Ahmet Hamdi TANPINAR
Gece çok güzel
başlamıştı; abanoz silineli küçük salonda lâmbalar, aynalar, kadehler,
birbirine hep ayni parıltıyı gönderiyorlardı. Beş arkadaştılar. Beşinin de
neşesi son haddine varmıştı. Ne buluyorlarsa içiyorlar, gülüp konuşuyorlardı.
Bununla beraber küçük lokantada yalnız değildiler. Masalarının karşısına düşen
iki pencere içine oturmuş iki çift ile tam ortadaki masada dört erkekten
mürekkep bir grup daha vardı. Sakin ve kendi âleminde bulunan bütün bu
müşteriler, bu gürültülü neşenin sahiplerini ilk önce biraz hayretle
seyrettiler, sonra galiba alkolü bir mazeret olarak kabul ettikleri için ehemmiyet
vermemeğe başladılar. Zaten bu beş arkadaşın etraflarına pek bakacak halleri
de yoktu. Onlar kendilerde çok meşguldüler, lezzetle yeyip içiyorlar ve konuşuyorlardı.
Vakıâ birbirlerini pek dinlemiyorlardı, fakat hepsi çok güzel şeyler
söylediklerine emindiler. Daha ziyade kendi içinde yaşamağa alışmış olan
Abdullah Efendiye gelince o, gecenin gidişinden pek memnundu. Kendisine bir
nevi hafiflik gelmiş, denilebilir ki dört tarafını böyle vaziyetlerde bir demir
kuşak gibi çeviren ve ona nefes aldırmıyan boğucu, dar havalı şahsiyetinden kurtulmuştu.
Bu cins adamlarda zaman zaman olduğu gibi o da bu müstesna ânın kıymetini
biliyor ve kendisini diğer insanlar arasına karışmış görmekten saadet
duyuyordu. Evet, şimdi o da etrafındaki rahat neş’eye kendisini bırakmış,
biraz evvel lokantaya gelirken beraberinde taşıdığı ruh hâletinden ayrılmış
olmanın hazzı içinde konuşuyor, eğleniyor, hattâ ufak ve çok hesaplı
tecrübeler halinde arkadaşlarını taklit ediyor, yani zamanına göre mütearrız,
yahut sinik olmağa çalışıyor, nükte yapıyor, hicvediyor, hilkaten korkak
yaratılmış bir insanın tehlikeli bir gece yolculuğunda kafilenin en önünde
yürümüş olmaktan duyacağı muğlâk bir zevk içinde açık saçık şeyler bile
anlatıyordu. Ah, bu bir kör gibi etrafını deneye deneye, dört bir ciheti
yoklıya yoklıya yürüme... Şüphe-siz ki yarın sabah bu yaptığı şeylerden iğrenecek,
bu geceyi israf edilmiş bir zaman gibi addedecek ve kendisini küçük bulacaktı.
Fakat ne çıkardı. Bir gece için, ne olsa affedilirdi, mademki eğleniyordu, ve
mademki eğlendiğini bilerek, hesaplı bir surette eğleniyordu, o halde bu eğlence
onun için iki kattı.
Hakikatte Abdullah
Efendi, ömürlerinin sonuna kar dar kendileri olmaktan kurtulamıyan, nefislerini
bir an bile unutamıyan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları
zamanda bile, içlerinde, tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden
bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayri memnun ve zalim
ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkâr ve
istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet
edişini duyan insanlardan biriydi. Ah bu ikinci Abdullah Efendi, bu üst kat
sakini... Hayır, o kiracı değil, evin asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı.
Zavallı Abdullah Efendi bu sessiz seyircinin bakışları altında hayatinin her
lezzetinin birdenbire zehir kesildiğini bütün ömrünce görecekti. Ah, onu
uyutabilseydi, bir an için o sarhoş olsaydı! O zaman bütün işler değişecek ve
Abdullah bu sofrada ve hayatın bütün sofralarında yepyeni bir adam olacaktı.
Bu akşamın
fevkalâdeliği, bu kibirli ev sahibinin belirsiz bir şekilde sızmağa
başlamasında, hüviyetindeki nüfuzlu ve sert tarafı kaybetmiş, yumuşamış hissini
vermesindeydi. Onun içindir ki Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını bütün
vücuduna doladıktan sonra, zehirli disini en can alacak yerine geçirmeğe
hazırlanan bir yılanın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını gören
bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci içinde kadeh kadeh üstüne içiyordu.
Herkes onu beğeniyordu. Artık bütün istihfaflar bitmiş, büyük bir takdir
başlamıştı. Bütün bunları düşünürken, birdenbire nasıl oldu da lokantada
bulunan diğer müşterilere bakmağa başladı? İhtimal kendi içinde olan bu
değişikliğin aksülâmelini etrafta da görmek istiyordu: işin doğrusu, burasını
sonraları kendisi de hatırlamadı; yalnız bildiği bir şey varsa, o esnada bir uykudan,
tuhaf, ağır bir uykudan uyanmış gibi bir hal, bir nevi yükü üzerinden atmış
olanlara mahsus bir hafiflik içinde olduğu idi. Ortada salonun bu kısmını ikiye
bölen masanın müşterileri gitmişler, yerlerine sefarethane kavası kılıklı bir
adam, dik bıyıklan ve şakulî burnile her kımıldanışında kitle halinde gidip
geliyormuş zannmı bırar kacak derecede hayat çevikliğinden mahrum cüssesile bir
nevi bostan korkuluğuna benziyen esmer tenli bir adam gelmişti. Abdullah Efendi
bir müddet onun bir otomata benziyen hareketlerle yemek yeyişini ve daha
doğrusu önündeki geniş makarna tabağına, bu dik bıyıklı ve tahta burunlu başın
muntazam fasılalarla, birdenbire kesilmiş gibi düşüp sonra yine kalkmasını
seyretti. Bu hakikaten görülecek bir şeydi; her defasında bu baş bir daha
kalkmıyacak hissini veriyor, ve insan bu korku içinde iken, birdenbire iki
dudağı arasında bir tutam makarna ile onun tekrar muzaffer ve sakin eski yerine
geldiğini görüyordu.
Sonra gözleri daha
ileriye gitti, karşısındaki pencere hücresinde oturan kadınla erkeğe, salona
ilk girdiği zaman gördüğü çiftlerden birincisine baktı. Bu, ufak tefek, zarif,
her istediği zaman dudaklarının ıslaklığına ve gözlerinin parıltısına biraz
daha mâna koymasını bilen kadınlardandı. Esmer ve çok tatlı bir teni vardı.
İki dirseğini masaya dayamış, birçok şeyler söylemek istiyen bakışlarile
karşısındaki erkeği dinliyordu.
Boynunu zaman zaman
şişiren nefesinde, omuzlarının teslimiyetinde, bütün varlığının karşısındakine
ait olduğunu gösteren bir hal vardı. Kendi kendine:
— İşte, dedi, şu
karşımda oturan erkek muhakkak ki tanıdığım insanların en mes’ududur. Bu kadın
sadece iradesile, veya bir ânın ilcasile değil, bütün uzviyeti ve har yatile
onun... Başı, dudakları, omuzları, göğsü, velhasıl bütün vücudu onu dinliyor ve
muhakkak ki, bacaklarında bile, dokunacak olursam, ayni dikkati ve mes’ut
teslimiyeti bulurum.
Bu emniyetle
sandalyesinde biraz yana doğru kayarak kadının ayaklarına doğru baktı ve işte o
andan itibaren gecenin bütün füsunu kayboldu ve Abdullh Efendi, garip,
hikâyesi güç bir serencama daldı.
— 2 —
Gördüğü şey haddi
zatında belki çok basitti, fakat bu sarhoşluk gecesinde birdenbire ona korkunç
ve imkânsız göründü. Filhakika o mütevazı, hattâ biraz utangaç terbiyesi ve
heyecanı ile âşıkını sessizce dinliyen iki ayak göreceğini ümit etmişti;
halbuki onların yerinde dizlerine kadar açılmış gösterişli manzarasile, bütün
bir sabırsızlık ve isyan içinde çalkanan iki kadın bacağı vardı. Bunlar isyan
ediyor, çağırıyor, taşıdıkları kedi yavrusu kadar küçük ayaklar durmadan
konuşuyordu.
Abdullah, ufak bir
dikkatle bu konuşmanın istikametini buldu. Salonun ortasında çok muntazam
fasılalarla önündeki makarna tabağına kesilmiş gibi düşüp sonra birden kalkan
sefarethane kavası kılıklı adamın dik bıyıkları şimdi başka bir mâna ve dikkat
kazanmışlar, bu bacaklarla konuşmakta idiler.
Hiçbir ifrit, hiçbir
karışık mahlûk, Abdullah Efendiyi bu bacakları ve dudakları ayrı ayrı şeyler
konuşan kadın kadar korkutamazdı. Bu acayip tesadüf, lüzumsuz bir tecessüsle
birdenbire yakaladığı bu sır, onda alkolün verdiği uyuşukluğu gidermekle
kalmamış, büsbütün başka bir
şey, âdeta ifadesi güç bir değişiklik yapmıştı. Birdenbire Abdullah, kendisi
için hayatın artık sırrı kalmadığını görerek korktu. Evet, o şimdi kendisini,
her kapalı şeyin, mütebessim bir insan yüzü için olduğu gibi, sımsıkı örtülmüş
demir kapıların, hiçbir gediği olmıyan yekpare duvarların arkasında olup biten
hâdiseleri gözlerinin önünde geçiyorlarmış gibi görebilecek bir kudrette buldu.
Bir billûr parçası, yahut bir tas su içinde en uzak, en gizli şeyleri hattâ bir
düşüncenin, henüz müphem bir tasavvurun daha tamamlanmamış halkalarını,
kımıldanmağa yeni başlamış tohumlarını bile sezip gören bir eski zaman
bakıcısı gibi Abdullah Efendi de şimdi, kendi kafasında bütün hakikatleri
çırçıplak bir kıyafette ve hazır buluyordu.
O, doğrusu istenirse,
bütün ömrünce bundan korkmuş, bir gün insanlar ve eşya ile olan
münasebetlerinin, ihsasların sathî plânından çok daha derin ve çok başka bir
seviyeye çıkmasından, kâinatı saran ve ona güzelliğini veren büyük sırrın,
ortasından kesilmiş bir meyva gibi birdenbire bütün çıplaklığile apaçık
görünmesinden, korkunç manzarasile onda her nevi yaşama zevkini bir anda, tıpkı
bir nefeste söndürülen bir mum gibi söndürmesinden korkmuştu. İşte şimdi, o
kadar ürktüğü ve bununla beraber beklediği saat gelip çatmıştı.
Abdullah Efendide bu
korku tam üç sene evvel hayatının biricik macerasını kapatan ve onu bambaşka
bir adam .yapan bir kış gecesindenberi vardır. Evet, odasında yapayalnız, bir
türlü görünmiyen bir sevgiliyi beklerken birdenbire tepesinde apartımanın
çatısının uçtuğu, ve odasına yıldızların dolduğu o büyük gecedenberi Abdullah,
Mavera ile arasında hiç de temenni etmediği bir şekilde kuvvetli ve derin bir
münasebetin başladığını hissetmişti.
Bunun nasıl olduğunu
bizzat kendisi de pek kolay anlatamazdı. Sadece tek bir şeyi, o zamanlar
ümitsizliğin son haddinde yaşadığını biliyordu. Bir insanın kendi talihini
bütün vuzuhile görmesi kadar korkunç ne olabilir? Abdullah Efendi birkaç
haftadanberi onunla başbaşa, göz göze yaşıyordu. İşte bu ıstırap içinde, kafası
en karanlık düşünce ve tasavvurlarla dolu olduğu halde, küçük bir oda içinde
çırpınıp dururken, birdenbire sanki bir kıyamet kopuyormuş kadar büyük bir
gürültü ile olduğu yerde mıhlanıp kalmıştı.
Ne oluyor? diye başını
kaldırdığı zaman tavanın tepesinden uçmuş olduğunu ve yıldızların elle
tutulacakmış gibi yakından odasına sarktıklarını gördü ve sonra sevdiği
kadın bu yıldızlara basarak, onlara tutunarak, onların ışığile sarınarak
odasına girdi. Abdullah, bir kere kapısını çalmamış, semtine uğramamış olan bu
güzel mahlûkun, böyle uçan bir çatıdan ve bir yıldız kasırgası içinde odasına
tavandan girmesine hiç de hayret etmedi. Zaten, bu güzel ve asil mahlûkun kendisile
ayni hamurdan yuğrulmuş olmasına hiçbir zaman inanamamış, onun çok yüksek,
büsbütün başka ve erişilmez bir âlemden gelmiş bir mevcut olmasına daima
ihtimal vermişti.
> >
Bu yüzdendir ki ona hiç
yaklaşmamış, sevgilisini daima kendisinden uzak görmüş, ve bu hissin verdiği
hurafevî bir korku içinde bütün hayatı zehirlenmişti. Şimdi işte bu müphem
hissi gözlerinin önünde bir hakikat oluyordu. Sevgilisi ona -belki de aylarca
süren ıstıraplarının mükâfatı olarak kendi cevherinde görünmeğe razı olmuştu.
Ertesi sabah odasından
yıldız parıltılarımın ezdiği, yamyassı ettiği bir Abdullah Efendi, güneş
.ışığını gülünç bir şey gibi telâkki edep, kehkeşanların südü ile beslenmiş
bir ilâh yavrusu kadar mesut, fakat dünyamıza yan yabancı, onun kanun ve
zaruretlerini, kafasına üstüste yığılmış aydınlık tabakalarının arasından ancak
uzak bir hâtıra şeklinde sezen bir Abdullah Efendi çıktı. Bir Abdullah Efendi
ki, alnının ortasında kendisine ruh selâmetini, sükûnetini iade eden tek bir
buseyi parlak ve yakıcı bir yıldız gibi taşıyordu. Bu saadetin yanında onu bir
daha göremiyeceğini bilmenin ıstırabı bile küçük kalıyordu.
