Arnold Toynbee'nin Ermeni Sorununa Bakışı
Türkiye
Bilimler Akademisi'nin değerli üyeleri; bu konferans nedeniyle öncelikle
Türkiye Bilimler Akademisi'nin Yönetim Kurulu'na saygılarımı sunuyorum. Çünkü,
ilginç bir öykü olarak kabul edilirse ben, Ağustos ayı gibi bir mektup
yazmıştım akademiye. Böyle bir konuda konferans verebileceğimi belirtmiştim.
Yönetim Kurulu değerlendirmiş ve şu anda huzurlarınızdayım.
Söze başlarken,
ortaokulda iken okuduğum birtakım eserleri anımsıyorum. Bunlar daha çok Batı
edebiyatının ya da dünya klasiklerinin önemli yazarlarıydı. O tarihte,
"Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri" denilen klasikler dizisi
Anadolu'nun en tenha köşelerinde, benim örneğimde olduğu gibi, cumhuriyet
kuşaklarının 1940'lardan 1950'lerden sonra, 1960'larda da yetişmesine büyük
katkısı oldu. Öyle sanıyorum ki, benim kuşağımdan, 1960'lardan sonra film
koptu. Bu ayrı bir konu...
Milli Eğitim
Bakanlığı Klasikleri arasında benim en fazla dikkatimi çeken Dostoyevski,
Stendhal, Honore de Balzac, Tolstoy, Descartes vb. şahsiyetlerin hayatı ve
eserleri türü biyografilerdi. Bunlar, inceleme konusu olan yazarı, tek bir
kişiyi anlatan, hayatını, yapıtlarını özetleyen ve biraz da değerlendiren
eserlerdi. Ben onları okuduğum zaman sanırdım ki, söz konusu yazarın bütün
dünyasını öğreneceğim. Maraş'ın bir ilçesindeki ortaokul kitaplığında (2000
nüfuslu idi Göksün) olan pek çok Batı klasiğini okumuştum. Çünkü, Türkçe
öğretmenim Mahir Türedi bana; "Eğer 17 yaşına kadar Dostoyevski'nin bütün
eserlerini okumazsan emeklerim sana haram olsun," demişti. Yalnızca Dostoyevski'yi
değil, diğerlerini de okumuştum.
Aradan çok uzun
yıllar geçti. Arnold Toynbee gibi pek çoğumuzun şu veya bu şekilde en azından
adını duyduğu ya da hakkında bilgi sahibi olduğu dünya çapında bir tarihçi
üzerine konuşmak için karşınızdayım. Çocukluk yıllarımdaki saflığımı ne kadar
koruyorum bilemem; ancak, açık yürekle ifade etmek isterim ki, Arnold
Toynbee'yi, bizim için büyük sorun oluşturan o propaganda kitaplarının yazarı
olmasına rağmen heyecanla ve ilgiyle okuyorum. Fakat bu akşam yapmak istediğim
iş, o ortaokul yıllarında okuduğum biyografi kitaplarını yazan kişilerinki
kadar kolay değil; çünkü burada, Türkiye Bilimler Akademisi'nin saygıdeğer
üyeleri ve konukları huzurunda son derece tartışmalı bir konuyu masaya yatırmak
üzere bulunuyorum.
Bu tartışmalı konu,
Lord James Bryce ve Arnold Toynbee tarafından Birinci Dünya Savaşı
yıllarında hazırlanan ve Türk-Ermeni ihtilafına kaynaklık teşkil eden bir
savaş propagandası kitabının masaya yatırılmasıdır. Ve bunu yaparken de, ünlü
İngiliz tarihçisini incitmeden, onun zaman içinde Türkler lehine değiştiği
bilinen görüşünü yansıtırken de abartıya kaçmadan bir sunuş yapmalıyım.
Çünkü, bir bilim adamının taraflar için çok derin ve trajik bir ihtilaf
barındıran mayınlarla döşenmiş bir alanda değerlendirmede bulunurken çok
özenli davranması gerekir. En azından benim için bunun böyle olduğunu bilmenizi
isterim.
Arnold
Toynbee, Türk-Ermeni ihtilafında nerede durmaktadır?
The Blue Book [Mavi
Kitap] adıyla ünlü savaş kitabı, şu sıralarda Türk ulusuna karşı, Türkiye
Devleti'ne karşı, Ermeni diasporası ve destekçileri tarafından Fransız
Parlamentosu'nda, Almanya'da veya diğer Avrupa ülkelerinde, Hollanda'da,
İsviçre'de veya Amerika Birleşik Devletleri'nde pek çok eyalette Türkiye aleyhinde
yürütülen büyük psikolojik faaliyetin dayanağı olarak gösterilmektedir. Bu
kitap Türkiye'ye karşı yöneltilen eski savaş iddialarının temelinde ve
merkezinde yer almaktadır. Bugün Ermeni sorunu ile ilgili hangi web
sayfasına girseniz, mutlaka Toynbee'nin adına, The Blue Book'tan
yapılmış aktarmalara rastlarsınız.
Sizlerin huzurunda
yapacağım bu sunuşu, 2005 yılı içinde ülke olarak bütün dünyada karşı karşıya
bulunacağımız büyük karalama kampanyasına karşı bir Türk bilim adamının
mütevazı yanıtı olarak kabul edebilirsiniz.
Arnold Toynbee'nin
burada yaşam öyküsünü anlatacak değilim. Fakat, onun kitaplarını basan Türk
yayınevleriyle ilgili ilginç bir gözlemimi sizlerle paylaşmak isterim.
Toynbee'nin bir
kısım çalışmaları küçük kitapçıklar şeklinde Türkçe'ye aktarılmıştır. Bu aktarılan
küçük kitapçıklarda doğal olarak Toynbee'nin yaşam
öyküsüne kısaca yer verilmektedir. Ne yazık ki, birazdan bu konferansın ana
konusunu oluşturacak olan propaganda kitaplarının hiç birinin adı o yaşam
öykülerinde yer almamaktadır. Bir diğer anlatımla, herhangi bir yayınevinin
Toynbee ile ilgili tercüme yoluyla yayınladığı kitapta Toynbee'nin biraz sonra
anlatacağım yapıtlarının ismi yoktur. Bu tutum nasıl açıklanabilir
bilemiyorum. Daha ilginci, Toynbee 1975 yılında ölmüştür. Bazı Türk yayınevlerine
göre ölüm tarihi farklıdır; 1970 olabilmektedir. Bu da tipik bir
özensizliktir, ciddiyetsizliktir. İzninizle bunu yapanları kınıyorum.
Öncelikle, Arnold
Toynbee'nin Türklerle ilişkisi ve Toynbee'nin Ermenilerle olan ilişkisi ve bu
ilişkinin zaman içerisinde nasıl bir seyir izlediği açıklığa kavuşturulmalıdır.
Bir soru ile başlamak istiyorum. Konuyu daha rahat anlatabilmem için kendime
sorduğum bir soru. Acaba bir düşünür olarak, bir tarihçi olarak Arnold
Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişmeyen' nedir? Dilerseniz bu soruyu şöyle
de düşünebiliriz: Arnold Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişen' nedir? Çünkü
Toynbee gerçekten bir insan için yeterli sayılabilecek uzunlukta bir ömür
sürmüştür. 1975 yılında öldüğünde, 1889 doğumlu olduğuna göre 86 yaşında idi.
Kendisinin bilimsel yaşamında da olağanüstü aktif ve uzun ömürlü olduğunu
biliyoruz. Neredeyse yaşamının son yıllarına kadar ciddi bilimsel
etkinliklerin içinde bulunmuştur. Eğer benim bulgularım doğruysa, en son
sunduğu tebliğ Türkiye ile ilgiliydi. Amerika Birleşik Devletleri'nde bir
sempozyumda sunulan bir tebliğ idi. Az önceki soruyu yinelemek istiyorum:
Arnold Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişmeyen' nedir? 'değişen' nedir?
Eğer Toynbee Ermenilere yakındı veya daha sonra Türkleri öven eserler yazdı
şeklinde bir yaklaşımla işe başlarsak, sanıyorum bilimsel yöntemden uzaklaşmış
oluruz.
Arnold Toynbee'nin
uzun düşünce yaşamında saptayabildiğim kadarıyla değişmeyen, onun uygarlık tanımıdır.
Toynbee yalnızca ve yalnızca eski Yunan ve onunla bütünleşmiş bir Avrupa
(=Hıristiyan) uygarlığına inanmaktadır ve bu Batı uygarlığı onun tarafından
mutlaka Hıristiyanlık olarak anlaşılmıştır. Eğer Hıristiyan değilseniz,
bugünlerde AB süreciyle ilgili tartışmalardan da hareket ederek söylüyorum, Avrupalı olamazsınız. Toynbee'nin bakış açısı budur. Ve son yıllarda moda haline
gelen "uygarlıklar çatışması" tezinin ilk önemli savunucularından
biri de Arnold Toynbee'dir. Toynbee bu tezi savunmaya Birinci Dünya Savaşı
yıllarından önce başlamıştır. Bunu bir söyleşisinden öğrenmekteyiz. Oğlu
Peter'la yaptığı bir söyleşi daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır. Peter
Toynbee kendisine soruyor: "Senin ilk kitabın hangisidir?"
