Özgürlük,
yaşamın zincirlerinden kurtulmak değildir; yaşamı, onun çevresini saran
taşlaşmış düşlemlerden kurtarma arzusudur.
TAHAR HADDAD (1899-1935).1
Birçok
gençte görülen kendini lslam adına kurban etme arzusu nasıl düşünülmelidir?
Onları tutup en kötüye sürükleyen nedir? Bu denemede önerdiğim yorumun ağırlık
merkezini Üst-Müslüman olarak adlandırdığım şey oluşturuyor. Söz konusu olan,
bir kavramdan ziyade üstünde düşünülmesi gereken bir mefhum. Bu açıdan
bakıldığında, "Üst-Müslüman sorunu"ndan söz etmek ve bunun ortaya konmasının
bugün Müslümanların başına gelen ve dünyayı sarsan şeyi ne ölçüde anlaşılır
kılabileceğini görmek daha uygun olacaktır.
Üst-Müslüman
[adını verdiğim] hayalet Seine-Saint-Denis'de kamu hizmetinde yürüttüğüm klinik
çalışmalarım sırasında kafamda biçimlenmeye başladı. Uzun yıllar boyunca,
kişileri ateşli bir inanç bina etmeye, kimlik temelli bir adalet talebini ve
bunun damgalarını taşımaya, saygı ve korku uyandırma eğilimindeki hem
alçakgönüllü, hem kibirli bir hareketle yücelik arayışına iten "yeterince
Müslüman olmama" düşüncesinin yarattığı ıstırabın arttığını gözlemledim.
Köktenci İslamcıların söyleminin çözümlenmesinde İslam idealinin yarası 1 bir
telafi, hatta bir öç alma çağrısı olarak ifade bulduğundan, klinikle
toplumsalın buluşması Üst-Müslüman figürünün belirmesini sağladı. İster bir eğilim
olarak görünsün, isterse bir kişide cisimleşsin, bu figür yaklaşık yüz yıldır
İslamcılığın hem bilinçli hem de bilinçsiz olarak ürettiği bir şeydir. Bu
nedenle, burada Üst-Müslüman figürünün ortaya çıkışını göz önüne alarak İslamcılığın
icadına ilişkin, bugünlerde genel anlamda geçerli olan anlayıştan farklı bir
okuma önerdim. Aslında İslamcılık modem siyaset kuramlarının dilinde ifade
edilirken (siyasal İslam) sıklıkla unutulan bir şey var: Modem teknolojiden yararlansa
da onun temel hedefi eskil kutsalla, kurban etme ve olma meselesiyle yeniden
ilişki kuran aşın dini bir güç üretmektir.
Müslüman
aleminin bir bölümünü kasıp kavuran savaşların birtakım yıkıcı güçleri serbest
bıraktığını kanıtlamaya gerek yok, bu güçlerin dümen suyunda da tam bir vahşet
tiyatrosunun aktörleri kol geziyor: kurbanlarla cellatlar, kahramanlarla
hainler, teröristlerle korku içindekiler ve bir de tüm dünyayı yangın yerine
çeviren kendini kurban etme arzusuyla ilişki içinde olan, en tehlikeli aktör şehit.
Bununla
birlikte, 20. yüzyılın başından beri Müslümanlar arasında "Müslüman olmak
ne demektir?", "Onu tanımlama yetkisine kimler sahiptir?",
-kadın eve kapanmayıp bedeninin görünürlüğü ataerkil cinsellik ve arzu
düzenini altüst ettiğinde"Erkek ya da kadın olmak ne demektir?" gibi
temel sorunlar etrafında süregelen iç çatışma halini unutmamak gerek. İşte
İslamcılık artık hiçbir şeyin kesin olmadığı, kimliksel kaidelerin çöktüğü bir
zamanda Müslüman'ın iç düşmanı (Freud'un ilk üst-benlik tanımı)
kavramını ortaya attı ve bu iç düşman takıntısı da Üst-Müslüman saplantısını
besleyip büyüttü.
Böylece
Marx'ın sözünü ettiği "ezilenlerin iç çekişi" devri kapandı, insan
öldürme edimine kendisini de dahil etmekten çekinmeyen kurban edicinin aşın
öfkesinin dönemi başladı. Bu noktada "Nefret etmeyi seviyorum, bana büyük
bir güç veriyor" diyen bir gencin sözlerini anımsıyorum. Kişi nefret sevgisini
başkalarına cömertçe sunmak isterken, neden kendisini bu sevgiden yoksun
bıraksın ki? Dolayısıyla, cihatçıların "sevgiden öldürdüklerini"
söylemelerine şaşırmamak gerekir belki; bu, sonuçta tutku suçunun verili ve
sistemleştirilmiş bir yorumundan başka bir şey değildir. Ama şu da akılda
tutulmalıdır ki, bu yalnızca tanrısal duygulanımla öldüren kişinin ileri
sürdüğü bir savdır. Söz konusu olan kitlesel bir kıyım olduğunda, suçun
kayıtsızca işlendiğini ileri sürmek akla daha yatkın olacaktır.
Olasılıkla,
şimdinin küreselleşen dünyasının, kurulu yapıların sarsıldığı karmakarışık
hali, her türden "köktencileşme"yi, en başta da her şey ve herkes
açısından anlam yüklü dinsel köktencileşmeyi kolaylaştırmaktadır. Bu bağlamda,
bu mefhumun kullanımlarının gerek söylemsel düzeneğin, gerek terörizmi önlemeyi
amaçlayan güvenlik düzeneğinin temel çarkına nasıl dönüştüğü görülür.
Fransa'daki
Ocak ve Kasım 2015 saldırılarından beri, "köktencileşme" terimi tüm
ülkeyi pençesine alan ve dünyanın hiçbir bölgesinin muaf olmadığı bir tehdit
simgesi olarak kamusal alanı ele geçirdi. Bir sözcük, bir karmaşayı tanımlamak
üzere böylesi bir kapsama ulaştığında, birçoklarının yaptığı gibi onun
uygunluğuna karşı çıkılabilir; ama aynı zamanda toplumbilimin bir bölümünün
yapmaya çalıştığı gibi bir bilgi alanına dönüştürülmek üzere ele de alınabilir;
psikanalizin göreviyse bu mefhumun ne açıdan semptomatik değer taşıyıp, ne
açıdan taşımadığını incelemeye dayanır. İşte bu kitap da bir tehdit olarak
köktencileşme ile semptom olarak köktencileşmeyi birbirinden ayırarak işe
başlıyor.
Bu
düzlemde, zemin konusunda bilgi sahibi, yolu başka bilgi alanlarıyla da kesişen
psikanalitik yaklaşım, bu deneme sayesinde bir pencere aralayarak terör
eylemlerindeki ve söylemlerdeki öznelliği totalleştirici ve yadsıyıcı bir
biçimde açıklayan yaklaşımların sorgulanmasını sağlayacaktır; çünkü eylemleri
gerçekleştirenlerin bundan haz aldığı apaçık ortadadır. Hazzın işin içine
girdiği vahşet olaylarının açıklanmasında kişinin niyet ve bilinciyle veya
toplumsal etkenlerle yetinebileceğimiz yönündeki sav tam anlamıyla indirgemeci
bir savdır.
Freud'un
bizi durmaksızın uyardığı gibi, psikanalizin bir odaya toplanan insanlara
"terapi yapmaya" dayanmadığını, ama psikanaliz kliniğinden
öğrendiklerimizin uygarlaşmış insanın ve onun ahlakının içindeki ortak uygarlık
karşıtı güçlerin keşfedilmesi için bir dayanak oluşturduğunu anımsatmaya gerek
yok. Buradan hareketle psike ile siyaset arasındaki zorunlu bağlan ortaya
koyabilir, "psike-polis" paradigması olarak tanımlanabilecek olan
şiddet ve şiddet karşıtı olasılıkları düşünebiliriz.
Bu
anlamda, Üst-Müslüman tabirinin burada Müslümanların ve uygarlıklarının karşı
karşıya kaldığı tehlikenin doğası konusunda bir gösterge değeri vardır. Bu
yüzden denemenin son bölümü Müslümanlar için başka bir geleceği hedefleyerek,
Üst-Müslüman'ın aşılmasını konu almaktadır.
Köktencileşme Üstüne
Bir tehdit olarak köktencileşme
Dünya
sahnesinde cihatçılığın ortaya çıkışı, köktencileşme mefhumunu terörizmin
evrensel kökeni düzeyine çıkarmıştır. ABD'de gerçekleşen 11 Eylül 2001
saldmlanna dek marjinal olan bu mefhum bu olaydan sonra, gerekçeleri her ne olursa
olsun, şiddet eylemi gerçekleştirebilecek kişilerin kim olduklannın saptanması
ve gözetim altında tutulması açısından benimsenmiştir. Bu mefhum tehditkar
birey sıfatıyla genel bir köktencileşmiş kişi figürünü doğurmuş, içinde yaşadığımız
döneme daha uzun zaman damgasını vuracak küresel bir şiddet ve siyaset
söyleminin üretilmesine neden olmuştur. Köktencileşmiş kişilerin kim
olduklarının saptanması, köktencileşmenin göstergelerini tanıyıp bir gözlem ve
dil aygıtı aracılığıyla yorumlayan bir bilginin işe koşulmasını gerektirir.
Gözetim altında tutmak, varoluş nedeni yıkıcı edimlerin yarattığı korku ve bu
edimlerin önlenmesi olan bir güvenlik düzeneğinin var olması anlamına gelir.
Köktencileşme böylece bilgiyle korkunun birbirine eklemlendiği hem kuramsal,
hem uygulamaya dayalı bir alan yaratmıştır. Sözler ve edimlerden oluşan engin
bir okyanusa devasa ağlar atılmış, ava çıkılmıştır adeta. Dolaşımın ve
iletişimin şimdiye dek olmadığı kadar yoğunlaştığı bir zamanda, dünyanın dört
bir yanında görünmez kuşku duvarları yükselmiştir. Dünyanın genişleyip
açıldığı bir dönemde yine o açıklıktan böylesine korkutucu bir tehlikenin
çıkması acımasız bir çelişkidir.
2001
saldırılarından sonra doğan, gündelik yaşamın askerileşmesi ve demokratik
yapıların sarsılması tehlikesi birçok bakımdan büyük ölçüde gerçekleşmiştir.
Hukuk devleti ölümcül darbeler alırken geri çekilip istisnai bir yönetim biçimine
boyun eğmiştir. Bu istisna durumu, terörizmin vahşiliğinin karşısına olağanüstü
hal içindeki, başka bir deyişle sürekli aşırı tepki halindeki devleti koymuştur.
Köktencileşmiş herkes terörist sayılmasa da teröristliğin kökeninde her zaman
bir köktencileşme sürecinin olması, mefhuma korkutucu bir terör bekleme odası
tasarımını kazandırmıştır. Bu yüzden köktencileşme ile gelecekte yaşanacak bir
terör olayı veya terörist olmak gitgide birbirine karıştınlırken şimdiki
zamanın öznelliği her an bir saldırı beklentisi içinde tetikte olmak, Amerikalıların
dediği gibi be alert haline gelmiştir. Bugün Paris'te, Tunus'ta ya da
Timbuktu'da, kim bir toplu taşıma aracına binip ya da halka açık alanlardan
birine gidip de kendini ve yakınlarım düşünerek, her an bir patlamanın
olabileceğinden tasalanarak, yanlış zamanda yanlış yerde olabileceği
düşüncesinden kaynaklanan savunmasızlık kaygısına kapılmamıştır ki? Kişisel
olarak bize yönelmemiş bir ölümün keyfiliğinin tehdidi altında olmak, rastlantı
sonucu öldürülebilecek olmak, yalnızca bize özgü olmayacak bir ölümle
karşılaşmak, işte "kör terörizm" ifadesinin önüne katıp sürüklediği
adsız ölümdür bu.
Ama
karşımızdaki aynı zamanda kendini sergileyen bir terörizm değil midir?
Edimlerini göstermesi bir yana, vahşeti gerçekleştirenlerin gözünden görmemizi
sağlayarak, yarattığı vahşet sahnesine bizi de katmak istemektedir. Ozar-Hatorah
okulundaki Yahudi çocukların katli de dahil olmak üzere, işlediği cinayetleri
başına taktığı1 bir kamerayla kaydedip, kurgulanmış görüntüleri Al Jazeera
kanalına gönderen Muhammed Merah buna örnek olarak gösterilebilir. Kanal bir
süre kararsız kaldıktan sonra o görüntüleri yayınlamayı reddetti. Demek ki,
iletişim de terörün başka yollarla sürdürülmesini sağlayabiliyor. Ez
Zevahiri'nin sloganını anımsayalım: "Medyatik cihat, mücadelenin yansıdır.
"2 Artık bir saldırının olduğu yerde neredeyse her zaman bir güvenlik
kamerası ya da bir cep telefonu bulunuyor; görüntüler, sağ kalanların yaşadığı
sarsıntı bize yaşatılmak isteniyormuşçasına, sürekli son dakika haberi olarak
iletişim araçlarınca anında yayınlanıyor. Terörün gerçekliğine açılan bu pencereler
kaygının öznel anlamda daha da içe işlemesini sağlamış, travmatik boyutu
güçlendirmiştir. Ölüme hükmetmeye can atanların aşırılıklarının en önemli
nedenlerinden biri büyük ölçekte dehşet saçabilmeleridir.
Kör
bir şiddet ve onu gösterme istencinin bir araya gelmesi, cinayeti ve intihan
bir iletişime, bir gösteriye dönüştüren yeni bir basamaktır; celladın mutlak
gücünü artırır. Bundan çok da uzun sayılmayacak bir süre önce soykırımcılar
arasındaki kural, suçlarını gizlemek, izleri ortadan kaldırmak, yadsımaktı.
Şimdiyse söz konusu olan, kınını görünür kılmaktır. "İslam Devleti"
(IŞlD) örgütü ve sosyal iletişim ağlarında cihat çağrısı yapan başka gruplar
kendilerinin yarattığı vahşet sahnelerinin yaygınlaştırılmasını neden
propagandalarının bir öğesine dönüştürüyorlar? Kuşkusuz, bir dönemin
teknikleriyle o dönemde gerçekleşen kitle kıyımları arasında sıkı bir ilişki
vardır; ama amaçlan bilmeden araçların olumsallığıyla yetinmek günümüzdeki
dinsel terörizmin ereklerini anlamamak olur. Bu terör, beşeri adalet karşısında
cezalandırılamayacağı düşüncesini doğrulamak için hiçbir şeyden çekinmeyen,
istediğine kötülük edebilecek yıkıcı bir güç sergilemek istiyor. Bu terörü
gerçekleştirenler yalnızca adaletini uyguladıklarını ileri sürdükleri Tanrı'nın
huzurunda yargılanabilecekleri için, idam ettiklerini, boğazladıklarını,
çarmıha gerdiklerini, organlarını kestiklerini, yaktıklarını, taşa
tuttuklarını çekinmeden, acımadan, açıkça gösteriyorlar. Onların kollarıyla
hareket edenin bizzat Tanrı olduğunu göstermek için kötülüklerini
"Allahuekber" diye bağırarak yapıyor, böylece hiçbir şeyin kendileri
için olanaksız olmadığını gösterip insanları da buna inandırmaya çalışıyorlar.
Tanrı, insanların ellerinde bir canlıya dönüşünce, Dostoyevski'nin Baba
Karamozov'a söylettiği şeyin tersine3 her şey onlara olanaklı görünüyor.
Sosyal ağlardaki gençlerin tanıklıkları bu tüyler ürpertici görüntülerin
onlan ne denli büyülediğini, hatta mutlak kurtuluş, yargılama olmaksızın
tanrısal adaletin tecellisi, Cennet vaadi gibi düşlemlerini terörde
gerçekleştirmek amacıyla dizginlerinden kurtulan zihinlerini erotomanyak
tepkilerle kışkırttığını ortaya koyuyor; öyle ki öldürme onların gözünde bir
erdeme dönüşüyor. Korku uyandıracak kişileri kendine çekmek için korkusuz olmak
gerek, işte görmeyle inanmanın dehşette birleşmesinin çekiciliği bundan
kaynaklanıyor.
"Tanrı öldüyse, her şeye izin
vardır." Jacques Lacan bu tümceye birçok kez karşı çıkmış, onu tersten ele
almıştır: "Tanrı öldü, artık hiçbir şeye izin yok." Bu da Tanrı'nın
olmadıgı bir dünyada, yasaklayan ya da izin veren Öteki'nin olmadığı, insanın
kendi arzusuna, dolayısıyla suçluluğuna teslim olduğu, bu nedenle de kendine en
sert yasaklan dayattığı anlamına gelir Uacques Lacan, Ecrits, Seuil, Paris,
1966, s. 130).
Bununla
birlikte, kör şiddet düşüncesini göreceleştirmek yerinde olacaktır. Şiddet eğer
kurbanlar katillerin gözünde birer "kişi" değil de, yalnızca
parçalanıp cesede dönüştürülmesi gereken canlılar olarak görülüyorsa kör bir
şiddettir; ama bir kıyım Charlie Hebdo'nun binasında, Bardo Müzesi'nde,
Bataclan'da, bir Yahudi okulunda, bir Şii ya da Sünni camisinde olunca, orada
bulunanlar bulundukları yerle bağlantılı nitelikleri yüzünden öldürülmüşlerdir:
Yaptıkları şeyden ötürü değil, olduk/an şeyden ötürü öldürüldüler (Hannah
Arendt). Bu da Richard Rechtman'ın 13 Kasım'daki Paris saldınlarısının
ardından anımsattığı gibi,4 eylemlerin soykınmla ilişkili özelliğini belirleyen
şeydir. Herkesi ortadan kaldırdıkları, ama öldürdükleri kişilerin öyle herhangi
birileri olmadığı söylenebilir neredeyse. Onlar insanları olmadıkları ve
oldukları şeyden dolayı öldürürler: Terörizm her şeyin toptan yok edilmesi'dir
(omnicide).
Terörizmin
dolambaçlarını izlemenin ve karakterini belirlemenin güçlüğü, özünde onun
tehditlerini de oluşturmaktadır, çünkü mantığı kurnazdır ve durmaksızın başka
bir şeye dönüşür. Terörün tarihi, cinayetlerin doğrulanmasının bir sürü vaka
temelli yorumuyla doludur. Bir zamanlar Fransız Devrimi'nin anlığını korumak
için devlet gücünün uyguladığı şiddeti tanımlarken, sonunda tersini, baskıcı
devlete karşı şiddete başvuran mücadeleyi adlandırır olmuştur. Yöneticileri
birtakım isteklere boyun eğdirmek için sivil insanlara karşı terörizmin
kullanılması dönem dönem yinelenen bir olgudur. Ama sömürgecilikten kurtuluş
hareketlerinin durumuna bakıldığında, amaç ulusal bağımsızlığın kazanılmasıyken,
El Kaide'nin amacı, benzer herhangi bir yararcı siyasal erekliliğe karşılık
gelmez. Aynı kişiler Afganistan'da eskiden "özgürlük
savaşçıları"yken, herhangi bir bölgesel iktidarı değil, ABD'nin gücünün
sarsılmasını hedefleyen, dünya çapındaki bir kutsal terörün, cihadın5
yandaşları olmuşlardır.
Direnişçinin teröriste dönüşmesinin ve tersinin kökeninde, bakış açılarına ve
koşullara göre değişen bir biçimde, şiddetin ahlaki belirsizliği yatmaktadır.
Birçok terörist, milletler topluluğunca saygıyla dinlenen devlet başkanlarına
dönüşmüştür. El Kaide'den IŞID'e, cihatçılık gözlerimizin önünde bir değişim
geçirmiştir; terör artık bir "İslam Devleti"nin kurulmasına ve ideal
site ütopyasına hizmet ediyor. Kuramcılarına bakılırsa cihatçılık, sonrasında
şeriat temeli üstünde "vahşiliği yönetmek"6 üzere, öncelikle karmaşa
ekilmesi gereken bir aşamadan geçmelidir.
Savaşla
terörizm arasında bir fark var mı? 11 Eylül 2001 saldırılan sonrasında jacques
Derrida ile Jürgen Habermas arasında yaşanan tartışmanın ucu hala açık ve
savaşçıların statüsü gibi her seçeneğin etik ve adli sonuçlan nedeniyle
düzenli olarak yeniden ele alınıyor. Söz konusu olan, Farhad Khosrokhavar'ın8
sözleriyle, "düşük yoğunluklu savaş" olarak nitelendirilebilecek bir
savaş biçimi midir, yoksa Frederic Gros'nun söylediği gibi "yaygın bir savaş"
mı? Burada hepsine değinemeyeceğim bu problem yığını arasında öne sürülecek
sorulardan biri, şiddetin meşruluğu ve sınırlarıyla ilgilidir. Örneğin,
Etienne Balibar'ın Marksizm konusunda söylediği gibi, "şiddetin şiddetle
ortadan kaldırılması olarak" devrimci perspektifte, adalet adına şiddetin
sürdürülmesi sonuçta bizzat adaletin kendisini yok eder.10 Sorun hukuk ve
şiddet karşıtlığına indirgenemez, çünkü bir yandan hukukun temelinde şiddet vardır ve
hukuk da şiddet tekeliyle korunur. Bunlar Freud'un Einstein'la yazışmalarında,
savaş konusunda yaptığı çözümlemede kullandığı sözcüklerdir.11 Öte yandan,
"mitik şiddet"le "tanrısal şiddet"in birbirinden ayrılmasını
öneren Walter Benjamin'in12 görüş açısına göre, tanrısal şiddet hukuk
mantığının dışında kalır. Onun özelliği, kurbanı gerektiren mitik şiddetin
tersine kurban etmeyi kabul etmek olabilir.13 Bu açıdan bakıldığında, "İslam
Devleti"nin ileri sürdüğünün tersine, onun buyurup çarpıcı biçimde
uyguladığı şiddet daha çok mitik türle ilişkilidir.
Kaynak
olarak Fransız Devrimi'nin gerek
gerisinde, gerek ötesinde tarihsel bir derinliği olan sorunsal terörizm ağının
yoğunluğuna köktencileşme mefhumu yeni ne katmıştır? Terörizmi uzun zamandır
inceleyen toplumsal bilimler, köktencileşme mefhumuna ideolojik şiddet araştırmasında
bir geçerlik kazandırmak için yoğun biçimde yatırım yapmışlardır. Bu bilimsel
meşrulaştırma, kamu güvenliği bahsiyle ve iletişim araçlarıyla bir araya
gelmese, köktencileşme bugünkü konumuna erişemeyebilirdi: Oysa o şimdi
2014'ten beri Fransa'da ve birçok ülkede olduğu gibi, stratejik bir devlet
düzeneğine bağlı zengin bir bilgi ve söylem alanında yer almaktadır.
Toplumbilimci
ve insanbilimci Farhad Khosrokhavar'a göre, köktencileşme mefhumunun
toplumbilime kattığı şey, bu mefhumun terörizme yaklaşımını tamamlayan bir
bakış açısı değişikliğidir. Önceleri toplumbilimin terörizme yaklaşımı,
ideolojik şiddeti kullanan gruplar ve bu şiddetin siyasal ve toplumsal
anlamının incelenmesini merkeze alıyordu. Köktencileşme mefhumuysa bireylerin,
öznelliklerinin, izledikleri yolların, katıldıktan gruplardaki etkileşimlerin
göz önüne alınmasını sağlamıştır. Asla ansızın bir dönüşümün gerçekleşmediği,
az çok uzun bir zamanda bir değişimin yaşandığı, kişileri şiddete sürükleyen
bireysel güzergahların süreçlerini ele alan bir yaklaşım gündeme gelmiştir.15
Bugün toplumbilim çalışmalarında İslamcılık merkezde olmasına karşın, bu
yaklaşım başka ideolojilerle de ilgilenir. Yalnızca iki olguyu anarsak,
Fransa'daki Doğrudan Eylem ya da Almanya'daki Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi
hareketlerin aktörlerinin geçmişe yönelik biçimde incelenmesini sağlamıştır.
Hareketler arasında karşılaştırmalı yöntem, bir yanda şiddet içermeyen
köktencileşme ile şiddet içeren köktencileşme arasında, öte yanda uzamda ve
zamanda benzerliklerin ve farkların incelenmesine izin verir. Amaç
köktencileşmeyi tanımlayan biçimsel ölçütler ortaya çıkarmaktır; sözgelimi
lsabelle Sommier'nin çalışmalan,
köktencileşmenin oluşumunu üç değişkenin bir araya gelmesine oturtur:
toplumsal ve ideolojik bağlam, bireysel ve öznel güzergah, bugün İnternet
sayesinde ulaşılması kolaylaşan köktenci bir gruba katılım. Bunun sonucunda,
"Neden?" sorusuna verilen yanıtlar çeşitli çalışmalarda kesin bir
uygunluk sergilemediği için bu sorudan vazgeçilir. Artık öncelik tanınan soru,
süreç analizine uyan "Nasıl?" sorusudur. Xavier Crettiez'de, "yüksek riskli eylemciliğe" bireysel
angajmanın tüm nedenleri söz konusu edilir ve bunlar da birbirine eklenen üç
öğeye göre ele alınır: teşvik edici etkenler, bilişsel mekanizmalar ve söz
konusu kişinin geçirdiği dönüşüm süreçleri. Burada köktencileşen kişinin kariyeri
yararına profil mefhumundan bütünüyle vazgeçilir. Buna karşılık, Fransa'da
Gilles Kepel'in cihat üstüne çalışmaları, kuramsal "köktencileşme"
çerçevesinde yer almazlar; aynca o, köktencileşmeyi cihatçılık olayının
genelliği içinde sulandırılan ve cihatın özgüllüğünün düşünülmesini
yasaklayan "bir önbilgi" (Emile Durkheim) olarak görür.18
Bu
çalışmaların büyük çoğunluğu köktencileşmedeki psikolojik ve bundan dolayı da
psikopatolojik boyutu göz önüne almaz; onu olay olarak, öznenin bilincine ve
istencine bağlı bir olgu olarak görür, bu da bilinçdışı boyutunun dışlanmasına
neden olur. Ama bu durum Farhad Khosrokhavar için geçerli değildir; ona göre
İslamcı köktencileşmenin bugün büründüğü biçim "bütünüyle öznel boyutun
gittikçe daha çok önem kazandığı"nın saptanmasını gerektirmektedir;
dolayısıyla o "psikolojik kırılganlığın" hesaba katılmasına,
yalnızca "psiko-antropolojik" bir bakış açısıyla ele alınabilecek
angajmanın simgesel boyutunu vurgulamaya çağrı yapar. Hapishanede yaptığı araştırmalarda,
köktencileşmiş tutukluların % 40'ından fazlasında, hatta kimi durumlarda daha
da çoğunda psikopatolojik boyuta rastlandığını saptar.
