Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ABDULLAH EFENDİNİN RÜYALARI

 

Ahmet Hamdi TANPINAR

Gece çok güzel başlamıştı; abanoz silineli küçük sa­londa lâmbalar, aynalar, kadehler, birbirine hep ayni pa­rıltıyı gönderiyorlardı. Beş arkadaştılar. Beşinin de neşe­si son haddine varmıştı. Ne buluyorlarsa içiyorlar, gü­lüp konuşuyorlardı. Bununla beraber küçük lokantada yalnız değildiler. Masalarının karşısına düşen iki pencere içine oturmuş iki çift ile tam ortadaki masada dört er­kekten mürekkep bir grup daha vardı. Sakin ve kendi âleminde bulunan bütün bu müşteriler, bu gürültülü neş­enin sahiplerini ilk önce biraz hayretle seyrettiler, sonra galiba alkolü bir mazeret olarak kabul ettikleri için ehem­miyet vermemeğe başladılar. Zaten bu beş arkadaşın et­raflarına pek bakacak halleri de yoktu. Onlar kendile­rde çok meşguldüler, lezzetle yeyip içiyorlar ve konuşu­yorlardı. Vakıâ birbirlerini pek dinlemiyorlardı, fakat hepsi çok güzel şeyler söylediklerine emindiler. Daha ziyade kendi içinde yaşamağa alışmış olan Abdullah Efen­diye gelince o, gecenin gidişinden pek memnundu. Ken­disine bir nevi hafiflik gelmiş, denilebilir ki dört tarafını böyle vaziyetlerde bir demir kuşak gibi çeviren ve ona nefes aldırmıyan boğucu, dar havalı şahsiyetinden kur­tulmuştu. Bu cins adamlarda zaman zaman olduğu gibi o da bu müstesna ânın kıymetini biliyor ve kendisini diğer insanlar arasına karışmış görmekten saadet duyuyordu. Evet, şimdi o da etrafındaki rahat neş’eye kendisini bı­rakmış, biraz evvel lokantaya gelirken beraberinde taşı­dığı ruh hâletinden ayrılmış olmanın hazzı içinde konu­şuyor, eğleniyor, hattâ ufak ve çok hesaplı tecrübeler ha­linde arkadaşlarını taklit ediyor, yani zamanına göre mütearrız, yahut sinik olmağa çalışıyor, nükte yapıyor, hicve­diyor, hilkaten korkak yaratılmış bir insanın tehlikeli bir gece yolculuğunda kafilenin en önünde yürümüş ol­maktan duyacağı muğlâk bir zevk içinde açık saçık şey­ler bile anlatıyordu. Ah, bu bir kör gibi etrafını deneye deneye, dört bir ciheti yoklıya yoklıya yürüme... Şüphe-siz ki yarın sabah bu yaptığı şeylerden iğrenecek, bu ge­ceyi israf edilmiş bir zaman gibi addedecek ve kendisini küçük bulacaktı. Fakat ne çıkardı. Bir gece için, ne olsa affedilirdi, mademki eğleniyordu, ve mademki eğlendiği­ni bilerek, hesaplı bir surette eğleniyordu, o halde bu eğ­lence onun için iki kattı.

Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna kar dar kendileri olmaktan kurtulamıyan, nefislerini bir an bile unutamıyan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde, tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayri memnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, in­kâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini duyan insanlardan biriydi. Ah bu ikinci Abdullah Efendi, bu üst kat sakini... Hayır, o kiracı değil, evin asıl sahibi, efendisi, hükümra­nıydı. Zavallı Abdullah Efendi bu sessiz seyircinin bakışları altında hayatinin her lezzetinin birdenbire zehir kesildiğini bütün ömrünce görecekti. Ah, onu uyutabilseydi, bir an için o sarhoş olsaydı! O zaman bütün işler değişecek ve Abdullah bu sofrada ve hayatın bütün sof­ralarında yepyeni bir adam olacaktı.

Bu akşamın fevkalâdeliği, bu kibirli ev sahibinin be­lirsiz bir şekilde sızmağa başlamasında, hüviyetindeki nüfuzlu ve sert tarafı kaybetmiş, yumuşamış hissini vermesindeydi. Onun içindir ki Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını bütün vücuduna doladıktan sonra, zehirli disini en can alacak yerine geçirmeğe hazırlanan bir yıla­nın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını gö­ren bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci içinde kadeh ka­deh üstüne içiyordu. Herkes onu beğeniyordu. Artık bü­tün istihfaflar bitmiş, büyük bir takdir başlamıştı. Bütün bunları düşünürken, birdenbire nasıl oldu da lokantada bulunan diğer müşterilere bakmağa başladı? İhtimal kendi içinde olan bu değişikliğin aksülâmelini etrafta da gör­mek istiyordu: işin doğrusu, burasını sonraları kendisi de hatırlamadı; yalnız bildiği bir şey varsa, o esnada bir uy­kudan, tuhaf, ağır bir uykudan uyanmış gibi bir hal, bir nevi yükü üzerinden atmış olanlara mahsus bir hafiflik içinde olduğu idi. Ortada salonun bu kısmını ikiye bölen masanın müşterileri gitmişler, yerlerine sefarethane ka­vası kılıklı bir adam, dik bıyıklan ve şakulî burnile her kımıldanışında kitle halinde gidip geliyormuş zannmı bırar kacak derecede hayat çevikliğinden mahrum cüssesile bir nevi bostan korkuluğuna benziyen esmer tenli bir adam gelmişti. Abdullah Efendi bir müddet onun bir otomata benziyen hareketlerle yemek yeyişini ve daha doğrusu önündeki geniş makarna tabağına, bu dik bıyıklı ve tahta burunlu başın muntazam fasılalarla, birdenbire kesilmiş gibi düşüp sonra yine kalkmasını seyretti. Bu hakikaten görülecek bir şeydi; her defasında bu baş bir daha kalkmıyacak hissini veriyor, ve insan bu korku içinde iken, birdenbire iki dudağı arasında bir tutam makarna ile onun tekrar muzaffer ve sakin eski yerine geldiğini görü­yordu.

Sonra gözleri daha ileriye gitti, karşısındaki pencere hücresinde oturan kadınla erkeğe, salona ilk girdiği za­man gördüğü çiftlerden birincisine baktı. Bu, ufak tefek, zarif, her istediği zaman dudaklarının ıslaklığına ve göz­lerinin parıltısına biraz daha mâna koymasını bilen ka­dınlardandı. Esmer ve çok tatlı bir teni vardı. İki dir­seğini masaya dayamış, birçok şeyler söylemek istiyen bakışlarile karşısındaki erkeği dinliyordu.

Boynunu zaman zaman şişiren nefesinde, omuzlarının teslimiyetinde, bütün varlığının karşısındakine ait oldu­ğunu gösteren bir hal vardı. Kendi kendine:

— İşte, dedi, şu karşımda oturan erkek muhakkak ki tanıdığım insanların en mes’ududur. Bu kadın sadece iradesile, veya bir ânın ilcasile değil, bütün uzviyeti ve har yatile onun... Başı, dudakları, omuzları, göğsü, velhasıl bütün vücudu onu dinliyor ve muhakkak ki, bacaklarında bile, dokunacak olursam, ayni dikkati ve mes’ut teslimiyeti bulurum.

Bu emniyetle sandalyesinde biraz yana doğru kayarak kadının ayaklarına doğru baktı ve işte o andan itibaren gecenin bütün füsunu kayboldu ve Abdullh Efendi, ga­rip, hikâyesi güç bir serencama daldı.

— 2 —

Gördüğü şey haddi zatında belki çok basitti, fakat bu sarhoşluk gecesinde birdenbire ona korkunç ve imkânsız göründü. Filhakika o mütevazı, hattâ biraz utangaç ter­biyesi ve heyecanı ile âşıkını sessizce dinliyen iki ayak göreceğini ümit etmişti; halbuki onların yerinde dizleri­ne kadar açılmış gösterişli manzarasile, bütün bir sabır­sızlık ve isyan içinde çalkanan iki kadın bacağı vardı. Bunlar isyan ediyor, çağırıyor, taşıdıkları kedi yavrusu kadar küçük ayaklar durmadan konuşuyordu.

Abdullah, ufak bir dikkatle bu konuşmanın istikame­tini buldu. Salonun ortasında çok muntazam fasılalarla önündeki makarna tabağına kesilmiş gibi düşüp sonra birden kalkan sefarethane kavası kılıklı adamın dik bı­yıkları şimdi başka bir mâna ve dikkat kazanmışlar, bu bacaklarla konuşmakta idiler.

Hiçbir ifrit, hiçbir karışık mahlûk, Abdullah Efendi­yi bu bacakları ve dudakları ayrı ayrı şeyler konuşan kadın kadar korkutamazdı. Bu acayip tesadüf, lüzumsuz bir tecessüsle birdenbire yakaladığı bu sır, onda alkolün verdiği uyuşukluğu gidermekle kalmamış, büsbütün baş­ka bir şey, âdeta ifadesi güç bir değişiklik yapmıştı. Bir­denbire Abdullah, kendisi için hayatın artık sırrı kalma­dığını görerek korktu. Evet, o şimdi kendisini, her kapalı şeyin, mütebessim bir insan yüzü için olduğu gibi, sımsıkı örtülmüş demir kapıların, hiçbir gediği olmıyan yekpare duvarların arkasında olup biten hâdiseleri gözlerinin önünde geçiyorlarmış gibi görebilecek bir kudrette bul­du. Bir billûr parçası, yahut bir tas su içinde en uzak, en gizli şeyleri hattâ bir düşüncenin, henüz müphem bir ta­savvurun daha tamamlanmamış halkalarını, kımıldanma­ğa yeni başlamış tohumlarını bile sezip gören bir eski zaman bakıcısı gibi Abdullah Efendi de şimdi, kendi ka­fasında bütün hakikatleri çırçıplak bir kıyafette ve hazır buluyordu.

O, doğrusu istenirse, bütün ömrünce bundan korkmuş, bir gün insanlar ve eşya ile olan münasebetlerinin, ihsas­ların sathî plânından çok daha derin ve çok başka bir se­viyeye çıkmasından, kâinatı saran ve ona güzelliğini veren büyük sırrın, ortasından kesilmiş bir meyva gibi birdenbire bütün çıplaklığile apaçık görünmesinden, korkunç manzarasile onda her nevi yaşama zevkini bir anda, tıpkı bir nefeste söndürülen bir mum gibi söndür­mesinden korkmuştu. İşte şimdi, o kadar ürktüğü ve bu­nunla beraber beklediği saat gelip çatmıştı.

Abdullah Efendide bu korku tam üç sene evvel ha­yatının biricik macerasını kapatan ve onu bambaşka bir adam .yapan bir kış gecesindenberi vardır. Evet, odasında yapayalnız, bir türlü görünmiyen bir sevgiliyi beklerken birdenbire tepesinde apartımanın çatısının uçtuğu, ve odasına yıldızların dolduğu o büyük gecedenberi Abdul­lah, Mavera ile arasında hiç de temenni etmediği bir şe­kilde kuvvetli ve derin bir münasebetin başladığını his­setmişti.

Bunun nasıl olduğunu bizzat kendisi de pek kolay anlatamazdı. Sadece tek bir şeyi, o zamanlar ümitsizliğin son haddinde yaşadığını biliyordu. Bir insanın kendi ta­lihini bütün vuzuhile görmesi kadar korkunç ne olabilir? Abdullah Efendi birkaç haftadanberi onunla başbaşa, göz göze yaşıyordu. İşte bu ıstırap içinde, kafası en karanlık düşünce ve tasavvurlarla dolu olduğu halde, küçük bir oda içinde çırpınıp dururken, birdenbire sanki bir kıya­met kopuyormuş kadar büyük bir gürültü ile olduğu yer­de mıhlanıp kalmıştı.

Ne oluyor? diye başını kaldırdığı zaman tavanın te­pesinden uçmuş olduğunu ve yıldızların elle tutulacak­mış gibi yakından odasına sarktıklarını gördü ve sonra sevdiği kadın bu yıldızlara basarak, onlara tutunarak, on­ların ışığile sarınarak odasına girdi. Abdullah, bir kere kapısını çalmamış, semtine uğramamış olan bu güzel mah­lûkun, böyle uçan bir çatıdan ve bir yıldız kasırgası için­de odasına tavandan girmesine hiç de hayret etmedi. Zaten, bu güzel ve asil mahlûkun kendisile ayni hamur­dan yuğrulmuş olmasına hiçbir zaman inanamamış, onun çok yüksek, büsbütün başka ve erişilmez bir âlemden gel­miş bir mevcut olmasına daima ihtimal vermişti.

> >

Bu yüzdendir ki ona hiç yaklaşmamış, sevgilisini da­ima kendisinden uzak görmüş, ve bu hissin verdiği hurafevî bir korku içinde bütün hayatı zehirlenmişti. Şimdi işte bu müphem hissi gözlerinin önünde bir hakikat olu­yordu. Sevgilisi ona -belki de aylarca süren ıstıraplarının mükâfatı olarak kendi cevherinde görünmeğe razı ol­muştu.

Ertesi sabah odasından yıldız parıltılarımın ezdiği, yamyassı ettiği bir Abdullah Efendi, güneş .ışığını gülünç bir şey gibi telâkki edep, kehkeşanların südü ile beslen­miş bir ilâh yavrusu kadar mesut, fakat dünyamıza yan yabancı, onun kanun ve zaruretlerini, kafasına üstüste yığılmış aydınlık tabakalarının arasından ancak uzak bir hâtıra şeklinde sezen bir Abdullah Efendi çıktı. Bir Ab­dullah Efendi ki, alnının ortasında kendisine ruh selâme­tini, sükûnetini iade eden tek bir buseyi parlak ve yakıcı bir yıldız gibi taşıyordu. Bu saadetin yanında onu bir da­ha göremiyeceğini bilmenin ıstırabı bile küçük kalıyordu.

İşte o gecedenberi kendisinde çok derin bir yerde saklı, esrarlı bir zembereğin harekete geçtiğini duydu. Kâinat karşısında artık ayni adam değildi. Herşey onda sanki daha derine, daha esaslıya doğru gidiyor, ve bu yüzden günlük manzara ve çehreler kendisi için zaman zaman değişiyordu. O artık etrafında bulunan her şeyi,, küçük ve bazan çok şaşırtıcı uyanışlar halinde görmeğe mahkûmdu; bir sisten sıyrılan tek bir ağaç gibi, bu zihnin bulanıklığına, mevcut olan her şey tek başına aksediyor­du. Hayatın bütünlüğünü ve basitliğini kaybetmişti; Ab­dullah bunun böyle olmasından çok muztaripti. Omuzla­rına taşıyamayacağı kadar ağır bir yük yüklenmiş zanne­diyor ve bu yüzden meyus oluyordu. «Öbür insanlar gibi yaşamak...» bu ne kadar güzel ve iyi bir şeydi. Öbür in­sanlar... işte bu akşam, belki de en kat’î şekilde onlar­dan ayrılıyordu. Halbuki buraya onlarla birleşmeğe, on­lar gibi olmağa gelmişti... Etten ve kemikten alelâde bir kadın yerine, esrarlı bir mevcut, başka bir yıldızın muci­zeli bir çocuğu tarafından sevilmiş olmanın istisnaî saa­detini şimdi, senelerden sonra kimbilir nasıl bir kefaretle ödeyecekti? «Belki de büsbütün çıldıracağım!., büsbü­tün..» diyerek ürperdi ve sonra saklıyamadığı bir telâşla, yanmdakilerin bunu farkedip etmediklerini anlamak için dört tarafına bakındı. Hayır, kimse bu değişikliğin far­kında değildi.

Şimdi ne yapacaktı? Yavaş yavaş bütün hayatın ken­disi için çehresini değiştirmesini beklemekten, talihine razı olmaktan başka ne yapabilirdi? İçinde son bir ümitle «belki doğru değildir, belki bana öyle geldi!» diyerek bir daha kendisini denemek istedi, ve bu sefer salonun tâ ucundaki pencere hücresine oturmuş konuşan çifte yavaş­ça baktı; ve biraz sonra buradaki oyunun büsbütün başka türlü olduğunu gördü.

Burada sarışın, elâ gözlü, güzel ve muntazam ağızlı bir kadın oturuyordu. Karşısındaki erkeğin yüzünü göremiyordu, yalnız masanın üzerine yarı dayanmış ellerinin işaretlerinden konuştuğu anlaşılıyordu. Hattâ kadının yü­zündeki hayranlık dolu dikkate, tebessümündeki aşikâr şefkate bakacak olursa bu söylediği şeylerin çok güzel, çok yüksek, çok tatlı şeyler olması lâzım geliyordu.

Abdullah Efendi: «Hiç olmazsa bu sefer öyle müna­sebetsiz bir şey görmüyorum, işte bunlar birbirine gayet uygun insanlar..» dedi. Birdenbire akılları şaşırtacak bir mahlûk tarafından değil, alelâde bir kadın tarafından se­vilmek düşüncesi, yeni baştan ona büyük, erişilmez bir sa­adet gibi göründü. Fakat henüz bu düşünceleri tam bir vuzuh bile kazanmadan, gözünün önünden biraz evvelkin­den daha çok korkunç, daha imkânsız bir sahne geçti. Ab­dullah Efendi bütün sarahatile sonraları bunu hatırlamış ve her defasında, ilk önceki korku ve şaşkınlık hissini duymuştu. Erkek bir müddet konuştuktan sonra birden­bire başını ileriye doğru uzatarak etrafa acele bir bakışla bakmış, sonra genç kadının elini tutarak yavaşça ağzına götürmek istemişti. İşte bu anda olan şeyi Abdullah Efen­di ömrünün sonuna kadar unutamazdı. Evet, erkek, kadı­nın ellerini avucunun içine aldı ve dudaklarına götürdü ve Abdullah, bu aydınlık ve muntazam kadın yüzünde parlıyacağı çok muhakkak olan saadet ve hazzı iyice gör­mek için ona bütün dikkatile bakmağa başladı. Kadın diş­lerinin güzelliğini gösteren ve dudaklarının genişliyen çizgilerde âdeta yüzün alt kısmını alan bir tebessümle gülmekte devam ediyordu, yüzü bir büyü ile değişmiş gi­biydi. Arzu ve heyecanın şişirdiği boynu bir nabız kadar muntazam atıyordu. Fakat eli tam delikanlının ağzına de­yeceği anda ve bir lâhzada, evvelâ bu tebessüm, sonra bu çehre silindi, .siyah mantonun, kırmızı blûzun ve tüllü şapkanın çerçevelediği baş ortadan kayboldu. Hepsinin yerinde bir uçurumdan daha korkunç bir boşluk, sarı mu­şamba renginde küçük bir boşluk peydahlandı ve deli­kanlının ağzına götürdüğü elin yerinde sadece bir yen kaldı. Bu kelime ile, demindenberi güzelliğine, zarifliğine, hayat iştahına hayran olduğu genç kadın ortadan kay­bolmuş, yerinde bir yığın elbise, sadece bir yığın eşya kalmıştı.

Ayakkabı ile mantonun sıkı sıkı örttüğü kısım arasın­daki mesafede çorap, havası boşalmış bir balon gibi biçi­mini kaybetmiş, pörsümüş, sönmüştü. Ve bu hal böyle dört, beş saniye, belki de bütün bir dakika devam etti, fakat ıstırap ve azabı içinde bu kısa fasıla Abdullah Efen­diye bütün bir ebediyet gibi göründü. Bu dakikayı haya­tından silmek için o neleri feda etmezdi! Hayreti içinde «korkunç, korkunç!» diye haykırdı.

Erkek bu acayip istihaleye alışmış olacaktı ki, hiç te­lâş göstermeden elini geriye çekti ve tekrar uzak bir mı­rıltıyı andıran sesiyle konuşmağa başladı. Ve o konuştuk­ça sandalyede yığılmış kalmış olan manto, elbiseler, ça­maşır yığını yavaş yavaş sanki içlerine kuvvetli ve mun­tazam bir şekilde hava verilmiş gibi şişerek şekillerini aldılar. Yüzünün yerinde görünen acayip ve kirli muşam­bada yavaş yavaş bütün bir hayatiyet ve çizgiler meyda­na çıktı ve bir iki dakika içinde genç kadın yine ayni gü­zel, zarif ve taze manzarasını aldı, ayni taze tebessümle gülmeğe başladı. Abdullah Efendi bütün şaşkınlığına rağ­men gözlerini onlardan ayırmıyor, dikkatle bu acayip oyu­nun tekrarlanmasını bekliyordu. Filhakika birkaç dakika sonra ayni hâdiseye tekrar şahit oldu. Tekrar kadın bü­tün hüviyetile kayboldu ve tekrar karşısındaki erkeğin sözleri, okşayışı altında bu hüviyet gözlerinin önünde dirilerek yavaş yavaş güzelliğinin bütün sihir ve cazibe­sini kazandı.

Abdullah kırkı çoktan geçmiş bir adamdı, çocuk de­ğildi. Hayatını hiç de boşuna geçirmemişti. Çok, pek çok şeyler, harpler, yangınlar, her cins ölüm, korkunç ve şifaşız ıstıraplar; hepsini görmüştü. Daha çocuk denecek kadar genç bir yaşta çıplak ve sefil bir evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle başbaşa geçirmişti. Fakat şimdi, gördüklerinin ve işittiklerinin hiçbiri ona, demin saade­tine imrendiği bu adamın mahkûm olduğu ıstırap kadar zalim ve acı gelmiyordu. Hiçbir sefalet, hiçbir hastalık, hiçbir işkence; sevdiği kadını her an yeni baştan kendi arzusunun ateşile, ve ilk kımıldanışta bir yığın kül olmak için, yaratmağa mecbur olan bu zavallının azabile kıyas edilemezdi. Gayriihtiyarî, kadim efsanenin bütün ebediyyet boyunca, cehennemde hep ayni kızgın kaya parçasını dik bir yokuşa ite kaka sürüp taşımağa mahkûm ettiği kahramanı düşündü, ve insan talihinin zalim imkânları karşısında ürpere ürpere bu manzarayı üstüste birkaç defa daha seyretti; sonra büyük bir irade gayretile bakışlarım o taraftan çekti.

Uzun zaman bir uçurum kenarında en tehlikeli adım­larla yürümüş bir adam gibi başı dönüyordu. Hiçbir za­man akim serhaddi dediğimiz bıçak sırtında bu kadaı' uzun uzadıya dolaşmamıştı. «Hep de bu işler bana tesa­düf eder.» diye talihinden şikâyet etti. En garip tarafı yavaş yavaş gördüğü şeylere alışması, onları tabiî telâkki etmesi idi. Ve şimdi bizzat bu alışmak kendisine gördüğü şeylerden daha dehşetli geliyordu. Ne diye bu gece bu adamların sözüne uymuş, bu mânâsız yere gelmişti?

Şüphesiz ki hakikatte bu gördüklerinin hiçbirisi vaki değildi; bütün bunları can sıkıntısından kendisi icat et­mişti. Uzun müddet bu düşüncelerle kendisini yordu, son­ra etrafında gördüğü şeylerin hakikatte vaki olup olma­dıklarını bir daha tetkik için yine o tarafa baktı: demin­ki çiftlerin ikisi de yoktu. Beyaz örtülü masalarla siyah hezaran iskemleleri, bomboş ve her gün binlerce defa seyrettiğimiz o alışık çehrelerde görünce âdeta sevindi.

Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için ha­yatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir insan, en yakını­mız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep ayni kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı. Eşyanın açık, dost, her zaman için güvenilir çehreleri!.. Fakat acaba gerçekten onlar değişmez miydi? Alkolün verdiği tenebbühle doludizgin işliyen kafası şim­di bu yeni yolda yürüyordu. Bir an kendine gelir gibi oldu. Ne boş yere yoruluyordu? Yazık değil miydi? Neden bunları düşünüyordu? Ah, kaçmak; uzaklara kaçmak, güheşli ve ağaçlı bir yolda bir ikindi saatinin tozları içinde tek başına yürümek istiyordu. Yavaş yavaş bu gecenin garip talihini sezmeğe başlamış ve ondan ürkmüş­tü. Bununla beraber ne rüyalarında, ne de bugün te­sadüf ettiği rakamlarda böyle bir akıbeti haber veren bir şey yoktu. Gelirken bindiği otomobilin numarasını hatır­ladı: 1873. Rakamları mutlak kıymetlerde tekrar topladı. Hepsi 19 ediyordu. 1+9=10. Sıfırı atıyordu. Elde kalan birdi; 1 onun çok iyi bir rakamıydı, evvelâ tekti ve sonra vahdetin ve vahdaniyetin rakamıydı.

Abdullahta tâ çocukluğundanberi bu rakam hastalığı vardı. Bu itiyad kafasını dünyanın en çabuk işliyen bir he­sap makinesi haline getirmişti. Bütün hayatı için tesadüf et­tiği rakamlar üzerinde ameliyeler yaparak hükümler çı­karır, kendi kendine saadetler vadeder veya felâketler düşünürdü. Bu sefer gelirken de böyle olmuştu. Otomo­bilin numarasındaki rakamları saymış, çocukça, fakat mu­fassal'bir ameliye ile bu rakamın esasını teşkil eden adedi bulmuş ve onda herhangi münasebetsiz bir tesadüfü ha­ber verecek bir şey bulamadığı için sevinmişti. Başını kaldırarak, tezgâhın arkasındaki rafta dizili içki şişeleri­ni saydı, hepsi kırk yedi idi. Rakam yine tekti. Başka bir zaman olsa onunla iktifa edebilirdi. Fakat nedense 4 ile 7 yi topladı. 11 çıkıyordu. «Bir, bir daha iki eder» çift... Fakat niçin toplamıştı? Keşke çıkarsaydı; o za­man işler daha düzgün gidecekti...

,1,

Birisi ona kadehini uzattı, Abdullah Efendi dalgın dalgın içini çekti, oh, ne iyi, arkadaşları onu kurtarmış­lardı; rakı hakikaten nefisti. Ağır ağır içti. Fakat neden gidemiyor, niçin burada mıhlanmış gibi duruyordu? Açık kapıdan yalnız bir parçasını gördüğü sokak, ona erişilmez bir cennet gibi görünüyordu. Bir kaçabilse... Fakat işte kaçamıyor, olduğu yerde gecenin tesadüflerinin birbirini kovalamasını bekliyordu. Hakikatte buradan nereye gide­bileceğini düşündü. Gittiği yer neresi olursa olsun, bütün bu gördüklerini beraberinde götürecek değil miydi? Unutmak lâzımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak... birdenbire «bir kadın olsa» diye düşündü. Şüphesiz'ki bir kadın, güzel bir kadın bütün bunları, hasta kafasının bu mânâsız vehim­lerini kendi çıplak ve anlayışlı, basit fakat tabiat kadar düzgün hakikatile unutturabilirdi. Ve Abdullah Efendi birdenbire arzunun tenine sıcak bir demir gibi yapıştığını, damarlarında ağır kokulu bir mevsim gibi dolaştığını his­setti; kolları acayip bir iştahla gerindi, kendini yalnız, yapayalnız buldu.. Bununla beraber nedense bu yalnızlık hissine rağmen bedbaht değildi. İçinde pek nadir duyduğu bir dalgalanma, bir nevi tarifi güç bir sevinç vardı.

Kendisi için yepyeni bir his olan bu sevinç içinde her şeyi mümkün görüyor, bütün hüviyetini esir kadar hafif buluyordu. Fakat en garibi, en alışılmazı nefsinde sezdiği şaşırtıcı kavrayış kudretiydi. Bu anda kendisini her şeyi anlar ve her şeyle anlaşabilir zannediyordu. Evet, iste­seydi şu yanıbaşmda duran çiçek saksısı ile dost olabilir ve üstünde oturduğu iskemle He uzun uzun konuşabilirdi. Bütün etrafile kendi arasında imkânsız denebilecek derece­de kuvvetli bir münasebet teşekkül etmişti. Sanki arayerr den bir yığın perde, mania kalkmıştı. Fakat bununla da kalmıyordu; bakışlarında mesafe hakkmdaki fikir ve itiyatlarını, mesafe ve ayniyet mantığını değiştiren istis­naî bir derinlik peydahlanmıştı. Ve bu derinlik sanki karşı karşıya konmuş iki ayna gibi bakışlarının takıldığı her

şeyi bir sonsuzluk içinde çoğaltıyordu. Şüphesiz bu husu­siyet yüzünden olacak, şimdi bizzat kendisini üç adım önünde görüyor ve her an tekrarladığı mütereddit hare­ketlerle ikizleşen hüviyetlerinden hangisinin asıl hakikisi olduğunu anlamağa çalışıyordu. •

Fakat bu hareketler ne kadar muttarit, çolpa ve aca­yip şeylerdi? Tıpkı suda, yahut daha koyu bir mayi için­de yürüyen bir adamın adımlarındaki ağırlığa benzer bir halleri vardı. Abdullah onları her tekrarlayışmda kendi­sini değişmiş, külçeleşmiş, çok paslı bir makine haline gelmiş zannediyordu. Birdenbire kafasına yeni bir tecrü­be fikri geldi. Henüz yeni görmeğe başladığı ikinci varlığı ile, bu üç adım ileride dikilen ve her hareketini laklit eden gölge ile, ve onun içinde düşünmek istedi: fakat bu epey­ce güçtü; bir hayali, bir galatı şuur ve idrâk sahibi yap­mak demekti. Daha iyisi buna yavaş yavaş alışmalıydı. Evvelâ bu hayalin gözlerile görmeğe, kulaklarile işitmeğe çalışması lâzımdı. «Hele ihsaslar bir kere orada işlemeğe başlasınlar, o zaman düşünce de gelir...» diyordu. Bu ga­rip proje ona bu fikri bulduktan sonra çok basit göründü. Tıpkı bir evden bir başka eve eşyayı ve itiyatlarımızı nak­letmek gibi bir şey... «Oh, kâinatı yepyeni bir cihazla id­râk etmek saadeti...»

Ve Abdullah Efendi yavaş fakat emin ve sabırlı bir çalışma ile kendini, daima üç adım ötesinde görmekte de­vam ettiği hayaline kendi tâbirile, tıpkı bir evden başka bir eve eşya ve itiyatlarımızı nakleder gibi, nakletmeğe başladı.

Arkadaşları seslendikleri zaman Abdullah Efendi kendisini bir kuyunun dibinde buldu; o kadar kâinatla alâkasını kesmiş, kendi kendisi yahut sadece iradesi ol­muştu. Onlar, hep bir ağızdan, onun sükûtuna kızıyorlar, bu somurtkanlığı mânâsız, budalaca ve kibirli buluyor­lardı.

«Haydi, diyorlardı, kendine gel, eğleneceğiz...» Ab­dullah Efendi birdenbire kuyusundan çıktı. Eğlenmek, ne güzel şeydi bu! Elbette eğleneceklerdi... Bu gece bunun için buraya toplanmışlardı. Hem o herkesten fazla eğle­necekti. Görülmiyen şeyleri gören, işitilmiyen şeyleri işi­ten ve bir hayalin, bir gölgenin içinde, yani bir tasavvu­run imkânlarındaki hudutsuzlukla kâinatı idrâk eden bir insan sıfatile eğlenecekti. «İçelim, dedi, içelim!» Ve tekrar meclis, daha geniş bir hürriyet içinde başladı. Bu sıcak yaz akşamında içki hakikaten güzel bir şeydi. Ve şimdi asıl hüviyetini üç adım arkasında görmeğe muvaffak olan. Abdullah Efendi büsbütün başka, imkânsız şekilde yeni bir tatla kadeh kadeh üstüne boşaltıyordu.

Neden sonra arkadaşları içkinin kifayet ettiğine ka­rar verdiler. Onların fikrince ruh, bu masa başında kâfi derecede tatmin edilmişti, şimdi tenin zevkleri baş­lamalıydı. Uzun boylu, iri yan, Beyoğlu âlemlerinin bü­tün sırrına vâkıf hovarda bir arkadaş, onları istedikleri gibi eğlendirebileceğini söylüyordu. Niçin gitmemeliydi? Aşk insanların, en tabiî ihtiyacı idi. Bu sıcak, ağır yaz ge­cesinde alkolün yalancı cennetinde arzuya uyanan bu in­sanlar hep birden kadın vücudunun güzelliğini düşünüp hatırladılar. Uzak ve tılsımlı bir bahçe, serin gölgelerinde her türlü yorgunluğun, gurbet ve acının dinleneceği, unutturucu hassalara malik sularından, ömrün bütün bi­çareliklerinin teselli ve mükâfat bulacağı ezelî bir bahçe onları davet ediyordu. Ancak tenin azdığı zamanlarda duyulan bir heyecanla hep birden yola çıktılar. Abdullah Efendi kapıdan çıkmadan' evvel oturduğu sandalyeye baktı: kendisine çokbenziyen bir gölgenin orada uyuduğu­nu gördü. Tecrübesinde muvaffak olmuştu. Yavaşça bir parmağını dudağına götürerek şaşıran garsona: «Aman uyandırmayın, sonra gelir alırım...» dedi.

İlk gittikleri evde Abdullah bütün kadınlan beğen­memişti; o daha müstesna bir güzellik istiyordu. Ömrü­nün bu garip saatine arkadaşlık edecek kadın hakikaten başka türlü olmalıydı. Tâ ki sonra hatırlamaktan lezzet alsın. O masa başında eski hâtıralarını, geçmiş zevklerini ballandıra ballandıra tekrarlıyan arkadaşlarına her za­man imrenmişti. Şimdi kendisinin de bu cinsten bir hâtı­rası olmasını, aradan zaman geçtikten sonra bir vaha de­ğilse bile, hiç olmazsa bir serap gibi düşünebileceği bir güzellikle başbaşa bir saat geçirmesini istiyordu. İhtiyar ev sahibi kadın bu müşkülpesent misafiri tatmin etmeğe hazırdı; ona istediği gibi birini bulacaktı; yalnız biraz beklemesi lâzımdı. Abdullah Efendiyi küçük bir odaya soktu ve kendisi tahta merdivenleri gıcırdata gıcırdata aşağıya indi. Abdullah Efendi aceleyle kapanan bir kapı­nın gürültüsünü işitti. Sonra yan odalardaki mırıltıların ancak bulandırabildiği yekpare ve renksiz bir sessizlikle başbaşa kaldı.

'Ne tuhaf geceydi bu; bir büyü, bir masal içinde başla­mıştı, şimdi bu yırtık çarşaflı kirli yatağın yarısından fazlasını kapladığı küçük ve mezar kadar dar odada biti­yordu. Bir kenarına ilişmek arzusile bu yatağa yaklaştı. Ömründe bu kadar kirli, sefil ve harap bir yatak görme­mişti. O kadar eski ve sefildi ki, âdeta bu sefalet onu canlı ve biçare bir mahlûk yapıyor, ona bir nevi beşerî talih veriyordu. Abdullah Efendi bu sefil odanın hakikatte bu yatağın mezarı, sırf onun için, onun ölçüsü üzerine yapıl­mış lâhdi olabileceğini düşündü ve bu acayip düşüncenin verdiği marazî hazzm içinde bu sefaletin teferruatını de­rin derin tatmağa koyulmak üzere idi ki, çok ihtiyar, paslı bir sesin kendisinden su istediğini işitti.

Ses asırlar içinden geliyor gibi boğuktu. Bununla be­raber onu çok yakından işitiyordu. Şaşkın şaşkın etrafını araştırmağa başladı. Fakat görünürde kimseler yoktu. Yavaş yavaş, bir vehme kapıldığına inanmak üzere iken ses tekrar başladı. Keskin bir Rum şivesile: «Vire, yuka­rıda bak, o zaman görezeksin beni... Hay sersem,hay...» ve bunu ürpertici bir kahkaha takip etti.

Abdullah başını kaldırdı ve tahta kurusu lekelerile çivi deliklerinin baştan başa kapladığı sefil duvarda ta­vana yakın asılmış bir zembilin içinden kendisine istihza ile, istihfafla bakan bir ihtiyar çehresi gördü. Bu en aşağı yüz elli, iki yüz yaşlarında bir erkekti. Abdullah Efendi bu kadar korkunç bir şekilde ihtiyarlamış bir başka çeh­reye hayatında rastlamamıştı. Ufalmış, bir el ayası kadar kalmış, buruşuk yüzünü seneler kemire kemire âdeta bir sünger yahut daha iyisi kuru ve çürük bir ceviz haline getirmişti.

Bu çehrede iki sönük çizgi haline girmiş gözlerden ve son derecede korkunç, iğrenç ve sinsi gülüşile en feci yara manzarası gösteren ağızdan başka canlı hiçbir şey yoktu. Tek bir diş, güldükçe bir yara gibi genişleyip büyü­yen bu ağzın ortasında sallanıyordu. Daha fazlasına ta­hammül edemiyen Abdullah ellerile yüzünü kapayıp kaç­mak istedi. Fakat ses bırakmıyordu:

— Ah, vire sen bilmezsin beni? Ben Eleniça’nm de­desi. ..

Bu ses, bu çehreden de eskiydi; o kadar ihtiyar ve mecalsizdi ki, âdeta ağızdan çıkar çıkmaz odanın sessiz­liği içinde çok eski, elle dokunmağa gelmiyen bir mumya gibi dağılıyor, bir yığın toz halinde yukarıdan aşağıya serpiliyordu. Fakat anlaşılmaz bir mucize ile Abdullah kendisine ulaşmadan evvel daha yarı yolda bir ölüm tozu haline gelen bu sesin söylediği şeyleri işitiyor ve anlı­yordu:

— Vire sen beni görmedin, ama ben gördüm seni. Ya­takta bakıyordum. Ah, vire kaymeni, bu yatak ki var, ben yaptı orada çok amur. Marika, Eleniça, Esimenya, Kalyopi, Artemisa; Bareşkevi... Çok yaptı amur.

Ve tek dişli ihtiyar bir yara gibi açılan ağzının bütün genişliğile gülüyor ve hatırlıyordu:

— Ah, genslik vire... Ne güzel günlerdi... Şimdi yatı­yorum bu zembil... Ama her gice bakıyorum buradan... Vire var sok müşteri yapıyor amur... Ama yok Marika, Kalyopi...

Ve Abdullah Efendi dörder dörder atladığı mer­divenlerden inerken ihtiyar hâlâ sayıyordu: «Marika, Eleni, Kalyopi, ah vire yaptı sok amur...» Ve bütün bu isimler, ihtiyar zamparanın sefil ve biçare zevk arkadarışları birbiri arkasınca sert, büyük kiremitler gibi Abdullahın başına düşüyor, onu sersemletiyordu. Kapının önünde arkadaşlarını buldu, hepsi muvaffakiyetlerini anlatıyordu.

Abdullah Efendi: «Unutmak, diyordu, yarabbim bu geceyi, bu sinsi ihtiyarı, onun yapışkan kahkahaların], bir mezardan gelir gibi ölümü beraberinde taşıyan sesini unutmak için ne yapmalı?» Hangi tılsım, hangi imkânsız kudret ona bugünü unutturabilir, ruhunu yarına bu gece­nin korkunç tecrübesinden temizlenmiş olarak çıkarabi­lirdi. Bir deli gibi kendi kendine sayıklıyordu: Marika, Eleni, Kalyopi, Artemiz...

Arkadaşları gülerek: «Hepsini mi?» diye sordular.

— Hayır, diye cevap veıdi. Hiçbirini.... Hiçbirini be­ğenmedim... Ve kaçmak istedi. Fakat yakaladılar. «O halde seni mutlaka başka bir yere götüreceğiz..» dediler. Başka bir yere gitmek.. Abdullah Efendi, demin küçük lokantada iken damarlarında tutuşan sıcak ürperişi yine duydu; ne garip şeydi bu... Arzunun bu kadar ısrarla ken­disine hâkim olduğunu bilmiyordu. Bütün uzviyeti ancak bir kadının huzurile tamamlanacak bir eksiklik içinde kavruluyordu. Evet, gitmeli, bir başka yere gitmeliydi!.. Bu gecenin münasebetsiz talihini muhakkak yenmek, tat­min edilen etin yorgunluğu içinde bütün bu kötü tesadüf­leri unutmak lâzımdı. Unutmak, bu ancak aşkla mümkün­dü: ömrün büyük ve serin pınarı, her tecrübeden bizi daha genç, daha diri, dünyaya henüz gelmiş gibi dinç ve rahat çıkaran oydu. Ve Abdullah Efendi dar sokakların karanlığı içinde, kendisine bu gecenin sefaletlerini unut­turacak kadın vücudunu, efsanevî bir kayık gibi, yaşadığı ânın karanlığına aydınlığı, huzuru ve aşkı taşıyacak olan narin mahlûku tahayyül ederek arkadaşlarını takip etti. Bütün bunları düşünürken, o sefil odada bile arzunun kendisini bir an bırakmamış olduğunu, biraz da hayretle hatırlıyordu.

İkinci ev, birincisinden büsbütün başkaydı; daha az sefildi, sonra kadınlar daha güzeldi. Onları bir kuyu tu­lumbası ile üzerinde bir dikiş makinesi bulunan küçük bir masanın kımıldanacak bir yer bırakmıyacak kadar doldurduğu küçük bir taşlığa aldılar.

