Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MENDERES HÜKÜMETLERİ

 

T.C.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ BİLİM DALI

SİYASİ AÇIDAN I. VE II. MENDERES HÜKÜMETLERİ

1950- 1954

MASTER TEZİ

Hazırlayan

Zeliha YILMAZ

Tez Danışmanı

Yrd. Doç. Dr. Mustafa EKİNCİKLİ

Ankara- 2007


ÖNSÖZ

Bugünkü çağdaş siyaset anlayışının temellerinin atıldığı 1950’lerde izlenen ekonomik, siyasi ve kültürel politikalar günümüz Türkiye’sini şekillendirmiştir.

Siyasi açıdan “I.ve II.Menderes Hükümetleri”(1950-1954) başlığı adı altındaki tezimde, 1950-1954 dönemini şekillendiren iç ve dış politika, ekonomi ve kültür politikalarını ayrıntılarıyla araştırdım.

Oldukça kapsamlı olan bu çalışmada son dönemde çıkmış olan kaynaklardan olabildiğince yararlanmaya çalıştım. Ayrıca, gazete ve arşiv belgesi ve Meclis Tutanakları gibi dönemin olaylarını daha objektif bir şekilde yansıttığını düşündüğüm önemli kaynaklara da ulaşmaya gayret ettim.

Tezimi hazırlama safhasında benden maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen aileme ve özellikle de kardeşim Emine YILMAZ’a, çalışmam esnasındaki sorunlarımla ilgilenip beni anlayışla karşılayan ve yönlendiren değerli tez danışmanım Yard. Doç. Dr. Mustafa EKİNCİKLİ’ye sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ........................................................................................................................... i

İÇİNDEKİLER................................................................................................................ ii

KISALTMALAR............................................................................................................. v

GİRİŞ.............................................................................................................................. 1

BİRİNCİ BÖLÜM
İÇ SİYASİ GELİŞMELER

1.1-                      Demokrat Parti’nin İktidarı Devralışı                    18

1.1.1-                                 Birinci Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu (22 Mayıs 1950)....... 25

1.1.1.1.                                     Kabinenin Oluşturulması ve Hükümet Programı                                    25

1.1.1.2.                                     Askeri ve İdari Kadrolarda Yapılan Değişiklikler.................... 30

1.1.1.3.                                     Arapça Ezan Yasağının Kaldırılması                                   33

1.1.1.4.                                     Yerel Yönetim Seçimleri............................................................ 36

1.1.1.4.1.                                                    Muhtar Seçimleri.......................................................... 37

1.1.1.4.2.                                                    Belediye Seçimleri......................................................... 38

1.1.1.4.3.                                                    İl Genel Meclisi Seçimleri............................................. 39

1.1.1.5.                                     Birinci Menderes Hükümeti’nin İstifası................................... 40

1.2-                                İkinci Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu (2 Nisan 1951).............. 42

1.2.1-                                     Halkevleri’nin Kapatılması ve C.H.P. Mallarının Hazineye Devri..44

1.2.2-                                     Atatürk’ü Koruma Kanunu.......................................................... 54

1.1.1.                                     1951 Ara Seçimleri........................................................................ 60

1.2.4.                                     D.P.’nin Üçüncü Büyük Kongresi................................................ 62

1.2.5.                                     Millet Partisi’nin Kapatılması...................................................... 63

1.2.6.                                     Genç Demokratlar Teşkilatı......................................................... 66

1.2.7.                                     İktidar-Muhalefet ilişkileri........................................................... 68

1.2.8.                                     1954 Genel Seçimleri ve Sonuçları............................................... 69

İKİNCİ BÖLÜM
DIŞ POLİTİKADAKİ GELİŞMELER

2.1-                       II.Dünya Savaşından Sonra Türkiye(1945-1950)................................... 73

2.1.1.                                Türkiye Üzerindeki Sovyet Tehdidi............................................... 74

2.1.2.                                Türkiye -A.B.D. İlişkileri................................................................. 78

2.1.2.1.                                Truman Doktrini.......................................................................... 79

2.1.2.2.                                Marshall Planı.............................................................................. 80

2.1.2.3.                                NATO’nun Kuruluşu ve Türkiye................................................ 81

2.2-                       I. ve II.Menderes Hükümetlerinin Dış Politika Doğrultusu (50-54)...88

2.2.1.                                Türkiye’nin Kore’ye Asker Göndermesi ve Yankıları                             89

2.2.2.                                Türkiye’nin Nato’ya Girişi.............................................................. 97

2.2.3.                                Türkiye- Bulgaristan İlişkileri ...................................................... 109

2.2.4.                                Balkan Paktı................................................................................... 115

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
EKONOMİ POLİTİKALARI

3.1-                       I.ve II. Menderes Hükümetlerinin Genel Ekonomi Politikası                    120

3.1.1-                                 Sanayi Politikası.......................................................................... 123

3.1.1.1.                                     Kamu İktisadi Teşebbüsleri.................................................... 125

3.1.1.2.                                     Yabancı Sermaye Yasaları ve Yatırımlar................................ 126

3.1.1.3.                                     Petrol Yasası............................................................................ 131

3.2-                                  Ziraat Politikası.............................................................................. 133

3.2.1-                                     Tarımda Makineleşme................................................................ 133

3.2.2-                                     Tarımsal Üretimdeki Gelişmeler................................................ 135

3.2.3-                                     Toprak Reformu......................................................................... 139

3.3-                                  Maliye Politikası............................................................................ 141

3.4-                                  Ulaşım Politikası............................................................................ 142

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

EĞİTİM VE KÜLTÜR POLİTİKALARI

4.1-                       I. ve II.Menderes Hükümetlerinin Genel Eğitim Politikası............... 145

4.1.1.                                 İlköğretim...................................................................................... 146

4.1.2.                                Orta Öğretim ve Din Eğitimi......................................................... 147

4.1.3.                                Köy Enstitüleri’nin Kapatılması.................................................... 148

4.1.4.                                 İktidar-Üniversite İlişkileri........................................................... 152

4.1.5.                                 İktidar-Basın İlişkileri................................................................... 153

SONUÇ...................................................................................................................... 158

KAYNAKÇA.............................................................................................................. 161

ÖZET.......................................................................................................................... 163

ABSTRACT................................................................................................................ 165

 

KISALTMALAR

ABD

: Amerika Birleşik Devletleri

AFP

: Aquence France Presse

a.g.e.

: adı geçen eser

a.g.m.

a.g.t.

AKDTYK

: adı geçen makale

: adı geçen tez

: Ankara Kültür,Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu

AÜSBD

: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi

BM

: Birleşmiş Milletler

BTTD

: Belgelerle Türk Tarihi Dergisi

C.

: Cilt

Çev

CHP

: Çeviren

: Cumhuriyet Halk Partisi

CMP

: Cumhuriyet Millet Partisi

Der.

: Derleyen

DP

: Demokrat Parti

GSMH

: Gayri Safi Milli Hasıla

IMF

: International Monetary Fund

İP

: İşçi Partisi

KİT

: Kamu İktisadi Teşebbüsleri(Teşekkülleri)

KP

: Komünist Parti

NATO

: North Atlantic Treaty Organization

S.

: Sayı

SBF

: Siyasal Bilgiler Fakültesi

SSCB

: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği

T.C.

: Türkiye Cumhuriyeti

TCF

: Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası

TTK

: Türk Tarih Kurumu

Yay.

: Yayınları

 

GİRİŞ

Türk Kurtuluş Savaşı günlerinde planlanan ve 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM , ulusal egemenlik temeline dayanan ilk Türk Meclisi olmuştur. Bu meclisin 20 Ocak 1921 tarihinde yaptığı Teşkilat-ı Esasiye, söz konusu meclisin rejimine “kurucu ve ihtilalci “bir nitelik kazandırmış olmasına karşın, TBMM kendi yapısı içinde muhalefet grupların yer almasını engellemeyerek demokratik geleneğin oluşmasında bir örnek oluşturmuştur. Gerçekten de TBMM’nin siyasal çatısı altında, Halkçılık, Yeşil Ordu’nun savunduğu İslamcı Sosyalizm, Türkiye Komünist Fırkası’nın savunduğu komünizm ve Türkiye Halk İştirakiyün Fırkası’nın emeği temel ilke olarak alan görüşlerinden oluşan zengin bir siyasi oluşum yer almıştı.[1]

İkinci TBMM’ de muhalefetin bu denli çeşitli ve önemli sayıda olduğunu söyleyemeyiz. Zira, Birinci TBMM olağanüstü bir meclis olup ana görevi Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlandırılmasıydı. Bu nedenle muhalefetin çeşitliliğine karşın herkes bu temel görüşün çatısı altında toplanmış bulunuyordu. Oysa ikinci TBMM döneminde durum daha farklıdır. Çünkü yeni kurulan Türkiye Devleti’nin bir an önce çağdaşlaşabilmesi amacı doğrultusunda önlemler alınması gerekiyordu.[2] Bu amaçla TBMM’de Mustafa Kemal’in önderi olduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu,7 Aralık 1922’de Halkçılık ilkesine dayanan bir siyasi parti haline getirileceği bizzat Atatürk tarafından açıklanmıştı. 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası adını alan ve kuruluşu 11 Eylül’de resmiyet kazanan bu partinin Genel Başkanlığı’na Mustafa Kemal Atatürk seçildi. Bu parti Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra da adına Cumhuriyet sözcüğünü de ekleyerek Cumhuriyet Halk Fırkası şeklinde adlandırıldı.[3]

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Mustafa Kemal’in kişisel yükselişine karşı muhalefet, Milli Mücadele’nin ilk evrelerinde onunla yakın işbirliği yapmış olanlar arasında gittikçe artıyordu.[4] Bu muhalefet, 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen yeni Anayasanın 70. maddesinin kendilerine tanıdığı hakka uygun olarak 17 Kasım 1924 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu.[5] Fakat bu olay Cumhuriyet Dönemi’ne çok partili hayatı yani demokrasiyi getirmeye yeterli olmadı. Çünkü iktidar partisi çok güçlü idi. Henüz rakip tanıyacak kadar olgunlaşmamıştı. Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması ile doğan baskı politikası ortamında TCF’ nin ömrünü çok kısaltmıştı. Sonunda Takrir-i Sükun Kanunu gereğince 3 Haziran 1925’te TCF kapatıldı.[6] Bu denemeden beş yıl sonra kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın yanı sıra yine aynı yıl kurulan Türk cumhuriyet Amele ve Çiftçi Fırkası ve Ahali Cumhuriyet Fırkası da yine aynı son ile karşı karşıya kalmış ve bu defa da on beş yıl yeni bir parti kurmak yolunda önemli bir girişim olmamıştır.[7]

Atatürk döneminde iktidarı ele alma gücüne sahip olmayacak potansiyel bir muhalefet, memleket için gerekli hatta yaralı görülmüştür. Çünkü Atatürk’e göre; “ağız tellallığı veya tenkitsiz iş görmek, her hareketi tenkit göreceğini düşünerek hareket etmekten daha kolaydır;zamanla bu vaziyetin nasıl bir seyri olacağını kestirmek güçtür...”[8] Bu nedenle Atatürk iktidara rakip olacak değil onu eleştirecek ve denetleyecek bir muhalefetten yana olmuştur ki, yeni Türkiye’nin çağdaşlaşma süreci içinde ve devrimlerin gerçekleştirilmesi için güdümlü bir muhalefete izin verilmesini doğal karşılamak gerekir. Bu bakımdan Atatürk dönemini, Türkiye’de “demokratik rejimi hazırlama devri”olarak nitelendirebiliriz.[9]

1923-1938 yılları arasında Türkiye’de uygulanan tek partili rejim, muhalefetin, Türk Medeni Yasası ve anayasal bir düzenleme ile kabul edildiği başka bir deyişle “serbestlik sisteminin geçerli olduğu” bir rejimdir. Bu dönemde, hukuken siyasi parti kurmak serbesttir. Fakat fiilen bir otokratik rejim vardır. 1938 Cemiyetler Kanunu’nun kabulünden sonra 1945 yılında bu yasada yapılan değişikliğe kadar ise Türkiye’de müsaade sistemi geçerli olup, siyasi parti kurmak iktidarın iznine bağlı olmuştur.[10]

Atatürk siyasi partilerin kurulmasına karşı çıkmamış ve bu anlayışını da “Milli esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin varolması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin olacağına şüphe yoktur.” diyerek çoğulcu sisteme olan özlem ve inancını her seferinde dile getirmiştir.[11]

11 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümünün ertesi günü,TBMM hayat boyu arkadaşı ve en yakın işbirlikçisi olan İsmet İnönü’yü onun halefi seçti.[12] Aynı gün yemin ederek göreve başlayan İnönü, usulen istifasını sunan Celal Bayar’ı yeniden görevlendirmekle birlikte parti ve hükümetle kontrolü sağlayacak adımları da ihmal etmemiştir. 26 Aralık’ta Parti Genel Başkanı’nı seçmek için toplanan olağanüstü kurultayda, Genel Başkan seçilmesinin yanı sıra İnönü’ye “Milli Şef” unvanı verilmiştir.[13] Böylece İnönü ,devletin kurucusu, Atatürk’te bile bulunmayan bir sıfat ve yetenin sahibi olmuştu. Her dört yılda bir parti içinde genel başkanlığa aday olmasının bile kendi şahsiyet ve otoritesini sarsıp zedeleyeceği görüşü günümüzün demokrasi anlayışına oldukça zıt olmakla birlikte,1938 şartlarında çok yanlış değildi. O tarihlerde “şeflik” sistemleri dünyanın en gözde sistemleriydi. Almanya’da Hitler,İtalya’da Mussolini,Sovyet Rusya’da Stalin, İspanya’da Franko otoriter

rejimleriyle Batı demokrasilerini tir tir titretiyorlardı. Demokrasi dinamik değildi. Ülke içinde hızlı kalkınma , dışta da yayılmacı politikalar, ancak tek parti idarelerinin baskıcı rejimleriyle kurulabilirdi. Dünyada “şeflik” bu kadar revaçta iken, Türkiye’ye de bu durumun yansımaması düşünülemezdi.[14]

Cumhurbaşkanı İnönü, 25 Ocak 1939 tarihinde istifa eden Bayar’ın yerine Refik Saydam’ı Başkanlığa getirmiş, 26 Ocak’ta ise seçim kararı alınmıştır. Yeni Meclis 1/3 oranında yenilenmiştir. Yeni Meclis’te bağımsız milletvekillerinin sayısı 21’i bulmuştu. İnönü bu oluşumu,denetleme muhalefetine dönüştürebilmek için yoğun bir çabanın içine girdi. Önce 29 Mayıs 1939’da toplanan CHP Beşinci Büyük Kurultayı’nda bağımsız milletvekillerinden meydana gelen ve adına “Müstakil Grup” denilmesi uygun görülen bir muhalefetin kurulması için parti tüzüğünde değişiklik yapıldı. Müstakil Grub’un görevi CHP programında şöyle belirlenmişti: “Devlet işlerinin iyi cereyanını, parti nizamname ve programının ve Büyük Kurultay kararlarının en iyi tatbikini Meclis Grubu kararına tabi olmaksızın murakabe etmektir.” Bu maddeden de anlaşılacağı gibi grup bir denetleme ve eleştiri görevi yapacaktı. Kısaca söylemek gerekirse, kurulması sırasında güdülen amaca uygun olarak çalışmalarını sürdüremeyen Müstakil Grup, çok partili sisteme geçildikten sonra 11 Mayıs 1946’ta kaldırılmıştır. Bu tür yapay ve güdümlü denetleme organlarının hiçbirinin demokratik işlevi yerine getiremeyeceğine olan inanç ve gerçek anlamda bir muhalefete olan ihtiyaç, çok partili sisteme duyulan özlemi etkilemiştir.[15]

İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ve Milli Şefliği ile İkinci Dünya Savaşı da başlamış, tehlikeli ve sıkıntılı günler gelmişti. Devlet işleri günden güne kötüleşiyordu. İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan ancak savaşın getirdiği sıkıntı ve tehditlerden payını alan bir devlet olarak Türkiye, savaşa hazır bulunmanın zorunluluğuna inandığı için, özellikle geniş ve yoksul halk kesimlerini ilgilendiren tedbirler alma yoluna gitmiştir. Bunlar arasında , Milli Koruma Yasası, Toprak Mahsulleri Vergisi gibi önemli yasalar halkın CHP’ye karşı tepki duymasına yol açmıştı.[16] Savaş ekonomisinin getirdiği zorunlu ekonomik tedbirler sonucunda. Türkiye’de önemli bir sermaye birikiminin belirli ellerde toplanmasına neden olmuştu. Savaşın bazı mallarda (bu malların çoğu ithal mallarıydı) yarattığı arz daralması sonucu daha ilk aylarda görülmeye başlayan karaborsa ve ihtikar ,bunu yapan kent ticaret burjuvazisinin eline büyük paralar geçmesine neden olmuştu. Sonraları ekonomiyi denetleyebilmek amacıyla çıkarılan Milli Koruma Kanunu sadece sanayi ve ticaret burjuvazisinden yana yorumlanarak uygulanınca, bu kesimlerin elindeki büyüme hızı daha da arttı. Böylece büyük kentlerde yoğunlaşan ticaret burjuvazisi ile sanayiciler, yıllardır özlemini duydukları birikimi ellerinde toplamayı başardılar. Savaş ekonomisi bir yandan zenginler yaratırken öte yandan da işçi, küçük üretici, memur v.b. yığınların yoksullaşmasına neden olmuştu.[17]

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ülkenin o yıllardaki kötü durumunu şöyle anlatır:

“Zeytinyağı piyasasını tekeli altına alan başkan mı istersiniz, karaborsacıları koruyan vali ve genel müdür ya da benzerini mi istersiniz, o dönemde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirsiniz. Memleket öylesine bir ekonomik bunalım içine düşmüştü ki, bir lokma has ekmekten, bir avuç şekerden tutun da bir kilo çiviye kadar bütün zorunlu ihtiyaç maddeleri altın pahasına elde edilen lüks maddeler arasına girmişti ve geçim sıkıntısı savaş halinde bulunan ülkelerde bile görülmeyen tehlikeli bir durum göstermeye başlamıştı. Halk ‘’Bizi aç bıraktınız,çıplak bıraktınız, ölülerimizi saracak kefen bezi yok .‘’ diye feryat ediyordu.[18]

Öte yandan savaş sırasında, hükümetin sayıları 1 milyon 6 yüz bini bulan ve yüksek enflasyon nedeniyle maaşları yetmeyen devlet memurlarına kömür, elbise, şeker, pirinç, yağ ve benzeri birtakım ayni yardımlarda bulunması halkın öteki kesimlerinin tepkisine yol açmıştı. Bir tarafta genel mahrumiyetler içinde çırpınan fakir halk diğer tarafta, nispi bolluk gören memurlar vardı. Diğer yanda da harp zamanı ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için devlete yapılan mecburi mahsul teslimi ve vergiler yüzünden kendi hayat seviyelerini düşürmek zorunda kalan köylüler ve dar gelirli şehir halkı duruyordu. Harp yıllarında bir müessese olarak devletle halkın büyük bir kısmı arasına bir ayrılık girmiş oldu. Halk devlet uğruna harcandığına inanmaya başladı. Bu durumun 1946’dan sonra çok partili sistem için yapılan mücadelede tesiri büyük oldu. [19]

1935 yılında CHP Kurultayı’nda kabul edilen “parti devleti” düşüncesi bütün olumsuzlukların partiye yüklenmesine yetmişti. Aslında CHP, siyasi iktidarı elde tutmaktan çok, onu kullanma aracı olup: Türkiye’nin her köy merkezinde, görevleri aynı zamanda Kemalist devrimin mamurları olan, mahalli bir CHP kolu vardı. Koşullara göre iknadan zorlamaya kadar değişik yollarla köylüye rehberlik eden onlardı ve bunu yaparken, daha önce köy ağalarının kullandıkları toplumsal ve ekonomik iktidarlarının pek çoğunu ellerine almışlardı.[20]

Merkezi otoritenin kolluk kuvvetleri kanalıyla yaptığı baskı özellikle kırsal kesimlerde kendini gösteriyordu. Jandarma zulmü, o dönemin adeta alamet-i farikası olmuştu.[21]

Halkçılık CHP’nin altı ilkesinden biri olarak parti tüzüğünde yer alıyordu, ancak uygulamada Parti, giderek bu ilkeden uzaklaşmış görünüyordu. Oysa, Cumhurbaşkanı ve CHP’nin değişmez lideri, Milli Şef aynı düşüncede değildi.

O, halk üzerindeki nüfuzunun doruk noktasında olduğu inancındaydı. İnönü bu düşüncelerini yıllar sonra şöyle belirtecekti:

...“Hakikat şudur ki, Memleket Birinci Cihan Harbi’nden selametle çıkmış bir halde, Cumhuriyet Halk Partisi kudret ve itibarının zirvesinde ve vatandaş gözünde hiçbir ithama maruz olmayan bir dayanıklılıkta idi.”[22]

Özetle söylemek gerekirse, Demokrat Parti, Halkçı ideolojiyle dayalı,fakat halkı siyasal olarak dışlamış olan, siyasal alanda merkeziyetçi, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda faklı yapılara sahip bir düzen içinde ortaya çıkacaktır.[23]

Giderek büyüyen toplumsal muhalefetin mevcut merkezi otorite tarafından fark edilmemesi mümkün değildi. Bir anlamda yitirilen toplumsal dengenin yeniden kurulabilmesi için iki yola başvuruldu. Bunlardan ilki, Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından uygulanan savaş kazançları vergisine benzer bir vergi olan “Varlık Vergisi” idi.[24]

Başbakan Şükrü Saraçoğlu zamanında hazırlanan, CHP içinde bile büyük tartışmalara yol açan ve 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de kabul edilen “Varlık Vergisi Yasası” savaşın başından itibaren geçen zamanda elde edilen servet ve kazançlara hatta bir ölçüde müsadere görüntüsü altında hükümet tarafından el konulmasına olanak veren bir müdahale idi.[25]

Bu yasaya yönelen sert eleştiriler ve dış baskılar artınca, yasa 15 Mart 1944’te başka bir yasa ile kaldırılırken “Varlık Vergisi”olarak tahakkuk edip de o zamana kadar tahsil edilememiş bulunan 109,985,481 liranın terkinine”[26] karar verilecekti. Bu durum adaletsizliği arttıran başka bir neden olmuştur.

Vergi “ekonomik ereklerine ulaşamayarak onu esinleyen fiyat politikasının tam bir iflasıyla...” sonuçlanmıştır.[27]

İkinci Dünya Savaşı sırasında kara pazardan elde edilen aşırı kârları da vergilendirerek, yeniden halka kazandırmayı amaçlayan bu vergi, uygulamada önemli haksızlıklara ve olumsuzluklara neden olmuştur. Varlık Vergisi’nden dolayı zarar gördüğüne inananlar CHP iktidarına karşı cephe alacaklar ve Demokrat Parti’nin kurulmasından sonra da, bu yeni partiyi desteklemeyi uygun göreceklerdi. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında, devletin tarım ürünlerine olan ihtiyacını karşılamak amacıyla 26 Nisan 1942’de “Toprak Mahsulleri Vergisi Yasası” kabul edildi. İktidar, bu vergiden de Varlık Vergisi’nde olduğu gibi beklediği geliri sağlayamadı. Toprak Mahsulleri Vergisi, CHP’nin Halkçılıkla bağdaştırılamayacak, acemice çıkarılmış, uygulamada küçük üreticileri olumsuz etkilemiş, bunların rejime karşı içten içe bir rahatsızlık göstermelerine ve çok partili dönem öncesinde,yeni bir potansiyel muhalefetin oluşmasında etkili olmuştur.[28]

Savaş sonrası dünya barışının belirli garantilerle korunması gayesiyle toplanan San Francisco Birleşmiş Milletler Konferansı’na Türkiye, Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında Nihat Erim, Feridun Cemal Erkin, Hüseyin Ragıp Baydur’un da içinde bulunduğu 40 kişi civarında bir heyet katılıyordu. Feridun Cemal Erkin, İnönü’nün kendisine son Francisco Konferansı’na gitmeden önce Amerikalıların,çok partili hayatı ne zaman kuracağımız ile ilgili bir soruya verilecek cevabın şu olduğunu belirtir. “İnönü’nün rolü, reformları raylarında perçinleştirmek ve Atatürk’ün arzu ettiği gerçek, tam demokrasiyi kurmak olacaktır. İnönü şimdiye kadar bu çığıra gitmek istiyordu. Harbin çeşitli tehlike ve sarsıntıları buna izin vermedi. Savaş bitince bu amacı gerçekleştirmek Cumhurbaşkanı’nın en aziz arzusudur”. Hasan Saka’nın konferans esnasında verdiği demeçte de anayasamızın en ileri demokrat anayasalarla mukayese edebileceğini ve başkalarını çok geride bırakacağını belirtiyordu.[29]

San Francisco Konferansı’nda kabul edilen Birleşmiş Milletler Antlaşması Türk Hükümeti temsilcileri tarafından imzalanmış 15 Ağustos 1950 tarihinde de bu antlaşma TBMMM tarafından onaylanmıştı. Bu onaylamaya ait kanun tasarısının görüşülmesinde, çok partili cumhuriyet, yani demokrasi düzeninin uygulanmasını isteyen muhalefet tekrar ortaya çıktı.[30]

,Bütün bunlara ek olarak 1945 Toprak Reformu çalışmaları, savaş sonunda ortaya çıkan bir mesele olmamakla birlikte İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması ve Türkiye’nin savaşa girme riskinin bulunmasından dolayı savaş sonrasına bırakılmıştı. Bu tasarı ile gerçekleştirilmeye çalışılan amaç topraksız ve yeterli toprağı olmayanlara yeterli toprak verilmesi, toprakların sınırlı ellerde tutulması, yeterli olmayacak şekilde küçülmelerinin önlenmesi, işletme yetersizliği olanlara kuruluş, onarım, vb. sermayesi, canlı-cansız demirbaş verilerek ülke topraklarının devamlı ve verimli olarak işlenmesi idi.[31] Komisyon çalışmaları ile birlikte komisyonun bazı maddelerinde değişiklik yapılarak ana prensipler ilk haliyle kabul edilmişti. Son toplantıda hükümetin müdahalesiyle birlikte işçi ve çiftçilere dağıtılmak üzere kamulaştırılması ile ilgili 17. maddenin değiştirilerek tasarıya ilave edilmesi sonucu, Meclis’te sessizliğini koruyan büyük çiftlik sahipleri muhalefetin sözcüsü durumuna geçtiler. Tasarının 17. Maddesini eleştiren milletvekilleri (Adnan Menderes,M Cavit Oral, Emin Sazak, Demir Arıkoğlu,Refik Koraltan) toprağın bölünmeyerek sistemin korunarak ziraat yöntemlerinin geliştirilmesini savunuyorlardı. Ayrıca mülkiyet hakkı anayasa ve medeni kanunca garanti edildiği için şahsi mülklerden değil, devletin kendi topraklarından dağıtılmaktaydı. Toprak Kanunu müzakerelerinde Adnan Menderes, hükümetin son anda tasarıya müdahalesini eleştirerek dikkatleri üzerine çekmiş; yaptığı konuşmada “Memleketin selameti için şart olan ve son zamanlarda gelişmekte olan tartışma hürriyetinin bu Kanun meclise getirilince durdurulduğunu tek parti sistemi devam ettikçe anayasaya aykırı olan bu durumun daha da esef edilecek bir hal aldığını...” belirterek masrafsız ya da az masrafla ekilen toprağın iki katına çıkarılabileceğini söylüyordu. Büyük arazi mülkiyetinin geniş olarak egemen bir oranda olmadığı, işletmeleri küçültmenin üretimin düşmesine, ekonomik krizin ortaya çıkmasına sebep olacağı dolayısıyla toprakların daha iyi işlenmesini temin edecek ilkelerin kanuna hakim olmasına büyük faydalar sağlayacağı üzerinde duruyordu.[32]

Kısaca söylemek gerekirse, Toprak Yasası üzerinde yapılan tartışmalar CHP içindeki potansiyel muhalefete belli bir kimlik kazandırırken daha sonraki günlerde parti içinde esecek büyük fırtınanın da habercisi olmuştur. Toprak Yasası TBMM’de 11 Haziran 1945 tarihinde oylamaya katılan 351 milletvekilinin oybirliği ile kabul edilirken, oylamaya 104 milletvekili katılmamıştır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan,Fuad Köprülü, Emin Sazak, Cemal Tunca, Hikmet Bayur gibi CHP içinde potansiyel muhalefetin öncülüğünü yapanlar katılmamıştır.[33]

Bu kanunun çıktığı günlerde, CHP içindeki muhalefet kanadının dört lideri 7 Haziran 1945’te Halk Partisi Meclis Grubu Başkanlığı’na dört imzalı bir önerge verdiler.[34] Dörtlü Takrir olarak ün salacak bu önergede[35] dört milletvekili “Milli Hakimiyetin tek tecelli yeri olan Büyük Millet Meclisi’nde hakiki bir murakabenin sağlanmasını, demokratik müesseselerin serbestçe doğup yaşamasına engel olan ve Anayasa’nın halkçı ruhunu takyid eden bazı kanunlarda değişiklik yapılmasını ve parti tüzüğünde de yine bu maksatların icap ettirdiği tadillerin hemen icrasını” istiyorlardı. Gruptaki sert tartışmalardan sonra önerge, verenlerin dışındaki milletvekillerince reddedildi. Önergenin reddedilmesinden sonra Adnan Menderes ve Fuat Köprülü Vatan Gazetesi’nde, ölçüsü o günlere göre çok sert olan bir muhalefet çizgisini izleyen yazılar yazmaya başladılar. Bu yazılardan ötürü parti divanı 21 Eylül 1945’te bu iki milletvekilini partiden ihraç etti. Refik Koraltan da bu arkadaşlarını savunan bir yazı yazdığı için aynı akıbete uğradı. Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra da partiden istifa etti. Böylece Demokrat Parti’nin dört kurucusunun CHP ile ilişkisi kalmamış oluyordu. Celal Bayar 1 Aralık 1945’te basına verdiği demeçte arkadaşlarıyla yeni bir parti kurma girişiminde bulunacaklarını resmen açıkladı. Bu açıklamayı izleyen birkaç gün içerisinde, Cumhurbaşkanı ismet İnönü, Celal Bayar’ı Çankaya Köşkü!ne çağırarak önemli noktalarda anlaşmaya vardılar. Bu noktaları genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:

                                                    Savaş sonrası dünyada Türkiye’nin yalnız kalmaması için çok partili bir yaşama geçmesi kaçınılmazdır. Ne var ki daha önceki olumsuz deneyimler bu konuda dikkatli olmayı gerektirmektedir. Dikkat edilecek noktalardan birincisi Atatürk’ün koyduğu cumhuriyet ilkelerinden taviz vermemek, ileri irticaya kaçmamaktır.

                                                    Dış politika açısından polemiklere girilmemelidir.

                                                                      CHP             iktidarı       yeni kurulacak olan partiye engeller

çıkartmamalıdır.[36]

Böyle bir ortamda belli esaslar dahilinde Cumhurbaşkanı ile mutabık kalındıktan sonra 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti kuruldu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dan oluşan kurucular her yönü ile bilinen kişilerdi. Parti programı da yukarıda belirtilen şartlardan dolayısıyla Halk Partisinin programından farklı değildi. Laiklik anlayışı başta olmak üzere altı ilke aynen benimsenmiştir.[37]

İktidar partisi olan CHP karşısında Milli Kalkınma Partisi (7 Temmuz 1945) ve Demokrat Parti’nin kurulmasıyla çok partili hayat başlamış zamanla yeni partiler de katılmıştır.[38] Ancak 1950 yılına kadar devam eden iktidar mücadelesi iki büyük parti olan CHP ve DP arasında olmuştur. DP’nin ilk üç aydan itibaren hızla artan teşkilatları, Halkçılar’ın beklemediği bir durumdu.

DP’nin özellikle iktidara karşı hoşnutsuz kitleyi saflarına çekmesi, siyasi çatışma sahasını merkezden çok taşraya kaydırdı. Çünkü taşra bürokrasinin kademelerini oluşturanlar CHP’li taşra yöneticileriydi. Bunlar hem parti hem de devlet adamı olmaları sebebiyle yönetimin nimetlerinden birinci derecede faydalanıyorlardı ve demokratik süreci, önceki imtiyazların ellerinden gitmesi şeklinde yorumluyorlardı. DP’nin bu ilk dönemde, üzerinde özellikle durduğu konuların başında idarenin tarafsız olması, devlet başkanlığı ve parti başkanlığının birbirinden ayrılması ve Halkevleri’nin her iki partinin de hizmetine açık olacak şekilde bağımsız hale gelmesi oldu. Başından beri enine boyuna tartışılan bu konulara çözüm mercii mevcut yapıya göre yine CHP’nin kendisi olduğu için mesele iktidarın inisiyatifinde idi. Fakat idarenin tarafsızlığı sağlanmadıkça demokratik hayat için şart olan siyasi partilerin serbest faaliyet göstermeleri mümkün olmayacağı gibi, seçimlerde milli iradenin ortaya çıkması beklenemezdi. Aynı yıl yapılan mahalli idare seçimlerine Türkiye,tek parti idaresinin demokratik olmayan ortamında giriyordu.[39]

DP ilk üç ay içinde vatandaşın sevgisini kazanıp, belirli sayıda teşkilata ulaşınca, iktidar karşısında kendini güçlü hissetmeye başlamıştı. DP lideri Bayar, verdiği bir demeçte, iktidarın öncelikle seçim kanunu olmak üzere demokratik nizama ters düşen diğer kanunları değiştirip, idarenin tarafsızlığını sağlarsa partisinin yapılacak seçimlere hazır olduğunu söyledi. Bu beyanat, CHP tarafından muhalefet erken seçim istiyor şeklinde yorumlanarak Grup’ta alınan bir kararla belediye seçimlerinin 1946 Eylül’ünden, Mayıs’a alınması sonucuna varıldı.[40] Hazırlanan bu kanun tasarısının Meclis’teki müzakeresi, iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında açık bir çatışmaya sebep oldu. Muhalefet, belediye seçimlerinin erken bir tarihe alınması ile DP’nin teşkilatlanmasının geciktirilmek istendiğini iddia etti. Halkçılar ise, muhalefetin iş başına geçmeye kalkışmadan önce olgunlaşması gerektiğini söylediler.[41]

Belediye seçimlerinin öne alınması, genel seçimlerin de 1946 yazında yapılacağının işareti idi. Çünkü, iki dereceli bir seçimle iş başında bulunan CHP iktidarını tek seçimle yenileyip, bir yandan yeni düzende daha fazla söz sahibi olmak, dışarıda da Türkiye’nin gerçekten demokrasi yolunda olduğunu göstermek, diğer yandan da vatandaşın partisine olan ilgisini ölçmek ve teşkilatını bu yeni düzene intibak ettirmek amacındaydı.[42]

Belediye seçimlerinin öne alınması ve genel seçimlerin de öne alınacağının aşağı yukarı belli olmasından sonra muhalefet, iktidarın bu kararı karşısında belediye seçimlerine girmeme kararı aldı.

CHP Genel Başkanı İnönü, son gelişmeler üzerine Parti’yi 10 Mayıs’ta olağanüstü kurultaya çağırdı. Olağanüstü kurultayda program ve nizamname ile ilgili değişmez Genel Başkanlık ve Milli Şef ünvanları kaldırılarak, parti başkanlığının genel başkanlık olarak değiştirilmesi ve genel başkanın da kurultayca seçilmesine karar verildi. Müstakil Grup, muhalefet partilerinin varlığı nedeniyle lağvedildi. Söz konusu olağanüstü kurultayda CHP, nispeten demokratikleşmesine rağmen bu yeterli görülmüyordu. İnönü hala iki görevde birden bulunuyordu. Ayrıca tek dereceli seçim yasası benimsenmiş olmasına rağmen, teknik olarak açık oy, gizli tasnif usulü kabul edilmişti. Demokratik olmayan kanunlarla ilgili bir çalışma da yapılmamıştı. Bu anlayış, yapılacak seçimlerin güvenirliği ve emniyetini zedeleyebilirdi.[43]

Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklik sonrası 10 Haziran’da Meclis, seçimlerin 1946’da yapılmasını kabul etti. Ancak seçimlerin yapılacağı günün belirlemesini hükümete bıraktı. Meclis tatil öncesi ele aldığı diğer bazı kanunlarla birlikte matbuat kanunun değişikliğe uğrayan 50. maddesi ile ilgili gazete kapatma yetkisi mahkemelere geçti. Belirli bazı kanunları da kabul ederek, iki dereceli seçimle oluşmuş olan yedinci dönem TBMM dağıldı.[44]

DP seçime girme kararı vermekte oldukça zorluk çekmişti. Çünkü, DP yurt çapındaki örgütlenmesini henüz tamamlayamamıştı. Halk, DP’ye katılmaktan hatta binasını DP’ ye kiraya vermekten korkuyordu. Büyük bir idari ve siyasi baskı vardı. Bununla beraber, ulusun büyük çoğunluğu seçime gitmek ve tek parti idaresine son vermek istiyor, bunun için de Demokrat Parti’yi seçime girmeye zorluyordu. Bunun üzerine Demokrat Parti Merkezi il başkanlarını Ankara’ya çağırdı. 16 Haziran 1946’da toplanan il başkanları seçime katılma kararı verdi.[45]

Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili ve tek dereceli seçimi 21 Temmuz 1946’da yapıldı.[46] 1946 seçimleri II. Meşrutiyet Dönemi’nin ünlü 1912 seçimleri kadar çok tartışılan, dürüstlüğünden kuşku duyulan bir seçim olmuştur. Seçim Yasası’nın istenilen güvenceleri sağlamaması, özellikle Anadolu’da iktidar partisinin birçok hileler yapmasına yol açmıştır.[47] Seçim günü sandıkları dolaşan DP Milletvekili Esat Budakoğlu Seçimle ilgili izlenimlerini şöyle dile getirmiştir:

“Seçim gününde sandıkları dolaştım ben. Kanun hükmü icabı rey açık, tasnif gizliydi. Jandarma silahıyla baskı yapıyor. Devlet otoritesine hakim olanlar sandık başında kime veriyorsun, tayyare hırsızı Bayar’a mı vereceksin? Milli Mücadele Kahramanı, Atatürk’ün yakın arkadaşı İnönü’ye mi vereceksin? Rey verenlere karşı söylenen söz buydu ve bu devrede biraz “Ne karışıyorsun, ben istediğime veririm.” diyen ve diğerlerine cesaret verenlere karşı ağır muamele yapılıyordu. Jandarma tarafından alınıp karakola götürülenler de vardı.”[48]

Tarihe “hileli seçimler” olarak geçen 1946 seçimlerini Demokratlar, mazbataları Halkçılar kazandı.[49]

TBMM’nin sekizinci dönem ilk toplantısı 5 Ağustos’ta çalışmalarına başladığı zaman bütün üyeler üzerinde var olan gerginliğin sebebi, seçimlerde doğan meclisin meşruluğu meselesinin ortada oluşuydu. Yeniden Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Recep Peker’i hükümeti kurmakla görevlendirdi. Peker’in Başbakanlığa gelmesi DP çevrelerine muhalefete karşı sindirme hareketinin başlayacağı endişesini de beraberinde getiriyordu. Çünkü Recep Peker’in tek partili sistem ve kuvvetli bir şef idaresi taraftarıydı ve uzlaşmaya yanaşmayan, şiddet kullanmaya meyilli biri olarak tanınıyordu.[50]

Bu dönemde parlamento dışındaki muhalefetin dozu, DP’yi tutan basın organları aracılığıyla artmıştı. Bu durum iktidarı rahatsız ediyordu. Merkezi otoritenin kuvvetlendirilmesinden yana olan Recep Peker, basını daha yakından denetleyebilmek amacıyla Basın Kanunu’nu değiştirme girişiminde bulundu. Basın Yasası değişikliği TBMM’de görüşülürken, 7 Eylül’de Türk parasının değeri düşürüldü. Bu karar Cumhuriyet döneminin ilk büyük ölçekli devalüasyonuydu. Bu olayın ardından, bazı maddelerin fiyatlarına yapılan zamlarla zaten yoksulluk sınırı içinde yaşayan işçi, memur, vb. dar ve düşük gelirliler daha da zor duruma düştüler. ekonomik koşulların zorlanması 1947 bütçe eleştirilerinin sertleşmesine da neden oldu. Bu görüşmeler sırasında, Başbakan Recep Peker yapılan eleştirilerin “Psikopat bir ruhun ifadesi” olduğunu söyleyince ortam iyice gerildi ve DP milletvekilleri toplu bir biçimde meclisi terk ettiler. Bunalım dokuz gün sürdü. Cumhurbaşkanı İnönü, Celal Bayar’ı davet edip onunla konuştu. DP’ye bu gibi durumların tekrarlanmayacağına dair güvence verildi.[51]

Bu gergin ortamda DP’nin ilk büyük kurultayı 7 Ocak 1947 tarihinde Ankara Yeni Sinema Salonu’nda toplandı. Kongre boyunca hiçbir delegenin konuşması kısıtlanmadı. Beş gün boyunca bine yakın delege konuştu. Kurultay sonunda bir karar sureti niteliğinde kabul edilen “Hürriyet Misak-ı”[52] içeriği itibariyle soyut bir özlemler paketinden başka bir şey değildi.[53] Bu görüşmelerde Bayar, hükümetin muhalefet üzerindeki baskılardan şikayet ederek, devlet imkanlarından partilerin eşit şartlarda istifade etmesi talebinde bulundu. Bayar ayrıca, Demokratları kendileriyle eşit görüyorlarsa bunun bir beyanname ile kamuoyuna açıklanmasını istedi.[54] İnönü, hükümet ve muhalefet liderlerini defalarca dinledikten sonra, bu görüşmelerin muhtevası niteliğindeki beyannamesini 11 Temmuz akşamı radyodan okudu. Beyanname basında bir gün sonra yayınlandığı için 12 Temmuz Beyannamesi olarak bilinmektedir.[55] Bu beyanname adeta çok partili rejimin bir kimlik kartı durumundaydı.[56] Muhalefet partisinin parti olarak eşitliği bu beyanname ile belgelenmiş oluyordu.

 

57

DP’nin ikinci büyük kurultayı 1950 seçimlerinden yaklaşık bir yıl önce, 20 Haziran 1949’da toplandı. Genel merkezin yani kurucuların partiye tam anlamıyla hakim oldukları tüm kongre süresince izlendi. Seçimlerin yaklaşmasından ötürü ana konular seçim yasası ve milletvekili adaylarının tespiti sorunu idi. Milletvekili adaylarını yüzde 80’inin örgüt tarafından saptanması kabul edildi. Ne var ki, genel merkez gene son söze sahip olacaktı. Seçim yasasının demokratik içerikli olması açısından ise partinin geniş halk yığınlarıyla birlikte oylara sahip çıkması konusunda bir kararlılığı ifade eden “Milli Husumet Andı”nın kabulü ile kurultay dağıldı. Milli Husumet Andı, iktidar çevrelerinde 12 Temmuz Beyannamesi ile vurgulanan ve yaşama geçirilen partilerin barış içerisinde birlikte yaşaması ilkesine ters düşmesi nedeniyle tepki uyandırdı. Fakat yılların deneyimli başbakanı Şemsettin Günaltay’ın, demokratikleşme çabalarını geriletmeye niyeti yoktu. Uzun tartışmalar sonucunda DP’nin de oyları ile katıldığı bir seçim yasası kabul edildi. Bu yasa ile gizli oy ve açık tasnif ilkesi getiriliyor, partilere radyodan propaganda amacıyla eşit ölçüde yararlanma olanağı sağlanıyordu. Ancak, DP’nin tüm çabalarına rağmen, CHP çoğunluğu nispî seçim ilkesini kabul etmemişti. Yasanın kabul edilmesinden sonra TBMM 14 Mayıs 1950’de seçimlerin yapılmasını kabul etti. 14 Mayıs seçimleri Türk halkının güven duyduğu koşullarda nasıl bilinçli oy kullanacağını kanıtlayan ilk büyük seçimdir. Katılım oranı yüksek olduğu gibi, büyük ve sessiz yığınların görülmemiş desteği ile DP’nin kazanması sağlanmıştı. Türkiye’de ilk defa bir seçimle iktidar değişmişti.[57]

BİRİNCİ BÖLÜM

İÇ SİYASİ GELİŞMELER

1.1-Demokrat Parti’nin İktidarı Devralışı

14 Mayıs 1950 seçimleriyle o güne kadar görülmemiş bir katılımla 8.905.876 seçmenden 7.916.091’i sandık başına gitmişti[58] Partilerin aldıkları geçerli oy ve milletvekili sayısı şu şekilde dağılım göstermekteydi. (Bkz. Tablo:1).[59]

(Tablo-1):1950 Genel Seçim Sonuçları

Parti Adı

Aldığı Oy Sayısı

Oranı

Çıkardığı Milletvekili Sayısı

DP

4.242.831

%53,59

408

CHP

3.165.096

%39,98

69

MP

240.209

%3,03

1

BAĞIMSIZ

267.955

% 3,40

9

 

Demokrat Parti 45 ilde seçimleri tam liste halinde kazanarak TBMM’de ezici bir çoğunluk oluşturdu. Afyon, Ağrı, Amasya, Ankara, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzurum, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Isparta, İçel, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Maraş, Muğla, Niğde, Samsun, Seyhan, Sinop, Siirt, Sivas illerinden adaylıklarını koyan tüm milletvekilleri seçimleri kazandı.

