Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Savaş Propagandisti A.Toynbee

 

Arnold Toynbee'nin Ermeni Sorununa Bakışı

Türkiye Bilimler Akademisi'nin değerli üyeleri; bu konfe­rans nedeniyle öncelikle Türkiye Bilimler Akademisi'nin Yönetim Kurulu'na saygılarımı sunuyorum. Çünkü, ilginç bir öykü olarak kabul edilirse ben, Ağustos ayı gibi bir mektup yazmıştım akademiye. Böyle bir konuda konferans verebileceği­mi belirtmiştim. Yönetim Kurulu değerlendirmiş ve şu anda hu­zurlarınızdayım.

Söze başlarken, ortaokulda iken okuduğum birtakım eserleri anımsıyorum. Bunlar daha çok Batı edebiyatının ya da dünya klasiklerinin önemli yazarlarıydı. O tarihte, "Milli Eğitim Bakan­lığı Klasikleri" denilen klasikler dizisi Anadolu'nun en tenha kö­şelerinde, benim örneğimde olduğu gibi, cumhuriyet kuşakları­nın 1940'lardan 1950'lerden sonra, 1960'larda da yetişmesine büyük katkısı oldu. Öyle sanıyorum ki, benim kuşağımdan, 1960'lardan sonra film koptu. Bu ayrı bir konu...

Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri arasında benim en fazla dikkati­mi çeken Dostoyevski, Stendhal, Honore de Balzac, Tolstoy, Descartes vb. şahsiyetlerin hayatı ve eserleri türü biyografilerdi. Bunlar, inceleme konusu olan yazarı, tek bir kişiyi anlatan, ha­yatını, yapıtlarını özetleyen ve biraz da değerlendiren eserlerdi. Ben onları okuduğum zaman sanırdım ki, söz konusu yazarın bütün dünyasını öğreneceğim. Maraş'ın bir ilçesindeki ortaokul kitaplığında (2000 nüfuslu idi Göksün) olan pek çok Batı klasi­ğini okumuştum. Çünkü, Türkçe öğretmenim Mahir Türedi ba­na; "Eğer 17 yaşına kadar Dostoyevski'nin bütün eserlerini oku­mazsan emeklerim sana haram olsun," demişti. Yalnızca Dostoyevski'yi değil, diğerlerini de okumuştum.

Aradan çok uzun yıllar geçti. Arnold Toynbee gibi pek çoğumu­zun şu veya bu şekilde en azından adını duyduğu ya da hakkın­da bilgi sahibi olduğu dünya çapında bir tarihçi üzerine konuş­mak için karşınızdayım. Çocukluk yıllarımdaki saflığımı ne kadar koruyorum bilemem; ancak, açık yürekle ifade etmek isterim ki, Arnold Toynbee'yi, bizim için büyük sorun oluşturan o propa­ganda kitaplarının yazarı olmasına rağmen heyecanla ve ilgiyle okuyorum. Fakat bu akşam yapmak istediğim iş, o ortaokul yıl­larında okuduğum biyografi kitaplarını yazan kişilerinki kadar kolay değil; çünkü burada, Türkiye Bilimler Akademisi'nin saygı­değer üyeleri ve konukları huzurunda son derece tartışmalı bir konuyu masaya yatırmak üzere bulunuyorum.

Bu tartışmalı konu, Lord James Bryce ve Arnold Toynbee tarafın­dan Birinci Dünya Savaşı yıllarında hazırlanan ve Türk-Ermeni ih­tilafına kaynaklık teşkil eden bir savaş propagandası kitabının masaya yatırılmasıdır. Ve bunu yaparken de, ünlü İngiliz tarihçi­sini incitmeden, onun zaman içinde Türkler lehine değiştiği bili­nen görüşünü yansıtırken de abartıya kaçmadan bir sunuş yap­malıyım. Çünkü, bir bilim adamının taraflar için çok derin ve tra­jik bir ihtilaf barındıran mayınlarla döşenmiş bir alanda değerlen­dirmede bulunurken çok özenli davranması gerekir. En azından benim için bunun böyle olduğunu bilmenizi isterim.

Arnold Toynbee, Türk-Ermeni ihtilafında nerede durmaktadır?

The Blue Book [Mavi Kitap] adıyla ünlü savaş kitabı, şu sıralarda Türk ulusuna karşı, Türkiye Devleti'ne karşı, Ermeni diasporası ve destekçileri tarafından Fransız Parlamentosu'nda, Alman­ya'da veya diğer Avrupa ülkelerinde, Hollanda'da, İsviçre'de ve­ya Amerika Birleşik Devletleri'nde pek çok eyalette Türkiye aley­hinde yürütülen büyük psikolojik faaliyetin dayanağı olarak gös­terilmektedir. Bu kitap Türkiye'ye karşı yöneltilen eski savaş id­dialarının temelinde ve merkezinde yer almaktadır. Bugün Er­meni sorunu ile ilgili hangi web sayfasına girseniz, mutlaka Toynbee'nin adına, The Blue Book'tan yapılmış aktarmalara rastlarsınız.

Sizlerin huzurunda yapacağım bu sunuşu, 2005 yılı içinde ülke olarak bütün dünyada karşı karşıya bulunacağımız büyük kara­lama kampanyasına karşı bir Türk bilim adamının mütevazı ya­nıtı olarak kabul edebilirsiniz.

Arnold Toynbee'nin burada yaşam öyküsünü anlatacak değilim. Fakat, onun kitaplarını basan Türk yayınevleriyle ilgili ilginç bir gözlemimi sizlerle paylaşmak isterim.

Toynbee'nin bir kısım çalışmaları küçük kitapçıklar şeklinde Türkçe'ye aktarılmıştır. Bu aktarılan küçük kitapçıklarda doğal olarak  Toynbee'nin yaşam öyküsüne kısaca yer verilmektedir. Ne yazık ki, birazdan bu konferansın ana konusunu oluşturacak olan propaganda kitaplarının hiç birinin adı o yaşam öykülerin­de yer almamaktadır. Bir diğer anlatımla, herhangi bir yayınevi­nin Toynbee ile ilgili tercüme yoluyla yayınladığı kitapta Toyn­bee'nin biraz sonra anlatacağım yapıtlarının ismi yoktur. Bu tu­tum nasıl açıklanabilir bilemiyorum. Daha ilginci, Toynbee 1975 yılında ölmüştür. Bazı Türk yayınevlerine göre ölüm tarihi farklı­dır; 1970 olabilmektedir. Bu da tipik bir özensizliktir, ciddiyetsiz­liktir. İzninizle bunu yapanları kınıyorum.

Öncelikle, Arnold Toynbee'nin Türklerle ilişkisi ve Toynbee'nin Ermenilerle olan ilişkisi ve bu ilişkinin zaman içerisinde nasıl bir seyir izlediği açıklığa kavuşturulmalıdır. Bir soru ile başlamak is­tiyorum. Konuyu daha rahat anlatabilmem için kendime sordu­ğum bir soru. Acaba bir düşünür olarak, bir tarihçi olarak Ar­nold Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişmeyen' nedir? Di­lerseniz bu soruyu şöyle de düşünebiliriz: Arnold Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişen' nedir? Çünkü Toynbee gerçekten bir insan için yeterli sayılabilecek uzunlukta bir ömür sürmüştür. 1975 yılında öldüğünde, 1889 doğumlu olduğuna göre 86 ya­şında idi. Kendisinin bilimsel yaşamında da olağanüstü aktif ve uzun ömürlü olduğunu biliyoruz. Neredeyse yaşamının son yıl­larına kadar ciddi bilimsel etkinliklerin içinde bulunmuştur. Eğer benim bulgularım doğruysa, en son sunduğu tebliğ Türkiye ile ilgiliydi. Amerika Birleşik Devletleri'nde bir sempozyumda sunu­lan bir tebliğ idi. Az önceki soruyu yinelemek istiyorum: Arnold Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişmeyen' nedir? 'değişen' nedir? Eğer Toynbee Ermenilere yakındı veya daha sonra Türkleri öven eserler yazdı şeklinde bir yaklaşımla işe başlarsak, sanı­yorum bilimsel yöntemden uzaklaşmış oluruz.

Arnold Toynbee'nin uzun düşünce yaşamında saptayabildiğim kadarıyla değişmeyen, onun uygarlık tanımıdır. Toynbee yalnız­ca ve yalnızca eski Yunan ve onunla bütünleşmiş bir Avrupa (=Hıristiyan) uygarlığına inanmaktadır ve bu Batı uygarlığı onun tarafından mutlaka Hıristiyanlık olarak anlaşılmıştır. Eğer Hıristi­yan değilseniz, bugünlerde AB süreciyle ilgili tartışmalardan da hareket ederek söylüyorum, Avrupalı olamazsınız. Toynbee'nin bakış açısı budur. Ve son yıllarda moda haline gelen "uygarlık­lar çatışması" tezinin ilk önemli savunucularından biri de Arnold Toynbee'dir. Toynbee bu tezi savunmaya Birinci Dünya Savaşı yıllarından önce başlamıştır. Bunu bir söyleşisinden öğrenmek­teyiz. Oğlu Peter'la yaptığı bir söyleşi daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır. Peter Toynbee kendisine soruyor: "Senin ilk kita­bın hangisidir?" "Benim ilk kitabım, savaştan önce, Birinci Dün­ya Savaşı'ndan önce yazmaya başlamıştım, 1915 veya 1916'da yayınlandı" diyor ve ardından ekliyor, "The Nationalities and The War" (Milliyetler ve Savaş).

