Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

EL-YEVÂKÎT 2-2

 




İBNÜ’L-ARABÎ’NİN GÖRÜŞLERİ

(İNCELEME METİN ÇEVİRİ)

2. CİLT
2.Bölüm

ABDÜLVEHHÂB EŞ-ŞA‘RÂNÎ
(ö. 1565)

Çeviren

Mahmut Çınar


 

İÇİNDEKİLER

ALTMIŞINCI MEBHAS


ALTMIŞ BİRİNCİ MEBHAS


ALTMIŞ İKİNCİ MEBHAS


ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ MEBHAS


ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ MEBHAS


ALTMIŞ BEŞİNCİ MEBHAS


ALTMIŞ ALTINCI MEBHAS


ALTMIŞ YEDİNCİ MEBHAS


Ölümden Sonraki Haşrin Kesin Olduğu ve Aynı Şekilde Yer ve Göklerin de Başkasına Tebdil Edileceği Hakkındadır


ALTMIŞ SEKİZİNCİ MEBHAS


Havz, Sırat ve Mîzan’ın Hak Olduğu Hakkındadır


ALTMIŞ DOKUZUNCU MEBHAS


Defterlerin Dağıtılması ve Kıyamet Günü Allah Teâlâ’ya Arz Edilmesinin Hak Olduğu Hakkındadır


YETMİŞİNCİ MEBHAS


YETMİŞ BİRİNCİ MEBHAS


Cennet ve Cehennemin Hak ve Âdem (aleyhisselâm) Yaratılmadan Önce


Yaratılmış Olduğunun Beyanı Hakkındadır


Cennet ve Cennetlikler Meselesi


 


 

 

ALTMIŞINCI MEBHAS

Büyük îmamı Nasbetmenin (Tayin Etmenin) Vâcip Olduğu, Onun Sevabı, Ona îtaat Etmenin Vücûbu, Ona Karşı Çıkılmayacağı, Onu Nasbetmenin Allah’a Değil Bize Vâcip Olduğu, İmamın Zamanının En Faziletlisi Olmasının Şart Olmadığı, Mefdûl da Olsa Onu Nasbetmenin Bize Vâcip Olduğu ve Bunun Müslümanların Maslahatını Yerine Getirmesinden Dolayı Olduğu Hakkındadır

Sınırların korunması, ordunun donatılması; eşkıya, hırsız ve yol kesi­cilerin cezalandırılması, hasımlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkların çözülmesi, insanların dinî ve dünyevî bütün maslahatlarının korunması bu kabildendir. Şayet büyük imam olmasaydı insanlar kendilerine zarar veren şeylerden alıkonulamaz, şer‘î hükümler infaz edilemez, hadler uy­gulanamaz ve ganimetler taksim edilmezdi. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefatından sonra sahâbe imamın tayini konusunda icmâ etmiş, hatta bunu en önemli vâciplerden biri olarak saymış ve imam tayinini onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) defnine öncelemişlerdir. Bütün dönemlerde insanlar bu şekilde devam etmişlerdir. Müslim’in “İtaat elini bırakan kimse, kıyamet günü elinde hiçbir delil olmadan Allah’ın huzuruna çıkar. Boynunda biat olmadan ölen kimse, Câhiliye ölümü üzerine ölmüştür.” şeklinde naklettiği hadisin de içinde bulunduğu birçok hadis bunu desteklemektedir. Kemâl, Haşiyesinde şöyle demiştir: “İmamın nasbedilmesi, aklen değil, sem‘an yani şer‘an vâciptir.” Mu‘tezile’den olan Câhız’ın adamları, Belhî ve Basrî, imam nasb etme­nin, aklen Hak Teâlâ’ya vâcip olduğunu söylemişlerdir. Zira onlar imamın yokluğu hâlinde zayıflara yönelik zulmün muhtemel olduğunu, varsayılan zararın defedilmesinin de aklen vâcip olduğunu söylemektedirler. Bu da şer‘î hükümleri ikame eden bir imamın nasb edilmesiyle giderilir. Onlar, imamların tayini konusunda ehl-i sünnet gibi düşünmektedir.

Ehl-i sünnete göre, imam birkaç yöntemle bilinir. Ya peygamber ve­ya imam gibi sözünün kabul edilmesi vâcip olan birisinin tayini (nasb) veya müslümanların icmâı ile olur. Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra, ic­mâ ile Ebû Bekir es-Sıddîk, sonra Ebû Bekir’in tayiniyle Ömer el-Fâruk, sonra Ömer’in hilâfet işini şûra ile çözmeleri için tayin ettiği he­yet tarafından Osman imam oldu. O ise kimseyi halife tayin etmedi,

insanlar Osman’ın imameti sonra da Ali el-Murtazâ’nın imameti üzerine bir araya geldiler. Muteber olan sahâbîler de bu konuda icmâ etmişlerdir. Bunlar, râşit halifelerdir. Daha sonra Hasan ile Muâviye arasında muhale­fet çıkmış, Hasan onunla anlaşarak, hilâfeti kendisine bırakmıştır. Ondan sonra Abbâsoğullarına geçinceye kadar, Ümeyye ve Mervân oğullarında kalmıştır. Ehlü’l-hall ve’l-akd olanların çoğunluğu onlar üzerinde icmâ et­miştir. Daha sonra hilâfet, olanlar oluncaya kadar onlarda kalmıştır.

Bazı Râfızîlerin görüşüyse Ebû Bekir’in hilâfeti gasp edip zulmederek Ali’nin önüne geçtiğidir. Bu görüş, Ebû Bekir’i hilâfete getirmelerinden dolayı, sahâbenin zulüm üzerine icmâ etmiş olmasını gerektirdiği için, bâtıldır. Onlar bundan uzaktır ve dinin hâmîleridr. Hâricîler ve Mu‘tezile’den olan Asam, insanların bir imam nasbetmelerinin vâcip olmadığı­nı söylemişlerdir. Bazıları, emniyet anında değil de fitne zamanında vâcip olduğunu, diğer bir kısmı ise tersini söylemiştir. İmâmiyye Şîa’sı, imam nasbetmenin Allah’a vâcip olduğu görüşündedir. O “Müminlere yardım etmek üzerimizde bir haktır.”305 âyetinde ve “Zulmü kendime haram kıl­dım.” kudsî hadisinde olduğu gibi, bizzat kendisine bir şeyi helâl ya da ha­ram kılsa bile, gerçekte Allah Teâlâ’ya hiçbir şey vâcip değildir. Zira O’nun münezzeh ve yüce olan mertebesi, sınırlamayı kabul etmez. Bununla ya­ratılmışlardan ayrılmaktadır. Çünkü sınırlama, üst bir makamda bulunan tarafından alttakilere yapılır. Anla!

Mu‘tezile, yapılmaması durumunda zemmedilmeyi gerektiren bazı şeylerin Allah Teâlâ’ya vâcip olduğu görüşündedir. Taatten dolayı sevap, mâsiyet dolayısıyla cezalandırma, onları taat hususunda takviye edecek ve yaklaştıracak, mecburiyet sınırına ulaşmadan mâsiyete düşmekten uzaklaş­tıracak cömertlikte bulunmak ve onlar için hikmet açısından aslah olanı yapmak, bu kabildendir. Mutezile, başlıkta verdiğimiz “Sultana karşı gel­mek câiz değildir.” şeklindeki görüşümüze muhalefet ederek, kendilerine göre haksızlık yaptığında azledilebileceğini ileri sürerek, zalim sultana karşı gelmeyi câiz görmüştür. Bir topluluk da “Mefdûl da olsa imamın nasbedilmesi vâciptir.” şeklindeki görüşümüze muhalefet ederek “Fâdıl varken, mefdûlun nasbı yetmez, fâdıl olanın nasbedilmesi gerekir.” demişlerdir.

Bu görüş, Bakî‘a yakın bir yerde medfûn olan İsmail b. İmam Ca‘fer es-Sâdık’a mensup olan İsmâilîlerden nakledilmiştir. Bunlar “Bâtıniyye” ve “Melâhide” olarak isimlendirilmişlerdir. “Her zâhirin bir bâtını vardır.” de­dikleri için “Bâtıniyye”, bazı durumlarda şeriatın zâhirini bırakıp bâtınına 5 döndükleri için de “Melâhide” denilmiştir. Bazılarının, sûfîlerin ilimleri­nin derinliğiyle ilgili sözlerini, Bâtıniyye mezhebiyle eş tuttuklarını bilesin. Hak olan ise ikisi arasında bir farkın olduğudur. Zira sûfiyye, bâtınilerin aksine sadece şeriatın zâhirine uygun olduğu zaman bâtıniliği dikkate alır, aksi takdirde atar. Kitapları bunlarla doludur. Bâtıniyye ise, şeriata uygun 10 olsa da olmasa da büyüklerinin kabul ettiklerini dikkate alırlar. Anla! Kutub ve efrâdla ilgili başlıkta, bazen efrâddan olan birisinin kutubdan daha kâmil olabileceği geçti. Zira kutub, bütün velilerden daha faziletli olduğu için bu makama gelmemiştir. O, Allah’ın ezeli ilminde bütün insanların işlerinin kendisine döneceği bir kişinin âlemde bulunması gerektiği kayıtlı 15 olduğu için buna nâil olmuştur. Böylece kutbiyyete tayin edilmiş, öncelikli olması hasebiyle tayin edilmemiştir. İmametle ilgili bu başlıkta da aynı şey söz konusu olup imamın bütün vatandaşların en faziletlisi olması şart değildir. En doğrusunu Allah bilir.

İmam için, ismetin de şart olmadığını bilesin. Râfızilerin aksine 20 Hâşimi ve Alevi soyundan olması da şart değildir. Cumhura göre bü­yük imam fâsıklık yapmakla azledilmiş olmaz. İmamımız Şâfii’nin (ra) adamlarının kitaplarında, imamın bâliğ, âkil, müslüman, âdil, hür, er­kek, müctehid, cesur, dirayetli, yeterli, Kureyşli, işiten, gören, konuşan ve âzalarının hareket etmekten ve seri bir şekilde ilerlemekten kendisini 25 alıkoyacak bir eksikliğinin olmaması şart koşulmuştur. Şayet Kureyşli bulunmazsa diğer şartları bulunduran Kinâneli, bu da bulunmazsa başkası olur. Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere âdil olan cahil, fâsık olan cahilden evlâdır. Bunlar, kelâmcıların kitaplarında gördüklerimdir. Şeyh Muhyiddin ise el-Fütûhât’in 322. bâbında bu konuyu değer30 lendirmiştir.

Soru: Şâri‘, imam edinmeyi açıkça emretmemişken bu nereden vâcip oluyor?

Cevap: Yüce Allah, dini ikame etmemizi emretmiştir. Din de insan­ların can, aile ve mal güvenliği olmadan, bir kısmının diğerlerine karşı tecavüzkâr davranmaları engellenmeden, ikame edilemez. Bu da gücünden korktukları, merhametini umdukları, müracaat ettikleri ve üzerine görüş birliğine vardıkları bir imam olmadan gerçekleşmez. Şayet emniyet altında olmazlarsa Hak Teâlâ’nın yaşanmasını vâcip kıldığı dini, hayata geçiremez­ler. Kendisi olmaksızın vâcibin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı bir şeyin kendisi de vâciptir. İmam edinmek, Allah’a değil bize vâciptir. Nasıl âlemin ilâhı tek ise ve nasıl âlemde gavs olan kutup tek ise ihtilafa düşülüp âlemde fesadın meydana gelmemesi için imamın da tek olması gerekir. Dolayısıyla tek bir kişinin imam olarak belirlenmesi dinen vâciptir.

Soru: Bir şahsın imameti sahih olduktan sonra ne ile azledilir?

Cevap: Fıkıh kitaplarında mukarrar olduğu üzere tebaanın bir kıs­mının diğerlerine haksızlık yapmasını önlemek ve benzerleri gibi daha önce geçen imametin şartlarını hakkıyla yerine getirmekten âciz kalması durumunda imam azledilir. Şeyh Muhyiddin el-Fütûhat’ın 60. bâbında şöyle demiştir: “Tebaasının durumunu dikkate almayan, adâlet ve iyi­likle aralarında hareket etmeyen her imam, zâhirde olmasa da hakikatte kendisini azletmiş sayılır.” Aynı şekilde “Bana göre hâkim, zulmettiğinde ya da fâsıklık ettiğinde özelikle fâsıklık yaptığı konuda azledilmiş sayılır. Zira Allah’ın hükmetmesini emrettiği şeyle hükmetmemiş olur. Resû­lullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), zulmetseler bile ulû’l-emr için ‘imam’ ismini kullanmıştır. ‘Şayet âdil olurlarsa bu hem sizin hem de kendilerinin lehinedir, zulme­derlerse bu durum da sizin lehinize onların aleyhinedir.’ buyurmuş ve bizi taat etmemekten nehyetmiştir. Bu konuda yetkililer arasında ayrım da yapmamıştır. İşte burada, zâhirde olmasa da bu durumda azledilmiş sayıldığını söyledik.” demiştir. Böylece imamın asla şeriata muhalefet et­memesi gerektiği anlaşılmış oldu. Ancak 369. bâbda “Hükümdarların Siyaset İlmi” konusu bağlamında, şöyle demiştir: “Hükümdarların üç şeyin dışında bağışlandıklarını gördüm. Bu üç şey; harama yönelme, sırrı ifşa etme ve mülklerini tanetmeleridir.” Yine Celâleddin es-Süyûtî’nin Târîhu’l-Hulefâsında da bunun Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un sözleri olduğu­nu gördüm. el-Ahkâmus-Sultâniyye’de de vâlinin, suçunu ikrar edinceye kadar suçluyu dövme hakkı bulunduğunu, bunun kadı için söz konusu olmadığını gördüm. Bunun üzerinde düşün.

el-Fütûhât’ın 364. bâbındaki ilimler kapsamında, valileri eleştirenlerin, bunları tayin edenleri sefihlik ve kusurlu bakış açısına nispet ettiğini ve bunun gerçekten tehlikeli bir durum olduğunu söylemiştir. “Bu neden­le Hak Teâlâ, hükümdar ve halifeleri eleştirmekten nehyetmiş ve onların

5 kalplerinin Allah Teâlâ’nın elinde olduğunu, dilediği zaman kalpleri bize daraltacağını, dilediği zaman da bize o kalplerle yumuşak davranacağını haber vermiştir. Onlara dua etmemizi bize emretmiştir. Herkes için masla­hatın onlarla hâsıl olması yaptıkları zulümlerden daha büyüktür. Bununla birlikte onlar dünya ehlinin ihtiyaçlarının giderilmesinde Allah Teâlâ’nın

10 kapıları mesabesindedir. İster fâsık ister sâlih ister âdil yahut zalim olsun­lar bir fark yoktur; bu durum onları “nâiblik” isminin kapsamının dışı­na çıkarmaz.” el-Fütûhât’ın “Ebvâbü’s-salât” bâbında, cemaatle namazda imamlık yapma kapsamında, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “İyi ve günahkâr olan herkesin arkasında namaz kılınır.” hadisi bağlamında şöyle demiştir: “Bu-

15 rada fâcirle kastedilen, kâfir değil, müslüman olan âsidir. İslâm bağı onda olduğu müddetçe, mekruh olsa da arkasında namaz kılmayı kabul ederiz. Burada kerahet imamın fıskının tahmin edilen bir işle değil kesin olan bir işle olması durumunda söz konusudur.” Çünkü bu durum, kâmil olan bir mümini zanla birisinin fâsık olduğuna hükmetmekten uzak tutar. el-

20                    Fütûhât’ın “Hac Bâbı”nda ise tavaf bağlamında şöyle demiştir: “Fâsıkın

imametinin kerahetle birlikte câiz olması ve arkasında namaz kılmanın bâtıl olmamasının sebebi, meşrû olan abdesti alarak namaza başlamasıdır. Namazla birlikte koruma altına girer ve kıraat, zikir ve boyun eğme devam ettikçe selâm verinceye kadar, hayır ve ibadette kalır. Bu durumda fâsıklıkla

25 nitelenemez, aksine Azîz ve Celîl olan Allah’a itaattedir. Abdullah b. Ömer, meşhur fâsık olan Haccâc’ın arkasında namaz kılmıştır. Ayrıca müslümandan sâdır olan bir mâsiyet yoktur ki ona, bunun mâsiyet olduğuna dair bir iman eşlik etmiş olmasın. Haccâc gibileri, her ne kadar namaz dışında fâsık iseler de namazda mümin ve Allah’a itaatkârdırlar. İmâna da hiçbir

30 şey direnemez. Dolayısıyla mâsiyet tarafı zayıflar. Bu nedenle imametinin bâtıl değil, mekruh olduğunu söyledik.” Bu konu tartışmalıdır. Kerahet, namazda mâsiyetle nitelenmesi sebebiyle değil, namazın dışında da olsa zulüm ve haksızlık yapması sebebiyledir. Bu nedenle imameti mekruhtur.

Soru: İmâmiyyenin, imamın mâsum olmasını şart koşmasındaki şüp­heleri nedir?

Cevap: “Onların şüphesi, imamın namaz kıldığı zaman, sadece ve özel­likle ahadiyyet sıfatı ile münâcât etmesidir. Bu nedenle namazda selâm ve­rinceye kadar ismeti vâciptir. Onlar, namazın dışında mâsum olmadığı gö­rüşündedirler. Bu makamın aslının peygamberlere has olduğunu söylerler. Ancak onların dışında da namaz için imamete geçen kimsenin, namazdan ayrılıncaya kadar mâsum olduğunu söylemek vâciptir. Açık olan hatta ger­çekleşmiş olan hak, imamların mâsum olmalarının vâcip olmamasıdır. Bütün imamlar için namazda yanılma söz konusudur. Namazında yanılmazsa bile iki makam arasında fark vardır. Namazdan gafil olmak, namazda hata yapa­nın aksine onu tamamıyla yapmamayı gerektirir.” Bunu 347. bâbda uzunca anlatmıştır. Yine Şeyh’in 336. bâbda şu sözlerle ifade ettikleri de imamların masûm olmadıklarına dair görüşü desteklemektedir: “Hak Teâlâ’nın bâtın sultanı olan kutba, sadece ehliyet nazarıyla baktığını bilesin. Şayet Yüce Allah zâhir sultanına da bu gözle baksaydı, imâmiyyenin dediği gibi, asla zulmetmezdi. İsmet, zâhir imamın şartı değildir. Şayet imâmet onun için istenil­meyen bir şey olsaydı ve sonra Allah ona bunu yerine getirmeyi emretseydi peygamberlerde vâki olduğu üzere şüphesiz onu korurdu. İstemediği hâlde, kendisine emirlik verilen kimse için, onu koruyacak bir meleğin vekil ta­yin edildiğine dair hadiste de buna işaret edilmektedir.” Şöyle demiştir: “Bu, ismetin anlamıdır. Ancak edebe uygun olan, onun mâsum değil, mahfuz olduğunun söylenmesidir. Yüce Allah’ın Hz. Dâvûd’la (aleyhisselâm) ilgili ‘Hevâya tâbi olma! Seni Allah’ın yolundan alıkor.’306 şeklindeki âyetine gelince bu hevâdan maksat, haram ya da mekruh konusunda değil de evlâ olan fiille ilgili olarak sana vahyettiğimize muhalif olan şeyi öneren kimsenin önerisine tâbi olmamandır.” Zira peygamberlerin makamı, Şeyh’in 346. bâbda dediği ve şu şiirlerle söylediği gibi, bundan yüksektir.

Bir mâsuma “Tâbi ol” denilmesine şaşarım /

“Bid‘at çıkarma Allah’ın indirdikleriyle hükmet”

Mâsumun hevâya uyduğu düşünülür mü? /

Vahiy ve tahkik onda, daha ne olsun?

Bu konuda başka söyledikleri de vardır. Yine bu konuyu 515. bâbda da geniş bir şekilde ele almıştır. Oraya bakılabilir.

Soru: Hilâfet ile hükümdarlık arasında bir fark var mıdır? Hadiste “Benden sonra hilâfet otuz yıldır, daha sonra hükümdarlık vardır.” denil­mektedir. Hükümdar mı, halife mi Hak Teâlâ’nın sıfatlarına daha yakındır?

Cevap: Hadiste açıkça belirtildiği ve “Nübüvvet ve Risâlet Mebhasi”nde geçtiği üzere hilâfet ile krallık arasındaki fark açıktır. Şeyh 177. bâbda şöyle demiştir: “Halife ile hükümdar arasındaki fark, hükümdarın aksine halifenin isim ve sarf yerlerini (bu isimlerin tasarruflarını) bilmesidir. Hükümdarın isim ve sarf yerlerinin ilmini bilmesi gerekmez. Bu yüzden o âlemde halife değildir.” 260. bâbda şöyle demiştir: “Resul olsalar da olmasalar da Allah’a sûrî kurbiyyet sadece halifeler içindir. Bunların yakınlıkları da (kurbiyyet) iki türdür. Birincisi ilâhi bildirim ve talimatla olan hilâfet ikincisi ise hükümleri infaz etmekle birlikte ilâhî bildirim olmayan hilâfettir. Bunlar hakikatte ha­life oldukları hâlde, ediplerin dilinde halife değildir.”

Soru: Hangisi daha tamdır?

Cevap: İlâhî bildirimle olmayan hilâfet, mânevî kurbiyet açısından da­ha tamdır. Zira ilahî târif ve açıkça (tayin edilen) halife, sûret açısından halife tayin edileni uzaklaştırır. İlâhî bildirimle halife olmayanın âlemdeki hükmü, başkasının emriyle değildir, o kendisi nedeniyle hüküm verendir. Bu nedenle ilâhî bildirim olmaksızın halife olan kimse kendisi için bildi­rim ve talimatla hilâfet akdi yapılan kimseden daha çok ilâhî sıfata yakın­dır. Ancak bu ikincisi, hilâfeti ilâhî bir emirle olmayan kimseden daha çok arzulanan saadete yakındır. Zira saadete yakınlık, Allah’ı bilen ulemânın indinde arzulanan şeydir. 177. bâbda bunu söylemiştir.

Soru: Halife için âleme tahakküm mü yoksa teslimiyet mi önceliklidir?

Cevap: O, bu konuda muhayyerdir. Dilerse Şeyh Abdülkâdir el-Cîlî gibi tahakküm eder ve zâhir olur; dilerse Şeyh Abdülkâdir’in talebesi Ebu’s-Su‘ûd b. Şibl gibi tahakküme muktedir olmasına rağmen, teslim olarak kulları hakkında tasarrufta bulunmayı Rabb’ine bırakır. Ancak Hz. Dâvûd’da (aleyhisselâm) olduğu gibi, bu ilâhî bir emirle birlikte olursa, Allah’ın emrini reddetmesi söz konusu olamaz. Bu durumda hilâfetin reddedilmesi halifenin tâbi ol­maktan nehyedildiği hevâ sebebiyledir. Osman b. Affân (ra) hilâfeti böyledir.

Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), onun hilâfet elbisesini çıkarmasını nehyetmiş, o da bunun Hak Teâlâ için olduğunu bildiğinden öldürülünceye kadar bunu boynundan çıkarmamıştır. Ancak hilâfeti ilâhî bir emirle birlikte olmayan kimse, muhay­yerdir; dilerse bununla hakkıyla zâhir olur, dilerse açığa çıkmaz ve hakkıyla 5 gizlenir. Bununla birlikte her akıl sahibi için açığa çıkmayı terk etmek evlâ olandır. Böylece evliyânın hilâfet konusunda nebîlere katıldığı anlaşılmış ol­du. Ancak risâlet ve nübüvvet konusunda bu olmaz. Zira bu, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra kapanmış olan bir kapıdır. Peygamber için hüküm vardır, sonra da halife bırakmıştır, onun da tahakkümü vardır. Şayet peygamber ise tahak10 kümü şeriatladır, resul değilse tahakkümü, Allah’ın emriyle zamanının şeriatı olan vaktinin hükmüyledir. İşte bu hükümle adâlet ve zulme nispet edilir.

Soru: İnsan için tahakküm mertebesi imtihan mı, şereflendirme midir?

Cevap: İmtihandır. Zira teşrif olsaydı, âhirette saîdler yurdunda da de­vam ederdi. Halifeye “Hevâya uyma!” denildiğine göre, yasaklanma belir15 lenen şeriatın aksine, şüphesiz bir şekilde imtihanı çağrıştırır. Zira [teşrî], yasaklanma bulunmayan mutlak [bir durumdur]. Aynı şekilde şayet teşrif olsaydı, tahakkümü açısından adâlet veya zulme nispet edilmezdi. Âlemde de sadece ehlullah hilâfeti üstlenir. Oysa Yüce Allah bazı fâsıkları hilâfete getirmiş, bize de zulmetseler bile dinleyip itaat etmeyi emretmiştir. İşte bu, 20 teşrifin değil, imtihanın hâlidir.

Soru: Âdem (aleyhisselâm) ve Dâvûd’dan (aleyhisselâm) hangisinin hilâfeti daha kâmildir?

Cevap: Şeyh’in 346. bâbda dediği üzere, her biri, bir açıdan daha fa­ziletli, başka bir açıdan ise daha az faziletlidir. “Bil ki Hak Teâlâ’nın, oğlu Dâvûd’a ömründen altmış yıl vermek üzere, Âdem’in (aleyhisselâm) göğsünü açması 25 sonra vefatı anında Âdem’in bunu unutması ve ömründen verdiği miktarı inkâr etmesi sebebiyle, Dâvûd’un kalbinde kırgınlık meydana geldi. Allah Âdem’e (aleyhisselâm) vermediği şeyle onu teselli etmiştir. Yüce Allah Âdem hakkında ‘Yeryüzünde bir halife kılacağım.’[96] demiş ve ne onun ismini tayin etmiş ne de muhatap edatıyla onu şereflendirdiği şeyi bir araya getirmiştir. Ona 30 ‘Sana bütün isimleri öğrettik.’ de dememiştir. Dâvûd hakkında ise ‘Seni yeryüzünde halife kıldık, hükmet.’[97] buyurmuş ve onun ismini vermiştir.

Allah Teâlâ ezelî ilminde böyle bir makam ve ihtimamın yaratılışına bağlı beşerî yönü hasebiyle onda babasına karşı bir kıymet bırakacağını bildi­ğinden ‘Nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır.’309 bu­yurmuştur. Böylece Allah onu ikaz etmiş o da Allah Teâlâ’nın onu ismiyle tayin etmesinden hâsıl olan mutluluk yerine bu ikazla ve Allah yolunu gözetmesine yönelik emirle iştigal etmiştir. Ayrıca Hak Teâlâ, Dâvûd’la birlikte edeb yöntemini benimsemiş ve ‘Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır.’ buyurmuş ve ‘Şayet sen Allah’ın yolundan saparsan sana çok ağır bir azap vardır.’ dememiştir.” Şeyh bu konuda uzun açıklamalarda bulunmuştur.

Netice: Şeyh el-Fütûhât’ın 60. bâbında, Allah Teâlâ’nın göklerde, me­leklerden nakipler (nukebâ) kıldığını her meleğe bineği olan ve kendisiyle yüzeceği bir yıldız belirlediğini ve feleklerin de bunların etrafında her gün bir devir döndüğünü zikretmiştir. Göklerin ve yerin krallığından hiçbir şey, onların gözünden kaçmaz. Raiyyesinin hâlini gözetmeyen her kral, gerçekte kendini azletmiş olur. Şöyle demiştir: “Yüce Allah, göklerin idare­cileriyle yerin idarecileri arasında, bu idarecilerden yeryüzü ehline uzanmış ayıp ve şâibelerden arınmış münasebetler ile yollar (rakâik) kılmıştır. Yeryüzündeki yetkililerin ruhları, istidatlarına göre bunların ruhlarından iyi­lik ya da kötülüğü kabul ederler. Dolayısıyla bir yetkili sadece kendi nefsini kınasın. Tenezzülâtü’l-Mûsuliyye’de bunu uzunca anlattığını söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ BİRİNCİ MEBHAS

Allah’ın Ezelde, Öldürülme veya Başka Bir Şeyle Hayatının Sona Ereceğini Kaydettiği Vakit Olan Eceli Sona Ermeden Hiç Kimsenin Ölmediği, Allah’ın “Sonra Eceline Hükmetti. Belirlenmiş Ecel O’nun Katındadır.” Âyetinin Anlamı ve Her Ölene Ölümü Anında On İki Sûretin Tecelli Etmesi Hakkındadır

Mutezile’nin çoğunluğunun, maktulün eceliyle ölmediğini, katilin öl­dürmekle maktulün ecelini sona erdirdiğini iddia ettiğini bilesin. Şayet öldürmeseydi bundan daha çok yaşardı. Bu görüşü benimseyen kişinin, öldü­rülmekle ömrünün kısaldığına hükmetmesi için, maktulün Allah Teâlâ’nın ilmindeki ömrünün miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Buna imkân yoktur, ulaşacağı varsayılsa bile ecelinin kılıçla sona erdiğinden başka bir şey göre­mez. Hak Teâlâ’nın kulun ruhunu, hem aletle hem de aletsiz alma hakkı var­dır. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın katında belirlenmiş olan eceldir. Hak Teâlâ, ecelinin sonunda bir kulun kılıçla öldürülmesini yazdığında, kılıç gerekli olur. Şayet kılıç kaybolursa şüphesiz bir şekilde kılıç bulununcaya kadar ya­şamaya devam eder. Bazıları, Mutezilenin görüşünün bu şekilde yorumlan­masının evlâ olduğunu söylemişlerdir. Zira onlar kesin olarak müslümandır. Yüce Allah’ın kılıçla öldürülen söz konusu şahsın yaşamasını istediği, ancak katilin bunu istemediği ve bununla ilâhî iradeye galip geldiği şeklindeki bir inanç olarak yorumlanmaması gerekir. Bu düşünce, mukallit olan Mu‘tezile’nin genelinin aksine, Zemahşerî gibilerinin muradından uzaktır. Bunlar, katilin maktulün ömrünü sona erdirmesini intihar eden kimse hakkındaki “Kulum kendisini öldürmekle benden öne geçti.” hadisinde olduğu gibi an­lamış olabilir. Bu, yanlış bir anlamdır ve delil olmaya uygun değildir. Zira intihar eden, kendisini öldürürken Allah’ın hükmü (kazâ) olmaksızın tek ba­şına öne geçmemiş, bu Allah Teâlâ’nın iradesi ve meşîetiyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla intihar edenin kınanması, sadece Allah Teâlâ’nın emri olmadan kendisini öldürmesi açısındandır. Bu, başkasının mülkünü, sahibinin izni olmadan yıkan kimse gibidir. Bu ise haramdır. Zira şer‘î hükümler, iradeyle değil, emirle delillendirilir. İşte burada “Kadere iman ederiz, ancak onu delil getirmeyiz.” demişlerdir.

Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerif, Hâşiye’sinde Ehl-i sünnetin meşhur delillerinden biri ‘Ecelleri geldiğinde ne bir an ileri ne de geri alabilirler.’[98] ve ‘Allah’ın eceli geldiği zaman, ertelenemez. Keşke bilseydiniz.’[99] âyetle­ridir. Mu‘tezile’nin sarıldıklarıysa Sahihayn ve daha başka yerlerde açıkça yer alan ve bazı ibadetlerin ömrü uzattığını ifade eden hadislerdir. Bunlar­dan biri ‘Rızkının genişlemesini, yaptıklarının unutulmasını isteyen kim­se, akrabalarını ziyaret etsin.’ hadisidir.” demiştir. Buna verilen cevapların bulunduğunu, bunların en sahih olanının ise bu fazlalığın, vaktinin gene­linin taatlerle sarf edilmek sûretiyle bereketlenmesi olarak te’vil edilmesi olduğunu söylemiştir. Zira ibadetin dışındaki ömrü dikkate alınmaz. Bu, bütün delilleri bir araya getirmektedir. Taberânî’nin hadisinde yer alan ve maktulün kıyamette, katiliyle hesaplaşarak “Allahım, bana zulmetti, beni öldürdü ve ecelimi kesti.” dediği hadis hakkında ise hafızların bunun isna­dı ve sıhhati konusunda konuştuklarını ve bunun Allah’ın ilminde yer alan maktul hakkında olduğunu söylemiştir. Şayet öldürülmeseydi, kendisine fazladan bir ecel verilecekti. Zira “Maktul eceliyle ölmüştür.” şeklindeki sö­zümüzün anlamı, bunun katilin fiilinden mütevellit olmadığı şeklindedir. Aksine Allah Teâlâ’nın fiilidir. Şayet öldürülmeseydi, Şerhul-Makâsıdda yer aldığı gibi, hayatı ve ölümüyle kesilmezdi.

Şöyle dedim: Bu, sahih ve güvenilir olan itikattır. Allah’ın “Bir can­lının ömrünün uzun olması da kısa tutulması da mutlaka yazgıya uy­gun olarak gerçekleşir.”[100] âyetinde geçen ömrün kısalmasına gelince, kastedilen söz konusu ömürden kısalma değildir. Zira kastedilen başka bir ömür süresinin, ömründen kısaltılmasıdır. Mukabilinin kendisine delâleti zikredilmese de zamir ona aittir. Ölüm ölen ile kâimdir, Allah Teâlâ’nın mahlûkudur ve kulun ne kesb ne de halk açısından herhangi bir dahli söz konusudur. Bunun dayanağı, Allah’ın “Ölümü ve hayatı yarattı.”[101] âyetinin delâletiyle, ölümün vücûdî olmasıdır. Yine hadiste de “Ölüm bir alaca bir koç sûretinde getirilir ve cennet ile cehennem arasında durdurulur. Cennetlikler ile cehennemlikler ona bakar ve onu tanır. Cebrâil onu orada bırakır, Yahya (aleyhisselâm) yanında büyük bir bıçakla gelir ve onu boğazlar.” şeklinde geçmektedir.

Çoğunluk ölümün ademî olduğu görüşündedir. Ölümün yaratılmasıyla kastedilen de onun takdir edilmesidir. Nefis, cesedin ölümünden sonra kalıcıdır ya nimet ya da azap görmektedir. Bu, müslümanlar ve daha baş­kalarının görüşüdür. Filozoflar, cismânî meâdı inkâr ettikleri için buna muhalefet etmiştir. Kitap ve Sünnet, nefsin kalıcı olduğuna delâlet eden şeylerle doludur. Yüce Allah “Her nefis ölümü tadacaktır.”[102] buyurmuştur. Tadanın tadılandan sonra kalması gerekir. Yine “Hayır artık çok geç! Can boğaza gelip dayandığında”[103] buyurmuştur. Bu, ruhların bekâsını ve o gün Allah Teâlâ’ya sevk edildiklerini açıkça belirtmektedir. Başka bir âyette “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine diridirler ve Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar.”[104] buyurmuştur.

Sahihaynda, Hz. Peygamberin ölüleri ziyaret ettiği ve “Siz onlardan daha iyi işitmezsiniz.” buyurduğu kaydedilmektedir. Düşün! Ancak Mûsâ’nın kavminin “Allah’ı açıkça bize göster.”[105] dediklerinde [öldürülmeleri] gibi, “Sayıca binleri buldukları hâlde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanlar”[106] ve “Yahut evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıssız bir kasabaya uğrayan kimsenin durumu gibi.”[107] âyetlerinde işaret edilenler gibi Allah Teâlâ’nın bir ceza yahut ibret olarak öldürdüklerine gelince bunların ölümü ecellerinin bitmesiyle ger­çekleşmemiştir. Bu nedenle, Yüce Allah, ilminde mukadder olan ecellerini ta­mamlamaları için onları diriltmiştir. Dolayısıyla herkesin eceliyle öldüğünü ve “Kulum öne geçti.” hadisinin anlamının, “Emrim olmadan intihar etti.” şek­linde olduğunu gördün. Bu kimse, bu varlıkta meydana gelen diğer günahlar gibi emre isyan, iradeye itaat etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. “Sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.”[108] âyetinin anlamına gelince “Sonra ölüm zamanını takdir eden” sözüyle kastedilen, her diri için takdir edilen eceldir. “O’nun ka­tında bir ecel daha vardır.” ifadesinin anlamıysa her kişinin ölümden önceki ilk hayatının zamanı olan ve “Ba‘s” olarak tâbir edilen ruhanî eceldir. Bu nedenle hemen peşinde “Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.” denilmiştir. Yani dirilmekten, zira ölümden şüphe etmezler. Çünkü onu her canlıda müşâhede etmektedirler.

Şüphe, sadece Allah katında belirlenmiş ecel olan yeniden diriliş hakkında meydana gelmiştir. Şeyh Muhyiddin, bu konuyu 274. bâbda uzunca an­lattıktan sonra “Ölüm ecelini, belirlenmiş ecel (ecel-i müsemmâ) kılmamıştır. Zira Sûr’a üfürüldüğü zaman, Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde bulunan her şey ölür. Bir taife ölmeden kalır. Bu ya ölümü kabul etmeyen hakikatlere sahip olmaları sebebiyledir bu durumda buradaki istisnâ munkatîdir ve ‘Bugün mülk kimindir?’[109] âyetinin anlamı olur zira buna ölen hiç kimse cevap veremez. Ya da bu taife ölümü kabul eden bir tabiata sahip olup üflemenin kendilerine ulaşmadığı kimselerdir, böylece ölmezler bu durumda da, istisnâ muttasıl olur.” demiştir.

Soru: Âdemoğullarından en son kimin ruhu alınacaktır?

Cevap: Ruhu en son alınacak olan kimse, “Yeryüzünde ‘Allah Allah’ diyen kimse var oldukça, kıyamet kopmaz.” hadisinde işaret edilen ve zikri bütün âlemin zikrinin makamına geçen muvahhid insandır.

Soru: Şeyh Muhyiddin’in ölüm hakkındaki görüşü nedir? Vücûdî mi­dir ademî midir?

Cevap: Ona göre ademîdir. 317. bâbda bunu şu ibarelerle zikretmiş­tir: Bil ki ölüm nefy olarak hakikattir. Hayat ise Allah Teâlâ’yı hamd ile tespih etmeleri hasebiyle eşya için süreklidir. Zira sadece canlı olan tesbih eder. Ancak ruh tamamen cesetten ayrılıp onun zevâliyle bütün kuvvetler kaybolduğundan buna “ölüm” denilmiştir. Bu, güneşin batmasıyla olu­şan gece gibidir. Uyku ise ruhun tam olarak cesetten ayrılması değildir. O, uyuyanda canlılık olmakla birlikte, kuvvetlerle onların hissî idrakleri arasına giren birtakım buhar perdeleridir. Bu, yeryüzünde belirli bir yer ile arasına bulut girdiğinde güneşin durumuna benzer. Bu durumda gök­yüzü ve kümelenmiş bulutların arasında kalan güneş idrak edilmese de aydınlık hayat gibi mevcuttur.

Soru: Allah’ın “Artık gözünden perdeni kaldırdık, şimdi gözün keskindir.”[110] âyetinin anlamı nedir?

Cevap: Bunun anlamı, gözlerin ölüm anında keskinleşmesi ve kulun varacağı her şeyi görmesidir. Bu “Sana ölüm (yakın) gelinceye kadar Rabb’ine ibadet et.”323 âyetinde işaret edilen “yakîn”dir. Şeyh 176. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki her muhtazara (ölüm anı gelen kimse) on iki sûret göste­rilir. Ya bunların tamamını ya da kendisi için kaçınılmaz olarak bir kısmını görür. Bunlar ilminin, amelinin, itikadının, makamının, hâlinin, resulü­nün, meleğin, fiil isimlerinden bir ismin, sıfat isimlerinden bir ismin, ni­telik (nu‘ût) isimlerinden bir ismin, tenzih isimlerinden bir ismin ve zât isimlerinden bir ismin sûretidir.” Ölüm anında kendisine tecellî eden ilme gelince Şeyh Muhyiddin bu konuda şöyle demiştir: “Bununla kastedilen Allah Teâlâ hakkındaki ilmidir. Allah Teâlâ’yı bilen ulemâ iki adamdır [sı­nıftır]: Allah Teâlâ hakkındaki ilmini nazar ve istidlalle elde eden adam ve Allah hakkındaki ilmini keşifle elde eden adam. Keşif ilminin sûretinin, şüphelere mâruz kalan nazar ve istidlâl ilminin sûretinden daha kâmil, daha tamam ve tecellîde daha güzel olduğu bilinmektedir. Kulun her iki sûretle de sevinmesi gerekir. Şayet ameline nefsî bir iddia eşlik ederse ilmi­nin sûreti, [ameline] iddia eşlik etmemiş kişinin ilminin sûreti gibi olmaz. İnsanlar tecellî sûretinin cemâlinde farklılaşırlar. Bu farklılaşma niyetleri ölçüsünde olur. Ölümü anında amelinin kendisine tecellî etmesine gelince bu kaçınılmaz olarak iyilik ya da kötülük sûretinde olur. İyilik ve kötülük, amel edenin kemâl ve noksanlıktan inşa ettiği şey ölçüsünde olur. Şayet amelini emredildiği üzere ve erkânı, şartları ve âdâbından bir şey eksilt­meden en güzel şekilde tamamlarsa ameli ruhu için bir burak olur. Onun üzerinde a‘le’l-‘illîyyûna yükseltilir. Şayet erkân, şart ve âdâbından bir şey eksik ise onu en kötü sûrette görür ve onunla siccîne atılır.

Allah’ın kulları amel açısından tabaka tabakadır. Aralarında ameli iyi olan, daha iyi olan, güzel olan ve daha güzel olanları vardır. İtikadı­nın sûreti kendisine tecellî eden kimseye gelince dünya yurdunda oldu­ğu gibi olur. Cebrâil’in Dihye sûretinde görülmesi gibi, dışarıdan ona bakar ve itikadının hüsn-i cemâli, müşâhede edilenlerin yüceliği ölçü­sünde artar. Makamının sûreti kendisine tecellî eden kimseye gelince bu kimse nûrânî ruhların mertebesine katılır ve makamı ona âyân olur. Makamını içine hiçbir şek ve şüphenin karışmadığı bir mârifetle tanır.

Bu durumda ya üzgün ya da sevinçlidir. Müslüman olarak ölenlerin çoğu sevinç ve mutluluk içindedir. Hâli kendisine tecellî eden kimseye gelince hâli ya daralmış (munkabız) ya da genişlemiştir (münbasit). Hâli üzere öldüğü zaman, bu şeriatın terazisine göre olur. Şayet kabza uygun olan bir mahalde bast varsa kabz berzahta gerçekleşir, kişi haddi aştığı ölçüde makbûz (daraltılmış) olarak kalır. Resulü kendisine tecellî eden kimseye gelince -bu sadece resullerin vârislerine hastır ve ulemâ peygamberlerin vârisleridirölüm geldiğinde bunu bazen Îsâ olarak, bazen Mûsâ veya İbrâhim yahut Muhammed ya da herhangi bir peygamber olarak görür. En üstün salât ve selâm hepsinin üzerine olsun. Bazı insanlar, vâris olduğu peygamber kendisine geldiği zaman sevinerek onun ismini telaffuz eder. Zira bütün peygamberler saîddir ve bu peygamberi gördüğü zaman bu saadetle müjdelenir. Ölüm anında Îsâ ya da Mesîh der -daha çok bu şekil­de olurorada bulunanlar bunu işitir ve bu kimsenin vefatı anında İslâmı bırakıp hıristiyanlaştığına inanarak hakkında sû-i zanna düşerler. Mûsâ’nın ismini telaffuz eden kimseler de onun yahudileştiğini zannederler. Aslında böyle değildir. Bu konuşan Allah Teâlâ katındaki en büyük saîdlerdendir. Bu, keşif ehlinden başkasının bilmeyeceği bir durumdur. Meleğin kendi­sine göründüğü kimseye gelince bu melek, makamında kendisine ortak olan melektir. Bunlar arasında saf saf olanlar, tesbih edenler, okuyanlar gibi makamlar vardır. Ölecek olan kimseye bu makamın sahibi olan melek munis ve arkadaş olarak iner. Belki de ölüm anında ismini zikreder onun da yüzü aydınlanır. Ancak bu, herkes için olmaz. Sadece telbis dairesinden çıkmış olan ihtisas ehli kimseler içindir. Halkın ise bu meleği gördüğü anda yüzleri sararır ve kararır. Bu ise iş, hâl ve ilimlerinde nefsânî hâllerin kendilerine galip olması nedeniyledir.

Kendisine sadece bir ismin tecellî ettiği kimseye gelince bu isim, el-Mûcid anlamındaki el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir, er-Râzık ve el-Muhyî gibi isim fiillerden üzerinde galip olandır. Her isim, bir fiil ister. Şayet çabasını bu ismin mertebesinin amelleri için harcarsa en güzel sûrette kendisine tecellî eder. Bunun neticesi neşe ve sevinçtir. Şayet bu amellere tembellik, gaflet ya da isteksizlik girerse değersiz bir sûrette olur. Her sûret, kulu hâ­line göre muhatap alır. Şayet ameli kâmil ise bu sûret onu en güzel şekilde muhatap alır ve ‘Ben senin zikrinim.’ der, o da sevinir. Şayet ameli eksikse sûreti en kötü şekilde kendisini muhatap alır, ona ‘Ben senin zikrinim.’ der ve o da üzülür. Diğer isimler de buna mukayese edilir.”

Soru: İmâm Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) “Şayet örtü kaldırılsa benim yakînimde artma olmaz.” şeklindeki sözünün anlamı nedir? Burada örtüyle kastedilen, onun örtüsü müdür, başkasının örtüsü müdür? Kuşkusuz onun (ra) imanı kâmildir ve imanı kâmil olan kimse için gâib olan da hazır olan gibidir.

Cevap: Şeyh’in 360. bâbda dediği üzere, “Kastedilen örtü, onun ör­tüsüdür. Zira her topluluğun ölüm anında, örtüsünün açılmasıyla [yakîninin] artması gerekir. Zira o (ra), orada açılacak bir örtünün bulundu­ğunu söylemiştir. ‘Benim yakînim artmaz.’ şeklindeki ifadesi, şayet ilim sahibiyse, ilmü’l-yakînde; aynü’l-yakîne sahipse görüşünde hakku’l-yakîne sahipse hakta artmaz, anlamındadır. Kendisinde bulunmayan bir şey, örtünün kalkmasıyla artmaz. Zira böyle olsaydı örtünün kalkması, bu sıfata sahip olan kimse için, faydadan uzak ve abes olurdu. Genel ola­rak, bunun gerisindeki örtü, ademî değil, vücûdîdir. Ölüm anında bütün örtüler açılır ve herkes için hak açığa çıkar. Ancak bu açılma, sahibine saadeti vermez. Bu, be’s (şiddet) hâlindeki insanların imanı gibi olup, sa­hibine fayda sağlamaz. Bu, avamın hakkıdır. Keşif ve müşâhede ehli olan has kimselere gelince ilim ehli nasıl ilmü’l-yakînden aynu’l-yakîne intikal ediyorlarsa onlar da aynü’l-yakînden hakku’l-yakîne intikal ederler. Bu iki sınıf insanın dışındakiler ise körlükten görme yeteneğine intikal ederler. Böylece meseleyi daha önce var olan bir ilim üzerinden değil, körlüğün örtüsüsünün açılmasıyla müşâhede ederler.” Şeyh’in be’s (şiddet) hâlinde iman edenlerin sahibine fayda vermeyeceğini açıkça belirtmesinde, onun Firavun’un imanını geçerli saymadığına dair bir işaret bulunmaktadır. Zira o, be’s hâlinde iman etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: “Arifler ölmezler, bir yerden başka bir yere nakledilirler.” şeklin­deki sözün anlamı nedir?

Cevap: Şeyh’in 351. bâbda dediği üzere “Nefsine muhalefet etmek sûretiyle, Allah Teâlâ’nın iradesi yanında hiçbir irade ve ihtiyarı kalmayacak derecede mânevî ölümle ölen kimse, ruhunun çıkacağı anda büyük acılar duymaz. Zira mücâhede kılıcıyla nefsini daha önce öldürmüştür. Ancak nef­sinin hevâ ve şehvetlerine uyan kimse, mücâhede etmediği esnada farkına varmadığı acılarla bir araya geleceği için, ölüm anında şiddetli acı hisseder. Bunun izahı şudur: Ehlullah, ölüm dışında Allah’a ulaşmanın mümkün olmadığını ve ölümün mânasını bildikleri için, dünya hayatında bunun âcilen gerçekleşmesini isterler ve hayattayken bütün hareket ve iradelerin­de ölürler. Kendilerinden zâil olmayan hayatlarında ölüm onlara bulun­dukları yerde ulaştığında onlar Allah Teâlâ’ya, O da onlara mülâki olur. Bu durumda onlar O’nunla kavuşmayı seven kimsenin hükmüne sahip olur­lar. Avam arasında ölüm olarak bilinen şey geldiğinde ve bu cismin örtüsü kalktığında, onların hâli değişmez, bildikleri şeyler konusunda yakînleri de artmaz. Onlar sadece ilk ölümü tadarlar ki bu da hayatlarında gerçek­leştirdikleri ölümdür. Rableri, katından bir lutuf olarak onları cehennem azabından da korumuştur. Anılan mânevî ölüme ‘Yeryüzünde yürüyen bir ölüye bakmak isteyen Ebû Bekir’e (ra) baksın.’ hadisinde işaret edilmiştir. Yani Allah Teâlâ’ya teslim oluşu kendisinde nefsânî muhalefetin kokusun­dan ne varsa hepsini sildiği zamandan beri hayatındaki nefsânî hareket ve sükûnetlerinin tümünde ölü durumdaydı. Yokluğu anında Allah’la birlik­te olduğu gibi, hayatı anında da O’nunla birlikteydi.” 282. bâbda şöyle demiştir: “Tasarrufun olmaması bağlamında, hükmü ölünün hükmü gibi olan kimsenin, kemâl makamının hakkını verdiğini bilesin. Kuşkusuz ölü­nün menetmesi, kaçınması, hamdetmesi, zemmetmesi veya itiraz etmesi düşünülemez. Aksine Allah Teâlâ’ya teslim olmuştur. Zâhirî fiillerde, emir ve nehyi yerine getirmek için diri, kazânın getirdiklerine teslim olma nok­tasında ölü, hakkında hüküm (kazâ) verilenden olmasa da kazâdan razı­dır.” En doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ İKİNCİ MEBHAS

Cesedin Ölmesinden Sonra Nefsin Nimet veya Azap Görerek Bâki Kaldığı, Kıyamette Fenâ Bulması Konusunda Ulemâ Arasında Tereddüdün Bulunduğu, Peygamber ve Şehitlerin Cesetlerinin Çürümediği Hakkındadır

Ulemânın nefsin kıyamette son bulması konusunda ihtilaf ettiklerini, cesedin ölümünden sonra bâkî kalması konusunda ise ittifak ettiklerini bilesin. Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî şöyle (rh.a) demiştir: “Daha kuvvetli olan görüş, ruhun asla son bulmamasıdır. Zira nefsin ölümden sonra bâki kalmasındaki asıl, süreklilik yani bekâdır. Bu durumda ‘Allah’ın diledikleri hariç’ âyetindeki müstesnânın kapsamında olur. Bu görüşü aynı şekilde Hûru’l-‘în hakkında da dile getirmişlerdir.” Bazılarıysa “Orada bulunan her canlı fenâ bulacaktır.”[111] âyetinden dolayı, birinci nefhâ anında, başka şeyler gibi nefsin de son bulacağını söylemişlerdir. Şeyh Takiyyüddin b. Ebû Mansûr da bunu tercih etmiş, ancak şöyle demiştir: “Yok olmasıyla kastedilen, sadece uhrevî ölüm anında (sûra ilk üfürülme anında) nefsin sönmesidir.” Hudûs sıfatının lâzımı olarak nefsin ölüm ve fenâdan payı­nın bu olduğunu söylemiştir. Sûrî keşfinde nefsi sönmüş hâlde görenler, onun öldüğünü söylemişlerdir. Allah’ın onun hakikatine dair bilgiyi verdi­ği kimseler ise uyuduğunu söylemişlerdir. Şöyle demiştir: “Ayrıca bana keşfolunana göre nefha anında baygınlık geçirmeyen grup Allah’ın vaadinin gerçekleşmesi için ve kıdem sıfatı hudûstan ayrılsın diye, Allah’ın emriyle daha sonra ölürler. ‘Bugün mülk kimindir?’[112] âyeti de bu şekilde yorum­lanmıştır. Bu durumda hayatta olan konuşacak kimse olmadığı için, hiç kimse buna cevap vermez. Yüce Allah kendi kendine cevap vererek ‘Kahhâr olan tek Allah’ındır.’[113] der.” Bir topluluğun, birinci nefha anında bayılma­yan bir grubun ölmediği görüşünde olduğunu söylemiştir. Zira Yüce Allah onları, bekâ üzere yarattığı mahlûkat gibi, ölümü kabul etmeyen hakikat­lerle yaratmıştır. Bahsi geçen cevap vermeme bayılana mahsustur. Başka bir ifadeyle bayılan yahut sönen hiç kimse cevap vermemiştir.

Soru: Acbü’z-zeneb hakkında sahih olan nedir?

Cevap: Îki görüşten meşhur olanına göre, Şeyhayn’in naklettiği hadis doğrultusunda o çürümez. “Bir kemikten başka insanın her şe­yi çürür. O kemik ‘Acbü’z-zeneb’dir. Kıyamet günü insanlar bundan yaratılacaktır.” Müslim’in bir rivâyetinde, “Acbü’z-zeneb hariç, toprak âdemoğlunun her şeyini yer. Însan bundan yaratıldı ve kıyamet günü de bundan meydana getirilecektir.” şeklinde geçmektedir. Îmam Ahmed ve Îbn Hibbân’ın rivayetinde ise “O nedir, ya Resûlallah?” denil­miş, o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Hardal tanesi gibidir ve ondan yaratılırlar.” demiştir. Ulemâ, kuyruk sokumunun başında, sülbün en altında bulunduğunu, bulunduğu mahalde dört ayaklıların kuyruğuna benzediğini söylemiş­tir. Müzenî (rh.a), şöyle demiştir: “Sahih olan, bunun da diğer şeyler gibi çürümesidir. Yüce Allah ‘O’nun zâtından başka her şey helâk ola­caktır.’[114] buyurmuştur. ‘Toprağın yemesi ile çürümeyecektir.’ hadisi­nin te’vili şöyledir: Yüce Allah bu ölüleri ölüm meleği olmaksızın nasıl öldürüyorsa bu da toprak olmaksızın çürüyecektir.” Îbn Kuteybe de bu konuda Müzenî’ye muvâfakat etmiş ve bunun ölünün en son çü­rüyecek olan kısmı olduğunu söylemiştir. Bunun âlemin fenâsı anında mı yoksa daha önce mi fenâ bulacağına dair bir şey söylememişlerdir. Dolayısıyla bu muhtemeldir. Taberânî ve başkaları merfû olarak, ihlaslı müezzinin kana boyanmış [şehit] gibi olduğunu ve kurtlanmadığını nakletmişlerdir. Yani kurt onu yemez. Bunu en-Nihâyede söylemiştir. Şeyh Muhyiddin, (rh.a) Allah’ın “O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır.” [115]âyeti hakkında şöyle derdi: “Burada ‘vech’le kastedilen, ilgili şeyin Allah’ın ilminde sabit olan hakikatidir. Bunun ilâhî ilimde fenâ bulması doğru olmaz. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah’ın ilminde ma‘lûmdur. Efendim Ali b. Vefâ (rh.a) ‘Rabb’inin vechi kalacaktır.’[116] âyeti bağlamında şöyle derdi ‘Bununla kastedilen sâlih ameldir. [Bu] kulun sâlih bir amel yaptığında ve buna bir çeşit riya karıştığında; hâlis olan tarafın Hak Teâlâ’nın vechi, diğer tarafın ise ‘Allah’tan başkası’ olması gibidir. Allah için olan bâki, başkası için olan ise fânidir.”

