T.C.
GAZİ
ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL
BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH
ANABİLİM DALI
TÜRKİYE
CUMHURİYETİ TARİHİ BİLİM DALI
SİYASİ
AÇIDAN I. VE II. MENDERES HÜKÜMETLERİ
1950- 1954
MASTER TEZİ
Hazırlayan
Zeliha YILMAZ
Tez Danışmanı
Yrd. Doç.
Dr. Mustafa EKİNCİKLİ
Ankara-
2007
Bugünkü çağdaş siyaset anlayışının temellerinin atıldığı
1950’lerde izlenen ekonomik, siyasi ve kültürel politikalar günümüz
Türkiye’sini şekillendirmiştir.
Siyasi açıdan “I.ve II.Menderes Hükümetleri”(1950-1954) başlığı
adı altındaki tezimde, 1950-1954 dönemini şekillendiren iç ve dış politika,
ekonomi ve kültür politikalarını ayrıntılarıyla araştırdım.
Oldukça kapsamlı olan bu çalışmada son dönemde çıkmış olan
kaynaklardan olabildiğince yararlanmaya çalıştım. Ayrıca, gazete ve arşiv
belgesi ve Meclis Tutanakları gibi dönemin olaylarını daha objektif bir şekilde
yansıttığını düşündüğüm önemli kaynaklara da ulaşmaya gayret ettim.
Tezimi hazırlama safhasında benden maddi ve manevi desteklerini
esirgemeyen aileme ve özellikle de kardeşim Emine YILMAZ’a, çalışmam
esnasındaki sorunlarımla ilgilenip beni anlayışla karşılayan ve yönlendiren
değerli tez danışmanım Yard. Doç. Dr. Mustafa EKİNCİKLİ’ye sonsuz
teşekkürlerimi sunarım.
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER................................................................................................................ ii
KISALTMALAR............................................................................................................. v
BİRİNCİ BÖLÜM
İÇ SİYASİ GELİŞMELER
1.1-
Demokrat Parti’nin İktidarı Devralışı 18
1.1.1-
Birinci
Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu (22 Mayıs 1950)....... 25
1.1.1.1.
Kabinenin
Oluşturulması ve Hükümet Programı 25
1.1.1.2.
Askeri ve İdari Kadrolarda Yapılan
Değişiklikler.................... 30
1.1.1.3.
Arapça Ezan Yasağının Kaldırılması 33
1.1.1.4.
Yerel Yönetim Seçimleri............................................................ 36
1.1.1.4.1.
Muhtar Seçimleri.......................................................... 37
1.1.1.4.2.
Belediye Seçimleri......................................................... 38
1.1.1.4.3.
İl Genel Meclisi Seçimleri............................................. 39
1.1.1.5.
Birinci Menderes Hükümeti’nin
İstifası................................... 40
1.2-
İkinci Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu
(2 Nisan 1951).............. 42
1.2.1-
Halkevleri’nin
Kapatılması ve C.H.P. Mallarının Hazineye Devri..44
1.2.2-
Atatürk’ü Koruma Kanunu.......................................................... 54
1.1.1.
1951 Ara Seçimleri........................................................................ 60
1.2.4.
D.P.’nin Üçüncü Büyük Kongresi................................................ 62
1.2.5.
Millet Partisi’nin Kapatılması...................................................... 63
1.2.6.
Genç Demokratlar Teşkilatı......................................................... 66
1.2.7.
İktidar-Muhalefet ilişkileri........................................................... 68
1.2.8.
1954 Genel Seçimleri ve Sonuçları............................................... 69
İKİNCİ
BÖLÜM
DIŞ POLİTİKADAKİ GELİŞMELER
2.1-
II.Dünya Savaşından Sonra
Türkiye(1945-1950)................................... 73
2.1.1.
Türkiye Üzerindeki Sovyet Tehdidi............................................... 74
2.1.2.
Türkiye -A.B.D. İlişkileri................................................................. 78
2.1.2.1.
Truman Doktrini.......................................................................... 79
2.1.2.2.
Marshall Planı.............................................................................. 80
2.1.2.3.
NATO’nun Kuruluşu ve Türkiye................................................ 81
2.2-
I. ve II.Menderes Hükümetlerinin Dış Politika Doğrultusu
(50-54)...88
2.2.1.
Türkiye’nin Kore’ye Asker Göndermesi
ve Yankıları 89
2.2.2.
Türkiye’nin Nato’ya Girişi.............................................................. 97
2.2.3.
Türkiye- Bulgaristan İlişkileri ...................................................... 109
2.2.4.
Balkan Paktı................................................................................... 115
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
EKONOMİ POLİTİKALARI
3.1-
I.ve II. Menderes Hükümetlerinin
Genel Ekonomi Politikası 120
3.1.1-
Sanayi Politikası.......................................................................... 123
3.1.1.1.
Kamu İktisadi Teşebbüsleri.................................................... 125
3.1.1.2.
Yabancı Sermaye Yasaları ve
Yatırımlar................................ 126
3.1.1.3.
Petrol Yasası............................................................................ 131
3.2-
Ziraat Politikası.............................................................................. 133
3.2.1-
Tarımda Makineleşme................................................................ 133
3.2.2-
Tarımsal Üretimdeki Gelişmeler................................................ 135
3.2.3-
Toprak Reformu......................................................................... 139
3.3-
Maliye Politikası............................................................................ 141
3.4-
Ulaşım Politikası............................................................................ 142
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
EĞİTİM VE KÜLTÜR
POLİTİKALARI
4.1-
I. ve II.Menderes Hükümetlerinin
Genel Eğitim Politikası............... 145
4.1.1.
İlköğretim...................................................................................... 146
4.1.2.
Orta Öğretim ve Din Eğitimi......................................................... 147
4.1.3.
Köy Enstitüleri’nin Kapatılması.................................................... 148
4.1.4.
İktidar-Üniversite İlişkileri........................................................... 152
4.1.5.
İktidar-Basın İlişkileri................................................................... 153
KAYNAKÇA.............................................................................................................. 161
KISALTMALAR
ABD |
: Amerika Birleşik Devletleri |
AFP |
: Aquence France Presse |
a.g.e. |
: adı geçen eser |
a.g.m. a.g.t. AKDTYK |
: adı geçen makale : adı geçen tez : Ankara Kültür,Dil Ve Tarih Yüksek
Kurumu |
AÜSBD |
: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi |
BM |
: Birleşmiş Milletler |
BTTD |
: Belgelerle Türk Tarihi Dergisi |
C. |
: Cilt |
Çev CHP |
: Çeviren : Cumhuriyet Halk Partisi |
CMP |
: Cumhuriyet Millet Partisi |
Der. |
: Derleyen |
DP |
: Demokrat Parti |
GSMH |
: Gayri Safi Milli Hasıla |
IMF |
: International Monetary Fund |
İP |
: İşçi Partisi |
KİT |
: Kamu İktisadi
Teşebbüsleri(Teşekkülleri) |
KP |
: Komünist Parti |
NATO |
: North Atlantic Treaty Organization |
S. |
: Sayı |
SBF |
: Siyasal Bilgiler Fakültesi |
SSCB |
: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği |
T.C. |
: Türkiye Cumhuriyeti |
TCF |
: Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası |
TTK |
: Türk Tarih Kurumu |
Yay. |
: Yayınları |
Türk Kurtuluş Savaşı günlerinde planlanan ve 23 Nisan 1920
tarihinde açılan TBMM , ulusal egemenlik temeline dayanan ilk Türk Meclisi
olmuştur. Bu meclisin 20 Ocak 1921 tarihinde yaptığı Teşkilat-ı Esasiye, söz
konusu meclisin rejimine “kurucu ve ihtilalci “bir nitelik kazandırmış olmasına
karşın, TBMM kendi yapısı içinde muhalefet grupların yer almasını
engellemeyerek demokratik geleneğin oluşmasında bir örnek oluşturmuştur.
Gerçekten de TBMM’nin siyasal çatısı altında, Halkçılık, Yeşil Ordu’nun
savunduğu İslamcı Sosyalizm, Türkiye Komünist Fırkası’nın savunduğu komünizm ve
Türkiye Halk İştirakiyün Fırkası’nın emeği temel ilke olarak alan görüşlerinden
oluşan zengin bir siyasi oluşum yer almıştı.[1]
İkinci TBMM’ de muhalefetin bu denli çeşitli ve önemli sayıda
olduğunu söyleyemeyiz. Zira, Birinci TBMM olağanüstü bir meclis olup ana görevi
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlandırılmasıydı. Bu nedenle muhalefetin
çeşitliliğine karşın herkes bu temel görüşün çatısı altında toplanmış
bulunuyordu. Oysa ikinci TBMM döneminde durum daha farklıdır. Çünkü yeni
kurulan Türkiye Devleti’nin bir an önce çağdaşlaşabilmesi amacı doğrultusunda
önlemler alınması gerekiyordu.[2] Bu amaçla
TBMM’de Mustafa Kemal’in önderi olduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu’nu,7 Aralık 1922’de Halkçılık ilkesine dayanan bir siyasi parti haline
getirileceği bizzat Atatürk tarafından açıklanmıştı. 9 Eylül 1923 tarihinde Halk
Fırkası adını alan ve kuruluşu 11 Eylül’de resmiyet kazanan bu partinin Genel
Başkanlığı’na Mustafa Kemal Atatürk seçildi. Bu parti Cumhuriyetin ilanından
bir yıl sonra da adına Cumhuriyet sözcüğünü de ekleyerek Cumhuriyet Halk
Fırkası şeklinde adlandırıldı.[3]
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Mustafa Kemal’in
kişisel yükselişine karşı muhalefet, Milli Mücadele’nin ilk evrelerinde onunla
yakın işbirliği yapmış olanlar arasında gittikçe artıyordu.[4] Bu muhalefet, 20 Nisan 1924
tarihinde kabul edilen yeni Anayasanın 70. maddesinin kendilerine tanıdığı
hakka uygun olarak 17 Kasım 1924 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet
partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu.[5] Fakat bu olay Cumhuriyet
Dönemi’ne çok partili hayatı yani demokrasiyi getirmeye yeterli olmadı. Çünkü
iktidar partisi çok güçlü idi. Henüz rakip tanıyacak kadar olgunlaşmamıştı.
Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması ile doğan baskı politikası ortamında TCF’ nin
ömrünü çok kısaltmıştı. Sonunda Takrir-i Sükun Kanunu gereğince 3 Haziran
1925’te TCF kapatıldı.[6] Bu
denemeden beş yıl sonra kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın yanı sıra yine
aynı yıl kurulan Türk cumhuriyet Amele ve Çiftçi Fırkası ve Ahali Cumhuriyet
Fırkası da yine aynı son ile karşı karşıya kalmış ve bu defa da on beş yıl yeni
bir parti kurmak yolunda önemli bir girişim olmamıştır.[7]
Atatürk döneminde iktidarı ele alma gücüne sahip olmayacak
potansiyel bir muhalefet, memleket için gerekli hatta yaralı görülmüştür. Çünkü
Atatürk’e göre; “ağız tellallığı veya tenkitsiz iş görmek, her hareketi tenkit
göreceğini düşünerek hareket etmekten daha kolaydır;zamanla bu vaziyetin nasıl
bir seyri olacağını kestirmek güçtür...”[8] Bu nedenle Atatürk iktidara
rakip olacak değil onu eleştirecek ve denetleyecek bir muhalefetten yana
olmuştur ki, yeni Türkiye’nin çağdaşlaşma süreci içinde ve devrimlerin
gerçekleştirilmesi için güdümlü bir muhalefete izin verilmesini doğal
karşılamak gerekir. Bu bakımdan Atatürk dönemini, Türkiye’de “demokratik rejimi
hazırlama devri”olarak nitelendirebiliriz.[9]
1923-1938 yılları arasında Türkiye’de uygulanan tek partili rejim,
muhalefetin, Türk Medeni Yasası ve anayasal bir düzenleme ile kabul edildiği
başka bir deyişle “serbestlik sisteminin geçerli olduğu” bir rejimdir. Bu
dönemde, hukuken siyasi parti kurmak serbesttir. Fakat fiilen bir otokratik
rejim vardır. 1938 Cemiyetler Kanunu’nun kabulünden sonra 1945 yılında bu
yasada yapılan değişikliğe kadar ise Türkiye’de müsaade sistemi geçerli olup,
siyasi parti kurmak iktidarın iznine bağlı olmuştur.[10]
Atatürk siyasi partilerin kurulmasına karşı çıkmamış ve bu
anlayışını da “Milli esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin varolması
tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin olacağına
şüphe yoktur.” diyerek çoğulcu sisteme olan özlem ve inancını her seferinde
dile getirmiştir.[11]
11 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümünün ertesi günü,TBMM hayat boyu
arkadaşı ve en yakın işbirlikçisi olan İsmet İnönü’yü onun halefi seçti.[12] Aynı gün
yemin ederek göreve başlayan İnönü, usulen istifasını sunan Celal Bayar’ı
yeniden görevlendirmekle birlikte parti ve hükümetle kontrolü sağlayacak
adımları da ihmal etmemiştir. 26 Aralık’ta Parti Genel Başkanı’nı seçmek için
toplanan olağanüstü kurultayda, Genel Başkan seçilmesinin yanı sıra İnönü’ye
“Milli Şef” unvanı verilmiştir.[13] Böylece
İnönü ,devletin kurucusu, Atatürk’te bile bulunmayan bir sıfat ve yetenin
sahibi olmuştu. Her dört yılda bir parti içinde genel başkanlığa aday olmasının
bile kendi şahsiyet ve otoritesini sarsıp zedeleyeceği görüşü günümüzün
demokrasi anlayışına oldukça zıt olmakla birlikte,1938 şartlarında çok yanlış
değildi. O tarihlerde “şeflik” sistemleri dünyanın en gözde sistemleriydi.
Almanya’da Hitler,İtalya’da Mussolini,Sovyet Rusya’da Stalin, İspanya’da Franko
otoriter
rejimleriyle Batı demokrasilerini tir tir titretiyorlardı.
Demokrasi dinamik değildi. Ülke içinde hızlı kalkınma , dışta da yayılmacı
politikalar, ancak tek parti idarelerinin baskıcı rejimleriyle kurulabilirdi.
Dünyada “şeflik” bu kadar revaçta iken, Türkiye’ye de bu durumun yansımaması
düşünülemezdi.[14]
Cumhurbaşkanı İnönü, 25 Ocak 1939 tarihinde istifa eden Bayar’ın
yerine Refik Saydam’ı Başkanlığa getirmiş, 26 Ocak’ta ise seçim kararı
alınmıştır. Yeni Meclis 1/3 oranında yenilenmiştir. Yeni Meclis’te bağımsız
milletvekillerinin sayısı 21’i bulmuştu. İnönü bu oluşumu,denetleme
muhalefetine dönüştürebilmek için yoğun bir çabanın içine girdi. Önce 29 Mayıs
1939’da toplanan CHP Beşinci Büyük Kurultayı’nda bağımsız milletvekillerinden
meydana gelen ve adına “Müstakil Grup” denilmesi uygun görülen bir muhalefetin
kurulması için parti tüzüğünde değişiklik yapıldı. Müstakil Grub’un görevi CHP
programında şöyle belirlenmişti: “Devlet işlerinin iyi cereyanını, parti
nizamname ve programının ve Büyük Kurultay kararlarının en iyi tatbikini Meclis
Grubu kararına tabi olmaksızın murakabe etmektir.” Bu maddeden de anlaşılacağı
gibi grup bir denetleme ve eleştiri görevi yapacaktı. Kısaca söylemek
gerekirse, kurulması sırasında güdülen amaca uygun olarak çalışmalarını
sürdüremeyen Müstakil Grup, çok partili sisteme geçildikten sonra 11 Mayıs
1946’ta kaldırılmıştır. Bu tür yapay ve güdümlü denetleme organlarının
hiçbirinin demokratik işlevi yerine getiremeyeceğine olan inanç ve gerçek
anlamda bir muhalefete olan ihtiyaç, çok partili sisteme duyulan özlemi
etkilemiştir.[15]
İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ve Milli Şefliği ile İkinci Dünya
Savaşı da başlamış, tehlikeli ve sıkıntılı günler gelmişti. Devlet işleri
günden güne kötüleşiyordu. İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan ancak savaşın
getirdiği sıkıntı ve tehditlerden payını alan bir devlet olarak Türkiye, savaşa
hazır bulunmanın zorunluluğuna inandığı için, özellikle geniş ve yoksul halk
kesimlerini ilgilendiren tedbirler alma yoluna gitmiştir. Bunlar arasında ,
Milli Koruma Yasası, Toprak Mahsulleri Vergisi gibi önemli yasalar halkın
CHP’ye karşı tepki duymasına yol açmıştı.[16] Savaş ekonomisinin getirdiği
zorunlu ekonomik tedbirler sonucunda. Türkiye’de önemli bir sermaye birikiminin
belirli ellerde toplanmasına neden olmuştu. Savaşın bazı mallarda (bu malların
çoğu ithal mallarıydı) yarattığı arz daralması sonucu daha ilk aylarda
görülmeye başlayan karaborsa ve ihtikar ,bunu yapan kent ticaret burjuvazisinin
eline büyük paralar geçmesine neden olmuştu. Sonraları ekonomiyi
denetleyebilmek amacıyla çıkarılan Milli Koruma Kanunu sadece sanayi ve ticaret
burjuvazisinden yana yorumlanarak uygulanınca, bu kesimlerin elindeki büyüme
hızı daha da arttı. Böylece büyük kentlerde yoğunlaşan ticaret burjuvazisi ile
sanayiciler, yıllardır özlemini duydukları birikimi ellerinde toplamayı
başardılar. Savaş ekonomisi bir yandan zenginler yaratırken öte yandan da işçi,
küçük üretici, memur v.b. yığınların yoksullaşmasına neden olmuştu.[17]
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ülkenin o yıllardaki kötü durumunu
şöyle anlatır:
“Zeytinyağı piyasasını tekeli altına alan başkan mı istersiniz,
karaborsacıları koruyan vali ve genel müdür ya da benzerini mi istersiniz, o
dönemde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirsiniz. Memleket
öylesine bir ekonomik bunalım içine düşmüştü ki, bir lokma has ekmekten, bir
avuç şekerden tutun da bir kilo çiviye kadar bütün zorunlu ihtiyaç maddeleri
altın pahasına elde edilen lüks maddeler arasına girmişti ve geçim sıkıntısı
savaş halinde bulunan ülkelerde bile görülmeyen tehlikeli bir durum göstermeye
başlamıştı. Halk ‘’Bizi aç bıraktınız,çıplak bıraktınız, ölülerimizi saracak
kefen bezi yok .‘’ diye feryat ediyordu.[18]
Öte yandan savaş sırasında, hükümetin sayıları 1 milyon 6 yüz bini
bulan ve yüksek enflasyon nedeniyle maaşları yetmeyen devlet memurlarına kömür,
elbise, şeker, pirinç, yağ ve benzeri birtakım ayni yardımlarda bulunması
halkın öteki kesimlerinin tepkisine yol açmıştı. Bir tarafta genel mahrumiyetler
içinde çırpınan fakir halk diğer tarafta, nispi bolluk gören memurlar vardı.
Diğer yanda da harp zamanı ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için devlete yapılan
mecburi mahsul teslimi ve vergiler yüzünden kendi hayat seviyelerini düşürmek
zorunda kalan köylüler ve dar gelirli şehir halkı duruyordu. Harp yıllarında
bir müessese olarak devletle halkın büyük bir kısmı arasına bir ayrılık girmiş
oldu. Halk devlet uğruna harcandığına inanmaya başladı. Bu durumun 1946’dan
sonra çok partili sistem için yapılan mücadelede tesiri büyük oldu. [19]
1935 yılında CHP Kurultayı’nda kabul edilen “parti devleti”
düşüncesi bütün olumsuzlukların partiye yüklenmesine yetmişti. Aslında CHP,
siyasi iktidarı elde tutmaktan çok, onu kullanma aracı olup: Türkiye’nin her
köy merkezinde, görevleri aynı zamanda Kemalist devrimin mamurları olan,
mahalli bir CHP kolu vardı. Koşullara göre iknadan zorlamaya kadar değişik
yollarla köylüye rehberlik eden onlardı ve bunu yaparken, daha önce köy
ağalarının kullandıkları toplumsal ve ekonomik iktidarlarının pek çoğunu
ellerine almışlardı.[20]
Merkezi otoritenin kolluk kuvvetleri kanalıyla yaptığı baskı
özellikle kırsal kesimlerde kendini gösteriyordu. Jandarma zulmü, o dönemin
adeta alamet-i farikası olmuştu.[21]
Halkçılık CHP’nin altı ilkesinden biri olarak parti tüzüğünde yer
alıyordu, ancak uygulamada Parti, giderek bu ilkeden uzaklaşmış görünüyordu.
Oysa, Cumhurbaşkanı ve CHP’nin değişmez lideri, Milli Şef aynı düşüncede
değildi.
O, halk üzerindeki nüfuzunun doruk noktasında olduğu inancındaydı.
İnönü bu düşüncelerini yıllar sonra şöyle belirtecekti:
...“Hakikat şudur ki, Memleket Birinci Cihan Harbi’nden selametle
çıkmış bir halde, Cumhuriyet Halk Partisi kudret ve itibarının zirvesinde ve
vatandaş gözünde hiçbir ithama maruz olmayan bir dayanıklılıkta idi.”[22]
Özetle söylemek gerekirse, Demokrat Parti, Halkçı ideolojiyle
dayalı,fakat halkı siyasal olarak dışlamış olan, siyasal alanda merkeziyetçi,
kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda faklı yapılara sahip bir düzen içinde
ortaya çıkacaktır.[23]
Giderek büyüyen toplumsal muhalefetin mevcut merkezi otorite
tarafından fark edilmemesi mümkün değildi. Bir anlamda yitirilen toplumsal
dengenin yeniden kurulabilmesi için iki yola başvuruldu. Bunlardan ilki,
Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından
uygulanan savaş kazançları vergisine benzer bir vergi olan “Varlık Vergisi”
idi.[24]
Başbakan Şükrü Saraçoğlu zamanında hazırlanan, CHP içinde bile
büyük tartışmalara yol açan ve 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de kabul edilen
“Varlık Vergisi Yasası” savaşın başından itibaren geçen zamanda elde edilen
servet ve kazançlara hatta bir ölçüde müsadere görüntüsü altında hükümet
tarafından el konulmasına olanak veren bir müdahale idi.[25]
Bu yasaya yönelen sert eleştiriler ve dış baskılar artınca, yasa
15 Mart 1944’te başka bir yasa ile kaldırılırken “Varlık Vergisi”olarak
tahakkuk edip de o zamana kadar tahsil edilememiş bulunan 109,985,481 liranın
terkinine”[26] karar
verilecekti. Bu durum adaletsizliği arttıran başka bir neden olmuştur.
Vergi “ekonomik ereklerine ulaşamayarak onu esinleyen fiyat
politikasının tam bir iflasıyla...” sonuçlanmıştır.[27]
İkinci Dünya Savaşı sırasında kara pazardan elde edilen aşırı
kârları da vergilendirerek, yeniden halka kazandırmayı amaçlayan bu vergi,
uygulamada önemli haksızlıklara ve olumsuzluklara neden olmuştur. Varlık
Vergisi’nden dolayı zarar gördüğüne inananlar CHP iktidarına karşı cephe
alacaklar ve Demokrat Parti’nin kurulmasından sonra da, bu yeni partiyi
desteklemeyi uygun göreceklerdi. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında, devletin
tarım ürünlerine olan ihtiyacını karşılamak amacıyla 26 Nisan 1942’de “Toprak
Mahsulleri Vergisi Yasası” kabul edildi. İktidar, bu vergiden de Varlık
Vergisi’nde olduğu gibi beklediği geliri sağlayamadı. Toprak Mahsulleri Vergisi,
CHP’nin Halkçılıkla bağdaştırılamayacak, acemice çıkarılmış, uygulamada küçük
üreticileri olumsuz etkilemiş, bunların rejime karşı içten içe bir rahatsızlık
göstermelerine ve çok partili dönem öncesinde,yeni bir potansiyel muhalefetin
oluşmasında etkili olmuştur.[28]
Savaş sonrası dünya barışının belirli garantilerle korunması
gayesiyle toplanan San Francisco Birleşmiş Milletler Konferansı’na Türkiye,
Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında Nihat Erim, Feridun Cemal Erkin,
Hüseyin Ragıp Baydur’un da içinde bulunduğu 40 kişi civarında bir heyet
katılıyordu. Feridun Cemal Erkin, İnönü’nün kendisine son Francisco
Konferansı’na gitmeden önce Amerikalıların,çok partili hayatı ne zaman
kuracağımız ile ilgili bir soruya verilecek cevabın şu olduğunu belirtir. “İnönü’nün
rolü, reformları raylarında perçinleştirmek ve Atatürk’ün arzu ettiği gerçek,
tam demokrasiyi kurmak olacaktır. İnönü şimdiye kadar bu çığıra gitmek
istiyordu. Harbin çeşitli tehlike ve sarsıntıları buna izin vermedi. Savaş
bitince bu amacı gerçekleştirmek Cumhurbaşkanı’nın en aziz arzusudur”. Hasan
Saka’nın konferans esnasında verdiği demeçte de anayasamızın en ileri demokrat
anayasalarla mukayese edebileceğini ve başkalarını çok geride bırakacağını
belirtiyordu.[29]
San Francisco Konferansı’nda kabul edilen Birleşmiş Milletler
Antlaşması Türk Hükümeti temsilcileri tarafından imzalanmış 15 Ağustos 1950
tarihinde de bu antlaşma TBMMM tarafından onaylanmıştı. Bu onaylamaya ait kanun
tasarısının görüşülmesinde, çok partili cumhuriyet, yani demokrasi düzeninin
uygulanmasını isteyen muhalefet tekrar ortaya çıktı.[30]
,Bütün bunlara ek olarak 1945 Toprak Reformu çalışmaları, savaş
sonunda ortaya çıkan bir mesele olmamakla birlikte İkinci Dünya Savaşı’nın
çıkması ve Türkiye’nin savaşa girme riskinin bulunmasından dolayı savaş
sonrasına bırakılmıştı. Bu tasarı ile gerçekleştirilmeye çalışılan amaç
topraksız ve yeterli toprağı olmayanlara yeterli toprak verilmesi, toprakların
sınırlı ellerde tutulması, yeterli olmayacak şekilde küçülmelerinin önlenmesi,
işletme yetersizliği olanlara kuruluş, onarım, vb. sermayesi, canlı-cansız
demirbaş verilerek ülke topraklarının devamlı ve verimli olarak işlenmesi idi.[31] Komisyon
çalışmaları ile birlikte komisyonun bazı maddelerinde değişiklik yapılarak ana
prensipler ilk haliyle kabul edilmişti. Son toplantıda hükümetin müdahalesiyle
birlikte işçi ve çiftçilere dağıtılmak üzere kamulaştırılması ile ilgili 17.
maddenin değiştirilerek tasarıya ilave edilmesi sonucu, Meclis’te sessizliğini
koruyan büyük çiftlik sahipleri muhalefetin sözcüsü durumuna geçtiler.
Tasarının 17. Maddesini eleştiren milletvekilleri (Adnan Menderes,M Cavit Oral,
Emin Sazak, Demir Arıkoğlu,Refik Koraltan) toprağın bölünmeyerek sistemin
korunarak ziraat yöntemlerinin geliştirilmesini savunuyorlardı. Ayrıca mülkiyet
hakkı anayasa ve medeni kanunca garanti edildiği için şahsi mülklerden değil,
devletin kendi topraklarından dağıtılmaktaydı. Toprak Kanunu müzakerelerinde
Adnan Menderes, hükümetin son anda tasarıya müdahalesini eleştirerek dikkatleri
üzerine çekmiş; yaptığı konuşmada “Memleketin selameti için şart olan ve son
zamanlarda gelişmekte olan tartışma hürriyetinin bu Kanun meclise getirilince
durdurulduğunu tek parti sistemi devam ettikçe anayasaya aykırı olan bu durumun
daha da esef edilecek bir hal aldığını...” belirterek masrafsız ya da az
masrafla ekilen toprağın iki katına çıkarılabileceğini söylüyordu. Büyük arazi
mülkiyetinin geniş olarak egemen bir oranda olmadığı, işletmeleri küçültmenin
üretimin düşmesine, ekonomik krizin ortaya çıkmasına sebep olacağı dolayısıyla
toprakların daha iyi işlenmesini temin edecek ilkelerin kanuna hakim olmasına
büyük faydalar sağlayacağı üzerinde duruyordu.[32]
Kısaca söylemek gerekirse, Toprak Yasası üzerinde yapılan
tartışmalar CHP içindeki potansiyel muhalefete belli bir kimlik kazandırırken
daha sonraki günlerde parti içinde esecek büyük fırtınanın da habercisi
olmuştur. Toprak Yasası TBMM’de 11 Haziran 1945 tarihinde oylamaya katılan 351
milletvekilinin oybirliği ile kabul edilirken, oylamaya 104 milletvekili
katılmamıştır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan,Fuad Köprülü, Emin
Sazak, Cemal Tunca, Hikmet Bayur gibi CHP içinde potansiyel muhalefetin öncülüğünü
yapanlar katılmamıştır.[33]
Bu kanunun çıktığı günlerde, CHP içindeki muhalefet kanadının dört
lideri 7 Haziran 1945’te Halk Partisi Meclis Grubu Başkanlığı’na dört imzalı
bir önerge verdiler.[34] Dörtlü
Takrir olarak ün salacak bu önergede[35] dört milletvekili “Milli
Hakimiyetin tek tecelli yeri olan Büyük Millet Meclisi’nde hakiki bir
murakabenin sağlanmasını, demokratik müesseselerin serbestçe doğup yaşamasına
engel olan ve Anayasa’nın halkçı ruhunu takyid eden bazı kanunlarda değişiklik
yapılmasını ve parti tüzüğünde de yine bu maksatların icap ettirdiği tadillerin
hemen icrasını” istiyorlardı. Gruptaki sert tartışmalardan sonra önerge,
verenlerin dışındaki milletvekillerince reddedildi. Önergenin reddedilmesinden
sonra Adnan Menderes ve Fuat Köprülü Vatan Gazetesi’nde, ölçüsü o günlere göre
çok sert olan bir muhalefet çizgisini izleyen yazılar yazmaya başladılar. Bu
yazılardan ötürü parti divanı 21 Eylül 1945’te bu iki milletvekilini partiden ihraç
etti. Refik Koraltan da bu arkadaşlarını savunan bir yazı yazdığı için aynı
akıbete uğradı. Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra da partiden
istifa etti. Böylece Demokrat Parti’nin dört kurucusunun CHP ile ilişkisi
kalmamış oluyordu. Celal Bayar 1 Aralık 1945’te basına verdiği demeçte
arkadaşlarıyla yeni bir parti kurma girişiminde bulunacaklarını resmen
açıkladı. Bu açıklamayı izleyen birkaç gün içerisinde, Cumhurbaşkanı ismet
İnönü, Celal Bayar’ı Çankaya Köşkü!ne çağırarak önemli noktalarda anlaşmaya
vardılar. Bu noktaları genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:
♦
Savaş
sonrası dünyada Türkiye’nin yalnız kalmaması için çok partili bir yaşama
geçmesi kaçınılmazdır. Ne var ki daha önceki olumsuz deneyimler bu konuda
dikkatli olmayı gerektirmektedir. Dikkat edilecek noktalardan birincisi
Atatürk’ün koyduğu cumhuriyet ilkelerinden taviz vermemek, ileri irticaya
kaçmamaktır.
♦
Dış
politika açısından polemiklere girilmemelidir.
♦
CHP iktidarı yeni kurulacak olan partiye engeller
çıkartmamalıdır.[36]
Böyle bir ortamda belli esaslar dahilinde Cumhurbaşkanı ile
mutabık kalındıktan sonra 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti kuruldu. Celal
Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dan oluşan kurucular her
yönü ile bilinen kişilerdi. Parti programı da yukarıda belirtilen şartlardan
dolayısıyla Halk Partisinin programından farklı değildi. Laiklik anlayışı başta
olmak üzere altı ilke aynen benimsenmiştir.[37]
İktidar partisi olan CHP karşısında Milli Kalkınma Partisi (7
Temmuz 1945) ve Demokrat Parti’nin kurulmasıyla çok partili hayat başlamış
zamanla yeni partiler de katılmıştır.[38] Ancak 1950 yılına kadar devam
eden iktidar mücadelesi iki büyük parti olan CHP ve DP arasında olmuştur.
DP’nin ilk üç aydan itibaren hızla artan teşkilatları, Halkçılar’ın beklemediği
bir durumdu.
DP’nin özellikle iktidara karşı hoşnutsuz kitleyi saflarına
çekmesi, siyasi çatışma sahasını merkezden çok taşraya kaydırdı. Çünkü taşra
bürokrasinin kademelerini oluşturanlar CHP’li taşra yöneticileriydi. Bunlar hem
parti hem de devlet adamı olmaları sebebiyle yönetimin nimetlerinden birinci
derecede faydalanıyorlardı ve demokratik süreci, önceki imtiyazların ellerinden
gitmesi şeklinde yorumluyorlardı. DP’nin bu ilk dönemde, üzerinde özellikle
durduğu konuların başında idarenin tarafsız olması, devlet başkanlığı ve parti
başkanlığının birbirinden ayrılması ve Halkevleri’nin her iki partinin de
hizmetine açık olacak şekilde bağımsız hale gelmesi oldu. Başından beri enine
boyuna tartışılan bu konulara çözüm mercii mevcut yapıya göre yine CHP’nin
kendisi olduğu için mesele iktidarın inisiyatifinde idi. Fakat idarenin
tarafsızlığı sağlanmadıkça demokratik hayat için şart olan siyasi partilerin
serbest faaliyet göstermeleri mümkün olmayacağı gibi, seçimlerde milli iradenin
ortaya çıkması beklenemezdi. Aynı yıl yapılan mahalli idare seçimlerine
Türkiye,tek parti idaresinin demokratik olmayan ortamında giriyordu.[39]
DP ilk üç ay içinde vatandaşın sevgisini kazanıp, belirli sayıda
teşkilata ulaşınca, iktidar karşısında kendini güçlü hissetmeye başlamıştı. DP
lideri Bayar, verdiği bir demeçte, iktidarın öncelikle seçim kanunu olmak üzere
demokratik nizama ters düşen diğer kanunları değiştirip, idarenin
tarafsızlığını sağlarsa partisinin yapılacak seçimlere hazır olduğunu söyledi.
Bu beyanat, CHP tarafından muhalefet erken seçim istiyor şeklinde yorumlanarak
Grup’ta alınan bir kararla belediye seçimlerinin 1946 Eylül’ünden, Mayıs’a
alınması sonucuna varıldı.[40]
Hazırlanan bu kanun tasarısının Meclis’teki müzakeresi, iktidar partisi ile
muhalefet partisi arasında açık bir çatışmaya sebep oldu. Muhalefet, belediye
seçimlerinin erken bir tarihe alınması ile DP’nin teşkilatlanmasının
geciktirilmek istendiğini iddia etti. Halkçılar ise, muhalefetin iş başına
geçmeye kalkışmadan önce olgunlaşması gerektiğini söylediler.[41]
Belediye seçimlerinin öne alınması, genel seçimlerin de 1946
yazında yapılacağının işareti idi. Çünkü, iki dereceli bir seçimle iş başında
bulunan CHP iktidarını tek seçimle yenileyip, bir yandan yeni düzende daha
fazla söz sahibi olmak, dışarıda da Türkiye’nin gerçekten demokrasi yolunda
olduğunu göstermek, diğer yandan da vatandaşın partisine olan ilgisini ölçmek
ve teşkilatını bu yeni düzene intibak ettirmek amacındaydı.[42]
Belediye seçimlerinin öne alınması ve genel seçimlerin de öne
alınacağının aşağı yukarı belli olmasından sonra muhalefet, iktidarın bu kararı
karşısında belediye seçimlerine girmeme kararı aldı.
CHP Genel Başkanı İnönü, son gelişmeler üzerine Parti’yi 10
Mayıs’ta olağanüstü kurultaya çağırdı. Olağanüstü kurultayda program ve
nizamname ile ilgili değişmez Genel Başkanlık ve Milli Şef ünvanları
kaldırılarak, parti başkanlığının genel başkanlık olarak değiştirilmesi ve
genel başkanın da kurultayca seçilmesine karar verildi. Müstakil Grup,
muhalefet partilerinin varlığı nedeniyle lağvedildi. Söz konusu olağanüstü
kurultayda CHP, nispeten demokratikleşmesine rağmen bu yeterli görülmüyordu.
İnönü hala iki görevde birden bulunuyordu. Ayrıca tek dereceli seçim yasası
benimsenmiş olmasına rağmen, teknik olarak açık oy, gizli tasnif usulü kabul
edilmişti. Demokratik olmayan kanunlarla ilgili bir çalışma da yapılmamıştı. Bu
anlayış, yapılacak seçimlerin güvenirliği ve emniyetini zedeleyebilirdi.[43]
Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklik sonrası 10 Haziran’da Meclis,
seçimlerin 1946’da yapılmasını kabul etti. Ancak seçimlerin yapılacağı günün
belirlemesini hükümete bıraktı. Meclis tatil öncesi ele aldığı diğer bazı
kanunlarla birlikte matbuat kanunun değişikliğe uğrayan 50. maddesi ile ilgili
gazete kapatma yetkisi mahkemelere geçti. Belirli bazı kanunları da kabul
ederek, iki dereceli seçimle oluşmuş olan yedinci dönem TBMM dağıldı.[44]
DP seçime girme kararı vermekte oldukça zorluk çekmişti. Çünkü, DP
yurt çapındaki örgütlenmesini henüz tamamlayamamıştı. Halk, DP’ye katılmaktan
hatta binasını DP’ ye kiraya vermekten korkuyordu. Büyük bir idari ve siyasi
baskı vardı. Bununla beraber, ulusun büyük çoğunluğu seçime gitmek ve tek parti
idaresine son vermek istiyor, bunun için de Demokrat Parti’yi seçime girmeye
zorluyordu. Bunun üzerine Demokrat Parti Merkezi il başkanlarını Ankara’ya
çağırdı. 16 Haziran 1946’da toplanan il başkanları seçime katılma kararı verdi.[45]
Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili ve tek dereceli seçimi 21
Temmuz 1946’da yapıldı.[46] 1946
seçimleri II. Meşrutiyet Dönemi’nin ünlü 1912 seçimleri kadar çok tartışılan,
dürüstlüğünden kuşku duyulan bir seçim olmuştur. Seçim Yasası’nın istenilen
güvenceleri sağlamaması, özellikle Anadolu’da iktidar partisinin birçok hileler
yapmasına yol açmıştır.[47] Seçim
günü sandıkları dolaşan DP Milletvekili Esat Budakoğlu Seçimle ilgili
izlenimlerini şöyle dile getirmiştir:
“Seçim gününde sandıkları dolaştım ben. Kanun hükmü icabı rey
açık, tasnif gizliydi. Jandarma silahıyla baskı yapıyor. Devlet otoritesine
hakim olanlar sandık başında kime veriyorsun, tayyare hırsızı Bayar’a mı
vereceksin? Milli Mücadele Kahramanı, Atatürk’ün yakın arkadaşı İnönü’ye mi
vereceksin? Rey verenlere karşı söylenen söz buydu ve bu devrede biraz “Ne
karışıyorsun, ben istediğime veririm.” diyen ve diğerlerine cesaret verenlere
karşı ağır muamele yapılıyordu. Jandarma tarafından alınıp karakola
götürülenler de vardı.”[48]
Tarihe “hileli seçimler” olarak geçen 1946 seçimlerini Demokratlar,
mazbataları Halkçılar kazandı.[49]
TBMM’nin sekizinci dönem ilk toplantısı 5 Ağustos’ta çalışmalarına
başladığı zaman bütün üyeler üzerinde var olan gerginliğin sebebi, seçimlerde
doğan meclisin meşruluğu meselesinin ortada oluşuydu. Yeniden Cumhurbaşkanı
seçilen İsmet İnönü, Recep Peker’i hükümeti kurmakla görevlendirdi. Peker’in
Başbakanlığa gelmesi DP çevrelerine muhalefete karşı sindirme hareketinin
başlayacağı endişesini de beraberinde getiriyordu. Çünkü Recep Peker’in tek
partili sistem ve kuvvetli bir şef idaresi taraftarıydı ve uzlaşmaya
yanaşmayan, şiddet kullanmaya meyilli biri olarak tanınıyordu.[50]
Bu dönemde parlamento dışındaki muhalefetin dozu, DP’yi tutan
basın organları aracılığıyla artmıştı. Bu durum iktidarı rahatsız ediyordu.
Merkezi otoritenin kuvvetlendirilmesinden yana olan Recep Peker, basını daha
yakından denetleyebilmek amacıyla Basın Kanunu’nu değiştirme girişiminde
bulundu. Basın Yasası değişikliği TBMM’de görüşülürken, 7 Eylül’de Türk
parasının değeri düşürüldü. Bu karar Cumhuriyet döneminin ilk büyük ölçekli
devalüasyonuydu. Bu olayın ardından, bazı maddelerin fiyatlarına yapılan
zamlarla zaten yoksulluk sınırı içinde yaşayan işçi, memur, vb. dar ve düşük
gelirliler daha da zor duruma düştüler. ekonomik koşulların zorlanması 1947
bütçe eleştirilerinin sertleşmesine da neden oldu. Bu görüşmeler sırasında,
Başbakan Recep Peker yapılan eleştirilerin “Psikopat bir ruhun ifadesi”
olduğunu söyleyince ortam iyice gerildi ve DP milletvekilleri toplu bir biçimde
meclisi terk ettiler. Bunalım dokuz gün sürdü. Cumhurbaşkanı İnönü, Celal
Bayar’ı davet edip onunla konuştu. DP’ye bu gibi durumların tekrarlanmayacağına
dair güvence verildi.[51]
Bu gergin ortamda DP’nin ilk büyük kurultayı 7 Ocak 1947 tarihinde
Ankara Yeni Sinema Salonu’nda toplandı. Kongre boyunca hiçbir delegenin
konuşması kısıtlanmadı. Beş gün boyunca bine yakın delege konuştu. Kurultay
sonunda bir karar sureti niteliğinde kabul edilen “Hürriyet Misak-ı”[52] içeriği
itibariyle soyut bir özlemler paketinden başka bir şey değildi.[53] Bu
görüşmelerde Bayar, hükümetin muhalefet üzerindeki baskılardan şikayet ederek,
devlet imkanlarından partilerin eşit şartlarda istifade etmesi talebinde
bulundu. Bayar ayrıca, Demokratları kendileriyle eşit görüyorlarsa bunun bir
beyanname ile kamuoyuna açıklanmasını istedi.[54] İnönü, hükümet ve muhalefet
liderlerini defalarca dinledikten sonra, bu görüşmelerin muhtevası
niteliğindeki beyannamesini 11 Temmuz akşamı radyodan okudu. Beyanname basında
bir gün sonra yayınlandığı için 12 Temmuz Beyannamesi olarak bilinmektedir.[55] Bu
beyanname adeta çok partili rejimin bir kimlik kartı durumundaydı.[56] Muhalefet
partisinin parti olarak eşitliği bu beyanname ile belgelenmiş oluyordu.
57
DP’nin ikinci büyük kurultayı 1950 seçimlerinden yaklaşık bir yıl
önce, 20 Haziran 1949’da toplandı. Genel merkezin yani kurucuların partiye tam
anlamıyla hakim oldukları tüm kongre süresince izlendi. Seçimlerin
yaklaşmasından ötürü ana konular seçim yasası ve milletvekili adaylarının
tespiti sorunu idi. Milletvekili adaylarını yüzde 80’inin örgüt tarafından
saptanması kabul edildi. Ne var ki, genel merkez gene son söze sahip olacaktı.
Seçim yasasının demokratik içerikli olması açısından ise partinin geniş halk yığınlarıyla
birlikte oylara sahip çıkması konusunda bir kararlılığı ifade eden “Milli
Husumet Andı”nın kabulü ile kurultay dağıldı. Milli Husumet Andı, iktidar
çevrelerinde 12 Temmuz Beyannamesi ile vurgulanan ve yaşama geçirilen
partilerin barış içerisinde birlikte yaşaması ilkesine ters düşmesi nedeniyle
tepki uyandırdı. Fakat yılların deneyimli başbakanı Şemsettin Günaltay’ın,
demokratikleşme çabalarını geriletmeye niyeti yoktu. Uzun tartışmalar sonucunda
DP’nin de oyları ile katıldığı bir seçim yasası kabul edildi. Bu yasa ile gizli
oy ve açık tasnif ilkesi getiriliyor, partilere radyodan propaganda amacıyla
eşit ölçüde yararlanma olanağı sağlanıyordu. Ancak, DP’nin tüm çabalarına
rağmen, CHP çoğunluğu nispî seçim ilkesini kabul etmemişti. Yasanın kabul edilmesinden
sonra TBMM 14 Mayıs 1950’de seçimlerin yapılmasını kabul etti. 14 Mayıs
seçimleri Türk halkının güven duyduğu koşullarda nasıl bilinçli oy
kullanacağını kanıtlayan ilk büyük seçimdir. Katılım oranı yüksek olduğu gibi,
büyük ve sessiz yığınların görülmemiş desteği ile DP’nin kazanması sağlanmıştı.
Türkiye’de ilk defa bir seçimle iktidar değişmişti.[57]
İÇ SİYASİ GELİŞMELER
1.1-Demokrat Parti’nin
İktidarı Devralışı
14 Mayıs 1950 seçimleriyle o güne kadar
görülmemiş bir katılımla 8.905.876 seçmenden 7.916.091’i sandık başına gitmişti[58]
Partilerin aldıkları geçerli oy ve milletvekili sayısı şu şekilde dağılım
göstermekteydi. (Bkz. Tablo:1).[59]
(Tablo-1):1950 Genel Seçim Sonuçları
Parti Adı |
Aldığı Oy
Sayısı |
Oranı |
Çıkardığı
Milletvekili Sayısı |
DP |
4.242.831 |
%53,59 |
408 |
CHP |
3.165.096 |
%39,98 |
69 |
MP |
240.209 |
%3,03 |
1 |
BAĞIMSIZ |
267.955 |
% 3,40 |
9 |
Demokrat Parti 45 ilde seçimleri tam liste halinde kazanarak
TBMM’de ezici bir çoğunluk oluşturdu. Afyon, Ağrı, Amasya, Ankara, Aydın,
Balıkesir, Bilecik, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli,
Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzurum, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Isparta,
İçel, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa,
Maraş, Muğla, Niğde, Samsun, Seyhan, Sinop, Siirt, Sivas illerinden
adaylıklarını koyan tüm milletvekilleri seçimleri kazandı.
DP altı ilden Kastamonu’da 9, Kırşehir ve Mardin’de 1’er, Ordu’da
2, Tokat’ta 8, Trabzon’da 3 milletvekilliği kazanmış, Hakkâri’den ise hiç oy
alamamıştı. DP’nin kurucularından Celal Bayar, Bursa’dan 159.233,
İstanbul’dan 253.324; Adnan Menderes, Aydın’dan 77.138,
İstanbul’dan 252.605; Refik Koraltan ise Balıkesir’den 142,957, İçel’den 74.166
oy alarak ikişer ilden de seçilmişlerdi.[60]
DP, köylere nazaran kentlerden daha fazla oy almıştır. Türk seçim
istatistikleri 1950, 1954, 1957 genel seçimleri ile ilgili olarak ilçe ve
köyler düzeyine inmemektedir fakat sonuçlar göstermektedir ki, DP, önemli bir
kentli nüfusa sahip bulunan bütün illerde seçimleri kazanmıştır.[61] Buna
karşılık CHP kırsal nüfusun yoğun olduğu bölgelerde seçimi kazanmıştır. CHP nin
en fazla oy aldığı iller bu durumu yansıtmaktadır. CHP Bingöl, Bitlis,
Erzincan, Hakkâri, Hatay, Kars, Malatya, Muş, Ordu, Sinop illerinde tam liste
halinde kazanarak 50 milletvekilini bu illerden çıkarmış, Kastamonu, Kırşehir,
Mardin, Tokat ve Zonguldak’tan 1’er, Ordu’dan 6, Trabzon’dan da 9 olmak üzere
71 milletvekili kazanmıştır.[62] Zonguldak
milletvekili Sebati Ataman ve Yozgat milletvekili Avni Doğan’ın seçim
tutanaklarının iptal edilmesi nedeniyle, CHP’nin üye sayısı 69’a düşmüştür.[63]
Bu seçimlerde CHP lideri İsmet İnönü ise Ankara’da seçimleri
kaybetmiş ama Malatya’dan 108.476 oy olarak milletvekili seçilmiştir. Şemsettin
Günaltay Erzincan’dan 42.058; Hüseyin Cahit Yalçın Kars’tan 78.995; Cevdet
Kerim İncedayı Sinop’tan 55.902; Faik Ahmet Barutçu 65.514; Hasan Saka 64.068
oy alarak, Trabzon’dan milletvekili olmuşlardı. CHP’nin ileri gelenlerinden Nihat
Erim, Şükrü Saraçoğlu, Refet Bele, Falih Rıfkı Atay gibi birçok ünlü kişi
parlamento dışı kaldı.[64]
Millet Partisi’nden ise yalnızca Osman Bölükbaşı, Kırşehir’den
28.034 oy alarak meclise girebildi. Milli Kalkınma Partisi İstanbul’dan oy
almazken, Çanakkale’den 378, Tekirdağ’dan 490 oy alabilmişti. Seçime katılan
öteki partilerden Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi, İşçi ve Çiftçi
Partisi ve Türk Sosyal Demokrat Partisi’ne ise, aday göstermelerine karşın oy
verilmemişti.[65]
Seçim sonuçlarına göre, DP nin büyük bir çoğunluğu kazandığı
anlaşılınca DP Genel Merkezi 18 Mayıs’ta bir bildiri yayınladı. Bildiride;
“Milletvekilliği seçimleri neticelerinin kati olarak belli olduğu şu anlarda
reyini büyük bir olgunlukla kullanmış olarak aziz Türk Milleti’ne şükranlarımızı
arz etmeyi şerefli bir vazife biliriz. 1950 seçimleri milli iradenin serbestçe
tecelli edebilmesini temin edebilecek şartlar altında cereyan etmiştir. Azlıkta
kalan siyası fikir ve kanatların muhalefet kadroları içinde kendilerini kati
teminatı altında hissetmeleri hususunda partimiz elinden gelen hiçbir gayreti
esirgemeyecektir.” diyerek muhalefetin varlığı konusunda teminat veriliyordu.[66]
Seçim sonuçları, Türk ve dünya basınında büyük bir yankı buldu.
