CUMHURİYET HALK FIRKASI'NINTÜZÜĞÜ (1927)
VE
KÜRT SORUNU
İSMAİL BEŞİKÇİ
BİLİM
YÖNTEMİ TÜRKİYE'DEKİ UYGULAMA
ÖNSÖZ
Bu
araştırmada, Türkiye'nin siyasal hayatında, 55 seneyi aşkın bir zamandır çok
önemli bir rol oynayan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (Partisi'nin) O tek parti
dönemindeki tüzüğü İncelenmektedir. Bu tüzük 1924 Anayasasının çok üstünde
duran temel bir siyasal belgedir. Adı tüzük olmasına rağmen tek parti döneminin
en önemli siyasal belgesidir. Çünkü bu tüzük gereğince, CHP'nin Daimi ve
Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal ve Değişmez Genel Başkan
ve Milli Şef İsmet İnönü, TBMM’nin tüm üyelerini atama yetkisine sahip idiler.
Dolayısıyla Türk tek parti sisteminde, devlet egemenliğinin teşkili ve
idaresi, Şefin kişisel iradesine, ortak kabul etmez, tartışma ve eleştiriden
uzak, hükmetme yetkisine bırakılmıştır.
Böylesine
önemli bir siyasal belge olmasına, harfi harfine uygulanmasına rağmen, Türk
üniversitesi, Türk profesörleri, kısaca, Türk düşüncesi, bu tüzükten hiç söz
etmemiştir. Anayasasının çok üzerinde duran bu siyasal belgeyi gözden uzak
tutabilmek için gayretini esirgememiştir. Fakat Türkiye'nin son yarım asırlık
siyasal hayatına, bilim yöntemini kullanarak yaklaşmak isteyenler, olguları ve
olgusal ilişkileri bir bütünsellik içinde kavramaya çalışanlar CHF'nin tüzüğünü
kati surette gözden uzak tutamazlar.
Günümüzde
OsmanlI Imparatorluğu'na ilişkin sorunlar, enine boyuna tartışılmaktadır.
Osmanlı Devleti'nin üretim biçimi neydi? Feodalizm mi, Asya tipi mi? Osmanlı
kapitalist üretim ilişkilerine neden geçmedi? vs. Bu ve bu gibi sorunların
araştırılması, incelenmesi elbette önemli. Fakat bir yerde, akademik olmaktan
öte bir anlamı pek yok. Çünkü bu sorunların bilimsel bir çözümünün, örneğin
Osmanlı Devleti'nin üretim biçiminin feodalizm veya Asya tipi olmasının,
toplum yapısının bugünkü şekillenmesine ve strateji saptamalarına önemli bir
etkisi yok. Halbuki bugünkü Türk toplumunun, özellikle Kürt toplumunun,
yapısını belirleyen temel ilişki biçimleri tek parti döneminde geliştirilmiş.
Ortadoğu’da Kürt ulus sorununun temel bir sorun olarak ortaya çıkması,
Kürdistan üzerindeki Lozan emperyalist bölüşümünden ve Kürt ulusuna karşı
uygulanan “böl yönet" politikasından hemen sonra başlıyor. Hâlbuki resmi
ideoloji, Kemalizm, Türkiye'nin yakın tarihine bilimsel yöntemle yaklaşmayı
engellemiş. Bu engellemeyi ceza yasaları ile çeşitli ceza tehditleriyle
pekiştirmiş. Yakın tarihe, politik, askeri, ekonomik, toplumsal, kültürel
ilişkilere bu ideoloji çerçevesinde bakılmasını istiyor ve emrediyor. Onun
için CHF'nin tüzüğü gibi tek parti dönemine önemli bir açıklık getiren
belgeleri gözden uzak tutmaya çalışıyor. Bugünkü nesillerin bunları öğrenmemesi
için çaba harcıyor. Oysa bu tutum toplumlar hakkında, toplumların geleceği
hakkında bilgi vermez. Zaman ve mekân boyutu içinde ele alınmadan toplumlar
hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildir. Bu ise, olgulardan hareket etmeyi,
olgusal ilişkileri daima dikkate almayı gerektirir. Dolayısıyla, bilimsel bilgi
üretilmesini engelleyen resmi ideoloji ile Kemalizm ile mücadele etmeyi
gerektirir. Resmi ideoloji çerçevesinde, onun getirdiği normları tartışılmaz
bir veri kabul ederek, bilimsel bilgi üretmek mümkün değildir.
CHP'nin tüzüğü bugünü açıklayan en temel
olgulardan biridir. Cumhuriyet tarihinden seçtiğimiz bazı önemli olgulara, Türk
üniversitesinin, Türk “solu" ve Türk “sosyalist” hareketinin, kısaca,
Türk düşüncesinin, yaklaşım biçimini göstermeyi bundan sonraki araştırmalarda
da sürdüreceğiz. .
Bundan
öncekilerde olduğu gibi bu araştırmada da, araştırmanın çeşitli yerlerinde,
altı çizili yerler, aksine bir ifade bulunmadıkça yazara aittir.
Temmuz 1977 İsmail BEŞİKÇİ
TEK
PARTİ DÖNEMİ NASIL DEĞERLENDİRİLDİ?
Türkiye'de,
anayasa, anayasa hukuku, kamu hukuku, İnsan haklan, kamu hürriyetleri, Türk
siyasal hayatı, Türkiye'nin sosyoekonomik yapısı gibi konularla uğraşan
çevrelerin ortak bir kanaati var: Türkiye'de 1923-1946 yıllarıarasında
uygulanan tek parti sistemi ‘demokratik”
bir sistemdir. Çok partili düzene geçiş için bir yoldur. Mustafa Kemal, Batı
tipi bir toplum yaratmak istiyordu, tek partili düzen bunun bir yolu idi.
Nitekim, bu konuda. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve Serbest
Cumhuriyet Fırkası (1930) gibi iki deney vardır. Rejimin, faşist düzenlere ve
diktatörlüklere özgü hiçbir niteliği yoktur, denilmektedir. Sözü edilen çevreler bu
iddialarını da, devrin, birbirini izleyen iki önemli şefinin, yani Büyük Şef
(daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal'in ve Milli Şef İsmet İnönü'nün beyanlarıyla,
Prof. Duverger'in görüşleriyle doğrulamaya çalışmaktadırlar. Veya bu dönem
hakkında, kısaca, “bu dönemde iki dereceli bir seçim sistemi
uygulanıyordu" biçiminde, çok kısa bilgi verilmekte, fakat, bu usulün
niteliği, mekanizması üzerinde hiç durulmamaktadır. Devrin tek partisi
olan CHF'nln tüzük ve programından, bu tüzük ve programdaki gelişme ve
değişmelerden hiç söz edilmemektedir. Yine bu çevrelere göre, tek parti,
döneminde, “halk hakimiyeti" fikri, anlayışı ve uygulaması, kayıtsız
şartsız vardır. Bu iddiaları, çeşitli örneklerle belirtmeyi yararlı görüyoruz.
"...
23 yıl içerisinde yeni partilerin kurulmasına hukuki bir engel olmadığı gibi,
CHP'nin program ve liderleri daima demokrasi fikrini ve prensiplerini açıktan
açığa benimsemekten geri kalmamışlardır. Bu görüş açısından demokratik hayata
yüksek değer atfeden fiili tek parti devrini hazırlayıcı bir intikal devri
saymakta hata yoktur.” (Burada temsil edilen görüşlerin teyidi için bk. Maurice
Duverger, Siyasal Partiler, 1954, s. 306-312); Turhan Feyzioğlu, Türkiye'de
Siyasal Partiler, Tek Partiden Demokrasiye, Fransız Siyasal İlimler Dergisi, 1954,
No. 1, s. 137-139)
”...
Bu düşüncelerin devrin en yetkili şahsiyeti tarafından ifadesini,
Cumhurbaşkanı İnönü'nün, 1 Kasım 1946 tarihli nutkunda bulmak mümkündür. Buna
göre, bir halk idaresi olarak kurulan Cumhuriyet, demokratik karakteri esas
tutmuştur. İlk günlerde bütün inkılapların açık ve uzun bir tartışma ile kabul
ettirilebileceği beklenemezdi. Bununla beraber bütün devrimler bir diktatörlük
rejiminin eseri olarak değil, büyük Millet Meclisi'inin devamlı murakabesi ile
vücut bulmuştur.” (Tam metin için bk. Vatan gazetesi, 2 Kasım 1946)
.
Türkiye'de
uygulanan tek partili rejim faşist ve otoriter (giderek totaliter) tiplerden
ayrılabilir mi? Bu sorunun cevabını ya da cevaplarını arayacağız.
Batılı
incelemecilerde bu özellikler aranmış ve tespit edilmeye çalışılmıştır.
Arayıcıların başında büyük bir ehliyetle Prof. Duverger gelmektedir. Prof.
Duvergefin Türk rejimi üzerindeki arayışları düz bir çizgi halinde uzanmaz.
Vardığı yargıları daima düzelterek ilerlemiştir. İlk yargısı şu gözleme
dayanır. ‘Kemalist rejim faşist olmadığı kadar demokratik de değildir.' Ayrıca
bu demokrasi sosyal olmamış, geleneksel siyasi demokrasi şeklinde
gelişmiştir." (Siyasal Partiler, s. 308, 310)
“1951
yılında ileriye sürülen bu tez 19551e değişikliğe uğramıştır: ‘Kemalist
Türkiye’ paternalist diktatörlüklerden az çok ayrılsa da, ‘Sözde faşizmler'
bölümünde incelenir. Ve Türk tek parti rejimi de Cumhuriyetçi bir diktatörlük
olarak nitelenebilir. (Anayasa Hukuku ve Siyasi Müesseseler, s.
388-390)
1961 ve 1962'de ise, yargı yine
değişmiştir. (Diktatörlük hakkında, s. 124-126; Siyasal Müesseseler
ve Anayasa Hukuku, s. 391-392) Türk rejimine bu sefer daha gerçekçi bir
açıdan ‘az gelişmiş memleketlerin siyasi rejimleri açısından’ bakılmıştır.
Şöyle ki: Türk rejiminin ideolojisi de, yapısı da, hiçbir suretle faşist ve
totaliter olarak kendini açıklamamıştır. CHP, tek parti olarak faşist partisinden
fazla, Fransız Radikal Sosyalist Partisi'ne benzer. (Özellikle laikliği bu benzerliği
artırmıştır.) Kaldı ki, partinin iç yapısı daima demokratik kalmış, kendi
muhaliflerini kendi içinden çıkarmış, totaliter partilerdeki ‘Temizlik hareketine*
asla başvurmamıştır. Siyasi hayatta plüralizmi yasaklayınca, bu çeşitlenme
kendi içinde doğmuştur. İdeolojisini resmen demokrasiye bağlamıştır. Bu bakımdan
az gelişmiş memleketler için temel örmektir."
Prof.
Dr. Tank Zafer Tunaya. Prof. Duverger'ln açıklamalarını özetledikten sonra
şöyle demektedir:
"...
Prof. Duverger'ln son açıklamaları gerçeğe daha fazla yaklaşmış olmakla
beraber tam sayılamazlar. Her ne kadar az gelişmişlik açısından bakış, sosyal
ekonomik faktörleri kapsarsa da, mesele üzerinde derinleşmek zorunluluğu
vardır. Özellikle memleketimiz bakımından durum mutlaka incelenmelidir."
Prof.
Tunaya'nın incelemelerinin kısa sonucu İse şudur: Türkiye'deki tek parti
rejiminin bazı sakıncalarıvardır. Rejim. otoriter olmakla beraber,
totaliterliğe kayan eğilimleri azdır. Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm'de olduğu
gibi, hiçbir zaman devleti amaç edinmemiştir. Tek partili rejimi hiçbir zaman
devamlı saymamıştır. Bunu geçici bir rejim olarak düşünmüştür. Siyasi
demokrasiye kesinlikle bağlıdır.
Atatürk
‘hakimiyet’ tabirini istimal ederken onu hudutsuz ve en üstün bir kuvvet olarak
kabul etmiş ve TBMM'ni, milletin yegâna temsilcisi olarak bu üstün kuvvet ve
kudretle mücehhez kılmağa da saltanat ve hilafeti yok etmek ve yerine
cumhuriyet rejimi ikame edebilmek maksadıyla tek çare addetmişti. Filhakika
asırlar boyunca babadan oğula intikal etmek suretiyle devam edegelen saltanatı
millete mal etmek, ancak, devlet iktidarını bu, ‘hakimiyet’ dediğimiz şekliyle
millete kabul ettirmekle kabil olabilirdi.”5
Prof.
Dr. İlhan Arsel. Cumhuriyet döneminin başından itibaren, “Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletindir” anlayışına büyük bir içtenlikle bağlanıldığını, siyasal
faaliyetin hep bu temel ilke çerçevesinde cereyan ettiğini belirtmektedir.6
Ord.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil
“...
TBMM Teşkilat Kanunu ile bugün meri olan İntihap (seçim) Kanunu'na nazaran
Büyük Millet Meclisi, Türk vatandaşları tarafından, umumî, iki dereceli, ekseriyetle,
müsavi, ferdî, ihtiyarâ ve gizli seçim usulü ile seçilen azadan teşekkül
eder.”
Ord.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, seçimlerin serbest olarak cereyan ettiğini
belirterek iki nokta üzerinde durmaktadır.
Seçim
usulü evvelâ, umumî, müsavi, ferdî ve ihtiyarîdir. Şu manada ki, servet, ırk,
din farkı gözetilmeksizin müsavi olarak ve müsavi kuvvette reyle 22 yaşını
bitiren bütün Türk vatandaşları ferdin seçme hakkını haiz ve bu hakkı kullanıp
kullanmamakta muhtardır.
”...
Otokratik rejimin başlamasından çok partili rejimin kurulmasına, hatta, ilk
defa serbest seçimler sonunda iktkların devredildiği 1950'ye kadar geçen devreye
vesayet devresi diyebiliriz. Memleket aydınlarından bir kısmını bünyesinde
toplayan CHP adeta bir vesayet rejimi kurmuş, 1924 Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu'nun millete ait olduğuna hükmettiği hakimiyeti, millet adına kullanmış
ve bu süre içerisinde toplumu Batı'ya doğru yöneltmeye ve aynı zamanda demokratik
düzeni sağlayacak bir ortam yaratmaya çalışmış ve tek parti düzeni içinde
bulunulmasına rağmen topluma demokrasinin ne olduğu ve nasıl gerçekleşebileceği,
siyasi partilerin zarureti ve nihayet fazilet rejimi olduğu
öğretilmiştir." (bk. Âfet İnan, Vatandaş İçin Bilgiler s. vd.
Peker, Vatan İçin Medeni
Bilgiler II, İstanbul 1933, s. 71 vd. Her iki kitapta Gazi Mustafa Kemal'in
Başbakan İsmet İnönü'ye yazdığı tezkereler vardır)
“Şu
halde memleketimizde uygulanan ‘Tek parti sistemi’ diğer memleketlerde
uygulanan tek parti sisteminden gaye ve özelliği bakımından tamamen ayrılmaktadır.
Gerçekten Faşist İtalya'da, Nazi Almanyası'nda uygulanmış olan ve halen Marksçı
diktatörlüklerde uygulanmakta olan tek parti sisteminin özü, çok partili
rejimlerin yani ferdin, insanlık değer ve haysiyetinin temeli olan düşünce
hürriyetini mutlak olarak reddetmektedir. Ve bu reddediş devamlıdır. Parti
görüşünün en son ve en üstün, milli selamete götürecek fek yol olduğu’ fikrine
dayanmaktadır.” (Parti doktrinini en üstün ve tek yol kabul eden partiler bu
inancın tabii sonucu olarak, tek parti sistemine varır. Ve iktidarı ele
geçirdikten sonra bir daha bırakmamaya, diğer partileri anayasayı ihlal ederek
ortadan kaldırmaya veya siyasi hayatı müessir bir kuvvet olmaktan çıkartmaya
çalışırlar. Bk. Waline, Cumhuriyete Karşı Siyasal Partiler, Paris, 1948
s. 16-17; Bordeau, Siyasal İlim İncelemesi, s. 466-467; Orhan Aldıkaçtı.
Siyasal Partiler, s. 43-44)
Binaenaleyh,
tek parti sisteminin, hakim olduğu memleketlerde iktidar partisi dışında bir
siyasi kuvvet tasavvur olunamaz. Halbuki bizde tek parti düzeninin devamlılık
vasfı yoktur. Liderler bu rejimi, geçici bir rejim, çok partili rejimin,
demokrasinin gerçekleşmesi için zaruri bir merhale olarak görmektedirler.
Bundan dolayı da tek parti sisteminin mantığından tamamen ayrı bir eğitim
sistemi tutulmuş, tek parti sisteminde tek parti övülürken, bizde tek parti
devrinde demokrasi düzeninin ancak çok partili sistemle gerçekleştirilebileceği
topluma duyurulmuştur.”
”...
Demokratik düzenin gerçekleştirilmesi olan açık gayeye rağmen, tek parti rejimi
otokratik rejimin iyilik ve kötülüklerini taşımaktadır. Rejimin gayesi hürriyet
olmasına rağmen zaman zaman keyfi bir rejimin uygulandığı kanaatim uyandıracak
tasarruflarda bulunulmuştur. Anayasa ve hürriyetler askıya alınmış, anaya.
sayı ihlal eden kanunlar çıkarılmıştır. Bilhassa 1930 yılından sonra Avrupa'da
beliren çok partili rejimi reddeden, tek parti düzenini savunup uygulayan ve
büyük ölçüde başarı sağlar görünen totaliter rejimlerin etkileri, bütün Batı
memleketlerinde olduğu gibi ve hatta onlardan daha fazla memleketimizde de
görülmüştür. 18 Haziran 1936'da hükümet ve Parti birleştirilmiş ve Dahiliye
Bakanı CHP Genel sekreterliğini yapmaya başlamıştır. (Uran, Hatıralarım, s.
296-297) Parti kurmak müsadeye bağlanmıştır. .
Bütün devlet faaliyetinin tek bir elden
idaresini sağlayacak bu gelişme daha ileriye gitmemiştir.” -
"...
1930'dan sonra gelen dönem, tek partililiğin yavaş yavaş 'ideolojileşmeye'
başladığı dönemdir. 1931'de, başlangıçtaki ‘Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve
halkçılık' ilkelerini genişleterek ‘altıok’u benimseyen Cumhuriyet Halk
Fırkası, 1935 Kurultayı ile birlikte, devlet yapısıyla kendi arasında sıkı bir
kaynaşmaya doğru gitmektedir. Partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı
olmakta, valiler de partinin il başkanlığı görevleri-ni yüklenmektedir.
Ancak,
bu kararı, parti kuruluşunun kamusal yönetim mekanizmasına egemen duruma
getirilişi olarak değil, tam bir kaynaştırma, hatta, partiyi sivil bürokrasinin
denetimi altına sokma kararı olarak yorumlamak gerekir. ‘Gazi de partiyi hiçbir
zaman hükümetin önüne ve üstüne geçirmedi. Hatta bir aralık parti teşkilatının
idaresini partililerden alıp hükümet ve idare adamlarına verdi. Valiler,
kaymakamlar, nahiye müdürleri aynı zamanda parti teşkilatının da yöneticileri
oldular.”* (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, İstanbul, Remzi
Kitabevi, 1967, c. 1, s. 386)
27
tarihlerde Avrupa'da oldukça yaygınlaşan faşist’ nitelikteki rejimlerin
etkisini Türkiye'de de görmek mümkün. Tek parti, toplumu meydana getiren,
köylü, esnaf, zanaatkar, işçi, tüccar, sanayici, memur ve meslek sahibi gibi
insanların, uzlaştırıcı tek organ yönetimi altında ‘uslu uslu geçinmelerini'
sağlayacak bir mekanizma olmakta, herkes partinin üyesi sayılmaktadır...
...
Başlangıçtaki, ‘kaynaştırılmış halk’ anlayışına ve 1930'dan sonra görülen bütün
belirtilere rağmen Avrupa'daki faşist rejimlerden yine de önemli ayrılıklar
var: Oralarda azıtan, tek partililik, kapitalist burjuva sınıfının öbür sınıflarıezmesine
yaradığı halde, Atatürk'ün rejiminde, aynı araç, çoğunlukla, bürokrasiden
gelen bir zümrenin, ‘Kemalizm’ adı verilen ve pek tutarlı yollardan
uygulanmayan 6 ilkeye dayanarak bir ülkeyi kalkındırmağa çabalamasına yarıyor.
Türk toplumunda 100 yıl öncesinde başlayan ‘bürokrasi önderliği' daha da güçlenmiştir.
Ancak, bu askeri ve sivil bürokrasinin ekonomik ve sosyal alandaki politikası,
‘halkçılık’ ilkesiyle özetlenen ‘imtiyazsız, sınıfsız bir kütle yaratma’
amacına göre pek tutarlı olmamıştır.”
“...
Türk devriminin bir diğer özelliği yani üniversel değeri, özellikle İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra daha çok anlaşılmış ve ortaya konmuştur. Ekonomik ve
sosyal bakımdan geri kalmış bir memleket batıya yönelirken, batı
demokrasilerine geçerken Türk devriminin deneyinden faydalanmanın, yolunu
aramıştır. Yani istiklalini kazanan ülke, hem de emperyalist batıya karşı
istiklalini kazanan bu ülke, komünizmin kucağına düşmemek için Atatürkçülüğe,
Türk devriminin ışık tutan prensiplerine bağlanmıştır.
Prof.
Duverger bu konuya ilgi ile bağlanmakta ve düşüncesini çok ilgi çekici bir
makalesinde açıklamaktadır. özetle denilebilir ki, az gelişmiş memleketlerin
siyasal rejimi incelenirken doğu ile batı standartları arasında bir tercih bu
memleketlerin kaderini Kemalizme bağlamıştır.
Duvergerie göre Kemalizm, Türk tarihinin
bir anı değildir. Bir politik sistem tipi haline gelmiştir. Bu politik sistem
henüz kat'i olarak tarif olunmamakla beraber, üçüncü dünyaya, yani Moskova ve
Pekin'e yaklaşmayan, Batı'ya doğru yönelmeyi arzulayan fakat ' yarı gelişmiş
memleketlerin, Batı demokrasileri de pek işlerine gelmediğinden, onlar için,
çoğunluğu henüz okuma yazma bilmeyen, hayat standardı düşük olan bu
memleketleri kısa zamanda Batı standardına yükr seltmek ancak Kemalizm
tecrübesi kalkındırabildi. (Duverger, Kemalizm, Atatürk, Unesco
Yayınları, 1963 s. 177-179; Makalenin astı: Kemalizm, Atatürk'ün Memleketi, Le
Monde tarafından yayınlanan ilave, 27 Mayıs 1961 ) .
Prof.
Duverger, Türkiye'de uygulanan, 1923-1945 devrindeki rejimi, Marksist, faşist
ve muhafazakar diktatörlük sistemlerinden farklı olarak esas gayesinin demokratik
rejim olduğunu ifade etmektedir. Prof. Duvergeriin cumhuriyetçi diktatörlüğü
mevcut sosyal durumu değiştirmek gayesiyle kurulmuş, geçici bir diktatörlüktür.
Gayesi bir an önce demokratik rejimi yerleştirmek ve liberal bir politik
rejimi gerçekleştirmektir. (Duverger, Siyasal Müesseseler ve Anayasa Hukuku,
5. Bs., Paris 1960, S. 394-396)
"...
Prof. Hamza Eroğlu, kominist veya kapitalist rejimlerden birini tercih etmek
durumunda kalan veya zorunda bulunan az gelişmiş üçüncü dünya memleketleri
için Kemalizmin bir örnek olduğuna dair sözleri Prof. Duverger*den naklen
işaret etti. Bu problemin, evvela, Kemalizmin doktrinal ve ideolojik değil,
realist ve pragmatik bir mahiyeti olması ile ilgili olduğunu sanıyorum.
Gerçekten Atatürk devrimlerine hakim olan görüşün çağdaş yönde fakat çatışan
kominist kapitalist iki ideoloji arasında sul generls bir karaktere sahip
olması, bağımsızlıklarını sağlamak için, yeni ve eski şekilleri altında
direnmek isteyen, emperyalizme karşı savaşan üçüncü dünya milletlerinin
Kemalizme güvenilir bir örnek ve yol gösterici değerini kazandırdığı
şüphesizdir."
"...
Atatürk devrimine gelince, Atatürk'ün esas itibarıyla, 1789 Fransız
devriminden gelen, 1921 ve 1924 tarihli anayasalarımızda ifadesini bulan siyasi
ideolojiye, klasik demokrasi İlkelerine bağlı olduğu, sosyal ve
iktisadi telakkileri yönünden, Marksistlerin anladığı ve iddia eder
göründükleri manada ve ölçüde toplumcu ve ilerici olmadığı şüphesizdir. (Bk. Atatürk'ün
Söylev Ve Demeçleri, Cilt II, 2, bs. 1959, s. 99) Yalnız şu var ki,
1931'den beri CHP'nin umdeleri-iken, 1937de Birinci Cumhuriyet Anayasasına
giren ve böylece Türkiye Devletinin resmi umdeleri değerini kazanan
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik ve İnkılapçılık ilkeleri
Kemalizmin ilericilik karakterini kuvvetlendirmiş ve onu daha ileriye ve sola
açmıştır. Ama bu, tekrar edelim ki, asla Marksist akımın anladığı manada ve
arzuladığı ölçüde bir ilericilik ve solculuk değildir. Çünkü sınıf
mücadelesine ve işçi sınıfı diktatoryasına karşı olan, düşünce hürriyetinin ve
kişinin kutsallığına inanan, özel teşebbüsü reddetmeyen, ailenin ve kamu
yaranna aykın olmamak kaydı ile özel mülkiyetin ve mirasın hatta dinin
saygıdeğer müesseseler olduğunu kabul eden rölativist ve plüralist bir düşünce
sistemi, rasyonel ve objektivist bir davranış biçimi olan Atatürkçülük, aşırı
sağa olduğu kadar aşırı sola da şiddetle karşıdır.”
"...
Diğer taraftan bir nevi muhafazacı milliyetçilik ile Marksizml telif eden
Kadro Dergisi etrafında toplanan Kadrocular hareketinin bir süre resmi
desteğe mazhar oluşu işaret ettiğimiz sola açılış yönünden manalıdır.”
Ord.
Prof. Dr. Recai Galip Okandan
"...
Devletin pozitif inkişafına taalluk etmek üzere 3 Mart 1340 (1924)'da hilafetin
ilgasına müteakip 20 Nisan 194O‘ta yeni bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda ge-'
tirilmiştir. Nev'i şahsamünhasır bir mahiyet taşımaktan ziyade yabancı
memleketlerin anayasalarından mülhem olmak ve fakat o devrin milli ihtiyaçları
da nazara alınmak suretiyle meydana getirildiği şüphesiz görülen mezkûr Esas
Teşkilat Kanunu'nda, bu hususta hukuki herhangi bir müeyyide ve teminatın ve
buna müteallik herhangi bir hukukî müessesenin anayasada yer almamış olmasına
rağmen, tabiî, ferdî, siyasî ve amme haklarıyla ilgili olmak üzere birçok hak
sıralanmaktadır. Her Türk'ün hür doğduğu ve hür yaşadığı, Türklerin kanun
nazarında müsavi oldukları, zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazlarının mülga ve
mumnu bulundukları, şahsî masuniyet, vicdan, tefekkür, söz, neşir, seyahat,
akit, say-ü amel (çalışma) temellük ve tasarruf (mülk edinme ve kullanma),
içtima, cemiyet, şirket hak ve hürriyetleri gibi hususların Türklerin tabii
haklarını teşkil eyledikleri can, mal, ırz ve mesken masuniyeti, şikayet
hakkı, ibadet, tedrisat serbestisi, matbuat, muraselat (haberleşme) hürriyeti,
muhaberat mahremiyetinin masuniyeti, hiç kimsenin tabi olduğu mahkemeden başka
bir mahkemeye celp ve sevk olunamayacağı, 18 yaşını ikmal eden her erkek
Türk'ün mebus seçimine iştirak eylemek, 30 yaşını ikmal eden her erkek Türk'ün
mebus seçilmek, hukuki siyasiyeyi haiz her Türk'ün ehliyet ve istihkakına göre
Devlet memuriyetlerinde istihdam edilmek hakları ve nihayet bir sosyal vazife
ve hak olmak üzere iptidai tahsil ve bunun devlet mekteplerinde meccani olması
gibi hususların yer aldıkları görülmektedir.”
“Devletin‘pozitif
gelişmesi bakımından memleketimizde parlömanter Cumhuriyetin tesisini mümkün
kılan, parlömanterizm ile meclis hükümeti sistemi arasında mutavassıt bir hal
şeklini kabul eylediği ve hatta bu mutavassıt hal şeklinin de parlömanterizme
mütemayil bir bünyeye sahip bulunduğu söylenebilen, hükümet şekli olarak
Türkiye devletinin bir Cumhuriyet ve dininin İslam olduğunu, hakimiyetin
bilakaydüşart millete ait bulunduğunu tebarüz ettiren 20 Nisan 1340 (1924)
tarihli Esas Teşkilat Kanunu, prensip olarak kuvvetlerin tevhedi (birliği)
esasını kabul etmiştir."
Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet
Velidedeoğlu
"...
Bir memlekette, kabul olunacak kanun kaidelerinin mükemmel olması, güzel
tatbik edilmesi için yalnız hukuk bilinci yetmez. Onları yapan ve tatbik edenler
de bu bilinçten başka bir de hukuk kültürünün bulunması şarttır.
İşte
bunu pek güzel tatbik eden Cumhuriyet idaresi ve onun Büyük Şefleri 20
yıllık Cumhuriyet devrinde memlekette eskisinden tamamen ayrı bir hukuk nizamı
kurulması için en büyük dikkati göstermişlerdir.
Türk
milletinin -Büyük Önderi Atatürk'ün rehberliğiyle kazandığı eşsiz zaferi
taçlayan ve Milli Şefin Türklere en büyük hediyesi olan Lozan Muahedesiyle
kapitülasyonlar kaldırılarak adlî istiklalimizi baltalayan zincirler
parçalanmış, ondan sonra memleketin en yeni kanunlarla teçhiz edilmesi de kafi
görülmemiş, bunları öğretecek birçok çarelere başvurulmuştur. Bunların başında
yeni hukuk bilgisiyle mücehhez hakim ihtiyacını karşılamak üzere, Ankara'da
Adliye Vekaletine bağlı bir Hukuk Mektebi açılması gelir... Hukuk Mektebinin 5
Kasım 1925'te yapılan açış töreninde söz alan Ebedî Şef Atatürk, *... şimdi
vücuda gelen bu büyük eserin zihniyetini, ihtiyacı tatmin edecek yeni esasatı
hukukiyeyi ve yeni erbabı hukuku vücuda getirmek için teşebbüs almağa zaman
gelmiştir' demiştir.”
”...
Memlekette bir rejim devrimi yapıldı; artık yasama kudretini tamamen kaybetmiş
olan Saltanat kaldırıldı. Yerine Cumhuriyet kuruldu. Ve böylece demokrasinin
temelleri atıldı. Halk, ‘reaya* olmaktan kurtuldu. Kendini İdare edecekleri
seçmeye hazırlanan ‘efendi’ oldu.”
”...
İnsana ve topluma ilişkin hiçbir sorun adaletin denetimi dışında kalamaz.
Gerçek Atatürkçü bunu haklı görür. Atatürk adaletin görevinde yasak bölgeyi
kabul etmemiştir. Çünkü bir devlet kurmak azmindeydi. Adaleti sınırlamak
isteğinde, günümüzdeki köksüz akım ‘Atatürk'ü tahrip özgürlüğü’ iddiası
içindedir.”
”...
Türk toplumu tarihin yapıcı akımı içinde, önce ‘Halife Sultan'ın şahsında
toplanan ve beliren tanrısal mutlakiyetçi siyasal iktidarın halk yararına
sınırlanıp kısmi bir halk ortaklığı ile yumuşatılarak kullanılması* safhasını
geçirmiştir. Bundan sonra, ‘Tanrısal mutlakiyetçi geleneğinden ayrılmak
istemeyen Halife-Sultan siyasi iktidar kavramını tatbikatta tamamıyla kırarak
onun yerine, Siyasal Parti temelinde bir halk iktidarı getirme* devresini
de yaşamıştır.
, Bu iki devreden sonra, aynı gelişme
çizgisi üzerinde kalan, fakat ötekilere nazaran pek kökten bir değişmeyi
ifade eden bir üçüncü devre demokrasisi gelmiştir: (İdare ve hakimiyetin
‘onun hakiki sahibi olan halk’ın eline, -onu bir halife-sultan ile, bir
monarşi artığı kurum ile paylaşmadanbir tekel haline geçmesi, siyasal
İktidarın, halkın maddi ve manevi varlığının ve etkisinin altında bulunması,
böyle İşlemesi, bu yolda gerçekleşmesi) anlamında bir demokrasi hayatı
içine girilmiştir.” .
"...
Tek partili cumhuriyet ‘Kuvayl milliyeyl amil ve milli iradeyi hakim kılma* PRENSİPLERİNE
DAYANIR. Siyasi teşkilatını bu prensibin uygulanması haline getirir:
‘Müdafaa-i Hukuk* ve ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi’ kanalları ile.
Fakat
rejim, siyasi mekanizmada tek partinin egemenliği altındadır. Lâkin bu, tek
parti de, ‘parti-halk’ güçleri münasebetini, ‘Kuvayi Milliye'nin, ‘Müdafaa-i
hukuk’un esprisine uygun olarak daima taze, hareketli ve halk temeli
üzerinde tutamamıştır. Hemen bu kademedeki teşkilatında bir kısırlaşmaya
uğramıştır. Zaman zaman genel, merkez yönetimi, partiye taze kan, taze enerji,
taze bilgi ve yapıcı güç katmanın yollarını düşünmemiş, bu konuda teşebbüse
geçmemiş değildir. Fakat, genel davranış, gene de her kademede iç tenkid
esprisi kuvvetli, araştırıcı zihniyeti yerinde olanlarla zenginleştirme
amaliyesini son derece ihmal etmiştir. Kuvayi Milliyenin, Müdafaa-i Hukuk’un
eski kalem ve ktlinç arkadaşlığı kadrosu, uzun zaman partiye hakimiyetlerini
bırakmamışlardır. Böylece yeni bilgi, enerji kaynaklarından yoksun kalan bu
eski kadro da, bizzat Mustafa Kemal Atatürk'e yetişmekte geri kalmıştır. Bu da
Mustafa kemal Atatürk'ün, ‘halk temeline dayalı Cumhuriyet demokrasisi'
fikrinin bütün şumula ile gerçekleşmesine elverişliliği ortadan kaldırmıştır.”
Bu
dönemde, "... bir kelime ile kominizm ve faşizm totalitaryanizmine
düşmeden, tek parti temeli üzerinde, milliyetçi, inkılapçı ve ihtilalci bir
otoritecilik prensipleri ile bir Kemalizm ideolojisi örmeğe teşebbüs edildi.
Hiç ollnazsa, bunun fikrî dayanakları aranarak, bir ‘parti-devlet ayniyeti'
kurulmağa doğru yönelindi. İşte bu da, kanaatımızca, Tek Parti devrinde,
Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan, Cumhuriyet demokrasimizi durduran
sebeplerden birisi oldu. Mustafa Kemal'in gerçek ideolojisine zıt bir akım
olarak... Çünkü Mustafa Kemal ideolojisi, bütün manası ve şumülü İle gerçek
demokrasiden, bir halk temeline dayanan, halkın maddi manevi varlığı ve etkisi
altına konmuş bulunan bir demokrasiden başka bir şey değildir. Tek parti
otoriteciliği ise böyle bir demokrasi teşkil etmez... Atatürk'ün pek erken
başlayan hastalığı ve onu izleyen ölümü de, bu, çok partili eşkale doğru
gelişmeyi durduran bir sebep olmuştur."
"...
1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun, bu hususta kabul ettiği sisteme gelince,
bunda da 1921 Anayasasında olduğu gibi (md. 1)
Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin
yegâne ve hakiki mümessilidir. Bu sıfatla millet namına, hakikatte ona ait olan
hakimiyet hakkını kullanır. (md. 4)... Ancak 1924 Anayasası’nda parlömanter
rejimin mühim özelliklerinden biri olan Devlet Başkanının (bizde Reisicumhurun)
Meclisi fesih yetkisi yoktur. Bu bakımdan diyoruz ki, 1924 Anayasamızın kabul
ettiği sistemde, tam olarak ne meclis hükümetini, ne de parlömenter hükümeti
tam olarak gerçekleşmiş görememekteyiz."
"...
9 Temmuzda Halk oyuna sunularıve kabul edilen yeni 1961 Anayasamızın 1.
maddesi, Türkiye Devleti Bir Cumhuriyettir, 4. maddesi ‘Egemenlik kayıtsız
şartsız Türk milletinindir* demek suretiyle 1924 Anayasamızın bu hususta kabul
ettiği prensiplerle ittifak halinde bulunmaktadır.”
“...
Memleketimiz bakımından milli egemenlik prensibi, her şeyden önce, keyfi
idarenin, saltanatın ortadan kaldırılmış olduğunun delilini meydana getirir.
1924 tarihli Esas Teşkilat Kanunu Tasarısı, Büyük Millet Meclisinde
görüşülürken Kanun-u Esasi Encümeni Mazbata Muharriri, şöyle demekte idi:
‘Encümenimizin faaliyetlerinde daima kendisine rehber ittihaz ettiği umde
şudur:
Hakimiyet
milletindir.*
Acaba niçin böyle olmuştur? Atatürk cevap
veriyor: Büyük Millet Meclisi'nde 1923’te söylediği nutukta diyor ki: ‘Heyeti
içtimaiyede en yüksek hürriyetin, en alî müsavat ve adaletin temini, istikrarı
ve mahfuziyeti, ancak ve ancak tam kati manasıyla hakimiyeti milliyenin müesses
bulunmasıyla daimdir. Binaenaleyh hürriyetin de, müsavatın da, adaletin de
nokta-i istinadı hakimiyeti milliyedir... Heyeti içtimaiyemizde, devletimizde
hürriyet, bîpayandır. Ancak, onun hududu, onu bîpayan (sonsuz) hududu esasın
mahfuziyeti ile kaim ve mahduttur.’ Ve yine bundan dolayıdır ki,... her şeyimiz
için behemahal en kıskanç hislerimizle ve bütün kuvvetimizle hakimiyeti
milliyemizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz.’ '
Mustafa
Kemal, bunu her fert için lüzumlu telakki ettiği gibi kendisi de aynı gaye
uğrunda and içmiştir.”^
”...
Türkiye Cumhuriyetinde 1946'ya kadar fiilen tek parti rejimi bulunduğu söylenir
ise de, bu dönemin Türk sistemi yukarıda ana hatlarıyla açıkladığımız sisteme
(öteki tek parti sistemlerine) uymaz. Türk tek. parti sistemi çok parti
sistemine geçiş aracı olmuştur. Amaç demokratik rejimdir. Bundan başka
Türkiye’nin tek partisi belli devrimlerin yapılabilmesi için, iktidarhalk
ilişkisi örgütü olmak üzere düşünülmüştür. Bu yönleri ile genel sisteme uymayan
bir karakter taşır. Kaldı ki, Türkiye tek partisinin o güne kadar bilinen belirli
doktrinlerden biri üzerine kurulmuş olup olmadığı da ayrıca üzerinde durulması
gereken bir konudur.
Bize
göre, Türk tek parti sistemi dönemi, Atatürk doktrininin inşa edilmekte olduğu
dönemdir. Ancak Atatürkçü doktrini yayan vasıta bu parti değildir. Halkın
kendi dehasıyla benimsediği reformların gere-
Bülent Nuri Esen,
Anayasa Hukuk Genel Esasları, Ayyıklız Matbaası, Ankara 1970, s. 167.
ğini
yapmada önder rolünü oynamak partinin işi OLMUŞTUR."27
"...
Deyimlerin çeşitli anlamları olabilir. Fakat bir toplumda genellikle, hatta
resmen benimsenmiş bir anlam varsa, deyimleri bu anlamda kullanmak gerekir.
Türk anayasası ve Türk toplumu, bugün ‘milliyetçilik’ deyimini, ‘Türk
miliyetçiliği’, ‘Atatürk milliyetçiliği’ anlamında kullanmaktadır... Böyle bir
milliyetçiliğin ırkçılıkla, turancılıkla ilgisi bulunmadığı, hatta, ırkçı,
kafatasçı olanların, 'Atatürk milliyetçiliğinin karşısında yer aldıkları',
doğrudan doğruya Atatürkçe en açık bir biçimde tekrarlanmıştır. Bunun
belgelerini görmek için, Büyük Nutuk'a göz atmak bile yeter. Atatürk
Milliyetçiliği, faşist ırkçılık değildir. Tam aksine bu iki kavram birbiriyle
çatışır.”28
Atatürk
bir konuşmasında şöyle diyor: “... Düşmanlarımız OsmanlI Devleti'ni yıkarak,
unsuru asli olan Türk milletini de imha etmek istiyorlardı. Halbuki Türk
milleti yeni bir iman ve kati bir azmi milli ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu
devletin istinad ettiği esaslar, ‘istiklal-! tam’ ve ‘Bilâkayd-ü şart
Hakimiyeti Milliye’den ibarettir.” (Atatürk, İzmir'de Halk ile Konuşma, Söylev
ve Demeçler, Cilt 2, s. 92)
Prof.
Dr. Nermin Abadan (Unat)
"...
Görülüyor ki, anayasacılık cereyanının başlangıç tarihi olan 1876'dan çok partili
sisteme geçiş tarihi olan 1946*ya kadar uygulanmış olan 13 seçimin hepsi,
(1876-1877 iki seçim), 1908, 1912, 1914, 1Q19, 1920 (TBMM Kuruluşuna imkân
veren seçim) 1923, 1927, 1931,1935, 1939, 1943 modern anlamda, genel, serbest,
tek dereceli, gizli, demokratik, bir nitelik taşımaktadır. (Bu seçimlerden
ancak 1908, 1912, 1919 ve 1931 seçimlerinde birden fazla grup iktidar için rekabete
girmiş sayılırlar.) Gerçi bu seçimlerin bir kısmında, -Örneğin, tarihe,
‘sopalı seçim’ olarak geçen 1912 seçimlerinde olduğu gibibüyük çapta hile ve
baskıya başvurulmuştur. Diğer kısmı ise, -seçimin iki dereceli, yani vasıtalı
olmaktan başkaörnek denebilecek tarzda adil ve serbest bir atmosfer içinde
geçmiştir.”30
«
“...
Kemalist ideoloji ve rejimin, demokrasiye hazırlayıcı dönem için, geçici bir
diktatör görüntülü olduğu bir gerçektir. Ancak bu diktatörlük, faşizm ve komünizm
gibi totaliter değildi. Komünizm ve faşizm dışında kalan ve totaliter olmayan
diktatörlükler paternel ve cumhuriyetçi diktatörlüklerdir. (Duverger, Siyasal
Müesseseler, 1960 s. 394)
Kemalizm
cumhuriyetçi diktatörlüklerin en tipik örneğidir. Amacı olan klasik
demokrasiye geçişi ilk tamamlayandır. Kemalist devrimci diktatörlük teorisi
tek parti modelini esas alarak siyasi demokrasinin gelişini hazırlamak amacına
sahiptir. (Duvarger, ibid, s. 395)
Ülkenin
sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerden az gelişmiş yapısı nedeniyle Türkiye'de
tek parti rejimi, bir demokrasiye geçiş aşaması olarak, geçici bir süre zorunlu
kabul edilmekteydi. Girişilen çok parti dene-
Nermin Abadan, Anayasa
Hukuku ve Siyasi Rejim Açısından 1965 Seçimlerinin Tahlili, SBF, Ankara 1969,
s. 71; Ayrıca bk. Basın ve Haberleşme Hürriyeti, Türkiye'de İnsan Hakları
Semineri, s. 89-117 ve 118-124.
meleri
bunu gösterir. (Serbest Fırka) Diğer yandan rejimin ideolojisi hiçbir zaman
kendini faşist veya totaliter olarak nitelendirmedi. (Duverger, Diktatörlük
Üzerine, İstanbul 1965 s. 73) Kemalist Türkiye'de, faşist rejimlerde her
gün rastlanan otorite savunucusunun yerini demokrasi savunucusu almıştı.
Kemalist devrim modernleşmeyi önleyen taassuba karşı mücadele ederek Türkiye'yi
batılılaştırmak istemiştir.
CHP
gerek felsefesi bakımından, gerek yapısı bakımından totaliter değildi. Bu
ideoloji hiçbir zaman faşizm ve komünizm gibi üyelerine bir iman veya mistik
aşılayarak bir din görünümü kazanmamıştır. CHP il başkanlığının valilere
verilmesi ve halkevlerinin kurulması belirli ölçüde, Hitlerci bir davranış
havası verir. (Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Sander
Yayınları, İstanbul 1973, s. 206) Ama Kemalizmin tek partisi CHP'nin yapısı ne
gerçek anlamda Ocak örgütlerine, ne hücre sistemine ve ne de milislere dayanırdı.”
"...
Parti içi demokrasinin oldukça ileri olduğu, CHP yöneticilerinin üyelerden daha
büyük önem taşıdığı bir komite partisi olarak kabul edilebilir.
Faşist
rejimlerde tek parti burjuva sınıfının öbür sınıfları ezmesine yaramasına
karşılık Kemalist rejimde tek particilik ülkeyi kalkındırmayı amaçlıyordu.
Kemalist
devrimin hedeflerine varmak için uyguladığı yöntem halk için halka rağmenlik
olmuştur. Halka rağmen, halk İçin reformlar yapma, onu yöneltme, elrtçi
(seçkinlere ait) bir yöntem fiilen vardır. Bu, Kemalizm'in halkçılığına belki
ters düşebilir. Ancak, bu rağmenlik, doğrudan doğruya halka karşı değil, halkı
belirli düzen altında tutan tutucu güçlere karşı idi. (Tarık Zafer Tunaya,
Atatürkçülük ve Türk Toplumu, Düşünenlerin Forumu, Milliyet, 4 Kasım
1973)
Kemalizmin
asıl amacı, halkı kendi iradesini serbestçe oluşturabilecek hale getirerek,
devrimlere sahip çıkmasını sağlamak ve aşağıdan yukarı örgütlenmesi
idi."
"...
Her şeyden önce bazı yanlış anlamaları önlemek için rejim ve ekonomik sistem
sözcükleriyle ne anladığımızı ortaya koyalım. Burada siyasi rejim deyimiyle
hükümet sistemlerini yani rejim şekillerini kastediyoruz. James Bryce'nin ünlü
eseri ‘Modern Demokrasilerin yayınından bu yana hükümet şekillerini demokrasi
ve diktatörlük diye ikiye ayırmak adet olmuştur. Demokrasi kısa anlatımıyla
halkın, halk tarafından, halk İçin yönetimidir. Her ne kadar demokrasi
sözcüğü, bu tanım dışında çeşitli anlamlara geliyorsa da biz burada demokrasiyi
açık toplum ya da açık rejim anlamında kullanıyoruz.
Açık
toplum anlamındaki demokrasinin belirgin özellikleri şunlardır: Çok partili
hayat ve tek dereceli serbest seçimler, hür muhalefet, geniş bir hak ve hürriyetler
kataloğu, çeşitli fikir ve baskı gruplarının varlığı (plüralizm)...
Diktatörlüğe gelince, bu kavram bazan despotizmle karıştırılmaktadır. Oysa eski
Roma'da olağanüstü dönemlerde, belirli bir süre için, senato yetkilerini
kendi isteğiyle bir diktatöre tevdi ediyordu. Bu kanuni diktatörlüktü. İstisnai
bir durum olan bu kanuni diktatörlük dışında, günümüzde diktatörlük denince, siyasi
hürriyetleri kısıtlayan, ya da tamamen kaldıran, muhalefete varlık tanımayan,
genellikle tek parti, tek şef, tek doktrin ilkelerini benimseyen,
seçimlerin hiç yapılmadığı, yapılsa bile göstermelik olduğu ve gerçek bir halk
tercihini yansıtmayan sistemler anlaşılır. Kapadı toplum, kapalı rejim böyle
düzenleri anlatmak için kullanılır."
'
“Ekonomik sistemlere gelince: Bugün beli başlı iki ekonomik sistem vardır. 1.
Kapiltalist model, 2. Sosyalist kollektivist model."
Prof.
Dr. Bülent Daver’e göre, Mustafa Kemal, demokrasi taraftan, demokrasiye
hayran, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyen bir liderdir.
“...
Mustafa Kemal'in demokrasiye bağlılığı, hayranlığı, bu rejimin iyiliğine ve
üstünlüğüne olan inancı nereden gelmektedir. Atatürk'ün, ölümünden bir yıl
önce yaptığı konuşmada Tûrklerin ruhen demokrat doğmuş bir millet olduğunu’
belirttikten sonra, padişahların kendilerini ve yaldızlı tahtlarını,
korumak için milletteki bu doğuştan demokrat niteliği uyuşturmağa ve
köleleştirmeğe çalıştıklarını ileri sürmüştür.
Atatürk siyasi rejim konusunda, esas
itibarıyla demokratik rejimi benimsemektedir. Bu rejimin üstünlüğüne ve
değerine yürekten inanmaktadır. Türk milletinin doğuştan niteliklerinin de
demokratik rejimi kabul etmemizi kolaylaştırdığını ileri sürmektedir."
Prof.
Dr. Bülent Daver, daha sonra. 1924 Anayasası hükümlerinin siyasi hayatta çoğu
zaman uygulanmadığım, rejimin otoriter eğilimler gösterdiğini belirtmektedir.
Fakat bu durumun geçici olduğunu, rejimin halk hakimiyeti fikrini temel
bir unsur olarak belirttiğini de ifade etmektedir.
"...
Bu rejim, uygulamada, temel çizgileri itibarıyla Duverger'in de işaret
ettiği gibi, daha çok cumhuriyetçi bir diktatörlüğü andırmaktadır.’’ hip çıkmasını sağlamak ve aşağıdan yukarı
örgütlenmesi idi."
"...
Her şeyden önce bazı yanlış anlamaları önlemek için rejim ve ekonomik sistem
sözcükleriyle ne anladığımızı ortaya koyalım. Burada siyasi rejim deyimiyle
hükümet sistemlerini yani rejim şekillerini kastediyoruz. James Bryce'nin ünlü
eseri ‘Modern Demokrasilerin yayınından bu yana hükümet şekillerini demokrasi
ve diktatörlük diye ikiye ayırmak adet olmuştur. Demokrasi kısa anlatımıyla
halkın, halk tarafından, halk için yönetimidir. Her ne kadar demokrasi
sözcüğü, bu tanım dışında çeşitli anlamlara geliyorsa da biz burada demokrasiyi
açık toplum ya da açık rejim anlamında kullanıyoruz.
Açık
toplum anlamındaki demokrasinin belirgin özellikleri şunlardır: Çok partili
hayat ve tek dereceli serbest seçimler, hür muhalefet, geniş bir hak ve hürriyetler
kataloğu, çeşitli fikir ve baskı gruplarının varlığı (plüralizm)...
Diktatörlüğe gelince, bu kavram bazan despotizmle karıştırılmaktadır. Oysa eski
Roma'da olağanüstü dönemlerde, belirli bir süre için, senato yetkilerini
kendi isteğiyle bir diktatöre tevdi ediyordu. Bu kanuni diktatörlüktü. İstisnai
bir durum olan bu kanuni diktatörlük dışında, günümüzde diktatörlük denince, siyasi
hürriyetleri kısıtlayan, ya da tamamen kaldıran, muhalefete varlık tanımayan,
genellikle tek parti, tek şef, tek doktrin ilkelerini benimseyen,
seçimlerin hiç yapılmadığı, yapılsa bile göstermelik olduğu ve gerçek bir halk
tercihini yansıtmayan sistemler anlaşılır. Kapadı toplum, kapalı rejim böyle
düzenleri anlatmak için kullanılır.”
'
“Ekonomik sistemlere gelince; Bugün beli başlı iki ekonomik sistem vardır. 1.
Kapiltalist model, 2. Sosyalist kollektivist model.”
Prof.
Dr. Bülent Daver’e göre, Mustafa Kemal, demokrasi taraftan, demokrasiye
hayran, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyen bir liderdir.
"...
Mustafa Kemal'in demokrasiye bağlılığı, hayranlığı, bu rejimin iyiliğine ve
üstünlüğüne olan inancı nereden gelmektedir. Atatürk’ün, ölümünden bir yıl
önce yaptığı konuşmada Tûrklerin ruhen demokrat doğmuş bir millet olduğunu*
belirttikten sonra, padişahların kendilerini ve yaldızlı tahtlarını,
korumak için milletteki bu doğuştan demokrat niteliği uyuşturmağa ve
köleleştirmeğe çalıştıklarını ileri sürmüştür.
Atatürk siyasi rejim konusunda, esas
itibarıyla de. mokratik rejimi
benimsemektedir. Bu rejimin üstünlüğüne ve değerine yürekten inanmaktadır. Türk
milletinin doğuştan niteliklerinin de demokratik rejimi kabul etmemizi
kolaylaştırdığını ileri sürmektedir."33
Prof.
Dr. Bülent Daver, daha sonra. 1924 Anayasası hükümlerinin siyasi hayatta çoğu
zaman uygulanmadığım, re-. Jlmin otoriter eğilimler gösterdiğini
belirtmektedir. Fakat bu durumun geçici olduğunu, rejimin halk hakimiyeti fikrini
temel bir unsur olarak belirttiğini de ifade etmektedir.
"...
Bu rejim, uygulamada, temel çizgileri itibarıyla Duverger'in de işaret
ettiği gibi, daha çok cumhuriyetçi bir diktatörlüğü andırmaktadır.” Doç.
Dr. İlter Turan
"...
Tek parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisi'nin milli tamlanmadaki rolünü şu
noktalarda toplayabiliriz: a) milli siyasi hayat yaratmaya çalışmıştır. Bu,
bir yandan, yurt çapında bir teşkilat kurarak, diğer yandan da MIHI Seçimler
vasıtasıyla halka siyasi hayata iştirak duygusu uyandırmak yoluyla
yapılmıştır. Gerçi Milli Seçimler, kimlerin seçileceğini, tespit etmemişse de,
halkta bir siyasi sistemin parçası olduğu kanısını uyandırmakta yardımcı
olmuştur.”3'
”...
Peki suçlu kimdi? Elbette ki Atatürk değildi. Bize olağanüstü koşullarda,
olağanüstü bir kabiliyet ve enerji ile bir kurtuluş savaşı ve bir vatan
kazandıran Atatürk'e sadece saygı ve minnet borçluyuz. Üstelik taklitçiliğin
çıkar yol olmadığını en gerçekçi bir şekilde söyleyen de yine bizzat
Atatürktür. Nihayet Atatürk, her şeyden önce, hayatının en önemli yıllarını
cephelerde harcamış bir askerdi; bir filozof değildi. Bazılarının sandığı
gibi, suçlu, Atatürk'ün çevresi de değildi. Daha doğrusu suçlu yoktu. Söz
konusu olan, Anadolu insanı için şanslı bir tarihi raslantı, fakat şanssız bir
tarihi zorunluluk idi. Atatürk'ün ve bir sürü isimli isimsiz kahramanın
mevcudiyeti şanslı bir tarihi rastlantı idi. Bunlardan, başta, Atatürk olmak
üzere bir kısmının olmayışı tarihin akışına bambaşka bir seyir verebilirdi.
Fakat bir kere kurtuluş savaşı kazanıldıktah ve iktidarın sınıfsal tabanı
teşekkül ettikten sonra, Türkiye'nin sanayileşmeyi sağlayamayacağı da tarihi
bir zorunluluk idi. Tekelci kapitalizm çağında, geri kalmış ülketer' de
işçi-köylü temel ittifakına dayanmayan iktidarların sanayileşmeyi
sağlayamayacağı, sadece Türkiye'de değil, bütün benzer ülkelerde denenmiş ve
ispatlanmış bir tezdir."
Doç. Dr. Tuncer Karamustafaoğlu
"...
Türkiye'de meşrutiyetten kalma iki dereceli seçim usulü, 1946 yılına kadar
uygulanmıştır... İki dereceli seçim usulü halkın seçimlerde aktif rol oynamasına
engel olmuştur. Tek parti dönemi adı verilen bu dönemde seçimler partinin
gözetim ve denetimi altında yürütülmüştür. Seçmenler, sadece teorik olarak diledikleri
kimseye oy vermekte serbesttirler. Gerçekte seçimler, Cumhuriyet Halk
Partisi’nin nüfuz ve tesiri . altında cereyan etmiştir. Halk Partisi,
seçimlerde her seçim çevresi için aday göstermek usulünü koymuştur. Adayların
isimlerini seçimlerden önce parti ilan etmektedir. Hatta bu iki dereceli seçim
usulünde ikinci seçmenler de partinin adayiandır. Genellikle bu ikinci
seçmenler, seçim gününde partinin milletvekili adayı olarak gösterdiği
kimselere oy vermeyi tercih etmişlerdir... MIHI İrade dolaylı olarak
ortaya çıkabilmiştir."*9
"...
İkinci Büyük Millet Meclisi normal yasama devresi sonunda seçimlere gitti. Bu
seçimlerle 3. BMM kurulmuştur. 2. BMM konumuz hakkında önemli olan bir takım
kanunlar yapmıştır ki, bunların başında Ekim 1923 tarihli Cumhuriyeti ilan eden kanun
ve 1924 tarihli anayasamız gelmektedir. Seçimde Tatbik Edilen Vesikalar,
2.
BMM kurulduktan sonra ilk olarak 29 Efctt'fr 1923 tarihli bir kanunla
cumhuriyeti ilan etti. Daha sonra 19 Kanunevvel 1923 tarih ve 385 numaralı bir
kanunla Intihab-ı Mebusan Kanunu'nu değiştirdi.
2.20
Nisan 1340 (1924) tarihli anayasa yapılmıştır.
3.16
Haziran 1927 tarih ve 1079 sayılı kanunla Intihab-ı Mebusan kanunu 2. bir
değişikliğe uğramıştır.
Aynı yıl içinde 5 gün
sonra 112 sayılı kanunla üçüncü bir değişiklik yapılmıştır.
Nihayet son olarak
Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi, Mustafa Kemal tarafından neşredilen ve
seçilecek adayları gösteren tebliğ sayılabilir.”
Seçimin
Hukuki özellikleri
Yukarıda
sıraladığımız ve 1927 seçimlerinde tatbik edilen, konumuzla ilgili vesikalardan
çıkardığımız sonuçları şöyle sıralayabiliriz:
Seçimler gerek seçmen yaşı
(18 yaş) ve gerekse seçilmek için gerekli yaş (30 yaş) değiştirilmemiş, aynı
kalmıştır. (1924 Anayasası, Md. 10,11) *
Seçilebilmek için
gerekli şartlar kısmen değiştirilmiştir Şöyleki:
Bir
defa, yabancı resmi hizmette bulunanlar.
Ağır
ceza veya hırsızlık, sahtekârlık, dolandırıcılık, emniyeti suistimal, hileli
iflas cürümlerinden biri ile mahkûm olanlar,
Mahcurlar,
Yabancı
tabiiyet iddiasında bulunanlar,
Medeni
haklardan iskat edilmiş olanlar ve Türkçe okuyup yazma bilmeyenler mebus
seçilemezler (Anayasa Md. 12)
31
Ağustos 1927 tarihli seçimlerde, Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından neşredilen
ve bazı isimleri ihtiva eden bir liste bulunmaktadır. Vilayet halkına bir tezkere
ile bildirilen bu tebliğde, seçmenlerden listede yer alan adayların seçilmesi istenmektedir.
Bu seçimlerde başka rakip parti yoktur. Neticede her
tarafta CHP kazandı.”41
"...
Atatürk milli kurtuluş savaşını “hakimiyeti milliye” parolası ile açmış ve
yürütmüştür. 1924 Anayasasının hazırlanmasında, 18. yüzyıl felsefesinin ve
Fransız İhtilali prensiplerinin oldukça derin tesirleri görülür. 18. yüzyıl
felsefesinin tesiri özellikle, ‘Tûrklerin hukuku ammesi' başlığını taşıyan
haklar ve hürriyetler bölümünde (m. 68-88) kendini açıkça belli eder. Tabii
haklar doktirini, havası, ruhu hatta dili ile bu bölümde canlı olarak sezilir.
Ve arkadan, 1789 modeli klasik hak ve hürriyetler kataloğu gelir. Düşünce,
vicdan, söz, basın, haberleşme, demek kurma, çalışma, eğitim hürriyetleri,
mülkiyet hakkı, kişi güvenliği, konut dokunulmazlığı, eşitlik prensibi vs.”
"... 1924 Anayasasına hemen hiç
tartışmasız girivermiş olan bu klasik kamu hürriyetleri, pratik alanda tam
olarak gerçekleşmiş midir? Atatürk devrinde, kendisinin İçten özlediği
gerçek halk İDARESİ, Batılı anlamda hürriyetçi bir demokratik düzen
kurulabilmiş midir? Bu soruyu objektif olarak, ancak, ‘hayır' diye
cevaplandırabiliriz. Şu halde. Atatürk rejimi demokratik ideolojiyi reddeden,
tipik bir diktatörlük müydü? Bu sorunun cevabı da hiç şüphesiz ‘hayır1
olmalıdır.
Atatürk
rejimi otoriter bir rejim idi. Fakat su katılmamış tipik bir diktatörlük
değildi. O'nun tek parti sisteminin ne ideoloji yönünden, ne de bünye ve
mekanizma yönünden faşist ve Marksist sistemlerle hiç bir ilgisF
Servet Armağan, a.g.m.,
s. 72-73.
Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, 3. bs„
AÜHF, Ankara 1970, s. 96-97. yoktur. (Bu konuda ilgi çekici görüş ve
kıyaslamalar için bakınız, M. Duverger Siyasal Müsesseler ve Anayasa
Hukuku, Paris 1960, s. 395) Ne onlar gibi kişiyi toplum içinde eriten ve
otoriteyi tamlaştıran bir totaliter dünya görüşünün savunucusu olmuş, ne de
vatandaşı sabah akşam gözetleyen sıkı bir polis rejimi kurmaya çalışmıştır.
Aksine Atatürk hiçbir zaman gaye olarak demokratik prensiplerin üstünlüğünü ve ‘halka
dayanan yönetim* ülküsünü savunmaktan geri kalmamıştır.
Şu
halde, cumhuriyetin ilk 15 yıllık devresini en iyi karakterize eden bir
belirgin nitelik bulunmak istenirse, buna demokrasiye hazırlık dönemi’, demek
belki en doğrusu olur. Gerçekten bu dönemde Atatürk daha önce İttihat ve
Terakki liderlerinin yapmadığı, yapmaya teşebbüs dahi etmedikleri ‘asıl muazzam
ve zor işi’ yani halk kitlelerini demokrasi ve hürriyet rejimine hazırlama
işini başarmak çabasına girişmiştir. Bu alanda başarıya ulaşmak için, ‘çağdaş
medeniyet seviyesi'ne ulaşmak lazımdır. İşte devrimlerin esas hedefi budur.’
