ALTMIŞINCI MEBHAS
ALTMIŞ BİRİNCİ MEBHAS
ALTMIŞ İKİNCİ MEBHAS
ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ MEBHAS
ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ MEBHAS
ALTMIŞ BEŞİNCİ MEBHAS
ALTMIŞ ALTINCI MEBHAS
ALTMIŞ YEDİNCİ MEBHAS
Ölümden Sonraki Haşrin Kesin Olduğu ve Aynı Şekilde Yer ve Göklerin de Başkasına Tebdil Edileceği Hakkındadır
ALTMIŞ SEKİZİNCİ MEBHAS
Havz, Sırat ve Mîzan’ın Hak Olduğu Hakkındadır
ALTMIŞ DOKUZUNCU MEBHAS
Defterlerin Dağıtılması ve Kıyamet Günü Allah Teâlâ’ya Arz Edilmesinin Hak Olduğu Hakkındadır
YETMİŞİNCİ MEBHAS
YETMİŞ BİRİNCİ MEBHAS
Cennet ve Cehennemin Hak ve Âdem (aleyhisselâm) Yaratılmadan Önce
Yaratılmış Olduğunun Beyanı Hakkındadır
Cennet ve Cennetlikler Meselesi
Büyük
îmamı Nasbetmenin (Tayin Etmenin) Vâcip Olduğu, Onun Sevabı, Ona îtaat Etmenin
Vücûbu, Ona Karşı Çıkılmayacağı, Onu Nasbetmenin Allah’a Değil Bize Vâcip
Olduğu, İmamın Zamanının En Faziletlisi Olmasının Şart Olmadığı, Mefdûl da Olsa
Onu Nasbetmenin Bize Vâcip Olduğu ve Bunun Müslümanların Maslahatını Yerine
Getirmesinden Dolayı Olduğu Hakkındadır
Sınırların
korunması, ordunun donatılması; eşkıya, hırsız ve yol kesicilerin
cezalandırılması, hasımlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkların çözülmesi,
insanların dinî ve dünyevî bütün maslahatlarının korunması bu kabildendir.
Şayet büyük imam olmasaydı insanlar kendilerine zarar veren şeylerden
alıkonulamaz, şer‘î hükümler infaz edilemez, hadler uygulanamaz ve ganimetler
taksim edilmezdi. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından sonra
sahâbe imamın tayini konusunda icmâ etmiş, hatta bunu en önemli vâciplerden
biri olarak saymış ve imam tayinini onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) defnine
öncelemişlerdir. Bütün dönemlerde insanlar bu şekilde devam etmişlerdir.
Müslim’in “İtaat elini bırakan kimse, kıyamet günü elinde hiçbir delil olmadan
Allah’ın huzuruna çıkar. Boynunda biat olmadan ölen kimse, Câhiliye ölümü
üzerine ölmüştür.” şeklinde naklettiği hadisin de içinde bulunduğu birçok hadis
bunu desteklemektedir. Kemâl, Haşiyesinde şöyle demiştir: “İmamın
nasbedilmesi, aklen değil, sem‘an yani şer‘an vâciptir.” Mu‘tezile’den olan
Câhız’ın adamları, Belhî ve Basrî, imam nasb etmenin, aklen Hak Teâlâ’ya vâcip
olduğunu söylemişlerdir. Zira onlar imamın yokluğu hâlinde zayıflara yönelik
zulmün muhtemel olduğunu, varsayılan zararın defedilmesinin de aklen vâcip
olduğunu söylemektedirler. Bu da şer‘î hükümleri ikame eden bir imamın nasb
edilmesiyle giderilir. Onlar, imamların tayini konusunda ehl-i sünnet gibi
düşünmektedir.
Ehl-i
sünnete göre, imam birkaç yöntemle bilinir. Ya peygamber veya imam gibi
sözünün kabul edilmesi vâcip olan birisinin tayini (nasb) veya müslümanların
icmâı ile olur. Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, icmâ ile
Ebû Bekir es-Sıddîk, sonra Ebû Bekir’in tayiniyle Ömer el-Fâruk, sonra Ömer’in
hilâfet işini şûra ile çözmeleri için tayin ettiği heyet tarafından Osman imam
oldu. O ise kimseyi halife tayin etmedi,
insanlar Osman’ın imameti sonra da Ali
el-Murtazâ’nın imameti üzerine bir araya geldiler. Muteber olan sahâbîler de bu
konuda icmâ etmişlerdir. Bunlar, râşit halifelerdir. Daha sonra Hasan ile
Muâviye arasında muhalefet çıkmış, Hasan onunla anlaşarak, hilâfeti kendisine
bırakmıştır. Ondan sonra Abbâsoğullarına geçinceye kadar, Ümeyye ve Mervân
oğullarında kalmıştır. Ehlü’l-hall ve’l-akd olanların çoğunluğu onlar üzerinde
icmâ etmiştir. Daha sonra hilâfet, olanlar oluncaya kadar onlarda kalmıştır.
Bazı Râfızîlerin görüşüyse Ebû
Bekir’in hilâfeti gasp edip zulmederek Ali’nin önüne geçtiğidir. Bu görüş, Ebû
Bekir’i hilâfete getirmelerinden dolayı, sahâbenin zulüm üzerine icmâ etmiş
olmasını gerektirdiği için, bâtıldır. Onlar bundan uzaktır ve dinin hâmîleridr.
Hâricîler ve Mu‘tezile’den olan Asam, insanların bir imam nasbetmelerinin vâcip
olmadığını söylemişlerdir. Bazıları, emniyet anında değil de fitne zamanında
vâcip olduğunu, diğer bir kısmı ise tersini söylemiştir. İmâmiyye Şîa’sı, imam
nasbetmenin Allah’a vâcip olduğu görüşündedir. O “Müminlere yardım etmek
üzerimizde bir haktır.”305 âyetinde ve “Zulmü kendime haram kıldım.”
kudsî hadisinde olduğu gibi, bizzat kendisine bir şeyi helâl ya da haram kılsa
bile, gerçekte Allah Teâlâ’ya hiçbir şey vâcip değildir. Zira O’nun münezzeh ve
yüce olan mertebesi, sınırlamayı kabul etmez. Bununla yaratılmışlardan
ayrılmaktadır. Çünkü sınırlama, üst bir makamda bulunan tarafından alttakilere
yapılır. Anla!
Mu‘tezile, yapılmaması durumunda
zemmedilmeyi gerektiren bazı şeylerin Allah Teâlâ’ya vâcip olduğu görüşündedir.
Taatten dolayı sevap, mâsiyet dolayısıyla cezalandırma, onları taat hususunda
takviye edecek ve yaklaştıracak, mecburiyet sınırına ulaşmadan mâsiyete
düşmekten uzaklaştıracak cömertlikte bulunmak ve onlar için hikmet açısından
aslah olanı yapmak, bu kabildendir. Mutezile, başlıkta verdiğimiz “Sultana
karşı gelmek câiz değildir.” şeklindeki görüşümüze muhalefet ederek, kendilerine
göre haksızlık yaptığında azledilebileceğini ileri sürerek, zalim sultana karşı
gelmeyi câiz görmüştür. Bir topluluk da “Mefdûl da olsa imamın nasbedilmesi
vâciptir.” şeklindeki görüşümüze muhalefet ederek “Fâdıl varken, mefdûlun nasbı
yetmez, fâdıl olanın nasbedilmesi gerekir.” demişlerdir.
Bu görüş, Bakî‘a yakın bir yerde
medfûn olan İsmail b. İmam Ca‘fer es-Sâdık’a mensup olan İsmâilîlerden
nakledilmiştir. Bunlar “Bâtıniyye” ve “Melâhide” olarak isimlendirilmişlerdir.
“Her zâhirin bir bâtını vardır.” dedikleri için “Bâtıniyye”, bazı durumlarda
şeriatın zâhirini bırakıp bâtınına 5 döndükleri
için de “Melâhide” denilmiştir. Bazılarının, sûfîlerin ilimlerinin
derinliğiyle ilgili sözlerini, Bâtıniyye mezhebiyle eş tuttuklarını bilesin.
Hak olan ise ikisi arasında bir farkın olduğudur. Zira sûfiyye, bâtınilerin
aksine sadece şeriatın zâhirine uygun olduğu zaman bâtıniliği dikkate alır,
aksi takdirde atar. Kitapları bunlarla doludur. Bâtıniyye ise, şeriata uygun 10
olsa
da olmasa da büyüklerinin kabul ettiklerini dikkate alırlar. Anla! Kutub ve
efrâdla ilgili başlıkta, bazen efrâddan olan birisinin kutubdan daha kâmil
olabileceği geçti. Zira kutub, bütün velilerden daha faziletli olduğu için bu
makama gelmemiştir. O, Allah’ın ezeli ilminde bütün insanların işlerinin
kendisine döneceği bir kişinin âlemde bulunması gerektiği kayıtlı 15
olduğu
için buna nâil olmuştur. Böylece kutbiyyete tayin edilmiş, öncelikli olması
hasebiyle tayin edilmemiştir. İmametle ilgili bu başlıkta da aynı şey söz
konusu olup imamın bütün vatandaşların en faziletlisi olması şart değildir. En
doğrusunu Allah bilir.
İmam için, ismetin de şart olmadığını
bilesin. Râfızilerin aksine 20 Hâşimi ve Alevi soyundan olması da
şart değildir. Cumhura göre büyük imam fâsıklık yapmakla azledilmiş olmaz.
İmamımız Şâfii’nin (ra) adamlarının kitaplarında, imamın bâliğ, âkil, müslüman,
âdil, hür, erkek, müctehid, cesur, dirayetli, yeterli, Kureyşli, işiten,
gören, konuşan ve âzalarının hareket etmekten ve seri bir şekilde ilerlemekten
kendisini 25 alıkoyacak bir eksikliğinin olmaması şart koşulmuştur.
Şayet Kureyşli bulunmazsa diğer şartları bulunduran Kinâneli, bu da bulunmazsa
başkası olur. Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere âdil olan cahil, fâsık olan
cahilden evlâdır. Bunlar, kelâmcıların kitaplarında gördüklerimdir. Şeyh
Muhyiddin ise el-Fütûhât’in 322. bâbında bu konuyu değer30
lendirmiştir.
Soru: Şâri‘,
imam edinmeyi açıkça emretmemişken bu nereden vâcip oluyor?
Cevap: Yüce
Allah, dini ikame etmemizi emretmiştir. Din de insanların can, aile ve mal
güvenliği olmadan, bir kısmının diğerlerine karşı tecavüzkâr davranmaları
engellenmeden, ikame edilemez. Bu da gücünden korktukları, merhametini
umdukları, müracaat ettikleri ve üzerine görüş birliğine vardıkları bir imam
olmadan gerçekleşmez. Şayet emniyet altında olmazlarsa Hak Teâlâ’nın
yaşanmasını vâcip kıldığı dini, hayata geçiremezler. Kendisi olmaksızın
vâcibin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı bir şeyin kendisi de vâciptir. İmam
edinmek, Allah’a değil bize vâciptir. Nasıl âlemin ilâhı tek ise ve nasıl
âlemde gavs olan kutup tek ise ihtilafa düşülüp âlemde fesadın meydana
gelmemesi için imamın da tek olması gerekir. Dolayısıyla tek bir kişinin imam
olarak belirlenmesi dinen vâciptir.
Soru: Bir
şahsın imameti sahih olduktan sonra ne ile azledilir?
Cevap: Fıkıh
kitaplarında mukarrar olduğu üzere tebaanın bir kısmının diğerlerine haksızlık
yapmasını önlemek ve benzerleri gibi daha önce geçen imametin şartlarını
hakkıyla yerine getirmekten âciz kalması durumunda imam azledilir. Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhat’ın 60. bâbında şöyle demiştir: “Tebaasının durumunu
dikkate almayan, adâlet ve iyilikle aralarında hareket etmeyen her imam,
zâhirde olmasa da hakikatte kendisini azletmiş sayılır.” Aynı şekilde “Bana
göre hâkim, zulmettiğinde ya da fâsıklık ettiğinde özelikle fâsıklık yaptığı
konuda azledilmiş sayılır. Zira Allah’ın hükmetmesini emrettiği şeyle
hükmetmemiş olur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), zulmetseler bile
ulû’l-emr için ‘imam’ ismini kullanmıştır. ‘Şayet âdil olurlarsa bu hem sizin
hem de kendilerinin lehinedir, zulmederlerse bu durum da sizin lehinize
onların aleyhinedir.’ buyurmuş ve bizi taat etmemekten nehyetmiştir. Bu konuda
yetkililer arasında ayrım da yapmamıştır. İşte burada, zâhirde olmasa da bu
durumda azledilmiş sayıldığını söyledik.” demiştir. Böylece imamın asla şeriata
muhalefet etmemesi gerektiği anlaşılmış oldu. Ancak 369. bâbda “Hükümdarların
Siyaset İlmi” konusu bağlamında, şöyle demiştir: “Hükümdarların üç şeyin
dışında bağışlandıklarını gördüm. Bu üç şey; harama yönelme, sırrı ifşa etme ve
mülklerini tanetmeleridir.” Yine Celâleddin es-Süyûtî’nin Târîhu’l-Hulefâsında
da bunun Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un sözleri olduğunu gördüm. el-Ahkâmus-Sultâniyye’de
de vâlinin, suçunu ikrar edinceye kadar suçluyu dövme hakkı bulunduğunu, bunun
kadı için söz konusu olmadığını gördüm. Bunun üzerinde düşün.
el-Fütûhât’ın
364. bâbındaki ilimler kapsamında, valileri eleştirenlerin, bunları tayin
edenleri sefihlik ve kusurlu bakış açısına nispet ettiğini ve bunun gerçekten
tehlikeli bir durum olduğunu söylemiştir. “Bu nedenle Hak Teâlâ, hükümdar ve
halifeleri eleştirmekten nehyetmiş ve onların
5 kalplerinin Allah
Teâlâ’nın elinde olduğunu, dilediği zaman kalpleri bize daraltacağını, dilediği
zaman da bize o kalplerle yumuşak davranacağını haber vermiştir. Onlara dua
etmemizi bize emretmiştir. Herkes için maslahatın onlarla hâsıl olması
yaptıkları zulümlerden daha büyüktür. Bununla birlikte onlar dünya ehlinin
ihtiyaçlarının giderilmesinde Allah Teâlâ’nın
10 kapıları mesabesindedir.
İster fâsık ister sâlih ister âdil yahut zalim olsunlar bir fark yoktur; bu
durum onları “nâiblik” isminin kapsamının dışına çıkarmaz.” el-Fütûhât’ın
“Ebvâbü’s-salât” bâbında, cemaatle namazda imamlık yapma kapsamında,
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “İyi ve günahkâr olan herkesin
arkasında namaz kılınır.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Bu-
15 rada fâcirle
kastedilen, kâfir değil, müslüman olan âsidir. İslâm bağı onda olduğu müddetçe,
mekruh olsa da arkasında namaz kılmayı kabul ederiz. Burada kerahet imamın
fıskının tahmin edilen bir işle değil kesin olan bir işle olması durumunda söz
konusudur.” Çünkü bu durum, kâmil olan bir mümini zanla birisinin fâsık
olduğuna hükmetmekten uzak tutar. el-
20 Fütûhât’ın
“Hac Bâbı”nda ise tavaf bağlamında şöyle demiştir: “Fâsıkın
imametinin kerahetle birlikte câiz
olması ve arkasında namaz kılmanın bâtıl olmamasının sebebi, meşrû olan abdesti
alarak namaza başlamasıdır. Namazla birlikte koruma altına girer ve kıraat,
zikir ve boyun eğme devam ettikçe selâm verinceye kadar, hayır ve ibadette
kalır. Bu durumda fâsıklıkla
25 nitelenemez, aksine
Azîz ve Celîl olan Allah’a itaattedir. Abdullah b. Ömer, meşhur fâsık olan
Haccâc’ın arkasında namaz kılmıştır. Ayrıca müslümandan sâdır olan bir mâsiyet
yoktur ki ona, bunun mâsiyet olduğuna dair bir iman eşlik etmiş olmasın. Haccâc
gibileri, her ne kadar namaz dışında fâsık iseler de namazda mümin ve Allah’a
itaatkârdırlar. İmâna da hiçbir
30 şey direnemez.
Dolayısıyla mâsiyet tarafı zayıflar. Bu nedenle imametinin bâtıl değil, mekruh
olduğunu söyledik.” Bu konu tartışmalıdır. Kerahet, namazda mâsiyetle
nitelenmesi sebebiyle değil, namazın dışında da olsa zulüm ve haksızlık yapması
sebebiyledir. Bu nedenle imameti mekruhtur.
Soru: İmâmiyyenin,
imamın mâsum olmasını şart koşmasındaki şüpheleri nedir?
Cevap: “Onların
şüphesi, imamın namaz kıldığı zaman, sadece ve özellikle ahadiyyet sıfatı ile
münâcât etmesidir. Bu nedenle namazda selâm verinceye kadar ismeti vâciptir.
Onlar, namazın dışında mâsum olmadığı görüşündedirler. Bu makamın aslının
peygamberlere has olduğunu söylerler. Ancak onların dışında da namaz için
imamete geçen kimsenin, namazdan ayrılıncaya kadar mâsum olduğunu söylemek
vâciptir. Açık olan hatta gerçekleşmiş olan hak, imamların mâsum olmalarının
vâcip olmamasıdır. Bütün imamlar için namazda yanılma söz konusudur. Namazında
yanılmazsa bile iki makam arasında fark vardır. Namazdan gafil olmak, namazda
hata yapanın aksine onu tamamıyla yapmamayı gerektirir.” Bunu 347. bâbda
uzunca anlatmıştır. Yine Şeyh’in 336. bâbda şu sözlerle ifade ettikleri de
imamların masûm olmadıklarına dair görüşü desteklemektedir: “Hak Teâlâ’nın
bâtın sultanı olan kutba, sadece ehliyet nazarıyla baktığını bilesin. Şayet
Yüce Allah zâhir sultanına da bu gözle baksaydı, imâmiyyenin dediği gibi, asla
zulmetmezdi. İsmet, zâhir imamın şartı değildir. Şayet imâmet onun için istenilmeyen
bir şey olsaydı ve sonra Allah ona bunu yerine getirmeyi emretseydi
peygamberlerde vâki olduğu üzere şüphesiz onu korurdu. İstemediği hâlde,
kendisine emirlik verilen kimse için, onu koruyacak bir meleğin vekil tayin
edildiğine dair hadiste de buna işaret edilmektedir.” Şöyle demiştir: “Bu,
ismetin anlamıdır. Ancak edebe uygun olan, onun mâsum değil, mahfuz olduğunun
söylenmesidir. Yüce Allah’ın Hz. Dâvûd’la (aleyhisselâm) ilgili ‘Hevâya tâbi
olma! Seni Allah’ın yolundan alıkor.’306 şeklindeki âyetine gelince
bu hevâdan maksat, haram ya da mekruh konusunda değil de evlâ olan fiille
ilgili olarak sana vahyettiğimize muhalif olan şeyi öneren kimsenin önerisine
tâbi olmamandır.” Zira peygamberlerin makamı, Şeyh’in 346. bâbda dediği ve şu
şiirlerle söylediği gibi, bundan yüksektir.
Bir mâsuma “Tâbi ol” denilmesine
şaşarım /
“Bid‘at çıkarma Allah’ın
indirdikleriyle hükmet”
Mâsumun hevâya uyduğu düşünülür mü? /
Vahiy ve tahkik onda, daha ne olsun?
Bu konuda başka söyledikleri de
vardır. Yine bu konuyu 515. bâbda da geniş bir şekilde ele almıştır. Oraya
bakılabilir.
Soru: Hilâfet
ile hükümdarlık arasında bir fark var mıdır? Hadiste “Benden sonra hilâfet otuz
yıldır, daha sonra hükümdarlık vardır.” denilmektedir. Hükümdar mı, halife mi
Hak Teâlâ’nın sıfatlarına daha yakındır?
Cevap: Hadiste
açıkça belirtildiği ve “Nübüvvet ve Risâlet Mebhasi”nde geçtiği üzere hilâfet
ile krallık arasındaki fark açıktır. Şeyh 177. bâbda şöyle demiştir: “Halife
ile hükümdar arasındaki fark, hükümdarın aksine halifenin isim ve sarf
yerlerini (bu isimlerin tasarruflarını) bilmesidir. Hükümdarın isim ve sarf
yerlerinin ilmini bilmesi gerekmez. Bu yüzden o âlemde halife değildir.” 260.
bâbda şöyle demiştir: “Resul olsalar da olmasalar da Allah’a sûrî kurbiyyet
sadece halifeler içindir. Bunların yakınlıkları da (kurbiyyet) iki türdür.
Birincisi ilâhi bildirim ve talimatla olan hilâfet ikincisi ise hükümleri infaz
etmekle birlikte ilâhî bildirim olmayan hilâfettir. Bunlar hakikatte halife
oldukları hâlde, ediplerin dilinde halife değildir.”
Soru: Hangisi
daha tamdır?
Cevap: İlâhî
bildirimle olmayan hilâfet, mânevî kurbiyet açısından daha tamdır. Zira ilahî
târif ve açıkça (tayin edilen) halife, sûret açısından halife tayin edileni
uzaklaştırır. İlâhî bildirimle halife olmayanın âlemdeki hükmü, başkasının
emriyle değildir, o kendisi nedeniyle hüküm verendir. Bu nedenle ilâhî bildirim
olmaksızın halife olan kimse kendisi için bildirim ve talimatla hilâfet akdi
yapılan kimseden daha çok ilâhî sıfata yakındır. Ancak bu ikincisi, hilâfeti
ilâhî bir emirle olmayan kimseden daha çok arzulanan saadete yakındır. Zira
saadete yakınlık, Allah’ı bilen ulemânın indinde arzulanan şeydir. 177. bâbda
bunu söylemiştir.
Soru: Halife
için âleme tahakküm mü yoksa teslimiyet mi önceliklidir?
Cevap: O,
bu konuda muhayyerdir. Dilerse Şeyh Abdülkâdir el-Cîlî gibi tahakküm eder ve
zâhir olur; dilerse Şeyh Abdülkâdir’in talebesi Ebu’s-Su‘ûd b. Şibl gibi
tahakküme muktedir olmasına rağmen, teslim olarak kulları hakkında tasarrufta
bulunmayı Rabb’ine bırakır. Ancak Hz. Dâvûd’da (aleyhisselâm) olduğu gibi, bu
ilâhî bir emirle birlikte olursa, Allah’ın emrini reddetmesi söz konusu olamaz.
Bu durumda hilâfetin reddedilmesi halifenin tâbi olmaktan nehyedildiği hevâ
sebebiyledir. Osman b. Affân (ra) hilâfeti böyledir.
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), onun hilâfet elbisesini çıkarmasını nehyetmiş, o da bunun Hak Teâlâ
için olduğunu bildiğinden öldürülünceye kadar bunu boynundan çıkarmamıştır.
Ancak hilâfeti ilâhî bir emirle birlikte olmayan kimse, muhayyerdir; dilerse
bununla hakkıyla zâhir olur, dilerse açığa çıkmaz ve hakkıyla 5
gizlenir.
Bununla birlikte her akıl sahibi için açığa çıkmayı terk etmek evlâ olandır.
Böylece evliyânın hilâfet konusunda nebîlere katıldığı anlaşılmış oldu. Ancak
risâlet ve nübüvvet konusunda bu olmaz. Zira bu, Resûlullah’tan (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sonra kapanmış olan bir kapıdır. Peygamber için hüküm vardır,
sonra da halife bırakmıştır, onun da tahakkümü vardır. Şayet peygamber ise
tahak10
kümü
şeriatladır, resul değilse tahakkümü, Allah’ın emriyle zamanının şeriatı olan
vaktinin hükmüyledir. İşte bu hükümle adâlet ve zulme nispet edilir.
Soru: İnsan
için tahakküm mertebesi imtihan mı, şereflendirme midir?
Cevap: İmtihandır.
Zira teşrif olsaydı, âhirette saîdler yurdunda da devam ederdi. Halifeye
“Hevâya uyma!” denildiğine göre, yasaklanma belir15 lenen
şeriatın aksine, şüphesiz bir şekilde imtihanı çağrıştırır. Zira [teşrî],
yasaklanma bulunmayan mutlak [bir durumdur]. Aynı şekilde şayet teşrif olsaydı,
tahakkümü açısından adâlet veya zulme nispet edilmezdi. Âlemde de sadece
ehlullah hilâfeti üstlenir. Oysa Yüce Allah bazı fâsıkları hilâfete getirmiş,
bize de zulmetseler bile dinleyip itaat etmeyi emretmiştir. İşte bu, 20
teşrifin
değil, imtihanın hâlidir.
Soru: Âdem
(aleyhisselâm) ve Dâvûd’dan (aleyhisselâm) hangisinin hilâfeti daha kâmildir?
Cevap: Şeyh’in
346. bâbda dediği üzere, her biri, bir açıdan daha faziletli, başka bir açıdan
ise daha az faziletlidir. “Bil ki Hak Teâlâ’nın, oğlu Dâvûd’a ömründen altmış
yıl vermek üzere, Âdem’in (aleyhisselâm) göğsünü açması 25
sonra
vefatı anında Âdem’in bunu unutması ve ömründen verdiği miktarı inkâr etmesi
sebebiyle, Dâvûd’un kalbinde kırgınlık meydana geldi. Allah Âdem’e
(aleyhisselâm) vermediği şeyle onu teselli etmiştir. Yüce Allah Âdem hakkında
‘Yeryüzünde bir halife kılacağım.’[96]
demiş ve ne onun ismini tayin etmiş ne de muhatap edatıyla onu şereflendirdiği
şeyi bir araya getirmiştir. Ona 30 ‘Sana bütün
isimleri öğrettik.’ de dememiştir. Dâvûd hakkında ise ‘Seni yeryüzünde halife
kıldık, hükmet.’[97]
buyurmuş ve onun ismini vermiştir.
Allah Teâlâ ezelî ilminde böyle bir
makam ve ihtimamın yaratılışına bağlı beşerî yönü hasebiyle onda babasına karşı
bir kıymet bırakacağını bildiğinden ‘Nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah
yolundan saptırır.’309 buyurmuştur. Böylece Allah onu ikaz etmiş o
da Allah Teâlâ’nın onu ismiyle tayin etmesinden hâsıl olan mutluluk yerine bu
ikazla ve Allah yolunu gözetmesine yönelik emirle iştigal etmiştir. Ayrıca Hak
Teâlâ, Dâvûd’la birlikte edeb yöntemini benimsemiş ve ‘Kuşkusuz, Allah yolundan
sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır.’
buyurmuş ve ‘Şayet sen Allah’ın yolundan saparsan sana çok ağır bir azap
vardır.’ dememiştir.” Şeyh bu konuda uzun açıklamalarda bulunmuştur.
Netice:
Şeyh el-Fütûhât’ın 60. bâbında, Allah Teâlâ’nın göklerde, meleklerden
nakipler (nukebâ) kıldığını her meleğe bineği olan ve kendisiyle yüzeceği bir
yıldız belirlediğini ve feleklerin de bunların etrafında her gün bir devir
döndüğünü zikretmiştir. Göklerin ve yerin krallığından hiçbir şey, onların
gözünden kaçmaz. Raiyyesinin hâlini gözetmeyen her kral, gerçekte kendini azletmiş
olur. Şöyle demiştir: “Yüce Allah, göklerin idarecileriyle yerin idarecileri
arasında, bu idarecilerden yeryüzü ehline uzanmış ayıp ve şâibelerden arınmış
münasebetler ile yollar (rakâik) kılmıştır. Yeryüzündeki yetkililerin ruhları,
istidatlarına göre bunların ruhlarından iyilik ya da kötülüğü kabul ederler.
Dolayısıyla bir yetkili sadece kendi nefsini kınasın. Tenezzülâtü’l-Mûsuliyye’de
bunu uzunca anlattığını söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın
Ezelde, Öldürülme veya Başka Bir Şeyle Hayatının Sona Ereceğini Kaydettiği
Vakit Olan Eceli Sona Ermeden Hiç Kimsenin Ölmediği, Allah’ın “Sonra Eceline
Hükmetti. Belirlenmiş Ecel O’nun Katındadır.” Âyetinin Anlamı ve Her Ölene
Ölümü Anında On İki Sûretin Tecelli Etmesi Hakkındadır
Mutezile’nin çoğunluğunun, maktulün
eceliyle ölmediğini, katilin öldürmekle maktulün ecelini sona erdirdiğini
iddia ettiğini bilesin. Şayet öldürmeseydi bundan daha çok yaşardı. Bu görüşü
benimseyen kişinin, öldürülmekle ömrünün kısaldığına hükmetmesi için, maktulün
Allah Teâlâ’nın ilmindeki ömrünün miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Buna imkân
yoktur, ulaşacağı varsayılsa bile ecelinin kılıçla sona erdiğinden başka bir
şey göremez. Hak Teâlâ’nın kulun ruhunu, hem aletle hem de aletsiz alma hakkı
vardır. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın katında belirlenmiş olan eceldir. Hak
Teâlâ, ecelinin sonunda bir kulun kılıçla öldürülmesini yazdığında, kılıç
gerekli olur. Şayet kılıç kaybolursa şüphesiz bir şekilde kılıç bulununcaya
kadar yaşamaya devam eder. Bazıları, Mutezilenin görüşünün bu şekilde yorumlanmasının
evlâ olduğunu söylemişlerdir. Zira onlar kesin olarak müslümandır. Yüce
Allah’ın kılıçla öldürülen söz konusu şahsın yaşamasını istediği, ancak katilin
bunu istemediği ve bununla ilâhî iradeye galip geldiği şeklindeki bir inanç
olarak yorumlanmaması gerekir. Bu düşünce, mukallit olan Mu‘tezile’nin
genelinin aksine, Zemahşerî gibilerinin muradından uzaktır. Bunlar, katilin
maktulün ömrünü sona erdirmesini intihar eden kimse hakkındaki “Kulum kendisini
öldürmekle benden öne geçti.” hadisinde olduğu gibi anlamış olabilir. Bu,
yanlış bir anlamdır ve delil olmaya uygun değildir. Zira intihar eden,
kendisini öldürürken Allah’ın hükmü (kazâ) olmaksızın tek başına öne geçmemiş,
bu Allah Teâlâ’nın iradesi ve meşîetiyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla intihar
edenin kınanması, sadece Allah Teâlâ’nın emri olmadan kendisini öldürmesi
açısındandır. Bu, başkasının mülkünü, sahibinin izni olmadan yıkan kimse
gibidir. Bu ise haramdır. Zira şer‘î hükümler, iradeyle değil, emirle
delillendirilir. İşte burada “Kadere iman ederiz, ancak onu delil getirmeyiz.”
demişlerdir.
Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif, Hâşiye’sinde
Ehl-i sünnetin meşhur delillerinden biri ‘Ecelleri geldiğinde ne bir an ileri
ne de geri alabilirler.’[98]
ve ‘Allah’ın eceli geldiği zaman, ertelenemez. Keşke bilseydiniz.’[99]
âyetleridir. Mu‘tezile’nin sarıldıklarıysa Sahihayn ve daha başka
yerlerde açıkça yer alan ve bazı ibadetlerin ömrü uzattığını ifade eden
hadislerdir. Bunlardan biri ‘Rızkının genişlemesini, yaptıklarının
unutulmasını isteyen kimse, akrabalarını ziyaret etsin.’ hadisidir.” demiştir.
Buna verilen cevapların bulunduğunu, bunların en sahih olanının ise bu
fazlalığın, vaktinin genelinin taatlerle sarf edilmek sûretiyle bereketlenmesi
olarak te’vil edilmesi olduğunu söylemiştir. Zira ibadetin dışındaki ömrü
dikkate alınmaz. Bu, bütün delilleri bir araya getirmektedir. Taberânî’nin
hadisinde yer alan ve maktulün kıyamette, katiliyle hesaplaşarak “Allahım, bana
zulmetti, beni öldürdü ve ecelimi kesti.” dediği hadis hakkında ise hafızların
bunun isnadı ve sıhhati konusunda konuştuklarını ve bunun Allah’ın ilminde yer
alan maktul hakkında olduğunu söylemiştir. Şayet öldürülmeseydi, kendisine
fazladan bir ecel verilecekti. Zira “Maktul eceliyle ölmüştür.” şeklindeki sözümüzün
anlamı, bunun katilin fiilinden mütevellit olmadığı şeklindedir. Aksine Allah
Teâlâ’nın fiilidir. Şayet öldürülmeseydi, Şerhul-Makâsıdda yer aldığı
gibi, hayatı ve ölümüyle kesilmezdi.
Şöyle dedim:
Bu, sahih ve güvenilir olan itikattır. Allah’ın “Bir canlının ömrünün uzun
olması da kısa tutulması da mutlaka yazgıya uygun olarak gerçekleşir.”[100]
âyetinde geçen ömrün kısalmasına gelince, kastedilen söz konusu ömürden kısalma
değildir. Zira kastedilen başka bir ömür süresinin, ömründen kısaltılmasıdır.
Mukabilinin kendisine delâleti zikredilmese de zamir ona aittir. Ölüm ölen ile
kâimdir, Allah Teâlâ’nın mahlûkudur ve kulun ne kesb ne de halk açısından
herhangi bir dahli söz konusudur. Bunun dayanağı, Allah’ın “Ölümü ve hayatı
yarattı.”[101]
âyetinin delâletiyle, ölümün vücûdî olmasıdır. Yine hadiste de “Ölüm bir alaca
bir koç sûretinde getirilir ve cennet ile cehennem arasında durdurulur.
Cennetlikler ile cehennemlikler ona bakar ve onu tanır. Cebrâil onu orada
bırakır, Yahya (aleyhisselâm) yanında büyük bir bıçakla gelir ve onu boğazlar.”
şeklinde geçmektedir.
Çoğunluk ölümün ademî olduğu
görüşündedir. Ölümün yaratılmasıyla kastedilen de onun takdir edilmesidir.
Nefis, cesedin ölümünden sonra kalıcıdır ya nimet ya da azap görmektedir. Bu,
müslümanlar ve daha başkalarının görüşüdür. Filozoflar, cismânî meâdı inkâr
ettikleri için buna muhalefet etmiştir. Kitap ve Sünnet, nefsin kalıcı olduğuna
delâlet eden şeylerle doludur. Yüce Allah “Her nefis ölümü tadacaktır.”[102]
buyurmuştur. Tadanın tadılandan sonra kalması gerekir. Yine “Hayır artık çok
geç! Can boğaza gelip dayandığında”[103]
buyurmuştur. Bu, ruhların bekâsını ve o gün Allah Teâlâ’ya sevk edildiklerini
açıkça belirtmektedir. Başka bir âyette “Allah yolunda öldürülenleri ölüler
sanmayın. Aksine diridirler ve Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar.”[104]
buyurmuştur.
Sahihaynda,
Hz. Peygamberin ölüleri ziyaret ettiği ve “Siz onlardan daha iyi işitmezsiniz.”
buyurduğu kaydedilmektedir. Düşün! Ancak Mûsâ’nın kavminin “Allah’ı açıkça bize
göster.”[105]
dediklerinde [öldürülmeleri] gibi, “Sayıca binleri buldukları hâlde ölüm
korkusuyla yurtlarından çıkanlar”[106]
ve “Yahut evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıssız bir kasabaya
uğrayan kimsenin durumu gibi.”[107]
âyetlerinde işaret edilenler gibi Allah Teâlâ’nın bir ceza yahut ibret olarak
öldürdüklerine gelince bunların ölümü ecellerinin bitmesiyle gerçekleşmemiştir.
Bu nedenle, Yüce Allah, ilminde mukadder olan ecellerini tamamlamaları için
onları diriltmiştir. Dolayısıyla herkesin eceliyle öldüğünü ve “Kulum öne
geçti.” hadisinin anlamının, “Emrim olmadan intihar etti.” şeklinde olduğunu
gördün. Bu kimse, bu varlıkta meydana gelen diğer günahlar gibi emre isyan,
iradeye itaat etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. “Sonra ölüm zamanını
takdir eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe
ediyorsunuz.”[108]
âyetinin anlamına gelince “Sonra ölüm zamanını takdir eden” sözüyle kastedilen,
her diri için takdir edilen eceldir. “O’nun katında bir ecel daha vardır.”
ifadesinin anlamıysa her kişinin ölümden önceki ilk hayatının zamanı olan ve
“Ba‘s” olarak tâbir edilen ruhanî eceldir. Bu nedenle hemen peşinde “Siz hâlâ
şüphe ediyorsunuz.” denilmiştir. Yani dirilmekten, zira ölümden şüphe etmezler.
Çünkü onu her canlıda müşâhede etmektedirler.
Şüphe, sadece Allah katında
belirlenmiş ecel olan yeniden diriliş hakkında meydana gelmiştir. Şeyh
Muhyiddin, bu konuyu 274. bâbda uzunca anlattıktan sonra “Ölüm ecelini,
belirlenmiş ecel (ecel-i müsemmâ) kılmamıştır. Zira Sûr’a üfürüldüğü zaman,
Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde bulunan her şey ölür. Bir taife
ölmeden kalır. Bu ya ölümü kabul etmeyen hakikatlere sahip olmaları
sebebiyledir bu durumda buradaki istisnâ munkatîdir ve ‘Bugün mülk kimindir?’[109]
âyetinin anlamı olur zira buna ölen hiç kimse cevap veremez. Ya da bu taife
ölümü kabul eden bir tabiata sahip olup üflemenin kendilerine ulaşmadığı
kimselerdir, böylece ölmezler bu durumda da, istisnâ muttasıl olur.” demiştir.
Soru: Âdemoğullarından
en son kimin ruhu alınacaktır?
Cevap: Ruhu
en son alınacak olan kimse, “Yeryüzünde ‘Allah Allah’ diyen kimse var oldukça,
kıyamet kopmaz.” hadisinde işaret edilen ve zikri bütün âlemin zikrinin
makamına geçen muvahhid insandır.
Soru: Şeyh
Muhyiddin’in ölüm hakkındaki görüşü nedir? Vücûdî midir ademî midir?
Cevap: Ona
göre ademîdir. 317. bâbda bunu şu ibarelerle zikretmiştir: Bil ki ölüm nefy
olarak hakikattir. Hayat ise Allah Teâlâ’yı hamd ile tespih etmeleri hasebiyle
eşya için süreklidir. Zira sadece canlı olan tesbih eder. Ancak ruh tamamen cesetten
ayrılıp onun zevâliyle bütün kuvvetler kaybolduğundan buna “ölüm” denilmiştir.
Bu, güneşin batmasıyla oluşan gece gibidir. Uyku ise ruhun tam olarak cesetten
ayrılması değildir. O, uyuyanda canlılık olmakla birlikte, kuvvetlerle onların
hissî idrakleri arasına giren birtakım buhar perdeleridir. Bu, yeryüzünde
belirli bir yer ile arasına bulut girdiğinde güneşin durumuna benzer. Bu
durumda gökyüzü ve kümelenmiş bulutların arasında kalan güneş idrak edilmese
de aydınlık hayat gibi mevcuttur.
Soru: Allah’ın
“Artık gözünden perdeni kaldırdık, şimdi gözün keskindir.”[110] âyetinin
anlamı nedir?
Cevap: Bunun
anlamı, gözlerin ölüm anında keskinleşmesi ve kulun varacağı her şeyi
görmesidir. Bu “Sana ölüm (yakın) gelinceye kadar Rabb’ine ibadet et.”323
âyetinde işaret edilen “yakîn”dir. Şeyh 176. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki her
muhtazara (ölüm anı gelen kimse) on iki sûret gösterilir. Ya bunların tamamını
ya da kendisi için kaçınılmaz olarak bir kısmını görür. Bunlar ilminin,
amelinin, itikadının, makamının, hâlinin, resulünün, meleğin, fiil
isimlerinden bir ismin, sıfat isimlerinden bir ismin, nitelik (nu‘ût)
isimlerinden bir ismin, tenzih isimlerinden bir ismin ve zât isimlerinden bir
ismin sûretidir.” Ölüm anında kendisine tecellî eden ilme gelince Şeyh Muhyiddin
bu konuda şöyle demiştir: “Bununla kastedilen Allah Teâlâ hakkındaki ilmidir.
Allah Teâlâ’yı bilen ulemâ iki adamdır [sınıftır]: Allah Teâlâ hakkındaki
ilmini nazar ve istidlalle elde eden adam ve Allah hakkındaki ilmini keşifle
elde eden adam. Keşif ilminin sûretinin, şüphelere mâruz kalan nazar ve
istidlâl ilminin sûretinden daha kâmil, daha tamam ve tecellîde daha güzel
olduğu bilinmektedir. Kulun her iki sûretle de sevinmesi gerekir. Şayet ameline
nefsî bir iddia eşlik ederse ilminin sûreti, [ameline] iddia eşlik etmemiş
kişinin ilminin sûreti gibi olmaz. İnsanlar tecellî sûretinin cemâlinde
farklılaşırlar. Bu farklılaşma niyetleri ölçüsünde olur. Ölümü anında amelinin
kendisine tecellî etmesine gelince bu kaçınılmaz olarak iyilik ya da kötülük sûretinde
olur. İyilik ve kötülük, amel edenin kemâl ve noksanlıktan inşa ettiği şey
ölçüsünde olur. Şayet amelini emredildiği üzere ve erkânı, şartları ve
âdâbından bir şey eksiltmeden en güzel şekilde tamamlarsa ameli ruhu için bir
burak olur. Onun üzerinde a‘le’l-‘illîyyûna yükseltilir. Şayet erkân, şart ve
âdâbından bir şey eksik ise onu en kötü sûrette görür ve onunla siccîne atılır.
Allah’ın kulları amel açısından tabaka
tabakadır. Aralarında ameli iyi olan, daha iyi olan, güzel olan ve daha güzel
olanları vardır. İtikadının sûreti kendisine tecellî eden kimseye gelince
dünya yurdunda olduğu gibi olur. Cebrâil’in Dihye sûretinde görülmesi gibi,
dışarıdan ona bakar ve itikadının hüsn-i cemâli, müşâhede edilenlerin yüceliği
ölçüsünde artar. Makamının sûreti kendisine tecellî eden kimseye gelince bu
kimse nûrânî ruhların mertebesine katılır ve makamı ona âyân olur. Makamını
içine hiçbir şek ve şüphenin karışmadığı bir mârifetle tanır.
Bu durumda ya üzgün ya da sevinçlidir.
Müslüman olarak ölenlerin çoğu sevinç ve mutluluk içindedir. Hâli kendisine
tecellî eden kimseye gelince hâli ya daralmış (munkabız) ya da genişlemiştir
(münbasit). Hâli üzere öldüğü zaman, bu şeriatın terazisine göre olur. Şayet
kabza uygun olan bir mahalde bast varsa kabz berzahta gerçekleşir, kişi haddi
aştığı ölçüde makbûz (daraltılmış) olarak kalır. Resulü kendisine tecellî eden
kimseye gelince -bu sadece resullerin vârislerine hastır ve ulemâ
peygamberlerin vârisleridirölüm geldiğinde bunu bazen Îsâ olarak, bazen Mûsâ
veya İbrâhim yahut Muhammed ya da herhangi bir peygamber olarak görür. En üstün
salât ve selâm hepsinin üzerine olsun. Bazı insanlar, vâris olduğu peygamber
kendisine geldiği zaman sevinerek onun ismini telaffuz eder. Zira bütün
peygamberler saîddir ve bu peygamberi gördüğü zaman bu saadetle müjdelenir.
Ölüm anında Îsâ ya da Mesîh der -daha çok bu şekilde olurorada bulunanlar bunu
işitir ve bu kimsenin vefatı anında İslâmı bırakıp hıristiyanlaştığına inanarak
hakkında sû-i zanna düşerler. Mûsâ’nın ismini telaffuz eden kimseler de onun
yahudileştiğini zannederler. Aslında böyle değildir. Bu konuşan Allah Teâlâ
katındaki en büyük saîdlerdendir. Bu, keşif ehlinden başkasının bilmeyeceği bir
durumdur. Meleğin kendisine göründüğü kimseye gelince bu melek, makamında
kendisine ortak olan melektir. Bunlar arasında saf saf olanlar, tesbih edenler,
okuyanlar gibi makamlar vardır. Ölecek olan kimseye bu makamın sahibi olan
melek munis ve arkadaş olarak iner. Belki de ölüm anında ismini zikreder onun
da yüzü aydınlanır. Ancak bu, herkes için olmaz. Sadece telbis dairesinden
çıkmış olan ihtisas ehli kimseler içindir. Halkın ise bu meleği gördüğü anda
yüzleri sararır ve kararır. Bu ise iş, hâl ve ilimlerinde nefsânî hâllerin
kendilerine galip olması nedeniyledir.
Kendisine sadece bir ismin tecellî
ettiği kimseye gelince bu isim, el-Mûcid anlamındaki el-Hâlık, el-Bârî,
el-Musavvir, er-Râzık ve el-Muhyî gibi isim fiillerden üzerinde galip olandır.
Her isim, bir fiil ister. Şayet çabasını bu ismin mertebesinin amelleri için
harcarsa en güzel sûrette kendisine tecellî eder. Bunun neticesi neşe ve
sevinçtir. Şayet bu amellere tembellik, gaflet ya da isteksizlik girerse
değersiz bir sûrette olur. Her sûret, kulu hâline göre muhatap alır. Şayet
ameli kâmil ise bu sûret onu en güzel şekilde muhatap alır ve ‘Ben senin
zikrinim.’ der, o da sevinir. Şayet ameli eksikse sûreti en kötü şekilde
kendisini muhatap alır, ona ‘Ben senin zikrinim.’ der ve o da üzülür. Diğer
isimler de buna mukayese edilir.”
Soru: İmâm
Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) “Şayet örtü kaldırılsa benim yakînimde artma olmaz.”
şeklindeki sözünün anlamı nedir? Burada örtüyle kastedilen, onun örtüsü müdür,
başkasının örtüsü müdür? Kuşkusuz onun (ra) imanı kâmildir ve imanı kâmil olan
kimse için gâib olan da hazır olan gibidir.
Cevap: Şeyh’in
360. bâbda dediği üzere, “Kastedilen örtü, onun örtüsüdür. Zira her topluluğun
ölüm anında, örtüsünün açılmasıyla [yakîninin] artması gerekir. Zira o (ra),
orada açılacak bir örtünün bulunduğunu söylemiştir. ‘Benim yakînim artmaz.’
şeklindeki ifadesi, şayet ilim sahibiyse, ilmü’l-yakînde; aynü’l-yakîne sahipse
görüşünde hakku’l-yakîne sahipse hakta artmaz, anlamındadır. Kendisinde
bulunmayan bir şey, örtünün kalkmasıyla artmaz. Zira böyle olsaydı örtünün
kalkması, bu sıfata sahip olan kimse için, faydadan uzak ve abes olurdu. Genel
olarak, bunun gerisindeki örtü, ademî değil, vücûdîdir. Ölüm anında bütün
örtüler açılır ve herkes için hak açığa çıkar. Ancak bu açılma, sahibine
saadeti vermez. Bu, be’s (şiddet) hâlindeki insanların imanı gibi olup, sahibine
fayda sağlamaz. Bu, avamın hakkıdır. Keşif ve müşâhede ehli olan has kimselere
gelince ilim ehli nasıl ilmü’l-yakînden aynu’l-yakîne intikal ediyorlarsa onlar
da aynü’l-yakînden hakku’l-yakîne intikal ederler. Bu iki sınıf insanın
dışındakiler ise körlükten görme yeteneğine intikal ederler. Böylece meseleyi
daha önce var olan bir ilim üzerinden değil, körlüğün örtüsüsünün açılmasıyla
müşâhede ederler.” Şeyh’in be’s (şiddet) hâlinde iman edenlerin sahibine fayda
vermeyeceğini açıkça belirtmesinde, onun Firavun’un imanını geçerli saymadığına
dair bir işaret bulunmaktadır. Zira o, be’s hâlinde iman etmiştir. En
doğrusunu Allah bilir.
Soru: “Arifler
ölmezler, bir yerden başka bir yere nakledilirler.” şeklindeki sözün anlamı
nedir?
Cevap: Şeyh’in
351. bâbda dediği üzere “Nefsine muhalefet etmek sûretiyle, Allah Teâlâ’nın
iradesi yanında hiçbir irade ve ihtiyarı kalmayacak derecede mânevî ölümle ölen
kimse, ruhunun çıkacağı anda büyük acılar duymaz. Zira mücâhede kılıcıyla
nefsini daha önce öldürmüştür. Ancak nefsinin hevâ ve şehvetlerine uyan kimse,
mücâhede etmediği esnada farkına varmadığı acılarla bir araya geleceği için,
ölüm anında şiddetli acı hisseder. Bunun izahı şudur: Ehlullah, ölüm dışında
Allah’a ulaşmanın mümkün olmadığını ve ölümün mânasını bildikleri için, dünya
hayatında bunun âcilen gerçekleşmesini isterler ve hayattayken bütün hareket ve
iradelerinde ölürler. Kendilerinden zâil olmayan hayatlarında ölüm onlara
bulundukları yerde ulaştığında onlar Allah Teâlâ’ya, O da onlara mülâki olur.
Bu durumda onlar O’nunla kavuşmayı seven kimsenin hükmüne sahip olurlar. Avam
arasında ölüm olarak bilinen şey geldiğinde ve bu cismin örtüsü kalktığında,
onların hâli değişmez, bildikleri şeyler konusunda yakînleri de artmaz. Onlar
sadece ilk ölümü tadarlar ki bu da hayatlarında gerçekleştirdikleri ölümdür.
Rableri, katından bir lutuf olarak onları cehennem azabından da korumuştur.
Anılan mânevî ölüme ‘Yeryüzünde yürüyen bir ölüye bakmak isteyen Ebû Bekir’e
(ra) baksın.’ hadisinde işaret edilmiştir. Yani Allah Teâlâ’ya teslim oluşu
kendisinde nefsânî muhalefetin kokusundan ne varsa hepsini sildiği zamandan
beri hayatındaki nefsânî hareket ve sükûnetlerinin tümünde ölü durumdaydı.
Yokluğu anında Allah’la birlikte olduğu gibi, hayatı anında da O’nunla birlikteydi.”
282. bâbda şöyle demiştir: “Tasarrufun olmaması bağlamında, hükmü ölünün hükmü
gibi olan kimsenin, kemâl makamının hakkını verdiğini bilesin. Kuşkusuz ölünün
menetmesi, kaçınması, hamdetmesi, zemmetmesi veya itiraz etmesi düşünülemez.
Aksine Allah Teâlâ’ya teslim olmuştur. Zâhirî fiillerde, emir ve nehyi yerine
getirmek için diri, kazânın getirdiklerine teslim olma noktasında ölü,
hakkında hüküm (kazâ) verilenden olmasa da kazâdan razıdır.” En doğrusunu
Allah bilir.
Cesedin
Ölmesinden Sonra Nefsin Nimet veya Azap Görerek Bâki Kaldığı, Kıyamette Fenâ
Bulması Konusunda Ulemâ Arasında Tereddüdün Bulunduğu, Peygamber ve Şehitlerin
Cesetlerinin Çürümediği Hakkındadır
Ulemânın nefsin kıyamette son bulması
konusunda ihtilaf ettiklerini, cesedin ölümünden sonra bâkî kalması konusunda
ise ittifak ettiklerini bilesin. Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî şöyle (rh.a)
demiştir: “Daha kuvvetli olan görüş, ruhun asla son bulmamasıdır. Zira nefsin
ölümden sonra bâki kalmasındaki asıl, süreklilik yani bekâdır. Bu durumda
‘Allah’ın diledikleri hariç’ âyetindeki müstesnânın kapsamında olur. Bu görüşü
aynı şekilde Hûru’l-‘în hakkında da dile getirmişlerdir.” Bazılarıysa “Orada
bulunan her canlı fenâ bulacaktır.”[111]
âyetinden dolayı, birinci nefhâ anında, başka şeyler gibi nefsin de son
bulacağını söylemişlerdir. Şeyh Takiyyüddin b. Ebû Mansûr da bunu tercih etmiş,
ancak şöyle demiştir: “Yok olmasıyla kastedilen, sadece uhrevî ölüm anında
(sûra ilk üfürülme anında) nefsin sönmesidir.” Hudûs sıfatının lâzımı olarak
nefsin ölüm ve fenâdan payının bu olduğunu söylemiştir. Sûrî keşfinde nefsi
sönmüş hâlde görenler, onun öldüğünü söylemişlerdir. Allah’ın onun hakikatine
dair bilgiyi verdiği kimseler ise uyuduğunu söylemişlerdir. Şöyle demiştir:
“Ayrıca bana keşfolunana göre nefha anında baygınlık geçirmeyen grup Allah’ın
vaadinin gerçekleşmesi için ve kıdem sıfatı hudûstan ayrılsın diye, Allah’ın
emriyle daha sonra ölürler. ‘Bugün mülk kimindir?’[112] âyeti de
bu şekilde yorumlanmıştır. Bu durumda hayatta olan konuşacak kimse olmadığı
için, hiç kimse buna cevap vermez. Yüce Allah kendi kendine cevap vererek
‘Kahhâr olan tek Allah’ındır.’[113]
der.” Bir topluluğun, birinci nefha anında bayılmayan bir grubun ölmediği
görüşünde olduğunu söylemiştir. Zira Yüce Allah onları, bekâ üzere yarattığı
mahlûkat gibi, ölümü kabul etmeyen hakikatlerle yaratmıştır. Bahsi geçen cevap
vermeme bayılana mahsustur. Başka bir ifadeyle bayılan yahut sönen hiç kimse
cevap vermemiştir.
Soru: Acbü’z-zeneb
hakkında sahih olan nedir?
Cevap: Îki
görüşten meşhur olanına göre, Şeyhayn’in naklettiği hadis doğrultusunda o
çürümez. “Bir kemikten başka insanın her şeyi çürür. O kemik
‘Acbü’z-zeneb’dir. Kıyamet günü insanlar bundan yaratılacaktır.” Müslim’in bir
rivâyetinde, “Acbü’z-zeneb hariç, toprak âdemoğlunun her şeyini yer. Însan
bundan yaratıldı ve kıyamet günü de bundan meydana getirilecektir.” şeklinde
geçmektedir. Îmam Ahmed ve Îbn Hibbân’ın rivayetinde ise “O nedir, ya
Resûlallah?” denilmiş, o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Hardal tanesi gibidir
ve ondan yaratılırlar.” demiştir. Ulemâ, kuyruk sokumunun başında, sülbün en
altında bulunduğunu, bulunduğu mahalde dört ayaklıların kuyruğuna benzediğini
söylemiştir. Müzenî (rh.a), şöyle demiştir: “Sahih olan, bunun da diğer şeyler
gibi çürümesidir. Yüce Allah ‘O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır.’[114]
buyurmuştur. ‘Toprağın yemesi ile çürümeyecektir.’ hadisinin te’vili şöyledir:
Yüce Allah bu ölüleri ölüm meleği olmaksızın nasıl öldürüyorsa bu da toprak
olmaksızın çürüyecektir.” Îbn Kuteybe de bu konuda Müzenî’ye muvâfakat etmiş ve
bunun ölünün en son çürüyecek olan kısmı olduğunu söylemiştir. Bunun âlemin
fenâsı anında mı yoksa daha önce mi fenâ bulacağına dair bir şey
söylememişlerdir. Dolayısıyla bu muhtemeldir. Taberânî ve başkaları merfû
olarak, ihlaslı müezzinin kana boyanmış [şehit] gibi olduğunu ve
kurtlanmadığını nakletmişlerdir. Yani kurt onu yemez. Bunu en-Nihâyede
söylemiştir. Şeyh Muhyiddin, (rh.a) Allah’ın “O’nun zâtından başka her şey
helâk olacaktır.” [115]âyeti
hakkında şöyle derdi: “Burada ‘vech’le kastedilen, ilgili şeyin Allah’ın
ilminde sabit olan hakikatidir. Bunun ilâhî ilimde fenâ bulması doğru olmaz.
Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah’ın ilminde ma‘lûmdur. Efendim Ali b. Vefâ (rh.a)
‘Rabb’inin vechi kalacaktır.’[116]
âyeti bağlamında şöyle derdi ‘Bununla kastedilen sâlih ameldir. [Bu]
kulun sâlih bir amel yaptığında ve buna bir çeşit riya karıştığında; hâlis olan
tarafın Hak Teâlâ’nın vechi, diğer tarafın ise ‘Allah’tan başkası’ olması
gibidir. Allah için olan bâki, başkası için olan ise fânidir.”
Sonuç:
Cesetlerin çürümesinde, peygamber ve kâfirlerle savaşırken ölmek şartıyla
şehitlerin cesedi istisnâ edilmiştir. Bu kimselere ruhuna Resûlullah
muhabbetini karıştıranlar da katılır. Öyle ki bu muhabbet suyun odunda sereyanı
gibi onların bedeninde sereyan eder. Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
salât getirme şeyhi olan Şeyh Nûreddin eş-Şûnî ve dedem Şeyh Ali’de (rh.a)
gördüğümüz üzere içine hiçbir şüphenin karışmadığı saf helâli yiyen kimse de
böyledir. Şeyh Nûreddin’in kabrine bir sene dokuz ay sonra indim, onun
koyduğumuz gibi taze bir şekilde durduğunu gördüm. Ölümünden önce onunla ilgili
bir rüya görmüş ve birisinin “Peygamberi ziyaret etmek isteyen kimse, onu Şeyh
Nûreddin eş-Şûnî’nin yanında sûfiyye medresesinde ziyaret etsin.” dediğini
işitmiştim. Oraya gittim ve birinci kapısının üzerinde Ebû Hüreyre’yi, ikinci
kapıda Mikdâd b. Esved’i, üçüncü kapıda Îmam Ali b. Ebû Tâlib’i (ra) gördüm.
Îmâm Ali’ye (ra) “Resûlullah nerede?” dedim. “Îşte bu halvetin içinde tahtın
üzerinde oturandır.” dedi. Onun kapısında durdum ve Şeyh Nûreddin’in
oturduğunu gördüm. Ona “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nerede?”
dedim. Tebessüm etti ve ben Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aramaya
devam ettim. O anda onun yüzü Şeyh Nûreddin’in yüzünde zuhûr etti ve bu nûr
Şeyh Nûreddin’in yüzünden ayak parmaklarına kadar yayılmaya devam etti.
Böylece Şûnî gizlendi ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zuhûr etti
ve ben ona selam verdim. Bu rüyayı Şeyh’e anlattığımda “Evladım, ömrümde hiçbir
şeye bu kadar sevinmedim. Yavrum eğer rüyan sahih ise cesedim çürümez.” dedi.
Durum gerçekten de böyle oldu. Dedeme (ra) gelince, verâ konusunda ileri gider
ve şöyle derdi: “Sadece helâl yemede dikkatli davranan kimsenin cesedi çürümez.”
Kendisi asla beldenin şeyhlerinden birinin, kadıların, mübaşirlerin ve verâ
sahibi olmayan kimselerin yemeğini yemezdi. Însanların tarlalarından yedikleri
kaygısıyla burçlardaki güvercinleri yemezdi. Ömrünün kalan kısmında arı balını
yemeyi terk etti. Zira Bürşümü’ş-suğrâ ahalisi kendisine beldesindeki arıların
denizi geçip meyvelerinin çiçeklerini yediğini haber verdi. Öldükten yirmi bir
sene sonra babamı da yanına defnettiler. Onun koydukları gibi taze kaldığını
ve bozulmadığını gördüler. Onu ve babamı defneden kimse bana bu şekilde haber
verdi. En doğrusunu Allah bilir.
Ruhların
Yaratılmış ve Vârit Olduğu Üzere Allah Teâlâ’nın Emrinden Olduğu, Aklıyla Onun
Künhüne Vâkıf Olmak İsteyen Hiç Kimsenin Bu Konuda Yakîn Üzere Olamayacağı ve
Bunun Sadece Zannî Bir Hads Olduğu Hakkındadır
Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) kendisine sorulmasına rağmen ruhun hakikati hakkında konuştuğu bize
ulaşmamıştır. Aksine edeben bundan kaçınmış, onun hakkında mevcut olduğundan
fazlasını ifade etmemiştir. Ebu’l-Kâsım Cüneyd ve arkadaşları da böyle
söylemişlerdir. Cüneyd’in (rh.a) ibaresi şöyledir: “Ruh, Allah Teâlâ’nın
bilgisini sadece kendisine bıraktığı bir şeydir. İnsanlar arasından hiç kimse
bu bilgiye ulaşmadı. Hiç kimseye onun bir varlık olmasının ötesinde araştırma
yapmak câiz değildir.” Sa‘lebî ve İbn Atiyye gibi müfessirlerin çoğunluğu da bu
görüştedir. Kelâmcıların cumhuru ise “O, latif bir cisimdir. Suyun yaş odunla
iç içe oluşu gibi bedenle iç içedir.” demişlerdir. Çoğunluğu bunun bir araz
olduğunu ve varlığıyla bedeni canlandıran bir canlılık olduğunu söylemişlerdir.
Kâdî Ebûbekir el-Bâkıllânî de bu görüşe meyletmiştir. Birincisine, haberlerde
inmek, yükselmek ve berzahta gidip gelmekle nitelenmiş olması delâlet
etmektedir. Sühreverdî de bunu söylemiştir. Ancak bu arazların değil, cesetlerin
durumudur. Zira araz bu vasıflarla nitelenmez. Sûfîlerden birçok kişi “O ne
cisim ne de arazdır; aksine mücerret bir cevherdir ve kendisiyle kâim olup,
mütehayyiz değildir. Yönetmek ve hareket ettirmek için bedenle özel bir
alâkası vardır ve ne içinde ne de dışındadır.” demişlerdir. Bu, filozofların
görüşüdür. Bu, geçersiz bir sözdür.
Bana göre, kulun bir şekilde ruhun
künhüne vakıf olması takdir edilse bile o, dinleyeni bunun künhünün mârifetine
sevk eden herhangi bir ibareyle ifade edemez. Zira Hak Teâlâ bunu, bizim âciz
olduğumuz bir mertebede kılmış ki böylece birimiz kendi kendine “Biz kendi
zâtımızın hakikatinin bilgisinden bile âciz isek, Allah’ın zâtı konusunda daha
da âciz oluruz. Zâtı hakkında düşünmeye dalmamamız için bizi âciz bırakmıştır.
Yaratılmış olduğu ve bize en yakın şeylerden olduğu hâlde, ruhumuzun
bilgisinden âciz olduğumuza göre, Yaratıcımızı nasıl bileceğiz?” desin. Anla!
İmâm Ali’nin (ra) “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” şeklindeki sözü hakkında,
bazıları hiç kimsenin nefsini bilmesinin mümkün olmadığını söylemişlerdir.
Zira Yüce Allah nefsi, bizimle zâtını
bilme arasında, bizi âciz bırakan bir mertebe olarak kılmıştır. Yüce Allah
bununla “İnsan, mahlûk olduğu ve kendisine en yakın şeylerden olduğu hâlde
nefsini bilmekten âciz kaldığına göre, hiçbir eşi, benzeri olmayan ve ne
tanımda ne de gerçekte kullarıyla asla bir araya gelmeyen kimseyi nasıl
bilecek?” der gibidir. Kemâl b. Ebû Şerîf, Hâşiyesinde şöyle demiştir: “Şayet
‘İnsanlar Şâri‘in sustuğu bir konu olan ruhun bilgisinin anlamı konusuna nasıl
dalarlar?’ denilirse bunun cevabı iki açıdan olur: Birincisi, yahudilerin kendi
aralarında ‘Şayet cevap vermezse, sadıktır.’ demelerinden dolayı, detaylı bir
şekilde cevaplandırmayı terk etmiştir. Zira onlara göre bu, onun nübüvvetinin
alâmetlerindendi. Dolayısıyla Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruh
konusunda cevap vermemesi, kendisi hakkında onların kitaplarında geçenleri
tasdik etmek içindir. İkincisi ise bu soru tâciz, tağliz (kabalık) ve
inatlaşma sorusuydu. Soru böyle olunca, buna cevap verilmez. Ruh, insan
ruhuyla Cebrâil ve kendisine ‘ruh’ denilen başka melek arasında müşterek bir
durumdur. Aynı şekilde meleklerden bir sınıfa, Kur’ân’a ve Îsâ b. Meryem’e de
ruh denilmektedir. Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunlardan
biriyle cevap verseydi yahudiler ona inat ve eziyet etmek için bunu
kastetmediklerini söylerlerdi. Bu nedenle cevap, ruhla ilgili bütün mânaları
içerecek şekilde mücmel olarak gelmiştir.” Usulcülerin sözleri burada son
buldu.
Şeyh Muhyiddin, Levâkihu’l-Envârda
şöyle demiştir: “Ruh, Allah’ın emrindendir. Zira hiçbir vasıta olmaksızın Hak
Teâlâ’nın hitabından var oldu. Ona ‘Ol’ dedi ve oldu. Îsâ’ya (aleyhisselâm)
‘Rûhullah’ denilmesi de böyledir. Çünkü hiçbir vasıta olmadan Hak Teâlâ’nın
celâline yaraşır şekildeki üfürmesinden meydana geldi. Yüce Allah ‘Mesih Îsâ b.
Meryem, Allah’ın resulü, Meryem’e ilkâ ettiği kelimesi ve kendisinden bir
ruhtur.’[117]
buyurmuştur.” Şöyle demiştir: “Gazzâlî, Allah’ın ‘Ruh Rabb’imin emrindendir,
de.’[118]
âyetinin mânasının, gaybındandır anlamında olduğunu söylemiştir. Zira emr
âlemi gayb âlemidir. Halk âlemi ise müşahede âlemidir.” Daha sonra şöyle
demiştir: “Bize göre emr, Gazzâlî’nin (rh.a) dediğinin aksinedir. Zira biz
Allah’ın vasıtasız olarak yarattığı her şeyin emr âleminden olduğunu
söylemekteyiz. Yani Hak ‘Ol’ demiş, o da oluvermiştir. Bunun Hakk’a dönük bir
tek yönü vardır.
Vasıtayla yarattığı her şey ise halk
âlemindedir ve bunun iki yönü vardır: Biri Hakk’a doğrudur, diğeri ise
kendisinden yaratıldığı sebebe dönüktür. Hak Teâlâ bazen onu özel yönüyle
çağırır bazen de [birtakım] tafsilat ve üstün hikmetlerden dolayı sebebinin
yönüyle çağırır.” el-Fütûhât’ın 264. bâbında ise “Bil ki yahudiler
Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sorduklarında, ruhun mahiyetini
değil, ruhun nereden zuhûr ettiğini sordular. Bazı müfessirler, bunun mahiyete
ilişkin bir soru olduğunu anladılar; böyle değildir. Yahudiler ona (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ‘Ruh nedir?’ demediler. Şayet soru bu kalıptan gelseydi
ihtimal dâhilinde olurdu. Ancak görüşümüzü, cevap olarak ‘Ruh Rabb’imin emrindedir.’
denilmesi ve ‘O şöyledir, böyledir.’ denilmemesi de desteklemektedir. Yüce
Allah ‘İşte böyle sana emrimizdeki bir ruhu vahyettik.’332 âyetinde
vahyi de ‘ruh’ olarak isimlendirmektedir.”
Soru: “Allah,
ruhları cisimlerden iki bin yıl önce yarattı.” hadisiyle ne kastedilmektedir?
Cevap: “Burada
yaratmakla kastedilen, takdir ve tayindir. Yani ‘Ruhları takdir etti ve her
cisim ve sûrete, kendisine izâfe edildiği küllî ruhta bilkuvve mevcut,
idarecisi olan ruhunu tayin etti.’ demektir. Bu nefha anında tafsîlen zuhûr
eder. Bunun örneği keşif ehlinin, divitteki mürekkepte bütün harfleri, kâtibin
yahut ressamın tasvir ettiği sûrette görmesidir. ‘Bu mürekkepte sûretlerden şu
şu sûret vardır.’ der. Yazma ya da çizme zamanı geldiğinde bu mürekkepten
keşfedenin söylediğinin ne eksik ne de fazlası yazılır.” Bunu Şeyh 373. bâbda
zikretmiştir. el-Fütûhât’ ın 72. bâbında ise şöyle demiştir: “Ruh, âlî
ve celîl olan Rabb’in emrindedir. Zira hiçbir yaratılmıştan var edilmemiş ve
Allah Teâlâ onu vasıtasız olarak yaratmıştır. Allah’ın dilediği asfiyanın
dışında hiç kimse bunun künhüne muttali olmaz.” 267. bâbda “Nefisler, kabiliyetleri
açısından birbirinden faziletlidir, ilâhî nefha olması açısından ise faziletli
değildir. Bir yüzü tabiata, diğeri ise salt ruha dönüktür. Bu nedenle defalarca
bunun, ma‘lûl fiiller gibi, berzah âleminden olduğunu söyledik. Kula nispeti
açısından yerilmiştir (mezmûm), Hak Teâlâ’nın onu yaratmış olması açısından ise
mezmûm olduğu söylenmez. O’nun bütün fiilleri övülmüştür.” demiştir.
268. bâbda “Yüce Allah, Âdem hakkında
‘Ona ruhumdan üfürdüm.’333 buyurmuştur. Hz. Âdem’in teşrif makamına
dikkat çekmek için nispet yâ’sını kendisine izâfe etmiştir. Burada Hak Teâlâ
sanki Hz. Âdem’e ‘Sen şerefli asıldansın. Aslına aykırı olan kötü fiilleri
yapmaktan sakın.’ der gibidir.” demiştir. 278. bâbda “Bil ki ruhlar katında
riyâset ve herhangi bir yiyeceği tatma söz konusu değildir. O, sürekli
yaratıcısına boyun eğmektedir.” demiştir. 299. bâbda “Ruhun bir niceliği
olmadığı için zâtının cevherinde artmayı kabul etmez. O, ferddir. Şayet
bizâtihi akıllı olmasaydı, kendisinden mîsâk alındığı zaman yaratıcısının
rubûbiyyetini ikrâr etmezdi. Zira Hak Teâlâ sadece hitabını akleden kimselere
hitap eder. İşte bu insanın kendi nefsindeki hakikatidir.” demiş ve bunu
uzatmıştır.
Daha sonra şöyle demiştir: “Allah
Teâlâ’nın ruhu kâmil, bâliğ, âkil, Allah’ın birliğini bilen, rubûbiyyetini
ikrâr eden bir şekilde yarattığı anlaşılmaktadır. Bu, ‘Her doğan çocuk fıtrat
üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudileştirir, hıristiyanlaştırır ya da
Mecûsîleştirir.’ haberinde işaret edilen, Allah’ın insanları, üzerinde
yarattığı fıtrattır. Çoğunluk olarak zikredilmiştir ki o da ebeveynin
varlığıdır; çocuğa mürebbilik yapan da onun için ebeveyn konumundadır.” Şeyh
326. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki âlemin tamamında belirli bir sûretle sınırlı
olan her şeyin ona mülâzım bir ilâhî ruhu vardır. Bununla Azîz ve Celîl olan
Allah’ı tespih eder. Ruhlardan bu sûret için müdebbir olanlar vardır zira sûret
ruhların kendisine yönelik tebdirini kabul eder. Bunlar açık hayat ve ölümle
nitelenen sûretlerdir. Şayet açık bir hayat ve ölümle nitelenmezse bu sûretin ruhu
tedbir değil, tespih ruhudur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir:
“Orada Allah Teâlâ’yı bilme noktasında tedbirde payı olmayan sûretlerin
ruhlarından daha ârifi yoktur. Bunlar cansızların (cemad) ruhlarıdır. Onların
altındaki mertebede bitkilerin ruhları, onların altında canlıların ruhları,
onların altında da âsi insanların ruhları vardır. Sâlih insanlara gelince ilâhî
bir ihtisasla tabakaları peygamber, velî ve mümin gibi farklı olmakla beraber,
ruhlarını bilme açısından, bunlardan daha yüksekte bulunan bir şey yoktur.”
358. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki saîd olan ruhun ne dünyada ne de âhirette
şekâvetten bir payı vardır.” Bunu uzunca anlatmıştır.
346. bâbda şöyle demiştir: Bir
topluluk yanlışlıkla, ruhun insan türü içinde tek olduğunu ve Zeyd’in ruhunun
Amr’ın ruhu olduğunu söylemiştir. Bu kimseler işin mahiyetini tahkik
edememişlerdir. Şüphelerinin nedeni şu şekilde görmelerindendir: Hak Teâlâ,
ilâhî ruhun feyezanından önce dağınık ve onu belirleyecek kimse olmadığı için
belirlenmemiş hâlde bulunan âlemin cismini ki bu ma‘kûl olan hebâ cevherindeki
küllî sûrî cisimdir, tesviye etmiştir. Bu âlemin cismi olmuştur. Bu cisim bütün
fertlerinin cisimlerini ihtiva eder. Buradan kıyasla Allah Teâlâ’nın ruhu da
bütün fertlerin ruhunu ihtiva eder. Belki de [bu görüşlerini] Allah’ın “Allah,
sizi bir tek nefisten yarattı.”334 âyetine dayandırmışlardır.
Âdem’in cisminin sûretinin, zürriyeti olan her bir şahsın cisminin sûreti
olmadığını gözden kaçırmışlardır. Oysa ondan ayrılmışlardır. Bu yüzden âlemde
bulunan her ruh, başka bir ruhun aynısı değildir.” Bunu uzatmış, sonra da şöyle
demiştir: “Ruhların tenasühü iddiasında bulunan kimsenin, bize göre kâfir
olduğu açıktır.” En doğrusunu Allah bilir.
Sonuç: Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ruhlar toplanmış ordular [gibidir]. Onlardan
birbiriyle [önceden] tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar.” hadisinin
anlamını, sadece keşif yöntemiyle zürriyetin Âdem’in sırtından alındığını
müşâhede eden kimseden başka kimsenin gerçek anlamda bilmeyeceğini bilesin. Bu,
mukaddes bir mazhardır ve bunu müşâhede eden kimse azdır. Zira bu, Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî, Ebû Yezîd el-Bistâmî gibi “efrâd”dan olanlara hastır. “Biz
hâlâ öğrencilerimizi Allah Teâlâ’nın Âdem’in sülbündeki zürriyetten mîsâk
aldığı sırtlardaki nutfe hâlinde müşâhede ediyoruz.” derlerdi. Şöyle
demişlerdir: “Talebelerimiz bize ulaşıncaya kadar onları gözetmeye devam
ederiz. O gün kimin sağımızda, kimin solumuzda olduğunu biliriz.” Yine “Yüce
Allah, zürriyeti bu mertebede temsil şeklinde bir araya getirdiğinde, orada yüz
yüze olanlar burada tanışır ve kaynaşır orada sırt sırta olanlar ise birbirini
tanımaz, düşmanlık eder ve ayrışır. Birinin yüzü diğerinin ise sırtı dönük
olduğu durumda yüzü dönük olan sever sırtı dönük olan sevmez. Yan yana duranlar
yahut birinin yanı diğerinin yüzüne dönük olanlar veya birinin yanı diğerinin
sırtına dönük olanlar hakkındaki hüküm budur. Bu dünyada oradaki hüküm üzere
olurlar.” demiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Münker
ve Nekîr’in Soruları, Kabir Azabı ve Nimeti, Bir Kısım Mu‘tezilî ve Râfızîlerin
Aksine Bununla İlgili Verilen Bütün Haberlerin Hak Olduğu Hakkındadır
Münker ve Nekîr’in soruları hakkında
Ehl-i sünnet şöyle demiştir: Kabirde yahut yırtıcıların ya da kuşların
karnında veya yanıp kül olduktan sonra rüzgârda savrulan kül hâlinde bulunan
kimseler arasında hiçbir fark olmaksızın bütün ölüler için eşittir. Celâleddin
el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın azabı sadece kâfirler ve
fâsıklardan da azap etmeyi dilediği kimseler içindir. Azap edilenin ruhu,
cesedinin tamamına ya da kalan kısmına iade edilir. Her ne kadar âdete aykırı
ise de cesedin bir kısmının diriltilmesi de imkânsız değildir. Zira
hârikulâdelik, Allah’ın kudreti kapsamındadır ve imkânsız değildir.” Kemâl Hâşiyesinde
şöyle demiştir: “Ehl-i usûlün çoğunluğuna göre Münker ve Nekir’in soruları,
kabir azabı ve nimeti haktır. Ancak hak olan bunun bilinen kabirle sınırlı
tutulmamasıdır. Balığın ve başka yırtıcıların yediği durumlar ve başka
durumlarda da azabı hisseder. ‘Kabre defnedilen herkes’ şeklindeki
ifadelerinin bir anlamı yoktur. Bunu kabir olarak ifade etmelerinin sebebi,
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Ölü kabrine konulduğunda, ona iki
melek gelir.’ şeklindeki hadisidir. Hayatın bir tek cüze iade edilmesinin ve
suâlin görülmeyen bir yüze yöneltilerek gerçekleşmesinin câiz olduğunu
söylemişlerdir. Zira berzahın hâlleri dünya hâlleriyle karşılaştırılamaz. Bu, uyuyanın,
yanında bulunan uyanığın müşâhede etmediği bazı şeyleri müşâhede etmesi
gibidir. Müslim’in bu anlamda naklettiği bir hadisten dolayı, şehidin kabir
fitnesinden istisnâ edildiğini söylemişlerdir. Şöyledir: ‘Onun başı üzerindeki
kılıçların parıltısı şahit olarak yeterlidir.” Celâleddin el-Mahallî (rh.a)
şöyle demiştir: “Bazılarının istisnâ konusunda susması, meselenin kat‘î,
delilininse zannî olması nedeniyle olabilir. Zira bu, ahad bir haberdir.”
Celâleddin el-Mahallî’nin daha önce geçen ve ruhun bedenin tamamı ya da kalan
kısmına iade edileceğine dair görüşü, bu konudaki ihtilafa bir işarettir.
Halîmî, ruhun bütün bedenine iade edileceğini söylemektedir. İbn Cerîr
et-Taberî ve İmâmü’l-Haremeyn ise ruhun cesedin kalan kısmına iade edileceğini
söylemektedir. Mebhasin başında “Mu‘tezilî ve Râfızîlerin aksine” şeklindeki
sözümüzde, Râfızîlerden maksat, Cehmiyye’dir. Onların kabir azabını inkâr etme
delilleri, ölünün elem duyduğunu müşâhede etmemeleridir.
“Şayet ölünün karnına bir şey bir
süreliğine konulursa kımıldamaz. Zira şayet azap ya da başka bir şey sebebiyle
hareket etseydi bu şey de yerinden hareket ederdi. Bu durumda nasıl ‘İki melek
onun yanına oturur ve ona soru sorar?” demişlerdir. Bundan dolayı cansız
varlıkların tesbihatını da inkâr etmişlerdir.
Cevap: Akıl,
tek başına bu şeyleri idrak etmekten âcizdir. “Allah’ın yaratıklarını
düşününüz, yaratıcıyı düşünmeyiniz.” denilmiştir. Yani akıllar zayıf olduğu
için bunu idrak edemez. Ey Mu‘tezile ve Cehmiyye, aklınız bunları idrak etmede
yetersizse bunu hemen inkâr etmeyin ve bu konuda gelen sadık delilleri tasdik
edin! Kabir azabının delillerinden biri de “Onlara iki defa azap edeceğiz.”[119]
âyetidir. Yani bir defa kabirde, bir defada kıyamette azap edeceğiz. “Onlara
büyük azaptan başka, küçük azabı da tattıracağız.”[120] âyeti de
böyledir. Biri hayattaki diğeri kabirdeki azaptır. Âyetteki “Belki dönerler.”[121]
hayattaki azapla yorumlanır; zira ölümden sonra dönmeleri imkânsızdır. Yine
Allah’ın “Onlara sabah akşam ateş arzedilir.”[122] âyeti de
bu delillerdendir. Yani “Kıyamet koptuğu zaman, Firavun ailesini şiddetli azaba
atın.”[123]
âyetinin deliliyle bu, berzahtadır. Kabir azabına sünnetten delil de Allah’ın
“Allah iman edenleri sabit sözle sabit kılar.” âyetinin nüzûlü hakkındaki
hadistir. Yine Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kabir azabından
Allah’a sığınması da bu kabildendir. İki kabir hadisinde de “Bu ikisi azap
görmekte, azapları büyük günahtan dolayı değildir.” buyurmuştur. Sahih ve merfû
olarak “İdrardan sakınınız, kabir azabının çoğu ondandır.” buyurduğu
nakledilmiştir.
Mu‘tezile’den bazıları, azabın bedene
değil ruha yapılacağını, bunun da bedenin helâk olmasından dolayı duyacağı acı
olduğunu söylemektedirler. Bu, düşmanları tarafından askerleri öldürülen
sultanın duyduğu acı gibidir. Zira melekî ruhtur. Bazıları da ruh iade
edilmeden azap edilir demişlerdir. Kıyamet günü ruh iade edildiğinde, o elem
ortaya çıkar. Bu, Ebû Dâvûd ve başkalarından sahih ve merfû olarak nakledilen
“Ruh cesede iade edilir.” hadisinden dolayı hiçbir şey ifade etmez.
Cehmiyye ve bazı Mu tezilîlerin
cemadın tesbihini inkâr etmesiyse O’nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”[124]
âyetiyle reddedilmiştir. Buradaki jl, “Anneleri sadece onları doğuranlardır.”[125],
“Hepiniz ona uğrayacaksınız.”[126],
“Sadece iyiliği istedik.”[127],
“Allah’tan başka sadece dişilere dua etmektedirler.”[128] ve
“Sadece yalan söylemektedirler.”[129]
âyetlerindeki gibi, nâfiyedir. Cansızların tesbihi kesindir. Zira nefiyden
istisnâ etmek, ispattır. Burada böyle olmuştur. Çakıl taşlarının Peygamberin
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) avucunda konuştukları nakledilmiştir. İttifaklarına
itibar edilenler, âlemin tamamının lisan-ı hâl ile tespih ettiği konusunda
ittifak etmişlerdir. Ancak kâl diliyle tespih etmeleri konusunda ihtilaf
etmişlerdir. Şeyh Abdülvehhâb b. Sübkî, İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin (rh.a) Akîdesine
yaptığı şerhte “Muhtar olan, her şeyin konuşarak Rabb’ini tesbih ettiğidir.
Aklın bunu imkânsız görmesi söz konusu değildir.” demiştir. Buna Allah’ın
“Onunla beraber dağları da musahhar kıldık ve sabah akşam tesbih
etmektedirler.”[130]
âyeti de delâlet eder. Buharî’nin Sahîhınde “Onlar, Peygamber’in yanında
yenildiği zaman, yemeğin tespihini işitirlerdi.”; Müslim’in Sahîh’inde
ise merfû olarak “Mekke’de bana peygamberlik verilmeden önce, bana selâm veren
taşlar bilirim.” şeklinde nakledilmektedir. Kütüğün inlemesi haberi de
meşhurdur. Bu eşyaların konuştuğu sabit olunca, âyetin de delâlet ettiği üzere,
söz ile tesbih etme de sabit olur. Zâhiriyle yorumlanmalıdır. Fahru’r-Râzî ve
Mutezilenin çoğunluğu, cansızlar ve mükellef olmayan canlıların sadece lisan-ı
hâl ile tesbih ettikleri görüşündedir. Bu, reddedilen bir görüştür. Bazılarıysa
ölü ve kurunun dışında canlı ve uykuda olan her şeyin tespih ettiğini
söylemişlerdir. Buna, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hurma dalını
ikiye ayırıp kabrin üstüne koyması ve yaş kaldıkları müddetçe, azaplarının
hafifletileceğini buyurduğu iki kabir hadisini delil getirmektedirler. Bu,
kuru olmalarının dışında yaş kaldıkları müddetçe dalların tespih ettiklerine
işarettir. Bu görüş Hasan ve İkrime’den de nakledilmiştir. İman Mebhasi’nde
cansızların hayatı hakkında çok şey söylendi, oraya bakılabilir. En
doğrusunu Allah bilir. Kelâmcıların görüşleri burada sona erdi.
Şeyh Takiyyüddin b. Ebû Mansûr şöyle
derdi: Münker ve Nekir, her insana, kendisinin ilim, amel ve itikadının
şâkilesiyle şekillenerek gelirler. Onlar berzahın kapısıdır ve onlara
uğramadan ya da onlar kendisine uğramadan kimse berzaha girmez. Ruh tamamen
kendisine ya da geride kalan kısmına iade edildikten sonra, kula Rabb’inden,
dininden ve peygamberinden sorarlar. Üzerinde öldüğü iman, küfür ve şek
durumuna uygun olarak onlara cevap verir. Allah’tan âfiyet dileriz.” Şeyh Muhyiddin
İbnü’l-Arabî (rh.a) şöyle demiştir: “Melekler, ölüye bu adamla konuştuğun gibi,
tâzim ve tefhîm lafızları olmaksızın konuşurlar. Zira meleklerin amacı imanında
sadık olanla şüphede olan kimseyi ayırt etmeye yönelik imtihandır. Şüphede
olan ‘Şayet peygamberlik iddiasında bulunan bu adamın Allah katında bir
kıymeti olsaydı, bu melek bu kinayede yaptığı gibi, ondan kinaye ile
bahsetmezdi.’ diye düşünür ve suâl anında ‘Bilmiyorum.’ der ve ebedî şekâvete
girer.” “Meleklerin ölüyle ölünün de onlarla konuşması ses ve harflerle midir,
değil midir?” demiştir. Keşfin kendisine verdiği bilgiye göre, ölümden sonraki
konuşma, ölünün kendisini gördüğü sûrete göre olur. Şayet bu harf ve sesi
gerektiriyorsa konuşma harf ve sesle olur, şayet işaret, konuşma ya da başka
bir şeyi gerektiriyorsa o zaman öyle olur. Şayet zât, kelâmın bizzat kendisi
olmasını gerektiriyorsa böyle olur. Berzah mertebesi bunların tümüne
müsaittir. Şöyle demiştir: “Ölü kendisini bir insan sûretinde görürse
konuşmanın bütün mertebeleri mümkün olur. Zira bu, bütün sûretleri bir araya
getiren makamdır.” Allah Teâlâ’nın bu dünyada bize uykuyu vererek, bizi
ölümden sonraki berzah âlemine alıştırdığını söylemiştir. Ölünün hâli, zâhirî
sûrette uykudakinin hâli gibidir. Ancak ölümün aksine ruhun bedeni (heykel)
yönetme alâkası devam etmektedir. Ölümde ise cismin nimet ve azabı
hissetmesinin yanında yönetme alâkası söz konusu değildir. Bu uyuyanın
rüyasında azap ve şer yahut nimet ve sevinç içinde olduğunu görmesi gibidir.
Soru: Neden
hayvanlar değil de insan ve cinler ölünün kelâmını işitmekten, azabını ve
nimetini müşâhede etmekten perdelenmişlerdir?
Cevap: Sakaleyn,
başkalarının aksine konuşma ve ifade etme âleminden oldukları için,
perdelenmişlerdir. Haberde “Şayet kalbinizi parçalamayacak ve konuşmanızı
artırmayacak olsaydı, kabir azabını işitmeniz için Allah’a dua ederdim.”
şeklinde işaret edildiği üzere insanlar ölünün hallerinden herhangi birini
görseydi, bunu birbirine anlatırlardı. Başka bir rivâyette ise “Şayet
birbirinizi defnedecek olmasaydınız kabir azabını işitmeniz için Allah’a dua
ederdim.” şeklindedir. Dolayısıyla Şeyh’in 378. bâbda dediği üzere “Allah
Teâlâ’nın velîlerden emanet ile rızıklandırdığı her kişi kabir azabını ve dostlarına
bizimle mücadele etmeleri için telkinde bulunan şeytanların kelâmını işitir.
Allah Teâlâ cinlerin ve insanların işitme ve görmelerini sadece örtmeyi
istediği için almıştır. Şayet keşif sahibi bunu ifşa ederse Allah’ın gayba
imanı vazetmesinin hikmeti bâtıl olur. Zira müşâhedeye dönüşür.”
Soru: Peygamberler
mâsum oldukları hâlde, nasıl ölülerin fitnesinden Allah’a sığınmışlardır?
Cevap: Bunun
mutlak kuşatıcılığını ve Allah Teâlâ’nın da dilediğini yapan olduğunu
bildikleri için sığınmışlardır. Kulluklarının gereğini yerine getirmiş, acziyet
ve muhtaçlıklarını izhar etmişlerdir. İki melek kendilerine gönderilen hakkında
-ki o Cebrâil’dir (aleyhisselâm)sorduklarında Allah’ın onları ağır imtihana
tâbi tutmaması için iftikar kapısından dua ederler. Onlara kendilerine
gönderilen hakkında soru sorulması tekrim bize bu hususta soru sorulması ise
imtihan içindir. Peygamberler mâsumdur ve küçüğü bir yana büyük korku
(fazau’l-ekber) onları üzmez. Onların mertebesi, sürekli Rablerinin önünde
aczlerini itiraf etmektir.
Soru: Ölümden
sonra intikal edilen berzahın hakikati nedir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’m 63. bâbında dediği üzere “Berzah’ın hakikati, İsrâfil’in
üfürdüğü sûrdur. Bu, nâkûr ve boynuz olarak isimlendirilir. Bu boynuzdan daha
geniş bir şey yoktur. Kabirde ölü için gerçekleşen azap ve nimetin tamamı, sahibi
tarafından duyuda değil de duyuyla hakiki bir idrak ile algılanır. Aynı şekilde
insan nimet ve azaba dair ölümden sonra berzahta idrak ettiklerinin hepsini
boynuzda bulunan sûretin aynıyla algılar. Yüce Allah, ruhları tabiî
cesetlerden aldığı zaman, onları İsrâfil’in sûru olan berzahî mertebedeki
bedensel sûretlere bırakır. Sonra sûrda, mukayyet olan ve peygamberlerin,
şehitlerin ve bazı velîlerin ruhları gibi mutlak olanları vardır.
Zira teklif zamanında nefsini şeriatın
şişesinde hapseden ve onu şeriatın sınırladıklarıyla sınırlayan her kimseye
Allah kesin olarak Berzah’ta karşılığını verir ve cennette dilediği şekilde
onu barındırır. Ruhların arasında dünya âlemine bakan ve hayal mertebesinde
uyuyan kimseye tecellî edenleri vardır. Firavun’un kavmi ise, bu sûrda sabah
akşam cehenneme arzedilirler ve oraya girmezler. Zira bu boynuzda ve sûrette
hapsedilmişlerdir. Kıyamet günü ise şiddetli azaba gireceklerdir. Bu, ölümleri
anında arzedilen mütehayyel azap değil, hissedilen bir azaptır. Bazıları da hissedilen
ateşte yanacaktır.”
Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envâr
kitabında şöyle demiştir: “Berzah ehlinden Allah Teâlâ’nın himmetinden
yarattığı birtakım kimseler vardır ki dünya yurdunda yaptığı amel ile kabrinde
amel eder. Celîl tâbiî Sâbit el-Benânî’de bu şekilde olmuştur. Kabrini
açtıklarında, onu ayakta namaz kılarken görmüşlerdir. İnsanlar buna şahitlik
etmişlerdir.” Berzah’tan çıkıncaya kadar Allah’ın kuluna bu ameline karşılık
sevap yazdığını söylemiştir. Bunu A‘raf ehlinin kıyamet günü yaptıkları secdeyle
terazilerinin ağırlaşması ve bununla cennete girmeleri de desteklemektedir.
Şayet Berzah’ın dünya hükümlerine bakan bir yüzü olmasaydı, bu secde
kendilerine fayda vermez ve terazileri ağırlaşmazdı. Bu, teklif ehlinin
amellerinden kalan son şeydir. Şöyle demiştir: “Peygamberlerin ruhları hariç
uykuda ve uyanıkken görülen bütün ölüler, hayalî temsillerdir ondan hiçbir şey
gerçekleşmez. Peygamberlerin ruhları, Allah’ın diledikleri hariç olmakla
birlikte onların dışındakilerin aksine, dünya, âhiret ve berzahtaki varlığın
tamamının üzerindedir. Onlar berzahtan çıkmazlar. Şayet birisi görülürse ya
Allah’ın bu velînin himmetinden yarattığı bir melektir ya da hükmünün
gerçekleşmesi için Allah’ın onun sûretinin yerine ikame ettiği bir misâldir.”
Bunu bir yaprak civarında uzatmıştır. Sonra “Kâmil keşif sahipleri, ruhtan
ayrıldıktan sonra cismin hayatını görürler. Onlara göre cismin hakikatleri ve
hususiyetleri vardır. Bunlarla ruhun vasıtası olmadan idrak gerçekleşir. Ruh
ayrıldıktan sonra mahalline intikal ettiğinde cisim kendisine mahsus bu
hakikatleri [algılayan] idrakle birlikte kalır. Şayet bu olmasaydı, Rabb’ini
hamd ile tespih eden hiçbir müsebbih olmazdı. Zira tesbih, mârifetin bir
feridir.” demiştir.
Şöyle söylemiştir: “Allah Teâlâ’nın
‘O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.’[131]
buyurduğu âyetinin takdiri ‘O’nu bilmeyen hiçbir şey yoktur.’ şeklindedir. Zira
Bârî’yi (cc) O’nun için uygun olmayan şeylerden ancak bilen kimse tenzih eder.
Bu hakikatleri konuşur ve müşâhede ederler. Yüce Allah ‘Onlar derilerine,
‘Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Derileri, ‘Bizi her şeyi
konuşturan Allah konuşturdu.’[132]
buyurmaktadır.” “İmân Mebhasi”nde, cemâdın (cansız varlık) hayatına dair
değerlendirmeler yapıldı. Oraya bakılabilir. Ey kardeş, kaydettiklerimizden,
dünya ehlinin gözünün idrak edememesinin, kabir nimeti ya da azabının sıhhatine
halel getirmeyeceğini anladın. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Kabir,
cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
buyurmuştur.
Şeyh el-Fütûhâtul-Mekkiyenin
126. bâbında şöyle demiştir: “Bu cennet ve cehennemle kastedilen, insanların
hesap ve sırattan geçtikten sonra girecekleri büyük cennet ve cehennem değil,
berzahın cennet ve cehennemidir. Bu, ehlullahtan bazılarının keşiflerinde
karıştırdıkları bir şeydir. Onlar âhiret hallerinden bir şeylere muttali
kılındıklarında, bunun sahih olduğunu ve âhireti hakikati üzerine müşâhede
ettiklerini zannederler. Böyle değildir. Aslında gördükleri dünyadır. Allah
Teâlâ onu berzah âleminde keşif yada rüyayla yakaza hâlinde iken dünyanın
hükümlerinden bilmedikleri bir sûrette onlara göstermiştir. ‘Biz cenneti,
cehennemi ve kıyameti gördük.’ diyorlar. Oysaki o yurt nerede bu yurt nerede! O
genişlik nerede bu genişlik nerede! Kıyametin şu anda mevcut olmadığı
bilinmektedir. Dünya hayatında görülen, sadece dünyanın kıyameti ve dünyanın
cehennemidir. Sahih hadiste ‘Cennet ve cehennemi bu makamımda gördüm.’
denilmiş ‘Âhiret cenneti veya âhiret ateşi’ denilmemiş, aksine ‘dünya
yurdundaki bu duvarın genişliğinde gördüm.’ denmiştir. Onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) kedisini hapsedeni ve putlar adına kurbanlıkları salıveren Amr b.
Luhayy’i cehennemde gördüğü de söylenmiştir. Bunların tamamı küsûf namazında ve
uyanıkken olmuştur.
Başka bir hadiste ‘Cennet, bana şu
duvarın genişliğinde temsilî olarak gösterildi.’ buyurmuştur. Bir şeyin benzeri
(timsâl) o şeyin kendisi değil, sadece benzeridir. ‘Cehennemlikler şu anda
büyük ateştedirler ve kıyamet günü kabre döndürülürler, sonra dirilir,
haşredilir ya da hesaba 5 çekilir ve sonra da
ikinci defa cehenneme atılırlar.’ şeklindeki sözün bir anlamı yoktur.”
Şöyle derim:
Bize kabir azabına iman etmek yeterlidir. Bunun hakikatinin açıklanmasına
gerek yoktur. Akıllar buna benzer konularda âcizdir. “Cennet ve Cehennemin
Yaratılışı Mebhasi”nde daha geniş yer verilecek-
10 tir. Oraya
bakılabilir. En doğrusunu Allah bilir.
Şâri‘in
Bize Haber Verdiği Kıyamet Alâmetlerinin Tamamının Hak Olduğu ve Kıyamet
Kopmadan Önce Gerçekleşmesi Gerektiği Hakkındadır
Bu
[alâmetler], Mehdî’nin sonra Deccâl’in çıkışı, sonra da Îsâ’nın nüzûlü,
Dabbe’nin çıkışı, güneşin batıdan doğuşu, Kur’ân’ın kalkması ve Ye’cûc ve
Me’cûc seddinin açılması gibi [alâmetlerdir]. Dünyada sadece bir tek gün kalsa
bile bunların tamamı gerçekleşecektir. Şeyh Takiyyüddin b. Ebû Mansûr Akîdesinde
şöyle demiştir: “Bu alâmetlerin tamamı, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ‘Ümmetim düzelirse onlar için bir gün, bozulursa yarım gün vardır.’
hadisiyle vaad ettiği günün son yüzünde meydana gelecektir. Burada gün,
Allah’ın ‘Rabb’inin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.’349
âyetiyle işaret ettiği Rabb’in günlerindendir. Bazı ârifler, birinci binin,
halifelerin sonuncusu olan Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) vefatından itibaren
hesaplandığını söylemişlerdir. Bu süre, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) risâleti kapsamındaki günlerden sayılmıştır. Yüce Allah, dört halifeyi
beldelere hâkim kılmıştır. Resûlullah’ın binden kastı, bin doluncaya kadar
şeriatının saltanatının hâkimiyetidir. Daha sonra din, başlangıçta olduğu
gibi, garip kalıncaya kadar yıkılış başlar. Bu yıkılışın başlangıcı, XI.
yüzyıldan otuz sene geçtikten sonradır. O zaman, Îmâm Hasan el-Askerî’nin
evlâdından olan Mehdî’nin (aleyhisselâm) çıkışı beklenir. Onun doğum tarihi
(h.) 255 yılının Şa‘bân ayının yarısındaki gecedir. Îsâ’yla (aleyhisselâm) bir
araya geleceği güne kadar hayatta kalmaya devam edecektir. Günümüze (h. 958)
kadarki ömrü 706 senedir. Mısır’ın bereketli topraklarından olan Kumu’r-Rîş’in
üstünde medfûn bulunan Şeyh Hasan el-Irakî, Mehdîyle bir araya geldiği zaman
bana bu şekilde haber verdi. Şeyhimiz efendim Ali el-Havvâs da (rh.a) buna
uygun bilgi verdi.
Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhât’m 366. bâbındaki ibaresi şöyledir: “Mehdî’nin
çıkması gerektiğini biliniz. Ancak yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolmadan
çıkmaz. O, burayı adâlet ve hakkaniyetle doldurur. Şayet dünyada tek bir gün
kalsa bile bu halife gelinceye kadar Allah Teâlâ bu günü uzatır. O,
Resûlullah’ın neslinden ve Fatıma’nın (ra) evlâtlarındandır.
Dedesi
Hüseyin b. Ali b. Ebû Tâlib’dir. Babası Hasan el-Askerî b. Îmâm Ali en-Nakî b.
Muhammed et-Takî b. Îmâm Ali er-Rızâ b. Îmâm Mûsâ el-Kâzım b. Îmâm Ca‘fer
es-Sâdık b. Îmâm Muhammed el-Bâkır b. Îmâm Zeynelâbidîn Ali b. Hüseyin b. Îmâm
Ali b. Ebû Tâlib’dir (ra). Îsmi Resûlullah’ın ismine uygundur. Müslümanlar
Rükün ile Makam arasında ona biat ederler. Yaratılışta Resûlullah’a
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) benzer, ahlâkta ise ondan daha alt mertebededir.
Zira hiç kimse, ahlâkta Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gibi olamaz.
Yüce Allah ‘Sen yüksek bir ahlâk üzeresin.’ buyurmaktadır. Alnı açık, burnu
küçüktür. Onunla en çok mutlu olanlar, Kûfelilerdir. Malı eşit derecede dağıtır,
tebaaya adâletle davranır. Önünde mal olduğu hâlde, bir adam ona gelip ‘Ey
Mehdî bana ver.’ der; o da götürebileceği kadarını elbisesine sarıp verir.
Dindeki bir fetretten sonra çıkar ve Allah’ın Kur’ân ile alıkoymadığını onunla
alıkoyar. Cahil, korkak ve cimri insana dokunur, âlim, cesur ve cömert olur.
Önünde zafer yürür (zaferler kazanır) ve beş, yedi ya da dokuz yıl yaşar.
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) izinden gider ve hata etmez. Onu
görmediği yerden koruyan bir meleği vardır. Zayıfa yardımcı olur, kimsesizi
kollar, hak vekillerine yardımcı olur. Dediğini yapar, yaptığını söyler ve
gördüğünü bilir. Allah onu bir gecede ıslah eder. Îshakoğullarından olan yetmiş
bin müslüman ile Roma şehrini tekbirle fetheder. Allah’ın daveti üzerine büyük
savaşı Merc-i Akka’da görecek, zulmü ve zalimleri ortadan kaldırarak dini
yerleştirecek ve Îslâm’ın ruhunu diriltecektir. Allah onunla zelil olan Îslâmı
azîz kılacaktır, ölümünden sonra tekrar diriltecektir. Cizyeyi koyacak ve
kılıçla Allah’a davet edecektir. Îcâbet etmeyen öldürülecek, ona karşı gelen
perişan olacaktır. Dinin bizzat kendisinde bulunan zâhir olacaktır. Öyle ki
şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yaşasaydı, bununla hükmederdi.
Onun döneminde, sadece yorumlardan arınmış saf din kalır. Hükümlerinin çoğunda
mezhep imamlarına muhalefet edecek, imamlarından sonra Allah Teâlâ’nın hiçbir
müctehidi getirmeyeceğini zannettikleri için, ondan uzak duracaklar.” Onlar
arasında meydana gelen olayları uzunca anlattıktan sonra, şöyle demiştir “Bil
ki Mehdî çıktığı zaman, seçkin ve genel bütün müslümanlar sevinecektir. Onunla
birlikte ilâhî birtakım insanlar vardır ve onun davetini yerine getirir, ona
yardım ederler. Bunlar, onun vezirlerdir ve krallığın yükümlülüklerini üstlenirler.
Allah Teâlâ’nın onu sorumlu tuttuğu konularda ona yardımcı olurlar.
Îsâ
(aleyhisselâm) Dımaşk’ın doğusundaki Beyaz Minâre’nin üzerine, insanlar ikindi
namazındayken, biri sağında diğeri solunda olan iki meleğe yaslanmış olarak
iner. Îmam çekilerek yerini ona bırakır, o da öne geçerek insanlara namazı
kıldırır. İnsanlara Hz. Muhammed’in sünnetine (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
tâbi olmayı emreder, haçı kırar ve domuzu öldürür. Allah Mehdî’yi temiz ve
arınmış olarak kabzeder. Onun zamanında Süfyânî Dımaşk’ın Gûta mahallesindeki
ağacın yanında öldürülür. Ordusu Beydâ’da yerin dibine geçirilir. Bu orduya
mecbur kalarak ve zorla katılanlar, niyetlerine göre haşredilirler. Onun zamanı
geldi ve vaktinin gölgesi üzerinize düştü. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) asrından sonraki üç asırdan sonra yer alan dördüncü asırda zuhûr etti.
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dönemi sahâbe asrıdır ardından
diğer devir gelir, ardından gelen ikinci [devirdir]. Bu ikisi arasında birtakım
fetretler gelir ve bazı olaylar meydana gelir, hevâ yayılır, kan akıtılır.
Mehdî vaad edilen zaman gelinceye kadar gizlenmiştir. Onun şahitleri şahitlerin
hayırlısı, eminleriyse eminlerin faziletlisidir.”
Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Yüce Allah, gaybının derinliklerinde gizlediği bir
taifeyi ona vezir yapmış ve bunları keşif ve müşahedeyle hakikatlere ve
Allah’ın kulları hakkındaki emrinin ne olduğuna muttali kılmıştır. Bunlar,
Allah’a verdikleri ahde vefa gösteren sahâbeden bir kısım adamların izleri
üzeredirler. Bunlar Acemdendir ve aralarında Arap yoktur. Ancak sadece Arapça
konuşurlar. Onların cinsinden olmayan bir hafızları vardır ve asla Allah’a
isyan etmez. Bu vezirlerin en hassıdır. Bil ki Mehdî hiçbir şeyi asla kendi
görüşüyle yapmaz; bu vezirlerle istişare eder. Onlar, orada bulunanları
bilirler. O (aleyhisselâm) ise, kendiliğinden hakkın kılıcının ve siyasetin
sahibidir. Bu vezirlerin özelliklerinden biri de hiçbirisinin bir savaşta asla
mağlup olmamasıdır. Zafer elde edinceye veya mağlup olmadan ayrılıncaya kadar
sebat eder. Onların Roma Şehrini tekbirlerle fethetmelerine baksana! Birinci
tekbiri getirdiklerinde üçte biri düşer, ikinci tekbirde surun ikinci üçte
birlik kısmı, üçüncü tekbirde ise geri kalan üçte birlik kısmı düşer ve kılıç
kullanmadan onu fethederler. Îşte bu, zaferle kardeş olan sıdkın (doğruluk)
bizzat kendisidir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bu vezirler ondan az beşten fazladır.
Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), vezirlerinde meydana gelen
şüpheden dolayı, onun hilâfetinin süresi konusunda beş ile dokuz sene arasında
şüpheye düşmüştür.
Her
vezir onunla birlikte bir sene geçirir. Şayet beş iseler beş sene, yedi iseler
yedi, dokuz iseler dokuz sene yaşayacaktır. Her seneye has tehlikeler ve bu
vezire ait özel bir ilim vardır. Bunlar beşten az, dokuzdan fazla olamazlar.”
Şeyh şöyle demiştir: “Biri hariç, diğerlerinin tamamı Allah’ın canavar, kuş ve
haşeratlara bir sofra kıldığı Merc-i Akka’daki ilâhî sofrada öldürülecektir.”
Şeyh, bu kalan bir kişinin, Allah’ın “(O gün) sûra üflenecek, ardından
-Allah’ın diledikleri dışındagöklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp
ölecek.”350 âyetinde istisna edilenlerden mi ya da bu nefhada
ölenlerden mi olduğunu bilmediğini söylemiştir. Şeyh Muhyiddin “Mehdî’nin
dünyada imam olarak kalış süresinde şüpheye düştüm. Bu hususta kesin bir şeye
varamadım. Allah Teâlâ’ya karşı bizzat nefsimden bir şey sorma konusunda
[gözettiğim] edep dolayısıyla O’ndan bunun tahkikini talep etmedim.” demiştir.
“Ben O’na karşı bu edebi gözetince, Yüce Allah, ehlullahtan birisini
görevlendirdi, o da yanıma geldi ve kendiliğinden bu vezirlerin sayısını bana
zikretti. Bana ‘Sus, dokuzdur.’ dedi; ben de ona ‘Şayet dokuz iseler Mehdî’nin
dokuz sene kalması gerekir. Onun vezirinin neye ihtiyaç duyduğunu biliyorum.
Şayet bir ise bütün vezirlerinin ihtiyaç duyduğu şeylerin bu birde toplanması
gerekir. Şayet birden fazla ise bu dokuzdan fazla olmaz.’ dedim. Burada
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Beş yahut yedi veya dokuz.”
sözünden sadır olan şüphe sona erer. Başka bir ifadeyle Mehdî’nin kalış süresi
meselesi ashabının seçkinlerini ilim talebinde cesaretlendirmek ve onların
taklitle ikna olmamaları içindir. Allah Teâlâ ‘Çok azı bilir.’ buyurmuştur.
Anla!” demiştir.
Şöyle
demiştir: “Mehdî’nin vezirlerinin [görevlerini] yerine getirmede ihtiyaç
duyduğu şeylerin tümünün sayısı dokuzdur, onuncusu yoktur. Bundan az da olamaz.
Bunlar gözün nüfuzu, ilkâ anında ilâhî hitabı anlama, Allah’tan tercüme ilmi,
yetki sahiplerinin mertebelerinin belirlenmesi, gazapta rahmet, mülkün ihtiyaç
duyduğu duyulur rızıklar ve diğerleri, işlerin iç içe ve birbirine girmesinin
bilgisi, insanların ihtiyaçlarını gidermede mübalağa ve araştırma, özellikle
onun süresinde kâinatta ihtiyaç duyduğu gayb bilgilerine vukûfiyet gibi
şeylerdir. Bunlar dokuz şeydir. Bunlardan bir ya da daha fazlasının Mehdî’nin
vezirlerinde olması gerekir.”
Şeyh
bununla ilgili açıklamalarını on varak civarında uzattıktan sonra şöyle
demiştir: “Mehdî’nin (aleyhisselâm) zuhûrunun kıyametin yakın alâmetlerinden
olduğunu bilesin. Deccâl’in çıkışı da böyledir. Horasan’dan, fitne yeri olan
doğu topraklarından çıkacaktır. Ona Türkler ve yahudiler tâbi olacaktır. Sadece
İsfahan’dan ve taylasan giymiş olanlardan, kendisine yetmiş bin kişi
katılacaktır. O, sağ gözü şaşı olan yaşlı bir adamdır. Gözü patlamış bir üzüm
tanesi gibidir. Gözlerinin arasında ‘k.f.r.’ yazılıdır.” Şeyh Muhyiddin şöyle
demiştir: “Bu harflerin mazi fiil olan ‘kefere’ mi yoksa isim olan ‘küfr’ mü
olduğunu anlamadım. Arapların Mushaf’ın hattında bazı yerlerde ‘Rahmân’ın mim’i
ile nûn’u arasındaki elifi hazfetmeleri gibi elif hazfedilmiştir.”
Soru:
Mehdî çıktığı
zaman ne ile hükmedecektir? Naslarla mı, ictihadla mı yahut her ikisiyle mi?