İşte o gecedenberi
kendisinde çok derin bir yerde saklı, esrarlı bir zembereğin harekete geçtiğini
duydu. Kâinat karşısında artık ayni adam değildi. Herşey onda sanki daha
derine, daha esaslıya doğru gidiyor, ve bu yüzden günlük manzara ve çehreler
kendisi için zaman zaman değişiyordu. O artık etrafında bulunan her şeyi,,
küçük ve bazan çok şaşırtıcı uyanışlar halinde görmeğe mahkûmdu; bir sisten
sıyrılan tek bir ağaç gibi, bu zihnin bulanıklığına, mevcut olan her şey tek
başına aksediyordu. Hayatın bütünlüğünü ve basitliğini kaybetmişti; Abdullah
bunun böyle olmasından çok muztaripti. Omuzlarına taşıyamayacağı kadar ağır
bir yük yüklenmiş zannediyor ve bu yüzden meyus oluyordu. «Öbür insanlar gibi
yaşamak...» bu ne kadar güzel ve iyi bir şeydi. Öbür insanlar... işte bu
akşam, belki de en kat’î şekilde onlardan ayrılıyordu. Halbuki buraya onlarla
birleşmeğe, onlar gibi olmağa gelmişti... Etten ve kemikten alelâde bir kadın
yerine, esrarlı bir mevcut, başka bir yıldızın mucizeli bir çocuğu tarafından
sevilmiş olmanın istisnaî saadetini şimdi, senelerden sonra kimbilir nasıl bir
kefaretle ödeyecekti? «Belki de büsbütün çıldıracağım!., büsbütün..» diyerek
ürperdi ve sonra saklıyamadığı bir telâşla, yanmdakilerin bunu farkedip
etmediklerini anlamak için dört tarafına bakındı. Hayır, kimse bu değişikliğin
farkında değildi.
Şimdi ne yapacaktı?
Yavaş yavaş bütün hayatın kendisi için çehresini değiştirmesini beklemekten,
talihine razı olmaktan başka ne yapabilirdi? İçinde son bir ümitle «belki doğru
değildir, belki bana öyle geldi!» diyerek bir daha kendisini denemek istedi, ve
bu sefer salonun tâ ucundaki pencere hücresine oturmuş konuşan çifte yavaşça
baktı; ve biraz sonra buradaki oyunun büsbütün başka türlü olduğunu gördü.
Burada sarışın, elâ
gözlü, güzel ve muntazam ağızlı bir kadın oturuyordu. Karşısındaki erkeğin
yüzünü göremiyordu, yalnız masanın üzerine yarı dayanmış ellerinin işaretlerinden
konuştuğu anlaşılıyordu. Hattâ kadının yüzündeki hayranlık dolu dikkate,
tebessümündeki aşikâr şefkate bakacak olursa bu söylediği şeylerin çok güzel,
çok yüksek, çok tatlı şeyler olması lâzım geliyordu.
Abdullah Efendi: «Hiç
olmazsa bu sefer öyle münasebetsiz bir şey görmüyorum, işte bunlar birbirine
gayet uygun insanlar..» dedi. Birdenbire akılları şaşırtacak bir mahlûk
tarafından değil, alelâde bir kadın tarafından sevilmek düşüncesi, yeni baştan
ona büyük, erişilmez bir saadet gibi göründü. Fakat henüz bu düşünceleri tam
bir vuzuh bile kazanmadan, gözünün önünden biraz evvelkinden daha çok korkunç,
daha imkânsız bir sahne geçti. Abdullah Efendi bütün sarahatile sonraları bunu
hatırlamış ve her defasında, ilk önceki korku ve şaşkınlık hissini duymuştu.
Erkek bir müddet konuştuktan sonra birdenbire başını ileriye doğru uzatarak
etrafa acele bir bakışla bakmış, sonra genç kadının elini tutarak yavaşça
ağzına götürmek istemişti. İşte bu anda olan şeyi Abdullah Efendi ömrünün
sonuna kadar unutamazdı. Evet, erkek, kadının ellerini avucunun içine aldı ve
dudaklarına götürdü ve Abdullah, bu aydınlık ve muntazam kadın yüzünde
parlıyacağı çok muhakkak olan saadet ve hazzı iyice görmek için ona bütün
dikkatile bakmağa başladı. Kadın dişlerinin güzelliğini gösteren ve
dudaklarının genişliyen çizgilerde âdeta yüzün alt kısmını alan bir tebessümle
gülmekte devam ediyordu, yüzü bir büyü ile değişmiş gibiydi. Arzu ve heyecanın
şişirdiği boynu bir nabız kadar muntazam atıyordu. Fakat eli tam delikanlının
ağzına deyeceği anda ve bir lâhzada, evvelâ bu tebessüm, sonra bu çehre
silindi, .siyah mantonun, kırmızı blûzun ve tüllü şapkanın çerçevelediği baş
ortadan kayboldu. Hepsinin yerinde bir uçurumdan daha korkunç bir boşluk, sarı
muşamba renginde küçük bir boşluk peydahlandı ve delikanlının ağzına
götürdüğü elin yerinde sadece bir yen kaldı. Bu kelime ile, demindenberi
güzelliğine, zarifliğine, hayat iştahına hayran olduğu genç kadın ortadan kaybolmuş,
yerinde bir yığın elbise, sadece bir yığın eşya kalmıştı.
Ayakkabı ile mantonun
sıkı sıkı örttüğü kısım arasındaki mesafede çorap, havası boşalmış bir balon
gibi biçimini kaybetmiş, pörsümüş, sönmüştü. Ve bu hal böyle dört, beş saniye,
belki de bütün bir dakika devam etti, fakat ıstırap ve azabı içinde bu kısa
fasıla Abdullah Efendiye bütün bir ebediyet gibi göründü. Bu dakikayı hayatından
silmek için o neleri feda etmezdi! Hayreti içinde «korkunç, korkunç!» diye
haykırdı.
Erkek bu acayip
istihaleye alışmış olacaktı ki, hiç telâş göstermeden elini geriye çekti ve
tekrar uzak bir mırıltıyı andıran sesiyle konuşmağa başladı. Ve o konuştukça
sandalyede yığılmış kalmış olan manto, elbiseler, çamaşır yığını yavaş yavaş
sanki içlerine kuvvetli ve muntazam bir şekilde hava verilmiş gibi şişerek
şekillerini aldılar. Yüzünün yerinde görünen acayip ve kirli muşambada yavaş
yavaş bütün bir hayatiyet ve çizgiler meydana çıktı ve bir iki dakika içinde
genç kadın yine ayni güzel, zarif ve taze manzarasını aldı, ayni taze
tebessümle gülmeğe başladı. Abdullah Efendi bütün şaşkınlığına rağmen
gözlerini onlardan ayırmıyor, dikkatle bu acayip oyunun tekrarlanmasını
bekliyordu. Filhakika birkaç dakika sonra ayni hâdiseye tekrar şahit oldu.
Tekrar kadın bütün hüviyetile kayboldu ve tekrar karşısındaki erkeğin sözleri,
okşayışı altında bu hüviyet gözlerinin önünde dirilerek yavaş yavaş
güzelliğinin bütün sihir ve cazibesini kazandı.
Abdullah kırkı çoktan
geçmiş bir adamdı, çocuk değildi. Hayatını hiç de boşuna geçirmemişti. Çok,
pek çok şeyler, harpler, yangınlar, her cins ölüm, korkunç ve şifaşız
ıstıraplar; hepsini görmüştü. Daha çocuk denecek kadar genç bir yaşta çıplak ve
sefil bir evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle başbaşa geçirmişti. Fakat
şimdi, gördüklerinin ve işittiklerinin hiçbiri ona, demin saadetine imrendiği
bu adamın mahkûm olduğu ıstırap kadar zalim ve acı gelmiyordu. Hiçbir sefalet,
hiçbir hastalık, hiçbir işkence; sevdiği kadını her an yeni baştan kendi
arzusunun ateşile, ve ilk kımıldanışta bir yığın kül olmak için, yaratmağa
mecbur olan bu zavallının azabile kıyas edilemezdi. Gayriihtiyarî, kadim
efsanenin bütün ebediyyet boyunca, cehennemde hep ayni kızgın kaya parçasını
dik bir yokuşa ite kaka sürüp taşımağa mahkûm ettiği kahramanı düşündü, ve
insan talihinin zalim imkânları karşısında ürpere ürpere bu manzarayı üstüste
birkaç defa daha seyretti; sonra büyük bir irade gayretile bakışlarım o
taraftan çekti.
Uzun zaman bir uçurum
kenarında en tehlikeli adımlarla yürümüş bir adam gibi başı dönüyordu. Hiçbir
zaman akim serhaddi dediğimiz bıçak sırtında bu kadaı' uzun uzadıya
dolaşmamıştı. «Hep de bu işler bana tesadüf eder.» diye talihinden şikâyet
etti. En garip tarafı yavaş yavaş gördüğü şeylere alışması, onları tabiî
telâkki etmesi idi. Ve şimdi bizzat bu alışmak kendisine gördüğü şeylerden daha
dehşetli geliyordu. Ne diye bu gece bu adamların sözüne uymuş, bu mânâsız yere
gelmişti?
Şüphesiz ki hakikatte
bu gördüklerinin hiçbirisi vaki değildi; bütün bunları can sıkıntısından
kendisi icat etmişti. Uzun müddet bu düşüncelerle kendisini yordu, sonra
etrafında gördüğü şeylerin hakikatte vaki olup olmadıklarını bir daha tetkik
için yine o tarafa baktı: deminki çiftlerin ikisi de yoktu. Beyaz örtülü
masalarla siyah hezaran iskemleleri, bomboş ve her gün binlerce defa
seyrettiğimiz o alışık çehrelerde görünce âdeta sevindi.
Eşyanın sükûneti,
değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir
insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve
daüssılalı uykularında hep ayni kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir
masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı. Eşyanın açık, dost, her
zaman için güvenilir çehreleri!.. Fakat acaba gerçekten onlar değişmez miydi?
Alkolün verdiği tenebbühle doludizgin işliyen kafası şimdi bu yeni yolda
yürüyordu. Bir an kendine gelir gibi oldu. Ne boş yere yoruluyordu? Yazık değil
miydi? Neden bunları düşünüyordu? Ah, kaçmak; uzaklara kaçmak, güheşli ve
ağaçlı bir yolda bir ikindi saatinin tozları içinde tek başına yürümek
istiyordu. Yavaş yavaş bu gecenin garip talihini sezmeğe başlamış ve ondan
ürkmüştü. Bununla beraber ne rüyalarında, ne de bugün tesadüf ettiği
rakamlarda böyle bir akıbeti haber veren bir şey yoktu. Gelirken bindiği
otomobilin numarasını hatırladı: 1873. Rakamları mutlak kıymetlerde tekrar
topladı. Hepsi 19 ediyordu. 1+9=10. Sıfırı atıyordu. Elde kalan birdi; 1 onun
çok iyi bir rakamıydı, evvelâ tekti ve sonra vahdetin ve vahdaniyetin
rakamıydı.
Abdullahta tâ çocukluğundanberi bu rakam
hastalığı vardı. Bu itiyad kafasını dünyanın en çabuk işliyen bir hesap
makinesi haline getirmişti. Bütün hayatı için tesadüf ettiği rakamlar üzerinde
ameliyeler yaparak hükümler çıkarır, kendi kendine saadetler vadeder veya
felâketler düşünürdü. Bu sefer gelirken de böyle olmuştu. Otomobilin
numarasındaki rakamları saymış, çocukça, fakat mufassal'bir ameliye ile bu
rakamın esasını teşkil eden adedi bulmuş ve onda herhangi münasebetsiz bir
tesadüfü haber verecek bir şey bulamadığı için sevinmişti. Başını kaldırarak,
tezgâhın arkasındaki rafta dizili içki şişelerini saydı, hepsi kırk yedi idi.
Rakam yine tekti. Başka bir zaman olsa onunla iktifa edebilirdi. Fakat nedense
4 ile 7 yi topladı. 11 çıkıyordu. «Bir, bir daha iki eder» çift... Fakat niçin
toplamıştı? Keşke çıkarsaydı; o zaman işler daha düzgün gidecekti...
,1,
Birisi ona kadehini
uzattı, Abdullah Efendi dalgın dalgın içini çekti, oh, ne iyi, arkadaşları onu
kurtarmışlardı; rakı hakikaten nefisti. Ağır ağır içti. Fakat neden gidemiyor,
niçin burada mıhlanmış gibi duruyordu? Açık kapıdan yalnız bir parçasını
gördüğü sokak, ona erişilmez bir cennet gibi görünüyordu. Bir kaçabilse...
Fakat işte kaçamıyor, olduğu yerde gecenin tesadüflerinin birbirini
kovalamasını bekliyordu. Hakikatte buradan nereye gidebileceğini düşündü.
Gittiği yer neresi olursa olsun, bütün bu gördüklerini beraberinde götürecek
değil miydi? Unutmak lâzımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak...
birdenbire «bir kadın olsa» diye düşündü. Şüphesiz'ki bir kadın, güzel bir
kadın bütün bunları, hasta kafasının bu mânâsız vehimlerini kendi çıplak ve
anlayışlı, basit fakat tabiat kadar düzgün hakikatile unutturabilirdi. Ve
Abdullah Efendi birdenbire arzunun tenine sıcak bir demir gibi yapıştığını,
damarlarında ağır kokulu bir mevsim gibi dolaştığını hissetti; kolları acayip
bir iştahla gerindi, kendini yalnız, yapayalnız buldu.. Bununla beraber nedense
bu yalnızlık hissine rağmen bedbaht değildi. İçinde pek nadir duyduğu bir
dalgalanma, bir nevi tarifi güç bir sevinç vardı.
