleri ve nefesleri kesilen, uydurma yasak bölgelerde esaret hayatı yaşayan... her türlü maddi ve manevi, iktisadi, kültürel, ticari bas­kı altında çile dolduran, kaderlerindeki ömür törpüsü ile eritilip yok edilmek istenen talihsiz ve sahipsiz in­sanların Türkiye'deki evlatları... Yıllar sonra da olsa selamete erişmek için reylerimizi topluca Milli Selamet Partisi'nde birleştirelim. Dağılmayalım.” (1977 Genel Seçimi Radyo Konuşmaları, Milli Selamet Partisi, Basın Yayın Genel Müdürlüğü Yayını, Başbakanlık Ba­sımevi, Ankara 1977, s. 13-15)

Milli Selamet Partisinin görüşlerine yakın yayın organlanndan biri olan Yeniden Milli Mücadele dergisinde. Esir Türkler Haftası dolayısıyla birçok yazı yayınlanmış açık otu­rum düzenlenmiştir. “Türkiye Esir Türkler davasına sahip çıkmalıdır" denmiştir. (Sayı 390, 19-26 Temmuz 1977)

Bu örnekler Milli Selamet Partisi'nin milleti, milliyeti hiç inkâr etmediğini, milli benliğin gelişmesi için her türlü gay­ret ve faaliyet içinde olduğunu göstermektedir. O halde bu çelişik durumu çözmek gerekir. Kürt ulus sorunu söz konu­su olduğu zaman, milliyetin hiç önemli olmadığını, sadece Müslümanlığı savunmanın yeteceğini ısrarla propagan etme­ye çalışan MSP ve Kürdlstan'daki sözcüleri, Türk ulusunun, Arap ulusunun hakları konusunda, Filipinlerdeki Müslü­manların ulusal hakları konusunda neden bu kadar hassas­tır?

Trakya'daki Türklerin Türk toplumu olma hakları konsunda son derece hassas olan MSP, napalm bombaları altın­da. Mlg uçaklarının bombardımanı altında, sömürgeci Baas vahşetinden kaçarak, sınıra kadar gelen Kürt kadınlannın, çocuklarının, ihtiyarlannın iltica edebilmeleri için neden ça­lışmamıştır? Onları ırkçı ve sömürgeci Baas diktatörlüğüne teslim etmiştir? Dış Türklerin, Kıbrıs Türklerinin, hakkı ve hukuku konusunda yoğun bir propaganda yapan MSP, bü­tün ulusal hakları gasp edilmiş, uluslararası sömürge duru­munda olan Kürt ulusunun ulusal haklarını neden görme­mezlikten gelmektedir? Dünyadaki bütün Türklerin, Arapların, Türk toplumu olma. Arap toplumu olma haklarını savunurken, bunlar için mücadele gereğini sık sık belirtir­ken, neden Kürt ulusunun ulusal varlığını yok etmeye, onu köleleştirmeye, Türk ulusal benliği içinde eritmeye çalışmak­tadır? Köleleştirme ve yok etme konusunda İslamiyet! bile çarpıtarak yoğun bir propaganda sürdürmektedir? Esir Mil­letler Haftası'nı. Esir Türkler Haftası diye düzenleyen MSP sözcüleri, uluslararası sömürge durumundaki Kürdistan'da yaşayan Kürt ulusunun, son derece ağır baskılar karşısında kalan esir bir ulus olduğunu, neden gözlerden uzak tutu­yor? Hem de bir değil, birkaç devlet tarafından, müşterek politik, ideolojik ve askeri eylemlerle esir edilmiş bir ulus?

Bu durumlar. MSP'nin tam anlamıyla resmi İdeolojinin içinde bir kuruluş olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan devletin ve istihbarat kurumlannın vazgeçilmez bir partisi­dir. Çünkü Kürt ulus hareketinin gelişmesini böylesine yol­larla engellemek, devletin ve Mili istihbarat Teşkilatının işle­rini büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Yine bu durumu dolayısıyla, MSP’nin Kürdistan’dakl gelişimi, devlet tarafın­dan. devletin güvenlik örgütleri tarafından özellikle teşvik edilmektedir. Çünkü Kürt ulusunu tam anlamıyla köleleştir­menin, Kürdistan’dakl uluslararası sömürge statüsünü, pü­rüzsüz sürdürmenin, Kürt ulusunu, egemen Türk ulusu içinde eritip yok etmenin en geçerli yollarından biridir. Böyle bir köleleştirme ve yok etme eyleminin objektif bakımından “Kürt" olan ve Kürt toplumu üzerinde Şeyh sıfatı ile büyük etkinlikleri bulunan kişi ve kurumlar tarafından yürütülme­si devlet ve İstihbarat örgütleri İçin bulunmaz bir nimettir.

1977 Seçim sonuçlan MSP’nin bu durumunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 1973 ve 1977 Milletvekili Seçlmlerl'nde, MSP’nin aldığı oy oranı, kazandığı milletvekili sayısı ve oy oranındaki değişmeler aşağıdaki çizelgede göste­rilmiştir:

 

1973

1977

 

Oy Oranı %

Kazandığı Milletvekili Sayısı

Oy Oranı %

Kazandığı Oy Oranındaki

 

Milletvekili Sayısı

Değişmeler %

 

Adana

8.2

1

6.3

1

' -1-9

 

Adıyaman

22.1

1

21.0

1

-1.1

 

Afyonkarahisar

16.4

1

8.1

 

-8.3

 

Ağrı

14.8

1

6.4

-8.4

 

Amasya

17.8

1

7.3

-10.5

 

Ankara

9.3

2

6.0

1

-3.3

 

Antalya

5.6

 

3.1

-2.5

 

Artvin

7.9

 

7.7

 

-2.2

 

Aydın

3.0

2.7

-0.3

 

Balıkesir

8.6

1

4.7

 

-3.9

 

Bilecik

14.4

< 

6.4

 

-8.0

 

Bingöl

25.5

1

25.4 .

 

-0.1

 

Bitlis

11.3

27.3

1

+16.0

 

Bolu

17.3

1

9.5

-7.9

 

Burdur

9.3

 

6.8

 

-2.5

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bursa

9.4

1

5.4

 

-4.0

Çanakkale

5.5

 

2.2

-3.2

Çankırı

16.3

 

10.7

 

ı -5.6

Çorum

21.7

2

8.8

-12.9

Denizli

5.3

3.2

 

-2.1

Diyarbakır

18.5

1

17.9

. 1

.       -0.6

Edirne

2.2

2.1

——

-0.1

Elazığ

27.8

2

14.1

-13.7

Erzincan

16.1

 

5.9

——

-10.2

Erzurum

29.5

3

15.5

1               '

-14.0

Eskişehir

9.2

4.2

 

-5.0

Gaziantep

11.6

1

8.2

-3.4

Giresun

8.7

8.7

0.0

Gümüşhane

24.9

1

14.8

-10.1

Hakkari

2.1

 

18.5

+16.4

Hatay

6.4

5.1

 

-1.3

İsparta

7.1

3.8

-3.3

İçel

2.8

2.6

 

-0.2

İstanbul

8.4

3

6.6

3

-1.8

İzmir

4.2

1.7

-2.5

Kars

7.7

1

10.2

1

+2.5

Kastamonu

6.0

4.6

 

-1.4

Kayseri

16.5

1

9.0

-7.5

Kırklareli

2.6

. t

1.4

-1.2

Kırşehir

18.3

11.9

-6.4

Kocaeli *

18.1

1

10.6

-7.5

Konya

16.5

3

19.7

3

+3.2

Kütahya

14.3

7.0

|.  

-7.3

Malatya

19.9

1

20.4 -

1

+0.5

Manisa

9.3

1

5.1

-4.2

K.Maraş

26.7

2

16.4

1

-10.3

Mardin

12.1

1

23.3

2

+11.2

Muğla

3.6

2.2

-1.6

Muş

14.7

1

18.0

1

+3.3


 

 

 

 

 

 

Nevşehir

18.4

1

9.9

-8.5

Niğde

11.4

9.3

— .

-2.1

Ordu

7.3

——

7.9

 

+0.6

Rize

21.9

1

12.3

 

-9.6

Sakarya

18.2

1

10.6

-7.6

Samsun

13.4

1

6.1

 

-7.3

Siirt

9.5

 

22.0

1

+12.5

Sinop

7.7

7.5

-0.2

Sivas

25.7

3

14.3

1

-11.4

Tekirdağ

3.3

—.

2.5

-0.8

Tokat

18.2

1

10.4

 

-7.8

Trabzon

15.1

1

10.0

1

-5.1

Tunceli

2.6

1.0

 

-1.6

Urfa

17.6

1

19.7

1

+2.1

Uşak

6.7

 

5.8

““

-0.9

Van

7.0

 

20.5

1

+13.5

Yozgat

21.5

1

12.9

1

-8.6

Zonguldak

8.2

’ 1

4.8

-3.4

Türkiye

11.8

48

8.5

24

-3.3

 

Bu çizelgeden açıkça görüldüğü gibi, MSP 1977 seçimle­rinde Türkiye'nin genelinde büyük bir oy kaybına uğramış­tır. Bu % 3.3'lük bir kayıptır. Bu oran milletvekili sayısına da yansımış ve partinin milletvekili sayısı yan yanya düş­müştür. Türkiye'nin genelinde büyük bir oy kaybına uğra­masına rağmen Doğu'da durum hiç böyle değildir. MSP'nin oyları Kürdistan'da büyük bir artış göstermiştir, özellikle Sünni Kültlerin yaşadıkları bölgelerde bu artışı rahat bir şe­kilde İzlemek mümkündür. Artış, Bitlis'te % 16. Hakkâri'de % 16.4, Mardin’de % 11.2, Siirt'te %12,5, Van'da % 13.5,

Kaynak: Milletvekili ve Cumhuriyet Senatosu Üyeleri Seçimi Sonuçları, Devlet İstatistik Enstitüsü, Yayın No. 698, Ankara 1974, s. 6-25, 1977 Seçimleri için bk. Yüksek Seçim Kurulu'ndan alınan rakam­lar, Resmi Gazete, 19 Haziran 1977, Sayı No. 15971, oranındadır. Kars, Muş, Urfa, Malatya gibi illerde de % 3'e varan artışlar vardır. Adıyaman, Diyarbakır, Bingöl'de ise MSP genel olarak, 1973'teki oy oranını korumuştur. Bura­larda, % 0.1 ile % 1 arasında değişen bir azalma vardır. Ağn ve Elazığ'da görülen düşmeler ise yukarıda ifade etmeye ça­lıştığımız görüşlere ters düşen bir durum değildir. Zira bu bölgelerde şeyhler, yine yukarıda sözünü ettiğimiz propa­gandaları yapmakla beraber başka partilerin bünyesinde yer almışlardır. Örneğin Elazığ'da köklü bir şeyh ailesine dayalı olan Şeyh Mehmet Tahir MHP, Ali Rıza Septlkağaoğlu da ba­ğımsız olarak seçimlere katılmıştır. Burada, şu konuyu da hemen belirtelim kİ, bu tür propagandalar sadece MSP veya sözcüleri tarafından yapılmıyor. Veya bu şeyhler sadece MSP’de kümelenmiyor, örgütlenmiyor. Kürdistan'da çeşitli yer ve zaman koşullarına göre, MHP, AP, CHP gibi partilerde de yer alabiliyorlar. Veya seçimleri “Bağımsız" olarak yürü­tüyorlar.