Sonuç: Cesetlerin çürümesinde, peygamber ve kâfirlerle savaşırken öl­mek şartıyla şehitlerin cesedi istisnâ edilmiştir. Bu kimselere ruhuna Resû­lullah muhabbetini karıştıranlar da katılır. Öyle ki bu muhabbet suyun odunda sereyanı gibi onların bedeninde sereyan eder. Peygambere (salla'llâhü aleyhi ve sellem) salât getirme şeyhi olan Şeyh Nûreddin eş-Şûnî ve dedem Şeyh Ali’de (rh.a) gördüğümüz üzere içine hiçbir şüphenin karışmadığı saf helâli yiyen kim­se de böyledir. Şeyh Nûreddin’in kabrine bir sene dokuz ay sonra indim, onun koyduğumuz gibi taze bir şekilde durduğunu gördüm. Ölümünden önce onunla ilgili bir rüya görmüş ve birisinin “Peygamberi ziyaret etmek isteyen kimse, onu Şeyh Nûreddin eş-Şûnî’nin yanında sûfiyye medrese­sinde ziyaret etsin.” dediğini işitmiştim. Oraya gittim ve birinci kapısının üzerinde Ebû Hüreyre’yi, ikinci kapıda Mikdâd b. Esved’i, üçüncü ka­pıda Îmam Ali b. Ebû Tâlib’i (ra) gördüm. Îmâm Ali’ye (ra) “Resûlullah nerede?” dedim. “Îşte bu halvetin içinde tahtın üzerinde oturandır.” de­di. Onun kapısında durdum ve Şeyh Nûreddin’in oturduğunu gördüm. Ona “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nerede?” dedim. Tebessüm etti ve ben Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) aramaya devam ettim. O anda onun yüzü Şeyh Nûreddin’in yüzünde zuhûr etti ve bu nûr Şeyh Nûreddin’in yüzünden ayak parmaklarına ka­dar yayılmaya devam etti. Böylece Şûnî gizlendi ve Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) zuhûr etti ve ben ona selam verdim. Bu rüyayı Şeyh’e anlattığımda “Evladım, ömrümde hiçbir şeye bu kadar sevinmedim. Yavrum eğer rüyan sahih ise cesedim çürümez.” dedi. Durum gerçekten de böyle oldu. Dedeme (ra) gelince, verâ konusunda ileri gider ve şöyle derdi: “Sadece helâl yemede dikkatli davranan kimsenin cesedi çürümez.” Kendisi asla beldenin şeyhle­rinden birinin, kadıların, mübaşirlerin ve verâ sahibi olmayan kimselerin yemeğini yemezdi. Însanların tarlalarından yedikleri kaygısıyla burçlardaki güvercinleri yemezdi. Ömrünün kalan kısmında arı balını yemeyi terk etti. Zira Bürşümü’ş-suğrâ ahalisi kendisine beldesindeki arıların denizi geçip meyvelerinin çiçeklerini yediğini haber verdi. Öldükten yirmi bir sene son­ra babamı da yanına defnettiler. Onun koydukları gibi taze kaldığını ve bozulmadığını gördüler. Onu ve babamı defneden kimse bana bu şekilde haber verdi. En doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ MEBHAS

Ruhların Yaratılmış ve Vârit Olduğu Üzere Allah Teâlâ’nın Emrinden Olduğu, Aklıyla Onun Künhüne Vâkıf Olmak İsteyen Hiç Kimsenin Bu Konuda Yakîn Üzere Olamayacağı ve Bunun Sadece Zannî Bir Hads Olduğu Hakkındadır

Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendisine sorulmasına rağmen ruhun hakikati hakkında konuştuğu bize ulaşmamıştır. Aksine edeben bundan kaçınmış, onun hakkında mevcut olduğundan fazlasını ifade etmemiştir. Ebu’l-Kâsım Cüneyd ve arkadaşları da böyle söylemişlerdir. Cüneyd’in (rh.a) ibaresi şöyledir: “Ruh, Allah Teâlâ’nın bilgisini sadece kendisine bıraktığı bir şey­dir. İnsanlar arasından hiç kimse bu bilgiye ulaşmadı. Hiç kimseye onun bir varlık olmasının ötesinde araştırma yapmak câiz değildir.” Sa‘lebî ve İbn Atiyye gibi müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Kelâmcıların cumhuru ise “O, latif bir cisimdir. Suyun yaş odunla iç içe oluşu gibi bedenle iç içedir.” demişlerdir. Çoğunluğu bunun bir araz olduğunu ve varlığıyla bedeni canlandıran bir canlılık olduğunu söylemişlerdir. Kâdî Ebûbekir el-Bâkıllânî de bu görüşe meyletmiştir. Birincisine, haberlerde inmek, yükselmek ve berzahta gidip gelmekle nitelenmiş olması delâlet etmektedir. Sühreverdî de bunu söylemiştir. Ancak bu arazların değil, ce­setlerin durumudur. Zira araz bu vasıflarla nitelenmez. Sûfîlerden birçok kişi “O ne cisim ne de arazdır; aksine mücerret bir cevherdir ve kendisiyle kâim olup, mütehayyiz değildir. Yönetmek ve hareket ettirmek için beden­le özel bir alâkası vardır ve ne içinde ne de dışındadır.” demişlerdir. Bu, filozofların görüşüdür. Bu, geçersiz bir sözdür.

Bana göre, kulun bir şekilde ruhun künhüne vakıf olması takdir edilse bile o, dinleyeni bunun künhünün mârifetine sevk eden herhangi bir ibarey­le ifade edemez. Zira Hak Teâlâ bunu, bizim âciz olduğumuz bir mertebede kılmış ki böylece birimiz kendi kendine “Biz kendi zâtımızın hakikatinin bilgisinden bile âciz isek, Allah’ın zâtı konusunda daha da âciz oluruz. Zâtı hakkında düşünmeye dalmamamız için bizi âciz bırakmıştır. Yaratılmış ol­duğu ve bize en yakın şeylerden olduğu hâlde, ruhumuzun bilgisinden âciz olduğumuza göre, Yaratıcımızı nasıl bileceğiz?” desin. Anla! İmâm Ali’nin (ra) “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” şeklindeki sözü hakkında, bazıları hiç kim­senin nefsini bilmesinin mümkün olmadığını söylemişlerdir.

Zira Yüce Allah nefsi, bizimle zâtını bilme arasında, bizi âciz bırakan bir mertebe olarak kılmıştır. Yüce Allah bununla “İnsan, mahlûk olduğu ve kendisine en yakın şeylerden olduğu hâlde nefsini bilmekten âciz kaldığına göre, hiçbir eşi, benzeri olmayan ve ne tanımda ne de gerçekte kullarıyla asla bir araya gelmeyen kimseyi nasıl bilecek?” der gibidir. Kemâl b. Ebû Şerîf, Hâşiyesinde şöyle demiştir: “Şayet ‘İnsanlar Şâri‘in sustuğu bir ko­nu olan ruhun bilgisinin anlamı konusuna nasıl dalarlar?’ denilirse bunun cevabı iki açıdan olur: Birincisi, yahudilerin kendi aralarında ‘Şayet cevap vermezse, sadıktır.’ demelerinden dolayı, detaylı bir şekilde cevaplandır­mayı terk etmiştir. Zira onlara göre bu, onun nübüvvetinin alâmetlerindendi. Dolayısıyla Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ruh konusunda cevap vermemesi, kendisi hakkında onların kitaplarında geçenleri tasdik etmek içindir. İkin­cisi ise bu soru tâciz, tağliz (kabalık) ve inatlaşma sorusuydu. Soru böy­le olunca, buna cevap verilmez. Ruh, insan ruhuyla Cebrâil ve kendisine ‘ruh’ denilen başka melek arasında müşterek bir durumdur. Aynı şekilde meleklerden bir sınıfa, Kur’ân’a ve Îsâ b. Meryem’e de ruh denilmektedir. Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bunlardan biriyle cevap verseydi yahudiler ona inat ve eziyet etmek için bunu kastetmediklerini söylerlerdi. Bu nedenle ce­vap, ruhla ilgili bütün mânaları içerecek şekilde mücmel olarak gelmiştir.” Usulcülerin sözleri burada son buldu.

Şeyh Muhyiddin, Levâkihu’l-Envârda şöyle demiştir: “Ruh, Allah’ın emrindendir. Zira hiçbir vasıta olmaksızın Hak Teâlâ’nın hitabından var oldu. Ona ‘Ol’ dedi ve oldu. Îsâ’ya (aleyhisselâm) ‘Rûhullah’ denilmesi de böyledir. Çünkü hiçbir vasıta olmadan Hak Teâlâ’nın celâline yaraşır şekildeki üfürmesinden meydana geldi. Yüce Allah ‘Mesih Îsâ b. Meryem, Allah’ın resulü, Meryem’e ilkâ ettiği kelimesi ve kendisinden bir ruhtur.’[117] buyurmuştur.” Şöyle demiş­tir: “Gazzâlî, Allah’ın ‘Ruh Rabb’imin emrindendir, de.’[118] âyetinin mâna­sının, gaybındandır anlamında olduğunu söylemiştir. Zira emr âlemi gayb âlemidir. Halk âlemi ise müşahede âlemidir.” Daha sonra şöyle demiştir: “Bi­ze göre emr, Gazzâlî’nin (rh.a) dediğinin aksinedir. Zira biz Allah’ın vasıtasız olarak yarattığı her şeyin emr âleminden olduğunu söylemekteyiz. Yani Hak ‘Ol’ demiş, o da oluvermiştir. Bunun Hakk’a dönük bir tek yönü vardır.

Vasıtayla yarattığı her şey ise halk âlemindedir ve bunun iki yönü vardır: Biri Hakk’a doğrudur, diğeri ise kendisinden yaratıldığı sebebe dönüktür. Hak Teâlâ bazen onu özel yönüyle çağırır bazen de [birtakım] tafsilat ve üstün hikmetlerden dolayı sebebinin yönüyle çağırır.” el-Fütûhât’ın 264. bâbında ise “Bil ki yahudiler Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sorduklarında, ruhun ma­hiyetini değil, ruhun nereden zuhûr ettiğini sordular. Bazı müfessirler, bu­nun mahiyete ilişkin bir soru olduğunu anladılar; böyle değildir. Yahudiler ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Ruh nedir?’ demediler. Şayet soru bu kalıptan gelseydi ihtimal dâhilinde olurdu. Ancak görüşümüzü, cevap olarak ‘Ruh Rabb’imin em­rindedir.’ denilmesi ve ‘O şöyledir, böyledir.’ denilmemesi de desteklemek­tedir. Yüce Allah ‘İşte böyle sana emrimizdeki bir ruhu vahyettik.’332 âye­tinde vahyi de ‘ruh’ olarak isimlendirmektedir.”

Soru: “Allah, ruhları cisimlerden iki bin yıl önce yarattı.” hadisiyle ne kastedilmektedir?

Cevap: “Burada yaratmakla kastedilen, takdir ve tayindir. Yani ‘Ruhları takdir etti ve her cisim ve sûrete, kendisine izâfe edildiği küllî ruhta bilkuvve mevcut, idarecisi olan ruhunu tayin etti.’ demektir. Bu nefha anında tafsîlen zuhûr eder. Bunun örneği keşif ehlinin, divitteki mürekkepte bütün harfleri, kâtibin yahut ressamın tasvir ettiği sûrette görmesidir. ‘Bu mürekkepte sûretlerden şu şu sûret vardır.’ der. Yazma ya da çizme zamanı geldiğinde bu mü­rekkepten keşfedenin söylediğinin ne eksik ne de fazlası yazılır.” Bunu Şeyh 373. bâbda zikretmiştir. el-Fütûhât’ ın 72. bâbında ise şöyle demiştir: “Ruh, âlî ve celîl olan Rabb’in emrindedir. Zira hiçbir yaratılmıştan var edilmemiş ve Allah Teâlâ onu vasıtasız olarak yaratmıştır. Allah’ın dilediği asfiyanın dışında hiç kimse bunun künhüne muttali olmaz.” 267. bâbda “Nefisler, kabiliyet­leri açısından birbirinden faziletlidir, ilâhî nefha olması açısından ise faziletli değildir. Bir yüzü tabiata, diğeri ise salt ruha dönüktür. Bu nedenle defalarca bunun, ma‘lûl fiiller gibi, berzah âleminden olduğunu söyledik. Kula nispeti açısından yerilmiştir (mezmûm), Hak Teâlâ’nın onu yaratmış olması açısından ise mezmûm olduğu söylenmez. O’nun bütün fiilleri övülmüştür.” demiştir.

268. bâbda “Yüce Allah, Âdem hakkında ‘Ona ruhumdan üfürdüm.’333 bu­yurmuştur. Hz. Âdem’in teşrif makamına dikkat çekmek için nispet yâ’sını kendisine izâfe etmiştir. Burada Hak Teâlâ sanki Hz. Âdem’e ‘Sen şerefli asıldansın. Aslına aykırı olan kötü fiilleri yapmaktan sakın.’ der gibidir.” demiştir. 278. bâbda “Bil ki ruhlar katında riyâset ve herhangi bir yiyece­ği tatma söz konusu değildir. O, sürekli yaratıcısına boyun eğmektedir.” demiştir. 299. bâbda “Ruhun bir niceliği olmadığı için zâtının cevherinde artmayı kabul etmez. O, ferddir. Şayet bizâtihi akıllı olmasaydı, kendisin­den mîsâk alındığı zaman yaratıcısının rubûbiyyetini ikrâr etmezdi. Zira Hak Teâlâ sadece hitabını akleden kimselere hitap eder. İşte bu insanın kendi nefsindeki hakikatidir.” demiş ve bunu uzatmıştır.

Daha sonra şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın ruhu kâmil, bâliğ, âkil, Allah’ın birliğini bilen, rubûbiyyetini ikrâr eden bir şekilde yarattığı anlaşılmaktadır. Bu, ‘Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudileştirir, hıristiyanlaştırır ya da Mecûsîleştirir.’ haberinde işaret edilen, Allah’ın insanları, üzerinde yarattığı fıtrattır. Çoğunluk olarak zikredilmiştir ki o da ebeveynin varlığıdır; çocuğa mürebbilik yapan da onun için ebeveyn konumundadır.” Şeyh 326. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki âlemin tamamında belirli bir sûretle sınırlı olan her şeyin ona mülâzım bir ilâhî ruhu vardır. Bununla Azîz ve Celîl olan Allah’ı tespih eder. Ruhlardan bu sûret için müdebbir olanlar vardır zira sûret ruhların kendisine yönelik tebdirini kabul eder. Bunlar açık hayat ve ölümle nitelenen sûretlerdir. Şayet açık bir hayat ve ölümle nitelenmezse bu sûretin ruhu tedbir değil, tespih ruhudur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Orada Allah Teâlâ’yı bilme noktasında tedbirde payı olmayan sûretlerin ruhlarından daha ârifi yoktur. Bunlar cansızların (cemad) ruhlarıdır. Onların altındaki mertebede bitkilerin ruhları, onların altında canlıların ruh­ları, onların altında da âsi insanların ruhları vardır. Sâlih insanlara gelince ilâhî bir ihtisasla tabakaları peygamber, velî ve mümin gibi farklı olmakla beraber, ruhlarını bilme açısından, bunlardan daha yüksekte bulunan bir şey yoktur.” 358. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki saîd olan ruhun ne dünyada ne de âhirette şekâvetten bir payı vardır.” Bunu uzunca anlatmıştır.

346. bâbda şöyle demiştir: Bir topluluk yanlışlıkla, ruhun insan türü içinde tek olduğunu ve Zeyd’in ruhunun Amr’ın ruhu olduğunu söyle­miştir. Bu kimseler işin mahiyetini tahkik edememişlerdir. Şüphelerinin nedeni şu şekilde görmelerindendir: Hak Teâlâ, ilâhî ruhun feyezanın­dan önce dağınık ve onu belirleyecek kimse olmadığı için belirlenmemiş hâlde bulunan âlemin cismini ki bu ma‘kûl olan hebâ cevherindeki küllî sûrî cisimdir, tesviye etmiştir. Bu âlemin cismi olmuştur. Bu cisim bütün fertlerinin cisimlerini ihtiva eder. Buradan kıyasla Allah Teâlâ’nın ruhu da bütün fertlerin ruhunu ihtiva eder. Belki de [bu görüşlerini] Allah’ın “Allah, sizi bir tek nefisten yarattı.”334 âyetine dayandırmışlardır. Âdem’in cisminin sûretinin, zürriyeti olan her bir şahsın cisminin sûreti olmadığı­nı gözden kaçırmışlardır. Oysa ondan ayrılmışlardır. Bu yüzden âlemde bulunan her ruh, başka bir ruhun aynısı değildir.” Bunu uzatmış, sonra da şöyle demiştir: “Ruhların tenasühü iddiasında bulunan kimsenin, bize göre kâfir olduğu açıktır.” En doğrusunu Allah bilir.

Sonuç: Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ruhlar toplanmış ordular [gibidir]. On­lardan birbiriyle [önceden] tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır­lar.” hadisinin anlamını, sadece keşif yöntemiyle zürriyetin Âdem’in sırtından alındığını müşâhede eden kimseden başka kimsenin gerçek anlamda bilmeyeceğini bilesin. Bu, mukaddes bir mazhardır ve bunu müşâhede eden kimse azdır. Zira bu, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Ebû Yezîd el-Bistâmî gibi “efrâd”dan olanlara hastır. “Biz hâlâ öğrencileri­mizi Allah Teâlâ’nın Âdem’in sülbündeki zürriyetten mîsâk aldığı sırt­lardaki nutfe hâlinde müşâhede ediyoruz.” derlerdi. Şöyle demişlerdir: “Talebelerimiz bize ulaşıncaya kadar onları gözetmeye devam ederiz. O gün kimin sağımızda, kimin solumuzda olduğunu biliriz.” Yine “Yüce Allah, zürriyeti bu mertebede temsil şeklinde bir araya getirdiğinde, orada yüz yüze olanlar burada tanışır ve kaynaşır orada sırt sırta olanlar ise birbirini tanımaz, düşmanlık eder ve ayrışır. Birinin yüzü diğerinin ise sırtı dönük olduğu durumda yüzü dönük olan sever sırtı dönük olan sevmez. Yan yana duranlar yahut birinin yanı diğerinin yüzüne dönük olanlar veya birinin yanı diğerinin sırtına dönük olanlar hakkındaki hüküm budur. Bu dünyada oradaki hüküm üzere olurlar.” demiştir. En doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ MEBHAS

Münker ve Nekîr’in Soruları, Kabir Azabı ve Nimeti, Bir Kısım Mu‘tezilî ve Râfızîlerin Aksine Bununla İlgili Verilen Bütün Haberlerin Hak Olduğu Hakkındadır

Münker ve Nekîr’in soruları hakkında Ehl-i sünnet şöyle demiştir: Kabir­de yahut yırtıcıların ya da kuşların karnında veya yanıp kül olduktan sonra rüzgârda savrulan kül hâlinde bulunan kimseler arasında hiçbir fark olmaksı­zın bütün ölüler için eşittir. Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Al­lah Teâlâ’nın azabı sadece kâfirler ve fâsıklardan da azap etmeyi dilediği kim­seler içindir. Azap edilenin ruhu, cesedinin tamamına ya da kalan kısmına iade edilir. Her ne kadar âdete aykırı ise de cesedin bir kısmının diriltilmesi de imkânsız değildir. Zira hârikulâdelik, Allah’ın kudreti kapsamındadır ve imkânsız değildir.” Kemâl Hâşiyesinde şöyle demiştir: “Ehl-i usûlün çoğun­luğuna göre Münker ve Nekir’in soruları, kabir azabı ve nimeti haktır. Ancak hak olan bunun bilinen kabirle sınırlı tutulmamasıdır. Balığın ve başka yırtı­cıların yediği durumlar ve başka durumlarda da azabı hisseder. ‘Kabre defne­dilen herkes’ şeklindeki ifadelerinin bir anlamı yoktur. Bunu kabir olarak ifa­de etmelerinin sebebi, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Ölü kabrine konulduğunda, ona iki melek gelir.’ şeklindeki hadisidir. Hayatın bir tek cüze iade edilmesinin ve suâlin görülmeyen bir yüze yöneltilerek gerçekleşmesinin câiz olduğunu söylemişlerdir. Zira berzahın hâlleri dünya hâlleriyle karşılaştırılamaz. Bu, uyuyanın, yanında bulunan uyanığın müşâhede etmediği bazı şeyleri müşâhede etmesi gibidir. Müslim’in bu anlamda naklettiği bir hadisten dolayı, şehidin kabir fitnesinden istisnâ edildiğini söylemişlerdir. Şöyledir: ‘Onun başı üzerindeki kılıçların parıltısı şahit olarak yeterlidir.” Celâleddin el-Mahallî (rh.a) şöyle demiştir: “Bazılarının istisnâ konusunda susması, meselenin kat‘î, delilininse zannî olması nedeniyle olabilir. Zira bu, ahad bir haberdir.” Celâleddin el-Mahallî’nin daha önce geçen ve ruhun bedenin tamamı ya da kalan kısmına iade edileceğine dair görüşü, bu konudaki ihtilafa bir işaret­tir. Halîmî, ruhun bütün bedenine iade edileceğini söylemektedir. İbn Cerîr et-Taberî ve İmâmü’l-Haremeyn ise ruhun cesedin kalan kısmına iade edile­ceğini söylemektedir. Mebhasin başında “Mu‘tezilî ve Râfızîlerin aksine” şek­lindeki sözümüzde, Râfızîlerden maksat, Cehmiyye’dir. Onların kabir azabı­nı inkâr etme delilleri, ölünün elem duyduğunu müşâhede etmemeleridir.

“Şayet ölünün karnına bir şey bir süreliğine konulursa kımıldamaz. Zira şayet azap ya da başka bir şey sebebiyle hareket etseydi bu şey de yerinden hareket ederdi. Bu durumda nasıl ‘İki melek onun yanına oturur ve ona soru sorar?” demişlerdir. Bundan dolayı cansız varlıkların tesbihatını da inkâr etmişlerdir.

Cevap: Akıl, tek başına bu şeyleri idrak etmekten âcizdir. “Allah’ın ya­ratıklarını düşününüz, yaratıcıyı düşünmeyiniz.” denilmiştir. Yani akıllar zayıf olduğu için bunu idrak edemez. Ey Mu‘tezile ve Cehmiyye, aklınız bunları idrak etmede yetersizse bunu hemen inkâr etmeyin ve bu konuda gelen sadık delilleri tasdik edin! Kabir azabının delillerinden biri de “On­lara iki defa azap edeceğiz.”[119] âyetidir. Yani bir defa kabirde, bir defada kıyamette azap edeceğiz. “Onlara büyük azaptan başka, küçük azabı da tattıracağız.”[120] âyeti de böyledir. Biri hayattaki diğeri kabirdeki azaptır. Âyetteki “Belki dönerler.”[121] hayattaki azapla yorumlanır; zira ölümden sonra dönmeleri imkânsızdır. Yine Allah’ın “Onlara sabah akşam ateş arzedilir.”[122] âyeti de bu delillerdendir. Yani “Kıyamet koptuğu zaman, Firavun ailesini şiddetli azaba atın.”[123] âyetinin deliliyle bu, berzahtadır. Kabir aza­bına sünnetten delil de Allah’ın “Allah iman edenleri sabit sözle sabit kılar.” âyetinin nüzûlü hakkındaki hadistir. Yine Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kabir azabın­dan Allah’a sığınması da bu kabildendir. İki kabir hadisinde de “Bu ikisi azap görmekte, azapları büyük günahtan dolayı değildir.” buyurmuştur. Sahih ve merfû olarak “İdrardan sakınınız, kabir azabının çoğu ondandır.” buyurduğu nakledilmiştir.

Mu‘tezile’den bazıları, azabın bedene değil ruha yapılacağını, bu­nun da bedenin helâk olmasından dolayı duyacağı acı olduğunu söy­lemektedirler. Bu, düşmanları tarafından askerleri öldürülen sultanın duyduğu acı gibidir. Zira melekî ruhtur. Bazıları da ruh iade edilmeden azap edilir demişlerdir. Kıyamet günü ruh iade edildiğinde, o elem orta­ya çıkar. Bu, Ebû Dâvûd ve başkalarından sahih ve merfû olarak nakle­dilen “Ruh cesede iade edilir.” hadisinden dolayı hiçbir şey ifade etmez.

Cehmiyye ve bazı Mu tezilîlerin cemadın tesbihini inkâr etmesiyse O’nu tes­bih etmeyen hiçbir şey yoktur.”[124] âyetiyle reddedilmiştir. Buradaki jl, “Anne­leri sadece onları doğuranlardır.”[125], “Hepiniz ona uğrayacaksınız.”[126], “Sade­ce iyiliği istedik.”[127], “Allah’tan başka sadece dişilere dua etmektedirler.”[128] ve “Sadece yalan söylemektedirler.”[129] âyetlerindeki gibi, nâfiyedir. Cansızların tesbihi kesindir. Zira nefiyden istisnâ etmek, ispattır. Burada böyle olmuştur. Çakıl taşlarının Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) avucunda konuştukları nakledilmiştir. İt­tifaklarına itibar edilenler, âlemin tamamının lisan-ı hâl ile tespih ettiği konu­sunda ittifak etmişlerdir. Ancak kâl diliyle tespih etmeleri konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şeyh Abdülvehhâb b. Sübkî, İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin (rh.a) Akîdesine yaptığı şerhte “Muhtar olan, her şeyin konuşarak Rabb’ini tesbih ettiğidir. Aklın bunu imkânsız görmesi söz konusu değildir.” demiştir. Buna Allah’ın “Onunla beraber dağları da musahhar kıldık ve sabah akşam tesbih etmektedirler.”[130] âyeti de delâlet eder. Buharî’nin Sahîhınde “Onlar, Peygamber’in yanında yenildiği zaman, yemeğin tespihini işitirlerdi.”; Müslim’in Sahîh’inde ise merfû olarak “Mekke’de bana peygamberlik verilmeden önce, bana selâm veren taşlar bilirim.” şeklinde nakledilmektedir. Kütüğün inlemesi haberi de meşhurdur. Bu eşyaların konuştuğu sabit olunca, âyetin de delâlet ettiği üzere, söz ile tesbih etme de sabit olur. Zâhiriyle yorumlanmalıdır. Fahru’r-Râzî ve Mutezilenin çoğunluğu, cansızlar ve mükellef olmayan canlıların sadece lisan-ı hâl ile tesbih ettikleri görüşündedir. Bu, reddedilen bir görüştür. Bazılarıysa ölü ve kurunun dışında canlı ve uykuda olan her şeyin tespih etti­ğini söylemişlerdir. Buna, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hurma dalını ikiye ayırıp kabrin üstüne koyması ve yaş kaldıkları müddetçe, azaplarının hafifletileceğini bu­yurduğu iki kabir hadisini delil getirmektedirler. Bu, kuru olmalarının dışında yaş kaldıkları müddetçe dalların tespih ettiklerine işarettir. Bu görüş Hasan ve İkrime’den de nakledilmiştir. İman Mebhasi’nde cansızların hayatı hakkında çok şey söylendi, oraya bakılabilir. En doğrusunu Allah bilir. Kelâmcıların görüşleri burada sona erdi.

Şeyh Takiyyüddin b. Ebû Mansûr şöyle derdi: Münker ve Nekir, her insana, kendisinin ilim, amel ve itikadının şâkilesiyle şekillenerek gelir­ler. Onlar berzahın kapısıdır ve onlara uğramadan ya da onlar kendisine uğramadan kimse berzaha girmez. Ruh tamamen kendisine ya da geride kalan kısmına iade edildikten sonra, kula Rabb’inden, dininden ve pey­gamberinden sorarlar. Üzerinde öldüğü iman, küfür ve şek durumuna uy­gun olarak onlara cevap verir. Allah’tan âfiyet dileriz.” Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî (rh.a) şöyle demiştir: “Melekler, ölüye bu adamla konuştuğun gibi, tâzim ve tefhîm lafızları olmaksızın konuşurlar. Zira meleklerin amacı imanında sadık olanla şüphede olan kimseyi ayırt etmeye yönelik imtihan­dır. Şüphede olan ‘Şayet peygamberlik iddiasında bulunan bu adamın Al­lah katında bir kıymeti olsaydı, bu melek bu kinayede yaptığı gibi, ondan kinaye ile bahsetmezdi.’ diye düşünür ve suâl anında ‘Bilmiyorum.’ der ve ebedî şekâvete girer.” “Meleklerin ölüyle ölünün de onlarla konuşması ses ve harflerle midir, değil midir?” demiştir. Keşfin kendisine verdiği bilgiye göre, ölümden sonraki konuşma, ölünün kendisini gördüğü sûrete göre olur. Şayet bu harf ve sesi gerektiriyorsa konuşma harf ve sesle olur, şayet işaret, konuşma ya da başka bir şeyi gerektiriyorsa o zaman öyle olur. Şayet zât, kelâmın bizzat kendisi olmasını gerektiriyorsa böyle olur. Berzah mer­tebesi bunların tümüne müsaittir. Şöyle demiştir: “Ölü kendisini bir insan sûretinde görürse konuşmanın bütün mertebeleri mümkün olur. Zira bu, bütün sûretleri bir araya getiren makamdır.” Allah Teâlâ’nın bu dünya­da bize uykuyu vererek, bizi ölümden sonraki berzah âlemine alıştırdığını söylemiştir. Ölünün hâli, zâhirî sûrette uykudakinin hâli gibidir. Ancak ölümün aksine ruhun bedeni (heykel) yönetme alâkası devam etmektedir. Ölümde ise cismin nimet ve azabı hissetmesinin yanında yönetme alâkası söz konusu değildir. Bu uyuyanın rüyasında azap ve şer yahut nimet ve sevinç içinde olduğunu görmesi gibidir.

Soru: Neden hayvanlar değil de insan ve cinler ölünün kelâmını işit­mekten, azabını ve nimetini müşâhede etmekten perdelenmişlerdir?

Cevap: Sakaleyn, başkalarının aksine konuşma ve ifade etme âleminden oldukları için, perdelenmişlerdir. Haberde “Şayet kalbinizi parçalamayacak ve konuşmanızı artırmayacak olsaydı, kabir azabını işitmeniz için Allah’a dua ederdim.” şeklinde işaret edildiği üzere insanlar ölünün hallerinden herhan­gi birini görseydi, bunu birbirine anlatırlardı. Başka bir rivâyette ise “Şayet birbirinizi defnedecek olmasaydınız kabir azabını işitmeniz için Allah’a dua ederdim.” şeklindedir. Dolayısıyla Şeyh’in 378. bâbda dediği üzere “Allah Teâlâ’nın velîlerden emanet ile rızıklandırdığı her kişi kabir azabını ve dost­larına bizimle mücadele etmeleri için telkinde bulunan şeytanların kelâmını işitir. Allah Teâlâ cinlerin ve insanların işitme ve görmelerini sadece örtmeyi istediği için almıştır. Şayet keşif sahibi bunu ifşa ederse Allah’ın gayba imanı vazetmesinin hikmeti bâtıl olur. Zira müşâhedeye dönüşür.”

Soru: Peygamberler mâsum oldukları hâlde, nasıl ölülerin fitnesinden Allah’a sığınmışlardır?

Cevap: Bunun mutlak kuşatıcılığını ve Allah Teâlâ’nın da dilediğini ya­pan olduğunu bildikleri için sığınmışlardır. Kulluklarının gereğini yerine getirmiş, acziyet ve muhtaçlıklarını izhar etmişlerdir. İki melek kendilerine gönderilen hakkında -ki o Cebrâil’dir (aleyhisselâm)sorduklarında Allah’ın onları ağır imtihana tâbi tutmaması için iftikar kapısından dua ederler. Onlara kendilerine gönderilen hakkında soru sorulması tekrim bize bu hususta soru sorulması ise imtihan içindir. Peygamberler mâsumdur ve küçüğü bir yana büyük korku (fazau’l-ekber) onları üzmez. Onların mertebesi, sürekli Rablerinin önünde aczlerini itiraf etmektir.

Soru: Ölümden sonra intikal edilen berzahın hakikati nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’m 63. bâbında dediği üzere “Berzah’ın hakika­ti, İsrâfil’in üfürdüğü sûrdur. Bu, nâkûr ve boynuz olarak isimlendirilir. Bu boynuzdan daha geniş bir şey yoktur. Kabirde ölü için gerçekleşen azap ve nimetin tamamı, sahibi tarafından duyuda değil de duyuyla hakiki bir idrak ile algılanır. Aynı şekilde insan nimet ve azaba dair ölümden sonra berzahta idrak ettiklerinin hepsini boynuzda bulunan sûretin aynıyla algılar. Yüce Al­lah, ruhları tabiî cesetlerden aldığı zaman, onları İsrâfil’in sûru olan berzahî mertebedeki bedensel sûretlere bırakır. Sonra sûrda, mukayyet olan ve pey­gamberlerin, şehitlerin ve bazı velîlerin ruhları gibi mutlak olanları vardır.

Zira teklif zamanında nefsini şeriatın şişesinde hapseden ve onu şeriatın sınırladıklarıyla sınırlayan her kimseye Allah kesin olarak Berzah’ta karşı­lığını verir ve cennette dilediği şekilde onu barındırır. Ruhların arasında dünya âlemine bakan ve hayal mertebesinde uyuyan kimseye tecellî eden­leri vardır. Firavun’un kavmi ise, bu sûrda sabah akşam cehenneme arzedilirler ve oraya girmezler. Zira bu boynuzda ve sûrette hapsedilmişlerdir. Kıyamet günü ise şiddetli azaba gireceklerdir. Bu, ölümleri anında arzedilen mütehayyel azap değil, hissedilen bir azaptır. Bazıları da hissedilen ateşte yanacaktır.”

Şeyh Muhyiddin Levâkihul-Envâr kitabında şöyle demiştir: “Berzah ehlinden Allah Teâlâ’nın himmetinden yarattığı birtakım kimseler vardır ki dünya yurdunda yaptığı amel ile kabrinde amel eder. Celîl tâbiî Sâbit el-Benânî’de bu şekilde olmuştur. Kabrini açtıklarında, onu ayakta namaz kılarken görmüşlerdir. İnsanlar buna şahitlik etmişlerdir.” Berzah’tan çıkın­caya kadar Allah’ın kuluna bu ameline karşılık sevap yazdığını söylemiştir. Bunu A‘raf ehlinin kıyamet günü yaptıkları secdeyle terazilerinin ağırlaş­ması ve bununla cennete girmeleri de desteklemektedir. Şayet Berzah’ın dünya hükümlerine bakan bir yüzü olmasaydı, bu secde kendilerine fayda vermez ve terazileri ağırlaşmazdı. Bu, teklif ehlinin amellerinden kalan son şeydir. Şöyle demiştir: “Peygamberlerin ruhları hariç uykuda ve uyanıkken görülen bütün ölüler, hayalî temsillerdir ondan hiçbir şey gerçekleşmez. Peygamberlerin ruhları, Allah’ın diledikleri hariç olmakla birlikte onların dışındakilerin aksine, dünya, âhiret ve berzahtaki varlığın tamamının üze­rindedir. Onlar berzahtan çıkmazlar. Şayet birisi görülürse ya Allah’ın bu velînin himmetinden yarattığı bir melektir ya da hükmünün gerçekleşmesi için Allah’ın onun sûretinin yerine ikame ettiği bir misâldir.” Bunu bir yaprak civarında uzatmıştır. Sonra “Kâmil keşif sahipleri, ruhtan ayrıldıktan sonra cismin hayatını görürler. Onlara göre cismin hakikatleri ve hususiyetleri vardır. Bunlarla ruhun vasıtası olmadan idrak gerçekleşir. Ruh ayrıldıktan sonra mahalline intikal ettiğinde cisim kendisine mahsus bu hakikatleri [al­gılayan] idrakle birlikte kalır. Şayet bu olmasaydı, Rabb’ini hamd ile tespih eden hiçbir müsebbih olmazdı. Zira tesbih, mârifetin bir feridir.” demiştir.

Şöyle söylemiştir: “Allah Teâlâ’nın ‘O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.’[131] buyurduğu âyetinin takdiri ‘O’nu bilmeyen hiçbir şey yoktur.’ şeklindedir. Zira Bârî’yi (cc) O’nun için uygun olmayan şey­lerden ancak bilen kimse tenzih eder. Bu hakikatleri konuşur ve müşâhede ederler. Yüce Allah ‘Onlar derilerine, ‘Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Derileri, ‘Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu.’[132] buyurmaktadır.” “İmân Mebhasi”nde, cemâdın (cansız varlık) hayatına dair değerlendirmeler yapıldı. Oraya bakılabilir. Ey kardeş, kaydettikle­rimizden, dünya ehlinin gözünün idrak edememesinin, kabir nimeti ya da azabının sıhhatine halel getirmeyeceğini anladın. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur.

Şeyh el-Fütûhâtul-Mekkiyenin 126. bâbında şöyle demiştir: “Bu cen­net ve cehennemle kastedilen, insanların hesap ve sırattan geçtikten sonra girecekleri büyük cennet ve cehennem değil, berzahın cennet ve cehen­nemidir. Bu, ehlullahtan bazılarının keşiflerinde karıştırdıkları bir şeydir. Onlar âhiret hallerinden bir şeylere muttali kılındıklarında, bunun sahih olduğunu ve âhireti hakikati üzerine müşâhede ettiklerini zannederler. Böyle değildir. Aslında gördükleri dünyadır. Allah Teâlâ onu berzah âle­minde keşif yada rüyayla yakaza hâlinde iken dünyanın hükümlerinden bilmedikleri bir sûrette onlara göstermiştir. ‘Biz cenneti, cehennemi ve kıyameti gördük.’ diyorlar. Oysaki o yurt nerede bu yurt nerede! O ge­nişlik nerede bu genişlik nerede! Kıyametin şu anda mevcut olmadığı bilinmektedir. Dünya hayatında görülen, sadece dünyanın kıyameti ve dünyanın cehennemidir. Sahih hadiste ‘Cennet ve cehennemi bu maka­mımda gördüm.’ denilmiş ‘Âhiret cenneti veya âhiret ateşi’ denilmemiş, aksine ‘dünya yurdundaki bu duvarın genişliğinde gördüm.’ denmiştir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kedisini hapsedeni ve putlar adına kurbanlıkları salıveren Amr b. Luhayy’i cehennemde gördüğü de söylenmiştir. Bunların tamamı küsûf namazında ve uyanıkken olmuştur.

Başka bir hadiste ‘Cennet, bana şu duvarın genişliğinde temsilî olarak gösterildi.’ buyurmuştur. Bir şeyin benzeri (timsâl) o şeyin kendisi de­ğil, sadece benzeridir. ‘Cehennemlikler şu anda büyük ateştedirler ve kı­yamet günü kabre döndürülürler, sonra dirilir, haşredilir ya da hesaba 5 çekilir ve sonra da ikinci defa cehenneme atılırlar.’ şeklindeki sözün bir anlamı yoktur.”

Şöyle derim: Bize kabir azabına iman etmek yeterlidir. Bunun hakika­tinin açıklanmasına gerek yoktur. Akıllar buna benzer konularda âcizdir. “Cennet ve Cehennemin Yaratılışı Mebhasi”nde daha geniş yer verilecek-

10 tir. Oraya bakılabilir. En doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ BEŞİNCİ MEBHAS

Şâri‘in Bize Haber Verdiği Kıyamet Alâmetlerinin Tamamının Hak Olduğu ve Kıyamet Kopmadan Önce Gerçekleşmesi Gerektiği Hakkındadır

Bu [alâmetler], Mehdî’nin sonra Deccâl’in çıkışı, sonra da Îsâ’nın nüzûlü, Dabbe’nin çıkışı, güneşin batıdan doğuşu, Kur’ân’ın kalkması ve Ye’cûc ve Me’cûc seddinin açılması gibi [alâmetlerdir]. Dünyada sadece bir tek gün kal­sa bile bunların tamamı gerçekleşecektir. Şeyh Takiyyüddin b. Ebû Mansûr Akîdesinde şöyle demiştir: “Bu alâmetlerin tamamı, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Üm­metim düzelirse onlar için bir gün, bozulursa yarım gün vardır.’ hadisiyle vaad ettiği günün son yüzünde meydana gelecektir. Burada gün, Allah’ın ‘Rabb’inin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.’349 âyetiy­le işaret ettiği Rabb’in günlerindendir. Bazı ârifler, birinci binin, halifelerin sonuncusu olan Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) vefatından itibaren hesaplandığını söylemişlerdir. Bu süre, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) risâleti kapsamındaki günlerden sayılmıştır. Yüce Allah, dört halifeyi beldelere hâkim kılmıştır. Resûlullah’ın binden kastı, bin doluncaya kadar şeriatının saltanatının hâkimiyetidir. Da­ha sonra din, başlangıçta olduğu gibi, garip kalıncaya kadar yıkılış başlar. Bu yıkılışın başlangıcı, XI. yüzyıldan otuz sene geçtikten sonradır. O zaman, Îmâm Hasan el-Askerî’nin evlâdından olan Mehdî’nin (aleyhisselâm) çıkışı beklenir. Onun doğum tarihi (h.) 255 yılının Şa‘bân ayının yarısındaki gecedir. Îsâ’yla (aleyhisselâm) bir araya geleceği güne kadar hayatta kalmaya devam edecektir. Günü­müze (h. 958) kadarki ömrü 706 senedir. Mısır’ın bereketli topraklarından olan Kumu’r-Rîş’in üstünde medfûn bulunan Şeyh Hasan el-Irakî, Mehdîyle bir araya geldiği zaman bana bu şekilde haber verdi. Şeyhimiz efendim Ali el-Havvâs da (rh.a) buna uygun bilgi verdi.

Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât’m 366. bâbındaki ibaresi şöyledir: “Mehdî’nin çıkması gerektiğini biliniz. Ancak yeryüzü zulüm ve haksız­lıkla dolmadan çıkmaz. O, burayı adâlet ve hakkaniyetle doldurur. Şayet dünyada tek bir gün kalsa bile bu halife gelinceye kadar Allah Teâlâ bu günü uzatır. O, Resûlullah’ın neslinden ve Fatıma’nın (ra) evlâtlarındandır.

Dedesi Hüseyin b. Ali b. Ebû Tâlib’dir. Babası Hasan el-Askerî b. Îmâm Ali en-Nakî b. Muhammed et-Takî b. Îmâm Ali er-Rızâ b. Îmâm Mûsâ el-Kâzım b. Îmâm Ca‘fer es-Sâdık b. Îmâm Muhammed el-Bâkır b. Îmâm Zeynelâbidîn Ali b. Hüseyin b. Îmâm Ali b. Ebû Tâlib’dir (ra). Îsmi Resû­lullah’ın ismine uygundur. Müslümanlar Rükün ile Makam arasında ona biat ederler. Yaratılışta Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) benzer, ahlâkta ise ondan daha alt mertebededir. Zira hiç kimse, ahlâkta Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) gibi olamaz. Yüce Allah ‘Sen yüksek bir ahlâk üzeresin.’ buyurmaktadır. Alnı açık, burnu küçüktür. Onunla en çok mutlu olanlar, Kûfelilerdir. Malı eşit derecede dağıtır, tebaaya adâletle davranır. Önünde mal olduğu hâlde, bir adam ona gelip ‘Ey Mehdî bana ver.’ der; o da götürebileceği kadarını elbise­sine sarıp verir. Dindeki bir fetretten sonra çıkar ve Allah’ın Kur’ân ile alıkoymadığını onunla alıkoyar. Cahil, korkak ve cimri insana dokunur, âlim, cesur ve cömert olur. Önünde zafer yürür (zaferler kazanır) ve beş, yedi ya da dokuz yıl yaşar. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) izinden gider ve hata etmez. Onu görmediği yerden koruyan bir meleği vardır. Zayıfa yardımcı olur, kimsesizi kollar, hak vekillerine yardımcı olur. Dediğini yapar, yaptığını söyler ve gördüğünü bilir. Allah onu bir gecede ıslah eder. Îshakoğullarından olan yetmiş bin müslüman ile Roma şehrini tekbirle fetheder. Allah’ın daveti üzerine büyük savaşı Merc-i Akka’da görecek, zulmü ve zalimleri ortadan kaldırarak dini yerleştirecek ve Îslâm’ın ruhunu diriltecektir. Allah onunla zelil olan Îslâmı azîz kılacaktır, ölümünden sonra tekrar diriltecektir. Cizyeyi koyacak ve kılıçla Allah’a davet edecektir. Îcâbet etmeyen öldürülecek, ona karşı gelen perişan olacaktır. Dinin bizzat kendisinde bulunan zâhir olacaktır. Öyle ki şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) yaşasaydı, bunun­la hükmederdi. Onun döneminde, sadece yorumlardan arınmış saf din kalır. Hükümlerinin çoğunda mezhep imamlarına muhalefet edecek, imamlarından sonra Allah Teâlâ’nın hiçbir müctehidi getirmeyeceğini zannettikleri için, ondan uzak duracaklar.” Onlar arasında meydana ge­len olayları uzunca anlattıktan sonra, şöyle demiştir “Bil ki Mehdî çıktığı zaman, seçkin ve genel bütün müslümanlar sevinecektir. Onunla birlikte ilâhî birtakım insanlar vardır ve onun davetini yerine getirir, ona yardım ederler. Bunlar, onun vezirlerdir ve krallığın yükümlülüklerini üstlenir­ler. Allah Teâlâ’nın onu sorumlu tuttuğu konularda ona yardımcı olurlar.

Îsâ (aleyhisselâm) Dımaşk’ın doğusundaki Beyaz Minâre’nin üzerine, insanlar ikindi namazındayken, biri sağında diğeri solunda olan iki meleğe yaslanmış olarak iner. Îmam çekilerek yerini ona bırakır, o da öne geçerek insanlara namazı kıldırır. İnsanlara Hz. Muhammed’in sünnetine (salla'llâhü aleyhi ve sellem) tâbi olmayı emreder, haçı kırar ve domuzu öldürür. Allah Mehdî’yi temiz ve arınmış olarak kabzeder. Onun zamanında Süfyânî Dımaşk’ın Gûta mahallesindeki ağacın ya­nında öldürülür. Ordusu Beydâ’da yerin dibine geçirilir. Bu orduya mecbur kalarak ve zorla katılanlar, niyetlerine göre haşredilirler. Onun zamanı geldi ve vaktinin gölgesi üzerinize düştü. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) asrından sonraki üç asırdan sonra yer alan dördüncü asırda zuhûr etti. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dönemi sahâbe asrıdır ardından diğer devir gelir, ardından gelen ikinci [devirdir]. Bu ikisi arasında birtakım fetretler gelir ve bazı olaylar meydana gelir, hevâ yayı­lır, kan akıtılır. Mehdî vaad edilen zaman gelinceye kadar gizlenmiştir. Onun şahitleri şahitlerin hayırlısı, eminleriyse eminlerin faziletlisidir.”

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Yüce Allah, gaybının derinliklerin­de gizlediği bir taifeyi ona vezir yapmış ve bunları keşif ve müşahedeyle hakikatlere ve Allah’ın kulları hakkındaki emrinin ne olduğuna muttali kılmıştır. Bunlar, Allah’a verdikleri ahde vefa gösteren sahâbeden bir kı­sım adamların izleri üzeredirler. Bunlar Acemdendir ve aralarında Arap yoktur. Ancak sadece Arapça konuşurlar. Onların cinsinden olmayan bir hafızları vardır ve asla Allah’a isyan etmez. Bu vezirlerin en hassıdır. Bil ki Mehdî hiçbir şeyi asla kendi görüşüyle yapmaz; bu vezirlerle istişare eder. Onlar, orada bulunanları bilirler. O (aleyhisselâm) ise, kendiliğinden hakkın kılıcının ve siyasetin sahibidir. Bu vezirlerin özelliklerinden biri de hiç­birisinin bir savaşta asla mağlup olmamasıdır. Zafer elde edinceye veya mağlup olmadan ayrılıncaya kadar sebat eder. Onların Roma Şehrini tekbirlerle fethetmelerine baksana! Birinci tekbiri getirdiklerinde üçte biri düşer, ikinci tekbirde surun ikinci üçte birlik kısmı, üçüncü tekbir­de ise geri kalan üçte birlik kısmı düşer ve kılıç kullanmadan onu fet­hederler. Îşte bu, zaferle kardeş olan sıdkın (doğruluk) bizzat kendisidir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bu vezirler ondan az beşten fazladır. Zira Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), vezirlerinde meydana gelen şüpheden dolayı, onun hilâfe­tinin süresi konusunda beş ile dokuz sene arasında şüpheye düşmüştür.

Her vezir onunla birlikte bir sene geçirir. Şayet beş iseler beş sene, yedi iseler yedi, dokuz iseler dokuz sene yaşayacaktır. Her seneye has tehlike­ler ve bu vezire ait özel bir ilim vardır. Bunlar beşten az, dokuzdan fazla olamazlar.” Şeyh şöyle demiştir: “Biri hariç, diğerlerinin tamamı Allah’ın canavar, kuş ve haşeratlara bir sofra kıldığı Merc-i Akka’daki ilâhî sofrada öldürülecektir.” Şeyh, bu kalan bir kişinin, Allah’ın “(O gün) sûra üflene­cek, ardından -Allah’ın diledikleri dışındagöklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölecek.”350 âyetinde istisna edilenlerden mi ya da bu nefhada ölenlerden mi olduğunu bilmediğini söylemiştir. Şeyh Muhyiddin “Mehdî’nin dünyada imam olarak kalış süresinde şüpheye düştüm. Bu hususta kesin bir şeye varamadım. Allah Teâlâ’ya karşı bizzat nefsimden bir şey sorma konusunda [gözettiğim] edep dolayısıyla O’ndan bunun tahkikini talep etmedim.” demiştir. “Ben O’na karşı bu edebi gözetince, Yüce Allah, ehlullahtan birisini görevlendirdi, o da yanıma geldi ve kendiliğinden bu vezirlerin sayısını bana zikretti. Bana ‘Sus, dokuzdur.’ dedi; ben de ona ‘Şayet dokuz iseler Mehdî’nin dokuz sene kalması gerekir. Onun vezirinin neye ihtiyaç duyduğunu biliyorum. Şayet bir ise bütün vezirlerinin ihti­yaç duyduğu şeylerin bu birde toplanması gerekir. Şayet birden fazla ise bu dokuzdan fazla olmaz.’ dedim. Burada Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Beş yahut yedi veya dokuz.” sözünden sadır olan şüphe sona erer. Başka bir ifadeyle Mehdî’nin kalış süresi meselesi ashabının seçkinlerini ilim talebinde cesa­retlendirmek ve onların taklitle ikna olmamaları içindir. Allah Teâlâ ‘Çok azı bilir.’ buyurmuştur. Anla!” demiştir.

Şöyle demiştir: “Mehdî’nin vezirlerinin [görevlerini] yerine getirme­de ihtiyaç duyduğu şeylerin tümünün sayısı dokuzdur, onuncusu yoktur. Bundan az da olamaz. Bunlar gözün nüfuzu, ilkâ anında ilâhî hitabı an­lama, Allah’tan tercüme ilmi, yetki sahiplerinin mertebelerinin belirlen­mesi, gazapta rahmet, mülkün ihtiyaç duyduğu duyulur rızıklar ve diğer­leri, işlerin iç içe ve birbirine girmesinin bilgisi, insanların ihtiyaçlarını gidermede mübalağa ve araştırma, özellikle onun süresinde kâinatta ihti­yaç duyduğu gayb bilgilerine vukûfiyet gibi şeylerdir. Bunlar dokuz şeydir. Bunlardan bir ya da daha fazlasının Mehdî’nin vezirlerinde olması gerekir.”

Şeyh bununla ilgili açıklamalarını on varak civarında uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Mehdî’nin (aleyhisselâm) zuhûrunun kıyametin yakın alâmet­lerinden olduğunu bilesin. Deccâl’in çıkışı da böyledir. Horasan’dan, fitne yeri olan doğu topraklarından çıkacaktır. Ona Türkler ve yahudiler tâbi olacaktır. Sadece İsfahan’dan ve taylasan giymiş olanlardan, kendisine yetmiş bin kişi katılacaktır. O, sağ gözü şaşı olan yaşlı bir adamdır. Gözü patlamış bir üzüm tanesi gibidir. Gözlerinin arasında ‘k.f.r.’ yazılıdır.” Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu harflerin mazi fiil olan ‘kefere’ mi yoksa isim olan ‘küfr’ mü olduğunu anlamadım. Arapların Mushaf’ın hattında bazı yerlerde ‘Rahmân’ın mim’i ile nûn’u arasındaki elifi hazfetmeleri gibi elif hazfedilmiştir.”