Köktencileşme
mefhumu "psi-" önekli alanlarda çalışma yapanlar arasında
(psikiyatrlar, psikologlar, psikanalistler} çok geç yer almaya başlamıştır.
Benim bildiğim kadarıyla, bu konuda Fransa'da klinik tedavi uzmanları
arasındaki
ilk toplantı ancak Mart 201S'te yapıldı. Toplantının sonunda, [bildirgelerin
yayımlandığı kitabın önsözünde] belirttiğim gibi, köktencileşme mefhumuna
sakınarak yaklaşan bir yayın ortaya çıktı. Toplum bilimleriyle arada böyle bir farkın
olmasının birçok nedeni var. Bir yanda, "psi-"lerin toplumsal ve
siyasal sorunların psikolojikleştirilmesine, ayrıca ideolojilerin ve
inançların psikopatolojik olaylara tercüme edilmesine sıcak bakmaması vardır.
Bir düşünce sisteminin benimsenmesi ve inanma, ruhsal yaşamın olağan bir durumudur
ve ideolojisi, inancı olmayan bir insanlığı düşünmek, en üst noktasını
bilimcilikte bulabileceğimiz tehlikeli bir ütopyadır. Öte yandan, toplumsal
bir olgunun ortaya çıkışı ile onun semptomatik biçimlerde ifade bulan bireysel
patolojik yan etkilerinin ortaya çıkışı arasında belli bir zaman bulunur
çoğunlukla. Ayrıca, Amerikalı psikiyatr Marc Sageman'in 2004'te yayımlanan ve cihatçılarda psikolojik bozuklukları dışlayan
çalışmalarının da büyük olasılıkla aşıncı angajman süreçlerinde ruhsal yaşamın
bir biçimde yadsınmasının yerleşmesinde etkisi olmuştur. Marc Sageman'in savı
bence birçok nedenden ötürü göreceleştirilmelidir. Bu nedenlerden ilki,
cihatçıların yaşamöykülerinin, sorgu ve mahkeme raporlarının incelenmesi,
ayrıca bu belgelerden seçilmiş öğeleri birleştiren bir istatistik sistemini
temel alan yönteminde yatmaktadır. Psişik açıdan anlamlı açıklamaları ortadan
kaldırmış olabileceğinden kuşkulanabileceğimiz bir yaklaşımdır bu. Bir sonraki
alt başlıkta döneceğim bir başka neden de aşırıcılık-sonrası yanılsama olarak
adlandırdığım ve aşırıcı olmuş kişinin aşırıcı düşünceleri benimsemeden önce
ve benimsedikten sonra aynı olmadığını söyleyerek özetleyebileceğim şeyde
yatmaktadır. Sonuçta, İslamcı köktencileşmenin doğası 2005'ten başlayarak
lnternet'te dönüşünce, Farhad
Khosrokhavar'ın sözleriyle söylersek, "bireysel vahşileşme"nin23 önü
açılmış, bu etki de ideolojik dağar ve çerçeveyi zayıflatmış, en sonunda da
yoldan çıkmış kimi öznelliklerin dengesizliklerine daha çok yer açılmıştır.
Fransa'da
devlet aygıtının köktencileşme mefhumuna nasıl el attığına bakarsak, öncelikle
bunu ancak köktencileşmenin görünümleri bir salgın boyutuna vardığında açıkça
yaptığını görmemiz gerekir. Gilles Kepel'e göre, yeni bir cihatçı kuşağının
meydana çıkışı ile tehdidin algılanması arasında geçen sürede geç kalınmış
gibidir. Oysa bu tehdit daha 2005'te Paris'in kuzeyindeki yörekentlerdeki
ayaklanmalardan beri ve terörizmin Avrupa topraklan üzerindeki, cihat
kuramcılarından biri olan Ebu Musab es-Suri'nin lnternet'e konmuş bin altı yüz
sayfalık bir yazıda dile getirdiği24 yeni stratejisinin de etkisiyle kuluçka
dönemine girmiştir. Bu strateji, bölgesel hiyerarşik örgütlenmelerden vazgeçip,
öndersiz sayılabilecek, merkezsizleştirilmiş, lntemet'i kullanan ve özellikle
bireysel terörizme odaklanan küresel bir cihat yaklaşımını över. Amacı
Müslümanlar ile onların ikinci yurtlan arasındaki düşmanlığı kışkırtmak ve
Batı'nın yumuşak kamı olarak görülen Avrupa'yı istikrarsızlaştırmaktır. G.
Kepel şöyle yazar: "İstihbarat servisleri [üçüncü cihatçı kuşağının] ifade
ettiği, sosyal ağlar sayesinde taşınan yabancı bir İslamcı ideoloji ve
köktencileşmiş Fransız Selefiliğinin yeni siyasal toplumbilimi arasındaki
kaynaşmayı önceden kestiremediler. "
Hükümetin
köktencileşmeye karşı mücadele planı Nisan 2014'te başladı. Plan şiddetli bir
köktencileşme süreci içinde olduğu saptanan kişilerle ailelerinin gözetim
altına alınması için, köktencileşmeye kayma tehlikelerine ilişkin ailelerin
bilgilendirilmesine, terörist örgütlerin söylemine karşı bir söylem
oluşturulmasına ve bölgesel düzlemde, merkezi olmayan bir düzeneğin kurulmasına
dayamr.26 Bu bölgesel düzenekler güvenlik ve adalet hizmetlerinden, toplumsaleğitsel
çalışma yapan görevlilerden, psikologlardan ve psikiyatrlardan oluşur; bunların
görevi köktencileştiği bildirilen kişiyi ailesiyle birlikte gözetim altında
tutmaktır.
Köktencileşenlerin
saptanması işine gelince, bu bir yandan istihbarat servislerinin alışılagelen
görevlerinin kapsamındadır; öte yandan da bir telefon platformu üstünden ailelerden,
yakınlardan, çeşitli kurumlarda ve derneklerde çalışan kişilerden gelecek
ihbarları toplamak üzere kurulmuş Ulusal Yardım ve Köktencileşmenin Önlenmesi
Merkezi'nin (CNAPR) sorumluğundadır. Temelde ihbarın göz önüne alınması din
değiştirmenin, kaba sofu bir İslam'ın benimsenmesinin ve bireylerin tehlikeli
hale gelebilecekleri durumların birbirinden ayrılmasına dayanır. Aradaki farkı
bulmak, her vakayı ayn ayn dinleyip bunları köktencileşmeye kayma
göstergelerine göre değerlendiren istihbarat çalışanlarına düşer. Bu
göstergelerin listesi incelendiğinde, ayrıntılı ve yoğun bir köktencileşme
göstergebiliminin oluşturulduğu görülür; bu göstergebilim bir kişinin
yaşamındaki aşırı İslamcılık söyleminin, tutumlarının, yaşam biçimlerinin benimsenmesi
gibi önemli bir kırılmaya işaret edebilecek belirtilerin hepsini kat eden beş
alam temel alır. Alanlar birçok alt gruba ayrılır; belirtiler güçlü ve zayıf
işaretler biçiminde. sınıflandırılır.
Hiç kuşkusuz burada söz konusu olan, tehdidi süzgeçten geçirip ona engel
olmayı hedefleyen bir köktencileşme göstergeleri imparatorluğunun ortaya
çıkışıdır.
Çok
kısa bir süre içinde ihbar sayısının arttığı görülecektir; bunlar arasından
köktencileşmiş kişi profiline uyan bireylerin belirlenmesi gerekecektir. Ocak
201S'te 1.000 ihbar vardır; Haziran 2015'te sayı 4.SOO'e, Şubat 2016'da
8.250'ye çıkar. Bu hızlı artış kurumsal aktörlerle aileleri tepkili olmaya
iten Ocak ve Kasım 2015 saldırılarının yarattığı bağlamdan kaynaklanmıştır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, ihbarların yansı aile üyelerinden ya da
yakınlardan gelmiştir ve bazıları yersiz olabilir. Kolayca tahmin edileceği
gibi, bu kadar çok ihbarın birikmesi, güvenlik servislerinin onları değerlendirmesi
açısından büyük sorunlar doğurmuştur. Uygulamada "köktencileşme"
denen şeyin temeli konusunda, bu big data'nın neleri kapsadığını tam olarak
bilmiyoruz. Bu konu üzerinde disiplinlerarası birçok çalışma yapılması gerekiyor.
Bununla
birlikte, milletvekili Sebastien Pietrasanta'nın Haziran 2015'te yayımlanan
raporu,28 söz konusu topluluğa ilişkin 2016'da da hala geçerli görünen
birtakım özellikleri ortaya koymuştur: Bunların % 25'i ergin değildir; % 35'i
kadındır; % 40'ı sonradan Müslüman olmuştur (din değiştirenler bir savaş
alanına gidenlerin % 50'sini oluşturur). Topluluğun üçte ikisi 15-25 yaş
arasındadır. Köktencileşme konusundan savaş alanlarında çarpışmaya geçilirse,
rapor 700 gencin bu alanlara gittiğini göstermektedir; bunların ise 220'si
Fransa'ya geri dönmüştür. Cihatçı ağlarına karışan kişilerin sayısı 1.800
olarak verilir. Bu verilere göre, uyrukları cihatçılığa katkı sağlayan Batı
Avrupa ülkeleri arasında Fransa birinci sıradadır. Öte yandan Europol,
lrak'taki, özellikle
de Suriye'deki 20.000 yabancı arasında Avrupalı savaşçılann sayısının 5.000
olduğunu tahmin etmektedir.
Cihat
adaylarının yaşları gitgide daha da küçülmektedir; bunlar arasında her
toplumsal sınıfın üyelerine rastlanır; çoğu, güvenlik birimlerinin kayıtlannda
bulunmayan kişilerdir. İslam'la llintili Mezhepçi Sapmayı Önleme Merkezi'nin
(CPDSI) yaptığı bir araştırmaya göre,29 merkeze kabul edilen 160 ailede,
gençlerin % 60'ı orta sınıftan, % 30'u alt sınıftan (ya da en düşük
gelirlilerden), % lO'uysa varlıklı kesimden gelmektedir.
Bu
son rakamlar, köktencileşmiş kişilerin hepsini temsil etmese de, Terörle
Mücadele Koordinasyon Birimi'nin (UCLAT) de doğruladığı bir gerçeğe işaret
eder: Köktencileşme artık alt sınıflara ve yörekentlere özgü bir şey olmaktan
çıkmıştır. Aslında Suriye'deki savaşın genele yayılmasından ve "İslam
Devleti"nin ortaya çıkmasından beri, olayın kapsamı orta sınıfı da
içerecek biçimde genişlemiştir. Bu başka Avrupa ve Akdeniz ülkeleri için de
geçerlidir.
Pietrasanta'nın
raporuna göre, bu topluluk arasında tanrıtanımazlar ve göçmen olmayan gençler
de vardır. Ayrıca gittikçe artan sayıda aile ve kadın, ülkeden ayrılmaktadır;
bu da cihatçılık açısından yeni bir şeydir: İnsanlar kendilerine bir yaşam ve
aile kurmak için Suriye'ye gitmektedir. "İslam Devleti" tasarısı
Müslüman ailelerden olmayan kimi gençlere de çekici gelmektedir. El Kaide'yle
karşılaştırıldığında, ideal bir İslam ülkesi ütopyasının ortaya çıkmasıyla
bağıntılı olarak, köktencileşme açısından yeni bir durumdur bu.
Dolayısıyla,
bu verilerde bir çeşitlilik gözlemlenmekte, bu da köktencileşmiş kişiler ya da
cihatçı adaylan bakımından profil, özellikle de "standart profil"
oluşturulmasını son derece güçleştirmektedir. Söz konusu olan, toplumbilimsel
açıdan heterojen bir kümedir; bu nedenle köktencileşme güzergahlannda ve
süreçlerinde yinelenen öğeleri ortaya çıkarmaktan öteye gidilememektedir.
Buna
karşılık, bu tabloda en çok göze çarpan öğe -üçte ikinin 15 ile 25 yaş arasında
olmasıçok önemli bir olgudur. lhbar edilenlerin büyük bölümünün gerek
ergenlerden, gerek ergenlikten geçişin uzayabileceği ve uzun süreli bir bunalım
durumu sergileyebileceği askıya alınmış alanda bulunan genç yetişkinlerden oluştuğunu
gösterir.
Bu
gençlerin başlarda "köktencileşme sürecini geri çevirme"
(deradikalizasyon) olarak adlandmlan amaç için gözetim altına alınması işini
yine bölgesel planda, ama Suçları Önleme Bakanlıklararası Kumlu'nun (CIPD)
desteğiyle hükümet başlatmış, bu girişim sonucunda elimizde onlara ilişkin
güvenilir bilgi bulunmayan çeşitli deneyler gerçekleştirilmiştir. Bunu
söylerken daha doğru dürüst ortaya konmamış, hatta hiç sorulmamış sorulara
doğru yanıtlan bulduklannı ileri sürenlerin o her zamanki palavralannı bir
kenara koyuyorum; onlar bir devletin "köktencileşme" olarak adlandınlan
şeye karşı almak zorunda olduğu güvenlik önlemleri ile söz konusu süreci
tersine çevirdiği varsayılan o "de" önekinin büyüsünden çok daha
karmaşık, çok daha zorlu "insan" gerçekliğini birbirine
karıştırmaktadırlar. Dolayısıyla, Spinoza'nın "Köpek kavramı
havlamaz" sözü hala geçerlidir. "Deradikalizasyon" sözcüğünün
yerine "beyin yıkamadan kurtarma" [desendoctrinement] kalıbı
getirilerek kendini beğenmişliğin ifadeden silinebileceği sanılmıştır, ama bugün
devlet esas olarak "topluma kazandırma ve yurttaşlık" merkezleri
tasansıyla kamu güvenliği yöneliminin yanında ikinci bir yönelim uyannca, yani
toplumsal ve siyasal boyutu hesaba katarak duruma yeniden el atmıştır. Şu
anda, yalnızca bir niyet söz konusudur; bunların gelecekte ne kadar etkili
olacağını ise henüz bilmiyoruz.
Semptom olarak köktencileşme
Köktencileşme
sözcüğü, yalnızca göstergebilimsel ve güvenlikle ilgili açılardan değil
semptomatik bir değer de taşıyabiliyorsa, ben onu tam olarak köke işaret eden
sözcük kökünden hareketle ele alacağım. Paris'in kuzeyindeki bir yörekentte,
kamu hizmetindeki klinik çahşmalanmda30 karşılaştığım, birdenbire aşırı
İslamcı bir söylem ve yaşam biçimi benimseyen kişiler, dünyaya kök
salamadıklanndan cennete kök salma ya da yeniden kök salma arzusuyla hatta
telaşıyla hareket ediyorlardı. Çünkü içinde yaşadıkları dünya üzerindeki her
şey, aile öyküleri, kentin manzarası, onlara sunulan imge, ufku görünmeyen
gelecekleri, tümüyle köksüzleşmeye tanıklık ediyordu. Bu anlamda, köktencileşme
artık kökü olmayan ya da kendilerini öyle gören kişilerde bir kök salma
arzusunun semptomu olarak görülebilir.
Ben
l 980'li yılların ortasında işe başladığımda, o dönemde söylendiği biçimiyle
entegrist vakalanna çok seyrek rastlanıyordu. 1990'da, Birinci Körfez
Savaşı'ndan sonra, önce gençlerin Müslümanlaşması olayı başladı, sonra Cezayir
lç Savaşı (1992) ve Ortadoğu'daki savaşlarla yakından ilişkili olarak
yoğunlaştı. Köktencileşme terimi aşırı dindarlığın sözcük dağarında daha
bulunmuyordu. Entegrizm, fanatizm, fundamentalizm, prozelitizm gibi sözcükler
kullanılıyordu. Bense ara sıra bu aşın uyarılmış gençlere, sözcüğün Tanrı'nın
kişinin içinde olması anlamına gelen kökeninden hareketle (en ve theos)
enthousiastes (taşkınlar) diyordum. Bu adlandırmayı, takip ettiğim birçok
gençte birden tanık olduğum bir şeyden ötürü yapmıştım: Kendilerindeki
dinsel atılımının
öncesinde duyarsızlaştıkları, kendilerini küçük gördükleri, yetersizlik, utanç
duygularına kapıldıkları, kendilerini "değersiz" buldukları,
kısacası bir psikanalistin, Francis Pasche'ın "aşağılık bunalımı"
olarak tanımladığı şeye31 uyan bir varoluş sancısı yaşadıkları bir süreçten
geçmişlerdi. Dinle karşılaşma gerçekleşince, özseverlik tavan yapar; özne artık
ücra bir yerdeki toplu konutlarda, daracık, leş gibi bir dairede oturmaz,
artık yersiz yurtsuzluğun sessizliğinde yolunu şaşırmaz, o aşkınlığın en üst
katına yerleşip, aşağısındaki insanları acıyarak, biraz da küçümseyerek izler.
Bununla
birlikte, dışarıdaki manzara ya da çevre, coşku verici kök salmayı, kişiye bir
zemin bahşeden o yükselişi açıklamaya yetmez, bir başka koşul daha gerekir:
Ergenlikten geçiş sürecinde (bu daha sonra da göreceğimiz gibi uzun ve geciken
bir süreç olabilir) öznenin varlığının sürekliliğini tehdit eden ve içinde
birdenbire yitip gidebileceği denli büyük bir çatlak ortaya çıkar.
Dolayısıyla, onun üstünden atlaması ya da bu durumda ayaklarının altında
açılan uçurumu geçmek için, "kurtarıcı" olarak nitelendirilebilecek
bir tahta parçasına tutunması gerekir. Hiç kuşku yok ki, tehdidin olduğu
noktada cennete kök salma, coşkunun da tanıklık ettiği bir haz yaratır. işte
bir semptom olarak köktenci/eşmeden de ancak bu açıdan bakıldığında söz edilebilir.
Anlam vardır elbette; psikanaliz de insanın yaşadığı sıkıntıların ve
arayışların merkezinde anlam talebi olduğunu kabul eder; ama semptomda, anlam
hazla birleşir; bu aşırılık, kişiyi basit hazzın ötesine geçip acıya, hatta
kendi kendini yok etmeye sürükleyebilir. Varlığın sürekliliğini tehdit eden
çatlağa, demek ki anlamsızlığa ya da anlamın kanayan yarasına gelince, bu hiç
algılanmayabilir ve öznenin inişli çıkışlı yaşamında, ailesiyle olan bozulmuş
ilişkilerinde ya da ailenin gizli saklı yaşadığı, çocuğunsa farkında olmaksızın
taşıdığı bir acıda, birçok travmatik biçime bürünebilir. Aşın dindar söylem ve
tutumlara başvuru (aşırıcılık), parçalanmış ya da parçalanma tehdidi altındaki
bir yaşama (yüce) bir varlık kazandırılmasını sağlayan bir işlemin
gerçekleştirilmesine izin verir. Eğreti bir yaşama bu şekilde bir varlık
bağışlanması, her ne görünüm altında karşımıza çıkarsa çıksın, dindarlığın esas
kaynağıdır. Sorun, eğretiliğin yoğunluğuyla ve tehlikeyi örtbas etmek için
harekete geçirilmesi gereken varlığın gücüyle ilgilidir. Tanrı'nın, bir ata
aracılığıyla cisimleşmiş olsun ya da olmasın, gerekli olduğu o zaman ortaya
çıkar. Bu noktada, fiziksel ya da simgesel olarak yerle bir edilen dış manzara
ya da çevrenin, psişik eğretiliğe bir gerçeklik boyutu kazandırsa bile tek
belirleyici öğe olmadığını sezeriz. Kulağa basmakalıp bir söz gibi gelebilir;
ama kentin dışına sürülmüş tüm bu insanların aşırı bir kök salma derdinde
olmadığını anımsatmak gerekir; aynca, çok düzenli bir çerçeve dahilinde
yaşamak da kişiyi zihin karışıklığından korumaz. [Köktencileşenler arasında]
orta ya da üst sınıftan insanların sayısının artması, köktencileşme seçiminin
artık daha çok ruhsal gerçekliğin çerçevesiyle bağlantılı koşullarla ilgili
olduğunu gösterir.
Bu
değişkenlerden hareketle -jeopolitik bağlam, toplumsal manzara, ruhsal
biçimleniş, bunlara bir de kuşkusuz rastlantısal karşılaşmaları ve bir gruba dahil
olmayı eklemek gerekirsemptom olarak köktencileşme çok belirleyicili bir
yoğunlaşma olarak görülebilir. Birtakım öğeler yinelense de köktencileşmenin
kendini ne zaman ve nasıl gösterdiği sorusunun yanıtı her vakada değişir. Bu
yüzden, bir önceki altbaşlıkta sergilenen veriler bizi klinik yaklaşımı göz
önünde bulunduran bir okumaya sürükleyebilir: köktencileşen kişilerin üçte
ikisinin 15-25 yaşlan arasında olması ve bu dönemin ergenliğin askıya alınmış
alanına denk gelmesi.
Burada
köktencileşmeyi doğrudan ergenlik sıkıntılarına bağlı bir nedenselliğe
indirgemek niyetinde değiliz; tek bir nedensel öğeyi ele almakla yetinmek her
zaman yanlıştır. Ergenlerde görülen semptomların toplumsal çatışmaları
yansıttığını ya da ifade ettiğini, birtakım ergenlerin de bu çatışmalara kendi
katılımlarıyla bir çözüm bulabileceklerine inandıklarını aklımızda tutmamız
gerekir. Çocuk, ailenin kendini sağaltmasının aracı olarak devreye girerken,
ergenin de içinde yaşadığı toplumsal grubun iyileştiricisi, toplumunun, hatta
insanlığın kurtarıcısı olabileceğine inandığı söylenebilir.
Ergenliğin
özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından beri uzadığı yönündeki insan-bilimsel
olguyu unutmamak gerekir; bu da çocukluğun gitgide kısalmasına, olgunluğunsa
gitgide daha ileri itilmesine yol açmış, ergenliğin uzaması Batı topraklarının
ötesinde modem uygarlığın göstergelerinden biri olmuştur. Öyle ki
"ergenlik öncesi" ve "ergenlik sonrası" mefhumları öne
sürülmüştür; bu da bireylere ve toplumsal-kültürel ortamlara göre değişebilen,
gençliğe özgü uzatılmış bir zamansallığın söz konusu olduğunu gösterir.32
Geleneksel dünyada ergenlik dönemi kısadır, birtakım geçiş ayinlerinin, öğrenim
süresiyle iç içe geçen etkin yaşama çabucak katılımın, aynca
kurumsallaştırılmış bir cinselliğe hızlı bir geçişin damgasını taşır. Bu
açıdan bakıldığında, modern dönemin insan türünün doğal olgunlaşma öncesi
sürecini uzattığı söylenebilir.
Daha
önce değindiğimiz verilerin okumasında ilk yaklaşım açısı, ergenliği ve
uzantılarını inceleyen tüm klinisyenlerin bildiği bir durumu ortaya koyar; o da
yaşamın bu döneminde bulunan genç nüfusun, kimliğin değiştirilmesi -normalden
patolojiğe uzanabilen bir yelpazede fırtınalı olmaya elverişli değişimler zemini üstünde
bir ideal burcunda hareket ettiğidir. Dolayısıyla, yaklaşım açısı, öznenin oluşumundaki
gençliğe özgü zamansallık çerçevesinde, kimliğin bir dönüşüm geçirdiği süreçte,
bireysel ile kolektif olanın, öznel ile toplumsal olanın iç içe geçmesini
sağlayan idealler sorunsalının açısıdır. Kaldı ki öznenin yapısını kuran, onun
bir gruba kök salmasını sağlayan, onu önceki kuşaklara eklemleyen ve genel
olarak daha iyi bir dünyada daha iyi bir durumda olma arzusuna yönlendiren
idealler aynı zamanda aşırılıkların, dehşetlerin ve dile sığmaz yıkımların
kaynağı da olabilir. 20. yüzyıl, ideallerin koskoca uygarlık alanları üstünde
yoğunlaşmasının tetiklediği bir siyasal felaketler yüzyılı olmuştur. Bu
bakımdan, Avrupa çok büyük bir insani bedel ödemiştir; büyük olasılıkla da
uygarlık tarihinde en çok sayıda katil ve maktulün bir arada toplandığı alan
olmuştur.33
Demek
ki idealler gizil ve patlamaya hazır bir köktencilik barındırırlar içlerinde.