Adviye Fenik’in 16 Mayıs 1950 tarihli “Millet Şuurunun Hâkimiyeti” adlı
yazısında, 1950 seçimlerini Demokrat Parti’nin senelerce süren ve hiçbir güçlük
ve yorgunluk önünde yılmayan büyük bir mücadelenin zaferi olduğuna işaret
ederek bu seçimleri “büyük bir halk inkılâbı, nüfusumuzun çoğunluğunu teşkil
eden münevver köylü, esnaf ve her sınıf ve zümre vatandaşların duyuş ve
inanışlarıyla meydana geldiğini” belirtiyordu.[67]
Milletvekili seçildikten sonra hapisten çıkan Zafer Gazetesi
başyazarı Mümtaz Faik Fenik ise,”Vazife Büyük ve Çetindir” başlıklı ilk
yazısında; “Bu eşsiz mücadelenin, kansız ve şuurlu bir ihtilal” olduğunu
belirterek, bu inkılâbın idareyi ellerinde bulunduranlara büyük bir ders
olduğunu herkesin canla başla çalışarak şimdiye kadar yalanların tekrar
edilmeyeceğinde işaret ediyordu.
Türkiye’deki genel seçimin sonuçlarına, Batılı basın organları
büyük bilgi göstermişlerdir.
New York Herald Tribune Gazetesi’nde yayınlanan “Türkiye’de
intikal Devresi” adlı makalede; Türkiye milli seçimlerinin hemen hemen
tamamıyla tasnif edilmiş sonuçları, modern cumhuriyetin Kemal Atatürk
tarafından kuruluşundan beri geçen bir çeyrek asırdan fazla zaman içinde bu
memlekette hâkim durumda bulunan ezici bir mağlubiyet olmuştur.” denilerek
seçimin beklenmedik bir şekilde kazanılması iç ekonomik sebeplerin etkili
olduğu dile getirilmiştir.[68]
Yine Amerikan basınından Washington Post Gazetesi’nde “Türklerin
İtimadı” adlı başmakalede” 4 sene evvel Türkiye parlamentosuna 31 aza ile
iştirak eden Demokrat Parti’nin o zaman ki muvaffakiyeti Türkiye’de siyasi bir
terakki addedilmişti. Bugün ise Demokrat Parti büyük ekseriyetle Halk
Partisi’nin yerini almıştır.”şeklinde yorum yapılacaktı.[69]
Washington Daily News’de yazan Ludwell Danny de “Stalin Türkiye’ye
Göz Dikiyor” başlıklı yazısında;
”Türkiye’de vukua gelen hükümet değişikliği Stalin’in bu stratejik
saha üzerinde baskısını yenileyeceği zannını hâsıl etmektedir. İki parti
arasında Sovyetlere karşı memleket müdafaası bakımından hiçbir görüş farkı
yoktur.” diyerek, Türkiye’deki komünizm tehlikesi üzerinde durulmuştur.[70]
İngiliz gazetelerinden Daily Mail, seçimle ilgili 17 Mayıs 1950
tarihli yazısında Türkiye’deki seçim sonuçlarının hayret ve umut uyandırıcı
olduğunu ileri sürerek, “Verimli bir arazi üzerinde demokrasi ilk defa çiçek
açmıştır...”
Şeklinde bir yorum yapmakta ve Türkiye’nin dış politikasında yine
komünist düşmanlığını devam ettireceği ve Batı’ya dost kalacağı
vurgulanmaktaydı.[71]
Arjantin’in en büyük gazetelerinden olan La Nation Gazetesi, 19
Mayıs 1950 tarihindeki yazısında, Türk dış politikasında herhangi bir
değişiklik olmayacağını, Türkiye’nin Sovyet nüfusuna karşı Batıyı destekleme
devam edeceğini, bu ülkenin coğrafi durumunun Orta Doğu’da Batılılar için
önemli olduğunu ve Demokrat Parti’nin özel girişime ve yabancı sermayeye özel
bir önem vereceğini öne sürüyordu.[72]
Kısaca söylemek gerekirse Batı kamuoyu ve basını Türkiye’deki
seçimlerle aşağıdaki nedenlerden dolayı ilgilenmiştir.
1-
Türkiye’nin
kansız ve kavgasız şekilde demokratik rejimi benimseyerek, Batılı demokrasinin
bir üyesi olmak yolunda önemli bir adım atması.
2-
Türkiye’nin
komünizme karşı koymaya devam edeceği ve bu konuda Batı demokrasileri ile daha
sıkı bir işbirliğine gideceği beklentisi.
3-
Türkiye’nin
özel girişimi destekleyeceği yabancı sermayeye kapılarını açacağı devletçiliği sınırlayarak,
liberalizme yöneleceği inancı
4-
Türkiye’nin
Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’da yayılmasına karşı, Batılıların yanında önemli bir
görev üstlenebileceği ve onların çıkarlarına hizmet edebileceği
Bu sıralanan maddeler DP’nin on yıllık iktidarı döneminde izlediği
politikalar incelenirse, Batılı basın organlarının umutlarının büyük ölçüde
gerçekleştiği, kendiliğinden anlaşılacaktır.[73]
23-
yıllık
tek parti iktidarının sonrasında, dört yıllık bir geçmişe sahip olan muhalefet
partisinin, iktidara demokratik yollardan elde etmesi Türk siyasi yaşamı için
dönüm noktası olmuştur.1950 seçimleriyle CHP’nin iktidarı kaybetmesinin ve
DP’nin iktidara gelmesinin nedenlerini şu çerçeve içinde değerlendirebiliriz.
İkinci dünya Savaşı’nın getirdiği zorunlu ekonomik tedbirler Türkiye’de
önemli bir sermaye birikiminin belirli ellerde toplanmasına neden olmuştu.
Savaşın bazı mallarda yarattığı arz daralması sonucunda görülmeye başlayan
karaborsa bunu yapan ticaret burjuvasının eline büyük paralar geçmesine neden
oldu. Ekonomiyi canlandırmak amacıyla çıkarılan Milli Koruma Kanunu yeni
zenginlerin oluşmasına neden olurken işçi, küçük üretici, memur ise
alabildiğince fakirleşti. Ağır vergiler altında ezilen halk yoksullaşmaya devam
ederken, merkez otoritenin kolluk kuvvetler kanalıyla yaptığı baskıda giderek
artmaktaydı. Bu baskı özellikle kırsal alanda kendini göstermişti.[74] 1942 yılında çıkarılan
“Varlık Vergisi Kanunu” ve “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”yla gayrimüslimler,
büyük toprak sahipleri ve geniş halk kitleleri CHP’ ye karşı cephe almışlardı.
Cumhuriyet Halk Partisi uzun süren iktidar döneminde yıpranmış
bulunuyordu. Bu kadar uzun süre zarfında partiden hoşnut olmayanlar bu partinin
gerçekleştirdiği devrimlere karşı olanlar başka yönlere doğru kayma ihtiyacını
duydu. Bu durumda muhalefetin işine yaramıştı. Bernard Lewis’in de belirttiği
gibi; “Bu kadar uzun süre meleklerden kurulu bir parti bile herhalde iktidardan
atılırdı.”[75] diyerek
halkın değişiklik arayışı içinde olduğuna işaret ediyordu.
Demokrat Parti’nin başarıya ulaşmasının iki büyük nedeni daha
vardı. Birincisi Cumhuriyet’in büyük yasaklarına dokunmaması ikincisi ise
kamuoyuna, iktidarın bir oyunu olarak görünmemesiydi. Rejimin güvenliği için
şart olan iki büyük duvar laiklik ve anti-komünizm idi. Öte yandan kamuoyu,
Serbest Fırka denemesinden sonra, suni muhalefet hareketlerinden çekinmeyi
öğrenmişti. Demokrat Parti bu unsurları doğru olarak değerlendirdi. Kurulduğu
andan itibaren, muhalefeti rejim içi bir çizgide tutmaya büyük dikkat harcadı.
DP’nin kurucuları siyasi hayatımızın o günlere kadar geliştirdiği esas
felsefeye tamamen sadık kişilerdi. Hiçbiri ne din devletini ne de komünizm
istemekle suçlanamazdı. Aynı zamanda DP, sol aleyhtarı girişimlerinde Hükümeti
daima destekledi. Rejimin liberalleşmesinin, solun ezilmesi şartına bağlı
olduğu görüşünde iktidarla beraberdi. Şeriatçı akıma da yanaşmamaya dikkat
ediyordu. Örneğin, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ölümünün yol açtığı dinci
gösterileri hoş karşılamadı. Üçüncüsü, Demokrat yöneticiler ne kadar sert bir
muhalefet uygularlarsa uygulasınlar, daima kanun yollarından çıkmamaya çok
dikkat ettiler.[76]
Kısaca söylemek gerekirse, halkın gözünde siyasi yaşamını
tamamladığına inanılan bir CHP karşısında; halka daha çok özgürlük ekonomik
refah, siyasal bir kimlik, pek çok konularda eşitlik baskısız işkencesiz bir
yönetim, ekonomik liberalizm ve insan haklarının tümünü önererek onunla
işbirliği etmek isteyen bir muhalefet partisi vardı. Türk Ulusu, 1950 genel
seçimlerinde kendi siyasi ekonomik ve toplumsal beklentilerine çözüm öneren bu
denenmemiş muhalefeti seçti. Bu seçim halkın “siyasal bilinçsizliğinin değil”,
tam tersine siyasal olgunluğunun ve bilinçliliğinin bir ifadesi şeklinde
yorumlanabilir.[77]
1.1.1-
Birinci
Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu(22 Mayıs 1950)
1.1.1.1-
Kabinenin
Oluşturulması ve Hükümet Programı
Demokrat Parti seçim zaferinden sonra ilk Meclis Grubu
toplantısını 20 Mayıs 1950 günü yapmayı kararlaştırdı. Meclis Grubu’nun
toplanmasına kadar geçen süreç içerisinde gazeteler farklı yorumlar yaparak Cumhurbaşkanı,
Başbakan ve Meclis Başkanlığı’na kimlerin getirileceği konusunda kendilerine
göre tahminlerde bulunmuşlardı. Zafer Gazetesi yaptığı tahminde,
Cumhurbaşkanlığı’na Celal Bayar ve Halil Özyörük’ün aday olabileceğini, Kabine
Başkanlığı’na da Celal Bayar, Fuat Köprülü veya Adnan Menderes’ten birinin
getirilmesinin kuvvetli bir ihtimal olduğu üzerinde durulurken, Meclis
Başkanlığı’na Ali Fuat Cebesoy’un aday olacağı yazılıyordu.[78]
Demokrat Parti Meclis Grubu ilk toplantısını 20 Mayıs 1950 günü
yaptı. Toplantıda Cumhurbaşkanlığı’na Celal Bayar’ın, Meclis Başkanlığı’na
Refik Koraltan’ın aday gösterilmesi kararlaştırıldı.[79] TBMM, 22 Mayıs 1950 günü en
yaşlı üye Hüseyin Cahit Yalçın’ın başkanlığında toplandı ve milletvekillerinin
yemin törenleri yapıldı.[80]
Aynı gün yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, DP adayı Celal
Bayar, katılan 453 üyeden 387’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilirken
İnönü’ye 64, Halil Özyörük’e 1 oy verildiği ve bir üyenin de çekimser oy
kullandığı anlaşıldı.[81] Böylece
Türkiye’nin ilk sivil Cumhurbaşkanı’da seçilmiş oluyordu.[82]
TBMM Başkanlığı için yapılan seçimlere ise; 387 üye katılmış ve
üyelerden 385’inin oyunu alan İçel milletvekili Refik Koraltan Meclis
Başkanlığı’na seçildi.[83]
Sıra, Başbakan’ın atamasına gelince. Demokrat Parti’nin birinci
adamı Köşk’e gittiğine göre şimdi ikinci bir adam aranmalıydı. Menderes, Meclis
Grup toplantısından sonra Fuat Köprülü’yü Başbakan olarak ataması için
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ricada bulundu. Bunun üzerine Celal Bayar ise
“Hayır Adnan Bey! Başvekilim siz olacaksınız” diyerek karşılık verdi.[84]
TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Üçüncü Cumhurbaşkanı
seçilen Celal Bayar’ın Meclis’e gelişi sırasında. Demokrat Partiler oturdukları
yerde tezahürat yaparken, muhalefet milletvekilleri ayağa kalktılar fakat
alkışlamadılar[85] Genel
Başkan İnönü yeni Cumhurbaşkanı’nı kutladı. Cumhurbaşkanı Bayar’da aynı gün
İnönü’yü ziyaret ederek, kendisine teşekkür etti.[86]
22 Mayıs 1950 tarihinde Celal Bayar Adnan Menderes’i Başbakan
olarak atadığını resmen açıkladı. Menderes’in seçtiği Bakanlar yine aynı gün
atandılar.[87]
Menderes’in kabinesi şu isimlerden oluşuyordu:
Başbakan:
Adnan Menderes-İstanbul
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Samet Ağaoğlu-Manisa
Devlet
Bakanı:
Adalet
Bakanı:
Milli
Savunma Bakanı:
İçişleri
Bakanı:
Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu-Manisa
Halil Özyörük-İzmir
Refik Şevket İnce, (Manisa)
Rükneddin Nasuhioğlu -Edirne
Maliye Bakanı: |
Halil Ayan- Bursa Hasan Polatkan-Eskişehir |
Milli Eğitim Bakanı: |
Avni Başman-İzmir Tevfik İleri-Samsun |
Bayındırlık Bakanı |
Fahri Belen-Bolu Kemal Zeytinoğlu-Eskişehir. |
Ekonomi ve Ticaret Bakanı: |
Zühtü Velibeşe-İzmir |
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı: |
Nihat Reşat Belger-İstanbul Ekrem Hayri Üstündağ-İzmir |
Gümrük ve Tekel Bakanı: |
Nuri Özsan-Muğla |
Tarım Bakanı: |
Nihat Eğriboz-Çanakkale |
Ulaştırma Bakanı: |
Tevfik İleri-Samsun Seyfi Kurtbek-Ankara |
Çalışma Bakanı: |
Hasan Polatkan-Eskişehir Hulusi Köymen-Bursa |
İşletmeler Bakanı: |
Muhlis Ete-Ankara[88] |
Menderes, Kabinesi’ni açıklandıktan |
sonra Hükümet Programını, 28 |
Mayıs 1950 günü Meclis Grubu’na sundu. Başbakan, Programın
girişinde 14 Mayıs seçimlerinden bahsederek,hükümetlerinin ulusal istenç ile
iktidara gelen bir hükümet olduğunu belirtti. Başbakan CHP iktidarlarını
merkeziyetçi bir politika izlemekle suçladı ve bu politikaların başarısızlıkla
sonuçlandığını iddia etti. Menderes konuşmasında Devlet İktisadi
Teşebbüsleri’nin verimsiz çalıştıklarını, ürettikleri malların pahalı olduğunu,
devlet borçlarının ve bankacılığının rasyonel olmadığını, faiz ve iskonto
hadlerinin yüksek olmasının yerli sermayenin gelişmesine ve üretime engel
olduğunu ileri sürmüştür.[89]
Başbakan Menderes, programında Hükümetinin izleyeceği temel iktisadi
ve mali politikasının şu dört ana temele dayanacağını belirtmiştir:
“1- Bütün devlet hizmetlerinin görülmesinde azami tasarruf
zihniyetiyle hareket ederek devlet masrafı ve külfetlerini asgariye indirmek ve
Devlet bütçelerini iktisadi bünyemizin takatiyle mütenasip ve hakiki manasıyla
muvazeneli bir hale getirmek; Ancak bu suretledir ki iktisadi refah ve milli
istikrar teminat altına alınmış olunacaktır.
2- İktisadi cihazlanmamızı süratlendirmek. Bu maksatla:
A- Bütçede envestisman mahiyetinde olan kısım mümkün olduğu kadar
genişletmek ve bunun dışında bütün imkânlarımızı yalnız istihsale matuf
mevzulara tevcih etmek.
B- Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında
hissetmesini sağlayacak bütün tedbirleri almak ve onun süratle gelişmesine yardım
etmek.
C- Memleketle mevcut sermayenin istihsalde olmasını
kolaylaştırmak.
Ç- Yabancı teşebbüs ve sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde
faydalanabilmenin şartlarını tahakkuk ettirmek ve icaplarını yerine getirmek.
3-İktisadi cihazlanmamız için devlet bütçesinden envestisman
mahiyetinde ayrılacak tahsisatı memleketimizin şartları göz önünde
bulundurularak vücuda getirilecek bir plana bağlamak.
4-İstihsal hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve her çeşit
bürokratik engellerden kurtarmak.[90]
DP’nin ideolojisi ve programında vurgulanan hususlar ana
hatlarıyla, halk için daha fazla hürriyet, liberal ekonomik politika, devlet
sektörüne nazaran özel sektöre daha çok destek ve dini konularda daha az
sınırlama olarak belirtilebilir.[91]
Birinci Menderes hükümetinin programı DP Meclis Grubu’nda
okuduktan sonra elliden fazla milletvekili söz alarak konuşmuşlardır.Bunlardan
bazıları programın eksik yanları üzerinde dururlarken, bir bölüm milletvekilli
de programda yer alan bazı görüşlere karşı çıkmışlardı. DP Meclis Grubu’nda ad
okunarak yapılan açık oylama sonucunda oylamaya katılan 245 kişinin
oybirliğiyle kabul edilirken, oylama da 163 kişinin bulunmaması programın
Grup’ta yeteri kadar desteklenmediğini göstermiştir[92]
Başbakan, Hükümet Programını 29 Mayıs 1950 tarihinde TBMM’ye
sundu. Meclisle yaptığı konuşmada;
“Tarihimizde ilk defa defadır ki yüksek heyetimiz milli iradenin
tam ve serbest tecellisi neticesinde millet mukadderatına hakim mevkiine gelmiş
bulunuyor” diyerek TBMM üyelerini selamlamıştır.[93]
TBMM, Birinci Menderes Hükümeti Programını, 31 Mayıs 1950
tarihinde görüşmeye başladı.2 Haziran 1950 tarihinde ise, program üzerindeki
görüşmelerde iktidar ile muhalefet arasında gerginlikler yaşanmıştır.[94]
Güven oylamasına geçilmeden önce CHP Grup Başkan Vekili Faik Ahmet
Barutçu’nun söz isteğinin geri çevrilmesi ortamı iyice sertleştirmiş bunu
üzerine, CHP’li Feridun Fikri Düşünsel’in DP’li Başkan’a “Reis Bey, içtüzüğe
aykırı hareket ediyorsunuz” diyerek tepki göstermiştir.[95]
Güven oylamasında 192 üyenin oya katılmaması dikkati çekmiştir. Bu
sonuç, Birinci Menderes Kabinesi’nin yeterince sağlam temeller üzerinde
oturmadığının açık ve kesin bir kanıtı olmuştur.[96]
1.1.1.2. Askeri ve İdari Kadroda Yapılan Değişiklikler
CHP’nin iktidar olduğu tek parti döneminde, devlet idaresi ve
parti teşkilatı birbiriyle bütünleşmiş haldeydi. Parti=devlet demekti.Parti,
devletin toplumu denetlemek ve yönetmek için kullandığı araçlardan sadece
biriydi. DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte devlet ile parti arasında
süregelen bu ilişki kesildi.Demokratlar eski yönetimden devraldıkları bürokrasi
ve orduya güvenmiyor ve bunları kendi denetimleri altına almak için çok gayret
sarf ediyorlardı.[97]
CHP’nin tabanının büyük bir bölümü bürokrat asker çoğunluğuna
dayanmaktaydı.Parti içinde bu kesimin etkinliği 23 yıl boyunca hissedilmişti.
çok partili hayata geçildikten sonra da bu kesim, parti ve ülkenin yönetiminde
eski geleneği önemli ölçüde koruyarak, parti- devlet ayrılığını bir türlü
içlerine sindirememişlerdi.Parti Genel Başkanlığı’nı üstlenen Atatürk ve
İnönü’nün de asker kökenli olmaları, bu geleneğin doğal bir hale gelmesinde
önemli ölçüde etkili olmuştur.Bu yapısal durum, çok partili düzene geçildikten
sonra da devam etti. Partiye bağlı kişiler, parti devlet özdeşliği anlayışından
kendilerini bir türlü soyutlayamamışlardı. Yönetimde görev alan bürokratların
çoğu da bu anlayışı sürdürmek niyetinde görünüyorlardı.[98]
1950’de hukuken ve fiilen iktidar değişimi olmuşsa da sosyolojik
ve psikolojik açıdan ne CHP muhalefete ne DP iktidara hazır değildi.[99]
Birinci Menderes Hükümeti, 2 Haziran’da Meclis’ten güvenoyu
istemiş ve Meclis’te beklendiği gibi hükümete güvenoyu vermişti. Bu arada hoş
olmayan bir olay meydana gelmişti. Halk Partisi Grubu, program tenkidinde son
sözün muhalefete bırakılmasını istemiş,muhalefetin bu isteği reddedilince
de,CHP Meclis’i terk etmişti.
CHP’nin bu şekilde bir tepki göstermesi, DP’lilerin aklına şu
soruyu getirmiştir. Acaba CHP suni bir bunalım yaratarak ve elindeki devlet
gücünü kullanarak yeniden iktidara mı gelmeyi tasarlıyordu.[100]
Bu endişeli hava devam ederken, 5 Haziran 1950’de bir Albay
Başbakan Menderes’i ziyaret ederek İnönü’ye bağlı generallerin bir darbe
hazırlığı içinde olduğunu bildirmiştir. Albay’ın verdiği bilgiye göre darbe 8-9
Haziran gecesi gerçekleştirilecektir. DP ileri gelenleri subay heyetinin DP’yi
desteklediklerini biliyorlardı. Ama seçim sonuçlarından memnun olmayan Yüksek
Kumanda Heyeti’nin bazı üyelerinin Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma
Bakanlığı’nda gizli toplantılar yaptıklarını, üç ordu müfettişinin de gizli
görüşmeler sürdürdüklerini haber almışlardı. Yine Albay’ın verdiği bilgiye göre
bu duyumlar toplantıya katılan generallerin emir subaylarından ve kurmay
subaylarından alınmıştı.[101]
Bunun üzerine Menderes, Milli Savunma Bakanı Refik Şevket İnce ve
kendisine yakın milletvekilleriyle durumu değerlendirerek, Cumhurbaşkanı Bayar
ile Çankaya Köşkü’nde görüşmüş;bu görüşme sonucunda da 6 Haziran 1950 tarihinde
Türk Ordusu’nda o güne kadar görülmemiş çapta ve sadece yüksek kademede olmak
üzere büyük değişiklikler yapılmıştır.[102]
Genelkurmay Başkanı Orgenaral Abdurrahman Nafız Gürman, Orgeneral
Fatih Omurtak, Orgeneral Kazım Orbay, Orgeneral Hakkı Akoğuz emekliye ayrıldı.[103] Deniz
Kuvvetleri Komutanı, Oramiral Mehmet Ali Ülgen ve Hava Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Zeki Doğan da merkeze alındılar. Genelkurmay Başkanlığı’na Orgeneral
Nuri Yamut, ikinci Başkanlığa Şahap Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na
vekâleten Korgeneral Muzaffer
Göksenin atandılar.[104] I. Ordu Komutanı Asım
Tınaztepe’nin yerine Orgeneral Şükrü Kanatlı, II. Ordu Komutanı Muzaffer
Tuğsavul’un yerine Orgeneral Avni Akdağ, III. Ordu Komutanı Mahmut Berköz’ün
yerine Orgeneral Hasan Fehmi Atakan getirilmiştir. Orgeneral Tınaztepe,
Orgeneral Tuğsavul ve Orgeneral Berköz de Askeri Şura’ya atanmışlardır. Ayrıca
15 general ve 150 albay da birkaç ay içinde emekliye sevk edilmiştir.[105]
Başbakan Menderes’in orduda yapmış olduğu değişiklikleri haklı
gerekçelere bağlamak suretiyle Meclis Grubun’da yapmış olduğu konuşmada,
“Muhalefetin orduyu tahrik yanlarına saptığına, irticai teşvike yeltendiğine
bir şark meselesi yaratmaya çalıştığına” işaret ederek hükümetin bu beyhude
çabaları dikkat ve teyakkuzla takip ettiğini belirtmiştir.[106]
CHP’nin iktidarı süresinde merkezi ve yerel bürokrasinin üst
noktalarındaki insanlarla yakın ilişkileri olduğu düşüncesi hükümeti köklü
düzenlemeler yapmaya sevk etmiştir. Çünkü birçok idare amiri kendilerini CHP
hükümetinin valisi olarak benimsemişti. Ülkenin iyiliğini de yalnızca CHP’de görüyorlardı.[107]
Başbakan Menderes, kamuoyunun ve Parti teşkilatının isteklerine
uygun hareket ederek bürokratik kadrolar da değişiklik yapmaya karar verdi.
Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada ; “Kanuni yollardan saparak millete hürriyet
havasını teneffüs ettirmeyen valilere layık oldukları şekilde davranmak
hükümetin vazifesidir” diyerek düşüncelerini dile getirmiştir. DP Meclis
Grubu’na sunulan önerge baskı yapan idare amirleri ile baskı ve arzu ve
temayüllerine riayet etmedikleri için mağdur vaziyete düşürülmüş idare amirleri
hakkındaydı.[108]
Adnan Menderes, önerge hakkında yaptığı konuşmada; “kanunsuz
hareketleri delillerle sabit olanlar hakkında icap eden kanuni tedbirlerin
mutlaka alınacağını, baskı emirlerine, itaat etmedikleri için gadre uğramış
memurların haklarının korunacağını” anlattı. Eser dönemde gadre uğramış olan,
Ziraat Bakanlığı’nda çalışan 20-25 kadar kişinin görevlerine geri
gönderildiklerini açıkladı. Menderes aynı konuşmasında, baskı yapmış olan vali
ve kaymakamların yerinde kalmayacaklarını söyledi.[109]
Daha sonra birçok ilde valilerin görev yerleri İçişleri
Bakanlığınca değiştirilerek Sivas Valisi Rebii Karatekin Ordu Valiliği’ne,
Müfettiş Vali Nurettin Aykulan Kastamonu Valiliği’ne, Müfettiş Vali Cahit Ortaç
Kırklareli Valiliği’ne, Müf. Vali Memduh Payzın Trabzon Valiliği’ne, Beşiktaş
Kaymakamı Fadıl Kaftanoğlu Sinop Valiliği’ne, Mülkiye Baş Müfettişi Rauf İnan
Maraş Valiliği’ne, Çorum Valisi Recai Türeli Manisa Valiliği’ne , Mülkiye Müf.
Hıfzı Ege, Denizli Valiliği’ne, Tetkik Kurulu Üyesi Niyazi Ak’ı Tunceli
Valiliği’ne atandılar.[110]
I. Menderes Hükümeti, idari amirler arasında da geniş
değişiklikler yaparak devletin iktidarını fiilen ele geçirmiş oluyordu. Böylece
İktidarından iyice emin geleceğe güvenle bakabilecek bir duruma gelmişti.[111]
1.1.1.3.Arapça Ezan Yasağının Kaldırılması
1928 yılında, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü başkanlığında İslam
dininde reform ve modernleşme sorununu incelemek amacıyla bir komisyon
oluşturulmuştu. Komisyonunu verdiği raporlara göre; İbadet dilinin Türkçe
olması bütün dua ve hutbelerin Arapça değil, ulusal dilde olması gerekliliğinde
ısrar ediliyordu.[112]
Atatürk’ün amacı da Arapça’yı ibadet dili olmaktan çıkarıp,
Türkçe’yi camiye hakim kılmaktı. Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı
Türkçeleştirmekle başladı. Atatürk’e göre ibadete çağrı, modern Türklere
yapılmaktaydı. Bunun da anlamadıkları bir dille değil, kendi dilleriyle olması
gerekiyordu.[113]
18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığı yayımladığı bir tamim
ile ezanın ve kametin Arapça okunmasını yasakladı. Ancak bu tamim bir kanunla
desteklenmediği için mesnetsiz kalmış, ezanı Arapça okuyanlar belli süreler
tutuklu kalsalar da mahkeme kararıyla beraat etmişlerdi. Arapça ezan yasağının
kanun kapsamına girmesi 2 Haziran 1941 tarihinde 4055 Sayılı Kanunla
gerçekleşmiştir. Bu kanunun gerekçesinde “Arapça lisanın eski zihniyete, eski
annelere bağlayan tesirlerinden halkı kurtarmak “ olduğu belirtilmiştir.[114]
Ezanın Arapça 1941 yılında yasaklandıktan sonra ülkede bir takım
karışıklıklar çıkmaya başladı. Bu durum devletin laikliğe aşırı müdahalesi
şeklinde algılandı. Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında bu yasağa rağmen
ezanı Arapça okuyanların hapislere atılması devlet- vatandaş ilişkilerinde
gerginliğe neden oldu.[115]
Adnan Menderes ve DP milletvekillerinin iktidara gelmeden önce
yaptıkları seçim gezilerinde onlara en fazla duyurulan konulardan biri de
“Arapça ezan” yasağı idi. Bu isteği olumlu karşılamanın prim yaptığı yine bu
geziler sırasında anlaşılmıştı. İktidara gelir gelmez bu isteğin yerine
getirilmesi kaçınılmaz olmuştu.[116]
Adnan Menderes Arapça ezan için ilk işareti verdiğinde henüz 14
günlük Başbakandı. 4 Haziran 1950’de Hükümet programının, Parti Meclis
Grubu’nda görüşülmesi sırasındaki verdiği demeçte; “Ezanın Türkçe
okunmasına mukabil cami içinde bütün ibadet ve duaların din dilinde olması
garip bir tezat teşkil eder.” diyerek Türkiye’nin 18 yıl öncesine göre farklı
bir noktaya geldiğine dikkat çekiyordu. Menderes’e göre Türkçe ezan “vicdan
hürriyetine aykırıydı ama Atatürk hazırlayıcı bir ön inkılâp olarak” bu yola
başvurmuştu. “aradan bunca yıl geçtikten ve vaktiyle zaruri görülen (Türkçe
ezan) bu tedbire artık bir ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar bu sefer
vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder” diyerek ezanın artık Türkçe
okunmasının gerekliliğine işaret ediyordu.[117]
Aynı gün Menderes, Cumhuriyet’e yaptığı açıklama da kanunun DP
Meclis Grubu’na götürülerek burada alınacak karara göre hareket edileceğini
söylüyordu.[118]
Zafer’in başyazarı Mümtaz Faik Fenik, “İnkılâbın Sadakat ve Vicdan
Hürriyeti “başlıklı yazısında; Menderes’in devrimlere sadık olduğunu Arapça
ezan okunabilmesinin asla bir irticaa yol açmayacağını” bu konuda DP’yi
eleştirilenlerin Türk büyüklerine ait olanlardan başlayarak birer birer
türbeleri açmak yoluna gittiklerini, söyleyerek okullara din dersi koyduklarını
İlahiyat Fakülteleri açtıklarını halbuki Menderes’in bu konuyu seçimler
öncesinde bir sömürü aracı kullanmadığını söylüyordu.[119]
Türk Ceza Kanunun 4055 Sayılı Kanunla değiştirilmiş olan 526.
maddesinin değiştirilmesi hakkındaki kanun tasarısı, Kayseri Milletvekili
İsmail Berkok ve 11 arkadaşı ile Tokat Milletvekili Ahmed Gürkan’ın Türk Ceza
Kanunu’nun 526’ncı maddesinin ikinci fıkrasının değiştirilmesine dair kanun
teklifleri ve Adalet Komisyonu raporları 16 Haziran 1950 tarihinde TBMM ‘ye
sunuldu.[120]
Tasarı hakkında muhalefetin görüşlerini açıklayan CHP sözcüsü
Cemal Reşit Eyüboğlu, Türkçe ezan Arapça ezan konusu hakkında politik bir
münakaşa açmayacaklarını, milli şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine
inandıklarını ve Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına
aleyhtar olmayacaklarını söyleyerek hükümete tam destek vermişlerdir.[121]
Hükümetin sunduğu tasarı, yapılan oylama sonucunda her iki
milletvekillerinin oy birliğiyle kabul edilmiş oldu. Böylece Türk Ceza
Kanunu’nun 526’ncı maddesi 5665 Sayılı yasa ile değiştirilmiş oldu. Bu
değişiklik ile 526’ncı maddenin ikinci fırkasında yazılı Arapça ezan ve kamet
okuyanlar ibaresi kaldırıldı.[122]
16 Haziranda yasağın kaldırılmasının ardından Başbakanlık
tarafından Anadolu Ajansına çekilen telgrafta 17 Haziran 1950 tarihinden
itibaren ezanın ve kametin Arapça okunmasının serbest olduğu bildirilerek
durumun ajansta ve radyoda yayınlanması istenmiştir.[123]
Bu yasağın kaldırılması bazı bürokratlar ve üniversite çevreleri
tarafından farklı değerlendirildi. Onlara göre, DP iktidara gelir gelmez
irticayı hortlatmış Atatürk devrimlerine daha ilk günlerden ters düşmüştü.[124]
1.1.1.4.
Yerel
Yönetim Seçimleri
Yerel organlara çok partili siyasi hayattan önce ayrı tarihlerde
seçimler
yapılıyordu. Bu gelenek 1960 yılına kadar devam etmiş yerel
seçimler 1960’dan sonra aynı gün yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı 1950
yılındaki yerel seçimler ayrı ayrı tarihlerde yapılmıştır.[125]
Bu karar, muhalefetin sert tepkisine neden oldu.[126] Ulus
Gazetesi bu kararı “DPliler seçim kanunu bir daha ihlal ettiler. Grubun peşin
hükmüne göre ara seçimler bir yıl geri bırakıldı. DP ileri gelenlerinin
adaylıklarını ikişer ilden koymuş olmaları yüzünden 520 bin vatandaş bir yıl
Meclis’te temsilcisiz kaldı” sözleriyle eleştirecekti. Menderes Hükümeti,
milletvekili ara seçimlerini ertelerken, yerel seçimler de böyle bir karar alma
gereğini duymadı. Bu seçimler zamanında yapıldı.[127]
2 Ağustos 1950 tarihinde yani kabinenin güvenoyu almasından iki ay
sonra Milli Eğitim Bakanı Avni Başman sağlık nedeniyle istifa etti ve yerine
Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri getirildi. Bu değişiklik, Hükümet’in Meclis
Gurubu’nda tam olarak desteklenmediği şeklinde anlaşılacağı gibi aynı zamanda
zayıflık işaretiydi. Ancak 13 Ağustosta yapılacak Muhtar seçimleri öncesinde bu
sorun pek belli edilmemeye çalışıldı.[128]
Seçim sistemine göre muhtarların bir parti tarafından aday
gösterilmesi mümkün olabildiğinden bütün partiler seçimlere katıldı. Menderes
Hükümeti 14 Mayıs galibiyetinin rahatlığıyla hareket ederek, kazanacağından
emin bir şekilde muhtar seçimlerini fazla dikkate almadı. Katılım oranın son
derece düşük olduğu seçimlerde DP 19.052 muhtarlık; CHP 13.152; MP 130; İşçi ve
Çiftçi Partisi 2; Bağımsızlar 2.049 muhtarlık kazandılar. 1424 muhtarlık ise
karışık listeden kazanıldı.[129]
Milliyet Gazetesi Başyazarı Ali Naci Karacan, “Muhtar Seçimleri
Bir Derstir” adlı yazısında iktidarı seçimleri önemsememekle suçladı ve seçim
sonuçlarının onlar için bir uyarı olması gereğine işaret etti.[130]
Muhtar seçimlerinden düşük sonuçlar alınınca bu durum iktidar
partisinde bir kıpırdanma yarattı. Hükümet belediye seçimleri için
hazırlıklarına ve propagandaya hız verdi. CHP seçim kampanyası sırasında
Hükümet’in, Meclis’e danışmadan Kore’ye asker göndermesini ve kendilerine karşı
ağır suçlamalarda bulunmasını eleştirdi.onlar için bir uyarı olması gereğine
işaret etti.74
Başbakan Menderes ise İnönü’nün konuşmasına verdiği yanıtta,
“Milli Şef’in kendi kendini ret ve inkara beyhude gayret ettiğini ancak halkın
kendisi hakkında verdiği peşin bir hüküm olduğunu savunarak 14 Mayıs‘ta Türk
milletinin aldandığını iddia edecek kadar pervasızca ileri götürenleri “
kamuoyunun iyi tanıdığını iddia etti.75
Demokrat Parti 13 Eylül 1950 tarihinde yapılan Belediye
seçimlerinde gerek Genel Merkez, gerekse taşra teşkilatları aday tespitinden
propagandasına kadar başarılı bir kampanya ile seçimleri açık farkla kazandı.
Oldukça çekişmeli geçen ortamda 600 Belediyenin 560 DP nin eline geçti.
DP % 90’a yakın çoğunluğu sağladığı anlaşılması üzerine bir demeç
veren Başbakan Menderes;
“Türk Milleti Halk Partisi’ni 14 Mayısta iktidardan tasfiye
etmişti 3 Eylülde de muhalefetten tasfiye etti.” Diyerek seçim sonuçlarından
duyduğu mutluluğu dile getirecekti. Seçim sonuçları, CHP için ikinci büyük
yenilgi olmuştur.76
1.1.1.4.3.
İl
Genel Meclis Seçimleri (15 Ekim 1950)
İl Genel Meclisi seçimleri öncesinde iktidar ile muhalefet
arasındaki ilişkileri gerginleştiren yeni gelişmeler olmaktaydı. Hükümetten
yana tavır sergileyen Vatan gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman, Kore konusuyla
ilgili olarak İnönü’yü, Moskova’ya ümit verecek bir dil kullanmakla suçlayarak
şunları yazdı; “Politika ihtirasının uçurumuna sükutu ani ve korkunç olabilir
ve millete ihanet hududuna bile varabilir. Bu istidat şimdiden belirmiştir.”[131]
Aynı zamanda hükümetten 19 Eylül 1950 tarihinde bir istifa daha
oldu. Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger Menderes’in kendi işlerine karıştığını
ileri sürerek istifa etti ve yerine Ekrem Hayri Üstündağ getirildi.[132]
Hükümetin muhalefet ile ilişkilerini gerginleştiren başka bir olay
da Malatya Belediye Başkanı’nın Hükümetin, Devlet dairelerinde yalnızca
Atatürk’ün resminin asılması yolundaki emrine uymayarak İnönü’nün resmini indirmemesi
olmuştur. Seçimlerden bir gün önce 14 Ekim günü İçişleri Bakanı Belediye
Başkanı’nı görevine son verirken Malatya Valisi de Belediye’ye giderek
İnönü‘nün resmini indirdi ve Başkan hakkında soruşturma açıldı.[133]
İl Genel Meclis seçimleri 15 Ekim 1950 tarihinde yapıldı. Bu
seçimlerde DP yeni bir zafer daha kazandı. 51 ilde tam çoğunluğu sağladı. Bu
illere bağlı 341 ilçede de toplam 956 üyelik elde etti. Buna karşılık CHP 22
ilçede 286 üyelik kazanabilirdi. MP ise önemli bir başarı sağlayamadı. Ancak, 6
ilçede 15 üyelik alabildi. Bu sonuçlara göre DP üyeliklerin %81’ini ilçeler
itibariyle %70.6 ‘sını ve oyların da % 73.5 ‘ini aldı. CHP ise iller itibariyle
% 17.5, ilçelerde %25.3 oy itibariyle %22; MP ilçe itibariyle % 1.3 oy
itibariyle % 1.2 oy aldı. Bir ilde ve sekiz ilçede seçimi karma listeler
kazandı. Ve bunların üye sayısı da 22’yi buldu. Oran olarak karma listelerin il
itibariyle % 1.5, ilçe itibariyle %1,6 oy itibariyle de % 1,7 oranında başarılı
oldukları anlaşıldı[134]
Mahalli seçimlerden sonra 20 Ekim 1950 tarihinde 165 delegenin
katılımı ile DP Küçük Kongresi toplandı. Bu kongrede; “delegeler
hükümete,muhalefete karşı daha sert olması için baskıda bulundular. Ancak bu
öneri hükümet tarafından fazla ilgi görmedi.[135]
1.1.1.4.81.
inci
Menderes Hükümeti’nin İstifası
Demokratik Parti, çok çeşitli insanların bir koalisyonu olarak
kurulmuştu.Bir senelik icraattan sonra parti içinde bazı önemli tatminsizlikler
belirmeye başladı.[136]
DP genel seçimlerden sonra aynı yıl içinde yapılan üç yerel
seçimden de başarıyla çıkmıştı. Ancak, Hükümet içinde artan anlaşmazlıklar
zaman zaman istifalara neden olmaktaydı. Hükümetten ilk olarak Başbakan ile
anlaşmazlığa düşen Milli Eğitim Bakanı Nuri Başman, daha sonra da Menderes’in
kendi işlerine çok karıştığını ileri süren Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger
istifa etmişlerdi. Bu istifaları yerel seçimler sonrasında Bayındırlık Bakanı
Fahri Belen’in sağlık nedeniyle istifası izlemişti.[137] Ayrıca Başbakan’ın, Tarım Bakanı’nın
politikasında hoşnut olmadığı ve kendisine istifa etmesini önerdiği, ancak
Bakan Nihat Eğriboz’un;
“Ben sizinle geldim sizinle giderim. Benim şahsi tarım politikam
yoktur. Hükümet politikasıdır.Hükümet ayrılır bende ayrılırım.”[138]
şeklinde
haberler çıkmıştı.
Başbakan 25 Kasım 1951 tarihinde kabineyi toplayıp iç ve dış
sorunları görüştü. Bu toplantı ile kabinenin birlik içinde olduğu görünümü
verilmek isteniyordu. Başbakan Menderes,F.Lütfi Karaosmanoğlu ile aralarında
anlaşmazlık olduğu yolundaki haberleri de yalanlayarak, bu haberleri “uydurma
ve gülünç” olarak nitelendirdi.[139] Bu yalanmalardan kısa bir süre sonra, 14
Aralık 1950 tarihinde Maliye Bakanı Halil Ayan, bütçe konusunda Menderes ile
görüş ayrılığı yüzünden istifa etti. Yerine Çalışma Bakanı, Hasan Polatkan
getirildi.
Menderes Hükümeti, 28 Şubat 1951 tarihinde bütçe görüşmeleri
sonunda 433 milletvekilinden 58 red oyuna karşı, 375 olumlu oy ile güvenoyu
almayı başardı.[140] Güven oyu almasına rağmen,hükümet 8 Mart
1951’de istifa etti. Başbakan istifa gerekçesi olarak şunları söyledi.
“Türlü çeşitli hadiselerin çok kesif olarak cereyan etmiş olduğu
bir devirde vazife görmüş olan hükümetimiz yani iktidarın ilk bütçesinin kabulü
ile açılan bir devrenin basında istifa etmek suretiyle bugünkü şartlara göre,
yani bir kabine teşkiline imkan vermeyi uygun görmüştür.”[141] Birinci Menderes Kabinesi’nin istifa
nedenlerini kısaca incelemek gerekirse;
1-Kabine ilk kurulduğu zaman
çok üyeli DP Meclis Grubu’ndan, ancak 282 olumlu oy alabilmişti. Bu kabine için
daha başlangıçtan bir zaaf olmuştu.
2-Menderes’in, Kabinesi’ndeki
Bakanlarına karışı tam bir üstünlük kurduğu söylenemez. Bakanlar, Başbakan’ın
kendi işlerine karışmasına tepki göstermişler, bu durum da onların, Başbakan
ile aralarının açılmasına neden olmuştu.Parti Grubu’nun 29 Mart 1951 Tarihindeki
toplantısında Başbakanı sert bir dille eleştiren Burhanettin Onat ( Antalya) bu
kabine için;
“Başbakan’ın Bakan arkadaşlarından iki büklüm inkiyad sabır
bekleyen bir hali var maalesef, bunun içindir ki şahsiyet sahibi ne kadar bakan
varsa birer birer çekilip ayrıldılar..."diyerek bir Bakan’ın kendi
müsteşarını seçmesini bile Başbakan’ın engellemeye çalıştığını bu durumun
demokratik zihniyete demokratik rejime uymadığını savunmuştu.
3-Hükümet, muhalefete karşı
yeteri kadar sert bir politika izlemediği gerekçesiyle, parti örgütü tarafından
sürekli eleştirilere uğramıştı. Bu durum DP’nin İstişare Kongresi’nde açıkça
ortaya çıkmıştı. Bazı milletvekilleri de delegelerin baskısı ile halka söz
verilen işlerin yeteri kadar çabuklukla yerine getirilemediğini iddia ediyordu.
4-Başbakan’ın aynı zamanda DP
Genel Başkanlığı’nı üstlenmesi parti içinde kurulduktan sonra başlayan ve o
zamandan beri süregelen “kurucular saltanatı”nın devamı gibi görünüyordu. Bu
durumun partinin demokratik yapısında yaratacağı olumsuzluk endişeleri ayrıca
Başbakan’ın kabine üyelerinin şikayetlerini önemsemediği ve kendisine yapılan
eleştirilerin, “hiç birisi de dişe dokunacak şeyler değildir...” diyerek
geçiştirmesi.[142]
Menderes Hükümeti’nin istifasıyla ilgili olarak Zafer Gazetesi
başyazarı Mümtaz Faik Fenik, “Bu İstifanın Sebebi Neydi?” başlıklı
yazısında:Hükümetin geçen Mayıs solarından bu Mart başına kadar geçen süre
içinde “bir enkazın kaldırılması, bir tesviye işi” ile uğraştığını, artık yeni
bir bütçe ile yapıcılık döneminin başladığını belirtmiştir.[143]
Birinci Menderes Hükümeti, on yıllık DP iktidarı döneminde kurulan
ve sayıları beşi bulan Menderes Hükümetleri’nin en kısa ömürlü, ancak program
bakımından da parti programı ile en çok uyum içinde olanıydı.
1.2-
İkinci
Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu (2 Nisan 1951)
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Menderes’in çekilme kararından sonra
kabineyi kurma görevini yeniden Adnan Menderes’e verdi.Menderes’in 9 Mart
1951 tarihinde açıkladığı İkinci Adnan Menderes Hükümeti’nde üç
yeni Bakan görev alırken altı Bakan da yer değiştirdi.90
Menderes Kabinesi şu isimlerden
oluşuyordu:
Başbakan: |
Adnan Menderes |
Devlet
Bakanı ve Başkan Yardımcısı: Samet
Ağaoğlu-Manisa
Devlet Bakanı: |
Fethi Çelikbaş-Burdur Refik Şevket İnce- Manisa |
Adalet Bakanı: |
F.Lütfi Karaosmanoğlu -Manisa Rüknettin Nasuhioğlu-Edirne |
Milli Savunma Bakanı: |
Osman Şevki Çiçekdağ-Ankara. Hulusi Köymen- Bursa Seyfi
Kurtbek-Ankara |
İçişleri Bakanı: |
Kenan Yılmaz-Bursa Halil Özyörük-İzmir Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu Etem Menderes-Aydın |
Dışişleri Bakanı: Maliye Bakanı: Milli Eğitim Bakanı: |
Mehmet Fuad Köprülü-İstanbul Hasan Polatkan-Eskişehir Tevfik İleri-Samsun |
Bayındırlık Bakanı: Ekonomi ve Ticaret Bakanı: |
Rıfkı Salim Burçak-Erzurum Kemal Zeytinoğlu-Eskişehir
Muhlis Ete-Ankara |
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı: Gümrük ve Tekel Bakanı: |
Enver Güreli- Balıkesir Fethi Çelikbaş Ekrem Hayri Üstündağ-İzmir Rıfkı Salim Burçak-Erzurum Nuri Özsan-Muğla Sıtkı Yırcalı-Balıkesir Emin Kalafat-Çanakkale |
TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.28.