Soru: Mehdî çıktığı zaman ne ile hükmedecektir? Naslarla mı, ictihadla mı yahut her ikisiyle mi?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi, ilham meleğinin kendisine şeriattan ilkâ ettiği şeyle hükmeder. Bu “O, izimde gider ve hata etmez.” hadisinde işaret edildiği üzere Muhammedî şeriatın ona ilham edilme­si ve onun da bununla hükmetmesi şeklinde olur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize onun bid‘atçı değil, tâbi ve verdiği hükümlerde mâsum olduğunu bil­dirmiştir. Zira hükmünde mâsum olmanın anlamı, hata etmemesinden başka bir şey değildir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) onun hata etmediğine hükmet­ti. Bu nedenle o “Hevâsından konuşmaz, o sadece kendisine vahyedilen bir vahiydir.”[133] Mehdî’nin hata etmeyeceğini haber vermiş ve bu hüküm bağlamında onu peygamberlere katmıştır. Şeyh şöyle demiştir: “Allah’ın ilham meleğinin diliyle kendisine verdiği nasların varlığıyla birlikte, Mehdî’nin kıyas yapmasının haram olduğu anlaşılmaktadır. Hatta bazı muhakkikler, Resûlullah’ı (salla'llâhü aleyhi ve sellem) müşâhede ettikleri için ehlullahın tamamına kıyasın haram olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla bir hadis ya da hükmün sıhhatinden şüphelendikleri zaman, bu konu­da doğrudan ona müracaat ederler. Onlara hak olan durumu uyanık­ken ve şifahen haber vermiştir. Bu imkâna sahip olan kimse, Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) başka hiçbir imamı taklit etmeye ihtiyaç duymaz. Yüce Al­lah ‘De ki: Îşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz).’[134] buyurmuştur.” Bunu uzunca anlattıktan sonra; ayrıca Mehdî’nin Hak Teâlâ’nın yarat­mak istediği hadiselere, varlıkta meydana gelmeden önce O’nun tarafın­dan muttali kılındığını söylemiştir. Bu, meydana gelmeden önce bu işlere Mehdî’nin hazır olması içindir. Şayet bu, tebaanın herhangi bir menfaati ise Allah’a şükreder ve sessiz kalır. Şayet ceza türünden ve genel ya da belirli şahıslar hakkında inecek bir belâ ise bunlar için Allah’a dua eder, yalvarır ve şefaatçi olur, Allah da lutuf ve rahmetiyle bu belâyı defederek onun dua ve niyazını kabul eder.

Soru: Şayet Allah Teâlâ nâzil olan herhangi bir hüküm konusunda onu âmâ kılarsa ne yapar?

Cevap: Yüce Allah nâzil olan herhangi bir hüküm konusunda onu âmâ kıldığı ve herhangi bir bildirim ya da keşif söz konusu olmadığı zaman, bu­nu mubahlarla ilgili hükme katar. Bildirildikten sonra bunun şer‘î bir hük­me konu olduğunu bilir. O, peygamber olmadan dinde görüşte bulunmak ve kıyas yapmaktan mâsumdur. Zira peygamber olmayanın yaptığı kıyas bilmediği şey ile dini ile ilgili Allah hakkında hüküm vermektir. Bu illeti defetmedir, ancak kul, Allah’ın bu illeti defetmeyi istememiş olabileceğini bilmez. Şayet bunu isteseydi Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diliyle bunu açıklar, tardettiğini de açıklardı. Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bil ki Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Mehdî hariç, herhangi bir imam hakkında izinden gideceğini ve hata etmeyeceğini açıkça söylediğine dair bir bilgi bize gel­memiştir. Aklî delil, peygamberin kullarıyla ilgili Rabb’inden aldığı şer‘î hükümlerde onun ismetine nasıl şahitlik ediyorsa o da Mehdî’nin hilâfet ve ahkâmında mâsum olduğuna şahitlik etmiştir.”

Soru: Îsâ (aleyhisselâm) indiği zaman, ne zaman ve nasıl vefat edecektir?

Cevap: Şeyh’in 369. bâbda dediği üzere “Deccâli öldürünce o da öle­cektir. Bu, onun ve ashabının tek bir nefeste ölmesinden dolayıdır. Onlara tatlı bir rüzgâr gelir ve onları koltuk altlarından sarar. Bu rüzgârda, uyku­suzluğun zayıf düşürdüğü kimsenin uyuyakaldığındaki lezzete benzer bir lezzet bulurlar. Seherde ona gelir ve tatlılığından dolayı bal olarak isimlen­dirilir. Ölümde değerini ölçüp biçemeyecekleri bir lezzet bulurlar. Seldeki çerçöp gibi, hayvanlara benzeyen birtakım bayağı insanlardan başka kimse kalmaz ve kıyamet onların üzerine kopar.”

Güneşin batıdan doğuşuna gelince; Sahihte merfû olarak, güneş batıdan doğmadan kıyametin kopmayacağı nakledilmiştir. Doğduğunda ve insan­lar onu “Daha önce iman etmeyen hiç kimsenin imanın fayda vermeyece­ği gün”[135] anında gördüklerinde, tamamı iman ederler. Güneşin batıdan doğması aklen mümkündür ve vukuu imkânsız değildir. Yüce Allah, buna kâdirdir. Ayrıca O’nun kudreti için bütün cihetler aynıdır. Hz. Îbrâhim (aleyhisselâm) kendisine “Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getir.’ dediğinde şaşırdı.”[136] [âyetinde] bu hususta Nemrûd’a cevap verilmiştir. Şeyh Ebû Tâ­hir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Gök bilimciler ve müneccimler, güneşin ba­tıdan doğuşunu imkânsız görmektedirler. Onlara şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ değirmen ve çarkın her bir devirine dair âdet koymamış mıdır? Bunların de­virleri bittiğinde aksi yöne döner ve sonra dururlar. Bütün dönüşleri bittik­ten sonra Allah Teâlâ’nın güneşin deveranını aksine çevirmesini ne ile inkâr etmektedirler? Yüce Allah ‘Güneş, kendi yörüngesinde akıp gitmektedir.’[137] buyurmuştur. ‘Müstakarr’, istikrar anlamında masdardır. J, Yüce Allah’ın ‘Çünkü Rabb’in ona (öyle) vahyetmiştir.’ [138]âyetinde olduğu gibi, ^11 mânasınadır.” Şöyle demiştir: Güneşin göğün ortasında durma zamanında, gök yarılır ve yıldızlar söner. Diğer çarkların örneğinde “Durduğunda kırılır.” derler. Burada ise güneş ve ay göğün ortasında [dürülmüş] çuval gibidirler. Başka bir rivayette ise “Îki siyah öküz gibidirler.” şeklinde geçmiştir. Göğün ortasına yükselince alçalarak batıya dönerler. Bazılarının zannettiği gibi do­ğudan batmazlar. Hadiste onların dürülmüş iki çuval gibi batıdan doğacağı, güneşin gölgesinin, ayın da ışığının olmayacağı geçmektedir. Güneşin ba­tıdan doğuşuyla sûra üfürülme arasındaki süre, atın doğumundan kişinin ona binmesine kadar ki müddetten daha azdır.

Soru: Hadiste o gün sûra üfürülünceye kadar her ikisinin de doğudan doğacakları kaydedilmektedir.

Cevap: Bu doğuş itibara alınmaz zira [burada] güneşin batı­dan doğması dönüşün durması ve sona ermesi için olan zorun­lu doğuştur. Dolayısıyla bu doğuş hesapla olan sistematik bir do­ğuş değildir. Döngüsel olan her şeyin hâli böyledir; devri sona erece­ği zaman aksi yöne bir kez döner, sonra tekrar geri döner ve durur.

Allah’ın yaratılmışlar hakkındaki kuralı budur. Allah’ın kuralında hiçbir değişiklik göremezsin.”[139] “Îman Mebhasi”nde, güneş batıdan doğduğu zaman, tövbe kapısının kapanacağı geçmişti. Bundan sonra mümin olan kimsenin kalbine küfür, kâfir olan kimsenin kalbine de iman girmez. Ora­ya bakılabilir.

Soru: Îsâ’nın (aleyhisselâm) ineceğine dair Kur’ân’dan delil nedir?

Cevap: Onun ineceğine dair delil Allah’ın “Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce, ona (Îsâ’ya) iman edecek olmasın.”[140] âyetidir. Yani indiği ve etrafında toplandıkları zaman (iman edeceklerdir). Mu‘tezile, filozoflar, yahudiler ve hıristiyanlar onun cesediyle birlikte göğe çıktığı­nı inkâr etmektedirler. Yüce Allah, Îsâ (aleyhisselâm) hakkında “Şüphesiz o kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir.”[141] buyurmuştur. J ve Aın fethiyle de okun­muştur. Cl'daki zamir ise “Meryem oğlu Îsâ bir misal olarak anlatılınca”[142] âyetinden dolayı Îsâ’ya râcîdir. Anlamı: Onun nüzûlü kıyametin alâmeti­dir. Deccâl’in sıfatları hakkındaki hadiste “Onlar namazdayken, Yüce Al­lah, Mesîh b. Meryem’i gönderir ve Şam’ın doğusundaki Beyaz Minare’nin yanına iner. Önünde sarı renkli iki parça elbise ile avuçlarını iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak inecektir. [Rivayette geçen] ‘mehrûzeteyn/mehrûdeteyn’ sarıya boyanmış bez parçasıdır. Onun nüzûlü Kitap ve Sünnet’le sabittir. Hıristiyanlar, onun beşerîliğinin (nâsûtiliğinin) çarmıha gerildiğini, ilâhîliğinin (lâhûtîliğinin) ise yükseldiğini iddia etmektedirler. Hak olan ise onun cesediyle göğe yükselmesidir. Buna iman etmek vâciptir. Yüce Allah “Aksine Allah katına yükseltilmiştir.”[143] buyurmuştur. Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Onun yükselişi, inişi ve ininceye kadar yemeden, içmeden gökte kalışı gibi hususlar, aklın idrak etmede yetersiz kaldığı hususlardandır. Allah Teâlâ’nın kudretinin genişliğine teslim olarak buna iman etmekten başka bir yol yoktur.” Filozoflar ve başkalarının yük­seltmeyi inkâr konusundaki şüphelerini zikrederek sözü uzatmıştır.

Soru: Gökte durduğu müddetçe yeme ve içmeye muhtaç olmamasının cevabı nedir? Yüce Allah “Onları yiyip içmez bir beden kılmadık.”[144] bu­yurmuştur.

Cevap: Yiyecek, yeryüzünde yaşayanlar için gıda kılınmıştır. Zira ha­vanın, sıcağın ve soğuğun bedene musallat olması sebebiyle beden zayıflar. Allah Teâlâ bu tozlu yerde yürüttüğü âdetine uygun olarak beden zayıf­ladığında buna karşılık ona gıda vermiştir. Göğe yükseltilenlere gelince, melekleri müstağni kıldığı gibi onları da kudretiyle lutuflandırır, yemek ve içmekten müstağni kılar. Dolayısıyla Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Rabb’imin katında gecelerim, beni doyurur ve içirir.” dediği üzere; yiyeceği tesbih, içeceği ise tehlîl olur. Hadiste merfû olarak, Deccâl’in önünde üç sene bulunduğu, ilk senede göğün yağmurunun üçte birini tutacağı yerin de nebâtının üçte birini tutacağı belirtilmektedir. İkinci senede gök, yağ­murunun üçte ikisini tutar yer de nebâtının üçte ikisini tutar. Üçüncü senede gök tüm yağmurunu tutar yer de tüm nebâtını tutar. Esma bint Zeyd “Ya Resûlallah; biz hamurumuzu yoğurur, acıkıncaya kadar ekmek yapmayız, o gün müminler ne yapacaklar?” diye sorunca o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Gök ehline tesbih ve takdis olarak verdiği karşılığı onlara da verir.” buyurmuş­tur. Şeyh Ebû Tâhir “Doğu illerinden Ebher’de ikâmet eden ve adı Halife el-Harrât olan bir adam gördük. Yirmi üç yıldan beri yemek yemiyordu ve hiçbir zafiyet göstermeden gece gündüz Allah’a ibadet ediyordu.” Bu­nu bildiğin zaman, Îsâ’nın (aleyhisselâm) gıdasının da tesbih ve tehlîl olması uzak değildir. Bunların tamamında en doğrusunu Allah bilir.

Cessâse denilen Dabbe’nin çıkışına gelince; Şeyh Muhyiddin bunu 357. bâbda, Allah’ın “Yerden, onlarla konuşan bir hayvanı (Dabbe) çıkardık.”[145] âyeti bağlamında, şu ifadelerle zikretmiştir: “Bil ki bu hayvan (Dabbe), Ecyâd’dan çıkar, kılları çoktur. Önü arkasından ayırt edilmez. Doğu, batı, deniz, kara, güney ve kuzeyde, insanların yüzüne üfürür ve onun üfürüşüyle her şahsın alnında; Allah Teâlâ’nın ilminde bulunduğu üzere iman ve küfür yazılır. Damgası mümin olan kimse, damgası kafir olan kimse­ye ‘Ey kâfir bana şunu bunu ver.’ der. Bunun alnında silinmesi mümkün olmayan bir yazı ile yazıldığını bildiği için bu isme sinirlenmez. Kâfir de kendisinden istenilen şeylerle ilgili olarak mümine ‘Evet’ veya ‘Hayır’ der.

Ona nispet edilen kelâm, üfürmesiyle yüzleri damgalamanın dışında geneli kapsamaz. Şayet onunla oturan sair dillerin ehliyle konuşması söz konusu olsaydı Arapça ya da Acemce hangi dil olursa olsun, onların diliyle konuşur­du. Müslim’in Sahîh’inde, Deccâl hadisinde onun konuşması nakledilmiş­tir. Dabbe, Temîm ed-Dârî’ye onun (Deccâl) yerini göstermiş ve Temîm’e ‘O (Deccâl) senin konuşmana müştaktır.’ demiştir.” Şeyh şöyle demiştir: “Şu anda kuzeydeki bir denizde bulunan bir adadadır. Bu Deccâl’in de bu­lunduğu adadır.” Şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın Dabbe’nin insanların yüz­lerini işaretlemesini kelâm olarak isimledirmesi bunun sözün ifade ettiğini ifade etmiş olması sebebiyledir. Nazar ehlinden olan akıl sahibinin, nefsindekini sana ulaştırmak istediğinde bunu iletmede sadece harfleri nazmetmekten oluşan ibareyle yetinmemesine baksana! Onun sendeki hedefi, nef­sindeki şeyi sana bildirmektir. Bu bildirim bazen örfte söz ve kelâm olarak isimlendirilen lafzî ibareyle, bazen de el ya da baş veya olan şeyin işaretiyle, bazen yazı ve rakamla [olur]. Bazen Hakk’ın anlamanı istediği şeyle [olur] ki bu şey sende bir eser meydana getirir ve bununla onun nefsinde olanı anlarsın. Buna da ‘kelâm’ denir. Dolayısıyla Dabbe’nin yazısına ‘kelâm’ de­mek sahihtir.” En doğrusunu Allah bilir. Bunu 357. bâbda birçok büyük faydalarla zikrederek uzun uzadıya anlatmıştır. Oraya bakılabilir.

Kur’ân’ın kaldırılması meselesi hakkında Beyhakî, Şu ab'da Îbn Mesûd’dan “Kaldırılmadan önce Kur’ân’ı okuyunuz. Zira o kaldırılmadan kıyamet kop­maz.” şeklinde nakletmiştir. “[Elimizdeki] bu mushaflar kaldırılacak peki in­sanların göğsünde (hıfzında) bulunan ne olacak?’ dediklerinde ‘Bir gece ken­dilerine baskın yapılacak ve göğüslerinden alınacak. ‘Biz bir şey biliyorduk.’ diyerek sabahlarlar ve sonra şiire dalarlar.” Kurtubî şöyle demiştir: Bu, Îsâ’nın (aleyhisselâm) ölümünden ve Habeşlilerin Kâbe’yi yıkmasından sonra olur.

Ye’cûc ve Me’cûc’ün çıkışı, kat‘î naslarla sabittir. Gezginlerin kendisine ulaştığı büyük bir settir. Şeyh Abdülkâdir ed-Deştûtî (rh.a), Îbrâhim el-Metbûlî’nin her sene bu seddin üzerine örtü serdiğini haber verdi. Hayatta olan ve olmayan bütün velî ve sahâbe buraya gelir. Şeyh Abdülkâdir şöyle demiştir: “Onlarla birçok defa bir araya geldim. Îbrâhim el-Metbûlî’ye, bu seddin bütün bu insanlara yetip yetmediğini sordum. O da ‘Evet, uzunluğu yetmiş mil, ge­nişliği de elli mildir.’ dedi.” Kıyamet alâmetleri hakkında insanlar birçok kitap yazmıştır. Akâidde bizi ilgilendiren, imana konu olması açısından bu alâmetle­rin bir kısmını zikrederek işaret etmektir. En doğrusunu Allah bilir.

Netice: Şeyh el-Fütûhât’ın 59. bâbında, Deccâl hadisi bağlamında, bir günün bir hafta, bir günün bir ay ve bir günün bir sene gibi olduğunu, diğer günlerin ise normal günler gibi olduğunu zikretmiştir. Bir günün bir hafta gibi olmasının anlamı, o zamanda bulutların çoğalması ve yedi gün geçinceye kadar güneşin görülmemesidir. Güneş doğar ve batar. An­cak bunu sadece keşif erbabı bilir. Ay ve sene hakkındaki görüş de böyledir. Yoksa söz gelimi bir tek günün bir sene kadar olduğu anlamında değildir. Şayet uzarsa her bir gece ve gündüz için bize sadece beş vakit namaz kılmak gerekir. Bulutlar peş peşe gelip uzayınca, gece ile gündüzün varlığı insan­ların gözünde eşitlenir. İnsanlar, gerçekte güneşin batmadığını zanneder. Bu, âhir zamanda meydana gelen garip şeylerdendir. Üst üste bulutlar bi­zimle gök arasına girince, gök bilimcilerin tespit ettikleri hareketler oldu­ğu gibi kalır, bozulmaz. Bu nedenle Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “O durumda onları hesaplayınız.” yani namazları hesaplayınız buyurmuştur. Şâri‘ namazların vakitlerini hesaplamayı kararlaştırınca, feleklerin hareketlerinin oldukları hâl üzere kaldığını ve düzenlerinin bozulmadığını öğrenmiş olduk. Şöyle demiştir: “Şayet bir sene gibi olan bu gün, uzun bir tek gün olsaydı bir seneden fazla beklesek de güneş zevâle erişinceye kadar öğleyi kılmamız vâcip olmazdı. Buradan ‘Namazları hesaplayınız.’ hadisinin anlamının, ör­neğin tek bir gün için olduğu ortaya çıkar. Yani nefsü’l-emrde (gerçekte) değil de gözün görmesi dolayısıyla demektir. Gerçekte bir gün geçmiş ve hiç kimse bunu görmemiştir. Bir sene gibi olan günde güneş doğar ve üç yüz altmış gün batar. Güneşin durduğu ay ve hafta için de durum budur. Bir ay veya hafta görülmez.”

Şöyle derim: Şeyh Muhyiddin’in bu zikrettikleri, “Ona göre hesapla­yınız.” hadisinin zâhiri sözlerine aykırıdır. Değerlendir! Anlayışların çoğu, bir tek günün hadiste zikredildiği gibi bir hafta, bir ay ve bir sene olduğu şeklindedir. Durumun hakikatinin en doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ ALTINCI MEBHAS

Allah Teâlâ’nın Bizi Yarattığı Gibi İade Edeceğine İnanmanın Vücûbu, Cesetlerin Ruhları Kabul Etmeye Hazır Hâle Getiriliş Şekli ve Sûrun Şekline Dair Açıklama, Kabirdekilerin Dirilişi

5 ve Yeniden Dirilmeyi İnkâr Edenlerin Şüphelerinin Beyanı Hakkındadır

Şerhu Cem‘i’l-Cevâmi‘ve onun Hâşiyesindeki ibarelerle başlayalım. Daha sonra muhakkik sûfîlerin naklettiklerini zikredelim. Allah’ın yardımıyla şöy­le deriz: Cismin bütün aslî parça ve arazlarıyla yok olduktan sonra ölümden 10 önceki eski hâline dönmesinin hak olduğunu bilesin. Yüce Allah “Varlığı ilkin yaratan, sonra bunu tekrar eden O’dur.”[146], “Başlangıçta yaratıldığınız gibi ia­de edileceksiniz.”[147] ve “Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman”[148] buyurmaktadır. Bunların yanı sıra Kitap ve Sünnet’te, te’vil kabul etmeyecek ibareler yer almaktadır. Öyle ki bu dinde zaruri olarak bilinen bir husus olmuş 15 ve Ba‘s’ın (yeniden dirilme) imkân ve vukuunu inkâr etmenin küfründe icmâ edilmiştir. Filozoflar, cisimlerin iadesini inkâr etmiş ve “Bedenin ölümün­den sonra kemal ile lezzetlenme ve eksiklerden dolayı elem duyma anlamında ruhlar oldukları hâle döndürülecektir” demişlerdir. Kemâl, Hâşiye’sinde şöyle demiştir: “‘Cisim bütün aslî cüzleriyle dirilir.’ şeklindeki sözleriyle kastedilen, 20 cüzlerin mutlak olarak dirileceği değil, ömrün başlangıcından sonuna kalanla­rın [dirileceğidir.] Bu, şu meşhur şüphenin giderilmesi içindir: Bir insan diğer bir insanı yediğinde; yenilen yiyenin bir cüzü olur. Yüce Allah bu iki insanı bizzat dirilttiğinde, yenilene ait olan daha sonra yiyenin parçası hâline gelen cüzler, ya her birinde diriltilir ki bu, bir parça aynıyle bir anda iki farklı şahısta 25 bulunamayacağı için imkânsızdır. Ya da sadece birinde diriltilir ki o zaman da diğeri bizzat diriltilmemiş olur. Oysa ikrar edilen bunun aksinedir. Bunun sa­vunması şöyledir: Yeniden diriltilen, yenilenin aslî parçası olan fazlalıklar değil, ömrün başından sonuna kalan parçalardır. Bunlar yiyen açısından fazlalıklar­dır. Biz, insanın hayatta kaldığı müddet boyunca gıda maddelerinin ona gelip 30 gittiğini biliyoruz. Fazlalık olunca, bunların yiyende değil, aksine yenilende diriltilmesi vâciptir.” En doğrusunu Allah bilir.

Şeyh Muhyiddin’in ibaresi ise şöyledir: Yeniden dirilmeyi ve cisimlerin iadesini inkâr edenin küfre girdiğini bilesin. İade, Allah Teâlâ’nın gökte insan menisine benzer bir yağmur yağdırması ve bununla arzı döllemesi şeklinde­dir. ‘Ruhlar Mebhasi’nde geçtiği üzere Yüce Allah bununla insanları, insanın aslı olan ve çürümeyen, dünyadaki yaratılıştan kalan acbü’z-zeneb üzerine, son yaratma ile yeniden yaratır. Yüce Allah cismi âhiret yaratmasıyla yaratıp, şekil verip, ıslah ettiğinde tutuşmayı kabul eden ağacın ateşe istidatlı olması gibi ruhları kabule istidatlı olur. Berzahî sûretler içlerinde bulunan ruhlarla tutuşan kandiller gibidir. İsrâfil, ölümden sonra intikal edilen berzah merte­besinin sûruna üflediği zaman, bu üfürme, sûretlerin içerdiği bütün berzahî sûretlere yayılır ve bunların tamamını söndürür. Yüce Allah ‘Bugün mülk kimindir?’[149] diye buyurarak sorar. Hiç kimse buna cevap vermez. İkinci kez üfürdüğünde, ruhlarıyla tutuşmaya hazır olan bu sûretler tutuşur (canlanır) ve ayağa kalkıp bakışırlar. Her bir sûret diri ve Allah’ın (cc) kendisini ko­nuşturmasıyla konuşmaktadır. Kimisi ‘Allah’a hamd olsun.’ der, kimisi ‘Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah ne büyüktür, dönüş O’nadır.’ der ve kimisi de ‘Bizi kabirlerimizden kim diriltti?’[150] şeklinde konuşur. Her bir insan ölü­mü anında nasılsa onu konuşur. Her birisinin berzahtaki hâlini unuttuğunu ve uykudan uyanan kimsenin tahayyül ettiği gibi içinde bulunduğu her şeyi bir rüya olarak tahayyül ettiğini bilesin.” “Esrar Bâbı”nda, Allah’ın “O, ya­ratmayı başlatan sonra da iade edendir.”[151] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Yaratmakla kastedilen, mahlûk değil de O’ndan sâdır olan fiildir. Yaratılmı­şın kendisi zaten vardı ve var olmaya devam eder.

Her ne kadar dünya, berzah, cennet ve cehennem gibi aşamalar değişse de yaratılmışın kendisi (ayn), cevheri açısından birdir ve ‘yeniden var olmak­tadır’ denilecek şekilde yok olmaz. Bu, Allah Teâlâ’nın ilminde bir varlık mertebesinden diğer mertebeye intikalden ibarettir. Bu nedenle kabir nimeti ve azabı haktır. Bunun izahı şudur: Âhiretteki yaratılış başlangıçta [yarattığı sûrettir], hakiki iade değildir. Şayet iade olsaydı teklif konusundaki hükmü de onunla birlikte iade edilirdi. Allah Teâlâ’nın yaratmasından itibaren hiç­bir cevher yok olmaz, sadece bir aşamadan başka bir aşamaya geçmektedir.” Bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Böylece Hak Teâlâ, ruhları beden­lerinden çağırdığı zaman bu çağrıya özlem duyarlar ve kabından ayrılmak onlara önemsiz gelir. Bu cesetlerden serbest kalarak genişlerler. Sonra iade gerçekleştiğinde, ruh ve cisim olarak bulundukları hâle dönerler. İşte dö­nüşün anlamı budur.” Düşünüp değerlendir!

372. bâbda şöyle demiştir: “Şayet iade başlangıçtaki sûrette olmazsa ia­de olmaz.” el-Fütûhât’ın 70. bâbında, “Başlangıçta yaratıldığınız gibi iade edileceksiniz.”[152] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın daha ön­ce hiçbir örneği olmadan bizi yarattığını bilesin. Aynı şekilde âhirette de hiçbir örnek olmadan bizi tekrar inşa edecektir. Bunu bilen kimse, aklen muhal olan şeylerin vukuunun uzak olmadığını anlar. Ayrıca ilâhî kudret açısından bu, imkânsız değildir, araştırılsın.” Ayrıca ikinci sorunun ceva­bında Gazzâlî’den de yeniden dirilmeyi inkâr edenlerin şüphelerine verdiği cevap nakledilecektir, oraya bakılabilir. 371. bâbda da “Kabirlerde bulu­nanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman”[153] âyeti bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki kabirdekiler diriltilip yer, içindeki ağırlıkları dışarı attığı zaman, kendisinden başka hiçbir şey kalmaz. Yer, içindekileri bitirerek değil dışarı atarak çıkarır. Bu, dünyadaki açık olan yaratılış ile âhirettekinin arasını ayırmak içindir. Dünyadaki yaratılışta bitkilerin tedrîcî olarak kısım kısım bitmesinde ve en ve boydan hacminin ziyadeliği kabul etmesinde olduğu gibi biz de yerden bittik. Âhiretteki yaratılış ise, Hak Teâlâ’nın bizi çıkar­mayı dilediği sûrette, yerden çıkarmasıdır. Yüce Allah “bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemiz”[154] buyurmuştur. Yer ağırlıklarını çıkarıp, içinde sakladığı hiçbir şeyin kalmadığını söylediği zaman, âlem mahşerden başka olarak karanlığa getirilir. Birbirlerine bakmamaları ve meydana geliş zamanında yer ile göğün nasıl değiştiğini görmemeleri için insanlar buraya atılırlar. İlk olarak yer, deri gibi uzanır ve genişler. Onda herhangi bir eğri­lik ve yükselti göremezsin. Dünyadan sonra olduğu için orada uyku yoktur ve uyanıktır. Ondan sonra hiç kimse için uyku yoktur.”

303. bâbda şöyle demiştir: Bil ki insanlar, farklı şekillerde öldükle­ri için iadenin niteliği konusunda da ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ric‘î talâk mıdır, bâin midir? Buradan da ‘Bir kadın öldüğü zaman kocası onu yıkar mı?’ tartışmasını çıkarmışlardır. Bazıları, öldükten sonra yabancı gibi oldu­ğunu ve onu açıp göremeyeceğini söylemişlerdir. Bir grup ise evlilik mah­remiyetinin devam ettiğini ve yıkayabileceğini veya durumunun hayattaki durumu gibi olduğunu söylemişlerdir. Şayet ric‘î ise, ruhlar diriliş anında cevherleri itibariyle bu cisimlere döner. Bâin ise de döner, ancak birleşme farklı olur. Belki de nimet ehli olanlar için daha iyi ve daha saf başka ci­simler yaratılır. Azap ehli içinse tersi yaratılır.” Şöyle demiştir: “Hak olan, mükellef olan bu cisimlerin bizzat kendilerine dönmesidir. Böylece nimeti ya da azabı görsün ve şahit olması istenildiğinde sahibi için şahitlik etsin.” 260. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki kıyamet günü âza ve ciltlerin kendilerini yöneten nefse şahitlik etmeleri istenildiğinde, bir mâsiyet veya ibadetin vukuundan dolayı şahitlik etmez. Zira nefsin amellerdeki niyetinden ha­beri yoktur ve bu amelin meşrû ya da gayr-ı meşrû olduğunu da bilmez, yaptığı şeye şahitlik eder. Yüce Allah, bu ameldeki hükmünü bilir. O ‘İş­lemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde’[155] buyurmaktadır. Bu amelin taat ya da mâsiyet oluşuna şahitlik etmemişlerdir. Zira âzaların mertebesi bunu gerektirmez. Sadece söz gelimi fercin ‘Ben falan kadının fercine girdim.’, ağzın ‘Ben şarap içtim.’ demesini gerektirir. Bunun haram olup olmadı­ğına dair bilgisi yoktur.” İleride Allah’ın izniyle Şeyh Ebû Tâhir’in ‘ba‘sı’ inkâr edenlerin şüphelerine dair sözleri gelecektir.

Şeyh Muhyiddin 369. bâbın ilimleri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki âzalar için amel, ruh için de niyet haktır. Âzanın, nefsin bu anlamda yaptığı niyetten haberi yoktur. Yeniden dirilişle beraber cilt, kulak, göz, el, ayak ve bütün âzalar şahitlik ettiğinde, sadece yapılanlara şahitlik ederler. Sahibinin Allah’ın sınırlarını aşıp aşmadıklarını bilmezler.” Şeyh “Tasavvuru bu meseleden daha zor olan başka bir ilim yoktur. Ruhlar aslî hükmüyle temizdir, cisimler ve bunların yetenekleri [kuvvetleri] de yaratıcılarını tesbih ve tevhid üzerine olan fıtratları gereği temizdirler.

Sonra cisimle ruhun bir araya gelmesiyle insan meydana gelmiş, bununla teklife muhatap olmuş ve taat ve muhalefet kendisinden zuhûr etmiştir. Ruhlar temiz oldukları için, onların şekâvetten payı yoktur; hayvanî nefis­ler ise tabiatının hükmüyle eşyada cereyan eder ve mücerred olarak sadece 5 bundan dolayı teklife muhatap olmaz. Âzaların tamamı nâtık ve Allah’ı hamd ile tesbih etmektedir. Kendisine kınanma ve ceza yöneltilen muhalif ve âsi olan kimdir? Şayet insan ismi kendisinde gerçekleştiği gibi, insanda var olan bütün unsurların toplamına başka bir şey olmuşsa, bu meydana gelen şey nedir ve bunun hakikati nedir?” demiştir. Bazıları buna, sadece 10 âkil ve bâliğ olan kimsenin mükellef olması ve ruh ile cismi bir araya geti­ren kimsenin mükellef olmasıyla cevap vermişlerdir. Ruh cisimden ayrıl­dığında veya tersi gerçekleştiğinde, teklif, medih, zemm ve ceza ortadan kalkar. Düşün! Cesetlerin ruhları kabul edecek duruma gelmesinin beyanı­na gelince; İmâm Ebû Tâhir Sirâcul-Ukûl kitabında şöyle demiştir: “Bil ki 15 meâdı ve ruhların cesetlere dönmesini inkâr edenler, latif ruhların ağır, katı ve kuru toprakla alâkasını, tabiatları arasındaki tenafürden dolayı, uzak ve imkânsız olduğunu iddia etmektedirler. Şayet bu varsayılsa bile bu ancak toprak, nutfe [meni], sonra alaka [pıhtılaşmış kan], sonra mudğa [çiğnen­miş et] ve sonra da şekle dönüşünce [tesviye] gerçekleşir. Heyhat! Bize ‘Siz 20 çürümüş kemiklerle toprağın ruh ile dirileceğini iddia ediyorsunuz. Bu uzak bir dönüştür.’ diyorlar. Biz de onlara ‘İlk yaratılmaya bakın; ezelî kud­ret, ilk yaratmayı topraktan gerçekleştirdiği ve ‘Ol!’ dediğinde, oluverdiği zamanki durumundan bu yana azalmamıştır.’ deriz. Ayrıca bunlar âhiretteki dirilmeyi, Allah’ın cenin üzerinde gerçekleştirdiği dünyadaki âdetle 25 karşılaştırmaktadırlar. Şayet bunu başlangıçta müşâhede etmemiş ve ken­dilerine haber verilmemiş olsaydı, daha şiddetli olarak inkâr ederlerdi. Bu­nun üzerine biz şöyle deriz: ‘Allah ihtimal ki mezardaki toprağı, kıyamette­ki olaylar esnasında hâlden hâle dönüştürebilir, böylece toprak şekillenir ve sonra ona ruhun üflenmesini emreder. Bu, Âdem’e (aleyhisselâm) şekil verileceği za30 man, onun çamurunun mayalanması gibi olur. Daha sonra ona ruhundan üflemiştir. Bu, âyetlerin delâlet ettiği gibi, ceninin yaratılmasında bilinen aşamaların nutfeden alakaya, sonra et parçasına sonra da kemiğe dönüş­mesi şeklinde olur. Bu aşamalar Âdem (aleyhisselâm) hakkında da gerçekleşmiştir. ‘Sizi topraktan yarattık.’[156], ‘Sizi balçıktan yarattık.’[157], ‘Kurutulmuş ça­murdan yarattık.’[158] ve ‘O, insanı ateşte pişirilmiş toprak kaplar gibi kuru­tulmuş çamurdan yarattı.’[159] buyrulmaktadır. Âdem’in ve ceninin yaratılış aşamalarını düzenledi ve Âdem’in âzalarının ölçüsü tamamlandı. İşte orada çocuklarının âzaları da tasvirle (şekillendirme) oldu. Âdem’i dilediği gibi ona özel sûretinde yarattı. Âdem hakkındaki bu aşama mayalanma süre­si olan kırk günde tamamlandı. Onun çocukları olan ceninler hakkında ise üç kırktan oluşan yüz yirmi günde gerçekleşti. Bu makamda baba ile evlât, yaratılışın tamamlanması süreci açısından eşittir. Ancak babanın sûreti topraktan, evlâdınki ise et, kan ve kemiktendir. Yüce Allah, Âdem’in cismini, ceninin cesediyle birlikte ‘Ol! dedi ve oluverdi.’[160] âyetiyle şekil­lendirmiştir. Çamur et, kan, kas ve kemikti. Bu, Allah’ın ‘Âdem gibi. Onu topraktan yarattı ve sonra ona ‘Ol’ dedi ve oluverdi.’[161] âyetinde ifade edil­diği gibidir. Onun oluşumunun yaratılmasından sonra olduğunu haber vermiştir. Zira önce topraktan yaratıldığı anılmaktadır ki bu aşama ‘Ona şekil verip ruhumdan üflediğim zaman’[162] âyetindeki şekil vermedir. Cenin için ise ‘Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.’[163] bu­yurmuştur. Âyet ve hadislerin doğrudan veya dolaylı olarak işaret ederek şahitlik etmeleri, bu aşamaların başka bir yaratılışta da toprakla yardım­laştığını haber vermektedir. Bunun izahı şudur: Arz dirilerin ve ölülerin toplanma yeridir. Ölülerin zerreleri karışıp, ayrıldıktan sonra zamanla ve günler ve aylar boyunca yere (toprağa) karışır. Kıyamet yaklaşıp insanlar öldüğünde, Allah Teâlâ onları kabirlerinden diriltip ruhlarını iade etmek istediğinde, yeryüzünü kıyamet olayları, büyük sarsıntılar, korkunç mu­sibetler ve peş peşe belâlar kaplar. Öyle ki yeryüzünü, ruh için sûrdaki üflemeye karşılık gelen bu tesviye durumuna iletir. Yüce Allah’ın sarsıntı ve dağların patlamasına dair verdiği haberlere baksana! ‘Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı zaman’[164], ‘Kıyamet sarsıntısı büyük bir şeydir.’[165], ‘Hayır, yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup dağıldığı zaman’[166], ‘De ki: Rabb’im onları toz edip savuracak’[167] ve ‘Yeryüzü şiddetle sarsıldığı, dağlar parça parça dağıldığı zaman’[168] buyurmaktadır. Daha sonra Allah’ın ‘Dağları yürüttüğümüz’ ve ‘savrulmuş pamuk gibi olduğu zaman’ âyetle­rinde buyurduğu üzere dağları arzın doğusundan ve batısından yürütür.

5 İşte ‘Dağlar savrulan kum yığınları hâlini alır.’[169] âyetinde buyurduğu üzere yeryüzünün parçaları ve dağlar parçalanıp kum gibi oluncaya ka­dar böyle yapar. Daha sonra ‘Dağlar parçalanıp toz duman hâline geldiği’[170] âyetinde buyrulduğu üzere dağlar ve yer bu sarsıntı ve çarpışmalar altında birbirleriyle çarpışır, ezilir öyle ki tüm parçaları toz hâline gelir.

10 Belki de Allah Teâlâ bu sarsıntı ve dehşetengiz olaylarda yerin zerreleri­ni hâlden hâle sokmakta, kirlerden arındırıp ondan kusur ve kötülükleri izâle etmektedir. Böylece ruhları kabul etmeye hazır hâle gelen cevherleri ortaya çıkar. Bu ‘Acaba o bilmiyor mu ki kabirlerde bulunanlar çıkarıldı­ğı ve kalplerdeki ortaya konulduğu zaman’[171] âyetinin anlamıdır. Bundan

15 sonra son derece saf, ince, yumuşak ve hava gibi ince olarak kalır. Batı­daki yerin parçalarından geride kalanları ise ortadan kalkarak yok olur. Allah’ın ‘Dağlar yürütülür, serap hâline gelir.’[172] âyetini görmüyor musun? Dağların gövdesinin arzın gövdesinden daha katı olduğundan şüphe yok­tur. Dolayısıyla dağlar serap gibi olduğuna göre, toprağın hâli nice olur?

20 Serap, hayalî bir görüntü olup anında kaybolur. Hatta bir şahıs onun ya­nına gelse, inceliğinden dolayı hiçbir şey görmez. Bu, Allah’ın Âdemoğullarının zerreleri hariç yerin bütün parçalarını yok ettiğine işarettir. ‘Yer başka yere, dönüştürülecek’[173] âyetinde de buna işaret edilmektedir. Âdemoğullarının bu zerreleri, üzerine yağmurun yağdığı altın zerrelerine

25 benzer. Yağmur altın parlayıncaya kadar altın zerrelerinin maden topra­ğını yıkar. Hadiste ‘Yüce Allah, insan menisine benzer yağmurları sürekli bir şekilde yağdırır. Baklanın yerden çıkması gibi yerden biterler.’ buyrulmuştur. Başka bir rivayette ‘Orada selin uğradığı yerde kalan tohumlar nasıl [çabucak] ayrık otu olarak biterse öyle biterler. Görmez misin, bun-

30 lar [ne güzel] sapsarı olarak (ve iki tarafına) salınarak sürer?’ denilmiştir. Yüce Allah, Kur’ân’da ‘O’nun işaretlerinden biri de şudur: Sen arzı (ölmüş gibi) kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur indirdiğimizde toprak canla­nıp kabarır. Ona can veren, elbette ölülere de can verir.’[174] âyetinde olduğu gibi, insanların öldükten sonra dirilmesini birçok yerde, yerin dirilmesine benzetmiştir.” Şeyh Ebû Tâhir bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Ölülerin zerrelerindeki bu değişim ve dönüşümler, Âdem’in ça­murunun mayalandığı zamanki toprağın değişmesi ve nutfenin, rahimler­de ceninin yaratılması zamanındaki dönüşümü konumundadır. Bu, yerde gerçekleştiği zaman, toprakta ruhların inceliğine ters düşecek, herhangi bir sertlik ve katılık kalmaz. Ruhlar incelik ve saflık hâlindeki yere yaklaştı­ğında devenin yavrusuna daha doğrusu aşığın ayrı düştüğünde maşuğuna özlem duyduğu gibi eşlerine özlem duyarlar. İşte bu, Allah Teâlâ’nın bir şeyi dilediği zaman, hiçbir vasıta, alet, bağlantı ve yönteme muhtaç olmadığının delilidir. Sadece ona ‘Ol!’ der o da oluverir. Yüce Allah, sı­ğır hikâyesinde ve onun diriltmesinde, Mûsâ b. İmrân’ın bu cümlenin örneğini açıkça görmesini sağlamıştır. O ‘Bir kısmıyla diğerini vurun.’ de­dik. İşte Allah, ölüleri böyle dirilttir.’[175] buyurmuştur. Bu ilmin kendisi­ne tahsis edilmesiyle haşir ve neşir onun için ayan beyan hâle gelmiştir.

Sûrun şekli ve kabirdekilerin diriltilmesinin açıklaması ise şöyledir. Allah sana merhamet etsin, bilesin ki hadiste Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediği nakledilmiştir: ‘Sûr’un sahibi, sûru ağzına götürmüş, dikkatlice kulağını kabartmış, yüzünü çevirmiş, arşın sahibine gözünü dikerek, O’nun sûr’a üfürmesini emredeceği zamanı beklerken ki böylelikle üfürebilsin, ben nasıl nimetlerden istifade edebilirim?’ ‘Bize neyi emreder­sin ya Resûlallah?’ demişler ve o da ‘Hasbünallah ve ni‘me’l-vekîl, de­yiniz.’ demiştir. Başka bir hadiste, sûrun üfürülen bir boynuz olduğu, diğer bir hadiste de bunun bütün insanların sayısı kadar delikleri bu­lunduğu ve her delikte bir insanın ruhunun bulunduğu kaydedilmiştir. İsrâfil iki defa sûra üfürür; birincisi ölüm (bayılma) üfürmesi, ikincisi ise diriliş üfürmesidir. Biri ‘Râcife’ diğeri ‘Râdife’ olarak isimlendiri­lir. Sahih olan görüşe göre ikisi arasında kırk yıl bulunmaktadır. Bu­nun kırk gün olduğu da söylenmiştir. Sûr, ‘Nâkûr’ olarak da isimlen­dirilmiştir. Yüce Allah ‘Sûra (Nâkûr) üflendiği zaman’[176] buyurmuştur.

Hadiste, orada Ey kırılmış âzalar, çürümüş kemikler, dağılmış cisimler, parçalanmış deriler, kesilmiş damarlar ve uçuşan saçlar! Allah Teâlâ’ya arzedilmek üzere kalkınız.’ denileceği kaydedilmektedir. O zaman ruhları sûrun deliklerinden çıkacaktır. Hurma hışırtısına benzer bir sesi vardır. İzzet sahibi olan Allah ‘İzzet ve celâlim için, sizi ilk defa yarattığım gibi, iade edeceğim.’ der.” Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle demiştir: “Bu hadisler ve benzerleri, sûrun boynuz gibi ve yuvarlak olduğuna delâlet etmekte­dir. Zira haberde, sûrun başının yuvarlaklığının yer ve gökler genişliğin­de olduğu, İsrâfil’in arşın altında ve sûrun onun ağzında olduğu, gökle­rin bütün katmanları ve yerin derinliklerine nüfuz ettiği nakledilmiştir. İnsanların ruhları kadar onda delikler vardır. Her bir delikte hapsedilmiş bir ruh bulunmaktadır. Sûra ilk üflendiğinde, korkunun şiddetiyle Al­lah’ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ölür. İstisnâ edilenlerin Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Azrâil olduğu veya Hûru’l-‘în olduğu ya da dünyada bir defa öldüğü (bayıldığı) için buna kar­şılık onun muaf tutulduğu ileri sürülerek Mûsâ (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir. İki üfürme arasında Yüce Allah Azrâil’e Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil’in ruhu­nu almasını emreder. Sonra da ona ‘Öl’ der ve o da ölüverir. İşte o zaman ölüm ve sönüşün tamamı kırk yıl sürer. Âlemde ölümsüz olan Diri’nin (el-Hayy) dışında her şey ölür. Daha sonra Allah Teâlâ İsrâfil’i diriltir ve o da Allah’ın ‘İkinci kez ona üfürülür ve insanlar kalkarak bakakalırlar.’[177] buyurduğu üzere ikinci kez sûra üfürür. Bu âyet ve hadisler, sûrun Allah Teâlâ’nın ölülerin ruhlarını hapsettiği bir yapı olduğunu hissettirmekte­dir. O, büyük berzahtır. Başı İlliyîn’de aşağısı ise Siccîn’dedir.”

Ruhların yeri hakkında hadislerde şunlar varit olmuştur: “Peygam­berlerin ruhları Adn cennetlerindedir. Bir yükselir bir de inerler. Kabirde Allah Teâlâ’ya secde ederek, cesetlerine yakın dururlar. Saîdlerin ruhları Firdevs’te, şehitlerin ruhları yeşil kuşların kursağında, arşın altına bağlı olan kandiller içindedir. Müslümanların çocuklarının ruhları cennet serçe­lerinin kursağında, misk dağlarının yanındadır. Müşriklerin çocuklarının ruhları cennetlerdedir ancak orası onların yuvası değildir. Cennetliklere hizmet etmektedirler. Üzerinde hak bulunan müslümanların ruhları, ha­vada asılıdır ve hasımları razı oluncaya kadar ne göğe ne de cennete ula­şırlar. Israrcı fâsıkların ruhlarına, cesetleriyle birlikte kabirde azap edilir.

Münafıkların ruhları Berhût kuyusunda, kafirlerinki Siccîn’dedir. Sa­bah akşam ateşe arzedilir.” Âlimler şöyle demiştir: “Sûrun bölümleri bü­yüklüğünden dolayı, bütün bu ruhları Arş’tan göğe ve yere kadar bütün mekânlarında karşılar. Ruhlar sûrda hadiste zikredilen bu yerlerdedir. Bu, ‘sûrda hapsedilmiş’ olmalarının anlamıdır. Kıyamete kadar bunları tutar. Bu, evliyânın ilimleri kapsamındadır. Onlar, bu asrımızda bunu açıkça müşâhede etmektedirler. Bunun örneği ‘Falan doğuda, falan batıda, fa­lan Bağdat’ta, falan Mekke’de, falan Medine’de, falan İsfahan’da ve falan Mısır’dadır.’ gibi denilmesidir. Tamamı gündüzün aydınlığındadır ve gü­neş onları kuşatmaktadır. Bu mâna itibariyle, hadislerde çelişki yoktur. Bunun üzerinde düşünen herkes, ölülerin, biri kabirden diriliş gününe kadar olan berzah, diğeri ise sûrdaki berzah olmak üzere iki berzahının bulunduğunu bilir. Kabir berzahında, cesetleri hapsedilmiştir. Sûr berza­hında ise ruhları hapsedilmiştir. Bu, ‘Ve ötelerinde kıyamete kadar devam eden bir berzah vardır.’[178] âyetinde kastedilendir. Berzah kelimesi muarrebdir ve aslı ‘Berze’dir. Yüksek mekân anlamındadır. Yerden daha yük­sek olduğu için “kabir” olarak isimlendirilmiştir. Arşa yükseldiği için de “sûr” denilmiştir.” Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle demiştir: “Sûr, meyilli ve eğri olduğu için bu isimle isimlendirilmiştir. Sûr, sözlükte meyil demek­tir. Boynuz da bu şekilde meyillidir. Sûr, kıvrımlarıyla bütün âlemi ku­şatmış gibidir.” Ebû Ubeyde “Sûr, kürenin cemi olan ‘kûr’ gibi sûretin cemidir. Bu ince bir mânadır. İsrâfil’in her ruhu sûretiyle muhafaza et­mekle görevli olması hasebiyle sûrda saklı olan ruhların sûreti dünyadaki mahiyeti üzere olmuştur. Aynı şekilde onun insan sûretine sahip olduğu­nu da söylemişlerdir.” demiştir. Şeyh “Üfürmenin (nefh) anlamı, ruhların rüzgâr gibi ince olmasıdır. Daha önce girdiği gibi, üfürme ile cisimlerin boşluğuna girer.” demiştir. Yüce Allah “Ona şekil verip ruhumdan üfle­diğim zaman”[179] buyurmuştur. Yani “Cebrâil benim iznimle ona ruhunu üfledi.” Dehriler “Üfürme, bir tek şeydir. Nasıl bir ölüyor bir diriliyor?” demişlerdir. Biz, onlara şöyle deriz: “Birinci nefha, kahırdır (öldürme), şiddetli çarpmasıyla cesetleri yok eder ve kulakları sağır eder. O, hiddeti ve şiddeti ile cesetlerin ruhlardan ayrılması sebebiyle söz konusu cesetler için büyük felâket, yüksek ses ve yürekleri hoplatan büyük bir felâkettir.

İkinci nefha ise rahmet, şefkat ve ıslah nefhasıdır. Birincisiyle yaratıklar ölür, ikincisiyle de dirilir. Bunun benzeri, ateşi söndüren kuvvetli üfürme ile ateşi tutuşturan latif üfürmedir. Şair şöyle demiştir:

Salâhım ve fesadım birlikte sendendir /

5 Ateşi söndüren ve alevlendiren nefha gibi”

Ey kardeş, sûrun vasfı ve ruhların onda mahpus olduğunu öğrendiysen, yine cesetlerin zerrelerinin yere ait kir ve pisliklerden arındığını öğrendiy­sen; bu tasfiye, Allah’ın yerin sarsıntı ve âfetleriyle verdiği bir lutuf sayesin­de gerçekleşmiştir. Bu “Musibetler hürlerin cilasıdır.” denilmesi gibidir. Bu 10 durumda yer gümüşten ve ipektendir. Tohumu kabul etmeye hazır olan hoş ve güzel yer gibi, ruhlarını kabul etmeye hazırdır. Orada her bir zerre kendine mahsus ruhuna, ruh da şakî olsun saîd olsun zerresine bakmak­tadır. Bunun, bu şekilde bilinmesi ise fıtratendir ve Allah Teâlâ’dan bir ilhamdır. Bu, Yüce Allah’ın “Her topluluk kendi içeceği yeri bildi.”[180] âye15 tinde ifade ettiği gibidir. Birinci nefhadan sonraki kırk tamamlandığında ve hiç kimse kalmadığı zaman, Yüce Allah, öncelikle İsrâfîl’e ruhu verir ve daha önce geçtiği üzere onu diriltir. Bu “O’nun dereceleri yüksektir, ar­şın sahibidir; buluşma günü hakkında uyarıda bulunması için kullarından dilediğine iradesiyle vahyi indirir. O gün onlar, Allah’a gizli kalan hiçbir 20 şeyleri olmaksızın (kabirlerinden) çıkarlar. Bugün hükümranlık kimindir? Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah’ındır!”[181] âyetinde ifade edilen­dir. Sonra ikinci kez sûra üfürmesini emreder. Bu da “(O gün) sûra üflene­cek, ardından -Allah’ın diledikleri dışındagöklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölecek; sonra sûra yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa 25 kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar. Artık Rabb’inin nûruyla yer aydınlanır, hesap kitap ortaya konur, peygamberler ve şahitler getirilir, insanlar hak­kında doğruluk ve adâlet ölçüsüne göre hüküm verilir, onlara asla hak­sızlık edilmez.”[182], “Sûra üflendiği gün, bölük bölük Allah’a gelirsiniz.”[183] ve “Sûra üflenmiştir. Artık onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru 30 koşmaktadırlar.”[184] âyetlerinde ifade edilmiştir. Yani kendi zerrelerinden olmayan yerin yabancı parçacıklarından arınmış olarak yerden çıkarlar.

Dilciler, “Nesil, mumdan ayrılan ve eriyen baldır.” demişlerdir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Muhtemelen her zerrenin ruhu tarafından cezbedilmesi (çekilmesi) ve yerin diğer parçacıklarından ayırt edilmesi, demirin parçacık­larının diğer cesetlerin zerrelerinden ayrılarak mıknatıs tarafından çekilmesi 5 gibidir. Bunun başkalarından ayrılarak ona nasıl yapıştığını görmez misin?

Her ne kadar bize göre sûrette ayrı iseler de Allah’ın ilminde her ruhun cese­diyle hazır ve bir arada oluşu nasıldır? Yüce Allah ‘Yerin onlardan neyi eksilt­tiğini (çürüttüğünü) bilmekteyiz; bizde her şeyi saklayan bir kayıt vardır.’[185], ‘Evet, parmaklarına varıncaya kadar yeniden yapmaya gücümüz yeter.’[186] ve 10 “De ki: ‘Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek.’[187] buyurmuştur.”

Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Rabb’ini anmaktan gafil olan nefislere musallat olan şeylerin çokluğundan dolayı bu konuda sözü uzattık. Bun­ların üzerinden öylesine uzun zaman geçti ki kalpleri katılaştı ve sanki he­sabı görülmüş bitmiş gibi sonları hakkında cahillik yaptılar. Rabb’imizden 15 ölüm anında O’nunla ilgili zannımızı iyi etmesini dileriz. O, cömert ve ikram sahibidir.” Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Siracul-Ukûîd-aki sözleri sona erdi. Şeyh Muhyiddin’in el-Fütûhât\dki ibaresi ise Şeyh Ebû Tâhir’in ibaresine yakındır. O, 63. bâbda “Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği sûr ve nâkûrun, bir olduğunu bilesin. O, ölümden sonra intikal edilen ve nnefis20 lerimizi kendisinde müşâhede ettiğimiz berzahiyye mertebesidir.” şeklinde zikretmiştir. Şöyle demiştir: “Sûr, sûretin cemîdir. Sûra üfürülür, nâkûra da üfürülür ve aynısıdır. Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem), sûrun ne olduğu sorulmuş, o da “İsrâfîl’in yuttuğu nûrdan olan bir boynuzdur.” demiştir. Onun şek­linin boynuz şeklinde olduğunu haber vermiş ve onu genişlik ve darlık25 la nitelemiştir. Boynuz geniş ve dardır. O son derece geniş olup var olan şeyler arasında ondan daha geniş bir şey yoktur. Bu, onun hakikatiyle her şeye ve bir şey olmayana hükmetmesidir. Salt yokluğu, muhali, vâcipi ve mümkünü tasavvur eder. Varlığı yok, yokluğu var kılar. Bu konuda Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Allah’ı görüyormuş gibi, ona ibadet et.’ demiştir. Yine ‘Allah, 30 birinizin kıblesindedir; O’nun yüzüne doğru tükürmeyiniz.’ buyurmuş­tur. Kula, Rabb’ini kıblesinde ve kendisine yönelmiş olarak hayal etme­sini emretmiştir. Böylece O’nu gözetsin, O’ndan utansın ve namazında edebi gözetsin. Allah, zâtı itibariyle asla cihet kabul etmemekle beraber, namazında bu şekilde hayal etmeyen kimse sû-i edepte bulunmuş olur.