"Benim ilk kitabım, savaştan önce, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce yazmaya
başlamıştım, 1915 veya 1916'da yayınlandı" diyor ve ardından ekliyor, "The
Nationalities and The War" (Milliyetler ve Savaş).
Ne var ki, Amold
Toynbee'nin ilk eseri bu değil. Onun ilk eseri, Türklerin Ermenileri nasıl
katlettiğine dair hazırladığı 159 sayfalık bir savaş propagandası kitabı. 1915 yılında
yayınlanıyor ve hemen ikinci baskısını da yapıyor. Aynen bizim Türk yayınevlerinin
Toynbee'den yayınladıkları kitaplara koydukları yaşam öykülerinde yapılan gibi
-inanmayacaksınız- Toynbee de kendi bilimsel yaşamını anlatırken o dönemde
Türkler ile ilgili savaş propagandası kitaplarını saymıyor. Oğlu Peter'la
konuşurken ilk eseri olarak The Nationalities and the War kitabının
adını veriyor. "İkinci eserim de," diyor" Western Question in Greece and Turkey" (Yunanistan'da ve Türkiye'de Batı Sorunu). Bu İkincinin yayınlanma
tarihi 1922. Bu da hemen 1923'te ikinci baskı yapıyor. Son derece ilginçtir;
Toynbee kendi eserlerini anlatırken -ki eserlerine çok önem veren bir insan-
kendisi tarafından yazılan bir takım kitapların adını anmıyor. Bu son derece
ilginç bir tutum, bunun üzerinde düşünülmelidir. Mutlaka bu durumun bir psikolojik açıklaması olmalıdır,
insanın çocuğunu reddetmesi, görmek istememesi gibi bir durum. Türk-Ermeni
ilişkileri ile ilgili gerçeğe dayanmayan, daha sonra kendi ifadesiyle sadece
ve sadece 'misyonerlerin' ve 'Ermeni kaynakların' anlatımlarına dayanan bu
savaş propagandası kitabını ve aynı malzemeden hareket eden başka propaganda
kitaplarını ve 1919 Paris Konferansı'na kadar çeşitli dergilerde yayınlanan
Türkiye aleyhindeki makalelerin tümünü inkâr ediyor.
Amold Toynbee'nin The
Nationalities and The War adlı eserinde ne yaptığını anlatsam
şaşıracaksınız. O eserde, savaştan önce başladım dediği eserde, Avrupa'nın
sınırlarını yeniden çizmiştir.
Türkiye Bilimler
Akademisi'nin saygıdeğer üyeleri; 26 yaşında bir insan Avrupa'nın sınırlarını
çizerse, acaba nasıl bir ruh haline sahip olduğu düşünülür?
Ne büyük ve müthiş
bir iddia. 26 yaşında; dünya savaşı yeni başlamış; bir Avrupa savaşı, bir dünya
savaşı; son derece deneyimsiz bir genç akademisyen; Avrupa'nın yeni sınırları
şöyle olacak diye haritaları da olan bir eser hazırlıyor...
Sayın Başkan ve
Konuklar; Arnold Toynbee'nin erken döneminde kaleme aldığı kitaplardaki
'Ermeni yanlısı' ve 'Türk düşmanı yaklaşımları inanılmaz ölçüde abartılı ve
hayali anlatımlara ve kimliği belirsiz tanıklıklara dayandırılmıştır ve biraz
önce söylediğim 'uygarlık' teziyle doğrudan doğruya bağlantılıdır.
1973 yılında Arnold
Toynbee'nin bir Japon aydınıyla birlikte İngilizce hazırladıkları bir söyleşi
kitabı vardır. Bu söyleşinin Türkçe'sini de Ankara Üniversitesi yayınlamıştır.
Ünlü tarihçi orada bir sırrını açıklamıştır. Elbette bu sır doğrudan
Toynbee'nin Türklere önyargılı bakışıyla ilgili gözükmez. Fakat bu sır, Vietnam
Savaşı'nda Amerika Birleşik Devletleri'nin tutumu hakkındadır ve bir genelleme
yapmak için elverişlidir. 1973'te olgunlaşmış bir insan vardır karşımızda.
Hatta uluslararası bir 'tarih gurusu' olarak kabul edilen bir tarihçidir Arnold
Toynbee. "Amerikalılar," diyor, "Vietnam'da Vietnamlıların hayvanat ya da nebatat türü bir şey olmadıklarını
anladıklarında, yani insan olduklarını keşfettiklerinde çok şaşırdılar."
Türkiye Bilimler
Akademisi'nin değerli üyeleri; bu durum tanıdık bir bakış açısıdır; yani bir
coğrafyaya bakıyorsunuz, o coğrafyada siz varsınız, başka varlıklar var, ama
onların insan olduklarının henüz farkında değilsiniz. Biraz zaman geçtikten
sonra anlıyorsunuz...
Kuvvetle inanıyorum
ki, 1973'te, İkada adlı Japon aydınıyla ortak yayınladıkları söyleşide Vietnam
Savaşı'yla ilgili kendisi tarafından Amerikalılara atfedilen bu dramatik
gerçek, Toynbee'nin ve daha başkalarının Birinci Dünya Savaşı'nda Anadolu
coğrafyasında Türk insanına -daha doğrusu, insan demeyelim- adına Türk denilen
veyahut Osmanlı, Müslüman denilen varlıklara bakışı, onları algılama
biçimidir.
1921'de Arnold
Toynbee Anadolu'ya, Mudanya tarafına geliyor; Manchester Guardian
haftalık gazetesinin muhabiri olarak. Orada, Yunanlıların Türklere yönelik
katliamlarını gözleriyle görüyor; işte ondan sonradır ki, Türklerin de insan
olduklarının farkına varıyor. Dolayısıyla, Toynbee'nin düşünce yaşamında 'değişmeyen'
olarak bir 'uygarlık' anlayışı var, ama zaman içinde 'değişen' birtakım şeyler
var; ancak, önce insan kategorisinde olduğunuzun anlaşılması gerek. Benim
burada anlattığım ilginç bir tipoloji ve bu tipoloji, Toynbee örneğinde tabii
bir kısım Batılılar ve geçen yüzyılın başında Anadolu coğrafyasında cirit
atan misyonerlerdir.
The Blue Book adlı savaş propagandası
kitabının malzemelerini toplayan asıl kişi Lord Bryce'tır ve Arnold Toynbee'nin
yazılı şekil verdiği bu propaganda senaryosunu kendi adına dönemin İngiltere
Dışişleri Bakanı Sir Edvvard Grey'e sunmuştur. Şimdi ilginç bir noktayı
açıklayacağım: Lord Bryce 1922 yılında öldüğü zaman Hakopyan adlı bir Ermeni
yazar tarafından yayınlanan makalede; "Lord Bryce'ın adı dünyada bir tek
Ermeni kalana kadar yaşacaktır," denilmiştir. Ne var ki, Ermeniler hiçbir
zaman Arnold Toynbee'ye aynı şekilde vefalı davranmamışlardır. İzin verirseniz
Ermenilerin sözleriyle neyi kastettiğimi anlatayım. (Ancak daha önce, burada
konuşmamda Ermeniler sözünü kullandığım zaman Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı
olarak bu ülkede bizimle yaşayan, bizim insanlarımızı kastetmiyorum. Türkiye
dışında ve diaspora adıyla anılan toplulukta, ısrarla Türk düşmanlığı yapmak
yolunda ilerleyenleri kastediyorum. O nedenle, Ermeniler sözünü kullandığım
zaman bu ayırımla birlikte değerlendirilmesini istirham ediyorum.)- Ermeniler
her zaman Toynbee'ye mesafeli durmuşlardır. Toynbee de Ermenilere yaşamı
boyunca mesafeli kalmıştır.
Bu değerlendirmemle
ilgili örnek verebilirim: 1965'te, yani 1915 olaylarının 50. yılında Ermeniler
ısrarlı bir şekilde Toynbee'yi sıkıştırmışlardır. Nitekim daha sonra 1985
yılında, Taner Akçam'ın da kitaplarını basan Zoryan Enstitüsü'nün yayınladığı
bir kitapçıktan öğreniyoruz ki. Ermeni Bayan Etmekcian Toynbee'ye mektup
yazıyor. İzin verirseniz o mektubu sizlere okumak istiyorum.
"Sayın
Bayan Etmekcian,
1 Mart tarihli mektubunuzu aldım. İngiliz hükümetinin,
Lord Bryce'tan resmi bir rapor {The Blue Book) oluşturmasını
istemesindeki sebebin propaganda olduğu doğrudur. Ancak, Lord Bryce'ın görevi
üstlenmesinin ve benim onun adına rapor üstünde çalışmamın sebebi gerçeğin
bilinmesini sağlamaktı, üstelik deliller de sağlamdı: Tanıkların hepsi, hiçbir
siyasi çıkarı olmayan Amerikalı misyonerlerdi. Bu yüzden Lepsius'un kitabıyla
birlikte Rapor gerçekten bu durumu olduğu gibi anlatıyor.