Ağrı, Elazığ, Muş, Tunceli gibi bazı Doğu illerinde, mu­halefetteki CHP'nin oy kaybetmesine rağmen, MSP’nin oy ar­tışları sağlaması ayrıca dikkate değer bir husustur. Kaldı ki. 1975 Milletvekili Ara ve Kısmi Senato Seçlmlerl'ne göre, CHP, Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Tunceli illerinde oy kaybına uğramıştır. CHP'nin 1977 seçimlerinde, 1973 se­çimlerine nazaran. Türkiye genelinde, % 8.1'lik artış sağladı­ğı, MSP’nin İse aynı dönemde ve aynı koşullarda % 3.3 ora­nında oy kaybettiği düşünülürse, MSP’nin, Kürdistan’dakl oy artışı İyice anlandı bir hale gelmektedir.

Görüldüğü gibi Ebedi Şef ve Milli Şef dönemlerinde tayin yolu ile TBMM'ne getirilen şeyhler çok partili düzen içinde genel oy mekanizmaları sonunda aynı sonucu oluşturmak­tadırlar. O zaman şeyhler bizzat kendileri meclise gelirlerdi. Şimdi ise bizzat kendileri gelebilecekleri gibi, toprak sahibi, ticaret erbabı, bürokrasinin çeşitli kademelerinde görev al­mış kişiler içinde çalışabilmektedirler. Bunun karşılığında çeşitli zaman ve yer koşullarına göre devletin gizli örgütlerin­den, partilerden veya çeşitli kişi ve kuruluşlardan maddi ve manevi karşılık da görmektedirler. Zaten bu tür şeyhlerin çoğu İmamlık yapsınlar veya yapmasınlar, İmam kadrosun­dan maaş almaktadırlar. Çoğu petrol satış istasyonu, trak­tör satış istasyonu gibi bayiliklere sahiptir. Petrol satış bayi­liği, traktör, biçerdöver satış bayiliği veya Batı'da üretilen çe­şitli malların Kürdlstan'daki bayilikleri genel olarak bunlara verilir. Yine pek çoğu geniş topraklara sahip olup motorize tanm yapmaktadırlar. Hazine arazilerini ve çevrelerindeki arazileri çeşitli yollarla, kendi kontrolları altına alarak top­raklarını genişletmektedirler. Tek Parti döneminde, “Ebedi Şef ve “Milli Şef objektif bakımdan Kürt olan bu şeyhlerin, ulusal benliklerini ve kişiliklerini reddetmeleri, köleleşmele­ri. ajanlaşmalan, yani sübjektif bakımdan Türkleşmeleri, Türkçülük propagandası yapmaları karşılığında, onların çevrelerinde yürüttükleri geleneksel imtiyazlarını tanıyor ve tfeşvik ediyordu. Fakat bu geleneksel imtiyazlar, genel olarak feodal ilişkiler çerçevesinde geliştiriliyordu. Bugün ise artık, bu ilişkilerin kapitalistleştirilmesi için önemli gayret sarf edilmektedir. Şeyhlerin toprak sahibi olmaları, motorize ta­nm yapmalan, çeşitli devlet olanaklarından yararlanarak topraklarını günden güne genişletmeleri, petrol satış istas­yonu, traktör satış istasyonu gibi çeşitli bayiliklere sahip olmalan, bankalar gibi kredi kuramlarını geniş ölçüde kontrol etmeleri bu süreç içinde gelişmektedir. İmamlık veya müez­zinlik yapsınlar veya yapmasınlar, devlet kadrolanndan ma­aşa bağlanmaları böyle oluşmaktadır.

Yine bu gelişim içinde, Kürdistan'da mellaların, yani medreseden yetişmiş din hocalarının devrimci ve ulusçu ni­teliklerini bildiği için, hükümet, imam olarak, bunları değil, imam hatip okulu mezunlannı kadroya almakta veya yerine ve zamanına göre mellaları imam kadrolarına bağlayarak, onları devlet memura haline getirmektedir. Böylelikle ulusal muhalefeti kırmaya çalışmaktadır. Zira şeyhlerin, Kürt ulu­sunu köleleştirici, Kürt ulusal benliğini yok edici, parçalayı­cı propagandaları karşısında mellalar, ulusal nitellİderini sa­vunmaktadır. Kürt halk yığınlarına, milliyetin savunulmasının İslamiyete aykın olmadığını anlatmaktadır­lar. Şeyhlerin bazı sömürgeci çevrelerin çıkarlarının savunu­culuğunu yaptıklarını söylemektedirler. İşte, mellalardan ge­len bu ulusal muhalefeti kırmanın bir. gereği olarak, hükümet onları imam kadrolarına bağlamaya ve memurlaştırmaya çalışmaktadır. Memurlaşan bir kişinin İse yani sömürgeci devletin bir memuru haline gelen bir kişinin ise onunla arasındaki mevcut sürtüşmeleri ve çelişmeleri göz­den uzak tutacağı, onunla mümkün olduğu kadar iyi geçin­me yollarım arayacağı şüphesizdir. Aksi halde memuriyetin­den olur.

Şeyhlerin Kürt düşmanı olan ve Kürt ulusunu köleleş­tirmeyi amaçlayan propagandaları karşısında Kürdistan'ın çeşitli kesimlerinde tepkiler de oluşmaktadır. 1977 Seçimleri bu oluşumu da açıkça ortaya koymuştur. Bu tepkilere karşı şeyhlerin propagandaları ise tehditten başka bir şey değildir. Genel olarak şu söylenmektedir. “Kürtler birlik olmamalıdır. Birlik olurlarsa herkesi asarlar, keserler. Kürtler sürüdür. Kürtler adam olmaz. Kendilerini İdare edemez. Allah'a çok şükür idare edenleri var. Kürtler birbirini yemelidir. Dirlik düzenlik o zaman olur. Kürtler hiçbir şey yapamaz. Kürtçülük yapanlar komünistlerdir. Dinsiz kişilerdir. Din yolundan ayrılmayalım. Devlete karşı gelmek dinsizliktir, komünistlik­tir. Kürtçülük Rus oyunudur, vs." Bu propagandalar sıra­sında Alpaslan Türkeş ve Milliyetçi Hareket Partisi de övülmekte ve Kürt halk’ yığınlarına benimsetilmeye çalışılmaktadır. Şeyhler, kendilerini Kürt kabul etmedikleri, Türk veya Arap kabul ettikleri için, Kürtleri, kendilerinin mensubu bulunmadığı bir millet olarak sunmaya çalışmak­tadırlar.

Gerek MSP’nin gerek öteki partilerin Kürdistan’dakl du­rumu üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bu, laik bilinen, şeyh­liğe, şeriata karşı bilinen, ordu birliklerinin, bürokrasinin si­vil ve asker kesimlerinin, şeyhlik kurumunun nasıl doğal koruyucuları ve teşvikçileri olduklarım ortaya koymaktadır. Şeyhlik kurumu ile şeyhlerle, bürokrasinin sivil ve asker ke­simleri arasındaki bu ilişki nesnel bir ilişkidir. Çünkü, sivil ve asker bürokrasinin en hassas oldukları konu Kürt ulus olgusudur. Bu kesimler, “İcap ederse komünizmi de getirebi­lirler" ama, Kürt ulusal hareketine kati surette müsamaha­ları yoktur. Kürt ulusunun kölelikten kurtulması, insanca yaşaması, kendi kendini idare etmesi, Kürdistan’ın uluslara­rası sömürge olmaktan kurtarılması bu kesimlerin yoğun tepkileriyle karşılaşmaktadır. Bu bakımdan şeyhler köleleşip kendi kişiliklerini ve Kürt ulusal varlığını reddettikçe sivil ve asker bürokrasinin en gözde unsurları olmaları doğal bir so­nuçtur.