DP altı ilden Kastamonu’da 9, Kırşehir ve Mardin’de 1’er, Ordu’da 2, Tokat’ta 8, Trabzon’da 3 milletvekilliği kazanmış, Hakkâri’den ise hiç oy alamamıştı. DP’nin kurucularından Celal Bayar, Bursa’dan 159.233,

İstanbul’dan 253.324; Adnan Menderes, Aydın’dan 77.138, İstanbul’dan 252.605; Refik Koraltan ise Balıkesir’den 142,957, İçel’den 74.166 oy alarak ikişer ilden de seçilmişlerdi.[60]

DP, köylere nazaran kentlerden daha fazla oy almıştır. Türk seçim istatistikleri 1950, 1954, 1957 genel seçimleri ile ilgili olarak ilçe ve köyler düzeyine inmemektedir fakat sonuçlar göstermektedir ki, DP, önemli bir kentli nüfusa sahip bulunan bütün illerde seçimleri kazanmıştır.[61] Buna karşılık CHP kırsal nüfusun yoğun olduğu bölgelerde seçimi kazanmıştır. CHP nin en fazla oy aldığı iller bu durumu yansıtmaktadır. CHP Bingöl, Bitlis, Erzincan, Hakkâri, Hatay, Kars, Malatya, Muş, Ordu, Sinop illerinde tam liste halinde kazanarak 50 milletvekilini bu illerden çıkarmış, Kastamonu, Kırşehir, Mardin, Tokat ve Zonguldak’tan 1’er, Ordu’dan 6, Trabzon’dan da 9 olmak üzere 71 milletvekili kazanmıştır.[62] Zonguldak milletvekili Sebati Ataman ve Yozgat milletvekili Avni Doğan’ın seçim tutanaklarının iptal edilmesi nedeniyle, CHP’nin üye sayısı 69’a düşmüştür.[63]

Bu seçimlerde CHP lideri İsmet İnönü ise Ankara’da seçimleri kaybetmiş ama Malatya’dan 108.476 oy olarak milletvekili seçilmiştir. Şemsettin Günaltay Erzincan’dan 42.058; Hüseyin Cahit Yalçın Kars’tan 78.995; Cevdet Kerim İncedayı Sinop’tan 55.902; Faik Ahmet Barutçu 65.514; Hasan Saka 64.068 oy alarak, Trabzon’dan milletvekili olmuşlardı. CHP’nin ileri gelenlerinden Nihat Erim, Şükrü Saraçoğlu, Refet Bele, Falih Rıfkı Atay gibi birçok ünlü kişi parlamento dışı kaldı.[64]

Millet Partisi’nden ise yalnızca Osman Bölükbaşı, Kırşehir’den 28.034 oy alarak meclise girebildi. Milli Kalkınma Partisi İstanbul’dan oy almazken, Çanakkale’den 378, Tekirdağ’dan 490 oy alabilmişti. Seçime katılan öteki partilerden Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi, İşçi ve Çiftçi Partisi ve Türk Sosyal Demokrat Partisi’ne ise, aday göstermelerine karşın oy verilmemişti.[65]

Seçim sonuçlarına göre, DP nin büyük bir çoğunluğu kazandığı anlaşılınca DP Genel Merkezi 18 Mayıs’ta bir bildiri yayınladı. Bildiride; “Milletvekilliği seçimleri neticelerinin kati olarak belli olduğu şu anlarda reyini büyük bir olgunlukla kullanmış olarak aziz Türk Milleti’ne şükranlarımızı arz etmeyi şerefli bir vazife biliriz. 1950 seçimleri milli iradenin serbestçe tecelli edebilmesini temin edebilecek şartlar altında cereyan etmiştir. Azlıkta kalan siyası fikir ve kanatların muhalefet kadroları içinde kendilerini kati teminatı altında hissetmeleri hususunda partimiz elinden gelen hiçbir gayreti esirgemeyecektir.” diyerek muhalefetin varlığı konusunda teminat veriliyordu.[66]

Seçim sonuçları, Türk ve dünya basınında büyük bir yankı buldu. Adviye Fenik’in 16 Mayıs 1950 tarihli “Millet Şuurunun Hâkimiyeti” adlı yazısında, 1950 seçimlerini Demokrat Parti’nin senelerce süren ve hiçbir güçlük ve yorgunluk önünde yılmayan büyük bir mücadelenin zaferi olduğuna işaret ederek bu seçimleri “büyük bir halk inkılâbı, nüfusumuzun çoğunluğunu teşkil eden münevver köylü, esnaf ve her sınıf ve zümre vatandaşların duyuş ve inanışlarıyla meydana geldiğini” belirtiyordu.[67]

Milletvekili seçildikten sonra hapisten çıkan Zafer Gazetesi başyazarı Mümtaz Faik Fenik ise,”Vazife Büyük ve Çetindir” başlıklı ilk yazısında; “Bu eşsiz mücadelenin, kansız ve şuurlu bir ihtilal” olduğunu belirterek, bu inkılâbın idareyi ellerinde bulunduranlara büyük bir ders olduğunu herkesin canla başla çalışarak şimdiye kadar yalanların tekrar edilmeyeceğinde işaret ediyordu.

Türkiye’deki genel seçimin sonuçlarına, Batılı basın organları büyük bilgi göstermişlerdir.

New York Herald Tribune Gazetesi’nde yayınlanan “Türkiye’de intikal Devresi” adlı makalede; Türkiye milli seçimlerinin hemen hemen tamamıyla tasnif edilmiş sonuçları, modern cumhuriyetin Kemal Atatürk tarafından kuruluşundan beri geçen bir çeyrek asırdan fazla zaman içinde bu memlekette hâkim durumda bulunan ezici bir mağlubiyet olmuştur.” denilerek seçimin beklenmedik bir şekilde kazanılması iç ekonomik sebeplerin etkili olduğu dile getirilmiştir.[68]

Yine Amerikan basınından Washington Post Gazetesi’nde “Türklerin İtimadı” adlı başmakalede” 4 sene evvel Türkiye parlamentosuna 31 aza ile iştirak eden Demokrat Parti’nin o zaman ki muvaffakiyeti Türkiye’de siyasi bir terakki addedilmişti. Bugün ise Demokrat Parti büyük ekseriyetle Halk Partisi’nin yerini almıştır.”şeklinde yorum yapılacaktı.[69]

Washington Daily News’de yazan Ludwell Danny de “Stalin Türkiye’ye Göz Dikiyor” başlıklı yazısında;

”Türkiye’de vukua gelen hükümet değişikliği Stalin’in bu stratejik saha üzerinde baskısını yenileyeceği zannını hâsıl etmektedir. İki parti arasında Sovyetlere karşı memleket müdafaası bakımından hiçbir görüş farkı yoktur.” diyerek, Türkiye’deki komünizm tehlikesi üzerinde durulmuştur.[70]

İngiliz gazetelerinden Daily Mail, seçimle ilgili 17 Mayıs 1950 tarihli yazısında Türkiye’deki seçim sonuçlarının hayret ve umut uyandırıcı olduğunu ileri sürerek, “Verimli bir arazi üzerinde demokrasi ilk defa çiçek açmıştır...”

Şeklinde bir yorum yapmakta ve Türkiye’nin dış politikasında yine komünist düşmanlığını devam ettireceği ve Batı’ya dost kalacağı vurgulanmaktaydı.[71]

Arjantin’in en büyük gazetelerinden olan La Nation Gazetesi, 19 Mayıs 1950 tarihindeki yazısında, Türk dış politikasında herhangi bir değişiklik olmayacağını, Türkiye’nin Sovyet nüfusuna karşı Batıyı destekleme devam edeceğini, bu ülkenin coğrafi durumunun Orta Doğu’da Batılılar için önemli olduğunu ve Demokrat Parti’nin özel girişime ve yabancı sermayeye özel bir önem vereceğini öne sürüyordu.[72]

Kısaca söylemek gerekirse Batı kamuoyu ve basını Türkiye’deki seçimlerle aşağıdaki nedenlerden dolayı ilgilenmiştir.

1-                                   Türkiye’nin kansız ve kavgasız şekilde demokratik rejimi benimseyerek, Batılı demokrasinin bir üyesi olmak yolunda önemli bir adım atması.

2-                                    Türkiye’nin komünizme karşı koymaya devam edeceği ve bu konuda Batı demokrasileri ile daha sıkı bir işbirliğine gideceği beklentisi.

3-                                    Türkiye’nin özel girişimi destekleyeceği yabancı sermayeye kapılarını açacağı devletçiliği sınırlayarak, liberalizme yöneleceği inancı

4-                                    Türkiye’nin Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’da yayılmasına karşı, Batılıların yanında önemli bir görev üstlenebileceği ve onların çıkarlarına hizmet edebileceği

Bu sıralanan maddeler DP’nin on yıllık iktidarı döneminde izlediği politikalar incelenirse, Batılı basın organlarının umutlarının büyük ölçüde gerçekleştiği, kendiliğinden anlaşılacaktır.[73]

23-                                 yıllık tek parti iktidarının sonrasında, dört yıllık bir geçmişe sahip olan muhalefet partisinin, iktidara demokratik yollardan elde etmesi Türk siyasi yaşamı için dönüm noktası olmuştur.1950 seçimleriyle CHP’nin iktidarı kaybetmesinin ve DP’nin iktidara gelmesinin nedenlerini şu çerçeve içinde değerlendirebiliriz.

İkinci dünya Savaşı’nın getirdiği zorunlu ekonomik tedbirler Türkiye’de önemli bir sermaye birikiminin belirli ellerde toplanmasına neden olmuştu. Savaşın bazı mallarda yarattığı arz daralması sonucunda görülmeye başlayan karaborsa bunu yapan ticaret burjuvasının eline büyük paralar geçmesine neden oldu. Ekonomiyi canlandırmak amacıyla çıkarılan Milli Koruma Kanunu yeni zenginlerin oluşmasına neden olurken işçi, küçük üretici, memur ise alabildiğince fakirleşti. Ağır vergiler altında ezilen halk yoksullaşmaya devam ederken, merkez otoritenin kolluk kuvvetler kanalıyla yaptığı baskıda giderek artmaktaydı. Bu baskı özellikle kırsal alanda kendini göstermişti.[74] 1942 yılında çıkarılan “Varlık Vergisi Kanunu” ve “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”yla gayrimüslimler, büyük toprak sahipleri ve geniş halk kitleleri CHP’ ye karşı cephe almışlardı.

Cumhuriyet Halk Partisi uzun süren iktidar döneminde yıpranmış bulunuyordu. Bu kadar uzun süre zarfında partiden hoşnut olmayanlar bu partinin gerçekleştirdiği devrimlere karşı olanlar başka yönlere doğru kayma ihtiyacını duydu. Bu durumda muhalefetin işine yaramıştı. Bernard Lewis’in de belirttiği gibi; “Bu kadar uzun süre meleklerden kurulu bir parti bile herhalde iktidardan atılırdı.”[75] diyerek halkın değişiklik arayışı içinde olduğuna işaret ediyordu.

Demokrat Parti’nin başarıya ulaşmasının iki büyük nedeni daha vardı. Birincisi Cumhuriyet’in büyük yasaklarına dokunmaması ikincisi ise kamuoyuna, iktidarın bir oyunu olarak görünmemesiydi. Rejimin güvenliği için şart olan iki büyük duvar laiklik ve anti-komünizm idi. Öte yandan kamuoyu, Serbest Fırka denemesinden sonra, suni muhalefet hareketlerinden çekinmeyi öğrenmişti. Demokrat Parti bu unsurları doğru olarak değerlendirdi. Kurulduğu andan itibaren, muhalefeti rejim içi bir çizgide tutmaya büyük dikkat harcadı. DP’nin kurucuları siyasi hayatımızın o günlere kadar geliştirdiği esas felsefeye tamamen sadık kişilerdi. Hiçbiri ne din devletini ne de komünizm istemekle suçlanamazdı. Aynı zamanda DP, sol aleyhtarı girişimlerinde Hükümeti daima destekledi. Rejimin liberalleşmesinin, solun ezilmesi şartına bağlı olduğu görüşünde iktidarla beraberdi. Şeriatçı akıma da yanaşmamaya dikkat ediyordu. Örneğin, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ölümünün yol açtığı dinci gösterileri hoş karşılamadı. Üçüncüsü, Demokrat yöneticiler ne kadar sert bir muhalefet uygularlarsa uygulasınlar, daima kanun yollarından çıkmamaya çok dikkat ettiler.[76]

Kısaca söylemek gerekirse, halkın gözünde siyasi yaşamını tamamladığına inanılan bir CHP karşısında; halka daha çok özgürlük ekonomik refah, siyasal bir kimlik, pek çok konularda eşitlik baskısız işkencesiz bir yönetim, ekonomik liberalizm ve insan haklarının tümünü önererek onunla işbirliği etmek isteyen bir muhalefet partisi vardı. Türk Ulusu, 1950 genel seçimlerinde kendi siyasi ekonomik ve toplumsal beklentilerine çözüm öneren bu denenmemiş muhalefeti seçti. Bu seçim halkın “siyasal bilinçsizliğinin değil”, tam tersine siyasal olgunluğunun ve bilinçliliğinin bir ifadesi şeklinde yorumlanabilir.[77]

 

1.1.1-                                   Birinci Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu(22 Mayıs 1950)

1.1.1.1-                                   Kabinenin Oluşturulması ve Hükümet Programı

Demokrat Parti seçim zaferinden sonra ilk Meclis Grubu toplantısını 20 Mayıs 1950 günü yapmayı kararlaştırdı. Meclis Grubu’nun toplanmasına kadar geçen süreç içerisinde gazeteler farklı yorumlar yaparak Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanlığı’na kimlerin getirileceği konusunda kendilerine göre tahminlerde bulunmuşlardı. Zafer Gazetesi yaptığı tahminde, Cumhurbaşkanlığı’na Celal Bayar ve Halil Özyörük’ün aday olabileceğini, Kabine Başkanlığı’na da Celal Bayar, Fuat Köprülü veya Adnan Menderes’ten birinin getirilmesinin kuvvetli bir ihtimal olduğu üzerinde durulurken, Meclis Başkanlığı’na Ali Fuat Cebesoy’un aday olacağı yazılıyordu.[78]

Demokrat Parti Meclis Grubu ilk toplantısını 20 Mayıs 1950 günü yaptı. Toplantıda Cumhurbaşkanlığı’na Celal Bayar’ın, Meclis Başkanlığı’na Refik Koraltan’ın aday gösterilmesi kararlaştırıldı.[79] TBMM, 22 Mayıs 1950 günü en yaşlı üye Hüseyin Cahit Yalçın’ın başkanlığında toplandı ve milletvekillerinin yemin törenleri yapıldı.[80]

Aynı gün yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, DP adayı Celal Bayar, katılan 453 üyeden 387’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilirken İnönü’ye 64, Halil Özyörük’e 1 oy verildiği ve bir üyenin de çekimser oy kullandığı anlaşıldı.[81] Böylece Türkiye’nin ilk sivil Cumhurbaşkanı’da seçilmiş oluyordu.[82]

 

TBMM Başkanlığı için yapılan seçimlere ise; 387 üye katılmış ve üyelerden 385’inin oyunu alan İçel milletvekili Refik Koraltan Meclis Başkanlığı’na seçildi.[83]

Sıra, Başbakan’ın atamasına gelince. Demokrat Parti’nin birinci adamı Köşk’e gittiğine göre şimdi ikinci bir adam aranmalıydı. Menderes, Meclis Grup toplantısından sonra Fuat Köprülü’yü Başbakan olarak ataması için Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ricada bulundu. Bunun üzerine Celal Bayar ise “Hayır Adnan Bey! Başvekilim siz olacaksınız” diyerek karşılık verdi.[84]

TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Üçüncü Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar’ın Meclis’e gelişi sırasında. Demokrat Partiler oturdukları yerde tezahürat yaparken, muhalefet milletvekilleri ayağa kalktılar fakat alkışlamadılar[85] Genel Başkan İnönü yeni Cumhurbaşkanı’nı kutladı. Cumhurbaşkanı Bayar’da aynı gün İnönü’yü ziyaret ederek, kendisine teşekkür etti.[86]

22 Mayıs 1950 tarihinde Celal Bayar Adnan Menderes’i Başbakan olarak atadığını resmen açıkladı. Menderes’in seçtiği Bakanlar yine aynı gün atandılar.[87]

Menderes’in kabinesi şu isimlerden oluşuyordu:

Başbakan:

Adnan Menderes-İstanbul

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Samet Ağaoğlu-Manisa

Devlet Bakanı:

Adalet Bakanı:

Milli Savunma Bakanı:

İçişleri Bakanı:

Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu-Manisa

Halil Özyörük-İzmir

Refik Şevket İnce, (Manisa)

Rükneddin Nasuhioğlu -Edirne

 

Maliye Bakanı:

Halil Ayan- Bursa

Hasan Polatkan-Eskişehir

Milli Eğitim Bakanı:

Avni Başman-İzmir Tevfik İleri-Samsun

Bayındırlık Bakanı

Fahri Belen-Bolu

Kemal Zeytinoğlu-Eskişehir.

Ekonomi ve Ticaret Bakanı:

Zühtü Velibeşe-İzmir

Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı:

Nihat Reşat Belger-İstanbul

Ekrem Hayri Üstündağ-İzmir

Gümrük ve Tekel Bakanı:

Nuri Özsan-Muğla

Tarım Bakanı:

Nihat Eğriboz-Çanakkale

Ulaştırma Bakanı:

Tevfik İleri-Samsun

Seyfi Kurtbek-Ankara

Çalışma Bakanı:

Hasan Polatkan-Eskişehir

Hulusi Köymen-Bursa

İşletmeler Bakanı:

Muhlis Ete-Ankara[88]

Menderes, Kabinesi’ni açıklandıktan

sonra Hükümet Programını, 28

 

Mayıs 1950 günü Meclis Grubu’na sundu. Başbakan, Programın girişinde 14 Mayıs seçimlerinden bahsederek,hükümetlerinin ulusal istenç ile iktidara gelen bir hükümet olduğunu belirtti. Başbakan CHP iktidarlarını merkeziyetçi bir politika izlemekle suçladı ve bu politikaların başarısızlıkla sonuçlandığını iddia etti. Menderes konuşmasında Devlet İktisadi Teşebbüsleri’nin verimsiz çalıştıklarını, ürettikleri malların pahalı olduğunu, devlet borçlarının ve bankacılığının rasyonel olmadığını, faiz ve iskonto hadlerinin yüksek olmasının yerli sermayenin gelişmesine ve üretime engel olduğunu ileri sürmüştür.[89]

Başbakan Menderes, programında Hükümetinin izleyeceği temel iktisadi ve mali politikasının şu dört ana temele dayanacağını belirtmiştir:

“1- Bütün devlet hizmetlerinin görülmesinde azami tasarruf zihniyetiyle hareket ederek devlet masrafı ve külfetlerini asgariye indirmek ve Devlet bütçelerini iktisadi bünyemizin takatiyle mütenasip ve hakiki manasıyla muvazeneli bir hale getirmek; Ancak bu suretledir ki iktisadi refah ve milli istikrar teminat altına alınmış olunacaktır.

2- İktisadi cihazlanmamızı süratlendirmek. Bu maksatla:

A- Bütçede envestisman mahiyetinde olan kısım mümkün olduğu kadar genişletmek ve bunun dışında bütün imkânlarımızı yalnız istihsale matuf mevzulara tevcih etmek.

B- Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında hissetmesini sağlayacak bütün tedbirleri almak ve onun süratle gelişmesine yardım etmek.

C- Memleketle mevcut sermayenin istihsalde olmasını kolaylaştırmak.

Ç- Yabancı teşebbüs ve sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde faydalanabilmenin şartlarını tahakkuk ettirmek ve icaplarını yerine getirmek.

3-İktisadi cihazlanmamız için devlet bütçesinden envestisman mahiyetinde ayrılacak tahsisatı memleketimizin şartları göz önünde bulundurularak vücuda getirilecek bir plana bağlamak.

4-İstihsal hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve her çeşit bürokratik engellerden kurtarmak.[90]

DP’nin ideolojisi ve programında vurgulanan hususlar ana hatlarıyla, halk için daha fazla hürriyet, liberal ekonomik politika, devlet sektörüne nazaran özel sektöre daha çok destek ve dini konularda daha az sınırlama olarak belirtilebilir.[91]

Birinci Menderes hükümetinin programı DP Meclis Grubu’nda okuduktan sonra elliden fazla milletvekili söz alarak konuşmuşlardır.Bunlardan bazıları programın eksik yanları üzerinde dururlarken, bir bölüm milletvekilli de programda yer alan bazı görüşlere karşı çıkmışlardı. DP Meclis Grubu’nda ad okunarak yapılan açık oylama sonucunda oylamaya katılan 245 kişinin oybirliğiyle kabul edilirken, oylama da 163 kişinin bulunmaması programın Grup’ta yeteri kadar desteklenmediğini göstermiştir[92]

Başbakan, Hükümet Programını 29 Mayıs 1950 tarihinde TBMM’ye sundu. Meclisle yaptığı konuşmada;

“Tarihimizde ilk defa defadır ki yüksek heyetimiz milli iradenin tam ve serbest tecellisi neticesinde millet mukadderatına hakim mevkiine gelmiş bulunuyor” diyerek TBMM üyelerini selamlamıştır.[93]

TBMM, Birinci Menderes Hükümeti Programını, 31 Mayıs 1950 tarihinde görüşmeye başladı.2 Haziran 1950 tarihinde ise, program üzerindeki görüşmelerde iktidar ile muhalefet arasında gerginlikler yaşanmıştır.[94]

Güven oylamasına geçilmeden önce CHP Grup Başkan Vekili Faik Ahmet Barutçu’nun söz isteğinin geri çevrilmesi ortamı iyice sertleştirmiş bunu üzerine, CHP’li Feridun Fikri Düşünsel’in DP’li Başkan’a “Reis Bey, içtüzüğe aykırı hareket ediyorsunuz” diyerek tepki göstermiştir.[95]

Güven oylamasında 192 üyenin oya katılmaması dikkati çekmiştir. Bu sonuç, Birinci Menderes Kabinesi’nin yeterince sağlam temeller üzerinde oturmadığının açık ve kesin bir kanıtı olmuştur.[96]

1.1.1.2. Askeri ve İdari Kadroda Yapılan Değişiklikler

CHP’nin iktidar olduğu tek parti döneminde, devlet idaresi ve parti teşkilatı birbiriyle bütünleşmiş haldeydi. Parti=devlet demekti.Parti, devletin toplumu denetlemek ve yönetmek için kullandığı araçlardan sadece biriydi. DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte devlet ile parti arasında süregelen bu ilişki kesildi.Demokratlar eski yönetimden devraldıkları bürokrasi ve orduya güvenmiyor ve bunları kendi denetimleri altına almak için çok gayret sarf ediyorlardı.[97]

CHP’nin tabanının büyük bir bölümü bürokrat asker çoğunluğuna dayanmaktaydı.Parti içinde bu kesimin etkinliği 23 yıl boyunca hissedilmişti. çok partili hayata geçildikten sonra da bu kesim, parti ve ülkenin yönetiminde eski geleneği önemli ölçüde koruyarak, parti- devlet ayrılığını bir türlü içlerine sindirememişlerdi.Parti Genel Başkanlığı’nı üstlenen Atatürk ve İnönü’nün de asker kökenli olmaları, bu geleneğin doğal bir hale gelmesinde önemli ölçüde etkili olmuştur.Bu yapısal durum, çok partili düzene geçildikten sonra da devam etti. Partiye bağlı kişiler, parti devlet özdeşliği anlayışından kendilerini bir türlü soyutlayamamışlardı. Yönetimde görev alan bürokratların çoğu da bu anlayışı sürdürmek niyetinde görünüyorlardı.[98]

1950’de hukuken ve fiilen iktidar değişimi olmuşsa da sosyolojik ve psikolojik açıdan ne CHP muhalefete ne DP iktidara hazır değildi.[99]

Birinci Menderes Hükümeti, 2 Haziran’da Meclis’ten güvenoyu istemiş ve Meclis’te beklendiği gibi hükümete güvenoyu vermişti. Bu arada hoş olmayan bir olay meydana gelmişti. Halk Partisi Grubu, program tenkidinde son sözün muhalefete bırakılmasını istemiş,muhalefetin bu isteği reddedilince de,CHP Meclis’i terk etmişti.

CHP’nin bu şekilde bir tepki göstermesi, DP’lilerin aklına şu soruyu getirmiştir. Acaba CHP suni bir bunalım yaratarak ve elindeki devlet gücünü kullanarak yeniden iktidara mı gelmeyi tasarlıyordu.[100]

Bu endişeli hava devam ederken, 5 Haziran 1950’de bir Albay Başbakan Menderes’i ziyaret ederek İnönü’ye bağlı generallerin bir darbe hazırlığı içinde olduğunu bildirmiştir. Albay’ın verdiği bilgiye göre darbe 8-9 Haziran gecesi gerçekleştirilecektir. DP ileri gelenleri subay heyetinin DP’yi desteklediklerini biliyorlardı. Ama seçim sonuçlarından memnun olmayan Yüksek Kumanda Heyeti’nin bazı üyelerinin Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nda gizli toplantılar yaptıklarını, üç ordu müfettişinin de gizli görüşmeler sürdürdüklerini haber almışlardı. Yine Albay’ın verdiği bilgiye göre bu duyumlar toplantıya katılan generallerin emir subaylarından ve kurmay subaylarından alınmıştı.[101]

Bunun üzerine Menderes, Milli Savunma Bakanı Refik Şevket İnce ve kendisine yakın milletvekilleriyle durumu değerlendirerek, Cumhurbaşkanı Bayar ile Çankaya Köşkü’nde görüşmüş;bu görüşme sonucunda da 6 Haziran 1950 tarihinde Türk Ordusu’nda o güne kadar görülmemiş çapta ve sadece yüksek kademede olmak üzere büyük değişiklikler yapılmıştır.[102]

Genelkurmay Başkanı Orgenaral Abdurrahman Nafız Gürman, Orgeneral Fatih Omurtak, Orgeneral Kazım Orbay, Orgeneral Hakkı Akoğuz emekliye ayrıldı.[103] Deniz Kuvvetleri Komutanı, Oramiral Mehmet Ali Ülgen ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan da merkeze alındılar. Genelkurmay Başkanlığı’na Orgeneral Nuri Yamut, ikinci Başkanlığa Şahap Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na vekâleten Korgeneral Muzaffer

Göksenin atandılar.[104] I. Ordu Komutanı Asım Tınaztepe’nin yerine Orgeneral Şükrü Kanatlı, II. Ordu Komutanı Muzaffer Tuğsavul’un yerine Orgeneral Avni Akdağ, III. Ordu Komutanı Mahmut Berköz’ün yerine Orgeneral Hasan Fehmi Atakan getirilmiştir. Orgeneral Tınaztepe, Orgeneral Tuğsavul ve Orgeneral Berköz de Askeri Şura’ya atanmışlardır. Ayrıca 15 general ve 150 albay da birkaç ay içinde emekliye sevk edilmiştir.[105]

Başbakan Menderes’in orduda yapmış olduğu değişiklikleri haklı gerekçelere bağlamak suretiyle Meclis Grubun’da yapmış olduğu konuşmada, “Muhalefetin orduyu tahrik yanlarına saptığına, irticai teşvike yeltendiğine bir şark meselesi yaratmaya çalıştığına” işaret ederek hükümetin bu beyhude çabaları dikkat ve teyakkuzla takip ettiğini belirtmiştir.[106]

CHP’nin iktidarı süresinde merkezi ve yerel bürokrasinin üst noktalarındaki insanlarla yakın ilişkileri olduğu düşüncesi hükümeti köklü düzenlemeler yapmaya sevk etmiştir. Çünkü birçok idare amiri kendilerini CHP hükümetinin valisi olarak benimsemişti. Ülkenin iyiliğini de yalnızca CHP’de görüyorlardı.[107]

Başbakan Menderes, kamuoyunun ve Parti teşkilatının isteklerine uygun hareket ederek bürokratik kadrolar da değişiklik yapmaya karar verdi. Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada ; “Kanuni yollardan saparak millete hürriyet havasını teneffüs ettirmeyen valilere layık oldukları şekilde davranmak hükümetin vazifesidir” diyerek düşüncelerini dile getirmiştir. DP Meclis Grubu’na sunulan önerge baskı yapan idare amirleri ile baskı ve arzu ve temayüllerine riayet etmedikleri için mağdur vaziyete düşürülmüş idare amirleri hakkındaydı.[108]

Adnan Menderes, önerge hakkında yaptığı konuşmada; “kanunsuz hareketleri delillerle sabit olanlar hakkında icap eden kanuni tedbirlerin mutlaka alınacağını, baskı emirlerine, itaat etmedikleri için gadre uğramış memurların haklarının korunacağını” anlattı. Eser dönemde gadre uğramış olan, Ziraat Bakanlığı’nda çalışan 20-25 kadar kişinin görevlerine geri gönderildiklerini açıkladı. Menderes aynı konuşmasında, baskı yapmış olan vali ve kaymakamların yerinde kalmayacaklarını söyledi.[109]

Daha sonra birçok ilde valilerin görev yerleri İçişleri Bakanlığınca değiştirilerek Sivas Valisi Rebii Karatekin Ordu Valiliği’ne, Müfettiş Vali Nurettin Aykulan Kastamonu Valiliği’ne, Müfettiş Vali Cahit Ortaç Kırklareli Valiliği’ne, Müf. Vali Memduh Payzın Trabzon Valiliği’ne, Beşiktaş Kaymakamı Fadıl Kaftanoğlu Sinop Valiliği’ne, Mülkiye Baş Müfettişi Rauf İnan Maraş Valiliği’ne, Çorum Valisi Recai Türeli Manisa Valiliği’ne , Mülkiye Müf. Hıfzı Ege, Denizli Valiliği’ne, Tetkik Kurulu Üyesi Niyazi Ak’ı Tunceli Valiliği’ne atandılar.[110]

I. Menderes Hükümeti, idari amirler arasında da geniş değişiklikler yaparak devletin iktidarını fiilen ele geçirmiş oluyordu. Böylece İktidarından iyice emin geleceğe güvenle bakabilecek bir duruma gelmişti.[111]

1.1.1.3.Arapça Ezan Yasağının Kaldırılması

1928 yılında, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü başkanlığında İslam dininde reform ve modernleşme sorununu incelemek amacıyla bir komisyon oluşturulmuştu. Komisyonunu verdiği raporlara göre; İbadet dilinin Türkçe olması bütün dua ve hutbelerin Arapça değil, ulusal dilde olması gerekliliğinde ısrar ediliyordu.[112]

Atatürk’ün amacı da Arapça’yı ibadet dili olmaktan çıkarıp, Türkçe’yi camiye hakim kılmaktı. Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başladı. Atatürk’e göre ibadete çağrı, modern Türklere yapılmaktaydı. Bunun da anlamadıkları bir dille değil, kendi dilleriyle olması gerekiyordu.[113]

18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığı yayımladığı bir tamim ile ezanın ve kametin Arapça okunmasını yasakladı. Ancak bu tamim bir kanunla desteklenmediği için mesnetsiz kalmış, ezanı Arapça okuyanlar belli süreler tutuklu kalsalar da mahkeme kararıyla beraat etmişlerdi. Arapça ezan yasağının kanun kapsamına girmesi 2 Haziran 1941 tarihinde 4055 Sayılı Kanunla gerçekleşmiştir. Bu kanunun gerekçesinde “Arapça lisanın eski zihniyete, eski annelere bağlayan tesirlerinden halkı kurtarmak “ olduğu belirtilmiştir.[114]

Ezanın Arapça 1941 yılında yasaklandıktan sonra ülkede bir takım karışıklıklar çıkmaya başladı. Bu durum devletin laikliğe aşırı müdahalesi şeklinde algılandı. Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında bu yasağa rağmen ezanı Arapça okuyanların hapislere atılması devlet- vatandaş ilişkilerinde gerginliğe neden oldu.[115]

Adnan Menderes ve DP milletvekillerinin iktidara gelmeden önce yaptıkları seçim gezilerinde onlara en fazla duyurulan konulardan biri de “Arapça ezan” yasağı idi. Bu isteği olumlu karşılamanın prim yaptığı yine bu geziler sırasında anlaşılmıştı. İktidara gelir gelmez bu isteğin yerine getirilmesi kaçınılmaz olmuştu.[116]

Adnan Menderes Arapça ezan için ilk işareti verdiğinde henüz 14 günlük Başbakandı. 4 Haziran 1950’de Hükümet programının, Parti Meclis

Grubu’nda görüşülmesi sırasındaki verdiği demeçte; “Ezanın Türkçe okunmasına mukabil cami içinde bütün ibadet ve duaların din dilinde olması garip bir tezat teşkil eder.” diyerek Türkiye’nin 18 yıl öncesine göre farklı bir noktaya geldiğine dikkat çekiyordu. Menderes’e göre Türkçe ezan “vicdan hürriyetine aykırıydı ama Atatürk hazırlayıcı bir ön inkılâp olarak” bu yola başvurmuştu. “aradan bunca yıl geçtikten ve vaktiyle zaruri görülen (Türkçe ezan) bu tedbire artık bir ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar bu sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder” diyerek ezanın artık Türkçe okunmasının gerekliliğine işaret ediyordu.[117]

Aynı gün Menderes, Cumhuriyet’e yaptığı açıklama da kanunun DP Meclis Grubu’na götürülerek burada alınacak karara göre hareket edileceğini söylüyordu.[118]

Zafer’in başyazarı Mümtaz Faik Fenik, “İnkılâbın Sadakat ve Vicdan Hürriyeti “başlıklı yazısında; Menderes’in devrimlere sadık olduğunu Arapça ezan okunabilmesinin asla bir irticaa yol açmayacağını” bu konuda DP’yi eleştirilenlerin Türk büyüklerine ait olanlardan başlayarak birer birer türbeleri açmak yoluna gittiklerini, söyleyerek okullara din dersi koyduklarını İlahiyat Fakülteleri açtıklarını halbuki Menderes’in bu konuyu seçimler öncesinde bir sömürü aracı kullanmadığını söylüyordu.[119]

Türk Ceza Kanunun 4055 Sayılı Kanunla değiştirilmiş olan 526. maddesinin değiştirilmesi hakkındaki kanun tasarısı, Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 11 arkadaşı ile Tokat Milletvekili Ahmed Gürkan’ın Türk Ceza Kanunu’nun 526’ncı maddesinin ikinci fıkrasının değiştirilmesine dair kanun teklifleri ve Adalet Komisyonu raporları 16 Haziran 1950 tarihinde TBMM ‘ye sunuldu.[120]

 

Tasarı hakkında muhalefetin görüşlerini açıklayan CHP sözcüsü Cemal Reşit Eyüboğlu, Türkçe ezan Arapça ezan konusu hakkında politik bir münakaşa açmayacaklarını, milli şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine inandıklarını ve Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacaklarını söyleyerek hükümete tam destek vermişlerdir.[121]

Hükümetin sunduğu tasarı, yapılan oylama sonucunda her iki milletvekillerinin oy birliğiyle kabul edilmiş oldu. Böylece Türk Ceza Kanunu’nun 526’ncı maddesi 5665 Sayılı yasa ile değiştirilmiş oldu. Bu değişiklik ile 526’ncı maddenin ikinci fırkasında yazılı Arapça ezan ve kamet okuyanlar ibaresi kaldırıldı.[122]

16 Haziranda yasağın kaldırılmasının ardından Başbakanlık tarafından Anadolu Ajansına çekilen telgrafta 17 Haziran 1950 tarihinden itibaren ezanın ve kametin Arapça okunmasının serbest olduğu bildirilerek durumun ajansta ve radyoda yayınlanması istenmiştir.[123]

Bu yasağın kaldırılması bazı bürokratlar ve üniversite çevreleri tarafından farklı değerlendirildi. Onlara göre, DP iktidara gelir gelmez irticayı hortlatmış Atatürk devrimlerine daha ilk günlerden ters düşmüştü.[124]

1.1.1.4.                                   Yerel Yönetim Seçimleri

Yerel organlara çok partili siyasi hayattan önce ayrı tarihlerde seçimler

yapılıyordu. Bu gelenek 1960 yılına kadar devam etmiş yerel seçimler 1960’dan sonra aynı gün yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı 1950 yılındaki yerel seçimler ayrı ayrı tarihlerde yapılmıştır.[125]

Bu karar, muhalefetin sert tepkisine neden oldu.[126] Ulus Gazetesi bu kararı “DPliler seçim kanunu bir daha ihlal ettiler. Grubun peşin hükmüne göre ara seçimler bir yıl geri bırakıldı. DP ileri gelenlerinin adaylıklarını ikişer ilden koymuş olmaları yüzünden 520 bin vatandaş bir yıl Meclis’te temsilcisiz kaldı” sözleriyle eleştirecekti. Menderes Hükümeti, milletvekili ara seçimlerini ertelerken, yerel seçimler de böyle bir karar alma gereğini duymadı. Bu seçimler zamanında yapıldı.[127]

1.1.1.4.1.                                   Muhtar Seçimleri

2 Ağustos 1950 tarihinde yani kabinenin güvenoyu almasından iki ay sonra Milli Eğitim Bakanı Avni Başman sağlık nedeniyle istifa etti ve yerine Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri getirildi. Bu değişiklik, Hükümet’in Meclis Gurubu’nda tam olarak desteklenmediği şeklinde anlaşılacağı gibi aynı zamanda zayıflık işaretiydi. Ancak 13 Ağustosta yapılacak Muhtar seçimleri öncesinde bu sorun pek belli edilmemeye çalışıldı.[128]

Seçim sistemine göre muhtarların bir parti tarafından aday gösterilmesi mümkün olabildiğinden bütün partiler seçimlere katıldı. Menderes Hükümeti 14 Mayıs galibiyetinin rahatlığıyla hareket ederek, kazanacağından emin bir şekilde muhtar seçimlerini fazla dikkate almadı. Katılım oranın son derece düşük olduğu seçimlerde DP 19.052 muhtarlık; CHP 13.152; MP 130; İşçi ve Çiftçi Partisi 2; Bağımsızlar 2.049 muhtarlık kazandılar. 1424 muhtarlık ise karışık listeden kazanıldı.[129]

Milliyet Gazetesi Başyazarı Ali Naci Karacan, “Muhtar Seçimleri Bir Derstir” adlı yazısında iktidarı seçimleri önemsememekle suçladı ve seçim sonuçlarının onlar için bir uyarı olması gereğine işaret etti.[130]

1.1.1.4.2.                              Belediye Seçimleri

Muhtar seçimlerinden düşük sonuçlar alınınca bu durum iktidar partisinde bir kıpırdanma yarattı. Hükümet belediye seçimleri için hazırlıklarına ve propagandaya hız verdi. CHP seçim kampanyası sırasında Hükümet’in, Meclis’e danışmadan Kore’ye asker göndermesini ve kendilerine karşı ağır suçlamalarda bulunmasını eleştirdi.onlar için bir uyarı olması gereğine işaret etti.74

Başbakan Menderes ise İnönü’nün konuşmasına verdiği yanıtta, “Milli Şef’in kendi kendini ret ve inkara beyhude gayret ettiğini ancak halkın kendisi hakkında verdiği peşin bir hüküm olduğunu savunarak 14 Mayıs‘ta Türk milletinin aldandığını iddia edecek kadar pervasızca ileri götürenleri “ kamuoyunun iyi tanıdığını iddia etti.75

Demokrat Parti 13 Eylül 1950 tarihinde yapılan Belediye seçimlerinde gerek Genel Merkez, gerekse taşra teşkilatları aday tespitinden propagandasına kadar başarılı bir kampanya ile seçimleri açık farkla kazandı. Oldukça çekişmeli geçen ortamda 600 Belediyenin 560 DP nin eline geçti.

DP % 90’a yakın çoğunluğu sağladığı anlaşılması üzerine bir demeç veren Başbakan Menderes;

“Türk Milleti Halk Partisi’ni 14 Mayısta iktidardan tasfiye etmişti 3 Eylülde de muhalefetten tasfiye etti.” Diyerek seçim sonuçlarından duyduğu mutluluğu dile getirecekti. Seçim sonuçları, CHP için ikinci büyük yenilgi olmuştur.76

1.1.1.4.3.                                   İl Genel Meclis Seçimleri (15 Ekim 1950)

İl Genel Meclisi seçimleri öncesinde iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkileri gerginleştiren yeni gelişmeler olmaktaydı. Hükümetten yana tavır sergileyen Vatan gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman, Kore konusuyla ilgili olarak İnönü’yü, Moskova’ya ümit verecek bir dil kullanmakla suçlayarak şunları yazdı; “Politika ihtirasının uçurumuna sükutu ani ve korkunç olabilir ve millete ihanet hududuna bile varabilir. Bu istidat şimdiden belirmiştir.”[131]

Aynı zamanda hükümetten 19 Eylül 1950 tarihinde bir istifa daha oldu. Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger Menderes’in kendi işlerine karıştığını ileri sürerek istifa etti ve yerine Ekrem Hayri Üstündağ getirildi.[132]

Hükümetin muhalefet ile ilişkilerini gerginleştiren başka bir olay da Malatya Belediye Başkanı’nın Hükümetin, Devlet dairelerinde yalnızca Atatürk’ün resminin asılması yolundaki emrine uymayarak İnönü’nün resmini indirmemesi olmuştur. Seçimlerden bir gün önce 14 Ekim günü İçişleri Bakanı Belediye Başkanı’nı görevine son verirken Malatya Valisi de Belediye’ye giderek İnönü‘nün resmini indirdi ve Başkan hakkında soruşturma açıldı.[133]

İl Genel Meclis seçimleri 15 Ekim 1950 tarihinde yapıldı. Bu seçimlerde DP yeni bir zafer daha kazandı. 51 ilde tam çoğunluğu sağladı. Bu illere bağlı 341 ilçede de toplam 956 üyelik elde etti. Buna karşılık CHP 22 ilçede 286 üyelik kazanabilirdi. MP ise önemli bir başarı sağlayamadı. Ancak, 6 ilçede 15 üyelik alabildi. Bu sonuçlara göre DP üyeliklerin %81’ini ilçeler itibariyle %70.6 ‘sını ve oyların da % 73.5 ‘ini aldı. CHP ise iller itibariyle % 17.5, ilçelerde %25.3 oy itibariyle %22; MP ilçe itibariyle % 1.3 oy itibariyle % 1.2 oy aldı. Bir ilde ve sekiz ilçede seçimi karma listeler kazandı. Ve bunların üye sayısı da 22’yi buldu. Oran olarak karma listelerin il itibariyle % 1.5, ilçe itibariyle %1,6 oy itibariyle de % 1,7 oranında başarılı oldukları anlaşıldı[134]

Mahalli seçimlerden sonra 20 Ekim 1950 tarihinde 165 delegenin katılımı ile DP Küçük Kongresi toplandı. Bu kongrede; “delegeler hükümete,muhalefete karşı daha sert olması için baskıda bulundular. Ancak bu öneri hükümet tarafından fazla ilgi görmedi.[135]

1.1.1.4.81.                                   inci Menderes Hükümeti’nin İstifası

Demokratik Parti, çok çeşitli insanların bir koalisyonu olarak kurulmuştu.Bir senelik icraattan sonra parti içinde bazı önemli tatminsizlikler belirmeye başladı.[136]

DP genel seçimlerden sonra aynı yıl içinde yapılan üç yerel seçimden de başarıyla çıkmıştı. Ancak, Hükümet içinde artan anlaşmazlıklar zaman zaman istifalara neden olmaktaydı. Hükümetten ilk olarak Başbakan ile anlaşmazlığa düşen Milli Eğitim Bakanı Nuri Başman, daha sonra da Menderes’in kendi işlerine çok karıştığını ileri süren Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger istifa etmişlerdi. Bu istifaları yerel seçimler sonrasında Bayındırlık Bakanı Fahri Belen’in sağlık nedeniyle istifası izlemişti.[137] Ayrıca Başbakan’ın, Tarım Bakanı’nın politikasında hoşnut olmadığı ve kendisine istifa etmesini önerdiği, ancak Bakan Nihat Eğriboz’un;

“Ben sizinle geldim sizinle giderim. Benim şahsi tarım politikam yoktur. Hükümet politikasıdır.Hükümet ayrılır bende ayrılırım.”[138] şeklinde haberler çıkmıştı.

Başbakan 25 Kasım 1951 tarihinde kabineyi toplayıp iç ve dış sorunları görüştü. Bu toplantı ile kabinenin birlik içinde olduğu görünümü verilmek isteniyordu. Başbakan Menderes,F.Lütfi Karaosmanoğlu ile aralarında anlaşmazlık olduğu yolundaki haberleri de yalanlayarak, bu haberleri “uydurma ve gülünç” olarak nitelendirdi.[139] Bu yalanmalardan kısa bir süre sonra, 14 Aralık 1950 tarihinde Maliye Bakanı Halil Ayan, bütçe konusunda Menderes ile görüş ayrılığı yüzünden istifa etti. Yerine Çalışma Bakanı, Hasan Polatkan getirildi.

Menderes Hükümeti, 28 Şubat 1951 tarihinde bütçe görüşmeleri sonunda 433 milletvekilinden 58 red oyuna karşı, 375 olumlu oy ile güvenoyu almayı başardı.[140] Güven oyu almasına rağmen,hükümet 8 Mart 1951’de istifa etti. Başbakan istifa gerekçesi olarak şunları söyledi.

“Türlü çeşitli hadiselerin çok kesif olarak cereyan etmiş olduğu bir devirde vazife görmüş olan hükümetimiz yani iktidarın ilk bütçesinin kabulü ile açılan bir devrenin basında istifa etmek suretiyle bugünkü şartlara göre, yani bir kabine teşkiline imkan vermeyi uygun görmüştür.”[141] Birinci Menderes Kabinesi’nin istifa nedenlerini kısaca incelemek gerekirse;

1-Kabine ilk kurulduğu zaman çok üyeli DP Meclis Grubu’ndan, ancak 282 olumlu oy alabilmişti. Bu kabine için daha başlangıçtan bir zaaf olmuştu.

2-Menderes’in, Kabinesi’ndeki Bakanlarına karışı tam bir üstünlük kurduğu söylenemez. Bakanlar, Başbakan’ın kendi işlerine karışmasına tepki göstermişler, bu durum da onların, Başbakan ile aralarının açılmasına neden olmuştu.Parti Grubu’nun 29 Mart 1951 Tarihindeki toplantısında Başbakanı sert bir dille eleştiren Burhanettin Onat ( Antalya) bu kabine için;

“Başbakan’ın Bakan arkadaşlarından iki büklüm inkiyad sabır bekleyen bir hali var maalesef, bunun içindir ki şahsiyet sahibi ne kadar bakan varsa birer birer çekilip ayrıldılar..."diyerek bir Bakan’ın kendi müsteşarını seçmesini bile Başbakan’ın engellemeye çalıştığını bu durumun demokratik zihniyete demokratik rejime uymadığını savunmuştu.

3-Hükümet, muhalefete karşı yeteri kadar sert bir politika izlemediği gerekçesiyle, parti örgütü tarafından sürekli eleştirilere uğramıştı. Bu durum DP’nin İstişare Kongresi’nde açıkça ortaya çıkmıştı. Bazı milletvekilleri de delegelerin baskısı ile halka söz verilen işlerin yeteri kadar çabuklukla yerine getirilemediğini iddia ediyordu.

4-Başbakan’ın aynı zamanda DP Genel Başkanlığı’nı üstlenmesi parti içinde kurulduktan sonra başlayan ve o zamandan beri süregelen “kurucular saltanatı”nın devamı gibi görünüyordu. Bu durumun partinin demokratik yapısında yaratacağı olumsuzluk endişeleri ayrıca Başbakan’ın kabine üyelerinin şikayetlerini önemsemediği ve kendisine yapılan eleştirilerin, “hiç birisi de dişe dokunacak şeyler değildir...” diyerek geçiştirmesi.[142]

Menderes Hükümeti’nin istifasıyla ilgili olarak Zafer Gazetesi başyazarı Mümtaz Faik Fenik, “Bu İstifanın Sebebi Neydi?” başlıklı yazısında:Hükümetin geçen Mayıs solarından bu Mart başına kadar geçen süre içinde “bir enkazın kaldırılması, bir tesviye işi” ile uğraştığını, artık yeni bir bütçe ile yapıcılık döneminin başladığını belirtmiştir.[143]

Birinci Menderes Hükümeti, on yıllık DP iktidarı döneminde kurulan ve sayıları beşi bulan Menderes Hükümetleri’nin en kısa ömürlü, ancak program bakımından da parti programı ile en çok uyum içinde olanıydı.

1.2-                                   İkinci Menderes Hükümeti’nin Kuruluşu (2 Nisan 1951)

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Menderes’in çekilme kararından sonra kabineyi kurma görevini yeniden Adnan Menderes’e verdi.Menderes’in 9 Mart

 

1951 tarihinde açıkladığı İkinci Adnan Menderes Hükümeti’nde üç yeni Bakan görev alırken altı Bakan da yer değiştirdi.90

Menderes Kabinesi şu isimlerden oluşuyordu:

Başbakan:

Adnan Menderes

Devlet Bakanı ve Başkan Yardımcısı:                      Samet Ağaoğlu-Manisa

 

 

Devlet Bakanı:

Fethi Çelikbaş-Burdur

Refik Şevket İnce- Manisa

Adalet Bakanı:

F.Lütfi Karaosmanoğlu -Manisa

Rüknettin Nasuhioğlu-Edirne

Milli Savunma Bakanı:

Osman Şevki Çiçekdağ-Ankara.

Hulusi Köymen- Bursa Seyfi Kurtbek-Ankara

İçişleri Bakanı:

Kenan Yılmaz-Bursa

Halil Özyörük-İzmir

Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu

Etem Menderes-Aydın

Dışişleri Bakanı:

Maliye Bakanı:

Milli Eğitim Bakanı:

Mehmet Fuad Köprülü-İstanbul

Hasan Polatkan-Eskişehir

Tevfik İleri-Samsun

Bayındırlık Bakanı:

Ekonomi ve Ticaret Bakanı:

Rıfkı Salim Burçak-Erzurum Kemal Zeytinoğlu-Eskişehir Muhlis Ete-Ankara

Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı:

Gümrük ve Tekel Bakanı:

Enver Güreli- Balıkesir

Fethi Çelikbaş

Ekrem Hayri Üstündağ-İzmir

Rıfkı Salim Burçak-Erzurum

Nuri Özsan-Muğla

Sıtkı Yırcalı-Balıkesir

Emin Kalafat-Çanakkale

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.28.