1915'te Ruslar Türkiye'nin kuzeydoğusunu istila ediyordu, Türk
hükümetinin de oradaki Ermeni azınlığın 'beşinci kol' haline gelebileceğinden
korkması makuldü. Birleşik Devletler hükümetinin, İkinci Dünya Savaşı
sırasında Japon kökenli Amerikalıları Büyük Okyanus kıyılarından uzaklaştırması
gibi, onları tehcir etmesi meşru olurdu. Ancak Ermenilerin 1915'te tehciri
-halk tarafından değil ama Türk hükümeti tarafından- tehcir edilenleri
kaçınılmaz olarak toplu ölümlere yol açacak şekilde insanlık dışı muameleye
tabi tutmak için bir fırsat olarak kullanıldı ve istenen oldu.
Umarım
bu sorunuza cevap olmuştur."[1]
Ne yazık ki benim
elimde Ermeni Bayan Etmekcian tarafından Arnold Toynbee'ye yazılan mektup
hakkında bir bilgi yok; fakat nerede olabileceği konusunda bir tahminim var.
Umarım bir ara onu da bulurum. Toynbee'nin Ermeni Bayan Etmekcian'a gönderdiği
yanıt mektuptan kendisine bir soru sorulduğu belli..
İkinci bir mektup
daha var. Bu mektup Toynbee'nin el yazısıyla ve yine aynı Ermeni bayana
gönderilmiştir. 13 Nisan 1965 tarihli bu mektubu okuyorum.
"Sayın
Bayan Etmekcian,
4 Nisan [1966] tarihli mektubunuz benim için çok ilginçti.
Türklerin geçmişteki tutumuyla şimdiki tutumu arasındaki karşıtlık üzücü.
Tahminen iki kuşak önceki klasik Türkler doğal insani duygularına göre hareket
ederlerdi, ki bunlar milliyetçilik veya herhangi bir başka ideolojiden daha
iyi yol göstericilerdir.
Çoğu insan zaman zaman derecesi daha büyük veya küçük olan
hatalar yapıyordur herhalde. Bunlardan geri dönmenin tek yolu kabul etmek ve
pişmanlık duymaktır ve ne yazık ki, milliyetçilik bunu engelleyici bir
unsurdur."2
Burada ilginç olan
bir durum var; ne birinci ne de ikinci mektupta Türkler, 'soykırım yapmıştır'
şeklinde bir söz kullanmıyor. Belli ki, Toynbee'den o doğrultuda bir fetva
alınmaya çalışılıyor, ama kendisi böyle bir söz kullanmıyor. Fakat,
'milliyetçiliğin pişmanlık duymayı engellediği' şeklinde bir fetva veriyor.
Arnold Toynbee'nin
Türklere yönelik olarak "soykırım yapmışlardır," sözünü kullandığı
cümleler kitaplarında var.
Şimdi açık
konuşalım Toynbee soykırım sözünü kullansa ne olur, kullanmasa ne olur?
Batıda, 'soykırım'
sözü gündelik olarak kullanımdadır ve artık 'katliam' sözü ile bir tür eş anlam
taşımaktadır. Biz bu sözü, haklı olarak ciddiye aldığımız ve itiraf edelim ki
bizi de çok kızdırdığı için, kullanırken başına mutlaka 'asılsız' sözünü
ekleriz. Hatta, 'asılsız sözde soykırım iddiaları' şeklinde bile kullanırız.
Bunlar bizim duyarlılığımızın yansımasıdır. Pekala bugün Avrupa'da, Amerika'da
bu söz gündelik dilde ve kolayca kullanılmaktadır. Arnold Toynbee de çeşitli
tarihlerde 1915'deki olayları değerlendirirken, Türkler Ermenilere
"soykırım uygulamışlardır" şeklinde ibareler kullanmıştır.
Burada bir tarihi duruş olarak söylüyorum: Toynbee, bir başkası veya Fransa
Parlamentosu bu olayları 'soykırım' diye tanımladığında biz bunu kabul edecek
değiliz. Çünkü biz, söz konusu olayların 'soykırım' veya 'etnik temizlik'
olmadığını biliyoruz ve bunu da o ülkelere veya kullanıcılarına belgelerle
kanıtlayacak durumdayız. Fakat çok ilginçtir; Toynbee bu mektuplarında, yani
özel olarak kendisine bu konu sorulduğunda, 1915 olaylarını 'soykırım' olarak
tanımlamamıştır.
1920'li yılların
başından itibaren Toynbee'nin Ermenilerle ilişkisinin sıcak olmadığını
söylemiştim. Nitekim 1985'te Zoryan
Enstitüsü'nün yayınından da bu anlaşılıyor. Ermeniler
Toynbee'nin kendileriyle sıcak bir ilişki kurmamasını Türklerle 'aşırı bir dostluk
ilişkisi' kurmasına bağlıyorlar.
Şimdi bu konudaki
kimi ayrıntıları konuşmak istiyorum:
Toynbee'nin
anılarında (Toynbee'nin anıları iki ayrı kitap olarak 1967 ve 1969'da
yayınlanmıştır) bir bölümün Türk dostlarına ayrıldığı gözlenmektedir. Bunlar,
Halide Edip Hanım ve eşi Adnan Adıvar, Rauf Orbay, Fethi Okyar ve diğer bazı
Türk şahsiyetlerle ilgili değerlendirmeler. Gerçekten ölümüne kadar Halide
Edip Hanımla çok sıkı dostluklarının olduğunu biliyoruz. Toynbee'nin Türklerle
olan ilişkisini biraz sonra anlatacağım. Onun için şimdi ayrıntıya girmiyorum.
Fakat Ermeni diasporası o kadar ısrarlı ki, 1915'te Toynbee'nin yazdığı o savaş
propagandası kitabı onlara yetmiyor; mutlaka Toynbee'den özel bir fetva almak
gereğine inanmışlar ki, 1973 yılında bir mektubundan daha söz ediliyor
Toynbee'nin. Söz ediliyor diyorum, çünkü bu mektubun orijinali ve tümü
yayınlanmadı henüz.
Çok enteresan; Prof. Dadrian bir makalesindeki
dipnotta Toynbee'nin kendisine bir mektup yazdığını söylüyor. Bir cümle
aktarıyor oradan. Prof. Dadrian'ın dipnotundan öğrendiğimize göre Toynbee şöyle
söylemiş: "Türkler ilk günahı işlemişlerdi. Her ne şekilde olursa olsun,
Türkler tarafından Ermenilere yapılan soykırım büyük bir insanlık suçu,"
şeklinde bir cümle, tırnak içinde. Tabii ben Ermeni meslektaşımıza saygılıyım,
ama o kadar çok sabıkaları var ki, belgeleri tahrif etme ve kendi tezleri
açısından yorumlar getirme konusunda. Prof. Dadrian bu mektubun orijinalini
yayınlarsa bu konudaki literatüre küçük bir katkı olur. Biz de konferanslarımızda
veya bilimsel çalışmalarımızda bunları değerlendiririz; ama yineliyorum;
Toynbee 1915'teki olayları zaten kimi kitaplarında 'soykırım' sözcüğüyle
tanımlıyor, yani bunun dışında eserlerinde bir kavram da kullanmıyor. Mutlaka
özür dilenmesi gerekiyor diyor Toynbee. Olup bitenler nedeniyle, ama milliyetçilik
buna engeldir, böyle bir özür dilemeye her zaman engeldir diyor, yani
milliyetçi olduğunuz zaman böyle bir şeyi yapamazsınız şeklinde bir düşüncesi
var.
Değerli Konuklar;
Toynbee tarafından
ifade edilenler böyledir. Ben her konuyu bütün çıplaklığı ile anlatırım. Şu
anda da hiçbir şeyi saklamadan aktarıyorum. Bu salonda bulunan ve bir kısmını
uzun süredir göremediğim meslektaşlarım benim her zamanki yaklaşımımın böyle
olduğunu bilirler.
Arnold Toynbee
önemli bir şahsiyet, uluslararası bir figür, iki dünya savaşından sonra İngiliz
delegasyonunun üyesi olarak savaştan sonraki görüşmelere müzakereci olarak
katılıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Paris görüşmelerinde İngiltere adına görevli.
1945'te de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki görüşmelere de katılıyor. Bu önemli
bir nokta. Arnold Toynbee'nin Bernard Russell'dan veya Jean Paul Sartre'dan
farklı bir yanı vardır. O, kendisini temsil eden bir aydın değildir, İngiliz
devletinin sözcüsüdür. Tek başına bir aydın değildir Toynbee. 26 yaşında dünya
tarihinin kaydettiği en müthiş propaganda örgütünün içinde yer alabilecek
yetenekli bir savaş propagandisti... Hiç kuşku yok ki, İngiliz devleti adına
daha sonraki yaşamında da çok önemli şeylere imza atmıştır. Böyle bir
kişiliktir Toynbee.