"İslamcı köktencileşme"nin salgın haline gelmesi, Müslüman alemine ve
onun yaşadığı uygarlık bunalımına özgü, ama dünya çapına yayılıp hem bu dünyada,
hem öbüründe olumsuzlukları kendinde toplayan bir güç kazanmış olan çağımız ideallerinin
taşkınlığının bir biçimidir. Buna olumsuzlukları toplayan bir güç dememin nedeni,
yoksunlukları, nefretleri, benliğin ve günümüz dünyasının reddini banndınp
beslemesi ve köktenci İslamcılık idealinde lan Hacking'in söylediği şekilde bir
"ekolojik yuva" bulmuş olmasıdır. Bu "ekolojik yuva"
mefhumu, toplumsal ve psikolojik bir salgının belli bir kültürel ve tarihsel
uzamda patlak vermesine, gelişmesine, şiddetlenmesine, sonra da uygun yaşama
koşullarını artık bulamayan bir türgibi yok olmasına yol açan koşullan
açıklamak için önerilmiştir. lan Hacking bunun bir örneğini 19. yüzyıldaki
"çılgın gezginler" üstünden verir.34
Köktenci
İslamcı idealin bu "ekolojik yuva"sının nüfusbilimsel, ekonomik,
siyasal ve jeopolitik planlarda oluştuğu koşullar çözümlenmeden, cihatçılık
arzı ve etkisi anlaşılamaz, kaldı ki bu konuda birçok çalışma yapılmıştır.
"Ekolojik yuva"nın oluşum koşullarının incelenmesinde eksik kalan
nokta, psikanalizin birbirinden ayrılamayacağını düşündüğü bireysel ve
kolektif psikoloji değişkenidir. Benim çalışmalarım bu konuya adanmıştır.
Gençliğe
özgü zamansallıkta ideallerin işlevini ölçmek için, bu dönemin en büyük
özelliği olan ve köktencileşmeyle birbirini yankılayan kimlik sorunsalını çok
kısaca anımsatmak gerekir. Yaşamın bu dönemindeki bunalım, çocukluk
ideallerinin paramparça olduğu ve öznenin, arayıştaki ivediliğin de tanıklık
ettiği gibi, açlıkla onların yerine yeni idealler koyma gereksinimini duyduğu öznel
geçiş süreci oluşturur. ideallere duyulan açlık: Bu nazik süreçte yoğun
"idealleri yıkma" ve "yeniden idealleştirme" hareketleri
öne çıkar. Bunlar için D. W. Winnicott, denizcilik dilinde soğuk rüzgarlarla
sıcak rüzgarların aynı noktaya yöneldiği tropikal alanları tanımlayan "doldrum"35
sözcüğünü kullanmıştır. İdealleri yıkmada, özne tükenmiş durumdadır; boşluk, sıkıntı,
çöküntü, anlam yokluğu yaşayarak kendini aşağılar. "Yeniden
idealleştirme"de yaşanan şey ise, düşüncelerle tutkuların coşkunluğu,
taşkınlığı, benlik tasarımının yükseltilmesi çabası, yeni bir dünyaya gitme ya
da yeni bir dünyanın yaratılmasına katkı sağlama arzusu, doğrulukla adaletin
kazanmasını sağlayacak eksiksiz bir anlam bulma isteğidir.
Peki
ideallere duyulan bu açlık neden kaynaklanır? Öznenin kendine sahip çıkmak
zorunda olmasından. Ama burada söz konusu olan kendilik, artık çocuğun anne
babayla birlikte oluşturulan kendiliği değil, yalnızca onun olacak bir
kendiliktir. O kendini yeniden yaratarak "kendinin olmak" ister
artık. Ama bu sahip çıkma, insan varoluşunun en temel sınır değişimleriyle
-benlikle ben-olmayan, yaşamla ölüm, kendi cinsiyetiyle öteki cinsiyet,
gerçekle gerçekdışı, dünyayla öbür dünya arasında aynı zamanda gerçekleşir ve
bu noktada sınırlar birbirine karışıp kısmen yok olabilir. Zaman zaman öznenin
risk almasının nedeni, karşılaştığı tehlike aracılığıyla kendi kendini
fethetmek, yaşamına egemen olmak istemesidir. Bu da kendilik sınırlarının sürekli
ileri doğru itildiği, kuralların çiğnendiği deneyimlerin bunca sık yaşanmasını
açıklar. Eyleme geçişler çoğunlukla bir değişim, bu uğurda ölmek pahasına bile
olsa bir deri değiştirme, kabuğunu kırma arzusunun izlerini taşır. Kimi
gençlerin ifadesiyle ergenlikteki intihar girişimleri genelde şu anlamı taşır:
"İntihar edebilirim ama çürüyüp gidemem." Sonuçta, ozan Rainer Maria
Rilke'nin şu dizeyle ifade ettiği tehlikeli bir geçiş süreci vardır:
"Eskiden sahip oldukları artık onların değildir; gelecekte sahip olacaklarına
ise henüz erişememişlerdir."36 O bununla, yeni bir dünyada, yeni bir
kendilik umudu içinde, bir durağa, bir ara zamana, bir kıyıdan ötekine geçişe
işaret eder.
Kaldı
ki sınırların bu şekilde değiştirilmesi, risk alınarak kendine sahip çıkma istenci
birçok durumda aşın ve tehlikeli denemelere sürükler kişiyi. Bunlar gencin
kendine saygı duyup duymamasına, kendini değerli ya da anlamsız, yetenekli ya
da yetersiz görmesine neden olan deneyimlere atılıp, ateşle oynadığı
davranışlara benzer. Farklı farklı biçimlere bürünebilen bu sınavlara göğüs
germe konusunda da aynı durum geçerlidir. l 960'h yıllarda ergenlerden söz
ederken Winnicott'un söylediği şeyi unutmamalıyız: "Bebek ekip bomba
biçtiniz. Aslında, bu her zaman gün yüzüne çıkmasa da her zaman doğrudur.
" İşte
"köktencileşme"nin, ideolojik içeriğinden bağımsız olarak, hem göğüs
gerilmesi gereken bir sınav hem de Rilke'nin dizesinin işaret ettiği geçiş
sürecine çözüm olarak görüldüğü alan tam da burasıdır. Cihatçılık arzı da tam
bu karşı kıyıya geçişi ve geçiş sırasında yaşanan sapmaları hedef alır;
kullandığı söylemler ve yandaş toplama yöntemleri gençliğe özgü öznel geçiş motiflerinin
birçoğundan yararlanır; tıpkı avının nereden geçeceğini bilip kapanını ona
göre yerleştiren bir avcı gibi...
Yandaş
toplayan kişilerin seslendiği bu gençler sürekli bir çözüm arayışı içinde ya da
dönüm noktasında, karşı kıyıya geçmenin beklentisi içindedirler. Özellikle de
yaşamlarındaki ilineklerin ve/veya ailelerindeki ve toplumsal çevrelerindeki
kusurların doğurduğu kişisel eksiklikler yüzünden, ergenlik geçişi zorlu olan
gençlerdir bunlar. Rahatsızlıklarını apaçık sergilemeyebilirler; bazı durumlarda,
gizli ya da belli etmedikleri, asimptotik diyebileceğimiz sıkıntılar yaşarlar;
bunlar önceden tahmin edilmesi en güç olan, kimi zaman en tehlikeli kişilerdir;
şiddet eylemine geçmelerinden sonra tanıklardan: "Çok nazik, sorunsuz bir
çocuktu, herkese yardıma koşardı, 5. kattaki yaşlı kadının torbalarını
taşırdı" gibi sözler duyarız. Bazı durumlardaysa, daha önce suça karışma
ya da uyuşturucu bağımlılığı olarak ifade bulmuş karmaşık durumlar iş işten
geçtikten sonra saptanır; bunların bazılarında borderline ya da psikotik
bozukluklar, kendini belli etmeyen, bir anda patlak veren psikotik durumlar
gözlemlenir. Terörizmle Mücadele Merkezi yargıçlarından biri bana soruşturduğu
dosyalardaki kişilerin en az üçte birinin savaş alanından döndükten sonra psikotik
davranış ve söylemler sergilediğini söylemişti.
Köktencileşme
arzı, kimlik temelli bir kırılganlığı güçlü bir zırha dönüştürerek bir talep yaratır.
Arz ve talebin denkliği sağlandığında çatlaklar kapanır, üstleri örtülür.
Bunun sonucunda öznenin kaygısı yatışır; kişi bir özgürleşme duygusu,
tümgüçlülük atılımları yaşar. Bir başkasına dönüşür, bir başka ad seçer.
Parçası olduğu grubun üyelerinin tıpkısı davranışlar benimser. Köktencileşmiş
kişilerin söylemlerinin aynı kişiden geliyormuş gibi birbirine benzemesinin
nedeni, onların tekilliklerinden büyük ölçüde feragat etmeleridir: Özne robota
boyun eğer. Tekilliği kurban etmesi tam da ruhsal semptomların bireyin kişisel
özelliklerine bağlı olması ölçüsünde onu semptomlarından kurtarır. Semptomlar
kolektif psikoloji oluşumlarına dönüşürler: birçok kişinin birden gördüğü
sanrılar, ritüeller, davranışların tekrarlaması, telkin ve körlemesine boyun
eğiş vb. Tekilliğin bu şekilde ortadan kalkışı ve köktencileşmenin içinde
semptomların eriyip gitmesi, klinik açıdan yetersiz birçok gözlemcinin
köktencileşmiş kişilerde sözüm ona "psikolojik sorun olmadığı"
yönündeki değerlendirmelerine yol açmaktadır (bu benim daha önce aşırıcılık-sonrası
yanılsama olarak adlandırdığım şeydir). Oysa onların izlediği öznel yol
fırtınalı olmuş, öylesine riskli bir hale bürünmüştür ki kimi zaman
köktencileşme ruhsal bir acil durumla baş etme girişimi biçiminde
yaşanabilmiştir.
"Köktencileşmenin
ruhsal bir acil durumla baş etme girişimi" olduğunu söylerken, açıklamak
ile bağışlamayı birbirine karıştırmamak, ruhsal süreçlerin anlaşılır olmasının
onların toplum karşıtı, hatta suç oluşturan etkilerinin hoş görülmesini
gerektirmeyeceğini bilmek gerekir. Bir kişinin eğilimlerinin yazgısını
belirleyen şey, o kişinin izlediği yoldur; bunu unutmamalıyız.
Birinin
başına ne gelmiş de kendisini ve başkalarını sağaltmak için tehlikeli yollara
başvurmuş diye düşünürken, davranış düzeyinde kalmamalı, köktencileşmiş
kişilerin laf kalabalığına takılmamalı ve bir kişiyi, kendisini ateşe verip
çevresindeki her şeyi yakmaya iten şeyin ne olduğunu göz önüne almalıyız. Nasıl
ki psikanaliz bize semptomun öznenin ekonomisinde bir işlev üstlenen bir
uzlaşı çözümü olduğunu gösterir, semptomların köktencileşme içinde eritilmesi
girişiminin de bir nedeni vardır: ölüm pahasına, içsel tehlikeye çok daha
büyük dışsal bir tehlike aracılığıyla meydan okuyarak iyileşmek. Bu benim
klinik olarak gözlemlediğim bir şeydir: Semptom, özneye tanrısal bir görev
bahşeden idealin doygunluğa ulaşması sayesinde silinip gider.
Bazı
durumlarda, bence öznenin duyumsadığı parçalanma tehlikesinin bir kimlik
birliği ya da bir "tek-kimlik" arayışıyla tedavi edildiği açıktır.
Bu arayışın son aşaması da ölümdür, hani ölümün seçilmesi özneyi yok olmaktan
kurtaracakmışçasına. Dinsel köktencileşmeden umulan iyileşmeyi anlamak için
dindarın en temel ereğini düşünmeliyiz: Bu erek salut (kurtuluş) ve sante'dir
(sağlık). Bu iki sözcük aynı kökten gelir; buna İngilizce holy'de, Almanca heilig'de
ve "İslam" sözcüğüyle aynı kökten gelen Arapça selaml-selamet'de de
(s.l.m.) rastlanır. Selam'ın anlamlarından biri de "bir tehlikeyi sağ
salim atlatmak"tır ve yalnızca "boyun eğme" mefhumuna işaret
etmez. "Guerison" (iyileşme) sözcüğünün eski Fransızcada koruma,
savunma, güvence, sağlığa kavuşma ve sığınma (gare [gar] ve garer [gara vb.
sokmak] de ondan türemiştir) anlamlarını taşıyan guarison'dan geldiğini
anımsatalım. Dolayısıyla, ölüm tehlikesini göze almada amaç, öznenin gözünde
kendi yaşamından daha değerli olan bir şeyi koruması, kendisini koruyan,
varlığının ileri geldiğini varsaydığı bir kaynağı -Tanrı, Öteki, topluluk vb.koruması
olabilir. Bu yüzden, özne açısından, köktencileşmenin bir guarison yolu olduğu
söylenebilir. O, hasta olmamak için Tanrı'nın ellerine sığınır. Sekülerleşmiş
Avrupa dünyası bir tür sanrı değil de saymaca bir güç, öznenin ona kazandırdığından
başka herhangi bir gerçeklikten yoksun bir güven duygusu yaratan bu çözümü
unutmuştur.
Bu
yaklaşım aynı zamanda köktenci İslamcılığın din değiştirenler arasındaki
başarısını da anlamamızı sağlar. Kimlik çatlaktan yalnızca göçmen ya da
Müslüman ailelerin çocuklarına özgü değildir; köktencileşen kişilerin %
40'ının din değiştirenlerden oluşması da bunun kanıtıdır. Bu öznelerin,
köktencileşmenin sonucunu görmeden köktencileşmeye çalıştığını söyleyebilirim.
Bu sonucun neden oluştuğunu bilmemelerinin pek bir önemi yoktur, yeter ki
"çözüm" getirsin. Basında lntemet'ten Yeni Başlayanlar lçin lslitm gibi
kitaplar sipariş eden cihatçıları okuduk. Düşlemlerin masum bir görüntü
sergileyebilmesi ve kaygı ya da kuşku uyandırmadan gerçeğe dönüşmenin
yollarını araması için önemli oranda bilgisizlik gerekir. Paris Terörle
Mücadele Merkezi'nin sorgu yargıcı Marc Trevidic savaş alanlarından dönmüş
bazı kişilerin İslam'ın beş şartını bile bilmediğini söylemiştir birçok kez!
"Din değiştirenler" olarak adlandırılan bu sınıf, birçok bom again, yani
kendilerinin ya da bir önceki kuşakta ailelerinin vazgeçtiği inanca yeniden sarılan
kişiler barındırıyor olabilir.
Bununla
birlikte şunu da belirtelim ki savaş alanlarına gidenlerin bazıları başta
ruhsal sağaltımı ya da din değiştirmeyi amaçlamaz. Onlar Beşar Esad rejimi
yüzünden Suriyelilerin karşı karşıya kaldığı acımasız baskıya başkaldırmak isterler.
Bazıları içinse gizemli Doğu'ya yolculuk romantik bir geçişin yerini tutar.
Haçlı Seferleri tarihi üstüne metinler okurken, bu öznel cihat serüvenleriyle
arada pek çok benzerlik olduğunu görünce şaştım kaldım. Cihatçılık tersine
çevrilmiş bir Haçlı Seferi midir yoksa? Bugün köktenci İslamcılık İnternet
pazarındaki en yaygın, en heyecan verici, en eksiksiz üıündür. Kendilerinden ve
dünyalarından umudu kesmişlerin kullanabileceği, her kapıyı açan bir idealleştirme
anahtan...
İslamcı
köktencileşmenin mezhepçilik olgusuyla bir tutulması sorun oluşturur. Kuşkusuz
bu ikisi arasında zihinsel etki denen olgu gibi karşılaştınlabilecek birtakım
yanlar vardır, ama temel farklann da olduğu açıktır. Mezhepte, birey bir pirin
düşlemlerine ya da sanrılarla dolu kuramına, ekonomik, hatta cinsel sömürüsüne
bağımlıdır. Cihatçıysa savaşın gerçekliğinin beslediği, çok geniş bir kolektif
inancı, İslamcılığın kimlik mitine duyulan inancı benimser; kendisine maddi,
cinsel kolaylıklar, gerçek ve imgesel güçler karşılığında o savaşın bir
parçası, kahramanı olması önerilir. Mitle tarihsel gerçekliğin karışımı
sanrıdan daha zehirlidir.
Dolayısıyla,
köktencilik arzı gençlikteki geçiş döneminin çıkmazlarına el atacak, kendini
hem bireysel hem kolektif, hem fiziksel hem metafizik, hem mitsel hem de
tarihsel bir geçişin olanaklarına uyduracaktır. Ben de bunların ana motiflerini
açığa çıkarmak istiyorum.
Ayrıntılara
çok girmeden, köktencilik arzında ideallerin narsisik çekiciliğinin birtakım
temel öğeleri ortaya koyulabilir. Philippe Gutton'un da haklı olarak
vurguladığı gibi,38 bu çekicilik, arzın gençlerin ilgisini çekmesinde temel bir
boyut oluşturur.
Kimliksel
adalet bu köktenci yapının temel taşıdır. Gençlerdeki kimlik çatlaklarının
kalbine dokunur: Aynı manevi heyecanları birlikte yaşayacak bir inanç topluluğu
oluşturmak adına, tehdit altındaki kendiliği denklerinden oluşan bir grupla
kaynaştırarak kendilik parçalarını lehimler. Grubun etkisi, birlikte tek vücut
halinde hareket edebilme yanılsamasını yaratmaktır. Kimliksel adalet
"yaralanmış İslam
ideali" kuramına ve gerek şimdi, gerek geçmişte Müslümanlara yapılan
haksızlıklara dayanır. Yaralanmış ideal, l 924'te halifeliğin kaldmlmasıyla ve
son Müslüman imparatorluğunun, Osmanlı lmparatorluğu'nun sömürge güçlerince
parçalanmasıyla Müslüman toplumunun siyasal-tanrıbilimsel egemenliği ilkesinin
yitirilmesidir. Bu noktada, ilk İslamcı örgüt olan Müslüman Kardeşler'in l 928'de
kurulduğunu belirtelim. İslamcı hareketlerin bu dönemin yarattığı travmadan
doğduğu, şok dalgasını kitlelere yaydığı söylenebilir. Müslümanlara yapılan
haksızlıklara gelince, bunlar Ortadoğu'daki eski ve yeni savaşlardır:
Filistin, Afganistan, Irak, vb. Adaleti sağlamaya çağıran yıkım, kırım, ölü ve
sakat çocuk görüntüleri de dayanak oluşturur. Müslüman olmayan gençler de bu
çağrıya yanıt verir. Ama çoğunluk açısından, cihatçılık arzının temeli burada öznenin
varoluşundaki bireysel bir yara ile Müslüman toplumuna yapılan haksızlığın birbirine
eklenmesidir. Bu arz, yaralı idealin özneyi kendi içinde eritmesini, yaranın
zombi bedenine bürünmüş bir hortlak olarak özne aracılığıyla konuşup hareket
etmesini amaçlar. Özne idealin intikamcısı ya da bir başka deyişle hakarete
uğramış tanrısallığın intikamcısı olmaya çağrılır. Kouachi kardeşlerin Charlie
Hebdo saldırısındaki durumu bu bakımdan bir örnek oluşturur. Benlik idealinin
yetersizliği yüzünden kolektif bir ideali cisimleştirme arayışına giren
gençler söz konusudur; bu idealin en eksiksiz hali de şehit olmaktır.
Yüceltme
ve tümgüçlülüğe erişim: Kendilerine saygı duymayan, küçük düştüklerini,
değersiz, aralarından birinin bana söylediği gibi "insan müsveddesi"
olduklarını düşünen gençlere sunulan şey, yalnızca haksızlığa uğradıklarının
teslim edilmesi değil, aynı zamanda Tanrı'nın seçtiği, ne kendilerinin ne
başkalarının değerini bildiği kişiler olmalarıdır. Bu seçilmişlik yazgısını
üstlenebilmek için, kişinin saygı ve korku uyandırması, bir dava adamı olması,
önünde şöhret kapılarının açılacağı bir kahraman olması gerekir; adaleti kendi
sağlayabilir, Tanrı'nın yüce yasası adına yasadışı davranabilir. "lnsan
müsveddesi" böylece korkutucu bir kişiye dönüşür. Korkutucu ve kendi
ailesinde bile korkulan biridir. Bir baba bana şöyle demişti: "Oğlum
babam oldu, bana İslam ahlakını dayatıyor... Dahası, uyuşturucuya ve suça bulaşalı
beri, korumak istediği Tanrı'nın da babası sanıyor kendini." Bu sözleri
gençlik dönemi geçişi dramına taşırsak, çocukluğun Tanrı'sının (ideal baba)
bozguna uğradığı ve onun yerine bir başkasının bulunması gerektiği ölçüde,
açmazdaki birtakım özneler kendilerine şöyle diyor gibidir: (Çocukluğumun
Tanrısı) öldü; benim, temsilcisi olacağım canlı bir Tanrı bulmam gerek. Bu
kanlı canlı Tanrı her şeyi olanaklı kılar. Aday o zaman aynada şu mesajı alır:
Sen değersizsin çünkü dinsiz imansızsın, kefaretini ödeyip kendini bağışlatabilirsin:
Bir "Üst-Müslüman" ol! Bu oluş biçimini daha ileride inceleyeceğim.
Pişmanlık
ve arınma: İslamcı köktencilik, temellerinden biri de pişmanlık ve arınma olan
dinsel bir ideolojidir. Kimi zaman hiç suç işlememiş gençlerde görülen,
yaşamaktan ve arzulamaktan duyulan suçluluk duygusunu işletir. Gerçekten de
varoluş mutsuzluğunun ve utancının olduğu noktada işkenceler yoğunlaşır.
Özellikle de kimlik bozukluklarında: Özne hiç değerinin olmadığını, bir
hastanın söylediği gibi "bir kusur" olduğunu düşünür. Ama arz aynı
zamanda bağışlanmak isteyen suçlulara ya da cihatçıların arasına suça yönelik
dürtülerine soylu bir görünüm kazandırmak için katılan suçlulara da yönelir.
13 Kasım Cuma saldırılarının bildirisinde, iki motife özellikle dikkat etmek
gerekir: Biri saldırıları gerçekleştirenleri "bu dünyadaki yaşamdan
boşanmış [sici bir grup" olarak tanımlar. İkincisi öldürülen kişileri
"ahlaksız bir eğlencedeki putataparlar" olarak niteler; bu eğlencenin
merkezi de "iğrençliğin ve sapkınlığın başkenti" Paris'tir”. Böylece,
birilerinin yaşamaktan vazgeçmesiyle başkalannın yaşama bağlılığı (yozlaşıp
yok edilmeyi hak ettiği ileri sürülen yaşama bağlılığı) karşı karşıya getirilir;
öyle ki kitle kınını ahlaki sağlığı koruyan bir edim olarak aklanır.
İnsanların toplu olarak öldürülmesi putataparlık göndermesinin de doğruladığı arınmayla
ilişkilidir; putataparlık İslam dağarında ve genel anlamda put kıncılığın tarihsel
ifadelerinden biri olduğu tüm bağnaz tektanrıcıhklarda, soyut Tanrı karşısında
kirli sayılır. Bu anlamda, Bataclan kırımının amacı da Palmira'daki anıtların
ya da Afganistan'daki Bamyan Buda heykellerinin parçalanmasında olduğu gibi
bir tür arınmadır.
"Kamikaze"
denen kişinin kendini kurban etmesinin temelinde de bir arılık ideali vardır.
"Yaşamdan boşanmış" sözü ister hatalı, ister bilinçli olarak
kullanılsın, yaşam temelden kirli olduğu için özde yaşama hazzından ayrılmayı
ifade eder. Beden de tam olarak kirin merkezi olduğu için, bedenin
parçalanması intihar saldınsı düzenleyenlerin arkalannda bıraktıkları birçok
vasiyette, mutlak, başka bir deyişle hiçbir şeyin yasak olmadığı bir cennet
hazzına erişebilmek adına, ideal bir arılığın kurban etme yoluyla gerçeğe dönüştürülmesinin
kanıtı olarak gösterilir. Arınmayla haz arasındaki bu bağlantı öyle önemlidir
ki çözümlemelerimizde onu göz önüne almazsak köktencileşme süreçlerini ve onun
şiddete yönelen gizilgüçlerini anlayamayız.
Toplumsal
özneye karşı topluluk öznesinin canlandırıllması: Burada söz konusu olan, özne
olmanın verili, kesin, güvence altına alınmış bir şey olduğu geleneksel
dünyaya dönüş vaadidir; oysa modem uygarlıktaki özneye yani toplumsal
sözleşmedeki özneye baktığımızda, birey kendisinin üstünyapımıdır, bu da onu
çok yorucu bir çalışmaya zorlar. Bunu gerçekleştirebilmek için olanaklara sahip
olmak gerekir. Bu güvenceye bir örnek vereyim: 16 yaşındaki bir gence, kendisine
"-nin babası" anlamına gelen "Ebu" önekiyle başlayacak
yeni bir ad koyması önerilir (Ebu Ali, Ebu Salah), oysa gerçekte baba değildir;
bu adı aldıktan sonra, oğuldan "baba varlığa" sıçrar, böylece
imgesel düzlemde sonraki kuşakların kökeni durumuna gelir. Demek istediğim o
ki, bugün, kendilerini kaynaksız, ruhsal ve maddi kaynaklardan yoksun
durumdaki kişisel sorumluluklarının ve özgürlüklerinin karmaşasından
kurtaracak otoriter bir çerçeve içinde yer alarak, tüm zorlayıcı ölçütleriyle
birlikte bir topluluğun güven verici düzenini yeğleyen gençler bulunmaktadır.
