ÖNSÖZ
Mütekaddimîn döneminin Eş'arîyye'ye mensup
önemli kelamcılarından olan Ebû İshâk
el-İsferâyînî, Bâkıllânî ve İbn Fûrek ile birlikte Ebû'l-Hasan el-Eş'arî'nin
görüşlerini temellendiren ve Eş'ariyye'nin bir kelâm ekolü haline gelmesini
sağlayanlardan biri olarak kabul edilmektedir.
Fıkıh ve kelâm alanında döneminin müctehid âlimlerinden
biri olarak kabul edilen ve pek çok kelâm kitabında görüşlerine atıfta
bulunulan İsferâyînî'nin küçük bir risâleden ibaret olan el-Akîde'den
başka günümüze ulaşan kelam eseri mevcut değildir. Muhammed b. Ca'fer
es-Sanhâcî'nin bu akâid risâlesine yapmış olduğu şerh İsferâyînî'nin
kaynaklarda zikredilen el-Câmiu'l-celî ve Kitabu'l-Vasf ve's-sıfat
adlı hacimli oldukları anlaşılan eserlerinden nakiller yapılması ve onun görüşlerinin
temellendirilerek kelâm sisteminin ortaya konması bakımından son derece
önemlidir. Biz de yüksek lisans tez çalışması olarak Sanhâcî'nin Şerhu Akîdeti
Ebî İshâk el-İsferâyînî adlı eserinin edisyon kritiğini yapıp neşre
hazırlamak suretiyle, bu eser çerçevesinde İsferâyînî'nin kelâmî görüşlerini
ortaya koymayı hedefledik.
Çalışmamız giriş ve iki bölümden oluşmaktadır.
Girişte Ebû İshâk el-İsferâyînî'nin hayatı, ilmî şahsiyeti, eserleri ve eserin
neşre hazırlanmasında takip edilen metod üzerinde durulmuştur. Birinci bölümde İsferâyînî'nin
kelâmî görüşleri incelenmiş ve onun kelâm sisteminin ortaya konması
hedeflenmiştir.
İkinci bölümde Sanhâcî'nin Şerhu Akideti Ebî
İshâk el-İsferâyînî adlı eserin tahkikli metni yer almaktadır. Metin
içerisinde geçen âyetlerin sûreleri belirtilerek numaraları verilmiş,
hadislerin tahrîci yapılmış, şahıslar ilk geçtiği yerde kısaca tanıtılmıştır.
Metnin yazımında günümüz Arapça imlâ kuralları uygulanmıştır. Metin
içerisindeki el-Akîde ifadeleri köşeli parantez içerisine alınmış,
ayrıca ikinci bölümün sonunda İsferâyînî'nin Akîde'si bütün olarak
verilmiştir.
Çalışmanın ikinci bölümünün Arapça bir metin
olmasından kaynaklanan bir zorunlulukla her bölümde ayrı bir dipnot
numaralandırılması yapılmış, sonuç ve kaynakça kısmı birinci bölüm sonuna
alınmış ve ikinci bölümün sayfa ve dipnot numaraları Arapça olarak verilmiştir.
Bu vesileyle başta tezin tespitinden yazımına
kadar tüm aşamalarda destek ve yardımlarını gördüğüm danışman hocam Prof. Dr.
Yusuf Şevki Yavuz olmak üzere, tezi okuyup, düzeltmeler yapmak suretiyle
değerli katkıları bulunan Prof. Dr. Metin Yurdagür ve kelâm alanında
yetişmemizde emeği geçen tüm hocalarıma teşekkürlerimi sunmayı bir borç
bilirim.
Fadıl
AYGANİNBUL
2006
GİRİŞ
EBÛ İSHÂK el- İSFERÂYÎNÎ'NİN
HAYATI VE ESERLERİ
I.HAYATI
Tam adı İbrâhîm
b. Muhammed b. İbrahîm b. Mihran olup Ebû İshâk el-İsferâyînî şeklinde meşhur
olmuştur. Nerede ve ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, İsferâyînî
nisbesinden bugünkü İran coğrafyasındaki Nîşâbur ve Cürcân arasında bulunan
İsferâyin'de doğduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda "üstâd" ünvanıyla
da anılmaktadır.[1]
İsferâyînî, ilim
tahsili ve hadis toplamak üzere Irak'a
gitmiş, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin (ö.324/936) talebesi Ebû'l-Hasan el-Bâhilî , Ebû Bekir
Muhammed b. Abdullah eş-Şâfiî (ö.354/965), Abdülhalık b. Ebî Rûbe, Da'lec b. Ahmed
es-Siczî (ö.351/962) gibi alimlerden ilim tahsil etmiştir.[2] Abdülğâfir
el-Farisî'ye göre bu bölgede kitap tasnif etme ve ders verme konusunda
döneminde kimsenin ulaşamadığı dereceye ulaşmış,[3] Horasanda da Ebû Bekir el-İsmailî'den (ö.371/981)
ders almıştır.[4]
İsferâyînî,
tahsilini tamamladıktan sonra Nîşâbur'daki Mescid-i Ukayl'de Ebû Tâhir
ez-Ziyâdî'den sonra kendisine tahsis edilen ders meclisinde bir müddet Cuma
günleri, bir müddet de Perşembe günleri ikindi sonrası fıkıh, kelâm ve hadis âlimlerinin
oluşturduğu seçkin zümreye senelerce ders verdi.[5]
Daha sonra
Nîşâbur'da kendisi için bir medrese kuruldu. Bu medresede vefatına kadar ders
vermeye devam ederek birçok öğrenci yetiştirdi. Abdülkâhir el-Bağdâdî,
Ebu't-Tayyib et-Taberî (ö.450/1058), Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (ö.458/1037),
Ebu'l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö.465/1073) gibi âlimler onun
öğrencileri arasında yer alır. Döneminde Nîşâbur âlimlerinin çoğunun ondan kelâm
ve fıkıh dersleri aldığı rivayet edilir.[6]
İbn Hallikân, ders verdiği mecliste onun
yerine öğrencisi Ebû'l-Kâsım el-Kuşeyrî'nin geçtiğini nakleder.[7]
İsferâyînî, bütün
Nîşâbûr halkının cenaze namazına katılması için bu şehirde vefat etmek
istediğini belirtmiştir. Bundan beş ay sonra da Nîşâbûr'da, hicrî 418 senesinin
âşure gününde vefat etti. Makberetü'l-Hîre'de İmâm el- Muvaffak tarafından kıldırılan
cenaze namazının ardından, Ebû Bekir et-Tûsî Türbesi'ne defnedildi. Ancak
Nişâbûr'a üç gün sonra büyük bir kalabalıkla geleren oğlunun Hüseyin meydanı'nda
tekrar kıldırdığı cenaze namazının ardından babasının naaşını İsferâyîn'e
nakletmiş ve orada defnedilerek kendi adına bir türbe inşâ edilmiştir. [8]
II. İLMî ŞAHSİYETİ
İsferâyînî'nin
yaşadığı dönem, ilmî ve kültürel faaliyetlerin yoğun bir şekilde yaşandığı,
önemli ilim adamlarının yetiştiği bir dönemdir. Nitekim Bâkıllânî (ö.403/1013),
İbn Fûrek (ö.406/1015), Kâdî Abdülcebbâr (ö.415/1025), İbn Sinâ (ö.428/1037),
Bîrûnî (ö.453/1061) ve İbn Heysem (ö.413/1022) gibi ünlü âlimler ve düşünürler
bu dönemde yetişip yaşamışlardır.
Ebû İshâk
el-İsferâyînî kelâm, fıkıh ve hadis ilimleriyle meşgul olmuş müctehid âlimlerdendir.
Üstâd adıyla anılması da buna bir işaret kabul edilebilir.[9]
Kelâm onun ilmî şahsiyetinde önemli bir yer tutar. Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllanî
ve İbn Fûrek ile birlikte İmam Eş'arî'nin görüşlerini sistemleştiren ve bu
görüşlerin bir kelam okulu haline gelmesini sağlayanlardan biri de
İsferâyînî'dir. İmam Nevevî, İsferâyînî'nin Bâkıllânî ve İbn Fûrek ile birlikte
Ebu'l- Hasan el-Eş'arî'nin mezhebini inşâ edip savunan, muâsır üç şahsiyetten
biri olduğunu ifade eder.[10]
İsferâyînî'nin
kaynaklarda zikredilen el-Câmiu'l-celî ve'l-hafî fi usûli'd-dîn ve'r-red
ale'l-mülhidîn, Kitâbü'l-Vasf ve’s-sıfat ve Edebu'l-cedel adlı
eserleri, diğer kelâm âlimlerinin onun görüşlerine yaptığı atıflar ve diğer
mezheb mensuplarıyla yaptığı münâzaralar, onun döneminde en önemli kelâmcılardan
biri olduğunu göstermektedir. Kâdî Abdülcebbâr ile yaptığı rivayet edilen münâzara
buna örnek teşkil eder. Buna göre Kâdî Abdülcebbâr "Her türlü kötülükten
münezzeh olan Allah'ı noksan sıfatlarından tenzîh ederim" diye başlar. Ebû
İshâk da "Mülkünde istedikleri dışında hiçbir şey vukû bulmayan Allah'ı
tenzîh ederim" der. Kâdî Abdülcebbâr'ın "Rabbimiz kendisine isyân
edilmesini irâde ederse?" sorusuna, Ebû İshâk: "Rabbimizin irâdesi
olmaksızın Rabbimize isyân mümkün mü?" diye cevap verir. Bunun üzerine
Kâdî Abdülcebbâr'ın "Şâyet Allah beni hidâyetten men edip, helâk olmama
hükmederse benim hakkımda iyi mi kötü mü yapmış olur" sorusuna "Eğer
sana ait olanı senden menetti ise sana kötülük etmiş, şâyet kendisine ait olanı
menetti ise o dilediğini rahmetine eriştirir" diye cevap verir. Buna
karşılık Kâdî Abdülcebbâr bir şey diyemez ve münâzarada Ebû İshâk başarılı
bulunur.[11]
Ebû İshâk, kelâmın
yanında fıkıh ve hadis ilimleriyle de meşgul olmuş, fıkıhta müctehid kabul
edilmiştir. Şâfiî fıkhında İbnü'l-Haddâd'a ait Fürû adlı eseri
şerhetmiş,[12] ayrıca senelerce
İsferâyin'de ve Nîşâbur'da usûl dersleri vermiştir.[13]
Fıkıhta genelde mensubu
bulunduğu Şâfiî fıkhına bağlı kalmakla beraber farklı görüşleri de mevcuttur.
Her müctehidin ictihadında isabet ettiği görüşünü reddetmesi[14],
üzerine meshedilen mestlerin çıkarılmasıyla abdestin bozulmayacağını kabul
etmesi[15]
onun mezhep içerisindeki farklı görüşlerinden bazılarını oluşturur.
İsferâyînî hadis
ilmiyle de meşgul olmuş, hadis toplamak için Irak'a gitmiş orada hadis
üstadlarından hadis dersleri almış, yine Nîşâbûr'a döndükten sonra hem hadis
toplamaya devam etmiş hem de hadis rivayetinde bulunmuştur. Hadis rivayeti
konusunda sika olarak kabul edilmiştir.[16]
Beyhâkî, Kuşeyrî ve Ebu't-Tayyib et-Taberî gibi önemli âlimler kendisinden
hadis rivayet etmişlerdir.[17]
Ona göre fâsık yöneticilerle yakınlık kuran kimselerin rivayetlerine
güvenilmez. Ayrıca rivayette erkek ile kadın arasında bir fark olmadığı ve
mânen rivâyetin câiz olmadığı kanaatindedir.[18]
III. ESERLERİ
A. el-Akîde
İsferâyînî'nin
kelâma dair en fazla bilinen eserlerinden biridir. İki bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde inanç esasları anlatılmış, ikinci bölümde ise bu inanç
esaslarının dayandığı deliller açıklanmıştır. Ebû İshâk'ın kelâm alanındaki
görüşlerini bize yansıtan, günümüze ulaşan kelâm sahasındaki yegâne eseridir. Eser
tek nüsha olarak Süleymaniye Kütüphanesinin Hasan Hüsnü Paşa bölümünde (nr.1160) 9 varaktan ibarettir. Bu nüshaya dayanılarak
Richard M. Frank (MIDEO, sy.19 içinde, 1989) tarafından yayımlanmıştır.[19]
Mehmet Gündoğdu da bir yüksek lisans çalışması çerçevesinde eserin edisyon
kritiğini ve tercümesini yapmıştır. Muhammed b. Ca'fer es-Sanhâcî bu eseri Şerhu
Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî adıyla şerh etmiştir.
Sanhâcî'nin bu
eseri el-Mesâlikü's-sedîde ve'l-meâni'l vahîde fî şerhi kelâm Ebî İshâk
el-İsferâyînî adıyla da bilinir. Eser İsferâyînî'nin iki bölümden oluşan el-Akîde'sinin
şerhidir. Şârih, eserde zikredilen iman esaslarını temellendirme ve açıklamaya
çalışmış, İsferâyînî'nin diğer eserlerinden yararlanarak onum kelâm sistemini
ortaya koymayı hedeflemiştir.
Kaynaklarda
hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan şârih Muhammed b. Ca'fer b. Yahya b.
Harûn es-Sanhâcî'nin, fakih ve mütekellim olduğu ve bu şerhi h.586'da Mağrib bölgesinde te'lif ettiği eserin başında
ifade edilmektedir.[20] Ayrıca Sanhâcî nisbesinin, Kuzey Afrika'daki
bir kabileler topluluğunun adı olan Sanhâca[21] veya
bu bölgede kurulmuş olan Sanhâciyye Devleti'ne[22]
mensûbiyetle ilişkili olması muhtemeldir.
Söz konusu şerh
99 varaklık bir yazma olarak Süleymaniye Kütüphanesi'nin Şehid Ali Paşa bölümünde
(nr. 1724) bilinen tek nüsha olarak mevcuttur.
İsferâyînî'nin Akîde'sine yapılan bu
şerh, onun görüşlerinin ortaya konması açısından önemli bir kaynak olarak
görülebilir. Eş'ariyye kelâm ekolünde mütekaddimîn âlimlerinden biri olduğu
kabul edilen İsferâyînî, Bâkıllânî ve İbn Fûrek ile birlikte Eş'arî'nin
görüşlerinin bir kelâm sistemi haline gelmesinde önemli rol oynayanlardandır. Onun
kelâm sistemini ve görüşlerini ortaya koyabilecek olan ve adı kaynaklarda
zikredilen el-Câmi, el-Vasf ve's-sıfat, gibi eserlerinin birçoğu ise maalesef
günümüze ulaşmamıştır. Kelâm sahasında günümüze ulaşan en önemli eseri küçük
bir risâleden ibaret olan el-Akide 'sidir.
İsferâyînî'nin
vefatından yaklaşık bir buçuk asır sonra kaleme alınan Sanhâcî'nin şerhi, müellifin
kelam sistemini ortaya koyması, onun günümüze ulaşmayan el-Câmi ve el-Vasf
ve's-sıfat gibi eserlerinden nakiller taşıması ve bu yolla İsferâyînî'nin
görüşlerine ulaşılması açısından büyük önemi haizdir.
B.el-Câmiu'l-celî ve'l-hafî fi
usûli'd-dîn ve'r-red ale'l-mülhidîn[23]
Kaynaklarda
sadece el-Câmi veya el-Câmiu'l-celi olarak da anılan bu eser [24] İsferâyînî'nin
kelâm sahasında telif ettiği önemli eserlerden biridir. İbn Hallikân bunun beş
ciltlik hacimli bir eser olduğunu belirtir.[25] Sanhâcî
Şerhu'l-Akîde'de bu eseri el-Celî ve el-Hafî adlarıyla zikretmekte
ve bunlardan nakiller yapmaktadır. Eserin günümüze ulaşıp ulaştığı
bilinmemektedir.
C. Edebü'l-Cedel
Münâzara ve cedel ilmine dair bir eser olup[26]
muhtemelen üzerinde şerh yapılmış bir nüshası Şerhu Edebi'l-cedel adıyla
Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesinde (nr. 9329) mevcuttur.
D. Nûru'l-ayn fî meşhedi'l-Hüseyn
Hulefâ-yi
Râşidîn'in meşrûiyyeti, Muâviye'nin ölümünden sonra Hz.Hüseyin'in Yezîd ile
mücadelesini, onun Kerbelâya gelişi ile orada şehid edilişini Ehl-i Sünnet
açısından inceleyen bir eserdir. Süleymaniye Kütüphane'sinde Hacı Mahmud Efendi
bölümünde (nr. 4703, 4731) yazma nüshası mevcuttur. Söz konusu eser Mısır'da
(1291) basılmıştır.
E. Şerhu'l-fürû li'bni Haddâd
Şafiî fakîhi İbn
Haddad'ın el-Fürû adlı eserinin şerhidir.[27]
F. Ta'lika
Fıkıh usulüne
dair eseridir.[28]
G. Kitâbü'l-Vasf ve's-sıfat[29]
Kelama dair bir
eser olup, Sanhâcî şerhinde bu eserden nakiller yapmaktadır.
H. Mesâilü'd-devr[30]
Keşfü'z-zünûn'da Kitâbü'd-Devr
olarak anılmaktadır.
Ayrıca bunlardan
başka bazı kaynaklarda Meâlimu’l-İslam
[31], el-Haly[el-Celî?]
fî usûli'd-dîn[32]
ve Şerhu Kitâbi't-tertîb[33]
adlı eserlerinin bulunduğu belirtilmektedir.
D. ESERİN NEŞRE HAZIRLANMASINDA TAKİP
EDİLEN METOD
Muhammed b.
Ca'fer es-Sanhâcî'nin neşre hazırladığımız Şerhu Akîdeti Ebî İshâk
el-İsferâyînî adlı eserinin bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde (Şehid
Ali Paşa, nr.1724) mevcut olup 99 varaktır. Eser, el-Mesâlikü's-sedîde
ve'l-meâni'l vahîde fî şerhi kelâmi Ebî İshâk el-İsferâyînî adıyla da
bilinmektedir.
Eserin söz
konusu yegane nüshası h.736 senesinde Ahmed b. Yusuf adlı bir müstensih tarafından
istinsah edilmiş olup her sayfası 25 satır olarak düzenlenmiştir. Nüshada sık
sık görülen صح işareti ve hatalı görülen
bazı kelime veya ifadelerin üzerinin çizilmesi, nüshanın sonradan tashih ve
mukabele gördüğünü göstermektedir.
Eser
İsferâyînî'nin Akîde'sinin şerhi olmasi itibariyle şârih önce Akîde'nin
metninden şerhedeceği bölümü aktardıktan sonra bu ifadeleri şerh etmiştir.
Biz de eserin neşre hazırlanmasında esas aldığımız metinde şârih tarafından aktarılan
Akîde metinlerini Süleymaniye Kütüphanesi'nde (nr. 1160) bulunan Akîde
metniyle karşılaştırdık. Her iki metin arasında farklılık görülen yerlerde
tercih yöntemini kullanarak metinlerden birini tercih edip diğerini dipnotta
gösterdik. Asıl Akîde nüshası
"ع", neşre
hazırladığımız şerh ise " ش " rumuzuyla
gösterilmiştir.
Şârih eserin Akîde
metninin bazı ifadelerini kısaltarak aktarmıştır. Bu kısaltmalar
tarafımızdan asıl nüsha esas alınarak tamamlanmıştır. Ayrıca eserde geçen bütün
Akîde ifadeleri köşeli parantez içerisinde ve bold karakteriyle yazılmıştır.
Müellifin üslûbu,
metnin akışı itibariyle görülen eksiklikler ve istinsâh hataları tarafımızdan
düzeltilmiş, neşre esas alınan nüshadaki orijinal kelime veya ifadeler ise
dipnotta gösterilmiştir. Böylece, müellifin kaleminden çıkan metnin azâmî
derecede tespit edilmesine çalışılmıştır.
Akîde nüshası ile Şerh
nüshası arasında yapılan mukabelede eksik veya fazla olduğu tespit edilen
kelime ve ifadeler (-) veya (+)
işaretiyle belirtilmiştir.
Neşre
hazırladığımız şerhin varak numaraları metin içerisinde köşeli parantez
içerisinde verilmiştir. Varağın birinci yüzü
" و" وجه ikinci yüzü ise " ظ" ظهر ( örneğin [1و] ) olarak
işaretlenmiştir.
Neşre hazırladığımız eserde metin içerisinde
geçen bölüm ve fasıl başlıkları tarafımızdan konmuş ve bunlar köşeli parantez
içerisine alınmıştır. Metinde günümüz Arapça imlâ kuralları uygulanmış, eserin
istinsah edildiği dönemin imlâsı uygulanmamştır. Örneğin metinde geçen قايم سايل kelimeleri قائم سائل olarak
değiştirilmiştir.
Metin içerisinde geçen âyetlerin tahkiki yapılarak sûre ve âyet numaraları verilmiş, hadislerin de tahrîci yapılmıştır. Hadislerin kaynağı A.J. Wensinck'e ait el-Mu'cemü'l-müfehres li-elfâzi'l-ehâdisi'n-nebeviyye sisteminde gösterilmiştir. Eserde geçen şahıslar hakkında ilk geçtiği yerde kısa bilgiler verilmiştir. BİRİNCİ BÖLÜM
EBÛ İSHÂK el-İSFERÂYÎNÎ'NİN KELÂMÎ GÖRÜŞLERİ
I.ÂLEM ANLAYIŞI
İsferâyînî'ye
göre âlem, Allah'ın zâtı ve sıfatları dışındaki tüm varlıklardan oluşur. Âlemi
oluşturan varlıklar da cevher ve arazlardan ibarettir.[34]
Maddenin en küçük ve parçalanmayan parçası (yapı taşı) olan cevherlerin en
önemli özelliği mütehayyiz olmaları, yani yer işgal etmeleri ve birbirlerinin
benzerleri olma anlamında mütemâsil olmalarıdır. Tehayyüz, hacimli olma, sonlu
olma, araz kabul etme ve bir mahalle ihtiyaç duymama cevherler için zorunludur.
[35]
Ayrıca tedâhül kabul etmezler, yani iki cevher bir yerde var olamazlar.[36]
Araz, varlığı
bir mahalle ihtiyaç duyan mânadır. Arazların yokluğunu düşünmek mümkün
değildir. Çünkü zâtının devamı ile beraber iki farklı vasıf taşıyan her varlık
zâtına zâid bir mânaya ihtiyaç duyar.[37]
Cisim ise iki veya daha fazla cevherden mürekkep olan maddedir.[38]
Sanhâcî de,
gerek âlemin hâdis olduğu gerekse Allah'ın cevher, araz ve cisim olmadığı
inancını şerh ederken cevher- araz teorisine, cevher-i ferdin ispatına geniş
yer vermiş ve bunları âlem ve ulûhiyyet anlayışının temeli haline getirmiştir.