"... Atatürk'ün
uzun vadeli idealinin ve devrimlerin ana hedefinin, Türkiye’de Batılı anlamda
demokratik ve hürriyetçi bir siyasi düzenin kurulması olduğu huşu. sunda şüpheye
yer olmamak gerekir. Nitekim, bu konu üzerinde duran yabancı yazarların,
büyük çoğunluğu da, aynı görüşü paylaşmaktadır. (Duverger, a.g.e., s. 395-396)
Hakim kanaat odur ki, Atatürk’ün otoriter rejiminin gerçek amacı, demokrasinin
yaşayabilmesi için gerekli ortamı yaratmaktan ibarettir. Onu açıkça
diktatör olarak vasıflandıranlar bile, bu diktatörlüğün (kendine özgü)
niteliğini belirtmekten ve ‘Türkiye’de bundan böyle bir daha diktatörlük kurulmasını
İmkânsa kılmak hedefine yönelmiş* OLDUĞUNU işaret etmekten geri kalmamışlardır.”
(H. C. Armstrong, Grey Golf: Mustafa Kemal, Londra, 1945 S.246-24S)
•- Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar
, "...
20 Kanunisani (Ocak) 1337 (1921) tarih ve 85 sayılı kanun ‘hakimiyet bilakayd-ü
şart milletindir' prensibini koyduktan sonra, ‘icra kuvveti ve teşri selahiyeti
milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli’
ettiğine ve ‘Türkiye devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare’
olunduğunu; hükümetin, ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını’ taşıdığını
tasrih ediyordu. Bu hükümler, hükümdardan hakimiyetin de tamamen alındığını ve
devlet reisliğinin de hükümet reisliği gibi fiilen ve hukuken Büyük Millet
Meclisine geçmiş olduğunu göstermektedir.”^
"...
Devlet reisliği bakımından T.C. ile Osmanlı İmparatorluğu arasında çok mühim
ve esaslı bir fark olduğu ve iki devrin arasındaki farklardan en mühiminin bu
noktada yani (Cumhurbaşkanlığı noktasında) belirdiği tabidir.
1924
Anayasasına göre, “Reisicumhur BMM heyeti umumiyesi tarafından ve kendi azası
meyanından.bir intihap (seçim) devresi için intihap olunur. Riyaset vazifesi
yeni Reisicumhur intihabına kadar devam eder. Tekrar seçilmek caizdir.
Reisicumhur
milletin reisidir, merasim-i mahsusada Meclise ve lüzum görürse icra vekilleri
heyetine başkanlık eder.
Reisicumhur,.
Bakanlar kuruluna reislik etmesi ve hükümet teşkilatının da başında bulunması
itibarıyla bir icra ve idare organı durumundadır... 1924 Anayasası, hükümet
kurma vazife ve selahiyetini devlet reisi olarak cumhurbaşkanına vermekle
beraber, başkanın bu selahiyetini üç kayıtla tahdit ve takyit ethniştir. 1.
Cumhurbaşkanı ancak başbakanı seçebilir. Hükümetin diğer azalarını bakanları
doğrudan doğruya seçemez. Başbakan vasıtasıyla seçer. Yani
başbakan diğer bakanları seçer ve Cumhurreisinin tasdikine arzeder. 2. Başbakan
ve Bakanlar ancak BMM üyeleri arasından seçilebilir. 3. Bakanlar ancak,
Meclisin itimadı ile vazifelerine başlayabilecek ve devam edeceklerinden ancak
bu vasfı haiz olanlar arasından seçilebilir.
Cumhurbaşkanının
başlıca vazifeleri, Meclisin kabul ettiği kanunları neşir ve ilan etmek,
nizamnamelerin tanzimine iştirak ve bunları ilan eylemek, devlet memurlarını
tayin etmek, idarenin selahiyeti dahilindeki,'hususi afları yapmak, devleti
hariçte ve dahilde temsil etmek, idari vesayeti kullanmak, devlet amme emlakine
ait bazı tasarrufları icra etmek gibi vazifelerdir.
Ancak,
Cumhurbaşkanının idare sahasındaki bu vazife ve selahiyetleri birtakım usul ve
şekil şartlarıyla mukayyettir: Cumhurbaşkanı bütün selahiyetlerini ancak, kararnamelerle
kullanır. Kararnameler ise, sıkı şekil şartlarına bağlı tasarruflardır.
Bunların en mühimi de Başbakanın ve icabına göre bakan veya bakanların
imzalarını ihtiva etmesidir.
Cumhurbaşkanının
iştiraki idari bir tasarrufun uzvi ve maddi mahiyetini değiştirmeyeceği,
reisicumhurun kararnameleri ister objektif, ister sübjektif mahiyette olsun,
icrai bir karar ve idari bir tasarruf mahiyetinde olduğu cihetle idari
tasarrufa karşı açık olan bütün müracaat ve itiraz yolları kararnamelere ve
ihtiva ettiği idari tasarruflara karşı da açıktır.”
”...
Türkiye'de Cumhurbaşkanı, BMM tarafından se' çilir. Anayasanın 31. maddesi,
‘Türkiye Cumhurbaşkanı Büyük Millet Kamutayı tarafından ve kendi üyeleri
arasından bir seçim dönemi için seçilir’ diyor... Cumhurbaşkanı yabancı
devletlere elçi gönderir, onların elçilerini kabul eder. Gerekli gördükçe
Bakanlar Kuruluna da başkanlık eder. Gerekli mühim kararları, Cumhurbaşkanı
onayı olmadan tekemmül edemez. Cumhurbaşkanının idari hakları bu gibi
hususlarda te- celli eder. Valiler, Kaymakamlar, Genel Müdürler mühim
memuriyetlere bir kimsenin tayin edilebilmesi için Cumhurbaşkanının tayin
kararnamesini imza etmiş olması şarttır."47
.
Milli Mücadeleden 27 mayıs 1960 İnkılabına kadar kanun yapma yetkisi tek
başına BMM ne ait olmuş, yürütme organına olağanüstü kanun yapma yetkisi
tanınmamıştı.”48
"...
1924 Anayasası yargı yetkisinin millet adına bağımsız mahkemelerce
kullanılacağını açıklamakla yetinerek yasama ile yürütmeyi eskisi gibi Meclise
mal ediyor, bu bakımdan kuvvetler birliği anlayışını devam ettiriyordu.
Üstelik, 1921 Anayasasından farklı olarak, ‘BMM, millet adına hakimiyet hakkını
kullanır’ şeklinde Meclis üstünlüğünü destekleyici bir hüküm (md. 4)'de ihtiva
ediyordu. Meclisin, yürütme yetkisini kendi üyeleri arasından seçtiği
Cumhurbaşkanı ve onun Meclis üyeleri arasından atadığı bir hükümet eliyle
kullanacağını belirtiyor ve Meclisin hükümet üzerindeki yetkisini siyasi
denetleme ve güvenoyu cihazına hasrediyordu.”
“...
1924 Anayasasında 1928 ve 1938 tarihlerinde yapılan değişikliklerle Cumhuriyet
Halk Partisinin, Cumhuriyetçilik, Miliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik
ve İnkılapçılık ilkeleri Anayasa ilkeleri haline getirildiği gibi, 19341e yine
bir Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış, bu
suretle demokrasi ve genel oy ilkeleri yurdumuzda birçok batı ülkelerinden daha
önce modern kapsamına ulaştırılmıştır."49
"...
Hukuk devleti yönünden, 1924 Anayasası ile sağlanan hususları aşağıdaki şekilde
sıralamak mümkündür.
Devletin genel niteliği
cumhuriyet olmuştur. Cumhuriyetin temel organları seçimle işbaşına gelmiştir.
Temel hak ve özgürlükler
anayasa güvenliği altındadır.
Kanunların anayasaya
aykırı olamayacağı ilkesi benimsenmiştir.
Yasama gücü yalnız
Meclis tarafından kullanılmış ve olağanüstü hallerde
hükümetin yasama faaliyetinde bulunması önlenmiştir. Yürütme yetkisi Meclise
ait olmakla beraber, bu yetki Cumhurbaşkanı ve hükümet eliyle kullanılmıştır.
Meclisin üstünlüğü hakimdir. Meclis, egemenliği kullanan tek organdır.
Yargı gücü millet adına bağımsız
mahkemeler eliyle kullanılmaktadır.
İdarenin
yargı yolu ile denetimi ve idari yargı sistemi benimsenmiştir. , .
Çok partili demokratik
rejime geçilmiştir. * 1924 Anayasası devresinde hukuk devleti açısından
aksayan hususlar da şöyle sıralanabilir:
Yargıçlara yeterli
bağımsızlık sağlanamamıştır.
Anayasaya aykırı
kanunların çıkarılması önlenememiştir.
Temel hak ve
özgürlüklerin anayasa güvenliğine
kavuşturulması yeterli olmamıştır.
Bunların güven altına alınması için daha 6aşka hukuki tedbirlere ihtiyaç
duyulmuştur. -
Bu
aksamalar, özellikle 1950-1960 yılları arasında olmuştur.” Prof.
Dr. İsmet Giritli
"...
Bilindiği gibi, kısaca, Cumhuriyet, devletin başlıca anayasa organlarının
veraset değil, seçim esaslarına göre kurulduğu rejimin adıdır. Böyle bir
rejimde, devletin temeli vatandaşlar arasında eşitlik esasına dayandırılmış, bu
vatandaşlar içinde en kabiliyetli, en dirayetli, en muktedir olanların memleket
idaresinde vazife almaları için seçim ve murakabe sistemleri lüzumlu
görülmüştür.”51
"...
Atatürk milli mücadeleye ‘milli egemenlik* bayrağı ile başlamış, daha
Erzurum Kongresinden itibaren, ‘milli iradenin başlıca güç kaynağı’ olduğunu
ilan etmiş bir liderdir. Atatürk tek şahıs saltanatından milli hakimiyete
geçişin önderidir.
Bu
itibarla millet hakimiyetini reddeden her türlü diktacı görüş Atatürkçülüğe
aykırıdır. Atatürk, diktatörlük özlemi çekenlerin değil, Türkiye’de milli
iradeyi hakim kılmak isteyen demokrasi taraftarlarının önderidir. Atatürk,
annesinin mezarı başında, ‘millet hakimiyet uğruna’ canını vermeğe vicdan ve
namusu üzerine yemin etmiş insandır.”52
"...
O (Atatürk) demokrasi esaslarına uyan bir Cumhuriyet rejiminin kurulmasını
daima samimiyetle istemiştir. İşte onlardan bir örnek. 1930 yılının yaz
ayları. Büyükelçilerimizden Fethi Bey (Okyar) izinli gelmiş ve Yalova'da
Atatürk’ün misafiri bulunuyordu. Fethi Bey Atatürk’le gündüz yemeklerinde ve
gezintilerde, Avrupa'da bilhassa Ingiltere ve Fransa'daki parlamento hayatından
ve siyasi partilerden bahseder, o zamanki hükümetimizin iktisadi politikasını
tenkit ederek demiryollarının bir nesle fazla külfet verdiğini söylerdi. Cumhurbaşkanı
Gazi Mustafa Kemal, bunları sükunetle dinler bazan
cevap verirse de daha çok Fethi Beyi konuşturmayı tercih ederdi.
Birgün
Fethi Beye şu telkinde bulunduğu vakit yanında idim. Atatürk şöyle demişti:
‘Fethi Bey siz bu dediklerinizi yapabilmek için bir siyasi parti kurunuz. Ben
size bu işte müzahir olacağım.’
1930
yılının Ağustos ayında, ‘Serbest Cumhuriyet Fırkası' milliyetçi, laik ve
iktisadi sistem olarak liberal sistemi kabul ederek kurulmuştu. Yalovo'da
siyasi faaliyet en heyecanlı devrelerini geçiriyordu. Yeni partiye geçenlerin
de bulunduğu gece partilerinden birinde Atatürk, bazı sualler yazdırdı ve
herkesten cevap istedi. Bir ara kendisi de konuşmaya başlayınca şu suale
verdiği cevabı not ettim.”53
Ord. Prof. Enver Ziya Karal
“... Atatürk'e gelinceye kadar, memleket
içinde ve dışında Türk milletinin demokratik vasıflardan mahrum bulunduğunu ve
bu sebeple demokratik bir idare kuramayacağını iddia edenler olmuştur. Atatürk
bu iddiaya karşı: ‘Tûrklerin ruhen demokrat doğmuş bir millet olduğuna ve
hatta dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat
doğan yegane millet olduğuna kanidir.’ .
Kanaati
bu olunca, Türkiye Cumhuriyetinde siyasi partilerin bulunmasını zaruri görür.
Ancak, partiden maksat, memleketi ikiye ayırmak, sınıf menfaatini sağlamak
olmayıp, halkın bütününü refaha ulaştırmak olduğunu da, şu suretle ifade eder:
“Partiden maksat millet evladından bir kısmına, ahali sınıflarından bazılarına,
diğer evlat ve sınıfların zararına menfaat sağlamak değildir. Belki bunlardan
ayrı ve hariç olmayıp, halk namı altında bulunan umum milleti müşterek ve
müttekit bir suretle müşterek ve umumi, hakiki refaha isal için faaliyete
girmektir.”
“...
Atatürk devlet idaresinde iktidar ve muhalefet münasebetlerine de temas ederek muhalefetin
saygıdeğer olduğunu kaydeder. Çünkü muhalefetin de bir tetebbu ve içtihad
neticesi olduğuna inanır.”
"...
Atatürkçülük halkçıdır, demokratiktir, sosyaldir ve barışçıdır. Çağdaş uygarlık
seviyesine ulaşmak için, sadece siyasal düzeyde ve üst yapıda kalmayarak,
sosyal ve ekonomik alt yapıya yönelme ve bu yapıda halkı, halk için halkın
gücü ile kalkındırmayı amaçlar ve bunları da sınıf kavgalarına yol açmadan
sosyal barışı gerçekleştirmek için, devletin, yapıcı, planlayıcı, düzenleyici
ve emredici rolünü ön planda tutmayı ve böylece az gelişmiş bir sosyal yapıdan
kurtulmayı amaç sayar.
Atatürkçülük
müsbet ilme ve hür duyguya dayanır. Sanat ve bilim dallarında, bu yurdun
gerçeklerine ve ihtiyaçlarına göre yaratıcı gücü harekete geçirir. Bunu,
laik, akılcı, hür bir düşünüşte, müsbet ilme ve hür duy• gûya dayanarak
gerçekleştirir. Yalnız bu kaynaklara başvurarak araştırma ve denemelerini
sürdürür.
Atatürkçülük
dinamiktir. Yukarıdaki açıklamalarda belirtilen Atatürkçülük, sadece, fikir
planında da kalmayarak, yenilik ve gelişme düşmanı tutucularla savaşmayı
emreder. Bu bakımdan antiemperyalist, antikolonyaiist, laik, ilerletici ve
yürüyüş halinde bulunan, dinamik, sürekli, bir kalkınma ve hareket sistemidir.”
”...
Ulusal Kurtuluş Savaşı bittikten ve Cumhuriyet kurulduktan sonra, Türkiye uzun
bir süre, tek parti rejimi içinde yaşamıştır. 1924 yılında, kısa bir süre
çalıştıktan sonra kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının devrimler
için ne derece büyük bir tehlike gösterdiği anlaşılmıştır. Bu tarihten sonra,
1930 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi, yurttaki tek.siyasal kuruluş
olarak kalmıştır.
Ancak,
devrimi yürüten iTadro, özellikle Atatürk ve İsmet Paşa, tek partinin
sakıncalarını biliyorlardı. Onlar, yalnız devrimler! hızla ve tehlikesizce
yürütebilmek için Takrir-i Sükun Kanunu'na dayanarak, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nı kapattınmışlardı. Parlamento içinde dürüst ve çalışkan bir
muhalefetin bulunmasını rejim için zorunlu görüyorlardı. Gerçekten, bütün devlet
hizmetlerinin CHP kanalıyla yürütülmesi ve onun karşısında, yapılan işlerin
eleştirisini sağlayacak bir siyasal kuruluşun bulunmaması, denetim yönetimini
eksik bırakıyordu.58
1930
yılında, belli başlı devrimlerin bir bölümü tamamlanmıştı. Halk huzur ve güven
içinde bulunuyordu. Ancak, 1929 yılında ABD'de çıkan ve kısa bir sürede bütün
dünyayı saran büyük iktisadi bunalım, yurdumuza da sıçramıştı. En modern ve
kalkınmış ülkelerde bile, büyük bir enflasyon ve işsizlik başlamıştı.
Bağımsızlık savaşını başan ile bitirip ulusal iktisadi kalkınmayı yoluna
sokmak üzere olan devrim hükümeti, yaptığı hamleleri duraklatmak zorunda
kalmıştı. İhracatımız azalmış, bu nedenle yeni ^sanayi kuruluşları açmak
imkânı kısıtlanmıştı. Ayrıca, büyük bir demiryolu yapımı işine girilmesi bu
sıralara rastlamıştı. Dünya iktisadi bunalımı bu nedenle Türkiye'yi de
durgunluğa sürükledi. Halk, durumundan yakınmağa başladı.
Atatürk
ve arkadaştan, hükümetin izlediği iktisat siyasetini eleştirip, daha doğru bir
yöne sokabilecek ikinci bir siyasal partinin gerekliliğine inandılar. Bu gerçekleşirse,
meclis içi ve dışı denetim daha da ciddileşecek, halkın dilekleri üst kadroya
daha olumlu biçimde ulaşacaktı.59
Atatürk,
bu güç işi, yakın arkadaşı, o sırada Paris Büyükelçisi bulunan Ali Fethi
(Okyar) Beye verdi. Fethi Bey özellikle liberalizm taraftarı idi... Fethi Bey
12 Ağustos 195ü yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu... Atatürk pek çok
arkadaşını bu partiye girmek İçin teşvik ediyordu. Ancak, işler, umulduğu gibi
yürümedi. Laiklik ilkesini daha hâlâ benimsemeyen gerici tutucular, bu partiye
dolmaya başladılar. Fethi Beyin çabalarına rağmen bu gidişe engel olunamıyordu.
, özellikle Ege Bölgesindeki merkezlerde, parti örgütü gericilerin eline
geçmişti. Bir aralık Atatürk'ün resimlerinin yırtılması gibi olaylar bile
görüldü... Sonunda Ali Fethi Bey, 18 Aralık 1930'da partisini kapatmak zorunda
kaldı.
Atatürk'ün ölümüne değin, halkı
demokratik bir eğitime Buyruk tutma yolundaki etkinlik eksilmedi. Tek partili
sistem içinde örneğin, Faşist İtalya ve Almaya'da olduğu gibi, asla koyu bir,
‘parti diktatörlüğü’ne gidilmedi. Atatürk, bu konularda kendisine verilen fikirlere
hiç rağbet etmemiş, gerçek demokratik rejimin kurulmasını her zaman özlemiştir.
CHP içindeki etkinlik türlü yollarla halkı, gerçek demokrasiye götürmek yolunda
gelişmiş sayılabilir.”
”...
Şu gerçek inkâr edilemez ki, Atatürk bütün hayatı boyunca diğer tek parti
sistemlerinde olduğu gibi belli bir teoriyi dogmatik olarak tatbik etmekten çok
halk arasında yaşayan görüşleri bulmaya ve parti programına sokmaya çalıştı. Bu
amaçla Halk Partisi programı partinin temsil ettiği farzedllen bütün sosyal
grupların İhtiyaçlarını karşılamak üzere yavaş yavaş genişletildi. Gerçekten
Halk Partisinin 1923 seçimlerine girdiği ilk programında sadece 9 temel
prensip vardı. Bu prensipler, Türk milletinin tek temsilcisi olarak Millet
Meclisinin otoritesini kurmak amacını güdüyordu. 1927'deki parti kurultayı,
Partiyi, Cumhuriyetçi, Milliyetçi ve Halkçı olarak tanımlayarak daha
teferruatlı bir program çizdi. Nihayet 10 Mayıs 1931 Kurultayı genel olarak
Kemalizm diye bilinen ve daha sonra 1,937’de Anayasanın 2. maddesini teşkil
eden 6 prensibi kabul etti. Cumhuriyetçilik Milliyetçilik, Halkçılık,
Devletçilik, Laiklik, İnkılapçılık.”
“1923ten
1945’e kadar, Türkiye’de bütün reformlara ve siyasi hareketlere Halk Partisi
önayak olmuştu. Halk Partisi kendini bütün milletin temsilcisi sayıyordu.
Parti, Kemalist inkılabın temsilcisi sıfatıyla her yerde yerli eşrafın
yetkilerini devraldı. Zamanında, hükümet ve devlet ve parti öylesine aynı
hüviyete bürünmüşlerdi ki, ulaşılan başarıları veya bunlara yöneltilen tenkitleri
partiden ayırmak imkânsız hale gelmiştir. Partinin bu durumunu en iyi milli
bayramlarda kulandan şû slogan gösteriyordu: ‘Tek Parti, Tek Şef, Tek Millet’
”... Mustafa Kemal Atatürk'ün büyük
şahsiyeti bu bölümde anlatılamaz. Henüz onun toplumsal, iktisadi, kültürel
problemler üzerindeki temel fikirlerini gösterecek çalışmalar yapılmamıştır.
O’nun vatandaşa olan inancını, Türk halkına şerefli bir hayat sağlayan çabalarını
gösteren etraflı bir inceleme yoktur. Atatürk’ün halka olan inancı reformların
bekasını sağladı. Atatürk ilk Büyük Millet Meclisinde, mutaassıplarla
sosyalistleri, toprak ağalarıyla aşiret reislerini ikna yolu ile birleştirebilen,
ortak gayeler için elbirliği yapmalarını sağlayan, mahir bir liderdi. Atatürk
isteseydi, memleketteki itibarı sayesinde, kolayca padişah olabilirdi. Fakat seçime
dayanan bir Cumhurbaşkanı kalmayı tercih etti. Memleket İşlerinin
gerçekten tek hakimi, o İdi. Fakat Türkiye’de bir daha kimsenin diktatör
olmaması İçin diktatör olmuştu.” (Levis, Yakın Gelişmeler, S. 331) 34
Prof. Dr. Niyazi Berkes
"...
Din, devlet, dil, yazı ve tarih alanlarında Atatürk'ün önderlik etkisiyle,
gerçekleştirilebilen atılımlar, gerçekte, uygarlık değişimi için gerekli olan
düşün ve görüş özgürlüklerinin kapılarının açılışını gösterir... Gerici
gidişlere karşı korunmanın güvencelerinden biri, tarihle bilinçli ve objektif
bir bağ kurulmasıdır. Atatürk'ün bu yolu da açmış olması tesadüf
değildir."
"...
Kemalizmin sıkı bir şekilde, birbiri içine geçmiş üç önemli halkası vardır,
Egemenliğin halkın
kalkınmasına yarayacak . yönde olması,
Bunun devrimci
atılımlaria gerçekleştirilmesi Mustafa Kemal'in ölümünden sonra bu ilkeler
arasındaki bağ koptu ve bu ilkelerden taviz verildi. ‘Tanzimat, Abdülhamit,
Menderes’ ve bu ‘Batı Medeniyetçiliği’ anlayışlarının Batıcılığı, bu üç
halkalı Batıcılık anlayışına ters düşer.”
"...
Geçenlerde Yön Dergisinin Atatürk ilkeleri üzerinde yaptığı bir ‘Açık OturumMa
en çok söz konusu olan halkçılık ve devletçilik oldu. Doğrusunu söylemek
gerekirse, diğer ilkeler bu iki kavramın bir nevi tamamlayıcı unsuru olarak
görülüyor. Oturumda Sayın Cevat Dursunoğlu, halkçılıktan, halk idaresi,
demokrasi manasını çıkardı. Oturuma iştirak edenlerden bir kısmı, kendim de
dahil, bu fikre iştirak etmedim. Çünkü Atatürk ilkelerindeki ‘halkçılık*
politik değil, sosyal bir yöndü. Atatürk, halk iradesi ve halk idaresini,
Anayasanın, ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir', düsturunda açık ve seçik
olarak formüle etmişti. Bu formülde de önemli olan, hakimiyetin hangi şartlar
ve hangi prensipler altında kayıtsız, şartsız, milletin olacağını araştırmak
vardı. Biz araştırmak zahmetine girmedik. Aktarmak kolaylığını seçtik.
'Halkçılık'
kavramına tamamıyla sosyal bir anlam verdiğimiz zaman milliyetçilik prensibi
lüzumsuz kalır. Çünkü milliyetçilik, halkçılığın, içinde bir unsurdur. Hatta,
halkçılığın, ta kendisidir. Halkın dışında, halkı düşünmeyen, halkın faydasını
korumayan hiçbir kavram milliyetçiliğe giremez.”66
”...
Kemalist doktrin milli bir sosyalizmdir. Bu kanıyı Mahmut Esat Bozkurt'un Atatürk
İhtilali isimli kitabından çıkarmak mümkündür. Mahmut Esat Bozkurt'un bu
eseri, günümüz için iki bakımdan önemlidir. Birincisi kitaptaki fikir ve
görüşlerin Atatürk'ün tasvibinden geçmiş olmasıdır. Yazarın çeşitli politik
doktrinler karşısında almış olduğu namuslu ve özgür davranış, Türk devrlmlerlne
temel aranırken, yasak fikir bölgelerinin asla sözkonusu olamayacağını
açığa vurmaktadır. İnsan düşüncesi gerilik dışındaki bütün fikirlere,
özellikle komünizme ve onun tartışılmasına, Atatürk devrimleriyle rahatça
kıyaslanmasına açık bulunmaktadır. Kitabı okurken her çeşit fikir
özgürlüğünün, hiçbir kaygı, hiçbir korku, hiçbir engel ile sınırlanmadığını
görüyoruz. Tam tersine kitabın, genel havası fikir özgürlüğünü teşvik
ediyor... Eserin ikinci yanı, Türkiye Cumhuri
yetinin
ve onun devrimlerinin objektif ve bilimsel her türlü eleştiriye açık
olmasıdır."67
"...
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanarak 1931 yılında yayımlanan ve
Atatürk tarafından da önceden görüldüğüne şüphe etmediğimiz ‘Tarih’ ki,
tabında, '... yabancı müelliflerin (Kemalizm) dedikleri, Türk İnkılap
hareketinin temel prensipleri...' Yani 6 ok sözkonusu edilmiştir. (Tarih IV,
Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul 1931, s. 187) Görüldüğü gibi bir yandan
Kemalizm, Türk inkılabı olmakta, bir yandan da bu devrim hareketinin çoğul
temeli olan ilkeleri işaret edilmektedir.
Tekin
Alp'in Atatürk'ün sağlığında yayımlanan, ‘Kemalizm’ adlı kitabı da,
Atatürk'ün 1928 yılındaki yorumuna ve anlayışına uygun bir açıklama
getirmektedir. ‘Parti programında yazılı olan inkılap kelimesinin daima
(revolution) tabiriyle tercüme edildiği doğrudur. Üniversitede İnkılap dersleri
veren dört profesör de, bu kelimeyi (revolution) mukabili ile tercüme etmişler
ve bu hususta uzun tarifler yapmışlar, pek çok izahat vermişlerdir. Fakat,
kelimelerin her zaman sabit ve değişmez mana taşımadığını unutmamalıdır.
Kelimelerin manası da zamanla değişir, tekamül eder’ diyen Tekin Alp, (Kemalizm,
İstanbul 1936 s. 336-337) fikrini şöyle geliştirmektedir; ‘Yabancı bir
dilde inkılap kelimesinin yeni manasını bir dereceye kadar ifade edebilen bir
formülün mutlaka bulunması icabediyorsa, bunu belki radikalizm tabiriyle
göstermek kabil olur... Türk radikalizminin manası şudur: (Kabil olduğu
kadar süratle, yolda durmayarak ve zamanı dev adımlanyla aşarak hareket
etmek)... Hülasa etmek için diyeceğiz ki, parti programında daima görünen,
inkılap remzi, fiilden ziyade, zihniyete, ruha, metoda taalluk eder.’ (a.g.e.,
s. 338-340) Tekin Alp'in ortaya atıldığı zaman, ‘basbayağı ihtilal manasını*
taşıdığını söylediği Inkilap kelimesini günümüzde, ‘devrim’ sözcüğüyle
karşılayabiliriz.”
“
... Atatürkçülük hareketi, temelde milliyetçi bir akımdır. Nitekim
milliyetçilik Atatürk tarafından kurulan CHP'nin 6 okundan birini teşkil etmiş
ve daha sonra da diğer beş okla birlikte anayasanın metnine aktarılmıştır.
İşte batılılaşma bu temel prensip ile çatışır karakterde görülmekte ve bu
nedenle de Atatürkçülüğün kendi kendisi ile çelişme halinde olduğu öne sürülmektedir.
Söz
konusu görüş yanlıları, ilk olarak nasyonalizm ile şövenizmi karıştırıyorlar.
Nasyonalizm, altruist diyemesek bile, karşısında başka unsurların da varolduğunu
gözden ayırmayan —deyim yerinde ise— meşru ve dürüst bir egoizme dayanır.
Komşularını tedirgin etmeden yaşayan, onlarla karşılıklı fayda temeli yapıcı
ilişkilere girişen, genellikle söylendiği gibi, ‘iyi komşu’ kimliğinde bir ulus
anlayışına sahiptir. ‘Yurtta barış, cihanda barış' prensibi ile Atatürkçülük,
böyle bir milliyetçilik prensibini benimsemiştir.
Şövenizm,
nasyonalizmi benimsemek şöyle dursun, onun tam tersi bir politik anlayış
biçimidir. Bu itibarladır ki, iki kavramı deyimlemek üzere nasyonalizm ve
şövenizm gibi etimolojileri apayrı olan iki terim kullanılır.
İşte
Atatürkçülük, nasyonalizm ile değil, fakat şövenizm ile çelişme halindedir.
Şöven akım batılılaşma değil, uygarlaşma gereklidir, derken, bilinç altındaki
bu gerekçeye dayanmaktadır. Bir zamanlar Türk'ün militer gücü önünde tir tir
titreyen bir Batı da kim oluyor! Militer güçlülük endüsrializasyonu gerekli
kılmasa bu patalojik düşünce, teknik resepsiyona da karşı çıkacaktır. Zira,
primitif mantaliteyi temsil eden bütün anlayış biçimleri gibi, gerçek dışı,
çalışma ve dürüst yaşama düşmanı, bir terimle mizoneisttir. İşin üzülünecek
yanı ulusal tarihimizde hemen daima bu patalojik düşünce tarzının egemen olmuş
ve ulusu felakete sürüklemiş bulunmasıdır. Uygarlaşmayı engelleyen, nedenlerin
temelinde hep bu patalojik düşünce yer almaktadır. Nitekim, Atatürk'te, ‘Yurtta
barış, cihanda barış’ ve ‘Misak-ı milli sınırları’ prensipleri ile bu patalojik
düşünceye kesin bir son vermenin gerektiğini ortaya koymuştur. Atatürk,
anlamıştır ki, hele az gelişmiş ülkelerde, bugün, şövenizmin hiçbir olumlu
fonksiyonu yoktur. Geri kalmış ülkelerin yapacağı iş başkalarını sömürmek
hayaline kapılmak değil, fakat başkaları tarafından sömürülmemeye çalışmaktır.
Ve bunda başarı sağlamanın yolu da, batılılaşmadan geçmektedir."'0
Prof. Dr. Pertev Naili Boratav
"...
özü gelenekçiliğe karşı olan Kemalist reformlar yeni kuşaklarla, onların
geçmişleri arasında tam bir kopukluk yarattıkları için çoğu zaman eleştiriye
uğramışlardır. Oysa, Kemalizmin kültürel programı, insan bilimlerine, tarih,
filoloji, etnoloji bilimlerine o güne dek tanımadıkları bir atılım
kazandırmıştır. Bunlar Türk Ta; rih Kurumu ve Türk Dil Kurumu'dur. Atatürk
ölümünde, bu kurumlara, kişisel servetinin hemen tümünü bağışlamıştır.
Meslekten
asker olan Atatürk'ün politikacı kişiliği çizmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal
üniformalarından her tedirginlik duyduğunda siyasal işlevini görmek için
general giysilerinden sıyrılmasını bilmiştir. Atatürk eylem adamıydı. Kuramcı
değil. Ancak, olayların gösterdiği gelişme ona, bir bakıma yapısına aykın olan
devrimci ideoloji yapma görevini yüklemiştir. Kemalist devrimlerde teori
eyleme önayak olmamış, eylemi izlemiştir. Reformlar önceden oluşturulup
açıklanan bir programa göre değil de neredeyse ard arda tasarlanmış, uygulamaya
konmuştur. Atatürk'ün yakın arkadaşlarının anılarından, biyoğraflarının
yazılarından, Mustafa Kemal'in tasarılarını Meclis tartışmalarına sunmazdan
önce, düşüncelerini nasıl kısıtlı bir çevre içinde ortaya attığına değinen
birçok çarpıcı ayrıntılara rastlanır. Bazan sert bir hava içinde geçen bu
tartışmalar, bir bakıma devrimci eğitim dersleri yerine geçmiştir. Atatürk'ün
öğretisinde yetişen aydınların yapıtları olan Kemalist ideolojinin ilk
sentezleri 1930'lardan sonra yayımlanmaya başlamıştır."
"...
Atatürk imtiyazsız sınıfsız bir toplum düzeni istiyor. Sosyalizmi bildiğinden
de şüphe yok. Fakat, sadece terminolojiyi değiştirmekle kalmamış, imtiyazsız,
sınıfsız bir toplum kurmanın icaplarını da yerine getirmemiş, eşrafın bertaraf
edilmesi ve devletçiliğe yönelmek gibi..."
Atatürk
devrimlerinin birinci niteliği, ‘devletçiseçkinci' bir grup tarafından geniş
halk kitlelerine tepeden inme bir biçimde uygulanmış olmalarıdır. Bu
‘devletçi-seçkinci' grup Osmanlı geleneğinin bir ürünüydü. Ve Cumhuriyetin ilk
yıllarında ortada görülen tek toplumsal ve siyasal güçtü. Devrimlerin ikinci
niteliği, Batı tipi bir toplum yaratmaya yönelmiş olmalarıydı. Başta bir
deyişle bu devrimler Batıda görülen toplum modellerinden esinlenerek uygulanmaya
konulmuşlardı. Üçüncü bir nitelikleri, hepsinin aynı anda topluma sunulmamış
olmasıydı. Kemalist eylem zaman içinde geliştikçe, her bir devrim biçimlenmiş
ve adım adım uygulamaya konulmuştu. Dördüncü bir nitelik, bütün devrimlerin
temelinde, ana kavram kurumsal açıdan, ‘halk egemenliği’ ilkesinin
yatmasıdır.”
"...
Mustafa Kemal geniş halk kitleleriyle aydınlar arasındaki uçurumu kapatmak
istiyordu. Aslında ‘halk egemenliğine* olan inancı, bu arhacın altında
yatan temel ilkeydi. Örnek ahnan model, Batı tipi toplum yapısıydı. Fakat
Mustafa Kemal, her türlü salt öykünmeciliğe karşıydı. Bu nedenle Batıdaki
kurumlan Türkiye'ye aktarmak yerine Batı uygarlığının temelinde yatan ilkeleri
uygulamak istiyordu. Bunlar, ulusçuluk, ulusal bir ekonomi ve yaşam görüşü
olarak, bilime dayalı pozitivist bir yaklaşımdı."7*
”...
Ayrıntıları ile incelenen anayasalarımızın birçok kuralı Atatürk devrimi ile
ilgilidir. Bunlar devrimi hukuka bağlayan birer köprü başıdır. Bu kurallar
aynı zamanda hukuka ve Atatürk devriminin amacına uygun bir yön çizmiş
bulunuyor." (Atatürk ve Hukuk, Milliyet, 10 Kasım 1975)
”...
Atatürk, kuvvetler birliği nazariyesini savunur( ken ve buna dayanan
Meclis hükümeti sisteminin ku' rulmasını isterken ‘kuvvet’ kavramıyla sadece
yasama ve yürütmeyi kastetmekteydi. Büyük Millet Meclisine tevdi edilmesini
zaruri addettiği şey münhasıran bu kuvvetti. Yargı bağımsızdı.” (Atatürk ve
Hukuk, Milliyet, 14 Kasım 1975)
”...
Atatürk devriminin uygulanması geniş ölçüde, sosyal hayatı düzenleyen ve
uyulması zorunlu, bağlayıcı kurallar demeti olan Hukuka dayanmıştır. Bu
konuda, ‘Batı hukuku ve uygulamaları’ ön planda örnek olmuştur. Atatürk
devrimi ile modem Türk hukuku (ve Anayasa metinleri) arasında yakın bir bağ
vardır. Bu bağ devrimin geliştirilmesi ve korunması bakımından günümüzde devam
etmektedir.” (Atatürk ve Hukuk, Milliyet, 20 Kasım 1975; Ayrıca bk.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Hukukuna Giriş, 50. Yıl Armağanı, Cumhuriyet
Döneminde Hukuk, IÜHF, İstanbul 1973 S. 191-204)
Tek
parti döneminin, yani Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün ve Milli Şef (Değişmez Genel Başkan) İsmet İnönü'nün, dönemi İle
ilgili olarak söylenenleri bu şekilde özetleyebiliriz. Bu listeyi genişletmek
her zaman mümkündür, örneğin Prof. Dr. Nihat Erim Prof. Dr. Uğur Alacakaptan, Prof. Dr. İlhan Akın, Prof. Seha Meray, Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu. Prof, Yusuf Hikmet Bayur, Prof. Dr. Aytekin Ataay, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Doç. Dr. Cevdet Gökalp, Prof. Rıfkı Salim Burçak, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak,' Ord. Prof. Dr Suut Kemal Yetkin ...
gibi üniversite mensuplan da yazılarında aşağı yu kan yukardakilere benzer
fikir ve görüşleri tekrarlamaktadırlar.
Bunlardan
başka zaman zaman Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan. İsmet
İnönü, Celâl Bayar,88
Başbakanlık görevlerinde bulunan Süleyman Demlrel, Bülent Ecevlt. Prof. Dr. Nihat Erim gibi politikacılar da
birbirine tıpatıp benzeyen İfadelerle tek parti döneminin özelliklerini
anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu dönemde, aynı, profesörlerin ifadelerine
benzeyen ifadelerle, ‘hakimiyetin kayıtsız şartsız millete alt olduğu",
bu dönemin demokrasiye geçiş için önemli bir aşama olduğu vs. gibi konular
üzerinde, çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle
durmuşlardır.
Bütün
bunların dışmda. Şevket Süreyya Aydemir, Doğan Avcıoğlu, ^ İlhan Selçuk,
İlham! Soysal, İsmail Cem, Mahmut Goloğlu, Metin Toker, Raslh Nuri ile Yakub Kadri Karaosmanoğlu,
Cemal Hüsnü Taray, Yaşar Nabi Nayır, Abdi İpekçi, Turhan Tokgöz. Vedat Günyol,' İsmail Hakkı Tiklnel, Osman Akol, Yaşar Aysev, Ahmet Kabaklı, Mahmut Tali Öngören, Tekin Erer, İlhan Tomanbay, Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Samim Kocagöz. Sabahattin Selek ... gibi yazarlar
aşağı yukarı benzer konulan, birbirine benzer ifadelerle çeşitli yerlerde ve
çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. (
Yukarıdaki bütün alıntıların ve belirtilen öteki kaynakların ortak bir özeti
şu şekilde ifade edilebilir: Tek parti döneminde “halk egemenliği"
prensibine kesinlikle İtibar edilmiştir. “Hakimiyet kayıtsız şartsız
milletindir" ilkesine her zaman hürmet gösterilmiş ve gerekleri yerine
getirilmiştir. Seçimler iki derecelidir fakat her zaman serbest olarak yapılmıştır.
Vatandaşlar oylarını hiçbir baskı ile karşılaşmadan kullanmışlardır.
Hükümetlerin bütün ekomomik kararlan, politik, ideolojik, hukuki bütün
tasarruflan halka dönüktür, halk yarannadır. Türkiye'deki tek parti. Prof.
Duverger'in ifade ettiği gibi, çok partili demokratik düzene geçişi hazırlayan
bir sistemdir. Bu bakımdan aynı dönemlerde Avrupa'da görülen öteki tek parti
sistemlerinden aynlır. örneğin Türkiye'de tek parti hiçbir zaman hükümetin
önüne geçmemiştir. Mustafa Kemal demokrasi taraftarıydı. Klasik demokrasi ilkelerine
bağlıydı. Hukuk devleti anlayışına inanıyordu.
Bu
bilgiler olgulardan kopuktur. Bunun için bilimsel değildir. Bu bilgiler
geçmişin, bugünkü resmi ideolojiye göre değerlendirilmesidir. Olgulardan
kopukluğu bundan ileri gelmektedir. Türkiye’deki tek parti düzenine temel olan
ve ona hukukilik veren ana metin, temel yasa Cumhuriyet Halk Fırkası'nın
tüzüğüdür. Bu tüzük tek parti düzenine temel şeklini verdiği gibi, resmi
ideolojinin kitlelere nasıl kabul ettirileceğini, nasıl yaygınlaştırılacağını göstermesi
bakımından da önemlidir. Resmi ideolojiyi biçimlendiren metin ise CHF'nin
programıdır. Bu tüzük bilinmeden, Türkiye’deki tek parti döneminin temel
niteliğini kavramak mümkün değildir. Çünkü, bu Türk Anayasasının çok üstünde
duran bir yasadır. Adı “tüzük" olmasına rağmen işlevi ve bağlayıcılığı
ondan çok daha fazladır.
n.
BÖLÜM
II.
OLGU IV. CUMHURİYET HALK FIRKASI’NIN (CHF) TÜZÜĞÜ
Fiili
Durum Yaratılmasıdan önceki Durum
CHF,
şeklen 9 Eylül 1923’te kurulmuştur. Kurucuları, Anadolu ve Rumeli Mûdafaa-i
Hukuk Grubunun üyeleridir. Yani Büyük Millet Meclisinde savaş sırasında
teşekkül eden Birinci Grubun üyeleridir. İkinci Grup ise muhalefet grubu olup
daha sonra. Terakkiperver Fırkayı kuracaklardır.
Büyük
Millet Meclisi, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi karan aldı. Bu sırada,
Gazi Mustafa Kemal Halk Fırkası fikrini ortaya attı. Gazi Mustafa Kemal o
sıralar Büyük Millet Mecllsi’nln başkanı İdi. Aynı zamanda Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemlyetl’nin de başkanı idi. Seçimler, Haziran ve Temmuz
aylarında çeşitli yerlerde, çeşitli tarihlerde yapıldı. Bu olguya kabaca bile
olsa, seçim, demek mümkündür. Çünkü çeşitli gruplar katılmışlardır.
Seçimlerde çeşitli fikir akımlarıtemsil edilmiştir, örneğin, mahalli adaylar
İle Müdafaa-i Hukuk Cemlyetl’nin gösterdiği adaylar arasında çetin mücadeleler
olmuştur. Bu mücadeleler sırasında, vilayetlerde, umumun arzusunu telif edecek
çarelere başvurulmuş adaylar böyle tespit edilmiştir.
Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti Başkanı ve Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal, bu
seçimlere “9 Umde" beyannamesi adı verilen bir seçim beyannamesi İle
katılmıştır. Beyanname 8
Nisan 1923 tarihlidir. Bu
beyanname 1931 Kurultâyı'nda kabul edilen esas programa kadar. Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın programı olarak kabul edilmiştir. Ve 9 Umde, daima CHF'na mal
edilmiştir. CHF’nın Programı (1931) İle ilgili çalışmada 9 Umde'den söz
edilecektir.
1923
seçimlerinde, daha çok, Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun, yani Birinci Grubun
adayları kazanmıştır. Bunun yanında İkinci Grubun adaylarından da kazananlar
olmuştur. Seçimlerde kazanamayanlar ve kazananlardan bir kısmı, daha sonra.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'm kurmuşlardır.
1923
seçimlerinden sonra, yeni kurulacak, Halk Fırkası'nın nizamnamesini hazırlamak
için Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun mebus üyeleri arasında, Ankara'da bir toplantı
yapıldı. Fırka'ya ait nizamname (tüzük) projelerinin İncelenmesine başlandı.
Bu müzakereler uzun sürdü. Nihayet 9 Eylül 1923 tarihindeki görüşmelerde
nizamname kati olarak kabul edildi. Böylece 9 Eylül 1923'te Halk Fırka'sı
kuruldu ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası'nın bünyesi
içine sokuldu. Ve memleketin -kaderi bu Fırka nın eline geçti. Aynı tarihte,
Fırka'nın başkan ve İdare kurulu üyeleri seçildi. Seçim sonunda Halk Fırkası reisliğine,
vazifesi Halk Fırkası’nın bünyesi içine girmekle bitmiş olan, Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi ve Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal
Paşa oybirliğiyle seçildi. Ve bu seçim ilan edildi.
23
Teşrinevvel (Ekim) 1923'te ise Halk Fırkası Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşa,
İçişleri Bakanlığı'na aşağıdaki dilekçeyi vererek, Fırka’nın kurulduğuna dair
müracaatını yaptı.
“Dahiliye
Vekâleti Celilesine (Yücekatına)
Halk
fırkası nam ve unvanı ile tesis ve teşkil ve musaddak (resmi) nizamnamesi
takdim edilen, siyasi cemiyetin kanunu mahsusuna tevfikan, Türkiye dahilinde
teşkilatta bulunmak üzere:. Müsaadeyi Resmiyesinin itası rica ve heyet-i idare
azasının:
Erzincan
Mebusu Sabit (Sağıroğlu), İstanbul Mebusu Doktor Refik (Saydam), İzmir Mebusu
Celâl (Sayar), Erzurum Mebusu Münir Hüsrev (Görele), Tekfurdağ Mebusu Cemil
(Uybadın), Konya Mebusu Kâzım Hüsnü, İzmit Mebusu Saffet (Arıkan), Diyarbakır
Mebusu Zülfü (Tigrel) Beylerden mürekkep ve Halk Fırkası Kâtibi Umumisinin de
Kütahya Mebusu Recep (Peker) Beylerden ibaret bulunduğu arz olunur, efendim.”
Böylece
Halk Fırkası resmen kurulmuş oluyordu. Fırkanın adı, 10 Kasın 1924 tarihli
toplantıda ise Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirildi. Bu arada, 29 Ekim
1923 tarihinde, Halk Fırkası Reisi Gazi Mustafa Kemal Cumhurreisi seçildi. O
zaman TBMM üye sayısı 287 idi. Gazi Mustafa Kemal 158 kişinin oyu ile
Cumhurreisi oldu.
Halk
Fırkası reisi ve aynı zamanda Cumhurreisi olan Gazi Mustafa Kemal 19.11.1923
tarihli bir yazı İle Fırkanın Genel Başkan vekilliğine İsmet Paşa'yı tayin
etti. Halk Fırkası Reisliğine vekalet etmesi için İsmet Paşa'ya gönderilen yazı
şöyle:
“Halk
Fırkası Reisi Umumiliği ile fiilen iştigale vazife-i haliyem müsait
olmadığından zatı devletlerini tevkil ediyorum. Vekil tayin ediyorum."
20.11.1923
tarihinde ise Halk Fırkası Genel Başkan Vekili İsmet Paşa, vilayetlerdeki
Müdafaa-i Hukuk merkezlerine gönderdiği bir yazıda bu vazifeyi kabul ettiğini
bildirmektedir. Bu yazı aynen şöyle:
“Bilumum
Vilayet Müdafaa-i Hukuk Heyeti Merkeziyelerine,
İntihabat
(seçim) münasebetiyle, Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından neşrolunan umdeleri
havi beyannamede, bahsedildiği veçhile, Halk Fırkası teşekkül eylemiştir.
Meclisteki
Halk Fırkası Grubu, Fırka nizamnamesini tespit etmiştir. Ve mezkur nizamname
ahkamına tevfikan (adı geçen tüzüğe göre), Riyaseti Umumiyeye Fırkanın müessisi
(kurucusu) bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri intihap olunmuştur
(seçilmiştir). Müşürünileyh hazretlerinin, ahiren (biraz önce) Reisicumhurluğa
intihap edilmiş olmalarından: Fırka Reisi umumiliği vazifesini, fiilen icraya
acizlerini tevkil buyurmuşlardır.
Bütün
vatan için halas-ı istiklal getiren, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti, sulh devrinin feyizli inkişafatını temine sarf-ı masai eylemek
üzere: Bu günden itibaren Halk Fırkasına Inkilap edecek ve cemiyetin bütün
idare heyetleri, Halk Fırkası idare heyetleri unvanı İle, İfayı vazifeye devam
edeceklerdir.
Matbu
nizamnameler ve izhar edilen mühürler, derdest-i irsaldir (elden gönderilecektir).
Fırka nizamnamesi mucibince: Fırka Kâtib-i Umumiliğine, Kütahya Mebusu Recep
Beyefendi intihap olunmuştur. Kâtib-i Umumilik Riyaset namına muhabere eder.
İşbu
maruzatımın vüsulünün (ulaştığının) ve bilumum Fırka teşkilatına tamimen iblağ
olunduğunun (gönderildiğinin) işarını (bildirilmesini) rica ederim.
Vatanın
necatının (kurtuluşunun) gayrı mümkün zannolunduğu yeis (üzüntü) günlerinde,
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Türk tarihinin timsali gibi ayaklandı. Ve muhali
(mümkün olmayan) mesut ve kati bir zafere kalbetti (ulaştı). Bütün cihanın,
siyasî, İçtimaî, iktisadi müşkülat içinde çırpındığı bir devirde: Türkiye'nin
sulh hayatını nasıl yaşayacağına ve gayri kabili ihtikam sayılarımüşkülatı
nasıl yeneceğine bütün dünya, imtihan nazarı ile bakıyor.
Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası ünvanı altında, müstakbel büyük zaferini, katiyet
ve hamasetle (yiğitlikle) istihsal etmeye muktedirdirler.
Bu
hamaseti katiye ve samimiye ile dünkü Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, bugünkü Halk
Fırkası Heyetleriyle, ifayı vazifeye başlıyorum. 20 Teşrisani (Kasım) 1339
(1923)
Halk
Fırkası Reis-i Umumi Vekili İsmet.”
Görüldüğü
gibi İsmet Pasa bu tamimde. Halk Fırkası Başkan Vekilliği'ni kabul ettiğini
belirtmektedir. Aynca. Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı'run tümüyle, bundan böyle
Halk Fırkası'na dönüştüğünü ve teşkilatın idare kurullarının Halk Fırkası İdare
Kurulu ünvanı ile vazifeye devam edeceklerini bildirmektedir.
Halk
Fırkası İdare Heyeti 11 Aralık 1923’te bir toplantı yaptı. Bu toplantıda
Fırka'nın ilk nizamnamesi (tüzüğü) kabul edildi. Bu nizamnamenin bazı
maddeleri şöyle:
Madde
1. Halk
Fırkası, cemiyetler Kanunu mucibince teşekkül etmiş, siyasi bir cemiyettir.
Gayesi milli hakimiyetin, halk tarafından ve halk için, icrasına rehberlik
etmek ve Türkiye'yi asri bir devlet haline yükseltmek ve Türkiye'de bütün
kuvvetlerin fevkinde (üstünde) kanunun velayetini (egemenliğini) hakim kılmaya
çalışmaktır.
Madde
2. Halk
Fırkası nazarında halk mefhumu: Herhangi bir sınıfa münhasır değildir. Hiçbir
imtiyaz iddiasında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak bir müsavat
(eşitlik) kabul eden bütün fertler halktandır.
Halkçılar:
Hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatın, hiçbir ferdin imtiyazlarını
kabul etmeyen ve kanunlarıvaz etmekteki mutlak hürriyet ve istiklali tanıyan
fertlerdir.
' Madde 3. Halk
Fırkasına: Her Türk ve hariçten gelip Türk tabiiyet ve harsını kabul eden her
fert dahil olabilir. *
Madde
4. Halk
Fırkasına dahil olan her fert: Fırka' nın nizamnamesi ile programına ittiba
edeceğine (uyacağına) dair imza verecektir. Mamafih, nizamname ile programda
içtihadına muhalif maddeler varsa, fırkanın kongrelerinde, mutlak bir serbesti
ve hürriyetle içtihatlannı beyan ederek, o gibi maddeleri, tadil veya ilgaya
çalışabilecektir.
Bu
metinden anlaşıldığı üzere, ilk nizamname, yani 1923 rlizamnamesl Fırka'nın hem
programına, hem de tüzüğüne ilişkin hükümleri ihtiva etmektedir. CHF'nın 1927
kurultayında, teferruatlı bir tüzük yapılmıştır. 1927 tüzüğünün İlk yedi
maddesi programa İlişkin hükümler olup yukarıdaki dört maddenin değişik
İfadelerle tekrarıdır. Yalnız birinci maddesinde çok önemli bir değişiklik
yapılmıştır. 1927 tüzüğünün birinci maddesinde, fırkanın, halk hakimiyetinin
tecellisi İle İlgili görevlerinden söz edilmemiştir. 1931 Kurultayı'nda ise
program ve tüzük kesin olarak birbirinden ayrılmıştır. Bu kurultayda, gerek
programa, gerek tüzüğe teferruatlı hükümler konulmuştur.
11
Aralık 1923 tarihli tüzüğün birinci maddesi, milli hakimiyet anlayışından söz
etmektedir. Fırka'nın gayesi, “... milli hakimiyetin halk tarafından ve halk
için icrasına rehberlik etmek” denilmektedir. Bu hükümler 20 Nisan 1924
tarihli ve 491 sayılı Anayasa'nm 3., 4. ve 9. maddelerinde aynen tekrar
edilmiştir.
Madde
3. Hakimiyet
bilakaydüşart milletindir.
Madde
4. TBMM
Milletin yegane ve hakiki mümessili olup millet namına hakkı hakimiyeti
istimal edeı*.
Madde
9. TBMM kanunu mahsusuna tevfikan millet tarafından
müntehap mebuslardan müteşekkildir.
CHF Genel Başkanı ve
Cumhurreisl Gazi Mustafa Kemal'in Fiili Durum Yaratması, 1927 Mebus Tayinleri
Yukarıda
belirtildiği gibi 1924 Anayasası'nın üçüncü maddesi. “Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletindir’, demektedir. Dördüncü madde de hakimiyetin TBMM'lnde
toplandığını İfade etmektedir. Dokuzuncu madde ise TBMM üyelerinin halk tarafından
seçilmiş mebuslardan meydana geleceğini belirtmektedir.
Bunlar
CHF'nın 1923 Nlzamnamesi’nde, giderek 1924 Anayasası'nda yer alan hükümler.
Fiili durum ise buna hiç uymamaktadır. 1927'den İtibaren mebuslar, bizzat, CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından tayin edilmektedir. İzleyelim.
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1927 tarihinde, CHF adayları
hakkında, vatandaşlara bir tamim yayınlamıştır. Bu tamim şöyle:
“Aziz
vatandaşlarım,
Cumhuriyet
Halk Fırkası namına bütün memlekette Türkiye Büyük Millet Meclisi azalığı için
tespit ettiğim zevatın heyeti umumiyesini ıttılaınıza (bilginize) arzediyorum.
Her vatandaş için yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşların
heyeti umumiyetinin birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan, her
daire-i intihabiyeye (seçim bölgesine) tefrik edeceğim mebus namzetlerini
ayrıca imzam tahtında arzedeceğim.”
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından yayınlanan bu tamim, anayasa,
anayasa hukuku, anayasal ge- Üşmeler vs. bakımından son derece önemUdir. Açıkça
anlaşıldığı gibi CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, şunları söylemektedir:
TBMM azalığı için mebus
namzetlerinin tümünü bilgilerinize sunuyorum.
Yeni devrede beraber
çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşlar bunlardır.
BunlarıCHF adına bizzat
kendim seçtim.
Bu mebus namzetlerinden
hangilerinin, hangi vilayetlerin mebusu olacağım, ileride, yine kendi imzamla
yayınlayacağım.
Görüldüğü
gibi Gazi Mustafa Kemal, mebusların kim olacağını, CHF adına, bizzat
kendisinin tespit ettiğini vurgulamaktadır. Bu bakımdan tamimde geçen, “tespit
ettiğim”, “ıttılaınıza arzediyorum", “münasip gördüğüm”, “faideli adettim",
“tefrik edeceğim”, “tahtında arz edeceğim” gibi “ben ben” diyen ifade biçimi
son derece anlamlıdır. Bu dönemde CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in,
devlet otoritesini bizzat kendisinin kullanmaya başladığı, bu otoriteye ortak
tanımadığı anlaşılmaktadır.
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal bu şekilde 316 kişinin adını tespit etmiştir.0
Bu kişiler 2 Eylül 1927 tarihinde millet tarafından “seçilmiştir.”^0
İkinci seçmenler tespit edilmiş bu kişilerin isimlerini sandıklara
atmışlardır. Böylece milli irade tecelli etmiş, “halk egemenliği” gerçekleşmiştir.
29
Ağustos 1927'de, yine vatandaşlara yayınlanan “seçim” beyannamesinde İse
şunlar söylenmektedir:
"...
Türk tarihi zaferlerle malidir (doludur) ve zaferlerden sonra milletin umumi
hayatında ve istikbalinde
TBMM Yıllık, Devre IV,
İçtima: Fevkalade (4 Mayıs-25 Temmuz 1931) TBMM Matbaası, Ankara 1931, s. 328.
Reşat Ekrem Koçu, 1927 “Seçim”lerinin 2
Eylül tarihinde yapıldığını yazmaktadır. Türkiye'de Seçimin Tarihi, Tarih
Dünyası, Sayı 6, 30 Haziran 1950, s. 259; Dr. Servet Armağan ise bir
incelemesinde, “31 Ağustos 1927” seçimlerinden söz etmektedir. Türkiye'de Parlamento
Seçimleri, IÜHFD, Cilt 33, Sayı 3-4, 1968 (Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil
Hatıra Sayısı), s. 73. müessir olacak esaslı tedabir ve ıslahat yolunda mühim
neticeler alındığı mesbuk (görülmüş) değildir. Bunun içindir ki mazideki
zaferlerin tesirleri mavakkat olmuş ve millet ondan sonra daha müşkil şerait
(şartlar) ve açık söylemek mecburiyetindeyim ki, inhitata (gerilemeye) maruz
kalmıştır. Ben ve siyasi fırkam, zaferden sonra bilhassa bu esas
nokta-i nazardan hareket ettik... İstiklal mücadelesinde, hakimiyet bilakaydü
şart milletindir, düsturunu kazanarak çıkan milletimiz henüz bu düsturu
devletin şekli resmisinde kati ve tereddütsüz anlaşılacak ve Türk milletinin
ebedî hayatında ve beynelmilel münasebatında herhangi bir iltibas ve mükus
ümide mahal vermeyecek bir tarzda tatbik edememişti. Cumhuriyetin ilanıyla
hakimiyeti milliye düsturumuz halde ve istikbalde hakimiyeti milliye hududu
dahilinde gösterilmek istenecek aykırı ihtimallere set çekmiş oldu. Türk
milletinin başında bela olduğu asırlardan beri sabit olan hilafetin ilgasıyla
Türk Cumhuriyeti tarihin cereyanında layık olduğu temiz ve kavi (güçlü) mevkif
itibari bihakkın ihraz eyledi (elde etti). Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk
istiklali gibi »Türk Cumhiriyetini de her gûna iştirak ve müdahalattan azade
olan salim yeklinde her türlü (müdahalelerden uzak olarak) ilelebet muhafazaya
vakfı vücut eylemeyi vatanın birinci derecede sebebi mevcudiyeti addetmektedir.
...
Dört sene evvel esas mesail meyanında hakimiyeti milliye hayatında dikkatli
olacağımız, milletimizin hayatını asri ve medeni kanunlarla ıslaha çalışacağımızı,
aşar vergisi ve tütün meselesi üzerinde ıslahat yapabileceğimizi derpiş
ediyorduk. Hakimiyeti milliye düsturu hilafetsiz Türk Cumhuriyeti ile en
mükemmel şekline irtika ettirildi (en yüksek itibar verildi).
...
önümüzdeki dört sene için CHF'na yeniden itimad etmemizi istediğim bu günlerde
benim mefkure ve mesai arkadaşlarımın istikbale ait düşüncelerimizin dört sene
evvelkinden daha vazıh, daha katidir.
...
Cumhuriyet Halk Fırkası namına, mebus namzetlerini ben kendi İmzamla
reylerinize arzediyorum.
Mebus
namzetlerini takdim ederken mazi tecrübeleri ve atinin taleb ettiği yüksek
vazifeleri bilhassa gözönüne aldım. Bana layık gördüğünüz itimad ve mesuliyetin
dört sene sonra tekrar temiz hesasını arzedebilmek için mesai arkadaşlarımı
intihapta (mebusları tayinde) bilhassa itina göstermeye çalıştım. Mebus olarak
vazife ve mesuliyet mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın geçen
tecrübelerden de istifade ederek vazifelerini hüsnü ifa edeceklerini ve
bilhassa mebusluğun her mülahazadan akdem (önemli) ve millet vekaleti olduğunu
ve bunun resmî ve hususî hayatta dahi birçok manevi ve mübin (hayırlı)
külfetleri bulunduğunu nazardan uzak düşünmeyeceklerini kuvvetle ümit ederim...
Büyük Millet Meclisine mebus olmak üzere takdim ettiğim namzetlere rey
vermekle bana ve fırkama yeni hizmetler için imkân ve fırsat
vereceksiniz...”
Bu
beyannameden açıkça görüldüğü gibi, CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, sık
sık “milli irade", “hakimiyet kayıtsız .şartsız milletindir” gibi
sloganları kullanıyor. Padişahın kovulmasıyla. Hilafetin ilgasıyla, halk
hakimiyetinin tecelli ettiğini söylüyor. Bu nokta çok önemlidir ve üzerinde
dikkatle durulması gerekir. Gazi Mustafa Kemal, Fırka Genel Başkanı olarak 316
mebusu bir kalemde tayin ediverdiğl halde, bu yetkiyi kullanmada hiçbir ortak
tanımadığı halde, halk hakimiyetinden, hakimiyetin kayıtsız şartsız, halka,
millete ait olduğundan söz etmektedir. Besbelli bir şey ki, halkın, milletin,
mebus “seçimlerinde” yani mebus tayinlerinde hiçbir fonksiyonu yoktur. Ona
hiçbir şey sorulmamakta, fikri alınmamaktadır. Demekki CHF Genel Başkanı ve
Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal kendisini, halk olarak, millet olarak görmekt
edir. CHF Gengl Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal, milleti oluşturan
fertlerin teker teker toplamının meydana getirdiği bütüne eşittir. Halkın, milletin
bizzat kendisidir. Böyle olunca, halkın, milleti meydana getiren fertlerin
reyini teker teker sormaya gerek yoktur. Halkın iradesi, milli irade, CHF Genel
Başkanı Gazi Mustafa Kemal’de tecelli ettiğine göre, O'nda somutlaşmış olduğuna
göre, sadece O’nun iradesinin tecellisine bakmak yeter.
CHF
Genel Başkanı’nın işaret ettiği önemli bir nokta da. Padişahlığın, hilafetin seçimsiz
olduğu, babadan oğula devredildiğidir. Bu kurumlan, yani egemenlik kuramlarını
temsil edecek başka alternatiflerin gelişmesine engel olunduğudur. Halbuki,
ileride etraflıca görüleceği üzere, CHF’nın Genel Başkanlığı, dolayısıyla
Cumhurreisliğl de ömür boyudur. Yani Gazi Mustafa Kemal, CHF Tüzüğü gereği
ömür boyu CHF Genel Başkanı, dolayısıyla Cumhurreisidir. Bütün bunlar
totaliter eğilimlerin ifadeleridir.