Ne var ki, Amold Toynbee'nin ilk eseri bu değil. Onun ilk eseri, Türklerin Ermenileri nasıl katlettiğine dair hazırladığı 159 sayfa­lık bir savaş propagandası kitabı. 1915 yılında yayınlanıyor ve hemen ikinci baskısını da yapıyor. Aynen bizim Türk yayınevleri­nin Toynbee'den yayınladıkları kitaplara koydukları yaşam öykü­lerinde yapılan gibi -inanmayacaksınız- Toynbee de kendi bilim­sel yaşamını anlatırken o dönemde Türkler ile ilgili savaş propa­gandası kitaplarını saymıyor. Oğlu Peter'la konuşurken ilk eseri olarak The Nationalities and the War kitabının adını veriyor. "İkinci eserim de," diyor" Western Question in Greece and Turkey" (Yunanistan'da ve Türkiye'de Batı Sorunu). Bu İkincinin yayınlanma tarihi 1922. Bu da hemen 1923'te ikinci baskı yapıyor. Son derece ilginçtir; Toynbee kendi eserlerini anlatırken -ki eser­lerine çok önem veren bir insan- kendisi tarafından yazılan bir takım kitapların adını anmıyor. Bu son derece ilginç bir tutum, bunun üzerinde düşünülmelidir. Mutlaka bu durumun bir psi­kolojik açıklaması olmalıdır, insanın çocuğunu reddetmesi, gör­mek istememesi gibi bir durum. Türk-Ermeni ilişkileri ile ilgili ger­çeğe dayanmayan, daha sonra kendi ifadesiyle sadece ve sadece 'misyonerlerin' ve 'Ermeni kaynakların' anlatımlarına dayanan bu savaş propagandası kitabını ve aynı malzemeden hareket eden başka propaganda kitaplarını ve 1919 Paris Konferansı'na kadar çeşitli dergilerde yayınlanan Türkiye aleyhindeki makalelerin tü­münü inkâr ediyor.

Amold Toynbee'nin The Nationalities and The War adlı eserinde ne yaptığını anlatsam şaşıracaksınız. O eserde, savaştan önce başladım dediği eserde, Avrupa'nın sınırlarını yeniden çizmiştir.

Türkiye Bilimler Akademisi'nin saygıdeğer üyeleri; 26 yaşında bir insan Avrupa'nın sınırlarını çizerse, acaba nasıl bir ruh haline sa­hip olduğu düşünülür?

Ne büyük ve müthiş bir iddia. 26 yaşında; dünya savaşı yeni baş­lamış; bir Avrupa savaşı, bir dünya savaşı; son derece deneyim­siz bir genç akademisyen; Avrupa'nın yeni sınırları şöyle olacak diye haritaları da olan bir eser hazırlıyor...

Sayın Başkan ve Konuklar; Arnold Toynbee'nin erken dönemin­de kaleme aldığı kitaplardaki 'Ermeni yanlısı' ve 'Türk düşmanı yaklaşımları inanılmaz ölçüde abartılı ve hayali anlatımlara ve kimliği belirsiz tanıklıklara dayandırılmıştır ve biraz önce söyledi­ğim 'uygarlık' teziyle doğrudan doğruya bağlantılıdır.

1973 yılında Arnold Toynbee'nin bir Japon aydınıyla birlikte İn­gilizce hazırladıkları bir söyleşi kitabı vardır. Bu söyleşinin Türk­çe'sini de Ankara Üniversitesi yayınlamıştır. Ünlü tarihçi orada bir sırrını açıklamıştır. Elbette bu sır doğrudan Toynbee'nin Türklere önyargılı bakışıyla ilgili gözükmez. Fakat bu sır, Viet­nam Savaşı'nda Amerika Birleşik Devletleri'nin tutumu hakkın­dadır ve bir genelleme yapmak için elverişlidir. 1973'te olgun­laşmış bir insan vardır karşımızda. Hatta uluslararası bir 'tarih gurusu' olarak kabul edilen bir tarihçidir Arnold Toynbee. "Amerikalılar," diyor, "Vietnam'da Vietnamlıların hayvanat ya da nebatat türü bir şey olmadıklarını anladıklarında, yani insan olduklarını keşfettiklerinde çok şaşırdılar."

Türkiye Bilimler Akademisi'nin değerli üyeleri; bu durum tanıdık bir bakış açısıdır; yani bir coğrafyaya bakıyorsunuz, o coğrafya­da siz varsınız, başka varlıklar var, ama onların insan oldukları­nın henüz farkında değilsiniz. Biraz zaman geçtikten sonra anlı­yorsunuz...

Kuvvetle inanıyorum ki, 1973'te, İkada adlı Japon aydınıyla or­tak yayınladıkları söyleşide Vietnam Savaşı'yla ilgili kendisi tara­fından Amerikalılara atfedilen bu dramatik gerçek, Toynbee'nin ve daha başkalarının Birinci Dünya Savaşı'nda Anadolu coğraf­yasında Türk insanına -daha doğrusu, insan demeyelim- adına Türk denilen veyahut Osmanlı, Müslüman denilen varlıklara ba­kışı, onları algılama biçimidir.

1921'de Arnold Toynbee Anadolu'ya, Mudanya tarafına geli­yor; Manchester Guardian haftalık gazetesinin muhabiri olarak. Orada, Yunanlıların Türklere yönelik katliamlarını gözleriyle gö­rüyor; işte ondan sonradır ki, Türklerin de insan olduklarının far­kına varıyor. Dolayısıyla, Toynbee'nin düşünce yaşamında 'de­ğişmeyen' olarak bir 'uygarlık' anlayışı var, ama zaman içinde 'değişen' birtakım şeyler var; ancak, önce insan kategorisinde olduğunuzun anlaşılması gerek. Benim burada anlattığım ilginç bir tipoloji ve bu tipoloji, Toynbee örneğinde tabii bir kısım Ba­tılılar ve geçen yüzyılın başında Anadolu coğrafyasında cirit atan misyonerlerdir.

The Blue Book adlı savaş propagandası kitabının malzemelerini toplayan asıl kişi Lord Bryce'tır ve Arnold Toynbee'nin yazılı şe­kil verdiği bu propaganda senaryosunu kendi adına dönemin İn­giltere Dışişleri Bakanı Sir Edvvard Grey'e sunmuştur. Şimdi il­ginç bir noktayı açıklayacağım: Lord Bryce 1922 yılında öldüğü zaman Hakopyan adlı bir Ermeni yazar tarafından yayınlanan makalede; "Lord Bryce'ın adı dünyada bir tek Ermeni kalana ka­dar yaşacaktır," denilmiştir. Ne var ki, Ermeniler hiçbir zaman Arnold Toynbee'ye aynı şekilde vefalı davranmamışlardır. İzin verirseniz Ermenilerin sözleriyle neyi kastettiğimi anlatayım. (An­cak daha önce, burada konuşmamda Ermeniler sözünü kullan­dığım zaman Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bu ülkede bi­zimle yaşayan, bizim insanlarımızı kastetmiyorum. Türkiye dışın­da ve diaspora adıyla anılan toplulukta, ısrarla Türk düşmanlığı yapmak yolunda ilerleyenleri kastediyorum. O nedenle, Ermeni­ler sözünü kullandığım zaman bu ayırımla birlikte değerlendiril­mesini istirham ediyorum.)- Ermeniler her zaman Toynbee'ye mesafeli durmuşlardır. Toynbee de Ermenilere yaşamı boyunca mesafeli kalmıştır.

Bu değerlendirmemle ilgili örnek verebilirim: 1965'te, yani 1915 olaylarının 50. yılında Ermeniler ısrarlı bir şekilde Toynbee'yi sı­kıştırmışlardır. Nitekim daha sonra 1985 yılında, Taner Akçam'ın da kitaplarını basan Zoryan Enstitüsü'nün yayınladığı bir kitap­çıktan öğreniyoruz ki. Ermeni Bayan Etmekcian Toynbee'ye mek­tup yazıyor. İzin verirseniz o mektubu sizlere okumak istiyorum.

"Sayın Bayan Etmekcian,

1 Mart tarihli mektubunuzu aldım. İngiliz hüküme­tinin, Lord Bryce'tan resmi bir rapor {The Blue Book) oluşturmasını istemesindeki sebebin propaganda olduğu doğrudur. Ancak, Lord Bryce'ın görevi üst­lenmesinin ve benim onun adına rapor üstünde çalışmamın sebebi gerçeğin bilinmesini sağlamaktı, üstelik deliller de sağlamdı: Tanıkların hepsi, hiçbir siyasi çıkarı olmayan Amerikalı misyonerlerdi. Bu yüzden Lepsius'un kitabıyla birlikte Rapor gerçek­ten bu durumu olduğu gibi anlatıyor.