Fakat Kürt ulus olgusunun tartışılmasının geniş ölçüde bir kenara itildiği, sorunu yok farzeden bir tutum izlendiği için, MSP'nin Kürdistan’daki işlevi, şeyhlik kurumu ve şeyh­lere sivil asker bürokrasi ve Kemalistler arasındaki ilişkile­rin gelişimi daima göz ardı edilmiştir. 1977 seçimleri sonun­da yapılan bazı değerlendirmelerde. Kürdistan'da bağımsızlara verilen oyların niteliği tartışılmadığı gibi MSP'nin oylarının niteliği de tartışılmamıştır. Aşağıda göste­rilen yayınların hiçbirinde MSP'nin oylarının bu niteliği hak­kında bir görüş getirilmemiştir:

MSP’nin Kürdistan üzerindeki Türk sömürgeciliğinin vazgeçilmez partisi olması durumunu ana hatlarıla açıklığa kavuşturduktan sonra, bu partinin temeli olan Milli Nizam Partisi’nin 1971 Sıkıyönetim rejiminde neden kapatıldığı ko­nusu üzerinde de durulmalıdır. Bu konuda iki şey söylene­bilir. Birincisi Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasının bir ta­rihsel yanılgı olmasıdır. Nitekim aynı dönemde pek çok Kemalist de yargılanmış, hatta işkence görmüştür. Fakat yargılayanlar, yargıladıklarının da aşağı yukan kendileri gibi düşündüklerini görmüş, hepsinin beraatım, kendi ifadeleriy­le “aklanmalarım" sağlamıştır. Kemalistlerin kısa sürede sı­kıyönetimin faşist mahkemeleri tarafından aklanmaları ta­rihsel yanılgının düzeltildiği anlamına gelmektedir. İşte bu dönemde Milli Nizam Partisi de kapatılmış olabilir. Fakat bu işlem Milli Selamet Partisi’nin çok kısa bir sûre sonra kurul­masına engel olmamıştır. Kaldı ki aynı dönemde kapatılan Türkiye İşçi Partisi'ne ve liderlerine karşı sürdürülen zinda­na atma ve yargılama eylemlerinin hiçbiri. Milli Nizam Parti­si'ne ve liderlerine karşı sürdürülmemiştlr.

Bu konuda söylenmesi gereken İkinci husus şudur: MSP'nin, şeyhliğin ve şeyhlerin Kürt ulusal hareketini, bu hareketin Kürt halk yığınlarındaki parçalayıcı ve yok edici etkisi, Kürt ulusunu köleleştirici etkisi, özellikle son zaman­larda kavranmıştır. Kürt ulus hareketinin günden güne bo­yutlar kazanması, bu partinin en önemli mücactele araçla­rından biri olarak kullanılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır.

Bu konuda bir hususu önemle belirtmekte yarar vardır. Bilindiği gibi, 1962 yılında, Amerikalı Prof. Frey, Milli Eğitim Bakanlığı Test ve Araştırma Bürosu ile AİD Teşkilatının iş­birliği sayesinde Türkiye çapında büyük bir araştırma yü­rütmüştür. Bu araştırmanın anketleri bile Amerika Birleşik Devletleri'ne götürülmüş ve orada değerlendirilmiştir. Gerek anketler, gerek sonuçlar, Türkiye'de kamuoyundan gizli tu­tulmaya çalışılmıştır. Bu araştırmada. Doğu Anadolu köylü­sünün çok dindar olduğu sonucuna varılmıştır. {Bu araştır­ma hakkında bk. Türk Kamuoyundan Gizlenen, Amerikalı Uzmanların Yürüttüğü Köy Anketleri Sonuçlan, Devrim, Sayı 4, 11 Kasım 1969, s. 8; Türk Köyünde Modernleşme Eğilimleri Araştırması, Rapor I, Devlet Planlama Teşkilatı, Ankara 1970, s. 3) Gerek bu araştırmanın, gerekse banş gö­nüllülerinin faaliyetleri sonunda. Amerikan emperyalizmi, Türk hükümetlerine, Kürt sorunu ile mücadele edebilmenin en iyi yolu olarak dinci nitelikleriyle belirlenen bir partinin kurulmasını ve geliştirilmesini, özellikle Kürdistan’da etkin hale getirilmesini tavsiye etmiştir. İşte bu tarihlerden sonra, Kemalistlerle, yani yüksek rütbeli sivil ve asker bürokratlar­la şeyhlik kurumu ve şeyhler arasındaki çelişmeler yok ol­maya başlamıştır. (Banş gönüllülerinin faaliyetleri için bk. Müslim özbalkan. Gizli Belgelerle Barış Gönüllüleri, Ant Yayınlan, İstanbul 1970, 280 s.)

Burada, kısaca, bir iki noktaya daha değinmekte yarar vardır. Kûrdlstan'da şeyhlerin tamamen Kürt düşmanı ol­dukları, devletin gizli örgütleriyle iç içe oldukları söylene­mez. Ulusal niteliğini korumaya çalışanlar da olabilir. Fakat bu tür kişilerin şeyh olarak etkileri günden güne azalmakta­dır. öte yandan bunlar maddi bakımdan da güçsüz, zayıf ki­şilerdir. Kendi kendilerine yeter derecededirler. Şu söylene­bilir. Şeyhler maddi bakımdan güçlendikçe, devletin desteğini sağladıkça, motorize tarım yapıp, topraklarını ge­nişlettikçe. petrol satış bayiliği, traktör, biçerdöver satış ba­yiliği. tanker işletmeciliği gibi yollarla ticareti ve krediyi kontrol ettikçe, Kürt halkı üzerinde, şeyh olarak etkileri de çok artmaktadır. Çünkü devlet tarafından desteklenmekte­dirler. Ulusal niteliğini korumaya çalışan şeyhlerin şeyh ola­rak etkinliklerinin azalması ise normaldir. Devlet bunların, maddi bakımdan güçlenmelerini engellemekte, bunlara kar­şı gizli açık mücadele yürütmekte, korkutmakta, sindirmek­tedir. öte yandan şeyhler sadece seçim dönemlerinde değil, yer ve zaman koşullarına göre her an Kürt düşmanı propa­gandalarım sürdürmektedirler. Kürtlerin kurtuluşunu İste­menin, Kürt sorunu ile ilgilenmenin kafirlik, komünistlik, vatan hainliği olduğunu her zaman söylemektedirler. Sadece MSP’de değil, AP, MHP, CHP gibi partilerde veya bağımsız olarak da bu propagandayı yürütmektedirler. Çeşitli parti­lerde yer alan bu şeyhler çoğu zaman akrabalık ilişkileriyle de birbirlerine bağlıdırlar, örneğin Muş'ta, 1977 seçimlerinde MSP ve AP listelerinin birinci sırasında yer alan şeyhler amca çocuklarıdır. Ve bunlar, Bitlis MSP Üstesinin birinci sırasında yer alan kişi ile yine akrabadırlar. Bitlis'te birbirleriyle kardeş olan iki şeyh ise milletvekili ve senatör olarak, “milli irade* temsilciliğini paylaşmaktadırlar. Böylece Kürt halk yığınları, “milli irade* yoluyla, Kürt düşmanlığım gelişterecek. sömürgeciliği güçlendirecek ve Kürdistan’ın ulusla­rarası sömürge statüsünü sürdürecek şekilde, kontrol edil­meye çalışılmaktadır.

Açıkça anlaşıldığı üzere, Kemalist İdeoloji şeyhleri mer­kezi otorite ile yani, Türk sömürgeciliği İle olan ilişkilerinde kapitalistleştirmek istemektedir. Fakat onların köylüler İle olan ilişkilerinin kesin olarak geleneksel ilişkiler çerçevesinde kalmasını İstemekte ve teşvik etmektedir. Şeyhler maddi olarak güçlendirilirken, köylülüğün gelişmesi için hiçbir ted­bir alınmaması, üstelik, demokratik ve ulusal taleplerinin devamlı olarak komando baskısı altında sindirilmeye çalışıl­ması. bu amacı gerçekleştirmek içindir. Zira Kürt halk yığın­ları geleneksel ilişkiler çerçevesi içinde kaldığı zaman, yani demokratik ve ulusal taleplerini Hep  sürçmedikleri zaman daha iyi kontrol edilmektedirler. Dolayısıyla Kürdistan’daki sömürge düzenini sürdürmek de mümkün olmaktadır. Kürt ulus hareketinin yoğunluk kazanması ise böyle bir düzenin sürmesine en büyük muhalefettir.

Anlaşılacağı gibi şeyhlerin etkileri, sadece. Kürt ulus so­runu ile sınırlı kalmamaktadır. Bütün toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel ilişkileri etkilemekte, toplumun mevcut sosyoekonomik ve politik yapısının aynen sürmesini sağla­maktadır. İleriye dönük bütün gelişmeleri engellemekte, muhtemel devrimci potansiyeli parçalamaya ve yok etmeye çalışmaktadırlar. Sömürgeci Türk Devleti İle sömürgeleştiri­len Kürt ulusunun dininin aynı olması, şeyhliğin böylesine Kürt düşmanı ve sömürgecilerin vazgeçilmez bir kurumu ol­ması sonucunu doğurmaktadır. Kürdistan'ı uluslararası sö­mürge düzeyinde tutan öteki devletler için de aynı şeyler söylenebilir.

SÜREKLİ OLARAK MEBUSLUĞA TAYİN EDİLEN BÜYÜK TOPRAK SAHİPLERİ

CHF’nın genel başkanları. önemleri yukarıda belirtilen şeyhleri, mebus olarak tayin ettikleri gibi, büyük toprak sa­hiplerini, toprak derebeylerlni de mebus tayin etmeye dik­katli bir özen göstermişlerdir. Bu, Kemalizmin, Kemalistlerin. toprak ağları ile de aralarının iyi olduğunu göstermektedir. Sürekli olarak mebusluğa tayin edilenlerden biri Emin Sazak'tır. Emin Sazak, 1920-1950 arasında, yani 30 yıl müddetle, devamlı olarak mebusluk yapmıştır. 1920 yıllarında derebeyliğine dayanarak mebus seçilmiştir. 1923'te Eskişehir’den mebus seçilmemesl için Mustafa Ke­mal tarafından gayret gösterilmiştir. Anadolu ve Rumeli Mü­dafaa! Hukuk Cemiyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal, Emin Sazak'ı dürüst ilişkiler yürütmemekle suçlamaktadır, (bk. 228

Atatürk'ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, IV, s. 508­513) Buna rağmen Emin Bey yine mebus seçilmiştir. 1927, 1931, 1935 dönemlerinde bizzat Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, 1939, 1943 dönemlerinde ise Milli Şef İsmet İnönü tarafından mebusluğa tayin edilmiştir. Daha sonraları İse Emin Sazak, Demokrat Parti saflarında, “milli irade" temsil­ciliğine devam etmiştir. Demek kİ 1920-1950 arasında, de­ğişmez Eskişehir mebusudur. Görüldüğü gibi Emin Sazak, Mustafa Kemal tarafından, hem dürüst ilişkiler kurmamak­la suçlanmakta, hem de sürekli olarak mebusluğa tayin edilmektedir. Emin Sazak Eskişehir taraflarının en büyük toprak ağalarından biridir.