Şimdi, Türklerle ilişkisine
geçiyorum.
Toynbee, Türkiye'ye
geldiği zaman Başkumandanla, yani Reisicumhur Atatürk ile görüşüyor,
Başbakanla görüşüyor. Toynbee'nin Türkiye ziyaretleriyle ilgili kronolojik bir bilgi
vermem gerekirse; Türkiye'yi ilk ziyareti 1912 yılında, ikinci ziyareti
1921'de, üçüncü ziyareti 1923'te, dördüncü ziyareti 1929'da, beşinci ziyareti
1948'de, altıncı ziyareti 1962'de, yedinci ziyareti 1968'de. Bunları
tarihleriyle söylememin özel bir nedeni var. Birinci ziyaretinde, yani 1912'de,
kendi ifadesiyle, "Allah'ın belası dizanteriye yakalandım," diyor.
Bu hastalık aynı zamanda yaşamında önemli bir dönem noktası oluşturuyor; çünkü,
dizanteriye yakalandığı için kendi kuşağıyla birlikte askere gitmiyor. İngiliz
Genelkurmayının ve Dışişleri Bakanlığının oluşturduğu propaganda bürosunda
çalışıyor. "Benim kuşağımdan," diyor, "pek çok insan öldü, ama
ben yaşıyorum." 1912'deki Türkiye ziyaretinde kaptığı dizanteri sayesinde
olduğunu söylüyor bunun.
Toynbee'nin ikinci
ziyareti Türklerle ilişkisi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Konuşmamın
başında, hatırlarsanız, onun Japon aydını İkada ile 1973'te yayınladıkları bir
söyleşi-kitaptan söz etmiştim ve Toynbee'ye atfen demiştim ki, Amerikalılar Vietnamlıların bitki ve hayvan olmadıklarını, insan olduklarını anladıklarında
çok şaşırdılar. İşte
Toynbee 1921'deki ziyaretinde, Mudanya'da Yunan katliamlarından kurtulabilen
Türkleri görüyor ve onların, yani Yunanlıların Türkleri nasıl katlettiğine
tanıklık ediyor ve Türklerin de insan olduğunu keşfediyor. Çok ilginç
bir durum. Hemen Manchester Guardian haftalık gazetesine Türkiye
topraklarındaki bu izlenimlerini yazıyor. Sonradan diyor ki, Türkler benden
başlangıçta şüphelendiler; birkaç tane makale yazmıştım; Türkler bana önce
casus muamelesi yaptılar, ama sonra güvenmeye başladılar. Tabii Türkler için de
kolay değil bu durum. The Blue Book diye bir kitabın yazıldığını elbette
bizimkiler biliyor, kitap yayınlandıktan sonra hâriciyemiz harekete geçiyor, The
Blue Book'u Türkiye'ye getirtiyorlar. Osmanlı arşivindeki belgelere göre.
Toynbee'nin adı geçiyor, ama o sırada yalnızca bir ayrıntı Toynbee. Önemli bir
figür değil.
1923'te Toynbee'nin
Türkiye'ye geldiği tarih çok anlamlı. Lozan'da görüşmeler kesintiye uğradığı
sırada Toynbee geliyor. Çok ilginç. Bakınız, 'Türklerle dost' bir Toynbee var
artık ve 'ihtiyatlı' Türklerin dostluğunu kazanmış. Lord Curzon'un yanına
yaklaşılmaz, kibirli halini düşünürseniz, İngiliz diplomasisi boş durmuyor
yani. Bir taraftan Türklerin dostluğunu ve güvenini kazanmaya başlayan bir
'eski düşman'ı hemen Türkiye'ye gönderiyor. Toynbee bu defa Ankara'ya da
geliyor. Savaş alanını da geziyor. Gerçi savaş bitmiş, ama barış imzalanmamış.
Her an her şey olabilecek bir ortam. İsmet Paşa ve Türk heyeti Lozan'dan
dönmüş. Anlaşmanın ne olacağı belli değil.
Toynbee 1921, 1923
ve 1929'da Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul ediliyor. Hatta orada
yaptığı görüşmeyi tam yansıtmamakla beraber, bir yabancı dergide de Gazi Paşa
ile görüştüğünü yazıyor.
1948 Kasım ayında
Toynbee yine Türkiye'dedir ve bu kez Reisicumhur İsmet İnönü'nün konuğu olarak
Çankaya Köşkü'ndedir.
Uluslararası tarih
alanında yazan bir önemli bir profesör. Dünya tarihi, uygarlık tarihi alanında
eserleri yayınlanıyor birbiri ardı sıra. Dikkat ederseniz, ben yalnızca
Türkiye'ye çok gidip geldiğini ve kimlerle görüştüğünü araştırdım. Kim bilir,
diğer ülkelere de ne kadar gidip geliyor. Salt bir profesör, akademisyen olarak
düşünmemek gerekiyor onu. Belki 'politika yapıcısı' demek daha doğru.
Toynbee'nin
Türklerle ilişkisinde 1948 yılındaki görüşmesine ve bununla ilgili
Reisicumhurun değerlendirmesine geçmeden önce, The Manchester Guardian
haftalık gazetesindeki yazıları nedeniyle Londra Üniversitesi'ndeki Kings
College'dan istifa etmek zorunda kaldığını belirtmeliyim. Ve bu aşamada çok
ilginç bir şey var; onun yaşam öyküsü ile ilgili.
Cambridge
Üniversitesi'nden değerli tarihçi Richard Clogg'un ortaya çıkardığı bir belgeye
göre, Toynbee'nin evrakları arasında 1924-1925 yılında İstanbul
Üniversitesi'nde çalışmak istediğine dair yazılmış bir mektup var. Bu taslak
mektup muhataplarına gönderilmemiştir. Düşünün şimdi; Birinci Dünya Savaşı
sırasında The Blue Book'u hazırlayan, bir kısmı uydurulmuş anlatımları,
misyonerlerin raporlarını, mektuplarını kitap olarak yayınlayan bir şahsiyet;
1923 yılında İstanbul Üniversitesi'ne, ben, uluslararası ilişkiler tarihi,
uygarlıklar tarihi dersleri vermek istiyorum, sizin kadronuzda görev almak
istiyorum diye mektup hazırlıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla, 1.800 sterlin
istiyor maaş olarak. Gidiş-dönüş bileti, bir de uygun bir konut. Tarihçi
Richard Clogg; "1.800 sterlin onun daha önce Yunan kürsüsünde aldığı paranın
iki katıydı," diye yazıyor. Ben de bu sabah notlarımı gözden geçirirken
hesap ettim; sterlin olarak iyi bir para; 2005 yılı itibariyle bizim maaşlar
830 sterlin tutuyor. İyi bir para istemiş. Para önemli değil; tabii ki insanlar
iş yaparken para isteyecekler de; Toynbee, İstanbul Üniversitesi'nde çalışmayı düşünebilecek kadar, daha
önce tanıdığı Türklerin 'insan' olduğunu keşfetmiş. Dostları arasında da
artık Türkler var. Bu arada şunu da belirtmeme izin verin. Toynbee'nin yakın
dostları arasında geçen Türkler esas itibariyle Reisicumhur Atatürk'e muhalefet
yapan Türkler. Her ne kadar kendisi Ankara'ya geldiği zaman Reisicumhurla görüşüyorsa
da, Halide Edip Hanım, Rauf (Orbay) Bey, Toynbee'nin yakın dostları. Bu
şahsiyetler Toynbee'nin Türkiye'ye bakışını önemli ölçüde hem olumlu, hem de
olumsuz anlamda etkilemiş olabilirler.
1948 yılı Kasım
ayında, ki Türkiye ziyaretinin ayrıntıları şöyledir, Toynbee kendi ifadesine
göre Mardin'e kadar gidiyor. Türkiye'yi dolaşıyor. Bu defa amacı gelip sadece
Reisicumhuru görmek veya Türk dostlarıyla görüşmek değil. Vilayet vilayet
Türkiye'nin her tarafını geziyor. Zaten daha sonra bir başka yerde, "Ben,
Türkiye'nin hemen hemen her yerini gezdim," diyor. Bilmiyorum şu salonda
oturan meslektaşlarımın ne kadarı Türkiye'nin her yerini bilir; ama Toynbee
geziyor. Biraz önce söyledim, başka ülkeleri ne kadar geziyor bilmiyorum,
ancak Türkiye'yi karış- karış geziyor.
Reisicumhur İsmet
İnönü, o sırada Amerika Birleşik Devletlerinde bulunan oğlu Erdal İnönü'ye bu
görüşmeyle ilgili değerlendirmesini mektup olarak ifade ediyor. 1948 Kasım
ayında Türkiye Reisicumhuru, Toynbee'yle görüştükten sonra oğlu Erdal İnönü'ye
yazdığı mektubunda çok ilginç bir değerlendirmede bulunuyor. Şimdi, İsmet
İnönü'nün bu değerlendirmesini aynen okumak istiyorum. Yalnız sîzlerden özel
bir dileğim var. Biliyorsunuz Anayasa'da cumhurbaşkanı seçilebilmek için
yazılmış birtakım kurallar var. Merhum İnönü'nün bu mektubunu dinlerken
cumhurbaşkanı seçilmek için Anayasa'da yazılı olmayan bazı kurallar da olmalı
diye düşünebilirsiniz belki. Burada hayli entelektüel bir cumhurbaşkanı
portresi çizilmiş.