Ona göre cevheri arazdan ayıran en önemli özelliği onun yer işgal etmesidir. Bu
onun nefsî sıfatıdır. Cevher-i ferdin
varlığı zarûrîdir. Çünkü cevher-i ferdin inkârı cismin inkârına götürür. Cismi
oluşturan cüz'ler şayet sonsuza kadar bölünebilseydi cismin varlığı mümkün
olmazdı. Cevher-i ferdin bölünmesi de mümkün değildir[39].
Sanhâcî, ma'dûmun cevher olarak
vasıflanamayacağı düşüncesiyle Mutezile'nin ma'dûmun ademde sâbit bir şey
olduğu görüşünü reddeder. Ona göre cevherin ademde sâbit olması onun
ezelîliğini gerektirir. Ma'dûmun şey olduğu görüşü, kudretin eserinin var
olmamasını, muhûl olan bir şeyin malûm olması itibariyle sâbit bir şey
olmasını, arazların kendi kendilerine varlıklarını sürdürebilmelerini, bir
şeyin kendinden önce var olmasını gerektirir. Bütün bunlar muhal olduğuna göre
ma'dûmun ademde sâbit bir şey olması da mümkün değildir.[40]
Cevherler tek
bir cinstir. Birine vâcip olan diğerlerine de vâciptir. Biri için muhâl olan
diğerleri için de muhâldir. Onlarda var olan hareket ve sükûn varlık itibariyle onlarda herhangi bir
farklılık meydana getirmez. Örneğin üzüm suyunun tadı ekşilik ve tatlılık
arasında değişkenlik gösterirken vasfı, ağırlığı ve hacmi açısından varlığı
aynı kalır. Buradaki tatlılık ve ekşilik araz, değişmeyen varlığı ise
cevherdir.[41]
Var olmak için
bir mahalle ihtiyaç duyan hâdis mânalar anlamındaki arazlar, kendi başlarına
var olamaz, bir yerden bir yere intikal edemez, birbirleriyle var olamaz, var
olmak için özel bir yapıya da ihtiyaç duymazlar. Var olmak için sadece mahalle
ve onları var edecek bir iradeye ihtiyaç duyarlar.[42]
Ebû İshâk
el-İsferâyînî âlemin hâdis oluşunu delillendirmede Bâkıllanî'nin de kullanmış
olduğu[43]
konuyu alternatiflerine ayırma ve bunlardan sâbit olanı tercih etme ilkesi olan
sebr ve taksim metoduna müracaat etmiştir. Buna göre varlıkların ya tümü kadîm ya tümü
hâdis veya bir kısmı hâdis bir kısmı kadîm olacaktır. Tümünün hâdis olması
sebep olmadan kendi kendilerine hâdis olmalarını gerektireceğinden mümkün
değildir. Tümünün kadîm olması da mümkün değildir. Çünkü varlıkların bir
kısmının hâdis olması zarurî bir şekilde müşahede edilmektedir. O halde geriye
tek seçenek kalmakta, o da varlıkların bir kısmının hâdis bir kısmının da kadîm
oluşudur.[44]
İsferâyînî
âlemin hâdis oluşunu müşâhede edilen cisimlerin hâdis oluşu ile açıklamakta,
bunu açıklarken de ictimâ ve iftirâk kavramlarını kullanmaktadır.
Ona göre biz şu an cisimleri bazen ictimâ bazen de iftirâk halinde müşahede
ederiz. Eğer cisimler ezelî olsalardı ezelde ya ictimâ ya iftirâk ya hem ictimâ
hem iftirâk ya ne ictimâ ne de iftirâk veya bazen ictimâ bazen de iftirâk
halinde olurlardı. Cisimlerin ezelî olarak ictimâ halinde olmaları mümkün
değildir. Çünkü böyle olsaydı ya kendi kendilerine ictimâ halinde olacaklar ya
da kadîm veya hâdis bir mâna ile ictimâ halinde olacaklardı. Bu üç halde mümkün
olmadığına göre ezelî olarak ictimâ halinde olmaları da mümkün değildir. Aynı
sebeplerden dolayı ezelde iftirâk halinde olması da mümkün değildir. Tenâkuz
içerdiği için hem ictimâ hem de iftirâk halinde olması da mümkün değildir. Ne
ictimâ ne de iftirâk halinde olması da mümkün değildir. Çünkü ictimâ halinin
nefy edilmesinde iftirâk halinin isbâtı, iftirâk halinin nefy edilmesinde de
ictimâ halinin isbâtı vardır. Bütün bu seçenekler muhâl olduğuna göre,
cisimlerin ve bu cisimlerin oluşturduğu âlemin ezelîliği de muhâldir.[45]
II. ULÛHİYYET ANLAYIŞI
A.
Allah'ın Varlığı
Allah'ın
varlığının en önemli delili âlemin hâdis oluşudur. Âlem hâdis olduğuna göre
mutlaka bir yaratıcısı olmalıdır. Çünkü hâdis oluşu ya kendiliğinden veya
başkası tarafındandır. Kendi kendine hâdis olması mümkün değildir. Çünkü eğer
böyle olsaydı bir varlığı zaman ve mekân açısından tahsis etmek mümkün olmazdı.
Örneğin eğer cevherler kendi kendilerine hâdis olsalardı zaman açısından bir
diğerinden önde olmaz, mekan açısından biri diğerinden farklı yerde bulunmazdı.
Ayrıca bütün benzer cevherlerin aynı zaman ve aynı mekânda olmaları zorunlu
olurdu. Fakat müşâhede edilen durum bunun aksidir. Hâdis varlıkların
kendiliğinden hudûsu mümkün olmadığına göre kendilerini var eden bir yaratıcıya
ihtiyaçları vardır.[46]
Sanhâcî, âlemin
bir muhdisinin olmasının zorunluluğunu izah ederken fâil ve mef'ûl için şartlar
zikreder. Buna göre fâil olmanın üç şartı vardır. Birincisi mevcûd, kadîm ve
kendi zâtıyla kâim olması, ayrıca hayat,
ilim, kudret ve irâde sahibi olmasıdır. ikincisi fâil ile mef'ûl arasında
mekân, zaman ve benzerlik açısından bir ilişki olmamasıdır. Üçüncü şart ise var
olma açısından önce olmasıdır. Bu öncelik âlimin cahile olan önceliği gibi
rütbe açısından, illetin mâlule önceliği gibi zâtı açısından, birin ikiye olan
önceliği gibi yapı itibariyle veya babanın oğula önceliği gibi zaman itibariyle
bir öncelik değildir.[47]
Mef'ûl olmanın
da aynı şekilde üç şartı vardır. Birincisi mevcut bir bir zatının olmaması ve
ademde sâbit olmamasıdır. Bu şart
eşyânın ademde sâbit olduğuna hükmeden Mutezile'ye bir itirazdır.
İkincisi varlığından önce yokluk olmuş olmasıdır. Sanhâcî bu konuda
filozofların, mef'ûlün böyle bir şarta ihtiyacının olmadığı, çünkü mevcûdun var
olmak için fâile ihtiyacı olduğu
şeklindeki düşüncelerinin batıl olduğunu ifade eder. Ona göre eğer her mevcûd
var olmak için bir fâile ihtiyaç duysaydı Allah'ın varlığı da bir fâile ihtiyaç
duyardı. Sanhâcî filozofların âlemi mef'ûl olarak tanımlamalarının aslında bir
hile olduğunu ve onların âlemin ezeli oluşu, âlem ile fâili arasında
illet-malûl ilişkisi olduğu şeklindeki düşüncelerinin bununla çeliştiğini ifade
eder. Ona göre bu düşünce, bir evde bulunan birine "senin ve içinde
bulunduğun bu evin yaşı kaç" diye sorulduğunda o kişinin " benim ve
bu evin başlangıcı yoktur. Fakat ben bu evin fâiliyim" demesine benzer. Bu
kişinin böyle bir cevap vermesi nasıl tasavvur edilemiyorsa aynı şekilde
filozofların bu görüşü de tasavvur edilemez. Mef'ûldeki üçüncü şart ise mümkün,
irâde edilen ve bilinen bir şey olmasıdır.[48]
İsferâyînî'ye
göre fiilin vakit ile sınırlı olması, farklı varlıkların tümünün hâdis
olmaları, mütecânis varlıkların vakit açısından farklı olmaları, mütemâsil
varlıkların mekan ve sıfat açısından farklı olmaları, bütün bunları öne alan,
birleştiren, farklılaştıran bir mukaddimi ve tercih ediciyi gerektirir.[49]
Hâdis varlıkları
yaratan, onlardaki önceliği ve sonralığı tayin eden, farklılıklardan birini
tercih eden varlık kadîmdir. Çünkü eğer hâdis olsaydı onun da bir yaratıcıya,
muhassise ve müreccihe ihtiyacı olacaktı. Bu durumda her muhdis kendinden
önceki bir muhdise ihtiyaç duyacaktır. Sonradan var olma ile başlangıcı olmama
arasında çelişki bulunduğundan sonsuza kadar hâdislerin birbirlerini yaratması
da mümkün değildir.[50]
B. Allah'ın Sıfatları
Allah,
yaratılmış hiçbir varlığa benzemez. Buradaki benzerlik temâsül anlamındadır.[51]
Temâsül de nefsî sıfatlarda ortak olmayı gerektirir. Hâdis varlıkların en
önemli sıfatı sonradan var olmalarıdır. Yani Allah eğer yarattığı varlıklarla
benzer olsaydı tüm nefsî sıfatlarda benzer olurdu. Yaratılmışların sıfatlarının
en belirgini hâdis olmaları olduğuna göre, Allah da hâdis bir varlık olurdu. Bu
durum sonsuza kadar hâdislerin birbirini yaratmasını gerektireceğinden mümkün
değildir.[52] İsferâyînî'ye göre Allah,
aslâ bu temasüle yol açacak şekilde zihinde tasavvur edilemez.[53]
Allah için
varlığında, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde herhangi bir sınır ve son
düşünülemez. Çünkü bu, hâdis olmayı gerektirir.[54]
Allah cisim, cevher ve araz değildir. Cisimler cihet ve mekândan ayrı
düşünülemezler. Başka bir mekân ve cihette olması mümkün olan bir cismin
belirli bir mekânda olması ancak onu tahsis edecek bir irâde ile mümkündür. Bu
da hâdis olmayı gerektirir.[55]
Arazın hayat, ilim, kudret ve irade gibi sıfatları olması mümkün olmadığı için
ilah olması söz konusu değildir.[56]
Sanhâcî'ye göre
de cisim, cevher ve araz olma zaman ve mekân bakımından sınırlı olmayı
gerektirir. Halbuki Allah'ın Evvel ve Âhir[57]
olması varlığında zamanın söz konusu olmadığını, Zahir ve Bâtın[58]
oluşu ise onda mekânın söz konusu olmadığını ifade etmektedir. Naslarda Allah
için varid olan "fevk"[59],
"istivâ"[60]
gibi ifadeler ulûhiyyetin şânına uygun
tarzda te'vil edilir. [61]
Bâkıllânî ise bu tür haberî sıfatlarda selefe uymakta ve "vech"[62] ,
"yed"[63] gibi ifadelerin te'vile
gitmeden anlaşılması gerektiğini kabul etmektedir.[64]
Allah, hem zâtı
hem de sıfatları açısından kendisi dışındaki herşeyden müstağnîdir.
İsferâyînî'ye göre bu o'na nasıl, kaç, nerede, ve niçin sorularının
sorulamaması itibariyledir. Çünkü bu sorular başkasına ihtiyacı gerektirir.[65]
Allah Hayy,
Alîm, Kâdir, Mürîd, Semî', Basîr ve Mütekellim olduğu gibi onun hayat, ilim,
kudret, irâde, sem', basar ve kelâm sıfatları da vardır. Bunlar mânevî
sıfatlardır. Nefsî sıfatlar zâta delâlet eden, zâtın onlarsız düşünülmediği
sıfatlardır. Mânevî sıfatlar ise zât ile kâim olup zât üzerine zâid mânalardır.[66]
Allah hayat
sahibidir. Çünkü hayat sahibi olmayanın alîm, kâdir ve mürîd olması
düşünülemez. İsferâyînî hayat sıfatını temellendirmede sebr ve taksim
metoduna müracaat etmiştir. Buna göre âlemin yaratıcısının varlığı kendisinden
olduğuna göre ya hayat sahibidir ya da değildir. Hayat sahibi olmaması âlim,
kâdir ve mürîd olmamasını gerektirir.
Âlim, kâdir ve mürîd olmayanın herhangi bir fiil meydana getirmesi
düşünülemez.[67]
İsferâyînî, ilim
ve irâde sıfatını Bâkıllanî'de olduğu gibi[68]
canlı ve cansız varlıkların düzenlenmesi ile açıklamaktadır. Ona göre bir varlığın bulunduğu hal, zaman ve
mekândan farklı bir hal, zaman ve mekânda var olmasının mümkün oluşu, bunu
tayin edici bir âlim ve mürîdi gerektirir.[69]
İsferâyînî'ye
göre sem' ve basar, idrâk edileni bilme aracı değil, idrâk edileni bilmektir. [70] O
Semî' ve Basîr'dir, çünkü hayat bu sıfatlar olmadan düşünülemez.[71]O
Kâdir'dir, çünkü güç yetiremeyenin fiil meydana getirmesi mümkün değildir.[72]
Kelâm sıfatı
Allah'ın hitabını ifade eder. Mütekellim olmayandan emir ve nehyin vârid olması
mümkün değildir. Allah'ın kelâmı ses ve harflerden oluşmamıştır. Çünkü ses ve
harflerde öncelik ve sonralık söz konusu olup, hâdislik özelliği vardır.
Allâh'ın kelâmı için bu mümkün değildir.[73]
Mâtûridî'nin (ö.333/ 944) düşüncesine paralel
olarak İsferâyînî, Allah'ın kelâmının ses ve harflerden oluşmadığı için
işitilemeyeceğini kabul eder.[74]
Bâkıllânî ise Allah'ın kelâmının ses ve harflerden oluşmamasına rağmen
işitilebileceğini savunur. Ona göre Allah'ın görülmesi cevher, cisim, araz olma
veya mahalle ve mukabeleye ihtiyacı olması gibi sonradan var olma özelliklerini
gerektirmediği gibi, kelâmının işitilmesi de hâdisliği gerektirmez.[75]
Müteahhir
âlimlerden Teftâzânî (ö.793/ 1390), Allah'ın kelâmının işitilmesi konusunda
Eş'ariyye'nin genel tutumundan ayrılarak Ebû İshâk el-İsferâyînî'nin görüşünü
benimser. Ona göre Allah'ın kelamının işitilebileceğine dâir istidlâl edilen
"Allah'ın kelâmını işitinceye kadar"[76]
mealindeki âyette geçen "işitme" ifadesi Allah'ın kelâmının delâlet
ettiği şeyi işitme anlamındadır. Hz. Mûsâ da Allah'ın kelâmını değil, kelâmına
delâlet eden sesi işitmiştir. Fakat kitap veya melek vasıtası olmadan işitttiği
için Mûsâ (a.s) "kelîm" olarak adlandırılmıştır.[77]
Allah'ın zâtı
gibi sıfatları da kadîm ve bâkîdir. İsferâyînî, Bâkıllânî[78]
ve İbn Fûrek'in[79] düşüncesine paralel
olarak, Allah'ın zâtının müstakil bir bekâ ile bâkî olduğunu kabul etmiştir.
İsferâyînî'ye göre bekâ sıfatı ve diğer tüm sıfatlar kendi varlıkları
itibariyle bâkîdirler.[80]
İbn Fûrek ise Allah'ın zatı ve sıfatlarının beka sıfatı ile bâkî olduğunu kabul
eder.[81]
Sanhâcî kıdem
sıfatı konusunda yapılan, kıdemin nefsî sıfatlardan mı yoksa manevî veya selbî
sıfatlardan mı olduğu tartışmasını zikreder. Ona göre kıdem Allah'ın nefsî
sıfatlarındandır. Nefsî sıfat olması da onun varlığını düşünüldüğünde bir
başlangıç ve sınır bulunamaması anlamındadır.[82]
İsferâyînî'ye
göre Allah'ın sıfatları hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatlarından birine
benzemez. Sıfatlar zâtının aynı olmadıkları gibi gayrı da değillerdir. Sıfatlar
zâtından ayrı olmadıkları gibi ona bitişik de değillerdir. Ayrıca sıfatları
zâtına hulûl de etmemiştir.[83]
Allah'ın kudreti
tüm makdûrâtı kapsayıcı olup, kudretinin alanı sonsuzdur. Çünkü şâyet
kudretinin kapsamında olan mümkünler son bulsaydı, kudreti de son bulacak ve
mümkün olan şeyler de muhale dönüşecekti.[84]
Allah'ın ilmi,
kadîm-hâdis, mevcûd-ma'dûm bütün bilinenleri (ma'lûmât) kapsar. Kadîm olan
kendi zâtı ve sıfatlarını bilir. Hâdis olanı da var olmadan önce ve sonra
ilminde herhangi bir değişiklik olmadan bilir. Ma'dûmu bilmesi ise onun var
olmasının mümkün olmadığını bilmesi anlamındadır. [85]
Allah'ın iradesi
de ilmi gibi var olan olmayan bütün mümkinâtı kapsar. Onun ma'dûmu irade
etmesi, var olmamasını irade etmesi demektir. İsferâyînî'ye göre bir şeyin
yokluğu irade edilemezse varlığı da irade edilemez. Örneğin Allah insanın iman
etmesini irade ettiği gibi inkâr etmemesini de yani ma'dûmu da irade
etmektedir. Allah'ın ilmi ve iradesi kapsamına giren mümkînat sonsuzdur. Çünkü
mümkün olanın son bulması, onun kudretinin son bulmasını gerektirir.[86]
İsferâyînî,
Allah'tan başka bir ilah ve yaratıcı olmadığını temellendirmede temânü'
delilini kullanır. "De ki, eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka
ilahlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, arşın sahibi olan Allah'a
ulaşamak için yol ararlardı"[87],
"Şâyet yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök
kesinlikle bozulup gitmişti"[88]
ve "Allah evlat edinmemiştir; onunla beraber hiçbir tanrı da yoktur. Aksi
takdirde her tanrı kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan
biri diğerine galebe çalardı. Allah onların yakıştırdıkları şeylerden
münezzehtir"[89]
gibi âyetler ile Kur'an'da temeli bulunan temanü' delili (Burhân-ı Temânu')
sonraki dönem kelâmcıları tarafından geliştirilip sistemleştirilen önemli
delillerden birisidir. Buna göre ikilik, irâde konusunda çatışmayı yani birinin
irâdesinin diğerinin irâdesinin aksine olmasını veya aralarında hiçbir münâzaa
olmamasını yani iradelerinin olmamasını gerektirir. Her iki durum da acz ve
noksanlığı ifade edip, hâdis olmayı gerektirir.[90]
Ayrıca
İsferâyînî'ye göre Allah'ın vâhid oluşu, mülkünde ortağının olmaması, birden
fazla olmaması ve hiçbir varlığa benzemeyişi anlamlarına geldiği gibi
bölünememesi ve tecezzî kabul etmemesi anlamına da gelir. Ona göre Allah'ın
vâhid olması, başka bir mânadan dolayı olmayıp bizzat kendindendir.[91]
Hâdis
varlıklarda meydana gelen birleşme, ayrılma, yan yana olma, karşı karşıya olma
gibi durumlar, Allah için mümkün değildir. Çünkü bütün bunlar cevher ve cisim
olmayı, dolayısıyla hâdis olmayı gerektirir.[92]
Ayrıca hâdis olan bir şeyin O'nda kâim
olması ve ezelî sıfatlarından birinin son bulması da mümkün değildir.[93]
Allah zâtıyla
kâimdir. Varlığı için herhangi bir
mekâna veya cisme ihtiyacı yoktur. İsferâyînî'ye göre zâtı ile kâim olması bir
fâile, mekâna ve cisme ihtiyacı olmaması anlamındadır. Allah'ın zâtıyla kâim
oluşu, cevherlerin kendi başlarına ayakta kalabilmeleri gibi değildir.
Cevherler mekâna ihtiyaçları olmamakla beraber, var olmak için bir muhdise ve
fâile ihtiyaç duyarlar. Allah'ın zâtına sıfatlarının taalluk etmesi de, bu
özelliğiyle çelişmez. Çünkü sıfatları zâtına zâittir.[94]
C. Allah'ın İsimleri
İsferâyînî'ye
göre bütün inanç esasları aslında Allah'ın isimlerine dayanmakta ve her bir
inanç esasına Allah'ın bir ismi delâlet etmektedir. "Allah'ın doksandokuz
ismi vardır. Her kim bunları sayarsa (ihsâ) cennete girer"[95]
hadisi bunu ifade etmektedir. Hadiste geçen "ihsâ"dan maksat ise,
ilimdir.[96]
Sanhâcî,
İsferâyînî'nin Allah'ın isimleri konusundaki görüşlerini onun günümüze ulaşmayan el-Câmiu'l-celî adlı
eserinden aktararak izah etmeye çalışır. Buna göre Allah'ın zâtına ilişkin
nefsî sıfatları, zâtına zâid mânevî sıfatları ve fiilerine ilişkin fiilî
sıfatları olduğu gibi, zâtı, sıfatları ve fiilleriyle ilişkili isimleri de
vardır. İsim tesmiyeden anlaşılan şeydir. Yani isim, müsemmânın kendisidir.
Tesmiye ise isme delâlet eden lafızdır.
Allah, Melik,
Kuddûs, Selâm, Azîz, Cebbâr, Hak, Samed gibi isimlerinin bir kısmı, O'nun
zâtına ilişkin isimleridir. Ayrıca naslarda vârid olmayan "Şey" ve
"Mevcûd" kelimeleri de, Allah'a isim olarak verilebilir. [97]
Allah'ın
isimlerinin bir kısmı da, O'nun mânevî sıfatlarına ilişkindir. Kâhir, Kavî,
Muktedir ve Kâdir gibi isimleri onun Kudret sıfatına dair isimleridir. Alîm,
Hakîm, Habîr ve Hâfız gibi isimleri, O'nun ilim sıfatına râcîdir. Rahmân,
Rahîm, Mürîd ve Ğaffâr gibi isimleri ise O'nun İrâde sıfatına ilişkindir.[98]
Bundan başka Hâlık, Rezzâk, Bâsıt, Muiz,
Vâsi', Tevvâb ve Muntekim gibi isimleri ise O'nun fiilerine yönelik
isimleridir. Bu isimlerin her biri bir inanç esasına delâlet ettiği gibi,
imânın kemâli de bu isimleri bilip anlamayla gerçekleşir.[99]
D.