Cevap:
Şeyh
Muhyiddin’in dediği gibi, ilham meleğinin kendisine şeriattan ilkâ ettiği şeyle
hükmeder. Bu “O, izimde gider ve hata etmez.” hadisinde işaret edildiği üzere
Muhammedî şeriatın ona ilham edilmesi ve onun da bununla hükmetmesi şeklinde
olur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize onun bid‘atçı değil, tâbi
ve verdiği hükümlerde mâsum olduğunu bildirmiştir. Zira hükmünde mâsum olmanın
anlamı, hata etmemesinden başka bir şey değildir. Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) onun hata etmediğine hükmetti. Bu nedenle o “Hevâsından
konuşmaz, o sadece kendisine vahyedilen bir vahiydir.”[133]
Mehdî’nin hata etmeyeceğini haber vermiş ve bu hüküm bağlamında onu
peygamberlere katmıştır. Şeyh şöyle demiştir: “Allah’ın ilham meleğinin diliyle
kendisine verdiği nasların varlığıyla birlikte, Mehdî’nin kıyas yapmasının
haram olduğu anlaşılmaktadır. Hatta bazı muhakkikler, Resûlullah’ı (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) müşâhede ettikleri için ehlullahın tamamına kıyasın haram
olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla bir hadis ya da hükmün sıhhatinden
şüphelendikleri zaman, bu konuda doğrudan ona müracaat ederler. Onlara hak
olan durumu uyanıkken ve şifahen haber vermiştir. Bu imkâna sahip olan kimse,
Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiçbir imamı taklit etmeye
ihtiyaç duymaz. Yüce Allah ‘De ki: Îşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı
bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz).’[134]
buyurmuştur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra; ayrıca Mehdî’nin Hak Teâlâ’nın
yaratmak istediği hadiselere, varlıkta meydana gelmeden önce O’nun tarafından
muttali kılındığını söylemiştir. Bu, meydana gelmeden önce bu işlere Mehdî’nin
hazır olması içindir. Şayet bu, tebaanın herhangi bir menfaati ise Allah’a
şükreder ve sessiz kalır. Şayet ceza türünden ve genel ya da belirli şahıslar
hakkında inecek bir belâ ise bunlar için Allah’a dua eder, yalvarır ve şefaatçi
olur, Allah da lutuf ve rahmetiyle bu belâyı defederek onun dua ve niyazını
kabul eder.
Soru:
Şayet Allah
Teâlâ nâzil olan herhangi bir hüküm konusunda onu âmâ kılarsa ne yapar?
Cevap:
Yüce Allah
nâzil olan herhangi bir hüküm konusunda onu âmâ kıldığı ve herhangi bir
bildirim ya da keşif söz konusu olmadığı zaman, bunu mubahlarla ilgili hükme
katar. Bildirildikten sonra bunun şer‘î bir hükme konu olduğunu bilir. O,
peygamber olmadan dinde görüşte bulunmak ve kıyas yapmaktan mâsumdur. Zira
peygamber olmayanın yaptığı kıyas bilmediği şey ile dini ile ilgili Allah
hakkında hüküm vermektir. Bu illeti defetmedir, ancak kul, Allah’ın bu illeti
defetmeyi istememiş olabileceğini bilmez. Şayet bunu isteseydi Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle bunu açıklar, tardettiğini de açıklardı.
Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bil ki Peygamberin (salla'llâhü
aleyhi ve sellem), Mehdî hariç, herhangi bir imam hakkında izinden gideceğini
ve hata etmeyeceğini açıkça söylediğine dair bir bilgi bize gelmemiştir. Aklî
delil, peygamberin kullarıyla ilgili Rabb’inden aldığı şer‘î hükümlerde onun
ismetine nasıl şahitlik ediyorsa o da Mehdî’nin hilâfet ve ahkâmında mâsum
olduğuna şahitlik etmiştir.”
Soru:
Îsâ
(aleyhisselâm) indiği zaman, ne zaman ve nasıl vefat edecektir?
Cevap:
Şeyh’in 369.
bâbda dediği üzere “Deccâli öldürünce o da ölecektir. Bu, onun ve ashabının
tek bir nefeste ölmesinden dolayıdır. Onlara tatlı bir rüzgâr gelir ve onları
koltuk altlarından sarar. Bu rüzgârda, uykusuzluğun zayıf düşürdüğü kimsenin
uyuyakaldığındaki lezzete benzer bir lezzet bulurlar. Seherde ona gelir ve
tatlılığından dolayı bal olarak isimlendirilir. Ölümde değerini ölçüp
biçemeyecekleri bir lezzet bulurlar. Seldeki çerçöp gibi, hayvanlara benzeyen
birtakım bayağı insanlardan başka kimse kalmaz ve kıyamet onların üzerine
kopar.”
Güneşin
batıdan doğuşuna gelince; Sahihte merfû olarak, güneş batıdan doğmadan
kıyametin kopmayacağı nakledilmiştir. Doğduğunda ve insanlar onu “Daha önce iman
etmeyen hiç kimsenin imanın fayda vermeyeceği gün”[135] anında
gördüklerinde, tamamı iman ederler. Güneşin batıdan doğması aklen mümkündür ve
vukuu imkânsız değildir. Yüce Allah, buna kâdirdir. Ayrıca O’nun kudreti için
bütün cihetler aynıdır. Hz. Îbrâhim (aleyhisselâm) kendisine “Allah güneşi
doğudan getiriyor, sen de batıdan getir.’ dediğinde şaşırdı.”[136]
[âyetinde] bu hususta Nemrûd’a cevap verilmiştir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî
şöyle demiştir: “Gök bilimciler ve müneccimler, güneşin batıdan doğuşunu imkânsız
görmektedirler. Onlara şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ değirmen ve çarkın her bir
devirine dair âdet koymamış mıdır? Bunların devirleri bittiğinde aksi yöne
döner ve sonra dururlar. Bütün dönüşleri bittikten sonra Allah Teâlâ’nın
güneşin deveranını aksine çevirmesini ne ile inkâr etmektedirler? Yüce Allah
‘Güneş, kendi yörüngesinde akıp gitmektedir.’[137] buyurmuştur.
‘Müstakarr’, istikrar anlamında masdardır. J, Yüce Allah’ın ‘Çünkü Rabb’in ona
(öyle) vahyetmiştir.’ [138]âyetinde
olduğu gibi, ^11 mânasınadır.” Şöyle demiştir: Güneşin göğün ortasında durma
zamanında, gök yarılır ve yıldızlar söner. Diğer çarkların örneğinde
“Durduğunda kırılır.” derler. Burada ise güneş ve ay göğün ortasında [dürülmüş]
çuval gibidirler. Başka bir rivayette ise “Îki siyah öküz gibidirler.” şeklinde
geçmiştir. Göğün ortasına yükselince alçalarak batıya dönerler. Bazılarının
zannettiği gibi doğudan batmazlar. Hadiste onların dürülmüş iki çuval gibi
batıdan doğacağı, güneşin gölgesinin, ayın da ışığının olmayacağı geçmektedir.
Güneşin batıdan doğuşuyla sûra üfürülme arasındaki süre, atın doğumundan
kişinin ona binmesine kadar ki müddetten daha azdır.
Soru:
Hadiste o gün
sûra üfürülünceye kadar her ikisinin de doğudan doğacakları kaydedilmektedir.
Cevap:
Bu doğuş
itibara alınmaz zira [burada] güneşin batıdan doğması dönüşün durması ve sona
ermesi için olan zorunlu doğuştur. Dolayısıyla bu doğuş hesapla olan
sistematik bir doğuş değildir. Döngüsel olan her şeyin hâli böyledir; devri
sona ereceği zaman aksi yöne bir kez döner, sonra tekrar geri döner ve durur.
Allah’ın
yaratılmışlar hakkındaki kuralı budur. Allah’ın kuralında hiçbir değişiklik
göremezsin.”[139]
“Îman Mebhasi”nde, güneş batıdan doğduğu zaman, tövbe kapısının kapanacağı
geçmişti. Bundan sonra mümin olan kimsenin kalbine küfür, kâfir olan kimsenin
kalbine de iman girmez. Oraya bakılabilir.
Soru:
Îsâ’nın
(aleyhisselâm) ineceğine dair Kur’ân’dan delil nedir?
Cevap:
Onun ineceğine
dair delil Allah’ın “Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce, ona
(Îsâ’ya) iman edecek olmasın.”[140]
âyetidir. Yani indiği ve etrafında toplandıkları zaman (iman edeceklerdir).
Mu‘tezile, filozoflar, yahudiler ve hıristiyanlar onun cesediyle birlikte göğe
çıktığını inkâr etmektedirler. Yüce Allah, Îsâ (aleyhisselâm) hakkında
“Şüphesiz o kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir.”[141]
buyurmuştur. J ve Aın fethiyle de okunmuştur. Cl'daki zamir ise “Meryem oğlu
Îsâ bir misal olarak anlatılınca”[142]
âyetinden dolayı Îsâ’ya râcîdir. Anlamı: Onun nüzûlü kıyametin alâmetidir.
Deccâl’in sıfatları hakkındaki hadiste “Onlar namazdayken, Yüce Allah, Mesîh
b. Meryem’i gönderir ve Şam’ın doğusundaki Beyaz Minare’nin yanına iner. Önünde
sarı renkli iki parça elbise ile avuçlarını iki meleğin kanatları üzerine
koymuş olarak inecektir. [Rivayette geçen] ‘mehrûzeteyn/mehrûdeteyn’ sarıya
boyanmış bez parçasıdır. Onun nüzûlü Kitap ve Sünnet’le sabittir.
Hıristiyanlar, onun beşerîliğinin (nâsûtiliğinin) çarmıha gerildiğini,
ilâhîliğinin (lâhûtîliğinin) ise yükseldiğini iddia etmektedirler. Hak olan ise
onun cesediyle göğe yükselmesidir. Buna iman etmek vâciptir. Yüce Allah “Aksine
Allah katına yükseltilmiştir.”[143]
buyurmuştur. Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Onun yükselişi, inişi ve
ininceye kadar yemeden, içmeden gökte kalışı gibi hususlar, aklın idrak etmede
yetersiz kaldığı hususlardandır. Allah Teâlâ’nın kudretinin genişliğine teslim
olarak buna iman etmekten başka bir yol yoktur.” Filozoflar ve başkalarının yükseltmeyi
inkâr konusundaki şüphelerini zikrederek sözü uzatmıştır.
Soru:
Gökte durduğu
müddetçe yeme ve içmeye muhtaç olmamasının cevabı nedir? Yüce Allah “Onları
yiyip içmez bir beden kılmadık.”[144]
buyurmuştur.
Cevap:
Yiyecek,
yeryüzünde yaşayanlar için gıda kılınmıştır. Zira havanın, sıcağın ve soğuğun
bedene musallat olması sebebiyle beden zayıflar. Allah Teâlâ bu tozlu yerde
yürüttüğü âdetine uygun olarak beden zayıfladığında buna karşılık ona gıda
vermiştir. Göğe yükseltilenlere gelince, melekleri müstağni kıldığı gibi onları
da kudretiyle lutuflandırır, yemek ve içmekten müstağni kılar. Dolayısıyla Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Rabb’imin katında gecelerim, beni doyurur ve
içirir.” dediği üzere; yiyeceği tesbih, içeceği ise tehlîl olur. Hadiste merfû
olarak, Deccâl’in önünde üç sene bulunduğu, ilk senede göğün yağmurunun üçte
birini tutacağı yerin de nebâtının üçte birini tutacağı belirtilmektedir.
İkinci senede gök, yağmurunun üçte ikisini tutar yer de nebâtının üçte ikisini
tutar. Üçüncü senede gök tüm yağmurunu tutar yer de tüm nebâtını tutar. Esma
bint Zeyd “Ya Resûlallah; biz hamurumuzu yoğurur, acıkıncaya kadar ekmek
yapmayız, o gün müminler ne yapacaklar?” diye sorunca o (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) da “Gök ehline tesbih ve takdis olarak verdiği karşılığı onlara da
verir.” buyurmuştur. Şeyh Ebû Tâhir “Doğu illerinden Ebher’de ikâmet eden ve
adı Halife el-Harrât olan bir adam gördük. Yirmi üç yıldan beri yemek yemiyordu
ve hiçbir zafiyet göstermeden gece gündüz Allah’a ibadet ediyordu.” Bunu
bildiğin zaman, Îsâ’nın (aleyhisselâm) gıdasının da tesbih ve tehlîl olması
uzak değildir. Bunların tamamında en doğrusunu Allah bilir.
Cessâse
denilen Dabbe’nin çıkışına gelince; Şeyh Muhyiddin bunu 357. bâbda, Allah’ın
“Yerden, onlarla konuşan bir hayvanı (Dabbe) çıkardık.”[145] âyeti
bağlamında, şu ifadelerle zikretmiştir: “Bil ki bu hayvan (Dabbe), Ecyâd’dan
çıkar, kılları çoktur. Önü arkasından ayırt edilmez. Doğu, batı, deniz, kara,
güney ve kuzeyde, insanların yüzüne üfürür ve onun üfürüşüyle her şahsın
alnında; Allah Teâlâ’nın ilminde bulunduğu üzere iman ve küfür yazılır. Damgası
mümin olan kimse, damgası kafir olan kimseye ‘Ey kâfir bana şunu bunu ver.’
der. Bunun alnında silinmesi mümkün olmayan bir yazı ile yazıldığını bildiği
için bu isme sinirlenmez. Kâfir de kendisinden istenilen şeylerle ilgili olarak
mümine ‘Evet’ veya ‘Hayır’ der.
Ona
nispet edilen kelâm, üfürmesiyle yüzleri damgalamanın dışında geneli kapsamaz.
Şayet onunla oturan sair dillerin ehliyle konuşması söz konusu olsaydı Arapça
ya da Acemce hangi dil olursa olsun, onların diliyle konuşurdu. Müslim’in Sahîh’inde,
Deccâl hadisinde onun konuşması nakledilmiştir. Dabbe, Temîm ed-Dârî’ye onun
(Deccâl) yerini göstermiş ve Temîm’e ‘O (Deccâl) senin konuşmana müştaktır.’
demiştir.” Şeyh şöyle demiştir: “Şu anda kuzeydeki bir denizde bulunan bir
adadadır. Bu Deccâl’in de bulunduğu adadır.” Şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın
Dabbe’nin insanların yüzlerini işaretlemesini kelâm olarak isimledirmesi bunun
sözün ifade ettiğini ifade etmiş olması sebebiyledir. Nazar ehlinden olan akıl
sahibinin, nefsindekini sana ulaştırmak istediğinde bunu iletmede sadece
harfleri nazmetmekten oluşan ibareyle yetinmemesine baksana! Onun sendeki
hedefi, nefsindeki şeyi sana bildirmektir. Bu bildirim bazen örfte söz ve
kelâm olarak isimlendirilen lafzî ibareyle, bazen de el ya da baş veya olan
şeyin işaretiyle, bazen yazı ve rakamla [olur]. Bazen Hakk’ın anlamanı istediği
şeyle [olur] ki bu şey sende bir eser meydana getirir ve bununla onun nefsinde
olanı anlarsın. Buna da ‘kelâm’ denir. Dolayısıyla Dabbe’nin yazısına ‘kelâm’
demek sahihtir.” En doğrusunu Allah bilir. Bunu 357. bâbda birçok büyük
faydalarla zikrederek uzun uzadıya anlatmıştır. Oraya bakılabilir.
Kur’ân’ın
kaldırılması meselesi hakkında Beyhakî, Şu ab'da Îbn Mesûd’dan
“Kaldırılmadan önce Kur’ân’ı okuyunuz. Zira o kaldırılmadan kıyamet kopmaz.”
şeklinde nakletmiştir. “[Elimizdeki] bu mushaflar kaldırılacak peki insanların
göğsünde (hıfzında) bulunan ne olacak?’ dediklerinde ‘Bir gece kendilerine
baskın yapılacak ve göğüslerinden alınacak. ‘Biz bir şey biliyorduk.’ diyerek
sabahlarlar ve sonra şiire dalarlar.” Kurtubî şöyle demiştir: Bu, Îsâ’nın
(aleyhisselâm) ölümünden ve Habeşlilerin Kâbe’yi yıkmasından sonra olur.
Ye’cûc
ve Me’cûc’ün çıkışı, kat‘î naslarla sabittir. Gezginlerin kendisine ulaştığı
büyük bir settir. Şeyh Abdülkâdir ed-Deştûtî (rh.a), Îbrâhim el-Metbûlî’nin her
sene bu seddin üzerine örtü serdiğini haber verdi. Hayatta olan ve olmayan
bütün velî ve sahâbe buraya gelir. Şeyh Abdülkâdir şöyle demiştir: “Onlarla
birçok defa bir araya geldim. Îbrâhim el-Metbûlî’ye, bu seddin bütün bu
insanlara yetip yetmediğini sordum. O da ‘Evet, uzunluğu yetmiş mil, genişliği
de elli mildir.’ dedi.” Kıyamet alâmetleri hakkında insanlar birçok kitap
yazmıştır. Akâidde bizi ilgilendiren, imana konu olması açısından bu alâmetlerin
bir kısmını zikrederek işaret etmektir. En doğrusunu Allah bilir.
Netice:
Şeyh el-Fütûhât’ın
59. bâbında, Deccâl hadisi bağlamında, bir günün bir hafta, bir günün bir ay ve
bir günün bir sene gibi olduğunu, diğer günlerin ise normal günler gibi
olduğunu zikretmiştir. Bir günün bir hafta gibi olmasının anlamı, o zamanda
bulutların çoğalması ve yedi gün geçinceye kadar güneşin görülmemesidir. Güneş
doğar ve batar. Ancak bunu sadece keşif erbabı bilir. Ay ve sene hakkındaki
görüş de böyledir. Yoksa söz gelimi bir tek günün bir sene kadar olduğu
anlamında değildir. Şayet uzarsa her bir gece ve gündüz için bize sadece beş
vakit namaz kılmak gerekir. Bulutlar peş peşe gelip uzayınca, gece ile gündüzün
varlığı insanların gözünde eşitlenir. İnsanlar, gerçekte güneşin batmadığını
zanneder. Bu, âhir zamanda meydana gelen garip şeylerdendir. Üst üste bulutlar
bizimle gök arasına girince, gök bilimcilerin tespit ettikleri hareketler olduğu
gibi kalır, bozulmaz. Bu nedenle Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “O
durumda onları hesaplayınız.” yani namazları hesaplayınız buyurmuştur. Şâri‘
namazların vakitlerini hesaplamayı kararlaştırınca, feleklerin hareketlerinin
oldukları hâl üzere kaldığını ve düzenlerinin bozulmadığını öğrenmiş olduk.
Şöyle demiştir: “Şayet bir sene gibi olan bu gün, uzun bir tek gün olsaydı bir
seneden fazla beklesek de güneş zevâle erişinceye kadar öğleyi kılmamız vâcip
olmazdı. Buradan ‘Namazları hesaplayınız.’ hadisinin anlamının, örneğin tek
bir gün için olduğu ortaya çıkar. Yani nefsü’l-emrde (gerçekte) değil de gözün
görmesi dolayısıyla demektir. Gerçekte bir gün geçmiş ve hiç kimse bunu
görmemiştir. Bir sene gibi olan günde güneş doğar ve üç yüz altmış gün batar.
Güneşin durduğu ay ve hafta için de durum budur. Bir ay veya hafta görülmez.”
Şöyle
derim: Şeyh
Muhyiddin’in bu zikrettikleri, “Ona göre hesaplayınız.” hadisinin zâhiri
sözlerine aykırıdır. Değerlendir! Anlayışların çoğu, bir tek günün hadiste
zikredildiği gibi bir hafta, bir ay ve bir sene olduğu şeklindedir. Durumun
hakikatinin en doğrusunu Allah bilir.
Allah Teâlâ’nın Bizi Yarattığı
Gibi İade Edeceğine İnanmanın Vücûbu, Cesetlerin Ruhları Kabul Etmeye Hazır
Hâle Getiriliş Şekli ve Sûrun Şekline Dair Açıklama, Kabirdekilerin Dirilişi
5
ve Yeniden
Dirilmeyi İnkâr Edenlerin Şüphelerinin Beyanı Hakkındadır
Şerhu
Cem‘i’l-Cevâmi‘ve
onun Hâşiyesindeki ibarelerle başlayalım. Daha sonra muhakkik sûfîlerin
naklettiklerini zikredelim. Allah’ın yardımıyla şöyle deriz: Cismin bütün aslî
parça ve arazlarıyla yok olduktan sonra ölümden 10 önceki eski hâline dönmesinin
hak olduğunu bilesin. Yüce Allah “Varlığı ilkin yaratan, sonra bunu tekrar eden
O’dur.”[146],
“Başlangıçta yaratıldığınız gibi iade edileceksiniz.”[147] ve
“Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman”[148] buyurmaktadır.
Bunların yanı sıra Kitap ve Sünnet’te, te’vil kabul etmeyecek ibareler yer
almaktadır. Öyle ki bu dinde zaruri olarak bilinen bir husus olmuş 15
ve Ba‘s’ın
(yeniden dirilme) imkân ve vukuunu inkâr etmenin küfründe icmâ edilmiştir.
Filozoflar, cisimlerin iadesini inkâr etmiş ve “Bedenin ölümünden sonra kemal
ile lezzetlenme ve eksiklerden dolayı elem duyma anlamında ruhlar oldukları
hâle döndürülecektir” demişlerdir. Kemâl, Hâşiye’sinde şöyle demiştir:
“‘Cisim bütün aslî cüzleriyle dirilir.’ şeklindeki sözleriyle kastedilen, 20
cüzlerin mutlak
olarak dirileceği değil, ömrün başlangıcından sonuna kalanların
[dirileceğidir.] Bu, şu meşhur şüphenin giderilmesi içindir: Bir insan diğer
bir insanı yediğinde; yenilen yiyenin bir cüzü olur. Yüce Allah bu iki insanı
bizzat dirilttiğinde, yenilene ait olan daha sonra yiyenin parçası hâline gelen
cüzler, ya her birinde diriltilir ki bu, bir parça aynıyle bir anda iki farklı
şahısta 25
bulunamayacağı
için imkânsızdır. Ya da sadece birinde diriltilir ki o zaman da diğeri bizzat
diriltilmemiş olur. Oysa ikrar edilen bunun aksinedir. Bunun savunması
şöyledir: Yeniden diriltilen, yenilenin aslî parçası olan fazlalıklar değil,
ömrün başından sonuna kalan parçalardır. Bunlar yiyen açısından fazlalıklardır.
Biz, insanın hayatta kaldığı müddet boyunca gıda maddelerinin ona gelip 30
gittiğini
biliyoruz. Fazlalık olunca, bunların yiyende değil, aksine yenilende
diriltilmesi vâciptir.” En doğrusunu Allah bilir.
Şeyh
Muhyiddin’in ibaresi ise şöyledir: Yeniden dirilmeyi ve cisimlerin iadesini
inkâr edenin küfre girdiğini bilesin. İade, Allah Teâlâ’nın gökte insan
menisine benzer bir yağmur yağdırması ve bununla arzı döllemesi şeklindedir.
‘Ruhlar Mebhasi’nde geçtiği üzere Yüce Allah bununla insanları, insanın aslı olan
ve çürümeyen, dünyadaki yaratılıştan kalan acbü’z-zeneb üzerine, son yaratma
ile yeniden yaratır. Yüce Allah cismi âhiret yaratmasıyla yaratıp, şekil verip,
ıslah ettiğinde tutuşmayı kabul eden ağacın ateşe istidatlı olması gibi ruhları
kabule istidatlı olur. Berzahî sûretler içlerinde bulunan ruhlarla tutuşan
kandiller gibidir. İsrâfil, ölümden sonra intikal edilen berzah mertebesinin
sûruna üflediği zaman, bu üfürme, sûretlerin içerdiği bütün berzahî sûretlere
yayılır ve bunların tamamını söndürür. Yüce Allah ‘Bugün mülk kimindir?’[149]
diye buyurarak sorar. Hiç kimse buna cevap vermez. İkinci kez üfürdüğünde,
ruhlarıyla tutuşmaya hazır olan bu sûretler tutuşur (canlanır) ve ayağa kalkıp
bakışırlar. Her bir sûret diri ve Allah’ın (cc) kendisini konuşturmasıyla
konuşmaktadır. Kimisi ‘Allah’a hamd olsun.’ der, kimisi ‘Bizi öldürdükten sonra
dirilten Allah ne büyüktür, dönüş O’nadır.’ der ve kimisi de ‘Bizi
kabirlerimizden kim diriltti?’[150]
şeklinde konuşur. Her bir insan ölümü anında nasılsa onu konuşur. Her birisinin
berzahtaki hâlini unuttuğunu ve uykudan uyanan kimsenin tahayyül ettiği gibi
içinde bulunduğu her şeyi bir rüya olarak tahayyül ettiğini bilesin.” “Esrar
Bâbı”nda, Allah’ın “O, yaratmayı başlatan sonra da iade edendir.”[151]
âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Yaratmakla kastedilen, mahlûk değil de O’ndan
sâdır olan fiildir. Yaratılmışın kendisi zaten vardı ve var olmaya devam eder.
Her
ne kadar dünya, berzah, cennet ve cehennem gibi aşamalar değişse de
yaratılmışın kendisi (ayn), cevheri açısından birdir ve ‘yeniden var olmaktadır’
denilecek şekilde yok olmaz. Bu, Allah Teâlâ’nın ilminde bir varlık
mertebesinden diğer mertebeye intikalden ibarettir. Bu nedenle kabir nimeti ve
azabı haktır. Bunun izahı şudur: Âhiretteki yaratılış başlangıçta [yarattığı
sûrettir], hakiki iade değildir. Şayet iade olsaydı teklif konusundaki hükmü de
onunla birlikte iade edilirdi. Allah Teâlâ’nın yaratmasından itibaren hiçbir
cevher yok olmaz, sadece bir aşamadan başka bir aşamaya geçmektedir.” Bunu
uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Böylece Hak Teâlâ, ruhları bedenlerinden
çağırdığı zaman bu çağrıya özlem duyarlar ve kabından ayrılmak onlara önemsiz
gelir. Bu cesetlerden serbest kalarak genişlerler. Sonra iade gerçekleştiğinde,
ruh ve cisim olarak bulundukları hâle dönerler. İşte dönüşün anlamı budur.”
Düşünüp değerlendir!
372.
bâbda şöyle demiştir: “Şayet iade başlangıçtaki sûrette olmazsa iade olmaz.” el-Fütûhât’ın
70. bâbında, “Başlangıçta yaratıldığınız gibi iade edileceksiniz.”[152]
âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın daha önce hiçbir örneği
olmadan bizi yarattığını bilesin. Aynı şekilde âhirette de hiçbir örnek olmadan
bizi tekrar inşa edecektir. Bunu bilen kimse, aklen muhal olan şeylerin
vukuunun uzak olmadığını anlar. Ayrıca ilâhî kudret açısından bu, imkânsız
değildir, araştırılsın.” Ayrıca ikinci sorunun cevabında Gazzâlî’den de
yeniden dirilmeyi inkâr edenlerin şüphelerine verdiği cevap nakledilecektir,
oraya bakılabilir. 371. bâbda da “Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı
atıldığı zaman”[153]
âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki kabirdekiler diriltilip yer, içindeki
ağırlıkları dışarı attığı zaman, kendisinden başka hiçbir şey kalmaz. Yer,
içindekileri bitirerek değil dışarı atarak çıkarır. Bu, dünyadaki açık olan
yaratılış ile âhirettekinin arasını ayırmak içindir. Dünyadaki yaratılışta
bitkilerin tedrîcî olarak kısım kısım bitmesinde ve en ve boydan hacminin
ziyadeliği kabul etmesinde olduğu gibi biz de yerden bittik. Âhiretteki
yaratılış ise, Hak Teâlâ’nın bizi çıkarmayı dilediği sûrette, yerden
çıkarmasıdır. Yüce Allah “bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemiz”[154]
buyurmuştur. Yer ağırlıklarını çıkarıp, içinde sakladığı hiçbir şeyin
kalmadığını söylediği zaman, âlem mahşerden başka olarak karanlığa getirilir.
Birbirlerine bakmamaları ve meydana geliş zamanında yer ile göğün nasıl
değiştiğini görmemeleri için insanlar buraya atılırlar. İlk olarak yer, deri
gibi uzanır ve genişler. Onda herhangi bir eğrilik ve yükselti göremezsin.
Dünyadan sonra olduğu için orada uyku yoktur ve uyanıktır. Ondan sonra hiç
kimse için uyku yoktur.”
303.
bâbda şöyle demiştir: Bil ki insanlar, farklı şekillerde öldükleri için
iadenin niteliği konusunda da ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ric‘î talâk mıdır, bâin
midir? Buradan da ‘Bir kadın öldüğü zaman kocası onu yıkar mı?’ tartışmasını
çıkarmışlardır. Bazıları, öldükten sonra yabancı gibi olduğunu ve onu açıp
göremeyeceğini söylemişlerdir. Bir grup ise evlilik mahremiyetinin devam
ettiğini ve yıkayabileceğini veya durumunun hayattaki durumu gibi olduğunu
söylemişlerdir. Şayet ric‘î ise, ruhlar diriliş anında cevherleri itibariyle bu
cisimlere döner. Bâin ise de döner, ancak birleşme farklı olur. Belki de nimet
ehli olanlar için daha iyi ve daha saf başka cisimler yaratılır. Azap ehli
içinse tersi yaratılır.” Şöyle demiştir: “Hak olan, mükellef olan bu cisimlerin
bizzat kendilerine dönmesidir. Böylece nimeti ya da azabı görsün ve şahit
olması istenildiğinde sahibi için şahitlik etsin.” 260. bâbda şöyle demiştir:
“Bil ki kıyamet günü âza ve ciltlerin kendilerini yöneten nefse şahitlik
etmeleri istenildiğinde, bir mâsiyet veya ibadetin vukuundan dolayı şahitlik
etmez. Zira nefsin amellerdeki niyetinden haberi yoktur ve bu amelin meşrû ya
da gayr-ı meşrû olduğunu da bilmez, yaptığı şeye şahitlik eder. Yüce Allah, bu
ameldeki hükmünü bilir. O ‘İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin,
ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde’[155]
buyurmaktadır. Bu amelin taat ya da mâsiyet oluşuna şahitlik etmemişlerdir.
Zira âzaların mertebesi bunu gerektirmez. Sadece söz gelimi fercin ‘Ben falan
kadının fercine girdim.’, ağzın ‘Ben şarap içtim.’ demesini gerektirir. Bunun
haram olup olmadığına dair bilgisi yoktur.” İleride Allah’ın izniyle Şeyh Ebû
Tâhir’in ‘ba‘sı’ inkâr edenlerin şüphelerine dair sözleri gelecektir.
Şeyh
Muhyiddin 369. bâbın ilimleri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki âzalar için
amel, ruh için de niyet haktır. Âzanın, nefsin bu anlamda yaptığı niyetten
haberi yoktur. Yeniden dirilişle beraber cilt, kulak, göz, el, ayak ve bütün
âzalar şahitlik ettiğinde, sadece yapılanlara şahitlik ederler. Sahibinin
Allah’ın sınırlarını aşıp aşmadıklarını bilmezler.” Şeyh “Tasavvuru bu
meseleden daha zor olan başka bir ilim yoktur. Ruhlar aslî hükmüyle temizdir,
cisimler ve bunların yetenekleri [kuvvetleri] de yaratıcılarını tesbih ve
tevhid üzerine olan fıtratları gereği temizdirler.
Sonra
cisimle ruhun bir araya gelmesiyle insan meydana gelmiş, bununla teklife
muhatap olmuş ve taat ve muhalefet kendisinden zuhûr etmiştir. Ruhlar temiz
oldukları için, onların şekâvetten payı yoktur; hayvanî nefisler ise
tabiatının hükmüyle eşyada cereyan eder ve mücerred olarak sadece 5
bundan dolayı
teklife muhatap olmaz. Âzaların tamamı nâtık ve Allah’ı hamd ile tesbih
etmektedir. Kendisine kınanma ve ceza yöneltilen muhalif ve âsi olan kimdir?
Şayet insan ismi kendisinde gerçekleştiği gibi, insanda var olan bütün
unsurların toplamına başka bir şey olmuşsa, bu meydana gelen şey nedir ve bunun
hakikati nedir?” demiştir. Bazıları buna, sadece 10 âkil ve bâliğ olan kimsenin
mükellef olması ve ruh ile cismi bir araya getiren kimsenin mükellef olmasıyla
cevap vermişlerdir. Ruh cisimden ayrıldığında veya tersi gerçekleştiğinde,
teklif, medih, zemm ve ceza ortadan kalkar. Düşün! Cesetlerin ruhları kabul
edecek duruma gelmesinin beyanına gelince; İmâm Ebû Tâhir Sirâcul-Ukûl
kitabında şöyle demiştir: “Bil ki 15 meâdı ve ruhların cesetlere
dönmesini inkâr edenler, latif ruhların ağır, katı ve kuru toprakla alâkasını,
tabiatları arasındaki tenafürden dolayı, uzak ve imkânsız olduğunu iddia
etmektedirler. Şayet bu varsayılsa bile bu ancak toprak, nutfe [meni], sonra
alaka [pıhtılaşmış kan], sonra mudğa [çiğnenmiş et] ve sonra da şekle
dönüşünce [tesviye] gerçekleşir. Heyhat! Bize ‘Siz 20
çürümüş kemiklerle
toprağın ruh ile dirileceğini iddia ediyorsunuz. Bu uzak bir dönüştür.’
diyorlar. Biz de onlara ‘İlk yaratılmaya bakın; ezelî kudret, ilk yaratmayı
topraktan gerçekleştirdiği ve ‘Ol!’ dediğinde, oluverdiği zamanki durumundan bu
yana azalmamıştır.’ deriz. Ayrıca bunlar âhiretteki dirilmeyi, Allah’ın cenin
üzerinde gerçekleştirdiği dünyadaki âdetle 25 karşılaştırmaktadırlar. Şayet
bunu başlangıçta müşâhede etmemiş ve kendilerine haber verilmemiş olsaydı,
daha şiddetli olarak inkâr ederlerdi. Bunun üzerine biz şöyle deriz: ‘Allah
ihtimal ki mezardaki toprağı, kıyametteki olaylar esnasında hâlden hâle
dönüştürebilir, böylece toprak şekillenir ve sonra ona ruhun üflenmesini
emreder. Bu, Âdem’e (aleyhisselâm) şekil verileceği za30 man, onun
çamurunun mayalanması gibi olur. Daha sonra ona ruhundan üflemiştir. Bu,
âyetlerin delâlet ettiği gibi, ceninin yaratılmasında bilinen aşamaların
nutfeden alakaya, sonra et parçasına sonra da kemiğe dönüşmesi şeklinde olur.
Bu aşamalar Âdem (aleyhisselâm) hakkında da gerçekleşmiştir. ‘Sizi topraktan
yarattık.’[156],
‘Sizi balçıktan yarattık.’[157],
‘Kurutulmuş çamurdan yarattık.’[158]
ve ‘O, insanı ateşte pişirilmiş toprak kaplar gibi kurutulmuş çamurdan
yarattı.’[159]
buyrulmaktadır. Âdem’in ve ceninin yaratılış aşamalarını düzenledi ve Âdem’in
âzalarının ölçüsü tamamlandı. İşte orada çocuklarının âzaları da tasvirle
(şekillendirme) oldu. Âdem’i dilediği gibi ona özel sûretinde yarattı. Âdem
hakkındaki bu aşama mayalanma süresi olan kırk günde tamamlandı. Onun
çocukları olan ceninler hakkında ise üç kırktan oluşan yüz yirmi günde
gerçekleşti. Bu makamda baba ile evlât, yaratılışın tamamlanması süreci
açısından eşittir. Ancak babanın sûreti topraktan, evlâdınki ise et, kan ve
kemiktendir. Yüce Allah, Âdem’in cismini, ceninin cesediyle birlikte ‘Ol! dedi
ve oluverdi.’[160]
âyetiyle şekillendirmiştir. Çamur et, kan, kas ve kemikti. Bu, Allah’ın ‘Âdem
gibi. Onu topraktan yarattı ve sonra ona ‘Ol’ dedi ve oluverdi.’[161]
âyetinde ifade edildiği gibidir. Onun oluşumunun yaratılmasından sonra
olduğunu haber vermiştir. Zira önce topraktan yaratıldığı anılmaktadır ki bu
aşama ‘Ona şekil verip ruhumdan üflediğim zaman’[162]
âyetindeki şekil vermedir. Cenin için ise ‘Nihayet onu bambaşka bir yaratık
olarak ortaya çıkardık.’[163]
buyurmuştur. Âyet ve hadislerin doğrudan veya dolaylı olarak işaret ederek
şahitlik etmeleri, bu aşamaların başka bir yaratılışta da toprakla yardımlaştığını
haber vermektedir. Bunun izahı şudur: Arz dirilerin ve ölülerin toplanma
yeridir. Ölülerin zerreleri karışıp, ayrıldıktan sonra zamanla ve günler ve aylar
boyunca yere (toprağa) karışır. Kıyamet yaklaşıp insanlar öldüğünde, Allah
Teâlâ onları kabirlerinden diriltip ruhlarını iade etmek istediğinde, yeryüzünü
kıyamet olayları, büyük sarsıntılar, korkunç musibetler ve peş peşe belâlar
kaplar. Öyle ki yeryüzünü, ruh için sûrdaki üflemeye karşılık gelen bu tesviye
durumuna iletir. Yüce Allah’ın sarsıntı ve dağların patlamasına dair verdiği
haberlere baksana! ‘Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı zaman’[164],
‘Kıyamet sarsıntısı büyük bir şeydir.’[165], ‘Hayır,
yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup dağıldığı zaman’[166],
‘De ki: Rabb’im onları toz edip savuracak’[167] ve
‘Yeryüzü şiddetle sarsıldığı, dağlar parça parça dağıldığı zaman’[168]
buyurmaktadır. Daha sonra Allah’ın ‘Dağları yürüttüğümüz’ ve ‘savrulmuş pamuk
gibi olduğu zaman’ âyetlerinde buyurduğu üzere dağları arzın doğusundan ve
batısından yürütür.
5 İşte ‘Dağlar savrulan kum yığınları hâlini alır.’[169]
âyetinde buyurduğu üzere yeryüzünün parçaları ve dağlar parçalanıp kum gibi
oluncaya kadar böyle yapar. Daha sonra ‘Dağlar parçalanıp toz duman hâline
geldiği’[170]
âyetinde buyrulduğu üzere dağlar ve yer bu sarsıntı ve çarpışmalar altında
birbirleriyle çarpışır, ezilir öyle ki tüm parçaları toz hâline gelir.
10 Belki de Allah Teâlâ bu sarsıntı ve dehşetengiz
olaylarda yerin zerrelerini hâlden hâle sokmakta, kirlerden arındırıp ondan
kusur ve kötülükleri izâle etmektedir. Böylece ruhları kabul etmeye hazır hâle
gelen cevherleri ortaya çıkar. Bu ‘Acaba o bilmiyor mu ki kabirlerde bulunanlar
çıkarıldığı ve kalplerdeki ortaya konulduğu zaman’[171] âyetinin
anlamıdır. Bundan
15 sonra son derece saf, ince, yumuşak ve hava gibi
ince olarak kalır. Batıdaki yerin parçalarından geride kalanları ise ortadan
kalkarak yok olur. Allah’ın ‘Dağlar yürütülür, serap hâline gelir.’[172]
âyetini görmüyor musun? Dağların gövdesinin arzın gövdesinden daha katı
olduğundan şüphe yoktur. Dolayısıyla dağlar serap gibi olduğuna göre, toprağın
hâli nice olur?
20 Serap, hayalî bir görüntü olup anında kaybolur.
Hatta bir şahıs onun yanına gelse, inceliğinden dolayı hiçbir şey görmez. Bu,
Allah’ın Âdemoğullarının zerreleri hariç yerin bütün parçalarını yok ettiğine
işarettir. ‘Yer başka yere, dönüştürülecek’[173] âyetinde
de buna işaret edilmektedir. Âdemoğullarının bu zerreleri, üzerine yağmurun
yağdığı altın zerrelerine
25 benzer. Yağmur altın parlayıncaya kadar altın
zerrelerinin maden toprağını yıkar. Hadiste ‘Yüce Allah, insan menisine benzer
yağmurları sürekli bir şekilde yağdırır. Baklanın yerden çıkması gibi yerden
biterler.’ buyrulmuştur. Başka bir rivayette ‘Orada selin uğradığı yerde kalan
tohumlar nasıl [çabucak] ayrık otu olarak biterse öyle biterler. Görmez misin,
bun-
30 lar [ne güzel] sapsarı olarak (ve iki tarafına)
salınarak sürer?’ denilmiştir. Yüce Allah, Kur’ân’da ‘O’nun işaretlerinden biri
de şudur: Sen arzı (ölmüş gibi) kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur
indirdiğimizde toprak canlanıp kabarır. Ona can veren, elbette ölülere de can
verir.’[174]
âyetinde olduğu gibi, insanların öldükten sonra dirilmesini birçok yerde, yerin
dirilmesine benzetmiştir.” Şeyh Ebû Tâhir bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra
şöyle demiştir: “Ölülerin zerrelerindeki bu değişim ve dönüşümler, Âdem’in çamurunun
mayalandığı zamanki toprağın değişmesi ve nutfenin, rahimlerde ceninin
yaratılması zamanındaki dönüşümü konumundadır. Bu, yerde gerçekleştiği zaman,
toprakta ruhların inceliğine ters düşecek, herhangi bir sertlik ve katılık
kalmaz. Ruhlar incelik ve saflık hâlindeki yere yaklaştığında devenin
yavrusuna daha doğrusu aşığın ayrı düştüğünde maşuğuna özlem duyduğu gibi
eşlerine özlem duyarlar. İşte bu, Allah Teâlâ’nın bir şeyi dilediği zaman,
hiçbir vasıta, alet, bağlantı ve yönteme muhtaç olmadığının delilidir. Sadece
ona ‘Ol!’ der o da oluverir. Yüce Allah, sığır hikâyesinde ve onun
diriltmesinde, Mûsâ b. İmrân’ın bu cümlenin örneğini açıkça görmesini
sağlamıştır. O ‘Bir kısmıyla diğerini vurun.’ dedik. İşte Allah, ölüleri böyle
dirilttir.’[175]
buyurmuştur. Bu ilmin kendisine tahsis edilmesiyle haşir ve neşir onun için
ayan beyan hâle gelmiştir.
Sûrun
şekli ve kabirdekilerin diriltilmesinin açıklaması ise şöyledir. Allah sana
merhamet etsin, bilesin ki hadiste Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle dediği nakledilmiştir: ‘Sûr’un sahibi, sûru ağzına götürmüş, dikkatlice
kulağını kabartmış, yüzünü çevirmiş, arşın sahibine gözünü dikerek, O’nun sûr’a
üfürmesini emredeceği zamanı beklerken ki böylelikle üfürebilsin, ben nasıl
nimetlerden istifade edebilirim?’ ‘Bize neyi emredersin ya Resûlallah?’
demişler ve o da ‘Hasbünallah ve ni‘me’l-vekîl, deyiniz.’ demiştir. Başka bir
hadiste, sûrun üfürülen bir boynuz olduğu, diğer bir hadiste de bunun bütün
insanların sayısı kadar delikleri bulunduğu ve her delikte bir insanın ruhunun
bulunduğu kaydedilmiştir. İsrâfil iki defa sûra üfürür; birincisi ölüm
(bayılma) üfürmesi, ikincisi ise diriliş üfürmesidir. Biri ‘Râcife’ diğeri
‘Râdife’ olarak isimlendirilir. Sahih olan görüşe göre ikisi arasında kırk yıl
bulunmaktadır. Bunun kırk gün olduğu da söylenmiştir. Sûr, ‘Nâkûr’ olarak da
isimlendirilmiştir. Yüce Allah ‘Sûra (Nâkûr) üflendiği zaman’[176]
buyurmuştur.
Hadiste,
orada Ey kırılmış âzalar, çürümüş kemikler, dağılmış cisimler, parçalanmış
deriler, kesilmiş damarlar ve uçuşan saçlar! Allah Teâlâ’ya arzedilmek üzere
kalkınız.’ denileceği kaydedilmektedir. O zaman ruhları sûrun deliklerinden
çıkacaktır. Hurma hışırtısına benzer bir sesi vardır. İzzet sahibi olan Allah
‘İzzet ve celâlim için, sizi ilk defa yarattığım gibi, iade edeceğim.’ der.”
Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle demiştir: “Bu hadisler ve benzerleri, sûrun boynuz
gibi ve yuvarlak olduğuna delâlet etmektedir. Zira haberde, sûrun başının
yuvarlaklığının yer ve gökler genişliğinde olduğu, İsrâfil’in arşın altında ve
sûrun onun ağzında olduğu, göklerin bütün katmanları ve yerin derinliklerine
nüfuz ettiği nakledilmiştir. İnsanların ruhları kadar onda delikler vardır. Her
bir delikte hapsedilmiş bir ruh bulunmaktadır. Sûra ilk üflendiğinde, korkunun
şiddetiyle Allah’ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan bütün
canlılar ölür. İstisnâ edilenlerin Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Azrâil olduğu
veya Hûru’l-‘în olduğu ya da dünyada bir defa öldüğü (bayıldığı) için buna karşılık
onun muaf tutulduğu ileri sürülerek Mûsâ (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir.
İki üfürme arasında Yüce Allah Azrâil’e Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil’in ruhunu
almasını emreder. Sonra da ona ‘Öl’ der ve o da ölüverir. İşte o zaman ölüm ve
sönüşün tamamı kırk yıl sürer. Âlemde ölümsüz olan Diri’nin (el-Hayy) dışında
her şey ölür. Daha sonra Allah Teâlâ İsrâfil’i diriltir ve o da Allah’ın
‘İkinci kez ona üfürülür ve insanlar kalkarak bakakalırlar.’[177]
buyurduğu üzere ikinci kez sûra üfürür. Bu âyet ve hadisler, sûrun Allah
Teâlâ’nın ölülerin ruhlarını hapsettiği bir yapı olduğunu hissettirmektedir.
O, büyük berzahtır. Başı İlliyîn’de aşağısı ise Siccîn’dedir.”
Ruhların
yeri hakkında hadislerde şunlar varit olmuştur: “Peygamberlerin ruhları Adn
cennetlerindedir. Bir yükselir bir de inerler. Kabirde Allah Teâlâ’ya secde
ederek, cesetlerine yakın dururlar. Saîdlerin ruhları Firdevs’te, şehitlerin
ruhları yeşil kuşların kursağında, arşın altına bağlı olan kandiller içindedir.
Müslümanların çocuklarının ruhları cennet serçelerinin kursağında, misk
dağlarının yanındadır. Müşriklerin çocuklarının ruhları cennetlerdedir ancak
orası onların yuvası değildir. Cennetliklere hizmet etmektedirler. Üzerinde hak
bulunan müslümanların ruhları, havada asılıdır ve hasımları razı oluncaya
kadar ne göğe ne de cennete ulaşırlar. Israrcı fâsıkların ruhlarına,
cesetleriyle birlikte kabirde azap edilir.
Münafıkların
ruhları Berhût kuyusunda, kafirlerinki Siccîn’dedir. Sabah akşam ateşe
arzedilir.” Âlimler şöyle demiştir: “Sûrun bölümleri büyüklüğünden dolayı,
bütün bu ruhları Arş’tan göğe ve yere kadar bütün mekânlarında karşılar. Ruhlar
sûrda hadiste zikredilen bu yerlerdedir. Bu, ‘sûrda hapsedilmiş’ olmalarının
anlamıdır. Kıyamete kadar bunları tutar. Bu, evliyânın ilimleri kapsamındadır.
Onlar, bu asrımızda bunu açıkça müşâhede etmektedirler. Bunun örneği ‘Falan
doğuda, falan batıda, falan Bağdat’ta, falan Mekke’de, falan Medine’de, falan
İsfahan’da ve falan Mısır’dadır.’ gibi denilmesidir. Tamamı gündüzün
aydınlığındadır ve güneş onları kuşatmaktadır. Bu mâna itibariyle, hadislerde
çelişki yoktur. Bunun üzerinde düşünen herkes, ölülerin, biri kabirden diriliş
gününe kadar olan berzah, diğeri ise sûrdaki berzah olmak üzere iki berzahının
bulunduğunu bilir. Kabir berzahında, cesetleri hapsedilmiştir. Sûr berzahında
ise ruhları hapsedilmiştir. Bu, ‘Ve ötelerinde kıyamete kadar devam eden bir
berzah vardır.’[178]
âyetinde kastedilendir. Berzah kelimesi muarrebdir ve aslı ‘Berze’dir. Yüksek
mekân anlamındadır. Yerden daha yüksek olduğu için “kabir” olarak
isimlendirilmiştir. Arşa yükseldiği için de “sûr” denilmiştir.” Şeyh Ebû Tâhir
(rh.a) şöyle demiştir: “Sûr, meyilli ve eğri olduğu için bu isimle
isimlendirilmiştir. Sûr, sözlükte meyil demektir. Boynuz da bu şekilde
meyillidir. Sûr, kıvrımlarıyla bütün âlemi kuşatmış gibidir.” Ebû Ubeyde “Sûr,
kürenin cemi olan ‘kûr’ gibi sûretin cemidir. Bu ince bir mânadır. İsrâfil’in
her ruhu sûretiyle muhafaza etmekle görevli olması hasebiyle sûrda saklı olan
ruhların sûreti dünyadaki mahiyeti üzere olmuştur. Aynı şekilde onun insan
sûretine sahip olduğunu da söylemişlerdir.” demiştir. Şeyh “Üfürmenin (nefh)
anlamı, ruhların rüzgâr gibi ince olmasıdır. Daha önce girdiği gibi, üfürme ile
cisimlerin boşluğuna girer.” demiştir. Yüce Allah “Ona şekil verip ruhumdan
üflediğim zaman”[179]
buyurmuştur. Yani “Cebrâil benim iznimle ona ruhunu üfledi.” Dehriler “Üfürme,
bir tek şeydir. Nasıl bir ölüyor bir diriliyor?” demişlerdir. Biz, onlara şöyle
deriz: “Birinci nefha, kahırdır (öldürme), şiddetli çarpmasıyla cesetleri yok
eder ve kulakları sağır eder. O, hiddeti ve şiddeti ile cesetlerin ruhlardan
ayrılması sebebiyle söz konusu cesetler için büyük felâket, yüksek ses ve
yürekleri hoplatan büyük bir felâkettir.
İkinci
nefha ise rahmet, şefkat ve ıslah nefhasıdır. Birincisiyle yaratıklar ölür,
ikincisiyle de dirilir. Bunun benzeri, ateşi söndüren kuvvetli üfürme ile ateşi
tutuşturan latif üfürmedir. Şair şöyle demiştir:
Salâhım
ve fesadım birlikte sendendir /
5 Ateşi söndüren ve alevlendiren nefha gibi”
Ey
kardeş, sûrun vasfı ve ruhların onda mahpus olduğunu öğrendiysen, yine
cesetlerin zerrelerinin yere ait kir ve pisliklerden arındığını öğrendiysen;
bu tasfiye, Allah’ın yerin sarsıntı ve âfetleriyle verdiği bir lutuf sayesinde
gerçekleşmiştir. Bu “Musibetler hürlerin cilasıdır.” denilmesi gibidir. Bu 10
durumda yer
gümüşten ve ipektendir. Tohumu kabul etmeye hazır olan hoş ve güzel yer gibi,
ruhlarını kabul etmeye hazırdır. Orada her bir zerre kendine mahsus ruhuna, ruh
da şakî olsun saîd olsun zerresine bakmaktadır. Bunun, bu şekilde bilinmesi
ise fıtratendir ve Allah Teâlâ’dan bir ilhamdır. Bu, Yüce Allah’ın “Her
topluluk kendi içeceği yeri bildi.”[180] âye15
tinde ifade ettiği
gibidir. Birinci nefhadan sonraki kırk tamamlandığında ve hiç kimse kalmadığı
zaman, Yüce Allah, öncelikle İsrâfîl’e ruhu verir ve daha önce geçtiği üzere
onu diriltir. Bu “O’nun dereceleri yüksektir, arşın sahibidir; buluşma günü
hakkında uyarıda bulunması için kullarından dilediğine iradesiyle vahyi
indirir. O gün onlar, Allah’a gizli kalan hiçbir 20 şeyleri olmaksızın
(kabirlerinden) çıkarlar. Bugün hükümranlık kimindir? Elbette tek ve mutlak
hükümran olan Allah’ındır!”[181]
âyetinde ifade edilendir. Sonra ikinci kez sûra üfürmesini emreder. Bu da “(O
gün) sûra üflenecek, ardından -Allah’ın diledikleri dışındagöklerde ve yerde
bulunanların hepsi düşüp ölecek; sonra sûra yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa
25
kalkmış, etrafa
bakıyor olacaklar. Artık Rabb’inin nûruyla yer aydınlanır, hesap kitap ortaya
konur, peygamberler ve şahitler getirilir, insanlar hakkında doğruluk ve
adâlet ölçüsüne göre hüküm verilir, onlara asla haksızlık edilmez.”[182],
“Sûra üflendiği gün, bölük bölük Allah’a gelirsiniz.”[183] ve
“Sûra üflenmiştir. Artık onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru 30
koşmaktadırlar.”[184]
âyetlerinde ifade edilmiştir. Yani kendi zerrelerinden olmayan yerin yabancı
parçacıklarından arınmış olarak yerden çıkarlar.
Dilciler,
“Nesil, mumdan ayrılan ve eriyen baldır.” demişlerdir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle
demiştir: “Muhtemelen her zerrenin ruhu tarafından cezbedilmesi (çekilmesi) ve
yerin diğer parçacıklarından ayırt edilmesi, demirin parçacıklarının diğer
cesetlerin zerrelerinden ayrılarak mıknatıs tarafından çekilmesi 5
gibidir. Bunun
başkalarından ayrılarak ona nasıl yapıştığını görmez misin?
Her
ne kadar bize göre sûrette ayrı iseler de Allah’ın ilminde her ruhun cesediyle
hazır ve bir arada oluşu nasıldır? Yüce Allah ‘Yerin onlardan neyi eksilttiğini
(çürüttüğünü) bilmekteyiz; bizde her şeyi saklayan bir kayıt vardır.’[185],
‘Evet, parmaklarına varıncaya kadar yeniden yapmaya gücümüz yeter.’[186]
ve 10
“De ki: ‘Onları
ilk başta yaratmış olan diriltecek.’[187]
buyurmuştur.”
Şeyh
Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Rabb’ini anmaktan gafil olan nefislere musallat olan
şeylerin çokluğundan dolayı bu konuda sözü uzattık. Bunların üzerinden
öylesine uzun zaman geçti ki kalpleri katılaştı ve sanki hesabı görülmüş
bitmiş gibi sonları hakkında cahillik yaptılar. Rabb’imizden 15
ölüm anında
O’nunla ilgili zannımızı iyi etmesini dileriz. O, cömert ve ikram sahibidir.”
Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Siracul-Ukûîd-aki sözleri sona erdi. Şeyh
Muhyiddin’in el-Fütûhât\dki ibaresi ise Şeyh Ebû Tâhir’in ibaresine
yakındır. O, 63. bâbda “Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği sûr ve nâkûrun,
bir olduğunu bilesin. O, ölümden sonra intikal edilen ve nnefis20
lerimizi
kendisinde müşâhede ettiğimiz berzahiyye mertebesidir.” şeklinde zikretmiştir.