 

Tarım Bakanı:

Nedim Ökmen-Maraş

Ulaştırma Bakanı:

Seyfi Kurtbek-Ankara

Yümnü Üresin-Bilecik

Çalışma Bakanı:

Nuri Özsan

Samet Ağaoğlu

Hayrettin Erkmen-Giresun

İşletmeler Bakanı:

Hakkı Gedik-Kütahya

Sıtkı Yırcalı[144]

 

İkinci Menderes Hükümeti’nin programı 30 Mart 1951 tarihinde TBMM’de okundu. Program üzerinde 2 Nisan’da yapılan tanışmalardan sonra güven oyu oylamasına gidildi. Oylamaya katılan 396 milletvekilinden 45’i red oyu verirken, 346 milletvekili olumlu oyuyla güven oyu aldı.[145]

1.2.1.                                  Halkevleri’nin Kapatılması ve CHP Mallarının Hazineye Devri

CHP, Türkiye Devleti’nin kurucusu Atatürk’ün kurduğu ve ölünceye kadar da genel başkanlığını yaptığı bir parti olup,bu partiye Atatürk’ün, vasiyetnamesiyle önemli miktarda mal varlığı bıraktığı biliniyordu. Ayrıca tek parti döneminde devlet-parti özdeşliğinin bir sonucu olarak CHP mal varlığını önemli bir ölçüde artırmıştı. DP’ye göre, CHP mal varlığını kullanarak tekrar iktidarı ele geçirebilirdi.[146]

19 Şubat 1932’de kurulan Halkevleri’nin kuruluş amacı halkın eğitimine ve gelişmesine yardımcı olmaktı. CHP’nin bir yan kuruluşu olarak oluşturulan Halkevleri’nin harekete geçmesiyle ilgili olarak Ankara’da yapılan törenler sırasında Atatürk konuyla ilgili olarak şu sözleri söyledi;

“Gençlik gelişen ve yetiştirilen bir çalışmanın içinde yaşatılmalıdır. Millet şuurlu,birbirini anlayan,birbirini seven,ideale bağlı bir halk kütlesi halinde örgütlenmelidir. En kuvvetli ders vasıtalarına ve yetişkin öğretmen ordularına sahip olmak yeterli değildir. Halkı kütle haline getirmek için ayrıca bir milli halk çalışmasının düzenlenmesini ihmal etmemeliyiz.”[147]

Dokuz şubeye ayrılan Halkevleri sanat,spor, kültür etkinlikleriyle Türkiye’de toplumsal gelişmenin itici gücünü oluşturmuştur. Halkevleri,1940 yılı ortalarına

kadar toplumun nabzını tutarak, Anadolu’da Atatürkçü sosyal yaşamın öncülüğünü üstlendi.1932 yılından 1950 yılına gelindiğinde Halkevleri’nin sayısı 487,Halk Odası sayısı 4327,buralara bağlı kitaplık sayısı da 4890 bulmuştu.[148]

Demokrat Parti, muhalefet yıllarında Halkevleri’nin kültür kurumları olarak korunmasını savunmuştu. DP Başkan’ı Bayar,Sivas İl Kongresin’de yapmış olduğu konuşmada ;

“Halkevleri kültür müesseseleridir. Tıpkı selefi Türk Ocakları gibi... Halkevleri yine,kültür müessesesi halinde kalmalı ve her vatandaş oradan istifade etmek hakkına sahip olmalıdır. Yahut da muhtelif siyasi teşekküller,zaman zaman buradan istifade edebilmelidir.” diyerek bu konuyla görüşlerini açıklamıştı.[149]

Demokrat Parti iktidara geldikten hemen sonra Antalya milletvekillerinden Ahmet Tokuş,Ahmet Tekelioğlu,Akif Savoğlu ,İbrahim Subaşı ve Fatin Dalaman tarafından Meclis’e Halkevleri’nin yeni bir tüzüğe bağlanması ile ilgili kanun teklifi sundular. Bu teklife göre;

1-                            Bütün Halkevleri hiçbir partinin değil milletin malıdır.

2-                            Halkevlerinin idaresi bugünkü durum ve zihniyete göre yeni düzene bağlanacaktır

3-                            Halkevleri parti binası olarak kullanılamaz.

Bu kanun teklifi CHP’li yetkililer tarafından büyük tepki gördü.15 Haziran 1950 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan habere göre;

“Halkevleri,birçoğu CHP’nin parasıyla yapılmış,bir kısım halkımızın nakdi yadımları ile meydana gelmiş ve CHP’ye hediye edilmiştir. Antalya milletvekillerinin bu teklifi bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bir gasb kanunu demektir ki bunun iktidar partisi tarafından nasıl karşılanacağı merakla beklemeye değer”denilerek, CHP’ye hediye edilen bu malların yine halkın faydası için kullanıldığı belirtilmiştir.[150]

Hükümet, ara seçimler yaklaşırken CHP’nin ekonomik gücünü de kullanarak yeniden iktidarı ele geçirmesini istemiyordu.Hükümet'in yayın organı olan Zafer’de ”Hesap günü gelmiştir. CHP’nin gasp ettikleri istirdat edilecek...” şeklinde bir habere yer verilerek “Millet kesesinden yapılan gaspların üzerine oturtulan Halk Partisi binasının hesaplarının ve o zaman ki iktidarlaca Halk Partisine verilen 50 milyon liranın hesabının sorulacağı...”şeklinde haberler çıkmıştı.[151]

Bu haber Menderes Hükümeti’nin, CHP’nin mallarını el koymak için hazırlık içinde olduğunu kamuoyuna duyuran ilk haber olmuştur. DP Meclis Grubun’da 12 Aralık 1950 tarihinde CHP’nin malları konusu görüşülmeye başlandı.Niğde milletvekili Halil Nuri Yurdakul,Grup’ta yaptığı konuşmada,CHP’nin Genel Merkez binası olarak kullanılan Birinci TBMM binasının 1926 yılından beri bu parti tarafından kullanıldığını ve ayrıca bina çevresindeki arsa ve eklentilerle beraber hazine adına tapuya yazılan alanın 8.000 metre kareyi bulduğunu belirterek,bu tarihi binanın müze haline getirilmesi durumunda, kendisinde bulunan ve Atatürk’e ait olan eşyaları,kurulacak müzeye bırakabileceğini açıkladı.[152]

Başbakan Menderes, CHP iktidarı zamanında çıkarılan “Hamur Kanunu” ile çevredeki arsaların birleştirilmesi sonucunda,bütün alanların toplamının 200.000 metrekareyi bulduğunu, kendilerinin iktidara geldikten sonra, bu alanı hazine adına kaydettiklerini,eğer CHP’nin isterse bu konuda mahkemeye gidebileceğini belirtti. Menderes’e göre; CHP tasarrufu altında bulundurduğu 800’e yakın taşınmazın değerini 3,5 milyon olarak göstermişti. Oysa sadece İzmir Kordondaki İl İdare Kurulu binasının değeri 150 bin lira ödenerek satın alınmıştı. Başbakan’a göre; CHP’nin elindeki mülklerin ikinci kaynağını da,Halkevleri oluşturuyordu ve bu kurumlara hazine ve özel idarelerin yardım ettiği belirlenmişti.Halkevleri'ne verilen paraların 25 milyon lira dolayında olduğunu belirten Menderes,bu paranın 6 milyon kadarının CHP’nin zimmetinde kaldığını,11 milyon lirasının bina yapılmasına,7-8 milyonun da, illerdeki Halkevleri’nin giderlerine ayrıldığının, bu kurumların denetim raporlarından anlaşıldığını savunarak;

“Halkevleri diye bir şahsiyeti hükmiye veya hakikiye mevcut olmadığına göre,hazineden yapılan bu yardımın batıl olması lazımdır...”şeklinde bir yorumda bulundu.Menderes,Halkevleri’ne yapılan ve 59,5 milyonu bulduğu sanılan özel idare ve hazine yardımlarından 9-10 milyonun CHP tarafından kullanıldığını iddia etti. Zonguldak milletvekili Muammer Alakant,Halkevleri’nin “kültürel hizmet ifa etmek üzere,birer tesis haline getirilerek”,bunlara bütçeden para ayrılmasının bunların özerk kurumlar halinde yararlı olacağı yolundaki görüşlerin,üzerinde durulabilir nitelikte olduğunu dile getirmekten çekinmedi. Başbakan Menderes ise,bu yoldaki düşüncelere katılmıyordu.Menderes Halkevleri için;”Bünye-i içtimaiyemizde bir diken gibi, bir cismi ecnebi gibi,ehemmiyeti mevcut olmayan bir şeydir.İçtimai ve siyasi fonksiyonu kalmamıştır,kapılarına kilit vurulmuştur.Zannediyorlar ki;canlı,ayakta,maksada hizmet edecek müesseselerdir.”diye düşünüyor ve halkevlerini özel bir kültür kurumu haline getirilmesini isteyenleri,”totaliter bir zihniyetin ifadesinde bulunmakla...” suçluyordu.[153] Hatta,4 Aralık.1950 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada Halkevleri’ni şu şekilde tarif eder:

“Halkevleri,Halk Odaları kurmak, gençlik teşkilatını almak,faşistvari telakki ve düşücelerin mahsülüdür.Bunlar içtimai bünyemiz içinde, tamamıyle abes,beyhude,geri ve yabancı uzuv halindedir.”[154]

CHP’nin malları konusu,1951 öncesi varolan hükümet bunalımı,Atatürk Yasası gibi bazı önemli sorunlar yüzünden ertelendi.Bu sorunların çözümünden sonra Manisa milletvekili,Refik Şevket İnce ve yedi arkadaşının hazırladıkları yasa tasarısı,24 Temmuz 1951 tarihli DP’nin Meclis Grubu’nda yeniden ele alındı ve TBMM tatil edilmeden önce 15 maddeden meydana gelen “Halkevleri ve CHP’nin haksız iktisap ettiği malların devlete iadesi hakkındaki kanun tasarısı” [155]oybirliğiyle kabul edildi.

Yasa tasarısı,genel katma ve özel bütçeli daireler,Belediyeler,köyler ve İktisadi Devlet Teşekkülleri ve kurumlarıyla, sermayesinin yarıdan fazlası Devlet veya kamu hükmi şahısları tarafından temin edilen müesseselerle umumun menfaatine hizmet eden derneklerin hiçbir siyasi suretle siyasi partilere bedelsiz taşınır veya taşınmaz mal terk ve bağış yapamayacakları, ya da malların indifaını bedelsiz olarak veremeyecekleri,satamayacakları ve eskiden devredilmiş olanların sahiplerine geri verilmesi.(mad:1-2 ) Halkevi olarak kullanılan binaların Devlet adına tescil edilmesi.(mad:3) Bu yasa ile geri alınması gereken mallar üç ay içinde geri verilmesi gibi zorunlulukları içeriyordu. CHP’liler, bu tasarıyı kınamak için, 28 Temmuz 1951 tarihinde İstanbul’da protesto gösterilerinde bulundular ve dağıtılan bildirilerde CHP’nin; “Milli kültürümüzün inkişafına ve inkılâplarımızın yerleşmesine hizmet gayesiyle Aziz Atatürk tarafından tesis edilmiş bulunan bilcümle

Halkevleri ve Halkodalarını hak ve vecibeleriyle devretmeğe amade...” olduğu belirtildi.[156]

Resmi daire ve müesseselerin, siyasi partilerin bedelsiz mal devredemeyeceklerine ve bu daire ve müesseselerle münfesih derneklere ait olup siyasi partilere terkedilmiş olan gayrimenkul mallara bu partiler tarafından genel menfaatler için yaptırılmış olan binaların sahiplerine ve hazineye iadesine dair 5830 Sayılı Yasa Tasarısı TBMM’de 8 Ağustos 1951 tarihinde yapılan oylama sonucunda 3 red oyuna karşılık, 362 olumlu oy ile kabul edildi.[157]

5830 Sayılı Kanunla iadeye tabi tutulan gayrimenkullerin kısmen veya tamamen işgal eden siyasi partiler bu hükümlere göre yapılacak tescil veya tashihin ihbarından itibaren bir ay zarfında bunları tahliye ve teslime mecbur tutulmuşlardır. (madde:10)[158]

CHP ve Halkevlerinin hazineye devredilmesi hakkındaki çıkarılan 5830 Sayılı Kanunla, CHP’nin merkez hesapları ile yalnız Ankara, Bolu, Bursa, İstanbul, İzmir, Malatya, Maraş, Mersin ve Trabzon illerindeki hesapları incelenerek, partinin gelir kaynakları belirlenmişti. Buna göre CHP, 1932­1950 yılları arasında parti tüzüğüne uygun olarak örgütünden, 388.113 lira, Genel Başkanlıktan; 9.248.819 lira, bağışlardan; 1.108.254 lira, devlet bütçesinden de, 27.366.150 lira gelir sağlamıştı. Halkevleri adına bir kısım özel idareler, belediyeler, köy sandıkları ve Belediye Bankası’ndan ödenen para 21.004.552 lirayı buluyordu. Kısaca söylemek gerekirse CHP 63 ilden 9 büyük ilde devlet bütçesinden ve iktisadi Devlet Teşekkülleri’nden aldığı paranın toplam tutarı 57.629.491 lira gibi çok yüksek bir rakama ulaşmıştı.[159]

Demokrat Parti, iktidarının ilk yıllarında, Halkevleri, Halkodaları ve bunlara bağlı kitaplıkları kapatması, bu kurumların Türk aydınlanmasındaki yerini görmezlikten gelmesi önemli bir yanılgı olmuştur. Bazı DP’lilerin de savundukları gibi, en azından bu kurumların kitaplıklarının korunması ve okur-yazarlık oranı çok düşük düzeyde bulunan Türk toplumunun bunlardan yoksun bırakılmaması yerinde olurdu.[160]

Menderes Hükümeti, 1953 Mayısında CHP mallarının geriye kalan bölümünü yeniden gündeme getirdi. Bu konunun yeniden ele alınmasında en büyük etken 1954 yılında yapılacak genel seçimler öncesinde CHP’yi ekonomik kaynaklardan yoksun bırakarak güçsüzleştirmekti.

Demokrat Parti Meclis Grubu’nun 5 Mayıs 1953 tarihli toplantısında Akif Sarıoğlu ve 232 arkadaşının, “siyasi partilerin gayrı meşru mal iktisapları” hakkındaki önergeleri okunarak grup görüşüne sunuldu. Önerge 9 Haziran’da Grup’ta görüşülmeye başlandı. Meclis’in tatil edilmesi üzerine kanun tasarısı hakkındaki görüşmelere ara verildi.[161]

Meclisin açılmasından hemen sonra Demokrat Parti Grubu, bu konuda bir yasa tasarısı hazırlamak üzere kendi içinde bir komisyon kurdu. Demokrat Parti Grubu adına Akif Sarıoğlu (Antalya) ve 91 arkadaşı bir yasa tasarısı hazırlayarak 19 Aralık 1953 tarihinde TBMM’ye sundular. Tasarı hakkında ilk sözü alan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü etkileyici bir konuşma yaparak şunları söyledi:

“Karşısında bulunduğumuz hadise, Büyük Millet Meclisi’nde adalet mercii vazifesini gördürmektedir. Öyle bir adalet mercii ki muhakeme ettiğini dinlemiyor. Kendi yargı azasının, Büyük Millet Meclisi Üyelerinin hür vicdanları daha önce Grup kararıyla tasmim edilen bir hükme bağlanıyor. Bu kanun tasarısı, ruhiyle, metniyle, her türlü usulüyle Anayasa’ya aykırıdır. Bu tasarı, hukuk prensiplerine, insan haklarına, cumhuriyetin itibarına kastetmek hareketidir. (bravo sesleri). Bu kanun tasarısı iktidar başında bulunanların Büyük Millet Meclisi’ne karşı zorlama teşebbüsüdür. Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi, kendinden evvelki Büyük Millet Meclislerinin icraatlerini tanımamak yoluna sevk ediyor. Bu hareketin devletin devamı ve istikrarı konusunda vahim mahzurlarını tahmin etmek güç değildir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin maddi varlığının müsadere edilmesi fiili, bizim için tasarının hiç ehemmiyeti olmayan tarafıdır. (soldan gülüşmeler) Biz hukuk dışı bir rejimin kurulmakta olmasıyla karşı karşıyayız. Açıktan tatbike başlanılan yeni bir rejime vatandaş sorgusuz, müdafaasız mahkum edilmektedir.(soldan böyle bir şey yok sesleri, gürültüler)

Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum. Suçluların telaşı içindesiniz...(sağdan alkış sesleri, soldan gürültüler ‘Meclisi tahkir etmiştir’ sesleri)”[162]

Konuşmasını bitiren İsmet İnönü ve CHP milletvekilleriyle beraber meclis salonun terk ederek Ulus Gazetesi’ne doğru gitmişlerdir. Büyük bir halk topluluğu da parti merkezinin ve Ulus Binasının bulunduğu yere kadar onları desteklemiştir.[163]

İnönü’den sonra kürsüye gelen Başbakan Menderes, muhalefet liderini şiddetle eleştirdi:

“Demin buraya, bu kürsüye yaşlı bir zat çıktı, sakalları ak pak...Bütün manzarası ile şayanı hürmet...Fakat bütün evzaı ile, kelimeyi söyleyemeyeceğim, neye şayan olduğunu siz takdir edersiniz.

................. Yüksek heyetinize karşı suçlusunuz ve suçluluğunuzun karşısında titremektesiniz demek cüretini gösteren bu zatın, mebus seçilmediğini bile bile Cumhurbaşkanlığı yapmış olduğu hakikatini hatırlamak ve sizlere hatırlatmak büyük Türk Milleti’ne hatırlatmamak elden gelir mi?[164]

Hayatının 70 yaşını ikmal etmiş, devletin elinde bunca senelerce bulundurmuş vekar ve haysiyetin imanı şeref ve haysiyetin en yüksek derecesine gelmiş olması icab eden bir insanın mahcubiyet duymadan bu derece pervasızlıkla hakikatleri bu derece tersine çevirmiş olması ve gözlerinizin karasına bak baka bunları konuşması ve tarihten sizi seyrediyorum diye hakikaten mübalatsızlığın ve pervasızlığın görülmemiş bir örneğini vermesi, cidden hazindir...Her şeyi söyledi, söylemediği bir tek şey var, bu mallar Halk Partisi’nin haklı iktisaplarıdır demedi.”[165]

Menderes’in konuşmasının ardından yasa tasarısı aynı gün oylanarak 5 red oyuna karşılık, 341 olumlu oyla kabul edildi. 120 milletvekili de oylamaya katılmadı.[166]

6195 Sayılı Kanun yürürlüğe girdiği tarihte malik olduğu bütün menkul ve gayrimenkul mallarla para, haklar ve alacaklar ve sair kıymetler hazine mülkiyetine intikal eder (madde:1). Birinci madde mucibince sözü edilen değerler kimin yanında veya elinde bulunursa bulunsun Maliye Bakanlığınca derhal el konulur (madde:2). Maliye Bakanlığınca el konulan gayrimenkullerin topu kayıtları ve tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkuller de hazine adına kaydolunur (madde:3). Bu yasa kapsamına giren mallara ilişkin bilgilerin on beş gün içinde verilmesi zorunludur (madde:5). Bu malları kaçıranlar ve saklayanlar ve bu fiillere iştirak edenler hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 276’ncı maddesinin birinci fıkrasındaki hüküm uygulanır (madde:7)

6195 Sayılı Yasa yürürlüğe girmeden önce Ankara Barosu’ndan 31 avukat Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a bir telgraf çekerek bu yasayı Anayasa’nın 35. Maddesine dayanarak meclise geri göndermesini istediler. Üniversite öğrencileri de Cumhurbaşkanı’na seslenen ve aynı istekte bulunan bir bildiri yayınladılar.[167]

Hüseyin Cahit Yalçın, 17 Aralık 1953 tarihli Ulus’ta “Beyhude Zahmet” başlıklı yazısında veto konusunu ele alarak, vatandaşların Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a telgrafla başvurarak yasayı veto etmesini istemelerini beyhude zahmet olarak nitelendirerek, Cumhurbaşkanı Bayar’ın tarafsız biri olmadığını,

“Halkevlerinin Cumhuriyet Halk Partisi’nden alınması için basın vasıtası ile yapılan müracaatların boşa çıktığını” dile getirmiştir.[168]

Nadir Hadi ise Cumhuriyet’teki “Bir Defa Tel Kopmaya” başlıklı yazısında, yasayla meydana gelen olumsuz durumla ilgili olarak şunları yazıyordu:

“Sinirler son teline kadar gerilmiştir. Sanki yürütmeğe çalıştığımız hürriyet rejimi değil de amansız bir intikam rejimidir. Her tarafta yumruklar sıkılıyor, dişler bileniyor, boğucu feryatlar kulakları tırmalıyor...Balkan komiteciliğini andıran ve güzel yurdumuza yakışmayan kin ve nefret havasını kısa zamanda dağıtmak, sinirleri yatıştırmak mümkündür. Yoksa intikam rejimi bir defa kök tuttu mu, onu topraklarımızdan söküp atmak bize çok pahalıya mal olabilir...Büyük Millet Meclisi, Halk Partisi’nin vaktiyle tek parti döneminde şu veya bu şekilde edindiği malları hazineye geri almıştır. Büyük Millet Meclisi iyi mi etmiştir, fena mı etmiştir? Yürürlükteki Anayasamıza göre bu sorunun cevabını önümüzdeki seçimlerde Türk Seçmenleri verecektir”[169]

Zafer Gazetesi başyazarı Mümtaz Faik Fenik ise “Kanunsuzluğu Bunlar Kanun Yapmışlar” başlıklı yazısında Hüseyin Cahit Yalçın’ı sert bir dille eleştirerek yasa hakkında şunları yazacaktı;

“Bu ne cüret ve küstahlıktır ki şimdi, Demokrat Parti iktidarı ‘Hakimiyetten başlayarak milletin haklarını, gerçek sahibine iade ettiği için suçlandırılmaktadır...Anayasa’yı yırtanlar kanunları ayaklar altına alanlar, milli hakimiyet prensibini yumruklayanlar ve milli menfaatleri, kendi kâr ve kisipleri için kullananlar, Hazineyi iliğine kadar soyanlar hep kendileri olmuştur. Atatürk’ün mirasını, Atatürk’ün eserlerine ihanetler şöhret bulmuş ve Lozan Konferansı zamanında, Duyunu Umumiye’yi müdafaa ettiği için İsmet İnönü’den

‘hain-i vatan’ damgasını yemiş Hüseyin Cahit gibi bir adamın eline teslim edenler, yine bizzat Halk Partisi ve onun başkanı İnönü’dür.”[170]

CHP, Başbakan Menderes’in iddiasına göre, 1933-1950 yılları arasında, Halkevlerine yardım adı altında Genel Bütçe, özel idareler ve belediyelerden 48.5 milyon lira ödenmişti. Maliye Bakanlığı’nın resmi rakamlarına dayandırdığı iddiasına göre, bu mal ve paraların toplam bedellerinin tutarı; en az 650 milyon lirayı bulmaktaydı.[171]

Seçimlerden önce çıkarılan 6195 Sayılı yasa ile ana muhalefet partisini ekonomik açıdan zor durumda bırakmak planlanmıştı. Yasadan beklenen fayda da 1954 seçimlerinde kendini göstermiş iktidar partisi, CHP karşısında büyük bir zafer kazanarak böylece istediğini elde etmiştir.

1.2.2.                           Atatürk’ü Koruma Kanunu

Demokrat Parti’nin iktidar geldikten sonra ilk icraatlarından birisi Arapça ezan yasağını kaldırmak olmuş, bu değişiklik bazı dinci çevrelerce yanlış anlaşılarak, Atatürk Devrimlerinin birer birer ortadan kaldırılacağı şeklinde yorumlanmıştı. Oysa iktidarın bu düzenlemedeki amacının, CHP döneminin son uygulamalarını devam ettirerek, muhalefet yıllarında savunduğu yasakçılığa karşı görüşlerini ve desteğini aldığı dindar çevrelerin duygularını okşamak olduğu anlaşılmaktadır. Demokrat Parti’nin ilk yıllarında demokrasi ve özgürlük adı altında bazı gerici güçlerin ve özellikle de Ticani Tarikatı üyelerinin Atatürk’ün sadece düşünce ve uygulamalarına saldırmakla kalmayıp fakat aynı zamanda onun heykellerine, büst ve fotoğraflarına saldırılar düzenledikleri, söz ve yazı yoluyla hakarette bulundukları anlaşılmaktadır. Bütün bunların yanı sıra, DP içinde Atatürk Devrimlerini benimsememiş, hatta onun din, dil, Medeni

Kanun, Halifelik, din eğitimi, kılık-kıyafet reformu gibi konulardaki uygulamalarına karşı çıkanlar az sayıda olsa bile vardı.[172]

Atatürk’e karşı yöneltilen saldırılar CHP iktidarı yıllarında başlamış ve giderek artış göstermişti. Atatürk’ün ölümünden, DP’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimlerine kadar geçen 12 yıllık süre içinde O’nun tinsel varlığına 51, fotoğraflarına 12, heykel ve büstlerine de 4 olmak üzere toplam 67 saldırıda bulunulmuştu. Bu saldırılardan 20’si hakkında mirasçıları tarafından kişisel dava açıldığı için takibat yapılmamış, 16’sında delil bulunamadığı için takipsizlik kararı verilmiş, 9’u Türklükle beraber Atatürk’e hakaret sayıldığı için mahkumiyetle sonuçlanmış, 2’si af yasasından yararlanarak kamu davası düşmüş,28’i hakkında adli takibat sonucu hakkında bir kayıt bulunamamış, 3 olay da adalete hiç ulaştırılmamıştı.[173]

Demokrat Parti’nin iş başına gelişinden, 14 Mayıs 1950 tarihinden 1 Nisan 1951 tarihine kadar geçen süre zarfında, Atatürk’ün heykel ve büstlerine hemen hepsi Ticani Tarikatı üyeleri tarafından yapılan saldırıların sayısı 9’u bulmuş, ayrıca tinsel kişiliğine 5 ve fotoğrafına 1 olmak üzere toplam 15 saldırı olmuş ve bunların hepsi de adalete ulaştırılmış bulunuyordu.[174]

Atatürk ve Türk Devrimi’ne yapılan saldırıların artması ve bu olayların Türk Kamuoyu ve özellikle de gençlik tarafından tepkiyle karşılanması, hükümetin Atatürk ile ilgili bir yasayı gündeme getirmesinde etkili olacaktı.

1951 yılı başlarından itibaren Atatürk heykel ve büstlerine karşı yapılan saldırılarda artış olmuş, 23 Şubat 1951 tarihinde Kırşehir’deki Atatürk büstü saldırıya uğramış ve bunun üzerine saldırıyı kınamak için 5 Mart’ta büyük bir miting düzenlenmişti.[175]

Ankara’nın Eryaman Köyü, Aydın’ın Dalaman Bucağı ve Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde üst üste saldırılar düzenlenmişti. Bu saldırılara karşı ilk tepki de Milli Türk Talebe Federasyonu’ndan gelmiş ve Federasyon bu saldırıları önlemek üzere bir yasa çıkartılmasını istemişti.[176] Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti de gericilikle daha etkili bir şekilde savaşılması gerektiği konusunda hükümeti uyarmıştı.[177]

Hükümet bu gelişmeler üzerine harekete geçti ve Adalet Bakanlı’ğı tarafından “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında yasa tasarısı” 29 Mart 1951 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Tasarı, 17 Nisan 1951’de Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Menderes yapmış olduğu konuşmada “Millete mal olmuş böyle bir insanın müdafaasının fani bir hemşireye” bırakılmayacağını söyleyerek tasarının önemini savundu.[178] Yasa tasarısının gerekçesinde, Türk Ceza Yasasının 488’inci maddesinin bu konuda yeterli olmadığını belirterek;

“Atatürk’ün varlığına tecavüz edenler hakkında vicdanı ammeyi tatmin edecek yeterlikte görülmediğinden bu tasarının hazırlanmasına lüzum hasıl olduğu      ” belirtiliyordu.[179]

Yasa Tasarısı 4 Mayıs 1951’de görüşülmeye başlandı. Tasarı hakkında ilk sözü DP’li Selahaddin Adil aldı ve tasarı aleyhinde konuştu. Atatürk’ün önemli işler yapmakla beraber, bazı yanlışları olduğunu iddia ederek:

“Mustafa Kemal Paşa’nın idari, içtimai, siyasi hataları bulunduğunu söylemek ve yazmaktan men edecek bir kanunu demokratik rejimi benimsemiş olan bizlerin kabulüne bugünkü Meclis’te imkan olmamak icabeder. Bu Meclis kürsüsünden acı acı şikayet ettiğiniz 27 senelik şeflik idaresi mahzurlarını, memlekete yapılan fenalıkları, hakiki Cumhuriyetin ancak milletin sağduyusuna dayanarak mevkii iktidara gelen bugünkü bir hükümette vücut bulduğunu yüzlerce defa tekrar eden bizler değil miydik? Halk Partisi’nin binbir yolsuzluğunu zikrederek Meclis’e hakim olan bu parti azalarının ne surette intihap olunduğunu bilmiyor muyduk? Şimdi bu geçmiş idareye şeflik veya diktatörlük demek tecavüz telakki olunarak söyleyeni ve yazanı hapse mi mahkum edeceğiz? Daha dün Arapça olan ezanı, dini abidelerin açılmasını kabul eden ve anlaşılmaz bir hale sokulan dilimizi doğrultmaya çalışan bizler değil miyiz?”[180] diyerek yasanın demokrasi ilkelerine ters düşeceğini ifade etmiştir.

Başka bir DP’li milletvekili Arif Hikmet Pamukoğlu (Giresun) da söz alarak Anayasanın, “Türklerin her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrılıkları kabul olunmaksızın eşit olduklarını” kabul eden 69’uncu maddesine aykırı olduğunu iddia ederek; “Koca bir milletin emniyet ve asayişi bakımından idaresine kafi görülen Ceza Kanunu, hukuki bakımdan nihayet bir Türk vatandaşı olan Atatürk’ün emniyet ve asayiş yönünden Ceza Kanunu ile iktifa edilmeyerek şahsi menfaatleri bakımından hususi bir kanun tedvini cihetine gidiliyor.”[181]

Tasarı hakkında konuşan Başbakan Adnan Menderes ise, tasarının Atatürk’ün eleştirilmesini engellemediğini sadece “hakaret ve tenzil hürriyetini ortadan kaldırmak” istediklerini, Atatürk’ün demokratik rejimi hazırlayıcı bir devrim yaptığını, bu tasarı içinde demokrasiyi zedeleyecek bir hükmün bulunmadığını belirterek;

“Muhterem arkadaşlar, teşevvüsleri önlemek için Atatürk heykellerini hükümete bir hücum vasıtası olmaktan çıkarmamız çok yerinde olur...” şeklinde konuştu.[182]

Muhalefet genel olarak tasarıya taraftar olmakla beraber, heykellere yapılan saldırıların Cumhuriyet ve Türk Devrimi’ni hedef tuttuğunu açıklıkla

belirtilmesi ve yalnızca şekli korumaya yönelik olan bu tasarının değiştirilmesini önermiştir.[183]

İlk yasa tasarısı üzerinde yapılan tartışmalar üç noktada toplanabilir: Birincisi, yasa ile memlekette yaratılmak istenen “Hükümetin gericiliğe karşı güç verdiği” iddialarını çürütmek, ikincisi; “Hükümetin, Atatürk’e ve O’nun Devrimlerine bağlı olduğunu kanıtlamak,üçüncüsü de; “kamu vicdanını yeterince tatmin etmekten ibaretti. Yasa tasarısı yeniden görüşülmek üzere, Adalet Komisyonu’na gönderildi. Bu yasa tasarısının Anayasaya aykırı olup olmadığı incelendi. İnceleme sonucunda Komisyon’un DP’li üyelerinden Ercüment Damalı, Rıfat Albay, Memiş Yazıcı, Muhsin Tümay, Reşit Turgut, F. Hulusi Demirelli (Komisyon Başkanı), Yunus Muammer Alakant tasarının Anayasaya aykırı olmadığı yolunda oy kullanırken, DP’li milletvekillerinden Ferit Alpiskender, Ramiz Eren, Celal Yardımcı, Mithat Benker, Tarık Kozbek ve İsmail Hakkı Akyüz ile CHP’li tek üye olan Faik Ahmet Barutçu tasarının Anayasaya aykırı olduğu yolunda oy kullandılar. Komisyonda 7 olumlu 7 olumsuz oy verilmesi üzerine, Başkanın oyu iki oy sayılarak tasarının Anayasaya aykırı olmadığına karar verildi.[184]

Bu arada Ticanilerin Atatürk heykel ve büstlerine saldırılarında, önemli artışlar olmuştu. Ticani Tarikatı üyesi demiryolu memuru, 23 Haziran 1951’de, Ankara’da kendi işyerinde bulunan iki Atatürk Büstünü kırdı. Başka bir Ticani de Sıhhıye Zafer Meydanı’ndaki heykele balyozla saldırdı. Çubuk’taki başka bir Atatürk heykeli de yine aynı günlerde saldırıya uğradı. Bu olaylar sonucunda, Ticani Tarikatı Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve 11 Ticani tutuklandı.[185] Olaylara tepki olarak 30 Haziran 1951 ‘de, Milli Talebe Federasyonu büyük bir miting düzenleyerek üniversite gençliği ve halk Atatürk’e karşı yapılan saldırıları kınadılar.[186]

Yapılan bu saldırılar basın tarafından da tepkiyle karşılandı. İktidar yanlısı Zafer Gazetesi; bu saldırıların “CHP’ye kayıtlı Kemal Pilavoğlu ve

adamlarının çıkardığını” iddia ederek, Ticanileri “Nur değil”, “Zehir ve mel’anet saçanlar” olarak eleştirdi.[187] Mümtaz Faik Fenik: “Atatürk’ü hedef onun inkılâplarına kastedenlere karşı bir müeyyide istiyoruz. Çünkü O’na karşı yapılan her tecavüz amme vicdanının yaralamaktadır.” diyerek tasarının gerekliliğinden bahsetti.[188] Nadir Nadi de Cumhuriyet’teki “Artık Yeter” başlıklı yazısında bu saldırıları kınayarak; “irticaya avans verme bahsinde ilk adımı Halk Partisi’nin attığını, burada birkaç defa yazdığımı hatırlıyorum. Şunu kesin söyleyeyim ki, Halk Partisi’nin işlediği hata, daha sonra Demokrat Parti Hükümeti’nin aynı yolda işlediği hataları mazur görmemiz için bir sebep sayılamaz. Bu gün göze batan realite şudur: Din meselesi altında demokrasiye medeni haklarımıza, hürriyetimize, inkılâplarımıza ve inkılâplarımızın sembolü Aziz Atamıza alenen saldırılmaktadır.”[189]

Yasa tasarısı TBMM’de görüşülürken bir yandan da kamuoyunun da desteği sağlandıktan sonra tasarı yeniden gündeme getirilmiştir. 9 saat süren oturumun sonunda bu yasa; 50 red, 6 çekimser oya karşı 232 olumlu oy ile kabul edilmiştir.[190] Atatürk Yasası olarak bilinen 5816 Sayılı kanun 31 Temmuz 1951 tarihinde yürürlüğe girecekti.

Yasaya göre, Atatürk’ün anısına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile; heykel, büst ve abideleri veya Atatürk’ün mezarını tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten bir kimse bir seneden beş seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılmaları öngörülüyordu. Bu yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimseler de asıl fail gibi cezalandırılacaktı. İki veya daha fazla sayıda kişinin halka açık yerlerde yaptıkları saldırılarla, basın yoluyla işlenen suçlarda cezaların yarı yarıya;eylemlerin zor kullanarak gerçekleştirilmesi durumunda, bir kat daha arttırılması gibi hükümler kabul edilmişti.[191]

1.2.3.                           1951 Ara Seçimleri

16 Eylül 1951 tarihinde, boşalan milletvekillerinin yerini doldurmak üzere on yedi ilde seçim yapılacaktı. Ara seçimlerin yapılması konusunun görüşüldüğü 26 Haziran 1951 tarihindeki DP Grup toplantısında seçimlerin 2,5 milyon lira masrafa yol açacağı bu sebeple ertelenmesi görüşünü savunanlarla, ara seçimlerin anayasa emri olması sebebiyle yapılması gerektiğini düşünenler, yaptıkları konuşmalarla görüşlerini Gurub’a aktardılar. Grup’ta yapılan oylama neticesinde seçimlerin ertelenmesi hakkındaki önerge 120’ye karşı 130 oyla reddedildi.[192]

CHP,5830 Sayılı yasanın kabulünden sonra seçimlere girip girmeme konusunda oldukça kararsız bir tutum sergilemekteydi. Nadir Nadi Cumhuriyet’teki “Bir Vazife”adlı yazısında CHP’nin ara seçimlere katılmaktan çekinmeksizin hazırlanmasını ve birkaç gün içinde başlayacak olan seçim kampanyasında üzerine düşen vazifeyi yapmasını istemiştir.[193]

Ara seçimlerde DP Genel Merkezi aday göstermeyerek demokrat bir uygulamaya gitti ve aday belirlenmesinde örgütünü serbest bıraktı. Buna karşın CHP14 Mayıs 1950 seçimlerinde meclis dışı kalmış olan tüm önemli kişileri aday gösterdi. Bu kişiler arasında,Nihat Erim, Cavit Oral, Cemil Sait Barlas, Necmettin Sadak gibi eski Bakanlar da vardı.[194] Millet Partisi de 18 Ağustos 1951 tarihinde açıkladığı aday listesinde, bu partinin 17 ilden 11’inde seçime katılacağı belirtildi.[195]

Ara seçimler için yapılan propaganda sırasında en çok göze çarpan unsur, dini temaların işlenme yoğunluğu oldu. 2 Eylül 1951 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Necdet Evliyagil seçim propagandası sırasında her iki partinin de dini nasıl politikaya alet ettiklerini örneklerle gösterdi. Bilecik’te “CHP, türbeleri bizler açtık derken DP’liler de Arapça ezanın, din derslerinin ve radyoda Kuran’ın okutulmasının DP eseri olduğunu ileri sürüyorlar, “Böylece Halk Partililer dini siyasi çıkarlar için kullanmanın aleyhinde değillerdi, fakat Demokratlar iktidar partisi oldukları için bu yarışmada daima CHP’yi yeniyorlardı. Bunun sonucu olarak CHP bu taktikten vazgeçti ve Atatürkçülüğe döndü.[196]

Ara seçimler16 Eylül 1951 tarihinde 17 ilde yapıldı. Resmi makamlara göre seçimlerdeki seçmen sayısı 3.168.423 idi. Bunlardan 1.778.857’si oy kullanmış ve katılım oranı %54.14’te kalmıştı. Bu seçmenlerden 937.288’inin DP’ye oy verdiği ve bu partinin toplam oyların %52.69’unu; CHP’nin 687.668 oy ile oyların %38.65’ini, MP’nin de 142.359 oy alarak oyların %0.8’ini; Bağımsızlar’ın ise 10.323 oy ile oyların %0.58’ini aldıkları anlaşılmıştı.[197]

Seçim sonuçlarına göre, DP 17 ildeki 20 milletvekilliğinden 18’ini, CHP 2 milletvekilliği (Sivas-Sinop) kazanırken (Reşat Şemsettin Sirer-Sivas, Muhtar Acar-Sinop), Millet Partisi ise Meclis’e hiç temsilci sokamadı.[198]

Ara seçimler sonucunda DP’den milletvekili seçilenlerin adları ve seçildikleri iller şöyledir: Cevat Ülkü, Navil Geveci, Lütfi Ülkümen (Aydın);Mücteba Iştın (Balıkesir); Yümnü Üresin (Bilecik); Nusrettin Barut (Bitlis); Kenan Yılmaz (Bursa); Nusret Kirişçioğlu (Çanakkale);: Baha Akşit (Denizli);: Ekrem Baysal (Eskişehir); A. Kemal Varınca (Gümüşhane); Hadi Hüsman, Seyfi Oran (İstanbul); Pertev Arat (İzmir); Ziya Termen

(Kastamonu); Elvan Kaman (Kırşehir); Natık Poyrazoğlu (Muğla); Esat Kerimol (Zonguldak).[199]

1.2.4.                           DP’nin Üçüncü Büyük Kongresi

Demokrat Parti’nin üçüncü büyük kongresi 1950 zaferinden sonra yapılan ilk büyük kongre olması bakımından özel bir öneme sahip olan üçüncü büyük kongre, 15 Ekim 1951 tarihinde Ankara’da Büyük Sinema Salonunda toplanmıştır. Kongrenin açılışında 1375 delegeden 1160’ı hazır bulunmuşlardır. CHP’nin temsilcileri olarak Zihni Betil, Cavit Oral, Cemil Sait Barlas da kongreye katılmışlardı. Kongre başkanlığına, Ankara Belediye Başkanı Atıf Benderlioğlu seçildi.[200]

Genel idare Kurulunun hazırladığı gündemde; program, tüzük, hesap ve bütçe, istekler başlığı altına dört komisyonun seçileceği öngörülmüştü. Delegeler, muhalefet kongrelerinin geleneğine uyarak bir de ana davalar komisyonu oluşturdular. Çalışmalar altı gün sürdü ve 20 Ekim 1951 akşamı son buldu.[201]

Demokrat Parti üçüncü büyük kongresinde ilk iki kongrede olduğu gibi isteyen delege söz aldı, istenilen konularda, dilendiği kadar konuşuldu. Delegelerin konuşmaları arasında en çok alkışı alan Sabri Conkay; 22 yaşından küçüklerin partiye üye olarak alınmamasını, 18-22 yaşları arasındaki gençler içinde partiye bağlı bir gençlik teşkilatı kurulmasını önermişti. Diğer delegeler de birçok konuda isteklerini dile getirdiler. Emir erlerinin kaldırılması, okullarda din derslerinin okutulması, mason derneklerinin kapatılması gibi konular gündeme getirildi.[202]

Demokrat Parti üçüncü büyük kongresinde yaşanan en ilginç gelişme İçişleri Bakanı Halil Özyörük’ü istifaya götüren gazete haberiydi. Ulus Gazetesi’nde yazılan habere göre, Bakan Özyörük, eşine resmi bir araba tahsis etmişti.Yayınlanan bu haber resimlerle de ispat edilince İçişleri Bakanı Halil Özyörük görevinden istifa etmek zorunda kaldı.

Demokrat Parti Üçüncü Büyük Kongresi’nin son günü olan 20 Ekim 1951 tarihinde, DP Yüksek Haysiyet Divanı, Merkez Haysiyet Divanı için seçimler yapılmış ve Ana Davalar Komisyonu Raporu kabul edilmiştir. Bu seçimler sonucunda, seçimlere 871 delege katılmış, Parti Genel İdare Kurulu üyelikleri ve verilen oylar şöyle dağılmıştır:

Adnan Menderes (827), Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu (760), Fuad Köprülü (734), Refik Koraltan (687), Celal Ramazanoğlu (669), Samet Ağaoğlu (589), Sıtkı Yırcalı (571), Refik Şevket İnce (369), Fethi Çelikbaş (338), Atıf Benderoğlu (331), Emin Kalafat (321), Kamil Gündeş (247), Tevfik İleri (236), Rıfkı Salim Burçak (226), Mustafa Zeren (223).[203]

1.2.5.                           Millet Partisi’nin Kapatılması

Millet Partisi ilk defa 20 Temmuz 1948 tarihinde DP’den ayrılan İstanbul milletvekili Mareşal Fevzi Çakmak’ın fahri başkanlığında, Enis Akaygen, Hikmet Bayur, Kenan Öner, Mustafa Kentli, Osman Bölükbaşı, Osman Nuri Köni, Emekli General Sadık Akdoğan tarafından kuruldu.[204]

Millet Partisi’nin programı incelendiği zaman, bu partinin, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Liberalizm ve adalet ülkülerine bağlı olduğu (madde1), insan hak ve özgürlüklerini sınırlayan ve ortadan kaldıran yasaların iyileştirilmesine ve değiştirilmesine çalışacağı (madde2), toplumsal düzenin kurulmasında “itikadların, ahlakın, geleneklerin, örf ve adetlerin büyük hislerini tanıyacağı” ve bunların sık sık değişmesini devletin nüfuz sahası dışında bırakılması gerektiğine inanan (madde7) bir parti olduğunu belirterek, programın 8’inci maddesinde, “parti ,din müessesesine ve milli ananelere hürmetkardır.” denilmekte idi. Millet Partisi’nin bu programı ile CHP ve DP’nin içindeki tutucu ve dinci kesimleri çekmek amacında olduğu anlaşılmaktadır. 10 Nisan 1950 tarihinde, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ölümü nedeniyle, MP bir hayli sarsılmıştır. Millet Partisi, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, iktidarı ve DP’ye sert eleştiri ve suçlamalar yöneltmiş, ancak seçimlerde büyük bir hayal kırıklığına uğramış, 240.209 ile Türkiye genelinde %3 oy alarak yalnızca Kırşehir’den Osman Bölükbaşı milletvekili seçilebilmişti.[205]

Millet Partisi kısa bir süre sonra giderek dinci ve gerici kesimlerin denetimine girmeye başlamış, 14 Nisan 1951 tarihinde İstanbul İl Kongresi’nin Fatiha okunarak açılması, tepkilere neden olurken, 5 Mayıs’ta da “müfrit politikacı Sadık Akdoğan’ın “MP iktidara geçerse, Meclis’ten çıkmış dinle ilgili bütün kanunları kaldıracaktır.”[206] şeklinde bir açıklama yapması Parti hakkındaki şüpheleri iyice artırmıştır.