Rü'yetullah
Hâdis olmayı
gerektirecek mukâbele, cihet, ışınların ulaşması, yakınlık, uzaklık, mekân,
renk, şekil, suret gibi hususlar, ayrıca belli bir sınır söz konusu olmaksızın
Allah'ın görülmesi mümkündür. Bu görme, Allah'ın insanda ilmi tamamlayıcı ve
ilme zâit bir idrak yaratmasıyla olup, bu yaratılmış varlıkların görülmesine
benzemez.[100]
Allah'ın bu
şekilde görülmesi, naklî deliller açısından vâcib; aklî deliller açısından da
mümkündür. "Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine
bakacaklardır"[101]
âyeti, Hz. Mûsâ'nın Kur'an'da zikredilen " Rabbim, bana kendini göster;
Seni göreyim"[102]
talebi ile Hz. Peygamber'in "Rabbinizi dolunay gecesi ayı gördüğünüz gibi
apaçık göreceksiniz"[103]
hadisi, Allah'ın görülmesinin naklî delilleridir.
İsferâyînî,
rü'yetullah'ın mümkün oluşunu temellendirmede Allah'ın mevcût olmasını esas
almıştır. Ona göre mevcut olan her şeyin görülmesi mümkündür. Allah'ın
görülmesinin mümkün olmayışı, O'nun yokluğunu gerektirir. Görme, mevcut olana
taalluk eden bilgi çeşitlerinden biridir. Allah'ın görülmesi mümkün olmazsa,
O'nun bilinmesi de mümkün olmayacaktır. [104]
İsferâyînî,
"Allah'ın âhirette görülmesi mümkün olduğu halde, O'nun bu dünyada niçin
görülemediği" sorusunu, görme eyleminin farklılığı ile izah etmeye
çalışmıştır. Ona göre görülen şeyler farklı olduğu gibi, görme eylemi de
birbirinden farklıdır. Örneğin bazı hayvan türleri karanlıkta görebilirken,
insan karanlıkta göremez. İnsanın bugün sahip olduğu görme yetisi ile Allah'ın
görülememesi, O'nun âhirette görülemeyeceğine delil teşkil etmez.[105]
III. NÜBÜVVET ANLAYIŞI
A.
Nübüvvetin İmkânı
İsferâyînî, nübüvveti
Ehl-i Sünnet kelâmının genel anlayışına paralel olarak, aklen mümkün olması
açısından değerlendirmiştir. Buna göre bu konuda Mutezile'nin "Allah'ın
peygamber göndermesinin zorunlu olduğu" şeklindeki düşüncesinin aksine,
Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmek üzere peygamber göndermesi mümkündür.[106]
Basra Mutezile'sinin önemli temsilcilerinden olan Kâdî Abdülcebbâr (ö.415/1025)
ise nübüvveti adâlet ilkesiyle ilişkilendirip peygamber göndermenin Allah'a
vâcip olduğunu kabul eder. Ona göre Allah'ın yararımıza olduğunu bildiği
şeyleri bize mutlaka bildirmesi gerekir.
Bu, Allah üzerine vâcip olup, adâlet ilkesi de Allah'ın kendisine vâcip olanı
terk etmemesini gerektirir.[107] İsferâyînî'ye göre nübüvveti temellendirme
konusunda ana esas, Allah'ın kudretidir. Nübüvveti muhâl görmek, Allah'ın
kudretini sınırlamak demektir.[108]
Allah'ın
peygamber göndermesi üç şekilde olur. Birincisi, Allah'ın peygamber olarak
seçtiği insanda, ses ve harflerden oluşmayan kendi kelâmını işitebilmesi için
bir idrâk yaratması ve bir delille bu kelâmın Allah kelâmı olduğunu ona
bildirmesidir. İkincisi, Allah'ın onun peygamber olduğuna dair kalbinde zarûrî
bir ilim var etmesidir. Üçüncüsü de Allah'ın kendisi ile seçtiği insan arasında
vasıta olacak bir melek göndermesidir.[109]
Allah'ın, peygamber
olarak gönderdiği insan ile emir ve yasaklarını içeren kitap göndermesi de
imkân kapsamındadır. Kitap göndermenin mümkün oluşunun dayanağı ise, Allah'ın
Kelâm ve Kudret sıfatlarıdır.[110]
İsferâyînî,
peygamberlik öncesi insanın sorumluluğu konusunda Eş'ariyye'nin genel tutumuna
mutabık kalarak, peygamber gelmeden Allah inancı da dahil olmak üzere insanın
hiçbir dinî sorumluluğunun bulunmadığını, dolayısıyla fiillerinin ceza veya
mükâfata konu olmayacağını ifade eder. Ona göre nübüvvet olmaksızın fiillere
cezâ ve mükâfat terettüp etmemesi, bizim bu fiillere herhangi bir hüküm
verememiz anlamındadır. Fakat Allah âhirette dilerse cezâ ve mükâfat verir,
dilerse bu fiilleri karşılıksız bırakır.[111]
İsferâyînî'ye
göre peygamber olmaksızın insanın sorumlu olmayışının en önemli delili, bir
takım emir ve yasaklarda bulunup bulunmama konusunda Allah hakkında herhangi
bir zorunluluğunun olmamasıdır. Buna göre Allahın imanı ve itaati emretmesi
konusunda bir zorunluluğu olmadığına göre, insan açısından bunun bilinmesinin
tek yolu peygamberin bildirmesidir. Akıl ise bu konuda bir müreccih olamaz.
Akıl insanın var olan emir veya nehyi anlamasını sağlar. [112]
B. Mûcize
Mûcize, İsferâyînî'nin kelâm sisteminde önemli
bir yer tutar. Ona göre mûcize, peygamberin nübüvvetini ispat eden en kesin
delildir. İsferâyînî, mûcizeyi "peygamberde, onun peygamberlik iddiasının
doğruluğuna delâlet eden olağanüstü bir olayın vukû bulması" şeklinde
tanımlamıştır.
İsferâyînî'ye
göre dört tür mûcize vardır. Birincisi, insanın kudret alanına girmeyen
"ölülerin diriltilmesi, denizin yarılması gibi" mûcizelerdir.
İkincisi, teorik olarak insanın kudretinde olup da olağan seyirde vukû bulmayan
mûcizelerdir. Bu tür mûcizeler "suda yürüme, havada uçma" tarzında
olan mûcizelerdir. Benzeri bulunamayan
bir kelâm olması itibariyle Kur'an da bu tarz bir mûcizedir. Üçüncü tür mûcize,
olağan bir olayın engellenmesi şeklindeki mûcizedir. Dördüncüsü ise bir
varlığın yok olması tarzındaki mûcizelerdir. Örneğin peygamberin: "bir gün
önceden şu dağ yarın yok olacaktır" deyip, ertesi gün o dağın yok olması
şeklindeki bir mûcize bu türdendir.[113]
Sanhâcî,
mûcizenin gerçekleşmesi için aşağıdaki şartları zikredip bu konuda Eş'arîyye'ye
mensup kelâmcıların görüşlerini
nakleder.
1. Mûcizenin bir
fiil veya fiil anlamında bir şey olması gerekir. Allah'ın kadîm bir sıfatı
mûcize olamaz. Örneğin peygamberin "Benim mucizem, Allah'ın ilmi veya
kudretidir" sözü onun için bir mûcize değildir.
2. Bir olayın
mûcize olabilmesi için, peygamberin bu olayın kendi peygamberliğinin delili
olduğunu iddia etmesi gerekir.
3. Gerçekleşen
olayın peygamberin iddiasına muvafık olması gerekir. Örneğin birinin
"peygamberliğimin delili şu ölünün kalkıp, benim peygamberliğimi
doğrulamasıdır" dedikten sonra,
ölünün kalkıp onu yalanlaması onun için bir mûcize teşkil etmez.
4. Olayın
peygamberin iddiasına paralel ve eşzamanlı olarak vukû bulması gerekir. Şâyet
bir tarih verilmiş ve belirtilen tarihte iddia edilen olay gerçekleşmişse
mûcize tahakkuk etmiştir. Eğer bu hâdise verilen tarihten sonra gerçekleşirse,
söz konusu olay mûcize değildir.
5. Mûcizenin
olağanüstü bir olay olması gerekir. Çünkü olağan bir olayla peygamberlik ispat
edilemez ve olağan olay, yalancı birinde de gerçekleşebilir. İsferâyînî'ye göre
mûcizenin olağanüstü oluşu peygamber gönderilen toplumda mutad olana aykırı
olması anlamında olup, bunun tüm insanlığın genel kurallarına aykırı olma
zorunluluğu yoktur. Bâkıllânî'ye göre mûcizenin olağanüstü olmasının bir şartı
da, belli bir zamanda tek bir peygamberin bunu gerçekleştirmesidir. Birden
fazla peygamberin aynı olayı gerçekleştirmeleri, olayları hârikulâde ve
dolayısıyla mûcize olmaktan çıkarır.
6. Mûcize olan
olayın Allah'ın fiili olması gerekir. Peygamberin kendi fiili sonucu meydana
gelen olaylar mûcize olamaz.
7. Mûcizenin
peygamber dışında birinden zuhûru mümkün değildir.
8. Yaptığı
meydan okuma (tehaddî) sonra peygambere herhangi bir "muâraza"
yapılamaması, yani gerçekleştirdiği mûcizenin bir benzerinin yapılamaması
gerekir. Muârazanın ne ile gerçekleşeceği konusundaki tartışmalarda, çoğunluğa
göre muâraza, peygamberin getirdiği mûcizenin mislinin getirilmesiyle
gerçekleşir. Bâkıllânî ise bu konuda şu kanaattedir: Peygamber herhangi bir
sınırlama getirmeden tehaddîde bulunur ve "Benden başka hiç kimse bir
delil getiremez" der, akabinde biri herhangi bir delil getirirse, muâraza
gerçekleşmiş ve mûcize meydana gelmemiş olur.
Sanhâcî,
mûcizenin şartlarından biri olarak zikredilen, mûcizenin peygamberin
gönderildiği toplumun maharetli olduğu konularda olmasının bir gereklilik
olmadığını, sadece vâkıanın böyle olduğunu ifade etmiştir. Ona göre Hz. Mûsâ'ya
sihir, Hz. İsa'ya tıp, Hz. Peygamber'e Kur'ân mûcizelerinin verilmesi ile bu
peygamberlerin yaşadığı toplumlardaki sihir, tıp ve edebiyatın yaygınlığı arasında
bir zorunluluk ilişkisi yoktur. Biz istikrâ yoluyla vâkıânın böyle olduğunu
anlıyoruz.[114]
Ebû İshâk
el-İsferâyînî, Bâkıllânî gibi pek çok kelâmcının mûcize için şart koşmuş oldukları tehaddî unsurunu[115]
mûcizenin gerçekleşme şartlarından biri olarak görmemektedir. Ona göre
peygamberin mûcize gerçekleştirme konusunda bir amaca ve tehaddî'ye ihtiyacı
yoktur. Allah'ın peygamberin elinde olağanüstü bir olay yaratması ve hem vukûu
anında, hem de sonraki zamanlarda bu mûcizenin benzerinin meydana getirilememesi,
peygamberin nübüvvetinin doğruluğu için yeterli bir delildir. Mûcizenin delil
olabilmesi için muârızların mûcizenin benzerini yapma, mûcizeyi boşa çıkarmak
için gayret göstermeleri ve bu konuda başarısız olmaları gerekir. Ayrıca
peygamberin mûcizeyi bir topluluğa bir defa göstermesi yeterli olup, ferdî
olarak gösterme zorunluluğu yoktur.[116]
İsferâyînî'nin
mûcize konusundaki önemli düşüncelerinden birisi de, mûcizenin nübüvvetin
doğruluğuna delâlet etmesi itibariyle, peygamber dışında hiç kimsede var olamamasıdır.
Bu düşünceye paralel olarak da ona göre evliyânın bu türden kerâmet sahibi
olmaları mümkün değildir. Evliyânın kerâmeti, ancak duâların kabul edilmesi
cinsinden olup, mûcize cinsinden bir şey olması mümkün değildir.[117]
İsferâyînî'ye
göre peygamberler dışında bir kimsede mûcize cinsinden bir takım olağanüstü
olayların vukû bulduğu kabul edilirse, mûcize ile kerâmet arasında bir ayrım
yapılamaz. Bu durumda mûcizenin nübüvvetin delili olması da düşünülemez.
Müteahhirîn âlimlerinden Seyyid Şerif el-Cürcânî, evliyânın kerâmeti konusunda
İsferâyînî'nin Mûtezile ile aynı kanaatte olduğunu zikrederek bu düşünceyi
eleştirir. Ona göre kerâmeti kabul etmek mûcize ile kerâmet arasındaki ayırıma
mâni değildir. Mûcizedeki en önemli husus, nübüvvet iddiası ile beraber
tehaddînin var olmasıdır. Keramette ise nübüvvet iddiası ve tehaddî söz konusu
değildir.[118] Sübkî ve Zehebî gibi
bazı tabakât müellifleri ise, İsferâyînî'den rivayet edilen bu görüşün ona nisbet edilmesinin hatalı olduğunu, onun
böyle bir görüşe sahip olmasının mümkün olmadığını ifade ederler.[119]
C.Hz.Peygamber'in nübüvveti ve
Kur'ân-ı Kerîm
Hz. Peygamber'in
nübüvvetinin en önemli delili Kur'ân'dır. Kur'ân'ın mûcize oluşu ise tehaddîde
bulunması, dönemin toplumunun edebî alanda üstün olmasına karşın bir benzerinin
getirilmesi konusunda başarısızlıklarıyla gerçekleşmiştir.[120]
İsferâyînî'ye göre mûcize olan Allah'ın kadîm
olan kelâmı değildir. Çünkü mûcizenin şartlarından birisi de bir fiil veya bir
fiilin terki olmasıdır. Kur'an, hem makrû' hem de kırâat anlamında kullanılır.
Makrû', Allah'ın kadîm olan kelâm sıfatıdır. Bu kadîm olan sıfatta dil ve ibare
farklılıkları söz konusu değildir. Dil farklılıkları, makrû'un yani Allah'ın
kelâm sıfatının ses ve harflerden oluşan kırâatında söz konusudur ve kelâmın kırâati
aynı zamanda hâdistir. Allah'ın kelâmının Arapça kırâati, Kur'an; İbranice
kırâati Tevrat, Süryanice kırâati Zebûr ve İncîl adını alır. Mûcize olan
Allah'ın kelâmının kırâati anlamındaki Kur'an'dır. Bu anlamda makrû' ile
kırâat, metlüv ile tilâvet ve mektûb ile kitâbet birbirlerinin aynı
değillerdir, çünkü zaman, mekân, eksiklik, fazlalık, vücûd ve adem gibi
sonradan var olmayı gerektiren özelliklerde aralarında ortaklık yoktur. Makrû',
metlüv ve mektûb ifadeleri, Allah'ın kadîm sıfatı olan kelâma delâlet
etmektedir.[121]
Sanhâcî,
İsferâyînî'nin nübüvvet konusundaki görüşlerinin şerhi çerçevesinde Hz.
Peygamber'in nübüvvetini kabul etmeyen yahudi ve hristiyanların ileri
sürdükleri iddiaları cevaplamaya çalışır. Ona göre yahudi ve hristiyanlar
açısından Hz. Peygamber'in nübüvvetinin en önemli delili, "Hatırla ki,
Meryem oğlu Îsâ: Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden sonra
gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti"[122]
anlamındaki ayette işaret edildiği gibi, Tevrat'ta ve İncil'de Hz. Peygamber'in
müjdelenmesidir (tebşir).
Sanhâcî'ye göre, hristiyanların Hz.
Peygamber'in nübüvvetini reddetme çerçevesinde ileri sürdükleri, ona verilen
mûcizenin ölülerin diriltilmesi, sağır ve dilsizlerin iyileştirilmesi gibi
mûcizeler olmayıp, insanların yapabileciği bir şey olduğu, bu anlamda mûcize
olmadığı iddiası temelsiz bir iddiadır. Çünkü mûcizede esas olan olağanüstülük
ve muârızların bunun benzerini getirmeyi başaramamalarıdır.[123]
Kur'an, nazım, belağat ve fesâhat
açısından mûcizedir. Zirâ muârızlarına benzerini getirmelerini taleb ederek
tehaddîde bulunmuş olmasına rağmen, onlardan olumlu bir cevap alamamıştır.
Düşmanlıkları tarihen sâbit olan muârızların tehaddîye cevap verememeleri
onların buna güç yetiremediklerinin delilidir. Bu anlamda Kur'an, insanların
benzerini getirememeleri açısından ölülerin diriltilmesi ve değneğin yılana
çevirilmesi gibi bir mûcizedir. [124]
Sanhâcî,
Allah'ın Hz. Mûsâ ile indirilen şeriati neshetmesini aklen mümkün görmeyen
yahudilerin, Allah'ın emir ve yasaklarının maslahat ve mefsedete dayandığı ve
Allah'ın, emretttiği şeyi daha sonra nehyetmesinin O'nun sefih olmasını
gerektireceği şeklindeki iddialarını cevaplar. Buna göre nesih kavramı,
karşıtlık anlamında, bir şeyin hem emredilmesi hem de nehyedilmesi şeklinde
değişiklik ifade etmez. Allah'ın emrettiği bir şeyi başka bir zamanda
nehyetmesi, zamanın değişmesiyle maslahatların değişmesinden dolayıdır. Zira
maslahat kavramı, zamana, toplumlara hatta kişilere göre farklılık arz eder.
Hz. Mûsâ zamanında maslahat olan bir hüküm, Hz. Peygamber zamanında mefsedet
haline gelmiş olabilir. Ayrıca nesih, dinin itikadî alanında olmayıp fürûa dâir
hükümlerde söz konusudur. Eğer iddia ettikleri gibi, Allah'ın gönderdiği
şeriatin neshi câiz olmasaydı Cumartesi gününe ait yasaklarda olduğu üzere, daha önce yasak
olmayıp Hz. Mûsâ şeriatinde yasaklanan hükümler bulunmazdı.[125]
IV. ÂHİRET HALLERİ
Ahiret ahvâli, gerçekleşmesi aklen mümkün,
inanılması ise naklen farz olan inanç
konularıdır. Hz. Peygamber'den bize tevâtür yoluyla ulaşan bilgiler kendisiyle
amel etme açısından bizim için zarûri bilgilerdir. Tevâtür derecesine
ulaşmadığı halde, belli vasıflara haiz seçkin kimselerin Hz. Peygamber'den bize
ulaştırdıkları haberler her ne kadar kesin bir bilgi kaynağı değilse de, icmâya
uymanın zorunlu olması itibariyle bu tür âhad haberleri dikkate alarak, itikadî
hükümlerin çıkarılması gerekir. Haberî bilgide esas olan aklın vereceği
hükümdür. Aklen mümkün olan gayba dair haberler, tevâtür derecesinde ise kesin
bilgi; âhad haber ise zannî bilgi ifade ederler. Aklen muhâl olan bir haber
ise, dil açısından te'vîle olanak sağlamıyorsa, bunun bilgi değeri olmayıp
reddedilir.[126]
İsferâyînî, bir
canlının ölmesini Allah'ın kudreti ve Allah'ın hayatı yaratan olmasıyla
açıklamaya çalışır. Buna göre Allah'ın canlıda hayatı yaratmaya kâdir oluşu,
onda ölümü yaratmaya kâdir oluşunun delilidir, çünkü bir şeye gücü yeten onun
zıddına da gücü yeter. Âlemi yaratmaya kâdir olan, onu yok etmeye de kâdirdir.
Bu anlamda ölüm, aslında Allah'ın canlıda yarattığı bir arazdır.[127]
İsferâyînî'ye
göre Allah'ın cisimleri yok etmesi, cisimlerdeki bekâ arazını çekmesiyle
gerçekleşir. Ona göre bekâ, cismin bulunduğu zamandan bir sonraki zamanda var
olması anlamında hâdis varlıklarda da söz konusudur. Bu anlamda bekâ, Allah'ın
cisimlerdeki bir fiilidir. Allah'ın bu ikinci zamanda var olmayı yani bekâyı
kesmesi cisimleri yok etmesi demektir. Allah'ın bir cismi yok ettikten sonra
tekrar yaratması, ilk yaratması gibidir, çünkü mevcut, yok olduğu zaman var
olmadan önceki haline yani adem haline döner. Bu ikinci adem yeniden yaratmaya
mâni değildir.[128]
Buna şu âyette delil vardır: "De ki: Onları ilk defa yaratmış olan
diriltecek. Çünkü O her türlü yaratmayı gayet iyi bilir"[129].
Sanhâcî, haşir,
kabir azabı, sırat, mîzân, sevap ve ikâb gibi âhirete taalluk eden konuları
naklî delillerini zikrederek açıklamaya çalışır. Haşrin esası "iâde"
yani yeniden yaratmadır. Allah'ın kudretinde olması açısından aklen mümkün
olup, naklen vâciptir. Haşrin en kesin nakli delili şu âyette mevcuttur:
"Ve diyorlar ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten
sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz. Önceki atalarımız da mı? De ki: Hem
öncekiler hem de sonrakiler, belli bir günün belli vaktinde mutlaka
toplanacaklardır."[130]
Kabir azabı,
Allah'ın insanda bu azabı idrak edecek bir can yaratması ile aklen mümkün olup,
âyet ve hadisler bunu teyid etmektedirler. Kabir azabının Kur'an'dan delili:
" Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun
ailesini azabın en çetinine sokun (denilecek)!"[131]
âyetidir.
Sevap ve ikâbın
Kur'an'dan delili olarak şu âyetler gösterilir: "Azana ve dünya hayatını
âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından
korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne
barınaktır".[132]
Sevap ve ikâbın gerçekleşeceği yerler olan cennet ve cehennem hâlihazırda
yaratılmıştır. "Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış
olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun"[133]
meâlindeki âyet, cennetin hazırlanmış olduğunu açıkça ifade etmektedir.[134]
Sevap ve ikâpta
asıl olan Allah'ın dilemesidir. İtaate karşılık sevap, mâsiyete karşılık ceza
hükmü, kişinin fiilinden dolayı olmayıp Allah'ın va'd ve vaîdinden dolayıdır.
Allah iman üzere ölen bir insanın ebedî olarak cennette kalacağını vadetmiş,
kâfir olarak ölen insanın ise ebediyyen cehennemde kalacağına hükmetmiştir.