Kendisi için yepyeni
bir his olan bu sevinç içinde her şeyi mümkün görüyor, bütün hüviyetini esir
kadar hafif buluyordu. Fakat en garibi, en alışılmazı nefsinde sezdiği
şaşırtıcı kavrayış kudretiydi. Bu anda kendisini her şeyi anlar ve her şeyle
anlaşabilir zannediyordu. Evet, isteseydi şu yanıbaşmda duran çiçek saksısı
ile dost olabilir ve üstünde oturduğu iskemle He uzun uzun konuşabilirdi. Bütün
etrafile kendi arasında imkânsız denebilecek derecede kuvvetli bir münasebet
teşekkül etmişti. Sanki arayerr den bir yığın perde, mania kalkmıştı. Fakat
bununla da kalmıyordu; bakışlarında mesafe hakkmdaki fikir ve itiyatlarını,
mesafe ve ayniyet mantığını değiştiren istisnaî bir derinlik peydahlanmıştı.
Ve bu derinlik sanki karşı karşıya konmuş iki ayna gibi bakışlarının takıldığı
her
şeyi bir sonsuzluk içinde
çoğaltıyordu. Şüphesiz bu hususiyet yüzünden olacak, şimdi bizzat kendisini üç
adım önünde görüyor ve her an tekrarladığı mütereddit hareketlerle ikizleşen
hüviyetlerinden hangisinin asıl hakikisi olduğunu anlamağa çalışıyordu. •
Fakat bu hareketler ne
kadar muttarit, çolpa ve acayip şeylerdi? Tıpkı suda, yahut daha koyu bir mayi
içinde yürüyen bir adamın adımlarındaki ağırlığa benzer bir halleri vardı.
Abdullah onları her tekrarlayışmda kendisini değişmiş, külçeleşmiş, çok paslı
bir makine haline gelmiş zannediyordu. Birdenbire kafasına yeni bir tecrübe
fikri geldi. Henüz yeni görmeğe başladığı ikinci varlığı ile, bu üç adım
ileride dikilen ve her hareketini laklit eden gölge ile, ve onun içinde
düşünmek istedi: fakat bu epeyce güçtü; bir hayali, bir galatı şuur ve idrâk
sahibi yapmak demekti. Daha iyisi buna yavaş yavaş alışmalıydı. Evvelâ bu
hayalin gözlerile görmeğe, kulaklarile işitmeğe çalışması lâzımdı. «Hele
ihsaslar bir kere orada işlemeğe başlasınlar, o zaman düşünce de gelir...»
diyordu. Bu garip proje ona bu fikri bulduktan sonra çok basit göründü. Tıpkı
bir evden bir başka eve eşyayı ve itiyatlarımızı nakletmek gibi bir şey...
«Oh, kâinatı yepyeni bir cihazla idrâk etmek saadeti...»
Ve Abdullah Efendi
yavaş fakat emin ve sabırlı bir çalışma ile kendini, daima üç adım ötesinde
görmekte devam ettiği hayaline kendi tâbirile, tıpkı bir evden başka bir eve
eşya ve itiyatlarımızı nakleder gibi, nakletmeğe başladı.
Arkadaşları
seslendikleri zaman Abdullah Efendi kendisini bir kuyunun dibinde buldu; o
kadar kâinatla alâkasını kesmiş, kendi kendisi yahut sadece iradesi olmuştu.
Onlar, hep bir ağızdan, onun sükûtuna kızıyorlar, bu somurtkanlığı mânâsız,
budalaca ve kibirli buluyorlardı.
«Haydi, diyorlardı,
kendine gel, eğleneceğiz...» Abdullah Efendi birdenbire kuyusundan çıktı.
Eğlenmek, ne güzel şeydi bu! Elbette eğleneceklerdi... Bu gece bunun için
buraya toplanmışlardı. Hem o herkesten fazla eğlenecekti. Görülmiyen şeyleri
gören, işitilmiyen şeyleri işiten ve bir hayalin, bir gölgenin içinde, yani
bir tasavvurun imkânlarındaki hudutsuzlukla kâinatı idrâk eden bir insan
sıfatile eğlenecekti. «İçelim, dedi, içelim!» Ve tekrar meclis, daha geniş bir
hürriyet içinde başladı. Bu sıcak yaz akşamında içki hakikaten güzel bir şeydi.
Ve şimdi asıl hüviyetini üç adım arkasında görmeğe muvaffak olan. Abdullah
Efendi büsbütün başka, imkânsız şekilde yeni bir tatla kadeh kadeh üstüne
boşaltıyordu.
Neden sonra arkadaşları
içkinin kifayet ettiğine karar verdiler. Onların fikrince ruh, bu masa başında
kâfi derecede tatmin edilmişti, şimdi tenin zevkleri başlamalıydı. Uzun boylu,
iri yan, Beyoğlu âlemlerinin bütün sırrına vâkıf hovarda bir arkadaş, onları
istedikleri gibi eğlendirebileceğini söylüyordu. Niçin gitmemeliydi? Aşk
insanların, en tabiî ihtiyacı idi. Bu sıcak, ağır yaz gecesinde alkolün
yalancı cennetinde arzuya uyanan bu insanlar hep birden kadın vücudunun
güzelliğini düşünüp hatırladılar. Uzak ve tılsımlı bir bahçe, serin
gölgelerinde her türlü yorgunluğun, gurbet ve acının dinleneceği, unutturucu
hassalara malik sularından, ömrün bütün biçareliklerinin teselli ve mükâfat
bulacağı ezelî bir bahçe onları davet ediyordu. Ancak tenin azdığı zamanlarda
duyulan bir heyecanla hep birden yola çıktılar. Abdullah Efendi kapıdan
çıkmadan' evvel oturduğu sandalyeye baktı: kendisine çokbenziyen bir gölgenin
orada uyuduğunu gördü. Tecrübesinde muvaffak olmuştu. Yavaşça bir parmağını
dudağına götürerek şaşıran garsona: «Aman uyandırmayın, sonra gelir alırım...»
dedi.
İlk gittikleri evde
Abdullah bütün kadınlan beğenmemişti; o daha müstesna bir güzellik istiyordu.
Ömrünün bu garip saatine arkadaşlık edecek kadın hakikaten başka türlü
olmalıydı. Tâ ki sonra hatırlamaktan lezzet alsın. O masa başında eski
hâtıralarını, geçmiş zevklerini ballandıra ballandıra tekrarlıyan arkadaşlarına
her zaman imrenmişti. Şimdi kendisinin de bu cinsten bir hâtırası olmasını,
aradan zaman geçtikten sonra bir vaha değilse bile, hiç olmazsa bir serap gibi
düşünebileceği bir güzellikle başbaşa bir saat geçirmesini istiyordu. İhtiyar
ev sahibi kadın bu müşkülpesent misafiri tatmin etmeğe hazırdı; ona istediği
gibi birini bulacaktı; yalnız biraz beklemesi lâzımdı. Abdullah Efendiyi küçük
bir odaya soktu ve kendisi tahta merdivenleri gıcırdata gıcırdata aşağıya indi.
Abdullah Efendi aceleyle kapanan bir kapının gürültüsünü işitti. Sonra yan
odalardaki mırıltıların ancak bulandırabildiği yekpare ve renksiz bir
sessizlikle başbaşa kaldı.
'Ne tuhaf geceydi bu;
bir büyü, bir masal içinde başlamıştı, şimdi bu yırtık çarşaflı kirli yatağın
yarısından fazlasını kapladığı küçük ve mezar kadar dar odada bitiyordu. Bir
kenarına ilişmek arzusile bu yatağa yaklaştı. Ömründe bu kadar kirli, sefil ve
harap bir yatak görmemişti. O kadar eski ve sefildi ki, âdeta bu sefalet onu
canlı ve biçare bir mahlûk yapıyor, ona bir nevi beşerî talih veriyordu.
Abdullah Efendi bu sefil odanın hakikatte bu yatağın mezarı, sırf onun için,
onun ölçüsü üzerine yapılmış lâhdi olabileceğini düşündü ve bu acayip
düşüncenin verdiği marazî hazzm içinde bu sefaletin teferruatını derin derin
tatmağa koyulmak üzere idi ki, çok ihtiyar, paslı bir sesin kendisinden su
istediğini işitti.
Ses asırlar içinden
geliyor gibi boğuktu. Bununla beraber onu çok yakından işitiyordu. Şaşkın
şaşkın etrafını araştırmağa başladı. Fakat görünürde kimseler yoktu. Yavaş
yavaş, bir vehme kapıldığına inanmak üzere iken ses tekrar başladı. Keskin bir
Rum şivesile: «Vire, yukarıda bak, o zaman görezeksin beni... Hay
sersem,hay...» ve bunu ürpertici bir kahkaha takip etti.
Abdullah başını
kaldırdı ve tahta kurusu lekelerile çivi deliklerinin baştan başa kapladığı
sefil duvarda tavana yakın asılmış bir zembilin içinden kendisine istihza ile,
istihfafla bakan bir ihtiyar çehresi gördü. Bu en aşağı yüz elli, iki yüz
yaşlarında bir erkekti. Abdullah Efendi bu kadar korkunç bir şekilde
ihtiyarlamış bir başka çehreye hayatında rastlamamıştı. Ufalmış, bir el ayası
kadar kalmış, buruşuk yüzünü seneler kemire kemire âdeta bir sünger yahut daha
iyisi kuru ve çürük bir ceviz haline getirmişti.
Bu çehrede iki sönük
çizgi haline girmiş gözlerden ve son derecede korkunç, iğrenç ve sinsi gülüşile
en feci yara manzarası gösteren ağızdan başka canlı hiçbir şey yoktu. Tek bir
diş, güldükçe bir yara gibi genişleyip büyüyen bu ağzın ortasında
sallanıyordu. Daha fazlasına tahammül edemiyen Abdullah ellerile yüzünü
kapayıp kaçmak istedi. Fakat ses bırakmıyordu:
— Ah, vire sen
bilmezsin beni? Ben Eleniça’nm dedesi. ..
Bu ses, bu çehreden de
eskiydi; o kadar ihtiyar ve mecalsizdi ki, âdeta ağızdan çıkar çıkmaz odanın
sessizliği içinde çok eski, elle dokunmağa gelmiyen bir mumya gibi dağılıyor,
bir yığın toz halinde yukarıdan aşağıya serpiliyordu. Fakat anlaşılmaz bir
mucize ile Abdullah kendisine ulaşmadan evvel daha yarı yolda bir ölüm tozu
haline gelen bu sesin söylediği şeyleri işitiyor ve anlıyordu:
— Vire sen beni
görmedin, ama ben gördüm seni. Yatakta bakıyordum. Ah, vire kaymeni, bu yatak
ki var, ben yaptı orada çok amur. Marika, Eleniça, Esimenya, Kalyopi, Artemisa;
Bareşkevi... Çok yaptı amur.
Ve tek dişli ihtiyar
bir yara gibi açılan ağzının bütün genişliğile gülüyor ve hatırlıyordu:
— Ah, genslik vire...
Ne güzel günlerdi... Şimdi yatıyorum bu zembil... Ama her gice bakıyorum
buradan... Vire var sok müşteri yapıyor amur... Ama yok Marika, Kalyopi...
Ve Abdullah Efendi dörder
dörder atladığı merdivenlerden inerken ihtiyar hâlâ sayıyordu: «Marika, Eleni,
Kalyopi, ah vire yaptı sok amur...» Ve bütün bu isimler, ihtiyar zamparanın
sefil ve biçare zevk arkadarışları birbiri arkasınca sert, büyük kiremitler
gibi Abdullahın başına düşüyor, onu sersemletiyordu. Kapının önünde
arkadaşlarını buldu, hepsi muvaffakiyetlerini anlatıyordu.
Abdullah Efendi:
«Unutmak, diyordu, yarabbim bu geceyi, bu sinsi ihtiyarı, onun yapışkan
kahkahaların], bir mezardan gelir gibi ölümü beraberinde taşıyan sesini unutmak
için ne yapmalı?» Hangi tılsım, hangi imkânsız kudret ona bugünü unutturabilir,
ruhunu yarına bu gecenin korkunç tecrübesinden temizlenmiş olarak çıkarabilirdi.
Bir deli gibi kendi kendine sayıklıyordu: Marika, Eleni, Kalyopi, Artemiz...
Arkadaşları gülerek: «Hepsini mi?» diye
sordular.
— Hayır, diye cevap
veıdi. Hiçbirini.... Hiçbirini beğenmedim... Ve kaçmak istedi. Fakat
yakaladılar. «O halde seni mutlaka başka bir yere götüreceğiz..» dediler. Başka
bir yere gitmek.. Abdullah Efendi, demin küçük lokantada iken damarlarında
tutuşan sıcak ürperişi yine duydu; ne garip şeydi bu... Arzunun bu kadar
ısrarla kendisine hâkim olduğunu bilmiyordu. Bütün uzviyeti ancak bir kadının
huzurile tamamlanacak bir eksiklik içinde kavruluyordu. Evet, gitmeli, bir
başka yere gitmeliydi!.. Bu gecenin münasebetsiz talihini muhakkak yenmek, tatmin
edilen etin yorgunluğu içinde bütün bu kötü tesadüfleri unutmak lâzımdı.