Millet Partisi’nin 15 Mayıs 1951 tarihinde Ankara’da Dördüncü Büyük Kongresi’nde parti içi mücadeleler ön plana çıkmaya başladı. Millet Partisi’nin Eski Genel Başkanı Prof. Hikmet Bayur, partinin ideolojisinin olmadığının ya inkılâpçılığı ya da muhafazakarlığı şiar edinmesi gerektiği üzerinde durdu. 22-28 Haziran 1953’te toplanan Beşinci Büyük Kongresinde Bayur ve inkılapçı kesimi oluşturanlar parti programının bazı maddelerinin değişmesi için önergeler verdilerse de hedeflerine ulaşamadılar ve partiden ayrıldıklarını açıkladılar.[207] Millet Partisi Ankara İl Başkanı Hüseyin Orak da, Millet Partisi’nin gizli bir dosyasından söz ederek bu partinin iktidara geldiği taktirde, Medeni Kanunu kaldıracağı, şeriati, saltanatı ve halifeliği geri getireceği, İslam Birliği’ni kuracağı, Arap harflerini yeniden kabul edeceği yolunda açıklamalarda bulunmuş ve partisinden istifa etmiştir. Olaylı geçen Beşinci Büyük Kongre sonunda Genel Başkanlığa Dr. Mustafa Kentli seçilmişti.[208]

Bu olaylar üzerine, Cumhuriyet Başsavcılığı 3Temmuz 1953 tarihinde, MP’li Osman Bölükbaşı ve Fuat Arna’nın ifadelerini almış, MP genel merkezi aranarak, 40-50- dolayında gizli dosyaya el konulmuş ve 8 Temmuzda da Millet Partisi’nin bütün teşkilatları 5. Sulh Ceza Mahkemesi kararı ile geçici olarak kapatılmıştı.[209]

Zafer Gazetesi yazarı Mümtaz Faik Fenik’e göre, “Parti Değil Adi Bir İsyan Çetesi” adlı yazısında MP Genel Başkanı Mustafa Kentli’yi şiddetle eleştirerek şunları yazmıştı:

“Mustafa Kentli, saltanat ve hilafetin en koyu devirlerinin hasreti içindedir. Onunla yanıp tutuşmaktadır... Gizli dosyalardaki ifşaat göstermiştir ki, bu partinin ihtilalci metodlarla hareket eden gizli tertipler kuran faşist bir partidir. Parti değil, doğrudan doğruya bir çetedir. Çünkü Türk Milleti’nin varlığına, hayatına, istikbaline ve medeniyet dünyası içindeki mevkiine kastetmiştir.”[210]

Millet Partisi’nin kapatılması kararına parti genel başkanlığı tarafından yapılan itiraz Ankara 3. Sulh Mahkemesi tarafından reddedildi. Millet Partisi’nin yargılanması yedi ay sürdü. Mahkeme Millet Partisi’nin dini esasa dayanan ve gayesini saklayan bir parti olduğu hükmüne vardı.[211]

27 Ocak 1954 tarihinde karara bağlanan davanın sonucunda, parti yöneticilerinden Dr. Mustafa Kentli, Enis Akaygen, Fuat Arna, Ahmet Tahtakılıç, Ertuğrul Akça, Lütfi Bornovalı, Suphi Batur, Yesari Bilgisev, Nurettin Ardıçoğlu’nun 4919 Sayılı Dernekler Yasası’nın 9’uncu maddesinin

(b) ve (d) fıkraları ve aynı yasanın 5977 Sayılı Yasa ile değişen 33. Maddenin birinci fıkrası ve TCK’nın 526’ncı maddesinin (i) fıkrası gereğince, birer gün hapis cezasına çarptırılmalarına; Akaygen ve Bilgisev’in 65 yaşlarını doldurmaları nedeniyle cezalarının ertelenmesine, Galip Bilge, Mehmet Ali Derman, Cemal Işlak ve Hasan Dinçer’in beraatlerine, Parti merkez, ocak, bucak, il, ilçe dahil bütün merkez şubelerinin kapatılmalarına karar verildi.[212]

Kapatılan Millet Partisi üyeleri yeni bir parti kurmakta gecikmedi. 10 Şubat 1954 tarihinde kurucularını Millet Partisi’nin son Genel İdare Kurulu üyelerinden oluşan “Cumhuriyetçi Millet Partisi” kuruldu.[213]

1.2.6.                           Genç Demokratlar Teşkilatı

Halkevleri kapatılana kadar CHP-Halkevleri ilişkisi, politikaya ilgisi olan genç kesimin CHP tarafından kazanılmasını sağlıyordu. Halkevleri kapatılınca genç kesimin özellikle üniversitelilerin, partinin gelişmesine ve propaganda çalışmalarına olan katkıları devam etti. Demokrat Parti ise genç kesimin oyunu almakta güçlük çekiyordu. Özellikle seçim dönemlerinde çalışmalarına ihtiyaç duyulan genç kesim DP tarafından kazanılmalıydı.[214]

Bu amaçla DP’nin 9. Kuruluş Yıldönümü olan 7 Ocak 1954 tarihinde, Ankara yükseköğrenim gençliğinden bazı öğrenciler, Gar Gazinosu’nda toplanarak, Genç Demokratlar Teşkilatı’nı kurduklarını açıkladılar.[215]

Genç Demokratlar Teşkilatı’na üye olabilmek için 28 yaşından küçük olmak gerekiyordu. Teşkilat bütün gençlere açıktı: “Bir zümre partisi olmayan Demokrat Parti, bütün halk tabakalarına hitap etmektedir. Bu sebeple Genç Demokratlar Teşkilatı, Parti teşkilatının bulunduğu her yerde herkesi partiye ısındırmak zorundadır. Teşkilatın amacı, genç unsurlara içtimai ve siyasi hayatlarında lüzumlu olan siyasi eğitimi vermektir.”[216]

Genç Demokratlar Teşkilatı, DP’den ayrı bir siyasi teşkilat olarak kurulmamış olduğu için bu teşkilatın ideolojisinde DP’nin ideolojisi ile aynıydı. Genç Demokratlar Teşkilatı’nın yapısı, parti örgütüne benzemekle birlikte daha basitti. DP Genel İdare Kurulu tarafından denetlenecek Genç Demokratlar Teşkilatı üyelerinin her kesimden seçilmesi öngörülmüştü. İl teşkilatları 9, ilçe teşkilatları 5’er üyeden oluşacaktı. Genç Demokratlar Teşkilatı’nın üyeleri gizli oy ile seçilecek ve organlar bir yıl süre ile görev yapacaktı. Teşkilata üye olacak adaylardan DP ile birlikte çalışacaklarına dair söz alınacaktı. Genç Demokratlar Teşkilatı’nın amaçları şöyleydi:

1-Gençler arasında politika eğitimini, konuşma ve dinleme adabını yaymak,

2-Memleketin kültürel, sosyal ve ekonomik meselelerini siyasi eğitimin gerektirdiği usuller dairesinde müzakere ve münakaşa etmek,

3- Bu çalışmalardan elde edilen bilgi ve tecrübeleri yaymak,

4-Türk İnkılâplarını korumak,

5-Yurtiçi ve dışında bulunan benzeri gençlik teşekkülleri ile ilişkiler kurmak.

Genç Demokratlar Teşkilatı’nın çalışma konuları ise şöyle belirlenmişti:

1-                             Demokrat Parti tüzük ve programını tatbik etmek,

2-                             Demokrat parti’nin göndereceği veya tavsiye edeceği yayınları incelemek,

3-                             Üyelerinin muhitlerinde duydukları haber ve havadislerin doğruluğunu arkadaşları ile birlikte münakaşa ve müzakere etmek,

4-                              Memleketi tanımak için ortak geziler, ziyaretler düzenlemek,

5-                             Üyeler arasında bağlılığı arttırmak amacıyla, eğlenceler tertip etmek ve her türlü çalışmalarında “usulü dairesinde” siyasetle uğraşmak.[217]

Başbakan Menderes, 17 Ocak 1954 tarihinde, Ankara Türk Ocağı Merkezi’ni açtı. Türk ocakları ile Genç Demokratlar Teşkilatı arasında sıkı bir ilişki kurulduğu ve Başbakan’ın bu konuya büyük önem verdiği bilinmektedir. Demokrat Parti, bir zamanlar CHP’nin Halkevleri’nde yaptığı gibi, bu kurumları siyasi bir okul ve parti için potansiyel bir güç olarak kullanmayı amaçlamıştı.[218]

1.2.7.                           İktidar-Muhalefet İlişkileri (1950-1954)

DP ve CHP arasındaki ilişkiler 14 Mayıs 1950 seçimlerinden hemen sonra gergin bir havaya girdi. CHP, 27 yıllık iktidardan, DP ise dört yıllık şiddetli muhalefetten sonra yeni rollerine uyum göstermekte zorluk çekiyorlardı. Menderes Hükümeti kendini, milli iradenin temsilcisi ve ülkeyi değiştirme göreviyle yükümlü olarak görüyor ve kendisinden önceki CHP gibi o da, muhalefetten bu süreç içinde, küçük bir ortak olmasını bekliyordu. CHP, 1946 seçimlerinden sonra ülkede yaygın desteğe sahip olmadığının farkındaydı. DP ise çoğunluğu temsil ettiği kanısındaydı ve demokrasi anlayışına göre bu çoğunluk kendisine gerekli gördüğü her şeyi yapmak için mutlak bir yetki ve meşruiyet vermişti.[219]

TBMM’de büyük bir çoğunluğunu elinde bulunduran DP, gücünü ve egemenliğini çok açık bir şekilde ortaya koymakta idi. Bundan dolayıdır ki DP, kendi içindeki siyasi sorunlar dışında, muhalefetin ağır siyasi baskıları ile karşı karşıya kalmamış, gerek TBMM içinde ve gerekse dışında, serbestçe iktidar olabilmenin rahatlığını yaşamıştır. Bu dönemde gerçekleştirilen ekonomik gelişmeler bir yandan gelecek seçimler için DP’ye önemli güvenceler sağlarken, öte yandan bu partinin muhalefete karşı sert bir tutum izlemesine neden olmuştur. bu dönemde hükümet ile ana muhalefet partisinin TBMM’ye danışmadan Kore’ye asker gönderme kararı, asker ve bürokratik kadrolarda yapılan atama ve sürgünler, Halkevleri ve CHP’nin mallarına el konulmasını öngören yasalar, Köy Enstitüleri’nin ve Millet Partisi’nin kapatılması gibi önemli sorunlar yer almıştır. Demokrat Parti kendisine yapılan eleştirileri, TBMM’deki çoğunluğu sayesinde önemsememiş ve halkın büyük desteğini de alan siyasi iktidar bu dönemde başarılı bir sınav vermiştir.[220]

1.2.8.                    1954 Genel Seçimleri ve Sonuçları

1954 yılının Mart ayı sonundan itibaren Türk Siyasi hayatı genel seçim öncesinin hummalı havasına girmişti. 28 Mart’ta Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin yoklamaları yapıldı. Bu iki partiye aday olmak için 14.000 kişi müracaat etti, yoklamalar yapılıp adaylar seçildikten sonra bunların bir kısmı merkezin arzusuna uyarak adaylıktan geri çekildiler. Böylece Genel Merkez’e kontenjan tanınmış oldu. 12 Nisan’da kesin listeler ilan edildi. Demokrat Parti’nin 256 milletvekili yeniden aday oldu. Orgeneral Nuri Yamut, Hikmet Bayur, Behçet Uz, Nuri Demirağ, Lütfi Kırdar, Ahmet Tekelioğlu, Rauf Onursal, Ord. Prof. Kara Kemal gibi tanınmış birtakım kimseler Demokrat Parti listesindeydiler.[221]

Hükümet seçimler öncesinde, haftalık paralı tatil hakkını yasalaştırmış, toprak dağıtımına büyük bir hızla devam edilmiş, traktör başta olmak üzere tarım araç ve makinelerinde önemli artışlar sağlanmış, bunun sonucu olarak, üretimde daha önceki yıllara göre büyük bir artış gerçekleştirilmişti. 4 Nisan 1954’te Samsun Limanı’nın temeli atıldı. 22 Nisan’da Celal Bayar İzmit’teki üçüncü kağıt fabrikasını hizmete açtı. 26 Nisan’da Mersin Limanı’nın inşaatına başlandı.[222]

CHP ve DP bütün illerde Cumhuriyetçi Millet Partisi 40 ilde, Türkiye Köylü Partisi 19 ilde seçimlere katılma kararı aldı.

Demokrat Parti seçim kampanyasını temel olarak 1950-1954 arasındaki dört yıllık hizmetlerine oturttu. Celal Bayar Samsun Limanı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

“Bir tarihte Samsun’a geldim. Meşhur fırtınalardan kestane karası, çıkamıyoruz. Yabancı bayraklı bir gemiden dalgıç kıyafetli birisi denize atladı, karaya çıktı. İşadamıymış. Randevusu varmış. İstanbul’a yetişecekmiş. Milli gururum rencide olmuştu. Şimdi Samsun Limanı’nın temelini atıyoruz. Bu işin sırrı milli iradenin sizin elinizde tecellisidir.”

Adnan Menderes ise Erzurum’da yaptığı ilk seçim konuşmasında;

“Partimiz yalnız dört senelik icraatıyla CHP Hükümetleri’nin topyekün icraatının karşısına çıkıp rakamlarla dövüşmek imkanına sahiptir.” diyerek, kendi hükümetleri döneminde, ekonomide görülmemiş bir kalkınma sağladıklarını dile getiriyordu. DP seçim kampanyaları boyunca ekonomide “görülmemiş kalkınma” yı, rejim konusunda da “milli iradeni tecellisi olayı” nı propaganda malzemesi yapmıştır.[223]

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü seçim kampanyasını açan Malatya nutkunda partilerini ilgilendiren iki önemli konuyu açıkladı.

“1954 seçimlerini Türk Milleti için yeni bir imtihandır. Bu imtihanı şerefle vermek vazifemizdir. CHP vazifeyi sorumluluk duygusu içinde ifa etmeye hazırlanmıştır.”

Daha sonra rejim konusundaki isteklerini sıraladı başlıca eksiklik güven idaresi idi. Partizan idare kaldırılmalı, anayasa değişiklikleri yapılmalı ve Anayasa Mahkemesi kurulmalıydı. Yargıç güvencesi ve basın hürriyeti yasal yolla sağlanmalıydı. İnönü yabancı sermaye konusunda Hükümet’i eleştirerek konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Tarihte yabancılar kapitülasyon korumacılığı ile Türkiye’yi istismar ettiler. Yeni devirlerde yerli vatandaş gerçek dışı ve güvensiz usullerle ıstırap çekecek ve yabancı sermaye özel kanunların korumasında yaşayacaksa kendi elimizle yerli sermayeyi yabancı olmaya zorlarız. Yüzyıllarca denenmiş sakıncalı usullerin marifet gibi yeniden getirilmesine teşebbüs edileceğini asla tahmin edemezdik.”171

Genel seçimler 2 Mayıs 1954 Pazar günü sakin bir ortamda yapıldı. Türkiye genelinde toplam; 10.262.063 seçmenden, 9.095.617’sinin, 43.174 sandıkta oy kullandığı, kadınların bu seçimlerdeki katılımının çok yüksek olduğu, DP’nin oyların 1.000.000 dolayında arttırarak oylarını %55.22’den %58.42’ye çıkardığı; CHP’nin ise; %39.59’dan %35.11’e düştüğü ve yalnız Kars, Malatya ve Sinop illerinde tam liste halinde kazandığı anlaşılacaktı. Seçimlerin resmi sonuçlarına göre, DP’nin toplam oyların 5.313.659’unu alarak, 541 milletvekilliğinden 503’ünü, CHP’nin 3.193.471 oy alarak 31 milletvekilliğini, CMP’nin de 480.249 oy ile 5 milletvekilliğini kazandığı; Bağımsızlar’ın ise 56.393 oy alarak 2 üyelik kazanabildikleri anlaşılmıştı. Aynı sonuçlara göre, KP’ye 50.935, İP’e de 910 oy verildiği görülmüştü.172 (Bkz. Tablo:2)

(Tablo:2) 1954 Genel Seçim Sonuçları

Seçmen Sayısı

10.262.063

 

Oy Kullanan

9.095.563

Katılım Oranı

%88.63

PARTİLER

Aldıkları Oy

Toplamı

Aldıkları Oy

Oranı (%)

Kazanılan Milletvekilliği Sayısı

DP

5.313.659

58.42

503

CHP

3.193.471

35.11

31

CMP

480.249

5.28

5

KP

50.935

0.56

 

İP

910

0.01

 

BAĞIMSIZLAR

56.393

0.62

2

TOPLAM

9.095.563

100

541

171 TOKER, a.g.e., s.300.

172 AYIN TARİHİ, No:246, s.30.

1954 seçimleri DP’nin yıldızının en çok parladığı andı. İlerleyen yıllarda ise DP’nin yıldızının sönmeye başlaması iki ana etken yüzünden olacaktı. Bunlar, büyüyen ekonomik bunalım ve egemen seçkin sınıfın bazı kesimlerinin, özellikle de aydınlar ve ordunun hükümetten soğumasıydı.[224]

Demokrat Parti Türk Siyasi hayatını uzun yıllar yönlendiren, etkileri günümüze kadar uzanan bir dönemin mimarı olmuştur. devlet ağırlıklı bir yönetim biçiminden toplum ağırlıklı bir siyasal sisteme geçiş süreci içinde önemli bir dönüşüm noktası olan Demokrat Parti dönemi, Türkiye’de demokratik rejimin biçimlenmesinde ve sosyal hayatın etrafında döndüğü temel eksenin değişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. DP’nin toplumun demokratikleşmesinde temel bir rolü olduğu yadsınamaz ancak CHP’nin devlet partisi olduğu için eleştiren demokrat Parti, kendi iktidar döneminde partinin devleti anlayışına yönelmiştir. Sonuç olarak olumlu ve olumsuz etkileriyle Demokrat Parti, Türk siyasal yaşamın halen izlerini derinden taşıdığı popülist dönemin öncüsü olmuştur.[225]

İKİNCİ BÖLÜM

DIŞ POLİTİKADAKİ GELİŞMELER

2.1-                   Dünya Savaşından Sonra Türkiye (1945-1950)

İkinci Dünya Savaşı’na kadar dünyanın siyasi merkezinin Avrupa olmasına karşın Savaş sonrası durum Avrupa’nın çöküşünü getirmiştir. Savaştan galip çıkan Avrupa devletleri bile, iktisadi ve siyasi güçlerini yitirmişlerdi. Savaş sonrası ABD artık dünyanın en güçlü devleti durumuna gelmişti. Savaş, bir yanda ABD ve Sovyetler Birliği’ni, Avrupa’nın kaderine yön verecek duruma getirmiş, diğer yandan geleneksel uluslararası düzenin çok önemli değişikliklere uğramasına yol açmıştır. Alman, İtalyan ve Japon faşizminin dünya egemenliği hedeflerine karşı savaşa giren devletler, ortak tehlike geçer geçmez belirginlik kazanan sistem, görüş ve menfaat ayrılıkları içine girmiştir. Savaşın son yıllarından itibaren derinleşen bu ayrılıklar savaş sonrası dünyasını şekillendirmede önemli rol oynamıştır.[226]

Savaşın sonunda ortaya çıkan iki süper gücün liderliğinde Doğu-Batı Blokunun oluşması ve iki blok arasındaki ilişkilerin soğuk savaş şeklinde cereyan etmesi yeni uluslararası sistemin belirleyici özelliği olmuştur. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin düzenlenmesinde etkili olmuştur. Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona istikamet veren esas unsur savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.[227]

2.1.1.                   Türkiye Üzerindeki Sovyet Tehdidi

Savaş sonrası açıkça belli olmuştu ki ilişkilerin yerleşmesinde müttefiklerin durumu Türkiye’yi etkileyecekti. Savaş sonuna doğru Sovyetler Birliği Türkiye hakkındaki planları için Batı güçlerinden destek sağlama çabasına girişmişti. Ne Churchill ne Roosvelt ne de Truman bu konuda Sovyetler Birliği’ne kesin niyetlerini açıklamamışlardı. Churchill özellikle Yunanistan’ın İngiliz etkisi altında olmasını isterken Türkiye hakkında kesin bir görüş belirtmemişti. Ayrıca, İngiltere ve ABD Yalta Konferansı sırasında Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile oluşturulan durumun, Sovyetler Birliği lehine değiştirilebileceğini dile getirmişlerdi. Bütün bunlar Sovyet lideri Stalin’e Türklerin Batı desteğinden yoksun olduğu izlenimini vermişti.[228]

Almanya’nın yenilmesiyle Avrupa dengesinde meydana gelen boşluktan yararlanan Sovyetler, Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’ye karşı da emperyalist emellerini açığa vurmaktan çekinmemiştir. 19 Mart 1945’te, 1925 tarihli Türk- Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Paktı’nı feshetmiştir. Bunun üzerine Sovyetler Birliği’ne verdiği cevabı nota da, iki ülke arasındaki dostluk ve iyi ilişkilerin devamı için yeni bir anlaşma yapılabileceğini bildirmiştir. Ancak çok geçmeden Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler vermeden Sovyetler Birliği ile antlaşma yapılmasını imkânsız olacağı ortaya çıkmıştır. Nitekim 1945’te Molotov, Büyükelçi Selim Sarper’e iki ülke arasında yeni bir antlaşma yapılabilmesi için Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak içinde Sovyetlere Boğazlarda deniz ve kara üsleri verilmesi, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne iade edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Kabul edilmesi mümkün olmayan bu isteklerin Türk Hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine, Sovyetler Birliği Türkiye üzerinde siyasi baskı yapmaya başlamıştır.[229]

Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Sovyetler Birliği liderlerinin savaş sonrası sorunlarını çözümlemek için toplandıkları Potsdam Konferansı’nda, Sovyetler, Türkiye’nin zayıf olduğu gerekçesiyle serbest geçiş için gerekli garantiyi sağlayamadığını, bu sebeple Boğazların Sovyet Rusya ile Türkiye’nin ortak kontrolü altına konulmasını isteyerek Boğazlardan askeri üs talep etmiştir.[230] Potsdam Konferansı’nda İngiltere Başbakanı Churchill, Sovyetler Birliği’nin Boğazlar meselesine, yalnız kendisi ile Türkiye’ye ait iki taraflı bir mesele olarak bakmasına itiraz etmiş, onun bu görünüşüne Truman da katılmıştır. Sovyetlerin Boğazlarda üs istemek konusundaki istekleri üzerine tarafların görüşlerini birleştirmeleri mümkün olmamıştır. Toplantıya katılan her üç devletin Boğazlar hakkındaki görüşlerini Türkiye’ye ayrı ayrı bildirmelerine karar verilmiştir.[231]

Bu karara ilk uyan ABD olmuştur. 2 Kasım 1945 de Türk Hükümeti’ne verdiği notada bu konudaki görüşlerini açıklamıştı. Bu görüş Amerika tarafından Potsdam’da da belirtilmişti. Birleşik Amerika Boğazlarda ticaret gemileri için tam serbesti, Karadeniz’e kıyı devletlerin savaş gemilerinin geçişi için geniş serbesti ve Karadeniz’e kıyı olmayan devletlerin savaş gemilerinin ise Karadeniz devletlerinin izniyle ve sınırlı tonilato ile geçiş hakkına sahip olmasını istiyordu. Hemen hemen aynı nitelikteki İngiliz görüşü de 21 Kasım 1945’de Türk Hükümeti’ne bildirilmiştir. Dışişleri Bakanı Belvin’in 21 Şubat 1946 Avam Kamarasında “Şunu açıkça söyleyeyim ki, Türkiye’nin bir peyk devleti haline geldiğini görmek istemem, istediğim şey, Türkiye’nin bağımsız ve hür bir devlet olarak kalmasıdır” demesi, İngiltere’nin Boğazlar konusunun en esaslı noktası hakkındaki görünüşünü açıklıyordu.[232]

Sovyet tehditleri, Türkiye’nin yalnız olduğu bir döneme rastlamıştı. Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya kamuoyunda sağladığı prestijle ve Batılı devletlerin Türkiye’yi desteklemeyeceği varsayımına dayanarak hareket etmişti. Ancak Türkiye’nin iç politikasında çok partili sisteme geçmesi ve hür ülkeler arasında yerini alması, giderek Batılı devletlerin desteklerini sağlamıştı. Ayrıca savaştan sonra Sovyetler Birliği’nin sürekli toprak kazanma isteği Sovyetlere karşı kuşkuların artmasına yol açmıştı.[233]

Amerikan yöneticilerine Sovyet davranışlarının tehlikeli bir durum almaya başladığı gerçeğini anlatan ve bu devleti Orta Doğu bölgesi ile daha yakından ilgilenmeye zorlayan iki olay vardır. Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği’nin 1945 Aralığında iki Gürcü profesörünün iddialarına dayanarak Türkiye’nin doğusundaki bazı illerin kendisine bırakılması için açtığı kampanyayı şiddetlendirmesi, ikincisi ise 1945-1946 kışı boyunca dünya siyaseti sahnesine ön yeri işgal eden İran olaydır.[234] Soğuk savaşın giderek yoğunluk kazanması üzerine, Amerika’nın tutumu Türkiye lehine giderek değişmeye, Boğazlar üzerindeki tavrı ise Türk tezlerine yakın bir çizgiye gelmeye başlayacaktır. ABD nin tutumunu değiştirmeye başladığını gösteren ilk belirti, Amerikan donanmasının en büyük zırhlılarından biri olan Missouri İstanbul sularına gelmesidir. Bu ziyaretin görünümdeki sebebi zırhlının Washington’da ölen Türk Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a getirmesidir. Aynı zamanda, Amerika’nın bu davranışının Sovyetler Birliği’ne karşı yapılmış bir gövde gösterisi olduğuna şüphe yoktur.[235]

Sovyetler Birliği Potsdam Konferansı’ndan bir yıl sonra Boğazlarla ilgili görüşlerini içeren notayı Türkiye’ye vermiştir. Bu notada; Montreux Sözleşmesi’nin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamada yetersiz kaldığını ileri sürerek savaş sırasında bazı düşman gemilerinin Boğazlardan geçirildiğini iddia ederek, Boğazların Türkiye ile ortaklaşa savunulmasını istemiştir. Sovyetler Birliği, Boğazlar konusundaki görüşünü ihtiva eden bu notayı, Türkiye ile beraber ABD ve İngiltere’ye de vermişti. Türk Hükümeti Sovyet notasını cevaplandırmadan önce bu iki devletin düşüncesini öğrenmek istemiş, İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini arttırmıştır.[236]

Amerikalı idareciler, 7 Ağustos 1946 tarihli Sovyet notasını aldıktan sonra, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu daha iyi anlamaya başlamışlardır. Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson bu konuda yapılan görüşmeler sırasında, 7 Ağustos 1946 notasının Boğazlar rejimini düzenlemekten çok Türkiye’yi Sovyet egemenliği altına almak amacıyla kaleme alındığını savunmuştur. Acheson’un bu görüşüne başkan Truman’da katılmıştır. Başkan’a göre 7 Ağustos tarihli Sovyet istekleri kabul edilirse, Birleşik Amerika ile İngiltere’nin Boğazlar konusunda söz sahibi olmaları imkânsızlaşacak ve daha önemlisi Türkiye’nin bağımsızlığı ortadan kalkacaktı. Çünkü şimdiye kadar bütün denemeler, Sovyet kuvvetlerinin girdiği her ülkenin kısa bir süre sonra Sovyet nüfuzu altına geçtiğini göstermiştir. Boğazların ortak savunması bahanesiyle Türkiye’ye girecek Sovyet kuvvetleri de, çok geçmeden, tüm Türkiye’yi kontrol altına almak isteyeceklerdir.[237]

Sovyetlerin, 7 Ağustos 1946 tarihinde verdiği notaya karşılık ABD’nin 19 Ağustos 1946 tarihinde Sovyet Hükümetine verdiği cevapta, Boğazlar rejiminin yalnız Karadeniz Devletlerine ilişkin bir sorun değil, ABD ve öteki devletleri de ilgilendirdiğini ve Boğazların savunulmasında başlıca sorumlunun Türkiye olmakta kalması gerektiğini bildirmiştir.[238]

Sovyet notası karşısında Recep Peker Hükümeti, 14 Ağustos 1946’da TBMM’de okunan programında, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini her şeyin üstünde tutacağını belirterek 22 Ağustos 1946’da Moskova’ya verdiği karşılık notasıyla; Boğazlardan geçişi ile ilgili hükümlerinde bazı değişiklikler yapılabileceğini kabul etmekle beraber, bu sözleşmeyle kurulan rejimin kaldırılması ve Boğazların ortaklaşa savunulması konusundaki Sovyet isteklerini reddetmiştir.[239]

Türkiye’nin bu notasına karşılık Sovyetler 24 Eylül 1946’da bir cevap verdiler. Birinci notadaki ithamlar bu notada tekrar ediliyordu. Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye 24 Eylül notası üzerine, Amerika ve İngiltere 9 Ekim’de Sovyetlere verdikleri notalarda, Potsdam kararlarına göre, tarafların Türk Hükümeti’ne ancak birer nota vererek görüşlerini bildireceklerini, yoksa cevaplaşma suretiyle meselenin tartışılmasına girişilmeyeceğini bildirdiler ve Türkiye’nin Boğazlar savunmasının tek sorumlusu kalması gerektiği hususundaki görüşlerini tekrar ifade ettiler.[240]

Sovyetler Birliği istediklerini yaptırmak için Türkiye’nin üzerinde siyasi baskı yapmaya devam etmiştir. Bu baskılar karşısında Türkiye, İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.

2.1.2.                   Türkiye-ABD İlişkileri

Türkiye Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939 yılından itibaren ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin ve savaş sonunda dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır. Fakat gerek Türkiye’nin savaşta tarafsız kalmış olması, gerekse Türkiye’de büyük bir endişe uyandıran Sovyet davranışlarının aynı tepkiyle karşılanmaması sebebiyle başlangıçta istediği desteği elde edememiştir. Ancak 1945-1946 yıllarında cereyan eden olaylar İngiltere ve ABD politikasının yavaş yavaş değişmeye başlamasına yol açmıştır.[241]

Öncelikle ABD’nin diplomatik desteğini elde eden Türkiye; ABD’nin askeri ve ekonomik desteğine de ihtiyaç duyuyordu. Türkiye, Sovyetlerin baskısından dolayı ordusunu hala savaş sırasındaki mevcudunda tutma zorunluluğu duyuyordu. Fakat iktisadi gücü büyük bir orduyu uzun süre silâh altında tutmaya yeterli olmayan Türkiye için tek çare dış yardıma başvurmaktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu yardım, kısmen İngiltere kısmen de ABD tarafından karşılanmıştı.[242]

Fakat savaş sırasında İngiliz ekonomisi büyük bir buhran geçirmeye başlayınca Londra Hükümeti dış yükümlülüklerinin bir kısmından kurtulmak gereğini duymuş ve 21 Şubat 1947’de ABD Dışişleri Bakanlığı’na biri Yunanistan diğeri de Türkiye ile ilgili iki muhtıra vererek bu iki devlete savaşın sona ermesinden bu yana yapılmakta olan askeri ve iktisadi İngiliz yardımlarının, 1947 Martı’ndan sonra devam edemeyeceğini fakat Batı dünyasının savunması bakımından bu iki devletin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askeri ve ekonomik yardımlarının şart olduğunu bildirmişti. İngiltere’nin bu muhtırası artık onun dünya ve özellikle Orta Doğu’daki yerini ABD’yi terk etmek zorunda kaldığını ortaya koymaktadır. Bu sebeple, İngiliz muhtırasını alan ABD yönetimi Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan komünist rejimleri, Türkiye ve Yunanistan’ın durumunu göz önüne alarak Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar vermiştir.[243]

2.1.2.1.                   Truman Doktrini

ABD yalnızca Orta Doğu değil Batı dünyasının savunması için de çok önemli bir yerde bulunan Yunanistan ve Türkiye’yi, Sovyetler Birliği’ne karşı koruma yolunu seçerek 12 Mart 1947’de Başkan Truman tarafından kongrede daha sonra “Truman Doktrini” adını alacak olan mesajını okumuş ve kongreden hükümete, Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılması yetkisi verilmesini istemiştir.[244] Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye yardım konusu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir. Bu kanuna göre, Yunanistan’a 300 milyon ve Türkiye’ye 100 milyon dolarlık bir yardım yapılması kabul edilmiştir.[245] 12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasından sonra ABD Türkiye’ye askeri yardım yapmaya başlamıştır. Truman Doktrini ve ikili antlaşma Sovyet baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük bir memnunluk yaratmıştır.

Truman Doktrini savaş sonrası ABD ve dünya politikasında bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona erdirmiş, dünyanın iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin başka bir deyişle soğuk savaşın başladığını ilan etmiştir.[246]

2.1.2.2.                   Marshall Planı

İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra Türkiye, yalnız Sovyet tehdidi ile değil, aynı zamanda ekonomik güçlüklerle de karşı karşıya idi. Savaş sırasında yükselen ihraç malları fiyatlarını, savaşın sona ermesiyle birlikte olağan seviyeye indirmek zorunda kalan ve endüstrisini geliştirerek yeni çalışma alanları açmak isteyen Türk Hükümeti, 1945 yılı sonlarından itibaren ABD’den iktisadi yardım istemeye başlamıştır. ABD’nin askeri yardımı başladıktan sonra Türk yöneticileri bu yardımın Türkiye’nin ekonomisi üzerinde beklenildiği kadar ferahlatıcı bir etkisi olmadığını görmüşler ve hoşnutsuzluklarını gizlememişlerdir.[247]

ABD 1948 yılında, İkinci Dünya Savaşı’ndan ekonomik ve sosyal bakımdan bitkin bir durumda çıkan Avrupa Devletleri’nin kalkınmasını sağlamak için dört yıl süreli “İktisadi İşbirliği Kanunu” (Economic Cooperation Act) kabul edilmiştir. Bu kanunun öncülüğünü Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall yapmıştır. 6 Haziran 1947’de Harward Üniversitesi’nde verdiği bir nutukta,

Avrupa devletlerinin iktisadi kalkınmalarını planlamak için bir araya gelmelerini istemiş ve ortak bir plan hazırlanırsa ABD’nin destek ve yardımını esirgemeyeceğini söylemiştir.[248]

Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947’de Paris’te bir toplantı yapıldı. Paris’te toplanan “İktisadi İşbirliği Konferansı’na Türkiye’de katılmış, savaş sonunda hazırladığı iktisadi kalkınma programını gerçekleştirmek için 615 milyon dolar tutarında dış yardım yapılmasını istemiştir. Paris toplantısı sırasında hazırlanan raporu inceleyen ve 16 Avrupa Devleti’nin ekonomik durumlarını ayrı ayrı gözden geçiren Amerikalı uzmanlar başlangıçta Türkiye’ye iktisadi yardım yapılmasına taraftar görünmemişlerdi. Amerikalı uzmanların bu tutumu Türkiye’de geniş tepkiler yaratmış ve Washington’dan, Türkiye’ye iktisadi yardım konusundaki tutumunu tekrar gözden geçirilmesi istenmiştir. Türk Hükümeti’nin kendi uzmanlardan daha çok Türkiye’yi haklı bularak Avrupa İktisadi İşbirliği Antlaşması imzalanmadan Türkiye’yi Marshall Planı içine almaya karar vermiş bu Antlaşmanın Paris’te imzalanmasından üç ay kadar sonra 4 Temmuz 1948’de ABD ile Türkiye arasında ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır.[249]

Antlaşmadan sonra Marshall Planı çerçevesinde 1949-1951 yılları arasında ABD Türkiye’ye ekonomik yardım yapmıştır. Türkiye bu yardımların yürürlüğe girmesiyle artık Batı yönlü bir politika izlemeye başlamıştır.

2.1.2.3.                   NATO’nun Kuruluşu ve Türkiye

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’ndan rakipsiz olarak dünyanın en güçlü ve en zengin devleti olarak çıkmıştı. Çeşitli nedenlerden dolayı savaştan sonra ordusunu önemli ölçüde azaltması, geleneksel “yalnızlık” politikasına dönmek niyetinde olduğunun bir göstergesiydi. Bu sırada sahip olduğu atom tekeli de böyle bir politika izlemesini kolaylaştırıyordu. Öte yandan, Avrupa’nın durumu çok farklıydı. Savaşın ve Alman işgalinin getirdiği sosyal sarsıntı ve psikolojik eziklik yanında askeri ve ekonomik yönden, yakın tarihe kadar ilk kez bu kadar zayıf, yıpranmış ve muhtaç duruma düşmüştü. Savaş öncesi dünyasının tek sosyalist devleti Sovyetler Birliği ise, toprak kazanma yönünden savaş ganimetlerinden en fazla payı almasına rağmen, savaş sırasında en fazla tahribata uğrayan devletlerin biri durumundaydı. Bununla birlikte Marksçı-Leninci ilkelerin sağladığı kuramsal çerçeve, Stalin’in demir bilekli otoriter yönetimi ile birleşince, bu devlet için, tarihi emellerini ve özlemlerini gerçekleştirmek üzere bundan daha müsait bir dünya düşünülemezdi. Amerikalı devlet adamlarının dünya politikasının gerçekleri hakkındaki tecrübesizlikleri ve bu konudaki bilgisizlikleri Sovyetler Birliği’nin Çarlık devrinden kalma politikasını yürütmesini kolaylaştırıyordu. Doğu Avrupa ülkelerini, önce komünistleştirerek daha sonra da onları uydusu haline getirmeyi planlamaktaydı. Sovyetler Birliği, ABD tarafından engelleninceye kadar dünya hegemonyası projesini yürütmek kararındaydı.[250]

Marshall Planı çalışmalarının yaygınlaştığı 1947’nin sonunda dünyanın iki bloğa bölünmüşlüğü apaçık hale gelmişti. Batı bu yıl içinde Truman Doktrini ile bir siyasal ideolojik saldırıya geçerken, Doğu Avrupa’da Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Polonya’da Komünist partiler, ulusal hükümetler içindeki öteki siyasi partilerle işbirliği yaparak, Sovyetler Birliği’nin de desteği ile siyasal iktidara egemen oldular savaş sırasında batılı müttefiklerle ittifak kaygısının ağır basması üzerine kapatılan ünlü Komitern’in (Komünist Enternasyonal) yerine 5 Ekim Kominform’un kuruluşuna ön ayak oldular. Kuruluş bildirisinde Kominform’un amacının, Batılı rejimlerle mücadele ve onları yok etmek olduğu açıkça belirtiliyordu.[251]

İki blok arasındaki gerginliğe bir başka etken, Birleşmiş Milletler’e bağlanan umutların tükenmeye başlamasıydı. Savaştan sonra barışın başlıca güvencesi olması beklenen BM Güvenli Konseyi, “veto” yüzünden zaman zaman çalışamaz duruma geliyordu.Taraflar bu konuda birbirini suçluyordu. Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov 1974’ün sonunda toplanan Paris Konferansı’nda Avrupa İktisadi Toparlanma (EER) programına katılmayı reddettiğini açıkladı. Bu olayla Avrupa ile yollar iyice ayrılmış ve ipler iyice gerilmişti. Avrupa toparlanmaya çalışıyordu, ama bir saldırı, bir askeri müdahale durumunda buna nasıl yanıt vereceğini de bilemiyordu. İşte bu gergin ve belirsiz ortamda İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, 22 Ocak 1948’de Avam Kamarası’nda şu konuşmayı yaptı:

“...Gerçekten de savaş sonrası dünyanın örgütlenmesinde kritik bir noktadayız; şimdi alacağımız kararlar, dünyada barışın geleceği açısından yaşamsal öneme sahiptir... Benelüks ülkeleri ile Fransız anlaşması, Batı Avrupa’da önemli bir çekirdek oluşturur. Bundan sonra en yakın komşularımızın oluşturduğu dairenin ötesine geçmek durumundayız. Avrupa uygarlığının tarihsel üyelerini, yeni İtalya’yı da bu büyük konseptin içine alarak birleştirme sorunu ile yüz yüze geleceğiz.”[252] diyerek, Avrupalıların tehlikelere karşı birleşeceği sinyallerini vermiş oluyordu.

Bunun üzerine, Batılı devletler için kendi güvenliklerini korumak bakımından kendi aralarında teşkilatlanma yolunu seçerek 19 Mart 1948’de İngiltere, Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda, “Brüksel Antlaşması’nı” imzaladılar. Bu antlaşma ile beş imzacı devlet muhtemel bir saldırıya karşı kuvvetlerini birleştirmeyi kabul ediyordu.[253]

Fakat İngiltere hariç bu ittifak üyelerinin hepsi II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın işgaline uğramışlardı ve dolayısıyla yorgun ve yıpranmış durumdaydılar. Altı yıllık savaştan sonra, galip İngiltere’de aynı durumdaydı. Sovyet saldırganlığına karşı kurulmuş bulunan bu ittifak daha ilk günden itibaren Amerika’ya dayanmaya ve ittifakın üyeleri de ABD’yi bu ittifakın içine çekmeye çalıştı. Çünkü Amerika’nın askeri ve mali desteği olmazsa bu ittifakın Sovyet emperyalizmine karşı başarılı bir engel teşkil etmesi mümkün değildi.[254]

ABD Monroe Doktrini’nden beri Avrupa ile ittifaklara girmiyordu. Çünkü ABD Anayasası’na göre Amerika’nın herhangi bir ittifaka bağlanması mümkün değildi. Ancak bu sıkıntılı durumu Senatör H. Vandenberg, Senato’ya sunduğu bir karar tasarısıyla; ABD Cumhurbaşkanı’ndan, Amerikan güvenliğini ilgilendiren ve karşılıklı yardıma dayanan bölgesel ve diğer antlaşmalara katılma yetkisinin verilmesini istemiştir. Vandanberg’in bu teklifi 11 Haziran 1948’de ABD Kongresi tarafından kabul edildi. Bu karara “Vandenberg Kararı” adı verildi. Vandenberg Kararıyla ABD 1832’den beri yürüttüğü Monroe Doktrini veya inziva politikasını resmen terk etmiş oluyordu.[255]

ABD dış politikasında bu esaslı değişikliği yaptıktan sonra, Batı Avrupa Birliği’ni daha sağlam ve geniş bir ittifak sistemi haline getirmek için Kanada ve Batı Avrupa Ülkeleri ile temasa geçti. Bu temaslar ve müzakereler sonunda 4 Nisan 1949’da 12 Batılı ülke arasında kısa adı ile NATO (North Atlantic Treaty Organization) denilen “Kuzey Atlantik İttifakı” kuruldu.[256]

Kuzey Atlantik İttifakı’na ; ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Danimarka, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İzlanda ve İtalya da dahil olmak üzere on bir devlet üye olarak alınmıştır.

Antlaşmanın Beşinci maddesi Paktın işlevini ortaya koyması bakımından önemlidir. Beşinci maddeyle, taraflar içlerinden birine veya birkaçına karşı Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da girişilecek silahlı bir saldırının bütün taraflara yöneltilmiş bir saldırı sayılması ve bunun sonucu olarak taraflardan her birinin böyle bir saldırının ortaya konmasında Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesiyle tanınan tek başına ya da topluca meşru savunma hakkını kullanacak. Kuzey Atlantik Bölgesi’nde güvenliği yeniden kurup sağlamak için silahlı kuvvetler kullanılması da kapsam içine girmek üzere gerekli göreceği harekete, tek başına ve öbür taraflarla anlaşma içinde hemen girişerek saldırıya uğrayan taraf ve taraflara yardım etmesi konusunda anlaşmaya varmışlardır.[257]

Anlaşmanın girişinde taraflar demokrasi, kişi hürriyeti ve hukuk hâkimiyeti üzerinde durarak ortak miraslarını ve medeniyetini korumak, bütün uluslararası meseleleri barışçı yollarla çözmek ve barış ve dostluğa dayanan ilişkilerini ve ekonomik işbirliğini artırmak niyetlerini de belirtiyorlardı. Böylece İttifakın askeri yönü dışında ekonomik kültürel ve sosyal yönü de olduğu vurgulanıyordu.[258]

NATO’nun kurulmasıyla Batı ile Doğu Bloku arasında denge kurulmuş oluyordu. NATO’nun kuruluşu ile Sovyetler Birliği’nin Avrupa’daki yayılması o günden bugüne kadar durdurulmuştur. Fakat 1949’a gelinceye kadar da Avrupa’nın önemli bir kısmını sınırları içine katmıştır. Sovyetler Birliği, 1940­1945 yılları arasında Avrupa’da 450 bin km toprağı ve 24 milyon kadar nüfusu sınırları içine katmış, 1945-1948 yılları arasında ise 1 milyon km toprak ile 92 milyon nüfusu da kontrolü altına almayı başarmıştır.[259]

NATO kurulduğu sırada Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidi duraklama aşamasına girmiş olmakla beraber tamamen ortadan kalkmamıştı. Batılı devletlerin muhtemel bir Sovyet tecavüzüne karşı böyle bir ittifak anlaşması imzalamaları Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki emellerinden hala endişe duyan ve 1947 yılından beri ABD yardım almakta olan Türkiye’de de ilgi uyandırmıştı. 1947 yılının Şubat ayında Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nın toplantısına katılmak üzere Londra’ya ve ardından Paris’e giden Necmettin Sadak, Fransız Dışişleri Bakanı Schuman’la konuştuktan sonra yaptığı basın toplantısında, Atlantik Paktı’nın “mutlak suretle tahdit edilmiş bir coğrafi bölgeye ait güvenlik” sistemi olduğunu “binaen aleyh Türkiye için buna iştirake hiçbir sebep” olmadığını belirttikten sonra şöyle demiştir:

“Fakat Avrupa’da barış yalnız kıta kısmında korunmaz. Bizce, Avrupa barışı birdir ve bölünemez. Bu sebepledir ki biz Atlantik Sahillerinin savunma sisteminin Akdeniz’de de bir anlaşma ile imtidat ettirilmesi veya tamamlanması imkânlarını tasavvur ediyoruz... Bu anlaşma sonradan bütün siyasi imkânlar tamamlanınca münasip zamanda hâsıl olabilir.”[260]

Bununla beraber, Kuzey Atlantik Antlaşması metininin ve İtalya ile beraber Cezayir’in Kuzey bölümlerinin de bu anlaşma çerçevesi içine alınması,Türk basınında tepkilere yol açmıştır. 11 Mart 1949 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Atlantik Paktı’nın Tekâmülüne Doğru” başlıklı yazıda bu konudan şu şekilde bahsedilmiştir.