Tarım Bakanı: |
Nedim Ökmen-Maraş |
Ulaştırma Bakanı: |
Seyfi Kurtbek-Ankara Yümnü Üresin-Bilecik |
Çalışma Bakanı: |
Nuri Özsan Samet Ağaoğlu Hayrettin Erkmen-Giresun |
İşletmeler Bakanı: |
Hakkı Gedik-Kütahya Sıtkı Yırcalı[144] |
İkinci Menderes Hükümeti’nin programı 30 Mart 1951 tarihinde
TBMM’de okundu. Program üzerinde 2 Nisan’da yapılan tanışmalardan sonra güven
oyu oylamasına gidildi. Oylamaya katılan 396 milletvekilinden 45’i red oyu verirken,
346 milletvekili olumlu oyuyla güven oyu aldı.[145]
1.2.1.
Halkevleri’nin
Kapatılması ve CHP Mallarının Hazineye Devri
CHP, Türkiye Devleti’nin kurucusu Atatürk’ün kurduğu ve ölünceye
kadar da genel başkanlığını yaptığı bir parti olup,bu partiye Atatürk’ün,
vasiyetnamesiyle önemli miktarda mal varlığı bıraktığı biliniyordu. Ayrıca tek
parti döneminde devlet-parti özdeşliğinin bir sonucu olarak CHP mal varlığını
önemli bir ölçüde artırmıştı. DP’ye göre, CHP mal varlığını kullanarak tekrar
iktidarı ele geçirebilirdi.[146]
19 Şubat 1932’de kurulan Halkevleri’nin kuruluş amacı halkın
eğitimine ve gelişmesine yardımcı olmaktı. CHP’nin bir yan kuruluşu olarak
oluşturulan Halkevleri’nin harekete geçmesiyle ilgili olarak Ankara’da yapılan
törenler sırasında Atatürk konuyla ilgili olarak şu sözleri söyledi;
“Gençlik gelişen ve yetiştirilen bir çalışmanın içinde
yaşatılmalıdır. Millet şuurlu,birbirini anlayan,birbirini seven,ideale bağlı
bir halk kütlesi halinde örgütlenmelidir. En kuvvetli ders vasıtalarına ve
yetişkin öğretmen ordularına sahip olmak yeterli değildir. Halkı kütle haline
getirmek için ayrıca bir milli halk çalışmasının düzenlenmesini ihmal
etmemeliyiz.”[147]
Dokuz şubeye ayrılan Halkevleri sanat,spor, kültür etkinlikleriyle
Türkiye’de toplumsal gelişmenin itici gücünü oluşturmuştur. Halkevleri,1940
yılı ortalarına
kadar toplumun nabzını tutarak, Anadolu’da Atatürkçü sosyal
yaşamın öncülüğünü üstlendi.1932 yılından 1950 yılına gelindiğinde
Halkevleri’nin sayısı 487,Halk Odası sayısı 4327,buralara bağlı kitaplık sayısı
da 4890 bulmuştu.[148]
Demokrat Parti, muhalefet yıllarında Halkevleri’nin kültür
kurumları olarak korunmasını savunmuştu. DP Başkan’ı Bayar,Sivas İl
Kongresin’de yapmış olduğu konuşmada ;
“Halkevleri kültür müesseseleridir. Tıpkı selefi Türk Ocakları
gibi... Halkevleri yine,kültür müessesesi halinde kalmalı ve her vatandaş
oradan istifade etmek hakkına sahip olmalıdır. Yahut da muhtelif siyasi
teşekküller,zaman zaman buradan istifade edebilmelidir.” diyerek bu konuyla
görüşlerini açıklamıştı.[149]
Demokrat Parti iktidara geldikten hemen sonra Antalya
milletvekillerinden Ahmet Tokuş,Ahmet Tekelioğlu,Akif Savoğlu ,İbrahim Subaşı
ve Fatin Dalaman tarafından Meclis’e Halkevleri’nin yeni bir tüzüğe bağlanması
ile ilgili kanun teklifi sundular. Bu teklife göre;
1-
Bütün
Halkevleri hiçbir partinin değil milletin malıdır.
2-
Halkevlerinin
idaresi bugünkü durum ve zihniyete göre yeni düzene bağlanacaktır
3-
Halkevleri
parti binası olarak kullanılamaz.
Bu kanun teklifi CHP’li yetkililer tarafından büyük tepki gördü.15
Haziran 1950 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan habere göre;
“Halkevleri,birçoğu CHP’nin parasıyla yapılmış,bir kısım
halkımızın nakdi yadımları ile meydana gelmiş ve CHP’ye hediye edilmiştir.
Antalya milletvekillerinin bu teklifi bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyeti’nde bir gasb kanunu demektir ki bunun iktidar partisi tarafından
nasıl karşılanacağı merakla beklemeye değer”denilerek, CHP’ye hediye edilen bu
malların yine halkın faydası için kullanıldığı belirtilmiştir.[150]
Hükümet, ara seçimler yaklaşırken CHP’nin ekonomik gücünü de
kullanarak yeniden iktidarı ele geçirmesini istemiyordu.Hükümet'in yayın organı
olan Zafer’de ”Hesap günü gelmiştir. CHP’nin gasp ettikleri istirdat
edilecek...” şeklinde bir habere yer verilerek “Millet kesesinden yapılan
gaspların üzerine oturtulan Halk Partisi binasının hesaplarının ve o zaman ki
iktidarlaca Halk Partisine verilen 50 milyon liranın hesabının
sorulacağı...”şeklinde haberler çıkmıştı.[151]
Bu haber Menderes Hükümeti’nin, CHP’nin mallarını el koymak için
hazırlık içinde olduğunu kamuoyuna duyuran ilk haber olmuştur. DP Meclis
Grubun’da 12 Aralık 1950 tarihinde CHP’nin malları konusu görüşülmeye
başlandı.Niğde milletvekili Halil Nuri Yurdakul,Grup’ta yaptığı
konuşmada,CHP’nin Genel Merkez binası olarak kullanılan Birinci TBMM binasının
1926 yılından beri bu parti tarafından kullanıldığını ve ayrıca bina
çevresindeki arsa ve eklentilerle beraber hazine adına tapuya yazılan alanın
8.000 metre kareyi bulduğunu belirterek,bu tarihi binanın müze haline
getirilmesi durumunda, kendisinde bulunan ve Atatürk’e ait olan
eşyaları,kurulacak müzeye bırakabileceğini açıkladı.[152]
Başbakan Menderes, CHP iktidarı zamanında çıkarılan “Hamur Kanunu”
ile çevredeki arsaların birleştirilmesi sonucunda,bütün alanların toplamının
200.000 metrekareyi bulduğunu, kendilerinin iktidara geldikten sonra, bu alanı
hazine adına kaydettiklerini,eğer CHP’nin isterse bu konuda mahkemeye
gidebileceğini belirtti. Menderes’e göre; CHP tasarrufu altında bulundurduğu
800’e yakın taşınmazın değerini 3,5 milyon olarak göstermişti. Oysa sadece
İzmir Kordondaki İl İdare Kurulu binasının değeri 150 bin lira ödenerek satın
alınmıştı. Başbakan’a göre; CHP’nin elindeki mülklerin ikinci kaynağını
da,Halkevleri oluşturuyordu ve bu kurumlara hazine ve özel idarelerin yardım
ettiği belirlenmişti.Halkevleri'ne verilen paraların 25 milyon lira dolayında
olduğunu belirten Menderes,bu paranın 6 milyon kadarının CHP’nin zimmetinde
kaldığını,11 milyon lirasının bina yapılmasına,7-8 milyonun da, illerdeki
Halkevleri’nin giderlerine ayrıldığının, bu kurumların denetim raporlarından
anlaşıldığını savunarak;
“Halkevleri diye bir şahsiyeti hükmiye veya hakikiye mevcut
olmadığına göre,hazineden yapılan bu yardımın batıl olması lazımdır...”şeklinde
bir yorumda bulundu.Menderes,Halkevleri’ne yapılan ve 59,5 milyonu bulduğu
sanılan özel idare ve hazine yardımlarından 9-10 milyonun CHP tarafından
kullanıldığını iddia etti. Zonguldak milletvekili Muammer
Alakant,Halkevleri’nin “kültürel hizmet ifa etmek üzere,birer tesis haline
getirilerek”,bunlara bütçeden para ayrılmasının bunların özerk kurumlar halinde
yararlı olacağı yolundaki görüşlerin,üzerinde durulabilir nitelikte olduğunu
dile getirmekten çekinmedi. Başbakan Menderes ise,bu yoldaki düşüncelere
katılmıyordu.Menderes Halkevleri için;”Bünye-i içtimaiyemizde bir diken gibi,
bir cismi ecnebi gibi,ehemmiyeti mevcut olmayan bir şeydir.İçtimai ve siyasi
fonksiyonu kalmamıştır,kapılarına kilit vurulmuştur.Zannediyorlar
ki;canlı,ayakta,maksada hizmet edecek müesseselerdir.”diye düşünüyor ve
halkevlerini özel bir kültür kurumu haline getirilmesini isteyenleri,”totaliter
bir zihniyetin ifadesinde bulunmakla...” suçluyordu.[153] Hatta,4 Aralık.1950 tarihinde
TBMM’de yaptığı konuşmada Halkevleri’ni şu şekilde tarif eder:
“Halkevleri,Halk Odaları kurmak, gençlik teşkilatını
almak,faşistvari telakki ve düşücelerin mahsülüdür.Bunlar içtimai bünyemiz
içinde, tamamıyle abes,beyhude,geri ve yabancı uzuv halindedir.”[154]
CHP’nin malları konusu,1951 öncesi varolan hükümet
bunalımı,Atatürk Yasası gibi bazı önemli sorunlar yüzünden ertelendi.Bu
sorunların çözümünden sonra Manisa milletvekili,Refik Şevket İnce ve yedi
arkadaşının hazırladıkları yasa tasarısı,24 Temmuz 1951 tarihli DP’nin Meclis
Grubu’nda yeniden ele alındı ve TBMM tatil edilmeden önce 15 maddeden meydana
gelen “Halkevleri ve CHP’nin haksız iktisap ettiği malların devlete iadesi
hakkındaki kanun tasarısı” [155]oybirliğiyle
kabul edildi.
Yasa tasarısı,genel katma ve özel bütçeli
daireler,Belediyeler,köyler ve İktisadi Devlet Teşekkülleri ve kurumlarıyla,
sermayesinin yarıdan fazlası Devlet veya kamu hükmi şahısları tarafından temin
edilen müesseselerle umumun menfaatine hizmet eden derneklerin hiçbir siyasi
suretle siyasi partilere bedelsiz taşınır veya taşınmaz mal terk ve bağış
yapamayacakları, ya da malların indifaını bedelsiz olarak
veremeyecekleri,satamayacakları ve eskiden devredilmiş olanların sahiplerine
geri verilmesi.(mad:1-2 ) Halkevi olarak kullanılan binaların Devlet adına
tescil edilmesi.(mad:3) Bu yasa ile geri alınması gereken mallar üç ay içinde
geri verilmesi gibi zorunlulukları içeriyordu. CHP’liler, bu tasarıyı kınamak
için, 28 Temmuz 1951 tarihinde İstanbul’da protesto gösterilerinde bulundular
ve dağıtılan bildirilerde CHP’nin; “Milli kültürümüzün inkişafına ve
inkılâplarımızın yerleşmesine hizmet gayesiyle Aziz Atatürk tarafından tesis
edilmiş bulunan bilcümle
Halkevleri ve Halkodalarını hak ve vecibeleriyle devretmeğe
amade...” olduğu belirtildi.[156]
Resmi daire ve müesseselerin, siyasi partilerin bedelsiz mal
devredemeyeceklerine ve bu daire ve müesseselerle münfesih derneklere ait olup
siyasi partilere terkedilmiş olan gayrimenkul mallara bu partiler tarafından
genel menfaatler için yaptırılmış olan binaların sahiplerine ve hazineye
iadesine dair 5830 Sayılı Yasa Tasarısı TBMM’de 8 Ağustos 1951 tarihinde
yapılan oylama sonucunda 3 red oyuna karşılık, 362 olumlu oy ile kabul edildi.[157]
5830 Sayılı Kanunla iadeye tabi tutulan gayrimenkullerin kısmen
veya tamamen işgal eden siyasi partiler bu hükümlere göre yapılacak tescil veya
tashihin ihbarından itibaren bir ay zarfında bunları tahliye ve teslime mecbur
tutulmuşlardır. (madde:10)[158]
CHP ve Halkevlerinin hazineye devredilmesi hakkındaki çıkarılan
5830 Sayılı Kanunla, CHP’nin merkez hesapları ile yalnız Ankara, Bolu, Bursa,
İstanbul, İzmir, Malatya, Maraş, Mersin ve Trabzon illerindeki hesapları
incelenerek, partinin gelir kaynakları belirlenmişti. Buna göre CHP, 19321950
yılları arasında parti tüzüğüne uygun olarak örgütünden, 388.113 lira, Genel
Başkanlıktan; 9.248.819 lira, bağışlardan; 1.108.254 lira, devlet bütçesinden
de, 27.366.150 lira gelir sağlamıştı. Halkevleri adına bir kısım özel idareler,
belediyeler, köy sandıkları ve Belediye Bankası’ndan ödenen para 21.004.552
lirayı buluyordu. Kısaca söylemek gerekirse CHP 63 ilden 9 büyük ilde devlet
bütçesinden ve iktisadi Devlet Teşekkülleri’nden aldığı paranın toplam tutarı
57.629.491 lira gibi çok yüksek bir rakama ulaşmıştı.[159]
Demokrat Parti, iktidarının ilk yıllarında, Halkevleri,
Halkodaları ve bunlara bağlı kitaplıkları kapatması, bu kurumların Türk
aydınlanmasındaki yerini görmezlikten gelmesi önemli bir yanılgı olmuştur. Bazı
DP’lilerin de savundukları gibi, en azından bu kurumların kitaplıklarının
korunması ve okur-yazarlık oranı çok düşük düzeyde bulunan Türk toplumunun
bunlardan yoksun bırakılmaması yerinde olurdu.[160]
Menderes Hükümeti, 1953 Mayısında CHP mallarının geriye kalan
bölümünü yeniden gündeme getirdi. Bu konunun yeniden ele alınmasında en büyük
etken 1954 yılında yapılacak genel seçimler öncesinde CHP’yi ekonomik
kaynaklardan yoksun bırakarak güçsüzleştirmekti.
Demokrat Parti Meclis Grubu’nun 5 Mayıs 1953 tarihli toplantısında
Akif Sarıoğlu ve 232 arkadaşının, “siyasi partilerin gayrı meşru mal
iktisapları” hakkındaki önergeleri okunarak grup görüşüne sunuldu. Önerge 9
Haziran’da Grup’ta görüşülmeye başlandı. Meclis’in tatil edilmesi üzerine kanun
tasarısı hakkındaki görüşmelere ara verildi.[161]
Meclisin açılmasından hemen sonra Demokrat Parti Grubu, bu konuda
bir yasa tasarısı hazırlamak üzere kendi içinde bir komisyon kurdu. Demokrat
Parti Grubu adına Akif Sarıoğlu (Antalya) ve 91 arkadaşı bir yasa tasarısı
hazırlayarak 19 Aralık 1953 tarihinde TBMM’ye sundular. Tasarı hakkında ilk
sözü alan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü etkileyici bir konuşma yaparak şunları
söyledi:
“Karşısında bulunduğumuz hadise, Büyük Millet Meclisi’nde adalet
mercii vazifesini gördürmektedir. Öyle bir adalet mercii ki muhakeme ettiğini
dinlemiyor. Kendi yargı azasının, Büyük Millet Meclisi Üyelerinin hür
vicdanları daha önce Grup kararıyla tasmim edilen bir hükme bağlanıyor. Bu
kanun tasarısı, ruhiyle, metniyle, her türlü usulüyle Anayasa’ya aykırıdır. Bu
tasarı, hukuk prensiplerine, insan haklarına, cumhuriyetin itibarına kastetmek
hareketidir. (bravo sesleri). Bu kanun tasarısı iktidar başında bulunanların
Büyük Millet Meclisi’ne karşı zorlama teşebbüsüdür. Dokuzuncu Büyük Millet
Meclisi, kendinden evvelki Büyük Millet Meclislerinin icraatlerini tanımamak
yoluna sevk ediyor. Bu hareketin devletin devamı ve istikrarı konusunda vahim
mahzurlarını tahmin etmek güç değildir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin maddi
varlığının müsadere edilmesi fiili, bizim için tasarının hiç ehemmiyeti olmayan
tarafıdır. (soldan gülüşmeler) Biz hukuk dışı bir rejimin kurulmakta olmasıyla
karşı karşıyayız. Açıktan tatbike başlanılan yeni bir rejime vatandaş sorgusuz,
müdafaasız mahkum edilmektedir.(soldan böyle bir şey yok sesleri, gürültüler)
Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum. Suçluların telaşı
içindesiniz...(sağdan alkış sesleri, soldan gürültüler ‘Meclisi tahkir
etmiştir’ sesleri)”[162]
Konuşmasını bitiren İsmet İnönü ve CHP milletvekilleriyle beraber
meclis salonun terk ederek Ulus Gazetesi’ne doğru gitmişlerdir. Büyük bir halk
topluluğu da parti merkezinin ve Ulus Binasının bulunduğu yere kadar onları
desteklemiştir.[163]
İnönü’den sonra kürsüye gelen Başbakan Menderes, muhalefet
liderini şiddetle eleştirdi:
“Demin buraya, bu kürsüye yaşlı bir zat çıktı, sakalları ak
pak...Bütün manzarası ile şayanı hürmet...Fakat bütün evzaı ile, kelimeyi
söyleyemeyeceğim, neye şayan olduğunu siz takdir edersiniz.
................. Yüksek
heyetinize karşı suçlusunuz ve suçluluğunuzun karşısında titremektesiniz demek
cüretini gösteren bu zatın, mebus seçilmediğini bile bile Cumhurbaşkanlığı
yapmış olduğu hakikatini hatırlamak ve sizlere hatırlatmak büyük Türk
Milleti’ne hatırlatmamak elden gelir mi?[164]
Hayatının 70 yaşını ikmal etmiş, devletin elinde bunca senelerce
bulundurmuş vekar ve haysiyetin imanı şeref ve haysiyetin en yüksek derecesine
gelmiş olması icab eden bir insanın mahcubiyet duymadan bu derece pervasızlıkla
hakikatleri bu derece tersine çevirmiş olması ve gözlerinizin karasına bak baka
bunları konuşması ve tarihten sizi seyrediyorum diye hakikaten mübalatsızlığın
ve pervasızlığın görülmemiş bir örneğini vermesi, cidden hazindir...Her şeyi
söyledi, söylemediği bir tek şey var, bu mallar Halk Partisi’nin haklı iktisaplarıdır
demedi.”[165]
Menderes’in konuşmasının ardından yasa tasarısı aynı gün oylanarak
5 red oyuna karşılık, 341 olumlu oyla kabul edildi. 120 milletvekili de
oylamaya katılmadı.[166]
6195 Sayılı Kanun yürürlüğe girdiği tarihte malik olduğu bütün
menkul ve gayrimenkul mallarla para, haklar ve alacaklar ve sair kıymetler
hazine mülkiyetine intikal eder (madde:1). Birinci madde mucibince sözü edilen
değerler kimin yanında veya elinde bulunursa bulunsun Maliye Bakanlığınca
derhal el konulur (madde:2). Maliye Bakanlığınca el konulan gayrimenkullerin
topu kayıtları ve tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkuller de hazine adına
kaydolunur (madde:3). Bu yasa kapsamına giren mallara ilişkin bilgilerin on beş
gün içinde verilmesi zorunludur (madde:5). Bu malları kaçıranlar ve saklayanlar
ve bu fiillere iştirak edenler hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 276’ncı maddesinin
birinci fıkrasındaki hüküm uygulanır (madde:7)
6195 Sayılı Yasa yürürlüğe girmeden önce Ankara Barosu’ndan 31
avukat Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a bir telgraf çekerek bu yasayı Anayasa’nın
35. Maddesine dayanarak meclise geri göndermesini istediler. Üniversite
öğrencileri de Cumhurbaşkanı’na seslenen ve aynı istekte bulunan bir bildiri
yayınladılar.[167]
Hüseyin Cahit Yalçın, 17 Aralık 1953 tarihli Ulus’ta “Beyhude Zahmet”
başlıklı yazısında veto konusunu ele alarak, vatandaşların Cumhurbaşkanı Celal
Bayar’a telgrafla başvurarak yasayı veto etmesini istemelerini beyhude zahmet
olarak nitelendirerek, Cumhurbaşkanı Bayar’ın tarafsız biri olmadığını,
“Halkevlerinin Cumhuriyet Halk Partisi’nden alınması için basın
vasıtası ile yapılan müracaatların boşa çıktığını” dile getirmiştir.[168]
Nadir Hadi ise Cumhuriyet’teki “Bir Defa Tel Kopmaya” başlıklı
yazısında, yasayla meydana gelen olumsuz durumla ilgili olarak şunları yazıyordu:
“Sinirler son teline kadar gerilmiştir. Sanki yürütmeğe
çalıştığımız hürriyet rejimi değil de amansız bir intikam rejimidir. Her
tarafta yumruklar sıkılıyor, dişler bileniyor, boğucu feryatlar kulakları
tırmalıyor...Balkan komiteciliğini andıran ve güzel yurdumuza yakışmayan kin ve
nefret havasını kısa zamanda dağıtmak, sinirleri yatıştırmak mümkündür. Yoksa
intikam rejimi bir defa kök tuttu mu, onu topraklarımızdan söküp atmak bize çok
pahalıya mal olabilir...Büyük Millet Meclisi, Halk Partisi’nin vaktiyle tek
parti döneminde şu veya bu şekilde edindiği malları hazineye geri almıştır.
Büyük Millet Meclisi iyi mi etmiştir, fena mı etmiştir? Yürürlükteki
Anayasamıza göre bu sorunun cevabını önümüzdeki seçimlerde Türk Seçmenleri
verecektir”[169]
Zafer Gazetesi başyazarı Mümtaz Faik Fenik ise “Kanunsuzluğu
Bunlar Kanun Yapmışlar” başlıklı yazısında Hüseyin Cahit Yalçın’ı sert bir
dille eleştirerek yasa hakkında şunları yazacaktı;
“Bu ne cüret ve küstahlıktır ki şimdi, Demokrat Parti iktidarı
‘Hakimiyetten başlayarak milletin haklarını, gerçek sahibine iade ettiği için
suçlandırılmaktadır...Anayasa’yı yırtanlar kanunları ayaklar altına alanlar,
milli hakimiyet prensibini yumruklayanlar ve milli menfaatleri, kendi kâr ve
kisipleri için kullananlar, Hazineyi iliğine kadar soyanlar hep kendileri
olmuştur. Atatürk’ün mirasını, Atatürk’ün eserlerine ihanetler şöhret bulmuş ve
Lozan Konferansı zamanında, Duyunu Umumiye’yi müdafaa ettiği için İsmet
İnönü’den
‘hain-i vatan’ damgasını yemiş Hüseyin Cahit gibi bir adamın eline
teslim edenler, yine bizzat Halk Partisi ve onun başkanı İnönü’dür.”[170]
CHP, Başbakan Menderes’in iddiasına göre, 1933-1950 yılları
arasında, Halkevlerine yardım adı altında Genel Bütçe, özel idareler ve
belediyelerden 48.5 milyon lira ödenmişti. Maliye Bakanlığı’nın resmi
rakamlarına dayandırdığı iddiasına göre, bu mal ve paraların toplam
bedellerinin tutarı; en az 650 milyon lirayı bulmaktaydı.[171]
Seçimlerden önce çıkarılan 6195 Sayılı yasa ile ana muhalefet
partisini ekonomik açıdan zor durumda bırakmak planlanmıştı. Yasadan beklenen
fayda da 1954 seçimlerinde kendini göstermiş iktidar partisi, CHP karşısında
büyük bir zafer kazanarak böylece istediğini elde etmiştir.
1.2.2.
Atatürk’ü
Koruma Kanunu
Demokrat Parti’nin iktidar geldikten sonra ilk icraatlarından
birisi Arapça ezan yasağını kaldırmak olmuş, bu değişiklik bazı dinci
çevrelerce yanlış anlaşılarak, Atatürk Devrimlerinin birer birer ortadan
kaldırılacağı şeklinde yorumlanmıştı. Oysa iktidarın bu düzenlemedeki amacının,
CHP döneminin son uygulamalarını devam ettirerek, muhalefet yıllarında
savunduğu yasakçılığa karşı görüşlerini ve desteğini aldığı dindar çevrelerin
duygularını okşamak olduğu anlaşılmaktadır. Demokrat Parti’nin ilk yıllarında
demokrasi ve özgürlük adı altında bazı gerici güçlerin ve özellikle de Ticani
Tarikatı üyelerinin Atatürk’ün sadece düşünce ve uygulamalarına saldırmakla
kalmayıp fakat aynı zamanda onun heykellerine, büst ve fotoğraflarına
saldırılar düzenledikleri, söz ve yazı yoluyla hakarette bulundukları
anlaşılmaktadır. Bütün bunların yanı sıra, DP içinde Atatürk Devrimlerini
benimsememiş, hatta onun din, dil, Medeni
Kanun, Halifelik, din eğitimi, kılık-kıyafet reformu gibi
konulardaki uygulamalarına karşı çıkanlar az sayıda olsa bile vardı.[172]
Atatürk’e karşı yöneltilen saldırılar CHP iktidarı yıllarında
başlamış ve giderek artış göstermişti. Atatürk’ün ölümünden, DP’nin iktidara
geldiği 14 Mayıs 1950 seçimlerine kadar geçen 12 yıllık süre içinde O’nun
tinsel varlığına 51, fotoğraflarına 12, heykel ve büstlerine de 4 olmak üzere
toplam 67 saldırıda bulunulmuştu. Bu saldırılardan 20’si hakkında mirasçıları
tarafından kişisel dava açıldığı için takibat yapılmamış, 16’sında delil
bulunamadığı için takipsizlik kararı verilmiş, 9’u Türklükle beraber Atatürk’e
hakaret sayıldığı için mahkumiyetle sonuçlanmış, 2’si af yasasından
yararlanarak kamu davası düşmüş,28’i hakkında adli takibat sonucu hakkında bir
kayıt bulunamamış, 3 olay da adalete hiç ulaştırılmamıştı.[173]
Demokrat Parti’nin iş başına gelişinden, 14 Mayıs 1950 tarihinden
1 Nisan 1951 tarihine kadar geçen süre zarfında, Atatürk’ün heykel ve
büstlerine hemen hepsi Ticani Tarikatı üyeleri tarafından yapılan saldırıların
sayısı 9’u bulmuş, ayrıca tinsel kişiliğine 5 ve fotoğrafına 1 olmak üzere
toplam 15 saldırı olmuş ve bunların hepsi de adalete ulaştırılmış bulunuyordu.[174]
Atatürk ve Türk Devrimi’ne yapılan saldırıların artması ve bu
olayların Türk Kamuoyu ve özellikle de gençlik tarafından tepkiyle
karşılanması, hükümetin Atatürk ile ilgili bir yasayı gündeme getirmesinde etkili
olacaktı.
1951 yılı başlarından itibaren Atatürk heykel ve büstlerine karşı
yapılan saldırılarda artış olmuş, 23 Şubat 1951 tarihinde Kırşehir’deki Atatürk
büstü saldırıya uğramış ve bunun üzerine saldırıyı kınamak için 5 Mart’ta büyük
bir miting düzenlenmişti.[175]
Ankara’nın Eryaman Köyü, Aydın’ın Dalaman Bucağı ve Balıkesir’in
Burhaniye ilçesinde üst üste saldırılar düzenlenmişti. Bu saldırılara karşı ilk
tepki de Milli Türk Talebe Federasyonu’ndan gelmiş ve Federasyon bu saldırıları
önlemek üzere bir yasa çıkartılmasını istemişti.[176] Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti
de gericilikle daha etkili bir şekilde savaşılması gerektiği konusunda hükümeti
uyarmıştı.[177]
Hükümet bu gelişmeler üzerine harekete geçti ve Adalet Bakanlı’ğı
tarafından “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında yasa tasarısı” 29 Mart
1951 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Tasarı, 17 Nisan 1951’de Adalet Komisyonu’nda
kabul edildi. Menderes yapmış olduğu konuşmada “Millete mal olmuş böyle bir
insanın müdafaasının fani bir hemşireye” bırakılmayacağını söyleyerek tasarının
önemini savundu.[178] Yasa
tasarısının gerekçesinde, Türk Ceza Yasasının 488’inci maddesinin bu konuda
yeterli olmadığını belirterek;
“Atatürk’ün varlığına tecavüz edenler hakkında vicdanı ammeyi
tatmin edecek yeterlikte görülmediğinden bu tasarının hazırlanmasına lüzum
hasıl olduğu ” belirtiliyordu.[179]
Yasa Tasarısı 4 Mayıs 1951’de görüşülmeye başlandı. Tasarı
hakkında ilk sözü DP’li Selahaddin Adil aldı ve tasarı aleyhinde konuştu.
Atatürk’ün önemli işler yapmakla beraber, bazı yanlışları olduğunu iddia
ederek:
“Mustafa Kemal Paşa’nın idari, içtimai, siyasi hataları
bulunduğunu söylemek ve yazmaktan men edecek bir kanunu demokratik rejimi
benimsemiş olan bizlerin kabulüne bugünkü Meclis’te imkan olmamak icabeder. Bu
Meclis kürsüsünden acı acı şikayet ettiğiniz 27 senelik şeflik idaresi
mahzurlarını, memlekete yapılan fenalıkları, hakiki Cumhuriyetin ancak milletin
sağduyusuna dayanarak mevkii iktidara gelen bugünkü bir hükümette vücut
bulduğunu yüzlerce defa tekrar eden bizler değil miydik? Halk Partisi’nin
binbir yolsuzluğunu zikrederek Meclis’e hakim olan bu parti azalarının ne
surette intihap olunduğunu bilmiyor muyduk? Şimdi bu geçmiş idareye şeflik veya
diktatörlük demek tecavüz telakki olunarak söyleyeni ve yazanı hapse mi mahkum
edeceğiz? Daha dün Arapça olan ezanı, dini abidelerin açılmasını kabul eden ve
anlaşılmaz bir hale sokulan dilimizi doğrultmaya çalışan bizler değil miyiz?”[180] diyerek
yasanın demokrasi ilkelerine ters düşeceğini ifade etmiştir.
Başka bir DP’li milletvekili Arif Hikmet Pamukoğlu (Giresun) da
söz alarak Anayasanın, “Türklerin her türlü grup, sınıf, aile ve kişi
ayrılıkları kabul olunmaksızın eşit olduklarını” kabul eden 69’uncu maddesine
aykırı olduğunu iddia ederek; “Koca bir milletin emniyet ve asayişi bakımından
idaresine kafi görülen Ceza Kanunu, hukuki bakımdan nihayet bir Türk vatandaşı
olan Atatürk’ün emniyet ve asayiş yönünden Ceza Kanunu ile iktifa edilmeyerek
şahsi menfaatleri bakımından hususi bir kanun tedvini cihetine gidiliyor.”[181]
Tasarı hakkında konuşan Başbakan Adnan Menderes ise, tasarının
Atatürk’ün eleştirilmesini engellemediğini sadece “hakaret ve tenzil
hürriyetini ortadan kaldırmak” istediklerini, Atatürk’ün demokratik rejimi
hazırlayıcı bir devrim yaptığını, bu tasarı içinde demokrasiyi zedeleyecek bir
hükmün bulunmadığını belirterek;
“Muhterem arkadaşlar, teşevvüsleri önlemek için Atatürk
heykellerini hükümete bir hücum vasıtası olmaktan çıkarmamız çok yerinde
olur...” şeklinde konuştu.[182]
Muhalefet genel olarak tasarıya taraftar olmakla beraber,
heykellere yapılan saldırıların Cumhuriyet ve Türk Devrimi’ni hedef tuttuğunu
açıklıkla
belirtilmesi ve yalnızca şekli korumaya yönelik olan bu tasarının
değiştirilmesini önermiştir.[183]
İlk yasa tasarısı üzerinde yapılan tartışmalar üç noktada
toplanabilir: Birincisi, yasa ile memlekette yaratılmak istenen “Hükümetin
gericiliğe karşı güç verdiği” iddialarını çürütmek, ikincisi; “Hükümetin,
Atatürk’e ve O’nun Devrimlerine bağlı olduğunu kanıtlamak,üçüncüsü de; “kamu
vicdanını yeterince tatmin etmekten ibaretti. Yasa tasarısı yeniden görüşülmek
üzere, Adalet Komisyonu’na gönderildi. Bu yasa tasarısının Anayasaya aykırı
olup olmadığı incelendi. İnceleme sonucunda Komisyon’un DP’li üyelerinden
Ercüment Damalı, Rıfat Albay, Memiş Yazıcı, Muhsin Tümay, Reşit Turgut, F.
Hulusi Demirelli (Komisyon Başkanı), Yunus Muammer Alakant tasarının Anayasaya
aykırı olmadığı yolunda oy kullanırken, DP’li milletvekillerinden Ferit
Alpiskender, Ramiz Eren, Celal Yardımcı, Mithat Benker, Tarık Kozbek ve İsmail
Hakkı Akyüz ile CHP’li tek üye olan Faik Ahmet Barutçu tasarının Anayasaya
aykırı olduğu yolunda oy kullandılar. Komisyonda 7 olumlu 7 olumsuz oy
verilmesi üzerine, Başkanın oyu iki oy sayılarak tasarının Anayasaya aykırı
olmadığına karar verildi.[184]
Bu arada Ticanilerin Atatürk heykel ve büstlerine saldırılarında,
önemli artışlar olmuştu. Ticani Tarikatı üyesi demiryolu memuru, 23 Haziran
1951’de, Ankara’da kendi işyerinde bulunan iki Atatürk Büstünü kırdı. Başka bir
Ticani de Sıhhıye Zafer Meydanı’ndaki heykele balyozla saldırdı. Çubuk’taki
başka bir Atatürk heykeli de yine aynı günlerde saldırıya uğradı. Bu olaylar
sonucunda, Ticani Tarikatı Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve 11 Ticani tutuklandı.[185] Olaylara
tepki olarak 30 Haziran 1951 ‘de, Milli Talebe Federasyonu büyük bir miting
düzenleyerek üniversite gençliği ve halk Atatürk’e karşı yapılan saldırıları
kınadılar.[186]
Yapılan bu saldırılar basın tarafından da tepkiyle karşılandı.
İktidar yanlısı Zafer Gazetesi; bu saldırıların “CHP’ye kayıtlı Kemal Pilavoğlu
ve
adamlarının çıkardığını” iddia ederek, Ticanileri “Nur değil”,
“Zehir ve mel’anet saçanlar” olarak eleştirdi.[187] Mümtaz Faik Fenik: “Atatürk’ü
hedef onun inkılâplarına kastedenlere karşı bir müeyyide istiyoruz. Çünkü O’na
karşı yapılan her tecavüz amme vicdanının yaralamaktadır.” diyerek tasarının gerekliliğinden
bahsetti.[188] Nadir
Nadi de Cumhuriyet’teki “Artık Yeter” başlıklı yazısında bu saldırıları
kınayarak; “irticaya avans verme bahsinde ilk adımı Halk Partisi’nin attığını,
burada birkaç defa yazdığımı hatırlıyorum. Şunu kesin söyleyeyim ki, Halk
Partisi’nin işlediği hata, daha sonra Demokrat Parti Hükümeti’nin aynı yolda
işlediği hataları mazur görmemiz için bir sebep sayılamaz. Bu gün göze batan
realite şudur: Din meselesi altında demokrasiye medeni haklarımıza,
hürriyetimize, inkılâplarımıza ve inkılâplarımızın sembolü Aziz Atamıza alenen
saldırılmaktadır.”[189]
Yasa tasarısı TBMM’de görüşülürken bir yandan da kamuoyunun da
desteği sağlandıktan sonra tasarı yeniden gündeme getirilmiştir. 9 saat süren
oturumun sonunda bu yasa; 50 red, 6 çekimser oya karşı 232 olumlu oy ile kabul
edilmiştir.[190] Atatürk
Yasası olarak bilinen 5816 Sayılı kanun 31 Temmuz 1951 tarihinde yürürlüğe
girecekti.
Yasaya göre, Atatürk’ün anısına alenen hakaret eden veya söven
kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile; heykel, büst ve abideleri veya
Atatürk’ün mezarını tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten bir kimse bir
seneden beş seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılmaları
öngörülüyordu. Bu yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimseler de
asıl fail gibi cezalandırılacaktı. İki veya daha fazla sayıda kişinin halka
açık yerlerde yaptıkları saldırılarla, basın yoluyla işlenen suçlarda cezaların
yarı yarıya;eylemlerin zor kullanarak gerçekleştirilmesi durumunda, bir kat
daha arttırılması gibi hükümler kabul edilmişti.[191]
16 Eylül 1951 tarihinde, boşalan milletvekillerinin yerini
doldurmak üzere on yedi ilde seçim yapılacaktı. Ara seçimlerin yapılması
konusunun görüşüldüğü 26 Haziran 1951 tarihindeki DP Grup toplantısında
seçimlerin 2,5 milyon lira masrafa yol açacağı bu sebeple ertelenmesi görüşünü
savunanlarla, ara seçimlerin anayasa emri olması sebebiyle yapılması
gerektiğini düşünenler, yaptıkları konuşmalarla görüşlerini Gurub’a aktardılar.
Grup’ta yapılan oylama neticesinde seçimlerin ertelenmesi hakkındaki önerge
120’ye karşı 130 oyla reddedildi.[192]
CHP,5830 Sayılı yasanın kabulünden sonra seçimlere girip girmeme
konusunda oldukça kararsız bir tutum sergilemekteydi. Nadir Nadi
Cumhuriyet’teki “Bir Vazife”adlı yazısında CHP’nin ara seçimlere katılmaktan
çekinmeksizin hazırlanmasını ve birkaç gün içinde başlayacak olan seçim
kampanyasında üzerine düşen vazifeyi yapmasını istemiştir.[193]
Ara seçimlerde DP Genel Merkezi aday göstermeyerek demokrat bir
uygulamaya gitti ve aday belirlenmesinde örgütünü serbest bıraktı. Buna karşın
CHP14 Mayıs 1950 seçimlerinde meclis dışı kalmış olan tüm önemli kişileri aday
gösterdi. Bu kişiler arasında,Nihat Erim, Cavit Oral, Cemil Sait Barlas,
Necmettin Sadak gibi eski Bakanlar da vardı.[194] Millet Partisi de 18 Ağustos
1951 tarihinde açıkladığı aday listesinde, bu partinin 17 ilden 11’inde seçime
katılacağı belirtildi.[195]
Ara seçimler için yapılan propaganda sırasında en çok göze çarpan
unsur, dini temaların işlenme yoğunluğu oldu. 2 Eylül 1951 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi’nde Necdet Evliyagil seçim propagandası sırasında her iki partinin de
dini nasıl politikaya alet ettiklerini örneklerle gösterdi. Bilecik’te “CHP,
türbeleri bizler açtık derken DP’liler de Arapça ezanın, din derslerinin ve radyoda
Kuran’ın okutulmasının DP eseri olduğunu ileri sürüyorlar, “Böylece Halk
Partililer dini siyasi çıkarlar için kullanmanın aleyhinde değillerdi, fakat
Demokratlar iktidar partisi oldukları için bu yarışmada daima CHP’yi
yeniyorlardı. Bunun sonucu olarak CHP bu taktikten vazgeçti ve Atatürkçülüğe
döndü.[196]
Ara seçimler16 Eylül 1951 tarihinde 17 ilde yapıldı. Resmi
makamlara göre seçimlerdeki seçmen sayısı 3.168.423 idi. Bunlardan 1.778.857’si
oy kullanmış ve katılım oranı %54.14’te kalmıştı. Bu seçmenlerden 937.288’inin
DP’ye oy verdiği ve bu partinin toplam oyların %52.69’unu; CHP’nin 687.668 oy
ile oyların %38.65’ini, MP’nin de 142.359 oy alarak oyların %0.8’ini;
Bağımsızlar’ın ise 10.323 oy ile oyların %0.58’ini aldıkları anlaşılmıştı.[197]
Seçim sonuçlarına göre, DP 17 ildeki 20 milletvekilliğinden
18’ini, CHP 2 milletvekilliği (Sivas-Sinop) kazanırken (Reşat Şemsettin
Sirer-Sivas, Muhtar Acar-Sinop), Millet Partisi ise Meclis’e hiç temsilci
sokamadı.[198]
Ara seçimler sonucunda DP’den milletvekili seçilenlerin adları ve
seçildikleri iller şöyledir: Cevat Ülkü, Navil Geveci, Lütfi Ülkümen
(Aydın);Mücteba Iştın (Balıkesir); Yümnü Üresin (Bilecik); Nusrettin Barut
(Bitlis); Kenan Yılmaz (Bursa); Nusret Kirişçioğlu (Çanakkale);: Baha Akşit
(Denizli);: Ekrem Baysal (Eskişehir); A. Kemal Varınca (Gümüşhane); Hadi
Hüsman, Seyfi Oran (İstanbul); Pertev Arat (İzmir); Ziya Termen
(Kastamonu); Elvan Kaman (Kırşehir); Natık Poyrazoğlu (Muğla);
Esat Kerimol (Zonguldak).[199]
1.2.4.
DP’nin
Üçüncü Büyük Kongresi
Demokrat Parti’nin üçüncü büyük kongresi 1950 zaferinden sonra
yapılan ilk büyük kongre olması bakımından özel bir öneme sahip olan üçüncü
büyük kongre, 15 Ekim 1951 tarihinde Ankara’da Büyük Sinema Salonunda
toplanmıştır. Kongrenin açılışında 1375 delegeden 1160’ı hazır bulunmuşlardır.
CHP’nin temsilcileri olarak Zihni Betil, Cavit Oral, Cemil Sait Barlas da
kongreye katılmışlardı. Kongre başkanlığına, Ankara Belediye Başkanı Atıf
Benderlioğlu seçildi.[200]
Genel idare Kurulunun hazırladığı gündemde; program, tüzük, hesap
ve bütçe, istekler başlığı altına dört komisyonun seçileceği öngörülmüştü.
Delegeler, muhalefet kongrelerinin geleneğine uyarak bir de ana davalar
komisyonu oluşturdular. Çalışmalar altı gün sürdü ve 20 Ekim 1951 akşamı son
buldu.[201]
Demokrat Parti üçüncü büyük kongresinde ilk iki kongrede olduğu
gibi isteyen delege söz aldı, istenilen konularda, dilendiği kadar konuşuldu.
Delegelerin konuşmaları arasında en çok alkışı alan Sabri Conkay; 22 yaşından
küçüklerin partiye üye olarak alınmamasını, 18-22 yaşları arasındaki gençler
içinde partiye bağlı bir gençlik teşkilatı kurulmasını önermişti. Diğer
delegeler de birçok konuda isteklerini dile getirdiler. Emir erlerinin
kaldırılması, okullarda din derslerinin okutulması, mason derneklerinin
kapatılması gibi konular gündeme getirildi.[202]
Demokrat Parti üçüncü büyük kongresinde yaşanan en ilginç gelişme
İçişleri Bakanı Halil Özyörük’ü istifaya götüren gazete haberiydi. Ulus
Gazetesi’nde yazılan habere göre, Bakan Özyörük, eşine resmi bir araba tahsis
etmişti.Yayınlanan bu haber resimlerle de ispat edilince İçişleri Bakanı Halil
Özyörük görevinden istifa etmek zorunda kaldı.
Demokrat Parti Üçüncü Büyük Kongresi’nin son günü olan 20 Ekim
1951 tarihinde, DP Yüksek Haysiyet Divanı, Merkez Haysiyet Divanı için seçimler
yapılmış ve Ana Davalar Komisyonu Raporu kabul edilmiştir. Bu seçimler
sonucunda, seçimlere 871 delege katılmış, Parti Genel İdare Kurulu üyelikleri
ve verilen oylar şöyle dağılmıştır:
Adnan Menderes (827), Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu (760), Fuad
Köprülü (734), Refik Koraltan (687), Celal Ramazanoğlu (669), Samet Ağaoğlu
(589), Sıtkı Yırcalı (571), Refik Şevket İnce (369), Fethi Çelikbaş (338), Atıf
Benderoğlu (331), Emin Kalafat (321), Kamil Gündeş (247), Tevfik İleri (236),
Rıfkı Salim Burçak (226), Mustafa Zeren (223).[203]
1.2.5.
Millet
Partisi’nin Kapatılması
Millet Partisi ilk defa 20 Temmuz 1948 tarihinde DP’den ayrılan
İstanbul milletvekili Mareşal Fevzi Çakmak’ın fahri başkanlığında, Enis
Akaygen, Hikmet Bayur, Kenan Öner, Mustafa Kentli, Osman Bölükbaşı, Osman Nuri
Köni, Emekli General Sadık Akdoğan tarafından kuruldu.[204]
Millet Partisi’nin programı incelendiği zaman, bu partinin,
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Liberalizm ve adalet ülkülerine bağlı olduğu
(madde1), insan hak ve özgürlüklerini sınırlayan ve ortadan kaldıran yasaların
iyileştirilmesine ve değiştirilmesine çalışacağı (madde2), toplumsal düzenin
kurulmasında “itikadların, ahlakın, geleneklerin, örf ve adetlerin büyük
hislerini tanıyacağı” ve bunların sık sık değişmesini devletin nüfuz sahası
dışında bırakılması gerektiğine inanan (madde7) bir parti olduğunu belirterek,
programın 8’inci maddesinde, “parti ,din müessesesine ve milli ananelere
hürmetkardır.” denilmekte idi. Millet Partisi’nin bu programı ile CHP ve DP’nin
içindeki tutucu ve dinci kesimleri çekmek amacında olduğu anlaşılmaktadır. 10
Nisan 1950 tarihinde, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ölümü nedeniyle, MP bir hayli
sarsılmıştır. Millet Partisi, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, iktidarı ve DP’ye
sert eleştiri ve suçlamalar yöneltmiş, ancak seçimlerde büyük bir hayal
kırıklığına uğramış, 240.209 ile Türkiye genelinde %3 oy alarak yalnızca
Kırşehir’den Osman Bölükbaşı milletvekili seçilebilmişti.[205]
Millet Partisi kısa bir süre sonra giderek dinci ve gerici
kesimlerin denetimine girmeye başlamış, 14 Nisan 1951 tarihinde İstanbul İl
Kongresi’nin Fatiha okunarak açılması, tepkilere neden olurken, 5 Mayıs’ta da
“müfrit politikacı Sadık Akdoğan’ın “MP iktidara geçerse, Meclis’ten çıkmış
dinle ilgili bütün kanunları kaldıracaktır.”[206] şeklinde bir açıklama yapması
Parti hakkındaki şüpheleri iyice artırmıştır.
Millet Partisi’nin 15 Mayıs 1951 tarihinde Ankara’da Dördüncü
Büyük Kongresi’nde parti içi mücadeleler ön plana çıkmaya başladı. Millet
Partisi’nin Eski Genel Başkanı Prof. Hikmet Bayur, partinin ideolojisinin
olmadığının ya inkılâpçılığı ya da muhafazakarlığı şiar edinmesi gerektiği
üzerinde durdu. 22-28 Haziran 1953’te toplanan Beşinci Büyük Kongresinde Bayur
ve inkılapçı kesimi oluşturanlar parti programının bazı maddelerinin değişmesi
için önergeler verdilerse de hedeflerine ulaşamadılar ve partiden
ayrıldıklarını açıkladılar.[207] Millet
Partisi Ankara İl Başkanı Hüseyin Orak da, Millet Partisi’nin gizli bir
dosyasından söz ederek bu partinin iktidara geldiği taktirde, Medeni Kanunu
kaldıracağı, şeriati, saltanatı ve halifeliği geri getireceği, İslam Birliği’ni
kuracağı, Arap harflerini yeniden kabul edeceği yolunda açıklamalarda bulunmuş
ve partisinden istifa etmiştir. Olaylı geçen Beşinci Büyük Kongre sonunda Genel
Başkanlığa Dr. Mustafa Kentli seçilmişti.[208]
Bu olaylar üzerine, Cumhuriyet Başsavcılığı 3Temmuz 1953
tarihinde, MP’li Osman Bölükbaşı ve Fuat Arna’nın ifadelerini almış, MP genel
merkezi aranarak, 40-50- dolayında gizli dosyaya el konulmuş ve 8 Temmuzda da
Millet Partisi’nin bütün teşkilatları 5. Sulh Ceza Mahkemesi kararı ile geçici
olarak kapatılmıştı.[209]
Zafer Gazetesi yazarı Mümtaz Faik Fenik’e göre, “Parti Değil Adi
Bir İsyan Çetesi” adlı yazısında MP Genel Başkanı Mustafa Kentli’yi şiddetle
eleştirerek şunları yazmıştı:
“Mustafa Kentli, saltanat ve hilafetin en koyu devirlerinin
hasreti içindedir. Onunla yanıp tutuşmaktadır... Gizli dosyalardaki ifşaat
göstermiştir ki, bu partinin ihtilalci metodlarla hareket eden gizli tertipler
kuran faşist bir partidir. Parti değil, doğrudan doğruya bir çetedir. Çünkü
Türk Milleti’nin varlığına, hayatına, istikbaline ve medeniyet dünyası içindeki
mevkiine kastetmiştir.”[210]
Millet Partisi’nin kapatılması kararına parti genel başkanlığı
tarafından yapılan itiraz Ankara 3. Sulh Mahkemesi tarafından reddedildi. Millet
Partisi’nin yargılanması yedi ay sürdü. Mahkeme Millet Partisi’nin dini esasa
dayanan ve gayesini saklayan bir parti olduğu hükmüne vardı.[211]
27 Ocak 1954 tarihinde karara bağlanan davanın sonucunda, parti
yöneticilerinden Dr. Mustafa Kentli, Enis Akaygen, Fuat Arna, Ahmet Tahtakılıç,
Ertuğrul Akça, Lütfi Bornovalı, Suphi Batur, Yesari Bilgisev, Nurettin
Ardıçoğlu’nun 4919 Sayılı Dernekler Yasası’nın 9’uncu maddesinin
(b) ve (d) fıkraları ve aynı yasanın 5977 Sayılı Yasa ile değişen
33. Maddenin birinci fıkrası ve TCK’nın 526’ncı maddesinin (i) fıkrası
gereğince, birer gün hapis cezasına çarptırılmalarına; Akaygen ve Bilgisev’in
65 yaşlarını doldurmaları nedeniyle cezalarının ertelenmesine, Galip Bilge,
Mehmet Ali Derman, Cemal Işlak ve Hasan Dinçer’in beraatlerine, Parti merkez,
ocak, bucak, il, ilçe dahil bütün merkez şubelerinin kapatılmalarına karar
verildi.[212]
Kapatılan Millet Partisi üyeleri yeni bir parti kurmakta
gecikmedi. 10 Şubat 1954 tarihinde kurucularını Millet Partisi’nin son Genel
İdare Kurulu üyelerinden oluşan “Cumhuriyetçi Millet Partisi” kuruldu.[213]
1.2.6.