“... Eskişehir'in Gürleyik köyü civarında Birinci Dün­ya Savaşı'ndan önce iki derebeyi var. Bunlardan biri Sazak ailesi. Gün Sazak'ın babası Emin Sazak bu ai­leden. Emin Sazak o zaman mültezim. Yani elinde kır­baç yoksul halktan vergi topluyor. Bu kırbaç zalim Osmanlı Sultanlığı'nın köylü üzerindeki 600 yıllık zorbalığının aracı. Eskişehir dolaylarında o zamanlar Ermenilerin de çiftlikleri bulunuyor. Sazak'ların zulmü ne Türk ne Ermeni tanımıyor. Ama her yerde olduğu gibi burada da Ermenilerin sırtında daha derin yaralar açıyor, Osmanlı'nın kırbacı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Ermeniler, Türkiye'den kaçmaya başlayınca Emin Sazak da bu civardaki Ermenilerin elinden tapularını, altınları­nı, mal ve mülklerini zorla alıp onları silahla kovalıyor. Hatta bir kısmını öldürüyor. Böylece topraklarını geniş­letiyor.

Sazak'ların ‘vatanperverliği’ sadece Ermeni milliye­tinden mazlum halkı bu topraklardan sürmekle kalmı­yor. Emin Sazak Kurtuluş Savaşı sırasında da serveti­ne servet katıyor. Topraklarını genişletiyor. O günlerde halk, emperyalist boyunduruğu kırmak ve yurdu ba­ğımsızlığa kavuşturmak davasında, Emin Sazak gibi toprak ağaları ise keselerini şişirmek sevdasında. Emin Sazak askere gitmiyor. Köylüleri kamçıyla top­raklarında çalıştırıyor. Bunların hemen tamamı kadın veya ihtiyar. Çünkü köyün erkekleri cephede. Emper­yalistlerle savaşta. Emin Sazak topraklarını büyütüyor. Tamamı 70.000 dönümü buluyor. Ayrıca bir de Eskişehir millet­vekili oluyor. Savaşta döğüşen köylü, ölen ve yarala­nan yine köylü. Ama memleketin idaresi yine köylüle­rin elinde. Topraklar yine Sazak'larda toplanıyor. Hem de öyle bir toprak ki, ucu bucağı yok. Polatlı hududuna kadar uzanıyor. Emin Beyin arazisinin içinde dört tane tren istasyonu var. Beylikahır, Yalınlı, Yunus Emre ve Sazak istasyonları. Ayrıca, Sazak, Beylikahır, Narlı, Saray, Üç Başlı, Ahırızü, Ahırköy, Yaylaköy, Karaçam, Yunus Emre, Kızılören gibi 15 köy bu toprakların için­de yer alıyor. Üzerinden Porsuk Çayı'nın aktığı bu ve­rimli topraklarda Emin Sazak 7 tane çiftlik kuruyor. Her çiftlikte bir saray var. Sazak köyünde ise iki üç ta­ne konağı bulunuyor. Ayrıca Samsun'da da mülkü ve arazileri var.

Jandarması, valisi, hükümet erkânı hepsi Sazakların elinde. Sazaklar üç kardeş. Emin, Veli ve Habib ağalar. Emin Sazak daha çok Ankara'da bulunup hü­kümetle ilgili işleri yürütüyor. Diğerleri ise köyde. Ha­bib Ağa yaptığı zulümle köylülerin nefretini kazanıyor.

…yıllar Porsuk sık sık taşar ve tarım yapmak çok zor olurdu. Sazaklar bütün köylüleri toplayıp toprakla­rına bağlama adı altına kanallar yaptırdılar. Valiyi, jan­darma komutanını ve emniyet müdürünü sürekli hiz­metlerinde bulundurabilmek için onlara hediyeler yağdırdılar.

1940 yıllarında Mecliste toprak reformu sözü edildi­ğinde buna en hararetle karşı çıkanlar, Menderes ve Emin Sazak'tı. Emin Sazak toprak reformu yapılırsa, 'ağalık şerefim iki paralık olur' diyordu.” (Halkın Sesi, Toprak Ağalarının ve Emperyalist Uşaklarının Partisi MHP'nin Bakanı Gün Sazak, Halkın Sesi, Sayı 122, 16 Ağustos 1977, s. 4-5)

işte sınıfsal ilişkileri ve özellikle yukarıda belirtilen Emin Sazak, gerek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in, gerek Milli Şef İsmet İnönü'nün değişmez milletvekilidir. Milletvekili ta­yin listelerinde ismi hiçbir zaman eksik olmamıştır. Emin Sazak'ın toprak ağalığı İle ilgili olarak, 1934'de, devrin İçişle­ri Bakanı Şükrü Kaya da şunları söylemektedir: «... Hat boyundan geçerken, Sazılar köyü vardır. Burası muhacirlerindi. Gidin bakın tapuda kimin adına mukayyettir. Emin Beye sorarım, kimin namına mukayettir. Ve ne zaman O'na geçmiştir? Böyle kaç tane arazinin sahibi çıkmıştır?” (TBMCZC, Devre IV, İçti­ma 3, Cilt 23, s. 155,14 Haziran 1934 tarihinde yapı­lan konuşma)

Emin Sazak gibi ağaların toprak gaspından şikayetçi olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya aynı konuşmasında şunu da İlave etmektedir:

«... Biz büyük çiftçi taraftarıyız da. Çiftlikleri işleten­ler sonuna kadar işletsinler. Müsterih olsunlar. Biz on­ların en büyük yardımcısı olacağız.” (y. a. g. konuşma s. 158)

Fakat Emin Sazak İle İlgili bilgiler, 1945 yılında, Adnan Menderes ve Cavld Oral İle birlikte. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun 17. maddesine muhalefet etmesiyle bilinir. Emin Sazak'ın toprak ağası olduğu İçin toprak kanuna mu­halefet ettiği söylenir, (bk. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Dü­zeni, Dün, Bugün, Yann, Cilt 1, Cem Yayınevi, İstanbul, 1974.S. 487-496; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, İstanbul 1974, s. 1369-1371; Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 1919-1946, Doğan Yayınevi, Ankara 1971, s. 266; Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam. Cilt 2. Remzi Kltabevi, İstanbul 1967, s. 339-345) Fakat Emin Sazak’ın Şeflerin değişmez Eskişehir Mebusu olduğu daima gözden uzak tutulur. Emin Sazak'ın, Demokrat Parti muha­lefeti ile birlikte ortaya çıktığı İzlenimi yaratılır. Halbuki, ge­rek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, gerekse Milli Şef İsmet İnönü, O'nu mebus tayin ederlerken, bu özelliğini ve sınıfsal ilişkilerini gayet açık bir şekilde bilmektedirler. Veya birinci planda bu özellikleri taşıdığı için mebus tayin etmektedirler.

Mebus tayin listelerinde İsmi eksik olmayan başka bir kişi de Cavid Oral'dır. Cavid Oral. 1935, 1939, 1943 dönem­lerinde mebus tayin edilmiştir. Çukurova'nın en önde gelen toprak ağalarındandır.

Sürekli olarak mebusluğa tayin edilen bir kişi de Damar Ankoğlu'dur. Damar Ankoğlu da Çukurova’nın en İleri gelen toprak ağalarındandır. Damar Ankoğlu, Emin Sazak gibi, 1920, 1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 dönemlerinde milletvekilidir. Şeflerin değişmez Adana mebusudur. Savaş­tan önceki 3.000 dönüm arazisini, Ermenilerin topraklarını da gasp ederek, 12.000 dönüme çıkarılmıştır.

Bundan önce, Kemalizmin, şeyhlerle olan ilişkileri bölü­münde anlattığımız gibi, sürekli olarak mebusluğa tayin edi­lenlerden biri de Ali Salp Ursavaş'tır. Objektif bakımdan “Kürt" olan Ali Salp Ursavaş'a, Kürt düşmanı olan faaliyetle­rinden ötürü, Çukurova’da geniş bir çiftlik hediye edilmiştir. Cemal Hüsnü Taray, Hilmi Uran, yine Çukurova'nın en bü­yük toprak ağalarından olup, mebus tayini listelerinin vaz­geçilmez isimleridir. Şeref Uluğ. Kasım Gülek için de aynı şeyler söylenebilir. Hilmi Uran, Kasım Gülek aynı zamanda Kemalist bürokrasinin en ileri gelen adamlarındandırlar.

1931 yılından İtibaren mebusluğa tayin edilen bir kişi de Adnan Menderes'tir. Adnan Menderes. Ege'nin en önemli toprak ağalarındandır. Menderes ailesinin sahip olduğu Çakırbeyli Çiftliği, 60.000 dönümün üzerindedir. Adnan Menderes, hatıratında, kendisini, Mustafa Kemal’in keşfettiğini, mebusluğu, hararetle kendisinin teklif ettiğini yazar. (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 3, İstanbul 1968, s. 75­81; Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, İstanbul 1969, s. 93-97)  '           '

Kemalistler, Adnan Menderes’in “Beni Atatürk Keşfetti", sözünü hiç hazmedememişlerdlr. Şevket Süreyya şöyle de­mektedir: .