1915'te Ruslar Türkiye'nin kuzeydoğusunu istila ediyordu, Türk hükümetinin de oradaki Ermeni azınlığın 'beşinci kol' haline gelebileceğinden kork­ması makuldü. Birleşik Devletler hükümetinin, İkin­ci Dünya Savaşı sırasında Japon kökenli Amerikalıla­rı Büyük Okyanus kıyılarından uzaklaştırması gibi, onları tehcir etmesi meşru olurdu. Ancak Ermenilerin 1915'te tehciri -halk tarafından değil ama Türk hükümeti tarafından- tehcir edilenleri kaçınılmaz olarak toplu ölümlere yol açacak şekilde insanlık dı­şı muameleye tabi tutmak için bir fırsat olarak kul­lanıldı ve istenen oldu.

Umarım bu sorunuza cevap olmuştur."[1]

Ne yazık ki benim elimde Ermeni Bayan Etmekcian tarafından Arnold Toynbee'ye yazılan mektup hakkında bir bilgi yok; fakat nerede olabileceği konusunda bir tahminim var. Umarım bir ara onu da bulurum. Toynbee'nin Ermeni Bayan Etmekcian'a gön­derdiği yanıt mektuptan kendisine bir soru sorulduğu belli..

İkinci bir mektup daha var. Bu mektup Toynbee'nin el yazısıyla ve yine aynı Ermeni bayana gönderilmiştir. 13 Nisan 1965 tarih­li bu mektubu okuyorum.

"Sayın Bayan Etmekcian,

4 Nisan [1966] tarihli mektubunuz benim için çok il­ginçti. Türklerin geçmişteki tutumuyla şimdiki tutu­mu arasındaki karşıtlık üzücü. Tahminen iki kuşak önceki klasik Türkler doğal insani duygularına göre hareket ederlerdi, ki bunlar milliyetçilik veya herhan­gi bir başka ideolojiden daha iyi yol göstericilerdir.

Çoğu insan zaman zaman derecesi daha büyük ve­ya küçük olan hatalar yapıyordur herhalde. Bunlar­dan geri dönmenin tek yolu kabul etmek ve piş­manlık duymaktır ve ne yazık ki, milliyetçilik bunu engelleyici bir unsurdur."2

Burada ilginç olan bir durum var; ne birinci ne de ikinci mektup­ta Türkler, 'soykırım yapmıştır' şeklinde bir söz kullanmıyor. Bel­li ki, Toynbee'den o doğrultuda bir fetva alınmaya çalışılıyor, ama kendisi böyle bir söz kullanmıyor. Fakat, 'milliyetçiliğin piş­manlık duymayı engellediği' şeklinde bir fetva veriyor.

Arnold Toynbee'nin Türklere yönelik olarak "soykırım yapmış­lardır," sözünü kullandığı cümleler kitaplarında var.

Şimdi açık konuşalım Toynbee soykırım sözünü kullansa ne olur, kullanmasa ne olur?

Batıda, 'soykırım' sözü gündelik olarak kullanımdadır ve artık 'katliam' sözü ile bir tür eş anlam taşımaktadır. Biz bu sözü, haklı olarak ciddiye aldığımız ve itiraf edelim ki bizi de çok kız­dırdığı için, kullanırken başına mutlaka 'asılsız' sözünü ekleriz. Hatta, 'asılsız sözde soykırım iddiaları' şeklinde bile kullanırız. Bunlar bizim duyarlılığımızın yansımasıdır. Pekala bugün Avru­pa'da, Amerika'da bu söz gündelik dilde ve kolayca kullanıl­maktadır. Arnold Toynbee de çeşitli tarihlerde 1915'deki olayla­rı değerlendirirken, Türkler Ermenilere "soykırım uygulamışlar­dır" şeklinde ibareler kullanmıştır. Burada bir tarihi duruş olarak söylüyorum: Toynbee, bir başkası veya Fransa Parlamentosu bu olayları 'soykırım' diye tanımladığında biz bunu kabul edecek değiliz. Çünkü biz, söz konusu olayların 'soykırım' veya 'etnik temizlik' olmadığını biliyoruz ve bunu da o ülkelere veya kulla­nıcılarına belgelerle kanıtlayacak durumdayız. Fakat çok ilginç­tir; Toynbee bu mektuplarında, yani özel olarak kendisine bu konu sorulduğunda, 1915 olaylarını 'soykırım' olarak tanımlamamıştır.

1920'li yılların başından itibaren Toynbee'nin Ermenilerle ilişki­sinin sıcak olmadığını söylemiştim. Nitekim 1985'te Zoryan Enstitüsü'nün yayınından da bu anlaşılıyor. Ermeniler Toynbee'nin kendileriyle sıcak bir ilişki kurmamasını Türklerle 'aşırı bir dost­luk ilişkisi' kurmasına bağlıyorlar.

Şimdi bu konudaki kimi ayrıntıları konuşmak istiyorum:

Toynbee'nin anılarında (Toynbee'nin anıları iki ayrı kitap olarak 1967 ve 1969'da yayınlanmıştır) bir bölümün Türk dostlarına ayrıldığı gözlenmektedir. Bunlar, Halide Edip Hanım ve eşi Ad­nan Adıvar, Rauf Orbay, Fethi Okyar ve diğer bazı Türk şahsiyet­lerle ilgili değerlendirmeler. Gerçekten ölümüne kadar Halide Edip Hanımla çok sıkı dostluklarının olduğunu biliyoruz. Toyn­bee'nin Türklerle olan ilişkisini biraz sonra anlatacağım. Onun için şimdi ayrıntıya girmiyorum. Fakat Ermeni diasporası o kadar ısrarlı ki, 1915'te Toynbee'nin yazdığı o savaş propagandası ki­tabı onlara yetmiyor; mutlaka Toynbee'den özel bir fetva almak gereğine inanmışlar ki, 1973 yılında bir mektubundan daha söz ediliyor Toynbee'nin. Söz ediliyor diyorum, çünkü bu mektubun orijinali ve tümü yayınlanmadı henüz. Çok enteresan; Prof. Dadrian bir makalesindeki dipnotta Toynbee'nin kendisine bir mek­tup yazdığını söylüyor. Bir cümle aktarıyor oradan. Prof. Dadrian'ın dipnotundan öğrendiğimize göre Toynbee şöyle söyle­miş: "Türkler ilk günahı işlemişlerdi. Her ne şekilde olursa olsun, Türkler tarafından Ermenilere yapılan soykırım büyük bir insan­lık suçu," şeklinde bir cümle, tırnak içinde. Tabii ben Ermeni meslektaşımıza saygılıyım, ama o kadar çok sabıkaları var ki, belgeleri tahrif etme ve kendi tezleri açısından yorumlar getirme konusunda. Prof. Dadrian bu mektubun orijinalini yayınlarsa bu konudaki literatüre küçük bir katkı olur. Biz de konferansları­mızda veya bilimsel çalışmalarımızda bunları değerlendiririz; ama yineliyorum; Toynbee 1915'teki olayları zaten kimi kitapla­rında 'soykırım' sözcüğüyle tanımlıyor, yani bunun dışında eser­lerinde bir kavram da kullanmıyor. Mutlaka özür dilenmesi ge­rekiyor diyor Toynbee. Olup bitenler nedeniyle, ama milliyetçilik buna engeldir, böyle bir özür dilemeye her zaman engeldir di­yor, yani milliyetçi olduğunuz zaman böyle bir şeyi yapamazsı­nız şeklinde bir düşüncesi var.

Değerli Konuklar;

Toynbee tarafından ifade edilenler böyledir. Ben her konuyu bütün çıplaklığı ile anlatırım. Şu anda da hiçbir şeyi saklamadan aktarıyorum. Bu salonda bulunan ve bir kısmını uzun süredir gö­remediğim meslektaşlarım benim her zamanki yaklaşımımın böyle olduğunu bilirler.

Arnold Toynbee önemli bir şahsiyet, uluslararası bir figür, iki dünya savaşından sonra İngiliz delegasyonunun üyesi olarak sa­vaştan sonraki görüşmelere müzakereci olarak katılıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Paris görüşmelerinde İngiltere adına gö­revli. 1945'te de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki görüşmelere de katılıyor. Bu önemli bir nokta. Arnold Toynbee'nin Bernard Russell'dan veya Jean Paul Sartre'dan farklı bir yanı vardır. O, kendisini temsil eden bir aydın değildir, İngiliz devletinin sözcü­südür. Tek başına bir aydın değildir Toynbee. 26 yaşında dünya tarihinin kaydettiği en müthiş propaganda örgütünün içinde yer alabilecek yetenekli bir savaş propagandisti... Hiç kuşku yok ki, İngiliz devleti adına daha sonraki yaşamında da çok önemli şey­lere imza atmıştır. Böyle bir kişiliktir Toynbee.