. “Bugünkü şartlar altında bir Bolşevik tecavüzü göz önüne alındığı takdirde, en mühim stratejik istikametlerden biri ve belki birincisinin Türkiye ve Yunanistan üzerinden geçerek Akdeniz’e inen yol olduğuna şüphe yoktur. Batılı müttefikler tedafüi bir ittifak antlaşmasıyla Kuzey ve Batı taarruz istikametlerini kapadıkları, fakat Akdeniz yolunu açık bıraktıkları takdirde, Sovyet Rusya’nın bu açık yolu tercih ve bilhassa Türkiye’yi daha ziyade tazyik ve tehdit etmesi gayet tabidir. Buna karşı alınacak tedbir ya Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Türkiye’nin iştirak bir Akdeniz Savunma Paktı vücuda getirmek yahut da bir beyanname ile Türkiye ile Yunanistan’ın istiklallerini garanti etmektir.”[261]

Atlantik Paktı’nın coğrafi sınırlarının Türkiye’nin NATO üyeliğine bir engel olarak gösterilmesi hükümetin bu konuyla ilgili yürüttüğü çalışmaları durdurmadı. Özellikle kendisi gibi bir Akdeniz ülkesi olan İtalya’nın da NATO’ya alınmasından sonra Hükümet ihanete uğradıkları duygusuna kapılarak NATO’ya kabul edilmemesinin ardındaki gerçek sebebin ABD’nin Türkiye’nin güvenliğine yönelik ilgisindeki olan bir azalmanın olabileceğini düşünmeye başladı. Türkiye savunmasının ABD olasılığından yoksun olduğu gören Sovyetler Birliği bundan yararlanmayı düşünebilir ve Türkiye’ye karşı daha saldırgan bir tavır içine girebilirdi. Diğer yandan ABD tüm dikkatini Batı Avrupa’nın savunma kapasitesini güçlendirmeye yoğunlaştırırken, kendilerinin toplam olarak aldıkları yardımlardan almakta oldukları payın düşeceğinden şüphe edilmekteydi.[262]

Bu iki konu Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Türk Delegasyonu’na başkanlık etmek üzere Nisan ayının başında Birleşik Amerika’ya gittiği sırada Amerikan yetkilileri ile yaptığı konuşmalarda ele alınmıştır. Bu ziyaret sırasında Sadak, 12 Nisan’da Dışişleri Bakanı Dean Acheason’la görüşmüş ve 13 Nisan’da da Başkan Truman tarafından kabul edilmiştir. Truman Acheson’la yaptığı görüşmelerde, Sadak’a Atlantik Paktı’na benzer bir Akdeniz Savunma Paktı kurulmasının ABD tarafından tasarlanmadığı açıklandığı ve buna karşılık Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına karşı duyulan ilginin azalmadığına dair teminat verildiği anlaşılmaktadır.[263]

Türkiye 5 Mayıs 1949’da kurulan askeri niteliği bulunmayan Avrupa Konseyi’ne de alınamayınca bu durum Hükümet’te yeni bir memnusuzluk yarattı. Fakat bu durum fazla uzun sürmemiş Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 8 Ağustos 1949 tarihinde Türkiye’nin Konseye davet edilmesini kararlaştırmıştır. Bu durum Türkiye’de, Avrupalı bir ülke gibi görüldüğü izlenimini yaratmıs, aynı zamanda NATO’ya girmek için atılan bir basamak olarak görülmüştür.[264]

Türkiye’nin teklif ettiği bölgesel pakt (Akdeniz Paktı) fikri ABD’nin olduğu gibi İngiltere’nin de çıkarlarına uygun düşüyordu. İngiltere Orta Doğu’daki çıkarlarını korumak için pakta Mısır ve Irak’ın da katılmasını ve komutanlığının İngilizlerin elinde olmasını istiyordu. Fakat Arap ülkelerinin İsrail meselesi yüzünden bu pakta girme ihtimali zayıf görünüyordu. Bu durumda Türkiye için, NATO’ya girmekten başka çare kalmıyordu.[265]

Türkiye NATO’ya girmek için ilk müracaatını 11 Mayıs 1950 tarihinde yaptı. Bu müracaatta Arap devletleri ile İsrail arasındaki geçimsizlik devam ettiği ve Mısır’la İngiltere arasındaki 1936 anlaşmasının yerine geçecek yeni bir anlaşma yapılmadığı sürece, bir Akdeniz Savunma Paktını’nın kurulamayacağı söylenmiştir. Bu bakımdan, Türkiye’nin Batı savunması çok önemli olan güvenliğinin NATO içinde sağanması gereği belirtilmiştir. Ancak Türkiye’nin yaptığı bu müracaat, yalnızca İtalya tarafından desteklenmiştir.[266]

2.2-                   Menderes Hükümetlerinin Dış Politika Doğrultusu (1950-1954)

I. ve II. Menderes Hükümetlerinin genel olarak dış politika doğrultusu ve ABD ile ilişkilere bakışı temelde CHP’ninkinden farklı değildi. DP seçim bildirisinde şöyle denilmekteydi:

“Bugün herhangi bir partinin değil bütün milletin müşterek kanaatinin bir ifadesi olan dış siyasetimiz meselesinde fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyoruz. Birleşik Amerika ile siyasi ve iktisadi münasebetlerimizi, samimiyet ve anlayış havası içinde her gün daha kuvvetlendirmek en büyük emelimizdir. Memleketimizde iktidar tedebbülünün dış siyasetimizde hiçbir değişiklik yapmayacağına dost düşman herkesin emin olması...”[267]

Menderes Hükümeti, CHP döneminde başlatılıp sonradan ümit kesilen Doğu Akdeniz Savunma Paktı’nın de savunuculuğuna başlamış ve böylece bu pakt dolayısıyla Batılı devletlerin dikkatlerinin Türkiye üzerine çekilmesi politikasını aynen sürdürmüştür. DP Hükümet Programı’nda bu konuyla ilgili şu satırlar vardır:

“Bir taraftan dostumuz müttefikimizin dikkat ve alakalarını bu mesele üzerine çekmek, diğer taraftan da yakın şark devletleriyle daha sıkı münasebetler kurarak bu bölgelerde anlayış ve adalet esaslarına dayanan samimi bir dostluk ve tesanüt havası yaratmak lüzumunu duymaktayız.”[268]

2.2.1.                   Türkiye’nin Kore’ye Asker Göndermesi ve Yankıları

1945 Mayısında ABD ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre savaş bittikten sonra Kore, Birleşik Amerika, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Çin’in ortak vesayeti altına bırakılacaktı. 1945 yılının Temmuz ayında Potsdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, Uzak Doğu savaşına katılmaya karar verince, askeri harekât bakımından Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı. Bu çizginin Kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekât sahası olarak kabul edildi. ABD’nin Japonya’yı bombalamasını fırsat bilen Sovyetler Birliği hemen Japonya’ya savaş ilan edip askerlerini Kuzey Kore’ye soktular ve 38. enlem çizgisine kadar ilerlediler. Böylece Kore, savaşın sonunda, kuzeyi Sovyet, güneyi ABD işgali olmak üzere fiilen ikiye bölünmüş oluyordu.

Batılı Müttefikler, Kore’de Birleşmiş Milletler kontrolünde tek bir devlet kurmak istediler. Ancak 1948 yılında kuzeyde komünistlerin kontrolünde “Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti” kurulunca bu amaçlarını gerçekleştiremediler. Kuzey’deki bu devletin kuruluşundan kısa bir süre sonra antikomünist Syngman Rhee’nin öncülüğünde Güney Kore devleti kuruldu.[269]

Kore, Asya’nın stratejik bir bölgesiydi. Asya’ya ayak basmak için bir geçit durumundaydı. Güney Kore’de ve Japonya’da Amerikan kuvvetlerinin bulunduğu göz önüne alınca Amerika’nın stratejik bakımdan kuvvetli bir durumda olduğu açıkça görülmektedir. Sovyetler, komünistler Çin’de duruma

hâkim oluncaya kadar bu duruma göz yumdular. Fakat Çin, 1949 sonunda komünist rejimin idaresi altına girince Sovyetlerin Asya’daki kuvvet pozisyonları iyice güçlenmiş oluyordu. Sovyetlere göre Amerika’yı Asya kıtasından atma zamanı artık çoktan gelmişti. Bu yapıldığı takdirde, Amerika’nın Japonya’dan da atılması kolaylaşabilirdi. Bu sebeplerden dolayı, Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Temmuz 1950 sabahında Güney Kore’ye saldırıya geçti. Bu açık saldırganlık karşısında Amerika, Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi. Güney Kore’nin yardımına gönderilmek üzere çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen esas yükü ABD’nin yüklendiği Birleşmiş Milletler kuvveti teşkil edildi.[270]

Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Trygve Lie silahlı tecavüzü püskürtmek ve bu bölgede devletlerarası barışı ve emniyeti yeniden tesis etmek için, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye olan devletleri Kore Cumhuriyeti’ne gereken yardımı sağlamaya davet etti.[271]

Bu olay, Batı yanlısı politika izlemekte olan Türk Hükümeti ve basınında tepkiyle karşılanarak “Komünist güçlerin Uzak Doğu’da yayılması” olarak değerlenmişti. Bu arada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Lie’nin Güvenlik Konseyi’nin Güney Kore’ye yardım edilmesini öneren 27 Haziran 1950 tarih ve 473 Sayılı kararı da Türk Hükümeti’ne ulaşmış bulunuyordu.[272]

Konu Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü tarafından 30 Haziran 1950 tarihinde Meclis’in gündemine getirildi. Köprülü, Kore’deki saldırıyı ve BM’nin aldığı kararı açıkladı. Bu bağlamda Genel Sekreter’den BM’ye bağlı bütün üye ülkelere gönderilen telgrafları okudu.[273] 27 Haziran 1950 tarihli telgrafta Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar aktarılmaktadır. Aynı gün Meclis’te şu konuşmayı yaptı:

 

“Arkadaşlar malumunuzdur ki, dış siyasette BM şartına bütün kuvvet ve samimiyetle iştirak bizim için sarsılmaz bir esas teşkil eder. Bu şartın men’i ve ruhu dâhilinde, yani yeryüzünde sulhu ve emniyeti müdafaa, taarruza karşı mukavemet ve bütün milletlerin istiklallerine, toprak bütünlüklerine riayet, bütün insanlığın saadetini, refahını temin, takip ede geldiğimiz harici siyasetin saadetin esasıdır. Birleşik Amerika ile çok sıkı ve

samimi işbirliğimiz İngiltere ve Fransa ile mevcut ittifakımız bu esaslar dairesinde yeryüzünde sulhun istikrarına hizmet eden bu açık sarih dürüst siyasetimizin icabıdır.”[274]

Köprülü, Lie’ye cevabın Konsey’in kararlarını desteklediğini söyleyerek T.C.’nin BM’nin bir üyesi olarak üzerine düşen taahhütleri yerine getirmeye amade olduklarını bildirdiklerini söyler.[275]

Bu kararın alınmasında Menderes’in büyük bir etkisi olmuştur. Çünkü Başbakan, beş yıldan beri Türkiye’nin izlediği Batı yanlısı politikanın kanıtlanarak NATO’ya girebilmesi için önemli bir fırsatın çıktığına inanmış ve Dışişleri Bakanı Köprülü ile yaptığı görüşmede bunu şöyle dile getirmişti:

“Ortak güvenlik ruhunu yürütmek ve itibarımızı yükseltmek bakımından bu, bizim hesabımıza yaman bir fırsattı. NATO’ya kabul edilmemize de köprü olabilir. İngiltere ve diğer milletler bunu baştan savma karşılar veya suya düşürürlerse, fırsat bizim için de hür dünya içinde elden gider. İşte bu yüzden herkesten evvel çağrıya olumlu cevap vermek ve diğer milletleri olmuş bitmiş bir durum karşısında bırakmak istiyoruz... Fakat işin içinde Türk askeri davası olması dolayısıyla Meclis kararı almaya kalkışırsak iş uzar dedikodunun sonu gelmez. Bir saat bile kaybetmeden sorumluluğu üzerimize alarak, karar vermek, kararı Birleşmiş Milletler’e ve Amerika’ya bildirmek zorundayız...”[276]

Türkiye’nin Kore’ye askeri birlik göndermesinde, her ne pahasına olursa olsun, Truman Doktrini yolu ile hem güvenliği sağlamak, hem de Batıya bağlanmak, hem de askeri ve ekonomik askeri yardım alma isteği önemli ölçüde etkili olacaktı.[277]

Bakanlar Kurulu toplantısından önce, Türkiye’de bulunan Amerikalı Senatör Harry Chain yaptığı basın toplantısında: “Türkiye’nin Kore Harbi’ne fiili suretle yardımı Atlantik Paktına girmesini sağlayacaktır. Eğer Türkiye Atlantik Paktı’na tam üye olarak girmiş olsa bütün ülkeler kendilerini daha etkin biçimde koruma olanağına sahip olacaklardır. Büyük bir denizin kıyılarının sadece yarısının korunması olanaksızdır. Eğer bu denizin tamamı korunmak zorunda ise Türkiye’nin NATO’ya dâhil edilmesi şarttır.”

Bütün bu gelişmelerden sonra Hükümet, 18 Temmuz’da Yalova’da Cumhurbaşkanı Bayar’ın başkanlığında toplandı. Toplantıya katılanlar arasında Başbakan Adnan Menderes, Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Dışişleri Bakanı Köprülü, Milli Savunma Bakanı Refik İnce, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut ve yüksek rütbeli komutanlar vardı. Dört saati süren toplantının ardından Başbakan Menderes şu açıklamayı yaptı; “Silahlı kuvvetlerimizin takviyesi ve geliştirilmesi için alınacak tedbirleri tetkik ve müzakere ettik.” Bu toplantı sonucunda Kore’ye asker gönderme konusunda herhangi bir kararın alındığına dair ipucu verilmez. Ancak basın, konunun görüşüldüğüne emindir.[278]

Dışişleri Bakanı Köprülü, B.M Genel Sekreteri T. Lie’ye 25 Temmuz 1950 tarihinde çektiği telgrafta:

“Birleşmiş Milletler Paktından doğan taahhütlerine ve Güvenlik Konseyi’nin kararlarına uymayı vecibe bilen Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Kore hakkında yardım talebini içeren 15 Temmuz tarihli telgrafını bu zihniyet içinde ve dikkatle tetkik etmiştir. Cumhuriyeti Hükümeti bu inceleme sonucunda, bu kararları dünyanın şimdiki şartları içinde ve dikkatle tetkik etmiştir.

Cumhuriyet Hükümeti bu inceleme sonucunda bu kararları dünyanın şimdiki şartları içinde genel barış hizmetinde etkili ve fiili şekildeki uygulamaya koymaktaki genel ve öneminin bilinci içinde, Kore’de hizmet etmek üzere 4500 mevcutlu silahlı bir Türk savaş birliğini Birleşmiş Milletler emrine vermeyi karar altına almıştır.”[279]

Hükümet, gönderdiği bu telgrafla Kore Savaşı’na resmen katılmıştı. Hükümetin TBMM’ye danışmadan aldığı bu karar muhalefet çevrelerinde büyük tepkilere neden olacaktı. Gerçekte ise muhalefet lideri İnönü Kore’ye asker gönderilmesine değil, kendi görüşlerinin sorulmamasına tepki göstermişti. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek imzası ile yayınlanan bir bildiride, bu durum açıkça ortaya konmuş Millet Partisi lideri Hikmet Bayur’da, muhalefetin görüşlerinin alınmamasını yayınladığı bir bildiri ile kınamıştı.[280]

Konu, Anayasa hukukçuları arasında da görüş ayrılığı yaratacaktı. İktidarı haklı gören Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Fransa’nın da Başkanlar Kurulu kararı ile Kore’ye bir savaş gemisi gönderdiğini ifade etmiştir.[281]

Kore’ye asker gönderilmesine asıl tepki, kurucuları ve yöneticileri arasında Behice Boran (Başkan) ve Adnan Cemgil’in (Genel Sekreter) de bulunduğu sol eğilimli Barışseverler Derneği’nde gelecekti. Bu Dernek yöneticileri, 27 Temmuz’da TBMM’ye bir mektup göndererek, kararın BM Anayasası’na ve Türk Anayasası’na aykırı olduğunu iddia ederek kararın iptalini ve TBMM’nin olağanüstü toplanmasını isteyeceklerdi.[282] Bu mektup ve Derneğin bildirisi, Hükümet tarafından şiddetle protesto edilmiş. Başbakan Menderes, “Kamuoyunu tahribe yönelik bu bildiriyi şiddetle kınamış ve bundan böyle komünizmle daha etkili bir mücadele yapılacağını açıklamıştı.[283] Arkasından da 11 Temmuz’da Barışseverler Derneği yöneticileri Behice Boran, Adnan Cemgil,

Vahdettin Barut ve broşürü basan matbaacı Cemal Anıl ve derneğin dört üyesi tutuklanmışlardı.[284]

Menderes Hükümeti Güney Kore’nin savunulması için BM emrine Ayaş ilçesinde bulunan 24.Piyade Alayı’nın gönderilmesine karar vermiştir. Bu alaya ek olarak 259 subay 395 Astsubay, 18 askeri ve sivil memur ve 4414 er olmak üzere toplam 5090 kişilik bir birlik kurulacak bu birlik Birinci Türk Tugay’ı olarak adlandırılmıştı. Bu Tugay’ın Komutanlığı’nı da, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı getirilmiştir.[285] Kore Tugayı, 17 Ekim 1950 tarihinde Güney Kore’ye hareket edecek bunun üzerine Başbakan Menderes, Amerikan International News Service Avrupa Genel Müdürü’nün kendisinin telefon yoluyla yaptığı röportajda sorulan soruları yanıtlarken: Birleşmiş Milletlerin, saldırı kimden gelirse gelsin caydırıcı olmak zorunda olduğunu ve barışın korunması gerektiğini vurgulayacaktı.[286]

Kore’ye asker gönderilmesi kararının bazı çevrelerde özellikle öğrenci olan Milli Talebe Federasyonu; “Hak ve hürriyet yolunda girişilmiş olan bütün taahhütleri yerine getirmeyi kendisine görev sayan bir milletin evlatları olmaktan duyduğumuz gurur sonsuzdur.” dedikten sonra Hükümet’e şükranlarını sunmuşlardır.[287]

Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi yabancı yazılı ve sözlü basınında da yankı uyandırmıştı. New York Herald Tribune gazetesi 27 Temmuz 1950 tarihli sayısında “Türkiye’den sonra İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda’da Kore’ye asker gönderecekler” başlığını kullanmıştı. Ayrıca New York’ta bulunan WOR radyosunun 26 Temmuz günü yaptığı yayınında, Türkiye’nin yardım kararından bahsedilir.[288]

“Bilhassa Türkiye’nin askeri yardım teklifi de çok manalıdır. Çünkü bu küçük memleket, dünya harbinin hitamından beri Sovyet namlusunun ağzında oturmakta,                           Rusya’nın         ve peyklerinin daimi tazyiki                           altına

bulunmaktadır.”denilerek komünistlerin Yunanistan ile Türkiye’ye hâkim olmağa çalıştıkları zaman Türkiye’ye silah yardımında bulunduklarını Doğu Avrupa’daki komünist tehlikesini ABD’nin önlediğini fakat yapılan bu yardımlardan dolayı hiçbir zaman takdir görmediklerini belirterek bugünkü durumda ve bu şartlar içinde Türkiye’nin yardım teklifinin oldukça ferahlatıcı olduğu” dile getirilmiştir.[289]

Hükümet yanlısı basın, Kore kararını savunacaktı. Zafer Gazetesi başyazarı Mümtaz Faik Fenik; “Azimli Politikamız ve Atlantik Paktı” başlıklı yazısında “...Türkiye’nin Atlantik Paktına alınmamış olması hem bizim hem dünya barışının aleyhine bir harekettir. Şimdi hükümetimiz Birleşmiş Milletlerin tavsiyesine uyarak müşterek barışı korumak için Kore’ye asker gönderme kararını alınca her halde Atlantik Paktına dâhil olan devletler memleketimizin bu gibi saldırganlık vakaları karşısında ne kadar enerjik davrandığını takdir etmiştir ve Türkiye’nin aranılır ve güvenilir bir kuvvet olduğunu anlamışlardır...”[290] diyerek, bütün bunlar göz önüne alındığında Türkiye’nin de artık Atlantik Paktı’na girmemesi için hiçbir sebep görememiştir.

Basında çıkan haberler Türkiye’nin Kore’ye asker göndermekte acele etmesinin nedenini açıkça ortaya koymaktaydı. Bu nedenler NATO’ya girmekle, Batılı devletler arasına katılmak ve daha da önemlisi Amerika’nın ekonomik ve askeri yardımdan yoksun kalmamaktı.[291]Hükümet, 30 Ağustos 1950 tarihinde NATO’ya girmek için ikinci kez müracaat etmiş, fakat bu müracaat da 1950 Eylül’ünde toplanan NATO Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilmemiştir.

Buna karşılık Konsey, Türkiye ve Yunanistan’ı Akdeniz’in savunulması için gerekli planlama işlerine katılmaya çağırma kararını vermiştir.[292]

Bunun sonucunda CHP lideri İnönü 22 Kasım tarihinde, Millet Partisi Lideri Osman Bölükbaşı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Kemal Türkoğlu Kore konusundaki durumundan dolayı Hükümet’e birer gensoru önergesi verdiler. İnönü’nün verdiği gensoru önergesinde;

“Dış politika ve memleketin siyasi ve askeri emniyeti meseleleri hakkında Büyük Millet Meclisi’nde umumi bir müzakere açılmasını temin etmek üzere bu meselelere dair iç tüzük hükümlerine göre, Başbakan’dan gensoru açılmasını arz ve teklif...”[293]

MP’li Osman Bölükbaşı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Kemal Türkoğlu da, 1 Aralık’ta verdikleri gensoru önergelerinde

“Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 43. maddesinin; Milletlerarası barış ve güvenliğin korunması için Güvenlik Meclisi ile Devletler arasında mahsus antlaşmaların yapılmasını verilecek yardım kuvvetlerinin miktar mahiyetinin bu antlaşmalarda tasrih edinmesini ve nihayet yapılan antlaşmanın amir bulunan hükümleri muktezalarından hiçbirisi yerine getirilmemiş bulunduğundan Hükümetimizin kararı, Anayasamız ve Hükümete bahsettiği taahhütlere mesnet olarak gösterilen Birleşmiş Milletler Antlaşmasına muhalif bulunduğu gibi kendi emniyetimiz sağlanmadan verilmiştir. Şurasını açıkça ifade edelim ki bir emri vaki ile tatbik halinde bulunan kararın geri alınmasını asla düşünmüyoruz. Ancak Anayasa aykırı bir kararla icraya girişmiş olan bugünkü Hükümetin iş başında kalmayacağı da tabidir.”[294]

Muhalefetin gensorularından İnönü’ye ait olanı DP Grup kararına uygun olarak düzeltilmek üzere kendisine verilirken Bölükbaşı ve Türkoğlu’nun soru önergeleri ise, DP milletvekili Halide Edip Adıvar’ın tek muhalefet oyuna karşılık büyük bir çoğunlukta kabul edilecekti.[295]

Gensoru önergesi gündeme alındıktan sonra söz olan Başbakan Menderes, Kore kararının Bakanlar Kurulunun ittifak oyu ile alındığını açıkladı.[296]

Gerçekte ise, önergede gündeme getirilen temel konu, Kore’ye asker göndermenin bir savaş kararı Sayılıp sayılmayacağı konusu idi. Bu önerge Meclis’te 8,5 saat süren ateşli konuşmalardan sonra 39 olumsuz, 1 çekimser oya karşılık iktidarın 311 olumlu oyu ile reddedilerek Hükümetin Kore’ye asker göndermesi kararı TBMM tarafından onaylanacaktı.[297]

Türkiye, Kore Savaşı boyunca ateşkesin imzalandığı 27 Temmuz 1953 tarihine kadar değiştirme birlikleri göndererek Türk Tugayı’nın asker sayısını korumakla yetinmedi, bu sayı zaman zaman 6000’in üstüne çıkarıldı. Türk Tugayı özellikle “Kunuri” çatışmalarında önemli başarılar kazanarak Amerikalıların övgüsünü aldı. Türk Tugayı, Kore’de toplam olarak: 717 ölü, 527 yaralı ve 228 tutsak verdi. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesinde: Truman Doktrini yolu ile hem güvenliğini sağlamak , hem Batı’ya bağlanarak hem de ekonomik ve askeri yardım almak isteği etkili olmuştu.[298]

2.2.2.                   Türkiye’nin NATO’ya Girişi

Menderes Hükümeti, Kore’ye asker yollama kararından bir hafta sonra Kuzey Atlantik İttifakı’na resmen başvuruda bulundu. Türkiye NATO’ya ilk kez 11 Mayıs 1950’de yeni CHP iktidarının son günlerinde başvurmuştu. Menderes Hükümeti, Kore’de ABD’ye verilen desteğin bir ödülü olarak NATO’ya kabul edilmeyi bekliyordu.[299]

13 Eylül 1950’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında Türkiye’nin NATO’ya üyelik başvurusu reddedildi. Buna karşılık Amerika’nın, Türkiye ve Yunanistan’ın aday üye olarak İttifak’a alınmaları görüşü Bevin ve Robert Schuman tarafından da benimsendi. 4 Ekim 1950’de Washington Atina ve Ankara’da aynı zamanda yayınlanan bildiride Türkiye ile Yunanistan’ın bu teklifi kabul ettiği açıklandı.[300]

NATO Konseyi’nin 1950 Eylül’ünde aldığı karar, Türkiye’nin kendini, Batı savunma düzenine bağlamak isteğini tamamen karşılamaktan çok uzaktı. Bu nedenle Türkiye, NATO’ya girme isteği geri çevrildikten sonra 1951 yılının başlarında ABD’ye, 1939 tarihli Türk- İngiliz- Fransız ittifak antlaşmasına katılma teklifinde bulunmuştur. Ancak, ABD bu teklifi çok sınırlı bir uygulama alanını kapsadığını ileri sürerek reddetmiştir. Çünkü bu anlaşma Yunanistan’ı içine almadığı gibi Sovyetlere karşı da yapılmış bir anlaşma değildi.[301]

Gerek NATO’ya alınmama gerek ittifak teklifinin reddi, Türk basınında tepkiye yol açmıştır. Eski Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 6 Nisan 1951 tarihli Akşam’da “(NATO’nun) Türkiye’ye tek taraflı ağır külfetler yükleyeceği iki senedir görülen hadise temayüllerden iyice anlaşılmıştır. Bunun peşini bırakmamız lazımdır. Hatta istemiyoruz diye bağırmamız çok iyi olacaktır.” diye ittifaka cephe almıştır. Ancak, Necmettin Sadak’a göre, “Türkiye’nin NATO’ya alınmamasının başlıca sorumlusu ABD değil, NATO’nun Batı Avrupalı üyeleriydi. İttifak kurulurken iki yıl sonrası için öngörülen 50-60 tümenli bir müttefik ordusu hala ortalarda yoktu ve her şeyi ABD’den bekleyen Avrupa Devletleri bu işi ağırdan alıyorlardı. Atlantik Paktı’nın hala müspet bir netice doğurmadığını gören Amerikan efkârı ve Kongresi, Mc Arthur hadisesinin yarattığı propagandadan sonra Amerika’nın Doğu Akdeniz’de yeni taahhütlere girişmesini güç kabul edecekti.[302]

Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda Amerikan stratejik düşüncesi 1951 yılı başından itibaren değişikliğe uğradı. Bunun başlıca nedeni soğuk savaşın yarattığı ortamdır. Doğu Bloku’na dahil Balkan Devletleri bu sıralarda hızla silahlanıyorlar ve Kominform’un 1945 yılında Doğu Bloku’ndan kopan Yugoslavya’ya karşı yaptığı baskılar yüzünden, NATO Başkumandanı General Eisenhower emrindeki kuvvetlerin güney-doğu kanadının kuvvetlendirilmesini gerekli görmeye başlıyordu. Amerikalı hava uzmanları da Türkiye’nin İttifak’a alınmasını önemle istiyorlardı. Çünkü Türkiye ittifak’a alınmadığı takdirde ülkesindeki hava üslerinin, Batılı devletlerce kiralanmasına muhalefet ediyordu. Amerikalı hava uzmanları Sovyetlerin Batı Avrupa’ya saldırmaları halinde, Türkiye NATO’nun üyesi olduğu taktirde bu ülkedeki üslerden kalkacak Amerikan uçaklarının Kafkaslardaki petrol ve Urallar’daki endüstri bölgelerini bombalayabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Yalnızca Akdeniz bölgesini kapsayacak bir anlaşma Türkiye’deki üslerin bu maksatla kullanımını sağlayamayacaktı.[303]

1951 Şubat’ında yayınlanan “Türkiye’nin Batı’ya bağlanmayı sürdürme iradesi ve yeteneğini “Savaş Durumunda Türkiye’nin Hareket Tarzını Önceden Hesaplama” başlıklı ulusal haber alma tahmin raporu[304] ABD’nin 1951 başında Türkiye’ye bakış açısını ortaya koyuyordu. Bu raporun ana başlıkları şunlardır:

1.                    Türkiye, Sovyet yayılmacılığına direnmede kararlıdır. Türkiye Batı’ya sıkı sıkıya bağlıdır.

2.                    Türkiye, Bulgar güçlerince bir istilayı Boğazlarda durdurabilecek güçtedir. Bir Sovyet saldırısında Türkiye organize direnişini büyük olasılıkla iki-üç ay sürdürebilir. Batı’nın fiili desteği ile ülke güneyini bir süre elinde tutabilir.

3.                    Genel bir savaş durumunda Türkiye bir saldırıya uğramazsa başta büyük olasılıkla savaşa taraf olmama statüsünü koruyacak fakat Batı’nın

zaferini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.[305] Ayrıca bu raporda Türkiye’nin güçlü ve zayıf yönleri şöyle sıralanıyor:

Ulusal birlik ve nüfusun türdeşliği: Ulusal birlik ve Türklerin Ruslara tepkisi sıralandıktan sonra, nüfusun türdeşliğinde “Kürt, Rum ve Ermeni azınlıklar”ın hatta kimi Türklerin iç güvenlik bozulursa komünist yıkıcılıktan etkilenebileceği fakat bunun ancak Sovyet işgali sonucunda ortaya çıkabilecek bir olasılık olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin ikinci güçlü yanı olarak ta ordunun durumu ele alınıyor. Ordunun 28000 kişilik modern, sıkı bir güce dönüştüğü seferberlik potansiyelinin 1.500.000 olduğu, ABD askeri yardımınca öngörülen bütüncül organizasyonun tamamlanmasına eski yöntemlerden, silah ve donanımlardan yenilerine geçişin geçici güçlüklerinin yarattığı tıkanıklara rağmen, savaş etkinliğinin büyük ölçüde arttığı belirtiliyordu. ABD raporuna göre Türkiye’nin zayıf yönleri ise “ekonomik zayıflık ve coğrafi yaralanabilirlik, olarak belirtiliyor. Coğrafi yaralanabilirlik, Türkiye’nin hem Balkanlar’dan hem de Kafkasya’dan saldırıya uğrayabileceği anlamına gelmektedir.[306]

Her an savaş tehlikeye karşı karşıya olan Türkiye’nin NATO’ya alınmasına İskandinav ülkeleri kendi güvenlikleri açısında karşı çıkmıştır. Danimarka, Norveç ve Belçika’ya göre, İttifak’ın genişletilmesi halinde kendileri de bu savaşa sürükleneceklerdi. Aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan ittifaka alınınca kendilerine yapılan Amerikan yardımının azalacağı endişesi vardı. Ayrıca bu yalnızca bir askeri ittifak değil, Atlantik Medeniyeti’ne sahip devletlerin oluşturduğu bir birlikti. Türk ve Yunan kültürü bu yapının dışında kalıyordu.[307]

Türkiye’nin NATO’ya alınmasına en büyük itiraz İngiltere’den gelmiştir. Bu itiraz özellikle Orta Doğu’nun savunulması konusundaki değişik görüşlerden ortaya çıkmıştır. ABD’nin en büyük endişesi NATO’nun güney-doğu kanadının zayıf olmasından ileri geliyordu. Bu yüzden Türkiye’de stratejik bir hava kumandanlığı kurulmasını istiyordu.[308]

Türkiye’nin NATO’ya alınmasına en büyük itiraz İngiltere’den gelmiştir. Bu itiraz özellikle Orta Doğu’nun savunulması konusundaki değişik görüşlerden ortaya çıkmıştır. ABD’nin en büyük endişesi NATO’nun güney-doğu kanadının zayıf olmasından ileri geliyordu. Bu yüzden Türkiye’de stratejik bir hava kumandanlığı kurulmasını istiyordu.83 İngiltere Süveyş politikasının devamı olarak bu kanalda egemenliğini sürdürebilmek için Türkiye Yunanistan ve Mısır’ı içine alan Orta Doğu Komutanlığı’nın kurulmasından yanaydı. Ancak Mısır başta olmak üzere öteki Arap devletlerinin İngiltere’ye destek olmamaları bu politikanın iflası ile sonuçlandı.[309]

Amerika’nın Türkiye’yi desteklemesinin nedenlerinden biri de, Türkiye’nin Kore Savaşı’nda göstermiş olduğu başarıydı. Amerika Dışişleri Bakanı Dean Acheson yaptığı açıklamada, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın Güney­Doğu Avrupa’nın askeri dengesinin önemli öğeleri olduğunu belirterek, bu ülkeleri, Atlantik Paktı ile ilgilerini göz önüne alarak bulundukları bölgenin savunma müzakerelerine iştareke davet ettiklerini söylemişti.[310]

Ayrıca, Türkiye’nin NATO’ya girişinde köşe taşlarından biri sayılan ABD’nin yakın ve Orta Doğu Elçileri toplantısı 14-21 Şubat 1951’de İstanbul’da yapıldı. Amiral Corney, Dışişleri Bakan Yardımcısı Mc Ghee, Hava Kuvvetleri Bakanı Finletter,ABD’nin Ankara elçisi Wadsworth ve ABD’nin Atina Büyükelçisi Peurifoy’un katıldığı toplantı sonunda “Türkiye’nin Akdeniz ve Orta Doğu savunmasındaki stratejik rolü” bir kez daha vurgulandı.[311] Ayrıca Türkiye ve Yunanistan ile karşılıklı güvenlik düzenlenmesine gitmesi ABD yönetimine iletildi. Konferans’ta katılımcıların önerdiği seçenekler şunlardı:

1.                    Türkiye’nin ve Yunanistan’ın NATO’ya alınması

2.                    ABD Türkiye ve Yunanistan arasında iki taraflı güvenlik düzenlemelerine gidilmesi.

3.                    ABD,İngiltere,Türkiye ve Yunanistan arasında çok taraflı düzenlemelere gidilmesi.

Konferanstan hemen sonra CHP’nin yayımladığı 26 Şubat Ulusal Haber Alma Tahmini Raporu’nun büyük ölçüde Konferans sonuçlarıyla çakışması, İstanbul toplantısının sonuçlarının Amerikan ulusal politikasının ortak değerleri olduğunu ortaya koyuyordu. Türkiye’nin NATO’ya girişinde ABD Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Corney ile Hava Kuvvetleri Bakanı Finletter’in 1951 yılının başında Türkiye’ye yaptıkları ziyaret oldukça önemliydi.[312] Bu diplomasi trafiği NATO’ya giden yolların yavaş yavaş Türkiye’ye açıldığının ilk işaretleri olmuştu.

Bu umudu ilk dile getirenlerden biri muhalefetin ileri gelenlerinden Nihat Erim olacaktı. Erim, Ulus’taki “Türkiye ve Atlantik Paktı” başlıklı yazısında; Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve İspanya’nın NATO’ya girmeleri olasılığının güçlendiğini belirterek, Le Monda Gazetesi Washington muhabirinin bir haberine gönderme yaparak ABD Senatosu’nun Türkiye ve Yunanistan’ın pakta alınmasını isteyen üyelerin giderek arttığını ileri sürmüştü. Erim’in gönderme yaptığı yazıya göre; ABD Hava Kuvvetleri’nin bu iki devletin üye olmasından en büyük beklentileri şunlardır:

1-                           Ege Denizi’ni elde tutmak

2-                           Mümkün olduğu kadar uzun bir müddet boğaz sahillerini

muhafaza etmek

3-                           Anadolu’daki hava meydanlarını Sovyet saldırıları başlar

başlamaz kullanabilmek.

4-                           Yugoslavya’nın Güney ve Doğu yakalarını korumak

5-                           Ruslarla peyklerinin, Arnavutluk ve Avlonya üslerini fiilen ele geçirmelerini önlemek ..”ti.

Erim bu yazısında: Türkiye’nin NATO’ya girmesi durumunda Anadolu’nun bir ileri üs olmasından çok bu üyeliğin Türkiye’ye sağlayacağı önemli yararlar üzerinde durmakta idi.[313]

Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral Carney ve Hava Bakanı Finletter’in Türkiye’yi ziyaretlerinden sonra, ABD 15 Mayıs 1951 tarihinde diğer NATO üyelerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya tam üye olarak alınmalarını resmen teklif etmiştir. Bunca olumlu gelişmelere rağmen, hala Orta Doğu Komutanlığı projesinden vazgeçmek pek olumlu görünmüyordu.[314] İngiltere Batı Örgütü Dairesi Genel Müdürü E. Shuckburg, Zafer başyazarı ve DP milletvekili M. Faik. Fenik’le yaptığı açıklamada; Orta Doğu’nun savunmasının önemi üzerinde durarak,

“Rusya tarafından tehdit edilen her devletin bu pakta üye olması gerekmediğini, NATO’nun bölgesel bir pakt olduğunu,Norveç ve İskandinav ülkelerinin paktın genişlemesinden endişe duyduklarını...” belirttikten sonra İtalya’nın bu pakta yer almasının nedeni; “bu ülkenin yönetim biçimi, kültür ve dini ile Avrupa topluluğunun bir parçası olduğu...” gibi gerekçelerle açıklamaya çalışmıştır.[315] Mr. Shcukburg’un yanıtı basında tepki ile karşılanırken Akşam Gazetesi yazarı Necmettin Sadak “Eşsiz bir gaf, pot kırma” örneği başlıklı yazısında; “İngiliz hariciyesinde bir umum müdürün, Atlantik Paktını dini bir camia saymasına ve kültür medeniyet bakımından Türkiye’den ayırmasını...” tepki ile karşılamıştır.[316]

1951 yazına doğru Orta Doğu’daki siyasi havanın bulanması, bu arada İran buhranının doğurduğu endişeler NATO’nun genişletilmesi konusundaki direnmeleri ve özellikle İngiltere’nin itirazlarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Bunun sonucunda İngiliz Dışişleri Bakanı Morrison, 18 Temmuz 1951’de Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada, Türkiye ile Yunanistan’ın NATO’ya alınmalarının İngiltere tarafından destekleneceğinin açıklamış ve şöyle demiştir;

“İngiliz Hükümeti Türkiye ile Yunanistan’ın, Atlantik Paktı’na alınması meselesini dikkatle ve şümülüyle inceledikten sonra, bu meselenin en mükemmel hal suretinin Türkiye ile Yunanistan’ın Pakta alınmasında bulunduğuna...” karar vermiştir. Aynı zamanda İngiliz hükümeti Türkiye’nin Orta Doğu’nun savunulmasında kendine düşen rolü oynaması üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu konuşmadan da açıkça görüleceği gibi, İngiliz Hükümeti, Yunanistan ve Türkiye NATO’ya alındığı takdirde bu iki devletle birlikte İngiltere ve Fransa’nın da dahil olduğu bir Orta Doğu savunma teşkilatının NATO’ya ek olarak kurulmasını da istemek konusunda ısrar ediyordu. Bunun sonucunda Türkiye NATO’ya katılabilmek için İngiltere’nin bu isteğini olumlu karşılamaktan başka çare görememiştir. Türk Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 20 Temmuz 1951’de TBMM’de yaptığı konuşmada, İngiltere’nin Türkiye’nin NATO’ya katılmasına razı olmasından duyduğu memnunluğu belirttikten sonra şöyle demiştir;

“Şu noktaya da işaret etmek isterim ki, Orta Şark müdafaasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri bulunduğuna kaniiz. Bu itibarla, Türkiye Atlantik Paktı’na iltihak edince, Orta Şark’ta bize düşen rolü müessir bir suretle ifa ve girmeye amade olacağız.”[317] İngiltere’nin itirazı bu biçimde ortadan kaldırıldıktan sonra, NATO Bakanlar Konseyi, 16-20 Eylül 1951 tarihlerinde Ottawa’da yaptığı toplantının sonunda Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye olarak çağrılmalarına oy birliği edilmiştir.[318]

Ottowa’da bulunan Amerikan Büyükelçisi Mc Ghee, “İngiltere’nin beceriksiz bir şekilde blöfünü sürdürdüğü” ve onlara sanki kendi dışişleri elemanıymış gibi davrandığını kaydedecekti: “Bizde sabırlı davrandık ve sonunda akıl galip geldi. Bu Türkler için aynı zamanda Avrupalı olduklarının bir onayı idi.”[319]

Bu olumlu karar Türkiye’de büyük bir sevinç yarattı. M. Faik Fenik 22 Eylül tarihli Zafer’deki “Dış Politikada Büyük Zafer” başlıklı bu sevinci belirtirken;

“İşte Kore’de akıtılan Türk kanı heder olmamıştır. Atlantik Paktı şimdi Türkiye’de bir tecavüze uğradığı takdirde Birleşik Amerika’nın otomatik suretle yardımı sağlanmıştır...” diyerek üyelere teşekkür ediyordu. Muhalefetten İnönü’de bu sevinci paylaşanlar arasındaki yerini alırken basına yaptığı açıklamada;

“Memleketimizin emniyeti, milletlerarası büyük bir teşekkülün kader birliğine katılmış olmak bakımından siyaseten artmıştır, denebilir. Bundan sonra dünya sulh bakımından vazifelerimiz de artmış oluyor. Eşit haklarla milletimizin kendisine teveccüh edecek vazifeyi en iyi şekilde ifa edeceğine şüphe yoktur.”[320]

Zafer başyazarı M. Faik Fenik “Atlantik Paktı’nda CHP Sabotajı “ yazısı ile muhalefet partisini eleştirerek;

“Kore, Adnan Menderes Hükümeti’nin cesaretli ve azimli politikası sayesinde Yemen değil, Atlantik Paktı oldu ve memleketimizin emniyeti, bu pakta daha kuvvetli bir şekilde garanti altına alındı!... Onlar radyoda Kur’an, camide ezan, Kore’de kurban! demişlerdi...”[321]

Ottowa’da yapılan toplantıda Bradley, İngiliz Genelkurmay İkinci Başkanı Mareşal Sir William Slim ve Fransız Genelkurmay İkinci Başkanı General Lecheres Türkiye’ye gelerek 13-14 Ekim tarihlerinde Türk yetkililerle görüşmeler yaparak Türkiye ve Yunanistan’ı NATO’ya bağlayacak olan anlaşmalar yapılmadan bu devletlerin NATO içinde entegre edilmesi ile ilgili görüşmelere başlamışlardı.[322]

15 Ekim’de yayınlanan resmi bildiride, aşağıdaki konularda görüş birliğine varıldığı belirtilmektedir.

Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktı’na girmeleri işlemlerinin bir an evvel tekemmül ettirilmesi lazımdır. Atlantik Paktı Daimi Grubu ile şimdiden temasa geçmek ve Türkiye’nin Pakta ilhakı tahakkuk ettikten sonra görüşmelerde NATO’nun yapısı, işleyiş biçimi, Türkiye’nin rolü ve hangi komutanlığa bağlanacağı konuşulmuş ve Türkiye ve Yunanistan’ın ittifaka biran önce girmeleri ile bir Orta Doğu Komutanlığı kurulması kararına varılmıştır.[323]

Ancak Ottowa toplantısında alınan karara ve ondan sonraki görüşmelere rağmen, Türkiye’nin NATO’YA katılması sorunu bir süre çözülememiştir. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katıldıkları zaman hangi kumandanlığın içine alınacakları sorunu Londra ile Ankara arasında anlaşmazlık yaratmıştır. Gerçekten, İngiltere bu iki devletin kuvvetlerinin NATO içinde de olsa, yetkisi kurulacak Orta Doğu Kumandanlığı’na katılması beklenen diğer ülkelerin kuvvetlerine de uzanacak bir İngiliz generalin, kumandası altına bırakılmasını isterken, Türkiye kendi kuvvetlerini bir Amerikan Komutanın özellikle NATO Başkumandanı Eisenhower’in yetkisi altına bırakmak istemiştir. Başka bir deyişle, Türkiye Orta Doğu Kumandanlığı’nın NATO’dan bağımsızlığını kabule yanaşmamıştır.[324]

Orta Doğu Komutanlığı’na katılması önerisi götürülen bir başka ülke olan, Mısır’ın bu öneriyi geri çevirmesi İngiliz projesinin suya düşmesine neden oldu. Bunun üzerine Amerikalı yetkililer Türkiye’nin NATO ve Orta Doğu Komutanlığı bünyesindeki rolünün yeniden değerlendirilmeye alınmasını önerdiler. Türkiye ve Yunanistan’ın hangi kumandanlık altına konulacağı sorunu çözmek amacıyla 14-28 Kasım 1951 tarihlerinde Roma’da toplanan Kuzey Atlantik Bakanlar Konseyi, Parlâmentoların Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya iltihaka davet edilmesi kararının tasdik edilmesine kadar bu iki devletin temsilcilerinin Konseyin Umumi toplantılarına müsahil sıfatıyla katılacaklarını belirten bir karar almıştır.[325]

Sonuç olarak hükümetin istediği olmuştu ama Türkiye’nin bağlanacağı Komutanlık konusundaki Amerikan-İngiliz tartışması 1952 Şubat’ına kadar devam etti. Türkiye’nin Orta Doğu Komutanlığına bağlanmadaki isteksizliği, kağıt üzerinde NATO’ya alınıp Müttefiklerce esas olarak Orta Doğu’da değerlendirme korkusundan kaynaklanıyordu. İngiltere’nin inisiyatifi kaybetmesi, Türkiye’nin isteklerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmıştır.[326]

1952 yılında Lizbon’da yapılan Konsey toplantısından önce yaptığı çalışmalarda Fransa tarafından ortaya atılan bir orta yol üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaşma gereğince Türk-Yunan Kara Kuvvetleri Güney Avrupa Kuvvetleri Kumandanlığı’nın emri altına konulmuş, deniz kuvvetlerinin ise kurulması düşünülen Orta Doğu                                                                                    Kumandanlığına bağlanması

kararlaştırılmıştır.[327]

Türkiye NATO’ya 18 Şubat 1952’de girmiş ve Kuzey Atlantik Konseyi’nin 20-25 Şubat 1952’de yaptığı Lizbon toplantısına üye sıfatıyla katılmıştır. Toplantı sonunda yayımlanan sonuç bildirisinde Türk ve Yunan kuvvetlerinin bağlanacakları komutanlık konusunda tam bir görüş birliğine varılamadığı şöyle belirtilmiştir.