Şayet Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kulda hayalin hakikatinin bu hüküm itibariyle olduğunu bilmeseydi ‘Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na ibadet et.’ demezdi.” Şeyh şöyle demiştir: “Aklî delilin, jk’yi (...miş gibi) menettiği bilinmektedir. O teşbih deliliyle hayal etmiştir. Göz ise duvardan başka bir şeyi idrak etmez. Şâri‘in, Hak Teâlâyı kıble cihetiyle sınırlamayı murat etmediğini öğrenmiş olduk. Kulun kendisi cihet sahibi olduğu için, O’nu hasretmektedir. Cihetlerin Hak Teâlâ’yı kuşatmayacağı bilinmektedir. Hayal, aklî delilin sûret ve tasviri­ni imkânsız gördüğü şeyi tasvir etmektedir. Bu nedenle hayal, en geniş mer­tebedir.” Şeyh şöyle demiştir: “Boynuzun genişliğinin, nazar ehlinin hayal ettiğinin aksine olarak, alt değil de üst taraftan olduğu bilinmektedir. Onlar boynuzun en dar yerini merkez, en üstünü ise üzerinde hiçbir feleğin bulun­madığı felekü’l-a‘lâ (en üst felek) saymışlardır. Sûr, bütün âlemin sûretlerini içermektedir. Geniş olan [kısmını], canlıda olduğu gibi, en üstte kılmışlardır. Durum onların iddia ettiği gibi değildir. Aksine, zikrettiğimiz üzere, hayal Hakkı ve âlemde yokluğa varıncaya değin O’nun dışındaki herşeyi tasvir et­tiği için en üstü darlık, aşağısıysa geniş olmuştur. Allah, onu böyle yarattı, biz de keşif yöntemiyle müşâhede ettik. Allah’ın onda ilk yarattığı şey darlıktır, en son yarattığı da genişleyen kısmıdır. Onu takip eden canlıların başıdır. Yaratma ve fiiller mertebesinin en geniş mertebe olduğundan şüphe yoktur.” Şöyle demiştir: “Bu nedenle ârifin ilimdeki genişliği, âlemde bildiği şeylerle sınırlıdır. Daha sonra Allah Teâlâ’nın ahadiyeti hakkındaki ilme intikal et­mek ister, azar azar genişlikten darlığa terakki etmeye devam eder ve ilimleri azalır. Bu iş tamamlandığında onun için Allah’tan başka hiçbir ma‘lûm kal­maz. Bu boynuzdaki en dar yerdir. Gerçekte onun darlığı en yüksektedir ve onda tam şeref vardır. Bu, Allah’ın onu meydana getirdiğinde canlının başın­da ondan zuhûr eden ilk şeydir. Darlıktaki sûretine göre yükselmeye devam eder, aşağısı ise genişler. Hâli değişmez. O, ilk yaratılandır. Hak Teâlâ’nın ilk yarattığı şeyin ‘akıl’ olarak tâbir edilen kalem olduğunu görmüyor musun? Allah sadece ‘bir’i yarattı, sonra da bütün yaratılmışı bu ‘bir’in içinde yarattı. Âlem genişledi ve ‘bir’den ortaya çıkan sayı da genişledi.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, ruhları bu cesetlerden kabzettiği zaman bu nûrdan olan boynu­zun toplamı içinde onlara cesedî sûretler verir. İnsan ölümden sonra berzahta idrak ettiği her şeyi, boynuzdaki sûretin gözüyle idrak eder. Onun nûruyla idrak eder ki bu hakiki bir idraktir.”

Şöyle demiştir: “Sûrda burada sınırlı (mukayyed) olan [sûretler] olduğu gibi bütün peygamberlerle şehitlerin ruhları gibi mutlak olanları da vardır. Bunların içinde bu yerden dünya âlemine bakan bir bakışa sahip [sûret] olduğu gibi, uyuyan kimseye hayal mertebesinde tecellî edeni de vardır.” 5 Yine “Firavun kavmi gibilerine gelince onlar bu sûrda sabah akşam ateşe arzedilirler ve oraya girmezler. Onlar, bu boynuzda ve bu sûrette mah­pusturlar. Kıyamet günündeyse şiddetli azaba girerler. O, berzahta arzedildikleri azap gibi, hayalî değil, hissedilen (mahsus) azaptır. [Berzahtaki] duyuyla değil hayalde hissedilen bir azaptır. Anla!” demiştir. Burası, keşfi 10 olmayan kimselerin yanıldığı bir yerdir. His ise asla yanılmaz; ona dair hüküm veren yanılır. Bu acı safrası bulunan kimsenin balı acı olarak idrak etmesi gibidir. Dolayısıyla berzahta bulunan herkesin, son dirilişte bu sûretten dirilinceye kadar, amellerinin sûretine göre mahpus ve yaptıklarının rehini olduğu anlaşılmaktadır.

15 Ba‘s’ı inkâr edenlerin şüphelerini açıklamaya gelince Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) şöyle söylemiştir: “Allah sana merhamet etsin, bilesin ki filozoflar cesetlerin dirilişini inkâr etmişlerdir. Böylece sapan ve birçok insanı saptı­ran kimseler gibi olmuşlardır. Onların şüphelerinin en önemlisi iki sualdir: Birincisi onların insanın maddesiyle değil sûretiyle insan olduğuna dair

20 görüşleridir. Sûreti var olduğu için, insanî fiiller ondan sudûr eder. Sûreti, maddesinden boşaldığı ve madde unsurlardan olan asıllarına döndüğü zaman, insanın bizzat kendisi de sona erer. Bu maddenin aynısından yeni bir insanın sûreti yaratıldığı zaman ondan yeni bir insan meydana gelir, bu evvelki insan değildir. İkinci insanda evvelki insandan var olan sûreti değil 25 maddesidir. Böylece o maddesiyle değil sûreti ile övülür, kınanır, mükâfat ve cezaya müstehak olur. İnsan topraktan olduğu için mükâfatlandırılır ve cezalandırılır, bu sebeple muhsin ve hatalı olur. Diğer bir insan ise ona maddesinde ortak olur. Belki de filozoflar ‘Aranızda ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi yeni30 den var etmemiz hususunda bizim önümüze asla geçilemez.’[188] ve ‘Onların benzerini yaratmaya kadir değil mi?’[189] âyetlerini buna delil getirmişlerdir. Bir şeyin benzerinin o şeyin kendisi olmadığını söylemişlerdir. Bu, İbn Sînâ’nın el-Meâd kitabında kaydettikleridir. Şeyh Ebû Tâhir (rh.a) bun­ları şöyle cevaplamıştır: “Onlar, insanın maddesiyle değil de sûretiyle in­san olduğuna dair görüşlerinde maddeden, unsurlardan oluşan cevherini kastetmektedirler ve bunu ‘Heyûlâ’ olarak isimlendirmektedirler. Sûret ise ona yerleştirilen mânalarıdır. Bu, onların hiçbir delili olmayan iddialarıdır. Aksine basiret erbabına göre insan; ceset, ruh ve bunlarda bulunan mâna­lardan oluşan toplamdır. Ölümle cesedinin sûreti yok olduğunda ve ruhu­nun alınmasıyla mânaları zâil olduğu zaman, insan olarak isimlendirilmez. İkinci kez iade edilmek sûretiyle bunların tamamı toplandığında, bizzat insanın kendisi olur. Mâna ve ruhtan ayrılan bedenin insan olarak isimlen­dirmediğini, görüntü ve ceset olarak isimlendirildiğini görmez misin? Aynı şekilde mücerret ruh da insan olarak isimlendirilmez. Aynı şekilde ona has olan ilim, kudret, irade, semî ve basar gibi mânalar da ne bir bütün olarak ne tek başına ayrılmış olarak; ne aklen ne de irfanen insan olarak isimlen­dirilir. Bu nedenle onların ‘İnsan, sûretiyle insandır.’ şeklindeki görüşleri bâtıldır. Aksine insan ruhu, bedeni ve buna tahsis edilen anlamlarla insan­dır. Hitap edilirken ‘nefsin, ruhun, bedenin, kalbin, ilmin ve kudretin’ şek­linde denilerek birbirlerine izâfe edilişine baksana! Aynı şekilde ‘başın, elin ve ayağın’ gibi bütün âzaları da kendisine izâfe edilir. Şayet insan bunların tamamı olmasaydı, bunların tümüne hitab ^’iyle hitap edilen kim olurdu? Oysa tamamı ona izâfe edilmiştir. Bu ilkeye göre, ölümle sıfatların tebdili ve tekrar iade edilmesi onu ilk insan olmaktan çıkarmaz. Aksine o, onun bizzat kendisidir. Şayet övgüye layıksa (mahmûd), böyledir; yergiye layıksa (mezmûm) da böyledir ve mükâfat ya da cezayı hak etmiştir. Çünkü o ilk olandır. ‘Aranızda ölümü biz takdir ettik; sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve bilemeyeceğiniz bir şekilde sizi yeniden var etmemiz hususunda bizim önümüze asla geçilemez.’[190] âyetine dayanarak, bir şeyin mislinin, o şeyin hakikati olmadığına dair görüşleriyse burada kastedilen mâna ‘Sizi tebdil ederiz.’ şeklindedir. Buradaki ‘misl’, ‘Hiçbir şey, O’nun misli gibi değil­dir.’[191] âyetinde olduğu gibi, pekiştirmek için sözdeki ziyadedir. Araplar, emirin böyle bir şey söylemeyeceğini ifade etmek için ‘Emirin misli (gibisi) bunu söylemez.’ derler. Ebu’t-Tîb, şiirinde bunu açıkça belirtmiştir:

Senin gibisi (misl) hüznü uzaklaştırır / Gözyaşını içinde tutar

Mislin derken başkasını kastetmedim / Zira teksin sen yoktur benzerin

Bu anlam Arapçada yaygındır, onun kokusunu alanlar tarafından bilinir. En doğrusunu Allah bilir.

5 İkinci Soru: Birçok insanın içinde saptığı uydurmadır. Bu, mebhasin baş taraflarında Celâleddin el-Mahallî ve Kemâl’in Haşiyesinden kısaca naklettiğimiz şeydir. Bunun genişçe beyanı onların şöyle demeleridir: “İn­sanın meâdıyla ilgili olarak, bunun insanın öldüğü andaki âzaları olduğu­nu söylerseniz; kesilmiş ve kopmuş [kısımlarının] tam olarak nasılsa o şe10 kilde dirilmesi gerekir. Bu konuda dinde hiçbir şey söylenmemiştir. Hayatı boyunca sahip olduğu tüm parçalar yok olduktan ve değişime uğradıktan sonra iade edilirse el, baş, kalp ve ciğerin bizzat tek bir cüz olması gerekir. Zira kan ve diğer sıvı unsurlardan meydana gelen organ parçaları akıcıdır, beslenme esnasında bir uzuvdan diğerine intikal eder. Aynı şekilde bir in15 sanın başka bir insanı yemesi durumunda, bir tek beslenme söz konusudur.

Bir tek insana iki ruh nasıl taalluk eder? Yine bir kâfirin eli kesildiğinde ve daha sonra o müslüman olduğu takdirde, kendisi cennette iken eli nasıl cehennemde olur? Aksi durumda, müslüman birinin eli kesildiğinde sonra kâfir olduğunda da böyledir. Aynı şekilde yeryüzünde genel olarak kadim 20 ölülerin cesetleri vardır. Oraya birçok ekin ekilir ve ağaçlar ve meyveler dikilir; insanlar da bunlardan beslenirler. Bunlar onların bedenlerinde et ve kan hâline gelir. Dolayısıyla nasıl bir tek madde ve bir tek asıldan bir­çok insanî sûret oluşur?” Bu, onların İbn Sînâ’ya ait olan bu soruyu içeren önemli şüpheleridir. Gazzâlî bu soruyu nakletmekte ve meseleyi kabul et25 miş gibi kaydetmektedir. Fetâva sında ve başka yerlerde açıkça, meâdın ilk cesetle olmasının vâcip olmadığını, aksine herhangi bir cesedin mümkün olduğunu belirtmiştir. Birçok topluluk ise bu soruları ihmal etmiştir.

Cevap: Şeyh Ebû Tâhir’in (rh.a) dediği gibidir. Şöyle demiştir: “Selef ve halef, meâdın bu cismin bizzat kendisiyle gerçekleşeceğine inanmak30 tadır. Bunun açıklaması şöyledir: Ey kardeş! Şunu bilmelisin: Azrâil’in (aleyhisselâm) yerden kabzettiği her insan içindeki zerre, bâkidir ve kesinlikle değiş­mez. Bu üzerinden mîsâkın alındığı kendisinden kalan parçacıktır. Kabir­de bu parçaya iki meleğin soruları yöneltilir. Ruhun ve hayatın ona iade edilmesiyle cevaplarını verir. Diğer parçalar ise suskunluğun sebebidir. Bu, haberlerin delâlet ettiği üzere sûra üflenme anında ruhun taalluk ettiği şeydir. Daha sonra her nerede iseler diğer parçacıklar buna bağlanır. Allah Teâlâ’nın kudretiyle, şahıs dünyadaki gibi tamam hâle gelinceye kadar bu böyle olur. Bu akıl ve şeriatın ihtilaf etmediği bir şeydir.” “İnsanın meâdı nedir? Ölümü anındaki parçacıkları mıdır, yoksa kendisinden ayrılanlar mıdır?” şeklindeki görüşlerine cevabı şöyledir:

Cevap: Meâd, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “İnsanlar çıplak ve sünnet olmamış hâliyle haşredilirler.” hadisiyle işaret ettiği üzere, dünya hayatındaki tüm durumlarının en tam parçalarıyla gerçekleşir. Ayrıca cennetliklerin ni­metlerden daha çok lezzet almaları, cehennemliklerin daha şiddetli azap duymaları için bedenlerde artırmanın yapılması da mümkündür. Hadiste, cennetliklerin Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılışıyla, genç, delikanlı, sürmeli ve otuzlu yaşlarında oldukları kaydedilmektedir. Uzunlukları yetmiş, genişlikleri ye­di arşındır. Yine cehennemliklerin vasıfları da anlatılmış ve onlardan biri­sinin dişinin Uhud Dağı gibi olduğu belirtilmiştir. Bunların tamamı aklen câizdir, şeriat da bu şekilde nakletmiştir. Onların, ölüm anındaki parça­larının meâd olduğu böylece eli kesilmiş ve kopmuş olanların bu şekilde dirilmesi gerektiğine dair görüşlerini ise şeriat benimsememiştir.

Cevap: Bundan önceki cevapta, meâdın hayattayken parçalarının en tamam olan hâliyle olacağını zikrettik. Zira Yüce Allah “De ki onu ilk defa yaratan tekrar diriltecektir.”410 buyurmuştur. Allah’ın [insanın] hayatında ilk defa yarattığı her parça zayıflama ve bozulmadan sonraki değişikliklerin aksine ona iade edilir. Bu değişiklikler dağılan ve yok olan şeylere eklenerek ikinci bir neşet (yaratılma) olur. Bu değişiklikler de âhirette iade edilseydi, Yüce Allah “Onu birinci ve ikinci defa yaratan” derdi. Buna göre âhiretteki iade, dünyadaki ilk yaratmadır. Bu, her şahsa has olarak yaratılmış olan en tam parçalardır. Bu, âyetin mazmûnunun delâlet ettiği anlamdır. Onların “Şayet ömrü boyunca sahip olduğu daha sonra yok olan ve değişen bütün cüzleri iade edilirse bu parçanın bizzat el, baş ve ciğer olması gerekir. Zira karışımlardan oluşan âzalara ait parçalar akıcıdır ve beslenme esnasında bir âzadan diğerine geçer.” şeklindeki görüşlerinin cevabı da şudur:

Cevap: Daha önce meâdın ne olduğundan bahsettik. Karışımların bes­lenme esnasında bir âzadan başka birisine intikal edecek şekilde akmasına dair zikrettikleri ise kalbin ciğere ya da başın ele dönüşmesini gerektir­mez. Zira insanın heyeti, asıl olan [ve] kendisinden mîsâk alınan zerrede, Allah Teâlâ’nın ilminde bulunan bütün âza biçimleriyle takdir edilmiştir. Bunun zerre olarak isimlendirilmesinin sebebi, küçük olmasına rağmen özel ve duyulur birtakım âzalara sahip olan küçük bir karıncaya benzetil­mesidir. Bu zerrenin takdir edilmiş birtakım âzalarının olması imkânsız değildir. Daha sonra Yüce Allah onu insan olarak yarattığında, bu âzalar onun gövdesine göre genişler ve bunlara karışımlardan oluşan akıcı parça­cıklar eklenir ve ilk zerrede takdir edilen şeklin heyeti üzere şekillenir. Bu durumda, bir âzadan diğerine intikal eden, beslenmeye bağlı olan, söz ko­nusu akıcı parçacıklardır. İnsanın Allah’ın ilminde bütün âzalarıyla takdir edildiği, şeklinin yer aldığı ilk zerrenin parçacıkları değildir. Bunlar, bizzat bedenin tamamında yer almıştır ve orada yayılmıştır. Zira onun şekil ve sûretlerini muhafaza etmektedir. Allah’ın “Senin secde edenler arasında dönüp dolaşmanı”[192] âyetinden dolayı asla çürümez. Beslenmeye bağlı parçacıklar, bazen bunlara bağlanır bazen de ayrılırlar. Bu anlamda, gayet latif bir şekilde olan aslî cüzler olmaları itibariyle baş baş, el el, kalp kalp ve ciğer ciğerdir. Kan gibi beslenmeye bağlı parçacıklar ise, bir âzadan diğerine akar ve değişir. Aslî olanlar ise oldukları gibi kalırlar. Bunun al­gılanabilen en yakın örneği, ipekten dikilmiş yılan balonudur. Hava içine girer ve bir âzasından diğerine intikal eder. Balon yılan şeklinde şişer, son­ra hava boşalır ve eski hâline döner. Yine sünger de yakın bir örnektir. Bu, bulut gibi bir şeydir. Kuru, ince, latif ve hafiftir. Suya batırıldığında, göze­nekleriyle suyu emer, büyür ve ağırlaşır. Daha sonra kuruduğunda aslına döner. Bu iki örnekten “Senin secde edenler arasında dönüp dolaşmanı”[193] âyetinde ifade edildiği üzere her şahısta bulunan zerre parçacıklarının ol­duğu şekil üzere kaldığı anlaşılmaktadır. Bunlara dâhil olan parçacıklar ise, hâlden hâle geçer, artar ve azalır. Bu aslî parçacıkların yaratılıştaki aslı, “Acb”dir. Bu “Zeneb”in aslıdır. Vârit olduğu üzere cesedin diğer kısımları çürürken, bunun çürümemesi şaşılacak bir şey olduğu için, bu ismi almış­tır. Haşirde diriliş esnasında ceset bunun üzerine oluşur.

Soru: Bir insan başka bir insanı yediğinde, beslenme ile bir tek kişi olur. İki ruh nasıl bir tek cesede taalluk eder?

Cevap: Yiyen ve yenilenin aslî zerreleri olduğu gibi bâkidir. Bunun de­lili “Senin secde edenler arasında dönüp dolaşmanı”[194] âyetinde haber ver­diği gibi, Allah’ın âdetini icra etmesidir. Buna göre iki ruh, yenen ve yeni­len olmak üzere iki zerreye taalluk eder; sonra da diğer parçacıklar, nerede olurlarsa olsunlar, bunlara katılır. Bunlar görünürde her ne kadar değişmiş ve ayrışmış iseler de Allah Teâlâ’nın ilminde mevcut ve hazırdır. “Şüphe­siz biz, toprağın; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz.”[195] âyetinde ifade edildiği üzere toprağa da havaya da karışmış olsa birdir. Kendisinden eksi­len kısım da dünyada iken zayıflayan kimsede olduğu gibi, ona iade edilir. Dolayısıyla hayatın mahalli olan dünyada olduğu gibi iki tam şahıs olur.

Soru: Bir kâfirin eli kesildikten sonra müslüman olursa kendisi cennet­te eli ise cehennemde mi olur; ya da tersi durumda ne olur?

Cevap: Kesilen el, küfür ve İslâm durumunda zerreler itibariyle toplama tâbi olur. Bu babalara, kısımların tâbi olması gibidir. Yüce Allah “İman eden ve nesilleri de iman konusunda kendilerinin yoluna uyanlar var ya biz onların nesillerini kendilerine kattık.”[196] buyurmaktadır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da “Fatıma benim bir parçamdır.” buyurmuştur. Buna göre kâfirin eli, ona bağlı kaldığı müddetçe, kâfirdir. Kesildikten sonra kâfir iman ederse onun hükmü de topla­ma bağlı olarak iman hükmüne döner. Mükâfat ve ceza da böyledir ve toplamın iman ve küfrüne bağlıdır. Bu açıktır ve değişme söz konusu değildir.

Soru: Çürümüş bedenler toprak, toprak ekin, ekin de gıda olduğu zaman insanlarıın gıdası geçmiş ölülerin bedenlerinin toprağından dönüşmüş olur.

Cevap: Bu görüş müsellem değildir. Şayet kabul görse bile daha önce açıkladığımız üzere bedenin tümünün üzerine inşa edildiği aslî zerrenin dönüşümünü kabul etmiyoruz. Diğer âzalar da bu zerreye tâbidir. Görü­nüşte ayrılmış olsalar da Allah Teâlâ’nın ilminde topludur, bir başka hâle dönüşse de ona gelir. İnsanın meâdının dünyadaki parçaların aynısı ol­masının delili “İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri gün”[197] âyetidir. Şayet zik­rettikleri gibi, başkası olsaydı, şahitlikleri yalan olurdu.

Soru: Kâfirin eli kesildikten sonra iman ederse kendisi iman etmesine rağmen eli iade edildiğinde küfrüne mi şahitlik eder?

Cevap: Yüce Allah’ın “Kazandıklarına.. .”417 buyurmasından dolayı, âzalar kıyamette, iman ya da küfre değil günah ve taate şahitlik ederler. Zira iman zâhirî âzalarla değil, kalple ilgilidir. Bu nedenle “İnandıklarına.” de­nilmemiştir. Bu, Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) cevabıdır. Şeyh Muhyiddin’in konuyla ilgili sözleriyse mebhasin başlarında geçti. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “En çok şaşılacak şey, filozofların haşri ve neşri inkâr etmeleri­dir. Haşir, Allah Teâlâ’nın dünyada bir hâlden diğer hâle çevirmesi örneğinde olduğu üzere âhirette parçaların iadesi değil midir? Dünyadaki bir ihtiyar, ihtiyarlığından önce genç, gençlikten önce sabî ve çocuk, ondan önce de cenin değil miydi? Bütün bu aşamalarda, o şüphesiz bizâtihi tek bir insandı. Dolayısıyla burada olduğu gibi, orada da değişen söz konusu parçalar itibara alınmaz. Aksine az olsun çok olsun parçalar, başlangıçta kendisinden yaratıl­dığı zerreye tâbidir. Ayrıca hayattayken bu zerreye bağlanan bütün parçaların tekrar iade edilmesi de Allah’ın kudreti için imkânsız değildir. Onları güzel, sağlam ve kuvvetli kılacak, ancak şahıs haddini aşmayacaktır. Kudret geniştir, imkan da mevcuttur. Bununla birlikte açık olan yaptığımız açıklamalardır. Bu konuda söylenecek son söz budur.

Soru: Allah Teâlâ’nın kulların ruhunu alması ve meâd günü bunları tekrar iade etmesinin hikmeti nedir? Onları ebedî olarak yaratmıştır. On­ların hayatı ölmeden ebedî olarak devam etseydi ya!

Cevap: Şayet bunu yapsaydı, hikmetten dışarı çıkardı. Oysa O, hâ­kimlerin hâkimidir. Ancak birkaç açıdan bekâ yurdunda ebedî kalma­ları için onları fenâ yurdunda öldürmektedir. Bu açılardan biri şudur ki yeryüzünün meskûn bölgesi olan bu tozla kaplı parça, özellikle yaşama­ya uygun olan kısmı, Âdemoğullarının tamamının bedenleri için küçük­tür. Bu nedenle onlara yeterli gelmez; ekin ve meyveleri, onların hayat kaynağı olan azıklarına yetmez. Hadiste “Yüce Allah, zerreleri Âdem’in sulbünden çıkardığı zaman, yeryüzü onlarla dolmuştu. Melekler ‘İlâhı­mız! Zerre iken yeryüzünü bunlarla doldurdun; onların yaratılışını ta­mamladığın zaman nasıl buraya sığacaklar?’ demiş, O da ‘Her bir kavmi getirdiğimde, diğerlerini öldürürüm.’ demiştir.” şeklinde geçmektedir.

İkincisi, daha önce geçtiği üzere kabirler, cisimlerin berzahı; sûr ise ruh­ların berzahıdır. Yüce Allah her iki berzahta da onların ruh ve cesetlerine gizli birtakım inşalarda bulunur ve böylece ebedî bekâyı kabul eder hâle gelirler. “Sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratırız.” âyetinde ifade edildiği üzere Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse bunun keyfiyetini bilmez. Üçüncüsü, Yüce Allah insanların kopmak sûretiyle visâlin kıymetini bil­meleri için, ruhlarla cesetleri birbirinden ayırmaktadır. Vasl devam ettiği müddetçe gizli olur. Firak esnasında ise özlem ve iştiyak olur ve bununla visâlin kıymeti bilinir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Hemedan’da bu­lunan sâlihlerden bir kimsenin şöyle dediğini duydum: ‘Bir tepeden bazı mezarlara baktım. Alabildiğine baktım ve kalbime ‘Bu harabeler, taşlar da nedir?’ gibi bir şey doğdu. Hâtiften bir ses şöyle dedi:

Yumurtanın kabuğundan uçtu yavru kuş /

Kuşlar bir gün tekrar yumurtaya döner mi?’

Bundan hemen sonra birisinin şöyle dediğini işittim:

‘Doğrusu Allah kabukları tahteravan kılmıştır /

Zerreden yumurtayı ki yoktur kabzetmenin bir kerameti

Kuşlar emin olarak dönerler/ Avdan, bahçenin kokusu hala tüter”

Şöyle demiştir: Özet olarak başlangıç ve iade bilgisinin hâsılası, şunun bilinmesidir: Yüce Allah Âdem’in yaratıldığı toprağın, zürriyetinin zerrele­rinden olan her zerresine özel bir ruh takdir etmiştir. Bu “Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı.”418 âyetinde ifade edilmektedir. Bunun anlamının ona bir ruh takdir etmek olduğu söylen­miştir. Daha sonra bunu Âdem’in sulbünden çıkarınca, her zerreyi ruhuyla birleştirdi ve bundan mîsâkı aldı. Daha sonra bunları onun sırtına, ruhları da gayb hazinelerine koydu. Daha nutfenin tohumlarıyla karışmış olan bu zerrelerin tümünü Âdem’in sırtından çıkardı ve Havvâ’nın rahmine yerleş­tirdi. Daha sonra da nesilden nesile oğullarının sulbünden rahimlere intikal etti. Daha sonra gıdalarla dilediği gibi onları inşa etti ve daha önce açıkla­dığımız üzere aşamalardan geçirdi. Daha sonra bunları rahimlerden dünya hükümlerine çıkarır. Ecelleri tamamlanınca ruhlarını kabzeder ve yerin içine iade eder. Sonra meleklerin soruları esnasında kabirde ruhlarını iade eder.

Anlayış sahibi olan bu zerre, hitabı anlar ve cevaplandırır. Diğer cüzler ise ölüdür. Mutezile burada hata ederek, kabir suallerini inkâr etmiştir. Belki de cesedin tamamı hareket eder ve kuvvetinden dolayı bu aslî zerre­ye tâbi olarak konuşur. Bu, haberde geldiği üzere peygamber ve velîlerde olur. Sonra insan berzahta kaldığı müddetçe, görünürde çürümüş olsa da ruhlarla kabirdeki bu zerreler arasında mânevî bir bağlantı ve ilhamî bir ziyaretleşme vardır. Haberlerde kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olduğu kaydedilmektedir. Büyük yıkımdan sonra diğer neşetteki meâdın vakti yaklaşıncaya kadar durum böyledir. Onu şiddetli zelzele ve sarsıntılar, yeryüzünü alt üst eden rüzgar­larla temizler. Haberde yer aldığı üzere insan menisine benzer yağmurlarla onu yoğurur. O zaman ruhlarını kabul etmeye hazır hâle gelir. Ruhları da gariplerin vatanına özlem duyması gibi ona özlem duyarlar. Son üfürüşle sûra üfürüldüğünde, ruhlar bulundukları yerden daha önce ayrıldıkları ce­setlerine, güvercinin yavru kuşa uçmasından daha süratli bir şekilde uçar­lar. Bu “Başlangıçta yaratıldığınız gibi iade edileceksiniz.”419 âyetinde ifade edilmiştir. Bu menzillerde “Âdem’in zürriyeti” olarak isimlendirilmeleri, tamamının bu zerrelerden olduğuna delâlet eder. Sahih olan “zürriyet”in, “sürriye”nin “serre”den olması gibi, “zerre”nin “fi’liyye”den olmasıdır. Bu da nikâhtır. “Ba‘s ve Nüşûr Mebhasi” için bu kadarı yeterlidir. En doğru­sunu Allah bilir.

ALTMIŞ YEDİNCİ MEBHAS

Ölümden Sonraki Haşrin Kesin Olduğu ve Aynı Şekilde Yer ve Göklerin de Başkasına Tebdil Edileceği Hakkındadır

Haşir, insanların Allah’a arz edilmeleri ve hesap için O’nun önünde top­lanmalarıdır. Bu, ister havas ister avâm olsun bütün insanları kapsar. Do­layısıyla resul, nebî, velî ve müminlerden bütün takvâ sahibi kimseler de er-Rahmân isminin huzurunda toplanır. Yüce Allah “Allah’a karşı gelmek­ten sakınanları Rahmân’ın huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız gün”[198] buyurmaktadır. Günahkârlar ise, tabakalarının farklı oluşuna göre el-Cebbâr ve el-Müntakim isimlerinin huzurunda toplanırlar. Şeyh Muh­yiddin şöyle demiştir: “Bunun hikmeti, muttakinin dünyada celâl, hey­bet ve havf isimleriyle birlikte yaşamasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya karşı gelmekten sakınmış ve O’nun azabından korkmuştur. Buna bağlı olarak kıyamette rahmet, ünsiyet, lutuf ve korkup sakındığı şeylere karşı eman veren isimlerle haşredilir. Yüce Allah bir kuluna iki korkuyu vermez. Ebû Yezîd el-Bistâmî, birisinin “Allah’a karşı gelmekten sakınanları er-Rahmân isminin huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız gün”[199] âyetini okuduğunu işitmiş ve yüksek sesle bağırmış ve burnundan kan akmıştır. Bunun üzerine “Ne garip! O’nunla birlikte olan nasıl haşredilir?” diyerek şaşkınlığını belirtmiştir. Şeyh Muhyiddin 350. bâbda şöyle demiştir: “Ebû Yezîd’in bağırmasının sebebi, zâta delâlet eden isimlerle birlikte olmasın­dandır. Zâta delâlet etmeksizin hakikati talep eden isimle birlikte değildir. Bu nedenle müşâhedesinin kendisine vermediği şeyleri inkâr etmiştir. Bu, inkâra benzemektedir ancak inkâr değildir. Bu, Halîl’in (aleyhisselâm) ölülerin nasıl diriltildiğini [öğrenmek] istemesi gibidir. Aslında Halîl (aleyhisselâm) ölülerin diriltilmesini inkâr etmemekte, ancak bunun birçok yönteminin bulunduğunu bilmekte ve ve fıtratı [gereği] bilgi sahibi olmak istemekteydi. Bu nedenle Allah’ın hangi yöntemle dirilttiğini öğrenmek istemiştir. Anla! Şayet Ebû Yezîd takvâ sahibinin dünyadayken (teklif zamanında), er-Rahmân ismiy­le değil de el-Cebbâr ismiyle birlikte yaşadığını bilseydi, buna şaşırmazdı.

Muttakî, dünyadayken el-Cebbâr ve el-Muntakim isimleriyle birlikte ya­şadığı için bundan kaynaklanan korkusunun giderilmesi için, er-Rahmân isminin huzurunda haşredilir. Kuşkusuz er-Rahmân’dan korkulup sakınıl­maz. Zira o, ümit, yol gösterme ve yakınlığın mahallidir. Ancak velîler (ra), sadıktırlar ve ehlullahın genelinin aksine hiçbir hâlde zevklerini aşmazlar. Bazen kendileri dışındakilerin hâllerini konuşurlar.”

Soru: İnsanlar başlangıçtan sonuna kadar sadece bir tek defa mı haşredilirler?

Cevap: Şeyh’in 284. bâbda dediği üzere, haşrin sûretleri sınırlandırıla­maz. Ancak biz onun sadece bir tarafını zikrederiz. Onların dünyadaki ilk haşirleri, kendilerinden mîsâkın alındığı sûret içinde olmuştur. İkincisi, o sûretten şimdiki dünyevî-cismânî sûrete doğru gerçekleşmiştir. Üçüncüsü ölümden sonra ruhun kendisine intikal ettiği sûrette gerçekleşmiştir. Dördüncüsü kabirlerinde sorgulandıkları sûretteki haşirleridir. Bu sûret ölümden sonra ölümle nitelenmiş olan cesede intikal ettikleri sûrettir. Ancak ölünün hayatıyla ilgili şeyler Allah’ın diledikleri hariç, insanların göz ve kulaklarından gizlenmiştir. Orada göz ve kulak yoktur. Beşincisi, sorguya çekildikleri sûretten berzahta yerleşecekleri sûrette haşredilmeleridir. Oradaki kimse diriliş gününe kadar uyuyan birisi gibidir. Bu sûrette dirilir ve teklifle nitelenen bedeni sebebiyle üzerinde bir sorgulama kaldıy­sa dünyadan ayrıldığı zamanki sûrette haşredilir. Şayet üzerinde bir sorgu yoksa cennet ya da cehenneme gireceği sûrette haşredilir. İnsanlar cennet ya da cehenneme girdikleri zaman sonu olmayan bir sûrette haşredilirler.” Şöyle demiştir: “Cennetliklerin aksine cehennemliklerin tamamı hesaba çekilir. Cennet ehlinden ise hesaba çekilmeyen vardır. Cennet ehli büyük cennete girip oraya yerleştiğinde ve daha sonra rü’yet için çağrıldığında sadece rüyet için uygun olan sûretlerde haşredilirler. Döndüklerinde tek­rar cennetteki sûrette haşredilirler.” Bil ki her sûrette insan, daha önceki sûretini unutur ve durumu intikal ettiği ve haşredildiği sûretin hükmüne döner. Cennet çarşısına girdiğinde ve oradaki sûretleri gördüğünde, hangi sûret hoşuna giderse ona girer veya onu yurduna götürür. Çarşıdaki sûret devamlıdır. Cennet ehli ise sadece iyi bir sûretten daha iyi bir sûrete doğru sürekli intikal eder; cehennem ehlinde ise sürekli ve ebedî olarak aksi olur. Allah’tan iman üzere canımızı almasını dileriz. Âmin.

Soru: Hayvanların ve yırtıcıların haşredilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bundaki hikmet, Şeyh’in 371. bâbda dediği gibidir: Yüce Allah, yırtıcıları onlara kendisinden bir lutuf olarak haşreder. Diğer hayvanlar da böyledir. Daha sonra geyik ve Allah yolunda kullanılanla­rın dışındakiler toprak olur. Bunlar, bu yurdun gerektirdiği sûretlerde cennete girerler. Cennetliklerin beslendiği bütün hayvanlar bu dünya­ya hastır.

Soru: İnsanlar kaç yurtta toplanacaklardır?

Cevap: Şeyh’in 339. bâbda dediği gibi, üç yurtta toplanacaklardır: Mîsâk yerinde, dünya ile âhiret arasındaki berzahta ve ölümden sonraki diriliştedir. Bu üçünün dışında genel toplanma yerleri yoktur. Sadece birtakım kimseler toplanır. Kıyamet gününden sonra her yurt, ehliyle meşgul olur. Cin ve insan âlemleri bundan sonra asla toplanmaz. Bu anlamda Yüce Allah ‘Din gününün sahibi’ buyurmaktadır. Yani yer­den ve sülblerden hiç kimse geride kalmayacak şekilde, öncekiler ve sonrakilerin tamamı toplanacaktır. Dolayısıyla o gün, Allah’ın mülkü, bazılarının toplanıp diğerlerinin toplanmadığı diğer günlere göre daha büyük ve açıktır. Din gününün tahsis edilmesinin sebebi budur. Yoksa Yüce Allah, zaten sürekli olarak mülkün sahibidir. Anla! En doğrusunu Allah bilir.

Allah’ın yeri ve gökleri değiştirmesinin açıklamasıysa şöyledir: Bu konuda kesin ilâhî naslar bulunmaktadır. Şeyh 371. bâbda şöyle de­miştir: “Kıyamette yer ve göklerin değiştirilmesi sûretlerde olur, ken­dilerinde değil. Bununla birlikte kendileri de sûrettir.” Şöyle demiştir: “Neşir, haşir, hesap ve tecellînin üzerinde fasl ve kazâ için gerçekleştiği arş, gezegenler feleğinde (mükevkeb feleği) olur. Ayrıca onda bulunan­ların tamamı âhirette dönüşür. Fakat bu [dönüşüm] bu sûretten başkaca sûretlerde olur.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, gezegenler feleğini Atlas feleğinin içinde yaratmıştır. Cennetler de bu şekilde ikisinin arasında yaratılmıştır. Gezegenler feleğinin yeri ve göğü Atlas feleğidir. Îkisi (iki felek) arasında, Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği, geniş bir uzay (fezâ) boşluğu vardır. Bu ikisi orada çöldeki bir yüzük halkası gibidir.” Şöyle demiştir: Bu feleğin yörüngesi, yurttur. Buradan altına kadar olan kısımda yerde görülen her şeyin dönüşümü olur. Însan ve insan olma­yanlardan dünyadan cennete intikal edenler, intikal eder. Însan ve insan olmayanlardan orada kalanlar ise kalır. Bundan sonra burada kalanların tamamı, ona layık olan cehennem ehlidir.” Şeyh şöyle demiştir: “Bil ki dünyada insan-ı kâmil var olduğu müddetçe, gök olduğu hâl üzere kalır. Însan-ı kâmil berzaha indiği zaman, gök çöker. Zira o, yere düşmemesi için Allah Teâlâ’nın kendisiyle göğü tuttuğu direğidir. Allah’ın “Gök ya­rılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür.”[200] âyetinde ifade edil­miştir. Yani yere düşer. Gök, şeffaf ve katı bir cisimdir. Gök düştüğü za­man, cismi ateşin sıcaklığına yerleşir, ateşin alevine benzer, akan yağ gibi kızıl bir dumana dönüşür. Nitekim daha önce de öyleydi. Güneşin ışığı gider, yıldızlar söner ve hiçbir ışığı kalmaz. Ancak ateşin içinde yüzmeye devam ederler, aslında giderek saçılıp, yayılırlar. Artık dünyadaki seyir­lerden farklı bir nizam üzere olurlar.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır.

Soru: Allah’ın “Yer dümdüz edildiği zaman.”[201] âyetinin anlamı nedir? Dümdüz olmanın şekli nedir?

Cevap: Şeyh’in 374. bâbda dediği gibi, dümdüz edilmesiyle kastedilen, dağların düzlenmesi ve yer hâline gelmesidir. “Kıyamet günü, dağların ta­mamı Hak Teâlâ’nın tecellî etmesiyle savrulmuş pamuk gibi olduklarında, paramparça olacaktır. Onlardan havada yüksek olan ne varsa yayıldığında yeryüzünün genişliği artacaktır. Bu nedenle Yüce Allah’ın yeri, kıyamet günü deri (el-edîm) gibi uzatacağı haber verilmiş, yerin uzatılması derinin uzatılmasına benzetilmiştir. Çünkü insan derisi çekildiğinde, kendisinde bulunmayan hiçbir şey ona eklenmeksizin uzar. Onda büzülme ve tümseklik vardır. Uzatıldığında büzülmesi genişler ve ondaki tümseklik yayı­lır. Böylece yeryüzünün genişliği artar. Yerin alçak yerleri düzleşene kadar yükselir. Yüzeyindeki uzunluk derinlere doğru artar. Bu, deride bulunan tümseklik gibidir. Bu nedenle yerde herhangi bir eğrilik ve bozukluk gö­rülmez. Böylece göz, yükseklik ve çukurluk olmadığı için görülebilecek her şeyi engelsiz olarak bulunduğu yerden görür. Însanların tamamı birbirini görür ve Allah Teâlâ’nın kulları arasındaki fasıl (iyi ile kötüyü birbirinden ayırma) ve kazâsı hakkındaki hükmünü görür.” Bunu uzunca anlatmıştır.

Soru: Kıyamet gününün süresi ne kadardır?

Cevap: Bunun süresi, insanların kabirlerinden çıkışından, cennet ya da cehennemdeki menzillerine inişlerine kadardır. Şeyh, bunu 320. bâbda zikretmiştir. 348. bâbda ise şöyle demiştir: “Bu ümmetin zamanı (yevm) 5 kıyamet günüyle bitişiktir ve ikisi arasında sadece ‘berzah gecesi’ bulun­maktadır. Bu gecenin sabahında, diriliş üfürmesi, o günün gün doğumun­da ise Hakk’ın celâline yaraşır bir şekilde, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma ve hükmetme için gelişi söz konusudur. Îşrak namazının iki rekâtı kadarlık sürede, hüküm kesinleşir ve her iki yurt (cennet ve cehennem) ehline ka10 vuşur. Bu, cumartesi günü gerçekleşir. Bunun gündüzü cennetlikler için, gecesi de cehennemlikler için ebedî olur.” Bunu uzattıktan sonra şöyle de­miştir: “Bil ki Nil ve Fırat, Sidretü’l-Müntehâ’nın temelinden gelmekte ve cennete akmaktadır. Sonra celâl yurduna çıkmakta ve Nil, Kamer dağında, Fırat ise Rûm diyarında zuhûr etmektedir. Her ikisi de son derece tatlıdır.

15 Yerin karışımı onlara tesir eder ve cennetteki tatları değişir. Kıyamet kop­tuğu zaman cennete dönerler. Seyhûn ve Ceyhûn da bu şekilde döner.” En doğrusunu Allah bilir.

ALTMIŞ SEKİZİNCİ MEBHAS

Havz, Sırat ve Mîzan’ın Hak Olduğu Hakkındadır

Şeyh Kemâleddin b. Ebû Şerîf şöyle demiştir: “Kelâmcılar havz, sırat ve mizanın hak olduğunu, dalâlet ehlinin itikadını açıklama kapsamında zikretmişlerdir. Mu‘tezile’nin çoğunluğu da bu görüştedir. Onlar, kıldan ince ve kılıçtan keskin olması ile birlikte sırattan geçişin normalde imkân­sız olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet buna cevap olarak imkânsızlığın söz konusu olmadığını, kuşu havada uçurmaya kadir olan kimsenin, insanı da sıratın üzerinden yürütmeye kadir olduğunu söylemişlerdir.” Şöyle de­miştir: “Ehl-i sünnet hadisi zâhiri anlamıyla kabul etmiş, bazılarıysa kıldan ince olmasını gizli ve kapalı olan durumun darb-ı meseli olduğu şeklinde yorumlamışlardır. Buna göre anlamı, ondan geçişin kolaylık ya da zorluğu­nun taat, iyilikler ve günahları az veya çok işleme ölçüsünde olmasıdır. Her iki kısımdaki inceliği bir tek Allah bilir.” Şöyle demiştir: “Bazıları kılıçtan keskin olmasını, meleklerin Allah’ın insanların oradan geçmesi konusun­daki emrini yerine getirme hızıyla te’vil etmişlerdir.” Yine şöyle demiştir: “Biz deriz ki: Bu te’vil insanların ve meleklerin, kancaların ve dikenlerin bulunduğu sıratın iki tarafında durduğu ve üzerinden geçene ayaklarını koyduğu miktar kadar yer verildiği ve buna benzer [ifadelerin yer aldığı] başka bir hadise muvâfıktır.” Bu geniş açıklamalardan sonra sözü daha da genişleterek şöyle deriz: “Havz ve sıratın naslarla sabit olduğunu bilesin. Şeriat ilim ve amel olduğu için, bunların da ilim ve amelle şekillendikleri söylenmiştir. Buna göre havz ilimleri, sırat da amelleridir. Şeriattan içildiği kadar, havzdan içilecek, fiil, söz ve inançlarda şeriata tâbi olunduğu kadar da sıratın üzerinden yürüme söz konusu olacaktır. Orada şeriattan sapanların ayakları burada kayacak ve havuzdan içmesi azalacaktır. Sıratın üze­rinde hakiki yürüme, orada değil, buradadır. Burada belirlenen ve meşrû kılınan sırat mânevi, orada ise duyusaldır. Onun üzerinden geçen yoldan başka cennete çıkan herhangi bir yol yoktur.” Yüce Allah “İçinizden, oraya varmayacak hiçbir kimse yoktur.”424 buyurmuştur. Şeyh Muhyiddin “Havz sıratın hemen ötesindedir.” demiş ve şu şekli örnek vermiştir:

Cehennem

Duruşma yeri------------------------------------------ VVVVVV

Havuzun Suyu Cennet Yeşilliği

Cennet Mertebelerinin Sıratı Havuz Cennet Mertebelerinden Biri Olan Sırat

Şöyle demiştir: “Hiçbir insanın sırat üzerindeki ışığının başkasına geçmediğini bilesin. Hiç kimse kimsenin ışığıyla yürüyemez. Sırat, ışığın yayılmasına ve daralmasına göre genişleyip daralır. Her insanın sıratının genişliği, o insanın ışığının yayılmasına bağlıdır. Buna bağlı olarak bazıları için dar, diğerleri için geniş olur. Gerçekte ise bir tektir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah ‘Nûrları (kendileriyle beraber) önlerinde ve sağ yanlarında yürümektedir.’425 buyurmaktadır. Sollarında deme­miştir. Zira saîd olan müminin her iki eli de sağ eldir ve sol eli yoktur.” 308. bâbda ise şöyle demiştir: “Bil ki üzerinde gittiğin ve Allah Teâlâ’nın seni cennete ulaştırmak için ayağını üzerinde sabit kıldığı sırat, senin dünyadayken açık ve gizli sâlih amellerle kendin için inşa ettiğin hidâ­yet sıratıdır. O, bu dünyada mâna hükmünde olup onun herhangi bir duyusal sûreti görülmez. Kıyamet günü senin için cehennemin üzerine hissedilen bir köprü uzatılacaktır. Başlangıcı duruşma yeri, sonu ise cennetin kapısındaki yeşillikli yerdir. Onu görür görmez, senin yaptığı­nı ve âzalarınla bina ettiğini anlarsın. [Bu köprünün] dünyada, boyun, genişliğin ve derinliğin itibariyle tabiatının cehenneminin üzerine uza­tılmış olduğunu bilirsin. Üç şubedir zira cismin hakikatinin gölgesidir. Ve bu gölgesi olmayan bir gölgedir. Onu alevden korumaz aksine onu cehâletin alevine sürükler ve orada ateşini tutuşturur.”

371. bâbda “Sırat konulduğunda, gezegenler feleğinin istikametine doğru yerden yüksek olacağını bilesin. Bitiş noktası, insanların ilk gireçekleri cennetin sûrlarının dışındaki yeşil alandır. Naîm ve ziyafet cenneti olarak isimlendirilir ve yeşil alandadır. O, öğütülmüş tahıldan oluşan, te­miz ve beyaz bir yiyecektir. Ziyafette bulunan herkes ondan yer ve bazıları cennetten sûrların üzerine sarkan dal ve çubuklardan meyveleri koparır­lar.” demiştir. 64. bâbda ise “İnsanlar, sıratı geçince nihaî nokta burasıdır. Cehennemin üstüne kıldan ince kılıçtan keskin köprüler konulmuştur.

Köprüler cehennemde kırk bin yıl gizli kalmıştır. Ancak cehennem alevi onun yanlarından alevlenir, üzerinde de diken, kanca ve çengeller vardır. Yedi köprüdür. Bütün kullar onun üzerinde haşredilir ve her bir köprüde üç bin yıllık mesafede bir geçit vardır. Bin yıl yokuş, bin yıl düz ve bin yıl da iniştir. Allah’ın ‘Çünkü Rabb’in her şeyi yakından izlemektedir.’[202] âye­ti, bu köprüye ve diğer yerlere işaret etmektedir.” “Melekler de bu köprü­lerin üzerinde insanları izlemekte ve kula Allah’a kâmil imanla iman edip etmediklerini sormaktadırlar. Şayet mümin, muhlis ve hiçbir şek ve sapma olmadan îkan üzere gelmişlerse ikinci köprüye geçerler. Orada namazlarını tam olarak kılıp kılmadıkları sorulur, şayet bunu tamamlamışlarsa üçüncü köprüye geçerler. Burada da zekât sorulur ve şayet tamam ise dördüncü köprüye geçerler; burada oruç sorulur ve tamam ise beşinci köprüye ge­çerler. Burada hac sorulur ve tamam ise altıncı köprüye; burada hadesten sonra temizlenmekten sorguya çekilirler ve tamam ise yedinci köprüye ge­çerler. Burada zulmedip etmedikleri sorulur ve kimseye zulmetmemişlerse cennete geçerler. Ancak bu özelliklerden bir tanesi bile eksikse Allah hük­münü verinceye kadar her köprüde bin sene hapsedilir.” demiştir. Aynı şekilde 64. bâbda şu ifadelerde bulunmuştur: “Bil ki sıratın kenarlarında bulunan çengeller, kancalar ve dikenler Âdemoğullarının sûretlerdir. On­ların amelleri bunları sıratın üzerinde tutmaktadır. Şefaat ve Rabbânî inâyet kendilerine ulaşmadan ne cennete ulaşır ne de cehenneme girerler. O amellerinizdir ve size döner.”

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî (rh.a) şöyle derdi: “Sırat iki tanedir. Bir ta­nesi dünyadadır ve bu İslâm’dır. Aslında ilmîdir ancak âhirette duyusal bir köprüye dönüşür. Bu Allah’ın ‘Bizi dosdoğru yola ilet!’[203] âyetinin anla­mıdır. Gerçekte bu küfür, şirk, bid‘at ve hevâların üzerine kurulmuş bir köprüdür. Yüce Allah ‘Îşte bu dosdoğru yolumdur (sırat), ona tâbi olu­nuz.’[204] buyurmuştur. Hadiste şöyle geçmektedir: Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bir gün ‘Ve’s-saffâti Safven’ sûresini okurken ‘(Allah, görevlilere buyurur:) ‘Hepsini cehennemin yoluna sürün! Ve durdurun onları; çünkü sorguya çekilecekler!’[205] âyetlerine geldiğinde, gözyaşları sakalını ıslatıncaya ka­dar ağladı ve bazı temsilciler ‘Seni gönderenden korkmaktasın.’ dediler.

O Evet, Rabb’ime yemin ederim ki O, beni kılıç gibi keskin bir yol üze­rine gönderdi ve şayet saparsam helâk olurum.’ buyurdu. Bu yol, kul ile Allah arasına uzatılmış uzun bir ip gibidir. Bu; teşbih ile ta‘til, cebirle ka­der, cömertlikle cimrilik, korkaklıkla cesaret, kibir ve alçaklık arasındaki tevâzû, şehvet ve sönüklük arasındaki iffet gibi istikamet içinde mutedil bir yol tutturmaktır. Bu ve benzeri özelliklerin iki tarafı zemmedilmiştir. Öv­güye değer olan, dikkatli olunması gerektiğine dikkat çekilen bu orta yol ve buna devam etmektir. ‘Sana emredildiği gibi, dosdoğru ol!’430 âyetinde buna işaret edilmiştir. İkinci sırat ise, uhrevî ve duyusal olup, gerçekte bi­rinci sıratın sûretidir ve müslümanların cennet yolundaki yolu üzerindedir. Ayrıca dünyada Îslâm yolunda (sırat) yürümeyi âdet hâline getiren kimse için, âhiret sıratında yürümek kolay olur. Dünyada bunu alışkanlık hâline getirmeyen kimse içinse bu zorlaşır, ayağı kayar ve pişmanlığı çok olur. Bu sırat, söz konusu olan mânevî sıratın duyusal bir misalinden başka bir şey midir? Genel olarak insanların âhiretteki sırat üzerindeki geçiş hızları ve yavaşlıkları, Allah’ın rızâsına gösterdikleri sürat veya gevşeklik ölçüsündedir.” Şöyle demiştir: “Kanca ve dikenlerle ilgili haberde gelenler, kalbe taalluk eden dünya ilgileridir. Sahibini dünyaya nasıl çekiyorlarsa cehen­neme de öyle çekerler. Bu, dikenli ağacın dikenlerinin insanların günah ve hataları ölçüsünde olması gibidir. Bunlara devam etmek insana dini husu­sunda nasıl eziyet veriyorsa kıyamette de bunun üzerinde yürümek onun için eziyetli olur. Sırat üzerinde emekleme ve sürünme hakkında verilen haberlere gelince insanların yaptıkları zulümlerle bellerinin ağırlık altında bükülmesine işaret etmektedir. Ayağı kayan erkek ve kadınlar, dünyaday­ken doğru yol ve sağlam dinden ayrılanlardır. Allah’tan hepimize lutufta bulunmasını isteriz.”

Mîzanı ise ehl-i sünnetin cumhuru kabul etmiş, Mu‘tezile inkâr etmiştir. Gazzâlî ve Kurtubî şöyle demiştir: “Hesapsız olarak cennete girecek yetmiş bin kişiyi haber veren hadis sebebiyle -ki eğer burada [geçen ifade (^>G^), cen­nete] girecekleri akıllarına gelmedi anlamını taşımıyorsaher kişi için mîzan yoktur. Onlar için bir mîzan yükselmez.” Mîzanla kastedilenin, bütün insan­ların mîzanlarının detaylarını toplayan küllî mîzan olduğunu söylemişlerdir.