Unutmak, bu ancak aşkla mümkündü: ömrün büyük ve serin pınarı, her tecrübeden
bizi daha genç, daha diri, dünyaya henüz gelmiş gibi dinç ve rahat çıkaran
oydu. Ve Abdullah Efendi dar sokakların karanlığı içinde, kendisine bu gecenin
sefaletlerini unutturacak kadın vücudunu, efsanevî bir kayık gibi, yaşadığı
ânın karanlığına aydınlığı, huzuru ve aşkı taşıyacak olan narin mahlûku
tahayyül ederek arkadaşlarını takip etti. Bütün bunları düşünürken, o sefil
odada bile arzunun kendisini bir an bırakmamış olduğunu, biraz da hayretle
hatırlıyordu.
İkinci ev,
birincisinden büsbütün başkaydı; daha az sefildi, sonra kadınlar daha güzeldi.
Onları bir kuyu tulumbası ile üzerinde bir dikiş makinesi bulunan küçük bir
masanın kımıldanacak bir yer bırakmıyacak kadar doldurduğu küçük bir taşlığa
aldılar.
Kendisini birdenbire
yirmi yaş gençleşmiş bulan Abdullah Efendi hemen oracıkta iken kızlardan
birini, uzun boylu, taze bir kadını seçiverdi. Kapıdan daha girer girmez, onun
ölçülü ve ahenkli kalçalarının hareketlerine, dolgun ve güzel kollarına
hakikaten anlıyan bir gözle bakmıştı. Ve şimdi perdeleri sıkı sıkı indirilmiş
büyükçe odanın mahremiyeti içinde beğendiği bu kadın, vadettiği bütün bazlarla
kendisinin olacaktı. Abdullah Efendi içinde bu saadeti tadacağı odaya bir göz
attı. Geniş, temizce bir yatak, duvarlardan birisini baştan başa kaplıyordu.
Yatağın karşısında sokağa bakan pencerelerin önünde alçak bir sedir vardı.
Küçük bir çocuk orada uyuyordu. Abdullah Efendi bunu pek münasebetsiz buldu.
Muhakkak onu dışarıya çıkarmak lâzımdı. Kapının yanında, üstünde bir yığın
ufak tefek bulunan fersiz aynalı eski bir konsol duruyordu. Karşı duvarda ise
çoğu eski mecmualardan kesilmiş bir yığın resim asılıydı. Abdullah bunlardan
yalnız bir tanesine, üzerinde sırma işlemeli tozlu bir peşkir gerilmiş olanına
baktı. Bu, ortadan ayrılmış saçları her iki kaşının üstüne gözlerini örtecek
gibi düşmüş, uzun yüzlü, dar alınlı, küt bıyıklı, genç bir adamla yambaşmda
bir manken ağırlığile duran beyaz gelinlik esvaplı şişman bir kadın resmi
idi... Erkeğin belinde bir kuşak vardı. Çok hususî biçimli ceketinin altında
üst düğmesi çözük mintanının yakasından gırtlak kemiği fırlıyordu. Bütün
halinden bundan yirmi, otuz sene evvel İstanbulda sık sık görülen
külhanbeylerinden belki de bir lâtarnacı olduğu anlaşılıyordu. Abdullah Efendi,
bir elini beline dolamış olduğu genç kadına yavaşça:
—■ Çocuğu başka yerde
yatırmak kabil değil mi? diye sordu.
Kadın çok nazlı bir
sesle ona cevap verdi:
— Ne lüzumu var,
şekerim, mâsum varsın uyusun...
Arzunun bütün
uzviyetinde bir iksir gibi dolaştığı, Abdullah Efendi, masumun orada olmasına
istemiye istemiye razı oldu. Nihayet, küçük bir çocuktan ne çıkardı?.. Asıl
mesele bu münasebetsiz geceyi bu kadınla beraber bitirmekti. Şimdi onu kendi
ellerile, yavaş yavaş genç ve cins hayvan vücudunun bütün güzelliklerini
seyrede ede soyacak, küçük bir lâmbanın yarım yamalak aydınlattığı bu odada
omuzlarını, olgun ve taze göğsünü, çıplak karnını uzun uzun seyredecek,
okşıyacak ve sonra bütün bu .güzellikler içinde zamanın ritmini kaybedecekti.
Güç zaptettiği bir iştahla genç kadına yaklaştı. Kadın, içinde geçenleri
hissediyormuş gibi onu hareketlerinde serbest bırakmış, sanki mev’ut ve
müstakbel hazlarm arkasından kendisine gülüyordu.
Abdullah Efendi
parmaklarında birdenbire bulduğu bir ustalıkla buna kendisi de pek şaşırmıştı
onun ipekten ve tülden yapılmış elbiselerini teker teker çıkarıyor, yavaş
yavaş ve parça parça bu taze kadın vücudunu keşfediyor, daha doğrusu arzunun
yaratıcılığının arttırdığı muhayyelesile onu yeni baştan yaratıyordu.
Bu humma içinde
kahramanımız, yaşadığı gecenin kendisi için korkunç bir gece olduğunu, insafsız
bir kaderin yambaşmda yürüdüğünü ve her aydınlığı, her vuzuhu bir anda
karartacak kadar bulanık nefesini zaman zaman alnına üflediğini unutmuş
gibiydi. Sadece orada, küçük lokantada, masanın başında yapayalnız bıraktığı
ilk varlığının -Yarabbim, buna nasıl isim vermeliydi? asıl hüviyetinin
yanında bulunmadığına müteessirdi. Birdenbire şu anda duyduğu hazzı ona da
geçirmek istedi, asıl benliği o idi ve o da payını almalıydı. Bu şüphesiz çok
kısa bir iş olacaktı; gözlerini kapayıp düşünmesi kâfiydi.
Fakat genç kadının
attığı keskin çığlık bu amelıyeyi yarıda bıraktı:
— Aman yarabbim, sağ
göğsüm, sağ göğsüm yerinde yok, demin çıkarmıştım, takmayı unutmuşum. Kızların
eline geçerse mahvolduğum gündür... Kimbilir belki de almışlardır bile... Ah,
yarabbim, şimdi ben ne yapayım?..
Ve dövünen kadın,
birdenbire kendine gelen Abdullah Efendinin şaşıran gözlerinden tek memeli
sakat göğsünü saklıyarak kapıdan fırladı...
Başka bir zamanda bu
takma göğüslü kadın Abdullah Efendiyi çıldırtmak için elbette kâfi
gelebilirdi, fakat o bu geceyi öğrenmişti, ondan her şey beklenebilirdi.
Birdenbire içine
düştüğü, kavranılmaz mantığının ağlarına kendisini kaptırdığı bu gece kimbilir
daha nelerle, ne tecrübelerle doluydu? Abdullah, gördüğünden ziyarde göreceği
şeylerin korkusu içinde bir köşeye büzülmüş, ne yapması lâzım geleceğini
düşünürken hakikaten korktuğu başına geldi. Filhakika duvardaki resim
birdenbire canlanmış, yeni evli karı koca delice bir raksa başlamışlardı.
Abdullah ilk önce buna inanmak istemedi, ellerile gözlerini oğuşturarak tekrar
bakıyor, «artık bu kadarı olmaz...» diye söyleniyordu. Fakat yazık ki gözleri
onu aldatmamıştı. Gördüğü sadece hakikatti. Bu eski ve soluk fotoğrafın
sâkinleri, bu lâtarnacı kıyafetli erkekle, yanıbaşmda bir manken cansızlığı
içinde duran şişman kadın başındaki tül ve çelenkle dirilmişler, şimdi elele.
yanyana dünyanın en acayip ve korkunç raksını yapıyorlardı Bu ne çocukken dinlediği
masallarda şamdanların ışir ğından fırlıyan aşırı çengilerin raksı, ne de
kitaplarda okuduğu ve esrarlı resimlerde seyrettiği iskeletlerin çılgın ve
zalim, hayatla alay ederek ölümün zaferini terennüm eden oyununa benziyordu.
Dümdüz, çok âdi bir şarabın tortusu gibi kaba, sadece sarhoş tenin ve
kendisini henüz hakkile idrâk etmemiş, insiyaklardan öteye geçememiş iptidaî
bir ruhun Ücalarile dolu bir rakıs, velhasıl hiçbir sırrı olmıyan, hiçbir büyük
hakikatle birleşmiyen bir tepinmeydi.
Abdullah, büzüldüğü
köşeden dişleri birbirine çarpa çarpa onu seyrediyordu.
Sivri ökçelerinin
üstünde külhanbeyinin attığı ölçülü, kıvrak adımları, ânî ve sert dönüşlerini,
şişman kadının erkeğine yetişmek için sarfettiği gayretle beraber, son
derecede vazıh görüyordu. Her ikisinin de elinde ziller vardı, her ikisi de
nâralar atıyor, birbirlerine göz süzüyorlar, ve baş döndürücü bir hareket
bolluğu içinde oynuyorlardı.
Erkeğin sağ eli ikide bir boğazına doğru
yükseliyor, yerinden fırlamak, bir taraflara gitmek, ve belki de kaybolmak
istiyen gırtlak kemiğini eski yerine yerleştiriyor, sonra tekrar zillerini
şıkırdatıyordu. İşin daha korkuncu, demin uyuyan küçük çocuk şimdi uyanmış,
oturduğu sedirden el çırpmağa başlamıştı. İkide bir küçük cüssesinden hiç
beklenmiyen dik bir sesle «Yaşa Köstü» diye bar ğirıyor, ve muttarit, muntazam,
hiçbir ritmini naçırmıyan bir şekilde elini çırpıyordu ve muttasıl gülüyordu;
hoyrat, kaba, bir çocuk ağzında insanın kanını donduracak şekilde tecrübeli bir
gülüşle gülüyor ve o güldükçe oynıyanlarm keyfi artıyor, ziller daha şiddetli
çalmıyor, karınları büyük bir maharet ve süratle bir usta tefzen elinde dönen
bir tef gibi dönüyor, birbirlerine attıkları yan bakışlar daha iğrenç, yapışkan
oluyordu. Abdullah şaşkınlığın ve korkunun son haddinde bu acayip manzarayı uzun
bir müddet seyretti. Hakikaten ne yapacağını bilmiyordu. Odanın kapısına kadar
gitmek, onu açmak, o dar ve tahta merdiveni inmek, tekrar o tulumbalı taşlıktan
geçmek... Hayır, bunu yapamayacaktı, zaten artık kendisinde hiçbir şey yapmak
için kuvvet bulamıyordu. Fakat birdenbire erkeğin göz süzüşlerile karşı karşıya
gelince daha fazla tahammül edemiyeceğini anladı. Kaçamak lâzımdı. Korku,
şaşkınlık, bunlar, bu bakışların verdiği tiksinme hissinin yanında manasız,
gülünç şeylerdi. Bu odada biraz daha fazla beklemek delilikti. Fakat acaba
kaçabilecek kadar kuvveti var mıydı?
Yavaş yavaş
bacaklarının çözüldüğünü hissetti. Biraz daha dursa, oraya, hemen oracığa
yıkılacaktı. Son bir gayretle toparlandı, pencereye doğru atıldı, bir cam
şakırtısı içinde kendisini sokakta buldu. Deli gibi koşuyordu.
— 5 —
Fakat tecrübe daha
bitmemişti. Evin bulunduğu sokağı ve daha birkaçını ayni hızla geçti. Sonra
yavaşladı. Bir köşe başında durdu. Susamıştı. Bütün gırtlağı yanıyordu. Fakat
buna ehemmiyet vermedi. Bu saatte kimden su istiyebilirdi? Bütün evler uykuya
kapanmıştı. Cer ketinin tersile alnındaki teri sildi. Hâlâ o sesi, o zil şakırtısını
işitiyor, yüksek ökçeli palikaryanın iğrenç ve cıvık tebessümünü, iç bulandıran
göz süzüşlerini görüyordu. Daha fenası bütün bunları uzviyetinin bir tarafına
yapışmış gibi beraberinde taşıdığını hissetmesindeydi. «Ebediyete kadar,
ebediyete kadar benimle beraber gelecekler...» diye düşündü. Kendisini
tahammül edilmiyecek kadar bedbaht hissetti; ne lânetli bir geceydi bu... Bitmez,
tükenmez tesadüflerinin garabetile imkânsız görünen böyle bir geceyi yaşamış
olmayı kendisine affetmiyor, talihine kızıyor, kendisini hakikaten deli ve
zalim bir kudretin elinde esir zannediyordu. Sanki bir imdat arıyormuş gibi
etrafına bakındı: sokak bomboştu; arkadaşlarmı da kaybetmişti. Fakat bu
kendisine pek mühim, görünmedi: «Zaten yollarımız ayrılmıştı!» diye düşündü.
Fakat şimdi kendisi ne yapacaktı? En iyisi
eve gitmeliydi. Evet, ilk önce demin çıktıkları meyhaneye uğrayıp orada masa
başında bıraktığı hakikî varlığını bulacak ve beraberce eve dönecekti... Bu
tenha ve tanımadığı sokaklarda yolunu bulmak da epeyce güçtü. Fakat sokaklar
niçin bu kadar tenha idi? Birdenbire Abdullah Efendi bunun, gecenin başmdanberi
böyle olduğunu ve hiç kimseye rastgelmediğini hatırladı. Yavaş yavaş ona, bu
tenhalığın sebebi kendisi olduğu, kendisi için bu sokakların boşaltılmış
olduğu zannı geliyordu. Ah, ne kötü geceydi, ne uğursuz tesadüflerin gecesiydi
bu! bir kere ondan sıyrılabilseydi... «Güneş, yarabbim güneş!» diye bağırdı. Fakat
hayır, hiçbir şafak belirtisi yoktu. Sessiz bütünlüğünde gece bir talih
kat’iyetile devam ediyordu.