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, “seçim’den yani mebus tayinlerinden sonra, 7
Eylül 1927’de yayınladığı bir beyannamede bu hususlarışu şekilde dile
getirmektedir:
“Aziz
vatandaşlarım,
İntihabat
(seçim) neticelendi. Cumhuriyet Halk Fırkası namına takdim ettiğim namzetler
memleketin her tarafında aziz vatandaşlarımın müttefikan (oy birliğiyle) umumi
tasvip ve intihabına mazhar oldu. Aziz vatandaşlarımın tezahüratındaki asil
manayı yüksek mesuliyet hissile layıkıyla ihata ediyorum (kavrıyorum).
Vatandaşlarım,
İntihap
reyleriyle, benim ve siyasi fırkamın, geçen icraatımızı müttefikan (oy
birliğiyle) tasvip ve teyid ettikleri (onayladıkları ve benimsedikleri) ve
gelecek devredeki mesaimizi itimat ve emniyet ile teşçi eyle, diklerini
(yüreklendirdiklerini) izhar ettiler. Intihabatın bu yüksek manası dikkati
celbetmekten hali kalmayacaktır. Evlatlarının serbest reyleriyle, memleketin
mukadderatını kalben emniyet beslediği ellere, tevdi eden Türkiye milli
mefkuresinde sebat ve milli mesai. de sarsılmaz vahdetle muhterem ve kavi bir
mevcudiyet olduğunu bir kere daha göstermiş oluyor. İtimadınızı tersin ve ilâ
eden (sağlamlaştıran) aziz vatandaşlarıma atiye (geleceğe) ve yeni muvaffakiyetlere
itimadımızın kavi bir hakle bulunduğunu tezkar ederim (hatırlatırım). Bu
beyanatım aziz vatandaşlarıma hakiki ve samimi minnettarlıklarımın ifadesi
Büyük Millet Meclisinin yeni devresinin arifesinde benim ve siyasi fırkamın mahmul
olduğumuz (yüklendiğimiz) derin vazife hissiyatının izharıdır.”
Bu
beyannamede CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, “seçim’in sonuçlandığını,
tespit ettiği namzetlerin isim listelerinin, ikinci seçmenler tarafından,
sandıklara oybirliğiyle atıldığını, böylece milli iradenin, halk egemenliğinin
tecelli ettiğini vurgulamaktadır. Oyların büyük bir serbestlik içinde
kullanıldığını söylemektedir. Beyannamede geçen, “CHF namına takdim ettiğim”,
“ihata ediyorum", “benim ve siyasi fırkamın”, “tezkar ederim",
“beyanatım" gibi “ben ben..." diyen ve devlet otoritesini bizzat
kendisinin kullandığım. buna ortak tanımadığını belirten ifadeleri üzerinde
dikkatle durmak gerekir. CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in “benim ve
siyasi fırkamın” sözünü iki kere kullanmış olması aynca dikkate değer.
Bu
belgeler Gazi Mustafa Kemal'in 1927 yılının ortalarına doğru siyasal iktidarı
iyice eline geçirdiğini, devlet otoritesini tek başına kullandığım
göstermektedir. Gazi Mustafa ' Kemal başlıca iki süreç sonunda, kişisel
iktidarına karşı girişilebilecek bütün muhalefet odaklarım kırmıştır. Bu olgulardan
birisi Kürt direnmeleri, öteki İzmir suikastıdır. örneğin Kürt direnmeleri
sırasmda çıkarıları4 Mart 1925 tarihli ve 578 sayılı Takrir-i Sükûn Kanunu'nun
nasıl çıktığı, iktidar ve muhalefet ilişkilerini göstermesi bakımından çok
önemlidir. Bu kanunu çıkaran ikinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üye
tam sayısı 287 kişidir. Kanunun çıkarılması sırasında Meclis'te hazır
bulunanların sayısı ise 144 kişidir. Bu 144 kişiden 22’si red, 122'si kabul
demiştir. Demekki o günkü oturuma katılanlar 143 değil de 144 olduğu için kanun
çıkabilmiştir. Bu muhalefeti
meydana getiren daha çok Kürt mebusları ve ittihatçılardır. Oturumlara katılmamak.
katılıp da hükümetin getirdiği kanun tekliflerini benlmsememek şeklindeki bu
muhalefeti çeşitli zamanlarda, çeşitli olgular vesilesiyle izlemek mümkündür.
İşte, bu tür muhalefet, yukarıda belirtilen, başlıca iki süreç sonunda iyice
kırılmış ve sindirilmeye çalışılmıştır. Takrir-i Sükûn kanunu gereğince
kurulan İstiklal Mahkemeleri başlıca iki kategorideki insanları yargılamıştır.
Birincisi Kürdistan'ın parçalanmasına ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alınmasına
tepki gösteren Kültlerdir. Kemalistler 1919-1922 yıllarıarasmda Kürtlere
verilen sözleri, tamamen bir tarafa itmiş. İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile
işbirliği yaparak, Kürdistan'ın parçalanmasında ve Kürt ulusunun boyunduruk
altma alınmasında büyük rol oynamışlardır. Kürdistan'dan aldıkları önemli payı
sömürgeleştirmeye, bunun için de Kürt ulusal niteliklerini, yani Kürt toplumu
olma özelliklerini yok etmeye başlamışlardır. İşte Kürtlerin Kemalist
iktidarların Kürdistan politikasına karşı direnmelerinin temelinde bu olgular
vardır. Bu direnmeyi kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Emperyalist ve
sömürgeci saldırılara karşı Kürt ulusal varlığım koruma çabası. Bu Kemalist
iktidarın önünde önemli bir muhalefettir. Bu muhalefet. Diyarbakır, Elazığ ve
Ankara’da kurulan İstiklal Mahkemeleri'ndeki yargılamalarla, idamlarla,
sürgünlerle, katliamlarla kırılmaya çalışılmıştır.
Kemalistlerin
önündeki ikinci bir muhalefet odağı İse ittihatçılardır. Yani eski İttihat ve
Terakki Partisi'nin üyelerinden geriye kalanlardır. Bunlar da 15 Haziran 1926
tarihindeki İzmir Suikast! bahane edilerek, yok edilmişler, etkisiz hale
getirilmişlerdir. Suikast haberinden hemen sonra, 26 Haziran 1926'da. İzmir'de,
daha sonra da Ankara'da kurulan İstiklal Mahkemesi İttihatçıların çoğunu idam
etmiş, çok ' büyük bir kısmım ağır cezalara çarptırmıştır. Bir kısmı sürgüne
gönderilmiş, bir kısmı da intihan tercih etmiştir.
Her
iki süreçte de, muhalefet odaklarının kınlmasmda, önemli bir yol daha
kullanılmıştır. Devletin çeşitli kademelerinde, yüksek görevler vererek,
muhtemel potansiyelleri parçalamak. Şefin kişiliğini ve otoritesini onaylamak
ve bu otoriteye tabi kılmak. '
İşte,
Gazi Mustafa Kemal’in yukarıda, tam metni verilen 30 Ağustos 1927 tarihli
tamimi. O’nun 1927 yılı yaz aylannda kendi otoritesine karşı girişilebilecek
bütün muhalefet odaklarını kırdığını, muhalefeti sindirdiğini göstermektedir.
İktidar, artık bizzat, CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’in kendisi
tarafından temsil edilmektedir. İktidara ortak herhangi bir kişi veya kurum
yoktur.
CHF’nln
İkinci Büyük Kurultayı 1927 Nizamnamesi (Tüzüğü)
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’in, kişisel iradesiyle, TBMM’nln yeni
üyelerini atamasından hemen
sonra, 15 Ekim 1927’de, CHF’nın İkinci -Büyük Kurultayı toplandı. İkinci Büyük Kurultay 15-23 Ekim 1927 târihleri
arasında yapıldı. Bu kurultayda CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal’in emri
İle seçilen kişiler tarafından hazırlanan bir nizamname (tüzük) kabul edildi.
Bu tüzük ile yukarıda sözü edilen fiili durumlar hukukileştirildi.
1927
tüzüğü CHF’nın ikinci tüzüğüdür. Fakat ilk teferruatlı tüzüğüdür. Daha önce,
yani parti 1923’de kurulduğu zamanki tüzük ile programın birbirinden
ayrılmadığım yukarıda belirtmiştik. 1927 tüzüğünün İlk yedi maddesi aynen şöyledlr:
Madde
1. CHF
Cemiyetler Kanununa göre teşekkül etmiş, Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi
siyasi bir cemiyettir. Ve merkezi Ankara’dadır.
Madde 2. Devlet şekli
hakkında kanaat ve gayesini Cumhuriyet olduğundan bahis eder.
Madde
3. Parti, devlet ve millet işlerinde, din
ile dünyayı birbirinden ayırmayı en mühim esaslarından addeder.
Madde 4. Kanun
nazarında mutlak bir müzavatı kabul eden ve hiçbir ailenin ve hiçbir sınıfın ve
hiçbir cemaatın, hiçbir ferdin imtiyazlarını tanımayan fertleri, halktan ve halkçı
kabul eder. '
Madde
5. Vatandaşlar
arasında en kuvvetli rabıtanın dil birliği, his birliği, fikir birliği
olduğuna kani olarak Türk dilini ve kültürünü bihakkın yaymak ve inkişaf ettirmeyi
esas kabul eder.
Madde
6. Cumhuriyet
Halk Fırkasının umumî reisi, fırkanın banisi (kurucusu) Gazi Mustafa Kemal
hazretleridir.
Madde
7. İşbu
umumî esaslar hiçbir veçhile tebdil edilemez (değiştirilemez).
Açıkça
görüldüğü gibi, 1923 tüzüğünde ve 1924 Anayasasında yer alan halk egemenliği
fikri, 1927 tarihli tüzükte yer almamaktadır. Bu değişme, CHF Genel Başkanı ve
Cumhurreisi Gâzi Mustafa Kemal Paşa'nın eyleminin muhtevasının, bu ilkeye
kesin olarak ters düştüğünü göstermektedir. Bu bakımdan anlamlıdır.
1927
tüzüğünde. Umumi Esaslar'dan başka teşkilat ve faaliyete ilişkin 6 bölüm daha
vardır. Tüzüğün 6. maddesinde şu hükmün yer aldığını belirmiştik:
"...
CHFnın daimi umumi reisi (Genel Başkanı) partinin banisi (kurucusu) olan Gazi
Mustafa Kemal hazretleridir”
CHF
Genel Başkanı'nın seçime tabi olmadığı, değişmez ve daimi olduğu, daha sonraki
tüzüklerde de gösterilmiştir. 1931 tüzüğü, madde 2; 1935 tüzüğü madde 2; CHF Genel Başkaru'nın daimi ve değişmez olan
Genel Başkanlık vasfı daha sonraki tüzüklerde açıkça belirtilmiş, “Değişmez
Genel Başkan" ünvanı verilmiştir. 1938 tüzüğü, madde 3; 1939 tüzüğü, madde 3: 1943 tüzüğü, madde 4.
1927
tüzüğünün 7. maddesi de şu idi:
İşbu
umumi esaslar hiçbir veçhile tebdil edilemez (değiştirilemez)."
Böylece,
CHF Genel Başkanı'nın daimi olduğu, 1927 tüzüğünün 6 ve 7. maddelerinde
belirtilmiştir. Daha sonraki tüzüklerde de bu hükümler aynen sürdürülmüştür.
Açıkça görünen şudur: Milli hakimiyet mûessesesinln, “milletin kayıtsız
şartsız hakimiyeti" anlayışının teşkili ve idaresi, CHF'nın Değişmez Genel
Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in mutlak irade ve otoritesine bırakılmıştır.
Partinin genel siyasetinin, genel vasıflarının, genel başkanının
dokunulmazlığı, değlştirilemezliğl, eleştirilemezllği esası da getirilmiştir.
İkinci
Büyük Kurultay'da. tüzüğün kabulü dolayısıyla, seçilen komisyonun gerekçeli
raporunda şu hususlar yer almaktadır:
Eski
nizamname, umumî esasların, umumî kongrenin üçte iki ekseriyeti He
değiştirilmesine, tanzim edilen layihada, partinin benliğini ve hükümetin
mevcudiyetini ifade eden esasların, ilişilemez, değiştirilemez, kaldınlması
bahis konusu edHemez, mefhumlar halinde muhafazasına bilhassa ittiba
edilmiştir.*' (Bu hükümlere özellikle dikkat edilmiştir.)
CHFnın
Değişmez Genel Başkanı'nın yetkileri çok geniştir. Genel Başkan Vekilini,
Genel Sekreteri bizzat kendisi tayin eder. Genel Başkan Fırka'nın yüksek sevk
ve İdaresini elinde tutar. Ve Fırka*yı temsil eder. Fırka adına söz söylemek
hakkı sadece Genel Başkan'dadır. Genel Başkan gerekli görürse, bu hak ve
selahlyetlni Fırka'hin Genel Başkan Vekiline, veya Genel Sekreteri ne bırakır.
CHFnlft
Kurultayları ve Tüzükte Meydana Gelen Değişmeler
Gazi
Mustafa Kemal döneminde, CHF Genel Kâtibl’nln bizzat Genel Başkan tarafından
seçileceği tüzük hükmü idi. Ve öyle oluyordu. Fakat 1931 ve 1935 tüzüklerinde CHF Genel
Başkan Vekill'nln nasıl seçileceğine dair hüküm yoktu. Fiili olarak o da Daimi
ve Değişmez Genel Başkan tarafından seçiliyordu. Bu fiili durum Fırka Genel
Başkanı'nın Cumhurrelsllğl'nden doğan fonksiyonlarıyla pekiştiriliyordu.
Mekanizma şöyle idi: Türkiye’deki tek parti uygulamasında. CHF Genel
Başkanı'nın aynı zamanda Cumhurreisi olduğu bilinen bir doğrudur. Bu dönemde
parti ile yani CHF ile devlet birbiri içinde idi. Aynı şeylerdi. Partinin
Değişmeyen Daimi Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurreisi idi. önce. CHF Daimi
ve Değişmez Genel Başkanı Fırka tüzüğüne dayanarak TBMM'nln yeni dönemdeki
üyelerinin tamamım tayin ediyordu. Bu yetkisine ortak kabul etmiyordu. “Mili
irade", “Kayıtsız şartsız millet hakimiyeti", “halk egemenliği”
denen şey, kendi kişisel iradesine göre tecelli ediyordu. Bu tayin işleminden
hemen sonra, CHF'nin büyük kurultayı toplanıyordu. Yem “seçilenler", yani
tayin edilenler, kurultayda, Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi
Mustafa Kemal’e bağlılıklarım ve minnettarlıklarım bildiriyorlardı. Ondan
sonra TBMM, 1 Kasım'da yem dönem çalışmalarına başlıyordu. Ve ilk iş olarak
CHF Genel Başkanı'nın mebus olarak atadığı bu kişiler, CHF Genel Başkanı'm
Cumhurreisi seçiyorlardı. Veya mebus tayinlerinden hemen sonra Cumhurreisi
seçimleri yapılıyordu. Arkasından Büyük Kurultay toplanıyordu. TBMM'ne üye
tayini dönemleriyle CHF Kurultayları ve Cumhurresi Seçimi dönemleri arasında bu
bakımdan yakın bir ilişki vardır. Aşağıdaki çizelgede bu ilişkiyi İzlemek
mümkündür.
|
Bu durumun 1924 Anayasasındaki halk egemenliği
anlayışına kesinlikle aykırı olduğunu belirtmiştik. Bu fiili durumun 1927
yılı yaz aylarında belirdiğini de ifade etmiştik, îşte bu dönemde, Cumhurreisi
olan Gazi Mustafa Kemal, Başbakan'ı atıyordu. Başbakan ise, CHF'nln Genel
Başkan Vekili idi. Böylece, CHF'nın Değişmez Genel Başkanı Gazi Mustafa
Kemal'in Fırka Genel Başkanlığından doğan fonksiyonları, hak ve görevleri ile,
Cumhurbaşkanlığı'ndan doğan fonksiyonları, hak ve görevleri birbirini
tamamlıyor ve bütünlüyordu. Bu fonksiyonlar içiçe idi. Burada görüldüğü gibi,
CHF’nın 1931 ve 1935 tüzüklerinde açıkça ifadesini bulamayan Genel Başkan
Vekili'nin seçimi, Cumhurreisliği'nden doğan fonksiyonlar aracılığı ile yine
Gazi Mustafa Kemal'in, Fırkanın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'nın yetkisinde
bırakılıyordu. Kaldı ki 1923'teki durumu anlatırken ifade ettiğimiz gibi 19
Kasım 1923'te CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Paşa kişisel
otoritesi ile. Genel Başkan Vekilliği'ne İsmet Paşa'yı tayin etmişti. İsmet
Paşa da 20 Kasım 1923'te Teşkilata yayınladığı bir beyanname ile bu görevi
kabul ettiğini bildirmişti. Bu bakımdan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde,
» CHF Genel Başkan Vekili 1 Kasım 1937'ye kadar İsmet İnönü olmuştur. 1 Kasım
1937 ile 11 Kasım 1938 arasında ise Celâl Bayar'dır. 1 Kasım 1937*ye kadar
İsmet Paşa Başbakan'dır. Ondan sonra ise. Celâl Bay ar Başbakan olmuştur. Bu,
Başbakanlık İle CHF Genel Başkanlığının aynı kişide toplandığını gösterir.
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde. (22 Kasım 1924-3 Mart 1925 Fethi Bey)
hükümeti hariç, bu daima böyle olmuştur.
Fakat
İsmet İnönü'nün Milli Şefliği, değişmez Genel Başkanlığı, yani Cumhurrelsliği
döneminde bu konu açıkça hükme bağlandı. 1939 tüzüğünün 27. maddesi şöyle
diyor:
"Değişmez
Genel Başkan, partili mebuslardan birini Genel Başkan Vekili tayin eder. Genel
Başkan Vekilinin vazifesi ve selahiyeti Değişmez Genel Başkan tarafından tayin
olunur.
Genel
Başkan vekilinin değişmesi kendi istifası veya Değişmez Genel Başkan tarafından,
Vekilliğe başka bir zatın tayiniyle vuku bulur.”
Yine
bu dönemde. Fırka nın Genel Sekreteri, kesinlikle Genel Başkan tarafından tayin
edilmektedir. Bu hüküm bütün tüzüklerde yer almaktadır. Bu dönemde Genel Sekreter, 1935’e kadar Recep
Bey (Peker)dlr. 1935 Kurultayı'nda yani Dördüncü Büyük Kurultay'da yapılan
tüzük değişikliği İle CHF'nin Genel Sekreterliği ile İçişleri Bakanlığı
görevleri birleştirilmiştir. Bu tarihten itibaren. Genel Sekreterlik görevi
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın uhdesine verilmiştir. Yine 1935 Kurultayı'nda
kabul edilen tüzük ile CHF İl Başkanlığı görevleri de Valilik ile
birleştirilmiştir. CHF İl Başkanlan aynı zamanda vali olmuşlardır.
halde
Türkiye'deki tek parti uygulamasında, CHF'nin Değişmez Genel Başkanı, Genel Başkan
Vekilini ve Genel Sekreteri bizzat kendisi tayin etmektedir. Ve bu totaliter
eğilimler 1930 yıllarından 1940 yıllarına doğru yoğunlaşarak devam etmektedir.
Bu önemli noktaya dikkat etmek gerekir. CHF’dekl totaliter tutumun iç muhtevası
ve dış ilişkileri bakımından önemlidir. Bu totaliter eğilimlerin, özellikle
Avrupa'da gelişen totaliter sistemlere göre incelenmesi gerekir.
CHF'nm
Genel Başkanlık Divanı adı altında çok önemli bir organı vardır. Genel
Başkanlık Divanı, Fırka Genel Başkanı. Genel Başkan Vekili ve Genel
Sekreterden oluşan üç kişilik bir heyettir. Fırka Genel Başkan Vekili'nin ve
Genel Sekreteri'nln de Fırkanın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından
seçildiği düşünülecek olursa, burada. Genel Başkan’ın, tek yetkili kişi olarak,
tek irade olarak ortaya çıktığı hemen görülür.
Genel
Başkanlık Divanının en önemli görevi, “seçimlerde. mebus namzetlerini tespit
etmektir. Daha doğrusu TBMM’ne mebus tayin etmektir. Genel Başkanlık Dlvanı'nın
bu görevi. CHF'nm. tek parti döneminde, hemen hemen bütün kurultaylarında
değiştirip yeniden kaleme aldığı bütün tüzüklerinde yer almaktadır, örneğin,
1931 Kurultayı'nda kabul edilen tüzüğün 20. maddesi şöyle diyor:
“Umumî
Reislik Divanı Büyük Millet Meclisine aza seçilmesini idare eder, fırkanın mebus
namzetlerini kararlaştırır. Divan, namzetler ile intihab (seçim) işleri
hakkında, Grup İdare Heyetinin reyini yoklayabilir. Namzetler Umumî Reis
tarafından ilan olunur.”39
Rejime
tek parti yani CHP egemen olduğu için gösterilen adaylar % 100 “seçilirlerdi."
Aslında bunun tayin olduğunu çeşitli kereler belirttik. Türkiye'deki tek parti
uygulamasında, bunun hiçbir istisnası yoktur. CHP Genel Başkanı tarafından
namzet olarak kararlaştırılan adaylar %100 “seçilmlş"lerdlr. İşte bütün
bunlardan dolayı biz buna, “Milletvekili seçimleri” değil. Milletvekili
tayinleri diyoruz. Üç kişilik Genel Başkanlık Divanı üyelerinin, ikisi zaten
birincisi tarafından, yani partinin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı
tarafından seçildiği için milletvekilleri aslında Genel Başkanın kişisel
iradesine göre tayin ediliyorlar, işte bunun için milli hakimiyet
müesseselerinln teşkili ve idaresi. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın mutlak
irade ve otoritesine bırakılmıştır. diyoruz, öte yandan CHF tüzüğüne göre.
Genel Başkanlık Divanı'nm vereceği kararlara, tekmil parti üyesi kayıtsız
şartsız, riayete mecburdur. 1927 tüzüğünün 22. maddesi aynen şöyle:
“Umumi
Reislik Divanının vereceği kararlara bütün Fırka azalarınca kayıtsız şartsız
itaat olunur.”
Açıkça
görüldüğü gibi CHF Genel Başkanımn veya Genel Başkanlık Divanı'nın kararlarına
hiç kimse karşı gelemezdi. Bu kararları hiç kimse eleştiremezdi. Herkes, bütün
parti üyeleri bu kararlara kayıtsız şartsız uymak ve gereklerini yerine
getirmek zorunda idi. Bu arada milletvekili namzetlerinin kararlaştırılması ve
tayini ile ilgili kararlar da böyle kesinlik arz ediyordu.
Daimi
ve Değişmez Genel Başkan'ın veya Genel Başkanlık Divanı'nın almış olduğu bütün
kararlara, kayıtsız şartsız itaat zorunluluğu ve bunun kesinlikle uygulanması
CHF tüzüğüne dolayısıyla, CHF'na, rejime totaliter eğilimleri ağır basan
karakterini veren en önemli maddelerden biridir. Bu totaliter eğilimleri
Fırka'nın öteki organlarının seçiminde ve faaliyetlerinde de izlemek mümkündür,
örneğin Genel İdare Kurulu'nun seçimini ele alalım. 1931 tüzüğünün 37. maddesi
söyle diyor:
“Umumî
İdare Heyeti, büyük kongre tarafından-seçilmiş 14 azadan meydana gelir."
Fakat,
yine 1931 tüzüğünün 21. maddesinde, kurultayın bu yetkisini kısıtlayan, hatta
ortadan kaldıran çok önemli bir hüküm vardır
“Umumi
İdare Heyetinde münhal vukuunda, yerine münasibini, Umumi Reislik Divanı
seçer."
Partinin
Genel îdare Kurulu, Genel Başkanlık Dlvanı'ndan sonra, en önemli bir yönetim
organıdır. Üyeleri, fiili olarak Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın bizzat
kendisi tarafından aday gösterilmektedir. Büyük Kurultay'ın Genel İdare Kurulu
üyelerini seçmesi ancak. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın veya Genel Başkanlık
Divanı'nın aday göstermesine bağlıdır. Tatbikatta da böyle bir seçim hiçbir zaman
olmamıştır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan veya Genel Başkanlık Divanı
tarafından gösterilen adaylar Genel Yönetim Kurulu’na seçilmişlerdir. Kaldı ki
bu yetki, tüzüğün başka bir maddesi ile zaten kısıtlanmıştır. Öte yandan Genel
İdare Kurulu üyeliklerine, seçilen kişilerin hepsi de milletvekilidir. Bunları
milletvekili olarak tayin eden makam ise Fırka ’nın Daimi ve Değişmez Genel
Başkanı'nın bizzat kendisidir.
CHF'nin önemli organlarından biri de CHF
Meclis Grubu'dur. Bu Fırka’ya mensup mebusların umumi heyetinin meydana
getirdiği bir gruptur. Fırka grubunun tabii reisi. Fırka'nm. Daimi ve Değişmez
Genel Başkanı’dır. Veya O'nun vekilidir. Fırka'ya mensup olan Başvekil Fırka
grubunun reisidir. -
CHF'nin
çok önemli olan bir başka organı da Fırka Dlvanı'dır. 1931 tüzüğünün, 112 ve
113. maddeleri Fırka Divanının yetkilerini şöyle dile getiriyor.
“Fırka
Divanı, Umumî Reislik Divanından, Fırkanın Kabine azalarından, Umumî İdare
Heyeti ile Fırka Grubu İdare Heyetinden teşekkül eder. Fırka Divanı lüzumunda,
Umumî Reislik Divanı tarafından toplantıya çağırılır. Fırka Divanına, Umumi
Reis, veya Umumî Reis Vekili, bulunmadığı zamanlarda, tevkil edecekleri zat
reislik eder.
Fırka
Divanı, Umumî Reislik Divanından gönderilen meseleleri müzakere eder.
Nizamnamelerin tefsiri Fırka Divanına aittir. Divan kararlan, Umumi Reisin
tasdiki ile tekemmül eder.”
Görüldüğü
gibi, tek parti döneminde, CHF Genel Başkanı. Fırka'nın Meclis Grubu da dahil
olmak üzere bütün grupların doğal başkanı idi. CHF Genel Başkanı aynı zamanda,
TBMM Başkanı ve Başkan Vekillerini de aday gösterirdi. Her ne kadar anayasa ve
iç tüzük, bu makamların Meclis tarafından seçileceğini amir idi ise de. Daimi
ve Değişmez Genel Başkan'ın, partiye, partinin bütün organlarına, bu arada
parti meclis grubuna da egemenliğinden dolayı, bütün bu kuramların başkanı
olduğundan dolayı, TBMM Başkanı ve Başkan Vekillerini de bizzat kendisi tayin
etmiş oluyordu. Zaten TBMM'nin tüm mebuslarının kendisi tarafından tayin
edildiğini çeşitli kereler belirttik.
Kısaca
özetlemek gerekirse, tek parti döneminde. CHF Genel Başkanı aynı zamanda
Cumhurreisi'dir. Parti teşkilatına, partinin kuramlarına, sadece manevi
otoritesiyle değil, parti tüzüğü ile de hakimdir. TBMM organlarım bizzat tayin
etmekle meclis çalışmalarına ve kararlarına da egemendir. Hem de bu egemenliği
iki katlıdır. CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'nm başında bulunduğu
Genel Başkanlık Divanı, daha doğrusu. Daimi ve Değişmez Genel Başkan bütün
milletvekillerini tespit ediyor, bütün partilileri, bu arada, partililerden
meydana gelen milletvekillerini de bağlayıcı kararlar alabiliyordu. Genel
Başkanlık Divanı'nın, diğer iki üyesi olan. Parti Genel Başkan Vekili ve Parti
Sekreteri'ni de, bizzat Daimi ve Değişmez Genel Başkan seçtiği için bunu her
zaman bu şekilde ifade edebiliriz. O halde, hem Daimi ve Değişmez Genel
Başkan'ın manevi otoritesi hem de tüzük gereğince bu böyle idi. Dolayısıyla
bütün işler. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın arzu ve iradesine göre oluşuyordu.
Daimi ve Değişmez Genel Başkan daha sonra, TBMM'ne tayin ettiği
milletvekillerinden bir kısmını. Meclis Başkanı, Meclis Başkan Vekillikleri
gibi organlara aday gösteriyor ve kesinlikle onlar da seçiliyordu. Çünkü Genel
Başkanlık Divanı kararları kesin olup kati surette itiraz edilemezdi. Bu
kararlar sadece öğrenilir ve gerekleri yerine getirilirdi.
CHF
Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurreisi olmasına rağmen. Parti Genel
Başkanlığından doğan yetkileri. Cumhurbaşkanlığından doğan yetkilerinden çok
daha önemli idi. Çünkü milletvekillerini, “CHF Genel Başkanı” olarak tayin
ediyordu. Daha sonra, TBMM'ne tayin ettiği bu milletvekilleri kendisini
Cumhurreisi seçiyorlardı. Başbakan Cumhurreisi tarafından tayin ediliyordu.
Fakat Başbakan, aynı zamanda. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından,
CHF Genel Başkan Vekilliği'ne tayin edilen kişi idi. Bu iki ilişki biçimi tek
parti döneminde hiç değişmemiştir. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı
daima Cumhurrelsi. Genel Başkan Yardımcısı da daima Başbakan olmuşlardır.
Bunun yanında tek parti döneminde, çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda,
özellikle 1935 yılından sonra, CHF Genel Sekreteri İçişleri Bakam (1935) veya
Devlet Bakam (1939) olarak kabineye alınmışlardır. CHF İl Başkanlan, fiilen,
bazen de tüzük gereği valilik görevlerini de yürütmektedirler.
Bu,
totaliter eğilimleri ağır basan bir devlet biçimidir. Şef devletidir. Zaten Gazi Mustafa Kemal'in
adının önüne 1930 yıllarından sonra, “Büyük Şef ibaresi konulmaktadır,
ölümünden sonra İse, “Ebedi Şef olmuştur. İsmet İnönü'ye ise Milli Şef
denilmektedir. Fakat Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde kendisinden başka
hiç kimsenin adı anılmamaktadır. Herkes, partinin öteki yöneticileri hep
gölgede kalmaktadırlar. Hatta, tarihte. Birinci İnönü Savaşı, İkinci İnönü
Savaşı olarak bilinen savaşların yıldönümlerinin kutlanması. ancak, İsmet
İnönü’nün Milli Şefliği döneminde başlayan süreçlerdir. Demekki Gazi Mustafa
Kemal döneminde, “Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’den başka bir Şef yoktur. Şef
bir tanedir ve her şey O'nun istek ve iradesine göre cereyan etmektedir. Devlet
egemenliği ile ilgili kuramların teşkili ve idaresi kesinlikle kendi
uhdesindedir. Büyük Şef bu yetkisini kayıtsız şartsız tek başına
kullanmaktadır. Hiçbir kişi veya kurumun ortaklığını kabul etmemektedir.
Devletin
totaliter eğilimleri, elbette, partinin yapısı, işlevleri, toplumsal hayatın
tüm kesimlerini kontrol etmesi ile yakından ilgilidir. Tatollter devlet, kitle
haberleşme araçlarının kontroluyla, tek doktrin etrafında gelişen bir toplum
yaratmaya, artan teknolojik olanaklarla gerek toplum ve fertleri gözetim ve
denetim altında tutmaya çalışır. Tek parti döneminde CHF'nin, tüm toplumu
kontrol altına alabildiği, toplumu ve fertleri gözetim ve denetim altında
tutabildiği söylenemez. Kemalist ideolojiyi tüm topluma, halkın yaşantısına
indirgeyebildiği, halka benimsetebildiği İddia edile
nlerinden
biri ötekilerine şunları söyler: ‘Beni başbakan yapın, ben de sizleri general
yapayım!' Kendisinin bu isteği yerine getirilir getirilmez, bu defa çevresine
20 kişilik bir grup toplar ve onlardan da şunu ister: ‘Sizleri bakan yapacağım,
sizler de beni cumhurbaşkanı seçin!’
İşte
aynen bu şekilde bu kişiler birbirlerini general, bakan ve cumhurbaşkanı
yaparak hükümetin ve devletin hâzinesini ellerine geçirmişlerdi.
Olayları,
bu kişilerin yalnızca, bakan, general ve cumhurbaşkanı seçebilmek için, ulusun
egemenliğine zorla el koymaları şeklinde yorumlamamak gerekir. Bu adam
getirdiği kanunla, yalnızca ulusun denetimini tüm olarak ele geçirmekle
kalmamış, aynı zamanda ülkedeki her vatandaşın yaşayıp yaşamaması ve ulusun
varlığı gibi konular üzerinde bile, tek söz sahibi olma yetkisine kavuşmuştu.
İşte bu yüzden. Anayasa Mahkemesi'nin tutumunun yalnızca kötü, iğrenç bir
ihanet değil, aynı zamanda saçma ve gülünç olduğu görüşünde ısrar ediyorum.
Batista’nın
getirdiği kanun içerisinde dikkatleri fazla çekmeyen, fakat durumu iyice
aydınlattığı gibi, kendisinden kesin sonuçlar çıkarabileceğimiz bir madde
bulunmakta. 257. maddenin şu bölümünü gelin hep birlikte gözden geçirelim:
'İş
bu anayasa üzerinde, hükümet tarafından, kabinedeki salt çoğunluğun üçte iki
oylarıyla değişiklik yapılabilir.' İşte böylece maskaralık zirvesine
ulaşacaktı.
Halkın
rıza ve onayı olmaksızın, böylesine bir anayasayı kendilerimez. örneğin basını,
öteki kitle haberleşme araçlarını, % 100 denetim altında tuttuğu halde, basının
ve öteki araçların toplumdaki etkinliği her zaman tartışılabilir. Toplum,
fertler tam anlamıyla gözetim ve denetim altmda tutulmaya çalışıldığı halde,
teknolojik olanakların (dinleme ve gözetleme araçları) yetersizliği yüzünden
bu da istenilen sonuçları yaratamamış olabilir. Fakat eğilim bu yöndedir. Çaba
bu yöndedir. Siyasal kurumlar, basın, çeşitli demekler üzerindeki denetim
Halkevleri yoluyla resmi ideolojiyi kitlelere benimsetme çabalan, tek doktrin
etrafında gelişen, düşünen, bir toplum yaratma çabaları bu eğilimi
somutlamaktadır.
III. BÖLÜM
III.
GERÇEK SOMUTLAR ve YAŞANAN HAYAT KARŞISINDA PROFESÖRLERİN ve TÜRK
ÜNİVERSİTESİNİN FİKİRLERİNİN ELEŞTİRİSİ
İşte
burada, araştırmamızın başında kitap ve makalelerinden alıntılar verdiğimiz 40
üniversite mensubunun veya üniversite mensubu olan ve olmayan öteki yazarların
düşüncelerine dönmekte yarar vardır. Prof. Dr. Bülent Nuri Esen (14); Prof.
Dr. Selçuk özçellk (13); Prof. Dr. Münci Kapani (23); gibi yazarlar, tek parti
döneminde, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu yazmaktadırlar.
Prof. Dr. Yavuz Abadan (1); Prof. Dr. îlhan Arsel (3); Prof. Bahri Savcı (12);
Prof. Dr. Kemal Karpat (33); Prof. Dr. Niyazi Berkes (34); Ord. Prof. Dr.
Sıddık Sami Onar (24); Prof. Dr. Cahit Tanyol (35); Ord. Prof. Reşat Kaynar
(31); Doç. Dr. Ahmet Mumcu (32); Doç. Dr. Özkan Tikveş (47) Halk İdaresi
halk egemenliği kurallarının çeşitli yönleriyle uygulandıklarım söylemektedirler.
Ord.
Porf. Dr. Ali Fuat Başgil (4); Prof. Dr. Kemal Karpat (33); Prof. Dr. Tahsin
Bekir Balta (26); Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat) (16); Prof. Dr İsmet Giritli
(28); Doç. Dr. llter Turan (19); Doç. Dr. Servet Armağan (22) tek parti
döneminde yapılan "seçimlerin" ‘her şeye rağmen" serbest
seçimler olduğunu yazmaktadırlar.
Ord. Prof. Dr. Recal Galib Okandan (9); Ord.
Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (10); Prof. Dr. Hüseyin Nail Kübalı (8);
Prof. Dr. Faruk Erem (11); Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in klasik demokrasi
ilkelerine bağlı olduğunu yazmaktadırlar. Prof. Dr. Âfet İnan (29); Ord. Prof.
Enver Ziya Karal (30); Prof. Dr. Bülent Daver (18); Prof. Dr. İsmet Giritli
(28); Prof. Dr. Muammer Aksoy (15); Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı (5); ise büyük Şef
Gazi Mustafa Kemal'in demokrasi taraftarlanndan biri olduğunu söylemektedirler.
Prof.
Dr. Yavut Abadan (1); Prof. Dr. Tank Zafer Tunaya (2); Prof. Dr. Hamza Eroğlu
(7); Prof. Dr. Hüseyin Nail Kübalı (8); Prof. Dr. Esat Çam (17); Prof. Dr.
Münci Kapanı (23); Prof. Dr. Bülent Daver (18); Prof. Duverger’e atfen, tek
parti düzeninin çok partili düzene geçiş için bir aşama olduğunu
belirtmektedirler.
Prof.
Dr. Mümtaz Soysal (6); Prof. Dr. Esat Çam (17), parti hükümetin önüne geçmedi,
Batı'daki tek parti düzenleri işçi sınıfının ezilmesi sonucunu doğurduğu
halde, Türk tek parti düzeni bütün halkın topyekun kalkınması İçin gayret
gösteriyordu, demektedirler.
Prof.
Dr. Münci Kaparıl (23), Prof. Dr. İsmet Giritli (28) Prof. Dr. Kemal Karpat
(33), Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in, kendisinden sonra gelecek
diktatörlüklere ve diktatörlere engel olmak için, diktatör olduğunu
belirtmişlerdir. -
Bütün
bunlar, olgulardan kopuk bilgi üretimidirler. Olgularla bir bağı kurulmadığı,
herhangi bir olgunun veya olgusal ilişkilerin bilgisi olmadığı için de
bilimsel değildir. Sadece. yazarların sübjektif kanılarıdır. Demekki yazarlar,
tek parti döneminin bu ifadelerle anlatılmasını, bu ifadelerle bilinmesini
arzu ediyorlar.
Bu
bilgilerin olgulardan kopukluğu. Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğünden kati
surette söz edilmemiş olmasından ileri gelmektedir. Gerçekten çeşitli kitap ve
makaleleriyle belirtilen bu üniversite mensupları eserlerinin hiçbir yerinde
bu tüzükten söz etmemektedirler. Yok saymakta dikkate almamaktadırlar. Halbuki,
CHF'nin tüzüğü, objektif hayata, yaşanan hayata ilişkin bir metindir. Canlı bir
metindir. Sürekli olarak uygulanmış bir yasadır. Temel hükümleri kati surette
değiştirilmeden, bütün kurultaylarda tekrar tekrar ele alınmış ve canlılığı
muhafaza edilmiştir. CHF'nin tüzüğü, Türk tek parti sistemine temel karakterini
veren en önemli bir siyasal belgedir. 1924 Anayasası ise ölü bir metindir.
Çünkü hiç uygulanmamıştır. Hele temel hükümleri hiç uygulanmamıştır.
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir", “mahkemelerin bağımsızlığı” gibi
hükümleri kesinlikle ölüdür. Bu bakımdan CHF tüzüğü Anayasa'mn çok çok üstünde
duran bir yasa mahiyetindedir. Bu tüzük gereğince devlet egemenliğini
kullanacak kuramların nasıl teşkil edildiğini, nasıl idare edildiğini, CHF'nm
Daimi ve Değişmez Genel Başkanı'mn ortak kabul etmez iradesini ve otoritesini
yukarıda etraflıca anlattık. Bu sistemin totaliter eğilimleri olduğunu da
belirttik. Bu durumda. Padişah İkinci Abdülhamid'in 1877-1908 yılları arasındaki,
ortak kabul etmeyen mutlak otoritesi ile CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in ortak kabul etmeyen 'mutlak otoritesi arasında
ne fark vardır? Bizce önemli bir fark yoktur. Her ikisinde de devlet
egemenliğini tecelli ettiren kuramların meydana getirilmesi ve idaresi bir
kişinin şahsmda somutlaşmaktadır. O'nun kişisel iradesinin, ortak kabul etmeyen
iradesinin bir İfadesi olmaktadır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa
Kemal'in, bütün muhalefet odaklarım kırarak, kendi adamlarım “TBMM" adı
altında toplaması sadece bir görüntüdür. “Meclis" otoriter ve totaliter
eğilimleri gizleyen bir maskedir.
Bu
arada. Padişah ikinci Abdülhamld ile Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi
Mustafa Kemal'in, mutlak irade, üstün İrade sahibi olma durumlarım da
karşılaştırmakta yarar vardır. Bilindiği gibi, 1876 tarihli Osmanlı
Anayasası'na göre, Osmanlı Meclls-i Mebüsanı iki meclisten kuruludur. Ayan
Meclisi üyelerini Padişah Abdülhamld bizzat kendisi tayin etmektedir. Bu 26
kişilik bir meclistir. Meclls-i Mebusan İse vilayet meclisleri tarafından,
mahalli eşraf arasından seçilen bir. meclistir. Bu da 115 kişiden meydana
gelmektedir. Görüldüğü gibi Padişah İkinci Abdülhamld meclisin sadece bir
kanadı üzerinde egemendir. Nitekim hakim olamadığı kanadı fiili bir durum
yaratarak, bir lrade-1 seniye (padişah iradesi) ile 28 Haziran 1877'de
feshetmiştir. Meclls1 Mebusan, ittihat ve Terakkl'nin darbesine kadar (23 Temmuz
1908) kapalı kalmıştır. Fakat bu süre içinde, II. Abdülhamid'in bizzat kendi
iradesine göre şekillendirdiği 26 kişilik Meclis-i Ayan görevlerine devam
etmiştir.1
Bu
karşılaştırmada ele alınması gereken en önemli konulardan biri. Meclisin
feshedilmesi ile İlgili olarak devlet başkanına tanınan yetkilerdir. 1924
Anayasası'nm Cumhur-
Birinci ve İkinci
Meşrutiyet Devirleri için bk. Recaî Galib Okandan, Amme Hukukumuzun Ana
Hatları, Birinci Kitap, Osmanlı Devletinin Kuruluşundan İnkirazına Kadar,
IÜHFM, İstanbul 1957, s. 118 vd.; Recaî Galib Okandan, Amme Hukukumuzda İkinci
Meşrutiyeti Doğuran Sebepler ve Meşrutiyet Rejiminin Teessüsü, IÜHFM, Cilt 12,
Sayı 4, 1945, s. 991-1036; Recaî Galib Okandan, 7 Zilhicce 1293 Kanunu
Esasisine ve Bunun Muaddel Şekillerine Göre İcra ve Teşri Fonksiyonlarıyla
Bunları İla Edecek Organlar Arasındaki Münasebetler, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 1,
1946, s. 1-22; Recaî Galib Okandan, 7 Zilhicce 1293 Kanununi Esasisine ve Bunun
Muaddel Şekillerine Göre Devlet Başkanının Milletvekilleri Meclisini Fesih
Selahiyeti, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 3, 1946, s. 825-844; Recaî Galib Okandan, Amme
Hukukumuzda Osmanlı Devletinin inkirazına Kadar Parlamentarizm ve
Hususiyetleri, IÜHFM, Cilt 13, Sayı 2, 1946, s. 449-473; Recaî Galib Okandan,
Amme Hukukumuzda, Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Devirlerinin önemi,
IÜHFM, Citt 15, Sayı 1, 1948, s. 14-33; Recaî Galib Okandan, Pozitif
Amme'Hukukumuz Bakımından 1912-1920 Yıllarında Vukubulan Olaylar, IÜHFM, Cilt
19, Sayı 1-2,1943, s. 592-615; Tarık Zafer Tunaya, Siyasi Müesseseler ve
Anayasa Hukuku, 2. bs., İstanbul 1969, s. 255-314; Tarık Zafer Tunaya,
Türkiye'nin Siyasi Gelişme Seyri içinde İkinci Jön Türk Hareketinin Fikrî
Esasları, Tahir Taner'e Armağan, İÜHF, İstanbul 1956, s. 167-188; Amme
Hukukumuz Bakımından 2. Meşrutiyetin Siyasi Tefekküründeki “Garblılık”
Cereyanı, IÜHFM, Cilt 14, Sayı 3-4, 1947, s. 501-520; Amme Hukukumuz Bakımından
2. Meşrutiyetin Siyasi Tefekküründe “İslamlık” Cereyanı, IÜHFM, Cilt 13, Sayı
1-2, 1953, s. 630-670; Ilhan Arsel, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Devirlerinde
Çift Meclis Sistemi, AÜHFD, Cilt 10, Sayı 1-4, 1953, s. 194-211; Yavuz Abadan,
Osmanlı İmparatorluğunda Anayasa Sistemine Geçiş Hareketleri, AÜHFD, Cilt 14,
Sayı 1-4, 1957, s. 3-37; Yavuz Abadan, Tanzimat Fermanının Tahlili, Tanzimat I
(Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle), Maarif Matbaası, İstanbul 1940, s. 31-58;
Mustafa Emil Elöve, İkinci Meşrutiyet Devri'nin Siyasi Hayatına Bir Bakış,
AÜHFD, Cilt 9, Sayı 1-2, 1952, s. 183-235; Mustafa Emil Elöve, Umumî Amme
Hukukumuz Bakımınreisi'ne böyle bir yetkiyi vermemiş olması daima övülmüştür.
Demokratik bir uygulama olarak nitelendirilmiştir. Halbuki, fiili durum,
yaşanan hayat dikkate alındığında bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü,
Cumhurbaşkanı, zaten CHF'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı olarak TBMM
üyelerinin tamamım kendisi tayin etmektedir. Çeşitli mekanizmalarla hem
partiye, hem de meclise hakimdir. Gerek partide, gerekse mecliste, istek ve
iradesinin dışında hiçbir karar çıkmamaktadır. Gerçekte tek parti dönemi
boyunca, gerek Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal,
gerekse Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü döneminde, ne partide,
ne de mecliste. Şefin iradesinin dışında hiçbir karar çıkmamıştır. Her şey
Şefin istediği biçimde olmuştur. Böyle olunca. Meclisin feshi yetkisi gibi bir
yetkinin söz konusu edilmesi gerekli değildir. Çünkü devlet başkanları meclisleri,
ancak, kendi İstekleri doğrultusunda faaliyet göstermedikleri zaman
feshederler. Niketlm İkinci Abdülhamid de Meclis-i Mebusan'ı feshettiği halde,
doğrudan dağruya kendi tayin ettiği kişilerden oluşan, dolayısıyla kararlarına
her zaman egemen olabildiği Ayan Meclisl'ni feshetmemiştir.
Daimi
ve Değişmez Genel Başkan, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in veya Milli Şef ve
Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü'nün totalitarizmi ifade eden davranışları ile
İkinci Abdülhamid'in mutlakıyeti arasında, elbette önemli farklar vardır. Bu
bakımdan Kemalist Şeflerin totaliter tutumlarını zamanın totaliter
gelişmeleri içinde değerlendirmek daha yararladır. Hitler’in:
Mustafa
Kemal'in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim”
sözü
üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bu sözün söylendiği tarih ve söylenmesine
vesile teşkil eden olay da çok önemlidir. Bu olay şudur: 20 Nisan 1939'da
Hitler’in 50. doğum yıldönümü kutlanmaktadır. Türkiye'den Genelkurmay İkinci
Başkanı Orgeneral Asım Gündüz başkanlığında. Nafıa Vekili General Ali Fuad
Cebesoy ve dört mebus daha olmak üzere altı kişiden kurulu bir Türk heyeti, bu
yıldönümünü kutlamak İçin Almanya’ya gönderilmiştir. îşte Hitler konuşmasını
bu heyet önünde yapmıştır. Bu
konu İleride tekrar ele alınacaktır.
Bu
durumda Türkiye'deki profesörler, masaldaki saray vezirleri saray kethüdaları,
saray görevlileri gibidirler. Türkiye'deki profesörler, çırılçıplak dolaşan
imparatorlarına:
Aman
hünkarım, ne güzel elbiseniz var, ne kadar şahane bir kumaş. Böyle bir kumaşın
dünyada bir eşi daha yoktur. Bu ne güzel, ne şahane bir dikiş. Ancak hünkarımıza
layıktır, diyen saray kethüdalarına benzemektedirler. Çünkü, imparator demiştir
ki: öyle bir elbise istiyorum ki, ne kumaşının, ne dikişinin, ne tellerinin,
ne de sırmalarının dünyada bir eşi daha bulunmasın.
Bu
haber bütün ülkeye yayılmış ve imparatora kumaş dokuyacak ve elbise dikecek
terziler aranmıştır. İşte bu sırada dolandırıcı iki kişi ortaya çıkmış,
istenen kumaşı kendilerinin dokuyablleceklerini. aramları terzilerin de
kendilerinin olduğunu bildirmişlerdir. Sonunda terzi olarak saraya kabul
edilmişlerdir. Yalnız terziler ufak bir şart ileri sürmüşlerdir;
Bizim
altın ve gümüş tellerden dokuyacağımız kumaş, öyle bir kumaştır ki, ne
tezgâhta, ne de tezgâhtan çıktıktan sonra, aptal, akılsız, ahmak kişilere
görünmez. Bu kumaşı ancak, akıllı, dirayetli, becerikli kişiler, devlet yönetme
yeteneği olan kişiler görebilir. Akılsız, ahmak kişiler, kumaş elbise olarak
dikildikten sonra da göremezler. Tellerinin altından ve gümüşten olmasına
rağmen, bu kumaş çok hafiftir. Giyen insan bunun ağırlığım hiç hissetmez.
Kumaşın dokunuşundaki, zerafetindeki sır da budur.
Bunun
üzerine bu dolandırıcılara, sarayda ayn bir bölüm aynlmış, kendilerine kumaş
dokumaları için kilolarca altın ve gümüş teller verilmiştir. Sarayın nazırlan,
vezirleri, kethüdaları sık sık dokunan kumaşı görmeye geliyorlarmış. O sırada
terziler, kumaş dokuduklarını, kumaş kestikleri izlenimini yaratan hareketler
yapıyorlarmış. Terziler:
Ne
kadar ince, zarif bir kumaş diyorlarmış. Saraydaki görevliler de, hayali kumaşı
parmakları arasına alarak:
Şahane
bir kumaş, eşi bulunmaz bir kumaş. Tam imparatorumuza layık, diyorlarmış.
İşte
Türk üniversitesi, Türk profesörleri de saray kethüdalarına benzemektedir.
CHF'nın tüzüğüne rağmen, bu tüzükten doğan totalitarizme rağmen ve bu tüzüğün
harfi harfine uygulanmasına rağmen, “tek parti dönemi demokratik bir dönemdi”,
“hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, ilkesine çok
dikkat ediliyordu”, “halk egemenliği vardı” gibi yargılar ileri sürmektedirler.
Temel hükümleri hiçbir zaman uygulanmamış bir yasa olduğu halde, sık sık 1924
Anayasasından söz etmektedirler. Fakat, fiili olarak Anayasanın çok çok
üstünde duran, anayasayı bağlayan, devlet yönetimine temel karakterini veren,
bu tüzük üzerinde tek bir satır dahi durulmamıştır. Profesörler bu tüzüğün
adını anmamışlardır. Yok farzetmişler, görmemezlikten gelmişlerdir. Burada, bir
örnek üzerinde biraz daha teferruatlı bir şekilde durmakta yarar vardır.
Ord. Prof. Dr. Recai
Galib Okandan
Ord.
Prof. Dr. Recai Galib Okandan, Milli Hakimiyet, Milli İrade Mefhumlarının ve
Kuvvetler Birliği Sisteminin Esas Teşkilat Hukukumuza Girişi, başlıklı
makalesinde şöyle diyor:
”...
20 Nisan 1340 Esas Teşkilat Kanununun gerek şekil ve gerek muhteva bakımından
arzettiği iki hususiyet üzerinde bilhassa durmak lazımdır. Şekil bakımından
ilgiyi çeken cihet, yeni bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda getirilirken, milli
mücadele devrinin bidayetinden itibaren ehemmiyete mazhar kılınan milli
hakimiyet ve milli İrade gibi mefhumların icaplarına ikinci Büyük
Millet Meclisinin inkılapçı ve ihtilalci üyeleri tarafından riayet edilmemiş
olmasıdır. Başka bir deyişle, İkinci Büyük Millet Meclisi, kendinden sonraki
devirlerin parlamentolarına da teveffuk edecek bir hukuki düsturlar manzumesi '
meydana getirmek, müstakbel teşrii müesseseler rin tasarruf ve
faaliyetlerini tahdit edecek prensipleri vazeylemek selahiyetinin, hakimiyetin
sahibi hakikisi millet tarafından kendisine verilip verilmediği meselesi
üzerinde durmamış veya durmak istememiştir. Hakimiyetin hakiki sahibi millet
tarafından İkinci Büyük Millet Meclisine bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda
getirmek yetkisi verilmediğine, mezkur teşekkül bir anayasa meyadana getirmek
vazifesini kollektiviteden almadığına, bu tarzda bir müessese olmadığına göre,
bir taraftan milli hakimiyet ve milli irade gibi mefhumları hareket noktası
yapmak ve diğer taraftan bu mefhumların icaplarını yerine getirmemek ve onun
makul mantiki ve hukuki neticelerini nazara almamak gibi bir durumla
karşılaşılmaktadır.
İkinci
Büyük Millet Meclisi, sırf milli mücadele ve ihtilal havasının tesiri altında,
sakat ve yanlış düşünce ile hareket ederek, milletin yegane ve hakiki
mümessili sıfatıyla uhdesine temerküz ettirdiği yetkiler meyanında kurucu
teşrii selahiyetin de yer aldığına inanmış, milletin müsadesi olmadan kendisini
aynı zamanda bir kurucu meclis addetmiştir. Nasıl, milli mücadele devrinde
Birinci Büyük Millet Meclisi esas teşkilata müteallik kanunları da diğer
kanunlar gibi kabul etmişse, İkinci Büyük Millet Meclisi de, normal bir devre
girilmiş olmasına rağmen, milli hakimiyet ve milli irade gibi mefhumların
icaplarım nazara almaksızın, kendini aynı zamanda, kurucu teşrii selahiyete
sahip bir teşekkül olarak karşılamış, bu hususta hakimiyetin sahibi hakikisi
olan milletin muvafakatim istihsale lüzum görmemiştir.
Nitekim,
İkinci Büyük Millet Meclisi'nin kurucu Meclis sıfatım haiz bulunmadığım, ‘Avrupa'da.
Amerika'da vesair memleketlerde Jbu gibi asli kanunlar sureti kafiyede
behemahal o devletin. o milletin Meclisi müessesanı tarafından tertip ve
tespit olunur. Mahiyeti itibarıyla, hüviyeti itibarıyla Türkiye Büyük Millet
Meclisi bizzat kendine mahsus ve fakat tam ve kamil manasında bu evsafı haiz
bir Meclisi Müessesan değildir' (Şeref Gözübüyük, 1924 Anayasası Hakkında
Meclis Görüşmeleri, Ankara 1957 s. 38) tarzında tebarüz ettiren Saruhan
Mebusu Abidin Beyin mülahazası, İkinci Büyük Millet Meclisinin ihtilalci
organları tarafından nazara alınmamıştır.
Keza,
yine aynı mevzu İle ilgili olmak üzere, yani, yeni Esas Teşkilat Kanununun
vücuda getirilişinde milli hakimiyet ve milli irade gibi mefhumların
icaplarının yerine getirilmemesini teyid eden hususlardan bir diğeri de, milletin
müsadesine dayanmadan yeni bir Esas Teşkilat Kanunu vücuda getirmek yetkisinin
kendisinde mevcudiyetini kabul eden İkinci Büyük Millet Meclisi üyeleri
mezkur mefhumların icaplarına. Esas -Teşkilat Kanununu vücuda getirdikten sonra
da riayet etmemişler, yani meydana getirdikleri Anayasayı, milletin tasvibine
arz suretiyle onu milletin İradesine istinad ettirmek lüzumunu da
duymamışlardır. Eğer bu lüzumu duymuş olsalardı, bir Anayasa yapmak hususunda
milletten mukaddema istihsal edilmiş bir selahiyeti olmadığı halde, meydana
getirdikleri Esas Teşkilat Kanununu milletin reyine, yani referanduma arz
suretiyle bidayette mevcut olmayan bir selahiyetin sonradan elde edilmesini,
daha vasıh bir deyişle duruma bir hukuki meşruiyet teminini mümkün kılarlardı.
tşte
bunun içindir kİ, 20 Nisan 1340 Esas Teşkilat Kanununun yapılmasında İkinci
Büyük Millet Meclisinin kendini bir kurucu Meclis olarak karşılaması, •
kendisinden kurucu teşrii yetkinin de mevcudiyetini kabul eylemesi, netice itibarıyla,
gerek milli mücadele devrinin kabul eylediği Anayasa prensipleriyle ve gerek bu
yeni Esas Teşkilat Kanununa dere olunan milli hakimiyet prensibiyle gayri
kabili telif bir durum yaratmıştır. Ortada, selahiyetli olmayan, bir kurul
tarafından vücuda getirilen bir Esas Teşkilat Kanunu ve bu tarzda bir kanunla
kendi kendini geniş yetkilerle teçhiz etmiş bir teşekkül mevcuttur, demek
kabildir.
Ord.
Prof. Dr. Recai Galib Okandan, bu uzun alıntısında kısaca şunu söylüyor: İkinci
Büyük Millet Meclisi nin (19231927) anayasa yapmaya yetkisi yoktur. Bu Meclis
Kuvayi Mllliye'nln olağanüstü koşullarının bir devamıdır. Milli Hakimiyet,
Milli İrade gibi kavramlar açısmdan baktığımız zaman, milletin anayasa
yapma yetkisini bu meclise vermediği görülür.
İkinci
Büyük Millet Meclisi nin, anayasa yapmaya yetkili olup olmadığını tartışmak bu
araştırmanın konusu değildir. Vurgulamaya çalıştığımız nokta, bu kadar ince
konulan tartışan, bir kamu hukuku ordinaryüs profesörünün. Cumhuriyet Halk
Fırkası Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in 30 Ağustos 1927 tarihli tamimi
üzerinde kati surette durmamış olmasıdır. Bilindiği gibi, sözü geçen tamim,
halk tarafından seçileceği söylenen Büyük Millet Meclisi üyelerinin ve halkın
iradesiyle teşekkül edeceği belirtilen milli iradenin, doğrudan doğruya CHF
Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'in ortak kabul
etmeyen kişisel İradesiyle temsil edileceğini göstermektedir. Kamu Hukuku
Ordinaryüs Profesörü Recai Galib Okandan'm bu belgeyi görmemesi son derece
ilginçtir. Kaldı ki İkinci Büyük Millet Meclisi'nin anayasayı yapma yetkisine
sahip olup olmadığının tartışılması sadece akademik bir konudur. Çünkü bu
anayasa. 1789 Fransız Devrimi İle gerçekleşen, burjuvademokratlk hak ve
hürriyetleri sıralayan bir anayasadır. Yani, devlet, siyasi iktidar karşısında
vatandaşlara, haklar ve hürriyetler getiren bir anayasadır. Bu bakımdan, sözü
edilen sorun sadece akademik bir tartışma olarak ortaya çıkmaktadır. Halbuki,
CHF Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı'nın 30 Ağustos 1927 tarihli
beyannamesi, anayasa tarafından vatandaşlara verilen hakların ve hürriyetlerin,
CHF Genel Başkanı tarafından fiilen gasp edilmesidir. Milli irade, halk
egemenliği denen şey CHF Genel Başkanı'nm kişisel iradesiyle temsil
edilmektedir. Bu, sadece akademik bir sorun değildir. O tarihlerden sonra
toplumun, sosyoekonomik ve sosyopolltlk yapısını temelden etkilemiş bir
olaydır.
Ord.
Prof. Dr. Recai Galib Okandan bu konu üzerinde niçin durmamaktadır? Çünkü Türk
üniversitesi resmi ideolojinin egemenliğine kesinkes boyun eğmiştir. İkinci
Büyük Millet Meclisi'nin anayasa yapmaya yetkili olup olmadığı konusunda
istenildiği kadar tartışılabilir. Zaten, anayasaların Kurucu Meclisler
tarafından yapılacağı konusu, Batı'da uzun zaman tartışılmış. Bu “suya sabuna
dokunan” bir konu değildir. Fakat CHF Genel Başkanı Gazi Mustfa Kemal'in
eylemi “suya sabuna dokunan” bir konuya ilişkindir. Resmi ideoloji ise
üniversiteye bu konuyu tartışmama, sadece övme görevini vermiştir. Bununla
beraber, böylesine temel bir konuda resmi ideolojiye açıkça boyun eğmiş, “el
bağlamış” üniversitenin ordinaryüs profesörlerinin, bu kadar bilimsizliklerine,
bilmezliklerine rağmen, “bilirkişi” sıfatı ile yazdıkları, bir iki sayfalık
yazılarla, devrimci depıokrat kişilerin zindanlara atılmalarını sağlamaları
ibret vericidir.
CHF'nm
1927 tarihli tüzüğünün çok önemli bir siyasal belge olduğunu, anayasanın da
üstünde bulunduğunu belirtmiştik. Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin
bu tüzükten hiç söz etmediklerini de belirtmiştik. Burada şunu ifade edelim
ki, araştırmamızın başında sözünü ettiğimiz ve yazılarından alıntılarla
örnekler verdiğimiz 40 profesörden birisi, bu tüzükten söz etmektedir. Bu.
Prof. Dr. Tahsin Bekir Baha'dır. Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta, 16-20 Eylül
1958 . tarihleri arasında, Roma'da düzenlenen, Milletlerarası Siyasi İlimler
Kongresi'ne bir rapor sunmuştur. 6 sayfalık bu râporun başlığı, “Türkiye'de
Yasama-Yürütme Münasebe* ti“dir. Altı sayfalık bu raporda, tüzüğün adı
verilmemekle birlikte parti mekanizması anlatılmaktadır. Prof. Dr. Tahsin Bekir
Balta, bu raporunu, dipnotları vasıtasıyla açıklayarak Türkçe olarak da
yayınlamıştır. Bu açıklamaların Türkçe metine eklendiği de ayrıca
belirtilmiştir. 32 dipnotu aracılığıyla yapılan bu açıklamalar 49 sayfa
tutarındadır. 23 ve 24 numaralı
açıklamalarda bu tüzükten söz edilmektedir. Şöyle denilmektedir:
"...
Parti tüzüğünün açık bir hükmüne göre, adayların tespiti Genel Başkanlık
Divanına, ilanı ise Genel Başkana aitti. Tek parti durumunun neticesi olarak,
gösterilen adaylar mutad olarak seçilirler, bu itibarla aday gösterilmeleri
üzerine henüz daha seçilmeden tebrik alırlardı.”