“Konsey, Türkiye ile Yunanistan’ın Kuzey Atlantik Teşkilatı’na tahsis ettikleri kara ve hava kuvvetlerinin SACEUR Yüksek Komutanlığı emrine verilmesine ve bunların Güney Avrupa harekat alanı başkomutanlığına tabi olmalarına karar verilmiştir. Türkiye ve Yunanistan deniz kuvvetleri şimdilik kendi genel kurmaylarının emri altında kalacaktır.”[328]

Türkiye’nin NATO’ya girişini öngören antlaşma hakkındaki yasa tasarısı 17 Şubat 1952’de TBMM’ye sunuldu. Tasarı hakkında söz alan Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü Kuzey Atlantik Paktı’nın “yalnız müdafaa vasıtası değil, çok geniş manada, maddi ve manevi yükselişi hedef tutan antlaşması” olduğunu dile getirmiştir.[329]

Partisi adına söz alan CHP Grup Başkan vekili Faik Ahmet Barutçu ise, Atlantik Paktı’na girişimizin kuvvetli, itibarlı bir Türkiye’nin uzun seneler her milletten ziyade yaptığı fedakarlıkların bir mahsulü ve cihan hadiselerinin Türkiye’nin ehemmiyetini artırır bir neticesi olduğunu kaydederek, “Türkiye Atlantik Paktı’na bir sulh unsuru olarak giriyor, idealimiz ve menfaatimiz bu paktın silahlı tecavüzleri ve mücadeleleri önlemesi ve sulhu korumasıdır. Atlantik Paktı milli bir eser olarak tasvir ediyoruz. Memleketimiz ve dünya sulhu için hayırlı olmasını temenni ederiz” şeklinde konuşarak iktidara mensup milletvekillerinden sürekli alkış aldı.[330] Oya sunulan yasa tasarısı Seyhan milletvekili Cezmi Türk’ün çekimser oyuna karşılık, 409 milletvekilinin olumlu oyu ile kabul edildi.[331]

Türk dış politikası açısından NATO’ya girişin sonuçlarını kısaca değerlendirmek gerekirse;

Türk dış politikasında Truman Doktrini ile başlayan, Batı savunma sistemleri içinde güvenliğini sağlama ve bunun içinde ABD ile karşılıklı taahhütler altına girme politikası, Türkiye’nin NATO’ya alınması ile başarılı bir sona bağlanmış bulunuyordu. Ancak, NATO’ya giriş, Türk dış politikasındaki bu akımı hızlandıracak ve Türk hükümetleri, kurulan yeni ilişkileri Türk politikasının her yönünü içine alacak biçimde genişletme çabasına gireceklerdir. Bu tarihten sonra NATO, Türk yöneticileri için Türkiye’nin güvenliğini sağlayan bir ittifaktan çok, Türkiye’nin ABD ile askeri, ekonomik ve toplumsal ilişkilerine yani Amerikan varlığına biçim veren bir çerçeve niteliği kazanacaktır. Türkiye’nin NATO’ya girmesinin Türk Dış politikası açısından en önemli sonuçlarından biride çıkacak bloklar arası bir savaşta, Türkiye’nin savaş dışında kalma durumunun çok güç, hatta olanaksızlığıdır. Yeni Türk devleti 1939 yılına gelene kadar hiçbir büyük devletle ittifak ilişkisine girişmeden, dış politikasını başarı ile yürütebilmiş, 1939 tarihli İngiliz-Fransız ittifaklarına rağmen II. Dünya savaşında savaş dışı durumunu koruyabilmişti Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi ve bu ittifakın gereği olarak Türkiye’de kurulan çeşitli tesisler, bloklar arasında çıkacak bir savaşta Türkiye’nin savaş dışı kalabilme olanağı hiç olmazsa uygulamada ortadan kaldırmıştır. Olay bu açıdan Türk dış politikasında bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir.[332]

2.2.3.                   Türkiye-Bulgaristan İlişkileri

Türkiye’nin Doğu Bloku ile ilişkilerinde belirleyici rolü Sovyetler Birliği üstlenmiştir. Joseph Stalin döneminde Türkiye’ye verilen 1945 tarihli notanın iki devlet arasındaki yarattığı ciddi gerginlik Sovyet liderlerinin ölümüne kadar sürüp gidecektir.[333] 1948 yılından sonra Avrupa’daki olaylar Sovyetler Birliği’nin istemediği bir yöne doğru gitmekteydi. Yunanistan’daki iç savaş sona ermiş, bu devleti Balkanlar’da kurulmak istenen blok içine almak mümkün olmamıştı. SSCB’nin Balkanlar’da önemli ve etkili bir koz olarak kullanmak istediği Yugoslavya ‘da Kominform’dan atıldıktan sonra Batı’ya kaymaya başlamış, Moskova’nın himayesinde kurulmak istenen Güney Slavları Federasyonu için çalışmalar durmuştu.[334]

Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçmek istemeyen SSCB başta Bulgaristan olmak üzere kendisine bağlı devletleri Türkiye’ye karşı kullanmıştır. Bulgaristan’da çok sayıda Türk soyundan insanın bulunması ve bu devletin sınırının özel bir öneme sahip olması nedeniyle Ruslar, Bulgaristan’ı Türkiye’ye karşı kullanmışlardı.[335]

Bulgaristan’da Sovyetler Birliği’nin etkisi altında kalıp Sovyet Hükümeti’nin yürüttüğü dış politikayı izlemiştir. Bulgar Hükümeti, Bulgaristan Türklerinin sosyalist değişimlere menfi tutumları olmasından memnun değildir ve onlara Türk Devleti’nin potansiyel ajanları ve Bulgar-Türk sınırında güvenliği tehdit eden bir unsur olarak bakmıştır. Bu nedenle, hükümet onlardan kurtulmak amacıyla Türkiye’ye göç ettirme ve Bulgar Türk sınırı boyunca yerlerine Bulgar nüfusu yerleştirme kararı almıştır.[336]

Aynı zamanda, 1944 yılında işbaşına gelen Bulgar Komünist rejimi, Bulgaristan Türklerinin gelecek konusundaki kaygılarını artırdı ve göç isteklerini kamçıladı. 1950 yılına girildiği zaman Bulgaristan Türk azınlığı, bir yandan Bulgar makamlarını, öte yandan Türk makamlarını zorlamaya başladılar. Göç izni için Bulgar makamlarına başvurup pasaport isterken aynı zamanda Türkiye’ye de dilekçeler iletiyorlardı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye iletilen dilekçelerin birinde şöyle deniliyordu;

“Burgaz Vilayetinin Aydos kazasına mensup Macarlar karyesinde 140 haneye mürekkep olan halk Türkiye’ye hicret etmek istiyorlar. Hicret etme sebeplerini ise şöyle sıralamışlardır. “Birinci tarlalarımızı koperatsiya (kooperatif) yaptılar... İkincisi mekteplerimizde diniye ve Kur’an okutulmuyor, ilerde dinimizi, dilimizi unutturacaklar. İşte bu zorluklar karşısında kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, sancağımız olan Türkiye’ye hicret etmeyi, gözümüze aldık... göz yaşı ile yazdığımız bu ricalara nazar-ı dikkatinizi dileriz”[337]

Uydu ekonomilerin entegrasyonunda Bulgar sebze ve meyveciliği önemi dolayısıyla, Stalin bu kollektivizasyon hareketini desteklemekteydi. 1950 yılı başlarında Bulgaristan’a çok sayıda Sovyet tarım uzmanı gelmiş ve bunlar kollektivizasyon hareketinin yürütülmesinde çok etkili olmuşlardır. 7 Mart 1950’de Bulgaristan Tarım Bakanlığı her bölgede ve çok kısa bir süre içinde kollektif çiftliklerin kurulması ve köylülerin bu çiftliklerde toplanmaları yönünde karar verdi. Bütün bu gelişmelerin bir sonucu olarak büyük çoğunluğu toprak üzerinde çalışan Türk azınlığının, kollektivizasyon hareketi ile toprağı elinden gitmiş ve makineleşme ile de çoğu işsiz kalmıştır. Bulgaristan bünyesinde eritemediği ve çabalarında frenleyici bir unsur olarak gördüğü bu Türk azınlığından kurtulmak istemiştir.[338]

Bu gelişmeler üzerine Sovyetler’in yönlendirdiği Bulgaristan, Kore savaşından bir ay sonra, 10 Ağustos 1950 tarihinde Türkiye’ye bir nota vererek sayıları 250,000 kadar Türk’ün, Türkiye’ye göç etmek istediğini Bulgar makamlarının bu kimselere göçmen pasaportu vermeye başladığı, 10Ağustos 1950 tarihine kadar 54,028 kişiye pasaport verdiğini ve 250,000 kişinin hepsine pasaport verileceğini bildirdi. Bulgar hükümeti, Türkiye’nin ise Bulgaristan Türklerinin serbest göçüne engeller çıkardığını, pasaport alan 54,000 kişiden ancak 15,835 kişiye Türkiye’ye giriş vizesi verildiğini, oysa 1925 tarihli Türk- Bulgar İkamet Sözleşmesi’ne göre Bulgaristan Türklerinin isteğe bağlı göçlerine engel olunamayacağını belirtti.[339] 1925 yılında yapılan Türk-Bulgar Muhaceret Antlaşmasına göre Türkiye’ye göç etmek isteyen Türkleri mallarını, paralarını beraberlerinde getirebilmekteydi. Fakat Bulgar makamları bu göç esnasında Türklerin mallarını ve servetlerini beraber getirmelerine izin vermeyerek Türkiye’ye göndermeye kalkmıştır. Bulgar makamlarının kabul ettikleri bu durum bir nevi tehcir manzarası arz etmekteydi. Bu göç olayı, 1925 yılında yapılan

Muhaceret Mukavelenamesinin hem ruhuna hem de metnine ters düşmekteydi.[340]

Türk Hükümeti, 28 Ağustos 1950 tarihinde verdiği cevabı notada böyle kısa bir süre içinde bu kadar kalabalık bir göçmen kitlesini kabul etmeyi reddetmiştir ve 1925 yılında imzalanan Oturma Sözleşmesi’ne uyarak Türkiye’ye gönüllü olarak göç etmek isteyenlere giriş vizesi vermeye devam etmiştir.[341] Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenler arasında vizesi olmayan çoğu çingene olmak üzere 97 kadar kişinin de olduğu fark edilince vizesiz gönderilenler geri alınıncaya kadar Türkiye, 7 Ekim 1950 tarihinde Türk - Bulgar sınırını kapattı.[342]

Bulgar Hükümeti sınırın açılması için birçok girişimde bulundu. Türkiye vizesiz gönderilen çingenelerin geri alınması ve bundan böyle de vizesiz ya da sahte vizeli kimselerin Türkiye ile Bulgaristan arasında iki ay kadar süren diplomatik görüşmelerin ardından 2 Aralık 1950 tarihinde Türk - Bulgar sınırı açıldı ve göçmen akını yeniden başladı. Ancak bu defa günde 800 göçmen alınması konusunda sözlü anlaşmaya varıldı.1950 yılında sınırın kapanmasına kadar Türkiye’ye yaklaşık 30,000 göçmen geldi.[343]

Bu esnada, göçmenlere yeterli yardımın yapılabilmesini sağlamak için, Cumhurbaşkanı Bayar’ın koruyucu Başkanlığı’nda ve TBMM Başkanı Refik Koraltan’ın Başkanlığı’nda Göçmen Yardım Birliği kuruldu. Demokrat Parti Meclis Grubu ise aldığı bir kararla, DP milletvekillerinin maaşlarından 250’şer liranın göçmenlere yardım olarak verilmesini öngörmüştü.[344]

1951 yılının Nisan ayında Menderes Hükümeti göçmenler konusunda çok önemli bir karar aldı. 1 Ocak 1950 gününden beri Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen ve gelecek olan bütün göçmenler, “İskanlı Göçmen“ kategorisine alındı. Bundan böyle Bulgaristan’dan gelecek olanlara “Serbest Göçmen” değil göçmen vizesi verilmesi kararlaştırıldı.[345] Hükümet kararnamesine göre;

“Bulgaristan’dan 1950 takvim yılı başından itibaren serbest göçmen vizesiyle memleketimize gelen ve gelmekte olan Türklerin 2510 Sayılı İskan Kanununun 15. maddesinin 5098 Sayılı kanunla değiştirilen 2. bendi uyarınca (Göçmen olarak) kabul edilmeleri ve iskan muamelesine tabi tutulmaları ve Bulgaristan’da normal şartların avdetine kadar gelecek olanlara da mahalli konsolosluklarımızca 3657 Sayılı Kanuna göre serbest göçmen vizesi yerine göçmen vizesi verilmesi; İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının muvafakatine dayanan Tarım Bakanlığının 16 / 31 1931 tarihli ve 3204-0-3307 / 12891 Sayılı yasa üzerine Bakanlar Kurulunun 16 / 41 /1951 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.[346]

Sınırın tekrar açılmasından sonra Bulgar Hükümeti Türkiye’ye göçü yavaşlatmıştır. 1951 yılının son 5 ayı içinde göç ortalaması 12,000’den 4,000 civarına düşmüştür. Fakat sınırın 2 Aralık’ta tekrar açılmasından sonra Bulgaristan’ın, göçmenlerin arasına çingeneleri sokmaya devam etmesi göçmen sorununu tekrar alevlendirmiştir.[347]

Bulgar Hükümeti sahte pasaport ve vizeyle Türkiye’ye giriş yapmış olan 126 çingeneyi tekrar geri almak istemeyince Türkiye, Türk-Bulgar sınırını 8 Kasım 1951 tarihinde yeniden kapatmak zorunda kaldı.[348]

Bulgar Hükümeti 30 Kasım 1951 günü yayımladığı bir tebliğ ile Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçü kesin olarak durdurduğu kamuoyuna açıkladı. Bulgaristan Hükümeti, Türkiye’nin Bulgaristan Türklerini göçe özendirmek için her türlü propagandaya başvurduğunu, sonrada Türkiye’ye göçleri engellemeye çalıştığını ileri sürdü.[349] Türkiye 1 Aralık 1951 günü bir tebliğ ile Bulgar iddialarına karşılık verdi. Türkiye’nin göç etmek isteyen soydaşlarını engellemesinin söz konusu olmadığını nitekim 1950 yılından 1951 sonlarına kadar Bulgaristan’dan yaklaşık 150,000 göçmen alındığını, göçün devam etmesinin Bulgar Hükümeti’nin işine gelmediğini, bu yüzden sınırın kapanmasına varan olayları Bulgarların kasıtlı olarak çıkardıklarını belirtti.[350] On beş ay kapalı kalan Türk-Bulgar sınırı 20 Şubat 1953 tarihinde yeniden açıldı. Fakat, Bulgaristan artık Türklerin göçüne izin vermedi. Bu tarihten sonra 1968 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında “Yakın Akraba Göçü” anlaşması imzalanıncaya kadar Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç olmadı.[351]

1950’de 52,185 1951’de 102,240 olmak üzere Bulgar tehcir hareketi boyunca anayurda gelen Türklerin sayısı 154,425 kişidir. Bulgaristan’dan göçen göçmenlerin yerleştirilmeleri için Türkiye Marshall yardımından 30 milyon TL tutarında bir yardım almıştır. Bundan başka Amerikan Ekonomik İşbirliği İdaresi (The US. Economic Cooperation Administration) 4 milyon TL değerinde ayni yardımda bulunmuş, Uluslararası Göçmenler Örgütü (International Refugee Organization) göçmenlerin durumunu incelemek üzerine Ankara’ya teknik bir yardım grubu göndermiştir. Ancak göçmenlerin yerleştirilmeleri için yapılan giderlerin çok büyük bir kısmı hükümet ve halk tarafından yapılan ayni ve nakdi yardımlarla karşılanmıştır.[352]

Tehcirin Türk dış politikası açısından sonucu, Türkiye’nin Bulgar baskısı karşısında ABD’ye daha çok yaklaşması, bölge bakımından sonucu ise Balkanlarda 1947’den sonra başlayan soğuk savaşı hızlandırmasıdır. Truman Doktrini’nden sonra Yunanistan ve Türkiye’nin ABD’den askeri yardım almaları ve dış politikalarını sıkı bir şekilde Batı’ya bağlamaları ile Balkanlar bölgesi iki düşman bloğa ayrılmış bulunmaktaydı. 1948’de Yugoslavya’nın Kominform’dan atılması ve bu devletin Batıya kayması soğuk savaşı şiddetlendirmiş ve göçmen sorunu ise Türk-Bulgar ilişkilerini karşılıklı şüphe temeli üzerine oturtmuştur.[353]

2.2.4.                   Balkan Paktı

Stalin döneminde, 1948 yılında Yugoslavya’nın Kominform’dan uzaklaştırılması, bu ülkenin kendisini büyük bir yalnızlık içinde hissetmesine neden olmuştur. Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Joseph Tito “antikomünist” bir pakt olarak gördüğü NATO’ya katılmayı düşünmemekle beraber, Fransa, Almanya, İtalya, Belçika ve Hollanda arasında imzalanan Avrupa Savunma Topluluğu’na katılmak için 1953 yılında başvuruda bulunmuştu. Ancak bu pakt 1954’te Fransa Parlamentosu’nda onaylanmayınca gerçekleşme imkanı bulamadı.[354]

Yugoslavya’nın bağımsız bir politika izlemesi Batılı devletlerin özellikle ABD’nin dikkatini çekmiştir. Bu nedenle ABD Yugoslavya’nın Avrupa’da yalnızlıktan kurtulmasını sağlamak ve Tito’nun yeniden Sovyet Birliği’ne yönelmesini engellemek amacıyla Türkiye ve Yunanistan ile sıkı bir işbirliğine gitmesini önermişti. Amerika’nın bu öneri ile amacı;

“Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya girmeleriyle Kuzey Atlantik Bölgesinden başlayıp, İran’a kadar uzanan ve Sovyetler Birliği’ne karşı kuvvetli bir savunma hattı haline gelen şeritte tek gedik olarak Yugoslavya kalmıştı. Avrupa’nın savunulmasında çok stratejik bir konuma sahip olan Yugoslavya’nın Türkiye ve Yunanistan ile kuracağı işbirliği ile NATO cephesinin kuvvetlendirilmesini...” sağlamaktı.[355]

1947 yılından 1952 yılına gelinceye kadar Balkanlardaki işbirliği teşebbüsleri Yunanistan’dan gelmişti. Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmalarından ve özellikle Bulgar tehcirinin yarattığı huzursuzluktan sonra bu teşebbüsü Türkiye ele almıştır. Türkiye’nin bu etkin politikası Başbakan Menderes’in 1952 Nisan ayı sonunda Atina’ya yaptığı ziyaretle başlamıştır. Görüşmelerde iki ülkenin NATO üyeliklerinin doğurduğu siyasal ve askeri sorunlar ele alınmıştır. Yayınlan ortak bildiride görüşmelerin ayrıntıları hakkında açıklamada bulunulmamış ise de Balkanların ve özellikle Trakya’nın güvenliğinin sağlanması için üç taraflı görüşmelerin başlaması ve bunun için de Türkiye’nin doğrudan doğruya Yugoslavya katında teşebbüste bulunması kararlaştırılmıştır. Bildiride Yugoslavya’ya değinilmemesinin nedeni Türkiye ve Yunanistan’ın NATO içindeki yükümlülükleri ile Yugoslav ittifakının ne şekilde bağdaşacağı konusunda henüz bir anlaşmaya varılamaması ve Yugoslavya’nın da dış politikasına tam bir açıklık vermemiş olmasından kaynaklanmıştır.[356]

Alınan kararlar doğrultusunda Türk Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü 22 Ocak 1953 tarihinde Mareşal Tito ile bir görüşme yapmış, görüşme sonunda yapılan resmi açıklamada barış ve emniyetin korunması için her iki ülkenin de işbirliğine hazır olduğu belirtilmiştir.[357] 26-29 Ocak 1953 tarihleri arasında Fuad Köprülü, Atina’yı ziyaret ederek Yunanistan Başbakanı Mareşal Papagos ve Dışişleri Bakanı Stefanopulos ile ikili görüşmelerde bulunmuş ve görüşmeler sonunda yayınlan ortak bildiride üç devlet arasında bir paktın imzalanacağı açıklanmıştır.[358] Yunan Dışişleri Bakanı Stefanopulos’un 3-8 Şubat tarihleri arasında Belgrat’a yaptığı ziyaret sonucunda Balkan Paktı’nın bir an önce imzalanması kararı alınmıştır.[359]

14 Şubat 1953 tarihinde ise Yunanistan ve Yugoslavya heyetleri, Ankara’da toplanarak askeri ve siyasi konularda üçlü görüşmeler yapmışlardır.[360] Bu görüşmeler sonucunda 23 Şubat’ta Balkan Paktı’nın hazırlık aşaması tamamlanmış, 28 Şubat 1953 tarihinde de Türkiye,

Yunanistan ve Yugoslavya arasında üçlü bir anlaşma olan Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmayı Türkiye adına imzalayan Dışişleri Bakanı Mehmed Fuad Köprülü, Yugoslavya adına imzalayan Dışişleri Bakanı Koca Popoviç ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Stefanopolus ortak bir basın toplantısı yaparak, üçlü paktın amaçlarını açıklamışlardır. Koca Popoviç, AFP ve New York Times muhabirlerinin bir sorusu üzerine, Paktın Yugoslavya’yı NATO’ya yakınlaştırdığını belirtirken; Stefanopulos da Balkan Paktı’nın daha önceki pakta göre farkını açıklamış ve Yeni Balkan Paktı’nın, başka devletlerinde katılımına açık bulunduğunu ve daha geniş amaçlı olduğunu söylemiştir.[361]

Ankara Antlaşması üçlü ittifak yolunda atılan önemli bir adımdı. Antlaşmanın giriş kısmında savunma konularında işbirliği yapılması gereği belirtilmiş, Dışişleri Bakanlarının bu amaçla yılda en az bir kez toplantı yapmaları ve genel kurmaylar arasında işbirliğine girişilmesi de ayrıca vurgulanmıştı. Ayrıca ekonomik ve kültürel işbirliğinin genişletilmesi aralarındaki uyuşmazlıkların barışçı yoldan çözümü, birbirlerine karşı başka devletlerle işbirliği ve ittifaklardan kaçınmaları, birbirinin bağlı bulundukları ve ilerde yapacakları bağıtların Ankara Antlaşması’na aykırı düşmemesi gerektiği, antlaşmanın Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’dan doğan hak ve yükümlülüklerini etkilemeyeceği kabul edilmiştir.[362]

Balkan Paktı’nın iki savaş arası devresinde kurulmuş bulunan Balkan Antantı’ndan ayıran en önemli özellik Balkan Antantı’nda bir saldırı karşısında ortak bir savunma örgütü olmaksızın her devletin kendi ordusu ile karşı koymasını öngörmüş iken, Balkan Paktı ile ortak bir savunma anlayışı benimsenmiştir.[363]

Başbakan Menderes ise US News and World Report adlı haftalık bir derginin,1953 yılı Aralık ayı sayısına yaptığı açıklamada, üçlü paktın “tamamen savunma amacına yönelik” olup müşterek bir mütecavüze mukavemet esasına istinat ettiğini savunarak, “Türkiye’nin ittifakın gittikçe artan bir askeri işbirliğine istinad etmesi lüzumuna inandığı...” söyledi.[364]

ABD üçlü antlaşmaya imza koyarken Türkiye ve Yunanistan’a Yugoslavya ile bir askeri antlaşma yapmaları konusunda baskı yapmıştı.[365] Bu amaç doğrultusunda Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun Ankara’yı ziyaretinden sonra, üç Balkan devleti arasında yapılacak ittifak antlaşmasının ön tasarısını hazırlamak üzere Atina’da üçlü bir komisyon toplandı. Türk ve Yunan Hükümetleri imzalanacak Balkan Paktı’nın metnini NATO Konseyi’nin 29 Temmuz 1954 tarihinde yaptığı toplantıya getirmişler ve Konsey hazırlanan metni onaylanmıştır. Yapılan görüşmeler sonucunda Türk Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü, Yunan Dışişleri Bakanı Stefhanopulos ve Yugoslavya Dışişleri Bakanı Koca Popoviç Yugoslavya’nın Bled şehrinde 9 Ağustos 1954 tarihinde, bir ittifak antlaşması imzalamışlardır.[366]

Bu antlaşmaya göre; “Üyelerden herhangi birinin saldırıya uğraması durumunda diğerlerinin otomatik müdahalesi keyfiyetinin” çıkarılması, İtalya’yı memnun etmişti. Bu ittifak antlaşması 16 Şubat 1955 tarihinde TBMM’de onaylanmıştır. İttifak’ın Meclis’te görüşülmesi sırasında bilgi veren Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü, Bled İttifakı’nın, Ankara Antlaşması’nın yalnızca askeri bir birliğe değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve diğer alanlara da yönelik olduğunu söylemiştir.[367]

Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra yeni Sovyet Lideri Krusçev ve Bulgaristan’ın, uluslararası ilişkilerde bir yumuşama havası yaratma girişimi içinde Yugoslavya’ya özel bir önem vermeye başlamışlardı. Tito, Sovyetlerin

 

143

bu yumuşak tutumu üzerine, dünyada iki bloğun dışında bağlantısız (nötralist) bir politika gütmek hatta böyle bir harekete ön ayak olma yolunu tutmuştu. Yugoslavya, Türkiye ve Yunanistan ile yaptığı ittifaktan kritik bir dönemde çok az yararlanmıştı. Aynı zamanda Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu yüzünden çıkan gerginlik, özellikle 6 Eylül 1955’de İstanbul’da Rumlara karşı girişilen hareketler bu iki devletin Balkanlarda anlayış içinde işbirliğini engelleyici bir durum yaratmıştı. Bütün bu gelişmeler, kuruluşundan sonra bir iş görmemiş olan Balkan Paktı’nın sonunu getirmiş oldu.[368]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

EKONOMİ POLİTİKALARI

3.1- I. ve II. Menderes Hükümetlerinin Genel Ekonomi Politikası

Türkiye’de 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan serbest seçim sonucu Demokrat Parti’nin oyların %53.3’ünü alarak iktidara gelmesi ile çok partili sisteme geçilmesi hem ekonomik ve hem de mali büyük değişimlere yol açmıştır. Ekonomik bakımdan yirmi altı yıldır izlenen devletçi, korumacı ve kendi kendine yeten politikalardan vazgeçilmiş; dönemin ilk yıllarında ise ithalat büyük ölçüde liberalleştirilmiştir. Türkiye’nin 1947’de Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na (IMF’ye) üye olması ve dönem başında oldukça liberal bir iktisat politikası uygulaması, 1950li yıllarda Türkiye’ye sağlanan dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımlarında önemli artışlar başlamasında rol oynamıştır.[369]

Adnan Menderes Hükümeti’nin daha liberal ve özel sektör ağırlıklı bir kalkınma modeline iten çeşitli iç ve dış faktörler vardı. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye, devletçi iktisat politikaları yerine, özel sektör ağırlıklı yeni ekonomi politikası arayışına girdi. Bu arayışlarda sadece ülke içindeki fertlerin ve özel teşebbüsün dinamik potansiyelini ortaya çıkarma isteği değil, aynı zamanda dış ekonomik fırsatlar da çok etkili oldu. Çünkü başta ABD’nin Marshall Yardımı olmak üzere savaş sonrası kurulan IMF ve Dünya Bankası’nın finansman desteği fırsatları da ortaya çıkmıştı. DP iktidarı ile başlayan köklü ekonomi politikası değişikliğinin temelleri 1947-48 yıllarına dayanmaktadır.[370]

4 Temmuz 1948’de imzalanan “Ekonomik İşbirliği Anlaşması” ile Türkiye’ye Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik yardımı başladı. Bu anlaşma ile kurulan “Ekonomik İşbirliği İdaresi”, 1951’de yerini “Ortak Savunma İdaresi” ne bıraktı.[371]

1950 yılında siyasi iktidarın değişmesiyle, siyasi ve iktisadi davranışlarda liberalizme doğru bir kayma olmuş ve bunun sonucunda devletçiliğe verilen önem giderek azalmıştı. 1949 yılında yayınlanmış olan Demokrat Parti Programı’nın 43. maddesine göre; “İktisadi hayatta özel kuruluş ve sermayenin faaliyeti esastır. Onun için özel kuruluş ve sermayeye serbestlik ve güvenle çalışma şartları ve yani yeni iş alanları sağlanmalıdır.” ilkesi kabul edilmiş bulunuyordu.[372]

Birinci Menderes Hükümeti Programı’nda eski hükümetin iktisadi siyaseti şiddetle eleştirilmiş “müdahaleci, kapitalist, bürokratik ve tekelci bir devlet tipinin” nasıl ortaya çıktığını, “Devlet İktisadi Teşekküllerinin, her türlü gümrük duvarları ve her türlü ayrıcalıklar himayesinde verimsiz çalışmaları ve mamullerin pahalıya mal edilip pahalıya satılmaları” sonucunda ülkenin nasıl bir ekonomik baskı altında kaldığı gösterilmeye çalışılmış ve DP’nin; “Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında hissetmesini sağlayacak bütün tedbirleri” alması, yabancı girişim, sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde yararlanılması, üretim yaşamının, devletin zararlı karışmalarından ve her çeşit bürokratik engellerinden kurtarılması, devlet müdahalelerinin en aza indirilerek, “Devlet sektörünün mümkün olduğu kadar daraltılması ve buna mukabil emniyet vermek suretiyle hususi teşebbüs sahasını mümkün olduğu kadar genişletmek...” amaçlanmıştı.[373]

Hükümet Programı’nda parti programına uygun olarak devlet işletmelerinin “amme hizmeti gören ve ana sanayiye taalluk edenler hariç, muayyen bir plan dahilinde elverişli şartlarla peyderpey hususi teşebbüse devri... Ticari alanda da karışmanın zorunlu olmadığı hallerde, işi serbest ve normal kaidelere bırakmak” ilkesi benimsenmiştir.[374]

DP’nin iktidarı devraldığı 1950 yılında, Türkiye’nin toplam nüfusu 20.809.000 olup bu nüfusun 12.298.709’u 15 ve daha yukarı yaştaydı. Bu yetişkin nüfusun 6.595.276’sini kadınlar; 6.333.433’ünü de erkekler meydana getiriyordu. Bu nüfusun %75’i kırsal kesimde yaşıyordu. Türkiye’nin ulusal geliri kişi başına 360 TL idi(11.1TL=0.3571USD idi). Türkiye’nin 1950 yılı başında 775 milyon TL (190 milyon Dolar) borcu ve dört tonu rehinde bulunan 137 ton altın stoku bulunuyordu. ABD’li uzmanlara göre bu yıllarda Türkiye’nin 15 aylık döviz ve altın stoku vardı ve Türk Sanayii ve endüstriyel üretim, savaş öncesi yıllara göre gözle görülür bir artış göstermişti.[375]

Demokrat Parti’nin iktidarı devraldığı 1950 yılından itibaren izlediği ekonomik politikalarda Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası’nın, Türk Hükümeti ile işbirliği içinde hazırlamış oldukları ve Barker Raporu olarak bilinen raporun da, önemli derecede etkisi olmuştur. Bu bankanın başkanı olan James M. Barker başkanlığı altında 18 Haziran 1950 tarihinde Türkiye’ye gelen on beş kişilik bir inceleme kurulu, yerel incelemeler yaparak sözü edilen raporu hazırlamışlardır.[376]

Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası Raporu 1951 Haziranında Cumhurbaşkanı Bayar’a sunuldu. Bu raporda şu konular eleştiriliyordu:

1-                   Tarımı ihmal etme pahasına endüstriyi geliştirmeye kuvvet vermekten doğan, ekonomik dengesizlik,

2-                     Devletçilik ilkesinin hükümetin omuzlarına bir yük yüklemesi ve özel teşebbüsün cesaretini kırması,

3-                     Teknik elemanların yokluğu,

4-                     İdari mekanizmanın işleyişindeki yetersizlik,

5-                     Yatırımları düzenleştirecek ayrı bir mekanizmanın bulunmayışı,

Enflasyonun sermayenin serbestçe el değiştirmesini önlemesi ve satın alma gücünün gelişmesine engel olması.[377]

1946-1953 yılları dış ticaretin hızla genişlediği dış açıkların 17 yıllık bir aradan sonra yeniden Türkiye ekonomisinin yapısal bir özelliği haline geldiği, tarımsal gelişmenin sanayinin önüne geçtiği, ancak milli gelir artışlarının da çok hızlı olduğu bir dönemdir. 1946-1953 ekonomik konjonktürünün doruk yıllarının DP iktidarı dönemine rastlaması bazı yazarların Demokrat Parti yıllarını “Altın Yıllar” olarak nitelendirmesine neden olmuştur.[378]

3.1.1.                     Sanayi Politikası

Menderes Hükümeti, devlet sanayi politikasının temel hedeflerini belirlemek amacıyla 9 Nisan 1951 tarihinde Ankara’da ikinci Sanayi Kongresi adlı bir kongre toplanmıştır. Kongrenin açılışında Başbakan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ve kabinenin öteki üyeleri de hazır bulunmuşlardı. [379]

Kongrenin açılışında bir konuşma yapan Ekonomi ve Ticaret Bakanı Muhlis Ete,şunları söylemiştir:

“Demokrat parti iktidarı ele aldığı zaman, memleket sanayii tamamen başıboş bir durumda buldu. Şuurlu bir sanayi politikası takip etmek, yurdun iktisaden kalkınmasında memleket sanayiinden faydalanmak gibi yüksek hedefleri bir tarafa bırakalım; memlekette kaç sanayi işletmesi vardır. Bunlar yurt içinde nasıl dağılmıştır. Sınai istihsal kudretimiz nedir?... gibi en iptidai suallerin dahi cevabı verilemeyecek durumda idi.”[380] diyerek DP’nin bu konuda izleyeceği sanayi politikasının amaçlarını şöyle açıklamıştı.

a- Bir sanayi envanteri yapılarak tabii kaynakların belirlenmesi

b- İhracatı çoğaltan sanayiin desteklenmesi ve çoğaltılması

c- Sanayi politikasında fabrika, el ve ev sanayii şeklinde bir ayırım yapılmaması

ç- Yeni bir Sanayi Yasası hazırlanması

d- Sanayileşme programının memleket ekonomisinin diğer faaliyet sektörleriyle dengeli bir durumda yapılması

e- Memleketin gereksinimlerini ön planda tutan yatırımlara öncelik verilmesi

f- Varolan sanayi kurumlarının daha güçlendirilmesi

g- Sanayi kredisinin sağlanması ve yabancı sermayenin Türkiye’ye çekilmesi

ğ- Sanayi yatırımlarına vergi kolaylıkları getirilmesi

h- Sanayi birimlerinin kuruluşunda “priorite”nin (öncelik sorunun) belirlenmesi

ı- Devlet ve özel girişimin eşit haklar altında çalışmaları

1-                   Sanayicilere, yeni kurulan Sanayi Kalkınma Bankası’nın kredi sağlaması

j- Sümerbank’ın elindeki işletmelerden önemli bir bölümünü özel girişime devretmesi veya özel girişimin bu işletmelere katılması

k- Merkez Bankası mevzuatında yapılacak bir değişiklik ile bu bankanın özel sanayi kesimine yardım etmesinin sağlanması

l- Yabancı sermayenin memlekete getirilmesi için çalışılması

m- Güç ve rizikolu sanayi dallarından yeni kurulanlara birkaç yıl vergi bağışıklığı getirilmesi

n- Gümrük tarifelerinin sanayii koruyacak şekilde düzenlenmesi

o- Devlet karışmasının en az ölçülere indirilmesi

ö- Devlet işletmelerinin, özel girişimin ilgi duymadığı alanlarla sınırlı kalması ve özel kesimin çalışma alanlarının genişletilmesi

p- Tekelci zihniyete son verilerek, devlet-özel işletme arasında eşitlik sağlanması

r- Zorunlu olmadıkça devlet işletmesinin kurulmaması, kurulanlardan da en çok üretim sağlanması için önlemler alınması

s- Devletin elinde bulunan işletmelerin, ana sanayie yönelik olanlar dışında belli bir plan çerçevesinde, uygun koşullarla herkesin katılabileceği şirketlere peyderpey devretmeye çalışması[381]

3.1.1.1.                   Kamu İktisadi Teşebbüsleri

Hükümet programlarında, özel sektör ve sermayenin istikrar ve güvenle çalışabilmesi için devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlanması yolunda kararlar alınmasına rağmen bu uygulama da pek gerçekleştirilememiş KİT’lerin sayısı gün geçtikçe daha çok artmıştır. 1950-1954 yılları arasında, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (1950), Denizcilik Bankası Türk Anonim Ortaklığı (1951), Et ve Balık Kurumu (1952), Türkiye Çimento Sanayii (1953), Azot Sanayi (1953), Devlet Malzeme Ofisi (1954), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (1954)[382] gibi birçok devlet kuruluşu 1950-54 döneminde faaliyetlerine başlamışlardır.

Menderes Hükümetleri döneminde özellikle şeker ve çimento sanayiinde önemli gelişmeler dikkati çekmektedir. Şeker üretimi, yeni açılan on bir fabrikanın üretime geçmesi sonucunda 1956 yılına gelindiği zaman 365.000 tonu bulmuş, çimento üretimi ise yeni açılan on fabrika sayesinde 330.000 tondan 1960 yılında 1.700.000 tona yükselmiştir. On yıllık dönem içinde dokuma sanayiinde de %300’e yakın bir artış gözlenmiştir. Tezgah sayısı 1950’de 5.519 iken, 1960 yılında 15.820’yi bulmuştur. Sanayinin gelişmesine paralel olarak enerji sektöründeki gelişmeler de dikkati çekmektedir. Yapımına 1950 yılından itibaren başlanan Girvelik (Erzincan), Defne (Harbiye), Durucasu (Amasya), Sarıyer Barajı (Ankara), Seyhan Barajı (Adana), Tortum (Erzurum), Göksu (Konya), Sızır (Kayseri), Hazar Gölü (Elazığ), Kovada (Eğridir), Ceyhan (Kahramanmaraş), Kayaköy (Emet), Botan (Siirt), Tunçbilek (Kütahya), Soma Termik Santrali gibi enerji üretim kaynaklarından bir bölümünün 1954 yılına kadar üretime geçilmesiyle beraber Türkiye’de 1950 yılında 789.624 kw/saat olan enerji üretimi, 1960 yılında 2.815.071 kw/saat’e yükselmiştir. Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin ulusal gelire yaptıkları katkı 1950 yılında %9.5, 1952 yılında %9.6, 1958’de %9.9, 1959’da %11.3, 1960’ta %10.8 olmuştur.[383]

3.1.1.2.                   Yabancı Sermaye Yasaları ve Yatırımlar

Türkiye’de Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kaldırıldıktan sonra yabancı sermayeye karşı uzun yıllar boyunca yakınlık duyulmamıştır. 1928’den itibaren tek parti devri boyunca, imparatorluktan arta kalan şirketler adım adım millileştirilmiş, yabancı şirketlerin tasfiyesinin tamamlandığı 1944 yılına kadar geçen süre içinde, Türkiye’ye hemen hemen hiç yeni yabancı sermaye girmemiştir.[384]

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Türkiye’nin batı yanlısı politika izlemeye başlamasıyla bu durum değişmiş 22 Mayıs 1947 tarihinde çıkarılan “Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkındaki” 13 Sayılı kararname, yabancı sermaye ile ilgili birtakım yeni hükümler getiriyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki dönemde ilk defa yabancı sermayenin teşviki ile ilgili olarak bilinçli bir mevzuat düzenleniyordu. 13 Sayılı kararname 23. maddesiyle Türkiye’de iş yapmak isteyen yabancıların gerekli “nakdi sermayeyi ve işletme akçelerini” döviz olarak dışarıdan getirilmesi zorunluluğunu ortaya koyuyordu. Bu kararnamenin çıkışından üç yıl sonra 1

Mart 1950 tarihinde kabul edilen, 5583 Sayılı “Hazinece Özel Teşebbüslere Kefalet Edilmesi ve Döviz Taahhüdünde Bulunulmasına Dair Kanun”la dışarıdan gelerek Türkiye’de yatırım yapacak yabancı sermayeye tanınan transfer garantisi, dışarıdan borç alacak yerli özel teşebbüslere de tanınıyordu.[385]

Türkiye 1945’li yıllardan sonra, ABD ve ABD merkezli, uluslararası kuruluşların hibe ve borç biçiminde sermaye aktardıkları bir ülke konumuna gelmiştir. Türkiye bu duruma ayak uydurmakta zorlanmadı ve 1950’deki iktidar değişikliğinden sonra Menderes Hükümeti süratle yasal ve kurumsal düzenlemelere girişti.[386]

Hükümet ilk olarak, özel sermaye yatırımlarını desteklemek amacıyla, 4 Ağustos 1950 tarihinde, sermayesinin yarısı hükümet, öteki yarısı da İnternational Bank for Deconstruction and Development ve bazı Türk Bankaları ile sanayicileri tarafından karşılanan 12.500.000 TL sermayesi olan Sınai Kalkınma Bankası’nı kurdu.[387]

Özel sanayinin geliştirilmesi için 1950 yılında kurulan Sınai Kalkınma Bankası’ndan 1950-52 tarihleri arasında kredi almak için 900 kişinin başvuruda bulunmasına karşılık bulardan ancak 103’üne toplam olarak, 52 milyon TL kredi verebilmiştir.[388] Ekonomi ve Ticaret Bakanı Fethi Çelikbaş’ın 13 Ocak 1954 tarihinde, Yabancı Sermaye Yasası görüşülürken, TBMM’de yaptığı açıklamaya göre: DP iktidarı, “Devlet Teşebbüsleri’nden bir tekini bile özel teşebbüse” devredememişti.[389]

Bu gelişmeler sonucunda Birinci Menderes Hükümet’i, 30 Temmuz 1951 tarihinde “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik” için yasa tasarısı hazırlayarak TBMM’ye sundu. Bu tasarının en çok tartışılan maddelerinden birisi; dışardan gelecek yabancı sermayenin karlarını götürme şekline ait üçüncü maddesi oldu. Bu madde hakkında söz alan Köylü Partisi Seyhan Milletvekili Cezmi Türk;

“Bu üçüncü madde metnindeki açık kapı benim hoşuma gitmiyor, gönlümü, vicdanımı, fikrimi ve kalbimi tatmin etmiyor arkadaşlar.” diyerek gelecek sermayenin her sene %10’unun dışarı yollanmasını eleştirmiştir.[390] Yasa, 1 Ağustos 1951 tarihinde yapılan oylamayla 287 milletvekilinden 285’inin olumlu oyu ile kabul edildi. Oylamaya 180 milletvekili katılmadı. yasayı eleştiren Cezmi Türk ise aleyhte oy kullandı.[391]

1 Ağustos 1951 tarihinde de 5821 Sayılı “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu” yürürlüğe girdi. Fakat bu yasa, yabancı yatırımcılara tam anlamıyla liberal bir ortam sağlamıyordu. 5821 Sayılı kanuna göre,

“Memleket ekonomisinin kalkınmasına yarayacak mahiyette olmak, Türk hususi sermayesine açık işlerde kullanılmak, herhangi bir inhisar ve imtiyazı tazammun etmemek şartıyle ve sanayi, enerji, maden, bayındırlık, ulaştırma ve turizm sahalarında yatırılmak üzere getirilecek yabancı sermaye, bu kanunda yazılı hak ve menfaatlerden faydalanacaktı.” (madde:1)[392]

5821 Sayılı kanun kârı ve sermayenin transfer konularında da yeni hükümler getirmekteydi. Buna göre “yüzde 10’u geçmeyen ve gelir ve kurumlar vergilerine esas olan vesikalara göre taayyün eden yıllık kâr, faiz ve dividantların” ve belli şartlara uyularak ana sermayenin transferi mümkündür.

Bir yıllık kârın yüzde 10’u geçmesi halinde, kalan miktar yüzde 10 kârın gerçekleşmediği yıllara eklenecek, bu mümkün olmadığı takdirde ana sermaye ile birlikte ve bu kanundaki hükümlere uyulacak veya muayyen malların ihraç şeklinde transferi durabilecekti. İki buçuk yıla yakın bir süre yürürlükte kalan bu kanunun düşünülen seviyelerde yabancı sermayeyi çekmediği görüldü. Bunun üzerine mevzuatta bazı değişiklikler yapılması yoluna gidildi.[393]

11.               Menderes Hükümeti, Türkiye’ye daha çok yabancı sermaye akışını ve yabancı yatırımcıların rahat hareket edebilmelerini sağlamak amacıyla, 6209 Sayılı Serbest Bölge Yasası’nı kabul etti. TBMM’de 21 Aralık 1953 tarihinde oya sunulan yasaya 11 red oyuna karşılık 246 olumlu oy verildi. 209 milletvekili de oylamaya katılmadı.[394]

Bu yasaya göre, serbest bölgeleri Bakanlar Kurulu ihtiyaca göre belirleyecek, bu bölgeler gümrük hattı dışında sayılacak, buralarda; Pasaport Yasası, Yabancıların Türkiye’de Seyahat ve ikametleri Hakkındaki Yasa, Gümrük Yasası ile konulmuş olan denetim ve formalitelerle, bütün vergi, resim ve yükümlülüklere ait yasalar uygulanmayacak; bölgede ikamete izin verilmeyecek, bölgede kullanılması gereken eşyayı dışarıya çıkaranlar hakkında “kaçakçılık hükümleri uygulanacak ve buralarda, hükümetten izin alınmak koşuluyla yabancı personel çalıştırılabilecekti. Bu yasa ile daha önce yürürlükte olan 1132 Sayılı “Serbest Mıntıka Yasası”nı yürürlükten kaldıracaktı. 18 Ocak 1954 tarihine kadar bu yasadan yararlanmak amacıyla 52 başvuru yapılmış, bunlardan 21’i kabul edilmiştir.[395]

Yabancı sermaye yatırımlarının bu derece düşük olması nedeniyle 5821 Sayılı Kanunda değişiklik yapılması yoluna gidildi. 5821 Sayılı “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu’nun tadiliyle ilgili olarak bir yasa tasarısı hazırlandı. Tasarıyı savunan komisyon sözcüsü Haluk Şaman’a göre 5821 Sayılı yasanın değiştirilmesini zorunlu kılan bazı nedenler vardı. Bu nedenleri üç başlık altında topladı:

“1-Sermaye ve kârların saiklerinin müddet takyidinin kaldırılması lüzumu,

2-Kârların transferindeki nispet tahdidin kaldırılması zarureti,

3-Fihrist hakların teknik bilgilerin kıymetlendirilmesi ve sermaye itibar olunması...[396]

Tasarı hakkında CHP adına konuşan Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu, CHP’nin yabancı sermayenin memlekete gelmesinden rahatsızlık duymadıklarını “Ancak bunun memleket menfaatlerine uygun iktisadi sahalarda kullanılmasını zaruri görür. Tasarı; tarım ve ticaret sahalarını da mutlak olarak yabancı sermayeye açık tutmaktadır. Yabancı sermayenin Milli Sermayeye üstün duruma gelmesinden korkulmaktadır.”diyerek yabancı sermaye yasası hakkındaki şüphelerini dile getirmiştir.[397]

TBMM’de 18 Ocak 1954 tarihinde onaya sunulan yeni yasa tasarısı muhalefetin 35 olumsuz,1 çekimser oya karşılık 248 olumlu oy ile kabul edildi.[398]

Bu kanunun yürürlükten kaldırmış olduğu 5821 Sayılı kanundan en belirgin farkı, yabancı sermayenin kabul edileceği alanlarla kâr ve sermaye transferlerini sınırlayan hükümleri kaldırmış olmasıdır. Söz konusu kanun Türkiye’de yapılacak yabancı sermaye yatırımlarında memleketin iktisadi inkişafına yararlı olması, Türk hususi müteşebbislerine açık bulunan bir faaliyet sahasında çalışması ve inhisar veya hususi bir imtiyaz ifade etmemesi şartlarını aramaktadır. Bu şartlara uyan yabancı sermayenin yatırım yapabilmesi için, aynı kanunda , “Yabancı Sermayeyi Teşvik

Komitesinin” kararı         ve “İcra Vekilleri Heyetinin” tasvibi zorunlu

görülmektedir.[399]

Yabancı Sermaye Yasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten 10 Nisan 1954 tarihine kadar Hükümet 150 başvurudan 30’unu kabul etti. Bunların Türkiye’ye getireceği toplam sermaye tutarı 26.958.480 TL idi.[400] Yabancı sermaye yatırımları, 1954 Mayısından itibaren önemli bir artış göstermeye başladı. Bu ay içinde Amerikan Persons Whitmane Company ile Ege Kağıt Sanayii’nin buğday sapından yılda 30 ton kağıt üretmesini öngören başvurunun yanı sıra İsrail Palalum Şirketi ile bir yerli firmanın emaye üretimi için yaptıkları başvuru kabul edildi. Ünilever Şirketi ile İş Bankası’nın ortaklaşa kuracakları bitkisel yağ ve margarin üretimini amaçlayan şirkete izin verildi.[401]

Yabancı Sermaye Yasası, dış sermaye akışını 1954’ten sonra hızlandırmıştır. Bu beş yıl içinde Türkiye’ye ortalama 17.158 milyon Lira yabancı sermaye girişi olmuştur. Yabancı yatırımcıların 1952-1960 yılları arasındaki kâr transferinin toplamı ise 37.534.000 TL’yi bulmuştur.[402]

3.1.1.3.                   Petrol Yasası

Yabancı Sermaye Yasası ile birlikte, yeni bir Petrol Yasası yapılması da gündeme gelmiştir. Çünkü, yabancı sermayenin Türkiye’de petrol arama konusuna aşırı ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Mc Ghee 1 Ocak 1953 tarihinde yaptığı açıklamada, Türk Hükümeti’nin memlekete petrol şirketlerinin gelmesi için hazırlamakta olduğu yasanın,“Amerikan sermayedarlarını, Türkiye’de yatırımlar yapmağa teşvik edeceğini söylemişti...”[403]

20 Şubat 1954 tarihinde Petrol Kanunu layihası görüşmek üzere TBMM, Bursa Milletvekili Haluk Şaman’ın Başkanlığı’nda toplanarak Petrol Kanunu Tasarısının arama ve işletmeye yönelik müşterek hükümleri ihtiva eden 76, 77, 78, 79, ve 80’inci maddeleri kabul edilmiştir. Böylece layihanın belli başlı maddeleri üzerinde mutabakata varılmış oldu.[404]

Adnan Menderes ise, tasarının TBMM’de görüşülmesi sırasında dört defa söz alarak tasarıyı savunmuş ve 1933 yılından 1950 yılına kadar, hükümetlerin petrol bulması için 30 milyon TL harcadıkları halde, kendi hükümetleri döneminde üç yıl içinde yapılan harcamaların 90 milyonu bulduğunu vurgulamıştı.[405]

Petrol Yasası 7 Mart 1954 tarihinde TBMM’de 17’ye karşı 256 olumlu oy ile kabul edildi.[406] Hükümet 6326 Sayılı Yasa’nın kabulünden hemen sonra Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na 15 Nisan 1954 tarihinde “Jeolojik keşif yapma ve tasfiyehane” kurma izni verdi. Türkiye’de bu yeni yasadan sonra, ilk petrol arama iznini Sconi Vacum Petrol Company Şirketi aldı. Bu şirkete, Türkiye’de sondaja açık yedi bölgede petrol arama izni verildi.[407]

Bu kanunun bazı maddeleri 1955 yılında 6558 Sayılı kanunla ve 1957 yılında 6387 Sayılı Kanunla değiştirilerek daha liberal sayılabilecek hükümler getirilmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti petrol kaynaklarının hususi teşebbüs eli ile geliştirilmesini ve bu maksada uygun olduğu nispette Türkiye dahilinde yabancı menşeli petrol ameliyatının aynı surette inkişafını sağlamak” amacı güden kanun, petrol konusunda özel sektöre öncelik tanıyan ve yabancı şirketlere eşit haklar sağlayan bir kanunundur.[408]

3.2.                   Ziraat Politikası

Demokrat Parti Programı’nda, ziraat konusuna özel bir önem verilmiştir. Programın 56-57. maddeleri tarım, 68-72. maddeleri de orman işlerinde izlenecek politikalara ayrılmış bulunuyordu. Programda, Türkiye nüfusunun yüzde sekseninin ziraatle uğraştığına dikkat çekilerek, bu alanda üretimin arttırılabilmesi için gerekli önlemlerin alınacağı, araç ve gereçlerde modern tekniklere uygun düzeye gelineceği, zirai hastalıklarla mücadele edileceği, gübre kullanımının, sanayi kredilerin yaygınlaştırılacağı, kooperatifler kurulacağı, sulama işlerine ve hayvancılığa önem verileceği, ziraat eğitiminin geniş kitlelere yönelik olacağı gibi önemli sorunlar üzerinde durulduğu görülmektedir.[409]

Birinci Adnan Menderes Hükümeti Programında da parti programına uygun olarak ziraat konusuna oldukça önem verilmiştir. Hükümet programında;

“Türkiye’de ziraat milli ekonominin temelini, zirai mahsullerimiz ise sanayimizin ve dış ticaretimizin ana kaynağını teşkil etmektedir” denilerek daha önce izlenen zirai politikalar eleştirilmiş ve DP iktidarının ziraati ön planda tutan bir görüşle hareket edeceği ve bu doğrultuda olmak üzere, zirai kredi, zirai araç- gereç sorunlarını çözeceği, hastalık ve haşerelerle mücadele edeceği iyi tohum ve ziraat tekniklerinden yaralanılacağı belirtilmiştir.[410]

3.2.1.                   Tarımda Makineleşme

Adnan Menderes DP programına uygun olarak tarımsal gelişme sağlayabilmek amacıyla iktidarının ilk aylarından başlayarak önemli kararlar almış ve bunları uygulamaya koymuştur. Kendisi de bir çiftçi olan Başbakan Adnan Menderes, bu kesimin sorunlarını ve çözüm yollarını iyi biliyordu. Bu nedenle Menderes öncelikle ekilebilir alanların genişletilmesi ve ileri tarım tekniklerinin kullanılması gibi temel sorunları çözmekle işe başlamıştır. 1950 yılında Türkiye’de işlenebilir toplam arazilerin genişliği 16.008.000 hektar kadardı. Bu toplam alandan 13.258.000 hektarı hayvanla işlenmekte olup aynı yılda Türkiye’deki toplam traktör sayısı 16.585’i hububat üretimi toplamı da 7.7 milyon ton olup kişi başına düşen tarımsal ürün miktarı 451 kg dolaylarındaydı.[411]

Türkiye nüfusunun % 75’inin yani her on kişiden sekizinin çalışma alanı olan ziraatle uğraşan kesim, ulusal gelirin yalnızca yarısını alabiliyordu Türkiye’de 1950 yılında, tarımın GSMH içindeki payı 4.068.4 milyon TL idi. Türkiye’de zirai alandaki üretim düşüklüğünün gerçek nedeni, işlenen toprakların az oluşu değil, işleme tekniklerinin son derece geri oluşundan ileri geliyordu.[412]

1.                 ve II. Menderes Hükümetleri döneminde tarımsal modernizasyonun temelini makineleşme özellikle de traktör kullanımının yaygınlaştırılması oluşturacaktı. Türkiye’de 1948’de 1750 adet traktör vardı.[413] 1951 sonuna doğru 24.000’e ulaşan traktör sayısı, 1952’de 31.315’i, 1953’te 35.670’i, 1954’te ise 37.743’ü bulacaktı.[414] Traktör DP döneminin tarımsal alandaki simgesi haline gelirken tarım alanlarındaki kullanım alanında da önemli

artışlar olmuştur. CHP döneminde çiftçilere toplam 831.598 dekar arazi dağıtılırken, Menderes Hükümetleri, 22 Mayıstan Mart 1953 sonuna kadar 6 milyon 462 bin 924 dekar arazi dağıtmıştır. Ayrıca 1949-1950 yılları arasında ekilen toprak sahası 9 milyon 581 bin hektar iken 1952-1953 döneminde 13 milyon hektarı bulmuştur.[415]

2.                 ve II. Menderes Hükümetleri döneminde tarımsal üretimin artmasında en önemli nedenler arasında makineleşmenin yanı sıra, kaliteli tohumluk, suni gübre ve kredi kullanımı, ulaşım sorunlarının önemli ölçüde çözülmesi ve sulama işlerine önem verilmesinin büyük etkileri olmuştur. Bu dönemde, Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığıyla üreticiye dağıtılan tohumluk miktarı 1953 yılında 200 tonu, Tarım Bakanlığı temizleme istasyonlarında temizlenen ve ilaçlanan tohumluk miktarı da 151.000 tonu bulmuştur.