Kendisini birdenbire yirmi yaş gençleşmiş bulan Ab­dullah Efendi hemen oracıkta iken kızlardan birini, uzun boylu, taze bir kadını seçiverdi. Kapıdan daha girer gir­mez, onun ölçülü ve ahenkli kalçalarının hareketle­rine, dolgun ve güzel kollarına hakikaten anlıyan bir göz­le bakmıştı. Ve şimdi perdeleri sıkı sıkı indirilmiş büyük­çe odanın mahremiyeti içinde beğendiği bu kadın, vadettiği bütün bazlarla kendisinin olacaktı. Abdullah Efendi içinde bu saadeti tadacağı odaya bir göz attı. Geniş, te­mizce bir yatak, duvarlardan birisini baştan başa kaplı­yordu. Yatağın karşısında sokağa bakan pencerelerin önünde alçak bir sedir vardı. Küçük bir çocuk orada uyu­yordu. Abdullah Efendi bunu pek münasebetsiz buldu. Muhakkak onu dışarıya çıkarmak lâzımdı. Kapının yanın­da, üstünde bir yığın ufak tefek bulunan fersiz aynalı eski bir konsol duruyordu. Karşı duvarda ise çoğu eski mecmualardan kesilmiş bir yığın resim asılıydı. Abdullah bunlardan yalnız bir tanesine, üzerinde sırma işlemeli tozlu bir peşkir gerilmiş olanına baktı. Bu, ortadan ayrıl­mış saçları her iki kaşının üstüne gözlerini örtecek gibi düşmüş, uzun yüzlü, dar alınlı, küt bıyıklı, genç bir adam­la yambaşmda bir manken ağırlığile duran beyaz gelinlik esvaplı şişman bir kadın resmi idi... Erkeğin belinde bir kuşak vardı. Çok hususî biçimli ceketinin altında üst düğmesi çözük mintanının yakasından gırtlak kemiği fırlı­yordu. Bütün halinden bundan yirmi, otuz sene evvel İstanbulda sık sık görülen külhanbeylerinden belki de bir lâtarnacı olduğu anlaşılıyordu. Abdullah Efendi, bir elini beline dolamış olduğu genç kadına yavaşça:

—■ Çocuğu başka yerde yatırmak kabil değil mi? di­ye sordu.

Kadın çok nazlı bir sesle ona cevap verdi:

— Ne lüzumu var, şekerim, mâsum varsın uyusun...

Arzunun bütün uzviyetinde bir iksir gibi dolaştığı, Abdullah Efendi, masumun orada olmasına istemiye istemiye razı oldu. Nihayet, küçük bir çocuktan ne çıkardı?.. Asıl mesele bu münasebetsiz geceyi bu kadınla beraber bitirmekti. Şimdi onu kendi ellerile, yavaş yavaş genç ve cins hayvan vücudunun bütün güzelliklerini seyrede ede soyacak, küçük bir lâmbanın yarım yamalak aydınlattığı bu odada omuzlarını, olgun ve taze göğsünü, çıplak kar­nını uzun uzun seyredecek, okşıyacak ve sonra bütün bu .güzellikler içinde zamanın ritmini kaybedecekti. Güç zaptettiği bir iştahla genç kadına yaklaştı. Kadın, içinde geçenleri hissediyormuş gibi onu hareketlerinde serbest bırakmış, sanki mev’ut ve müstakbel hazlarm arkasından kendisine gülüyordu.

Abdullah Efendi parmaklarında birdenbire bulduğu bir ustalıkla buna kendisi de pek şaşırmıştı onun ipekten ve tülden yapılmış elbiselerini teker teker çıka­rıyor, yavaş yavaş ve parça parça bu taze kadın vücudunu keşfediyor, daha doğrusu arzunun yaratıcılığının arttırdığı muhayyelesile onu yeni baştan yaratıyordu.

Bu humma içinde kahramanımız, yaşadığı gecenin kendisi için korkunç bir gece olduğunu, insafsız bir kade­rin yambaşmda yürüdüğünü ve her aydınlığı, her vuzuhu bir anda karartacak kadar bulanık nefesini zaman zaman alnına üflediğini unutmuş gibiydi. Sadece orada, küçük lokantada, masanın başında yapayalnız bıraktığı ilk var­lığının -Yarabbim, buna nasıl isim vermeliydi? asıl hü­viyetinin yanında bulunmadığına müteessirdi. Birdenbire şu anda duyduğu hazzı ona da geçirmek istedi, asıl ben­liği o idi ve o da payını almalıydı. Bu şüphesiz çok kısa bir iş olacaktı; gözlerini kapayıp düşünmesi kâfiydi.

Fakat genç kadının attığı keskin çığlık bu amelıyeyi yarıda bıraktı:

— Aman yarabbim, sağ göğsüm, sağ göğsüm yerinde yok, demin çıkarmıştım, takmayı unutmuşum. Kızların eline geçerse mahvolduğum gündür... Kimbilir belki de almışlardır bile... Ah, yarabbim, şimdi ben ne yapayım?..

Ve dövünen kadın, birdenbire kendine gelen Abdullah Efendinin şaşıran gözlerinden tek memeli sakat göğsünü saklıyarak kapıdan fırladı...

Başka bir zamanda bu takma göğüslü kadın Abdul­lah Efendiyi çıldırtmak için elbette kâfi gelebilirdi, fakat o bu geceyi öğrenmişti, ondan her şey beklenebilirdi.

Birdenbire içine düştüğü, kavranılmaz mantığının ağ­larına kendisini kaptırdığı bu gece kimbilir daha nelerle, ne tecrübelerle doluydu? Abdullah, gördüğünden ziyar­de göreceği şeylerin korkusu içinde bir köşeye büzülmüş, ne yapması lâzım geleceğini düşünürken hakikaten kork­tuğu başına geldi. Filhakika duvardaki resim birdenbire canlanmış, yeni evli karı koca delice bir raksa başlamış­lardı. Abdullah ilk önce buna inanmak istemedi, ellerile gözlerini oğuşturarak tekrar bakıyor, «artık bu kadarı ol­maz...» diye söyleniyordu. Fakat yazık ki gözleri onu aldatmamıştı. Gördüğü sadece hakikatti. Bu eski ve soluk fotoğrafın sâkinleri, bu lâtarnacı kıyafetli erkekle, yanıbaşmda bir manken cansızlığı içinde duran şişman kadın başındaki tül ve çelenkle dirilmişler, şimdi elele. yanyana dünyanın en acayip ve korkunç raksını yapıyorlar­dı Bu ne çocukken dinlediği masallarda şamdanların ışir ğından fırlıyan aşırı çengilerin raksı, ne de kitaplarda okuduğu ve esrarlı resimlerde seyrettiği iskeletlerin çılgın ve zalim, hayatla alay ederek ölümün zaferini teren­nüm eden oyununa benziyordu. Dümdüz, çok âdi bir şa­rabın tortusu gibi kaba, sadece sarhoş tenin ve kendisini henüz hakkile idrâk etmemiş, insiyaklardan öteye geçe­memiş iptidaî bir ruhun Ücalarile dolu bir rakıs, velhasıl hiçbir sırrı olmıyan, hiçbir büyük hakikatle birleşmiyen bir tepinmeydi.

Abdullah, büzüldüğü köşeden dişleri birbirine çar­pa çarpa onu seyrediyordu.

Sivri ökçelerinin üstünde külhanbeyinin attığı öl­çülü, kıvrak adımları, ânî ve sert dönüşlerini, şişman kadının erkeğine yetişmek için sarfettiği gayretle bera­ber, son derecede vazıh görüyordu. Her ikisinin de elin­de ziller vardı, her ikisi de nâralar atıyor, birbirlerine göz süzüyorlar, ve baş döndürücü bir hareket bolluğu içinde oynuyorlardı.

Erkeğin sağ eli ikide bir boğazına doğru yükseliyor, yerinden fırlamak, bir taraflara gitmek, ve belki de kay­bolmak istiyen gırtlak kemiğini eski yerine yerleştiriyor, sonra tekrar zillerini şıkırdatıyordu. İşin daha korkuncu, demin uyuyan küçük çocuk şimdi uyanmış, oturduğu se­dirden el çırpmağa başlamıştı. İkide bir küçük cüssesin­den hiç beklenmiyen dik bir sesle «Yaşa Köstü» diye bar ğirıyor, ve muttarit, muntazam, hiçbir ritmini naçırmıyan bir şekilde elini çırpıyordu ve muttasıl gülüyordu; hoyrat, kaba, bir çocuk ağzında insanın kanını donduracak şekilde tecrübeli bir gülüşle gülüyor ve o güldükçe oynıyanlarm keyfi artıyor, ziller daha şiddetli çalmıyor, karınları büyük bir maharet ve süratle bir usta tefzen elinde dönen bir tef gibi dönüyor, birbirlerine attıkları yan bakışlar daha iğrenç, yapışkan oluyordu. Abdullah şaşkınlığın ve korkunun son haddinde bu acayip manza­rayı uzun bir müddet seyretti. Hakikaten ne yapacağını bilmiyordu. Odanın kapısına kadar gitmek, onu açmak, o dar ve tahta merdiveni inmek, tekrar o tulumbalı taş­lıktan geçmek... Hayır, bunu yapamayacaktı, zaten artık kendisinde hiçbir şey yapmak için kuvvet bulamıyordu. Fakat birdenbire erkeğin göz süzüşlerile karşı karşıya gelince daha fazla tahammül edemiyeceğini anladı. Kaça­mak lâzımdı. Korku, şaşkınlık, bunlar, bu bakışların ver­diği tiksinme hissinin yanında manasız, gülünç şeylerdi. Bu odada biraz daha fazla beklemek delilikti. Fakat aca­ba kaçabilecek kadar kuvveti var mıydı?

Yavaş yavaş bacaklarının çözüldüğünü hissetti. Biraz daha dursa, oraya, hemen oracığa yıkılacaktı. Son bir gay­retle toparlandı, pencereye doğru atıldı, bir cam şakırtısı içinde kendisini sokakta buldu. Deli gibi koşuyordu.

— 5 —

Fakat tecrübe daha bitmemişti. Evin bulunduğu so­kağı ve daha birkaçını ayni hızla geçti. Sonra yavaşla­dı. Bir köşe başında durdu. Susamıştı. Bütün gırtlağı ya­nıyordu. Fakat buna ehemmiyet vermedi. Bu saatte kim­den su istiyebilirdi? Bütün evler uykuya kapanmıştı. Cer ketinin tersile alnındaki teri sildi. Hâlâ o sesi, o zil şakır­tısını işitiyor, yüksek ökçeli palikaryanın iğrenç ve cıvık tebessümünü, iç bulandıran göz süzüşlerini görüyordu. Daha fenası bütün bunları uzviyetinin bir tarafına ya­pışmış gibi beraberinde taşıdığını hissetmesindeydi. «Ebe­diyete kadar, ebediyete kadar benimle beraber gelecek­ler...» diye düşündü. Kendisini tahammül edilmiyecek kadar bedbaht hissetti; ne lânetli bir geceydi bu... Bit­mez, tükenmez tesadüflerinin garabetile imkânsız görü­nen böyle bir geceyi yaşamış olmayı kendisine affetmi­yor, talihine kızıyor, kendisini hakikaten deli ve zalim bir kudretin elinde esir zannediyordu. Sanki bir imdat arıyormuş gibi etrafına bakındı: sokak bomboştu; arkadaşlarmı da kaybetmişti. Fakat bu kendisine pek mühim, görünmedi: «Zaten yollarımız ayrılmıştı!» diye düşündü.

Fakat şimdi kendisi ne yapacaktı? En iyisi eve git­meliydi. Evet, ilk önce demin çıktıkları meyhaneye uğra­yıp orada masa başında bıraktığı hakikî varlığını bulacak ve beraberce eve dönecekti... Bu tenha ve tanımadığı so­kaklarda yolunu bulmak da epeyce güçtü. Fakat sokaklar niçin bu kadar tenha idi? Birdenbire Abdullah Efendi bunun, gecenin başmdanberi böyle olduğunu ve hiç kim­seye rastgelmediğini hatırladı. Yavaş yavaş ona, bu ten­halığın sebebi kendisi olduğu, kendisi için bu sokakların boşaltılmış olduğu zannı geliyordu. Ah, ne kötü geceydi, ne uğursuz tesadüflerin gecesiydi bu! bir kere ondan sıyrılabilseydi... «Güneş, yarabbim güneş!» diye bağırdı. Fa­kat hayır, hiçbir şafak belirtisi yoktu. Sessiz bütünlüğün­de gece bir talih kat’iyetile devam ediyordu.

Abdullah Efendi kötü aydınlanmış sokaklarda, kaldı­rım taşlarına çarpa çarpa yürüyor, yolunu arıyordu. Ni­hayet büyük, aydınlık caddeye çıktı. «İşte birkaç adım kaldı» diye kendi kendine söylendi: «Şimdi asıl hüviyeti­mi, kendi varlığımı bulur ve beraberce gideriz.». Fakat biraz evvel tenha bıraktıkları caddede garip bir kala­balık ve faaliyet vardı. Abdullah Efendi küçük bir dik­katle bunun bir yangını söndürmekle uğraşan itfaiye ol­duğunu anladı. Ayaklarının ucunda kalın hortumlar uzan­mıştı, büyük ve dev makineler horulduyorlardı. «Acaba neresi yanıyor?..» diye merak etti, ve birdenbire büyük, tamiri kabil olmıyan bir felâket ihtimalde titredi, oraya, kalabalığa doğru koşmağa başladı. Evet, yanılmamıştı; bi­raz evvel oturdukları, konuşup güldükleri lokanta yanı­yordu. Abdullah Efendi kızıl alevlerin ve dumanların kepenkler arasından ve çatıdan fışkırdığını görüyordu. «Ah, yarabbim, ne yapmalı, nasıl kendi kendimi kurtarmalı­yım?» diye ovunarak ileriye atıldı. Her ne pahasına olur­sa olsun içeriye girecek ve orada uyur bıraktığı gölgeyi

      .ili

götürecekti. Fakat yakasına yapışan sert bir el onu geriye fırlattı. «Deli misiniz? diyordu., nereye gidiyorsunuz?..» Bu, kalabalık bir seyirci kafilesinin önünde nöbet bekliyen ve kimsenin yangın yerine fazla yaklaşmasına müsa­ade etmiyen polis neferiydi. Abdullah Efendi ona yalvar­dı: «Bırakın beni gideyim, bırakın, orada benim olan, sar dece benim olan çok aziz bir şey, çok mühim bir şey var... Onu kurtarayım..» Fakat polis neferi onu itelemekte de­vam etti: «Hiçbir şeyi kurtaramazsınız, her şey bitti., ol­duğunuz yerde kalın...» Ve Abdullah Efendi gözleri yaş içinde, olduğu yerde kalıverdi. Filhakika müthiş bir ho­murtu içinde çöken duvarların arasından fırlıyan büyük, muazzam, devkâri bir alev sütunu her şeyin bittiğini açıkça gösteriyordu. Evet, her şey bitmiş, asıl hakikati ve büyük varlığı orada alevler içinde belki de kül olmuştu...

Alnından ölüm terleri fışkıran Abdullah Efendi oldu­ğu yere çöktü ve sahibinin ölümü için ağlıyan sadık bir köpek gibi orada kendi varlığının ölümüne ağladı. Artık hiçbir şey onu teselli edemezdi. Bu vücut, o kadar kahrını çekmiş olan bu vücut, orada alevler içinde bir kül yığını olmuştu ve bu kendi hatâsı yüzündendi... Onu nasıl ora­ya bırakıp gitmeğe razı olmuştu?..

Bir otomobil çığlığı onu yine kendine davet etti. Bu beyaz bir hastane arabasıydı. Abdullah Efendi hemen olduğu yerden sıçradı ve eski şiddeti azalmış olan alevle­rin arasından kollarında bir insan vücudunu taşıyarak çı­kan itfaiye neferine doğru atıldı. Bu kendi vücudu, eski vücudu idi! Abdullah Efendi onu ne kadar iyi tanıyordu! Büyük bir soğukkanlılıkla yanındakilere sordu: «Yaşıyor mu?» «Hayır» diye cevap verdiler. «Çıldırdınız mı? Yan­mış adam hiç yaşar mı?» Evet, hiç yaşar mıydı? Ve Ab­dullah bu garip gecede hiçbir adama nasip olmıyan, işi­tilmemiş bir şeyi yaptı. Kendi cenazesini taşıyan otomobi­lin arkasından, hiç yetişmek ümidi olmadan, bir deli gibi, bir büyük orman yangınından kaçan yaralı bir hayvan gibi koştu.

Onu, kendi vücudunu, hakikî benliğini hiç olmazsa bir daha görmek istiyordu, fakat bu imkânsızdı. Bir fırtı­na hızıyla uzaklaşan araba ile arasındaki mesafe her an daha çok açılıyordu. Nihayet araba bir köşeyi saparak gözden kayboldu ve her türlü gayretin beyhude olduğunu anlıyan Abdullah Efendi eskisi gibi ıssız bir sokakta tek başına kaldı.

— «Ah yarabbim, şimdi ben ne yapacağım? Ne yapa­cağım?» diye kendi kendine soruyor, ovuna ovuna bun­dan sonra, ne yapacağını, nereye gideceğini, nasıl yaşıyacağmı düşünüyordu.

Hakikaten vaziyeti çok vahimdi. Bu kaldırılan ceset kendisinindi. Sabah olur olmaz bütün şehir onun kaza, neticesi biryangmda öldüğünü işitecek, gazeteler yazacak, eşi dos­tu cenazesine geleceklerdi. Ölümünün münasebetsiz şekli bertaraf, -hem ne kadar münasebetsiz bir ölüm; bir mey­hanede sızarak ölmek! herkes kimbilir ne düşünecekti? Halbuki o yaşıyordu. Sırf kendi zekâsile ve istisnaî ruh kabiliyetile tedarik ettiği bir başka varlıkla yaşıyordu. Bütün dünya tarafından duyulacak ölümünün hayatile etrafı arasında açacağı uçurumu gayet vazıh görüyordu.

Bari bir an önce evine gitse ve ihtiyar anasına me­seleyi anlatsaydı.

Fakat onlara ne söyliyebilirdi? «Yarın sabah benim bir meyhanede yandığımı işiteceksiniz, sakın inanmayın ha! Ben yanmadım... O benim, birinci varlığımdı, asıl ha­yatımı ve ruhumu başka bir-yere nakletmiştim, tıpkı bir evden öbürüne eşyayı nakleder gibi...» Buna inanırlar mıydı? İnansalar bile...

Hayır, hu kabil değildi. Sonra kimbilir kara haberi kendinden evvel oraya varmıyacak mıydı? İşte tekrar, tanımadığı, bilmediği sokaklara dalmıştı. Yolunu kimden soracaktı? Bütün bu ıstırap içinde bir tek nokta ona hep­sinden garip geliyordu. Yarın isterse kendi cenaze mera­siminde bulunabilirdi. Oh, bu çok fakir, küçük bir mera­sim olacaktı; beş on dost, bir iki akraba... o kadar, fakat isterse bu küçük kalabalığın içine o da karışabilirdi ve en ehemmiyetlisi bu idi. Birdenbire kendisinin hakikaten büyük, efkârı umumiyeyi işgal edecek kadar büyük bir adam olmadığına müteessir oldu; etrafmdakilerin kendi hakkında neler düşündüğünü öğrenirdi. Bu hakikaten me­raklı ve garip, hattâ eğlenceli bir şey olurdu.

Bununla beraber, ne olursa olsun, bu merasimde bulu­nacaktı. «Belki de bir nutuk söylerim..» dedi. «Eğer beni tanımıyacaklarına emin olsam neden küçük bir nutuk söylemiyeyim?» Herkesin cenazesinde söyleniyordu ya. Hem bu nutuk dünyada söylenen cenaze nutuklarının en doğrusu,' en salâhiyetlisi olacaktı. Abdullahı dünyada Abdullahtan başka kim anlıyabilirdi? Hem bu biraz da lâzımdı. Küçücük, ortalıkta kayboluvermiş denecek kadar küçük hayatının etrafında o kadar çok ve mânâsız şeyler uydurulmuştu ki... Bir hayatı yalanlarından temizlemek, onu olduğu gibi, sadece kendi hakikati olarak ortaya koy­mak güzel şeydi. Şüphesiz, ilk önce bir meyhanede çıkan yangın esnasında yanıp ölmenin felâketi üzerinde dura­caktı. Herkes biliyordu ki o içkiden hoşlanmaz, böyle yer­lere pek nadir zamanlarda, sadece eşi dostu görmek için giderdi. Bunu vereceği nutukla adamakıllı belirtmeliydi; hattâ makul, büyük ve İnsanî bir sebep bile bulabilirdi, meselâ içkiye düşkün bir arkadaşa nasihat vermek için oraya gitmiş olabilirdi.

Bir merdivenin basamağına oturarak düşündü. Bunu söylemek biraz yalan olacaktı. Fakat, (tıpkı hocasından müsaade istiyen bir çocuk gibi parmağını uzatarak): «bir defa için... ve bu kadar zaruret karşısında...» Evet, bu ya­lan zarurî idi. Bunu kararlaştırdıktan sonra nutku tertibe başladı:

«Aziz dinleyicilerim; bugün hazin olduğu kadar va­kitsiz ölümüne hep beraber ağladığımız Abdullah, benim en yakın dostumda. Hayatımız hemen baştan aşağı hep beraber geçti. Aşağı yukarı ömrünün her ânına, en yakın noktasından şahit olmuş bulunuyorum. Sadık bir gölge ısrarile peşini kovaladığım bu hayatta insanları alâka­dar edecek büyük, fevkalâde vak’alar, muazzam zaferler, neticesi nesillere yadigâr kalacak tecrübeler yoktur. Doğ­rusu istenirse o küçük bir talihti, fakat bu küçük talih büyük bir ruha eklenmişti... Bilmem ki böyle bir tezadın ürpertmiyeceği bir düşünce var mıdır?..» Giriş fena de­ğildi. Bundan sonra kısaca hissiyatını anlatacak, merhu­mun iyi kalbinden, fedakâr ve vefalı oluşundan bahsede­cek ve şöyle devam edecekti: «O başka bir yıldızda doğ­muş kadar bu toprağın hesaplarına, zaruretlerine yaban­cı idi. Onun için çok defa biçare olurdu. Büyüğe ve istis­naiye karşı duyduğu aşk onun zâhiren çok sâkin görünen hayatını zehirlerdi. Kendi ördüğü ağın içinde boğulan bir örümcek gibi, bu tehlikeli ruh hâletinin hazırladığı vaziyet­ler içinde çırpınır dururdu. Talihi küçük bir vodvil mu­harririydi. Fakat o bu vodvili bir Sofokles veya Şekspir tiyatrosu imiş gibi ciddî ve muztarip yaşadı. Onun için hayatı dışarıdan gülünç ve iç tarafından büyük ve aza­metliydi. Bilmem farkına varıyor musunuz? Hepimizin seyrederken o kadar güldüğümüz ve eğlendiğimiz Seki­zinci veya cinsinden bir piyeste ciddiyetle rol almış bir Kral Oidipus veya Antigone, yahut Otello tasavvur edin... İşte zavallı Abdullahm hayatı... Fakat bu talihteki para­doks bu kadarla da kalmaz, daha ileri giderdi. Abdullah bu rolü farkına varmadan sonuna kadar böylece oyna­saydı, yine mesut olurdu; büyüklük arzusunu, tatmin edil­memiş azamet duygularını bir yığın küçük şeylerle do­yuran ve bu yüzden mesut olanlara hayatta ne kadar çok tesadüf ederiz. Şu karısını veya çocuğunu bir hiç için azarlıyan koca veya babanın yüzündeki ifadeye bakın: size derhal Çaldıran meydanında Yavuzu hatırlatmaz mı? Halbuki yaptığı iş ne kadar gülünç ve küçük. Pekâlâ göz yumabileceği bir hiçin üzerinde ısrar etmekten başka bir

şey değil, fakat gözlerinde yanan şimşeğe, dudaklarda titreyen hiddete ve yüzdeki heybete dikkat edin... Biraz sonra kendisinin de lüzumsuz bulacağı bu ifratı ne kadar ciddiyetle benimsemiş... Bütün hayat bu cins beyhude sarfedilen büyüklük hislerile dolu... Abdullahm felâketi, rolünü yaparken sık sık uyanmasında, etrafındaki şeniyetle en zalim ve müstehzi mânasında temasa gelmesindeydi. Onun içindir ki bütün hayatı yarım kalmış jestler­den, tamamiy etini bulmamış hareket başlangıçlarından ibaret kaldı. O bütün ömrünce büyülü bir eşiğin önünde adımlarını tecrübe etti, fakat her defasında, içinde vaktin­den evvel uyanan bir taraf onu bu eşiği atlamaktan, ile­riye geçmekten menetti. O bütün ömründe bir küçük te­reddüt ve şuur jestinin olduğu yerde dönmeğe mahkûm ettiği bir bostan dolabı oldu.»

Buraya kadar olan kısmını pek beğeniyordu. Acaba Servantes’ten ve Don Kişot’tan bahsetmeli miydi, ne lü­zumu vardı? Kısa kesmek daha iyi idi. Yalnız bir noktayı anlatması lâzımdı: «Bu mûdil ruh makinesinin en mühim tarafı istikrah hissiydi. Abdullah büyük bir mistikti. Al­lahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu. Fa­kat Abdullah, askı o kadar idealleştirm’işti ki, realitedeki manzarasına artık tahammül edemiyordu... O istikrah yılanının topuğundan ölesiye ısırdığı adamdı... İşte bu hayatın ikinci faciası...»

Bu kadar psikoloji yeterdi.

Hararetle son cümleleri hazırladı. Tepyekûn bakıla­cak olursa nutuk hoşa gidecek şekilde idi.

Bu nutku hazırlamak onu bir nevi rahata kavuştur­muştu.

Vaziyeti artık eskisi gibi görmüyordu. Zihninin bir nokta üstünde sarfettiği hummalı gayret âdeta onu teselli etmişti. Vakıâ eski benliğini kaybetmenin azabını içinde bir bıçak yarası gibi yine duyuyordu. Fakat bu da geçe­cekti; «elbette buna da alışırım, diyordu. İnsan nelere alış­maz ki...» Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl

.1....... ........................................................................... i.,...... il........ Uli

mucizesi bu alışmak değil miydi? «En sevdiğimiz mah­lûkları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz? Günlerce, ay­larca, senelerce görmemeğe, mutlak, kat’î bir gurbet İçin­de yaşamağa alışmıyor muyuz? Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim...» Fakat bu düşüncelerle geçirecek vakti yoktu. Olan olmuştu. Şimdi yapılacak şey bir an evvel eve yetişmekti, tekrar adım­larını sıklaştırdı. Yürüme ile koşma arasında sendeliye sendeliye karanlık sokaklara daldı...

— 6 —

Ufka ve manzaraya bir balkon gibi üstten bakan, güzel, temiz asfalt bir yoldaydı. Ayaklarının ucunda bütün bir semt kademe kademe dizilmiş evlerle denize doğru ini­yordu. Bu, küçük, avuç içi kadar dar bir deniz parçasıydı ve kapanık, yarı sisli gece saatinde nereden geldiği bilinmiyen donuk parıltısile denizden ziyade mayi halinde bir mâdenle doldurulmuş bir havuzu, birkaç mavna ve gemi direğinin arasından, tabiî bir parmaklık arkasından seyrediliyormuş hissini veren büyükçe bir havuzu andırıyordu.

Abdullah Efendi gecenin sükûneti içinde bu manza­rayı doya doya seyretti. Yavaş yavaş o da sükûnet bul­muştu. Yüzüne ve ellerine çarpan serinlik sanki onu be­raberinde taşıdığı çok zararlı ve tehlikeli bir şeyden ağır ağır, fakat emniyetle boşaltıyordu. Kendisini gittikçe iyi­leşir bulmanın verdiği hafiflik içinde tekrar, bütün bu olan biten şeyleri, sinirlerinin geçici bir oyunu addetmeğe bile başladı. «Evet, diyordu,, evet, belli ki bunlar, içkinin ve sinir bozukluğunun verdiği bir vehimdi. Artık geçti. Şimdi herkes gibi ben de kendimi geceye, bütün etrafın içinde yüzdüğü bu sakin uykuya emanet edebilirim!» Fa­kat hakikaten etraf uyuyor muydu? Abdullah Efendi, bu­radan uzaklaşmadan evvel en yükseği kendi hizasına ka­dar çıkan ve, sonra kat kat ayaklarının ucunda, tâ aşağı­daki deniz parçasının kenarında bir yığın gölge halinde

kaybolmk için derinleşen evlere bir kere daha baktı ve gördüğü şeye şaştı.

Uykunun dinlendirici sularına gömülmüş zannettiği bu evlerin hepsi aydınlıktı ve üstelik yarı inik ve şeffaf iyice seçtiği koyu renklerine ve kaim nesiçlerine rağmen şeffaf perdelerinin altında bütün bir hareket bolluğu çal­kanıyordu. Hayır, bu evlerde Abdullah Efendinin tahay­yül ettiği sükûnetten eser yoktu. İçlerinde bulunanlar alışılmış bir yatağın, maddeye istihalesi yarıda kalmış bir vücuda verdiği o derin hazzı, Abdullah Efendiye göre büyük ağaçların kendilerini günün meselâ bir şafak ve­ya akşam vakti gibiistisnaî bir saati içinde idrâk etme­lerinden duyabilecekleri saadete benziyen hazzı, tatmak­tan çok uzaktılar.

Abdullah Efendi bunun böyle olmasına çok hayret etti ve demir korkuluğa dayanarak şaşkın şaşkın, gece­nin bu saatinde kendisi gibi uyanık duran bu evlere bakmağa başladı.

Şimdi yeni baştan biraz evvelki nüfuz ve derinliğini kazanan bakışları bu evlerin içindeki acayip ve esrarlı hareketlerin mânasını, ritmini yakalıyordu. Eşyayı dalgın uykusundan uyandıran, çizgi ve şekillerini değiştiren, on­lara âdeta görülmedik bir hayat ve ifade veren o acayip büyü yine başlamıştı. Ne kadar sefil evlerdi bunlar... Hepsi harap, biçare şeylerdi... Kiminin ahşap duvarla­rından tahtalar fırlamıştı, kiminin kiremitleri kırıktı ve hepsinin içinde sefil yataklar, yırtık yorganlar, büyük bir yıkıntının enkazını andıran mobilya parçalan vardı. Çiy, garip bir aydınlık âdeta onları içinden aydınlatıyor, çok müşahhas ve zalim bir macera sahibi yapıyordu.

Hemen hepsinde siyah, ateş gözlü, son derece zayıf kediler, uzun ve sert kıllı boyunlarile eşyanın etrafında bir vicdan azabı gibi halkalanmış köpekler, tünedikleri köşe­lerden geceyi uğursuzlukla dolduran insan bakışlı kuşlar vardı.

En korkuncu bütün bu şeylerin karmakarışık, nizam­sız, altalta, üstüste olmalarıydı. Deştiler içinden horozlar ötüyor, perdelerde acayip asmalar, birbirine kenetlenmiş sarmaşıklar ve diğer nebatlar canlanıyor, konsolların üs­tünde, raflarda meçhul ve iptidaî bir dinin fetişlerine benziyen hayvanlar acayip jestlerle dinleniyorlardı.

Abdullah Efendi kendi kendinden yine korkmağa başlamıştı. Yuvarlanmak üzere olduğu uçurumun kena­rında tuttuğu son çalı veya sivri taş parçasının da ağır­laşan parmaklarının arasından kaymakta olduğunu hisse­den bir kazazedenin ümitsizliğile etrafına bakındı. Hakikî ve her günkü çehresile görüp tanıyabileceği bir şeyler aradı: heyhat! her şey değişik ve yabancıydı; etrafında muvazenesi sarsılmış akimın tutunabileceği hiçbir şey yoktu. Tekrar önünde açılan o büyük boşluğa düşecekti! Bunu iyiden iyiye anladı. Bu gece bilinmez bir talihin mahkûmuydu, görmesine imkân olmıyan şeyleri görecek, işitilmesine imkân olmıyan şeyleri işitecekti ve şimdi bunları yanlarındaymış gibi görüp işitiyordu ve işittiği şeyler, gördüğü şeylerden daha korkunçtu. Bu hayvani bir homurtuya istihale ederken yarı yolda donup kalmış bin­lerce kesik insan sesinin, âhenksiz, şefkatsiz, fakat uzvi­yet kadar sıcak tufanı idi ve bu çok canlı, bir yara kadar ürperişlerle dolu sıcak, âdeta kan renginde homurtuya, şeytanî bir orkestrayı andıran garip ve madenî bir ses, eşyanın şikâyetinden başka bir şey olmıyan bir diğer ses daha iştirak etmekteydi.

Abdullah Efendi, uykusunun içinde kendisini ölesiye tazip eden bir kâbuslu rüyadan uyanmak için gayret sarfeden bir adam gibi silkinip kaçmak istedi. Fakat bu ses­ten, insan ruhu dediğimiz vahşi ormanın derinliğinden gelen bu yabanî, ebediyen mel’un ve hayvanî sesten kur­tulup kaçmağa imkân var mıydı?

Birdenbire gördüğü şeyle olduğu yerde mıhlandı. Karşı evlerden birinin en üst katındaki pencerelerinden biri açılmış, çıplak, kan içinde bir kadın vücudunu üç er­kek sokağa fırlatıyordu. Bu bembeyaz ve kanlı vücut yeşilimtrak bir ışığın taştığı pencereden kanlı bir lokma gibi karanlığın ağzına atılmıştı. Keskin hıçkırıklar ve çığlık­larla bu vücudun kaldırım taşlarına düşmesi ve orada ezilmesi hakikaten müthiş olacaktı. Abdullah Efendi hiç olmazsa bu sesi işitmemek için kulaklarını tıkamak isti­yordu.

Abdullah Efendi bundan sonra daha ileride ihtiyar bir papazın, bir ahretliğin parçalanmış vücudunu bir tor­baya doldurarak sırtladığını, biraz ötede genç bir kadının âşıkmın kesik başını bir yıldız gibi boşluğa fırlatarak ya­tağının üzerinde katıla katıla ağladığını, beri tarafta ih­tiyar bir cadının son derecede uzun, boğum boğum parmaklarile genç bir çocuğun kalbini yerinden kopardığını görüyordu. Çocuğun yüzü sapsarıydı ve terli alnına saç­ları yapışmıştı. Bununla beraber küçük ve memnun kah­kahalarla gülüyordu ve Abdullah Efendi bu acayip gülü­şün kendi teninde zalim bir yara gibi gittikçe kanadığını hissediyordu.

Fakat bununla bitmiyor, hayal gittikçe büyüyor, ge­nişliyor, emsali ancak bazı ortaçağ kabartmalarında veya şimal ressamlarının tablolarında görülen, hayalî, zalim ve çılgınca bir mahşer halini alıyordu. Karşısında yepyeni bir insanlık, tıpkı bazı anatomi levhalarında olduğu gibi derisi soyulmuş, sadece hakikatlerinden biri olarak kal­mış bir insanlık vardı ve bu insanlık vücut ve uzvî çizgi­lerin hiçbiri değişmeden bir tahavvüle uğramış, içten ve kadîm bir kadere tâbi olarak sanki tashih edilmişti; ve Ab­dullah Efendi, yeni peyda ettiği bir mantıkla bu değişme­yi tabiî buluyor, bunun hakikatte böyle olması lâzım gel­diğini düşünüyor, bununla beraber bu gördüğü şeylerin çılgın ve imkânsız hakikatinden korkuyordu.

Şüphesiz ki onlar İnsanî şekilden büsbütün çıkma­mışlardı. Bu baş ve onun omuz üzerinde duruşu hep ayni idi. Sade bazı kısımlar gerilemiş, bazıları ilerlemiş, alın arkaya doğru kaçarak ve burun hafif yassılaşarak hayvanî şekle daha yaklaşmışlardı. Bütün bu başları taşıyan boyunlarda acayip bir kalınlaşma, kendi kendisini, görülme­miş bir şekilde hodbin ve tatmini gaye edinmiş bir idrâk vardı. Fakat değişikliklerin en şaşırtıcısı, uzviyetin belden aşağı doğru çöküşündeydi; bu bir nevi tortulanmağa ben­ziyordu. Bu değişikliği etraftaki hayvanlar bile hisset­miş olacaklardı ki, kimi birdarafa sinmiş, şaşkın gözlerile cehennemi bir alevin aydınlattığı bu karınlara bakıyor, kimisi de acı acı haykırıyordu. Bütün bu kalabalık, değiş­miş, hüviyetini kaybetmiş vücutların doymaz iştahlarile birbirlerile birleşiyor, birbirlerine kenetleniyor, halkalamyor, birbiri içinde kayboluyor, birbirinden doğuyor, elle tutulacak kadar kesif bir homurtu içinde ölüp diriliyor­lardı. ’ Hangi münkariz ve kanlı Roma, son günlerini eğ­lendirmek için bu sarhoş tenlerin ziyafetini hazırlamış, yahut hangi talih Abdullah Efendinin karşısına birden­bire bu Sardanapal cümbüşünü çıkartmıştı? Artık insan denen şey kaybolmuş, yerini birbirine kenetlenmiş, bir­birine geçmiş mütesaviyen sarhoş uzuvların sar’ası al­mıştı. Sanki bir şeytan, kötü bir ruh bütün eşyayı, bütün mevcutları hep birden zaptetmiş, onların ağızlarile gülü­yor, onların uzuvlarile doymak bilmiyen iştahını tatmin ediyordu. Filhakika bu hareket, bu sar’a eşyada da ayni surette mevcuttu.

Abdullah demin yanlarından kaçtığı biçareleri bu ka­labalıkta iyice seçiyordu: işte ilk evin ihtiyarı zembilin içinde takma göğüslü kadınla beraberdi. Bir parça ileri­de duvarda resimlerini gördüğü karı koca bu sefer çıplak olarak ayni baş döndürücü raksı yapıyorlardı. İnsan başlı büyükçe bir asma ikide bir ayaklarına takılıyor, onları düşürüyor ve lâtarnacı kıyafetli adamın gırtlağile kes­kin bir ağız kavgasına girişiyordu. İkinci evden kaçtığı andanberi görmediği arkadaşları da buradaydılar ve deli­ce eğleniyorlardı. Abdullah bu kalabalık arasında biraz evvel ölümüne ağladığı, nutuklar hazırladığı birinci varlığının da yanmış uzuvlarını sarsıla" topallıya sürükliyerek, hengâmeye iştirâk ettiğini gördü.

İçini müthiş bir hiddet kapladı: «Ah müraî, ah mürai... Demek böyle ha... Böyle ha... Demek sen beni al­datır ve buralarda eğlenirsin ha..» diyerek başını sallıyor, yumruklarını sıkıyordu. Ve o, hayal, ölü, sanki hiçbir şey yokmuş gibi gülüyor ve lokantada ağzının ayrı, bacakla­rının ayrı konuştuğunu gördüğü kadınla sevişiyordu. Şim­di onu farketmişler gibi bütün bu kalabalık ona bakıyor, onu davet ederek gülüyorlardı. Küçük bir horoz bir ka­vanozun içinden çatlak sesile öterek kanatlarını şakırda­tıyor ve arada bir «Gelsene, gelsene Abdullah, Abdullahçık, gel..» diye onu çağırıyordu. «Gel, diyordu, gel; burada ne güzel eğleniyoruz, ne güzel...» ve sonra ötüyor, müte­madiyen ötüyordu ve bu ötüş, Abdullahın o kadar sevdiği sabah saatlerinin müjdecisi olan, şafağı, kavsi kuzah sarısı notlarında taşıyan öbür horoz ötüşlerinden çok fariliydi. Bu bir büyü gecesinin, hayvani insiyakı doludizgin ser­best bırakan, eşyayı arzunun cehenneminde birleştiren bir gecenin sesiydi, ve bu ses dalga dalga, kıpkızıl bir şe­rit gibi uzanıyor, alev halkaları içine tesadüf ettiği her şeyi ölesiye hapsediyordu.

— 7 —

Abdullah yine gitmeğe hazırlandı. Buradan da kaç­ması lâzım geliyordu. Bunlar görmemesi, işitmemesi icap eden şeylerdi. Tekrar başını omuzlarının arasına soktu ve koşmağa başladı. Nerelerden geçti, kimleri gördü? bu­rasını sonraları ve hiçbir zaman hatırlıyamadı. Sadece koştuğunu biliyordu.

Nihayet kendisini bir meydanda buldu; küçük bir hayrat çeşmenin başındaydı. Biraz nefes aldı. Yüzünü yı­kadı ve mermer taşa oturarak dinlenmeğe çalıştı. Artık düşünmüyordu, düşünmek lüzumsuzdu. Bu geceyi oldu­ğu gibi kabul etmişti. Bir tesadüf, bir talih onu bu gece alelade fânilerin yaşadığı zamanın hudutları dışına çı­karmıştı; başka türlü bir zamanı yaşıyordu; buna itiraz etmek gülünçtü. O sadece bunun bitmesini temenni etme­liydi. «Kimbilir belki güneş doğunca bu işkence de bi­ter.» diyordu. Birdenbire bütün bu gördüğü şeylerin sa­dece kendi kafasının mahsulleri olması ihtimalini düşün­dü. Bu kadar çirkin ve galiz bir dünya, ancak bozulmuş bir düşüncede idrâk edilebilirdi. Ya bizzat kendi düşünce­sinin, sakat ve zalim bir fikri sabitin mahsulü ise... Bir an için, bu korkunç kalabalığı, bu çıldırtıcı tesadüfleri ve onların mantık dışı sürüsünü kendi kafasında bütün ömrünce taşımış olmayı düşündü. Bu ihtimal, hepsinden müthişti. «Ah bir sabah olsa, bu uğursuz gece, hayal, ha­kikat, kendinden gelen her şeyi beraberinde alıp götürse, ben yine iki ile ikinin dört ettiği dünyada kendimi bul­sam...»