Prof.
Dr. Tahsin Bekir Balta nın bu gözlemi ve tespiti son derece önemlidir. Çünkü
kendisi Mili Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü tarafından iki kere
TBMM'ye mebus olarak tayin edilmiştir. 7. Dönem (1943-1946) ve 8. Dönem
(1946-1950) yıllarında mebus tayin edilen Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta, Mili
Şef tarafından aday gösterilir gösterilmez daha “seçim” yapılmadan,
arkadaşlarından ve dostlarından tebrik aldığı anlaşılmaktadır.
Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta’nın CHF
tüzüğü ile İlgili öteki anlatımları şöyle: .
"...
Tek parti devrinde CHP'nin Genel Başkanı seçime tabi değildi. Tüzükle
gösterilmiş bulunuyordu. Değişmezdi. Değişmezlik vasfı sonradan tüzükle tasrih
edilmiş ‘Değişmez Genel Başkan’ ünvanı verilmişti. Genel Başkan partinin meclis
grubu da dahil olmak üzere bütün kuruluşların tabii başkanı idi. Partinin yüksek
temsili ve denetimi ona aitti. Lüzum görürse yetkilerini genel başkan vekiline
veya genel sekretere tevdi ederdi. Genel Başkan vekilini ve genel sekreteri
genel başkan tayin ederdi. Şu kadar ki genel sekreteri genel idare kurulu
üyeleri arasından tayin etmesi lazımdı. Mahaza genel idare kurulu üyeleri de,
aşağıdaki. açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kendi seçtiği kimselerden olduğu
cihetle bu kayıt esaslı bir fark yapmıyordu. Genel Başkan ve vekili ile genel
sekreterin üçü birden genel başkanlık divanını teşkil ederlerdi. Genel
Başkanlık divanı partinin en yüksek organı idi. Kararlarına bütün partililer
uymak zorunda idiler. Partinin yönetim kurulları, gerçi ilgili kongre vî genel kurul tarafından seçilirdi.
Fakat serbestçe seç .meleri genel başkanlık divanınca aday gösterilmemesine
bağlı idi.
Çünkü
Genel Başkanlık Divanı kararlarına az önce İşaret edildiği üzere, her partili
uymaya mecbur olduğu cihetle, gösterdiği adaylar zaruri olarak seçilirdi. Tatbikatta
Genel İdare Kurulu üyeliği için Genel Başkanlık Divanı aday gösterir, kurultay
da bu adayları zaruri olarak seçerdi. Üstelik tüzük kurultaydaki boşalmalara
tayin yapma yetkisini de genel başkanlık divanına vermişti. Netice
itibarıyla genel idare kurulu üyelerini de genel başkanlık divanı, dolayısıyla
genel başkan tayin ederdi... Görülüyor ki tek parti devrinde aynı zamanda
Cumhurbaşkanı olan genel başkan bir yandan parti teşkilatına, öte yandan
meclise -sadece manevi kişiliği, otoritesiyle değil, parti tüzüğü ile de
hakimdi.”
Fakat,
Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta. 1958 yıllarındaki bu bilimsel tavrını, 1970
yıllarında yayınladığı, İdare Hukukuna Giriş, İdare Hukuku I gibi
kitaplarında ve öteki yazılarında sürdürmemiştir. Bu yazılarında aynı öteki
üniversite mensupları gibi tek parti döneminin demokratik olmasından, halk
hakimiyetinden, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete alt olduğundan söz
etmektedir. Cumhurbaşkanının, meclisi feshetme yetkisine sahip olmamasını,
demokratik bir nitelik olarak belirtmekte ve övmektedir. Bunları söylerken,
artık CHF tüzüğünden söz etmemeye, böyle bir siyasal bel„ geyi görmemeye
özellikle dikkat etmektedir.
CHF tüzüğünün, bu hükümlerini, İtalya,
İspanya, Portekiz gibi faşist rejimlerdeki durumlarla karşılaştırmakta yarar
vardır. .
Faşist
İtalya'da siyasal temsilin nasıl sağlanacağını belirleyen kanuna göre, sendikaların
merkezileştikleri organlar olan konfederasyonlar, seçilecek olan 400 mebusluk
için 800 aday gösterirler. İkinci aşamada. Milli Faşist Büyük Meclisi 800
kişiden 400 kişiyi ayırarak seçmenlere teklif eder. Üçüncü aşamada ise,
seçmenler kendilerine teklif edilen 400 adayı seçer.
Görüldüğü
gibi, Türkiye'de, Büyük Şef ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa
Kemal'in ortak kabul etmez ve eleştirllemez iradesiyle belirlenen Millet
Meclisi, Faşist İtalya'da Korparasyonlarm ve Milli Faşist Büyük Meclisi'nin
ortak iradeleriyle oluşmaktadır. Milli Faşist Büyük Meclisi'nin ve
Korparasyonlarm başkanı şüphesiz ki Mussolini'dir.
Ve
Mussouloni'nin iradesi her şeyi tayin eder.
Ispanya'da
19 Nisan 1937 tarihli olup tek parti olan Falanj Partisi ile ilgili üç
maddelik bir kararname yayınlanmıştır. Üç maddelik kararnamenin 2. maddesi,
CHF tüzüğünde söz konusu edilen maddelere yakından benzemektedir. Bu madde
şöyledir:
“Devlet Reisi, bir sekreterlik ya da
siyasal cunta ve Ulusal Konsey, yeni siyasal-ulusal bütünün yönetici organları
olacaktır. Sekreterlik ya da cunta, başlıca amacının başarıya ulaşması için
kuruluşun iç yönetimini sağlamaktadır. Bu amaç da, devletin organik vejşlevsel
yapısının hazırlanmasında şefine yardımcı ol„ mak, her durumda hükümetle
çalışmalarıyla işbirliği yapmaktır. Üyelerinin yarısı Devlet Reisi, öbür yarısı
Ulusal Konsey tarafından seçilecektir. Ulusal Konsey, daha sonraki tedbirlerle
saptanacak büyük ulusal sorunları Devlet Reisinin kendisine sunduğu biçimde
öğrenecektir.
Burada
da, İspanya Devlet Reisi (Franco) bütün siyasal kurumlarm üzerinde ve onları oluşturan
bir kişi (bir kurum) olarak belirmektedir. Siyasal temsili sağlayacak
Sekreterlik’ ya da Siyasal Cunta üyelerinin yansı, kendisi, yarısı Ulusal
Konsey tarafından seçilecektir. Ulusal Konsey, devlet ve toplum sorunlarını
Reisin kendisine öğrettiği biçimde öğrene1 çektir. Faşist Falanj
Partisi'nin başkanı olan Franco, bu niteliğinden dolayı aynı zamanda devlet başkanıdir.
Portekiz'deki
Faşist Salazar rejimi de aşağı yukan böyledir. Siyasal temsili sağlayan meclis
üyeleri, 250 seçmen tarafından seçilir. Salazar'a bağlılığı kesin olmayan
kişilerin aday gösterilemeyeceği ve seçmenlerin hükümetçe tayin edileceği
şüphesizdir. (Bk. Dareste, Esas Teşkilat Kanuninin Cilt m, s.
124-160; Çetin Özek, Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi, Ant Yayınları,
İstanbul 1970 s. 85)
İleride,
"CHF’nin Programı (1931)" olgusu üzerinde dururken, CHF ile faşist
ülkelerdeki tek partiler ve bunların programları arasındaki ilişkiler üzerinde
daha etraflı bir şekilde durulacaktır. Fakat şimdiden, Türk üniversitesinin bu
tür ilişkiler üzerinde hiç durmadığının açıkça belli olduğu söylenebilir.
NADİR NADİ'NİN DAİMİ ve
DEĞİŞMEZ GENEL BAŞKAN HARKINDAKİ GÖRÜŞLERİ ve BU GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ
Türkiye’de
Şeflik düzeninin. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in fiili durum yaratması ile
açıkça başladığım daha yukandaki kısımlarda açıklamıştık. CHF Genel Başkanlığının
seçime tabi olmadığını, daimi ve değişmez olduğunu ve bu hükümlerin 1927'den
itibaren tüzüklerde yer aldığını da ifade etmiştik. Demekki Daimi ve Değişmez
Genel Başkanlık yani ömür boyu genel başkanlık Daimi ve Değişmez Genel Başkan
Gazi Mustafa Kemal döneminde, 1927'den itibaren CHF tüzüğüne girerek
hukukileşmiştir. Yaşanan hayat, somut durum bu olduğu halde. Cumhuriyet
gazetesi Başyazın Nadir Nadi, Perde Aralığından isimli kitabında bakınız
ne diyor.
"...
Milli matemimizin üçüncü günü, 14 Kasım akşamı, manşetin altına yazdığım iki
satırlık uzun bir başlıkta Atatürk'ten söz ederken ‘Ebedi Şef’ deyimini kullandım.
Ertesi günü kamuoyuna sunulan bu deyim hemen tuttu. Bütün gazeteler onu
benimsediler. O günden itibaren Atatürk ‘Ebedi Şefimiz olmuştu. İlk olarak
ortaya attığım bu deyimin böyle ağız birliği ile bütün gazeteler tarafından
kulanılması hoşuma gitti. Bundan böyle yaşayan ‘kudretli lere artık, şef
deneeneyeceği umuduna kapıldım. Ne yazık ki umudum kısa sürdü. Aradan birkaç
hafta geçmiş geçmemişti ki ‘Ebedi Şefin yanısıra, gazetelerde, ‘Milli Şef
deyimi, yer almaya başladı. İktidar yardakçıları bir punduna getirmişler, yeni
Cumhurbaşkanına yaranmanın yoluna arıyorlardı... Gerçek demokrasiyi ve Batı
kafasını yurdumuza yerleştirmek isteyen Atatürk, daha başlangıçta kendisine
yapılan ömrü boyunca Cumhurbaşkanlığı teklifini geri çevirmemiş mi idi. ‘Milli
Şef deyiminin ardında şefliği müesseseleştirmek isteyen bir gayret
seziliyordu. İsmet İnönü bunu önlemeli idi? 27 Kasım tarihli gazeteler, yeni
Cumhurbaşkanının yabancı basın mensuplarına verdiği bir demeci yayınladılar.
Türk dış politikasının temel prensiplerini açıklayan İnönü, gazetecilere
Atatürkçülük konusunda düşündüklerini de, ‘Kemallzmin özel vasfı
devamlılığında mündemiçtir’ şeklinde belirtmişti. Bir gün sonra çıkan
başyazımın başına geçirdiğim bu cümle Atatürk gençliğinin düşüncesini,
gölgesiz, açıkça ifade ediyordu. Yurdumuzu Batılılaştırmak uğruna büyük
devrimler başarılmıştı. Pek taze bir geçmişi olan Atatürkçülüğü kökleştirmek,
eğitim ve ekonomi alanında uzun süreli gayretler harcanmasına bağlı idi.
Kemalizmin özel vasfını devamlılığında gördüğünü söylemekle İnönü, bu
gayretlerin esirgenmeyeceğini müjdeliyordu bize. Hep sevindik.
Fakat
aradan bir ay geçmemişti ki, sevincimize bir gölge düştü: Ankara'da olağanüstü
bir toplantıya çağrılan CHP Kurultayı 26 Aralıkta yaptığı bir tüzük değişikliği
sonunda İsmet İnönü'yü oybirliği ile ‘Milli Şef ve ‘Değişmez Genel Başkan’ ilan
etti. İsmet İnönü'ye ‘Değişmez Genel Başkanlık' payesini vermekle, CHP, ‘İleride
birgün içimizden bir başka değer çıksa bile, biz onun başkanlığa özenmesini peşinen
önlüyoruz' diyor ve böylece Atatürk'ün kesin olarak reddettiği (ömür
boyunca başkanlık) müessesesini benimsiyordu... Atatürk düne bağlı bir sınıfın
değil tüm milletin adamı idi. Yarınımıza inananları temsil ediyordu. Fakat, birçokları
ile beraber bir Ali Fuad Başgil çıkar da O'na ikide bir 'Ulu önder’ diyerek
methiyeler karalarsa, bunu
'
her defasında nasıl önleyebilirdi Atatürk? Dalkavukluktan hoşlanmadığını
biliyordum. Bir akşam adadaki Yat Kulübünde arkadaşlarıyla rakı içerken ‘tarih
sîzsiniz’ diye ayağa kalkan bir tarih profesörünü nasıl azarlayarak yerine
oturttuğunu gözlerimle görmüştüm."
Nadir
Nadi'nin, Perde Aralığından İsimli kitabından yapılan alıntılara göre.
Şeflik mûesseseslnl Atatürk'ün ölümünden sonra îsmet tnönü icad etmiştir. “Değişmez
Genel Başkanlık", “Milli Şeflik" müesseselerinin mucldl İsmet İnönü'dür.
Atatürk demokrasi taraftandır. Şefliğe daima karşı çıkmıştır. Değişmez
başkanlığa karşı çıkmıştır, ömür boyu başkanlık müessesesini kesin olarak
reddetmiştir.
Nadir
Nadi, açıkça yalan söylemektedir. CHF’nın tüzüğüne, bunca uygulamalara,
yaşanan hayata rağmen yalan söylemektedir. Herkesin gözünün içine baka baka bu
derece yalan nasıl söylenebilmektedir, önemli olan konu bunun araştırılmasıdır.
Dolmabahçe Sarayı'na, Çankaya'ya,
her akşam düzenlenen, sazhsözlü, içkili saray sofralarına, bu sofralardaki konuşmalara, ailece yakın olan
Nadir Nadi'nin CHF’nin tüzüğünü, bu tüzüğün uygulanmasını bilmemesi mümkün
müdür? Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in tüzük gereğince ömür boyu genel başkan
olduğunu. CHF'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı olduğunu bilmemesi mümkün
müdür? Bu yüzden, CHF Genel Başkanı'nın seçime tabi olmadığım, yine bu yüzden
kurultaylarda Genel Başkan seçilmediğini bilmemesi mümkün müdür? Elbette
mümkün değildir. Bilir. Kemalizm her şeyden önce kaba bir pragmatizmdir.
Kemalistler de öyledir. 1938 yılında yazdığı bir yazıda. Nadir Nadi, Daimi ve
Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal için “Ebedi Şef demiştir.
O günkü koşullarda bunu söylemek
yararlıysa, bu eylem “doğru"dur. O zaman, Atatürk'ün “Ebedi Şef"
olduğu yazılır, anlatılır. Şeflikten hoşlandığı da söylenir. Fakat 1960
yıllarında söylenmesi yararlı görülmüyorsa, “doğru" değildir. Yani Daimi
ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in Şeflikten hiç
hoşlanmadığı söylenir. Bunun "Doğru" . olduğu kabul edilir. Kaldı ki,
1927 yılından sonra. Gazi Mustafa Kemal hakkında yazılan yazılarda, “Büyük ŞeP,
“Şer, “Şefimiz"... gibi ünvanlar her zaman kullanılmıştır. Günlük
gazetelerde, haftalık, onbeş günlük, aylık dergilerde, radyo haberlerinde ve
programlarında bu ünvanlar sık sık kullanılmaktadır. Bu ölümünden sonra da
devam etmiştir.örneğin 11-12 Kasım 1938 tarihli Ulus gazetelerinde, Atatürk
için söylenen sıfatlar şöyledir: Yaratan, huzur veren şef, banşçı şef. kültürcü
şef, iktisatçı şef, sağlık veren şef, yaratan, emniyet veren şef, kumandan şef,
imancı şef, ziraatçı şef, adaletçi şef... Atatürk'ün ölümünden sonra, gazetelerde
ve dergilerde yayınlanan yazıların baslıkları incelendiği zaman bu husus daha
İyi anlaşılmaktadır. "
Kaldı
ki, “Milli ŞeF tabiri, İsmet İnönü'nün, Değişmez Genel Başkanlığından,
Cumhurbaşkanlığından itibaren kullanılan bir tabir değildir, örneğin Atatürk'ün
sağlığında yayınlanan, Türkiye Cumhuriyeti 15. Yıl, kitabının (Kapakta
Atatürk'ün resmini taşıyan 611 sayfalık büyük boy bir kitap, tarihsiz) CHF ve
Şefi İle ilgili bölümünde (s. 4) Mustafa Kemal için Büyük Şef tabiri yanında
“Milli ŞeF tabiri de kullanılmaktadır.
Nadir
Nadi’inln gerçek somutları görmemezlikten gelmesi, gözardı etmesi, somut
gerçeği, bile bile bilinçli bir şekilde çarpıtması, üzerinde durulması gereken
son derece önemli bir olaydır. Bu, Cumhuriyet tarihinin, tek parti döneminin,
yeni kuşaklara bile bile bilinçli bir şekilde yanlış öğretildlğit
nin, somut gerçeğin bilinçli bir şekilde çarpıtıldığının çok önemli bir
delilidir. Bunun temel nedeni de bilimsel düşünce bütünlüğüne erişmemektlr.
Resmi idelojiyi tartışılmaz veri olarak kabul edip onu doğrulamaya
çalışmaktır. Bilimsel düşünce bütünlüğü her şeyden önce, olgulardan hareket etmeyi
gerektirir. Olgulardan hareket eden bir kişi de, 1927 yılından itibaren. Büyük
Şef Gazi Mustafa Kemal'in kendisini, Daimi ve Değişmez Genel Başkan İlan
ettiğini görür. Değişmez Genel Başkanlığın mucldi olarak. Milli Şefliğin
mucldi olarak İnönü’yü göstermez. İsmet İnönü'nün ölen Şefin yerine geçen yeni
bir Şef olduğunu, eskisinin bir devamı olduğunu anlatır. Burada üzerinde
durulması gereken çok önemli bir nokta daha vardır. O da şu: Yukarıda
belirtilen örnekler incelendiği zaman hep “ŞeFten söz edildiği görülecektir.
Fakat hiçbir yerde “Şeflerimiz" sözü geçmemektedir. Bu, Şeflik sisteminin
temel bir özelliğidir. Şef tektir. Tek Şef vardır. Daimi ve Değişmez Genel
Başkan ve Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde. Şef sadece Mustafa Kemal Atatürk'tür.
Başka hiç kimsenin adı anılmamaktadır. İsmet İnönü'nün Şefliği, Büyük Şef Gazi
Mustafa Kemal'in ölümünden sonra başlamaktadır. O da tek Şeftir. Adından da
anlaşılmaktadır: Milli Şef.
Nadir
Nadi gibi Kemalistler, somut gerçeği dalma çarpıtarak anlatmışlar, bol bol
“yalan" söylemişlerdir. Bunlar sadece. bunu yapmakla kalmamışlar, kendi
görüşlerine uymayan kişileri de jurnallemişlerdir. Gerçek somutları anlamaya.
bilmeye çalışan, somut gerçekleri görebilen kişileri, başyazılarla, açıkça,
iftiharla jumallemişlerdir. Bu ise birincisinden çok daha sakıncalı bir
tutumdur. Fakat kendi yalanlarında, bilimsizliklerinde ısrar edenlerin, yalan
söylemeyenleri, olgulara dayalı olanlan, olgular arasında İlişki kurmaya
çalışanları jumallemekten başka hiçbir davranış biçimleri de olamaz.
Burada
bir noktayı daha açıklığa kavuşturalım. Cumhuriyet gazetesi Başazan, Nadir
Nadi, Perde Aralığından isimli kitabında, “Ebedi Şef tabirini ilk defa
kendisinin kullandığını, yani bunun mucidinin kendisi olduğunu, sonra bunun
kötü bir alışkanlık olarak herkes tarafından tekrarlandığım söylemektedir. Bunu
aslında, böbürlenerek anlatmaktadır, önce ben yazdım, sonra herkes beni taklit
etti, diye. Bu tespit de doğru değildir. Büyük Şef, Gazi Mustafa Kemal Atatürk
için bu tabir daha önceleri de kullanılıyordu. Bunun için 19 Mayıs 1938
törenlerini anlatan Anadolu Ajansı bültenine bakmakta yarar vardır. 19 Mayıs
1938 tarihli Anadolu Ajansı bülteni kısaca şöyle diyor:
“... Binlerce imza ile, Dahiliye Vekili
ve CHF Genel Sekreteri Şükrü Kaya'ya stadyumda aşağıdaki takrir verilmiştir. ‘
Ulu
Önder Atatürk'ün Türk vatanı ve istiklalini kurtarmak üzere Samsun'dan
Anadolu'ya ayak bastığı günün 19. yıldönümünü kutlayan bizlere bu mutlu günün
heyecanı içinde çırpınarak şu dileğimizin yerine getirilmesi;
Ebedî Şefimiz Atatürk'e
bu dakikada duyduğumuz sonsuz şükran ve tazim hislerinin arz ve
iblağl..."
Görüldüğü
gibi “Ebedi Şef” tabiri Nadir Nadi'nin kullanmasından önce zaten
kullanılmaktadır.
Nadir
Nadi'nin yukanda sözü edilen kitabının 1965 yılında yayınlandığını
belirtmiştik. Fakat Cumhuriyet gazetesi Başyazarı 1977 yılında yazdığı
yazılarda da, tek parti dönemini yine aynı şekilde değerlendirmektedir. Perde
Aralığından, isimli kitabındaki görüşlerini aynen tekrarlamaktadır:
”...
1924 Anayasası hazırlık tartışmaları sırasında Atatürk, TBMM seçimlerinin
vaktinden önce yenilenmesi konusunda Cumhurbaşkanına yetki tanınmasını
istiyordu. Zamanın, Şükrü Saraçoğlu, Mahmut Esat Bozkurt gibi genç hukukçuları bu
düşünceye karşı çıktılar. Ulusal iradeyi temsil eden Meclisin üzerinde bir
başka ‘irade’ tanınamazdı. Gerekirse Meclis kendi kendini dağıtır, ulusal
iradenin sahibi olan halka başvurarak meclisi yenilemek görevini ona
bırakırdı." (İnanç Olmazsa, Cumhuriyet, 27 Mart 1977)
Görüldüğü
gibi 27 Mart 1977 tarihli olan bu yazıda. TBMM üzerinde hiçbir “irade"
tanınmamıştır, denerek fiili durum yani tüzükten doğan durum gizlenmeye
çalışılmaktadır. Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa
Kemal'in devlet egemenliğinin teşkili ve idaresi konusunda ortak kabul etmez
ve tartışılmaz yüce “irade’sinl görmemezlikten gelmektedir. TBMM üzerinde
hiçbir irade yoktur" diyerek. Şefin TBMM'nln çok çok üzerinde duran
iradesini, daha doğrusu, TBMM üyelerini bir çırpıda tayin eden iradesini
gizlemeye çalışmaktadır.
Burada
önemli olan, yaşanan hayata, buna ilişkin canlı belgelere rağmen bu tür
yalanların, hâlâ, nasıl söylenebildiğidir. Bunun önemli nedenlerinden biri,
Kemalist ideolojinin, herkes tarafından, tartışılmaz tek gerçek olarak kabul
edildiğinin varsayılmasıdır. Böyle olunca, olgulardan kopuk bir biçimde,
istenildiği kadar yalan söylenebilir. Çünkü herkesin, zaten bu yalanlara
inandırılarak yetiştirildiği varsayımı vardır.
Nadir
Nadi'nin. “genç hukukçu" dediği Mahmut Esat Bozkurt'un:
“...
Türk olmayanların (Kürtlerin) bu memlekette bir tek hakları vardır: Türklere
köle olma, hizmetçi olma haklan..." (Milliyet, 19 Eylül 1930) diyen.
Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) olduğunu okuyucular, herhalde hatırlayacaklardır.
MEBUS
TAYİNLERİNE İLİŞKİN SOMUT ÖRNEKLER
Bu
kesimde mebus tayinlerinin nasıl yapıldığına, tayinlerin, “seçimlerin"
nasıl ilan edildiğine dair somut örnekler vermek istiyoruz. Bu örnekler, 6.
Dönemde (1939-1943) ve 7. Dönemde (1943-1946) yapılmış ara “seçimleri’ne
aittir, ölüm nedeni ile bazı mebusluklar açık kalıyordu. İstifalar da bu sonuçları
doğuruyordu. İstifalar ise daha çok “Şefin emri ile gerçekleşiyordu. Devletin
ve Partinin Şefi yeni tanıdığı ve işe yarayacağını anladığı bir kişiyi, mebus
tayin etmek isterse, herhangi bir mebusun istifa etmesini istiyordu. Veya
bazen, “sen istifa et" diyordu. Meydana gelen mebus açığım da istediği
kişiyi tayin ederek dolduruyordu. İstifaya zorlanan kişi de değerine göre,
valiliğe, elçiliğe, genel müdürlüğe vs. atanıyordu. Mebus açıkları başka bir
nedenle daha meydana geliyordu, örneğin, herhangi bir mebusun faaliyetleri,
davranıştan, düşünceleri, çevresiyle kurduğu ekonomik, toplumsal ve politik
ilişkiler. Şefin hoşuna gitmiyorsa, kesinlikle istifaya zorlanıyordu. Şeften
gelen bu türlü taleplere karşı direnmek çok kötü sonuçlar doğurabiliyordu. Bu
mekanizmalar tek parti döneminde, gerek Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük
Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal, gerek Milli Şef İsmet İnönü dönemlerinde
sık sık kullanılmıştır. Bu bakımdan sık sık mebus tayinleri, “ara
seçimleri" yapılmıştır. Burada bu atamalardan bazı örnekler vereceğiz.
a) İlkkanun
(Aralık) 1940 tarihinde CHF Genel Başkan Yardımcısı ve Başvekil Dr. Refik
Saydam, İkinci müntehiplere (seçmenlere) aşağıdaki tamimi yayınlamıştır.
“CHF Genel Sekreterliğinden tebliğ
edilmiştir,
Boş olan Afyon
Mebusluğuna Umumu Murakabe Heyeti azasından ve Siyasal Bilgiler Okulu Iktisad
Profesörü Şevket Raşid Hatiboğlu,
Antalya mebusluğuna,
Sümerbank, Sabık Umum Müdürü Nurullah Esad Sümer,
Bolu Mebusluğuna, Maliye
Vekaleti, Nakit İşleri Umum Müdürü Said Siren,
Çankırı Mebusluğuna,
Samsun Valisi Avni Doğan,
Diyarbakır Mebusluğuna
Cerrahpaşa Hastanesi Emrazı Akliye ve Asabiye Mütehassısı Dr. Ahmet Şükrü
Emet,
Kars Mesbusluğuna da,
Son Telgraf gazetesi sahibi Etem İzzet Benice, parti namzedi olarak seçilmişlerdir.
İkinci müntehiplere duyurulur.”
b)
Yine CHP Genel Sekreterliği, 2.1.1941 tarihinde yayınladığı bir tebliğde
yapılan “intihapta" parti namzedi olarak tespit edilen kişilerin
oybirliğiyle kazandıklarını bildirmiştir.18
a) 23 İlk kanun 1942
tarihinde, CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil Dr. Refik Saydam. İkinci
müntehiplere aşağıdaki beyannameyi yayınlamıştır.
“CHP
Genel Sekreterliğinden bildirilmiştir.
Boş olan İstanbul
mebusluğuna, Maliye Vekaleti, Tetkik Heyeti Reisi İsmail Hakkı Ülkümen,
Denizli Mebusluğuna,
Başvekalet Müsteşar muavini Haydar Günver,
Tokat Mebusluğuna,
Ticaret Vekaleti Müsteşarı Halit Nazmi Keşmir,
İçel Mebusluğuna, Bursa
Valisi Refik Koraltan, Parti namzedi olarak seçilmişlerdir. İkinci müntehiplere
duyurulur.”
b)
CHP Genel Sekereterliği'nden 25. İkinci teşrin 1942 tarihinde yayınlanan bir
tebliğde ise, yukarıda adı geçen kiçilerin, yapılan “seçim" sonunda,
“seçimleri" ittifakla kazandıkları bildirilmektedir.
m.
a) 29 Mayıs 1942 tarihinde, CHP Genel Sekreterliği aşağıdaki tebliği
yayınladı.
. “CHP
Genel Sekreterliğinden bildirilmiştir.
Açık olan Ankara
Mebusluğuna, Emekli General Nihat Anılmış,
Bursa Mebusluğuna, CHP
Genel Sekreterlik Başkatibi Dr. Talat Timer,
İzmir
Mebusluğuna, İzmir CHP Vilayet İdare Heyeti Reisi Vekili Dr. Hüseyin Hulki
Cura, '
Kars Mebusluğuna, Maarif
Vekaleti Teftiş Heyeti Reisi Cevat Dursunoğlu,
Kastamonu Mebusluğuna,
Prof. Hayrullah Diker,
Kocaeli Mebusluğuna,
İstanbul Daimi Encümen azasından Suphi Artel,
Kütahya Mebusluğuna,
Emekli General Aşir Atlı,
Seyhan Mebusluğuna,
Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Heyeti Azasından Ahmet Kutsi Tecer,
Zonguldak Mebusluğuna
Siyasal Bilgiler Okulu. Müdürü Mehmet Emin Erişirgil, parti namzedi olarak
seçilmişlerdir. İkinci müntehiplere bildirir, ilan ederim."
b)
31
Mayıs 1942 tarihinde, CHP Sekreterllği'nden yayınlanan bir bildiride ise açık
olan mebusluklara yapılan “seçimlerde", parti namzetlerinin ittifakla
“seçildikleri" duyurulmaktadır.
a) 29
Ağustos 1943 tarihinde CHP Genel Sekreterliği'nden aşağıdaki tebligat
yapılmıştır.
Açık bulunan Samsun
Mebusluğuna, Temyiz Mahkemesi Birinci Reisliğinden emekli Ihsan Ezgülle,
Açık bulunan öteki
Samsun Mebusluğuna, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünden emekli Cemil Bilsel,
Çankırı Mebusluğuna,
Vişi Büyükelçiliğinden emekli Behiç Erkin,
Konya Mebusluğuna,
Rasathane Müdürlüğünden emekli, Prof. Fatin Göksün,
5.
Bolu Mebusluğuna, Emekli Korgeneral Abdullah Alpdoğan, Van
Mebusluğuna, Temyiz Mahkemesi Başmüddeiumumiliğinden emekli Nihat Bekefin Parti
namzetlikleri, Parti Başkanlık Divanı tarafından kararlaştırılmıştır. Sayın
İkinci Müntehiplere bildirir, ilan ederim.
CHP
Genel Başkan Vekili ve Başvekil Şükrü Saraçoğlu.”
b)
1
Eylül 1943 tarihinde ise yine CHP Genel Sekreterliğinden açık mebusluklar için
yapılan “seçimlerde", parti namzetlerinin ittifakla “seçildikleri "
duyurulmaktadır."
a) 29
Mart 1944 tarihinde CHP Genel Sekreterliği açık bulunan mebusluklarla ilgili
olarak aşağıdaki tebligatı çıkarmıştır:
“CHP
Genel Sekreterliğinden duyurulmuştur.
Açık bulunan İstanbul
Mebusluğuna Prof. Kemal Cenap Beksoy,
Kayseri Mebusluğuna,
Milli Müdafaa Vekaleti Baş Hukuk Müşaviri Cafer Tüzel,
İzmir Mebusluğuna Maliye
Vekaleti Teftiş Heyeti Reisi Şevket Adalan,
Sivas Mebusluğuna, Milli
Müdafaa Vekaleti, Deniz Müsteşarlığından emekli Tuğamiral Hulusi Göktalay,
Kütahya Mebusluğuna,
Tavşanlı CHP İdare he’ yeti Reisi Halil Benli,
Denizli Mebusluğuna,
Ziraat Vekaleti Müsteşarı Abidin Ege,
Zonguldak Mebusluğuna,
Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti Sari Hastalıkları Mütehassası Dr. Rebii
Baskın, Parti namzedi olarak seçilmişlerdir. İkinci müntehiplere bildirir, ilan
ederim.
CHP
Genel Başkan Vekili ve Başbakan Şükrü Sa• * raçoğlu.26
b)
2
Nisan 1944 tarihinde CHP’nden yayınlanan yeni bir bildiri ise 2 Nisan 1944
tarihinde yapılan “seçimlerde" parti namzetlerinin ittifakla
“seçlldikleri'ni duyurmaktadır.27
a) 8
Eylül 1944 tarihinde CHP Genel Sekreterliği’nden aşağıdaki bildiri yayınlanmıştır.
“CHP
Genel sekreterliğinden duyurulmuştur.
Açık bulunan Giresun
Mebusluğuna, CHP Vilayet İdare Heyeti Reisi, Ihsan Gürok,
Konya Mebusluğuna, Milli
Müdaafa eski Vekili, . Parti eski Genel Sekreteri Büyükelçi Saffet Arıkan,
Siirt Mebusluğuna, Siirt
gazetesi sahibi Emin KlIıçoğlu,
4. Sivas Mebusluğuna, Giresun Belediye
Reisi, Eşref Dizdar, parti namzedi olarak seçilmişlerdir. müntehiplere
bildirir, ilan ederim.
CHP
Genel Başkan Yardımcısı ve Başvekil Şükrü Saraçoğlu."28
b)
10 Eylül 1944 tarihinde CHF Genel Sekreterliğl’nden yayınlanan yeni bir
bildiride ise, “10 Eylül 1944 tarihli Pazar gününde yapılan seçimlerde Parti
namzetleri ittifakla kazanmışlardır’29 denilmektedir.
CHP'nin
bu durumu îkinci Dünya Savaşı sonunda Almanların yenilmesinden ve Türkiye'nin
Amerika'ya açılmasından itibaren biraz değişiklikler göstermeye başlamıştır,
örneğin, CHP Genel Başkan Vekili ve Başvekil Şükrü Saraçoğlu, 7 Haziran 1945
tarihinde, ikinci seçmenlere yayınladığı bir tamimde şöyle demektedir:
Açık
bulunan, Kocaeli, Zonguldak, Sivas, Burdur, İstanbul, Çorum milletvekillikleri
için 17 Haziran Pazar günü seçim yapılmasına ve bu seçimde partimizin merkezi
tarafından aday gösterilmemesine, Genel Başkanlık Divanınca karar verilmiştir.
Keyfiyeti ilan ederim. CHP Genel Başkan Vekili Şükrü Saraçoğlu"
Bunun
üzerine illerde adaylıklarını koyan bazı kişiler ortaya çıkmıştır. Fakat
yayınlanan böyle bir tamime rağmen, bu adaylardan hiçbiri seçimi
kazanamamıştır. Yine merkezden mebus tayini yapılmıştır, örneğin Zonguldak için
9 kişi kendini aday göstermesine rağmen, bunlardan hiçbiri kazanamamış,
partinin tasvibini alan Ali Rıza İncealemdaroğlu merkezden aday gösterilmiştir.
11 Haziran 1945 tarihli şu habere bakalım.
“Açık
bulunan Zonguldak milletvekilliği için adaylığını koyanların sayısı
artmaktadır. Teftiş Heyeti Başkanlığına bugün yeniden başvuranlar şunlardır:
Cevat Rifat Atılgan,
Galata, İstanbul,
Cavit Ünver, 4. Genel
Müfettişlik Başmüşaviri,
Behçet Aktaş, Yüksek
Maden Mühendisi,
Hafız İsmail Ergener,
CHP İl Üyesi, Madenci,
Ihsan Atukeren, Bartın
Ortaokulu Müdürü,
A. Şükrü Alptekin,
Kalecik Kaymakamı,
8. Celal Güney, Eski Maarif Müfettişi,
Adaylığını koyan Tevfik Rüştü Araş, bugün
Anka' ra’dan gelerek seçmenlerle
görüşmelerde bulunmak
üzere
gezilere başlamıştır.”
Seçim
sonunda.bu adaylardan hiçbiri kazanamamıştır. CHP Zonguldak İl Başkanı Ali Rıza
İncealemdaroğlu mebus olmuştur.
Bütün
bu süreç içinde, mebus olarak tayin edilenlerin bürokrat kökenli unsurlar
olduklarına okuyucular özellikle dikkat etmelidirler.
vn. 1931 MEBUS TAYİNLERİ ve CHF'NIN
ÜÇÜNCÜ BÜYÜK KURULTAYI
Prof.
Dr. Nermin Abadan (Unat). 1946 seçimlerine kadar yapılan seçimler hakkında
^öyle demektedir:
"...
Görülüyor ki, anayasacıhk cereyanının başlangıç tarihi olan 1876'dan, çok
partili sisteme geçiş tarihi olan 1946'ya kadar uygulanmış olan 13 seçimin
hepsi 1876-1877 (ilk seçim), 1908, 1912, 1914, 1919, 1920 (TBMM kuruluşuna
imkân veren seçim), 1923, 1927, 1931, 1935, 1939 ve 1943; modern anlamda,
genel, serbest, tek dereceli, demokratik bir nitelik taşımamaktadır. Yukarıda
sıralanmış bulunan seçimlerden ancak, 1908, 1912,1919 ve 1931 seçimlerinde
birden fazla grup iktidar için bir nevi rekabete girmiş sayılırlar. Gerçi bu
seçimlerin bir kısmında, -örneğin tarihe ‘sopalı seçim' olarak geçen 1912
seçimlerinde olduğu'gibibüyük çapta hile ve baskıya başvurulmuştur. Diğer kısım
ise -seçimin iki dereceli, yani vasıtalı olmaktan başkaörnek denebilecek
tarzda, adil ve serbest bir atmosfer içinde geçmişti. 1946 yılına kadar, Türkiye'de
milli iradenin şekillenmesi, ancak, vasıtalı olarak ifadeye kavuşabilmiştir.''
Yazara
göre. Cumhuriyetten sonra, tek parti döneminde de seçim yapılmıştır ve bu
seçimler, “örnek denebilecek tarzda adil ve serbest bir atmosfer
içinde" yapılmıştır. Bu ifadelerin olgusal dayanakları yoktur. Bunlar
yaşanmış hayattan kopuk bilgilerdir. Gerçek somutlarla bağı yoktur. Gerçek
somutlan görmemekte, görmemezlikten gelmektedir. Dolayısıyla, bu ifadeler
bilimsel değildir. Bu ifadelerin neden bilimsel olmadığını ileride ele
alacağız. Şimdi tek parti dönemindeki mebus tayinleri, olgularını 1931, 1935
ve 1939 yıllarına ait üç örnekle biraz daha somut bir biçimde görmeye
çalışalım.
CHF
Reisi Gazi Mustafa Kemal, 3 Mart 1931 tarihinde. CHF Grubu Başkanlığına, Meclisin
yenilenmesi gerektiği konusunu dile getiren bir yazı göndermiştir. Bu yazı
aynen 'şöyle:
“...
Son aylarda CHF'nin memleketteki, Büyük Millet Meclisindeki ve hükümetteki
idari ve siyasi faaliyeti aleyhinde bir hava yaratılmağa çalışıldığı malûmdur.
Asırlarca
mühmel bırakılmış (bakılmamış) olan bir memlekette ve bir millet hayatında
birçok eksikler ve ihtiyaçlar olması tabidir. Bundan başka milleti kurtarıcı
esaslı bir siyasetin tatbikatından memnun olmayacak kimselerin bulunacağı da
şüphesizdir. Yüksek esasları görmeyerek veya görmek istemeyerek milletin bütün
düşünceleri ve duyguları teşviş ve tağlite (bozmaya ve istimsar etmeye)
çalışmıştır. Bunun için yer yer kullanılmış olan vasıtalar ve vesileler dikkat
ve intibaha şayandır.
Buna
rağmen millet kütlesinin doğru görüşü ve iyi hissi bozulmamıştır.
Üç
ayı geçen bir zamandan beri hemen bütün memlekette yaptığım tetkiklerde bu
hakikati yerinde ve yakından gördüm. Bununla beraber hakikata göz yumanlar ve
hakikati olduğundan başka gösterenler de olmuştur.
Fırkamın
millet ve memleket İçin hayırlı ve isabetli programının kendi programı
olduğuna ve milletin kendisiyle beraber bulunduğuna dair tam kanaati vardır. Fırkamız,
milletin kendisine olan emniyet ve itimadını en şüpheli ve tereddütlü nazarlar
karşısında her zaman ispat edecek vaziyettedir. Bir defa bunun için, bundan
başka önümüzdeki yıllarda tatbikini muvafık gördüğü tedbirlerde, milletin
İştirak ve mutabakatı derecesini anlamak için, umumi reis bulunduğum
CHF'na mensup mebusların intihaplarını yenilemelerini muvafık mütala ediyorum.
Her
türlü teşebbüslerimizde ilham ve kuvvet kaynağı olan milletimizin
hakkımızdaki İtimadı tekrar tecelli edince milli mefkuremizi yürümekte
dayandığımız temelin ne kadar sarsılmaz olduğu bir daha görülmüş olacağı
kanaatındayım.
CHF
Umumi Reisi Gazi Mustafa Kemal.”
Bu
mektubun Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinin hemen arkasından gönderildiğini
hatırlamak gerekir. Serbest Cumhuriyet Fırkası, 12 Ağustos 1930'da, CHF Genel
Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal'in emirleriyle kurulmuştur. Bu
kuruluşa Paris Büyükelçisi Fethi Bey (Okyar) memur edilmiştir. Fakat, CHF'na
Daimi ve Değişmez Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'e, öteki yöneticilere karşı
muhalefet odaklarının belirmesi, CHF Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa
Kemal’in bu muhalefeti kontrol edememesi üzerine, yine kendisinin emirleriyle,
17 Kasım 1930'da Fırka kendi kendini feshetmiştir. İşte CHF Genel Başkanı'nın mektubu bu ortam
içinde değerlendirilmelidir.
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal'in, “Fırkamın millet ve memleket İçin en
hayırlı ve isabetli programın kendi programı olduğuna ve milletin kendisiyle
beraber bulunduğuna tam kanaati vaçdır”, sözü üzerinde dikkatle durulmalıdır.
Bu ifade İle İki şey anlatılmak istenmektedir.
Cumhurreisl Gazi Mustafa
Kemal'in Fırkası, memleket için en hayırlı ve isabetli programın kendi
programı olduğuna inanmaktadır.
Bütün milletin bunu
böyle bilmesi ve bundan başka hiçbir alternatifin olmadığını kabul etmesi
gerekir.
CHF'nm
Daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in bu mektubu, 1
gün sonra, yani 4 Mart 1931'de toplanan CHF Grubu'nda okunarak, alkışlarla
kabul edilmiştir. Aynı teklif
5 Mart 1931’de de, TBMM’nde kabul edilmiştir. Ve Meclisin 26 Mart 1931'den
itibaren tatile girmesi kararlaştırılmıştır. CHF tüzüğünü anlatırken ifade ettiğimiz gibi,
bu dönemde, CHF'nm Meclis Grubu ile TBMM aynı şeydir. Çünkü CHF'dan başka Fırka
veya grup yoktur. Aynı kişiler sabahleyin CHF ve Halkevi binalarında, öğleden
sonra da TBMM salonlarında toplanmaktadırlar.
“6
Nisan 1931'den itibaren CHF namına mebusluğa namzetliklerinin konulmasını
talep edenlerin listesi Hakimiyeti Milliye'de yayınlanmaya başladı."
“CHF
namına mebusluğa namzetliklerinin konulmasını talep edenlerin listesi.”
Bu
tür haberler tayin mekanizmasını göstermesi bakımından çok önemlidir. Bu
ibareler aynen, “TBMM Yıllık, Devre IV, İçtima: Fevkalade, 1931 TBMM
Basımevi”, kitabında geçmektedir, (s. 308) Görüldüğü gibi mebus olmak isteyenler,
CHF namına adaylıklarını koyamıyorlar. Adaylıklarının konulmasını talep
ediyorlar. Kimden? CHF
Genel Başkanlık Divanı'ndan. Yani, CHF'nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı ve
aynı zamanda Cumhurbaşkanı Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'den. Bu liste
karşısında Şef ne yapacak? Bunlardan uygun gördüklerini mebus olarak atayacak.
“Mebusluğa namzetliğinin konulmasını
talep eden" 1196
kişinin isimleri Hakimiye Milliye gazetesinde yayınlanmıştır.
Biraz yukarıda sözü edilen, TBMM Yıllık, Devre IV, İçtima: Fevkalade, 1931
kitabında bu 1196 kişinin isimleri ve görevleri yazılıdır, (s. 308-327) Yine
aynı kitapta bu kişilerin meslek itibarıyla tasnifleri de yapılmıştır, (s.
327-328)
Burada
çok önemli olan bir nokta üzerinde daha durmak gerekir. O da şu: “Mebusluğa
namzetliklerinin konulmasını talep edenler”, talepnamelerinde, sadece,
“mebus olmak" istediklerini belirtiyorlar. Vilayet adı belirtmiyorlar.
Dilekçelerinde, şu veya bu vilayetin mebusluğuna namzetliğinin konulmasını
istediklerine dair herhangi bir beyan yok. Sözü edilen Yıllık, (s.
308-327) tetkik edildiği zaman bu husus açıkça görülmektedir. Demekki CHF'nin
Daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, kimlerin hangi
vilayetin mebusu olacaklarını, daha sonra yine kendisi kararlaştırıyor. 1927
döneminde de bu böyle olmuştu. Esasen bütün tek parti döneminde aynı olmuştur.
1931'de
1927'ye nazaran *1” fazla atama ile 317 kişi atanacaktır. Her vilayete kaç
mebusun atanacağı ise sözü edilen Yılhk'da belirtilmiştir, (s. 328-329)
Fakat o zamanki gazete haberleri incelendiği zaman, “seçimin" yapılacağı
Nisan ayının başlarında bile kaç kişinin “seçileceği", yani tayin
edileceği henüz bilinmemektedir. 1 Nisan 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki
haber bu bakımdan çok ilginçtir.
"...
Kaç mebus alınacak? Hakiki vaziyeti hiç kimse tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi
hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak.”
CHF
Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, 20 Nisan 1931
tarihinde CHF Genel Başkanı olarak bir beyanname yayınlamıştır. Bu mebus tayinleri,
“seçimleri” dolayısıyla millete yayınladığı bir beyannamedir.
Bu
beyanname üzerinde, ileride, CHF’nın programı ile ilgili bir araştırmada
etraflıca durulacaktır. Çünkü bu beyannamede İleri sürülen fikirler, özellikle
ikinci maddesi, CHF programının temelini oluşturacaktır. 10-18 Mayıs 1931 tarihleri
arasında, Ankara'da toplanan CHF Üçüncü Büyük Kurultayı'nda kabul edilen
program bu fikirlerin bir ifadesidir. Bu, “Sınıfsız, imtiyazsız, tezatsız,
kaynaşmış bir millet” anlayışıdır.
Burada
şu konuyu vurgulamaya çalışıyoruz: “Seçimlerde" propaganda yapma
yetkisine haiz olan ve propaganda yapan tek kişi Değişmez ve Daimi Genel Başkan
Gazi Mustafa Kemal'in bizzat kendisidir. Kimlerin hangi vilayetin mebusu olacağım kendisi
kararlaştırmaktadır. Ondan sonra bu listeler ikinci seçmenlerin oyuna
sunulmaktadır. Onlar da taşrada, CHF teşkilatı tarafından ellerine tutuşturulan
bu listeleri sandıklara atmaktadırlar. “Seçim" dedikleri şey, budur. Bu
bakımdan biz buna “mebus seçimleri" değil, mebus tayinleri diyoruz. Çünkü
ikinci seçmenlerin, ellerine tutuşturulan bu listeleri sandıklara atmaktan
başka hiçbir hakları ve görevleri yoktur. Bunlar oylarını sandıklara atmasalar
da olur. Hatta bir kişinin oyu ile bile mebus seçilenler olmuştur. Tek
parti döneminde ikinci seçmenler CHF'lı olduğu için, ikinci seçmenlerin, ikinci
seçmenlikleri de CHF Genel Merkezi tarafından onaylandığı için bu konularda
hiçbir aksama meydana gelmemiştir. Hatta bu noktada, CHF Genel Başkanı ve aynı
zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'in kişisel iradesiyle düzenlenen bu
listelerin, ikinci seçmenler tarafından sandıklara atıldıklarından bile kuşku
duymak gerekir. Çünkü: örneğin 1927 mebus tayinlerinde. Gazi Mustafa Kemal'in
iradesini belirten tamim, 30 Ağustos 1927 tarihlidir. “Seçim’in yapıldığı tarih
ise, 2 Eylül 1927 tarihidir. Demek ki 2-3 günlük süre içinde bu tamimin bütün
Anadolu'ya yayılması gerekmektedir. 1931 mebus tayinlerinde ise CHF'nm daimi
ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal ortak kabul etmeyen
kişisel iradesini 20 Nisan 1931 tarihinde belirtmiştir. “Seçim’in yapıldığı
tarih, yani ikinci seçmenlerin önceden ellerine verilen listeleri sandıklara
attığı tarih ise 24 Nisan 1931'dir. Bu dönemde de 3-4 günlük bir süre içinde
bu tamimin Türkiye’nin her tarafına yayılması gerekmektedir. O günkü teknolojik
koşullarda, ulaştırma ve haberleşme sisteminin, kitle haberleşmesinin çok ilkel
olduğu dönemlerde, bu tamimi ulaştırmanın, nasıl gerçekleştirildiği konusu ise
her zaman tartışılabilir. O halde şu daha gerçeğe yakın bir ihtimaldir. CHF'nm
Daimi ve Değişmez Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, “şunlar bunlar
mebus adayıdır, mebus adayı olarak bunları seçtim" diye iradesini
açıkladığı andan itibaren, “seçim" olmuş demektir. Mebuslar tayin edilmiş
demektir. işte biz bunun için bu eyleme, “Mebus seçimleri" değil, mebus
tayinleri, diyoruz.
Mebus
seçimleri ise çok partili bir siyasal demokraside, seçmenlerin, genel oy, gizli
oy-açık tasnif, tek kişi-tek oy prensipleri gereğince, siyasal tercihlerini
serbest olarak belirtebilmeleri durumunu İfade etmektedir.
CHF
Genel Başkanı ve Cumhurrelsi Gazi Mustafa Kemal, 20 Nisan 1931'de CHF Genel Başkanı
olarak ikinci birtamim daha yayınlamıştır. Yukarıda sözü edilen tamim vatandaşlara
yayınlanmıştı. Bu ise, CHF'na mensup ikinci seçmenlere yayınlanmaktadır. Bu beyanname aynen şöyledlr:
"... CHF namına, bazı intihap
dairelerinde noksan namzet göstereceğime, 15.4.1931 tarihli riyaset divanı
kararı malumunuz olmuştur. Fırkamız namına namzetlerimizi reylerinize
arzettiğim bugün aynı noktaya temas etmeyi münasip gördüm. .
Fırkamızın millete arzettiği esas
noktalar dahilindeki mesai ve faaliyetinin bizim fikrimize ve görüşümüze
iştirak etmeyen milletvekilleri tarafından tahlil ve tenkit edilmesini iltizam
ediyoruz (Gerekli sayıyoruz). Bundan bilhassa beklediğimiz fayda, fırkamızın
candan, vatanperverane gayretlerinin teşrine (gösterilmesine), tevsiine
(genişletilmesine) fırsat bulmak ve ekseriya tahrif edilen hakikatların iyice
anlaşılmasını kolaylaştır, maktır.
Yaptığını
bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine inanan mefkureciler olarak kendimizi
tenkide muhatab kılmayı lüzumlu görüyoruz. Bu sebeblerdir ki sizden, fırkama
mensub arkadaşlarımdan bizim programımıza taraftar olmayan namzetlere rey
vermeniz gibi ağır ' bir fedakarlık istedim. Bu fedakarlığın memleket idaresi
için fırkamızdan mebus seçmek vazifeniz kadar mühim bir maksada matuf olduğuna
emin olunuz. Başka programdan seçeceğimiz mebuslar için fırkanın müntehibi
sanilerine (ikinci seçmenlerine) dikkat noktası olarak gösterdiğim evsaf,
yalnız layık, cumhuriyetçi, milliyetçi ve samim olmaktır. Açık bıraktığım yerler
için, hiçbir şahsiyet lehinde veya aleyhinde herhangi bir telkinim yoktur. Ve
olmayacaktır. Açık yerlere namzetliklerini koyacaklar hakkında vicdani kanaatınıza
göre rey vermek hassaten rica ettiğim husustur. CHF Umumi Reisi Gazi Mustafa
Kemal.
Bu
beyannamenin Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyinin hemen arkasından
yayınlandığını unutmamak gerekir. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması,
rejimin, tenkide tahammülü olmadığı, tenkit istemediği, şeklinde değerlendirilmektedir.
CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in bu
anlayışın önüne geçmek için bulduğu yol. bazı mebusluklara kendisi tarafından
aday gösterilmemesidir. Burada son derece önemli olan bir çelişmeyi, hemen
vurgulamakta yarar vardır. CHF’nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı Büyük Şef
Gazi Mustafa Kemal Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kapatarak muhtemel muhalefeti
tamamen kırmaya, yok etmeye çalışmaktadır. Beyannamede ise kendi programına
muhalefet yapacak adamlar istediğini belirtmektedir. Fakat bu
“muhalifleri" de CHF mensuplarının “seçmesini" istemektedir. Bu esas
muhalefeti yok edip tamamen kendi görüşleri doğrultusunda bir muhalefet
yaratma isteğinden yani “göstermelik bir muhalefetten başka bir şey değildir.
Şimdi, “Kendi fikrine ve görüşüne iştirak etmeyen” milletvekillerinin nasıl
seçildiğini İzleyelim:
1931 döneminde TBMM'ne
317 kişinin tayin edildiği
ni belirtmiştik. Bunlardan 287 adedi İlk
olarak Fırka'nın Daimi ve Değişmez Genel Başkanı tarafından bizzat listelere
alınmıştır.
22 “seçim
dairesinde" ise 30 mebusluk boş bırakılmıştır. Adana, Afyonkarahisar,
Aksaray, Antalya. Aydın, Balıkesir, Bolu, Burdur, Bursa, İsparta, Kastamonu,
Konya, Manisa, Niğde, Sinop, Tekirdağ vilayetlerinde birer, İzmir, Kayseri.
Kocaeli. Kütahya, Samsun vilayetlerinde ikişer, İstanbul'da ise 4 mebusluk boş
bırakılmıştır.
Boş bırakılan bu
mebusluklar için 194 kişi adaylığım koymuştur, örneğin İstanbul'dan 54,
Samsun'dan 3, Tekirdağ'dan İse 7 kişi müstakil olarak adaylığım
koymuştur.
CHF Genel Başkanlık
Divanı, yani CHF Genel Başka
nı Gazi Mustafa Kemal, İstanbul, Samsun
ve Tekirdağ’da, müstakil olarak adaylıklarını koyanların hiçbirisini beğenmedi.
Ve kendisi aday gösterdi. Böylece vermiş olduğu kararı birkaç gün sonra bozdu.
'
Doğal
olarak boş bırakılan bu kadrolara da kendi gösterdiği adaylar tayin edildi.
Bolu’dan müstakil
mebusluk İçin boş bırakılan yere, CHF İstanbul, İl İdare Heyeti Üyesi Salah Cimcoz
Bey seçilmişti. Halbuki Salah Cimcoz Bey İstanbul Vilayeti mebusu tayin
edilmişti. Yani daha önce yayınlanan 287 kişilik liste içinde İdi. Böylece Bolu
İçin yeni bir mebus tayini yapıldı. Fakat bu kişi, Bolu’dan boş bırakılan
müstakil mebusluk için adaylığım koyan 6 adaydan hiçbiri değildi. Bu, tamamen,
CHF Genel Başkanlık Divanı tarafından yapılan yeni bir tayin idi.
Burdur'dan müstakil
mebusluk İçin boş bırakılan yere, CHF Kâtibi Umumisi Recep Bey seçilmişti.
Halbuki, Recep Bey, Kütahya mebusu olarak tayin edilmişti. Yani daha önce
yayınlanan 287 kişilik liste içinde İdi. Böylece Burdur İçin yeni bir mebus
tayini yapıldı. Fakat bu kişi, Burdur'dan boş bırakılan müstakil mebusluk için
adaylığını koyan İki kişiden biri değildi. Tamamen CHF Genel Başkanlık Divanı
tarafından yapılan yeni bir tayin İdi.
Burdur’dan müstakil
mebusluk için boş bırakılan yere, CHF Genel Başkanı Vekili ve Başbakan İsmet
Bey seçilmişti. Halbuki İsmet Bey, Malatya Mebusu olarak tayin edilmişti.
Yani daha önce yayınlanan 287 kişilik liste içindeydi.
Böylece
Manisa için yeni bir mebus tayini yapıldı. Fakat bu kişi Manisa'dan boş
bırakılan müstakil mebusluk için adaylığını koyan 7 kişiden hiçbiri değildi.
Tamamen CHF Genel Başkanlığı tarafından yapılan yeni bir tayin İdi.
Son
üç örnekten açıkça görüldüğü gibi iki seçim dairesinde de mebus
seçilebilmektedir. İki yerde birden seçilen kişiler bunlardan birisini tercih
etmekte, boş kalan yere ise merkezin yeni bir mebus tayin etme hakkı
doğmaktadır. İki yerden de, “seçilmiş” kişilerin, partinin. Genel Başkan Vekili
ve Başbakan. Genel Sekreter gibi kişiler olması ayrıca dikkati çekicidir.
24 Nisan 1931
günü, yani “seçim" günü, Kütahya’dan müstakil mebusluk için boş bırakılan
yerlere, daha önce adaylıklarını koyan 15 kişiden en çok oy alan ikisi seçilmiştir.
Fakat bu iki kişinin mebusluğu Meclisi Ali tarafından reddedilmiştir. Bundan
sonra bu iki kişiden daha az oy alan iki kişinin mebus olmaları
kararlaştırılmıştır. Fakat daha sonra, CHF’nin Genel Başkanlık Divanı
tarafından bu iki kişinin mebusluğu da reddedilmiştir. Böylece boşalan yere
Daimi ve Değişmez Genel Başkan tarafından İki mebus tayin edilmiştir. Fakat bu
iki kişi, Kütahya'dan, boş bırakılan 2 müstakil mebusluk için adaylığını koyan
15 kişiden ikisi değildir. CHF Genel Başkanlığı tarafından yapılan yeni bir
mebus tayinidir. *
Anlaşıldığı
üzere, 30 olarak gösterilen “müstakil" mebuslukların sayısı, çeşitli
mekanizmaların uygulanması sonucu 18'e düşmüştür. Esasen bu mebuslar da sözde
müstakildir. TBMM 1931 yıllığının, (Devre IV İçtima: Fevkalade) Fırkalar
bölümünde, CHF'na mensup mebusların sayısının 306'ya yükseldiği yazılmaktadır
(s. 436).
Bu
1931'dekl durumdur. Daha sonra geriye kalan 11 “müstakil" de, zaten
göstermelik olan müstakilliklerini de bir tarafa iterek CHF içinde yer
almışlardır. Müstakil mebusluk ile ilgili olarak Ord. Prof. Yusuf Ziya özer,
şunları yazmaktadır:
"...
Kanun intihapta bir mebusun en az ne kadar rey alması lazım geleceği hususunda
bir kayıt vazetmediği ve bilakis en çok rey alanı intihapta kazanmış addettiği
için kendisinden aşağı rey alanlara karşı nispeten ekseriyet kazanmış
demektir. Daha garibi 1931 intihabatında, tek bir rey ile mebus olanlar da
görülmüştür. O sırada CHF, müstakil olarak namzetlikleri vazedecek olanlar
için bazı mebusluğu açık bırakmış ve kendisi namzet göstermemiş idi. İntihap
dairelerinden birinde ikinci müntehipler (seçmenler) müstakillere rey
vermekten istinkaf ettiler (çekindiler), fakat bu müntehiplerden biri,
namzetlerden birinin dostu olmak hesabıyla sandık başına gidip o zata reyini
vermiş bulundu. Ve bu namzetten başka hiç kimse rey almamış olduğu için o zat
tek rey ile mebus olmuştur. Bu netice hakikaten biraz gülünç olmuştu.”
Dördüncü
dönemde, yani 1931-1935 döneminde 317 mebus tayini yapıldığını belirtmiştik.
Üçüncü dönemde (1927-1931) İse TBMM’ndekl mebusların adedi, 316 kişi İdi. Bu
316 kişiden 240 kişisi yeniden yani Dördüncü Dönemde de mebusluğa atandılar. 76
kişi ise atanmadı. Demek kİ, • Üçüncü dönemdeki mebusların % 76'sı dördüncü
dönemde de mebus olarak görevlerini sürdürmüşlerdir. 240 kişiden çok büyük bir kısmı eski
“seçim" dairelerine tayin edilmişlerdir. Birazının İse, “seçim"
daireleri değişmiştir. Üçüncü
dönemde mebus olmayıp, dördüncü dönemde mebus olanların bazıları ise, zaten
İkinci veya birinci mecliste veya Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda mebustur. Ve CHF
Genel Başkanı ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal'e yakınlıkları bilinmektedir.
27
Nisan 1931'de ise “Cumhuriyet Halk Fırkası Umumi Reisi Gazi Mustafa Kemal
Hazretleri", millete şu beyannameyi neşretmiştir:
“Türkiye
Büyük Millet Meclisinin yenilenen intihabatı münasebetiyle CHF’nın tatbik
edeceği esasları ana çizgileriyle büyük milletime arzetmiştim. Mebus intihabının
(seçiminin) taayyün eden (meydana çıkan) neticesi, şahsımın ve fırkamın milli
itimada mazhariyeti yolundaki itikadımı kuvvetle teyid etti. Bu netice üzerine
bütün vatandaşlara teşekkür borcumu ödemeğe müsaraat ederim (acele ederim) ve
yeni seçilen mebus arkadaşlarımla birlikte gösterilen itimada liyakat
kesbetmek için bütün kuvvetimizi şadedeceğimizi efkarı umumiyeye arzeylerim.’’
Bu
beyannamede. Gazi Mustafa Kemal, milli iradenin bir kere daha tecelli
ettiğinden, “fırkasına" ve şahsına gösterilen ilgiden duyduğu
memnuniyetle söz etmektedir. Kendi kişisel iradesinin milli irade yerine
geçtiğini anlatmaya çalış' maktadır.
Yukarıda, Ayın Tarihi ve TBMM
Yıllıklarına dayanarak, milli iradenin nasıl biçimlendiğini
anlatmaya çalıştık. Şimdi Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberlere
göre kısa bir özetleme yapalım: ,
Kaç
yeni mebus alınacak? Hakiki vaziyeti kimse tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi
hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak. 1.4.1931 .
317
mebus intihap edeceğiz. Gazi hazretlerinin hafta sonunda müracaatları tetkike
başlamaları muhtemeldir. 3.4.1931
İntihabat
25 Nisan’da Gazi hazretleri ayın 10’unda, müracaat listesini tetkike
başlayacaklar. 7.4.1931
Gazi
hazretleri gösterilecek namzetleri tetkike başladılar. 8.4.1931
Gazi
hazretleri gösterilecek namzetleri tespit ettiler. 14.4.1931
Liste
dün gece hazırlandı. İsmet Paşa ve Recep Bey, dün Gazi’nin nezdlerinde içtima
ettiler. 19.4.1931
Müntehibi
sanilere Gazi’nin Beyannamesi 2.4.1931
Gazi'nin
millete beyannamesi; Sevgili Vatandaşlarım, Sizden bana ve şerefli yakın
tarihimizin unutulmaz hatıralarını taşıyan fırkanıza itimadınızı isterim
24.4.1931
_ Bundan sonra. 10-18 Mayıs 1931
tarihinde CHF'nin Üçüncü Büyük Kurultayı toplanmıştır. Bu kurultaya yeni dönem
mebusları katılmıştır. Bu kurultayda CHF tüzüğünde bazı değişiklikler
yapılmıştır. Fakat bu kurultayın en önemli yönü, ilk defa, teferruatlı bir
şekilde CHF programının yapılmış olmasıdır. CHF programı üzerinde başka bir
araştırmada durulacaktır. •
1935
MEBUS TAYİNLERİ VE CHF'NİN
BÜYÜK KURULTAYI
5.12.