Şimdi, Türklerle ilişkisine geçiyorum.

Toynbee, Türkiye'ye geldiği zaman Başkumandanla, yani Reisi­cumhur Atatürk ile görüşüyor, Başbakanla görüşüyor. Toyn­bee'nin Türkiye ziyaretleriyle ilgili kronolojik bir bilgi vermem gerekirse; Türkiye'yi ilk ziyareti 1912 yılında, ikinci ziyareti 1921'de, üçüncü ziyareti 1923'te, dördüncü ziyareti 1929'da, beşinci ziyareti 1948'de, altıncı ziyareti 1962'de, yedinci ziyare­ti 1968'de. Bunları tarihleriyle söylememin özel bir nedeni var. Birinci ziyaretinde, yani 1912'de, kendi ifadesiyle, "Allah'ın be­lası dizanteriye yakalandım," diyor. Bu hastalık aynı zamanda yaşamında önemli bir dönem noktası oluşturuyor; çünkü, dizan­teriye yakalandığı için kendi kuşağıyla birlikte askere gitmiyor. İngiliz Genelkurmayının ve Dışişleri Bakanlığının oluşturduğu propaganda bürosunda çalışıyor. "Benim kuşağımdan," diyor, "pek çok insan öldü, ama ben yaşıyorum." 1912'deki Türkiye zi­yaretinde kaptığı dizanteri sayesinde olduğunu söylüyor bunun.

Toynbee'nin ikinci ziyareti Türklerle ilişkisi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Konuşmamın başında, hatırlarsanız, onun Ja­pon aydını İkada ile 1973'te yayınladıkları bir söyleşi-kitaptan söz etmiştim ve Toynbee'ye atfen demiştim ki, Amerikalılar Vietnamlıların bitki ve hayvan olmadıklarını, insan olduklarını an­ladıklarında çok şaşırdılar. İşte Toynbee 1921'deki ziyaretinde, Mudanya'da Yunan katliamlarından kurtulabilen Türkleri görü­yor ve onların, yani Yunanlıların Türkleri nasıl katlettiğine tanık­lık ediyor ve Türklerin de insan olduğunu keşfediyor. Çok ilginç bir durum. Hemen Manchester Guardian haftalık gazetesine Türkiye topraklarındaki bu izlenimlerini yazıyor. Sonradan diyor ki, Türkler benden başlangıçta şüphelendiler; birkaç tane maka­le yazmıştım; Türkler bana önce casus muamelesi yaptılar, ama sonra güvenmeye başladılar. Tabii Türkler için de kolay değil bu durum. The Blue Book diye bir kitabın yazıldığını elbette bizim­kiler biliyor, kitap yayınlandıktan sonra hâriciyemiz harekete ge­çiyor, The Blue Book'u Türkiye'ye getirtiyorlar. Osmanlı arşivin­deki belgelere göre. Toynbee'nin adı geçiyor, ama o sırada yal­nızca bir ayrıntı Toynbee. Önemli bir figür değil.

1923'te Toynbee'nin Türkiye'ye geldiği tarih çok anlamlı. Lo­zan'da görüşmeler kesintiye uğradığı sırada Toynbee geliyor. Çok ilginç. Bakınız, 'Türklerle dost' bir Toynbee var artık ve 'ih­tiyatlı' Türklerin dostluğunu kazanmış. Lord Curzon'un yanına yaklaşılmaz, kibirli halini düşünürseniz, İngiliz diplomasisi boş durmuyor yani. Bir taraftan Türklerin dostluğunu ve güvenini kazanmaya başlayan bir 'eski düşman'ı hemen Türkiye'ye gön­deriyor. Toynbee bu defa Ankara'ya da geliyor. Savaş alanını da geziyor. Gerçi savaş bitmiş, ama barış imzalanmamış. Her an her şey olabilecek bir ortam. İsmet Paşa ve Türk heyeti Lozan'dan dönmüş. Anlaşmanın ne olacağı belli değil.

Toynbee 1921, 1923 ve 1929'da Gazi Mustafa Kemal Paşa ta­rafından kabul ediliyor. Hatta orada yaptığı görüşmeyi tam yan­sıtmamakla beraber, bir yabancı dergide de Gazi Paşa ile görüş­tüğünü yazıyor.

1948 Kasım ayında Toynbee yine Türkiye'dedir ve bu kez Reisi­cumhur İsmet İnönü'nün konuğu olarak Çankaya Köşkü'ndedir.

Uluslararası tarih alanında yazan bir önemli bir profesör. Dünya tarihi, uygarlık tarihi alanında eserleri yayınlanıyor birbiri ardı sı­ra. Dikkat ederseniz, ben yalnızca Türkiye'ye çok gidip geldiğini ve kimlerle görüştüğünü araştırdım. Kim bilir, diğer ülkelere de ne kadar gidip geliyor. Salt bir profesör, akademisyen olarak dü­şünmemek gerekiyor onu. Belki 'politika yapıcısı' demek daha doğru.

Toynbee'nin Türklerle ilişkisinde 1948 yılındaki görüşmesine ve bununla ilgili Reisicumhurun değerlendirmesine geçmeden ön­ce, The Manchester Guardian haftalık gazetesindeki yazıları ne­deniyle Londra Üniversitesi'ndeki Kings College'dan istifa etmek zorunda kaldığını belirtmeliyim. Ve bu aşamada çok ilginç bir şey var; onun yaşam öyküsü ile ilgili.

Cambridge Üniversitesi'nden değerli tarihçi Richard Clogg'un ortaya çıkardığı bir belgeye göre, Toynbee'nin evrakları arasın­da 1924-1925 yılında İstanbul Üniversitesi'nde çalışmak istedi­ğine dair yazılmış bir mektup var. Bu taslak mektup muhatapla­rına gönderilmemiştir. Düşünün şimdi; Birinci Dünya Savaşı sıra­sında The Blue Book'u hazırlayan, bir kısmı uydurulmuş anlatım­ları, misyonerlerin raporlarını, mektuplarını kitap olarak yayınla­yan bir şahsiyet; 1923 yılında İstanbul Üniversitesi'ne, ben, ulus­lararası ilişkiler tarihi, uygarlıklar tarihi dersleri vermek istiyorum, sizin kadronuzda görev almak istiyorum diye mektup hazırlıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla, 1.800 sterlin istiyor maaş olarak. Gi­diş-dönüş bileti, bir de uygun bir konut. Tarihçi Richard Clogg; "1.800 sterlin onun daha önce Yunan kürsüsünde aldığı para­nın iki katıydı," diye yazıyor. Ben de bu sabah notlarımı gözden geçirirken hesap ettim; sterlin olarak iyi bir para; 2005 yılı itiba­riyle bizim maaşlar 830 sterlin tutuyor. İyi bir para istemiş. Para önemli değil; tabii ki insanlar iş yaparken para isteyecekler de; Toynbee, İstanbul Üniversitesi'nde çalışmayı düşünebilecek ka­dar, daha önce tanıdığı Türklerin 'insan' olduğunu keşfetmiş. Dostları arasında da artık Türkler var. Bu arada şunu da belirtme­me izin verin. Toynbee'nin yakın dostları arasında geçen Türkler esas itibariyle Reisicumhur Atatürk'e muhalefet yapan Türkler. Her ne kadar kendisi Ankara'ya geldiği zaman Reisicumhurla gö­rüşüyorsa da, Halide Edip Hanım, Rauf (Orbay) Bey, Toynbee'nin yakın dostları. Bu şahsiyetler Toynbee'nin Türkiye'ye bakışını önemli ölçüde hem olumlu, hem de olumsuz anlamda etkilemiş olabilirler.

1948 yılı Kasım ayında, ki Türkiye ziyaretinin ayrıntıları şöyledir, Toynbee kendi ifadesine göre Mardin'e kadar gidiyor. Türkiye'yi dolaşıyor. Bu defa amacı gelip sadece Reisicumhuru görmek ve­ya Türk dostlarıyla görüşmek değil. Vilayet vilayet Türkiye'nin her tarafını geziyor. Zaten daha sonra bir başka yerde, "Ben, Türkiye'nin hemen hemen her yerini gezdim," diyor. Bilmiyo­rum şu salonda oturan meslektaşlarımın ne kadarı Türkiye'nin her yerini bilir; ama Toynbee geziyor. Biraz önce söyledim, baş­ka ülkeleri ne kadar geziyor bilmiyorum, ancak Türkiye'yi karış- karış geziyor.

Reisicumhur İsmet İnönü, o sırada Amerika Birleşik Devletle­rinde bulunan oğlu Erdal İnönü'ye bu görüşmeyle ilgili değer­lendirmesini mektup olarak ifade ediyor. 1948 Kasım ayında Türkiye Reisicumhuru, Toynbee'yle görüştükten sonra oğlu Er­dal İnönü'ye yazdığı mektubunda çok ilginç bir değerlendirme­de bulunuyor. Şimdi, İsmet İnönü'nün bu değerlendirmesini ay­nen okumak istiyorum. Yalnız sîzlerden özel bir dileğim var. Bi­liyorsunuz Anayasa'da cumhurbaşkanı seçilebilmek için yazılmış birtakım kurallar var. Merhum İnönü'nün bu mektubunu dinler­ken cumhurbaşkanı seçilmek için Anayasa'da yazılı olmayan ba­zı kurallar da olmalı diye düşünebilirsiniz belki. Burada hayli en­telektüel bir cumhurbaşkanı portresi çizilmiş.