3.2.2.                   Tarımsal Üretimdeki Gelişmeler

DP döneminde zirai kredilerde ve bunların kullanımında da önemli artışlar görülmektedir. Ekonomi ve Ticaret Bakanı Muhlis Ete’nin 1951 yılında yaptığı açıklamaya göre: 1949-1950 yılında Ziraat Bankası’nın açtığı zirai ve ziraat dışı kredilerin toplamı 555 milyon TL iken bu tutar 1950-1951’de 180 milyon arttırılarak, 735 milyon TL’ye çıkarılmış bulunuyordu. Yine 1949-1950 arasında zirai alanda yerli ve yabancı kaynak olarak 273.3 milyon TL ayrılmış iken, 1950-1951 döneminde bu tutar da 115.8 milyon arttırılarak, 389.1 milyona çıkartılmıştı. 1950-1951 döneminde toplam olarak 2.036.328 çiftçiye kredi açılmıştı ve bunlardan 40.000 TL ve daha yukarı kredi alanların sayısı 30 kişiden ibaretti. Bu dönemde toplam olarak 369.461.000 TL’yi bulan kredilerden bu kişilerin aldığı pay 1.970.000 TL olup, bu tutar , toplam tutarın ancak %0.5’i dolaylarında idi. Zirai kredilerin çok büyük bir bölümü küçük işletmelere verilmişti. Bu uygulama sonraki yıllarda da devam etmiştir.[416]

Zirai Krediler toplamı 1952 yılı Ağustos ayında 914.562.000 TL’yi bulmuş, bu yıl içinde çiftçilere ayrıca 165.000.000 TL de makine ve donanım yardımı yapılmıştır. Bu kredilerin 317.500.000. TL’lik bölümü küçük çiftçilere tahsis edilmiştir.[417]

Bu yıl içinde açılan kredi toplamı 1 milyar lirayı bulmuştu.[418]

Zirai Krediler toplamı 1952 yılı Ağustos ayında 914.562.000 TL’yi bulmuş, bu yıl içinde çiftçilere ayrıca 165.000.000 TL de makine ve donanım yardımı yapılmıştır. Bu kredilerin 317.500.000. TL’lik bölümü küçük çiftçilere tahsis edilmiştir.48 Bu yıl içinde açılan kredi toplamı 1 milyar lirayı bulmuştu.49 Kredi tutarı 1953 yılında ise 147 milyon arttırılarak, 1 milyar 319 milyona çıkarılmıştır.[419]

1.                 ve II. Menderes Hükümetlerinin, tarım nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan küçük üreticilerin de tarım sektöründe hızlanan makinalı üretime ve piyasaya açılma süreçleri içinde yer almaları amacını gerçekleştirme yolunda uyguladığı başlıca strateji, küçük üreticilerin kooperatifler içinde bir araya gelmelerini teşvik etmek ve kooperatifler aracılığıyla küçük üreticilerin tarıma yönelik olarak açılan kredilerden pay almalarını sağlamaktı. Özellikle 1950 yılından sonra tarım kredi kooperatiflerinin miktarında büyük artışlar olmuş, yine bu tarihten sonra bu tür kooperatiflere verilen kredi miktarları da hızla yükselmeye başlamıştı. Tarım Kredi Kooperatiflerince verilen kredi miktarları yıllara göre şu şekilde dağılım göstermekteydi.(Bkz. Tablo:3)[420]

2.                  

(Tablo 4):1950- 1960 Dönemi Tarımsal Üretim ve Verim

ÜRÜN

1950

1960

% ARTIŞ

Buğday (milyon ton)

3,9

8,5

118

Buğday (kg/hektar)

865

1,097

27

Şeker Pancarı (milyon ton)

0,9

4,4

389

Şeker Pancarı (kg/hektar)

16.780

21.610

28

Saf Pamuk (bin ton)

118

176

49

Saf Pamuk (kg/hektar)

264

283

7

Pirinç (kg/hektar)

2.128

2.588

21

Fasulye (kg/hektar)

835

1307

56

Ayçiçeği (kg/hektar)

600

897

49

Mısır (kg/hektar)

1.058

1.568

48

 

Bu önlemler sayesinde özellikle 1950-1954 yılları arasında tarım ürünlerinde önemli artışlar görülmektedir. 1950’de toplam buğday üretimi 3.9 milyon ton iken, 1960 yılında 8.5 milyon tona (2.2 kat artış), şeker pancarı üretim 900 bin tondan 4.4 milyon tona (4.9 kat artış) yükselmiştir. Bu dönemde verim artışı ise, buğdayda %27, şeker pancarında %28, saf pamukta %7, pirinçte %21, fasulye, ayçiçeği ve mısırda da %50 dolayında gerçekleşmiştir. (Bkz. Tablo:4).[421]

(Tablo 4):1950- 1960 Dönemi Tarımsal Üretim ve Verim

ÜRÜN

1950

1960

% ARTIŞ

Buğday (milyon ton)

3,9

8,5

118

Buğday (kg/hektar)

865

1,097

27

Şeker Pancarı (milyon ton)

0,9

4,4

389

Şeker Pancarı (kg/hektar)

16.780

21.610

28

Saf Pamuk (bin ton)

118

176

49

Saf Pamuk (kg/hektar)

264

283

7

Pirinç (kg/hektar)

2.128

2.588

21

Fasulye (kg/hektar)

835

1307

56

Ayçiçeği (kg/hektar)

600

897

49

Mısır (kg/hektar)

1.058

1.568

48

 

Türkiye’de zirai üretimde ve makineleşmenin gelişmesinde Marshall Yardımı’nın çok olumlu katkıları olmuştur. Yapılan anlaşma ve organizasyonlar çerçevesinde hibe dahil 1945-1952 döneminde ABD’nin Türkiye’ye toplam yardımı 343 milyon dolar olarak gerçekleşti. Hibe hariç 1949’da ise 5.2 milyon dolar, 1950’de 48.7 milyon dolar, 1951’de 35.2 milyon dolar ve 1952’de 86.3 milyon dolar olarak gerçekleşti.[422]

Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün yaptığı açıklamaya göre, 1952 yılına kadar toplam olarak 354.200.000 doları bulan Amerikan yardımlarının, 59.583.000 doları traktör, pulluk, çeşitli tarım araçları, zirai mücadele ilaçları ve gübre alımında kullanılmış; 10.144.000 doları; Toprak Mahsulleri Ofisi ve Et Balık Sanayiinde; 4.500.000 doları ; Makine Kimya Endüstrisi Kurumu tarafından küçük ziraat el aletlerinin yapımında, 29.541.000 doları; yol ve malzeme yapımında, 69.268.000 doları; kamyon, yedek parça, petrol, lastik, teneke kalay, makine ve yedek parça alımında kullanılmıştı.[423]

Türkiye, 1950-1955 yılları arasında Amerika’dan 1.920.000 dolar askeri yardım, 23.250.000 doları bağış olmak üzere toplam 1.943.250.000 dolar yardım almıştır. Bu yardımların büyük bir kısmı da tarımsal alanda kullanılmıştır.[424]

3.2.3.                   Toprak Reformu

1950 Tarım sayımlarına göre, Türkiye’de toprak sahibi olan ailelerin sayısı 2.879.477 iken, hala toprağı olmayan ailelerin sayısı ise 1.109.509’u buluyordu. Bu sayımlara göre, toplam köylü ailelerin sayısı 2.732.391 olup, bunlardan çiftçi olanların sayısı 2.322.391, çiftçi olmayanların sayısı ise, 410.000 idi. Sayıları 2.322.391’i bulan çiftçi ailelerinden 1.686.143’ü mal sahibi, 498.838’i yarı mal sahibi, 14.815’i kiracı, 57.161’i yarıcı, 9.734’ü marabacı, 4.759’u başka şekillerde tarımla uğraşan ve 3.225’i durumu belli olmayanlar arasında yer alıyordu.[425]

Resmi nitelikteki araştırmalara göre, Türkiye’de aile başına isabet eden ortalama ekilebilir alan 77 dekar olması gerekirken, gerçekte 20 dekardan az işletmelerin sayısı, toplam işletmelerin 562.122sini oluşturuyordu. Toprakların

dağılımı da bölgelere göre büyük farklılıklar gösteriyordu. 1952 yılında ve 900 muhtarlıkta, 4.800 aileye uygulanan anketin sonuçlarına göre; Karadeniz Bölgesi’nde %48.45, Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzeyinde %44.25, Doğu Anadolu Bölgesi’nin orta bölümünde %34.45 olup, bu işletmelerin Karadeniz Bölgesi’nde toplam ekili alanın %15.27’sini kullanmalarına karşın, Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzeyinde %8.21 ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin orta bölümünde %6.09’u buluyordu. Doğu Anadolu’nun orta, kuzey ve güneyindeki ailelerin %50’sinden daha azı 50 dekardan daha küçük bir alanı işletiyorlardı. Doğu Anadolu’nun orta bölümünde hane halkı oranı %49.92 olmasına karşın, bunların işledikleri alan %15.80, Doğu

Anadolu’nun kuzeyinde hane halkının %46.58’inin işlediği alan ise ancak %10.87 oranında idi.[426]

Zafer Gazetesi yazarı Mümtaz Faik Fenik, “Topraksız Çiftçiye Toprak Dağıtımı” başlıklı yazısında; Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 1945 senesi Haziran ayında yürürlüğe girmiş olmasına rağmen iki yıl kadar bir süre boyunca çiftçiye bir dönüm toprak verilmediğinden bahseder.[427]

DP iktidara geldikten sonra, toprak reformu uygulamasına büyük hız verildi. 1952 yılında on bir ay içinde 33.114 çiftçi ailesine 1.438.000 dönüm arazi ve 962.407 dönüm mera tahsisi yapılmıştır. Bu yıl içinde Bulgaristan’dan zorunlu olarak göç ettirilen ailelere ise 98.844 dönüm toprak dağıtılmıştır. Toprak dağıtımını hızlandırmak amacıyla kurulan 18 komisyonun sayısı 1952 yılında 64'e çıkarılmıştır.[428] 1953 yılında 455 köyde 36.388 çiftçi ailesine 1.944.588 dönüm toprak dağıtılmış ve 1.004.374 dönüm mera tahsis edilmiştir. Ayrıca sayıları 4.105’i bulan göçmen ailelerine de 139.360 dönüm toprak verilmiştir. Böylelikle 1953 yılında dağıtımı gerçekleştirilen toprak alanlarının genişliği 2.083.458 dönümü bulmuştur.[429]

1954 yılında ise çiftçi ailelerine toplam 6.066.924 dönüm toprak dağıtılmış ve 4.520.458 dönüm de mera tahsis edilmiştir.[430] Böylelikle DP iktidarının ilk dört yılı içinde dağıtımı yapılan toprak alanlarının genişliği 9.500.000 dönümü bulmuştur.[431] Bu sayede 1950 ziraat sayımına göre, kendi toprağını işleyen ailelerin sayısı 2.3 milyon iken, bu oranda %35’lik bir artış sağlanmış ve 3.1 milyon dolaylarındaki aile kendi toprağını işler hale getirilmiştir.[432]

3.3.                   Maliye Politikası

On yıllık DP iktidarının ilk üç yılı (1950-1953), DP’nin ekonomik açıdan en parlak olduğu dönemdir. Bu dönemde sabit fiyatlarla %13’ü bulan yıllık ortalama gelişme hızı, 1954 yılında giderek düşmeye başlamıştır. Bu olumsuzluğun en önemli nedenleri arasında planlama anlayışından uzak ve gelişigüzel yapılan yatırımların yanı sıra, bütçe açığına ve emisyon hızına dikkat edilmemesi sonucunda giderek bir üretim darboğazına girilmesi söylenebilir. Örneğin 1951 yılındaki bütçe açığı 234.770.502 TL iken bu açık 1952’de 199.470.401 TL, 1953’te 167.652.736 TL ve 1955 yılında da 151.667.277 TL’ye çekilmiş ve 1954,1956,1957,1958,1959,1960 yılı bütçeleri denk olarak hazırlanmalarına karşın uygulamada hep açık vermişlerdir. Bu yıllar arasında mevduat ve tedavüldeki para toplamında da önemli artışlar görülmektedir. Örneğin , 1950 yılında tedavüldeki toplam para miktarı 1.59 milyon TL iken bu miktar 1960 yılında 9.250 milyonu bulmuştur.[433]

Türkiye’de ulusal gelir 1950 yılında toplam olarak 8.964 milyon lira iken bu, 1951’de 10.694 milyon, 1952’de 12.424 milyon, 1953’te 14.696 milyon, 1954 yılında 14.785 milyon ve 1955 yılında da 17. 749 milyon lira olarak gerçekleşmiş bulunuyordu.[434]

1954 yılından itibaren özellikle tarımsal ürünlerde meydana gelen gerilemeler ulusal gelirin azalmasında etkili olmuştu. Bu yıl içinde ulusal gelirdeki azalma %9.5 oranındadır.[435] 1950 yılında kişi başına düşen ulusal gelir (1961 cari fiyatları ile) 1.184 TL iken bu, 1955’te 1.391, 1960 yılında ise 1.543 liraya yükselmiştir.[436]

Menderes Hükümetleri döneminde enflasyon, ekonomik politikaların bir parçası haline gelmiştir. 1950 yılından itibaren başlayan ekonomik canlanmaya paralel olarak fiyatlarda bir canlanma başlamış ve 1950-1954 yılları arasındaki dönemin bütünü için enflasyon hızı %35 iken, 1953-54 yılları arasında iki yıl içinde geçinme indekslerine yıllık %1.4 artışla %7 yükselme olmuş; 1954-56 yılları arasındaki üç yıllık zaman içinde geçinme ve toptan eşya fiyatlarında yıllık ortalama 14 puan hesabı ile 1948 yılına göre %41 oranında artış gerçekleşmiştir. 1954-1959 yılları, 1950 yılından başlayan ve serbest girişime ağırlık veren özellikle “talep” yaratan, tüketimi, ekonomik ve psiko-sosyal tesirleri kamçılayan bu dönemde “talep enflasyonu” büyük ağırlık taşır. Dönemin sonlarına doğru ise üretim tıkanıklıklarının, darboğazların belirdiği göze çarpar ve bu son dönemde “maliyet enflasyonu” gözle görülür bir karakter taşır.[437]

3.4.                   Ulaşım Politikası

Türkiye’de 1950 yılında Devlet Karayollarının uzunluğu toplam olarak 24.306 km iken, bu uzunluk 1960 yılında 26.711 km’ye çıkarılmıştır.[438] 1950 yılında mevcut köprü uzunlukları 13.000 km ve sayısı da 289 iken 1956 yılında köprü uzunlukları 52.650 km’yi, sayıları da 833’ü bulmuştur.[439]

Demiryolları yapımına Cumhuriyet’in ilk 12 yılı içinde çok büyük bir önem verilmiş ve 1923 yılında 3756 km olan demiryolu uzunluğu 1935’te 6.639 km’ye, 1950 yılında da 7.671 km’ye çıkarılmıştı.[440] Bu dönemde demiryollarını ihmal eden hükümet, pahalı olan kara taşımacılığına ülkeyi bağımlı hale getirdiği yolunda eleştirilere maruz kalacaktı. 1950-1960 yılları arasında demiryollarına sadece 343 km’lik hat takviye edilmiştir.[441]

1950-1957 yılları arasında liman yapımına da önem verilmiş, Ereğli, Haydarpaşa, İzmir-Alsancak, İnebolu, Mersin, Samsun, Rize-Salıpazarı, Trabzon ve Zonguldak limanları hizmete açılmıştır.[442]

Demokrat Parti döneminin ilk dört yılı olan 1950-54 arasında daha çok zirai modernizasyon ve ulusal sanayinin geliştirilmesine çalışmakla geçmiş, bu dönemde her iki sektörde de önemli üretim artışları gerçekleştirilebilmiştir. 1954 yılında başlayan bazı ekonomik sıkıntılar, iktidar için yeterince uyarıcı olmamıştır. İlk dört yıllık dönemde serbest rekabetçi politikanın sürdürüldüğü söylenebilir. Hükümet 1951 tarihli yasanın yetersiz kalması nedeniyle, özellikle sanayi sektöründe gelişmeyi hızlandırmak için, 1954 yılında çıkardığı ve yabancı sermayeye büyük ayrıcalıklar tanıyan Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası’nı daha sonraki yıllarda çekici duruma getirmiş ve ilk olarak Cumhuriyet döneminde yabancı sermaye tutarı bu dönemde kümülatif olarak 390 milyon 124 bin lirayı bulmuştur.[443] Ancak daha sonraki dönemde mal darlığı, döviz sıkıntısı ve bunlara paralel olarak yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle, Milli Koruma Yasası uygulamaları ile hükümet, iktisadi yaşama aşırı müdahalelerde bulunmuştur.[444]

Özetle söylemek gerekirse, araştırmacıların bir kısmı, 1950-1954 dönemini karma ekonomi[445] bir bölümü de liberal bir dönem olarak nitelendirmektedirler.[446]

DP 1946-1950 yılları arasında muhalefetteyken, iktidara geldiğinde Kamu İktisadi Teşebbüslerini özel sektöre devretmeyi vaadetmişti. Bu vaat gerçekleşmediği gibi 1950-1960 döneminde KİT sayısında yaklaşık iki kat artış olmuştur. Böylece Türkiye’nin sanayi üretiminde KİT’lerin payı önemli bir seviyeye çıkmıştır.[447]

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

EĞİTİM VE KÜLTÜR POLİTİKALARI

4.1-                   I. ve II. Menderes Hükümetlerinin Genel Eğitim Politikası

Demokrat Parti’nin programında din eğitimi konusu ve bu eğitimi yapacak kurumların oluşturulması ve üniversite içinde yer alacak özerk niteliğe sahip bir ilahiyat fakültesinin kurulması savunulmuştu. Parti programının Milli eğitim ile ilgili bölümünde ise, eğitim ve öğretim birliği, mesleki ve teknik eğitimin yaygınlaştırılması, ilkokul öğretmenleri arasındaki farklılığın giderilmesi, üniversitelerin özerk olması, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve konservatuarlar açılarak ciddi yayınlar yapılması, dilin, bilimin ve sanatın her türlü siyasi karışmalardan uzak tutulması doğu bölgelerinde fakülte ve her derecede okullar açılması gibi konulara yer verilmişti.[448]

Parti programında çok önem verilen eğitim konusuna hükümet programlarında aynı derecede önem verilmediği anlaşılmaktadır. Birinci Menderes Hükümeti programında, eğitimin getireceği manevi kazançlar üzerinde durulurken şu görüşlere yer verilmişti:

“Maddi bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, milli ve ahlaki sarsılmaz esaslara dayanmayan, ruhunda manevi kıymetlere yer vermeyen bir cemiyetin,, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akıbetlere sürükleneceği tabiidir. Talim ve Terbiye sisteminde bu projeyi göz önünde bulundurmayan, gençliğini milli karakterine ve ananelerine göre manevi ve insani kıymetlerle techit edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılamaz...”[449]

İkinci Menderes Hükümeti programında da “Memleket ilk, orta, yüksek ve teknik öğretim şubelerinin tek bir umumi maarif siyasetine göre idare edilmesi yoluna girildiği...” belirterek, bu şekildeki eğitim kurumlarının ahenkli bir şekilde gelişmelerinin sağlanacağı”, teknik okullara önem verileceği, köy okulları eksik bulunan doğu illerine öncelik tanınacağı, doğuda bir üniversite açılacağı ve ilkokul öğretmenlerinin yetiştirilmesine özen gösterileceği gibi konular üzerinde durulmuştu. Bu programdan Hükümet’in eğitim konusunda daha merkeziyetçi bir politika izleyeceği anlaşılıyordu.[450]

4.1.1.                   İlköğretim

DP iktidara geldiği zaman Türkiye’de okuma yazma çağında olan 5 ve daha yukarı yaştaki toplam nüfus 17.856.865 olup, bu nüfusun 8.944.071’ini erkekler, geri kalan 8.912.793’ünü de kadınlar oluşturmaktaydı. Türkiye genelinde okur-yazarlık oranı %32.4; bu oran erkeklerde %45.3, kadınlarda ise %19.4 dolaylarında bulunuyordu.[451] 1949-1950 döneminde16.986’sı resmi, 120’si özel olmak üzere toplam 17.106 ilkokul ve bu okullarda öğrenim gören 1.591.039 öğrenci olup, söz konusu okullarda 10.060’ı şehirlerde, 17.130’u köylerde ve 978’i de özel olmak üzere toplam 34.822 öğretmen görev yapmaktaydı.[452]

Birinci Menderes Hükümeti, döneminde tartışmalara yol açacak uygulamalardan birisi de ilkokullarda zorunlu din dersinin okutulmaya başlanmasıydı. CHP döneminde isteğe bağlı olarak konulan din derslerinin uygulamada olumlu sonuç vermediğini öne sürerek 21 Ekim 1950 tarihinden geçerli olmak üzere ilkokulların 4. ve 5. sınıflarına zorunlu din dersleri koyacaktı.[453] Çocuklarına din dersi aldırmak istemeyenler ise bu hususu okul idaresine sene başında bildirmek zorundaydı. Böyle beyanda bulunmayan

kimselerin çocukları için imtihan ve dersler otomatik olarak mecburi tutulacaktı. 5-14 Şubat 1953 tarihinde toplanan Beşinci Milli Eğitim Şurası’nda ihtiyari olan bu dersler için not takdiri gerekli görülmüş fakat bunun sınıf geçmeyi etkilememesi kabul edilmiştir.[454]

4.1.2.                   Orta Öğretim ve Din Eğitimi

DP’nin iktidara geldiği 1950-51 öğretim yılında, Türkiye’de ortaokul sayısı 364, bu okullarda görev yapan öğretmen sayısı 3.871, buralarda öğrenim gören öğrenci sayısı da 61.847’idi.[455]

1950-51 öğretim yılında orta okullarda okullaşma oranı %6.4 iken bu oran 1960-61 devresinde %19.5’e ulaşmıştı.[456] 1950-51 döneminde lise sayısı 60, buralarda görev yapan öğretmen sayısı 1.424, öğrenci sayısı ise 19.022 civarındaydı.[457]

II. Menderes Hükümeti döneminde, ülkenin acil din görevlisi ihtiyacını karşılamak üzere açılan İmam-hatip kursları yeterli olmayınca, 1951-1952 öğretim yılında ilkokula dayalı öğretim süresi yedi yıl olan ve ders programında Arapça’nın da yer aldığı orta+lise eğitimine denk okullar, mesleki orta öğretim kurumlarına dönüştürüldü.[458]

1951 yılında İmam Hatip okullarının açılmasıyla din eğitimi isteyenlerle çeşitli sebeplerden din eğitimine karşı olanlar arasındaki anlaşmazlık daha da şiddetlenmiş bir taraf, yapılanları gereksiz sayarken diğer taraf yeni istekler belirtmekte devam etmiştir. Vatan Gazetesi, vicdan hürriyeti, taassup ve laiklik konularında bir anket düzenlemiş anket sonuçlarına göre devrin fikir adamları, “insanlığın hangi seviyesinde olursa olsun, bir iman aradığı, ona bağlandığı, kendisini fazilete yöneltecek bir dine bağlanmazsa, herhangi bir anlamda mutlaka bir put edineceği ve ona tapacağı...” kanaatinde birleşmiştir.[459]

Hükümet 1950-54 yıllarında din hürriyetini temel hürriyetlerden biri olarak saymış, parti sözcüleri Türk toplumu bir İslam toplumu olduğuna göre vatandaşların dini günlük politikaya karıştırmadan dini ihtiyaçlarını istedikleri şekilde ve istedikleri dilde yerine getirebilmeleri gereğine işaret etmişlerdir. Demokratlara göre, laikliğin düşünce hürriyetine hürmet ederek, fakat dinin siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına izin vermeyerek mutedil bir şekilde uygulanması gerekiyordu.[460]

Türkiye’de çok partili sistemin kurulması laikliğin daha liberal bir şekilde yorumlanmasına yol açtı. Bu serbesti ile din eğitimine ve ibadete daha geniş bir alan bırakılmıştı. Fakat bunun devlet müesseselerine geniş ölçüde tesiri olmamıştır. Din konusundaki liberalizasyon hareketinin, demokrasinin tabii bir sonucu olarak, demokrasiye intibak çabalarının bir sonucu, olduğunu söyleyebiliriz.[461]

4.1.3.                   Köy Enstitüleri’nin Kapatılması

1920’li yıllarda Türkiye nüfusunun yüzde yetmiş beşinden fazlası köylerde yaşıyordu. Buna karşılık köylerin elektriği yoktu ve ulaşım imkanları son derece ilkel ve sınırlıydı. Bu sebeple öğretmenler köylerde çalışmak istemiyorlardı. Köylere gittiklerinde ise hemen geri dönmeyi düşündükleri için verimli olamıyorlardı. Bu gelişmeler üzerine 1926 yılında çıkarılan 789 Sayılı Kanun ile “Köy Muallim Mektepleri” kuruldu. Fakat bu kanun da köylerdeki öğretmen açığını kapatmakta yeterli olmadı. Bunun için daha pratik bir çözüm yolu olarak 11 Haziran 1937 tarihinde “Köy Eğitmenleri Kanunu” kabul edildi. 328 Sayılı bu kanuna göre köy eğitmenleri, maarif ve ziraat vekilleri tarafından ziraat işleri yaptırılmaya uygun okul veya çiftliklerde açılacak kurslarda yetiştirilecekler ve nüfusları öğretmen gönderilmesine elverişli olmayan okullara gönderileceklerdir. Eğitim ve öğretim işlerinin yanı sıra ziraatin fenni bir şekilde yapılması için köylülere rehberlik edeceklerdir... 1935 yılında Maarif Vekilliğine getirilen Saffet Arıkan aynı yıl ilköğretim müdürlüğüne atanan İsmail Hakkı Tonguç zamanında yürütülen bu proje başarılı oldu ve Köy Muallim Mektepleri denemesi ile birlikte, İnönü döneminde gerçekleştirilen Köy Enstitüleri’ne zemin hazırladı.[462]

28 Aralık 1932’de Maarif Vekili olan Hasan Ali Yücel, “Köye Özel Öğretmen Yetiştirme” fikrini daha kapsamlı bir hale getirdi. İsmail Tonguç ile birlikte geliştirdikleri Köy Enstitüleri Projesi, 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 Sayılı yasayla hayata geçirildi. Bu yasaya göre:

“Enstitülere tam devreli köy okullarını bitirmiş sıhhatli ve müstaid (yetenekli) köylü çocuklarının alınması ..” (madde:3), Köy Enstitüsü mezunu olan öğretmenlere yirmi sene mecburi hizmet getirmekte (madde:5), bu öğretmenler tayin edildikleri köylerin her türlü öğretim ve eğitim işlerini görürler. Ziraat işlerinin fenni bir şekilde yapılması için bizzat meydana getirecekleri örnek tarla bağ ve bahçe, atölye gibi tesislerde köylülere rehberlik eder ..(madde:6).[463]

Köy Enstitüleri 1940 yılında Türk köylerinin cehalet ve maddi geriliğin kısa zamanda giderilmesi amacıyla kuruldu. Fakat, kuruluş kanunu Meclis’ten geçirilirken bile Enstitüler beklendiği kadar ilgi ve hevesle karşılanmadılar. Köy Enstitüleri’ni temelindeki fikir, kızlı erkekli köy çocuklarını devlet hesabına okutmak, Enstitü’den mezun olduktan sonra onları, köylülere ve köy çocuklarına daha iyi tarım metotları ve sağlık bilgisi öğretmek üzere köylerine göndermekti. Köyün toplumsal hayatına karışıp köylülerle kaynaşabilmeleri için Enstitü’yü bitirmiş öğretmenlere köyde toprak ve ev veriliyordu. 1948’de Türkiye’de yirmi bir kadar Enstitü kurulmuştu. Bunlardan mezun ve öğrencilerin sayısı da 1950’de 25.000’e kadar yükselmiş bulunuyordu. Enstitülerin bütün bu olumlu özelliklerinin yanında olumsuz tarafları da bulunuyordu. Köy Enstitüleri, beş yıllık öğretim dönemi içinde öğrencilere, köy hayatının karışık, sosyal ve ekonomik problemlerinin hakkından gelebilmek için gerekli formasyonu veremiyordu. Ayrıca, Enstitü mezunlarının bir kısmı gerçeklerle ve köy problemlerinin çözümü ile uğraşacakları yerde kendilerini teorik tartışmalara ve siyasi spekülasyona vererek hedeflenen amaçtan giderek uzaklaşmaya başladılar. Mezunların neredeyse hayatları boyunca köy öğretmeni olarak kalmaya mecbur olmaları kendilerinde haksızlığa uğradıkları ve hor görüldükleri duygusu yarattı. Bu da şehirle köy arasındaki farkları daha da derinleştirdi.[464]

Cumhuriyet Döneminin en önemli eğitim kurumlarından biri olan Köy Enstitüleri, Türk Ocakları ve Halkevleri gibi CHP’nin ve Cumhuriyet rejiminin önemli kurumlarından biri sayılmıştı. Ancak giderek Köy Enstitüleri’nin ideolojik yapılanmasında farklı gelişmeler olmuş, dönemin siyasal gelişmeleri içerisinde yaygınlaşmaya başlayan sosyalist hareketlilik dolaylı olarak kendisini bu kurumlarda da hissettirmiştir. Özellikle öğretmen kadrosunda yer alan kişiler, genellikle yine ilkelerine bağlıydılar ama bunlardan bir çoğu, aşırı milliyetçi olmayan, çoğulculuğu savunan bir dünya görüşünü benimsiyorlardı. Buralarda öğretmenlik yapanlar dünyadaki sol hareketliliği yakından takip ediyor, dünyadaki ve Türkiye’deki ırkçı yönetimin karşısında yer alıyorlardı.[465]

Kendi sınıflarının çıkarlarını temsil etmediklerine inandıkları CHP’nin ideolojisine hizmet etmeyi bırakarak, sınıf bilincine varmaları ve artık o aşamadan sonra da köylü sınıfının mücadelesini yapmak gibi kendilerine göre yüksek bir misyonu üstlenmeleri, gittikleri yerlerdeki toprak ağalarının ve eşrafın, onların kendi sınıflarını uyandırmak girişimlerinden son derece şikayetçi olmaları Enstitülerin sonunu getirecekti.[466]

DP iktidara geldikten sonra, Milli Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri; Enstitülerdeki olumsuzluklarda İsmail Hakkı Tonguç’un etkisi olduğunu öne sürerek DP’lilere şu tarihi açıklamada bulunmuştur:

“Bu adam ne yapmıştır? Bu adam çok şeyler yapmış amma ben bir iki tanesini sayacağım. Köy Enstitülerine misafir olmuş, rakı masaları kurdurmuş ve Köy Enstitülerindeki Türk kızlarına rakı dağıttırmış, meze dağıttırmış. Bu adam kız ve erkek karışık Köy Enstitülerinde cinsi ahlakın körüklenmesini teşvik etmiş ve mekteplerde birtakım piçler yaratmış ve Türk Köylüsünün son çıkar yolu olan bu mekteplerde köylünün itimadını sarsmıştır...”

Tevfik İleri, Tonguç’u görevden aldıktan sonra onu ağır bir şekilde eleştirmiştir.

“Hakkı Tonguç değil ki Tedrisat Umum Müdürlüğü, değil Talim Terbiye azalığı, değil resim hocalığı, Türk çocuğunun karşısına çıkamayacak kadar bu memlekete hıyanet etmiş bir adam olması sıfatıyle onun oradan tutulup atılması şükürler olsun bize nasip olmuştur.” Köy Enstitüleri’nin ıslah edilmesini kafasına koymuş olan Tevfik İleri, 19 Haziran 1951 tarihinde yaptığı açıklamada “Yapılan incelemeler sonucunda, tek tip ilkokul öğretmeni yetiştirme kararına varıldığını buna uygun olarak da “Köy Enstitüleri ve mevcut öğretmen okullarının ıslah edilerek gerçek öğretmen okulu hüvviyetine kavuşturulacağı ..”belirtilmiştir.[467]

Bakan ileri, 1952 yılı sonuna doğru yaptığı açıklamada, buralarda sadece öğretmen yetiştirilmesini istediklerini belirterek, Enstitüleri şöyle eleştirecekti:

“Köylerimizin muhtaç bulunduğu sanat erbabını yetiştirmek gibi muazzam bir vazifeyi de yapabileceği zannedilmiş olan bu müesseseden böyle bir hedefi daha önceden terk etmiş, müstahsil ve sanatkar öğretmen tipi mucitlerin hayali olmaktan ileri geçememiştir.” Bu doğrultuda Enstitülerde gerekli çalışmalar başlatılarak, Trabzon Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün erkek öğrencileri başka enstitülere dağıtılarak, buradaki Enstitü “Kız Enstitüsü” haline getirildi. Bu uygulama ile kızlar da, “Kızılçullu ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde toplamış oldular. Tevfik İleri, 1953 yılı Şubat’ında çalışmalarına başlayan Beşinci Milli Eğitim Şurası’nda, Köy Enstitülerinin altı yıla çıkarılması nedeniyle 1953 yılında mezun veremeyeceğini açıkladı. Böylelikle, enstitülerin öğretmen okulu haline getirilmesinde önemli bir adım atılmış oldu.[468]

Sonuçta 27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 Sayılı yasa ile Köy Enstitüleri ile ilköğretim okullarını, “İlköğretim Okulları” adı altında birleştiren bir kanun çıkarıldı.[469]

1940 yılında köy insanını aydınlatmak ve ileriye götürmek amacıyla açılan Köy Enstitüleri, 1954 yılında çıkarılan 6234 Sayılı yasayla faaliyetlerine artık son verildi. Böylece Köy Enstitüleri en orijinal eğitim projesi olarak tarihteki yerini almış oldu.

4.1.4.                   İktidar-Üniversite İlişkileri

Programında üniversite özerkliğini savunan Hükümet’in, bu eğitim kurumları ile ilişkileri 1953 yılına kadar olumlu bir seyir izlemiştir. Bu olumlu durum, hükümetin, Prof. Dr. Nihat Erim’in hedef aldığı anlaşılan “Profesörlerin siyasi kuruluşlarda görev alamayacakları” yolunda bir hükmüiçeren yasa tasarısıyla giderek bozulmaya başlamış, 21 Temmuz 1954 tarihinde ise iktidara 60 yaşını ve 25 hizmet yılını dolduran profesör ve yargıçları zorunlu olarak emekliye ayırabilme yetkisi veren yasanın kabulü ile doruk noktasına varmıştır. Aralarında Prof. Dr. Nihat Erim, Prof Dr. Bülent

Nuri Esen, Prof. Dr. Hüseyin N. Kubal , Prof. Dr Turhan Feyzioğlu, Doç. Dr. Muammer Aksoy ve tanınmış öğretim üyelerinin de bulunduğu ve önderlik ettiği bir grup aydın, iktidarın şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdir. Üniversiteleri giderek karşısına alan siyasi iktidarın 1950’li yılların sonlarına doğru kendi kendini yıprattığını söylemek yanlış olmaz. İktidara karşı ilk tepkilerin üniversite ve basından geldiği ve giderek de arttığı gerçeğini kabul etmek gerekir.[470]

4.1.5.                   İktidar-Basın İlişkileri

Demokrat Parti dönemi liberal eğilimler açısından incelendiğinde, özellikle 1950’lerin ilk yarısı “beyaz devrim” olarak değerlendirilmişti.[471] DP’nin tek parti döneminde sürekli baskı altında yaşayan basından, geniş ölçüde destek görmüştü. 1950 yılında kazanılan zaferden sonra Demokratlar her gördükleri gazeteciyi “siz çalıştınız, siz kazandınız, sizin eserinizdir bu bayram!” diye iltifata boğmuşlardı.[472] Bu dönemde özellikle 1952’ye kadar Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Akşam, Tasvir, Yeni Sabah, Yeni İstanbul, Gece Postası, bazen Vatan gibi gazeteler DP’yi destekledi. 1952’den sonra desteklerini çektiler. Ulus ve Halkçı CHP’nin , Zafer DP’nin, Kudret Millet Partisi’nin yayın organı olduğu için tavırlarında önemli bir değişme olmamıştır.

I.Menderes Hükümeti programında “...mesela matbuat ve ceza kanunları, memurin muhakemat kanunu gibi belli antidemokratik hükümleri ihtiva eden kanunları ve mevzuatlarımız içinde yer yer tesadüf olunan buna mümasil hükümleri demokrasi ruhuna uygun tadillerle huzurunuza

getireceğiz.”[473] denmektedir. Fakat programda dikkat çeken bölüm şöyle devam etmektedir.

“Biz bugünün şartları içinde aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalâa etmek gafletinde bulunmayacağız. Bugün aşırı sol cereyanlara mensup olanların, mücerret bir fikir ve kanaat sahibi olmaktan ziyade yıkıcı cereyanların aletleri olduklarına şüphemiz yoktur. Fikir ve vicdan hürriyeti perdesi altında hürriyetleri kan ve ateşle yok etmekten başka bir maksat gütmeyen bu ajanları adalet pençesine çarptırmak icabeden kıstasları vuzuh ve kat’iyetle tespit etmek zaruretine inanıyoruz. Ancak bu suretledir ki, mizah ve siyasi tenkid kisvesi adı altında ayakta tutmak istenilen ve hakikatte şüphesiz aşırı sol cereyanların eseri olan neşriyatın tahribatından memleketi korumak kabil olabilecektir.”[474] DP liberal eğilimlerin söz konusu olduğu bu dönemde de, iktidarda bulunmanın verdiği güvenle basın konusunda sınırlayıcı yönde bir program ortaya koymuştur.

I. Menderes Hükümeti’nin kurulmasından iki ay sonra 5860 Sayılı Basın Yasası kabul edildi. 15 Temmuz da kabul edilen bu yasa Cumhuriyet döneminin ilk basın yasası olan 1931 Yasası ve değişikliklerini yürürlükten kaldırmıştır. Artık gazete ve dergi çıkartmak için izin zorunluluğu yoktur, bildirimde bulunmak yeterlidir. Gazete sahiplerinin cezai sorumluluğu yoktur, adı kötüye çıkmış kişilerin basında çalışmasını yasaklayan hükme de yer verilmemiştir. Basın davaları artık özel mahkemelerce görülecektir.[475]

1950 yasasının getirdiği özgür ortam DP iktidarının başlarında basın için oldukça memnunluk vericiydi. Hükümetle basın arasında yakın ilişkiler kurulmuş, önceleri CHP’yi destekleyen gazeteciler de Menderes ile yakınlaşmış ve hükümeti desteklemeye başlamışlardı. Ancak 1950 Basın

Kanunu çıkarılırken Meclis’te yaşanan tartışmalar, Hükümet’in basın denetimi konusunda henüz bir tutumunun oluşmadığını göstermekteydi.[476]

1950 kanununun getirdiği olumlu hava uzun sürmemiş II. Menderes Hükümeti basının işleyişini zorlaştırıcı önlemleri gündeme getirmiştir. 1953 Temmuz’unda sıfat ve hizmetlerinden dolayı Bakanlara yapılan hakaretin takibi şikayete bağlı iken artık savcının, Bakanın olurunu res’en takibine bırakılması kabul edilir. 1954’te “Nesir yoluyla veya radyo ile işlenecek bazı cürümler hakkında kanun” ile namus, şeref veya haysiyete tecavüz edilmesi; itibar kırıcı yayın yapılması, özel veya aile durumunun rıza alınmadan teşhiri 6 aydan 3 yıla kadar hapis, 1000 liradan 100 bin liraya kadar para cezası ile cezalandırılabilecekti. Bu suçlar resmi sıfatı olanlara karşı işlendiğinde ceza üçte birden yarıya kadar arttırılabilecekti. Ayrıca söz konusu suçların şikayete bağlı olması kaldırılıyor, ancak savcının “mağdurun” yazılı muvafakatini alması ön görülüyordu.[477]

Kısaca söylemek gerekirse basının da desteğini alarak iktidar olan Demokrat Parti, 1950- 1953 yılları arasında basın hürriyetine yönelik olumlu çalışmalarda bulunmuştur. 1953’ten sonra ekonomik durumun bozulmasına paralel olarak, her alanda olduğu gibi basın hürriyeti konusunda da demokratik olmayan bir tutum sergilemiştir.

SONUÇ

Türk demokrasi tarihinde Kanun-i Esasi ile başlayan anayasal düzene geçiş ve demokratikleşme hareketi Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da devam etmiştir. Atatürk’le beraber Cumhuriyeti kuran öncü kadrolar tek parti sistemlerinde olduğu gibi Meclis’teki muhalefeti sindirme yolunu seçmeyerek siyasette çok partili bir hayat amaçlamışlardır. Kısa süren iki deneme de başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili düzene geçişi beklendiğinden daha kolay bir hale getirdi.

İkinci. Dünya Savaşı’nın sonu, artık tek parti idarelerinin de sonunu getirmişti. Demokrasi yeni dünyanın gözdesi durumundaydı. Savaş sonrasında Batılı devletlerin yanında yer alan Türkiye hem dış etkenler hem siyasi. ekonomik, toplumsal sebeplerin doğurduğu zorunluluklardan dolayı çok partili sisteme geçmek zorunda kaldı.

Demokrat Parti, bir bölümü daha önce İttihat ve Terakki Fırkası ile Cumhuriyet Halk Partisi içinde bulunmuş olan, Atatürk’ün son Başbakanı Celal Bayar ve arkadaşları tarafından kurulmuştu. Demokrasi, Hürriyet ve Liberalizm gibi üç temel ilkeyi savunan Demokrat Parti, yıllar boyunca halkın üzerindeki jandarma baskısı, ekonomik sıkıntılar, ağır vergiler, basına uygulanan sansür gibi konularda iktidarı şiddetli bir şekilde eleştirerek her alanda geniş özgürlükler vaadediyordu.

Demokrat Parti, 1946-1950 yılları arasında büyük bir teşkilatlanma oluşturarak siyaseti toplumsallaştırmış ve geniş bir tabana yayılmıştı. Halkın kafasında yıllar boyunca yerleşmiş olan devletin ulaşılmazlığı imajı da artık yok olmaya başlamıştı. Bir bakıma, günümüz siyaset anlayışının temellerinin 1950’lerde atıldığını söylememiz yanlış bir değerlendirme olmaz. Bu bakımdan DP hareketi Türkiye’de çağdaş anlamda popülizmin gerçek bir temsilcisi olarak görülmüştür.

Demokrat Parti, 27 yıl boyunca iktidarda kalan yönetimin, halkın gözünde artık iyice yıpranmış olduğunun farkındaydı. CHP’nin merkezci bürokratik yönetimine karşı olanlarla, sıkı bir işbirliğine giderek yıllarca özlemle ve istekle beklenen bir programla ortaya çıktığı için 1950'de %53.3 oranında oy alarak iktidara gelmiştir.

22 Mayıs 1950 tarihinde Birinci Hükümeti’ni oluşturan Adnan Menderes Başkanlığında Demokrat Parti, iktidarının ilk dört yılında geniş ölçüde desteğini aldığı kesimlerin isteklerini yerine getirmiştir. İlk olarak, merkezci bürokratik kadroların halk üzerinde yapmış olduğu baskılar göz önüne alınarak bürokratik kadrolarda geniş bir tasfiye hareketine girişerek eski yönetimin tüm izlerini silmeye çalıştı. İlk yıllarda basına geniş özgürlükler verlen yasalar çıkartılarak genel olarak bütün kesimleri memnun edici başarılı bir politika izlenmiştir.