Abdullah. Efendi birdenbire akima gelen bu kaziye­den fevkalâde memnun oldu. Şimdi hayatında o kadar çok inanmış olduğu rakamları bir kat daha seviyordu. İki ile ikinin dört ettiğini bilmek mühim bir tecrübe, bir nevi mihekti. Fakat o birdenbire bu miyarın da doğruluğundan şüpheye düştü. «Hakikaten dört mü eder acaba? dedi, ya ikilerden herhangi biri kesirli ise...» Öyle ya, herhangi bir rakam kesirli olabilirdi, şu halde bu ikilerden birisinin behemehal bir kesri olacaktı. Fakat hangisinin? Abdullah Efendi bir müddet düşündükten sonra bunun ilk «iki» olacağına karar vererek biraz sâkinleşti. Çünkü ikinci «iki» nin bizzat kendisi olduğunu biliyordu. Evet, ikinci iki kendisiydi. Vakıâ bunu şimdiye kadar hiç düşünme­mişti. Fakat bundan ne çıkardı? Mademki şu anda bili­yordu, mesele yoktu. Şimdi bizzat bu kesrin kıymetini tâyin etmek lâzımdı. Abdullah Efendi uzun uzadıya dü­şündükten sonra bunu tek başına halledemiyeceğini kes­tirdi. Etrafında bu mühim müşkülü soracağı bir adam aradı. Fakat kimsecikler yoktu.

Bu vaziyet karşısında ilk önce yarın sabahı bekleme­nin münasip olacağına karar vermek istedi. Fakat sonra meselenin kendisi için ehemmiyetini düşünerek bundan vazgeçti; akıl muvazenesinin yerinde olup olmadığını an­lamak için kendisine biricik çare görünen bu kesir mese­lesinin muhakkak çözülmesi lâzımdı. Ve yavaş yavaş his­sediyordu ki bizzat kendisinin tamam bir rakam olarak kalması da buna bağlıdır.

«Tam bir rakam olmak, tam bir rakam... Ah, ne sa­adet yarabbi!» diyordu. O bütün ömrünce bunun için ça­lışmış, hüviyeti üstünde hiçbir matematik ameliyesinin yapılmasına razı olmamıştı. Bununla beraber şimdi tam bir rakamın mevcudiyetinden de şüpheleniyordu. «Her rakam taksim edilebilir!» diyordu ve mademki kendisi «iki» idi. O halde onun da taksime razı olması lâzım ge­lirdi.. Bu mülâhazaların içinden tükettiği, her türlü adedî tamamiyet ümitlerini yıkıp mahvettiği Abdullah Efendi, birdenbire kendisini son derecede küçülmüş, daha doğrusu ufalanmış ve dağılmış buldu. Tıpkı çerçevesi içinde tuz buz olmuş bir aynada akseden bir vücut gibi namütenahi zerrelere ayrılmıştı. Bunu idrâk etmekten o kadar zavallı ve biçare idi ki artık burada, herkesin gözü önünde bulu­nan bu meydanda kalıp bekleyemezdi. Muhakkak bir yer­de, gizli bir tarafta saklanması lâzımdı.

Bu azap ve utanma içinde bunalan Abdullah Efendi bütün muhtemel ve mümkün kesirlerini toplıyarak bü­yük bir zahmetle yerinden kalktı. En küçüğünün bile kay­bolmasına razı değildi. Yavaş ve ihtiyatlı adımlarla hiç­birini düşürmemeğe dikkat ederek yürüyordu. Vakıa ol­dukça zor bir işti; fakat bir gece için buna katlanması lâ­zımdı. Fakat talih kendisine hiç yardım etmiyor, ikide bir sendeliyerek düşüyor ve sonra karanlıkta uzun uzadıya dağılan kesirlerini arıyor, çamur ve tozlarından siliyordu. Ah ne güç işti bu... Şöyle bir siper alacağı bir yer bulsaydı. Nihayet uzakta köşe başında seçtiği bir kapı ara­lığına doğru yürüdü.

 

Niyeti kapının eşiğine oturup beklemekti. Fakat ora­ya gelince, miknatısla çekilmiş bir yığın demir tozu gibi bütün kesirlerinin içeriye girdiğini ve orada tekrar top­landığım hissetti.

— 8 —

Ev ıssızdı. Ne yapacağını bilmiyen Abdullah efendi olduğu yerde bir müddet durarak etrafı dinledi. Sonra ya­vaş yavaş, en ufaık bir sesin, bir saat tıkırtısının veya mâ­nâsız bir tahta gıcırtısının dahi bölmediği boğucu, düm­düz sessizlik içinde, bu boş evi gölgeden adımlarla dolaş­mağa başladı. Etrafındaki sessizlik o kadar mutlak idi ki ayak seslerinin onu bozmasından korkuyordu.

Bu insanı dinlendiren, sinirlere yumuşak bir yastığa başın gömülmesi gibi sükûn ve rahat getiren, zamanın akışım tembel bir rüya içinde teker teker sayan o munis bakışlı, yaz bahçesi kokulu sessizliklerden değildi. Onda, daha ziyade büyük ve âlemşümul bir varlığın istirahatine benziyen, hattâ daha iyisi, insana büyük ve âlem­şümul bir boşluk duygusunu veren bir hal vardı. Bu boş­luğu herhangi bir hareket veya sesle doldurmak Abdullaha çok tehlikeli bir tecrübe gibi geliyordu; bu gergin zemberek bir defa kırılsa ortaya kimbilir neler, ne kor­kunç ifritler, ne zalim manzaralar çıkardı. Bununla be­raber olduğu yerde durmaktan da korkuyordu. Biraz kal­sa bütün vücudunu ve düşüncesini görünmiyen bir takım eller yakahyacaklar, bir zindan rütubetinde ıslanmış çok esıki birtakım şeritler, çürümüş zaman renkli bezlere sarıp mumyalıyacaklar sanıyordu.

Dört yanı bir uçurum gibi olan bu sessizliğin insana böyle bir vehim vermesi de gayet tabiî idi. Çünkü ölüm düşüncesinin kendisi bile buna benzer bir kâbus, her hangi bir değişme, bir hareket, bir ârıza fikrinden bu ka­dar uzak, hayatı bir çırpıda ilga ediveren böyle bir boş­luk hayalini doğuramazdı. Sanki zaman volkanından fışkırmış küllerin kapladığı bir diyarda idi; sanki süreklilik dediğimiz, yıldızlardan örülmüş zincir birdenbire kop­muş, kuyruğunu yeyip kendi kendinden doğan büyük ve ebedî yılan, ayaklarının ucuna cansız ve upuzun yıkıl­mıştı. Abdullah sanki bu ölüye basmamak ister gibi dik­katle, yavaş yavaş, âdeta çok koyu, çok karanlık bir ma■ yide yüzer gibi yürüyordu. «Nolur, nolur, diyordu, bu zi­firi karanlık bir tarafından delinse, güneş, ay, yıldız ışığı> ecinni gözü, her ne olursa olsun biraz ışık gelse, tanıdı­ğım, tanımadığım bir şeyler görsem...»

Birdenbire bu karanlığı arkasında bıraktığı geniş ve aydınlık hayatın hâtıralarile doldurmak istedi. Mevsim­leri, tanıdığı çehreleri, saatlerin şimdi kendisine güzel ve sokulgan periler gibi görünen yüzlerini hatırlamağa ça­lıştı. Kokulu rneyva bahçelerini, tanıdığı pınar başlarını teker teker saydı. Sararmış tarlalar, sabah saatlerinde büyük, kuvvetli öküzlerin sağlam bacaklarını yere dayiyarak, ıslak ve siyah burunlarından soluya soluya çekip götürdükleri arabalar; yavrusunu emziren inekler; zalim kış rüzgârlarının soyduğu ağaç üzerinde kül rengi man­zarayı bekliyen siyah karga sürüleri; saçı yaz ve deniz kokan ceylân bakışlı arzular; soğuk mehtapta sevişen geyikler; beyaz aydınlıktan, sedef uğultudan baygın düş­müş yaz sabahları; sevgilisini okşıyan âşık; parasını sa­yan hasis; .ölüsünü gömmekten dönen ihtiyar; hepsi hepsi i      gözlerinin önünden karmakarışık geçti. Fakat nafile. Bu taş kadar katı karanlık her hayali siliyordu. Onun hüküm sürdüğü yerde bir şey hatırlamak, bir şeye bağlanmak imkânsızdı.

Hiç bir tılsım, onu yumuşatamazdı. Bütün hayaller, içinde en ufak bir zembereği kımıldatmadan, bir kayanın  üzerinden aşan dalgalar gibi beyhude ve kendisine yabancı akıp gittiler.

Bununla beraber o yürüdükçe bu karanlık yavaş ya­vaş, bir bardaktaki mahlûlün bulanması gibi, acayip bir şekilde kendi içinden aydınlanıyordu. Fakat bu garip bir aydınlıktı. Âdeta bir tortulanmaya benziyordu. Birkaç basamaklı küçük bir merdivenden çıktı. Hiç düşünme­den, birbiri ardınca birkaç odadan geçti. Kendisile bera­ber. yürüyen, âdeta beraberinde taşıdığı zannmı doğuran bir aydınlık sayesinde bu odaları iyice görebiliyordu. Bu kadar garip şekilde girdiği bu evde sanki kendisine yabancı hiçbir şey yoktu. Eşya, duvar, pencere, her şeyi tanıyordu. Hepsi kendi hayatından bir parça idiler, fakat o hepsine karşı kayıtsızdı. Hiç kıymet vermediği taklit bir eşyayı parmakları arasında biraz da istihfafla evirip çeviren bir adam halile bütün ömrünün arasından geçi­yordu. Yalnız bir şey düşünüyordu: hangi büyü ile bu odalardaki hava onun için böyle olduğu gibi kalmıştı? Kim, hangi kuvvet onu kendi ömrünün, kendi kaderinin serabına böyle birdenbire üflemişti? Şimdi bütün evde, tılsımlı bir mağarada bir aksi şada bakiyesini dinliyor­muş gibi kendi benliğinin geçmiş merhalelerini buluyor­du. Deminki mutlak boşluğun yerini delice bir mahşer almıştı.

Ne garip odalardı bunlar... Hepsinin duvarlarında o içeriye ayak atar tamaz cilâlanmış gümüş parıltısı bir­denbire sanki bir beddua veya bir tılsımla bulanan bü­yük, geniş ayr.alar vardı. Birtakım insanlar, ömrünün macerasında oynadıkları rolün hakikî yüzüyle bu ayna­larda görünüyorlar, sonra tekrar kayboluyorlardı. Zavallı Abdullah efendi, onları bir vakıflar ne kadar ciddiye al­mıştı. Kimi sadece bir hokkabaz, kimi sadece bir büdala, kimi düpedüz bir yalancı, kimi ayaklarının ucunda yal­taklanan bir köpek, kimi ağzında etinden kopardığı kanlı bir lokma ile karnını doyurmağa çalışan bir kurt yavrusu idi. Hemen hepsi yüksek bir sanat haline getirilmiş, zu­lüm, riya ve yalandan yapılmış gibiydiler. Hepsinin ka­ranlık yüzlerinde, kin ve hased mel’un yıldızlar gibi par­lıyordu; hepsinin yüzünü düzgünlü bir soytarı gülümse­yişi iğrenç bir yara gibi ikiye bölüyordu.

Bu manzara Abdullah için pek yeni bir şey değildi. Çoğunu biliyordu. Kimini kendi etinde, kendi kanında tecrübe etmişti. Kimisini tahmin ediyordu. Fakat bu aca­yip gecede, bu ıssız evde o kadar mutlak bir boşluktan sonra, zembereği kırılmış bir eski saat gibi, bu aynaların birdenbire bu kadar çıplak ve zalim hakikati birbiri ar­dınca ortaya atmasına tahammül edemiyordu. Onlar te­ker teker, kendi hayatından parçalayıp kopardıkları ga­nimetlerle, gülerek, eğlenerek, ağlayıp sızlıyarak, tek ayak üstünde sıçrıya zıplıya, iğrenç dudaklarından sal­yalar akıtarak, gerdan kırarak, tıpkı bir atlı karıncanın birdenbire canlanıvermiş sakat hayvan sürüsü gibi önün­den geçtikçe Abdullah çıldırıyordu. Hakikatte bu hepsinden korkunçtu. «Bir ömür bitebilir, diyordu. İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cife ola­bilir. Fakat yalansız yaşıyamaz. Ölüm bile arkasında da­yanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı...» Fakat hayır, bu gece en çıplak, en zalim hakikatlerin gecesiydi. Abdullah her şeyi görecek, her şeyi anlıyacaktı. «Yarın, nasıl tekrar insanların ara­sına girebilirim. Nasıl onlara tahammül ederim, nasıl el­lerini sıkar, gülmeden, ağlamadan, tiksinmeden yüzlerine bakarım...» Bu düşüncelerle son odayı da geçti ve ken­disini daha tabiî şekilde aydınlanmış bir başka sofada buldu.

Çok yorgundu ve demindenberi duymadığı bir susuz­luk içinde kavruluyordu. «Bir bardak su bulabilsem...» diye düşündü. Burası demin geçtiği odalara benzemiyor­du. Ne eşyasını zihninden tanıyor, ne ışığını yadırgıyor­du. O kadar tabiî bir şekilde her gün yaşadığımız yerlere benziyordu ki, penceresinden bakacak olsa, karşı ev sı­ralarını, yolu falan göreceğini sanıyordu. «Burası bas­bayağı bildiğimiz gibi bir ev... Bir eşik atlamakla insan yirmi, otuz sene geriye, ileriye gitmiyor. Galiba kurtul­dum. Şimdi biraz su bulabilsem. Bana bir parça su vere­cek birini görsem... Fakat nereden geldiniz? Siz kimsi­niz? diye sorarlarsa.. Sonra yine kendi içinden cevap ve­riyordu: «Bütün gece böyle bir şey sormadılar. Bu gece­nin memleketinde bu cinsten şeyler sorulmuyor...»

Kendisini son derece hafif ve rahat buluyordu. Tıp­kı her günkü Abdullah gibiydi: «Bir bardak su içer, sonra çekilir giderim. Zaten sabah da olmak üzere. Artık eve falan uğramam, doğru kaleme...» Fakat ne kadar susuzdu. Bütün boğazı ve vücudu yanıyordu. Abdullah bu susuzluğun tesiri altında, bütün vücudunu, kızgın öğle güneşinde kavrulan bir ağaç gibi, dal dal, yaprak yaprak, örgü örgü, hücre hücre tutuşmuş sanıyordu. «Bir bardak soğuk su olsa...» Ve boğazından bu suyun aydınlık ve se­rin geçişini, bütün uzviyetine ağır ve mahmul bir yaz öğlesinin sonunda yağmurun boşanması gibi tasavvur ediyordu. Ölmüş, yaşıyan bütün bir kâinat, gece yarısı büyük su seslerine doğru bir çölden koşan hayvan sürü­leri gibi orada, kurumuş gırtlağında toplanmış, bir dam­la suyun serin şifasını bekliyorlardı ve Abdullah bu su­suzluğun tesiri altında büzülmüş damarlarını bir nevi karışık köklü Tuba ağacı gibi görüyordu.

Birdenbire kulağına açık kalmış bir musluk sesi, bir su şırıltısı geldi. İlerledi, bir kapıyı açtı; bir başka oda­ya girdi. Hiç bir yere bakmadan ortadaki masanın üstün­de kenarları buğulanmış sürahiye doğru koştu. Koyu lâ­civert örtülü masanın üstünde billûr sürahi, imkânsız de­recede koyu kadife bir arşın ortasında bir güneş gibi par­lıyordu. Büyük bir sevinçle sürahiyi yakaladı ve boşal­tacak bir bardak aramak için etrafına bakındı. Fakat gör­düğü şeyle tüyleri diken diken, olduğu yerde kadı.

Doğrusu istenirse bu gördüğü hiç de fevkalâde bir şey değildi. Küçük, yedi, sekiz yaşlarında bir çocuk bir köşeden, dehşetten açılmış büyük gözlerle ona bakıyor­du. Bu gözler o kadar büyüktü, ve içlerinde o cinsten bir korku vardı ki onları bir kere görenin bir daha unutma­sı kabil değildi. Abdullah sordu: «Noldunuz, neyiniz var?» Çocuk cevap verdi: «Hiç, suyuma dokundunuz da...» Sonra yavaşça ona yaklaştı. Sürahiyi elinden aldı. Masanın üstüne koydu. Elile Abdullahı sanki oradan uzaklaştırmak ister gibi itelemeğe başladı. Hem ellerinin yetiştiği kadar onu göğsünden itiyor, hem titrek, ağlayışll bir sesle: «İçmeyin, bu sudan içmeyin...» diye yalvarı­yordu: «Biliyorum, çok susuzsunuz; bütün gece susuz kal­dınız, uzak yollar dolaştınız. Başınızdan çok şeyler geçti... Fakat bu sudan içmeyin... O benimdir, ben onunla oy­nuyorum. Böyle, işte bu sürahide onu seyrederim... Siz de seyredin, rengine bakın... O zaman sadece bu suyu de­ğil, öbür oyuncaklarımı da size gösteririm, içmek için de­ğil ki bu...»

Ve hasta çocuk, yakasına asıldığı Abdullah Efendiyi bu sefer zorla tekrar büyük sürahinin başına çekiyor: «Bak, bak, ne güzel... Yandan ne renkler yapıyor, nasıl parlıyor, şuradan bak bir Zuhal akşamı gibi... Benim ol­ması bir talih değil mi?..» diye seviniyordu.

Abdullah efendi bu sudan içmemeğe çoktan razı ol­muştu, fakat hasta onu bir türlü bırakmıyor, bir gölge gibi peşine takılıyor, bir azap gibi yakasına asılıyor ve muttasıl, muttasıl yalvarıyordu: «İçmezsin, içmezsin değil mi? Söyle hatırım için... Oh, ne olur, içmeyin, içmeyin...» Abdullah efendi bu cinsten bir hastayı görmemişti. Sa­dece bu ses, bu zayıf, şımarık, fakat kalbin ve sinirlerin yo­lunu bulan, bir merhalede insanın bir tarafile derhal an­laşan bu ses onu çıldırtıyordu. Artık susuzluğu geçmişti, Şimdi sadece kaçmak istiyordu. Kaçmak... Değil bu kü­çük sürahi dolusu suyu, bütün pınarları, bütün çeşmeleri, bütün denizleri ona bağışlıyaibilirdi. Elverir ki kendisini tekrar dışarda, bu evin dışında bulsun, ayaklarının al­tında üzerine basacak beş on metre toprak bulunsun, ve o kaçsın. Bu yalvarma onu çıldırtıyordu. Fakat gidemi­yor, kurtulamıyor ve onu dinliyordu:

«— Bilir misin ki benim güzel bardaklarım da var, hepsi ayrı bir yıldızın cevherinden yedi kadehim var, ben bu sürahiyi zaman zaman bu kadehlere boşaltırım,

birinden ötekine... Fakat hiç içmem...

Sonra birdenbire kızmış gibi haykırıverdi:

«— Ne diye karşıma çıktınız, ne diye bunu içmek is­tediniz?..»

Birdenbire çılgın, son haddine gelmiş bir hastalık nö­beti içinde:

«Biliyorum, siz bu sudan içeceksiniz... Biliyorum ki içeceksiniz, fakat içirtmiyeceğim...» diye olduğu yerde tepiniyor, Abdullah onu teskin etmek için yaklaştığı sırada billûr sürahiyi büyük, ürpertici bir cam şakırtısı içinde geniş bir pencereden aşağıya fırlattı. Abdullah «biçare budala...» diye onu azarlamak istedi, fakat hiç bir kelime söylemedi, sadece pencereye koştu, sokağa Baktı. Fakat kirli bir sabahın aydınlattığı yolda ne billûr sürahi parçası, ne de küçük su birikintisi vardı. Sadece son derece muztarip ve yorgun halli bir adamın ağır adımlarla köşeyi döndüğünü gördü. Ona öyle geldi ki bu kendisi, yani Abdullah efendi idi.

GEÇMİŞ ZAMAN ELBİSELERİ

O perşembe gününü sabahtan akşama kadar yatakta okuyarak geçirmiştim. Birkaç Avrupa magazini, o zaman gazetelerden birinin tefrika ettiği yerli bir roman ve öğ­leden sonra da Hofmann’ın Şövalye Gluck’ü bütün günümü doldurmuştu. Yattığım yerden Ankara kalesinin sert profilinde günün ve saatin değişen manzaralarım seyrede ede ve üstüste içilen bir iki paket cigara ile sekiz on kahve arasında geçen bu cinsten tatil günleri benim hayatımda pek çoktur. Böyle günlerde, esas hızını tem­bellikten alan dünya işlerini anlamak hırsı, bana birbiri ardınca beş, altı memleket havalisini birden okuturdu. Sonra, serinlik basınca dostlarla aziz dünyamız hakkında konuşmağa çıkardım. Bununla beraber, bu se­ferki tembelliğim sadece kendimi yatağın ve düşünmeden okumanın lezzetlerine gelişigüzel kaptırmış olmaktan gel­miyordu. İşin içinde bir nevi ihtiyat tedbiri de vardı. Bir gece evvel Tabarin’de Keti ile sözleşmiştim. Bu Alman kızı ile gece saat iki buçukta buluşacak, beraberce Etlik’e gidecektik. Tabiatimi ve biraz da talihimi bildiğim için bu. uzak birleşme saatine kadar kendimi bilhassa her za­man başıma gelen münasebetsiz tesadüflerden korumak istiyordum. Çünkü benim hayatımda, bütün iradesizler­de olduğu gibi, tesadüflerin korkunç bir rolü vardır.

Onun içindir ki hattâ yemeği bile odamda yiyecek ve her türlü can sıkıcı tesadüften uzak, Keti’yi bulacağım ve onunla bir arabaya atlıyacağım saate kadar tek başı­ma orada bekliyecektim. Kendi kendime:

— Keti, diyordum, Keti bu akşam benim olacak,.. Ve onun her türlü yıldız parıltısından yapılmış acayip ' bir sanem gibi yatağımın içinde çıplak, hazza güleceği ânı düşünerek sevincimden çıldırıyordum. Keti’nin büyük mavi gözleri, altın sarısı uzun saçları, sarışın bir rengi ve çok ölçülü, küçük artist hayatına rağmen çok bakir kalmış bir vücudu vardı. Ve Keti, yaradılışın kendisine cömertçe verdiği bu dört unsurla her duruşunu, her mâ­nâsız hareketini emsalsiz bir güzellik yapmasını biliyor­du. Yüzü bir güneş saati kadar temiz, yumuşak ve insa­na yakındı. Fakat o kirpiklerinin ve dudaklarının küçük bir oyunile bu sevimli oyuncaktan her istediği zaman bi­zim âlemimize uzak, kendi durgun havasında âdeta tek başına yaşıyan bir âbide yapabilirdi.

Böyle anlarında, dar tül elbisesi içinde tıpkı cam âkvaryomunda dolaşan bir balık kadar çıplak ve hayâsız vücudile sizi en zayıf ve kaba tarafınızdan yakalamağa çalışan bu alelâde kadın birdenbire mânasını değiştirir, unutulmuş fakat irsiyetin kimbilir nasıl esrarlı bir ka.hühile korkusu ve büyüsü hâlâ içimizde en kuvvetli in­siyak halinde yaşıyan bir ilk cetler dininin yabancı, hoy­rat ve çok dişi tanrısı olurdu. Ben onu asıl bu zamanların­da beğenir ve severdim. Ve istiyordum ki bu gece, o, kol­larımın arasında yine bu uzak ve yabancı tanrı sırrile ya­şasın. Ve bu ümitle bütün bu uykusuz geceyi dolduracak ürpermeleri şimdiden etimde duyuyordum.

—Evet, diyordum,; evet, bu gece Keti benim olacak.. Tanımadığım bir otel odasında onun çıplak vücudu ay­dınlığın. ve gençliğin biricik pınarı gibi parıldıyacak... Ve ben bütün geceyi bu pınarın başında, ondan içtikçe artan bir susuzluk içinde geçireceğim.

Bir taraftan da talihin böyle bir iyiliğine güvenmemezlik içinde, bu müstesna gecenin acaba hangi takvim­de işaret edildiğini kendi kendime soruyordum.

Şüphesiz ki çoktandır görmediğim genç bir arkada­şım birdenbire gelip beni Keçiörende bir bağ eğlencesine götürmeğe kalkmasaydı bütün bu düşündüklerim ola­caktı.

Burada arkadaşımdan bahsetmiyeceğim. O zamanki Ankaramn bu çok tanılan delikanlısının bu hikâyedeki rolü böyle bir teşebbüsü lüzumsuz kılacak kadar azdır. O, sadece bu geceyi idare eden tesadüflerin emrinde idi. Ve vazifesini o kadar iyi yaptı ki, eğlentiden bir çeyrek saat sonra bütün kararlarıma rağmen Keçiören yoluna düzülmüştüm.

Tabiî ilk Önce reddettim, hastalığımı söyledim, son­ra hakikî vaziyeti anlattım; fakat hiçbiri kâr etmedi. Her şeyden sarfınazar, arkadaşım yeni aldığı otomobile ilk önce benimle binmezse bunu bayıra yormıyacağını söy­ledi. Sonunda «haydi hayırlısı» diyerek arabaya bindik.

Yol hakikaten güzeldi. Ankarada ar aşıra tesadüf edi­len gurupsuz akşamlardandı. Böyle akşamlarda güneş, hiçbir mizansen yapmadan, çok olgun bir meyva gibi bir­denbire ufkun arkasına düşüverir; o anda ufuk kan sarısı ile karışık şişe dibi yeşili bir renk alır. Sonra yavaş ya­vaş o da kaybolur, şeffaf bir gece ile başbaşa kalırsınız.

Yolda hep Keti’yi düşünüyordum. İçimde arkadaşı­mın verdiği teminata rağmen bu biricik fırsatı kaçıraca­ğım korkusu vardı. Hakikat şu idi ki, ne irademe, ne de talihime güveniyordum; muttasıl kendi kendime; «Ne ka­dar uysal adamım, yarabbim, ne kadar uysal adamım..» diye çıkışıyordum. Ve karanlık bastıkça bu vesvese bir ıstırap, işin mahiyeti ile âdeta nisbetsiz denecek kadar hakikî bir azap halini alıyordu. Bütün bu içten alışveriş arasında bana otomobilinin harikulade meziyetlerini sa­yan dostumu hemen hemen hiç dinliyemedim. Kendimi yalnız sanıyor ve talihin arabasında doludizgin gidiyor­dum.

Bağa geldiğimiz zaman davetlileri orada, dışarıda, kapının önünde bizi bekler bulduk. Hepsi galeyan halin­deydiler. Bununla beraber ev sahibi mazeretlerimizi:

54        /Y' GEÇMİŞ ZAMAN ELBİSELERİ

8

’• ' — Neyse, yine o kadar insafsız değilmişsiniz, bizi fazla bekletmediniz, diye kesti.

Bunun, dostumu müşkül vaziyette bırakmamaktan ziyade oyun zamanını geciktirmemek için alınmış bir ted­bîr, bir nevi tabiye olduğunu biraz sonra, sofrada anla­dım. Filhakika bu müthiş kumarbaz, âdeta elinden gelse bir an evvel yemeğini bitirip sofradan kalkan davetliye bir mükâfat bile vâdedecekti. Mütemadiyen sabırsızlanı­yor, hırçınlaşıyor, sofra hizmetini görenlere çıkışıyor, acelesinden önündeki tabakları âdeta olduğu gibi gönde­riyordu. Bütün bu telâşı karısının nasıl karşılıyaeağını bilmediğim için ilk önce bir aile sahnesine şahit olacağı­mızdan korktum. Fakat sonra bu kadının, talihini bir ke­rede kabul eden insanlardan olduğunu anladım. O, koca­sının bütün hırçınlıklarını sadece sakin bir tebessümle karşılıyordu ve biz bu tebessümün şefkatinde, hiç aldır­madan yemeğimizi yiyorduk. Cenup Anadolu yemekleri­nin kendilerine has çeşnisi hepimizi birden sarivermişti. Anadolu dağlarının yetiştirdiği hiçbir ot yoktu ki bu ye­meklere konmuş olmasın. Onun için sade kokusunda bile bütün bir dağ ve memleket havası, bütün bir seyahat duygusu vardı. Fakat bizi asıl şaşırtan, ev sahibimize bir dostunun kimbilir nereden gönderdiği gül rakısı idi. Ben bu kadar nefis bir içki hayatımda hatırlamıyorum. Bütün bir bahar, bir ilâh kanı kadar sıcak ve bayıltıcı koku ve lezzetile gırtlağımızı > yaka yaka içimize boşanıyordu. Evet, bu rakı değildi, bu Hafızdan bir gazel, yahut Anakreon’dan bir manzume gibiydi.

Yemek, ev sahibinin sabırsızlığına rağmen, çok neşeli geçti ve epeyce uzadı. Sofradan kalktığımız zaman hepi-' üiiz sallanıyorduk. Gül rakısı hiç şaka götürmüyor; üçün­cü. kadehten itibaren bir tabanca sesi gibi kuru ve serttir.

Oyunda ilk önce şansım iyi gitti. Bu benim için dai­ma fena alâmettir. Başlangıçta kazandığım oyunlardan hep zararlı çıkmışimdır. İlk kazançları diğerleri takip etti, birbiri arkasınca birkaç el birden kazandım, bu mu­vaffakiyetin ve belki de, onun bende doğurduğu korku­nun verdiği bir kendimden geçişle masanın muvazenesini bozacak bir şiddetle oynamağa başladım.

Bununla beraber içimde en küçük bir kazanmak ar­zusu yoktu; kabul edeceklerini bilsem cebimdekilerin ya­rısını boşaltıp gitmeğe razıydım. Fakat buna rağmen blöf­ler yapıyor, açmazlar kuruyor, oyunu yükseltiyor ve mü­temadiyen kazanıyordum. Kafama bilmem nasıl takılmış olan çok kesirli bir rakamı kendime bir nevi uğur yap­mıştım. Artırmaları derhal ona veya iki misline çıkartı­yor, kazandığım parayı bir makine süratile derhal hesap­lıyor, ona olan nisbetini buluyor, kesirlerini tamamlamak üzere büyük bir hüzün ve dikkatle bir tarafa ayırıyor­dum.    ' r '

Etrafımda hemen hemen hiç kimseyi görmüyor gi­biydim. Sanki kafamın içinde tek bir noktaya çekilmiş ve oradan, küçük, karanlık çukurunun içinden antenleri­ni uzatan bir böcek gibi zaman zaman ellerimi uzatıyor ve yakalıyabildiğim avla geri dönüyordum. İşte tam bu sıralarda nasıl içten bir itişle oldu, bilmiyorum bir­denbire başımı kaldırdım ve karşımda, bir elile oyuncu­lardan 'birinin iskemlesine dayanmış, ayakta duran bir kızın bana dikkatle baktığını gördüm. Bu hakikaten kor­kunç bir darbe oldu. Bu bakıştaki karışık hissi nasıl, nasıl anlatmalı? Şüphesiz ki beni bir deli ve yahut tamamüe düşmüş bir adam, bir sefil sanıyordu. Bu genç kızın kim olduğunu biliyordum, sofrada beraber olmamıza rağmen ona hiç dikkat etmemiştim, güzel veya çirkin olduğu hak­kında hâlâ bir fikrim yoktur; bildiğim bir şey varsa bütün bir oda dolusu insan arasında yalnız o, gecenin dikkate değer tarafını bulmuş, kafasının kuyusuna gömülmüş za­vallı bir otomatın trajedisini farketmişti.

tik hareketim, boğucu bir nefretle her şeyi önümden itmek ve fırlayıp gitmek arzusile yapılmış bir hareketti. Yazık ki benim yaratılışımda olanlar ilk hareketlerini

hiçbir zaman tamamlıyamazlar, bu sefer de öyle oldu. Evet, bu beyhude bir gösteriş olacak. Üstelik etrafımdakileri de kıracaktı; ister istemez oyuna devam etmeğe, fakat ayni zamanda soğukkanlılığımı da kontrol etmeğe karar verdim.

Kendi kendime:

— Zaten, diyordum, oyun bitmek üzere... Ne kaldı ki...

Birdenbire saate bakmak ihtiyacını duydum: on iki­ye yirmi vardı. Ve işte o zaman Keti’yi düşündüm. Geniş mavi gözlü, levent boylu Keti, uzun kirpikleri ve dişleri­nin kamaştırıcı tebessümile gözlerimin önüne geldi, daha iyisi küçük başını serzenişle bana sallıyor gibiydi. İlk kayıplarım onu masanın üzerine çıkarmak için nuhayyelemin yaptığı gayretler arasında oldu. Fakat .emelime nail oldum; o masanın üzerinde idi ve ajurlu raks kun­durasının uzun topuklarile önümdeki banknot ve fiş yığı­nına basarak biricik İngilizce şarkısını söylüyordu. İkinci gayretim Keti’nin ayakları ucuna yığmağa muvaffak ol­duğum bu önümdeki banknot yığınını çoğaltmak için sarfedildi. O zamanlar intihar eden bir İskandinavyalI milr yarderin kaybettiği serveti bu bağ evindeki oyun masa­sına yığabilmek için epeyce zahmet çektim; fakat tam muvaffak olduğum zaman ikinci bir el daha ödedim, bu­nu diğerleri takip etti; verdikçe deminki kazancımın bü­yüklüğünü anlıyordum.

Bununla beraber ilk oturuşu bitirdiğimiz zaman yine epeyce kârım vardı. Saat yarımdı. Ben, yazık ki artık devam edemiyeceğimi, mühim bir sözüm olduğunu, der­hal gitmeğe mecbur olduğumu söyledim. Etrafımdakiler ilk önce buna inanmadılar, fakat hakikaten gitmeğe ha­zırlandığımı görünce bütün çehreler değişti. Ufacık kâ­rım önüme bir set gibi atıldı:

— Nasıl olur? diyorlardı, nasıl olur, bu kadar kârdan sonra gitmeğe kalkmak...

Deminki o nazik ve mültefit maskeler birdenbire düşmüş, yerini asıl yaratılışın iğrenç çizgileri almıştı. Şimdi artık dost ve ahbap yoktu, sadece zarara sokulmuş insanlar vardı, evvelâ ümitlerinde aldatmış, sonra da pa­ralarını almış olduğum insanlar... Ve bütün bu insanlar, kendi kuvvetlerine ve haklarına güvenmeleri nisbetinde sükûnete doğru giden bir hiddet içinde benden kalmamı istiyorlardı. Yerime bırakmak için dostumu aradım, «ara­banın sahibi geldi, kavga ede ede gittiler..» cevabını al­dım. Tam bir felâket içindeydim, şimdi bana hakikî bir zindan gibi görünen bu odada geceyi geçirmeğe mahkûm. dum. İşin fenası, masadan kalkarken önümde toplanan parayı böyle bir neticeyi ummadığım için cüzdanıma yerleştirmiş bulunuyordum. Bu sebeple, hemen hepsi kaybını birkaç misline çıkarmış olan bütün bu insanlara paralarını geri vermek imkânım yoktu. Bir an bütün cebimdekileri, ne var, ne yoksa masanın üstüne atıp hürri­yetimi satın almak aklıma geldi, fakat oldukça ağır bir hakaretin altında bu son çareyi de unuttum.

Filhakika o zamana kadar hemen hiç konuşmıyan ' genç bir adam, benim hâlâ kararımda ısrar ettiğimi gö­rünce yüzüme dik dik bakarak:

— Tevekkeli tanımadığınız, bilmediğiniz adamlarla işe girmeyin derler, dedi.

Bu kırpık bıyıklı, sıska bir gençti. Halinden güzel gi­yinmek iddiasında olduğu anlaşılıyordu.. İlk işim tokat­lamak için üzerine doğru yürümek oldu. Fakat demin oyun oynarken bana merhamet ve istihfafla bakan genç kızın araya girişi beni bundan menetti:

—Aman ağabey, çıldırdın mı, ne diye üzüyorsun ken­dini... Zaten onun ne olduğu oyunundan belliydi...

Biraz evvel masa başında yakaladığım acayip bakışın mânası anlaşılıyordu.

Ketimin yüzü biraz daha gözlerimin önünden geçti, fakat bu sefer her ümide vedâ içindi:

— Pekâlâ., pekâlâ, oturuyor ve oynuyorum, fakat bilmiş olunuz ki...

Bir sevinç gürültüsünde cümlemin son tarafı kaybol­du. Dost tebessümler derhal belirdi, ev sahibi istirahatimi temin için bana odanın en rahatsız koltuğunu ikram etti, gül rakısı tekrar masayı dolaştı ve. oyuna başladık.

Tabiî bu ikinci oyunun benim için nasıl biteceği kolaylıkla tahmin edilebilirdi. Zihnimden Keti’ye hazin vedâlar yaparak kaybediyordum. Merhametli genç kız yine karşımda idi ve gözlerini üzerime dikmiş, ısrarlı bh' büyü veya ispiritizme vaziyetinde, hiçbir hareketimi göz­den kaçırmıyordu. İtiraf etmeli ki, bu hain ısrar hiç de neticesiz kalmadı, tabiî şekilde kendi oyunumu oymyacak yerde açıkça sıska delikanlı ile meşgul oluyor, onuvurmağa çalışıyordum. Saat biri yirmi geçe bu manasız gayretin ilk mey vasim topladım: genç adam bütün parasını vermiş, saatinin üzerine oynuyordu. Genç kıza baktım: yüzü zeytin yeşili bir renk almış, gözlerinin için­de kırmızı bir çizgi peydahlanmıştı. Bana bakarken du­dakları yalvarır gibi titriyordu. Hatırıma David Copperfleld’deki Mister Hep’in annesi geldi; hayır, bu kızcağız kardeşinden daha mütevazı idi. Hiç sıkılmadan güldüm. Saat bir buçukta esmer, kırpık bıyıklı delikanlının saa­tine koyduğu kıymetin gittikçe ehemmiyet kazanan iza­fîliği masa arkadaşlarımızın, dikkatini çekmeğe başladı ve biraz sonra genç adam, «Sende hiç para yok mu?» di­ye kardeşine sormağa mecbur oldu. Hayır, kardeşinde para yoktu. Oyunu bırakmış, iki 'kardeşi seyrediyordum. Ömrümde bu kadar düştüğümü hissetmemiştim. Sakla­mağa hiç lüzum görmediğim bir memnuniyetle ağır ağır cüzdanımı çıkardım, kendisine borç verdim ve ödemeğe mecbur olmadığını da ilâve ettim. Bundan beş on dakika sonra idi ki ben, son liramı da kaybetmiştim, ayağa kalk­tım ve boş cüzdanımı:

— Artık bana müsaade edeceğinizi sanıyorum.

Diye gözlerinin önünde silkerek evden fırladım.

Plânım basitti, akşam üstü gelirken evden yüz elli, iki yüz adım uzakta, köşe başında bir polis kulübesi gör­müştüm, oradan telefon edip Ankaradan bir araba çağırtaeaktım, ondan sonrası kolaydı.

Bütün bunları düşünerek, kapının önünde ve bu yaz ..gecesinin yıldızları altında, bana onların vâdedici gözlerile baktığını zannettiğim Keti’ye geniş bir buse gönder­dim ve polis kulübesine doğru koşmağa başladım.

Heyhat, bu gecenin azabı henüz bitmemiş; tesadüf­lerin ihanetinden daha kurtulamamıştım. Uzun bir müd­det koştuktan sonra biraz nefes almak için durduğum ..yerde, yolu şaşırdığımı anladım, geriye dönmek istedim, geçtiğim yerleri tanımıyordum, müthiş bir şüphe içinde, sağa sola koşuyordum.

Hakikaten bu müthiş bir şeydi; gecenin bu saatinde genç bir kızla bir randevusu olmak ve bir türlü yolunu ■bulamamak... Başım çatlıyacak gibi ağrıyordu, üstelik, bağlardaki köpeklerin şüphesini de uyandırmıştım, hiç ■de tatmin edici olmıyan havlamalar gittikçe çoğalıyordu. Birdenbire yan sokaklardan keskin bir otomobil sesi gel­di, derhal fırladım. Otomobilin önüne atılarak beni de götürmesi için yalvaracaktım.

İşte tam bu esnada geçirdiğim bir kaza, rahatsız edici bir rüyaya çok benziyen bu gecenin talihini değiştirdi.'

Ben böyle acele acele ve bastığım yeri görmeden ko­karken birdenbire yumuşak ve canlı bir şeyin’ayaklarıma dokunduğunu hissettim ve canı yanan hayvanın çok muh­temel bir aksülâmelinden kendimi sakınmak için sağa doğru yaptığım insiyaki hareketle muvazenem bozuldu, ve bütün ağırlığımla yuvarlandım.

Kendime geldiğim zaman ihtiyar bir kadınla bir ço­cuğun benimle meşgul olduklarını gördüm. Çocuğun elin­de tuttuğu büyük bir lâmba ışığı altında kadın, şakakla­rımı ıslatıyor, arada bir manasız, sağır bir sesle bir şeyler söylüyordu. Burası küçük bir avlu idi ve ben sokağa açı­lan kapının önünde boyluboyuna yatıyordum. Başım çok ağır bir şeyle ezilmiş gibiydi, üstelik bütün vücudum ağ­rıyordu. Fakat geçirdiğim kazanın büyüklüğünü ve vazi­yetimin fenalığım ayağa kalkmağa davrandığım zaman anladım. İki basamaklı bir merdivenden bütün ağırlığımda, avluya yuvarlanmıştım.

Nihayet çocuğun yardımile kalktım ve ihtiyar kadına teşekkür etmek istedim. O, elini ağzına ve kulaklarına, götürerek birtakım işaretler yaptı. Ve sonra hançeresinin ayni sağır gürültüsü içinde, ayalarını birbiri üstüne ka­padığı iki elini sağ şakağına götürerek gözlerini yumdu. Çocuk tercüme etti:

— Büyük tehlike atlattınız, diyor, bir şeyiniz yok,, dinlenin, geçer. İçeriki odada size yer hazırlıyacak. Yarın, sabah bir şeyiniz kalmaz...

Yapacak başka bir şey de yoktu. Bu saatte şehre d.önebilmem imkânsızdı. Ev sahiplerimin yardımile içeriye girdim ve sedire uzandım. Başımı yastığa koyar koymaz gözlerim kapandı. Tekrar bir gayret sarfederek Keti’yi düşünmek istedim. Fakat beyhude idi; ağır bir uyku beni kabuslu, korkunç vehimli mahzenine tıkamıştı.