Abdullah Efendi kötü aydınlanmış
sokaklarda, kaldırım taşlarına çarpa çarpa yürüyor, yolunu arıyordu. Nihayet
büyük, aydınlık caddeye çıktı. «İşte birkaç adım kaldı» diye kendi kendine
söylendi: «Şimdi asıl hüviyetimi, kendi varlığımı bulur ve beraberce
gideriz.». Fakat biraz evvel tenha bıraktıkları caddede garip bir kalabalık ve
faaliyet vardı. Abdullah Efendi küçük bir dikkatle bunun bir yangını
söndürmekle uğraşan itfaiye olduğunu anladı. Ayaklarının ucunda kalın
hortumlar uzanmıştı, büyük ve dev makineler horulduyorlardı. «Acaba neresi
yanıyor?..» diye merak etti, ve birdenbire büyük, tamiri kabil olmıyan bir
felâket ihtimalde titredi, oraya, kalabalığa doğru koşmağa başladı. Evet,
yanılmamıştı; biraz evvel oturdukları, konuşup güldükleri lokanta yanıyordu.
Abdullah Efendi kızıl alevlerin ve dumanların kepenkler arasından ve çatıdan
fışkırdığını görüyordu. «Ah, yarabbim, ne yapmalı, nasıl kendi kendimi
kurtarmalıyım?» diye ovunarak ileriye atıldı. Her ne pahasına olursa olsun
içeriye girecek ve orada uyur bıraktığı gölgeyi
.ili
götürecekti. Fakat
yakasına yapışan sert bir el onu geriye fırlattı. «Deli misiniz? diyordu.,
nereye gidiyorsunuz?..» Bu, kalabalık bir seyirci kafilesinin önünde nöbet
bekliyen ve kimsenin yangın yerine fazla yaklaşmasına müsaade etmiyen polis
neferiydi. Abdullah Efendi ona yalvardı: «Bırakın beni gideyim, bırakın, orada
benim olan, sar dece benim olan çok aziz bir şey, çok mühim bir şey var... Onu
kurtarayım..» Fakat polis neferi onu itelemekte devam etti: «Hiçbir şeyi
kurtaramazsınız, her şey bitti., olduğunuz yerde kalın...» Ve Abdullah Efendi
gözleri yaş içinde, olduğu yerde kalıverdi. Filhakika müthiş bir homurtu
içinde çöken duvarların arasından fırlıyan büyük, muazzam, devkâri bir alev
sütunu her şeyin bittiğini açıkça gösteriyordu. Evet, her şey bitmiş, asıl
hakikati ve büyük varlığı orada alevler içinde belki de kül olmuştu...
Alnından ölüm terleri
fışkıran Abdullah Efendi olduğu yere çöktü ve sahibinin ölümü için ağlıyan
sadık bir köpek gibi orada kendi varlığının ölümüne ağladı. Artık hiçbir şey
onu teselli edemezdi. Bu vücut, o kadar kahrını çekmiş olan bu vücut, orada
alevler içinde bir kül yığını olmuştu ve bu kendi hatâsı yüzündendi... Onu
nasıl oraya bırakıp gitmeğe razı olmuştu?..
Bir otomobil çığlığı
onu yine kendine davet etti. Bu beyaz bir hastane arabasıydı. Abdullah Efendi
hemen olduğu yerden sıçradı ve eski şiddeti azalmış olan alevlerin arasından
kollarında bir insan vücudunu taşıyarak çıkan itfaiye neferine doğru atıldı.
Bu kendi vücudu, eski vücudu idi! Abdullah Efendi onu ne kadar iyi tanıyordu!
Büyük bir soğukkanlılıkla yanındakilere sordu: «Yaşıyor mu?» «Hayır» diye cevap
verdiler. «Çıldırdınız mı? Yanmış adam hiç yaşar mı?» Evet, hiç yaşar mıydı?
Ve Abdullah bu garip gecede hiçbir adama nasip olmıyan, işitilmemiş bir şeyi
yaptı. Kendi cenazesini taşıyan otomobilin arkasından, hiç yetişmek ümidi
olmadan, bir deli gibi, bir büyük orman yangınından kaçan yaralı bir hayvan
gibi koştu.
Onu, kendi vücudunu,
hakikî benliğini hiç olmazsa bir daha görmek istiyordu, fakat bu imkânsızdı.
Bir fırtına hızıyla uzaklaşan araba ile arasındaki mesafe her an daha çok
açılıyordu. Nihayet araba bir köşeyi saparak gözden kayboldu ve her türlü
gayretin beyhude olduğunu anlıyan Abdullah Efendi eskisi gibi ıssız bir sokakta
tek başına kaldı.
— «Ah yarabbim, şimdi
ben ne yapacağım? Ne yapacağım?» diye kendi kendine soruyor, ovuna ovuna bundan
sonra, ne yapacağını, nereye gideceğini, nasıl yaşıyacağmı düşünüyordu.
Hakikaten vaziyeti çok
vahimdi. Bu kaldırılan ceset kendisinindi. Sabah olur olmaz bütün şehir onun
kaza, neticesi biryangmda öldüğünü işitecek, gazeteler yazacak, eşi dostu
cenazesine geleceklerdi. Ölümünün münasebetsiz şekli bertaraf, -hem ne kadar
münasebetsiz bir ölüm; bir meyhanede sızarak ölmek! herkes kimbilir ne
düşünecekti? Halbuki o yaşıyordu. Sırf kendi zekâsile ve istisnaî ruh
kabiliyetile tedarik ettiği bir başka varlıkla yaşıyordu. Bütün dünya
tarafından duyulacak ölümünün hayatile etrafı arasında açacağı uçurumu gayet
vazıh görüyordu.
Bari bir an önce evine
gitse ve ihtiyar anasına meseleyi anlatsaydı.
Fakat onlara ne
söyliyebilirdi? «Yarın sabah benim bir meyhanede yandığımı işiteceksiniz, sakın
inanmayın ha! Ben yanmadım... O benim, birinci varlığımdı, asıl hayatımı ve
ruhumu başka bir-yere nakletmiştim, tıpkı bir evden öbürüne eşyayı nakleder
gibi...» Buna inanırlar mıydı? İnansalar bile...
Hayır, hu kabil
değildi. Sonra kimbilir kara haberi kendinden evvel oraya varmıyacak mıydı?
İşte tekrar, tanımadığı, bilmediği sokaklara dalmıştı. Yolunu kimden soracaktı?
Bütün bu ıstırap içinde bir tek nokta ona hepsinden garip geliyordu. Yarın
isterse kendi cenaze merasiminde bulunabilirdi. Oh, bu çok fakir, küçük bir
merasim olacaktı; beş on dost, bir iki akraba... o kadar, fakat isterse bu
küçük kalabalığın içine o da karışabilirdi ve en ehemmiyetlisi bu idi.
Birdenbire kendisinin hakikaten büyük, efkârı umumiyeyi işgal edecek kadar
büyük bir adam olmadığına müteessir oldu; etrafmdakilerin kendi hakkında neler
düşündüğünü öğrenirdi. Bu hakikaten meraklı ve garip, hattâ eğlenceli bir şey
olurdu.
Bununla beraber, ne
olursa olsun, bu merasimde bulunacaktı. «Belki de bir nutuk söylerim..» dedi.
«Eğer beni tanımıyacaklarına emin olsam neden küçük bir nutuk söylemiyeyim?»
Herkesin cenazesinde söyleniyordu ya. Hem bu nutuk dünyada söylenen cenaze
nutuklarının en doğrusu,' en salâhiyetlisi olacaktı. Abdullahı dünyada
Abdullahtan başka kim anlıyabilirdi? Hem bu biraz da lâzımdı. Küçücük,
ortalıkta kayboluvermiş denecek kadar küçük hayatının etrafında o kadar çok ve
mânâsız şeyler uydurulmuştu ki... Bir hayatı yalanlarından temizlemek, onu
olduğu gibi, sadece kendi hakikati olarak ortaya koymak güzel şeydi. Şüphesiz,
ilk önce bir meyhanede çıkan yangın esnasında yanıp ölmenin felâketi üzerinde
duracaktı. Herkes biliyordu ki o içkiden hoşlanmaz, böyle yerlere pek nadir
zamanlarda, sadece eşi dostu görmek için giderdi. Bunu vereceği nutukla adamakıllı
belirtmeliydi; hattâ makul, büyük ve İnsanî bir sebep bile bulabilirdi, meselâ
içkiye düşkün bir arkadaşa nasihat vermek için oraya gitmiş olabilirdi.
Bir merdivenin
basamağına oturarak düşündü. Bunu söylemek biraz yalan olacaktı. Fakat, (tıpkı
hocasından müsaade istiyen bir çocuk gibi parmağını uzatarak): «bir defa
için... ve bu kadar zaruret karşısında...» Evet, bu yalan zarurî idi. Bunu
kararlaştırdıktan sonra nutku tertibe başladı:
«Aziz dinleyicilerim;
bugün hazin olduğu kadar vakitsiz ölümüne hep beraber ağladığımız Abdullah,
benim en yakın dostumda. Hayatımız hemen baştan aşağı hep beraber geçti. Aşağı
yukarı ömrünün her ânına, en yakın noktasından şahit olmuş bulunuyorum. Sadık
bir gölge ısrarile peşini kovaladığım bu hayatta insanları alâkadar edecek
büyük, fevkalâde vak’alar, muazzam zaferler, neticesi nesillere yadigâr kalacak
tecrübeler yoktur. Doğrusu istenirse o küçük bir talihti, fakat bu küçük talih
büyük bir ruha eklenmişti... Bilmem ki böyle bir tezadın ürpertmiyeceği bir
düşünce var mıdır?..» Giriş fena değildi. Bundan sonra kısaca hissiyatını
anlatacak, merhumun iyi kalbinden, fedakâr ve vefalı oluşundan bahsedecek ve
şöyle devam edecekti: «O başka bir yıldızda doğmuş kadar bu toprağın
hesaplarına, zaruretlerine yabancı idi. Onun için çok defa biçare olurdu.
Büyüğe ve istisnaiye karşı duyduğu aşk onun zâhiren çok sâkin görünen hayatını
zehirlerdi. Kendi ördüğü ağın içinde boğulan bir örümcek gibi, bu tehlikeli ruh
hâletinin hazırladığı vaziyetler içinde çırpınır dururdu. Talihi küçük bir
vodvil muharririydi. Fakat o bu vodvili bir Sofokles veya Şekspir tiyatrosu
imiş gibi ciddî ve muztarip yaşadı. Onun için hayatı dışarıdan gülünç ve iç
tarafından büyük ve azametliydi. Bilmem farkına varıyor musunuz? Hepimizin
seyrederken o kadar güldüğümüz ve eğlendiğimiz Sekizinci veya cinsinden bir piyeste ciddiyetle
rol almış bir Kral Oidipus veya Antigone, yahut Otello tasavvur edin... İşte
zavallı Abdullahm hayatı... Fakat bu talihteki paradoks bu kadarla da kalmaz,
daha ileri giderdi. Abdullah bu rolü farkına varmadan sonuna kadar böylece oynasaydı,
yine mesut olurdu; büyüklük arzusunu, tatmin edilmemiş azamet duygularını bir
yığın küçük şeylerle doyuran ve bu yüzden mesut olanlara hayatta ne kadar çok
tesadüf ederiz. Şu karısını veya çocuğunu bir hiç için azarlıyan koca veya
babanın yüzündeki ifadeye bakın: size derhal Çaldıran meydanında Yavuzu
hatırlatmaz mı? Halbuki yaptığı iş ne kadar gülünç ve küçük. Pekâlâ göz
yumabileceği bir hiçin üzerinde ısrar etmekten başka bir
şey değil, fakat
gözlerinde yanan şimşeğe, dudaklarda titreyen hiddete ve yüzdeki heybete dikkat
edin... Biraz sonra kendisinin de lüzumsuz bulacağı bu ifratı ne kadar
ciddiyetle benimsemiş... Bütün hayat bu cins beyhude sarfedilen büyüklük
hislerile dolu... Abdullahm felâketi, rolünü yaparken sık sık uyanmasında,
etrafındaki şeniyetle en zalim ve müstehzi mânasında temasa gelmesindeydi. Onun
içindir ki bütün hayatı yarım kalmış jestlerden, tamamiy etini bulmamış
hareket başlangıçlarından ibaret kaldı. O bütün ömrünce büyülü bir eşiğin
önünde adımlarını tecrübe etti, fakat her defasında, içinde vaktinden evvel
uyanan bir taraf onu bu eşiği atlamaktan, ileriye geçmekten menetti. O bütün
ömründe bir küçük tereddüt ve şuur jestinin olduğu yerde dönmeğe mahkûm ettiği
bir bostan dolabı oldu.»
Buraya kadar olan
kısmını pek beğeniyordu. Acaba Servantes’ten ve Don Kişot’tan bahsetmeli miydi,
ne lüzumu vardı? Kısa kesmek daha iyi idi. Yalnız bir noktayı anlatması
lâzımdı: «Bu mûdil ruh makinesinin en mühim tarafı istikrah hissiydi. Abdullah
büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu. Fakat
Abdullah, askı o kadar idealleştirm’işti ki, realitedeki manzarasına artık
tahammül edemiyordu... O istikrah yılanının topuğundan ölesiye ısırdığı adamdı...
İşte bu hayatın ikinci faciası...»
Bu kadar psikoloji
yeterdi.
Hararetle son cümleleri
hazırladı. Tepyekûn bakılacak olursa nutuk hoşa gidecek şekilde idi.
Bu nutku hazırlamak onu
bir nevi rahata kavuşturmuştu.