Şöyle demiştir: “Sûr, sûretin cemîdir. Sûra üfürülür, nâkûra da üfürülür ve
aynısıdır. Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem), sûrun ne olduğu
sorulmuş, o da “İsrâfîl’in yuttuğu nûrdan olan bir boynuzdur.” demiştir. Onun
şeklinin boynuz şeklinde olduğunu haber vermiş ve onu genişlik ve darlık25
la nitelemiştir.
Boynuz geniş ve dardır. O son derece geniş olup var olan şeyler arasında ondan
daha geniş bir şey yoktur. Bu, onun hakikatiyle her şeye ve bir şey olmayana
hükmetmesidir. Salt yokluğu, muhali, vâcipi ve mümkünü tasavvur eder. Varlığı
yok, yokluğu var kılar. Bu konuda Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
‘Allah’ı görüyormuş gibi, ona ibadet et.’ demiştir. Yine ‘Allah, 30
birinizin
kıblesindedir; O’nun yüzüne doğru tükürmeyiniz.’ buyurmuştur. Kula, Rabb’ini
kıblesinde ve kendisine yönelmiş olarak hayal etmesini emretmiştir. Böylece
O’nu gözetsin, O’ndan utansın ve namazında edebi gözetsin. Allah, zâtı
itibariyle asla cihet kabul etmemekle beraber, namazında bu şekilde hayal
etmeyen kimse sû-i edepte bulunmuş olur.
Şayet
Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kulda hayalin hakikatinin bu hüküm
itibariyle olduğunu bilmeseydi ‘Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na ibadet et.’
demezdi.” Şeyh şöyle demiştir: “Aklî delilin, jk’yi (...miş gibi) menettiği
bilinmektedir. O teşbih deliliyle hayal etmiştir. Göz ise duvardan başka bir
şeyi idrak etmez. Şâri‘in, Hak Teâlâyı kıble cihetiyle sınırlamayı murat
etmediğini öğrenmiş olduk. Kulun kendisi cihet sahibi olduğu için, O’nu
hasretmektedir. Cihetlerin Hak Teâlâ’yı kuşatmayacağı bilinmektedir. Hayal,
aklî delilin sûret ve tasvirini imkânsız gördüğü şeyi tasvir etmektedir. Bu
nedenle hayal, en geniş mertebedir.” Şeyh şöyle demiştir: “Boynuzun
genişliğinin, nazar ehlinin hayal ettiğinin aksine olarak, alt değil de üst taraftan
olduğu bilinmektedir. Onlar boynuzun en dar yerini merkez, en üstünü ise
üzerinde hiçbir feleğin bulunmadığı felekü’l-a‘lâ (en üst felek) saymışlardır.
Sûr, bütün âlemin sûretlerini içermektedir. Geniş olan [kısmını], canlıda
olduğu gibi, en üstte kılmışlardır. Durum onların iddia ettiği gibi değildir.
Aksine, zikrettiğimiz üzere, hayal Hakkı ve âlemde yokluğa varıncaya değin
O’nun dışındaki herşeyi tasvir ettiği için en üstü darlık, aşağısıysa geniş
olmuştur. Allah, onu böyle yarattı, biz de keşif yöntemiyle müşâhede ettik.
Allah’ın onda ilk yarattığı şey darlıktır, en son yarattığı da genişleyen
kısmıdır. Onu takip eden canlıların başıdır. Yaratma ve fiiller mertebesinin en
geniş mertebe olduğundan şüphe yoktur.” Şöyle demiştir: “Bu nedenle ârifin
ilimdeki genişliği, âlemde bildiği şeylerle sınırlıdır. Daha sonra Allah
Teâlâ’nın ahadiyeti hakkındaki ilme intikal etmek ister, azar azar genişlikten
darlığa terakki etmeye devam eder ve ilimleri azalır. Bu iş tamamlandığında
onun için Allah’tan başka hiçbir ma‘lûm kalmaz. Bu boynuzdaki en dar yerdir.
Gerçekte onun darlığı en yüksektedir ve onda tam şeref vardır. Bu, Allah’ın onu
meydana getirdiğinde canlının başında ondan zuhûr eden ilk şeydir. Darlıktaki
sûretine göre yükselmeye devam eder, aşağısı ise genişler. Hâli değişmez. O,
ilk yaratılandır. Hak Teâlâ’nın ilk yarattığı şeyin ‘akıl’ olarak tâbir edilen
kalem olduğunu görmüyor musun? Allah sadece ‘bir’i yarattı, sonra da bütün
yaratılmışı bu ‘bir’in içinde yarattı. Âlem genişledi ve ‘bir’den ortaya çıkan
sayı da genişledi.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, ruhları bu cesetlerden
kabzettiği zaman bu nûrdan olan boynuzun toplamı içinde onlara cesedî sûretler
verir. İnsan ölümden sonra berzahta idrak ettiği her şeyi, boynuzdaki sûretin
gözüyle idrak eder. Onun nûruyla idrak eder ki bu hakiki bir idraktir.”
Şöyle
demiştir: “Sûrda burada sınırlı (mukayyed) olan [sûretler] olduğu gibi bütün
peygamberlerle şehitlerin ruhları gibi mutlak olanları da vardır. Bunların
içinde bu yerden dünya âlemine bakan bir bakışa sahip [sûret] olduğu gibi,
uyuyan kimseye hayal mertebesinde tecellî edeni de vardır.” 5
Yine “Firavun
kavmi gibilerine gelince onlar bu sûrda sabah akşam ateşe arzedilirler ve oraya
girmezler. Onlar, bu boynuzda ve bu sûrette mahpusturlar. Kıyamet günündeyse
şiddetli azaba girerler. O, berzahta arzedildikleri azap gibi, hayalî değil,
hissedilen (mahsus) azaptır. [Berzahtaki] duyuyla değil hayalde hissedilen bir
azaptır. Anla!” demiştir. Burası, keşfi 10 olmayan kimselerin
yanıldığı bir yerdir. His ise asla yanılmaz; ona dair hüküm veren yanılır. Bu
acı safrası bulunan kimsenin balı acı olarak idrak etmesi gibidir. Dolayısıyla
berzahta bulunan herkesin, son dirilişte bu sûretten dirilinceye kadar,
amellerinin sûretine göre mahpus ve yaptıklarının rehini olduğu
anlaşılmaktadır.
15 Ba‘s’ı inkâr edenlerin şüphelerini açıklamaya
gelince Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle söylemiştir: “Allah sana merhamet etsin,
bilesin ki filozoflar cesetlerin dirilişini inkâr etmişlerdir. Böylece sapan ve
birçok insanı saptıran kimseler gibi olmuşlardır. Onların şüphelerinin en
önemlisi iki sualdir: Birincisi onların insanın maddesiyle değil
sûretiyle insan olduğuna dair
20 görüşleridir. Sûreti var olduğu için, insanî
fiiller ondan sudûr eder. Sûreti, maddesinden boşaldığı ve madde unsurlardan
olan asıllarına döndüğü zaman, insanın bizzat kendisi de sona erer. Bu maddenin
aynısından yeni bir insanın sûreti yaratıldığı zaman ondan yeni bir insan
meydana gelir, bu evvelki insan değildir. İkinci insanda evvelki insandan var
olan sûreti değil 25 maddesidir. Böylece o maddesiyle değil sûreti
ile övülür, kınanır, mükâfat ve cezaya müstehak olur. İnsan topraktan olduğu
için mükâfatlandırılır ve cezalandırılır, bu sebeple muhsin ve hatalı olur.
Diğer bir insan ise ona maddesinde ortak olur. Belki de filozoflar ‘Aranızda
ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve bilemeyeceğiniz
bir şekilde sizi yeni30 den var etmemiz hususunda bizim önümüze asla
geçilemez.’[188]
ve ‘Onların benzerini yaratmaya kadir değil mi?’[189]
âyetlerini buna delil getirmişlerdir. Bir şeyin benzerinin o şeyin kendisi
olmadığını söylemişlerdir. Bu, İbn Sînâ’nın el-Meâd kitabında
kaydettikleridir. Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) bunları şöyle cevaplamıştır: “Onlar,
insanın maddesiyle değil de sûretiyle insan olduğuna dair görüşlerinde
maddeden, unsurlardan oluşan cevherini kastetmektedirler ve bunu ‘Heyûlâ’
olarak isimlendirmektedirler. Sûret ise ona yerleştirilen mânalarıdır. Bu,
onların hiçbir delili olmayan iddialarıdır. Aksine basiret erbabına göre insan;
ceset, ruh ve bunlarda bulunan mânalardan oluşan toplamdır. Ölümle cesedinin
sûreti yok olduğunda ve ruhunun alınmasıyla mânaları zâil olduğu zaman, insan
olarak isimlendirilmez. İkinci kez iade edilmek sûretiyle bunların tamamı
toplandığında, bizzat insanın kendisi olur. Mâna ve ruhtan ayrılan bedenin
insan olarak isimlendirmediğini, görüntü ve ceset olarak isimlendirildiğini
görmez misin? Aynı şekilde mücerret ruh da insan olarak isimlendirilmez. Aynı
şekilde ona has olan ilim, kudret, irade, semî ve basar gibi mânalar da ne bir
bütün olarak ne tek başına ayrılmış olarak; ne aklen ne de irfanen insan olarak
isimlendirilir. Bu nedenle onların ‘İnsan, sûretiyle insandır.’ şeklindeki
görüşleri bâtıldır. Aksine insan ruhu, bedeni ve buna tahsis edilen anlamlarla
insandır. Hitap edilirken ‘nefsin, ruhun, bedenin, kalbin, ilmin ve kudretin’
şeklinde denilerek birbirlerine izâfe edilişine baksana! Aynı şekilde ‘başın,
elin ve ayağın’ gibi bütün âzaları da kendisine izâfe edilir. Şayet insan
bunların tamamı olmasaydı, bunların tümüne hitab ^’iyle hitap edilen kim
olurdu? Oysa tamamı ona izâfe edilmiştir. Bu ilkeye göre, ölümle sıfatların
tebdili ve tekrar iade edilmesi onu ilk insan olmaktan çıkarmaz. Aksine o, onun
bizzat kendisidir. Şayet övgüye layıksa (mahmûd), böyledir; yergiye layıksa
(mezmûm) da böyledir ve mükâfat ya da cezayı hak etmiştir. Çünkü o ilk olandır.
‘Aranızda ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve
bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemiz hususunda bizim önümüze
asla geçilemez.’[190]
âyetine dayanarak, bir şeyin mislinin, o şeyin hakikati olmadığına dair
görüşleriyse burada kastedilen mâna ‘Sizi tebdil ederiz.’ şeklindedir. Buradaki
‘misl’, ‘Hiçbir şey, O’nun misli gibi değildir.’[191] âyetinde
olduğu gibi, pekiştirmek için sözdeki ziyadedir. Araplar, emirin böyle bir şey
söylemeyeceğini ifade etmek için ‘Emirin misli (gibisi) bunu söylemez.’ derler.
Ebu’t-Tîb, şiirinde bunu açıkça belirtmiştir:
Senin
gibisi (misl) hüznü uzaklaştırır / Gözyaşını içinde tutar
Mislin
derken başkasını kastetmedim / Zira teksin sen yoktur benzerin
Bu
anlam Arapçada yaygındır, onun kokusunu alanlar tarafından bilinir. En
doğrusunu Allah bilir.
5 İkinci Soru: Birçok insanın içinde saptığı uydurmadır. Bu,
mebhasin baş taraflarında Celâleddin el-Mahallî ve Kemâl’in Haşiyesinden
kısaca naklettiğimiz şeydir. Bunun genişçe beyanı onların şöyle demeleridir:
“İnsanın meâdıyla ilgili olarak, bunun insanın öldüğü andaki âzaları olduğunu
söylerseniz; kesilmiş ve kopmuş [kısımlarının] tam olarak nasılsa o şe10
kilde dirilmesi gerekir. Bu konuda dinde hiçbir şey söylenmemiştir. Hayatı
boyunca sahip olduğu tüm parçalar yok olduktan ve değişime uğradıktan sonra
iade edilirse el, baş, kalp ve ciğerin bizzat tek bir cüz olması gerekir. Zira
kan ve diğer sıvı unsurlardan meydana gelen organ parçaları akıcıdır, beslenme
esnasında bir uzuvdan diğerine intikal eder. Aynı şekilde bir in15
sanın başka bir
insanı yemesi durumunda, bir tek beslenme söz konusudur.
Bir
tek insana iki ruh nasıl taalluk eder? Yine bir kâfirin eli kesildiğinde ve
daha sonra o müslüman olduğu takdirde, kendisi cennette iken eli nasıl
cehennemde olur? Aksi durumda, müslüman birinin eli kesildiğinde sonra kâfir
olduğunda da böyledir. Aynı şekilde yeryüzünde genel olarak kadim 20
ölülerin cesetleri vardır. Oraya birçok ekin ekilir ve ağaçlar ve meyveler
dikilir; insanlar da bunlardan beslenirler. Bunlar onların bedenlerinde et ve
kan hâline gelir. Dolayısıyla nasıl bir tek madde ve bir tek asıldan birçok
insanî sûret oluşur?” Bu, onların İbn Sînâ’ya ait olan bu soruyu içeren önemli
şüpheleridir. Gazzâlî bu soruyu nakletmekte ve meseleyi kabul et25
miş gibi kaydetmektedir. Fetâva sında ve başka yerlerde açıkça, meâdın
ilk cesetle olmasının vâcip olmadığını, aksine herhangi bir cesedin mümkün
olduğunu belirtmiştir. Birçok topluluk ise bu soruları ihmal etmiştir.
Cevap:
Şeyh Ebû
Tâhir’in (rh.a) dediği gibidir. Şöyle demiştir: “Selef ve halef, meâdın bu
cismin bizzat kendisiyle gerçekleşeceğine inanmak30 tadır. Bunun açıklaması
şöyledir: Ey kardeş! Şunu bilmelisin: Azrâil’in (aleyhisselâm) yerden
kabzettiği her insan içindeki zerre, bâkidir ve kesinlikle değişmez. Bu
üzerinden mîsâkın alındığı kendisinden kalan parçacıktır. Kabirde bu parçaya
iki meleğin soruları yöneltilir. Ruhun ve hayatın ona iade edilmesiyle
cevaplarını verir. Diğer parçalar ise suskunluğun sebebidir. Bu, haberlerin
delâlet ettiği üzere sûra üflenme anında ruhun taalluk ettiği şeydir. Daha
sonra her nerede iseler diğer parçacıklar buna bağlanır. Allah Teâlâ’nın
kudretiyle, şahıs dünyadaki gibi tamam hâle gelinceye kadar bu böyle olur. Bu
akıl ve şeriatın ihtilaf etmediği bir şeydir.” “İnsanın meâdı nedir? Ölümü
anındaki parçacıkları mıdır, yoksa kendisinden ayrılanlar mıdır?” şeklindeki
görüşlerine cevabı şöyledir:
Cevap:
Meâd,
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “İnsanlar çıplak ve sünnet olmamış
hâliyle haşredilirler.” hadisiyle işaret ettiği üzere, dünya hayatındaki tüm durumlarının
en tam parçalarıyla gerçekleşir. Ayrıca cennetliklerin nimetlerden daha çok
lezzet almaları, cehennemliklerin daha şiddetli azap duymaları için bedenlerde
artırmanın yapılması da mümkündür. Hadiste, cennetliklerin Âdem’in
(aleyhisselâm) yaratılışıyla, genç, delikanlı, sürmeli ve otuzlu yaşlarında
oldukları kaydedilmektedir. Uzunlukları yetmiş, genişlikleri yedi arşındır.
Yine cehennemliklerin vasıfları da anlatılmış ve onlardan birisinin dişinin
Uhud Dağı gibi olduğu belirtilmiştir. Bunların tamamı aklen câizdir, şeriat da
bu şekilde nakletmiştir. Onların, ölüm anındaki parçalarının meâd olduğu
böylece eli kesilmiş ve kopmuş olanların bu şekilde dirilmesi gerektiğine dair
görüşlerini ise şeriat benimsememiştir.
Cevap:
Bundan önceki
cevapta, meâdın hayattayken parçalarının en tamam olan hâliyle olacağını
zikrettik. Zira Yüce Allah “De ki onu ilk defa yaratan tekrar diriltecektir.”410
buyurmuştur. Allah’ın [insanın] hayatında ilk defa yarattığı her parça
zayıflama ve bozulmadan sonraki değişikliklerin aksine ona iade edilir. Bu
değişiklikler dağılan ve yok olan şeylere eklenerek ikinci bir neşet
(yaratılma) olur. Bu değişiklikler de âhirette iade edilseydi, Yüce Allah “Onu
birinci ve ikinci defa yaratan” derdi. Buna göre âhiretteki iade, dünyadaki ilk
yaratmadır. Bu, her şahsa has olarak yaratılmış olan en tam parçalardır. Bu,
âyetin mazmûnunun delâlet ettiği anlamdır. Onların “Şayet ömrü boyunca sahip
olduğu daha sonra yok olan ve değişen bütün cüzleri iade edilirse bu parçanın
bizzat el, baş ve ciğer olması gerekir. Zira karışımlardan oluşan âzalara ait
parçalar akıcıdır ve beslenme esnasında bir âzadan diğerine geçer.” şeklindeki
görüşlerinin cevabı da şudur:
Cevap:
Daha önce
meâdın ne olduğundan bahsettik. Karışımların beslenme esnasında bir âzadan
başka birisine intikal edecek şekilde akmasına dair zikrettikleri ise kalbin
ciğere ya da başın ele dönüşmesini gerektirmez. Zira insanın heyeti, asıl olan
[ve] kendisinden mîsâk alınan zerrede, Allah Teâlâ’nın ilminde bulunan bütün
âza biçimleriyle takdir edilmiştir. Bunun zerre olarak isimlendirilmesinin
sebebi, küçük olmasına rağmen özel ve duyulur birtakım âzalara sahip olan küçük
bir karıncaya benzetilmesidir. Bu zerrenin takdir edilmiş birtakım âzalarının
olması imkânsız değildir. Daha sonra Yüce Allah onu insan olarak yarattığında,
bu âzalar onun gövdesine göre genişler ve bunlara karışımlardan oluşan akıcı
parçacıklar eklenir ve ilk zerrede takdir edilen şeklin heyeti üzere
şekillenir. Bu durumda, bir âzadan diğerine intikal eden, beslenmeye bağlı
olan, söz konusu akıcı parçacıklardır. İnsanın Allah’ın ilminde bütün
âzalarıyla takdir edildiği, şeklinin yer aldığı ilk zerrenin parçacıkları
değildir. Bunlar, bizzat bedenin tamamında yer almıştır ve orada yayılmıştır.
Zira onun şekil ve sûretlerini muhafaza etmektedir. Allah’ın “Senin secde
edenler arasında dönüp dolaşmanı”[192]
âyetinden dolayı asla çürümez. Beslenmeye bağlı parçacıklar, bazen bunlara
bağlanır bazen de ayrılırlar. Bu anlamda, gayet latif bir şekilde olan aslî
cüzler olmaları itibariyle baş baş, el el, kalp kalp ve ciğer ciğerdir. Kan
gibi beslenmeye bağlı parçacıklar ise, bir âzadan diğerine akar ve değişir.
Aslî olanlar ise oldukları gibi kalırlar. Bunun algılanabilen en yakın örneği,
ipekten dikilmiş yılan balonudur. Hava içine girer ve bir âzasından diğerine
intikal eder. Balon yılan şeklinde şişer, sonra hava boşalır ve eski hâline
döner. Yine sünger de yakın bir örnektir. Bu, bulut gibi bir şeydir. Kuru,
ince, latif ve hafiftir. Suya batırıldığında, gözenekleriyle suyu emer, büyür
ve ağırlaşır. Daha sonra kuruduğunda aslına döner. Bu iki örnekten “Senin secde
edenler arasında dönüp dolaşmanı”[193]
âyetinde ifade edildiği üzere her şahısta bulunan zerre parçacıklarının
olduğu şekil üzere kaldığı anlaşılmaktadır. Bunlara dâhil olan parçacıklar
ise, hâlden hâle geçer, artar ve azalır. Bu aslî parçacıkların yaratılıştaki
aslı, “Acb”dir. Bu “Zeneb”in aslıdır. Vârit olduğu üzere cesedin diğer
kısımları çürürken, bunun çürümemesi şaşılacak bir şey olduğu için, bu ismi
almıştır. Haşirde diriliş esnasında ceset bunun üzerine oluşur.
Soru:
Bir insan
başka bir insanı yediğinde, beslenme ile bir tek kişi olur. İki ruh nasıl bir
tek cesede taalluk eder?
Cevap:
Yiyen ve
yenilenin aslî zerreleri olduğu gibi bâkidir. Bunun delili “Senin secde edenler
arasında dönüp dolaşmanı”[194]
âyetinde haber verdiği gibi, Allah’ın âdetini icra etmesidir. Buna göre iki
ruh, yenen ve yenilen olmak üzere iki zerreye taalluk eder; sonra da diğer
parçacıklar, nerede olurlarsa olsunlar, bunlara katılır. Bunlar görünürde her
ne kadar değişmiş ve ayrışmış iseler de Allah Teâlâ’nın ilminde mevcut ve
hazırdır. “Şüphesiz biz, toprağın; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz.”[195]
âyetinde ifade edildiği üzere toprağa da havaya da karışmış olsa birdir.
Kendisinden eksilen kısım da dünyada iken zayıflayan kimsede olduğu gibi, ona
iade edilir. Dolayısıyla hayatın mahalli olan dünyada olduğu gibi iki tam şahıs
olur.
Soru:
Bir kâfirin
eli kesildikten sonra müslüman olursa kendisi cennette eli ise cehennemde mi
olur; ya da tersi durumda ne olur?
Cevap:
Kesilen el,
küfür ve İslâm durumunda zerreler itibariyle toplama tâbi olur. Bu babalara,
kısımların tâbi olması gibidir. Yüce Allah “İman eden ve nesilleri de iman
konusunda kendilerinin yoluna uyanlar var ya biz onların nesillerini
kendilerine kattık.”[196]
buyurmaktadır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Fatıma benim bir
parçamdır.” buyurmuştur. Buna göre kâfirin eli, ona bağlı kaldığı müddetçe,
kâfirdir. Kesildikten sonra kâfir iman ederse onun hükmü de toplama bağlı olarak
iman hükmüne döner. Mükâfat ve ceza da böyledir ve toplamın iman ve küfrüne
bağlıdır. Bu açıktır ve değişme söz konusu değildir.
Soru:
Çürümüş
bedenler toprak, toprak ekin, ekin de gıda olduğu zaman insanlarıın gıdası
geçmiş ölülerin bedenlerinin toprağından dönüşmüş olur.
Cevap:
Bu görüş
müsellem değildir. Şayet kabul görse bile daha önce açıkladığımız üzere bedenin
tümünün üzerine inşa edildiği aslî zerrenin dönüşümünü kabul etmiyoruz. Diğer
âzalar da bu zerreye tâbidir. Görünüşte ayrılmış olsalar da Allah Teâlâ’nın
ilminde topludur, bir başka hâle dönüşse de ona gelir. İnsanın meâdının
dünyadaki parçaların aynısı olmasının delili “İşlemiş oldukları günahtan
dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik
edecekleri gün”[197]
âyetidir. Şayet zikrettikleri gibi, başkası olsaydı, şahitlikleri yalan
olurdu.
Soru:
Kâfirin eli
kesildikten sonra iman ederse kendisi iman etmesine rağmen eli iade edildiğinde
küfrüne mi şahitlik eder?
Cevap:
Yüce Allah’ın
“Kazandıklarına.. .”417 buyurmasından dolayı, âzalar kıyamette, iman
ya da küfre değil günah ve taate şahitlik ederler. Zira iman zâhirî âzalarla
değil, kalple ilgilidir. Bu nedenle “İnandıklarına.” denilmemiştir. Bu, Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) cevabıdır. Şeyh Muhyiddin’in konuyla ilgili
sözleriyse mebhasin başlarında geçti. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “En çok
şaşılacak şey, filozofların haşri ve neşri inkâr etmeleridir. Haşir, Allah
Teâlâ’nın dünyada bir hâlden diğer hâle çevirmesi örneğinde olduğu üzere
âhirette parçaların iadesi değil midir? Dünyadaki bir ihtiyar, ihtiyarlığından
önce genç, gençlikten önce sabî ve çocuk, ondan önce de cenin değil miydi?
Bütün bu aşamalarda, o şüphesiz bizâtihi tek bir insandı. Dolayısıyla burada
olduğu gibi, orada da değişen söz konusu parçalar itibara alınmaz. Aksine az
olsun çok olsun parçalar, başlangıçta kendisinden yaratıldığı zerreye tâbidir.
Ayrıca hayattayken bu zerreye bağlanan bütün parçaların tekrar iade edilmesi de
Allah’ın kudreti için imkânsız değildir. Onları güzel, sağlam ve kuvvetli
kılacak, ancak şahıs haddini aşmayacaktır. Kudret geniştir, imkan da mevcuttur.
Bununla birlikte açık olan yaptığımız açıklamalardır. Bu konuda söylenecek son
söz budur.
Soru:
Allah
Teâlâ’nın kulların ruhunu alması ve meâd günü bunları tekrar iade etmesinin
hikmeti nedir? Onları ebedî olarak yaratmıştır. Onların hayatı ölmeden ebedî
olarak devam etseydi ya!
Cevap:
Şayet bunu
yapsaydı, hikmetten dışarı çıkardı. Oysa O, hâkimlerin hâkimidir. Ancak birkaç
açıdan bekâ yurdunda ebedî kalmaları için onları fenâ yurdunda öldürmektedir.
Bu açılardan biri şudur ki yeryüzünün meskûn bölgesi olan bu tozla kaplı parça,
özellikle yaşamaya uygun olan kısmı, Âdemoğullarının tamamının bedenleri için
küçüktür. Bu nedenle onlara yeterli gelmez; ekin ve meyveleri, onların hayat
kaynağı olan azıklarına yetmez. Hadiste “Yüce Allah, zerreleri Âdem’in
sulbünden çıkardığı zaman, yeryüzü onlarla dolmuştu. Melekler ‘İlâhımız! Zerre
iken yeryüzünü bunlarla doldurdun; onların yaratılışını tamamladığın zaman
nasıl buraya sığacaklar?’ demiş, O da ‘Her bir kavmi getirdiğimde, diğerlerini
öldürürüm.’ demiştir.” şeklinde geçmektedir.
İkincisi,
daha önce geçtiği üzere kabirler, cisimlerin berzahı; sûr ise ruhların
berzahıdır. Yüce Allah her iki berzahta da onların ruh ve cesetlerine gizli
birtakım inşalarda bulunur ve böylece ebedî bekâyı kabul eder hâle gelirler.
“Sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratırız.” âyetinde ifade edildiği
üzere Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse bunun keyfiyetini bilmez. Üçüncüsü, Yüce
Allah insanların kopmak sûretiyle visâlin kıymetini bilmeleri için, ruhlarla
cesetleri birbirinden ayırmaktadır. Vasl devam ettiği müddetçe gizli olur.
Firak esnasında ise özlem ve iştiyak olur ve bununla visâlin kıymeti bilinir.
Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Hemedan’da bulunan sâlihlerden bir kimsenin
şöyle dediğini duydum: ‘Bir tepeden bazı mezarlara baktım. Alabildiğine baktım
ve kalbime ‘Bu harabeler, taşlar da nedir?’ gibi bir şey doğdu. Hâtiften bir
ses şöyle dedi:
Yumurtanın
kabuğundan uçtu yavru kuş /
Kuşlar
bir gün tekrar yumurtaya döner mi?’
Bundan
hemen sonra birisinin şöyle dediğini işittim:
‘Doğrusu
Allah kabukları tahteravan kılmıştır /
Zerreden
yumurtayı ki yoktur kabzetmenin bir kerameti
Kuşlar
emin olarak dönerler/ Avdan, bahçenin kokusu hala tüter”
Şöyle
demiştir: Özet olarak başlangıç ve iade bilgisinin hâsılası, şunun
bilinmesidir: Yüce Allah Âdem’in yaratıldığı toprağın, zürriyetinin zerrelerinden
olan her zerresine özel bir ruh takdir etmiştir. Bu “Onu yarattı ve ona ölçülü
bir şekil verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı.”418 âyetinde ifade
edilmektedir. Bunun anlamının ona bir ruh takdir etmek olduğu söylenmiştir.
Daha sonra bunu Âdem’in sulbünden çıkarınca, her zerreyi ruhuyla birleştirdi ve
bundan mîsâkı aldı. Daha sonra bunları onun sırtına, ruhları da gayb
hazinelerine koydu. Daha nutfenin tohumlarıyla karışmış olan bu zerrelerin
tümünü Âdem’in sırtından çıkardı ve Havvâ’nın rahmine yerleştirdi. Daha sonra
da nesilden nesile oğullarının sulbünden rahimlere intikal etti. Daha sonra gıdalarla
dilediği gibi onları inşa etti ve daha önce açıkladığımız üzere aşamalardan
geçirdi. Daha sonra bunları rahimlerden dünya hükümlerine çıkarır. Ecelleri
tamamlanınca ruhlarını kabzeder ve yerin içine iade eder. Sonra meleklerin
soruları esnasında kabirde ruhlarını iade eder.
Anlayış sahibi olan bu zerre, hitabı
anlar ve cevaplandırır. Diğer cüzler ise ölüdür. Mutezile burada hata ederek,
kabir suallerini inkâr etmiştir. Belki de cesedin tamamı hareket eder ve
kuvvetinden dolayı bu aslî zerreye tâbi olarak konuşur. Bu, haberde geldiği
üzere peygamber ve velîlerde olur. Sonra insan berzahta kaldığı müddetçe,
görünürde çürümüş olsa da ruhlarla kabirdeki bu zerreler arasında mânevî bir
bağlantı ve ilhamî bir ziyaretleşme vardır. Haberlerde kabrin cennet
bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olduğu
kaydedilmektedir. Büyük yıkımdan sonra diğer neşetteki meâdın vakti
yaklaşıncaya kadar durum böyledir. Onu şiddetli zelzele ve sarsıntılar,
yeryüzünü alt üst eden rüzgarlarla temizler. Haberde yer aldığı üzere insan
menisine benzer yağmurlarla onu yoğurur. O zaman ruhlarını kabul etmeye hazır
hâle gelir. Ruhları da gariplerin vatanına özlem duyması gibi ona özlem
duyarlar. Son üfürüşle sûra üfürüldüğünde, ruhlar bulundukları yerden daha önce
ayrıldıkları cesetlerine, güvercinin yavru kuşa uçmasından daha süratli bir
şekilde uçarlar. Bu “Başlangıçta yaratıldığınız gibi iade edileceksiniz.”419
âyetinde ifade edilmiştir. Bu menzillerde “Âdem’in zürriyeti” olarak
isimlendirilmeleri, tamamının bu zerrelerden olduğuna delâlet eder. Sahih olan
“zürriyet”in, “sürriye”nin “serre”den olması gibi, “zerre”nin “fi’liyye”den
olmasıdır. Bu da nikâhtır. “Ba‘s ve Nüşûr Mebhasi” için bu kadarı yeterlidir. En
doğrusunu Allah bilir.
Ölümden Sonraki Haşrin Kesin
Olduğu ve Aynı Şekilde Yer ve Göklerin de Başkasına Tebdil Edileceği
Hakkındadır
Haşir, insanların Allah’a arz
edilmeleri ve hesap için O’nun önünde toplanmalarıdır. Bu, ister havas ister
avâm olsun bütün insanları kapsar. Dolayısıyla resul, nebî, velî ve
müminlerden bütün takvâ sahibi kimseler de er-Rahmân isminin huzurunda
toplanır. Yüce Allah “Allah’a karşı gelmekten sakınanları Rahmân’ın huzurunda
bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız gün”[198]
buyurmaktadır. Günahkârlar ise, tabakalarının farklı oluşuna göre el-Cebbâr ve
el-Müntakim isimlerinin huzurunda toplanırlar. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir:
“Bunun hikmeti, muttakinin dünyada celâl, heybet ve havf isimleriyle birlikte
yaşamasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya karşı gelmekten sakınmış ve O’nun
azabından korkmuştur. Buna bağlı olarak kıyamette rahmet, ünsiyet, lutuf ve
korkup sakındığı şeylere karşı eman veren isimlerle haşredilir. Yüce Allah bir
kuluna iki korkuyu vermez. Ebû Yezîd el-Bistâmî, birisinin “Allah’a karşı
gelmekten sakınanları er-Rahmân isminin huzurunda bir elçiler heyeti gibi
toplayacağımız gün”[199]
âyetini okuduğunu işitmiş ve yüksek sesle bağırmış ve burnundan kan akmıştır.
Bunun üzerine “Ne garip! O’nunla birlikte olan nasıl haşredilir?” diyerek şaşkınlığını
belirtmiştir. Şeyh Muhyiddin 350. bâbda şöyle demiştir: “Ebû Yezîd’in
bağırmasının sebebi, zâta delâlet eden isimlerle birlikte olmasındandır. Zâta
delâlet etmeksizin hakikati talep eden isimle birlikte değildir. Bu nedenle
müşâhedesinin kendisine vermediği şeyleri inkâr etmiştir. Bu, inkâra
benzemektedir ancak inkâr değildir. Bu, Halîl’in (aleyhisselâm) ölülerin nasıl
diriltildiğini [öğrenmek] istemesi gibidir. Aslında Halîl (aleyhisselâm)
ölülerin diriltilmesini inkâr etmemekte, ancak bunun birçok yönteminin
bulunduğunu bilmekte ve ve fıtratı [gereği] bilgi sahibi olmak istemekteydi. Bu
nedenle Allah’ın hangi yöntemle dirilttiğini öğrenmek istemiştir. Anla! Şayet
Ebû Yezîd takvâ sahibinin dünyadayken (teklif zamanında), er-Rahmân ismiyle
değil de el-Cebbâr ismiyle birlikte yaşadığını bilseydi, buna şaşırmazdı.
Muttakî, dünyadayken el-Cebbâr ve
el-Muntakim isimleriyle birlikte yaşadığı için bundan kaynaklanan korkusunun
giderilmesi için, er-Rahmân isminin huzurunda haşredilir. Kuşkusuz er-Rahmân’dan
korkulup sakınılmaz. Zira o, ümit, yol gösterme ve yakınlığın mahallidir.
Ancak velîler (ra), sadıktırlar ve ehlullahın genelinin aksine hiçbir hâlde
zevklerini aşmazlar. Bazen kendileri dışındakilerin hâllerini konuşurlar.”
Soru: İnsanlar
başlangıçtan sonuna kadar sadece bir tek defa mı haşredilirler?
Cevap: Şeyh’in
284. bâbda dediği üzere, haşrin sûretleri sınırlandırılamaz. Ancak biz onun
sadece bir tarafını zikrederiz. Onların dünyadaki ilk haşirleri, kendilerinden
mîsâkın alındığı sûret içinde olmuştur. İkincisi, o sûretten şimdiki
dünyevî-cismânî sûrete doğru gerçekleşmiştir. Üçüncüsü ölümden sonra ruhun
kendisine intikal ettiği sûrette gerçekleşmiştir. Dördüncüsü kabirlerinde
sorgulandıkları sûretteki haşirleridir. Bu sûret ölümden sonra ölümle nitelenmiş
olan cesede intikal ettikleri sûrettir. Ancak ölünün hayatıyla ilgili şeyler
Allah’ın diledikleri hariç, insanların göz ve kulaklarından gizlenmiştir. Orada
göz ve kulak yoktur. Beşincisi, sorguya çekildikleri sûretten berzahta
yerleşecekleri sûrette haşredilmeleridir. Oradaki kimse diriliş gününe kadar
uyuyan birisi gibidir. Bu sûrette dirilir ve teklifle nitelenen bedeni
sebebiyle üzerinde bir sorgulama kaldıysa dünyadan ayrıldığı zamanki sûrette
haşredilir. Şayet üzerinde bir sorgu yoksa cennet ya da cehenneme gireceği
sûrette haşredilir. İnsanlar cennet ya da cehenneme girdikleri zaman sonu
olmayan bir sûrette haşredilirler.” Şöyle demiştir: “Cennetliklerin aksine
cehennemliklerin tamamı hesaba çekilir. Cennet ehlinden ise hesaba çekilmeyen vardır.
Cennet ehli büyük cennete girip oraya yerleştiğinde ve daha sonra rü’yet için
çağrıldığında sadece rüyet için uygun olan sûretlerde haşredilirler.
Döndüklerinde tekrar cennetteki sûrette haşredilirler.” Bil ki her sûrette
insan, daha önceki sûretini unutur ve durumu intikal ettiği ve haşredildiği
sûretin hükmüne döner. Cennet çarşısına girdiğinde ve oradaki sûretleri
gördüğünde, hangi sûret hoşuna giderse ona girer veya onu yurduna götürür.
Çarşıdaki sûret devamlıdır. Cennet ehli ise sadece iyi bir sûretten daha iyi
bir sûrete doğru sürekli intikal eder; cehennem ehlinde ise sürekli ve ebedî
olarak aksi olur. Allah’tan iman üzere canımızı almasını dileriz. Âmin.
Soru: Hayvanların
ve yırtıcıların haşredilmesinin hikmeti nedir?
Cevap: Bundaki
hikmet, Şeyh’in 371. bâbda dediği gibidir: Yüce Allah, yırtıcıları onlara
kendisinden bir lutuf olarak haşreder. Diğer hayvanlar da böyledir. Daha sonra
geyik ve Allah yolunda kullanılanların dışındakiler toprak olur. Bunlar, bu
yurdun gerektirdiği sûretlerde cennete girerler. Cennetliklerin beslendiği
bütün hayvanlar bu dünyaya hastır.
Soru: İnsanlar
kaç yurtta toplanacaklardır?
Cevap: Şeyh’in
339. bâbda dediği gibi, üç yurtta toplanacaklardır: Mîsâk yerinde, dünya ile
âhiret arasındaki berzahta ve ölümden sonraki diriliştedir. Bu üçünün dışında
genel toplanma yerleri yoktur. Sadece birtakım kimseler toplanır. Kıyamet
gününden sonra her yurt, ehliyle meşgul olur. Cin ve insan âlemleri bundan
sonra asla toplanmaz. Bu anlamda Yüce Allah ‘Din gününün sahibi’ buyurmaktadır.
Yani yerden ve sülblerden hiç kimse geride kalmayacak şekilde, öncekiler ve
sonrakilerin tamamı toplanacaktır. Dolayısıyla o gün, Allah’ın mülkü,
bazılarının toplanıp diğerlerinin toplanmadığı diğer günlere göre daha büyük ve
açıktır. Din gününün tahsis edilmesinin sebebi budur. Yoksa Yüce Allah, zaten
sürekli olarak mülkün sahibidir. Anla! En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın yeri ve gökleri
değiştirmesinin açıklamasıysa şöyledir: Bu konuda kesin ilâhî naslar
bulunmaktadır. Şeyh 371. bâbda şöyle demiştir: “Kıyamette yer ve göklerin
değiştirilmesi sûretlerde olur, kendilerinde değil. Bununla birlikte kendileri
de sûrettir.” Şöyle demiştir: “Neşir, haşir, hesap ve tecellînin üzerinde fasl
ve kazâ için gerçekleştiği arş, gezegenler feleğinde (mükevkeb feleği) olur.
Ayrıca onda bulunanların tamamı âhirette dönüşür. Fakat bu [dönüşüm] bu
sûretten başkaca sûretlerde olur.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, gezegenler
feleğini Atlas feleğinin içinde yaratmıştır. Cennetler de bu şekilde ikisinin
arasında yaratılmıştır. Gezegenler feleğinin yeri ve göğü Atlas feleğidir.
Îkisi (iki felek) arasında, Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği, geniş bir
uzay (fezâ) boşluğu vardır. Bu ikisi orada çöldeki bir yüzük halkası gibidir.”
Şöyle demiştir: Bu feleğin yörüngesi, yurttur. Buradan altına kadar olan
kısımda yerde görülen her şeyin dönüşümü olur. Însan ve insan olmayanlardan
dünyadan cennete intikal edenler, intikal eder. Însan ve insan olmayanlardan
orada kalanlar ise kalır. Bundan sonra burada kalanların tamamı, ona layık olan
cehennem ehlidir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bil ki dünyada insan-ı kâmil var
olduğu müddetçe, gök olduğu hâl üzere kalır. Însan-ı kâmil berzaha indiği
zaman, gök çöker. Zira o, yere düşmemesi için Allah Teâlâ’nın kendisiyle göğü
tuttuğu direğidir. Allah’ın “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni
çökmüştür.”[200]
âyetinde ifade edilmiştir. Yani yere düşer. Gök, şeffaf ve katı bir cisimdir.
Gök düştüğü zaman, cismi ateşin sıcaklığına yerleşir, ateşin alevine benzer,
akan yağ gibi kızıl bir dumana dönüşür. Nitekim daha önce de öyleydi. Güneşin
ışığı gider, yıldızlar söner ve hiçbir ışığı kalmaz. Ancak ateşin içinde
yüzmeye devam ederler, aslında giderek saçılıp, yayılırlar. Artık dünyadaki
seyirlerden farklı bir nizam üzere olurlar.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır.
Soru: Allah’ın
“Yer dümdüz edildiği zaman.”[201]
âyetinin anlamı nedir? Dümdüz olmanın şekli nedir?
Cevap: Şeyh’in
374. bâbda dediği gibi, dümdüz edilmesiyle kastedilen, dağların düzlenmesi ve
yer hâline gelmesidir. “Kıyamet günü, dağların tamamı Hak Teâlâ’nın tecellî
etmesiyle savrulmuş pamuk gibi olduklarında, paramparça olacaktır. Onlardan
havada yüksek olan ne varsa yayıldığında yeryüzünün genişliği artacaktır. Bu
nedenle Yüce Allah’ın yeri, kıyamet günü deri (el-edîm) gibi uzatacağı haber verilmiş,
yerin uzatılması derinin uzatılmasına benzetilmiştir. Çünkü insan derisi
çekildiğinde, kendisinde bulunmayan hiçbir şey ona eklenmeksizin uzar. Onda
büzülme ve tümseklik vardır. Uzatıldığında büzülmesi genişler ve ondaki
tümseklik yayılır. Böylece yeryüzünün genişliği artar. Yerin alçak yerleri
düzleşene kadar yükselir. Yüzeyindeki uzunluk derinlere doğru artar. Bu, deride
bulunan tümseklik gibidir. Bu nedenle yerde herhangi bir eğrilik ve bozukluk görülmez.
Böylece göz, yükseklik ve çukurluk olmadığı için görülebilecek her şeyi
engelsiz olarak bulunduğu yerden görür. Însanların tamamı birbirini görür ve
Allah Teâlâ’nın kulları arasındaki fasıl (iyi ile kötüyü birbirinden ayırma) ve
kazâsı hakkındaki hükmünü görür.” Bunu uzunca anlatmıştır.
Soru: Kıyamet
gününün süresi ne kadardır?
Cevap: Bunun
süresi, insanların kabirlerinden çıkışından, cennet ya da cehennemdeki
menzillerine inişlerine kadardır. Şeyh, bunu 320. bâbda zikretmiştir. 348.
bâbda ise şöyle demiştir: “Bu ümmetin zamanı (yevm) 5
kıyamet
günüyle bitişiktir ve ikisi arasında sadece ‘berzah gecesi’ bulunmaktadır. Bu
gecenin sabahında, diriliş üfürmesi, o günün gün doğumunda ise Hakk’ın
celâline yaraşır bir şekilde, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma ve hükmetme
için gelişi söz konusudur. Îşrak namazının iki rekâtı kadarlık sürede, hüküm
kesinleşir ve her iki yurt (cennet ve cehennem) ehline ka10
vuşur.
Bu, cumartesi günü gerçekleşir. Bunun gündüzü cennetlikler için, gecesi de
cehennemlikler için ebedî olur.” Bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Bil ki
Nil ve Fırat, Sidretü’l-Müntehâ’nın temelinden gelmekte ve cennete akmaktadır.
Sonra celâl yurduna çıkmakta ve Nil, Kamer dağında, Fırat ise Rûm diyarında
zuhûr etmektedir. Her ikisi de son derece tatlıdır.
15 Yerin karışımı onlara
tesir eder ve cennetteki tatları değişir. Kıyamet koptuğu zaman cennete
dönerler. Seyhûn ve Ceyhûn da bu şekilde döner.” En doğrusunu Allah bilir.
Havz, Sırat
ve Mîzan’ın Hak Olduğu Hakkındadır
Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf şöyle
demiştir: “Kelâmcılar havz, sırat ve mizanın hak olduğunu, dalâlet ehlinin
itikadını açıklama kapsamında zikretmişlerdir. Mu‘tezile’nin çoğunluğu da bu
görüştedir. Onlar, kıldan ince ve kılıçtan keskin olması ile birlikte sırattan
geçişin normalde imkânsız olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet buna cevap
olarak imkânsızlığın söz konusu olmadığını, kuşu havada uçurmaya kadir olan
kimsenin, insanı da sıratın üzerinden yürütmeye kadir olduğunu söylemişlerdir.”
Şöyle demiştir: “Ehl-i sünnet hadisi zâhiri anlamıyla kabul etmiş, bazılarıysa
kıldan ince olmasını gizli ve kapalı olan durumun darb-ı meseli olduğu şeklinde
yorumlamışlardır. Buna göre anlamı, ondan geçişin kolaylık ya da zorluğunun
taat, iyilikler ve günahları az veya çok işleme ölçüsünde olmasıdır. Her iki
kısımdaki inceliği bir tek Allah bilir.” Şöyle demiştir: “Bazıları kılıçtan
keskin olmasını, meleklerin Allah’ın insanların oradan geçmesi konusundaki
emrini yerine getirme hızıyla te’vil etmişlerdir.” Yine şöyle demiştir: “Biz
deriz ki: Bu te’vil insanların ve meleklerin, kancaların ve dikenlerin
bulunduğu sıratın iki tarafında durduğu ve üzerinden geçene ayaklarını koyduğu
miktar kadar yer verildiği ve buna benzer [ifadelerin yer aldığı] başka bir
hadise muvâfıktır.” Bu geniş açıklamalardan sonra sözü daha da genişleterek
şöyle deriz: “Havz ve sıratın naslarla sabit olduğunu bilesin. Şeriat ilim ve
amel olduğu için, bunların da ilim ve amelle şekillendikleri söylenmiştir. Buna
göre havz ilimleri, sırat da amelleridir. Şeriattan içildiği kadar, havzdan
içilecek, fiil, söz ve inançlarda şeriata tâbi olunduğu kadar da sıratın
üzerinden yürüme söz konusu olacaktır. Orada şeriattan sapanların ayakları
burada kayacak ve havuzdan içmesi azalacaktır. Sıratın üzerinde hakiki yürüme,
orada değil, buradadır. Burada belirlenen ve meşrû kılınan sırat mânevi, orada
ise duyusaldır. Onun üzerinden geçen yoldan başka cennete çıkan herhangi bir
yol yoktur.” Yüce Allah “İçinizden, oraya varmayacak hiçbir kimse yoktur.”424
buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin “Havz sıratın hemen ötesindedir.” demiş ve şu şekli
örnek vermiştir:
Cehennem
Duruşma yeri------------------------------------------ VVVVVV
Havuzun Suyu Cennet Yeşilliği
Cennet
Mertebelerinin Sıratı Havuz Cennet Mertebelerinden Biri Olan Sırat
Şöyle
demiştir: “Hiçbir insanın sırat üzerindeki ışığının başkasına geçmediğini
bilesin. Hiç kimse kimsenin ışığıyla yürüyemez. Sırat, ışığın yayılmasına ve
daralmasına göre genişleyip daralır. Her insanın sıratının genişliği, o insanın
ışığının yayılmasına bağlıdır. Buna bağlı olarak bazıları için dar, diğerleri
için geniş olur. Gerçekte ise bir tektir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah ‘Nûrları
(kendileriyle beraber) önlerinde ve sağ yanlarında yürümektedir.’425
buyurmaktadır. Sollarında dememiştir. Zira saîd olan müminin her iki eli de
sağ eldir ve sol eli yoktur.” 308. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki üzerinde
gittiğin ve Allah Teâlâ’nın seni cennete ulaştırmak için ayağını üzerinde sabit
kıldığı sırat, senin dünyadayken açık ve gizli sâlih amellerle kendin için inşa
ettiğin hidâyet sıratıdır. O, bu dünyada mâna hükmünde olup onun herhangi bir
duyusal sûreti görülmez. Kıyamet günü senin için cehennemin üzerine hissedilen
bir köprü uzatılacaktır. Başlangıcı duruşma yeri, sonu ise cennetin kapısındaki
yeşillikli yerdir. Onu görür görmez, senin yaptığını ve âzalarınla bina
ettiğini anlarsın. [Bu köprünün] dünyada, boyun, genişliğin ve derinliğin
itibariyle tabiatının cehenneminin üzerine uzatılmış olduğunu bilirsin. Üç
şubedir zira cismin hakikatinin gölgesidir. Ve bu gölgesi olmayan bir gölgedir.
Onu alevden korumaz aksine onu cehâletin alevine sürükler ve orada ateşini
tutuşturur.”
371.
bâbda “Sırat konulduğunda, gezegenler feleğinin istikametine doğru yerden
yüksek olacağını bilesin. Bitiş noktası, insanların ilk gireçekleri cennetin
sûrlarının dışındaki yeşil alandır. Naîm ve ziyafet cenneti olarak
isimlendirilir ve yeşil alandadır. O, öğütülmüş tahıldan oluşan, temiz ve
beyaz bir yiyecektir. Ziyafette bulunan herkes ondan yer ve bazıları cennetten
sûrların üzerine sarkan dal ve çubuklardan meyveleri koparırlar.” demiştir.
64. bâbda ise “İnsanlar, sıratı geçince nihaî nokta burasıdır. Cehennemin
üstüne kıldan ince kılıçtan keskin köprüler konulmuştur.
Köprüler
cehennemde kırk bin yıl gizli kalmıştır. Ancak cehennem alevi onun yanlarından
alevlenir, üzerinde de diken, kanca ve çengeller vardır. Yedi köprüdür. Bütün
kullar onun üzerinde haşredilir ve her bir köprüde üç bin yıllık mesafede bir
geçit vardır. Bin yıl yokuş, bin yıl düz ve bin yıl da iniştir. Allah’ın ‘Çünkü
Rabb’in her şeyi yakından izlemektedir.’[202] âyeti,
bu köprüye ve diğer yerlere işaret etmektedir.” “Melekler de bu köprülerin
üzerinde insanları izlemekte ve kula Allah’a kâmil imanla iman edip
etmediklerini sormaktadırlar. Şayet mümin, muhlis ve hiçbir şek ve sapma
olmadan îkan üzere gelmişlerse ikinci köprüye geçerler. Orada namazlarını tam
olarak kılıp kılmadıkları sorulur, şayet bunu tamamlamışlarsa üçüncü köprüye
geçerler. Burada da zekât sorulur ve şayet tamam ise dördüncü köprüye geçerler;
burada oruç sorulur ve tamam ise beşinci köprüye geçerler. Burada hac sorulur
ve tamam ise altıncı köprüye; burada hadesten sonra temizlenmekten sorguya
çekilirler ve tamam ise yedinci köprüye geçerler. Burada zulmedip etmedikleri
sorulur ve kimseye zulmetmemişlerse cennete geçerler. Ancak bu özelliklerden
bir tanesi bile eksikse Allah hükmünü verinceye kadar her köprüde bin sene
hapsedilir.” demiştir. Aynı şekilde 64. bâbda şu ifadelerde bulunmuştur: “Bil
ki sıratın kenarlarında bulunan çengeller, kancalar ve dikenler Âdemoğullarının
sûretlerdir. Onların amelleri bunları sıratın üzerinde tutmaktadır. Şefaat ve
Rabbânî inâyet kendilerine ulaşmadan ne cennete ulaşır ne de cehenneme
girerler. O amellerinizdir ve size döner.”
Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) şöyle derdi: “Sırat iki tanedir. Bir tanesi
dünyadadır ve bu İslâm’dır. Aslında ilmîdir ancak âhirette duyusal bir köprüye
dönüşür. Bu Allah’ın ‘Bizi dosdoğru yola ilet!’[203] âyetinin
anlamıdır. Gerçekte bu küfür, şirk, bid‘at ve hevâların üzerine kurulmuş bir
köprüdür. Yüce Allah ‘Îşte bu dosdoğru yolumdur (sırat), ona tâbi olunuz.’[204]
buyurmuştur. Hadiste şöyle geçmektedir: Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) bir gün ‘Ve’s-saffâti Safven’ sûresini okurken ‘(Allah, görevlilere
buyurur:) ‘Hepsini cehennemin yoluna sürün! Ve durdurun onları; çünkü sorguya
çekilecekler!’[205]
âyetlerine geldiğinde, gözyaşları sakalını ıslatıncaya kadar ağladı ve bazı
temsilciler ‘Seni gönderenden korkmaktasın.’ dediler.
O
Evet, Rabb’ime yemin ederim ki O, beni kılıç gibi keskin bir yol üzerine
gönderdi ve şayet saparsam helâk olurum.’ buyurdu. Bu yol, kul ile Allah
arasına uzatılmış uzun bir ip gibidir. Bu; teşbih ile ta‘til, cebirle kader,
cömertlikle cimrilik, korkaklıkla cesaret, kibir ve alçaklık arasındaki tevâzû,
şehvet ve sönüklük arasındaki iffet gibi istikamet içinde mutedil bir yol
tutturmaktır. Bu ve benzeri özelliklerin iki tarafı zemmedilmiştir. Övgüye
değer olan, dikkatli olunması gerektiğine dikkat çekilen bu orta yol ve buna
devam etmektir. ‘Sana emredildiği gibi, dosdoğru ol!’430 âyetinde
buna işaret edilmiştir. İkinci sırat ise, uhrevî ve duyusal olup, gerçekte birinci
sıratın sûretidir ve müslümanların cennet yolundaki yolu üzerindedir. Ayrıca
dünyada Îslâm yolunda (sırat) yürümeyi âdet hâline getiren kimse için, âhiret
sıratında yürümek kolay olur. Dünyada bunu alışkanlık hâline getirmeyen kimse
içinse bu zorlaşır, ayağı kayar ve pişmanlığı çok olur. Bu sırat, söz konusu
olan mânevî sıratın duyusal bir misalinden başka bir şey midir? Genel olarak
insanların âhiretteki sırat üzerindeki geçiş hızları ve yavaşlıkları, Allah’ın
rızâsına gösterdikleri sürat veya gevşeklik ölçüsündedir.” Şöyle demiştir:
“Kanca ve dikenlerle ilgili haberde gelenler, kalbe taalluk eden dünya
ilgileridir. Sahibini dünyaya nasıl çekiyorlarsa cehenneme de öyle çekerler.
Bu, dikenli ağacın dikenlerinin insanların günah ve hataları ölçüsünde olması
gibidir. Bunlara devam etmek insana dini hususunda nasıl eziyet veriyorsa
kıyamette de bunun üzerinde yürümek onun için eziyetli olur. Sırat üzerinde
emekleme ve sürünme hakkında verilen haberlere gelince insanların yaptıkları
zulümlerle bellerinin ağırlık altında bükülmesine işaret etmektedir. Ayağı
kayan erkek ve kadınlar, dünyadayken doğru yol ve sağlam dinden ayrılanlardır.
Allah’tan hepimize lutufta bulunmasını isteriz.”