Burada bu münasebetsiz olduğu kadar talihsiz olan gecenin rüyalarını anlatmağa bilmem lüzum var mı? Gü­nün bütün olan bitenini, hiçbir şuurun düzen vermediği bir hatırlama içinde karmakarışık yatıyordum. Hiçbir eski zaman müzesinde benim o geceki kısa uykumun içine giren acayip ve mûnis ifritleri bulmak imkânı yoktur.. Esas temi bağdaki oyunla Keti olan bu uzun ve çapraşık âlemde her şey altüst, her şey en beklenmiyen şeklinde idi. Tabiî başta Keti geliyordu, fakat zavallı Keti, bu nizamsız muhayyelede ne acayip terkiplere giriyordu. Bir Keti ki, başı biraz evvelki ev sahibimizin omuzlan ve şişkin karnı üstünde duruyor ve asıl garibi, deminki sıska delikanlının kırpık bıyıklarını taşıyordu. Sonra bu baş birdenbire kayboluyor ve biz, ev sahibimizle berarber, elele Keti’nin başım arıyor ve bir türlü bulamıyorduk. Birdenbire önümüzden kornasını öttüre öttüre geçen bir -otomobil, Keti’nin başını ses halinde önümüze atıyordu. Evet, aydınlık tebessümü ve saçlarının parıltısı ile bu başlar birbiri ardina karanlık geceye fırlıyorlar ve bir .altın yağmuru gibi dökülüyorlardı. Fakat biz onları toplıyamıyorduk, kırpık bıyıklı delikanlının kız kardeşi be­nim onları toplamama mâni oluyor, muttasıl yolumu ke­serek elime küçük bir balık kavanozu sıkıştırıyordu.

Sonra birdenbire bütün bunlar kayboluyor, kendimi tek başıma bir bahçede buluyordum. Ayaklarımın altında bir sarnıç kapağı vardı, ve ben bu kapağın hem üstünde ve hem altında olduğumu biliyordum. Evet, sarnıçta mah­pustum ve ayni zamanda, sarnıcın üstünde bekliyordum. Fakat hakikaten sarnıcın üstündeki ben miydim? Çünkü bu demir kapağı sımsıkı örten kilit, karamaça papazına çok benziyordu ve heyhat, bu karamaça papazı da sabah­leyin okuduğum Hoffmann hikâyesinin kahramanıydı. Ve işte o zaman hissettim ki Keti bir kemandır

Bu acayip işkence uzun sürmedi; birdenbire uzak ve o zamana kadar hiç duymadığım bir musiki dalgası, hu­zursuz uykumun beni içine kapattığı karanlık yeraltı zin­danına sızmağa başladı. Yekpare, rutubetli duvarlar ya­vaş yavaş aydınlandılar, gerildiler, etrafındaki kalabalık sesin ve ışığın sıcak çağlayanında karışık şekillerini kay­bettiler ve sert maskeler yumuşıyarak eşyanın her za­manki alışık yüzlerini aldılar. Sonra yavaş yavaş musiki uzaklaştı ve ben ifadesi güç bir ruh hâleti içinde uyan­dım. O anda. bütün benliğimi dolduran acayip, esrarlı, âdeta fevkattabia saadet hissini nasıl anlatmalı? Henüz çalınmaktan vazgeçilmiş bir saz gibi ihtizaz içindeydim. Ayrıca içimde, ne olduğunu bilmediğim, fakat olacağına yüzde yüz emin olduğum bir şey, çok mühim bir şey bekliyen bir hal vardı.

Oda, karşıma düşen duvardaki bir hücreye konmuş büyükçe bir gaz lâmbasile aydınlanıyordu. Biraz evvel girmiş olduğum avluya açılankapının karşısında ikinci bir kapı, evin içi ile münasebetini temin ediyordu. Sol. tarafta bütün duvar boyunca, bir köşesinde benim yattı­ğım sedir vardı ve karşı tarafta iki açık pencere bahçeye bakıyordu. Bu geniş oda baştan aşağıya eski Şark eşyasile döşenmişti. Sedir alçaktı ve bazı Şark vilâyetlerinde bir vakitler dokunan ve bugün ,pek nadir tesadüf edilen, eski sırmalı kumaşlarla örtülüydü. Bir iki rahle, duvar­daki küçük rafta iki üç eski gümüş eşya, mütevazı görü­nüşleriyle dekoru tamamlıyorlardı. Duvarda bir iki yazı ve tam benim başucuma raslıyan köşede, küçük boyda,, çerçevesiz bir genç kadının fotoğrafı...

Yattığım odadan gerisini, tıpkı karanlıkta ele geçen, bir dalı zihnin tamamladığı bir ağaç gibi, gece içinde an­cak bir vehim halinde sezdiğim ev, tam bir sükûn içinde idi. O kadar ki, en ufak bir ses, en küçük bir çatırtı, geniş bir su tabakasına atılmış bir taşın açtığı halkalar gibi gittikçe genişliyen, büyüyen hârelerle uzanıyordu. Bil­mem hangi muharrir, sessizliğin dalgalarından bahseder. İşte her an bu dalgalardan biri bulunduğum yere kadar geliyor ve kimbilir hangi ebediyetin hududunu yoklamak için üstümden aşıp geçiyordu.

Birdenbire çok vâzılı ve çok ihtiyatlı bir ayak sesi, bu kâbus kadar esrarlı sessizliği kırdı, ve ayak sesile be­raber demin uyanırken duyduğum o garip saadet hissi âdeta beni boğabilecek bir kesiflikle çoğaldı.

Fakat bu, ne kadar ihtiyatlı bir yürüyüştü. Her adım, uzvî bir mekanizmadan değil, âdeta son derecede hesaplı bir mukaveleden doğuyormuş gibiydi.

Bununla beraber bana gittikçe yaklaşıyordu, ve ben bunu sadece kulağımla değil, içimde aydınlanan bir şu­urla hissediyordum, ve nihayet bütün benliğimi şimşek altında kalmış bir ağaç gibi sade aydınlık, sade parıltı olarak gördüğüm bir anda, fakat ayni ihtimam ve dikkatle yavaşça odanın kapısı açıldı ve içeriye genç kadın girdi.

Şüphesiz başka şartlar altında bir gecede böyle bir şeyle karşılaşsaydım, hayretten çıldırabilirdim. Fakat o gece, beni uykumdan o kadar anî şekilde ve o kadar sarih bir bekleyişle çağıran o acayip ruh hâle ti içinde şaşır­maktan çok uzaktım. Hattâ, daha iyisi, bu genç kadın oda­ya girmeden evvel veya ayni zamanda yüzlerce büyük hâdise olabilirdi, fakat ben yalnız ona: «Ben seni bekli­yordum, senin için uykunun bulanık hayaller dolu ülke­sinden geldim ve belki yarın, senin yüzünden şuurun ay­dınlık güneşine vedâ edeceğim.» diyebilirdim, o kadar bu görünüşe hazırlanmıştım.

Kimdi bu kadın? Gecenin bu saatinde niçin uyanmıştı ve neden kendi evinde bu uyku saatinde bu garip, bununla beraber kendisine o kadar çok yakışan kıyafetle gezi­yordu?

Bütün bu sualleri ve daha birçoğunu, belki yüzlercesini o geceden sonra günlerce ve aylarca kendi kendime, hiçbir cevap almadan sordum.

Bu orta boylu, kumral, âdeta çocuk denecek Kadar genç yaşta bir kadın; daha iyisi bir kızdı. Baştan aşağı, üstünde küçük sırmadan koncalar ve yıldızlar serpilmiş mavi kumaştan, ninelerimizin gelin oldukları zaman giy­dikleri cinsten bir eski zaman elbisesi giymişti. Uzun kum­ral saçları iki sık örgü ile arkasına atılmıştı, çıplak bilek­lerinde bir zaman Trabzon taraflarında yapılan ince, telkâri altın bilezikler vardı ve belini yine ayni işten geniş bir kemer sıkıyordu. Ayaklarına gülkurusu renginde kü­çük. pabuçlar giymişti, ve bu küçük renk değişikliği bü­tün hüviyetinden akan mavi senfoninin içinde küçük ve mesut bir nota değişikliği gibi göze çarpıyordu.

Yüzünü anlatmağa çalışmıyacağım, bazı rüyaların an­latılması imkânsızdır, bu yüz hakikaten bir bahar bah­çesinde görülmüş bir rüya kadar güzeldi. Yalnız gözlerindeki garip saadet hissinden bahsetmeliyim: zaten bu his, tükenmez dalgalarla bütün hüviyetinden akıyor gibiydi. Olduğum yerde hiç kımıldanmadan bakıyordum. Odanın ortasına kadar ilerledi ve benim ayağa kalktığımı görün­ce, elile bir sükût işareti yaparak:

— Susunuz, dedi, çok yavaş konuşmalıyız, duyabi­lirler... Bilmezsiniz, uykuları ne kadar hafiftir; en küçük bir çıtırtı bile onları uyandırır. Dikkat etmediniz mi, merdiveni ne kadar yavaş indim, âdeta teker teker.,.

Sonra biraz daha yaklaşarak, bir sır tevdi eder gibi yavaş bir sesle ilâve etti:

— Şüphesiz gelmemeliydim. Yaptığım doğru değil, bununla beraber duramadım, kim olduğunuzu merak et­tim... Sonra hep ayni insanlar, ayni yüzler... Yalnızlık o kadar fena bir şey ki... Halbuki onlar bundan hiç sıkıl­mıyorlar... Hattâ hoşlanıyorlar bile...

Dayanamadım ve sordum:

— Onlar kim, dedim, siz kimsiniz, niçin yalnızsınız ve kendi evinizde olduğunuza göre bu kadar ihtiyat ve telâş niçin?..

— Onlar, dedi, babamla, sizi kapı önünde bulan dilsiz kadın ve çocuğu... Çocuk şüphesiz onlar gibi değil, fakat bilir misiniz babamın tabiati yavaş yavaş ona da geçti gibi. O da konuşmaktan az hoşlanıyor.., Evvelce babam, öyle değildi, sonra birdenbire hastalandı, böyle oldu. Şimdi hiç kimseyi istemiyor, hiçbir yere çıkmıyor ve bir an beni yanından ayırmıyor.

Ne güzel ve ne tuhaf bir konuşması vardı. O konuşur­ken dinliyenle kendi arasında bütün mânialar kalkıyor­du. Bu konuşma değil, yüksek bir âlemde bir nevi visal lezzetile devam eden anlaşma idi. Söz söylerken ellerinin biraz acemi, çolpa denebilecek çok tatlı jestleri vardı, elin­den tutarak sedire oturttum:

— Siz kimsiniz, adınızı söyleyin? Niçin bu acayip kı­yafeti taşıyorsunuz? Sizi kapıdan girerken görünce, bir­denbire kendimi bir masalı yaşıyorum sandım. Kahramanların, iyilik ve güzellik perilerinin insanlar arasında dolaşıp gezdikleri ve onların talihlerine iştirâk ettikleri uzak zamanlardan kalmış gibisiniz.

Hafif bir tebessümle:

— Adımdan size ne, dedi. Ayşe, Zeynep, Fatma... Bana istediğiniz adı verebilirsiniz.

— Öyle bir hakkım olsa ben size başka isimler veri­rim dedim. Meselâ; Leylâ, Şirin, Zühre...

— Niçin olmasın., dedi, ve sorduğum suale dönerek:

— Bu elbiselere gelince, onları babam istediği için giyiyorum. Bana böyle yedi, sekiz elbise yaptırdı, beni eski kıyafetle gezdiriyor, bir nevi merak... Gençliğini hatırlatıyormuş. Biliyor musunuz ki ben bu evden çıkmam ve bu eve hiçbir misafir girmez, burada baba, kız bütün mevsimleri ve günleri tek başımıza yaşarız.

— Amma da yaptınız, dedim. Bir baba kalbi bu yaşta bir genç kızı böylece hapsetmekte ne lezzet bulabilir?

— Dedim ya, hasta... Korkuyor, beni çalacaklar diye korkuyor, biçarenin benden başka kimsesi yok. Ne yap­sın zavallı!..

— İyi ama, dedim, bu bir zulüm. Düşünün bir kere, siz ki bu kadar genç ve güzelsiniz, babanız da olsa nihayet bir çılgınlık bu...

— Oh, fena şeyler söylüyorsunuz... Bırakın... Hem ben fedakârlığı bile bile, seve seve yapıyorum, onu mesut etmek için... İhtiyarlar sevindirildikleri zaman o kadar güzel, o kadar başka türlü oluyorlar ki...

Ne kadar güzel konuşuyordu. Birdenbire sordum:

—■ Peki, ya yapmasanız, dediklerim yapmasanız ne olur? Size zorla mı yaptırır?

Yüzü birdenbire ciddileşti. Göz kapaklarım sıkı sıkıya yumdu, ve titrememesine çalıştığı bir sesle reddetti:

— Hayır, hayır, ne münasebet, imkânı mı var? A ca­nım, hasta dedimse büsbütün deli değil... Bir parça me­raklı işte... Sonra birdenbire mevzuu değiştirdi:

— Hem niçin sade benden bahsediyorsunuz. Biraz da sizi konuşalım. Kendinizi anlatın, dışarıdaki işlerinizi söyleyin!..

«Dışarıda» derken elinin yaptığı ufak bir hareket, bu kelime ile bütün hayatı kasdettiğini anlatıyordu. Kendi­sine kim olduğumu, ne ile meşgul olduğumu söyledim. Sonra bu gecenin hikâyesine geçtik. Bu gözlerle konuşan saf çocuğa yalan söylemek imkânı yoktu. Ona bütün ge­ceyi, olduğu gibi anlattım. Ben söylerken o hep «Olur şey değil!» diye gülerek başım sallıyordu. Keti’yi çok merak etti:

— Çok mu seviyordunuz, çok mu. güzeldi? Demek bir daha göremiyeceksiniz, ne yazık...

— Güzeldi, diye cevap verdim. Oldukça güzeldi, fa­kat siz daha güzelsiniz...

Petrol lâmbasının kifayetsiz aydınlığında yüzünün kızardığını hissettim.

— Bakın, dedi. Bu iyi, hem çok iyi... Şimdiye kadar bana bunu kimse söylememişti. Halbuki bilir misiniz, ben bunu istiyordum. Bir erkeğin ağzından güzelliğimin methedilmesini istiyordum. İlk defa siz...

— O halde ilk âşıkmız ben oldum demektir. Sayı­mız çoğalınca bu mazhariyetimi unutmayın! diye şaka ettim.

—■ Hayır, dedi. Hayır, unutmam, emin olun ki size bazı imtiyazlar ayırırım; (sonra âşikâr bir hüzün ve şüp­he ile), fakat acaba bir daha beni görebilecek misiniz?

— Nasıl, diye sordum, bir daha görebilecek miyim ha?.. Sizden bu kadar çabuk vazgeçecek miyim sanıyorsunuz?

Yine bir an için gözlerini kapıyarak kendi kendine gibi yavaş mırıldandı:

— Bilmem., diyordu, kimbilir, belki... Bunlar bana o kadar garip, olmıyaçak şeyler gibi geliyor ki... Bu evde, bütün bu eski şeyler içinde, bu eski zaman elbiselerde kendimi o kadar başka bir dünyanın adamı, o kadar ya­şadığım zamandan ayrı buluyorum ki... (Bir müddet dü­şündü...) Demin beni eski masal kadınlarına benzettiğiniz zaman ben size niçin olmasın, demiştim. Doğrusunu ister­seniz yavaş yavaş ben de kendimi onlardan biri gibi, hiç olmazsa babamın uydurduğu bir masalın kızı gibi gör­meğe başladım, ve içime sonuna kadar, böyle tek başıma, bir başkasının gördüğü bir rüya olarak kalmanın korkusu çökmeğe başladı. Oh, ne mesutsunuz bilseniz... Geniş dün­yada, kendi hayatını yaşamak, günlerin çıkrığını kendi ruhunun ilhamlarile çevirmek...

Bütün bunları, çok uzak ve güzel bir hayali anlatıyor­muş gibi o kadar daüssılalı bir saadet hissile söylüyordu ki daha fazla dayanamadım, yanma oturarak ellerini avuçla­rımın içine aldım ve en kandırıcı sesimle:

— Bakın, dedim, sabah olmak üzere... İster misiniz, bu sabah güneşle beraber, siz de hayata doğasınız... Vakıa geniş dediğiniz dünya bazan insan için zannedebileceğinizden çok fazla darlaşır ve zamanın çıkrığı çok defa hiç istemiyeceğimiz bir şekilde döner... Fakat ne olursa ol­sun, dışarısının ıstırabı bile bu kâbustan elbette ki daha iyi­dir. Gelin, dedim, bu sabah sizinle beraber hayata tekrar doğalım... Bir tek işaretiniz, bir sözünüz bunun için kâfi... Hemen şimdi çıkar gideriz.

Hiçbir şey söylemeden beni dinliyordu, ve ben bü­tün dikkatimle eğilmiş, dudaklarına bakıyordum, o anda bütün saadet imkânlarım bu dudaktan çıkacak bir tek kelime idi; yüzü ümit ve imkânsızlıktan sapsarı:

— Bu olabilse, dedi., bu olabilse... Fakat bilin ki, işler bu kadar basit değildir...

Sonra birdenbire silkinerek ellerimden kurtuldu, pencerelerden, birinin önünde ürkek ve telâşlı durdu; ha­linde darılmış gibi bir şey vardı:

— Niçin geldiniz, niçin bu akşam buraya geldiniz ve benim rahatımı ne diye kaçırdınız? dedi.

Ellerile yüzünü, sanki göz yaşlarını göstermemek isti­yormuş gibi kapattı.

Şaşkınlıktan, hüzün ve merhametten altüst olmuş­tum. Yanma kadar gitmek, onu kollarımın arasına , alıp kucaklamak, teselli etmek istedim. Bu arzuyu hissetmiş gibi elini uzatarak beni olduğum yerde durdurdu ve çok yavaş, çok acele bir sesle:

—■ Durun, dedi, yaklaşmayın, konuşmayın da... İşiti­yor musunuz, onun ayak sesleri... Neredeyse gelir.

Sadece dikkat kesilmiş, karanlığı ve benim bilmedi­ğim şeyleri dinliyordu. Hiçbir ceylân, tehlikeyi bu kadar uyanık bir dikkatle ve bütün uzviyetile diııliyemezdi. O anda yüzüne baktım, bembeyazdı ve üstelik bütün çizgileri donmuş gibiydi, gözleri âdeta korkutacak derecede açılmış, yüzü bir heykel veya portre kadar dur­gun, hareketsiz, ayakta bekliyordu. Ve bütün uzviyetin­deki bu değişme sanki dışarıdan, kendine yaklaştıkça kudreti artan bir iradenin emri altındaymış gibi gittikçe artıyordu. Büsbütün değişmiş, son derecede gayri şahsî, arkasında İnsanî hiçbir şeyi ifşa etmiyen, nasıl söylemeli, âdeta bembeyaz bir sesle tekrarladı:

— Geliyor... Geliyor... Merdiveni indi, ah yarabbim...

— Ne oluyorsunuz, diye, yalvardım. Allah aşkına söyleyin!.. Ve birdenbire bir manken gibi yere yıkılacak korkusile üzerine atılmak istedim. Fakat daha elimi do­kundurmamıştım ki, kuvvetli bir el yakamdan yapıştı ve bir silkişte beni odanın bir köşesine doğru fırlattı:

— Deli misiniz, biçarenin ne halde olduğunu görmü­yor musunuz? Öldürecek misiniz?

Bu, siyah elbiseler giymiş, ortadan biraz yaşlı ve uzun boylu, tıknazca bir adamdı, saçları bembeyazdı ve arkadan omuzları biraz çökmüş hissini veriyordu.

Beni olduğum yerden köşeye kadar fırlatışındaki şid­dete bakılacak olursa güçlü kuvvetli bir adamdı. Müda­hale o kadar anî olmuştu ki, bir müddet şaşkın şaşkın ol­duğum yerde kaldım. O, bu esnada benimle hiç meşgul olmadan genç kıza yaklaşmış, saçlarını okşıyarak istira­hat tavsiye ediyordu:

—• Haydi, yavrum, git, yat. Vakit çok geç, sonra fena olursun.

Sesi yumuşak ve şefkatliydi, fakat her nedense bana, bu sözlerin genç kadından ziyade benim için, benim duy­mam için söylenmiş hissi geldi. Bununla beraber söz ve yahut, okşama, yahut da sadece bu adamın yakınında bu­lunması, genç kızın üzerinde derhal tesirini yapmış ola­cak ki, bir iki dakika geçmeden onun sâkin adımlarla odaçıktığmı gördüm; ah, bu sessiz, dalgın, her şeyden haber­siz gidiş... Fakat bu, canlı bir mahlûkun yürümesinden ziya­de zaman mefhumundan habersiz bir varlığın sadece me­kânı katetmesiydi ve sâkin belâgatinde bir ölüm kadar tesirli ve serpici hüznü vardı. Birdenbire içime korkunç ve öldürücü bir şüphe geldi ve çok inanılmış şeylerin göz önünde çiğnenmesinden doğan bir hiddet ve kin içinde ihtiyara doğru yürüdüm:

■— Alçak., dedim, sen bir alçaksın, bu biçare mahlû­ka, bu melekler kadar güzel ve onlar kadar temiz çocuğa yaptıklarını şimdi anlıyorum. Kızın bile olsa, bir insan iradesine karşı bu zulmü yapmağa hakkın yoktur.

Ve nereden bulduğumu bilmediğim bir kuvvetle tek, kat’î ve müthiş bir tokat attım. İhtiyar atlet bu ânı ve ummadığı hücum karşısında ilk önce boğa gibi gerildi, ellerini korkunç bir mengene gibi ileriye doğru uzattı, fena bitmesi çok muhtemel bir mücadelenin başlamak üzere olduğunu anlıyordum, fakat ümidim gibi çıkmadı. Bana hücum edeceği yerde sedirin üstüne oturarak haki­katen şaşırtıcı bir kahkaha attı:

— Delikanlı, diyordu, iyiliğe karşı garip bir teşekkür tarzınız var. Misafirim olduğunuzu, bu geceyi evimde ge­çirdiğinizi unutmuş görünüyorsunuz.

— Keşke beni evinize kabul etmeseydiniz, keşke kovsaydınız ve hattâ daha fenası keşke hiç uyanmamak üze­re uyuyup kalsaydım da şimdi gördüğüm şeyleri görme­seydim.

— Amma da yaptınız, dedi, siz hiç hasta görmediniz mi?

'      — Her şeyi gördüm, görmediklerimi de tasavvur et­

tim, fakat hiçbir zaman bir babanın kendi kanım taşıyan kızına karşı...

Birdenbire yerinden fırladı:

— Hangi baba, hangi kız, bu masalı çarçabuk size de mi anlattı? Yedi senelik karinadır, beş senedir onu bu buhranlar zaman zaman yoklar, sonra geçer, sakinleşir. Bakın, biraz sonra uyanınca görürsünüz, ne kadar dinç ve neşeli kalkacaktır.

Hayretten çıldıracak gibiydim. Bütün bu insanlar bana uyanık hallerinde rüya görüyorlar gibi geliyordu. Yarabbim, ne garip bir âlemdeydim. İki elimle başımı tutarak odada gezinmeğe başladım. O bir müddet galiba sadece benim dolaşmamı seyretti. Sonra yanıma geldi ve yavaşça omuzuma dokunarak:

— Delikanlı, dedi, sakin olunuz, sakin olmağa mec­bursunuz, bilmediğiniz şeylere karıştınız. Ben beş se­nedir bu sırrı herkesten gizledim. Sağır ve dilsiz bir hizmetçi ile oturmamın sebebi de budur. Dışarıdakilerin karımın rahatsızlığını duymalarını istemiyordum. Yine kendisi için tabiî... Çünkü buhranlar hafızasın­da iz bırakmadan geçiyorlar. Tabiatın kendisine unuttur­duğu bu zaafı niçin başkalarından öğrensin. Zaten nöbet­ler sık sık olmalarına rağmen o kadar zararsız ve hattâ mânâsız şeyler ki... Bir iki yalandan ibaret kalıyor. Hattâ biraz şairce bir yalan. Kimbilir belki de, biçare, bilme­den bununla hayatını güzelleştirmiş oluyor, yahut ken­disine ikinci bir hayat yapmış, oraya herkesin gözü önün­de kaçıyor. Yani bizim hülyalarımızda yaptığımızı yük­sek sesle düşünüyor.

En kandırıcı sesile konuşuyordu.

Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Konuşurken genç ka­dında esrarlı ve acayip güzelliğinden başka -. hiçbir fev­kalâde hal görmemiştim. Bilâkis talihinden bahsederken o kadar güzel bir tevekkülü vardı ki... Halbuki şimdi karşımdaki adam onun bir deli, hiç olmazsa bir fikri sa­bitin, zaman zaman kurbanı olan bir zavallı olduğunu söy­lüyordu. Hangisine inanmalıydı? En iyisi bütün bunları sonra,, salim bir kafa ile düşünmek üzere bu evden derhal ayrılmaktı. Korkunç ve attığınız her adımda sizi hiç beklenmiyen şaşırtıcı bir vakıanın karşıladığı bir lâbirente çok benziyen bu geceyi burada bitirmeliydi. Karşı pen­cereye baktım; belirsiz bir aydınlık camları bulandır' mıştı.

—' Bakınız, dedim, demin size karşı çok haşin davran­dım. Hâdise benim için o kadar yeni ve hiç beklenilmiyen bir şeydi ki... Sonra sizin bu genç kadın üzerinde âdeta büyülü bir nüfuzunuza şahit oldum. Bütün bunların, bil­hassa her tesadüfün ayağıma ip gibi dolandığı bu acayip, karmakarışık gecede beni aldatması kadar tabiî bir şey olamaz. Yaptığıma mahcubum, beni affedin.

O sâkin ve hattâ şefkatli bir edâ ile başını salladı:

— Affedilecek bir şey yok, diyordu. Ben de sizin ye­rinizde olsaydım belki böyle yapardım. Üstelik hasta ve sarhoştunuz. Şimdi yapılacak şey, bütün bunları unuta­rak yatıp güzel bir uyku uyumanızdır.

— Hayır, dedim, bunu yapmayın. Bakın sabah olmak üzere... Bırakın evime gideyim. Burada artık uyumamın imkânı yoktur.

— Çocuk olmayın, dedi, ne halde olduğunuzu bilmi­yorsunuz; yüzünüz sapsarı, hiç bu saatte ve bu halde sizi bırakabilir miyim? Hem dedi, siz bu aydınlığa o kadar güvenmeyin, sabaha daha çok var...

— Fakat, burada kalamam.. Bu evde, bu altüst olmuş sinirlerle... Bırakın gideyim, diye yalvardım.

— Uyursunuz, uyursunuz, diyordu. Hem göreceksi­niz,'ne kolaylıkla uyuyacaksınız... Sonra hiç uyumasanız bile, hattâ büyük bir rahatsızlığa katlanacak olursanız dahi bu gece burada kalmanız lâzım. Buna mecbursunuz. Hiç tanımadığınız bir adamı itham ettiniz. Hakikati ken­di gözünüzle görmeniz lâzım. Sabahleyin beraber kah­valtı ederiz, dinlenmiş olursunuz. Yıkanırsınız, karımı yakından tanırsınız. Onu bu gece bir fikri sabitin esiri olarak gördünüz, yarın sabah hakikî yüzü ile tanıya­caksınız. Bu gece aile hayatımızın kötü bir tarafı ile kar­şılaştınız, yarın bizim de kendimize göre bir saadetimiz olduğunu göreceksiniz. Kimbilir, belki de dost oluruz; burada çok yalnızız.

Bütün bunları ağır ağır, fakat bir çocuk kandırır gibi yumuşak bir sesle söylüyordu. Kelimeleri âdeta düşüne­rek buluyordu. Bununla beraber sesinde tarifi kabil olmıyan bir nüfuz kabiliyeti vardı.

O söyledikçe ben yavaş yavaş sinirlerimin gevşediğini, tatlı bir rehavetin etrafımı ılık bir su gibi aldığını ve ya­vaş yavaş bütün iradem ve şuurumla etrafımda kabaran bu suya gömülüp kaybolduğumu duyuyordum.

Bir deniz kazasındaki son çırpmış gibi son bir gay­retle kendimi toplamak, olduğum yerden silkinip kalk­mak istedim; beyhude... Eskilerin «Ölümün kardeşi» diye anlattıkları uyku beni bir tarafımdan yakalamış, içinde hiçbir hareket ve şeklin kımıldamadığı, koyu karanlığını hiçbir rüyanın yumuşatmadığı âlemine götürmüştü.

Ev sahibi sözünü ne zaman bitirdi? odamdan ne va­kit çıktı? ben kaç saat uyudum? Bugün bu suallerin hiç birine cevap veremedim. Yalnız sonradan bu geceyi dü­şünürken bu yekpare uykuya bir nevi vicdan azabına benziyen garip ve ağır bir hissin, tıpkı bir ölüm musikisi gibi uzaktan refakat ettiğini hatırladım.

Herhalde uyandığım zaman içimde, nefislerine karşı telâfisi kabil olmıyan bir hatâ işliyenlerin duydukları en korkunç ve amansız bir azap vardı. Oda güneş içindeydi. Gözüme ilk çarpan şey odanın boşaltılmış olmasıydı. Ne perdeler, ne sedirin muhteşem örtüsü, ne yerdeki küçük seccade ve sedef rahleler, ne, duvardaki fotoğraf vardı. Başımın altındaki yastıklar, üstümdeki örtüden başka odada hiçbir şey kalmamıştı.

Bir masal dekoru içinde uyuyup, bir mezbelede uya­nan eski hikâye kahramanlarının şaşkınlığı ile,, yattığım yerden gözlerimi yumarak etrafımı dinledim. Ev mutlak denilebilecek bir sükûnet içindeydi. Yalnız zaman zaman, rüzgâr estikçe açılıp kapanan bir dolap kapağının çıkar­dığı sese benziyen haddi zatinde mânâsız bir tıkırtı bu ses­sizliği acayip ve muttarit ısrarile bozuyor, daha doğrusu ona bir nevi kâbus halini veriyordu. Bir dakika içinde her şeyi anladım; ev sahibim ben uyuduğum esnada evi boşaltmış ve kaçmıştı. Bu acele gidişe sebep neydi? Ge­celeyin gördüğüm genç kızın bu kaçışta bir hissesi var mıydı? Yoksa onu bir esir gibi sürüklemişler miydi? Kim bilir, belki de hiç iradesine sahip olmadan bir arabaya veya otomobile bindirilmişti.

Evi gezdiğim zaman tahminlerimin doğruluğunu an­ladım. Üst kattaki bütün odaların kapıları açıktı yerde aceleyle boşaltılan bir konsolun önünde bir yığın eski ça­maşır ve elbise karmakarışık duruyordu. Bir yazıhanenin önüne acele yırtılmış mektup parçalan atılmıştı. Fakat bütün evde ev sahiplerinin hüviyetlerini öğrenmeğe ya­rar bir tek işaret yoktu. Lüzumsuz, taşınması güç yahut bırakılmasında mahzur olmiyan her şey bırakılmış, öbür­leri götürülmüştü. Bütün bunlar bana dün akşamki ısrarın hakikî sebebini anlatıyordu.

Evi bir iki defa dolaştım ve hiçbir şey öğrenmek ih­timali olmadığını anlayınca kapıyı üstüme çekerek çık­tım. Sokağın başında birkaç çocuk zıpzıp oynuyor, biraz ötede ipleri ayağına dolaşmış bir kuzu uyuyordu. Bir şey­ler öğrenmek ümidile çocuklara yaklaştım. Fakat hiçbiri bir şey bilmiyordu. İster istemez komşu evlerin kapıla­rını çaldım. Kimse bir şey bilmiyordu. Artık ümidimi kesmek üzereydim ki yaşlıca bir kadın bana:

— İhtiyar adamla üvey kızını mı soruyorsunuz, dedi. Onlar bu sabah gittiler. Sabahleyin erkenden kızla ken­disi bir otomobile bindiler. Biraz sonra da bir kamyon geldi. Eşya ile dilsiz kadını ve oğlunu götürdü.

— Acaba nereye gittiler? diye sordum.

İhtiyar kadın başını salladı. Hiçbir şey bilmiyordu, yalnız kamyonun şoförü çocuğa şehre gideceklerini söy' lemiş.

Ankaraya döndüğüm zaman saat üç vardı. Hasta ve mecalsizdim. Dizkapağımda, kolumda ve başımda bir yığın yara vardı. Bununla beraber istirahat etmek aklıma bile gelmedi. Akşama kadar onları aradım. Ve bu günlerce devam etti. Benimle beraber vak’amn garabetini merak eden birkaç dostum da bu muammayı halle çalıştılar. Fa­kat ne kim olduklarını, ne de nereden gelip nereye git­tiklerini anlıyabilmek mümkün olmadı. Bir müddet sonra ben de yaz tatilinin geri kalan kısmını geçirmek üzere îstanbula hareket ettim.

O seneyi İstanbulda geçirdim. Hayatımı yeni baştan ve yeni şartlar içinde tanzim etmeğe macbur oldum. Bir­biri arkasınca gelen hâdiseler ve gündelik iş içinde o za­man, bana o acayip geceyi ve onun şairane rüyasını unut­turdu. İçimde yalnız bir defa görülen güzelliklere karşı beslediğimiz o acayip, daüssılalı duygu kalmıştı. Yavaş yavaş o da yosunlandı. Mayısa doğru bir hafta için Bursaya gitmiştim. Hem dinlenecek, hem de camileri, türbe­leri gezecektim.

Seyahatimin üçüncü günüydü. Öğleden sonrayı tamamile Yeşilcami ile Yıldırımda geçirmiştim. Şimdi de yorgun, fakat düşünce ve tahassüs itibarile zengin Çekir­gedeki otelime dönüyordum. Birdenbire acayip bir duy­gunun içimde dalga dalga büyüdüğünü ve beni istilâ et­tiğini hissettim. Bütün vücudum titriyordu. Fakat ne ka­dar karışık bir Jıisti bu! Emsalsiz bir saadet, korkunç 'bir keder ve hasret karışık bir his. Bu ruh hâletine son derece güzel bir musiki, daha doğrusu içimden kopup gelen bir musiki vehmi refakat ediyordu. Ve ben kamaş­tırıcı bir aydınlık içinde boğuluyor gibiydim. Bu hali ancak, bazı uykularda çok sevdikleri insanların gözlerine ba­karken uyananlar anlıyabilirler. Ve bütün bu hislerin yambaşında çok mühim ve istisnaî şeyi bekler gibi bir ha­lim vardı, işte tam bu esnada ve bu marazî halin artık tahammül edilemiyecek bir. hadde vardığı anda yanıbaşımızdan geçen arabanın içinde, o geceki ev sahiplerimi .gördüm. İhtiyar adam hiçbir şeyden habersiz görünüyor, sâkin ve abus önüne bakıyordu. Genç kız ay ışığından örülmüş yüzile ve bütün mevcudiyetinden taşan o garip saadet duygusu ile gülümsiyerek bana işaret etti. Kendi­me gelir gelmez bir arabayı, onları takip için ters yüzüne ^çevirttim.

Kaybettiğim birkaç dakika ihtiyar atlete izlerini giz­lemek için kâfi gelmişti. O gece -geç vakte kadar Bursa sokaklarında dolaştım. Her türlü çareye başvurdum. Bü­tün otelleri gezdim. Bursali bir dostumun delâleti ile po­lisin yardımını bile temin ettiğim halde ne o gece, ne de ertesi günü bir şey öğrenebildim. Bu onları son görüşüm olda.           '                           

BİR YOL

Birdenbire ayağa kalktı ve elile trenin penceresinden işaret ederek:

— îşte, dedi, şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç ara>smda'tepenin eteğini kıvrılan patika... Fevkalâde hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rastgelebileceğimiz alelade bir şey... Bununla beraber nereye git­tiğini, nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kay­bolan tozlu parçasından başka hiçbir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir.

On beş senedenberidir ki bu yolda her ay bir iki se­yahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve onun döne döne değişen ufkunda tanımadığım hiçbir şey yoktur. Yat­tığım yerden gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hattâ daha alelâde bir işaretle bütün ufku kendi kendime canlandıracak kadar bu yolların âşinasıyım, fa­kat yıllar var ki bu küçük yol parçasını, yol bile diycmiyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum.

Şüphesiz bunda ilk defa gözüme çarptığı günün hu­susiyetinin de mühim bir hissesi vardır. İstanbuldan so­ğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, ilk çocuğum on gün evvel ölmüştü, karım hasta idi, başka üzüntülerim de vardı. Kısacası kaderle diş dişe, yumruk yumruğa oldu­ğum günlerden biriydi.

Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerim­de daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Istıraplarımı­zın, üzüntülerimizin mekânla, yahut hayatımızın tabiî muhiti ile sıkı bir alâkası olsa gerek. Bir muharririn de­diği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabili tahammül oluyor. Bununla be­raber acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en bü­yüğü, evlât acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu. Oh, size bu yağmurlu günlerin bende yaptığı akşülâmeli nasıl anlatmalı? Böyle günlerde ben değişir, büsbütün başka adam olurum. Başka bir adam, tam kelimesi değil.,. Bü­tün bir mazi, en kötü, en karanlık, en tamir edilmez taraflariie içimde canlanır, hortlaklarımla başbaşa kalırım. Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü muhasebe­sini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de öyle ol­du; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerim­den sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum. Haydarpaşa garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi. Trene ayni ruh hâleti içinde bindim. İzmite kadar hep ayni ıslak ve rutubetli hava içinde, tıpkı bir olukta seya­hat eder gibi geldik. Hiçbir şey düşünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonların üstüne ve pencerelerin cam­larına değdikçe yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir ta­butta uyananlar yeraltınm mutlak sessizliğinde kendi na­bızlarım ancak böyle dinlerler. Zaman zaman içimdeki boşluğu kısa bir şimşek gibi oğlumun hâtırası deliyor, bir an için onun küçük ve muztarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yağmurun dört bir tarafıma gerdiği kül ren­gi üzüntü ağlarının içinden uzanıyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak için ellerimle yüzümü kapatıyor, biteviye yer değiştiriyorum. Sonra tekrar yağmurun sesine dalıyor, tekrar bu ince ve muzır ağın altında in­sana sıkıntının ve kâbusun bizzat kendisi gibi görünen, güneşsiz, renksiz hayalet manzaralara dalıyorum.

İzmitten sonra uzun bir müddet yine böyle sürdü, sonra yağmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi; bulut­ların arasından çamur rengindeki dünyaya, başka renk­ler, iki gün süren bu kötü havanın unutturduğu sıcak kuvvetler girdi. Ve sonra tren yavaşladı. O zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki gündenberi ilk defa küçük bir güneş parçasını, küçük.ve aydınlık bir halı gibi seril­miş gördüm. Islak söğüt dallarına sevinçle yayılan ve sonra orada, yerde sıcak ve aydınlık bir müjde gibi birriken güneş... Ve ayni zamanda, bütün içimi altüst eden acayip akisli uğultu... O anda içimden geçenleri size na­sıl anlatmalı? Bu aylarca toprağın karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi. îşte o zamandanberi bu yol, birçoğu, binlercesi gibi birkaç yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasında kaybolacağına hiç şüphe olmıyan bu küçük ve sade yol benim için ma­hiyetini değiştirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapısında güneşin divan durduğu bir iklimin başlangıç noktası oldu; ve müthiş bir arzu ile, her şeyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginlikle­rimi burada bırakıp inmek, bu küçük yolda yürüyüp git­mek istedim.

Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim di­necek, yepyeni bir insan olacağım.

O zamandanberi dokuz sene geçti. Ölen çocuğumun acısını zaman ve yenileri unutturdu. Küçük sefaletlerim ve sıkıntılarım düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey az çok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki mânası hep aynı kaldı. Onunla her karşılamışımda hep ayayni saadet hissi beni dayanılmaz kuvvetile çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum. Hattâ şu anda bile ayni ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki...

Bu kaçınma ihtiyacına bakıp da beni, her an talihin yeni bir gadrine uğrıyan, hayatı felâketlerle dolu biçare­lerden sanmayınız. Herkes gibi ben de zaman zaman ka­derin iyi veya kötü yüzile karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikâyete büyük hakkım yok. İyi bir kadınla evlen­dim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolun­da düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan mem­nun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kana­ati var. Daha samimî olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana «Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!> diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli... Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lâalettayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum ta­nesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bile­yim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivelâ, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız...

Felâketim şu ki, ben zaman zaman kendini bulan ada­mım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyi­niz. Bu gülüşünüzden sizin bu azabı tanımadığınız anla­şılıyor. Kendi kendini bulmak... Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat ayni zamanda güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile, zaman ile kendi arasındaki alâ­kanın istihzasını geçiyor; bu bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alko­lün unutturucu cenneti... Bu uyanış, şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye için olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesile doludur.

Bakınız, bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğu^ muz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve çocuklarımla be­raber oturuyorduk. Ben yazı yazıyorum, oğlum ayaklarımm dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım onun dizlerine abanmış, eli­nin hareketlerde beraber gidip gelmeğe çalışıyordu. Oda­mız sıcak ve sâkindi. Bu aile ve ev dediğimiz acayip ku­ruluşun o cins, anlarından biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde arasıra gidip gelen gölgelerimize bakan herhangi bir yolcuya ufak bir kıs­kançlık hissi verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı düşüncelere daldırabilirdi.