İmanla beraber günah işleyen fâsıklar ya tövbe ya da şefâat vasıtasıyla
cehennemden kurtulacaklardır. "Biz,
güzel işler yapanların ecrini zâyi etmeyiz"[135]
ve "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür"[136]
anlamındaki âyetler ile Hz. Peygamber'in "Kalbinde zerre miktarı iman olan
kimse cennete girecektir"[137]
meâlindeki hadisi, iman etmiş olarak ölen kimsenin sonuç olarak âkibetinin
cennet olacağının delilleridir. Sevap ve ikâp ile ilgili hükümler akıl ile
sâbit olmayıp Allah'ın vaadiyle sâbittir. Karşılığında cezayı gerektirmeyen
veya affedilmesi zorunlu bir günah olmadığından aslında günahlarda büyük, küçük
ayrımı yoktur. Günahların büyüklüğü küçüklüğü asıl günah olan inkâra itibarla
daha büyük veya küçük olmalarıdır.
Günah işleyen
mü'minlerin cezadan kurtulma yolu olan tövbe, Allah'ın dilemesine bağlı olup,
kabul edilmesi Allah'a vâcip değildir. Günahkâr mü'minlerin cezadan
kurtulmalarının ikinci yolu peygamber, melek ve sâlih mü'minlerin şefâat
etmeleridir. [138] Hz. Peygamber'den
rivâyet edilen şu hadis günahkâr mü'minlere şefâat edileceğini teyit eder:
"Şefâatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir".[139]
Mu'tezile,
şefâat konusunda farklı bir tutum izleyerek şefâati kendilerinin va'd ve vaîd
prensibiyle ilişkilendirmekte ve şefâatin ancak tövbe eden mü'minler için
gerçekleşeceğini kabul etmektedir. Mu'tezile'nin önemli simâlarından olan Kâdî
Abdülcebbâr fâsıklar için şefâatin söz konusu olmadığını ifade ederek,
"Zâlimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefâatçisi vardır"[140]
ve "Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz;
hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefâat kabul olunmaz, fidye alınmaz;
onlara aslâ yardım da yapılmaz"[141]
âyetlerini buna delil gösterir. Mu'tezilî Ebû Hâşim el-Cübbâî ise, bu konuda
mezhebinin genel tutumundan farklı olarak tövbe etmeden de şefâatin
gerçekleşeceğini kabul eder.[142]
V. İMAN
İsferâyînî'ye
göre imanda asıl olan kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrâr ise, dünyevî muâmele
için gereklidir. Korku ve ikrârı engelleyen bir mâni olmadıkça ikrârdan
kaçınmak doğru değildir. "Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse
–kalbi iman dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini
kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlara için büyük bir azap
vardır"[143] meâlindeki âyet de
tasdik ve ikrâr ayırımını açıkça ortaya koymaktadır.[144]
Bâkıllânî bunu, hakikî ve mecazî iman olarak izah eder. Ona göre Allah'ı ve
O'nun tarafından indirilen herşeyi tasdik eden, diliyle bunu ikrâr eden ve
bununla amel eden kişi hakiki mü'mindir. Kalbiyle inkâr ettiği halde imânı
ikrâr eden ve görünürde amel işleyen kimse ise hakikî manada mü'min olmayıp,
mecâzî mânada mü'mindir. Yani bizim açımızdan dünyevî muâmele bakımından mü'min
sayılır, ancak Allah katında mü'min değildir.[145]
Sanhâcî,
şerhinde îmânın mâhiyeti ve nasıl gerçekleşeceği konusundaki çeşitli görüşleri
ve bunların delillerini zikreder. Buna göre Ehl-i haktan zâhir ehline göre iman
kalb ile tasdikten ibarettir. İnanılan konuların delilini bilmek kişiye zorunlu
değildir. Zâhir ehlinin bir kısmına göre iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrâr
ve ayrıca amelden ibarettir. Bunun delili de Hz. Peygamber'in "iman kalb
ile itikad, dil ile ikrâr ve organlarla yapılan ameldir"[146]
anlamındaki hadisidir. Tahkik ehline göre ise iman, inanç esaslarını tasdik
etmektir. Fakat bu tasdikin, şüphe ve vesveseleri giderecek deliller üzerine
bina edilmesi gerekir. Sanhâcî'ye göre Ehl-i hak arasındaki iman-amel
tartışmaları lafzî bir tartışma ve ihtilaftır, çünkü ameli imanın şartı kabul
eden de etmeyen de, Allah'a ve O'nun indirdiklerine iman eden kimsenin hiç
ameli olmasa da mü'min olduğunu ve onun cehennemde ebedî olarak kalmayacağını
kabul etmektedir.[147]
Sanhâcî, îmânın
mahiyeti çerçevesinde Havâric, Mu'tezile ve Mürcie'nin ileri sürdükleri
görüşleri zikreder ve delillerini çürütmeye çalışır. Hâricîlere göre îmân,
tasdik ve amelden ibarettir. Büyük- küçük tüm günahlar, iman ile çelişir. Günah
işlemek suretiyle Allah'a isyân eden kimse imandan çıkar ve eğer tövbe etmeden
ölürse ebedî olarak cehennemde kalır. Bu konudaki görüşlerini, Kur'an'da
zikredilen şeytanın Âdem'e secde etmekten kaçınması ve bunun sonucunda kâfirlerden
olması[148] olayı ile
desteklemektedirler. Onlara göre şeytanın Allah'a isyânı ile insanların Allah'a
isyanı arasında bir fark yoktur. Sanhâcî, delillerinin fâsid olduğunu, çünkü
şeytanın kâfir olmasının secde etmekten kaçınmasından dolayı olmadığını ifade
eder. Şeytanın kâfirlerden olmasının asıl sebebi, secdeye lâyık olmayan birine
secde etmeyi emretmesinden dolayı Allah'a sefihlik, dolayısıyla da cehâlet
nisbet etmesidir. Şeytanın topraktan yaratıldığı için Âdem'in secdeye lâyık
olmadığını söyleyerek secdeden kaçınması[149]
bunu gösterir. Ayrıca "Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz;
bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar"[150]
ve "eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük
günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız"[151]
anlamındaki âyetler, işlenen günahın kişiyi imandan çıkarmadığını açıkça ortaya
koymaktadır.[152]
Îmân konusunda
Mu'tezile, imanın tasdik ile beraber bütün emir ve yasaklar olduğu
kanaatindedir. Büyük günah işleyip tövbe etmeden ölen kimse imandan çıkar,
fakat kâfir olmaz. İman ile küfür arasında bir konumda olup, kendisine fâsık
ismi verilir. Sanhâcî'ye göre Mu'tezile'nin bu konuda yanılmalarının sebebi
nasları umumî ve zâhirî olarak anlamalarıdır. Örneğin Mu'tezile'nin delil
olarak gösterdiği "kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası ebediyen
kalacağı cehennemdir" meâlindeki âyeti, başta buradaki ebedîliğin uzun
süre anlamında olduğu şeklinde olmak üzere, çeşitli şekillerde te'vil
edilmiştir. Hz. Peygamber'den rivayet edilen "kişi mü'minken zina
etmez"[153] hadisi de, kişiyi
mârifetten men ettiği veya onun kemâl anlamında mü'min olmadığı şeklinde
yorumlanmıştır.[154]
Sanhâcî,
Mürcie'nin bir kısmının imanı sadece dil ile ikrâr olarak tanımladığını ve
"insanlarla Allah'tan başka ilah yoktur deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum"[155]
hadisini de delil olarak gösterdiklerini ifade eder. Sanhâcî'ye göre îmânın
mâhiyeti konusundaki bu görüş de Kur'an, sünnet ve icmâya aykırı olduğundan
diğerleri gibi bâtıl bir görüştür. Kur'an'ın, bedevîlerin "iman
ettik" demelerinin iman ettikleri anlamına gelmediğini ve imanın
kalplerine yerleşmediğini bildirmesi[156],
ayrıca münâfıkların Hz. Peygamber'in peygamberliğine şahitlik ettiklerini
söylemelerine karşın Allah'ın onların yalancı olduklarını bildiğini ifade
etmesi[157], kalb ile tasdik
olmadıkça, dil ile imanı ikrâr etmenin Allah katında bir değerinin olmadığını
açıkça ortaya koymaktadır.[158]
VI. İCMÂ
İsferâyînî'ye
göre amelî hükümlerde İslâm fıkhının temel delillerinden olan icmâya bağlı
hükümler, iman etme veya etmeme açısından itikât ile ilgili bir konudur.
İsferâyînî bu görüşüyle, icmâın da itikadî konuların çözümünde başvurulacak bir
bilgi kaynağı olduğunu kabul eden İbn Fûrek[159]
ile aynı düşünceyi paylaşır.[160]
İsferâyînî'ye
göre ümmetin doğru olduğunda icmâ ettiği konu hak; yanlış olduğunda icmâ ettiği
konu ise bâtıldır. Belirli şartlara hâiz bilginler arasında şöhret bulmuş bir
meselede hepsinin aynı hükümde birleşmesiyle icmâ gerçekleşir ve artık bu
icmâya muhâlefet câiz olmaz. İcmâa konu olan meselede uzman olmayan kimsenin
muhâlefeti dikkate alınmaz. Örneğin fıkhî bir meselede bir kelâmcının veya
itikâdî bir konuda bir dilcinin muhâlefeti dikkate alınmaz. Aklen bilinmesi
zorunlu olan konularda ise icmâ söz konusu değildir. Çünkü bu tür bir bilgi
kesinlik ifade eder. İcmâın gerçekleşeceği konunun kat'î değil zannî bir bilgi içermesi gerekir.
İsferâyînî'ye
göre icmâ ikiye ayrılır. Birincisi namazın farz oluşu, beş vakit oluşu, zekât
ve haccın farz oluşu gibi herkesin icmâ ettiği genel icmâ; ikincisi de dinî konularda
uzman olan belirli bir kesimin icmâıdır. Genel icmâ şeklinde sâbit olan bir
esası inkâr eden kafir; özel icmâ ile sâbit olan bir esası inkâr eden ise
fâsıktır. Ona göre fiilî, kavlî ve sükûtî olmak üzere, bütün çeşitleriyle icmâ
çok önemli bir delildir.
Hz. Peygamber'in
"İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir"[161]
anlamındaki hadisiyle açıklanan şehâdet, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetleri,
itikadî olarak da dinin temelleridir. İsferâyînî bu esasları icmâ ile
ilişkilendirir ve tevâtüren bize ulaşan bu esasların genel icmâ ile sabit
olduğunu ve bu itibarla bunların aynı zamanda bir yönden inanç esası
olduklarını vurgular.[162]
SONUÇ
İlmî ve kültürel
faaliyetlerin yoğun bir şekilde yaşandığı, önemli ilim adamlarının yetiştiği
bir dönemde yaşayan Ebû İshâk el-İsferâyînî, Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî ve İbn
Fûrek ile birlikte Eş'arî'nin görüşlerinin sistemleştiren ve Eş'ariyye'nin bir
kelam okulu haline gelmesini sağlayanlardan biridir.
Döneminin önemli kelâmcılarından olmasına
rağmen İsferâyînî'nin günümüze ulaşan kelama dâir tek eseri, küçük bir risâle
olan el-Akîde adlı eseridir. Ancak bu küçük risâle bu çalışmada neşre
hazırladığımız Sanhâcî'nin yaptığı şerh dikkate alındığında İsferâyînî'nin
görüşlerini ve kelâm sistemini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir.
Sanhâcî, el-Akîde'nin şerhinde bu müellifin günümüze ulaşmayan el-Câmiu'l-celî
fi usûli'd-dîn ve'r-red ale'l-mülhidîn ve Kitâbü'l-Vasf ve's-sıfat
adlı eserlerinden nakiller yaparak İsferâyînî'nin görüşlerini izah etmeye
çalışır. Sanhâcî'nin bu şerhi İsferâyînî'nin söz konusu bu iki eserinin de
döneminin en hacimli ve sistematik kelâm kitapları arasında olduğunu
göstermektedir.
Sanhâcî'nin
şerhi, Ebû İshâk el-İsferâyînî'nin sistemli bir kelâmcı olduğunu da göstermektedir.
Nitekim bu şerhten anlaşıldığına göre İsferâyînî, Bâkıllânî'nin de kullanmış
olduğu sebr ve taksim ve temânu' gibi, kendilerinden sonra daha da geliştirilen
önemli istidlâl metotlarını benimseyerek, Eş'ariyye kelâm sisteminin
oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.
İsferâyînî,
Allah'ın varlığı ve âlemin hâdis oluşunu ispat etmek için cevher, araz, ictimâ,
iftirâk, hareket ve sükûn gibi tabiat felsefesine ilişkin konu ve kavramları
kullanarak âlem anlayışını ulûhiyyetin temeli haline getirir.
İsferâyînî, bekâ
sıfatı konusunda İmâm Eş'arî'den ayrılmış, Bâkıllânî ve İbn Fûrek'in bu sıfat
hakkındaki düşüncesine paralel olarak, Allah'ın zâtının müstakil bir bekâ ile
bâkî olduğunu kabul etmiştir. İsferâyînî, Allah kelâmının işitilmesi konusunda
İmâm Mâtûridî'ye uymuş ve ses ve harflerden oluşmadığı için kelâmullah'ın
işitilemeyeceğini ifade etmiştir. Haberî sıfatlar konusunda Bâkıllânî'nin
Selefî çizgisinde yer almamış ve bu sıfatların ulûhiyyete uygun tarzda te'vil
edilmesi gerektiğini kabul etmiştir.
İsferâyînî,
Eş'ariyye kelâmını sistemleştirenlerden biri olması ve bazı konularda farklı
açılımlar getirmesi sebebiyle bu ekolün kelamcıları arasında önemli bir konumda
olup, üstat olarak anılmış ve görüşleriyle kendisinden sonraki kelâmcıları
etkilemiştir. Örneğin müteahhir kelâmcılardan Teftâzânî, Eş'ariyye'nin
"Allah kelâmının işitilebileceği" şeklindeki görüşünden ayrılarak
İsferâyînî'nin bu konudaki görüşünü benimsemiş ve Allah kelâmının
işitilemeyeceğini kabul etmiştir.
İsferâyînî,
ulûhiyyet anlayışı açısından Allah'ın isimlerine önem vermiş ve ilâhî isimleri
O'nun zâtına, sıfat ve fiilerine dönük isimler şeklinde tasnife tâbi tutmuştur.
Ona göre bütün inanç esasları aslında Allah'ın isimlerine dayanmakta ve her bir
inanç esasına esmâ-i hüsnâ'dan biri delalet etmektedir.
Ebû İshâk
el-İsferâyînî, peygamberlerin özellikleri ve insanın sorumluluğunu tebliğe
dayandırma gibi nübüvvete dair konularda genel olarak Eş'arî ekolün çizgisinde
yer almasına karşın, mûcize ve kerâmet konularında bu ekolden farklı görüşler
benimsemiştir. Mûcizeye farklı anlamlar kazandırarak onu felsefî bir temele
dayandırmıştır. İnsanın kudretinde olup da olağan seyirde vukû bulmayan
olayları "mucize" türlerinden biri olarak benimseyip, Kur'ân'ı da
benzeri bulunamayan bir kelâm olması itibariyle bu tarz bir mûcize olarak kabul
etmiştir. Kur'an konusunda "makrû'-kırâat, metlüv-tilâvet" ayrımına
gitmiş ve Allah'ın kadîm olan kelâm sıfatının değil de, kelâm sıfatının ses ve
harflerden oluşan şekli olan Kur'ân'ın mûcize olduğu görüşünü benimsemiştir.
Ona göre mûcizeler olağanüstü bir olayın meydana gelmesi şeklinde
gerçekleşebildiği gibi, olağan bir olayın engellenmesi tarzında da vukû
bulabilir.
İsferâyînî'nin
mûcize anlayışından kaynaklanan en önemli düşüncelerinden biri, onun mûcizeleri
peygamberlerin nübüvvetlerini ispatlayan birer delil olarak kabul etmesi
sebebiyle evliyânın bu türden kerâmet sahibi olmalarını mümkün görmeyişidir.
Ona göre evliyânın kerâmeti ancak duâların kabulü cinsindendir. İsferâyînî bu
görüşüyle Mu'tezile'ye yaklaşmış ve kendinden sonraki kelâmcılar tarafından
eleştirilmiştir. Her ne kadar Sübkî ve Zehebî gibi bazı âlimler ondan
nakledilen bu görüşün hatalı olduğunu ifade etseler de, onun mûcize konusundaki
düşünceleri ve müteahhirîn dönemi kelâm kaynaklarının pek çoğunun onun bu
görüşünü aktarması, İsferâyînî'nin sünnetullaha aykırı olan kerâmetleri kabul
etmediği düşüncesini doğrulamaktadır.
İsferâyînî
kelâmcıların çoğunun mûcize için şart koşmuş oldukları tehaddî'yi, mûcizenin
gerçekleşme şartlarından biri olarak görmemiş ve peygamberlerin mûcize
gerçekleştirme konusunda bir amaca ve tehaddî'ye ihtiyacı olmadığını ifade
etmiştir. Böylelikle mûcize ile kerâmet arasındaki fark olarak zikredilen
"mûcizenin tehaddî ile gerçekleşmesi meselesi", onun için söz konusu
değildir.
İsferâyînî,
fıkhî konularda temel delillerden olan icmâ ile sâbit olan hükümlere inanıp
inanmamanın,ü itikâdî bir konu olduğu hususuna dikkat çekmiş, böylece icmâın
kelâm açısından da son derece önemli bir delil olduğunu vurgulamıştır. O, bu görüşüyle
icmâın da itikâdî konuların çözümünde başvurulacak bir bilgi kaynağı olduğunu
kabul eden İbn Fûrek ile aynı düşünceyi paylaşmaktadır.
KAYNAKÇA
Abdülbâkî,
Muhammed Fuâd, el-Mu'cemu'l-müfehres li-elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm,
Kâhire, 2001.
Bağdatlı,
İsmâil Paşa, Hediyyetü'l-ârifîn, İstanbul, 1951.
Bâkıllânî,
Kâdî Ebû Bekir Muhammed b. Tayyib, et-Temhîd(nşr.
İmâdüddîn Ahmed Haydar), Beyrut, 1993.
_, el-İnsâf fîmâ yecibu i'tikaduh
velâ yecûzü'l-cehlü bih (nşr. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Beyrut, 1986.
_, Kitâbu'l-Beyân (nşr. Richard
J. Mc Carthy ), Beyrut, 1958.
Buhârî,
Ebu Abdullah Muhammed b. İsmâîl, Sahîhu'l-Buhârî, Beyrut, 1987.
Cürcânî,
Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Şerhu'l-Mevâkıf, Kum, 1907.
Çağatay,
Neşet -G. Marçais, "Sanhâca", İA, İstanbul, 1988, X, 192-193.
Ebû
Dâvûd, Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî, es-Sünen, Beyrut, ts.
(Dâru'l-fikr).
Farisî,
Abdülğafir b. İsmail, el-Halakatü'l-ûlâ min târîhi Nisâbûr, Kum, 1403.
Gölcük,
Şerafeddin, "Bâkıllânî", DİA, İstanbul, 1991, IV, 531-535.
Gündoğdu,
Mehmet, Ebû İshâk el-İsferâyînî ve Akâid risalesi (yüksek lisans tezi,
1990), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
İbn
Asâkir, Ebu'l-Kasım Ali b. el-Hasan Hibetullah, Tebyînü kezibi'l-müfterî,
Beyrut, 1984.
İbn
Hallikân, Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtü'l-a'yân (nşr. İhsan
Abbâs), Beyrut, 1978.
İbn
Mace, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezîd, es-Sünen, Beyrut, ts.
(Dâru'l-fikr).
İdrîs,
el-Hâdî Rûcî, ed-Devletü's-Sanhâciyye, Beyrut, 1992.
İsferâyînî,
Ebu İshâk İbrahim b. Muhammed, el-Akîde, Süleymaniye Ktp., Hasan Hüsnü
Paşa, nr. 1160.
İsferâyînî,
Ebu'l-Muzaffer Tâhir b. Muhammed, et-Tebsîr fi'd-dîn ve
temyîzu'l-fırkati'n-nâciye ani'l-fıraki'l-hâlikîn, Beyrut, 1983.
Kâdî
Abdülcebbar, b. Ahmed Ebu'l-Hüseyn, el-Mu'tezilî, Şerhu'l-Usuli'l-hamse (nşr.Abdülkerîm
Osman), Kahire, 1988.
_, Fazlu'l-i'tizâl ve
tabakâtü'l-Mu'tezile (nşr. Fuad Seyyid), Tunus,1986.
Kâtib
Çelebi, Keşfü'z-zünûn, İstanbul, 1941.
Kuşeyrî,
Ebû'l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin b. Abdülmelik, er-Risâle (nşr. Mahmûd b. Şerîf-
Abdülhalim Mahmûd), Kahire, 1974.
Müslim,
Ebû'l-Hüseyin Müslim b. Haccâc, Sahîhu Müslim, Beyrut, ts. (Dâru
ihyâi't-türâsi'l-arabî).
Nesâî,
Ebu Abdurrahman Ahmed b. Ali, es-Sünen, Halep, 1986.
Nesefî,
Ebu'l-Muîn Meymun b. Muhammed, Tabsiretü'l-edille (nşr. Hüseyin Atay),
Ankara, 2004.
Nevevî,
Ebû Zekeriyyâ Muhyiddin Yahyâ b. Şeref b. Mûrî, et-Tehzîb, Beyrut, ts.(Şeriketu Aleaddîn).
Sanhâcî, Muhammed b. Ca'fer, Şerhu Akîdeti Ebî
İshâk el-İsferâyînî, Süleymaniye ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1724.
Sübkî,
Tâcuddîn Ebû Nasr Abdülvahhâb b. Ali, Tabakatü'ş-Şafiiyyetü'l-kübrâ, yy,
1966.
Teftezânî,
Sa'duddîn Mes'ûd b. Ömer, Şerhu'l-Akâid,
Kahire, 1987.
Tirmîzî,
Ebu Îsâ Muhammed b. Îsâ, es-Sünen, Beyrut, ts. (Dâru
ihyâi't-türâsi'l-arabî).
Yavuz,
Yusuf Şevki, "İbn Fûrek", DİA, İstanbul, 1999, XIX, 495-498.
_, İslam Akaidinin üç şahsiyeti:
Ahmed b. Hanbel, İbn Fûrek, Kadı Beyzâvî, İstanbul, 1989.
Yavuz,
Salih Sabri, "İsferâyînî, Ebû İshâk", DİA, İstanbul, 2000,
XXII, 515-516.
Zehebî,
Muhammed b. Ahmed, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ (nşr. Şuayb Arnaût), Beyrut,
1983.
Zîriklî,
Hayreddin, el-A'lâm, Kahire, 1954.