"23 Kasım 1948 Salı. Ömer'in kitabı daha gelmedi,
Prof. Toynbee ile görüştüm, mütevazı,
konuşurken ürkek bir âlim, Study of History kitabının hülâsâ edilmişini
ısmarladım."
Biliyorsunuz bu
kitap önce on cilt sonra on iki cilt oldu. Study of Historynin bir de
iki cilt olarak özetlenen basımı var, Türkiye Reisicumhuru onu ısmarladığını
söylüyor. "Daha okumadım," diyor. Bakınız, bir cumhurbaşkanı kitap
ısmarlıyor. Devam ediyor:
"Şöhretli bir eser olduğu görülüyor. Uygarlıkların
Yargılanması adlı başka bir eseri var, onu okudum."
Burada önemli bir
nokta var. Reisicumhurun sözünü ettiği kitap 1948 yılı başında yayımlanmıştır.
Toynbee ile görüşmesi ise 1948 Kasım ayında yapılıyor, yani yılın başında
yayımlanan kitabı okumuş Türkiye Reisicumhuru. Mektup şöyle devam ediyor:
"[Toynbee,] ilk zamanlardaki makalelerinde Türk inkılâbını
taklit sayıyor. Hıristiyan ve garp medeniyeti kavramlarını bir tutuyor. Bazı
yerleri bana o kadar geri ve taassuplu geldi ki, bir arkadaşıma verdim, okusun
da münakaşa edelim diye."
İşte şok bir cümle:
İsmet İnönü: "Adam fazla Hıristiyan ve dinci." Kullandığı söz aynen
böyle: "dinci"!
İsmet İnönü,
kendisini ziyaret eden ünlü tarihçi Toynbee için oğlu Erdal İnönü'ye; "Bu
adam fazla Hıristiyan ve dinci", diyor. Bu konuşma 1948 yılında yapılıyor.
Konuşmama başlarken demiştim ki, Toynbee'nin düşünce yaşamını değerlendirirken
bir sorudan hareket ediyorum; onun düşünce yaşamında 'değişmeyen' ve 'değişen'
nedir?
Bakınız; 1948
yılında artık, 1915'te yazdıkları, çizdikleri hakkında belli bir fikre
sahibiz; onların savaş propagandası olduğunu biliyoruz. Fakat, 1921'den beri
Türkleri 'insan' olarak tanımaya başlayan ve Türklerle ilgili bilimsel
nesnellikten yoksun düşüncelerini değiştirmek gereği duyan "Bunlar da
insan, bunları da binleri öldürüyor, demek ki bunlara da katliam
yapılıyor," diye yazan bir tarihçi. 1948 yılında İsmet İnönü'yü ziyaret
ettiğinde Türklerle ilgili önyargısını değiştirmiş, bir karalaması yok. O artık
uygarlık tarihi üzerine yazan bir tarih otoritesi. Uluslararası bir tarih
gurusu. Eserleri birbiri ardı sıra yayınlanıyor, çeşitli başkentlerde
konferanslar veriyor, tartışmalara katılıyor. Ve yine de Türkiye Reisicumhuru
kendine özgü bir anlatımla onu, "Adam fazla Hıristiyan ve dinci,"
şeklinde tanımlıyor.
Yalnızca bu kadar
değil. Örnek olarak söylüyorum; eğitimle ilgili görüşlerini incelediğiniz
zaman da aşırı bir Hıristiyanlık vardır Toynbee'de; eğitimin esas itibariyle
dine dayalı (=Hıristiyanlığa dayalı) olması gerektiğini savunuyor. Bu tür
cümleleri var.
1948 yılında, daha
sonra 1952'de Türkiye'de onun yakın dostları arasında Ahmet Emin Yalman var. İlginçtir, Ahmet Emin Yalman'a suikast olayında geçmiş olsun telgrafı gönderiyor
Toynbee.
Ahmet Emin Yalman
anılarında, "Ondan bir telgraf aldım," diyor. Ahmet Emin Yalman da
biliyorsunuz Batı
ölçülerinde 'liberal'
bir Türk aydını. Toynbee ile ilgili olarak anılarında Reisicumhur İnönü'nün
değerlendirmesini o da aynen doğruluyor. Ahmet Emin Yalman diyor ki,
"Roma'da, Avrupa Konseyi'nin bir toplantısında Toynbee ile fena halde
kapıştık. Ancak, Hıristiyan olanların medeniyet ailesine girebileceklerini
söyledi." Bunun üzerine Toynbee ile dostu 'liberal' Türk aydını arasında
çok şiddetli bir tartışma çıkıyor.
Türkiye Bilimler
Akademisi'nin Saygıdeğer Konukları;
Kendime yönelttiğim
soruya tekrar gelirsem, 'değişmeyen' bir görüş var Toynbee'de, bu 'değişmeyen' hep sürüyor. Peki 'değişen' nedir? Temas ettikçe, tanıdıkça, Türklerle ilgili
düşüncelerinde 'değişiklik' oluyor veya genellemelerden kaçınıyor, 'Bütün Türkler
kötüdür, bütün Türkler kan emicidir' şeklinde bir değerlendirme yapmaktan
vazgeçiyor; 'Bunlar da insandır içlerinde kötü olanlar vardır, iyi olanlar
vardır,' şeklinde bir değerlendirmeye doğru gidiyor.
Şimdi, ortada bir
bakış açısı var. 26 yaşında bir gencin ailesinden, çevresinden, uluslararası
bir topluluktan, bir gelenekten miras bir bakış açısı. Birinci Dünya Savaşı
yıllarında dönemin zorunlu kıldığı, bir propaganda faaliyetinin onun
tarafından da yerine getirilen bir kısmı var kuşkusuz.
Konuşmamın
sanıyorum gerek orijinal bilgilere dayanması bakımından bizim literatüre; ve
izleyebildiğim kadarıyla uluslararası literatürde bu konuyla ilgili yayınlarda
yeni olabilecek olan kısmına gelmiş bulunuyorum. Kuşkusuz benden önce
saygıdeğer bilim adamları tarafından The Blue Book'te ve İngiltere'de
savaş sırasında oluşturulan propaganda bürosuyla ilgili birtakım çalışmalar
yayımlandı, bunlar gerçekten fevkalâde başarılı çalışmalar. Prof. Justin
McCarthy tarafından yapıldı; yine Londra'da yaşayan Dr. Salâhi Sonyel tarafından
İngiliz arşivlerindeki bazı belgeler açıklandı; fakat ben de şanslı bir insan
sayılmalıyım; çünkü, uluslararası birtakım önemli arşivlerde çalışmak
gerçekten bir ayrıcalıktır. İngiliz arşivinde, Amerikan arşivinde, Cenevre'de
Milletler Cemiyeti arşivinde çalışırken Tanrı'nın zaman zaman beni özellikle
koruduğu gibi bir duyguya kapılmışımdır, bilimsel yaşamımda öyle mucizevi
şeyler olmuştur ki nasıl anlatabilirim bilemiyorum? Aylarca birtakım dosyalara
bakıyorsunuz, bir şeyler arıyorsunuz, tamam diyorsunuz, bu arşivde artık
çalışmamı bitirdim, bundan sonra bir başka yere geçebilirim diyorsunuz, tam o
gün akşam saat 17.00'ye doğru en son baktığınız bir dosyada öyle bir belge ve
ipucu buluyorsunuz ki, orada bir ay daha devam ediyorsunuz.
Londra'da Kew
Gardens'taki İngiliz arşivini tarihçi meslektaşlarım bilirler, gerçekten güzel
bir ortamda çalışma olanağı var orada. Ingiltere'yi ziyaretlerimden birisinde
bugüne kadar herhangi bir yayında, herhangi bir yerde görmediğim bir şema ile karşılaşmıştım.
O şemayı size şöyle anlatayım: 1914'ten 1918'e kadar İngiliz Genelkurmay
Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığının bilgisi dahilinde oluşturulan propaganda
bürosunun, -tabii büro deyince böyle ufak bir birim düşünmeyelim, çok büyük
bir organizasyon, dünya çapında propaganda yapabilen adeta mükemmel bir organizasyon-
bu organizasyonun şemasını buldum. Tabii inanamadım ve işte o zaman Tanrı'ya
şunun için yakardım:
"Ey Tanrım
bana birazcık daha süre ver de şemanın bir fotokopisini çektireyim ve ülkeme
götürebileyim."