Nasıl oldu, ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alâkalarını kesmiş gibiydi­ler; her şey, hepsi bana yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her biri vaktinde hayatımın bir hâdisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiçbir şeyi tanı­mıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüya­larımın hakikatinde uyanmıştım. Bu ne Baudelaire’in çift odasına, ne de Quincey’nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi ken­disine tertip ettiği bir nevi cürmü meşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynıyan asıl benliğimle ne alâkası olabilirdi? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzellir ğinden muhteşem bir yadigâr gibi duran bitkin yüzlü ka­dın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Fakat böyle olmalarını bir türlü kabul edemiyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu ka­panık odada, bu acayip ve mânâsız eşya arasında, bu şim­di bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler ara­sında nasıl geçirdiğimi soruyorum. Nihayet dayanama­dım, lâalettâyin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır: soğuk, aydınlık bir kış ge­cesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durma­dan dinlenmeden, kendi kendime «Niçin, niçin böyle ol­du, niçin böyle olsun?» diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Ta­nımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bula­nık hava içinde gülerek, bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana ka­dar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlıyamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hattâ bir nevi sıcaklık duyuyordum. «Burası bizim ârafımız olsa gerek..» diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bak­mağa başladım.

Bir insan yüzünün en manalı bir âlem olduğunu ben o geceye kadar anlıyamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimsiyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağım hiç düşünmemiştim. Yüz bu­ruşuğunun, göz altındaki herhangi bir çizginin, dudak ke­narındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, mâr nasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, bir gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nü­fuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?

Karşımda bana arkasını dönmüş, tavla oynıyan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf, başı tepesine doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün so­kakta, dairede, lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık omuzlarının arasına sonradan yapıştı­rılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük, ikide bir kon­trolsüz bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki görünmiyen zehirli bir böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu kemikli başın ikide bir böyle ar­kaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir şeydi! Bir iki defa yanmdakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru çevirdi.

Ne karışık bir çehresi vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı, kırışık ve çizgi içindeydi.. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde, kızara­rak, konuşarak, şansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir şey olmuş gibi bir an durdu, düşündü, sonra hafif bir omuz kaldırışile ayağa kalktı, yukarıda bahsettiğim el işaretile fikri sabitini bir kere daha koğdu. Oyun arkadaşile hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine katlanmış hüviyetile, fa­kat bu sefer nisbeten daha sakin bir yüzle kahveden çı­kıp gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Aykata ne­yi düşündü ve neye karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkûmdu ve neden kahve­den çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükûnet ve ka­yıtsızlık vardı? Muamma.

Tam karşımda ayak ayak üstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını sallıyor, bir taraftan da müte­madiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir adamdı bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek ka­dar kilitli idi. Kimbilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sır sızmaz maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken elle­rinin ve kollarının mübalâğalı işaretlerile kendisini âdeta dört bir tarafa dağıtır gibiydi.

Size o gece gördüklerimin hepsini anlatmağa kalk­sam bu geceyi beraber geçirmemiz lâzım gelecek. Halbu­ki yolumuzun sonuna yaklaşıyoruz. Kimdi bunlar, nasıl adamlardı, hangi cehennemden buraya fırlamışlardı? Böyle bin türlü, akla hayale gelmez hareketlerle hangi korkunç düşünceden, hangi zalim ısrardan kurtulmak is­tiyorlardı?

Bütün bunları düşüne düşüne eve döndüm. Bu sessiz ıstırabı, bu âdeta tabiî addedilen cehennemi görmek beni biraz teskin etmiş, kendi hayatımla aramda biraz evvel bozulmak üzere olan muvazeneyi iade etmiş gibiydi. Bu­nunla beraber o muvazeneyi bir daha, hiçbir zaman bula­madım. Olan olmuştu. Artık bundan sonra bu bende bir itiyad oldu.

Hayatımın üzerinde düşünmeğe başlamıştım. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükûneti bana iade ettiremedi. Gündelik hayatımla arama yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddi­yetle oynamağa hazırlandığım bir anda geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. O gün­den sonra artık bir an bile yalnız değildim, soframda, ya­tağımda, çalışma masamda bir misafir, dişleri hiddet ve kinden kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuurile kısılmış sesi durmadan fısıldıyordu: «Ömrünü, ömrünü ne yaptın?» Ve ben bütün uzviyetimde bir yılan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altında yapacağımı unu­tuyor, ânı ve mekânı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.

Artık uyku bile benim için bir şifa değildi. Çünkü onda da rüyaların zalim ısrarı vardı. Size bu rüyaları na­sıl anlatmalı? Hemen her safhasında vaktile sevilmiş bir genç kızın, şimdi nerede olduğunu, nasıl bir talihle yaşa­dığını bilmediğim sarı saçlı, büyük mavi gözlü, nerkis bo­yunlu genç bir kızın bir nevi «laytmotif» gibi dolaştığı bu rüyalar... Bu, hasta kafanın kendi vehim ve gölgelerinden yarattığı değişici ve korkunç âlem...

İşte bu yol, bu küçük acayip yol, ben bu ruh hale­tinde iken karşıma çıktı ve benim için birdenbire yepyeni bir hayat imkânının, kendi kendimi bundan sonra olsun gerçekleştirebilmek imkânının bir nevi müjdesi gibi oldu.

Evet, pekâlâ biliyorum, ki, bir gün ben her şeyi bıra­kıp bu küçük yola dalarsam onun bittiği yerde bütün sa­adet ve hasretlerimi, eski yaşanmış rüyalarımı bulaca­ğım, temiz, yepyeni, mesut bir adam olacağım.

Bunu biliyorum, fakat yapamıyacağımı da biliyorum, Halbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.

ERZURUMLU TAHSİN

Tahsin Efendiyi ilk defa olarak bir kış gecesi gördüm. Fakat daha evvel ondan bahsetmişlerdi. Herkesin bildiği şekilde hikâyesi şu idi:

Erzurumun hali vakti yerinde bir ailesinin çocuğu imiş; İstanbulda hukuk tahsilini yapmış, hattâ bir iki kü­çük memuriyette dahi bulunmuş, sonra Balkan harbinde gönüllü olmuş, Trakyada yaralanmış, iyileştikten sonra tekrar orduya girmiş, harbin sonunda birdenbire her şeyi terketmiş ve bir daha ortalıkta görülmemiş. Uzun zaman­lar öldü sanmışlar, sonra haberleri gelmeğe başlamış: bir mektep arkadaşı büyük seferberlikte onu Tebrizde bir cami kapısında görmüş, fakat yanma yaklaşınca tanımamazlığa geldiği için konuşamamış. Bir başkası Şamda tas­lamış, üstü başı pek pejmürde imiş, ilk önce arkadaşını tanımadan sadaka istemiş, fakat yüzüne bakınca uzattığı parayı atarak kaçmış...

Bana Tahsin Efendiden ilk önce bahseden bu İkin­cisi olmuştu. Bu esnada babası ölmüş, kardeşleri ve annesi belki bir gün döner ihtimalile mirastan his­sesini ayırmışlardı. Bu oldukça mühim bir servetmiş. Annesi onun bir gün geleceğine o kadar eminmiş ki, her kapı çalmışında «Tahsindir!» diye yerinden fırlar­mış. Ben Erzurumda iken bu bekliyen annelerin hikâye­sini çok dinledim. Hemen her evde bir iki ölüye ağlanır ve bir iki kayıp beklenirdi. Tahsin Efendi işte bu kayıp­lardan biriydi.

Bir gün Tophaneli kahvesinde birkaç kişi oturmuş, çay içiyorduk. Birdenbire bir arkadaş nefes nefese içeri­ye girdi:

— Haberiniz var mı? Tahsin Efendi gelmiş. Üç gün­dür, Erzurumda imiş. Kardeşleri gizlemişler; üst baş bi­tik... Anası sevincinden ölümler geçirmiş. İki gece evde kalmış, yıkamışlar, yeni urubalar giydirmişler, mirasını vermişler. Anası oğlunu evlendirmeğe bile kalkmış... İlk önce «Olur, olur» la geçiştirmiş, sonra dün akşam anasına «Vazgeçin, demiş, bunlardan vazgeçin. Benim dünya mar İmda gözüm yok, ben dünyayı boşadım. Böyle evlerde oturamam, elbise, muntazam, yiyecek, sıcak yatak; bunlar bana zor geliyor... Ben gideceğim, benim mala, mülke ih­tiyacım yok» demiş.

Anası yalvarmış, yakarmış, baygınlıklar geçirmiş, kardeşleri: «Bari ananın hatırı için yapma» demişler; onun üzerine: «Benim anam, kardeşim yoktur, ben ölü­yüm; ölülerin anası, kardeşi olmaz.» diye cevap vermiş. Sonra odasına kilitlenmiş, yemeğe filân gelmemiş, kim­seye de kapıyı açmamış. Onlar da, çaresiz, kendi haline bırakmışlar.

Fakat Tahsin Efendi, onlar uyuyunca, yavaşça aşağıya inmiş, eski partallarını bulup giymiş, evden kaçmış. Şim­di nerede olduğunu kimse bilmiyormuş.

İçimizden biri:

— Acaba nereye gitti? diye sordu.

— Kimse bilmiyor. Kardeşleri her tarafa adam sal­dılar... Gören olmamış. Ilıcada gizlenmiş diyenler var, Ağabeysi şimdi oraya gitti, ama zannetmem ki bulabil-, sinler.

Bugünden sonra Erzurumun birinci dedikodu mevzuu Tahsin Efendi oldu. Akşam üstü Tahsin Efendinin henüz şehirde olduğunu, Kars kapısında küçücük bir eve gizlen­diğini işittik. Ertesi gün tekrar -bir iki saat için -anne­sinin evine döndüğünü haber aldık. İkindiye doğru onu İs­tanbul kapısında görenler çlduğu söylendi ve nihayet üç dört gün sonra Tahsin Efendinin serseri derviş hayatına tekrar döndüğünü, yapılacak hiçbir şey olmadığını anla­dıkları için ailesinin serbest bıraktığını, birtakım çuval­lar içinde gezdiğini ve günün yirmi dört saatini sarhoş geçirdiğini öğrendk.

Gündelik hayatı bu suretle istikrar bulduktan sonra, dedikodu Tahsin Efendinin mazisine geçti. Çocukluğu, aile hayatı, gençliği, itiyatları teker t,eker bahis mevzuu ol­du. Bu sırada dinlediklerimi kısaca yukarıda anlattım. Bütün bu konuşulan şeyler arasında bir taraf eksik kalı­yordu: bu kadar mazbut ve çalışkan başlıyan bu hayatta birdenbire olan bu değişikliğin sebebini hiç kimse anlatamıyordu. Çünkü Tahsin Efendinin az çok herkesinkine benziyen hayatında böyle bir neticeyi muhtemel kılacak hiçbir başkalık yoktu. Bu birdenbire olan bir değişiklikti.. Bütün tahminler yapıldı, bütün ihtimaller ortaya atıldı; fakat kimse akla yakın bir izah şekli bulamadı. Bunun bir hastalık neticesi olduğunu söyliyenler, veya tasavvufa sardırdığı merakın yüzünden dünyayı bıraktığım ve hattâ daha hissî ve beşerî bir izahla, bir sevgilinin acısı yüzün­den bu hale düştüğünü iddia edenler vardı. Fakat bütün bunlar biraz yakından hayatı üzerinde durunca uzak bi­rer ihtimal şekline giriyordu.

Tanıdıklarımın arasında merakını bütün bu suallerin, cevabını bizzat kendisinden istemeğe kadar vardıranlar olmuştu. Fakat Tahsin Efendi onları gayet lastikli ve hattâ biraz da düşündürücü cevaplarla atlatıyordu. Kendisile tesadüfen karşılaşanlar, bazı anlarında hakikaten çok güzel konuştuğunu söylüyorlardı. Fakat mükâlemeyi karşısındaki davet etmemek şartile... En ufak bir üstele­me, biraz söz açmağa çalışma karşısında insanı bırakıp gidiyordu.

Geçinmesi gayet basitti: canı istediği herhangi bir şeyi ilk rasgeldiği adamdan istiyordu. Onda iki şey en zi­yade dikkati çekiyordu: Birincisi güzelliği idi. Her gören, onda bir havari çehresi var, diyordu. İkincisi de konuşur­ken müstehcene hiç kaçmaması idi. Bu alelade bir dikkat değildi. Onunla ilk konuşanlardan biri olan doktor arka­daşım: «Kirli ve pis onun için yok gibi» demişti.

Çok gezmişti, fa'kat seyahatlerinden hiç bahsetmez, «Her yer, birdir, insanlık hep aynıdır» diye sözünü kapa­tırmış. En çok bahsettiği şey ölüm ve insandı.

Bu acayip adamı herkes gibi ben de çok merak ettim ve birkaç gün, raslanm ümidile, ötede beride dolaştım. Fakat raslamadım. Sonra yavaş yavaş etrafım onu unut­mağa başladığı için benim de alâkam kendiliğinden sön­dü. Böylece aradan birkaç ay geçti.

Çok soğuk, fırtınalı, tipili bir geceydi. Yine Tophane kahvesinde çay içiyor ve Bayburtlu bir arkadaşın hicret hikâyelerini dinliyorduk.

Birdenbire kahvenin kapısı şiddetle açıldı ve içeriye rüzgârla, karla beraber ortadan biraz uzun boylu, hafif tıknazca, âdeta çıplak denecek derecede sefil kıyafetli bir adam girdi. Sırtında siyah ve çok eski bir palto vardı. Ayakları çıplaktı ve düğmelenmemiş paltodan çıplak ve kıllı göğsü, üzerinde kar parçalarının yavaş yavaş eridiği esmer bir kaya parçası gibi sert görünüyordu. Kapının önünde bir lâhza durdu. Olduğum yerden büyülenmiş gibi ona bakıyordum ve galiba bu hal biraz herkeste vardı, çünkü demin bilârdo tıkırtısı, tavla sesi ve bin türlü şa­mata ile dolu olan koca kahve birdenbire tam bir sessiz­lik içine düşmüştü. Ondan bahsedenler beni. aldatmamışlardı. Hakikaten güzel bir başı vardı. Daha iyisi, siyah kıvırcık saçları, uzun sakalı, parlak gözleri ve geniş alnı île bu bir insan başından ziyade, bu gece, bizim idrâk edemiyeceğimiz bir sırla birdenbire hayatın mucizesine er­miş kadîm bir heykel başına benziyordu.

Bu yüz sade güzelliği ile değil, ayni zamanda hoyr rat ve sert mânasile, taşkın ve karışık hayat ifadesile bir insan başından fazla bir şeydi.

O etrafta uyandırdığı dikkatten habersiz, yavaş yavaş kahvede ilerledi, tam ortada durdu ve sağ elini göğsüne götürerek bizi dervişçesine selâmladıktan sonra Vâsıf m meşhur tercii bendini okumağa başladı.

Ne güzel şiir okuyuşu vardı. Hele sıra:

Mihneti kendine zevketmedir âlemde hüner

Gam-ü şâdii felek böyle gelir, böyle gider.

Beytine geldikçe o kadar yepyeni bir şekilde kelime­lerin üzerinde duruyordu ki...

Manzume biter bitmez bir köşeye çekildi ve kahve­cinin masaların etrafında gezdirdiği tablanın dolmasını bekledi. Fakat toplanan paranın hepsini almadı, içinden pek az bir şey aldı; gerisini kapı yanında oturan bir ihti­yarın önüne bıraktı ve etraftan yükselen:

— Buyurun Tahsin Bey, bir kahve için! seslerine ku­lak bile asmadan kahveden çıktı.

Nihayetinde bir meczuptan başka bir şey olmıyan bu adamın bu geliş ve gidişinde muhayyeleyi gıcıklıyan öyle bir taraf vardı ki, onu, bir an içinden çıkıp yine karan­lığına daldığı bu tipili kış gecesinin bir nevi özü, yahut hiç olmazsa ona yakın bir şey, doğrudan doğruya unsur­lardan gelen ve onların kuvvetini taşıyan bir mevcut zan­netmemek için kendi kendime epeyce cebrettim.

Bu geceden sonra Tahsin Efendiyi bir daha görme­dim. Hattâ aramızda bahsi bile geçmedi. Diyebilirim ki, ben de dahil olmak üzere hemen hepimiz, o geceki çocuk­ça korkumuzu hatırlamaktan utanıyor gibiydik.

Bununla beraber zaman zaman onu hatırlıyor ve bu garip adamla konuşmayı istiyordum. Vakıâ ilk anların vehimleri gitmişti, fakat muhayyelem bu deliye şimdi büsbütün başka bir hüviyet veriyor, onu etrafımda her gün bir parça yakından tanıdığım yıkılışın bir timsali gibi görüyordum.

Tahsin Efendi ile son bir defa daha, bu sefer bir zelzele gecesinde, karşılaştım. 1924 senesi sonbaharında olan ve o havaliyi Karsa kadar altüst eden bu felâket elbette hatırlardadır. Ben o zamana kadar bu âfeti görmemiştim. Ve bir türlü ne dereceye kadar müthiş olabileceğini anhyamıyordum. Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına ben­zemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman mü­teyakkız bulunuyoruz; deniz, biliyoruz ki insan oğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabiî ve ihtiyaçlarını uyandırıyor...

Halbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamış­tır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lâkayt ve sâkin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılma­sı işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benziyen vahim bir hali vardır. Onun için denizden gelen tehlike karşısında atik ve cesaretli kesi­len bir insan, topraktan gelen tehlike karşısında manevi­yatını kaybetmiş bir sürü şekline giriyor. İlk zelzele ge­cesi daha bu işin mânasını anlamadığım için erkenden yatağıma ve Selânikî tarihini okumağa başladım. Fakat beş dakika sonra harap evin bütün kirişlerini ayrı ayrı gıcırdar bulunca ve baş üstümde bir buçuk metre kalın­lığında bir toprak tavanın her an beni gömmeğe hazır bu­lunduğunu anlayınca sokağa fırladım. Bu biraz serin ol­makla beraber tatlı bir sonbahar gecesiydi. Evimin kar­şısında bulunan askerî ambarların bahçesindeki birkaç kavak ağacının üstünde güzel bir ay solgun ve dost yüzile asılmış, dünyamıza eski sükûnetini vermeğe, bizi hiçbir şeyin değişmediğine inandırmağa çalışıyordu. Uzakta bir çeşme sesi gecenin bu münasebetsiz saatinde sokağa dö­külmüş halkın uğultusile yarışıyordu. Yolun ortasında -her iki duvardan kendi yükseklik nisbetlerine göre uzakta durmak şartileyürüdüm. Fakat gözlerim daha ziyade kavak ağaçlarındaki ayda idi.

Ne sâkin, ne mütebessim bir yüzü vardı. Ona bakar­ken kozmoğrafyanm bize öğrettiği çiy hakikatlere kızar gibi oldum; pekâlâ bu mûnis ve aydınlık çehreye ibadet edilebilir, onda hayatı idare eden gayri mes’ul kuvvetler­den biri mevcuttur sanılabilirdi. Sonra bu mütebessim çehrenin şimdi şu anda bile kimbilir ne korkunç yıkılış­larla dolu olduğunu düşünerek ürperdim. Dünyamızı da böyle uzaktan gören bir insanlık tasavvuru ne kadar korkunç! Kimbilir o anda arzımızın solgun bir kandil gibi yanan yuvarlağına karşı, onun kendi sefaletlerinden ha­bersiz kaç bin dua yükseliyordu.

İkinci bir sarsıntı, bir yuvarlanma tehlikesi pahasına beni bu düşüncelerden uyandırdı; ve daha ihtiyatlı bir yürüyüşle dost aramağa çıktım. Bütün şehir çok aca­yip bir kıyafetle ayakta idi; don ve gömleği ile fırlamış erkekler kapıların önünde giyiniyorlardı; ekseriyet yarı çıplaktı ve insana bîr nevi şarkkârî mahşer manzarası ve­ren dört yol ağızlan vardı.

Kadınlara gelince... Hakikat şu ki, bu zelzele sayesinde ben Erzurumda birkaç kadın yüzü görebildim. Uykusuz­luğuma rağmen o gece beni o kadar sarsmadı. Beklenilmiyen şeylerin getirdiği değişiklik bir gece için ne olsa çekiliyor. Zaten beş on dost birleşmiştik; ve söylemeğe lüzum yok ki bana konuşma az çok her şeyi unutturdu.

Yalnız gece ilerledikçe bende «bir sabah olsa» temenni­si kuvvetleştiğini hatırlıyorum. Sabah olsa... Gece yansı zindanında uyanan mahpus, yatağında terliyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sa­nan biçare, velhasıl her cinsten muztarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefalet ve ıstıraplarının hiç olmazsa hafifliyeceğini zanneder. Bu da gösteriyor ki insan kafası için sarahat en tabiî ihtiyaçtır. Hakikatte bütün bu zavallılar için güneşten beklenebile­cek ne vardır? Hangimiz arkamızda bu zalim gözün ayni çiy parıltı ile aydınlattığı günlerin birbirine benziyen sı­kıcı yükünü hatırlamayız?..

Fakat ne çıkar? Bir kere güneş doğsun, gecenin, velevki uykusuz olsa bile yine yarı rüya dolu olan eteği orta­dan çekilsin ve insanlar kendi hakikî yüzlerini alsınlar,, şehir bütün bu hayaletlerden kurtulsun ve çeşmenin sesi, gündüzün kalabalığında sadece bir çeşme sesi olmağa razı olsun. Ben de işte, bu ilk zelzele gecesinde, uykusuz bir günün her dakikası nasıl yükleneceğini bilmekle beraber çünkü uykusuzluk bende ancak seyahat kitaplarında okuduğum o irtifa hastalıklarına benziyen bir rahatsızlık yapar» sabahı bekliyordum. Ve nihayet sabah güneşi, beni evimin bir türlü atlamağa cesaret edemediğim eşi­ğinde yorgunluktan bitkin, insanoğluna bütün hayat ve çalışma emniyetini veren temkinini kaybetmiş, sağa, sola rakkas gibi gidip gelen bir duvar parçasına hazin hazin bakarken buldu.

Ertesi gece şehrin her meydanı acayip bir panayıra dönmüştü. Çadırlar, tahtadan ve gaz sandıklarından ya­pılmış kulübeler, dört direk arasına ve üstüne gerilmiş kilim ve seccadeden yapılma acayip meskenler, hattâ sa­dece önleri örtülü arabalar... Ve bunların arasında alçak sesle konuşan ihtiyarlar, kadınlar, ağlıyan küçük çocuk­lar, gidip gelen siyahlı beyazlı hayaletler. Karısı doğur­muş, sevinç şaşkını bir arkadaşa elime geçirdiğim birkaç gaz sandığı ile iki kalası hediye ettiğim için ben yersiz yurtsuz kalmıştım. Gecenin ilk kısmını bir arkadaşın ça­dırında çay içerek geçirdim ve sonunda geldiğim andanberi çadırın bir köşesinde arkası bize dönük hiç kımıl­danmadan ve konuşmadan duran karısına acıyarak ayrıl­dım. İlerliyen gece ne olsa bu insan kalabalığına bu sa­atte getirdiği sükûnetle .manzarayı tamamlamıştı. Sessiz­lik tamdı. Yalnız bir ninni, sanki gecenin bu yalnızlığını ölçmek ister gibi uzanıyor, hazin ve alışkan edâsile bu. hoyrat sessizliğe tanıdığımız bir hudut, bizi zamana, gün­delik ümitlere çağıran bir kenar çiziyordu.

Bu hakikî bir göç manzarası idi ve muhayyele hiçbir zahmet çekmeden bu küçük karargâha tarihî rengini ve­riyordu: kişneyen atar, sırtında ok ve yay dolaşan bir iki

nöbetçi, meşale ışığında silâhlarını temizliyen erkek ka­labalıkları ve gecenin sükûtunda birbirine sokulmuş teprenen, kımıldanan, bağıran sığırlar, koyunlar ve onların etrafını çeviren kağnılar. Ve sabahın meçhulünü düşün­meden yorgun uyuyan oba...

Asırlarca evvel bu toprağı kendilerinin yapmak için, alıştıkları manzarayı, doğdukları toprağı, yıkandıkları dereyi ve ecdat kabirlerini terkedip gelen sert, haşin, ma­ceradan yılmaz ve ona karısile, çocuğile ve ihtiyarlarile atılan insanların tetikte uyuyan kalabalığı...

Ve sonra ay... Yalnız, bu sefer Çifte minarenin Üstün­de yine ayni sâkin gülüşle ve peşinden çok görmüş geçir­miş ihtiyar çehrelerine baktığımız zaman duyduğumuz hâtıralar selini sürükliyerek bakıyordu. Ne yapacaktım? İlk önce evime gidip yatmayı düşündüm. Sarsıntı biraz kesilmişti, fakat gündüz kazalardan o kadar korkunç ha­berler gelmişti ki, dört duvar arasına girmek için lâzım gelen ruh kudretini kendimde bulmak oldukça güçtü. Bununla beraber, önümde koca bir gece, bu arızî hali ta­biileştirmiş uyuyan şehirde tek başına ve artan serinlik içinde dolaşmak da kolay değildi. Bir müddet dolaştım ve nihayet başka bir şey yapamıyacağımı görünce evime döndüm. Ne kadar zaman uyudum, bilmiyordum. Birden­bire çok insiyakı bir korku ile uyandım; ve derhal ayak­kabılarıma sarıldım. Bir felâket olacağına o kadar katiyyetle emindim. Odanın ortasında yüzüm bir türlü ayrıl­mağa razı olamadığım sıcak yatağa dönmüş, bekliyordum. O zamana kadar ev ve yatak mefhumlarını bu kadar kuv­vetle anlamamış, yatacak yeri olmamanın azabını tatmamıştım. Korku, hiddet, uykusuzluk içinde perişan, perde­siz pencereden dışarıya göz attım. Ay, dün akşamki yerin­de, kavak ağaçlarına sırmalarını giydirmiş, sâkin ve ayni gülümseyen yüzle bakıyordu. Zelzeleden değil, bu sâkin ve gülümseyen yüzden bu skûnet ve kayıtsızlıktan, in­sanoğlunun yeryüzündeki bu korkunç yalnızlığından korkarak odadan fırladım. Fakat, geç kalmıştım. İlk sarsmtı beni merdiven başında yakaladı. Bu belki şimdiye kadar olan sarsıntıların en kuvvetlisiydi ve hemen arka­sından gelen uzak ve sağır yıkılma sesinde bütün bir şehri örtebilecek bir kudret vehmedebilirlerdi. Tabiî tek­rar sokağa fırladım.

Gecenin bilmediğim bir saatinde, gözüm ve belki de bütün vücudum uykudan şişkin, burnumda yatağımın ve kendi tenimin kokusu, tekrar bu suali kendime soruyor­dum. Önümde nasıl geçireceğimi bilmediğim bir gece ve heyhat, ertesi günün şimdiden beni korkutan uzunluğu vardı. Yavaş ve dalgın, her adımda derimi çatlatacak ka­dar beni dolduran uykudan bir parçasını kaybederek, ümitsiz ve emniyetsiz yürüyordum. Arasıra yolda hemen olduğu yere uzanıvermiş insanlara basmak vehmile silki­niyordum. Uyuyan bir şehirde tek başına dolaşan bir ada­mın yollar hakkındaki fikri büsbütün başka oluyor. Zan­nederim ki bir şehrin hakikî topografyası ancak böyle zamanlarda görülüyor. O gece Erzurumu asıl fiziyolojisinde tanıdım zannediyorum. Arasıra başımı kaldırıp ha­vaya bakıyordum. Ay ancak biraz daha alçalmıştı. Fakat ayni sâkin ve soğuk güzellikte, aydınlığının donuk çeş­mesini açmış, bütün manzarayı o kendisine mahsus hülya ve ölüm şiir ile dolduruyordu. Eşya, müstehzi ve zalim bir sihirbazın eline verilmiş gibi, bütün çizgi ve şekillerini değiştirmişti. Her şey tanınmayacak kadar güzeldi. Bununla beraber bu güzellik benden o kadar uzak, o kadar yabancı ve hattâ düşmandı ki... Elimden gelse gözlerimi kapar, öyle yürürdüm. Toprak, kendisine olan emniyetimi yık­mıştı. Tabiatle kolay kolay barışamazdım. Toprak, üze­rinde emeklediğimiz, gezdiğimiz, oturup kalktığımız, ha­yat dediğimiz gülünç ve muztarip oyunu oynadığımız ve sonra bir gün tekrar kucağına döndüğümz katı anayı ba­na bu zelzele geceleri öğretti. Bir an içimden tüyler ür­pertici manzarasile bir düşünce geçti: Ölüleri kucağın­dan fırlatan toprak... Ve o zaman insanlığın bütün hayatı bu korkuyla geçtiği halde niçin ölümü o kadar sık düşün­mediğini biraz hisseder gibi oldum; bütün korkularımıza rağmen onu bir dönüş gibi kabul ediyoruz diye düşün­düm. Fakat en elemli ve beni en ziyade korkutan düşüncem yarı bırakılmış bir yapının karşısında geldi. Bu, iki katı genişçe bir evdi. Önünden geçerken birdenbire başımı farkında olmadan salladığımı ve kendi kendime «Zavallılar. Ne yapıyorlar, ömür bu zahmete değer mi?» diye mırıl­dandığımı hissettim. Daha iyisi, ben bu sözleri mırıldan­dım. Ve bende bulunan ikinci bir adam bunu farketti. İşte o zaman kendi kendimden korktum. Zelzele mane­viyatımı bozmuş, ölüm peşime takılmıştı; ve hakikaten ondan birkaç sene için ayrılamadım.

Belediye bahçesinin önüne geldiğim zaman yorgun ve perişandım. Nasıl oldu da buraya kadar hiç farketmeden gelmiştim? Bunu düşünmeğe lüzum yoktu. Bu yorgun ve uykusuz adamı şehir kendiliğinden aşağı doğru kaydır­mıştı; ben tıpkı bir yokuştan yuvarlanan taş gibi bu nisbî düzlüğe gelir gelmez durmuştum.

İlk gözüme çarpan şey, o civardaki büyük bir yalağın yaptığı bataklıkta çömelmiş iki manda karaltısı oldu. Bu mandalar burada bunu söylemeliyim Erzurumda benim bir nevi fikri sabitim olmuştu. Günün her saatinde onlar­dan biriyle karşılaşır, sırtlarına ve hattâ başlarına kadar taşıdıkları kurumuş çamur parçaları, pislik bakiyeleri ile ve tepelerinin üstünde bir küçük kasırga gibi dalgalanan küçük hayvanlar kümesile bana büyük ve cüsseli olma­nın kefaretini bütün ömürlerince çekmeğe mahkûm bü­yük zavallılar gibi görünürlerdi. Bu sefer de onları her za­manki yerlerinde bulmak ihtimaldefarkında olmadan ara­mıştım. Eğer kahvede ışık ve hattâ kalabalık farketmeseydim şüphesiz ki bu tesadüfün üzerinde biraz daha du­rurdum. Fakat sıcak çay ümidi beni bu kendi kendime icat ettiğim acı felsefeden ayırdı.

İnsanlığın talihsizliği üzerinde demindenberi kafam­da geçen acı düşünceler, bana farkında olmadan bir nevi

azamet vermişti. Hayatın iradesine ve kanunlarına karşı isyan etmiştim. Ve şimdi bu isyanın şişkinliği içindeydim. Onun için kahveden içeri girmedim, bahçenin kuytu bir kö­şesinde bulduğum bir sandalyeye bir nevi yarım ilâh dar­gınlığı ile oturdum., yahut daha doğrusu büzüldüm. Çün­kü deminki serinlik şimdi hakikî bir ayaz halini almıştı. Yüzüm ovaya dönük, hiçbir şey düşünmeden somurtu­yordum. Yanıbaşımdan birisi:

— Efendi, şu ateşi ver bakalım, diye seslendi.

Bu sözlerle beraber çıplak ve kuvvetli bir kol aşağı­dan yukarıya doğru uzandı. Biraz dikkat edince tanıdım: Tahsin Efendi îdi. Kendime bu gece için en münasip arka­daşı bulmuştum. Cigaramı uzatırken:

—■ Merhaba Tahsin Efendi,, dedim.

— Merhaba! diye kuru bir cevap verdi.

Sonbahar otlarının üzerine yanlamasına uzanmıştı. Başı sağ koluna dayalı, serbest kalan sol elile cigarasmi. içiyordu. Selâmıma mukabelesi o kadar anî ve kuru ol­muştu ki, bu tek kelimeyi söyliyeceği yerde havaya bir el tabanca sıksaydı, yine ayni tesiri yapabilirdi.

Tabiî bütün konuşma arzularım yarıda kaldı ve hattâ bir nevi rahatsızlık bile duymağa başladım. Bunun­la beraber galiba bir boşalma gecesi olmalı ki, tam ben yerimi terke hazırlanırken:

—■ Ne güzel gece, değil mi? diye tekrar söze başladı, âdeta bir rüya gibi...

Sonra geniş bir nefes aldı ve yere, bu sefer sırtüstü ve upuzun uzandı. Gözleri apaçık, gökyüzünü seyredi­yordu. Ne diyeceğini bilmiyordum, tabiati takdir ederken ondan bir parça gibi ot ve toprağın içine gömülen bu ada­ma ne söyliyebilirdim? Ayni sessizlik, fakat biraz daha yumuşağı, bir müddet sürdü. Sonra daha tatlı bir sesle kendi kendine mırıldanır gibi:

— Tabiatin sessizliği, dedi, öyle zannedildiği kadar korkunç bir şey değil. Yalnız biz buna bir türlü alışamı­yoruz.

Ne kadar düzgün konuşuyordu. Söze yarım kalmış bir bahsi tamamlar gibi başlamış, öyle devam ediyordu:

— Biz, bataklığı dolduran kurbağalar gibi, mutlaka bu sessizliği bozmak istiyoruz...

Cümlenin gerisi gelmedi, başını öbür tarafa çevir­mişti. '

— Evet, dedim, devam edin.

Fakat cevap vermedi, yattığı yerde döndü. Bu sefer yüzükoyun toprağa kapanmıştı. Sonra birdenbire hiç umulmaz bir çeviklikle fırladı ve tam yanımda yere bağ­daş kurup oturdu:

— Bana bir nargile ısmarla, bir de sen iç! dedi.

— Sizin için hay hay, dedim., fakat bana dokunur, hasta olurum...

Alaylı bir homurtu ile razı oldu. Beni beğenmediği belliydi. Nargilesi gelince bir de sandalye istedi. Kahve­cinin getirdiği iskemleyi:

— Şöyle bir efendice oturalım, diye altına çekti, sonra hakikaten düşman bir sesle bana döndü:

—• Hasta olursan ne olur ki., dedi.

— Ne olacak, hiç, dedim, hasta olurum, güzel bir şey mi hastalık?

— Belki de ölürsün, değil mi? diye yapma bir anne şefkatile mahzun mahzun sordu. Ah, sen ölürsen dünya ne yapar? Zavallı dünyanın sensiz halini düşün, aman kendine dikkat et...

Ve mütearrız bir hareketle paltomun yakasım, soğuk almıyayım diye düzeltti.

Tabiî bu manasız sözleri kızmadan dinlemek kabil değildi.

— Niçin, dedim, böyle konuşuyorsunuz, daha yeni gördüğünüz bir adama bu sözler söylenir mi?

— Vah yavrucuğum, vah! Neredeyse’ ağhyacak.. diye alay etti; bu kadar yumuşak olduktan sonra insan ne diye yaşamak zahmetine katlanır.

— Yumuşak veya katı, dedim, bu dünyada yalnız ben mevcut değilim ya... Benim gibi ve benden zayıf milyar­larca mevcut var, hepsi yaşıyor ve hepsi ölüyor.

Ve büyük bir ünâ kasd'ile ilâve ettim:

— Benden kuvvetliler de beraber...

— Şüphesiz, dedi, şüphesiz senden yumuşak ve za­yıfları da var. Fakat onlar hadlerini biliyorlar... (Gözleri yarı karanlıkta ateş gibi parlıyordu.) Sen cüssene bakma­dan kâinatı fethe kalkmışsın... Dolduracağın çukurun dı­şında işin ne?

Benim şahsımda bütün insanlıkla konuşuyordu. Sesi çok geniş bir kalabalığa söylüyormuş gibi tok ve yük­sekti. Oyunu olduğu gibi kabul ettim:

— İyi ama, dedim, bunda muvaffak da oluyoruz!

Müthiş bir kahkaha savurdu:

— Muvaffak mı, dedi, nerede, ne vakit? Nasıl?.. Han­gi muvaffakiyet... Sırtında bit gibi yaşadığın devin mü­samahasından bir an dışarı çıkabildin mi? Hayat mütema­diyen ölümün zaferini teganni ediyor. Sen küçücük başını sallayıp geçmeğe çalışıyorsun!..

Mümkün mertebe yavaş ve tatlı cevap verdim:

—■ Yaşamanın ve sevginin zaferleri de var, dedim. Hem de tabiatin değişmez kanunları içinde!

Sözümü bir el işaretile kesti:

— Vehim, dedi... Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir. Güneş bir mezarlıktır ve toprak., ve biz...

Bütün bu saçma sapan şeyleri o kadar doğrudan doğ­ruya kalbin yolunu bulan bir sesle ve o kadar emniyetle söylüyordu ki, yalvarmağa mecbur oldum:

— Susunuz, dedim. Çok rica ederim, susun, bütün bunları niçin söylüyorsunuz. Hem söylemeğe ne hakkınız var?..

Fakat o beni dinlemekten çok uzaktı. Coşkunluğunun en yüksek haddinde ayağa kalkmış, bir eli çay masasının üstünde, sımsıkı kıstığı ötekisi yarım bir işaretle yuka­rıda bir şey gösterir gibi omuzunda, acayip bir vaiz ve tehdit vaziyetinde dimdik duruyordu:

— Sana tekrar söylüyorum. Her şey, hepsi ölümdür. Her şey ondan gelir ve oraya döner... Biz, bütün bu gör­düğün şeyler -elile atrafı gösterirken, ayağile otlan ezi­yorduher şey, hepimiz, büyük ve muazzam bir kadav­ranın üzerinde gezinen kurtlarız... Anlıyor musun? Ka­davra kurtları...

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bütün soğukkanlılığımı toplıyarak:

— Niçin bu kadar bağırıyorsunuz? Oturunuz, bütün bunları oturduğunuz yerden sakin sâkin de anlatabilirsi­niz, dedim.

Bir müddet durdu. Donuk aydınlıkta yüz çizgileri­nin dğiştiğini farkediyordum; sonra gayet yavaş bir sesle :

— Evet, dedi. Hakkınız var; yavaş konuşmak daha iyi... Hem sizi de korkutmuş olmam...

Kimdi bu adam? Bir ölüm peygamberi mi, yoksa in­sanları şaşırtmaktan hoşlanan bir budala mı? Bu uğursuz kuşla ne diye bu gece karşılaşmıştım?..

Oturdu. Nargilesinin yere düşen marpucunu elimden şaşılacak bir sükûnetle aldı ve yine o eski sükûta gömül­dü; sonra birdenbire tekrar ve çok tabiî bir tarzda konuş­mağa başladı.

Erzurumdan yarın sabah gideceğini, şehirde canı sı­kıldığını söyledi:

— Biraz dolaşmak, dedi. Sonra zelzeleye atladı, ken­disine, gelirken gördüğüm acayip manzaraları anlattım. İki gecedir, bu kahveden ayrılmadığı için bir şey bilmir yordu. Ben sözümü bitirince alay etti:

— Demek ki şimdi bütün şehir bana benzedi... O halde muhakkak gitmeliyim.

Ve sonra ayni çeviklikle birdenbire ayağa kalktı;

106                                GEÇMİŞ ZAMAN ELBİSELERİ

— Allahaısmarladık, efendi, dedi, kusura bakma, coş­tuk...

Hiç acele etmeden, arkasına bakmadan yola koyuldu ve biraz sonra bahçenin güdük fidanlarının, gecenin alaca' gölgelerine karıştığı noktada kayboldu. Onu bir daha Erzurumda göremedim, nereye gittiğini kimse bilmiyordu, Yalnız muhakkak olan bir şey varsa, bu çılgın adam bana güzel bir ders vermişti. Acele acele evime döndüm ve derhal yatağa girdim. Bu ölümlü dünya uykusuz kalmağa değmezdi...     

 

— Bir hastanede bulunmuş cep defterinden —

Yatak oldukça geniş... Ben bir kenarına uzanıyorum, o bir kenarına... O, yani hastalığım. Bundan evvel de ge­niş yataklarda yattım; yanımda yine yatak arkadaşlarım vardı; ümitlerim, hülyalarım, vehimlerim, gündelik acı ve kederlerim sırasile gecelerime arkadaşlık ederlerdi. Fakat bu sefer onların hepsinden, hattâ büyülü gözlerile en musırrı olan arzudan bile ayrıldım. Şimdi hastalığımla başbaşayım. Onu, anlaşılan, geç doğan bir çocuk gibi yıl­larca kendimde gezdirdim. Belki bu yüzdendir ki bana hiç yabancı gelmiyor. Bu geniş yatakta yanyana, hattâ kucak kucağa yatıyoruz; ayaklarımın ucunda hararetim var. Küçük, siyah, sokulgan bir köpek gibi orada, ayak­larımın ucuna kıvrılmış yatıyor. Arasıra ince, uzun ba­şını uzatıyor, ellerimi yalıyor. Ah, bu yapışkan, sıcak ya­lama... Sanki erimiş kauçuktan bir eldiven gibi onu gi­yiniyorum. Sonra yavaş yavaş bu okşama bütün vücudu­ma dağılıyor, ayni musir, sıcak ve bunaltıcı dil bütün vüdumu ayni yapışkan unsurla giydiriyor.