İKİNCİ BÖLÜM
MUHAMMED B. CA'FER ES-SANHÂCÎ'NİN
"ŞERHU AKÎDETİ EBÎ İSHÂK EL-iSFERÂYÎNÎ " ADLI ESERİ
[1] Abdülğafir b. İsmâil el-Fârisî, el-Halakatü'l-ûlâ
min târîhi Nisâbûr, Kum, 1403, s.151;Sübkî,
Tabakâtü'ş-Şâfiiyyetü'l-kübrâ, yy, 1966,
IV,256; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, Beyrut, 1983, XVII, 353;
İbn Asâkir,Tebyînü kezibi'l-müfterî, Beyrut, 1984, s.243.
[2] Sübkî, a.g.e., IV,256; İbn Asâkir, a.g.e. , s.243;
Zehebî,a.g.e., XVII, 353.
[3] Abdülğafir b. İsmâil el-Fârisî, a.g.e., s.151.
[4] İbn Asâkir, a.g.e. , s.243.
[5]Abdülğâfir b. İsmâil el-Farisî, a.g.e., s.152.
[6] Sübkî, a.g.e., IV,256-257;
[7]ِ İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-a'yân, Beyrut,
1978, I, 28.
[8]ِِ Abdülğâfir
el-Fârisî, a.g.e., s. 152.
[9]Salih Sabri Yavuz, "İsferâyînî Ebû
İshâk", DİA, XXII, 515.
[10] Nevevî, Tehzîb, Beyrut, ts, II, 170.
[11] Sübki, a.g.e., IV, 261-262.
[12] Kâtib Çelebi, Keşfü'z-zünun, II, 1257.
[13] İbn Asâkir, a.g.e., s. 244.
[14] Zehebî, a.g.e., XVII, 355.
[15] Sübkî, a.g.e., IV, 261.
[16]ِ Abdülğâfir
el-Farisi, a.g.e., s.152.
[17] Zehebî, a.g.e., XVII, 353.
[18] Sübkî, a.g.e., IV, 260-261.
[19] Salih Sabri Yavuz, a.g.e., XXII, 515.
[20] Muhammed b. Ca'fer es-Sanhâcî, Şerhu Akîdeti
Ebî İshâk el-İsferâyînî, Süleymaniye ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1724 , vr. 1a.
[21] G. Marçais-Neşet Çağatay, "Sanhâca",
İA, X, 192.
[22] el-Hâdî Rûcî İdrîs, ed-Devletü's-Sanhâciyye,
Beyrut, 1992, I, 31.
[23] Kâtip Çelebi, a.g.e., I, 539.
[24] Sübkî, a.g.e., IV, 257; Hayreddin Zîriklî, el-A'lâm,
Kahire, 1954, I, 59.
[25]İbn Hallikân, a.g.e., I, 28.
[26] Kâtip Çelebi, a.g.e., I, 45.
[27] Kâtip Çelebi, a.g.e., II, 1257.
[28] Sübkî, a.g.e., IV, 257.
[29] İsferâyînî, et-Tebsîr fi'd-dîn, Beyrut,
1983, s. 193.
[30] Kâtip Çelebi, a.g.e., II, 1418; Sübkî, a.g.e., IV, 257.
[31]Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü'l-ârifîn, İstanbul,
1951, I, 8.
[32] Sübkî, a.g.e., IV, 259.
[33] Kâtip Çelebi, a.g.e., II, 1403.
[34] Muhammed b. Ca'fer es-Sanhâcî, Şerhu Akîdeti
Ebî İshâk el-İsferâyînî, vr. 7b.
[35] Sanhâcî, a.g.e., vr. 16a,b.
[36] Sanhâcî, a.g.e., vr. 20a.
[37] Sanhâcî, a.g.e., vr. 20a.
[38] Sanhâcî, a.g.e., vr. 22b.
[39] Sanhâcî, a.g.e., vr.17a,b
[40] Sanhâcî, a.g.e., vr. 18b-19a.
[41] Sanhâcî, a.g.e., vr. 18b.
[42] Sanhâcî, a.g.e., vr. 21b-22a,b.
[43] Şerafeddin Gölcük, "Bâkıllânî", DİA,
IV, 532.
[44] Sanhâcî, a.g.e., vr. 75b.
[45] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî
, vr. 69b.
[46] Sanhâcî, a.g.e., vr. 79a.
[47] Sanhâcî, a.g.e., vr. 8a.
[48] Sanhâcî, a.g.e., vr. 8b, 9a-b.
[49] Sanhâcî, a.g.e., vr. 79a.
[50] Sanhâcî, a.g.e., vr. 80a.
[51] Sanhâcî , a.g.e., vr. 10a.
[52] Sanhâcî , a.g.e., vr. 79b.
[53] Sanhâcî , a.g.e., vr. 14b.
[54] Sanhâcî , a.g.e., vr. 15b.
[55] Sanhâcî , a.g.e., vr. 81b.
[56] Sanhâcî , a.g.e., vr. 84a.
[57] el-Hadîd 57/ 3.
[58] el-Hadîd 57/ 3.
[59] el-En'am 6/ 18, 61.
[60] Ta-ha 20/ 5.
[61] Sanhâcî , a.g.e., vr. 83a.
[62] er-Rahmân 55/ 27.
[63] Sâd 38/ 75.
[64] Bâkıllânî, et-Temhîd, Beyrut, 1993, s.296.
[65] Sanhâcî , a.g.e., vr. 23a.
[66] Sanhâcî, a.g.e., vr. 24b.
[67] Sanhâcî, a.g.e., vr. 84b.
[68] Bakıllânî, el-İnsâf, Beyrut, 1986, s.
52-55.
[69] Sanhâcî, a.g.e., vr. 85a.
[70] Sanhâcî, a.g.e., vr. 26a.
[71] Sanhâcî, a.g.e., vr. 85b.
[72] Sanhâcî, a.g.e., vr. 84b.
[73] Sanhâcî, a.g.e., vr. 26b.
[74] Nesefî, Tabsiretü'l-edille, Ankara, 2004,
I, 398.
[75] Bâkıllânî, a.g.e., s.191.
[76] et-Tevbe 9/ 6.
[77] Teftezânî, Şerhu'l-Akâid, Kahire, 1987,
s.45.
[78] Bakıllânî, a.g.e., s.58.
[79] Yusuf Şevki Yavuz, "İbn Fûrek"
DİA, İstanbul, 1999, XIX, 497.
[80] Sanhâcî, a.g.e., vr. 29a.
[81] Yusuf Şevki Yavuz, İslam Akaidinin Üç
Şahsiyeti:Ahmed b.Hanbel, İbn Fûrek, Kadî Beyzavî, İstanbul, 1989, s.106.
[82] Sanhâcî, a.g.e., vr. 9b.
[83] Sanhâcî, a.g.e., vr. 30a,b.
[84] Sanhâcî, a.g.e., vr. 31b.
[85] Sanhâcî, a.g.e., vr. 36a.
[86] Sanhâcî, a.g.e., vr. 38a.
[87] el-İsrâ 17/ 42.
[88] el-Enbiyâ 21/ 22.
[89] el-Mü'minûn 23/ 91.
[90] Sanhâcî, a.g.e., vr. 89b.
[91] Sanhâcî, a.g.e., vr. 40b.
[92] Sanhâcî, a.g.e., vr. 41a.
[93] Sanhâcî, a.g.e., vr. 42b.
[94] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî
, vr. 43a.
[95] Buhârî, "Da'avât", 68; Müslim,
"Zikr", 5.
[96] Sanhâcî, a.g.e., vr. 66a.
[97] Sanhâcî, a.g.e., vr. 66a,b.
[98] Sanhâcî, a.g.e., vr. 67b.
[99] Sanhâcî, a.g.e., vr. 68a.
[100] Sanhâcî, a.g.e., vr. 43b.
[101] el-Kıyâme 75/22-23.
[102] el-A'râf 7/143.
[103] Buhârî, "Tevhîd", 24; Müslim,
"Mesâcid"212; Ebû Dâvûd, "Sünnet" 20; Tirmizî,
"Sıfâtü'l-cenne"16; İbn Mâce, "Îmân" 13.
[104] Sanhâcî, a.g.e., vr. 93b.
[105] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî,
vr. 44a.
[106] Sanhâcî, a.g.e. , vr. 48b.
[107] Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-Usûli'l-hamse,
Kahire, 1988, s. 563.
[108] Sanhâcî, a.g.e., vr. 96a.
[109] Sanhâcî, a.g.e., vr. 49b.
[110] Sanhâcî, a.g.e., vr. 50a.
[111] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî,
vr. 54a.
[112] Sanhâcî, a.g.e., vr. 97a.
[113] Sanhâcî, a.g.e., vr. 51b.
[114] Sanhâcî, a.g.e., vr. 52a-b.
[115] Bakıllânî, Kitabu'l-beyân, Beyrut, 1958,
s.47.
[116] Sanhâcî, a.g.e., vr. 53a.
[117] Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire, 1974, II, 660.
[118] Cürcânî, Şerhu'l-Mevakıf, Kum, 1907, VIII,
289.
[119] Sübkî, Tabakât, IV, 261; Zehebî, Siyeru
a'lami'n-nübelâ, XVII, 355.
[120] Sanhâcî, a.g.e., vr. 97b.
[121] Sanhâcî, a.g.e., vr. 61-62a.
[122] es-Saff 61/ 6.
[123] Sanhâcî, a.g.e., vr. 57b.
[124] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî,
vr. 60a.
[125] Sanhâcî, a.g.e. , vr. 58b.
[126] Sanhâcî, a.g.e., vr. 62b.
[127] Sanhâcî, a.g.e., vr. 94b.
[128] Sanhâcî, a.g.e., vr. 94b.
[129] Yâ-sîn 36/ 79.
[130] el-Vâkia 56/ 47-50.
[131] el-Ğâfir 40/ 46.
[132] en-Nâziât 79/ 37-41.
[133] Âl-i İmrân 3/ 133.
[134] Sanhâcî, a.g.e, vr. 63a-b.
[135] el-Kehf 18/ 30.
[136] ez-Zilzâl 99/7.
[137] Tirmîzî, "Birr" 61; İbn Mâce,
"Îmân" 9.
[138] Sanhâcî, a.g.e., vr. 63b-64a.
[139]Ebû Dâvûd, "Sünnet" 23; Tirmîzî, "Sıfâtü'l-kıyâme" 11; İbn Mace, "Zühd" 37.
[140] el-Ğafir 40/ 18.
[141] el-Bakara 2/ 48.
[142] Kâdî Abdülcebbâr, Fazlu'l-i'tizâl ve
Tabakâtü'l-Mu'tezile, Tunus, 1986,
207-209; Şerhu'l-Usûli'l-hamse, s.688-689.
[143] en-Nahl 16/ 106.
[144] Sanhâcî, a.g.e., vr. 65b.
[145] Bâkıllânî, el-İnsâf, s. 85.
[146] İbn Mâce, "Mukaddime" 9.
[147] Sanhâcî, a.g.e., vr. 3b.
[148] el-Bakara 2/ 34.
[149] el-İsrâ 17/ 61.
[150] en-Nisâ 4/ 48.
[151] en-Nisâ 4/ 31.
[152] Sanhâcî, a.g.e., vr. 4a.
[153] Buhârî, "Hudûd" 1,6; Müslim,
"Îmân"100, 104; Ebû Dâvûd, "Sünnet" 15;
Tirmîzî, "Îmân" 11; Nesâî, "Kasâme" 49; İbn
Mâce, "Fiten" 3.
[154] Sanhâcî, a.g.e., vr. 4b.
[155] Buhârî, "Zekât" 1; Müslim, "Îmân"
32; Ebû Dâvûd, "Zekât"1; Tirmîzî, "Îmân" 1;
Nesâî, "Zekât" 3; İbn Mâce, "Fiten" 1.
[156] el-Hucurât 49/ 14.
[157] el-Münafikûn 63/ 1.
[158] Sanhâcî, a.g.e., vr. 5a.
[159] Yusuf Şevki Yavuz, "İbn Fûrek", DİA, XIX, 496.
[160] Sanhâcî, a.g.e., vr. 64b.
[161] Buharî, "Îmân" 1; Müslim, "Îmân"
21; Tirmîzî, "Îmân", 3; Nesâî, "Îmân" 13.
[162] Sanhâcî, a.g.e., vr. 64b-65a.
BİRİNCİ BÖLÜM
EBÛ İSHÂK el-İSFERÂYÎNÎ'NİN KELÂMÎ GÖRÜŞLERİ
I.ÂLEM ANLAYIŞI
İsferâyînî'ye
göre âlem, Allah'ın zâtı ve sıfatları dışındaki tüm varlıklardan oluşur. Âlemi
oluşturan varlıklar da cevher ve
arazlardan ibarettir.[1] Maddenin
en küçük ve parçalanmayan parçası (yapı taşı) olan cevherlerin en önemli
özelliği mütehayyiz olmaları, yani yer işgal etmeleri ve birbirlerinin
benzerleri olma anlamında mütemâsil olmalarıdır. Tehayyüz, hacimli olma, sonlu
olma, araz kabul etme ve bir mahalle ihtiyaç duymama cevherler için zorunludur.
[2] Ayrıca
tedâhül kabul etmezler, yani iki cevher bir yerde var olamazlar.[3]
Araz, varlığı
bir mahalle ihtiyaç duyan mânadır. Arazların yokluğunu düşünmek mümkün
değildir. Çünkü zâtının devamı ile beraber iki farklı vasıf taşıyan her varlık zâtına
zâid bir mânaya ihtiyaç duyar.[4]
Cisim ise iki veya daha fazla cevherden mürekkep olan maddedir.[5]
Sanhâcî de,
gerek âlemin hâdis olduğu gerekse Allah'ın cevher, araz ve cisim olmadığı
inancını şerh ederken cevher- araz teorisine, cevher-i ferdin ispatına geniş
yer vermiş ve bunları âlem ve ulûhiyyet anlayışının temeli haline getirmiştir.
Ona göre cevheri arazdan ayıran en önemli özelliği onun yer işgal etmesidir. Bu
onun nefsî sıfatıdır. Cevher-i ferdin
varlığı zarûrîdir. Çünkü cevher-i ferdin inkârı cismin inkârına götürür. Cismi
oluşturan cüz'ler şayet sonsuza kadar bölünebilseydi cismin varlığı mümkün
olmazdı. Cevher-i ferdin bölünmesi de mümkün değildir[6].
Sanhâcî, ma'dûmun cevher olarak
vasıflanamayacağı düşüncesiyle Mutezile'nin ma'dûmun ademde sâbit bir şey
olduğu görüşünü reddeder. Ona göre cevherin ademde sâbit olması onun ezelîliğini
gerektirir. Ma'dûmun şey olduğu görüşü, kudretin eserinin var olmamasını, muhûl
olan bir şeyin malûm olması itibariyle sâbit bir şey olmasını, arazların kendi
kendilerine varlıklarını sürdürebilmelerini, bir şeyin kendinden önce var
olmasını gerektirir. Bütün bunlar muhal olduğuna göre ma'dûmun ademde sâbit bir
şey olması da mümkün değildir.[7]
Cevherler tek
bir cinstir. Birine vâcip olan diğerlerine de vâciptir. Biri için muhâl olan
diğerleri için de muhâldir. Onlarda var olan hareket ve sükûn varlık itibariyle onlarda herhangi bir
farklılık meydana getirmez. Örneğin üzüm suyunun tadı ekşilik ve tatlılık
arasında değişkenlik gösterirken vasfı, ağırlığı ve hacmi açısından varlığı
aynı kalır. Buradaki tatlılık ve ekşilik araz, değişmeyen varlığı ise
cevherdir.[8]
Var olmak için
bir mahalle ihtiyaç duyan hâdis mânalar anlamındaki arazlar, kendi başlarına
var olamaz, bir yerden bir yere intikal edemez, birbirleriyle var olamaz, var
olmak için özel bir yapıya da ihtiyaç duymazlar. Var olmak için sadece mahalle
ve onları var edecek bir iradeye ihtiyaç duyarlar.[9]
Ebû İshâk
el-İsferâyînî âlemin hâdis oluşunu delillendirmede Bâkıllanî'nin de kullanmış
olduğu[10] konuyu
alternatiflerine ayırma ve bunlardan sâbit olanı tercih etme ilkesi olan sebr
ve taksim metoduna müracaat etmiştir. Buna göre varlıkların ya tümü kadîm ya tümü
hâdis veya bir kısmı hâdis bir kısmı kadîm olacaktır. Tümünün hâdis olması
sebep olmadan kendi kendilerine hâdis olmalarını gerektireceğinden mümkün
değildir. Tümünün kadîm olması da mümkün değildir. Çünkü varlıkların bir
kısmının hâdis olması zarurî bir şekilde müşahede edilmektedir. O halde geriye
tek seçenek kalmakta, o da varlıkların bir kısmının hâdis bir kısmının da kadîm
oluşudur.[11]
İsferâyînî
âlemin hâdis oluşunu müşâhede edilen cisimlerin hâdis oluşu ile açıklamakta,
bunu açıklarken de ictimâ ve iftirâk kavramlarını kullanmaktadır. Ona
göre biz şu an cisimleri bazen ictimâ bazen de iftirâk halinde müşahede ederiz.
Eğer cisimler ezelî olsalardı ezelde ya ictimâ ya iftirâk ya hem ictimâ hem
iftirâk ya ne ictimâ ne de iftirâk veya bazen ictimâ bazen de iftirâk halinde
olurlardı. Cisimlerin ezelî olarak ictimâ halinde olmaları mümkün değildir.
Çünkü böyle olsaydı ya kendi kendilerine ictimâ halinde olacaklar ya da kadîm
veya hâdis bir mâna ile ictimâ halinde olacaklardı. Bu üç halde mümkün
olmadığına göre ezelî olarak ictimâ halinde olmaları da mümkün değildir. Aynı
sebeplerden dolayı ezelde iftirâk halinde olması da mümkün değildir. Tenâkuz
içerdiği için hem ictimâ hem de iftirâk halinde olması da mümkün değildir. Ne
ictimâ ne de iftirâk halinde olması da mümkün değildir. Çünkü ictimâ halinin
nefy edilmesinde iftirâk halinin isbâtı, iftirâk halinin nefy edilmesinde de
ictimâ halinin isbâtı vardır. Bütün bu seçenekler muhâl olduğuna göre,
cisimlerin ve bu cisimlerin oluşturduğu âlemin ezelîliği de muhâldir.[12]
II. ULÛHİYYET ANLAYIŞI
A.
Allah'ın Varlığı
Allah'ın
varlığının en önemli delili âlemin hâdis oluşudur. Âlem hâdis olduğuna göre
mutlaka bir yaratıcısı olmalıdır. Çünkü hâdis oluşu ya kendiliğinden veya
başkası tarafındandır. Kendi kendine hâdis olması mümkün değildir. Çünkü eğer
böyle olsaydı bir varlığı zaman ve mekân açısından tahsis etmek mümkün olmazdı.
Örneğin eğer cevherler kendi kendilerine hâdis olsalardı zaman açısından bir
diğerinden önde olmaz, mekan açısından biri diğerinden farklı yerde bulunmazdı.
Ayrıca bütün benzer cevherlerin aynı zaman ve aynı mekânda olmaları zorunlu
olurdu. Fakat müşâhede edilen durum bunun aksidir. Hâdis varlıkların
kendiliğinden hudûsu mümkün olmadığına göre kendilerini var eden bir yaratıcıya
ihtiyaçları vardır.[13]
Sanhâcî, âlemin
bir muhdisinin olmasının zorunluluğunu izah ederken fâil ve mef'ûl için şartlar
zikreder. Buna göre fâil olmanın üç şartı vardır. Birincisi mevcûd, kadîm ve
kendi zâtıyla kâim olması, ayrıca hayat,
ilim, kudret ve irâde sahibi olmasıdır. ikincisi fâil ile mef'ûl arasında mekân,
zaman ve benzerlik açısından bir ilişki olmamasıdır. Üçüncü şart ise var olma
açısından önce olmasıdır. Bu öncelik âlimin cahile olan önceliği gibi rütbe
açısından, illetin mâlule önceliği gibi zâtı açısından, birin ikiye olan
önceliği gibi yapı itibariyle veya babanın oğula önceliği gibi zaman itibariyle
bir öncelik değildir.[14]
Mef'ûl olmanın
da aynı şekilde üç şartı vardır. Birincisi mevcut bir bir zatının olmaması ve
ademde sâbit olmamasıdır. Bu şart eşyânın
ademde sâbit olduğuna hükmeden Mutezile'ye bir itirazdır. İkincisi varlığından
önce yokluk olmuş olmasıdır. Sanhâcî bu konuda filozofların, mef'ûlün böyle bir
şarta ihtiyacının olmadığı, çünkü mevcûdun var olmak için fâile ihtiyacı olduğu şeklindeki
düşüncelerinin batıl olduğunu ifade eder. Ona göre eğer her mevcûd var olmak
için bir fâile ihtiyaç duysaydı Allah'ın varlığı da bir fâile ihtiyaç duyardı.
Sanhâcî filozofların âlemi mef'ûl olarak tanımlamalarının aslında bir hile
olduğunu ve onların âlemin ezeli oluşu, âlem ile fâili arasında illet-malûl
ilişkisi olduğu şeklindeki düşüncelerinin bununla çeliştiğini ifade eder. Ona
göre bu düşünce, bir evde bulunan birine "senin ve içinde bulunduğun bu
evin yaşı kaç" diye sorulduğunda o kişinin " benim ve bu evin başlangıcı
yoktur. Fakat ben bu evin fâiliyim" demesine benzer. Bu kişinin böyle bir
cevap vermesi nasıl tasavvur edilemiyorsa aynı şekilde filozofların bu görüşü
de tasavvur edilemez. Mef'ûldeki üçüncü şart ise mümkün, irâde edilen ve
bilinen bir şey olmasıdır.[15]
İsferâyînî'ye
göre fiilin vakit ile sınırlı olması, farklı varlıkların tümünün hâdis
olmaları, mütecânis varlıkların vakit açısından farklı olmaları, mütemâsil
varlıkların mekan ve sıfat açısından farklı olmaları, bütün bunları öne alan,
birleştiren, farklılaştıran bir mukaddimi ve tercih ediciyi gerektirir.[16]
Hâdis varlıkları
yaratan, onlardaki önceliği ve sonralığı tayin eden, farklılıklardan birini
tercih eden varlık kadîmdir. Çünkü eğer hâdis olsaydı onun da bir yaratıcıya,
muhassise ve müreccihe ihtiyacı olacaktı. Bu durumda her muhdis kendinden
önceki bir muhdise ihtiyaç duyacaktır. Sonradan var olma ile başlangıcı olmama
arasında çelişki bulunduğundan sonsuza kadar hâdislerin birbirlerini yaratması
da mümkün değildir.[17]
B. Allah'ın Sıfatları
Allah,
yaratılmış hiçbir varlığa benzemez. Buradaki benzerlik temâsül anlamındadır.[18]
Temâsül de nefsî sıfatlarda ortak olmayı gerektirir. Hâdis varlıkların en
önemli sıfatı sonradan var olmalarıdır. Yani Allah eğer yarattığı varlıklarla
benzer olsaydı tüm nefsî sıfatlarda benzer olurdu. Yaratılmışların sıfatlarının
en belirgini hâdis olmaları olduğuna göre, Allah da hâdis bir varlık olurdu. Bu
durum sonsuza kadar hâdislerin birbirini yaratmasını gerektireceğinden mümkün
değildir.[19] İsferâyînî'ye göre Allah,
aslâ bu temasüle yol açacak şekilde zihinde tasavvur edilemez.[20]
Allah için
varlığında, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde herhangi bir sınır ve son
düşünülemez. Çünkü bu, hâdis olmayı gerektirir.[21] Allah
cisim, cevher ve araz değildir. Cisimler cihet ve mekândan ayrı düşünülemezler.