Genç
Demokratlar Teşkilatı
Halkevleri kapatılana kadar CHP-Halkevleri ilişkisi, politikaya
ilgisi olan genç kesimin CHP tarafından kazanılmasını sağlıyordu. Halkevleri
kapatılınca genç kesimin özellikle üniversitelilerin, partinin gelişmesine ve
propaganda çalışmalarına olan katkıları devam etti. Demokrat Parti ise genç
kesimin oyunu almakta güçlük çekiyordu. Özellikle seçim dönemlerinde
çalışmalarına ihtiyaç duyulan genç kesim DP tarafından kazanılmalıydı.[214]
Bu amaçla DP’nin 9. Kuruluş Yıldönümü olan 7 Ocak 1954 tarihinde,
Ankara yükseköğrenim gençliğinden bazı öğrenciler, Gar Gazinosu’nda toplanarak,
Genç Demokratlar Teşkilatı’nı kurduklarını açıkladılar.[215]
Genç Demokratlar Teşkilatı’na üye olabilmek için 28 yaşından küçük
olmak gerekiyordu. Teşkilat bütün gençlere açıktı: “Bir zümre partisi olmayan
Demokrat Parti, bütün halk tabakalarına hitap etmektedir. Bu sebeple Genç
Demokratlar Teşkilatı, Parti teşkilatının bulunduğu her yerde herkesi partiye
ısındırmak zorundadır. Teşkilatın amacı, genç unsurlara içtimai ve siyasi
hayatlarında lüzumlu olan siyasi eğitimi vermektir.”[216]
Genç Demokratlar Teşkilatı, DP’den ayrı bir siyasi teşkilat olarak
kurulmamış olduğu için bu teşkilatın ideolojisinde DP’nin ideolojisi ile
aynıydı. Genç Demokratlar Teşkilatı’nın yapısı, parti örgütüne benzemekle
birlikte daha basitti. DP Genel İdare Kurulu tarafından denetlenecek Genç
Demokratlar Teşkilatı üyelerinin her kesimden seçilmesi öngörülmüştü. İl
teşkilatları 9, ilçe teşkilatları 5’er üyeden oluşacaktı. Genç Demokratlar
Teşkilatı’nın üyeleri gizli oy ile seçilecek ve organlar bir yıl süre ile görev
yapacaktı. Teşkilata üye olacak adaylardan DP ile birlikte çalışacaklarına dair
söz alınacaktı. Genç Demokratlar Teşkilatı’nın amaçları şöyleydi:
1-Gençler arasında politika
eğitimini, konuşma ve dinleme adabını yaymak,
2-Memleketin kültürel, sosyal
ve ekonomik meselelerini siyasi eğitimin gerektirdiği usuller dairesinde
müzakere ve münakaşa etmek,
3- Bu çalışmalardan elde edilen
bilgi ve tecrübeleri yaymak,
4-Türk İnkılâplarını korumak,
5-Yurtiçi ve dışında bulunan
benzeri gençlik teşekkülleri ile ilişkiler kurmak.
Genç Demokratlar Teşkilatı’nın çalışma konuları ise şöyle
belirlenmişti:
1-
Demokrat
Parti tüzük ve programını tatbik etmek,
2-
Demokrat
parti’nin göndereceği veya tavsiye edeceği yayınları incelemek,
3-
Üyelerinin
muhitlerinde duydukları haber ve havadislerin doğruluğunu arkadaşları ile
birlikte münakaşa ve müzakere etmek,
4-
Memleketi
tanımak için ortak geziler, ziyaretler düzenlemek,
5-
Üyeler
arasında bağlılığı arttırmak amacıyla, eğlenceler tertip etmek ve her türlü
çalışmalarında “usulü dairesinde” siyasetle uğraşmak.[217]
Başbakan Menderes, 17 Ocak 1954 tarihinde, Ankara Türk Ocağı
Merkezi’ni açtı. Türk ocakları ile Genç Demokratlar Teşkilatı arasında sıkı bir
ilişki kurulduğu ve Başbakan’ın bu konuya büyük önem verdiği bilinmektedir.
Demokrat Parti, bir zamanlar CHP’nin Halkevleri’nde yaptığı gibi, bu kurumları
siyasi bir okul ve parti için potansiyel bir güç olarak kullanmayı amaçlamıştı.[218]
1.2.7.
İktidar-Muhalefet
İlişkileri (1950-1954)
DP ve CHP arasındaki ilişkiler 14 Mayıs 1950 seçimlerinden hemen
sonra gergin bir havaya girdi. CHP, 27 yıllık iktidardan, DP ise dört yıllık
şiddetli muhalefetten sonra yeni rollerine uyum göstermekte zorluk
çekiyorlardı. Menderes Hükümeti kendini, milli iradenin temsilcisi ve ülkeyi
değiştirme göreviyle yükümlü olarak görüyor ve kendisinden önceki CHP gibi o
da, muhalefetten bu süreç içinde, küçük bir ortak olmasını bekliyordu. CHP,
1946 seçimlerinden sonra ülkede yaygın desteğe sahip olmadığının farkındaydı.
DP ise çoğunluğu temsil ettiği kanısındaydı ve demokrasi anlayışına göre bu
çoğunluk kendisine gerekli gördüğü her şeyi yapmak için mutlak bir yetki ve
meşruiyet vermişti.[219]
TBMM’de büyük bir çoğunluğunu elinde bulunduran DP, gücünü ve
egemenliğini çok açık bir şekilde ortaya koymakta idi. Bundan dolayıdır ki DP,
kendi içindeki siyasi sorunlar dışında, muhalefetin ağır siyasi baskıları ile
karşı karşıya kalmamış, gerek TBMM içinde ve gerekse dışında, serbestçe iktidar
olabilmenin rahatlığını yaşamıştır. Bu dönemde gerçekleştirilen ekonomik
gelişmeler bir yandan gelecek seçimler için DP’ye önemli güvenceler sağlarken,
öte yandan bu partinin muhalefete karşı sert bir tutum izlemesine neden
olmuştur. bu dönemde hükümet ile ana muhalefet partisinin TBMM’ye danışmadan
Kore’ye asker gönderme kararı, asker ve bürokratik kadrolarda yapılan atama ve
sürgünler, Halkevleri ve CHP’nin mallarına el konulmasını öngören yasalar, Köy
Enstitüleri’nin ve Millet Partisi’nin kapatılması gibi önemli sorunlar yer
almıştır. Demokrat Parti kendisine yapılan eleştirileri, TBMM’deki çoğunluğu
sayesinde önemsememiş ve halkın büyük desteğini de alan siyasi iktidar bu
dönemde başarılı bir sınav vermiştir.[220]
1.2.8.
1954
Genel Seçimleri ve Sonuçları
1954 yılının Mart ayı sonundan itibaren Türk Siyasi hayatı genel
seçim öncesinin hummalı havasına girmişti. 28 Mart’ta Demokrat Parti ve
Cumhuriyet Halk Partisi’nin yoklamaları yapıldı. Bu iki partiye aday olmak için
14.000 kişi müracaat etti, yoklamalar yapılıp adaylar seçildikten sonra
bunların bir kısmı merkezin arzusuna uyarak adaylıktan geri çekildiler. Böylece
Genel Merkez’e kontenjan tanınmış oldu. 12 Nisan’da kesin listeler ilan edildi.
Demokrat Parti’nin 256 milletvekili yeniden aday oldu. Orgeneral Nuri Yamut,
Hikmet Bayur, Behçet Uz, Nuri Demirağ, Lütfi Kırdar, Ahmet Tekelioğlu, Rauf
Onursal, Ord. Prof. Kara Kemal gibi tanınmış birtakım kimseler Demokrat Parti
listesindeydiler.[221]
Hükümet seçimler öncesinde, haftalık paralı tatil hakkını
yasalaştırmış, toprak dağıtımına büyük bir hızla devam edilmiş, traktör başta
olmak üzere tarım araç ve makinelerinde önemli artışlar sağlanmış, bunun sonucu
olarak, üretimde daha önceki yıllara göre büyük bir artış gerçekleştirilmişti.
4 Nisan 1954’te Samsun Limanı’nın temeli atıldı. 22 Nisan’da Celal Bayar
İzmit’teki üçüncü kağıt fabrikasını hizmete açtı. 26 Nisan’da Mersin Limanı’nın
inşaatına başlandı.[222]
CHP ve DP bütün illerde Cumhuriyetçi Millet Partisi 40 ilde,
Türkiye Köylü Partisi 19 ilde seçimlere katılma kararı aldı.
Demokrat Parti seçim kampanyasını temel olarak 1950-1954
arasındaki dört yıllık hizmetlerine oturttu. Celal Bayar Samsun Limanı’nın
temel atma töreninde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
“Bir tarihte Samsun’a geldim. Meşhur fırtınalardan kestane karası,
çıkamıyoruz. Yabancı bayraklı bir gemiden dalgıç kıyafetli birisi denize
atladı, karaya çıktı. İşadamıymış. Randevusu varmış. İstanbul’a yetişecekmiş.
Milli gururum rencide olmuştu. Şimdi Samsun Limanı’nın temelini atıyoruz. Bu
işin sırrı milli iradenin sizin elinizde tecellisidir.”
Adnan Menderes ise Erzurum’da yaptığı
ilk seçim konuşmasında;
“Partimiz yalnız dört senelik icraatıyla CHP Hükümetleri’nin
topyekün icraatının karşısına çıkıp rakamlarla dövüşmek imkanına sahiptir.”
diyerek, kendi hükümetleri döneminde, ekonomide görülmemiş bir kalkınma
sağladıklarını dile getiriyordu. DP seçim kampanyaları boyunca ekonomide
“görülmemiş kalkınma” yı, rejim konusunda da “milli iradeni tecellisi olayı” nı
propaganda malzemesi yapmıştır.[223]
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü seçim kampanyasını açan Malatya
nutkunda partilerini ilgilendiren iki önemli konuyu açıkladı.
“1954 seçimlerini Türk Milleti için yeni bir imtihandır. Bu
imtihanı şerefle vermek vazifemizdir. CHP vazifeyi sorumluluk duygusu içinde
ifa etmeye hazırlanmıştır.”
Daha sonra rejim konusundaki isteklerini sıraladı başlıca eksiklik
güven idaresi idi. Partizan idare kaldırılmalı, anayasa değişiklikleri
yapılmalı ve Anayasa Mahkemesi kurulmalıydı. Yargıç güvencesi ve basın
hürriyeti yasal yolla sağlanmalıydı. İnönü yabancı sermaye konusunda Hükümet’i
eleştirerek konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Tarihte yabancılar kapitülasyon korumacılığı ile Türkiye’yi
istismar ettiler. Yeni devirlerde yerli vatandaş gerçek dışı ve güvensiz
usullerle ıstırap çekecek ve yabancı sermaye özel kanunların korumasında
yaşayacaksa kendi elimizle yerli sermayeyi yabancı olmaya zorlarız. Yüzyıllarca
denenmiş sakıncalı usullerin marifet gibi yeniden getirilmesine teşebbüs
edileceğini asla tahmin edemezdik.”171
Genel seçimler 2 Mayıs 1954 Pazar günü sakin bir ortamda yapıldı.
Türkiye genelinde toplam; 10.262.063 seçmenden, 9.095.617’sinin, 43.174
sandıkta oy kullandığı, kadınların bu seçimlerdeki katılımının çok yüksek
olduğu, DP’nin oyların 1.000.000 dolayında arttırarak oylarını %55.22’den
%58.42’ye çıkardığı; CHP’nin ise; %39.59’dan %35.11’e düştüğü ve yalnız Kars,
Malatya ve Sinop illerinde tam liste halinde kazandığı anlaşılacaktı.
Seçimlerin resmi sonuçlarına göre, DP’nin toplam oyların 5.313.659’unu alarak,
541 milletvekilliğinden 503’ünü, CHP’nin 3.193.471 oy alarak 31
milletvekilliğini, CMP’nin de 480.249 oy ile 5 milletvekilliğini kazandığı;
Bağımsızlar’ın ise 56.393 oy alarak 2 üyelik kazanabildikleri anlaşılmıştı.
Aynı sonuçlara göre, KP’ye 50.935, İP’e de 910 oy verildiği görülmüştü.172 (Bkz. Tablo:2)
(Tablo:2) 1954 Genel Seçim Sonuçları
Seçmen Sayısı |
10.262.063 |
|
|
Oy Kullanan |
9.095.563 |
||
Katılım Oranı |
%88.63 |
||
PARTİLER |
Aldıkları Oy Toplamı |
Aldıkları Oy Oranı (%) |
Kazanılan
Milletvekilliği Sayısı |
DP |
5.313.659 |
58.42 |
503 |
CHP |
3.193.471 |
35.11 |
31 |
CMP |
480.249 |
5.28 |
5 |
KP |
50.935 |
0.56 |
|
İP |
910 |
0.01 |
|
BAĞIMSIZLAR |
56.393 |
0.62 |
2 |
TOPLAM |
9.095.563 |
100 |
541 |
171 TOKER, a.g.e., s.300.
172 AYIN
TARİHİ, No:246, s.30.
1954 seçimleri DP’nin yıldızının en çok parladığı andı. İlerleyen
yıllarda ise DP’nin yıldızının sönmeye başlaması iki ana etken yüzünden olacaktı.
Bunlar, büyüyen ekonomik bunalım ve egemen seçkin sınıfın bazı kesimlerinin,
özellikle de aydınlar ve ordunun hükümetten soğumasıydı.[224]
Demokrat Parti Türk Siyasi hayatını uzun yıllar yönlendiren,
etkileri günümüze kadar uzanan bir dönemin mimarı olmuştur. devlet ağırlıklı
bir yönetim biçiminden toplum ağırlıklı bir siyasal sisteme geçiş süreci içinde
önemli bir dönüşüm noktası olan Demokrat Parti dönemi, Türkiye’de demokratik
rejimin biçimlenmesinde ve sosyal hayatın etrafında döndüğü temel eksenin
değişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. DP’nin toplumun
demokratikleşmesinde temel bir rolü olduğu yadsınamaz ancak CHP’nin devlet
partisi olduğu için eleştiren demokrat Parti, kendi iktidar döneminde partinin
devleti anlayışına yönelmiştir. Sonuç olarak olumlu ve olumsuz etkileriyle
Demokrat Parti, Türk siyasal yaşamın halen izlerini derinden taşıdığı popülist
dönemin öncüsü olmuştur.[225]
DIŞ POLİTİKADAKİ GELİŞMELER
2.1-
Dünya
Savaşından Sonra Türkiye (1945-1950)
İkinci Dünya Savaşı’na kadar dünyanın siyasi merkezinin Avrupa
olmasına karşın Savaş sonrası durum Avrupa’nın çöküşünü getirmiştir. Savaştan
galip çıkan Avrupa devletleri bile, iktisadi ve siyasi güçlerini yitirmişlerdi.
Savaş sonrası ABD artık dünyanın en güçlü devleti durumuna gelmişti. Savaş, bir
yanda ABD ve Sovyetler Birliği’ni, Avrupa’nın kaderine yön verecek duruma
getirmiş, diğer yandan geleneksel uluslararası düzenin çok önemli
değişikliklere uğramasına yol açmıştır. Alman, İtalyan ve Japon faşizminin
dünya egemenliği hedeflerine karşı savaşa giren devletler, ortak tehlike geçer
geçmez belirginlik kazanan sistem, görüş ve menfaat ayrılıkları içine
girmiştir. Savaşın son yıllarından itibaren derinleşen bu ayrılıklar savaş
sonrası dünyasını şekillendirmede önemli rol oynamıştır.[226]
Savaşın sonunda ortaya çıkan iki süper gücün liderliğinde
Doğu-Batı Blokunun oluşması ve iki blok arasındaki ilişkilerin soğuk savaş
şeklinde cereyan etmesi yeni uluslararası sistemin belirleyici özelliği
olmuştur. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış
politikalarına yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin düzenlenmesinde etkili
olmuştur. Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına
egemen olan ve ona istikamet veren esas unsur savaş sonrası Avrupa dengesinde
meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki
istekleridir.[227]
2.1.1.
Türkiye
Üzerindeki Sovyet Tehdidi
Savaş sonrası açıkça belli olmuştu ki ilişkilerin yerleşmesinde
müttefiklerin durumu Türkiye’yi etkileyecekti. Savaş sonuna doğru Sovyetler
Birliği Türkiye hakkındaki planları için Batı güçlerinden destek sağlama
çabasına girişmişti. Ne Churchill ne Roosvelt ne de Truman bu konuda Sovyetler
Birliği’ne kesin niyetlerini açıklamamışlardı. Churchill özellikle
Yunanistan’ın İngiliz etkisi altında olmasını isterken Türkiye hakkında kesin
bir görüş belirtmemişti. Ayrıca, İngiltere ve ABD Yalta Konferansı sırasında
Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile oluşturulan durumun, Sovyetler Birliği lehine
değiştirilebileceğini dile getirmişlerdi. Bütün bunlar Sovyet lideri Stalin’e
Türklerin Batı desteğinden yoksun olduğu izlenimini vermişti.[228]
Almanya’nın yenilmesiyle Avrupa dengesinde meydana gelen boşluktan
yararlanan Sovyetler, Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’ye karşı da emperyalist
emellerini açığa vurmaktan çekinmemiştir. 19 Mart 1945’te, 1925 tarihli Türk-
Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Paktı’nı feshetmiştir. Bunun üzerine
Sovyetler Birliği’ne verdiği cevabı nota da, iki ülke arasındaki dostluk ve iyi
ilişkilerin devamı için yeni bir anlaşma yapılabileceğini bildirmiştir. Ancak
çok geçmeden Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler
vermeden Sovyetler Birliği ile antlaşma yapılmasını imkânsız olacağı ortaya
çıkmıştır. Nitekim 1945’te Molotov, Büyükelçi Selim Sarper’e iki ülke arasında
yeni bir antlaşma yapılabilmesi için Boğazların Türkiye ile birlikte
savunulması, bunu sağlamak içinde Sovyetlere Boğazlarda deniz ve kara üsleri
verilmesi, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler
Birliği’ne iade edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Kabul edilmesi mümkün
olmayan bu isteklerin Türk Hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine, Sovyetler
Birliği Türkiye üzerinde siyasi baskı yapmaya başlamıştır.[229]
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Sovyetler Birliği
liderlerinin savaş sonrası sorunlarını çözümlemek için toplandıkları Potsdam
Konferansı’nda, Sovyetler, Türkiye’nin zayıf olduğu gerekçesiyle serbest geçiş
için gerekli garantiyi sağlayamadığını, bu sebeple Boğazların Sovyet Rusya ile
Türkiye’nin ortak kontrolü altına konulmasını isteyerek Boğazlardan askeri üs
talep etmiştir.[230] Potsdam
Konferansı’nda İngiltere Başbakanı Churchill, Sovyetler Birliği’nin Boğazlar
meselesine, yalnız kendisi ile Türkiye’ye ait iki taraflı bir mesele olarak
bakmasına itiraz etmiş, onun bu görünüşüne Truman da katılmıştır. Sovyetlerin
Boğazlarda üs istemek konusundaki istekleri üzerine tarafların görüşlerini
birleştirmeleri mümkün olmamıştır. Toplantıya katılan her üç devletin Boğazlar
hakkındaki görüşlerini Türkiye’ye ayrı ayrı bildirmelerine karar verilmiştir.[231]
Bu karara ilk uyan ABD olmuştur. 2 Kasım 1945 de Türk Hükümeti’ne
verdiği notada bu konudaki görüşlerini açıklamıştı. Bu görüş Amerika tarafından
Potsdam’da da belirtilmişti. Birleşik Amerika Boğazlarda ticaret gemileri için
tam serbesti, Karadeniz’e kıyı devletlerin savaş gemilerinin geçişi için geniş
serbesti ve Karadeniz’e kıyı olmayan devletlerin savaş gemilerinin ise
Karadeniz devletlerinin izniyle ve sınırlı tonilato ile geçiş hakkına sahip
olmasını istiyordu. Hemen hemen aynı nitelikteki İngiliz görüşü de 21 Kasım
1945’de Türk Hükümeti’ne bildirilmiştir. Dışişleri Bakanı Belvin’in 21 Şubat
1946 Avam Kamarasında “Şunu açıkça söyleyeyim ki, Türkiye’nin bir peyk devleti
haline geldiğini görmek istemem, istediğim şey, Türkiye’nin bağımsız ve hür bir
devlet olarak kalmasıdır” demesi, İngiltere’nin Boğazlar konusunun en esaslı
noktası hakkındaki görünüşünü açıklıyordu.[232]
Sovyet tehditleri, Türkiye’nin yalnız olduğu bir döneme
rastlamıştı. Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya kamuoyunda
sağladığı prestijle ve Batılı devletlerin Türkiye’yi desteklemeyeceği
varsayımına dayanarak hareket etmişti. Ancak Türkiye’nin iç politikasında çok
partili sisteme geçmesi ve hür ülkeler arasında yerini alması, giderek Batılı
devletlerin desteklerini sağlamıştı. Ayrıca savaştan sonra Sovyetler
Birliği’nin sürekli toprak kazanma isteği Sovyetlere karşı kuşkuların artmasına
yol açmıştı.[233]
Amerikan yöneticilerine Sovyet davranışlarının tehlikeli bir durum
almaya başladığı gerçeğini anlatan ve bu devleti Orta Doğu bölgesi ile daha
yakından ilgilenmeye zorlayan iki olay vardır. Bunlardan birincisi Sovyetler
Birliği’nin 1945 Aralığında iki Gürcü profesörünün iddialarına dayanarak
Türkiye’nin doğusundaki bazı illerin kendisine bırakılması için açtığı
kampanyayı şiddetlendirmesi, ikincisi ise 1945-1946 kışı boyunca dünya siyaseti
sahnesine ön yeri işgal eden İran olaydır.[234] Soğuk savaşın giderek
yoğunluk kazanması üzerine, Amerika’nın tutumu Türkiye lehine giderek
değişmeye, Boğazlar üzerindeki tavrı ise Türk tezlerine yakın bir çizgiye
gelmeye başlayacaktır. ABD nin tutumunu değiştirmeye başladığını gösteren ilk
belirti, Amerikan donanmasının en büyük zırhlılarından biri olan Missouri
İstanbul sularına gelmesidir. Bu ziyaretin görünümdeki sebebi zırhlının
Washington’da ölen Türk Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a
getirmesidir. Aynı zamanda, Amerika’nın bu davranışının Sovyetler Birliği’ne
karşı yapılmış bir gövde gösterisi olduğuna şüphe yoktur.[235]
Sovyetler Birliği Potsdam Konferansı’ndan bir yıl sonra Boğazlarla
ilgili görüşlerini içeren notayı Türkiye’ye vermiştir. Bu notada; Montreux
Sözleşmesi’nin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamada yetersiz kaldığını
ileri sürerek savaş sırasında bazı düşman gemilerinin Boğazlardan geçirildiğini
iddia ederek, Boğazların Türkiye ile ortaklaşa savunulmasını istemiştir.
Sovyetler Birliği, Boğazlar konusundaki görüşünü ihtiva eden bu notayı, Türkiye
ile beraber ABD ve İngiltere’ye de vermişti. Türk Hükümeti Sovyet notasını
cevaplandırmadan önce bu iki devletin düşüncesini öğrenmek istemiş, İngiltere
ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini arttırmıştır.[236]
Amerikalı idareciler, 7 Ağustos 1946 tarihli Sovyet notasını
aldıktan sonra, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu daha iyi anlamaya
başlamışlardır. Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson bu konuda
yapılan görüşmeler sırasında, 7 Ağustos 1946 notasının Boğazlar rejimini
düzenlemekten çok Türkiye’yi Sovyet egemenliği altına almak amacıyla kaleme
alındığını savunmuştur. Acheson’un bu görüşüne başkan Truman’da katılmıştır.
Başkan’a göre 7 Ağustos tarihli Sovyet istekleri kabul edilirse, Birleşik
Amerika ile İngiltere’nin Boğazlar konusunda söz sahibi olmaları
imkânsızlaşacak ve daha önemlisi Türkiye’nin bağımsızlığı ortadan kalkacaktı.
Çünkü şimdiye kadar bütün denemeler, Sovyet kuvvetlerinin girdiği her ülkenin
kısa bir süre sonra Sovyet nüfuzu altına geçtiğini göstermiştir. Boğazların
ortak savunması bahanesiyle Türkiye’ye girecek Sovyet kuvvetleri de, çok
geçmeden, tüm Türkiye’yi kontrol altına almak isteyeceklerdir.[237]
Sovyetlerin, 7 Ağustos 1946 tarihinde verdiği notaya karşılık
ABD’nin 19 Ağustos 1946 tarihinde Sovyet Hükümetine verdiği cevapta, Boğazlar
rejiminin yalnız Karadeniz Devletlerine ilişkin bir sorun değil, ABD ve öteki
devletleri de ilgilendirdiğini ve Boğazların savunulmasında başlıca sorumlunun
Türkiye olmakta kalması gerektiğini bildirmiştir.[238]
Sovyet notası karşısında Recep Peker Hükümeti, 14 Ağustos 1946’da
TBMM’de okunan programında, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini her
şeyin üstünde tutacağını belirterek 22 Ağustos 1946’da Moskova’ya verdiği
karşılık notasıyla; Boğazlardan geçişi ile ilgili hükümlerinde bazı
değişiklikler yapılabileceğini kabul etmekle beraber, bu sözleşmeyle kurulan
rejimin kaldırılması ve Boğazların ortaklaşa savunulması konusundaki Sovyet
isteklerini reddetmiştir.[239]
Türkiye’nin bu notasına karşılık Sovyetler 24 Eylül 1946’da bir
cevap verdiler. Birinci notadaki ithamlar bu notada tekrar ediliyordu. Sovyet
Rusya’nın Türkiye’ye 24 Eylül notası üzerine, Amerika ve İngiltere 9 Ekim’de
Sovyetlere verdikleri notalarda, Potsdam kararlarına göre, tarafların Türk
Hükümeti’ne ancak birer nota vererek görüşlerini bildireceklerini, yoksa
cevaplaşma suretiyle meselenin tartışılmasına girişilmeyeceğini bildirdiler ve
Türkiye’nin Boğazlar savunmasının tek sorumlusu kalması gerektiği hususundaki
görüşlerini tekrar ifade ettiler.[240]
Sovyetler Birliği istediklerini yaptırmak için Türkiye’nin
üzerinde siyasi baskı yapmaya devam etmiştir. Bu baskılar karşısında Türkiye,
İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.
Türkiye Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak
bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939 yılından itibaren ittifak içinde
bulunduğu İngiltere’nin ve savaş sonunda dünyanın en güçlü devleti olarak
ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır. Fakat gerek Türkiye’nin savaşta
tarafsız kalmış olması, gerekse Türkiye’de büyük bir endişe uyandıran Sovyet
davranışlarının aynı tepkiyle karşılanmaması sebebiyle başlangıçta istediği
desteği elde edememiştir. Ancak 1945-1946 yıllarında cereyan eden olaylar
İngiltere ve ABD politikasının yavaş yavaş değişmeye başlamasına yol açmıştır.[241]
Öncelikle ABD’nin diplomatik desteğini elde eden Türkiye; ABD’nin
askeri ve ekonomik desteğine de ihtiyaç duyuyordu. Türkiye, Sovyetlerin
baskısından dolayı ordusunu hala savaş sırasındaki mevcudunda tutma zorunluluğu
duyuyordu. Fakat iktisadi gücü büyük bir orduyu uzun süre silâh altında tutmaya
yeterli olmayan Türkiye için tek çare dış yardıma başvurmaktı. İkinci Dünya
Savaşı sırasında bu yardım, kısmen İngiltere kısmen de ABD tarafından
karşılanmıştı.[242]
Fakat savaş sırasında İngiliz ekonomisi büyük bir buhran geçirmeye
başlayınca Londra Hükümeti dış yükümlülüklerinin bir kısmından kurtulmak
gereğini duymuş ve 21 Şubat 1947’de ABD Dışişleri Bakanlığı’na biri Yunanistan
diğeri de Türkiye ile ilgili iki muhtıra vererek bu iki devlete savaşın sona
ermesinden bu yana yapılmakta olan askeri ve iktisadi İngiliz yardımlarının,
1947 Martı’ndan sonra devam edemeyeceğini fakat Batı dünyasının savunması
bakımından bu iki devletin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin
askeri ve ekonomik yardımlarının şart olduğunu bildirmişti. İngiltere’nin bu
muhtırası artık onun dünya ve özellikle Orta Doğu’daki yerini ABD’yi terk etmek
zorunda kaldığını ortaya koymaktadır. Bu sebeple, İngiliz muhtırasını alan ABD
yönetimi Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan komünist rejimleri, Türkiye ve
Yunanistan’ın durumunu göz önüne alarak Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere
harekete geçmeye karar vermiştir.[243]
ABD yalnızca Orta Doğu değil Batı dünyasının savunması için de çok
önemli bir yerde bulunan Yunanistan ve Türkiye’yi, Sovyetler Birliği’ne karşı
koruma yolunu seçerek 12 Mart 1947’de Başkan Truman tarafından kongrede daha
sonra “Truman Doktrini” adını alacak olan mesajını okumuş ve kongreden
hükümete, Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılması yetkisi verilmesini
istemiştir.[244] Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve
Türkiye’ye yardım konusu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir. Bu kanuna göre,
Yunanistan’a 300 milyon ve Türkiye’ye 100 milyon dolarlık bir yardım yapılması
kabul edilmiştir.[245] 12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili
antlaşmasının imzalanmasından sonra ABD Türkiye’ye askeri yardım yapmaya
başlamıştır. Truman Doktrini ve ikili antlaşma Sovyet baskısı karşısında
devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük bir memnunluk yaratmıştır.
Truman Doktrini savaş sonrası ABD ve dünya politikasında bir dönüm
noktası teşkil etmiştir. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona
erdirmiş, dünyanın iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin başka bir
deyişle soğuk savaşın başladığını ilan etmiştir.[246]
İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra Türkiye, yalnız Sovyet tehdidi
ile değil, aynı zamanda ekonomik güçlüklerle de karşı karşıya idi. Savaş
sırasında yükselen ihraç malları fiyatlarını, savaşın sona ermesiyle birlikte
olağan seviyeye indirmek zorunda kalan ve endüstrisini geliştirerek yeni
çalışma alanları açmak isteyen Türk Hükümeti, 1945 yılı sonlarından itibaren
ABD’den iktisadi yardım istemeye başlamıştır. ABD’nin askeri yardımı
başladıktan sonra Türk yöneticileri bu yardımın Türkiye’nin ekonomisi üzerinde
beklenildiği kadar ferahlatıcı bir etkisi olmadığını görmüşler ve
hoşnutsuzluklarını gizlememişlerdir.[247]
ABD 1948 yılında, İkinci Dünya Savaşı’ndan ekonomik ve sosyal
bakımdan bitkin bir durumda çıkan Avrupa Devletleri’nin kalkınmasını sağlamak
için dört yıl süreli “İktisadi İşbirliği Kanunu” (Economic Cooperation Act)
kabul edilmiştir. Bu kanunun öncülüğünü Amerika Dışişleri Bakanı George
Marshall yapmıştır. 6 Haziran 1947’de Harward Üniversitesi’nde verdiği bir
nutukta,
Avrupa devletlerinin iktisadi kalkınmalarını planlamak için bir
araya gelmelerini istemiş ve ortak bir plan hazırlanırsa ABD’nin destek ve yardımını
esirgemeyeceğini söylemiştir.[248]
Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran
1947’de Paris’te bir toplantı yapıldı. Paris’te toplanan “İktisadi İşbirliği
Konferansı’na Türkiye’de katılmış, savaş sonunda hazırladığı iktisadi kalkınma
programını gerçekleştirmek için 615 milyon dolar tutarında dış yardım
yapılmasını istemiştir. Paris toplantısı sırasında hazırlanan raporu inceleyen
ve 16 Avrupa Devleti’nin ekonomik durumlarını ayrı ayrı gözden geçiren
Amerikalı uzmanlar başlangıçta Türkiye’ye iktisadi yardım yapılmasına taraftar
görünmemişlerdi. Amerikalı uzmanların bu tutumu Türkiye’de geniş tepkiler
yaratmış ve Washington’dan, Türkiye’ye iktisadi yardım konusundaki tutumunu
tekrar gözden geçirilmesi istenmiştir. Türk Hükümeti’nin kendi uzmanlardan daha
çok Türkiye’yi haklı bularak Avrupa İktisadi İşbirliği Antlaşması imzalanmadan
Türkiye’yi Marshall Planı içine almaya karar vermiş bu Antlaşmanın Paris’te
imzalanmasından üç ay kadar sonra 4 Temmuz 1948’de ABD ile Türkiye arasında ekonomik
işbirliği antlaşması imzalanmıştır.[249]
Antlaşmadan sonra Marshall Planı çerçevesinde 1949-1951 yılları
arasında ABD Türkiye’ye ekonomik yardım yapmıştır. Türkiye bu yardımların
yürürlüğe girmesiyle artık Batı yönlü bir politika izlemeye başlamıştır.
2.1.2.3.
NATO’nun
Kuruluşu ve Türkiye
Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’ndan rakipsiz olarak
dünyanın en güçlü ve en zengin devleti olarak çıkmıştı. Çeşitli nedenlerden
dolayı savaştan sonra ordusunu önemli ölçüde azaltması, geleneksel “yalnızlık”
politikasına dönmek niyetinde olduğunun bir göstergesiydi. Bu sırada sahip
olduğu atom tekeli de böyle bir politika izlemesini kolaylaştırıyordu. Öte
yandan, Avrupa’nın durumu çok farklıydı. Savaşın ve Alman işgalinin getirdiği
sosyal sarsıntı ve psikolojik eziklik yanında askeri ve ekonomik yönden, yakın
tarihe kadar ilk kez bu kadar zayıf, yıpranmış ve muhtaç duruma düşmüştü. Savaş
öncesi dünyasının tek sosyalist devleti Sovyetler Birliği ise, toprak kazanma
yönünden savaş ganimetlerinden en fazla payı almasına rağmen, savaş sırasında
en fazla tahribata uğrayan devletlerin biri durumundaydı. Bununla birlikte
Marksçı-Leninci ilkelerin sağladığı kuramsal çerçeve, Stalin’in demir bilekli
otoriter yönetimi ile birleşince, bu devlet için, tarihi emellerini ve özlemlerini
gerçekleştirmek üzere bundan daha müsait bir dünya düşünülemezdi. Amerikalı
devlet adamlarının dünya politikasının gerçekleri hakkındaki tecrübesizlikleri
ve bu konudaki bilgisizlikleri Sovyetler Birliği’nin Çarlık devrinden kalma
politikasını yürütmesini kolaylaştırıyordu. Doğu Avrupa ülkelerini, önce
komünistleştirerek daha sonra da onları uydusu haline getirmeyi planlamaktaydı.
Sovyetler Birliği, ABD tarafından engelleninceye kadar dünya hegemonyası
projesini yürütmek kararındaydı.[250]
Marshall Planı çalışmalarının yaygınlaştığı 1947’nin sonunda
dünyanın iki bloğa bölünmüşlüğü apaçık hale gelmişti. Batı bu yıl içinde Truman
Doktrini ile bir siyasal ideolojik saldırıya geçerken, Doğu Avrupa’da
Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Polonya’da Komünist partiler, ulusal
hükümetler içindeki öteki siyasi partilerle işbirliği yaparak, Sovyetler
Birliği’nin de desteği ile siyasal iktidara egemen oldular savaş sırasında
batılı müttefiklerle ittifak kaygısının ağır basması üzerine kapatılan ünlü
Komitern’in (Komünist Enternasyonal) yerine 5 Ekim Kominform’un kuruluşuna ön
ayak oldular. Kuruluş bildirisinde Kominform’un amacının, Batılı rejimlerle
mücadele ve onları yok etmek olduğu açıkça belirtiliyordu.[251]
İki blok arasındaki gerginliğe bir başka etken, Birleşmiş Milletler’e
bağlanan umutların tükenmeye başlamasıydı. Savaştan sonra barışın başlıca
güvencesi olması beklenen BM Güvenli Konseyi, “veto” yüzünden zaman zaman
çalışamaz duruma geliyordu.Taraflar bu konuda birbirini suçluyordu. Sovyet
Dışişleri Bakanı Molotov 1974’ün sonunda toplanan Paris Konferansı’nda Avrupa
İktisadi Toparlanma (EER) programına katılmayı reddettiğini açıkladı. Bu olayla
Avrupa ile yollar iyice ayrılmış ve ipler iyice gerilmişti. Avrupa toparlanmaya
çalışıyordu, ama bir saldırı, bir askeri müdahale durumunda buna nasıl yanıt
vereceğini de bilemiyordu. İşte bu gergin ve belirsiz ortamda İngiliz Dışişleri
Bakanı Ernest Bevin, 22 Ocak 1948’de Avam Kamarası’nda şu konuşmayı yaptı:
“...Gerçekten de savaş sonrası dünyanın örgütlenmesinde kritik bir
noktadayız; şimdi alacağımız kararlar, dünyada barışın geleceği açısından
yaşamsal öneme sahiptir... Benelüks ülkeleri ile Fransız anlaşması, Batı
Avrupa’da önemli bir çekirdek oluşturur. Bundan sonra en yakın komşularımızın
oluşturduğu dairenin ötesine geçmek durumundayız. Avrupa uygarlığının tarihsel
üyelerini, yeni İtalya’yı da bu büyük konseptin içine alarak birleştirme sorunu
ile yüz yüze geleceğiz.”[252] diyerek,
Avrupalıların tehlikelere karşı birleşeceği sinyallerini vermiş oluyordu.
Bunun üzerine, Batılı devletler için kendi güvenliklerini korumak
bakımından kendi aralarında teşkilatlanma yolunu seçerek 19 Mart 1948’de
İngiltere, Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda, “Brüksel Antlaşması’nı”
imzaladılar. Bu antlaşma ile beş imzacı devlet muhtemel bir saldırıya karşı
kuvvetlerini birleştirmeyi kabul ediyordu.[253]
Fakat İngiltere hariç bu ittifak üyelerinin hepsi II. Dünya Savaşı
sırasında Almanya’nın işgaline uğramışlardı ve dolayısıyla yorgun ve yıpranmış
durumdaydılar. Altı yıllık savaştan sonra, galip İngiltere’de aynı durumdaydı.
Sovyet saldırganlığına karşı kurulmuş bulunan bu ittifak daha ilk günden
itibaren Amerika’ya dayanmaya ve ittifakın üyeleri de ABD’yi bu ittifakın içine
çekmeye çalıştı. Çünkü Amerika’nın askeri ve mali desteği olmazsa bu ittifakın
Sovyet emperyalizmine karşı başarılı bir engel teşkil etmesi mümkün değildi.[254]
ABD Monroe Doktrini’nden beri Avrupa ile ittifaklara girmiyordu.
Çünkü ABD Anayasası’na göre Amerika’nın herhangi bir ittifaka bağlanması mümkün
değildi. Ancak bu sıkıntılı durumu Senatör H. Vandenberg, Senato’ya sunduğu bir
karar tasarısıyla; ABD Cumhurbaşkanı’ndan, Amerikan güvenliğini ilgilendiren ve
karşılıklı yardıma dayanan bölgesel ve diğer antlaşmalara katılma yetkisinin
verilmesini istemiştir. Vandanberg’in bu teklifi 11 Haziran 1948’de ABD
Kongresi tarafından kabul edildi. Bu karara “Vandenberg Kararı” adı verildi.
Vandenberg Kararıyla ABD 1832’den beri yürüttüğü Monroe Doktrini veya inziva
politikasını resmen terk etmiş oluyordu.[255]
ABD dış politikasında bu esaslı değişikliği yaptıktan sonra, Batı
Avrupa Birliği’ni daha sağlam ve geniş bir ittifak sistemi haline getirmek için
Kanada ve Batı Avrupa Ülkeleri ile temasa geçti. Bu temaslar ve müzakereler
sonunda 4 Nisan 1949’da 12 Batılı ülke arasında kısa adı ile NATO (North
Atlantic Treaty Organization) denilen “Kuzey Atlantik İttifakı” kuruldu.[256]
Kuzey Atlantik İttifakı’na ; ABD, Kanada, İngiltere, Fransa,
Danimarka, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İzlanda ve İtalya da dahil
olmak üzere on bir devlet üye olarak alınmıştır.
Antlaşmanın Beşinci maddesi Paktın işlevini ortaya koyması
bakımından önemlidir. Beşinci maddeyle, taraflar içlerinden birine veya
birkaçına karşı Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da girişilecek silahlı bir
saldırının bütün taraflara yöneltilmiş bir saldırı sayılması ve bunun sonucu
olarak taraflardan her birinin böyle bir saldırının ortaya konmasında Birleşmiş
Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesiyle tanınan tek başına ya da topluca meşru
savunma hakkını kullanacak. Kuzey Atlantik Bölgesi’nde güvenliği yeniden kurup
sağlamak için silahlı kuvvetler kullanılması da kapsam içine girmek üzere
gerekli göreceği harekete, tek başına ve öbür taraflarla anlaşma içinde hemen
girişerek saldırıya uğrayan taraf ve taraflara yardım etmesi konusunda anlaşmaya
varmışlardır.[257]
Anlaşmanın girişinde taraflar demokrasi, kişi hürriyeti ve hukuk
hâkimiyeti üzerinde durarak ortak miraslarını ve medeniyetini korumak, bütün
uluslararası meseleleri barışçı yollarla çözmek ve barış ve dostluğa dayanan
ilişkilerini ve ekonomik işbirliğini artırmak niyetlerini de belirtiyorlardı.
Böylece İttifakın askeri yönü dışında ekonomik kültürel ve sosyal yönü de
olduğu vurgulanıyordu.[258]
NATO’nun kurulmasıyla Batı ile Doğu Bloku arasında denge kurulmuş
oluyordu. NATO’nun kuruluşu ile Sovyetler Birliği’nin Avrupa’daki yayılması o
günden bugüne kadar durdurulmuştur. Fakat 1949’a gelinceye kadar da Avrupa’nın
önemli bir kısmını sınırları içine katmıştır. Sovyetler Birliği, 19401945
yılları arasında Avrupa’da 450 bin km toprağı ve 24 milyon kadar nüfusu
sınırları içine katmış, 1945-1948 yılları arasında ise 1 milyon km toprak ile
92 milyon nüfusu da kontrolü altına almayı başarmıştır.[259]
NATO kurulduğu sırada Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidi duraklama
aşamasına girmiş olmakla beraber tamamen ortadan kalkmamıştı. Batılı
devletlerin muhtemel bir Sovyet tecavüzüne karşı böyle bir ittifak anlaşması
imzalamaları Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki emellerinden hala endişe
duyan ve 1947 yılından beri ABD yardım almakta olan Türkiye’de de ilgi
uyandırmıştı. 1947 yılının Şubat ayında Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nın
toplantısına katılmak üzere Londra’ya ve ardından Paris’e giden Necmettin
Sadak, Fransız Dışişleri Bakanı Schuman’la konuştuktan sonra yaptığı basın
toplantısında, Atlantik Paktı’nın “mutlak suretle tahdit edilmiş bir coğrafi
bölgeye ait güvenlik” sistemi olduğunu “binaen aleyh Türkiye için buna iştirake
hiçbir sebep” olmadığını belirttikten sonra şöyle demiştir:
“Fakat Avrupa’da barış yalnız kıta kısmında korunmaz. Bizce, Avrupa
barışı birdir ve bölünemez. Bu sebepledir ki biz Atlantik Sahillerinin savunma
sisteminin Akdeniz’de de bir anlaşma ile imtidat ettirilmesi veya tamamlanması
imkânlarını tasavvur ediyoruz... Bu anlaşma sonradan bütün siyasi imkânlar
tamamlanınca münasip zamanda hâsıl olabilir.”[260]
Bununla beraber, Kuzey Atlantik Antlaşması metininin ve İtalya ile
beraber Cezayir’in Kuzey bölümlerinin de bu anlaşma çerçevesi içine
alınması,Türk basınında tepkilere yol açmıştır. 11 Mart 1949 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi’nde yayınlanan “Atlantik Paktı’nın Tekâmülüne Doğru” başlıklı yazıda
bu konudan şu şekilde bahsedilmiştir.
. “Bugünkü şartlar altında bir Bolşevik tecavüzü göz önüne
alındığı takdirde, en mühim stratejik istikametlerden biri ve belki
birincisinin Türkiye ve Yunanistan üzerinden geçerek Akdeniz’e inen yol
olduğuna şüphe yoktur. Batılı müttefikler tedafüi bir ittifak antlaşmasıyla
Kuzey ve Batı taarruz istikametlerini kapadıkları, fakat Akdeniz yolunu açık
bıraktıkları takdirde, Sovyet Rusya’nın bu açık yolu tercih ve bilhassa
Türkiye’yi daha ziyade tazyik ve tehdit etmesi gayet tabidir. Buna karşı
alınacak tedbir ya Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve
Türkiye’nin iştirak bir Akdeniz Savunma Paktı vücuda getirmek yahut da bir beyanname
ile Türkiye ile Yunanistan’ın istiklallerini garanti etmektir.”[261]
Atlantik Paktı’nın coğrafi sınırlarının Türkiye’nin NATO üyeliğine
bir engel olarak gösterilmesi hükümetin bu konuyla ilgili yürüttüğü çalışmaları
durdurmadı. Özellikle kendisi gibi bir Akdeniz ülkesi olan İtalya’nın da
NATO’ya alınmasından sonra Hükümet ihanete uğradıkları duygusuna kapılarak
NATO’ya kabul edilmemesinin ardındaki gerçek sebebin ABD’nin Türkiye’nin
güvenliğine yönelik ilgisindeki olan bir azalmanın olabileceğini düşünmeye
başladı. Türkiye savunmasının ABD olasılığından yoksun olduğu gören Sovyetler
Birliği bundan yararlanmayı düşünebilir ve Türkiye’ye karşı daha saldırgan bir
tavır içine girebilirdi. Diğer yandan ABD tüm dikkatini Batı Avrupa’nın savunma
kapasitesini güçlendirmeye yoğunlaştırırken, kendilerinin toplam olarak
aldıkları yardımlardan almakta oldukları payın düşeceğinden şüphe edilmekteydi.[262]
Bu iki konu Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nda Türk Delegasyonu’na başkanlık etmek üzere Nisan
ayının başında Birleşik Amerika’ya gittiği sırada Amerikan yetkilileri ile
yaptığı konuşmalarda ele alınmıştır. Bu ziyaret sırasında Sadak, 12 Nisan’da
Dışişleri Bakanı Dean Acheason’la görüşmüş ve 13 Nisan’da da Başkan Truman
tarafından kabul edilmiştir. Truman Acheson’la yaptığı görüşmelerde, Sadak’a
Atlantik Paktı’na benzer bir Akdeniz Savunma Paktı kurulmasının ABD tarafından
tasarlanmadığı açıklandığı ve buna karşılık Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve
siyasal bağımsızlığına karşı duyulan ilginin azalmadığına dair teminat
verildiği anlaşılmaktadır.[263]
Türkiye 5 Mayıs 1949’da kurulan askeri niteliği bulunmayan Avrupa
Konseyi’ne de alınamayınca bu durum Hükümet’te yeni bir memnusuzluk yarattı.