1934'de Büyük Şef ve CHF Genel
Başkanı ve aynı zamanda Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal'in İsteği üzerine,
Türkiye Büyük Millet Mecllsl'ne bir önerge verildi. CHF Genel Başkan Vekili ve
Başbakan İsmet İnönü, CHF Genel Sekreteri Recep Peker ve Tekirdağ Mebusu Cemil
Uybadın tarafından verilen önergede, “TBMM intihabının (seçimlerin)
yenilenmesine karar verilmesini teklif ederiz” deniyordu. Bu teklif kabul
edildi.
22.12.1934'de
intihap (seçim) kanununda değişiklik yapan 2631 sayılı kanun kabul edildi.
Buna göre 400 kişiye bir tane müntehibl sani (İkinci seçmen) seçiliyordu.
23.12.1934'de ise. Meclis 1 Mart 1935'e kadar tatil karan aldı.
Bundan
sonra CHF Genel Sekreterliği'nden, bütün fırka teşkilatına “gizli” kaydıyla bir
yazı gönderildi. CHF Genel Sekreterllği’nin 23 Aralık 1934 tarihli ve 421
sayılı bu yazısı aynen şöyledir;
“CHF
İdare Heyetleri Reisliklerine
Gizlidir.
Alınan haberlere göre 2.
müntehip seçiminde ve Mebus intihabı işlerinde çok uyanık olmaklığımızın gerekli
olduğu anlaşılmıştır. Ezcümle bazı muhaliflerin müstakil mebusluk için
beyannameler dağıttıkları, kürsülerde intihap, propaganda nutukları yapmaya
hazırlandıkları bildiriliyor, komünistlerin de, bilhassa Halkevleri gibi
sahalarda Komünist mebus seçtirmeye savaşacakları anlaşılıyor.
Bunun için bilhassa
ikinci müntehip olacakların şahıslarına çok dikkatli davranılmasın! ve halkı
iğfal ederek muhalif veya komünistlerin yapacakları propaganda veya nutuklara
lüzumu gibi ve derhal mukabele etmek ve bunların söz ve hareketlerinin önüne
geçmek üzere her türlü tertibat ve tedabir alınmasını bu tamim muhteviyatından
münasip surette kaza teşkilatımızın da haberdar edilerek uyanıklıklarının
artırılmasını ve bu işte de mahallin idare amirleri ile sıkı temas ve işbirliği
yapılmasını dilerim.
CHF
Katibi Umumisi V. Saffet."
Bu
gizli yazıda, hiç kimsenin propaganda yapamayacağı belirtilmektedir. Propaganda
yapacakların komünist oldukları ve bunlara kati surette İzin verilmemesi
gerektiğine İşaret edilmektedir. Bu tür unsurlara karşı her türlü mücadelenin
yapılması ve teşkilatın haberdar edilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Tek
parti döneminde muhbirliğin revaçta bir meslek olduğunu bu belge açık bir
şekilde ortaya koymaktadır.
“2.
Mebus Olmak İsteyenler Bu İsteklerini İki Fotoğrafları ile Birlikte Teşkilata
Bildirmelidirler”
Tek
parti döneminde mebusluk toplumda statü bakımından en geçerli olan, en revaçta
olan mesleklerden biri idi. Statü bakımından mesleklerin başında yer alıyordu,
ekonomik bakımdan da çeşitli olanaklar sağlıyordu, örneğin 1930 yıllarında
köylü buğdayının kilosunu 1,5-2 kuruşa satamazken, 20 yıla yakın hizmet yapan
bir öğretmen 30 hra civarında maaş alırken mebusların aylığı 500 lira civarında
idi. Aynca, mebusluğun bu statüden doğan başka çıkarları da vardı. İthalat,
İhracat, sanayii, komisyonculuk, acentalık gibi işlerle uğraşıyorlardı. Büyük
paralar kazanmaları mümkündü. Bütün bunlardan dolayı mebus olmak İçin çok kişi
Çankaya'ya müracaat ediyordu. Bazen de çok imzalı dilekçelerle daimi ve
değişmez Genel Başkan ve Büyük Şefe müracaat edilip “falancayı” veya
“filancayı” mebus tayin etmesi isteniyordu. Bununla ilgili olarak, CHF Genel
Sekreterliği'nln 27.12.1934 tarihli ve 426 sayı ile teşkilata gönderdiği yazı
çok ilginçtir.
"CHF
İdare Heyeti Reisliğine
Mebusluğa
seçilmeleri istenen bayan ve bayların namzet gösterilmeleri için birçok imzalı
telgrafla Atatürk'e veya Fırka merkezine yazılar geliyor, önceden yazıldığı ve
bilindiği üzere mebusluğa seçilmek isteyenlerin bu isteklerini iki
fotoğrafları ile birlikte yazı ile fırkaya bildirmeleri kafidir. Birçok
imza ile bir bayan veya bayın mebus seçilmesini istemenin hem fırka prensibine
uygun düşmediğini, hem de o bayan veya bayın zararına bir tesir yapacağını
alakalılar bilmelidirler. Buna teşebbüs edeceklerin uyandırılmasın) dilerim.
CHF
Kâ’ibi Umumisi V. Saffet.”
CHF
Genel Sekreterliği'nin bu yazısında görüldüğü gibi Mebus olmak isteyenlerin
Fırka Merkezi’ne bir dilekçe ile müracaat etmeleri ve dilekçelerine de iki tane
fotoğraf iliştirmeleri İstenmektedir. Demek ki. CHF Genel Başkanı mebus tayin
ederken fotoğraflara bakmak gereğini de duyuyormuş.
Büyük Şefin Yüce İradesini Açıklaması, Mebus
Tayinleri
2
Şubat 1935'te CHF Genel Başkanlık Divanı tarafından şu bildiri yayınlandı:
"...
CHF Umumi Riyaset Divanı, Umumi Heyeti, Fırka Meclis Grubu, İdare Heyeti ve
icra Vekilleri, 2 Şubat 1935'te Dolmabahçe'de Önder Atatürk'ün başkanlığında
toplanmıştır. Yeni seçim esasları, millete arzolunacak beyanname, müstakil
saylavların yerleri ve adetleri hakkında mühim müzakereler cereyan etmiştir.
Müstakil saylavlar arasında azlıklara mensup yurttaşlardan dahi saylav
seçilmesi için CHF'nca yardım edilmesine esas itibariyle karar<yerilmiştir.
-
Atatürk
müzakerelerine 3 Şubat'ta devam edecektir.”
Yine
2 şubat 1935'te CHF Genel Başkanı, CHF teşkilatına ve ikinci seçmenlere bir
beyanname yayınladı: Bu beyanneme şöyle:
“Şubatın
8. Cuma günü yapılacak seçim işleri üzerinde çalışan Fırka Umumi Reislik
Divanı yeni Mecliste de müstakil üylerin bulunmasına imkan vermek için Fırka
namzet İşteşinde 16 boş yer bırakmaya karar vermiştir. Aşağıda yazılı
Vilayetlerin her birinde birer saylavlık yer için Fırka'dan namzet
gösterilmeyecektir.
Cumhuriyetçi
ve Milliyetçi olmakla beraber Fırka-
mız programından başka bir programla ve
Fırkalı olmanın tabii kayıtları dışında serbest çalışacak samimi yurttaşların
ulus kürsüsünden yapacakları tenkitler ve söyleyecekleri mütalaalarla milli
çalışmanın kuvvetleneceği kanaatında bulunuyoruz. Bu yolda geçirdiğimiz 4
yıllık tecrübe Fırka esaslarımızın ve Fırka Hükümeti çalışmalarının Ulus önünde
yapılan tenkitlerle karşılaştırılmasına fırsat vermiş ve yurttaşların siyasal
olgunluğunu arttırmıştır. Her gün her vesile ile düşündüklerini ve
yaptıklarını Fırka içinde ve Fırkalar arasında olduğu kadar İyi ve temiz
bütün yurttaşların da murakabesine arzetmeyi vazife sayan Fırkamızın bu
kararını bildirirken, Fırka teşkilatımızdan ve Fırkalı ikinci müntehiplerden
yukarıda yazılı vasıftaki müstakil namzetlere rey vermelerini isterim. -
Boş
saylavlık yeri bırakılacak olan yerler şunlardır: Ankara, Afyon, Antalya,
Denizli, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Konya, Kütahya, Sivas, Tokat, Muğla, Niğde,
Yozgat, Çankırı ve Kastamonu.”
CHF
Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal bu beyannamede, “SeçimHerin 8 Şubat 1935'te
yapılacağını belirtmektedir. Müstakil mebusluk için 16 yerin boş bırakıldığını
söylemektedir. Bu kişilere rey verilmesini istemektedir. •
4
Şubat 1935 tarihinde ise CHF Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, Kemal
Atatürk İmzası ile bir
beyanname yayınlamıştır. Bu beyanname. Milletvekili seçimleri dolayısıyla
Millete Beyanname adını tışımaktadır.
Bu
beyanname 1935 döneminde Meclisin yenilenmesi İçin yapılan “Seçim'lerde yani
saylav tayinleri sırasında tek propaganda metnidir. CHF Genel Başkanı ve aynı
zamanda Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ten başka hiç kimsenin propaganda yapmaya
hakkı yoktur. Aynı zamanda bu konuda görevli de değildir. Bu, totalitarizmin,
mantığına uygun bir yoldur. Mademki Mllletvekilerinin tümü Fırkanın Genel Başkanı
yani Devletin Şefi tarafından tayin edilmektedir, propaganda yapmaya yetkili
ve görevli tek kişi de odur. Milletvekilleri onun ortak tanımayan iradesi
sonucu tayin edildiklerine göre, tayinleri bu iradenin sonucu olduğuna göre,
“beni Mebus seçerseniz şunu şunu yaparım' diye propaganda yapmak yetkileri ve
görevleri dahilinde değildir.
1931'de
317 Mebus tayin edilmiştir. Bu dönemde yani 1935'teyse tayin edilecek
mebusların sayısı 399’a yükseltildi.
Bu
399 Mebustan 383'ünün adı bizzat Daimi ve Değişmez Genel Başkan .Büyük Şef
Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından tespit edilmiştir. Geriye kalan 16 kadro
ise müstakil mebusluklar için
boş bırakılmıştır. Şimdi bu rjıüstakil mebusların nasıl seçildiklerini görelim.
Fırka
Genel Başkanı Kemal Atatürk’ün hazırladığı listelerin 8 Şubat 1935 günü ikinci
seçmenler tarafından sandıklara atılacağını belirtmiştik. Buna “Seçim Günü”
denilmektedir. İşte, bu seçim gününden bir gün önce CHF Genel Başkanlık Divanı
tarafından şu tebliğ yayınlanmıştır:
"...
Prof. Dr. Neşet Ömer Irdelp, CHF'nm İstanbul Saylav namzedi olarak tespit
edilmiştir. İlan edilmiş olan İstanbul namzet listesindeki Yusuf Akçora Kars
Vilayeti Fırka namzet listesine naklolunmuştur. Kars listesindeki eski saylav
Faik Ermek Tokat Vilayeti namzet listesindeki açık bırakılan yere Fırka namzedi
olarak konulmuştur."
Bu
beyanname yukarıda İşaret edildiği üzere ikinci seçmenlerin ellerine
tutuşturulan listeleri sandıklara atacakları günden sadece bir gün evvel
yayınlanmıştır. O günkü teknolojik koşullarda bu değişikliğin örneğin, Kars'a
veya Tokat'a bildirilmesinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği her zaman
tartışılabilir. Bu, şunu kanıtlar: Bu mekanizmada ikinci seçmenlerin hiçbir
fonksiyonu yoktur. Milli irade Fırka Genel Başkanı Kemal Atatürk'ün iradesinin
açıklanması ile tecelli etmiştir. Bu bakımdan bu iradede meydana gelen
değişikliklerin örneğin, Kars'a kadar ulaştırılıp ulaştınlmaması hiçbir zaman
sorun değildir. Ulaştınlmasa da olur. Aslında CHF Genel Başkanı Kemal
Atatürk'ün iradesinin açıklandığı an, “seçim" denen mekanizma
gerçekleştirilmiş demektir. İkinci seçmenlerin işe karıştırılması Daimi ve
Değişmez Genel Başkan ve Büyük Şefin tartışma ve ortak kabul etmez otoritesini,
iradesini gizlemek amacım taşır. Büyük Şefin mutlak otoritesine tek iradesine
egemenliği kişisel İradesi ile kullanması ve temsil etmesi olgusuna sözde de
olsa “Halk Egemenliği" diyebilmek İçindir. Aldatmacadan başka bir şey
değildir.
7
Şubat 1935'te Fırka Genel Merkezi İkinci bir tebliği daha yayınlamıştır. Bu
tebliğ de saylav adayı emekli General Refet ile İlgilidir. Bu tebliğ şöyle:
"...
Mütekait General Refet'in Fırkamızın İstanbul'da boş bıraktığı müstakil
saylavlık için namzetliğini koyduğunu öğrendik. Fırkamızdan ayrılık fikirleri
tarihimizde belgeli olan bu zatın Mecliste aradığımız serbest münakaşa için
bir suje olacağını umarız. Bu maksatla CHF Umumi Reislik Divanı Fırkanın
İstanbul İkinci müntehiplerinin mütekait General Refet'e rey vermelerini
iltizam eder (ister).”
Genel
Başkan Kemal Atatürk bu tebliği ile ikinci seçmenlerden General Refet için oy
kullanmalarını istemektedir.
9
Şubat 1935'te ise İçişleri Bakanlığı aşağıdaki tebliği yayınlamıştır.
“...
8 Şubat sabahı başlayan saylav seçimi yurdun her tarafında akşama kadar
bitmiştir. Her yerde ittifakla CHF namzetleri seçilmişlerdir. Fırkaca namzet
gösterilmeyerek müstakil saylavlık için boş bırakılmış olan 13 Vilayette Fırka
ikinci müntehipleri müstakil namzetlere rey vermiştir."
Bu
tebliğde müstakil saylavlık İçin 13 saylav seçildiği ifade edilmektedir.
Halbuki 2 Şubat 1935 günü yayınlanan ve yukarıda örneği verilen tebliğde 16 boş
adaylığın müstakiller için bırakıldığı belirtiliyordu. Bunlardan birisine
Fırka tarafından aday gösterildiğini 7 Şubat 1935 günü yayınlanan birinci
bildiriden öğreniyoruz. Demek ki. iki müstakil mebusluğu daha CHF Genel
Başkanlık Divanı yani Kemal Atatürk tarafından doldurulmuş. Esasen bu müstakil
mebusluğun göz boyamadan başka bir şey olmadığı artık iyice anlaşılmaktadır.
Zaten, kişi olarak “müstakil" olup örgütlü bir durumlan yoktur, yine, CHF
Milletvekilidirler. Her zaman CHF içindedirler. General Refet İçin yayınlanan
'tebliğ bu bakımdan çok önemlidir. “MüstakiTlerin kim olacağına bile Genel
Başkanın bizzat kendisi karar vermektedir. Bu konu ile ilgili olarak Ağaoğlu
Ahmet şunlan yazmaktadır:
"...
Malumdur ki fırkalar kendileriden olan hükümeti tenkit ve muahezeden
sakınırlar. Onun halk gözündeki itibar ve kıymetini esirgerler. İnsan
psikolojisi ve ameli siyaset böyle istiyor. Bunun için hükümetten Mil.
liyetçilik ve Cumhuriyetçilik sahasında bile fazla hesap istemezler. Fırkanın
bu hususlardaki programına tamamen riayet edilip edilmediğini sık sık
sormaktan ve edilmediği taktirde fazla sıkıştırmaktan çekinirler. Maddi ve
manevi alakalar buna mani olur.”
CHF
Genel Başkanlık Divanı yani Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi
Mustafa Kemal Atatürk tarafından, 1935'te 17 tane kadın mebus atanmıştır.
Kadınlar. TBMM'nde ilk defa 1935-1939 döneminde yani, beşinci dönemde 17 kişi
ile temsil edilmişlerdir.
Bu
dönemde mebus adedinin 317’den 399'a çıkarıldığını ifade etmiştik. Dördüncü
dönemde mebus olan 317 kişiden 271 kişisi bu dönemde yani beşinci dönemde yine
mebusluklarını sürdürmektedir. O halde, dördüncü TBMM üyelerinin % 86'ya
yakın bir kısmı değişmemiştir. Sadece % 14'ü yeniden mebus olarak
tayin-edilmemişlerdir. Bunların sayısı 46'dır. Aslında 46 mebusluktan 8'i ölüm
dolayısıyla boş olduğu için yeniden seçilmeyenlerin sayısı 38 olmaktadır.70
Daha yukarıda işaret ettiğimiz gibi üçüncü dönemden dördüncü döneme
geçerken bu oran % 76 idi. Yani, dördüncü dönemde üçüncü dönem üyelerinin %
76'sı değişmemiştir.71
1935
dönemi Mebus tayinlerinin hemen arkasından
70. |
a.g.e.,
s. 361-368. |
71. |
TBMM'nin çalışma dönemleri ve bu
dönemlerin numaraları şöyledir: Dönem Dönem
numarası 1920-1923 1 1923-1927 II 1927-1931 III 1931-1935 IV 1935-1939 V 1939-1943 VI 1943-1946 VII 1946-1950 VIII 1950-1954 IX 1954-1957 X 1957-1960 XI 1961-1965 * 1965-1969 " 1969-1973 111 1973-1977 IV |
CHF'nin 4. Büyük Kurultayı toplandı. 4. Büyük Kurultay 916
Mayıs 1935 tarihleri arasında Ankara'da toplandı. CHF adı Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) olarak değiştirildi. Bu Kurultay'da tüzükte önemli değişiklikler
yapılmıştır. Bu değişiklikler Devlet hayatında totaliter eğilimleri ifade eden
ilişkileri daha da güçlendirmek yolundadır. Bu değişiklikler CHF Genel Başkan
Vekili ve Başbakan İsmet İnönü'nün
tarihinde Parti
teşkilatına yayınladığı beyannamede şöyle açıklanmaktadır:
“...
Cumhuriyet Halk Partisinin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü
yüksek maksatların tahakkukunu kolaylaştırmak ve Partinin inkişafını arttırmak
için bundan sonra Parti faaliyeti ile hükümet idaresi arasında sıkı bir
yakınlık ve ameli bir beraberlik temin edilmesine Genbaşkurca (Genel Başkanlık
Kurulu) karar verilmiştir.
Bu
maksatla:
Dahiliye Vekili Genyönkurul
üyeliğine alınmış ve kendisine Parti’nin Genel Sekreterlik vazifesi verilmiştir.
Bütün Vilayetlerde
Vilayet Parti Başkanlığına Vilayetin Valisi memur kılınmıştır.
Umumi Müfettişler
Mıntıkaları dahilinde bütün devlet işlerinin olduğu gibi Parti faaliyet ve
teşkilatında yüksek murakıp ve müfettişidirler.
Vilayetlerde
llyönkurulca intihap edilmiş bulunan başkanlar üye durumunu almış ve mansup
veya mahallince müntehap mebus Başkanların Başkanlık vazifeleri hitam
bulmuştur.
Bu
beyannamenin icaplarını Parti Genel Sekreteri olmuş bulunan Dahiliye vekili
takip ve tanzim edecektir.
6Yukarıdaki maddeler bütün Parti teşkilatına, Vilayetlere ve
Umumi müfettişliklere tebliğ olunmuştur.
18.6.1936
Başvekil
ve C.H. Partisi Genel Başkan Vekili İsmet İnönü"
Bu
beyannamede görüldüğü üzere İçişleri Bakanı Genyönkurul (Genel yönetim kurulu)
üyeliğine yani üç kişiden oluşan Genel Başkanlık Divanı üyeliğine alınmaktadır.
Bunun başka bir ifadesi Parti Genel Sekreterliği ile. İçişleri Bakanlığı'mn
aynı kişide birleştirilmesidir. Valiler Partinin 11 başkanlıklarını yürütmekle
görevli kılınmışlardır. Genel müfettişler mıntıkaları dahilinde devlet
işlerinin olduğu gibi Fırka faaliyet ve teşkilatının .da yüksek murakabe ve
müfettişi olmuşlardır.
CHF Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
tarih ve 1/849 sayılı
olan ve ülkedeki bütün parti teşkilatlarına gönderilen bir yazıda yeni durumu
şöyle belirtiyor:
“...
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkan Vekili ve Başvekil İsmet İnönü’nün
18.6.1936 tarihli beyannamesinde söylediği gibi Parti ve Hükümet beraberliğinin
sebebi, ‘Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında
güttüğü yüksek maksadın tahakkukunu kolaylaştırmak ve Partinin inkişafını
arttırmak ve hızlandırmaktır. Hükümet ve Parti beraberliğini, bütün kudreti
hükümete vererek parti teşkilatını daha az ehemmiyetli görmeye mütehamil bir
zihniyet şeklinde telakkiye mani olmak lazım geldiği gibi esas meselenin
Partiyi kuvvetlendirmek ve Partinin gayelerini daha kolaylıkla gerçekleştirmek
İçin hükümetin tam yardımını temin etmek olduğu tebarüz ettirilmelidir. ”
Bu
belge totaliter eğilimleri gösteren önemli belgelerdenblrldlr. Parti ile
hükümetin beraberliğini gösterdiği gibi partiyi hükümetin önüne geçirme çabaları
da vardır. Yine, CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakam Şükrü Kaya tarafından 10
îkinciteşrin 1936 tarih ve 882 sayı ile Valiliklere yani Parti İl
Başkanlıklarına gönderilen bir yazıda bu ilişkiler üzerinde durulmaktadır. Yazı
özetle şöyle:
“...
CHP Tüzğünün 53. Maddesi gereğince iki senede bir yapılması icap eden İl
Kongrelerinin bu sene yapılma yılı olduğundan parti teşkilatı olan 50 Vilayette
İl Kongresi yapılacaktır.7®
...
Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü
yüksek maksadın tahakkukunu kolaylaştırmak ve Partinin inkişafını hızlandırmak
için Parti faaliyeti ile hükümet idaresi arasında sıkı bir yakınlık ve ameli
bir beraberlik temin edilmesi maksadı ile Partimiz Genbaşkuruca ittihaz olunan
kararın büyük gayesine erişmek için her fırsattan istifadeyi düşünen Genel
Sekreterlik Genbaşkur kararının parti kademeleri çalışmalarındaki verimi ve
yukarıda bildirilen gayenin tahakkuku derecesini yakından tetkik ve müşahade
etmek istemiş ve bu sebeple Parti faaliyetinin en mühim bir uzvu olan vilayet
kongrelerinde Partili birer saylav arkadaşın müşahit olarak bulunmasını faydalı
bulmuş ve bu hususu bu maksatla görevlendirdiği saylav arkadaşlardan rica
etmiştir.
Bizim,
Vilayet kongrelerinden beklediğimiz ve ısrarla üzerinde durduğumuz nokta, Parti
mevcudiyet ve kudretinin esası olan halk dileklerinin halk şikayetlerinin
kongrelerde açık ve serbest olarak konuşulup görüşülmesi ve Parti içindeki
bütün seçimlerin serbestçe yapılmasıdır. Halk ile hükümet arasındaki yakınlık
ancak bu sayede temin olunabilir.
Partimizin
banisi ve Umumi ve Daimi Başkanı Atatürk BMM'nin 5. devresinin ikinci
toplantı yılı olan 1 Teşrisani 1936 tarihinde iradettikleri nutukta bu
esas noktaya bir defa daha temas buyurmuşlar (halk
ile hükümet arasındaki yakınlık ve beraber çalışma gayreti ayrıca memmuniyeti
mucip bir seviyededir.
Bu hususta Partimizin feyizli önderliğini
ehemmiyetle kaydetmek isterim) sözleriyle hepimizi bu ulvi s gayeye doğru daha hızlı yürümek için
teşvik buyurmuşlardır.”*6
Yine
tüzük uygulaması sırasında valiler, yani Parti 11 Başkanları izinli olarak
vilayet dışına çıktıkları zaman vilayet İşleri, İçişleri Bakanlığı tarafından
tayin edilen vekile gördürülüyordu.Valiler kendilerine vekil bırakamıyorlardı.
Fakat CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı
olan kişinin emri ile Jandarma subayları vali, kaymakam ve nahiye müdürlerine
vekil olabiliyorlardı.
Bu
dönemde Parti görevlileri ile devlet ve hükümet görevlilerinin birliği ve
beraberliği, ayniliği şöyle bir manzara göstermektedir:
CHP
Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk
CHP
Genel Başkanı Vekili ve Başbakan İsmet İnönü
CHP
Genel Sekreteri ve İçişleri Bakam Şükrü Kaya
CHP
Murakıp ve Müfettişleri aynı zamanda 1, 2, 3, 4, Genel Müfettişler
CHP
il başkanları aynı zamanda vali Jandarma subayları vali, kaymakam ve nahiye
müdürlerine vekalet ederler.
1937
yıllarında İzlenen önemli bir olgu da. Adliye, Milli Müdafaa, Dahiliye, Maarif,
Ziraat, İktisat, Nafıa, Sıhhat ve İçtimaiyat Vekaletlerinde Siyasi
Müsteşarlıkların kurulmasıdır. Bu Siyasi Müsteşarlıklara mebuslar tayin
edilmiştir. Böylece parti ve hükümetin birliği ve beraberliği yani ayniliği bir
kere daha sağlanmıştır. Mebuslar aynı zamanda müsteşar sıfatı İle icra
organında görev almışlardır. Yunus Nadi Siyasi Müsteşarlarla ilgili olarak yazdığı
bir yazıda şöyle demektedir:
"...
Siyasi Müsteşarlarımız memur oldukları vekaletlerde şimdi bir kısmı hatıra
gelse bile bir çoğu evvelden dûşünülemeyen birçok işler göreceklerdir.”
Cumhuriyet
gazetesinin Çankaya'ya olan yakınlığı yan resmi bir gazete olma niteliği
dikkate alınırsa Siyasi Müsteşarlıkların neden kurulduğunun açık seçik belli
olmadığı anlaşılmaktadır. Zira, Yunus Nadi'nin yazısından Siyasi
Müsteşarlıkların düşünülmüş bir görev için kurulmadıktan ortaya çıkmaktadır.
Nitekim 1937 yılı Kasım ayı sonlannda Siyasi Müsteşarlıklar kaldırılmıştır.
Parti
ve devletin bu şekildeki ayniliği ve birliği. Memurin Kanunu ile de
çelişiyordu. Bu çelişmeyi, çelişmenin çözüldüğünü, CHP'nin ileri gelenlerinden
Hilmi Uran'dan dinleyelim:
”...
Bu beyannamenin en çok dikkate değer olan tarafı, 1930 senesinde memleket
idaresinde, çeşitli partiler rejimi ile, murakabe sistemi tesisi tecrübe
edilmiş iken, ondan altı sene sonra, hükümet idaresinin, kendi partisi
murakabesine bile tahammülsüzlük göstermekte oluşu, ve bu tahammülsüzlüğü de
‘Memleketin siyasi ve içtimai hayatında güdülen yüksek maksatların tahakkuku’
ve 'Partinin inkişafının hızlandırılması’ gibi aslı olmadığı belli olan
hedeflerle saklamağa çalışmakta bulunması idi.
Parti
ve hükümet beraberliği tesisiyle valileri ve umumi müfettişleri parti
idaresiyle tavzif etme (görevlendirme) yolu, bizim idare bünyemizde esaslı bir
değişiklik yarattıktan başka bu yeni durum meriyette bulunan Memurin Kanunu
ile de taaruz ediyordu.
(çelişiyordu)
Çünkü memurin Kanununun 9. maddesi, gayet sarih olarak, ‘memurların siyasi
cemiyet ve kulüplere intisabını’ menetmekte ve bu hal muhakeme edilerek sabit
olursa, tardını mucip olacağını söylemekte idi.
Başvekil
İnönü, yüksek hükümet memurlarına Parti vazifesi verilirken bu taaruzların da
kaldırılması zaruretlerini merhum Atatürk'e hatırlatarak, Memurin Kanununun
9. maddesinin tadilini istemiş idi.
Atatürk
merhum, kendisini İzmit'te karşıladığımızda bize bunu anlatmış ve meseleyi,
tetkik etmek üzere, Vali ve benim ertesi günü Dolmabahçe Sarayında kendisini
görmemizi emretmişti. Biz, Vali merhum Muhittin Üstündağ, ile birleşerek
ertesi günü, emredilen saatte, Dolmabahçe Sarayına gittik. Ve beraberimizde
götürdüğümüz Memurin Kanununun 9. maddesini de merhuma gösterdik.
Atatürk
maddeyi okudu ve biraz düşündükten sonra; ‘Ben bu maddede değiştirilecek bir
şey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girmemesinden
maksat, onların, benim partimden başka bir partiye intisap edememesi demektir.
Bu bakımdan bu madde hatta faydalıdır ve katiyen değiştirilmemelidir’ dedi ve
öylece kaldı İdi." (Hatıralarım, Ayyıldız matbaası, Ankara 1959, s.
297-298)
Görüldüğü
gibi, CHP Genel Başkanı, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, “memurlar hiçbir siyasi
cemiyete giremezler" biçimindeki kanun hükmünü, “benim partimden başka
hiçbir partiye giremezler" biçiminde yorumlamaktadır. Bunun başka bir
ifadesi. "Bütün memurlar, benim partime girmek zorundadır"
olmaktadır. Bu yorum kanun hükmü yerine geçmektedir ve devletin yüksek memurları
tarafından aynen kabul görmektedir.
Bu
olgu: Şef. Parti ve Devlet ayniliğini ve birliğini, Şefin yorumlarının kanunun
çok üstünde olduğunu. Partinin yani devletin tek başına Şef tarafından
yönetildiğini ve Şefin kimseye ve kurula karşı sorumlu olmadığım göstermesi
batanımdan ilginçtir.
O
halde. Şevket Süreyya Aydemlr'ln ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın belirttikleri,
“partiyi kamu yönetimine egemen duruma getirmek değil, sivil bürokrasinin
emrine sokma” biçimindeki değerlendirme hiçbir şey ifade etmemektedir. Çünkü
sivil bürokrasi zaten tek parti olan CHP'ye mensuptur. Böyle olmak zorundadır.
CHP'li yani partili olmayan sivil bürokasinin yüksek kesimlerine intisap
edemez, t
1939 MEBUS TAYİNLERİ,
CHP'NİN BÜYÜK KURULTAYI ve CHP “MÜSTAKİL GRUBU ’NUN
KURULUŞU
27 Ocak 1939 tarihinde TBMM'ne Milli Şef
ve Değişmez Genel Başkanın arzusu üzerine bir önerge verilmiştir. CHP Genel
Başkan Vekili ve Başvekil Refik Saydam, Trabzon Mebusu Haşan Saka, Seyhan
mebusu Hilmi Uran, Erzurum Mebusu Fikri Tüzer tarafından verilen bu önergede
“Büyük Millet Meclisi intihabının (seçimlerinin) yenilenmesini teklif
ederiz" denilmektedir. Bu teklif kabul edilmiştir. Yine aynı oturumda
meclisin 3 Nisan 1939’a kadar tatiline karar verilmiştir. *
15-20
Mart 1939 tarihleri arasında Müntehibisani (ikinci seçmen) seçimi yapılmıştır.
Anadolu ajansı vilayetlerin ikinci seçmen
miktan ve vilayetin iştirak nisbeti hakkında şu haberi vermiştir:
“Bütün
yurtta 15 Mart 1939 Çarşama günü başlayan ikinci müntehip intihabı 21 Mart
1939 akşamı her tarafta sona ermiş ve bütün vatandaşlar reylerini ittifakla
CHP’nin gösterdiği namzetlere vermişlerdir. 62 Vilayetin ikinci müntehip yekûnu
40.979'dur. Vilayetlerde 22 yaşından yukarı olan ve birinci müntehip olmak
sıfatını haiz vatandaşların en çok % 95 en az % 64 olmak üzere ikinci müntehip
seçimine iştirak nisbeti hattı vasıtası % 77.8'dir.”
Bu
haberde ikinci seçmen seçimlerinin 15-21 Mart 1939 tarihleri sırasında
yapıldığı belirtilmektedir. İkinci seçmen namzetlerinin tamamen CHP
tarafındari gösterildiği bu haberden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. O
halde vilayetlerde, kimlerin ikinci seçmen olacağına yine Partinin Genel
Başkanlık Divanı yani Parti Genel Başkanı'nın bizzat kendisi karar
vermektedir.
CHP
Genel Başkan Vekili ve Başbakan Refik Saydam ile Genel Sekreter ve İçişleri
Bakanı (İkinci Saydam Hükümetinde) Fikri Tüzer 22 Mart 1939'da ikinci
seçmenlere aşağıdaki beyannameyi yayınlamıştır:
"...
Türk Milleti'nin siyasi hayatında halkçı bir idarenin bütün yüksek ve ileri
tekamüllerini tahakkuk ettirmeyi ve devlet idaresi üzerinde Milletin
murakabesini en mütekamil bir hale getirmeyi ana düstur olarak ele ’ almış
bulunan MIHI Şef İsmet İnönü TBMM'nin bu intihap devresi için Partinin mebus
namzetlerini tespit ve ilan etmeden evvel, ikinci müntehiplerte temas etmeyi
ve müntehiplerte Riyaset Divanı'nın görüşlerini karşılaştırmayı Genbaşkurca
karar altına almış ve su- reti aşağıda yazılı beyanname hükmüne göre, bugün,
22.3.1939'da, kış dolayısıyla teması kolay olan ve namzetlik için müracaatların
tekasüf etmiş bulunduğu isimleri yazılı 28 Vilayetimize ikinci müntehiplerle
bir istişare toplantısı yapılmıştır. Bu istişare neticesi, Parti Genel
Sekreterliği vasıtasıyla Genbaşkura ve Değişmez Genel Başkan Şef İsmet İnönü'ye
sunulacaktır.
(Bugün)
22.3.1939 istişare yapılan 28 vilayetin listesidir. Afyon, Amasya, Ankara,
Antalya, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı,
Denizli, Edirne, Eskişehir, İstanbul, İzmir, İsparta, Kayseri, Kırşehir,
Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Manisa, Maraş, Samsun.
İkinci
Müntehiplerine, Partimizin sayın ikinci müntehipleri,
Bilirsiniz
ki, CHP mevzuatına göre partiyi ilgilendiren bütün işler lüzum gördüğü
kararları almak, büyük Millet Meclisi azalıkları seçimini idare etmek ve partinin
mebus namzetlerini kararlaştırmak, hak ve selahiyeti Parti Riyaset
Divanı'na ve namzetleri ilan salahiyeti de münhasıran Partinin Değişmez Genel
Başkanı'na aittir. Gene bu mevzuata göre parti Riyaset Divanı'nın verceği kararlara
bütün parti üyeleri kayıtsız ve şartsız itaata mecburdur. Partimizin ananesi
böyledir.
Ancak,
Partimizin
Değişmez Genel Başkanı Milli Şef İsmet İnönü Türk
Milletinin hayatında halkçı bir idarenin bütün yüksek ve ileri tekamüllerini
tahakkuk ettirmeyi ve devlet idaresi üzerinde milletin mürakabesini en mükemmel
bir hale getirmeyi, Millet hizmetinde takip edecekleri siyasetin ilk ve ana
düsturu olarak ele almışlar ve Milli hakimiyetin hakiki ve yegane mümessili
olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tam bir Millet hülasası kudret ve
manzarası huzuruna çıkması lüzumunu her fırsatta ilan ve ifade buyurmuşlardır.
İşte
bu maksatladır ki, Genbaşkur TBMM'nin bu intihap devresi için Partinin mebus
namzetlerini tespit ve ilan etmeden önce memleketin birçok kısımlarında partili
ikinci müntehiplerle temas etmeyi ve müntehiplerle Riyaset Divanı'nın
görüşlerini karşılaştırma üzerine doğrudan doğruya ikinci müntehiplerle bir
istişare yapmayı kararlaştırmıştır.
Milletin
siyasi hayatında ilk defa tatbik edilecek bu usul Genbaşkurun partililere olan
muhabbet ve itimadının bir ifadesi olmakla beraber bundan husule gelecek bir
neticenin de bütün milletimize, Partimiz men, suplarının siyasi rüşt ve
olgunluklarına bir misal teşkil edeceğini de dikkat gözü önünde bulundurmalıyız.
Bu sebeple istişare reylermizi kullanırken her türlü şahsi ve rejiyonalist
hislerden uzak kalmayı ve reylerimizin sadece kalp ve kafalarımızın mahsulü
olmasına dikkat etmeyi kutsi ve milli bir vazife olarak telakki etmemiz
gereklidir. Bunun içindir ki, neticenin siyasi rüştünü ve olgunluğunu ispat
etmiş bir partili zümrenin bir mahsulü olacağına şimdiden itimat etmekteyiz.
Bu
istişarenin hangi usul ve şartlarla yapılacağına ait talimat bağlı olarak
sunulmaktadır.
CHP
Genel Başkan Vekili ve Başbakan Dr. Refik Saydam
CHP
Genel Sekreteri Dr. Refik Süzer”
Bu
beyannameye dayanarak şu husustan tespit etmek mümkündür: ’
Bir kere, TBMM
üyelerinin yani mebusların. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan tarafından tayin
edilmesine “halkçılık" denilmektedir.
Partinin mebus
namzetlerini tespit ve İlan etmenin kesinlikle Milli Şef, Değişmez Genel Başkan
İsmet İnönü'ye alt bir yetki ve görev olduğu ifade edilmiştir.
Partinin Değişmez Genel
Başkanı’nın kararlarına kayıtsız şartsız İtaat edilecektir. Zira, partinin
ananesi budur.
Milli Hakimiyetin
millete alt olduğu, bunun hakiki ve yegane mümessilinin TBMM’de olduğu, bunun
da, ancak Milli Şefin iradesi İle tecelli edeceği belirtilmiştir.
Bütün bunlara rağmen
Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü mebus namzetlerini tespit ve
İlan etmeden evvel İkinci seçmenlerle istişarede bulunulmasını istemektedir.
İkinci seçmen seçimleri
21 Mart 1939'da sona ermiştir, sözü edilen İstişarenin ise, 22 Mart 1939'da
yapılacağı açıklanmaktadır. '
Bu beyannameden çok önemli
olan bir hususu daha anlıyoruz, o da şu: 1927, 1931, 1935 dönemlerindeki mebus
tayinlerinde. CHP Genel Başkanı, Daimi ve Değişmez Genel Başkan Büyük Şef Gazi
Mustafa Kemal “seçimlere" ikl-üç gün kala hem ikinci seçmenlere hem de
vatandaşlara beyanname yayınlıyordu. Ve bunlar “Seçim" propagandasına
ilişkin beyannameler olup, başkalannın propaganda yapma görev ve yetkileri
yoktu. 1939'dakl Mebus tayinlerinde ise Milli Şef, Değişmez Genel Başkan ve
Cumhurbaşkanı îsmet İnönü propaganda yapmamaktadır. Yalnız CHP Genel Başkan
Yardımcısı ve Başbakan Refik Saydam İle Genel Sekreter ve İçişleri Bakanı Fikri
Tüzer (ikinci Saydam hükümeti), Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan adına
bildiriler yayınlamaktadırlar. Bu bildirilerde Milli Şef ve Değişmez Genel
Başkan İsmet İnönü’nün sonsuz yetkilerinden, azametinden söz etmekte,
kararlarına kati surette karşı gelinemiyeceğini bildirmektedir.
Ulus
gazetesi başyazarı Fallh Rıfkı Atay, Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan'ın
yetkilerini şöyle anlatmaktadır:
"...
Bizim Parti nizamnamesinin hükümlerine göre mebus namzetlerini doğrudan doğruya
Değişmez Genel Başkanımız ilan eder. Namzetler ilk defa onun tasvibinden
geçtikten sonra münakaşa nihayet bulmuştur. Karar hakkı gene Değişmez Genel
Başkanda kalmak üzere, yeni namzetler için ikinci müntehiplerin reylerini
sormak ilk defa vaki olmaktadır.
Eski
mebuslardan gayrı birçok vatandaşlar kendilerini millet hizmetine arz
etmişlerdir. Kendileri herhangi bir intihap bölgesinde intihap kaabiliyetleri
olduğu kanaatindedirler. Parti bu müracaatlardan birçoğunun reddedilmesine
hiçbir sebep görmemiştir. Fakat, Kamutay azalarının adedini de kanunlar tahdit
etmiştir. Bu istişarenin ilk faydası bu vatandaşlara kendilerinin ihmal
edilmemiş olduğu hoşnutluğunu vermek, ikinci faydası yeni Kamutay azalarının
halk ile halk işleri ve ihtiyaçları ile daha yakından alakadar olmaya, say ve
hizmet vasıtası da, halk idaresinin tekamül istikametini tespit etmek
olacaktır.”
Falih
Rıfkı Atay'ın “seçim" günü yani 24 Mart 1939 tarihli Ulus gazetesinde
yayınlanan yazısı da şöyledir:
”... Bugün CHP'nin Başkanlık Divanı,
Partinin Değişmez Umumi Başkanı İsmet İnönü Reisliğinde toplanarak Kamutay
aza namzetlerinin kati listesi hakkında karar verecek ve bu liste Değişmez
Genel Başkanımız tarafından bir beyanname ile ilan olunacaktır.
Yeni
seçim günlerinde yalnız intihap edilenlerin değil, Mecliste hizmet etmek
isteyen vatandaşların müstesna alakası görülmüştür. Memleketin birçok gûzideleri
namzetlerimiz arasındadır. Bu alakayı yüksek bir takdir hissi ile
karşılamak ve Kamutay'ın itibar vazife ve ehemmiyetinin miyarı olarak almak
lazım gelir.
Talepler
uzun bir tetkikten geçmiştir ve eğer adet müsait olsaydı memleketin birkaç
Meclise kafi gelecek güzide evlatları olduğu ispat edilmiştir."
24 Mart 1939 günü yani ikinci
seçmenlerin ellerine tutuşturulan listeleri sandıklara atarak Milli İradeyi
belirtecekleri gün. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü bir
beyannaırie ile Partinin yeni mebus namzetlerini ilan etti. Gazeteler bu namzet listelerini yayınladılar.
İşte 24 Mart 1939 tarihinde Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü tarafından yayınlanan bu liste aynı gün yurdun her tarafında ikinci
seçmenler tarafından sandıklara atıldı. Demek ki ikinci seçmenlerin eline sandıklara
atacakları listeler önceden verildi. Veya ikinci seçmenler sandıklara hiç liste
vs. atmadılar. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan iradesini açıklayınca,
“seçim" denen mekanizma da gerçekleşmiş oldu. Çünkü namzet listelerini
ilan etme görevi münhasıran Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan'a ait oduğuna
göre ve Milli Şef de listeyi ancak “seçim” günü yani 24 Mart 1939 tarihinde
açıkladığına göre bu listelerin aynı gün yurdun her tarafına yayılma olanağı
yoktur. Böylece, zaten “göstermelik” olan ikinci seçmenlerin de devreden fiili
olarak çıkarıldığı sonucuna varılabilir.
24 Mart 1939 tarihli Vatan gazetesinde
Sadrı Ertem imzası ile yayınlanan yazı bu bakımdan çok ilginçtir. Yazıda “halk
CHP'ye oy verdi"
denilmektedir.90 CHP’den başka bir parti zaten yoktur. CHP'nin
adayları da “seçim"den önce Genel Başkan tarafından tespit edildiğine ve
buna karşı durmak da olanaksız olduğuna göre sonucu önceden belli olan bir
mekanizma. Kemalistler, Kemalist profesörler buna “seçim” diyorlar. •
1939'da Altıncı Dönem için yani 1939-1943
dönemi için Meclise 424 mebus tayin edildi. 424 mebustan 420'si bizzat Milli Şef ve
Değişmez Genel Başkan tarafından tayin edilmiştir. 4 tanesi ise önceki
tayinlerde görülen mekanizmalarla “müstakil" olarak seçilmiştir.
Müstakiller adaylıklarını Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü'nün
tasvibi ile koymuşlardır. İkinci seçmenler de yine Milli Şef ve Değişmez Genel
Başkan'ın tasvibi ile bu kişilere oy vermişlerdir. ,
424
mebustan 294'ü 5. Devre’de de mebustur. Yani 5. Devre'de mebus olan 399 kişiden
294'ü 6. Devre'de de mebus olmuşlardır. 6. Devrede de mebus olanların oranı %
75 civarındadır. Demek kİ 5. Devre mebuslarının % 25'1 yeniden tayin
edilmemişlerdir. Tekrar tayin edilmeyenlerin sayısı 117 dlr.94 üçüncü dönemden
dördüncü döneme geçerken tekrar tayin edilenlerin oram % 76’dır. Dördüncü
Dönem'den Beşinci Dönem'e geçerken tekrar tayin edilenlerin oranının ise % 86
olduğunu yukarıda belirtmiştik.
Altıncı
Dönem’de İlk defa mebus tayin edilenlerin sayısı 115'tlr. Aynca 15 kişi Osmanlı
Meclls-1 Mebusanı'nda ve TBMM’nln eski dönemlerinde mebusluk etmişlerdir. 424
mebustan 15’1 kadındır. Bunlardan yedisi yeni olup sekizi değişmiştir. Beşinci
Dönem’de kadın mebusların sayısı İse 17 idi.
1939
mebus tayinlerinin hemen arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. 3 Nisan
1939'da yapılan seçimde. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü, 424
oydan 413 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonra CHP'nln Beşinci Büyük
Kurultayı toplandı. Beşinci Büyük Kurtıltay 29 Mayıs 1939-3 Haziran1939
tarihleri arasında Ankara'da toplandı. Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet
İnöntk bu kurultayda, parti içerisinde “müstakil” bir grubun kurulmasını
İstiyordu. “Müstakil Grup sayesinde muhalefetin belirmesini, tenkld ve
tartışmanın yapılmasını” istiyordu. Beşinci Büyük Kunıltay’da “Müstakil
Grup" hakkında yapılan tüzük değişikliği şöyle:
“Parti
müstakil grubunun tabii reisi, partinin Değişmez Genel Başkanı ve reis vekili
bu gruba dahil mebuslar arasında O'nun tayin edeceği bir zattır.”
“Parti
mebuslarından kurultay umumi heyetince seçilen 21 akradaş meclis içinde
müstakil bir grup hüvi-
yeti taşırlar. Bunlar grub
toplantılarında hazır bulunurlar. Fakat mütalaa beyan ve reye iştirak
etmezler. Buna karşılık meclis umumi heyetinde mütalaalarını kendi
gruplarının kararlarına göre kullanırlar ve reylerini beyan ederler. Ayrıca
parti grubu haricine intişarı caiz olmayan müzakerelerin mahremiyetini
muhafazaya onlar da mecburdurlar.” (
Tüzük
hükümlerinde iyice görüldüğü gibi Müstakil Grubun hiçbir maddi ve ideolojik
temeli yoktur. Bir fikri gelişme, ideolojik gelişme veya muhalefet gereği
olarak ortaya çıkmamıştır. Tamamen Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan ve
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün istek ve iradesi olarak belirmiştir. Zaten
“Müstakil Grup”un tabii başkanı kendisi olduğu gibi. Başkan Vekilini de bizzat
kendisi tayin etmektedir. Artık bu grubun ne kadar ve anlamda “müstakil” olduğu
ortaya çıkmaktadır.
1939
tüzüğünün 125. maddesine göre “Müstakil Grup”u meydana getirecek 21 kişinin
kurultay umumi heyetince seçilmesi öngürülmektedir. Halbuki tüzüğün başka bir
maddesi, bu yetkiyi tamamen, “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan’a vermiştir.
1939 tüzüğünün bu konu ile ilgili 33. maddesi şöyle:
“Umumi
İdare Heyetince açılacak azalıklara, Genel
Başkanlık Divanı ve Parti Müstakil
Grubunda vuku bulacak münhallere Değişmez Genel Başkan yenilerini seçer.”99 '
Bu
çok önemli bir tüzük hükmüdür. Değişmez Genel Başkan, yani Milli Şefi ve aynı
zamanda Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'yü çok geniş yetkilerle donatmıştır. Bu
hüküm gereğince, örneğin, CHP Genel Başkan Vekili ve aynı zamanda Başvekil,
herhangi bir nedenle görevini taraksa, yerine yenisini seçmeye kendisi
yetkilidir. Sekreter İçin durum yine aynı. Böyle olunca “Müstakil Grup’da
meydana gelecek bir açığı doldurma yetkisinin yine kendisinde olması çok
doğaldır. Nitekim fiili durum hep böyledir. 1939 tüzüğünün 125. maddesi.
“Müstakil Grup” üyelerini Kurultay seçer, demesine rağmen, fiili olarak.
Değişmez Genel Başkan ve Milli Şef İsmet İnönü tarafından seçilmiştir.
“Müstakil
Grup”un ne kadar müstakil olduğunu, 1943 yılında, CHP'nln Altıncı Büyük
Kurultayı'na sunduğu rapordan anlamak mümkündür. 8.6.1943 tarihli ve “Müstakil
Grup” Başkan Vekili Ali Rana Tarhan ve Raportör, Rize Milletvekili Kemalettln
Kamu imzalarını taşıyan raporda özetle şöyle deniyor:
"...
Milli Şefin nutuklarında grubumuz için direktif teşkil eden şu iki kıymetli
cümle vardır:
'Büyük
Millet Meclisinde millet haklarının açık murakabesi ideali ile nifak ve
anarşiye mahal vermemek zaruretlerinin beraber yürüyebileceğine inanıyoruz.’
‘Büyük
Kurultaydan vazife alan ve Parti Genel Başkanın farksız başkanlığında çalışacak
olan intizam ve inzibat içinde sorumlu ve çalışkan bir müstakil grubun icra
mevkiinde olan milletvekilleri ekseriyetine ve hükümetine esaslı bir yardım
temin ederken, Büyük Milletimize de kendi işleri için, yeni bir teminat hazırlayacağını
ümid ediyoruz.'
Baş
Düşüncelerimiz,
Grupta
ve meclisteki çalışmalarımız sırasında daima göz önünde tuttuğumuz ana
düşünceleri şu suretle hülasa edebiliriz:
~9ç£ 1939 Tüzüğü, Madde: 33; 1943
Tüzüğü, Madde: 28; Ayrıca bk.
CHP
5. Büyük Kurultayı Zabıtları, s. 51.
Büyük Kurultayca bize
emanet edilen, vazifeyi Genel Başkanın direktiflerine uygun bir intizam
ve inzibat içinde başarmağa çalışmak,
Partinin, Meclis
Grubunun tamamlayıcı bir cüzü olduğunu bir an unutmamak,
Her türlü mülahaza ve
münakaşaların üstünde kalmak,
Tek ve toplu
tenkitlerimizin bilgi ve tetkikata dayanmasına, müspet ve yapıcı olmasına
dikkat etmek,
Teşri hayatımızda nezih
ve temkinli bir müzakere ve münakaşa havasının gelişmesine hizmet etmek,
İcra makamlarının
fevkalade şartlar içinde karşılaştığı büyük güçlükleir takdir ve idrak
eylemek,
7.
İçerde ve dışarda en büvük kuvvetimizi teşkil eden milli birlik mülahazaları.”
Bu
raporda “Müstakil Grup" Başkan Vekili Ali Rana Tarhan, Milli Şef ve
Değişmez Genel Başkan ve aynı zamanda Cumhurreisi ve aynı zamanda Müstakil
Grubun da reisi, İsmet İnönü'nün direktiflerinden kati surette dışarı çıkılmayacağını
beyan ediyor. “Müstakilliğln" Milli Şefin farksız başkanlığında
sürdürüleceğini belirtiyor.
Serbest
Cumhuriyet Fırkası ve CHP Müstakil Grubu ile Milli Şef arasındaki ilişki
konularına son verirken. 1976 yılı Kasım ayı sonlarında toplanan, CHP 23.
Kurultayı üzerinde de bir parça durmakta yarar var. Bilindiği gibi bu
kurultayın öncesinde CHP İçinde sol muhalefetin oluştuğu belirtiliyordu.
Muhalefet lideri Doç. Dr. Deniz Baykal idi. Deniz Baykal sık sile. Partinin
Genel Başkanı Bülent Ecevit ile arasında hiçbir çelişme ve görüş ayrılığı
olmadığını, fakat parti yönetimi ve Partinin Merkez Yönetim Kurulu İle derin
çelişmeleri ve görüş ayrılıkları olduğunu belirtiyordu. Halbuki, CHP Genel
Başkanı Bülent Ecevit, Merkez yönetimi ile hiçbir görüş ayrılığının olmadığını
ifade ettiği gibi, ağırlığını da bu yönde koyuyordu. Demek ki CHP Genel Başkanı
Bülent Ecevit, aynı 1930 yılında veya aynı 1939 yılında olduğu gibi parti içi muhalefetin de lideri olarak kabul ediliyordu.
Fakat bu, CHP içindeki sol muhalefeti saptırmak, lidersiz bırakmak, sola
kanalize olmasını önlemek için danışıklı döğüş de olabilir. Nitekim,
kurultaydan hemen sonra, seçimleri kaybeden muhalefet lideri Deniz Baykal,
parti başkanının ve parti yönetiminin emrinde olduğunu açıklaması bu durumu
biraz açıklamaktadır. öte yandan. Kurultay öncesinde, tartışılan fakat,
kurultayda kabul edilmeyen, bazı tüzük taşanlarına göre, CHP Genel
Sekreteri'nin de bizzat Genel Başkan tarafından seçilmesi öngörülmekteydi. Bu
da tek parti dönemindeki CHP tüzüğünden bir esinlenme olarak kabul edilebilir.
Bütün bu konular, CHP Programı (1931) ile ilgili çalışmada etraflı olarak ele
alınıp irdelenecektir.
PROF. DR. NERMİN ABADAN
(UNAT)TN “SEÇİMLER" HARKINDAKİ GÖRÜŞÜ ve BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
1927,
1931, 1935, 1939 dönemlerindeki mebus tayinlerini, bu şekilde, ana hatlanyla
verdikten sonra Prof. Dr.
Nermln Abadan (Unat)'m yazışma tekrar dönelim. Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat)
bu yazısında, 1908, 1912, 1919 ve 1931 seçimlerinde, birden fazla grubun
iktidar için rekabete giriştiğini, geriye kalan seçimlerde ise yani 1876-1877
(iki seçim), 1914, 1920, 1923, 1927, 1935, 1939, 1943 seçimlerinde ise.
yalnızca bir tek partinin seçime girdiğini söylemektedir. İkinci olarak tarihe
‘sopalı seçim" olarak geçen 1912 seçimlerinde olduğu gibi bazı seçimlerde
büyük hile ve baskıya başvurulduğu (bunlar Osmanlı İmparatorluğu döneminde.
özellikle İttihat ve Terakki Fırkası’nın yapmış olduğu seçimler olsa gerektir),
diğer bir kısım seçimlerin ise örnek denebilecek tarzda adil ve şerbet bir
atmosfer içinde (Cumhuriyet döneminden sonraki seçimler) belirtilmektedir. Demek
ki Cumhuriyet döneminden sonraki “seçimler", “örnek denebilecek tarzda
serbest ve adil bir atmosfer içinde" yapılmıştır. 13u ibareler üzerinde önemle
durulmalıdır.
Bir
kere burada. 1931 ve 1923 seçimleri hakkındaki yargının yanlış olduğunu
belirtmek gerekir. Zira 1931 “seçimlerTne CHF'dan başka hiçbir grup
katılmamıştır. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nm 17 Kasım 1930'da Büyük Şef Gazi
Mustafa Kemal'in emirleriyle kendi kendini feshettiği hatırlanacak olursa,
ortada, zaten fırka, grub vs. de yoktur. Bunun aksi İse 1923 seçimleri için
geçerlldir. Yazarın dediklerinin aksine, 1923 yılı yaz aylarında yapılan
seçimlerde savaş süresince oluşan gruplar vardır. Bunlar Birinci Grup ve
İkinci Grup olarak seçime girmişlerdir. Seçimlerde İkinci Grup yenik çıkmış ve
bir sene kadar sonra. 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı
kurmuşlardır. Fakat bizim burada vurgulamaya çalıştığımız hususlar bunlar
değildir. Bunlar son derece küçük hatalardır ve biraz daha ciddi bir gözlem,
insanı bu tür hatalardan kurtarır. Üzerinde durmak istediğimiz esas nokta
bilimsel bilgi üretiminin yöntemi ile ilgilidir.
Yazar,
Cumhuriyetten sonraki seçimlerin “iki dereceli olmak bir yana örnek denebilecek
tarzda serbest ve adil bir atmosfer içinde yapıldığını" belirtmektedir.
Yazar bu bilgiye nasıl ulaşmıştır? Bu bilgiler hangi olguların veya olgusal
İlişkilerin izlemi ve gözlemi sonucu elde edilmişti?? Hangi olgular aracılığı
ile denetlenerek doğruluğu kabul edilmiştir?
%
Yukarıda, mebus tayinlerine ilişkin olgularla, olgulara dayah somut bilgilerle
açıklâmaya çalıştığımız gibi, aslında “seçim" diye bir şey yoktur. Tamamen
tayin kavramıyla açıklanabilecek bir olgu vardır. Mebusların tamamı CHF'nm Daimi
ve Değişmez Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı tarafından, tayin
edilmektedir. CHF'nm Daimi ve Değişmez Genel Başkanı bu yetkisini kullanmada
hiç kimseye hesap vermiyor. Hiç kimseye karşı sorumlu değil. Verdiği kararlara
hiç kimse karşı çıkamıyor, o kararları eleştiremiyor. Sadece bu kararların gereklerini
yerine getiriyor.
Bir
de 1931'de 11, 1935'te 13. 1939'da ise 4 “müstakil mebusluk’tan söz
edilmektedir. Bu araştırmanın ilgili yerlerinde “müstakil" mebuslukların ne
kadar göstermelik bir şey olduğu üzerinde durulmuştur. Bunlar da müstakil
olarak adaylıklarını koyabilmek İçin CHF Genel Başkanlık Divanı'nın yani Daimi
ve Değişmez Genel Başkan'ın tasvibini alıyorlardı. Aynca partinin Genel Başkanı
da ikinci seçmenlere bir genelge göndererek, tasvip ettiği müstakillere oy vermelerini
istiyordu. Müstakil mebusların seçiminde kullanılan mekanizmalar incelendiği
zaman, bunun ne kadar totaliter bir ilişki biçimi olduğu daha iyi
anlaşılmaktadır. Zira ikinci seçmenler korkudan, yani. Şefin korkusundan bu
“müstakillere” oy veremiyorlardı. Şef kendilerini sınıyor, olabilirdi. Nitekim
1931 “seçimleri"nde bir oy ile mebus seçilen kişinin durumu bu bakımdan
çok ilginçtir.
1939'da
Beşinci Büyük Kurultay'da oluşturulan “Müstakil Grup" da çok İlginç
gelişme göstermektedir. “Müstakil Grup”un Genel Başkanı da, CHP'nin Değişmez
Genel Başkanı yani Milli Şeftir. Yani Cumhurbaşkanıdır. “Müstakil Grup’un
Başkan vekilini de kendisi seçmektedir. Aslında 21 kişilik “Müstakil Grup” üyelerini
kendisi seçmektedir. Yani mebuslardan bazılarına “sen müstakil ol” demektedir.
Yine görüldüğü üzere mebus listelerinde sık sık değişiklikler yapılmakta,
adayların isimleri istenildiği zaman ve istenildiği biçimde listeden
çıkarılmakta veya kaldırılmaktadır. “Seçim günü” bile bir aday listeden
çıkarılıp onun yerine başka bir aday konulabilmektedir. Listeleri ilan etmek,
mebusları bizzat tayin etmek yetkisi de Genel Başkan'ın bizzat kendisindedir.
Ve Genel Başkan listeleri “Seçim Günü”ne, yani ikinci seçmenlerin, daha önceden
ellerine verilen listeleri sandıklara? atacakları güne birkaç gün kala veya o
gün açıklamaktadır. Bu listeler açıklandığı andan itibaren irade teşekkül etmiş,
halk hakimiyeti tecelli etmiş sayılmaktadır. İkinci seçmenlerin bu listeleri
sandıklara atıp atmamaları, sandıklara atılan oyların sayısının veya oranının
şu kadar veya bu kadar olması hiç önemli değildir. Bir oy ile bile mebus seçilebilmektedir.
Hatta o bir oy olmasa, yani sandıklara bir tane ay atılmasa bile
mebus seçilmiş sayılmaktadır. Çünkü CHP Genel Başkanınm iradesi milli iradenin
bizzat kendisidir. CHP Genel Başkanınm iradesi milli iradenin temsilidir. Halk
iradesi, milli irade. Şefte yani, CHP Genel Başkanınm kişiliğinde tecelli
etmiştir. Kendisine, “Değişmez ve Daimi"lik vasıfları bunun için
verilmiştir. O halde bu üstün iradenin kendini açıklaması, halk iradesinin,
halk hakimiyetinin, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin
gerçekleşmesi için yeter. Bu iradenin tespit ettiği mebus listelerinin ikinci
seçmenler tarafından sandıklara atılıp atılmaması hiç önemli değildir. Bu
sadece bir teferruattır. Kandırmacadır. Aradan çıkarılsa sistemin özünde hiçbir
değişiklik veya salonca meydana gelmez. Nitekim 24 Mart 1939 mebus tayinlerinde, Milli Şef ve
Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı, ve “Müstakil Grup Başkanı" İsmet
İnönü, listeleri 24 Mart'ta, yani “seçim gününde" ilan etmiştir.
Dolayısıyla ikinci seçmenler bu listeleri sandıklara atamamışlardır. Devreden
çıkarılmışlardır.
“Seçimlerde"
propaganda yapma yetkisi yalnız ve yalnız Daimi ve Değişmez Genel Başkan'a
aittir. Bu da normal bir durumdur. Milli irade O'nun kişiliğinde tecelli
ettiğine ve tek başına halkı, halk iradesini, temsil ettiğine göre, başkalarının
propaganda yapmaları gerekli değildir. Halkın, ulusun ne istediğini, neye
ihtiyacı olduğunu en iyi bir biçimde Genel Başkan yani Şef bilir.
Böylesine
bir totaliter muhteva bütün açıklığı ile ortada dururken, “seçimlerin örnek
denebilecek bir tarzda adil ve serbest bir atmosfer içinde yapıldığını"
söylemek, olgulara dayanmamanın, olgulardan kopukluğun bir sonucudur. Olgulardan
kopuk bir bilgi üretimi ise, hiçbir zaman bilimsel bir bilgi üretimi değildir.