Bu mîzan tek defada kalkar. İnsanların tümünün mizanlarının hepsi de tek defada yükselir. Her biri, ölçülerinin ve hesaplarının hükmü verilinceye ka­dar amellerinin kefesine bırakıldığı mizanının kaldırıldığını müşahede eder. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Her şahsın mizanı, onun dünyadayken sa­hip olduğu şâkilesine (istikamet/hayat tarzı) göredir. Yüce Allah, insanın ce­sedini mizanın sûretinde yaratmış ve kefelerini de onun sağı ve solu kılmıştır. Onun dilini de hangi tarafa meylederse, onun zâtının kâimi kılmıştır. Yüce Allah ‘Ölçüyü düzgün tutasınız ve eksik tartmayasınız.’431 buyurmuştur. Ya­ni günahlara meyletmek ve işlemek sûretiyle bunu yapmayasınız.” Şöyle de­miştir: “Yüce Allah, iyiliği (saadet) sağ kefeye kötülüğü ise sol kefeye yerleş­tirmiştir. İtidal bekâ, sapma ise helâk sebebidir. Ayrıca âhiretteki mizanların dünyadaki teraziler gibi gözle görüleceği açıktır. Ancak dünyadakinin aksine mahsûs (duyusal) değil, temsilidir. Bu, amellerin eşit olarak temessül etmesi gibidir. [Ameller] dünyadayken araz, âhirette ise Hz. Peygamberin ‘Ölüm bir koç sûretinde getirilir.’ buyurduğu gibi, şahıs olur. ‘Bir koç getirdi.’ de­memiştir. Zira hakikatler değişmez. Ayrıca amellerin tartılması için teraziler konulduğunda, insanların bâtıni değil de zâhiri bütün amellerinin kitapları konulur. Zira bâtıni ameller asla duyusal terazilere konulmaz, sadece adâlet gözetilir ki bu da hükmi-mânevi terazidir. Dolayısıyla mahsus mahsuslar için, mânevi de mâneviler için olmak üzere her şey için misli söz konusudur.

Şeyh Safiyyüddin b. Ebu’l-Mansûr’un Akîde sindeki ibaresi ise şöyledir: “Bil ki Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için büyük şefaat gerçekleştiğinde, Yüce Al­lah mahlûkatının tümünün ilmini içeren, bütün insanların kitaplarının detaylarını toplayan kitabını koyar. Bir bütün olarak tamamı konuldu­ğunda diğer tafsili kitaplar da bir defada konulmuş olur. Her insan kendi kitabını varlık dairesi içinde bir defada konulmuş olarak görür. Her biri kitabın ve hesabın sadece kendisi için konulduğunu görür. Aynı şekilde bütün insanların terazilerini bir araya toplayan külli mizan da diğer in­sanların terazileri de tek bir defada kalkar. Her biri, ölçülerinin ve hesap­larının hükmü verilinceye kadar amellerinin kefesine bırakıldığı mizanı­nın kaldırıldığını müşâhede eder. Şayet külli mizana bakarsan, onun bir tane olduğunu, detaylarına bakarsan, bunun çok olduğunu söylersin.” Şöyle demişlerdir: “Her mizanın bir dili ve iki kefesi vardır ki bununla say­faları tartılarak amellerin miktarı bilinir.” Şeyh Muhyiddin, mizana en son konulacak olan şeyin, kulun “Elhamdülillah” demesi olacağını söylemiştir. Bu nedenle “Elhamdülillah, mizanı doldurur.” denilmiştir.

Soru: Neden “lâ ilâhe illallah”, “elhamdülillah” gibi mizanı doldurma­mıştır?

Cevap: Lâ ilâhe illallah’ın elhamdülillah gibi mizanı doldurmamasının sebebi, bu hayrın dengelemesi için hayır olan her amelin kendisine karşı­lık gelebilecek bir zıddının olması gerektiği, lâ ilâhe illallah’ın zıddının ise sadece şirk olmasıdır. Oysa müslümanların tevhid inancına sahip olmakla beraber günah işleyebilmelerinin aksine, bir mizanda tevhid ve şirk asla bir araya gelmez. Bunun izahı şudur: Şayet kul inanarak lâ ilâhe illallah derse şirk koşmaz; şirk koşarsa lâ ilâhe illallah’a inanmamış olur. İkisinin bir araya gelmesi söz konusu olmadığından, diğer kefede kendisine karşı­lık gelecek ve muadili olabilecek bir şey bulunmadığı için, lâ ilâhe illallah mizana konulmaz. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Ancak doksan dokuz sicil sahibi olanların mizanlarına lâ ilâhe illallah girer. Zira bu, inanarak lâ ilâhe illallah demiş, ancak bununla birlikte başka bir hayır asla işlememiş, birtakım kötü şeyler yapmıştır. Bu durumda lâ ilâhe illallah, doksan dokuz kötü sicilin karşısındaki kefeye konulur ve lâ ilâhe illallah kefesi ağır basar, siciller ise hafif kalır. Zira Allah’ın ismine rağmen hiçbir şey ağır gelmez.”

Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 422. bâbında “O gün ölçü-tartı haktır. Artık kimin tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tar­tıları hafif gelirse işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.”432 âyetleri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki kıyamet gününün mizanı, insanların ağırlıktan neşet etmesi şeklinde zuhûr eder. Zira tabii cisimlerde haşredilip neşredilirler. Terazisi ağır basan saiddir. Zira iyilikler bire karşılık, ondan yüz bine ve daha fazlasına kadar karşılık bulur. İlgili said de zâhiri bir iyilik yaparak bâtıni bir iyilik dilemiştir. Terazisi hafif gelen ise şakidir. Zira o da bir şey yapmıştır. Ancak kötülük bire bir kar­şılık bulur. Dolayısıyla onun terazisi, saidin terazisinin ağırlığına nispetle hafif gelir. Hak Teâlâ, mizanda şer kefesine değil, sadece hayır kefesine itibar eder.

Dolayısıyla bu da saîd hakkında ağır, günahlar katlanmamasına rağmen şakî hakkında ise hafiftir. Buna rağmen hayır kefesi hafif kalmıştır. Böylece saîd için ağır gelen kefenin bizzat kendisinin, içinde hayır az olduğu ya da hiç olmadığı için şakî için hafif geldiği anlaşılmaktadır. Bu, sicil sahibi ya da fetret ehli gibi tevhidden başka hiçbir iyiliği olmadığı hâlde Allah’ın ce­hennemden çıkardığı kimse gibidir. Bunun sağ kefesinde hiçbir şeyi yoktur ve sadece içinde kişinin amelinin olmadığı zaruri ilimden elde edilen bir tevhid bulunmaktadır.” Şeyh şöyle demiştir: “Şayet Yüce Allah, hem hayır hem de şer kefesinin ağırlığına birlikte itibar etseydi bu konudaki açıklama (beyan) artardı. Kefelerden biri ağır geldiği zaman, diğeri hayır olsun şer olsun kesinlikle hafif kalır. Bu, amellerinin tartılmasının hükmüdür. An­cak hadiste ‘Kıyamet günü, şişman iri bir adam mîzana getirilip tartılır da Allah indinde sinek kanadı kadar ağırlığı olmadığı görülür.’ şeklinde işaret edildiği üzere, kendisi bir kefeye, ameliyse diğer kefeye konulmak sûretiyle, kulun kendisinin tartılması söz konusu olduğunda, bu ondan başka bir tartıdır. Terazisi ağır olanın ameli aşağı iner. Bu, dünyadaki amellerin nefsin meşakkati türünden olması nedeniyledir. Meşakkatin mahalliyse ateştir. Bu nedenle Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem), ümmeti için meşakkatli amelleri hoş gör­memiş ve ‘Gücünüzün yettiği amelleri üstlenin.’ buyurmuştur. Bu nedenle söz konusu şahsın ameli iner ve ateşi ister; onun bulunduğu kefeyse, ha­fifliğinden dolayı yükselir ve cennete girer. Zira cennet yüksektedir. Aynı şekilde şakînin, kendisinin bulunduğu kefe ağır, amel kefesi ise hafif gelir ve cehenneme yönelir. Bu Allah’ın ‘Onu kucaklayacak olan hâviyedir.’[206] âyetinde ifade ettiğidir. Böylece amel terazisinin kefesinin, saîd için bu tür­den ağırlıkla nitelenmesi, sahibinin yükselmesi nedeniyle, şakî hakkında hafiflikle nitelenmesiyse sahibinin ağırlığı nedeniyledir. Bu Allah’ın ‘Onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş bir hâlde’[207] âyetinde ifade edilmiştir. Bu sadece onları cehenneme yönelten günahlarının verdiği ağırlıklardır. Bu­nun özeti şudur: Ameller, birbiriyle tartılır ve bunda iyilik kefesine itibar edilir; amellerin sahibiyle tartılmasındaysa amel kefesine itibar edilir.”

301. bâbda “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu.”[208] âyeti bağlamında; Yüce Allah’ın mîzanı insan ve cinlerin onunla tartılması için koyduğunu söylemiştir. “Dengeden sapmayasınız.”[209] âyeti bağlamında ise; [alışverişteki zarardan dolayı] ifrat ve tefrit yoluyla [sapmayasınız anlamın­da olduğunu söylemiştir]. “Ölçüyü düzgün tutasınız. Eksik tartmayasınız.”[210] âyeti bağlamındaysa; “İnsanın dengeli olarak neşet etmesi gibi” demiştir. Zi­ra insan terazinin dilidir. “Eksik tartmayasınız.”[211] âyeti ise “Kendinizden bir lutuf olması dışında, kefenin bir tanesini tercih etmek sûretiyle aşırılığa kaçmayınız.” anlamındadır. Ayrıca amellerin kendisiyle tartıldığı terazinin şeklinin iki kubbe gibi olduğundan şüphe yoktur. Bu nedenle hafiflik ve ağırlıkla nitelenmesi, “Bir hesaba bağlı”[212] âyetinde geçen adetle ölçen mîzanla insanları tartan teraziyi bir araya getirmek içindir. Bu da sadece kubbe­lerle olabilir. Bu nedenle kefeler tayin edilmemiş, saîdler hakkında, “terazisi ağır basanlar”, şakîler içinse “terazisi hafif olanlar” denilmiştir. Şayet her iki kefenin mîzanı kastedilseydi “Hasenat kefesi ağır basanlar şöyledir, kötülük kefesi ağır olanlar ise şöyledir.” denilirdi. Buradan bilinir ki ağırlık mîzanı hafiflik mîzanının aynısı olmasaydı ve iki kubbe gibi olmasaydı iki kefesi olurdu. Şayet iki kefesi olsaydı günahların kefesi de iyiliklere ağır bastığında ağırlıkla nitelenirdi. Onu sadece hafiflikle nitelediği için iki kubbe şeklinde olduğunu anlıyoruz. el-Fütûhât’ın 99. bâbında ise şöyle demiştir: “Aklına yakın gelecek şeylerden birisi de kıyamet günü araz oldukları hâlde, Hak Teâlâ’nın Âdemoğullarının amellerini ayaktaki sûretler hâlinde getirmesidir. Hak Teâlâ’nın muhali var etmeye kâdir olması, insanın da kendi nefsinde muhalin îcâdını hayal etme kudretini müşâhede etmesiyle, kul Hak Teâlâ hakkında muhal olan Rabb’ini, rüyada bir sûretle görür. Hayal, herhangi bir sûreti bilinmeyen kimse hakkında bir sûret yapmış ve böylece muha­li mümkün kılmıştır. Mahlûk olduğu hâlde hayalin mertebesi bu olduğu­na göre, yaratıcı (hâlık) için nasıl olmasın? Araz oldukları hâlde amellerin nasıl mîzana konulduğu sana açıklandı. Bu, adâletin korunması içindir.

Aynı şekilde amellerin tartılmasını aklına yaklaştıracak şeylerden biri de ölüm bir nispet olduğu hâlde bunun alaca bir koç şeklinde tasavvur edilmesidir. Yani gayet açık bir şekilde tasavvur edilmesidir. Zira alacayla kastedilen beyazlıktır. Bu, bütün insanların bilmesi içindir. Bu muhaldir, kudret kapsamındadır (makdûr). O hâlde aklın hükmü ve onun te’vilinin bozukluğu nerededir?” Bunu uzunca anlatmıştır.

Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin Sirâcul-Ukûl kitabının 30. bâbındaki ibaresi şöyledir: “Dünya amel, âhiret ise karşılık verme yurdu olduğu için ve Allah Teâlâ da hiçbir insana zulmetmeyen, iyilik yapan kimsenin ame­lini zayi etmeyen, aksine herkese amelinin karşılığını veren el-Melik ve el-Adl olduğundan adâletini izhar etmek için, kulların iyilik ve kötülükle­rini tartmak üzere kıyamet günü bir mîzan tayin etmiştir. Yüce Allah ‘Biz, kıyamet günü için adâlet terazileri kurarız; artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan, bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu getirir ortaya koyarız.’[213] buyurmuştur. Yani ‘bir hardal tanesi ağırlığında olsa bile’ demektir. Buradaki j^; ‘Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur.’[214] âyetinde olduğu gibi, beyan içindir. Bunun teb‘îz (ba‘ziyyet) için olduğu ve ‘bir hardal tanesinin ağırlığında olsa’ anlamına geldiği söylenmiştir. Bu du­rumda söz gelimi hardal tanesini kırk sekiz parçaya ayırmıştır ve bunların tamamı onun taneleridir. Dirhemin kırk sekiz tane olması gibidir. Buna göre anlamı, ‘şayet ağırlığı hardalın kırk sekizde bir parçası kadar ise’ şek­lindedir. Merfû bir hadiste ‘Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz; ameller tartılmadan tartınız.’ buyrulmuştur. ‘Amelleriniz tartılmadan önce’ demektir. Aynı şekilde Allah’ın ‘Ölçtükleri ya da tarttıkları zaman’[215] âyeti de ‘Onlar için ölçtüklerinde ya da tarttıklarında’ anlamındadır. Amellerin tartılmasının anlamı, zamanınıza kıyasla miktarlarını bilmenizdir.”

Îbn Abbâs’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “İyilik ve kötülükler, bir di­li ve iki kefesi olan, her kefesi dünya tabakaları gibi biri nûr diğeri zul­metten kefe olan bir teraziyle tartılır.” Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: O gün terazinin sahibi Cebrâil’dir (aleyhisselâm). Müminin ameli, en güzel sûrette ge­tirilir ve teraziye konulur. Bu haktır ve iyiliklerin kefesi günahların ke­fesinden daha ağır basar, cennete doğru ağırlaşır. Bununla onun “Onlar kurtuluşa erenlerdir.”[216] âyetinde geçtiği üzere, kurtuluşa erdiği anlaşılır.

Kâfirin ameliyse en kötü sûrette getirilir ve terazisine konulur. Ameli bâtıl [ve değersiz] olduğu için tartıda hafif gelir ve cehenneme konur. Kâfire de, “[Git ve] amelinin yanına var.” denilir. Merfu hadiste “Yüce Allah’ın, mîzan (terazi) ile görevli bir meleği vardır. Âdemoğlu getirilir ve terazinin iki kefesi önünde durdurulur. Ameli tartılır ve şayet terazisi ağır gelirse melek en yüksek sesle ‘Falan kimse âdeti üzere saîd oldu ve bundan sonra asla şakî olamaz.’ diye ilan eder.” denilmiştir. Yine hadiste “Üç yerde kişi babası ve ço­cuğuyla ilgilenemez: Kurtulacağını ya da kayacağını görünceye kadar sıratta, amel defterleri sağdan ve soldan verildiği zaman ve ağır ya da hafif geldiğini görünceye kadar mîzanda.” buyrulmuştur. Bu ve benzeri âyet ve haberler, teraziyle tartılmanın sıhhatine delâlet etmektedir. Ancak amellerin geçici ve fâni araz olması nedeniyle tartılmanın keyfiyyeti, inkârcıların göğüslerini te­reddüde sokmaktadır. Ağırlık ve hafiflik de aynı şekilde anlamdırlar ve an­lam anlamın üzerine bina edilemez. Ameller sahiplerinin sıfatıdır. İnsanlar bu konuda düşüncesiz davranmışlardır.

Meselenin özü, insanın, bir şeyin tartılmasının maksadının, onun mik­tarını ortaya çıkarmak olduğunu bilmesidir. Bunun için terazi ve kubbe­ler gibi aletler, yüklerin ağırlıklarının bilinmesi için, usturlap ise güneş ve gezegenlerin hareketlerinin miktarının bilinmesi için kullanılmakta­dır. Îşte burada da amellerin kıyamette tartılmasının maksadı, ceza ya da mükâfattan hak ettiği karşılığı alması için miktarlarının ortaya çıkmasıdır. Dünyada, eşyadaki anlamların miktarını bilmek için aletler konulduğunu görüyoruz. Mesela aruzun sahih şiiri, munhazif ve münkesir olanından ayıran bir mîzan kılınması gibi. Nahvin doğru kelâmı hatalı olanında ayı­ran bir ölçü kılınması gibi. Aynı şekilde delikanlılardan güçlülerin, kal­dırdıkları taşla kuvvetlerini bilmeleri de böyledir. Allah Teâlâ bu kuvveti onların uzuvlarında yaratmıştır ve onlardan ayrılmaz. Benzer şekilde Al­lah Teâlâ’nın kıyamet gününde adâlet terazisini, birer araz olan iyi ve kötü amellerin miktarını ölçmeye uygun, duyulur bir alet kılması ve bununla sahiplerinin iyilik ve kötülüklerinin bilinmesi ve ‘Size zerre kadar haksız­lık edilmez.’444 âyetinde ifade edildiği üzere hakka tecavüz olmadan iyilik ve günahları miktarınca karşılık bulmaları imkânsız değildir. Dolayısıy­la aklen bunun mümkün olduğunu anladın; şeriatta da bu geçmiştir ve buna iman etmek vâciptir. Bunu düşünmekten ve keyfiyetini öğrenmek­ten âciz olan kimse, benzerleri gibi bunun bilgisini de Allah’a havale etsin.

En doğrusunu Allah bilir. Böylece hesap gününden korkan herkesin sâlih ameli çokça yapması ve bundan usanmaması gerekir. Bu, bu amellerden kıyamette hasımlarına vermesi içindir. Zalimin hasımlarına vereceği bir şeyi olmadığı zaman, hasmının günahları sırtına yüklenir ve bunlarla birlikte ce­henneme atılır. Allah’a yemin olsun, biz büyük bir şey için yaratıldık ancak salıverilen hayvanlar gibi bundan gafiliz. Güç ve kudret sadece büyük ve yüce olan Allah’ındır.

Efendim Ali el-Havvâs’ın (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Hiç kimse için amelini gözünde çok görmesi asla doğru olmaz. Bizim gibilerin ameli, dağ­lar kadar olsa bile ihlâs ile yapılmadığı için uhrevî mizanda bir zerre kadar bile bir şey hâsıl olmayabilir. Allah’tan dünya hayatımızda da âhirette de bize lutufta bulunmasını isteriz. Âmin, âmin, âmin.

Hatime: Akılların, kendisine kapalı olan âhirete dair meselelerin bir­çoğunu anlamaktan âciz kalmasının beyanı hakkındadır. Bunlar; yerin ve göklerin başka bir şeye dönüşmesi, insanların cennet ve cehenneme yerleşmesi, daha sonrasına dair Allah Teâlâ’nın bize anlattığı sayısız şey­dir. İnsanların elinde, şu anda bunlara, Allah’ın bu konudaki ilmine göre iman etmekten başka herhangi bir şey yoktur. Ancak Allah’ın has kulla­rından bazılarını keşif nûruyla desteklemesi müstesnadır. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvini şöyle demiştir: “Allah sana merhamet etsin, bilesin ki aklın kı­yamet hâllerini ve kendisine gâib olan şeyleri tasavvur etmesi gerçekten zordur. Ancak akıl sahibi kimsenin, Allah’ın Âdem’i ve zürriyetini yeryü­zünün halifeleri kıldığını ve onlarla burayı imar ettiğini bilmesi gerekir. Yüce Allah ‘O, sizi yeryüzünün halifeleri kılandır.’[217] ve ‘O sizi yerden var etti ve size orayı mâmur hâle getirme görevi verdi.’[218] buyurmuştur. Son­ra onları hilâfetle görevlendirince, hayatlarını idare edecek bütün aletleri kendilerine verdi. Allah Teâlâ onları dünyada âhiret için yarattı ve ken­dilerine lutuf olarak aklı ve düşünmeyi (konuşmayı) verdi. Akıl ve ko­nuşma, dünyadaki geçimlerini sağlamalarına yarayacak ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği doğrultuda, âhirete hazırlık yapmaya götürecek iki alettir.

Allah Teâlâ’nın kendisine gaip olması nedeniyle akıllar mârifetullahı bihakkın bilmekten nasıl âciz kalıyorsa aynı şekilde âhiret hâlleri, bun­dan önce gerçekleşen iki meleğin kabirdeki sual ve cevapları, ba‘s, haşir, neşir, sırat, mîzan, defterlerin okunmasının keyfiyyeti, havzın keyfiyyeti, şefaat, cennet ve cehennemin vasıfları ve bunların hakikatlerini de kendisine gaip kaldığı için bilmez. Cihetsiz olarak Allah’ın görül­mesini, ses ve harf olmaksızın O’nun sesini işitmeyi ve nefislerin gark olduğu sevap ve elemlerin lezzetlerini; özellikle de Kerîm olan Allah’ın zâtına bakmanın lezzetini ve -Allah korusunbüyük korkunun elemi gibi detayları da bilmez. Akıl tek başına bunu kavramaya güç yetiremez. Zira akıl, kulun teklif yurdunda kendisiyle emirlerin ve nehiylerin detaylarına ulaştığı ve onunla hayatın maslahat ve zararlarını bildiği bir alettir. Bazı ârifler şöyle derler: “Diller, bu konuda ve kutsal zâtın ha­kikatleri ile uhrevî konularda alıkonulmuş, akıllar da bunun anlamları konusunda alıkonulmuştur. Şâri‘ (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de bize, Allah ve âhiret konu­larında sadece icmâlî ve irsâlî yöntemle, zihinlere yatkın olacak şeyler haber vermiştir. Söylediği nihaî şey, imanı vâcip kılacak kadar genel bilgilerden ibarettir. Aklın nihaî noktası da bu konuyu araştırmanın aklen mümkün ya da muhal olduğuna hükmetmekten ibarettir. Sadık olan peygamber bunu bize genel olarak haber verince, akıl da nakle­dilmiş olanı mümkün görünce, onun doğruluğuna iman etmek ve hak olduğuna inanmak vâcip olur. Ayrıca bize düşen bunların keyfiyetlerini araştırma düşüncesini bırakmak ve bunların hakikatlerini kavrama ar­zusuna kapılmamaktır. Gözün sesi işitmesi nasıl engellenmişse bu ko­nuda düşünülmesi de aynı şekilde engellenmiştir. Ancak bazı velîlerin halk için gayb Allah için ise açık olan âhiret hallerinden bazılarını keşif yöntemiyle öğrenmesi istisnâdır. O, bu vakitte dilini yutmuş ve aklına galip gelmiştir. Zira o zaman, harflerin zarflarına sığmayan ve akılların ulaşmayacağı bazı şeyleri müşâhede etmiştir. Şair şöyle demiştir:

Yirmi dokuz harften dokunan gömlek / Onların anlamını kavramada yetersizdir

Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: Bu mâna üzerinde düşünen kimseye, ulaşılmayana ulaşmayı arzulayarak, akıllarını güçlerinin yetmeyeceği şeyde kullanan öncekilerin (müekaddimûn) üzerinde dolandıkları karmaşıklık­lar ma‘lûm olur. Sonları hayret ve sapıklık olur. Bu kabilden olan husus­lardan biri de Arasât ehlinin şerefli meleklerin hattıyla yazılmış olan kitap­ları okumalarıdır. Bunun dünyadakilerin yazılarının aksine olduğundan şüphe yoktur. Bu nedenle okunamayan yazılara ‘Sanki melekler yazmış.’ denilir. Allah Teâlâ’nın yiyecek, içecek, koku, giyecek ve nikâhlanacaklar nevinden cennet nimetlerinin çoğunun lezzetini idrak için yarattığı şeyler de bunlardandır. Amellerin sevabı bağlamında nakledilen sahih haberlerde kaydedildiği üzere bunlar dünyada bulunmayan bir hâldedir. Bu idraklerin hiçbiri bizzat dünyadaki lezzetleri idrak eden idraklere eşit değildir. Bunlar her ne kadar cins ve tesmiyede onlara benzemekte ise de bunların acayip özellikleri vardır ki akıl bunları idrak etmede bîtap düşer. Îbn Abbâs’ın (ra) ‘Cennette, isimleri dışında dünyadakilere benzeyen bir şey yoktur.’ şeklindeki sözü, bu konuda büyük bir esastır.” Şeyh Ebû Tâhir şöyle de­miştir: “Nasıl ki çocuk, kendisi için bu idrakin yaratılmaması sebebiyle çocukluğunda şöhret lezzetini bilmiyorsa biz de kendimizde dünyada bu idraklerin yok olması sebebiyle Kerîm olan Allah’ın yüzüne bakma lezzeti­ni ve cennette vadedilen diğer lezzetleri bulamayız.” Şöyle demiştir: “Bun­ların tamamının delili, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) celâl ve izzet sahibi Rabb’inden naklederek ‘Sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve kendilerini muttali kıldığım şeylerden hiçbir beşerin hatı­rına gelmeyen şeyler hazırladım.’ buyurması ve “Onlar için ne mutluluk­lar saklandığını hiç kimse bilemez.”447 âyetini okumasıdır. Bu, filozofların âhiret işlerini inkâr ederek saptığı bir çizgidir. Ayrıca aklın gaybî hakikat­lerin künhüne vakıf olmayacağını ve onların sırlarına sonuna kadar ula­şamayacağını doğruladığın zaman, bunun nihaî noktasının, aralarındaki en küçük benzerlik ile görülmeyenin görülene mukayese etmek olduğunu da bilirsin. Dinler, aklın illet ve keyfiyetlerini kavramaktan âciz kaldığı bir­takım şeyler getirmişlerdir. Ancak akıl âhiretteki haşir ve neşir ile Allah’ın sıfatları hakkındaki vech ve kıdem gibi hususlarda olduğu üzere bunların imkânına hükmettiği zaman, bunlara iman etmemiz vâcip olur. Şeriatla­rın ve ibadetlerin miktarlarının bilgisi konusundaki kelâm da böyledir.

Sâlih olan selef ve onlara tâbi olanlar, bunları kesin olarak tasdik etmeyi benimsemiş, arkadaşlarını bunların hakikatlerini araştırmaktan engelle­miş, bunları hakkında derine dalmak yasaklanmış olan kaderin sırrına havale etmişlerdir. ‘Keyfiyetsiz olarak geldiği gibi onu okuyun.’ demiş­lerdir. Teşbih, salâbet ve kuvvetinden dolayı onların akidelerine herhangi bir yol bulamamıştır. Bu İslâm’ın yeni; dönemin, vahyin zamanı olan Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) dönemine yakın olması, vahyin ve Cebrâil’in inişinin müşâhede edilmesi nedeniyledir. Îlk nesil ve daha sonra onlardan sonra­kiler ve sonrakilerin devri geçince -bunlar en hayırlı nesillerdirher taraf­ta hevâlar yayıldı, her bölgede şeytan ortaya çıktı ve kalbin derinliklerine üfledi ve vesveseleriyle düşüncelerde dolaştı. Böylece söz konusu akaid sarsıldı, görüşler karıştı ve Karâmite, Zenâdıka ve Râfiziler -Allah Teâlâ onları alçaltsıngibi hevâ ehlinin görüşleri çoğaldı. Zira sapıklık hak­kında kitaplar yazarak şehirlere dağıttılar; ahmak insanları bunlara davet ederek bid‘atları yaydılar. Îftiralar yayıldı ve akaidin temelleri bozuldu. Bu, daha önce geçtiği gibi insanların peygamberliğin zamanından uzak olması nedeniyle gerçekleşmiştir. Yüce Allah bir kavim hakkında ‘Üzer­lerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler’448 buyurmuştur. Bu nedenle Ebû Bekir es-Sıddik (ra) ‘İslâm’ın ilk dönemlerinde ölenlere ne mutlu!’ buyurmuştur. Ayrıca ey kardeş, bugünkü itikat sahiplerinin, itikatları sahih, hükümleri geçerli de olsa (akçeleri geçerli), bâtıl ehlinin şüphelerini dinlemekten kaynaklanan birçok şüphenin derinliklerinde yer aldığını bilirsin. Muhakkik imamlardan kendilerine işin kaynağı ve sebeplerini açıklayacak kimseyi de bulamazlar. Belki bazıları tecsim, teşbih, ta‘til ve münkir şeyler gibi kemiklerine sinmiş kirlerle beraber ölmekte ve bunları kimseye sormaya cesaret edememektedir. Vereceği cevaplarla susuzluğunu giderecek birisini bulamamaktadır. Dolayısıyla başkası şöyle dursun, akidesini kendisinden bile gizlemeye devam ede­cektir. Bu kelamcılardan muhakkik olanların, güç meseleler hususunda çokça örnek getirmeye, problemlerden imkânları dâhilinde olanları orta­ya çıkarmaya ve tüm kelâm bahislerindeki ibareleri yenilemeye davet et­tikleri şeydir. Bu sonuç, bu kitapları mütalaa edenlerin ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Kardeş, bunu dikkate al, sıfat âyetlerinden birçoğunun anlamı senin için kolaylaşacak ve aklın muhal gördüğü birçok şeyi akledeceksin.

ALTMIŞ DOKUZUNCU MEBHAS

Defterlerin Dağıtılması ve Kıyamet Günü Allah Teâlâ’ya Arz Edilmesinin Hak Olduğu Hakkındadır

Bu konuda naslar vârit olduğu için haktır. Ancak insanların bu konuda

5 farklı farklı olduğu açıktır. Defterlerin dağıtımında ise bazıları sağ eliyle, bazısı sol eliyle, kimisi ise arka tarafından alır. Sağ elleriyle kitaplarını alan­lar, tabakaları farklı olmakla beraber müminlerdir. Defterleri sollarından verilenler ise müşrikler değil, münafıklardır. Bu anlamda Şeyh Muhyiddin “Zira müşrikin okuyacağı bir defteri yoktur.” demiştir. “Bu nedenle Yü-

10 ce Allah münafığa ‘Oku şimdi kitabını! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!’[219] der. Zira o, insanlara görünen şeyin aksine nefsinin kendisini sürüklediği küfrü bilmektedir. Bu nedenle defterini soldan alan kimseden hemen sonra ‘O, büyük olan Allah’a iman etmezdi.’[220] buyur­maktadır. Ondan İslâm’ı değil, imanı selbetmiştir. Zira görünürde o, canı-

15 nı, ailesini ve malını korumak için İslâm’a boyun eğmişti. İç dünyasında ise imanın aksine ya müşrik ya muattil ya mütekebbir ya da kâfir idi. Bunlar kalbin amellerinden olup Allah’tan başka hiç kimse bunları bilmez. Defter­lerini arkalarından alanlar ise bunlar kitap verilip de bunu arkalarına atan ve az bir pahaya satanlardır. Kıyamet günü geldiğinde onlardan herhangi

20 birisine ‘Defterini arkandan al.’ denilir. Yani ‘Dünya hayatındayken onun­la amel etmeyi terk etmek sûretiyle attığın yerden al.’ Onlar, bazılarının sandıkları gibi amel defterleri değil, kendilerine inen kitaplardır. Bunlar, arkalarına attıkları zaman, dönmeyeceğini zannederlerdi. Yani dönmeye­ceğine kesin inanıyorlardı. Bu, Allah’ın kıyamette kendilerini azarlayarak

25 ve ‘Bu sözle karşılaşacağını zannediyor muydun?’ dediği kimsedir.” Şöyle demiştir: “Bunlar sadece sapan ve saptıran, aldatıcı liderlerdir.” Anla!

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Dünyadaki Hafaza meleklerinin yazdı­ğı bu defterler, mükelleflerin söz ve amellerine aittir. Orada inançlarına dair, söyledikleri şeylerden kendileri aleyhine şahitlikte bulunmalarından başka bir 30 şey yoktur. Melekler onların sözlerinden sadece söylediklerini kaydederler.” İmâm Gazzâlî (rh.a), Allah’ın “Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli ya­zıcılar var. Onlar yaptığınız her şeyi biliyorlar.”[221] âyetleri bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki bülûğa yaklaşan şahıs için, iki melek görevlendirilir. Yüce Allah ‘Sağında ve solunda oturmuş iki alıcı (yaptığını) alıp kaydederken’[222] ve ‘Hayır! Doğrusu şudur ki onların yanındaki elçi meleklerimiz her şeyi kaydediyorlar.’[223] buyurmaktadır. Daha sonra kul, âkil olunca, melekler­den biri onu hidâyete erdirir, diğeri ise onu iğvâ eder. Ancak yol gösterenin rütbesi, iğvâ edenin rütbesinden daha yüksektir. Muhakkiklerin çoğunlu­ğuna göre, bunlar kalem sahibi olan büyük meleğin yardımcısı olan elçi, iyiliksever ve saygın meleklerdir.” Şöyle demiştir: “Ayrıca iyilik ve kötülük­leri yazan melekler, dünyadakilerin yazmasına benzemeyen bir yazışla ya­zarlar. Zira onlar kalbin sırrında dürülü temiz sayfalara yazmaktadırlar ve dünyadakilerin hiçbiri buna ulaşamaz. Zira melekler, yazdıkları, sayfalar ve bunlarla ilgili olan her şey, melekût âlemindendir. Bu ise bu âlemde gözle­rimizin idrak edemeyeceği bir şeydir. Ayrıca bu dürülü sayfalar biri ‘Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir.’[224] âyetinde ifade edildiği üzere, can verme anında; diğeri ise ‘Kıyamet gününde insana, açılmış vazi­yette önüne konulacak olan bir kitap çıkaracağız.’[225] âyetinde ifade edildiği üzere, kıyamette şahitlerin huzurunda olmak üzere iki defa açılır. Bu, adâlet terazisinin konulması esnasında olur ve orada defterleri havada uçarken görür. Bu, tefsirlerden birine göre ‘Her insanın sorumluluğunu omuzuna yükledik.’[226] âyetinde geçen ‘sorumluluğunu omzuna’ [ifadesinin anlamı­dır]. Sonra her biri kendi defterini okuduğu zaman amelinin iyi ya da kötü olmasına bağlı olarak, defterinin harflerini aydınlık ya da karanlık olarak görür. İyilik yapanlar, defterinin yazılarını beyaz, kötülük sahipleri ise bun­ları siyah olarak göreceklerdir.” Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Defterlerin sahipleri, o gün defterleri kendilerine arzedildiğinde hiç kim­seden herhangi bir eğitim almadan zaruri olarak, Allah Teâlâ’dan bir ilham ile bunu okurlar. Allahım! Ey Rahmân ve Rahîm olan, kitabımızı sağı­mızdan vermeni ve bizi rüsvâ etmeden sağdan cennete girdirmeni dileriz!

Kıyamet günü Allah’a arzedilmeye gelince; bu askerlerin hükümdara arzedilmeleri gibidir. Kul Allah’ın önünde O’nun celâline yaraşır bir şekilde durur ve Allah’ın bu kul hakkındaki murâdına göre sorular kendisine sorulur. Al­lah Teâlâ’dan utanma ve hayânın şiddetinden dolayı yüz etlerinin parça parça düştüğü o duruşma günü! Hadiste “Kimin hesabı tartışmalıysa azap edilir.” buyrulmuştur. Şeyh Muhyiddin 369. bâbda şöyle demiştir: “Tartışmakla kas­tedilen, amellerin illetlerinin sorulmasıdır. Allah kula amelini arzeder.” Şöyle demiştir: “Bu soru, peygamberler (aleyhisselâm) de dâhil bütün insanları kapsar. Yüce Allah Allah’ın peygamberleri toplayıp da onlara ‘Size ne cevap verildi?’ diye soracağı gün’457 buyurmaktadır. Ancak peygamberlere sormasıyla başkalarına sorması arasında büyük fark bulunmaktadır. Peygamberlere sorması, rahatlat­ma yoluyla nimetlerin takririnden ibarettir. Başkalarına sorması ise kötü şey­lerle ilgili olacaktır. Allah’tan bize lutufta bulunmasını dileriz. Hadiste, Resûlullah ve ashabının yaş ve taze hurma yedikleri daha sonra da su içtikleri ve Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Bu nimetler, kıyamet günü size sorulacaktır.’ buyurduğu kaydedilmektedir. Oysa hadisin siyâkından anlaşıldığı üzere, bu açlıktan son­ra gerçekleşmişti. Bu kıssadan anlaşılacağı üzere, nimetin takriri bağlamında, onlar da peygamberlere iştirak etmiş, ancak azarlayarak ve sarsarak sorma anla­mında onlardan ayrılmışlardır.”

Soru: Âzaların sahibine şahit tutulmasının sebebi nedir? Neden kişi diliyle kendisine şahitlik etmez?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 70. bâbında dediği üzere “Âzaların şahitlik etmesinin sebebi, bu günahların çirkinliğidir. Kul, Allah’ın huzurunda bun­ları söylemekten veya inkâr etmekten hayâ eder. Yüce Allah ise en süratli şe­kilde hesap gördüğü için utanmanın zevâlini beklemez. Bu nedenle âzaların fıtratın aslından olan âdil kökenlerinden dolayı bunları şahit tutarak, onların şahitliklerini kabul eder. Zira asıl olan adâlettir ve haksızlık ârızîdir. Bundan sorgu ortaya çıkar.” Âdil ve temiz olan âzaların tümü şahitlik ettiğine ve or­tada bu âzalar dışında [insana ait başka] bir varlık da bulunmadığına göre azabı kim çekecektir? Bak, bu [soru] bir cevaba muhtaçtır. Belki de âzalara azap edilmesi dünyadayken yasaklandığı bir fiille lezzetlenmesi nedeniyle­dir. Bazıları, yetmiş bin kişinin hesapsız olarak cennete gireceğini ifade eden hadisle kastedilenin yaptıkları kötü şeylerden dolayı Allah Teâlâ’nın kendi­lerini cennete sokacağını akıllarına getirmemeleri olduğunu söylemişlerdir.

Şöyle söylemiştir: Burada kastedilen Hak Teâlâ’nın onları amelleri üze­rinden hesaba çekmeyeceği değildir.” Değerlendir! el-Fütûhât’ ın 198. bâbında ise şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın kıyamet günü onlarla kendisi arasında ‘Şu zamanda şunu ve şunu yaptın.’ şeklinde, kullarına yaptık­larını haber vermesi, azarlamak için değildir. Aksine O’nun rahmetinin ne kadar geniş olduğunu bildirmek içindir. Bu da sadece muvahhidlere mahsustur; anla!”

351. bâbda ise “Her müslümanın dünyada ve kıyamet günü O’nunla karşılaşma konusunda Allah Teâlâ’dan hayâ ettiğini bilesin! Dolayısıy­la Hak Teâlâ’nın ona yakınlık göstermesi ve utancını gidermesi gerekir. Utanmanın aslı, muhalefet etmekten ve Allah’a hizmet etmekte kusur­lu davranmaktandır. Bu iki yöntemden başka bir şey yoktur.” demiştir. Ayrıca şöyle demiştir: “Hak Teâlâ’nın mümin kuluna yakınlık gösterme biçimi, ona ‘Kulum dünyadayken yaptığın her şeyi benim kazâm ve ka­derimle yaptın. Zira sen hükümlerimin icrâ edileceği yersin.’ demesidir. Kul, bununla en şiddetli şekilde yakınlaşır. Şayet başlangıçta kul bunu Allah’a söyleseydi Allah Teâlâ’ya karşı sû-i edepte bulunmuş olurdu. Oysa ondan böyle bir şey işitilmedi. Bizzat bunun kendisiyle Hak Teâlâ da ku­la yakınlaşır. Burada Allah açısından güzelliğin zirvesinde kul açısından ise kötülüğün zirvesinde bir irtibat vardır. Onun ‘Rabb’im nasıl olur da hem hakkımda kötülüğü takdir edersin hem de beni sorguya çekersin.’ demesi uygun değildir. Ancak Hak Teâlâ kuluna ‘Sen hükümlerimi icrâ ettiğim yersin.’ dediği zaman, bu lutuf ve ihsanın zirvesi olur. Zira bunda kulu ma‘zûr görme, onunla yakınlaşma, onu rahatlatma, utancını kaldır­ma ve korkusunu giderme söz konusudur.” Şeyh Muhyiddin “Şerefli bir vâkıada bana bu ilâhî bildirim geldiğinde, beni buna muttali kıldığı için varlığım sevincime yetersiz kaldı.” demiştir. 388. bâbın sonlarında şöy­le demiştir: “Sabredenlere ecirleri hesapsız bir şekilde verilecektir. Yani tarafımızdan belirlenen bir şekilde. Zira sabır, nefsi kötü amellerden alı­koyduğu için bütün amelleri kapsar. Bu nedenle belirli miktarı bulunan diğer amellerin aksine, onun için bu (miktar) söz konusu değildir.”

Sonuç: el-Fütûhât’ın 90. bâbında “Allah’a güzel bir borç verdiler.”[227] âye­ti bağlamında şöyle demiştir: “Kıyamet gününde ecrin kat kat olmasından dolayı kulun Allah’a borç vermesinin uygun olmadığını bilesin. Uygun olan, kullarına iyiliği emretmesi açısından, kulun O’nun emrine imtisal ederek 5 Rabbine borç vermesidir. İşte bu güzel borcun vasfıdır. Bunun izahı şudur: Hak Teâlâ sadece bizim için meşrû kıldığı şeylerle bize muamele eder. Allah Teâlâ’nın peygamberine kıyamet gününde hakla yani kullarına kendisi va­sıtasıyla gönderdiği şeyle hükmetmesini kendisinden istemesini emrettiğini görmez misin? Zira «j^Jl» taki «Jl» ahid içindir. Yani ‘Rabb’im beni kendi10 siyle gönderdiğin bilinen hak ile hükmet!’ Kıyamet günü insanların hâli bu şekilde gerçekleşir. Allah’ın kıyamet günündeki hükmüne bakmak isteyen kimse, ne eksik ne fazla olarak O’nun dünyadaki şeriatının hükmüne baksın. Ey kardeş, sana şeriat belirleyenin basireti üzerine ol; o, din gününün sahibi­nin üzerinde olduğu hakkın bizzat kendisidir.” 551. bâbda “Allah, resulü ve 15 müminler amelinizi görecektir.”[228] âyeti bağlamında da şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah, kıyamet günü bizzat işler hakkında hüküm verdiği zaman, yer­lere (mevâtin) göre hükmü çeşit çeşit olur. Bir yerde (mevtin), Allah bizzat kendisi ve ilmiyle amelde gördüklerine göre peygamber ve müminlerden ayrı olarak hükmeder. Bir yerde tabakaların çeşitliliğine göre resullerinin amelde 20 gördükleriyle hükmeder. Bir yerde müminlerin yani müctehid imamların (ra) görüşlerine göre hükmeder. Bir yerde bunların tamamıyla hükmeder.” Bu, gördükleriyle hükmetme konusunda resulün ve müminlerin Allah Teâlâ ile birleştikleri yöndür. Bununla birlikte kullarının gördükleri her şey esas itibariyle onun hükmü ve takdiridir. Bazı muhakkikler ‘Hak Teâlâ, dünya25 daki bütün hükümlerde, hakiki hâkim olduğuna göre, bazı kadıların verdiği hükümleri bâtıl olmakla nitelemek, nasıl olur? Düşün!’ demişlerdir. Şöyle dedim ‘Bazı hükümlerin amel açısından bâtıl olduğuna hükmetmemiz, hakikatte değil de bu dünyada Allah’ın kendisiyle kulluk etmemizi istedi­ği şeriatla amel etmemiz açısından doğru olur. Zira muhakkiklerin dediği 30 gibi, Hak Teâlâ bize bu dünyada hakikatle hükmetmemizi emretmemiştir. Bu onun gerçekte şeriata muhalif olması sebebiyle değil ona mutabık olan yönünün gizli kalması nedeniyledir.” En doğrusunu Allah bilir.

YETMİŞİNCİ MEBHAS

Peygamberimizin Kıyamet Gününde İlk Şefaatçi ve Şefaati Kabul Edilecek İlk ve Buna En Layık Kimse Olduğu ve Bu Hususta Kimsenin Onun Önüne Geçemeyeceğinin Beyanı Hakkındadır

Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ben, kıyamet gününde Benî Âdem’in efendisiyim, ilk şefaatçi ve şefaati kabul edilecek ilk kimseyim.” Bir rivayette “Övünme yoktur.” ifadesi eklenmiştir. Âlimler “Efendiliği­ni kıyamet gününe tahsis etmesi, dünyadaki şeref ve efendiliğinin aksine, Yüce Allah’ın ‘Bugün mülk kimindir?’ âyetinde buyurduğu üzere, efendili­ğinin o gün herkes için açığa çıkacak olması nedeniyledir. Zira dünyadaki efendiliği [bazıları tarafından teslim edilmediği için] tartışmaya açıktır.” demişlerdir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bize ilk şefaatçi ve şefaati kabul edilecek ilk kimse olduğunu haber vermesi, o bü­yük günde bir peygamberden diğerine gitmek sûretiyle yorulmayalım diye bize olan şefkatinden dolayıdır. Zira o gün, her bir peygamber ‘Nefsim, nefsim’ diyecektir. Sıra kendisine gelip ‘Ben onun içinim, ben onun içi­nim.’ deyinceye kadar müsterih bir hâlde mekânımızda sabretmemiz için bize kıyamet günündeki makamını bildirmek istemiştir. Kendisine bu ha­dis ulaşmayan ya da ulaşıp da unutan herkes, bunu öğrenen ve kıyamete kadar bunu muhafaza eden kimselerin aksine o peygamberden bu peygam­bere gitmek sûretiyle yorgun düşecektir. Allah’ın salât ve selâmı onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) üzerine olsun, ümmetine olan şefkati ne kadar da çoktur! Başka bir hadiste ‘Övünme yoktur.’ demiştir. Yani ‘Ben Âdemoğlunun peygamberlerinin ve onların dışındakilerin efendisi olmakla iftihar etmiyorum. Bununla ilk şe­faatçi ve şefaati kabul edilecek ilk kimse olduğuma dair, Allah’ın önceden bana yaptığı vaadin hükmü gereği, kıyamet günü yorgunluktan rahata çık­manızı kastediyorum. O (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nefsini sadece sahih bir amaç doğrultusunda tezkiye etmiştir. Aynı şekilde bütün imamların kendilerini tezkiye etmeleri de sadece sahih bir amaç içindir. Onlar, kendilerini herhangi bir insandan üstün görmekten münezzehtirler. Aksine âriflerden bazıları, ‘Kendisini Al­lah’ın rahmetine nâil olmaya ehil görmeyinceye kadar, hiç kimse kemâl makamına ulaşamaz.’ demişlerdir.” Celâleddin es-Süyûtî ve başkaları şöyle demişlerdir: “Kıyamet günü Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sekiz şefaati vardır:

Birincisi ve en büyüğü, insanların hesaplarının çabuk görülmesi ve bu bekleyişten kurtulmaları içindir. Bu sadece ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hastır.

İkincisi kavmin hesap görülmeden cennete girmesi içindir. Nevevî, bu­nun ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mahsus olduğunu söylemiş, Takiyyüddin b. Dakîk el-‘Îd ve Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî ise bu konuda tereddüt etmişlerdir. Bunlar, bu konuda herhangi bir şeyin varit olmadığını söylemişlerdir. Şeyh Muh­yiddin bir kavmin hesap görülmeden cennete girmesinin anlamı konu­sunda şöyle demiştir: “Bununla kastedilen, onların zellelerinin kötülüğünü müşahede etmelerinden dolayı, kendilerinin cennete gireceklerini hesap etmeyip, düşünmemeleridir.” Bu, başkasından da nakledilmiştir.

Üçüncüsü cehenneme girmeyi hak eden kimsenin buraya girmemesi içindir. Nevevî, bunun ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mahsus olup olmadığı konusunda tereddüt etmiştir. Sübkî, ne ispat ne de nefyeden bir nassın bulunduğunu belirtmiştir.

Dördüncüsü cehenneme giren muvahhidlerin, orada hiçbirisi kalmayıp bütün tabakaları boşalıncaya ve vârit olduğu üzere orada su teresi bitince­ye değin çıkarılması içindir. Bu şefaat konusunda Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), diğer peygamberler, melekler ve müminler ortaktırlar. Kâdî İyâz bunu tafsilatlı bir şekilde naklederek şöyle demiştir: ‘Bu şefaat şayet kalbinde zerre kadar iman bulunan kimsenin çıkarılması içinse ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mahsustur ve hiçbir peygamber, melek ve mümin buna dâhil değildir. Şayet anılanlardan baş­kası içinse bu durumda diğerleri de ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ortaktır.

Beşincisi cennetliklerin cennetteki derecelerinin artırılması içindir. İmâm Nevevî (rh.a), bunun Resûlullah’a mahsus olmasını mümkün görmüştür.

Altıncısı el-Kazvînî’nin Urvetül-Vüskâda zikrettiği üzere taatlerdeki kusurlarını terk etmeyen ümmetinin sâlihleri içindir.

Yedincisi cehennemde ebedî kalıcı olan bazı kâfirlerin azaplarının belirli za­manlarda hafifletilmesi içindir. Bu, Sahihayn da Ebû Tâlib hakkında vârit oldu­ğu gibi ‘Onlardan hafifletilmeyecek.’ âyetiyle bunun arasını bulmak şeklinde olacaktır. Yine İbn Dihye de Ebû Leheb’in Resûlullah’ın doğumuna sevinmesi ve kendisine müjdeyi veren Süveybe’yi âzat etmesinden dolayı her pazartesi gü­nü azabının hafifletileceğini nakletmiştir.” Celâleddin es-Süyûtî şöyle demiştir: Resûlullah’ın bazılarının kabir azabını hafifletmek için şefaat edeceğine dair bize herhangi bir bilgi gelmemiştir. Zira bu, müminler içindir ve berzahla alâkalıdır. Oysa biz daha önce geçtiği üzere onun kıyamet günü bütün muvahhidler için genel, diğerleri içinse hafifletme şeklindeki şefaatinden bahsetmekteyiz.

Sekizincisi müşriklerin çocuklarına azap edilmemesi içindir.

Son üçünü bazıları zikretmiş ve bunlara Medine’de defnedilenleri de eklemişlerdir. Tirmizi bunu “sahih” kaydını düşerek nakletmiştir. Şeyh Muhyiddin 371. bâbda şöyle demiştir: “Hz. Muhammed’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ger­çekleşecek olan ilk şefaat, insanlara şefaat kapısının açılması içindir ve bü­tün şefaatçilerin şefaat etmesi için şefaat eder. Şefaatçiler şefaat ettiklerinde Hak Teâlâ dilediklerinin şefaatini kabul eder, dilediğini de reddeder.” Şöyle demiştir: “O gün Yüce Allah şefaatçilerin kalbine rahmeti yayar. Allah’ın o gün bazılarının şefaatini reddetmesi, onu eksik görmesi ya da şefaat edi­lene merhamet etmemesi bağlamında değildir. Bununla bazı kullarına ilâhi minneti izhar etmek istemektedir. Dolayısıyla O, onların saadetlerini üstlenmekte ve el-Muntakim ve el-Cebbâr isimlerinin yanında ‘Erhamurrâhimin’ ismiyle onları cehennemden çıkarıp cennete sokarak şekâvetten kurtarmaktadır. Bu, yani Hakk’ın şefaati, gerçekleşen bir şefaat değil, ilâhi isimlerin mertebeleridir. Zira Yüce Allah ‘Rahmetim gazabımı geçmiştir.’ buyurmaktadır. Melekler, peygamberler ve müminler şefaat etmiş, geri­ye ‘Erhamurrâhimin’ kalmıştır. Mefhum, O’nun şefaat etmediğine delâlet etmektedir. Dolayısıyla bizzat kendisi muvahhidlerin âsi olanlarından ba­zılarını cehennemden cennete çıkarmayı üstlenmiştir. Yüce Allah cenneti rızâ ve rahmetiyle doldurduğu gibi, cehennemi de gazap ve cezasıyla dol­durur.” 374. bâbda ise şu ibarelerle buna değinmektedir: “Bil ki ‘Erhamurrâhimin’, melekler, peygamberler ve müminlerin her birinin şefaat edeceği belirli bir cemaati vardır. Eramurrâhimin’in şefaati, Allah’ı bir ve tek kabul etmekten başka hiçbir hayır işlemeyen kimseler içindir.” “Bunlar, Allah’ın ve meleklerin şahitliğiyle beraber, O’ndan başka ilâh olmadığına şahitlik edenlerdir. Meleklerin şefaati, güzel ahlâk sahibi olan âsiler içindir.” de­miştir. Meleklerin şefaatinin Allah’ın kendileri için belirlediği bir düzen üzere olduğunu belirtmiş, en sonuncusunun, cehennem üzerinde görevli olan on dokuz meleğin şefaati olduğunu söylemiştir. Peygamberlerin şe­faati, sadece müminler içindir. Müminler de iki kısımdır: Biri, nazar ve delil tahsil ederek iman edendir. Bunlara peygamberler şefaat eder. Pey­gamberler ümmetlerine haber getirmiştir. Haber ise imanın müteallikidir.