Vaziyeti artık eskisi
gibi görmüyordu. Zihninin bir nokta üstünde sarfettiği hummalı gayret âdeta onu
teselli etmişti. Vakıâ eski benliğini kaybetmenin azabını içinde bir bıçak
yarası gibi yine duyuyordu. Fakat bu da geçecekti; «elbette buna da alışırım,
diyordu. İnsan nelere alışmaz ki...» Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin
asıl
.1....... ........................................................................... i.,...... il........ Uli
mucizesi bu alışmak değil
miydi? «En sevdiğimiz mahlûkları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca,
senelerce görmemeğe, mutlak, kat’î bir gurbet İçinde yaşamağa alışmıyor muyuz?
Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim...» Fakat bu
düşüncelerle geçirecek vakti yoktu. Olan olmuştu. Şimdi yapılacak şey bir an
evvel eve yetişmekti, tekrar adımlarını sıklaştırdı. Yürüme ile koşma arasında
sendeliye sendeliye karanlık sokaklara daldı...
— 6 —
Ufka ve manzaraya bir
balkon gibi üstten bakan, güzel, temiz asfalt bir yoldaydı. Ayaklarının ucunda
bütün bir semt kademe kademe dizilmiş evlerle denize doğru iniyordu. Bu,
küçük, avuç içi kadar dar bir deniz parçasıydı ve kapanık, yarı sisli gece
saatinde nereden geldiği bilinmiyen donuk parıltısile denizden ziyade mayi
halinde bir mâdenle doldurulmuş bir havuzu, birkaç mavna ve gemi direğinin
arasından, tabiî bir parmaklık arkasından seyrediliyormuş hissini veren büyükçe
bir havuzu andırıyordu.
Abdullah Efendi gecenin
sükûneti içinde bu manzarayı doya doya seyretti. Yavaş yavaş o da sükûnet bulmuştu.
Yüzüne ve ellerine çarpan serinlik sanki onu beraberinde taşıdığı çok zararlı
ve tehlikeli bir şeyden ağır ağır, fakat emniyetle boşaltıyordu. Kendisini
gittikçe iyileşir bulmanın verdiği hafiflik içinde tekrar, bütün bu olan biten
şeyleri, sinirlerinin geçici bir oyunu addetmeğe bile başladı. «Evet, diyordu,,
evet, belli ki bunlar, içkinin ve sinir bozukluğunun verdiği bir vehimdi. Artık
geçti. Şimdi herkes gibi ben de kendimi geceye, bütün etrafın içinde yüzdüğü bu
sakin uykuya emanet edebilirim!» Fakat hakikaten etraf uyuyor muydu? Abdullah
Efendi, buradan uzaklaşmadan evvel en yükseği kendi hizasına kadar çıkan ve,
sonra kat kat ayaklarının ucunda, tâ aşağıdaki deniz parçasının kenarında bir
yığın gölge halinde
kaybolmk için derinleşen
evlere bir kere daha baktı ve gördüğü şeye şaştı.
Uykunun dinlendirici
sularına gömülmüş zannettiği bu evlerin hepsi aydınlıktı ve üstelik yarı inik
ve şeffaf iyice seçtiği koyu renklerine ve kaim nesiçlerine rağmen şeffaf
perdelerinin altında bütün bir hareket bolluğu çalkanıyordu. Hayır, bu evlerde
Abdullah Efendinin tahayyül ettiği sükûnetten eser yoktu. İçlerinde bulunanlar
alışılmış bir yatağın, maddeye istihalesi yarıda kalmış bir vücuda verdiği o
derin hazzı, Abdullah Efendiye göre büyük ağaçların kendilerini günün meselâ
bir şafak veya akşam vakti gibiistisnaî bir saati içinde idrâk etmelerinden
duyabilecekleri saadete benziyen hazzı, tatmaktan çok uzaktılar.
Abdullah Efendi bunun
böyle olmasına çok hayret etti ve demir korkuluğa dayanarak şaşkın şaşkın, gecenin
bu saatinde kendisi gibi uyanık duran bu evlere bakmağa başladı.
Şimdi yeni baştan biraz
evvelki nüfuz ve derinliğini kazanan bakışları bu evlerin içindeki acayip ve
esrarlı hareketlerin mânasını, ritmini yakalıyordu. Eşyayı dalgın uykusundan
uyandıran, çizgi ve şekillerini değiştiren, onlara âdeta görülmedik bir hayat
ve ifade veren o acayip büyü yine başlamıştı. Ne kadar sefil evlerdi bunlar...
Hepsi harap, biçare şeylerdi... Kiminin ahşap duvarlarından tahtalar
fırlamıştı, kiminin kiremitleri kırıktı ve hepsinin içinde sefil yataklar,
yırtık yorganlar, büyük bir yıkıntının enkazını andıran mobilya parçalan vardı.
Çiy, garip bir aydınlık âdeta onları içinden aydınlatıyor, çok müşahhas ve
zalim bir macera sahibi yapıyordu.
Hemen hepsinde siyah,
ateş gözlü, son derece zayıf kediler, uzun ve sert kıllı boyunlarile eşyanın
etrafında bir vicdan azabı gibi halkalanmış köpekler, tünedikleri köşelerden
geceyi uğursuzlukla dolduran insan bakışlı kuşlar vardı.
En korkuncu bütün bu
şeylerin karmakarışık, nizamsız, altalta, üstüste olmalarıydı. Deştiler
içinden horozlar ötüyor, perdelerde acayip asmalar, birbirine kenetlenmiş
sarmaşıklar ve diğer nebatlar canlanıyor, konsolların üstünde, raflarda meçhul
ve iptidaî bir dinin fetişlerine benziyen hayvanlar acayip jestlerle
dinleniyorlardı.
Abdullah Efendi kendi
kendinden yine korkmağa başlamıştı. Yuvarlanmak üzere olduğu uçurumun kenarında
tuttuğu son çalı veya sivri taş parçasının da ağırlaşan parmaklarının
arasından kaymakta olduğunu hisseden bir kazazedenin ümitsizliğile etrafına
bakındı. Hakikî ve her günkü çehresile görüp tanıyabileceği bir şeyler aradı:
heyhat! her şey değişik ve yabancıydı; etrafında muvazenesi sarsılmış akimın
tutunabileceği hiçbir şey yoktu. Tekrar önünde açılan o büyük boşluğa
düşecekti! Bunu iyiden iyiye anladı. Bu gece bilinmez bir talihin mahkûmuydu,
görmesine imkân olmıyan şeyleri görecek, işitilmesine imkân olmıyan şeyleri
işitecekti ve şimdi bunları yanlarındaymış gibi görüp işitiyordu ve işittiği
şeyler, gördüğü şeylerden daha korkunçtu. Bu hayvani bir homurtuya istihale
ederken yarı yolda donup kalmış binlerce kesik insan sesinin, âhenksiz,
şefkatsiz, fakat uzviyet kadar sıcak tufanı idi ve bu çok canlı, bir yara
kadar ürperişlerle dolu sıcak, âdeta kan renginde homurtuya, şeytanî bir
orkestrayı andıran garip ve madenî bir ses, eşyanın şikâyetinden başka bir şey
olmıyan bir diğer ses daha iştirak etmekteydi.
Abdullah Efendi,
uykusunun içinde kendisini ölesiye tazip eden bir kâbuslu rüyadan uyanmak için
gayret sarfeden bir adam gibi silkinip kaçmak istedi. Fakat bu sesten, insan
ruhu dediğimiz vahşi ormanın derinliğinden gelen bu yabanî, ebediyen mel’un ve
hayvanî sesten kurtulup kaçmağa imkân var mıydı?
Birdenbire gördüğü
şeyle olduğu yerde mıhlandı. Karşı evlerden birinin en üst katındaki
pencerelerinden biri açılmış, çıplak, kan içinde bir kadın vücudunu üç erkek
sokağa fırlatıyordu. Bu bembeyaz ve kanlı vücut yeşilimtrak bir ışığın taştığı
pencereden kanlı bir lokma gibi karanlığın ağzına atılmıştı. Keskin hıçkırıklar
ve çığlıklarla bu vücudun kaldırım taşlarına düşmesi ve orada ezilmesi
hakikaten müthiş olacaktı. Abdullah Efendi hiç olmazsa bu sesi işitmemek için
kulaklarını tıkamak istiyordu.
Abdullah Efendi bundan
sonra daha ileride ihtiyar bir papazın, bir ahretliğin parçalanmış vücudunu bir
torbaya doldurarak sırtladığını, biraz ötede genç bir kadının âşıkmın kesik
başını bir yıldız gibi boşluğa fırlatarak yatağının üzerinde katıla katıla
ağladığını, beri tarafta ihtiyar bir cadının son derecede uzun, boğum boğum
parmaklarile genç bir çocuğun kalbini yerinden kopardığını görüyordu. Çocuğun
yüzü sapsarıydı ve terli alnına saçları yapışmıştı. Bununla beraber küçük ve
memnun kahkahalarla gülüyordu ve Abdullah Efendi bu acayip gülüşün kendi
teninde zalim bir yara gibi gittikçe kanadığını hissediyordu.
Fakat bununla bitmiyor,
hayal gittikçe büyüyor, genişliyor, emsali ancak bazı ortaçağ kabartmalarında
veya şimal ressamlarının tablolarında görülen, hayalî, zalim ve çılgınca bir
mahşer halini alıyordu. Karşısında yepyeni bir insanlık, tıpkı bazı anatomi
levhalarında olduğu gibi derisi soyulmuş, sadece hakikatlerinden biri olarak
kalmış bir insanlık vardı ve bu insanlık vücut ve uzvî çizgilerin hiçbiri
değişmeden bir tahavvüle uğramış, içten ve kadîm bir kadere tâbi olarak sanki
tashih edilmişti; ve Abdullah Efendi, yeni peyda ettiği bir mantıkla bu
değişmeyi tabiî buluyor, bunun hakikatte böyle olması lâzım geldiğini
düşünüyor, bununla beraber bu gördüğü şeylerin çılgın ve imkânsız hakikatinden
korkuyordu.
Şüphesiz ki onlar
İnsanî şekilden büsbütün çıkmamışlardı. Bu baş ve onun omuz üzerinde duruşu
hep ayni idi. Sade bazı kısımlar gerilemiş, bazıları ilerlemiş, alın arkaya
doğru kaçarak ve burun hafif yassılaşarak hayvanî şekle daha yaklaşmışlardı. Bütün bu başları
taşıyan boyunlarda acayip bir kalınlaşma, kendi kendisini, görülmemiş bir
şekilde hodbin ve tatmini gaye edinmiş bir idrâk vardı. Fakat değişikliklerin
en şaşırtıcısı, uzviyetin belden aşağı doğru çöküşündeydi; bu bir nevi
tortulanmağa benziyordu. Bu değişikliği etraftaki hayvanlar bile hissetmiş
olacaklardı ki, kimi birdarafa sinmiş, şaşkın gözlerile cehennemi bir alevin
aydınlattığı bu karınlara bakıyor, kimisi de acı acı haykırıyordu. Bütün bu
kalabalık, değişmiş, hüviyetini kaybetmiş vücutların doymaz iştahlarile
birbirlerile birleşiyor, birbirlerine kenetleniyor, halkalamyor, birbiri içinde
kayboluyor, birbirinden doğuyor, elle tutulacak kadar kesif bir homurtu içinde
ölüp diriliyorlardı. ’ Hangi münkariz ve kanlı Roma, son günlerini eğlendirmek
için bu sarhoş tenlerin ziyafetini hazırlamış, yahut hangi talih Abdullah
Efendinin karşısına birdenbire bu Sardanapal cümbüşünü çıkartmıştı? Artık
insan denen şey kaybolmuş, yerini birbirine kenetlenmiş, birbirine geçmiş
mütesaviyen sarhoş uzuvların sar’ası almıştı. Sanki bir şeytan, kötü bir ruh
bütün eşyayı, bütün mevcutları hep birden zaptetmiş, onların ağızlarile gülüyor,
onların uzuvlarile doymak bilmiyen iştahını tatmin ediyordu. Filhakika bu
hareket, bu sar’a eşyada da ayni surette mevcuttu.
Abdullah demin yanlarından
kaçtığı biçareleri bu kalabalıkta iyice seçiyordu: işte ilk evin ihtiyarı
zembilin içinde takma göğüslü kadınla beraberdi. Bir parça ileride duvarda
resimlerini gördüğü karı koca bu sefer çıplak olarak ayni baş döndürücü raksı
yapıyorlardı. İnsan başlı büyükçe bir asma ikide bir ayaklarına takılıyor,
onları düşürüyor ve lâtarnacı kıyafetli adamın gırtlağile keskin bir ağız
kavgasına girişiyordu. İkinci evden kaçtığı andanberi görmediği arkadaşları da
buradaydılar ve delice eğleniyorlardı. Abdullah bu kalabalık arasında biraz
evvel ölümüne ağladığı, nutuklar hazırladığı birinci varlığının da yanmış
uzuvlarını sarsıla" topallıya sürükliyerek, hengâmeye iştirâk ettiğini
gördü.
İçini müthiş bir hiddet
kapladı: «Ah müraî, ah mürai... Demek böyle ha... Böyle ha... Demek sen beni aldatır
ve buralarda eğlenirsin ha..» diyerek başını sallıyor, yumruklarını sıkıyordu.
Ve o, hayal, ölü, sanki hiçbir şey yokmuş gibi gülüyor ve lokantada ağzının
ayrı, bacaklarının ayrı konuştuğunu gördüğü kadınla sevişiyordu. Şimdi onu
farketmişler gibi bütün bu kalabalık ona bakıyor, onu davet ederek gülüyorlardı.