1950-1954 dönemi, hükümetin izlediği dış politika, CHP’nin 1947 yılında ABD ile yaptığı anlaşmalarla bu ülkeye bağlı kalma sürecinin devamı şeklindeydi. İnönü Döneminin 1947 yılına kadar sürdürmüş olduğu dış politikada yalnızlık anlayışından vazgeçilerek ülkeyi saygın bir noktaya getirmek için uğraşılmıştır. Sovyet tehdidine karşı ortak bir güvenlik sistemi olarak kurulan NATO’ya üye olunarak başarılı bir politika izlenmiş ve bu güvenlik arayışları içinde Balkan Paktı’na imza atılmıştır.

Hükümet 1948 yılından itibaren yapılan Marshall yardımları ve dış kaynaklı kredilerin büyük bir kısmını tarım sektörüne ve alt yapı hizmetlerine yatırmıştır. 1950-1954 döneminde traktör sayısında üç kat, işlenebilir toprak alanlarında 1.5 kat, toprak dağıtımında 11 kat, tarımsal ürünlerde ise yaklaşık 2 kat artış sağlanmıştır. Bu dönemde, Hükümet programlarında özelleştirilmesi öngörülen Kamu İktisadi Teşebbüslerin hiçbirisi özelleştirilemediği gibi yeni KİT’lerin sayısı da 30’u(1950-1960) bulmuştur Hükümet, 1950-1954 döneminde özel girişime büyük önem vermiş yabancı sermayenin ülkeye girişini sağlamak için 1951-1954 yıllarında ayrıcalıklı yasalar çıkartmış olmasına rağmen yabancı sermayedarlardan ülkeye beklendiği kadar yatırım yapılmamıştır. Bu dönemde ithal ikameci bir ticaret politikasının yanı sıra başta otomotiv sanayii olmak üzere ara sanayii ve montaj sanayiine ağırlık verilmiş fakat ağır sanayi ihmal edilmiştir.

1950-1954 döneminde ilköğretime zorunlu din derslerinin konulması İmam-hatip okullarını açılması gibi konular yüzünden muhalefet ve çeşitli çevreler tarafından sert eleştirilere maruz kaldı. 10 yıllık bir döneme damgasını vuran Köy Enstitüleri de Menderes Hükümetleri döneminde kapatılarak İlk Öğretmen Okullarıyla birleştiren yasa 1954 yılında yürürlüğe girdi. Bunu sonucunda Cumhuriyet Tarihinin en önemli ve en orijinal projelerinden biri olan Köy Enstitüleri tarihe karışmış oldu.

I. ve II. Menderes Hükümetleri döneminde, genel olarak iç ve dış politikada ve ekonomi politikasında sağlanan başarılar nedeniyle 1954 seçimlerinde 1950 seçimlerinden daha büyük bir oy farkıyla DP yeniden iktidara gelmiştir. Fakat 1954 yılından sonra ekonomide izlenen yanlış politikalar sonucunda enflasyonun giderek artmaya başlaması, piyasada mal sıkıntısının artması hükümeti daha otoriter bir siyasete sürüklemiş, bunun sonucunda muhalefete ve basına getirilen sınırlamalar arttırılmıştır. 1954 yılından sonra Menderes Hükümetleri döneminde yapılan yanlış uygulamalar, alınan antidemokratik kararlar ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemiş, iktidarının ilk yıllarından itibaren gerçekleşmesinden korktuğu, askeri kesimden yapılan bir darbe ile 27 Mayıs 1960 tarihinde DP’nin 10 yıl süren iktidar dönemi sona ermiş böylece Demokrat Parti günahları ve sevaplarıyla Cumhuriyet Tarihimizdeki yerini almıştır.

KAYNAKÇA

AHMAD, Feroz. Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgi Basımevi, Ankara, 1976.

AKALIN, Cüneyt. ABD ve Soğuk Savaş ve Türkiye Olaylar-Belgeler I (1945-1952), Kaynak Yayını 372, İstanbul, 2003.

AKŞAM Gazetesi (Nisan-1951).

ALBAYRAK, Mustafa. Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2004.

------------ . “DP Hükümetlerinin Politikaları (1950-1960)”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 855-875.

ALDIKAÇTI, Orhan. Anayasa Hukukumuzun Çelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul, 1978.

ALEMDAR, Korkmaz, “Demokrat Parti ve Basın”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, Ankara, (Mayıs 1988), 275-277.

ANADOL,Cemal. Türk Siyaset Tarihinde Demokrat Parti,Yeni Kuvayi Milliye Yayınları,İstanbul, 2004.

ARMAOĞLU, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), 12 Baskı, Ankara.

ATATÜRK, Mustafa Kemal. Nutuk-Söylev, TTK Basımevi, Ankara,1984.

ATAY, Falih Rıfkı. Çankaya, İstanbul, 1984.

AYDEMİR, Şevket Süreyya. İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.

------------ . Menderes’in Dramı (1899-1960), Remzi Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul, 1993.

AYDIN, M. Şevki. “Cumhuriyet Döneminde Örgün Eğitim Kurumlarındaki Din Eğitimi”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 455-461.

AYIN TARİHİ, (1950-1954).

BAŞKAYA, Fikret. Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayıncılık, Ankara, 1985.

BİLGİN, Beyza. Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri, Ankara, 1989.

BİRAND, Mehmet Ali- Can DÜNDAR- Bülent ÇAPLI. Demir Kırat, Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitap, 10. Baskı, Ankara, 2005.

BORATAV, Korkut. “DP Döneminde Ekonomi”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, Ankara, (Mayıs 1988), 36-37.

------------ . Türkiye’de Gelir Dağılımı, Kapitalist Sistemde, Türkiye’de, Gerçek Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1980.

ÇAKAR, Mustafa. Türkiye’de Eğitim ve Öteki Türkler, Ankara, 2006.

ÇARIKÇI, Emin. “Menderes Döneminde Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler”, Türkler, C.19, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 623-630.

ÇAVDAR, Tevfik. “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S. 65-66, İletişim Yayınları, İstanbul, 2061­2075.

CUMHURİYET Gazetesi, (Mart 1949,1950-1954).

DAĞLI, Nuran- Belma AKTÜRK. Hükümetler ve Programları (1920-1960), TBMM Yay., Ankara, 1988.

Demokrat Parti: Genç Demokratlar Teşkilatı ve Esasları, Gençlik ve Siyasi Eğitim, Ankara, 1954.

Demokrat Parti Tüzük ve Programı, Ankara, 1949.

DUMAN, Sabit. Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası (1950-1960), Hacettepe Üniversitesi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1990.

DÜSTUR, III.Tertip, C.31.

ERER, Tekin. On Yılın Mücadelesi, Ticaret Postası Matbaası, İstanbul, 1963.

ERDOĞDU, Hikmet. Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve Nato İttifakı, IQ. Kültür Sanat Yayıncılık: 86, İstanbul, 2004.

EROĞUL, Cem. Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1970.

GEVGİLİLİ, Ali. Yükseliş ve Düşüş, Altın Kitapları Yayınevi, İstanbul, 1981.

GOLOĞLU, Mahmut. Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1982.

GÖKTEPE, Cihat. “Menderes Dönemi (1950-1960)”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yayını, Ankara, 2002, 902-909.

GÖNLÜBOL, Mehmet- Haluk ÜLMAN. Olaylarla Türk Dış Politikası (1919­1973), AÜSBF Yayınları, No:279, Ankara, 1974.

GÖNLÜBOL, Mehmet. “Dış Etkenler Açısından Nato ve Türkiye I”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.43, Ankara (Mayıs 1971), 34-71.

GÜNEŞ, İhsan. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1985.

HAKOV, Cengiz. “Bulgaristan Türklerinin Göçmenlik Serüveni”,Türkler, C.20, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.

HİÇ, Mükerrem. Kapitalizm, Sosyalizm, Karma Ekonomi ve Türkiye, 2. Baskı, Yalkın Ofset Basımevi, İstanbul,1974, 210.

HÜRRİYET Gazetesi Eki,(Haziran-2000),www.hürriyet.com.tr/arşiv.,erişim tarihi, 16 Mart 2006.

İNAN, Afet. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK Basımevi, Ankara, 1977.

KARPAT, H. Kemal. Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul, 1967.

KEYDER, Çağlar. “Türk Tarımında Küçük Meta Üretiminin Yerleşmesi (1946­1960), Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-1960), Der. Şevket Pamuk- Zafer Toprak, Yurt Yayınları, Ankara, 1988,.108-116.

KILIÇBAY, Ahmet. Türkiye Ekonomisinde Enflasyonun Anatomisi, İstanbul, 1984.

Kili, Suna- Abdurrahman ŞEREF. Türk Anayasa Metinleri Senedi İttifaktan Günümüze, Kurtuluş Ofset Basımevi, Ankara, 1985.

KOÇAK, Cemil. Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yay., Ankara, 1986.

KORALTÜRK, Murat. “Türkiye Ekonomisi (1923-1960)”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 581-597.

KÜRKÇÜOĞLU, Ömer. Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası (1945-1960), Sevinç Matbaası, Ankara, 1972.

LEWIS, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basımevi, Ankara, 1998.

MEYDAN LAROUSSE, C.8, Meydan Yayınları,İstanbul, 1990, 792.

MİLLİYET,(Ağustos-1950)

MÜTERCİMLER, Erol- Mim Kemal ÖKE. Düşler ve Entrikalar, Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası, Alfa Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2004.

ÖLÇEN, Ali Nejat. Halkevlerinin Yokedilişi, Ankara, 1988.

ÖZDAĞ, Ümit. Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları, İstanbul, 1997.

ÖZÜÇETİN, Yaşar. “Demokrasiye Geçiş, Demokrat Parti’nin Kuruluşu, 1946 Seçimleri”, Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi, C.9, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 9-19.

PALAMUT, Mehmet-Giray F. “Cumhuriyetten Günümüze Mali Krizler ve Politikalar”, Yeni Türkiye (Eylül-Ekim 2001), 20-34.

SANDER, Oral. Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜSBF Yayınları, No:427, Ankara, 1970.

------------ . Balkan Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965), AÜSBF Yayınları, No:276, Ankara, 1969.

SARINAY, Yusuf. “Türkiye’nin Nato’ya Girişi”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yayını, Ankara, 2002, 923-927.

SERİN, Necdet. Türkiye’nin Sanayileşmesi, AÜSBF Yayınları, No:147-149, Ankara, 1963.

SEVER, Ayşegül. Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları, Araştırma Dizisi:1, 1. Basım, İstanbul, 1997.

SEVGEN, Nazmi. Celal Bayar Diyor ki (1920-1950), Tan Matbaası, İstanbul, 1951.

SOYSAL, İsmail. Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları, 1945-1960, C.2, TTK Yayınları, Ankara, 1991.

------------ . “Türk- Amerikan Siyasal İlişkilerinin Ana Çizgileri”, Belleten, XLI, S.162, Nisan, 1977, 259-275.

SUNAR, İlkay. “Demokrat Parti ve Popülizm”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S.&5-66, İletişim Yayınları, 2077-2087.

ŞİMŞİR, Bilal N., “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı I Bildiriler, (7 Haziran 1985), 2. Baskı, TTK Basımevi, Ankara, 1987, 47-66.

------------ . Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1986.

TBMM Tutanak Dergisi.

TBMM Zabıt Ceridesi.

T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi.

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Cumhuriyetin 50. Yılında Rakam ve Grafiklerle Milli Eğitimimiz, Milli Eğitim Basımevi, 1973.

TOKER, Metin. Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973, DP’nin Altın Yılları 1950-1954, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, 1990.

TOPRAK, Zafer. “Türkiye Tarımı ve Yapısal Gelişmeler 1900-1950”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), Der. Şevket Pamuk- Zafer Toprak, Yurt Yayınları, Ankara, 19-36.

TUNAYA,Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952), İstanbul, 1952.

TUNCER, Baran. Türkiye’de Yabancı Sermaye Sorunu, AÜSBF Yay:24, Ankara, 1968.

TURGUT, Serdar. Demokrat Parti Döneminde Türkiye Ekonomisi, Ankara, 1991.

Türkiye Cumhuriyeti 80. Yıl Kronolojisi, Anadolu Ajansı Yayını:3, Ankara, 2003.

Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, 1973.

ULUS Gazetesi, (1950-1951).

VATAN, (Ağustos 1950)

YALÇIN, Durmuş ve Diğerleri. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, A.K.D.T.D.Y.K. Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004.

YERASİMOS, Stefanos. Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, Bizans’tan 1971’e, 3. Baskı (Çev. Babür Kuzucu), İstanbul, 1980.

YEŞİL, Ahmet. Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988.

YILDIZ, Nuran. “Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve Basın”, AÜSBFD., c.51, No:1-4, Ankara, 1996, 481-505.

YİĞİT, Ali Ata. “İnönü Döneminin Köye Özel öğretmen Yetiştirme Projesi Köy Enstitüleri”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 446-453.

YÜCEL, M. Serhan. Demokrat Parti, Ülke Kitapları, No:10, İstanbul,2001.

---------- . “Menderes Dönemi (1950-1960)”, Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, 835-843.

ZAFER, (1950-1954, Temmuz1955).

ZÜRCHER, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1981.

ÖZET

14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerden sonra %53.3 oranında oy alan Demokrat Parti, 22 Mayıs 1950 tarihinde Birinci Menderes Hükümeti’nin kurulmasıyla iktidara geldi.

1950-1954 dönemini şekillendiren iç siyasi gelişmeler şu başlıklar altında toplandı: Askeri ve idari kadrolarda yapılan değişiklikler, ezanın yeniden Arapça okunabileceğine dair 5665 Sayılı yasanın çıkarılması, yerel yönetim seçimlerinin yapılması.

Adnan Menderes, 8 Mart 1950 tarihinde kabinede değişiklik yapmak üzere istifa ederek 2 Nisan 1951 tarihinde İkinci Hükümeti’ni kurdu. İkinci Menderes Hükümeti, Halkevleri konusunu gündeme getirerek CHP’nin mallarının hazineye devredilmesine yönelik yasaları çıkarttı. Atatürk’ün maddi ve manevi varlığına yönelik saldırıları durdurmak amacıyla Atatürk’ü Koruma Kanunu yürürlüğe girdi. Bu saldırıları gerçekleştiren Ticani Tarikatı’na mensup kişiler tutuklandı. 16 Eylül 1951’de seçim kanununa göre ara seçimler yapıldı. Demokrat Parti, bu seçimlerde de %53.36’lık oy oranıyla lider parti durumunu korudu. Seçimlerin ardından DP’nin Üçüncü Büyük Kongresi toplandı. 1954 seçimleri yaklaşırken Hükümetin muhalefet partiler üzerindeki baskısı da giderek artmaya başladı. 1953 yılında Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandığı gerekçesiyle Millet Partisi kapatıldı. 1954 yılında ise CHP’nin mallarını hazineye devreden yasa kabul edildi. Hükümet- muhalefet ilişkilerinin gergin olduğu bu ortamda 1954 seçimlerine girildi.

1950-1954 döneminde Hükümetin izlediği dış politika şu doğrultuda değerlendirildi: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye ve Türkiye üzerindeki Sovyet tehlikesi, Türkiye- U.S.A. ilişkileri, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi ve bunun yankıları, Türkiye’nin NATO’ya girişi, Türkiye’nin Doğu Bloku ile olan ilişkileri ve Bulgaristan’dan gelen Türk göçmenleri sorunu, Türkiye-Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanan Balkan Paktı.

Yabancı Sermaye Yasaları ve Petrol Yasası, Hükümetin izlediği ziraat politikası, tarımda makineleşme, U.S.A. yardımı ve Toprak Reformu, 1950­1954 döneminde izlenen mali politikalar ve ulaşım, Ekonomi başlığı altında incelendi.

Son bölümde ise, Birinci ve İkinci Menderes Hükümetlerinin eğitim ve kültür politikalarına değinilerek; ilköğretim, orta öğretim, iktidar-üniversite ilişkileri, Köy Enstitüleri’nin kapatılması ve Hükümetin basın politikası değerlendirilerek teze son verilmiştir.

ABSTRACT

After the general elections which applied on the 14th May 1950, Democratic Party which took 53.3 percent gain of the total votes, with estabilished The First Menderes Government on the 22nd May 1950, was the party in power

The internal political developments shaping the 1950- 1954 era are gathered under the following topics:Changes made in the military and the administrative hierarchy;introduction of Law with the number of 5665 ruling that the call to prayer (the azan9 be made in the Arabic language, the elections for the Local administration be conducted;

Adnan Menderes, on the 8th of March 1950 with the objective of implementing changes on Cabinet resigned and on the 2nd of april 1951 established its second government. The Menderes Government brought the issue of Community- Houses (Halkevleri) into the agenda and introduced laws transferring all the assets of the Party CHP to the Treasury. In order to put an end to the attacks directed to the Ataturk’s spiritual and material assets a Law for the purpose of protecting Ataturk was introduced. Arrests were made targeting the attackers namely the members of the Ticani Tariqat/Cult. In accordance with the Laws regarding elections on the 16th of December 1951 midterm electitons were conducted. The Democratic party with a 53.36 % (percent) gain of the total votes reserved their seats as the leading Party. Immediately after the elections the third massive cogress of the Democratic Party was held. Towards the elections of 1954 the Government’s pressure ON THE OTHER Party oppositions increased. In the year 1953 the People’s Party (Millet Partisi) was shut down on the grounds of behaving aganist the principles of the Republic. In the year 1954 the Law transferring all the assets of the CHP was approved. Whilst the relationship between the Government and the opposition was very tight the 1954 general election was held.

The foreign politics between the years of 1950-1954 by the Government was evaluated in light of the following:

After the World War II, the threat of Soviet’s on Turkey, relionships of Turkey-U.S.A., sending of soldiers to the Korea and its repercussions, antrance of Turkey into NATO, relations of Turkey with the Eastern block and the implications of the turkish migrants from Bulgaria, the signiing of the Balkan Pact between Turkey, Greece and Yugoslavia, laws regarding foreign investments and petrol, the adopted nature of the Government’s politics on agriculture, industrialisaiton /introduction of machinery in agriculture, aids from U.S.A., land reform, financial politics adopted between the years of 1950-1954, communication, had been covered under the heading of Economy.

In the final section however, the first and the second era of the Menderes Government had been reviewed in terms of Education and Cultural politics briefly examining the primary and the secondary education, the relationship between the ruling part and the universities, closure of the Village Instıtutes and the politics of the Government on the Press/Media.and thus thesis had been ended.



[1] İhsan Güneş, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1985,s. 12.

[2] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2004, s.3.

[3] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk-Söylev, C.1, (1920-1927), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s.157-159.

[4] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s.265.

[5] Suna Kili-Abdurrahman Şeref, Türk Anayasa Metinleri, Sened-i İttifak’tan Günümüze, Kurtuluş Ofset Basımevi, Ankara, 1985, s.276.

[6] Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak Yay., istanbul, 1982, s.21.

[7] ALBAYRAK, Türk Siyasi..... , s.3.

[8] Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, 2. Baskı, TTK Basımevi, Ankara, 1977, s.155.

[9] ALBAYRAK, Türk Siyasi..... , s.5.

[10] Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, 3. Baskı, İstanbul,1970 s.97.

[11] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.7.

[12] LEWIS, a.g.e., s.293.

[13] Durmuş Yalçın ve Diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, AKDTDYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004, s.520.

[14] M. Serhan Yücel, “Menderes Dönemi (1950-1960)” Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.835.

[15] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.19-20.

[16] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.20

[17].Tevfik Çavdar, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S.65-66, İletişim Yay., Ankara, s.2062-2063.

[18] GOLOĞLU, a.g.e., s.25-26.

[19] Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul, 1967, s.117-118.

[20] LEWIS, a.g.e., s.378-379.

[21] ÇAVDAR, a.g.m., s.2063.

[22] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.25-26.

[23] LEWIS, a.g.e., s.378-379.

[24] ÇAVDAR, a.g.m., s.2063.

[25] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yay., Ankara, 1986, s.269.

[26] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.27.

[27] LEWIS, a.g.e., s.300.

[28] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.28.

[29] Yaşar Özüçetin, “Demokrasiye Geçiş, Demokrat Parti’nin Kuruluşu, 1946 Seçimleri”, Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi, C.9., Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.13.

[30] ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.11; GOLOĞLU, a.g.e., s.35.

[31] ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.11.

[32] ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.12.

[33] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.24.

[34] GOLOĞLU, a.g.e., s.34.

[35] Bu önergede kısmen serbest bırakılmış bir ara seçim arefesinde, partinin 12 Haziran 1945 tarihli grup toplantısında karar verilmiştir. Önergenin red sebepleri SARAÇOĞLU Hükümeti mensupları tarafından izah edilmiştir. Kanunlarda değişiklik usulü dairesinde bir teklifle tüzük tadilatı ise kurultayda yapılabilir, grupta görüşülmesine imkan ve lüzum yoktur. Önergede imza sahiplerinden maada oybirliği ile reddedilmiştir. Bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, 1859-1952, İstanbul, 1952, s.648.

[36] ÇAVDAR, a.g.m., s.2065.

[37] TUNAYA, a.g.e., s.638.

[38] Çeşitli sebeplerden dolayı çok uzun ömürlü olmayan partiler arasında Türkiye Sosyalist Partisi gibi sosyalist eğilimlerini belirten partilerden, Liberal Demokrat Parti, Sosyal Adalet Partisi, Çiftçi ve Köylü Partisi, Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi, Arıtma Koruma, Yurt Görev Partileri gibi geleneksel İslami eğilimler belirleyen partilere kadar çeşitli eğilimlerde olanlara rastlanmaktadır. Bkz. Durmuş Yalçın ve Diğerleri, a.g.e., s.35, s.536.

[39] Ahmet Yeşil, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Kültür ve turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1998, s.59-60.

[40] ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.17.

[41] YEŞİL, a.g.e., s.62.

[42] KARPAT, a.g.e., s.136.

[43] YEŞİL, a.g.e., s.63.

[44] ÖZÜÇETİN, a.g.m., s.18.

[45] GOLOĞLU, a.g.e., s.60.

[46] YÜCEL, Menderes Dönemi.... , s.836.

[47] ÇAVDAR, a.g.m., s.2065.

[48] Mehmet Ali Birand-Can Dündar-Bülent Çaplı, Demir Kırat- Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitap, 10. Baskı, Ankara, 2005, s.836.

[49] YÜCEL, “Menderes Dönemi.... ”, s.836.

[50] YEŞİL, a.g.e., s.85.

[51] ÇAVDAR, a.g.e., s.2066.

[52] 1-Vatandaş hak ve hürriyetlerini haleldar eder mahiyette olan ve Anayasamızın metnine ve ruhuna uymayan kanun hükümlerinin kaldırılması 2-Vatandaş reyinin emniyet ve masuniyetini sağlamak ve milli hakimiyet prensibini teminat altına almak maksatlariyle kanunda değişiklikler yapılması 3- Devlet Reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmemesi usulünün kabulü. Bkz. Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., s.650.

[53] BİRAND-DÜNDAR-ÇAPLI, a.g.e., s.52; ÇAVDAR, a.g.m., s.2067.

[54] YEŞİL, a.g.e.,s.95

[55] TUNAYA, a.g.e., s.649.

[56] BİRAND-DÜNDAR-ÇAPLI, a.g.e., s.54.

ÇAVDAR, a.g.e., s.2067-2068.

[58] CUMHURİYET, 26 Mayıs 1950.

[59] Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1944-1973), DP’nin Altın Yılları (1950­1954), 1. Basım, Haziran, 1990, s.26.

[60] ZAFER, 18 Mayıs 1950.

[61] Cem Çakmak , “1950’li Seçimler ve Demokrat Parti”, Tarih ve Toplam, C.9, S.53, Mayıs 1988, s.281-282.

[62] AYIN TARİHİ, No:198, s.12.

[63] CUMHURİYET, 6-7 Haziran 1950.

[64] TOKER, a.g.e., s.25.

[65] AYIN TARİHİ, No:198, s.10.

[66] ZAFER, 19 Mayıs 1950.

[67] ZAFER, 16 Mayıs 1950.

[68] ZAFER, 19 Mayıs 1950.

[69] ZAFER, 19 Mayıs 1950.

[70] ZAFER, 19 Mayıs 1950.

[71] AYIN TARİHİ, No:198, s.112.

[72] AYIN TARİHİ, No:198, s.112.

[73] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.178-179.

[74] ÇAVDAR, a.g.m., s.2063.

[75] LEWIS, a.g.e., s.314.

[76] Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara, 1970, s.56-57.

[77] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.180.

ZAFER, 19 Mayıs 1950.

M. Serhan Yücel, Demokrat Parti, Ülke Kitapları, No:10, İstanbul, s.80.

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.2-5.

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.7.

Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1981, s.68.

[83] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.5-6.

[84] BİRAND-DÜNDAR-ÇAPLI, a.g.e., s.73.

[85] CUMHURİYET, 23 Mayıs 1950.

[86] ZAFER, 24 Mayıs 1950.

[87] TBMMTD, Dönem IX, C.9, S.9.

[88] CUMHURİYET-ZAFER, 23 Mayıs 1950.

[89] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.184.

[90] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.189.

[91] Cihat Göktepe; “Menderes Dönemi (1950-1960)” Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002,

s.903.

[92] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.189.

[93] ZAFER, 30 Mayıs 1950.

[94] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.95-143.

[95] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.143.

[96] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.144-147.

[97] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1981, s.322.

[98] ALBAYRAK, Türk Siyasi..... , s.191.

[99] Şevket Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s.221.

[100] EROĞUL, a.g.e., s.66-67.

[101] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Kitapları, İstanbul, 1977, s.23-24.

[102] EROĞUL, a.g.e., s.67.

[103] CUMHURİYET, 7-8 Haziran 1950.

[104] CUMHURİYET, 13 Haziran 1950.

[105] ÖZDAĞ, a.g.e., s.24.

[106] CUMHURİYET, 16 Haziran 1950.

[107] TOKER, a.g.e., s.42.

[108] CUMHURİYET-ZAFER, 14 Haziran 1950.

[109] CUMHURİYET, 14 Haziran 1950.

[110] ZAFER, 14 Haziran 1950.

[111] EROĞUL, a.g.e., s.33.

[112] LEWIS, a.g.e., s.409-410.

[113] Falih Rıfkı Atay, Çankaya,İstanbul, 1984, s.394.

[114] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.84.

[115] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.84.

[116] TOKER, a.g.e., s.48-49.

[117] HÜRRİYET, 17 Haziran 2000 (www.hürriyet com.tr/arşiv)

[118] CUMHURİYET, 5 Haziran 1950.

[119] ZAFER, 7 Haziran 1950.

[120] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.181-183.

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.181-183.

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.186-187.

T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dos:D4, F.Kod No:030.1., Yer no:51 306.

YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.84.

YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.84.

[126] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.198.

[127] ULUS, 13 Temmuz 1950.

[128] CUMHURİYET-ZAFER, 3 Ağustos 1950.

[129] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.86, 1Eylül 1950.

[130] MİLLİYET, 16 Ağustos 1950.

[131] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.201.

[132] ULUS, 19 Eylül 1950.

[133] ZAFER, 15 Ekim 1950.

[134] ZAFER, 19-24 Ekim 1950.

[135] EROĞUL, a.g.e., s.70.

[136] EROĞUL, a.g.e., s.74.

[137] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.202.

[138] TOKER a.g.e., s.111.

[139] ZAFER, 26 Kasım 1950.

[140] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.122-125.

[141] ULUS, 9 Mart 1951.

[142] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.204-205.

[143] ZAFER, 11 Mart 1951.

[144] ZAFER, 10 Mart 1951; YÜCEL, Demokrat Parti... , s.86-87.

[145] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.124- 217.

[146] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.208.

[147] TOKER, a.g.e., s.138.

[148] Ali Nejat Ölçen, Halkevlerinin Yokedilişi, Ankara, 1988, s.9-10.

[149] Nazmi Sevgen, Celal Bayar Diyor ki (1920-1950), İstanbul, Tan Matbaası, 1951, s.178.

[150] CUMHURİYET, 15 Haziran 1950.

[151] ZAFER, 8 Eylül 1950.

[152] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.209.

[153] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.210-211.

[154] Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı (1899-1960), 5.Basım, İstanbul, 1993, s.199.

[155] CUMHURİYET, 25 Temmuz 1951.

[156] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.212.

[157] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.741-744.

[158] ZAFER, 9 Ağustos 1951, s.1-4.

[159] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.165-166.

[160] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.213.

[161] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.213.

[162] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.169-170.

[163] TOKER, a.g.e., s.270.

[164] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.171

[165] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.172.

[166] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.231.

[167] TOKER, a.g.e., s.270.

[168] AYIN TARİHİ, No:245, s.38-39.

[169] AYIN TARİHİ, No:245, s.39.

[170] ZAFER, 15 Aralık 1953.

[171] AYIN TARİHİ, No:245, s.74.

[172] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.226-227.

[173] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.1.

[174] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.288-289.

[175] Türkiye Cumhuriyeti 80. Yıl Kronolojisi, Anadolu Ajansı Yayını:3, Ankara, 2003, s.150.

[176] ULUS, 27 Mart 1951.

[177] ULUS, 30 Mart 1951.

[178] ZAFER, 18 Nisan 1951.

[179] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.1.

[180] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.40-42.

[181] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.43-44.

[182] TBMMTD, Dönem IX, C.7, s.58-60.

[183] ULUS, 5 Mayıs 1951.

[184] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.1-3.

[185] ZAFER, 23, 27, 29 Temmuz 1951.

[186] ZAFER, 1 Temmuz 1951.

[187] ZAFER, 30 Temmuz 1951.

[188] ZAFER, 7 Mayıs 1951.

[189] CUMHURİYET, 28 Haziran 1951.

[190] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.324.

[191] DÜSTUR, III. Tertip, C.32, s.1842.

[192] YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.93.

[193] CUMHURİYET, 4 Ağustos 1951.

[194] TOKER, a.g.e., s.150.

[195] YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.94.

[196] Feroz Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgili Yayınevi, Ankara, 1976, s.88.

[197] ZAFER, 21 Eylül 1951.

[198] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.93.

[199] CUMHURİYET, 17 Eylül 1951.

[200] Cemal Anadol, Türk Siyaset Tarihinde Demokrat Parti, Yeni Kuvayi Milliye Yay., İstanbul, 2004, s.72.

[201] EROĞUL, a.g.e., s.77.

[202] YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.95.

[203] Tekin Erer, On Yılın mücadelesi, Ticaret Postası Matbaası, İstanbul, 1963, s.88-89.

[204] MEYDAN LAROUSSE,

[205] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.233-234.

[206] AHMAD, a.g.e., s.83.

[207] YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.97.

[208] ALBAYRAK,Türk siyasi.... , s.234.

[209] ZAFER, 5-6-10 Temmuz 1953.

[210] ZAFER, 9 Temmuz 1953.

[211] AHMAD, a.g.e., s.118.

[212] AYIN TARİHİ,No:242, s.36.

[213] YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.97.

[214] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.103.

[215] ZAFER, 8 Ocak 1954.

[216] Genç Demokratlar Teşkilatı ve Esasları, Gençlik ve Siyasi Eğitim, Ankara, 1954, s.7.

[217] Genç Demokratlar..... , s.15.

[218] YÜCEL, Demokrat Parti.... , s.104.

[219] ZÜRCHER, a.g.e., s.322-323.

[220] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin Politikaları (1950-1960), Türkler, C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.873-874.

[221] ZAFER, 13 Nisan 1954.

[222] EROĞUL, a.g.e., s.96.

[223] TOKER, a.g.e., s.229.

[224] ZÜRCHER, a.g.e., s.325.

[225] İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Popülizm”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.8, S.65-66, İletişim Yay., Ankara, s.2086.

[226] Hikmet Erdoğdu, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve Nato İttifakı, IQ Kültür Sanat ve Yayıncılık:86, İstanbul, 2004, s.52.

[227] Yusuf Sarınay, “Türkiye’nin Nato’ya Girişi”, Türkler Ansiklopedisi, C.16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.924.

[228] Sabit Duman, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası (1950-1960), Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde Yapılmış (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),Ankara 1990, s.21.

[229] SARINAY, a.g.m., s.924.

[230] Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), 12.Baskı, Ankara, s.405.

[231] Durmuş Yalçın ve diğerleri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2004, s.460.

[232] ARMAOĞLU, a.g.e., s.426.

[233] DUMAN, a.g.t., s.26-27.

[234] Mehmet Gönlübol-Haluk Ülman, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), AÜSBF Yay., No:279, Ankara, 1974, s.215.

[235] Erol mütercimler-Mim Kemal Öke, Düşler ve Entrikalar Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası, Alfa Yay., 1. Basım, İstanbul, 2004, s.27.

[236] SARINAY, a.g.m., s.925.

[237] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.219-22.

[238] İsmail Soysal, “Türk-Amerikan Siyasal İlişkilerinin Ana Çizgileri”, Belleten, C.XLI, S.162, Nisan, 1977, s.628.

[239] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.221.

[240] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... , s.429.

[241] SARINAY, a.g.m., s.925.

[242] MÜTERCİMLER, a.g.e., s.29.

[243] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.227, SARINAY, a.g.m., s.925.

[244] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.228.

[245] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl , s.442.

[246] SARINAY, a.g.m., s.925.

[247] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.234-235.

[248] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.235; ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl , s.444.

[249] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.236.

[250] Mehmet Gönlübol, “Dış Etkenler Açısından Nato ve Türkiye I”, BTTD, S:43, Ankara, 1971, s.39.

[251] Cüneyt Akalın, ABD ve Soğuk Savaş ve Türkiye-1 Olaylar ve Belgeler (1945-1952), Kaynak Yay:372, İstanbul, 2003, s.235-236.

[252] AKALIN, a.g.e., s.236.

[253] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.240.

[254] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... , s.448.

[255] DUMAN, a.g.t., s.36.

[256] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... , s.449.

[257] İsmail Soysal; Türkiye’nin Uluslararası Bağıtları 1945-1960, C.II, TTK Yay., Ankara, 1991, s.410.

[258] DUMAN, a.g.t., S.37.

[259] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl , s.448.

[260] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.241.

[261] CUMHURİYET, 11 Mart 1949.

[262] Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu 1945-1958, Boyut Kitapları araştırma Dizisi:1, 1. Basım, İstanbul, 1997, s.59.

[263] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.242.

[264] DUMAN, a.g.t., s.39-40.

[265] Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜSBF Yay., No:427, Ankara, 1979, s.71.

[266] SANDER, Türk Amerikan.... , s.71

[267] AYIN TARİHİ, No:198, Mayıs 1950, s.60; SANDER, Türk-Amerikan.... , s.73.

[268] SANDER, Türk-Amerikan.... , s.73.

[269] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.34.

[270] ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl... , s.454-495.

[271] YÜCEL, Demokrat Parti... , s.85.

[272] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.410.

[273] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.312.

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.312.

TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.312.

ALBAYRAK, Türk Siyasi..... , s.411.

[277] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.411.

[278] CUMHURİYET, 26 Temmuz 1950.

[279] ZAFER, 26 Temmuz 1950.

[280] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.412.

[281] ZAFER, 1 Ağustos 1950.

[282] AYIN TARİHİ, No:200, s.8-9.

[283] AYIN TARİHİ, No:200, s.73.

[284] ZAFER, 30 Temmuz 1950.

[285] ZAFER, 15 Ağustos 1950.

[286] VATAN, 10 Ağustos 1950.

[287] TOKER, a.g.e., s.84-85.

[288] VATAN, 10 Ağustos 1950.

[289] T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dosya:11, Fon Kod:030.01, Yer No:102.630.8.

[290] ZAFER, 30 Temmuz 1950.

[291] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.414.

[292] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.86.

[293] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.3-4.

[294] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.6.

[295] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.6.

[296] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.152.

[297] TBMMTD, Dönem IX, C.3, s.195-199.

[298] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin.. ”, s.964.

[299] AKALIN, a.g.e., s.271.

[300] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.224.

[301] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.246.

[302] AKŞAM, 25 Nisan 1951.

[303] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.446-447.

[304] Ulusal Haber alma Tahmini, ilk kez 1950 sonbaharında CIA tarafından yayınlanan bir dizi bakanlıklar arası rapordan biridir. Her tahmin raporunun, siyaseti çizenlere mevcut durum hakkındaki en yakın yorum ve değerlendirme olanağı sağlıyordu. Bkz. Akalın, a.g.e., 271.

[305] AKALIN, a.g.e., s.279-280.

[306] AKALIN, a.g.e., s.280.

[307] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.247.

[308] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.105-106.

83 MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.105-106.

[309] Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası (1945-1960), Sevinç Matbaası, Ankara, 1972, s.35-36.

[310] ZAFER, 17 Şubat 1951.

[311] CUMHURİYET, 18 Şubat 1951.

[312] AKALIN, a.g.e., s.283-284.

[313] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.420-421.

[314] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.105-106.

[315] ZAFER, 15 Haziran 1951.

[316] AYIN TARİHİ, No:212, s.151.

[317] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.249.

[318] ZAFER, 21 Eylül 1951.

[319] MÜTERCİMLER-ÖKE, a.g.e., s.106.

[320] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.422.

[321] ZAFER,25 Eylül 1951.

[322] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.219; CUMHURİYET, 13 Ekim 1951.

[323] SANDER, Türk-Amerikan... , s.78.

[324] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.250.

[325] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.251.

[326] AKALIN, a.g.e., s.298-299.

[327] GÖNLÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.252.

[328] AKALIN, a.g.e., s.299.

[329] TBMMTD, Dönem IX, C.13, s.314.

[330] CUMHURİYET, 19 Şubat 1952.

[331] TBMMTD, Dönem IX, C.13, s.343.

[332] SANDER, Türk-Amerikan.... , s.83-84.

[333] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.460

[334] Oral Sander, Balkan Gelişmeleri ve Türkiye (1945-1965), AÜSBF Yay., No:276, Ankara, 1969, s.69-70.

[335] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.460

[336] Cengiz Halov, “Bulgaristan Türkleri’nin Göçmenlik Serüveni”, C.20, Türkler, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.372.

[337] Bilal N. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı I Bildiriler 7 Haziran 1985, 2. Baskı, TTK Basımevi, Ankara, 1987, s.58.

[338] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.71.

[339] ŞİMŞİR, “Bulgaristan Türkleri ve Göç.. ”, s.58.

[340] ZAFER, 12 Ağustos 1950, s.1-8.

[341] HAKOV, a.g.m., s.372.

[342] ZAFER, 8 Ekim 1950.

[343] ŞİMŞİR, “Bulgaristan Türkleri ve Göç.. ”, s.61.

[344] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.461.

[345] Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1986, s.225.

[346] T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dosya:F11, F.Kod:30.100, Yer No:125.32.2.

[347] SANDER, Balkan Gelişmeleri , s.79.

[348] ZAFER, 9 Kasım 1951.

[349] CUMHURİYET, 2 Aralık 1951.

[350] ŞİMŞİR, Bulgaristan Türkleri.... , s.227.

[351] ŞİMŞİR, “Bulgaristan Türkleri ve Göç.. ”, s.61.

[352] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.80.

[353] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.81.

[354] SOYSAL, Türkiye’nin Uluslararası.... , s.471.

[355] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.469.

[356] SANDER, Balkan Gelişmeleri.... , s.93.

[357] ZAFER, 25 Ocak 1953.

[358] AYIN TARİHİ, No:230, s.123.

[359] CUMHURİYET, 7 Şubat 1953.

[360] ZAFER, 15 Şubat 1953.

[361] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.470.

[362] SOYSAL, Türkiye’nin Uluslararası , s.478.

[363] SANDER, Balkan Gelişmeleri... , s.99-100.

[364] AYIN TARİHİ, No:241, s.55.

[365] ÖZDAĞ, a.g.e., s.43.

[366] GÖNKÜBOL-ÜLMAN, a.g.e., s.260-261.

[367] ALBAYRAK, Türk Siyasi.... , s.470.

SOYSAL, Türkiye’nin Siyasal.... , s.473.

[369] Mehmet Palamut-F. Giray, “Cumhuriyetten Günümüze Yaşanan Mali Krizler ve Politikalar”, Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 2001, s.26-27.

[370] Emin Çarıkçı, “Menderes Döneminde Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler”, Türkler, C.19, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.623.

[371] Murat Koraltürk, “Türkiye Ekonomisi (1923-1960)”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.593.

[372] Necdet Serin, Türkiye’nin Sanayileşmesi, AÜSBF Yayınları, No:167-149, Ankara, 1963, s.120.

[373] ZAFER, 30 Mayıs 1950.

[374] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.27.

[375] ALBAYRAK, Türk Siyasi.. , s.304.

[376] CUMHURİYET, 19 Haziran 1950.

[377] AHMAD, a.g.e., s.85.

[378] Korkut Boratav, “DP Döneminde Ekonomi”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, Mayıs 1988, s.37.

[379] ZAFER, 10 Nisan 1951.

[380] ZAFER, 10 Nisan 1951.

[381] AYIN TARİHİ, No:209, s.2-3.

[382] “DP Hükümetlerinin Politikaları...”, s.855.

[383] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.313-315.

[384] EROĞUL, a.g.e., s.92-93.

[385] Baran Tuncer, Türkiye’de Yabancı Sermaye Sorunu, AÜSBF Yay:24, Ankara, 1968, s.73.

[386] KORALTÜRK, a.g.m., s.594.

[387] AHMAD, a.g.e., s.73.

[388] ZAFER, 29 Ağustos 1952.

[389] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.164.

[390] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.427.

[391] TBMMTD, Dönem IX, C.9, s.439.

[392] DÜSTUR, III.Tertip, C.32, s.1856.

[393] TUNCER, a.g.e., s.75.

[394] TBMMTD, Dönem IX, C.26, s.375-378.

[395] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.224.

[396] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.212.

[397] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.229.

[398] TBMMTD, Dönem IX, C.27, s.141-144

[399] TUNCER, a.g.e., s.75.

[400] ZAFER, 11 Nisan 1954.

[401] ZAFER, 28 Mayıs 1954.

[402] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.323.

[403] AYIN TARİHİ, No:230, s.1.

[404] ZAFER, 21 Şubat 1954.

[405] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem IX, C.29, s.225-226.

[406] TBMMZC, Dönem IX, C.29, s.435-436.

[407] ZAFER, 7 Mayıs 1954.

[408] TUNCER, a.g.e., s.79.

[409] Demokrat Parti Tüzük ve Programı, Doğuş Matbaası, Ankara, 1949, s.64-68.

[410] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.28.

[411] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin... ”, s.857.

[412] ALBAYRAK, Türk siyasi... , s.336.

[413] Çağlar Keyder, “Türk Tarımında Küçük Meta üretiminin Yerleşmesi 1946-1960”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), Der. Şevket Pamuk-Zafer Toprak, Yurt Yayınları, Ankara, 1988, s.109.

[414] Zafer Toprak, “Türkiye Tarımı ve Yapısal Gelişmeler 1900-1950”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), Der. Şevket Pamuk- Zafer Toprak, Yurt Yay., Ankara, 1988, s.19-36.

[415] T.C. BAŞBAKANLIK ARŞİVİ, Dosya:E4, Fon Kod:030.01, Yer No:61-377-22.

[416] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.338.

[417] ZAFER, 1 Ağustos 1952.

[418] ZAFER, 26 Aralık 1953.

48 ZAFER, 1 Ağustos 1952.

49 ZAFER, 26 Aralık 1953.

[419] ZAFER, 10 Temmuz 1955.

[420] Serdar Turgut, Demokrat Parti Döneminde Türkiye Ekonomisi, Ankara, 1991, s.159-169.

[421] ÇARIKÇI, a.g.m., s.626.

[422] KORALTÜRK, a.g.m., s.593.

[423] AYIN TARİHİ, No:222, s.105.

[424] Stefanos Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye; Bizans’tan 1971’e, 3. Baskı, (Çev.

Babür Kuzucu), İstanbul, 1980, s.722.

[425] Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, 1973, s.90-91.

[426] Türkiye’de Toplumsal... , s.106-107.

[427] ZAFER, 4 Ocak 1951.

[428] ZAFER, 31 Aralık 1952.

[429] AYIN TARİHİ, No:241, s.15.

[430] ZAFER, 10 Şubat 1954.

[431] ZAFER, 29 Aralık 1954.

[432] KEYDER, a.g.m., s.109-112.

[433] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin... ”, s.857-858.

[434] ALBAYRAK, Türk siyasi... , s.350.

[435] Korkut Boratav, Türkiye’de Gelir Dağılımı, Kapitalist Sistemde, Türkiye’de, 4. Baskı, Gerçek Yay., İstanbul, 1980, s.178.

[436] YERASİMOS, a.g.e., s.800.

[437] Ahmet Kılıçbay, Türk Ekonomisinde Enflasyonun Anatomisi, İstanbul, 1984, s.5-6.

[438] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.385.

[439] AYIN TARİHİ, No:279, Şubat, s.162.

[440] Türkiye’de Toplumsal... , s.407.

[441] AYIN TARİHİ, No:275, s.164.

[442] AYIN TARİHİ, No:279, s.163.

[443] TUNCER, a.g.e., s.83.

[444] TUNCER, a.g.e., s.213-214.

[445] Mükerrem Hiç, Kapitalizm, Sosyalizm, Karma Ekonomi ve Türkiye, 2. Baskı, Yalkın Ofset Basımevi, İstanbul, 1974, s.120.

[446] YERASİMOS,a.g.e., s.721.

[447] Fikret Başkaya, Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayıncılık, Ankara, 1985, s.137.

[448] ALBAYRAK, Türk Siyasi. , s.367.

[449] TBMMTD, Dönem IX, C.1, s.29.

[450] TBMMTD, Dönem IX, C.6, s.55; ALBAYRAK, Türk Siyasi.. , s.368.

[451] Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin , s.79.

[452] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında Rakam ve Grafiklerle Milli Eğitimimiz, Milli Eğitim Basımevi, 1973, s.55-56.

[453] AHMAD, a.g.e., s.76.

[454] M. Şevki Aydın, “Cumhuriyet Döneminde Örgün Eğitim Kurumlarındaki Din Eğitimi”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.407.

[455] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında , s.92.

[456] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında , s.86.

[457] T.C. MEB, Cumhuriyetin 50. Yılında. , s.134.

[458] AYDIN, a.g.m., s.458

[459] Beyza Bilgin, Türkiye’de Din Eğitimi ve Liselerde Din Dersleri, Ankara, 1989, s.60.

[460] KARPAT, a.g.e., s.229.

[461] KARPAT, a.g.e., s.235.

[462] Ali Ata Yiğit, “İnönü Döneminin Köye Özel Öğretmen Yetiştirme Projesi: Köy Enstitüleri”, Türkler, C.17, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s.447.

[463] YİĞİT, a.g.m., s.447-448.

[464] KARPAT, a.g.e., s.321.

[465] Mustafa Çakar, Türkiye’de Eğitim ve Öteki Türkler, Ankara, 2006, s.343.

[466] ALBAYRAK, Türk Siyasi... , s.374.

[467] ALBAYRAK, Türk siyasi... , s.375.

[468] AYIN TARİHİ, No:229, s.118.

[469] Türkiye Cumhuriyeti 80... , s.162.

[470] ALBAYRAK, “DP Hükümetlerinin... ”, s.961.

[471] GEVGİLİLİ, a.g.e., s.86.

[472] Nuran Yıldız, “Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve Basın”, AÜSBFD., C.51, No:1-4, Ankara,

1986, s.486.

[473] Nuran Dağlı-Belma Aktürk, Hükümetler ve Programları (1920-1960), TBMM Yay., Ankara, 1988, s.163.

[474] DAĞLI-AKTÜRK, a.g.e., s.163-164.

[475] Korkmaz Alemdar, “Demokrat Parti ve Basın”, Tarih ve Toplum, C.9, S.53, Ankara, Mayıs 1988, s.275.

[476] YILDIZ, a.g.m., s.487.

[477] ALEMDAR, a.g.m., s.277.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to