Yaşamla ölüm arasındaki sınırın ortadan kalkması: Ergenlerin, yaşamla ölüm arasındaki sınırlar konusunda çocuksu yaklaşımlarında bir değişim yaşadıkları dönemde vaizlerin söylemi onlardaki bilinçdışı düşlemlere nüfuz eder. Bu vaizler ölümün çok yakında olduğunu, belki de yarın geleceğini, mezarda çekilecek acılan (dehşet verici bir vaaz türü), adeta çoktan ölmüşler gibi bugünden tezi yok kurtulmaları gereken ıstırapları anlatıp dururlar onlara. İmgesel ölüm öyle ağır basar ki, gerçek ölüm anlamsızlaşır; bu da cihatçılara katılan kimi gençlerin sözlerini açıklar: "Ölüm bir şey değil, bir çimdik yalnızca." Kişiyi öte dünyaya, cennete taşıyan bir çimdik. Savaşta ölen insanın, şehidin durumunda, o yalnızca görünüşte ölür, aslında canlıdır, her şeyin tadını çıkarır, ölümsüzdür. Dolayısıyla özne sonrasında bu ölümsüz yaşamı yaşayabilmek için ölmek zorundadır. Ölme arzusu, hatta zaten ölmüş olma arzusu cihat söyleminde sürekli yinelenen bir olgudur. Çünkü bir kişi zaten ölmüş olduğuna inandığında, onun başına gelebilecek en kötü şey, halihazırda iğrenç olarak gördüğü bugünün dünyasında yaşıyor olmaktır. David Thomson tanıklıkları derlediği Les Français jihadistes adlı kitabında bir gencin kendisine söylediği sözleri aktarır:
"Allah daha biz doğmadan ölümümüze
karar vermiştir."
Bu,
geleneksel İslam dağarcığında olmayan bir savdır ve şunu demeye gelir: Öznenin
kökensel düşlemlerini oluşturan "ilk sahne", acı dolu ve hüzünlü
kendilik yitimi duygusunun, yaşam ve ölümün birbirinden farksızlaşmış
güçleriyle kaynaşmanın kaynağı olan bir yok oluş sahnesidir.
Cihatçılık
arzı böylece ölümün zaferinin yön verdiği bir siyaset ortaya atar: Buna ölüm
siyaseti (thanatopolitique) diyebiliriz. Ama burada söz konusu olan ölüm,
içinde yüce bir yaşam barındırır. Bizim gözümüzde ölüm özseverliğin karşısında
durur ama burada onun hizmetindedir. Ölüm bir anlamda aday kişiyi kusursuz bir
yaşama doğuracak bir annedir. Aday hiçbir değeri olmayan ya da hiçbir işe
yaramayan bir yaşamı eşi benzeri olmayan Tanrı'ya sunup bu yaşamın kendisine
kusursuz bir biçimde geri verilmesini bekler. Kusursuz yaşam, idealin benliği
alıp götürdüğü, onu her türlü dünyevi nesneden kurtardığı yaşamdır. Kimi
özneler bunu, intiharı kendilerini kurban etmeye dönüştürme olanağı olarak
görüyor olabilirler tabii, ama cihatçılıkta kendini kurban etme Lacan'ın
"kaybedilmiş Dava özseverliği" dediği şeyi devreye sokar. Yaşamını
yitiren herkesin bizim gözümüzde eşsiz bir saygınlık kazanması olgusu söz
konusudur burada da. Birinin ölümü onun yaşam değerinin en güçlü ve en son
doğrulamasını oluşturur.
Cihatta
ölmek isteyen gençlerin konuşmalarını dinlerken beni şaşırtan şey, ölüm sanki
onların yaşamdan uyanmalannı sağlayacakmış gibi konuşmalarıdır. Yaşam onların
gözünde bir yanılsama, bir yalan, onları gerçek yaşamdan ayıran bir taklittir.
Dolayısıyla, cihat onların daha gerçek bir yaşamın kaynağı olarak ölümü
düşlemelerini sağlar, o öteki yaşamın sağlayacağı haz karşısında şu yaşamdan
alınan haz gelip geçici bir ateştir yalnızca.
Bir
kötülük ve yenilenme kuramı: Ergenlikte yaşanan kaygılardan biri yetişkinlerin
dünyasına girişle ve bir aldatmaca olarak görüldüğü için onun nefret edilen
mantığıyla, özellikle de toplumsal taklit oyunuyla ilgilidir. Bu kaygı çocukluğun
temel aldığı görünüşler dünyasının eleştirilmesine, yetişkinlerin
anlayışlarından kuşku duyulmasına neden olur; genç onların bir yanılsama ya da
gerçeğe karşı kurulmuş bir tuzak olarak gördüğü inançlarını yıkmak ister. Kaldı
ki cihatçı söylem genci içinde yaşadığı dünyanın yoz, adaletsiz, yalanlarla
dolu olduğuna iğrenç bir dünya olduğuna inandırmaya çalışır. Çevrilen dolapları
ve gizlenen kötülükleri açığa çıkardığı ileri sürülen komplo teorilerinin bu
kadar önemli olması da bundan kaynaklanır. Sonuçta, ikiyüzlülerin, başta
sahte Müslümanların ya da "görünüşte İslamcı" olarak adlandrılabileceklerin
kökünü kazıyacak bir kişiye, Müslüman aleminin yenilenmesinin aktörlerinden
birine dönüşmeye çağrılır genç. Bu yok etme ve dünyanın yenilenmesi motifine
birçok totaliter ideolojide, örneğin Nazilerde ya da Kızıl Khmerlerde de
rastlanır.
Anlamın
sona erişi ve kıyamet günü: Gençlikteki geçiş süreci; anlamın çöktüğü, yaşamın
saçmalaştığı ve birbirine bağlanıp düzene koyulması güç duygu dalgaları
akınının yaşandığı bir süreçtir. Anlamsızlık kimlik imlerinin dengesini
bozar, sonsuz bir yabancılık ve parçalanma kaygısı yaratır. Özne, sağlam bir
oluşum ve düşüncelerin akışının durması beklentisi içine girer. Köktenci
İslamcı söylemse dört bir yandan binyılcı ve kıyamete ilişkin temalar üstünden
dünyanın son günlerini yaşadığını ve anlamın sona erdiğini ileri süren
göstergeler sunar. Bugün bu söylem, halifeliğin yeniden kurulup "İslam
Devleti"nin gerçeğe dönüşmesinden sonra dünyanın sonuna tanık olmak
istediklerini söyleyen gençlerin de sık sık yinelediği bir kehaneti ileri sürerek
dünyanın sonunu Suriye'de konumlandırır. Kıyamet, anlamın ve anlamın sona
erişinin açığa çıkışı, kuşkusuz hüzünlü, ama İslam'ın kesin olarak
kazanacağının öngörüsüyle işin içine hazzın da karıştığı son zaferdir. Kıyamet
dünyanın yok oluşu ve öbür dünyanın egemenliğinin başlamasıyla tam bir
arınmadır. Böylece dünyanın değiştirilmek istendiği bir dönemden, ondan
kurtulmak istenen bir döneme geçilmiştir. Gençlerin cennete girebilmek, göğe
yükselebilmek için Alain Bertho'nun kitabının adına bakacak olursak kaos'tan geçmek, onun aktörleri olmak, insan
gerçekliğini bir karabasana dönüştürmek istemesine yol açan bu arzu üstüne
düşünmek gerekir. Bu gökler sanrısı yeryüzü ve insanlardan umut kesilmeden var
olamaz. Dolayısıyla bugün bir Müslüman umutsuzluğundan söz etmek yerinde
olacaktır.
Burada
saydığım öğelerde ayrıntıya inmedim, motifler daha da geliştirilebilir.
Cihatçılık arzının gücü erkekler için coşku verici, erkeksi bir vaatten;
annelerinden "daha çok ya da başka türlü bir kadın" olmak isteyen
kadınlar içinse aşın kadınsılaştırıcı bir vaatten ileri gelir. Bu vaatler bir
gencin olumsuzluğa, karmaşaya, saçmalığa, kendini aşağılamaya kapıldığı bir
dönemde varoluş acısını dindirir.
Üst-Müslüman ve Onun Aşılması
İslamcılığın icadı
İslamcılığın
icadı Müslümanların modern tarihindeki en önemli olgulardan biridir. İster
düşünce olarak benimsensin isterse uğruna savaşılsın, onların kendileriyle ve
dünyayla olan ilişkilerini değiştirmiştir. Batı'da Müslüman dinini tanımlayan1
eski anlamını yitirmiş sözcüğe ne anlam yüklenirse yüklensin, bu haliyle ya da
çevrilmiş haliyle tüm öteki dillere geçişi, dille ilgili bu olayın dünya
çapında olduğunu göstermektedir.2 Sözcük çok esnek, ama pekala belli bir anlama
yönelen bir sözcüktür; pek çok edim ve söylemin kaynağıdır. 20. yüzyılın
sonunda artık Müslüman demenin yetersiz kalması anlamlıdır; İslamcı'nın ortaya
çıkması gerekmiştir. Bu adın türetilmesi nasıl düşünülmelidir? Böylesi bir değişime
yol açan güçler nelerdir?
İslamcılığı,
onun doğuşunu, onu olanaklı kılan nedenleri anlamadan "köktencileşme",
"köktenci İslam" denen şeyi düşünemeyiz. Ne var ki İslamcılığı
düşünmenin önündeki en büyük engel onun İslam'ın bir ürünü olması, onun
bağrından çıkmış olması, dolayısıyla da birbirlerinden ayırt edilmelerinin
güçlüğüdür. Tarihlendirebileceğimiz bu ortaya çıkış hem içsel olanaklarla, hem
de dışarıdaki, dünyanın Batılılaşmasına bağlı tarihsel koşullarla
açıklanabilir; tabii Batılılaşmanın tam olarak neye dayandığını söyleyip, genelleşmiş
tahakküm düşüncesini ileri sürmekle yetinmemek koşuluyla. İçerideki nedenlerle
dışarıdakileri birbirinden ayırmaya yönelik her türlü çaba, aynı şekilde
onların etkileşimleri ya şiddetle terörün kalıtımsal olarak İslam'ın içinde
olduğu gibi bir özcülüğe ya da genel anlamda İslam'ı aşın güçlü ve korkutucu
bir Batı'nın kurbanı, İslamcılıkla terörizmi de Batı'nın icatları olarak
göstermeye iten bir tarihselciliğe varır. Bu düzeyde söylemlerle
duygulanımların birbirine karışmasıysa, ayırmadan bütün olarak İslam'ı
suçlayanlar karşısında, İslamcılığın ve uyguladığı şiddetin "İslam'la bir
ilgisi olmadığı" gibi sözlerden başka bir şeyin doğru dürüst duyulmadığı
bir kuru gürültüye yol açmaktadır. Sözünü ettiğim ilk durum açısından, Marcel
Gauchet'nin yakın zamanda yaptığı çalışmalar, köktenci İslam'ın nasıl modern
yaşamın geleneği yok etmesiyle dünyada birçok dini etkisi altına alan bir
fundamentalizm türü olduğunu göstermiştir. Onun özelliğiyse İslam ile Batı'nın
dinsel ve jeopolitik planda çatışmalarla dolu tarihsel karmaşık ilişkilerinde
yatıyor olabilir. Bu durum İslam fundamentalizminin daha şiddetli olmasına yol
açar. Cihatçılığın "İslam'la bir ilgisinin olmadığı"nı ileri süren
ikinci eğilime gelince, jcan Birnbaum Marksist din kuramında ve Avrupa'daki sol
ideolojide cihatçılığın yadsınmasının hangi koşullarda oluştuğunu
çözümlemiştir.
Benim
burada ileri sürdüğüm okuma biçimine göre, İslamcılık Müslümanların İslam'dan
hareketle Batı karşısında icat ettikleri, ama bunu yaparken Batı'nın siyasal
yaratılarının bir bölümünden de yararlanmaktan kaçınmadıkları siyaset-karşıtı
bir ütopyadır.
Toplumsal
ve siyasal bilimlerde kırk yılı aşkın bir süredir öne çıkan savda İslamcılık
"siyasal İslam"ın ortaya çıkışıyla açıklanır. Bu sav uyarınca,
İslamcılar iktidara gelip İslam dinine bağlı bir devletin kurulmasını
amaçlayan yeni bir siyasal ideolojinin yandaşlarıdır. Bundan anlaşılan şey
dinin siyasallaştığı ya da dinin siyasete girdiği olabilir; yorum, bakış
açısına göre değişir. Öte yandan asıl
sorun, Müslüman aleminde dinle bağlantılı olmayan bir siyasetin var olmamasıdır;
iktidar da dinden asla ayrılmamıştır. Yenilik bu düzeyde değil, başka bir
planda yatmaktadır. Hz. Muhammet'in ve belki hemen ardından gelen birkaç
kişinin dönemi dışında, dinin siyasal iktidara bağlı olması her zaman kural
olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'ndan tutun da sömürgecilik sonrası devletlere
dek Müslüman alemi tarihinde öne çıkan uygulama budur. Hükümdar
"Emirül-müminin" ya da halife sanım aldığında bile tanrıbilimci
değildir. Bu iş bir grup bilgine -Sünnilikte ulema, Şiilikte mollalar-,
hükümdar ya da devlet adına kişisel haklar, eğitim ve din konularının yönetimiyle
görevli memurlara bırakılmıştır. Politih-teolojih6
bir
ikicilik varsa da, bu yasaların (şeriat) temelini dinsel söylemin oluşturması,
yönetim işinin ise, yönetici nasıl adlandırılırsa adlandırılsın -halife, melik
(kral), sultan, emirdünyevi iktidara düşmesi anlamında geçerlidir. Bu nedenle
lran Devrimi'ne dek, Müslüman aleminde tam anlamıyla bir teokrasi olmamıştır.
Benim
varsayımıma göre, İslamcılığın icadı siyasal yönetim paradigmasını alaşağı
etmeyi amaçlamıştır. Sürüyle İslamcı kuramın kafamızı karıştırmasına izin
vermezsek -kimisi dinselden çok siyasal olduğunu ya da bu ikisini birleştirdiğini
ileri sürer-, onun temel amacı siyasetin dine bağlanmasıdır, öyle ki onu dinin
içinde eritip yok etmeye can atar. İslamcı hareketlerin ve aralarındaki ufak
farklılıkların labirentinde bu ipin ucunu kaçırırsak, l 970'li yıllardan beri
olagelen bir dizi önemli olayı anlayamayız.
1979:
Iran İslam Devrimi Sünni ve Şii Müslüman geleneğinde bir yeniliktir, çünkü
iktidarın başında din adamlarının bulunması düşüncesini temel alır. lran İslam
Devleti'nin başındaki kişi Rehber-i Muazzam'dır, bir din uzmanları meclisi tarafından
seçilen bir Ayetullah'tır. O tanrıbilim hukukunun bekçisi (veliyi fakih), orduların
komutanıdır, cumhurbaşkanı ona bağlıdır. Müslüman alemindeki ilk teokrasinin
temelinde alimin egemenliği ilkesi vardır. Yaygın düşüncenin tersine, Suudi
Arabistan teokratik bir rejim değildir; Vehhabiliği benimseyip kendine kutsal
mekanları koruma ayrıcalığını tanımış bir aile monarşisidir; ama krallarının
hiçbiri tanrıbilimci ya da yüce ruhani lider olmamış, devleti bu sıfatla
yönetmemiştir.
1996:
Afganistan'da İslam Emirliği'nin kuruluşu adından da anlaşılacağı gibi bir
devlet değildir -İslami bir anayasa yoktur ve Molla Ömer bir hükümetin değil,
silahlı Taliban kuvvetlerinin başındadır. Orada siyaset, şiddet yoluyla halkın
(ümmet) şeriata harfi harfine uymasını temel alan en katı Vehhabilik kurallarına itaatini
sağlayan bir güce indirgenmiştir. İnanan kişiyi doğrudan ve sürekli olarak
Tanrı yasalarının egemenliğiyle karşı karşıya getirmeyi, bu yoldan sapmasını
ya da uzaklaşmasını sağlayabilecek şeyleri ortadan kaldırmayı ilke edinmiştir.
Sözgelimi, Taliban Bamyan Budalarını, görüntüleriyle betimlenemez Tanrı
inancını bulandırabilecekleri için parçalayacaktır. Kuş cıvıltıları namaz kılan
inananların dikkatini dağıtmasın diye, geleneksel olarak kuşlara düşkün olan
Afganları onları salıvermek zorunda bırakacaktır. Kuran eğitiminden
uzaklaşmasınlar diye Kabil'in göğü.nü süsleyen uçurtmaları çocuklara
yasaklayacaktır. Onlara göre kadınların baştan aşağı örtünmek zorunda
olmasının nedeni, bedenlerinden, Kuran'ın buyruklarından erkekleri
uzaklaştıracak arzu göstergeleri yayılmasıdır. Özetle, dinin zaferi Tanrı'ya karşı
olabilecek tüm göstergelerin kökünün kazınmasıyla gelecek, öyle ki onun
egemenliğinin hissedilmediği hiçbir alan kalmayacaktır.
2014:
"İslâm Devleti"nin (IŞID) ilanı. Bunun ilk örneği 2006'da Irak'ta
ortaya çıkmıştır. Amacı İslam aleminin başlangıçtaki birliğini, Ebu Bekir
el-Bağdadi'nin temsilcisi (halife) olduğunu ileri sürdüğü Peygamber'in
zamanındaki birliği yeniden sağlamaktır. Stratejisi "vahşeti
yönetme"ye dayanır; bu, 2004'te çıkan,
sonrasında şeriata sıkı sıkıya
bağlı bir düzenin dayatılabileceği bir kaos ortamı yaratmak için toplumun tüm
kurumlarının ve özellikle devletlerin yıkılmasını öğütleyen bir kitabın
adıdır. IŞlD'in ilkesi siyasalla dinsel arasında açık bir ayrım yapmamaya dayanır.
Yargısını, verdiği cezalarla sürekli ortaya koyan bir Tanrı'nındır iktidar.
Durmaksızın sergilenen acımasızlık, yarattıklarına istediği zaman istediğini
yapan bir Tanrı'nın
istencini gösterir. Acımasızlıkta sınır tanımayan bir hazla sahnelenen mutlak
egemenliktir bu ve ona karşı hiçbir çare yoktur.
İlki
Şii, öteki ikisi Sünni bu üç örnek, İslamcılığın açıkça bildirdiği ereğini
gerçeğe dönüştürür; bu erek de dinin siyasallaşması değil, dinin siyaseti kendi
içinde eritmesidir. Dolayısıyla, modern toplumsal ve siyasal bilimler
"siyasal İslam"dan söz ederken kendi düşünce kategorilerini İslamcılık
tasarısına mal ederler. Örneğin, İran Devrimi'nin eski önderi Humeyni'nin
durumunda, çok eskilere dayanan bir bekleyişi gerçekleştirme savı çok açıktır:
"Bu sükun yetti, günün birinde elbet gerçekleşecek, ama bir şey yapılmazsa
gerçekleşmeyecek olayı beklemek yetti. Allah'ın saltanatını şimdi burada
kurmalıyız."8 "Allah'ın şimdi ve buradaki saltanatı" ifadesi
dinin hükümdarlığının geciktirilmeden gerçekleştirilmesi yararına, insanın
siyasal alanda ortaya koyduğu şeylerden ileri gelen beklentilerin şimdi ve
burada sona ermesi olarak görülebilir. Bu din aracılığıyla siyasetin işlevsizleştirilmesi
ya da siyasetten çıkış ütopyasıdır.
lki
Sünni örnekse lbn Teymiye'nin (1263-1328) öğretisini temel alarak siyaseti
başka türlü işlevsizleştirir. Dinginci ve cihatçı Selefi hareketlerin başvuru
kaynağı olan tanrıbilimciye göre insan siyasetinin tutumu meşru değildir, çünkü
yönetme hakkı Allah'ındır. Düşüncesi iki ana kanıta dayanır. Bir yandan,
Muhammet'in dile getirdiği vahiylerde amaç siyasal bir devletin kurulması
değildir; öte yandan, ne Kuran'da ne Peygamber'in ölmeden önceki öğütlerinde
siyasal bir düzenin kurulması ve yönetilmesiyle ilgili bilgiler vardır. lbn
Teymiye Kuran surelerini ve Peygamber'in sözlerini (hadis) bu anlamda
yorumlamaya başlar. Bunlardan birini buraya almamız yerinde olacaktır:
Allah
bana "elçi kul" [abd resul) olmakla "hükümdar peygamber" [nebi
melik) olmak arasında seçim yaptırdı ve ben "elçi kul" olmayı seçtim.
Bu
sözler tanrıbilimsel ve siyasal işlevleri tel elde toplamaktan kaçındığı,
onları ayırmak gerektiği yönünde de yorumlanabilir, ama lbn Teymiye bunu
söylerken siyasetin İslam'da yerinin olmadığını ileri sürer; gerekli olan şey
yalnızca Peygamber'e vahiy yoluyla gelen yasadır. Burada siyasal İslam'la
ilgili yaygın söylemin çok uzağındayız. İslamcılığın icadı lbn Teymiye'nin
düşüncesiyle köklerine yönelmiştir; lbn Teymiye'ye göre de dinden başka
siyaset yoktur: Siyaset de, siyasal da dindir.
Siyasetten
çıkış ütopyasının gerçekleştiği -Taliban'ınki yalnızca beş yıl sürse de-10 bu
üç örnek dışında, başarısızlığa uğrayan her girişim ya da hala süren çabalar
bu temel İslamcı ereğe dayanır. Söz konusu olan ister Cezayir'deki İslami
Selamet Cephesi (1992) olsun, ister Mısır'da ordunun iktidarı ellerinden aldığı
Müslüman Kardeşler (2013), isterse Tunus'ta iktidarı seçimle kaybeden Ennahda
hareketi (2014), hepsinin kuramsal dağarcığı aynı kaynaklardan ileri gelmiş,
bu kaynaklar ilgili ülkelere uyarlanmış, farklı taktikler doğurmuştur.
Tunus'ta sözde ılımlı İslam'ın temsilcisi olan Ennahda örneğinde, seçim
kazanılır kazanılmaz, partinin genel sekreteri ve gelecekteki başbakanı yandaşlarından
oluşan kalabalığın önünde altıncı halifeliğin saltanatının başladığını
söylemiştir. Sonrasında, Ennahda iktidardaki iki yılı boyunca şeriatı anayasaya
geçirmek ve anayasada Müslüman hukukuna uygun "tamamlayıcılık ve
hakkaniyet"i yeğleyerek, kadın-erkek eşitliği ilkesine değinilmesine engel
olmak için var gücüyle çalışmıştır. Bireysel planda, psikolojik açıdan Üst-Müslümanlık
eğilimini yaratan şey siyaseti dine indirgeme arzusudur; bu eğilimin parolası
bir militanın ağzından duyduğum şu tümceyle özetlenebilir: "Nasıl ki
egemenlik yalnızca tek bir ilah'ındır ve o da Allah'tır, yalnızca tek bir
siyaset vardır, o da Müslüman dinidir." İşte lslamcıların çeşitliliğinin
ötesinde İslamcılığın ruhu budur. "Tanrıbilimsel siyaset" ve
"siyasal tanrıbilim" kategorileri Hıristiyanlıktan ve Politika'sını
Araplann çevirmediği Aristotelesçi düşünceden gelme modern söylemin
yansımalarıdır. Bu kategoriler İslamcılıkla ilişkili değildir; İslamcılıkta yalnızca
ümmetin işlerini düzene koyup yöneten tanrıbilim vardır.
lbn
Teymiye gibi 13-14. yüzyıllardan bir tanrıbilimcinin modern yaşamda bu kadar
çok takipçisinin olmasını nasıl anlamalıyız? Sorunun İslam'la ilgili olduğu
yönündeki açıklamalar (özcü sav), çok azınlıkta kalan bir tanrıbilim akımının
üyesi bir yazarın (Hanbelilik bugün Müslümanların % 8'ini oluşturmaktadır)
neden din aracılığıyla siyasetten çıkışı öven tarihsel bir değişimin ana
kaynağına dönüştüğünü anlamamızı sağlamaz.
lbn
Teymiye'nin kuramının Moğolların Ortadoğu'yu ele geçirmesi ve Arap imparatorluğunun
beş yüzyıl ayakta kaldıktan sonra çöküşü (1258, Bağdat'ın yıkılması) bağlamında
ortaya çıktığını anımsatmak gerekir. Bu tanrıbilimci, Şam'da İslam'ı
benimseyişinin sahte olduğu düşünülen Gazan Han'ın Suriye'ye saldırdığı
dönemde yaşamıştır. Gazan Han'ın gizliden gizliye Moğol yasalarının kültürünü
yaydığından kuşkulanılır.11 Ne olursa olsun, lbn Teymiye en köktenci cihat
çağrısını yapan ve düşmana eksiksiz direniş amacıyla en tutarlı zihinsel
açımını ortaya koyan tanrıbilimcidir. Bu yüzden, düşüncesi Batılıların
seferleri sırasında 18. yüz yıl tanrıbilimcilerinin gözünde ve özellikle
de 19. yüzyıldaki sömürgeci egemenliği İslam toplumlannın temellerini sarsmaya
başladığında capcanlı bir güncellik kazanmıştır.
Napoleon'un
1 Temmuz l 798'deki lskenderiye bildirisi, fatihin İslam'a saygı duyacağına ant
içmesi, hatta sözde Müslümanlığı konusunda dönemin tanrıbilimcilerinde güvensizlik
uyandırmıştır:
Acıyan ve Esirgeyen Allah'ın adıyla,
Allah'tan başka Tanrı yoktur; onun ne oğlu, ne de saltanatında bir ortağı
vardır. [ ...] Ey Mısır halkı, buraya sizin dininizi yıkmaya geldiğimi
söyleyecekler, inanmayın: Size haklarınızı geri vermeye, gaspçıları
cezalandırmaya geldiğimi ve Allah'a, onun peygamberine ve Kuran'a Memlüklerden
daha çok saygı duyduğumu söyleyin. ( ...] Kadılar, şeyhler, imamlar, çorbacılar,
halka bizim de gerçek Müslümanlar olduğumuzu söyleyin. Müslümanlarla
savaşılması gerektiğini söyleyen papayı biz yok etmedik mi? Malta Şövalyeleri
Tanrı'nın Müslümanlarla savaşmalarını istediğine inandıkları için o akılsızları
biz yok etmedik mi?