Hastalığımla ben, birbirimize o kadar sâdıkız ki en ufak bir düşüncem bile ona yabancı kalamıyor. Bütün ha­yat, seven bir insan için nasıl hep sevgilinin başı etrafın­da toplanırsa, benim için de her düşünce onun etrafında toplanıyor. Ve hiçbir şey bu düşünceden beni ayıramıyor; hattâ evvelki gün koridorun bir başında gördüğüm daire müdürümüzün asık ve kibirli yüzü, insana derhal kopar­mak arzusunu veren sevimsiz bıyıkları bile bir andan fazla beni işgal etmedi. Yarabbim, bu bıyıklar; ve onların küçük bir akrep yavrusu kuyruğuna benziyen uçları..'. Ama bu sefer halinde bir nevi yumuşaklık yok değildi.. Hattâ ikinci karşılaşmamızda beni gülerek selâmlamak­tan bile çekinmedi. Bunun sebebi galiba hastalığının, ehemmiyetsizliği olacak. Sağ ayağı hafifçe burkulmuş; birkaç gün hâriciyede istirahat edecekmiş...

Hafif bir ayak burkukluğu... Her türlü ıstıraptan bü­yük ve dev cüsseli bir arı kovanı gibi uğuldıyan bu acayip yerde böylesi bir rahatsızlığın ne ehemmiyeti olabilirdi? Bir hastanede, dışarıdaki mevki ve pâyeleriiniz, servet ve imkânlarımız nasıl birdenbire ikinci derecede kalıyor; bunu kibirli dostumun beni hürmetle selâmlayışından an­ladım. Elbette ki burada, herkesin ıstırabile daha evvelden tâyin edilmiş hususî bir mevkii vardı, ve ben doktorların baş sallıyarak teselli ettikleri hastalığımla onun birkaç metre üstünde idim. Evet, daire müdürümüz bütün hüvi­yetinden akan ehemmiyetine rağmen birdenbire, sadece birkaç gün, topalladıktan sonra iyileşecek, yedinci, seki­zinci derecede bir hastadan başka bir şey değildi. Onun yanıbaşmda tasavvur edilmez acılarla bütün bu soğuk du­varları dolduran, eşyanın kayıtsızlığına âdeta İnsanî bir ürperme sindiren ne mühim hastalar vardı. Bunlardan bir tanesini yeni geldiğim zaman tanıdım. Beni ilk yatır­dıkları koğuşta ve benden iki yatak ötede yatıyordu. Ge­ce sabaha kadar haykırdı. Eminim ki bu çığlıkları benim gibi bütün hastane halkı duyuyor, ve her defasında, bir türlü alışamadıkları için hepsi birden yattıkları yerden perişan fırlıyorlar, dimdik olmuş saçları ve örtüler üze­rinde kilitlenmiş parmaklarile ürkek ve biçare etraflarına bakıyorlar, korka korka onu dinliyorlar, ve sonra belki sonuncusudur ümidile tekrar yataklarına uzanıyorlar,, kendi sızı ve ıstıraplarına çok rahat, çok dinlendirici bir şey gibi gömülüyorlardı; ve bunda da haklıydılar, hiçbir ıstırap bu korkunç ses kadar müthiş olamazdı; her ıstıra­bın sonunda nihayet ölümün kurtuluş kapısı vardır; onun aralığından maddeye vâdedilen sükût sezilir; fakat bu çığlığın bir sonsuzluğa doğru uzanan dehşetinde insana ölümün tecrübesini bile unutturan bir şey vardı. İnsan oınu dinlerken ister istemez bu acıyı ölüm bile dindiremez. diye düşünüyordu. Bu deri ve kemik yığını, bu yaralı hay­van çığlığını bu kadar mebzul bir surette kendinde nasıl bulabiliyordu? Bu kadar keskin bir ıstırap acaba herhan­gi bir şuurla beraber yürüyebilir miydi? Ertesi sabah onu. nisbeten sâkin bir halde gördüm, «uyuyor» diyorlardı; dudakları mütemadiyen titriyordu, ve dışarıda kalan sağ. elile bir saat rakkası kadar muntazam bir şekilde, üstün­deki battaniyeye vuruyordu. Herkes gibi ben de epeyce şey gördüm. Belki bunlardan birçoğunu unutabilirim. Fa­kat kendi ıstırabını bir nabız gibi muntazam sayan bu sap­sarı ve zayıf elin faciasını hiçbir zaman unutamam.

Hastaneye geldiğimin üçüncü günü öldü. Üzerinde beyaz bir örtü, onu sedye ile yanımdan geçirdiler. Ne ka­dar alelade bir şey olmuştu; sanki bütün hüviyeti boşal­mıştı. O hastalığında, hastalığı onda, birbirini tüketmiş­lerdi. Korkunç bir Tanrının terkettiği çerden çöpten bir vücut, şimdi alelade şeylerin talihini paylaşmağa gidiyor­du. Bu adamın bütün bir hastaneye, yüzlerce insanın gece ve gündüzüne hükmeden şahsiyetini yapan neydi? Şüp­hesiz ki hastalığı. Bu hastalık konuştukça hepimiz susu­yorduk; ve o sustukça biz kulaklarımız kirişte onu bek­liyorduk.

Bunlar şüphesiz ki korkunç şeylerdir, ve doktorların bana bunları fazla düşünmememi söylemekte hakları var. Fakat ben ki ölümlerin en korkuncunu yıllarca kendi et­rafımda çok sıkı bir hava gibi teneffüs ettim; bu dehşet­ler bana o kadar yabancı gelmiyor. Çünkü ben genç an­nemin ölümünü, yarı deli bir Arap halayığından bütün çıldırtıcı teferruatile senelerce dinledim; ve saadetlû Raif Paşa hazretlerinin bakır çalığı renginde bir kütüğe benziyen vücudunu rahat döşeğinde seyrettim. Ayrıca bu korkunç ölümün, onun etrafında yıllarca nasıl bir ısrarla gezdiğini gözlerimle gördüm. Artık şimdiden kendi ölü­mümün şeklini de tahmin edebiliyorum. Çünkü ben, dok­torlar ne derse desinler, onların anladığı şekilde ölmiyeceğim. Ben Raif Paşa ailesinin ölümile öleceğim. Ve doğ­rusunu isterseniz, bu ölüm bütün insanlarınkinden ayrı­dır. Onun muhteşem korkuları, eşsiz ürpermelerle dolu uykusuz geceleri, soğuk ve azaplı terleme saatleri vardır. Ben bu ölümü yıllarca beraberimde gezdirdim. Uyurken başımın ucunda o bekledi. Uyanmca etrafımda bana ilk gülen, manzarada benimle ilk konuşan o oldu. Mektepte kitaplarımın sayfalarını benim için o çevirdi. Ve daha büyük yaşlarda ilk buselerin lezzetini tadarken, omuzu­mun üzerinden yine onun üç köşeli başım uzanmış gör­düm.

Musul’da, evimizin sofrasına o, her akşam, bizimle be­raber otururdu. Zaten bu koca konağı asıl dolduran o de­ğil miydi? Ne yetmişlik bir vezir olan dedemin nişanlarla dolu geniş bir tahtaperdeye benziyen göğsü, ne ihtiyar dadımın gümüş süsleri dökülmüş bir abanoz çekmeceyi andıran buruşuk ve simsiyah yüzü, ne de kadın, erkek bir .sürü hizmetçinin bir fısıltıdan ileriye gitmiyen sesleri bu. evi dolduramazlardı. Onlar gibi ahırlardaki cins Arap at­larımız, kafeslerinde yekpare bir mevsim yaşıyan acayip renkli kuşlar, hattâ ihtiyar dedemin ellerini kanatmcaya kadar ısırtmaktan hoşlandığı büyük köpekler bile, bu acayip ve daimî misafirin yanında bir maske kadar sessiz görünürlerdi. O her vakit görünmez ve yalnız, kokusun­dan mevcudiyeti hissedilen eşya gibi, içimizdeki korkusile bize kendisini hatırlatırdı. Fakat bazan birdenbire bu .sükûtu kırar ve en geniş sesile konuşmağa başlardı.

İşte o zaman atlar, yemliklerinde cins ve sinirli baş­larını uzatarak tepinmeğe başlarlar, ceylânlar nârin bar caklarının üstünde titriyerek sokulacak bir köşe ararlar ve orada o güzel gözlerinden sessizce büyük yaş damlalan akıtırlardı. Kuşlar kafeslerinde acı acı öterek kanal­larını şakırdatırlardı. Ve ben korkudan mecalsiz, fakat bir meraktan da sadece bir ürperme olan bu ânı tanımak ve tatmaktan memnun, dedemin veya dadımın boynuna atı­larak katıla katıla ağlardım.

Korku, akşam oldu mu, evimizi küçük ve tehlikeli bir deniz gibi istilâ ederdi. Onun, annemin öldüğünü söy­ledikleri her zaman için kapalı odadan siyah dalgalarla yükseldiğini, kabarıp büyüyerek etrafımızı aldığını kaç defa gözlerimle gördüm. Bu anlarda bütün etrafımdaki çehreler, bir enginde raslanan gemi ışıklan gibi uzak ve gurbetli görünürlerdi. O kadar onları bir daha görmeyi ümit etmezdim.

Kış geceleri benim için bütün bir ürperme idi. Otur­ma saatleri sona erip de dadımla odamıza kapanır kapan­maz, gülünçlüğünü bugün bile söylemeğe kolay kolay di­lim varmıyan, esrarlı bir âyin başlardı. Dadım, elinde bü­yükçe bir lâmba, başında bilmem niçin o kadar mufassal ve hacimli sardığı bir yığın sargı, sonraları hiçbir kitapta veya sofu ağzında tesadüf etmediğim birtakım dualar okuyarak, odayı köşe bucak dolaşır, her şeyin üstüne eği­lip kalkarak, yatak, minder, kanape, yastık her şeyi ye­rinden oynatarak okur, üflerdi. Bu duanın kelimeleri o kadar garip ve yabancı şeylerdir ki odamızın, dadımla be­raber gidip gelen büyük gölgelerle dolu sessizliğine, on­lar âdeta bilinmez yıldızlardan getirilmiş acayip parıltılı, henüz denenmemiş hassalara malik esrarlı taşlar gibi te­ker teker düştükçe, benim etrafla olan alâkam yavaş ya­vaş kesilir; içinde dadımın petrol lâmbasının ışığıyla pı­rıl pırıl parlıyan siyah yüzünün, bir gece yarısı güneşi gibi kımıldadığını, uyku ile uyanıklık arasında, çok defa dışarıdan gelen en küçük ihsaslara bile açık, bir rüya baş­lardı. O zaman bütün, o biraz evvel dinlediğim yabancı tınnetli kelimeler, alışılmamış hecelerden doğan hüviyet­lerinin muhayyelemde büründükleri renk ve kıyafetlerle etrafımı sararlardı. Bana hiçbir kımıldama ve itiraz hak­kı vermiyen çevik hareketlerle beni geldikleri meçhul âle­me, odamıza, esrar ve hassalarını taşıdıkları o meçhul ve uzak yıldızlara götürmeğe çalışırdı. Ve ben son bir gay­retle onların elinden kurtulup uyandığım zaman dadımı uyumuş bulurdum.

Beni ekseriya bu gecelerde büyük babamın dışarıda gezinen tok damlalı ayak sesleri uyandırırdı. Dedem, kı­zının ölümünden sonra, evin içini istilâ eden vehim yü­zünden bir yerde uyuyamaz olmuştu. Elindeki kuştüyü bir yastığı hemen daima karnının üstünde tutarak muttasıl odadan odaya dolaşırdı. Zaten gece oldu mu, onun yorul­duğu zaman istediği yerde yatabilmesi için selâmlıktaki sofadan bizim odamıza kadar, koca evin her tarafına bat­taniyeler, yastıklar konulurdu. Onun ayak sesleri, çocuk­luk senelerimi bir hastalık gibi dört bir yanından saran büyük vehim ve esrar kaynağıydı. Uzun kış gecelerinde herhangi bir sebeple uyandığım zaman, uyku ile uyanık­lık arasındaki o kısa boşluktan, yattığım odaya ve yaşa­dığım zamana ancak onlarla, yahut onları bulamamanın verdiği üzüntüyle dönerdim. Gitgide bu öyle bir terbiye olmuştu ki, sadece kulağımla uyanırdım, diyebilirim. Yağmurlu veya rüzgârlı gecelerde bile, etrafımdaki gü­rültü içinde, yattığım yerden bu ayak seslerini kalabalık bir caddede kaybedilen bir dostu arar gibi arar, bulur ve onların vasıtasile dedemi evin herhangi bir noktasına yer­leştirirdim. Çünkü'bu sesler, evin ıssızlığı içinde, karan­lık ve boş gecede parhyan münzevi aydınlıklar, yahut eski kale nöbetçilerinin saat başlarında yüksek sesle tek­rarladıkları parolalar gibi, uzaklıkları, yakınlıkları ille benim için bütün bir mesafe ölçüsü vazifesini görürlerdi ve ben onları dinlerken geldikleri istikamete, akislerinin yavaşlığına veya tokluğuna göre, kendi kendime: «Şimdi annemin odasının önünden geçiyor, kendi odasına girdi, selâmlık tarafındaki sofadan geliyor, biraz sonra burada­dır» gibi çok defa doğru çıkan tahminler yapar ve ancak ondan sonra, günün ve düşüncelerimin kervanına tekrar katılırdım. Evet, ancak ondan sonra, o gece uyumadan önce dinlediğim masal, dedemin bana anlattığı eski mu­harebe, İstanbuldan geldiğini, fakat henüz postadan alın­madığını dün akşam sofrada işittiğim hediyeler, -ki bana ait olanlar hemen daima annem tarafından gönderildiği için mevcudiyetlerine daima bir meçhul ve esrar cazibesi karışır ve hayatıma bir servilikte açan çiçekler gibi, bir nevi siyah uçurum korkusile girerlerdi selâmlıkta ilk defa gördüğüm ve siyah kehribar gibi parlak sakalından, kes­kin bakışlarından ürktüğüm misafir, yarın yapacağımız at gezintisi, yahut beni misafirliğe götürecekleri eşraf evi, saçları altın dizilenle örülmüş, uzun entarili, ince boyun­lu, ihtiyar saray kalfası veya genç hindi vakarlı, sıkılgan ve yaygaracı küçük kızlar; hemen hepsi nişanlım olduğu­nu iddia ederek beni sıkıştıran, okşıyan dolgun göğüslü tazeler, ve bir yığın orta yaşlı hanım, beni meşgul ede­bilirdi.

Bunlar gibi, günün her saatinde tek cümlesini, sert bir ceviz gibi tepemde kıran papağanın daha evvel yaşa­dığına kat’iyyetle emin olduğum insan hayatı ile, evin her köşesinde birkaçına birden tesadüf edilen büyük çay kutularının üzerindeki Japon veya Çin işi resimleri, bu­lutlarla yarı örtülü, derinliklerinde hayalî leylekler ve zümrütankalar dolaşan bir gök altında, uzak ve tepeleri güneşle yaldızlı dağların çerçevelediği bir manzarada ge­zinen, yahut mucizeli berraklığı iki üç ince çizgiye ema­net edilmiş bir su başında düşünen, musiki faslı yapan, zarif çizgili, uzun etekli, kenarı yıldız zırhlı lâcivert ve­ya nar çiçeği renginde ipek mantolarını giymiş, çekik gözlü, ay ışığı tenli genç kadınlar veya kızlar, mürakabelerinden hikmetten ziyade aksilik taşan asık yüzlü, seyrek sakallı hakimler, ellerindeki çay fincanlarından halka halka yükselen dumana bir aşk hâtırası gibi eğil­miş narin endamlı delikanlılar, uzun firkete, zarif şemsi­ye, ayaklara dolaşan etek, ince kayık biçimli pabuç, her nevi saz, ve hepsinin birden insana verdiği acayip, büyü­lü bir uzak memleket daüssılası... Velhasıl çocuk yaşımı dolduran hayal hakikat bin türlü şey ancak ondan sonra hatırıma gelirdi'.

Çünkü bu ayak seslerini, her zerresi ayrı ayrı uyuyan bir büyük konakta tek başına dinlemek ve onlar sustuğu zaman samiamn ötesindeki bir hisle, evin içinde onlarla beraber yürümek, onların uzak ve yakın akislerde etrafta bulunan her şeyin perde perde canlandığını, birbirine bin türlü alâka ile birleştiğini duymak hakikaten korkunç, hakikaten vehimli bir şeydi.

Bu ihtiyar adam hiçbir şey söylemeden, dudakların­dan tek bir şikâyet çıkarmadan, sadece bu bitmez, tüken­mez gezintisile, damlalı ayaklarını sürüye sürüye, bütün evi, bütün geceyi ıstırabile dolduruyordu.

Bugün aradan uzun yıllar geçtiği halde bu ayak ses­lerini, zaman zaman peşinde sürüklediği vehimler, ürper­meler ve keskin acılarla yine içimde buluyorum. Kimsesiz otel odalarında, demir karyolalı, yırtık keçeli fakir pan­siyonlarda, hattâ şimdi yatmakta olduğum bu hastane ko­ğuşunda, keskin öksürük nöbetlerinin ve soğuk terlerin beni uyandırdığı gece saatlerinde, onlar uzun yılların ar­kasından yine ziyaretime geliyorlar, etrafımda, kuru yap­raklarını ve dallarını çatırdatan acı ve ölüm ormanı için­de, birdenbire onların aksini nabzımda saymağa başlıyo­rum.

O zaman etrafımdaki her şey değişiyor, bu renksiz duvarlara, geçmiş hayatımla birleşen bir sıcaklık siniyor, etrafımda dalgın uyuyan veya ıstırapla kıvranan çehre­lerin yerini çocukluk yıllarımın saadetini yapan yüzler alıyor; yıllardır içinde yaşadığım demir gibi sert kimse­sizlik birdenbire yumuşuyor, ve ben rahat rahat akan göz yaşlarımın arkasında daima solgun ve beyaz bir hayalet gibi bulduğum anamı ve kısa bir zaman için bana güzel­liğin cennetini açan genç ve güzel kadını görüyorum.

Bu gecelerden birinde idi. Dedemi yattığım yerden uzun uzadıya takip etmiştim. Onun bütün evi damlalı ayaklarile dolaştıktan sonra annemin odasına girdiğini biliyordum. Birdenbire dayanamadım. Anlatılması çok güç bir nevi duygu ile, daha iyisi, insanı öldürecek kadar kuvvetli bir merhamet duygusu ile yerimden kalktım. İlle onu görmek, bir şeyler söylemek, hiç olmazsa başımı geniş ve tıknefes göğsüne dayıyarak ağlamak istiyordum. Yavaş adımlarla ve korka korka annemin odasına kadar gittim. Odanın kapısı yarı açıktı. Dedem elindeki lâmba­yı köşeye koymuş, kendisi annemin yatağı önünde dizüstü oturmuştu. îlk önce anlıyamadım. Fakat biraz sonra gör­düğüm şeyi bütün ömrümce unutamayacağım. Dedem, yatağın önünde kucağında tuttuğu bir taş bebeğe ninni söylüyordu. Çok defa sert ve daima kendisine hâkim ola­rak işittiğim bu sesin, kendisini yumuşatmağa çalışması kadar hazin olan pek az şey gördüm. Arasıra ninniyi ke­siyor ye bebeğe çocuk ağzından hitap ediyordu. Bunlar annemin çocukluk lügatinden hafızasında kalmış kelime­lerdi. Bunları söylerken sesinin aldığı inhina hakikaten dayanılmaz şeydi. Arasıra bir hıçkırıkla bu ses kesiliyor ve başını kızının, yatağına dayıyarak ağlıyordu. Ben, ol­duğum yerden, onun geniş omuzlarının sarsıldığını görü­yordum. Daha fazlasına dayanamadım: ben de rahat ra­hat ağlıyabilmek için yatağıma gittim.

, Yaz gecelerinin biraz da o memleketlerin havasından gelen başka türlü bir büyüsü vardı.

Aklı şaşırtan tesadüf ve imkânlarile bana bir lâhzada her şeyi unutturan masallarda, içtikleri ilâçların sihrile çeşme lülelerinden süzülüp kaybolan adamlar, konuşan hayvanlar, şehzadeleri kanatlarında taşıyan zümrütankalar, yer altında mücevher tavanlı, som altın sütunlu sa­raylarda göz yaşlarının ineisile gergef işliyen mahpus kızlar, onları kurtarmağa gelen aptal görünüşlü zeki Kel­oğlanlar, hâzinelerin kapısı önünde çöreklenmiş yatan mercan bakışlı yılanlar gelir giderler, müthiş bir hareket kalabalığı içinde bizimkine hiç benzemiyen maceralarını yaşarlardı.Dadım bunları anlatırken, birdenbire uykusu basar, son cümleler birbirine karışır ve sözün akışı gece yolculuklarında ürkerek duran atların silkinişile. durur ve benim «E., sonra... Sonra ne olmuş?» diye sorduğum su­allere çok defa keskin bir homurtu cevap verirdi. Ben çor cuk muhayyelemde bu bitmemiş hikâyeyi bir müddet ge­veledikten sonra, gözlerim bu memleketlerde büsbütün başka bir revnakla parlıyan büyük yıldızlarda, kahraman­ları ben ve annem olduğumuz başka bir masala dalardım.

Annemi hiç görmemiştim. Fakat dadımın ve bütün ev halkının anlattıkları şeylerle ona kendim için hususî bir çehre vermiştim. İşte bu masallar, hep onun için din­lediğim şeylerle okuduklarımın ve gördüklerimin terki­binden yapılmış bu hayalî çehrenin etrafında dönerdi. Onu kâh mermerden bir yeraltı sarayında, kumral başını beyaz gergefine eğmiş, muztarip ve sabırsız ağlar tasav­vur eder ve bu yeraltı sarayından onu kurtaracak tılsımı bana öğretecek olan dervişi ve beni o saraya açılan kuyu­nun ağzına kadar götürecek esrarlı kuşu beklerdim. Bu kuyunun dibinde siyah ve beyaz koyunlar vardı. Ben en çirkin ve huysuzu olan siyah koyuna binmeğe çalışacak­tım. Fakat bu, her nedense, daima imkânsız olur, önüme muttasıl beyaz koyun çıkardı. Ve ben nihayet siyah koyu­na bindiğimi zannederken birdenbire kendimi beyaz ko­yunun sırtında ve annemin mahpus olduğu saraya giâen yeraltı yolu yerine onun tam zıddı olan bir yolda, yıldız­lar arasındaki korkunç uçurumları, ağzından köpükler saçan bineğimin sıçrayışlarile geçer görür ve bu hızın baş döndürücü zevki içinde onu unuttuğumu zannettiğim için muztarip ve perişan, ne zaman başladığını bilmediğim uykudan silkinerek uyanırdım. Sonra yine tekrar, fakat bu sefer başka bir şekilde, ayni rüya başlardı. Yine an­nemi, dinlediğim masalların diyarında, yüzü sırtındaki gömlekten daha beyaz ve solgun, uyumuş görürdüm. Karşismda büyük ve siyah bir yılan, gözlerinin dondurucu parıltısile muttasıl ona bakardı ve bu bakışın soğuk pa­rıltısı, bir kere karşılaştıktan sonra beni de bırakmadığı için ben de uyuyakalırdım.

Ah, o günahsız yaşta bana telâfisi kabil olmıyanın azabını tattıran bu rüyalar... Bir daha göremiyeceğimi bildiğim o memleketlerin sıcak ve aydınlık geceleri... Onları ağır âhengile dolduran ürpertici sesle, ölümü gizli olduğu bir taraftan bayıltıcı ve ağır rayihalarını gönde­ren, gözle görünmez fakat elle tutulacak kadar yakın bir bahçe yapan durgun ve hüzünlü hava, sonra yıldızlar, irili ufaklı parıltılarile rüyalarıma dolan yıldızlar ve her sabah uyanmadan önce onların benim yetim çocuk lıayalim.de aldığı acayip şekil... Kehkeşan cüsseli, siyah derili, yıldız pullu yılan, annemin boğazına sarılıp öldüren yı­lan, evimizin sahibi, düşüncemizin efendisi, bütün bir ev halkına her türlü gündelik hareketlerden, her geceki rü­yalarına varıncıya kadar hespini tâyin ve kabul ettiren korkunç eser, harikulâde mevcut...

Hakikat şu ki evimizin âdeta küçük ve ehli bir mito­lojisi, nüfuz dairesi ailemizi geçmiyen bir nevi hususî dini vardı. Yılan bu dinin tek mabudu idi. Bütün hayatımıza tasarruf eden bu ilâhın kendine göre ibadet tarzları, âyin­leri, köşe bucaklara akşam oldu mu dökülen şerbetlerden ibaret adak ve kurbanları vardı. Dadım bu acayip dinin bir nevi baş rahibesi, merasimi tanzim ve ona riyaset eden, hâkimi mutlakm bütün sırlarına âşinâ olduğu her hareketinden belli olan büyük vâkıfı idi. Dedem, ben ve evin diğer sâkipleri onun bu hususta bir dediğini iki etmiyen saf âbitlerdik. Bununla beraber, bu din sadece evi­mize inhisar etmese gerekti. Çünkü yılda iki üç defa uzak yerlerden geldiği söylenen şeyhler bizde haftalarca kalır­lardı. Bu sırada evimiz, okunmuş sularla baştan aşağı te­mizlenir, biz de tütsüler üzerinden geçirilirdik. Ayrıca annemin öldüğü söylenen oda açılır ve sadece dedemin gözü önünde temizlenirdi. Fakat bu yapılanların hiçbiri akşam oldu mu, o büyük ve karışık korkunun bütün evi büyük bir kuş gibi kanatlarının altına almasına mâni ola­mazdı.

İşin fenası, bütün bunların dayandığı bir taraf, redde­dilmez bir hakikat de vardı: annemi bir yılan öldürmüş­tü ve bunu yapmadan önce ona bu felâketi, hattâ daha büyüklerini haber vermişti. Bu inanılmıyacak kadar ga­rip bir hikâye idi. Annem daha henüz küçük bir kız de­necek yaşlarda iken odasında her yalnız kalışında büyük, siyah bir yılan, bir türlü bulunmıyan bir delikten çıka­rak karşısına gelir, gözlerini üzerine dikerek onu seyre­dermiş. Annem onu görür görmez çığlıklar atar ve yürü­meğe dizlerinde takat bulamadığı için olduğu yerde bar yılır kalırmış. Bütün ev halkının gayretine rağmen hay­van bir türlü yakalanmamış. Fakat zaman geçtikçe an­nem de kendisine alışmış ve aralarında bir nevi dostluk teşekkül etmiş, hemen her gün birkaç saati bu münase­betsiz ve inatçı misafirle geçermiş. Bu suretle dostluğunu anneme kabul ettiren hayvan yavaş yavaş geceleri rüya­larına da girmeğe başlamış ve bu devam ettikçe annem­de inziva merakı, sinirlilik, dalgınlık gibi gayritabiî hal­ler baş göstermiş. Dedem bu can sıkıcı halden kurtulmak için annemi bir müddet dayısı ve annesi ile beraber İstanbula göndermiş. Çünkü kendisi mabeyinden izin ala­madığı için Musuldan ayrılamiyormuş. O da bu esnada eski evimizi satmış, yerine benim içinde doğduğum ko­nağı satın almış. Seyahat anneme çok yaramış; gelişmiş, güzelleşmiş, küçük b-ir çocuk olarak gittiği halde âdeta genç bir kız olarak dönmüş. Tabiî yılan bu yolculukta onu takip edemediği için görünmez olmuş. Geceleri de rüyalarına girmemiş. Yalnız bir defa, o yazı geçirdikleri Rumelihisarmdaki bir akraba yalısında, akşam üstü ka­pının eşiğinde, eski fikri sabitine benziyen bir karaltının içeriye kayar gibi olduğunu görmüş ve işin garibi, ertesi sabah evi temizliyen hizmetçiler yerde, tam onun yattığı odanın karşısında bir yılan gömleği bulmuşlar, fakat tenbihli oldukları için kendisine hiçbir şey söylememişler. Aradan iki hafta geçer geçmez annemde bir değişiklik başlar, neş’esi kaybolur, günlerini bilinmedik bir şey bek­ler gibi dalgın bir sessizlik içinde mahzun mahzun geçi­rir. Ne sandal safalarından, ne araba gezintilerinden, ne de yeni yeni peydahladığı ve çok sevdiği, yaşıtı olan genç, kızların sohbetinden lezzet alabilir. Hattâ yeni başladığı tamburu bile bırakır; daima bir an evvel Musula dönme­leri için yalvarırmış. İlk önce aldırmazlar, fakat yavaş yavaş bu halin bir nevi melânkoli şeklini aldığını ve genç kızın hakikaten sararıp solduğunu görünce bir iki doktor ra giderler, okuturlar, üfletirler ve faydası olmadığım an­layınca ister istemez yola çıkarlar. Garibi şu ki bu yolcu­luğun daha ilk gününden itibaren her şey değişmiş, genç-, kız neş’elenmiş, sıhhati düzelmiş ve bu hal yol boyunca gittikçe artmış. Hele son günü sevinci hakikî bir vecid. halini almış. Öyle ki yüzü-saadetten patlıyormuş. Kendi­lerini bir günlük menzilden, Tellâfer’den karşılıyan dedem bunu bir sıhhat alâmeti sandığı için son derecede mem­nun olmuş ve Nebi Yunus’a geldikleri zaman birkaç kur­ban birden kestirmiş, hulâsa dost ve ahbap sevinci içindegenç kız âdeta bir kraliçe gibi karşılanmış. Annem yeni evi pek beğenmiş ve artık ninem kendisinden ayrılmak istemediği için bir odada yatmağa başlamışlar. Fakat gel­diğinin dahâ haftası geçmeden yılan tekrar meydana çık­mış. Bu bir ikindi saati imiş, annem haremin avlusunda, havuzun yanındaki büyük nar ağacının altında oturmuş, bir şey istiyormuş, birdenbire yılanı karşısında görerek bayılmış. Kendisini oracıkta baygın bulan Gülboy kadın yıllar sonra bu vak’ayı hiç değişmiyen şu cümlelerle an­latırdı:

«Sanki boğulmaktan korkuyormuş gibi iki eli boğa­zında idi. Fakat yüzünde ne bir korku hali, ne de bayılmalarda görülen o katılık vardı. Ben geldiğim zaman tatlı tatlı, mışıl mışıl uyuyordu. Kör olasıca da karşısına geç­miş, onu seyrediyordu. Sanki dersin bir âşık, öyle gözü gözlerinde...»

Yılan onu görünce hiç telâş göstermeden çekil­miş gitmiş ve biraz sonra genç kız, gerine gerine, âde­ta gülümsiyerek uykudan uyanmış, gördüğü rüyayı an­latmağa başlamış.

O zamana kadar biraz dedemin ve biraz da ninemin basiretile kendini tutan çeneler bu hâdiseden itibaren iş­lemeğe başlar. Vak’a halka mahsus efsanevî tefsirini bu­lur: yılan iyi saatte olsunlardandir ve anneme âşıktır ve birdenbire Raif Paşa hazretlerinin kerimeleri Suphiye Hanım emsalsiz bir masalın kahramanı olur. «Hele durun, derler, biraz sonra yılan ona asıl kıyafetile de görünür.» Ve nitekim birkaç gece sonra rüyasında annem bir esmer delikanlı görür, İlk önce divanhanenin kapısı önünde imiş, arkası dönük olduğu için yüzünü göremiyormuş. Kimdir bu yabancı delikanlı diye düşünürken birdenbire geriye dönmüş, o zaman bakışlarını görerek onu tanımış ve uyanmış. Bu rüyayı diğer rüyalar takip eder ve yılan eskisi gibi annemin gündüz ve gece hayatına hâkim olur. Fakat bu sefer sıhhatine o kadar tesir etmez, neş’esi, iş­tahı yerin dedir; denebilir ki istisna içinde tabiî bir hayat yaşar. Bununla beraber ne de olsa bütün bu olan biten şeyler dedemin rahatını kaçırır. Artık ağzını bıçak açmaz olur. Bu halin önüne geçmek için Bağdattan,İstanbuldan doktorlar getirtir. Dostlarile konuşur. Bütün fikirler bu­nun alelâde bir isteri vak’ası olduğunda ve önü ancak bir evlendirme ile alınabileceğinde birleşir. O zaman Musul­'da bulunan bildik bir ailenin tek oğlu bir memurla anne­mi nişanlarlar, birkaç ay sonra da nikâh ve düğünün ya­pılmasına karar verilir. Nişan gecesi Suphiye Hanıma rü­yasında yılan tekrar görünür ve bu nişanı bozmasını, bundan böyle kendisine ait olduğunu, başka herhangi bir adamla birleşemiyeceğini, buna razı olmıyacağını, büyük felâketlere sebebiyet vereceğini söyler, hattâ nişanın bo­zulması için üç gün mühlet verir. Genç kız ertesi sabah ve üç gün, üç gece ağlar, yalvarır, yakarır, «bana kıyma­yın, hayatımla oynuyorsunuz!» diye sızlanır, fakat kimse­ye derdini dinletemez. Üçüncü gece yılan tekrar rüyasına girer, fakat bu sefer mahzun bir delikanlı kıyafetindedir; uzun uzadıya onun yüzüne bakar ve «Artık beni daha mü­him işler olacağı zaman göreceksin» diyerek kaybolur.

Bundan sonra evde gayritabiî birtakım haller başlar. Bütün ev halkını müthiş bir korku, bir asabiyet istilâ eder. Akşam oldu mu, herkes korkunç ve bilinmez şey­lerin tehdidile dolu, elektrikli bir hava içinde kendiliğin­den titremeğe başlar. Bu hal hayvanlara bile sirayet eder. Atlar gecenin en umulmaz saatlerinde başlarını birbirine vererek kişnerler, sabırsızlıkla eşinirler, ahırın kapılarını zorlarlar, kuşlar, kafeslerine paralayıcı bir hayvan gir­miş gibi kanatlarını şakırdatarak çığlıklar atarlar. Her biri başka bir yerden getirilmiş, dedemin büyük cins kö­pekleri bulundukları yerde ulumağa başlarlar, yahut baş­larını kapı altlarına uzatarak etrafı kokladıktan sonra zangır zangır titriyen vücutlarile kanape altlarına, gölge yerlere ve hattâ o zamana kadar hiç kendilerile meşgul olmamış adamların ayakları dibine sığınırlar. Dedemin çok sevdiği bir geyik, bir gece kısa ve şiddetli bir tepin­meden sonra ahırdaki bölmesinde ölüverir. İhtiyar Ab­dullah Çavuş, on beş sene sonra bu ölümün hikâyesini bana anlatırken hâlâ titriyordu. O gecenin büyük bir kıs­mını bütün uşaklar atların başında onları okşamakla ge­çirmişler; geyiğin bulunduğu bölmenin kapısında bıçak yarası -gibi boynuz izleri varmış.

Fakat en garibi kedilerde görülür: kedilerimiz birer birer evden kaçarlar. Hattâ o zamana kadar baş köşedeki minderinden pek az kalkan ve selâmlık tarafına geçtiği dahi görülmiyen ihtiyar bir Van kedisi bile sırrolur. Gece

yarısı ne olduğu bilinmiyen gürültüler peydahlanır. Bu, birdenbire evin içinde hemen her yerden ayni şekilde du­yulan bir zangırtı ile başlar ve bir müddet böyle devam ettikten sonra büyük bir insan çığlığile ve bazan da gayet vâzıh duyulan hıçkırıklarla bitermiş. Bilhassa selâmlık­taki havuzlu salon ile haremde annemin odasının altına düşen odanın önünden, gece vakti kimseler geçemez olmuş, çünkü hemen daima ne olduğu bilinmiyen iniltiler duyulur­muş; sanki evin içinde, görülmiyen bir yerde, kim olduğu bi­linmiyen bir hasta varmış ve inliyormuş gibi. Ben yıllar sonra bu gürültüleri ve bazan da bu iniltileri duydum. Bu hakikaten korkunç bir şeydi: gece birdenbire merdi­venlerden bir adam yuvarlanıyormuş gibi bir zangırtı ile uyanır ve saçlarımız dimdik, korkudan birbirimize baka­rak yataklarımıza otururduk. 'Bu gürültülerden kaçmak beyhude idi. Çünkü onlar sizinle beraber yürürlerdi. Böy­le gecelerde dedem, korkmıyayım diye, hemen odamıza gelir ve yatağıma oturarak beni avutmağa çalışırdı.

O zamanlar Musuldan başka bir yere kendisini nak­letmeleri için dedem mabeyine istida istida üstüne yolla­mış ve her türlü vasıtaya baş vurmuş. Fakat her defasın­da talebi reddedilmiş. Şehirde bir üçüncü defa ev değiş­tirmek de gücüne gittiği için çaresiz bu üzüntülere -belki bir gün sonu gelir ümidile katlanmağa çalışmış.

Bütün bunlara rağmen hazırlıklar devam ediyor. Her gün Halepten, İstanbuldan paket paket eşya geliyor. Ev­de kadınlar çalışıyor, gelinin çeyizi tamamlanıyordu. Bu' kalabalığın, gidip gelmenin arasında annem, bütün can­lılığı gözlerine çekilmiş beyaz ve solgun hayalet, kumral saçlarının ağırlığı altında gittikçe küçülen yüzü ve çene­sinin iki yanından ayırmadığı küçük yumruklarının ba­kir endişesi ile, her şeye yabancı, kendisini bir kurban yapan talihinden başka her şeye uzak ve bütün kurban­lar gibi masumluğunun sırrı en küçük ve mânâsız çizgi­lerine kadar sinmiş olduğu halde dolaşıyor, terzilere ölçü veriyor, ayni uzak hüviyetile dikilen şeylerin provasını yapıyor, şakaları, tebrikleri dinliyor, hiçbir zaman üstün­de başkaları gibi sâkin aşkın ve tatmin edici anneliğin bazlarım tadamiyacağı gelinlik yatağının süslerini tamam­lamağa çalışıyor ve artık tahammül edemiyeceğini anla­dığı zamanlarda evin nisbeten ıssız bir köşesine çekilerek, iki eli yüzünde, kendisini ne olduğu bilinmiyen bir rüya­ya bırakıyordu. Fakat artık eskisi gibi yalnız kalmıyordu. İki hizmetçi, mevcudiyetlerini ellerinden geldiği kadar gizlemek şartile onun peşini bırakmıyorlardı.

Bütün hazırlık devresi, yukarıda bahsettiğim haller müstesna olmak üzere, sükûnetle geçmiş, yılan görünme,diği gibi, rüyalarına da girmemiş. Yalnız nikâh için tes­pit edilen günden bir gün evvel, sabahleyin yatakları dü­zelten hizmetçi kadın, Paşaya siyah bir yılanın, kızının yastığı altında çöreklenip yatmış olduğunu haber vermiş. Raif Paşa, senelerdir uzayan bu meseleyi kökünden hal­letmek ümidile, artık evden ayırmadığı iki kadiri şeyhi ile beraber kızının odasına giriyor. Hayvanı yakalıyorlar, her nedense ellerile öldürmiyerek alelacele selâmlık av­lusunda yaktıkları büyük bir ateşe atıyorlar. Sonradan dadımın ve Gülboy kadının bana anlattıklarına göre, yı­lan tam bir uykuda değilmiş. Buna rağmen son dakikaya kadar hiçbir mukavemet göstermemiş. Fakat ateşin için­de büzülüp kavrulacağı zaman birdenbire dikilmiş, âdeta insanca denecek bir bakışla uzun uzun baktıktan sonra alevlerin içine kıvrılmış. Tam bu esnada harem tarafında annem, birdenbire «Eyvah, beni mahvettiniz...» diye hay­kırarak olduğu yere düşüyor ve bayılmayı takip eden he­yecanlı, korkunç bir humma aylarca onu yatağına çivili­yor. Bütün hastalığı esnasında hep görmediği öldürme sahnesini sayıklamış, ateşten, alevden bahsetmiş.

Düğün ancak ertesi sene olabiliyor. İlk seneler nisbt

bir saadet içinde geçiyor. Benim doğmamdan birkaç ay sonra, bir bahar akşamı selâmlık kapısını kapatan Abdul­lah Çavuş, karanlıkta siyah ve uzun bir şeyin birdenbire evin içine girdiğini görüyor ve peşinden koşarken ayağı takılarak düşüyor ve tekrar kalktığı zaman ortalıkta bir şeyler göremiyor. Bana bütün bunları sonradan anlatan­ların rivayetine göre ayni akşam, annem yılanı son ölüm ânındaki halile görüyor, alevler arasından uzanarak sar bit bakışlarile ona bakıyor, tekrar alevlere giriyor. An­nem bu rüyadan büyük bir korku ile uyanıyor, o sabah Altmköprü taraflarındaki köylerimize gidecek olan ba­bamdan, bu yolculuktan vazgeçmesi için ısrar ediyor, fa­kat bir türlü dinletemiyor. Bir hafta sonra, bir sabah vakti, eve babamın bir at sırtında cesedini getiriyorlar. Yüzü, gözü şiş ve bere içinde tanınmaz bir halde imiş. Vak’a şöyle oluyor: dönüşte âdeta kuru denebilecek bir sel yatağından geçerlerken birdenbire büyük bir gürültü duymuşlar ve dağ gibi bir su kütlesinin taş, ot, ağaç., ne varsa hepsini sürükliyerek kendilerine doğru geldiğini gölmüşler. Atlılardan bir kısmı beş on adım ileride dere­nin en geniş yerinden karşı kıyıya, geridekiler de bir so­lukta geldikleri tarafa doğru seğirtmişler. Yalnız babam bir türlü atını idare edememiş; selden kaçacağı yerde önünde at koşuvermiş ve buna rağmen tam kıyıya çıka­cağı sırada atı birdenbire ürkerek şahlanmış ve devrilen binicisini de beraber sürükliyerek suların içine dalmış. Arkadaşları babamın cesedini bütün gün aradıktan sonra hâdisenin geçtiği yerden bir saat kadar uzakta, bir kaya parçası ile suların sürüklediği bir kütüğün arasında ve bir yığın balçık ve saz içinde gömülü bulmuşlar. Zavallı babam! Onun hakkında bu korkunç ölümünden başka he­men hiçbir şey bilmiyorum.