Küçük bir horoz bir kavanozun içinden çatlak sesile öterek kanatlarını şakırdatıyor
ve arada bir «Gelsene, gelsene Abdullah, Abdullahçık, gel..» diye onu
çağırıyordu. «Gel, diyordu, gel; burada ne güzel eğleniyoruz, ne güzel...» ve
sonra ötüyor, mütemadiyen ötüyordu ve bu ötüş, Abdullahın o kadar sevdiği
sabah saatlerinin müjdecisi olan, şafağı, kavsi kuzah sarısı notlarında taşıyan
öbür horoz ötüşlerinden çok fariliydi. Bu bir büyü gecesinin, hayvani insiyakı
doludizgin serbest bırakan, eşyayı arzunun cehenneminde birleştiren bir
gecenin sesiydi, ve bu ses dalga dalga, kıpkızıl bir şerit gibi uzanıyor, alev
halkaları içine tesadüf ettiği her şeyi ölesiye hapsediyordu.
— 7 —
Abdullah yine gitmeğe
hazırlandı. Buradan da kaçması lâzım geliyordu. Bunlar görmemesi, işitmemesi
icap eden şeylerdi. Tekrar başını omuzlarının arasına soktu ve koşmağa başladı.
Nerelerden geçti, kimleri gördü? burasını sonraları ve hiçbir zaman
hatırlıyamadı. Sadece koştuğunu biliyordu.
Nihayet kendisini bir
meydanda buldu; küçük bir hayrat çeşmenin başındaydı. Biraz nefes aldı. Yüzünü
yıkadı ve mermer taşa oturarak dinlenmeğe çalıştı. Artık düşünmüyordu,
düşünmek lüzumsuzdu. Bu geceyi olduğu gibi kabul etmişti. Bir tesadüf, bir
talih onu bu gece alelade fânilerin yaşadığı zamanın hudutları dışına çıkarmıştı;
başka türlü bir zamanı yaşıyordu; buna itiraz etmek gülünçtü. O sadece bunun
bitmesini temenni etmeliydi. «Kimbilir belki güneş doğunca bu işkence de biter.»
diyordu. Birdenbire bütün bu gördüğü şeylerin sadece kendi kafasının
mahsulleri olması ihtimalini düşündü. Bu kadar çirkin ve galiz bir dünya,
ancak bozulmuş bir düşüncede idrâk edilebilirdi. Ya bizzat kendi düşüncesinin,
sakat ve zalim bir fikri sabitin mahsulü ise... Bir an için, bu korkunç
kalabalığı, bu çıldırtıcı tesadüfleri ve onların mantık dışı sürüsünü kendi
kafasında bütün ömrünce taşımış olmayı düşündü. Bu ihtimal, hepsinden müthişti.
«Ah bir sabah olsa, bu uğursuz gece, hayal, hakikat, kendinden gelen her şeyi
beraberinde alıp götürse, ben yine iki ile ikinin dört ettiği dünyada kendimi
bulsam...»
Abdullah. Efendi
birdenbire akima gelen bu kaziyeden fevkalâde memnun oldu. Şimdi hayatında o
kadar çok inanmış olduğu rakamları bir kat daha seviyordu. İki ile ikinin dört
ettiğini bilmek mühim bir tecrübe, bir nevi mihekti. Fakat o birdenbire bu
miyarın da doğruluğundan şüpheye düştü. «Hakikaten dört mü eder acaba? dedi, ya
ikilerden herhangi biri kesirli ise...» Öyle ya, herhangi bir rakam kesirli
olabilirdi, şu halde bu ikilerden birisinin behemehal bir kesri olacaktı. Fakat hangisinin?
Abdullah Efendi bir müddet düşündükten sonra bunun ilk «iki» olacağına karar
vererek biraz sâkinleşti. Çünkü ikinci «iki» nin bizzat kendisi olduğunu
biliyordu. Evet, ikinci iki kendisiydi. Vakıâ bunu şimdiye kadar hiç düşünmemişti.
Fakat bundan ne çıkardı? Mademki şu anda biliyordu, mesele yoktu. Şimdi bizzat
bu kesrin kıymetini tâyin etmek lâzımdı. Abdullah Efendi uzun uzadıya düşündükten
sonra bunu tek başına halledemiyeceğini kestirdi. Etrafında bu mühim müşkülü
soracağı bir adam aradı. Fakat kimsecikler yoktu.
Bu vaziyet karşısında
ilk önce yarın sabahı beklemenin münasip olacağına karar vermek istedi. Fakat
sonra meselenin kendisi için ehemmiyetini düşünerek bundan vazgeçti; akıl
muvazenesinin yerinde olup olmadığını anlamak için kendisine biricik çare
görünen bu kesir meselesinin muhakkak çözülmesi lâzımdı. Ve yavaş yavaş hissediyordu
ki bizzat kendisinin tamam bir rakam olarak kalması da buna bağlıdır.
«Tam bir rakam olmak,
tam bir rakam... Ah, ne saadet yarabbi!» diyordu. O bütün ömrünce bunun için
çalışmış, hüviyeti üstünde hiçbir matematik ameliyesinin yapılmasına razı
olmamıştı. Bununla beraber şimdi tam bir rakamın mevcudiyetinden de
şüpheleniyordu. «Her rakam taksim edilebilir!» diyordu ve mademki kendisi «iki»
idi. O halde onun da taksime razı olması lâzım gelirdi.. Bu mülâhazaların
içinden tükettiği, her türlü adedî tamamiyet ümitlerini yıkıp mahvettiği
Abdullah Efendi, birdenbire kendisini son derecede küçülmüş, daha doğrusu
ufalanmış ve dağılmış buldu. Tıpkı çerçevesi içinde tuz buz olmuş bir aynada
akseden bir vücut gibi namütenahi zerrelere ayrılmıştı. Bunu idrâk etmekten o
kadar zavallı ve biçare idi ki artık burada, herkesin gözü önünde bulunan bu
meydanda kalıp bekleyemezdi. Muhakkak bir yerde, gizli bir tarafta saklanması
lâzımdı.
Bu azap ve utanma
içinde bunalan Abdullah Efendi bütün muhtemel ve mümkün kesirlerini toplıyarak
büyük bir zahmetle yerinden kalktı. En küçüğünün bile kaybolmasına razı
değildi. Yavaş ve ihtiyatlı adımlarla hiçbirini düşürmemeğe dikkat ederek
yürüyordu. Vakıa oldukça zor bir işti; fakat bir gece için buna katlanması lâzımdı.
Fakat talih kendisine hiç yardım etmiyor, ikide bir sendeliyerek düşüyor ve
sonra karanlıkta uzun uzadıya dağılan kesirlerini arıyor, çamur ve tozlarından
siliyordu. Ah ne güç işti bu... Şöyle bir siper alacağı bir yer bulsaydı.
Nihayet uzakta köşe başında seçtiği bir kapı aralığına doğru yürüdü.
Niyeti kapının eşiğine oturup beklemekti.
Fakat oraya gelince, miknatısla çekilmiş bir yığın demir tozu gibi bütün
kesirlerinin içeriye girdiğini ve orada tekrar toplandığım hissetti.
— 8 —
Ev ıssızdı. Ne yapacağını bilmiyen
Abdullah efendi olduğu yerde bir müddet durarak etrafı dinledi. Sonra yavaş
yavaş, en ufaık bir sesin, bir saat tıkırtısının veya mânâsız bir tahta
gıcırtısının dahi bölmediği boğucu, dümdüz sessizlik içinde, bu boş evi
gölgeden adımlarla dolaşmağa başladı. Etrafındaki sessizlik o kadar mutlak idi
ki ayak seslerinin onu bozmasından korkuyordu.
Bu insanı dinlendiren, sinirlere yumuşak
bir yastığa başın gömülmesi gibi sükûn ve rahat getiren, zamanın akışım tembel
bir rüya içinde teker teker sayan o munis bakışlı, yaz bahçesi kokulu
sessizliklerden değildi. Onda, daha ziyade büyük ve âlemşümul bir varlığın
istirahatine benziyen, hattâ daha iyisi, insana büyük ve âlemşümul bir boşluk
duygusunu veren bir hal vardı. Bu boşluğu herhangi bir hareket veya sesle
doldurmak Abdullaha çok tehlikeli bir tecrübe gibi geliyordu; bu gergin
zemberek bir defa kırılsa ortaya kimbilir neler, ne korkunç ifritler, ne zalim
manzaralar çıkardı. Bununla beraber olduğu yerde durmaktan da korkuyordu.
Biraz kalsa bütün vücudunu ve düşüncesini görünmiyen bir takım eller
yakahyacaklar, bir zindan rütubetinde ıslanmış çok esıki birtakım şeritler,
çürümüş zaman renkli bezlere sarıp mumyalıyacaklar sanıyordu.
Dört yanı bir uçurum
gibi olan bu sessizliğin insana böyle bir vehim vermesi de gayet tabiî idi.
Çünkü ölüm düşüncesinin kendisi bile buna benzer bir kâbus, her hangi bir
değişme, bir hareket, bir ârıza fikrinden bu kadar uzak, hayatı bir çırpıda
ilga ediveren böyle bir boşluk hayalini doğuramazdı. Sanki zaman volkanından
fışkırmış küllerin kapladığı bir diyarda idi; sanki süreklilik dediğimiz,
yıldızlardan örülmüş zincir birdenbire kopmuş, kuyruğunu yeyip kendi kendinden
doğan büyük ve ebedî yılan, ayaklarının ucuna cansız ve upuzun yıkılmıştı.
Abdullah sanki bu ölüye basmamak ister gibi dikkatle, yavaş yavaş, âdeta çok
koyu, çok karanlık bir ma■ yide yüzer gibi yürüyordu. «Nolur, nolur, diyordu, bu
zifiri karanlık bir tarafından delinse, güneş, ay, yıldız ışığı> ecinni
gözü, her ne olursa olsun biraz ışık gelse, tanıdığım, tanımadığım bir şeyler
görsem...»
Birdenbire
bu karanlığı arkasında bıraktığı geniş ve aydınlık hayatın hâtıralarile
doldurmak istedi. Mevsimleri, tanıdığı çehreleri, saatlerin şimdi kendisine
güzel ve sokulgan periler gibi görünen yüzlerini hatırlamağa çalıştı. Kokulu
rneyva bahçelerini, tanıdığı pınar başlarını teker teker saydı. Sararmış
tarlalar, sabah saatlerinde büyük, kuvvetli öküzlerin sağlam bacaklarını yere
dayiyarak, ıslak ve siyah burunlarından soluya soluya çekip götürdükleri
arabalar; yavrusunu emziren inekler; zalim kış rüzgârlarının soyduğu ağaç
üzerinde kül rengi manzarayı bekliyen siyah karga sürüleri; saçı yaz ve deniz
kokan ceylân bakışlı arzular; soğuk mehtapta sevişen geyikler; beyaz
aydınlıktan, sedef uğultudan baygın düşmüş yaz sabahları; sevgilisini okşıyan
âşık; parasını sayan hasis; .ölüsünü gömmekten dönen ihtiyar; hepsi hepsi i gözlerinin önünden karmakarışık geçti.
Fakat nafile. Bu taş kadar katı karanlık her hayali siliyordu. Onun hüküm sürdüğü
yerde bir şey hatırlamak, bir şeye bağlanmak imkânsızdı.
Hiç bir
tılsım, onu yumuşatamazdı. Bütün hayaller, içinde en ufak bir zembereği
kımıldatmadan, bir kayanın üzerinden
aşan dalgalar gibi beyhude ve kendisine yabancı akıp gittiler.
Bununla
beraber o yürüdükçe bu karanlık yavaş yavaş, bir bardaktaki mahlûlün bulanması
gibi, acayip bir şekilde kendi içinden aydınlanıyordu. Fakat bu garip bir aydınlıktı.
Âdeta bir tortulanmaya benziyordu. Birkaç basamaklı küçük bir merdivenden
çıktı. Hiç düşünmeden, birbiri ardınca birkaç odadan geçti. Kendisile beraber.
yürüyen, âdeta beraberinde taşıdığı zannmı doğuran bir aydınlık sayesinde bu
odaları iyice görebiliyordu. Bu kadar garip şekilde girdiği bu evde sanki
kendisine yabancı hiçbir şey yoktu. Eşya, duvar, pencere, her şeyi tanıyordu.
Hepsi kendi hayatından bir parça idiler, fakat o hepsine karşı kayıtsızdı. Hiç
kıymet vermediği taklit bir eşyayı parmakları arasında biraz da istihfafla
evirip çeviren bir adam halile bütün ömrünün arasından geçiyordu. Yalnız bir
şey düşünüyordu: hangi büyü ile bu odalardaki hava onun için böyle olduğu gibi
kalmıştı? Kim, hangi kuvvet onu kendi ömrünün, kendi kaderinin serabına böyle
birdenbire üflemişti? Şimdi bütün evde, tılsımlı bir mağarada bir aksi şada
bakiyesini dinliyormuş gibi kendi benliğinin geçmiş merhalelerini buluyordu.
Deminki mutlak boşluğun yerini delice bir mahşer almıştı.
Ne garip odalardı
bunlar... Hepsinin duvarlarında o içeriye ayak atar tamaz cilâlanmış gümüş
parıltısı birdenbire sanki bir beddua veya bir tılsımla bulanan büyük, geniş
ayr.alar vardı. Birtakım insanlar, ömrünün macerasında oynadıkları rolün hakikî
yüzüyle bu aynalarda görünüyorlar, sonra tekrar kayboluyorlardı. Zavallı
Abdullah efendi, onları bir vakıflar ne kadar ciddiye almıştı. Kimi sadece bir
hokkabaz, kimi sadece bir büdala, kimi düpedüz bir yalancı, kimi ayaklarının
ucunda yaltaklanan bir köpek, kimi ağzında etinden kopardığı kanlı bir lokma
ile karnını doyurmağa çalışan bir kurt yavrusu idi. Hemen hepsi yüksek bir
sanat haline getirilmiş, zulüm, riya ve yalandan yapılmış gibiydiler. Hepsinin
karanlık yüzlerinde, kin ve hased mel’un yıldızlar gibi parlıyordu; hepsinin
yüzünü düzgünlü bir soytarı gülümseyişi iğrenç bir yara gibi ikiye bölüyordu.