"23 Kasım 1948 Salı. Ömer'in kitabı daha gelmedi,

Prof. Toynbee ile görüştüm, mütevazı, konuşurken ürkek bir âlim, Study of History kitabının hülâsâ edilmişini ısmarladım."

Biliyorsunuz bu kitap önce on cilt sonra on iki cilt oldu. Study of Historynin bir de iki cilt olarak özetlenen basımı var, Türkiye Re­isicumhuru onu ısmarladığını söylüyor. "Daha okumadım," di­yor. Bakınız, bir cumhurbaşkanı kitap ısmarlıyor. Devam ediyor:

"Şöhretli bir eser olduğu görülüyor. Uygarlıkların Yargılanması adlı başka bir eseri var, onu okudum."

Burada önemli bir nokta var. Reisicumhurun sözünü ettiği kitap 1948 yılı başında yayımlanmıştır. Toynbee ile görüşmesi ise 1948 Kasım ayında yapılıyor, yani yılın başında yayımlanan kita­bı okumuş Türkiye Reisicumhuru. Mektup şöyle devam ediyor:

"[Toynbee,] ilk zamanlardaki makalelerinde Türk inkılâbını taklit sayıyor. Hıristiyan ve garp medeniye­ti kavramlarını bir tutuyor. Bazı yerleri bana o kadar geri ve taassuplu geldi ki, bir arkadaşıma verdim, okusun da münakaşa edelim diye."

İşte şok bir cümle: İsmet İnönü: "Adam fazla Hıristiyan ve din­ci." Kullandığı söz aynen böyle: "dinci"!

İsmet İnönü, kendisini ziyaret eden ünlü tarihçi Toynbee için oğ­lu Erdal İnönü'ye; "Bu adam fazla Hıristiyan ve dinci", diyor. Bu konuşma 1948 yılında yapılıyor. Konuşmama başlarken demiş­tim ki, Toynbee'nin düşünce yaşamını değerlendirirken bir soru­dan hareket ediyorum; onun düşünce yaşamında 'değişmeyen' ve 'değişen' nedir?

Bakınız; 1948 yılında artık, 1915'te yazdıkları, çizdikleri hakkın­da belli bir fikre sahibiz; onların savaş propagandası olduğunu biliyoruz. Fakat, 1921'den beri Türkleri 'insan' olarak tanımaya başlayan ve Türklerle ilgili bilimsel nesnellikten yoksun düşünce­lerini değiştirmek gereği duyan "Bunlar da insan, bunları da bi­nleri öldürüyor, demek ki bunlara da katliam yapılıyor," diye ya­zan bir tarihçi. 1948 yılında İsmet İnönü'yü ziyaret ettiğinde Türklerle ilgili önyargısını değiştirmiş, bir karalaması yok. O artık uygarlık tarihi üzerine yazan bir tarih otoritesi. Uluslararası bir tarih gurusu. Eserleri birbiri ardı sıra yayınlanıyor, çeşitli başkent­lerde konferanslar veriyor, tartışmalara katılıyor. Ve yine de Tür­kiye Reisicumhuru kendine özgü bir anlatımla onu, "Adam faz­la Hıristiyan ve dinci," şeklinde tanımlıyor.

Yalnızca bu kadar değil. Örnek olarak söylüyorum; eğitimle ilgi­li görüşlerini incelediğiniz zaman da aşırı bir Hıristiyanlık vardır Toynbee'de; eğitimin esas itibariyle dine dayalı (=Hıristiyanlığa dayalı) olması gerektiğini savunuyor. Bu tür cümleleri var.

1948 yılında, daha sonra 1952'de Türkiye'de onun yakın dostla­rı arasında Ahmet Emin Yalman var. İlginçtir, Ahmet Emin Yalman'a suikast olayında geçmiş olsun telgrafı gönderiyor Toynbee.

Ahmet Emin Yalman anılarında, "Ondan bir telgraf aldım," di­yor. Ahmet Emin Yalman da biliyorsunuz Batı ölçülerinde 'liberal' bir Türk aydını. Toynbee ile ilgili olarak anılarında Reisicum­hur İnönü'nün değerlendirmesini o da aynen doğruluyor. Ah­met Emin Yalman diyor ki, "Roma'da, Avrupa Konseyi'nin bir toplantısında Toynbee ile fena halde kapıştık. Ancak, Hıristiyan olanların medeniyet ailesine girebileceklerini söyledi." Bunun üzerine Toynbee ile dostu 'liberal' Türk aydını arasında çok şid­detli bir tartışma çıkıyor.

Türkiye Bilimler Akademisi'nin Saygıdeğer Konukları;

Kendime yönelttiğim soruya tekrar gelirsem, 'değişmeyen' bir görüş var Toynbee'de, bu 'değişmeyen' hep sürüyor. Peki 'değişen' nedir? Temas ettikçe, tanıdıkça, Türklerle ilgili düşüncele­rinde 'değişiklik' oluyor veya genellemelerden kaçınıyor, 'Bütün Türkler kötüdür, bütün Türkler kan emicidir' şeklinde bir değer­lendirme yapmaktan vazgeçiyor; 'Bunlar da insandır içlerinde kötü olanlar vardır, iyi olanlar vardır,' şeklinde bir değerlendir­meye doğru gidiyor.

Şimdi, ortada bir bakış açısı var. 26 yaşında bir gencin ailesin­den, çevresinden, uluslararası bir topluluktan, bir gelenekten miras bir bakış açısı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında dönemin zo­runlu kıldığı, bir propaganda faaliyetinin onun tarafından da ye­rine getirilen bir kısmı var kuşkusuz.

Konuşmamın sanıyorum gerek orijinal bilgilere dayanması bakı­mından bizim literatüre; ve izleyebildiğim kadarıyla uluslararası literatürde bu konuyla ilgili yayınlarda yeni olabilecek olan kıs­mına gelmiş bulunuyorum. Kuşkusuz benden önce saygıdeğer bilim adamları tarafından The Blue Book'te ve İngiltere'de savaş sırasında oluşturulan propaganda bürosuyla ilgili birtakım çalış­malar yayımlandı, bunlar gerçekten fevkalâde başarılı çalışma­lar. Prof. Justin McCarthy tarafından yapıldı; yine Londra'da ya­şayan Dr. Salâhi Sonyel tarafından İngiliz arşivlerindeki bazı bel­geler açıklandı; fakat ben de şanslı bir insan sayılmalıyım; çün­kü, uluslararası birtakım önemli arşivlerde çalışmak gerçekten bir ayrıcalıktır. İngiliz arşivinde, Amerikan arşivinde, Cenevre'de Milletler Cemiyeti arşivinde çalışırken Tanrı'nın zaman zaman beni özellikle koruduğu gibi bir duyguya kapılmışımdır, bilimsel yaşamımda öyle mucizevi şeyler olmuştur ki nasıl anlatabilirim bilemiyorum? Aylarca birtakım dosyalara bakıyorsunuz, bir şey­ler arıyorsunuz, tamam diyorsunuz, bu arşivde artık çalışmamı bitirdim, bundan sonra bir başka yere geçebilirim diyorsunuz, tam o gün akşam saat 17.00'ye doğru en son baktığınız bir dos­yada öyle bir belge ve ipucu buluyorsunuz ki, orada bir ay daha devam ediyorsunuz.

Londra'da Kew Gardens'taki İngiliz arşivini tarihçi meslektaşlarım bilirler, gerçekten güzel bir ortamda çalışma olanağı var orada. Ingiltere'yi ziyaretlerimden birisinde bugüne kadar herhangi bir yayında, herhangi bir yerde görmediğim bir şema ile karşılaşmış­tım. O şemayı size şöyle anlatayım: 1914'ten 1918'e kadar İngi­liz Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığının bilgisi dahilin­de oluşturulan propaganda bürosunun, -tabii büro deyince böy­le ufak bir birim düşünmeyelim, çok büyük bir organizasyon, dünya çapında propaganda yapabilen adeta mükemmel bir orga­nizasyon- bu organizasyonun şemasını buldum. Tabii inanama­dım ve işte o zaman Tanrı'ya şunun için yakardım:

"Ey Tanrım bana birazcık daha süre ver de şemanın bir fotoko­pisini çektireyim ve ülkeme götürebileyim."