Napoleon'un
seferi sırasında yaşamış ve onun tarihini yazmış Kahireli bilgin el-Ceberti,
bildirinin ilk üç tümcesinin hiç güven uyandırmadığını düşünür. Onu şöyle
çözümler:
[ ...) Fransızların üç dinle de
anlaşabildiğini söylüyorlar, ama aynı zamanda hiçbiriyle de anlaşamıyorlar.
"Allah'ın adıyla" diyerek, bir oğlun ya da bir ortağın varlığını
reddederek Müslümanların arkasından gidiyorlar. lki iman esasını anmadıkları,
Hz. Muhammet'in vahyini, dinin zorunlu olarak kabul etmiş olduğu meşru sözleri
ve hareketleri reddettikleri için Müslümanların arkasından gitmiyorlar. lfadelerinin
ve hareketlerinin birçoğunda Hıristiyanların arkasından gidiyorlar, ama
Teslis'i anmayarak ve vahyi reddederek, dahası inançları reddederek, rahipleri
öldürerek, kiliseleri yıkarak onların arkasından gitmiyorlar.
Fermanın
göstermelik ve kurnazca bir oyun olduğu açıktır. Fransızlar, hiçbir din
açısından inandıncı değildir:
Bu yüzden, bu insanlar hem
Hıristiyanlara, hem Müslümanlara karşıdır ve hiçbir dine sağlam biçimde bağlı
değillerdir. Bunlar maddeci kişilerdir; Allah'ın tüm niteliklerini,
dirilişten sonraki yaşamı yadsır, peygamberliği ve elçiliği reddederler.
Burada
tanısı konan şey, işgalcilerin dine aykın anlayışları, bağlı oldukları ve
dayatmak istedikleri dünya düzenidir. Bu yargı sonrasında daha da
güçlenecektir. El-Ceberti şöyle yazar:
Fransızlar ne kadar karşı çıksa da
kesinlikle zındıktır. Kuran'a saygı duyduklarını söylüyorlar, ama işedikten sonra
ona el sürmekten çekinmiyorlar. Sonuçta erkekleri (sakallarını) kesen ve
değerli halıların üstünde ayakkabılarıyla yürüyen görgüsüz bir halk onlar...
Kadınları örtünmüyor, edep bilmiyor. Bir Fransız ne zaman doğal ihtiyaçlarını
gidermek istese, bunu olduğu yerde yapıveriyor, yanında insanlar olsa bile [
... ]. İnsanların içinde içki içiyor, kadınları örtünmeden dışarı çıkmaya
yüreklendiriyorlar.
Bu
bölümde ortaya çıkan ve sonradan İslamcılıkta da tıpatıp karşılaştığımız üç
eleştiri -Kuran'a saygısızlık, geleneklere hakaret ve kadınların utanmazlığı-, Napoleon'un
dinden yana olduğunu ileri süren siyasetine karşın, Fransızları İslam
uygarlığının kutsal saydığı şeylere saygısızlık eden kişilere dönüştürecektir.
Mısır seferi de tanrıbilimcilerin gözünde cihatla karşılık verilmesi gereken
yeni bir haçlı seferi olacaktır. El-Ceberti tanrıbilimcilere kısmen eleştirel
yaklaşsa ve Hıristiyanlara misilleme yapılmasına kesinlikle karşı çıksa da,
Fransız ordusunun gerçekleştirdiği kırımlardan sonra, kadınlann aşın
serbestliğine adamakıllı çatar:
[Fransız kadınlar] utanma arlanma
olmadan çıkıyorlardı dışarı. Fransızlar Kahire'ye geldiklerinde -bazılannın
yanında kanlan da vardı-, sokağa kanlarıyla çıkıyorlardı. Bu hanımlann yüzleri
açıktı, renkli eteklerle atkılar, omuzlarına düşen işlemeli kaşmir başörtüleri
oluyordu üstlerinde. Bu halde ata ya da eşeğe biniyor, hayvanlarını
laubalilikle sürüyor, kahkahalarla gülüyor, hayvan kiralayan adamlarla, haydutlarla
gülüp eğleniyorlardı. Bunun üstüne, alt tabakadan, ağırbaşlılık nedir bilmeyen
(Mısırlı) kadınlar da cömert ve kadın milletini hoş tutan Fransızlann arasına
kanşıyordu...
Ahlaksızlığın
Müslüman kadınlara bulaşması kaygısı biraz daha ileride iyice açığa çıkar:
Mahalli idarelerde de aynı şey...
Müslüman kadınlar Fransızlar gibi giyinmeye başlamıştı. Teftişler ve halkı
ilgilendiren işler için ya da sıradan kararların verilmesi, yasaklar koymak ya
da insanlara çağrı yapmak için mahalli memurlarla birlikte dışarı
çıkıyorlardı. Kadın tek başına ya da yanında kendisi gibi birkaç arkadaşı ya
da konuğuyla yürüyordu. Yanında yakınları ya da ellerinde değnekleri olan
uşaklarıyla yürüyordu ve insanlar da bu gösteriyi izliyordu. Kadın, kararlar
veriyor, buyruklar yağdırıyor, yasaklar koyuyordu.
İşte
Fransız seferinin ilk günlerinden başlayarak Batı'nın kadınlara izin verdiği
şeylerin büyük bir tehdit olarak algılanması, kadınların kamusal alandaki
varlığının İslam'ın tanrıbilimsel düzenini yıkacak bir şey olmasından kaynaklanır.
İslam'a göre kadının varlığı özünde dine aykırıdır. Bunun sonucunda,
İslamcılıkta kadın bedeninin toplumsal olarak görünürlüğü dinin kurallarına
uymayan siyasal bir bedenin varlığına işaret edecektir. Siyaset karşıtı ütopya
olarak İslamcılığın icadının başlıca nedenlerinden biri de burada yatar.
Gezginlerin
ve vakanüvislerin anlatılarındaki, Fransızlarla karşılaşmanın yarattığı
sarsıntı ve Mısır Müslümanlarında, sonra da Müslüman aleminin bilincinde
bıraktığı kalıcı etki konusunda Henry Laurens'ın L'Expedition d'Egypte'teki
çıkarımlarını yinelememiz yeterli olacaktır:
Fransız devrimcileri ulemanın gözünde
yeni bir evrenin mucitleri olmak şöyle dursun, antikçağın ya da Klasik İslam'm
maddecilerinden farksızdılar. [ ... ] Fransızlar vahiy yoluyla inen dinleri
yadsıyorlar; İslami mezhepleri inceleyen kitaplar onlan tanrıtanımazlar, olsa
olsa yalnızca akla, demek ki vahiyden daha aşağı bir bilgi düzenine inanan insanlar
olarak tanımlıyorlardı. [ ... ] Aklı yalnızca bilimde ve teknikte
kullandıklarında hayranlık uyandırabiliyorlardı. Ama geri kalan konularda,
tutumlarından ve söylemlerinden ikiyüzlülük akıyordu.15
Henry
Laurens'ın ifade ettiği ikiyüzlülük mefhumu burada önemlidir. Kuran'da
Müslüman'mış gibi görünüp, gerçekte inançsız olan kişiyi tanımlayan bir
kavramı (münafık) karşılar. lbn Teymiye'ye göre "büyük bir
ikiyüzlülük" söz konusu olduğunda sonu "sapkınlık" kategorisine
varır ve bu da inançsızlıktan daha da kötü bir şeydir. İslamcılık mantığında
bu dinden dönme suçlamasını, başka bir deyişle bir Müslüman'ın inancın
doğuşunu yadsımasını içerir; bu da köktenci gruplarda ölümle cezalandırılır. Bu
grupların, bazı Müslümanları ve özellikle de benim İslam'ın siyasetteki
tanrıbilimsel ilkelerini artık benimsememeleri anlamında ayrı Müslümanlar16 olarak
nitelediklerimi öldürmeleri genelde bundan kaynaklanır. Mısır Seferi'nin ve Aydınlanma
Çağı'nın bilimsel topçekerlerle gemiler arasından yankı uyandıran girişinin
sonuçlarından biri, bir anlamda Müslüman topraklarındaki "ikiyüzlü"
kitlenin kalabalıklaşması olmuştur. İslamcılığın icadı da buna karşı bir
başkaldırı olacaktır.
Sekülerleşmiş
Batı'nın Kahire'deki dindar Müslümanlara büyük meydan okuyuşunu gösteren
sahneler arasında, 22 Aralık 1798 tarihli Courrier de l'Egypte'te aktarılan bir
olay çok anlamlıdır. İslamcılığın "ilk sahnesi" olarak nitelenebilecek
bu olay Napoleon'un Kahire şeyhleriyle yediği bir yemekte gerçekleşmiştir:
Yemeğin öncesinde ve sonrasında sohbet
edildi. General Bonaparte şeyhlere Arapların halifeler döneminde sanatta ve
bilimde çok ileride olduğunu, ama bugün büyük bir cehalet yaşadıklarını,
atalarının bilgilerinden onlara hiçbir şey kalmadığını söyledi: Şeyh Sadat
kendilerine Kuran'ın kaldığı, tüm bilgilerin onda bulunduğu yanıtını verdi. General,
Kuran'da nasıl top döküleceğinin öğretilip öğretilmediğini sordu. Oradaki tüm
şeyhler çekinmeden öğretildiğini söylediler.
Bu
sahne sonradan Batılı güçle zorlu karşılaşmaya tepki olarak İslamcılığın
doğuşunun habercisi gibi görülebilir. Kazanan tarafın ağzından küçümseme
motifini açığa vurur: Elinizde eski uygarlığınızdan hiçbir şey kalmadı, oysa benim
uygarlığını size boyun eğdiren teknik gücü ortaya koyuyor; işte İslamcılık da
buna her şeyin Kuran'da yazılı olduğu yanıtını verecek, tam kutsallaştırmayla
dinsel direnişin güçlendirilmesi gerektiği sonucunu çıkaracaktır. Sahnede
aynı zamanda mutlak bilgi varsayımının Tanrı'dan insana tarihsel geçişi
konusunda, tanrıbilimcilerin bilgisizlikleriyle de alay edilir; İslamcılık
buna da tüm modem buluşların şifreli bir biçimde Kuran'da zaten yazılı
olduğunu kanıtlamaya çalışacak tanrı-bilimcilik ile
karşılık verecektir. Dolayısıyla, hata Kuran'da değil, bilimi ondan çıkarmayı
başaramayan Müslümanlardadır. Bundan inançlarının zayıfladığı ve
gerilemelerinin nedeninin doğru yoldan ayrılmaları olduğu sonucu çıkarılır;
kendi kendini kınama ve kefaret ödeme, aşağılama ve yeniden idealleştirme,
daha da çok Müslüman olmaya yönelik kutsal bir zorunluluk ortaya çıkar ve işte
bu Üst-Müslüman'ın psikolojik anlamda icadıdır.
Mısır
Seferi'nin ve onu izleyen tüm seferlerin sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Arap vilayetlerinde reform yapılması kaçınılmaz bir zorunluluğa dönüşecektir.
Fransız devrimcileri Aydınlanma Çağı donanımlarındaki iki kavramla
gelmişlerdir, bunlar onların fatih olarak güçlerini ortaya koyacaktır:
Birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili uygarlık ve ulus kavramlarından söz ediyorum.19
Sömürgecilik çift odaklı maddi ve manevisilindirini uygarlık ve ulus siyaseti adına
sürecektir. Bu siyasetten dünyanın ve insan alışkanlıklarının ussallık
kurallarına göre değiştirilmesi anlaşılır. Ussallığın sınai ve liberal Batı'da
doruk noktasına ulaştığı, zanaatçı ve despot Doğu'daysa gerilediği varsayılır.
Bir Arap ulusu fikrini Napoleon Bonaparte çok geçmeden dile getirir, III.
Napoleon da bu konuyu ele alacaktır ve
kimi zaman vazgeçilse, bu yoldan dönülse de, sonuçta Osmanlı lmparatorluğu'nun
parçalanması ve sömürgecilik karşıtı mücadeleler ulusal'ı yeni siyasal ütopya
olarak dayatacaktır. İslamcılığın başkaldırıp bugün de içinden çıkmak istediği
şey budur.
Eskiden
Avrupa'ya giden Müslümanların sayısı epey azken 19. yüzyıldan sonra bu sayı
çok artar. Batı icatlarına bilimsel ve siyasal anlamda sahip çıkma arzusunun
patlak verdiği yolculuk ilişkileri doğar. Paris'e Vali Mehmet Ali'nin
gönderdiği Mısırlı imam Tahtavi'nin ve başkente Tunus Beyi'yle birlikte giden
Tunuslu aydın lbn Ebü'dDıyafın yolculuk
anlatıları, yazarların keşfettikleri Batı uygarlığı karşısında hayranlığa
kapılmalarının Batı'ya yönelik eleştiri yeteneklerini ortadan kaldırmadığına,
doğdukları topraklara bağlılıklarını ve birer Müslüman olarak manevi
değerlerini hala korumak istediklerine tanıklık eder. İslamcıların
söyledikleri gibi, bunların Batı'nın Aydınlanma Çağı'na duydukları arzu basit
bir Batılılaşma arzusuyla kısıtlı değildir.
Sözgelimi,
Tahtavi Arap uygarlığının durumunu anlamak için Considerations sur les causes
et la grandeur des Romains et de leur decadence'ını (Romalıların Yükselişi ve
Çöküşü) çevirdiği Montesquieu'nün üç güç ayrımını şeriatta bulmak ister. Onun
yapıtından "yurt sevgisi"ni (hubbu'l vatan) alıp, Mısır'daki
eğitim ilkelerinden biri haline getirmek ister; bu da Mısır ulusu mefhumunun
var olmadığını, en azından temel bir öğe olmadığını düşündürür. lbn
Ebü'd-Dıyafa gelince, o Champs-Elysees'yi ziyaretleri sırasında Bey'le
aralarında geçen anlamlı bir konuşmayı aktarır. lbn Ebü'd-Dıyaf orada olmanın
kendisini büyülediğini anlatırken, Ahmet Bey ona yurdunu özlediğini söyleyip
Tunus Medinesi'nin gözde semtlerinden Bab Aliva'daki börekçilerin yaydığı kokuyu
özlemle anar:
Ben de özgürlüğün havasını soluyup
suyunu içerken, ayaklarını toprağına basarken, ona şaka yollu şöyle yanıt verdim:
"Haklısınız, ne de olsa o kapıdan [Bab Aliva) girince, canınız ne isterse
yapabilirsiniz, oysa burada sıradan birisiniz." Bey bana şöyle dedi:
"Allah sizi affetsin. Neden vatanıma duyduğum sevgiye ve onun büründüğü
hallere saygı duymuyorsunuz?" Bense şöyle dedim: "Bu ülke vatanı da,
ana babasını da unutturuyor insana." Bey'in yanıtı şöyle oldu: "Hani
halk arasında başkasının buğdayını gören, kendi arpasını atar denir ya, biz de
öyle davranıyoruz. "
Böylece
nation (ulus) sözcüğünün Arap dilinde eskiden bir kimsenin doğup büyüdüğü yeri
tanımlayan, ama artık öznel olarak patrie (yurt) yananlamını taşıyan ve siyasal
olarak ulusal devlet düşüncesiyle bağlantılı vatan sözcüğüyle karşılandığına
tanık olunur. Oysa bu siyasal egemenlik ilkesi İslami tanrıbilimin temel
merkeziyetçi topluluğuyla çelişir; öyle ki 1924'te Mustafa Kemal Atatürk'ün
halifeliği kaldırması, Müslümanlar topluluğunun (ümmet) adının kökenine
işaret eden ana-yurtla olan bağlantıyı koparır. Bu, egemenlik ile inananlar topluluğu
arasındaki ilişkinin yitirilmesidir. Ondan beri, İslam'da evrensel anlamda
siyasal-tanrı
bilimsel özne kalmamıştır. Aynı yıl Türkiye'de ilk laik devlelin kurulması,
yasaların temeli olarak şeriat düzeninden vazgeçilebileceğini kanıtlayan bir
adımdır. Kamu gücünün çarklarında Tanrı işlevsizleştirilir. İslamcılığa özgü,
Müslüman Kardeşler'in 1928'de ilk defa kamusal örgüt yapısını kazandırdığı
siyaset karşıtı ütopyanın kökeninde bu felaket vardır. Sömürgecilikle mücadele
sırasında ulusçulukla din ittifak yaptıysa da, ulusal devletler ortaya
çıkınca, düşüncelerle duygulanımların gizil çelişmesi bir çatışmaya dönüşmüştür:
Müslüman kardeşliği ulusal yurttaşlığa karşı, dinsel manevi coşku ulus
sevgisine karşı.
İşte
bugün de dünya sahnesinde sürmekte olan mücadelenin başaktörleri. Uygarlık ve
ulus siyasetinin devrimci kökenine ve onun sömürgeci yansımalarına
bakıldığında, mücadelenin özel olarak Fransa'yı içermesi bir rastlantı
olabilir mi? Mücadele Fransız yöre kentlerinde, ama aynı zamanda Mısu ve
Tunus'taki yerleşim yerlerinde... Gerçek ya da düşlemsel anlamda muhtaç ya da
yoksun gençlerde güçlü bir kurban etme/olma arzusu uyandıran İslamcılığın
uyguladığı tüm şiddetlerin kökeninde o var. Şurası açık ki, ölüm sevgisi,
şehitlik, cennetteki hakların dünyevi haklardan üstün oluşu, İslamcılık üstüne
ortaya konan bütün söylem gençlerin yaşamlarının kurban edilmesiyle Hegelci
efendilik şemasını yeniden ele alır; iktidarı yeniden dine verip, Tanrı'nın saltanatını
kurmayı umar. Bu noktada da sekülerleşmiş siyasetin -insanların yönetiminde
Tanrı'nın yeri olmadığını varsaydığına göre-dine aykırı bir varsayım ve
Batı'nın egemenliğinin bir biçimi olduğunu düşünmekle kalmaz, sömürgecilik
sonrası ulusal devlet ütopyasına dönüşen bu varsayımın sözünü tutmadığına,
muhtaç insanların temel gereksinimlerini karşılayamadığına inanır. Muhtaç
insanlar da yalnızca maddi anlamda yoksul kişiler değil, dinsel mirasları
ellerinden alınmış ve onun anlamını yitirdikleri için umutsuzluğa düşmüş tüm
Müslümanlardır. Dolayısıyla, bu söylem siyasetin özerkleşmesine karşı Müslüman
umutsuzluğuna aşın dinsel bir çözüm önerir.
Üst-Müslüman
Dounia iki
çocuğunun babası Ahmed'den söz ederken şöyle diyor: "Ne ölümden, ne hapse
atılmaktan korkuyor. Kendini üst-insan gibi hissediyor, ama aslında bütünüyle
mahvolmuş durumda."
Soren Smow, "Comment soigner les
candidats au djihad'',
Le
Monde, 29 Aralık 2014.
Bir
Müslüman'ı, çok daha fazla Müslüman olması gereken bir Müslüman tasarımı
aracılığıyla, olduğu haliyle kendi Müslümanlığını aşmaya iten baskıya
"Üst-Müslümanlık" adını veriyorum. Doğru yoldan saptığına dair kendi
kendine yönelttiği eleştirilerin ve kendisini günlerce en kötü ahlaki
suçlarla damgalayıp "cehennemde yanacak" bir varlık olacağını ileri
süren telemedyatik vaiz ordularının tacizlerinin pençesindeki bir öznenin
tutumudur bu. O örnek Müslüman'la, Peygamber'le ve atayla kendini özdeşleştirmeye, onların geçmişte kalmış
yaşamını şimdiye taşımaya, kendi yaşamınıysa bir ölünün yaşamına çevirmeye
çağrılır. Üst-Müslümanlığın gereği: "Ol!" değil, "Geri
dön!"dür; çünkü ona göre iyilik eskiden hayat bulmuş, vaat eskiden gerçekleşmiştir;
yapılması gereken tek şey onu geçmişte aramak, bu arada dünyanın sonunu
beklemek ya da daha iyisi onu çabuklaştırmaktır.
Üst-Müslümanlık,
suçluluk ve kurban etme duygularından yakalarını kurtaramayan, içlerine
İslamcılık işlemiş Müslümanların ruhsal yaşamıyla ilgili bir tanıdır.
llke olarak, Üst-Müslümanlık eğilimiyle bu eğilimin gerçekleşmesi arasında bir
aynın yapmak yerinde olacaksa da, gerçekte her ne kadar Üst-Müslüman'ın vücut
bulmasından çok bu olguya doğru bir eğilime rastlansa da, aralarındaki
sınırlar delik deşiktir, önceden kestirilemeyen geçişler söz konusudur. Somut
anlamda, Üst-Müslüman'ın tutumu dini alçakgönüllülük düşüncesini temel alarak
gelenek çerçevesinde yaşamayı yeterli bulmayan inananlarda gözlemlenebilir.
Aslında, "Müslüman" adının en önemli anlamlarından biri alçakgönüllüdür.
Oysa Üst-Müslümanlıkta söz konusu olan, inancın gururunu dünyaya sergilemektir:
Islam pride. Bu durum birtakım açık işaretler ortaya çıkarır: alında yara izi,
sokaklarda edilen dualar, bedende ve giysilerde damgalar, sürekli zikredilen
Allah'la yakınlığa tanıklık eden ayinlerde ve kurallarda artış. Üst-Müslümanlar
Allah'ın dünyadaki sesi olmak ister, ateşli inançlarını taşımayanlara
nefretlerini haykırırlar. Onlara "Allahçılar" da denebilir, çünkü
durmadan Allahuekber diye yırtınırlar. ilke olarak söyleyen kişiye ne kadar
küçük ve zayıf olduğunu anımsatıp rahatlatması gereken bu yakarış burada bir
kendini beğenmişlik, istediği her şeyi yapmakta sakınca görmeyen bir güç
gösterisine dönüşür. Allah diye diye öldürürler. Allah'ı kendilerine bağımlı
kılarak ona bağlanırlar. İşte bu nedenle Üst-Müslüman figürü suçlulara ya da
suçlu olmaya istekli kişilere çekici gelir; kanun kaçağı olmak arzusuyla tüm
yasaların üstünde olduğu varsayılan bir yasayı benimser, onun aracılığıyla
topluma aykırı eğilimlerini, insan öldürmeye yönelik dürtülerini soylulaştırırlar.
Bir insan, varsayılan yaratıcısıyla onun adına hareket edebilecek, onun ağzı
ve elleri olabilecek denli karıştığını ileri sürüyorsa, Üst-Müslüman
"insan-Tanrı ensesti" olarak adlandırılabilecek bir hazzın ardında
koşar. Tasavvufta olduğu gibi, Tanrı'yla hiçbir zaman sürekli olmayan ve her
türlü büyüklenmeden uzak gizemci birleşme değildir bu. Müslüman Tanrı'yı
arıyorsa, Üst-Müslüman onun tarafından bulunduğuna, seçildiğine inanır.
Birçok
Müslüman'ın kaygısı, nesnelerini tüketiyor olsalar da, sekülerleşmenin onlara
başkasına dönüşme, artık kendi olmama duygusunu yaşattığı bir dünyada var
olmaktır. Kendini artık gerçek olmayan bir kendilik olarak algılamanın acısı
Müslüman umutsuzluğunun nedenidir. Kişinin acımasız bir biçimde Tanrısız bir
Batı'ya sürgün edilmiş hissetmesi sık karşılaşılan bir tasadır; söylemlere ve
eylemlere yansır: Adeta toprağın kaymasını engellemek istercesine her yere
çivi gibi minareler dikilmesi bundandır. Dindar ataların şimdiki zamana
çağrılması doğru yoldan sapmayı durdurmaya yönelik umutsuz bir arayıştır. Oysa
İslamcılık, aslında gerçek olmayan bir benlikten daha yüce bir şeye çekici gelecek
bir kurmaca üretmiştir: Üst-Müslüman figüründe vücut bulan kökensel bir
üst-benlik. Bu figür de tüm figürler gibi çeşitlenip az çok tipleştirilmiş
biçimlere bürünür; bunlar arasında dünyadan el ayak çekmek de vardır, ama en
ateşlisi dünyanın işini bitirmek, onun sonuna katkı sağlamaktır. İşte
cihatçılığa kalkışan gençleri çeken de budur.
Üst-Müslümanlık
tarihsel olarak nasıl doğmuştur? Tarihsel travmaların etki alanı çok geniştir;
özellikle de bir ideoloji, haksızlığa uğramış bir ideal oluşturmak için onları
kitlelere yaydığında. İslamcılığın yaptığı en önemli şey budur. Ondan soma,
kuşaklar travmayı ve haksızlığı birbirine aktarır; öyle ki bireyler olan
biteni bilsinler bilmesinler kendilerini yaşanmış utançların mirasçıları
olarak görürler. 1924 yılı, altı yüz yirmi dört yıllık son İslami
imparatorluğun çöktüğü, halifeliğin, başka bir deyişle İslam'da egemenlik ilkesinin
kaldırıldığı ve Türkiye'de ilk laik devletin kurulduğu yıldır. Osmanlı toprağı
parçalanmış, sömürgeci güçler tarafından
işgal edilmiştir; Müslümanlar kendi evlerinde efendi konumundan ast konumuna
düşerler. Bu bin dört yüz yıllık bir temelin çökmesi, birlik ve güç
yanılsamasının sonudur. Derken, İslam'ın artık yönetmediği bir dünyada,
dağılışının hüznü ortaya çıkar.