Fakat bu durum fazla uzun sürmemiş Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 8 Ağustos
1949 tarihinde Türkiye’nin Konseye davet edilmesini kararlaştırmıştır. Bu durum
Türkiye’de, Avrupalı bir ülke gibi görüldüğü izlenimini yaratmıs, aynı zamanda
NATO’ya girmek için atılan bir basamak olarak görülmüştür.[264]
Türkiye’nin teklif ettiği bölgesel pakt (Akdeniz Paktı) fikri
ABD’nin olduğu gibi İngiltere’nin de çıkarlarına uygun düşüyordu. İngiltere
Orta Doğu’daki çıkarlarını korumak için pakta Mısır ve Irak’ın da katılmasını
ve komutanlığının İngilizlerin elinde olmasını istiyordu. Fakat Arap
ülkelerinin İsrail meselesi yüzünden bu pakta girme ihtimali zayıf görünüyordu.
Bu durumda Türkiye için, NATO’ya girmekten başka çare kalmıyordu.[265]
Türkiye NATO’ya girmek için ilk müracaatını 11 Mayıs 1950
tarihinde yaptı. Bu müracaatta Arap devletleri ile İsrail arasındaki
geçimsizlik devam ettiği ve Mısır’la İngiltere arasındaki 1936 anlaşmasının
yerine geçecek yeni bir anlaşma yapılmadığı sürece, bir Akdeniz Savunma
Paktını’nın kurulamayacağı söylenmiştir. Bu bakımdan, Türkiye’nin Batı
savunması çok önemli olan güvenliğinin NATO içinde sağanması gereği
belirtilmiştir. Ancak Türkiye’nin yaptığı bu müracaat, yalnızca İtalya
tarafından desteklenmiştir.[266]
2.2-
Menderes
Hükümetlerinin Dış Politika Doğrultusu (1950-1954)
I. ve II. Menderes Hükümetlerinin genel
olarak dış politika doğrultusu ve ABD ile ilişkilere bakışı temelde
CHP’ninkinden farklı değildi. DP seçim bildirisinde şöyle denilmekteydi:
“Bugün herhangi bir partinin değil bütün milletin müşterek
kanaatinin bir ifadesi olan dış siyasetimiz meselesinde fazla bir şey söylemeye
lüzum görmüyoruz. Birleşik Amerika ile siyasi ve iktisadi münasebetlerimizi,
samimiyet ve anlayış havası içinde her gün daha kuvvetlendirmek en büyük
emelimizdir. Memleketimizde iktidar tedebbülünün dış siyasetimizde hiçbir
değişiklik yapmayacağına dost düşman herkesin emin olması...”[267]
Menderes Hükümeti, CHP döneminde
başlatılıp sonradan ümit kesilen Doğu Akdeniz Savunma Paktı’nın de
savunuculuğuna başlamış ve böylece bu pakt dolayısıyla Batılı devletlerin
dikkatlerinin Türkiye üzerine çekilmesi politikasını aynen sürdürmüştür. DP
Hükümet Programı’nda bu konuyla ilgili şu satırlar vardır:
“Bir taraftan dostumuz müttefikimizin dikkat ve alakalarını bu
mesele üzerine çekmek, diğer taraftan da yakın şark devletleriyle daha sıkı
münasebetler kurarak bu bölgelerde anlayış ve adalet esaslarına dayanan samimi
bir dostluk ve tesanüt havası yaratmak lüzumunu duymaktayız.”[268]
2.2.1.
Türkiye’nin
Kore’ye Asker Göndermesi ve Yankıları
1945 Mayısında ABD ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya
göre savaş bittikten sonra Kore, Birleşik Amerika, Sovyetler Birliği, İngiltere
ve Çin’in ortak vesayeti altına bırakılacaktı. 1945 yılının Temmuz ayında
Potsdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, Uzak Doğu savaşına katılmaya karar
verince, askeri harekât bakımından Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye
ayrıldı. Bu çizginin Kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekât sahası
olarak kabul edildi. ABD’nin Japonya’yı bombalamasını fırsat bilen Sovyetler
Birliği hemen Japonya’ya savaş ilan edip askerlerini Kuzey Kore’ye soktular ve
38. enlem çizgisine kadar ilerlediler. Böylece Kore, savaşın sonunda, kuzeyi
Sovyet, güneyi ABD işgali olmak üzere fiilen ikiye bölünmüş oluyordu.
Batılı Müttefikler, Kore’de Birleşmiş Milletler kontrolünde tek
bir devlet kurmak istediler. Ancak 1948 yılında kuzeyde komünistlerin
kontrolünde “Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti” kurulunca bu amaçlarını
gerçekleştiremediler. Kuzey’deki bu devletin kuruluşundan kısa bir süre sonra
antikomünist Syngman Rhee’nin öncülüğünde Güney Kore devleti kuruldu.[269]
Kore, Asya’nın stratejik bir bölgesiydi. Asya’ya ayak basmak için
bir geçit durumundaydı. Güney Kore’de ve Japonya’da Amerikan kuvvetlerinin
bulunduğu göz önüne alınca Amerika’nın stratejik bakımdan kuvvetli bir durumda
olduğu açıkça görülmektedir. Sovyetler, komünistler Çin’de duruma
hâkim oluncaya kadar bu duruma göz yumdular. Fakat Çin, 1949
sonunda komünist rejimin idaresi altına girince Sovyetlerin Asya’daki kuvvet
pozisyonları iyice güçlenmiş oluyordu. Sovyetlere göre Amerika’yı Asya
kıtasından atma zamanı artık çoktan gelmişti. Bu yapıldığı takdirde,
Amerika’nın Japonya’dan da atılması kolaylaşabilirdi. Bu sebeplerden dolayı,
Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Temmuz 1950 sabahında Güney Kore’ye
saldırıya geçti. Bu açık saldırganlık karşısında Amerika, Birleşmiş Milletleri
harekete geçirdi. Güney Kore’nin yardımına gönderilmek üzere çeşitli
milletlerin askerlerinden meydana gelen esas yükü ABD’nin yüklendiği Birleşmiş
Milletler kuvveti teşkil edildi.[270]
Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Trygve Lie
silahlı tecavüzü püskürtmek ve bu bölgede devletlerarası barışı ve emniyeti
yeniden tesis etmek için, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye olan devletleri
Kore Cumhuriyeti’ne gereken yardımı sağlamaya davet etti.[271]
Bu olay, Batı yanlısı politika izlemekte olan Türk Hükümeti ve
basınında tepkiyle karşılanarak “Komünist güçlerin Uzak Doğu’da yayılması”
olarak değerlenmişti. Bu arada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Lie’nin Güvenlik
Konseyi’nin Güney Kore’ye yardım edilmesini öneren 27 Haziran 1950 tarih ve 473
Sayılı kararı da Türk Hükümeti’ne ulaşmış bulunuyordu.[272]
Konu Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü tarafından 30 Haziran 1950
tarihinde Meclis’in gündemine getirildi. Köprülü, Kore’deki saldırıyı ve BM’nin
aldığı kararı açıkladı. Bu bağlamda Genel Sekreter’den BM’ye bağlı bütün üye
ülkelere gönderilen telgrafları okudu.[273] 27 Haziran 1950 tarihli telgrafta
Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar aktarılmaktadır. Aynı gün Meclis’te şu
konuşmayı yaptı:
“Arkadaşlar malumunuzdur ki, dış siyasette BM şartına bütün kuvvet
ve samimiyetle iştirak bizim için sarsılmaz bir esas teşkil eder. Bu şartın
men’i ve ruhu dâhilinde, yani yeryüzünde sulhu ve emniyeti müdafaa, taarruza
karşı mukavemet ve bütün milletlerin istiklallerine, toprak bütünlüklerine
riayet, bütün insanlığın saadetini, refahını temin, takip ede geldiğimiz harici
siyasetin saadetin esasıdır. Birleşik Amerika ile çok sıkı ve
samimi işbirliğimiz İngiltere ve Fransa ile mevcut ittifakımız bu
esaslar dairesinde yeryüzünde sulhun istikrarına hizmet eden bu açık sarih
dürüst siyasetimizin icabıdır.”[274]
Köprülü, Lie’ye cevabın Konsey’in kararlarını desteklediğini
söyleyerek T.C.’nin BM’nin bir üyesi olarak üzerine düşen taahhütleri yerine
getirmeye amade olduklarını bildirdiklerini söyler.[275]
Bu kararın alınmasında Menderes’in büyük bir etkisi olmuştur.
Çünkü Başbakan, beş yıldan beri Türkiye’nin izlediği Batı yanlısı politikanın
kanıtlanarak NATO’ya girebilmesi için önemli bir fırsatın çıktığına inanmış ve
Dışişleri Bakanı Köprülü ile yaptığı görüşmede bunu şöyle dile getirmişti:
“Ortak güvenlik ruhunu yürütmek ve itibarımızı yükseltmek
bakımından bu, bizim hesabımıza yaman bir fırsattı. NATO’ya kabul edilmemize de
köprü olabilir. İngiltere ve diğer milletler bunu baştan savma karşılar veya
suya düşürürlerse, fırsat bizim için de hür dünya içinde elden gider. İşte bu
yüzden herkesten evvel çağrıya olumlu cevap vermek ve diğer milletleri olmuş
bitmiş bir durum karşısında bırakmak istiyoruz... Fakat işin içinde Türk askeri
davası olması dolayısıyla Meclis kararı almaya kalkışırsak iş uzar dedikodunun
sonu gelmez. Bir saat bile kaybetmeden sorumluluğu üzerimize alarak, karar
vermek, kararı Birleşmiş Milletler’e ve Amerika’ya bildirmek zorundayız...”[276]
Türkiye’nin Kore’ye askeri birlik göndermesinde, her ne pahasına
olursa olsun, Truman Doktrini yolu ile hem güvenliği sağlamak, hem de Batıya
bağlanmak, hem de askeri ve ekonomik askeri yardım alma isteği önemli ölçüde
etkili olacaktı.[277]
Bakanlar Kurulu toplantısından önce, Türkiye’de bulunan Amerikalı
Senatör Harry Chain yaptığı basın toplantısında: “Türkiye’nin Kore Harbi’ne
fiili suretle yardımı Atlantik Paktına girmesini sağlayacaktır. Eğer Türkiye
Atlantik Paktı’na tam üye olarak girmiş olsa bütün ülkeler kendilerini daha
etkin biçimde koruma olanağına sahip olacaklardır. Büyük bir denizin
kıyılarının sadece yarısının korunması olanaksızdır. Eğer bu denizin tamamı
korunmak zorunda ise Türkiye’nin NATO’ya dâhil edilmesi şarttır.”
Bütün bu gelişmelerden sonra Hükümet, 18 Temmuz’da Yalova’da
Cumhurbaşkanı Bayar’ın başkanlığında toplandı. Toplantıya katılanlar arasında
Başbakan Adnan Menderes, Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Dışişleri Bakanı Köprülü,
Milli Savunma Bakanı Refik İnce, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut ve yüksek
rütbeli komutanlar vardı. Dört saati süren toplantının ardından Başbakan
Menderes şu açıklamayı yaptı; “Silahlı kuvvetlerimizin takviyesi ve
geliştirilmesi için alınacak tedbirleri tetkik ve müzakere ettik.” Bu toplantı
sonucunda Kore’ye asker gönderme konusunda herhangi bir kararın alındığına dair
ipucu verilmez. Ancak basın, konunun görüşüldüğüne emindir.[278]
Dışişleri Bakanı Köprülü, B.M Genel Sekreteri T. Lie’ye 25 Temmuz
1950 tarihinde çektiği telgrafta:
“Birleşmiş Milletler Paktından doğan taahhütlerine ve Güvenlik
Konseyi’nin kararlarına uymayı vecibe bilen Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Kore
hakkında yardım talebini içeren 15 Temmuz tarihli telgrafını bu zihniyet içinde
ve dikkatle tetkik etmiştir. Cumhuriyeti Hükümeti bu inceleme sonucunda, bu
kararları dünyanın şimdiki şartları içinde ve dikkatle tetkik etmiştir.
Cumhuriyet Hükümeti bu inceleme sonucunda bu kararları dünyanın
şimdiki şartları içinde genel barış hizmetinde etkili ve fiili şekildeki
uygulamaya koymaktaki genel ve öneminin bilinci içinde, Kore’de hizmet etmek
üzere 4500 mevcutlu silahlı bir Türk savaş birliğini Birleşmiş Milletler emrine
vermeyi karar altına almıştır.”[279]
Hükümet, gönderdiği bu telgrafla Kore Savaşı’na resmen katılmıştı.
Hükümetin TBMM’ye danışmadan aldığı bu karar muhalefet çevrelerinde büyük
tepkilere neden olacaktı. Gerçekte ise muhalefet lideri İnönü Kore’ye asker
gönderilmesine değil, kendi görüşlerinin sorulmamasına tepki göstermişti. CHP
Genel Sekreteri Kasım Gülek imzası ile yayınlanan bir bildiride, bu durum
açıkça ortaya konmuş Millet Partisi lideri Hikmet Bayur’da, muhalefetin
görüşlerinin alınmamasını yayınladığı bir bildiri ile kınamıştı.[280]
Konu, Anayasa hukukçuları arasında da görüş ayrılığı yaratacaktı.
İktidarı haklı gören Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Fransa’nın da Başkanlar Kurulu
kararı ile Kore’ye bir savaş gemisi gönderdiğini ifade etmiştir.[281]
Kore’ye asker gönderilmesine asıl tepki, kurucuları ve
yöneticileri arasında Behice Boran (Başkan) ve Adnan Cemgil’in (Genel Sekreter)
de bulunduğu sol eğilimli Barışseverler Derneği’nde gelecekti. Bu Dernek
yöneticileri, 27 Temmuz’da TBMM’ye bir mektup göndererek, kararın BM
Anayasası’na ve Türk Anayasası’na aykırı olduğunu iddia ederek kararın iptalini
ve TBMM’nin olağanüstü toplanmasını isteyeceklerdi.[282] Bu mektup ve Derneğin
bildirisi, Hükümet tarafından şiddetle protesto edilmiş. Başbakan Menderes,
“Kamuoyunu tahribe yönelik bu bildiriyi şiddetle kınamış ve bundan böyle
komünizmle daha etkili bir mücadele yapılacağını açıklamıştı.[283]
Arkasından da 11 Temmuz’da Barışseverler Derneği yöneticileri Behice Boran,
Adnan Cemgil,
Vahdettin Barut ve broşürü basan matbaacı Cemal Anıl ve derneğin
dört üyesi tutuklanmışlardı.[284]
Menderes Hükümeti Güney Kore’nin savunulması için BM emrine Ayaş
ilçesinde bulunan 24.Piyade Alayı’nın gönderilmesine karar vermiştir. Bu alaya
ek olarak 259 subay 395 Astsubay, 18 askeri ve sivil memur ve 4414 er olmak
üzere toplam 5090 kişilik bir birlik kurulacak bu birlik Birinci Türk Tugay’ı
olarak adlandırılmıştı. Bu Tugay’ın Komutanlığı’nı da, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı
getirilmiştir.[285] Kore
Tugayı, 17 Ekim 1950 tarihinde Güney Kore’ye hareket edecek bunun üzerine
Başbakan Menderes, Amerikan International News Service Avrupa Genel Müdürü’nün
kendisinin telefon yoluyla yaptığı röportajda sorulan soruları yanıtlarken:
Birleşmiş Milletlerin, saldırı kimden gelirse gelsin caydırıcı olmak zorunda
olduğunu ve barışın korunması gerektiğini vurgulayacaktı.[286]
Kore’ye asker gönderilmesi kararının bazı çevrelerde özellikle
öğrenci olan Milli Talebe Federasyonu; “Hak ve hürriyet yolunda girişilmiş olan
bütün taahhütleri yerine getirmeyi kendisine görev sayan bir milletin evlatları
olmaktan duyduğumuz gurur sonsuzdur.” dedikten sonra Hükümet’e şükranlarını
sunmuşlardır.[287]
Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi yabancı yazılı ve sözlü
basınında da yankı uyandırmıştı. New York Herald Tribune gazetesi 27 Temmuz
1950 tarihli sayısında “Türkiye’den sonra İngiltere, Avustralya ve Yeni
Zelanda’da Kore’ye asker gönderecekler” başlığını kullanmıştı. Ayrıca New
York’ta bulunan WOR radyosunun 26 Temmuz günü yaptığı yayınında, Türkiye’nin
yardım kararından bahsedilir.[288]
“Bilhassa Türkiye’nin askeri yardım teklifi de çok manalıdır.
Çünkü bu küçük memleket, dünya harbinin hitamından beri Sovyet namlusunun
ağzında oturmakta, Rusya’nın ve peyklerinin daimi tazyiki altına
bulunmaktadır.”denilerek komünistlerin Yunanistan ile Türkiye’ye
hâkim olmağa çalıştıkları zaman Türkiye’ye silah yardımında bulunduklarını Doğu
Avrupa’daki komünist tehlikesini ABD’nin önlediğini fakat yapılan bu
yardımlardan dolayı hiçbir zaman takdir görmediklerini belirterek bugünkü
durumda ve bu şartlar içinde Türkiye’nin yardım teklifinin oldukça ferahlatıcı
olduğu” dile getirilmiştir.[289]
Hükümet yanlısı basın, Kore kararını savunacaktı. Zafer Gazetesi
başyazarı Mümtaz Faik Fenik; “Azimli Politikamız ve Atlantik Paktı” başlıklı
yazısında “...Türkiye’nin Atlantik Paktına alınmamış olması hem bizim hem dünya
barışının aleyhine bir harekettir. Şimdi hükümetimiz Birleşmiş Milletlerin
tavsiyesine uyarak müşterek barışı korumak için Kore’ye asker gönderme kararını
alınca her halde Atlantik Paktına dâhil olan devletler memleketimizin bu gibi
saldırganlık vakaları karşısında ne kadar enerjik davrandığını takdir etmiştir
ve Türkiye’nin aranılır ve güvenilir bir kuvvet olduğunu anlamışlardır...”[290] diyerek,
bütün bunlar göz önüne alındığında Türkiye’nin de artık Atlantik Paktı’na
girmemesi için hiçbir sebep görememiştir.
Basında çıkan haberler Türkiye’nin Kore’ye asker göndermekte acele
etmesinin nedenini açıkça ortaya koymaktaydı. Bu nedenler NATO’ya girmekle,
Batılı devletler arasına katılmak ve daha da önemlisi Amerika’nın ekonomik ve
askeri yardımdan yoksun kalmamaktı.[291]Hükümet, 30 Ağustos 1950
tarihinde NATO’ya girmek için ikinci kez müracaat etmiş, fakat bu müracaat da
1950 Eylül’ünde toplanan NATO Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilmemiştir.
Buna karşılık Konsey, Türkiye ve Yunanistan’ı Akdeniz’in
savunulması için gerekli planlama işlerine katılmaya çağırma kararını
vermiştir.[292]
Bunun sonucunda CHP lideri İnönü 22 Kasım tarihinde, Millet
Partisi Lideri Osman Bölükbaşı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Kemal Türkoğlu
Kore konusundaki durumundan dolayı Hükümet’e birer gensoru önergesi verdiler.
İnönü’nün verdiği gensoru önergesinde;
“Dış politika ve memleketin siyasi ve askeri emniyeti meseleleri
hakkında Büyük Millet Meclisi’nde umumi bir müzakere açılmasını temin etmek
üzere bu meselelere dair iç tüzük hükümlerine göre, Başbakan’dan gensoru
açılmasını arz ve teklif...”[293]
MP’li Osman Bölükbaşı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Kemal
Türkoğlu da, 1 Aralık’ta verdikleri gensoru önergelerinde
“Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 43. maddesinin; Milletlerarası
barış ve güvenliğin korunması için Güvenlik Meclisi ile Devletler arasında
mahsus antlaşmaların yapılmasını verilecek yardım kuvvetlerinin miktar
mahiyetinin bu antlaşmalarda tasrih edinmesini ve nihayet yapılan antlaşmanın
amir bulunan hükümleri muktezalarından hiçbirisi yerine getirilmemiş bulunduğundan
Hükümetimizin kararı, Anayasamız ve Hükümete bahsettiği taahhütlere mesnet
olarak gösterilen Birleşmiş Milletler Antlaşmasına muhalif bulunduğu gibi kendi
emniyetimiz sağlanmadan verilmiştir. Şurasını açıkça ifade edelim ki bir emri
vaki ile tatbik halinde bulunan kararın geri alınmasını asla düşünmüyoruz.
Ancak Anayasa aykırı bir kararla icraya girişmiş olan bugünkü Hükümetin iş
başında kalmayacağı da tabidir.”[294]
Muhalefetin gensorularından İnönü’ye ait olanı DP Grup kararına
uygun olarak düzeltilmek üzere kendisine verilirken Bölükbaşı ve Türkoğlu’nun
soru önergeleri ise, DP milletvekili Halide Edip Adıvar’ın tek muhalefet oyuna
karşılık büyük bir çoğunlukta kabul edilecekti.[295]
Gensoru önergesi gündeme alındıktan sonra söz olan Başbakan
Menderes, Kore kararının Bakanlar Kurulunun ittifak oyu ile alındığını
açıkladı.[296]
Gerçekte ise, önergede gündeme getirilen temel konu, Kore’ye asker
göndermenin bir savaş kararı Sayılıp sayılmayacağı konusu idi. Bu önerge
Meclis’te 8,5 saat süren ateşli konuşmalardan sonra 39 olumsuz, 1 çekimser oya
karşılık iktidarın 311 olumlu oyu ile reddedilerek Hükümetin Kore’ye asker
göndermesi kararı TBMM tarafından onaylanacaktı.[297]
Türkiye, Kore Savaşı boyunca ateşkesin imzalandığı 27 Temmuz 1953
tarihine kadar değiştirme birlikleri göndererek Türk Tugayı’nın asker sayısını
korumakla yetinmedi, bu sayı zaman zaman 6000’in üstüne çıkarıldı. Türk Tugayı
özellikle “Kunuri” çatışmalarında önemli başarılar kazanarak Amerikalıların
övgüsünü aldı. Türk Tugayı, Kore’de toplam olarak: 717 ölü, 527 yaralı ve 228
tutsak verdi. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesinde: Truman Doktrini yolu ile
hem güvenliğini sağlamak , hem Batı’ya bağlanarak hem de ekonomik ve askeri
yardım almak isteği etkili olmuştu.[298]
2.2.2.
Türkiye’nin
NATO’ya Girişi
Menderes Hükümeti, Kore’ye asker yollama kararından bir hafta
sonra Kuzey Atlantik İttifakı’na resmen başvuruda bulundu. Türkiye NATO’ya ilk
kez 11 Mayıs 1950’de yeni CHP iktidarının son günlerinde başvurmuştu. Menderes
Hükümeti, Kore’de ABD’ye verilen desteğin bir ödülü olarak NATO’ya kabul
edilmeyi bekliyordu.[299]
13 Eylül 1950’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında
Türkiye’nin NATO’ya üyelik başvurusu reddedildi. Buna karşılık Amerika’nın,
Türkiye ve Yunanistan’ın aday üye olarak İttifak’a alınmaları görüşü Bevin ve
Robert Schuman tarafından da benimsendi. 4 Ekim 1950’de Washington Atina ve
Ankara’da aynı zamanda yayınlanan bildiride Türkiye ile Yunanistan’ın bu
teklifi kabul ettiği açıklandı.[300]
NATO Konseyi’nin 1950 Eylül’ünde aldığı karar, Türkiye’nin
kendini, Batı savunma düzenine bağlamak isteğini tamamen karşılamaktan çok
uzaktı. Bu nedenle Türkiye, NATO’ya girme isteği geri çevrildikten sonra 1951
yılının başlarında ABD’ye, 1939 tarihli Türk- İngiliz- Fransız ittifak
antlaşmasına katılma teklifinde bulunmuştur. Ancak, ABD bu teklifi çok sınırlı
bir uygulama alanını kapsadığını ileri sürerek reddetmiştir. Çünkü bu anlaşma
Yunanistan’ı içine almadığı gibi Sovyetlere karşı da yapılmış bir anlaşma
değildi.[301]
Gerek NATO’ya alınmama gerek ittifak teklifinin reddi, Türk
basınında tepkiye yol açmıştır. Eski Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 6 Nisan
1951 tarihli Akşam’da “(NATO’nun) Türkiye’ye tek taraflı ağır külfetler
yükleyeceği iki senedir görülen hadise temayüllerden iyice anlaşılmıştır. Bunun
peşini bırakmamız lazımdır. Hatta istemiyoruz diye bağırmamız çok iyi
olacaktır.” diye ittifaka cephe almıştır. Ancak, Necmettin Sadak’a göre,
“Türkiye’nin NATO’ya alınmamasının başlıca sorumlusu ABD değil, NATO’nun Batı
Avrupalı üyeleriydi. İttifak kurulurken iki yıl sonrası için öngörülen 50-60
tümenli bir müttefik ordusu hala ortalarda yoktu ve her şeyi ABD’den bekleyen
Avrupa Devletleri bu işi ağırdan alıyorlardı. Atlantik Paktı’nın hala müspet
bir netice doğurmadığını gören Amerikan efkârı ve Kongresi, Mc Arthur
hadisesinin yarattığı propagandadan sonra Amerika’nın Doğu Akdeniz’de yeni
taahhütlere girişmesini güç kabul edecekti.[302]
Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda Amerikan stratejik
düşüncesi 1951 yılı başından itibaren değişikliğe uğradı. Bunun başlıca nedeni
soğuk savaşın yarattığı ortamdır. Doğu Bloku’na dahil Balkan Devletleri bu
sıralarda hızla silahlanıyorlar ve Kominform’un 1945 yılında Doğu Bloku’ndan
kopan Yugoslavya’ya karşı yaptığı baskılar yüzünden, NATO Başkumandanı General
Eisenhower emrindeki kuvvetlerin güney-doğu kanadının kuvvetlendirilmesini
gerekli görmeye başlıyordu. Amerikalı hava uzmanları da Türkiye’nin İttifak’a
alınmasını önemle istiyorlardı. Çünkü Türkiye ittifak’a alınmadığı takdirde
ülkesindeki hava üslerinin, Batılı devletlerce kiralanmasına muhalefet
ediyordu. Amerikalı hava uzmanları Sovyetlerin Batı Avrupa’ya saldırmaları
halinde, Türkiye NATO’nun üyesi olduğu taktirde bu ülkedeki üslerden kalkacak
Amerikan uçaklarının Kafkaslardaki petrol ve Urallar’daki endüstri bölgelerini
bombalayabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Yalnızca Akdeniz bölgesini
kapsayacak bir anlaşma Türkiye’deki üslerin bu maksatla kullanımını
sağlayamayacaktı.[303]
1951 Şubat’ında yayınlanan “Türkiye’nin Batı’ya bağlanmayı
sürdürme iradesi ve yeteneğini “Savaş Durumunda Türkiye’nin Hareket Tarzını
Önceden Hesaplama” başlıklı ulusal haber alma tahmin raporu[304] ABD’nin 1951 başında
Türkiye’ye bakış açısını ortaya koyuyordu. Bu raporun ana başlıkları şunlardır:
1.
Türkiye,
Sovyet yayılmacılığına direnmede kararlıdır. Türkiye Batı’ya sıkı sıkıya
bağlıdır.
2.
Türkiye,
Bulgar güçlerince bir istilayı Boğazlarda durdurabilecek güçtedir. Bir Sovyet
saldırısında Türkiye organize direnişini büyük olasılıkla iki-üç ay
sürdürebilir. Batı’nın fiili desteği ile ülke güneyini bir süre elinde
tutabilir.
3.
Genel
bir savaş durumunda Türkiye bir saldırıya uğramazsa başta büyük olasılıkla
savaşa taraf olmama statüsünü koruyacak fakat Batı’nın
zaferini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.[305] Ayrıca bu raporda Türkiye’nin güçlü ve
zayıf yönleri şöyle sıralanıyor:
Ulusal birlik ve nüfusun türdeşliği: Ulusal birlik ve Türklerin Ruslara tepkisi sıralandıktan sonra,
nüfusun türdeşliğinde “Kürt, Rum ve Ermeni azınlıklar”ın hatta kimi Türklerin
iç güvenlik bozulursa komünist yıkıcılıktan etkilenebileceği fakat bunun ancak
Sovyet işgali sonucunda ortaya çıkabilecek bir olasılık olduğu belirtiliyor.
Türkiye’nin ikinci güçlü yanı olarak ta ordunun durumu ele alınıyor. Ordunun
28000 kişilik modern, sıkı bir güce dönüştüğü seferberlik potansiyelinin
1.500.000 olduğu, ABD askeri yardımınca öngörülen bütüncül organizasyonun
tamamlanmasına eski yöntemlerden, silah ve donanımlardan yenilerine geçişin
geçici güçlüklerinin yarattığı tıkanıklara rağmen, savaş etkinliğinin büyük ölçüde
arttığı belirtiliyordu. ABD raporuna göre Türkiye’nin zayıf yönleri ise
“ekonomik zayıflık ve coğrafi yaralanabilirlik, olarak belirtiliyor. Coğrafi
yaralanabilirlik, Türkiye’nin hem Balkanlar’dan hem de Kafkasya’dan saldırıya
uğrayabileceği anlamına gelmektedir.[306]
Her an savaş tehlikeye karşı karşıya olan Türkiye’nin NATO’ya
alınmasına İskandinav ülkeleri kendi güvenlikleri açısında karşı çıkmıştır.
Danimarka, Norveç ve Belçika’ya göre, İttifak’ın genişletilmesi halinde
kendileri de bu savaşa sürükleneceklerdi. Aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan
ittifaka alınınca kendilerine yapılan Amerikan yardımının azalacağı endişesi
vardı. Ayrıca bu yalnızca bir askeri ittifak değil, Atlantik Medeniyeti’ne
sahip devletlerin oluşturduğu bir birlikti. Türk ve Yunan kültürü bu yapının
dışında kalıyordu.[307]
Türkiye’nin NATO’ya alınmasına en büyük itiraz İngiltere’den
gelmiştir. Bu itiraz özellikle Orta Doğu’nun savunulması konusundaki değişik
görüşlerden ortaya çıkmıştır. ABD’nin en büyük endişesi NATO’nun güney-doğu kanadının
zayıf olmasından ileri geliyordu. Bu yüzden Türkiye’de stratejik bir hava
kumandanlığı kurulmasını istiyordu.[308]
Türkiye’nin NATO’ya alınmasına en büyük itiraz İngiltere’den
gelmiştir. Bu itiraz özellikle Orta Doğu’nun savunulması konusundaki değişik
görüşlerden ortaya çıkmıştır. ABD’nin en büyük endişesi NATO’nun güney-doğu
kanadının zayıf olmasından ileri geliyordu. Bu yüzden Türkiye’de stratejik bir
hava kumandanlığı kurulmasını istiyordu.83 İngiltere Süveyş
politikasının devamı olarak bu kanalda egemenliğini sürdürebilmek için Türkiye
Yunanistan ve Mısır’ı içine alan Orta Doğu Komutanlığı’nın kurulmasından
yanaydı. Ancak Mısır başta olmak üzere öteki Arap devletlerinin İngiltere’ye
destek olmamaları bu politikanın iflası ile sonuçlandı.[309]
Amerika’nın Türkiye’yi desteklemesinin nedenlerinden biri de,
Türkiye’nin Kore Savaşı’nda göstermiş olduğu başarıydı. Amerika Dışişleri
Bakanı Dean Acheson yaptığı açıklamada, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın
GüneyDoğu Avrupa’nın askeri dengesinin önemli öğeleri olduğunu belirterek, bu
ülkeleri, Atlantik Paktı ile ilgilerini göz önüne alarak bulundukları bölgenin
savunma müzakerelerine iştareke davet ettiklerini söylemişti.[310]
Ayrıca, Türkiye’nin NATO’ya girişinde köşe taşlarından biri
sayılan ABD’nin yakın ve Orta Doğu Elçileri toplantısı 14-21 Şubat 1951’de
İstanbul’da yapıldı. Amiral Corney, Dışişleri Bakan Yardımcısı Mc Ghee, Hava
Kuvvetleri Bakanı Finletter,ABD’nin Ankara elçisi Wadsworth ve ABD’nin Atina
Büyükelçisi Peurifoy’un katıldığı toplantı sonunda “Türkiye’nin Akdeniz ve Orta
Doğu savunmasındaki stratejik rolü” bir kez daha vurgulandı.[311] Ayrıca Türkiye ve Yunanistan ile
karşılıklı güvenlik düzenlenmesine gitmesi ABD yönetimine iletildi.
Konferans’ta katılımcıların önerdiği seçenekler şunlardı:
1.
Türkiye’nin
ve Yunanistan’ın NATO’ya alınması
2.
ABD
Türkiye ve Yunanistan arasında iki taraflı güvenlik düzenlemelerine gidilmesi.
3.
ABD,İngiltere,Türkiye
ve Yunanistan arasında çok taraflı düzenlemelere gidilmesi.
Konferanstan hemen sonra CHP’nin yayımladığı 26 Şubat Ulusal Haber
Alma Tahmini Raporu’nun büyük ölçüde Konferans sonuçlarıyla çakışması, İstanbul
toplantısının sonuçlarının Amerikan ulusal politikasının ortak değerleri
olduğunu ortaya koyuyordu. Türkiye’nin NATO’ya girişinde ABD Akdeniz Filosu
Komutanı Amiral Corney ile Hava Kuvvetleri Bakanı Finletter’in 1951 yılının
başında Türkiye’ye yaptıkları ziyaret oldukça önemliydi.[312] Bu diplomasi trafiği NATO’ya giden
yolların yavaş yavaş Türkiye’ye açıldığının ilk işaretleri olmuştu.
Bu umudu ilk dile getirenlerden biri muhalefetin ileri
gelenlerinden Nihat Erim olacaktı. Erim, Ulus’taki “Türkiye ve Atlantik Paktı”
başlıklı yazısında; Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve İspanya’nın NATO’ya
girmeleri olasılığının güçlendiğini belirterek, Le Monda Gazetesi Washington
muhabirinin bir haberine gönderme yaparak ABD Senatosu’nun Türkiye ve
Yunanistan’ın pakta alınmasını isteyen üyelerin giderek arttığını ileri
sürmüştü. Erim’in gönderme yaptığı yazıya göre; ABD Hava Kuvvetleri’nin bu iki
devletin üye olmasından en büyük beklentileri şunlardır:
1-
Ege
Denizi’ni elde tutmak
2-
Mümkün
olduğu kadar uzun bir müddet boğaz sahillerini
muhafaza etmek
3-
Anadolu’daki
hava meydanlarını Sovyet saldırıları başlar
başlamaz kullanabilmek.
4-
Yugoslavya’nın
Güney ve Doğu yakalarını korumak
5-
Ruslarla
peyklerinin, Arnavutluk ve Avlonya üslerini fiilen ele geçirmelerini önlemek
..”ti.
Erim bu yazısında: Türkiye’nin NATO’ya girmesi durumunda
Anadolu’nun bir ileri üs olmasından çok bu üyeliğin Türkiye’ye sağlayacağı
önemli yararlar üzerinde durmakta idi.[313]
Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral Carney ve Hava Bakanı Finletter’in
Türkiye’yi ziyaretlerinden sonra, ABD 15 Mayıs 1951 tarihinde diğer NATO
üyelerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya tam üye olarak alınmalarını resmen
teklif etmiştir. Bunca olumlu gelişmelere rağmen, hala Orta Doğu Komutanlığı
projesinden vazgeçmek pek olumlu görünmüyordu.[314] İngiltere Batı Örgütü Dairesi Genel
Müdürü E. Shuckburg, Zafer başyazarı ve DP milletvekili M. Faik. Fenik’le
yaptığı açıklamada; Orta Doğu’nun savunmasının önemi üzerinde durarak,
“Rusya tarafından tehdit edilen her devletin bu pakta üye olması
gerekmediğini, NATO’nun bölgesel bir pakt olduğunu,Norveç ve İskandinav
ülkelerinin paktın genişlemesinden endişe duyduklarını...” belirttikten sonra
İtalya’nın bu pakta yer almasının nedeni; “bu ülkenin yönetim biçimi, kültür ve
dini ile Avrupa topluluğunun bir parçası olduğu...” gibi gerekçelerle
açıklamaya çalışmıştır.[315] Mr.
Shcukburg’un yanıtı basında tepki ile karşılanırken Akşam Gazetesi yazarı
Necmettin Sadak “Eşsiz bir gaf, pot kırma” örneği başlıklı yazısında; “İngiliz
hariciyesinde bir umum müdürün, Atlantik Paktını dini bir camia saymasına ve
kültür medeniyet bakımından Türkiye’den ayırmasını...” tepki ile karşılamıştır.[316]
1951 yazına doğru Orta Doğu’daki siyasi havanın bulanması, bu
arada İran buhranının doğurduğu endişeler NATO’nun genişletilmesi konusundaki
direnmeleri ve özellikle İngiltere’nin itirazlarını önemli ölçüde
zayıflatmıştır. Bunun sonucunda İngiliz Dışişleri Bakanı Morrison, 18 Temmuz
1951’de Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada, Türkiye ile Yunanistan’ın
NATO’ya alınmalarının İngiltere tarafından destekleneceğinin açıklamış ve şöyle
demiştir;
“İngiliz Hükümeti Türkiye ile Yunanistan’ın, Atlantik Paktı’na alınması
meselesini dikkatle ve şümülüyle inceledikten sonra, bu meselenin en mükemmel
hal suretinin Türkiye ile Yunanistan’ın Pakta alınmasında bulunduğuna...” karar
vermiştir. Aynı zamanda İngiliz hükümeti Türkiye’nin Orta Doğu’nun
savunulmasında kendine düşen rolü oynaması üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu
konuşmadan da açıkça görüleceği gibi, İngiliz Hükümeti, Yunanistan ve Türkiye
NATO’ya alındığı takdirde bu iki devletle birlikte İngiltere ve Fransa’nın da
dahil olduğu bir Orta Doğu savunma teşkilatının NATO’ya ek olarak kurulmasını
da istemek konusunda ısrar ediyordu. Bunun sonucunda Türkiye NATO’ya
katılabilmek için İngiltere’nin bu isteğini olumlu karşılamaktan başka çare
görememiştir. Türk Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 20 Temmuz 1951’de TBMM’de yaptığı
konuşmada, İngiltere’nin Türkiye’nin NATO’ya katılmasına razı olmasından
duyduğu memnunluğu belirttikten sonra şöyle demiştir;
“Şu noktaya da işaret etmek isterim ki, Orta Şark müdafaasının
gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri
bulunduğuna kaniiz. Bu itibarla, Türkiye Atlantik Paktı’na iltihak edince, Orta
Şark’ta bize düşen rolü müessir bir suretle ifa ve girmeye amade olacağız.”[317] İngiltere’nin
itirazı bu biçimde ortadan kaldırıldıktan sonra, NATO Bakanlar Konseyi, 16-20
Eylül 1951 tarihlerinde Ottawa’da yaptığı toplantının sonunda Türkiye ve
Yunanistan’ın NATO’ya üye olarak çağrılmalarına oy birliği edilmiştir.[318]
Ottowa’da bulunan Amerikan Büyükelçisi Mc Ghee, “İngiltere’nin
beceriksiz bir şekilde blöfünü sürdürdüğü” ve onlara sanki kendi dışişleri
elemanıymış gibi davrandığını kaydedecekti: “Bizde sabırlı davrandık ve sonunda
akıl galip geldi. Bu Türkler için aynı zamanda Avrupalı olduklarının bir onayı
idi.”[319]
Bu olumlu karar Türkiye’de büyük bir sevinç yarattı. M. Faik Fenik
22 Eylül tarihli Zafer’deki “Dış Politikada Büyük Zafer” başlıklı bu sevinci
belirtirken;
“İşte Kore’de akıtılan Türk kanı heder olmamıştır. Atlantik Paktı
şimdi Türkiye’de bir tecavüze uğradığı takdirde Birleşik Amerika’nın otomatik
suretle yardımı sağlanmıştır...” diyerek üyelere teşekkür ediyordu.
Muhalefetten İnönü’de bu sevinci paylaşanlar arasındaki yerini alırken basına
yaptığı açıklamada;
“Memleketimizin emniyeti, milletlerarası büyük bir teşekkülün
kader birliğine katılmış olmak bakımından siyaseten artmıştır, denebilir.
Bundan sonra dünya sulh bakımından vazifelerimiz de artmış oluyor. Eşit
haklarla milletimizin kendisine teveccüh edecek vazifeyi en iyi şekilde ifa
edeceğine şüphe yoktur.”[320]
Zafer başyazarı M. Faik Fenik “Atlantik Paktı’nda CHP Sabotajı “
yazısı ile muhalefet partisini eleştirerek;
“Kore, Adnan Menderes Hükümeti’nin cesaretli ve azimli politikası
sayesinde Yemen değil, Atlantik Paktı oldu ve memleketimizin emniyeti, bu pakta
daha kuvvetli bir şekilde garanti altına alındı!... Onlar radyoda Kur’an,
camide ezan, Kore’de kurban! demişlerdi...”[321]
Ottowa’da yapılan toplantıda Bradley, İngiliz Genelkurmay İkinci
Başkanı Mareşal Sir William Slim ve Fransız Genelkurmay İkinci Başkanı General
Lecheres Türkiye’ye gelerek 13-14 Ekim tarihlerinde Türk yetkililerle
görüşmeler yaparak Türkiye ve Yunanistan’ı NATO’ya bağlayacak olan anlaşmalar
yapılmadan bu devletlerin NATO içinde entegre edilmesi ile ilgili görüşmelere
başlamışlardı.[322]
15 Ekim’de yayınlanan resmi bildiride, aşağıdaki konularda görüş
birliğine varıldığı belirtilmektedir.
Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktı’na girmeleri işlemlerinin
bir an evvel tekemmül ettirilmesi lazımdır. Atlantik Paktı Daimi Grubu ile
şimdiden temasa geçmek ve Türkiye’nin Pakta ilhakı tahakkuk ettikten sonra
görüşmelerde NATO’nun yapısı, işleyiş biçimi, Türkiye’nin rolü ve hangi
komutanlığa bağlanacağı konuşulmuş ve Türkiye ve Yunanistan’ın ittifaka biran
önce girmeleri ile bir Orta Doğu Komutanlığı kurulması kararına varılmıştır.[323]
Ancak Ottowa toplantısında alınan karara ve ondan sonraki
görüşmelere rağmen, Türkiye’nin NATO’YA katılması sorunu bir süre
çözülememiştir. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, Türkiye ve
Yunanistan’ın NATO’ya katıldıkları zaman hangi kumandanlığın içine alınacakları
sorunu Londra ile Ankara arasında anlaşmazlık yaratmıştır. Gerçekten, İngiltere
bu iki devletin kuvvetlerinin NATO içinde de olsa, yetkisi kurulacak Orta Doğu
Kumandanlığı’na katılması beklenen diğer ülkelerin kuvvetlerine de uzanacak bir
İngiliz generalin, kumandası altına bırakılmasını isterken, Türkiye kendi
kuvvetlerini bir Amerikan Komutanın özellikle NATO Başkumandanı Eisenhower’in
yetkisi altına bırakmak istemiştir. Başka bir deyişle, Türkiye Orta Doğu
Kumandanlığı’nın NATO’dan bağımsızlığını kabule yanaşmamıştır.[324]
Orta Doğu Komutanlığı’na katılması önerisi götürülen bir başka
ülke olan, Mısır’ın bu öneriyi geri çevirmesi İngiliz projesinin suya düşmesine
neden oldu. Bunun üzerine Amerikalı yetkililer Türkiye’nin NATO ve Orta Doğu
Komutanlığı bünyesindeki rolünün yeniden değerlendirilmeye alınmasını
önerdiler. Türkiye ve Yunanistan’ın hangi kumandanlık altına konulacağı sorunu
çözmek amacıyla 14-28 Kasım 1951 tarihlerinde Roma’da toplanan Kuzey Atlantik
Bakanlar Konseyi, Parlâmentoların Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya iltihaka
davet edilmesi kararının tasdik edilmesine kadar bu iki devletin
temsilcilerinin Konseyin Umumi toplantılarına müsahil sıfatıyla katılacaklarını
belirten bir karar almıştır.[325]
Sonuç olarak hükümetin istediği olmuştu ama Türkiye’nin
bağlanacağı Komutanlık konusundaki Amerikan-İngiliz tartışması 1952 Şubat’ına
kadar devam etti. Türkiye’nin Orta Doğu Komutanlığına bağlanmadaki
isteksizliği, kağıt üzerinde NATO’ya alınıp Müttefiklerce esas olarak Orta
Doğu’da değerlendirme korkusundan kaynaklanıyordu. İngiltere’nin inisiyatifi
kaybetmesi, Türkiye’nin isteklerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmıştır.[326]
1952 yılında Lizbon’da yapılan Konsey toplantısından önce yaptığı
çalışmalarda Fransa tarafından ortaya atılan bir orta yol üzerinde anlaşmaya
varılmıştır. Bu anlaşma gereğince Türk-Yunan Kara Kuvvetleri Güney Avrupa
Kuvvetleri Kumandanlığı’nın emri altına konulmuş, deniz kuvvetlerinin ise
kurulması düşünülen Orta Doğu Kumandanlığına
bağlanması
kararlaştırılmıştır.[327]
Türkiye NATO’ya 18 Şubat 1952’de girmiş ve Kuzey Atlantik
Konseyi’nin 20-25 Şubat 1952’de yaptığı Lizbon toplantısına üye sıfatıyla
katılmıştır. Toplantı sonunda yayımlanan sonuç bildirisinde Türk ve Yunan
kuvvetlerinin bağlanacakları komutanlık konusunda tam bir görüş birliğine
varılamadığı şöyle belirtilmiştir.
“Konsey, Türkiye ile Yunanistan’ın Kuzey Atlantik Teşkilatı’na
tahsis ettikleri kara ve hava kuvvetlerinin SACEUR Yüksek Komutanlığı emrine
verilmesine ve bunların Güney Avrupa harekat alanı başkomutanlığına tabi
olmalarına karar verilmiştir. Türkiye ve Yunanistan deniz kuvvetleri şimdilik
kendi genel kurmaylarının emri altında kalacaktır.”[328]
Türkiye’nin NATO’ya girişini öngören antlaşma hakkındaki yasa
tasarısı 17 Şubat 1952’de TBMM’ye sunuldu. Tasarı hakkında söz alan Dışişleri
Bakanı Fuad Köprülü Kuzey Atlantik Paktı’nın “yalnız müdafaa vasıtası değil,
çok geniş manada, maddi ve manevi yükselişi hedef tutan antlaşması” olduğunu
dile getirmiştir.[329]
Partisi adına söz alan CHP Grup Başkan vekili Faik Ahmet Barutçu
ise, Atlantik Paktı’na girişimizin kuvvetli, itibarlı bir Türkiye’nin uzun
seneler her milletten ziyade yaptığı fedakarlıkların bir mahsulü ve cihan
hadiselerinin Türkiye’nin ehemmiyetini artırır bir neticesi olduğunu kaydederek,
“Türkiye Atlantik Paktı’na bir sulh unsuru olarak giriyor, idealimiz ve
menfaatimiz bu paktın silahlı tecavüzleri ve mücadeleleri önlemesi ve sulhu
korumasıdır. Atlantik Paktı milli bir eser olarak tasvir ediyoruz. Memleketimiz
ve dünya sulhu için hayırlı olmasını temenni ederiz” şeklinde konuşarak
iktidara mensup milletvekillerinden sürekli alkış aldı.[330] Oya sunulan yasa tasarısı
Seyhan milletvekili Cezmi Türk’ün çekimser oyuna karşılık, 409 milletvekilinin
olumlu oyu ile kabul edildi.[331]
Türk dış politikası açısından NATO’ya girişin sonuçlarını kısaca
değerlendirmek gerekirse;
Türk dış politikasında Truman Doktrini ile başlayan, Batı savunma
sistemleri içinde güvenliğini sağlama ve bunun içinde ABD ile karşılıklı
taahhütler altına girme politikası, Türkiye’nin NATO’ya alınması ile başarılı
bir sona bağlanmış bulunuyordu. Ancak, NATO’ya giriş, Türk dış politikasındaki
bu akımı hızlandıracak ve Türk hükümetleri, kurulan yeni ilişkileri Türk
politikasının her yönünü içine alacak biçimde genişletme çabasına
gireceklerdir. Bu tarihten sonra NATO, Türk yöneticileri için Türkiye’nin
güvenliğini sağlayan bir ittifaktan çok, Türkiye’nin ABD ile askeri, ekonomik
ve toplumsal ilişkilerine yani Amerikan varlığına biçim veren bir çerçeve
niteliği kazanacaktır. Türkiye’nin NATO’ya girmesinin Türk Dış politikası
açısından en önemli sonuçlarından biride çıkacak bloklar arası bir savaşta,
Türkiye’nin savaş dışında kalma durumunun çok güç, hatta olanaksızlığıdır. Yeni
Türk devleti 1939 yılına gelene kadar hiçbir büyük devletle ittifak ilişkisine
girişmeden, dış politikasını başarı ile yürütebilmiş, 1939 tarihli
İngiliz-Fransız ittifaklarına rağmen II. Dünya savaşında savaş dışı durumunu
koruyabilmişti Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi ve bu ittifakın gereği
olarak Türkiye’de kurulan çeşitli tesisler, bloklar arasında çıkacak bir
savaşta Türkiye’nin savaş dışı kalabilme olanağı hiç olmazsa uygulamada ortadan
kaldırmıştır. Olay bu açıdan Türk dış politikasında bir dönüm noktası olarak
nitelendirilebilir.[332]
2.2.3.