Bu şemayı iki parça
halinde fotokopi
yaptırmıştım. Orijinali kırmızı-mavi kalemle
çizilmiştir, ben siyah-beyaz fotokopisini aldım.[2]
Dünyadaki bütün
büyük devletleri ve savaş alanlarındaki halkları bu şemanın içerisine
yazmışlar. Her bir devleti bu müthiş propaganda faaliyetinin konusu olarak
masalar şeklinde düşünürsek, örneğin, Arnold Toynbee Osmanlı İmparatorluğu,
Mezopotamya, Arabistan, Mısır masasının sorumlusu. Her masanın, her devletin
başına bir tane akademisyen dikmişler. Bu akademisyenin görevi o ülkelerle
ilgili kimi haberleri propaganda teknikleri açısından işlemek. İnanılmaz bir
örgüt, bütün dünyayı kapsıyor. Ve savaş süresince çalıştırılan, faaliyet
gösteren bir propaganda örgütü.
1914 yılı Ağustos
ayında bu dev propaganda örgütüyle ilgili olarak Ingiltere'nin tanınmış
tarihçilerini, sosyal bilimcilerini bir toplantıya davet ediyorlar. Ardından
ikinci bir toplantı yapıyorlar, oraya da önemli gazetelerin editörlerini
çağırıyorlar ve şunu söylüyorlar:
"Bu savaşı kazanmak
için birtakım faaliyetler planladık. Bunların hepsini yapacağız. Nedir bu
faaliyetlerin hedefi? Bu faaliyetlerin birinci derecedeki hedefi Amerika
Birleşik Devletleri'ni İngiltere'nin ve müttefiklerinin yanında savaşa katmak. Öyle bir
propaganda faaliyeti yürüteceğiz ki, bununla, Amerika Birleşik Devletleri'nin
kamuoyunu değil, fakat o kamuoyunu oluşturma gücüne sahip Amerikan seçkinlerini
hedef alacağız. Sizler onlara yönelik karalama faaliyetinde bulunacaksınız.
Bunun için kitaplar yazacaksınız, broşürler hazırlayacaksınız, gazetelerde
haberler birbirini kovalayacak. New York Times gibi büyük gazeteler
dahil, hepsinde köşe yazarlarına makaleleri hazırlayıp sizler göndereceksiniz.
Kiminle ilgileniyoruz? Osmanlı İmparatorluğu'yla Ermenilerle ilgileniyoruz veya Türklerle ilgileniyoruz veya Almanlar
Belçika'yı işgal etmişler, Belçika'daki durumla ilgileniyoruz; bütün basının
kullanacağı fotoğrafları, yazıları, haberleri, her şeyi
hazırlayacaksınız."
Saygıdeğer
Konuklar;
Süngülenmiş bebek
fotoğrafları yayılıyor basın aracılığıyla. Çok acımasız bir savaş faaliyeti bu.
Ve sonradan ortaya çıkıyor ki, süngülenmiş bebek fotoğrafları 1905 yılına ait.
Hemen belirtmek
isterim ki, literatürde Wellington House diye bilinen bu faaliyet ve
şemayla ilgili ve bu şemanın 1914-1918 arasında İngiltere'de bu çerçevede
yapılan propaganda çalışmalarıyla ilgili çok uzun değerlendirmelerim olabilir.
Fakat bu konferansımızda yalnızca Arnold Toynbee ile ve onun Ermeni sorununa
bakışıyla ilgilenmek ve bu çerçevede konuşmak durumundayım. İşte Toynbee, genç
bir insan olarak bu örgütlenmenin içerisinde yerini alıyor. Tabii iddialı olmak
istemem; ancak bana öyle geliyor ki, bu şema ilk kez kamuoyunun önüne bu toplantıda
konmuştur. İngiliz arşivinde çalışanlar bilirler, bazı dosyalar zamanla
açılır. Yani şöyle
söyleyeyim; örneğin, 1972 yılındaki Kızıldere olaylarıyla ilgili bir dosya ile
ilgili olarak "hiçbir zaman açılmayacaktır" kaydı vardır. Ama
bazı dosyalarda açılma yılı olarak 2015 diyor, 2020 diyor vs... Dosya açıldığı
zaman da tabii içinden bazı şeyleri çıkartmış olabiliyorlar, o zaman da oraya
kâğıt koyuyorlar, falanca kanuna göre şu kısım veya belge (mektup)
çıkarılmıştır. Mesela, ben hatırlıyorum, merhum Alpaslan Türkeş'e ait bir
mektup vardı, o mektubun çıkarıldığına dair bir not görmüştüm. Amerikan
arşivinde de buna benzer şeyler var. Amerika Birleşik Devletleri'nin milli güvenliği açısından şu belge
kaldırılmıştır, diyordu. Belgenin kaldırıldığını o şekilde anlıyorsunuz,
belgenin içeriğini öğrenemiyorsunuz. O ayrı bir şey. Wellington House bu
işlerin yürütüldüğü binanın adı olduğu için, bu İngiliz propaganda faaliyetlerine 'Wellington House' adını
vermemiz mümkün. Bazı akademisyenler Wellington House'un evraklarının önemli
bir kısmının yok edildiğini söylüyorlar. Bu şema ya bir yere sıkışmış ya da
bilmiyorum, yani dikkati çekmedi ya da benim çok şanslı olduğum bir andı.
Bu şemada adları
yazılan İngiliz aydınlarını, -sadece Toynbee değil, ki Toynbee'nin o
sırada esamisi de pek okunmuyor- ünlü isimleri, profesörleri yargılıyor
değilim. Açık söyleyeyim, bu insanlar İngiliz'dirler, vatanlarına hizmet etmişlerdir, İngiliz vatanseveridirler.
Savaştan sonraki yıllarda akademik anlamda İngiltere'de birtakım çalışmalar
yapılmıştır. "Black Propaganda" (Kara Propaganda) demişlerdir
bu döneme ve üretilen dokümanların hepsi, üzülerek söyleyeyim, yüzkarasıdır,
utanç vericidir. Bunların çoğunun sahte üretim olduğunu kendileri akademik
çalışmalarla ortaya çıkarmışlardır, Amerikalılar da bunu yapmışlardır. Üstelik Amerikan
kamuoyu bu faaliyetleri yüzünden İngilizlerden nefret etmiştir.
Bu propaganda
faaliyeti başarılı olmuştur ve Amerika savaşa katılmıştır, 1917'de birçok
kayıp vermiştir. Bu yüzden nefret etmişlerdir Amerikalılar; Ingiliz kara
propagandasıyla savaşa sürüklendikleri için. 1939'da Pearl Harbour baskınına
kadar hiçbir zaman İngilizlere güvenmiyorlar, bu defa da aldatılacaklarını düşünüyorlar.
İşte bugün dünya başkentlerinde bir kara
hayalet olarak dolaştırılan 'Ermeni soykırımı' yalanı, o dönemin ve sözünü
ettiğim propaganda şemasının mirasıdır. İtiraf edelim ki çok acımasız bir
yöntem bu.
Tabii bu arada şunu
da belirtmek
isterim, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1915'teki zorunlu
göç uygulamasında Ermeni kafilelerinden öldürülenler, yaşam koşullarının
dayanılmazlığı nedeniyle ölenler olmamıştır gibi bir düşünceye de sahip
değilim. O olaylarla ilgili değerlendirmelerim ayrı bir konudur, o olayların
mutlaka incelenmesi, masaya yatırılması gerekiyor. Ama siz, koca bir ulusu bir
savaş dönemi propagandasının kurbanı olarak seçilen bir ulusu karanlık bir amaç
için 'üretilmiş' sahte belgelerle mahkûm etmeye kalkarsanız, ki Ermeni
iddialarının temelinde olan propaganda metinleridir bunlar, o zaman itiraz
ederim.
Türk bilim adamları
olarak bütün belgeleri bulmak, nerede ise ortaya çıkarmak kimin ne iddiası
varsa hepsini tartışılır hale getirmek sorumluluğumuz vardır.
Aksi halde bir
dogma ile karşı karşıya kalırız.
Toynbee'nin kendisi de bu 'erken' dönem kitaplarını
atlıyor. 1957 yılında sorulduğunda, "Savaş propagandasıydı," diyor.
Belirtmek isterim ki, tarih alanında bilimsel yöntemlerin
nasıl başarılı bir şekilde kullanıldığını da yine tarihçi Toynbee'den öğreniyoruz.
O zaman benim için iki tane Toynbee vardır demem yanlış olmaz. Biri, kendisini
tarihçi olarak kanıtlayan 'Profesör Arnold Toynbee'; diğeri de bunun dışında
bilimsel yaşamının ilk yıllarında bir savaş propagandasında aktif görev alan ve
bunu ülkesi için yaptığına inanan, kendi kuşağıyla beraber savaşa gitseydi
öleceğini söyleyen, ama bir şekilde 'Wellington House' diye sonradan kötü bir
şöhreti olan propaganda bürosunda hizmet eden bir Toynbee daha var.