“Beni Atatürk Keşfetti” sözlerini ben, Menderes'in kendisinden dinledim. Evet, Menderes'i Atatürk keşfet­ti, ama öyle sanıyorum ki, Atatürk'ün bazı yakınları O'na, gereken teşhisi koyamadılar. (Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, s. 93)      '

Halbuki, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, gerek daha önce, sözünü ettiğimiz şeyhlerin, gerekse toprak sahipleri­nin, mebus olarak tek seçicisidir. Bu, ortak kabul etmeyen ve tartışılması mümkün olmayan bir İradedir. Bu konuda Emin Türk Elçin şöyle diyor:

“... İdealist demokratlığım, ilk kuvvetli darbeyi, oku-

lu bitirdiğim 1927 yılının yazında yedi. O yaz bir seçim dönemine rastlamıştı. Ben de köyümde bulunuyor­dum. Halk Partisibin bizim ilçedeki mutemedi, savaşta asker kaçağı eşkıyaya yataklık etmiş, hem halkı soy­muş, hem hükümeti aldatmış bir mütegallibe idi. Halk Partisi adına ikinci seçmen olarak göstermeye muvaf­fak olduğu kendi adamlarının kazanmaları için vahşi bir hırsla çalışıyordu. Bunda beni, Cumhuriyetin genç öğretmenini ürkütecek bir şey yoktu. Çünkü, ‘Devrim Fırkası, böyle derebey unsurlarını bile, kendi arabası­na koymamayı bilecek kadar akıllılık gösteriyor’ diye düşünmek zor değildi. Ama, adam zorlu bir hırsın tu­tuşturduğu cahil kafasının kara dumanları içinde, hal­ka şöyle bağırmakta bir sakınca görmüyordu: ‘Sizin kanun dediğiniz Gazi'nin parmağının ucundadır. O'nun bir İşaretine karşı çıkacak bir ‘Teşkilatı Esa­siye’ maddesi bile yoktur. O'nun fırkasının göster­diği adaylara oy vermekten kimse kaçınamaz. Çünkü O kanundan üstündür!" İki yedeksubay tara­fından yürütülen muhalefet ise nispeten daha temiz in­sanlardan meydana gelmişti. Ve kanun dilini daha iyi konuşmayı biliyordu. Onların muhalefeti ise zaten par­tiye karşı, partinin herhangi bir prensibine karşı değil, _   bu adama ve O’nun adamlarına karşı idi. Parti onların

yerine kendilerini tutmuş olsa, aynı çabayı gösterecek­leri ve partinin aynı milletvekili adayına oy verecekleri şüphesiz idi.

Seçim bitti ve zorbanın yeni efendilerine eskilerin­den daha iyi hizmet etmediği anlaşıldı: Parti adayları kaybetmişlerdi. Ne oldu bilmem, hiçbir kanuni sebep olmaksızın seçim bozuldu ve yeniden konulan oy sandıkları memurlar tarafından dolduruldu. Çünkü halk kendiliğinden boykot yapmıştı” (Emin Türk Elçin, ’ Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yayınları, İstanbul 1970, s. 23)

Görüldüğü glbt, büyük toprak sahipleri, mütegalllbeler de Kemallzmin ve Kemalistlerin yakından ittifak ettikleri ki­şiler ve gruplardır. “Mustafa Kemal toprak reformu yapmak İstiyordu, fakat toprak ağalan karşı çıktılar” diyenler, Kemalizmin bu eylemlerine İyice dikkat etmek zorundadırlar. Top­rak ağalarını, mütegallibeleri, savaş zenginlerini, savaş vur­guncularını, mebus diye Meclise getiren kimdir? Bu kişileri mebus tayin eden yetki kime alttır? Bu kişileri Meclise me­bus diye tayin eden. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, bunlar­la toprak reformu vs. yapılamayacağım bilmez mi? O halde. “Mustafa Kemal toprak reformu yapmak istiyordu, fakat Meclis, bunu engelledi" sözü, ne anlama gelmektedir?

Çok partili demokrasi uygulamasından sonra İse bizzat Şefler tarafından mebus tayin edilen toprak sahipleri, mütegallibeler, genel oy mekanizmaları ile birlikte, “milli İrade” temsilciliğine yine devam etmişlerdir. Cumhuriyet Halk Partisi'nln veya Demokrat Parti'nin saflarında olarak.

CHF TÜZÜĞÜ'NÜN MEBUS TAYİNLERİNE İLİŞKİN BAŞKA HÜKÜMLERİ

1931 Tüzüğü’nün 75. Maddesinin E Fıkrası, Vilayet İda­re Heyetlerine önemli bir görev olarak “Bütün intihaplarda, fırka namzetlerini, fırka azalannı kazandırmak” görevini ver­miştir. Aynı maddenin F fıkrasında İse “Bir İntihap İçinde fırkaca namzet gösterilmeden evvel yoklama yapılması lazım gelen hallerde, o İntihapta rey sahibi olan Fırka azalannı toplamak ve meyillerini anlamak" yine bir görev olarak belir­miştir.       _

1931 tüzüğünün yedinci kısmında inzibat hükümleri yer almaktadır. Bu hükümler şöyledlr:

"... İnzibata dokunan haller ve cezaları,

Umumî Esaslara, Büyük Kongre Kararlarına, Umu­mî Reislik Divanı tebliğlerine riayet etmeyenlere, bü­tün intihaplarda fırka namzet ve azalarına rey verme­yenler veya bunların aleyhinde çalışan veya muarız bir teşekkülün namzet' ğini kabul eden veya açıkça red­detmeyen veya fırkaca namzet gösterilen yerlerde kendisini kendi başına namzet gösteren veya gösteril­mesine karşı göz yuman, veya intihaplara (seçimlere) mazeretsiz iştirak etmeyen bir namzet lehinde gizli, açık çalışanlar ve kendi müesseselerinde bulunanların böyle hareket ve faaliyetlerine müsamaha gösteren­ler, fırka kongrelerinin program, fırka gruplarının karar olarak kabul ettiklerini vazife sahibi iken yapmayanlar, fırka vazifelerini yaparken, bilerek nizamnameye uy­mayanlar, fırka mensup ve memurlarından fırkanın şe­refini, haysiyetini kıranlar, yaptıklarının derecesine ve yapılan suçtaki alakalarına göre, ihtar, ikinci ihtar, muvakkat ihraç ve tart cezası ile cezalandırılırlar. Bu cezalar sırayla verilebileceği gibi sıra takip edilmeden birden de verilebilir.”

Bu madde, tüzüğün 22. maddesinde getirilen “Umumî Reislik Divanının vereceği kararlara bütün Fırka azalarınca kayıtsız şartsız itaat olunur” hükmünü tamamlayıcı bir ma­hiyettedir. Bu madde de totaliter bir eğilimi ifade etmektedir. Partinin tepesinde oturan Şefin vereceği bütün kararlara partililerin kayıtsız şartsız itaat etmeleri istenmektedir. Bu kararları tartışmak, eleştirmek kesinlikle yasaktır. Sadece, bu kararların gereklerini yerine gel irmeleri emredilmektedir. Örneğin mebus tayinleri sıracında. Fırka namzet ve azalarına rey vermeyin»  , Şef tarafından hazırlanan listeleri sandıklara almayanları, fırkaya karşı suç işledikleri ve ceza­landırılmaları gerektiği söylenmektedir.

1931 tüzüğünün namzetlik şartları hakkında getirdiği hükümler ise şöyledlr:

"... Umumî Reislik Divanı kararı olmadıkça intihap­larda namzet gösterilmez. İntihaplar serbest yapılır. Bu takdirde fırka mensupları hususi teşebbüslerle namzet gösterilebileceği gibi Fırka İdare Heyetleri de, intihaptan maksut olan iyi neticeyi temin edecek surette, fırka mensuplarının kazanması için 75. mad­denin F fıkrası mucibince hareketle intihabı idare eder­ler.”

Tek partili rejim döneminde, partinin, bütün kuramların önünde ve üzerinde olduğu, kararlarının devletin bütün kadro ve kademelerinde bağlayıcı etkiler yarattığı büyük bir gerçektir. Parti, TBMM’ne, hükümete, devlete, yargı organla­rına, kitle haberleşme araçlarına, üniversitelere. Halkevleri gibi resmi ideolojiyi taşıyıcı ve yaygınlaştırıcı kurumlara, egemen bir kurumdur. Bu kuramların önünde ve üstünde­dir.  Bu devlete totaliter eğilimleri ağır basan bir karakter vermektedir. 1935 tüzüğünün, gazete sahipleriyle ilgili mad­desi bu bakımdan çok ilginçtir. Bu madde şudur:

“... Sahibi partili olan gazete ve mecmuaların yazı­ları ile parti azalarının neşriyatı parti prensipleri bakı­mından göz önünde bulundurulur. Arzu eden partili gazeteciler, mecmuacılar ve muharrirlerle bu yolda görüş birliğine yarayacak toplantılar yapılır. Partililer sermayesiyle ilişkili ve idaresine müessir bulundukları gazete, mecmua ve matbualarda, parti program ve ni­zamnamesine aykırı yazılar neşrettiremezler.”

Burada görüldüğü gibi sahibi partili olan gazetelere par­tinin propagandasını yapmaları istenmektedir. Zaten bu dö­nemde sahibi partili olmayan gazete yoktur. Bütün gazete sahipleri CHF üyesidirler. Başka türlü olması da zaten ola­nak dahilinde değildir. Çankaya'ya en yakın gazeteler Haki­miyeti Milliye (Ulus) ve Cumhuriyettir. Buna rağmen öteki gazeteler de, öyle olmak için çırpınmakta ve çaba harcamak­tadırlar. Vakit (Kuran) Akşam, Son Posta, Milliyet (daha sonra Tan) bu gayret içindedirler.

Basın Birliği Merkez İdare Heyetine, Haysiyet Divanına, daima, Falih Rıfkı Atay, Necip Ali Küçüka, Naşit Hakkı Uluğ, Hakkı Tank Us. İbrahim Alaaddin Gövsa, Ahmet Şükrü Es­mer, Abidin Daver, Sadri Ertem. Fazıl Ahmet Aykaç, Kemal Ünal. Şefik özdemlr, Ferid Cemal Güven, Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Cahit Yalçın, Halil Nihat Aktepe, Zeki Mesut Alsan, Haydar Rüştü, Hayrettin Karan, Nasuhi Baydar, Kemalettln Kamu gibi gazete ve dergi sahipleri veya gazete ve dergi başyazarları seçilmektedir. Bunların hemen hemen hepsi de mebustur. CHP Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından mebus tayin edilmektedirler. Fırkanın ve Devletin Şefi gazete sahipleri, gazete başyazarlarını ve yazarlarım me­bus tayin ederek kitle haberleşme araçları üzerinde kesin bir denetim sağlamaktadır. Basında kendi görüşleri doğrul­tusu dışında herhangi bir haber yayınlamamakta. yorum yapılmamaktadır.  Basın Birliği Kurultaylarına, Kurultay Başkanı olarak, CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı seçil­mektedir.  