Türkiye-Bulgaristan
İlişkileri
Türkiye’nin Doğu Bloku ile ilişkilerinde belirleyici rolü
Sovyetler Birliği üstlenmiştir. Joseph Stalin döneminde Türkiye’ye verilen 1945
tarihli notanın iki devlet arasındaki yarattığı ciddi gerginlik Sovyet
liderlerinin ölümüne kadar sürüp gidecektir.[333] 1948 yılından sonra
Avrupa’daki olaylar Sovyetler Birliği’nin istemediği bir yöne doğru
gitmekteydi. Yunanistan’daki iç savaş sona ermiş, bu devleti Balkanlar’da
kurulmak istenen blok içine almak mümkün olmamıştı. SSCB’nin Balkanlar’da önemli
ve etkili bir koz olarak kullanmak istediği Yugoslavya ‘da Kominform’dan
atıldıktan sonra Batı’ya kaymaya başlamış, Moskova’nın himayesinde kurulmak
istenen Güney Slavları Federasyonu için çalışmalar durmuştu.[334]
Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçmek istemeyen SSCB başta
Bulgaristan olmak üzere kendisine bağlı devletleri Türkiye’ye karşı
kullanmıştır. Bulgaristan’da çok sayıda Türk soyundan insanın bulunması ve bu
devletin sınırının özel bir öneme sahip olması nedeniyle Ruslar, Bulgaristan’ı
Türkiye’ye karşı kullanmışlardı.[335]
Bulgaristan’da Sovyetler Birliği’nin etkisi altında kalıp Sovyet
Hükümeti’nin yürüttüğü dış politikayı izlemiştir. Bulgar Hükümeti, Bulgaristan
Türklerinin sosyalist değişimlere menfi tutumları olmasından memnun değildir ve
onlara Türk Devleti’nin potansiyel ajanları ve Bulgar-Türk sınırında güvenliği
tehdit eden bir unsur olarak bakmıştır. Bu nedenle, hükümet onlardan kurtulmak
amacıyla Türkiye’ye göç ettirme ve Bulgar Türk sınırı boyunca yerlerine Bulgar
nüfusu yerleştirme kararı almıştır.[336]
Aynı zamanda, 1944 yılında işbaşına gelen Bulgar Komünist rejimi,
Bulgaristan Türklerinin gelecek konusundaki kaygılarını artırdı ve göç
isteklerini kamçıladı. 1950 yılına girildiği zaman Bulgaristan Türk azınlığı,
bir yandan Bulgar makamlarını, öte yandan Türk makamlarını zorlamaya
başladılar. Göç izni için Bulgar makamlarına başvurup pasaport isterken aynı
zamanda Türkiye’ye de dilekçeler iletiyorlardı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye
iletilen dilekçelerin birinde şöyle deniliyordu;
“Burgaz Vilayetinin Aydos kazasına mensup Macarlar karyesinde 140
haneye mürekkep olan halk Türkiye’ye hicret etmek istiyorlar. Hicret etme
sebeplerini ise şöyle sıralamışlardır. “Birinci tarlalarımızı koperatsiya
(kooperatif) yaptılar... İkincisi mekteplerimizde diniye ve Kur’an okutulmuyor,
ilerde dinimizi, dilimizi unutturacaklar. İşte bu zorluklar karşısında kaldık,
ne yapacağımızı şaşırdık, sancağımız olan Türkiye’ye hicret etmeyi, gözümüze
aldık... göz yaşı ile yazdığımız bu ricalara nazar-ı dikkatinizi dileriz”[337]
Uydu ekonomilerin entegrasyonunda Bulgar sebze ve meyveciliği
önemi dolayısıyla, Stalin bu kollektivizasyon hareketini desteklemekteydi. 1950
yılı başlarında Bulgaristan’a çok sayıda Sovyet tarım uzmanı gelmiş ve bunlar
kollektivizasyon hareketinin yürütülmesinde çok etkili olmuşlardır. 7 Mart
1950’de Bulgaristan Tarım Bakanlığı her bölgede ve çok kısa bir süre içinde
kollektif çiftliklerin kurulması ve köylülerin bu çiftliklerde toplanmaları
yönünde karar verdi. Bütün bu gelişmelerin bir sonucu olarak büyük çoğunluğu
toprak üzerinde çalışan Türk azınlığının, kollektivizasyon hareketi ile toprağı
elinden gitmiş ve makineleşme ile de çoğu işsiz kalmıştır. Bulgaristan
bünyesinde eritemediği ve çabalarında frenleyici bir unsur olarak gördüğü bu
Türk azınlığından kurtulmak istemiştir.[338]
Bu gelişmeler üzerine Sovyetler’in yönlendirdiği Bulgaristan, Kore
savaşından bir ay sonra, 10 Ağustos 1950 tarihinde Türkiye’ye bir nota vererek
sayıları 250,000 kadar Türk’ün, Türkiye’ye göç etmek istediğini Bulgar makamlarının
bu kimselere göçmen pasaportu vermeye başladığı, 10Ağustos 1950 tarihine kadar
54,028 kişiye pasaport verdiğini ve 250,000 kişinin hepsine pasaport
verileceğini bildirdi. Bulgar hükümeti, Türkiye’nin ise Bulgaristan Türklerinin
serbest göçüne engeller çıkardığını, pasaport alan 54,000 kişiden ancak 15,835
kişiye Türkiye’ye giriş vizesi verildiğini, oysa 1925 tarihli Türk- Bulgar
İkamet Sözleşmesi’ne göre Bulgaristan Türklerinin isteğe bağlı göçlerine engel
olunamayacağını belirtti.[339] 1925
yılında yapılan Türk-Bulgar Muhaceret Antlaşmasına göre Türkiye’ye göç etmek
isteyen Türkleri mallarını, paralarını beraberlerinde getirebilmekteydi. Fakat
Bulgar makamları bu göç esnasında Türklerin mallarını ve servetlerini beraber
getirmelerine izin vermeyerek Türkiye’ye göndermeye kalkmıştır. Bulgar
makamlarının kabul ettikleri bu durum bir nevi tehcir manzarası arz etmekteydi.
Bu göç olayı, 1925 yılında yapılan
Muhaceret Mukavelenamesinin hem ruhuna
hem de metnine ters düşmekteydi.[340]
Türk Hükümeti, 28 Ağustos 1950 tarihinde verdiği cevabı notada
böyle kısa bir süre içinde bu kadar kalabalık bir göçmen kitlesini kabul etmeyi
reddetmiştir ve 1925 yılında imzalanan Oturma Sözleşmesi’ne uyarak Türkiye’ye
gönüllü olarak göç etmek isteyenlere giriş vizesi vermeye devam etmiştir.[341]
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında vizesi olmayan çoğu çingene
olmak üzere 97 kadar kişinin de olduğu fark edilince vizesiz gönderilenler geri
alınıncaya kadar Türkiye, 7 Ekim 1950 tarihinde Türk - Bulgar sınırını kapattı.[342]
Bulgar Hükümeti sınırın açılması için birçok girişimde bulundu.
Türkiye vizesiz gönderilen çingenelerin geri alınması ve bundan böyle de
vizesiz ya da sahte vizeli kimselerin Türkiye ile Bulgaristan arasında iki ay
kadar süren diplomatik görüşmelerin ardından 2 Aralık 1950 tarihinde Türk -
Bulgar sınırı açıldı ve göçmen akını yeniden başladı. Ancak bu defa günde 800
göçmen alınması konusunda sözlü anlaşmaya varıldı.1950 yılında sınırın
kapanmasına kadar Türkiye’ye yaklaşık 30,000 göçmen geldi.[343]
Bu esnada, göçmenlere yeterli yardımın yapılabilmesini sağlamak
için, Cumhurbaşkanı Bayar’ın koruyucu Başkanlığı’nda ve TBMM Başkanı Refik
Koraltan’ın Başkanlığı’nda Göçmen Yardım Birliği kuruldu. Demokrat Parti Meclis
Grubu ise aldığı bir kararla, DP milletvekillerinin maaşlarından 250’şer
liranın göçmenlere yardım olarak verilmesini öngörmüştü.[344]
1951 yılının Nisan ayında Menderes Hükümeti göçmenler konusunda
çok önemli bir karar aldı. 1 Ocak 1950 gününden beri Bulgaristan’dan Türkiye’ye
gelen ve gelecek olan bütün göçmenler, “İskanlı Göçmen“ kategorisine alındı.
Bundan böyle Bulgaristan’dan gelecek olanlara “Serbest Göçmen” değil göçmen
vizesi verilmesi kararlaştırıldı.[345] Hükümet kararnamesine göre;
“Bulgaristan’dan 1950 takvim yılı başından itibaren serbest göçmen
vizesiyle memleketimize gelen ve gelmekte olan Türklerin 2510 Sayılı İskan
Kanununun 15. maddesinin 5098 Sayılı kanunla değiştirilen 2. bendi uyarınca
(Göçmen olarak) kabul edilmeleri ve iskan muamelesine tabi tutulmaları ve
Bulgaristan’da normal şartların avdetine kadar gelecek olanlara da mahalli
konsolosluklarımızca 3657 Sayılı Kanuna göre serbest göçmen vizesi yerine
göçmen vizesi verilmesi; İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının muvafakatine
dayanan Tarım Bakanlığının 16 / 31 1931 tarihli ve 3204-0-3307 / 12891 Sayılı
yasa üzerine Bakanlar Kurulunun 16 / 41 /1951 tarihli toplantısında
kararlaştırılmıştır.[346]
Sınırın tekrar açılmasından sonra Bulgar Hükümeti Türkiye’ye göçü
yavaşlatmıştır. 1951 yılının son 5 ayı içinde göç ortalaması 12,000’den 4,000 civarına
düşmüştür. Fakat sınırın 2 Aralık’ta tekrar açılmasından sonra Bulgaristan’ın,
göçmenlerin arasına çingeneleri sokmaya devam etmesi göçmen sorununu tekrar
alevlendirmiştir.[347]
Bulgar Hükümeti sahte pasaport ve vizeyle Türkiye’ye giriş yapmış
olan 126 çingeneyi tekrar geri almak istemeyince Türkiye, Türk-Bulgar sınırını
8 Kasım 1951 tarihinde yeniden kapatmak zorunda kaldı.[348]
Bulgar Hükümeti 30 Kasım 1951 günü yayımladığı bir tebliğ ile
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçü kesin olarak durdurduğu kamuoyuna açıkladı.
Bulgaristan Hükümeti, Türkiye’nin Bulgaristan Türklerini göçe özendirmek için
her türlü propagandaya başvurduğunu, sonrada Türkiye’ye göçleri engellemeye
çalıştığını ileri sürdü.[349] Türkiye
1 Aralık 1951 günü bir tebliğ ile Bulgar iddialarına karşılık verdi.
Türkiye’nin göç etmek isteyen soydaşlarını engellemesinin söz konusu olmadığını
nitekim 1950 yılından 1951 sonlarına kadar Bulgaristan’dan yaklaşık 150,000
göçmen alındığını, göçün devam etmesinin Bulgar Hükümeti’nin işine gelmediğini,
bu yüzden sınırın kapanmasına varan olayları Bulgarların kasıtlı olarak
çıkardıklarını belirtti.[350] On beş
ay kapalı kalan Türk-Bulgar sınırı 20 Şubat 1953 tarihinde yeniden açıldı.
Fakat, Bulgaristan artık Türklerin göçüne izin vermedi. Bu tarihten sonra 1968
yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında “Yakın Akraba Göçü” anlaşması
imzalanıncaya kadar Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç olmadı.[351]
1950’de 52,185 1951’de 102,240 olmak üzere Bulgar tehcir hareketi
boyunca anayurda gelen Türklerin sayısı 154,425 kişidir. Bulgaristan’dan göçen
göçmenlerin yerleştirilmeleri için Türkiye Marshall yardımından 30 milyon TL
tutarında bir yardım almıştır. Bundan başka Amerikan Ekonomik İşbirliği İdaresi
(The US. Economic Cooperation Administration) 4 milyon TL değerinde ayni yardımda
bulunmuş, Uluslararası Göçmenler Örgütü (International Refugee Organization)
göçmenlerin durumunu incelemek üzerine Ankara’ya teknik bir yardım grubu
göndermiştir. Ancak göçmenlerin yerleştirilmeleri için yapılan giderlerin çok
büyük bir kısmı hükümet ve halk tarafından yapılan ayni ve nakdi yardımlarla
karşılanmıştır.[352]
Tehcirin Türk dış politikası açısından sonucu, Türkiye’nin Bulgar
baskısı karşısında ABD’ye daha çok yaklaşması, bölge bakımından sonucu ise
Balkanlarda 1947’den sonra başlayan soğuk savaşı hızlandırmasıdır. Truman
Doktrini’nden sonra Yunanistan ve Türkiye’nin ABD’den askeri yardım almaları ve
dış politikalarını sıkı bir şekilde Batı’ya bağlamaları ile Balkanlar bölgesi
iki düşman bloğa ayrılmış bulunmaktaydı. 1948’de Yugoslavya’nın Kominform’dan
atılması ve bu devletin Batıya kayması soğuk savaşı şiddetlendirmiş ve göçmen
sorunu ise Türk-Bulgar ilişkilerini karşılıklı şüphe temeli üzerine
oturtmuştur.[353]
Stalin döneminde, 1948 yılında Yugoslavya’nın Kominform’dan
uzaklaştırılması, bu ülkenin kendisini büyük bir yalnızlık içinde hissetmesine
neden olmuştur. Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Joseph Tito “antikomünist”
bir pakt olarak gördüğü NATO’ya katılmayı düşünmemekle beraber, Fransa,
Almanya, İtalya, Belçika ve Hollanda arasında imzalanan Avrupa Savunma
Topluluğu’na katılmak için 1953 yılında başvuruda bulunmuştu. Ancak bu pakt
1954’te Fransa Parlamentosu’nda onaylanmayınca gerçekleşme imkanı bulamadı.[354]
Yugoslavya’nın bağımsız bir politika izlemesi Batılı devletlerin
özellikle ABD’nin dikkatini çekmiştir. Bu nedenle ABD Yugoslavya’nın Avrupa’da
yalnızlıktan kurtulmasını sağlamak ve Tito’nun yeniden Sovyet Birliği’ne
yönelmesini engellemek amacıyla Türkiye ve Yunanistan ile sıkı bir işbirliğine
gitmesini önermişti. Amerika’nın bu öneri ile amacı;
“Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya girmeleriyle Kuzey Atlantik
Bölgesinden başlayıp, İran’a kadar uzanan ve Sovyetler Birliği’ne karşı
kuvvetli bir savunma hattı haline gelen şeritte tek gedik olarak Yugoslavya
kalmıştı. Avrupa’nın savunulmasında çok stratejik bir konuma sahip olan
Yugoslavya’nın Türkiye ve Yunanistan ile kuracağı işbirliği ile NATO cephesinin
kuvvetlendirilmesini...” sağlamaktı.[355]
1947 yılından 1952 yılına gelinceye kadar Balkanlardaki işbirliği
teşebbüsleri Yunanistan’dan gelmişti. Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya
alınmalarından ve özellikle Bulgar tehcirinin yarattığı huzursuzluktan sonra bu
teşebbüsü Türkiye ele almıştır. Türkiye’nin bu etkin politikası Başbakan
Menderes’in 1952 Nisan ayı sonunda Atina’ya yaptığı ziyaretle başlamıştır.
Görüşmelerde iki ülkenin NATO üyeliklerinin doğurduğu siyasal ve askeri
sorunlar ele alınmıştır. Yayınlan ortak bildiride görüşmelerin ayrıntıları
hakkında açıklamada bulunulmamış ise de Balkanların ve özellikle Trakya’nın
güvenliğinin sağlanması için üç taraflı görüşmelerin başlaması ve bunun için de
Türkiye’nin doğrudan doğruya Yugoslavya katında teşebbüste bulunması
kararlaştırılmıştır. Bildiride Yugoslavya’ya değinilmemesinin nedeni Türkiye ve
Yunanistan’ın NATO içindeki yükümlülükleri ile Yugoslav ittifakının ne şekilde
bağdaşacağı konusunda henüz bir anlaşmaya varılamaması ve Yugoslavya’nın da dış
politikasına tam bir açıklık vermemiş olmasından kaynaklanmıştır.[356]
Alınan kararlar doğrultusunda Türk Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü
22 Ocak 1953 tarihinde Mareşal Tito ile bir görüşme yapmış, görüşme sonunda
yapılan resmi açıklamada barış ve emniyetin korunması için her iki ülkenin de
işbirliğine hazır olduğu belirtilmiştir.[357] 26-29 Ocak 1953 tarihleri
arasında Fuad Köprülü, Atina’yı ziyaret ederek Yunanistan Başbakanı Mareşal
Papagos ve Dışişleri Bakanı Stefanopulos ile ikili görüşmelerde bulunmuş ve
görüşmeler sonunda yayınlan ortak bildiride üç devlet arasında bir paktın
imzalanacağı açıklanmıştır.[358] Yunan
Dışişleri Bakanı Stefanopulos’un 3-8 Şubat tarihleri arasında Belgrat’a yaptığı
ziyaret sonucunda Balkan Paktı’nın bir an önce imzalanması kararı alınmıştır.[359]
14 Şubat 1953 tarihinde ise Yunanistan ve Yugoslavya heyetleri,
Ankara’da toplanarak askeri ve siyasi konularda üçlü görüşmeler yapmışlardır.[360] Bu
görüşmeler sonucunda 23 Şubat’ta Balkan Paktı’nın hazırlık aşaması tamamlanmış,
28 Şubat 1953 tarihinde de Türkiye,
Yunanistan ve Yugoslavya arasında üçlü bir anlaşma olan Ankara
Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmayı Türkiye adına imzalayan Dışişleri Bakanı
Mehmed Fuad Köprülü, Yugoslavya adına imzalayan Dışişleri Bakanı Koca Popoviç
ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Stefanopolus ortak bir basın toplantısı yaparak,
üçlü paktın amaçlarını açıklamışlardır. Koca Popoviç, AFP ve New York Times muhabirlerinin
bir sorusu üzerine, Paktın Yugoslavya’yı NATO’ya yakınlaştırdığını belirtirken;
Stefanopulos da Balkan Paktı’nın daha önceki pakta göre farkını açıklamış ve
Yeni Balkan Paktı’nın, başka devletlerinde katılımına açık bulunduğunu ve daha
geniş amaçlı olduğunu söylemiştir.[361]
Ankara Antlaşması üçlü ittifak yolunda atılan önemli bir adımdı.
Antlaşmanın giriş kısmında savunma konularında işbirliği yapılması gereği
belirtilmiş, Dışişleri Bakanlarının bu amaçla yılda en az bir kez toplantı
yapmaları ve genel kurmaylar arasında işbirliğine girişilmesi de ayrıca
vurgulanmıştı. Ayrıca ekonomik ve kültürel işbirliğinin genişletilmesi
aralarındaki uyuşmazlıkların barışçı yoldan çözümü, birbirlerine karşı başka
devletlerle işbirliği ve ittifaklardan kaçınmaları, birbirinin bağlı
bulundukları ve ilerde yapacakları bağıtların Ankara Antlaşması’na aykırı
düşmemesi gerektiği, antlaşmanın Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’dan doğan hak ve
yükümlülüklerini etkilemeyeceği kabul edilmiştir.[362]
Balkan Paktı’nın iki savaş arası devresinde kurulmuş bulunan
Balkan Antantı’ndan ayıran en önemli özellik Balkan Antantı’nda bir saldırı
karşısında ortak bir savunma örgütü olmaksızın her devletin kendi ordusu ile
karşı koymasını öngörmüş iken, Balkan Paktı ile ortak bir savunma anlayışı
benimsenmiştir.[363]
Başbakan Menderes ise US News and World Report adlı haftalık bir
derginin,1953 yılı Aralık ayı sayısına yaptığı açıklamada, üçlü paktın “tamamen
savunma amacına yönelik” olup müşterek bir mütecavüze mukavemet esasına istinat
ettiğini savunarak, “Türkiye’nin ittifakın gittikçe artan bir askeri
işbirliğine istinad etmesi lüzumuna inandığı...” söyledi.[364]
ABD üçlü antlaşmaya imza koyarken Türkiye ve Yunanistan’a
Yugoslavya ile bir askeri antlaşma yapmaları konusunda baskı yapmıştı.[365] Bu
amaç doğrultusunda Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun Ankara’yı ziyaretinden
sonra, üç Balkan devleti arasında yapılacak ittifak antlaşmasının ön tasarısını
hazırlamak üzere Atina’da üçlü bir komisyon toplandı. Türk ve Yunan Hükümetleri
imzalanacak Balkan Paktı’nın metnini NATO Konseyi’nin 29 Temmuz 1954 tarihinde
yaptığı toplantıya getirmişler ve Konsey hazırlanan metni onaylanmıştır.
Yapılan görüşmeler sonucunda Türk Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü, Yunan
Dışişleri Bakanı Stefhanopulos ve Yugoslavya Dışişleri Bakanı Koca Popoviç
Yugoslavya’nın Bled şehrinde 9 Ağustos 1954 tarihinde, bir ittifak antlaşması
imzalamışlardır.[366]
Bu antlaşmaya göre; “Üyelerden herhangi birinin saldırıya uğraması
durumunda diğerlerinin otomatik müdahalesi keyfiyetinin” çıkarılması, İtalya’yı
memnun etmişti. Bu ittifak antlaşması 16 Şubat 1955 tarihinde TBMM’de
onaylanmıştır. İttifak’ın Meclis’te görüşülmesi sırasında bilgi veren Dışişleri
Bakanı Fuad Köprülü, Bled İttifakı’nın, Ankara Antlaşması’nın yalnızca askeri bir
birliğe değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve diğer alanlara da yönelik
olduğunu söylemiştir.[367]
Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra yeni Sovyet Lideri Krusçev
ve Bulgaristan’ın, uluslararası ilişkilerde bir yumuşama havası yaratma
girişimi içinde Yugoslavya’ya özel bir önem vermeye başlamışlardı. Tito,
Sovyetlerin
143
bu yumuşak tutumu üzerine, dünyada iki bloğun dışında bağlantısız
(nötralist) bir politika gütmek hatta böyle bir harekete ön ayak olma yolunu
tutmuştu. Yugoslavya, Türkiye ve Yunanistan ile yaptığı ittifaktan kritik bir
dönemde çok az yararlanmıştı. Aynı zamanda Türkiye ile Yunanistan arasında
Kıbrıs sorunu yüzünden çıkan gerginlik, özellikle 6 Eylül 1955’de İstanbul’da
Rumlara karşı girişilen hareketler bu iki devletin Balkanlarda anlayış içinde
işbirliğini engelleyici bir durum yaratmıştı. Bütün bu gelişmeler, kuruluşundan
sonra bir iş görmemiş olan Balkan Paktı’nın sonunu getirmiş oldu.[368]
EKONOMİ POLİTİKALARI
3.1- I. ve II. Menderes Hükümetlerinin Genel Ekonomi Politikası
Türkiye’de 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan serbest seçim sonucu
Demokrat Parti’nin oyların %53.3’ünü alarak iktidara gelmesi ile çok partili
sisteme geçilmesi hem ekonomik ve hem de mali büyük değişimlere yol açmıştır.
Ekonomik bakımdan yirmi altı yıldır izlenen devletçi, korumacı ve kendi kendine
yeten politikalardan vazgeçilmiş; dönemin ilk yıllarında ise ithalat büyük
ölçüde liberalleştirilmiştir. Türkiye’nin 1947’de Dünya Bankası ve Uluslararası
Para Fonu’na (IMF’ye) üye olması ve dönem başında oldukça liberal bir iktisat
politikası uygulaması, 1950li yıllarda Türkiye’ye sağlanan dış yardım, kredi ve
yabancı sermaye yatırımlarında önemli artışlar başlamasında rol oynamıştır.[369]
Adnan Menderes Hükümeti’nin daha liberal ve özel sektör ağırlıklı
bir kalkınma modeline iten çeşitli iç ve dış faktörler vardı. II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde Türkiye, devletçi iktisat politikaları yerine, özel sektör
ağırlıklı yeni ekonomi politikası arayışına girdi. Bu arayışlarda sadece ülke
içindeki fertlerin ve özel teşebbüsün dinamik potansiyelini ortaya çıkarma
isteği değil, aynı zamanda dış ekonomik fırsatlar da çok etkili oldu. Çünkü
başta ABD’nin Marshall Yardımı olmak üzere savaş sonrası kurulan IMF ve Dünya
Bankası’nın finansman desteği fırsatları da ortaya çıkmıştı. DP iktidarı ile
başlayan köklü ekonomi politikası değişikliğinin temelleri 1947-48 yıllarına
dayanmaktadır.[370]
4 Temmuz 1948’de imzalanan “Ekonomik İşbirliği Anlaşması” ile
Türkiye’ye Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik yardımı başladı. Bu anlaşma
ile kurulan “Ekonomik İşbirliği İdaresi”, 1951’de yerini “Ortak Savunma
İdaresi” ne bıraktı.[371]
1950 yılında siyasi iktidarın değişmesiyle, siyasi ve iktisadi
davranışlarda liberalizme doğru bir kayma olmuş ve bunun sonucunda devletçiliğe
verilen önem giderek azalmıştı. 1949 yılında yayınlanmış olan Demokrat Parti
Programı’nın 43. maddesine göre; “İktisadi hayatta özel kuruluş ve sermayenin
faaliyeti esastır. Onun için özel kuruluş ve sermayeye serbestlik ve güvenle
çalışma şartları ve yani yeni iş alanları sağlanmalıdır.” ilkesi kabul edilmiş
bulunuyordu.[372]
Birinci Menderes Hükümeti Programı’nda eski hükümetin iktisadi
siyaseti şiddetle eleştirilmiş “müdahaleci, kapitalist, bürokratik ve tekelci
bir devlet tipinin” nasıl ortaya çıktığını, “Devlet İktisadi Teşekküllerinin,
her türlü gümrük duvarları ve her türlü ayrıcalıklar himayesinde verimsiz
çalışmaları ve mamullerin pahalıya mal edilip pahalıya satılmaları” sonucunda
ülkenin nasıl bir ekonomik baskı altında kaldığı gösterilmeye çalışılmış ve
DP’nin; “Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında hissetmesini
sağlayacak bütün tedbirleri” alması, yabancı girişim, sermaye ve tekniğinden
geniş ölçüde yararlanılması, üretim yaşamının, devletin zararlı karışmalarından
ve her çeşit bürokratik engellerinden kurtarılması, devlet müdahalelerinin en
aza indirilerek, “Devlet sektörünün mümkün olduğu kadar daraltılması ve buna
mukabil emniyet vermek suretiyle hususi teşebbüs sahasını mümkün olduğu kadar
genişletmek...” amaçlanmıştı.[373]
Hükümet Programı’nda parti programına uygun olarak devlet
işletmelerinin “amme hizmeti gören ve ana sanayiye taalluk edenler hariç,
muayyen bir plan dahilinde elverişli şartlarla peyderpey hususi teşebbüse
devri... Ticari alanda da karışmanın zorunlu olmadığı hallerde, işi serbest ve
normal kaidelere bırakmak” ilkesi benimsenmiştir.[374]
DP’nin iktidarı devraldığı 1950 yılında, Türkiye’nin toplam nüfusu
20.809.000 olup bu nüfusun 12.298.709’u 15 ve daha yukarı yaştaydı. Bu yetişkin
nüfusun 6.595.276’sini kadınlar; 6.333.433’ünü de erkekler meydana getiriyordu.
Bu nüfusun %75’i kırsal kesimde yaşıyordu. Türkiye’nin ulusal geliri kişi
başına 360 TL idi(11.1TL=0.3571USD idi). Türkiye’nin 1950 yılı başında 775
milyon TL (190 milyon Dolar) borcu ve dört tonu rehinde bulunan 137 ton altın
stoku bulunuyordu. ABD’li uzmanlara göre bu yıllarda Türkiye’nin 15 aylık döviz
ve altın stoku vardı ve Türk Sanayii ve endüstriyel üretim, savaş öncesi
yıllara göre gözle görülür bir artış göstermişti.[375]
Demokrat Parti’nin iktidarı devraldığı 1950 yılından itibaren
izlediği ekonomik politikalarda Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası’nın,
Türk Hükümeti ile işbirliği içinde hazırlamış oldukları ve Barker Raporu olarak
bilinen raporun da, önemli derecede etkisi olmuştur. Bu bankanın başkanı olan
James M. Barker başkanlığı altında 18 Haziran 1950 tarihinde Türkiye’ye gelen
on beş kişilik bir inceleme kurulu, yerel incelemeler yaparak sözü edilen
raporu hazırlamışlardır.[376]
Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası Raporu 1951 Haziranında
Cumhurbaşkanı Bayar’a sunuldu. Bu raporda şu konular eleştiriliyordu:
1-
Tarımı
ihmal etme pahasına endüstriyi geliştirmeye kuvvet vermekten doğan, ekonomik dengesizlik,
2-
Devletçilik
ilkesinin hükümetin omuzlarına bir yük yüklemesi ve özel teşebbüsün cesaretini
kırması,
3-
Teknik
elemanların yokluğu,
4-
İdari
mekanizmanın işleyişindeki yetersizlik,
5-
Yatırımları
düzenleştirecek ayrı bir mekanizmanın bulunmayışı,
Enflasyonun sermayenin serbestçe el değiştirmesini önlemesi ve
satın alma gücünün gelişmesine engel olması.[377]
1946-1953 yılları dış ticaretin hızla genişlediği dış açıkların 17
yıllık bir aradan sonra yeniden Türkiye ekonomisinin yapısal bir özelliği haline
geldiği, tarımsal gelişmenin sanayinin önüne geçtiği, ancak milli gelir
artışlarının da çok hızlı olduğu bir dönemdir. 1946-1953 ekonomik
konjonktürünün doruk yıllarının DP iktidarı dönemine rastlaması bazı yazarların
Demokrat Parti yıllarını “Altın Yıllar” olarak nitelendirmesine neden olmuştur.[378]
Menderes Hükümeti, devlet sanayi politikasının temel hedeflerini
belirlemek amacıyla 9 Nisan 1951 tarihinde Ankara’da ikinci Sanayi Kongresi
adlı bir kongre toplanmıştır. Kongrenin açılışında Başbakan Menderes, TBMM
Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Dışişleri Bakanı
Fuad Köprülü ve kabinenin öteki üyeleri de hazır bulunmuşlardı. [379]
Kongrenin açılışında bir konuşma yapan Ekonomi ve Ticaret Bakanı
Muhlis Ete,şunları söylemiştir:
“Demokrat parti iktidarı ele aldığı zaman, memleket sanayii
tamamen başıboş bir durumda buldu. Şuurlu bir sanayi politikası takip etmek,
yurdun iktisaden kalkınmasında memleket sanayiinden faydalanmak gibi yüksek
hedefleri bir tarafa bırakalım; memlekette kaç sanayi işletmesi vardır. Bunlar
yurt içinde nasıl dağılmıştır. Sınai istihsal kudretimiz nedir?... gibi en
iptidai suallerin dahi cevabı verilemeyecek durumda idi.”[380] diyerek DP’nin bu konuda
izleyeceği sanayi politikasının amaçlarını şöyle açıklamıştı.
a- Bir sanayi envanteri
yapılarak tabii kaynakların belirlenmesi
b- İhracatı çoğaltan sanayiin
desteklenmesi ve çoğaltılması
c- Sanayi politikasında
fabrika, el ve ev sanayii şeklinde bir ayırım yapılmaması
ç- Yeni bir Sanayi Yasası hazırlanması
d- Sanayileşme programının
memleket ekonomisinin diğer faaliyet sektörleriyle dengeli bir durumda
yapılması
e- Memleketin gereksinimlerini
ön planda tutan yatırımlara öncelik verilmesi
f- Varolan sanayi kurumlarının
daha güçlendirilmesi
g- Sanayi kredisinin sağlanması
ve yabancı sermayenin Türkiye’ye çekilmesi
ğ- Sanayi yatırımlarına vergi
kolaylıkları getirilmesi
h- Sanayi birimlerinin
kuruluşunda “priorite”nin (öncelik sorunun) belirlenmesi
ı- Devlet ve özel girişimin
eşit haklar altında çalışmaları
1-
Sanayicilere,
yeni kurulan Sanayi Kalkınma Bankası’nın kredi sağlaması
j- Sümerbank’ın elindeki
işletmelerden önemli bir bölümünü özel girişime devretmesi veya özel girişimin
bu işletmelere katılması
k- Merkez Bankası mevzuatında
yapılacak bir değişiklik ile bu bankanın özel sanayi kesimine yardım etmesinin
sağlanması
l- Yabancı sermayenin memlekete
getirilmesi için çalışılması
m- Güç ve rizikolu sanayi
dallarından yeni kurulanlara birkaç yıl vergi bağışıklığı getirilmesi
n- Gümrük tarifelerinin sanayii
koruyacak şekilde düzenlenmesi
o- Devlet karışmasının en az
ölçülere indirilmesi
ö- Devlet işletmelerinin, özel
girişimin ilgi duymadığı alanlarla sınırlı kalması ve özel kesimin çalışma
alanlarının genişletilmesi
p- Tekelci zihniyete son
verilerek, devlet-özel işletme arasında eşitlik sağlanması
r- Zorunlu olmadıkça devlet
işletmesinin kurulmaması, kurulanlardan da en çok üretim sağlanması için
önlemler alınması
s- Devletin elinde bulunan
işletmelerin, ana sanayie yönelik olanlar dışında belli bir plan çerçevesinde,
uygun koşullarla herkesin katılabileceği şirketlere peyderpey devretmeye
çalışması[381]
3.1.1.1.
Kamu
İktisadi Teşebbüsleri
Hükümet programlarında, özel sektör ve sermayenin istikrar ve
güvenle çalışabilmesi için devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlanması
yolunda kararlar alınmasına rağmen bu uygulama da pek gerçekleştirilememiş
KİT’lerin sayısı gün geçtikçe daha çok artmıştır. 1950-1954 yılları arasında,
Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (1950), Denizcilik Bankası Türk Anonim Ortaklığı
(1951), Et ve Balık Kurumu (1952), Türkiye Çimento Sanayii (1953), Azot Sanayi
(1953), Devlet Malzeme Ofisi (1954), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (1954)[382] gibi
birçok devlet kuruluşu 1950-54 döneminde faaliyetlerine başlamışlardır.
Menderes Hükümetleri döneminde özellikle şeker ve çimento
sanayiinde önemli gelişmeler dikkati çekmektedir. Şeker üretimi, yeni açılan on
bir fabrikanın üretime geçmesi sonucunda 1956 yılına gelindiği zaman 365.000
tonu bulmuş, çimento üretimi ise yeni açılan on fabrika sayesinde 330.000
tondan 1960 yılında 1.700.000 tona yükselmiştir. On yıllık dönem içinde dokuma
sanayiinde de %300’e yakın bir artış gözlenmiştir. Tezgah sayısı 1950’de 5.519
iken, 1960 yılında 15.820’yi bulmuştur. Sanayinin gelişmesine paralel olarak
enerji sektöründeki gelişmeler de dikkati çekmektedir. Yapımına 1950 yılından
itibaren başlanan Girvelik (Erzincan), Defne (Harbiye), Durucasu (Amasya),
Sarıyer Barajı (Ankara), Seyhan Barajı (Adana), Tortum (Erzurum), Göksu
(Konya), Sızır (Kayseri), Hazar Gölü (Elazığ), Kovada (Eğridir), Ceyhan
(Kahramanmaraş), Kayaköy (Emet), Botan (Siirt), Tunçbilek (Kütahya), Soma
Termik Santrali gibi enerji üretim kaynaklarından bir bölümünün 1954 yılına
kadar üretime geçilmesiyle beraber Türkiye’de 1950 yılında 789.624 kw/saat olan
enerji üretimi, 1960 yılında 2.815.071 kw/saat’e yükselmiştir. Türkiye’de Kamu
İktisadi Teşebbüsleri’nin ulusal gelire yaptıkları katkı 1950 yılında %9.5,
1952 yılında %9.6, 1958’de %9.9, 1959’da %11.3, 1960’ta %10.8 olmuştur.[383]
3.1.1.2.
Yabancı
Sermaye Yasaları ve Yatırımlar
Türkiye’de Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kaldırıldıktan
sonra yabancı sermayeye karşı uzun yıllar boyunca yakınlık duyulmamıştır.
1928’den itibaren tek parti devri boyunca, imparatorluktan arta kalan şirketler
adım adım millileştirilmiş, yabancı şirketlerin tasfiyesinin tamamlandığı 1944
yılına kadar geçen süre içinde, Türkiye’ye hemen hemen hiç yeni yabancı sermaye
girmemiştir.[384]
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Türkiye’nin batı yanlısı
politika izlemeye başlamasıyla bu durum değişmiş 22 Mayıs 1947 tarihinde
çıkarılan “Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkındaki” 13 Sayılı kararname,
yabancı sermaye ile ilgili birtakım yeni hükümler getiriyordu. Cumhuriyetin
kuruluşundan sonraki dönemde ilk defa yabancı sermayenin teşviki ile ilgili
olarak bilinçli bir mevzuat düzenleniyordu. 13 Sayılı kararname 23. maddesiyle
Türkiye’de iş yapmak isteyen yabancıların gerekli “nakdi sermayeyi ve işletme
akçelerini” döviz olarak dışarıdan getirilmesi zorunluluğunu ortaya koyuyordu.
Bu kararnamenin çıkışından üç yıl sonra 1
Mart 1950 tarihinde kabul edilen, 5583 Sayılı “Hazinece Özel
Teşebbüslere Kefalet Edilmesi ve Döviz Taahhüdünde Bulunulmasına Dair Kanun”la
dışarıdan gelerek Türkiye’de yatırım yapacak yabancı sermayeye tanınan transfer
garantisi, dışarıdan borç alacak yerli özel teşebbüslere de tanınıyordu.[385]
Türkiye 1945’li yıllardan sonra, ABD ve ABD merkezli, uluslararası
kuruluşların hibe ve borç biçiminde sermaye aktardıkları bir ülke konumuna
gelmiştir. Türkiye bu duruma ayak uydurmakta zorlanmadı ve 1950’deki iktidar
değişikliğinden sonra Menderes Hükümeti süratle yasal ve kurumsal düzenlemelere
girişti.[386]
Hükümet ilk olarak, özel sermaye yatırımlarını desteklemek
amacıyla, 4 Ağustos 1950 tarihinde, sermayesinin yarısı hükümet, öteki yarısı
da İnternational Bank for Deconstruction and Development ve bazı Türk Bankaları
ile sanayicileri tarafından karşılanan 12.500.000 TL sermayesi olan Sınai
Kalkınma Bankası’nı kurdu.[387]
Özel sanayinin geliştirilmesi için 1950 yılında kurulan Sınai
Kalkınma Bankası’ndan 1950-52 tarihleri arasında kredi almak için 900 kişinin
başvuruda bulunmasına karşılık bulardan ancak 103’üne toplam olarak, 52 milyon
TL kredi verebilmiştir.[388] Ekonomi
ve Ticaret Bakanı Fethi Çelikbaş’ın 13 Ocak 1954 tarihinde, Yabancı Sermaye
Yasası görüşülürken, TBMM’de yaptığı açıklamaya göre: DP iktidarı, “Devlet
Teşebbüsleri’nden bir tekini bile özel teşebbüse” devredememişti.[389]
Bu gelişmeler sonucunda Birinci Menderes Hükümet’i, 30 Temmuz 1951
tarihinde “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik” için yasa tasarısı
hazırlayarak TBMM’ye sundu. Bu tasarının en çok tartışılan maddelerinden
birisi; dışardan gelecek yabancı sermayenin karlarını götürme şekline ait
üçüncü maddesi oldu. Bu madde hakkında söz alan Köylü Partisi Seyhan
Milletvekili Cezmi Türk;
“Bu üçüncü madde metnindeki açık kapı benim hoşuma gitmiyor,
gönlümü, vicdanımı, fikrimi ve kalbimi tatmin etmiyor arkadaşlar.” diyerek
gelecek sermayenin her sene %10’unun dışarı yollanmasını eleştirmiştir.[390] Yasa,
1 Ağustos 1951 tarihinde yapılan oylamayla 287 milletvekilinden 285’inin olumlu
oyu ile kabul edildi. Oylamaya 180 milletvekili katılmadı. yasayı eleştiren
Cezmi Türk ise aleyhte oy kullandı.[391]
1 Ağustos 1951 tarihinde de 5821 Sayılı “Yabancı Sermaye
Yatırımlarını Teşvik Kanunu” yürürlüğe girdi. Fakat bu yasa, yabancı
yatırımcılara tam anlamıyla liberal bir ortam sağlamıyordu. 5821 Sayılı kanuna
göre,
“Memleket ekonomisinin kalkınmasına yarayacak mahiyette olmak,
Türk hususi sermayesine açık işlerde kullanılmak, herhangi bir inhisar ve
imtiyazı tazammun etmemek şartıyle ve sanayi, enerji, maden, bayındırlık,
ulaştırma ve turizm sahalarında yatırılmak üzere getirilecek yabancı sermaye,
bu kanunda yazılı hak ve menfaatlerden faydalanacaktı.” (madde:1)[392]
5821 Sayılı kanun kârı ve sermayenin transfer konularında da yeni
hükümler getirmekteydi. Buna göre “yüzde 10’u geçmeyen ve gelir ve kurumlar
vergilerine esas olan vesikalara göre taayyün eden yıllık kâr, faiz ve
dividantların” ve belli şartlara uyularak ana sermayenin transferi mümkündür.
Bir yıllık kârın yüzde 10’u geçmesi halinde, kalan miktar yüzde 10
kârın gerçekleşmediği yıllara eklenecek, bu mümkün olmadığı takdirde ana
sermaye ile birlikte ve bu kanundaki hükümlere uyulacak veya muayyen malların
ihraç şeklinde transferi durabilecekti. İki buçuk yıla yakın bir süre
yürürlükte kalan bu kanunun düşünülen seviyelerde yabancı sermayeyi çekmediği
görüldü. Bunun üzerine mevzuatta bazı değişiklikler yapılması yoluna gidildi.[393]
11.
Menderes
Hükümeti, Türkiye’ye daha çok yabancı sermaye akışını ve yabancı yatırımcıların
rahat hareket edebilmelerini sağlamak amacıyla, 6209 Sayılı Serbest Bölge
Yasası’nı kabul etti. TBMM’de 21 Aralık 1953 tarihinde oya sunulan yasaya 11
red oyuna karşılık 246 olumlu oy verildi. 209 milletvekili de oylamaya
katılmadı.[394]
Bu yasaya göre, serbest bölgeleri Bakanlar Kurulu ihtiyaca göre
belirleyecek, bu bölgeler gümrük hattı dışında sayılacak, buralarda; Pasaport
Yasası, Yabancıların Türkiye’de Seyahat ve ikametleri Hakkındaki Yasa, Gümrük
Yasası ile konulmuş olan denetim ve formalitelerle, bütün vergi, resim ve
yükümlülüklere ait yasalar uygulanmayacak; bölgede ikamete izin verilmeyecek,
bölgede kullanılması gereken eşyayı dışarıya çıkaranlar hakkında “kaçakçılık
hükümleri uygulanacak ve buralarda, hükümetten izin alınmak koşuluyla yabancı
personel çalıştırılabilecekti. Bu yasa ile daha önce yürürlükte olan 1132
Sayılı “Serbest Mıntıka Yasası”nı yürürlükten kaldıracaktı. 18 Ocak 1954
tarihine kadar bu yasadan yararlanmak amacıyla 52 başvuru yapılmış, bunlardan
21’i kabul edilmiştir.[395]
Yabancı sermaye yatırımlarının bu derece düşük olması nedeniyle
5821 Sayılı Kanunda değişiklik yapılması yoluna gidildi. 5821 Sayılı “Yabancı
Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu’nun tadiliyle ilgili olarak bir yasa
tasarısı hazırlandı. Tasarıyı savunan komisyon sözcüsü Haluk Şaman’a göre 5821
Sayılı yasanın değiştirilmesini zorunlu kılan bazı nedenler vardı. Bu nedenleri
üç başlık altında topladı:
“1-Sermaye ve kârların saiklerinin müddet takyidinin kaldırılması
lüzumu,
2-Kârların transferindeki nispet tahdidin kaldırılması zarureti,
3-Fihrist hakların teknik bilgilerin kıymetlendirilmesi ve sermaye
itibar olunması...[396]
Tasarı hakkında CHP adına konuşan Trabzon Milletvekili Faik Ahmet
Barutçu, CHP’nin yabancı sermayenin memlekete gelmesinden rahatsızlık
duymadıklarını “Ancak bunun memleket menfaatlerine uygun iktisadi sahalarda
kullanılmasını zaruri görür. Tasarı; tarım ve ticaret sahalarını da mutlak
olarak yabancı sermayeye açık tutmaktadır. Yabancı sermayenin Milli Sermayeye
üstün duruma gelmesinden korkulmaktadır.”diyerek yabancı sermaye yasası
hakkındaki şüphelerini dile getirmiştir.[397]
TBMM’de 18 Ocak 1954 tarihinde onaya sunulan yeni yasa tasarısı
muhalefetin 35 olumsuz,1 çekimser oya karşılık 248 olumlu oy ile kabul edildi.[398]
Bu kanunun yürürlükten kaldırmış olduğu 5821 Sayılı kanundan en
belirgin farkı, yabancı sermayenin kabul edileceği alanlarla kâr ve sermaye
transferlerini sınırlayan hükümleri kaldırmış olmasıdır. Söz konusu kanun
Türkiye’de yapılacak yabancı sermaye yatırımlarında memleketin iktisadi
inkişafına yararlı olması, Türk hususi müteşebbislerine açık bulunan bir
faaliyet sahasında çalışması ve inhisar veya hususi bir imtiyaz ifade etmemesi
şartlarını aramaktadır. Bu şartlara uyan yabancı sermayenin yatırım yapabilmesi
için, aynı kanunda , “Yabancı Sermayeyi Teşvik
Komitesinin” kararı ve
“İcra Vekilleri Heyetinin” tasvibi zorunlu
görülmektedir.[399]
Yabancı Sermaye Yasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten 10 Nisan
1954 tarihine kadar Hükümet 150 başvurudan 30’unu kabul etti. Bunların
Türkiye’ye getireceği toplam sermaye tutarı 26.958.480 TL idi.[400] Yabancı
sermaye yatırımları, 1954 Mayısından itibaren önemli bir artış göstermeye
başladı. Bu ay içinde Amerikan Persons Whitmane Company ile Ege Kağıt
Sanayii’nin buğday sapından yılda 30 ton kağıt üretmesini öngören başvurunun
yanı sıra İsrail Palalum Şirketi ile bir yerli firmanın emaye üretimi için
yaptıkları başvuru kabul edildi. Ünilever Şirketi ile İş Bankası’nın ortaklaşa
kuracakları bitkisel yağ ve margarin üretimini amaçlayan şirkete izin verildi.[401]
Yabancı Sermaye Yasası, dış sermaye akışını 1954’ten sonra
hızlandırmıştır. Bu beş yıl içinde Türkiye’ye ortalama 17.158 milyon Lira
yabancı sermaye girişi olmuştur. Yabancı yatırımcıların 1952-1960 yılları
arasındaki kâr transferinin toplamı ise 37.534.000 TL’yi bulmuştur.[402]
Yabancı Sermaye Yasası ile birlikte, yeni bir Petrol Yasası
yapılması da gündeme gelmiştir. Çünkü, yabancı sermayenin Türkiye’de petrol
arama konusuna aşırı ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi
Mc Ghee 1 Ocak 1953 tarihinde yaptığı açıklamada, Türk Hükümeti’nin memlekete
petrol şirketlerinin gelmesi için hazırlamakta olduğu yasanın,“Amerikan
sermayedarlarını, Türkiye’de yatırımlar yapmağa teşvik edeceğini söylemişti...”[403]
20 Şubat 1954 tarihinde Petrol Kanunu layihası görüşmek üzere
TBMM, Bursa Milletvekili Haluk Şaman’ın Başkanlığı’nda toplanarak Petrol Kanunu
Tasarısının arama ve işletmeye yönelik müşterek hükümleri ihtiva eden 76, 77,
78, 79, ve 80’inci maddeleri kabul edilmiştir. Böylece layihanın belli başlı
maddeleri üzerinde mutabakata varılmış oldu.[404]
Adnan Menderes ise, tasarının TBMM’de görüşülmesi sırasında dört
defa söz alarak tasarıyı savunmuş ve 1933 yılından 1950 yılına kadar,
hükümetlerin petrol bulması için 30 milyon TL harcadıkları halde, kendi
hükümetleri döneminde üç yıl içinde yapılan harcamaların 90 milyonu bulduğunu
vurgulamıştı.[405]
Petrol Yasası 7 Mart 1954 tarihinde TBMM’de 17’ye karşı 256 olumlu
oy ile kabul edildi.[406] Hükümet
6326 Sayılı Yasa’nın kabulünden hemen sonra Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığı’na 15 Nisan 1954 tarihinde “Jeolojik keşif yapma ve tasfiyehane”
kurma izni verdi. Türkiye’de bu yeni yasadan sonra, ilk petrol arama iznini
Sconi Vacum Petrol Company Şirketi aldı. Bu şirkete, Türkiye’de sondaja açık
yedi bölgede petrol arama izni verildi.[407]
Bu kanunun bazı maddeleri 1955 yılında 6558 Sayılı kanunla ve 1957
yılında 6387 Sayılı Kanunla değiştirilerek daha liberal sayılabilecek hükümler
getirilmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti petrol kaynaklarının hususi teşebbüs eli
ile geliştirilmesini ve bu maksada uygun olduğu nispette Türkiye dahilinde
yabancı menşeli petrol ameliyatının aynı surette inkişafını sağlamak” amacı
güden kanun, petrol konusunda özel sektöre öncelik tanıyan ve yabancı
şirketlere eşit haklar sağlayan bir kanunundur.[408]
Demokrat Parti Programı’nda, ziraat konusuna özel bir önem
verilmiştir. Programın 56-57. maddeleri tarım, 68-72. maddeleri de orman
işlerinde izlenecek politikalara ayrılmış bulunuyordu. Programda, Türkiye
nüfusunun yüzde sekseninin ziraatle uğraştığına dikkat çekilerek, bu alanda
üretimin arttırılabilmesi için gerekli önlemlerin alınacağı, araç ve gereçlerde
modern tekniklere uygun düzeye gelineceği, zirai hastalıklarla mücadele
edileceği, gübre kullanımının, sanayi kredilerin yaygınlaştırılacağı,
kooperatifler kurulacağı, sulama işlerine ve hayvancılığa önem verileceği,
ziraat eğitiminin geniş kitlelere yönelik olacağı gibi önemli sorunlar üzerinde
durulduğu görülmektedir.[409]
Birinci Adnan Menderes Hükümeti Programında da parti programına
uygun olarak ziraat konusuna oldukça önem verilmiştir. Hükümet programında;
“Türkiye’de ziraat milli ekonominin temelini, zirai mahsullerimiz
ise sanayimizin ve dış ticaretimizin ana kaynağını teşkil etmektedir” denilerek
daha önce izlenen zirai politikalar eleştirilmiş ve DP iktidarının ziraati ön
planda tutan bir görüşle hareket edeceği ve bu doğrultuda olmak üzere, zirai
kredi, zirai araç- gereç sorunlarını çözeceği, hastalık ve haşerelerle mücadele
edeceği iyi tohum ve ziraat tekniklerinden yaralanılacağı belirtilmiştir.[410]
Adnan Menderes DP programına uygun olarak tarımsal gelişme
sağlayabilmek amacıyla iktidarının ilk aylarından başlayarak önemli kararlar
almış ve bunları uygulamaya koymuştur. Kendisi de bir çiftçi olan Başbakan
Adnan Menderes, bu kesimin sorunlarını ve çözüm yollarını iyi biliyordu. Bu
nedenle Menderes öncelikle ekilebilir alanların genişletilmesi ve ileri tarım
tekniklerinin kullanılması gibi temel sorunları çözmekle işe başlamıştır. 1950
yılında Türkiye’de işlenebilir toplam arazilerin genişliği 16.008.000 hektar
kadardı. Bu toplam alandan 13.258.000 hektarı hayvanla işlenmekte olup aynı
yılda Türkiye’deki toplam traktör sayısı 16.585’i hububat üretimi toplamı da
7.7 milyon ton olup kişi başına düşen tarımsal ürün miktarı 451 kg dolaylarındaydı.[411]
Türkiye nüfusunun % 75’inin yani her on kişiden sekizinin çalışma
alanı olan ziraatle uğraşan kesim, ulusal gelirin yalnızca yarısını
alabiliyordu Türkiye’de 1950 yılında, tarımın GSMH içindeki payı 4.068.4 milyon
TL idi. Türkiye’de zirai alandaki üretim düşüklüğünün gerçek nedeni, işlenen
toprakların az oluşu değil, işleme tekniklerinin son derece geri oluşundan
ileri geliyordu.[412]
1.
ve
II. Menderes Hükümetleri döneminde tarımsal modernizasyonun temelini
makineleşme özellikle de traktör kullanımının yaygınlaştırılması oluşturacaktı.