Bu şemayı iki parça halinde fotokopi yaptırmıştım. Orijinali kırmızı-mavi kalemle çizilmiştir, ben siyah-beyaz fotokopisini aldım.[2]

Dünyadaki bütün büyük devletleri ve savaş alanlarındaki halkla­rı bu şemanın içerisine yazmışlar. Her bir devleti bu müthiş pro­paganda faaliyetinin konusu olarak masalar şeklinde düşünür­sek, örneğin, Arnold Toynbee Osmanlı İmparatorluğu, Mezopo­tamya, Arabistan, Mısır masasının sorumlusu. Her masanın, her devletin başına bir tane akademisyen dikmişler. Bu akademisye­nin görevi o ülkelerle ilgili kimi haberleri propaganda teknikleri açısından işlemek. İnanılmaz bir örgüt, bütün dünyayı kapsıyor. Ve savaş süresince çalıştırılan, faaliyet gösteren bir propaganda örgütü.

1914 yılı Ağustos ayında bu dev propaganda örgütüyle ilgili ola­rak Ingiltere'nin tanınmış tarihçilerini, sosyal bilimcilerini bir top­lantıya davet ediyorlar. Ardından ikinci bir toplantı yapıyorlar, oraya da önemli gazetelerin editörlerini çağırıyorlar ve şunu söy­lüyorlar:

"Bu savaşı kazanmak için birtakım faaliyetler planladık. Bunların hepsini yapacağız. Nedir bu faaliyetlerin hedefi? Bu faaliyetlerin bi­rinci derecedeki hedefi Amerika Birleşik Devletleri'ni İngiltere'nin ve müttefiklerinin yanında savaşa katmak. Öyle bir propaganda faaliyeti yürüteceğiz ki, bununla, Amerika Birleşik Devletleri'nin kamuoyunu değil, fakat o kamuoyunu oluşturma gücüne sahip Amerikan seçkinlerini hedef alacağız. Sizler onlara yönelik kara­lama faaliyetinde bulunacaksınız. Bunun için kitaplar yazacaksı­nız, broşürler hazırlayacaksınız, gazetelerde haberler birbirini ko­valayacak. New York Times gibi büyük gazeteler dahil, hepsinde köşe yazarlarına makaleleri hazırlayıp sizler göndereceksiniz. Ki­minle ilgileniyoruz? Osmanlı İmparatorluğu'yla Ermenilerle ilgile­niyoruz veya Türklerle ilgileniyoruz veya Almanlar Belçika'yı işgal etmişler, Belçika'daki durumla ilgileniyoruz; bütün basının kulla­nacağı fotoğrafları, yazıları, haberleri, her şeyi hazırlayacaksınız."

Saygıdeğer Konuklar;

Süngülenmiş bebek fotoğrafları yayılıyor basın aracılığıyla. Çok acımasız bir savaş faaliyeti bu. Ve sonradan ortaya çıkıyor ki, süngülenmiş bebek fotoğrafları 1905 yılına ait.

Hemen belirtmek isterim ki, literatürde Wellington House diye bilinen bu faaliyet ve şemayla ilgili ve bu şemanın 1914-1918 arasında İngiltere'de bu çerçevede yapılan propaganda çalışma­larıyla ilgili çok uzun değerlendirmelerim olabilir. Fakat bu kon­feransımızda yalnızca Arnold Toynbee ile ve onun Ermeni soru­nuna bakışıyla ilgilenmek ve bu çerçevede konuşmak durumun­dayım. İşte Toynbee, genç bir insan olarak bu örgütlenmenin içerisinde yerini alıyor. Tabii iddialı olmak istemem; ancak bana öyle geliyor ki, bu şema ilk kez kamuoyunun önüne bu toplan­tıda konmuştur. İngiliz arşivinde çalışanlar bilirler, bazı dosyalar zamanla açılır. Yani şöyle söyleyeyim; örneğin, 1972 yılındaki Kızıldere olaylarıyla ilgili bir dosya ile ilgili olarak "hiçbir zaman açılmayacaktır" kaydı vardır. Ama bazı dosyalarda açılma yılı olarak 2015 diyor, 2020 diyor vs... Dosya açıldığı zaman da ta­bii içinden bazı şeyleri çıkartmış olabiliyorlar, o zaman da oraya kâğıt koyuyorlar, falanca kanuna göre şu kısım veya belge (mektup) çıkarılmıştır. Mesela, ben hatırlıyorum, merhum Alpas­lan Türkeş'e ait bir mektup vardı, o mektubun çıkarıldığına dair bir not görmüştüm. Amerikan arşivinde de buna benzer şeyler var. Amerika Birleşik Devletleri'nin milli güvenliği açısından şu belge kaldırılmıştır, diyordu. Belgenin kaldırıldığını o şekilde an­lıyorsunuz, belgenin içeriğini öğrenemiyorsunuz. O ayrı bir şey. Wellington House bu işlerin yürütüldüğü binanın adı olduğu için, bu İngiliz propaganda faaliyetlerine 'Wellington House' adını vermemiz mümkün. Bazı akademisyenler Wellington House'un evraklarının önemli bir kısmının yok edildiğini söylü­yorlar. Bu şema ya bir yere sıkışmış ya da bilmiyorum, yani dik­kati çekmedi ya da benim çok şanslı olduğum bir andı.

Bu şemada adları yazılan İngiliz aydınlarını, -sadece Toynbee de­ğil, ki Toynbee'nin o sırada esamisi de pek okunmuyor- ünlü isimleri, profesörleri yargılıyor değilim. Açık söyleyeyim, bu in­sanlar İngiliz'dirler, vatanlarına hizmet etmişlerdir, İngiliz vatan­severidirler.

Savaştan sonraki yıllarda akademik anlamda İngiltere'de birta­kım çalışmalar yapılmıştır. "Black Propaganda" (Kara Propagan­da) demişlerdir bu döneme ve üretilen dokümanların hepsi, üzülerek söyleyeyim, yüzkarasıdır, utanç vericidir. Bunların ço­ğunun sahte üretim olduğunu kendileri akademik çalışmalarla ortaya çıkarmışlardır, Amerikalılar da bunu yapmışlardır. Üstelik Amerikan kamuoyu bu faaliyetleri yüzünden İngilizlerden nefret etmiştir.

Bu propaganda faaliyeti başarılı olmuştur ve Amerika savaşa ka­tılmıştır, 1917'de birçok kayıp vermiştir. Bu yüzden nefret et­mişlerdir Amerikalılar; Ingiliz kara propagandasıyla savaşa sü­rüklendikleri için. 1939'da Pearl Harbour baskınına kadar hiçbir zaman İngilizlere güvenmiyorlar, bu defa da aldatılacaklarını dü­şünüyorlar. İşte bugün dünya başkentlerinde bir kara hayalet olarak dolaştırılan 'Ermeni soykırımı' yalanı, o dönemin ve sözü­nü ettiğim propaganda şemasının mirasıdır. İtiraf edelim ki çok acımasız bir yöntem bu.

Tabii bu arada şunu da belirtmek isterim, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1915'teki zorunlu göç uygulamasında Ermeni kafilele­rinden öldürülenler, yaşam koşullarının dayanılmazlığı nedeniy­le ölenler olmamıştır gibi bir düşünceye de sahip değilim. O olaylarla ilgili değerlendirmelerim ayrı bir konudur, o olayların mutlaka incelenmesi, masaya yatırılması gerekiyor. Ama siz, ko­ca bir ulusu bir savaş dönemi propagandasının kurbanı olarak seçilen bir ulusu karanlık bir amaç için 'üretilmiş' sahte belgeler­le mahkûm etmeye kalkarsanız, ki Ermeni iddialarının temelin­de olan propaganda metinleridir bunlar, o zaman itiraz ederim.

Türk bilim adamları olarak bütün belgeleri bulmak, nerede ise ortaya çıkarmak kimin ne iddiası varsa hepsini tartışılır hale ge­tirmek sorumluluğumuz vardır.

Aksi halde bir dogma ile karşı karşıya kalırız.

Toynbee'nin kendisi de bu 'erken' dönem kitaplarını atlıyor. 1957 yılında sorulduğunda, "Savaş propagandasıydı," diyor.

Belirtmek isterim ki, tarih alanında bilimsel yöntemlerin nasıl ba­şarılı bir şekilde kullanıldığını da yine tarihçi Toynbee'den öğre­niyoruz. O zaman benim için iki tane Toynbee vardır demem yanlış olmaz. Biri, kendisini tarihçi olarak kanıtlayan 'Profesör Arnold Toynbee'; diğeri de bunun dışında bilimsel yaşamının ilk yıllarında bir savaş propagandasında aktif görev alan ve bunu ülkesi için yaptığına inanan, kendi kuşağıyla beraber savaşa git­seydi öleceğini söyleyen, ama bir şekilde 'Wellington House' di­ye sonradan kötü bir şöhreti olan propaganda bürosunda hiz­met eden bir Toynbee daha var.