İşte 1928 yılı yaz aylarında kabul edilen latln harfleri, harf inkılabı bu açıdan da ele alınmalıdır. Bilindiği gibi latin harfleri kabul edildikten sonra, gazetelerin tirajında herhan­gi bir düşme meydana gelmemiştir. Halbuki latin harflerinin kabulünden hemen sonra gazete tirajlanmn % 95 civarında düşmesi gerekirdi. Veya ülkede latin harfleri bilen ne kadar kişi varsa onların sayısına kadar düşmesi gerekirdi. Ve bu durumun latin haflerinin iyice öğrenilmesine kadar sürmesi gerekirdi. Bunun 3-4 yıl olduğu söylenebilir. Fakat gazete ve dergilerin tirajında hiçbir düşme yok. Üstelik hem gazete ve dergilerin tiraj mda, hem de sayılarında artma var. örneğin Cumhuriyet gazetesi hakkında şu şekilde bir değerlendirme yapılmıştır:

"... 7 Mayıs 1924'de 3 kuruş ile tiraja başlayan Cumhuriyet gazetesinin tirajı yedi bin idi. Başarılı ya­yım hayatında bu sayı devamlı olarak yükseldi. Daha 1939'da baskı sayısı 62 bini bulmuştu.”    Bu gayet açık bir ifadedir. Gazetenin tirajı durmadan yükselmiştir. Bu yükselmede hiçbir kesinti yoktur. Bu du­rum İster istemez, gazetelerin örtülü ödeneklerle beslendiği, örtülü ödeneklerle desteklendiği düşüncesini akla getiriyor, örtülü ödeneklerle beslenen gazetelerin, kitle haberleşme araçlarının ise Partinin ve Devletin Şefi'nin, gözü kulağı ve dili olmaktan başka yapacakları hiçbir şey yoktur.

GERÇEK SOMUTLAR ve YAŞANAN HAYAT KARŞISINDA PROFESÖRLERİN FİKİRLERİNİN YENİDEN ELEŞTİRİSİ

Tek partili rejim üzerinde görüşleri olan çeşitli profesör­leri ve bunların görüşlerini bu araştırmanın başında alıntı­larla vermiştik. Onlar bu rejimi genel olarak “demokratik” olarak değerlendiriyorlardı. En azından bir geçiş dönemi ola­rak değerlendiriyorlardı. Halk iradesinin, millet iradesinin, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, düsturunun yerine ge­tirildiğini belirtiyorlardı. Türkiye’de otoriter eğilimler görülse bile hiçbir zaman totalitarizme varılmadığım, partinin hiçbir zaman hükümetin önüne geçmediğini söylüyorlardı. Şevket Süreyya Aydemir, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Prof. Dr. Tank Zafer Tunaya, Prof. Dr. Esat Çam, Doç. Dr. İlter Turan vs. bu görüşte idiler. Bu arada Mustafa Kemal Atatürk'ün kla­sik demokrasi ilkelerine bağlı olduğu da İddia ediliyordu. 1935 yılından sonra bazı otoriter eğilimlerin başladığını be­lirtiyorlar, buna örnek olarak da Parti Genel Sekreteri'nln İçişleri Bakam olarak kabineye alınmasını gösteriyorlardı. Ve İçişleri Bakanına, Parti Genel Sekreteri unvanı vererek. Partinin Genel Başkanlık Divanı'na alınmasını gösteriyorlar­dı.

Bu araştırmada, belgeleriyle gösterilen örnekler karşı­sında bu görüşlerin hiçbir bilimsel değeri yoktur. Zira bun­lar olguların sistematik izlemi ve gözlemi İle elde edilmemiş­lerdir. Olgulardan kopuk düşüncelerdir. Metafiziktir. Resmi ideolojinin, yani Kemalizmin152 alanı İçinde hareket etmek­te, yine bu alanm içinde kalmaktadır. Resmi ideolojinin istedlğl biçimde davranışta bulunmaktadır. Bu tutum bilimsel bilgi üretimini engellemektedir. Fakat sonunda, resmi ideo­loji tarafından kendisine verilen fikirleri bilimsel bilgi olarak kabul etmektedir. Buna rağmen sonuçları tartışmaktan şid­detle kaçınmakta, bazı “tabu"ların tabu olarak tutulmasına ses çıkarmamaktadır.

Dikkatli bir gözlem Parti Başkanlığı ile Devlet Başkanlı­ğının kesinlikle bütünleştiğini. Partinin Genel Başkan Veki­linin de Başbakan olduğunu gayet açık bir şekilde görür. Ve bu dönemde Parti Genel Başkanlığı Cumhurbaşkanlığından çok daha önde gelen bir kurumdur. Zira, gerek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Atatürk gerekse Milli Şef İsmet İnönü devrinde. Şef TBMM'ne tayin ettiği mebusları. Parti Genel Başkanlığı yetkisine dayanarak tayin etmektedir. Sonradan, mebus tayin edilen bu kişiler, kendilerini mebus tayin eden bu kişiyi cumhurbaşkanı seçmişlerdir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin mebus tayini dönemlerinin hemen sonunda ya­pılması bu bakımdan çok anlamlıdır. Bunun için parti, mec­lisin, hükümetin, bütün kurumların önünde ve üstündedir. Zira TBMM Başkanı da çeşitli mekanizmaların sonucunda, Şef tarafından tayin edilmektedir. Daha doğrusu Şefin gös­terdiği aday seçilmektedir.

Bu durumun en güzel ifadesini, Türkiye Cumhuriyeti'nin 15. yılında yayınlanın T. C. 15. Yıl Kİtabı'nda bulmak mümkündür. 611 sayfa tutarında ve 21/27 ebadındaki bu kitabın (tarihsiz) Önsöz'ünde şöyle denilmektedir:

"Türkiye Cumhuriyeti, 29 Teşrinevvel 1938’de 15. yılını idrak ediyor. İstiklal Mücadelesiyle savaşa başla­yan, büyük zaferle düşman istilasından kurtulup istik­laline kavuşan Türk Milleti Büyük Şef ve Milli Kahra­man Kemal Atatürk'ün İradesinde bütün kuvvetlerini temerküz ve tebarüz ettirerek, 1923'de kurduğu Cumhuriyet rejimiyle, yeni, kuvvetli, inkılapçı bir siyasi varlık olmuştur. Cihan tarihinde en büyük ha­. diselerden biri olan bu varlığın kuruluşunda, bu mu­kaddes eserin vücuda gelmesinde yaratıcı kudretiyle Türk milletini yeniden hayata kavuşturan Ulu Önder Kemal Atatürk'e...”

Açıkça görülmektedir kİ, Türk milletinin bütün kuvvetle­rini (bunun içinde teşri, icraî, kazaî kuvvetleri, bütün ege­menlik, idare ve yargı yetkilerini anlamak gerekir) Büyük Şef ve Milli Kahraman iradesinde temerküz ettirmekte ve teba­rüz ettirmektedir. Yani bütün bu güçler. Büyük Şef Mustafa Kemal'in kişisel iradesinde toplanmaktadır. Ve O'nun irade­si aracılığı ile açıklığa kavuşmaktadır.

Kitapta, önce CHP hakkında bilgi verilmektedir, (s. 1-14) Burada, Şefin önemi üzerinde durulmaktadır. Daha sonra, partinin ideolojisini yani resmi İdeolojiyi yayan Halkevleri hakkında bilgi verilmektedir, (s. 15-17) Daha sonra da Adli­ye Vekâletinden başlayarak. Vekâletlerin ve öteki kurumların faaliyetleri anlatılmaktadır.

Bu konu ile ilgili olarak bir hatırayı anlatmakta yarar vardır. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okuyanlar hatırlayacak­lardır. Bu fakültede, üçüncü ve dördüncü sınıflarda, özellik­le, İdari Şube'de ve Dış Münasebetler Şubeleri'nde okuyan öğrencilere seminer yaptınlır, tez yazdınlırdı. Bu seminerler­de Türkiye'nin Siyasal Hayatı üzerinde durulurdu. Tez ko­nulan da bu ana konu ile ilişkili idi. Türk parlamento seçim­leri de bu arada sık sık tez konusu olarak verilirdi. 1950, 1954, 1957, 1961 seçimleri, çeşitli öğrencilere, çeşitli kereler ödev olarak, yani tez konusu olarak verilmiştir. Daha sonra. 1965. 1969, T973 seçimleri de eklenerek konu alanları ge­nişletilmiştir. Aynı zamanda 1961'den itibaren yapılan. Cumhuriyet Senatosu Seçimleri de konu olarak verilmeye başlanmıştır.          

Fakat bu seminerlerle görevli hocalar, hiçbir zaman 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 ve hatta 1946 “seçimleriyle’’ ilgili harhangi bir konuyu tez olarak hazırlamalarını öğrenci­lerden istemiyorlardı, öğrencilerden hiçbiri de, bu “seçimler­le" ilgili herhangi bir konuyu incelemek için hocalarından herhangi bir talepte bulunmazdı. Verilen eğitim öyleydi. Öğ­rencilerin böyle bir talepte bulunabilecek bilinç ve bilgi dü­zeyi yoktu. Bilgi kapasitesi böyle bir talepte bulunabilecek seviyede değildi. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Dönemi mü­kemmel bir dönem olarak anlatılırdı. Anlatmaktan çok, övülürdü. Öğrenciye bilgi vermekten çok hayran kalması iste­nirdi. O dönemde de seçim olmuşsa muhakkak en mükemmeli olmuştur. Bunu araştırmak gereksizdir, izleni­mi yaratılmaya çalışılırdı.