Başka bir mekân ve cihette olması mümkün olan bir cismin belirli bir mekânda
olması ancak onu tahsis edecek bir irâde ile mümkündür. Bu da hâdis olmayı
gerektirir.[22] Arazın hayat, ilim,
kudret ve irade gibi sıfatları olması mümkün olmadığı için ilah olması söz konusu
değildir.[23]
Sanhâcî'ye göre
de cisim, cevher ve araz olma zaman ve mekân bakımından sınırlı olmayı
gerektirir. Halbuki Allah'ın Evvel ve Âhir[24]
olması varlığında zamanın söz konusu olmadığını, Zahir ve Bâtın[25]
oluşu ise onda mekânın söz konusu olmadığını ifade etmektedir. Naslarda Allah
için varid olan "fevk"[26],
"istivâ"[27]
gibi ifadeler ulûhiyyetin şânına uygun
tarzda te'vil edilir. [28]
Bâkıllânî ise bu tür haberî sıfatlarda selefe uymakta ve "vech"[29] ,
"yed"[30] gibi ifadelerin te'vile
gitmeden anlaşılması gerektiğini kabul etmektedir.[31]
Allah, hem zâtı
hem de sıfatları açısından kendisi dışındaki herşeyden müstağnîdir.
İsferâyînî'ye göre bu o'na nasıl, kaç, nerede ve niçin sorularının sorulamaması
itibariyledir. Çünkü bu sorular başkasına ihtiyacı gerektirir.[32]
Allah Hayy,
Alîm, Kâdir, Mürîd, Semî', Basîr ve Mütekellim olduğu gibi onun hayat, ilim, kudret,
irâde, sem', basar ve kelâm sıfatları da vardır. Bunlar mânevî sıfatlardır.
Nefsî sıfatlar zâta delâlet eden, zâtın onlarsız düşünülmediği sıfatlardır. Mânevî
sıfatlar ise zât ile kâim olup zât üzerine zâid mânalardır.[33]
Allah hayat
sahibidir. Çünkü hayat sahibi olmayanın alîm, kâdir ve mürîd olması
düşünülemez. İsferâyînî hayat sıfatını temellendirmede sebr ve taksim
metoduna müracaat etmiştir. Buna göre âlemin yaratıcısının varlığı kendisinden
olduğuna göre ya hayat sahibidir ya da değildir. Hayat sahibi olmaması âlim,
kâdir ve mürîd olmamasını gerektirir. Âlim,
kâdir ve mürîd olmayanın herhangi bir fiil meydana getirmesi düşünülemez.[34]
İsferâyînî, ilim
ve irâde sıfatını Bâkıllanî'de olduğu gibi[35]
canlı ve cansız varlıkların düzenlenmesi ile açıklamaktadır. Ona göre bir varlığın bulunduğu hal, zaman ve
mekândan farklı bir hal, zaman ve mekânda var olmasının mümkün oluşu, bunu
tayin edici bir âlim ve mürîdi gerektirir.[36]
İsferâyînî'ye
göre sem' ve basar, idrâk edileni bilme aracı değil, idrâk edileni bilmektir. [37] O
Semî' ve Basîr'dir, çünkü hayat bu sıfatlar olmadan düşünülemez.[38]O Kâdir'dir,
çünkü güç yetiremeyenin fiil meydana getirmesi mümkün değildir.[39]
Kelâm sıfatı
Allah'ın hitabını ifade eder. Mütekellim olmayandan emir ve nehyin vârid olması
mümkün değildir. Allah'ın kelâmı ses ve harflerden oluşmamıştır. Çünkü ses ve
harflerde öncelik ve sonralık söz konusu olup, hâdislik özelliği vardır.
Allâh'ın kelâmı için bu mümkün değildir.[40]
Mâtûridî'nin (ö.333/ 944) düşüncesine paralel
olarak İsferâyînî, Allah'ın kelâmının ses ve harflerden oluşmadığı için
işitilemeyeceğini kabul eder.[41]
Bâkıllânî ise Allah'ın kelâmının ses ve harflerden oluşmamasına rağmen
işitilebileceğini savunur. Ona göre Allah'ın görülmesi cevher, cisim, araz olma
veya mahalle ve mukabeleye ihtiyacı olması gibi sonradan var olma özelliklerini
gerektirmediği gibi, kelâmının işitilmesi de hâdisliği gerektirmez.[42]
Müteahhir âlimlerden
Teftâzânî (ö.793/ 1390), Allah'ın kelâmının işitilmesi konusunda Eş'ariyye'nin
genel tutumundan ayrılarak Ebû İshâk el-İsferâyînî'nin görüşünü benimser. Ona
göre Allah'ın kelamının işitilebileceğine dâir istidlâl edilen "Allah'ın
kelâmını işitinceye kadar"[43] mealindeki
âyette geçen "işitme" ifadesi Allah'ın kelâmının delâlet ettiği şeyi
işitme anlamındadır. Hz. Mûsâ da Allah'ın kelâmını değil, kelâmına delâlet eden
sesi işitmiştir. Fakat kitap veya melek vasıtası olmadan işitttiği için Mûsâ
(a.s) "kelîm" olarak adlandırılmıştır.[44]
Allah'ın zâtı
gibi sıfatları da kadîm ve bâkîdir. İsferâyînî, Bâkıllânî[45]
ve İbn Fûrek'in[46] düşüncesine paralel
olarak, Allah'ın zâtının müstakil bir bekâ ile bâkî olduğunu kabul etmiştir.
İsferâyînî'ye göre bekâ sıfatı ve diğer tüm sıfatlar kendi varlıkları
itibariyle bâkîdirler.[47]
İbn Fûrek ise Allah'ın zatı ve sıfatlarının beka sıfatı ile bâkî olduğunu kabul
eder.[48]
Sanhâcî kıdem
sıfatı konusunda yapılan, kıdemin nefsî sıfatlardan mı yoksa manevî veya selbî
sıfatlardan mı olduğu tartışmasını zikreder. Ona göre kıdem Allah'ın nefsî
sıfatlarındandır. Nefsî sıfat olması da onun varlığını düşünüldüğünde bir
başlangıç ve sınır bulunamaması anlamındadır.[49]
İsferâyînî'ye
göre Allah'ın sıfatları hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatlarından birine
benzemez. Sıfatlar zâtının aynı olmadıkları gibi gayrı da değillerdir. Sıfatlar
zâtından ayrı olmadıkları gibi ona bitişik de değillerdir. Ayrıca sıfatları
zâtına hulûl de etmemiştir.[50]
Allah'ın kudreti
tüm makdûrâtı kapsayıcı olup, kudretinin alanı sonsuzdur. Çünkü şâyet kudretinin
kapsamında olan mümkünler son bulsaydı, kudreti de son bulacak ve mümkün olan
şeyler de muhale dönüşecekti.[51]
Allah'ın ilmi,
kadîm-hâdis, mevcûd-ma'dûm bütün bilinenleri (ma'lûmât) kapsar. Kadîm olan
kendi zâtı ve sıfatlarını bilir. Hâdis olanı da var olmadan önce ve sonra
ilminde herhangi bir değişiklik olmadan bilir. Ma'dûmu bilmesi ise onun var
olmasının mümkün olmadığını bilmesi anlamındadır. [52]
Allah'ın iradesi
de ilmi gibi var olan olmayan bütün mümkinâtı kapsar. Onun ma'dûmu irade
etmesi, var olmamasını irade etmesi demektir. İsferâyînî'ye göre bir şeyin
yokluğu irade edilemezse varlığı da irade edilemez. Örneğin Allah insanın iman
etmesini irade ettiği gibi inkâr etmemesini de yani ma'dûmu da irade
etmektedir. Allah'ın ilmi ve iradesi kapsamına giren mümkînat sonsuzdur. Çünkü mümkün
olanın son bulması, onun kudretinin son bulmasını gerektirir.[53]
İsferâyînî, Allah'tan
başka bir ilah ve yaratıcı olmadığını temellendirmede temânü' delilini
kullanır. "De ki, eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar
da bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, arşın sahibi olan Allah'a ulaşamak için
yol ararlardı"[54],
"Şâyet yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök
kesinlikle bozulup gitmişti"[55] ve
"Allah evlat edinmemiştir; onunla beraber hiçbir tanrı da yoktur. Aksi
takdirde her tanrı kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan
biri diğerine galebe çalardı. Allah onların yakıştırdıkları şeylerden
münezzehtir"[56]
gibi âyetler ile Kur'an'da temeli bulunan temanü' delili (Burhân-ı Temânu')
sonraki dönem kelâmcıları tarafından geliştirilip sistemleştirilen önemli
delillerden birisidir. Buna göre ikilik, irâde konusunda çatışmayı yani birinin
irâdesinin diğerinin irâdesinin aksine olmasını veya aralarında hiçbir münâzaa
olmamasını yani iradelerinin olmamasını gerektirir. Her iki durum da acz ve
noksanlığı ifade edip, hâdis olmayı gerektirir.[57]
Ayrıca
İsferâyînî'ye göre Allah'ın vâhid oluşu, mülkünde ortağının olmaması, birden
fazla olmaması ve hiçbir varlığa benzemeyişi anlamlarına geldiği gibi
bölünememesi ve tecezzî kabul etmemesi anlamına da gelir. Ona göre Allah'ın
vâhid olması, başka bir mânadan dolayı olmayıp bizzat kendindendir.[58]
Hâdis
varlıklarda meydana gelen birleşme, ayrılma, yan yana olma, karşı karşıya olma
gibi durumlar, Allah için mümkün değildir. Çünkü bütün bunlar cevher ve cisim
olmayı, dolayısıyla hâdis olmayı gerektirir.[59] Ayrıca
hâdis olan bir şeyin O'nda kâim olması
ve ezelî sıfatlarından birinin son bulması da mümkün değildir.[60]
Allah zâtıyla
kâimdir. Varlığı için herhangi bir mekâna veya cisme ihtiyacı yoktur.
İsferâyînî'ye göre zâtı ile kâim olması bir fâile, mekâna ve cisme ihtiyacı
olmaması anlamındadır. Allah'ın zâtıyla kâim oluşu, cevherlerin kendi başlarına
ayakta kalabilmeleri gibi değildir. Cevherler mekâna ihtiyaçları olmamakla
beraber, var olmak için bir muhdise ve fâile ihtiyaç duyarlar. Allah'ın zâtına
sıfatlarının taalluk etmesi de, bu özelliğiyle çelişmez. Çünkü sıfatları zâtına
zâittir.[61]
C. Allah'ın İsimleri
İsferâyînî'ye
göre bütün inanç esasları aslında Allah'ın isimlerine dayanmakta ve her bir
inanç esasına Allah'ın bir ismi delâlet etmektedir. "Allah'ın doksandokuz
ismi vardır. Her kim bunları sayarsa (ihsâ) cennete girer"[62]
hadisi bunu ifade etmektedir. Hadiste geçen "ihsâ"dan maksat ise,
ilimdir.[63]
Sanhâcî,
İsferâyînî'nin Allah'ın isimleri konusundaki görüşlerini onun günümüze
ulaşmayan el-Câmiu'l-celî adlı eserinden aktararak izah etmeye çalışır.
Buna göre Allah'ın zâtına ilişkin nefsî sıfatları, zâtına zâid mânevî sıfatları
ve fiilerine ilişkin fiilî sıfatları olduğu gibi, zâtı, sıfatları ve fiilleriyle
ilişkili isimleri de vardır. İsim tesmiyeden anlaşılan şeydir. Yani isim,
müsemmânın kendisidir. Tesmiye ise isme delâlet eden lafızdır.
Allah, Melik,
Kuddûs, Selâm, Azîz, Cebbâr, Hak, Samed gibi isimlerinin bir kısmı, O'nun
zâtına ilişkin isimleridir. Ayrıca naslarda vârid olmayan "Şey" ve
"Mevcûd" kelimeleri de, Allah'a isim olarak verilebilir. [64]
Allah'ın
isimlerinin bir kısmı da, O'nun mânevî sıfatlarına ilişkindir. Kâhir, Kavî,
Muktedir ve Kâdir gibi isimleri onun Kudret sıfatına dair isimleridir. Alîm,
Hakîm, Habîr ve Hâfız gibi isimleri, O'nun ilim sıfatına râcîdir. Rahmân,
Rahîm, Mürîd ve Ğaffâr gibi isimleri ise O'nun İrâde sıfatına ilişkindir.[65]
Bundan başka Hâlık, Rezzâk, Bâsıt, Muiz,
Vâsi', Tevvâb ve Muntekim gibi isimleri ise O'nun fiilerine yönelik isimleridir.
Bu isimlerin her biri bir inanç esasına delâlet ettiği gibi, imânın kemâli de
bu isimleri bilip anlamayla gerçekleşir.[66]
D.
Rü'yetullah
Hâdis olmayı
gerektirecek mukâbele, cihet, ışınların ulaşması, yakınlık, uzaklık, mekân,
renk, şekil, suret gibi hususlar, ayrıca belli bir sınır söz konusu olmaksızın
Allah'ın görülmesi mümkündür. Bu görme, Allah'ın insanda ilmi tamamlayıcı ve
ilme zâit bir idrak yaratmasıyla olup, bu yaratılmış varlıkların görülmesine
benzemez.[67]
Allah'ın bu
şekilde görülmesi, naklî deliller açısından vâcib; aklî deliller açısından da
mümkündür. "Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine
bakacaklardır"[68] âyeti,
Hz. Mûsâ'nın Kur'an'da zikredilen " Rabbim, bana kendini göster; Seni
göreyim"[69] talebi ile Hz.
Peygamber'in "Rabbinizi dolunay gecesi ayı gördüğünüz gibi apaçık
göreceksiniz"[70]
hadisi, Allah'ın görülmesinin naklî delilleridir.
İsferâyînî, rü'yetullah'ın
mümkün oluşunu temellendirmede Allah'ın mevcût olmasını esas almıştır. Ona göre
mevcut olan her şeyin görülmesi mümkündür. Allah'ın görülmesinin mümkün
olmayışı, O'nun yokluğunu gerektirir. Görme, mevcut olana taalluk eden bilgi
çeşitlerinden biridir. Allah'ın görülmesi mümkün olmazsa, O'nun bilinmesi de
mümkün olmayacaktır. [71]
İsferâyînî, "Allah'ın
âhirette görülmesi mümkün olduğu halde, O'nun bu dünyada niçin görülemediği"
sorusunu, görme eyleminin farklılığı ile izah etmeye çalışmıştır. Ona göre
görülen şeyler farklı olduğu gibi, görme eylemi de birbirinden farklıdır.
Örneğin bazı hayvan türleri karanlıkta görebilirken, insan karanlıkta göremez.
İnsanın bugün sahip olduğu görme yetisi ile Allah'ın görülememesi, O'nun âhirette
görülemeyeceğine delil teşkil etmez.[72]
III. NÜBÜVVET ANLAYIŞI
A.
Nübüvvetin İmkânı
İsferâyînî,
nübüvveti Ehl-i Sünnet kelâmının genel anlayışına paralel olarak, aklen mümkün
olması açısından değerlendirmiştir. Buna göre bu konuda Mutezile'nin "Allah'ın
peygamber göndermesinin zorunlu olduğu" şeklindeki düşüncesinin aksine,
Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmek üzere peygamber göndermesi mümkündür.[73] Basra
Mutezile'sinin önemli temsilcilerinden olan Kâdî Abdülcebbâr (ö.415/1025) ise
nübüvveti adâlet ilkesiyle ilişkilendirip peygamber göndermenin Allah'a vâcip
olduğunu kabul eder. Ona göre Allah'ın yararımıza olduğunu bildiği şeyleri bize
mutlaka bildirmesi gerekir. Bu, Allah
üzerine vâcip olup, adâlet ilkesi de Allah'ın kendisine vâcip olanı terk
etmemesini gerektirir.[74] İsferâyînî'ye göre nübüvveti temellendirme
konusunda ana esas, Allah'ın kudretidir. Nübüvveti muhâl görmek, Allah'ın
kudretini sınırlamak demektir.[75]
Allah'ın
peygamber göndermesi üç şekilde olur. Birincisi, Allah'ın peygamber olarak
seçtiği insanda, ses ve harflerden oluşmayan kendi kelâmını işitebilmesi için
bir idrâk yaratması ve bir delille bu kelâmın Allah kelâmı olduğunu ona
bildirmesidir. İkincisi, Allah'ın onun peygamber olduğuna dair kalbinde zarûrî
bir ilim var etmesidir. Üçüncüsü de Allah'ın kendisi ile seçtiği insan arasında
vasıta olacak bir melek göndermesidir.[76]
Allah'ın,
peygamber olarak gönderdiği insan ile emir ve yasaklarını içeren kitap
göndermesi de imkân kapsamındadır. Kitap göndermenin mümkün oluşunun dayanağı
ise, Allah'ın Kelâm ve Kudret sıfatlarıdır.[77]
İsferâyînî,
peygamberlik öncesi insanın sorumluluğu konusunda Eş'ariyye'nin genel tutumuna
mutabık kalarak, peygamber gelmeden Allah inancı da dahil olmak üzere insanın
hiçbir dinî sorumluluğunun bulunmadığını, dolayısıyla fiillerinin ceza veya
mükâfata konu olmayacağını ifade eder. Ona göre nübüvvet olmaksızın fiillere
cezâ ve mükâfat terettüp etmemesi, bizim bu fiillere herhangi bir hüküm verememiz
anlamındadır. Fakat Allah âhirette dilerse cezâ ve mükâfat verir, dilerse bu
fiilleri karşılıksız bırakır.[78]
İsferâyînî'ye
göre peygamber olmaksızın insanın sorumlu olmayışının en önemli delili, bir
takım emir ve yasaklarda bulunup bulunmama konusunda Allah hakkında herhangi
bir zorunluluğunun olmamasıdır. Buna göre Allahın imanı ve itaati emretmesi
konusunda bir zorunluluğu olmadığına göre, insan açısından bunun bilinmesinin
tek yolu peygamberin bildirmesidir. Akıl ise bu konuda bir müreccih olamaz.
Akıl insanın var olan emir veya nehyi anlamasını sağlar. [79]
B. Mûcize
Mûcize, İsferâyînî'nin kelâm sisteminde önemli
bir yer tutar. Ona göre mûcize, peygamberin nübüvvetini ispat eden en kesin
delildir. İsferâyînî, mûcizeyi "peygamberde, onun peygamberlik iddiasının
doğruluğuna delâlet eden olağanüstü bir olayın vukû bulması" şeklinde
tanımlamıştır.
İsferâyînî'ye göre
dört tür mûcize vardır. Birincisi, insanın kudret alanına girmeyen "ölülerin
diriltilmesi, denizin yarılması gibi" mûcizelerdir. İkincisi, teorik
olarak insanın kudretinde olup da olağan seyirde vukû bulmayan mûcizelerdir. Bu
tür mûcizeler "suda yürüme, havada uçma" tarzında olan mûcizelerdir.
Benzeri bulunamayan bir kelâm olması itibariyle
Kur'an da bu tarz bir mûcizedir. Üçüncü tür mûcize, olağan bir olayın
engellenmesi şeklindeki mûcizedir. Dördüncüsü ise bir varlığın yok olması
tarzındaki mûcizelerdir. Örneğin peygamberin: "bir gün önceden şu dağ
yarın yok olacaktır" deyip, ertesi gün o dağın yok olması şeklindeki bir
mûcize bu türdendir.[80]
Sanhâcî, mûcizenin
gerçekleşmesi için aşağıdaki şartları zikredip bu konuda Eş'arîyye'ye
mensup kelâmcıların görüşlerini nakleder.
1. Mûcizenin bir
fiil veya fiil anlamında bir şey olması gerekir. Allah'ın kadîm bir sıfatı mûcize
olamaz. Örneğin peygamberin "Benim mucizem, Allah'ın ilmi veya kudretidir"
sözü onun için bir mûcize değildir.
2. Bir olayın mûcize
olabilmesi için, peygamberin bu olayın kendi peygamberliğinin delili olduğunu
iddia etmesi gerekir.
3. Gerçekleşen
olayın peygamberin iddiasına muvafık olması gerekir. Örneğin birinin
"peygamberliğimin delili şu ölünün kalkıp, benim peygamberliğimi
doğrulamasıdır" dedikten sonra,
ölünün kalkıp onu yalanlaması onun için bir mûcize teşkil etmez.
4. Olayın
peygamberin iddiasına paralel ve eşzamanlı olarak vukû bulması gerekir. Şâyet
bir tarih verilmiş ve belirtilen tarihte iddia edilen olay gerçekleşmişse mûcize
tahakkuk etmiştir. Eğer bu hâdise verilen tarihten sonra gerçekleşirse, söz
konusu olay mûcize değildir.
5. Mûcizenin
olağanüstü bir olay olması gerekir. Çünkü olağan bir olayla peygamberlik ispat
edilemez ve olağan olay, yalancı birinde de gerçekleşebilir. İsferâyînî'ye göre
mûcizenin olağanüstü oluşu peygamber gönderilen toplumda mutad olana aykırı
olması anlamında olup, bunun tüm insanlığın genel kurallarına aykırı olma
zorunluluğu yoktur. Bâkıllânî'ye göre mûcizenin olağanüstü olmasının bir şartı
da, belli bir zamanda tek bir peygamberin bunu gerçekleştirmesidir. Birden
fazla peygamberin aynı olayı gerçekleştirmeleri, olayları hârikulâde ve
dolayısıyla mûcize olmaktan çıkarır.
6. Mûcize olan
olayın Allah'ın fiili olması gerekir. Peygamberin kendi fiili sonucu meydana
gelen olaylar mûcize olamaz.
7. Mûcizenin
peygamber dışında birinden zuhûru mümkün değildir.