Şimdi izin verirseniz, Ingiliz arşivinde bulunan iki kutuyu biraz ayrıntılı biçimde anlatmak istiyorum. Bu kutuların üst tarafında Toynbee'nin kendi el yazısıyla ismi yazıyor. Kutularda Toyn­bee'nin The Blue Book'u hazırlarken yaptığı bütün yazışmalar var. Bu yazışmaların tamamı 600 adet kadar; bizzat Toynbee ta­rafından yazılan mektupların birer nüshası orada. Bu mektuplar üzerinde ciddi bir okuma yaptığınız zaman, -ki ben bu mektup­ların benim çalışmalarım açısından çok önemli olanlarının foto­kopilerini aldım, getirdim- bu kitabın hazırlandığı ortamı (iklimi) yaşıyorsunuz. Söz konusu olan mektuplardan birkaç tanesini bi­razdan okuyacağım, ki bu mektuplardaki bilgiler sanıyorum ilk kez açıklanmış olacaktır.

Burada sizlerin huzurlarınızda bilimsel kanıtlarla önemli bir açık­lamada bulunuyorum. İngiltere Devlet Arşivi'nde bukınan ve bi­razdan okuyacağım bu mektuplar, bizzat Toynbee'nin yaptığı işe hiç güvenmediğini kanıtlıyor, buna özellikle dikkatinizi çeki­yorum; Arnold Toynbee kendi yaptığı işe güvenmediğini itiraf ediyor!

15 Haziran 1916 tarihli ve Boston'da Dr. James Barton'a yazılan mektup:

"(...)

Materyal prova aşamasına gelir gelmez size bölüm­ler halinde parça parça göndereceğim. Dikkatle okuduktan sonra, derlememdeki herhangi bir boş­luğu gizli kalmak kaydıyla doldurabileceğinizi düşü­nürseniz -benim metnimde sözü geçen belgelerin yazarlarının gizli tutulacak olan adları ve metnin içinde boş bırakılan kişi ve yer adları- size fazlasıyla minnettar kalacağım. Kitabımın önsözünde, sözü edilen kişi ve yer adlarının bizzat bende saklı oldu­ğunu belirtmezsem, bu belgelerin editörü olarak durumum çok zayıflayacak."4

Bu arada yeri gelmişken olayları iyi bilen (?) bir kişi tarafından hemen ertesi günü, 16 Haziran 1916 tarihli ve Lord Bryce'a ya­zılan bir mektuptaki çok ilginç bir bilgiyi de aktarmak isterim (bu mektubun yazarını ne yazık ki şu ana kadar belirleyemedim).

Lord Bryce'a gönderilen bu mektupta aynen şöyle deniliyor:

4     Mektubun tıpkıbasımı için bkz: Ek 3a ve 3b.

"(...) Belgelere yaptığı muameleden anladığım ka­darıyla (gizli tutulan isimlerin kaydını tutmamış ol­ması vs.) Barton da deliller hakkında pek net bir fi­kir sahibi değil."5

(Mektupta adı geçen kişi, Amerikan misyoner hareketinin öncü­lerinden James Barton'dır.)

20 Haziran 1916 tarihli ve Boston'da Dr. Rockvvell'e yazılan mektup:

(...) Sizin ve Dr. Barton'ın bilgi verebileceğini düşün­düğüm özel belgelerin de listesini de ilişikte gönde­riyorum.

Yayımlanacak bütün belgelerin yazarlarının adlarını gizli kalmak koşuluyla bilmem elbette çok önemli. Kitabın önsözünde, bazı isimleri gizli tutmak zorun­da kalmama rağmen tümünün bende saklı olduğu­nu ve koşullar elverdiğinde yayımlamayı düşündü­ğümü yazabilmek istiyorum. Bazı vakalarda isimleri bilmediğimi kabul etmek zorunda kalırsam, bu, de­lillerin tümünü zayıflatacak bir etki yaratacaktır.

t..)"6

5      Mektubun tıpkıbasımı için bkz: Ek 4a, 4b ve 4c.

6       Mektubun tıpkıbasımı için bkz: Ek 5a ve 5b.

Toynbee bu sıkıntısını James Barton dışında, Cenevre'den M. Leopold Favre ile, Paris'ten Bogos Nubar Paşaya da yazmıştır.

Fakat, onun asıl en şok edici ve müthiş itirafı, 23 Haziran 1916 tarihinde Oxford Üniversitesi'nden Prof. Margoliouth'a hitaben yazılan mektubunda yer alan şu satırlardır ve Türkler hakkında hazırlanan The Blue Book adlı kitabın daha doğarken ne kadar çürük olduğunun bizzat yazarı tarafından itirafıdır:

"Sayın Profesör Margoliouth,

1915'te Ermenilerin gördüğü muameleyle ilgili begelerden oluşan kapsamlı bir derleme için yazdığım giriş yazısını ilişikte gönderiyorum.

Vakit ayırıp göz atarsanız ve gerçekler hakkında gö­ze batan hatalı bir ifade veya yanlış noktalar varsa afişe etmenizi rica ediyorum. Benim konu hakkındaki bilgimin büyük bölümü pek sağlam değil ve ikinci ağızdan edinilmiş bilgilerden oluşuyor."

Bu ricayla sizi rahatsız etmekte tereddüt ettim, an­cak belgeler 'Devlet Mavi Kitap'ı olarak yayınlana­cak, onun için de yayınlanırken tarihsel doğruluk ta­şıdığından emin olmamız çok önemli."

Türkiye Bilimler Akademisi'nin Saygıdeğer Konukları; 1914-1918 arasında savaş koşullarında kuşkusuz İngiltere hükümetinin ka­rarıyla, biz o zaman biliyorsunuz Ingiltere ile savaşıyoruz, çok  özel koşullarda yapılan birtakım propaganda çalışmaları bugün Ermeni çevrelerce veya bazı ülkelerin parlamentolarınca adeta bir 'Kutsal Kitap' dokunulmazlığı içerisinde değerlendirilmekte­dir. Bilimsel olarak bizim bütün bu dokümanları gerek İngiliz hü­kümeti tarafından o dönemde hazırlattırılmış olan, Amerika'da, Almanya'da hazırlanan bütün dokümanları didik didik etme hakkımız ve görevimiz vardır. Böyle bir hakkımız vardır bilim adamları olarak, böyle bir görevimiz vardır bu ülkenin aydınları olarak. Tabii bunu görev olarak kabul ediyorum derken gönüllü­lükten söz ediyorum, ki ben gönüllü olarak bu işi yapmaktayım.

90 yıl aradan sonra bugün bu mektuplar veya öteki yayınlar de­ğerlendirildiğinde 'Canım bunlar bir savaş propagandası idi, bir kenara atılmadı mı,' diye düşünmek mümkündür. Ne yazık ki, sayın konuklar, bizimle ilgili olanlar hiçbir zaman bir kenara atıl­madı. Almanya ile ilgili olanlar atıldı bir kenara, yani Almanya ile ilgili bütün iddiaların yalan olduğunu Ingilizler kabul ettiler. Ve Almanya'yı bu savaş iftiraları yüzünden suçladıkları için üzgün olduklarını söylediler. Bizim böyle bir girişimimiz oldu mu?

O günkü koşullarda sorarsanız, Türkiye'de zaten Ermenilerle il­gili yargılamalar, Ermenilerin zorunlu göçüyle ilgili suiistimal (gö­revi kötüye kullanma) yargılamaları daha 1915'te zorunlu göç sürerken başlamıştı. Sonradan işgal İstanbul'unda da farklı bir bakış açısıyla devam ettirilmişti biliyorsunuz. Bu ayrıntılar tabii bu konferansın konusu değil. 1920'de Türkiye'nin en seçkin devlet adamları, askerleri, politikacıları, aydınları Malta'ya götü­rüldüler, İngiliz makamları tarafından orada birer rehine olarak tutuldular. Rehine diyorum çünkü Malta, Türkiye'nin sınırları dışındaydı, Ingiliz kuvvetleri tarafından, işgal kuvvetleri tarafından zorla götürüldüler. Malta'da bu insanların haklarında iddiana­meler hazırlandı, o sırada savaş sonrası suçlularının yargılanma­sıyla ilgili birtakım girişimler de yapılmıştı. Bu konudaki ayrıntıla­ra da girmek istemiyorum. Ama bizim açımızdan, Türkiye Cum­huriyeti açısından Lozan'da bütün bu konular kapanmıştır, bir daha açılmamak üzere kapanmıştır.

Burada yeri gelmişken bir ayrıntıyı aktarmak isterim. Lozan'a gi­den İsmet Paşa Başkanlığındaki heyete bir talimat verilmiştir, o talimatta heyetin hangi durumda ne yapması gerektiği belirtil­miştir. Örnek olarak, deniliyordu ki, falan konu masada önünü­ze konursa, bu konuyu bizimle bir görüşün, Ankara ile istişare edin, ondan sonra biz size bir talimat veririz. Filan konu söylenir­se bu konuda da kendiniz bir karar verin, bize sormanıza gerek yok; ama bir tek konu vardır, o da şu idi, eğer Ermeni meselesi masaya getirilecek olursa hiç bize sormadan derhal geri döne­ceksiniz. Verilen talimat budur ve Lozan'da masaya bu konu pa­zarlık masasına konulamamıştır ve kimse de koyamamıştır. Er­meni çevreleri, Misak-ı Millî sınırları içinde kalan topraklardan bir National Hörrie yani, kendileri için bir 'milli yurt' istiyorlardı; oy­sa, Atatürk'ün de belirttiği gibi, o sırada daha önce 1917'de ku­rulan Ermenistan Cumhuriyeti vardı ve Sovyet ihtilalinden sonra o Ermenistan Cumhuriyeti de oraya (Sovyetlere) katılmıştı ve karşı tarafa böyle bir talebin kabul edilemeyeceğini, yeni Türki­ye'nin kurucu önderliği tereddütsüz şekilde açıklamıştı.