Tek parti döneminde, “seçimlerin örnek denebilecek bir tarzda serbest ve adil
bir atmosfer İçinde yapıldığı” sadece bir düşüncedir. Fakat bir bilgi, hele
bilimsel bir bilgi hiç değildir. Zira bilgi, bir şeyin bilgisidir. Gerçek
somutların bilgisidir. Gerçek somutların dikkate alınması İse, bu dönemde,
“seçim" adı altında bir eylemin varlığım kati surette göstermiyor. Yapılan
iş tayinden başka bir şey değildir. O halde tek iradenin egemen olduğu. Şeflik
düzenlerinde olduğu gibi, Türkiye'de de “Meclis Seçimleri" olguları aramak
yanlıştır, öte yandan olmayan şeyler hakkında, “örnek denebilecek tarzda
serbest İdi”, “örnek denebilecek tarzda adil idi” vs. demek büsbütün
yanlıştır. Gerçek somutlarla bağlantısı olmayan spekülatif düşüncelerdir. Metafiziktir.
Bu
noktada, Türk üniversitenin, Türk profesörlerinin, bilim yöntemine ilişkin çok
önemli bir açmazına geliyoruz.
Bilim
yöntemini kullanmamak, olgusal olmamak, olguları gözardı etmek, bilimin
üretilmesi sürecinde, şüphesiz son derece önemli sakıncalardır. Ve böyle bir
süreç içinde bilim üretmek de mümkün değildir. Fakat Türk üniversitesini çağdışı
bir kurum haline getiren, olguları dikkate almayan, devlet tarafından
kendisine empoze edilen resmi ideolojiyi, bilimsel bilgi diye kabul eden bu
tavn değildir. Türk üniversitesini çağdışı bir kurum haline getiren, Türk profesörlerini
çağdışı yapan olgu, böylesine yanlış ve bilimdışı tavırları eleştirebilecek,
yeni düşün odaklarım kökünden kurutmaya çalışmasıdır. Kendi düşüncesinde
olmayanları, kendi gibi düşünmeyenleri, gerçek somutlara ve olgulara dayalı
düşünce akımlarım üniversiteden tecrit etmek çabasıdır. Bu düşünceleri
üniversitenin dışarısında tutabümek için, devletin gizli örgütleri ile
işbirliği yapmasıdır. Düşüncenin yöntemi bilim olmayınca, devlet tarafından
empoze edilen resmi ideoloji, bilimsel bilgi diye kabul edilince, olgulara dayalı
olarak bilgi üretmeye çalışan kişileri ihbar etmekten başka bir yol yoktur.
örneğin.
Prof. Dr. Nermin Abadan (Unat)'ın tek parti dönemindeki “seçimlerle"
ilgili yukarıdaki kanısını ele alalım. Bu, yazarın, profesörlüğe yükselmesi
için hazırladığı bir araştırmadır. Bu araştırma bu kadar önemli bir yanlış ve
bllimdışı bir yargıya rağmen kuruldan geçmiştir. Çünkü kuruldaki profesörlerin
hepsi bunun, tartışılmaz tek doğru olduğunu kabul etmektedir. Çünkü Türk
üniversitesinde bu tür yanlışları eleştirebilecek, odak noktaları henüz gelişmemiştir.
Herkes kendisini Kemalizml ve Onun eylemlerini övmekle zorunlu kılmıştır. Eğer
tek parti döneminde, “seçimlerden” söz ediliyorsa muhakkak övgü ile söz
edilmektedir. Kemalizml eleştirmek mümkün değildir. Zira Türk üniversitesi,'devletin
kendisine sunduğu resmi ideolojiyi, tartışılmaz, sarsılmaz tek gerçek, tek
hakikat olarak benimsemiştir. Bu ise Türk pofesörlerinln, Türk üniversitesinin
bilimsel bilgi üretmelerini engelleyen temel bir etkendir. Fakat üniversite,
bilimsel bilgi üretmekten, olgulara dayalı olmaktan bilinçli bir şekilde
kaçındığı, devamlı olarak resmi İdeoloji içinde hareket ettiği gibi, aynı
zamanda çağdışıdır da. Üniversiteyi ve profesörleri çağdışı yapan şey ise
kendisini eleştirebilecek, kendisine karşı yeni düşün odakları oluşturabilecek,
kişi ve kurumları şiddetle tasfiye etmek, bunları üniversitenin dışına
atabilmek için giriştiği eylemlerdir. Bu konuda devle n gizli örgütleriyle
kurduğu ilişkilerdir. Türk üniversitesinin bu konudaki tutumu, iki gözleri de
kör olan kişilerin ülkesine düşen, tek gözü kör bir adamın başmdan geçenleri
andırmaktadır. Hikâye şöyledir:
Tek gözü kör bir adam, bu gözünü tedavi
ettirebilmek için, ülkesinden ayrılmış. Ülke ülke dolaşmış. Nihayet bir ülkeye
gelmiş. Bu ülke iki gözü kör olanların ülkesiymiş. Derdini uzun uzun anlatmış.
Günlerce konuşmuşlar. Körler ülkesinin insanları, tek gözü kör olan bu kişinin
konuşmalarından, tavırlarından, hareketlerinden bunda bir hastalık olduğunu
farketmişlerdir. Ve bu hastalığı aramaya başlamışlar. Bunun için körler
ülkesinin ileri gelenlerinden, doktorlarından meydana gelen bir heyet
kurmuşlar. Bu heyet bu kişinin bütün vücudunu uzun uzun tetkik etmiş. Ayak
tırnaklarından başlayarak bütün vücudunu incelemiş, nihayet hastalığı
yakalamış. Ve heyet başkanı demiş kİ;
Hastalığı yakaladık. Bu adamın gözünün
birisi kapalı değil. Bütün hastalık bundan doğmaktadır. Bunun tedavi edilmesi
gerekir.
Bunun üzerine tek gözü kör olan adamı
tedavi etmişler. Gören gözünü de çıkarmışlar.
İşte Türk üniversitesinin durumu
bu hikâyede anlatılan duruma çok benzemektedir. Kendisine benzemeyenlere kati
surette tahammül edememektedir. Bunları muhakkak tedaviye kalkışmakta, tedavi
olmak istemeyenleri ise, bünyesinin dışına itmektedir.
Bütün
bunlara rağmen bu eylemlerin sahipleri, üniversite özerkliği ilkesini
savunmaktan hiç geri kalmamışlardır. Üniversitelerin “özgürce” araştırma
yapabilmeleri için özerkİlk şarttır, demişlerdir. Ve bu özerklik, daima,
siyasal iktidara karşı bir özerlik olarak düşünülmüştür. Halbuki, üniversite
özerkliği ilkesi sadece, zaman zaman özlemi dile getirilen, bir ülke değildir.
Üniversite özerkliği ilkesi, mücadelesi verilmesi gereken bir ilkedir. Ve bu
mücadele, özgür düşünceyi, yeni yeni düşünce odaklarının gelişmesini
engellemeye çalışan bütün kişi ve kurumlara karşı verilmesi gereken bir
mücadeledir. Bu mücadele “tabu’lara sıkı sikaya sarılmış, tabuların olduğu gibi
kalmasını savunan ve arzu eden bütün kişi ve kurumlara karşı yapılan bir
mücadeledir. Bu elbette “sözde" olmayıp etki yaratan bir mücadeledir.
özgür
düşüncenin gelişmesine engel olan, tabulara sıkı sıkıya sarılan kurumlar,
sadece devlet değildir. Devletten önce üniversitelerin bizzat kendisi de özgür
düşüncenin gelişmesine engel olan, tabulara sıkı sıkıya sarılmış, yeni düşünce
odaklarının belirmesini kati surette istemeyen bir kurumdur, Türk
üniversitesinde “üstad" olmanın temel yolu, daha önce “üstad” olmuş
olanlara, “üstadım, üstadım" demekten geçer? Üstad” olduktan sonra ise,
kendisinden sonra gelenlere, “üstadım” dedirtmekten ve kendi düşünce ve
İdeolojisinden ayrı bir düşünce ve ideolojinin gelişmesine müsade etmemekten
geçer.
Türk
üniversitesi, özgür düşüncenin gelişmesini engellemek İçin tabulara sıkı
sıkıya sarılmış bunun içinde devletin gizli örgütleriyle bile ilişki kurmuştur.
Bu tür eylemlerin sahibi olmayanlar İse, olup biteni sadece seyretmişlerdir.
Böyle bir üniversitenin zaman zaman üniversite özerkliğini, özlem olarak
ileri sürmeleri Türk üniversitesinin bilimsiz ve ışıksız tutumunu glzleyemez.
Çünkü, üniversite özerkliği özlemi dile getirilivermekle gerçekleşiveren bir
ilke değildir. Ancak mücadele sonucu kazanılır. Ve bu mücadele, özgür düşüncenin
ve yeni düşünce odaklarının gelişmesini engelleyen tabulara sarılan bütün kişi ve
kurumlara karşı yapılması gereken bir mücadeledir. “Bana dokunmayan yılan kırk
yıl yaşasın" gibi teslimiyetçi davranışlar, üniversite özerkliğinin
evrensel karakteri ile bağdaşamaz. Bütün bunlar elbette, devletin sınıf
temeli, veya sömürgeci niteliği ile yalandan ilgilidir. Bu hususlara yeri
geldiğinde dokunulmaktadır. Bütün bunların yanında Türk üniversitesini çağdışı
bir kurum haline getiren bir olguya daha değinmekte yarar vardır. O da şu:
Türk üniversitesi ve profesörleri, kendilerini eleştirebilecek odak
noktalarının ve düşünce akımlarının filizlenmesine şiddetle engel olmalarına
rağmen, Kürtlüklerini reddederek yükselme olanağı arayan kişileri son derece sıcak
bir şekilde benimsemişlerdir. Bir kişinin, kendi özünü, özbenliğini, onurunu
reddetmesi, giderek ulusuna ihanet etmesi elbette çağdaş sayılamaz. Bu çağdışı
bir olgudur ve sömürgeci Türk Devleti'nin Kürt toplumunun yapısını tahrip için
giriştiği en önemli yollardan biridir. Sömürgeci Türk Devleti Kürt toplumu olma
özelliklerini savunan ve bunun için mücadele eden Kürt demokratlarını ve
yurtseverlerini zindanlara attığı halde, “Türküm, mutluyum. Kürt yoktur, herkes
Türktûr, Kürtçe diye bir dil yoktur" diyenlere devlet, her türlü
olanaklarını sunmaktadır. Bunlar objektif bakımdan Kürt oldukları halde,
sübjektif bakımdan “Türk’tür. Kürt ulusuna ihanet içindedir. Sömürgeci Türk
Devleti'nin Kürdistan'daki en önemli işbirlikçilerinden bir grup da bunlardır.
Bunların bir kısmının “sol cephede” görünür olmaları, işbirlikçi
karakterlerini kati surette değiştirmez.
Türk
üniversitesinde bu tür kişiler pek çoktur. Bunlar, “Türküm, mutluyum"
demişler, üniversitede yükselme olanaklarım aramışlardır. İşte Türk
üniversitesi, herkesi kendi benliği ile benimseyerek bu çağdışı sürece dur,
diyeceği yerde, bu sürecin en önemli teşvikçilerinden biri olmuştur. Üstelik
üniversitede, yeni düşün akımlarının meydana gelmesini engellemek için bu tür
kişilerle yoğun bir İttifaka girmiştir. Üstelik bunu, “yurtseverlik” gibi,
“devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü” gibi, sübjektif kavramlarla açıklamaya
çalışmıştır. Aynı Franco ve Salazar'ın üniversiteleri ve profesörleri gibi.
Çünkü sömürgeci İspanya ve Portekiz'de de, yerli halkın ulusal demokratik
mücadelesine ihanet eden, Porteklzlillği ve İspanyolluğu savunan, “yerli
aydınlar", sömürge yönetimleri tarafından daima ödüllendirilmişlerdir.
İKİ
DERECELİ SEÇİM NE DEMEKTİR?
Tek
parti döneminde yapılan mebus tayinlerinin “seçimlerinin" son derece
basit bir yapıya sahip olduğunu bundan 172 önceki somut örnekler aracılığı ile
belirtmiştik. Mebusların tamamı. Parti nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı
tarafından tayin ediliyordu, önce Partinin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı ve
aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan kişi, hiçbir ortak kabul etmeyen, tamamen
kişisel iradesiyle mebus namzetlerini sıralayan bir liste hazırlıyor. Bunu
hazırlarken. Parti Genel Başkan Vekili ve aynı zamanda Başbakan ve Genel
Sekreter'e danışsa da devlet egemenliğini tek başına kullanıyor. Ve bunda
hiçbir ortak kabul etmiyor. Sonra bir gün tespit ediliyor. Parti'nln Daimi ve
Değişmez Genel Başkanı tespit edilen günden bir iki gün önce veya o gün,
hazırladığı bu namzet listesini kamuoyuna açıklıyor. Bu açıklamanın yapılmış
olduğu andan itibaren, millet iradesi, halk egemenliği gerçekleşmiş oluyor.
Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, ilkesi yerine getirilmiş oluyor. Ondan
sonra, önceden hazırlanmış, ellerine tutuşturulmuş bu listeleri, ikinci seçmenler
sandıklara atıyorlar. Bu,
aslında. Şeflik sisteminin mantığı açısından gerekli bir eylem değildir. Bunlar
oy kullanmasalar da, şu veya bu şekilde, şu veya bu oranda kullansalar da,
mebuslar. Daimi ve Değişmez Genel Başkan'ın 'yüce iradesini açıklamasıyla
“seçilmiş” sayılıyorlar. İkinci seçmenlerin zaten başka alternatifleri yoktur.
Başka türlü davranmaları mümkün değildir. Zira ikinci seçmenler CHP'slne mensup
olup CHP tüzüğü ile bağlıdırlar. Tüzük gereğince ise, CHP'li üyeler, CHP Genel
Başkanlık Divanı nın, yani Genel Başkan'ın kararlarına kati surette itiraz
edemez ve o kararları tartışamazlar. Sadece o kararların gereklerini yerine
getirirler. Durum bu kadar açık, basit ve kesindir. Bununla beraber intihabat
(seçim) kanunlarında son derece kanşık mekanizmalar getirilmiştir. Bu kanşık
mekanizma birinci derecedeki seçmenlerin, ikinci derecedeki seçmenleri
“seçmeleri" sırasında getirildiği gibi, ikinci derecedeki seçmenlerin
mebusları “seçmeleri" sırasında da getirilmiştir. Bu karışık
mekanizma kendisini, oyların sandığa atılmasından sonra da göstermektedir.
Seçim kanunlarında seçimin iki dereceli olması şöyle anlatılmaktadır.
"...
Bugün Türkiye'de1 rfıebus intihabı iki derece üzerine yapılır. Yani
intihap hakkına haiz olan vatandaşlar (birinci derecede mûntehep) müntehibi
sanileri (ikinci derecedeki seçmenleri) ve bunlarda birinci müntehiplerin vekâletleriyle
mebuslarını intihap ederler.”
Yine
seçim kanunlarında, ikinci derecedeki seçmenlerin seçilişlerinin anlatımı
şöyledir:
"...
İntihap günü defterler açılır ve intihap için arkası mühürlü beyaz pusulalar
çıkarılır ve anahtarları birbirine uymayan iki kilit altında muhkem ve
pusulaları alabilecek büyüklükte bir de sandık hazırlanır ve tensip olunan
mahalde evvela sandık, içi boş olduğu halde hazır bulunanlara gösterildikten
sonra çifte kilitle kitlenin Bir anahtarı kazadan gelen teftiş heyeti azasına
ve diğer anahtarı da Nahiye Reisine verilir ve sandığın dört tarafından seçim
geçirilerek uçları muhtarlar tarafından mühürlenir. (I.M. 29, 32) bundan sonra
en uzak köy ve mahalle müntehiplerinden başlanarak arkası mühürlü beyaz
pusulalar müntehiplere dağıtılır ve kaç müntehibi sani intihabı lazım geliyorsa
bu adet miktarınca müntehibi sani olarak seçecekleri adamların isimlerini
yazabilecekleri ve fazla yazarlarsa baştan başlanarak muayyen miktarın kabul
olunacağı ve iadesinin keenlemyekûn tutulacağı ve muayyen miktarda daha az
yazarlarsa ancak yazdıkları miktârın kabul olunacağı ve bir adamı iki-üç defa
yazarlarsa yalnı bir rey itibar edileceği ve yazılan isimler okunamazsa yine
keenlemyekûn addedileceği intihap heyeti azası tarafından müntehiplere
anlatılır. (I. M. 33) Bu suretle müntehipler yazdıkları müntehibi sani
pusulalarını sandığa atarlar. Herkesin bir pusuladan ziyade atmaması. , na
intihap heyeti dikkat eder. Pusulalar sandığa atıldıktan sonra, intihap
heyetinin kâtibi tarafından müntehipler defterine mazbata şeklinde pusulaların
sandığa atıldığı kaydolunur. Ve keyfiyet ihtiyar heyetleri tarafından imza
altına alınır. (I.M. 36) İntihap bir günde tamam olmazsa sandığın pusula
atılan deliği üzerine bir kağıt konulur, etrafı mühürlenerek muhafaza altına
alınır; ertesi gün mühürler muayene olunarak ve kağıt yırtılarak intihabata
başlanır.” (I.M. 37)
Görüldüğü
gibi, mekanizma iyice kanşık. Mebus tayinleri partinin en yukarısında Şef
tarafından bir çırpıda hallediliverdlği halde bu karmaşık ve dolambaçlı yapıya
neden gerek vardır? Mebusları tayin Şefin yani Partinin Daimi ve Değişmez
Genel Başkanı'nın yetkisinde olduğuna göre ve Şef bu yetkisini kullanırken
hiçbir ortak kabul etmediğine göre bu kanşık yapıya neden ihtiyaç duyulmuştur?
Eninde sonunda Şef tarafından hazırlanan liste sandığa gireceğine göre veya
sandığa girmesine bile gerek duyulmadığı halde, bu listelerin anahtarları birbirine
uymayan iki kilitli sandığa değil de, anahtarları birbirine uymayan on kilitli
sandığa atılsa ne değişir? Bunlar sadece. Büyük Şefin üstün iradesini gizleyen
mekanizmalardır. Bu karmaşık ve dolambaçlı yollarla ikinci seçmenler veya
ikinci seçmenleri seçen birinci seçmenlerin de “seçlm’e iştirak ettikleri.
Milli îrade'nin tecellisine katıldıktan izlenimi yaratılmak istenmektedir.
Veya bizzat bu kişiler böyle bir avuntu içine girmektedirler. İntihap (seçim)
kanunlarının maddelerine alt ana başlıklar incelendiği zaman bu durum daha
açık bir şekilde görülmektedir. 1930 yılında yürürlükte olan kanunun
maddelerine ait ana başlıklar şöyledir:
T.B.M.
Meclisi’nin teşekkülü,
Mebus
intihap etme hakkı ve intihap olunmak selahiyeti,
Kimler Mebus olamaz.
İhtihâp
devresinin müddeti,
Devrenin
temdidi (uzatılması) imkânı,
İntihap daireleri»
İntihap şubeleri
Esas defterleri,
Umumi İntihabın Başlangıç hazırlığı ve
tarihi,
Türkiye’de Elyevm (bugünkü) intihap 2
derecelidir,
Kimler birinci müntehip olamaz,
' —
Fiili hizmette bulunan asker ve jandarma mensuplarının istisnası, .
Teftiş
Heyetleri,
Esas
Defterleri üzerinde tetkik ve tahkik yapılması ve müddeti.
Esas
Defterinin asılması ve müddeti, ilam ve müddetin kaldırılması,
— Teftiş Heyetlerine itiraz hakkı ve bu bapta
yapılacak muamele, .
— Bir intihap dairesinden kaç mebus çıkacağının
sureti tespiti, -
— Müntehibi sani intihabına takaddüm eden muamele,
— Müntehibi sanllerin intihabı, “
— Nahiyelerde muvakkat intihap heyetleri,
— Müntehibi sani İntihabının tarzı icrası,
— Kaza merkezlerinde yapılacak muamele,
— Mebus intihabatı,
Asker ve jandarma mensupları ile merkezden mansup
memurların ve Belediye Reislerinin bulunduktan mevkilerden mebus olabilmeleri
şartlan,
Mebus intihabı muamelesinin tarzı cereyanı,
Vilayet merkezinde yapılacak muamele.
Mebus olanlar, müsavi rey atanlar,
Birkaç daireden mebus olanlar,
Mebusluk mazbatalarının tanzimi,
Kısmi
İntihap.
CHP
Genel Başkaru'nın mebusları tayin yetkisi tüzükten doğduğu gibi bir talimatname
ile de pekiştirilmiştir. Bu talimatnameye CHF intihap yoklama talimatnamesi
denilmektedir. Bu
talimatnamede şöyle denilmektedir:
"...
Nizamnamemizin 125. maddesi bütün İntihapların serbest yapılması esasını
koymuş, namzet gösterme hakkını Umumi Reislik Divanı'nın kararına bırakmış ve
her intihapta Fırka mensuplarını kazandırmak vazifesi ile mükellef olan İdare
Heyetlerine 75. Maddenin F fıkrasında yazılı hallerde yoklama salahiyetini vermiştir.
Namzet
gösterilmeyen intihaplarda iyi neticeler elde edecek surette fırka
mensuplarını kazandırmak için yoklamanın he suretle yapılacağının bir
Talimatname ile tespiti f a ide li görülmüştür.
Madde:
1— Aşağıda
sayılı seçimlerde yoklama yapılamaz:
Umumi Reislik Divanı'nın
kararı ile namzet gösterilecek seçimlerde,
Fırka Kongrelerinin
yapacakları seçimlerde,
Fırka İdare Heyetlerinin
kendi içlerinde yapacakları seçimlerde,
Ç)
Hayır Cemiyetleri, Ticari Şirket ve Müesseselerin, İdare Heyetleri
seçimlerinde,
Belediye sınırı
dışındaki Muhtar ve ihtiyar Heyetleri seçimlerinde,
Madde: 2
— Aşağıdaki sayılı seçimlerde yoklama yapmak mecburidir:
Mebus intihabına esas
olan ikinci müntehip seçimlerinde,
Belediye azalığı
seçimlerinde,
Mebus İntihabı Teftiş
Heyetleri Azalığı seçimlerinde.”
Tek
parti döneminde. Şefin yani Parti Genel Başkanı'nın bu yüce İradesini, milli
iradeyi kendi kişisel iradesi ile bir çırpıda tecelli ettirivermesi olgusunun büyük
bir ustalıkla gizlendiği anlaşılıyor. Bu dönemde Büyük Şef Gazi Mustafa
Kemal’in veya Milli Şef İsmet İnönü'nün bu yetkisinin anlatıldığı
görülmemektedir. Hep halk hakimiyetinden., halk iradesinden söz etmekte fakat
bunu Şefin, yani Partinin değişmeyen Daimi Genel Başkanı'nın kişiliğinde
tecelli ettiğini belirtmemektedirler. Veya bu tür konulara hiç dokunmamaktadırlar.
Atatürk'ün gerek yaşadığı sıralarda gerekse ölümünden sonra onun hakkında
hatıralarım anlatanlar da bu konuya hiç dokunmamışlardır. CHF Genel Sekreteri
Recep Bey'in (Peker) 26.1.1933 tarihinde bir yazı İle teşkilata gönderdiği
konuşma metni bu bakımdan ilginçtir. Bu konuşma özellikle, seçimlere ilişkin
bir konuşmadır. Fakat CHF Genel Başkanı'nın mebusları tayin eden yüce iradesine
hiç dokunulmamıştır. Bu konuşma özetle şöyledir:
(Konuşma
hakkında bazı açıklamalar dip notları aracılığı ile yapılmıştır. İ. B.)
"...
CHF İdare Heyeti Reisliğine,
Bazı
Fırka esaslarının ve bilhassa intihap işlerimize temas eden program ve
prensiplerimizi izah için son defa Ankara'da yapılan tek mebus intihabı
fırsatından istifade ederek beyanatta bulundum. Bu esasların fırkamız
tarafından bilinmesinde ehemmiyet görüyorum.' Teşkilatımıza tamim edilmesi ve
okutulması için bu nutku gönderiyorum."
Recep.
"...
Aziz Arkadaşlarım,
Biz bugün burada Ankara vilayetinde
münhal kalmış olan bir mebusluk yerine yeni bir mebus arkadaşı seçmek için
toplandık. Bu toplanıştan istifade ederek işlerimiz hakkında bir hasbıhal
yapmayı faydalı buluyorum. ,
İntihap
Hakkı bir vazifedir.
Arkadaşlarım,
bugün intihap yapmak, mebus seçmek vatahdaşın bir taraftan hakkı bir taraftan
da vazifesidir.
Mebus
seçmek, belediye azası seçmek devlet ve millet işlerini görücü diğer meclislere
aza seçmek bir taraftan hak olarak niçin telakki edilir? Bunlar birçok
vatandaşlar tarafından bilinmekle beraber yüksek bir milli vazife görmek
maksadıyla yapılan bu toplanışımızda bilmeyen bazı vatandaşları tenvir etmek
ve bilenlere tekrar eylemek abes olmaz.
Evvela
seçmek vatandaş için bir haktır. Çünkü, yeni manada, muasır manada devlet
milletin reyi ile kurulur. Kanunlar milletin reyi ile toplanan meclisler tarafından
yapılır. Emir ve nebilerine itaat edilecek olan hükümetin kuruluşunda ve
işlemesinde millet meclislerinin tesirleri ve murakabeleri vardır. Bütün
otoritelerin meşru olması için vatandaşın rey vermek hakkı masun ve emniyet
altında bulunmalıdır. Vatandaş kendi iradesinin'tesiri altında kullanacağı
reyini vermekten hiçbir sebep ve suretle men olunamaz. Eğer intihapta rey
vermek hakkının herhangi bir sebep, herhangi bir cebir altında geriye kaldığı
farzedilirse muasır manada devlet telakkisi sükut eder. Medeni devlet sözü hükümsüz
kalır. Ve vatandaşların da bu şekilde seçme hakkı olmaksızın kurulmuş olan
hükümet meşru olmaz. Böyle bir hükümetin de kendi emirlerine itaat talep
etmeye hak ve selahiyeti bulunmaz. Yalnız dikkat edilmelidir ki, intihap hakkı
herkesin istediği şekilde değil, kanunla tespit edilen şekillerde kullanılır.
Diğer taraftan intihap bir vazifedir.
Bunun esas sebebi de şudur:
Farz
buyurun ki, bir memlekette şimdi bizde olduğu gibi vatandaşın rey vermek hakkı
masundur, intihap yolu açıktır, devletin koyduğu usuller, kanunlar vatandaşı
reye davet etmekte ve hatta teşvik etmektedir. Fakat orada vatandaşlar bu hakkı
kullanmıyorlar. Bu takdirde arz ettiğim gibi muasır manada kuvvetli ve selahiyetli
bir hükümet kurmak gene akim kalır. Gerçi, nazari olarak bir hakkımız olan şeyi
yapmayabiliriz (hakkımızdır fakat yapmıyoruz) diyebiliriz. Fakat, mesele
intihap/hakkında böyle değildir. İntihap etmek rey vermek hususunda vatandaşlar
kanunun kendilerine verdiği hakkı kulanmazlarsa bu şekilde yalnız bir hak
kullanılmamış olmakla kalmaz aynı zamanda vatana karşı büyük bir vazife de ifa
edilmemiş olur. Farz buyurun ki, seçmen için rey sandığı başına davet edildiğimiz
zaman da ekseryetimiz sandık başında bulunmuyoruz ve bu vazifeyi başkalarının
yapacağını tasavvur ederek rey verme vazifemizi ihmal ediyoruz. Bu takdirde
millet eli ve halk reyi ile devlet ve hükümet kurmak için açık olan kapıları
kendi elimizle kapamış ve vatana karşı çok büyük mesuliyet altına girmiş bulunuruz.
Binaenaleyh vatandaşlar herhangi bir intihap münasebetiyle selahiyetli heyet ve
makamların çağırdığı zamanda ve yerde behemahal ispatı vücut etmeye ve
reylerini kullanmaya mecburdurlar. Bu mecburiyet kanuni olmasa bile vatana
karşı bir vazife hissinin teyidi altındadır. *
Eski
ve yeni Ankara mebusları:
Bugün
bizi bu intihap vazifesine gelmeye sevk, eden hadise üzerinde biraz durmak
isterim.
Arkadaşlar,
biliyorsunuz ki, bizim ahlaki kıymetine ve şahsi vasıflarına hürmetkâr
çlduğumuz Ankara mebusu Kütükçüoğlu Ali Bey vefat etti, onun yerine buv
gün başka bir arkadaşı mebus seçeceğiz. Ali Bey şahsı itibariyle fazilet
timsali denebilecek derecede yüksek bir insandı. Ali Bey mebus olduğu ve
olmadığı zamanlarda fırkamızın aziz bildiği prensiplere kökten inanmış,
bunların tatbikinde fiilen çalışmış ve şahsikıymeti ahlaki selabeti ile temayüz
etmiş bir arkadaşımızda" '
Ali
Bey, milli mücadele başlangıçlarında yeni milli devletin Ankara'da kuruluşu
günlerinde ilk karışıklık günlerinde Ankara Belediye Reisi sıfatıyla bugün kendisinin
yerine diğer bir arkadaşı seçmek için toplandığımız bu binadaki mevkii ve
makamında dürüst ve yılmayan bir politikacı olarak çalışıyordu. O esnada
hakikatleri anlamayan, görmeyen birçok şahısların ve cereyanların ortasında ve
karşısında hakikaten bir çelik parçası gibi vazifesini yapıyordu. O gün o
kadar bol olmayan vasıtaların bizi sevkettiği müşkülleri ve yokluğa rağmen her
ihtiyaca bir varlık, bir çare buluyor ve gösteriyordu. Onun o zamanki halinde
hatta bugün yaşadığımız ileri devrin bedbinlik gösteren birçok genç
vatandaşlarına çalışma ve irade nümunesi olacak bir kuvvet ve mahiyet vardı.
Ali
Bey'in hatırasına hürmet ifade eden bu sözlerden sonra onun yerine geçmek
üzere CHF namzedi olarak CHF’nın Umumi Reislik Divanı tarafından müntehibi
sanilere takdim edilen Aka Gündüz Bey'in şahsı üzerinde de kısa bir duruş
yapmayı faydalı bulurum.
Arkadaşlar,
Aka Gündüz Bey’in memleketimizde yeni devletin kuruluşuna temel olan CHF
hayatjndaki mevcudiyetinden evvelki mesaisi benim için bu toplanış
münasebetiyle mevzubahis edilebilecek bir şey olmayabilir. Fakat o, Malta
sürgününden döndükten sonra Ankara'nın o zamanki maddi ve manevi çok müşkülatlı
havası içinde imanlı bir mefkureci arkadaş olarak sözü ile kalemi ile büyük
davanın yaşamasına ve ilerlemesine inkitasız bir gayretle çalışmış, CHF’nın
güzide evlatlarından birisidir. Aka Gündüz Bey bir taraftan da adeta yarı
AnkaralI olmuştur. Şunu arz edeyim ki, Ankara'nın mebusu olmak için insanın
uzaktan yakından AnkaralI olması şart değildir. Bizim prensiplerimize göre her
vatandaş her yerden mebus olabilir.
Ankaralı
fırka arkadaşlarımızda her zaman olduğu gibi . fırkalarının selahiyetli
makamının göstereceği herhangi bir namzede rey vereceklerine şüphe etmem. Fakat
bundan fazla olarak da Aka Gündüz Bey Ankaralılarca sevilmiş ve AnkaralIların
hergünkü hayatına kendi hayatını karıştırmak suretiyle AnkaralIlar tarafından
takdir edilmiş, tanınmış bir zattır.
Aka
Gündüz Bey hakkında söylemek istediğim fikirleri bitirmek için şünu da ilave
edeyim ki, ben şahsen Aka Gündüz Beyin çalışmasında yazı ve eserlerinde bizim
fırkamızın ana fikirlerinden biri olan halkçılık ruhunun cezbeli bir
kaynaşmasını görmekle onu takdir etmekteyim. Yeni namzedimiz başka tipte, başka
evsafta bir arkadaş olmakla beraber, fırka noktai nazarından Ali Bey'in yerine
takdim edilecek vasıfların sahibidir.
Konuşmak:
Arkadaşlarım,
Biz Milletçe ve fırkaca az konuşuyoruz.
Lazım olduğundan az konuşuyoruz. Politika hayatında yeni devt let hayatında konuşma ve konuşuculuk başlıca
ehem
miyeti
anlaşılması elzem olan bir şeydir. Ben bu kısa hasbıhal ile bazı faydalı
gördüğüm şeyleri söylerken aynı zamanda bir ihtiyat yolu da açmak istiyorum.
Memleketimizde her nevi nntihaplarda ve birçok sebeplerle vaki olan
toplantılardan istifade ederek vatandaşlar, fırka arkadaşları mutlaka
konuşmalıdırlar. Fırka kongrelerimizde artırmağa çalıştığımız konuşma canlılığı
kâfi değildir. Her münasip vesileden fırsat bularak devlet ve millet işlerini
sık sık "konuşmak yavaş yavaş esaslaşan bir usul ve kaide haline
gelmelidir. Yalnız yazı kâfi değildir. CHF teşkilatı içinde bir halk hatipleri
teşkilatı vûcutlandırmak Içı’n ayrıca çalışıyoruz. Bu teşkilatı
vücutlandırdıktan sonra fırkanın doktrinleri ve ana fikirleri ile beraber fırka
ve devlet işleri daha itinalı ve takipli bir surette konuşulacak ve söylenecektir.
Arkadaşlarım,
Sessizlik karanlıktır. Konuşulmayan
muhitlerde söylenmeden birtakım gizli tahammür etmiş fikirler olduğu vahimesi
insanları rahatsız eder. Kendileri konuşmak fırsatını bulamayanlar veyahut
konuşanları dinlemeyenler yaşadıkları hayatın hangi gün ve hangi noktasında
bulundukları takdir ve temyiz edemezler. İnsanlar hususi hayatında bile (bugün
hayatın hangi noktasındayım, ne haldeyim, efradı ailem sıhhatte midir?
Vaziyeti mâliyem nasıldır? Şahsi vaziyetim yerinde midir? Borçlarımı nasıl
vereceğim?) gibi birtakım mülahazalarla kendisinin hergünkü şahsi muvazenelerini
düşünürler. Ve vaziyetin icaplarına göre tedbir alırlar. Her vatandaş bir
ailenin ferdi olduğu gibi en kıymetli ve kudsl bir ale olan cemiyetin de
ferdidir. Binaenaleyh mensup olduğu cemiyet, içinde yaşadığı gün hangi hayat
mecrasını takip ediyor. Hangi işler ileri gidiyor. Hangileri geri kalıyor.
Hangi noktalarda ne tedbirler alınıyor. Bütün bunlarla da meşgul olmak
mecburiyetindedir. Ve bu noktaları sık sık, zaman zaman, devir devir, kendi
kendine mülahaza etmek ihtiyacındadır. İyi gören ve düşünen vatandaşların konuşması
ve izahatı büyük vatandaş kitlesini bu mühim işleri yanlış düşünmekten yanlış
hükümler vermekten konur. Milli ufukları aydınlatır. *
Bir
vatandaş ya konuşmalıdır, veyahut konuşan diğer vatandaşımı, konuşan Fırka
arkadaşını dinlemelidir. Konuşmak hareketli, sesli, anlayışlı ve şuurlu bir
politika yaşayışının temeli olmak noktayi nazarından hayati ehemmiyeti haizdir.
Fırka
İnzibatı:
Muhataplarım olanların hemen hepsi CHF'nm namzedi
olarak ikinci müntehip intihap olunmuşlardır. Ve kendi başlarının bağlı olduğu
Fırka programı, Fırka nizamnamesi icabı olarak CHF Umumi Riyaset Divanının
gösterdiği.namzetlere şüphe etmem ki reylerini vereceklerdir. Bu fikirden
yürüyerek zaman zaman üzerinde durulan bir noktaya da temas etmek fırsatını .
bulmak isterim.
Arkadaşlarım,
Fırka
disiplini diye bir mefhum vardır. Fırkanın bugünkü nizamname ve programını
yaptıktan sonra, her Fırkaya inanıp başını mukadderatını oraya bağlamış
vatandaşlar o nizamname ve programda selahiyetleri tespit edilmiş olan
otoritelerin gösterdikleri izleri takip etmeye mecburdurlar. Bu mecburiyeti
ifade ederken bazılarında bunu vatandaşın en esaslı hak ve vazifesi olan rey
vermek hususundaki istiklaline bir müdahale gibi telakki etmek zihniyeti
vardır.
Arkadaşlarım,
Fırka
hayatında esas olan disiplin fikrini, tek vatandaşın kendisine göre her şeyi
müstakil düşünmesi gibi bir nazariye yanında eksik sayanlar ya muasır ruhlu bir
cemiyetin icaplarını anlamayanlardır veyahut bunu bildikleri halde kasıtlı bir
propaganda ile vatandaşlara bunun aksini telkin ederek fırka birliği fikrini
kırmak emelini takip edenlerdir.
Bazılarının
nazariyesi, iddiası şudur: (Fırka mefhumu üstünde vatan mefhumu vardır.
Fırkacılık fikri üstünde vatan mefhumu vardır. Fırkacılık fikri üstünde
memleketçilik fikri vardır). İnsan bir taraflı olarak bu iddianın edebiyatına
bakınsa, isabet vardır zanneder. Fakat bunu söyleyen (bir gaip şahıs
kasdediyorum. Muayyen kimseyi kastetmiyorum) haksızdır. Bu fikir esasından
yanlıştır. Medeni bir düşüncenin mahsulü değildir. Vatan ve memleket mukaddes
mefhumlardır, fakat bunun yanında Fırkacılığın küçük mana altında anlaşılmış
olması mümkün olduğu kadar, düzeltilmesi lazım gelen bir hatadır. Programının
ve tuttuğu yolun isabetine inandığı bir siyasi Fırkaya başını bağlamak her
vatandaş için vatan ve memlekete en müessir surette hizmet etmenin kısa
yoludur. Evet, vatan ve memlekete hizmet etmenin yolu, aynı prensiplere, aynı
surette inanışı olan vatandaşlarla müşterek bir programın altına birlikte imza
koymak ve sonra karşılıklı inanışların vücuda getireceği büyük siyasi kütle ile
memleket işlerini kurmak ve işletmektir. Yoksa beraber inanılan esaslarla
birbirine bağlanmamış tek tek vatandaşlardan mürekkep muasır manada bir devlet
tasavvur olunamaz. Bunu izah etmek için uzun misaller ve teferruatlı fikirler
zikrine ihtiyaç olmadığını zannediyorum. Fakat bugünkü içinde bulunduğumuz
vaziyete bakalım, biz Fırka arkadaşları olmasak da intihaplarda herkes kendi
aklından bir namzet ismi yazıp sandığa atsa memleketin büyük işlerini idare etmek
mesuliyetini kullanacak kuvvetli bir meclis kendisini memleket ve millet
karşısında selahiyetle iş görecek bir hükümet kurabilir mi? Halbuki bugünkü
devleti terkip eden millet fertlerinin -tek tek olsun hep birlikte olsunen
esaslı vazifeleri kuvvetli hükümet kurmaktır. Kuvvetli hükümet kuramama yoluna
götüren herhangi bir nazariye hakikate uymayan bir hayalden ibarettir.
Türkiye'de
her vatandaş düşünüşünde Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ve bizim Fırka
programının amme hakları bahsindeki esaslara göre serbesttir. Fakat vatancı
ve memleketçi görünerek Fırkacı olmadığı ve vatancı memleketçi olmamak gibi
göstermek Fırka disiplini fikrini hürriyetten fedâkârlık manasına getirerek
fırkasız kalmak intişarını beslemâk muasır mefhumlara uygun olan Türkiye
devletinin hayatı için zaaf yapar. Hatta zarar yapar.
Aziz‘arkadaşlar,
Her türlü toplanışlar Fırka İdare Heyeti
Reislerimiz,
Fırka
arkadaşlarımız, Fırka mensuplarımız için Fırka'nın mefhumlarına hayatını başını
bağlamış olan vatandaşlar içinbugün yaptığımız gibi bir hasbıhal mevzu olursa
anlaşmamız ve sevişmemiz daha esaslı ve daha derin olur. Bu yoldan
gayelerimize daha yaklaşırız. Burada Ankara merkez kazasının ikinci müntehibi
sıfatiyle bütün memleketteki Fırka arkadaşlarımı bu tarzda çalışmaya davet
ediyorum. Ayni zamanda Fırka Umumi Kâtibi sıfatiyle bu noktai nazarı büromdan
da takip etmekteyim.
,
Selam:
Son
söz olarak Ankara Vilayetinin bugün muhtelif kazalarında reylerini vermek için
sandık başlarında toplanmış olan dokuz yüz küsür ikinci müntehip arkadaşlarımızı
selamlarım. Burada bulunan Merkez Kazası ikinci müntehip arkadaşlarımın da bu
selama iştirak edeceklerine şüphem yoktur.
Maruzatımı
bitirdim, şimdi intihap teftiş heyetinin yapacağı davet üzerine reylerimizi
kullanmağa hazır bulunuyoruz.
.
Mümtaz Bey— "Efendim, Fırkamızın muhterem kâtibi Umumisinin tenvir ve
irşadlarından dolayı müntehibi sani sıfatıyla bütün müntehibi sani
arkadaşlarım sıfatıyla kendilerine teşekkür ederim.”
CHF
Genel Sekreteri Recep Bey'in, Aka Gûndüz'ün “seçimi" dolayısıyla yaptığı
bu konuşmadan iyice anlaşıldığı üzere, Parti'nln Değişmeyen ve Daimi Genel
Başkanı Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in yüce iradesi, mebusların tamamını.
tamamen kişisel iradesi ile tayin edivermesi eylemi gizlenmek istenmektedir.
Fırka'nın bütün kuramlardan önde geldiği, tüm toplum hayatım düzenlemesi
gereken tek kuram olduğu belirtilmektedir.
MEBUS
OLARAK KİMLER TAYİN EDİLMEKTEDİR?
Cumhuriyet
gazetesi Başyazarı Nadir Nadi, Perde Aralığından isimli kitabında şöyle
bir değerlendirme yapıyor:
"...
Atatürk, düne bağlı bir sınıfın değil, tüm milletin adamı idi. Yarınımıza
inananları temsil ediyordu. Fakat, birçokları ile beraber bir Ali Fuat Başgil
çıkar da O'na ikide bir ‘Ulu Önder' diye methiyeler karalarsa bunu her
defasında nasıl önleyebilirdi Atatürk? Dalkavukluktan hoşlanmadığını
biliyordum, bir akşam Ada'daki Yat Kulübü'nde arkadaşları ile rakı içerken
tarih sizsiniz" diye ayağa kalkıp nutuk çekmeye hazırlanan bir Tarih
Profesörünü nasıl azarlayarak yerine oturttuğunu gözlerimle görmüştüm.”
.
Nadir
Nadi'nin yazdığına göre Atatürk dalkavukluktanhiç hoşlanmıyormuş. Kedisine, “Tarih
sîzsiniz" diyenleri azarlayıp yerine oturtuyormuş. Hatta kendisine
“Ulu önder" denilmesine bile razı değilmiş. Olgulara bakarak yazarın bu
kanısını denetlemeye çalışalım.
Aka
Gündüz, 1934 yılı başlarında Ulus gazetesinde yayınladığı Yürekten
Sesler isimli şiirinde şunları yazmaktadır:
“Atatürk'ün tapkınıyız. Herşey (O)dur. Her yerde
(O) var.
Her gökte (O) eser. Her enginde (O) çağlar.
Biz (O) yuz, O biz,
Atatürk benim değildir.
Atatürk senin değildir.
Atatürk onun değildir.
Atatürk;
Benimdir, şenindir, onundur. Acunundur, evrenselindir,
geçmişlerindir, geleceklerindir, issizliğindir, sonsuzluğundur.
Her şeyde Atatürk,
Yerde O!.. Gökte O!.. Denizde O!., var da O!., yok da
O!., her şeyde O.
Atatürk!..
O'nun yüreği okyanustur: Türk için; Yat için! barış için;
insanlık, insanlık için, köpüklenir dalgalanır.
Her şey (O) dur.
(O) her şeydir.
Her şeyde Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır.
Alandadır, diktedir, pusudadır.
Görünmezi görür! bilinmezi bilir. Duyulmazı duyar!
Sezilmez! sezer, ezilmezi ezer!
Hep, hep (O)dur! •
Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze;
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Biz sana tapıyoruz!
Her yerde... her şeyde... her işte... her gidişte... hep
(O)!
Hep (O) Hep (O) Hep Atatürk!
Ey dilim bu ne dildir?
Bu dili acuna bildir!
Ahi Atatürk! Atatürk! En büyüksün, en büyük!
Bir dizginsiz at gibi, bırak beni koşayım! gösterdiğin
kırana coşayım, ulaşayım!
Varsın! Teksin! Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!
Ah! nolaydın, nolaydın... sade Türk'ün olaydın.
Altınsel oldun Atam!
Evrensel oldun Atam,
Mutlarda günler bana
Umulmaz ünler bana..
Bu sesim:
içten geliyor içten!
Beni sen yaratmadın balçıktan kerpiçten!
Beni benden yarattın, kendini bana kattın Atam,
Atam,
Atatürk!
En büyüksün en büyük!"
Bu şiirde Atatürk,
etten, kemikten, düşünceden oluşan fizik bir varlık olarak değil, İnsan üstü,
olağanüstü bir varlık olarak ele alınmaktadır. Bir ruh olarak mütalaa edilmektedir:
her şeyi gören, her şeyi bilen, her şeyi duyan; her yerde, karada, denizde,
havada, her yerde hazır ve nazır her şeyde bulunan tek ve mutlak bir varlık,
yaratılmış değil, yaratan bir varlık. Bu durum karşısında şairin dalkavukluk
ötmediği nasıl söylenebilir?
Ayrıca,
şair 1934 yılının sonlarına doğru yazdığı Üç Boy isimli bir şiirde de
şunları söylüyor:
“Türk'ün
üç boyu vardır, İnan
Biri:
(Ulu)dur.
Biri:
(Ulu Türk)tür.
Biri:
(Atatürk)...
Ulu
demek yeter, Türk'tür O, İnan! ‘
Ulu
Türk'ün bağrından Ulular Ulusu doğar:
Kutluğ
gibi... Oğuz gibi... Atilla gibi...
Onlara (Ulu Türk) derler...
İnandım...
Ululâr
Ulusu (Ulu Türk)lerin en Ulusu da Atatürk'tür...”
Bir
Şair, bir yazar, partinin, devletin Şefini överek dalkavukluk edebilir, önemli
olan bu tür eylemlere karşı Şefin tavrının nasıl geliştiğinin araştırılmasıdır.
Bu araştırmada şunu görüyoruz: Bu şiirlerin sahibi Aka Gündüz ikinci şiiri’nin
yayımından iki ay kadar sonra yapılan mebus tayinlerinde, Büyük Şef, Değişmez
ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
tarafından mebus olarak Büyük Millet Meclisine tekrar tayin edilmiştir. Bu
dönemde Gazi Mustafa Kemal Ankara Mebusları arasında kendisi ile birlikte
Falih Rıfkı Atay ve Aka Gündüz’e de yer vermiştir. Bu neyi gösterir? Bu Şefin, kendisine dalkavukluk
edenlerden çok hoşlandığım, onlara büyük değer verdiğini gösterir. Aksi halde
mebusluk gibi yüce bir kuruma bu tür kişileri tayin edebilir mİ? Kaldı ki. Aka
Gündüzün daha 1933 yılının başında mebus tayin edildiğim CHF Genel Sekreteri
Recep Bey’in Aka Gündüz’ü uzun uzun övdüğünü belirtmiştik. Şimdi artık. Aka
Gündüz’e düzülen övgülerin nedeni daha iyi anlaşılmaktadır.
Şair
Kemalettin Kamu nun söylediği ise şudur:
"Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun r ;
Kâbe arabın olsun
Bize Çankaya yeter”
Kemalettin
Kamu da Büyük Şef döneminde değil, fakat Milli Şef döneminde, 6., 7., ve 8.
dönemde mebus olarak TMMB’ne tayin edilmiştir.
Yusuf Ziya Ortaç da
1933'te yazdığı bir şiirde şöyle diyor:
"...
Yoktan varediyordu tanrı gibi her şeyi."
“Atatürk'e Tekbir” isimli
bir şiir ise şöyle:
"...
Atatürk’e Ekber! Atatürk'e Ekber! ancak O var:
Atatürk!
Evliya
odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk, Talihe hakim, zekâya önder, doğma
serdar Atatürk, Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk! . Atatürk
Ekber! Atatürk Ekber! Bizde O var:
Atatürk!
Ne
evliya, ne de peygamber... halkına yar
Atatürk”
3 Mart 1935 tarihli
Anadolu gazetesinde (xx) imza ile yayınlanan yazı şöyle diyor:
“...
Atatürk başımızda,’
Atatürk
tarihin başı, yüreği ve daha kısası Türk'ün kendisidir. Bönün içindir ki, Türk
Ulusu iki gündür şenlik yapıyor. Türk yurdu baştan başa sevinç içindedir.
Seviniyoruz, şenlik yapıyoruz. Çünkü en büyüğümüz başımızdadır... O, Türk'ün
direğidir. Atatürk başımızda oldukça bizi bekleyen yarına, büyük ülküye varacağız...
Bu anlı şanlı ilerleyiş ve yükselişten göğsümüz kabarıyor. Türk olduğumuz için
sonsuz kıvanç duyuyoruz.... İnanmak yapmanın yarısıdır. Yarına inanla bakıyoruz.
Türk Ulusu'nun amacı uygarlıkta en üstün Ulus olmaktır. Bununla yeni bir şey
olmak istemiyoruz. Türk Ulusu yaradılışının, kendisine vermiş olduğu yeri almış
olacaktır.
Ülküye
varacağız.
Buna
bütün varlığımızla inanıyoruz.
Çünkü
Atatürk başımızdadır.
.
Ne mutlu Türk'üm diyene”
Bu
yazıda açıkça görüldüğü üzere, yazar Atatürk'ü Türk'ün başı, yüreği ve daha
kısası Türk’ün kendisi olarak görmektedir. Artık Büyük Şefin, CHF'nin neden
Değişmez ve Daimi Genel Başkanı olduğu, bir çırpıda Büyük Millet Meclisi'nin
tüm üyelerini nasıl atayıverdiği, daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü O insan üstü
bir varlık, bir ruh olarak kabul edilmektedir. Bütün Türklerin teker teker
toplamının bir özü, teker teker toplamının bir ruhu olarak kabul edilmektedir.
Böyle olunca milyonlarca kişinin sandıkların başına giderek oy kullanmasına
gerek yoktur. Reylerini iradelerini belirtmelerine gerek yoktur. Onların yerine
herkeste zaten “mündemiç" olan Şefin iradesini izhar etmesi
yeterlidlr.
Ankara Cumhuriyet
Savcısı Baha Ankan, 1936 yılı başlarında hazırladığı bir iddianamede
Atatürk hakkında şunları yazmaktadır:
“...'Ben
Atatürk'ü bizim gibi fani bir mahluk saymıyorum. Atatürk'ün bizim gibi yiyen,
içen, fizyolojik bir mahluk olmaktan daha başka bir mevcudiyet olduğuna
kaniyim. Bence Atatürk bir şahsiyeti maneviyedir. Her camianın varlığından
süzülerek ortaya çıkan, bir manevi benliği vardır. İşte Atatürk bence 17 milyon
Türk'ün maddi ve manevi varlıklarının süzülmüş bir benliğinden başka birşey
değildir. Atatürk Türkiye ve Türk'ün bizzat kendisidir. Maddi ve manevi bütün
vatan mefhumu ile Türkiye’dir.’
7.
Manisa
milletvekili Refik Şevket İnce, 1935 yılı Mayıs ayında yapılan CHF 4.
Büyük Kurultayı'nda şu konuşmayı yapmıştır:
"...
Arkadaşlar, Perşembe günü idi, en büyüğümüz Atatürk geçen dört senenin millet
hesabına yapılan işlerini Partimize vukufun, ihatanın, bilginin ve millet
sevgisinin en hararetli heyecanı ile bildirdikten sonra, yüreklerimizde eksik
kalan duygular, kafalarımızda tamamlanmayan fikirler istikbale ait olan
ümitler perçinlendi, kuvvetlendi. Her birimizin mevcudiyetinde -Ona, zaten
mevcut olanebedi minnet duygularımızı artırdı. Sözüme o minnet duygularını her
birimizin yüreklerinde şu anda bir elektrik cereyanı ile tek olarak çarptığını
bildiğim ve sizin de hissiyatınıza tercüman olduğuma emin bulunduğum için o
büyük Atatürk'ün huzurunda ifade etmekle başlamayı vazife bilirim.” (Alkışlar)
“Arkadaşlar,
hepimiz O'nun bize çizdiği yolun çok sadık, vefalı ve candan kovalayıcısıyız.
Atatürk'ün verdiği izahat içinde çok mütevazi ifadelerle her birimizin
yüreğinde iz bırakan sözlerinden bir tanesini hatırlata' yım. ‘Size yapılacak
işler hakkında programımızı sundum. Takdir ve tasvibinize arz ediyorum.
Vereceğimiz direktif dairesinde hareket edeceğiz.’ Arkadaşlar, kendisinden bir
milletin direktif aldığı bu zatın, millet huzurundaki bu tevazzuu hepimizin,
eğer varsa varlık iddiasının ne kadar boş olduğuna en ahlaki, en ulusal, en
faziletli bir misal teşkil eder." (Bravo sesleri, alkışlar)
“Dört
sene icrai kuvvetlerimizle, dört sene Partimizin çalışkan unsurlarıyla, bu
millete dış ve iç siyasasında ve milletin içtimai ve manevi hayatında ve
milletin ruhunda tek şuur ve Heyeti Umumiyesi'nin kafasında bir noktaya gitmek
için lazım gelen düsturu var eden O büyük adamın huzurunda, O'nun millete
yaptığı iyiliğin şükranını genç ve ihtiyar behemahal ona tam bir sadakatle
ödemekten geri kalmayacağız (Alkışlar). Arkadaşlar, Atatürk'ün muhtelif
zamanlardaki hitabelerin. de de
bugün Genel Kâtibimizin dahi hitabelerinde ehemmiyetli bir mevki tutan gençlik
derdi vardır. Bundan evvelki kurultaylarda Atatürk'ün Cumhuriyeti kendisine
emanet ettiği gençlik her an için bizlerin dahi ruhlarında gençlik
uyandırmaktadır. Temin edebiliriz ki, biz, yaşlıca gençler, hakikatte
Mekteplerde, Fakültelerde, Üniversitelerde gençliklerini milli duygu ve dünya
ilimleri ile doldurmak isteyen gençler kadar biz de bu davanın nihayetine kadar
her suretle çalışan, ölünceye kadar o yaşı genç olanlardan bir adım dahi geri
kalmayacak kadar genç olarak çalışacağımızı onun huzurunda tekrarlamaktan büyük
.bır zevk duyduğumuzu ifade ile sözüme nihayet veririm (Alkışlar)
8.
Balıkesir
Milletvekili. Süreyya örge Evren İse 12 Haziran 1937 günü TBMM'nde
yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir:
"...
Atatürk Türk'ün içinden çıkan Türk'ü temsil eden ve bütün varlığını Türk'e
veren kutsal bir varlıktır. Büyük bir Türk çocuğu ve Türk milletinin
başında eşsiz büyük ve daimi Şeftir. Şu halde bütün millet de Atatürk'ün
tamamen kendisidir. Verilen Atatürk’ün değil milletindir. Veren Atatürk değil
millettir. Alan millet değil, Atatürk'tür, veren millet değil
Atatürk'tür."
Romancı Mehmet Rauf, 1928
yılında yazdığı “Halas” isimli romanını “Büyüklerin en büyüğü Gazi
Mustafa Kemal’e ithaf etmiştir. Bu uzun ithafın bir yerinde Mehmet Rauf şöyle
demektedir:
“...
Yoksulluktan varlıklar çıkardın. Dahiyane tertiplerle düşmanı avucunun içinde
kıstırarak ezdin. Ve mahvettin. İşte Türk bu İlahi zaferinle vücut buldu ve
senin sayende yaşıyor. Bizi kurtaran sensin ve bugünkü Türk’ü kamilen sen halk
ettin.’’
Darülfünun Müderrisi
(Üniversite Profesörü) İsmail Hakkı Bey, Bizim Taptığımız Mustafa Kemal, başlığı
altında bir yazı yazmıştır. Mustafa Kemal'in, “İlmi yazılmıştır, hakkımda da
hürmetkardır" diye nitelediği bu yazı aynen şöyle:
“Bizim
taptığımız Mustafa Kemal,
Fidyas
antikitenin en büyük sanatkârlarından biridir. Fakat tarihe gömülmüştür.
Mikelanj,
Rönesans'ın onun kadar büyük bir sanatkarıdır. Fakat on altıncı asırda
kalmıştır. Dölakurva romantizmin en büyük kayasıdır, fakat unutulmuştur.
‘Fidyas’tan başlayıp, ‘Dölakurva’ya varan yüzümüzün her halkası 'natüralizm'
madeninden yapılmıştır. Hal antinatüralisttir. İstikbal sürealist olacakın
Fidyaslar, Mikelanjlar, Dölakurvalar maziyi işleyerek şöhret kazandılar,
istikbale musallat olamak felaketine uğramadılar, ‘Ingres’ gibi intikal
devrelerinden gelen simalar da vardır. Bunlar geçmişin mirasını taşırlar. Ve
istikbalin imkânını hazırlarlar.
Bizim
taptığımız Mustafa Kemal, Halk Fırkasının Umumi Reisi olan Mustafa Kemal
değildir, dâhi Ingres gibi, mazinin mirasını, yani Türk milletinin manevi kuvvetlerini
taşıyan ve Türk kavminin istikbalini yaratan ve Türk istikbalinde Türk
milletine ebedi rehber olmak istidadını ve kuvvetini muhafaza eden 'Mutlak
Mustafa Kemal’dir.
Bu
takdirimiz tamamıyla hürdür. Çünkü, benliğimizin mutlak ifadesidir. Müderris
İsmail Hakkı."
Bu
yazılar hep Atatürk'ün sağlığında yazılmıştır. Konuşmalar da öyle. Ve bu
yazılan yazanlar, konuşmaları yapanlar ve bunların benzerleri, Dolmabahçe
Sarayı na ve Çankaya'ya sofralara dalma yakın olmuşlardır. Büyük Şef
tarafından mebps tayin edilmişlerdir. Örneğin Refik Şevket İnce, 4.. 5.. 6.
devrelerde Şefin iltifatına mazhar olup, millet vekili tayin edilmiştir.
Olgular,
yaşanan hayat bu kadar açık seçik ortada dururken bu belgeleri binlerce kere
çoğaltmak mümkün iken. Mustafa Kemal Atatürk dalkavukluktan hiç hoşlanmazdı demek
gerçek somutlan, yani, yaşanan olguların bizzat kendisini somut bir gerçeği
yani olguların öteki olgularla meydana getirdiği bütünsel ilişkileri kati
surette açıklamamaktadır. O halde bu ilişkileri bizzat yaşayan, Dolmabahçe ve
Çankaya sofralarına Cumhuriyet ailesi olarak yakın olan Nadir Nadi olguları
çarpıtmaktadır. Bu olguları açıkça tersyüz etmekte, gençlere ve yeni kuşaklara
tek parti dönemini yanlış anlatmaktadır. Çarpıtarak anlatmaktadır. Yeni
kuşaklara yanlış ve sakat bir bilinç vermeğe çalışmaktadır. Atatürk “Ulu önder”
denilmekten bile rahatsız oluyordu, denilmektedir. Halbuki yukarıda
gördüğümüz gibi çeşitli örneklerden anlaşılmaktadır ki Atatürk
tannlaştınlmaktadır. Atatürk'e insanüstü bir içerik verilmeye çalışılmaktadır.
Ve Değişmez ve Daimi Genel Başkan Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal bu yazılardan ve
konuşmalardan çok memnundur. Bunları ödüllendirmektedir. O halde, temel ilişki
biçimleri hiçbir surette gizlenemeyecek kadar açıktır. Ortadadır. Atatürk'ün “Tarih
Sîzsiniz” diyen profesörü azarlayarak yerine oturttuğu söyleniyor. Nadir
Nadi. Yat Kulübü'nde arkadaşları ile rakı içerken meydana gelen bu olayı bizzat
gördüğünü anlatıyor. Belki böyle bir olay da vardır. Fakat, bu olay Atatürk'ün
kendisine dalkavukluk edenlerden hoşlanmadığını göstermez. Profesörün
kişiliksiz olduğunu gösterir. Profesörlerin ünvanlannı Büyük Şefin
sofralarında alıp, üniversiteye Büyük Şefin direktifleri ile girdiklerini
gösterir. Dalkavukluk yapmayı yerine ve zamanına göre İyi ayarlayamadıklannı
gösterir. Sazlı sözlü ve içkili sofralarda yetişen profesörlerin azarlanmaları
kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü, onlar ünvanlannı o sofralara ve sofra
terbiyelerine borçludurlar.
Bu
kadar açık seçik olguları çarpıtarak, değiştirerek, anlatmanın nedeni nedir?
Bunun temel nedeni bilimsel düşünce bütünlüğüne ulaşmamış olmaktır. Olgulara,
dayanmamaktır. Daima resmi ideolojinin çerçevelediği alanların içinde kalıp
sübjektif yargılarla hareket etmektir.
Bu
konuyu geçerken, yaşadığı yıllarda Mussolini hakkında yazılanlara kısaca bir
göz atmakta yarar vardır.
Yeryüzünde,
gökyüzünde ve her yerde karşımıza dikilen Duçe'nin görüntülerine aydın
yağcılığının, köleliğinin en aşağılık örneğini veren sözler eşlik etmekteydi. Malaparte,
‘Güneş doğar, horaz öter, Mussolini ata biner diye inciler döktürüyordu.
Ama italyanlar bu konuda yalnız kalmadılar. Çünkü bütün Avrupa basını aşırı
övgülerle dolu yazılar yazdılar.
Morning
Post'un muhabiri şöyle yazıyordu: İnsan bu gözlere fazla
yaklaşmaktan çekiniyordu, doğrusu yazın üstü tülle örtülmüş bir yanardağ ağzı
gibi, kızılımtırak sisler arasında, şimdi artık rahatça bakabilirsiniz bana,
ama gözünüzü kör edebilecek ışınlarım vardır, dercesine batan güneşi
gözlediniz mi hiç? Mussolini'nin gözleri işte öyle. Canlandırabildiğimiz kadarıyla
büyük Peygamberlerin gözleri de öyleydi, herhalde.”
“Ingiliz
kadın havacısı Lady Heath de şöyle diyordu: Mussolini
insandan, erkekten öte bir şey, bir ulusal anıt. Nasıl, Mısır Nil'e, Ingiltere
denizlerin egemenliğine, Arabistan çöle bağlıysa, İtalya da aynı biçimde
Mussolini'ye bağlı.
Fransız
Akademisi, Henry Bordeaux'nun ağzından şöyle diyordu.
Duçe'nin bizleri kabul ettiği zaman Fransa’ya duydukları dostluk konusunda
söylediği sözleri burada yinelemeyeceğim. Bu sözler bugünkü ve ileriki
elçilikler arası konuşmalarla sıkı bağıntı içindedir. Ancak her zaman bile
bile takınılan maskeyi gevşeten bir gülümseyişle söylendiler.