Bu
tarihsel kopuşun semptomu, yeniden kurulması gereken, öcü alınması gereken
"yaralı İslam ideali" kuramının bir örgüte tercüme edilmiş hali olan
Müslüman Kardeşler'in 1928'de doğuşudur. İslamcılık ulus devletlerin yıkılmasını
ve halifeliğin yeniden tesisini vaat eder. Travmanın anısını yayar ve
hükümetler, Batılıların askeri seferleri ve iç savaşlar yüzünden mahkum
oldukları yazgının acısını çeken halkların yaşadığı felaketlere bu travmayı
yansıtır. Tarihsel çöküşe Müslüman özne modelinde daha önce görülmemiş bir
kırılma eşlik eder. Aydınlanma Çağı'nın Müslüman topraklarına topçekerlerle
geldiği doğrudur. Bununla birlikte, Müslüman seçkinler "Aydınlanma
Çağı" ve Aydınlanma'nın siyasal özgürlüklerinin "yandaş"larına
dönüşürler; "karanlığın orduları"na27 karşı evrensel bir ittifak kurmak
adına, Batılıların Aydınlanması'nın unutulan tslam aydınlanmasını yeniden
canlandıracağını düşünürler. Onların karşısına "Aydınlanma
karşıtları" çıkacak, İslam'ın tüm sorulara yanıt verebilmesi adına
tanrısal egemenliğin yeniden kurulmasını ve peygamber geleneğine dönüşü
savunacaklardır. Müslüman Kardeşler'in parolası şudur: lslam'ın her şeye
yanıtı vardır.
O
zaman da İslam'ın öznesinin iktidarla ilişkisinde sisteme ilişkin bir
uyuşmazlık ortaya çıkar. Kimileri bir devletin yurttaşı olmak ister, onlar da
Müslüman'dır ama tanrıbilimsel düzenden ayrılmışlardır, benim "ayn
Müslümanlar" dedigim şey de budur; kimileriyse daha çok Müslüman olduklarını,
daha da, daha da çok Müslüman olduklarını ortaya koymak isterler. İşte bu
noktada Üst-Müslümanlık açığa çıkar. İslamcılık o zaman bir İslam savunusu
gibi görunür, öylesine ateşlidir ki onun yerine geçmek ister. Yıkıma sürüklendiğini
algılayan bir sistemin tüm antikorları seferber olmuştur. Ama savunma,
kurtarmak istediği şeyi yok etmesi anlamında otoimmün bir hale bürünür. Bu
nedenle Üst-Müslüman'ın iki düşmanı vardır: Batılı dış düşman ve bir de iç
düşman, yani halifelikten kesin olarak kopmuş, siyasetin dine bağımlı olmasını
reddeden, bir ulusun yurttaşı olmak isteyen Batı'ya dönük Müslüman.
Üst-Müslüman onu bir "Müslümanımsı" olarak, Batılıdan da kötü,
avlanması, ortadan kaldırılması gereken bir kopya olarak görür.
Üst-Müslüman,
İslamcılığın 20. yüzyılın başındaki bozgunundan beri durmaksızın büyüyen
seferberliğinin bir ürünüdür. İslamcı kuramcılar, sekülerleşmenin karşısına
koymak için daha önce eşine rastlanmayan, kutsala dair bireysel ve ortak bir
teknoloji geliştirmişlerdir topluluğun üstbenliğiyle doğrudan özdeşleşmeyi
temel alan bir teknoloji. Buna göre Üst-Müslüman'ın işlediği suçlan üst-benlik
buyurur. İslamcılık Tanrı'nın neden Müslümanları, "insanlar arasından
çıkarılmış en hayırlı ümmet"i halifeliğin yıkıntıları arasında terk
ettiğini değil, Müslümanların neden Tanrı'yı terk ettiklerini ve nasıl ona geri
dönülebileceğini sorgular; bunun yolu da yalnızca cihattır. Bu nedenle
Üst-Müslüman, sekülerleşenlerin unuttuğu bir savaş alanındaki asker tohumudur;
söz konusu savaş alanı, sekülerleşenlerin sandığı gibi siyasal bir tasarının
değil, dinsel umudun alanıdır; bu umut da öte dünyanın umudundan, başka bir
deyişle ölümü amaçlayan umuttan başka bir şey değildir. Aynı zamanda unutulan
bir başka şey de dinin ölçüsüz bir güç olduğudur, çünkü atılımını, insanoğlu
ile dünya arasına bir sınırın henüz çizilmediği bir çocukluk dönemindeki
sınırsızlık ve enginlik duygusundan alır.
Dolayısıyla,
Üst-Müslüman yaşamı hor görüp Tanrı'nın saltanatını burada ve şimdi
gerçekleştirmek amacıyla ölümü arzulayan bir yüceliğe ulaşmak amacıyla, küçük
düşmüş alçakgönüllü Müslüman'ın alçakgönüllülüğünün tersine çevrilmesinin
ürünüdür. Tanrı'yı, kendisinin hizmetçisi olduğu bir efendi gibi görür; içinde
buyrukların yazılı olduğu bir kılavuza indirgediği Kuran'da söylenenleri
yapmaya hazırdır, onun yorumsuz olduğunu varsayar, çünkü burada yazılı olan
düz anlam kendisinin gerçek inanca ulaşmasını sağlayacaktır. Bu anlam ete
kemiğe bürünmüş Üst-Müslüman'ın terör silahıdır.
Üst-Müslümanlık
gibi bir şeyin bugün ya da dün, burada ya da herhangi bir yerde var olma
eğilimi göstermesini ya da var olmasını sağlayan ruhsal süreçleri düşünmemiz
gerektiğinde, özdeşleşmeyi gerek yaşam ve ölüm dürtülerine, gerek ideallerle
ilgili haz bahislerine bağlayan mekanizmaları incelemeliyiz. Psikanalizde
temel bir kuramsal buluş olan özdeşleşme kavramı bilinçdışıyla ilişkileri
içinde yalnızca bireysel psikolojide değil, kolektif psikolojide, onun
oluşumlarında ve düzensizliklerinde de iş başındadır. Freud'un özdeşleşmeden
ilk kez Kitle Psikolojisi ve Benliğin Analizi'nde29 söz etmesi
rastlantı değildir. Özdeşleşme insan kimliğinin dönüşümsel, birleşimsel
olduğunu, zincirlenmeler ve zincirinden boşanmalar sergileyebildiğini gösteren
bir süreçtir. Bir bütün olarak siyasal ya da dinsel varlığın kuramı düzleminde,
onun tüm sonuçlan ortaya çıkarılmamış olabilir. Oysa bence aşın şiddet
olguları, kolektif ilişkilenme ve ilişkilerin çözülmesi oyununda özdeşleşmenin
çeşitli biçimlerini göz önünde bulundurmamızı gerektiriyor.
Öznenin
bir başkasından kendisine yönelen bir söz aracılığıyla kendi seçmediği ve
sonunda başka türlü ve başka bir yerde olmak adına kurtulmayı başaracağı bir
rolü üstlendiğini ya da bir yerde bulunduğunu fark ettiğinde başlayan özdeşleşmeden
uzaklaşma [desidentification) sürecinin kurtarıcı bir süreç olduğu
psikanalistlerce saptanmıştır. Ama bireyler ya da topluluklar, ötekini
kendilerine benzer olarak görmemeye başladıklarında özdeşleşmeden uzaklaşma
nefrete ve şiddete de sürükleyebilir. Birçok kırımın kökeninde yakınla,
komşuyla, akrabayla, çoğunlukla pek de farklı olmayan bir hısımla aradaki bu
antlaşmanın bozulması yatar. Dinsel zincirinden boşanma bağlamında bu mekanizma
onu tersine çeviren bir başka mekanizmaya, yeniden özdeşleşmeye [reidentification]
eklemlenir. Söz konusu olan, öznenin kendisinin ya da önceki kuşağın bıraktığı
bir özdeşleşmeye şiddetle yeniden sarılmadır. Vaizlerin kullandığı yol budur.
Ya öznenin kökenine ihanet ettiğini ve bunu yaparak kökün katili, bir tür
"öz-soykırımcı" olduğunu esinler, bu durumda yeniden özdeşleşme bir
kefaret ödeme, bir pişmanlık ve yeniden kök-salma'dır; ya da öznenin farkında
olmadan ailesi yüzünden özdeşleşmeden uzaklaştığını, dolayısıyla kendisine dayatılan
bir kimlik yadsımasının kurbanı olduğunu ileri sürer, o zaman da yeniden
özdeşleşme, toparlanmanın ve öcün yolu gibi görünür. Bu kavram seküler eğitimle
soyağacının kesilmesinden sorumlu tutulan okulu hedef alabilir. Cihatçılar sık
sık okulları yakıp yıkarlar. İslamcılık bu yeniden doğanlar (bom again) üretimi
yöntemine çok başvurur, o kadar ki "Bugün, falanca sayesinde Müslüman
oldum..." gibi bir belge yazdırarak dinin buyruklarına uyan Müslümanlan
bile kendi yoluna soktuğu olmaktadır. Yeniden dine dönen bir genç bana bir gün
kendisinin "sağ kalan bir Müslüman" olduğunu söyledi, ben de ona
neden sonra sağ kaldığını sorunca, şöyle yanıt verdi: "Kendi
yaşamımdan." Yeniden dine dönüşün yolu, geçmişe dönük olarak bir
felaketten ya da ölümden geçer.
Aşırı
özdeşleşme ise [suridentification] yeni din değiştirmişlerde ve genel anlamda
yeni bir inancı benimseyenlerde bulunan başka bir mekanizmadır; onlan, aralarına
katıldıktan inananlardan bile daha çok inanan kişilere dönüştüren çok yönlü
bir birleşime sürükler. Din değiştirdikten sonra, çok sevdiği fetişleri temsil
ettikleri için altınbalığını ve kaplumbağasını evinden atan adam gibi, kendi
geçmişlerindeki her şeyi yok edebilirler. Savaş alanına giden Avrupalılar arasında
bunlardan çok fazla olmasının nedeni, bir vaizin Aljazeera kanalında ileri
sürdüğüne göre, İslam'ın "bugün insanın kendini aşıp bir kahraman
olmasını sağlayan tek tanrılı tek inanç" olmasıdır.
Bu
yelpazede en köktenci mekanizma kuşkusuz özdeşleşmesizlihtir
[inidentification], çünkü bir insan kendini kendi türüyle özdeşleştirmeyi
bırakabilir. Bu olguya insanların kendilerini mitolojilerdeki tanrıların,
hayvanların, makinelerin, bitkilerin, toprağın ve tozun (humain [insan] humus'tur,
Arapçada el-edime olduğu gibi) yerine koyduklarına birçok inançta tanık
olunur. İntihar saldırılarında, kendinin ve ötekinin et parçalarına indirgenen
insan bedeni biçiminin yok edilmesi, insan kimliğinden ayrılmaya işaret eder.
Kimi "kamikaze"lerin vasiyetlerini okuduğumda, kendilerini eylemden
önce bile parçalanmış olarak gördüklerini fark ettim. Bireylikten uzaklaşmış
bir beden yığınına dönüşerek, artık içsel olarak öteki insanın aynasını
taşımayarak, insan biçimini terk ediyorlardı. Kendilerini kafalarında kurban
ederek, doğrudan Tanrı'ya ulaşabilen gizemli bir bedenin, İslamcılığın yeniden
yorumladığı biçimiyle şehit bedeninin mutlak hazzına erişiyorlardı. Ötekinin
yok edilmesi, alçakgönüllü insandan çıkış arzusunun bir sonucudur; bu arzuyu insanlıktan
çıkmış olanın megalomanyak melankolisi olarak niteleyebiliriz. Psikopatolojide
adına "Cotard sendromu" denen ve bizi özdeşleşmesizlik düşüncesine
yaklaştırabilecek bir sendrom vardır: Hastanın bir yandan kurtarıcı bir ölümün
ardında koşarken, bir yandan kendini bedeninden kurtulmuş, sonsuz, ölümsüz bir
üst-insan gibi hissettiği melankolik bir yadsıma sanrısıdır bu.31 Yalnızca
"yaklaştırabilecek" diyorum, çünkü kendini insanla özdeşleştirmeyi
bırakan kişi bunu artık bilmez ve çünkü yalnızca hala insan olan insanlıktan
çıkabileceğinin bilincindedir, bu da onu öyle olmaktan alıkoyabilir. Özetle,
bir retten, sonra da insan kimliğine, kendininkine ve başkalarınınkine
kayıtsızlıktan ileri gelen bir yıkıcılık söz konusudur burada.
Bu
noktada İslamcılığın kendini kurban etme çağrısı yapabilmek için geleneğin
başlıca gösterenlerini nasıl değiştirdiğiyle ilgili çok önemli bir olgunun
altını çizmek gerekiyor. Geleneksel İslam'da, şehit, ölmeyi arzulamadan ölümü
karşısında bulan bir savaşçıdır. Ölümü başka savaşçılarla mücadelesinin
doğasında olan bir tehlike olarak kabul eder ama yaşamak ister: Ölürse,
fazladan bir ödül alır. İslamcılığın yeni şehidi içinse, ölüm mücadele
sırasında gerçekleşebilecek bir şey değil, mücadelenin ereğidir. Ölmektir zafer.
İşte bu nedenle birçok saldırı cihatçının ölümden kurtulamadığı bir geriye
dönük planlamadan hareketle tasarlanmıştır. Kimilerinin eyleme geçmeden önce
kendi ölüm ilanlarını sosyal ağlarda yayınladığı gözlemlenir; kimileriyse
bulunmak için ve öldürülmelerinin senaryosu tamamlansın diye arkalarında bir
sürü ipucu bırakırlar; kimileri de belirlenen hedefe ulaşamadıklarında bile
kendilerini patlatırlar. Böylece şehitle özdeşleşme, savaşmayı sürdürebilmek
için sağ kalmaya çalışan savaşçıyla özdeşleşmeye üstün gelir. Üst-Müslüman'ın conatus'u çılgın bir kurban etme arzusundan geçer.
Uygarlıkların
her kötülüğü yapabilecek bir sürü insan yarattığı olur. Bugün, İslam uygarlığı
bu süreçten geçiyor. Başka uygarlıkların da tarihlerinde benzer zamanlar
yaşamış olmasının avundurucu bir yanı yok kesinlikle. Bunu kabul edersek,
Müslüman'ın Üst-Müslüman karşısında nasıl bir tehlikeyle burun buruna olduğunu
anlayabiliriz.
Fetva çılgınlığı: Cinsellik ve Üst-Müslüman
22
Mayıs 2007'de, Kahire'deki en büyük Sünni tanrıbilim merkezi El Ezher
Üniversitesi'nden verilen büyüklerin emzirilmesi fetvası adlı fetva Müslüman
alemini hem şaşkına çevirmiş, hem eğlendirmişti. Profesörler arasından iki
imam, bir kadının bir erkek meslektaşını "doğrudan meme" vererek beş
kez emzirmiş olması koşuluyla, iş yerinde artık örtüsünü açabileceğini ve o
erkek meslektaşıyla yalnız kalabileceğini ileri süren bir bildiri yayımlar.
Yazarlar "ona meme vermesinin ikisi arasındaki her türlü cinsel eylemi
engelleyecek bir annelik eylemi olarak görüleceği"ni düşünürler.
Aslında,
İslam'da emzirmenin ensest yasağını gözetmesi gereken bir akrabalık ilişkisi
yarattığını, başka bir deyişle aynı kadının emzirdiği iki çocuğun kardeş
sayıldığını, emziren kadının da onların annesi olduğunu anımsatmak gerekir.
Sonrasında, onlar arasında kan bağı varmış gibi ensest yasağı uygulanır.
İslam'ın
saygın kurumlarından birinden verilen bu "büyüklerin emzirilmesi
fetvası" dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar arasında, iletişim
araçlarında ve sosyal ağlarda haftalar boyunca öfkeli ya da alaycı yorumlara,
itirazlara ve şikayetlere yol açtı; tartışmalara başka İslami kurumlar da
katıldı. Hatta kadınlar bu konuda -eğlenmek için mi, yoksa başkaldırmak için
mi bilinmez I don't give my milk ("Sütümü vermiyorum") ya da No milk
for guys ("Heriflere süt yok") gibi sloganlarla bir kampanyaya bile
giriştiler.
Mizahçılar
elbette bayılırlar bu işe, ama yalnızca onlar değil, ciddi gazeteler de bu
fetvanın etkilerine tanık olunca şu gibi ifadelere yer verdiler: "Bir
devlet dairesine gittiğinizde, 50 yaşında bir memurun kadın meslektaşının memesinden
süt emdiğini görürseniz şaşırmayın." Ya da: "Bugün, memurlardan biri kadın
meslektaşlarından birine memesini kahveli istediğini söyledi." Ya da:
"insanlar birbirini open space'te emziremez, şirketlerde emzirme odaları
yapmalı."
Bir
Cezayir gazetesi şunları aktarır: "Kocalar karışık ilişkilerden sakınmak
için karılarından erkek arkadaşlarını emzirmelerini istiyorlar. Süt sayesinde
bir aile bağı kurmak amacıyla onları meme vermeye zorluyor, böylece her türlü yasak
ilişkiyi engelliyorlar." imamlar
büyüklerin emzirilmesine karşı olan fetvalarla kadınların yardımına koşacaktır.
Bir
başka gazete "çalışanının memesini emmek için yararlanmak istediğinden,
bu fetvanın meşruluğu konusunda akıl danışan bir iş adamı"nı anlatır.
"İş kanununu değiştirmek mi gerekiyor?" diye sorar .
El
Ezher'li bir tanrıbilimciye göre bu fetva olsa olsa Peygamber'in zamanındaki
"özel bir durum"un yanlış yorumlanmasından kaynaklanmış olabilir:
Peygamber bir kadına artık yetişkin olmuş üvey oğlunu emzirmesini öğütlemiştir,
böylece İslam'da evlat edinme yasaklandıktan sonra onun sütanrıesi
olabilecektir.
Buradan
hareketle, daha modern ya da bugün söylendiği haliyle "ılımlı
Müslüman" bir şeyh, sütün doğrudan memeden değil, bardaktan içilmesini
önermiştir; bu da kadının makineyle sağılmasını gerektirecektir. Öte yandan,
bu öneriye hadiste bu olasılığa değinilmemesi yüzünden karşı çıkılır, ne de
olsa 7. yüzyıl Arabistan'ında süt pompası yoktur.
Çabucak
toplanan El Ezher Yönetim Kurulu bu arada önerilerini geri çeken yazarlarını
açığa alsa da iş bu kadarla kalmaz. Tüm gereksinimlere göre fetva veren Selefi
siteleri çoktan soruna el atmıştır. Sözgelimi, "İslami Bilimsel Araştırma
ve lfta Daimi Kurulu" adındaki bir kurumun fetvalarını aktaran "La
Mouslima Salafiya" sitesinde açık erişimli on binlerce fetva arasında
şunlar gibi örneklere rastlanır:
Fetva
4668. Soru: "Müslümanlarla Hıristiyanların birbirlerini emzirmesi caiz
midir?"
Yanıt:
"Caizdir." İşte size tektanrıcı kardeşliği genişletmeye yönelik güzel
bir yöntem.
Fetva
16932. Soru: "Eşinin babası da kendisi de büyükannesinden meme emmiş, bu
caiz midir?"
Yanıt:
"Değildir."
Fetva
16644. Soru: "Kocası zorla sütünü emiyor, adamın yaptığı şey haram mıdır,
helal midir?"
Yanıt:
"Bu yaptığından dolayı kadın kocasına haram olmaz."
Fetva
1719. Soru: "Bir kadın memesinden süt sağıp bir oğlanın kulağına koydu;
oğlan bu kadının kızıyla evlenmek istiyor:
Bu
caiz midir?"
Yanıt:
"Caizdir."
Bu
kadının oğlana ne yapmak istediği bilinmez, bununla birlikte çağdaş Müslüman
aleminde bu fetvalarda egemen olan mantığa tanık oluyoruz yine, çünkü kulak
bir deliktir; kaldı ki iletişim araçlarına ve İnternet'e yansıyan yüz binlerce
fetva arasından birçoğu bedendeki delikler ve kadınlarla ilgilidir.
Bu
konuda daha ilerlemeden önce, bu fetvalar zinciri üstünde durmak istiyorum.
Fetva, inançlı bir kişinin şeriatı bildiği varsayılan birine bireysel ve
toplumsal yaşam üstüne sorduğu herhangi bir soruya yanıt olarak verilen dinsel
bir bildiridir. Sünni İslam'da bir ruhban sınıfı olmadığı için, kimin fetva
verebileceğini belirleyen herhangi bir kural da yoktur; bu kişi bir cami imamı
da olabilir, bir bilgin ya da medeni hukukun ve ceza hukukunun temelinde İslam
hukukunun olduğu ülkelerde dini ve siyasal yetkililerce atanan
"müftü" adlı bir uzman da. Tunus ve Türkiye gibi İslam hukukunun
ulusal hukukun temeli olmadığı ülkelerde bile devlet fetva veren kurumu
denetim altında tutar. Dinselliğin hala bireysel bilince ve ortak yaşama
derinden etki ettiği bir dünyada, bunun neden din adamlarının kararına bırakılamayacak
denli hassas bir konu olduğu ortadadır, ne de olsa yasağın ve dolayısıyla hazzın
alanıyla ilgilidir.
1970'li
yılların başlarından sonra, İslamcılığın gelişmesiyle birlikte, verilen
fetvaların geleneksel çerçevesinin altüst olduğu gözlemlenir. Yalnızca herhangi
bir vaizin -bunların sayısı da çok artmıştırfetva verebilmesi açısından değil,
aynca ılımlılığıyla ün salmış El Ezher gibi tanrıbilim kurumlarına
köktencileşmenin sızması ve dengeleri bozması açısından da. Birçok İslamcı
örgüt İnternet üstünden yayılan fetvalar vermeye başlar. Fetvalar inananların
bilinçlerine etki eden, başlı başına rekabetin yoğun olduğu bir pazar yaratan
bir güç oluşturur. İnternet, İslamcılık olgusuyla ilgili her şeyde olduğu gibi,
herkesin erişimine açık bir sürü öneri getirecektir. Bu gittikçe büyüyen fetva
arzının, fetva talebini de yaratıp genişlettiği söylenebilir; çünkü yaptığı ya
da düşündüğü bir şeyin meşru olup olmadığını merak eden herhangi bir Müslüman
bir tıkla anında sorusuna yanıt alabilmektedir. Bu da Müslümanların ruhsal
uzanımda egemenlik ve "takıntısallaştırma" etkilerinin doğmasına yol
açmıştır; klinik uygulama da Müslüman hastalardaki takıntı semptomlarının
artmasıyla bunu doğrulamaktadır. Zorgulu dinsel takıntılar tablosu bir önceki
bölümde betimlediğim Üst-Müslüman'ın davranışlarının bir parçasıdır.
Fetvalar
aynı zamanda ölüm cezalarının da iletim aracına dönüşmüştür. Humeyni'nin
1988'de Salman Rushdie'yi ölüme mahkum etmesi bir anlamda dünyanın herhangi bir
yerinde entelektüelleri öldürme hakkının önünü açmış, bu yüzden birçok infaz
gerçekleşmiştir. Fetvalar dünya çapına yayılmaları bir yana, Müslüman
olmayanlara da ulaşmaya başlamışlardır; bunlar içtihatla ilgili olarak daha
önce rastlanmayan bir durumdur.
lntemet'te
din üstüne bir tartışma forumunda, bir kullanıcı büyüklerin emzirilmesi
fetvasıyla ilgili şöyle yazmıştır: "Aslında, bu forum da içinde olmak
üzere 'dini alemler'de yapılan ve söylenen her şey insanı psikiyatri
hastanelerinde yapılabilecek ve söylenebilecek şeylerden çok daha fazla
sarsıyor. "
işte
her yerde en ciddisinden en önemsizine her türlü sorunla ilgili, hatta kurmaca
kahramanlarla ilgili sınır tanımaz bir fetva çılgınlığı zincirinden boşanmış
durumda. Sözgelimi, benim kuşağımda çocukların sevdiği bir kahraman olan,
Arapça çizgi romanlarını sorun yaşamadan okuyabildiğimiz Mickey Mouse, Suudi
Arabistan kanallarına ve Al jazeera'ya sık sık çıkan vaiz Munajid'in verdiği
bir fetvaya konu olmuştur. Mickey'yi mahkum ederken şöyle der:
"Şeriat, kemirgenlerin
ve ünlü çizgi film faresi de içinde olmak üzere tüm farelerin kökünün
kazınmasını ister." Vaiz bu fetvayı Walt Disney'in "şeytanın
elçisi" olarak gördüğü faresine karşı vermiştir. Bu hayvan türü
"murdar" olduğu için, Tom'dan sürekli kaçanjerry de mahkum
edilmiştir.
Denetimden
sürekli kaçan bir fare, bu noktada da Freud'un aralarında farelerin anüsten
girmesi düşlemi de olmak üzere takıntı mekanizmalarını açığa çıkarmasını sağlayan
delik konusundan uzakta sayılmayız. Walt Disney'in faresinin "şeytanın
elçisi" olduğunun söylenmesi bu izinsiz giriş ve kirlenme düşlemlerini
doğrular; çünkü bedendeki delikler İslami mitolojide Şeytan'ın dolaşmayı en çok
sevdiği yerlerdir; Şeytan'ın ateşten yaratılmış bir varlık olduğu anımsanırsa
da, deliklerdeki bu enerji dolaşımının psikanalizde "dürtü" olarak
adlandırdığımız şeyi karşıladığı açıkça görülür.