Türkiye’de 1948’de 1750 adet traktör vardı.[413] 1951 sonuna doğru 24.000’e
ulaşan traktör sayısı, 1952’de 31.315’i, 1953’te 35.670’i, 1954’te ise 37.743’ü
bulacaktı.[414] Traktör
DP döneminin tarımsal alandaki simgesi haline gelirken tarım alanlarındaki
kullanım alanında da önemli
artışlar olmuştur. CHP döneminde çiftçilere toplam 831.598 dekar
arazi dağıtılırken, Menderes Hükümetleri, 22 Mayıstan Mart 1953 sonuna kadar 6
milyon 462 bin 924 dekar arazi dağıtmıştır. Ayrıca 1949-1950 yılları arasında
ekilen toprak sahası 9 milyon 581 bin hektar iken 1952-1953 döneminde 13 milyon
hektarı bulmuştur.[415]
2.
ve
II. Menderes Hükümetleri döneminde tarımsal üretimin artmasında en önemli
nedenler arasında makineleşmenin yanı sıra, kaliteli tohumluk, suni gübre ve
kredi kullanımı, ulaşım sorunlarının önemli ölçüde çözülmesi ve sulama işlerine
önem verilmesinin büyük etkileri olmuştur. Bu dönemde, Toprak Mahsulleri Ofisi
aracılığıyla üreticiye dağıtılan tohumluk miktarı 1953 yılında 200 tonu, Tarım
Bakanlığı temizleme istasyonlarında temizlenen ve ilaçlanan tohumluk miktarı da
151.000 tonu bulmuştur.
3.2.2.
Tarımsal
Üretimdeki Gelişmeler
DP döneminde zirai kredilerde ve bunların kullanımında da önemli
artışlar görülmektedir. Ekonomi ve Ticaret Bakanı Muhlis Ete’nin 1951 yılında
yaptığı açıklamaya göre: 1949-1950 yılında Ziraat Bankası’nın açtığı zirai ve
ziraat dışı kredilerin toplamı 555 milyon TL iken bu tutar 1950-1951’de 180
milyon arttırılarak, 735 milyon TL’ye çıkarılmış bulunuyordu. Yine 1949-1950
arasında zirai alanda yerli ve yabancı kaynak olarak 273.3 milyon TL ayrılmış
iken, 1950-1951 döneminde bu tutar da 115.8 milyon arttırılarak, 389.1 milyona
çıkartılmıştı. 1950-1951 döneminde toplam olarak 2.036.328 çiftçiye kredi
açılmıştı ve bunlardan 40.000 TL ve daha yukarı kredi alanların sayısı 30
kişiden ibaretti. Bu dönemde toplam olarak 369.461.000 TL’yi bulan kredilerden
bu kişilerin aldığı pay 1.970.000 TL olup, bu tutar , toplam tutarın ancak
%0.5’i dolaylarında idi. Zirai kredilerin çok büyük bir bölümü küçük
işletmelere verilmişti. Bu uygulama sonraki yıllarda da devam etmiştir.[416]
Zirai Krediler toplamı 1952 yılı Ağustos ayında 914.562.000 TL’yi
bulmuş, bu yıl içinde çiftçilere ayrıca 165.000.000 TL de makine ve donanım
yardımı yapılmıştır. Bu kredilerin 317.500.000. TL’lik bölümü küçük çiftçilere
tahsis edilmiştir.[417]
Bu yıl içinde açılan kredi toplamı 1 milyar lirayı bulmuştu.[418]
Zirai Krediler toplamı 1952 yılı Ağustos ayında 914.562.000 TL’yi
bulmuş, bu yıl içinde çiftçilere ayrıca 165.000.000 TL de makine ve donanım
yardımı yapılmıştır. Bu kredilerin 317.500.000. TL’lik bölümü küçük çiftçilere
tahsis edilmiştir.48 Bu yıl içinde açılan kredi toplamı 1 milyar
lirayı bulmuştu.49 Kredi tutarı 1953 yılında ise 147 milyon
arttırılarak, 1 milyar 319 milyona çıkarılmıştır.[419]
1.
ve
II. Menderes Hükümetlerinin, tarım nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan küçük
üreticilerin de tarım sektöründe hızlanan makinalı üretime ve piyasaya açılma
süreçleri içinde yer almaları amacını gerçekleştirme yolunda uyguladığı başlıca
strateji, küçük üreticilerin kooperatifler içinde bir araya gelmelerini teşvik
etmek ve kooperatifler aracılığıyla küçük üreticilerin tarıma yönelik olarak
açılan kredilerden pay almalarını sağlamaktı. Özellikle 1950 yılından sonra tarım
kredi kooperatiflerinin miktarında büyük artışlar olmuş, yine bu tarihten sonra
bu tür kooperatiflere verilen kredi miktarları da hızla yükselmeye başlamıştı.
Tarım Kredi Kooperatiflerince verilen kredi miktarları yıllara göre şu şekilde
dağılım göstermekteydi.(Bkz. Tablo:3)[420]
2.
(Tablo 4):1950- 1960 Dönemi Tarımsal
Üretim ve Verim
ÜRÜN |
1950 |
1960 |
% ARTIŞ |
Buğday
(milyon ton) |
3,9 |
8,5 |
118 |
Buğday
(kg/hektar) |
865 |
1,097 |
27 |
Şeker
Pancarı (milyon ton) |
0,9 |
4,4 |
389 |
Şeker
Pancarı (kg/hektar) |
16.780 |
21.610 |
28 |
Saf Pamuk
(bin ton) |
118 |
176 |
49 |
Saf Pamuk
(kg/hektar) |
264 |
283 |
7 |
Pirinç
(kg/hektar) |
2.128 |
2.588 |
21 |
Fasulye
(kg/hektar) |
835 |
1307 |
56 |
Ayçiçeği
(kg/hektar) |
600 |
897 |
49 |
Mısır
(kg/hektar) |
1.058 |
1.568 |
48 |
Bu önlemler sayesinde özellikle 1950-1954 yılları arasında tarım
ürünlerinde önemli artışlar görülmektedir. 1950’de toplam buğday üretimi 3.9
milyon ton iken, 1960 yılında 8.5 milyon tona (2.2 kat artış), şeker pancarı
üretim 900 bin tondan 4.4 milyon tona (4.9 kat artış) yükselmiştir. Bu dönemde verim
artışı ise, buğdayda %27, şeker pancarında %28, saf pamukta %7, pirinçte %21,
fasulye, ayçiçeği ve mısırda da %50 dolayında gerçekleşmiştir. (Bkz. Tablo:4).[421]
(Tablo 4):1950- 1960 Dönemi Tarımsal
Üretim ve Verim
ÜRÜN |
1950 |
1960 |
% ARTIŞ |
Buğday (milyon
ton) |
3,9 |
8,5 |
118 |
Buğday
(kg/hektar) |
865 |
1,097 |
27 |
Şeker
Pancarı (milyon ton) |
0,9 |
4,4 |
389 |
Şeker
Pancarı (kg/hektar) |
16.780 |
21.610 |
28 |
Saf Pamuk
(bin ton) |
118 |
176 |
49 |
Saf Pamuk
(kg/hektar) |
264 |
283 |
7 |
Pirinç
(kg/hektar) |
2.128 |
2.588 |
21 |
Fasulye
(kg/hektar) |
835 |
1307 |
56 |
Ayçiçeği
(kg/hektar) |
600 |
897 |
49 |
Mısır
(kg/hektar) |
1.058 |
1.568 |
48 |
Türkiye’de zirai üretimde ve makineleşmenin gelişmesinde Marshall
Yardımı’nın çok olumlu katkıları olmuştur. Yapılan anlaşma ve organizasyonlar
çerçevesinde hibe dahil 1945-1952 döneminde ABD’nin Türkiye’ye toplam yardımı
343 milyon dolar olarak gerçekleşti. Hibe hariç 1949’da ise 5.2 milyon dolar,
1950’de 48.7 milyon dolar, 1951’de 35.2 milyon dolar ve 1952’de 86.3 milyon
dolar olarak gerçekleşti.[422]
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün yaptığı açıklamaya göre, 1952
yılına kadar toplam olarak 354.200.000 doları bulan Amerikan yardımlarının,
59.583.000 doları traktör, pulluk, çeşitli tarım araçları, zirai mücadele
ilaçları ve gübre alımında kullanılmış; 10.144.000 doları; Toprak Mahsulleri
Ofisi ve Et Balık Sanayiinde; 4.500.000 doları ; Makine Kimya Endüstrisi Kurumu
tarafından küçük ziraat el aletlerinin yapımında, 29.541.000 doları; yol ve
malzeme yapımında, 69.268.000 doları; kamyon, yedek parça, petrol, lastik,
teneke kalay, makine ve yedek parça alımında kullanılmıştı.[423]
Türkiye, 1950-1955 yılları arasında Amerika’dan 1.920.000 dolar
askeri yardım, 23.250.000 doları bağış olmak üzere toplam 1.943.250.000 dolar
yardım almıştır. Bu yardımların büyük bir kısmı da tarımsal alanda
kullanılmıştır.[424]
1950 Tarım sayımlarına göre, Türkiye’de toprak sahibi olan
ailelerin sayısı 2.879.477 iken, hala toprağı olmayan ailelerin sayısı ise
1.109.509’u buluyordu. Bu sayımlara göre, toplam köylü ailelerin sayısı
2.732.391 olup, bunlardan çiftçi olanların sayısı 2.322.391, çiftçi
olmayanların sayısı ise, 410.000 idi. Sayıları 2.322.391’i bulan çiftçi
ailelerinden 1.686.143’ü mal sahibi, 498.838’i yarı mal sahibi, 14.815’i
kiracı, 57.161’i yarıcı, 9.734’ü marabacı, 4.759’u başka şekillerde tarımla
uğraşan ve 3.225’i durumu belli olmayanlar arasında yer alıyordu.[425]
Resmi nitelikteki araştırmalara göre, Türkiye’de aile başına
isabet eden ortalama ekilebilir alan 77 dekar olması gerekirken, gerçekte 20
dekardan az işletmelerin sayısı, toplam işletmelerin 562.122sini oluşturuyordu.
Toprakların
dağılımı da bölgelere göre büyük farklılıklar gösteriyordu. 1952
yılında ve 900 muhtarlıkta, 4.800 aileye uygulanan anketin sonuçlarına göre;
Karadeniz Bölgesi’nde %48.45, Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzeyinde %44.25, Doğu
Anadolu Bölgesi’nin orta bölümünde %34.45 olup, bu işletmelerin Karadeniz
Bölgesi’nde toplam ekili alanın %15.27’sini kullanmalarına karşın, Doğu Anadolu
Bölgesi’nin kuzeyinde %8.21 ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin orta bölümünde %6.09’u
buluyordu. Doğu Anadolu’nun orta, kuzey ve güneyindeki ailelerin %50’sinden
daha azı 50 dekardan daha küçük bir alanı işletiyorlardı. Doğu Anadolu’nun orta
bölümünde hane halkı oranı %49.92 olmasına karşın, bunların işledikleri alan
%15.80, Doğu
Anadolu’nun kuzeyinde hane halkının %46.58’inin işlediği alan ise
ancak %10.87 oranında idi.[426]
Zafer Gazetesi yazarı Mümtaz Faik Fenik, “Topraksız Çiftçiye
Toprak Dağıtımı” başlıklı yazısında; Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 1945
senesi Haziran ayında yürürlüğe girmiş olmasına rağmen iki yıl kadar bir süre
boyunca çiftçiye bir dönüm toprak verilmediğinden bahseder.[427]
DP iktidara geldikten sonra, toprak reformu uygulamasına büyük hız
verildi. 1952 yılında on bir ay içinde 33.114 çiftçi ailesine 1.438.000 dönüm
arazi ve 962.407 dönüm mera tahsisi yapılmıştır. Bu yıl içinde Bulgaristan’dan
zorunlu olarak göç ettirilen ailelere ise 98.844 dönüm toprak dağıtılmıştır.
Toprak dağıtımını hızlandırmak amacıyla kurulan 18 komisyonun sayısı 1952
yılında 64'e çıkarılmıştır.[428] 1953
yılında 455 köyde 36.388 çiftçi ailesine 1.944.588 dönüm toprak dağıtılmış ve
1.004.374 dönüm mera tahsis edilmiştir. Ayrıca sayıları 4.105’i bulan göçmen
ailelerine de 139.360 dönüm toprak verilmiştir. Böylelikle 1953 yılında
dağıtımı gerçekleştirilen toprak alanlarının genişliği 2.083.458 dönümü
bulmuştur.[429]
1954 yılında ise çiftçi ailelerine toplam 6.066.924 dönüm toprak
dağıtılmış ve 4.520.458 dönüm de mera tahsis edilmiştir.[430] Böylelikle DP iktidarının ilk
dört yılı içinde dağıtımı yapılan toprak alanlarının genişliği 9.500.000 dönümü
bulmuştur.[431] Bu
sayede 1950 ziraat sayımına göre, kendi toprağını işleyen ailelerin sayısı 2.3
milyon iken, bu oranda %35’lik bir artış sağlanmış ve 3.1 milyon dolaylarındaki
aile kendi toprağını işler hale getirilmiştir.[432]
On yıllık DP iktidarının ilk üç yılı (1950-1953), DP’nin ekonomik
açıdan en parlak olduğu dönemdir. Bu dönemde sabit fiyatlarla %13’ü bulan
yıllık ortalama gelişme hızı, 1954 yılında giderek düşmeye başlamıştır. Bu
olumsuzluğun en önemli nedenleri arasında planlama anlayışından uzak ve
gelişigüzel yapılan yatırımların yanı sıra, bütçe açığına ve emisyon hızına
dikkat edilmemesi sonucunda giderek bir üretim darboğazına girilmesi
söylenebilir. Örneğin 1951 yılındaki bütçe açığı 234.770.502 TL iken bu açık
1952’de 199.470.401 TL, 1953’te 167.652.736 TL ve 1955 yılında da 151.667.277
TL’ye çekilmiş ve 1954,1956,1957,1958,1959,1960 yılı bütçeleri denk olarak
hazırlanmalarına karşın uygulamada hep açık vermişlerdir. Bu yıllar arasında
mevduat ve tedavüldeki para toplamında da önemli artışlar görülmektedir.
Örneğin , 1950 yılında tedavüldeki toplam para miktarı 1.59 milyon TL iken bu
miktar 1960 yılında 9.250 milyonu bulmuştur.[433]
Türkiye’de ulusal gelir 1950 yılında toplam olarak 8.964 milyon
lira iken bu, 1951’de 10.694 milyon, 1952’de 12.424 milyon, 1953’te 14.696
milyon, 1954 yılında 14.785 milyon ve 1955 yılında da 17. 749 milyon lira
olarak gerçekleşmiş bulunuyordu.[434]
1954 yılından itibaren özellikle tarımsal ürünlerde meydana gelen
gerilemeler ulusal gelirin azalmasında etkili olmuştu. Bu yıl içinde ulusal
gelirdeki azalma %9.5 oranındadır.[435] 1950 yılında kişi başına
düşen ulusal gelir (1961 cari fiyatları ile) 1.184 TL iken bu, 1955’te 1.391,
1960 yılında ise 1.543 liraya yükselmiştir.[436]
Menderes Hükümetleri döneminde enflasyon, ekonomik politikaların
bir parçası haline gelmiştir. 1950 yılından itibaren başlayan ekonomik
canlanmaya paralel olarak fiyatlarda bir canlanma başlamış ve 1950-1954 yılları
arasındaki dönemin bütünü için enflasyon hızı %35 iken, 1953-54 yılları
arasında iki yıl içinde geçinme indekslerine yıllık %1.4 artışla %7 yükselme
olmuş; 1954-56 yılları arasındaki üç yıllık zaman içinde geçinme ve toptan eşya
fiyatlarında yıllık ortalama 14 puan hesabı ile 1948 yılına göre %41 oranında
artış gerçekleşmiştir. 1954-1959 yılları, 1950 yılından başlayan ve serbest
girişime ağırlık veren özellikle “talep” yaratan, tüketimi, ekonomik ve
psiko-sosyal tesirleri kamçılayan bu dönemde “talep enflasyonu” büyük ağırlık
taşır. Dönemin sonlarına doğru ise üretim tıkanıklıklarının, darboğazların
belirdiği göze çarpar ve bu son dönemde “maliyet enflasyonu” gözle görülür bir
karakter taşır.[437]
Türkiye’de 1950 yılında Devlet Karayollarının uzunluğu toplam
olarak 24.306 km iken, bu uzunluk 1960 yılında 26.711 km’ye çıkarılmıştır.[438] 1950
yılında mevcut köprü uzunlukları 13.000 km ve sayısı da 289 iken 1956 yılında
köprü uzunlukları 52.650 km’yi, sayıları da 833’ü bulmuştur.[439]
Demiryolları yapımına Cumhuriyet’in ilk 12 yılı içinde çok büyük
bir önem verilmiş ve 1923 yılında 3756 km olan demiryolu uzunluğu 1935’te 6.639
km’ye, 1950 yılında da 7.671 km’ye çıkarılmıştı.[440] Bu dönemde demiryollarını
ihmal eden hükümet, pahalı olan kara taşımacılığına ülkeyi bağımlı hale
getirdiği yolunda eleştirilere maruz kalacaktı. 1950-1960 yılları arasında
demiryollarına sadece 343 km’lik hat takviye edilmiştir.[441]
1950-1957 yılları arasında liman yapımına da önem verilmiş,
Ereğli, Haydarpaşa, İzmir-Alsancak, İnebolu, Mersin, Samsun, Rize-Salıpazarı,
Trabzon ve Zonguldak limanları hizmete açılmıştır.[442]
Demokrat Parti döneminin ilk dört yılı olan 1950-54 arasında daha
çok zirai modernizasyon ve ulusal sanayinin geliştirilmesine çalışmakla geçmiş,
bu dönemde her iki sektörde de önemli üretim artışları
gerçekleştirilebilmiştir. 1954 yılında başlayan bazı ekonomik sıkıntılar,
iktidar için yeterince uyarıcı olmamıştır. İlk dört yıllık dönemde serbest
rekabetçi politikanın sürdürüldüğü söylenebilir. Hükümet 1951 tarihli yasanın
yetersiz kalması nedeniyle, özellikle sanayi sektöründe gelişmeyi hızlandırmak
için, 1954 yılında çıkardığı ve yabancı sermayeye büyük ayrıcalıklar tanıyan
Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası’nı daha sonraki yıllarda çekici duruma getirmiş
ve ilk olarak Cumhuriyet döneminde yabancı sermaye tutarı bu dönemde kümülatif
olarak 390 milyon 124 bin lirayı bulmuştur.[443] Ancak daha sonraki dönemde
mal darlığı, döviz sıkıntısı ve bunlara paralel olarak yaşanan yüksek enflasyon
nedeniyle, Milli Koruma Yasası uygulamaları ile hükümet, iktisadi yaşama aşırı
müdahalelerde bulunmuştur.[444]
Özetle söylemek gerekirse, araştırmacıların bir kısmı, 1950-1954
dönemini karma ekonomi[445] bir
bölümü de liberal bir dönem olarak nitelendirmektedirler.[446]
DP 1946-1950 yılları arasında muhalefetteyken, iktidara geldiğinde
Kamu İktisadi Teşebbüslerini özel sektöre devretmeyi vaadetmişti. Bu vaat gerçekleşmediği
gibi 1950-1960 döneminde KİT sayısında yaklaşık iki kat artış olmuştur. Böylece
Türkiye’nin sanayi üretiminde KİT’lerin payı önemli bir seviyeye çıkmıştır.[447]
EĞİTİM VE KÜLTÜR
POLİTİKALARI
4.1-
I.
ve II. Menderes Hükümetlerinin Genel Eğitim Politikası
Demokrat Parti’nin programında din eğitimi konusu ve bu eğitimi
yapacak kurumların oluşturulması ve üniversite içinde yer alacak özerk niteliğe
sahip bir ilahiyat fakültesinin kurulması savunulmuştu. Parti programının Milli
eğitim ile ilgili bölümünde ise, eğitim ve öğretim birliği, mesleki ve teknik
eğitimin yaygınlaştırılması, ilkokul öğretmenleri arasındaki farklılığın
giderilmesi, üniversitelerin özerk olması, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve
konservatuarlar açılarak ciddi yayınlar yapılması, dilin, bilimin ve sanatın
her türlü siyasi karışmalardan uzak tutulması doğu bölgelerinde fakülte ve her
derecede okullar açılması gibi konulara yer verilmişti.[448]
Parti programında çok önem verilen eğitim konusuna hükümet
programlarında aynı derecede önem verilmediği anlaşılmaktadır. Birinci Menderes
Hükümeti programında, eğitimin getireceği manevi kazançlar üzerinde durulurken
şu görüşlere yer verilmişti:
“Maddi bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, milli ve ahlaki
sarsılmaz esaslara dayanmayan, ruhunda manevi kıymetlere yer vermeyen bir
cemiyetin,, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akıbetlere sürükleneceği
tabiidir. Talim ve Terbiye sisteminde bu projeyi göz önünde bulundurmayan,
gençliğini milli karakterine ve ananelerine göre manevi ve insani kıymetlerle
techit edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve
müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılamaz...”[449]
İkinci Menderes Hükümeti programında da “Memleket ilk, orta,
yüksek ve teknik öğretim şubelerinin tek bir umumi maarif siyasetine göre idare
edilmesi yoluna girildiği...” belirterek, bu şekildeki eğitim kurumlarının
ahenkli bir şekilde gelişmelerinin sağlanacağı”, teknik okullara önem verileceği,
köy okulları eksik bulunan doğu illerine öncelik tanınacağı, doğuda bir
üniversite açılacağı ve ilkokul öğretmenlerinin yetiştirilmesine özen
gösterileceği gibi konular üzerinde durulmuştu. Bu programdan Hükümet’in eğitim
konusunda daha merkeziyetçi bir politika izleyeceği anlaşılıyordu.[450]
DP iktidara geldiği zaman Türkiye’de okuma yazma çağında olan 5 ve
daha yukarı yaştaki toplam nüfus 17.856.865 olup, bu nüfusun 8.944.071’ini
erkekler, geri kalan 8.912.793’ünü de kadınlar oluşturmaktaydı. Türkiye
genelinde okur-yazarlık oranı %32.4; bu oran erkeklerde %45.3, kadınlarda ise
%19.4 dolaylarında bulunuyordu.[451] 1949-1950 döneminde16.986’sı resmi,
120’si özel olmak üzere toplam 17.106 ilkokul ve bu okullarda öğrenim gören
1.591.039 öğrenci olup, söz konusu okullarda 10.060’ı şehirlerde, 17.130’u
köylerde ve 978’i de özel olmak üzere toplam 34.822 öğretmen görev yapmaktaydı.[452]
Birinci Menderes Hükümeti, döneminde tartışmalara yol açacak
uygulamalardan birisi de ilkokullarda zorunlu din dersinin okutulmaya
başlanmasıydı. CHP döneminde isteğe bağlı olarak konulan din derslerinin
uygulamada olumlu sonuç vermediğini öne sürerek 21 Ekim 1950 tarihinden geçerli
olmak üzere ilkokulların 4. ve 5. sınıflarına zorunlu din dersleri koyacaktı.[453] Çocuklarına din dersi aldırmak
istemeyenler ise bu hususu okul idaresine sene başında bildirmek zorundaydı.
Böyle beyanda bulunmayan
kimselerin çocukları için imtihan ve dersler otomatik olarak
mecburi tutulacaktı. 5-14 Şubat 1953 tarihinde toplanan Beşinci Milli Eğitim
Şurası’nda ihtiyari olan bu dersler için not takdiri gerekli görülmüş fakat
bunun sınıf geçmeyi etkilememesi kabul edilmiştir.[454]
4.1.2.
Orta
Öğretim ve Din Eğitimi
DP’nin iktidara geldiği 1950-51 öğretim yılında, Türkiye’de
ortaokul sayısı 364, bu okullarda görev yapan öğretmen sayısı 3.871, buralarda
öğrenim gören öğrenci sayısı da 61.847’idi.[455]
1950-51 öğretim yılında orta okullarda okullaşma oranı %6.4 iken
bu oran 1960-61 devresinde %19.5’e ulaşmıştı.[456] 1950-51 döneminde lise sayısı
60, buralarda görev yapan öğretmen sayısı 1.424, öğrenci sayısı ise 19.022
civarındaydı.[457]
II. Menderes Hükümeti döneminde, ülkenin acil din görevlisi
ihtiyacını karşılamak üzere açılan İmam-hatip kursları yeterli olmayınca,
1951-1952 öğretim yılında ilkokula dayalı öğretim süresi yedi yıl olan ve ders
programında Arapça’nın da yer aldığı orta+lise eğitimine denk okullar, mesleki
orta öğretim kurumlarına dönüştürüldü.[458]
1951 yılında İmam Hatip okullarının açılmasıyla din eğitimi
isteyenlerle çeşitli sebeplerden din eğitimine karşı olanlar arasındaki
anlaşmazlık daha da şiddetlenmiş bir taraf, yapılanları gereksiz sayarken diğer
taraf yeni istekler belirtmekte devam etmiştir. Vatan Gazetesi, vicdan
hürriyeti, taassup ve laiklik konularında bir anket düzenlemiş anket
sonuçlarına göre devrin fikir adamları, “insanlığın hangi seviyesinde olursa
olsun, bir iman aradığı, ona bağlandığı, kendisini fazilete yöneltecek bir dine
bağlanmazsa, herhangi bir anlamda mutlaka bir put edineceği ve ona tapacağı...”
kanaatinde birleşmiştir.[459]
Hükümet 1950-54 yıllarında din hürriyetini temel hürriyetlerden
biri olarak saymış, parti sözcüleri Türk toplumu bir İslam toplumu olduğuna
göre vatandaşların dini günlük politikaya karıştırmadan dini ihtiyaçlarını
istedikleri şekilde ve istedikleri dilde yerine getirebilmeleri gereğine işaret
etmişlerdir. Demokratlara göre, laikliğin düşünce hürriyetine hürmet ederek,
fakat dinin siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına izin vermeyerek mutedil bir
şekilde uygulanması gerekiyordu.[460]
Türkiye’de çok partili sistemin kurulması laikliğin daha liberal
bir şekilde yorumlanmasına yol açtı. Bu serbesti ile din eğitimine ve ibadete
daha geniş bir alan bırakılmıştı. Fakat bunun devlet müesseselerine geniş
ölçüde tesiri olmamıştır. Din konusundaki liberalizasyon hareketinin,
demokrasinin tabii bir sonucu olarak, demokrasiye intibak çabalarının bir
sonucu, olduğunu söyleyebiliriz.[461]
4.1.3.
Köy
Enstitüleri’nin Kapatılması
1920’li yıllarda Türkiye nüfusunun yüzde yetmiş beşinden fazlası
köylerde yaşıyordu. Buna karşılık köylerin elektriği yoktu ve ulaşım imkanları
son derece ilkel ve sınırlıydı. Bu sebeple öğretmenler köylerde çalışmak
istemiyorlardı. Köylere gittiklerinde ise hemen geri dönmeyi düşündükleri için
verimli olamıyorlardı. Bu gelişmeler üzerine 1926 yılında çıkarılan 789 Sayılı
Kanun ile “Köy Muallim Mektepleri” kuruldu. Fakat bu kanun da köylerdeki
öğretmen açığını kapatmakta yeterli olmadı. Bunun için daha pratik bir çözüm
yolu olarak 11 Haziran 1937 tarihinde “Köy Eğitmenleri Kanunu” kabul edildi.
328 Sayılı bu kanuna göre köy eğitmenleri, maarif ve ziraat vekilleri
tarafından ziraat işleri yaptırılmaya uygun okul veya çiftliklerde açılacak
kurslarda yetiştirilecekler ve nüfusları öğretmen gönderilmesine elverişli
olmayan okullara gönderileceklerdir. Eğitim ve öğretim işlerinin yanı sıra
ziraatin fenni bir şekilde yapılması için köylülere rehberlik edeceklerdir...
1935 yılında Maarif Vekilliğine getirilen Saffet Arıkan aynı yıl ilköğretim
müdürlüğüne atanan İsmail Hakkı Tonguç zamanında yürütülen bu proje başarılı
oldu ve Köy Muallim Mektepleri denemesi ile birlikte, İnönü döneminde
gerçekleştirilen Köy Enstitüleri’ne zemin hazırladı.[462]
28 Aralık 1932’de Maarif Vekili olan Hasan Ali Yücel, “Köye Özel
Öğretmen Yetiştirme” fikrini daha kapsamlı bir hale getirdi. İsmail Tonguç ile
birlikte geliştirdikleri Köy Enstitüleri Projesi, 17 Nisan 1940 tarihinde kabul
edilen 3803 Sayılı yasayla hayata geçirildi. Bu yasaya göre:
“Enstitülere tam devreli köy okullarını bitirmiş sıhhatli ve
müstaid (yetenekli) köylü çocuklarının alınması ..” (madde:3), Köy Enstitüsü
mezunu olan öğretmenlere yirmi sene mecburi hizmet getirmekte (madde:5), bu
öğretmenler tayin edildikleri köylerin her türlü öğretim ve eğitim işlerini
görürler. Ziraat işlerinin fenni bir şekilde yapılması için bizzat meydana
getirecekleri örnek tarla bağ ve bahçe, atölye gibi tesislerde köylülere
rehberlik eder ..(madde:6).[463]
Köy Enstitüleri 1940 yılında Türk köylerinin cehalet ve maddi
geriliğin kısa zamanda giderilmesi amacıyla kuruldu. Fakat, kuruluş kanunu
Meclis’ten geçirilirken bile Enstitüler beklendiği kadar ilgi ve hevesle
karşılanmadılar. Köy Enstitüleri’ni temelindeki fikir, kızlı erkekli köy
çocuklarını devlet hesabına okutmak, Enstitü’den mezun olduktan sonra onları,
köylülere ve köy çocuklarına daha iyi tarım metotları ve sağlık bilgisi
öğretmek üzere köylerine göndermekti. Köyün toplumsal hayatına karışıp
köylülerle kaynaşabilmeleri için Enstitü’yü bitirmiş öğretmenlere köyde toprak
ve ev veriliyordu. 1948’de Türkiye’de yirmi bir kadar Enstitü kurulmuştu.
Bunlardan mezun ve öğrencilerin sayısı da 1950’de 25.000’e kadar yükselmiş
bulunuyordu. Enstitülerin bütün bu olumlu özelliklerinin yanında olumsuz tarafları
da bulunuyordu. Köy Enstitüleri, beş yıllık öğretim dönemi içinde öğrencilere,
köy hayatının karışık, sosyal ve ekonomik problemlerinin hakkından gelebilmek
için gerekli formasyonu veremiyordu. Ayrıca, Enstitü mezunlarının bir kısmı
gerçeklerle ve köy problemlerinin çözümü ile uğraşacakları yerde kendilerini
teorik tartışmalara ve siyasi spekülasyona vererek hedeflenen amaçtan giderek
uzaklaşmaya başladılar. Mezunların neredeyse hayatları boyunca köy öğretmeni
olarak kalmaya mecbur olmaları kendilerinde haksızlığa uğradıkları ve hor
görüldükleri duygusu yarattı. Bu da şehirle köy arasındaki farkları daha da
derinleştirdi.[464]
Cumhuriyet Döneminin en önemli eğitim kurumlarından biri olan Köy
Enstitüleri, Türk Ocakları ve Halkevleri gibi CHP’nin ve Cumhuriyet rejiminin
önemli kurumlarından biri sayılmıştı. Ancak giderek Köy Enstitüleri’nin
ideolojik yapılanmasında farklı gelişmeler olmuş, dönemin siyasal gelişmeleri
içerisinde yaygınlaşmaya başlayan sosyalist hareketlilik dolaylı olarak
kendisini bu kurumlarda da hissettirmiştir. Özellikle öğretmen kadrosunda yer
alan kişiler, genellikle yine ilkelerine bağlıydılar ama bunlardan bir çoğu,
aşırı milliyetçi olmayan, çoğulculuğu savunan bir dünya görüşünü
benimsiyorlardı. Buralarda öğretmenlik yapanlar dünyadaki sol hareketliliği
yakından takip ediyor, dünyadaki ve Türkiye’deki ırkçı yönetimin karşısında yer
alıyorlardı.[465]
Kendi sınıflarının çıkarlarını temsil etmediklerine inandıkları
CHP’nin ideolojisine hizmet etmeyi bırakarak, sınıf bilincine varmaları ve artık
o aşamadan sonra da köylü sınıfının mücadelesini yapmak gibi kendilerine göre
yüksek bir misyonu üstlenmeleri, gittikleri yerlerdeki toprak ağalarının ve
eşrafın, onların kendi sınıflarını uyandırmak girişimlerinden son derece
şikayetçi olmaları Enstitülerin sonunu getirecekti.[466]
DP iktidara geldikten sonra, Milli Eğitim Bakanı olan Tevfik
İleri; Enstitülerdeki olumsuzluklarda İsmail Hakkı Tonguç’un etkisi olduğunu
öne sürerek DP’lilere şu tarihi açıklamada bulunmuştur:
“Bu adam ne yapmıştır? Bu adam çok şeyler yapmış amma ben bir iki
tanesini sayacağım. Köy Enstitülerine misafir olmuş, rakı masaları kurdurmuş ve
Köy Enstitülerindeki Türk kızlarına rakı dağıttırmış, meze dağıttırmış. Bu adam
kız ve erkek karışık Köy Enstitülerinde cinsi ahlakın körüklenmesini teşvik
etmiş ve mekteplerde birtakım piçler yaratmış ve Türk Köylüsünün son çıkar yolu
olan bu mekteplerde köylünün itimadını sarsmıştır...”
Tevfik İleri, Tonguç’u görevden aldıktan sonra onu ağır bir
şekilde eleştirmiştir.
“Hakkı Tonguç değil ki Tedrisat Umum Müdürlüğü, değil Talim
Terbiye azalığı, değil resim hocalığı, Türk çocuğunun karşısına çıkamayacak
kadar bu memlekete hıyanet etmiş bir adam olması sıfatıyle onun oradan tutulup
atılması şükürler olsun bize nasip olmuştur.” Köy Enstitüleri’nin ıslah
edilmesini kafasına koymuş olan Tevfik İleri, 19 Haziran 1951 tarihinde yaptığı
açıklamada “Yapılan incelemeler sonucunda, tek tip ilkokul öğretmeni yetiştirme
kararına varıldığını buna uygun olarak da “Köy Enstitüleri ve mevcut öğretmen
okullarının ıslah edilerek gerçek öğretmen okulu hüvviyetine kavuşturulacağı
..”belirtilmiştir.[467]
Bakan ileri, 1952 yılı sonuna doğru yaptığı açıklamada, buralarda
sadece öğretmen yetiştirilmesini istediklerini belirterek, Enstitüleri şöyle
eleştirecekti:
“Köylerimizin muhtaç bulunduğu sanat erbabını yetiştirmek gibi
muazzam bir vazifeyi de yapabileceği zannedilmiş olan bu müesseseden böyle bir
hedefi daha önceden terk etmiş, müstahsil ve sanatkar öğretmen tipi mucitlerin
hayali olmaktan ileri geçememiştir.” Bu doğrultuda Enstitülerde gerekli
çalışmalar başlatılarak, Trabzon Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün erkek öğrencileri
başka enstitülere dağıtılarak, buradaki Enstitü “Kız Enstitüsü” haline
getirildi. Bu uygulama ile kızlar da, “Kızılçullu ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde
toplamış oldular. Tevfik İleri, 1953 yılı Şubat’ında çalışmalarına başlayan
Beşinci Milli Eğitim Şurası’nda, Köy Enstitülerinin altı yıla çıkarılması
nedeniyle 1953 yılında mezun veremeyeceğini açıkladı. Böylelikle, enstitülerin
öğretmen okulu haline getirilmesinde önemli bir adım atılmış oldu.[468]
Sonuçta 27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 Sayılı yasa ile Köy
Enstitüleri ile ilköğretim okullarını, “İlköğretim Okulları” adı altında
birleştiren bir kanun çıkarıldı.[469]
1940 yılında köy insanını aydınlatmak ve ileriye götürmek amacıyla
açılan Köy Enstitüleri, 1954 yılında çıkarılan 6234 Sayılı yasayla
faaliyetlerine artık son verildi. Böylece Köy Enstitüleri en orijinal eğitim
projesi olarak tarihteki yerini almış oldu.
4.1.4.
İktidar-Üniversite
İlişkileri
Programında üniversite özerkliğini savunan Hükümet’in, bu eğitim
kurumları ile ilişkileri 1953 yılına kadar olumlu bir seyir izlemiştir. Bu
olumlu durum, hükümetin, Prof. Dr. Nihat Erim’in hedef aldığı anlaşılan
“Profesörlerin siyasi kuruluşlarda görev alamayacakları” yolunda bir
hükmüiçeren yasa tasarısıyla giderek bozulmaya başlamış, 21 Temmuz 1954
tarihinde ise iktidara 60 yaşını ve 25 hizmet yılını dolduran profesör ve
yargıçları zorunlu olarak emekliye ayırabilme yetkisi veren yasanın kabulü ile
doruk noktasına varmıştır. Aralarında Prof. Dr. Nihat Erim, Prof Dr. Bülent
Nuri Esen, Prof. Dr. Hüseyin N. Kubal , Prof. Dr Turhan Feyzioğlu,
Doç. Dr. Muammer Aksoy ve tanınmış öğretim üyelerinin de bulunduğu ve önderlik
ettiği bir grup aydın, iktidarın şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdir.
Üniversiteleri giderek karşısına alan siyasi iktidarın 1950’li yılların
sonlarına doğru kendi kendini yıprattığını söylemek yanlış olmaz. İktidara
karşı ilk tepkilerin üniversite ve basından geldiği ve giderek de arttığı gerçeğini
kabul etmek gerekir.[470]
4.1.5.
İktidar-Basın
İlişkileri
Demokrat Parti dönemi liberal eğilimler açısından incelendiğinde,
özellikle 1950’lerin ilk yarısı “beyaz devrim” olarak değerlendirilmişti.[471] DP’nin
tek parti döneminde sürekli baskı altında yaşayan basından, geniş ölçüde destek
görmüştü. 1950 yılında kazanılan zaferden sonra Demokratlar her gördükleri
gazeteciyi “siz çalıştınız, siz kazandınız, sizin eserinizdir bu bayram!” diye
iltifata boğmuşlardı.[472] Bu
dönemde özellikle 1952’ye kadar Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Akşam, Tasvir,
Yeni Sabah, Yeni İstanbul, Gece Postası, bazen Vatan gibi gazeteler DP’yi
destekledi. 1952’den sonra desteklerini çektiler. Ulus ve Halkçı CHP’nin ,
Zafer DP’nin, Kudret Millet Partisi’nin yayın organı olduğu için tavırlarında
önemli bir değişme olmamıştır.
I.Menderes Hükümeti programında “...mesela matbuat ve ceza
kanunları, memurin muhakemat kanunu gibi belli antidemokratik hükümleri ihtiva
eden kanunları ve mevzuatlarımız içinde yer yer tesadüf olunan buna mümasil
hükümleri demokrasi ruhuna uygun tadillerle huzurunuza
getireceğiz.”[473]
denmektedir. Fakat programda dikkat çeken bölüm şöyle devam etmektedir.
“Biz bugünün şartları içinde aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan
hürriyeti mevzuunda mütalâa etmek gafletinde bulunmayacağız. Bugün aşırı sol
cereyanlara mensup olanların, mücerret bir fikir ve kanaat sahibi olmaktan
ziyade yıkıcı cereyanların aletleri olduklarına şüphemiz yoktur. Fikir ve
vicdan hürriyeti perdesi altında hürriyetleri kan ve ateşle yok etmekten başka
bir maksat gütmeyen bu ajanları adalet pençesine çarptırmak icabeden kıstasları
vuzuh ve kat’iyetle tespit etmek zaruretine inanıyoruz. Ancak bu suretledir ki,
mizah ve siyasi tenkid kisvesi adı altında ayakta tutmak istenilen ve hakikatte
şüphesiz aşırı sol cereyanların eseri olan neşriyatın tahribatından memleketi
korumak kabil olabilecektir.”[474] DP
liberal eğilimlerin söz konusu olduğu bu dönemde de, iktidarda bulunmanın
verdiği güvenle basın konusunda sınırlayıcı yönde bir program ortaya koymuştur.
I. Menderes Hükümeti’nin kurulmasından iki ay sonra 5860 Sayılı
Basın Yasası kabul edildi. 15 Temmuz da kabul edilen bu yasa Cumhuriyet
döneminin ilk basın yasası olan 1931 Yasası ve değişikliklerini yürürlükten
kaldırmıştır. Artık gazete ve dergi çıkartmak için izin zorunluluğu yoktur,
bildirimde bulunmak yeterlidir. Gazete sahiplerinin cezai sorumluluğu yoktur,
adı kötüye çıkmış kişilerin basında çalışmasını yasaklayan hükme de yer
verilmemiştir. Basın davaları artık özel mahkemelerce görülecektir.[475]
1950 yasasının getirdiği özgür ortam DP iktidarının başlarında
basın için oldukça memnunluk vericiydi. Hükümetle basın arasında yakın
ilişkiler kurulmuş, önceleri CHP’yi destekleyen gazeteciler de Menderes ile
yakınlaşmış ve hükümeti desteklemeye başlamışlardı. Ancak 1950 Basın
Kanunu çıkarılırken Meclis’te yaşanan tartışmalar, Hükümet’in
basın denetimi konusunda henüz bir tutumunun oluşmadığını göstermekteydi.[476]
1950 kanununun getirdiği olumlu hava uzun sürmemiş II. Menderes
Hükümeti basının işleyişini zorlaştırıcı önlemleri gündeme getirmiştir. 1953
Temmuz’unda sıfat ve hizmetlerinden dolayı Bakanlara yapılan hakaretin takibi
şikayete bağlı iken artık savcının, Bakanın olurunu res’en takibine bırakılması
kabul edilir. 1954’te “Nesir yoluyla veya radyo ile işlenecek bazı cürümler
hakkında kanun” ile namus, şeref veya haysiyete tecavüz edilmesi; itibar kırıcı
yayın yapılması, özel veya aile durumunun rıza alınmadan teşhiri 6 aydan 3 yıla
kadar hapis, 1000 liradan 100 bin liraya kadar para cezası ile
cezalandırılabilecekti. Bu suçlar resmi sıfatı olanlara karşı işlendiğinde ceza
üçte birden yarıya kadar arttırılabilecekti. Ayrıca söz konusu suçların
şikayete bağlı olması kaldırılıyor, ancak savcının “mağdurun” yazılı
muvafakatini alması ön görülüyordu.[477]
Kısaca söylemek gerekirse basının da desteğini alarak iktidar olan
Demokrat Parti, 1950- 1953 yılları arasında basın hürriyetine yönelik olumlu
çalışmalarda bulunmuştur. 1953’ten sonra ekonomik durumun bozulmasına paralel
olarak, her alanda olduğu gibi basın hürriyeti konusunda da demokratik olmayan
bir tutum sergilemiştir.
Türk demokrasi tarihinde Kanun-i Esasi ile başlayan anayasal
düzene geçiş ve demokratikleşme hareketi Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da
devam etmiştir. Atatürk’le beraber Cumhuriyeti kuran öncü kadrolar tek parti
sistemlerinde olduğu gibi Meclis’teki muhalefeti sindirme yolunu seçmeyerek
siyasette çok partili bir hayat amaçlamışlardır. Kısa süren iki deneme de
başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
çok partili düzene geçişi beklendiğinden daha kolay bir hale getirdi.
İkinci. Dünya Savaşı’nın sonu, artık tek parti idarelerinin de
sonunu getirmişti. Demokrasi yeni dünyanın gözdesi durumundaydı. Savaş
sonrasında Batılı devletlerin yanında yer alan Türkiye hem dış etkenler hem
siyasi. ekonomik, toplumsal sebeplerin doğurduğu zorunluluklardan dolayı çok
partili sisteme geçmek zorunda kaldı.
Demokrat Parti, bir bölümü daha önce İttihat ve Terakki Fırkası
ile Cumhuriyet Halk Partisi içinde bulunmuş olan, Atatürk’ün son Başbakanı
Celal Bayar ve arkadaşları tarafından kurulmuştu. Demokrasi, Hürriyet ve
Liberalizm gibi üç temel ilkeyi savunan Demokrat Parti, yıllar boyunca halkın
üzerindeki jandarma baskısı, ekonomik sıkıntılar, ağır vergiler, basına
uygulanan sansür gibi konularda iktidarı şiddetli bir şekilde eleştirerek her
alanda geniş özgürlükler vaadediyordu.
Demokrat Parti, 1946-1950 yılları arasında büyük bir teşkilatlanma
oluşturarak siyaseti toplumsallaştırmış ve geniş bir tabana yayılmıştı. Halkın
kafasında yıllar boyunca yerleşmiş olan devletin ulaşılmazlığı imajı da artık
yok olmaya başlamıştı. Bir bakıma, günümüz siyaset anlayışının temellerinin
1950’lerde atıldığını söylememiz yanlış bir değerlendirme olmaz. Bu bakımdan DP
hareketi Türkiye’de çağdaş anlamda popülizmin gerçek bir temsilcisi olarak
görülmüştür.
Demokrat Parti, 27 yıl boyunca iktidarda kalan yönetimin, halkın
gözünde artık iyice yıpranmış olduğunun farkındaydı. CHP’nin merkezci
bürokratik yönetimine karşı olanlarla, sıkı bir işbirliğine giderek yıllarca
özlemle ve istekle beklenen bir programla ortaya çıktığı için 1950'de %53.3
oranında oy alarak iktidara gelmiştir.