Mîzanı
ise ehl-i sünnetin cumhuru kabul etmiş, Mu‘tezile inkâr etmiştir. Gazzâlî ve
Kurtubî şöyle demiştir: “Hesapsız olarak cennete girecek yetmiş bin kişiyi
haber veren hadis sebebiyle -ki eğer burada [geçen ifade (^>G^), cennete]
girecekleri akıllarına gelmedi anlamını taşımıyorsaher kişi için mîzan yoktur.
Onlar için bir mîzan yükselmez.” Mîzanla kastedilenin, bütün insanların
mîzanlarının detaylarını toplayan küllî mîzan olduğunu söylemişlerdir.
Bu
mîzan tek defada kalkar. İnsanların tümünün mizanlarının hepsi de tek defada
yükselir. Her biri, ölçülerinin ve hesaplarının hükmü verilinceye kadar
amellerinin kefesine bırakıldığı mizanının kaldırıldığını müşahede eder. Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Her şahsın mizanı, onun dünyadayken sahip olduğu
şâkilesine (istikamet/hayat tarzı) göredir. Yüce Allah, insanın cesedini
mizanın sûretinde yaratmış ve kefelerini de onun sağı ve solu kılmıştır. Onun
dilini de hangi tarafa meylederse, onun zâtının kâimi kılmıştır. Yüce Allah
‘Ölçüyü düzgün tutasınız ve eksik tartmayasınız.’431 buyurmuştur. Yani
günahlara meyletmek ve işlemek sûretiyle bunu yapmayasınız.” Şöyle demiştir:
“Yüce Allah, iyiliği (saadet) sağ kefeye kötülüğü ise sol kefeye yerleştirmiştir.
İtidal bekâ, sapma ise helâk sebebidir. Ayrıca âhiretteki mizanların dünyadaki
teraziler gibi gözle görüleceği açıktır. Ancak dünyadakinin aksine mahsûs
(duyusal) değil, temsilidir. Bu, amellerin eşit olarak temessül etmesi gibidir.
[Ameller] dünyadayken araz, âhirette ise Hz. Peygamberin ‘Ölüm bir koç
sûretinde getirilir.’ buyurduğu gibi, şahıs olur. ‘Bir koç getirdi.’ dememiştir.
Zira hakikatler değişmez. Ayrıca amellerin tartılması için teraziler
konulduğunda, insanların bâtıni değil de zâhiri bütün amellerinin kitapları
konulur. Zira bâtıni ameller asla duyusal terazilere konulmaz, sadece adâlet
gözetilir ki bu da hükmi-mânevi terazidir. Dolayısıyla mahsus mahsuslar için,
mânevi de mâneviler için olmak üzere her şey için misli söz konusudur.
Şeyh
Safiyyüddin b. Ebu’l-Mansûr’un Akîde sindeki ibaresi ise şöyledir: “Bil
ki Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için büyük şefaat gerçekleştiğinde,
Yüce Allah mahlûkatının tümünün ilmini içeren, bütün insanların kitaplarının
detaylarını toplayan kitabını koyar. Bir bütün olarak tamamı konulduğunda diğer
tafsili kitaplar da bir defada konulmuş olur. Her insan kendi kitabını varlık
dairesi içinde bir defada konulmuş olarak görür. Her biri kitabın ve hesabın
sadece kendisi için konulduğunu görür. Aynı şekilde bütün insanların
terazilerini bir araya toplayan külli mizan da diğer insanların terazileri de
tek bir defada kalkar. Her biri, ölçülerinin ve hesaplarının hükmü verilinceye
kadar amellerinin kefesine bırakıldığı mizanının kaldırıldığını müşâhede eder.
Şayet külli mizana bakarsan, onun bir tane olduğunu, detaylarına bakarsan,
bunun çok olduğunu söylersin.” Şöyle demişlerdir: “Her mizanın bir dili ve iki
kefesi vardır ki bununla sayfaları tartılarak amellerin miktarı bilinir.” Şeyh
Muhyiddin, mizana en son konulacak olan şeyin, kulun “Elhamdülillah” demesi
olacağını söylemiştir. Bu nedenle “Elhamdülillah, mizanı doldurur.”
denilmiştir.
Soru:
Neden “lâ
ilâhe illallah”, “elhamdülillah” gibi mizanı doldurmamıştır?
Cevap:
Lâ ilâhe
illallah’ın elhamdülillah gibi mizanı doldurmamasının sebebi, bu hayrın dengelemesi
için hayır olan her amelin kendisine karşılık gelebilecek bir zıddının olması
gerektiği, lâ ilâhe illallah’ın zıddının ise sadece şirk olmasıdır. Oysa
müslümanların tevhid inancına sahip olmakla beraber günah işleyebilmelerinin
aksine, bir mizanda tevhid ve şirk asla bir araya gelmez. Bunun izahı şudur:
Şayet kul inanarak lâ ilâhe illallah derse şirk koşmaz; şirk koşarsa lâ ilâhe
illallah’a inanmamış olur. İkisinin bir araya gelmesi söz konusu olmadığından,
diğer kefede kendisine karşılık gelecek ve muadili olabilecek bir şey
bulunmadığı için, lâ ilâhe illallah mizana konulmaz. Şeyh Muhyiddin şöyle
demiştir: “Ancak doksan dokuz sicil sahibi olanların mizanlarına lâ ilâhe
illallah girer. Zira bu, inanarak lâ ilâhe illallah demiş, ancak bununla birlikte
başka bir hayır asla işlememiş, birtakım kötü şeyler yapmıştır. Bu durumda lâ
ilâhe illallah, doksan dokuz kötü sicilin karşısındaki kefeye konulur ve lâ
ilâhe illallah kefesi ağır basar, siciller ise hafif kalır. Zira Allah’ın
ismine rağmen hiçbir şey ağır gelmez.”
Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın 422. bâbında “O gün ölçü-tartı haktır. Artık
kimin tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları
hafif gelirse işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı
kendilerini ziyana sokanlardır.”432 âyetleri bağlamında şöyle
demiştir: “Bil ki kıyamet gününün mizanı, insanların ağırlıktan neşet etmesi
şeklinde zuhûr eder. Zira tabii cisimlerde haşredilip neşredilirler. Terazisi
ağır basan saiddir. Zira iyilikler bire karşılık, ondan yüz bine ve daha
fazlasına kadar karşılık bulur. İlgili said de zâhiri bir iyilik yaparak bâtıni
bir iyilik dilemiştir. Terazisi hafif gelen ise şakidir. Zira o da bir şey
yapmıştır. Ancak kötülük bire bir karşılık bulur. Dolayısıyla onun terazisi,
saidin terazisinin ağırlığına nispetle hafif gelir. Hak Teâlâ, mizanda şer
kefesine değil, sadece hayır kefesine itibar eder.
Dolayısıyla
bu da saîd hakkında ağır, günahlar katlanmamasına rağmen şakî hakkında ise
hafiftir. Buna rağmen hayır kefesi hafif kalmıştır. Böylece saîd için ağır
gelen kefenin bizzat kendisinin, içinde hayır az olduğu ya da hiç olmadığı için
şakî için hafif geldiği anlaşılmaktadır. Bu, sicil sahibi ya da fetret ehli
gibi tevhidden başka hiçbir iyiliği olmadığı hâlde Allah’ın cehennemden
çıkardığı kimse gibidir. Bunun sağ kefesinde hiçbir şeyi yoktur ve sadece
içinde kişinin amelinin olmadığı zaruri ilimden elde edilen bir tevhid
bulunmaktadır.” Şeyh şöyle demiştir: “Şayet Yüce Allah, hem hayır hem de şer
kefesinin ağırlığına birlikte itibar etseydi bu konudaki açıklama (beyan)
artardı. Kefelerden biri ağır geldiği zaman, diğeri hayır olsun şer olsun
kesinlikle hafif kalır. Bu, amellerinin tartılmasının hükmüdür. Ancak hadiste
‘Kıyamet günü, şişman iri bir adam mîzana getirilip tartılır da Allah indinde
sinek kanadı kadar ağırlığı olmadığı görülür.’ şeklinde işaret edildiği üzere,
kendisi bir kefeye, ameliyse diğer kefeye konulmak sûretiyle, kulun kendisinin
tartılması söz konusu olduğunda, bu ondan başka bir tartıdır. Terazisi ağır
olanın ameli aşağı iner. Bu, dünyadaki amellerin nefsin meşakkati türünden
olması nedeniyledir. Meşakkatin mahalliyse ateştir. Bu nedenle Şâri‘
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), ümmeti için meşakkatli amelleri hoş görmemiş
ve ‘Gücünüzün yettiği amelleri üstlenin.’ buyurmuştur. Bu nedenle söz konusu
şahsın ameli iner ve ateşi ister; onun bulunduğu kefeyse, hafifliğinden dolayı
yükselir ve cennete girer. Zira cennet yüksektedir. Aynı şekilde şakînin,
kendisinin bulunduğu kefe ağır, amel kefesi ise hafif gelir ve cehenneme
yönelir. Bu Allah’ın ‘Onu kucaklayacak olan hâviyedir.’[206] âyetinde
ifade ettiğidir. Böylece amel terazisinin kefesinin, saîd için bu türden
ağırlıkla nitelenmesi, sahibinin yükselmesi nedeniyle, şakî hakkında hafiflikle
nitelenmesiyse sahibinin ağırlığı nedeniyledir. Bu Allah’ın ‘Onlar günahlarını
sırtlarına yüklenmiş bir hâlde’[207]
âyetinde ifade edilmiştir. Bu sadece onları cehenneme yönelten günahlarının
verdiği ağırlıklardır. Bunun özeti şudur: Ameller, birbiriyle tartılır ve
bunda iyilik kefesine itibar edilir; amellerin sahibiyle tartılmasındaysa amel
kefesine itibar edilir.”
301.
bâbda “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu.”[208] âyeti
bağlamında; Yüce Allah’ın mîzanı insan ve cinlerin onunla tartılması için
koyduğunu söylemiştir. “Dengeden sapmayasınız.”[209] âyeti
bağlamında ise; [alışverişteki zarardan dolayı] ifrat ve tefrit yoluyla
[sapmayasınız anlamında olduğunu söylemiştir]. “Ölçüyü düzgün tutasınız. Eksik
tartmayasınız.”[210]
âyeti bağlamındaysa; “İnsanın dengeli olarak neşet etmesi gibi” demiştir.
Zira insan terazinin dilidir. “Eksik tartmayasınız.”[211] âyeti
ise “Kendinizden bir lutuf olması dışında, kefenin bir tanesini tercih etmek
sûretiyle aşırılığa kaçmayınız.” anlamındadır. Ayrıca amellerin kendisiyle
tartıldığı terazinin şeklinin iki kubbe gibi olduğundan şüphe yoktur. Bu
nedenle hafiflik ve ağırlıkla nitelenmesi, “Bir hesaba bağlı”[212]
âyetinde geçen adetle ölçen mîzanla insanları tartan teraziyi bir araya
getirmek içindir. Bu da sadece kubbelerle olabilir. Bu nedenle kefeler tayin
edilmemiş, saîdler hakkında, “terazisi ağır basanlar”, şakîler içinse “terazisi
hafif olanlar” denilmiştir. Şayet her iki kefenin mîzanı kastedilseydi “Hasenat
kefesi ağır basanlar şöyledir, kötülük kefesi ağır olanlar ise şöyledir.”
denilirdi. Buradan bilinir ki ağırlık mîzanı hafiflik mîzanının aynısı
olmasaydı ve iki kubbe gibi olmasaydı iki kefesi olurdu. Şayet iki kefesi
olsaydı günahların kefesi de iyiliklere ağır bastığında ağırlıkla nitelenirdi.
Onu sadece hafiflikle nitelediği için iki kubbe şeklinde olduğunu anlıyoruz. el-Fütûhât’ın
99. bâbında ise şöyle demiştir: “Aklına yakın gelecek şeylerden birisi de
kıyamet günü araz oldukları hâlde, Hak Teâlâ’nın Âdemoğullarının amellerini
ayaktaki sûretler hâlinde getirmesidir. Hak Teâlâ’nın muhali var etmeye kâdir
olması, insanın da kendi nefsinde muhalin îcâdını hayal etme kudretini müşâhede
etmesiyle, kul Hak Teâlâ hakkında muhal olan Rabb’ini, rüyada bir sûretle
görür. Hayal, herhangi bir sûreti bilinmeyen kimse hakkında bir sûret yapmış ve
böylece muhali mümkün kılmıştır. Mahlûk olduğu hâlde hayalin mertebesi bu
olduğuna göre, yaratıcı (hâlık) için nasıl olmasın? Araz oldukları hâlde
amellerin nasıl mîzana konulduğu sana açıklandı. Bu, adâletin korunması
içindir.
Aynı
şekilde amellerin tartılmasını aklına yaklaştıracak şeylerden biri de ölüm bir
nispet olduğu hâlde bunun alaca bir koç şeklinde tasavvur edilmesidir. Yani
gayet açık bir şekilde tasavvur edilmesidir. Zira alacayla kastedilen
beyazlıktır. Bu, bütün insanların bilmesi içindir. Bu muhaldir, kudret
kapsamındadır (makdûr). O hâlde aklın hükmü ve onun te’vilinin bozukluğu
nerededir?” Bunu uzunca anlatmıştır.
Şeyh
Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Sirâcul-Ukûl kitabının 30. bâbındaki ibaresi
şöyledir: “Dünya amel, âhiret ise karşılık verme yurdu olduğu için ve Allah
Teâlâ da hiçbir insana zulmetmeyen, iyilik yapan kimsenin amelini zayi
etmeyen, aksine herkese amelinin karşılığını veren el-Melik ve el-Adl
olduğundan adâletini izhar etmek için, kulların iyilik ve kötülüklerini
tartmak üzere kıyamet günü bir mîzan tayin etmiştir. Yüce Allah ‘Biz, kıyamet
günü için adâlet terazileri kurarız; artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık
edilmez. Yapılan, bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu getirir ortaya
koyarız.’[213]
buyurmuştur. Yani ‘bir hardal tanesi ağırlığında olsa bile’ demektir. Buradaki
j^; ‘Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur.’[214] âyetinde
olduğu gibi, beyan içindir. Bunun teb‘îz (ba‘ziyyet) için olduğu ve ‘bir hardal
tanesinin ağırlığında olsa’ anlamına geldiği söylenmiştir. Bu durumda söz
gelimi hardal tanesini kırk sekiz parçaya ayırmıştır ve bunların tamamı onun
taneleridir. Dirhemin kırk sekiz tane olması gibidir. Buna göre anlamı, ‘şayet
ağırlığı hardalın kırk sekizde bir parçası kadar ise’ şeklindedir. Merfû bir
hadiste ‘Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz; ameller tartılmadan
tartınız.’ buyrulmuştur. ‘Amelleriniz tartılmadan önce’ demektir. Aynı şekilde
Allah’ın ‘Ölçtükleri ya da tarttıkları zaman’[215] âyeti de
‘Onlar için ölçtüklerinde ya da tarttıklarında’ anlamındadır. Amellerin
tartılmasının anlamı, zamanınıza kıyasla miktarlarını bilmenizdir.”
Îbn
Abbâs’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “İyilik ve kötülükler, bir dili ve iki
kefesi olan, her kefesi dünya tabakaları gibi biri nûr diğeri zulmetten kefe
olan bir teraziyle tartılır.” Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: O gün terazinin
sahibi Cebrâil’dir (aleyhisselâm). Müminin ameli, en güzel sûrette getirilir
ve teraziye konulur. Bu haktır ve iyiliklerin kefesi günahların kefesinden
daha ağır basar, cennete doğru ağırlaşır. Bununla onun “Onlar kurtuluşa
erenlerdir.”[216]
âyetinde geçtiği üzere, kurtuluşa erdiği anlaşılır.
Kâfirin
ameliyse en kötü sûrette getirilir ve terazisine konulur. Ameli bâtıl [ve
değersiz] olduğu için tartıda hafif gelir ve cehenneme konur. Kâfire de, “[Git
ve] amelinin yanına var.” denilir. Merfu hadiste “Yüce Allah’ın, mîzan (terazi)
ile görevli bir meleği vardır. Âdemoğlu getirilir ve terazinin iki kefesi
önünde durdurulur. Ameli tartılır ve şayet terazisi ağır gelirse melek en
yüksek sesle ‘Falan kimse âdeti üzere saîd oldu ve bundan sonra asla şakî
olamaz.’ diye ilan eder.” denilmiştir. Yine hadiste “Üç yerde kişi babası ve çocuğuyla
ilgilenemez: Kurtulacağını ya da kayacağını görünceye kadar sıratta, amel
defterleri sağdan ve soldan verildiği zaman ve ağır ya da hafif geldiğini görünceye
kadar mîzanda.” buyrulmuştur. Bu ve benzeri âyet ve haberler, teraziyle
tartılmanın sıhhatine delâlet etmektedir. Ancak amellerin geçici ve fâni araz
olması nedeniyle tartılmanın keyfiyyeti, inkârcıların göğüslerini tereddüde
sokmaktadır. Ağırlık ve hafiflik de aynı şekilde anlamdırlar ve anlam anlamın
üzerine bina edilemez. Ameller sahiplerinin sıfatıdır. İnsanlar bu konuda
düşüncesiz davranmışlardır.
Meselenin
özü, insanın, bir şeyin tartılmasının maksadının, onun miktarını ortaya
çıkarmak olduğunu bilmesidir. Bunun için terazi ve kubbeler gibi aletler,
yüklerin ağırlıklarının bilinmesi için, usturlap ise güneş ve gezegenlerin
hareketlerinin miktarının bilinmesi için kullanılmaktadır. Îşte burada da
amellerin kıyamette tartılmasının maksadı, ceza ya da mükâfattan hak ettiği
karşılığı alması için miktarlarının ortaya çıkmasıdır. Dünyada, eşyadaki
anlamların miktarını bilmek için aletler konulduğunu görüyoruz. Mesela aruzun
sahih şiiri, munhazif ve münkesir olanından ayıran bir mîzan kılınması gibi.
Nahvin doğru kelâmı hatalı olanında ayıran bir ölçü kılınması gibi. Aynı
şekilde delikanlılardan güçlülerin, kaldırdıkları taşla kuvvetlerini bilmeleri
de böyledir. Allah Teâlâ bu kuvveti onların uzuvlarında yaratmıştır ve onlardan
ayrılmaz. Benzer şekilde Allah Teâlâ’nın kıyamet gününde adâlet terazisini,
birer araz olan iyi ve kötü amellerin miktarını ölçmeye uygun, duyulur bir alet
kılması ve bununla sahiplerinin iyilik ve kötülüklerinin bilinmesi ve ‘Size
zerre kadar haksızlık edilmez.’444 âyetinde ifade edildiği üzere
hakka tecavüz olmadan iyilik ve günahları miktarınca karşılık bulmaları
imkânsız değildir. Dolayısıyla aklen bunun mümkün olduğunu anladın; şeriatta
da bu geçmiştir ve buna iman etmek vâciptir. Bunu düşünmekten ve keyfiyetini öğrenmekten
âciz olan kimse, benzerleri gibi bunun bilgisini de Allah’a havale etsin.
En
doğrusunu Allah bilir. Böylece hesap gününden korkan herkesin sâlih ameli çokça
yapması ve bundan usanmaması gerekir. Bu, bu amellerden kıyamette hasımlarına
vermesi içindir. Zalimin hasımlarına vereceği bir şeyi olmadığı zaman, hasmının
günahları sırtına yüklenir ve bunlarla birlikte cehenneme atılır. Allah’a
yemin olsun, biz büyük bir şey için yaratıldık ancak salıverilen hayvanlar gibi
bundan gafiliz. Güç ve kudret sadece büyük ve yüce olan Allah’ındır.
Efendim
Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Hiç kimse için amelini gözünde
çok görmesi asla doğru olmaz. Bizim gibilerin ameli, dağlar kadar olsa bile
ihlâs ile yapılmadığı için uhrevî mizanda bir zerre kadar bile bir şey hâsıl
olmayabilir. Allah’tan dünya hayatımızda da âhirette de bize lutufta
bulunmasını isteriz. Âmin, âmin, âmin.
Hatime:
Akılların,
kendisine kapalı olan âhirete dair meselelerin birçoğunu anlamaktan âciz
kalmasının beyanı hakkındadır. Bunlar; yerin ve göklerin başka bir şeye
dönüşmesi, insanların cennet ve cehenneme yerleşmesi, daha sonrasına dair Allah
Teâlâ’nın bize anlattığı sayısız şeydir. İnsanların elinde, şu anda bunlara,
Allah’ın bu konudaki ilmine göre iman etmekten başka herhangi bir şey yoktur.
Ancak Allah’ın has kullarından bazılarını keşif nûruyla desteklemesi
müstesnadır. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvini şöyle demiştir: “Allah sana merhamet
etsin, bilesin ki aklın kıyamet hâllerini ve kendisine gâib olan şeyleri
tasavvur etmesi gerçekten zordur. Ancak akıl sahibi kimsenin, Allah’ın Âdem’i
ve zürriyetini yeryüzünün halifeleri kıldığını ve onlarla burayı imar ettiğini
bilmesi gerekir. Yüce Allah ‘O, sizi yeryüzünün halifeleri kılandır.’[217]
ve ‘O sizi yerden var etti ve size orayı mâmur hâle getirme görevi verdi.’[218]
buyurmuştur. Sonra onları hilâfetle görevlendirince, hayatlarını idare edecek
bütün aletleri kendilerine verdi. Allah Teâlâ onları dünyada âhiret için
yarattı ve kendilerine lutuf olarak aklı ve düşünmeyi (konuşmayı) verdi. Akıl
ve konuşma, dünyadaki geçimlerini sağlamalarına yarayacak ve Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği doğrultuda, âhirete hazırlık yapmaya
götürecek iki alettir.
Allah
Teâlâ’nın kendisine gaip olması nedeniyle akıllar mârifetullahı bihakkın
bilmekten nasıl âciz kalıyorsa aynı şekilde âhiret hâlleri, bundan önce
gerçekleşen iki meleğin kabirdeki sual ve cevapları, ba‘s, haşir, neşir, sırat,
mîzan, defterlerin okunmasının keyfiyyeti, havzın keyfiyyeti, şefaat, cennet ve
cehennemin vasıfları ve bunların hakikatlerini de kendisine gaip kaldığı için
bilmez. Cihetsiz olarak Allah’ın görülmesini, ses ve harf olmaksızın O’nun
sesini işitmeyi ve nefislerin gark olduğu sevap ve elemlerin lezzetlerini;
özellikle de Kerîm olan Allah’ın zâtına bakmanın lezzetini ve -Allah
korusunbüyük korkunun elemi gibi detayları da bilmez. Akıl tek başına bunu
kavramaya güç yetiremez. Zira akıl, kulun teklif yurdunda kendisiyle emirlerin
ve nehiylerin detaylarına ulaştığı ve onunla hayatın maslahat ve zararlarını
bildiği bir alettir. Bazı ârifler şöyle derler: “Diller, bu konuda ve kutsal
zâtın hakikatleri ile uhrevî konularda alıkonulmuş, akıllar da bunun anlamları
konusunda alıkonulmuştur. Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de bize, Allah
ve âhiret konularında sadece icmâlî ve irsâlî yöntemle, zihinlere yatkın
olacak şeyler haber vermiştir. Söylediği nihaî şey, imanı vâcip kılacak kadar
genel bilgilerden ibarettir. Aklın nihaî noktası da bu konuyu araştırmanın
aklen mümkün ya da muhal olduğuna hükmetmekten ibarettir. Sadık olan peygamber
bunu bize genel olarak haber verince, akıl da nakledilmiş olanı mümkün
görünce, onun doğruluğuna iman etmek ve hak olduğuna inanmak vâcip olur. Ayrıca
bize düşen bunların keyfiyetlerini araştırma düşüncesini bırakmak ve bunların
hakikatlerini kavrama arzusuna kapılmamaktır. Gözün sesi işitmesi nasıl
engellenmişse bu konuda düşünülmesi de aynı şekilde engellenmiştir. Ancak bazı
velîlerin halk için gayb Allah için ise açık olan âhiret hallerinden bazılarını
keşif yöntemiyle öğrenmesi istisnâdır. O, bu vakitte dilini yutmuş ve aklına
galip gelmiştir. Zira o zaman, harflerin zarflarına sığmayan ve akılların
ulaşmayacağı bazı şeyleri müşâhede etmiştir. Şair şöyle demiştir:
Yirmi
dokuz harften dokunan gömlek / Onların anlamını kavramada yetersizdir
Şeyh
Ebû Tâhir şöyle demiştir: Bu mâna üzerinde düşünen kimseye, ulaşılmayana
ulaşmayı arzulayarak, akıllarını güçlerinin yetmeyeceği şeyde kullanan
öncekilerin (müekaddimûn) üzerinde dolandıkları karmaşıklıklar ma‘lûm olur.
Sonları hayret ve sapıklık olur. Bu kabilden olan hususlardan biri de Arasât
ehlinin şerefli meleklerin hattıyla yazılmış olan kitapları okumalarıdır.
Bunun dünyadakilerin yazılarının aksine olduğundan şüphe yoktur. Bu nedenle
okunamayan yazılara ‘Sanki melekler yazmış.’ denilir. Allah Teâlâ’nın yiyecek,
içecek, koku, giyecek ve nikâhlanacaklar nevinden cennet nimetlerinin çoğunun
lezzetini idrak için yarattığı şeyler de bunlardandır. Amellerin sevabı
bağlamında nakledilen sahih haberlerde kaydedildiği üzere bunlar dünyada
bulunmayan bir hâldedir. Bu idraklerin hiçbiri bizzat dünyadaki lezzetleri
idrak eden idraklere eşit değildir. Bunlar her ne kadar cins ve tesmiyede
onlara benzemekte ise de bunların acayip özellikleri vardır ki akıl bunları
idrak etmede bîtap düşer. Îbn Abbâs’ın (ra) ‘Cennette, isimleri dışında
dünyadakilere benzeyen bir şey yoktur.’ şeklindeki sözü, bu konuda büyük bir
esastır.” Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Nasıl ki çocuk, kendisi için bu
idrakin yaratılmaması sebebiyle çocukluğunda şöhret lezzetini bilmiyorsa biz de
kendimizde dünyada bu idraklerin yok olması sebebiyle Kerîm olan Allah’ın
yüzüne bakma lezzetini ve cennette vadedilen diğer lezzetleri bulamayız.”
Şöyle demiştir: “Bunların tamamının delili, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) celâl ve izzet sahibi Rabb’inden naklederek ‘Sâlih kullarım için hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve kendilerini muttali kıldığım
şeylerden hiçbir beşerin hatırına gelmeyen şeyler hazırladım.’ buyurması ve
“Onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”447
âyetini okumasıdır. Bu, filozofların âhiret işlerini inkâr ederek saptığı bir
çizgidir. Ayrıca aklın gaybî hakikatlerin künhüne vakıf olmayacağını ve
onların sırlarına sonuna kadar ulaşamayacağını doğruladığın zaman, bunun nihaî
noktasının, aralarındaki en küçük benzerlik ile görülmeyenin görülene mukayese
etmek olduğunu da bilirsin. Dinler, aklın illet ve keyfiyetlerini kavramaktan
âciz kaldığı birtakım şeyler getirmişlerdir. Ancak akıl âhiretteki haşir ve
neşir ile Allah’ın sıfatları hakkındaki vech ve kıdem gibi hususlarda olduğu
üzere bunların imkânına hükmettiği zaman, bunlara iman etmemiz vâcip olur.
Şeriatların ve ibadetlerin miktarlarının bilgisi konusundaki kelâm da
böyledir.
Sâlih
olan selef ve onlara tâbi olanlar, bunları kesin olarak tasdik etmeyi
benimsemiş, arkadaşlarını bunların hakikatlerini araştırmaktan engellemiş,
bunları hakkında derine dalmak yasaklanmış olan kaderin sırrına havale
etmişlerdir. ‘Keyfiyetsiz olarak geldiği gibi onu okuyun.’ demişlerdir.
Teşbih, salâbet ve kuvvetinden dolayı onların akidelerine herhangi bir yol
bulamamıştır. Bu İslâm’ın yeni; dönemin, vahyin zamanı olan Peygamber’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) dönemine yakın olması, vahyin ve Cebrâil’in
inişinin müşâhede edilmesi nedeniyledir. Îlk nesil ve daha sonra onlardan sonrakiler
ve sonrakilerin devri geçince -bunlar en hayırlı nesillerdirher tarafta
hevâlar yayıldı, her bölgede şeytan ortaya çıktı ve kalbin derinliklerine
üfledi ve vesveseleriyle düşüncelerde dolaştı. Böylece söz konusu akaid
sarsıldı, görüşler karıştı ve Karâmite, Zenâdıka ve Râfiziler -Allah Teâlâ
onları alçaltsıngibi hevâ ehlinin görüşleri çoğaldı. Zira sapıklık hakkında
kitaplar yazarak şehirlere dağıttılar; ahmak insanları bunlara davet ederek
bid‘atları yaydılar. Îftiralar yayıldı ve akaidin temelleri bozuldu. Bu, daha
önce geçtiği gibi insanların peygamberliğin zamanından uzak olması nedeniyle
gerçekleşmiştir. Yüce Allah bir kavim hakkında ‘Üzerlerinden uzun zaman geçip
kalpleri katılaşmış kimseler’448 buyurmuştur. Bu nedenle Ebû Bekir
es-Sıddik (ra) ‘İslâm’ın ilk dönemlerinde ölenlere ne mutlu!’ buyurmuştur.
Ayrıca ey kardeş, bugünkü itikat sahiplerinin, itikatları sahih, hükümleri
geçerli de olsa (akçeleri geçerli), bâtıl ehlinin şüphelerini dinlemekten
kaynaklanan birçok şüphenin derinliklerinde yer aldığını bilirsin. Muhakkik
imamlardan kendilerine işin kaynağı ve sebeplerini açıklayacak kimseyi de
bulamazlar. Belki bazıları tecsim, teşbih, ta‘til ve münkir şeyler gibi
kemiklerine sinmiş kirlerle beraber ölmekte ve bunları kimseye sormaya cesaret
edememektedir. Vereceği cevaplarla susuzluğunu giderecek birisini
bulamamaktadır. Dolayısıyla başkası şöyle dursun, akidesini kendisinden bile
gizlemeye devam edecektir. Bu kelamcılardan muhakkik olanların, güç meseleler
hususunda çokça örnek getirmeye, problemlerden imkânları dâhilinde olanları
ortaya çıkarmaya ve tüm kelâm bahislerindeki ibareleri yenilemeye davet ettikleri
şeydir. Bu sonuç, bu kitapları mütalaa edenlerin ihtiyaç duyduğu bir şeydir.
Kardeş, bunu dikkate al, sıfat âyetlerinden birçoğunun anlamı senin için
kolaylaşacak ve aklın muhal gördüğü birçok şeyi akledeceksin.
Defterlerin Dağıtılması ve
Kıyamet Günü Allah Teâlâ’ya Arz Edilmesinin Hak Olduğu Hakkındadır
Bu
konuda naslar vârit olduğu için haktır. Ancak insanların bu konuda
5 farklı farklı olduğu açıktır. Defterlerin
dağıtımında ise bazıları sağ eliyle, bazısı sol eliyle, kimisi ise arka
tarafından alır. Sağ elleriyle kitaplarını alanlar, tabakaları farklı olmakla
beraber müminlerdir. Defterleri sollarından verilenler ise müşrikler değil,
münafıklardır. Bu anlamda Şeyh Muhyiddin “Zira müşrikin okuyacağı bir defteri
yoktur.” demiştir. “Bu nedenle Yü-
10 ce Allah münafığa ‘Oku şimdi kitabını! Bugün
kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!’[219] der.
Zira o, insanlara görünen şeyin aksine nefsinin kendisini sürüklediği küfrü
bilmektedir. Bu nedenle defterini soldan alan kimseden hemen sonra ‘O, büyük
olan Allah’a iman etmezdi.’[220]
buyurmaktadır. Ondan İslâm’ı değil, imanı selbetmiştir. Zira görünürde o,
canı-
15 nı, ailesini ve malını korumak
için İslâm’a boyun eğmişti. İç dünyasında ise imanın aksine ya müşrik ya
muattil ya mütekebbir ya da kâfir idi. Bunlar kalbin amellerinden olup
Allah’tan başka hiç kimse bunları bilmez. Defterlerini arkalarından alanlar
ise bunlar kitap verilip de bunu arkalarına atan ve az bir pahaya satanlardır.
Kıyamet günü geldiğinde onlardan herhangi
20 birisine ‘Defterini arkandan al.’ denilir. Yani
‘Dünya hayatındayken onunla amel etmeyi terk etmek sûretiyle attığın yerden
al.’ Onlar, bazılarının sandıkları gibi amel defterleri değil, kendilerine inen
kitaplardır. Bunlar, arkalarına attıkları zaman, dönmeyeceğini zannederlerdi.
Yani dönmeyeceğine kesin inanıyorlardı. Bu, Allah’ın kıyamette kendilerini
azarlayarak
25 ve ‘Bu sözle karşılaşacağını
zannediyor muydun?’ dediği kimsedir.” Şöyle demiştir: “Bunlar sadece sapan ve
saptıran, aldatıcı liderlerdir.” Anla!
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir:
“Dünyadaki Hafaza meleklerinin yazdığı bu defterler, mükelleflerin söz ve
amellerine aittir. Orada inançlarına dair, söyledikleri şeylerden kendileri
aleyhine şahitlikte bulunmalarından başka bir 30 şey yoktur. Melekler onların
sözlerinden sadece söylediklerini kaydederler.” İmâm Gazzâlî (rh.a), Allah’ın
“Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli yazıcılar var. Onlar yaptığınız her
şeyi biliyorlar.”[221]
âyetleri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki bülûğa yaklaşan şahıs için, iki
melek görevlendirilir. Yüce Allah ‘Sağında ve solunda oturmuş iki alıcı
(yaptığını) alıp kaydederken’[222]
ve ‘Hayır! Doğrusu şudur ki onların yanındaki elçi meleklerimiz her şeyi
kaydediyorlar.’[223]
buyurmaktadır. Daha sonra kul, âkil olunca, meleklerden biri onu hidâyete
erdirir, diğeri ise onu iğvâ eder. Ancak yol gösterenin rütbesi, iğvâ edenin
rütbesinden daha yüksektir. Muhakkiklerin çoğunluğuna göre, bunlar kalem
sahibi olan büyük meleğin yardımcısı olan elçi, iyiliksever ve saygın
meleklerdir.” Şöyle demiştir: “Ayrıca iyilik ve kötülükleri yazan melekler,
dünyadakilerin yazmasına benzemeyen bir yazışla yazarlar. Zira onlar kalbin
sırrında dürülü temiz sayfalara yazmaktadırlar ve dünyadakilerin hiçbiri buna
ulaşamaz. Zira melekler, yazdıkları, sayfalar ve bunlarla ilgili olan her şey,
melekût âlemindendir. Bu ise bu âlemde gözlerimizin idrak edemeyeceği bir
şeydir. Ayrıca bu dürülü sayfalar biri ‘Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün
gözün keskindir.’[224]
âyetinde ifade edildiği üzere, can verme anında; diğeri ise ‘Kıyamet gününde
insana, açılmış vaziyette önüne konulacak olan bir kitap çıkaracağız.’[225]
âyetinde ifade edildiği üzere, kıyamette şahitlerin huzurunda olmak üzere iki
defa açılır. Bu, adâlet terazisinin konulması esnasında olur ve orada
defterleri havada uçarken görür. Bu, tefsirlerden birine göre ‘Her insanın
sorumluluğunu omuzuna yükledik.’[226] âyetinde
geçen ‘sorumluluğunu omzuna’ [ifadesinin anlamıdır]. Sonra her biri kendi
defterini okuduğu zaman amelinin iyi ya da kötü olmasına bağlı olarak,
defterinin harflerini aydınlık ya da karanlık olarak görür. İyilik yapanlar,
defterinin yazılarını beyaz, kötülük sahipleri ise bunları siyah olarak
göreceklerdir.” Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Defterlerin
sahipleri, o gün defterleri kendilerine arzedildiğinde hiç kimseden herhangi
bir eğitim almadan zaruri olarak, Allah Teâlâ’dan bir ilham ile bunu okurlar.
Allahım! Ey Rahmân ve Rahîm olan, kitabımızı sağımızdan vermeni ve bizi rüsvâ
etmeden sağdan cennete girdirmeni dileriz!
Kıyamet
günü Allah’a arzedilmeye gelince; bu askerlerin hükümdara arzedilmeleri
gibidir. Kul Allah’ın önünde O’nun celâline yaraşır bir şekilde durur ve
Allah’ın bu kul hakkındaki murâdına göre sorular kendisine sorulur. Allah
Teâlâ’dan utanma ve hayânın şiddetinden dolayı yüz etlerinin parça parça
düştüğü o duruşma günü! Hadiste “Kimin hesabı tartışmalıysa azap edilir.”
buyrulmuştur. Şeyh Muhyiddin 369. bâbda şöyle demiştir: “Tartışmakla kastedilen,
amellerin illetlerinin sorulmasıdır. Allah kula amelini arzeder.” Şöyle
demiştir: “Bu soru, peygamberler (aleyhisselâm) de dâhil bütün insanları
kapsar. Yüce Allah Allah’ın peygamberleri toplayıp da onlara ‘Size ne cevap
verildi?’ diye soracağı gün’457 buyurmaktadır. Ancak peygamberlere
sormasıyla başkalarına sorması arasında büyük fark bulunmaktadır. Peygamberlere
sorması, rahatlatma yoluyla nimetlerin takririnden ibarettir. Başkalarına
sorması ise kötü şeylerle ilgili olacaktır. Allah’tan bize lutufta bulunmasını
dileriz. Hadiste, Resûlullah ve ashabının yaş ve taze hurma yedikleri daha
sonra da su içtikleri ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Bu
nimetler, kıyamet günü size sorulacaktır.’ buyurduğu kaydedilmektedir. Oysa
hadisin siyâkından anlaşıldığı üzere, bu açlıktan sonra gerçekleşmişti. Bu
kıssadan anlaşılacağı üzere, nimetin takriri bağlamında, onlar da peygamberlere
iştirak etmiş, ancak azarlayarak ve sarsarak sorma anlamında onlardan
ayrılmışlardır.”
Soru:
Âzaların
sahibine şahit tutulmasının sebebi nedir? Neden kişi diliyle kendisine şahitlik
etmez?
Cevap:
Şeyh’in el-Fütûhât’ın
70. bâbında dediği üzere “Âzaların şahitlik etmesinin sebebi, bu günahların
çirkinliğidir. Kul, Allah’ın huzurunda bunları söylemekten veya inkâr etmekten
hayâ eder. Yüce Allah ise en süratli şekilde hesap gördüğü için utanmanın
zevâlini beklemez. Bu nedenle âzaların fıtratın aslından olan âdil
kökenlerinden dolayı bunları şahit tutarak, onların şahitliklerini kabul eder.
Zira asıl olan adâlettir ve haksızlık ârızîdir. Bundan sorgu ortaya çıkar.”
Âdil ve temiz olan âzaların tümü şahitlik ettiğine ve ortada bu âzalar dışında
[insana ait başka] bir varlık da bulunmadığına göre azabı kim çekecektir? Bak,
bu [soru] bir cevaba muhtaçtır. Belki de âzalara azap edilmesi dünyadayken
yasaklandığı bir fiille lezzetlenmesi nedeniyledir. Bazıları, yetmiş bin
kişinin hesapsız olarak cennete gireceğini ifade eden hadisle kastedilenin
yaptıkları kötü şeylerden dolayı Allah Teâlâ’nın kendilerini cennete
sokacağını akıllarına getirmemeleri olduğunu söylemişlerdir.
Şöyle
söylemiştir: Burada kastedilen Hak Teâlâ’nın onları amelleri üzerinden hesaba
çekmeyeceği değildir.” Değerlendir! el-Fütûhât’ ın 198. bâbında ise
şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın kıyamet günü onlarla kendisi arasında ‘Şu
zamanda şunu ve şunu yaptın.’ şeklinde, kullarına yaptıklarını haber vermesi,
azarlamak için değildir. Aksine O’nun rahmetinin ne kadar geniş olduğunu
bildirmek içindir. Bu da sadece muvahhidlere mahsustur; anla!”
351.
bâbda ise “Her müslümanın dünyada ve kıyamet günü O’nunla karşılaşma konusunda
Allah Teâlâ’dan hayâ ettiğini bilesin! Dolayısıyla Hak Teâlâ’nın ona yakınlık
göstermesi ve utancını gidermesi gerekir. Utanmanın aslı, muhalefet etmekten ve
Allah’a hizmet etmekte kusurlu davranmaktandır. Bu iki yöntemden başka bir şey
yoktur.” demiştir. Ayrıca şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın mümin kuluna yakınlık
gösterme biçimi, ona ‘Kulum dünyadayken yaptığın her şeyi benim kazâm ve kaderimle
yaptın. Zira sen hükümlerimin icrâ edileceği yersin.’ demesidir. Kul, bununla
en şiddetli şekilde yakınlaşır. Şayet başlangıçta kul bunu Allah’a söyleseydi
Allah Teâlâ’ya karşı sû-i edepte bulunmuş olurdu. Oysa ondan böyle bir şey
işitilmedi. Bizzat bunun kendisiyle Hak Teâlâ da kula yakınlaşır. Burada Allah
açısından güzelliğin zirvesinde kul açısından ise kötülüğün zirvesinde bir
irtibat vardır. Onun ‘Rabb’im nasıl olur da hem hakkımda kötülüğü takdir
edersin hem de beni sorguya çekersin.’ demesi uygun değildir. Ancak Hak Teâlâ
kuluna ‘Sen hükümlerimi icrâ ettiğim yersin.’ dediği zaman, bu lutuf ve ihsanın
zirvesi olur. Zira bunda kulu ma‘zûr görme, onunla yakınlaşma, onu rahatlatma, utancını
kaldırma ve korkusunu giderme söz konusudur.” Şeyh Muhyiddin “Şerefli bir
vâkıada bana bu ilâhî bildirim geldiğinde, beni buna muttali kıldığı için
varlığım sevincime yetersiz kaldı.” demiştir. 388. bâbın sonlarında şöyle
demiştir: “Sabredenlere ecirleri hesapsız bir şekilde verilecektir. Yani
tarafımızdan belirlenen bir şekilde. Zira sabır, nefsi kötü amellerden alıkoyduğu
için bütün amelleri kapsar. Bu nedenle belirli miktarı bulunan diğer amellerin
aksine, onun için bu (miktar) söz konusu değildir.”
Sonuç: el-Fütûhât’ın 90.
bâbında “Allah’a güzel bir borç verdiler.”[227] âyeti
bağlamında şöyle demiştir: “Kıyamet gününde ecrin kat kat olmasından dolayı
kulun Allah’a borç vermesinin uygun olmadığını bilesin. Uygun olan, kullarına
iyiliği emretmesi açısından, kulun O’nun emrine imtisal ederek 5
Rabbine borç
vermesidir. İşte bu güzel borcun vasfıdır. Bunun izahı şudur: Hak Teâlâ sadece
bizim için meşrû kıldığı şeylerle bize muamele eder. Allah Teâlâ’nın
peygamberine kıyamet gününde hakla yani kullarına kendisi vasıtasıyla
gönderdiği şeyle hükmetmesini kendisinden istemesini emrettiğini görmez misin?
Zira «j^Jl» taki «Jl» ahid içindir. Yani ‘Rabb’im beni kendi10
siyle gönderdiğin
bilinen hak ile hükmet!’ Kıyamet günü insanların hâli bu şekilde gerçekleşir.
Allah’ın kıyamet günündeki hükmüne bakmak isteyen kimse, ne eksik ne fazla olarak
O’nun dünyadaki şeriatının hükmüne baksın. Ey kardeş, sana şeriat belirleyenin
basireti üzerine ol; o, din gününün sahibinin üzerinde olduğu hakkın bizzat
kendisidir.” 551. bâbda “Allah, resulü ve 15 müminler amelinizi
görecektir.”[228]
âyeti bağlamında da şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, kıyamet günü bizzat
işler hakkında hüküm verdiği zaman, yerlere (mevâtin) göre hükmü çeşit çeşit
olur. Bir yerde (mevtin), Allah bizzat kendisi ve ilmiyle amelde gördüklerine
göre peygamber ve müminlerden ayrı olarak hükmeder. Bir yerde tabakaların
çeşitliliğine göre resullerinin amelde 20 gördükleriyle hükmeder. Bir
yerde müminlerin yani müctehid imamların (ra) görüşlerine göre hükmeder. Bir
yerde bunların tamamıyla hükmeder.” Bu, gördükleriyle hükmetme konusunda resulün
ve müminlerin Allah Teâlâ ile birleştikleri yöndür. Bununla birlikte kullarının
gördükleri her şey esas itibariyle onun hükmü ve takdiridir. Bazı muhakkikler
‘Hak Teâlâ, dünya25 daki bütün hükümlerde, hakiki hâkim olduğuna
göre, bazı kadıların verdiği hükümleri bâtıl olmakla nitelemek, nasıl olur?
Düşün!’ demişlerdir. Şöyle dedim ‘Bazı hükümlerin amel açısından bâtıl olduğuna
hükmetmemiz, hakikatte değil de bu dünyada Allah’ın kendisiyle kulluk etmemizi
istediği şeriatla amel etmemiz açısından doğru olur. Zira muhakkiklerin dediği
30
gibi, Hak Teâlâ
bize bu dünyada hakikatle hükmetmemizi emretmemiştir. Bu onun gerçekte şeriata
muhalif olması sebebiyle değil ona mutabık olan yönünün gizli kalması
nedeniyledir.” En doğrusunu Allah bilir.
Peygamberimizin Kıyamet Gününde
İlk Şefaatçi ve Şefaati Kabul Edilecek İlk ve Buna En Layık Kimse Olduğu ve Bu
Hususta Kimsenin Onun Önüne Geçemeyeceğinin Beyanı Hakkındadır
Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ben, kıyamet gününde Benî
Âdem’in efendisiyim, ilk şefaatçi ve şefaati kabul edilecek ilk kimseyim.” Bir
rivayette “Övünme yoktur.” ifadesi eklenmiştir. Âlimler “Efendiliğini kıyamet
gününe tahsis etmesi, dünyadaki şeref ve efendiliğinin aksine, Yüce Allah’ın
‘Bugün mülk kimindir?’ âyetinde buyurduğu üzere, efendiliğinin o gün herkes
için açığa çıkacak olması nedeniyledir. Zira dünyadaki efendiliği [bazıları
tarafından teslim edilmediği için] tartışmaya açıktır.” demişlerdir. Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize
ilk şefaatçi ve şefaati kabul edilecek ilk kimse olduğunu haber vermesi, o büyük
günde bir peygamberden diğerine gitmek sûretiyle yorulmayalım diye bize olan
şefkatinden dolayıdır. Zira o gün, her bir peygamber ‘Nefsim, nefsim’
diyecektir. Sıra kendisine gelip ‘Ben onun içinim, ben onun içinim.’ deyinceye
kadar müsterih bir hâlde mekânımızda sabretmemiz için bize kıyamet günündeki
makamını bildirmek istemiştir. Kendisine bu hadis ulaşmayan ya da ulaşıp da
unutan herkes, bunu öğrenen ve kıyamete kadar bunu muhafaza eden kimselerin
aksine o peygamberden bu peygambere gitmek sûretiyle yorgun düşecektir.
Allah’ın salât ve selâmı onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) üzerine olsun,
ümmetine olan şefkati ne kadar da çoktur! Başka bir hadiste ‘Övünme yoktur.’
demiştir. Yani ‘Ben Âdemoğlunun peygamberlerinin ve onların dışındakilerin
efendisi olmakla iftihar etmiyorum. Bununla ilk şefaatçi ve şefaati kabul
edilecek ilk kimse olduğuma dair, Allah’ın önceden bana yaptığı vaadin hükmü
gereği, kıyamet günü yorgunluktan rahata çıkmanızı kastediyorum. O
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) nefsini sadece sahih bir amaç doğrultusunda
tezkiye etmiştir. Aynı şekilde bütün imamların kendilerini tezkiye etmeleri de
sadece sahih bir amaç içindir. Onlar, kendilerini herhangi bir insandan üstün
görmekten münezzehtirler. Aksine âriflerden bazıları, ‘Kendisini Allah’ın
rahmetine nâil olmaya ehil görmeyinceye kadar, hiç kimse kemâl makamına
ulaşamaz.’ demişlerdir.” Celâleddin es-Süyûtî ve başkaları şöyle demişlerdir:
“Kıyamet günü Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sekiz şefaati
vardır:
Birincisi
ve en büyüğü, insanların hesaplarının çabuk görülmesi ve bu bekleyişten
kurtulmaları içindir. Bu sadece ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hastır.
İkincisi
kavmin hesap görülmeden cennete girmesi içindir. Nevevî, bunun ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) mahsus olduğunu söylemiş, Takiyyüddin b. Dakîk
el-‘Îd ve Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî ise bu konuda tereddüt etmişlerdir. Bunlar,
bu konuda herhangi bir şeyin varit olmadığını söylemişlerdir. Şeyh Muhyiddin
bir kavmin hesap görülmeden cennete girmesinin anlamı konusunda şöyle
demiştir: “Bununla kastedilen, onların zellelerinin kötülüğünü müşahede
etmelerinden dolayı, kendilerinin cennete gireceklerini hesap etmeyip,
düşünmemeleridir.” Bu, başkasından da nakledilmiştir.
Üçüncüsü
cehenneme girmeyi hak eden kimsenin buraya girmemesi içindir. Nevevî, bunun ona
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) mahsus olup olmadığı konusunda tereddüt
etmiştir. Sübkî, ne ispat ne de nefyeden bir nassın bulunduğunu belirtmiştir.
Dördüncüsü
cehenneme giren muvahhidlerin, orada hiçbirisi kalmayıp bütün tabakaları
boşalıncaya ve vârit olduğu üzere orada su teresi bitinceye değin çıkarılması
içindir. Bu şefaat konusunda Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), diğer
peygamberler, melekler ve müminler ortaktırlar. Kâdî İyâz bunu tafsilatlı bir
şekilde naklederek şöyle demiştir: ‘Bu şefaat şayet kalbinde zerre kadar iman
bulunan kimsenin çıkarılması içinse ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
mahsustur ve hiçbir peygamber, melek ve mümin buna dâhil değildir. Şayet
anılanlardan başkası içinse bu durumda diğerleri de ona (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ortaktır.
Beşincisi
cennetliklerin cennetteki derecelerinin artırılması içindir. İmâm Nevevî
(rh.a), bunun Resûlullah’a mahsus olmasını mümkün görmüştür.
Altıncısı
el-Kazvînî’nin Urvetül-Vüskâda zikrettiği üzere taatlerdeki kusurlarını
terk etmeyen ümmetinin sâlihleri içindir.
Yedincisi
cehennemde ebedî kalıcı olan bazı kâfirlerin azaplarının belirli zamanlarda
hafifletilmesi içindir. Bu, Sahihayn da Ebû Tâlib hakkında vârit olduğu
gibi ‘Onlardan hafifletilmeyecek.’ âyetiyle bunun arasını bulmak şeklinde
olacaktır. Yine İbn Dihye de Ebû Leheb’in Resûlullah’ın doğumuna sevinmesi ve
kendisine müjdeyi veren Süveybe’yi âzat etmesinden dolayı her pazartesi günü
azabının hafifletileceğini nakletmiştir.” Celâleddin es-Süyûtî şöyle demiştir:
Resûlullah’ın bazılarının kabir azabını hafifletmek için şefaat edeceğine dair
bize herhangi bir bilgi gelmemiştir. Zira bu, müminler içindir ve berzahla
alâkalıdır. Oysa biz daha önce geçtiği üzere onun kıyamet günü bütün
muvahhidler için genel, diğerleri içinse hafifletme şeklindeki şefaatinden
bahsetmekteyiz.
Sekizincisi
müşriklerin çocuklarına azap edilmemesi içindir.
Son
üçünü bazıları zikretmiş ve bunlara Medine’de defnedilenleri de eklemişlerdir.
Tirmizi bunu “sahih” kaydını düşerek nakletmiştir. Şeyh Muhyiddin 371. bâbda
şöyle demiştir: “Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gerçekleşecek
olan ilk şefaat, insanlara şefaat kapısının açılması içindir ve bütün
şefaatçilerin şefaat etmesi için şefaat eder. Şefaatçiler şefaat ettiklerinde
Hak Teâlâ dilediklerinin şefaatini kabul eder, dilediğini de reddeder.” Şöyle
demiştir: “O gün Yüce Allah şefaatçilerin kalbine rahmeti yayar. Allah’ın o gün
bazılarının şefaatini reddetmesi, onu eksik görmesi ya da şefaat edilene
merhamet etmemesi bağlamında değildir. Bununla bazı kullarına ilâhi minneti
izhar etmek istemektedir. Dolayısıyla O, onların saadetlerini üstlenmekte ve
el-Muntakim ve el-Cebbâr isimlerinin yanında ‘Erhamurrâhimin’ ismiyle onları
cehennemden çıkarıp cennete sokarak şekâvetten kurtarmaktadır. Bu, yani Hakk’ın
şefaati, gerçekleşen bir şefaat değil, ilâhi isimlerin mertebeleridir. Zira
Yüce Allah ‘Rahmetim gazabımı geçmiştir.’ buyurmaktadır. Melekler, peygamberler
ve müminler şefaat etmiş, geriye ‘Erhamurrâhimin’ kalmıştır. Mefhum, O’nun
şefaat etmediğine delâlet etmektedir. Dolayısıyla bizzat kendisi muvahhidlerin
âsi olanlarından bazılarını cehennemden cennete çıkarmayı üstlenmiştir. Yüce
Allah cenneti rızâ ve rahmetiyle doldurduğu gibi, cehennemi de gazap ve
cezasıyla doldurur.” 374. bâbda ise şu ibarelerle buna değinmektedir: “Bil ki
‘Erhamurrâhimin’, melekler, peygamberler ve müminlerin her birinin şefaat
edeceği belirli bir cemaati vardır. Eramurrâhimin’in şefaati, Allah’ı bir ve
tek kabul etmekten başka hiçbir hayır işlemeyen kimseler içindir.” “Bunlar,
Allah’ın ve meleklerin şahitliğiyle beraber, O’ndan başka ilâh olmadığına
şahitlik edenlerdir. Meleklerin şefaati, güzel ahlâk sahibi olan âsiler
içindir.” demiştir. Meleklerin şefaatinin Allah’ın kendileri için belirlediği
bir düzen üzere olduğunu belirtmiş, en sonuncusunun, cehennem üzerinde görevli
olan on dokuz meleğin şefaati olduğunu söylemiştir. Peygamberlerin şefaati,
sadece müminler içindir. Müminler de iki kısımdır: Biri, nazar ve delil tahsil
ederek iman edendir. Bunlara peygamberler şefaat eder. Peygamberler
ümmetlerine haber getirmiştir. Haber ise imanın müteallikidir.