Vak’a esnasında beraber olanların bir türlü anlama­dıkları şey, iyi bir binici olan babamın birdenbire böyle şaşırması, atını idare edemiyerek kendini sulara kaptırmaşıydı. Fakat hizmetçilerden birçoğu, bu işler olup bi­terken siyah bir yılanın sahilde ok gibi süratle koştuğunu, ve atın tam kıyıya çıkacağı zaman birdenbire karşısında dikilip onu ürküttüğünü, böylelikle felâkete sebep oldu­ğunu anlattılar.

Annem bu felâketi hiç umulmadık bir sükûnetle kar­şılamış. Fakat ondan sonra büsbütün sessizleşmiş. Evin içinde bir gölge gibi dolaşırmış. Dedemle ninem saatler­ce uğraştıkları halde ağzından bir çift söz alamazlarmış. Bu, iki sene kadar böyle sürmüş, evde neş’e namına bir şey kalmamış. Sonra yavaş yavaş açılmış,giyinip kuşan­mağa, gülüp söylemeğe başlamış, yine babasının biricik sevgili kızı olmuş. O zamana kadar beni görmekten pek hoşlanmadığı halde bu sefer odasında yatmamı istemiş ve artık bana ait işleri tek başına görmeğe başlamış. Bu­nunla beraber yalnız kaldığı zamanlarda başını iki elinin arasına alıp derin derin düşünürmüş. Ev halkını asıl kor­kutan tarafı bu düşünmekten ziyade uzun dalgınlık an­larından sonraki terlemeleri imiş. Böyle zamanlarda göz­leri çok korkunç şeyler görüyormuş gibi alabildiğine bü­yür, dudakları kısılır ve elleri rasgeidiği eşyanın üzerin­de kilitlenirmiş. Kendisine «Ne oluyorsun, ne var?» diye soranlara «Ben de bilmiyorum, gözüme fena şeyler görü­nüyor.» diye cevap verir ve sonra beni nerede isem aratıp buldurarak uzun uzun öpmeğe başlarmış.

Babamın ölümünden tam üç sene sonra bir akşam üstü annemi odasında ölü buluyorlar. Bu güzel bir yaz günü imiş. Bütün gün aşağıda, havuz başında herkesle oturup eğlendikten sonra biraz dinlenmek için yukarıya,, odasına çıkıyor ve bir daha inmiyor. Yemek zamanı ge­lince onu çağırmağa giden hizmetçi kız, gördüğü şeyin dehşetinden dili tutulmuş, iki gözü iki çeşme aşağıya ini­yor.. Bir feryat içinde herkes yukarıya fırlıyor. Annem aynanın karşısında, yerde upuzun yatıyormuş; boynundabüyük ve siyah bir yılan, bir gemi direğine sarılmış ha­latlar gibi sımsıkı ve ağır halkalarla sarılmış,' başı dim­dik, iki ateş damlasına benziyen gözlerde gelenlere bakı­yormuş. İşin garip tarafı, sahnenin korkunçluğuna rağ­men ölünün yüzünde hiçbir dehşet alâmeti yokmuş. Hat­tâ dudaklarında küçük bir kıvrım âdeta mesut bir tebes­sümle gülüyor hissini bile veriyormuş. Göğsünün üstün­de küçük bir bere yılanın ısırdığı yermiş; ve yılan, etra­fın telâşesi arasında hiç kimse görmeden çekilip gitmiş.

Bu felâkete ninem ancak bir yıl tahammül edebilmiş ve ben dedemle yalnız kalmışım. Ne annemi, ne de nine­mi iyice tanıyabilirdim. Bu sonuncudan bende kalan tek hayal, Yunus İlâhileri okuyarak ağlıyan ihtiyarbir kadın hayalidir; bir de sonraları, evdeki hizmetçilerin ağzından sık sık dinlediğim bir türkü bilirim. Beyaz başörtüsü, ağır kumaşlardan entarisi, teşbihi, seccadesi, velhasıl bugün bende onun hayalini vücuda getiren bir yığın teferruat, tıpkı bu türkü gibi sonraları etraftan dinlediğim şeylerin zihnimde kalan izleridir.

İki üç ihtiyar kadının arasında geçen çocukluğum daha ziyade bu üç ölüye ithaf edilmiş gibiydi. Her vesile ile bana onları anlattılar; hakikatte evimizde asıl yaşıyanlar onlardı; ne benim, ne dadımın, ne de evdekilerin kendimize mahsus bir hayatımız pek yoktu. Buna sebep dedemin, kızının ölümünden sonra düştüğü vehimli ke­derdi. Ne ölenleri, ne de bu ölümün fecaatini unutabili­yordu. Bu sonuncusu büyük tehdidile onu âdeta büyüle­mişti. Bütün neş’esini, yaşamak iradesini kaybetmişti. Ben bile onu ancak şöyle böyle, bu üstüste ölümlerin hâ­tırası altından alâkadar edebiliyordum. Pek az konuşur ve daha az gülerdi. Ve bu gülüş çok defa yaşıyan bir ada­mın gülüşüne benzemezdi; bir neş’eden ziyade, neş’enin hâtırası gibiydi. Garip ve dalgın bir sükûnet içinde daima heybetli, daima karanlık, daima mustarip ve sadece hâliralardan, vehimden ibaret bir hayatı vardı. Gece sabaha kadar gezinir, ancak sabah vakti şöyle yatağına uzanırdı; bir baygınlığa uyku denebilirse onun böylece geçirdiği iki üç saatlik bir dinlenme zamanı vardı.

Anlatıldığı zaman daha ziyade bir kâbusa benziyen bu hayat Meşrutiyetin ilânına kadar böylece devam etti. .Meşrutiyetin ilânı ve İstanbula gidebilmek imkânı bile dedemi pek sevindirmedi. Halbuki bu, Meşrutiyetin ilânı değil, menfa hayatının bitişi, evin içinde hakikî bir me­sele olmuştu. Şehirde kopardığı acayip ve gürültülü fır­tınanın tam aksine olarak, ev halkı günlerce başbaşa ve­rip gizli gizli konuştular. İstanbula gidilip gidilmiyeceğini münakaşa ettiler. Kimisi paşanın bu evden ayrılamayaca­ğını, kimisi sevgili kızı ile karısını gurbette bırakıp gidemiyeceğini iddia ediyor, bazısı düpedüz gitmenin aley­hinde bulunuyor, onu ölülere karşı bir nevi vefasızlık ad­dediyor, bir kısmı da yavaşça bana bakarak «Kalırsa ya­zık olur, bu çocuk da harap olur» diye yazıklanıyordu. Hattâ dadımla beraber bu fikri paşaya açıktan açığa soyliyenler bile olmuştu. O günlerde dedemin hali büsbütün acayipleşmişti. Kararsızlık ve ıstırap, yüzünden okunu­yordu. Sık sık benim bulunduğum yerlere geliyor, benim­le konuşuyor, yahut beni yanma çağırıyor, sonra bir ve­sile ile odasına kapanıyordu. O zamanlar ben de on üç, on dört yaşlarında idim. Gitmek düşüncesi muhayyelerni gıcıklıyordu. Evvelâ İstanbulu görecektim; ondan o ka­dar bahsedilmişti ki... Sonra yolculuğun kendisi vardı. Bu değişikliği istiyordum. Etrafımdaki sıkıcı rüyadan kurtulacaktım. Yaşadığımız hayatın acayipliğini çocuk zihnim yavaş yavaş farketmeğe başlamıştı. Bütün bu fı­sıltılar, bu tütsüler, görmediğim ölülere sabah akşam dörkülen bu göz yaşları, evin içini altüst eden ve beni o ya­şıma rağmen bir kedi yavrusu gibi rasgeldiğimin eteği di­bine sokulmağa, oracığa sinmeğe mecbur eden o sebebi bilinmez gürültüler, dedemin gece dolaşmaları, bütün gün sağdan soldan işittiğim ölüm hikâyeleri, velhasıl içinde yaşadığım karanlık harikulade beni bıktırmıştı. Kendimi kötü bir masalda mahpusum sanıyordum. Başka insan­lara benzememekten daha korkunç ne olabilirdi? Mekte­be ilk başladığım gün çocuklar etrafımdan: «Yılanlı evin çocuğu geldi..» diye kaçmışlardı. Günlerce etrafımdaki yalnızlığın teşkil ettiği görünmez kafesi içinde mahpus olan bir başka cinsten bir hayvan gibi bana uzaktan dik­kat ettiler. Dedeme olan saygısına rağmen, bu çeknime ve merak, hocamızda da vardı. O da bana her fırsat bul­dukça garip garip bakar, bendeki harikulâdeyi başını sallıyarak taaccüple, merhametle seyrederdi; her hali, bana sırrına erilmez kudretlerin biçare bir mağduru olduğumu hatırlatıyordu. Ben, kendi hayatlarını serbestçe yaşıyan bu insanlar arasında, talihini alnında gezdiren garip bir mahlûktum; sade talihim değil, ölümüm bile ahumda böylece yazılıydı. Bunu bilmeleri beni kendilerinden ayır­maları için kâfi geliyordu. Bu ayrılık arasından, onun şuuru ile, benim her şeyim onlara bir hayret mevzuu olu­yordu. Konuşmam, gülmem, ders çalışmam, oynamam ar­kadaşlarım için mühim ve garip, gerçekten üzerinde du­rulacak meselelerdi. Hiç unutmam, mektebe geldiğimin üçüncü günüydü; teneffüse çıkar çıkmaz, yanımdaki çocuğa beraberce oynamamızı teklif etmiştim. Bana: «Oy­nayıp ne yapacağız? Sen bize yılanı anlat» dedi. Gözünde parlıyan hain ve meraklı iştah beni az kaldı çıldırtacaktı. O gün yeni arkadaşlarımla ilk kavgamı yatım. Garibi şu. ki nihayet öbürlerine benzemek için yaptığım bu iş bile bir yığın tefsire yol vermişti. İki hafta sonra evde bu kavganın hikâyesini hakikî bir isteri vak’ası şeklinde din­ledim: kendimden geçmişim, ağzım köpük içindeymiş,, tırnaklarımı çocuğun yüzünden dakikalarca alamamışlar.„ filân. Bununla beraber bu kavga, daha iyisi, attığım bir­kaç tokat, arkadaşlarımla münasebetimi biraz düzeltir gibi oldu. Bütün bunlara rağmen, doğrusu istenirse, mek­tebi çok severdim. Her şeyden evvel evin içini dolduran

kadın kalabalığından orada kurtulurdum. Sonra bütün kalabalık bağırıp çağırabiliyordu. Alçak sesle konuşan pek azdı ve ben buna bayılıyordum. Çok defa bahçede bir kenara çekilir, bir dağ büyüklüğünde bir arı kovanından ancak çıkabilecek bu uğultuyu arapça, kürtçe, türkçe en galiz küfürlerin birbirine karıştığı bu çığırtkan yaygara­yı lezzetle dinlerdim. O bir anda canlı, renkli ve sihirli bir Babil Kulesi gibi vahşi, zalim ve anlaşılmaz, etrafım­da yükseldikçe dört bir tarafımda sıcak hayat kaynıyor sanırdım.      

Bu, üç sınıfı birden büyükçe bir mustatile sığdırılmış bir itipdaî mektebi idi. Her sınıfın ayrı hocası vardı ve bölmelerde talebelerine ders verirlerdi. Bir mezarlıkla bitişik geniş, ağaçsız bahçesinin biraz ötesinden Dicle ge­çerdi. İyi havalarda bizim gürültümüze, sahilde çamaşır yıkayan kadınların, kirli çamaşırları taşta döverlerken çıkardıkları ses karışırdı. Bazan, bahar başlangıçlarında, Dicle kabarır, âdeta mektebe girecek kadar büyürdü, son­ra sular biraz çekilince çamurlu arazide kendi kendine bir yığın nerkis açardı. Bütün derslerimiz bu nerkislerin ağır ve bayıltıcı kokuları arasında geçerdi. Bazan büyük yağmurlardan sonra teşrinden sonra hemen sık sık sel gelirdi. Suya her zamanki kabarıklığından fazla bir şey ilâve etmezdi, fakat dağlardan söktüğü bir yığın ot, dallı budaklı küçük ağaç parçalan ve mevsimine göre son bos­tan mahsulleri nehrin yüzünü âdeta kaplardı. Böyle za­manlarda fakir halk, suda yüzen şeyleri kurtarmak için, kıyıya üşüşürdü.

Benim en büyük zevklerimden biri de Musul’u karşı tarafa bağlıyan köprünün ahşap kısmının sular kabarınca kaldırılması, suyun bir dev gibi köprü taşlarının üzerin­den atlıyarak akmasiydı. O zaman insanlar bir taraftan öbür tarafa «küfe» lerle geçerlerdi. Sonra sular durulur, küçük bir adacık tekrar meydana çıkar ve birkaç gün içinde zümrüt gibi yeşerirdi. Bütün bunlardan ayrılmak benim için bir ıstıraptı. Fakat yine gitmeyi, her şeyi bı­rakıp gitmeyi istiyordum.

Nihayet gitmeğe karar verildi. Teşrinievvel ortaları­na doğru idi. Dedem bir akşam beni selâmlığa çağırttı. Onu büyük odada aşağı yukarı gezer buldum. Beni görür görmez «Gel, dedi, karar verdim, bu hafta İstanbula gidi­yoruz...» Sevincimden ne diyeceğimi bilmiyordum; boğa­zıma birdenbire bir şey tıkanmıştı. O devam etti: «Senin istikbalini düşünmemiz lâzım. Burada biraz daha kalın­san, bize baka baka sen de çıldırırsın. Gider, gitmez seni Galatasaraya vereceğim... Sen olmasaydın ben buradan ayrılmazdım...» Gözleri dolu dolu idi ve hemen ağlıyacakmış gibi titriyordu. Belli ki kızını, karısını düşünüyor­du. Fakat ben onun ıstırabile alâkadar değildim. Hattâ benimle konuşurken her zaman yaptığı gibi kulağımı sı­karken, -iki parmağının arasında kulağımı tuhaf bir ufalayışı vardıcanımı fazla acıttığının bile farkında değil­dim. Sadece gideceğimizi biliyordum. Dalgın ders saatle­rinde oturduğum yerden seyrettiğim şose yolunun küçük bir parçası gözümün önünde sonsuzluğa doğru uzanıyor­du. Dedem istikbalden bahsederken bu yolun bir ucunda birdenbire acayip bir parıltı belirdi. Galatasaray kelimesi ağzından çıkar çıkmaz, birkaç gün evvel ziyaretine git­tiğimiz Nebi Yunus’un türbesine benzer bir yerde kadiri şeyhleri zikretmeğe başladılar ve ben birbiri arkasından geçen bu üç hayalde görgüsüz çocuk kafamın unsurlarile kendime garip bir hayat yaptım. O hâlâ, devam ediyordu: «Hem sade senin için değil... Burada kalırsak eskisi gibi yaşamamıza imkân yok. Kabahat benim; işler altüst ol­muş, her şeyi yüzüstü bırakmışım. Ben bu kadar olduğu­nu bilmiyordum.» İşler altüst olmuş... Farkında olmadan dadımın daima karmakarışık olan sandığını hatırladım. «Erazimizi satmak üzereyim. Ev zaten çoktan rehinde idi, kurtarabileceğimizle gideceğiz... Seni Galatasaraya vereceğiz, dadınla Gülboy kadını götüreceğim, ötekileri savarız, Ahmet Ağa da gelecek. Erenköyündeki Köşke yerleşiriz. Hısım, akraba, mekteple sen de insan içine ka­rışmış oluruz.» Tekrar benim çocuk kafam için hakikî ha­yatın mucizeli terkibi olan çığırtkan yaygaradan, bağır­tıdan, küfürden, yanındaki ile beş kilometre uzakta imiş gibi yüksek sesle konuşmaktan teşekkül eden o acayip kule kuruldu. Nihayet dedem sözünü bitirdi: «İnşallah o güne kadar bir felâket olmaz da...» Ve bana muhakkak bir felâketten kurtarılması istenen bir şeye bakar gibi garip, uzun uzun baktı ve ben bu bakışla onun sözlerini dinlerken uçtuğum yerlerden toprağa indim. Zavallı de­dem ağlıyordu.

O akşam yemeğimizi iki erkek selâmlıkta başbaşa yedik.

Dedem gitme kararını verdikten sonra yerinde dura;maz olmuştu. Mümkün olsa hemen bir iki gün içinde her şeyi satıp savıp gidecektik. Fakat işler istediği gibi olmu­yor, borçlular bir yığın güçlük çıkarıyor, araziyi alacak olanlar her gün yeni bir pazarlığa girişiyorlar, tam gü­nünde ortadan kayboluyorlardı. Onun için hareket günü birbiri üstüne geçiyordu. Her günün sonunda dedem ba­na izahat veriyordu: «Senetler kaybolmuş, yenisini çıkart­tık. Allah belâsını versin, alırken vakıf olduğunu düşün­memiştim.. Satmak şöyle dursun, yirmi senelik kira isti­yorlar... O Hacı Abdullah meğer dünyanın en namussuz adamı imiş, hep yalanlar söylermiş de ben bilmezmişim..» Ve Hacı Abdullahm namussuzluğu hiddetle yere atılan kehribar ağızlıkta; yahut dedemin elinde o anda neden bulunduğunu hiç bilmediğim savatlı bir Hint kupasında cezasını çekiyordu.

Nihayet son işler de bitti. Bir çarşamba akşamı dedem bana, ertesi gün, ikindiye doğru, sabahleyin erkenden yo­la çıkacağımızı, arabaların tutulduğunu müjdeledi. «Bir­kaç gün sonra, Allah izin verirse, İstanbuldayız...» O' ak­şam geç vakte kadar ondan İstanbulu dinledim..

Heyhat, zavallı dedem, o kadar yorularak ve o kadar acemice hazırlandığı bu seyahat için, evinin eşiğinden bile atlaması nasip değilmiş: ertesi sabah, tam arabaya bin­mek için onun aşağıya inmesini beklediğimiz bir anda yukarıdan bir çığlık koptu. Hep birden koşuştuk ve dede­mi yerde, iki halı denginin arasında, cansız yatıyor bul­duk. Vücudu kütük gibi şişmişti, yüzü mosmordu.

îstanbula, dedemin kararlaştırdığı zamandan epeyce sonra, beni almak için Musula gelen bir akraba He gide­bildim. Bu geliş, dedemle beraber hülyasını kurduğumuz yolculuğa hiç benzemedi. Bu felâket beni büsbütün harap etmişti. Tam kurtulacağımı sandığım bir zamanda tekrar bin türlü vehmin pençesine düşmüştüm. Gölgesinde ya­şamağa alıştığım ihtiyar çınar devrilmişti. İskenderundan vapura yarı hasta binmiştim. Humma vapurda arttı ve ben îstanbula çıktığım zaman kendimden habersizdim. Sonradan, beni annemin teyzesinin evine götürdüklerini, günlerce dalgın ve ateş içinde yattığımı öğrendim'. Ken­dime geldiğim zaman ilk işittiğim sözler şunlardı:

— Eniştemi bilmez misin, ayol? Daha Musula gönde­rilmeden yarı deliydi, gitmiş, o yılanlı evde oturmuş. Ah­met Ağanın söylediğine göre kıyıda bucakta hep yılan varmış... Az kalsın zavallıyı da kendisine benzetecekmiş. Baksana, ne kadar cılız... Hiç yaşının adamı görünüyor mu?

Gözlerimi daha ışığa açmadan dinlediğim bu sözler bana, birdenbire, geçen senelerimin korkunç bir izahı gibi geldi. İçimde bilmediğim bir şeyin koptuğunu hissettim. Demek dedem deliydi? Demek bütün o korkular, o üzün­tüler... Gözlerimi açıp etrafıma bakacak, biraz su istiyer cek, ağrılarımdan şikâyet edecek, saati ve havayı soracak, günlerdenberi mevcudiyetleri bir perde arkasından du­yulan şeyler gibi, yüzlerini görmeden etrafımda dolaş­tıklarını, şefkatlerini hissettiğim bu insanları görmeğe ça­lışacaktım. Fakat bu sözler beni bundan menetti. Garip bir boşalma hissi içinde onlarla karşı karşıya gelmekten korktum. Hayatıma tuttukları aydınlık o kadar çiy ve zalimdi -ki, onlara düşman olmak istiyordum. Evet, yaşa­dığım hayat korkunç ve delice bir şeydi, bütün hâdiseler, bu yıkım ağırdı. Bu mukadderi bir zincir gibi boynumda taşımak delilikti. Fakat ben ona alışmış, onun içinde bü­yümüştüm. O fısıltılar, o dualar, o korkular, dadımın uy­kusunda sayıklamaları, dedemin gece gezintileri, bütün bu karanlık şeylerin içinde ben kendimi bulmuştum. Şim­di bu geceyi hiçbir şeyi izah etmiyen zalim bir aydınlıkla dağıtıyorlardı. Birdenbire içimde maziye, iki ay evvel bı­rakıp gitmeyi çıldırasıya arzu ettiğim o şeylere karşı bü­yük, öldüresi bir hasret kabardı. Birdenbire evimizi özr ledim. Harem kısmının avlusunda, küçük bir havuzun ba­şında, her yaz, yakut renkli çiçeklerini açan nar ağacı gözlerimin önünde canlandı. Tekrar onun dibinde, onun havuzun berrak sularına düşen gölgesini seyrede ede hül­yalara dalmak istiyordum.

Hayır, burada her şeye bu kadar basit bir gözle ba­kan insanların arasında yaşamak bana güç gelecekti. Bun­lar için ölüm, hayat, günün her hâdisesi, saadetler ve fe­lâketler o kadar tabiî şeylerdi ki... Halbuki ben bütün bir masalı olan bir adamdım. İşte İstanbulla ilk temasım bu duygular oldu. Galatasarayı, derslerimi, hocalarımı, yeni arkadaşlarımı, teyzemi ve eniştemi hep bu dâüssıla? nm arkasından gördüm. Onun hüznünde tanıdım, tattım. En ufak vesile beni onların dünyasından kaçmağa davet ediyordu. Bu sakin, rahat geceler, hiçbir ürpermesi olmıyan bu dümdüz gözler beni sıkıyordu. Dalgın ve sinirli oldum. Vakıâ çalışıyordum, fakat bu, bir vazife hissinden veya yetişmek arzusundan ziyade, yaşadığım hayatın tat­sızlığından kaçmak içindi.

Bununla beraber teyzemin basit, fakat müsbet kafası benim için hayırlı oldu. Torunları Hacerden başka kimi­seler! yoktu. Beni evlât gibi benimsediler. Dadım Musulda kalmayı tercih etmiş, Ahmet Ağa İzmit civarındaki köyüne, kardeşinin yanma çekilmişti. Hulâsa eski bir vali olan eniştemin Fatihteki evinde eskiyi benimle hatırlıyacak kimse kalmamıştı.

İster istemez onların dünyasına uymağa mecbur ol­dum. Yavaş yavaş sıhhatim yerine geldi. Neşeli, gürbüz bir çocuk oldum. Hacerle aramızda iyi bir arkadaşlık başladı. Uzun münakaşalardan sonra benden kaçmamasına karar vermişlerdi. Haftada bir kere eve tambur hocası geliyordu. Uzun tereddütlerden sonra ben de tambur* öğrenmeğe ka­rar verdim. Ders günlerini perşembe akşamına çevirdik.

Zavallı Hacer, eniştem .gibi onu da Umumî Harpte ■kaybettik.

Şimdi bu sayfalan yazarken hayatımı düşünüyorum ve onun bir ölüm hikâyesinden başka bir şey olmadığını an­lıyorum. Bütün hayatım boyunca onu yanıbaşımda gör­düm. Saatlerimi karanlık bir kumaş gibi o dokudu, ço­cukluğumu usta bir kuyumcu gibi o işledi, gençliğimi bir mimar gibi o kurdu. O hayatıma, kudretinden hiçbir şey kaybetmemek şartile kıyafetini değiştiren zalim bir hü­kümdar gibi girmiş, her şeyi altüst etmiş, yakmış, yıkmış, koca evi söndürmüş ve yıllarca geceleri yastığımın altın­da beraber uyuduktan, gündüzleri kıvrak bir su gibi önümde kayıp dolaştıktan sonra, günün birinde iki halı dengi arasında mosmor, cansız yatan bir ihtiyarın ayak­ları ucuna, tül gibi ince nakışlı bir yılan gömleğini bıra­karak gitmişti.

Gençliğimde ise onu bin türlü şeklinde, fakat hep ayr ni yıkıcı vasfında, bütün hayata hükmederken gördüm. Vakıâ bu sefer, masal yüzünü bırakmıştı; altında gizlen­diği şeyin ne olduğunu, hangi maskeye büründüğünü ifşa etmeden hüküm sürüyordu. Fakat ben bir kere onun ter­biyesinden geçmiştim; repertuvarmm ve sanatının sırrını öğrenmiş bulunuyordum. Onu her gördüğüm yerde tanı­dım ve dünyamızda nasıl saltanat sürdüğünü gördüm. Balkan fecaatleri, Umumî Harbin sefaleti, yedi cephede girişilmiş savaş, hep onun, bu zalim ve 'kanlı meleğin üs­tüste takınmış olduğu çehrelerdi. Perşembe akşamları Galatasaraydan çıkıp teyzemin evine geldiğim zaman onun, gittikçe harap ve sefil bir çehre alan bu mahallede, geçtiğim yollarda olduğu gibi, her kapının eşiğinde, her pencerenin önünde nasıl beklediğini; küçük mescitli, cılız, aşmalı, yıkık • çeşmeli, geceleri yalnızlığını bir havagazı lâmbasının ancak ürpertebildiği sokaklarda nasıl dolaştı­ğını; Faust’un gözlerini kör eden tasa gibi en ince delik­ten nasıl içerilere doğru süzüldüğünü görüyordum. Tey­zemin daima biraz daha solgunlaşan yüzünde, kocasının gittikçe küçülen omuzlarında, torunları Hacerin bakışla­rında hep o vardı. Geceleyin sokaktan geçen bekçinin ayak sesi ve taşlarda saati sayan sopası onu söylüyor, sisli gece yarılarında Halice giren, vapurların acı çığlıkları onu yayıyordu. Bunun gibi, akşam üstleri eski İstanbul sokak­larında öteberi satan satıcıların sesleri de onun türküle­riydi.

Nihayet bu dört taraftan işittiğim ses, bir gün bizim evimizde üstüste ve en yüksek perdeden konuştu: Hacer veremden öldü, arkasından eniştem gitti. Ömründe bir •kere mutfak masrafını hesap etmemiş olan bu cömert, şık ve kibar İstanbul efendisinin yatağı altından, odasında gizlice kemirmek için geceleri, evde el ayak çekildikten sonra, mutfaktan çaldığı birkaç kahve şekeri çıkmıştı.

Harbin ikinci senesinde Talimgaha gittim ve ondan sonra üstüste birkaç cephede bulundum. Ölüm dört bir taraf muzdaydı; bazan koynumuza sokuluyor, derilerimiz birbirine dokunuyordu, ve hemen daima, hiç olmazsa göz, göze bakışıyorduk. Bununla beraber korkmuyordum. Bu haşin, zalim, ah ve iniltili kanlı ölümü, insanı bir lâhzada bir kemik ve et yığını haline getiren, yahut genç ve dinç bir vücuttan toprakta ancak kimıldanabilen bir mahlûk, renksiz bir yığın, çarpık ve eksik bir mevcut yapan bu. ölümü öbürlerine tercih ediyordum. Onu herkesle bera­ber görüyor, takip ediyor, çıkardığı seslerden geçtiği ta­rafı, yıktığı, kasıp kavurduğu yeri bulabiliyordum. Bunun gibi açlık ve sefaletten de rahatsız değildim. Yavaş yavaş bir imtihan, bir nevi yüksek bir tecrübe fikri bende yer­leşmişti. Bu kanaatla yürüyor, geziyor, emir alıyor, itaat ediyor, aç yatıyor; yorgun ve uykusuz kalıyordum. Geniş ve büyük bir mekanizmanın bir çivisi olmanın verdiği bir nevi rahatlık içinde kaderin son sözünü söylemesini bek­liyordum. Ölümü bu kadar yakından tecrübe etmek insan için başka türlü bir terbiye oluyor. Hele benim gibi sinir­lilerde... Bu kelimeyi o zamanki düşünüşümle söylüyo­rum. O zaman kendimi herkes gibi, ben de, bir nevi irsî isterinin kurbanı gibi görüyordum. Şimdi bu isteriyi açık havada ve en keskin mânasında bir hareketin içinde te­davi ediyordum.

Şüphesiz herkes gibi ben de etrafımdaki sefaletten muztariptim. Muhaceretler, hastalıklar, açlık, harap ' ol­muş şehirler, her nevi ve her şeklinde bütün bir haraplık beni de zaman zaman affedilmez bir hatâ, nefse karşı iş­lenmiş bir günah gibi, garip bir ıstırap, tarifi güç bir azap kompleksi içinde bırakıyordu. Fakat buna rağmen bir ümidimiz vardı: Balkan felâketinin yıkıntısı tamir edilebilecek gibi geliyordu. O kadar güzel, o kadar muh­teşem şeyler kaybedilmiş ve bu yıkıntının üzerinden »o kadar az zaman geçmişti ki... Onlar, dünün hâkimiyeti ve terkedilen bu vatan, âdeta elimizi uzatarak tekrar yakalıyacakmışız gibi yakında duruyordu. Hemen bütün nesil bunun peşinde, uzayıp giden bir ihtizara son vermek azmindeydi. Yorgunduk, haraptık, fakat büyük bir işin humması içindeydik. Meyus değildik. Bizi yalnız bir tek şey kurtarabilirdi: kurduğumuz hülyaların, ümitlerimizin iflâsı.

Mütareke haberini îstanbulda, bir hastanede aldım. Yaralarım kapanalı epeyce olmuştu. Birkaç güne kadar çıkacaktım. O kadar büyük şeylerden, muhteşem ümit­lerden artakalmış olmanın, kendi kendisini bir rüyanın artığı hissetmenin verdiği hüzünle ölmüş olmayı tercih ediyordum.

Bu kadar gayret, fedakârlık, ıstıraptan sonra, birden­bire, her şeyin bittiği düşüncesine alışmak lâzım geliyor­du. Bununla beraber bir facia kapanmıştı. Eski ümit ağacı, hain bir ısrarla yeni çiçekler açmak istiyordu. Tatlı bir sonbahar güneşi hastanenin penceresinden içeriye kütle halinde düşüyor ve her şeye rağmen güzel olan ha­yatı söylüyordu. Bir yangından, mutlak bir felâketten, bir deniz kazasından kurtulmuş olmanın verdiği ürperme içinde, bu yaşama şuuru, şimdi yeni imkânlar arıyordu. Fakat ben kendimde, onun bu davetini kabul edecek, ona koşacak kuvvet bulamıyordum. İçimde çok korkulu bir ıstırap fikri ancak, kımıldanabiliyordu. Yattığım yerden, aldığım haberin darbesi altında sersem ve perişan, hiçbir yarını düşünmemek istiyordum. Binlerce defa hayatın ve ölümün çemberinden geçtikten sonra, beklediği ve has­retini çektiği mutlak sükûn yerine kendisini tekrar dün­yâda, tanılmış ve sevilmiş şeylerin ortasında gören ve ümidin, ıstırabın, malik olmak emelinin, kaybetmek kor­kusunun bin türlü arzu ve ihtirasın, yeniden ve bütün iradesine rağmen, içinde bir hattı üstüva nebatı gibi bü­yüdüğünü, bir kovan gibi uğuldadığını, kanını kırbaçlar dığını, adalelerini gerdiğini, nabzının ritmini idare etti­ğini hisseden ve bu hisle beraber bu tecrübenin sonuna kadar yahut bir sonsuzluğa kadar böylece devam edeceği şuuru kendisinde büyüyen bir budiste benziyordum; na­sıl bu şuurun aksülâmelile geçmiş hayat tecrübelerinin acılarını, beyhude yorgunluklarını bir anda hatırlarsa bende de aldığım haberin aksülâmelile dört harp senesin­de çektiğim ıstıraplar öylece dirilmişti.

Üç gün sonra sakat bir bacak, delik deşik iki ayak, istirahat ve tedavi ile şöyle böyle ancak tıkanabilmiş bir vücutla kendimi sokakta, bir arabanın içinde buldum. Teyzem, eniştemin ölümü üzerine, uzak akrabalarından, birinin evine taşınmıştı. Çaresiz, oraya gidecektim. İnsan kafası mazi ile istikbal arasında işler. Ben birincisinden,, kendi irademle yaklaşamıyacak kadar ürkmüştüm, öte­kini ise düşünmeğe mecalim yoktu. O sadece bilmediğim,, hakkında hiçbir düşüncem olmıyan bir kaderdi. Garip bir boşluk içinde her gördüğüm şeyi âdeta bir sis1 arkasından bana tamamile yabancı gibi seyrede ede gidiyordum. Sa­dece «hal» e hicret etmişe benziyordum. Yeni bir nevi nebatî hayatın içinde, • onun emrindeydim. Sokaklarda bütün bir telâş vardı. Muztarip ve meyus insanlar, düne kadar kendilerini idare etmiş olan ümit ve emellerin artığından, o muhteşem kumaş yığınlarından şimdi kendi­lerine cılız ve zayıf vücutlarını ancak örtecek dar ve ya­malı gömlekler biçmeğe çalışan birtakım biçareler, gidip geliyorlardı. Bunların içinde dünün kahramanları, bu. kahramanların anne ve babalan vardı. Bunun gibi onları satanlar veya kanlarilebeslenenler de şöhretsiz, ayni ıs­tırap ve korku içindeydiler. Hemen hepsi, ayaklarının değdiği her kaldırım taşında etraflarım alan realiteye bir kere daha çarpıyorlarmış gibi benirliye benirliye yürü­yorlardı. Hepsinin gözlerinde, üzerinde yürüdükleri yolun üç adım ötesinden ilerisini görmeğe razı olmıyan bir nevi karar vardı. Yürümüyor, gezinmiyorlar; sadece bir eski tabutu taşıyormuş gibi kendilerini taşıyorlardı. Hepsi, hiçbir şeklinde zengin olmıyan «hal» e misafir olmuşlar, bu fakir kervansarayda ancak gündelik ihtiyaçlarını ve onların tatmininden gelen küçük memnuniyetleri düşü­nüyordu: çıplak ayağa çorap, aç mideye ekmek, ismi unu­tulmuş nimetler, uzaktakilerin, nerede olduğu bilinmiyenlerin muhtemel dönüşü.

Acayip bir sıtma içinde yine eski düşmanın etrafımda kaypak sırtını kabarta kabarta, yağlı halkalarını çöze bağlaya dolaştığını hissediyordum; ölüm, acayip ve girift bir sarmaşık gibi, bu insanların etrafında dolaşıyor, onları

birbirine kenetliyor, tek bir kütle gibi yuğuruyordu: onun dal ve budaklarında bu endişe ile dolu, solgun ve ömür­lerinin faciasına bir anda uyanmış bu çehreler, küçük, zayıf ışıklı kandiller gibi parlıyorlardı.

En iyisi hiçbir şey. düşünmemek, hiçbir şey görme­mek, yaşamıyor gibi yaşamaktı.

Bu hal bende tam iki sene, Zeyneple tanıştığım za­mana kadar devam etti. Ancak ondan sonra, aşkın mucizesile, etrafıma başka türlü bakmağa başladım. Kuru dal­larda, buzları yeni çözülmeğe başlamış toprakta, bulut­lan yumuşamış karanlık gökte bahar nasıl yavaş fakat emin kımıldanırsa bende de tabiî hayat öylece kımıldandı. Yavaş yavaş kül rengi duvarlara aydınlık serpilmeğe başladı. Eşya içimde sihirli bir dille konuştu; saatler ümitten yüzlerini takındılar, arzu ve emelden tılsımlı ku­şaklarım bağladılar. Bir gün baktım ki geniş ve gür ha­yat, şarkısını içimde söylüyor.

Zeynebi bir bahar günü Kanhcada tanıdım. Yünmü Bey isminde bir aile dostuna davetliydim. Ben o zamanlar nezaretlerden birinde küçük bir vazife bulmuştum. Tey­zemle beraber Beyazıtta küçük bir evde oturuyorduk; onun elde kalmış birkaç öteberisinin getirdiği parayı be­nim maaşıma katarak geçiniyorduk. Bütün yaralarımız küllenmişti; küçük, temiz bir hayatımız, hattâ çok ölçülü olmak üzere bir nevi refahımız bile vardı. O torununa ve kocasına ağlamayı unutmuş, ben sakat bacağımı, ilk ba­kışta hissettirmiyecek derecede, sürümeyi az çok öğren­miştim. İşimden vakit buldukça Hukuk Fakültesine de­vam ediyordum. Arkadaşlar, iş ve ev arasında avunuyor­dum. Kendime yeni meraklar bulmuştum; eski musiki bunlardan biriydi. Yümnü Beyle bu yüzden sevişmiştik. Bu altmışlık ihtiyar güzel tambur çalıyor, eskileri seviyor ve biliyordu. Rauf Yekta ile, Musa Süreyya ile, Hakkı

Beyle dosttu. Bana eski musikişinaslardan bahseder, bes­teler okur, söylerdi. Güzel bir saz koleksiyonu vardı. Vaktile kışları İstanbulda geçirdiği zamanlar, evinde musiki geceleri yaparmış. Fakat Kanlıcaya çekilince, yerin uzak­lığından bırakmağa mecbur kalmış. Arasıra teyzemi ziya­rete geldikçe konuştuğumuz bu ihtiyar adamı gittikçe fazla seviyordum. O da bana evlât gözile bakıyordu.

Bir gün ona, bilmem kimden methini dinlediğim., Hayrullah Beyin Şevkitarap Nakış semâisini tanıyıp tanı­madığını sordum. «Semâiyi de tanırım, sahibini de... Bu cuma bize gelirsen sana dinletirim.» Yüzündeki tebessüm­den bir sürpriz hazırladığını anladım. İşte Zeynebi, bu Nakış semâiyi dinlemek için gittiğim -Yüm.nü Beylerde tanıdım ve galiba ayni günde ona âşık oldum.

O zamana kadar hayat tecrübelerimin arasına aşk girmemişti. Kadınları beğeniyor ve onlarla sohbetten hoş­lanıyordum. Bir iki Beyoğlu eğlencesinde, mânâsız ufak tefek çapkınlıklarım olmuştu. Fakat iç benliğime hemen hiçbiri karışmamıştı. Onları daha ziyade hep dışarıdan, genç, güzel ve biraz da tehlikeli mahlûklar gibi tanımış­tım. Güzel bir insan yüzünün, yumuşak bir tenin, bir ba­kışın, beş on seçme duruşun, birkaç kelimelik mânâsız bir sözün üzerine günlerce katlanıp düşünmenin bu basit şey­lerden kendisine bir koza gibi dört tarafı kaplıyan bir kâinat kurmanın zevkini, erkek ruhuna getireceği büyük ve hür tatmini bilmiyordum, bunları o cuma gecesi tat­tım.

Eve saat üçe doğru gitmiştim. Yümnü Beyi üst katta, denize bakan küçük odasında, kitaplarının ve sazlarının arasında, her zamanki sevimli manyak haille buldum. Sırtında yakası ve kolları iyice açık beyaz bir gecelik var­dı; başındaki takkesi, elindeki kamış kalemi, posbıyıkla­rının altından uzanmış çubuğu, burnunun üstündeki al­tın gözlüğile, acayip ve çok ehlî, hattâ çok yerli bir telâş içinde yüzüyordu. Bana, ertesi gün geri vereceği bir eski notayı kopye ettiğini söyledi; hem benimle konuşuyor,, hem yazıyor, ikide bir kalemi bırakarak, mürekkepli el­lerde beyaz entarisini lekelediğini hiç düşünmeden, diz­leri üzerinde, yazdığı cümlenin temposunu tutuyor, besn teyi mırıldanıyordu. «Nedir?» diye soracak oldum, iki eli­ni havaya kaldırarak: «Bir şaheser, efendi oğlum, bir şa­heser...» dedi. Yüzünden İlâhî bir sevinç ve hayranlık içinde olduğu belliydi. Her sanatkârda bir melek hali vardır; fakat musikişinasta bu açıktan açığa böyledir; hakikatte karşımdaki adamın melek portresi tamamlan­mak için bir çift kanattan başka eksiği yoktu. Yümnü. Bey, uzun zamanlar Defterhâkanî müfettişliği yapmış, eski bir memurdu. Evliydi, üç çocuk babasıydı; hayatında büyük vak’alar geçmişti. Hulâsa herkes gibi yaşamış olan bir adamdı. Bununla beraber o anda onu görenler, sadece nağmeden ve şiirden bir âlemde yaşadığını zannederdi; bilmezlerdi ki bu bir yığın sazın ortasında, iki yana sal­lanarak ve arasıra mürekkepli parmaklarını yalıyarak, tek dizinin üstünde dik sesile mırıldana mırıldana bir es­ki besteyi kopye etmeğe çalışan bu adam, bir Tanzimat konağının şaşırtıcı debdebesi içinden bu küçük eve düş­müştü ve sabahına, akşamına, on bin lirayı geçen muazEam bir borcun endişesi hâkimdi. Ayrıca, içinde yetiştiği anane kendisine eski paşa ailesinin haysiyetini sonuna kadar muhafaza etmek için çırpınmasını emrediyordu. Zavallı Yümnü Bey! Onun iki hayatı vardı. Birisi musiki, öbürü de alacaklıları. Bu ikisinin arasında, ömrünü bir küp gibi içindekini sızdırmaz bir esrar kuyusu yapan bu biçare adamın kafası en yüksek ruhanî zevkten, en kor­kunç maddî işkenceye bir anda gidip gelen bir rakkasa benzerdi. Hayatının bu hazin tezadını oturduğum yerden bile görüyordum; dizlerinin dibine yayılmış kâğıtlar ara­sında, daha o sabah yazıldığı mürekkebinin taze rengin­den belli olan küçük bir borç pusulası; üstünlü, esreli acayip ve natamam bilmecesinde bize Şakir Ağanın, Tab’î Mustafa Efendinin, Eyyubî Bekir Ağanın, Itrî’nin, Hafız

.Post’un bir ruh şehrâyinine benziyen ilhamlarını saklıyan notalar içinde, bütün bu mücerret yıldız kümelerinin fü­sun ve esrarını bozmak istiyen, kara ve sert toprağın, çiy ve insafsız hakikatlerin, zelil ve istihkara değer madder nin haşin ve hoyrat bir remzi gibi bitmez tükenmez ra­kamlarını teşhir ediyordu. Yümnü Bey benim -gördüğümü anlamış olacak ki, bir şey arayan bir adamın telâşile önündeki kâğıtları birbirine karıştırdı. Ben de bir şey söylemiş olmak için «Bizim semâi ne olacak?» dedim. «Bu gece burada saz var. Sen de kalırsın, hepsini çalacak­lar..» cevabını verdi.