8. Yaptığı
meydan okuma (tehaddî) sonra peygambere herhangi bir "muâraza"
yapılamaması, yani gerçekleştirdiği mûcizenin bir benzerinin yapılamaması
gerekir. Muârazanın ne ile gerçekleşeceği konusundaki tartışmalarda, çoğunluğa
göre muâraza, peygamberin getirdiği mûcizenin mislinin getirilmesiyle
gerçekleşir. Bâkıllânî ise bu konuda şu kanaattedir: Peygamber herhangi bir
sınırlama getirmeden tehaddîde bulunur ve "Benden başka hiç kimse bir
delil getiremez" der, akabinde biri herhangi bir delil getirirse, muâraza
gerçekleşmiş ve mûcize meydana gelmemiş olur.
Sanhâcî, mûcizenin
şartlarından biri olarak zikredilen, mûcizenin peygamberin gönderildiği
toplumun maharetli olduğu konularda olmasının bir gereklilik olmadığını, sadece
vâkıanın böyle olduğunu ifade etmiştir. Ona göre Hz. Mûsâ'ya sihir, Hz. İsa'ya
tıp, Hz. Peygamber'e Kur'ân mûcizelerinin verilmesi ile bu peygamberlerin
yaşadığı toplumlardaki sihir, tıp ve edebiyatın yaygınlığı arasında bir
zorunluluk ilişkisi yoktur. Biz istikrâ yoluyla vâkıânın böyle olduğunu
anlıyoruz.[81]
Ebû İshâk
el-İsferâyînî, Bâkıllânî gibi pek çok kelâmcının mûcize için şart koşmuş oldukları tehaddî unsurunu[82] mûcizenin
gerçekleşme şartlarından biri olarak görmemektedir. Ona göre peygamberin mûcize
gerçekleştirme konusunda bir amaca ve tehaddî'ye ihtiyacı yoktur. Allah'ın
peygamberin elinde olağanüstü bir olay yaratması ve hem vukûu anında, hem de
sonraki zamanlarda bu mûcizenin benzerinin meydana getirilememesi, peygamberin
nübüvvetinin doğruluğu için yeterli bir delildir. Mûcizenin delil olabilmesi
için muârızların mûcizenin benzerini yapma, mûcizeyi boşa çıkarmak için gayret
göstermeleri ve bu konuda başarısız olmaları gerekir. Ayrıca peygamberin mûcizeyi
bir topluluğa bir defa göstermesi yeterli olup, ferdî olarak gösterme
zorunluluğu yoktur.[83]
İsferâyînî'nin
mûcize konusundaki önemli düşüncelerinden birisi de, mûcizenin nübüvvetin
doğruluğuna delâlet etmesi itibariyle, peygamber dışında hiç kimsede var
olamamasıdır. Bu düşünceye paralel olarak da ona göre evliyânın bu türden kerâmet
sahibi olmaları mümkün değildir. Evliyânın kerâmeti, ancak duâların kabul
edilmesi cinsinden olup, mûcize cinsinden bir şey olması mümkün değildir.[84]
İsferâyînî'ye göre
peygamberler dışında bir kimsede mûcize cinsinden bir takım olağanüstü olayların
vukû bulduğu kabul edilirse, mûcize ile kerâmet arasında bir ayrım yapılamaz.
Bu durumda mûcizenin nübüvvetin delili olması da düşünülemez. Müteahhirîn âlimlerinden
Seyyid Şerif el-Cürcânî, evliyânın kerâmeti konusunda İsferâyînî'nin Mûtezile ile
aynı kanaatte olduğunu zikrederek bu düşünceyi eleştirir. Ona göre kerâmeti
kabul etmek mûcize ile kerâmet arasındaki ayırıma mâni değildir. Mûcizedeki en
önemli husus, nübüvvet iddiası ile beraber tehaddînin var olmasıdır. Keramette
ise nübüvvet iddiası ve tehaddî söz konusu değildir.[85]
Sübkî ve Zehebî gibi bazı tabakât müellifleri ise, İsferâyînî'den rivayet
edilen bu görüşün ona nisbet edilmesinin
hatalı olduğunu, onun böyle bir görüşe sahip olmasının mümkün olmadığını ifade
ederler.[86]
C.Hz.Peygamber'in
nübüvveti ve Kur'ân-ı Kerîm
Hz. Peygamber'in
nübüvvetinin en önemli delili Kur'ân'dır. Kur'ân'ın mûcize oluşu ise tehaddîde
bulunması, dönemin toplumunun edebî alanda üstün olmasına karşın bir benzerinin
getirilmesi konusunda başarısızlıklarıyla gerçekleşmiştir.[87]
İsferâyînî'ye göre mûcize olan Allah'ın kadîm
olan kelâmı değildir. Çünkü mûcizenin şartlarından birisi de bir fiil veya bir
fiilin terki olmasıdır. Kur'an, hem makrû' hem de kırâat anlamında kullanılır.
Makrû', Allah'ın kadîm olan kelâm sıfatıdır. Bu kadîm olan sıfatta dil ve ibare
farklılıkları söz konusu değildir. Dil farklılıkları, makrû'un yani Allah'ın
kelâm sıfatının ses ve harflerden oluşan kırâatında söz konusudur ve kelâmın
kırâati aynı zamanda hâdistir. Allah'ın kelâmının Arapça kırâati, Kur'an;
İbranice kırâati Tevrat, Süryanice kırâati Zebûr ve İncîl adını alır. Mûcize
olan Allah'ın kelâmının kırâati anlamındaki Kur'an'dır. Bu anlamda makrû' ile
kırâat, metlüv ile tilâvet ve mektûb ile kitâbet birbirlerinin aynı
değillerdir, çünkü zaman, mekân, eksiklik, fazlalık, vücûd ve adem gibi
sonradan var olmayı gerektiren özelliklerde aralarında ortaklık yoktur. Makrû',
metlüv ve mektûb ifadeleri, Allah'ın kadîm sıfatı olan kelâma delâlet
etmektedir.[88]
Sanhâcî, İsferâyînî'nin
nübüvvet konusundaki görüşlerinin şerhi çerçevesinde Hz. Peygamber'in nübüvvetini
kabul etmeyen yahudi ve hristiyanların ileri sürdükleri iddiaları cevaplamaya
çalışır. Ona göre yahudi ve hristiyanlar açısından Hz. Peygamber'in
nübüvvetinin en önemli delili, "Hatırla ki, Meryem oğlu Îsâ: Ey İsrâiloğulları!
Ben size Allah'ın elçisiyim, benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi
de müjdeleyici olarak geldim, demişti"[89] anlamındaki
ayette işaret edildiği gibi, Tevrat'ta ve İncil'de Hz. Peygamber'in
müjdelenmesidir (tebşir).
Sanhâcî'ye göre, hristiyanların Hz.
Peygamber'in nübüvvetini reddetme çerçevesinde ileri sürdükleri, ona verilen mûcizenin
ölülerin diriltilmesi, sağır ve dilsizlerin iyileştirilmesi gibi mûcizeler
olmayıp, insanların yapabileciği bir şey olduğu, bu anlamda mûcize olmadığı
iddiası temelsiz bir iddiadır. Çünkü mûcizede esas olan olağanüstülük ve muârızların
bunun benzerini getirmeyi başaramamalarıdır.[90]
Kur'an, nazım, belağat ve fesâhat
açısından mûcizedir. Zirâ muârızlarına benzerini getirmelerini taleb ederek
tehaddîde bulunmuş olmasına rağmen, onlardan olumlu bir cevap alamamıştır.
Düşmanlıkları tarihen sâbit olan muârızların tehaddîye cevap verememeleri
onların buna güç yetiremediklerinin delilidir. Bu anlamda Kur'an, insanların
benzerini getirememeleri açısından ölülerin diriltilmesi ve değneğin yılana
çevirilmesi gibi bir mûcizedir. [91]
Sanhâcî,
Allah'ın Hz. Mûsâ ile indirilen şeriati neshetmesini aklen mümkün görmeyen
yahudilerin, Allah'ın emir ve yasaklarının maslahat ve mefsedete dayandığı ve
Allah'ın, emretttiği şeyi daha sonra nehyetmesinin O'nun sefih olmasını
gerektireceği şeklindeki iddialarını cevaplar. Buna göre nesih kavramı,
karşıtlık anlamında, bir şeyin hem emredilmesi hem de nehyedilmesi şeklinde
değişiklik ifade etmez. Allah'ın emrettiği bir şeyi başka bir zamanda
nehyetmesi, zamanın değişmesiyle maslahatların değişmesinden dolayıdır. Zira
maslahat kavramı, zamana, toplumlara hatta kişilere göre farklılık arz eder. Hz.
Mûsâ zamanında maslahat olan bir hüküm, Hz. Peygamber zamanında mefsedet haline
gelmiş olabilir. Ayrıca nesih, dinin itikadî alanında olmayıp fürûa dâir
hükümlerde söz konusudur. Eğer iddia ettikleri gibi, Allah'ın gönderdiği
şeriatin neshi câiz olmasaydı Cumartesi gününe ait yasaklarda olduğu üzere, daha önce yasak
olmayıp Hz. Mûsâ şeriatinde yasaklanan hükümler bulunmazdı.[92]
IV. ÂHİRET HALLERİ
Ahiret ahvâli, gerçekleşmesi aklen mümkün, inanılması
ise naklen farz olan inanç konularıdır. Hz.
Peygamber'den bize tevâtür yoluyla ulaşan bilgiler kendisiyle amel etme
açısından bizim için zarûri bilgilerdir. Tevâtür derecesine ulaşmadığı halde,
belli vasıflara haiz seçkin kimselerin Hz. Peygamber'den bize ulaştırdıkları
haberler her ne kadar kesin bir bilgi kaynağı değilse de, icmâya uymanın
zorunlu olması itibariyle bu tür âhad haberleri dikkate alarak, itikadî
hükümlerin çıkarılması gerekir. Haberî bilgide esas olan aklın vereceği
hükümdür. Aklen mümkün olan gayba dair haberler, tevâtür derecesinde ise kesin
bilgi; âhad haber ise zannî bilgi ifade ederler. Aklen muhâl olan bir haber ise,
dil açısından te'vîle olanak sağlamıyorsa, bunun bilgi değeri olmayıp
reddedilir.[93]
İsferâyînî, bir canlının
ölmesini Allah'ın kudreti ve Allah'ın hayatı yaratan olmasıyla açıklamaya
çalışır. Buna göre Allah'ın canlıda hayatı yaratmaya kâdir oluşu, onda ölümü
yaratmaya kâdir oluşunun delilidir, çünkü bir şeye gücü yeten onun zıddına da
gücü yeter. Âlemi yaratmaya kâdir olan, onu yok etmeye de kâdirdir. Bu anlamda
ölüm, aslında Allah'ın canlıda yarattığı bir arazdır.[94]
İsferâyînî'ye
göre Allah'ın cisimleri yok etmesi, cisimlerdeki bekâ arazını çekmesiyle
gerçekleşir. Ona göre bekâ, cismin bulunduğu zamandan bir sonraki zamanda var
olması anlamında hâdis varlıklarda da söz konusudur. Bu anlamda bekâ, Allah'ın
cisimlerdeki bir fiilidir. Allah'ın bu ikinci zamanda var olmayı yani bekâyı
kesmesi cisimleri yok etmesi demektir. Allah'ın bir cismi yok ettikten sonra
tekrar yaratması, ilk yaratması gibidir, çünkü mevcut, yok olduğu zaman var
olmadan önceki haline yani adem haline döner. Bu ikinci adem yeniden yaratmaya
mâni değildir.[95] Buna şu âyette delil vardır:
"De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O her türlü
yaratmayı gayet iyi bilir"[96].
Sanhâcî, haşir,
kabir azabı, sırat, mîzân, sevap ve ikâb gibi âhirete taalluk eden konuları
naklî delillerini zikrederek açıklamaya çalışır. Haşrin esası "iâde"
yani yeniden yaratmadır. Allah'ın kudretinde olması açısından aklen mümkün
olup, naklen vâciptir. Haşrin en kesin nakli delili şu âyette mevcuttur: "Ve
diyorlar ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, biz
mi bir daha diriltileceğiz. Önceki atalarımız da mı? De ki: Hem öncekiler hem
de sonrakiler, belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."[97]
Kabir azabı,
Allah'ın insanda bu azabı idrak edecek bir can yaratması ile aklen mümkün olup,
âyet ve hadisler bunu teyid etmektedirler. Kabir azabının Kur'an'dan delili:
" Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun
ailesini azabın en çetinine sokun (denilecek)!"[98] âyetidir.
Sevap ve ikâbın
Kur'an'dan delili olarak şu âyetler gösterilir: "Azana ve dünya hayatını âhirete
tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve
nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne
barınaktır".[99]
Sevap ve ikâbın gerçekleşeceği yerler olan cennet ve cehennem hâlihazırda
yaratılmıştır. "Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış
olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun"[100]
meâlindeki âyet, cennetin hazırlanmış olduğunu açıkça ifade etmektedir.[101]
Sevap ve ikâpta
asıl olan Allah'ın dilemesidir. İtaate karşılık sevap, mâsiyete karşılık ceza
hükmü, kişinin fiilinden dolayı olmayıp Allah'ın va'd ve vaîdinden dolayıdır.
Allah iman üzere ölen bir insanın ebedî olarak cennette kalacağını vadetmiş,
kâfir olarak ölen insanın ise ebediyyen cehennemde kalacağına hükmetmiştir.
İmanla beraber günah işleyen fâsıklar ya tövbe ya da şefâat vasıtasıyla
cehennemden kurtulacaklardır. "Biz,
güzel işler yapanların ecrini zâyi etmeyiz"[102]
ve "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür"[103] anlamındaki
âyetler ile Hz. Peygamber'in "Kalbinde zerre miktarı iman olan kimse
cennete girecektir"[104] meâlindeki
hadisi, iman etmiş olarak ölen kimsenin sonuç olarak âkibetinin cennet
olacağının delilleridir. Sevap ve ikâp ile ilgili hükümler akıl ile sâbit
olmayıp Allah'ın vaadiyle sâbittir. Karşılığında cezayı gerektirmeyen veya
affedilmesi zorunlu bir günah olmadığından aslında günahlarda büyük, küçük
ayrımı yoktur. Günahların büyüklüğü küçüklüğü asıl günah olan inkâra itibarla
daha büyük veya küçük olmalarıdır.
Günah işleyen
mü'minlerin cezadan kurtulma yolu olan tövbe, Allah'ın dilemesine bağlı olup,
kabul edilmesi Allah'a vâcip değildir. Günahkâr mü'minlerin cezadan
kurtulmalarının ikinci yolu peygamber, melek ve sâlih mü'minlerin şefâat
etmeleridir. [105] Hz. Peygamber'den rivâyet
edilen şu hadis günahkâr mü'minlere şefâat edileceğini teyit eder: "Şefâatim
ümmetimden büyük günah işleyenler içindir".[106]
Mu'tezile, şefâat
konusunda farklı bir tutum izleyerek şefâati kendilerinin va'd ve vaîd
prensibiyle ilişkilendirmekte ve şefâatin ancak tövbe eden mü'minler için
gerçekleşeceğini kabul etmektedir. Mu'tezile'nin önemli simâlarından olan Kâdî
Abdülcebbâr fâsıklar için şefâatin söz konusu olmadığını ifade ederek, "Zâlimlerin
ne dostu ne de sözü dinlenecek şefâatçisi vardır"[107]
ve "Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz;
hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefâat kabul olunmaz, fidye alınmaz;
onlara aslâ yardım da yapılmaz"[108]
âyetlerini buna delil gösterir. Mu'tezilî Ebû Hâşim el-Cübbâî ise, bu konuda
mezhebinin genel tutumundan farklı olarak tövbe etmeden de şefâatin
gerçekleşeceğini kabul eder.[109]
V. İMAN
İsferâyînî'ye
göre imanda asıl olan kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrâr ise, dünyevî muâmele
için gereklidir. Korku ve ikrârı engelleyen bir mâni olmadıkça ikrârdan
kaçınmak doğru değildir. "Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse –kalbi
iman dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe
açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlara için büyük bir azap
vardır"[110] meâlindeki âyet de
tasdik ve ikrâr ayırımını açıkça ortaya koymaktadır.[111] Bâkıllânî
bunu, hakikî ve mecazî iman olarak izah eder. Ona göre Allah'ı ve O'nun tarafından
indirilen herşeyi tasdik eden, diliyle bunu ikrâr eden ve bununla amel eden
kişi hakiki mü'mindir. Kalbiyle inkâr ettiği halde imânı ikrâr eden ve görünürde
amel işleyen kimse ise hakikî manada mü'min olmayıp, mecâzî mânada mü'mindir.
Yani bizim açımızdan dünyevî muâmele bakımından mü'min sayılır, ancak Allah
katında mü'min değildir.[112]
Sanhâcî,
şerhinde îmânın mâhiyeti ve nasıl gerçekleşeceği konusundaki çeşitli görüşleri
ve bunların delillerini zikreder. Buna göre Ehl-i haktan zâhir ehline göre iman
kalb ile tasdikten ibarettir. İnanılan konuların delilini bilmek kişiye zorunlu
değildir. Zâhir ehlinin bir kısmına göre iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrâr
ve ayrıca amelden ibarettir. Bunun delili de Hz. Peygamber'in "iman kalb
ile itikad, dil ile ikrâr ve organlarla yapılan ameldir"[113] anlamındaki
hadisidir. Tahkik ehline göre ise iman, inanç esaslarını tasdik etmektir. Fakat
bu tasdikin, şüphe ve vesveseleri giderecek deliller üzerine bina edilmesi
gerekir. Sanhâcî'ye göre Ehl-i hak arasındaki iman-amel tartışmaları lafzî bir
tartışma ve ihtilaftır, çünkü ameli imanın şartı kabul eden de etmeyen de,
Allah'a ve O'nun indirdiklerine iman eden kimsenin hiç ameli olmasa da mü'min
olduğunu ve onun cehennemde ebedî olarak kalmayacağını kabul etmektedir.[114]
Sanhâcî, îmânın
mahiyeti çerçevesinde Havâric, Mu'tezile ve Mürcie'nin ileri sürdükleri
görüşleri zikreder ve delillerini çürütmeye çalışır. Hâricîlere göre îmân, tasdik
ve amelden ibarettir. Büyük- küçük tüm günahlar, iman ile çelişir. Günah
işlemek suretiyle Allah'a isyân eden kimse imandan çıkar ve eğer tövbe etmeden
ölürse ebedî olarak cehennemde kalır. Bu konudaki görüşlerini, Kur'an'da
zikredilen şeytanın Âdem'e secde etmekten kaçınması ve bunun sonucunda
kâfirlerden olması[115]
olayı ile desteklemektedirler. Onlara göre şeytanın Allah'a isyânı ile
insanların Allah'a isyanı arasında bir fark yoktur. Sanhâcî, delillerinin fâsid
olduğunu, çünkü şeytanın kâfir olmasının secde etmekten kaçınmasından dolayı
olmadığını ifade eder. Şeytanın kâfirlerden olmasının asıl sebebi, secdeye lâyık
olmayan birine secde etmeyi emretmesinden dolayı Allah'a sefihlik, dolayısıyla da
cehâlet nisbet etmesidir. Şeytanın topraktan yaratıldığı için Âdem'in secdeye
lâyık olmadığını söyleyerek secdeden kaçınması[116]
bunu gösterir. Ayrıca "Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz;
bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar"[117]
ve "eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük
günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız"[118] anlamındaki
âyetler, işlenen günahın kişiyi imandan çıkarmadığını açıkça ortaya
koymaktadır.[119]
Îmân konusunda Mu'tezile,
imanın tasdik ile beraber bütün emir ve yasaklar olduğu kanaatindedir. Büyük
günah işleyip tövbe etmeden ölen kimse imandan çıkar, fakat kâfir olmaz. İman
ile küfür arasında bir konumda olup, kendisine fâsık ismi verilir. Sanhâcî'ye
göre Mu'tezile'nin bu konuda yanılmalarının sebebi nasları umumî ve zâhirî
olarak anlamalarıdır. Örneğin Mu'tezile'nin delil olarak gösterdiği "kim
bir mü'mini kasden öldürürse cezası ebediyen kalacağı cehennemdir" meâlindeki
âyeti, başta buradaki ebedîliğin uzun süre anlamında olduğu şeklinde olmak
üzere, çeşitli şekillerde te'vil edilmiştir. Hz. Peygamber'den rivayet edilen "kişi
mü'minken zina etmez"[120]
hadisi de, kişiyi mârifetten men ettiği veya onun kemâl anlamında mü'min
olmadığı şeklinde yorumlanmıştır.[121]
Sanhâcî,
Mürcie'nin bir kısmının imanı sadece dil ile ikrâr olarak tanımladığını ve
"insanlarla Allah'tan başka ilah yoktur deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum"[122]
hadisini de delil olarak gösterdiklerini ifade eder. Sanhâcî'ye göre îmânın mâhiyeti
konusundaki bu görüş de Kur'an, sünnet ve icmâya aykırı olduğundan diğerleri
gibi bâtıl bir görüştür. Kur'an'ın, bedevîlerin "iman ettik"
demelerinin iman ettikleri anlamına gelmediğini ve imanın kalplerine
yerleşmediğini bildirmesi[123],
ayrıca münâfıkların Hz. Peygamber'in peygamberliğine şahitlik ettiklerini
söylemelerine karşın Allah'ın onların yalancı olduklarını bildiğini ifade
etmesi[124], kalb ile tasdik
olmadıkça, dil ile imanı ikrâr etmenin Allah katında bir değerinin olmadığını
açıkça ortaya koymaktadır.[125]
VI. İCMÂ
İsferâyînî'ye
göre amelî hükümlerde İslâm fıkhının temel delillerinden olan icmâya bağlı hükümler,
iman etme veya etmeme açısından itikât ile ilgili bir konudur. İsferâyînî bu
görüşüyle, icmâın da itikadî konuların çözümünde başvurulacak bir bilgi kaynağı
olduğunu kabul eden İbn Fûrek[126]
ile aynı düşünceyi paylaşır.[127]
İsferâyînî'ye
göre ümmetin doğru olduğunda icmâ ettiği konu hak; yanlış olduğunda icmâ ettiği
konu ise bâtıldır. Belirli şartlara hâiz bilginler arasında şöhret bulmuş bir
meselede hepsinin aynı hükümde birleşmesiyle icmâ gerçekleşir ve artık bu icmâya
muhâlefet câiz olmaz. İcmâa konu olan meselede uzman olmayan kimsenin muhâlefeti
dikkate alınmaz. Örneğin fıkhî bir meselede bir kelâmcının veya itikâdî bir
konuda bir dilcinin muhâlefeti dikkate alınmaz. Aklen bilinmesi zorunlu olan
konularda ise icmâ söz konusu değildir. Çünkü bu tür bir bilgi kesinlik ifade
eder. İcmâın gerçekleşeceği konunun kat'î değil zannî bir bilgi içermesi gerekir.