Bir diğer önemli ayrıntı: Toynbee'nin 1920'de, Birinci Dünya Sa­vaşı sonunda Paris görüşmelerinde Türkiye ile ilgili çözümü şu şekilde idi. "İstanbul Boğazının Anadolu yakası Türklere kalsın, öbür tarafı da Rumlara verilsin, İzmir filan da Türklerde kalsın." Çok ilginç, eğer Türkiye'nin kaderi başka merkezlere bırakılsaydı, Ankara dışında çok başka çözümler bulunmuş olacaktı; bi­zim için modeller biçenler, roller verenler çok fazla idi. Doğrusu, bir tek kişinin yaşamından, bir sorunla ilgili tutumundan bu nok­taya geldiğim için de hayli üzüntülüyüm. Kuvvetle inanıyorum ki, Toynbee'nin yaşamında hiçbir zaman değişmediğini saptadı­ğım kendi 'uygarlık' anlayışı ve Hıristiyanlık koşulu bugün belki bazı Avrupa ülkelerinin kamuoyları tarafından da benimsen­mektedir. O nedenle, bizim işimiz, kendimizi anlatmak açısın­dan her zamankinden daha zor olacak diye düşünüyorum.

Bundan 25 yıl kadar önce Ankara'da, Siyasal Bilgilerde yüksek li­sans ve doktora derslerine devam ederken, kulakları çınlasın, Mete Tuncay Hocamız, o zaman daha 1402'lik olmamıştı, son derslerini veriyor, ama ne olacağı da belli. Hepimiz bekliyoruz yani. Fakültenin koridorlarına sarı zarfların uçuştuğu bir dönem. Mete Hocanın bir gün derste şöyle bir şey söylediğini anımsıyo­rum. Biraz da yadırgadığım bir cümle kurmuştu. Dedi ki, "Tarih her 25 yılda bir ya da ne bileyim 50 yılda bir yeniden yazılmak durumundadır." Doğrusu ben metodolojik olarak bu cümleyi Mete Hoca söyledi diye önemsemekle birlikte, anlayamamıştım. Kendi kendime, "Yahu bu tarih denilen şey bir kere oturulur, adam gibi yazılır, ne olacak canım işte ondan sonra da okunur, ne değişecek ki tarihte?" diye düşünmüştüm. Fakat aradan za­man geçti ve Mete Hocamın söylediği konuyu şimdi anlıyorum. Ve 1915'in yeniden yazılması gerektiğine inanıyorum. Öyle sanı­yorum ki bunu da yapacağım.

PROF. DR. HİKMET ÖZDEMİR

Prof. Özdemir 1979 yılında Orta Doğu ve Amme İdaresi Enstitü­sünden lisans derecesini tamamlamış, 1980 - 1986 yılları ara­sında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde yüksek lisans derece­si ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal'ın yanında siyaset bilimi doktoru unvanı almıştır.

TÜBİTAK'ta bilim politikası ünitesinde görev yaptıktan sonra 1989 - 1992 yılları arasında British Council bursuyla Londra Üni­versitesinde Asya ve Afrika Okulu Modern Türkiye Bölümü'nde incelemelerde bulunmuş ve 1992'de yurda dönüşünde, önce bir süre Başbakanlıkta çalışmış daha sonra Cumhurbaşkanı Tur­gut Özal'ın başdanışmanlığı görevine atanmıştır. Cumhurbaşka­nı Özal'ın vefatı üzerine 1993 yılında yardımcı doçent olarak Kı­rıkkale Üniversitesine katılan Dr. Özdemir, tarih bölümünde öğ­retim üyeliği yaparken 1998 - 1999 yıllarında Fulbright bursuy­la Başkan Eisenhovver dönemindeki Türk-Amerikan ilişkileri üze­rine Georgetovvn Üniversitesi tarih bölümünde ve Amerikan dı­şişleri arşivinde incelemeler yapmak üzere Washington DC'ye gitmiştir. Dönüşünde Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölü­müne öğretim üyesi olarak katkıda bulunan Dr. Özdemir, 2000 yılında profesörlüğe yükseltilmiş ve Kocaeli Üniversitesine atan­mış; orada siyaset bilimi bölümünü kurmuştur. İki yıl sonra şim­diki görevi olan Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Baş­kanlığına atanmıştır.

Prof. Özdemir'in Türkiye'nin siyasi tarihi ve siyasi kurumlan üze­rine yazılmış 18 tane kitabı yayımlanmıştır.

AKADEMİ FORUMU DİZİSİ

1.     Talat Halman, 21. Yüzyılda Üniversite ve Kültür, 2. baskı

2.      Halil İnalcık, Tarih ve Akademi, 2. baskı

3.      Kemal Kurdaş, Türkiye Ekonomisindeki Çöküş ve Geleceğe Bir Bakış

4.      Sema Tutar Pişkinsüt, Türkiye'de İnsan Hakları ve Demokrasi

5.      Karen Fogg, Avrupa Birliği'nin Güncel Eğilimleri ve Türkiye

6.      Bakır Çağlar, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Hukukunda Türkiye

7.      Attila Karaosmanoğlu, Türkiye'de Yeniden Yapılanmayla İlgili Sorunlar

8.      Stefanos Yerasimos, Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Sorunu

9.      Gökhan S. Hotamışlıgil, Yağ hücresi Gelişimi ve Enerji Metabolizmasının Moleküler Kontrol Mekanizmaları

10.     Korkut Boratav, Türk Ekonomisinin Son Durumu

11.     M. Orhan Öztürk, Sorma-Bilme Dürtüsü ve Girişim Duygusu Nasıl Yok Ediliyor? 2. baskı

12.     Bozkurt Güvenç, OsmanlI'dan Cumhuriyete Kültürümüzde Batı Etkileri, 2. baskı

13.     Doğan Kuban, Kırsal Kültürün Nesnellik Boyutları

14.     Mehmet Özdoğan, Güneydoğu Anadolu'nun Kültür Tarihindeki Yerine Farklı Bir Bakış

15.     Ziya Aktaş, Türkiye'de Bilgi Toplum una Nasıl Erişiriz?

16.     Stanford J. Shaw, Bir Düşüncenin Gerçekleşmesi: Osmanlı Tarihi Çalışmalarım

17.     M. Ali Alpar, Uzay Ajansları

18.     Nimet Özgüç, Hatti Efsanesi Yılan llluyanka'nın Tasvir

Sanatında Yorumu

19.     Ural Akbulut, Tanzimattan Cumhuriyete Eğitim

20.     Ünal Tekinalp, Türk Hukukunun AB Hukukuna ve Avrupa

Konvansiyonuna Uyumu Sorunu

21.      Erdal İnönü, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı

22.      Ergun Özbudun, 2002 Seçimleri Işığında Türk Siyasetinde Eğilimler

23.      Nusret Araş, Üniversite Yasası Nasıl Olmalı?

24.      Cihan Saçlıoğlu, Felsefenin Kuantum Mekanikse! Temelleri

25.      İoanna Kuçuradi, Felsefe ve insan Hakları

26.      Türkan Saylan, Yükseköğretim Öncesi Eğitimin Durumu ve

Çözüm Önerileri

27.      Kemal Kurdaş, Türk Ekonomisindeki Çöküş ve Geleceğe Bir Bakış: İkinci Aşama 2001-2004

28.      Ariel Rubinstein, Vahşi Ormanda Denge

29.      Fuat Sezgin, İslam kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri

30.      ilhan Tekeli, Avrupa Birliği, Türkiye ve Demokrasi

31.      Gürol Irzık, Bilim Savaşları

32.      ilber Ortaylı, Filoloji ve Tarih

33.      Bozkurt Güvenç, Cumhuriyet Döneminde Eğitim

SATIN ALMAK İÇİN:

Ankara: Atatürk Bulvarı No: 221, Kavaklıdere 06100

Tel: 0 312 468 53 00 (4570) Fax: 0 312 467 32 13

İstanbul: ITÜ Maçka Kampüsü, Yabancı Diller Yüksek Okulu,

Eski Maden Fakültesi Binası, Maçka 34367

Tel ve fax: 0212 219 16 60

 



[1] Mektubun tıpkıbasımı için bkz. Ek - 1.

Bayan Lillian Etmekjian ve Toynbee mektuplaşmasının orijinal belgeleri için bkz: Toynbee, Turks and Armenians, (Zoryan Institute, 1985).

[2] Prof. Dr. Hikmet Özdemir tarafından İngiltere Devlet Arşivi'nden getirilen bu şema konferans metninin sonundadır. (Ek 7)

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to