Şimdi izin
verirseniz, Ingiliz arşivinde bulunan iki kutuyu biraz ayrıntılı biçimde
anlatmak istiyorum. Bu kutuların üst tarafında Toynbee'nin kendi el yazısıyla
ismi yazıyor. Kutularda Toynbee'nin The Blue Book'u hazırlarken yaptığı
bütün yazışmalar var. Bu yazışmaların tamamı 600 adet kadar; bizzat Toynbee tarafından
yazılan mektupların birer nüshası orada. Bu mektuplar üzerinde ciddi bir okuma
yaptığınız zaman, -ki ben bu mektupların benim çalışmalarım açısından çok
önemli olanlarının fotokopilerini aldım, getirdim- bu kitabın hazırlandığı
ortamı (iklimi) yaşıyorsunuz. Söz konusu olan mektuplardan birkaç tanesini birazdan
okuyacağım, ki bu mektuplardaki bilgiler sanıyorum ilk kez açıklanmış
olacaktır.
Burada sizlerin
huzurlarınızda bilimsel kanıtlarla önemli bir açıklamada bulunuyorum. İngiltere Devlet Arşivi'nde bukınan ve birazdan okuyacağım bu
mektuplar, bizzat Toynbee'nin yaptığı işe hiç güvenmediğini kanıtlıyor, buna
özellikle dikkatinizi çekiyorum; Arnold Toynbee kendi yaptığı işe
güvenmediğini itiraf ediyor!
15 Haziran 1916
tarihli ve Boston'da Dr. James Barton'a yazılan mektup:
"(...)
Materyal
prova aşamasına gelir gelmez size bölümler halinde parça parça göndereceğim.
Dikkatle okuduktan sonra, derlememdeki herhangi bir boşluğu gizli kalmak
kaydıyla doldurabileceğinizi düşünürseniz -benim metnimde sözü geçen
belgelerin yazarlarının gizli tutulacak olan adları ve metnin içinde boş bırakılan
kişi ve yer adları- size fazlasıyla minnettar kalacağım. Kitabımın önsözünde,
sözü edilen kişi ve yer adlarının bizzat bende saklı olduğunu belirtmezsem, bu
belgelerin editörü olarak durumum çok zayıflayacak."4
Bu arada yeri
gelmişken olayları iyi bilen (?) bir kişi tarafından hemen ertesi günü, 16
Haziran 1916 tarihli ve Lord Bryce'a yazılan bir mektuptaki çok ilginç bir
bilgiyi de aktarmak isterim (bu mektubun yazarını ne yazık ki şu ana kadar
belirleyemedim).
Lord Bryce'a
gönderilen bu mektupta aynen şöyle deniliyor:
4
Mektubun
tıpkıbasımı için bkz: Ek 3a ve 3b.
"(...)
Belgelere yaptığı muameleden anladığım kadarıyla (gizli tutulan isimlerin
kaydını tutmamış olması vs.) Barton da deliller hakkında pek net bir fikir
sahibi değil."5
(Mektupta adı geçen kişi, Amerikan misyoner hareketinin öncülerinden
James Barton'dır.)
20 Haziran 1916 tarihli ve Boston'da Dr. Rockvvell'e yazılan
mektup:
(...)
Sizin ve Dr. Barton'ın bilgi verebileceğini düşündüğüm özel belgelerin de
listesini de ilişikte gönderiyorum.
Yayımlanacak bütün belgelerin yazarlarının adlarını gizli kalmak
koşuluyla bilmem elbette çok önemli. Kitabın önsözünde, bazı isimleri gizli
tutmak zorunda kalmama rağmen tümünün bende saklı olduğunu ve koşullar
elverdiğinde yayımlamayı düşündüğümü yazabilmek istiyorum. Bazı vakalarda
isimleri bilmediğimi kabul etmek zorunda kalırsam, bu, delillerin tümünü
zayıflatacak bir etki yaratacaktır.
t..)"6
5
Mektubun
tıpkıbasımı için bkz: Ek 4a, 4b ve 4c.
6
Mektubun
tıpkıbasımı için bkz: Ek 5a ve 5b.
Toynbee bu
sıkıntısını James Barton dışında, Cenevre'den M. Leopold Favre ile, Paris'ten
Bogos Nubar Paşaya da yazmıştır.
Fakat, onun asıl en
şok edici ve müthiş itirafı, 23 Haziran 1916 tarihinde Oxford Üniversitesi'nden
Prof. Margoliouth'a hitaben yazılan mektubunda yer alan şu satırlardır ve
Türkler hakkında hazırlanan The Blue Book adlı kitabın daha doğarken ne
kadar çürük olduğunun bizzat yazarı tarafından itirafıdır:
"Sayın
Profesör Margoliouth,
1915'te Ermenilerin gördüğü muameleyle ilgili begelerden oluşan kapsamlı bir derleme için yazdığım giriş yazısını
ilişikte gönderiyorum.
Vakit ayırıp göz atarsanız ve gerçekler hakkında göze batan
hatalı bir ifade veya yanlış noktalar varsa afişe etmenizi rica ediyorum. Benim konu hakkındaki bilgimin büyük bölümü pek sağlam değil ve ikinci
ağızdan edinilmiş bilgilerden oluşuyor."
Bu ricayla sizi rahatsız etmekte tereddüt ettim, ancak belgeler
'Devlet Mavi Kitap'ı olarak yayınlanacak, onun için de yayınlanırken tarihsel
doğruluk taşıdığından emin olmamız çok önemli."
Türkiye Bilimler
Akademisi'nin Saygıdeğer Konukları; 1914-1918 arasında savaş koşullarında
kuşkusuz İngiltere hükümetinin kararıyla, biz o zaman biliyorsunuz Ingiltere
ile savaşıyoruz, çok özel koşullarda
yapılan birtakım propaganda çalışmaları bugün Ermeni çevrelerce veya bazı
ülkelerin parlamentolarınca adeta bir 'Kutsal Kitap' dokunulmazlığı içerisinde
değerlendirilmektedir. Bilimsel olarak bizim bütün bu dokümanları gerek
İngiliz hükümeti tarafından o dönemde hazırlattırılmış olan, Amerika'da,
Almanya'da hazırlanan bütün dokümanları didik didik etme hakkımız ve görevimiz
vardır. Böyle bir hakkımız vardır bilim adamları olarak, böyle bir görevimiz
vardır bu ülkenin aydınları olarak. Tabii bunu görev olarak kabul ediyorum
derken gönüllülükten söz ediyorum, ki ben gönüllü olarak bu işi yapmaktayım.
90 yıl aradan sonra
bugün bu mektuplar veya öteki yayınlar değerlendirildiğinde 'Canım bunlar bir
savaş propagandası idi, bir kenara atılmadı mı,' diye düşünmek mümkündür. Ne
yazık ki, sayın konuklar, bizimle ilgili olanlar hiçbir zaman bir kenara atılmadı.
Almanya ile ilgili olanlar atıldı bir kenara, yani Almanya ile ilgili bütün
iddiaların yalan olduğunu Ingilizler kabul ettiler. Ve Almanya'yı bu savaş
iftiraları yüzünden suçladıkları için üzgün olduklarını söylediler. Bizim böyle
bir girişimimiz oldu mu?
O günkü koşullarda
sorarsanız, Türkiye'de zaten Ermenilerle ilgili yargılamalar, Ermenilerin
zorunlu göçüyle ilgili suiistimal (görevi kötüye kullanma) yargılamaları daha
1915'te zorunlu göç sürerken başlamıştı. Sonradan işgal İstanbul'unda da farklı
bir bakış açısıyla devam ettirilmişti biliyorsunuz. Bu ayrıntılar tabii bu
konferansın konusu değil. 1920'de Türkiye'nin en seçkin devlet adamları,
askerleri, politikacıları, aydınları Malta'ya götürüldüler, İngiliz
makamları tarafından orada birer rehine olarak tutuldular. Rehine diyorum çünkü
Malta, Türkiye'nin sınırları dışındaydı, Ingiliz
kuvvetleri tarafından, işgal kuvvetleri tarafından zorla götürüldüler. Malta'da
bu insanların haklarında iddianameler hazırlandı, o sırada savaş sonrası
suçlularının yargılanmasıyla ilgili birtakım girişimler de yapılmıştı. Bu
konudaki ayrıntılara da girmek istemiyorum. Ama bizim açımızdan, Türkiye Cumhuriyeti
açısından Lozan'da bütün bu konular kapanmıştır, bir daha açılmamak üzere
kapanmıştır.
Burada yeri
gelmişken bir ayrıntıyı aktarmak isterim. Lozan'a giden İsmet Paşa
Başkanlığındaki heyete bir talimat verilmiştir, o talimatta heyetin hangi durumda
ne yapması gerektiği belirtilmiştir. Örnek olarak, deniliyordu ki, falan konu
masada önünüze konursa, bu konuyu bizimle bir görüşün, Ankara ile istişare
edin, ondan sonra biz size bir talimat veririz. Filan konu söylenirse bu
konuda da kendiniz bir karar verin, bize sormanıza gerek yok; ama bir tek konu
vardır, o da şu idi, eğer Ermeni meselesi masaya getirilecek olursa hiç bize
sormadan derhal geri döneceksiniz. Verilen talimat budur ve Lozan'da masaya bu
konu pazarlık masasına konulamamıştır ve kimse de koyamamıştır. Ermeni
çevreleri, Misak-ı Millî sınırları içinde kalan topraklardan bir National
Hörrie yani, kendileri için bir 'milli yurt' istiyorlardı; oysa,
Atatürk'ün de belirttiği gibi, o sırada daha önce 1917'de kurulan Ermenistan
Cumhuriyeti vardı ve Sovyet ihtilalinden sonra o Ermenistan Cumhuriyeti de
oraya (Sovyetlere) katılmıştı ve karşı tarafa böyle bir talebin kabul
edilemeyeceğini, yeni Türkiye'nin kurucu önderliği tereddütsüz şekilde
açıklamıştı.