Müslüman
yazarlar bu şeytani dürtü kuramını (Freud onun bilimsel içgüdü kuramlarından
çok psikanalize yakın olduğunu söyler) adına "sarı edebiyat" denen
(baskıda kullanılan kağıdın rengi yüzünden) edebiyat türü üstünden eksiksiz
bir biçimde ortaya koymuşlardır. Örneğin, lbn lyas (16. yüzyıl) kitapçıklanndan
birinde şöyle yazar: "Allah insanı balçıktan yarattığında, ruhunu
üflemeden önce, Şeytan insanın ağzından girip, makatından çıkarak, makatından
girip, ağzından çıkarak alay ediyordu. Başka deliklere de giriyordu: kulak,
burun vb., bir yandan da Allah'a şöyle diyordu: 'Bana yeğlediğiniz ve önünde
secde etmemi istediğiniz bu yaratığa neler yaptığımı görün işte'. "
Dolayısıyla,
insanın bedenselliği başlangıçta Şeytan'ın izinsiz girişi ve alaylarıyla karşı
karşıya kalmıştır; ruh, deliklerden girişi denetim altına almadığı sürece de
buna maruz kalacaktır; öyle ki dürtülerin, mitolojik açıdan insan bedeninin ve
Tanrı tarafından seçilmiş varlık olarak insanın saygınlığının ironisini
yansıttığı söylenebilir. Bu da bir arınma takıntısı yaratır; İslam, arınmayı
durmaksızın ardında koşulması gereken bir hedef olarak belirlemiştir, hatta
gün boyu kılınan beş vakit namazın gerektirdiği temizlik açısından bakıldığında,
bu tektanrıcı dinin ötekilerden bir arınma takıntısıyla ayrıldığını bile
düşünebiliriz. Bir kirlilik durumunun bedende yaratabileceği etkileri en
önemsizlerine dek ele alan bir sürü kitap vardır.
Bilgisayar
farelerine karşı bir fetva verilip verilmediğini bilmiyorum, ama fetvaların
zincirinden boşanması, İslamcılığın ve Üst-Müslümanlık istencinin en büyük
hedeflerinden birine uymaktadır: Bu hedef, sınır tanımayan ticari dünyaya
-başka bir deyişle cinsellik de içinde olmak üzere tüketim nesnelerine özgü
ayartıların tacizi yüzünden Müslümanların dürtüsel davranışlarım yeniden
denetim altına almaktır. Çünkü doğrusu geleneksel dünya dürtüsel eğilimleri
tedavi etmeyi başarıyorsa da, küresel modern yaşamın sunduğu nesnelerin bolluğu
ve çeşitliliğiyle başa çıkamaz, bu nesneler arzuların yakasım hiç bırakmaz.
Üst-Müslüman'ın
dürtülerden çılgınca çekinmesinin nedenleri arasında, kadın bedeninin
toplumsal uzamda daha görünür oluşu ve erkeklerle gündelik yakınlığı çok önemli
bir yer tutar. Büyüklerin emzirilmesi fetvasını bu bağlamda okumak gerekir.
İslamcılığın dürtüleri ele alışındaki bu boyut onun kitleler üstündeki
psikolojik etkisinin anlaşılması için göz önünde bulundurulmalıdır; o
kitlelere manevi bir topluluk biçimi kazandırırken, güç durumdaki bireylere de
kabul edilebilir dürtüsel vazgeçiş çareleri sunar.
Toplumsal
planda, fetvalar tüm Müslüman alemini ateşe veren iç savaşta İslamcı
hareketlerin kullandığı silahlardan birini oluşturur; bu da ümmetin yasalarıyla
(şeriat) ulusal devletlerin yasalan arasındaki büyük çatışma çerçevesinde
gerçekleşmektedir. Bunun iki yasa düzeni arasındaki bir çatışma olduğunu
söylemek, iki ayrı egemenlik ve iktidar ilkesi var demeye gelir: bir yanda
-kaldırılan, ama İslamcılığın tanrıbilimsel bir arılıkla yeniden kurmayı
tasarladığı-halifeliğin temsil ettiği İslam'ın egemenliği ilkesi; öte yanda,
toplumsal devletin temsil ettiği, din temelli bir topluluğun değil de bir
toplumun yönetim biçimi olarak siyasal ulusal egemenlik ilkesi. Dolayısıyla,
iki farklı insan grubunun çatışmasıdır bu: topluluk [cemaat] topluma karşı.
Bu
nedenle, Müslüman aleminde genele yayılan iç savaşın bugünkü durumunu
düşünebilmek için, özellikle de savaş halinde önemli bir rol üstlenen ve bu halin
nesnesi olan kadınların konumunu çözebilmek için, iki sorunu -dürtüler
sorunuyla hükümranlık sorununubirlikte ele almak gerekir, başka bir deyişle
klinik uygulamayla siyasal uygulamanın kesişme noktasına bakılmalıdır. Emzirme
fetvası, toplulukla toplum arasındaki, benim başka bir yerde "İslam'da
öznellikler savaşı"41 olarak adlandırdığım ve burada temellerini
çözümleyebileceğimiz siyasal-dürtüsel iç savaşta semptomatik bir olgudur.
Bir
anlamda, bu fetvanın hedefi oldukça basittir; bence herkes anlamıştır.
Kadınların özgürleşmelerini, kapandıkları yerlerden kamusal uzama çıkışlarını
engellemek artık olanaksız olduğuna göre ve iş dünyasındaki karmalık cinsel
arzuları özgür bırakan bir yakınlık yarattığına göre, İslamcılığın ilk olarak
devreye soktuğu çözüm tüm çeşitleriyle örtüdür: Örtü kadın bedeninin
biçimlerini ve özellikle birçok kültürde kadın çekiciliğinin kaynağı
olan saçları
görünmez kılar. Bununla birlikte, bu çözüm kadın ve erkek bedenlerinin bir
arada bulunmasına, ayrıca işteki gündelik alışverişlerine, dokunuşlara,
kokulara, sürtünmelere ve ürpertilere engel olamadığı için, fetva ağır ensest
yasağı silahıyla kadının cinselliğinin ortadan kaldırılmasını önerir. Kadınları
meslektaşlarının gözünde anneye dönüştürerek, karşılıklı cinsel arzuların ve
ayartıların yok edileceğine inanılır, böylece ensest yasağı arzu nesnenin
içsel örtüsü olarak işleyecektir.
Ama
kadının anneye dönüşümünün bu hem saf, hem de kurnaz mekanizmasını biraz daha
çözümleyelim. Fetvanın yazarları beş kez emzirmeden sonra (Neden beş? İslam'ın
her şartı için bir kez mi?), "O benim annem" ya da "Ben onun
annesiyim" ifadesinin ensest korkusunu yaratacağını ve arzuyu olmasa da
en azından cinsel eyleme geçişi engelleyeceğini varsayarlar. Oysa söz konusu
olan tam tamına takıntılı kişilerin akıl yürütmesidir ve üç özelliğiyle öne
çıkar:
1) yasak düşüncesinin erotikleştirilmesi,
2)
haz gösterenlerinin edimselliği, başka bir deyişle dile getirilir getirilmez
somutlaşacak "Biz ana-oğuluz" gibi bir tümcenin büyülü gerçekliği,
3)
kadınların birbirinin yerine geçebilmesi, kadınla anne, anneyle fahişe, eşle
sevgili. Dolayısıyla, fetvanın yazarları başkalarının da kendileri gibi
yapılandırıldığı varsayımını temel alarak, inananların cinsel dürtülerine
egemen olabileceklerini düşünürler. Başta anlattığım gibi ister istemez ortaya
çıkan isterik alay gibi başka etkiler uyandırabilecekleri akıllarından geçmez.
"Meme emme"nin anne-çocuk ilişkisindeki cinsel arzuyu dışlayan
anlamından başka bir anlam taşıyabileceğini de, meme emmelerle ensest yasağını
getiren senaryonun yasaklayıcı buyruğun tersine işleyecek bir
erotikleştirmeye, hatta göstermelik bir yasağı çiğneme hazzına yol açabileceğini
de düşünmezler.
Öte
yandan, kahkahayla afallama arasında gidip gelen tepkiler ne olursa olsun, en
azından bir şey kesin: Fetva ensest yasağına çağrı yaparak, kadınların
çalışmasına izin veren ekonomi ve devlet yasalarından daha üstün bir yasa adına
kadını etkisiz hale getirmek için annenin yoğun varlığım kamusal uzama taşımıştır.
Kuşkusuz,
bu din adamları maskaralık karşısında geri adım atmaz, Üst-Müslüman da fırsatı
kaçırmaz. Kuşkusuz, delik deşik olmuş geleneksel ahlak dokusundaki gedikleri
doldurmaya yönelik bu girişimler gülünç ve umutsuzdur. Yine de önlerine
serilen tüketim nesneleriyle başa çıkabilmelerini sağlayacak olanaklardan (hem
maddi, hem ruhsal olanaklardan söz ediyorum) yoksun olan, Marx'ın deyişiyle
çılgın "genel eşdeğerlik" burgacına kapılmış birçok insana ensest
yasağının bu şekilde kamu sahnesine sürülmesi kurtarıcı bir ahlak dersi olarak
görünebilir. Onlara göre, bu, nesnelerin yarattığı ölçüsüz uyarılmaları
durdurabilecek bir darbedir ve eşdeğersizliği, paha biçilemezliği devreye sokup
arz enflasyonunu ve tatminsiz tüketim talepleri çılgınlığını engeller.
Seküler
söylemin elinde dürtüler alanında işleyebilecek benzer bir araç yoktur. Bunu
2011 seçimlerinden önceki çalkantılı dönemde ya da İslamcıların 20ll'le 2014 arasında
iktidarda olduğu süreçte Tunus'ta gördük. Aklın yasaklan, duygusal planda
dinsel yasakla yarışamaz.
İslamcılığın
dürtüsel işleyişi, adına "ümmet" denen inananlar birliğini yeniden
kurma yönündeki tanrıbilimsel tasarının temeline nasıl eklemlenir? Aslında,
kadın en eskil "biz" tasarımlarında topluluğun mahremiyeti ve zayıf
noktasıdır; topluluğa dışarıdan girilmesine neden olan öğe ve tek vücut olmaya
engel olan karışıklıkların kaynağıdır. Bu yüzden kadın yasaktır: Ona harim denir.
Bu sözcük Arapçada kutsal ve yasak anlamına gelen kökten gelir.
"H.r.m." kökünden harem (harim), edep, konut, saygı (hürmet), örtü (ihram),
tabu (mahrem), yoksun (mahrum) vb. sözcükler türemiştir. lbn Manzur
ansiklopedik sözlüğünde (13. yüzyıl) bu farklı adların anlamlarını tek bir
tümcede bir araya getirip, şu tanımı önerir: "Dokunulması yasak olan.
"
Kadını
dokunulmaz kılan şey cinselliğinin anne oluşla ortadan kaldırılmasıdır, başka
bir deyişle ümmetle bağdaşıklaştırılması. Ümm (anne) ve ümmetin
(topluluk/cemaat) kökü aynı fiildir (emm); "imam" da, ayrıca
kılavuzluğu, yakınlığı, birleşme eğilimini tanımlayan birçok gösteren de bu fiilden
türemiştir. Topluluk ilkesi, yapısında cinsel ilişkinin olmamasını gerektirir.
Kadın anne olmadığı sürece, topluluğun sınırlan açılabilir. Topluluk annelikle
söküğünü diker ya da kendi içine kapanır. Dolayısıyla, kadınlık topluluktan ayrışıktır,
ondaki açıklığın merkezidir.
Bu
ayrışıklığın nedeni kadının gelenekte bütünüyle cinsel, cinsel olarak bütün
bir nesne olarak, dolayısıyla erkekler için bir baştan çıkarıcılık ve kargaşa (fitne)
kaynağı olarak düşünülmesidir. Bedeni, bakışları, sesi, ayak sesleri, mücevherlerinin
çınlayışı, gölgesi cinseldir. Ona bütünüyle 'avra denir, bu sözcük de delinmiş
ve kör olanı tanımlar. Bu yüzden, toplulukla olan ilişkiyi bozan cinselliktir
kadın.
Adına
kadın denen bu cinsel ve kör bütünlük varlıksal olarak geleneğin Adem'in
Havva'yı ilk kez görmesinin öyküsünde sahneye taşıdığı temel bağlantısızlığın kökenidir.
Havva'nın Adem'den hareketle doğması Adem'in uyuduğu sırada gerçekleşir bugün
olsa "anestezi altında" denirdi. Adem uyanınca onu yanında bulur.
Az
sonra aktaracağım konuşmayı anlamak için, Kuran'da da Kutsal Kitap'ta da Tanrı'nın
Adem'e tüm adlan öğrettiğini aklımızda tutmalıyız. Taberi (9. yüzyıldan önemli
bir tarihçi) şunu yazar:
Adem Havva'ya bakınca şaşırdı ve ona
dedi ki: "Kimsin sen?" Havva yanıtladı: "Ben senin karınım;
Allah beni yüreğin huzur bulsun diye senden ve senin için yarattı." Melekler
Adem'e dediler ki: "Nedir bu şey, adı nedir ve onu neden yarattı?"
Adem yanıtladı: "Bu Havva."
Bu
sahnede, Adem önce Havva'yı tanımaz, adını söylemez, oysa tüm adları
öğrenmiştir; melekler de şaşırıp bu "şey"den söz ederler. Ne zaman ki
Havva adını söylemeden kendini statüsüyle özdeşleştirir, Adem ancak o zaman ona
adını verir. işte kadın daha en başta sözcükle şey arasındaki, kendisiyle
ilgili bir bağlantısızlığın kökeni olarak sahneye taşınır. Adem başta göstereni
bilmektedir, ama gösterilenle olan ilişkiyi görmesi kadın tarafından
engellenmiştir. llişkiyi kurmasını kadın öğretir ona. Sonuçta, Adem burada bir
kadının sözcükle şey arasındaki ilişkiyi öğrettiği bir çocuktur. Açıkça
görüldüğü üzere, gelenek daha o zamandan kadını imgesel planda dil açısından
kapalı olarak betimlemiştir. Lacan kadınlığın yapısal konumunu erkeğin tektanrıcı
bilinçdışında tanımlamıştır.
Kadın
varlıksal olarak yasak [interdit] ve ara-sözdür [inter-dit]. Bütünüyle cinsel
olmasının ve topluluğun kör noktasını oluşturmasının yam sıra, gelenek erkeğin
kadını ifade etme konusunda yetersiz olduğunu kabul eder ve kadına sözcükle
şey arasındaki ilişkisizliği giderme yeteneğini verir. Oysa İslamcılık bu
sınırlan ve incelikleri ortadan kaldırmıştır. İslamcılık, kadın bedeninin
toplumsal olarak görünür oluşu ve 20. yüzyılın başında inananlann birliği ilkesinin
parçalanması karşısında çılgına döner ve kadım cinsel bir korkuya dönüştürür.
Örneğin tam bir Üst-Müslüman olan ve 20ll'de haberi olmadan nime çekilirken
"kadının başı dölyolunun ferciyle aynı şeydir"44 diyen imam Ebu
lshak el-Huveyni... Sonuçta buna göre kadın, cinsel deliğinden başka bir şey
değildir.
Köpüren
vaiz bu açıklamayı tam da l923'te, Arap aleminin ilk Müslüman
feministlerinden biri olarak görülen Mısırlı Huda Şaravi'nin Paris'teki ya da
Roma'daki bir feministler toplantısına girerken örtüsünü çıkardığı, böylece
kadınların açılması hareketini (süfür) başlattığı koşullara değinirken yapar.
1920'li yıllardan beri ve yanın yüzyıl boyunca, İslam alemi kadınlar arasında
genele yayılan bir açılma hareketi yaşayacak, ama İslamcılığın etkisiyle, onun
Müslüman kadınlarla erkeklerin ruhunda uyandırmayı başardığı suçluluk ve utanç
duygularının etkisiyle, bu durum tersine dönecektir.
1923
yılı tarihsel açıdan çok önemli birkaç tarihle ilişkilendirilmelidir. Kadınlar
daha önce de açılmış olabilirler, ama bu süreç Arap feministlerin belleğine
açılma ve onun doğal sonucu olarak özgürleşme hareketinin başlangıcı olarak
kazınmıştır. Bunun nedeni büyük olasılıkla Huda Şaravi'nin, meclis başkanının
kızı olması ve bu özgürlük eyleminin öyküsünde onu havaalanında karşılamaya
gelen babasının şaşkınlığının anlatılmasıdır. Bu tarihin yanına 1924 yılını
-son İslam imparatorluğunun yıkılışı, halifeliğin kaldırılışı, Türkiye'de daha
önce önemini vurguladığım ilk laik devletin kuruluşu-, sonra da 1928 yılını
-Müslüman Kardeşler'in doğuşu koyarsak, l920'li yılların Müslüman aleminde
Rilke'nin yedinci Duino Ağıtı'ndaki ifadesiyle nasıl "dünyanın
değişiverdiği" bir süreç olduğunu biraz olsun anlayabiliriz; "en
yakın olanın uzaklaştığı", "muhtaçların geçmişlerini yitirdiği"
ve "artık-yol-bilmez-olmanın merkezi"ne "yok edici
yazgı"nın yerleştiği bir değişim. Bu sözcükler 20. yüzyılın başında
Müslüman dtsastre'ında (yıldızın yer
değiştirmesi) nasıl bir özgürleşme olasılığının ortaya çıktığını ve aynı
zamanda çatışkısını da doğurduğunu -İslamcılık-soluk kesici bir doğrulukla
yansıtırlar.
Fetvaların
zincirinden boşanması, bugün hala yaşadığımız fetva çılgınlığı, modern yaşamın
yarattığı yeni arzu bağlamını denetim altına almak için İslamcılığın yoğun
biçimde devreye soktuğu dinsel teknolojiye bir örnektir. Emzirme fetvası,
kadınların çalışma dünyasına girmesiyle daha önce elinden kaçırdığı ve sözde
ılımlı İslam'ın içinden doğmuş Üst-Müslüman'ın emrindeki yüce ensest yasağı
silahıyla yeniden yakalamak istediği şeye saldım. İslamcılığın ılımlı
olabileceğine inanmak isteyenler bundan ders alsın. Üst-Müslüman herhangi bir
yerden, herhangi bir zaman gelebilir; hem gülünç, hem korkunç olabilir, ama
zorunluluğundan vazgeçmeyecektir: Bu zorunluluk da inananlar birliğini, bütün
olarak denetlenemez bir cinsel nesne olan kadından korumaktır. İslamcılığı
coşkuyla savunan kimi seçkin Fransız araştırmacılar bize onun "kültürel
bir devrim" ve "verimli bir gerileme" olduğunu söylemişlerdi.
Üst-Müslümanlığın Aşılması Üstüne: Siyasal Ayna
Arap
aleminde, 17 Aralık 2010'dan sonra Tunus'ta gerçekleşen ayaklanmalar,
İslamcılığın ötesine geçiş, Üst-Müslümanlığı aşma, Marx'ın din
konusundaki ünlü ifadesini yinelersek
"ezilenlerin iç çekişi"nin olmadığı bir geçiş olasılığının öznel ve
siyasal çarelerini arayan biri için çok zengin bir malzeme oluşturur. Silahsız
kadınlar ve erkekler, başta gençler, ne dua ederek, ne ilahiler söyleyerek
ilerlediler orada.
Bugün
o ayaklanmaların çevresinde gelişen ve onları olumsuz biçimde yargılayan
değersizleştirme söylemlerine kesinlikle katılmıyorum. O ülkelerin yaşadığı
sıkıntılar, kimi durumlarda iç savaşlar, sarsılmaz olduğuna inanılan diktatörlükleri
büyük bir söz ve imge yaratıcılığıyla yıkan barışçı kalabalıklardan
kaynaklanmadı. O sıkıntılar ve iç savaşlar, o ayaklanmalar sırasında yükselen
şeyi başarısızlığa uğratma girişimlerinin sonucudur. Onlar zaten halihazırda
var olan bir şeyin kıskacındaydılar: O ayaklanmaların kökeninde bir yanda
ayaklanmalara katılmayan, Körfez ülkelerinin silahlandırıp para verdiği İslamcı
ve cihatçı hareketler, öte yanda sivil halklara acımasız baskılar uygulayan
ulusal devlet orduları vardı. Zorbalığın karanlığından daha yeni çıkmış toplumların,
tarihin hızlı trenine binip Avrupa ya da başka yerlerdeki demokrasilerin sözde
en üst aşamasına birkaç ay ya da yılda erişmesini beklemek aşırı ve devrimler
tarihini göz ardı eden bir istek değil midir?
Bence,
Tunus'ta, sonra Mısır'da ve başka ülkelerde ayaklanan kalabalıklar yaklaşık
yanın yüzyıldır engellenen bir tarihsel oluş hareketini başlatmıştır. Bu
hareket daha uzun zaman durmayacak, bugün kesintiye uğramış görünse de sürecektir.
O ayaklanmalar daha yıllarca sahnede kalacak yeni siyasal öznelliklerin ortaya
çıkmasını sağlamış ve özellikle zorba iktidarlar tarafından halklara
yasaklanan siyasal deneyimi olanaklı kılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, İslamcılığın,
aldatıcı özelliğini somut olarak ortaya koyup Mısır'da ve Tunus'ta olduğu gibi
iktidarı ele geçirdiği noktada yoğun bir ret uyandırması ancak iki yıl
sürmüştür. Gerçeğin bu kadar çabuk görülmesi, İslamcılığın bu dünyayı ve öbür
dünyayı yönetebilecek tek güç olarak dini dayatmaya çalıştığı ölçüde, büyük
bir siyasal zafer değil midir?
Siyasal
sürecin daha ötelere gittiği Tunus'un durumu, kadınlarla erkekleri kendi
aralarındaki ve kendileriyle olan ilişkilerinden kurtarabilecek mutlak bir
temel kalmadığında siyasal sınavın neye dayandığını gösterir bize. Bu sınav İslamcıları
da ona katılmaya zorlaması -oysa onlar temel siyaset karşıtı eğilimleri
gereğince onu sona erdirmek istemişlerdi her zaman ve tanrısal amalarım
yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bırakması açısından oldukça önemli olmuştur.
Meydana
gelişinden beş yıl sonra Tunus Devrimi'ndeki eşsiz bir olguyu anmam gerekse,
ondaki köktenci yeniliği ya da isterseniz şöyle diyelim, devrimin açığa
çıkardığı şeyi dile getirmem gerekse, onun tüm Tunuslular açısından bir ayna
etkisi yaratmasına değinirdim. Yıllarca gizlenen şey, ortak algı ve tasarıma
yansıması engellenen şey birden gün ışığına çıkmaya başlamıştır. Şaşkın
gözlerimizin önünde gündelik olarak sürekli bir açılma yaşanmış ve bu
açılmadan kamusal uzamı bütünüyle dolduran çok yüzlü koskocaman bir ayna
doğmuştur. Bu aynanın karşısında en kötüsünden geçişi sağlayabilecek bir yol
ortaya çıkmıştır; kuşkusuz hassas bir geçiş sürecidir bu, ama bugün Üst-Müslüman'dan
kurtuluşu sağlayabilecek süreç budur.
Bu
aynanın ortaya çıkışı uzun süre eski rejimin baskı aygıtı tarafından
engellenmiştir. Siyasal öznellik düzleminde, Etienne de La Boetie'nin Le
Discours de la servitude volontaire'de (1574) (Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev) tiranın
bedeninin imgesi olarak tanımladığı şey söz konusudur. La Boetie siyasal
modern yaşamı haber veren bu önemli metinde bağımlılaştırmanın,
köleleştirmenin, gücünü temelde özneleri despotun imgesel bedenine çekmesinden
aldığını açıklar; böylece özneler kendi bedenlerini yansıtarak o gücü beslerler.
Bir içinde yabancılaşma üstüne çarpıcı bir açıklamadan kısa bir parçayı
alıntılayacağım:
Size böylesine hakim olan kişinin iki
gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha fazla bir şeye
sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var, o da sizi ezmek için ona
sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar
gözü nereden buldu? Eğer sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu
kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar eğer sizinkiler değilse
bunları nereden almıştır?
Kaldı
ki, düşlemdeki ve siyasal gerçeklikteki bu bir miti İslamcılıktakinin
aynısıdır; onun aracılığıyla her türlü siyasal gelgeç istek emilip yok edilir.
Gençlerin sürüklendiği kendi kendini kurban etme eylemi, bedenlerinin gerçek anlamda
insan tiranınkinden daha da korkunç bir tiran olan mutlak Öteki'nin imgesel
bedenine yansıtılmasıdır.
Tunus'ta
Bin Ali'nin bedeninin görüntüsünün, özellikle yüzünün ve ellerinin bütün bir
ülkede yaşam uzanımı nasıl kuşattığını herkes anımsayacaktır. Hangi yüz, hangi
portre onunla yarışabilirdi? Despot her zaman uyruklarının kendilerine olan
sevgilerini kendisi yararına çalan büyük bir Narkissos'tur. O onların kolektif
benlik ideali nesnesi olarak kendilerini bulacakları ayna olmak ister. Aslında,
Freud'un Kitle Psiko1ojisi'nde kılavuzun
ya da önderin çevresinde kalabalıkların toplanmasını açıklarken ortaya
çıkardığı imgesel mekanizmadır bu.
Devrimle
birlikte, bu imgesel despotik beden yerini birlikte yaşayan insanlar için
yansıtıcı bir yüzeye bırakmış, onlan kendi yüzleriyle, ilişkilerinin
görünümüyle, art-bölgesiyle yüzleştirmiştir. Bin Ali'nin kaçışından sonraki
haftalarda, sanatçılann Tunus kentlerinin duvarlarına adsız erkeklerle kadınların
koca koca fotoğraflarını astığı anımsanacaktır. Bu
bir biçimde yaşam uzamının teker teker herkesin farklı yüzlerine geri
verildiğini gösterir. Kişisel olarak, eskiden sürekli her şeyi gören diktatör
figürüyle yüz yüze gelirken, artık dingin bir çeşitlilik sergileyen o portrelerin
karşısında ben çok duygulandım. Tek göz ütopyasının yerini bakışların
heterotopyası almıştı. Birçok kaynaktan hareketle ifade özgürlüğü, bilgi
dolaşımı, konuşma özgürlüğü, ifade hakkının uygulanması Tunusluları bireysel
olarak ve ortaklaşa biçimde içinde bulundukları toplumsal ilişkilerin durumunu
görmeye iten bu aynayı, prizmalar halinde genişletti. Kuşkusuz, yeni bir
öznellik üreten bu kamusal uzam aynası olmadan herhangi bir
"demokrasi" kurulamaz.