Şimdi, bunun büyük bir eksiklik olmasının ötesinde bi­linçli olarak öyle davranıldığı kanısıdayız. Sırf Kemallzmin çirkinlikleri ortaya çıkmasın diye, o döneme karşı ilginin ge­lişmesi engellenmiştir. Bu tamamen eğitim sistemi ile bu sisteme egemen olan resmi ideoloji sayesinde gerçekleştiril­miştir. Bilimsel bilgi elde etme, bilimsel düşünme sürecini körletmek ve düşünceleri resmi ideoloji içine kanalize ederek gerçekleştirilmiştir. Gerçekten, profesörlerin kitapları, ma­kaleleri, konuşmaları dikkatle incelendiği zaman, bu tür ko­nuları incelemek ve eleştirmek şöyle dursun bunların ince­lenmesi gerektiği konusu üzerinde bile durmamışlardır.  Bu gereği belirtmemişlerdir. Bütün bunlar, bilimsel düşünü­şün temelinde duran, olgulara dikkat etmemenin, olgular­dan hareket etmemenin kaçınılmaz sonuçlandır. Gerçek so­mutlar gizlendiği, bazı konular “tabu” olarak tutulmaya çalışıldığı sürece, böyle bir sonuçtan kaçınmak mümkün de­ğildir. Hem bilimsel bilgi üretmeye çalışmak, hem bazı konuların tabu olarak tutulmasını teşvik etmek ve İkisini de bir arada yürütmek mümkün değildir.

SONUÇ

Bu araştırmanın baş taraflarında, Türk profesörleri­ni, masaldaki saray nazırlarına, saray kethüdalarına benzetmiştik. Masal şöyle devam ediyor:

İmparator, dünyada bir eşi daha bulunmayan kumaş­tan yapılan, eşi bulunmaz güzellikte ve zerafette olan elbise­sini giyerek, tebaasının İçine girer. Halkıyla birlikte bir bay­ram kutlamaya katılır. İmparatorun terzileri, dokunan kumaşlar, elbise ülkede dillere destan olduğu için herkes, büyük bir sükût içinde imparatoru ve elbiselerini izlemekte­dir. Bu derin sükût içinde, babasının elinden tutup bayram yerine gelmiş bir çocuk, masum bir sesle şöyle sorar:

Baba, imparator neden çıplak, giyecek elbisesi yok mu?

Babası, çocuğun bu sözlerini engellemeye çalıştıysa da bu söz etkisini yaratmakta gecikmedi. Herkes birbirine:

İmparator çıplak, elbisesi yok, diye fısıldadı... Sonun­da imparatorun çirkin vaziyeti bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Bu duruma rağmen, imparator, ihtişamından bir şey kay­betmemeye çalışıyor, başnazırı, nazırları, kethüdaları, hayali elbisenin eteklerini saygıyla tutmaya devam ediyorlardı.

Türkiye'deki profesörler, aynı masaldaki, saray nazırları, saray kethüdaları gibidir. CHP tüzüğüne ve bu tüzüğün har­fi harfine uygulanmasına rağmen, Türk tek parti uygulama­sı. ‘‘demokratikti", “hukuk devleti ilkelerine saygı gösterili­yordu", “En üstün kurum anayasaydı”, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, ilkesi yerine getiriliyordu" vs. demektedir­ler. Halbuki, CHP tüzüğü gibi, 1924 Anayasası’nın çok çok üstünde duran, yaşanmış hayata ilişkin bir siyasal belge or­tadayken bu yalanları sürdürmek elbette mümkün değildir. Bu belgelerin, CHP, Halkevleri, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların depolarında “tozlanmaya” terk edilmesi, siyasal belge olma değerinden hiçbir şey eksiltmez.

Tek parti döneminde. Büyük Şef Gazi Mustafa Ke­mal’in ve O'ndan sonra. Milli Şef İsmet İnönü'nün, hem tü­zükten, yani, CHP’nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı ol­malarından, hem de anayasadan, yani cumhurbaşkanı olmalarından doğan yetkileri vardı. Fakat Şefin tüzükten doğan yetkileri çok daha önemliydi ve önde geliyordu. Tü­zükten doğan yetkisini kullanan Şef, bir çırpıda, TBMM'nin bütün üyelerini /ayin edebiliyordu. Yani devlet egemenliği­nin teşkili ve idaresini kişisel iradesiyle tek başına kullanı­yordu. Parti ve meclis üzerine, kişisel iradesiyle tek başına egemen olan Şef, bu özellikleri dolayısıyla öteki kurumlar üzerinde de tam ve etkin bir denetime sahipti, örneğin bü­tün gazete sahiplerini, başyazarları, önemli yazarları, sanat­çıları TBMM'ne mebus olarak tayin ediyordu. Böylece kitle haberleşme araçları üzerinde tam bir denetim kuruyor, bu kurumların tamamen kendi görüşleri doğrultusunda geliş­mesini sağlıyordu. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri gibi resmi ideolojiyi yapan ve yayan kurumların ileri gelenlerini yine mebus tayin etmek suretiyle etkinliğini sürdürüyordu. Üniversite hocalarına ünvan vermek, onları mebus tayin etmek suretiyle “bilimin kesinlikle resmi ideo­loji doğrultusunda gelişmesini sağlıyordu. Partinin yapmaya ve yaymaya çalıştığı resmi ideolojinin tüm topluma benimsetildiği söylenemez. Fakat partinin amaç ve işlevi bu idi. Dev­letin totaliter eğilimlerinin ağır basması, partinin bu amacı ve işlevi ile ilgilidir. Ve bütün bu yetkiler tüzükten doğmak­tadır.

Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in veya Milli Şef İsmet İnönü'nün anayasadan doğan yetkileri ise son derece sınırlıdır. Gerekirse Bakanlar Kurulu 'na başkanlık etmek, kanun­ları onaylamak, elçi kabul etmek, elçi, vali gibi yüksek dere­celi memurların tayin kararnamelerini imzalamak, vs. Şefin cumhurbaşkanlığından doğan yetkilerinin temelinde de tü­zükten doğan yetkilerinin bulunduğunu hiçbir zaman unut­mamak gerekir. Çünkü önce. Büyük Şef ve Daimi Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal veya Milli Şef ve Değişmez Ge­nel Başkan, CHP Genel Başkanlığı yetkisine dayanarak TBMM'nin tüm mebuslarını tayin ediyordu. Daha doğrusu yeniliyordu. Daha sonra. Şef tarafından tayin edilen bu me­buslar. meclisin ilk toplantısında. Şefi cumhurbaşkanı seçi­yorlardı. Fakat, Türk üniversitesi Türk profesörleri, kısaca, Türk düşüncesi. Şefin, daima, cumhurbaşkanlığından ’doğan yetkilerinden söz etmişler, tüzükten doğan yetkilerini göz ardı etmeye çalışmışlardır. Gözden uzak tutmaya gayret etmişler, yok farz etmişlerdir. Halbuki, CHP tüzüğü gibi ana­yasanın çok çok üstünde duran, bir siyasal belge kati suret­te gözden uzak tutulamaz. Türk üniversitesinin, Türk siya­sal hayatı üzerinde çalışan Türk profesörlerinin, böylesine önemli olan bir siyasal belge üzerinde durmamaları, bunu, yok farzetmeleri, olgulardan hareket etmediklerinin, resmi , ideolojiye bağımlı olduklarının çok önemli bir delilidir. Bu ise temelde bilimsel düşünce bütünlüğüne ulaşmamaktan doğmaktadır. Zira olgulardan hareket etmeyen hiçbir hipo­tez bilimsel değildir. Olgular tarafından denetlenmeyen, doğ­rulanmayan veya yanlışlanmayan hiçbir sonuç bilimsel ola­maz.

Bilimsel olmayan bu tutumun önemli bir sonucu şeyhlik ve şeyhlerle ilgili bir kabuldür. Şimdiye kadar. Ke­malizmin ve Kemalistlerin, şeyhliğe ve şeyhlere karşı olduk­ları, bu kişi ve kurumlara karşı etkin ve yoğun bir mücadele yürüttükleri iddia ediliyordu. Cumhuriyetten sonraki Kürt direnmelerinin, şeyhlik, aşiret reisliği gibi kurumlan yaşat­mayı ve şeriatı amaçladıktan belirtilerek, mücadelenin bu kişi ve kurumlara karşı olduğu iddia ediliyordu. Bu. Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk “solu"nun ve Türk “sosyalist hareketi”nin, kısaca Türk düşüncesinin or­tak bir kabulüdür. Yaşanan hayata ilişkin olgulara ve olgu­sal ilişkilere baktığımız zaman İse şunları görüyoruz:

Gerek Büyük Şef ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal, gerekse Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü, Van, Diyarbakır, Ağrı, Urfa. Siirt, Bitlis yörelerdeki, çok köklü, dallı budaklı şeyhleri sürekli olarak mebus tayin etmişlerdir. Onlarıngeleneksel imtiyazlarına dokunmak şöyle dursun bilakis teşvik etmişlerdir. Bu olu­şumu açıklayan başlıca dört tane olgu vardır. Bunlardan bi­rincisi birbirini izleyen iki Şefin eylemleridir. Bunu, TBMM kayıtlarından izlemek mümkündür. Şeyhliğe ve şeyhlere karşı olduğu belirtilen Şef, çevrelerinde, çok köklü dinsel ilişkiler sürdüren, geleneksel imtiyazlara sahip olan şeyhleri neden mebus tayin etmektedir? Devlet egemenliğinin teşkili ve idaresi, bizzat kendi kişisel ve ortak kabul etmez iradesiy­le temsil edildiği halde, buna karşı gelmeye hiç kimsenin ve­ya kurumun yetkisi ve niyeti olmadığı halde, sürekli olarak neden şeyhler mebus tayin edilmektedir. Bu, en azından Şef ile şeyhin ortak düşünce ve eylem birliğini ifade eder. Şimdi­ye kadar, çeşitli kategorilerini yukarıda belirtmeye çalıştığı­mız Türk düşüncesi. Şefin, “egemen sınıfların baskılarından dolayı", örneğin toprak reformu girişiminde bulunamadığım söylemekteydi. Böyle bir girişimde, bu sınıflardan çok şid­detli baskılar gelebilirdi, denmekteydi. Halbuki bu sınıflan, mecliste bizzat kendi iradesiyle etkin bir güç haline getiren Şefin kendisidir.