İkinci kısım ise ebeveyninin ve yaşadığı diyarın insanlarının ona verdiği­ni taklit ederek iman eden mümindir. Bunların şefaatçileri, kendilerin­den üst derecede bulunan müminlerdir. Bu şefaatçiler, kendileri Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şefaatiyle kurtulduktan sonra şefaat edeceklerdir. Ayrıca şefaatçilerin tamamı, muvahhidlerin âsileri hakkındaki sorgulama süresi bittikten sonra ancak şefaat edeceklerdir.” 377. bâbda Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisinden sonra irtidat ederek arkalarını dönenler için “Uzak olsunlar, uzak olsunlar!” hadisi bağlamında şunu söylemiştir: “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu­nu, Hak Teâlâ’nın onlara olan gazabına muvâfakat etmek için söylemiştir. Zira durumu bilen kimse, vaktin verdiği hükme eklemede bulunmaz. Bu nedenle şefkat ve merhametine rağmen, Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Uzak olsunlar, uzak olsunlar!’ buyurmuştur. Daha sonra bu hâlin ortadan kalkmasının ardından, o (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu meselede ihsanda bulunmuş ve uzak bir mekânda neredeyse rüzgârın uçuracağı kimseye şefaat etmiştir. Bu şefaat, dinin aslından değil de İslâm’ın farzlarından bazılarını yapmamak kaydıyla irti­dat edenler içindir.” 73. bâbda da şöyle demiştir: “Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kıya­met günü Allah’ın huzurunda, şefaat açısından ‘Makamü’l-Mahmûd’un sahibidir. Zira ona ‘Cevâmi‘u’l-kelim’ verilmiştir. Bu makamda öncekiler ve sonrakiler hamdeder. Onun bu makamına, insanların bütün makam­ları döner. Onun peygamberliği genel ve şeriatı bütün şeriatları kapsadığı için, şefaati de aynı şekilde geneldir. Meşru kılınması sahih olan hiçbir amel onun şeriatından nasıl çıkmıyorsa herhangi bir kimsenin onun şefa­atinden dışarıda kalması da sahih olmaz.” Bunu uzun uzadıya anlattıktan sonra önceki bâbın 78. cevabında şöyle demiştir: “Yüce Allah’tan daha önce bu secde hakkında izin olmadığı hâlde Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kıyamet günü Allah’ın önünde secde eder. Zira o gündeki secde, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cisminin kendisinde yaratılmakla emrolunmuştur. Zira bu, kendisinden başka hiç kimse için söz konusu olmayan, şefaat kapısını açmanın yöntemidir. Bu nedenle Hz. Muhammed, (salla'llâhü aleyhi ve sellem) O’nun celâline yaraşır bir şekilde o büyük günde Rabb’ine doğru öne çıkar ve kendisine secde emri verilmeden secde eder. Ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Başını kaldır, iste verilecek; şefaat et, kabul edilecek.’ denilecektir.”

Sonuç: Şeyh, 71. bâbda “Orucun Sırları” bağlamında şöyle demiştir: “Bil ki evliyâullahın fütüvveti, kendilerine şefaat izni verildiğinde şefaate dünyadayken kendilerine eziyet eden, kedilerini küfür, zındıklık, riya ve noksanlıklarla itham eden kimseye şefaat etmekle başlamaları şeklinde5 dir. Bu, âhirette yakınlık ve dileklerinin yerine getirilmesi açısından, evliyâullahın Allah katındaki makamını gördüklerinde, utançlarını gidermek içindir. Dünyadayken bunu bilmiyorlardı. Orada ise inkârcıların nefisleri mutmain olmakta ve o büyük günde, evliyâullahtan kendilerine hâsıl olan korkuları gitmektedir.” Şöyle demiştir: “Evliyâ dünyadayken iyilik eden ve 10 inananlara şefaat etmekle başlamamaktadır. Zira iyilik eden kimse, önce­den yaptığı iyilikten dolayı mutmaindir. Onun yaptığı iyiliğin bizzat ken­disi, kendisine yetecek ve Allah katında kendisine şefaatçi olacaktır. Zaten iyiliğin karşılığı sadece iyilik değil midir?”

Efendim Ali el-Havvâs şöyle derdi: Fakir, Allah’tan dünyadayken ken15 disini söven, zemmeden ve inkâr eden kimsenin kıyamette bağışlanması, utanmaması ve sövdüğü, inkâr ettiği kimselerden korkmaması için af ve müsamaha istemedikçe kemâle ermez. Bu makamda kulun göreceği bir tat ve kendilerine eziyet edip inkâr edenlerden intikam alanların aksine bir ferahlık vardır. En doğrusunu Allah bilir.

YETMİŞ BİRİNCİ MEBHAS

Cennet ve Cehennemin Hak ve Âdem (aleyhisselâm) Yaratılmadan Önce

Yaratılmış Olduğunun Beyanı Hakkındadır

[Bu konu] daha önce kitabın âlemin hudûsu hakkındaki ikinci mebhasinde genişçe geçmişti ve orada cennet ve cehennemin dünyanın ya­ratılışından dokuz bin sene sonra yaratıldığını ve bu sebeple cennetin, dün­yadan zikredilen süreden sonra yaratılması itibariyle âhiret diye isimlendiril­diğini zikretmiştik. Her ikisi de mahlûktur ve ehli daha yaratılmadan önce onlar için hazırlanmışlardır. Her mükellefin ameli evvelce cennet ve cehen­nem yurdundaki durumuna göre gelir. Mutezilenin çoğunluğu, bu ikisi­nin (cennet ve cehennemin) ceza gününde yaratılacağını iddia etmektedir. Onlara karşı delilimiz, “Muttakiler için hazırlanmış olan”[229] ve “Kâfirler için hazırlanmış olan”[230] âyetleri gibi açık, sahih ve bunların ceza gününden önce yaratıldığına delâlet eden naslar ile Âdem ve Havva kıssası, onların cennete yerleştirilmeleri, sonra zelleden dolayı oradan çıkarılmaları ve şu hadisler gibi örneklerdir: “Müminin kabrinde bir pencere açılır oradan cennete bakar, cennetin koku ve nimetleri oradan kabre girer. Kâfir içinse cehenneme ba­kan bir pencere açılır ve oradan hararet ve zehiri kabre girer.” hadisi ile “Yüce Allah Adn cennetini eliyle yaratıp meyvelerini yaydığı ve nehirlerini akıttığı zaman ona ‘Konuş’ dedi. O da ‘Müminler kurtuldu.’ demiştir.” Bu iki ha­disi Buhârî ve başkaları nakletmiştir. Hz. Peygamberin (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birçok hadiste “Cenneti ve cehennemi gördüm.” demiş olması da buna delâlet eder.

Şeyh Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir: “Cennet ve cehennemin her ikisi de yaratılmıştır. Ancak dünya sona erinceye ve teklif zamanı bi­tinceye kadar binası tamamlanmaz. Bunlar, meleğin hükümdarın bi­na ettiği yurdun suru mesâbesindedir. O, daha sonra duvarları örer ve yapı tamamlanana kadar onu bina etmeye devam eder. [İşte] bu iki­si (cennet-cehennem) de mükelleflerin hayır ve şer şeklindeki amelle­ri ile bina edilmektedir. Dışarıdan sura bakan, inşâsının bittiğini söyler, içeri girdiğinde ise mükelleflerin bu dünyada kalan amelleri ölçüsünde, eksik olduğunu görür. Buna ‘Cennetin suyu tatlı, toprağı temizdir. O boş bir düzlük olup 4)1 \l dİ \j 4                                                                  4)1 jl^_^ ile yeşerir.’ hadisi delildir. ‘Boş bir düzlük’, üzerinde hiçbir bina ve ağaç bulunmayan yerdir. Yine ha­diste ‘Yüce Allah, her gün on iki rekât namaz kılan kimse için, cennette bir ev yapar. Mesela 4)1 jl^_^ diyen kimse için de cennette bir ağaç diker.’ denil­miştir.” el-Macrîtî, Âdem’in içinden çıkarıldığı cennetin, Allah Teâlâ’nın il­minde yer alan büyük cennet olmadığını söylemiştir. “Burada Âdem’in isyan etmesi ve İblîs’in secde etmekten kaçınması söz konusu olmaz. Zira burası hiçbir perde bulunmayan Allah Teâlâ’nın özel mertebesidir. Sahibi perdelen­medikçe mâsiyetin meydana gelmeyeceği bilinmektedir. O, yakut dağının üzerinde bulunan berzah cennetidir. Hesap ve sırattan geçiş tamamlanma­dan, hiçbir insan büyük cennete giremez.” Şöyle demiştir: “Berzah cenneti, dünyadan görülür. Berzah ateşi de böyledir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Cenneti ve ce­hennemi bu makamımda gördüm.’ dediğinde, Seyyibü’s-Sevâib [putlar adı­na kurbanlıklar salıveren] Amr b. Luhayy’i ve açlıktan ölünceye kadar kediyi hapseden kadını gördüğünü de zikretmiştir. Oysa bunların şimdiye kadar büyük cehenneme girmedikleri ve berzahta hapsedildikleri bilinmektedir.” Böyle demiş, düşün ve araştır. Bu iki yurt hakkında biraz geniş bir şekilde bilgi vermek istiyorum. Zira bunlar, önceki ve sonraki adamların tamamının durak mahallidir. Allah’ın izniyle şöyle derim:

Şeyh Muhyiddin 126. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki dünya yaratılış açısından âhiretten daha tamamdır. Zira dünya temyiz, ihtilat ve teklif yurdudur, âhiret ise sadece temyiz yurdudur. Orada dünyadaki gibi şeriat asla söz konusu değildir. Sadece bir vakitte olur o da A‘râf ashabının secde etmeye davet edilmeleri ve onların da secde etmeleri anıdır. Bu secde ile terazileri ağır basar.” Bunu uzun uzadıya açıklamış ve sonra şöyle demiştir: “Bil ki Allah Teâlâ annelerimize iyilik etmemizi ve onlara isyan etmeme­mizi bize emretmiştir. İnsanların çok azı bu edebi gözetir. Bilindiği gibi, dünya bizi doğuran annemizdir. Bizden biri, Allah dünyaya lanet etsin dediğinde, hadiste belirtildiği üzere dünya da ‘Rabb’ine âsi olana lânet et­sin.’ der. Annesine lânet eden şüphesiz bir şekilde ona isyan etmiştir. İnsan, ‘Allah, Rabb’ine âsi olana lânet etsin.’ derken, onun edebini ve evlâdına olan düşkünlüğünü düşünsün. Belirtmenin hükmüyle yahut onu ismiyle zikrederek kendisine lânet edene lanet etmeye gücü yetmedi. İşte bu, an­nenin evlâdına olan şefkati ve düşkünlüğüdür. Hadiste ‘Dünya müminin bineğidir; onunla hayra ulaşır ve onunla şerden kurtulur.’ buyrulmuştur.

Onu, evlâtlarına olan şiddetli düşkünlüğü ile nitelemesi, şerri ve ondan ka­çınmayı onlara hatırlatması, hayrı kendilerine süslemesi ve onları hayra sevk etmesidir. Onlarla yolculuk eder ve onları şer yurdundan hayır yurduna taşır. Bütün bunlar “Şeraî” olarak isimlendirilen, Allah Teâlâ’nın kendisine indirdiği ilâhî emirleri gözetmesinin şiddetinden dolayıdır. Çocuklarının da saadete er­meleri için, bunları yerine getirmeleri gerekir. Bizim durumumuz şaşılacak bir durumdur; nasıl annemizin ahlâkına tâbi olmayız ve annemizin durduğu gibi Rabb’imizin sınırları önünde durmayız? Her kulun annesinin hâlini gözetmesi gerekir. Çocuk, gözünü sadece annesine açar ve sadece onu görür. Bu nedenle onu sever ve tabiî olarak ona meyleder. Dünyanın ahlâklarından biri de çocuk­larından birinin âhirete nisbet edilmesinin kendisine kolay gelmemesidir. Zira onları doğuran âhiret değildir, onların terbiyesi için yorulmamıştır da. Bizim ona karşı isyanlarımızdan biri de şerleri, meşakkat ve zorlukları ona nispet etmemizdir. Oysa bunlar bizim ahvâlimizdir onun ahvâli değil. Şer, onun de­ğil, mükellefin fiilidir. Onun için en şiddetli durumlardan biri de evlâtlarının yaptığı her hayrı sadece dünyada yaptıkları hâlde, âhirete nispet etmeleridir.” Bunu uzun uzadıya anlattı ve sonra da şöyle dedi: “O hâlde bilinir ki dünya evlâtlarına ulaşan ve onlardan sâdır olan musibetin ecrinin sahibidir.”

Söze cehennem ateşinden -Allah bizi ondan korusunbaşlayarak şöyle deriz: Ey kardeş, cehennemin mahlûkatın en büyüklerinden olduğunu ve Allah Teâlâ’nın âhiretteki zindanı olduğunu bilesin. Muattile, müşrikler, kâ­firler ve münafıklar ebedî olarak, sonsuza kadar oraya atılırlar. Yüce Allah “Cehennemi kâfirler için bir ceza kıldık.”[231] buyurmaktadır. Mümin olup da büyük günah işleyenler ise Allah’ın dilediği kadar cehenneme atılır ve sonra oradan çıkarılırlar. Ona cehennem denilmesi, dibinin derinliğinden dolayıdır. Bir kuyunun dibi derin olduğunda ona “cehennem kuyusu” denir. Şiddetli hararet ile soğuğu (zemheri) birlikte içine alır. Orada en son noktası­na kadar soğukluk da vardır. Üst noktasıyla alt noktası arasında yedi yüz beş yıllık bir mesafe vardır. Onun hararetinin yakıcı bir hava olduğu, insandan ve ilâh edinilen taşlardan başka herhangi bir közünün bulunmadığı açıktır. Yüce Allah “Yakıtı insanlarla taşlardır.”[232] buyurmaktadır. Yine “Artık on­lar, o sapkınlar ve İblîs’in yandaşları toptan tepetaklak cehenneme atılırlar.”[233] buyurmaktadır. Dolayısıyla cinlerin onun alevi olduğunu ispatlamaktadır.

Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 61. bâbında şöyle demiştir: Yüce Allah’ın cehennemde, oraya giren cin ve insanların amellerine göre birtakım aletler yarattığını bilesin.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah onu boğa burcundan icat et­miştir. Bu nedenle onu câmus (sığır) sûretine uygun bir sûrette yaratmıştır.” “Bunu keşfimde bu şekilde gördüm ve orada 5 derekeye indim. Cinlerin ora­da sopalar yaptıkları bana gösterildi.” demiştir. Ebu’l-Hakem b. Berrecân’ın da keşfinde bu şekilde gördüğünü söylemiştir. Bazılarına bir yılan şeklinde temessül etmiş ve bu sûretin Allah Teâlâ’nın cehennemi yarattığı sûret ol­duğunu sanmışlardır, böyle değildir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Yüce Allah bunu yarattığı zaman, Zuhal boğa; güneş ve ay ise yay burcundaydı. Diğer gezegenler ise oğlak burcundaydı. Hararet ve soğukluğun onda olması hasebiyle orada açlık vardı. Zira Sahîh-i Müslim’de ‘Acıktım, beni doyurma­dın; hastalandım, beni ziyaret etmedin, susadım bana su vermedin.’ şeklinde kaydedildiği üzere Yüce Allah onu bu sözün tecellîsinden yaratmıştır. Bu ne­denle cehennem -Allah bizi ondan korusunaçlıktan yaratılmıştır.”

Şeyh şöyle demiştir: “Bu nedenle zorbalara karşı zorbalık etmekte ve büyüklük taslayanların iflahını kesmektedir. Allah’ın onda yarattığı ve oraya girenlerin karşılaştığı her türlü elem, gazap sıfatından yaratılmıştır. Bunlar sadece cin ve insanlar oraya girdiklerinde meydana çıkarlar. İçinde onun ehli olan hiç kimse olmadığı zaman, ne onda ne de oradaki melekle­rin kendilerinde herhangi bir elem söz konusu değildir. Aksine o ve orada bulunan zebâniler, Allah’ın rahmeti içinde nimetlenmekte, lezzetlenmekte ve kesintisiz bir şekilde Allah’ı tesbih etmektedirler.” Bunu uzun uzadıya anlatmıştır. Şöyle demiştir: “Bize nakledilenlerin en şaşılacak olanların­dan biri de Resûlullah’ın bir gün ashabıyla mescitte otururken, şiddetli bir gürültü işiterek ondan korkmalarıdır. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Bu gürültünün ne olduğunu biliyor musunuz?’ demiş, onlar da ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir.’ cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine ‘Cehennemin üstünden yet­miş yıl önce atılan bir taş, daha yeni dibine ulaştı.’ buyurmuştur. Dibine ulaşması ve oraya düşmesi işte bu sestir. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem), henüz sözünü bitirmeden, münafıklardan yetmiş yaşında ölen birinin evinden, bir ba­ğırtı duyuldu. Bunun üzerine Resûlullah ‘Allahü Ekber!’ dedi. Sahâbenin ileri gelenleri, söz konusu taşın bu münafık olduğunu ve doğduğu zaman, her ne kadar bülûğa ermeden mükellef sayılmıyorsa da Allah’ın ilminde sabit olan amellerinden dolayı cehenneme atıldığını anladılar.

Böylece yaşı yetmişe ulaşınca onun dibine düşmüş oldu. Yüce Allah Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.’465 buyurmaktadır. Al­lah’ın kendilerine işittirdiği bu ses, ibret almaları ve üzerinde düşünmeleri içindir. Nübüvvet sözleri ne kadar ilginç ve târifleri ne kadar incedir. Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) işaretleri ne kadar hassas, sözleri ne kadar tatlıdır.”

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’dan beni cehennem ve ehli hakkında bilgilendirmesini istedim, beni buna muttali kıldı ben de onu ve yerini öğrendim. Şayet Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kendisine sorulduğunda ‘Allah’ın’ il­minde dememiş olsaydı yerini tayin ederdim. Ancak edep, onunla (salla'llâhü aleyhi ve sellem) olan makamını aşmamızı engellemiştir.” Şöyle demiştir: “Cehennemliklerin de kendilerini saptıran sapıklık önderleri ve Allah bırakıp ibadet ettikleri putlarıy­la orada tartıştıklarını gördüm. Onların tartışmalarının şeklinin, şer‘î mezhep erbabı ile sapık mezhep erbabının birbirinin delillerini iptal etmek için yap­tıkları tartışma gibi olduğunu gördüm. Ben, bizdeki mezhep erbabının sapık mezheplerle tartışmalarını her gördüğümde, cehennemliklerin kendi araların­daki tartışmalarını hatırlarım. Rahmetin tamamını, teslimiyet, nübüvvetten öğrenme, şeriatın hudutlarında durma, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hadisi ve müctehid imam ve ilmiyle amel eden âlimlerin sözleri okunduğunda edebi gözetme ve onların sözleri okunduğunda sesi yükseltmemede olduğunu gördüm.” Şöyle demiştir: “Allah beni ona muttali kıldığında, oranın bir yurt olması hasebiyle ateşin derinliklerinde, Allah’ın beni muttali kılmayı dilediği kadarını gördüm. Orada adı ‘Müzlime’ olan bir yer gördüm, Allah’ın dilediği kadar onun içine indim. Orada her amelin ateşe yahut her amelin nimete dönüştüğünü gör­düm. Yine cehennemliklerin azabının gerçekte cehennemden kaynaklanmadı­ğını oradakilerin amellerinden olduğunu gördüm ve şu şiiri söyledim:

Ateş sendendir ve amellerle tutuşturulmakta /

Onu şimdi tutuşturduğun gibi söndürürsün de

Sen tabiatınla ondan sürekli uzaklaşmaktayken /

Sen sendeki her hâl ile onu inşa etmektesin”

Dedim ki: Şeyh (rh.a) böyle söyledi. Ancak şeriat ulemâsı, cennete gir­diğini söylemenin küfür olduğunu söylemişlerdir. Bunun kıyası, cehen­neme girdiğini söylemenin hükmünün de aynı şekilde olmasıdır. Düşün ve araştır. Belki de “indim” derken, daha önce geçenlerin izah ettiği üze­re “keşfen öğrendim” demek istemektedir. En doğrusunu Allah bilir.

Böylece cehennemin ehli için bir barınma yurdu ve bir zindan olduğu anla­şılmaktadır. Yüce Allah, dilediği zaman orada çeşitli azaplar yaratmaktadır. Azapları Allah’tandır, onlar da bu azabın mahallidirler. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Cehennemin yedi kapısı vardır ve bunların tamamı açıktır. Sadece sekizinci kapı kapalıdır ve bu da rü’yetullahı perdeleyen kapıdır. Bu kapı cehennemlikler için asla açılmaz.” Şöyle demiştir: “Cehennemdeki bütün gezegenlerin cismi karanlık, yaratılışlarıysa büyüktür. Güneş ve Ay da böyledir. Bu ikisinin doğuş ve batışı da daimidir. Cehennemin güne­şi doğmakta ancak aydınlatmamaktadır. Onun seyrinden meydana gelen oluşlar da bu yurda yaraşır şekildedir.”

Soru: Cehennemin sınırı nedir?

Cevap: Cehennemin sınırı, hesap tamamlandıktan sonra sabit gezegen­lerin yörüngesinin dibinden esfel-i sâfilîne kadardır. Bunların tamamı ce­hennemi, orda hiçbir mahlûk bulunmaması itibariyle, şu anda bulunduğu durumdan daha da genişletir. Şâri‘in cennete döneceğini zikretmediği her mekân, cehenneme dönecektir. Yüce Allah “Denizler kaynatıldığında”466 bu­yurmaktadır. Yani ateş tutuşturulduğunda demektir. Yakıldığında tandırın tutuşmasından gelmektedir. Bu sebeple İbn Ömer ve başkalarının deniz suyuyla temizlenmeyi câiz gördükleri hâlde bununla abdest almayı mekruh gördüklerini söylemiştir. Bazıları “Teyemmüm etmek deniz suyundan daha sevimli geliyor.” demişlerdir. Şeyh Muhyiddin “Keşif ehlinin tamamı, şu an­da tuzlu denizin ateşle tutuşturulduğunu görmektedir.” demiştir.

Soru: Cehennemde insanların en çok azap göreni kimdir?

Cevap: En çok azap görecek olan İblîs’tir. Zira şirki ve her türlü mâsiyeti başlatan odur.

Soru: İblîs ateşten yaratılmıştır. Yüce Allah, onun azabını nasıl yaratıl­dığı şeyden vermektedir?

Cevap: Allah Teâlâ her şeye kâdirdir. Duyumlayan cismin hayatının nefese bağlı olduğunu görmüyor musun? Asılmak veya boğulmak sûretiyle engellenirse tam aksi hâle gelir, kalbe döner, onu yakar ve derhal ölür. Do­layısıyla hayatı da nefesledir, ölümü de.

Soru: Onun tabiatına zıt olan zemheriyle (şiddetli soğuk) azap edeceği bize nakledilmiştir. Bununla haricinden mi dâhilinden mi azap eder?

Cevap: Zemheri sadece onun zâtından gelir. Zira onun rükünlerinden biridir. Böylece zemheri cüzü diğerlerine baskın gelir ve bu şekilde azap eder. Bu, dünyada insandaki karışımın bir tanesinin diğerlerine galip gel­mesi ve bundan elem duyması gibidir. Doktor bunun dengelenmesini em­reder. Şayet dengelenmezse ölebilir. Özetle cehenneme giren herkes, su ve hava da dâhil olmak üzere kendisinin bütün cüzleriyle azaba muhatab olur.

Soru: Cehennemin tabakaları kaç tanedir?

Cevap: Yüz tabakadır. Zira cennetteki mertebelerin karşılığıdır ve her tabaka özel bir topluluğa mahsustur. Onların ilâhî gazaptan bir hâli ve özel elemleri vardır.

Soru: Cehennem ehli olan kimseler kaç kısımdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 62. bâbında dediği üzere “Bunlar dört kı­sımdır. Bu dört kısım özellikle mücrimlerle ilgilidir. Yüce Allah ‘Ve ‘Ey günahkârlar! Siz bugün şöyle ayrılın!’ (denir.)’467 buyurmaktadır. Yani ce­hennemde kalmaya ehil olduları için ‘hak edenler’ anlamındadır.” Bunlar asla oradan çıkıp cennete girmezler. Birinci kısım Firavun, Nemrûd, Ebû Leheb ve benzerleri gibi, Allah’ın emrine karşı büyüklük taslayanlardır. İkincisi Allah’la birlikte başka ilâhlar edinen müşriklerdir. Üçüncüsü bü­tün ilâhları reddeden muattıladır. Âlem için ve âlemden bir ilâhın olma­dığını kabul etmişlerdir. Dördüncüsü bu üç kısımdan olup üzerlerindeki tahakkümün baskısı nedeniyle canları, malları ve çocukları için korkarak görünürde müslüman olduğunu iddia eden münafıklardır. Gerçekte ise onlar söz konusu üç grubun itikadı üzeredirler. Bu dört gruba mensup olan insan ve cinler asla cehennemden çıkarılmazlar.

Şöyle dedim: Allah’a yemin ederim ki Şeyh’in, Firavun’un imanını kabul ettiğini söyleyenler, yalan söylemekte ve iftira etmektedirler. Şa­yet bunu söylemiş olsaydı, burada açık bir şekilde onun asla ve asla ce­hennemden çıkarılmayacak kimselerden olduğunu söylemezdi. O hâl­de bu, ya önsözde belirtildiği gibi, onun eserlerine sokuşturulmuştur (medsûs) ya da Şeyh, Firavun’un imanını kabul eden Kâdî Ebûbekir el-Bâkıllânî’ye tâbi olmuştur. el-Bâkıllânî Firavun’un imanını kabul ettiğini söylemiştir. Zira Allah Teâlâ’dan onun İsrâiloğullarının kendisiyle iman ettiği kelime-i tevhidi ve “Ben müslümanlardanım.” dediği nakledilmiştir.

Bundan sonra O’ndan bunu nakzeden bir şey gelmemiştir. İmamların tamamının icmâı, onun imanının olmadığı şeklindedir. Sakın ha, Şeyh Muhyiddin’in Firavun’un imanını kabul ettiğini ve icmâın dışına çıktı­ğını söyleme! Özellikle el-Fütûhât onun son dönem eserlerindendir. Zira vefatından yaklaşık olarak beş yıl önce onu tamamlamıştır. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Cehennemde de cennetteki gibi, hiçbir amelin karşılığı olmayan özel bir tabaka var mıdır?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 62. bâbında dediği gibi, cennette var olan ilâhî bir ihtisas tabakası cehennemde yoktur, özel bir azap da söz konusu değildir. Zira Yüce Allah’ın dilediğine özel olarak rahmetini bahşettiğini haber verdiği gibi, azabını da dilediğine verdiğine dair herhangi bir bilgi sahibi değiliz. Cennet ehlinin amellerine karşılık ve amellerinin karşılığı olmaksızın özel (ihtisas) cennetlerinde nimetlenmelerinin aksine cehen­nem ehli sadece işledikleri amellere karşılık azap görürler. Zira cennet, Al­lah Teâlâ’nın izniyle ileride cennet meselesinde açıklanacağı üzere; ameller cenneti, ihtisas cenneti ve miras cenneti olmak üzere üç kısımdır. O’nun cehennemliklere işlediklerinden başka bir azap vermemesi O’nun lutuf ve ikramı kapsamındadır. O’nun “Azap üstüne azaplarını artırdık.”[234] âyeti, “Onlara ağırlıklarını ve ağırlıklarıyla beraber başka ağırlıklar yükleyece­ğiz.”[235] âyetinde işaret edilen, saptırmanın önderleridir. Onlar, halkı sap­tıran ve zihinlerinde saptırıcı şüpheler oluşturarak, bununla onları doğru yoldan alıkoyanlardır. Dolayısıyla cehennemde sadece hak ettikleri tabaka­lara inerler. Zira saptırmak da onların ameli cümlesinden sayılır. Cennet­likler de kâfirler gibi cennette amelleriyle hak ettikleri yere inerler. Ancak onlara ek olarak miras ve ihtisas menzilleri de verilir.

Soru: Cehennemliklerin dört kısma ayrıldığı nereden gelmektedir?

Cevap: Zira Yüce Allah, İblîs’in önümüzden, ardımızdan, sağımızdan ve solumuzdan bize yanaştığını haber vermiştir. Hiç kimse onun vasıtası olmadan cehenneme giremez. Müşriğe önünden, mütekebbire sağından, münafığa solundan ve muattile ise ardından gelir.

Soru: Bu özel cihetlerden gelişin hikmeti nedir?

Cevap: Buradaki hikmet açıktır. Müşriğe önünden gelir. Zira müşrik, gözlerinin önündeki gaybet cihetini görür. Allah’ın varlığını ispat eder ve onu inkâr edemez. İblîs de onun Allah’a ulûhiyetinde, gördüğü ve müşâhe5 de ettiği bir şeyi ortak koşmasını sağlar. Mütekebbire sağ taraftan yanaşır. Zira sağ, kuvvetin mahallidir. Zaten kendi nefsinde tahsis edilen kuvvetten dolayı kibirlenmektedir. Münafığaysa en zayıf cihet olan sol taraftan yana­şır. Normalde sol, sağdan nasıl daha zayıfsa münafık da en zayıf gruptur. Bu nedenle cehennemin en alt tabakasındadır. Onun amel defteri de so10 lundan verilecektir. Muattileye de nazar ciheti olmayan arka cihetten ya­naşır. İblîs ona “Hiçbir şey yoktur.” der. İşte bu, İblîs’in özel olarak geldiği cihetlerin hikmet yönüdür.

Şeyh şöyle demiştir: “Bu dört gruptan her biri için, cehennem kapı­larının her birinden taksim edilmiş bir parça vardır. Bunlar, onların azap 15 menzilleridir. Zira bu dört grubu yedi kapıyla çarptığın zaman, yirmi sekiz menzil çıkar; bu, ay ve diğer hareketli gezegenlerin menzil sayısı­dır. Bu gezegenlerin hareketlerinden, Allah’ın kelimeleri oluşturduğu ve âlemde küfürle imanı açığa çıkardığı yirmi sekiz harf oluşmuştur. Bun­larla her bir şahıs içinde sakladığı iman, küfür, yalan veya doğruluk gibi 20 şeyleri ifade eder ki böylece Allah Teâlâ’nın kullarına, telaffuz ettikleriyle hücceti olsun.

Soru: Cehennemin kapılarının adı nedir ve bunlardan girecek taifeler hangileridir?

Cevap: İsimleri Cehîm, Sakar, Sa‘îr, Hutame, Lezâ, Hâmiye ve Hâ25 viye kapıları şeklindedir. Bu kapılar, arkasında kendisi için hazırlanmış olan şeyin sıfatlarıyla isimlendirilmişlerdir. Her kapıdan girecek taifenin belirlenmesi ise Kur’ân’da açıklanmıştır. Yüce Allah Cehîm ehli hakkın­da “Onlar yargı gününü asılsız sayanlardır.”[236], Sakar ehli hakkında “Si­zi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Onlar şöyle cevap verirler: ‘Biz namaz 30 kılanlardan değildik; yoksulu doyurmuyorduk; (günaha) dalanlarla bir­likte biz de dalıyorduk.’”[237], Sa‘îr ehli hakkında “Onları şeytanlara atı­lan taşlar yaptık ve (âhirette de) onlara alevli ateş azabını hazırladık.”[238], Hutame ehli hakkında Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet top­lamış ve onu sayıp durmuş olan herkesin vay hâline!”[239]’dan sonuna kadar buyurmuştur. Lezâ ehli hakkında “Haktan yüz çevirip uzaklaşmak isteyeni ve mal toplayıp üstüne oturanı kendine çağırır.”[240], Cehennem ehli hak­kında “Rablerini inkâr edenlere cehennem azabı vardır.”[241] ve Hâviye ehli hakkında ise “Ama kimin de tartıları hafif gelirse; onu kucaklayacak olan haviyedir.”[242] buyurmuştur. Efendim Şeyh Abdülazîz ed-Dîrînî (rh.a), ter­tip ile bu kapılar hakkında şiir nazm etmiştir:

Cehennem ve Lezâ; Hutame ikisinin arasında /

Sonra Sa‘îr; her türlü aşağılık ise Sakarda

Bundan sonra Cehîm, sonra da Hâviye /

Sürekli onları çeker, rahmetten uzak olsun yuvarlanan ona

Soru: Hak Teâlâ celâline yaraşır bir şekilde, kıyamette bulut gölgeleri içerisinde geldiği zaman, cehennem nerede olur?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ın 64. bâbında dediği üzere “Cehennem sol tarafta olur. Zira Allah’ın gelmesi, perdenin açılmasıdır. Bu ‘Hükümdar gel­di, askerlerin önüne çıktı ve askerler de onu gördüler.’ denilmesindeki gibi­dir. Yüce Allah kendisini ‘Din gününün meliki’ olarak isimlendirmiştir. O, söz konusu günde bütün insanlar toplanır. Ne fenâ gündür o! Sonra gökler­den inen melekler, bütün insanların etrafını kuşatacak şekilde yedi saf ola­rak saf olurlar. İnsanlara cehennemi kızgınlık ve feveran eder bir hâlde gös­terdiğinde, tamamı gördüklerinin büyüklüğünden dolayı korku ve panik içerisinde kaçarlar. Bu büyük korkudur. Zira bundan başka daha büyük bir toplantı, kesinlikle söz konusu değildir. Bu korkudan sadece, Allah’ın hak­larında ‘Büyük korku onları üzmez.’ buyurduğu kimseler selâmette olurlar. Bunlar, kendilerinden emin olanlardır. Ancak peygamberler, Allah’ın ken­dilerine verdiği tabiî şefkatten dolayı ümmetleri hakkında korkarlar. Onla­rın kâmil olan vârislerinden Allah Teâlâ’ya davet eden herkes de böyledir. O gün tamamı ‘Allahım, kurtar kurtar!’ der.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah, emin olanlar için durak yerinde, menzillerine göre derece derece nûrdan minber­ler nasbeder. Emin olarak ve birbirlerini müjdeleyerek üzerinde otururlar.

Bu, Rab Teâlâ’nın celâline yaraşır bir şekilde gelişinden öncedir. İnsanlar ce­hennemden korkarak kaçtığında göklerdeki melekleri saf saf görürler, onları aşamazlar. Melekler onları atacak ve milletleri mahşere çağıracaklardır. Pey­gamberler de ‘dönün, dönün’ diye çağrıda bulunacak, bir kısmı diğerlerini çağıracaktır. Buna ‘Ey kavmim! Sizin hakkınızda, insanların çığrışacağı gün­den korkuyorum. Öyle bir gün ki arkanızı dönüp kaçarsınız.’477 âyetlerinde işaret edilmiştir. Daha sonra Hak Teâlâ tarafından çağrı yapılır.”

Şeyh Muhyiddin (rh.a) şöyle demiştir: “Bu nidânın Hak Teâlâ’nın biz­zat kendisinden mi yoksa O’nun emrinden mi olduğunu bilmiyorum. Bu nidâda ‘Ey burada duranlar! Bugün kimin daha çok kerem sahibi oldu­ğunu öğreneceksiniz.’ diyecektir. Sonra ‘Yanları üzerinde yataklarda yat­mayıp kalkıp namaz kılanlar nerede!’ diye seslenir. Onlar ayağa kalkarlar, sayıları azdır. Daha sonra ikincisinde ‘Ticaret ve alışverişin kendilerini Al­lah’ı anmaktan alıkoymadığı kimseler nerede!’ diye seslenir. Üçüncüsünde ‘Allah’a verdikleri söze sadık kalanlar nerede!’ diye seslenir. Bu üç grubun cennete girmeleri emredildiğinde; cehennemden iki gözü, beliğ ve fasih bir dili olan bir boyun çıkar. Duruşma yerinde bulunan insanların huzuruna çıktığı zaman, daha önce cennetlikler hakkında birinci nidâda denildiği gibi ‘Ey duruşma ehli, bugün sizden üç gruba vekil oldum.’ der.” Şeyh şöyle demiştir: “Bunların tamamı hesaptan önce ve insanlar ayakta, tere boğulmuş ve bu yaşananlardan dolayı kalplerin çarptığı şiddetli bir korku içindeyken olur.” Şöyle demiştir: “Daha sonra bu boyun ateşten çıkıp in­sanların huzuruna vardığında ‘Bütün inatçı zorbaların vekiliyim.’ der ve zorbaları saflar arasından alır. Onlardan hiçbiri kalmayınca, ikinci olarak ‘Allah ve resulüne eziyet edenlerin vekiliyim.’ der ve onları da alır. Sonra üçüncü olarak ‘Allah’ın yarattığı gibi yaratmaya kalkışanların vekiliyim.’ der ve resim ve heykelcilerin tamamını alır. Bunlar Allah’ın (cc) ‘Ellerinizle yonttuklarınıza ibadet ediyorsunuz.’ buyurduğu, kiliselerde O’ndan baş­kasına ibadet için sûretler tasvir eden kimselerdir. Allah’tan (cc) başkasına ibadet etsinler diye ağaç ve taşları yontarlar. Bunlar, hadiste kendilerine ‘Musavvirûn/tasvir yapanlar’ denilenlerdir. Onları safların arasından alır­lar. Yüce Allah onların tamamını alıp, geride ibadet etme kastı olmadan tasvir yapanlar kalınca, Buhârî’nin naklettiği üzere, onlardan bu tasvirlere can vermek üzere ruh üflemeleri istenir. Oysa onlar can veremezler.”

Şöyle dedim: İbadet edilmezse bile canlı tasvirlerinin haram olduğu açıktır. En doğrusunu Allah bilir. el-MenhecÜl-Mübîn isimli eserimizin sonlarında, kıyamet gününde her biri bin yıl olan elli durağın olduğuna dair hadisi zikrettik. Oraya bak. Şu anda kendisinden gafil olduğumuz an­cak başları ağartan ve yürekleri eriten şeyi görürsün. Allah’tan İslâm üzere ölmeyi isteriz. Âmin.

Soru: Cennetliklerin bekleme çimenliğindeki (merc) ziyafette yiyecek­leri daha çok balık ciğeridir. Cehennemliklerin cehenneme girmeden ön­ceki yiyecekleri nedir?

Cevap: Şeyh’in 64. bâbda dediği üzere “Onların bekleme yerindeki yiye­cekleri, bedenin diğer kirlerinin de biriktiği yer olan öküzün dalağıdır. Bu, ciğerin verdiği bozuk kandır. Bu dalak cehennemliklere verilir ve onlar da bunu yerler. Öküzün turâbî (karasal) olduğu ve tabiatının soğukluk ve kuru­luk olduğu bilinmektedir. Cehennem de daha önce geçtiği üzere camız sûretindedir. Mezkûr dalak, içinde bulunan kan nedeniyle ki böylece cehennem halkı ölmez ve [yine] içinde bulunan beden kirleri ve fasit-acı kan sebebiyle ki böylece onlar hayat bulmaz ve nimetlenmez, cehennemliklerle kuvvetli bir münasebet içindedir. Cennetliklerin ziyafetinin aksine bu yeme, kendi­lerine sadece hastalık ve maraz bırakır. Oysa cennetliklerin ki daha çok balık ciğeridir ve balık, cennete uygun olan hayat unsurundan, bir su ve deniz canlısıdır. Ciğer, kan yuvası, kan hayat kaynağı, hayatsa sıcak ve nemlidir. Bu kanın buharı, bedenin hayatının kendisine bağlı olduğu canlı (hayvânî) ruh denilen nefestir. Bu, cennetliklerin kalıcı nimet içinde dâimî hayat ile müjdelenmesidir. Bu Allah’ın lutfudur ve dilediğine verir.

Soru: Allah Teâlâ’nın kâfirleri değil de sadece muvahhid olan âsileri cehennemde öldürmesinin sebebi nedir?

Cevap: Bunun sebebi, Allah’ın, hamd ile O’nu tesbih eden ve O’na itaat eden organlara ikramıdır. Ancak onlarda, kötülüğü idare eden nefsin baskı­sı altında kalmaları nedeniyle muhalefet meydana gelmiştir. İsyan ettikleri için onlara azap edilir, Allah Teâlâ’yı birledikleri için de oradan çıkarılırlar. Zira cehennemin kendisi, herhangi bir muvahhidin orada ebedî kalma­sını kabul etmez. Ayrıca âsilerin organları, öldükten sonra, Allah’tan bir lutuf olarak, bahşettiği şefaatle [oradan] çıkıncaya kadar herhangi bir elem hissetmezler. Oysa kâfirlerin organları, azabı tatsınlar diye asla ölmezler.

Bu, onların işledikleri küfrün onlarla birlikte olması ve onlardan ayrılma­ması nedeniyledir. Şayet onlar sürekli olarak kalsalardı kâfir olarak kalırlar­dı. Buna bağlı olarak niyetleri itibariyle cehennemde ebedî kalacaklardır. Muvahhidlerin âsileri ise, isyan ettiklerinde nefislerinde sıkıntı ve akabinde pişmanlık duyarlar. Bunun izahı Şeyh’in el-Fütûhât’ın 300. bâbının deva­mında dediği üzere şöyledir: “İnsan cesedinin tamamı, tabiatı itibariyle Allah’a itaat eder ve O’nun azabından korkar. Kulun mâsiyete yöneltti­ği bütün organlar ‘Yapma, beni Allah’ın haram kıldığı şeye gönderme. Ben, senin aleyhinde şahitlik ederim.’ diye ona çağrıda bulunur ve Allah Teâlâ’dan [kendisini] bu fiilden berî kılınmasını diler. Kuldaki her kuvvet ve organ bu konumdadır, kardeşlerine ‘Mâsiyet işlemeyin.’ diye seslenir.”

Soru: Yüce Allah, bu dünyada ateşle dağlamayı (ütüleme), ateşten daha şiddetli olan bir elemi defetme aracı kılmıştır. Muvahhidlerin cehennemde yanmaları da yanmaktan daha şiddetli olan bir elemi defetmek için midir?

Cevap: Evet, muvahhidlerin ateşte yanmaları, ondan daha şiddet­li olan Allah’ın ebedî gazabını defetmek içindir. Allah’ın gazabının, ancak onların ateşle yanmalarıyla durmasının benzeri, insanın çocu­ğu ya da kölesini dövmesi sonra da ondan razı olmasıdır. Bu Allah Teâlâ’nın muvahhidlere olan rahmeti kapsamındadır. Bu anlamda bazıları ‘Müslüman olarak öl, gerisi önemli değil.’ demişlerdir. Oysa müşriklerin azabı kesintisizdir. Makbul bir tövbe ile ölmeyen muvahhidlerin büyük günah işleyenleri için ateş, dünyada ateşle dağlama gibidir. Bu nedenle onların cehennemden korkmuş olarak çıkarıla­cakları ve cennetin kapısındaki bir nehire atılacakları nakledilmiştir. Bu durum, ateşle dağlanan kimsenin âfiyete kavuşmasının benzeri­dir. Şeyh, el-Fütûhât’ın 88. bâbında bunu zikrederek şöyle demiştir: “Bunların tamamı, dünyadaki hadler gibi, ateşin koruyucu kılınma­sına bağlıdır. Yüce Allah bunu âhiret azabı için bir koruma aracı kıl­mıştır. Bu nedenle kefâret olarak isimlendirilmiştir. Küfür, örtmedir. Bu da âhiret azabını âsiye örter. Bu nedenle ‘Allah ve Resulü ile sa­vaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmak için uğraşanların cezası’478 âyeti hakkında ‘Bununla kastedilen muvahhidler değil, kâfirlerdir.’ dedik.

Zira Yüce Allah, onları dünyada öldürme, asma, el ve ayaklarının çap­razlama kesilmesi şeklinde cezalandırınca, bu cezaları, muvahhidler için hadleri kefâret kıldığı gibi, onlar için kefâret kılmamıştır. Aksine ‘Bu, onların dünyada uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.’479 buyurmuştur. Bu ise sadece kâfirler için olur. Zira büyük azap, daha önce geçtiği üzere muvahhidlerin büyük günah işleyenleri hakkında olanın aksine, zâhir ve bâtını kuşatandır. Yüce Al­lah, onları ateşte kömür gibi yanıncaya kadar öldürür. Ölümlerinde azabı hissetmedikleri zaman, büyük azaptan pay almamış olurlar. Zira onlar taşlar gibi, ateşte yanmışlardır. Sonra taşların içinde ortaya çıkan ateş, bu taşların vasıtasıyla içinde menfaat bulunan başka bir şey yapar. Bu, tencerenin altındaki ateşin, tencerenin içinde bulunan ve pişmediği tak­dirde yenilmeyen şeyleri pişirerek fayda sağlaması gibidir. Bunu anla­dığın zaman, cennet yerinin altında bulunan ateşin tesirinin hikmetini de bilirsin. Zira o cennetteki meyvelerin olgunlaşma ve ıslahına yönelik tesirini sağlar. Cennet yerinin tabanı, cehennemin tavanıdır. Güneş, ay ve yıldızların tamamı cehennemdedir. Burada eşyada alçaltarak yaptıkla­rını orada yükselterek yapar. Cennet yerinin tamamının misk ve içinde bulunan ateşten dolayı tabiatı itibariyle sıcak olduğuna baksana! Cen­netteki bütün ağaçlar da bu misk toprağına dikilmiştir. Bu içindeki tabiî hararetten dolayı, dünyadaki nebâtâtın altına gübre konmasının gerekli olması gibidir. Zira o, çürüktür; hararet de çürüklüğü kabul eden cisim­lerin çürümesini sağlar.

Soru: Cehennemlikler de cennetliklerin yaptığı gibi, cehennemde diledikleri yere yerleşebilirler mi, yoksa [belirli] mekânlardan ayrılmayıp [orada] mahpus mu kalırlar?

Cevap: Şeyh’in 343. bâbda dediği üzere, “Cehennemlikler diledikleri gibi yerleşmez ve [belirli] yerlerinde mahpusturlar ve oradan ayrılmazlar. Bunun izahı şudur: Şayet diledikleri yere yerleşmeleri söz konusu olsaydı derileri alışıp olgunlaşıncaya kadar yerleşemezlerdi. Yerleşmelerinin ol­maması Allah’tan hissetmedikleri gizli bir rahmettir. Zira alışılmış olan azap, yeni azaba tercih edilir. Şayet bir mekândan başka bir mekâna inti­kal etselerdi intikal ettikleri her mekânda yeni derileri alışıp olgunlaşın­caya kadar yeni bir azap tadarlardı. Bu da azabın en şiddetlisidir.”

Soru: Cehennemliklerin yerleşmediklerine dair Kur’ân’dan delil nedir?

Cevap: Bunun delili “Biz cehennemi kâfirler için ebedî bir ceza yeri yaptık”480 meâlindeki âyettir. Yani “zindan kıldık.” Çünkü zindandakinin, tasarrufta bulunması engellenmiştir. Yüce Allah, dünyada kâfirlerin tuzağı­nı hiç anlamadıkları bir şekilde nasıl bozduysa âhirette de onlara anlama­dıkları bir şekilde merhamet ederek yerleşmelerini engellemiştir. Bunun benzeri, vâlînin evinde dövülen kimsedir. Öncelikle acıyı hisseder, daha sonra âzaları uyuştuğunda acı hissi yok olur. Bu hafif ceza hissizlikten kay­naklanır. İşte bu Allah’ın gazabından önce gelen rahmetinin, cehennemlik­ler hakkında bazı zamanlarda tezahür etmesidir.

Soru: Cennetliklerin ziyaretleştiği gibi, cehennemlikler de ziyaretleşir mi?

Cevap: Evet, ziyaretleşirler. Ancak sadece her tabakada bulunan o tabakadakilerle ziyaretleşir. Söz gelimi sıcakta kalanlar (mahrûr) birbirlerini, soğukta kalanlar (makrûr) da birbirlerini ziyaret eder. Sıcakta kalanların, soğuktakileri ziyaret etmesi de tersi de söz konusu değildir. 343. bâbda düalistler (seneviyye) ve teslîsçilerin azabı hakkında uzun değerlendirme­lerde bulunulmuştur.

Soru: Beyhakî’nin naklettiği “Ümmetim, rahmet edilmiş bir ümmettir. Onlar için âhirette herhangi bir azap söz konusu değildir. Onların azabı, dün­yada zelzele, belâ, fitne ve sıkıntılardır.” hadisinde Hz. Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) mu­radı nedir? Başka bir rivayette ise “Ümmetimin azabı dünyalarındadır.” şeklin­dedir. Durum böyleyse cehenneme giren muvahhid grubu nerede?

Cevap: Şeyh’in 344. bâbda dediği üzere “Âhirette onlar için bir azabın olmamasıyla kastedilen, sonsuz azaptır. Bunun delili nakledilen sahih ha­dislerdir. Buna göre daha önce geçtiği üzere bu ümmetin muvahhidlerinden cehenneme girenler, Allah Teâlâ’nın bir rahmeti olarak ateşin kendile­rinden yediğini hissetmemeleri için öldürülürler. Bu, elem duyan nefislerin mümin ve muvahhid olmaları sebebiyledir. İman ve tevhid ise elem ve aza­bın sonsuza kadar devam etmesini engeller. Yakılıp kömür hâline geldikle­rinde ölü hâldedirler. Ölü de kendisine yapılanları hissetmez. Yakıldığını bildiği tasavvur edilse bile bunu hissetmez. Zira kul her bildiğini hissetmez.

Bu nedenle her ne kadar cehenneme girseler de muvahhidlerden azabın kaldırılması gerekir. Bu, ilâhî kelimenin gerçekleşmesi içindir. Dolayısıyla ömründe tek bir defa bile ‘Lâilâhe illâllah Muhammedün resûlullah’ diyen ve bunun üzerine ölen bir kimse cehennemde kalmaz.

Soru: Yüce Allah’ın azabı tattıklarında cehennem halkı hakkındaki “Yoksa geri gönderilseler bile yine kendilerine yasaklanan şeylere dönecek­lerdir.”[243] âyetinin anlamı nedir? Oysa onlar yalanlayanların tasdik ettikleri bir mahaldedir şöyle demişlerdir “Rabb’imiz! Bizi çıkar da yapmış oldukla­rımızdan tamamen başka, rızâna uygun işler yapalım.”[244]

Cevap: Onların, içinde bulundukları hâlde, lisan-ı hâl ile “Rabb’imiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan tamamen başka, rızâna uygun işler yapalım.” demeleri, dünyaya döndüklerinde de bu hâlin devam edeceğini zannettikleri içindir. Oysa devam etmez. Onlar dünyaya dönseler bile iki kabza (tutam) hükmüyle dönerler ki bu onların şakîlerin ameliyle amel etmeleridir. Onların saîdlerin ameliyle amel etmelerine imkân vermez. Bunun izahı, Şeyh’in 354. bâbda dediği gibidir: “Yüce Allah, insanı unutma ve gafleti kabul eden bir mizaç üzerine yaratmıştır. Aynı şekilde bulunulan duruma göre bunun zıddını da kabul etmeye yatkındır. Allah Teâlâ, yaratılışları itibariyle onların dön­dürülmüş olsalardı yasaklandıkları şeye döneceklerini ve dünyaya ancak bu tabiatla döneceklerini bilmektedir. Dolayısıyla tattıkları azabı unuturlar. ‘Keş­ke dönsek ve Rabb’imizin âyetlerini yalanlamayız ve müminlerden olurduk.’[245] şeklindeki sözlerini ancak içinde bulundukları tabiatın lisanıyla söylemişlerdir. Zira onlar ateşte edindikleri ilim ve zevkin kendilerinde daimi olacağını dü­şünmüşlerdir. Eğer bu ilim ve zevk onlarda daimi olsaydı dünyaya döndü­rüldükleri zaman neyhedildikleri şeylere dönmezlerdi. Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Kı­yamette dünyadakilerin nimetleri verilir, ateşe bir defa daldırılır ve kendisine ‘Herhangi bir nimet gördün mü?’ denilir. O ‘Allah’a yemin olsun ki hayır.’ der’ hadisine baksana! Oysa onun dünyadayken nimet gördüğü bilinmektedir. Ancak o nimetle ilgili şu andaki hâlin delili, kendisine unutturulmuştur. Ay­nı şekilde sefaletteki adam hakkında da nakledilmiştir. Cennete bir defa dal­dırıldığında, kendisine ‘Sefalet içinde herhangi bir gün gördün mü?’ denilir.

O da ‘Hayır, Allah’a yemin ederim ki sefalet içinde hiçbir gün görmedim.’ der.” Bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir “Dolayısıyla bütün müminlerin, kendilerinden bir topluluk hakkındaki vaîdin yerine getirileceğini bildikleri anlaşılmaktadır. Ancak bunların kim olduğu belli değildir. Zira onlardan biri için dünyadayken ceza belirlenseydi ve o da kendinin vaîdin infaz edileceği kimse olduğunu bilseydi ona sebep olan şeye asla yaklaşmazdı.”

Soru: Âsi muvahhidler arasından en çok cehennemde kalacak olan kimdir?

Cevap: Şeyh 369. bâbın ilimleri bağlamında şu ifadelerle zikretmiştir: “Yüce Allah, cehennemde en çok kalacak olan kimsenin müddetini bana bildirmedi. Ancak biz ‘Süresi elli bin yıl olan bir günde’[246] âyetinden, orada kalanların sonuncusunun, bu kadar orada kalacağını çıkarıyoruz.” Şöyle demiştir: “Biz elli bin yılın tamamını yakîn üzere bilmiyoruz. Bu miktar büyük günah işleyen muvahhidlere yönelik hadlerin uygulama süresidir.” Yine “Bütün bunlar kıyamettedir ve ehlinden başkası için ebe­dî değildir. Kıyamet günü bittiğinde, muvahhidlerden hiçbiri ebedî ola­rak cehennemde kalmaz. Allah’ın âsilerin cehennemde tam olarak kalış süresine muttali kıldığı kişiye rahmet olsun. Onu bu kitaba eklesin. Ben sadece detaylandırmadan mücmel olarak bildim.” demiştir.

Soru: “O gün, cehennem getirildiğinde”[247] âyetinin anlamı nedir? Ne­den bizzat kendisi zamanı geldiğinde, ehline gelmedi?

Cevap: Hak Teâlâ, onun kullardan intikam alma sebepleri hakkındaki bilgisine rağmen, onu bizzat gelmekle nitelememiştir. Zira Allah Teâlâ, onun yaratılışına, Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığı bilgisini yerleş­tirmiştir. İşte onun içinde saklı bulunan rahmet, onu aceleyle gelmek­ten alıkoymuştur. Onun kendisi sadece Allah’ı hamd ile tespih etme ve O’nun iradesine boyun eğme üzeredir. Ayrıca cehenneme girmeyen kim­seye Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği ve hakkında bilgi sahibi olmadığı nimeti bildirmek, cehenneme giren kimseye de ancak müstehak olduğu için oraya girdiğini göstermek için cehennem getirilmiştir. Cehennem bu kimseyi mıknatısın demiri çektiği gibi bir özellikle kendine çeker. Bu, Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Ben sizi cehennemden uzaklaştırmak istiyorum, sizse yatağa girer gibi oraya atlıyorsunuz.” hadisinde ifade edilmiştir.