22 Mayıs 1950 tarihinde Birinci Hükümeti’ni oluşturan Adnan
Menderes Başkanlığında Demokrat Parti, iktidarının ilk dört yılında geniş
ölçüde desteğini aldığı kesimlerin isteklerini yerine getirmiştir. İlk olarak,
merkezci bürokratik kadroların halk üzerinde yapmış olduğu baskılar göz önüne
alınarak bürokratik kadrolarda geniş bir tasfiye hareketine girişerek eski
yönetimin tüm izlerini silmeye çalıştı. İlk yıllarda basına geniş özgürlükler
verlen yasalar çıkartılarak genel olarak bütün kesimleri memnun edici başarılı
bir politika izlenmiştir.
1950-1954 dönemi, hükümetin izlediği dış politika, CHP’nin 1947
yılında ABD ile yaptığı anlaşmalarla bu ülkeye bağlı kalma sürecinin devamı
şeklindeydi. İnönü Döneminin 1947 yılına kadar sürdürmüş olduğu dış politikada
yalnızlık anlayışından vazgeçilerek ülkeyi saygın bir noktaya getirmek için
uğraşılmıştır. Sovyet tehdidine karşı ortak bir güvenlik sistemi olarak kurulan
NATO’ya üye olunarak başarılı bir politika izlenmiş ve bu güvenlik arayışları içinde
Balkan Paktı’na imza atılmıştır.
Hükümet 1948 yılından itibaren yapılan Marshall yardımları ve dış
kaynaklı kredilerin büyük bir kısmını tarım sektörüne ve alt yapı hizmetlerine
yatırmıştır. 1950-1954 döneminde traktör sayısında üç kat, işlenebilir toprak
alanlarında 1.5 kat, toprak dağıtımında 11 kat, tarımsal ürünlerde ise yaklaşık
2 kat artış sağlanmıştır. Bu dönemde, Hükümet programlarında özelleştirilmesi
öngörülen Kamu İktisadi Teşebbüslerin hiçbirisi özelleştirilemediği gibi yeni
KİT’lerin sayısı da 30’u(1950-1960) bulmuştur Hükümet, 1950-1954 döneminde özel
girişime büyük önem vermiş yabancı sermayenin ülkeye girişini sağlamak için
1951-1954 yıllarında ayrıcalıklı yasalar çıkartmış olmasına rağmen yabancı
sermayedarlardan ülkeye beklendiği kadar yatırım yapılmamıştır. Bu dönemde
ithal ikameci bir ticaret politikasının yanı sıra başta otomotiv sanayii olmak
üzere ara sanayii ve montaj sanayiine ağırlık verilmiş fakat ağır sanayi ihmal
edilmiştir.
1950-1954 döneminde ilköğretime zorunlu din derslerinin konulması
İmam-hatip okullarını açılması gibi konular yüzünden muhalefet ve çeşitli
çevreler tarafından sert eleştirilere maruz kaldı. 10 yıllık bir döneme
damgasını vuran Köy Enstitüleri de Menderes Hükümetleri döneminde kapatılarak
İlk Öğretmen Okullarıyla birleştiren yasa 1954 yılında yürürlüğe girdi. Bunu
sonucunda Cumhuriyet Tarihinin en önemli ve en orijinal projelerinden biri olan
Köy Enstitüleri tarihe karışmış oldu.
I. ve II. Menderes Hükümetleri döneminde, genel olarak iç ve dış
politikada ve ekonomi politikasında sağlanan başarılar nedeniyle 1954
seçimlerinde 1950 seçimlerinden daha büyük bir oy farkıyla DP yeniden iktidara
gelmiştir. Fakat 1954 yılından sonra ekonomide izlenen yanlış politikalar
sonucunda enflasyonun giderek artmaya başlaması, piyasada mal sıkıntısının
artması hükümeti daha otoriter bir siyasete sürüklemiş, bunun sonucunda
muhalefete ve basına getirilen sınırlamalar arttırılmıştır. 1954 yılından sonra
Menderes Hükümetleri döneminde yapılan yanlış uygulamalar, alınan
antidemokratik kararlar ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemiş, iktidarının ilk
yıllarından itibaren gerçekleşmesinden korktuğu, askeri kesimden yapılan bir
darbe ile 27 Mayıs 1960 tarihinde DP’nin 10 yıl süren iktidar dönemi sona ermiş
böylece Demokrat Parti günahları ve sevaplarıyla Cumhuriyet Tarihimizdeki
yerini almıştır.
KAYNAKÇA
AHMAD, Feroz. Türkiye’de Çok Partili
Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgi Basımevi, Ankara,
1976.
AKALIN, Cüneyt. ABD ve Soğuk Savaş ve
Türkiye Olaylar-Belgeler I (1945-1952), Kaynak Yayını 372, İstanbul, 2003.
AKŞAM Gazetesi (Nisan-1951).
ALBAYRAK, Mustafa. Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti
(1946-1960), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2004.
------------ . “DP
Hükümetlerinin Politikaları (1950-1960)”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara, 2002, 855-875.
ALDIKAÇTI, Orhan. Anayasa Hukukumuzun Çelişmesi ve 1961
Anayasası, İstanbul, 1978.
ALEMDAR, Korkmaz, “Demokrat Parti ve Basın”, Tarih ve Toplum,
C.9, S.53, Ankara, (Mayıs 1988), 275-277.
ANADOL,Cemal. Türk Siyaset Tarihinde Demokrat Parti,Yeni
Kuvayi Milliye Yayınları,İstanbul, 2004.
ARMAOĞLU, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), 12
Baskı, Ankara.
ATATÜRK, Mustafa Kemal. Nutuk-Söylev, TTK Basımevi, Ankara,1984.
ATAY, Falih Rıfkı. Çankaya, İstanbul, 1984.
AYDEMİR, Şevket Süreyya. İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali,
Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.
------------ . Menderes’in
Dramı (1899-1960), Remzi Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul, 1993.
AYDIN, M. Şevki. “Cumhuriyet Döneminde Örgün Eğitim Kurumlarındaki
Din Eğitimi”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,
455-461.
AYIN TARİHİ, (1950-1954).
BAŞKAYA, Fikret. Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi
Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayıncılık, Ankara, 1985.
BİLGİN, Beyza. Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri,
Ankara, 1989.
BİRAND, Mehmet Ali- Can DÜNDAR- Bülent ÇAPLI. Demir Kırat, Bir
Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitap, 10. Baskı, Ankara, 2005.
BORATAV, Korkut. “DP Döneminde Ekonomi”, Tarih ve Toplum,
C.9, S.53, Ankara, (Mayıs 1988), 36-37.
------------ . Türkiye’de
Gelir Dağılımı, Kapitalist Sistemde, Türkiye’de, Gerçek Yayınları, 4.
Baskı, İstanbul, 1980.
ÇAKAR, Mustafa. Türkiye’de Eğitim ve Öteki Türkler, Ankara,
2006.
ÇARIKÇI, Emin. “Menderes Döneminde Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler”,
Türkler, C.19, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 623-630.
ÇAVDAR, Tevfik. “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, C.8, S. 65-66, İletişim Yayınları, İstanbul, 20612075.
CUMHURİYET Gazetesi, (Mart
1949,1950-1954).
DAĞLI, Nuran- Belma AKTÜRK. Hükümetler ve Programları (1920-1960),
TBMM Yay., Ankara, 1988.
Demokrat Parti: Genç Demokratlar Teşkilatı ve Esasları, Gençlik
ve Siyasi Eğitim, Ankara, 1954.
Demokrat Parti Tüzük ve Programı, Ankara, 1949.
DUMAN, Sabit. Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası
(1950-1960), Hacettepe Üniversitesi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Ankara, 1990.
DÜSTUR, III.Tertip, C.31.
ERER, Tekin. On Yılın Mücadelesi, Ticaret Postası Matbaası,
İstanbul, 1963.
ERDOĞDU, Hikmet. Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve
Nato İttifakı, IQ. Kültür Sanat Yayıncılık: 86, İstanbul, 2004.
EROĞUL, Cem. Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Sevinç
Matbaası, Ankara, 1970.
GEVGİLİLİ, Ali. Yükseliş ve Düşüş, Altın Kitapları
Yayınevi, İstanbul, 1981.
GOLOĞLU, Mahmut. Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak
Yayınları, İstanbul, 1982.
GÖKTEPE, Cihat. “Menderes Dönemi (1950-1960)”, Türkler,
C.16, Yeni Türkiye Yayını, Ankara, 2002, 902-909.
GÖNLÜBOL, Mehmet- Haluk ÜLMAN. Olaylarla Türk Dış Politikası
(19191973), AÜSBF Yayınları, No:279, Ankara, 1974.
GÖNLÜBOL, Mehmet. “Dış Etkenler Açısından Nato ve Türkiye
I”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.43, Ankara (Mayıs 1971), 34-71.
GÜNEŞ, İhsan. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel
Yapısı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1985.
HAKOV, Cengiz. “Bulgaristan Türklerinin Göçmenlik
Serüveni”,Türkler, C.20, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
HİÇ, Mükerrem. Kapitalizm, Sosyalizm, Karma Ekonomi ve Türkiye,
2. Baskı, Yalkın Ofset Basımevi, İstanbul,1974, 210.
HÜRRİYET Gazetesi Eki,(Haziran-2000),www.hürriyet.com.tr/arşiv.,erişim
tarihi, 16 Mart 2006.
İNAN, Afet. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK
Basımevi, Ankara, 1977.
KARPAT, H. Kemal. Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik,
Kültürel Temeller, İstanbul, 1967.
KEYDER, Çağlar. “Türk Tarımında Küçük Meta Üretiminin Yerleşmesi
(19461960), Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-1960), Der. Şevket Pamuk-
Zafer Toprak, Yurt Yayınları, Ankara, 1988,.108-116.
KILIÇBAY, Ahmet. Türkiye Ekonomisinde Enflasyonun Anatomisi,
İstanbul, 1984.
Kili, Suna- Abdurrahman ŞEREF. Türk Anayasa Metinleri Senedi
İttifaktan Günümüze, Kurtuluş Ofset Basımevi, Ankara, 1985.
KOÇAK, Cemil. Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt
Yay., Ankara, 1986.
KORALTÜRK, Murat. “Türkiye Ekonomisi (1923-1960)”, Türkler, C.17, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 581-597.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer. Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası
(1945-1960), Sevinç Matbaası, Ankara,
1972.
LEWIS, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basımevi,
Ankara, 1998.
MEYDAN LAROUSSE, C.8,
Meydan Yayınları,İstanbul, 1990, 792.
MİLLİYET,(Ağustos-1950)
MÜTERCİMLER, Erol- Mim Kemal ÖKE. Düşler ve Entrikalar,
Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası, Alfa Yayınları, 1. Basım,
İstanbul, 2004.
ÖLÇEN, Ali Nejat. Halkevlerinin Yokedilişi, Ankara, 1988.
ÖZDAĞ, Ümit. Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27
Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları, İstanbul, 1997.
ÖZÜÇETİN, Yaşar. “Demokrasiye Geçiş, Demokrat Parti’nin Kuruluşu,
1946 Seçimleri”, Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi, C.9, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara, 2002, 9-19.
PALAMUT, Mehmet-Giray F. “Cumhuriyetten Günümüze Mali Krizler ve
Politikalar”, Yeni Türkiye (Eylül-Ekim 2001), 20-34.
SANDER, Oral. Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜSBF
Yayınları, No:427, Ankara, 1970.
------------ . Balkan
Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965), AÜSBF Yayınları, No:276, Ankara, 1969.
SARINAY, Yusuf. “Türkiye’nin Nato’ya Girişi”, Türkler, C.16,
Yeni Türkiye Yayını, Ankara, 2002, 923-927.
SERİN, Necdet. Türkiye’nin Sanayileşmesi, AÜSBF Yayınları,
No:147-149, Ankara, 1963.
SEVER, Ayşegül. Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta
Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları, Araştırma Dizisi:1, 1. Basım, İstanbul,
1997.
SEVGEN, Nazmi. Celal Bayar Diyor ki (1920-1950), Tan
Matbaası, İstanbul, 1951.
SOYSAL, İsmail. Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları,
1945-1960, C.2, TTK Yayınları, Ankara, 1991.
------------ . “Türk-
Amerikan Siyasal İlişkilerinin Ana Çizgileri”, Belleten, XLI, S.162,
Nisan, 1977, 259-275.
SUNAR, İlkay. “Demokrat Parti ve Popülizm”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S.&5-66, İletişim Yayınları, 2077-2087.
ŞİMŞİR, Bilal N., “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da
Türk Varlığı I Bildiriler, (7 Haziran 1985), 2. Baskı, TTK Basımevi,
Ankara, 1987, 47-66.
------------ . Bulgaristan
Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1986.
TBMM Tutanak Dergisi.
TBMM Zabıt Ceridesi.
T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi.
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Cumhuriyetin 50. Yılında Rakam ve
Grafiklerle Milli Eğitimimiz, Milli Eğitim Basımevi, 1973.
TOKER, Metin. Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973,
DP’nin Altın Yılları 1950-1954, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, 1990.
TOPRAK, Zafer. “Türkiye Tarımı ve Yapısal Gelişmeler 1900-1950”, Türkiye’de
Tarımsal Yapılar (1923-2000), Der. Şevket Pamuk- Zafer Toprak, Yurt
Yayınları, Ankara, 19-36.
TUNAYA,Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952), İstanbul,
1952.
TUNCER, Baran. Türkiye’de Yabancı Sermaye Sorunu, AÜSBF
Yay:24, Ankara, 1968.
TURGUT, Serdar. Demokrat Parti Döneminde Türkiye Ekonomisi,
Ankara, 1991.
Türkiye Cumhuriyeti 80. Yıl Kronolojisi, Anadolu Ajansı Yayını:3, Ankara, 2003.
Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik
Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, 1973.
ULUS Gazetesi, (1950-1951).
VATAN, (Ağustos 1950)
YALÇIN, Durmuş ve Diğerleri. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, A.K.D.T.D.Y.K.
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004.
YERASİMOS, Stefanos. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye,
Bizans’tan 1971’e, 3. Baskı (Çev. Babür Kuzucu), İstanbul, 1980.
YEŞİL, Ahmet. Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988.
YILDIZ, Nuran. “Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve Basın”, AÜSBFD.,
c.51, No:1-4, Ankara, 1996, 481-505.
YİĞİT, Ali Ata. “İnönü Döneminin Köye Özel öğretmen Yetiştirme
Projesi Köy Enstitüleri”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, 446-453.
YÜCEL, M. Serhan. Demokrat Parti, Ülke
Kitapları, No:10, İstanbul,2001.
---------- . “Menderes
Dönemi (1950-1960)”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, 835-843.
ZAFER, (1950-1954, Temmuz1955).
ZÜRCHER, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1981.
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerden sonra %53.3
oranında oy alan Demokrat Parti, 22 Mayıs 1950 tarihinde Birinci Menderes
Hükümeti’nin kurulmasıyla iktidara geldi.
1950-1954 dönemini şekillendiren iç siyasi gelişmeler şu başlıklar
altında toplandı: Askeri ve idari kadrolarda yapılan değişiklikler, ezanın
yeniden Arapça okunabileceğine dair 5665 Sayılı yasanın çıkarılması, yerel
yönetim seçimlerinin yapılması.
Adnan Menderes, 8 Mart 1950 tarihinde kabinede değişiklik yapmak
üzere istifa ederek 2 Nisan 1951 tarihinde İkinci Hükümeti’ni kurdu. İkinci
Menderes Hükümeti, Halkevleri konusunu gündeme getirerek CHP’nin mallarının
hazineye devredilmesine yönelik yasaları çıkarttı. Atatürk’ün maddi ve manevi
varlığına yönelik saldırıları durdurmak amacıyla Atatürk’ü Koruma Kanunu
yürürlüğe girdi. Bu saldırıları gerçekleştiren Ticani Tarikatı’na mensup
kişiler tutuklandı. 16 Eylül 1951’de seçim kanununa göre ara seçimler yapıldı.
Demokrat Parti, bu seçimlerde de %53.36’lık oy oranıyla lider parti durumunu
korudu. Seçimlerin ardından DP’nin Üçüncü Büyük Kongresi toplandı. 1954
seçimleri yaklaşırken Hükümetin muhalefet partiler üzerindeki baskısı da
giderek artmaya başladı. 1953 yılında Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandığı
gerekçesiyle Millet Partisi kapatıldı. 1954 yılında ise CHP’nin mallarını
hazineye devreden yasa kabul edildi. Hükümet- muhalefet ilişkilerinin gergin
olduğu bu ortamda 1954 seçimlerine girildi.
1950-1954 döneminde Hükümetin izlediği dış politika şu doğrultuda
değerlendirildi: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye ve Türkiye üzerindeki
Sovyet tehlikesi, Türkiye- U.S.A. ilişkileri, Türkiye’nin Kore’ye asker
göndermesi ve bunun yankıları, Türkiye’nin NATO’ya girişi, Türkiye’nin Doğu
Bloku ile olan ilişkileri ve Bulgaristan’dan gelen Türk göçmenleri sorunu,
Türkiye-Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanan Balkan Paktı.
Yabancı Sermaye Yasaları ve Petrol Yasası, Hükümetin izlediği
ziraat politikası, tarımda makineleşme, U.S.A. yardımı ve Toprak Reformu, 19501954
döneminde izlenen mali politikalar ve ulaşım, Ekonomi başlığı altında
incelendi.
Son bölümde ise, Birinci ve İkinci Menderes Hükümetlerinin eğitim
ve kültür politikalarına değinilerek; ilköğretim, orta öğretim,
iktidar-üniversite ilişkileri, Köy Enstitüleri’nin kapatılması ve Hükümetin
basın politikası değerlendirilerek teze son verilmiştir.
After the general elections which applied on the 14th
May 1950, Democratic Party which took 53.3 percent gain of the total votes,
with estabilished The First Menderes Government on the 22nd May
1950, was the party in power
The internal political developments shaping the 1950- 1954 era are
gathered under the following topics:Changes made in the military and the
administrative hierarchy;introduction of Law with the number of 5665 ruling
that the call to prayer (the azan9 be made in the Arabic language, the
elections for the Local administration be conducted;
Adnan Menderes, on the 8th of March 1950 with the
objective of implementing changes on Cabinet resigned and on the 2nd
of april 1951 established its second government. The Menderes Government
brought the issue of Community- Houses (Halkevleri) into the agenda and
introduced laws transferring all the assets of the Party CHP to the Treasury.
In order to put an end to the attacks directed to the Ataturk’s spiritual and
material assets a Law for the purpose of protecting Ataturk was introduced.
Arrests were made targeting the attackers namely the members of the Ticani
Tariqat/Cult. In accordance with the Laws regarding elections on the 16th
of December 1951 midterm electitons were conducted. The Democratic party with a
53.36 % (percent) gain of the total votes reserved their seats as the leading
Party. Immediately after the elections the third massive cogress of the
Democratic Party was held. Towards the elections of 1954 the Government’s
pressure ON THE OTHER Party oppositions increased. In the year 1953 the People’s
Party (Millet Partisi) was shut down on the grounds of behaving aganist the
principles of the Republic. In the year 1954 the Law transferring all the
assets of the CHP was approved. Whilst the relationship between the Government
and the opposition was very tight the 1954 general election was held.
The foreign politics between the years of 1950-1954 by the
Government was evaluated in light of the following:
After the World War II, the threat of Soviet’s on Turkey,
relionships of Turkey-U.S.A., sending of soldiers to the Korea and its
repercussions, antrance of Turkey into NATO, relations of Turkey with the
Eastern block and the implications of the turkish migrants from Bulgaria, the
signiing of the Balkan Pact between Turkey, Greece and Yugoslavia, laws regarding
foreign investments and petrol, the adopted nature of the Government’s politics
on agriculture, industrialisaiton /introduction of machinery in agriculture,
aids from U.S.A., land reform, financial politics adopted between the years of
1950-1954, communication, had been covered under the heading of Economy.
In the final section however, the first and the second era of the
Menderes Government had been reviewed in terms of Education and Cultural
politics briefly examining the primary and the secondary education, the
relationship between the ruling part and the universities, closure of the
Village Instıtutes and the politics of the Government on the Press/Media.and
thus thesis had been ended.
[1] İhsan Güneş, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel
Yapısı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1985,s. 12.
[2] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti
(1946-1960), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2004, s.3.
[3] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk-Söylev, C.1,
(1920-1927), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s.157-159.
[4]
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, 1988, s.265.
[5] Suna Kili-Abdurrahman Şeref, Türk Anayasa Metinleri,
Sened-i İttifak’tan Günümüze, Kurtuluş Ofset Basımevi, Ankara, 1985, s.276.
[6]
Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak Yay., istanbul,
1982, s.21.
[7] ALBAYRAK, Türk Siyasi..... ,
s.3.
[8]
Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, 2. Baskı, TTK Basımevi,
Ankara, 1977, s.155.
[9] ALBAYRAK, Türk Siyasi..... ,
s.5.
[10] Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961
Anayasası, 3. Baskı, İstanbul,1970 s.97.
[11] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.7.
[12]
LEWIS, a.g.e., s.293.
[13] Durmuş Yalçın ve Diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
II, AKDTDYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004, s.520.
[14] M. Serhan Yücel, “Menderes Dönemi (1950-1960)” Türkler,
C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.835.
[15] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.19-20.
[16] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.20
[17].Tevfik Çavdar, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S.65-66, İletişim Yay., Ankara, s.2062-2063.
[18]
GOLOĞLU, a.g.e., s.25-26.
[19] Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal,
Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul, 1967, s.117-118.
[20]
LEWIS, a.g.e., s.378-379.
[21]
ÇAVDAR, a.g.m., s.2063.
[22] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.25-26.
[23]
LEWIS, a.g.e., s.378-379.
[24]
ÇAVDAR, a.g.m., s.2063.
[25] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt
Yay., Ankara, 1986, s.269.
[26] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.27.
[27]
LEWIS, a.g.e., s.300.
[28] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.28.
[29] Yaşar Özüçetin, “Demokrasiye Geçiş, Demokrat Parti’nin
Kuruluşu, 1946 Seçimleri”, Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi, C.9., Yeni
Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.13.
[30]
ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.11; GOLOĞLU, a.g.e., s.35.
[31]
ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.11.
[32]
ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.12.
[33] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.24.
[34]
GOLOĞLU, a.g.e., s.34.
[35] Bu önergede kısmen serbest bırakılmış bir ara seçim
arefesinde, partinin 12 Haziran 1945 tarihli grup toplantısında karar
verilmiştir. Önergenin red sebepleri SARAÇOĞLU Hükümeti mensupları tarafından
izah edilmiştir. Kanunlarda değişiklik usulü dairesinde bir teklifle tüzük
tadilatı ise kurultayda yapılabilir, grupta görüşülmesine imkan ve lüzum
yoktur. Önergede imza sahiplerinden maada oybirliği ile reddedilmiştir. Bkz.
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, 1859-1952, İstanbul,
1952, s.648.
[36]
ÇAVDAR, a.g.m., s.2065.
[37]
TUNAYA, a.g.e., s.638.
[38] Çeşitli sebeplerden dolayı çok uzun ömürlü olmayan
partiler arasında Türkiye Sosyalist Partisi gibi sosyalist eğilimlerini
belirten partilerden, Liberal Demokrat Parti, Sosyal Adalet Partisi, Çiftçi ve
Köylü Partisi, Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi, Arıtma Koruma, Yurt Görev
Partileri gibi geleneksel İslami eğilimler belirleyen partilere kadar çeşitli
eğilimlerde olanlara rastlanmaktadır. Bkz. Durmuş Yalçın ve Diğerleri, a.g.e.,
s.35, s.536.
[39] Ahmet Yeşil, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Kültür
ve turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1998, s.59-60.
[40]
ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.17.
[41]
YEŞİL, a.g.e., s.62.
[42]
KARPAT, a.g.e., s.136.
[43]
YEŞİL, a.g.e., s.63.
[44]
ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.18.
[45]
GOLOĞLU, a.g.e., s.60.
[46] YÜCEL, Menderes Dönemi.... ,
s.836.
[47]
ÇAVDAR, a.g.m., s.2065.
[48] Mehmet Ali Birand-Can Dündar-Bülent Çaplı, Demir Kırat-
Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitap, 10. Baskı, Ankara, 2005, s.836.
[49] YÜCEL, “Menderes Dönemi.... ”,
s.836.
[50]
YEŞİL, a.g.e., s.85.
[51]
ÇAVDAR, a.g.e., s.2066.
[52] 1-Vatandaş hak ve hürriyetlerini haleldar eder mahiyette
olan ve Anayasamızın metnine ve ruhuna uymayan kanun hükümlerinin kaldırılması
2-Vatandaş reyinin emniyet ve masuniyetini sağlamak ve milli hakimiyet
prensibini teminat altına almak maksatlariyle kanunda değişiklikler yapılması
3- Devlet Reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmemesi
usulünün kabulü. Bkz. Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., s.650.
[53]
BİRAND-DÜNDAR-ÇAPLI, a.g.e., s.52; ÇAVDAR, a.g.m., s.2067.
[54]
YEŞİL, a.g.e.,s.95
[55]
TUNAYA, a.g.e., s.649.
[56]
BİRAND-DÜNDAR-ÇAPLI, a.g.e., s.54.
[58]
CUMHURİYET, 26 Mayıs 1950.
[59] Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları
(1944-1973), DP’nin Altın Yılları (19501954), 1. Basım, Haziran, 1990,
s.26.
[60]
ZAFER, 18 Mayıs 1950.
[61] Cem Çakmak , “1950’li Seçimler ve Demokrat Parti”, Tarih
ve Toplam, C.9, S.53, Mayıs 1988, s.281-282.
[62]
AYIN TARİHİ, No:198, s.12.
[63]
CUMHURİYET, 6-7 Haziran 1950.
[64]
TOKER, a.g.e., s.25.
[65]
AYIN TARİHİ, No:198, s.10.
[66]
ZAFER, 19 Mayıs 1950.
[67]
ZAFER, 16 Mayıs 1950.
[68]
ZAFER, 19 Mayıs 1950.
[69]
ZAFER, 19 Mayıs 1950.
[70]
ZAFER, 19 Mayıs 1950.
[71]
AYIN TARİHİ, No:198, s.112.
[72]
AYIN TARİHİ, No:198, s.112.
[73] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.178-179.
[74]
ÇAVDAR, a.g.m., s.2063.
[75]
LEWIS, a.g.e., s.314.
[76]
Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara, 1970, s.56-57.
[77] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.180.
[83]
TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.5-6.
[84]
BİRAND-DÜNDAR-ÇAPLI, a.g.e., s.73.
[85]
CUMHURİYET, 23 Mayıs 1950.
[86]
ZAFER, 24 Mayıs 1950.
[87]
TBMMTD, Dönem IX, C.9, S.9.
[88]
CUMHURİYET-ZAFER, 23 Mayıs 1950.
[89] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.184.
[90] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.189.
[91]
Cihat Göktepe; “Menderes Dönemi (1950-1960)” Türkler, C.16, Yeni Türkiye
Yay., Ankara, 2002,
s.903.
[92] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.189.
[93]
ZAFER, 30 Mayıs 1950.
[94]
TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.95-143.
[95]
TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.143.
[96]
TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.144-147.
[97]
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1981, s.322.
[98] ALBAYRAK, Türk Siyasi..... ,
s.191.
[99] Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs
İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s.221.
[100] EROĞUL, a.g.e., s.66-67.
[101] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri
ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları, İstanbul, 1977, s.23-24.
[102] EROĞUL, a.g.e., s.67.
[103] CUMHURİYET, 7-8 Haziran 1950.
[104] CUMHURİYET, 13 Haziran 1950.
[105] ÖZDAĞ, a.g.e., s.24.
[106] CUMHURİYET, 16 Haziran 1950.
[107] TOKER, a.g.e., s.42.
[108] CUMHURİYET-ZAFER, 14 Haziran 1950.
[109] CUMHURİYET, 14 Haziran 1950.
[110] ZAFER, 14 Haziran 1950.
[111] EROĞUL, a.g.e., s.33.
[112] LEWIS, a.g.e., s.409-410.
[113] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,İstanbul, 1984, s.394.
[114] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.84.
[115] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.84.
[116] TOKER, a.g.e., s.48-49.
[117] HÜRRİYET, 17 Haziran 2000 (www.hürriyet com.tr/arşiv)
[118] CUMHURİYET, 5 Haziran 1950.
[119] ZAFER, 7 Haziran 1950.
[120] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.181-183.
[126] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.198.
[127] ULUS, 13 Temmuz 1950.
[128] CUMHURİYET-ZAFER, 3 Ağustos 1950.
[129] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.86, 1Eylül 1950.
[130] MİLLİYET, 16 Ağustos 1950.
[131] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.201.
[132] ULUS, 19 Eylül 1950.
[133] ZAFER, 15 Ekim 1950.
[134] ZAFER, 19-24 Ekim 1950.
[135] EROĞUL, a.g.e., s.70.
[136] EROĞUL, a.g.e., s.74.
[137] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.202.
[138] TOKER a.g.e., s.111.
[139] ZAFER, 26 Kasım 1950.
[140] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.122-125.
[141] ULUS, 9 Mart 1951.
[142] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.204-205.
[143] ZAFER, 11 Mart 1951.
[144] ZAFER, 10 Mart 1951; YÜCEL, Demokrat Parti... , s.86-87.
[145] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.124- 217.
[146] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.208.
[147] TOKER, a.g.e., s.138.
[148] Ali Nejat Ölçen, Halkevlerinin Yokedilişi, Ankara,
1988, s.9-10.
[149] Nazmi Sevgen, Celal Bayar Diyor ki (1920-1950), İstanbul,
Tan Matbaası, 1951, s.178.
[150] CUMHURİYET, 15 Haziran 1950.
[151] ZAFER, 8 Eylül 1950.
[152] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.209.
[153] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.210-211.
[154] Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı (1899-1960), 5.Basım,
İstanbul, 1993, s.199.
[155] CUMHURİYET, 25 Temmuz 1951.
[156] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.212.
[157] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.741-744.
[158] ZAFER, 9 Ağustos 1951, s.1-4.
[159] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.165-166.
[160] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.213.
[161] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.213.
[162] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.169-170.
[163] TOKER, a.g.e., s.270.
[164] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.171
[165] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.172.
[166] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.231.
[167] TOKER, a.g.e., s.270.
[168] AYIN TARİHİ, No:245, s.38-39.
[169] AYIN TARİHİ, No:245, s.39.
[170] ZAFER, 15 Aralık 1953.
[171] AYIN TARİHİ, No:245, s.74.
[172] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.226-227.
[173] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.1.
[174] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.288-289.
[175] Türkiye Cumhuriyeti 80. Yıl Kronolojisi, Anadolu
Ajansı Yayını:3, Ankara, 2003, s.150.
[176] ULUS, 27 Mart 1951.
[177] ULUS, 30 Mart 1951.
[178] ZAFER, 18 Nisan 1951.
[179] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.1.
[180] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.40-42.
[181] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.43-44.
[182] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.58-60.
[183] ULUS, 5 Mayıs 1951.
[184] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.1-3.
[185] ZAFER, 23, 27, 29 Temmuz 1951.
[186] ZAFER, 1 Temmuz 1951.
[187] ZAFER, 30 Temmuz 1951.
[188] ZAFER, 7 Mayıs 1951.
[189] CUMHURİYET, 28 Haziran 1951.
[190] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.324.
[191] DÜSTUR, III. Tertip, C.32, s.1842.
[192] YÜCEL, Demokrat Parti.... ,
s.93.
[193] CUMHURİYET, 4 Ağustos 1951.
[194] TOKER, a.g.e., s.150.
[195] YÜCEL, Demokrat Parti.... ,
s.94.
[196] Feroz Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın
Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgili Yayınevi, Ankara, 1976, s.88.
[197] ZAFER, 21 Eylül 1951.
[198] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.93.
[199] CUMHURİYET, 17 Eylül 1951.
[200] Cemal Anadol, Türk Siyaset Tarihinde Demokrat Parti, Yeni
Kuvayi Milliye Yay., İstanbul, 2004, s.72.
[201] EROĞUL, a.g.e., s.77.
[202] YÜCEL, Demokrat Parti.... ,
s.95.
[203] Tekin Erer, On Yılın mücadelesi, Ticaret Postası
Matbaası, İstanbul, 1963, s.88-89.
[204] MEYDAN LAROUSSE,
[205] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.233-234.
[206] AHMAD, a.g.e., s.83.
[207] YÜCEL, Demokrat Parti.... ,
s.97.
[208] ALBAYRAK,Türk siyasi.... ,
s.234.
[209] ZAFER, 5-6-10 Temmuz 1953.
[210] ZAFER, 9 Temmuz 1953.
[211] AHMAD, a.g.e., s.118.
[212] AYIN TARİHİ,No:242, s.36.
[213] YÜCEL, Demokrat Parti.... ,
s.97.
[214] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.103.
[215] ZAFER, 8 Ocak 1954.
[216] Genç Demokratlar Teşkilatı ve Esasları, Gençlik ve
Siyasi Eğitim, Ankara, 1954, s.7.
[217] Genç Demokratlar..... ,
s.15.
[218] YÜCEL, Demokrat Parti.... ,
s.104.
[219] ZÜRCHER, a.g.e., s.322-323.
[220] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin Politikaları (1950-1960),
Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.873-874.
[221] ZAFER, 13 Nisan 1954.
[222] EROĞUL, a.g.e., s.96.
[223] TOKER, a.g.e., s.229.
[224] ZÜRCHER, a.g.e., s.325.
[225] İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Popülizm”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S.65-66, İletişim Yay., Ankara, s.2086.
[226] Hikmet Erdoğdu, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin
Önemi ve Nato İttifakı, IQ Kültür Sanat ve Yayıncılık:86, İstanbul, 2004,
s.52.
[227] Yusuf Sarınay, “Türkiye’nin Nato’ya Girişi”, Türkler
Ansiklopedisi, C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.924.
[228] Sabit Duman, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası
(1950-1960), Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
Enstitüsünde Yapılmış (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),Ankara 1990, s.21.
[229] SARINAY, a.g.m., s.924.
[230] Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), 12.Baskı,
Ankara, s.405.
[231] Durmuş Yalçın ve diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
II, AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004, s.460.
[232] ARMAOĞLU, a.g.e., s.426.
[233] DUMAN, a.g.t., s.26-27.
[234] Mehmet Gönlübol-Haluk Ülman, Olaylarla Türk Dış
Politikası (1919-1973), AÜSBF Yay., No:279, Ankara, 1974, s.215.
[235] Erol mütercimler-Mim Kemal Öke, Düşler ve Entrikalar
Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası, Alfa Yay., 1. Basım, İstanbul,
2004, s.27.
[236] SARINAY, a.g.m., s.925.
[237] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.219-22.
[238] İsmail Soysal, “Türk-Amerikan Siyasal İlişkilerinin Ana
Çizgileri”, Belleten, C.XLI, S.162, Nisan, 1977, s.628.
[239] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.221.
[240] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... ,
s.429.
[241] SARINAY, a.g.m., s.925.
[242] MÜTERCİMLER, a.g.e., s.29.
[243] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.227, SARINAY, a.g.m., s.925.
[244] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.228.
[245] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl , s.442.
[246] SARINAY, a.g.m., s.925.
[247] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.234-235.
[248] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.235; ARMAOĞLU, 20.
Yüzyıl , s.444.
[249] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.236.
[250] Mehmet Gönlübol, “Dış Etkenler Açısından Nato ve Türkiye
I”, BTTD, S:43, Ankara, 1971, s.39.
[251] Cüneyt Akalın, ABD ve Soğuk Savaş ve Türkiye-1 Olaylar
ve Belgeler (1945-1952), Kaynak Yay:372, İstanbul, 2003, s.235-236.
[252] AKALIN, a.g.e., s.236.
[253] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.240.
[254] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... ,
s.448.
[255] DUMAN, a.g.t., s.36.
[256] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... ,
s.449.
[257] İsmail Soysal; Türkiye’nin Uluslararası Bağıtları
1945-1960, C.II, TTK Yay., Ankara, 1991, s.410.
[258] DUMAN, a.g.t., S.37.
[259] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl , s.448.
[260] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.241.
[261] CUMHURİYET, 11 Mart 1949.
[262] Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı
ve Orta Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları araştırma Dizisi:1, 1. Basım,
İstanbul, 1997, s.59.
[263] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.242.
[264] DUMAN, a.g.t., s.39-40.
[265] Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜSBF
Yay., No:427, Ankara, 1979, s.71.
[266] SANDER, Türk Amerikan.... ,
s.71
[267] AYIN TARİHİ, No:198, Mayıs 1950, s.60; SANDER, Türk-Amerikan.... , s.73.
[268] SANDER, Türk-Amerikan.... ,
s.73.
[269] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.34.
[270] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... ,
s.454-495.
[271] YÜCEL, Demokrat Parti... ,
s.85.
[272] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.410.
[273] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.312.
[277] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.411.
[278] CUMHURİYET, 26 Temmuz 1950.
[279] ZAFER, 26 Temmuz 1950.
[280] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.412.
[281] ZAFER, 1 Ağustos 1950.
[282] AYIN TARİHİ, No:200, s.8-9.
[283] AYIN TARİHİ, No:200, s.73.
[284] ZAFER, 30 Temmuz 1950.
[285] ZAFER, 15 Ağustos 1950.
[286] VATAN, 10 Ağustos 1950.
[287] TOKER, a.g.e., s.84-85.
[288] VATAN, 10 Ağustos 1950.
[289] T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dosya:11, Fon Kod:030.01,
Yer No:102.630.8.
[290] ZAFER, 30 Temmuz 1950.
[291] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.414.
[292] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.86.
[293] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.3-4.
[294] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.6.
[295] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.6.
[296] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.152.
[297] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.195-199.
[298] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin.. ”, s.964.
[299] AKALIN, a.g.e., s.271.
[300] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.224.
[301] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.246.
[302] AKŞAM, 25 Nisan 1951.
[303] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.446-447.
[304] Ulusal Haber alma Tahmini, ilk kez 1950 sonbaharında CIA
tarafından yayınlanan bir dizi bakanlıklar arası rapordan biridir. Her tahmin
raporunun, siyaseti çizenlere mevcut durum hakkındaki en yakın yorum ve
değerlendirme olanağı sağlıyordu. Bkz. Akalın, a.g.e., 271.
[305] AKALIN, a.g.e., s.279-280.
[306] AKALIN, a.g.e., s.280.
[307] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.247.
[308] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.105-106.
83 MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.105-106.
[309] Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı
Politikası (1945-1960), Sevinç Matbaası, Ankara, 1972, s.35-36.
[310] ZAFER, 17 Şubat 1951.
[311] CUMHURİYET, 18 Şubat 1951.
[312] AKALIN, a.g.e., s.283-284.
[313] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.420-421.
[314] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.105-106.
[315] ZAFER, 15 Haziran 1951.
[316] AYIN TARİHİ, No:212, s.151.
[317] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.249.
[318] ZAFER, 21 Eylül 1951.
[319] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.106.
[320] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.422.
[321] ZAFER,25 Eylül 1951.
[322] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.219; CUMHURİYET, 13
Ekim 1951.
[323] SANDER, Türk-Amerikan... ,
s.78.
[324] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.250.
[325] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.251.
[326] AKALIN, a.g.e., s.298-299.
[327] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.252.
[328] AKALIN, a.g.e., s.299.
[329] TBMMTD, Dönem IX, C.13, s.314.
[330] CUMHURİYET, 19 Şubat 1952.
[331] TBMMTD, Dönem IX, C.13, s.343.
[332] SANDER, Türk-Amerikan.... ,
s.83-84.
[333] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.460
[334] Oral Sander, Balkan Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965),
AÜSBF Yay., No:276, Ankara, 1969, s.69-70.
[335] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.460
[336] Cengiz Halov, “Bulgaristan Türkleri’nin Göçmenlik Serüveni”,
C.20, Türkler, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.372.
[337] Bilal N. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da
Türk Varlığı I Bildiriler 7 Haziran 1985, 2. Baskı, TTK Basımevi, Ankara,
1987, s.58.
[338] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.71.
[339] ŞİMŞİR, “Bulgaristan Türkleri ve Göç.. ”, s.58.
[340] ZAFER, 12 Ağustos 1950, s.1-8.
[341] HAKOV, a.g.m., s.372.
[342] ZAFER, 8 Ekim 1950.
[343] ŞİMŞİR, “Bulgaristan Türkleri ve Göç.. ”, s.61.
[344] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.461.
[345] Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1986, s.225.
[346] T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dosya:F11, F.Kod:30.100,
Yer No:125.32.2.
[347] SANDER, Balkan Gelişmeleri , s.79.
[348] ZAFER, 9 Kasım 1951.
[349] CUMHURİYET, 2 Aralık 1951.
[350] ŞİMŞİR, Bulgaristan Türkleri.... , s.227.
[351] ŞİMŞİR, “Bulgaristan Türkleri ve Göç.. ”, s.61.
[352] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.80.
[353] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.81.
[354] SOYSAL, Türkiye’nin Uluslararası.... , s.471.
[355] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.469.
[356] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.93.
[357] ZAFER, 25 Ocak 1953.
[358] AYIN TARİHİ, No:230, s.123.
[359] CUMHURİYET, 7 Şubat 1953.
[360] ZAFER, 15 Şubat 1953.
[361] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.470.
[362] SOYSAL, Türkiye’nin Uluslararası , s.478.
[363] SANDER, Balkan Gelişmeleri... , s.99-100.
[364] AYIN TARİHİ, No:241, s.55.
[365] ÖZDAĞ, a.g.e., s.43.
[366] GÖNKÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.260-261.
[367] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... ,
s.470.
[369] Mehmet Palamut-F. Giray, “Cumhuriyetten Günümüze Yaşanan
Mali Krizler ve Politikalar”, Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 2001, s.26-27.
[370] Emin Çarıkçı, “Menderes Döneminde Ekonomik ve Sosyal
Gelişmeler”, Türkler, C.19, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.623.
[371] Murat Koraltürk, “Türkiye Ekonomisi (1923-1960)”, Türkler,
C.17, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.593.
[372] Necdet Serin, Türkiye’nin Sanayileşmesi, AÜSBF
Yayınları, No:167-149, Ankara, 1963, s.120.
[373] ZAFER, 30 Mayıs 1950.
[374] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.27.
[375] ALBAYRAK, Türk Siyasi.. ,
s.304.
[376] CUMHURİYET, 19 Haziran 1950.
[377] AHMAD, a.g.e., s.85.
[378] Korkut Boratav, “DP Döneminde Ekonomi”, Tarih ve
Toplum, C.9, S.53, Mayıs 1988, s.37.
[379] ZAFER, 10 Nisan 1951.
[380] ZAFER, 10 Nisan 1951.
[381] AYIN TARİHİ, No:209, s.2-3.
[382] “DP Hükümetlerinin Politikaları...”, s.855.
[383] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.313-315.
[384] EROĞUL, a.g.e., s.92-93.
[385] Baran Tuncer, Türkiye’de Yabancı Sermaye Sorunu, AÜSBF
Yay:24, Ankara, 1968, s.73.
[386] KORALTÜRK, a.g.m., s.594.
[387] AHMAD, a.g.e., s.73.
[388] ZAFER, 29 Ağustos 1952.
[389] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.164.
[390] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.427.
[391] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.439.
[392] DÜSTUR, III.Tertip, C.32, s.1856.
[393] TUNCER, a.g.e., s.75.
[394] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.375-378.
[395] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.224.
[396] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.212.
[397] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.229.
[398] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.141-144
[399] TUNCER, a.g.e., s.75.
[400] ZAFER, 11 Nisan 1954.
[401] ZAFER, 28 Mayıs 1954.
[402] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.323.
[403] AYIN TARİHİ, No:230, s.1.
[404] ZAFER, 21 Şubat 1954.
[405] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem IX, C.29, s.225-226.
[406] TBMMZC, Dönem IX, C.29, s.435-436.
[407] ZAFER, 7 Mayıs 1954.
[408] TUNCER, a.g.e., s.79.
[409] Demokrat Parti Tüzük ve Programı, Doğuş Matbaası,
Ankara, 1949, s.64-68.
[410] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.28.
[411] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin... ”, s.857.
[412] ALBAYRAK, Türk siyasi... ,
s.336.
[413] Çağlar Keyder, “Türk Tarımında Küçük Meta üretiminin
Yerleşmesi 1946-1960”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), Der.
Şevket Pamuk-Zafer Toprak, Yurt Yayınları, Ankara, 1988, s.109.
[414] Zafer Toprak, “Türkiye Tarımı ve Yapısal Gelişmeler
1900-1950”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), Der. Şevket Pamuk-
Zafer Toprak, Yurt Yay., Ankara, 1988, s.19-36.
[415] T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dosya:E4, Fon Kod:030.01,
Yer No:61-377-22.
[416] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.338.
[417] ZAFER, 1 Ağustos 1952.
[419] ZAFER, 10 Temmuz 1955.
[420] Serdar Turgut, Demokrat Parti Döneminde Türkiye
Ekonomisi, Ankara, 1991, s.159-169.
[421] ÇARIKÇI, a.g.m., s.626.
[422] KORALTÜRK, a.g.m., s.593.
[423] AYIN TARİHİ, No:222, s.105.
[424] Stefanos Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye;
Bizans’tan 1971’e, 3. Baskı, (Çev.
Babür Kuzucu),
İstanbul, 1980, s.722.
[425] Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara,
1973, s.90-91.
[426] Türkiye’de Toplumsal... ,
s.106-107.
[427] ZAFER, 4 Ocak 1951.
[428] ZAFER, 31 Aralık 1952.
[429] AYIN TARİHİ, No:241, s.15.
[430] ZAFER, 10 Şubat 1954.
[431] ZAFER, 29 Aralık 1954.
[432] KEYDER, a.g.m., s.109-112.
[433] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin... ”, s.857-858.
[434] ALBAYRAK, Türk siyasi... ,
s.350.
[435] Korkut Boratav, Türkiye’de Gelir Dağılımı, Kapitalist
Sistemde, Türkiye’de, 4. Baskı, Gerçek Yay., İstanbul, 1980, s.178.
[436] YERASİMOS, a.g.e., s.800.
[437] Ahmet Kılıçbay, Türk Ekonomisinde Enflasyonun
Anatomisi, İstanbul, 1984, s.5-6.
[438] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.385.
[439] AYIN TARİHİ, No:279, Şubat, s.162.
[440] Türkiye’de Toplumsal... ,
s.407.
[441] AYIN TARİHİ, No:275, s.164.
[442] AYIN TARİHİ, No:279, s.163.
[443] TUNCER, a.g.e., s.83.
[444] TUNCER, a.g.e., s.213-214.
[445] Mükerrem Hiç, Kapitalizm, Sosyalizm, Karma Ekonomi ve
Türkiye, 2. Baskı, Yalkın Ofset Basımevi, İstanbul, 1974, s.120.
[446] YERASİMOS,a.g.e., s.721.
[447] Fikret Başkaya, Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi
Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayıncılık, Ankara, 1985, s.137.
[448] ALBAYRAK, Türk Siyasi. ,
s.367.
[449] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.29.
[450] TBMMTD, Dönem IX, C.6, s.55; ALBAYRAK, Türk
Siyasi.. , s.368.
[451] Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin , s.79.
[452] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında Rakam ve Grafiklerle
Milli Eğitimimiz, Milli Eğitim Basımevi, 1973, s.55-56.
[453] AHMAD, a.g.e., s.76.
[454] M. Şevki Aydın, “Cumhuriyet Döneminde Örgün Eğitim
Kurumlarındaki Din Eğitimi”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yay., Ankara,
2002, s.407.
[455] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında , s.92.
[456] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında , s.86.
[457] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında. , s.134.
[458] AYDIN, a.g.m., s.458
[459] Beyza Bilgin, Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din
Dersleri, Ankara, 1989, s.60.
[460] KARPAT, a.g.e., s.229.
[461] KARPAT, a.g.e., s.235.
[462] Ali Ata Yiğit, “İnönü Döneminin Köye Özel Öğretmen
Yetiştirme Projesi: Köy Enstitüleri”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yay.,
Ankara, 2002, s.447.
[463] YİĞİT, a.g.m., s.447-448.
[464] KARPAT, a.g.e., s.321.
[465] Mustafa Çakar, Türkiye’de Eğitim ve Öteki Türkler, Ankara,
2006, s.343.
[466] ALBAYRAK, Türk Siyasi... ,
s.374.
[467] ALBAYRAK, Türk siyasi... ,
s.375.
[468] AYIN TARİHİ, No:229, s.118.
[469] Türkiye Cumhuriyeti 80... ,
s.162.
[470] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin... ”, s.961.
[471] GEVGİLİLİ, a.g.e., s.86.
[472] Nuran Yıldız, “Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve
Basın”, AÜSBFD., C.51, No:1-4, Ankara,
1986, s.486.
[473] Nuran Dağlı-Belma Aktürk, Hükümetler ve Programları
(1920-1960), TBMM Yay., Ankara, 1988, s.163.
[474] DAĞLI-AKTÜRK, a.g.e., s.163-164.
[475] Korkmaz Alemdar, “Demokrat Parti ve Basın”, Tarih ve
Toplum, C.9, S.53, Ankara, Mayıs 1988, s.275.
[476] YILDIZ, a.g.m., s.487.
[477] ALEMDAR, a.g.m., s.277.