Bir diğer önemli
ayrıntı: Toynbee'nin 1920'de, Birinci Dünya Savaşı sonunda Paris
görüşmelerinde Türkiye ile ilgili çözümü şu şekilde idi. "İstanbul
Boğazının Anadolu yakası Türklere kalsın, öbür tarafı da Rumlara verilsin,
İzmir filan da Türklerde kalsın." Çok ilginç, eğer Türkiye'nin kaderi başka merkezlere bırakılsaydı, Ankara dışında çok başka çözümler bulunmuş olacaktı; bizim
için modeller biçenler, roller verenler çok fazla idi. Doğrusu, bir tek kişinin
yaşamından, bir sorunla ilgili tutumundan bu noktaya geldiğim için de hayli üzüntülüyüm.
Kuvvetle inanıyorum ki, Toynbee'nin yaşamında hiçbir zaman değişmediğini
saptadığım kendi 'uygarlık' anlayışı ve Hıristiyanlık koşulu bugün belki bazı
Avrupa ülkelerinin kamuoyları tarafından da benimsenmektedir. O nedenle, bizim
işimiz, kendimizi anlatmak açısından her zamankinden daha zor olacak diye
düşünüyorum.
Bundan 25 yıl kadar
önce Ankara'da, Siyasal Bilgilerde yüksek lisans ve doktora derslerine devam
ederken, kulakları çınlasın, Mete Tuncay Hocamız, o zaman daha 1402'lik olmamıştı,
son derslerini veriyor, ama ne olacağı da belli. Hepimiz bekliyoruz yani.
Fakültenin koridorlarına sarı zarfların uçuştuğu bir dönem. Mete Hocanın bir
gün derste şöyle bir şey söylediğini anımsıyorum. Biraz da yadırgadığım bir
cümle kurmuştu. Dedi ki, "Tarih her 25 yılda bir ya da ne bileyim 50 yılda
bir yeniden yazılmak durumundadır." Doğrusu ben metodolojik olarak bu
cümleyi Mete Hoca söyledi diye önemsemekle birlikte, anlayamamıştım. Kendi
kendime, "Yahu bu tarih denilen şey bir kere oturulur, adam gibi yazılır,
ne olacak canım işte ondan sonra da okunur, ne değişecek ki tarihte?" diye
düşünmüştüm. Fakat aradan zaman geçti ve Mete Hocamın söylediği konuyu şimdi
anlıyorum. Ve 1915'in yeniden yazılması gerektiğine inanıyorum. Öyle sanıyorum
ki bunu da yapacağım.
Prof. Özdemir 1979
yılında Orta Doğu ve Amme İdaresi Enstitüsünden lisans derecesini tamamlamış,
1980 - 1986 yılları arasında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde yüksek
lisans derecesi ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal'ın yanında siyaset bilimi doktoru
unvanı almıştır.
TÜBİTAK'ta bilim
politikası ünitesinde görev yaptıktan sonra 1989 - 1992 yılları arasında
British Council bursuyla Londra Üniversitesinde Asya ve Afrika Okulu Modern
Türkiye Bölümü'nde incelemelerde bulunmuş ve 1992'de yurda dönüşünde, önce bir
süre Başbakanlıkta çalışmış daha sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın
başdanışmanlığı görevine atanmıştır. Cumhurbaşkanı Özal'ın vefatı üzerine 1993
yılında yardımcı doçent olarak Kırıkkale Üniversitesine katılan Dr. Özdemir,
tarih bölümünde öğretim üyeliği yaparken 1998 - 1999 yıllarında Fulbright
bursuyla Başkan Eisenhovver dönemindeki Türk-Amerikan ilişkileri üzerine
Georgetovvn Üniversitesi tarih bölümünde ve Amerikan dışişleri arşivinde
incelemeler yapmak üzere Washington DC'ye gitmiştir. Dönüşünde Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi Bölümüne öğretim üyesi olarak katkıda bulunan Dr. Özdemir, 2000
yılında profesörlüğe yükseltilmiş ve Kocaeli Üniversitesine atanmış; orada
siyaset bilimi bölümünü kurmuştur. İki yıl sonra şimdiki görevi olan Türk
Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanlığına atanmıştır.
Prof. Özdemir'in
Türkiye'nin siyasi tarihi ve siyasi kurumlan üzerine yazılmış 18 tane kitabı
yayımlanmıştır.
1.
Talat Halman, 21. Yüzyılda
Üniversite ve Kültür, 2. baskı
2.
Halil İnalcık, Tarih ve Akademi,
2. baskı
3.
Kemal Kurdaş, Türkiye
Ekonomisindeki Çöküş ve Geleceğe Bir Bakış
4.
Sema Tutar Pişkinsüt, Türkiye'de
İnsan Hakları ve Demokrasi
5.
Karen Fogg, Avrupa Birliği'nin
Güncel Eğilimleri ve Türkiye
6.
Bakır Çağlar, İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi Hukukunda Türkiye
7.
Attila Karaosmanoğlu, Türkiye'de
Yeniden Yapılanmayla İlgili Sorunlar
8.
Stefanos Yerasimos, Birinci Dünya
Savaşı ve Ermeni Sorunu
9.
Gökhan S. Hotamışlıgil, Yağ hücresi
Gelişimi ve Enerji Metabolizmasının Moleküler Kontrol Mekanizmaları
10.
Korkut Boratav, Türk Ekonomisinin
Son Durumu
11.
M. Orhan Öztürk, Sorma-Bilme
Dürtüsü ve Girişim Duygusu Nasıl Yok Ediliyor? 2. baskı
12.
Bozkurt Güvenç, OsmanlI'dan
Cumhuriyete Kültürümüzde Batı Etkileri, 2. baskı
13.
Doğan Kuban, Kırsal Kültürün
Nesnellik Boyutları
14.
Mehmet Özdoğan, Güneydoğu
Anadolu'nun Kültür Tarihindeki Yerine Farklı Bir Bakış
15.
Ziya Aktaş, Türkiye'de Bilgi Toplum
una Nasıl Erişiriz?
16.
Stanford J. Shaw, Bir Düşüncenin
Gerçekleşmesi: Osmanlı Tarihi Çalışmalarım
17.
M. Ali Alpar, Uzay Ajansları
18.
Nimet Özgüç, Hatti Efsanesi Yılan
llluyanka'nın Tasvir
Sanatında Yorumu
19.
Ural Akbulut, Tanzimattan
Cumhuriyete Eğitim
20.
Ünal Tekinalp, Türk Hukukunun AB
Hukukuna ve Avrupa
Konvansiyonuna Uyumu Sorunu
21.
Erdal İnönü, Bilimsel Devrim ve
Stratejik Anlamı
22.
Ergun Özbudun, 2002 Seçimleri
Işığında Türk Siyasetinde Eğilimler
23.
Nusret Araş, Üniversite Yasası
Nasıl Olmalı?
24.
Cihan Saçlıoğlu, Felsefenin Kuantum
Mekanikse! Temelleri
25.
İoanna Kuçuradi, Felsefe ve insan
Hakları
26.
Türkan Saylan, Yükseköğretim Öncesi
Eğitimin Durumu ve
Çözüm Önerileri
27.
Kemal Kurdaş, Türk Ekonomisindeki
Çöküş ve Geleceğe Bir Bakış: İkinci Aşama 2001-2004
28.
Ariel Rubinstein, Vahşi Ormanda
Denge
29.
Fuat Sezgin, İslam kültür
Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri
30.
ilhan Tekeli, Avrupa Birliği,
Türkiye ve Demokrasi
31.
Gürol Irzık, Bilim Savaşları
32.
ilber Ortaylı, Filoloji ve Tarih
33.
Bozkurt Güvenç, Cumhuriyet
Döneminde Eğitim
SATIN ALMAK İÇİN:
Ankara: Atatürk Bulvarı No: 221, Kavaklıdere 06100
Tel: 0 312 468 53 00 (4570) Fax: 0 312 467 32 13
İstanbul: ITÜ Maçka Kampüsü, Yabancı Diller Yüksek Okulu,
Eski Maden Fakültesi Binası, Maçka 34367
Tel ve fax: 0212 219 16 60
[1]
Mektubun tıpkıbasımı için bkz. Ek - 1.
Bayan Lillian Etmekjian ve Toynbee mektuplaşmasının
orijinal belgeleri için bkz: Toynbee, Turks and Armenians, (Zoryan Institute,
1985).
[2]
Prof. Dr. Hikmet Özdemir tarafından İngiltere Devlet Arşivi'nden getirilen bu
şema konferans metninin sonundadır. (Ek 7)