Soru: Cehennemliklerin herhangi bir vakitte nimete ermeleri söz ko­nusu mudur?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât:m 20. bâbında dediği gibi “Evet, cehennem­liklerin nimetlerden bir payı vardır. Ancak bu nimetin şekli, onların azapta olduklarını unutmalarıdır. Aynı şekilde azabın şiddetinden payları da bu beklemeleridir; zira bundan kurtuluş yoktur. Allah Teâlâ’dan gelen haberle­re göre, azabın kesintiye uğraması söz konusu değildir. Bir baygınlık hâlin­den diğerine, bir ayıklık hâlinden diğerine azapları devam eder. Baygınlık hâlinde mutahayyel (hayal edilen) azap, ayıklık hâlinde ise mahsûs (duyu­lur) azapla azaba uğratılırlar. Baygınlık zamanı bazen on bin yıl uzar. Ayık­lık zamanı da bazen uzar ve on beş bin yıl azap görürler. Sonsuza kadar bu şekilde devam eder. Böylece cehennemlikler için en şiddetli azabın, nefis­lerindeki tevehhümler olduğu anlaşılmış oldu. Onlar, içinde bulundukları durumdan daha şiddetli bir azabı asla tevehhüm etmezler. Zaten o anda da onların içinde bu yok mudur?”

Soru: Cehennemlikler için uyku var mıdır?

Cevap: Onların uyuması söz konusu değildir. Uyku sadece bu ümme­tin muvahhid olan âsilerine hastır. Bu, onların cehennemde iken bazı va­kitlerde nimetlenmeleri ve dinlenmeleri miktarıdır. Ayrıca muvahhidlerin âsileri uyudukları zaman nimetleri, uykularında güzel rüya görmektir. Söz gelimi kendisini cehennemden çıkarken ve cennete girerken ve [kendisi­ni] dost ve akrabalarıyla birlikte büyük bir sevinç içinde, yerken, içerken ve cimâ ederken görür. Uyanınca, dünya ehlinde vâki olduğu gibi, hiçbir şeyin olmadığını görür. Muvahhidlerin cehennemliklerinin bir kısmı da rüyada kötü şeyler görür. Rüyasında kendisine azap edilir. Kendisini sefa­let, zorluk, ceza ve dikenli yatakta görmek gibi şeyler görür. Allah’tan âfiyet dileriz.

Soru: İblîs’in dört tabaka olan ateşin orta tabakasında olduğuna dair bil­giler bize geldi. Bu durum, onun azabının hafifletilmesi demek değil midir?

Cevap: Bu, azabın hafifletilmesi için değildir. Bu, kapsama ve içine alma açısındandır. O, ateşin odağıdır ve orada azap gören kimse yoktur ki İ blîs onun azabında ona ortak olmasın. Zira onun azabının sebebi odur. Hadiste “Kötü bir gelenek başlatan kimseye, onun günahı ve kı­yamete kadar onu işleyenin günahının misli vardır.” buyrulmaktadır.

Bu itibarla ateşin merkezi, onun hakikatidir. Onun vasıtası olmaksızın hiç kimsenin cehenneme girmemesi, onun cehennemde dördüncü tabakada bulunmasının sırrıdır. Daha önce geçtiği üzere bu aşağıda olan tabakalara nispetle azabının hafifletilmesi anlamına gelmez.

Soru: Mebhasin başında geçen, cehennemin dört kısma ayrıldığına da­ir taksimat, insanlarda olduğu gibi, cinlerde de var mıdır?

Cevap: Cinler arasında müşrik, münafık ya da muattil yoktur. On­lar sadece kâfirdirler. Bunu “Tıpkı şeytanın durumu gibi: Hani o insana ‘İnkâr et!’ der; o inkâr edince de ‘Bilesin ki benim seninle ilgim yok, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.”[248] meâlindeki âyeti de teyit etmektedir. Her ne kadar insanlara şirk koşmaları yönünde vesvese ver­mekte ise de Yüce Allah şeytanı, müşriklere değil, kâfirlere katmıştır. Her müşrik, zımnen kâfir, ancak her kâfir müşrik değildir. Zira “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.” diyen bir kimse kâfirdir, ancak müşrik değildir.

Soru: İblîs’in “Ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.”[249] meâlindeki sözü, tevhid midir? Şayet tevhid ise neden bununla saîd olmadı?

Cevap: Bu, tevhiddir; ancak münafığın kalben değil de sadece diliyle söy­lediği tevhid gibidir. Ona bu dünyada küfür, şirk, nifak ve ta‘tîl ile hüküm verilmesi bizim âhirette bu sıfatların sahipleri hakkında verdiğimiz hüküm gibidir, eşittir. Bütün dinler onun küfrü konusunda icmâ etmişlerdir. Onun gerçekte müslüman olması asla doğru değildir. Şayet onun İslâm’a girmesi tasavvur edilecek olsa kâfir ve âsiler, küfür ve isyana düşme konusunda ken­dilerine vesvese verecek kimseyi bulamazlar. Her âsi için bir vasıta gerekir. Oysa o şirk, küfür ve diğer günahları gelenek hâline getirendir.

Ayrıca “Ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım, der.”[250] meâlindeki sözünün tevhid olduğu varsayılsa bunun ölünceye kadar devam ettiğini ke­sin olarak bilmiyoruz. Zira Yüce Allah, onun cehennemliklere cehennemde hitap ettiğini haber vermektedir. Şeyh Muhyiddin’e İblîs’in “Ben Allah’tan korkarım.” meâlindeki sözünün tevhid olup olmadığı sorulmuş, o da tevhid olmadığını söylemiştir. Zira İblîs şakîlerin en şakîsi ve cinlerin ilk şakîsidir.

O, diliyle tevhidi ifade etse bile bu, kabul edilecek şer î bir tevhid değildir. Bunu el-Fütûhât’ın 9. bâbında zikretmiştir. 64. bâbda ise ateşin kendisinin bizzat, tevhidi hangi şekilde olursa olsun bir muvahhidin kendisinde ebedî kalmasını kabul etmeyeceğini belirtmektedir. Oysa İblîs’in cehennemde ebedî olacağı icmâ ile sabittir. Müslim’in Sahîh’inde “Allah’tan başka ilâhın olmadığını bilerek ölen kimse cennete girer.” buyrulmaktadır. “Mümin olan” veya “Bunu söyleyerek ölen” denilmemiş, sadece “bilerek” denilmiş­tir. Dolayısıyla bir hardal tanesi kadar ya da ondan daha küçük bile olsa herhangi bir peygamberin diliyle meşrû kılınmış olan bir amel işleyen kim­se, şefaatlerden sonra cehennemde kalmaz. Tamamı Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın şefaatiyle çıkarılır.

Soru: Neden Yüce Allah, altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda har­camayan kimselerin sadece alnını, yanlarını ve sırtlarını yakacağını ifade etmiştir?

Cevap: Şeyh’in 70. bâbda dediği üzere Yüce Allah’ın sadece bu üç uz­vun dağlanacağını belirtmesi, mal sahibinin dilencinin kendisine yönel­diğini gördüğünde, malından isteyeceğini bildiği için, alnını kırıştırması sebebiyledir. Vermediği şeyden dolayı alnı dağlanır. Yine zengin yanı ba­şındaki dilenciyi görmemiş gibi davranır. Sanki haberi yokmuş gibi yapar, ona yanını döner. Bundan dolayı yanları dağlanır. Dilencinin kendisinden bir şey isteyeceğini anladığı zaman, sırtını çevirir ve oradan gider; bundan dolayı da sırtı dağlanır. Bu, altın ve gümüşün zekâtını vermeyen kimsenin cehennemdeki hükmüdür.

Soru: Cehennemin kapıları neden yedidir?

Cevap: Çünkü teklife muhatap olan zahirdeki âzaların sayısına eşittir. Kalp kapısı ise mühürlüdür ve Allah’ın mühürlediği andan itibaren açılmaz. Her türlü kusurdan münezzeh ve yüce olan Allah, insanların kendilerinden cennetlere gireceği cehennem kapılarından sadece yedi tanesini zikretmiştir. Hiç kimsenin girmediği kapalı olan kapı ise sûrdadır ve kul Allah’ın Rab olarak varlığını ve ve ona yönelik ubûdiyetini itiraf ettiği için içi (bâtın) rah­mettir. Dışı (zâhir) ise, o yönden kalplere nüfuz eden cehennem azabıdır.

Soru: Ateş, neden mükelleflerin bâtın âzalarını değil de sadece zâhir olanlarını yakar?

Cevap: Muvahhid âsilerin imanları, ateşin kalbe gitmesini engellediği için, iç (bâtın) organlar yanmaz. Tevhid ve imanın ehline olan yardımına bak kardeş! Organlar yandığı zaman kaybolur ve bundan sonra artık elem hissetmez. Bu azabın sahibi, kendisine şefaat edilinceye kadar uyuyanla eşit düzeydedir. Allah, onu bu uykudan uyandırdığı zaman, imanının cehen­nemin kapısında kendisini beklediğini görür. Cennetin kapısında bulunan hayat nehrine daldığı zaman cennete çıkar. Dolayısıyla genel olarak Al­lah’ın bir tek ilâh olduğunu bilen kimse cehennemde kalmaz.

Soru: Kur’ân’da ateş hem mutlak olarak hem de mukayyed olarak yani bir şeye izâfe edilerek gelmiştir; bunda bir özellik var mıdır?

Cevap: Evet bunun bir hususiyeti vardır. Bu, cehennem ateşinin de­rileri pişirmesi ve cisimleri yakmasıdır. Zira zâhirî olan duyusal amellerin neticesidir. Bu özellikte olan kimse için azap bir araya getirilir. Bu, cizye ehline, mallarının ellerinden zorla ve aşağılanarak alınması yoluyla azap edilmesi gibidir. Zira bunda nefisleri de azap görür. Allah’ın ateşi ise bâtinî olan mânevî amellerin neticesi olduğu için bedenlenmiştir. “O, Allah’ın, yüreklere işleyen tutuşturulmuş ateşidir.”489 mealindeki âyette ifade edil­miştir. Kalbin insanın iç organı olduğu bilinmektedir; işte o insanın kal­binde zuhûr eder. Anılan iç ateşten zâhirî ateş zuhûr eder. Her iki hâlde de ateşi inşâ eden kuldur. Onu azabı, kendisinin amelleriyle inşâ ettiğinden başkası değildir. Şeyh 369. bâbda bu konuda uzun açıklamalarda bulun­muştur, oraya bakabilirsin.

Soru: Hiç kimse orada kalmadığı zaman duruşma yerinin hükmü ne­dir? Cennet ya da cehenneme dönüşür mü?

Cevap: Şeyh’in 371. bâbda dediği üzere “Duruşma yeri boşaltılıp kimse kalmadığı zaman, orada zemheri bulunsa da tamamı cehenneme dönüşür. Bu, daha önce geçtiği üzere cehennemin sınırının gezegenler feleğinin di­binde esfel-i sâfilîne kadar olması nedeniyledir. Gökleri ve yeri başlangıç­taki sûretleri olan bitişiklik üzere sarar. Gökler ve yer bitişiklik niteliğine döner. Gezegenlerin tamamı orada sıcaklık ve zemheriyle cehennemlikle­rin üzerine doğup batar. Hararetle azap edilenlere sıcaklık, donmakla azap edilenlere de zemheriyle doğup batar.”

Soru: Yıldızların tamamı cehennemde doğup batmakta ise bunların ışı­ğı nerede? Zira cehennem siyah ve karanlıktır.

Cevap: Yıldızların ışığı vardır ancak cehennemin dumanının oluştur­duğu kasvet nedeniyle, cehennemlikler ne doğuş anında ne de batış anında bunu görürler. Dünyadayken şeriatların getirdiği hak karşısında kör ke­sildikleri için, cehennemde de ışıkları görmeyecek kadar körleşmişlerdir. Dolayısıyla cehennemliklerin gecesinin sabahı yoktur. Aynı şekilde cen­netliklerin gündüzünün gecesi yoktur. Cennetliklerin de cehennemliklerin de durumu sonsuza kadar vasfettiğimiz gibi devam eder. Bu nedenle yüce Allah kıyamet gününü “kısır gün (yemü’l-akîm)” olarak isimlendirmiştir. Zira ondan sonra başka bir gün yoktur. Bugünün cumartesi günü olduğu­nu söylemiştir.

Soru: Bize cehennemin menzil, tabaka ve konaklarının da cennetin menzil, derece ve konakları adedince olduğuna dair bilgi geldi; bu doğru mudur?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği üzere “Evet, cennetin menzil ve de­recelerinden ne eksik ne de fazladır.” Ancak mebhasin başlarında geçtiği üzere cehennemde mirâs ya da ihtisas ateşi söz konusu değildir. Bu, sadece cennete hastır. Cehennem ateşi, başka bir şeyin değil, sadece amellerin ate­şidir. el-Kelâm ‘ala’d-dâreyn bağlamında bu konuda uzun bilgiler verdik; oraya bakabilirsin.

Soru: Cennetliklerde olduğu gibi, cehennemliklerde de doğum var mıdır?

Cevap: Hayır, cehennemde doğum söz konusu değildir. En doğrusu­nu Allah bilir.

Netice: Şeyh, el-Fütûhât’ın 371. bâbında şu şekilde ifade etmiştir: “Bil ki ölüm bir koç kılığında getirildikten sonra boğazlanıp bir münâdî ‘Ey cennet­likler, ebedî kalın artık ölüm yoktur; ey cehennemlikler ebedî kalın artık ölüm yoktur.’ diye ilân ettiğinde; cennetliklerin kalbinde imkân ortadan kalkar, oradan çıkmaktan umutlarını keserler. Aynı şekilde imkân cehennemliklerin kalbinden de kalkar. Bu ne büyük hasret ve ne şiddetlidir!” Şöyle demiştir: “Cehennemin kapıları bir daha asla açılmamak üzere kapanır. Ancak cehen­nemin kapılarının kapanması, cennetin kapılarının açılmasının bizzat kendisi olduğu açıktır. Açtığında, kendisiyle başka bir yeri kapadığın kapı şeklindedir.

Bu kapının kapanması da başka bir yere açılmasının bizzat kendisidir. Da­ha önce cehennemin açılmayan sekizinci kapısının, Rablerini görmekten perdelenme kapısı olduğu geçti; bu asla açılmaz.” Şeyh Muhyiddin “Bil ki cehennemin kapıları kapatıldığında kaynar, fokurdar ve altı üstüne, üstü altına gelir. Oradaki insanlar, şiddetli bir ateş üzerindeki tencerede bulu­nan et parçası gibi olur.” demiş ve cehennemliklerin azabı hakkında uzun açıklamalarda bulunmuştur.

Şöyle derim: Allah’a yemin ederim ki Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (rh.a) cehennemliklerin azap müddetinden sonra oradan çıkacakla­rını söylediğini yayanlar, iftira etmiş ve yalan söylemişlerdir. Yine el-Füsûs ve el-FütûhâtÜl-Mekkiyye kitaplarına, bu iki kitapta gördüğün gibi, cehen­nemliklerin ateşten lezzet aldıklarını ve oradan çıkarıldıkları takdirde tekrar oraya dönmek için dua ve talepte bulunacaklarını söylediğini sokuşturanlar da yalan söylemiştir. el-Fütûhât’ı ihtisar ederken bu bilgileri çıkardım. Şeyh Şemseddin eş-Şerîf el-Medenî’ye bu [bilgi] gelmiş, o da Şeyh’in kitaplarına, önsözde değindiğim gibi, Şeyh’in dışındaki kimselerden nakledilen birçok bozuk akideyi sokuşturduklarını bana haber vermişti. Şeyh, bütün tarikat erbabının icmâıyla ariflerin kâmil olanlarındandır. Sürekli Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) birlikte otururdu. Onun şeriatının temellerini yıkacak, kendi diniyle diğer bâtıl dinleri ve cennetliklerle cehennemlikleri eşit tutacak şeyleri nasıl söy­leyebilir? Aklını devre dışı bırakan kimselerden başka kimse Şeyh’in bunu söylediğine inanmaz. Ey kardeş! Şeyh’e sapık itikatlardan herhangi bir şeyi nispet eden kimseyi tasdik etmekten sakın. Kulağını, gözünü ve kalbini bun­dan koru. Sana nasihat etmiş oldum, vesselâm!

Şeyh’in el-Akâ‘idÜl-Vüstâ’sında şu ibareyi gördüm: “Cennetlik ve ce­hennemliklerin buralarda ebedî kalacaklarına ve sonsuza kadar buralar­dan asla çıkmayacaklarına inanırız.” Şöyle demiştir: “Cehennemlikler­den kastımız, muvahhidlerin âsileri değil, oranın ehli olan kâfir, müşrik, münafık ve muattıl olan kimselerdir. Zira muvahhid âsilerin oradan çı­kacakları naslarla sabittir.” Ateş, tabiatı gereği nasıl muvahhid olan kim­senin orada kalmasını kabul etmiyorsa, ehlinin de oradan çıkmasını as­la kabul etmeyeceğini söylemiştir. Zira ateş ebedî gazaptan yaratılmıştır. Bunun ehl-i sünnetin kıyamete kadar olan itikadı olduğunu söylemiştir.

Muhammed b. Süveydekîn tarafından bir araya getirilen ve Şeyh’in meclis ve sohbetlerindeki konuşmalarından derlenen Levâkihul-Envârda da şöyle demiştir: “Ey kardeş, cehennemliklerin oradan çıkacaklarına dair, sözlerimiz­de ve diğer kitaplarımızda bulduğun her şeyden kastımızın, muvahhidlerin âsileri olduğunu bilesin.” Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî de el-Fütûhât’ın “Esrâr Bâbı”na yazdığı şerhte buna dikkat çekerek şöyle demiştir: “Şeyh’in cehen­nemden çıkacak kimselerle ilgi sözleriyle, muvahhidlerin âsilerinin dışında kâfirleri de kastettiğini anlamaktan sakın. Bu yanlıştır.” Allah’a hamdolsun, Şeyh Muhyiddin’e nispet edilen sözleri taklit ederek, cehennemlik olanların oradan çıkacaklarına inanan ve şeriatta derinlik sahibi olmayan bu zamanın birçok sûfîsi benim elimle bu görüşten döndü. Aralarında tartıştıktan sonra Allah Teâlâ’ya tövbe ettiler. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd olsun.

Cennet ve Cennetlikler Meselesi

Ey kardeş! Bu konudan sana Allah’ın izni ve yardımıyla kısa ve doğru olan bir nebze söz ederek şöyle deriz: İmâm Ebû Tâhir el-Kazvînî, Sirâcü’l-Ukûl kitabının 35. bâbında şöyle demiştir: “Bil ki ‘Göklerle yer genişliğinde olan cennet’[251] âyetinde ifade edildiği üzere cennet, yer ve göklerden daha geniştir. Müfessirler, ‘genişliğinin (arz)’ anlamı hakkında farklı açıklamalarda bulunmuş ve bunun, uzunluğun zıddı olan genişlik olduğunu söylemişlerdir. Daha sonra genişliği gökler ve yer gibi olan cenneti göğün nasıl saracağı problem olmuş ve bunu açıklamak için problemi daha da artıran açıklamalarda bulunmuş ve problemi çözememişlerdir. Anladığım kadarıyla bunun anlamı, bu dünyayı yeri ve gökleriyle yer ehline izhar ettiği gibi, onu da yer ve göklerle ehline izhar etmesidir. Bu, ‘Mal satışa arzedildi.’ ibaresindeki gibidir. Bunun örneği ‘Kâlirleri o gün cehennemle yüz yüze getirmişizdir (arz).’[252] âyetidir. Yüce Allah cehennemi kâfirlere arzettiği gibi, cenneti de müminlere arzetmiştir. Bu, hiçbir problem bulunmayan açık bir durumdur. Hâkim, sahih kaydıyla şu rivayeti nakletmektedir: ‘Bir Bedevî ‘Ya Resûlallah! Allah’ın ‘Göklerle yer genişliğinde olan cennet’[253] âyetine baksana, öyleyse ateş nerede?’ diye sormuş; Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) da ‘Gecenin gelişine baksana, geldiği zaman gündüz nerededir?’ diye ce­vap vermiş ve bunun üzerine ‘En doğrusunu Allah bilir.’ demiştir. ‘İşte Allah da bu şekilde dilediğini yapar.’ buyurmuştur.”

Soru: O hâlde “Göklerle yer genişliğinde olan cennet”[254] âyetinin anla­mı nedir? Gökleri ve yeri onun genişliği kılmıştır.

Cevap: Şairin “Onun yüzünün nûru tam bir mehtaptır.” dediği gibi, bu câizdir. Burada kastedilen mehtabın ışığıdır. Dolayısıyla anlamı yer ve göklerin arzedilmesi şeklinde olur. Hadîd sûresindeki “Yer ve göklerin ge­nişliği gibi bir cennet”[255] âyeti de bunu tasdik etmektedir.

Soru: “Arz”ı uzunluğun zıddı olan genişlik anlamında yorumlamayanlar neye dayanıyor?

Cevap: Bunun dayanağı, onun hükmünü bizden birinin şu göğe bakanın hükmü gibi yorumlamasıdır. Onun genişliğini gözleriyle görmez mi? Göz­deki idrakin merkezinin bir mercimek büyüklüğündeki küçük organ olduğu bilinmektedir. İşte cennetin genişliğinin göklere nispet edilmesi, söz gelimi göğün bu dörtte birlik kısmının göz bebeğine nispeti gibidir. Devasa deve ve fillerin küçük ayakları üzerinde durmalarına ve insanın yapısının da iki küçük ayağı üzerinde durmasına nispetle cennetin, kendi özelliğiyle yanında küçük kalan göğün üzerinde durması imkânsız olmaz. Zira gök, büyük bir evin çatısının altında bulunan bir direk gibidir. Şeyh Ebû Tâhir el-Kazvînî şöyle demiştir: “Bil ki cennetteki göklerin sayısı yüz derecedir ve en üstteki, haberlerde arşın bacağı olarak ifade edilendir. Merfû hadiste ‘Cennet yüz derecedir. Her derece ile diğeri arasındaki mesafe, yer ile gök arasındaki gi­bidir. En üstteki Firdevs’tir.’ Cennet nehirleri oradan çıkar, kıyamet günü Arş onun üzerine konulur, yeri de Sidretü’l-müntehâda son bulur. ‘Sidretü’l-müntehânın yanında; cennetü’l-me’vâ onun yanındadır.’ şeklinde ifade edilmiştir. Hadislerde belirtildiğine göre, Sidretü’l-müntehâ yedi kat göğün üzerindedir. İbn Abbâs bazı rivâyetlerde ‘Cennet, Kürsî’nin içindedir.’ de­miştir. Cennetin göğü ve yeriyle ilgili bize ulaşanlar bunlardır. En doğru­sunu Allah bilir.” Şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın ‘Orada ne bir güneş ne de zemheri görürler.’[256] âyetinde ifade edildiği üzere cennette ne bir güneş ne de bir ay vardır. Buradaki ‘zemheri’nin, ‘ay’ anlamında olduğu söylenmiştir. Soğukluk değil de sıcaklık olduğu da söylenmiştir. Güneş ve ayın yerine, arşın duvarlarından doğan nûrlar vardır. Bu nûrların bir kısmı, her gecenin sonunda bizi aydınlatarak üstümüze doğan bu güneşimizi giydirmektedir.

Ebû Zerden nakledilen bir hadis şöyledir: Ya Resûlallah, güneş battığında ne­reye gider?’ dedim. Arşın altında Allah Teâlâ’ya secde etmeye gidiyor; orada Arş’ın nûrundan kendisine yetmiş kıyafet giydirilmesi için izin ister ve ken­disine izin verilir.’ demiştir. Bu ve daha başka hadislerden, cennetin yeri ve göklerinin bulunduğunu ve bunların sonsuza kadar devam edeceklerini, sona ermeyeceklerini ve yok olmayacaklarını öğrenmiş olduk. Kişinin söyledikleri­miz hakkında duraksaması, bu dünyadaki alışılagelmiş şeyleri dikkate alması sebebiyledir. Bu, memleketinde yağ bulunmayan birine ‘Bazı memleketlerde birine ‘yağ’ diğerine ‘pamuk fitili’ denilen şeyler gördük ve bunlar gece boyunca insanları aydınlatmaktaydı.’ denildiğinde, bunu alabildiğine uzak görmesi ve bizzat görmedikçe bunu söyleyenleri tasdik etmemesi gibidir. Ancak Allah’ın kendisine iman gücü verdiği kimse, Allah ve Resulü’nün haber verdiği şeyler konusunda asla duraksamaz.” Şeyh Ebû Tâhir, geçmişteki imamların kapalı gördükleri âyetin, bu mânaya delâlet ettiğini söylemiştir. Bu “Mutlu olanlara gelince onlar da cennettedirler. Rabb’inin dilediği hariç, gökler ve yer durduk­ça onlar da orada kesintisiz bir lutuf olarak ebedî kalacaklardır.”[257] âyetidir. Burada mutlu olanların cennette, yer ve gökleri devam ettiği sürece ebedî kala­cakları kastedilmektedir. “Rabb’inin dilediği hariç” ibaresi, hadiste “Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalbe doğmayan şeyler vardır.” şeklinde belirtildiği üzere değerli nimetler ve saklı lutuflar için­deki dâimî ikamete, Allah’ın orada hazırladığı şeylerden yapılan ziyâdeliktir. Şöyle demiştir: “Oranın en büyük nimeti rızâ ve O’nun kerîm olan yüzüne bakmaktır.” Bunun örneği orada ebedîlik nimetinin dışında büyük atiyyelerde bulunulmasıdır. Bu tefsiri âyetin sonundaki “Kesintisiz bir lutuf olarak” ifa­desi tasdik etmektedir. Kesintisiz olduğu kastedilmektedir. Cehennemliklerin nitelikleri hakkındaki “Rabb’inin dilediği hariç, onlar gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Rabb’in gerçekten istediğini yapar.”[258] âyeti ise kâ­firlerin de bir yerleri ve gökleri olduğuna delâlet etmektedir. Zira sözlükte gök, senin üzerinde bulunan ve seni gölgeleyen her şey; yer ise ayaklarının altında bulunan her şeydir. Cehennemin yeri en alt tabaka; gökleri ise daha önce geç­tiği gibi cennetin üzerindeki arşın benzeri şekilde üzerindeki kayaya (es-sahra) varana kadar birbiri üstüne [dizilmiş] derekelerin katmanlarıdır. Durumun hakikati hakkında en doğrusunu Allah bilir.

Dolayısıyla cehennemin yer ve göklerinin bâki ve ebedî olduğu öğre­nilmiş olur. “Rabb’inin dilediği hariç” ibaresinin anlamı, onların oradaki sonsuzluğundan sonra Allah’ın, oradaki dâimî tutuluş cezalarına ilâve ola­rak; çeşitli elem ve muhtelif cezalardan dilediği şeylerdir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Bu, her iki âyetten çıkardığım sonuç ve görüşümdür. Bu görüşün daha sonra Hüseyin b. el-Fazl’ın tefsirinde de nakledildiğini gör­düm. Bu bir toynağın diğerinin üzerine denk gelmesi gibidir. (İki görüşün tevâfuk ettiği anlamına gelir.) Her iki âyetle ilgili söylenilen en doğru görüş budur. Bu konuda yirmi küsur görüş vardır ki tamamı zayıftır.” Şöyle de­miştir: “Bizim bu tefsirimizin örneği şudur: Tebaasının bir kısmını kendi­sine ayıran ve konutuna yerleştiren bir kral, her türlü imkân ve hayırlarını onlara akıtır. Tebaasının bir kısmını ise zindanında hapseder ve bununla beraber her gün çeşitli cezaların kendilerine verilmesini emreder. Kral daha sonra her iki grubun durumunu insanlara haber vererek şöyle der: ‘Falanlar benim gözetimim altında, yakınımda ve benimle birlikte evimdedirler. Di­lediğim kadar civarımdakileri yaşatır, onlara iyilikte bulunur ve giydiririm. Falan ise benim zindanımdadır. Hapislerine ek olarak çeşitli ceza ve elem türleriyle dilediğim kadar onları yaşatırım.’ Bunun çok kolay sözler oldu­ğunu söylemiştir. Bunu değerlendir, nefistir.”

Soru: Ebedî nimet ve sürekli kalış ve aynı şekilde ebedî azap aklen nasıl tasavvur edilir?

Cevap: Aklen tasavvur edilir. Sürekli olarak hâller başka hâllere dönü­şür. Bu süreklilikteki sonsuzluğu mücerred akıl idrak eder ve vehimle hayal bundan geri kalır. Bunu delille idrak etmesine rağmen, tasvir etmekten âciz olduğu için hayal edemez. İ mam Gazzâlî şu sözüyle bunu anlaşılır kılmıştır: “Sonsuz sayıları hayal etmekten âciz olan kimse, Allah Teâlâ’nın bu dünya gibi bir milyon şehir yarattığını ve tamamını tane ile doldurdu­ğunu, sonra her milyon senede bir tane alan bir kuş yarattığını varsaysın. O bu taneleri bütün şehirlere dağıtır, geriye sadece ebedîlik kalır. Hadiste de bunun benzeri nakledilmiştir.

Soru: Uhrevî lezzetler hissî (duyusal) mi, aklî mi yoksa hayalî midir? Bu, insanların çoğunun sapıttığı bir sorudur.

Cevap: Ey kardeş, âhiretin daha büyük derecede ve daha faziletli oldu­ğunu bilmelisin. Âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Onun lezzetlerinin dünyadaki nefsin lezzetlerinden daha az olması câiz olmaz. Dünyevî lez­zetler hissî, hayalî ve aklî olmak üzere üç şekildedir. Yüce Allah’ın kendisin­den bir lutuf ve nimet olarak, cennetlikler için, bu idraklere ilâve idrakler yaratması, bunlarla kendilerinden gizlenen göz aydınlığına [vesile olacak] şeyleri idrak etmeleri mümkündür.

Soru: Duyuyla idrak edilen, duyusal lezzetler, hayalle idrak edilen ha­yalî lezzetler ve akılla idrak edilen aklî lezzetler nelerdir?

Cevap: Duyusal lezzetler; yemek ve içmek gibi tatmakla, nikâh ve diğer dokunuşlar gibi dokunmayla, renk ve güzel sûretler gibi gözle, kok­lanan şeyler gibi koklamayla ve ses ve ezgiler gibi işitmekle elde edilen lezzetlerdir. Beş duyuyla lezzetlenen kimsenin hayatı tamamdır. Şöyle de­miştir: “Hayalî lezzetler de dünyada istenmektedir. Adam bazen temenni ettiği şeyleri hayal eder ve bundan lezzet alır. Bazen rüyada arzuladığı bir şeyi görür ve bundan lezzet alır. Bazıları da cennette hayalî lezzetin asla olmayacağını söylemişlerdir. Zira cennet doğruluk yurdudur, hayal ise yalancı vehimlerden çıkmaktadır. Dolayısıyla yalan ve aldanmadır. Âhiret yurdu ise hakikatler yurdudur. Bu nedenle ‘el-Hâkka/Gerçekleşecek olan büyük olay’ olarak isimlendirilmiştir. Yüce Allah ‘O gerçekleşecek olay (kıyamet)! Nedir o büyük olay?’[259] buyurmuştur. Müfessirler, buna ‘el-Hâkka’ denilmesinin sebebinin, orada yalan ve bâtıl şeylerin değil, her şeyin hakikatinin bulunması olduğunu söylemişlerdir. Buna delil olarak da ‘Orada ne yalan ne de boş söz işitirler.’[260] âyetini getirmişlerdir. Şayet hayalî lezzet temenni ve dilek şeklinde ise cennette nefislerin iştahlandığı ve gözlerin lezzet aldığı her şeyin bulunması itibariyle, orada hayalî lezzet yoktur.” “Bana göre bu görüş sahihtir.” demiştir. Zira hayalî lezzetler, kuruntulardır, kuruntu ise yalan ve bâtıldır ve bunlar âhirette olmaz. Cennetlikler, arzuladıkları her şeyi, anında ve derhal önlerinde bulur­lar. Dolayısıyla temenni ve kuruntu söz konusu değildir. Onların lezzet almaları yitikten, temenni edilenden ve hayalî olandan değil, mevcut ve müşâhede edilendendir. Bunu anla, bu âhiretin garip şeylerindendir.

Aklî lezzetin ise, nefis için eşyanın en kuvvetli ve şiddetlisi; ruh için de en arzulanan, en geniş ve en tatlısı olduğundan şüphe yoktur. Bunu an­layış ve ilim lezzetiyle karşılaştır. Senin için problem olan bir meselenin çözümüne ulaştığında, kalp ve nefsinde dünya lezzetlerinden hiçbirinin 5 karşılık gelmeyeceği bir lezzet duyarsın. Bu bağlamda İmâm Ebû Hanîfe şöyle demiştir: “Şayet krallar bizim içinde bulunduğumuz ilim lezzeti­ni bilselerdi bu konuda kılıçları alıp bizimle savaşırlardı.” Seni emirlik, vâlîlik, emretme, nehyetme, tabiata uygun şeylerle sevinme, istek ve de­vesini kaybeden bazı bedevîlerin ““Kim beni onu bulmakla müjdelerse 10 o, onundur.” dediği gibi bulmanın lezzetinden sakındırırım. Ona “Senin bunda kârın nedir?” denildiğinde; “Bulma lezzeti” der. Çocuk ve sadık dostlarla muhabbet lezzeti de böyledir. İmam Şafiî (ra) “Dostlarla sohbet ve seherde teheccüt kılmak olmasaydı bu dünyada kalmayı istemezdim.” demiştir. Diğer aklî lezzetleri de bununla karşılaştır. Her ne kadar farklı 15 ve mertebeleri ayrı ise de dünyada bilinmeyen lezzetler değildir. “Elbette âhiretteki dereceler ve farklılıklar daha büyük olacaktır.”[261] ve “Sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz.”[262] gibi âyet ve haberlerden dolayı âhirette de olması gere­kir. Şöyle demiştir: “Bu kurala göre, duyu ve akılda hâsıl olan elemler, 20 cehennemde de ehli için vardır. Onlardan Allah’a sığınırız. Yüce Allah

‘Bu dünyada kör olan âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.’[263] buyurmaktadır. Dünyada buna müptelâ olanlar, âmâlığın şiddetinin ne olduğunu çok iyi bilirler. Ey kardeş, artık duyusal ve aklî lezzetle­rin hepsinin sıhhatini anlamış oldun. Âhiretteki elemler de bunlar gibi25 dir. Cisimlerin ruhlarına ve ruhların cisimlerine önceden oldukları gibi

iade edilmesinin sıhhati bağlamında uzun açıklamalarda bulunuldu. Şa­yet insan için bugün bulunduğu hâl üzere, lezzetin ve elemin varlığı ak­len mümkün ve şeriat açısından da vâcip ise onun için bu ikisinin varlığı âhirette de şeksiz, şüphesiz sahih olur.

3o Soru: Cennetlikler, yiyip içtiklerine göre yeme içmenin artıkları nereye gidiyor?

Cevap: Hadiste, yiyeceklerin geğirmeye, içeceklerinse misk kokusu gi­bi tere dönüşeceği kaydedilmiştir. Kazvînî’nin dediği üzere bu hasen bir hadistir. “Bal ve sütle beslenen kimsenin bunları dışarı atmaya ihtiyaç duymayacağını tecrübe ettik.” demiştir. Yine Şeyh Ebû Tâhir “Şayet sözün uzamasından korkmasaydım, kelâmı onların yeme ve içmelerinin nasıl ge­ğirmeye ve tere dönüştüğünü anlatarak sonlandırırdım. Nûr taraflarından ismi Aişe olan bir kadın gördük, otuz seneden beri tuvalete ihtiyaç duyma­mıştır. Yine Melik Mes‘ûd’un yanında yıllarca Türkmenlerin ikame ettiği ve asla tuvalete girmediklerine dair haberler bize gelmiştir. Oysa bunlar yi­yip içiyorlarmış. Kesif ve ağır olan yiyecek, sağlıksız içecek, çürümüş hava ve acı suyuna rağmen dünyada bu varolduğuna ve görüldüğüne göre, pey­gamber ve resullerin cennetteki saf ve temiz bala, acı olmayan suya, lezzeti değişmeyen süte ve içenin başını ağrıtmayan ve sarhoş etmeyen içeceğe, istedikleri ve arzuladıkları yiyecek ve içeceklere dair verdikleri haberi bir kimse nasıl inkâr eder? Bunun izahı şudur: Cennetin yemekleri, meyveleri ve içecekleri latif, ince, hâlis ve saftır. Bozulmaz, onda herhangi bir bayat­lama ya da kötü ve nâhoş kokular söz konusu olmaz. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Bil ki Yüce Allah’ın cenneti burada bulunan bal, zencefil, misk, kâfur, sündüs, ipek, altın, gümüş, inci, mercan, hurma, nar ve benzeri gü­zel şeylerle nitelemesi, kalplerin bunlarla hidâyete ermesi ve nefislerin bun­larla yakınlık kurması içindir. Ancak aklen bunların tasavvuru imkânsız­dır. Zira vehmin idraki duyunun idrak ettiği şeylerin hayalinden ibarettir. Vehim, duyunun idrak etmediği şeyleri tasavvur edemez. Şayet insanların bunları bilmesi için herhangi bir yöntem olsaydı Yüce Allah ‘Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.’503 buyurmaz, Hz. Peygamber de (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Rabb’inden naklederek ‘Sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelemeyen şeyler hazırladım.’ buyurmazdı. İbn Abbâs ve Mukâtil b. Süleyman ‘‘Cennette bulunan meyve, içecek, giyecek ve ziynetten, dünya­daki şeylere benzeyen hiçbir şey yoktur. Ancak Yüce Allah, katındaki şeyle­ri bizdeki şeylerle nitelemiş ve bizim için onları altın, ipek, elbise ve meyve olarak isimlendirmiştir. Biz, onun katındakinin hakikatini bilmeyiz.”

Soru: Şayet gerçekte bizdeki şeylerden farklı olduğu hâlde, Allah onları bizde olanlarla isimlendirmişse bu hilâf-ı hakikattir ve Allah Teâlâ bundan münezzehtir.

Cevap: Bizdeki şeylerle isimlendirmesi, zihinlerimizde anlaşılması için, en küçük bir münasebetin kurulmasının gerekmesinden dolayıdır. Bunun aslı “O’nun nûrunun örneği, içinde kandil bulunan bir oyuktur.”[264] âyetidir. O’nun nûrunun oyuğu nerededir? Aralarında en küçük bir münasebet varsa bu ne yalan ne de hilâf-ı hakikat olur. Allah’ı tanıyan âlimler “Dünyadaki her şeyin işitilmesi, görülmesinden daha büyüktür. Âhirettekilerin ise görülmesi işitilmesinden daha büyüktür.” demiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Dikensiz kiraz ağaçları ve meyveleri küme küme dizili muz ağaç­larındaki lezzet ve onlara yönelik rağbet nedir?

Cevap: Yüce Allah, cennette genel olarak nefislerin arzuladığı ve gözle­rin lezzet aldığı şeylerin bulunduğunu haber vermiştir. İnsanların nefisle­rinin arzuları farklı farklıdır. Belki cennet ehlinin kimisi, hassaten çöldeki bedevîlerin dünyalarında tuzlanmış balığı arzuladıkları ve onu yemekten hoşlandıkları gibi bunu arzularlar. O hâlde cennetin muzu ve kirazı nasıl olur? Daha önce geçtiği üzere onlar dünyadakilere sadece ismen benzerler. Allah Teâlâ onlara bir yerde [diğer] lezzetleri aşan bir lezzet tahsis etmiş olabilir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir: “Nefislerden hoşnutsuzluğun kal­dırılmış olması, zikrettiklerimize delildir. Allah Teâlâ’nın ‘dikensiz kiraz ağaçları’[265] buyurmasına baksana! Dikenleri ve koparma eziyetini nefyetmiştir. Bunda, orada dünyanın aksine nefsin hoşlanmayacağı şeylerin ol­mayacağına delâlet vardır. Bazı tefsirlerde Kur’ân’daki ‘Talh’in muz olduğu kaydedilmektedir.”

Soru: Cennette evlilik var mıdır?

Cevap: Evet, bu konuda sahih hadisler vardır. Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu sorulmuş ve o da “Evet, çok çok vardır.” buyurmuştur. Bununla dünyada meydana gelen lezzetlerin aksine onların içinde boğulacakları büyük bir lezzeti kastetmiştir. Bunun hakiki değil de vehmî olduğu da söylenmiştir.

Soru: Cennette herhangi biri için doğum söz konusu mudur?

Cevap: Evet, bu durum Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem), şu lafızlarla nakledilmiş­tir: “Mümin çocuk istediği zaman, bunun hamileliği, doğumu ve yaşı bir anda arzuladığı gibi olur.” Başka bir rivayette “Ancak arzulamaz.” denil­miştir. Şeyh Ebû Tâhir şöyle demiştir “Bu ve benzeri meselelerin aslı tek bir nüktedir. O da dünyada nefislerin arzularının arzulanan şeylere tâbi olduğunu, cennette ise arzulanan şeylerin onların arzularına tâbi oldu­ğunu bilmendir. Yüce Allah ‘Orada nefislerinizin arzuladığı şeyler vardır.’ buyurmuş, ‘Nefisleriniz oradaki her şeyi arzular.’506 buyurmamıştır. Bu nüktenin kıymetini bil, bu gariptir.” Şeyh Ebû Tâhir’in sözleri burada sona erdi. Şeyh Muhyiddin’in (rh.a) sözlerine gelelim:

Soru: Cennetlikler kaç kısımdır?

Cevap: Dört kısımdır: Peygamberler, velîler, müminler ve aklî delillerle Allah bilgisine ulaşan âlimler.

Soru: Bu kısımlar birbirlerinden ayırt edilirlerler mi, ne ile ayırt edi­lirler?

Cevap: Evet ayırt edilirler ve bu, Adn cennetinde, beyaz kumullarda rü’yetullah anında olur. Her kısım üzerinde oturduğu şeyle ayırt edilir. Peygamberler minberler üzerinde, velîler döşekler üzerinde, burhan ve aklî delillerle Allah bilgisine ulaşan ulemâ kürsüler, tevhidi taklit yön­temiyle benimseyen müminler ise döşeklerde değil minderler üzerinde üzerinde otururlar.

Soru: Hesaba çekilmeden cennete girecek yetmiş bin kişiden bahseden hadisin kastı nedir? Bununla kastedilen, “ummadıkları ve sanmadıkları hâlde” midir yoksa başkaları gibi “hesaba çekilmeden” midir?

Cevap: “Hesap Mebhasi”nde geçtiği üzere bununla kastedilen, cenne­te girmenin onların hesabında, zanlarında olmaması ve bunu asla hayal etmemeleridir. Allah kendilerine beklemedikleri bir hayır açmıştır. Al­lah’ın (cc) huzurundaki hesap kastedilmemiştir. Şeyh, 348. bâbda bunu zikretmiştir. el-Fütûhât’ın 70. bâbında ise Buharî’nin naklettiği şu ha­disin anlamına dair şunları söylemiştir: “Ehl-i salât olanlar kıyamet gü­nü namaz kapısından, cihat ehli olanlar cihat kapısından, sadaka ehli olanlar sadaka kapısından, oruç ehli olanlar oruç kapısından çağrılırlar.’

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra) Ya Resûlallah, bu kapıların tamamın­da bulunan şeylere sahip olan kimseye ne olur? Bu kapıların tamamın­dan bir kişi çağrılır mı?’ diye sormuş; O da ‘Evet, Ya Ebû Bekir, senin onlardan olmanı umarım.’ buyurmuştur. Bu hadisin anlamı şudur: ‘Allah Teâlâ’nın insanları girmeleri için çağırması, bir tek çağrıdır. Kimisi tek kapıdan, kimi iki kapıdan, kimi üç kapıdan girer. En fazla giriş de bir tek anda sekiz kapıdan girmekle gerçekleşir.’ Bunun izahı şudur: Teklife muhatap olan âzalar sekizdir ve her bir âza için bir kapı vardır. Kardeş, uhrevî sevap olarak bunun bir anda meydana gelmesini inkâr etmekten sakın. Bunu yapma ya da terk etme şeklinde amellerde de görürsün. Din­lerken bakışları indirmede, tilâvet ederken vaaz vermede, oruç hâlinde, tasadduk etme hâlinde, şüpheli şeylerden sakınma hâlinde ve iffeti ko­ruma hâlinde olduğu gibi. Bunların tamamı Allah Teâlâ’ya yakınlaşma niyetiyle yapılır. Bu mesele Zünnûn’un, aklın imkânsız gördüğü, meşhur meselelerindendir. O da bir kişinin tek olan cismiyle bir anda farklı yer­lerde bulunmasıdır. Keşif ehli, bu meseleleri bilir. Akıl ehli ise inkâr eder. Söylediğimiz şeylerin bilgisi kendisinde gerçekleşen kimse, bir anda cen­nete farklı kapılardan girmede tereddüt etmez. Zira uhrevî tabiat, bunu vermektedir. Bu, dünyevî tabiatın bir zamanda insanda imanın bütün şubelerinin gerçekleşmesine imkân vermesi gibidir.

Soru: Duyusal cennet gibi mânevî bir cennetimiz de var mıdır yoksa duyusal cennetten başkası bizim için yok mudur?

Cevap: Evet, cennet duyusal ve mânevî olmak üzere ikidir. Akıl da latif ve kesif, gayb ve müşâhede âlemi olmak üzere iki âlemi nasıl idrak ediyor­sa bu ikisini de birlikte akleder. Bunun izahı şudur: Mükellef olan nefs-i nâtıkanın, nazar ve fikir yöntemiyle ilim ve marifetlerden elde ettiği ve aklî deliller yoluyla bunlardan ulaştığı nimetleri vardır. Ayrıca onun hayvanî nefsin duyusal kuvvetleri yoluyla yeme, içme, nikâh, giyim, güzel kokular, hoş nağmeler, güzel sûretler ve benzerlerine ulaşmak sûretiyle lezzetler ve şehvetlerden elde ettiği nimetleri vardır.

Soru: Yüce Allah bu iki cenneti hangi şeyden yaratmıştır? Bir tek mad­deden mi yoksa iki maddeden mi yaratmıştır?

Cevap: Allah, onları iki maddeden yaratmıştır. Duyusal cenneti rızâ­sından yaratmıştır. Bu yaratma anahtar olan Aslan burcunda olmuştur. Bu nedenle bir şeye “ol” derler ve o da Allah Teâlâ’nın izniyle oluverir. Bu duyulur cennetin ruhu olan mânevî cenneti ise Allah Teâlâ, ilâhî sevinç, 5 kemâl, mutluluk ve sürûrdan yaratmıştır. Duyulur cennet cisim gibi, mânevî olan ise onun ruhu ve yeteneği (kuvvetler) gibidir. Bu nedenle Yü­ce Allah canlılığından dolayı onu “dâru’l-hayevân” diye isimlendirmiştir. Cennet ehli orada ve onunla his ve mâna itibariyle faydalanırlar. Hadiste “Cennet dört kişiyi arzular: Bilâl, Ammâr, Ali ve Selman.” buyrulmuş10 tur. Bunları arzulamakla nitelenmiştir. Bu isimlerin uygunluğu ne kadar güzeldir. Bilâl, 45li                                          J-^JI J-J tâbirinden[266] alınmıştır ve kurtulma anla­

mındadır. Selman, hastalık ve acılardan sâlim olmaktan; Ammâr, ehlinin kendisini imar etmesiyle onlara olan hasret acısının kaybolması anlamında ‘imar’dan; Ali ise, yücelikten alınmıştır. Yani [cennetin] kardeşi olan ateş15 ten yükselmesi anlamında yücelikten alınmıştır.” Bunu uzunca anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Bunun tahkiki şudur: Bu konuda insanlar dört kı­sımdır: Bir kısmı cenneti ister, cennet de onları ister. Bunlar Ricâlullahın büyüklerinden resul, nebî ve kâmil velîlerdir. Bir kısmını cennet ister, an­cak onlar istemez. Bunlar Ricâlullahın hâl ehli olanlarıdır. Bunlar sadece 20 Allah’ın celâline gark olmuşlardır ve bu durum onları cenneti ve içinde­kileri görmelerinden perdelemiştir. Bunlar hakikatlerinin istediği şeyi bil­medikleri için birinci kısımdan daha aşağıdadırlar. Bir kısmı cenneti ister ancak cennet onları istemez. Bunlar da muvahhidlerin âsileridir. Bir kısım da vardır ki ne cennet onları ne de onlar cenneti ister. Bunlar kıyamet gü25 nünü inkâr eden ve duyusal cennetin olmadığı görüşünde olanlardır. Bu dört kısmın beşincisi yoktur.

Soru: Cennetlerin türleri kaçtır?

Cevap: İhtisas, miras ve ameller cenneti olmak üzere üç türdür.

Soru: Kim bu cennetlerin ehlidir?

Cevap: İhtisas cenneti, henüz amel etme yaşına erişmeyen çocukların gireceği cennettir. Bunlar genellikle doğumundan altıncı yaşını doldu­runcaya kadar ki çocuklardır. Yüce Allah dilediği kullarına dilediği kadar ihtisas cihetiyle verir. Akılsız deliler, ilmî tevhidi benimseyenler, kendile­rine hiçbir peygamberin davetinin ulaşmadığı fıtrat tevhidine sahip olan fetret ehli de bu cennete girer. Miras cenneti, zikrettiğimiz cennetliklerin tamamının ve müminlerin gireceği cennettir. Bunlar şayet cehennemlikler iman etselerdi onlar için tayin edilmiş olan mekânlardır. Ameller cenneti ise insanların amellerine göre girecekleri cennetlerdir. Faziletin bazı açıla­rına göre başkasından daha faziletli olan kimsenin daha çok cenneti olur. Peygamberlerin sadece ihtisas cennetiyle başkasından daha faziletli oldu­ğunu bilesin. Amel cennetinde diğerleri de onlara ortak olur.

Soru: O hâlde ilâhî ihtisas cenneti, yasak, veraset ve amel kabul etmez mi?

Cevap: Evet, o böyledir. Zira o, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına tahsis ettiği bir lutuftur.

Soru: Ameller cennetinin kaç derecesi vardır?

Cevap: Sadece yüz derecesi vardır. “Cehennem Mebhasi”nde geçtiği üzere cehennemin de aynı şekilde yüz derekesi vardır. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu yüz derece sekiz cennetin tamamında vardır. Bu, cennet içinde cennet şeklindedir. En üstte Adn cenneti, ondan sonra da Firdevs cenneti gelir. Bu cennetlerin ortasıdır. Daha sonra Cennetü’l-huld, ondan sonra Cennetü’n-na‘îm, ondan sonra Cennetü’l-me’vâ, ondan sonra Dârü’s-selâm, ondan sonra da Dârü’l-mukâme gelir. Vesîle ise Adn cennetin­deki en yüksek mertebedir ve onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) diğer resul ve nebîlere üstünlüğü mebhasinde geçtiği üzere bu sadece Resûlullah’a (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hastır. İlâhi gayret, bunun mutlak ganî olan Yüce Allah’ın dışında sadece bir kişi için gerçekleş­mesini takdir ettiğinden, bunun gerçekleşmesi, ümmetinin kendisi için dua etmesine bağlıdır. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Rahatın cennette mut­lak olduğu açıktır. Rahmet de böyledir. Oysa her ikisi de vücûdî bir durum değildir. İkisi de rahmete mazhar olan kimsenin yararlanıp, istifade ettiği durumdur. Vücûdî olan ise [rahmete mazhar olan] bu şeydir. Cennette olan herkes nimetlenmektedir ve uyku hariç orada bulunan her şey, nimettir.

Yorgunluk ve sıkıntı söz konusu olmadığı için, cennetlikler için uyku nimet değildir. Uykunun rahatlığı cehennemliklere hastır. Ancak daha önce bah­sedildiği gibi belirli vakitlerle sınırlıdır. Bunun, cehennem ateşinin şeksiz bir şekilde hissedilir (mahsus) olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Bunu “Onun ateşi dindikçe, yakıcı ateşi artırırız.”[267] âyeti de desteklemektedir. Zira ateş, zâtı itibariyle bu vasıfla nitelenemez, artma ve eksilmeyi kabul etmez, ancak cisimlerle kâim olması itibariyle nitelenebilir. Ateşte yanmış olan cisimdir, ateşin tutuşturduğu. Bu husus üzerinde uzunca durmuştur.

Soru: Yüce Allah cenneti “Orada sabah akşam rızıkları hazırdır.”[268] âye­tiyle nitelemektedir. Oysa cennette ne güneş ne de ay vardır. Cennetlikler sabah ve akşamı nasıl bilirler?

Cevap: Şeyh’in 398. bâbda dediği üzere cennetliklerin birtakım ölçü­leri vardır ve bunlarla dünyadaki güneşin doğuş ve batışının bitiş süresini bilirler. Bu ölçülerle dünyadaki sabah ve akşam sınırlarını bilirler. O an­da dünyada “kahvaltı ve akşam yemeği” olarak isimlendirdikleri durumu hatırlarlar. Yüce Allah bu hatırlama anında onlara sabah ve akşam rızkını verir. Bu, onlar tarafından bilinen özel bir vakte ait özel bir rızıktır. Bu­nun dışındakilerin yenilmesi, kesintisiz olarak devam eder. Zira yemenin sürekli olması, cismin kendisiyle beslendiği nimetin bizzat kendisidir. An­cak insanların çoğu bunun farkında değildir. Bunun izahı şudur: İnsan doyuncaya kadar yediği zaman, bu beslenme ve gerçekte yeme sayılmaz. Bu kimse, hazinesini mal ile dolduran tahsildar gibidir. Mide de yiyecek ve içeceklerden yemenin topladığı şeyin hazinesidir. Mideye bir şey koy­duğunda ve elini çektiğinde (yemeyi bitirdiğinde), tabiat bunu üstlenir ve yemek bir hâlden başka bir hâle dönüşür, her nefes verdiğinde sürekli olarak bununla beslenir. Bu durum devam eder. Şayet bu olmasaydı her beslenenin tabiatındaki hikmet bâtıl olurdu. Hazine boşaldığında tahsil­dar olan doğa hazineyi dolduracak şeyi elde etmek için harekete geçer. Bu şekilde ebedî olarak devam eder. Bu beslenen kimsedeki gıdanın sûretidir. Böylece dünya ve âhiretteki her nefiste beslenmenin mevcut olduğu anla­şılmış oldu. Şeyh bu konuda uzun değerlendirmelerde bulunmuştur.