Ama
bu büyük aynanın ansızın ortaya çıkışı aynı zamanda yüksek oranda kaygı ve
korku içeren çılgın bir yüzün başkalaşması deneyimine yol açtı. Freud'un
önderle libidinal bağın paniğe neden olan parçalanmasını ayrıntılı biçimde
incelediğini belirtelim. Tunus deneyimi bize bunun gerçek ve imgesel
etkilerini gösterdi. Önder tasarımındaki idealin tutsaklığından kurtulan
benlikler kargaşa yaşar; kimileri özgürlüğüne kavuşan libidoyu geri kazanmaya
çalışıp ufak farklar adına, iktidar parçalan için çatışan birçok Narkissos'a
bölünür. Tiran korkusunun yerini benzerler arası düşmanlık alır. Baba despotun
oğullarına olan acımasız sevgisi gider, yerine Lacan'ın güzel sözüyle
"kardeş-gaddarlığı" gelir. Monarşik hükümeti poliarşinin uyumsuz
donanımı izler. Tunus'taki üç başkanın sallantılı troykası bunun kusursuz bir
yansımasıdır. lktidarı elinde tutan ya
da ona göz diken herkes aurasmı yitirir. Maskeler paramparça olup düşer ve en
yakınlar tehlikeli yabancılara dönüşür. Bilinçdışının belirtileri gün ışığına
çıkar: dil sürçmeleri, espriler ve alay, müstehcenlik, gündüz düşleri, herkesin
önünde sergilenen sanrılar. Şunu da belirtelim ki, despotik sistemde, laf kalabalığı
ne sürçer, ne güler; oysa devrimden beri siyasetçilerin dikişleri atmış
ağızlarında dil sürçmeleri baş göstermiştir. İslamcı başbakanın parlak bir
demokratik gelecek sözü verirken "bir diktatörlüğün yükselişi"ne
sevinmesi korku dolu kahkahalara yol açmıştır. Daha da önemlisi saldırganlığın
açığa çıkmasıdır: iftiralar, öldürme arzulan, hatta öldürme eylemine geçişler,
dehşetin estetikleştirilmesi, üçüncü sayfa haberlerinin güncel haberlerin
bütününe yayılması; kısacası, her şey bastırılanın geri dönüşüne ve bu noktaya
dek yapay bir birlik içinde korunan toplumsal bedenin bölünmesine katkı
sağlıyor gibidir.
Anlattığım
panik semptomlarının her biri için Tunus'un beş yıldır yaşadıklarından onlarca
örnek verebilirim. Bunun sonucunda, aslında insanların birbirini tanımasını
sağlayabilecek büyük siyasal ayna -kişisel olarak, ben bu süre içinde
Tunuslularla ilgili tüm yaşamım boyunca öğrendiğimden daha fazla şey öğrendim-,
birçoklarına Tunus sokaklarında gündelik olarak duyulan şu çığlığı attıran
kaygı verici yabancılığı yayar: Tunus bu mu şimdi? Eski ülkemizi geri verin
bize! Bu, akıbeti ne olursa olsun bir devrimin gerçekleşmekte olduğunun en
açık kanıtıdır. Tunuslular bir yandan içinde bulundukları durum konusunda yeni
şeyler öğrenirken, öte yandan bilgisizlikleri ve kararsızlıkları da baş döndürücü
biçimde artıyor gibidir. Tarihe başvuru yepyeni anlamlar doğurdu. İşte şimdi
geçmiş öngörülemez hale geldi! Özneler açısından kendileriyle ilgili bir deneyime
açılan bir oluşun en gerçek işareti de burada yatıyor.
Sanırım
anlaşılmıştır, devrimin gerçek yaralısı olan büyük siyasal aynanın kurulması
Tunuslulara kendilerinin yeni yansımalarını, bir yandan da bölünmelerinin
görüntüsünü onlara dayatarak gösterir; bu görüntüde de özne ve toplum
düzleminde insan olgusunun örüldüğü olumsuzluk [negativite] açığa çıkar. Apaçık
hale bürünen bu olumsuzluk, toplumsal bağın ve kişileri koruyan güvencelerin
dağılabileceği olasılığını sezdirir onlara.
lyi
de bu söylediklerinizde iyi olan şey ne, diye sorabilirsiniz. Bize üstelik
önemli bir kazanımmış gibi sunduğunuz bu siyasal aynayı anlatırken, aslında İslam'da
onca yerilen ünlü kargaşadan (fitne) söz etmiyor musunuz?
Şu anda iç savaşı övdüğünüzün farkında mısınız?
Bu
aynanın icadını ben şöyle düşünmeyi öneriyorum: Söz konusu olan, Tunus
toplumunun, özdeşlik ilkesinin tutsağı olan biz tasarımından kurtulma yolunda
attığı fazladan bir adımdır. Bu ilke, kendilerini organik bir aidiyet anlayışıyla birbirleriyle özdeşleştiren
öznelerden oluşmuş bir topluluğun önsel birliğini ve çelişkisiz/iği öne sürer.
Siyasal ayna kamusal uzamda yalnızca bireyler ya da gruplar arasındaki değil,
aynı zamanda her varlığın içindeki karşıtlıkların gösterildiği bir toplumsal
gerçekler sahnesi açarak, bu ilkenin geride bırakılması olasılığını
yaratmıştır. Çelişkiler artık öznel değildir, gitgide daha
nesnelleşmektedirler; çatışmalar yaratırken bir yandan da onları aşmak için
var güçleriyle uğraşan aktörlerin ve örgütlerin yaşamlarını işe koşarlar
sürekli. Bu aktörlerin birbirine sövüp özür dilediği, karşılıklı hakaretler
yağdırıp adalete başvurduğu yeni bir gösteri bu; ortaklıklar kurulup dizi film
meraklılarının bile betini benzini attıracak denli dramatikleştirilen yeni
gelişmelerle bozulmakta. Çıkarlar ve tutkular açıkça dile getiriliyor. Ret ve
itaatsizlik her türlü iktidar biçimine direnme hakkı olarak ileri sürülüyor.
Aynı
zamanda, bölünmelerin acısı katlanılmaz bir hale bürünüyor; nedenler ve çareler
toplumsal, siyasal ve psikolojik etkilerde aranarak onu yatıştırmak ve onarmak
isteniyor. Her ne kadar ardından uygulama gelmese de etkin olma isteğine
söylemlerde artık sürekli rastlanıyor; bununla birlikte ideal arılıkları
gitgide geçersiz kılan bir çaba bu. lletişim araçları ve sosyal ağlar nerede
olursa olsun en güzel dış görüntülerin ardındaki düşmanlıkları göstermeye
bayılıyor. Bölünmeler çok yönlü ve iç içe geçmiş durumda; toplumsal, ekonomik,
siyasal, dinsel bölünmeler yaşanıyor. Kısaca, büyük siyasal ayna dağılmış,
birliği artık ortada olmayan bir Tunus toplumundan görüntüler yansıtıyor.
İşte olumsuzluğun ve onun üstlenilmesinin kabulü de tam buradan hareketle
anlaşılır. Birlikte yaşayan insanlar artık bir güvenceleri kalmadığı için,
kendi başlarına ve karşı karşıya bırakıldıkları için, aralarındaki uyuşmazlıkları
görüp bu uyuşmazlıkların kuramsal ve pratik çözümlerini bulmak zorundadırlar.
lç savaşın hayaleti herkesi tedirgin ediyor; büyük çoğunluk ondan korkuyor,
ama kimileri onu istiyor ve ona hazırlanıyor. Dolayısıyla, barış artık kesin
bir biçimde sağlanmalıdır; çünkü o yalnızca bir mirasla değil, aynı zamanda bir
tarihin oynak koşullarında sağ kalma olgusuyla da bağlantılıdır. Artık
topluluğun birliği rejiminin ötesinde bir toplumsal ilişkiler mantığının53 gün
ışığına çıkarılması gerekir.
Hegel'in
ortaya attığı "olumsuzluk" mefhumu üstünde durmayacağım, yalnızca onun modern zamanlarda her türlü
tözü, her türlü özdeşliği, verili olduğu varsayılan ve ilk ya da son olma
savındaki her türlü merciyi reddedişiyle felsefi düşüncenin merkezinde olduğunu
anımsatmak istiyorum. Kuşkusuz bu tarihsel reddedişi bilinçli ya da bilinçsiz
olarak taşıyan özneye dünyanın dört bir yanında rastlarız. Bu özne ister
bireysel, ister kolektif olsun, artık rahatsız hale gelmiştir; durmaksızın
yaptığı ya da kurduğu şeylerle kendini tanımlamak durumunda kalır ve her
şeyden önce acı içinde kendinden farklı olduğunu gösterebilmesi için
belirlenimlerinin ortadan kalkması deneyimini yaşamak zorunda olan bir
kendiliktir. Dünyayı saran özdeşlik saplantısı da bundan kaynaklanır: Modemite
sözümona kökensel ve aşkın olan temellerin aslında tarihsel ve görece yapılar
olduğunu, bunların yıkılabildiğini ve zeminlerinin olmadığını, bu nedenle de
her an çökebileceklerini göstermiştir.
Yalnızca
14 Ocak 2011 devriminden doğan Tunus deneyimine bile baktığımızda, biz'in
artık nasıl kaygının ve sarsıntının pençesinde göründüğünü saptayabiliriz.
Biz'in duyduğu bu kaygı, onun eskiden organik aidiyet sayesinde güven ve huzur
duyduğu topluluksal biçimden çok toplumsal bir biçimde edinilmesinin
semptomudur. Toplumsal oyunun yankıları ve tonları arasında bocalayan bu biz'i devrim
birdenbire yaratmamıştır. Devrim daha önce topluluğun tüm katmanlarını
kat etmiş bir kırığın yüzeye çıkışını kaçınılmaz kılan olumsallık olmuştur
yalnızca; o kırığa söz vermiştir; aynanın toplumsal olmasını sağlamak için,
genele yayılan iletişim artık tehlike altındaki bir birliğin farklı
parçalarının tanınmasını sağlasın diye kamusal uzamı temizlemiştir. Artık
sorulması gereken tek soru şudur: Tunusluların beş yıldır yaşadığı sarsıntının
ve kaygının, o uykusuzluğun içinde yeni yapılandırılmış bir toplum, bu ayna
sayesinde ve kendi aralarındaki özgür iletişim sayesinde, uzlaşma yoluyla değil
de birlikte yaşama yön veren ortak sözdizim biçimleri oluşturarak doğabilecek
midir, yoksa doğamayacak mıdır?
Aslında
uzlaşı, uluslararası ve bölgesel alanda geçerli durum son derece istikrarsız
olduğu ölçüde hassas, koşullara bağlı bir uyuşmadan başka bir şey değildir
kesinlikle. Uzlaşmayla bulunan orta yol rastlantısaldır, çatışmayı derinlemesine
ele almak yerine yapay olarak ortadan kaldıran boyun eğişlerden ve ödüllerden
örülmüştür. Bu sonuca varmak için pazarlıklar uzun sürebilir; hatta kimi zaman
etkileri önceden kestirilemez, geçici bir diktatörlük gibi işleyecek bir
hakemliğin ortaya çıkmasıyla feke uğrama hali saptanana dek sürebilir.
Sözdizimsel yapıysa başka bir boyutla, toplumsal ilişkileri düzenleyen ortak
dilin boyutuyla ilişkilidir; bir dilbilgisi gibi duyguları ya da organik
aidiyet ilişkilerini değil de mantığı temel alan biçimsel kurallara bağlı bir
ussallığa uyar. Bu kuralların içinde, çatışma sözceleri kendilerine yer
bulabilir, tartışmalara ve seçimlere, ola ki anlaşmalara neden olabilir, ama
bunu sistem oluşturan bir mantık uyarınca yaparlar.
Daha
önce siyasal aynayı incelerken, satır aralarında birçok kez topluluk ile toplum
farkı ve karşıtlığı paradigmasına değindim. Bu paradigmanın ilk kuramcısı
Ferdinand Tönnies'dir, Batı'da toplumsal modem yaşama geçiş
sorunsalına işaret etmiş bir sürü düşünür arasından yalnızca birkaçını
sayarsak Georg Simmel, Emile Durkheim ya da Max Weber gibi toplumbilimciler
izlemiştir kendisini. Bu paradigmanın organik topluluk (Gemeinschajt) anlayışından
toplumsal yaşamın ussallaştınlmış bir yapısının söz konusu olması anlamında
"ussal" denen toplumsal düzene (Gessellschajt) tarihsel geçiş
düşüncesini temel aldığını anımsatalım. llkinin özelliği bireyin aidiyet
grubuna (aile, boy, köy, hatta küçük kent) yakınlığı ve bağlılığı, ayrıca
geleneksel ve dinsel uygulamalara sadık kalmasıdır. Ötekiyse geniş kentsel
ortamlarda birbirlerine işlevlerle, sözleşmelerle, üretken ve ticari alışverişlerle
bağlı bireyler yararına yakınlığın yitimiyle kurulur; bütün bireyleri de devlet
ve normatif hukuk yönetir. Bununla birlikte, kavramsal paradigmadan, yalnızca Gesellschaft'ın
bütünüyle yok etmediği Gemeinschaft üstünde kurulması nedeniyle bile olsa iki
kavram arasında köprülerin olduğu görülen toplumsal gerçekliğin betimlenmesine
geçildiğinde, bu karşıtlığın farklı yüzlerinin de göz önüne alınması gerektiğini
unutmamak gerekir. Gessellschaft daha iyisini yapıp ussal toplumsal yakınlık
düzeninin içinde aidiyet duygulan, zamanla ve ara oluşumlarla dayanışmalar
yaratır; tıpkı Max Weber'in önerdiği, katılımın akrabalık ilişkilerine dayanmadığı
"açık topluluklar" gibi. Bir anlamda, Gesellschaft'ın içinde
indirgenmiş bir sözde-Gemeinschaft yaratılır. Sonuçta, deneysel incelemeler
bizi çoğunlukla topluluk ile toplum arasındaki ikiliği değişkenlerden çok
etkenler olarak yorumlamaya götürür. Buna karşın, bence ince farklar ve
toplumsal gerçekliğin karmaşıklığı göz önünde tutulursa, yeni tarihsel
dönüşümlerin dinamiği açısından bakıldığında, başka bir deyişle geçiş süreci
doruk noktasındayken ve organik istençle (Wesenwille) ussal istenç (Kürwille) karşıtlığı
son noktaya varmışken, bu tipoloji tam ifadesini bulur. Hatta şurası açıktır
ki, organik yapı ussal istencin sert darbeleriyle üstünlüğü-
nü
yitirmeye başlayınca ve üyeleri bunun simgelediği "değişiveren
dünya"da ne yapacaklarını şaşırınca, organik istençle eşi görülmemiş
şiddet derecelerine, iç savaşa, ola ki ülkeler arası savaşa varabilen bir
tepkiye tanık oluruz. Topluluğun organik eğilimiyle toplumun ussal eğilimi
arasındaki çatışmanın, Müslümanların halihazırdaki öznelliklerine özgü bir
veri olduğunu göstererek geliştirmeye çalıştığım yaklaşıma göre bugün İslam
aleminde yaşanan durum da budur.56
Yeri
gelmişken, lbn Haldun'un (1332-1406) Ferdinand Tönnies'inkine oldukça yakın bir
modeli ondan beş yüzyıl önce oluşturduğunu belirtelim: Bunu asabiyyet kavramı
üstünden yapmıştır. Bu sözcük bağlamak, sarılmak, birleştinnek olgularını
tanımladığı ve sinir, ateşlilik, şerit, tözel birlik gibi adlan
doğurduğu için organik dayanışmayı akla getirir. lbn Haldun bu bağı savaşçı
göçebe kabilelerde saptamıştır bu bağ onun kuramına göre kabileler kentlerde
iktidarı ele geçirip yerleşikleşince zayıflar.57 Kent uygarlığı ve birlik ruhunun
siyasal ara mercilere aktarımı kabilenin organik gücünü azaltır.
Halk
dilinde asabiyyet'le ilgili sözcükler arasında şerit [hande] mefhumuna
Fransızcadakine çok benzer biçimde fallik bir anlam kazandırılmıştır. Bu
anlam öznenin toplulukla arasındaki organik bağda işleyen ruhsal süreçle ilgili
birtakım psikanalitik açıklamalar yapmamıza izin verir. Ben bunun, çocuğun
annesine karşı ilk konumlanışındaki gibi, imgesel fallus anlamında fallik
özdeşleşmeye dayandığını ileri süreceğim. Anneyle çocuk arasındaki bu bağın,
bağlılık süresi hayvan türleri arasında en uzun olan insanda, ilkel "bir
komünizm" oluşturduğunu biliyoruz. Topluluk üyeleri ana gizilgüçlerin ve
anneye özgü duygulanımların yatırım aracılığıyla, bu temel sevgi ve özdeşlik
deneyiminin izlerini taşır.
Daha
önce söylediğimiz gibi açık açık anne (ümm) göstereniyle ilişkili
"ümmet" sözcüğüyle tanımlanan Müslüman topluluğunun yaşadığı
olgulardan biri de budur. Genel anlamda, anne olan Öteki'ye bağımlılık tözel
bağlamda imgesel bir ilişki modeli sağlar; topluluğun üyeleri de bu model
sayesinde aynı bedenden yani tabu anlamında kutsallaştırılmış, demek ki
cinselliği ortadan kaldırılmış bedenden geldiklerini düşünürler. Bu bağın
parçalanması tehlikesi, sürgündekiler üstündeki klinik çalışmaların da bize
gösterdiği gibi öznenin kökeninden kopması kaygılarını doğurur. Topluluğun yok
olması kaygısına gelince, onlar da ortak anne bedenine (ana-yurt, ümmet) düşmanın
izinsiz girişi düşlemlerini yaratır; düşman o bedeni bozup cinsel olarak
kalıtımsal bir kirlenmeye yol açacak, böylece bedenin temiz ve an
doğurganlığını pisletecektir.
Bu
kendine özgü olanın yitimi düşlemleri çok şiddetlidir, çoğunlukla karşı gruplar
arasındaki düşmanlıklarda kadınlara karşı vahşete yol açarlar. Kadını üretken fallus olarak gizleyen
"ana-yurt" imgeleminin olumsuz işlevinin altında da bir başka fallik
kutupluluk vardır. Lacan onu şu sözlerle ortaya koyar: "O kadın olarak bir
maskeye dönüşür. Tam da o maskenin arkasında fallus olmak için maskeye dönüşür.
"60
Akılda
tutmak gerekir ki geleneksel dünya, imgelemin üstünlüğü altında, simgesel ve
gerçek kesitleri birbirine karıştırmaya, onları büyülü bir biçimde üst üste
bindirmeye çalışır. Ne var ki, olumsuz fallik işlev, biraz da topluluk üyelerinin
ana-yurdun imgesel bedeniyle kaynaşmamalarını ve aralarındaki yasak kaynaklı
görevleri sürdürmelerini sağlayan kurban etme sayesinde iyi kötü korunmuştur.
Bu işlev çoğunlukla yasanın kurucusuna dek uzanan babaerkil bir ata zinciri
üstünden Ata'ya başvuruyla sağlanır. Bu nedenle, topluluğun bağışıklığına
yönelik gerçek ya da imgesel yıkım tehditleri baş gösterdiğinde, Ata'ya
sadakatsizlik kaygısının, dolayısıyla misillemelerdeki dehşetin artmasına ve
onun koruyuculuğuna başvurunun, ruhuna çağrının yoğunlaşmasına tanık olunur.
Selefiliğin
gelişimi (selef daha önce de söylediğimiz gibi ataya işaret eder) organik ümmet
topluluğunun parçalanması düşüncesinin yarattığı yoğun tasaya yanıt verir. Bu
hareketin bağnaz biçimlerinde, yandaşlar Öteki'nin atalardan kalma varlığının
kanıtlarını kendi bedenlerinde gitgide daha çok göstermeye çalışır; çirkin bir
erkeksiliğin ardına gizlenerek kendilerinde kadınlığı çağrıştırabilecek her
şeyi kökünden kazımaya uğraşırlar. Ataların maskelerini takar, onların
kendilerinde vücut bulmasına can atar, işi hortlağa ya da zombiye dönmeye dek
vardırırlar. Özdeşlik savaşları maske savaşlarıdır. Maskelerin öcü diye bir şey
vardır. Bu söylediklerim bireyleri harekete geçiren öznel nedensellikleri
derinlemesine incelemeden, kolektif olayları bir teleskoptan görünen nesnel
olgular olarak değerlendirmekle yetinmememiz gerektiğini anımsatıyor bize.
Aydınlanma
Çağı'nın Müslüman alemine bundan iki yüzyıl önce girmesinden beri, organik
İslam topluluğunun savunucuları ile onun yerine, hangi biçime bürünürse bürünsün
ulusal devletin yönettiği ussal toplumlar getirmeye çalışanlar arasında
amansız bir savaş vardır. Dolayısıyla,
asıl çatışma sanıldığı gibi laiklikle din arasında değildir; daha doğrusu
bunlar arasındaki uyuşmazlık, topluluk anlaşmasının toplumsal sözleşmeye
dönüşmesi olgusuyla karşılaştırıldığında ikincil kalır. Kaldı ki, Müslüman
aleminde, kesinlikle Aydınlanma Çağı'ndan yana olan ussal toplum savunucuları
bir laikleştirme tasarısı taşımıyorlardı, inananlar topluluğu için egemenliğin
simgesel kurumu olan halifeliği kaldıran Mustafa Kemal Atatürk dışında.
Tunus'ta
Habib Burgiba'nın durumunda ise amaç, organik bağların (klan, kabile,
ataerkillik vb.) zayıflaması için eğitim, toprakların düzenlenmesi ve nüfusun
yönetilmesi yoluyla, Max Weber'in sözcük dağarını kullanırsak ülkenin komünalist
yapılarının toplumlaşmasıdır açıkça. Din camilere kapatılıp devlet denetimi
altına alınmış, bu haliyle baskı görmemiştir. Bu da Tunus'ta İslam'la ve onun
manevi değerleriyle özdeşleşme ve özdeşleşmeden uzaklaşmanın öznel ve
öznelerarası planda birlikte var olması anlamında, kültür ve toplumsal yaşam
üstünde bir medenilik etkisi yaratmıştır.62 Ama Burgina'nın medenilik
siyasetinin büyüsü, Tunus'taki usçu kültürel İslam kurumlarının tarihini
düşünürsek, bu ülkenin Doğu ve Batı Aydınlanma Çağlan konusunda çok eskiye
dayanan bir deneyiminin olması sayesinde gerçekleşebilmiştir ancak. Sözgelimi,
birçok bölgeyi kasıp kavuran, sömürgeci zulmüne eklenen o korkunç 1930'lu yıllar,
Tunus'ta tüm o tehlikelerin ortasında dikkat çekici derecede modem bir
entelektüel ve siyasal seçkin kesimin ortaya çıktığı şaşırtıcı bir sıçramaya
neden olmuştur. işte Pierre Legendre'ın eğretilemesine göre Ocak 2011 devrimininkine dek birbiri ardına
kuşakları doğuran metinleri de bu kesim yaratmıştır.
İnsanlığı
metinler biçimlendiriyorsa ve Tunus'taki medeniliğin şu durumda olmasını
sağlayan bir tümceyi seçmek gerekse, ben bu kitabın başında Arap alemindeki ilk
sendikanın kurucularından biri ve kadının kayıtsız şartsız özgürleşmesinin
kuramcısı olan Tahar Haddad'dan (1899-1935) yaptığım alıntıyı anımsatırım:
Özgürlük, yaşamın zincirlerinden
kurtulmak değildir; yaşamı, onun çevresini saran taşlaşmış düşlemlerden kurtarma
arzusudur.
*****************************
Fethi Benslama, bu ses getiren
çalışmasında, radikalleşmeye psikoloji, psikanaliz ve tarihsel analizin
verileriyle yaklaşıyor. Ölüm Siyaseti: Cihatçı “Üst-Müslümanlar”,
gençleri cihat adına ölüme ve öldürmeye sürükleyen süreçleri ele alırken,
din-siyaset ilişkisine değinerek, halifeliğin kaldırılmasının yarattığı büyük
travmanın ertesinde İslâm’ın bir siyaset ideali olarak dağılışına değiniyor.
Yazar, düşman olarak görülen Batı’yla karşılaşmanın yarattığı kırılmayla
birlikte, “daha çok” Müslüman olma, bir “Üst-Müslüman” olma yarışının ortaya
çıkışını ve sonuçlarını somut örnekler ışığında inceliyor.
Benslama’ya göre, küresel cihat
çağında artık alçakgönüllü, dünyadan el ayak çekmiş, tevazuyu öğütleyen İslâm
değil; kibirli, Müslümanlığını sergilemekten ve dayatmaktan haz duyan, nefret
yüklü bir güç gösterisi içinde Allah’ı kendine bağımlı kılıp, onu tekeline alan
bir cihatçı özne başrolde ve bu belki de İslâm’ın karşılaştığı en büyük
tehlike.
“Geleneksel
Islâm’da, şehit, ölmeyi arzulamadan ölümü karşısında bulan bir savaşçıdır.
Ölümü başka savaşçılarla mücadelesinin doğasında olan bir tehlike olarak kabul
eder ama yaşamak ister: Ölürse, fazladan bir ödül alır. İslamcılığın yeni şehidi
içinse, ölüm mücadele sırasında gerçekleşebilecek bir şey değil, mücadelenin
ereğidir. Ölmektir zafer.”