İsferâyînî'ye
göre icmâ ikiye ayrılır. Birincisi namazın farz oluşu, beş vakit oluşu, zekât
ve haccın farz oluşu gibi herkesin icmâ ettiği genel icmâ; ikincisi de dinî
konularda uzman olan belirli bir kesimin icmâıdır. Genel icmâ şeklinde sâbit
olan bir esası inkâr eden kafir; özel icmâ ile sâbit olan bir esası inkâr eden
ise fâsıktır. Ona göre fiilî, kavlî ve sükûtî olmak üzere, bütün çeşitleriyle
icmâ çok önemli bir delildir.
Hz. Peygamber'in
"İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir"[128] anlamındaki
hadisiyle açıklanan şehâdet, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetleri, itikadî
olarak da dinin temelleridir. İsferâyînî bu esasları icmâ ile ilişkilendirir ve
tevâtüren bize ulaşan bu esasların genel icmâ ile sabit olduğunu ve bu itibarla
bunların aynı zamanda bir yönden inanç esası olduklarını vurgular.[129]
SONUÇ
İlmî ve kültürel
faaliyetlerin yoğun bir şekilde yaşandığı, önemli ilim adamlarının yetiştiği
bir dönemde yaşayan Ebû İshâk el-İsferâyînî, Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî ve İbn
Fûrek ile birlikte Eş'arî'nin görüşlerinin sistemleştiren ve Eş'ariyye'nin bir
kelam okulu haline gelmesini sağlayanlardan biridir.
Döneminin önemli kelâmcılarından olmasına
rağmen İsferâyînî'nin günümüze ulaşan kelama dâir tek eseri, küçük bir risâle
olan el-Akîde adlı eseridir. Ancak bu küçük risâle bu çalışmada neşre
hazırladığımız Sanhâcî'nin yaptığı şerh dikkate alındığında İsferâyînî'nin
görüşlerini ve kelâm sistemini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir.
Sanhâcî, el-Akîde'nin şerhinde bu müellifin günümüze ulaşmayan el-Câmiu'l-celî
fi usûli'd-dîn ve'r-red ale'l-mülhidîn ve Kitâbü'l-Vasf ve's-sıfat
adlı eserlerinden nakiller yaparak İsferâyînî'nin görüşlerini izah etmeye
çalışır. Sanhâcî'nin bu şerhi İsferâyînî'nin söz konusu bu iki eserinin de döneminin
en hacimli ve sistematik kelâm kitapları arasında olduğunu göstermektedir.
Sanhâcî'nin şerhi,
Ebû İshâk el-İsferâyînî'nin sistemli bir kelâmcı olduğunu da göstermektedir. Nitekim
bu şerhten anlaşıldığına göre İsferâyînî, Bâkıllânî'nin de kullanmış olduğu
sebr ve taksim ve temânu' gibi, kendilerinden sonra daha da geliştirilen önemli
istidlâl metotlarını benimseyerek, Eş'ariyye kelâm sisteminin oluşmasında
önemli bir rol oynamıştır.
İsferâyînî,
Allah'ın varlığı ve âlemin hâdis oluşunu ispat etmek için cevher, araz, ictimâ,
iftirâk, hareket ve sükûn gibi tabiat felsefesine ilişkin konu ve kavramları
kullanarak âlem anlayışını ulûhiyyetin temeli haline getirir.
İsferâyînî, bekâ
sıfatı konusunda İmâm Eş'arî'den ayrılmış, Bâkıllânî ve İbn Fûrek'in bu sıfat
hakkındaki düşüncesine paralel olarak, Allah'ın zâtının müstakil bir bekâ ile
bâkî olduğunu kabul etmiştir. İsferâyînî, Allah kelâmının işitilmesi konusunda İmâm
Mâtûridî'ye uymuş ve ses ve harflerden oluşmadığı için kelâmullah'ın işitilemeyeceğini
ifade etmiştir. Haberî sıfatlar konusunda Bâkıllânî'nin Selefî çizgisinde yer
almamış ve bu sıfatların ulûhiyyete uygun tarzda te'vil edilmesi gerektiğini
kabul etmiştir.
İsferâyînî,
Eş'ariyye kelâmını sistemleştirenlerden biri olması ve bazı konularda farklı
açılımlar getirmesi sebebiyle bu ekolün kelamcıları arasında önemli bir konumda
olup, üstat olarak anılmış ve görüşleriyle kendisinden sonraki kelâmcıları
etkilemiştir. Örneğin müteahhir kelâmcılardan Teftâzânî, Eş'ariyye'nin "Allah
kelâmının işitilebileceği" şeklindeki görüşünden ayrılarak İsferâyînî'nin
bu konudaki görüşünü benimsemiş ve Allah kelâmının işitilemeyeceğini kabul
etmiştir.
İsferâyînî, ulûhiyyet
anlayışı açısından Allah'ın isimlerine önem vermiş ve ilâhî isimleri O'nun
zâtına, sıfat ve fiilerine dönük isimler şeklinde tasnife tâbi tutmuştur. Ona
göre bütün inanç esasları aslında Allah'ın isimlerine dayanmakta ve her bir
inanç esasına esmâ-i hüsnâ'dan biri delalet etmektedir.
Ebû İshâk
el-İsferâyînî, peygamberlerin özellikleri ve insanın sorumluluğunu tebliğe
dayandırma gibi nübüvvete dair konularda genel olarak Eş'arî ekolün çizgisinde
yer almasına karşın, mûcize ve kerâmet konularında bu ekolden farklı görüşler
benimsemiştir. Mûcizeye farklı anlamlar kazandırarak onu felsefî bir temele
dayandırmıştır. İnsanın kudretinde olup da olağan seyirde vukû bulmayan
olayları "mucize" türlerinden biri olarak benimseyip, Kur'ân'ı da
benzeri bulunamayan bir kelâm olması itibariyle bu tarz bir mûcize olarak kabul
etmiştir. Kur'an konusunda "makrû'-kırâat, metlüv-tilâvet" ayrımına
gitmiş ve Allah'ın kadîm olan kelâm sıfatının değil de, kelâm sıfatının ses ve
harflerden oluşan şekli olan Kur'ân'ın mûcize olduğu görüşünü benimsemiştir.
Ona göre mûcizeler olağanüstü bir olayın meydana gelmesi şeklinde
gerçekleşebildiği gibi, olağan bir olayın engellenmesi tarzında da vukû
bulabilir.
İsferâyînî'nin
mûcize anlayışından kaynaklanan en önemli düşüncelerinden biri, onun mûcizeleri
peygamberlerin nübüvvetlerini ispatlayan birer delil olarak kabul etmesi
sebebiyle evliyânın bu türden kerâmet sahibi olmalarını mümkün görmeyişidir.
Ona göre evliyânın kerâmeti ancak duâların kabulü cinsindendir. İsferâyînî bu
görüşüyle Mu'tezile'ye yaklaşmış ve kendinden sonraki kelâmcılar tarafından
eleştirilmiştir. Her ne kadar Sübkî ve Zehebî gibi bazı âlimler ondan
nakledilen bu görüşün hatalı olduğunu ifade etseler de, onun mûcize konusundaki
düşünceleri ve müteahhirîn dönemi kelâm kaynaklarının pek çoğunun onun bu
görüşünü aktarması, İsferâyînî'nin sünnetullaha aykırı olan kerâmetleri kabul
etmediği düşüncesini doğrulamaktadır.
İsferâyînî kelâmcıların
çoğunun mûcize için şart koşmuş oldukları tehaddî'yi, mûcizenin gerçekleşme
şartlarından biri olarak görmemiş ve peygamberlerin mûcize gerçekleştirme
konusunda bir amaca ve tehaddî'ye ihtiyacı olmadığını ifade etmiştir.
Böylelikle mûcize ile kerâmet arasındaki fark olarak zikredilen "mûcizenin
tehaddî ile gerçekleşmesi meselesi", onun için söz konusu değildir.
İsferâyînî, fıkhî
konularda temel delillerden olan icmâ ile sâbit olan hükümlere inanıp
inanmamanın,ü itikâdî bir konu olduğu hususuna dikkat çekmiş, böylece icmâın
kelâm açısından da son derece önemli bir delil olduğunu vurgulamıştır. O, bu
görüşüyle icmâın da itikâdî konuların çözümünde başvurulacak bir bilgi kaynağı
olduğunu kabul eden İbn Fûrek ile aynı düşünceyi paylaşmaktadır.
KAYNAKÇA
Abdülbâkî,
Muhammed Fuâd, el-Mu'cemu'l-müfehres li-elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm,
Kâhire, 2001.
Bağdatlı,
İsmâil Paşa, Hediyyetü'l-ârifîn, İstanbul, 1951.
Bâkıllânî,
Kâdî Ebû Bekir Muhammed b. Tayyib, et-Temhîd(nşr.
İmâdüddîn Ahmed Haydar), Beyrut, 1993.
_, el-İnsâf fîmâ yecibu i'tikaduh
velâ yecûzü'l-cehlü bih (nşr. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Beyrut, 1986.
_, Kitâbu'l-Beyân (nşr. Richard
J. Mc Carthy ), Beyrut, 1958.
Buhârî,
Ebu Abdullah Muhammed b. İsmâîl, Sahîhu'l-Buhârî, Beyrut, 1987.
Cürcânî,
Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Şerhu'l-Mevâkıf, Kum, 1907.
Çağatay,
Neşet -G. Marçais, "Sanhâca", İA, İstanbul, 1988, X, 192-193.
Ebû
Dâvûd, Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî, es-Sünen, Beyrut, ts.
(Dâru'l-fikr).
Farisî,
Abdülğafir b. İsmail, el-Halakatü'l-ûlâ min târîhi Nisâbûr, Kum, 1403.
Gölcük,
Şerafeddin, "Bâkıllânî", DİA, İstanbul, 1991, IV, 531-535.
Gündoğdu,
Mehmet, Ebû İshâk el-İsferâyînî ve Akâid risalesi (yüksek lisans tezi,
1990), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
İbn
Asâkir, Ebu'l-Kasım Ali b. el-Hasan Hibetullah, Tebyînü kezibi'l-müfterî,
Beyrut, 1984.
İbn
Hallikân, Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtü'l-a'yân (nşr. İhsan
Abbâs), Beyrut, 1978.
İbn
Mace, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezîd, es-Sünen, Beyrut, ts.
(Dâru'l-fikr).
İdrîs,
el-Hâdî Rûcî, ed-Devletü's-Sanhâciyye, Beyrut, 1992.
İsferâyînî,
Ebu İshâk İbrahim b. Muhammed, el-Akîde, Süleymaniye Ktp., Hasan Hüsnü
Paşa, nr. 1160.
İsferâyînî,
Ebu'l-Muzaffer Tâhir b. Muhammed, et-Tebsîr fi'd-dîn ve
temyîzu'l-fırkati'n-nâciye ani'l-fıraki'l-hâlikîn, Beyrut, 1983.
Kâdî
Abdülcebbar, b. Ahmed Ebu'l-Hüseyn, el-Mu'tezilî, Şerhu'l-Usuli'l-hamse (nşr. Abdülkerîm
Osman), Kahire, 1988.
_, Fazlu'l-i'tizâl ve
tabakâtü'l-Mu'tezile (nşr. Fuad Seyyid), Tunus,1986.
Kâtib
Çelebi, Keşfü'z-zünûn, İstanbul, 1941.
Kuşeyrî,
Ebû'l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin b. Abdülmelik, er-Risâle (nşr. Mahmûd b. Şerîf-
Abdülhalim Mahmûd), Kahire, 1974.
Müslim,
Ebû'l-Hüseyin Müslim b. Haccâc, Sahîhu Müslim, Beyrut, ts. (Dâru
ihyâi't-türâsi'l-arabî).
Nesâî,
Ebu Abdurrahman Ahmed b. Ali, es-Sünen, Halep, 1986.
Nesefî,
Ebu'l-Muîn Meymun b. Muhammed, Tabsiretü'l-edille (nşr. Hüseyin Atay),
Ankara, 2004.
Nevevî,
Ebû Zekeriyyâ Muhyiddin Yahyâ b. Şeref b. Mûrî, et-Tehzîb, Beyrut, ts.(Şeriketu Aleaddîn).
Sanhâcî, Muhammed b. Ca'fer, Şerhu Akîdeti Ebî
İshâk el-İsferâyînî, Süleymaniye ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1724.
Sübkî,
Tâcuddîn Ebû Nasr Abdülvahhâb b. Ali, Tabakatü'ş-Şafiiyyetü'l-kübrâ, yy,
1966.
Teftezânî,
Sa'duddîn Mes'ûd b. Ömer, Şerhu'l-Akâid,
Kahire, 1987.
Tirmîzî,
Ebu Îsâ Muhammed b. Îsâ, es-Sünen, Beyrut, ts. (Dâru
ihyâi't-türâsi'l-arabî).
Yavuz,
Yusuf Şevki, "İbn Fûrek", DİA, İstanbul, 1999, XIX, 495-498.
_, İslam Akaidinin üç şahsiyeti:
Ahmed b. Hanbel, İbn Fûrek, Kadı Beyzâvî, İstanbul, 1989.
Yavuz,
Salih Sabri, "İsferâyînî, Ebû İshâk", DİA, İstanbul, 2000,
XXII, 515-516.
Zehebî,
Muhammed b. Ahmed, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ (nşr. Şuayb Arnaût), Beyrut,
1983.
Zîriklî,
Hayreddin, el-A'lâm, Kahire, 1954.
İKİNCİ BÖLÜM
MUHAMMED B. CA'FER es-SANHÂCÎ'NİN
"ŞERHU AKÎDETİ EBÎ İSHÂK el-İSFERÂYÎNÎ " ADLI ESERİ
[1] Muhammed b. Ca'fer es-Sanhâcî, Şerhu Akîdeti
Ebî İshâk el-İsferâyînî, vr. 7b.
[2] Sanhâcî, a.g.e., vr. 16a,b.
[3] Sanhâcî, a.g.e., vr. 20a.
[4] Sanhâcî, a.g.e., vr. 20a.
[5] Sanhâcî, a.g.e., vr. 22b.
[6] Sanhâcî, a.g.e., vr.17a,b
[7] Sanhâcî, a.g.e., vr. 18b-19a.
[8] Sanhâcî, a.g.e., vr. 18b.
[9] Sanhâcî, a.g.e., vr. 21b-22a,b.
[10] Şerafeddin Gölcük, "Bâkıllânî", DİA,
IV, 532.
[11] Sanhâcî, a.g.e., vr. 75b.
[12] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî
, vr. 69b.
[13] Sanhâcî, a.g.e., vr. 79a.
[14] Sanhâcî, a.g.e., vr. 8a.
[15] Sanhâcî, a.g.e., vr. 8b, 9a-b.
[16] Sanhâcî, a.g.e., vr. 79a.
[17] Sanhâcî, a.g.e., vr. 80a.
[18] Sanhâcî , a.g.e., vr. 10a.
[19] Sanhâcî , a.g.e., vr. 79b.
[20] Sanhâcî , a.g.e., vr. 14b.
[21] Sanhâcî , a.g.e., vr. 15b.
[22] Sanhâcî , a.g.e., vr. 81b.
[23] Sanhâcî , a.g.e., vr. 84a.
[24] el-Hadîd 57/ 3.
[25] el-Hadîd 57/ 3.
[26] el-En'am 6/ 18, 61.
[27] Ta-ha 20/ 5.
[28] Sanhâcî , a.g.e., vr. 83a.
[29] er-Rahmân 55/ 27.
[30] Sâd 38/ 75.
[31] Bâkıllânî, et-Temhîd, Beyrut, 1993, s.296.
[32] Sanhâcî , a.g.e., vr. 23a.
[33] Sanhâcî, a.g.e., vr. 24b.
[34] Sanhâcî, a.g.e., vr. 84b.
[35] Bakıllânî, el-İnsâf, Beyrut, 1986, s.
52-55.
[36] Sanhâcî, a.g.e., vr. 85a.
[37] Sanhâcî, a.g.e., vr. 26a.
[38] Sanhâcî, a.g.e., vr. 85b.
[39] Sanhâcî, a.g.e., vr. 84b.
[40] Sanhâcî, a.g.e., vr. 26b.
[41] Nesefî, Tabsiretü'l-edille, Ankara, 2004, I,
398.
[42] Bâkıllânî, a.g.e., s.191.
[43] et-Tevbe 9/ 6.
[44] Teftezânî, Şerhu'l-Akâid, Kahire, 1987,
s.45.
[45] Bakıllânî, a.g.e., s.58.
[46] Yusuf Şevki Yavuz, "İbn Fûrek"
DİA, İstanbul, 1999, XIX, 497.
[47] Sanhâcî, a.g.e., vr. 29a.
[48] Yusuf Şevki Yavuz, İslam Akaidinin Üç
Şahsiyeti:Ahmed b.Hanbel, İbn Fûrek, Kadî Beyzavî, İstanbul, 1989, s.106.
[49] Sanhâcî, a.g.e., vr. 9b.
[50] Sanhâcî, a.g.e., vr. 30a,b.
[51] Sanhâcî, a.g.e., vr. 31b.
[52] Sanhâcî, a.g.e., vr. 36a.
[53] Sanhâcî, a.g.e., vr. 38a.
[54] el-İsrâ 17/ 42.
[55] el-Enbiyâ 21/ 22.
[56] el-Mü'minûn 23/ 91.
[57] Sanhâcî, a.g.e., vr. 89b.
[58] Sanhâcî, a.g.e., vr. 40b.
[59] Sanhâcî, a.g.e., vr. 41a.
[60] Sanhâcî, a.g.e., vr. 42b.
[61] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî
, vr. 43a.
[62] Buhârî, "Da'avât", 68; Müslim,
"Zikr", 5.
[63] Sanhâcî, a.g.e., vr. 66a.
[64] Sanhâcî, a.g.e., vr. 66a,b.
[65] Sanhâcî, a.g.e., vr. 67b.
[66] Sanhâcî, a.g.e., vr. 68a.
[67] Sanhâcî, a.g.e., vr. 43b.
[68] el-Kıyâme 75/22-23.
[69] el-A'râf 7/143.
[70] Buhârî, "Tevhîd", 24; Müslim,
"Mesâcid"212; Ebû Dâvûd, "Sünnet" 20; Tirmizî,
"Sıfâtü'l-cenne"16; İbn Mâce, "Îmân" 13.
[71] Sanhâcî, a.g.e., vr. 93b.
[72] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî,
vr. 44a.
[73] Sanhâcî, a.g.e. , vr. 48b.
[74] Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-Usûli'l-hamse,
Kahire, 1988, s. 563.
[75] Sanhâcî, a.g.e., vr. 96a.
[76] Sanhâcî, a.g.e., vr. 49b.
[77] Sanhâcî, a.g.e., vr. 50a.
[78] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî,
vr. 54a.
[79] Sanhâcî, a.g.e., vr. 97a.
[80] Sanhâcî, a.g.e., vr. 51b.
[81] Sanhâcî, a.g.e., vr. 52a-b.
[82] Bakıllânî, Kitabu'l-beyân, Beyrut, 1958,
s.47.
[83] Sanhâcî, a.g.e., vr. 53a.
[84] Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire, 1974, II, 660.
[85] Cürcânî, Şerhu'l-Mevakıf, Kum, 1907, VIII,
289.
[86] Sübkî, Tabakât, IV, 261; Zehebî, Siyeru
a'lami'n-nübelâ, XVII, 355.
[87] Sanhâcî, a.g.e., vr. 97b.
[88] Sanhâcî, a.g.e., vr. 61-62a.
[89] es-Saff 61/ 6.
[90] Sanhâcî, a.g.e., vr. 57b.
[91] Sanhâcî, Şerhu Akîdeti Ebî İshâk el-İsferâyînî,
vr. 60a.
[92] Sanhâcî, a.g.e. , vr. 58b.
[93] Sanhâcî, a.g.e., vr. 62b.
[94] Sanhâcî, a.g.e., vr. 94b.
[95] Sanhâcî, a.g.e., vr. 94b.
[96] Yâ-sîn 36/ 79.
[97] el-Vâkia 56/ 47-50.
[98] el-Ğâfir 40/ 46.
[99] en-Nâziât 79/ 37-41.
[100] Âl-i İmrân 3/ 133.
[101] Sanhâcî, a.g.e, vr. 63a-b.
[102] el-Kehf 18/ 30.
[103] ez-Zilzâl 99/7.
[104] Tirmîzî, "Birr" 61; İbn Mâce,
"Îmân" 9.
[105] Sanhâcî, a.g.e., vr. 63b-64a.
[106]Ebû Dâvûd, "Sünnet" 23; Tirmîzî, "Sıfâtü'l-kıyâme" 11; İbn Mace, "Zühd" 37.
[107] el-Ğafir 40/ 18.
[108] el-Bakara 2/ 48.
[109] Kâdî Abdülcebbâr, Fazlu'l-i'tizâl ve
Tabakâtü'l-Mu'tezile, Tunus, 1986,
207-209; Şerhu'l-Usûli'l-hamse, s.688-689.
[110] en-Nahl 16/ 106.
[111] Sanhâcî, a.g.e., vr. 65b.
[112] Bâkıllânî, el-İnsâf, s. 85.
[113] İbn Mâce, "Mukaddime" 9.
[114] Sanhâcî, a.g.e., vr. 3b.
[115] el-Bakara 2/ 34.
[116] el-İsrâ 17/ 61.
[117] en-Nisâ 4/ 48.
[118] en-Nisâ 4/ 31.
[119] Sanhâcî, a.g.e., vr. 4a.
[120] Buhârî, "Hudûd" 1,6; Müslim,
"Îmân"100, 104; Ebû Dâvûd, "Sünnet" 15;
Tirmîzî, "Îmân" 11; Nesâî, "Kasâme" 49; İbn
Mâce, "Fiten" 3.
[121] Sanhâcî, a.g.e., vr. 4b.
[122] Buhârî, "Zekât" 1; Müslim, "Îmân"
32; Ebû Dâvûd, "Zekât"1; Tirmîzî, "Îmân" 1;
Nesâî, "Zekât" 3; İbn Mâce, "Fiten" 1.
[123] el-Hucurât 49/ 14.
[124] el-Münafikûn 63/ 1.
[125] Sanhâcî, a.g.e., vr. 5a.
[126] Yusuf Şevki Yavuz, "İbn Fûrek", DİA, XIX, 496.
[127] Sanhâcî, a.g.e., vr. 64b.
[128] Buharî, "Îmân" 1; Müslim, "Îmân"
21; Tirmîzî, "Îmân", 3; Nesâî, "Îmân" 13.
[129] Sanhâcî, a.g.e., vr. 64b-65a.