İkinci
kısım ise ebeveyninin ve yaşadığı diyarın insanlarının ona verdiğini taklit
ederek iman eden mümindir. Bunların şefaatçileri, kendilerinden üst derecede
bulunan müminlerdir. Bu şefaatçiler, kendileri Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) şefaatiyle kurtulduktan sonra şefaat edeceklerdir. Ayrıca
şefaatçilerin tamamı, muvahhidlerin âsileri hakkındaki sorgulama süresi
bittikten sonra ancak şefaat edeceklerdir.” 377. bâbda Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisinden sonra irtidat ederek arkalarını
dönenler için “Uzak olsunlar, uzak olsunlar!” hadisi bağlamında şunu
söylemiştir: “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunu, Hak Teâlâ’nın
onlara olan gazabına muvâfakat etmek için söylemiştir. Zira durumu bilen kimse,
vaktin verdiği hükme eklemede bulunmaz. Bu nedenle şefkat ve merhametine
rağmen, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Uzak olsunlar, uzak
olsunlar!’ buyurmuştur. Daha sonra bu hâlin ortadan kalkmasının ardından, o
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu meselede ihsanda bulunmuş ve uzak bir mekânda
neredeyse rüzgârın uçuracağı kimseye şefaat etmiştir. Bu şefaat, dinin aslından
değil de İslâm’ın farzlarından bazılarını yapmamak kaydıyla irtidat edenler
içindir.” 73. bâbda da şöyle demiştir: “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), kıyamet günü Allah’ın huzurunda, şefaat açısından ‘Makamü’l-Mahmûd’un
sahibidir. Zira ona ‘Cevâmi‘u’l-kelim’ verilmiştir. Bu makamda öncekiler ve
sonrakiler hamdeder. Onun bu makamına, insanların bütün makamları döner. Onun
peygamberliği genel ve şeriatı bütün şeriatları kapsadığı için, şefaati de aynı
şekilde geneldir. Meşru kılınması sahih olan hiçbir amel onun şeriatından nasıl
çıkmıyorsa herhangi bir kimsenin onun şefaatinden dışarıda kalması da sahih
olmaz.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra önceki bâbın 78. cevabında şöyle
demiştir: “Yüce Allah’tan daha önce bu secde hakkında izin olmadığı hâlde
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kıyamet günü Allah’ın önünde secde
eder. Zira o gündeki secde, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
cisminin kendisinde yaratılmakla emrolunmuştur. Zira bu, kendisinden başka hiç
kimse için söz konusu olmayan, şefaat kapısını açmanın yöntemidir. Bu nedenle
Hz. Muhammed, (salla'llâhü aleyhi ve sellem) O’nun celâline yaraşır bir şekilde
o büyük günde Rabb’ine doğru öne çıkar ve kendisine secde emri verilmeden secde
eder. Ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Başını kaldır, iste verilecek; şefaat
et, kabul edilecek.’ denilecektir.”
Sonuç: Şeyh, 71. bâbda “Orucun
Sırları” bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki evliyâullahın fütüvveti,
kendilerine şefaat izni verildiğinde şefaate dünyadayken kendilerine eziyet
eden, kedilerini küfür, zındıklık, riya ve noksanlıklarla itham eden kimseye
şefaat etmekle başlamaları şeklinde5 dir. Bu, âhirette yakınlık ve
dileklerinin yerine getirilmesi açısından, evliyâullahın Allah katındaki
makamını gördüklerinde, utançlarını gidermek içindir. Dünyadayken bunu
bilmiyorlardı. Orada ise inkârcıların nefisleri mutmain olmakta ve o büyük
günde, evliyâullahtan kendilerine hâsıl olan korkuları gitmektedir.” Şöyle
demiştir: “Evliyâ dünyadayken iyilik eden ve 10 inananlara şefaat etmekle
başlamamaktadır. Zira iyilik eden kimse, önceden yaptığı iyilikten dolayı
mutmaindir. Onun yaptığı iyiliğin bizzat kendisi, kendisine yetecek ve Allah
katında kendisine şefaatçi olacaktır. Zaten iyiliğin karşılığı sadece iyilik
değil midir?”
Efendim
Ali el-Havvâs şöyle derdi: Fakir, Allah’tan dünyadayken ken15
disini söven,
zemmeden ve inkâr eden kimsenin kıyamette bağışlanması, utanmaması ve sövdüğü,
inkâr ettiği kimselerden korkmaması için af ve müsamaha istemedikçe kemâle
ermez. Bu makamda kulun göreceği bir tat ve kendilerine eziyet edip inkâr
edenlerden intikam alanların aksine bir ferahlık vardır. En doğrusunu Allah
bilir.
Cennet
ve Cehennemin Hak ve Âdem (aleyhisselâm) Yaratılmadan Önce
Yaratılmış Olduğunun Beyanı
Hakkındadır
[Bu
konu] daha önce kitabın âlemin hudûsu hakkındaki ikinci mebhasinde genişçe
geçmişti ve orada cennet ve cehennemin dünyanın yaratılışından dokuz bin sene
sonra yaratıldığını ve bu sebeple cennetin, dünyadan zikredilen süreden sonra
yaratılması itibariyle âhiret diye isimlendirildiğini zikretmiştik. Her ikisi
de mahlûktur ve ehli daha yaratılmadan önce onlar için hazırlanmışlardır. Her
mükellefin ameli evvelce cennet ve cehennem yurdundaki durumuna göre gelir.
Mutezilenin çoğunluğu, bu ikisinin (cennet ve cehennemin) ceza gününde
yaratılacağını iddia etmektedir. Onlara karşı delilimiz, “Muttakiler için hazırlanmış
olan”[229]
ve “Kâfirler için hazırlanmış olan”[230] âyetleri
gibi açık, sahih ve bunların ceza gününden önce yaratıldığına delâlet eden
naslar ile Âdem ve Havva kıssası, onların cennete yerleştirilmeleri, sonra
zelleden dolayı oradan çıkarılmaları ve şu hadisler gibi örneklerdir: “Müminin
kabrinde bir pencere açılır oradan cennete bakar, cennetin koku ve nimetleri
oradan kabre girer. Kâfir içinse cehenneme bakan bir pencere açılır ve oradan
hararet ve zehiri kabre girer.” hadisi ile “Yüce Allah Adn cennetini eliyle
yaratıp meyvelerini yaydığı ve nehirlerini akıttığı zaman ona ‘Konuş’ dedi. O
da ‘Müminler kurtuldu.’ demiştir.” Bu iki hadisi Buhârî ve başkaları
nakletmiştir. Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birçok hadiste
“Cenneti ve cehennemi gördüm.” demiş olması da buna delâlet eder.
Şeyh
Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir: “Cennet ve cehennemin her ikisi de
yaratılmıştır. Ancak dünya sona erinceye ve teklif zamanı bitinceye kadar
binası tamamlanmaz. Bunlar, meleğin hükümdarın bina ettiği yurdun suru
mesâbesindedir. O, daha sonra duvarları örer ve yapı tamamlanana kadar onu bina
etmeye devam eder. [İşte] bu ikisi (cennet-cehennem) de mükelleflerin hayır ve
şer şeklindeki amelleri ile bina edilmektedir. Dışarıdan sura bakan, inşâsının
bittiğini söyler, içeri girdiğinde ise mükelleflerin bu dünyada kalan amelleri
ölçüsünde, eksik olduğunu görür. Buna ‘Cennetin suyu tatlı, toprağı temizdir. O
boş bir düzlük olup 4)1 \l dİ \j 4 4)1
jl^_^ ile yeşerir.’ hadisi delildir. ‘Boş bir düzlük’, üzerinde hiçbir bina ve
ağaç bulunmayan yerdir. Yine hadiste ‘Yüce Allah, her gün on iki rekât namaz
kılan kimse için, cennette bir ev yapar. Mesela 4)1 jl^_^ diyen kimse için de
cennette bir ağaç diker.’ denilmiştir.” el-Macrîtî, Âdem’in içinden
çıkarıldığı cennetin, Allah Teâlâ’nın ilminde yer alan büyük cennet olmadığını
söylemiştir. “Burada Âdem’in isyan etmesi ve İblîs’in secde etmekten kaçınması
söz konusu olmaz. Zira burası hiçbir perde bulunmayan Allah Teâlâ’nın özel
mertebesidir. Sahibi perdelenmedikçe mâsiyetin meydana gelmeyeceği
bilinmektedir. O, yakut dağının üzerinde bulunan berzah cennetidir. Hesap ve
sırattan geçiş tamamlanmadan, hiçbir insan büyük cennete giremez.” Şöyle
demiştir: “Berzah cenneti, dünyadan görülür. Berzah ateşi de böyledir. Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Cenneti ve cehennemi bu makamımda gördüm.’
dediğinde, Seyyibü’s-Sevâib [putlar adına kurbanlıklar salıveren] Amr b.
Luhayy’i ve açlıktan ölünceye kadar kediyi hapseden kadını gördüğünü de
zikretmiştir. Oysa bunların şimdiye kadar büyük cehenneme girmedikleri ve
berzahta hapsedildikleri bilinmektedir.” Böyle demiş, düşün ve araştır. Bu iki
yurt hakkında biraz geniş bir şekilde bilgi vermek istiyorum. Zira bunlar,
önceki ve sonraki adamların tamamının durak mahallidir. Allah’ın izniyle şöyle
derim:
Şeyh
Muhyiddin 126. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki dünya yaratılış açısından
âhiretten daha tamamdır. Zira dünya temyiz, ihtilat ve teklif yurdudur, âhiret
ise sadece temyiz yurdudur. Orada dünyadaki gibi şeriat asla söz konusu
değildir. Sadece bir vakitte olur o da A‘râf ashabının secde etmeye davet
edilmeleri ve onların da secde etmeleri anıdır. Bu secde ile terazileri ağır
basar.” Bunu uzun uzadıya açıklamış ve sonra şöyle demiştir: “Bil ki Allah
Teâlâ annelerimize iyilik etmemizi ve onlara isyan etmememizi bize
emretmiştir. İnsanların çok azı bu edebi gözetir. Bilindiği gibi, dünya bizi
doğuran annemizdir. Bizden biri, Allah dünyaya lanet etsin dediğinde, hadiste
belirtildiği üzere dünya da ‘Rabb’ine âsi olana lânet etsin.’ der. Annesine
lânet eden şüphesiz bir şekilde ona isyan etmiştir. İnsan, ‘Allah, Rabb’ine âsi
olana lânet etsin.’ derken, onun edebini ve evlâdına olan düşkünlüğünü
düşünsün. Belirtmenin hükmüyle yahut onu ismiyle zikrederek kendisine lânet
edene lanet etmeye gücü yetmedi. İşte bu, annenin evlâdına olan şefkati ve
düşkünlüğüdür. Hadiste ‘Dünya müminin bineğidir; onunla hayra ulaşır ve onunla
şerden kurtulur.’ buyrulmuştur.
Onu, evlâtlarına olan şiddetli
düşkünlüğü ile nitelemesi, şerri ve ondan kaçınmayı onlara hatırlatması, hayrı
kendilerine süslemesi ve onları hayra sevk etmesidir. Onlarla yolculuk eder ve
onları şer yurdundan hayır yurduna taşır. Bütün bunlar “Şeraî” olarak
isimlendirilen, Allah Teâlâ’nın kendisine indirdiği ilâhî emirleri gözetmesinin
şiddetinden dolayıdır. Çocuklarının da saadete ermeleri için, bunları yerine
getirmeleri gerekir. Bizim durumumuz şaşılacak bir durumdur; nasıl annemizin
ahlâkına tâbi olmayız ve annemizin durduğu gibi Rabb’imizin sınırları önünde
durmayız? Her kulun annesinin hâlini gözetmesi gerekir. Çocuk, gözünü sadece
annesine açar ve sadece onu görür. Bu nedenle onu sever ve tabiî olarak ona
meyleder. Dünyanın ahlâklarından biri de çocuklarından birinin âhirete nisbet
edilmesinin kendisine kolay gelmemesidir. Zira onları doğuran âhiret değildir,
onların terbiyesi için yorulmamıştır da. Bizim ona karşı isyanlarımızdan biri
de şerleri, meşakkat ve zorlukları ona nispet etmemizdir. Oysa bunlar bizim
ahvâlimizdir onun ahvâli değil. Şer, onun değil, mükellefin fiilidir. Onun
için en şiddetli durumlardan biri de evlâtlarının yaptığı her hayrı sadece
dünyada yaptıkları hâlde, âhirete nispet etmeleridir.” Bunu uzun uzadıya
anlattı ve sonra da şöyle dedi: “O hâlde bilinir ki dünya evlâtlarına ulaşan ve
onlardan sâdır olan musibetin ecrinin sahibidir.”
Söze cehennem ateşinden -Allah bizi
ondan korusunbaşlayarak şöyle deriz: Ey kardeş, cehennemin mahlûkatın en
büyüklerinden olduğunu ve Allah Teâlâ’nın âhiretteki zindanı olduğunu bilesin.
Muattile, müşrikler, kâfirler ve münafıklar ebedî olarak, sonsuza kadar oraya
atılırlar. Yüce Allah “Cehennemi kâfirler için bir ceza kıldık.”[231]
buyurmaktadır. Mümin olup da büyük günah işleyenler ise Allah’ın dilediği kadar
cehenneme atılır ve sonra oradan çıkarılırlar. Ona cehennem denilmesi, dibinin
derinliğinden dolayıdır. Bir kuyunun dibi derin olduğunda ona “cehennem kuyusu”
denir. Şiddetli hararet ile soğuğu (zemheri) birlikte içine alır. Orada en son
noktasına kadar soğukluk da vardır. Üst noktasıyla alt noktası arasında yedi
yüz beş yıllık bir mesafe vardır. Onun hararetinin yakıcı bir hava olduğu,
insandan ve ilâh edinilen taşlardan başka herhangi bir közünün bulunmadığı
açıktır. Yüce Allah “Yakıtı insanlarla taşlardır.”[232]
buyurmaktadır. Yine “Artık onlar, o sapkınlar ve İblîs’in yandaşları toptan
tepetaklak cehenneme atılırlar.”[233] buyurmaktadır.
Dolayısıyla cinlerin onun alevi olduğunu ispatlamaktadır.
Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın
61. bâbında şöyle demiştir: Yüce Allah’ın cehennemde, oraya giren cin ve
insanların amellerine göre birtakım aletler yarattığını bilesin.” Şöyle
demiştir: “Yüce Allah onu boğa burcundan icat etmiştir. Bu nedenle onu câmus
(sığır) sûretine uygun bir sûrette yaratmıştır.” “Bunu keşfimde bu şekilde
gördüm ve orada 5 derekeye indim. Cinlerin orada sopalar yaptıkları bana
gösterildi.” demiştir. Ebu’l-Hakem b. Berrecân’ın da keşfinde bu şekilde
gördüğünü söylemiştir. Bazılarına bir yılan şeklinde temessül etmiş ve bu
sûretin Allah Teâlâ’nın cehennemi yarattığı sûret olduğunu sanmışlardır, böyle
değildir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Yüce Allah bunu yarattığı zaman,
Zuhal boğa; güneş ve ay ise yay burcundaydı. Diğer gezegenler ise oğlak
burcundaydı. Hararet ve soğukluğun onda olması hasebiyle orada açlık vardı.
Zira Sahîh-i Müslim’de ‘Acıktım, beni doyurmadın; hastalandım, beni
ziyaret etmedin, susadım bana su vermedin.’ şeklinde kaydedildiği üzere Yüce
Allah onu bu sözün tecellîsinden yaratmıştır. Bu nedenle cehennem -Allah bizi
ondan korusunaçlıktan yaratılmıştır.”
Şeyh şöyle demiştir: “Bu nedenle
zorbalara karşı zorbalık etmekte ve büyüklük taslayanların iflahını
kesmektedir. Allah’ın onda yarattığı ve oraya girenlerin karşılaştığı her türlü
elem, gazap sıfatından yaratılmıştır. Bunlar sadece cin ve insanlar oraya
girdiklerinde meydana çıkarlar. İçinde onun ehli olan hiç kimse olmadığı zaman,
ne onda ne de oradaki meleklerin kendilerinde herhangi bir elem söz konusu
değildir. Aksine o ve orada bulunan zebâniler, Allah’ın rahmeti içinde
nimetlenmekte, lezzetlenmekte ve kesintisiz bir şekilde Allah’ı tesbih etmektedirler.”
Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Şöyle demiştir: “Bize nakledilenlerin en
şaşılacak olanlarından biri de Resûlullah’ın bir gün ashabıyla mescitte
otururken, şiddetli bir gürültü işiterek ondan korkmalarıdır. Resûlullah
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Bu gürültünün ne olduğunu biliyor musunuz?’
demiş, onlar da ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir.’ cevabını vermişlerdir. Bunun
üzerine ‘Cehennemin üstünden yetmiş yıl önce atılan bir taş, daha yeni dibine
ulaştı.’ buyurmuştur. Dibine ulaşması ve oraya düşmesi işte bu sestir.
Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), henüz sözünü bitirmeden,
münafıklardan yetmiş yaşında ölen birinin evinden, bir bağırtı duyuldu. Bunun
üzerine Resûlullah ‘Allahü Ekber!’ dedi. Sahâbenin ileri gelenleri, söz konusu
taşın bu münafık olduğunu ve doğduğu zaman, her ne kadar bülûğa ermeden
mükellef sayılmıyorsa da Allah’ın ilminde sabit olan amellerinden dolayı
cehenneme atıldığını anladılar.
Böylece yaşı yetmişe ulaşınca onun
dibine düşmüş oldu. Yüce Allah Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt
katındadırlar.’465 buyurmaktadır. Allah’ın kendilerine işittirdiği
bu ses, ibret almaları ve üzerinde düşünmeleri içindir. Nübüvvet sözleri ne
kadar ilginç ve târifleri ne kadar incedir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
işaretleri ne kadar hassas, sözleri ne kadar tatlıdır.”
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Allah
Teâlâ’dan beni cehennem ve ehli hakkında bilgilendirmesini istedim, beni buna
muttali kıldı ben de onu ve yerini öğrendim. Şayet Resûlullah (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) kendisine sorulduğunda ‘Allah’ın’ ilminde dememiş olsaydı
yerini tayin ederdim. Ancak edep, onunla (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olan
makamını aşmamızı engellemiştir.” Şöyle demiştir: “Cehennemliklerin de
kendilerini saptıran sapıklık önderleri ve Allah bırakıp ibadet ettikleri
putlarıyla orada tartıştıklarını gördüm. Onların tartışmalarının şeklinin,
şer‘î mezhep erbabı ile sapık mezhep erbabının birbirinin delillerini iptal
etmek için yaptıkları tartışma gibi olduğunu gördüm. Ben, bizdeki mezhep
erbabının sapık mezheplerle tartışmalarını her gördüğümde, cehennemliklerin
kendi aralarındaki tartışmalarını hatırlarım. Rahmetin tamamını, teslimiyet,
nübüvvetten öğrenme, şeriatın hudutlarında durma, Resûlullah’ın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) hadisi ve müctehid imam ve ilmiyle amel eden âlimlerin
sözleri okunduğunda edebi gözetme ve onların sözleri okunduğunda sesi
yükseltmemede olduğunu gördüm.” Şöyle demiştir: “Allah beni ona muttali
kıldığında, oranın bir yurt olması hasebiyle ateşin derinliklerinde, Allah’ın
beni muttali kılmayı dilediği kadarını gördüm. Orada adı ‘Müzlime’ olan bir yer
gördüm, Allah’ın dilediği kadar onun içine indim. Orada her amelin ateşe yahut
her amelin nimete dönüştüğünü gördüm. Yine cehennemliklerin azabının gerçekte
cehennemden kaynaklanmadığını oradakilerin amellerinden olduğunu gördüm ve şu
şiiri söyledim:
Ateş sendendir ve amellerle
tutuşturulmakta /
Onu şimdi tutuşturduğun gibi
söndürürsün de
Sen tabiatınla ondan sürekli
uzaklaşmaktayken /
Sen sendeki her hâl ile onu inşa
etmektesin”
Dedim ki: Şeyh (rh.a) böyle söyledi.
Ancak şeriat ulemâsı, cennete girdiğini söylemenin küfür olduğunu
söylemişlerdir. Bunun kıyası, cehenneme girdiğini söylemenin hükmünün de aynı
şekilde olmasıdır. Düşün ve araştır. Belki de “indim” derken, daha önce
geçenlerin izah ettiği üzere “keşfen öğrendim” demek istemektedir. En
doğrusunu Allah bilir.
Böylece cehennemin ehli için bir
barınma yurdu ve bir zindan olduğu anlaşılmaktadır. Yüce Allah, dilediği zaman
orada çeşitli azaplar yaratmaktadır. Azapları Allah’tandır, onlar da bu azabın
mahallidirler. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Cehennemin yedi kapısı vardır ve
bunların tamamı açıktır. Sadece sekizinci kapı kapalıdır ve bu da rü’yetullahı
perdeleyen kapıdır. Bu kapı cehennemlikler için asla açılmaz.” Şöyle demiştir:
“Cehennemdeki bütün gezegenlerin cismi karanlık, yaratılışlarıysa büyüktür.
Güneş ve Ay da böyledir. Bu ikisinin doğuş ve batışı da daimidir. Cehennemin
güneşi doğmakta ancak aydınlatmamaktadır. Onun seyrinden meydana gelen oluşlar
da bu yurda yaraşır şekildedir.”
Soru: Cehennemin
sınırı nedir?
Cevap: Cehennemin
sınırı, hesap tamamlandıktan sonra sabit gezegenlerin yörüngesinin dibinden
esfel-i sâfilîne kadardır. Bunların tamamı cehennemi, orda hiçbir mahlûk
bulunmaması itibariyle, şu anda bulunduğu durumdan daha da genişletir. Şâri‘in
cennete döneceğini zikretmediği her mekân, cehenneme dönecektir. Yüce Allah
“Denizler kaynatıldığında”466 buyurmaktadır. Yani ateş
tutuşturulduğunda demektir. Yakıldığında tandırın tutuşmasından gelmektedir. Bu
sebeple İbn Ömer ve başkalarının deniz suyuyla temizlenmeyi câiz gördükleri
hâlde bununla abdest almayı mekruh gördüklerini söylemiştir. Bazıları “Teyemmüm
etmek deniz suyundan daha sevimli geliyor.” demişlerdir. Şeyh Muhyiddin “Keşif
ehlinin tamamı, şu anda tuzlu denizin ateşle tutuşturulduğunu görmektedir.”
demiştir.
Soru: Cehennemde
insanların en çok azap göreni kimdir?
Cevap: En
çok azap görecek olan İblîs’tir. Zira şirki ve her türlü mâsiyeti başlatan
odur.
Soru: İblîs
ateşten yaratılmıştır. Yüce Allah, onun azabını nasıl yaratıldığı şeyden
vermektedir?
Cevap: Allah
Teâlâ her şeye kâdirdir. Duyumlayan cismin hayatının nefese bağlı olduğunu
görmüyor musun? Asılmak veya boğulmak sûretiyle engellenirse tam aksi hâle
gelir, kalbe döner, onu yakar ve derhal ölür. Dolayısıyla hayatı da
nefesledir, ölümü de.
Soru: Onun
tabiatına zıt olan zemheriyle (şiddetli soğuk) azap edeceği bize
nakledilmiştir. Bununla haricinden mi dâhilinden mi azap eder?
Cevap: Zemheri
sadece onun zâtından gelir. Zira onun rükünlerinden biridir. Böylece zemheri
cüzü diğerlerine baskın gelir ve bu şekilde azap eder. Bu, dünyada insandaki
karışımın bir tanesinin diğerlerine galip gelmesi ve bundan elem duyması
gibidir. Doktor bunun dengelenmesini emreder. Şayet dengelenmezse ölebilir.
Özetle cehenneme giren herkes, su ve hava da dâhil olmak üzere kendisinin bütün
cüzleriyle azaba muhatab olur.
Soru: Cehennemin
tabakaları kaç tanedir?
Cevap: Yüz
tabakadır. Zira cennetteki mertebelerin karşılığıdır ve her tabaka özel bir
topluluğa mahsustur. Onların ilâhî gazaptan bir hâli ve özel elemleri vardır.
Soru: Cehennem
ehli olan kimseler kaç kısımdır?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 62. bâbında dediği üzere “Bunlar dört kısımdır. Bu dört
kısım özellikle mücrimlerle ilgilidir. Yüce Allah ‘Ve ‘Ey günahkârlar! Siz
bugün şöyle ayrılın!’ (denir.)’467 buyurmaktadır. Yani cehennemde
kalmaya ehil olduları için ‘hak edenler’ anlamındadır.” Bunlar asla oradan
çıkıp cennete girmezler. Birinci kısım Firavun, Nemrûd, Ebû Leheb ve benzerleri
gibi, Allah’ın emrine karşı büyüklük taslayanlardır. İkincisi Allah’la birlikte
başka ilâhlar edinen müşriklerdir. Üçüncüsü bütün ilâhları reddeden
muattıladır. Âlem için ve âlemden bir ilâhın olmadığını kabul etmişlerdir.
Dördüncüsü bu üç kısımdan olup üzerlerindeki tahakkümün baskısı nedeniyle
canları, malları ve çocukları için korkarak görünürde müslüman olduğunu iddia
eden münafıklardır. Gerçekte ise onlar söz konusu üç grubun itikadı
üzeredirler. Bu dört gruba mensup olan insan ve cinler asla cehennemden
çıkarılmazlar.
Şöyle dedim:
Allah’a yemin ederim ki Şeyh’in, Firavun’un imanını kabul ettiğini söyleyenler,
yalan söylemekte ve iftira etmektedirler. Şayet bunu söylemiş olsaydı, burada
açık bir şekilde onun asla ve asla cehennemden çıkarılmayacak kimselerden
olduğunu söylemezdi. O hâlde bu, ya önsözde belirtildiği gibi, onun eserlerine
sokuşturulmuştur (medsûs) ya da Şeyh, Firavun’un imanını kabul eden Kâdî
Ebûbekir el-Bâkıllânî’ye tâbi olmuştur. el-Bâkıllânî Firavun’un imanını kabul
ettiğini söylemiştir. Zira Allah Teâlâ’dan onun İsrâiloğullarının kendisiyle
iman ettiği kelime-i tevhidi ve “Ben müslümanlardanım.” dediği nakledilmiştir.
Bundan sonra O’ndan bunu nakzeden bir
şey gelmemiştir. İmamların tamamının icmâı, onun imanının olmadığı şeklindedir.
Sakın ha, Şeyh Muhyiddin’in Firavun’un imanını kabul ettiğini ve icmâın dışına
çıktığını söyleme! Özellikle el-Fütûhât onun son dönem eserlerindendir.
Zira vefatından yaklaşık olarak beş yıl önce onu tamamlamıştır. En doğrusunu
Allah bilir.
Soru: Cehennemde
de cennetteki gibi, hiçbir amelin karşılığı olmayan özel bir tabaka var mıdır?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 62. bâbında dediği gibi, cennette var olan ilâhî bir
ihtisas tabakası cehennemde yoktur, özel bir azap da söz konusu değildir. Zira
Yüce Allah’ın dilediğine özel olarak rahmetini bahşettiğini haber verdiği gibi,
azabını da dilediğine verdiğine dair herhangi bir bilgi sahibi değiliz. Cennet
ehlinin amellerine karşılık ve amellerinin karşılığı olmaksızın özel (ihtisas)
cennetlerinde nimetlenmelerinin aksine cehennem ehli sadece işledikleri
amellere karşılık azap görürler. Zira cennet, Allah Teâlâ’nın izniyle ileride
cennet meselesinde açıklanacağı üzere; ameller cenneti, ihtisas cenneti ve
miras cenneti olmak üzere üç kısımdır. O’nun cehennemliklere işlediklerinden
başka bir azap vermemesi O’nun lutuf ve ikramı kapsamındadır. O’nun “Azap
üstüne azaplarını artırdık.”[234]
âyeti, “Onlara ağırlıklarını ve ağırlıklarıyla beraber başka ağırlıklar
yükleyeceğiz.”[235]
âyetinde işaret edilen, saptırmanın önderleridir. Onlar, halkı saptıran ve
zihinlerinde saptırıcı şüpheler oluşturarak, bununla onları doğru yoldan
alıkoyanlardır. Dolayısıyla cehennemde sadece hak ettikleri tabakalara
inerler. Zira saptırmak da onların ameli cümlesinden sayılır. Cennetlikler de
kâfirler gibi cennette amelleriyle hak ettikleri yere inerler. Ancak onlara ek
olarak miras ve ihtisas menzilleri de verilir.
Soru: Cehennemliklerin
dört kısma ayrıldığı nereden gelmektedir?
Cevap: Zira
Yüce Allah, İblîs’in önümüzden, ardımızdan, sağımızdan ve solumuzdan bize
yanaştığını haber vermiştir. Hiç kimse onun vasıtası olmadan cehenneme giremez.
Müşriğe önünden, mütekebbire sağından, münafığa solundan ve muattile ise
ardından gelir.
Soru: Bu
özel cihetlerden gelişin hikmeti nedir?
Cevap: Buradaki
hikmet açıktır. Müşriğe önünden gelir. Zira müşrik, gözlerinin önündeki gaybet
cihetini görür. Allah’ın varlığını ispat eder ve onu inkâr edemez. İblîs de
onun Allah’a ulûhiyetinde, gördüğü ve müşâhe5 de
ettiği bir şeyi ortak koşmasını sağlar. Mütekebbire sağ taraftan yanaşır. Zira
sağ, kuvvetin mahallidir. Zaten kendi nefsinde tahsis edilen kuvvetten dolayı
kibirlenmektedir. Münafığaysa en zayıf cihet olan sol taraftan yanaşır.
Normalde sol, sağdan nasıl daha zayıfsa münafık da en zayıf gruptur. Bu nedenle
cehennemin en alt tabakasındadır. Onun amel defteri de so10
lundan
verilecektir. Muattileye de nazar ciheti olmayan arka cihetten yanaşır. İblîs
ona “Hiçbir şey yoktur.” der. İşte bu, İblîs’in özel olarak geldiği cihetlerin
hikmet yönüdür.
Şeyh şöyle demiştir: “Bu dört gruptan
her biri için, cehennem kapılarının her birinden taksim edilmiş bir parça
vardır. Bunlar, onların azap 15 menzilleridir.
Zira bu dört grubu yedi kapıyla çarptığın zaman, yirmi sekiz menzil çıkar; bu,
ay ve diğer hareketli gezegenlerin menzil sayısıdır. Bu gezegenlerin
hareketlerinden, Allah’ın kelimeleri oluşturduğu ve âlemde küfürle imanı açığa
çıkardığı yirmi sekiz harf oluşmuştur. Bunlarla her bir şahıs içinde sakladığı
iman, küfür, yalan veya doğruluk gibi 20 şeyleri
ifade eder ki böylece Allah Teâlâ’nın kullarına, telaffuz ettikleriyle hücceti
olsun.
Soru: Cehennemin
kapılarının adı nedir ve bunlardan girecek taifeler hangileridir?
Cevap: İsimleri
Cehîm, Sakar, Sa‘îr, Hutame, Lezâ, Hâmiye ve Hâ25 viye
kapıları şeklindedir. Bu kapılar, arkasında kendisi için hazırlanmış olan şeyin
sıfatlarıyla isimlendirilmişlerdir. Her kapıdan girecek taifenin belirlenmesi
ise Kur’ân’da açıklanmıştır. Yüce Allah Cehîm ehli hakkında “Onlar yargı
gününü asılsız sayanlardır.”[236],
Sakar ehli hakkında “Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Onlar şöyle cevap
verirler: ‘Biz namaz 30 kılanlardan değildik;
yoksulu doyurmuyorduk; (günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk.’”[237],
Sa‘îr ehli hakkında “Onları şeytanlara atılan taşlar yaptık ve (âhirette de)
onlara alevli ateş azabını hazırladık.”[238], Hutame
ehli hakkında Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet toplamış ve onu
sayıp durmuş olan herkesin vay hâline!”[239]’dan
sonuna kadar buyurmuştur. Lezâ ehli hakkında “Haktan yüz çevirip uzaklaşmak
isteyeni ve mal toplayıp üstüne oturanı kendine çağırır.”[240],
Cehennem ehli hakkında “Rablerini inkâr edenlere cehennem azabı vardır.”[241]
ve Hâviye ehli hakkında ise “Ama kimin de tartıları hafif gelirse; onu
kucaklayacak olan haviyedir.”[242]
buyurmuştur. Efendim Şeyh Abdülazîz ed-Dîrînî (rh.a), tertip ile bu kapılar
hakkında şiir nazm etmiştir:
Cehennem ve Lezâ; Hutame ikisinin
arasında /
Sonra Sa‘îr; her türlü aşağılık ise
Sakarda
Bundan sonra Cehîm, sonra da Hâviye /
Sürekli onları çeker, rahmetten uzak olsun
yuvarlanan ona
Soru: Hak
Teâlâ celâline yaraşır bir şekilde, kıyamette bulut gölgeleri içerisinde
geldiği zaman, cehennem nerede olur?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ın 64. bâbında dediği üzere “Cehennem sol tarafta olur. Zira
Allah’ın gelmesi, perdenin açılmasıdır. Bu ‘Hükümdar geldi, askerlerin önüne
çıktı ve askerler de onu gördüler.’ denilmesindeki gibidir. Yüce Allah
kendisini ‘Din gününün meliki’ olarak isimlendirmiştir. O, söz konusu günde
bütün insanlar toplanır. Ne fenâ gündür o! Sonra göklerden inen melekler,
bütün insanların etrafını kuşatacak şekilde yedi saf olarak saf olurlar.
İnsanlara cehennemi kızgınlık ve feveran eder bir hâlde gösterdiğinde, tamamı
gördüklerinin büyüklüğünden dolayı korku ve panik içerisinde kaçarlar. Bu büyük
korkudur. Zira bundan başka daha büyük bir toplantı, kesinlikle söz konusu
değildir. Bu korkudan sadece, Allah’ın haklarında ‘Büyük korku onları üzmez.’
buyurduğu kimseler selâmette olurlar. Bunlar, kendilerinden emin olanlardır.
Ancak peygamberler, Allah’ın kendilerine verdiği tabiî şefkatten dolayı
ümmetleri hakkında korkarlar. Onların kâmil olan vârislerinden Allah Teâlâ’ya
davet eden herkes de böyledir. O gün tamamı ‘Allahım, kurtar kurtar!’ der.”
Şöyle demiştir: “Yüce Allah, emin olanlar için durak yerinde, menzillerine göre
derece derece nûrdan minberler nasbeder. Emin olarak ve birbirlerini
müjdeleyerek üzerinde otururlar.
Bu, Rab Teâlâ’nın celâline yaraşır bir
şekilde gelişinden öncedir. İnsanlar cehennemden korkarak kaçtığında
göklerdeki melekleri saf saf görürler, onları aşamazlar. Melekler onları atacak
ve milletleri mahşere çağıracaklardır. Peygamberler de ‘dönün, dönün’ diye
çağrıda bulunacak, bir kısmı diğerlerini çağıracaktır. Buna ‘Ey kavmim! Sizin
hakkınızda, insanların çığrışacağı günden korkuyorum. Öyle bir gün ki arkanızı
dönüp kaçarsınız.’477 âyetlerinde işaret edilmiştir. Daha sonra Hak
Teâlâ tarafından çağrı yapılır.”
Şeyh Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir:
“Bu nidânın Hak Teâlâ’nın bizzat kendisinden mi yoksa O’nun emrinden mi
olduğunu bilmiyorum. Bu nidâda ‘Ey burada duranlar! Bugün kimin daha çok kerem
sahibi olduğunu öğreneceksiniz.’ diyecektir. Sonra ‘Yanları üzerinde
yataklarda yatmayıp kalkıp namaz kılanlar nerede!’ diye seslenir. Onlar ayağa
kalkarlar, sayıları azdır. Daha sonra ikincisinde ‘Ticaret ve alışverişin
kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoymadığı kimseler nerede!’ diye seslenir.
Üçüncüsünde ‘Allah’a verdikleri söze sadık kalanlar nerede!’ diye seslenir. Bu
üç grubun cennete girmeleri emredildiğinde; cehennemden iki gözü, beliğ ve
fasih bir dili olan bir boyun çıkar. Duruşma yerinde bulunan insanların
huzuruna çıktığı zaman, daha önce cennetlikler hakkında birinci nidâda
denildiği gibi ‘Ey duruşma ehli, bugün sizden üç gruba vekil oldum.’ der.” Şeyh
şöyle demiştir: “Bunların tamamı hesaptan önce ve insanlar ayakta, tere
boğulmuş ve bu yaşananlardan dolayı kalplerin çarptığı şiddetli bir korku
içindeyken olur.” Şöyle demiştir: “Daha sonra bu boyun ateşten çıkıp insanların
huzuruna vardığında ‘Bütün inatçı zorbaların vekiliyim.’ der ve zorbaları
saflar arasından alır. Onlardan hiçbiri kalmayınca, ikinci olarak ‘Allah ve
resulüne eziyet edenlerin vekiliyim.’ der ve onları da alır. Sonra üçüncü
olarak ‘Allah’ın yarattığı gibi yaratmaya kalkışanların vekiliyim.’ der ve
resim ve heykelcilerin tamamını alır. Bunlar Allah’ın (cc) ‘Ellerinizle
yonttuklarınıza ibadet ediyorsunuz.’ buyurduğu, kiliselerde O’ndan başkasına
ibadet için sûretler tasvir eden kimselerdir. Allah’tan (cc) başkasına ibadet
etsinler diye ağaç ve taşları yontarlar. Bunlar, hadiste kendilerine
‘Musavvirûn/tasvir yapanlar’ denilenlerdir. Onları safların arasından alırlar.
Yüce Allah onların tamamını alıp, geride ibadet etme kastı olmadan tasvir
yapanlar kalınca, Buhârî’nin naklettiği üzere, onlardan bu tasvirlere can
vermek üzere ruh üflemeleri istenir. Oysa onlar can veremezler.”
Şöyle dedim:
İbadet edilmezse bile canlı tasvirlerinin haram olduğu açıktır. En doğrusunu
Allah bilir. el-MenhecÜl-Mübîn isimli eserimizin sonlarında, kıyamet
gününde her biri bin yıl olan elli durağın olduğuna dair hadisi zikrettik.
Oraya bak. Şu anda kendisinden gafil olduğumuz ancak başları ağartan ve
yürekleri eriten şeyi görürsün. Allah’tan İslâm üzere ölmeyi isteriz. Âmin.
Soru: Cennetliklerin
bekleme çimenliğindeki (merc) ziyafette yiyecekleri daha çok balık ciğeridir.
Cehennemliklerin cehenneme girmeden önceki yiyecekleri nedir?
Cevap: Şeyh’in
64. bâbda dediği üzere “Onların bekleme yerindeki yiyecekleri, bedenin diğer
kirlerinin de biriktiği yer olan öküzün dalağıdır. Bu, ciğerin verdiği bozuk
kandır. Bu dalak cehennemliklere verilir ve onlar da bunu yerler. Öküzün turâbî
(karasal) olduğu ve tabiatının soğukluk ve kuruluk olduğu bilinmektedir.
Cehennem de daha önce geçtiği üzere camız sûretindedir. Mezkûr dalak, içinde
bulunan kan nedeniyle ki böylece cehennem halkı ölmez ve [yine] içinde bulunan
beden kirleri ve fasit-acı kan sebebiyle ki böylece onlar hayat bulmaz ve
nimetlenmez, cehennemliklerle kuvvetli bir münasebet içindedir. Cennetliklerin
ziyafetinin aksine bu yeme, kendilerine sadece hastalık ve maraz bırakır. Oysa
cennetliklerin ki daha çok balık ciğeridir ve balık, cennete uygun olan hayat
unsurundan, bir su ve deniz canlısıdır. Ciğer, kan yuvası, kan hayat kaynağı,
hayatsa sıcak ve nemlidir. Bu kanın buharı, bedenin hayatının kendisine bağlı
olduğu canlı (hayvânî) ruh denilen nefestir. Bu, cennetliklerin kalıcı nimet
içinde dâimî hayat ile müjdelenmesidir. Bu Allah’ın lutfudur ve dilediğine
verir.
Soru: Allah
Teâlâ’nın kâfirleri değil de sadece muvahhid olan âsileri cehennemde
öldürmesinin sebebi nedir?
Cevap: Bunun
sebebi, Allah’ın, hamd ile O’nu tesbih eden ve O’na itaat eden organlara
ikramıdır. Ancak onlarda, kötülüğü idare eden nefsin baskısı altında kalmaları
nedeniyle muhalefet meydana gelmiştir. İsyan ettikleri için onlara azap edilir,
Allah Teâlâ’yı birledikleri için de oradan çıkarılırlar. Zira cehennemin
kendisi, herhangi bir muvahhidin orada ebedî kalmasını kabul etmez. Ayrıca
âsilerin organları, öldükten sonra, Allah’tan bir lutuf olarak, bahşettiği şefaatle
[oradan] çıkıncaya kadar herhangi bir elem hissetmezler. Oysa kâfirlerin
organları, azabı tatsınlar diye asla ölmezler.
Bu, onların işledikleri küfrün onlarla
birlikte olması ve onlardan ayrılmaması nedeniyledir. Şayet onlar sürekli
olarak kalsalardı kâfir olarak kalırlardı. Buna bağlı olarak niyetleri
itibariyle cehennemde ebedî kalacaklardır. Muvahhidlerin âsileri ise, isyan
ettiklerinde nefislerinde sıkıntı ve akabinde pişmanlık duyarlar. Bunun izahı
Şeyh’in el-Fütûhât’ın 300. bâbının devamında dediği üzere şöyledir:
“İnsan cesedinin tamamı, tabiatı itibariyle Allah’a itaat eder ve O’nun
azabından korkar. Kulun mâsiyete yönelttiği bütün organlar ‘Yapma, beni
Allah’ın haram kıldığı şeye gönderme. Ben, senin aleyhinde şahitlik ederim.’
diye ona çağrıda bulunur ve Allah Teâlâ’dan [kendisini] bu fiilden berî
kılınmasını diler. Kuldaki her kuvvet ve organ bu konumdadır, kardeşlerine
‘Mâsiyet işlemeyin.’ diye seslenir.”
Soru: Yüce
Allah, bu dünyada ateşle dağlamayı (ütüleme), ateşten daha şiddetli olan bir
elemi defetme aracı kılmıştır. Muvahhidlerin cehennemde yanmaları da yanmaktan
daha şiddetli olan bir elemi defetmek için midir?
Cevap: Evet,
muvahhidlerin ateşte yanmaları, ondan daha şiddetli olan Allah’ın ebedî
gazabını defetmek içindir. Allah’ın gazabının, ancak onların ateşle
yanmalarıyla durmasının benzeri, insanın çocuğu ya da kölesini dövmesi sonra
da ondan razı olmasıdır. Bu Allah Teâlâ’nın muvahhidlere olan rahmeti
kapsamındadır. Bu anlamda bazıları ‘Müslüman olarak öl, gerisi önemli değil.’
demişlerdir. Oysa müşriklerin azabı kesintisizdir. Makbul bir tövbe ile ölmeyen
muvahhidlerin büyük günah işleyenleri için ateş, dünyada ateşle dağlama
gibidir. Bu nedenle onların cehennemden korkmuş olarak çıkarılacakları ve
cennetin kapısındaki bir nehire atılacakları nakledilmiştir. Bu durum, ateşle
dağlanan kimsenin âfiyete kavuşmasının benzeridir. Şeyh, el-Fütûhât’ın
88. bâbında bunu zikrederek şöyle demiştir: “Bunların tamamı, dünyadaki hadler
gibi, ateşin koruyucu kılınmasına bağlıdır. Yüce Allah bunu âhiret azabı için
bir koruma aracı kılmıştır. Bu nedenle kefâret olarak isimlendirilmiştir.
Küfür, örtmedir. Bu da âhiret azabını âsiye örter. Bu nedenle ‘Allah ve Resulü
ile savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmak için uğraşanların cezası’478
âyeti hakkında ‘Bununla kastedilen muvahhidler değil, kâfirlerdir.’ dedik.
Zira Yüce Allah, onları dünyada
öldürme, asma, el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi şeklinde cezalandırınca,
bu cezaları, muvahhidler için hadleri kefâret kıldığı gibi, onlar için kefâret
kılmamıştır. Aksine ‘Bu, onların dünyada uğradıkları aşağılayıcı cezadır.
Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.’479 buyurmuştur. Bu
ise sadece kâfirler için olur. Zira büyük azap, daha önce geçtiği üzere
muvahhidlerin büyük günah işleyenleri hakkında olanın aksine, zâhir ve bâtını
kuşatandır. Yüce Allah, onları ateşte kömür gibi yanıncaya kadar öldürür.
Ölümlerinde azabı hissetmedikleri zaman, büyük azaptan pay almamış olurlar.
Zira onlar taşlar gibi, ateşte yanmışlardır. Sonra taşların içinde ortaya çıkan
ateş, bu taşların vasıtasıyla içinde menfaat bulunan başka bir şey yapar. Bu,
tencerenin altındaki ateşin, tencerenin içinde bulunan ve pişmediği takdirde
yenilmeyen şeyleri pişirerek fayda sağlaması gibidir. Bunu anladığın zaman,
cennet yerinin altında bulunan ateşin tesirinin hikmetini de bilirsin. Zira o
cennetteki meyvelerin olgunlaşma ve ıslahına yönelik tesirini sağlar. Cennet
yerinin tabanı, cehennemin tavanıdır. Güneş, ay ve yıldızların tamamı
cehennemdedir. Burada eşyada alçaltarak yaptıklarını orada yükselterek yapar.
Cennet yerinin tamamının misk ve içinde bulunan ateşten dolayı tabiatı
itibariyle sıcak olduğuna baksana! Cennetteki bütün ağaçlar da bu misk
toprağına dikilmiştir. Bu içindeki tabiî hararetten dolayı, dünyadaki nebâtâtın
altına gübre konmasının gerekli olması gibidir. Zira o, çürüktür; hararet de
çürüklüğü kabul eden cisimlerin çürümesini sağlar.
Soru: Cehennemlikler
de cennetliklerin yaptığı gibi, cehennemde diledikleri yere yerleşebilirler mi,
yoksa [belirli] mekânlardan ayrılmayıp [orada] mahpus mu kalırlar?
Cevap: Şeyh’in
343. bâbda dediği üzere, “Cehennemlikler diledikleri gibi yerleşmez ve
[belirli] yerlerinde mahpusturlar ve oradan ayrılmazlar. Bunun izahı şudur:
Şayet diledikleri yere yerleşmeleri söz konusu olsaydı derileri alışıp
olgunlaşıncaya kadar yerleşemezlerdi. Yerleşmelerinin olmaması Allah’tan
hissetmedikleri gizli bir rahmettir. Zira alışılmış olan azap, yeni azaba
tercih edilir. Şayet bir mekândan başka bir mekâna intikal etselerdi intikal
ettikleri her mekânda yeni derileri alışıp olgunlaşıncaya kadar yeni bir azap
tadarlardı. Bu da azabın en şiddetlisidir.”
Soru: Cehennemliklerin
yerleşmediklerine dair Kur’ân’dan delil nedir?
Cevap: Bunun
delili “Biz cehennemi kâfirler için ebedî bir ceza yeri yaptık”480
meâlindeki âyettir. Yani “zindan kıldık.” Çünkü zindandakinin, tasarrufta
bulunması engellenmiştir. Yüce Allah, dünyada kâfirlerin tuzağını hiç
anlamadıkları bir şekilde nasıl bozduysa âhirette de onlara anlamadıkları bir
şekilde merhamet ederek yerleşmelerini engellemiştir. Bunun benzeri, vâlînin
evinde dövülen kimsedir. Öncelikle acıyı hisseder, daha sonra âzaları
uyuştuğunda acı hissi yok olur. Bu hafif ceza hissizlikten kaynaklanır. İşte
bu Allah’ın gazabından önce gelen rahmetinin, cehennemlikler hakkında bazı
zamanlarda tezahür etmesidir.
Soru: Cennetliklerin
ziyaretleştiği gibi, cehennemlikler de ziyaretleşir mi?
Cevap: Evet,
ziyaretleşirler. Ancak sadece her tabakada bulunan o tabakadakilerle
ziyaretleşir. Söz gelimi sıcakta kalanlar (mahrûr) birbirlerini, soğukta
kalanlar (makrûr) da birbirlerini ziyaret eder. Sıcakta kalanların,
soğuktakileri ziyaret etmesi de tersi de söz konusu değildir. 343. bâbda
düalistler (seneviyye) ve teslîsçilerin azabı hakkında uzun değerlendirmelerde
bulunulmuştur.
Soru: Beyhakî’nin
naklettiği “Ümmetim, rahmet edilmiş bir ümmettir. Onlar için âhirette herhangi
bir azap söz konusu değildir. Onların azabı, dünyada zelzele, belâ, fitne ve
sıkıntılardır.” hadisinde Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) muradı
nedir? Başka bir rivayette ise “Ümmetimin azabı dünyalarındadır.” şeklindedir.
Durum böyleyse cehenneme giren muvahhid grubu nerede?
Cevap: Şeyh’in
344. bâbda dediği üzere “Âhirette onlar için bir azabın olmamasıyla kastedilen,
sonsuz azaptır. Bunun delili nakledilen sahih hadislerdir. Buna göre daha önce
geçtiği üzere bu ümmetin muvahhidlerinden cehenneme girenler, Allah Teâlâ’nın
bir rahmeti olarak ateşin kendilerinden yediğini hissetmemeleri için
öldürülürler. Bu, elem duyan nefislerin mümin ve muvahhid olmaları
sebebiyledir. İman ve tevhid ise elem ve azabın sonsuza kadar devam etmesini
engeller. Yakılıp kömür hâline geldiklerinde ölü hâldedirler. Ölü de kendisine
yapılanları hissetmez. Yakıldığını bildiği tasavvur edilse bile bunu hissetmez.
Zira kul her bildiğini hissetmez.
Bu nedenle her ne kadar cehenneme
girseler de muvahhidlerden azabın kaldırılması gerekir. Bu, ilâhî kelimenin
gerçekleşmesi içindir. Dolayısıyla ömründe tek bir defa bile ‘Lâilâhe illâllah
Muhammedün resûlullah’ diyen ve bunun üzerine ölen bir kimse cehennemde kalmaz.
Soru: Yüce
Allah’ın azabı tattıklarında cehennem halkı hakkındaki “Yoksa geri
gönderilseler bile yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir.”[243]
âyetinin anlamı nedir? Oysa onlar yalanlayanların tasdik ettikleri bir
mahaldedir şöyle demişlerdir “Rabb’imiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan
tamamen başka, rızâna uygun işler yapalım.”[244]
Cevap: Onların,
içinde bulundukları hâlde, lisan-ı hâl ile “Rabb’imiz! Bizi çıkar da yapmış
olduklarımızdan tamamen başka, rızâna uygun işler yapalım.” demeleri, dünyaya
döndüklerinde de bu hâlin devam edeceğini zannettikleri içindir. Oysa devam
etmez. Onlar dünyaya dönseler bile iki kabza (tutam) hükmüyle dönerler ki bu
onların şakîlerin ameliyle amel etmeleridir. Onların saîdlerin ameliyle amel
etmelerine imkân vermez. Bunun izahı, Şeyh’in 354. bâbda dediği gibidir: “Yüce
Allah, insanı unutma ve gafleti kabul eden bir mizaç üzerine yaratmıştır. Aynı
şekilde bulunulan duruma göre bunun zıddını da kabul etmeye yatkındır. Allah
Teâlâ, yaratılışları itibariyle onların döndürülmüş olsalardı yasaklandıkları
şeye döneceklerini ve dünyaya ancak bu tabiatla döneceklerini bilmektedir.
Dolayısıyla tattıkları azabı unuturlar. ‘Keşke dönsek ve Rabb’imizin
âyetlerini yalanlamayız ve müminlerden olurduk.’[245] şeklindeki
sözlerini ancak içinde bulundukları tabiatın lisanıyla söylemişlerdir. Zira
onlar ateşte edindikleri ilim ve zevkin kendilerinde daimi olacağını düşünmüşlerdir.
Eğer bu ilim ve zevk onlarda daimi olsaydı dünyaya döndürüldükleri zaman
neyhedildikleri şeylere dönmezlerdi. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ‘Kıyamette dünyadakilerin nimetleri verilir, ateşe bir defa daldırılır
ve kendisine ‘Herhangi bir nimet gördün mü?’ denilir. O ‘Allah’a yemin olsun ki
hayır.’ der’ hadisine baksana! Oysa onun dünyadayken nimet gördüğü
bilinmektedir. Ancak o nimetle ilgili şu andaki hâlin delili, kendisine
unutturulmuştur. Aynı şekilde sefaletteki adam hakkında da nakledilmiştir.
Cennete bir defa daldırıldığında, kendisine ‘Sefalet içinde herhangi bir gün
gördün mü?’ denilir.
O da ‘Hayır, Allah’a yemin ederim ki
sefalet içinde hiçbir gün görmedim.’ der.” Bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir
“Dolayısıyla bütün müminlerin, kendilerinden bir topluluk hakkındaki vaîdin
yerine getirileceğini bildikleri anlaşılmaktadır. Ancak bunların kim olduğu
belli değildir. Zira onlardan biri için dünyadayken ceza belirlenseydi ve o da
kendinin vaîdin infaz edileceği kimse olduğunu bilseydi ona sebep olan şeye
asla yaklaşmazdı.”
Soru: Âsi
muvahhidler arasından en çok cehennemde kalacak olan kimdir?
Cevap: Şeyh
369. bâbın ilimleri bağlamında şu ifadelerle zikretmiştir: “Yüce Allah,
cehennemde en çok kalacak olan kimsenin müddetini bana bildirmedi. Ancak biz
‘Süresi elli bin yıl olan bir günde’[246]
âyetinden, orada kalanların sonuncusunun, bu kadar orada kalacağını
çıkarıyoruz.” Şöyle demiştir: “Biz elli bin yılın tamamını yakîn üzere
bilmiyoruz. Bu miktar büyük günah işleyen muvahhidlere yönelik hadlerin
uygulama süresidir.” Yine “Bütün bunlar kıyamettedir ve ehlinden başkası için
ebedî değildir. Kıyamet günü bittiğinde, muvahhidlerden hiçbiri ebedî olarak
cehennemde kalmaz. Allah’ın âsilerin cehennemde tam olarak kalış süresine
muttali kıldığı kişiye rahmet olsun. Onu bu kitaba eklesin. Ben sadece
detaylandırmadan mücmel olarak bildim.” demiştir.
Soru: “O
gün, cehennem getirildiğinde”[247]
âyetinin anlamı nedir? Neden bizzat kendisi zamanı geldiğinde, ehline gelmedi?
Cevap: Hak
Teâlâ, onun kullardan intikam alma sebepleri hakkındaki bilgisine rağmen, onu
bizzat gelmekle nitelememiştir. Zira Allah Teâlâ, onun yaratılışına, Allah’ın
rahmetinin her şeyi kuşattığı bilgisini yerleştirmiştir. İşte onun içinde
saklı bulunan rahmet, onu aceleyle gelmekten alıkoymuştur. Onun kendisi sadece
Allah’ı hamd ile tespih etme ve O’nun iradesine boyun eğme üzeredir. Ayrıca
cehenneme girmeyen kimseye Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği ve hakkında bilgi
sahibi olmadığı nimeti bildirmek, cehenneme giren kimseye de ancak müstehak
olduğu için oraya girdiğini göstermek için cehennem getirilmiştir. Cehennem bu
kimseyi mıknatısın demiri çektiği gibi bir özellikle kendine çeker. Bu,
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ben sizi cehennemden
uzaklaştırmak istiyorum, sizse yatağa girer gibi oraya atlıyorsunuz.” hadisinde
ifade edilmiştir.