Kont Mole, karşı
konmaz iki gülümseyiş olduğunu yazar: Napolyon'un gülüşüyle, Chateaubriand'ın
ki. Ben bunlara seve seve Mussolini'nin gülümseyişini de ekleyeceğim.” f
“Floransalı
öncü aydınların kuramsal dergisi İL Sellaggio, Mussolini'ye, ‘Faşizmin bütün
aydınlarının önderi’ demektedir. ‘Bize saygı duyan faşizme de saygı duyar
Faşizm demek, biz demek, önderimiz Mussolini demektir.' Mussolini'nin bizlere
aşıladığı devrimcilik... Yapıtın doğrulayıcısı işte bu devrimciliktir."
“Critica
Faşist Mussolini'yi şöyle tanımlar: Imparatorluğun biricik sanatçısı, bu büyük
imparatorluğun kumcusu Mussolini'dir. Mussolini çağımızın en büyük yazarlarından
biri, hatta birincisidir... Valiliklere gönderdiği genelge faşist edebiyatın
baş yapıtıdır.”
"Mussolini'nin
çatık kaşlı görkemli, hemen hemen dinsel olmasını istediği müzikte, pohpohçulara
bakılırsa, Duçe'nin kişiliğinde olağanüstü bir sanatçıya kavuşmuştu. Keman
çalan Mussoli'nin fotoğrafı, resmi ikona sanatının temel taşlanırdandı. 'Saat
kaçta döner" se dönsün, Mussolini eve girer girmez kemana sarılır' diye
yazıyordu, yağcının biri. Ve ne kadar öfkeliyse o kadar iyi çalar.” (Maria
Maccıocchi, Faşizmin Analizi, Payel Yayınları, İstanbul 1977, s.
252-255)
SÜREKLİ OLARAK MEBUSLUĞA
ATANAN ŞEYHLER. KEMALİZM’İN ŞEYHLİKLE ve ŞEYHLERLE İLİŞKİLERİ
Gerek
CHF Genel Başkanı Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal, gerek
CHF Genel Başkanı ve Milli Şef İsmet İnönü, bazı kişileri hiçbir kesintiye
uğratmadan bütün dönemlerde mebus tayin etmişlerdir. Bunlardan birisi Van
Mebusu İbrahim Arvas’tır. İbrahim Arvas 1920-1950 yılları arasında Partinin
Şefi tarfından hazırlanan listelerin vazgeçilmez bir ismidir. İbrahim Arvas
yayınladığı hatıralarının önsözünde kendisini ve ailesini şöyle anlatıyor:
”...
Mensubu bulunduğum Arvas büyük ailesini _ okuyucularıma tanıtmak isterim.
İmam
İbrahim Zeynel Abidin ahvadından Bağdat şehrinde Mercan Camiinde Tedrisi İlim
ve Tarrikat neşretmekte iken, Tatarların istilasına maruz kalan Bağdat'ta,
oturmak imkânını bulamayan Şeyh Kasımi Badadi (A'lemül Ulema) mürşidi, hafidi
Geylani Şeyh Abdürrezaktan Hicret müsaadesini alarak Musul Vilayetine 15 ev
akraba ve taalukatı ile sefere çıktılar. Üç sene Musul'da Celile Zadelerin
mahallesinde ikamet etmişler. Oradan Mardin'e üç sene sonra da Diyarbakır'a
hareket etmişler. Ve burada 5 sene ilim ve tarikat neşrinden sonra Hazro'ya
gitmişler. Orada iki sene kaldıktan sonra Şirvan Kazasında Nuvin ve Pay köylerinde
ikamet etmiştir.
Hac
seferinden avdetinde Bursa'yı yeni fetheden Sultan Orhan Han Gazi Hazretlerini
ziyaret etmiş müşarünilyhlen (adı geçenden) çok hürmet ve riayet görmüştür.
.Hini veda'da fevkalade beliğ bir nutuk irad etmiş ve sonunda çok güzel bir de
dua irad etmiştir. Suitan'ı Muşarünileyeh fevkalade memnun kaldılar. O vakitten
beri Arvas ailesi bütün mevcudiyeti ile büyük cedleri Kasımi Badadi ile Şeyh
Muhammedi Kutbun izinde kaldılar. Ve bu ananeden asla ayrılmadılar. Şeyh Kasımi
Bağdadi’nin büyük oğlu Şeyh Muhammedi Kutup babasının izni ile Nüküs
Nahiyesinde Arvas mevkiinde kayınpederi Hakkari Bey'i İbrahim Han muaveneti
ile bir köy kurdu. Cami, medresesi, tekkesi ile.
Ahvadmın
meşhurları şunlardır: Şeyh Muhammedi Veli, Şeyh Abdurrahmanı Arvasi, Seyit
Fetimi Arvasi, Seyit Muhammedi Arvasi, Şeyh Hamit Paşa, ki bendeniz onun
mahdumuyum, (oğluyum)
Sülalemizin
vasfı mümeyyizi, başlıca neşri ilim ve tarikattır. Sîzlerle yaptığım bu
hülasadan da anlaşıldığına göre bu derece fuhûl (İleri derecede bilgin) ve
asil bir aileye mensup olduğum İçin yazdığım bu hatıratımda ne yalan ve ne de
İftira etmedim. Ancak ve ancak hakikaktı tebarüz ettirdim. Binaenaleyh istirhahım
hatıratımın hangi kısmında tereddüt ve şüpheye düşen bir zat benden mufassal
bilgiyi istesin. Arzı cevap edeyim. Bilvesile bütün okuyucularıma şükran ve
sevgilerimi sunarım.
Dedem
Seyit Muhammed Efendinin Oğulları Şeyh Muhyittin (Müftü), Şeyh Mahmut, Şeyh
Ahmet, Şeyh_ Nurettin, Şeyh Hamit Paşa, Şeyh Hüseyin Efendi, Müftü Efendinin
oğulları ise Seyit Mustafa ve Şeyh Hasan’dır. Seyit Mustafa'nın oğullarının
meşhurları Seyit Abdülhakim, Seyit İbrahim, Seyit Taha, Şeyh Şemsüddin ve Şeyh
Yusuf Efendidir. Şeyh Hasan'ın Oğlu Şeyh Ahmet Efendi Şeyh Halit (Hattat) ve
Abdullah Bey'dir.
Merhume
Halam Makbule Hanımın maruf oğulları Sait ve Memduh Beylerdir. Amcam, Molla
Abdulhamit Efendizade, Seyit Fehimi Arvasi'nin alim evlatları Şeyh Muhammed
Emin Efendi, Gazi Şeyh Masum Efendi, Şehit Şeyh Muhammed Sıddık Efendi, Molla
Hüseyin Efendi, Şeyh Muhammed Salih Efendi, Molla Nizamettin Efendi, Elyevm
(bugünde) berhayat (hayatta) olup Medine-i Münevvere'de bulunan Şeyh Haşan
Efendi'dir. Elyevm (bugün de) hayatta olan alim torunları şunlardır: Seyyid
Muhammed Kasım, Van Müftüsü kardeşi Seyyid Şemsüddin'dir.
Torunlarının
oğulları ise Seyyid Muhammed Maşuk ve Seyyid Celalleddin’dir. Merhum Van Mebusu
Abdulhakim Arvas'ta Masum Efendi'nin oğludur. Başkale kolundan Alim olan Seyyid
Cemalüddin Arvas’tır. Yeğenlerinden, Arvas terbiyesi ile büyüyen Ahmet Tevfik
Demiroğlu, oğlum Mehmet Sıddık Arvas ve alimlerinden Gavs Hizan'ın yeğeni
Mehmet Şefik Arvas, yeğenim Hamdullah Arvas, Muhammed Said Arvas ve İhsan
Arvas, Abdulhakim Arvas ve oğlu Mehmet Arvas, Başkale kolunda, Seyyid Yusuf
torunu Nevzat ve Rüçhan Arvas’tır.
Hayatta
bir numaralı emelim olan hatıratımı tab ve neşir etmeye, muvaffakiyet ihsan
eden Cenabı Hakka ilmi kadar hamdü senalar olsun. Tevfik Allahtandır.”
Okuyucuların eski Van mebusu İbrahim Arvas'ın Hatıratına
yazdığı bu Önsöz üzerinde büyük bir dikkatle durmaları gerekir. İbrahim Arvas
ne kadar köklü, yaygın, dal budak salmış asil, zengin bir şeyh ailesine mensub
olduğunu etraflı bir şekilde anlatıyor. Gerek Daimi ve. Değişmez Genel Başkan
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in, Gerekse Değişmez Genel Başkan Milli Şef İsmet
İnönü'nün CHF Genel Başkanlıkları döneminde bu ismin mebus listelerinden hiç
eksik edilmediği düşünülürse, Kemalizmin şeyhlik ile ne kadar sıkı bir ittifak içinde olduğu.
Kemalistlerin bu ittifakı kurmak ve sürdürmek için ne kadar büyük gayretler
gösterdiği somut birbiçimde ortaya çıkar. Kemalizm, Kemalistler nutuklarında şeyhliğe karşı
olduklarını, şeyhlere karşı büyük ve etkili bir savaş açtıklarını her zaman ifade
etmişlerdir. Fakat bu “savaş" onların şeyhleri sürekli olarak mebus tayin
etmelerine hiç engel teşkil etmemiştir. İşte burada önemli bir konuya daha
geliyoruz.
İbrahim
Arvas, objektif olarak Kürt. Fakat Kürtlüğünü reddediyor. Türk olduğunu,
Türklüğünden dolayı mutluluk duyduğunu söylüyor. İbrahim Arvas, Kürt ulus
olgusu etrafında gelişen tartışmalardan duyduğu endişeyi şöyle belirtiyor:
“...
Son senelerde (kitabın 1964 yılında basılmış olduğunu hatırlayalım) İstanbul
ve Ankara'da mekteplerde okuyan şarklı talebe arasında bu menfi propaganda
(Kürt ulus olgusu etrafında yapılan tartışmalar) sinsi sinsi devam etmektedir
Bu muzır fikir maalesef yüksek mekteplerde neşvu nema bulmaktadır. Bu maruzatımı
tevsik edecek bir ciheti arzetmek isterim. Şöyle ki, Şark illerimizin eşraf
ve ekabiri memlekette ufak bir katipliğe tayin edildiği zaman memnun ve
müftehir kalır. Bunun ifade ettiği mana ise büyüktür. Zira devlete en büyük
itimadı besler. Ve onun hizmetine girmekle mübahat duyar. Aslında Türk olupta lisanını değiştiren bu muazzam
kütleye kötü bir şey atfetmek günah ve vebaldir. Bendeniz Şemdinan Kaymakamı
iken Gerdi aşireti Reisi Oğuz Beye sordum: Bu ad Türk adıdır, sana nereden
gelmiş? Cevaben dedi ki: Bendeniz 21. Oğuzun; bizdeki anane, baba kendi
evladına, kendi babasının ismini verir ve böylece müteselsilen devam eder.
Maalesef Oğuz Bey İse, bir kelime Türkçe bilmiyordu. Amcası Kılıç Bey de
öyle. Ve Koç Beyi kabilesinin Reisi Mehmet Emin de böyle idi.
Binaenaleyh,
heyeti umumiyesi Türk olan bu muazzam kütleyi Türk
harsı ile yetiştirmek ve Türk dilin, öğreterek, vaziyeti asliyesine
irca etmek, idare amirlerimize düşen büyük bir görevdir. Bunda ihmalkarlık
göstermek, en büyük hatadır, kanısındayım. Hakikatta Türk asıllı olup büyük hadesat ve vukuatla kütleden uzak
düşürek dillerini kaybetmiş bulunan, bu vatandaşları hor görmek ve
Türkçe konuşamadığı için kendisine aşağılık bir sıfat takmak doğru değildir. Her vilayet, kaza,
nahiye, köy ve idare amirleriyle muhtar ve memurları Türkçeyi öğretmek için
mektepten başka kurslar kurmalıdır. Ve mükafatlarla tergib ve teşvik
etmelidir. Böyle samimi ve ciddi surrette çalışıldığı takdirde azamî 4-5
zarfında Türkçe konuşmayan insanlar çok azalır."
Bu kısım Kemalistler ile objektif
bakımdan Kürt olan şeyhler arasındaki ittifakın temel nedenlerini ortaya koymaktadır.
Böylece Kemalistler, Kürt ulusunun, kendi kaderini tayin için, çaba harcayan,
eyleme geçen, şeyhlerini, aşiret reislerini, “ortaçağ kurumlannı sürdürmek
istiyorlar, şeriat getirecekler, gericilik...” gibi ithamlarla darağaçlanna
gönderirken, torun, baba ve dededen oluşan üç kuşağı, torundan başlamak üzere
birbirlerinin gözleri önünde asarken, kendi kişiliğini ve onurunu, Kürt
ulusunun kişiliğini ve onurunu reddeden, kendi ulusuna yani Kürt ulusuna ihanet
eden, dallı-budakh, köklü “Kürt" Şeyhlerini14^ büyük törenlerle,
tantanalarla, şatafatla, TBMM’ne mebus tayin etmektedirler.
Türk
“solu” ve Türk “sosyalist" hareketi, Türk düşüncesi, Türk üniversitesi, Bir iki şeyh tipini birbirinden kati surette
ayırmamış, böyle bir aynma gitmemekte büyük bir gayret göstermiştir. Kendi
kişiliğini ve onurunu reddeden, kendi ulusuna İhanet eden, Kürt düşmanı ve Kemalizmin
en büyük ittlfakçısı şeyhlerle. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin eylemine
katılan ve darağaçlarında can veren Kürt şeyhleri hiçbir zaman aynı kefeye
konamaz. Burada amacımız, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun kurtuluşu İçin
mücadeleye giren Kürt şeyhlerini yüceltmek değildir. Amacımız, Türk
düşüncesinin, Türk üniversitesinin, Kemallstlerin, Kemalist İdeolojiyi
tartışılmaz bir veri olarak kabul eden Türk “solu’nun ve Türk “sosyalist"
hareketinin büyük bir kısmının kesinlikle, olguları çarpıttığım tespit etmektir.
Bilindiği gibi bu görüşlerin sahipleri, Kemalizmin şeyhliğe karşı olduğu,
şeyhlerle etkin bir mücadeleye girdiğini söylerler, yazarlar. Kürt “İsyanlarının
gerici nitelikte olduğu, şeyhlik gibi birtakım kurumları yaşatmayı
amaçladığını iddia ederler. Böylece yeni Kürt nesillerinin, kendi tarihlerine,
kendi kurtuluş mücadelelerine yabancılaşmalarını, başlatılan yabancılaşmanın
sürdürülmesini İsterler. Hatta, kendinin ve ulusunun kişiliğini ve onurunu
reddetmiş, kendi ulusuna ihanet etmiş Kürt şeyhlerini, “ilerici, devrimci,
Kemalist" diye överler. İbrahim Arvas'ın hayatta İken kaleme aldığı
hatıralar ise, şeyhlik kurumuna. kimlerin sahip çıktığını, neden sahip
çıktığını, nasıl sahip çıktığını somut olarak ortaya koymaktadır.
1920-1950
yılları arasında kesintisiz bir biçimde Van Mebusluğuna tayin edilen Kemalist
Şeyh İbrahim Arvas, Kemallzmle gerçekleşen bu ittifakı sonucu. Şeyh Mahmud,
Şeyh Sald, Simko. Seyid Rıza gibi Kürt ulusal hareketinin önemli liderleri
hakkında son derece çirkin ifadeler kullanmaktadır. Onları küçümsemekte,
horlamaktadır. “Şeyh Said Şakileri", “Şeyh Said Eşkıyaları”, “Haydut
Simko”. “Hırsız Simko"... gibi ifadeler yanında, bu liderlerin özel
yaşantıları ile İlgili çok çirkin sözler de sarfetmektedlr. (s. 27-31, 34, 59)
Kemalizmin
kendisiyle bütünleşmesi için bu derece gayret gösteren Kemalist şeyh, elbette,
komünizm hakkında da fikir sahibidir.
"...
Komünist tehlikesi karşısında, gafil ve bihaber zenginlerimiz vardır. Bu
tehlike günden güne büyüyor. Maalesef halkımızda bu melun tehlikeye karşı
hiçbir hassasiyet görülmüyor. Gafil ve zengin tüccarlarımız; hele milyoner
olanlar ve ondan üstün olanlar, hangi din ve mezhepten olursa olsun bu yazımla
hepinize hitabediyorum. Acaba komünizmin hakim bulunduğu bir ülkede, Müslüman
Hıristiyan, hangi dinden olursa olsun, bunlar tefrik ediliyor mu? Ve
zenginlere birgün olsun hakkı hayat veriliyor mu? Verilmediğine göre, maazallah
taala farzı muhal, komünist rejimi bu memlekette bir hafta devam ederse, zengin
tüccar, esnaf sürraın, hiçbirisi sağ kalır mı? Ve öldürdükten sonra malı
çocuklarına intikal edebilir mi? Bu hakikat bugün Avrupa'da peyk denilen
devletlerin hepsinde, bütün dünya efkar-ı umumiyesi önünde cereyan etme di mi?
Ve okur-yazar bulunan bütün insanlar bu keyfi yete muttali olmadılar mı?
Vaziyet böyle iken, nasıl olur da servet sahibi insanlar bu çok tehlikeli işe
ala kalanmasın? Gönül ister ki komünistliğin, en ziyade revaç gördüğü fukara
tabakasına zenginlerimiz ve herkes kendi muhitinde yardım etsin. Muavenet
etsin. Sermaye versin Kendisine iş bulsun. Ve fakrü zaruretten kurtarsın da bu
suretle komünistlerin hücre teşkilatına mani olsun. Hem kendilerini, hem
ailesini, hem de bütün memleketi bu belayı mübremden kurtarsın.
İkinci
tabaka ise körpe dimağlardır. Bunların da muhafazası bizim maarif teşkilatına
düşer. Maarif bu elim vaziyeti nazarı dikkate alarak fakir talebelere burs
vermek ve leyli yatmalarına yer temin etmek, bu suretle okumasını temin etmek
ve bunların üstünde de kuvvetli bir teşkilatla mektep haricindeki diğer
zamanlarında konferanslar tertip etmek ve komünizm aleyhinde kuvvetli
propaganda yapmak ve komünistlik demek, bu memleketi, bu vatanı ve bu milleti
üç asırdan beri bir numaralı düşmanımız olan Ruslara teslim etmek demek
olduğunu, körpe dimağlara ve talebelere layıkıyla anlatmak ve dimağlarına
tahteşşuurlarına (şuur altlarına) yerleştirmek lazımdır. Sonra hükümetin
delaletiyle ve tüccarlarımızın muavenet ve himmetiyle bir de antlkomünist
teşkilat yapmak da mümküdür. Komünistlerin yaptığı hücre teşkilatına karşı
bu antikomünist teşkilat kuvvetli, anlayışlı, basiretli insanlara, tevdi
edilirse, asgari bir senede komünizmin gizli teşkilatını yok eder. Ve
birçoklarına da nedamet getirtir. Ve hidayete eriştirir. Hele Müslüman
zenginleriniz Allah'ın emrettiği, malının zekatını verir ise, etrafındaki
fukarayı mükemmelen geçindirir, memnun eder ve komünistin şerrinden kurtarır.
Aziz Müslüman zenginleri, sizlere bir hadise anlatacağım. Ve ümid ederim,
Allahın lutfu kereminden, bu hadise sizlere büyük bir ders-i ibret olacak.
Hadise şudur: Otuz sene evvel Yahudi Burla biraderler, müessesesi, Hürriyet
gazetesi sahibine 1 milyon 700 bin liralık bir çek verdi. Gazetenin bütün
malını ve binaları ve diğer lazım olan bütün ihtiyaçlarını temin ve tesis
ettiler. Ve bu suretle Yahudiler lehinde ve Müslümanlar aleyhinde neşriyat
yapmasını temin eylediler. Bu para hibe suretiyle verilmiştir. Borç değildir.
Ey Müslüman zenginleri, birkaç tane, mukaddesatımızı müdafa eden mecmualarınız
var. Bunlarla neden alakalanmıyorsunuz? Ve hiç olmazsa kağıtlarını temin etmiyorsunuz?
Sonra dindar halkımızın neden bir yeni gazeteleri bulunmasın? Memlekette her
gün yevmi gazeteleriyle, mecmualarıyla, dergileriyle, Müslüman halkın
hissiyatını rencide eden, malum gazete ve mecmualara cevap verebilecek kudret
ve kabiliyette gazete ve mecmualara tahsis edilmesin? Muhakkak olan bir
şey varsa, elinizdeki servetin hakkını veremiyor, maddeten ve manen, büyük
mesuliyetlerin altına giriyorsunuz. Zira fikirle mücadele ancak fikir yolu ile
olur. Komünistler olsun, Masonlar olsun, avuç dolusu para harcayarak, her
türlü fedakârlığa katlanarak hepimizin gördüğü gibi mükemmel gazete, mecmua ve
irsale neşrediyorlar. Ve bu hususta paradan, masraftan asla kaçınmıyorlar.
Sen, aziz tüccar, mağazanın ve onun hesabatının içine dalmış boğulmuşsun.
Etraftaki dönen hadisatı gözün görmüyor. Ve kulağın işitmiyor. Eğer senin gözün
görseydi ve kulağın işitseydi, gayet basit bir hesapla bu tehlikeyi derkeder ve
ona karşı vaziyet alırdın. Komünistler bizde, Ruslara, vicdanlarını ve
imanlarını para mukabilinde satan, alçak, rezil ve satılmış insanlardan
müteşekkildir. Çünkü en cahilim de biliyor ki, Rusun gözü üç asırdan beri, bu
memlekettedir. Komünistlik ise Rusun icadkerdesi bir rejimdir. Bu rejimi
kabul eden milletler, Rusun boyunduruğu altına girmişlerdir. Balkan Devletleri
yanıbaşımızda ve aynı vaziyettedir.”
Tek
parti döneminin. Değişmez Van Milletvekili İbrahim Arvas'ın komünizm hakkmdaki
düşünceleri bunlar. Bu düşüncelerin sahibinin 1920-1950 yılları arasında,
mebusluk yaptığım. 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8. Dönemlerde, CHP'nln, Gazi
Mustafa Kemal ve İsmet İnönü gibi Şefleri tarafından mebus tayin edildiğini
unutmamak gerekir. 30 sene Ankara'da TBMM'de, Çankaya sofralarında yer almış,
Kemallzmin İdeolojisi ile, Kemalistlerln arasında yetişmiş bir kişidir. Fakat,
bunun, kendi kişiliğini ve onurunu, ulusunun kişiliğini ve onurunu reddetmiş,
Kürt ulusuna ihanet etmiş bir kişi olduğunu da unutmamak gerekir. Uluslararası
statü bakımından, klasik sömürgelerin çok çok altında bir satatüye sahip olan,
klasik sömürgelerin karşı karşıya olduğu hastalardan çok daha ağır baskılar
karşısında bulunan bir bölgenin mebusu olduğunu da unutmamak gerekir. Bu tür
bölgelerde mebusların görevi son derece sınırlıdır. Kendi ulusuna karşı
merkezi devletin ajanlığını yüklenmek. Türkçülük propagandası yapmak. Kürt
ulusunun varlığını inkâr etmek. Herkesin Türk olduğunu söylemek. Türk olanların
mutlu olacaklarım, Türk olmayanların mutlu olamayacaklarım söylemek... Bu
kişilerin, ihanet içinde oldukları, kendi uluslarına karşı, sömürgeci devlet
tarafından kendilerine yüklenen görevleri yerine getirmeleri için, bölgedeki
geleneksel ilişkilerinin, imtiyazlarının aynen sürmesi gerekir. Çünkü bu
geleneksel ilişkiler, imtiyazlar sürdüğü sürece, halk yığınları ile ilişkisi
eskisi gibi sürmekte, sömürgeci devletin Kürdistan'daki ajanlığım sürdürme de
olanaklı olmaktadır. Bu durum, “Doğu"da, aşiret reisliği, ağalık, şeyhlik
gibi kuramların neden hâlâ var olduğunu gayet açık bir biçimde ortaya
koymaktadır. Çünkü Kemalizm bu kuramlarla İttifak kurmuştur. Bukurumları kontrol
eden kişileri ajanlaştırdığı, kendi ulusuna yabancılaştırdığı sürece, Kürt ulus
hareketini kontrol etmekte, parçalamakta, dağıtmaktadır. Bu ajanlığı kabul
etmeyen, kendi ulusuna, Kürt ulusuna ters düşmek, ihanet etmek istemeyen
şeyhleri, aşiret reislerini, toprak sahiplerini ise darağaçlarma, zindanlara,
sürgünlere göndermektedir.
Sömürgeci
devletin ajanlığını yüklenmeleri, kendi uluslarına yabancılaşmalara ihanet etmeleri
karşılığında, geleneksel ilişkilerinin, imtiyazlarının, aynen sürdürülmesine
gözyumulması, hatta teşvik edilmesi çok doğaldır. Bu ilişkiler İçinde yetişip
gelişen, Kemalizmin en önemli ittifakçılanndan olan bu kişilerin komünizmi
nasıl yorumladığı ise gayet açık bir şekilde ortada. Burada. Şeyh İbrahim
Arvas'm kendi kişiliğini ve onurunu reddetmesiyle, komünizme karşı propaganda
unsura olması arasında diyalektik bir bütünlük vardır. Zira geleneksel
ilişkilerini ve imtiyazlarım sürdürme ancak, kendi ulusuna ihanet etmesi
karşılığında veriliyor. Geleneksel ilişkileri ve imtiyazları böylesine teşvik
edilen bir kişinin ise komünizme karşı olması, bilinçlenmesi gayet doğaldır.
Kendi kişiliğini ve onurunu böylesine reddeden, kendi ulusuna ihanet eden bir
kişinin, komünistler İçin, “alçaklar, reziller, satılmışlar” demesi de gene
gayet doğaldır. Kürt tarihinde bu gibi olaylara sık sık rastlanır. Kürt tarihi
dramatiktir, açılıdır.
Burada
önemli bir ilişkinin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. O da
Kemalistlerin propaganda biçimi ile ilgilidir. Kemalizm. Kemalistler; Şeyhlik
gibi aşiret reisliği gibi kuramlarla sıkı bir ittifak içine girdikleri halde,
Kürt ulusal kurtuluşu ile ilgili her hareketi “gericilik", olarak,
şeyhlik, aşiret reisliği gibi kuramların sürdürülmesi İçin girişilen hareketler
olarak değerlendirmiştir. Kürt ulusal hareketini horlamış, çarpıtmaya
çalışmıştır. İşte Kemalizmin en büyük başarılarından birisi de budur. Bu
niteliğin gizleyebilmiş olmasıdır. Türk “solcu"lanna, Türk Marksistlerine
, Türk “sosyalist" hareketine, kendini “devrimci" olarak kabul ettirmiş,
kendi görüşlerinin savunuculuğunu onlara yaptırmış olmasıdır.
İbrahim
Arvas, elbette tek örnek değildir. Van Mebusu Hakkı Ungan'ın, ne biçim bir
hafiye olduğunu, İbrahim Arvas bizzat kendisi anlatmaktadır, (s. 36-37) Hakkı
Ungan'ın kökeni de büyük bir aşirete dayanmaktadır. 1920'den ölüm tarihi olan
1943 yılma kadar sürekli mebus tayin edilmiştir. Kemalizmin ve Kemalistlerin
ittifak kurduğu, “devrimci" dediği en önemli kişilerden biridir. Kuşku
yok kİ, Türk olup mutlu olduğunu söylemekte, Kürtlüğünü inkâr etmektedir. Yine
Van Mebusu Münib Bey'in (Boya) kendi ulusuna yani Kürt ulusuna karşı nasıl bir
ihanet içinde olduğunu. Şeyh İbrahim Arvas anlatmaktadır. Kökeni büyük bir
aşirete ve Şeyh ailesine dayanan Münib Bey 1923-1946 yılları arasında sürekli
olarak yani kesintisiz bir şekilde mebus tayin edilmiştir. Kürt ulusunu inkâr
eden, Türk olduğunu, herkesin Türk olduğunu yayan özelliğiyle Kemalizmin ve
Kemalistleıin en büyük ittifakçılanndan biridir. Münib Bey OsmanlI Meclis-i
Mebusanı'nda, Üçüncü ve Dördüncü Dönemlerde de mebusluk yapmıştır. 1946'ya
kadar sürekli olarak CHP Van mebusudur.
•
Diyarbakır
mebusu Zülfü Tigrel için de aynı şeyler söylenebilir. Zülfü Tigrel ikinci,
üçüncü ve dördüncü dönem Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda mebus olduğu gibi
TBMM'nin, 1., 2., 3., 4., 5. ve 6. Dönemlerinde de mebustur. Yani mebusluğu
ölüm tarihi olan 1940 yılma kadar sürmüştür. Değişmez ve Daimi Genel Başkan
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal'in ve Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet
İnönü'nün en yakın adamlarından biridir. 1940 yılma kadar sürekli olarak
Diyarbakır Mebusu tayin edilmiştir.
Siirt
Mebusu Şeyh Halil Hulki (Aydın), yine Kemalistlerin ittifak etmeye çalıştığı
çok köklü ber şeyh ailesine mensuptur, 1920 yılından ölüm tarihi olan 1940
yılma kadar sürekli olarak mebus tayin edilmiştir. Kemalist şeyh, Halil Hulki,
Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın dördüncü döneminde de üyedir. 1923-1940 yılları arasında
sürekli olarak Urfa mebusluğuna tayin edilen, Refet Ülgen için de aynı şeyleri
söyleyebiriz.
Kemalizmin
ve Kemalistlerin “Doğu’dakl en önemli mutemet adamlarından birisi, şüphesiz
ki, Mahmut (Soydan)dır. Köklü bir aşiret ailesinden gelen bu kişi, Türkçülügün,
Kemallzmin en önemli savunucularından biridir. Hakimiyet Milliye gazetesinin
savunuculanndan biridir. Hakimiye Milliye Gazetesinin, Falih Rıfkı (Atay),
Mahmut Esat (Bozkurt) Yakub Kadri Karaosmanoğlu gibi Başyazarları arasındadır.
Aynca Milliyet gazetesinin de sahibidir. Aynca, CHP’nln İş Bankası'ndakl
hisselerinin temsllcilerlndendlr. ölümü olan 1936 yılına kadar Siirt mebusu
tayin edilmiştir Objektif olarak Kürt olup da başka illerin mebusluğuna
tayin edilenler de vardır. Ali Sahip (Ursavaş) 1920'den ölüm tarihi olan 1940
yılma kadar Urfa ve Adana mebusluklarına tayin edilmiştir. Ali Salb Kürtlüğünü
reddetmesi, Türkçülük propagandası yapması karşılığında. Şeyh Salt ve arkadaşlarım,
Kürt yurtseverlerini yargılayan ve İdam eden İstiklâl Mahkemesl'nln azalığma,
bir arada başkanlığına kadar yükselmiştir. Yargılamalar sırasında 60.000 altm
rüşvet aldığını. bizzat Kemalist Şeyh İbrahim Arvas anlatmaktadır, (s. 38)
Sürekli
olarak mebusluğa atananlardan biri de Süreyya özgeevren'dlr. 1923-1950 yılları arasında
sürekli olarak mebustur. Mebusluğu sırasında yaptığı en önemli eylem, Şark
İstiklâl Mahkemelerinde Savcılık yapmasıdır. Kürt yurtseverlerini. Şeyh Sait
ve arkadaşlarını yargılayan ve idam eden mahkemenin savcısıdır. Kemalist Şeyh
İbrahim Arvas, hatıratında bu kişi hakkında şunları söylemektedir:
“...
Ne kadar baba oğul mahkûmlar varsa, evvela babasının gözü önünde, oğlunu
astırır, sonra babayı asardı. Bu hususta babanın feryadı figanları zerre kadar
kalbine tesir etmezdi.” (s. 38)
Yine
Şeyh İbrahim Arvas’ın anlattığına göre, bu Kemalist savcı Şark İstiklâl
Mahkemeleri sırasında, çok büyük miktarlarda rüşvet almış, bu rüşvetleri ile,
Büyükada'da, “merhum bir müşirin fevkalade ziyneti! muhteşem köşkünü” satın
almıştı, (s. 38)
Kemalist
Şeyh İbrahim Arvas, hatıralarının bu kısırımdan sonra şöyle demektedir:
”...
Önsözde söylediğim gibi bendeniz vicdanımı hiç kimse için yakmadım. Ve yakamam.
Binaenaleyh hatıratta ismi geçen bu zatın kendisinin yahut akraba(arının, nahoş
efal ve işlerini yazdığımdan dolayı müteessir olurlar ise mahkeme kapıları
açıktır. Bunun için asla endişe duymam. İspat edemediğim şeyleri, ne söyler ne
yazarım. Bu hatıratta ismi geçen zevatın, gerekse hatıratın hasabını vermeğe
her zaman amadeyim. Esasen kıtal ve usanç vermesin diye, uzun ve tafsilatlı
yazmadım. Kısa kestim. Söylediğim hadisat ile vukuatın katfesinin esbabı
mucibesi elimde mevcuttur. Hiçbir şahıs veya zümreye karşı garezim yoktur. Ancak
gizli kalmış hadiseleri, tarih sahnelerine geçirmek için hatıratımı yazmaya
karar verdim. Ve sağlığımda bu hatıratımı neşretmek en büyük emelimdir. Cenabı
Hak muvaffakiyet ihsan etti. Kendisine ilim kadar hamdü sena olsun.
Merhum ağabeyim Abdullah Bey ve amcazadem
Van Müftüsü Şeyh Masum Efendi, Erzurum Kongresi zamanında Rumeli Anadolu
Müdafaai Hukuk Cemiyetine girmiş. Ve Van Vilayeti Heyeti temsiliye azasında
bulunmuşlardır. Böyle olduğu halde, Masum Efendi ile dört kardeşi ve iki oğlu
ve ağabeyim Abdullah Bey Van'dan sürülen ilk kafilenin içinde idiler. Şeyh Sait
İsyanına lüzumundan fazla ehemmiyet vermekteki mana, dünkü ordu ve kolordu
kumandanlarının, kumandanlıklarını bırakarak mebus olmalarında aramalıdır.”
(S. 38-39) *
Görüldüğü
üzere, Şeyh İbrahim Arvas, Hatıratının doğruluğu üzerinde “yemln-billah”
etmektedir. Bu durumdan İki önemli sonuç çıkar: Bu sonuçlardan biri,
Kürtlüğünü, kendi onurunu ve kişiliğini, ulusunun onurunu ve kişiliğini,
reddettiği, inkâr ettiği, “Türküm, mutluyum" dediği halde, bunu bir yalan
olarak kabul etmemesidir. Bu, Kemalist ideolojinin ve Kemalistlerin dini
ilişkiler ve şeyhler üzerinde ne kadar büyük bir etkinlik kurduklarım gösterir.
Şeyhlerin de belirli çıkarlar karşılığında bu ideoloji ile ne kadar rahat bir
şekilde bütünleştiklerini gösterir. İbrahim Arvas'ın, öteki şeyhlerin bu
tavırlarından bugünkü Kürt din adamları, Kürt ulusu gerekli dersi çıkarmalıdır.
İkinci olarak İbrahim Arvas'ın hatıraları, başka yazılanlarla, anlatılanlarla
doğrulandığı sürece kaynak olarak kullanılabilir.
Bütün
bu olaylar, anlatılanlar, örnekler şu hususu açıkça göstermektedir: CHP Şefi,
Kemalist Şef, Kürt düşmanlarını, kendinin ve ulusunun kişiliğini ve onurunu
reddedenleri, kendi ulusuna ihanet edenleri yani şeyhleri, aşiret reislerini ve
toprak sahiplerini, her zaman mebus olarak tayin etmektedirler. Bunlarla sıkı
fıkı ittifak kurmaktadırlar. Bunların geleneksel ilişkilerini ve mahalli
imtiyazlarının sürmesini teşvik etmektedirler.
Şimdi
sormak gerekir. Bu tür şeyhler Kürt ulusuna mı, yoksa merkezi otoriteye mi daha
çok yakındır? Şüphesiz İkincisine. Fakat bu tür propagandalar, günümüzde de sürmektedir.
Günümüzde artık, Kemalist şeyhler gibi, “Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil
yoktur, herkes Türktür. Türküz, mutluyuz” demiyorlar. “Türk olmak. Kürt olmak,
Arap olmak, Fars olmak, önemli değildir, önemli olan insan olmaktır,
faziletli olmaktır, Müslüman olmaktır..." diyorlar. Ve bu propagandayı
yapan şeyhler, devlet tarafından büyük bir teşvik görüyorlar. Sadece hükümet
değil, devlet tarafından da destekleniyorlar. Bunlar Türk istihbaratının
Kürdistan'daki vazgeçilmez elemanlarıdır. Bu tür şeyhler bugün özellikle Milli
Selamet Partisi saflarında örgütleniyorlar. Böylece Kürt ulusu üzerindeki Türk
sömürgeciliğinin çok önemli bir halkası oluyorlar. Bu tür propagandaların
nedeni, Kürt ulusal özelliğini İslam enternasyonalizmi içinde eritip yok etmek.
Fakat burada yok edilmek istenen sadece Kürt ulusal özellikleridir. Araplık,
Türklük. Farslık yine sürmektedir. Burada şeyhler, Kürt ulusuna karşı egemen
ulusların baskı ve terörünün sürmesinde bir halka görevini yürütmektedirler.
Kürt ulusu bu tür ilişkileri daha yakından izlemeli ve bu ilişkilere karşı
duyarlı olmak durumundadır.
Son
husus üzerinde, yani şeyhlerin ve şeyhlik kurumunun Milli Selamet Partisi ile
ilişkileri konusunda bir parça daha durmakta yarar vardır. Bu husus MSP'nin
Kürdistan'dakl işlevleri ile ilgilidir.
Bilindiği
gibi Türkiye'nin genelinde. MSP'nin başlıca iki görünümü vardır. Birincisi,
mevcut sosyoekonomik ve politik düzen içinde ezilen, fakat kurtuluşun
sosyalizmde olduğunu kavrayamayan geniş halk yığınlarının değişim taleplerine
dini, ve ahlaki açıklamalar yoluyla cevap vermeye çalışmasıdır. Din. ahlak,
maneviyat, kardeşlik, mûslûmanlık gibi kavramların sık sık kullanılması bu konu
ile ilgilidir. İkincisi ise aslında birincisi ile özünde çelişen, ağır sanayinin
kurulması ve geliştirilmesi ile ilgili beyan, davranış ve faaliyetlerdir.
(Ağır sanayinin hızla gelişmesi, sosyal sınıf ve tabakaların giderek
ayrışmasına, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin yüzyüze olmaktan kurtularak
gittikçe anonimleşmesine ve bütün bunların İse geleneksel topluma ilişkin, ahlak,
maneviyat, kardeşlik gibi değerlerin toplumu yönlendirmekte yetersiz
kalacakları şüphesizdir.)
MSP'nln
Kürdlstan'daki görüntüsü ise oldukça farklıdır. Partinin Kürdlstan'daki
teşkilatı geniş ölçüde şeyhlik kurumuna ve şeyhlere dayanmaktadır. Partinin
propagandası bu kurum ve kişiler aracılığı ile yürütülmektedir. Gerek 1973,
gerek 1975 ve gerekse 1977 Genel ve Kısmi Senato seçimlerinde ve özellikle
1977 seçimlerinde, olguların sistematik izlemi ve gözlemi sonucunda ortaya
çıkan durumun açıklanmasında yarar vardır. Şeyhler, özellikle Kürt ulus
hareketinin gelişimini engellemeye, bu akımı parçalamaya, bu akımın Kürt halk
yığınları ile bütünleşmesine engel olmaya çalışmaktadırlar. Kürt ulus
hareketinin gelişimi ve günden güne boyutlanması karşısında yürütülen propaganda
genel olarak şöyledir: “önemli olan insanlıktır. Müslümanlıktır. Kardeşliktir.
Türk olmak, Kürt olmak, Arap olmak önemli değildir. Önemli olan mukaddesattır.
Din kardeşliğidir. Kavimcilik, (milliyetçilik, ulusçuluk) davası gütmek
İslamiyete aykırıdır. Bu davayı güden kişiler kafir olur. Komünist olur.
Müslümanlığı savununuz. Kafir olmayınız." Görüldüğü gibi, şeyhlerin,
hocaların, hacıların bu tür propagandalarında yoğun bir ümmetçilik anlayışı
egemendir. Temel amaç günden güne gelişen ve güçlenen Kürt ulusal hareketini
İslam enternasyonalizmi içinde eritip parçalamaktır. Yok etmektir. Fakat bu
"ümmetçi" anlayış aslında, yine Türk ırkçılığından kaynaklanmakta ve
onu savunmaktadır. Nitekim, bu tür propagandaların sonunda, “Bu vatan üstünde,
bu devlet içinde yaşayan herkes eşittir, kardeştir, Türktür, elhamdülillah
hepimiz Türküz..." denmektedir. Arkasından. bu amaçlan, ancak MSP’nln
gerçekleştireceği, MSP’nin çatısı altında toplanmak gerektiği söylenmektedir.
Kürdistan'da
şeyhler, hacılar, hocalar tarafından yapılan bu propagandaların İslamlyete
aykırı olduğu büyük bir gerçektir. Zira İslamiyet hiçbir zaman milliyeti
reddetmemiştir. Çoğçlaş Müslüman toplumlanna baktığımız zaman, hepsinin de
milliyeti ön planda tuttukları, savundukları görülmektedir. örneğin. Arap
Sosyalist Baas Partisi, Arap Sosyalist Partisi, Libya Arap Halk Sosyalist
Cumhuriyeti, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi, Yemen Arap Cumhuriyeti.
Suriye Arap Cumhuriyeti. Birleşik Arap Emirlikleri, Haşlml Ürdün Krallığı,
Suudi Arabistan Krallığı, Arap Birliği Teşkilatı. Arap Zirve Konferansı. Arap
Birliği Dışişleri Bakanları vs. Bu örneklerde görüldüğü gibi, hepsi de İslam
olan, Müslüman olan, bu örgütler veya devletler, Arap olduklarım, Arap
ulusunun hak ve çıkarlarım savunmayı hiç ihmal etmemişlerdir. Nitekim,
Kürdistan'da, Kürt ulusal varlığının yok edilmesi, parçalanması için
propaganda yapan, MSP ve sözcüleri şeyhler, hacılar ve hocalar, Türk ulusal
varlığının yüceltilmesi, geliştirilmesi İçin her türlü tedbiri almakta ve
yürürlüğe koymaktadırlar. Örneğin MSP'nin programının 42. maddesi Dış
Türklerin haklarının korunması ile ilgilidir. Bu madde şöyledir:
“Dış
Türklerin haklarının korunması için milletlerarası kurul ve çevrelerde aktif
politika tatbik etmek kararındayız."
Kürtlere,
milliyetin önemli olmadığını, önemli olanın, ahlak, maneviyat ve ümmetçilik
olduğunu telkin eden MSP, Türk milletinin hakkı ve hukuku söz konusu olduğu
zaman son derece hassas olmaktadır. Partl'nin Genel Başkanı Necmeddin
Erbakan'ın çeşitli konuşmalarında bu hususu tespit etmek mümkündür. (Necmeddln
Erbakan, Milli Görüş, Dergâh Yayınlan, İstanbul 1975, s. 38, 48, 56,
182, 234, 241, 260.261.276,352,354)
MSP
1977 Genel ve Kısmi Senato Seçimleri nde Dış Tûrkler konusunda yoğun bir
propaganda yürütmüştür. Bu, Milliyetçi Hareket Partisinin veya Cumhuriyet Halk
Partisl’nln propagandalarından hiç de aşağı değildir. 25 Mayıs 1977 tarhinde,
radyoda, partisi adına yaptığı seçim konuşmasında, Genel Sekreter Oğuzhan
Asiltürk şöyle konuşmaktadır:
"...
Yunanlıların, Batı Trakya'daki Müslüman Türk kardeşlerimize beynelmilel
anlaşmalara aykırı olarak,, planlı bir imha ve zulüm tatbikatına seyirci
kalmayacağız.”
“Kıbrıs
Türk devletinin bağımsızlığını ilan edeceğiz.
Diğer
ülkelerdeki Müslüman Türk kardeşlerimize yapılan insanlık dışı muameleleri
önlemeye gelişmelerine mani olacak davranışların önüne geçmeye çalışacağız.”
Yine
bu konuşmada. MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltûrk'ten sonra konuşan. İstanbul
Milletvekili Adayı, Batı Trakya Demeği Genel Başkanı Hikmet Yurdagül şunları söylemektedir:
"... Meselelerimizin halli için,
insanlık alemi için utanç verici, bizleri kahredici baskıların kalkması için
düşmanın zulmü altında kaderleri ile baş başa kalmış, kalpleri Türkiye ve
Türklük aşkıyla çarpan, çilekeş yakınlarımızın feryatlarını Türk ve dünya
halkına duyurmak için bizlere ilk defa Milli Selamet Partisi fırsat vermiştir.
Türk siyasi hayatında meselelerimize sahip çıkan bizlere değer veren Milli
Selamet Partisi'nin İstanbul listesinden kontenjan adayı olan içinizden biri
olarak meselelerimizin takip ve halli için sizlere hitap ediyor ve diyorum ki: .
Batı
Tarakya'da, Bulgaristan'da, Yugoslavya'da, Çin'de, Rusya'da bütün insanlık
hakları alınmış, dilleri, dinleri, isimleri değiştirilen, sesleri ve nefesleri
kesilen, uydurma yasak bölgelerde esaret hayatı yaşayan... her türlü maddi ve
manevi, iktisadi, kültürel, ticari baskı altında çile dolduran, kaderlerindeki
ömür törpüsü ile eritilip yok edilmek istenen talihsiz ve sahipsiz insanların
Türkiye'deki evlatları... Yıllar sonra da olsa selamete erişmek için
reylerimizi topluca Milli Selamet Partisi'nde birleştirelim. Dağılmayalım.”
(1977 Genel Seçimi Radyo Konuşmaları, Milli Selamet Partisi, Basın Yayın
Genel Müdürlüğü Yayını, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1977, s. 13-15)
Milli
Selamet Partisinin görüşlerine yakın yayın organlanndan biri olan Yeniden
Milli Mücadele dergisinde. Esir Türkler Haftası dolayısıyla birçok yazı
yayınlanmış açık oturum düzenlenmiştir. “Türkiye Esir Türkler davasına sahip
çıkmalıdır" denmiştir. (Sayı 390, 19-26 Temmuz 1977)
Bu
örnekler Milli Selamet Partisi'nin milleti, milliyeti hiç inkâr etmediğini,
milli benliğin gelişmesi için her türlü gayret ve faaliyet içinde olduğunu
göstermektedir. O halde bu çelişik durumu çözmek gerekir. Kürt ulus sorunu söz
konusu olduğu zaman, milliyetin hiç önemli olmadığını, sadece Müslümanlığı
savunmanın yeteceğini ısrarla propagan etmeye çalışan MSP ve Kürdlstan'daki
sözcüleri, Türk ulusunun, Arap ulusunun hakları konusunda, Filipinlerdeki Müslümanların
ulusal hakları konusunda neden bu kadar hassastır?
Trakya'daki
Türklerin Türk toplumu olma hakları konsunda son derece hassas olan MSP, napalm
bombaları altında. Mlg uçaklarının bombardımanı altında, sömürgeci Baas
vahşetinden kaçarak, sınıra kadar gelen Kürt kadınlannın, çocuklarının,
ihtiyarlannın iltica edebilmeleri için neden çalışmamıştır? Onları ırkçı ve
sömürgeci Baas diktatörlüğüne teslim etmiştir? Dış Türklerin, Kıbrıs
Türklerinin, hakkı ve hukuku konusunda yoğun bir propaganda yapan MSP, bütün
ulusal hakları gasp edilmiş, uluslararası sömürge durumunda olan Kürt ulusunun
ulusal haklarını neden görmemezlikten gelmektedir? Dünyadaki bütün Türklerin,
Arapların, Türk toplumu olma. Arap toplumu olma haklarını savunurken, bunlar
için mücadele gereğini sık sık belirtirken, neden Kürt ulusunun ulusal
varlığını yok etmeye, onu köleleştirmeye, Türk ulusal benliği içinde eritmeye
çalışmaktadır? Köleleştirme ve yok etme konusunda İslamiyet! bile çarpıtarak
yoğun bir propaganda sürdürmektedir? Esir Milletler Haftası'nı. Esir Türkler
Haftası diye düzenleyen MSP sözcüleri, uluslararası sömürge durumundaki
Kürdistan'da yaşayan Kürt ulusunun, son derece ağır baskılar karşısında kalan
esir bir ulus olduğunu, neden gözlerden uzak tutuyor? Hem de bir değil, birkaç
devlet tarafından, müşterek politik, ideolojik ve askeri eylemlerle esir
edilmiş bir ulus?
Bu
durumlar. MSP'nin tam anlamıyla resmi İdeolojinin içinde bir kuruluş olduğunu
göstermektedir. Bu bakımdan devletin ve istihbarat kurumlannın vazgeçilmez bir
partisidir. Çünkü Kürt ulus hareketinin gelişmesini böylesine yollarla
engellemek, devletin ve Mili istihbarat Teşkilatının işlerini büyük ölçüde
kolaylaştırmaktadır. Yine bu durumu dolayısıyla, MSP’nin Kürdistan’dakl
gelişimi, devlet tarafından. devletin güvenlik örgütleri tarafından özellikle
teşvik edilmektedir. Çünkü Kürt ulusunu tam anlamıyla köleleştirmenin,
Kürdistan’dakl uluslararası sömürge statüsünü, pürüzsüz sürdürmenin, Kürt
ulusunu, egemen Türk ulusu içinde eritip yok etmenin en geçerli yollarından
biridir. Böyle bir köleleştirme ve yok etme eyleminin objektif bakımından
“Kürt" olan ve Kürt toplumu üzerinde Şeyh sıfatı ile büyük etkinlikleri
bulunan kişi ve kurumlar tarafından yürütülmesi devlet ve İstihbarat örgütleri
İçin bulunmaz bir nimettir.
1977
Seçim sonuçlan MSP’nin bu durumunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
1973 ve 1977 Milletvekili Seçlmlerl'nde, MSP’nin aldığı oy oranı, kazandığı
milletvekili sayısı ve oy oranındaki değişmeler aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir:
|
1973 |
1977 |
|
||||||||
Oy
Oranı % |
Kazandığı
Milletvekili Sayısı |
Oy
Oranı % |
Kazandığı
Oy Oranındaki |
|
|||||||
Milletvekili
Sayısı |
Değişmeler
% |
|
|||||||||
Adana |
8.2 |
1 |
6.3 |
1 |
'
-1-9 |
|
|||||
Adıyaman |
22.1 |
1 |
21.0 |
1 |
-1.1 |
|
|||||
Afyonkarahisar |
16.4 |
1 |
8.1 |
|
-8.3 |
|
|||||
Ağrı |
14.8 |
1 |
6.4 |
— |
-8.4 |
|
|||||
Amasya |
17.8 |
1 |
7.3 |
— |
-10.5 |
|
|||||
Ankara |
9.3 |
2 |
6.0 |
1 |
-3.3 |
|
|||||
Antalya |
5.6 |
|
3.1 |
— |
-2.5 |
|
|||||
Artvin |
7.9 |
|
7.7 |
|
-2.2 |
|
|||||
Aydın |
3.0 |
— |
2.7 |
— |
-0.3 |
|
|||||
Balıkesir |
8.6 |
1 |
4.7 |
|
-3.9 |
|
|||||
Bilecik |
14.4 |
< |
6.4 |
|
-8.0 |
|
|||||
Bingöl |
25.5 |
1 |
25.4
. |
|
-0.1 |
|
|||||
Bitlis |
11.3 |
— |
27.3 |
1 |
+16.0 |
|
|||||
Bolu |
17.3 |
1 |
9.5 |
— |
-7.9 |
|
|||||
Burdur |
9.3 |
|
6.8 |
|
-2.5 |
|
|||||
|
|
|
|
|
|
||||||
|
|
|
|
|
|
||||||
|
|
|
|
|
|
||||||
Bursa |
9.4 |
1 |
5.4 |
|
-4.0 |
||||||
Çanakkale |
5.5 |
|
2.2 |
— |
-3.2 |
||||||
Çankırı |
16.3 |
|
10.7 |
|
ı
-5.6 |
||||||
Çorum |
21.7 |
2 |
8.8 |
— |
-12.9 |
||||||
Denizli |
5.3 |
— |
3.2 |
|
-2.1 |
||||||
Diyarbakır |
18.5 |
1 |
17.9 |
.
1 |
. -0.6 |
||||||
Edirne |
2.2 |
— |
2.1 |
—— |
-0.1 |
||||||
Elazığ |
27.8 |
2 |
14.1 |
— |
-13.7 |
||||||
Erzincan |
16.1 |
|
5.9 |
—— |
-10.2 |
||||||
Erzurum |
29.5 |
3 |
15.5 |
1 ' |
-14.0 |
||||||
Eskişehir |
9.2 |
— |
4.2 |
|
-5.0 |
||||||
Gaziantep |
11.6 |
1 |
8.2 |
— |
-3.4 |
||||||
Giresun |
8.7 |
— |
8.7 |
— |
0.0 |
||||||
Gümüşhane |
24.9 |
1 |
14.8 |
— |
-10.1 |
||||||
Hakkari |
2.1 |
|
18.5 |
— |
+16.4 |
||||||
Hatay |
6.4 |
— |
5.1 |
|
-1.3 |
||||||
İsparta |
7.1 |
— |
3.8 |
— |
-3.3 |
||||||
İçel |
2.8 |
— |
2.6 |
|
-0.2 |
||||||
İstanbul |
8.4 |
3 |
6.6 |
3 |
-1.8 |
||||||
İzmir |
4.2 |
— |
1.7 |
— |
-2.5 |
||||||
Kars |
7.7 |
1 |
10.2 |
1 |
+2.5 |
||||||
Kastamonu |
6.0 |
— |
4.6 |
|
-1.4 |
||||||
Kayseri |
16.5 |
1 |
9.0 |
— |
-7.5 |
||||||
Kırklareli |
2.6 |
.
t |
1.4 |
— |
-1.2 |
||||||
Kırşehir |
18.3 |
— |
11.9 |
— |
-6.4 |
||||||
Kocaeli
* |
18.1 |
1 |
10.6 |
— |
-7.5 |
||||||
Konya |
16.5 |
3 |
19.7 |
3 |
+3.2 |
||||||
Kütahya |
14.3 |
— |
7.0 |
|.
|
-7.3 |
||||||
Malatya |
19.9 |
1 |
20.4
- |
1 |
+0.5 |
||||||
Manisa |
9.3 |
1 |
5.1 |
— |
-4.2 |
||||||
K.Maraş |
26.7 |
2 |
16.4 |
1 |
-10.3 |
||||||
Mardin |
12.1 |
1 |
23.3 |
2 |
+11.2 |
||||||
Muğla |
3.6 |
— |
2.2 |
— |
-1.6 |
||||||
Muş |
14.7 |
1 |
18.0 |
1 |
+3.3 |
||||||
|
|
|
|
|
|
Nevşehir |
18.4 |
1 |
9.9 |
— |
-8.5 |
Niğde |
11.4 |
— |
9.3 |
— . |
-2.1 |
Ordu |
7.3 |
—— |
7.9 |
|
+0.6 |
Rize |
21.9 |
1 |
12.3 |
|
-9.6 |
Sakarya |
18.2 |
1 |
10.6 |
— |
-7.6 |
Samsun |
13.4 |
1 |
6.1 |
|
-7.3 |
Siirt |
9.5 |
|
22.0 |
1 |
+12.5 |
Sinop |
7.7 |
■ “ |
7.5 |
— |
-0.2 |
Sivas |
25.7 |
3 |
14.3 |
1 |
-11.4 |
Tekirdağ |
3.3 |
—. |
2.5 |
— |
-0.8 |
Tokat |
18.2 |
1 |
10.4 |
|
-7.8 |
Trabzon |
15.1 |
1 |
10.0 |
1 |
-5.1 |
Tunceli |
2.6 |
— |
1.0 |
|
-1.6 |
Urfa |
17.6 |
1 |
19.7 |
1 |
+2.1 |
Uşak |
6.7 |
|
5.8 |
““ |
-0.9 |
Van |
7.0 |
|
20.5 |
1 |
+13.5 |
Yozgat |
21.5 |
1 |
12.9 |
1 |
-8.6 |
Zonguldak |
8.2 |
’ 1 |
4.8 |
— |
-3.4 |
Türkiye |
11.8 |
48 |
8.5 |
24 |
-3.3 |
Bu
çizelgeden açıkça görüldüğü gibi, MSP 1977 seçimlerinde Türkiye'nin genelinde
büyük bir oy kaybına uğramıştır. Bu % 3.3'lük bir kayıptır. Bu oran
milletvekili sayısına da yansımış ve partinin milletvekili sayısı yan yanya düşmüştür.
Türkiye'nin genelinde büyük bir oy kaybına uğramasına rağmen Doğu'da durum hiç
böyle değildir. MSP'nin oyları Kürdistan'da büyük bir artış göstermiştir,
özellikle Sünni Kültlerin yaşadıkları bölgelerde bu artışı rahat bir şekilde
İzlemek mümkündür. Artış, Bitlis'te % 16. Hakkâri'de % 16.4, Mardin’de % 11.2,
Siirt'te %12,5, Van'da % 13.5,
Kaynak:
Milletvekili ve Cumhuriyet Senatosu Üyeleri Seçimi Sonuçları, Devlet İstatistik
Enstitüsü, Yayın No. 698, Ankara 1974, s. 6-25, 1977 Seçimleri için bk. Yüksek
Seçim Kurulu'ndan alınan rakamlar, Resmi Gazete, 19 Haziran 1977, Sayı No.
15971, oranındadır. Kars, Muş, Urfa, Malatya gibi illerde de % 3'e varan
artışlar vardır. Adıyaman, Diyarbakır, Bingöl'de ise MSP genel olarak,
1973'teki oy oranını korumuştur. Buralarda, % 0.1 ile % 1 arasında değişen bir
azalma vardır. Ağn ve Elazığ'da görülen düşmeler ise yukarıda ifade etmeye çalıştığımız
görüşlere ters düşen bir durum değildir. Zira bu bölgelerde şeyhler, yine
yukarıda sözünü ettiğimiz propagandaları yapmakla beraber başka partilerin
bünyesinde yer almışlardır. Örneğin Elazığ'da köklü bir şeyh ailesine dayalı
olan Şeyh Mehmet Tahir MHP, Ali Rıza Septlkağaoğlu da bağımsız olarak
seçimlere katılmıştır. Burada, şu konuyu da hemen belirtelim kİ, bu tür
propagandalar sadece MSP veya sözcüleri tarafından yapılmıyor. Veya bu şeyhler
sadece MSP’de kümelenmiyor, örgütlenmiyor. Kürdistan'da çeşitli yer ve zaman
koşullarına göre, MHP, AP, CHP gibi partilerde de yer alabiliyorlar. Veya
seçimleri “Bağımsız" olarak yürütüyorlar.
Ağrı,
Elazığ, Muş, Tunceli gibi bazı Doğu illerinde, muhalefetteki CHP'nin oy
kaybetmesine rağmen, MSP’nin oy artışları sağlaması ayrıca dikkate değer bir
husustur. Kaldı ki. 1975 Milletvekili Ara ve Kısmi Senato Seçlmlerl'ne göre,
CHP, Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Tunceli illerinde oy kaybına uğramıştır.
CHP'nin 1977 seçimlerinde, 1973 seçimlerine nazaran. Türkiye genelinde, %
8.1'lik artış sağladığı, MSP’nin İse aynı dönemde ve aynı koşullarda % 3.3 oranında
oy kaybettiği düşünülürse, MSP’nin, Kürdistan’dakl oy artışı İyice anlandı bir
hale gelmektedir.
Görüldüğü
gibi Ebedi Şef ve Milli Şef dönemlerinde tayin yolu ile TBMM'ne getirilen
şeyhler çok partili düzen içinde genel oy mekanizmaları sonunda aynı sonucu
oluşturmaktadırlar. O zaman şeyhler bizzat kendileri meclise gelirlerdi. Şimdi
ise bizzat kendileri gelebilecekleri gibi, toprak sahibi, ticaret erbabı,
bürokrasinin çeşitli kademelerinde görev almış kişiler içinde
çalışabilmektedirler. Bunun karşılığında çeşitli zaman ve yer koşullarına göre
devletin gizli örgütlerinden, partilerden veya çeşitli kişi ve kuruluşlardan
maddi ve manevi karşılık da görmektedirler. Zaten bu tür şeyhlerin çoğu İmamlık
yapsınlar veya yapmasınlar, İmam kadrosundan maaş almaktadırlar. Çoğu petrol
satış istasyonu, traktör satış istasyonu gibi bayiliklere sahiptir. Petrol
satış bayiliği, traktör, biçerdöver satış bayiliği veya Batı'da üretilen çeşitli
malların Kürdlstan'daki bayilikleri genel olarak bunlara verilir. Yine pek çoğu
geniş topraklara sahip olup motorize tanm yapmaktadırlar. Hazine arazilerini ve
çevrelerindeki arazileri çeşitli yollarla, kendi kontrolları altına alarak topraklarını
genişletmektedirler. Tek Parti döneminde, “Ebedi Şef ve “Milli Şef objektif
bakımdan Kürt olan bu şeyhlerin, ulusal benliklerini ve kişiliklerini
reddetmeleri, köleleşmeleri. ajanlaşmalan, yani sübjektif bakımdan
Türkleşmeleri, Türkçülük propagandası yapmaları karşılığında, onların
çevrelerinde yürüttükleri geleneksel imtiyazlarını tanıyor ve tfeşvik ediyordu.
Fakat bu geleneksel imtiyazlar, genel olarak feodal ilişkiler çerçevesinde
geliştiriliyordu. Bugün ise artık, bu ilişkilerin kapitalistleştirilmesi için
önemli gayret sarf edilmektedir. Şeyhlerin toprak sahibi olmaları, motorize tanm
yapmalan, çeşitli devlet olanaklarından yararlanarak topraklarını günden güne
genişletmeleri, petrol satış istasyonu, traktör satış istasyonu gibi çeşitli
bayiliklere sahip olmalan, bankalar gibi kredi kuramlarını geniş ölçüde kontrol
etmeleri bu süreç içinde gelişmektedir. İmamlık veya müezzinlik yapsınlar veya
yapmasınlar, devlet kadrolanndan maaşa bağlanmaları böyle oluşmaktadır.
Yine
bu gelişim içinde, Kürdistan'da mellaların, yani medreseden yetişmiş din
hocalarının devrimci ve ulusçu niteliklerini bildiği için, hükümet, imam
olarak, bunları değil, imam hatip okulu mezunlannı kadroya almakta veya yerine
ve zamanına göre mellaları imam kadrolarına bağlayarak, onları devlet memura
haline getirmektedir. Böylelikle ulusal muhalefeti kırmaya çalışmaktadır. Zira
şeyhlerin, Kürt ulusunu köleleştirici, Kürt ulusal benliğini yok edici,
parçalayıcı propagandaları karşısında mellalar, ulusal nitellİderini savunmaktadır.