Nihayet hemen hiçbir ferdini tanımadığım iki aile eve geldiler. Taşlıkta uzun konuşmalar, helecanlı öpüş­meler oldu. Ben «Kimdir bunlar?» dedikçe Yümnü Bey «Dur patlama, kadınlar hele hoş geldin! bitirsinler» di. yor, notasını kopyeye devam ediyordu. Neden sonra ses­ler biraz dindi, adımlar merdivene doğruldu ve biri çok ihtiyar ve zayıf, ikisi ortasını biraz geçmiş, şişman iki beyle genç bir Tıbbiyeli içeriye girdi. Arkalarından iki hanım göründüler. Yümnü Bey gelenlerle şöyle böyle an­cak meşgul olabildi. «Zeynebi getirmediniz mi... Kızımı neye getirmediniz?» dedi. Hepsi birden cevap verdiler: «Geldi, geldi, büyük hanımla biraz konuşuyor...» Büyük hanım Yümnü Beyin karısının yatalak annesiydi. Merdi­ven üstünde yarım bir kat teşkil eden odasından yaz kış çıkmaz, neşesi, şikâyetleri, lâfzenliği, dedikodu merakı ve zaman zaman parlıyan büyük hiddetleri tatmini imkânsız denecek kadar bol iştahı ile evin hayatına oradan, yata­ğından, bir ânı öbürüne uymıyan bir mizacın acayiplik­lerini katardı.

Sofrayı üst katın denize bakan büyük odasına kur­muşlardı. Açık pencerelerden Boğaz, dâüssılalı mehtabile, su hışırtılarile, karşı semtin büyük gölgeli dağlarile odaya giriyordu. Gecenin geç vaktine kadar içkiye ve saza devam edildi. Davetlilerin hemen hepsi ya söylüyor ya çalıyorlardı. Zeynebin çok güzel sesi vardı. Söyledik­lerine göre bizzat Hayrullah Beyden meşketmişti. Eski­leri çok iyi biliyor, hocasının hemen bütün eserlerini ta­nıyordu. Üstüste üç makamdan tam fasıl yapıldı. Sonra ayrıca Zeynep Hanım, babası Refet Beyle beraber bize sevdikleri parçaları okudular. Hattâ gece yarısından son­ra küçük bir kayık saf ası bile yaptık. Burada o gece ne­ler duyduğumu, hayata hangi ufuktan ve adeseden bak­tığımı anlatacak değilim. Zeynep sıhhatile, tabiîliğile, neşesile, güzelliğile insana daha ilk görüşte bir nevi ya­şamak aşkı veren kadınlardandı. Daha yüzüne dikkatle bakmak fırsatını bulmadan bu hissi kendimde yerleşmiş buldum. Birdenbire ömrümü ne kadar boş yere ve ne mâ­nâsız şekilde harcadığımı anladım. Bir kaplumbağanın kabuğuna çekilişi gibi hiçbir mânası olmıyan bir vehimde, musallat bir fikirde yaşamış, bir sinir buhranına içendim! kaptırmıştım. İlk defa kendi kendime «Nedir,. ne oluyo­rum?» diye o gece sordum. Bu genç kız veya kadının, hu­lâsa kim olduğunu henüz lâyıkile bilmediğim bu güzel ve aydınlık mahlûkun karşısında birdenbire içimdeki bin yaşlı ihtiyarın kaybolduğunu hissettim. Bir zindandan henüz kurtulmuş gibi hürdüm. O sıcak bir maden çağlıyanma benziyen sesin delâletile etrafımdaki âlemi, eşya, renk, koku,, şekil., her şeyi tatmağa başladım. Damarlarım­da kanım başka türlü geziniyordu.

Denizden döndüğümüz zaman gece epeyce ilerlemişti. Bana alt katta küçük bir odada bir yatak hazırlamışlardı; iki gül fidanının açık penceresinden âdeta içeriye girme­ğe çalıştığı bu küçük' odada ben de herkes gibi kabuğu­ma çekilmeğe çalıştım.

Fakat uyumak mümkün olmadı. Zeynebin sesi, çocuk­ça neşesi beni büyülemiş gibiydi. Gözlerimi her kapamı­şımda, kirpiklerimin altında onun duruşlarından biri can­lanıyordu. Kâh Nakış semâinin terennümünü yaparken, bestenin ritmine uyarak, koyu kumral saçlarının âdeta efsanevî zenginliğile süslediği başını acemice sallayışını; kâh birinci hanedeki «çemen» kelimesini okurken «men» hecesini her tekrarlayışında küçük, kan kırmızısı dudak" larını yana doğru hafifçe kaydırışını görüyor, kâh gözle­rini kısarak ellerini bir çocuk gibi çırpa çırpa gülüşünü hatırlıyarak silkiniyordum. Bu küçük, beyaz çehre, koyu kestane rengi gözlerinin altındaki siyahlıkla ve saçlarının zengin bağ bozumu akşamile, her dakika gözlerimin önün­deydi. Fakat bu hayallerin en kuvvetlisi, şüphesiz ki, bende sesinden kalan hâtıraydı. Kırılmış biı aynanın par­çaları gibi, bu sesin hatırlıyabildiğim altın inhinaları, çıl­gın ve ürkek kavisleri, imkânsız denecek bir kesiflikle aksettirdikleri acayip ve dâüssılalı parıltı ile, zihnimde her an bir avize gibi tutuşup sönüyorlardı. Sesi güzel mydl? Hâl" bu hususta mütereddidim. Bildiğim bir şey varsa o da bu sesin içimde bir İsrafil sûru gibi, her zerreme hitap ederek, her adımda üstüste yığılmış binlerce uyku­yu dağıtarak, en derinlere kadar muzaffer ve mesut yü­rümesi, bulutlar arasında onları dağıta dağıta ilerliyen bir güneş gibi yol almasıydı. Onu dinlerken, yani bütün gece, derinden gelen bir su çağıltısına koşan susamış ge­yikler g:bi, bu sesin pınarına, içimden bir şeyin koşup atıldığım, onunla birleştiğini hissetmiştim. Bir rüyada gibi, o içimde ilerledikçe bir yığın hayal ve hâtıra kendi­liğinden canlanmış, bende acayip dünyalar kurulmuştu. Halbuki şimdi, yatakta, baştan aşağıya uykuya dalmış bu yab"ncı evin sessizliği içinde, açık pencereden garip ve esrarlı bir visal daveti ile yatağımın başına kadar uza­nan gül kokuları arasında bu ses bana büsbütün başka bir şev "N geliyordu. Bütün gece onu dinlerken ve onun yamnda iken, geniş hayatın her zerremi ayrı ayrı davet ettiğini hissetmiştim. Âdeta, bilmediğim bir macera ve hareket kervanına katılmak için sabahı sabırsızlıkla bek­liyordum Halbuki şimdi, ondan ayrılınca, sadece onu özlüy^rdum: içimde yalnız onunla tamamlanacak bir ya­rımlık. bir hasret vardı ve sesinin hafızamda kendi ken­dine dirilen parçaları, mucizeli ve hain bir ısrarla bana hep bu yalnızlığımı, tıpkı bir nevi «bezmi elest» gibi uzun ve özlü bir beraberlikten sonra yaşanan, tahammül edil­mez bir ayrılığın azabına benzer bir kesiflikle, bu yarım­lığı hatırlatıyor, onu tekrarlıyordu.

Sabaha karşı, yorulan uzviyetin uyku ihtiyacı ağır­laştıkça bu hayaller birbirine karıştılar ve nihayet ben, gül kokusunun, eski musikinin ve sevilen bir kadın ihti­yacının elele yaptıkları acayip bir rüyaya daldım.

Bu zengin geceye rağmen ertesi sabah âdeta birbiri­mize yabancı gibi olmuştuk. Gece epeyce konuşmuş, hattâ daha iyisi, sadece fasılalı bakışlarla olsa bile, birleşme an­ları bulmuştuk. Hattâ yatmadan biraz evvel beş on daki­ka başbaşa bahçede gezmiş, geceden, musikiden, mehtap­tan ve gündelik şeylerden bahsetmiştik. Halbuki hep be­raber oturduğumuz kahvaltı sofrasında, benim de bulun­duğumu ancak hatırlıyabildi. Evden, bu unutmanın ver­diği acılıkla perişan, yalnız Yümnü Beye veda ederek ay­rıldım.

O haftayı ve ondan sonra geleni sadece onu düşüne­rek geçirdim; belki raslarım üinidile birkaç defa Boğaziçine gittim; Emirgânda, Kandillide, Yeniköyde, şurada burada dolaştım. Bunlardan bir şey çıkmayınca, onu, ilk defa buluştuğum yerde, yani o gece dinlediğimiz musiki parçalarında aramağa başladım. Şüphesiz ki onun sıcak­lığı artık bu bestelerde yoktu; fakat çok sevdiğimiz aziz vücutların bir zaman içinde oturmuş olduğu eski evler gibi, bu besteler de onunla, onun hâtırasıyla dolu idiler. Kâh bir cümlenin ortasında birdenbire, güneşe uzanmış küçük bir nezir, ihtirasın ve ıstırabın ocağında kendiliğinden yan­mak için gelmiş küçük ve zavallı bir şey gibi, beyaz yüzü, solgun ve ürpermeyle dolu uzanıyor, kâh bir «terennüm» de tebessümünün beyaz inci rüyasını, gözlerinin tılsımlı mücevher parıltısını, boynunun mehtapta kendiliğinden

kabaran sulan andıran gümüş yuvarlağını omuzlarının bütün vücuda zarif bir çiçek manzarası veren teslimiyeti canlanıyordu.

O gece ondan, üstüste birkaç defa «Güzel âşık, çevri­mizi Çekemezsin demedim mi?» diye başlıyan meşhur nefesi dinlemiştik, Her defasında manzumenin redifi olan «mi» istifhamı üzerinde çocukça bir fantezi ile gülerek lüzumundan fazla ısrar ettiğine dikkat etmiştim. Şimdi o nefesi dinlerken bu «mi» ler geldikçe bu gülüş bende her defasında, bir ağaçta baharın dönüşile kendiliğinden açan çiçekler gibi uyanıyordu. Bunun gibi birçok şeyleri hatır­lıyor, hakikatte birer hiçten başka bir şey olmıyan bir. lezzetler dünyasında, onu özliyerek, onu tanımış olmak­tan mesut yaşıyordum.,

Birkaç günü de böyle geçirdim. Nihayet her rüya gibi, o da içimde duruldu. Araya bir yığın şey, yaşanan günler girdi. Onu unutmadım, fakat Yümnü Beyin, birincisinden, tam üç hafta sonra yapmış olduğu ikinci bir davet ol­masaydı, Zeynep benim için sadece, bahar mevsiminde, çiçek açmış bir badem ağacı altında görülmüş lezzetli bir rüya gibi, uzaktan hatırlanacak nağmeli, sihirli ve kor­kulu bir hâtıra, aşkın tecrübesinden ziyade insanda ihti­yacını uyandıran ve kalbimizi birdenbire, içi boş fakat çok kıymetli bir kâse, bir nevi murassa bir mahfaza ya­pan bir hâtıra olacaktı. Ve şüphesiz, bu aşkın bitiş tarzı düşünülecek olursa, böyle olması daha iyi idi.

Fakat büsbütün aksi oldu: iki ay sonra Zeyneple ev­lendim. Bir akşam Yümnü Beyi evde teyzemle başbaşa buldum. Bilmem nerede, Yümnü Beyin gayretile meyda­na çıkarılan eski bir arsanın satılmasını konuşuyorlardı. Söz bitince Yümnü Bey bana dönerek: «Birinci işim bitti, şimdi ikincis kaldı» dedi.

— Hayırdır inşallah, dedim.

— Yarın akşam bizde toplantı var, pazartesiye kadar bizde kalacaksın... Muhakkak gel, çok güzel şeyler ola­cak... Ve benim duraklamamı bir nevi tereddüt alâmeti zannederek ilâve etti:

— Kaçırırsan yazık olur, Hayrettin. Bey de gelecek. Başka tanımadığın kimse yok...

Teyzem de «Git, git, ömrün bir ihtiyar kadınla başbaşa geçiyor, yazık değil mi?» diye beni teşvik ediyordu. Hakikatte duraklayışım, şaşkınlığımdan ve biraz da se>vincimdendi. Zeynebi tekrar görecektim. Onu biraz evvel zannettiğim gibi unutmadığımı Yümnü Beyi, görür gör­mez anlamıştım. Bu ihtiyar ve barok çehreyi görür gör­mez, bu çatal sesi işitir işitmez, ömrümün gerçekten bana ait olan tek saadet gecesi, içimde birdenbire bütün teferruatile uyanmıştı. Daha Yümnü Bey «Yarın akşam bizde toplantı yar» der demez, geniş sofra, tepesine asılı mehtabile, deniz kokusu, su hışırtısı ile Zeynebin kumral başı et­rafında, bir «Şon Taam» kompozisyonunun İsanm rahmani başı etrafında kuruluşu gibi, gözlerimin önünde canlan­mıştı. «Tanımadığın kimse yok» cümlesi, yarın gece, Zey­nebin de orada bulunacağını, çok gizli, âdeta kulağa, al­çak sesle tevdi edilen bir sır gibi müjdelemişti. Ve sadece bu ihtimalle, içimde onu yeniden görmek ihtiyacı, gecenin ve karanlığın sildiği bir manzaranın, bir şehir veya orma­nın, hulâsa zaman içinde kurulmuş ve kökleşmiş bir bü­tünün, üstünde çınlayan ilk sabah ışığile beraber tekrar zaman ve mekâna hükmeden kudret ve genişliğile bir anda doğuşu g-ibi, doğdu, büyüdü.

Bu ikinci görüşmemiz birincisinden çok farklı oldu: genç kadının aradaki yirmi gün içinde teyzemin dostu olan bir hanımdan onun genç bir kız değil, bir dul. olduğunu, bir kaymakam olan kocasının harbin son senesinde tifüs­ten öldüğünü öğrenmiştim-, beni son derecede tabiî vo dost bir yüzle karşıladı; bir kaşını kaldırarak, yüzünden ziyade gözlerinin içi gülerek halimi, hatırımı sordu. Son­ra sanki bu kadarcık mahremiyetin kâfi olduğunu, bana daha fazla zamanım veremiyeceğini anlatmak ister gibi yanıbaşımdakilerin konuşmalarına karıştı. Ben de, yakama yırtarcasma yapışarak, beni âdeta zorla sürükleyen Yümnü Beyle beraber, içerik! odada yazma kitapları ka­rıştıran Hayrettin Beyin yanma gittim. Başka bir zaman olsaydı onunla tanışmak fırsatı beni sevinçten çıldırtabilirdi. Galatasaraydanberi, onun şöhretini dinliyordum. Hemen herkes bu merdümgiriz, tenkitlerinde oldukça za­lim ve titiz ihtiyarın, eski musikinin son üstadlarmdan biri olduğunda, ananenin en güzel, en öz taraflarını, bu her şeyin birbirine karıştığı inhitat devrinde muhafaza ettiğinde mutekitti. Bazı parçalarını bir dostumdan din­lediğim Kâr-ı Nâtık’ı bu cinsten, bir bakıma göre sadece hünerle, virtüozlukla yazılan ve terkibinin istinat nokta­sını yalnız görenekten alan, âdeta itibarî bir eser için, emsalsiz denecek kadar güzeldi. Musikinin her makamını, kafiyenin gelişine göre ayrı ayrı metheden, yahut daha iyisi zikreden çözük ve epeyce zevksiz bir manzumenin teşkil ettiği itibarî zinciri, bu ihtiyar usta, halka halka, uzun uzletinin ve kendisini yaşadığı devirde bir nevi kıb­le yapan sanat aşkının bütün zenginliklerile örmüş, onu herbiri ayrı bir yıldızın cevher ve hassasını taşıyan kıy­metli taşlardan yapılmış, esrarlı, tılsımlı, ağır ve kıymet biçilmez bir gerdanlık haline getirmişti; tıpkı küçük ma­dalyonlarında Tevratm herhangi bir hikâyesini, yahut bütün insanlığın talih ve macerasını teker teker, çok us­talıklı bir terkip halinde canlandıran tunç Rönesans ka­pıları gibi bu Kâr-ı Nâtık da eski musikinin bütün sırrını kavsi'kuzah renkli arabesklerin her türlü mücevher parıltısile tutuşup yandığı küçük madalyonlarda toplamıştı. Hayrettin Beyin bu Kâr-ı Nâtık’tan başka birkaç eserini daha, kendisinden öğrenen bir arkadaşımdan dinlemiş­tim. Bunların içinde 'bir Bayatî peşrevi vardı ki her din­leyişimde bana dört hanesi, ayni altın . külçesinden kaide üzerinde, ayni güzellikler -kimbilir hangi uzak ve sırlı âlemin gayriiradî hatırlanışile dört ayrı pozda tespit edilmiş heykelleri gibi gelirdi. Bütün bu hayranı olduğum güzel şeyleri yapan adamı senelerce merak etmiştim. Fa| . kat o kadar münzevî yaşıyordu ki, bir türlü, beni takdim

etmeleri için dostlarıma rica edememiştim. Şimdi kuru, 1   zayıf vücudile, orta boyu, geniş alnı ve burnunun üzerinI          -den hiç ayırmadığı gözlüğü ile o, karşımdaydı ve ben bu

!               karşılaşmadan icap ettiği kadar memnun değildim. Bili­

yordum kİ onun orada, mecliste bulunuşu bu geceye baş­ka bir şekil verecek, ruh hâletlerimizi değiştirecek, irti­cai! bir coşkunluğun yerine, dehâ ile omuz omuza yürüyen bu tecrübeli ve bilgiç bir sanatın kökü kırk senelik bir i      maziye ve o kadar yüksekten parlıyan bir yığın esere daI    yanan bir şöhretin nizamı hâkim olacaktı; onun iradesi,

1              mizacı ve fantezisi ile ve onun etrafında geceyi geçireI  çektik. Hulâsa, bir kelimeyle genç kadının, fıtrî kabiliI  yetlerinin ve neşesinin, güzelliğinin, sesinin, tebessümü|      nün bir gül fidanı gibi ve sadece bizim için yetişip büyüI    yeceği bir bahar yerine, belki de bizi bu güzellikleri lâyıI        kile tatmaktan meneden yan İlâhî bir âlemin hükmüne

râmolacaktık. Nitekim öyle oldu: bu, dünyamızın dışın­dan gelen âdeta efsanevî mevcudiyetin karşısında Zeynep sadece onu dinlemek ve seyretmekle kaldı.

Hayrettin Bey içki içmiyordu; sadece yemek yedik. Sonra, kendisinin iştirak ettiği, daha doğrusu hissettirme­den idare ettiği musiki başladı. Üç hafta evvel sadece bir amatör toplantısı olan bu saz, birdenbire onun gelişile de­ğişmiş, bir olgunluk peyda etmişti. Hayrettin Beyin sesi " ne gür, ne de güzeldi. Bu alçak ve âdeta sağır sesin bü­tün hususiliği bilgisindeydi. Besteyi söylemiyor, âdeta grafiğini, bir nevi kabartmasını havaya çiziyordu. îlk önce Kâr-ı Nâtık’tan birkaç parça ile başlandı. Gözlerimizin önünde acayip, gayri şe’nî renklerle bir halı dokundu, her makam kendi hususilikler ile, kendi akşamlarının, ve şafaklarının büyüsile, mehtaplarının sihri, bahçelerinde açan çiçeklerinin kokusu ve meyvalarmm lezzetile bir iklim tamlır gibi önümüzden geçti. Sıra Bayatî peşrevine gelince Zeynebi aradım; yüzü bir nevi mabet kudsiliği alan odanın havası içinde küçülmüş, donmuş gibiydi.

Belli ki musikinin ihtişamı bu genç kadının narin omuzr larma ağır, ezici, altından kalkılamıyacak bir yük gibi çökmüştü. Demindenberi dinlediğimiz parçalar, bu çeh­reyi İçinden işleye işleye, kendi kendisi olmaktan çıkar­mış, etrafında mucizeli terkibi her an kurulan ve sonra bir başkasına yer vermek için silinen, kendi kendisini yi­yerek sonra altın halezonlar, mücevher basamaklı miraç­lar halinde dirilen âlem, kadar hayalî ve uçucu yapmıştı. Ve bu kendi beyazlığının âdeta çizdiği çehrede haddinden fazla açılmış gözler, marazî bir sertlik içinde, hiçbir şeye bakmıyor, hiçbir şeyi görmüyor, sadece dinliyordu. Ana­sıra parmaklarile masanın' üstünde tempo' tutuyor, fakat sonra söyleyen ve çalanların arasında Hayrettin Beyin, bulunduğunu düşündüğü için olacak, garip bir hürmet hissile vazgeçiyordu. Benim kendisine baktığım zaman o da başını kaldırarak bana baktı, sağ elile «işte bu böyleciir» gibi bir işaret yaptı, sonra tekrar bütün mevcudiyetile teşkil ettiği beyaz hülya kayığını, musikinin sularına bıraktı. Küçük ve beyaz yüzü, daha ziyade, haşin bir Tan­rıya nezredilmiş bir kurbana benziyen narin omuzlarile nağmelerin çağhyamna gömüldü. Her parça değiştikçe ağır bir uykudan uyanmış gibi silkiniyor, sonra söylenen veya çalman şeyin kendisi için ördüğü ağlarda kaybolu­yordu.      /

Bayatîden eski bir Yürük semai söylenirken dayana­madı, o da karıştı. Hayrettin Beyin yüzündeki memnun, tebessümden ve tasvip edici baş işaretlerinden bu parçayı çok iyi bildiğini anladım... Sonra bu baş işaretleri ve te­bessüm, sert bir dikkat haline geldi. İhtiyar adam, bu genç kadının söyleyişindeki kavrayıcı hummayı sezmişti. Hepimiz başka bir hayata uyanmış gibi mahmur ve yüklü idik; sanki dışımızdan ziyade içimizde bulduğumuz bir ses, bir nevi büyü gibi, henüz ayrıldığımız dünyanın nimet­lerini, güzelliklerini bize sayıyor ve saydıkça biz hatırlı­yorduk. Nihayet fasıl bitti. Hayrettin Bey oldukça muam­malı bir şekilde başını sallıyarak yerinden kalktı.

Metin Kutusu: Yazık ki Tanrılar bile kaderin karşısında âcizdirler. Saadetim ancak bir sene kadar sürdü. Yavaş yavaş sinir¬

O gece Zeynep ile hiç konuşamamıştlk. Bu, iki ay sonra evlenmemize mâni olmadı. Bir kadın aşkının, nasıl bir mucize olduğunu, bir erkeğin hayatında neleri değiş­tirdiğini bu evlenme teklifini Zeynebin kabulü bana öğ­retti. Birdenbire kendimi bir Tanrı kadar kuvvetli, mesut ve kendinden emin buldum.

lerim bozulmağa başladı. Zeynep her bak’""''’"” ve emsalsizdi; kan kocadan fazla bir şey,                                                                                               ık.

Teyzemle iyi'anlaşmışlardı. İşlerim bile 11                          w

la düzelmişti. Dedemin, îstanbulda, şurad;                        on

parça ufak tefek mülkü meydana çikmışt                          şıyordum. Müşterek zevklerimiz vardı;                                                                  ,.a-

manımızı alıyordu. Bir akşam Yümnü Beyin evinde bir Tanrı gibi hayranlıkla seyrettiğim, dinlediğim Hayrettin Bey şimdi ayda birkaç akşam bize geliyor, Zeynebin mev­cudiyetinden taşan sihirli havaya misafir oluyor, ney ça­lıyor, beste okuyor, konuşuyor, hâtıralarını anlatıyordu. Bu saadetin sonuna kadar böyle devam etmemesi için hiç bir sebep yoktu. Zeynebin beni sevdiği muhakkaktı. He­men bütün zamanını bana veriyordu. Fakat yavaş yavaş, bana karşı gösterdiği bu ihtiinamda gerçek aşktan ziyade bir hasta bakıcısı şefkati sezmeğe başladım. Bu, şüphe­siz, kendi zaaflarımın doğurduğu bir vehimdi. Onu hiç yıpranmamış, benim geçirdiğim tecrübelerin hiçbirinden geçmemiş gençliğinin ihtişamı içinde kendimden o kadar sıhhatli, o kadar mükemmel, o kadar güzel buluyordum ki... bütün bu mükemmel şeylerin yambaşmda, topal ba­cağım, delik deşik göğsüm, ve bozuk sinirlerimle kendimi küçük ve biçare görüyor, ona lâyık olmadığımı düşünü­yor, onu kaybetmek korkusu ile harap oluyordu m .

i

Bu korku evvelâ rüyalarda kendini gösterdi. Çocuk­luğumda, dedemin ölümüne kadar, hemen her gece, çoğu onun etrafında toplanan bir yığın karışık rüya görürdüm. O öldükten sonra uzun zaman uykularım rahatlaştı. Kay­bedebileceğim hiçbir şeyim kalmadığı için bu rüyalar da bitmişti. Zeynep ile evlendikten sonra, yavaş yavaş bu rüyalar tekrar başladı. Hemen her gece rüyamda bir şe­yimi kaybediyordum: kâh paltomu, kâh ağızlığımı, vel­hâsıl o rüya esnasında bağlı bulunduğum bir şeyimi ya çalıyorlar, ya ben bir yerde unutuyor, yahut doğrudan doğruya hediye ediyordum. Sonra rüyalar değişti; bir türlü geçilemiyen bir kapı, yarısından fazlası bir türlü çıkılamayan bir merdiven gibi muvaffakıyetsizlik rüyaları görmeğe başladım. Nihayet bir müddet sonra rüyalarımın içine Zeynebin kendisi de girdi; onu annemle beraber görmeğe başladım. Bu suretle rüyalarımla çocukluk dev­rinin acayip ve karanlık ruh hâletine girmiş oluyordum.

İlk önce bu rüyaları küçük ve manasız gündelik işlere yordum. Sonra açıktan açığa onlara ehemmiyet verme­mek istedim ve üzerlerinde düşünmemeğe karar verdim; fakat yavaş yavaş onların tehdidi içime yerleşti. Hakikat şu ki Zeynebi çok seviyordum; bu saadete bağlıydım ve bir gün gelip de onu kaybetmek korkusu beni perişan edi­yordu.

Bazı geceler, sırf onun uykusunu seyretmek için uya­nırdım. Beyaz bir gül gibi aydınlık yüzünün kapandığı rüyayı merak ederdim. .Saçlarını güzel bulurdum, çene­sine, kaşlarının çapkın kavsine hayran olurdum; ve bir. gün bütün bu güzelliklerden mahrum, sefil ve biçare ya­şamanın acılığını düşünürdüm. Dalgın, huysuz ve kederli olmağa başladım.

Zeynep bendeki bu değişikliğin pek çabuk farkına vardı; fakat hiçbir şey belli etmedi, sadece tebessümle­rine bir nevi hüzün sindi; bu merhamet beni büsbütün çıldırttı. Bu andan itibaren rüyalarım daha ziyade karıştı. Onu kıskanmak için hiçbir sebep yoktu. Ve ben de bu hisse az çok yabancıydım. Bununla beraber artık akşam­lan eve onu bulamamak korkusu içinde perişan dönüyor, onu orada bir kış odası haline getirdiğimiz sofama pen­ceresi önünde beni bekliyor görünce, her defasında, se­vinmeyi unutacak kadar şaşırıyordum. Her dehasında ona «Demek beni bırakıp hâlâ gitmedin, ne kadar iyisin., ne kadar merhametlisin» diye teşekkür etmek istiyordum. Evet, beni bırakıp gitmiyecek kadar iyi kalpli ve mer­hametliydi; talihin kendisine nasip ettiği bu hastabakıcı­lığını sonuna 'kadar yapacaktı. Böyle bir ruh haleti için­de başbaşa geçirilen günlerin azabı kolayca tahmin edi­lebilir sanırım. Gerçekten sıkıcı ve zalim günler yaşama­ğa, başladım; onunla hemen hiç konuşamıyordum. İkimiz de muhakkak o dakikada yapılması lâzım gelen bir iş icat ediyor ve onu bir makine gibi yapıyorduk; araşır a, tamamile kendisini bu işe verdiğini sandığım anlarda, onu hayran ve bedbaht seyrediyordum. Güzel ve zengin başı, daima zarif omuzları, emsalsiz kollarile, narin endamile onu her defasında daha güzel, daha fazla hayranlığa lâ­yık buluyor ve bir kat daha seviyor, onu kaybetmek ih­timalinin azabını daha kuvvetle duyuyordum. Bazan o, bu bakışlarımı yakalıyor ve «Evvelce ne kadar mesut­tuk» der gibi hazin bir tebessümle başını sallıyordu. O zaman ne kadar budalaca bir vehme kapıldığımın şuuru bende uyanıyor, birdenbire yerimden kalkarak «Affet, geçer» diye özür diliyordum. O da geçeceğinden emindi; bu bir buhrandı, geçecekti, geçmesi lâzımdı. İşte böylece ve yalnız onun meziyetleri sayesinde iyiliğe doğru gider­ken birdenbire her ikimizin de hayatını altüst eden felâ­ket vukua geldi.

Zeynebin beni bırakıp gitmiyeceğine emniyetim art­tıkça, onu kaybetmek korkusu içimde büsbütün başka bir şekle girdi. Şimdi onun sıhhati için korktıyor, hasta ol­ması, bir kazaya kurban gitmesi vehmi ile harap oluyor­dum. Rüyalarım da bu hisle beraber değiştiler; yukarıda dediğim gibi, annemle beraber rüyamda görmeğe başla­dım. Yavaş yavaş Zeynep onun yerini, onun talihsiz macerasini yaşamağa başladı. Hulâsa, yılan gizlendiği yer­den çmgj,»ağını sallıyor, ıslığı başımın üzerindeki havayı' her an yırtıyordu. Sinirlerim gittikçe bozuluyordu. Gele­cek bir felâketin korkusu içinde, onu bekliyerek bir yerde duramaz, bir işe yaramaz olmuştum. İştahım kesilmiş, uykum azalmıştı; gecede iki üç saat ancak, o da .kâbus­larla uğraşmak şartile, uyuyabiliyordum.

İşte bu kısa uykulardan birisinden uyandığım zaman, yanıbaşımda yatan Zeynebe baktım: çocukluğumu altüst eden, hayatımı bir cehennem yapan korkunç mahlûk ağır halkalarını onun boynuna dolamış, boğmağa çalışıyordu. Korkudan ve halecandan çıldırmış gibi, onu kurtarmak için üstüne atıldım ve yılanın halkaları sandığım saçlarını uykunun lezzeti ve kendinden geçişi esnasında boynuna dolanmış olan uzun saçlarını çekmeğe, boynunun etrafın­da sıkmağa başladım. Zeynebin çiğhğı üzerine koşanlar karımı güç halle ve yan-ölü-olarak elimden kurtardılar.

İşi anlar anlamaz evden kaçtım. O baygın, bir köşede yatıyordu. Bütün ev halkı başı uçundaydı. Uzaktan limon gibi sararmış yüzünü ve ıslak kirpiklerini ancak görebil­dim.

Üç gün ne yaptığımı, nereye gideceğimi bilmeden do­laştım. Üçüncü günü, akşamı, Zeynep beni Hayrettin Be­yin evinde buldu. İşi anlamıştı, nasıl bir vehme kurban olduğumu biliyordu. Her şeyi affetti, eve dönmemi teklif etti. Fakat artık bende bu aziz vücutla yaşamak kudreti yoktu. Ben talihin gazabına uğramış bir lânetliydim. Hiç bir saadet rüyasına yanaşamazdım. Ona gençliğini, bey­hude yere bir delinin, bir lânetlinin uğrunda feda etme­mesini söyledim; aramıza kötü bir kader girmişti; ona karşı gelmeğe çalışmak beyhudeydi. İkimiz de ağlıyarak ayrıldık.

Hayatımın bundan sonrasını bilmem anlatmağa lü­zum var mı? Bu hastane koğuşuna düşene kadar epeyce

yer dolaştım, epeyce sefalet çektim, fakir otel odaların­da, küçük ve biçare pansiyonlarda uykusuz, sapsan ge­celer geçirdim. Her şeye küskün, her türlü ümitten uzak, acayip ve zalim bir rüyanın kurbanı ömrümü sürükledim ve bir gün beyhude bir kurtuluş vehminden sonra gözle­rimi açtığım zaman kendimi koğuşta, bu ıstırabın orta­sında buldum.

Doktorların başlarını sallayışlarındaki mânaya bakı­lacak olursa, hastalığım çok ağır. Fakat ben biliyorum ki, onunla ölmiyeceğim. Beni bekliyen bir başka ölüm var. Bu satırları yazarken bile onu bekliyorum, onun siyah müselles başının aralıktan görünmesini, akar sular gibi, kıvrak vücudunu boynumun etrafında dolanmasını bek­liyorum. Ve biliyorum ki bir gün o gelecek, bu ağır, kas­vetli, her an hâtıraların hücumile delik deşik maceraya, bu karanlık hikâyeye siyah, kaypak külçesile bir son çe­kecek. .'.

Abdullah efendinin rüyaları      ........                                7

Gedmiş zaman elbiseleri ............................................... 49

I ir yol ..........................................................................   77

Erzurumlu Tahsin ......                   :................................ 89

Evin, sahibi................................................................   107

Bir düzeltme:

61 inci sayfanın 19 uncu satın sonundaki : (Keti bir Alınandır.) cümlesi (Keti bir kemandır.) olacaktır; özür dileriz.

ÖZET

 Abdullah Efendi'nin Rüyaları Özet

Eserimizin türü hikâyedir. İçerisinde birçok öykü bulunmaktadır. Ben hikâyelerin içerisinden beğendiklerimin özetinden bahsedeceğim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kalemi bir okunuşta anlaşılacak tarzda değil diye düşünüyorum, özetinden bahsedeceğim bu eseri de sindirerek okunacak türden bir eser. Başlangıçta anlatmak istediği olayları hemen kavranamayabiliyor sonrasında yavaş yavaş okunduğu takdirde enfes hikâyelerin tadına varabiliyorsunuz.

Abdullah Efendi’nin Rüyaları

Abdullah Efendi kırk yaşını çoktan geçmiş bir adamdı. Hayatının hiçbir anını boşa geçirmemiştir. Çok sıkıntılar, badireler görmüştür. Ama bu sıkıntılarına rağmen hayata bir şekilde tutunmaya ayakta kalmaya çalışmıştır. Hikâyenin asıl kısmı Abdullah Efendi’nin arkadaşlarıyla bir akşam eğlenmek üzere içkili bir mekâna gitmeleriyle başlar. Abdullah Efendi rutin hayatından uzaklaşmak, kafasındaki sıkıntıların kendinde yarattığı etkileri azaltmak ve kurtulmak için arkadaşlarıyla gece içkili bir mekânda kafa dağıtmayı planlayıp bu davete katılır. Gece başladığında yavaş yavaş içki içildikçe Abdullah Efendi’nin kafasında sürekli gördüğü rüyaların etkileri ortaya çıkmaya başlar. Karşısında oturan çiftlerden kadın olan dikkatini çeker onun üzerinden düşüncelere dalar. Mekanın her bir tarafına baktıkça rüyasında gördüğü, kafasında sürekli kurduğu durumlar hayalinde canlanır kendisini başka alemlere götürür. Kendi kafasında kurduğu bu hayal dünyası onu içinden çıkılmaz bir hale büründürür. Bu durumlar yaşanırken arkadaşları mekândan ayrılmanın vaktinin geldiğini söylerler. Mekândan çıkınca da kadınların olduğu bir mekâna giderler. Abdullah Efendi burada bir kadınla vakit geçirmek için odaya girer. Kadın odaya gelmeden önce odada ilginç bir şekilde hayalet tarzında kişiler görür. Gördüklerinin etkisiyle odadan nasıl çıktığını bilmeden oradan uzaklaşır. Abdullah Efendi bu gece boyunca acayip şeyler yaşar, görür. En sonunda da ıssız bir ev ilgisini çeker oraya girer. Orada da bir çocuk karşısına çıkar. Kendisine olmadık bir terslik yapar. Bunun etkisiyle bir anda her şeyin kendi kafasında kurduğu hayal dünyası olduğu kanısına varır.

Geçmiş Zaman Elbiseleri

Genç bir adam Keti isimli bir bayanla buluşma planı yapar. Bu plan arkadaşının eğlence daveti üzerine zaman olarak aksar. Arkadaşı kendisini kumar oynanan bir mekâna götürür. Kumar öyle bir bataklık ki adamı içerisine çektikçe çeker. Keti ile buluşmaya geç kalır. Bu buluşma aklına gelince kumarı bırakmak ister fakat etrafındakiler onu rahat bırakmaz. İlla kumar oynamaya devam etmesi için baskı yaparlar. Genç adam baskılara dayanamayıp kumara devam eder. Bir süre daha oynadıktan sonra bırakmak zorunda olduğunu söyleyip mekândan ayrılır. Mekândan ayrılınca Keti ile buluşmak için aceleyle araba bulmaya çalışırken kaza geçirir. Bu sırada kendisine yaşlı adam ve kadın yardım edip evlerine alırlar. Uyandığında evin kadını genç adamın odasına gelip ona babasının kendisini evden hiç çıkarmadığını, tutsak bir hayat yaşadığını anlatır. Adam da bu duruma şaşırıp ona yardımcı olmaya çalışayım derken evin sahibi adam genç adama karısının hafıza kaybı yaşadığını yanlış şeyler anlattığını söyleyip adamı sakinleştirir. Bu olay üzerine sabah olmadan evin sahipleri evi terk edip kaçarlar. Adam bu olayın etkisinden bir süre çıkamaz.

Bir Yol

Hikâyenin de isminden anlaşıldığı üzere bir yolun adam üzerinde etkisi anlatılmıştır. Adamın biri çocuğunu yakın zamanda kaybetmiştir, karısı hastadır. Bu sıkıntı ve kederlerle belli bir nedenden ötürü yaşadığı şehir olan İstanbul’dan ayrılır. Bu ayrılık esnasında geçtiği yolun kendisinde bıraktığı tesirleri bizlere öyle etkileyici betimlemelerle sunmuş ki hayran kaldım. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eşya ve zamana dair gözlemlerini etkileyici bir üslupla anlattığı kanısı hemen aklınıza geliveriyor. Adam bizlere bu yol üzerinden çıkışını yaparak kendi hayat eksenindeki sorgulamalarını bizlere anlatıyor. İnsanın asıl kendisi olduğu başka bir yüzü olduğunu, bu benliğinin nasıl ortaya çıkabildiği hakkında bilgiler vermiş.

Erzurumlu Tahsin

Tahsin Efendi, Erzurum’un sayılı ailelerinden birinin oğludur. Tahsilini hukuk alanında yapmış, birkaç yerde memuriyet görevinde bulunmuş. Balkan Harbinde gönüllü askerlik yapmış. Harbin sonunda birden her şeyi terk edip ortadan kaybolmuştur. Tahsin Efendi’nin hikâyesi dilden dile etrafta dolaşırmış. Ailesi onu çok aramış ama ne yaptılarsa bulamamışlar. Bir gün ansızın çıkıp gelmiş ama bir gün bile kalmadan yine ailesini terk etmiş.

Evin Sahibi

Hastanede bulunan bir defterin okunması üzerine bu hikâye mevcudiyet kazanmıştır. Bir gencin hastane köşesinde çektiği acıların etkisiyle geçmişinin harmanlanması bu defterde anlatılmış. Raif Paşa isimli dedesi vardır. Bu Paşa ailesi ile konakta yaşarmış. Bu gencin annesinin başına evde bir yılanın musallat olmasıyla beraber hayatları zindan olmuş. Annesi evlendiği halde bu yılan onu evinde boğarak öldürmüştür. Bu olaydan sonra herkes Raif Paşa ailesinden kaçar olmuş. Bu durum Raif Paşa’nın canını çok sıkar, torununun eğitim hayatı için bu şehirden, evden ayrılmaları gerektiği kanaatine varır. Tam bu karar alınır ki Raif Paşa sabahına vefat eder. Genç adamın yaşadığı talihsizlikler kat be kat artarak devam eder.

DEĞERLENDİRME

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminde zaman ve eşya kavramı üzerine yoğunluklu betimlemeler mevcuttur. Özellikle bu iki kavramın insan üzerinde yarattığı etkiyi yazar bu kitabında enfes bir şekilde işlemiş. Her bir betimleme, tasvir de hayranlığım katlanarak arttı. Ben kitapları kolay okunmayan yazarları severim. Bu kitapta hemen anlaşılan, kolay okunan bir eser değil bunu bilerek kitabı temin edip okumanızı tavsiye ederim.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to