388. bâbda “Güzel yapanlara daha güzeli, bir de fazlası vardır.”[269] âyeti bağlamında şöyle demiştir “Bil ki bu âyette belirli olan için bir belirleme ve belirli olmayan için bir artış söz konusudur. Zira ziyade ‘Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir aklın ermediği şeyler vardır.’ hadisinde işaret edildiği üzere akla gelmeyen şeydir. Dolayısıyla in­sanın bilmediği bir şey olması ve beşerde de bilinmeyen ve belirlenmeyen bir vasfının olması gerekir. İşte buradan bir bilinmeyene karşılık bir bilin­meyen olmak üzere hiçbir beşerin aklına gelmeyen şey meydana gelmiştir. Kur’ân’da ‘Onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse [nefis] bile­mez.’[270] buyrulmaktadır. Burada ‘nefis’ kelimesi nekre yapılmış ve kendi­sine gizlenmiş göz aydınlığı olacak şeyleri bilmekten nefyedilmiştir. Yüce Allah’ın kulakla ya da herhangi bir idrakle birlikte değil de gözlerle birlikte zikretmesinden, bunun genel olarak müşâhede edilebilen bir durum oldu­ğunu anlamaktayız. Bunu uzunca açıklamıştır.

Soru: Cennet çarşısında bulunan sûretlerden bahseden hadis neyi kas­tetmektedir? Bu berzah mıdır, değil midir?

Cevap: Şeyh’in 382. bâbda dediği üzere bunların tamamı berzahtır. Zira cennetlikler, içinde kendilerinin değiştiği bu sûretler için bu çarşıya gelirler. Bu çarşıya girdiklerinde bir sûret arzulayan her kimse ona girer ve böylece çarşıdan ihtiyacını alıp ayrılan kimse gibi bu sûretle ayrılarak ailesine gider. Bazen bir topluluk bu çarşıdaki sûretlerden tek bir sûreti görür ve bu topluluktaki herkes onu ister. Topluluktaki herkes o sûrete girer, onu giyer ve ona yerleşir. Bizzat onu istemeyen kimse ise topluluk­tan bu sûrete girmiş ve onunla ailesinin yanına giden her bir kimseye ba­karak durur. Sûret ise çarşıda olduğu hâl üzeredir, ondan çıkmaz. Şeriatın belirlediği ve iman etmeyi gerekli kılan bu meselenin hakikati, sadece âhiretin yaratılışının ve berzahın hakikatinin bilgisiyle ve Hak Teâlâ’nın kalplere tecellîsi itibariyle bilinir. Bu, sadece kabiliyetler sûretiyle olur. Zira bunu müşâhede eden kimse, onun sûretteki değişimini gözleriyle görür ve aklıyla da onun değişmediğini bilir. Her yetenek (kuvve) zâtı­nın kendisine verdiği şeyle idrak eder. Yüce Allah, aklı kendi hükmünde, görmeyi de kendi hükmünde tasdik etmiştir. Allah Teâlâ’nın ise akıl ve görmenin idrak ettiklerinin dışında başka bir ilmi vardır.

Soru: Adn cennetinde bulunan Kesîbü’l-ebyad” nedir?

Cevap: Daha önce geçtiği üzere meleklerin üzerine peygamberlerin min­berlerini, velîlerin döşeklerini ve müminlerin minderlerini koyduğu beyaz bir misktir. Adn cenneti cennetlerin başkenti ve kalesidir. Kralın has makamı ve onun has adamlarının makamıdır; ziyaretin dışında halktan hiç kimse oraya giremez. Şeyh bunu 371. bâbda zikretmiştir. Bunu uzunca açıkladık­tan sonra şöyle demiştir: “Bil ki insanlar cennetteki yerlerini aldıktan son­ra Hak Teâlâ onları kendisini görmeye davet eder. Onlar da mertebeleri ve dünyadayken ibadete olan sürat ve yavaşlıkları oranında, O’nu görmek için hızla hareket ederler. İnsanların bir kısmı süratli, bir kısmı yavaş, bir kısmı da orta hızdadır. Kesîb’de toplandıklarında, herkes zaruri bir bilgiyle merte­besini bilir. Sadece ona koşar ve ondan başkasına inmez. Bu, çocuğun anne göğsüne ve demirin mıknatısa akması gibidir. Şayet bir kimse kendi menzi­linin dışına inmek isterse buna gücü yetmez. Şayet başka bir mertebeye âşık olmak isterse bunu da yapamaz. Aksine herkes kendi mertebesinde, hedef ve kastının son noktasına ulaştığını görür. Dolayısıyla zâtî ve tabiî bir aşkla içinde bulunduğu nimete âşıktır. Şayet böyle olmasaydı cennet nimet yurdu değil, elem ve sıkıntılı hayat yurdu olurdu. Şu var ki en üsttekinin içinde bu­lunduğu menzil itibariyle bir nimeti ve aşağısındakinden bir nimeti vardır. İnsanlar arasında menzil itibariyle en alttaki kimsenin, özel bir menzil dı­şında hiçbir nimeti yoktur. Üstü olmayan en üstteki ise tümünün nimetine sahip olan kimsedir. Böylece her şahsın nimetinin kendisiyle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu acayip bir hükümdür.

Soru: İlâhî tecellî gerçekleştiğinde bu bütün inançlar için midir ve her­kes bu bir tek tecellîden mi nasibini alır yoksa her şahsın müstakil bir tecellîsi mi vardır?

Cevap: Orada diğer şer‘î sûretleri de kapsayan tek bir tecellî vardır. Ayn (eşya) açısından bir, sûretlerin farklılığı açısından ise çok tecellî söz konu­sudur. Ayrıca insanlar Rablerini gördüklerinde, sonuna kadar bu tecellînin nûruna boyanırlar. Böylece her biri istidadına göre müşâhede ettiği sûret üzere bir nûrla zâhir olur.

Soru: Hak Teâlâ’yı bu dünyada sair İslâmî görünüş seviyelerinde bilen kimse O’nu âhirette de böyle mi görür yoksa görmez mi?

Cevap: Evet, Rabb’ini bütün İslâmî itikatların sûretinde görür. Bu görmelerin en lezzetlisi, kendisinde bütün itikatların nûrunun bulundu­ğu sûrettir. Bu, yöntemler arasında Hak Teâlâ’yı sadece akılla bilen birisi gibidir ki bunun nûru sadece bu yöntemden ibaret olur. “Rü’yetullah Mebhasi”nde âhirette Rablerine bakanların kısımları ve bunların merte­beleri geçti. Oraya bakabilirsin.

Soru: Hz. Âdem’in, sırtında bütün çocukları toplamasında olduğu gibi, Tûbâ ağacı da cennetteki bütün ağaçların aslı mıdır?

Cevap: Evet, onun cennet ağaçlarına nispeti Âdem’in bütün çocuk­larına nispeti gibidir. Yüce Allah onu eliyle dikip şekillendirdiği zaman, Meryem’e (aleyhisselâm) yaptığı gibi ona da ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Hz. Îsâ ölüleri diriltmiş ve insan olması hasebiyle yaratılmışların iyileştirme kuvve­tine sahip olmadığı cüzzam ve alaca hastalıklarına yakalananlara şifa dağıt­mıştır. Âdem’in şerefi, nasıl iki elle yaratılması kendisine ruhun üflenmesi ve bu üflemenin semeresi olan isimlerin bilgisiyse Tûbâ ağacının şerefi de celâline yaraşır şekilde O’nun eliyle dikilmesi ve ona ruh üflenmesindedir. Bu üflenmenin semeresi de her kıyafet giyen kimsenin ziyneti olan kıyafet ve süslerle süslenmesidir. Hurma çekirdeğine bütün meyvelerinde bulunan öz nasıl verildiyse Tûbâ ağacına da cennetteki bütün meyveler verilmiştir.

Soru: Cennetteki doğumla ilgili, Şeyh Ebû Tâhir’in (rh.a) görüşü daha önce geçti. Peki, Şeyh Muhyiddin’in bu konudaki görüşü nedir?

Cevap: Onun görüşü, cennette tenâsül ile cisim ve ruh açısından doğumun bulunması şeklindedir. Bu konudaki ifadeleri, 369. bâbdadır. “Ashabımız, dünyadaki müddetin tamamlanmasıyla insan türünün şahıslarının sona erip ermediği hususunda ihtilaf etmiştir. Keşif sahi­bi olmayanlar sonlanacağını, keşif sahibi olanlar ise sonlanmayacağını söylemişlerdir.” Şöyle demiştir: “Bu insan türü için, âhirette doğum benzer [lerde] devam etmektedir. Zira Hak Teâlâ, kendisinden daha kâmili bulunmayan âlemde ne yaratmışsa onun örneği O’nun kürsü­sündeki cömertlik hazinelerinde mevcuttur. Bu hazinelerde bulunan örneklerin bireyleri sonsuzdur. Her türün benzerleri, kendisinden var edildiği tür bâki olduğu için, dünya ve âhiretteki her birim zamanda meydana gelir.

Soru: İbn Abbâs’ın cennet meyveleriyle ilgili kelâmında olduğu gibi, hûru’l-‘în de bu dünyadaki kadınlar şeklinde midir yoksa benzerlik sadece isimde midir? Ayrıca bunlarla cinsellik nasıldır?

Cevap: Hûru’l-‘înin insan olmamasına rağmen onların tamamının yaratılış şekli, insanın yaratılışı sûretindedir. Cinsel ilişkilerinin sûretine gelince bizden bir adam, insan olan bir kadınla nasıl cinsel ilişkiye giriyorsa hûru’l-‘înle de bir zaman biriminde cinsel ilişkiye girer. Bu nikâh sadece insanların saîd olanlarına hastır. Şakilerin cehennemde nikâhtan herhan­gi bir nasipleri yoktur. Şeyh Muhyiddin 369. bâbda uzun açıklamalardan sonra şöyle demiştir: “Dolayısıyla burada hârikulâdelik söz konusu olduğu için, bizden bir adam, yanındaki bütün kadın ve hûru’l-‘inlerle evlenmek istediği takdirde, onun hiç erteleme ve erkene çekme olmadan bir anda onlarla hemen evlenebileceği anlaşılmaktadır. Bu cennetteki meyve gibidir. Onlar da ne tükenir ne yasaklanır; yeme ve tadının hoşluğu devam etme­sine rağmen, eksilmeden toplanmaya [devam ederler]. Kişi hûrilerle ya da insanlarla cinsel ilişkiye girdiğinde, her defasında takdir edilemeyecek de­recede bir şehvet ve lezzet hisseder. Şayet dünyadakiler bunu bulsalardı bu­nun tadının şiddetinden bayılırlardı. Her defasında kişinin erkeklik orga­nından kışkırtıcı bir koku çıkar ve kadının rahimine karışır, her defasında o anda bundan bir çocuk oluşur ve iki sefer arasında yaratılışı tamamlanır. Mücerred-tabii ruh olarak kadından çıkan nefisle birlikte biçimlenerek do­ğar. İşte insan ile farklı ve benzer olan bir cinsten meydana gelen doğumun şekli budur. Bu durum sonsuza kadar devam eder.”

Soru: Ebeveyn, bu nikâhla kendilerinden doğanı görür mü, görmez mi?

Cevap: Evet, bu nikâh neticesinde kendilerinden doğanı görürler. Ancak daha sonra bu çocuklar kendilerinden gizlenir ve bir daha dönmezler. Bu, Beytü’l-mamûr’a her gün giren meleklerin bir daha dönmemesi gibidir.

Soru: Bu çocuklar da duyulur nimetlerden pay alırlar mı?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği üzere “Bu çocukların ne duyulur ne de mânevi nimetlerden herhangi bir nasibi vardır. Bunların nimetleri, rüya görenin uykuda gördüğü nimet gibi, berzahi nimettir. Bu tabii yaratılışın bir gereğidir. Dolayısıyla insanlar için doğum, zikrettiğimiz hükme bağlı olmak kaydıyla devam eder.

Soru: Beşerî ruhların doğumu (üremesi) nasıl olur? Bize onların âhirette de dünyadaki uyuyanın uykuda gördüklerine benzer bir şekilde, berzahî birtakım içtimalarının söz konusu olduğu bilgisi ulaştı.

Cevap: Ruhların âhiretteki doğumunun (üremelerinin) şekli, dünyada uyuyanın rüyada eşiyle birlikte olduğunu ve bu birliktelikten bir çocuklarının doğduğunu görmesi gibidir. Bu makamda bulunan ve eşi ve kendi ruhu itiba­riyle eşiyle ilişkiye giren her kimsenin, iki arasındaki bu ilişkiden ruhânî çocuk­ları olur. Bu doğanların hükmü, cisimlerde ve duyulur sûretlerde gerçekleşen maddî ilişkiden doğanların hükmünden farklıdır. Çocuklar şerefli melekler olarak, hayır aslında tertemiz ruhlar olarak çıkarlar. Bu, ruhların doğumunun şeklidir. Ancak bunun Hak Teâlâ’nın sınırlı hâllerde tecellî etmesinde olduğu gibi, berzahî bir tecellîden olması gerekir. Berzah, aklen muhal olan şeyleri kabul etmesinden dolayı en geniş mertebedir. O hâlde cennetliklerin cinsel birlikteliklerinin şekli, meleklerin yaratılışının sûreti yada Allah Teâlâ’yı zikre­denlerin nefeslerinden meydana gelenlerin şekli ve Allah’ın amellerin suretle­rinden yarattıkları şeyler gibidir. Resûlullah’tan (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu konuda sahih haberler gelmiştir.” Önceki bâbda bu konuya uzun açıklamalar getirilmiştir.

Soru: Allah’ın “Orada nefislerinizin istediği şeyler vardır.” buyurmayıp “Orada nefislerinizin arzuladığı şeyler vardır.”512 buyurmasının hik­meti nedir?

Cevap: Bunun hikmeti Şeyh’in 328. bâbda dediği üzere “Murad edilen her şey arzulanır.” şeklindedir. Zira istek, lezzetlenilen ve lezzetlenilmeyen şeyin meydana getirilmesine taalluk eder. Şehvet ise sadece lezzet alınana taalluk eder. Bu nedenle saîdler amelleri irade ve kasıt ile alırlar, neticeleri de şehvetle alırlar. Amel anında şehvetle rızıklanan kimse, amelin netice­sinin verdiği lezzetle lezzetlenir. Bu durumda nimeti âcilen verilmiş de­mektir. Amel anında şehvet değil de sadece iradeyle rızıklanan kimse ise mücahede sahibidir ve şehvetle neticeye ulaşır. Ancak bu, birinciden daha aşağıda bir mertebedir.

Soru: Âhiretteki şehvetlerin lezzetleri bu dünyadakinden daha büyük ol­masına rağmen, neden âhiretteki şehvetler de bu dünyadaki şehvetlerin hükmü gibi Hak Teâlâ’nın tecellîlerini müşahede etmeyi engelleyip onları perdelemez?

Cevap: Âhiretteki şehvetler, Allah Teâlâ’yı perdelemez. Zira oradaki te­cellî dünyadaki tecellînin aksine gözleredir. Gözler ise şehvetlerin mahalli değildir. Dünyadaki tecellî ise anlayışlara ve bâtınlaradır, zâhirlere değil. Oysa bâtınların, şehvetlerin mahalli olduğu bilinmektedir. Zemmedilen şehvetlerle ilâhî tecellîler, bir mahalde asla bir araya gelmez. Bu nedenle zâhid ve ârifler, bu dünyada nefislerin şehvetlere çok az nâil olmasını tercih etmişlerdir. Zira bunun, bir şeyi olduğu gibi (bir şeyin mahiyetini) görme­nin önünde bir perde olduğunu görmüşlerdir. Zira ilim, nûr ve tecellîleri engelleyen şey, şehvetlerdeki kirler ve uzuvlardaki şer‘î vera‘ı yıkan şüphe­lerdir. Her ne kadar yenilen içilen ve birlikte olunan helâl ise de şehvetlerin kirleri yeteneklere tesir eder ve perdelenmeye sebep olur. Anla! Şeyh bunu el-Fütûhât’ ın 15. bâbında zikretmiştir.

Soru: Kul, günde kaç defa Rabb’ini ziyaret eder?

Cevap: Şeyh’in 198. bâbda dediği üzere “Her kulun cennette Rabb’i­ni ziyaret etmesi, namazının miktarı kadardır. Aynı şekilde O’nu âhirette görmesi, namazda O’nun huzurunda (O’nunla birlikte) olduğu miktar kadardır. Rabb’iyle oturması da (mücâlese) dünyadayken vâcip ve mendupları yapması, haram ve mekruhları terk etmesi miktarı kadardır. Kulun Rabb’iyle mubahlar konusunda oturması da mubahlardaki niyet oranın­dadır. Rabb’ini görür ya da mubahın işlenmesi konusunda şeriat sahibi olarak niyet eder ve çoğunlukla olduğu gibi gafletinden dolayı bunu yap­mazsa bunun hükmü mendubun hükmüdür. Mendubu işlerken Rabb’inin huzuruna çıktığı gibi orada O’nun huzuruna çıkar. Şayet bu kendisine perdelenir ve gaflet içinde mubahı yaparsa zikrettiklerimizden herhangi bir payı olmaz.”

Soru: Sidretü’l-müntehâ’nın kirazı, hiçbir ekleme yapılmadan, denildi­ği gibi, cennetliklerin adedince midir yoksa dünyadaki meyveler hakkındaki hükümde olduğu gibi, daha fazla mı olur?

Cevap: Şeyh’in önceki bâbda dediği üzere “Onun kirazı, saîdlerin özellik ve amellerinin adedi kadardır. Hatta şöyle deriz: Kiraz onların amellerinin bizzat kendisidir.” Bunu uzattıktan sonra şöyle demiştir: “Ameller cennetinde bir saray ve bir kemer yoktur ki bu sidre ağacının dallarından bir dal ona girmemiş olsun. Bu daldaki meyve, sûreti dal olan ameldeki hareketlerin miktarı kadardır.

Soru: Yapraklarının güzel olup olmaması konusundaki hüküm nedir?

Cevap: Yapraklarının hükmü, kulun, mazharı yaprak olan ameldeki huzuruna bağlıdır. Bu, her dalın yapraklarının sayısının, bu ameldeki ne­feslerin sayısına bağlı olması gibidir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bil ki bu ağaçla en çok mesut olanlar, Beytülmakdis ehlidir. Beytülmakdis ile en çok mesut olanlar Kûfeliler, Resûlullah’la (salla'llâhü aleyhi ve sellem) en çok mesut olanlar Mekkeliler, Allah’la en çok mesut olanlar ise Kur’ân ehlidir.” Bu görüş için herhangi bir delile rastlamadım. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Bu ağaçtan yemenin hikmeti nedir?

Cevap: Bunun hikmeti, cennetliklerin kalbinden kinin izâle olmasıdır. Bu ağaçtan yemedikçe hiçbirinin kalbinden kin gitmez. En doğrusunu Allah bilir.

Soru: Allah’ın cennet meyveleriyle ilgili olarak “Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan”513 buyurmasının hikmeti nedir? Bununla kastedilen sene­nin mevsimlerinde tükenmemesi mi yoksa başka bir şey midir?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in 99. bâbda dediği üzere “Bazılarına göre bununla kastedilen soruda anılandır. Buna göre meyveler zamanının bit­mesiyle kesilirler, sonra sonraki sene tekrar dönerler. Kastedilen, sürekli yaratmanın kesintiye uğramamasıdır. Bu, akıl ilminin ulaştığı noktadır. Bizdeki ilme göre ise ‘Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan’ ifadesinden, Allah Teâlâ’nın bizim için onlara ‘kıtf’ ve ‘tenâvül’ olarak isimlendirilmiş bir rızık koyduğunu anlarız. Bu, Allah Teâlâ’nın cin âlemi için kemiğe bir rızık koyması gibidir. Biz kemikten bir şeyin eksildiğini de görme­yiz. Şüphesiz bir şekilde, meyveler ağaçtaki yerinde durmasına rağmen biz cennetin meyvelerini kopararak yeriz. Meyveler orada bitmez. Zira orası, içinde bir şeylerin tekevvün ettiği bekâ yurdudur. Bu nedenle ona ‘Dâr-ı î‘dâm’ denilmemiş, ‘Dârü’t-tekvîn’ olarak isimlendirilmiştir. Bu­nun benzeri, cennet çarşısıdır. Mümin kendi sûretinde olmasına rağmen çarşının sûretlerinden hangisini dilerse ona girer. Ehli de onu yadsımaz. Biz, kendi sûretimizde iken yeni ve tekvînî bir sûrete büründüğümüzü biliriz. Burada akıllar nerede akledilen nerede?”

Soru: Cennetliklere oradaki herhangi bir şey perdelenir mi yoksa her şeyi görürler mi?

Cevap: Cennetliklerin özelliklerinden biri de âlemden hiçbir şeyin kendilerine gaip olmaması ve onların âlemi bütün mertebeleriyle birlikte müşâhede etmeleridir. Daha önce izahı geçtiği üzere onlar uykuyla nitelenemezler.

Soru: Cennetlikler temennilerle nimetlenirler mi?

Cevap: Evet, bununla nimetlenirler. Hatta bu onların en büyük nimetlerindendir. Onlardan biri kendi nimetinden daha üstününü düşünür ya da böyle bir temennide bulunursa hemen hâsıl olur ve kendisini onda bulur.

Soru: Onlara bu kadar dâimî nimetin, dünyadaki taat süresinden daha fazla karşılığın verilmesinin sebebi nedir?

Cevap: Bunun sebebi, onların dünyadaki sâlih niyetleridir. Onlardan biri, cehennemliklerin aksine, şayet sonsuza kadar yaşamayı dileseydi Al­lah Teâlâ’ya itaat ederdi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmazdı. Mümine ilâhî inâyet az gelince ve amellere devam etme noktasında niyet ettiği şeyleri gerçekleştiremeyince, Yüce Allah ona cennette bu temenninin benzerini verir ve temenni ettiği her şey orada olur. Böylece dünyada yorulmamasına ve rahatlığına rağmen sonsuza kadar niyet ettiği bu amellerin ehli olan kimselere katılır. Geceleyin namaza kalkmaya niyet edip, Allah ruhunu sabahleyin aldığı için kalkamayan kimseye, ettiği niyetin karşılığının veri­leceğine dair haber geldiği gibi bu durum da böyledir.

Soru: Bizim için berzahî olan başka bir cennetin de olduğuna dair bize bilgi ulaştı. Bu cennet nedir?

Cevap: Kur’ân “Rabb’ine itaatsizlikten sakınanlara vaad edi­len cennetin temsili şudur: İçinde doğal nitelikleri bozulmamış su ırmakları, tadı bozulmamış süt ırmakları, içenlere lezzet veren şa­rap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları bulunan bir bahçedir.”[271] gi­bi âyetlerle bu cennete işaret etmiş, ancak açıkça belirtmemiştir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu cennet ‘sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak’[272] âyetinde belirtildiği üzere duyulur bir cennet değildir.

Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne sınır olmayan bir hükümdarın huzurundadırlar.’516 âyetinde belirtildiği gibi ruhanî de değildir, berzahîdir. Yüce Allah, insanların akıllarının farklı olmasına bağlı olarak cennetleri nitelemiştir.” Şöyle demiştir: “Mesih (aleyhisselâm) bi­zim işaret ettiğimiz ruhanî nimetleri açıklamıştır. Havârilerine vasiyet ettiği esnada, şöyle söyleyerek vasiyetini tamamlamıştır. ‘Size emret­tiklerimi yaptığınız takdirde, yarın göklerin melekûtunda benim ve sizin Rabb’inizin katında benimle birlikte olacak, meleklerin arşın etrafında O’nu hamd ile tesbih ettiklerini ve O’nu takdis ettiklerini göreceksiniz. Siz orada yeme-içme olmaksızın bütün lezzetlerle lez­zetleneceksiniz.” Şeyh şöyle söylemiştir: “Mesih bununla kitabımızın remizlerle yaptığı gibi yapmamış, açıkça beyan etmiştir. Zira onun hitabı, Tevrat’ın ve peygamberlerin kitaplarının terbiye ettiği bir topluluğaydı. Peygamberimiz Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) muhatablarının aksi­ne, bundan yararlanmakta, onu tasavvur ve kabul etmeye hazır idiler. Peygamberimiz, ilimleri kabul etmeyen, diriliş ve toplanmayı ikrar etmeyen, âhiretteki kralların nimetlerini bilmek şöyle dursun, dün­yadaki kralların nimetlerini bile bilmeyen, çöl ve dağ ehlinden ümmî bir topluluğa gönderilmiştir. Bu nedenle topluluğun anlayışına yak­laştırmak ve nefislerini buna teşvik etmek için, kitaplarında cennetin vasıfları, daha çok cismânî olarak verilmiştir.”

Soru: Cennetteki nehirlerin fazla değil de dört olmasının hikmeti ne­dir?

Cevap: İlmî tecellî sadece su, süt, şarab ve bal olmak üzere dört sûrette gerçekleştiği için dörttür. Bu dört kısımdan her birinin ehli vardır. Su nehirlerinin ehli, reye açık olan ilimlerin ashabıdır. Sütün kesilmesin­den yahut tazeliğinden dolayı tadı bozulmayan tatlı süt nehirlerinin ehli, müctehid imamlardan sahih istinbat ashabı olanlardır. Şarab nehirlerinin ehli, Hızır’ın (aleyhisselâm) ilmi gibi, zevk ilimlerine sahip olan eminlerdir. Süzme bal nehirlerinin ehli ise, Allah Teâlâ’yı ve şeriatını vahiy, iman ve saf ilham yöntemiyle bilenlerdir.

Soru: Cennetliklere verilen oluşun niteliği nedir?

Cevap: Bunun şekli şudur: Birinin aklına, bir şeyin yaratılmasına (tek­vin) dair ne gelirse bu göz açıp yummaktan daha seri bir şekilde olur. Bu­rada ihtiyaç ve zilletin ortadan kaldırılması için, Allah Teâlâ’nın iradesiyle cennetlikler dilediklerini meydana getirirler. Zillet sadece cehennemliklere hastır. Cennetliklerde ise sadece izzet vardır.

Soru: Cennette en büyük hüküm cisimlere mi yoksa ruhlara mı aittir?

Cevap: Cennette hüküm, dünyanın aksine cisimlere değil, ruhlara aittir. Cennetliklerin cisimleri ruhlara bürünür ve ruh cisimlerin zarfı olur. Hüküm ve ortaya çıkış (zuhûr) ruhlarındır. Bundan dolayı dile­dikleri sûrete dönüşürler. Bu, bugün bizde dilediği sûrete bürünenle­rin cisimler değil de melekler ve ruhlar âleminin olması gibidir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Ehl-i keşf olan bazıları, hataya düşmüş ve cennetliklerin diledikleri kılığa girdiklerini gördükleri için, cisimlerin değil ruhların haşredileceğini söylemişlerdir. Cisimlerin ruhlara bürün­melerine dair söylediklerimizi görmemişlerdir. Şayet keşif, nazarında tahakkuk etseydi cisimlerin ruhlara büründüğünü görürdü.

Soru: Cennetliklerin cisimleri, saflık açısından farklı mıdır?

Cevap: Evet, bedenleri dünyadaki sâlih amellerinin saflığı oranında cevherleşir ve amel, ilim ve tevhidinde daha ihlâslı olan her kişi, daha ay­dınlık ve daha şeffaf olur.

Soru: Cennetliklerin bedenlerinin terleri misk olduğuna ve dünyadaki fazlalıkları olmadığına göre, dübürleri (anüs) var mıdır, yok mudur?

Cevap: Bu konuda bize nakli bir bilgi gelmemiştir. Açıkçası cennetlik­lerin mutlak olarak dübürlerinin olmaması gerekir. Zira dünyada dübür, gâitanın çıkış yeri kılınmıştır. Orada ise gâita yoktur. Şayet eşiyle cinsel birliktelik ve doğum için ihtiyaç duyulmasaydı, cennetliklerin erkeklik ve kadınlık organı da olmazdı.

Soru: Cennetin mertebelerinin sayısı kaçtır?

Cevap: İmanın şubeleri sayısı kadar olup ne eksik ne de fazladır. İmanın şubelerinin yetmiş küsur olduğu nakledilmiştir. Küsur bir­den dokuza kadardır. İmanın bütün şubelerini kendisinde toplayan kimse, cennette dilediği gibi yerleşir. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Sekiz cennetin birbirine komşuluğu, cennetin kalbindeki sekiz dairenin sûreti gibidir. En üstte Adn cenneti, kral dairesi konumundadır. Etrafında sekiz sur vardır ve her iki sur arasında bir cennet vardır. Fazilet açısından Adn cennetinden sonra Firdevs, sonra Huld, sonra Na‘îm ve sonra da daha önce belirtildiği gibi diğerleri gelir.” Şöyle demiştir: “Bu cennetlerin tama­mı kardeşlerinin ismine de sahiptir. Söz gelimi Na‘îm cenneti, aynı zaman­da Huld, Darü’s-selâm, Me’vâ ve Mukâme’dir. Bu sonuna kadar böyledir.

Soru: Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ümmeti için, onları cennete eriştiren şeriatı koyması itibariyle bu cennetlerle Hz. Peygamber’e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) has olan Vesîle menzili arasında bir irtibat var mıdır?

Cevap: Evet, bu cennetlerden her biri el-Vesîle makamıyla iletişim için­dedir. Bu Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) simasını müşâhedeyle nimetlenmeleri içindir. Diğer cennetler el-Vesîle makamından ayrılırlar. Onun her cennette bir şu­besi vardır ve Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu şubeden o cennettekilere görünür. Burası her cennette olabilecek en yüksek konumdadır.

Soru: Denildiği gibi cennetin dereceleri, cehennemin derekelerine eşit midir?

Cevap: Evet, Şeyh’in 296. bâbda dediği üzere, eşittir. Bunun izahı şu­dur: Sadece emir ve nehiy vardır. Kulun kendisine emredilen her amelinin bir derecesi vardır. Nehyedildiği bir şeyi yaparsa bu dereceye denk gelen bir derekesi olur. Şayet bu dereceden küçük bir taş düşse, cehennemdeki dere­kenin istivâ hattına iner. İnsan da kendisine emredilen bir ameli yapmadığı zaman, bu ameldeki düşüşü de aynen bu derekeye düşüşü gibi olur. Do­layısıyla Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bütün cennetlerde olduğu ve cennetiyle nimetlenen her velînin ona (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ortak olarak onunla (salla'llâhü aleyhi ve sellem) nimetlendiği anlaşılmaktadır. Zira velî, buna onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şeraitine tâbi olmakla ermiştir. Bu nedenle nübüvvet sırrı onun nimetlenmesinde devam etmektedir. İşte onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ‘Güzel bir gelenek (sünnet) başlatan kimseye bunun ve bu­nunla amel eden kimsenin ecri vardır.’ hadisinin anlamı budur. Resûlullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için de kendi saf amellerinin sevabına ek olarak kendi şeriatıyla amel edenlerin lezzeti kadar ilâve lezzet vardır. Şeyh Takiyyüddin es-Sübkî ve başkalarının dediğine göre, bütün peygamberlerin şeriatlarının tamamı, peygamberlerin tümünün peygamberi olması itibariyle onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) için­dedir (bâtın). Dolayısıyla bütün şeriatlarla amel edenlerin ecri kadar, ona ecir vardır.

Soru: Resûlullah’ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) âhiretteki en büyük menzili nedir?

Cevap: Onun en büyük menzili, o büyük günde ilâhî emirlerin gerçekleş­mesi için, O’nun celâline yaraşır bir şekilde Allah’ın (cc) önünde durmasıdır. O, diğer insanlardan ayrı olarak âdil olan hükümdarın katında tercümandır.

5 Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Onun (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu makamdaki özelliklerinden biri de duruşmadaki herkesin bu yerde ondan [bilgi] almasıdır. Zira orda o tümüyle yüzdür. Bütün taraflarından görür. Yine Allah Teâlâ’dan kendisine her cihetten birtakım işaretler verilmiştir ve ondan dilediğini anlar.”

Soru: Tûbâ ağacının kökü hangi menzildedir?

10 Cevap: Şeyh Muhyiddin el-Fütûhât’ın 71. bâbında, Şeyh İbn Ebû Mansûr ise Risâle’sinde şöyle demişlerdir: “Tûbâ ağacının kökü, İmam Ali b. Ebû Tâlib’in (ra) menzilindedir. Zira Tûbâ ağacı Fâtımatü’z-zehrâ’nın (ra) nûrunun mazharının hicabıdır. Sekiz cennette, onlardaki bütün de­recelerde, ev ve mekanların tamamında, Tûbâ ağacının bir dalı vardır. İn-

15 sanların çoğu, kökünün nerede olduğunu bilmez. Hatta keşfen cennetin ahvâline muttali olan bazıları, dallardan başkasını görmedikleri için, cen­net ağaçlarının köklerinin yerde değil, havada olduğunu iddia etmişler­dir. Oysa bunlar misk-i ezfar olan cennet toprağına dikilmişlerdir. Bütün bunların aslı, cennetteki bütün nimetlerin ve velîlerin bütün nasiplerinin

20 sırrının, Fatıma’nın nûrundan ayrılmış olmasıdır. Bir eve yahut saraya veya odaya sarkan her bir dalda cennetteki kulun meyve, kıyafet, kuş, Hur-ı ‘în ve diğer şeylerden istediği tüm şeyler vardır.

Soru: “Yemişleri süreklidir.”[273] ve “Orada, sabah akşam rızıkları hazır­dır.”[274] âyetlerinin anlamı nedir? Birinci âyet, yemişlerinin sürekliliğini, 25 ikincisi ise belirli bir zamanla kayıtlanmasını gerektirir.

Cevap: “Yemişleri süreklidir.”[275] âyetinin anlamı, sürekli yedikleri anla­mında değil, arzuladıkları her an hiçbir şeyin kesilmemesidir. Ancak bes­lenme bedene kuvvet verdiği için, bu sürekli yeme mesâbesindedir.

Soru: Dünyada yeme ile cennette yemenin lezzeti arasında ne fark var30 dır?

Cevap: Aralarındaki fark şudur: Dünyadaki yemenin lezzeti, karna indiğinde sona erer, âhiretteki yemenin lezzeti ise karında kaldığı müd­detçe, üzerine başka bir yemek ininceye kadar devam eder. Bu durumda da öncekinden daha genel olan başka bir lezzetle yenilenir. Bu devam eder.

Soru: Orada dünyadaki gibi güneş ve ay olmamasına rağmen, âyette “sabah akşam”520 denilmesinin anlamı nedir?

Cevap: Şeyh’in el-Fütûhât’ta dediği üzere “Dünyadaki durumlara gö­re sabah ve akşamın miktarı anlamındadır.” Şöyle demiştir: “Bunun sebe­bi, güneşi yürüten ve doğuş ve batışı ortaya çıkaran hareketin, cennetin çatısı olan Atlas feleğinde mevcut olmasıdır. Hareket hâlindeki bütün gezegenler, şu anda yörüngelerinde nasıl hareket ediyorlarsa orda da eşit bir şekilde yüzmektedirler.” Şöyle demiştir: “Şayet böyle olmasaydı dün­yadaki takvim erbabı, Küsûf’un ne zaman olacağını ve gözlerimizden ne kadar gün ışığı kaybolduğunu bilmezlerdi. Şayet Allah Teâlâ’nın takvimcilere öğrettiği belirlenmiş miktarlar ve muhkem ölçüler olmasaydı onlardan hiçbiri Küsûf’un ne zaman olacağını bilemezdi.”

Soru: Cennette, havastan olan biri için azamet hicabının kalkarak, ha­vassın kuşatıcı bir şekilde Rabb’ini görmesi doğru mudur?

Cevap: Allah’ın ihata edilmeyeceğinden kinaye olan azamet hicabı, hiç­bir zaman kalkmaz. Yüce Allah’ı tam olarak görmekten murad, daha ön­ce cennetliklerde olmayan bir şekilde durumun inkişafındaki ziyadeliktir. Zira şayet azamet perdesi kalkarsa insanlar Rablerini bilgi açısından ihata edecek ve O kendisini nasıl tanıyorsa onu öyle tanıyacaklardır. Hiç kimse bunu söylememiştir. Cennetlikler için gerçekleşen rüyetin lezzeti, sadece inkişafın artmasıdır. Bu nedenle muhakkikler Allah Teâlâ’nın keyfiyetsiz olarak görüleceğini söylemişlerdir.

Soru: “Yaptıklarınızın karşılığı olarak cennete giriniz.” âyeti ile “‘Hiç kimse ameliyle cennete giremez.’ ‘Sen de mi Ya Resûlallah?’ dediler; ‘Ben de. Ancak Rabb’im rahmetiyle beni sarar.’ buyurdu.” hadisini nasıl bir ara­ya getirebiliriz?

Cevap: Bu, sebeplerin müsebbiplerine bağlı olması bağlamındadır. Ta­mamının Allah Teâlâ’dan olduğu bilinmektedir. Cennete girmenin amel­lere bağlı olduğunu düşünen kimse “Cennete ameliyle girdi.” der; sebebin yaratıcısını dikkate alan kimse ise “Allah’ın lutuf ve rahmetiyle cennete girdi.” der. Kâmil ve râsih şeyh olan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât’ ın 289. bâbında, sûfîlerin imamı olan Şeyh Ebû Medyen’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Saîdler cennete Allah’ın lutfuyla girer, şakîlerse cehenneme Allah’ın adâletiyle girerler. Herkes yerine ameliyle girer, niyetiyle de orada kalmaya devam eder.” Şeyh Muhyiddin, bunun doğru bir söz ve hoş bir keşif olduğunu söylemiştir. Bu haber, iffet, edep ve vakardır. En doğrusu­nu Allah bilir.

Netice: A‘râf ashabı, kıyamet günü, kendilerine emredilen secdeyi yap­tıklarında, terazileri ağır basar, saîdlerden olur ve cennete girerler. Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Bu secde, dünyadaki tekliflerden geriye kalan son hükümdür. Kıyamet günü dünya ile âhiret arasında bir ara (berzah) vardır. Bunun dünya hükümlerine bakan bir yüzü vardır ve bununla A‘râf ehli terazilerini baskın getirecek secdeye davet edilirler. Âhirete bakan bir yüzü de vardır ve bununla da amellerinin karşılığı verilir. A‘râf ehlinin köprü üzerindeki durumlarında onların cehenneme girmelerine engel olan şey tevhidlerinin bulunmasıdır. Onları [ateşe] girmelerinden alıkoyan budur öyle ki onlardan bu secde sâdır olur.” Ey kardeş, tevhidin ehline yöne­lik desteğine bak! Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd olsun.

Bu, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fi Beyâni Akâidi’l-Ekâbir kitabının sonu ol­sun. Yüce Allah, bunu sadece kendi rızâsı için yazılmış kılsın. Müellifi, kâtibi, dinleyeni ve üzerinde düşüneni bundan faydalandırsın. Allah’a hamd olsun ki bunu bir aydan daha az bir sürede telif ettim ve mebhasları sayısınca el-Fütûhât’ı mütalaa ettim. Kitabın tamamındaki her mebhasi mütalaa ediyordum ki uygun olan nakilleri alayım. Bu, kerametlerden sa­yılır. el-Fütûhât, on kalın cilttir. Bu hesaba göre, her gün el-Fütûhât’ı iki buçuk defa taradım. Bunun her günkü miktarı yirmi beş cüzdür. “Kera­metler Mebhasi”nde, başkasının elinde meydana geldiği zaman nasıl ina­nıyorsa keramet sahibinin de buna inanmasının vâcip olduğunu belirttik.

Bu keramete de ilk inanan benim. Başlangıçta da sonunda da Allah’a hamd olsun. Bunun telifini, 955 senesinin Receb ayının 17. mübârek günün­de, Mısır’daki Beyne’s-sûreyn semtindeki evimde tamamladım. Kitabın müellefi Abdulvehhâb b. Ahmed eş-Şa’rânî eş-Şâfiî, hamd, salât u selâm, hasbele, havkale ve istiğfar ile [tüm] bunları söyledi ve yazdı. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamd olsun.

Âlim ve allâme olan Şeyh Muhammed el-Kûmmî bu kitabı methetme sadedinde şu şiiri söylemiştir:

Yevâkît akaidin gerdanlığında bir nişanedir /

Böylece mânaları dile gelir, onda cevherler bulunur

Bu, Allah’ın sevdiklerine hibesidir / Ezelîdir ve O’nun ihsanıdır

O, el-Vehhâb’ın kulu ve zamanın yegânesidir /

Ondaki ilimle şarkta ve garpta meşhurdur

Muhyiddin’in ilimlerini ihyâ ederek haklı olduğunu gösterdi /

Onun yardımcısı, ne güzel dost ve yardımcıdır

Rabb’imiz emeğine bol karşılık ver /

Ondan büyük ve bol bir ilim zuhûr etti

Onun kıymetli kitaplarından bir şey alan /

İstediğini vermiş ve onu desteklemiştir

Bunun nâzımı Muhammed el-Kûmmî’dir /

Kerîm olan Allah, onu bağışlasın

Şeyh Ahmed el-Ebû Sîrî de şunu söylemiştir:

Rahman, Vâhib’in bir kuluna rahmet etmiştir /

Açık bir hidâyet vererek ihsan ve hayrı

Kapalı bütün detayları açıklamıştır /

Mücmelin tafsili ne kadar da güzeldir

Bir halenin ortasında dolunayı gözlerimle gördüm /

De ki Rahman lutfuyla bir kula rahmet etmiştir

Müellifin, Allah onu affetsin, kendi hattıyla şöyle dediği görülmüştür: “Mısır’daki İslâm ulemâsından bir topluluk, bu kitabı müsvedde olarak yaz­mış, ona icâzet vermiş ve onu methetmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:

Şeyh Şihâbüddin b. Çelebi el-Hanefî, müellifi methetme sadedin­de şunları yazmıştır: “Tarikat ehli olan birçok kimseyle bir araya geldik. Bu müellifin manâlarının çevresinde dolananını görmedik. O, bütün müslümanlara güzel bir itikadı, taassubu terk etmeyi ve boyun eğme­yi vâcip görmüştür. İnsafın kapısını kapatan ve güzel özellikleri itiraf etmeyi engelleyen bir hasedin meydana gelmesinden Allah’a sığınırız. Bazıları ne kadar güzel söylemişler.

Cehâletinin farkında olmayanı kınamak ve anlamayana hitap etmek belâlardandır”

Şeyhülislâm el-Futûhî el-Hanbelî (ra) şunları yazmıştır: “Bu kitabın mânalarını sadece inatçı ve şüpheci ya da inkârcı ve yalancı kimse tenkit eder. Yine onun müellifini sadece kitabın ilminden yoksun, doğru yoldan sapmış olan kimse hatalı bulur. Aynı şekilde bu müellifin faziletini, sadece ahmak ve hasetçi ya da inkârcı muannid veya sünnetten çıkmış ve sapmış ve imamların icmâını delmiş olan kimse inkâr eder.”

Şeyhimiz Şeyh Şihâbüddin er-Remlî eş-Şâfi‘î’nin (ra) uzun sözlerden sonra söyledikleri şunlardır: “Özetle o, fazileti inkâr edilmeyecek bir kitap­tır. Onun mislinin tasnif edilmediği hususunda hiç kimse ihtilaf etmez.”

Şeyh Şihâbüddin Umeyre eş-Şâfi‘î (ra), kitabı methettikten sonra şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın bu zamanda, kıymeti yüce olan bu mü­ellifin benzerini ortaya çıkaracağını sanmazdık. Allah, ona Muhammedî milletin hayrından bolca karşılık versin ve bizi onun bereketinden fayda­landırsın, bizi onun zümresiyle birlikte haşretsin.”

Şeyh Nâsırüddin el-Lekkânî el-Mâlikî, kitabı ve müellifini methet­tikten sonra şöyle demiştir: “Bil ki ulemâmız, Mu’tezile ve diğer İslâmî fırkalarını zemmetmiş ise de kitaplarımızda onların görüşlerini naklet­memiz tenkit edilmemiştir. Onlar her şeye rağmen ehl-i kıbleden sayıl­mış, her ne kadar şeriatın imamlarının yolunu hatalı bulmuş iseler de küfürlerine hükmedilmemiştir. Mu‘tezile’ye yakın olduğu hâlde, Zemahşerî’nin ümmetin âlim ve imamlarından sayılmasına baksana! Ki­tapların çoğu, inkâr edilmeksizin onun görüşleriyle doludur. Mukallit biri, imamlardan birini fürûya dair konularda yanlış anlamaktan dolayı onun mezhebine intisaptan nasıl çıkmıyorsa Mutezile ve diğer fırkalar­dan olan ümmetin âlimlerinin hataları da onları âlim olmaktan çıkarmaz.

Halîmî ve başkaları gibi imamlardan bir topluluk îtizâl ehlinin mezhebine tâbi olmuş, ancak fırkaların ayrılık noktalarının inceliği ve bunun birçok anlayışa kapalı olmasından dolayı, bu durum onların imametine halel ge­tirmemiştir. Sûfîlerin yöntemi de buna ehil olmayanların anlamamasından dolayı kusurlu sayılmaz.

Şeyh Muhammed el-Berhemtûşî, müellifin nüshasına yazarak kaydet­miştir: “Bismillahirrahmânirrahîm Allah, hâtemü’l-enbiyâ olan efendimiz Muhammed’e, onun âl ve ashabının tamamına salât eylesin. Zikriyle sâlih amellerin tamamlandığı ve tevfikiyle derecelere nâil olunan Allah’a hamd olsun. Salât ve selâm efendiler efendisi ve kerametler madenine, onun âl ve ashabına ve kıyamete kadar güzelce onların izinden gidenlere olsun.

İmdî, Allah Teâlâ’ya muhtaç olan fakir kul Muhammed b. Muhammed el-Berhemtûşî el-Hanefî; efendimiz, dostumuz imam, âmil, âlim, allâme, muhakkik, müdekkik, derin anlayışlı, muhakkiklerin sonuncusu, nebî ve resullerin ilimlerinin vârisi, hakikat ve şeriatın şeyhi, tarikat yolunun ma­deni, Allah’ın kendisine irfan tacını giydirdiği ve onu zamanın ehli üzerine yükselttiği kimse olan, dostumuz Şeyh Abdulvehhâb’ın -Allah insanların ondan faydalanmasını sürekli kılsın, onu zaman durdukça kulların istifade etmesi için bâki kılsın, uyku tutmayan gözleriyle onu korusunel-Yevâkît ve’l-Cevâhir fi Beyâni Akâidi’l-Ekâbir kitabının üzerinde durdu. Anladı ki o, kıymeti yüce, sırları parlak, yağmurları fazilet bulutlarından akan, çiçek­leri tahkik bahçelerinden açan, güneş ve ayları tevfik semasından doğan, kuşları hak diliyle irşad bahçelerinde nağmeler söyleyen bir kitaptır. Nûrları kalplerin bütün sayfalarını yakîn ile aydınlatmıştır.

Kerîm olan Allah’tan hayat boyunca kullarına iyilikte bulunmasını, lutuf, ihsan ve sadakasından vermesini, kulun da bizi dua ve düşüncesinden çıkarmamasını ve hayatı boyuca bizi istifade ettirmesini dilerim.”

Âlimlerden dilediğini dininde fakih kılan Allah’a hamd olsun. Nebîlerin hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, onun fazilet sahibi seçkin âl ve ashabına salât ve selâm olsun. Allah’ın kitabı ve şerefli peygamberinin sünnetiyle amel eden âlimlerden Allah razı olsun.



[96]      Bakara, 2/30.

[97]      Sâd, 38/26.

[98]     Nahl, 16/61.

[99]     Nûh, 61/4.

[100]    Fâtır, 35/11.

[101]   Mülk, 67/2.

[102]   Âl-i İmrân, 3/185.

[103]    Kıyâme, 75/26.

[104]   Âl-i İmrân, 3/169.

[105]   Nisâ, 4/153.

[106]    Bakara, 2/243.

[107]    Bakara, 2/259.

[108]    En‘âm, 6/2.

[109]   Mü’min, 40/16.

[110]    Kâf, 50/22.

[111]    Rahmân, 55/26.

[112]   Mü’min, 40/16.

[113]   Mü’min, 40/16.

[114]    Kasas, 28/88.

[115]    Kasas, 28/88.

[116]    Rahmân, 55/27.

[117]   Nisâ, 4/171.

[118]    İsrâ, 17/85.

[119]   Tevbe, 9/101.

[120]    Secde, 32/21.

[121]    Secde, 32/21.

[122]   Mümin, 40/46.

[123]   Mümin, 40/46.

[124]    İsrâ, 17/44.

[125]   Mücâdele, 58/2.

[126]   Meryem, 18/71.

[127]   Tevbe, 9/107.

[128]   Nisâ, 4/117.

[129]    Kehf, 19/5.

[130]    Sâd, 38/18.

[131]    İsrâ, 17/44.

[132]    Fussilet, 41/21.

[133]   Necm, 53/3-4.

[134]   Yûsuf, 12/108.

[135]    En‘âm, 6/158.

[136]    Bakara, 2/258.

[137]   Yâsîn, 36/38.

[138]   Zilzâl, 99/5.

[139]    Fâtır, 35/43.

[140]   Nisâ, 4/159.

[141]   Zuhrûf, 43/61.

[142]   Zuhrûf, 43/61.

[143]   Nisâ, 4/158.

[144]    Enbiyâ, 21/8.

[145]   Neml, 26/82.

[146]    Rûm, 30/27.

[147]   A‘râf,7/29.

[148]   Âdiyât, 100/9.

[149]   Mü’min, 40/16.

[150]   Yâsîn, 36/52.

[151]    Rûm, 30/27.

[152]   A‘râf, 7/29.

[153]   Âdiyât, 100/9.

[154]   Vâkıa, 56/61.

[155]   Nûr, 24/24.

[156]    Rûm, 30/30.

[157]    En‘âm, 6/2.

[158]    Hicr, 15/26.

[159]    Rahmân, 55/14.

[160]   Yâsîn, 36/82.

[161]   Âl-i İmrân, 3/59.

[162]    Hicr, 15/29.

[163]    Mü’minûn, 23/14.

[164]    Zilzâl, 99/1.

[165]    el-Hac, 22/1.

[166]    el-Fecr, 89/21.

[167]    Tâhâ, 20/105.

[168]   Vâkıa, 56/4-5.

[169]    Müzemmil, 73/14.

[170]   Vâkıa, 56/5-6.

[171]   Âdiyât, 100/910.

[172]   Nebe, 78/20.

[173]    İbrâhim, 14/48.

[174]    Fussilet, 41/39.

[175]    Bakara, 2/73.

[176]    Müddesir, 7/8.

[177]    Zümer, 39/68.

[178]   Müminûn, 23/100.

[179]    Hicr, 14/29.

[180]    Bakara, 2/60.

[181]   Mü’min, 40/15-16.

[182]   Zümer, 39/68-69.

[183]   Nebe, /18.

[184]   Yâsîn, 36/51.

[185]    Kâf, 50/4.

[186]    Kıyâme, 75/4.

[187]   Yâsîn, 36/79.

[188]   Vâkıa, 56/60-61.

[189]   Yâsîn, 36/81.

[190]   Vâkı‘a, 56/60-61.

[191]    Şûrâ, 41/11.

[192]    Şuarâ, 26/219.

[193]    Şuarâ, 26/219.

[194]    Şuarâ, 26/219.

[195]    Kâf, 50/4.

[196]   Tûr, 52/21.

[197]   Nûr, 24/24.

[198]   Meryem, 19/85.

[199]   Meryem, 19/85.

[200]    Hâkka, 69/16.

[201]    Înşikak, 84/3.

[202]    Fecr, 89/14.

[203]    Fâtiha, 1/6.

[204]    En‘âm, 6/153.

[205]    Saffât, 37/23-24.

[206]    Kâri‘a, 101/79.

[207]    En‘âm, 6/31.

[208]    Rahmân, 55/7.

[209]    Rahmân, 55/8.

[210]    Rahmân, 55/9.

[211]    Rahmân, 55/9.

[212]    Rahmân, 55/5.

[213]    Enbiyâ, 21/47.

[214]    Hûd, 11/61.

[215]   Mutaffifîn, 83/3.

[216]   Mü’minûn, 23/102.

[217]    En‘âm, 6/165.

[218]    Hûd, 11/61.

[219]    İsrâ, 17/14.

[220]    Hakkâ, 69/33.

[221]    İnfitâr, 82/10-12.

[222]    Kâf, 50/17.

[223]   Zuhruf, 43/80.

[224]    Kâf, 50/22.

[225]    İsrâ, 17/13.

[226]    İsrâ, 17/13.

[227]    Hadîd,, 57/18.

[228]   Tevbe, 9/105.

[229]   Âl-i İmrân, 3/133.

[230]   Âl-i İmrân, 3/131.

[231]    İsrâ, 17/8.

[232]    Bakara, 2/24.

[233]    Şuarâ, 26/94-95.

[234]   Nahl, 16/88.

[235]   Ankebût, 29/13.

[236]   Mutaffifîn, 83/11.

[237]   Müddessir, 74/42-45.

[238]   Mülk, 67/5.

[239]    Hümeze, 104/1-2.

[240]   Me‘âric, 70/17-18.

[241]   Mülk, 67/6.

[242]    Kâri‘a, 101/8-9.

[243]    En‘âm, 6/28.

[244]    Fâtır, 35/37.

[245]    En‘âm, 6/27.

[246]   Me‘âric, 70/4.

[247]    Fecr, 89/23.

[248]    Haşr, 59/16.

[249]    Haşr, 59/16.

[250]    Haşr, 59/16.

[251]   Âl-i İmrân, 3/133.

[252]    Kehf, 16/100.

[253]   Âl-i İmrân, 3/133.

[254]   Âl-i İmrân, 3/133.

[255]    Hadîd, 57/21.

[256]    İnsân, 76/13.

[257]    Hûd, 11/108.

[258]    Hûd, 11/107.

[259]    Hâkka, 69/12.

[260]    Nebe, 78/35.

[261]    İsrâ, 17/21.

[262]    Fussilet, 41/31.

[263]    İsrâ, 17/72.

[264]   Nûr, 24/35.

[265]   Vâkı‘a, 59/28.

[266]            Jl J^l        / Adam hastalığından kurtuldu, anlamında bir tâbirdir. Bilal isminin etimoloik olarak bu

tâbirin yüklemi olan “hastalıktan kurtuldu” anlamındaki fiilinden türediği belirtilmektedir (mütercim).

[267]    İsrâ, 17/97.

[268]   Meryem, 19/62.

[269]   Yûnus, 10/26.

[270]    Secde, 32/17.

[271]   Muhammed, 47/15.

[272]   Tûr, 52/20.

[273]   Râd, 13/35.

[274]   Meryem, 19/62.

[275]   Râd, 13/35.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to