Kürt halk yığınlarına, milliyetin savunulmasının İslamiyete aykın olmadığını
anlatmaktadırlar. Şeyhlerin bazı sömürgeci çevrelerin çıkarlarının savunuculuğunu
yaptıklarını söylemektedirler. İşte, mellalardan gelen bu ulusal muhalefeti
kırmanın bir. gereği olarak, hükümet onları imam kadrolarına bağlamaya ve
memurlaştırmaya çalışmaktadır. Memurlaşan bir kişinin İse yani sömürgeci
devletin bir memuru haline gelen bir kişinin ise onunla arasındaki mevcut
sürtüşmeleri ve çelişmeleri gözden uzak tutacağı, onunla mümkün olduğu kadar
iyi geçinme yollarım arayacağı şüphesizdir. Aksi halde memuriyetinden olur.
Şeyhlerin
Kürt düşmanı olan ve Kürt ulusunu köleleştirmeyi amaçlayan propagandaları
karşısında Kürdistan'ın çeşitli kesimlerinde tepkiler de oluşmaktadır. 1977
Seçimleri bu oluşumu da açıkça ortaya koymuştur. Bu tepkilere karşı şeyhlerin
propagandaları ise tehditten başka bir şey değildir. Genel olarak şu söylenmektedir.
“Kürtler birlik olmamalıdır. Birlik olurlarsa herkesi asarlar, keserler.
Kürtler sürüdür. Kürtler adam olmaz. Kendilerini İdare edemez. Allah'a çok
şükür idare edenleri var. Kürtler birbirini yemelidir. Dirlik düzenlik o zaman
olur. Kürtler hiçbir şey yapamaz. Kürtçülük yapanlar komünistlerdir. Dinsiz
kişilerdir. Din yolundan ayrılmayalım. Devlete karşı gelmek dinsizliktir,
komünistliktir. Kürtçülük Rus oyunudur, vs." Bu propagandalar sırasında
Alpaslan Türkeş ve Milliyetçi Hareket Partisi de övülmekte ve Kürt halk’
yığınlarına benimsetilmeye çalışılmaktadır. Şeyhler, kendilerini Kürt kabul
etmedikleri, Türk veya Arap kabul ettikleri için, Kürtleri, kendilerinin
mensubu bulunmadığı bir millet olarak sunmaya çalışmaktadırlar.
Gerek
MSP’nin gerek öteki partilerin Kürdistan’dakl durumu üzerinde dikkatle
durulmalıdır. Bu, laik bilinen, şeyhliğe, şeriata karşı bilinen, ordu
birliklerinin, bürokrasinin sivil ve asker kesimlerinin, şeyhlik kurumunun
nasıl doğal koruyucuları ve teşvikçileri olduklarım ortaya koymaktadır. Şeyhlik
kurumu ile şeyhlerle, bürokrasinin sivil ve asker kesimleri arasındaki bu
ilişki nesnel bir ilişkidir. Çünkü, sivil ve asker bürokrasinin en hassas
oldukları konu Kürt ulus olgusudur. Bu kesimler, “İcap ederse komünizmi de getirebilirler"
ama, Kürt ulusal hareketine kati surette müsamahaları yoktur. Kürt ulusunun
kölelikten kurtulması, insanca yaşaması, kendi kendini idare etmesi, Kürdistan’ın
uluslararası sömürge olmaktan kurtarılması bu kesimlerin yoğun tepkileriyle
karşılaşmaktadır. Bu bakımdan şeyhler köleleşip kendi kişiliklerini ve Kürt
ulusal varlığını reddettikçe sivil ve asker bürokrasinin en gözde unsurları olmaları
doğal bir sonuçtur.
Fakat
Kürt ulus olgusunun tartışılmasının geniş ölçüde bir kenara itildiği, sorunu
yok farzeden bir tutum izlendiği için, MSP'nin Kürdistan’daki işlevi, şeyhlik
kurumu ve şeyhlere sivil asker bürokrasi ve Kemalistler arasındaki ilişkilerin
gelişimi daima göz ardı edilmiştir. 1977 seçimleri sonunda yapılan bazı
değerlendirmelerde. Kürdistan'da bağımsızlara verilen oyların niteliği
tartışılmadığı gibi MSP'nin oylarının niteliği de tartışılmamıştır. Aşağıda
gösterilen yayınların hiçbirinde MSP'nin oylarının bu niteliği hakkında bir
görüş getirilmemiştir:
MSP’nin
Kürdistan üzerindeki Türk sömürgeciliğinin vazgeçilmez partisi olması durumunu
ana hatlarıla açıklığa kavuşturduktan sonra, bu partinin temeli olan Milli
Nizam Partisi’nin 1971 Sıkıyönetim rejiminde neden kapatıldığı konusu üzerinde
de durulmalıdır. Bu konuda iki şey söylenebilir. Birincisi Milli Nizam
Partisi’nin kapatılmasının bir tarihsel yanılgı olmasıdır. Nitekim aynı
dönemde pek çok Kemalist de yargılanmış, hatta işkence görmüştür. Fakat
yargılayanlar, yargıladıklarının da aşağı yukan kendileri gibi düşündüklerini
görmüş, hepsinin beraatım, kendi ifadeleriyle “aklanmalarım" sağlamıştır.
Kemalistlerin kısa sürede sıkıyönetimin faşist mahkemeleri tarafından
aklanmaları tarihsel yanılgının düzeltildiği anlamına gelmektedir. İşte bu
dönemde Milli Nizam Partisi de kapatılmış olabilir. Fakat bu işlem Milli
Selamet Partisi’nin çok kısa bir sûre sonra kurulmasına engel olmamıştır.
Kaldı ki aynı dönemde kapatılan Türkiye İşçi Partisi'ne ve liderlerine karşı
sürdürülen zindana atma ve yargılama eylemlerinin hiçbiri. Milli Nizam Partisi'ne
ve liderlerine karşı sürdürülmemiştlr.
Bu
konuda söylenmesi gereken İkinci husus şudur: MSP'nin, şeyhliğin ve şeyhlerin
Kürt ulusal hareketini, bu hareketin Kürt halk yığınlarındaki parçalayıcı ve
yok edici etkisi, Kürt ulusunu köleleştirici etkisi, özellikle son zamanlarda
kavranmıştır. Kürt ulus hareketinin günden güne boyutlar kazanması, bu
partinin en önemli mücactele araçlarından biri olarak kullanılması gerektiğini
ortaya çıkarmıştır.
Bu
konuda bir hususu önemle belirtmekte yarar vardır. Bilindiği gibi, 1962
yılında, Amerikalı Prof. Frey, Milli Eğitim Bakanlığı Test ve Araştırma Bürosu
ile AİD Teşkilatının işbirliği sayesinde Türkiye çapında büyük bir araştırma
yürütmüştür. Bu araştırmanın anketleri bile Amerika Birleşik Devletleri'ne
götürülmüş ve orada değerlendirilmiştir. Gerek anketler, gerek sonuçlar,
Türkiye'de kamuoyundan gizli tutulmaya çalışılmıştır. Bu araştırmada. Doğu
Anadolu köylüsünün çok dindar olduğu sonucuna varılmıştır. {Bu araştırma
hakkında bk. Türk Kamuoyundan Gizlenen, Amerikalı Uzmanların Yürüttüğü Köy
Anketleri Sonuçlan, Devrim, Sayı 4, 11 Kasım 1969, s. 8; Türk Köyünde
Modernleşme Eğilimleri Araştırması, Rapor I, Devlet Planlama Teşkilatı,
Ankara 1970, s. 3) Gerek bu araştırmanın, gerekse banş gönüllülerinin
faaliyetleri sonunda. Amerikan emperyalizmi, Türk hükümetlerine, Kürt sorunu
ile mücadele edebilmenin en iyi yolu olarak dinci nitelikleriyle belirlenen bir
partinin kurulmasını ve geliştirilmesini, özellikle Kürdistan’da etkin hale
getirilmesini tavsiye etmiştir. İşte bu tarihlerden sonra, Kemalistlerle, yani
yüksek rütbeli sivil ve asker bürokratlarla şeyhlik kurumu ve şeyhler
arasındaki çelişmeler yok olmaya başlamıştır. (Banş gönüllülerinin
faaliyetleri için bk. Müslim özbalkan. Gizli Belgelerle Barış Gönüllüleri, Ant
Yayınlan, İstanbul 1970, 280 s.)
Burada,
kısaca, bir iki noktaya daha değinmekte yarar vardır. Kûrdlstan'da şeyhlerin
tamamen Kürt düşmanı oldukları, devletin gizli örgütleriyle iç içe oldukları
söylenemez. Ulusal niteliğini korumaya çalışanlar da olabilir. Fakat bu tür
kişilerin şeyh olarak etkileri günden güne azalmaktadır. öte yandan bunlar
maddi bakımdan da güçsüz, zayıf kişilerdir. Kendi kendilerine yeter
derecededirler. Şu söylenebilir. Şeyhler maddi bakımdan güçlendikçe, devletin
desteğini sağladıkça, motorize tarım yapıp, topraklarını genişlettikçe. petrol
satış bayiliği, traktör, biçerdöver satış bayiliği. tanker işletmeciliği gibi
yollarla ticareti ve krediyi kontrol ettikçe, Kürt halkı üzerinde, şeyh olarak
etkileri de çok artmaktadır. Çünkü devlet tarafından desteklenmektedirler.
Ulusal niteliğini korumaya çalışan şeyhlerin şeyh olarak etkinliklerinin
azalması ise normaldir. Devlet bunların, maddi bakımdan güçlenmelerini
engellemekte, bunlara karşı gizli açık mücadele yürütmekte, korkutmakta,
sindirmektedir. öte yandan şeyhler sadece seçim dönemlerinde değil, yer ve
zaman koşullarına göre her an Kürt düşmanı propagandalarım sürdürmektedirler.
Kürtlerin kurtuluşunu İstemenin, Kürt sorunu ile ilgilenmenin kafirlik, komünistlik,
vatan hainliği olduğunu her zaman söylemektedirler. Sadece MSP’de değil, AP, MHP, CHP gibi partilerde
veya bağımsız olarak da bu propagandayı yürütmektedirler. Çeşitli partilerde
yer alan bu şeyhler çoğu zaman akrabalık ilişkileriyle de birbirlerine
bağlıdırlar, örneğin Muş'ta, 1977 seçimlerinde MSP ve AP listelerinin birinci
sırasında yer alan şeyhler amca çocuklarıdır. Ve bunlar, Bitlis MSP Üstesinin
birinci sırasında yer alan kişi ile yine akrabadırlar. Bitlis'te birbirleriyle
kardeş olan iki şeyh ise milletvekili ve senatör olarak, “milli irade*
temsilciliğini paylaşmaktadırlar. Böylece Kürt halk yığınları, “milli irade*
yoluyla, Kürt düşmanlığım gelişterecek. sömürgeciliği güçlendirecek ve
Kürdistan’ın uluslararası sömürge statüsünü sürdürecek şekilde, kontrol edilmeye
çalışılmaktadır.
Açıkça
anlaşıldığı üzere, Kemalist İdeoloji şeyhleri merkezi otorite ile yani, Türk
sömürgeciliği İle olan ilişkilerinde kapitalistleştirmek istemektedir. Fakat
onların köylüler İle olan ilişkilerinin kesin olarak geleneksel ilişkiler çerçevesinde
kalmasını İstemekte ve teşvik etmektedir. Şeyhler maddi olarak güçlendirilirken,
köylülüğün gelişmesi için hiçbir tedbir alınmaması, üstelik, demokratik ve
ulusal taleplerinin devamlı olarak komando baskısı altında sindirilmeye çalışılması.
bu amacı gerçekleştirmek içindir. Zira Kürt halk yığınları geleneksel
ilişkiler çerçevesi içinde kaldığı zaman, yani demokratik ve ulusal taleplerini
Hep sürçmedikleri zaman daha iyi kontrol
edilmektedirler. Dolayısıyla Kürdistan’daki sömürge düzenini sürdürmek de
mümkün olmaktadır. Kürt ulus hareketinin yoğunluk kazanması ise böyle bir
düzenin sürmesine en büyük muhalefettir.
Anlaşılacağı
gibi şeyhlerin etkileri, sadece. Kürt ulus sorunu ile sınırlı kalmamaktadır.
Bütün toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel ilişkileri etkilemekte, toplumun
mevcut sosyoekonomik ve politik yapısının aynen sürmesini sağlamaktadır.
İleriye dönük bütün gelişmeleri engellemekte, muhtemel devrimci potansiyeli
parçalamaya ve yok etmeye çalışmaktadırlar. Sömürgeci Türk Devleti İle
sömürgeleştirilen Kürt ulusunun dininin aynı olması, şeyhliğin böylesine Kürt
düşmanı ve sömürgecilerin vazgeçilmez bir kurumu olması sonucunu
doğurmaktadır. Kürdistan'ı uluslararası sömürge düzeyinde tutan öteki devletler
için de aynı şeyler söylenebilir.
SÜREKLİ
OLARAK MEBUSLUĞA TAYİN EDİLEN BÜYÜK TOPRAK SAHİPLERİ
CHF’nın
genel başkanları. önemleri yukarıda belirtilen şeyhleri, mebus olarak tayin
ettikleri gibi, büyük toprak sahiplerini, toprak derebeylerlni de mebus tayin
etmeye dikkatli bir özen göstermişlerdir. Bu, Kemalizmin, Kemalistlerin.
toprak ağları ile de aralarının iyi olduğunu göstermektedir. Sürekli olarak
mebusluğa tayin edilenlerden biri Emin Sazak'tır. Emin Sazak, 1920-1950
arasında, yani 30 yıl müddetle, devamlı olarak mebusluk yapmıştır. 1920
yıllarında derebeyliğine dayanarak mebus seçilmiştir. 1923'te Eskişehir’den
mebus seçilmemesl için Mustafa Kemal tarafından gayret gösterilmiştir. Anadolu
ve Rumeli Müdafaa! Hukuk Cemiyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal, Emin Sazak'ı
dürüst ilişkiler yürütmemekle suçlamaktadır, (bk. 228
Atatürk'ün
Tamim Telgraf ve Beyannameleri, IV, s. 508513) Buna
rağmen Emin Bey yine mebus seçilmiştir. 1927, 1931, 1935 dönemlerinde bizzat
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, 1939, 1943 dönemlerinde ise Milli Şef İsmet İnönü
tarafından mebusluğa tayin edilmiştir. Daha sonraları İse Emin Sazak, Demokrat
Parti saflarında, “milli irade" temsilciliğine devam etmiştir. Demek kİ
1920-1950 arasında, değişmez Eskişehir mebusudur. Görüldüğü gibi Emin Sazak,
Mustafa Kemal tarafından, hem dürüst ilişkiler kurmamakla suçlanmakta, hem de
sürekli olarak mebusluğa tayin edilmektedir. Emin Sazak Eskişehir taraflarının
en büyük toprak ağalarından biridir.
“...
Eskişehir'in Gürleyik köyü civarında Birinci Dünya Savaşı'ndan önce iki
derebeyi var. Bunlardan biri Sazak ailesi. Gün Sazak'ın babası Emin Sazak bu aileden.
Emin Sazak o zaman mültezim. Yani elinde kırbaç yoksul halktan vergi topluyor.
Bu kırbaç zalim Osmanlı Sultanlığı'nın köylü üzerindeki 600 yıllık zorbalığının
aracı. Eskişehir dolaylarında o zamanlar Ermenilerin de çiftlikleri bulunuyor.
Sazak'ların zulmü ne Türk ne Ermeni tanımıyor. Ama her yerde olduğu gibi burada
da Ermenilerin sırtında daha derin yaralar açıyor, Osmanlı'nın kırbacı.
Birinci
Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Ermeniler, Türkiye'den kaçmaya başlayınca
Emin Sazak da bu civardaki Ermenilerin elinden tapularını, altınlarını, mal ve
mülklerini zorla alıp onları silahla kovalıyor. Hatta bir kısmını öldürüyor.
Böylece topraklarını genişletiyor.
Sazak'ların
‘vatanperverliği’ sadece Ermeni milliyetinden mazlum halkı bu topraklardan
sürmekle kalmıyor. Emin Sazak Kurtuluş Savaşı sırasında da servetine servet
katıyor. Topraklarını genişletiyor. O günlerde halk, emperyalist boyunduruğu
kırmak ve yurdu bağımsızlığa kavuşturmak davasında, Emin Sazak gibi toprak
ağaları ise keselerini şişirmek sevdasında. Emin Sazak askere gitmiyor.
Köylüleri kamçıyla topraklarında çalıştırıyor. Bunların hemen tamamı kadın
veya ihtiyar. Çünkü köyün erkekleri cephede. Emperyalistlerle savaşta. Emin
Sazak topraklarını büyütüyor. Tamamı 70.000 dönümü buluyor. Ayrıca bir de
Eskişehir milletvekili oluyor. Savaşta döğüşen köylü, ölen ve yaralanan yine
köylü. Ama memleketin idaresi yine köylülerin elinde. Topraklar yine
Sazak'larda toplanıyor. Hem de öyle bir toprak ki, ucu bucağı yok. Polatlı
hududuna kadar uzanıyor. Emin Beyin arazisinin içinde dört tane tren istasyonu
var. Beylikahır, Yalınlı, Yunus Emre ve Sazak istasyonları. Ayrıca, Sazak,
Beylikahır, Narlı, Saray, Üç Başlı, Ahırızü, Ahırköy, Yaylaköy, Karaçam, Yunus
Emre, Kızılören gibi 15 köy bu toprakların içinde yer alıyor. Üzerinden Porsuk
Çayı'nın aktığı bu verimli topraklarda Emin Sazak 7 tane çiftlik kuruyor. Her
çiftlikte bir saray var. Sazak köyünde ise iki üç tane konağı bulunuyor.
Ayrıca Samsun'da da mülkü ve arazileri var.
Jandarması,
valisi, hükümet erkânı hepsi Sazakların elinde. Sazaklar üç kardeş. Emin, Veli
ve Habib ağalar. Emin Sazak daha çok Ankara'da bulunup hükümetle ilgili işleri
yürütüyor. Diğerleri ise köyde. Habib Ağa yaptığı zulümle köylülerin nefretini
kazanıyor.
…yıllar
Porsuk sık sık taşar ve tarım yapmak çok zor olurdu. Sazaklar bütün köylüleri
toplayıp topraklarına bağlama adı altına kanallar yaptırdılar. Valiyi, jandarma
komutanını ve emniyet müdürünü sürekli hizmetlerinde bulundurabilmek için
onlara hediyeler yağdırdılar.
1940 yıllarında Mecliste toprak reformu
sözü edildiğinde buna en hararetle karşı çıkanlar, Menderes ve Emin Sazak'tı.
Emin Sazak toprak reformu yapılırsa, 'ağalık şerefim iki paralık olur'
diyordu.” (Halkın Sesi, Toprak Ağalarının ve Emperyalist
Uşaklarının Partisi MHP'nin Bakanı Gün Sazak, Halkın Sesi, Sayı 122, 16 Ağustos
1977, s. 4-5)
işte
sınıfsal ilişkileri ve özellikle yukarıda belirtilen Emin Sazak, gerek Büyük
Şef Gazi Mustafa Kemal'in, gerek Milli Şef İsmet İnönü'nün değişmez
milletvekilidir. Milletvekili tayin listelerinde ismi hiçbir zaman eksik
olmamıştır. Emin Sazak'ın toprak ağalığı İle ilgili olarak, 1934'de, devrin
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da şunları söylemektedir: «... Hat boyundan
geçerken, Sazılar köyü vardır. Burası muhacirlerindi. Gidin bakın tapuda kimin
adına mukayyettir. Emin Beye sorarım, kimin namına mukayettir. Ve ne zaman O'na
geçmiştir? Böyle kaç tane arazinin sahibi çıkmıştır?” (TBMCZC, Devre IV,
İçtima 3, Cilt 23, s. 155,14 Haziran 1934 tarihinde yapılan konuşma)
Emin
Sazak gibi ağaların toprak gaspından şikayetçi olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
aynı konuşmasında şunu da İlave etmektedir:
«...
Biz büyük çiftçi taraftarıyız da. Çiftlikleri işletenler sonuna kadar
işletsinler. Müsterih olsunlar. Biz onların en büyük yardımcısı olacağız.” (y.
a. g. konuşma s. 158)
Fakat
Emin Sazak İle İlgili bilgiler, 1945 yılında, Adnan Menderes ve Cavld Oral İle
birlikte. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun 17. maddesine muhalefet etmesiyle
bilinir. Emin Sazak'ın toprak ağası olduğu İçin toprak kanuna muhalefet ettiği
söylenir, (bk. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, Dün, Bugün, Yann, Cilt
1, Cem Yayınevi, İstanbul, 1974.S. 487-496; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş
Tarihi, Cilt 3, İstanbul 1974, s. 1369-1371; Taner Timur, Türk Devrimi
ve Sonrası, 1919-1946, Doğan Yayınevi, Ankara 1971, s. 266; Şevket Süreyya
Aydemir, İkinci Adam. Cilt 2. Remzi Kltabevi, İstanbul 1967, s. 339-345)
Fakat Emin Sazak’ın Şeflerin değişmez Eskişehir Mebusu olduğu daima gözden uzak
tutulur. Emin Sazak'ın, Demokrat Parti muhalefeti ile birlikte ortaya çıktığı
İzlenimi yaratılır. Halbuki, gerek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, gerekse Milli
Şef İsmet İnönü, O'nu mebus tayin ederlerken, bu özelliğini ve sınıfsal
ilişkilerini gayet açık bir şekilde bilmektedirler. Veya birinci planda bu
özellikleri taşıdığı için mebus tayin etmektedirler.
Mebus tayin listelerinde İsmi eksik
olmayan başka bir kişi de Cavid Oral'dır. Cavid Oral. 1935, 1939, 1943 dönemlerinde
mebus tayin edilmiştir. Çukurova'nın en önde gelen toprak ağalarındandır.
Sürekli olarak mebusluğa tayin edilen bir
kişi de Damar Ankoğlu'dur. Damar Ankoğlu da Çukurova’nın en İleri gelen toprak
ağalarındandır. Damar Ankoğlu, Emin Sazak gibi, 1920, 1923, 1927, 1931, 1935,
1939, 1943 dönemlerinde milletvekilidir. Şeflerin değişmez Adana mebusudur. Savaştan önceki 3.000 dönüm
arazisini, Ermenilerin topraklarını da gasp ederek, 12.000 dönüme çıkarılmıştır.
Bundan
önce, Kemalizmin, şeyhlerle olan ilişkileri bölümünde anlattığımız gibi,
sürekli olarak mebusluğa tayin edilenlerden biri de Ali Salp Ursavaş'tır.
Objektif bakımdan “Kürt" olan Ali Salp Ursavaş'a, Kürt düşmanı olan
faaliyetlerinden ötürü, Çukurova’da geniş bir çiftlik hediye edilmiştir. Cemal
Hüsnü Taray, Hilmi Uran, yine Çukurova'nın en büyük toprak ağalarından olup,
mebus tayini listelerinin vazgeçilmez isimleridir. Şeref Uluğ. Kasım Gülek
için de aynı şeyler söylenebilir. Hilmi Uran, Kasım Gülek aynı zamanda Kemalist
bürokrasinin en ileri gelen adamlarındandırlar.
1931 yılından İtibaren mebusluğa tayin
edilen bir kişi de Adnan Menderes'tir. Adnan Menderes. Ege'nin en önemli toprak
ağalarındandır. Menderes ailesinin sahip olduğu Çakırbeyli Çiftliği, 60.000
dönümün üzerindedir. Adnan Menderes, hatıratında, kendisini, Mustafa Kemal’in
keşfettiğini, mebusluğu, hararetle kendisinin teklif ettiğini yazar. (Şevket
Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 3, İstanbul 1968, s. 7581; Şevket
Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, İstanbul 1969, s. 93-97) ' '
Kemalistler,
Adnan Menderes’in “Beni Atatürk Keşfetti", sözünü hiç hazmedememişlerdlr.
Şevket Süreyya şöyle demektedir: .
“Beni Atatürk Keşfetti” sözlerini ben,
Menderes'in kendisinden dinledim. Evet, Menderes'i Atatürk keşfetti, ama öyle
sanıyorum ki, Atatürk'ün bazı yakınları O'na, gereken teşhisi koyamadılar.
(Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, s. 93) '
Halbuki,
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, gerek daha önce, sözünü ettiğimiz şeyhlerin,
gerekse toprak sahiplerinin, mebus olarak tek seçicisidir. Bu, ortak kabul
etmeyen ve tartışılması mümkün olmayan bir İradedir. Bu konuda Emin Türk Elçin
şöyle diyor:
“...
İdealist demokratlığım, ilk kuvvetli darbeyi, oku-
lu bitirdiğim 1927 yılının yazında yedi.
O yaz bir seçim dönemine rastlamıştı. Ben de köyümde bulunuyordum. Halk
Partisibin bizim ilçedeki mutemedi, savaşta asker kaçağı eşkıyaya yataklık
etmiş, hem halkı soymuş, hem hükümeti aldatmış bir mütegallibe idi. Halk
Partisi adına ikinci seçmen olarak göstermeye muvaffak olduğu kendi
adamlarının kazanmaları için vahşi bir hırsla çalışıyordu. Bunda beni,
Cumhuriyetin genç öğretmenini ürkütecek bir şey yoktu. Çünkü, ‘Devrim Fırkası,
böyle derebey unsurlarını bile, kendi arabasına koymamayı bilecek kadar akıllılık
gösteriyor’ diye düşünmek zor değildi. Ama, adam zorlu bir hırsın tutuşturduğu
cahil kafasının kara dumanları içinde, halka şöyle bağırmakta bir sakınca
görmüyordu: ‘Sizin kanun
dediğiniz Gazi'nin parmağının ucundadır. O'nun bir İşaretine karşı çıkacak bir
‘Teşkilatı Esasiye’ maddesi bile yoktur. O'nun fırkasının gösterdiği adaylara
oy vermekten kimse kaçınamaz. Çünkü O kanundan üstündür!" İki
yedeksubay tarafından yürütülen muhalefet ise nispeten daha temiz insanlardan
meydana gelmişti. Ve kanun dilini daha iyi konuşmayı biliyordu. Onların
muhalefeti ise zaten partiye karşı, partinin herhangi bir prensibine karşı
değil, _ bu adama ve O’nun adamlarına
karşı idi. Parti onların
yerine
kendilerini tutmuş olsa, aynı çabayı gösterecekleri ve partinin aynı
milletvekili adayına oy verecekleri şüphesiz idi.
Seçim
bitti ve zorbanın yeni efendilerine eskilerinden daha iyi hizmet etmediği
anlaşıldı: Parti adayları kaybetmişlerdi. Ne oldu bilmem, hiçbir kanuni
sebep olmaksızın seçim bozuldu ve yeniden konulan oy sandıkları memurlar
tarafından dolduruldu. Çünkü halk kendiliğinden boykot yapmıştı” (Emin Türk
Elçin, ’ Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yayınları, İstanbul 1970, s.
23)
Görüldüğü
glbt, büyük toprak sahipleri, mütegalllbeler de Kemallzmin ve Kemalistlerin
yakından ittifak ettikleri kişiler ve gruplardır. “Mustafa Kemal toprak
reformu yapmak İstiyordu, fakat toprak ağalan karşı çıktılar” diyenler,
Kemalizmin bu eylemlerine İyice dikkat etmek zorundadırlar. Toprak ağalarını,
mütegallibeleri, savaş zenginlerini, savaş vurguncularını, mebus diye Meclise
getiren kimdir? Bu kişileri mebus tayin eden yetki kime alttır? Bu kişileri
Meclise mebus diye tayin eden. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal, bunlarla toprak
reformu vs. yapılamayacağım bilmez mi? O halde. “Mustafa Kemal toprak reformu
yapmak istiyordu, fakat Meclis, bunu engelledi" sözü, ne anlama
gelmektedir?
Çok
partili demokrasi uygulamasından sonra İse bizzat Şefler tarafından mebus tayin
edilen toprak sahipleri, mütegallibeler, genel oy mekanizmaları ile birlikte,
“milli İrade” temsilciliğine yine devam etmişlerdir. Cumhuriyet Halk
Partisi'nln veya Demokrat Parti'nin saflarında olarak.
CHF
TÜZÜĞÜ'NÜN MEBUS TAYİNLERİNE İLİŞKİN BAŞKA HÜKÜMLERİ
1931 Tüzüğü’nün 75. Maddesinin E Fıkrası,
Vilayet İdare Heyetlerine önemli bir görev olarak “Bütün intihaplarda, fırka
namzetlerini, fırka azalannı kazandırmak” görevini vermiştir. Aynı maddenin F
fıkrasında İse “Bir İntihap İçinde fırkaca namzet gösterilmeden evvel yoklama
yapılması lazım gelen hallerde, o İntihapta rey sahibi olan Fırka azalannı
toplamak ve meyillerini anlamak" yine bir görev olarak belirmiştir. _
1931
tüzüğünün yedinci kısmında inzibat hükümleri yer almaktadır. Bu hükümler
şöyledlr:
"...
İnzibata dokunan haller ve cezaları,
Umumî
Esaslara, Büyük Kongre Kararlarına, Umumî Reislik Divanı tebliğlerine riayet
etmeyenlere, bütün intihaplarda fırka namzet ve azalarına rey vermeyenler
veya bunların aleyhinde çalışan veya muarız bir teşekkülün namzet' ğini kabul
eden veya açıkça reddetmeyen veya fırkaca namzet gösterilen yerlerde kendisini
kendi başına namzet gösteren veya gösterilmesine karşı göz yuman, veya
intihaplara (seçimlere) mazeretsiz iştirak etmeyen bir namzet lehinde gizli,
açık çalışanlar ve kendi müesseselerinde bulunanların böyle hareket ve
faaliyetlerine müsamaha gösterenler, fırka kongrelerinin program, fırka
gruplarının karar olarak kabul ettiklerini vazife sahibi iken yapmayanlar,
fırka vazifelerini yaparken, bilerek nizamnameye uymayanlar, fırka mensup ve
memurlarından fırkanın şerefini, haysiyetini kıranlar, yaptıklarının
derecesine ve yapılan suçtaki alakalarına göre, ihtar, ikinci ihtar,
muvakkat ihraç ve tart cezası ile cezalandırılırlar. Bu cezalar sırayla
verilebileceği gibi sıra takip edilmeden birden de verilebilir.”
Bu
madde, tüzüğün 22. maddesinde getirilen “Umumî Reislik Divanının vereceği
kararlara bütün Fırka azalarınca kayıtsız şartsız itaat olunur” hükmünü
tamamlayıcı bir mahiyettedir. Bu madde de totaliter bir eğilimi ifade
etmektedir. Partinin tepesinde oturan Şefin vereceği bütün kararlara
partililerin kayıtsız şartsız itaat etmeleri istenmektedir. Bu kararları tartışmak,
eleştirmek kesinlikle yasaktır. Sadece, bu kararların gereklerini yerine gel
irmeleri emredilmektedir. Örneğin mebus tayinleri sıracında. Fırka namzet ve
azalarına rey vermeyin» , Şef tarafından
hazırlanan listeleri sandıklara almayanları, fırkaya karşı suç işledikleri ve
cezalandırılmaları gerektiği söylenmektedir.
1931
tüzüğünün namzetlik şartları hakkında getirdiği hükümler ise şöyledlr:
"...
Umumî Reislik Divanı kararı olmadıkça intihaplarda namzet gösterilmez.
İntihaplar serbest yapılır. Bu takdirde fırka mensupları hususi
teşebbüslerle namzet gösterilebileceği gibi Fırka İdare Heyetleri de,
intihaptan maksut olan iyi neticeyi temin edecek surette, fırka mensuplarının
kazanması için 75. maddenin F fıkrası mucibince hareketle intihabı idare ederler.”
Tek
partili rejim döneminde, partinin, bütün kuramların önünde ve üzerinde olduğu,
kararlarının devletin bütün kadro ve kademelerinde bağlayıcı etkiler yarattığı
büyük bir gerçektir. Parti, TBMM’ne, hükümete, devlete, yargı organlarına,
kitle haberleşme araçlarına, üniversitelere. Halkevleri gibi resmi ideolojiyi
taşıyıcı ve yaygınlaştırıcı kurumlara, egemen bir kurumdur. Bu kuramların önünde
ve üstündedir. Bu devlete
totaliter eğilimleri ağır basan bir karakter vermektedir. 1935 tüzüğünün,
gazete sahipleriyle ilgili maddesi bu bakımdan çok ilginçtir. Bu madde şudur:
“...
Sahibi partili olan gazete ve mecmuaların yazıları ile parti azalarının
neşriyatı parti prensipleri bakımından göz önünde bulundurulur. Arzu eden
partili gazeteciler, mecmuacılar ve muharrirlerle bu yolda görüş birliğine
yarayacak toplantılar yapılır. Partililer sermayesiyle ilişkili ve idaresine
müessir bulundukları gazete, mecmua ve matbualarda, parti program ve nizamnamesine
aykırı yazılar neşrettiremezler.”
Burada
görüldüğü gibi sahibi partili olan gazetelere partinin propagandasını
yapmaları istenmektedir. Zaten bu dönemde sahibi partili olmayan gazete
yoktur. Bütün gazete sahipleri CHF üyesidirler. Başka türlü olması da zaten olanak
dahilinde değildir. Çankaya'ya en yakın gazeteler Hakimiyeti Milliye (Ulus) ve
Cumhuriyettir. Buna rağmen öteki gazeteler de, öyle olmak için çırpınmakta ve
çaba harcamaktadırlar. Vakit (Kuran) Akşam, Son Posta, Milliyet (daha sonra
Tan) bu gayret içindedirler.
Basın
Birliği Merkez İdare Heyetine, Haysiyet Divanına, daima, Falih Rıfkı Atay,
Necip Ali Küçüka, Naşit Hakkı Uluğ, Hakkı Tank Us. İbrahim Alaaddin Gövsa,
Ahmet Şükrü Esmer, Abidin Daver, Sadri Ertem. Fazıl Ahmet Aykaç, Kemal Ünal.
Şefik özdemlr, Ferid Cemal Güven, Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Cahit Yalçın,
Halil Nihat Aktepe, Zeki Mesut Alsan, Haydar Rüştü, Hayrettin Karan, Nasuhi
Baydar, Kemalettln Kamu gibi gazete ve dergi sahipleri veya gazete ve dergi
başyazarları seçilmektedir. Bunların hemen hemen hepsi de mebustur. CHP Daimi
ve Değişmez Genel Başkanı tarafından mebus tayin edilmektedirler. Fırkanın ve
Devletin Şefi gazete sahipleri, gazete başyazarlarını ve yazarlarım mebus
tayin ederek kitle haberleşme araçları üzerinde kesin bir denetim
sağlamaktadır. Basında kendi görüşleri doğrultusu dışında herhangi bir haber
yayınlamamakta. yorum yapılmamaktadır. Basın Birliği Kurultaylarına, Kurultay Başkanı
olarak, CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı seçilmektedir.
İşte
1928 yılı yaz aylarında kabul edilen latln harfleri, harf inkılabı bu açıdan da
ele alınmalıdır. Bilindiği gibi latin harfleri kabul edildikten sonra,
gazetelerin tirajında herhangi bir düşme meydana gelmemiştir. Halbuki latin
harflerinin kabulünden hemen sonra gazete tirajlanmn % 95 civarında düşmesi
gerekirdi. Veya ülkede latin harfleri bilen ne kadar kişi varsa onların
sayısına kadar düşmesi gerekirdi. Ve bu durumun latin haflerinin iyice
öğrenilmesine kadar sürmesi gerekirdi. Bunun 3-4 yıl olduğu söylenebilir. Fakat
gazete ve dergilerin tirajında hiçbir düşme yok. Üstelik hem gazete ve
dergilerin tiraj mda, hem de sayılarında artma var. örneğin Cumhuriyet gazetesi
hakkında şu şekilde bir değerlendirme yapılmıştır:
"...
7 Mayıs 1924'de 3 kuruş ile tiraja başlayan Cumhuriyet gazetesinin tirajı yedi
bin idi. Başarılı yayım hayatında bu sayı devamlı olarak yükseldi. Daha
1939'da baskı sayısı 62 bini bulmuştu.” Bu gayet açık bir ifadedir. Gazetenin tirajı
durmadan yükselmiştir. Bu yükselmede hiçbir kesinti yoktur. Bu durum İster
istemez, gazetelerin örtülü ödeneklerle beslendiği, örtülü ödeneklerle
desteklendiği düşüncesini akla getiriyor, örtülü ödeneklerle beslenen
gazetelerin, kitle haberleşme araçlarının ise Partinin ve Devletin Şefi'nin,
gözü kulağı ve dili olmaktan başka yapacakları hiçbir şey yoktur.
GERÇEK SOMUTLAR ve
YAŞANAN HAYAT KARŞISINDA PROFESÖRLERİN FİKİRLERİNİN YENİDEN ELEŞTİRİSİ
Tek
partili rejim üzerinde görüşleri olan çeşitli profesörleri ve bunların
görüşlerini bu araştırmanın başında alıntılarla vermiştik. Onlar bu rejimi
genel olarak “demokratik” olarak değerlendiriyorlardı. En azından bir geçiş
dönemi olarak değerlendiriyorlardı. Halk iradesinin, millet iradesinin,
hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, düsturunun yerine getirildiğini
belirtiyorlardı. Türkiye’de otoriter eğilimler görülse bile hiçbir zaman
totalitarizme varılmadığım, partinin hiçbir zaman hükümetin önüne geçmediğini
söylüyorlardı. Şevket Süreyya Aydemir, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Prof. Dr. Tank
Zafer Tunaya, Prof. Dr. Esat Çam, Doç. Dr. İlter Turan vs. bu görüşte idiler.
Bu arada Mustafa Kemal Atatürk'ün klasik demokrasi ilkelerine bağlı olduğu da
İddia ediliyordu. 1935 yılından sonra bazı otoriter eğilimlerin başladığını belirtiyorlar,
buna örnek olarak da Parti Genel Sekreteri'nln İçişleri Bakam olarak kabineye
alınmasını gösteriyorlardı. Ve İçişleri Bakanına, Parti Genel Sekreteri unvanı
vererek. Partinin Genel Başkanlık Divanı'na alınmasını gösteriyorlardı.
Bu
araştırmada, belgeleriyle gösterilen örnekler karşısında bu görüşlerin hiçbir
bilimsel değeri yoktur. Zira bunlar olguların sistematik izlemi ve gözlemi İle
elde edilmemişlerdir. Olgulardan kopuk düşüncelerdir. Metafiziktir. Resmi
ideolojinin, yani Kemalizmin152 alanı İçinde hareket etmekte, yine
bu alanm içinde kalmaktadır. Resmi ideolojinin
istedlğl biçimde davranışta bulunmaktadır. Bu tutum bilimsel bilgi üretimini
engellemektedir. Fakat sonunda, resmi ideoloji tarafından kendisine verilen
fikirleri bilimsel bilgi olarak kabul etmektedir. Buna rağmen sonuçları tartışmaktan
şiddetle kaçınmakta, bazı “tabu"ların tabu olarak tutulmasına ses
çıkarmamaktadır.
Dikkatli
bir gözlem Parti Başkanlığı ile Devlet Başkanlığının kesinlikle
bütünleştiğini. Partinin Genel Başkan Vekilinin de Başbakan olduğunu gayet
açık bir şekilde görür. Ve bu dönemde Parti Genel Başkanlığı
Cumhurbaşkanlığından çok daha önde gelen bir kurumdur. Zira, gerek Büyük Şef
Gazi Mustafa Kemal Atatürk gerekse Milli Şef İsmet İnönü devrinde. Şef TBMM'ne
tayin ettiği mebusları. Parti Genel Başkanlığı yetkisine dayanarak tayin
etmektedir. Sonradan, mebus tayin edilen bu kişiler, kendilerini mebus tayin
eden bu kişiyi cumhurbaşkanı seçmişlerdir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin mebus
tayini dönemlerinin hemen sonunda yapılması bu bakımdan çok anlamlıdır. Bunun
için parti, meclisin, hükümetin, bütün kurumların önünde ve üstündedir. Zira
TBMM Başkanı da çeşitli mekanizmaların sonucunda, Şef tarafından tayin
edilmektedir. Daha doğrusu Şefin gösterdiği aday seçilmektedir.
Bu
durumun en güzel ifadesini, Türkiye Cumhuriyeti'nin 15. yılında yayınlanın T.
C. 15. Yıl Kİtabı'nda bulmak mümkündür. 611 sayfa tutarında ve 21/27
ebadındaki bu kitabın (tarihsiz) Önsöz'ünde şöyle denilmektedir:
"Türkiye
Cumhuriyeti, 29 Teşrinevvel 1938’de 15. yılını idrak ediyor. İstiklal
Mücadelesiyle savaşa başlayan, büyük zaferle düşman istilasından kurtulup
istiklaline kavuşan Türk Milleti Büyük Şef ve Milli Kahraman Kemal
Atatürk'ün İradesinde bütün kuvvetlerini temerküz ve tebarüz ettirerek, 1923'de
kurduğu Cumhuriyet rejimiyle, yeni, kuvvetli, inkılapçı bir siyasi varlık
olmuştur. Cihan tarihinde en büyük ha. diselerden biri olan bu varlığın
kuruluşunda, bu mukaddes eserin vücuda gelmesinde yaratıcı kudretiyle Türk
milletini yeniden hayata kavuşturan Ulu Önder Kemal Atatürk'e...”
Açıkça
görülmektedir kİ, Türk milletinin bütün kuvvetlerini (bunun içinde teşri,
icraî, kazaî kuvvetleri, bütün egemenlik, idare ve yargı yetkilerini anlamak
gerekir) Büyük Şef ve Milli Kahraman iradesinde temerküz ettirmekte ve tebarüz
ettirmektedir. Yani bütün bu güçler. Büyük Şef Mustafa Kemal'in kişisel
iradesinde toplanmaktadır. Ve O'nun iradesi aracılığı ile açıklığa
kavuşmaktadır.
Kitapta,
önce CHP hakkında bilgi verilmektedir, (s. 1-14) Burada, Şefin önemi üzerinde
durulmaktadır. Daha sonra, partinin ideolojisini yani resmi İdeolojiyi yayan
Halkevleri hakkında bilgi verilmektedir, (s. 15-17) Daha sonra da Adliye
Vekâletinden başlayarak. Vekâletlerin ve öteki kurumların faaliyetleri
anlatılmaktadır.
Bu konu ile ilgili olarak bir hatırayı
anlatmakta yarar vardır. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okuyanlar hatırlayacaklardır.
Bu fakültede, üçüncü ve dördüncü sınıflarda, özellikle, İdari Şube'de ve Dış
Münasebetler Şubeleri'nde okuyan öğrencilere seminer yaptınlır, tez
yazdınlırdı. Bu seminerlerde Türkiye'nin Siyasal Hayatı üzerinde durulurdu.
Tez konulan da bu ana konu ile ilişkili idi. Türk parlamento seçimleri de bu
arada sık sık tez konusu olarak verilirdi. 1950, 1954, 1957, 1961 seçimleri,
çeşitli öğrencilere, çeşitli kereler ödev olarak, yani tez konusu olarak
verilmiştir. Daha sonra. 1965. 1969, T973 seçimleri de eklenerek konu alanları genişletilmiştir.
Aynı zamanda 1961'den itibaren yapılan. Cumhuriyet Senatosu Seçimleri de konu
olarak verilmeye başlanmıştır. „
Fakat
bu seminerlerle görevli hocalar, hiçbir zaman 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 ve
hatta 1946 “seçimleriyle’’ ilgili harhangi bir konuyu tez olarak
hazırlamalarını öğrencilerden istemiyorlardı, öğrencilerden hiçbiri de, bu
“seçimlerle" ilgili herhangi bir konuyu incelemek için hocalarından
herhangi bir talepte bulunmazdı. Verilen eğitim öyleydi. Öğrencilerin böyle
bir talepte bulunabilecek bilinç ve bilgi düzeyi yoktu. Bilgi kapasitesi böyle
bir talepte bulunabilecek seviyede değildi. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Dönemi mükemmel
bir dönem olarak anlatılırdı. Anlatmaktan çok, övülürdü. Öğrenciye bilgi
vermekten çok hayran kalması istenirdi. O dönemde de seçim olmuşsa muhakkak en
mükemmeli olmuştur. Bunu araştırmak gereksizdir, izlenimi yaratılmaya
çalışılırdı.
Bu araştırmanın baş
taraflarında, Türk profesörlerini, masaldaki saray nazırlarına, saray
kethüdalarına benzetmiştik. Masal şöyle devam ediyor:
İmparator,
dünyada bir eşi daha bulunmayan kumaştan yapılan, eşi bulunmaz güzellikte ve
zerafette olan elbisesini giyerek, tebaasının İçine girer. Halkıyla birlikte
bir bayram kutlamaya katılır. İmparatorun terzileri, dokunan kumaşlar, elbise
ülkede dillere destan olduğu için herkes, büyük bir sükût içinde imparatoru ve
elbiselerini izlemektedir. Bu derin sükût içinde, babasının elinden tutup
bayram yerine gelmiş bir çocuk, masum bir sesle şöyle sorar:
Baba,
imparator neden çıplak, giyecek elbisesi yok mu?
Babası,
çocuğun bu sözlerini engellemeye çalıştıysa da bu söz etkisini yaratmakta
gecikmedi. Herkes birbirine:
İmparator
çıplak, elbisesi yok, diye fısıldadı... Sonunda imparatorun çirkin vaziyeti
bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Bu duruma rağmen, imparator, ihtişamından bir
şey kaybetmemeye çalışıyor, başnazırı, nazırları, kethüdaları, hayali
elbisenin eteklerini saygıyla tutmaya devam ediyorlardı.
Türkiye'deki
profesörler, aynı masaldaki, saray nazırları, saray kethüdaları gibidir.
CHP tüzüğüne ve bu tüzüğün
harfi harfine uygulanmasına rağmen, Türk tek parti uygulaması.
‘‘demokratikti", “hukuk devleti ilkelerine saygı gösteriliyordu",
“En üstün kurum anayasaydı”, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, ilkesi
yerine getiriliyordu" vs. demektedirler. Halbuki, CHP tüzüğü
gibi, 1924 Anayasası’nın çok çok üstünde duran, yaşanmış hayata ilişkin bir
siyasal belge ortadayken bu yalanları sürdürmek elbette mümkün değildir. Bu
belgelerin, CHP, Halkevleri, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların
depolarında “tozlanmaya” terk edilmesi, siyasal belge olma değerinden hiçbir
şey eksiltmez.
Tek parti döneminde.
Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in ve O'ndan sonra. Milli Şef İsmet İnönü'nün,
hem tüzükten, yani, CHP’nin Daimi ve Değişmez Genel Başkanı olmalarından, hem
de anayasadan, yani cumhurbaşkanı olmalarından doğan yetkileri vardı.
Fakat Şefin tüzükten doğan yetkileri çok daha önemliydi ve önde geliyordu. Tüzükten
doğan yetkisini kullanan Şef, bir çırpıda, TBMM'nin bütün üyelerini /ayin
edebiliyordu. Yani devlet egemenliğinin teşkili ve idaresini kişisel
iradesiyle tek başına kullanıyordu. Parti ve meclis üzerine, kişisel
iradesiyle tek başına egemen olan Şef, bu özellikleri dolayısıyla öteki
kurumlar üzerinde de tam ve etkin bir denetime sahipti, örneğin bütün gazete
sahiplerini, başyazarları, önemli yazarları, sanatçıları TBMM'ne mebus olarak
tayin ediyordu. Böylece kitle haberleşme araçları üzerinde tam bir denetim
kuruyor, bu kurumların tamamen kendi görüşleri doğrultusunda gelişmesini sağlıyordu.
Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri gibi resmi ideolojiyi yapan ve
yayan kurumların ileri gelenlerini yine mebus tayin etmek suretiyle etkinliğini
sürdürüyordu. Üniversite hocalarına ünvan vermek, onları mebus tayin etmek
suretiyle “bilimin kesinlikle resmi ideoloji doğrultusunda gelişmesini
sağlıyordu. Partinin yapmaya ve yaymaya çalıştığı resmi ideolojinin tüm topluma
benimsetildiği söylenemez. Fakat partinin amaç ve işlevi bu idi. Devletin
totaliter eğilimlerinin ağır basması, partinin bu amacı ve işlevi ile
ilgilidir. Ve bütün bu yetkiler tüzükten doğmaktadır.
Büyük
Şef Gazi Mustafa Kemal'in veya Milli Şef İsmet İnönü'nün anayasadan doğan yetkileri
ise son derece sınırlıdır. Gerekirse Bakanlar Kurulu 'na başkanlık etmek, kanunları
onaylamak, elçi kabul etmek, elçi, vali gibi yüksek dereceli memurların tayin
kararnamelerini imzalamak, vs. Şefin cumhurbaşkanlığından doğan yetkilerinin
temelinde de tüzükten doğan yetkilerinin bulunduğunu hiçbir zaman unutmamak
gerekir. Çünkü önce. Büyük Şef ve Daimi Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal veya
Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan, CHP Genel Başkanlığı yetkisine dayanarak
TBMM'nin tüm mebuslarını tayin ediyordu. Daha doğrusu yeniliyordu. Daha sonra.
Şef tarafından tayin edilen bu mebuslar. meclisin ilk toplantısında. Şefi
cumhurbaşkanı seçiyorlardı. Fakat, Türk üniversitesi Türk profesörleri,
kısaca, Türk düşüncesi. Şefin, daima, cumhurbaşkanlığından ’doğan yetkilerinden
söz etmişler, tüzükten doğan yetkilerini göz ardı etmeye çalışmışlardır. Gözden
uzak tutmaya gayret etmişler, yok farz etmişlerdir. Halbuki, CHP tüzüğü gibi
anayasanın çok çok üstünde duran, bir siyasal belge kati surette gözden uzak
tutulamaz. Türk üniversitesinin, Türk siyasal hayatı üzerinde çalışan Türk
profesörlerinin, böylesine önemli olan bir siyasal belge üzerinde durmamaları,
bunu, yok farzetmeleri, olgulardan hareket etmediklerinin, resmi , ideolojiye
bağımlı olduklarının çok önemli bir delilidir. Bu ise temelde bilimsel düşünce
bütünlüğüne ulaşmamaktan doğmaktadır. Zira olgulardan hareket etmeyen hiçbir
hipotez bilimsel değildir. Olgular tarafından denetlenmeyen, doğrulanmayan
veya yanlışlanmayan hiçbir sonuç bilimsel olamaz.
Bilimsel olmayan bu
tutumun önemli bir sonucu şeyhlik ve şeyhlerle ilgili bir kabuldür. Şimdiye
kadar. Kemalizmin ve Kemalistlerin, şeyhliğe ve şeyhlere karşı oldukları, bu
kişi ve kurumlara karşı etkin ve yoğun bir mücadele yürüttükleri iddia
ediliyordu. Cumhuriyetten sonraki Kürt direnmelerinin, şeyhlik, aşiret reisliği
gibi kurumlan yaşatmayı ve şeriatı amaçladıktan belirtilerek, mücadelenin bu
kişi ve kurumlara karşı olduğu iddia ediliyordu. Bu. Türk üniversitesinin, Türk
profesörlerinin, Türk “solu"nun ve Türk “sosyalist hareketi”nin, kısaca
Türk düşüncesinin ortak bir kabulüdür. Yaşanan hayata ilişkin olgulara ve olgusal
ilişkilere baktığımız zaman İse şunları görüyoruz:
Gerek
Büyük Şef ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal, gerekse Milli
Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü, Van, Diyarbakır, Ağrı, Urfa. Siirt,
Bitlis yörelerdeki, çok köklü, dallı budaklı şeyhleri sürekli olarak mebus
tayin etmişlerdir. Onlarıngeleneksel imtiyazlarına dokunmak şöyle dursun
bilakis teşvik etmişlerdir. Bu oluşumu açıklayan başlıca dört tane olgu
vardır. Bunlardan birincisi birbirini izleyen iki Şefin eylemleridir. Bunu,
TBMM kayıtlarından izlemek mümkündür. Şeyhliğe ve şeyhlere karşı olduğu
belirtilen Şef, çevrelerinde, çok köklü dinsel ilişkiler sürdüren, geleneksel
imtiyazlara sahip olan şeyhleri neden mebus tayin etmektedir? Devlet
egemenliğinin teşkili ve idaresi, bizzat kendi kişisel ve ortak kabul etmez
iradesiyle temsil edildiği halde, buna karşı gelmeye hiç kimsenin veya
kurumun yetkisi ve niyeti olmadığı halde, sürekli olarak neden şeyhler mebus
tayin edilmektedir. Bu, en azından Şef ile şeyhin ortak düşünce ve eylem
birliğini ifade eder. Şimdiye kadar, çeşitli kategorilerini yukarıda
belirtmeye çalıştığımız Türk düşüncesi. Şefin, “egemen sınıfların
baskılarından dolayı", örneğin toprak reformu girişiminde bulunamadığım
söylemekteydi. Böyle bir girişimde, bu sınıflardan çok şiddetli baskılar
gelebilirdi, denmekteydi. Halbuki bu sınıflan, mecliste bizzat kendi iradesiyle
etkin bir güç haline getiren Şefin kendisidir.
Bu
oluşumu açıklayan ikinci bir delil Kemalist Şeyh İbrahim Arvas'ın bizzat
kendisi ve öteki mebuslar hakkmdaki anlattıktandır. Hatırlanacağı üzere,
İbrahim Arvas, kendisinin ve öteki şeyhlerin ne kadar köklü şeyh ailelerine
men_.up olduğunu anlatıyordu. Yani Şef şeyhlerin bu durumlarını bildiği için
mebus tayin ediyordu. Üçüncü delil ise bugünkü yaşanan hayattır. Kürt
toplumunun bugünkü yapısıdır. Şeyhlik gibi kurumların varlığını hâlâ
sürdürmesidir. Bu oluşumu açıklayan dördüncü delil ise kendi kişisel ve sınıfsal
imtiyazlarının sürmesi için çarpıştıktan iddia edilen şeyhlerin, darağaçlannda,
sürgünlerde, sürgün bölgelerinde yurtlarının dışında can vermeleridir. Bütün
mallarının ve mülklerinin devlet zoruyla ellerinden alınmasıdır. O halde,
yaşanan hayat, olgular, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk
“solu’nun ve Türk “sosyalist" hareketinin, kısaca, Türk düşüncesinin
kanaatlarını temelden yalanlamaktadır. Kendi kişisel ve geleneksel
imtiyazlarının sürmesini İsteyenler, bu ilişkilere dokunulmaması İçin mücadele
edenler, çaba harcayanlar, Kürt direnmelerine katılanlar değil, Kemalistlerle
bütünleşenlerdir. Bunlar Kemallstlerle bütünleştikleri ölçüde geleneksel
imtiyazlarını daha sağlam bir garantiye almışlardır. Yalnız, burada,
Kemalistlerin, şeyhliğe ve şeyhlere karşı olduklarını basın yoluyla'
sürdürdükleri halde, onlarla bütünleşmek için gösterilen çabalan, gizli yollarla
istihbarat örgütleri aracılığıyla sürdürdüklerini de belirtelim.
İşte
burada, bilimsel bilgi üretilmesi sürecinin temelinde duran, bilim yönteminin
asla vazgeçemeyeceği, olgusal olmak, olgulardan hareket etmek sorunu ile karşı
karşıya geliyoruz. Olgulardan hareket edilmediği sürece, Kürt ulus olgusu
kabul edilmediği sürece, Kemalist ideolojiyi tekrarlamak her zaman mümkündür.
Fakat bilimsel bilgi üretmenin, bilim yönteminin yolu bu değildir. Kürt ulus olgusu
kabul edilmeden, şeyhlerle Kemalistler arasındaki ilişkileri açıklamak mümkün
değildir. Etraflıca anlatıldığı üzere şeyhler, Kürtlüklerini reddettikleri,
Kürtlüğe karşı savaştıktan, Türk milliyetçiliği propagandası yaptıkları ölçüde
Kemalistlerle bütünleşiyorlardı. Kemalistler de bu sürecin daha etkili ve
yoğun bir şekilde sürmesi için şeyhlerin yörelerindeki bütün geleneksel
imtiyazlarım teşvik ediyorlar, bu ilişkilerin sürmesi için her türlü desteği
yapıyorlardı. Zira, bu tür geleneksel sınıflar kontrol edildiği,
ajanlaştınldığı ölçüde, Kürt ulusallığının gelişmesi de önleniyordu.
İmtiyazlarını ve ilişkilerini devlet desteğiyle sürdüren bu tür geleneksel
sınıfların Kürt toplumu üzerindeki etkinliği ise yoğunlaşıyordu. Öte yandan
Türklerle Kürtler arasındaki tek ortak özellik din idi. Araplarla Türkler
arasındaki tek ortak özelliğin de din olması gibi. “Şeyhlerle, şeyhlikle
mücadele ediyoruz" diyerek, bu tek ortak noktanın da baltalanmaması,
bilakis kullanılması ve teşvik edilmesi gerekiyordu. Kemalistler bu ilişkinin
çok iyi bir şekilde bilincine vardıkları için, istihbarat örgütleri kanalıyla,
bu ortak özellikten yararlanmanın her türlü yolunu aramış ve bulmuşlardır.
Uygulamışlardır.
Bugün
bu ilişkiler özellikle MSP tarafından yürütülmektedir. MSP'nin Kürdlstan’daki
işlevi şudur: Kürt ulusallığım İslam enternasyonalizmi anlayışı İçinde eritmek.
Sonuçta, Kürt toplumu üzerinde Türk sömürgeciliğinin sürmesini sağlamak.
Kürdistan'da bu işlevlere sahip olan MSP bunun için devlet desteğine sahiptir.
Şeyhlik için
söylenenler, toprak ağalığı için de rahatça söylenebilir. Emin Sazak, Damar
Ankoğlu, Cavid Oral, Adnan Menderes, Hilmi Uran gibi büyük toprak sahiplerini,
derebeyleri, savaş vurguncularım, sürekli olarak mebus tayin eden Büyük Şefin,
toprak reformu yapmayı arzu ettiğini söylemek mümkün değildir. Büyük Şefin
toprak reformu yapabileceğini iddia etmek de mümkün değildir.
Bilime, bilimsel
bilgiye, kimin ihtiyacı varsa, o üretir.
Kürdlstan
üzerindeki Türk sömürgeciliğinin odak noktalarından biri haline gelen Türk
üniversitesinin, Kürdlstan hakkında, Kürt toplumu hakkında bilimsel bilgiler
üretmesi beklenemez. Şüphesiz, Türk üniversitesi de değişecek, sömürgeci
boyunduruğun vazgeçilmez bir halkası olma durumunu reddedecektir. Fakat
önümüzdeki dönemlerde bu durumun gerçekleşeceğini sanmak doğru değildir. Bu
ancak, uzun vadeli bir değişim olabilir. Şimdilik, Türk üniversitesinin,
sömürgecilikten rahatsız olduğu, hiçbir zaman söylenemez. Bilakis, sömürgeciliğin
teşvikçilerinden ve meşrulaştıncılarındandır. Üniversitede yeni düşün
akımlarının gelişmesini kesinlikle engellerken, kendi kişiliğini, Kürt ulusunun
kişiliğini reddedenlerin, yani objektif bakımdan “Kürt” sübjektif bakımdan Türk
olanların gelişmeleri için her türlü olanağı sağlamaktadır. Böylece gericiliğin
ve çağdaşlığın vazgeçilmez bir kurumu olmaktadır.
Ortadoğu’da
uluslararası sömürge statüsünde olan, klasik sömürgelerden çok daha ağır
baskılarla karşı karşıya olan Kürdistan'ın bu durumu en çok. Kürt ulusunu
rahatsız etmektedir. Bu durumdan doğan acılan, birinci planda Kürt ulusu
çekmektedir. Bu bakımdan, Kürdistan’ın uluslararası sömürge statüsünü
değiştirecek. Kürt ulusu için insanca öteki uluslarla birlikte eşit bir düzen
hazırlayacak bilgileri, birinci planda. Kültlerin demokratik ve devrimci kurumlarıüretecektir.
Zira, bilimsel bilgiye birinci planda bunlarınihtiyacı vardır.
Türkiye'de
tarih, özellikle yakın tarih şüphesiz ki yeniden yazılacaktır. Fakat bunu kim
yazacaktır? Şüphesiz kİ yanlış yazımdan dolayı zarar görenler yazacaktır. Bu
yanlış yazımdan dolayı zarar görenler başta Kürt ulusudur. 50 seneyi aşkın bir
zamandır, Kemalizmin, dünyadaki ulusal kurtuluş savaşlarına öncülük ettiği,
şarkın köle, esir milletlerine ışık tuttuğu, onlan. kölelikten, esirlikten
kurtardığı söylenmiş, bunun propagandası yapılmıştır. Bu, bilimsel bilgi diye
sunulmuştur. Çağın en büyük emperyalist devletleri olan İngiliz emperyalizmi ve
Fransız empeıyallzmi ile müşterek ideolojik, politik, askeri ve ekonomik
eylemlerle Kürdistan'ı parçalayan, Kürt ulusuna “böl yönet" politikası
uygulayan Kemalistlerin resmi tarihten çok memnun olduklarıbüyük bir doğrudur.
Zaten resmi tarihi kendileri yazmışlardır. Yukarıdaki örnek göstermektedir ki,
resmi tarihten en çok zarar gören Kürt ulusudur. O halde, olgulara dayalı, bilimsel
tarihin de Kürtler tarafından yazılması kaçınılmazdır. Çünkü resmi bilgilerin
oluşturduğu düzenden, en çok zarar görenler onlardır. Bu durum, Kürdistan'ı
uluslararası sömürge statüsünde tutan öteki devletler için de aynen söylenebilir.
Demek ki Kürdistan hakkında, Kürt toplumu hakkında, bilimsel bilgiler
üretilmesi. Ortadoğu tarihinin yeniden yazılmasını gerektirmekledir. Çünkü
Kürdistan, uluslararası bir sömürgedir. Ve Kürdistan'ın parçalanması,
Ortadoğu'da emperyalist politikaları gerçekleştirmenin ve sürdürmenin odak
noktası olarak düşünülmüştür. Kürdistan'ın parçalanması, emperyalizmin
Ortadoğu'da kendini, politik ve ideolojik bakımdan üretebilmek İçin bulduğu en
geçerli bir yoldur.
işçi sınıfı ve öteki
emekçi sınıflar ve tabakalar da resmi tarih bilgilerinin oluşturduğu düzenden
rahatsızdır. Şikayetçidir. Fakat, Türk “demokrasisi" gibi. Türk “solu’nun
ve “sosyalist" hareketinin de, uzun yıllar, Kemalizmin sömürgeci. ırkçı
ve burjuva niteliğini deşifre etmeyip, onu “sollaştırma" eylemine girmesi
ve onunla bütünleşmesi, sosyalist hareket İçin çok ağır darbeler indirmiştir. Kemalizmin
burjuva niteliği tyice ortaya çıksa da, sömürgeci ve ırkçı niteliği hâlâ
gizlenmek istenmektedir. Türk “solu" ve "sosyalist" hareketi.
Kemalizmin gerçek niteliğini şüphesiz ortaya koyacaktır. Fakat, bu, biraz daha
uzun vadeli bir eylemdir.