Bu oluşumu açıklayan ikinci bir delil Kemalist Şeyh İb­rahim Arvas'ın bizzat kendisi ve öteki mebuslar hakkmdaki anlattıktandır. Hatırlanacağı üzere, İbrahim Arvas, kendisi­nin ve öteki şeyhlerin ne kadar köklü şeyh ailelerine men_.up olduğunu anlatıyordu. Yani Şef şeyhlerin bu durumları­nı bildiği için mebus tayin ediyordu. Üçüncü delil ise bugün­kü yaşanan hayattır. Kürt toplumunun bugünkü yapısıdır. Şeyhlik gibi kurumların varlığını hâlâ sürdürmesidir. Bu oluşumu açıklayan dördüncü delil ise kendi kişisel ve sınıf­sal imtiyazlarının sürmesi için çarpıştıktan iddia edilen şeyhlerin, darağaçlannda, sürgünlerde, sürgün bölgelerinde yurtlarının dışında can vermeleridir. Bütün mallarının ve mülklerinin devlet zoruyla ellerinden alınmasıdır. O halde, yaşanan hayat, olgular, Türk üniversitesinin, Türk profesör­lerinin, Türk “solu’nun ve Türk “sosyalist" hareketinin, kı­saca, Türk düşüncesinin kanaatlarını temelden yalanlamak­tadır. Kendi kişisel ve geleneksel imtiyazlarının sürmesini İsteyenler, bu ilişkilere dokunulmaması İçin mücadele eden­ler, çaba harcayanlar, Kürt direnmelerine katılanlar değil, Kemalistlerle bütünleşenlerdir. Bunlar Kemallstlerle bütün­leştikleri ölçüde geleneksel imtiyazlarını daha sağlam bir ga­rantiye almışlardır. Yalnız, burada, Kemalistlerin, şeyhliğe ve şeyhlere karşı olduklarını basın yoluyla' sürdürdükleri halde, onlarla bütünleşmek için gösterilen çabalan, gizli yol­larla istihbarat örgütleri aracılığıyla sürdürdüklerini de be­lirtelim.

İşte burada, bilimsel bilgi üretilmesi sürecinin temelinde duran, bilim yönteminin asla vazgeçemeyeceği, olgusal ol­mak, olgulardan hareket etmek sorunu ile karşı karşıya geli­yoruz. Olgulardan hareket edilmediği sürece, Kürt ulus ol­gusu kabul edilmediği sürece, Kemalist ideolojiyi tekrarlamak her zaman mümkündür. Fakat bilimsel bilgi üretmenin, bilim yönteminin yolu bu değildir. Kürt ulus ol­gusu kabul edilmeden, şeyhlerle Kemalistler arasındaki iliş­kileri açıklamak mümkün değildir. Etraflıca anlatıldığı üzere şeyhler, Kürtlüklerini reddettikleri, Kürtlüğe karşı savaştık­tan, Türk milliyetçiliği propagandası yaptıkları ölçüde Kema­listlerle bütünleşiyorlardı. Kemalistler de bu sürecin daha etkili ve yoğun bir şekilde sürmesi için şeyhlerin yörelerinde­ki bütün geleneksel imtiyazlarım teşvik ediyorlar, bu ilişkile­rin sürmesi için her türlü desteği yapıyorlardı. Zira, bu tür geleneksel sınıflar kontrol edildiği, ajanlaştınldığı ölçüde, Kürt ulusallığının gelişmesi de önleniyordu. İmtiyazlarını ve ilişkilerini devlet desteğiyle sürdüren bu tür geleneksel sınıf­ların Kürt toplumu üzerindeki etkinliği ise yoğunlaşıyordu. Öte yandan Türklerle Kürtler arasındaki tek ortak özellik din idi. Araplarla Türkler arasındaki tek ortak özelliğin de din olması gibi. “Şeyhlerle, şeyhlikle mücadele ediyoruz" di­yerek, bu tek ortak noktanın da baltalanmaması, bilakis kullanılması ve teşvik edilmesi gerekiyordu. Kemalistler bu ilişkinin çok iyi bir şekilde bilincine vardıkları için, istihba­rat örgütleri kanalıyla, bu ortak özellikten yararlanmanın her türlü yolunu aramış ve bulmuşlardır. Uygulamışlardır.

Bugün bu ilişkiler özellikle MSP tarafından yürütülmek­tedir. MSP'nin Kürdlstan’daki işlevi şudur: Kürt ulusallığım İslam enternasyonalizmi anlayışı İçinde eritmek. Sonuçta, Kürt toplumu üzerinde Türk sömürgeciliğinin sürmesini sağlamak. Kürdistan'da bu işlevlere sahip olan MSP bunun için devlet desteğine sahiptir.

Şeyhlik için söylenenler, toprak ağalığı için de rahat­ça söylenebilir. Emin Sazak, Damar Ankoğlu, Cavid Oral, Adnan Menderes, Hilmi Uran gibi büyük toprak sahiplerini, derebeyleri, savaş vurguncularım, sürekli olarak mebus ta­yin eden Büyük Şefin, toprak reformu yapmayı arzu ettiğini söylemek mümkün değildir. Büyük Şefin toprak reformu yapabileceğini iddia etmek de mümkün değildir.

Bilime, bilimsel bilgiye, kimin ihtiyacı varsa, o üretir.

Kürdlstan üzerindeki Türk sömürgeciliğinin odak nokta­larından biri haline gelen Türk üniversitesinin, Kürdlstan hakkında, Kürt toplumu hakkında bilimsel bilgiler üretmesi beklenemez. Şüphesiz, Türk üniversitesi de değişecek, sö­mürgeci boyunduruğun vazgeçilmez bir halkası olma duru­munu reddedecektir. Fakat önümüzdeki dönemlerde bu du­rumun gerçekleşeceğini sanmak doğru değildir. Bu ancak, uzun vadeli bir değişim olabilir. Şimdilik, Türk üniversitesi­nin, sömürgecilikten rahatsız olduğu, hiçbir zaman söylene­mez. Bilakis, sömürgeciliğin teşvikçilerinden ve meşrulaştıncılarındandır. Üniversitede yeni düşün akımlarının gelişmesini kesinlikle engellerken, kendi kişiliğini, Kürt ulu­sunun kişiliğini reddedenlerin, yani objektif bakımdan “Kürt” sübjektif bakımdan Türk olanların gelişmeleri için her türlü olanağı sağlamaktadır. Böylece gericiliğin ve çağ­daşlığın vazgeçilmez bir kurumu olmaktadır.

Ortadoğu’da uluslararası sömürge statüsünde olan, kla­sik sömürgelerden çok daha ağır baskılarla karşı karşıya olan Kürdistan'ın bu durumu en çok. Kürt ulusunu rahatsız etmektedir. Bu durumdan doğan acılan, birinci planda Kürt ulusu çekmektedir. Bu bakımdan, Kürdistan’ın uluslararası sömürge statüsünü değiştirecek. Kürt ulusu için insanca öteki uluslarla birlikte eşit bir düzen hazırlayacak bilgileri, birinci planda. Kültlerin demokratik ve devrimci kurumlarıüretecektir. Zira, bilimsel bilgiye birinci planda bunlarınih­tiyacı vardır.

Türkiye'de tarih, özellikle yakın tarih şüphesiz ki yeni­den yazılacaktır. Fakat bunu kim yazacaktır? Şüphesiz kİ yanlış yazımdan dolayı zarar görenler yazacaktır. Bu yanlış yazımdan dolayı zarar görenler başta Kürt ulusudur. 50 se­neyi aşkın bir zamandır, Kemalizmin, dünyadaki ulusal kur­tuluş savaşlarına öncülük ettiği, şarkın köle, esir milletleri­ne ışık tuttuğu, onlan. kölelikten, esirlikten kurtardığı söylenmiş, bunun propagandası yapılmıştır. Bu, bilimsel bil­gi diye sunulmuştur. Çağın en büyük emperyalist devletleri olan İngiliz emperyalizmi ve Fransız empeıyallzmi ile müşte­rek ideolojik, politik, askeri ve ekonomik eylemlerle Kürdistan'ı parçalayan, Kürt ulusuna “böl yönet" politikası uygula­yan Kemalistlerin resmi tarihten çok memnun olduklarıbüyük bir doğrudur. Zaten resmi tarihi kendileri yazmışlar­dır. Yukarıdaki örnek göstermektedir ki, resmi tarihten en çok zarar gören Kürt ulusudur. O halde, olgulara dayalı, bi­limsel tarihin de Kürtler tarafından yazılması kaçınılmazdır. Çünkü resmi bilgilerin oluşturduğu düzenden, en çok zarar görenler onlardır. Bu durum, Kürdistan'ı uluslararası sö­mürge statüsünde tutan öteki devletler için de aynen söyle­nebilir. Demek ki Kürdistan hakkında, Kürt toplumu hak­kında, bilimsel bilgiler üretilmesi. Ortadoğu tarihinin yeniden yazılmasını gerektirmekledir. Çünkü Kürdistan, uluslararası bir sömürgedir. Ve Kürdistan'ın parçalanması, Ortadoğu'da emperyalist politikaları gerçekleştirmenin ve sürdürmenin odak noktası olarak düşünülmüştür. Kürdistan'ın parçalanması, emperyalizmin Ortadoğu'da kendini, politik ve ideolojik bakımdan üretebilmek İçin bulduğu en geçerli bir yoldur.

işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıflar ve tabakalar da resmi tarih bilgilerinin oluşturduğu düzenden rahatsızdır. Şikayet­çidir. Fakat, Türk “demokrasisi" gibi. Türk “solu’nun ve “sosyalist" hareketinin de, uzun yıllar, Kemalizmin sömürge­ci. ırkçı ve burjuva niteliğini deşifre etmeyip, onu “sollaştır­ma" eylemine girmesi ve onunla bütünleşmesi, sosyalist ha­reket İçin çok ağır darbeler indirmiştir. Kemalizmin burjuva niteliği tyice ortaya çıksa da, sömürgeci ve ırkçı niteliği hâlâ gizlenmek istenmektedir. Türk “solu" ve "sosyalist" hareketi. Kemalizmin gerçek niteliğini şüphesiz ortaya koyacaktır. Fa­kat, bu, biraz daha uzun vadeli bir eylemdir.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to