Soru: Cehennemliklerin
herhangi bir vakitte nimete ermeleri söz konusu mudur?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât:m 20. bâbında dediği gibi “Evet, cehennemliklerin
nimetlerden bir payı vardır. Ancak bu nimetin şekli, onların azapta olduklarını
unutmalarıdır. Aynı şekilde azabın şiddetinden payları da bu beklemeleridir;
zira bundan kurtuluş yoktur. Allah Teâlâ’dan gelen haberlere göre, azabın
kesintiye uğraması söz konusu değildir. Bir baygınlık hâlinden diğerine, bir
ayıklık hâlinden diğerine azapları devam eder. Baygınlık hâlinde mutahayyel
(hayal edilen) azap, ayıklık hâlinde ise mahsûs (duyulur) azapla azaba
uğratılırlar. Baygınlık zamanı bazen on bin yıl uzar. Ayıklık zamanı da bazen
uzar ve on beş bin yıl azap görürler. Sonsuza kadar bu şekilde devam eder.
Böylece cehennemlikler için en şiddetli azabın, nefislerindeki tevehhümler
olduğu anlaşılmış oldu. Onlar, içinde bulundukları durumdan daha şiddetli bir
azabı asla tevehhüm etmezler. Zaten o anda da onların içinde bu yok mudur?”
Soru: Cehennemlikler
için uyku var mıdır?
Cevap: Onların
uyuması söz konusu değildir. Uyku sadece bu ümmetin muvahhid olan âsilerine
hastır. Bu, onların cehennemde iken bazı vakitlerde nimetlenmeleri ve
dinlenmeleri miktarıdır. Ayrıca muvahhidlerin âsileri uyudukları zaman
nimetleri, uykularında güzel rüya görmektir. Söz gelimi kendisini cehennemden
çıkarken ve cennete girerken ve [kendisini] dost ve akrabalarıyla birlikte
büyük bir sevinç içinde, yerken, içerken ve cimâ ederken görür. Uyanınca, dünya
ehlinde vâki olduğu gibi, hiçbir şeyin olmadığını görür. Muvahhidlerin
cehennemliklerinin bir kısmı da rüyada kötü şeyler görür. Rüyasında kendisine
azap edilir. Kendisini sefalet, zorluk, ceza ve dikenli yatakta görmek gibi
şeyler görür. Allah’tan âfiyet dileriz.
Soru: İblîs’in
dört tabaka olan ateşin orta tabakasında olduğuna dair bilgiler bize geldi. Bu
durum, onun azabının hafifletilmesi demek değil midir?
Cevap: Bu,
azabın hafifletilmesi için değildir. Bu, kapsama ve içine alma açısındandır. O,
ateşin odağıdır ve orada azap gören kimse yoktur ki İ blîs onun azabında ona
ortak olmasın. Zira onun azabının sebebi odur. Hadiste “Kötü bir gelenek
başlatan kimseye, onun günahı ve kıyamete kadar onu işleyenin günahının misli
vardır.” buyrulmaktadır.
Bu itibarla ateşin merkezi, onun
hakikatidir. Onun vasıtası olmaksızın hiç kimsenin cehenneme girmemesi, onun
cehennemde dördüncü tabakada bulunmasının sırrıdır. Daha önce geçtiği üzere bu
aşağıda olan tabakalara nispetle azabının hafifletilmesi anlamına gelmez.
Soru: Mebhasin
başında geçen, cehennemin dört kısma ayrıldığına dair taksimat, insanlarda
olduğu gibi, cinlerde de var mıdır?
Cevap: Cinler
arasında müşrik, münafık ya da muattil yoktur. Onlar sadece kâfirdirler. Bunu
“Tıpkı şeytanın durumu gibi: Hani o insana ‘İnkâr et!’ der; o inkâr edince de
‘Bilesin ki benim seninle ilgim yok, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan
korkarım.’ der.”[248]
meâlindeki âyeti de teyit etmektedir. Her ne kadar insanlara şirk koşmaları
yönünde vesvese vermekte ise de Yüce Allah şeytanı, müşriklere değil,
kâfirlere katmıştır. Her müşrik, zımnen kâfir, ancak her kâfir müşrik değildir.
Zira “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.” diyen bir kimse kâfirdir, ancak müşrik
değildir.
Soru: İblîs’in
“Ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.”[249] meâlindeki
sözü, tevhid midir? Şayet tevhid ise neden bununla saîd olmadı?
Cevap: Bu,
tevhiddir; ancak münafığın kalben değil de sadece diliyle söylediği tevhid
gibidir. Ona bu dünyada küfür, şirk, nifak ve ta‘tîl ile hüküm verilmesi bizim
âhirette bu sıfatların sahipleri hakkında verdiğimiz hüküm gibidir, eşittir.
Bütün dinler onun küfrü konusunda icmâ etmişlerdir. Onun gerçekte müslüman
olması asla doğru değildir. Şayet onun İslâm’a girmesi tasavvur edilecek olsa
kâfir ve âsiler, küfür ve isyana düşme konusunda kendilerine vesvese verecek
kimseyi bulamazlar. Her âsi için bir vasıta gerekir. Oysa o şirk, küfür ve
diğer günahları gelenek hâline getirendir.
Ayrıca “Ben âlemlerin Rabb’i olan
Allah’tan korkarım, der.”[250]
meâlindeki sözünün tevhid olduğu varsayılsa bunun ölünceye kadar devam ettiğini
kesin olarak bilmiyoruz. Zira Yüce Allah, onun cehennemliklere cehennemde
hitap ettiğini haber vermektedir. Şeyh Muhyiddin’e İblîs’in “Ben Allah’tan
korkarım.” meâlindeki sözünün tevhid olup olmadığı sorulmuş, o da tevhid
olmadığını söylemiştir. Zira İblîs şakîlerin en şakîsi ve cinlerin ilk
şakîsidir.
O, diliyle tevhidi ifade etse bile bu,
kabul edilecek şer î bir tevhid değildir. Bunu el-Fütûhât’ın 9. bâbında
zikretmiştir. 64. bâbda ise ateşin kendisinin bizzat, tevhidi hangi şekilde
olursa olsun bir muvahhidin kendisinde ebedî kalmasını kabul etmeyeceğini
belirtmektedir. Oysa İblîs’in cehennemde ebedî olacağı icmâ ile sabittir.
Müslim’in Sahîh’inde “Allah’tan başka ilâhın olmadığını bilerek ölen
kimse cennete girer.” buyrulmaktadır. “Mümin olan” veya “Bunu söyleyerek ölen”
denilmemiş, sadece “bilerek” denilmiştir. Dolayısıyla bir hardal tanesi kadar
ya da ondan daha küçük bile olsa herhangi bir peygamberin diliyle meşrû
kılınmış olan bir amel işleyen kimse, şefaatlerden sonra cehennemde kalmaz.
Tamamı Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın şefaatiyle çıkarılır.
Soru: Neden
Yüce Allah, altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayan kimselerin
sadece alnını, yanlarını ve sırtlarını yakacağını ifade etmiştir?
Cevap: Şeyh’in
70. bâbda dediği üzere Yüce Allah’ın sadece bu üç uzvun dağlanacağını
belirtmesi, mal sahibinin dilencinin kendisine yöneldiğini gördüğünde,
malından isteyeceğini bildiği için, alnını kırıştırması sebebiyledir. Vermediği
şeyden dolayı alnı dağlanır. Yine zengin yanı başındaki dilenciyi görmemiş
gibi davranır. Sanki haberi yokmuş gibi yapar, ona yanını döner. Bundan dolayı
yanları dağlanır. Dilencinin kendisinden bir şey isteyeceğini anladığı zaman,
sırtını çevirir ve oradan gider; bundan dolayı da sırtı dağlanır. Bu, altın ve
gümüşün zekâtını vermeyen kimsenin cehennemdeki hükmüdür.
Soru: Cehennemin
kapıları neden yedidir?
Cevap: Çünkü
teklife muhatap olan zahirdeki âzaların sayısına eşittir. Kalp kapısı ise
mühürlüdür ve Allah’ın mühürlediği andan itibaren açılmaz. Her türlü kusurdan
münezzeh ve yüce olan Allah, insanların kendilerinden cennetlere gireceği
cehennem kapılarından sadece yedi tanesini zikretmiştir. Hiç kimsenin girmediği
kapalı olan kapı ise sûrdadır ve kul Allah’ın Rab olarak varlığını ve ve ona
yönelik ubûdiyetini itiraf ettiği için içi (bâtın) rahmettir. Dışı (zâhir)
ise, o yönden kalplere nüfuz eden cehennem azabıdır.
Soru: Ateş,
neden mükelleflerin bâtın âzalarını değil de sadece zâhir olanlarını yakar?
Cevap: Muvahhid
âsilerin imanları, ateşin kalbe gitmesini engellediği için, iç (bâtın) organlar
yanmaz. Tevhid ve imanın ehline olan yardımına bak kardeş! Organlar yandığı
zaman kaybolur ve bundan sonra artık elem hissetmez. Bu azabın sahibi,
kendisine şefaat edilinceye kadar uyuyanla eşit düzeydedir. Allah, onu bu
uykudan uyandırdığı zaman, imanının cehennemin kapısında kendisini beklediğini
görür. Cennetin kapısında bulunan hayat nehrine daldığı zaman cennete çıkar.
Dolayısıyla genel olarak Allah’ın bir tek ilâh olduğunu bilen kimse cehennemde
kalmaz.
Soru: Kur’ân’da
ateş hem mutlak olarak hem de mukayyed olarak yani bir şeye izâfe edilerek
gelmiştir; bunda bir özellik var mıdır?
Cevap: Evet
bunun bir hususiyeti vardır. Bu, cehennem ateşinin derileri pişirmesi ve
cisimleri yakmasıdır. Zira zâhirî olan duyusal amellerin neticesidir. Bu
özellikte olan kimse için azap bir araya getirilir. Bu, cizye ehline,
mallarının ellerinden zorla ve aşağılanarak alınması yoluyla azap edilmesi
gibidir. Zira bunda nefisleri de azap görür. Allah’ın ateşi ise bâtinî olan
mânevî amellerin neticesi olduğu için bedenlenmiştir. “O, Allah’ın, yüreklere
işleyen tutuşturulmuş ateşidir.”489 mealindeki âyette ifade edilmiştir.
Kalbin insanın iç organı olduğu bilinmektedir; işte o insanın kalbinde zuhûr
eder. Anılan iç ateşten zâhirî ateş zuhûr eder. Her iki hâlde de ateşi inşâ
eden kuldur. Onu azabı, kendisinin amelleriyle inşâ ettiğinden başkası
değildir. Şeyh 369. bâbda bu konuda uzun açıklamalarda bulunmuştur, oraya
bakabilirsin.
Soru: Hiç
kimse orada kalmadığı zaman duruşma yerinin hükmü nedir? Cennet ya da
cehenneme dönüşür mü?
Cevap: Şeyh’in
371. bâbda dediği üzere “Duruşma yeri boşaltılıp kimse kalmadığı zaman, orada
zemheri bulunsa da tamamı cehenneme dönüşür. Bu, daha önce geçtiği üzere
cehennemin sınırının gezegenler feleğinin dibinde esfel-i sâfilîne kadar
olması nedeniyledir. Gökleri ve yeri başlangıçtaki sûretleri olan bitişiklik
üzere sarar. Gökler ve yer bitişiklik niteliğine döner. Gezegenlerin tamamı
orada sıcaklık ve zemheriyle cehennemliklerin üzerine doğup batar. Hararetle
azap edilenlere sıcaklık, donmakla azap edilenlere de zemheriyle doğup batar.”
Soru: Yıldızların
tamamı cehennemde doğup batmakta ise bunların ışığı nerede? Zira cehennem
siyah ve karanlıktır.
Cevap: Yıldızların
ışığı vardır ancak cehennemin dumanının oluşturduğu kasvet nedeniyle,
cehennemlikler ne doğuş anında ne de batış anında bunu görürler. Dünyadayken
şeriatların getirdiği hak karşısında kör kesildikleri için, cehennemde de
ışıkları görmeyecek kadar körleşmişlerdir. Dolayısıyla cehennemliklerin
gecesinin sabahı yoktur. Aynı şekilde cennetliklerin gündüzünün gecesi yoktur.
Cennetliklerin de cehennemliklerin de durumu sonsuza kadar vasfettiğimiz gibi
devam eder. Bu nedenle yüce Allah kıyamet gününü “kısır gün (yemü’l-akîm)”
olarak isimlendirmiştir. Zira ondan sonra başka bir gün yoktur. Bugünün
cumartesi günü olduğunu söylemiştir.
Soru: Bize
cehennemin menzil, tabaka ve konaklarının da cennetin menzil, derece ve
konakları adedince olduğuna dair bilgi geldi; bu doğru mudur?
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in dediği üzere “Evet, cennetin menzil ve derecelerinden ne eksik ne
de fazladır.” Ancak mebhasin başlarında geçtiği üzere cehennemde mirâs ya da
ihtisas ateşi söz konusu değildir. Bu, sadece cennete hastır. Cehennem ateşi,
başka bir şeyin değil, sadece amellerin ateşidir. el-Kelâm ‘ala’d-dâreyn
bağlamında bu konuda uzun bilgiler verdik; oraya bakabilirsin.
Soru: Cennetliklerde
olduğu gibi, cehennemliklerde de doğum var mıdır?
Cevap: Hayır,
cehennemde doğum söz konusu değildir. En doğrusunu Allah bilir.
Netice:
Şeyh, el-Fütûhât’ın 371. bâbında şu şekilde ifade etmiştir: “Bil ki ölüm
bir koç kılığında getirildikten sonra boğazlanıp bir münâdî ‘Ey cennetlikler,
ebedî kalın artık ölüm yoktur; ey cehennemlikler ebedî kalın artık ölüm
yoktur.’ diye ilân ettiğinde; cennetliklerin kalbinde imkân ortadan kalkar,
oradan çıkmaktan umutlarını keserler. Aynı şekilde imkân cehennemliklerin
kalbinden de kalkar. Bu ne büyük hasret ve ne şiddetlidir!” Şöyle demiştir:
“Cehennemin kapıları bir daha asla açılmamak üzere kapanır. Ancak cehennemin
kapılarının kapanması, cennetin kapılarının açılmasının bizzat kendisi olduğu
açıktır. Açtığında, kendisiyle başka bir yeri kapadığın kapı şeklindedir.
Bu kapının kapanması da başka bir yere
açılmasının bizzat kendisidir. Daha önce cehennemin açılmayan sekizinci
kapısının, Rablerini görmekten perdelenme kapısı olduğu geçti; bu asla
açılmaz.” Şeyh Muhyiddin “Bil ki cehennemin kapıları kapatıldığında kaynar,
fokurdar ve altı üstüne, üstü altına gelir. Oradaki insanlar, şiddetli bir ateş
üzerindeki tencerede bulunan et parçası gibi olur.” demiş ve cehennemliklerin
azabı hakkında uzun açıklamalarda bulunmuştur.
Şöyle derim:
Allah’a yemin ederim ki Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (rh.a) cehennemliklerin
azap müddetinden sonra oradan çıkacaklarını söylediğini yayanlar, iftira etmiş
ve yalan söylemişlerdir. Yine el-Füsûs ve el-FütûhâtÜl-Mekkiyye
kitaplarına, bu iki kitapta gördüğün gibi, cehennemliklerin ateşten lezzet
aldıklarını ve oradan çıkarıldıkları takdirde tekrar oraya dönmek için dua ve
talepte bulunacaklarını söylediğini sokuşturanlar da yalan söylemiştir. el-Fütûhât’ı
ihtisar ederken bu bilgileri çıkardım. Şeyh Şemseddin eş-Şerîf el-Medenî’ye bu
[bilgi] gelmiş, o da Şeyh’in kitaplarına, önsözde değindiğim gibi, Şeyh’in
dışındaki kimselerden nakledilen birçok bozuk akideyi sokuşturduklarını bana
haber vermişti. Şeyh, bütün tarikat erbabının icmâıyla ariflerin kâmil
olanlarındandır. Sürekli Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte
otururdu. Onun şeriatının temellerini yıkacak, kendi diniyle diğer bâtıl
dinleri ve cennetliklerle cehennemlikleri eşit tutacak şeyleri nasıl söyleyebilir?
Aklını devre dışı bırakan kimselerden başka kimse Şeyh’in bunu söylediğine
inanmaz. Ey kardeş! Şeyh’e sapık itikatlardan herhangi bir şeyi nispet eden
kimseyi tasdik etmekten sakın. Kulağını, gözünü ve kalbini bundan koru. Sana
nasihat etmiş oldum, vesselâm!
Şeyh’in el-Akâ‘idÜl-Vüstâ’sında
şu ibareyi gördüm: “Cennetlik ve cehennemliklerin buralarda ebedî kalacaklarına
ve sonsuza kadar buralardan asla çıkmayacaklarına inanırız.” Şöyle demiştir:
“Cehennemliklerden kastımız, muvahhidlerin âsileri değil, oranın ehli olan
kâfir, müşrik, münafık ve muattıl olan kimselerdir. Zira muvahhid âsilerin
oradan çıkacakları naslarla sabittir.” Ateş, tabiatı gereği nasıl muvahhid
olan kimsenin orada kalmasını kabul etmiyorsa, ehlinin de oradan çıkmasını asla
kabul etmeyeceğini söylemiştir. Zira ateş ebedî gazaptan yaratılmıştır. Bunun
ehl-i sünnetin kıyamete kadar olan itikadı olduğunu söylemiştir.
Muhammed b. Süveydekîn tarafından bir
araya getirilen ve Şeyh’in meclis ve sohbetlerindeki konuşmalarından derlenen Levâkihul-Envârda
da şöyle demiştir: “Ey kardeş, cehennemliklerin oradan çıkacaklarına dair,
sözlerimizde ve diğer kitaplarımızda bulduğun her şeyden kastımızın,
muvahhidlerin âsileri olduğunu bilesin.” Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî de el-Fütûhât’ın
“Esrâr Bâbı”na yazdığı şerhte buna dikkat çekerek şöyle demiştir: “Şeyh’in
cehennemden çıkacak kimselerle ilgi sözleriyle, muvahhidlerin âsilerinin
dışında kâfirleri de kastettiğini anlamaktan sakın. Bu yanlıştır.” Allah’a
hamdolsun, Şeyh Muhyiddin’e nispet edilen sözleri taklit ederek, cehennemlik
olanların oradan çıkacaklarına inanan ve şeriatta derinlik sahibi olmayan bu
zamanın birçok sûfîsi benim elimle bu görüşten döndü. Aralarında tartıştıktan
sonra Allah Teâlâ’ya tövbe ettiler. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd olsun.
Cennet ve
Cennetlikler Meselesi
Ey kardeş! Bu konudan sana Allah’ın
izni ve yardımıyla kısa ve doğru olan bir nebze söz ederek şöyle deriz: İmâm
Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcü’l-Ukûl kitabının 35. bâbında şöyle
demiştir: “Bil ki ‘Göklerle yer genişliğinde olan cennet’[251] âyetinde
ifade edildiği üzere cennet, yer ve göklerden daha geniştir. Müfessirler,
‘genişliğinin (arz)’ anlamı hakkında farklı açıklamalarda bulunmuş ve bunun,
uzunluğun zıddı olan genişlik olduğunu söylemişlerdir. Daha sonra genişliği
gökler ve yer gibi olan cenneti göğün nasıl saracağı problem olmuş ve bunu
açıklamak için problemi daha da artıran açıklamalarda bulunmuş ve problemi
çözememişlerdir. Anladığım kadarıyla bunun anlamı, bu dünyayı yeri ve
gökleriyle yer ehline izhar ettiği gibi, onu da yer ve göklerle ehline izhar
etmesidir. Bu, ‘Mal satışa arzedildi.’ ibaresindeki gibidir. Bunun örneği
‘Kâlirleri o gün cehennemle yüz yüze getirmişizdir (arz).’[252]
âyetidir. Yüce Allah cehennemi kâfirlere arzettiği gibi, cenneti de müminlere
arzetmiştir. Bu, hiçbir problem bulunmayan açık bir durumdur. Hâkim, sahih
kaydıyla şu rivayeti nakletmektedir: ‘Bir Bedevî ‘Ya Resûlallah! Allah’ın
‘Göklerle yer genişliğinde olan cennet’[253] âyetine
baksana, öyleyse ateş nerede?’ diye sormuş; Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) da ‘Gecenin gelişine baksana, geldiği zaman gündüz nerededir?’ diye cevap
vermiş ve bunun üzerine ‘En doğrusunu Allah bilir.’ demiştir. ‘İşte Allah da bu
şekilde dilediğini yapar.’ buyurmuştur.”
Soru: O
hâlde “Göklerle yer genişliğinde olan cennet”[254] âyetinin
anlamı nedir? Gökleri ve yeri onun genişliği kılmıştır.
Cevap: Şairin
“Onun yüzünün nûru tam bir mehtaptır.” dediği gibi, bu câizdir. Burada
kastedilen mehtabın ışığıdır. Dolayısıyla anlamı yer ve göklerin arzedilmesi
şeklinde olur. Hadîd sûresindeki “Yer ve göklerin genişliği gibi bir cennet”[255]
âyeti de bunu tasdik etmektedir.
Soru: “Arz”ı
uzunluğun zıddı olan genişlik anlamında yorumlamayanlar neye dayanıyor?
Cevap: Bunun
dayanağı, onun hükmünü bizden birinin şu göğe bakanın hükmü gibi
yorumlamasıdır. Onun genişliğini gözleriyle görmez mi? Gözdeki idrakin
merkezinin bir mercimek büyüklüğündeki küçük organ olduğu bilinmektedir. İşte
cennetin genişliğinin göklere nispet edilmesi, söz gelimi göğün bu dörtte
birlik kısmının göz bebeğine nispeti gibidir. Devasa deve ve fillerin küçük
ayakları üzerinde durmalarına ve insanın yapısının da iki küçük ayağı üzerinde
durmasına nispetle cennetin, kendi özelliğiyle yanında küçük kalan göğün
üzerinde durması imkânsız olmaz. Zira gök, büyük bir evin çatısının altında
bulunan bir direk gibidir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Bil ki
cennetteki göklerin sayısı yüz derecedir ve en üstteki, haberlerde arşın bacağı
olarak ifade edilendir. Merfû hadiste ‘Cennet yüz derecedir. Her derece ile
diğeri arasındaki mesafe, yer ile gök arasındaki gibidir. En üstteki
Firdevs’tir.’ Cennet nehirleri oradan çıkar, kıyamet günü Arş onun üzerine
konulur, yeri de Sidretü’l-müntehâda son bulur. ‘Sidretü’l-müntehânın yanında;
cennetü’l-me’vâ onun yanındadır.’ şeklinde ifade edilmiştir. Hadislerde
belirtildiğine göre, Sidretü’l-müntehâ yedi kat göğün üzerindedir. İbn Abbâs
bazı rivâyetlerde ‘Cennet, Kürsî’nin içindedir.’ demiştir. Cennetin göğü ve
yeriyle ilgili bize ulaşanlar bunlardır. En doğrusunu Allah bilir.” Şöyle
demiştir: “Yüce Allah’ın ‘Orada ne bir güneş ne de zemheri görürler.’[256]
âyetinde ifade edildiği üzere cennette ne bir güneş ne de bir ay vardır.
Buradaki ‘zemheri’nin, ‘ay’ anlamında olduğu söylenmiştir. Soğukluk değil de
sıcaklık olduğu da söylenmiştir. Güneş ve ayın yerine, arşın duvarlarından
doğan nûrlar vardır. Bu nûrların bir kısmı, her gecenin sonunda bizi
aydınlatarak üstümüze doğan bu güneşimizi giydirmektedir.
Ebû Zerden nakledilen bir hadis
şöyledir: Ya Resûlallah, güneş battığında nereye gider?’ dedim. Arşın altında
Allah Teâlâ’ya secde etmeye gidiyor; orada Arş’ın nûrundan kendisine yetmiş
kıyafet giydirilmesi için izin ister ve kendisine izin verilir.’ demiştir. Bu
ve daha başka hadislerden, cennetin yeri ve göklerinin bulunduğunu ve bunların
sonsuza kadar devam edeceklerini, sona ermeyeceklerini ve yok olmayacaklarını
öğrenmiş olduk. Kişinin söylediklerimiz hakkında duraksaması, bu dünyadaki
alışılagelmiş şeyleri dikkate alması sebebiyledir. Bu, memleketinde yağ
bulunmayan birine ‘Bazı memleketlerde birine ‘yağ’ diğerine ‘pamuk fitili’
denilen şeyler gördük ve bunlar gece boyunca insanları aydınlatmaktaydı.’
denildiğinde, bunu alabildiğine uzak görmesi ve bizzat görmedikçe bunu
söyleyenleri tasdik etmemesi gibidir. Ancak Allah’ın kendisine iman gücü
verdiği kimse, Allah ve Resulü’nün haber verdiği şeyler konusunda asla
duraksamaz.” Şeyh Ebû Tâhir, geçmişteki imamların kapalı gördükleri âyetin, bu
mânaya delâlet ettiğini söylemiştir. Bu “Mutlu olanlara gelince onlar da
cennettedirler. Rabb’inin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da
orada kesintisiz bir lutuf olarak ebedî kalacaklardır.”[257]
âyetidir. Burada mutlu olanların cennette, yer ve gökleri devam ettiği sürece
ebedî kalacakları kastedilmektedir. “Rabb’inin dilediği hariç” ibaresi,
hadiste “Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir
kalbe doğmayan şeyler vardır.” şeklinde belirtildiği üzere değerli nimetler ve
saklı lutuflar içindeki dâimî ikamete, Allah’ın orada hazırladığı şeylerden
yapılan ziyâdeliktir. Şöyle demiştir: “Oranın en büyük nimeti rızâ ve O’nun
kerîm olan yüzüne bakmaktır.” Bunun örneği orada ebedîlik nimetinin dışında
büyük atiyyelerde bulunulmasıdır. Bu tefsiri âyetin sonundaki “Kesintisiz bir
lutuf olarak” ifadesi tasdik etmektedir. Kesintisiz olduğu kastedilmektedir.
Cehennemliklerin nitelikleri hakkındaki “Rabb’inin dilediği hariç, onlar gökler
ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Rabb’in gerçekten istediğini
yapar.”[258]
âyeti ise kâfirlerin de bir yerleri ve gökleri olduğuna delâlet etmektedir.
Zira sözlükte gök, senin üzerinde bulunan ve seni gölgeleyen her şey; yer ise
ayaklarının altında bulunan her şeydir. Cehennemin yeri en alt tabaka; gökleri
ise daha önce geçtiği gibi cennetin üzerindeki arşın benzeri şekilde
üzerindeki kayaya (es-sahra) varana kadar birbiri üstüne [dizilmiş] derekelerin
katmanlarıdır. Durumun hakikati hakkında en doğrusunu Allah bilir.
Dolayısıyla cehennemin yer ve
göklerinin bâki ve ebedî olduğu öğrenilmiş olur. “Rabb’inin dilediği hariç”
ibaresinin anlamı, onların oradaki sonsuzluğundan sonra Allah’ın, oradaki dâimî
tutuluş cezalarına ilâve olarak; çeşitli elem ve muhtelif cezalardan dilediği
şeylerdir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Bu, her iki âyetten çıkardığım sonuç
ve görüşümdür. Bu görüşün daha sonra Hüseyin b. el-Fazl’ın tefsirinde de
nakledildiğini gördüm. Bu bir toynağın diğerinin üzerine denk gelmesi gibidir.
(İki görüşün tevâfuk ettiği anlamına gelir.) Her iki âyetle ilgili söylenilen
en doğru görüş budur. Bu konuda yirmi küsur görüş vardır ki tamamı zayıftır.”
Şöyle demiştir: “Bizim bu tefsirimizin örneği şudur: Tebaasının bir kısmını
kendisine ayıran ve konutuna yerleştiren bir kral, her türlü imkân ve
hayırlarını onlara akıtır. Tebaasının bir kısmını ise zindanında hapseder ve
bununla beraber her gün çeşitli cezaların kendilerine verilmesini emreder. Kral
daha sonra her iki grubun durumunu insanlara haber vererek şöyle der: ‘Falanlar
benim gözetimim altında, yakınımda ve benimle birlikte evimdedirler. Dilediğim
kadar civarımdakileri yaşatır, onlara iyilikte bulunur ve giydiririm. Falan ise
benim zindanımdadır. Hapislerine ek olarak çeşitli ceza ve elem türleriyle
dilediğim kadar onları yaşatırım.’ Bunun çok kolay sözler olduğunu
söylemiştir. Bunu değerlendir, nefistir.”
Soru: Ebedî
nimet ve sürekli kalış ve aynı şekilde ebedî azap aklen nasıl tasavvur edilir?
Cevap: Aklen
tasavvur edilir. Sürekli olarak hâller başka hâllere dönüşür. Bu
süreklilikteki sonsuzluğu mücerred akıl idrak eder ve vehimle hayal bundan geri
kalır. Bunu delille idrak etmesine rağmen, tasvir etmekten âciz olduğu için
hayal edemez. İ mam Gazzâlî şu sözüyle bunu anlaşılır kılmıştır: “Sonsuz
sayıları hayal etmekten âciz olan kimse, Allah Teâlâ’nın bu dünya gibi bir
milyon şehir yarattığını ve tamamını tane ile doldurduğunu, sonra her milyon
senede bir tane alan bir kuş yarattığını varsaysın. O bu taneleri bütün şehirlere
dağıtır, geriye sadece ebedîlik kalır. Hadiste de bunun benzeri nakledilmiştir.
Soru: Uhrevî
lezzetler hissî (duyusal) mi, aklî mi yoksa hayalî midir? Bu, insanların
çoğunun sapıttığı bir sorudur.
Cevap: Ey
kardeş, âhiretin daha büyük derecede ve daha faziletli olduğunu bilmelisin.
Âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Onun lezzetlerinin dünyadaki nefsin
lezzetlerinden daha az olması câiz olmaz. Dünyevî lezzetler hissî, hayalî ve
aklî olmak üzere üç şekildedir. Yüce Allah’ın kendisinden bir lutuf ve nimet
olarak, cennetlikler için, bu idraklere ilâve idrakler yaratması, bunlarla
kendilerinden gizlenen göz aydınlığına [vesile olacak] şeyleri idrak etmeleri
mümkündür.
Soru: Duyuyla
idrak edilen, duyusal lezzetler, hayalle idrak edilen hayalî lezzetler ve
akılla idrak edilen aklî lezzetler nelerdir?
Cevap: Duyusal
lezzetler; yemek ve içmek gibi tatmakla, nikâh ve diğer dokunuşlar gibi
dokunmayla, renk ve güzel sûretler gibi gözle, koklanan şeyler gibi koklamayla
ve ses ve ezgiler gibi işitmekle elde edilen lezzetlerdir. Beş duyuyla
lezzetlenen kimsenin hayatı tamamdır. Şöyle demiştir: “Hayalî lezzetler de
dünyada istenmektedir. Adam bazen temenni ettiği şeyleri hayal eder ve bundan
lezzet alır. Bazen rüyada arzuladığı bir şeyi görür ve bundan lezzet alır.
Bazıları da cennette hayalî lezzetin asla olmayacağını söylemişlerdir. Zira
cennet doğruluk yurdudur, hayal ise yalancı vehimlerden çıkmaktadır.
Dolayısıyla yalan ve aldanmadır. Âhiret yurdu ise hakikatler yurdudur. Bu
nedenle ‘el-Hâkka/Gerçekleşecek olan büyük olay’ olarak isimlendirilmiştir.
Yüce Allah ‘O gerçekleşecek olay (kıyamet)! Nedir o büyük olay?’[259]
buyurmuştur. Müfessirler, buna ‘el-Hâkka’ denilmesinin sebebinin, orada yalan
ve bâtıl şeylerin değil, her şeyin hakikatinin bulunması olduğunu
söylemişlerdir. Buna delil olarak da ‘Orada ne yalan ne de boş söz işitirler.’[260]
âyetini getirmişlerdir. Şayet hayalî lezzet temenni ve dilek şeklinde ise
cennette nefislerin iştahlandığı ve gözlerin lezzet aldığı her şeyin bulunması
itibariyle, orada hayalî lezzet yoktur.” “Bana göre bu görüş sahihtir.”
demiştir. Zira hayalî lezzetler, kuruntulardır, kuruntu ise yalan ve bâtıldır
ve bunlar âhirette olmaz. Cennetlikler, arzuladıkları her şeyi, anında ve
derhal önlerinde bulurlar. Dolayısıyla temenni ve kuruntu söz konusu değildir.
Onların lezzet almaları yitikten, temenni edilenden ve hayalî olandan değil,
mevcut ve müşâhede edilendendir. Bunu anla, bu âhiretin garip şeylerindendir.
Aklî lezzetin ise, nefis için eşyanın
en kuvvetli ve şiddetlisi; ruh için de en arzulanan, en geniş ve en tatlısı
olduğundan şüphe yoktur. Bunu anlayış ve ilim lezzetiyle karşılaştır. Senin
için problem olan bir meselenin çözümüne ulaştığında, kalp ve nefsinde dünya
lezzetlerinden hiçbirinin 5 karşılık gelmeyeceği
bir lezzet duyarsın. Bu bağlamda İmâm Ebû Hanîfe şöyle demiştir: “Şayet krallar
bizim içinde bulunduğumuz ilim lezzetini bilselerdi bu konuda kılıçları alıp
bizimle savaşırlardı.” Seni emirlik, vâlîlik, emretme, nehyetme, tabiata uygun
şeylerle sevinme, istek ve devesini kaybeden bazı bedevîlerin ““Kim beni onu
bulmakla müjdelerse 10 o, onundur.” dediği
gibi bulmanın lezzetinden sakındırırım. Ona “Senin bunda kârın nedir?”
denildiğinde; “Bulma lezzeti” der. Çocuk ve sadık dostlarla muhabbet lezzeti de
böyledir. İmam Şafiî (ra) “Dostlarla sohbet ve seherde teheccüt kılmak
olmasaydı bu dünyada kalmayı istemezdim.” demiştir. Diğer aklî lezzetleri de
bununla karşılaştır. Her ne kadar farklı 15 ve
mertebeleri ayrı ise de dünyada bilinmeyen lezzetler değildir. “Elbette âhiretteki
dereceler ve farklılıklar daha büyük olacaktır.”[261] ve
“Sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi
elde edeceksiniz.”[262]
gibi âyet ve haberlerden dolayı âhirette de olması gerekir. Şöyle demiştir:
“Bu kurala göre, duyu ve akılda hâsıl olan elemler, 20
cehennemde
de ehli için vardır. Onlardan Allah’a sığınırız. Yüce Allah
‘Bu dünyada kör olan âhirette de
kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.’[263] buyurmaktadır.
Dünyada buna müptelâ olanlar, âmâlığın şiddetinin ne olduğunu çok iyi bilirler.
Ey kardeş, artık duyusal ve aklî lezzetlerin hepsinin sıhhatini anlamış oldun.
Âhiretteki elemler de bunlar gibi25 dir.
Cisimlerin ruhlarına ve ruhların cisimlerine önceden oldukları gibi
iade edilmesinin sıhhati bağlamında
uzun açıklamalarda bulunuldu. Şayet insan için bugün bulunduğu hâl üzere,
lezzetin ve elemin varlığı aklen mümkün ve şeriat açısından da vâcip ise onun
için bu ikisinin varlığı âhirette de şeksiz, şüphesiz sahih olur.
3o Soru: Cennetlikler,
yiyip içtiklerine göre yeme içmenin artıkları nereye gidiyor?
Cevap: Hadiste,
yiyeceklerin geğirmeye, içeceklerinse misk kokusu gibi tere dönüşeceği
kaydedilmiştir. Kazvînî’nin dediği üzere bu hasen bir hadistir. “Bal ve sütle
beslenen kimsenin bunları dışarı atmaya ihtiyaç duymayacağını tecrübe ettik.”
demiştir. Yine Şeyh Ebû Tâhir “Şayet sözün uzamasından korkmasaydım, kelâmı
onların yeme ve içmelerinin nasıl geğirmeye ve tere dönüştüğünü anlatarak
sonlandırırdım. Nûr taraflarından ismi Aişe olan bir kadın gördük, otuz seneden
beri tuvalete ihtiyaç duymamıştır. Yine Melik Mes‘ûd’un yanında yıllarca
Türkmenlerin ikame ettiği ve asla tuvalete girmediklerine dair haberler bize
gelmiştir. Oysa bunlar yiyip içiyorlarmış. Kesif ve ağır olan yiyecek,
sağlıksız içecek, çürümüş hava ve acı suyuna rağmen dünyada bu varolduğuna ve
görüldüğüne göre, peygamber ve resullerin cennetteki saf ve temiz bala, acı
olmayan suya, lezzeti değişmeyen süte ve içenin başını ağrıtmayan ve sarhoş
etmeyen içeceğe, istedikleri ve arzuladıkları yiyecek ve içeceklere dair
verdikleri haberi bir kimse nasıl inkâr eder? Bunun izahı şudur: Cennetin
yemekleri, meyveleri ve içecekleri latif, ince, hâlis ve saftır. Bozulmaz, onda
herhangi bir bayatlama ya da kötü ve nâhoş kokular söz konusu olmaz. Şeyh Ebû
Tâhir şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah’ın cenneti burada bulunan bal,
zencefil, misk, kâfur, sündüs, ipek, altın, gümüş, inci, mercan, hurma, nar ve
benzeri güzel şeylerle nitelemesi, kalplerin bunlarla hidâyete ermesi ve
nefislerin bunlarla yakınlık kurması içindir. Ancak aklen bunların tasavvuru
imkânsızdır. Zira vehmin idraki duyunun idrak ettiği şeylerin hayalinden
ibarettir. Vehim, duyunun idrak etmediği şeyleri tasavvur edemez. Şayet
insanların bunları bilmesi için herhangi bir yöntem olsaydı Yüce Allah ‘Yaptıklarına
karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.’503
buyurmaz, Hz. Peygamber de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Rabb’inden
naklederek ‘Sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelemeyen şeyler hazırladım.’ buyurmazdı.
İbn Abbâs ve Mukâtil b. Süleyman ‘‘Cennette bulunan meyve, içecek, giyecek ve
ziynetten, dünyadaki şeylere benzeyen hiçbir şey yoktur. Ancak Yüce Allah,
katındaki şeyleri bizdeki şeylerle nitelemiş ve bizim için onları altın, ipek,
elbise ve meyve olarak isimlendirmiştir. Biz, onun katındakinin hakikatini
bilmeyiz.”
Soru: Şayet
gerçekte bizdeki şeylerden farklı olduğu hâlde, Allah onları bizde olanlarla
isimlendirmişse bu hilâf-ı hakikattir ve Allah Teâlâ bundan münezzehtir.
Cevap: Bizdeki
şeylerle isimlendirmesi, zihinlerimizde anlaşılması için, en küçük bir
münasebetin kurulmasının gerekmesinden dolayıdır. Bunun aslı “O’nun nûrunun
örneği, içinde kandil bulunan bir oyuktur.”[264]
âyetidir. O’nun nûrunun oyuğu nerededir? Aralarında en küçük bir münasebet
varsa bu ne yalan ne de hilâf-ı hakikat olur. Allah’ı tanıyan âlimler
“Dünyadaki her şeyin işitilmesi, görülmesinden daha büyüktür. Âhirettekilerin
ise görülmesi işitilmesinden daha büyüktür.” demiştir. En doğrusunu Allah
bilir.
Soru: Dikensiz
kiraz ağaçları ve meyveleri küme küme dizili muz ağaçlarındaki lezzet ve
onlara yönelik rağbet nedir?
Cevap: Yüce
Allah, cennette genel olarak nefislerin arzuladığı ve gözlerin lezzet aldığı
şeylerin bulunduğunu haber vermiştir. İnsanların nefislerinin arzuları farklı
farklıdır. Belki cennet ehlinin kimisi, hassaten çöldeki bedevîlerin
dünyalarında tuzlanmış balığı arzuladıkları ve onu yemekten hoşlandıkları gibi
bunu arzularlar. O hâlde cennetin muzu ve kirazı nasıl olur? Daha önce geçtiği
üzere onlar dünyadakilere sadece ismen benzerler. Allah Teâlâ onlara bir yerde
[diğer] lezzetleri aşan bir lezzet tahsis etmiş olabilir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle
demiştir: “Nefislerden hoşnutsuzluğun kaldırılmış olması, zikrettiklerimize
delildir. Allah Teâlâ’nın ‘dikensiz kiraz ağaçları’[265]
buyurmasına baksana! Dikenleri ve koparma eziyetini nefyetmiştir. Bunda, orada
dünyanın aksine nefsin hoşlanmayacağı şeylerin olmayacağına delâlet vardır.
Bazı tefsirlerde Kur’ân’daki ‘Talh’in muz olduğu kaydedilmektedir.”
Soru: Cennette
evlilik var mıdır?
Cevap: Evet,
bu konuda sahih hadisler vardır. Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu
sorulmuş ve o da “Evet, çok çok vardır.” buyurmuştur. Bununla dünyada meydana
gelen lezzetlerin aksine onların içinde boğulacakları büyük bir lezzeti
kastetmiştir. Bunun hakiki değil de vehmî olduğu da söylenmiştir.
Soru: Cennette
herhangi biri için doğum söz konusu mudur?
Cevap: Evet,
bu durum Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem), şu lafızlarla nakledilmiştir:
“Mümin çocuk istediği zaman, bunun hamileliği, doğumu ve yaşı bir anda
arzuladığı gibi olur.” Başka bir rivayette “Ancak arzulamaz.” denilmiştir.
Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir “Bu ve benzeri meselelerin aslı tek bir nüktedir.
O da dünyada nefislerin arzularının arzulanan şeylere tâbi olduğunu, cennette
ise arzulanan şeylerin onların arzularına tâbi olduğunu bilmendir. Yüce Allah
‘Orada nefislerinizin arzuladığı şeyler vardır.’ buyurmuş, ‘Nefisleriniz
oradaki her şeyi arzular.’506 buyurmamıştır. Bu nüktenin kıymetini
bil, bu gariptir.” Şeyh Ebû Tâhir’in sözleri burada sona erdi. Şeyh
Muhyiddin’in (rh.a) sözlerine gelelim:
Soru: Cennetlikler
kaç kısımdır?
Cevap: Dört
kısımdır: Peygamberler, velîler, müminler ve aklî delillerle Allah bilgisine
ulaşan âlimler.
Soru: Bu
kısımlar birbirlerinden ayırt edilirlerler mi, ne ile ayırt edilirler?
Cevap: Evet
ayırt edilirler ve bu, Adn cennetinde, beyaz kumullarda rü’yetullah anında
olur. Her kısım üzerinde oturduğu şeyle ayırt edilir. Peygamberler minberler
üzerinde, velîler döşekler üzerinde, burhan ve aklî delillerle Allah bilgisine
ulaşan ulemâ kürsüler, tevhidi taklit yöntemiyle benimseyen müminler ise
döşeklerde değil minderler üzerinde üzerinde otururlar.
Soru: Hesaba
çekilmeden cennete girecek yetmiş bin kişiden bahseden hadisin kastı nedir?
Bununla kastedilen, “ummadıkları ve sanmadıkları hâlde” midir yoksa başkaları
gibi “hesaba çekilmeden” midir?
Cevap: “Hesap
Mebhasi”nde geçtiği üzere bununla kastedilen, cennete girmenin onların
hesabında, zanlarında olmaması ve bunu asla hayal etmemeleridir. Allah
kendilerine beklemedikleri bir hayır açmıştır. Allah’ın (cc) huzurundaki hesap
kastedilmemiştir. Şeyh, 348. bâbda bunu zikretmiştir. el-Fütûhât’ın 70.
bâbında ise Buharî’nin naklettiği şu hadisin anlamına dair şunları
söylemiştir: “Ehl-i salât olanlar kıyamet günü namaz kapısından, cihat ehli
olanlar cihat kapısından, sadaka ehli olanlar sadaka kapısından, oruç ehli
olanlar oruç kapısından çağrılırlar.’
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra) Ya
Resûlallah, bu kapıların tamamında bulunan şeylere sahip olan kimseye ne olur?
Bu kapıların tamamından bir kişi çağrılır mı?’ diye sormuş; O da ‘Evet, Ya Ebû
Bekir, senin onlardan olmanı umarım.’ buyurmuştur. Bu hadisin anlamı şudur:
‘Allah Teâlâ’nın insanları girmeleri için çağırması, bir tek çağrıdır. Kimisi
tek kapıdan, kimi iki kapıdan, kimi üç kapıdan girer. En fazla giriş de bir tek
anda sekiz kapıdan girmekle gerçekleşir.’ Bunun izahı şudur: Teklife muhatap
olan âzalar sekizdir ve her bir âza için bir kapı vardır. Kardeş, uhrevî sevap
olarak bunun bir anda meydana gelmesini inkâr etmekten sakın. Bunu yapma ya da
terk etme şeklinde amellerde de görürsün. Dinlerken bakışları indirmede,
tilâvet ederken vaaz vermede, oruç hâlinde, tasadduk etme hâlinde, şüpheli
şeylerden sakınma hâlinde ve iffeti koruma hâlinde olduğu gibi. Bunların
tamamı Allah Teâlâ’ya yakınlaşma niyetiyle yapılır. Bu mesele Zünnûn’un, aklın
imkânsız gördüğü, meşhur meselelerindendir. O da bir kişinin tek olan cismiyle
bir anda farklı yerlerde bulunmasıdır. Keşif ehli, bu meseleleri bilir. Akıl
ehli ise inkâr eder. Söylediğimiz şeylerin bilgisi kendisinde gerçekleşen
kimse, bir anda cennete farklı kapılardan girmede tereddüt etmez. Zira uhrevî
tabiat, bunu vermektedir. Bu, dünyevî tabiatın bir zamanda insanda imanın bütün
şubelerinin gerçekleşmesine imkân vermesi gibidir.
Soru: Duyusal
cennet gibi mânevî bir cennetimiz de var mıdır yoksa duyusal cennetten başkası
bizim için yok mudur?
Cevap: Evet,
cennet duyusal ve mânevî olmak üzere ikidir. Akıl da latif ve kesif, gayb ve
müşâhede âlemi olmak üzere iki âlemi nasıl idrak ediyorsa bu ikisini de
birlikte akleder. Bunun izahı şudur: Mükellef olan nefs-i nâtıkanın, nazar ve
fikir yöntemiyle ilim ve marifetlerden elde ettiği ve aklî deliller yoluyla
bunlardan ulaştığı nimetleri vardır. Ayrıca onun hayvanî nefsin duyusal
kuvvetleri yoluyla yeme, içme, nikâh, giyim, güzel kokular, hoş nağmeler, güzel
sûretler ve benzerlerine ulaşmak sûretiyle lezzetler ve şehvetlerden elde
ettiği nimetleri vardır.
Soru: Yüce
Allah bu iki cenneti hangi şeyden yaratmıştır? Bir tek maddeden mi yoksa iki
maddeden mi yaratmıştır?
Cevap: Allah,
onları iki maddeden yaratmıştır. Duyusal cenneti rızâsından yaratmıştır. Bu
yaratma anahtar olan Aslan burcunda olmuştur. Bu nedenle bir şeye “ol” derler
ve o da Allah Teâlâ’nın izniyle oluverir. Bu duyulur cennetin ruhu olan mânevî
cenneti ise Allah Teâlâ, ilâhî sevinç, 5 kemâl,
mutluluk ve sürûrdan yaratmıştır. Duyulur cennet cisim gibi, mânevî olan ise
onun ruhu ve yeteneği (kuvvetler) gibidir. Bu nedenle Yüce Allah canlılığından
dolayı onu “dâru’l-hayevân” diye isimlendirmiştir. Cennet ehli orada ve onunla
his ve mâna itibariyle faydalanırlar. Hadiste “Cennet dört kişiyi arzular:
Bilâl, Ammâr, Ali ve Selman.” buyrulmuş10 tur.
Bunları arzulamakla nitelenmiştir. Bu isimlerin uygunluğu ne kadar güzeldir.
Bilâl, 45li J-^JI
J-J tâbirinden[266]
alınmıştır ve kurtulma anla
mındadır. Selman, hastalık ve
acılardan sâlim olmaktan; Ammâr, ehlinin kendisini imar etmesiyle onlara olan
hasret acısının kaybolması anlamında ‘imar’dan; Ali ise, yücelikten alınmıştır.
Yani [cennetin] kardeşi olan ateş15 ten
yükselmesi anlamında yücelikten alınmıştır.” Bunu uzunca anlattıktan sonra
şöyle demiştir: “Bunun tahkiki şudur: Bu konuda insanlar dört kısımdır: Bir
kısmı cenneti ister, cennet de onları ister. Bunlar Ricâlullahın büyüklerinden
resul, nebî ve kâmil velîlerdir. Bir kısmını cennet ister, ancak onlar
istemez. Bunlar Ricâlullahın hâl ehli olanlarıdır. Bunlar sadece 20
Allah’ın
celâline gark olmuşlardır ve bu durum onları cenneti ve içindekileri
görmelerinden perdelemiştir. Bunlar hakikatlerinin istediği şeyi bilmedikleri
için birinci kısımdan daha aşağıdadırlar. Bir kısmı cenneti ister ancak cennet
onları istemez. Bunlar da muvahhidlerin âsileridir. Bir kısım da vardır ki ne
cennet onları ne de onlar cenneti ister. Bunlar kıyamet gü25
nünü
inkâr eden ve duyusal cennetin olmadığı görüşünde olanlardır. Bu dört kısmın
beşincisi yoktur.
Soru: Cennetlerin
türleri kaçtır?
Cevap: İhtisas,
miras ve ameller cenneti olmak üzere üç türdür.
Soru: Kim
bu cennetlerin ehlidir?
Cevap: İhtisas
cenneti, henüz amel etme yaşına erişmeyen çocukların gireceği cennettir. Bunlar
genellikle doğumundan altıncı yaşını dolduruncaya kadar ki çocuklardır. Yüce
Allah dilediği kullarına dilediği kadar ihtisas cihetiyle verir. Akılsız
deliler, ilmî tevhidi benimseyenler, kendilerine hiçbir peygamberin davetinin
ulaşmadığı fıtrat tevhidine sahip olan fetret ehli de bu cennete girer. Miras
cenneti, zikrettiğimiz cennetliklerin tamamının ve müminlerin gireceği
cennettir. Bunlar şayet cehennemlikler iman etselerdi onlar için tayin edilmiş
olan mekânlardır. Ameller cenneti ise insanların amellerine göre girecekleri
cennetlerdir. Faziletin bazı açılarına göre başkasından daha faziletli olan
kimsenin daha çok cenneti olur. Peygamberlerin sadece ihtisas cennetiyle
başkasından daha faziletli olduğunu bilesin. Amel cennetinde diğerleri de
onlara ortak olur.
Soru: O
hâlde ilâhî ihtisas cenneti, yasak, veraset ve amel kabul etmez mi?
Cevap: Evet,
o böyledir. Zira o, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına tahsis ettiği bir
lutuftur.
Soru: Ameller
cennetinin kaç derecesi vardır?
Cevap: Sadece
yüz derecesi vardır. “Cehennem Mebhasi”nde geçtiği üzere cehennemin de aynı
şekilde yüz derekesi vardır. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu yüz derece
sekiz cennetin tamamında vardır. Bu, cennet içinde cennet şeklindedir. En üstte
Adn cenneti, ondan sonra da Firdevs cenneti gelir. Bu cennetlerin ortasıdır.
Daha sonra Cennetü’l-huld, ondan sonra Cennetü’n-na‘îm, ondan sonra
Cennetü’l-me’vâ, ondan sonra Dârü’s-selâm, ondan sonra da Dârü’l-mukâme gelir.
Vesîle ise Adn cennetindeki en yüksek mertebedir ve onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) diğer resul ve nebîlere üstünlüğü mebhasinde geçtiği üzere bu sadece
Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hastır. İlâhi gayret, bunun mutlak
ganî olan Yüce Allah’ın dışında sadece bir kişi için gerçekleşmesini takdir
ettiğinden, bunun gerçekleşmesi, ümmetinin kendisi için dua etmesine bağlıdır.
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Rahatın cennette mutlak olduğu açıktır. Rahmet
de böyledir. Oysa her ikisi de vücûdî bir durum değildir. İkisi de rahmete
mazhar olan kimsenin yararlanıp, istifade ettiği durumdur. Vücûdî olan ise
[rahmete mazhar olan] bu şeydir. Cennette olan herkes nimetlenmektedir ve uyku
hariç orada bulunan her şey, nimettir.
Yorgunluk ve sıkıntı söz konusu
olmadığı için, cennetlikler için uyku nimet değildir. Uykunun rahatlığı
cehennemliklere hastır. Ancak daha önce bahsedildiği gibi belirli vakitlerle
sınırlıdır. Bunun, cehennem ateşinin şeksiz bir şekilde hissedilir (mahsus)
olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Bunu “Onun ateşi dindikçe, yakıcı ateşi
artırırız.”[267]
âyeti de desteklemektedir. Zira ateş, zâtı itibariyle bu vasıfla nitelenemez,
artma ve eksilmeyi kabul etmez, ancak cisimlerle kâim olması itibariyle
nitelenebilir. Ateşte yanmış olan cisimdir, ateşin tutuşturduğu. Bu husus
üzerinde uzunca durmuştur.
Soru: Yüce
Allah cenneti “Orada sabah akşam rızıkları hazırdır.”[268] âyetiyle
nitelemektedir. Oysa cennette ne güneş ne de ay vardır. Cennetlikler sabah ve
akşamı nasıl bilirler?
Cevap: Şeyh’in
398. bâbda dediği üzere cennetliklerin birtakım ölçüleri vardır ve bunlarla
dünyadaki güneşin doğuş ve batışının bitiş süresini bilirler. Bu ölçülerle
dünyadaki sabah ve akşam sınırlarını bilirler. O anda dünyada “kahvaltı ve
akşam yemeği” olarak isimlendirdikleri durumu hatırlarlar. Yüce Allah bu
hatırlama anında onlara sabah ve akşam rızkını verir. Bu, onlar tarafından
bilinen özel bir vakte ait özel bir rızıktır. Bunun dışındakilerin yenilmesi,
kesintisiz olarak devam eder. Zira yemenin sürekli olması, cismin kendisiyle
beslendiği nimetin bizzat kendisidir. Ancak insanların çoğu bunun farkında
değildir. Bunun izahı şudur: İnsan doyuncaya kadar yediği zaman, bu beslenme ve
gerçekte yeme sayılmaz. Bu kimse, hazinesini mal ile dolduran tahsildar
gibidir. Mide de yiyecek ve içeceklerden yemenin topladığı şeyin hazinesidir.
Mideye bir şey koyduğunda ve elini çektiğinde (yemeyi bitirdiğinde), tabiat
bunu üstlenir ve yemek bir hâlden başka bir hâle dönüşür, her nefes verdiğinde
sürekli olarak bununla beslenir. Bu durum devam eder. Şayet bu olmasaydı her
beslenenin tabiatındaki hikmet bâtıl olurdu. Hazine boşaldığında tahsildar
olan doğa hazineyi dolduracak şeyi elde etmek için harekete geçer. Bu şekilde
ebedî olarak devam eder. Bu beslenen kimsedeki gıdanın sûretidir. Böylece dünya
ve âhiretteki her nefiste beslenmenin mevcut olduğu anlaşılmış oldu. Şeyh bu
konuda uzun değerlendirmelerde bulunmuştur.
388. bâbda “Güzel yapanlara daha
güzeli, bir de fazlası vardır.”[269]
âyeti bağlamında şöyle demiştir “Bil ki bu âyette belirli olan için bir
belirleme ve belirli olmayan için bir artış söz konusudur. Zira ziyade
‘Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir aklın
ermediği şeyler vardır.’ hadisinde işaret edildiği üzere akla gelmeyen şeydir.
Dolayısıyla insanın bilmediği bir şey olması ve beşerde de bilinmeyen ve
belirlenmeyen bir vasfının olması gerekir. İşte buradan bir bilinmeyene
karşılık bir bilinmeyen olmak üzere hiçbir beşerin aklına gelmeyen şey meydana
gelmiştir. Kur’ân’da ‘Onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse [nefis]
bilemez.’[270]
buyrulmaktadır. Burada ‘nefis’ kelimesi nekre yapılmış ve kendisine gizlenmiş
göz aydınlığı olacak şeyleri bilmekten nefyedilmiştir. Yüce Allah’ın kulakla ya
da herhangi bir idrakle birlikte değil de gözlerle birlikte zikretmesinden,
bunun genel olarak müşâhede edilebilen bir durum olduğunu anlamaktayız. Bunu
uzunca açıklamıştır.
Soru: Cennet
çarşısında bulunan sûretlerden bahseden hadis neyi kastetmektedir? Bu berzah
mıdır, değil midir?
Cevap: Şeyh’in
382. bâbda dediği üzere bunların tamamı berzahtır. Zira cennetlikler, içinde
kendilerinin değiştiği bu sûretler için bu çarşıya gelirler. Bu çarşıya
girdiklerinde bir sûret arzulayan her kimse ona girer ve böylece çarşıdan
ihtiyacını alıp ayrılan kimse gibi bu sûretle ayrılarak ailesine gider. Bazen
bir topluluk bu çarşıdaki sûretlerden tek bir sûreti görür ve bu topluluktaki
herkes onu ister. Topluluktaki herkes o sûrete girer, onu giyer ve ona
yerleşir. Bizzat onu istemeyen kimse ise topluluktan bu sûrete girmiş ve
onunla ailesinin yanına giden her bir kimseye bakarak durur. Sûret ise çarşıda
olduğu hâl üzeredir, ondan çıkmaz. Şeriatın belirlediği ve iman etmeyi gerekli
kılan bu meselenin hakikati, sadece âhiretin yaratılışının ve berzahın
hakikatinin bilgisiyle ve Hak Teâlâ’nın kalplere tecellîsi itibariyle bilinir.
Bu, sadece kabiliyetler sûretiyle olur. Zira bunu müşâhede eden kimse, onun
sûretteki değişimini gözleriyle görür ve aklıyla da onun değişmediğini bilir.
Her yetenek (kuvve) zâtının kendisine verdiği şeyle idrak eder. Yüce Allah,
aklı kendi hükmünde, görmeyi de kendi hükmünde tasdik etmiştir. Allah Teâlâ’nın
ise akıl ve görmenin idrak ettiklerinin dışında başka bir ilmi vardır.
Soru: Adn
cennetinde bulunan Kesîbü’l-ebyad” nedir?
Cevap: Daha
önce geçtiği üzere meleklerin üzerine peygamberlerin minberlerini, velîlerin
döşeklerini ve müminlerin minderlerini koyduğu beyaz bir misktir. Adn cenneti
cennetlerin başkenti ve kalesidir. Kralın has makamı ve onun has adamlarının
makamıdır; ziyaretin dışında halktan hiç kimse oraya giremez. Şeyh bunu 371.
bâbda zikretmiştir. Bunu uzunca açıkladıktan sonra şöyle demiştir: “Bil ki
insanlar cennetteki yerlerini aldıktan sonra Hak Teâlâ onları kendisini
görmeye davet eder. Onlar da mertebeleri ve dünyadayken ibadete olan sürat ve
yavaşlıkları oranında, O’nu görmek için hızla hareket ederler. İnsanların bir
kısmı süratli, bir kısmı yavaş, bir kısmı da orta hızdadır. Kesîb’de
toplandıklarında, herkes zaruri bir bilgiyle mertebesini bilir. Sadece ona
koşar ve ondan başkasına inmez. Bu, çocuğun anne göğsüne ve demirin mıknatısa
akması gibidir. Şayet bir kimse kendi menzilinin dışına inmek isterse buna
gücü yetmez. Şayet başka bir mertebeye âşık olmak isterse bunu da yapamaz.
Aksine herkes kendi mertebesinde, hedef ve kastının son noktasına ulaştığını
görür. Dolayısıyla zâtî ve tabiî bir aşkla içinde bulunduğu nimete âşıktır.
Şayet böyle olmasaydı cennet nimet yurdu değil, elem ve sıkıntılı hayat yurdu
olurdu. Şu var ki en üsttekinin içinde bulunduğu menzil itibariyle bir nimeti
ve aşağısındakinden bir nimeti vardır. İnsanlar arasında menzil itibariyle en
alttaki kimsenin, özel bir menzil dışında hiçbir nimeti yoktur. Üstü olmayan
en üstteki ise tümünün nimetine sahip olan kimsedir. Böylece her şahsın
nimetinin kendisiyle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu acayip bir hükümdür.
Soru: İlâhî
tecellî gerçekleştiğinde bu bütün inançlar için midir ve herkes bu bir tek
tecellîden mi nasibini alır yoksa her şahsın müstakil bir tecellîsi mi vardır?
Cevap: Orada
diğer şer‘î sûretleri de kapsayan tek bir tecellî vardır. Ayn (eşya) açısından
bir, sûretlerin farklılığı açısından ise çok tecellî söz konusudur. Ayrıca
insanlar Rablerini gördüklerinde, sonuna kadar bu tecellînin nûruna boyanırlar.
Böylece her biri istidadına göre müşâhede ettiği sûret üzere bir nûrla zâhir
olur.
Soru: Hak
Teâlâ’yı bu dünyada sair İslâmî görünüş seviyelerinde bilen kimse O’nu âhirette
de böyle mi görür yoksa görmez mi?
Cevap: Evet,
Rabb’ini bütün İslâmî itikatların sûretinde görür. Bu görmelerin en lezzetlisi,
kendisinde bütün itikatların nûrunun bulunduğu sûrettir. Bu, yöntemler
arasında Hak Teâlâ’yı sadece akılla bilen birisi gibidir ki bunun nûru sadece
bu yöntemden ibaret olur. “Rü’yetullah Mebhasi”nde âhirette Rablerine
bakanların kısımları ve bunların mertebeleri geçti. Oraya bakabilirsin.
Soru: Hz.
Âdem’in, sırtında bütün çocukları toplamasında olduğu gibi, Tûbâ ağacı da
cennetteki bütün ağaçların aslı mıdır?
Cevap: Evet,
onun cennet ağaçlarına nispeti Âdem’in bütün çocuklarına nispeti gibidir. Yüce
Allah onu eliyle dikip şekillendirdiği zaman, Meryem’e (aleyhisselâm) yaptığı
gibi ona da ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Hz. Îsâ ölüleri diriltmiş ve insan
olması hasebiyle yaratılmışların iyileştirme kuvvetine sahip olmadığı cüzzam
ve alaca hastalıklarına yakalananlara şifa dağıtmıştır. Âdem’in şerefi, nasıl
iki elle yaratılması kendisine ruhun üflenmesi ve bu üflemenin semeresi olan
isimlerin bilgisiyse Tûbâ ağacının şerefi de celâline yaraşır şekilde O’nun
eliyle dikilmesi ve ona ruh üflenmesindedir. Bu üflenmenin semeresi de her
kıyafet giyen kimsenin ziyneti olan kıyafet ve süslerle süslenmesidir. Hurma
çekirdeğine bütün meyvelerinde bulunan öz nasıl verildiyse Tûbâ ağacına da
cennetteki bütün meyveler verilmiştir.
Soru: Cennetteki
doğumla ilgili, Şeyh Ebû Tâhir’in (rh.a) görüşü daha önce geçti. Peki, Şeyh
Muhyiddin’in bu konudaki görüşü nedir?
Cevap: Onun
görüşü, cennette tenâsül ile cisim ve ruh açısından doğumun bulunması
şeklindedir. Bu konudaki ifadeleri, 369. bâbdadır. “Ashabımız, dünyadaki
müddetin tamamlanmasıyla insan türünün şahıslarının sona erip ermediği
hususunda ihtilaf etmiştir. Keşif sahibi olmayanlar sonlanacağını, keşif sahibi
olanlar ise sonlanmayacağını söylemişlerdir.” Şöyle demiştir: “Bu insan türü
için, âhirette doğum benzer [lerde] devam etmektedir. Zira Hak Teâlâ,
kendisinden daha kâmili bulunmayan âlemde ne yaratmışsa onun örneği O’nun kürsüsündeki
cömertlik hazinelerinde mevcuttur. Bu hazinelerde bulunan örneklerin bireyleri
sonsuzdur. Her türün benzerleri, kendisinden var edildiği tür bâki olduğu için,
dünya ve âhiretteki her birim zamanda meydana gelir.
Soru: İbn
Abbâs’ın cennet meyveleriyle ilgili kelâmında olduğu gibi, hûru’l-‘în de bu
dünyadaki kadınlar şeklinde midir yoksa benzerlik sadece isimde midir? Ayrıca
bunlarla cinsellik nasıldır?
Cevap: Hûru’l-‘înin
insan olmamasına rağmen onların tamamının yaratılış şekli, insanın yaratılışı
sûretindedir. Cinsel ilişkilerinin sûretine gelince bizden bir adam, insan olan
bir kadınla nasıl cinsel ilişkiye giriyorsa hûru’l-‘înle de bir zaman biriminde
cinsel ilişkiye girer. Bu nikâh sadece insanların saîd olanlarına hastır.
Şakilerin cehennemde nikâhtan herhangi bir nasipleri yoktur. Şeyh Muhyiddin
369. bâbda uzun açıklamalardan sonra şöyle demiştir: “Dolayısıyla burada
hârikulâdelik söz konusu olduğu için, bizden bir adam, yanındaki bütün kadın ve
hûru’l-‘inlerle evlenmek istediği takdirde, onun hiç erteleme ve erkene çekme
olmadan bir anda onlarla hemen evlenebileceği anlaşılmaktadır. Bu cennetteki
meyve gibidir. Onlar da ne tükenir ne yasaklanır; yeme ve tadının hoşluğu devam
etmesine rağmen, eksilmeden toplanmaya [devam ederler]. Kişi hûrilerle ya da
insanlarla cinsel ilişkiye girdiğinde, her defasında takdir edilemeyecek derecede
bir şehvet ve lezzet hisseder. Şayet dünyadakiler bunu bulsalardı bunun
tadının şiddetinden bayılırlardı. Her defasında kişinin erkeklik organından
kışkırtıcı bir koku çıkar ve kadının rahimine karışır, her defasında o anda
bundan bir çocuk oluşur ve iki sefer arasında yaratılışı tamamlanır.
Mücerred-tabii ruh olarak kadından çıkan nefisle birlikte biçimlenerek doğar.
İşte insan ile farklı ve benzer olan bir cinsten meydana gelen doğumun şekli
budur. Bu durum sonsuza kadar devam eder.”
Soru: Ebeveyn,
bu nikâhla kendilerinden doğanı görür mü, görmez mi?
Cevap: Evet,
bu nikâh neticesinde kendilerinden doğanı görürler. Ancak daha sonra bu
çocuklar kendilerinden gizlenir ve bir daha dönmezler. Bu, Beytü’l-mamûr’a her
gün giren meleklerin bir daha dönmemesi gibidir.
Soru: Bu
çocuklar da duyulur nimetlerden pay alırlar mı?
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in dediği üzere “Bu çocukların ne duyulur ne de mânevi nimetlerden
herhangi bir nasibi vardır. Bunların nimetleri, rüya görenin uykuda gördüğü
nimet gibi, berzahi nimettir. Bu tabii yaratılışın bir gereğidir. Dolayısıyla
insanlar için doğum, zikrettiğimiz hükme bağlı olmak kaydıyla devam eder.
Soru: Beşerî
ruhların doğumu (üremesi) nasıl olur? Bize onların âhirette de dünyadaki
uyuyanın uykuda gördüklerine benzer bir şekilde, berzahî birtakım içtimalarının
söz konusu olduğu bilgisi ulaştı.
Cevap: Ruhların
âhiretteki doğumunun (üremelerinin) şekli, dünyada uyuyanın rüyada eşiyle
birlikte olduğunu ve bu birliktelikten bir çocuklarının doğduğunu görmesi
gibidir. Bu makamda bulunan ve eşi ve kendi ruhu itibariyle eşiyle ilişkiye
giren her kimsenin, iki arasındaki bu ilişkiden ruhânî çocukları olur. Bu
doğanların hükmü, cisimlerde ve duyulur sûretlerde gerçekleşen maddî ilişkiden
doğanların hükmünden farklıdır. Çocuklar şerefli melekler olarak, hayır aslında
tertemiz ruhlar olarak çıkarlar. Bu, ruhların doğumunun şeklidir. Ancak bunun
Hak Teâlâ’nın sınırlı hâllerde tecellî etmesinde olduğu gibi, berzahî bir tecellîden
olması gerekir. Berzah, aklen muhal olan şeyleri kabul etmesinden dolayı en
geniş mertebedir. O hâlde cennetliklerin cinsel birlikteliklerinin şekli,
meleklerin yaratılışının sûreti yada Allah Teâlâ’yı zikredenlerin
nefeslerinden meydana gelenlerin şekli ve Allah’ın amellerin suretlerinden
yarattıkları şeyler gibidir. Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu
konuda sahih haberler gelmiştir.” Önceki bâbda bu konuya uzun açıklamalar
getirilmiştir.
Soru: Allah’ın
“Orada nefislerinizin istediği şeyler vardır.” buyurmayıp “Orada nefislerinizin
arzuladığı şeyler vardır.”512 buyurmasının hikmeti nedir?
Cevap: Bunun
hikmeti Şeyh’in 328. bâbda dediği üzere “Murad edilen her şey arzulanır.”
şeklindedir. Zira istek, lezzetlenilen ve lezzetlenilmeyen şeyin meydana
getirilmesine taalluk eder. Şehvet ise sadece lezzet alınana taalluk eder. Bu
nedenle saîdler amelleri irade ve kasıt ile alırlar, neticeleri de şehvetle
alırlar. Amel anında şehvetle rızıklanan kimse, amelin neticesinin verdiği
lezzetle lezzetlenir. Bu durumda nimeti âcilen verilmiş demektir. Amel anında
şehvet değil de sadece iradeyle rızıklanan kimse ise mücahede sahibidir ve
şehvetle neticeye ulaşır. Ancak bu, birinciden daha aşağıda bir mertebedir.
Soru: Âhiretteki
şehvetlerin lezzetleri bu dünyadakinden daha büyük olmasına rağmen, neden
âhiretteki şehvetler de bu dünyadaki şehvetlerin hükmü gibi Hak Teâlâ’nın
tecellîlerini müşahede etmeyi engelleyip onları perdelemez?
Cevap: Âhiretteki
şehvetler, Allah Teâlâ’yı perdelemez. Zira oradaki tecellî dünyadaki
tecellînin aksine gözleredir. Gözler ise şehvetlerin mahalli değildir.
Dünyadaki tecellî ise anlayışlara ve bâtınlaradır, zâhirlere değil. Oysa
bâtınların, şehvetlerin mahalli olduğu bilinmektedir. Zemmedilen şehvetlerle
ilâhî tecellîler, bir mahalde asla bir araya gelmez. Bu nedenle zâhid ve
ârifler, bu dünyada nefislerin şehvetlere çok az nâil olmasını tercih
etmişlerdir. Zira bunun, bir şeyi olduğu gibi (bir şeyin mahiyetini) görmenin
önünde bir perde olduğunu görmüşlerdir. Zira ilim, nûr ve tecellîleri
engelleyen şey, şehvetlerdeki kirler ve uzuvlardaki şer‘î vera‘ı yıkan şüphelerdir.
Her ne kadar yenilen içilen ve birlikte olunan helâl ise de şehvetlerin kirleri
yeteneklere tesir eder ve perdelenmeye sebep olur. Anla! Şeyh bunu el-Fütûhât’
ın 15. bâbında zikretmiştir.
Soru: Kul,
günde kaç defa Rabb’ini ziyaret eder?
Cevap: Şeyh’in
198. bâbda dediği üzere “Her kulun cennette Rabb’ini ziyaret etmesi, namazının
miktarı kadardır. Aynı şekilde O’nu âhirette görmesi, namazda O’nun huzurunda
(O’nunla birlikte) olduğu miktar kadardır. Rabb’iyle oturması da (mücâlese)
dünyadayken vâcip ve mendupları yapması, haram ve mekruhları terk etmesi
miktarı kadardır. Kulun Rabb’iyle mubahlar konusunda oturması da mubahlardaki
niyet oranındadır. Rabb’ini görür ya da mubahın işlenmesi konusunda şeriat
sahibi olarak niyet eder ve çoğunlukla olduğu gibi gafletinden dolayı bunu yapmazsa
bunun hükmü mendubun hükmüdür. Mendubu işlerken Rabb’inin huzuruna çıktığı gibi
orada O’nun huzuruna çıkar. Şayet bu kendisine perdelenir ve gaflet içinde
mubahı yaparsa zikrettiklerimizden herhangi bir payı olmaz.”
Soru: Sidretü’l-müntehâ’nın
kirazı, hiçbir ekleme yapılmadan, denildiği gibi, cennetliklerin adedince
midir yoksa dünyadaki meyveler hakkındaki hükümde olduğu gibi, daha fazla mı
olur?
Cevap: Şeyh’in
önceki bâbda dediği üzere “Onun kirazı, saîdlerin özellik ve amellerinin adedi
kadardır. Hatta şöyle deriz: Kiraz onların amellerinin bizzat kendisidir.” Bunu
uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Ameller cennetinde bir saray ve bir kemer
yoktur ki bu sidre ağacının dallarından bir dal ona girmemiş olsun. Bu daldaki
meyve, sûreti dal olan ameldeki hareketlerin miktarı kadardır.
Soru: Yapraklarının
güzel olup olmaması konusundaki hüküm nedir?
Cevap: Yapraklarının
hükmü, kulun, mazharı yaprak olan ameldeki huzuruna bağlıdır. Bu, her dalın
yapraklarının sayısının, bu ameldeki nefeslerin sayısına bağlı olması gibidir.
Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bil ki bu ağaçla en çok mesut olanlar,
Beytülmakdis ehlidir. Beytülmakdis ile en çok mesut olanlar Kûfeliler,
Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) en çok mesut olanlar Mekkeliler,
Allah’la en çok mesut olanlar ise Kur’ân ehlidir.” Bu görüş için herhangi bir
delile rastlamadım. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Bu
ağaçtan yemenin hikmeti nedir?
Cevap: Bunun
hikmeti, cennetliklerin kalbinden kinin izâle olmasıdır. Bu ağaçtan yemedikçe
hiçbirinin kalbinden kin gitmez. En doğrusunu Allah bilir.
Soru: Allah’ın
cennet meyveleriyle ilgili olarak “Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan”513
buyurmasının hikmeti nedir? Bununla kastedilen senenin mevsimlerinde
tükenmemesi mi yoksa başka bir şey midir?
Cevap: Şeyh
Muhyiddin’in 99. bâbda dediği üzere “Bazılarına göre bununla kastedilen soruda
anılandır. Buna göre meyveler zamanının bitmesiyle kesilirler, sonra sonraki
sene tekrar dönerler. Kastedilen, sürekli yaratmanın kesintiye uğramamasıdır.
Bu, akıl ilminin ulaştığı noktadır. Bizdeki ilme göre ise ‘Bitip tükenmeyen ve
yasaklanmayan’ ifadesinden, Allah Teâlâ’nın bizim için onlara ‘kıtf’ ve ‘tenâvül’
olarak isimlendirilmiş bir rızık koyduğunu anlarız. Bu, Allah Teâlâ’nın cin
âlemi için kemiğe bir rızık koyması gibidir. Biz kemikten bir şeyin eksildiğini
de görmeyiz. Şüphesiz bir şekilde, meyveler ağaçtaki yerinde durmasına rağmen
biz cennetin meyvelerini kopararak yeriz. Meyveler orada bitmez. Zira orası,
içinde bir şeylerin tekevvün ettiği bekâ yurdudur. Bu nedenle ona ‘Dâr-ı î‘dâm’
denilmemiş, ‘Dârü’t-tekvîn’ olarak isimlendirilmiştir. Bunun benzeri, cennet
çarşısıdır. Mümin kendi sûretinde olmasına rağmen çarşının sûretlerinden
hangisini dilerse ona girer. Ehli de onu yadsımaz. Biz, kendi sûretimizde iken
yeni ve tekvînî bir sûrete büründüğümüzü biliriz. Burada akıllar nerede
akledilen nerede?”
Soru: Cennetliklere
oradaki herhangi bir şey perdelenir mi yoksa her şeyi görürler mi?
Cevap: Cennetliklerin
özelliklerinden biri de âlemden hiçbir şeyin kendilerine gaip olmaması ve
onların âlemi bütün mertebeleriyle birlikte müşâhede etmeleridir. Daha önce
izahı geçtiği üzere onlar uykuyla nitelenemezler.
Soru: Cennetlikler
temennilerle nimetlenirler mi?
Cevap: Evet,
bununla nimetlenirler. Hatta bu onların en büyük nimetlerindendir. Onlardan
biri kendi nimetinden daha üstününü düşünür ya da böyle bir temennide bulunursa
hemen hâsıl olur ve kendisini onda bulur.
Soru: Onlara
bu kadar dâimî nimetin, dünyadaki taat süresinden daha fazla karşılığın
verilmesinin sebebi nedir?
Cevap: Bunun
sebebi, onların dünyadaki sâlih niyetleridir. Onlardan biri, cehennemliklerin
aksine, şayet sonsuza kadar yaşamayı dileseydi Allah Teâlâ’ya itaat ederdi ve
O’na hiçbir şeyi ortak koşmazdı. Mümine ilâhî inâyet az gelince ve amellere
devam etme noktasında niyet ettiği şeyleri gerçekleştiremeyince, Yüce Allah ona
cennette bu temenninin benzerini verir ve temenni ettiği her şey orada olur.
Böylece dünyada yorulmamasına ve rahatlığına rağmen sonsuza kadar niyet ettiği
bu amellerin ehli olan kimselere katılır. Geceleyin namaza kalkmaya niyet edip,
Allah ruhunu sabahleyin aldığı için kalkamayan kimseye, ettiği niyetin karşılığının
verileceğine dair haber geldiği gibi bu durum da böyledir.
Soru: Bizim
için berzahî olan başka bir cennetin de olduğuna dair bize bilgi ulaştı. Bu
cennet nedir?
Cevap: Kur’ân
“Rabb’ine itaatsizlikten sakınanlara vaad edilen cennetin temsili şudur: İçinde
doğal nitelikleri bozulmamış su ırmakları, tadı bozulmamış süt ırmakları,
içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları bulunan bir
bahçedir.”[271]
gibi âyetlerle bu cennete işaret etmiş, ancak açıkça belirtmemiştir. Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu cennet ‘sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak’[272]
âyetinde belirtildiği üzere duyulur bir cennet değildir.
Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda,
gücüne sınır olmayan bir hükümdarın huzurundadırlar.’516 âyetinde
belirtildiği gibi ruhanî de değildir, berzahîdir. Yüce Allah, insanların
akıllarının farklı olmasına bağlı olarak cennetleri nitelemiştir.” Şöyle
demiştir: “Mesih (aleyhisselâm) bizim işaret ettiğimiz ruhanî nimetleri
açıklamıştır. Havârilerine vasiyet ettiği esnada, şöyle söyleyerek vasiyetini
tamamlamıştır. ‘Size emrettiklerimi yaptığınız takdirde, yarın göklerin
melekûtunda benim ve sizin Rabb’inizin katında benimle birlikte olacak,
meleklerin arşın etrafında O’nu hamd ile tesbih ettiklerini ve O’nu takdis
ettiklerini göreceksiniz. Siz orada yeme-içme olmaksızın bütün lezzetlerle lezzetleneceksiniz.”
Şeyh şöyle söylemiştir: “Mesih bununla kitabımızın remizlerle yaptığı gibi
yapmamış, açıkça beyan etmiştir. Zira onun hitabı, Tevrat’ın ve peygamberlerin
kitaplarının terbiye ettiği bir topluluğaydı. Peygamberimiz Muhammed’in
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) muhatablarının aksine, bundan yararlanmakta,
onu tasavvur ve kabul etmeye hazır idiler. Peygamberimiz, ilimleri kabul
etmeyen, diriliş ve toplanmayı ikrar etmeyen, âhiretteki kralların nimetlerini
bilmek şöyle dursun, dünyadaki kralların nimetlerini bile bilmeyen, çöl ve dağ
ehlinden ümmî bir topluluğa gönderilmiştir. Bu nedenle topluluğun anlayışına
yaklaştırmak ve nefislerini buna teşvik etmek için, kitaplarında cennetin
vasıfları, daha çok cismânî olarak verilmiştir.”
Soru: Cennetteki
nehirlerin fazla değil de dört olmasının hikmeti nedir?
Cevap: İlmî
tecellî sadece su, süt, şarab ve bal olmak üzere dört sûrette gerçekleştiği
için dörttür. Bu dört kısımdan her birinin ehli vardır. Su nehirlerinin ehli,
reye açık olan ilimlerin ashabıdır. Sütün kesilmesinden yahut tazeliğinden
dolayı tadı bozulmayan tatlı süt nehirlerinin ehli, müctehid imamlardan sahih
istinbat ashabı olanlardır. Şarab nehirlerinin ehli, Hızır’ın (aleyhisselâm) ilmi
gibi, zevk ilimlerine sahip olan eminlerdir. Süzme bal nehirlerinin ehli ise,
Allah Teâlâ’yı ve şeriatını vahiy, iman ve saf ilham yöntemiyle bilenlerdir.
Soru: Cennetliklere
verilen oluşun niteliği nedir?
Cevap: Bunun
şekli şudur: Birinin aklına, bir şeyin yaratılmasına (tekvin) dair ne gelirse
bu göz açıp yummaktan daha seri bir şekilde olur. Burada ihtiyaç ve zilletin
ortadan kaldırılması için, Allah Teâlâ’nın iradesiyle cennetlikler
dilediklerini meydana getirirler. Zillet sadece cehennemliklere hastır.
Cennetliklerde ise sadece izzet vardır.
Soru: Cennette
en büyük hüküm cisimlere mi yoksa ruhlara mı aittir?
Cevap: Cennette
hüküm, dünyanın aksine cisimlere değil, ruhlara aittir. Cennetliklerin
cisimleri ruhlara bürünür ve ruh cisimlerin zarfı olur. Hüküm ve ortaya çıkış
(zuhûr) ruhlarındır. Bundan dolayı diledikleri sûrete dönüşürler. Bu, bugün
bizde dilediği sûrete bürünenlerin cisimler değil de melekler ve ruhlar
âleminin olması gibidir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Ehl-i keşf olan
bazıları, hataya düşmüş ve cennetliklerin diledikleri kılığa girdiklerini
gördükleri için, cisimlerin değil ruhların haşredileceğini söylemişlerdir.
Cisimlerin ruhlara bürünmelerine dair söylediklerimizi görmemişlerdir. Şayet
keşif, nazarında tahakkuk etseydi cisimlerin ruhlara büründüğünü görürdü.
Soru: Cennetliklerin
cisimleri, saflık açısından farklı mıdır?
Cevap: Evet,
bedenleri dünyadaki sâlih amellerinin saflığı oranında cevherleşir ve amel,
ilim ve tevhidinde daha ihlâslı olan her kişi, daha aydınlık ve daha şeffaf
olur.
Soru: Cennetliklerin
bedenlerinin terleri misk olduğuna ve dünyadaki fazlalıkları olmadığına göre,
dübürleri (anüs) var mıdır, yok mudur?
Cevap: Bu
konuda bize nakli bir bilgi gelmemiştir. Açıkçası cennetliklerin mutlak olarak
dübürlerinin olmaması gerekir. Zira dünyada dübür, gâitanın çıkış yeri
kılınmıştır. Orada ise gâita yoktur. Şayet eşiyle cinsel birliktelik ve doğum
için ihtiyaç duyulmasaydı, cennetliklerin erkeklik ve kadınlık organı da
olmazdı.
Soru: Cennetin
mertebelerinin sayısı kaçtır?
Cevap: İmanın
şubeleri sayısı kadar olup ne eksik ne de fazladır. İmanın şubelerinin yetmiş
küsur olduğu nakledilmiştir. Küsur birden dokuza kadardır. İmanın bütün
şubelerini kendisinde toplayan kimse, cennette dilediği gibi yerleşir. Şeyh
Muhyiddin şöyle demiştir: “Sekiz cennetin birbirine komşuluğu, cennetin
kalbindeki sekiz dairenin sûreti gibidir. En üstte Adn cenneti, kral dairesi
konumundadır. Etrafında sekiz sur vardır ve her iki sur arasında bir cennet
vardır. Fazilet açısından Adn cennetinden sonra Firdevs, sonra Huld, sonra
Na‘îm ve sonra da daha önce belirtildiği gibi diğerleri gelir.” Şöyle demiştir:
“Bu cennetlerin tamamı kardeşlerinin ismine de sahiptir. Söz gelimi Na‘îm
cenneti, aynı zamanda Huld, Darü’s-selâm, Me’vâ ve Mukâme’dir. Bu sonuna kadar
böyledir.
Soru: Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmeti için, onları cennete eriştiren şeriatı
koyması itibariyle bu cennetlerle Hz. Peygamber’e (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) has olan Vesîle menzili arasında bir irtibat var mıdır?
Cevap: Evet,
bu cennetlerden her biri el-Vesîle makamıyla iletişim içindedir. Bu
Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) simasını müşâhedeyle
nimetlenmeleri içindir. Diğer cennetler el-Vesîle makamından ayrılırlar. Onun
her cennette bir şubesi vardır ve Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
bu şubeden o cennettekilere görünür. Burası her cennette olabilecek en yüksek
konumdadır.
Soru: Denildiği
gibi cennetin dereceleri, cehennemin derekelerine eşit midir?
Cevap: Evet,
Şeyh’in 296. bâbda dediği üzere, eşittir. Bunun izahı şudur: Sadece emir ve
nehiy vardır. Kulun kendisine emredilen her amelinin bir derecesi vardır.
Nehyedildiği bir şeyi yaparsa bu dereceye denk gelen bir derekesi olur. Şayet
bu dereceden küçük bir taş düşse, cehennemdeki derekenin istivâ hattına iner.
İnsan da kendisine emredilen bir ameli yapmadığı zaman, bu ameldeki düşüşü de
aynen bu derekeye düşüşü gibi olur. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bütün cennetlerde olduğu ve cennetiyle nimetlenen her velînin
ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ortak olarak onunla (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) nimetlendiği anlaşılmaktadır. Zira velî, buna onun (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) şeraitine tâbi olmakla ermiştir. Bu nedenle nübüvvet sırrı onun
nimetlenmesinde devam etmektedir. İşte onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
‘Güzel bir gelenek (sünnet) başlatan kimseye bunun ve bununla amel eden
kimsenin ecri vardır.’ hadisinin anlamı budur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) için de kendi saf amellerinin sevabına ek olarak kendi şeriatıyla
amel edenlerin lezzeti kadar ilâve lezzet vardır. Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî ve
başkalarının dediğine göre, bütün peygamberlerin şeriatlarının tamamı,
peygamberlerin tümünün peygamberi olması itibariyle onun (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) içindedir (bâtın). Dolayısıyla bütün şeriatlarla amel edenlerin ecri
kadar, ona ecir vardır.
Soru: Resûlullah’ın
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) âhiretteki en büyük menzili nedir?
Cevap: Onun
en büyük menzili, o büyük günde ilâhî emirlerin gerçekleşmesi için, O’nun
celâline yaraşır bir şekilde Allah’ın (cc) önünde durmasıdır. O, diğer
insanlardan ayrı olarak âdil olan hükümdarın katında tercümandır.
5 Şeyh Muhyiddin şöyle
demiştir: “Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu makamdaki özelliklerinden
biri de duruşmadaki herkesin bu yerde ondan [bilgi] almasıdır. Zira orda o
tümüyle yüzdür. Bütün taraflarından görür. Yine Allah Teâlâ’dan kendisine her
cihetten birtakım işaretler verilmiştir ve ondan dilediğini anlar.”
Soru: Tûbâ
ağacının kökü hangi menzildedir?
10 Cevap: Şeyh
Muhyiddin el-Fütûhât’ın 71. bâbında, Şeyh İbn Ebû Mansûr ise Risâle’sinde
şöyle demişlerdir: “Tûbâ ağacının kökü, İmam Ali b. Ebû Tâlib’in (ra)
menzilindedir. Zira Tûbâ ağacı Fâtımatü’z-zehrâ’nın (ra) nûrunun mazharının
hicabıdır. Sekiz cennette, onlardaki bütün derecelerde, ev ve mekanların
tamamında, Tûbâ ağacının bir dalı vardır. İn-
15 sanların çoğu,
kökünün nerede olduğunu bilmez. Hatta keşfen cennetin ahvâline muttali olan
bazıları, dallardan başkasını görmedikleri için, cennet ağaçlarının köklerinin
yerde değil, havada olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bunlar misk-i ezfar olan
cennet toprağına dikilmişlerdir. Bütün bunların aslı, cennetteki bütün
nimetlerin ve velîlerin bütün nasiplerinin
20 sırrının, Fatıma’nın
nûrundan ayrılmış olmasıdır. Bir eve yahut saraya veya odaya sarkan her bir
dalda cennetteki kulun meyve, kıyafet, kuş, Hur-ı ‘în ve diğer şeylerden
istediği tüm şeyler vardır.
Soru: “Yemişleri
süreklidir.”[273]
ve “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır.”[274]
âyetlerinin anlamı nedir? Birinci âyet, yemişlerinin sürekliliğini, 25
ikincisi
ise belirli bir zamanla kayıtlanmasını gerektirir.
Cevap: “Yemişleri
süreklidir.”[275]
âyetinin anlamı, sürekli yedikleri anlamında değil, arzuladıkları her an
hiçbir şeyin kesilmemesidir. Ancak beslenme bedene kuvvet verdiği için, bu
sürekli yeme mesâbesindedir.
Soru: Dünyada
yeme ile cennette yemenin lezzeti arasında ne fark var30
dır?
Cevap: Aralarındaki
fark şudur: Dünyadaki yemenin lezzeti, karna indiğinde sona erer, âhiretteki
yemenin lezzeti ise karında kaldığı müddetçe, üzerine başka bir yemek ininceye
kadar devam eder. Bu durumda da öncekinden daha genel olan başka bir lezzetle
yenilenir. Bu devam eder.
Soru: Orada
dünyadaki gibi güneş ve ay olmamasına rağmen, âyette “sabah akşam”520
denilmesinin anlamı nedir?
Cevap: Şeyh’in
el-Fütûhât’ta dediği üzere “Dünyadaki durumlara göre sabah ve akşamın
miktarı anlamındadır.” Şöyle demiştir: “Bunun sebebi, güneşi yürüten ve doğuş
ve batışı ortaya çıkaran hareketin, cennetin çatısı olan Atlas feleğinde mevcut
olmasıdır. Hareket hâlindeki bütün gezegenler, şu anda yörüngelerinde nasıl
hareket ediyorlarsa orda da eşit bir şekilde yüzmektedirler.” Şöyle demiştir:
“Şayet böyle olmasaydı dünyadaki takvim erbabı, Küsûf’un ne zaman olacağını ve
gözlerimizden ne kadar gün ışığı kaybolduğunu bilmezlerdi. Şayet Allah
Teâlâ’nın takvimcilere öğrettiği belirlenmiş miktarlar ve muhkem ölçüler
olmasaydı onlardan hiçbiri Küsûf’un ne zaman olacağını bilemezdi.”
Soru: Cennette,
havastan olan biri için azamet hicabının kalkarak, havassın kuşatıcı bir
şekilde Rabb’ini görmesi doğru mudur?
Cevap: Allah’ın
ihata edilmeyeceğinden kinaye olan azamet hicabı, hiçbir zaman kalkmaz. Yüce
Allah’ı tam olarak görmekten murad, daha önce cennetliklerde olmayan bir
şekilde durumun inkişafındaki ziyadeliktir. Zira şayet azamet perdesi kalkarsa
insanlar Rablerini bilgi açısından ihata edecek ve O kendisini nasıl tanıyorsa
onu öyle tanıyacaklardır. Hiç kimse bunu söylememiştir. Cennetlikler için
gerçekleşen rüyetin lezzeti, sadece inkişafın artmasıdır. Bu nedenle
muhakkikler Allah Teâlâ’nın keyfiyetsiz olarak görüleceğini söylemişlerdir.
Soru: “Yaptıklarınızın
karşılığı olarak cennete giriniz.” âyeti ile “‘Hiç kimse ameliyle cennete
giremez.’ ‘Sen de mi Ya Resûlallah?’ dediler; ‘Ben de. Ancak Rabb’im rahmetiyle
beni sarar.’ buyurdu.” hadisini nasıl bir araya getirebiliriz?
Cevap: Bu,
sebeplerin müsebbiplerine bağlı olması bağlamındadır. Tamamının Allah
Teâlâ’dan olduğu bilinmektedir. Cennete girmenin amellere bağlı olduğunu
düşünen kimse “Cennete ameliyle girdi.” der; sebebin yaratıcısını dikkate alan
kimse ise “Allah’ın lutuf ve rahmetiyle cennete girdi.” der. Kâmil ve râsih
şeyh olan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât’ ın 289. bâbında, sûfîlerin
imamı olan Şeyh Ebû Medyen’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Saîdler cennete
Allah’ın lutfuyla girer, şakîlerse cehenneme Allah’ın adâletiyle girerler.
Herkes yerine ameliyle girer, niyetiyle de orada kalmaya devam eder.” Şeyh
Muhyiddin, bunun doğru bir söz ve hoş bir keşif olduğunu söylemiştir. Bu haber,
iffet, edep ve vakardır. En doğrusunu Allah bilir.
Netice:
A‘râf ashabı, kıyamet günü, kendilerine emredilen secdeyi yaptıklarında,
terazileri ağır basar, saîdlerden olur ve cennete girerler. Şeyh Muhyiddin
şöyle demiştir: “Bu secde, dünyadaki tekliflerden geriye kalan son hükümdür.
Kıyamet günü dünya ile âhiret arasında bir ara (berzah) vardır. Bunun dünya
hükümlerine bakan bir yüzü vardır ve bununla A‘râf ehli terazilerini baskın
getirecek secdeye davet edilirler. Âhirete bakan bir yüzü de vardır ve bununla
da amellerinin karşılığı verilir. A‘râf ehlinin köprü üzerindeki durumlarında
onların cehenneme girmelerine engel olan şey tevhidlerinin bulunmasıdır. Onları
[ateşe] girmelerinden alıkoyan budur öyle ki onlardan bu secde sâdır olur.” Ey
kardeş, tevhidin ehline yönelik desteğine bak! Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a
hamd olsun.
Bu, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fi
Beyâni Akâidi’l-Ekâbir kitabının sonu olsun. Yüce Allah, bunu sadece kendi
rızâsı için yazılmış kılsın. Müellifi, kâtibi, dinleyeni ve üzerinde düşüneni
bundan faydalandırsın. Allah’a hamd olsun ki bunu bir aydan daha az bir sürede
telif ettim ve mebhasları sayısınca el-Fütûhât’ı mütalaa ettim. Kitabın
tamamındaki her mebhasi mütalaa ediyordum ki uygun olan nakilleri alayım. Bu,
kerametlerden sayılır. el-Fütûhât, on kalın cilttir. Bu hesaba göre,
her gün el-Fütûhât’ı iki buçuk defa taradım. Bunun her günkü miktarı
yirmi beş cüzdür. “Kerametler Mebhasi”nde, başkasının elinde meydana geldiği
zaman nasıl inanıyorsa keramet sahibinin de buna inanmasının vâcip olduğunu
belirttik.
Bu keramete de ilk inanan benim.
Başlangıçta da sonunda da Allah’a hamd olsun. Bunun telifini, 955 senesinin
Receb ayının 17. mübârek gününde, Mısır’daki Beyne’s-sûreyn semtindeki evimde
tamamladım. Kitabın müellefi Abdulvehhâb b. Ahmed eş-Şa’rânî eş-Şâfiî, hamd,
salât u selâm, hasbele, havkale ve istiğfar ile [tüm] bunları söyledi ve yazdı.
Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd olsun.
Âlim ve allâme olan Şeyh Muhammed
el-Kûmmî bu kitabı methetme sadedinde şu şiiri söylemiştir:
Yevâkît
akaidin gerdanlığında bir nişanedir /
Böylece
mânaları dile gelir, onda cevherler bulunur
Bu,
Allah’ın sevdiklerine hibesidir / Ezelîdir ve O’nun ihsanıdır
O,
el-Vehhâb’ın kulu ve zamanın yegânesidir /
Ondaki
ilimle şarkta ve garpta meşhurdur
Muhyiddin’in
ilimlerini ihyâ ederek haklı olduğunu gösterdi /
Onun
yardımcısı, ne güzel dost ve yardımcıdır
Rabb’imiz
emeğine bol karşılık ver /
Ondan büyük ve bol bir ilim zuhûr etti
Onun kıymetli kitaplarından bir şey
alan /
İstediğini vermiş ve onu
desteklemiştir
Bunun nâzımı Muhammed el-Kûmmî’dir /
Kerîm olan Allah, onu bağışlasın
Şeyh
Ahmed el-Ebû Sîrî de şunu söylemiştir:
Rahman,
Vâhib’in bir kuluna rahmet etmiştir /
Açık
bir hidâyet vererek ihsan ve hayrı
Kapalı
bütün detayları açıklamıştır /
Mücmelin
tafsili ne kadar da güzeldir
Bir
halenin ortasında dolunayı gözlerimle gördüm /
De
ki Rahman lutfuyla bir kula rahmet etmiştir
Müellifin, Allah onu affetsin, kendi
hattıyla şöyle dediği görülmüştür: “Mısır’daki İslâm ulemâsından bir topluluk,
bu kitabı müsvedde olarak yazmış, ona icâzet vermiş ve onu methetmişlerdir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
Şeyh Şihâbüddin b. Çelebi el-Hanefî, müellifi
methetme sadedinde şunları yazmıştır: “Tarikat ehli olan birçok kimseyle bir
araya geldik. Bu müellifin manâlarının çevresinde dolananını görmedik. O, bütün
müslümanlara güzel bir itikadı, taassubu terk etmeyi ve boyun eğmeyi vâcip
görmüştür. İnsafın kapısını kapatan ve güzel özellikleri itiraf etmeyi
engelleyen bir hasedin meydana gelmesinden Allah’a sığınırız. Bazıları ne kadar
güzel söylemişler.
Cehâletinin farkında olmayanı kınamak
ve anlamayana hitap etmek belâlardandır”
Şeyhülislâm el-Futûhî el-Hanbelî (ra)
şunları yazmıştır: “Bu kitabın mânalarını sadece inatçı ve şüpheci ya da
inkârcı ve yalancı kimse tenkit eder. Yine onun müellifini sadece kitabın
ilminden yoksun, doğru yoldan sapmış olan kimse hatalı bulur. Aynı şekilde bu
müellifin faziletini, sadece ahmak ve hasetçi ya da inkârcı muannid veya
sünnetten çıkmış ve sapmış ve imamların icmâını delmiş olan kimse inkâr eder.”
Şeyhimiz Şeyh Şihâbüddin er-Remlî
eş-Şâfi‘î’nin (ra) uzun sözlerden sonra söyledikleri
şunlardır: “Özetle o, fazileti inkâr edilmeyecek bir kitaptır. Onun mislinin
tasnif edilmediği hususunda hiç kimse ihtilaf etmez.”
Şeyh Şihâbüddin Umeyre eş-Şâfi‘î (ra),
kitabı methettikten sonra şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın bu zamanda, kıymeti
yüce olan bu müellifin benzerini ortaya çıkaracağını sanmazdık. Allah, ona
Muhammedî milletin hayrından bolca karşılık versin ve bizi onun bereketinden
faydalandırsın, bizi onun zümresiyle birlikte haşretsin.”
Şeyh Nâsırüddin el-Lekkânî el-Mâlikî,
kitabı ve müellifini methettikten sonra şöyle demiştir: “Bil ki ulemâmız,
Mu’tezile ve diğer İslâmî fırkalarını zemmetmiş ise de kitaplarımızda onların
görüşlerini nakletmemiz tenkit edilmemiştir. Onlar her şeye rağmen ehl-i
kıbleden sayılmış, her ne kadar şeriatın imamlarının yolunu hatalı bulmuş iseler
de küfürlerine hükmedilmemiştir. Mu‘tezile’ye yakın olduğu hâlde, Zemahşerî’nin
ümmetin âlim ve imamlarından sayılmasına baksana! Kitapların çoğu, inkâr
edilmeksizin onun görüşleriyle doludur. Mukallit biri, imamlardan birini fürûya
dair konularda yanlış anlamaktan dolayı onun mezhebine intisaptan nasıl
çıkmıyorsa Mutezile ve diğer fırkalardan olan ümmetin âlimlerinin hataları da
onları âlim olmaktan çıkarmaz.
Halîmî ve başkaları gibi imamlardan
bir topluluk îtizâl ehlinin mezhebine tâbi olmuş, ancak fırkaların ayrılık
noktalarının inceliği ve bunun birçok anlayışa kapalı olmasından dolayı, bu
durum onların imametine halel getirmemiştir. Sûfîlerin yöntemi de buna ehil
olmayanların anlamamasından dolayı kusurlu sayılmaz.
Şeyh Muhammed el-Berhemtûşî,
müellifin nüshasına yazarak kaydetmiştir: “Bismillahirrahmânirrahîm Allah,
hâtemü’l-enbiyâ olan efendimiz Muhammed’e, onun âl ve ashabının tamamına salât
eylesin. Zikriyle sâlih amellerin tamamlandığı ve tevfikiyle derecelere nâil
olunan Allah’a hamd olsun. Salât ve selâm efendiler efendisi ve kerametler
madenine, onun âl ve ashabına ve kıyamete kadar güzelce onların izinden
gidenlere olsun.
İmdî, Allah Teâlâ’ya muhtaç olan fakir
kul Muhammed b. Muhammed el-Berhemtûşî el-Hanefî; efendimiz, dostumuz imam, âmil,
âlim, allâme, muhakkik, müdekkik, derin anlayışlı, muhakkiklerin sonuncusu,
nebî ve resullerin ilimlerinin vârisi, hakikat ve şeriatın şeyhi, tarikat
yolunun madeni, Allah’ın kendisine irfan tacını giydirdiği ve onu zamanın ehli
üzerine yükselttiği kimse olan, dostumuz Şeyh Abdulvehhâb’ın -Allah insanların
ondan faydalanmasını sürekli kılsın, onu zaman durdukça kulların istifade
etmesi için bâki kılsın, uyku tutmayan gözleriyle onu korusunel-Yevâkît
ve’l-Cevâhir fi Beyâni Akâidi’l-Ekâbir kitabının üzerinde durdu. Anladı ki
o, kıymeti yüce, sırları parlak, yağmurları fazilet bulutlarından akan, çiçekleri
tahkik bahçelerinden açan, güneş ve ayları tevfik semasından doğan, kuşları hak
diliyle irşad bahçelerinde nağmeler söyleyen bir kitaptır. Nûrları kalplerin
bütün sayfalarını yakîn ile aydınlatmıştır.
Kerîm olan Allah’tan hayat boyunca
kullarına iyilikte bulunmasını, lutuf, ihsan ve sadakasından vermesini, kulun
da bizi dua ve düşüncesinden çıkarmamasını ve hayatı boyuca bizi istifade
ettirmesini dilerim.”
Âlimlerden dilediğini dininde fakih
kılan Allah’a hamd olsun. Nebîlerin hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, onun
fazilet sahibi seçkin âl ve ashabına salât ve selâm olsun. Allah’ın kitabı ve
şerefli peygamberinin sünnetiyle amel eden âlimlerden Allah razı olsun.
[96] Bakara,
2/30.
[97] Sâd, 38/26.
[98] Nahl,
16/61.
[99] Nûh, 61/4.
[100] Fâtır, 35/11.
[101] Mülk, 67/2.
[102] Âl-i
İmrân, 3/185.
[103] Kıyâme, 75/26.
[104] Âl-i İmrân, 3/169.
[105] Nisâ, 4/153.
[106] Bakara, 2/243.
[107] Bakara, 2/259.
[108] En‘âm, 6/2.
[109] Mü’min,
40/16.
[110] Kâf, 50/22.
[111] Rahmân,
55/26.
[112] Mü’min, 40/16.
[113] Mü’min, 40/16.
[114] Kasas,
28/88.
[115] Kasas, 28/88.
[116] Rahmân, 55/27.
[117] Nisâ,
4/171.
[118] İsrâ, 17/85.
[119] Tevbe,
9/101.
[120] Secde, 32/21.
[121] Secde, 32/21.
[122] Mümin, 40/46.
[123] Mümin, 40/46.
[124] İsrâ,
17/44.
[125] Mücâdele, 58/2.
[126] Meryem, 18/71.
[127] Tevbe, 9/107.
[128] Nisâ, 4/117.
[129] Kehf, 19/5.
[130] Sâd, 38/18.
[131] İsrâ,
17/44.
[132] Fussilet, 41/21.
[133] Necm,
53/3-4.
[134] Yûsuf, 12/108.
[135] En‘âm,
6/158.
[136] Bakara, 2/258.
[137] Yâsîn, 36/38.
[138] Zilzâl, 99/5.
[139] Fâtır,
35/43.
[140] Nisâ, 4/159.
[141] Zuhrûf, 43/61.
[142] Zuhrûf, 43/61.
[143] Nisâ, 4/158.
[144] Enbiyâ,
21/8.
[145] Neml, 26/82.
[146] Rûm,
30/27.
[147] A‘râf,7/29.
[148] Âdiyât, 100/9.
[149] Mü’min,
40/16.
[150] Yâsîn, 36/52.
[151] Rûm, 30/27.
[152] A‘râf,
7/29.
[153] Âdiyât, 100/9.
[154] Vâkıa, 56/61.
[155] Nûr, 24/24.
[156] Rûm, 30/30.
[157] En‘âm, 6/2.
[158] Hicr, 15/26.
[159] Rahmân, 55/14.
[160] Yâsîn, 36/82.
[161] Âl-i İmrân, 3/59.
[162] Hicr, 15/29.
[163] Mü’minûn, 23/14.
[164] Zilzâl, 99/1.
[165] el-Hac, 22/1.
[166] el-Fecr, 89/21.
[167] Tâhâ, 20/105.
[168] Vâkıa, 56/4-5.
[169] Müzemmil, 73/14.
[170] Vâkıa, 56/5-6.
[171] Âdiyât, 100/910.
[172] Nebe, 78/20.
[173] İbrâhim, 14/48.
[174] Fussilet, 41/39.
[175] Bakara, 2/73.
[176] Müddesir, 7/8.
[177] Zümer, 39/68.
[178] Müminûn,
23/100.
[179] Hicr, 14/29.
[180] Bakara,
2/60.
[181] Mü’min, 40/15-16.
[182] Zümer, 39/68-69.
[183] Nebe, /18.
[184] Yâsîn, 36/51.
[185] Kâf,
50/4.
[186] Kıyâme, 75/4.
[187] Yâsîn, 36/79.
[188] Vâkıa,
56/60-61.
[189] Yâsîn, 36/81.
[190] Vâkı‘a,
56/60-61.
[191] Şûrâ, 41/11.
[192] Şuarâ,
26/219.
[193] Şuarâ, 26/219.
[194] Şuarâ,
26/219.
[195] Kâf, 50/4.
[196] Tûr, 52/21.
[197] Nûr, 24/24.
[198] Meryem,
19/85.
[199] Meryem, 19/85.
[200] Hâkka,
69/16.
[201] Înşikak, 84/3.
[202] Fecr,
89/14.
[203] Fâtiha, 1/6.
[204] En‘âm, 6/153.
[205] Saffât, 37/23-24.
[206] Kâri‘a,
101/79.
[207] En‘âm, 6/31.
[208] Rahmân,
55/7.
[209] Rahmân, 55/8.
[210] Rahmân, 55/9.
[211] Rahmân, 55/9.
[212] Rahmân, 55/5.
[213] Enbiyâ,
21/47.
[214] Hûd, 11/61.
[215] Mutaffifîn, 83/3.
[216] Mü’minûn, 23/102.
[217] En‘âm,
6/165.
[218] Hûd, 11/61.
[219] İsrâ,
17/14.
[220] Hakkâ, 69/33.
[221] İnfitâr,
82/10-12.
[222] Kâf, 50/17.
[223] Zuhruf, 43/80.
[224] Kâf, 50/22.
[225] İsrâ, 17/13.
[226] İsrâ, 17/13.
[227] Hadîd,,
57/18.
[228] Tevbe, 9/105.
[229] Âl-i
İmrân, 3/133.
[230] Âl-i İmrân, 3/131.
[231] İsrâ,
17/8.
[232] Bakara, 2/24.
[233] Şuarâ, 26/94-95.
[234] Nahl,
16/88.
[235] Ankebût, 29/13.
[236] Mutaffifîn,
83/11.
[237] Müddessir, 74/42-45.
[238] Mülk, 67/5.
[239] Hümeze,
104/1-2.
[240] Me‘âric, 70/17-18.
[241] Mülk, 67/6.
[242] Kâri‘a, 101/8-9.
[243] En‘âm,
6/28.
[244] Fâtır, 35/37.
[245] En‘âm, 6/27.
[246] Me‘âric,
70/4.
[247] Fecr, 89/23.
[248] Haşr,
59/16.
[249] Haşr, 59/16.
[250] Haşr, 59/16.
[251] Âl-i
İmrân, 3/133.
[252] Kehf, 16/100.
[253] Âl-i İmrân, 3/133.
[254] Âl-i
İmrân, 3/133.
[255] Hadîd, 57/21.
[256] İnsân, 76/13.
[257] Hûd,
11/108.
[258] Hûd, 11/107.
[259] Hâkka, 69/12.
[260] Nebe, 78/35.
[261] İsrâ, 17/21.
[262] Fussilet, 41/31.
[263] İsrâ, 17/72.
[264] Nûr, 24/35.
[265] Vâkı‘a, 59/28.
[266] Jl J^l / Adam hastalığından kurtuldu, anlamında bir tâbirdir. Bilal
isminin etimoloik olarak bu
tâbirin yüklemi olan “hastalıktan kurtuldu”
anlamındaki fiilinden türediği belirtilmektedir (mütercim).
[267] İsrâ, 17/97.
[268] Meryem, 19/62.
[269] Yûnus, 10/26.
[270] Secde, 32/17.
[271] Muhammed,
47/15.
[272] Tûr, 52/20.
[273] Râd,
13/35.
[274] Meryem, 19/62.
[275] Râd, 13/35.