Bu manzara Abdullah için
pek yeni bir şey değildi. Çoğunu biliyordu. Kimini kendi etinde, kendi kanında
tecrübe etmişti. Kimisini tahmin ediyordu. Fakat bu acayip gecede, bu ıssız
evde o kadar mutlak bir boşluktan sonra, zembereği kırılmış bir eski saat gibi,
bu aynaların birdenbire bu kadar çıplak ve zalim hakikati birbiri ardınca
ortaya atmasına tahammül edemiyordu. Onlar teker teker, kendi hayatından
parçalayıp kopardıkları ganimetlerle, gülerek, eğlenerek, ağlayıp sızlıyarak,
tek ayak üstünde sıçrıya zıplıya, iğrenç dudaklarından salyalar akıtarak,
gerdan kırarak, tıpkı bir atlı karıncanın birdenbire canlanıvermiş sakat hayvan
sürüsü gibi önünden geçtikçe Abdullah çıldırıyordu. Hakikatte bu hepsinden
korkunçtu. «Bir ömür bitebilir, diyordu. İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir
enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşıyamaz. Ölüm
bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın
altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı...» Fakat hayır,
bu gece en çıplak, en zalim hakikatlerin gecesiydi. Abdullah her şeyi görecek,
her şeyi anlıyacaktı. «Yarın, nasıl tekrar insanların arasına girebilirim.
Nasıl onlara tahammül ederim, nasıl ellerini sıkar, gülmeden, ağlamadan,
tiksinmeden yüzlerine bakarım...» Bu düşüncelerle son odayı da geçti ve kendisini
daha tabiî şekilde aydınlanmış bir başka sofada buldu.
Çok yorgundu ve
demindenberi duymadığı bir susuzluk içinde kavruluyordu. «Bir bardak su
bulabilsem...» diye düşündü. Burası demin geçtiği odalara benzemiyordu. Ne
eşyasını zihninden tanıyor, ne ışığını yadırgıyordu. O kadar tabiî bir şekilde
her gün yaşadığımız yerlere benziyordu ki, penceresinden bakacak olsa, karşı ev
sıralarını, yolu falan göreceğini sanıyordu. «Burası basbayağı bildiğimiz
gibi bir ev... Bir eşik atlamakla insan yirmi, otuz sene geriye, ileriye
gitmiyor. Galiba kurtuldum. Şimdi biraz su bulabilsem. Bana bir parça su verecek
birini görsem... Fakat nereden geldiniz? Siz kimsiniz? diye sorarlarsa.. Sonra
yine kendi içinden cevap veriyordu: «Bütün gece böyle bir şey sormadılar. Bu
gecenin memleketinde bu cinsten şeyler sorulmuyor...»
Kendisini son derece
hafif ve rahat buluyordu. Tıpkı her günkü Abdullah gibiydi: «Bir bardak su
içer, sonra çekilir giderim. Zaten sabah da olmak üzere. Artık eve falan
uğramam, doğru kaleme...» Fakat ne kadar susuzdu. Bütün boğazı ve vücudu
yanıyordu. Abdullah bu susuzluğun tesiri altında, bütün vücudunu, kızgın öğle
güneşinde kavrulan bir ağaç gibi, dal dal, yaprak yaprak, örgü örgü, hücre
hücre tutuşmuş sanıyordu. «Bir bardak soğuk su olsa...» Ve boğazından bu suyun
aydınlık ve serin geçişini, bütün uzviyetine ağır ve mahmul bir yaz öğlesinin
sonunda yağmurun boşanması gibi tasavvur ediyordu. Ölmüş, yaşıyan bütün bir
kâinat, gece yarısı büyük su seslerine doğru bir çölden koşan hayvan sürüleri
gibi orada, kurumuş gırtlağında toplanmış, bir damla suyun serin şifasını
bekliyorlardı ve Abdullah bu susuzluğun tesiri altında büzülmüş damarlarını
bir nevi karışık köklü Tuba ağacı gibi görüyordu.
Birdenbire kulağına
açık kalmış bir musluk sesi, bir su şırıltısı geldi. İlerledi, bir kapıyı açtı;
bir başka odaya girdi. Hiç bir yere bakmadan ortadaki masanın üstünde
kenarları buğulanmış sürahiye doğru koştu. Koyu lâcivert örtülü masanın
üstünde billûr sürahi, imkânsız derecede koyu kadife bir arşın ortasında bir
güneş gibi parlıyordu. Büyük bir sevinçle sürahiyi yakaladı ve boşaltacak bir
bardak aramak için etrafına bakındı. Fakat gördüğü şeyle tüyleri diken diken,
olduğu yerde kadı.
Doğrusu istenirse bu
gördüğü hiç de fevkalâde bir şey değildi. Küçük, yedi, sekiz yaşlarında bir
çocuk bir köşeden, dehşetten açılmış büyük gözlerle ona bakıyordu. Bu gözler o
kadar büyüktü, ve içlerinde o cinsten bir korku vardı ki onları bir kere
görenin bir daha unutması kabil değildi. Abdullah sordu: «Noldunuz, neyiniz
var?» Çocuk cevap verdi: «Hiç, suyuma dokundunuz da...» Sonra yavaşça ona
yaklaştı. Sürahiyi elinden aldı. Masanın üstüne koydu. Elile Abdullahı sanki
oradan uzaklaştırmak ister gibi itelemeğe başladı. Hem ellerinin yetiştiği
kadar onu göğsünden itiyor, hem titrek, ağlayışll bir sesle: «İçmeyin, bu sudan
içmeyin...» diye yalvarıyordu: «Biliyorum, çok susuzsunuz; bütün gece susuz
kaldınız, uzak yollar dolaştınız. Başınızdan çok şeyler geçti... Fakat bu
sudan içmeyin... O benimdir, ben onunla oynuyorum. Böyle, işte bu sürahide onu
seyrederim... Siz de seyredin, rengine bakın... O zaman sadece bu suyu değil,
öbür oyuncaklarımı da size gösteririm, içmek için değil ki bu...»
Ve hasta çocuk,
yakasına asıldığı Abdullah Efendiyi bu sefer zorla tekrar büyük sürahinin
başına çekiyor: «Bak, bak, ne güzel... Yandan ne renkler yapıyor, nasıl
parlıyor, şuradan bak bir Zuhal akşamı gibi... Benim olması bir talih değil
mi?..» diye seviniyordu.
Abdullah efendi bu
sudan içmemeğe çoktan razı olmuştu, fakat hasta onu bir türlü bırakmıyor, bir
gölge gibi peşine takılıyor, bir azap gibi yakasına asılıyor ve muttasıl,
muttasıl yalvarıyordu: «İçmezsin, içmezsin değil mi? Söyle hatırım için... Oh,
ne olur, içmeyin, içmeyin...» Abdullah efendi bu cinsten bir hastayı
görmemişti. Sadece bu ses, bu zayıf, şımarık, fakat kalbin ve sinirlerin yolunu
bulan, bir merhalede insanın bir tarafile derhal anlaşan bu ses onu
çıldırtıyordu. Artık susuzluğu geçmişti, Şimdi sadece kaçmak istiyordu.
Kaçmak... Değil bu küçük sürahi dolusu suyu, bütün pınarları, bütün çeşmeleri,
bütün denizleri ona bağışlıyaibilirdi. Elverir ki kendisini tekrar dışarda, bu
evin dışında bulsun, ayaklarının altında üzerine basacak beş on metre toprak
bulunsun, ve o kaçsın. Bu yalvarma onu çıldırtıyordu. Fakat gidemiyor,
kurtulamıyor ve onu dinliyordu:
«— Bilir misin ki benim
güzel bardaklarım da var, hepsi ayrı bir yıldızın cevherinden yedi kadehim var,
ben bu sürahiyi zaman zaman bu kadehlere boşaltırım,
birinden ötekine... Fakat hiç içmem...
Sonra birdenbire kızmış gibi haykırıverdi:
«— Ne diye karşıma
çıktınız, ne diye bunu içmek istediniz?..»
Birdenbire çılgın, son
haddine gelmiş bir hastalık nöbeti içinde:
«Biliyorum, siz bu
sudan içeceksiniz... Biliyorum ki içeceksiniz, fakat içirtmiyeceğim...» diye
olduğu yerde tepiniyor, Abdullah onu teskin etmek için yaklaştığı sırada billûr
sürahiyi büyük, ürpertici bir cam şakırtısı içinde geniş bir pencereden aşağıya
fırlattı. Abdullah «biçare budala...» diye onu azarlamak istedi, fakat hiç bir
kelime söylemedi, sadece pencereye koştu, sokağa Baktı. Fakat kirli bir sabahın
aydınlattığı yolda ne billûr sürahi parçası, ne de küçük su birikintisi vardı.
Sadece son derece muztarip ve yorgun halli bir adamın ağır adımlarla köşeyi
döndüğünü gördü. Ona öyle geldi ki bu kendisi, yani Abdullah efendi idi.
GEÇMİŞ ZAMAN
ELBİSELERİ
O perşembe gününü
sabahtan akşama kadar yatakta okuyarak geçirmiştim. Birkaç Avrupa magazini, o
zaman gazetelerden birinin tefrika ettiği yerli bir roman ve öğleden sonra da
Hofmann’ın Şövalye Gluck’ü bütün günümü doldurmuştu. Yattığım yerden Ankara
kalesinin sert profilinde günün ve saatin değişen manzaralarım seyrede ede ve
üstüste içilen bir iki paket cigara ile sekiz on kahve arasında geçen bu
cinsten tatil günleri benim hayatımda pek çoktur. Böyle günlerde, esas hızını
tembellikten alan dünya işlerini anlamak hırsı, bana birbiri ardınca beş, altı
memleket havalisini birden okuturdu. Sonra, serinlik basınca dostlarla aziz
dünyamız hakkında konuşmağa çıkardım. Bununla beraber, bu seferki tembelliğim
sadece kendimi yatağın ve düşünmeden okumanın lezzetlerine gelişigüzel
kaptırmış olmaktan gelmiyordu. İşin içinde bir nevi ihtiyat tedbiri de vardı. Bir gece evvel Tabarin’de
Keti ile sözleşmiştim. Bu Alman kızı ile gece saat iki buçukta buluşacak,
beraberce Etlik’e gidecektik. Tabiatimi ve biraz da talihimi bildiğim için bu. uzak birleşme saatine
kadar kendimi bilhassa her zaman başıma gelen münasebetsiz tesadüflerden
korumak istiyordum. Çünkü benim hayatımda, bütün iradesizlerde olduğu gibi,
tesadüflerin korkunç bir rolü vardır.
Onun içindir ki hattâ
yemeği bile odamda yiyecek ve her türlü can sıkıcı tesadüften uzak, Keti’yi
bulacağım ve onunla bir arabaya atlıyacağım saate kadar tek başıma orada
bekliyecektim. Kendi kendime:
— Keti, diyordum, Keti
bu akşam benim olacak,.. Ve onun her türlü yıldız parıltısından yapılmış acayip
' bir sanem gibi yatağımın içinde çıplak, hazza güleceği ânı düşünerek
sevincimden çıldırıyordum. Keti’nin büyük mavi gözleri, altın sarısı uzun
saçları, sarışın bir rengi ve çok ölçülü, küçük artist hayatına rağmen çok
bakir kalmış bir vücudu vardı. Ve Keti, yaradılışın kendisine cömertçe verdiği
bu dört unsurla her duruşunu, her mânâsız hareketini emsalsiz bir güzellik
yapmasını biliyordu. Yüzü bir güneş saati kadar temiz, yumuşak ve insana
yakındı. Fakat o kirpiklerinin ve dudaklarının küçük bir oyunile bu sevimli
oyuncaktan her istediği zaman bizim âlemimize uzak, kendi durgun havasında
âdeta tek başına yaşıyan bir âbide yapabilirdi.
Böyle anlarında, dar
tül elbisesi içinde tıpkı cam âkvaryomunda dolaşan bir balık kadar çıplak ve
hayâsız vücudile sizi en zayıf ve kaba tarafınızdan yakalamağa çalışan bu
alelâde kadın birdenbire mânasını değiştirir, unutulmuş fakat irsiyetin
kimbilir nasıl esrarlı bir ka.hühile korkusu ve büyüsü hâlâ içimizde en
kuvvetli insiyak halinde yaşıyan bir ilk cetler dininin yabancı, hoyrat ve
çok dişi tanrısı olurdu. Ben onu asıl bu zamanlarında beğenir ve severdim. Ve
istiyordum ki bu gece, o, kollarımın arasında yine bu uzak ve yabancı tanrı
sırrile yaşasın. Ve bu ümitle bütün bu uykusuz geceyi dolduracak ürpermeleri
şimdiden etimde duyuyordum.
—Evet, diyordum,; evet,
bu gece Keti benim olacak.. Tanımadığım bir otel odasında onun çıplak vücudu aydınlığın.
ve gençliğin biricik pınarı gibi parıldıyacak... Ve ben bütün geceyi bu pınarın
başında, ondan içtikçe artan bir susuzluk içinde geçireceğim.
Bir taraftan da talihin
böyle bir iyiliğine güvenmemezlik içinde, bu müstesna gecenin acaba hangi
takvimde işaret edildiğini kendi kendime soruyordum.
Şüphesiz ki çoktandır
görmediğim genç bir arkadaşım birdenbire gelip beni Keçiörende bir bağ
eğlencesine götürmeğe kalkmasaydı bütün bu düşündüklerim olacaktı.
Burada arkadaşımdan
bahsetmiyeceğim. O zamanki Ankaramn bu çok tanılan delikanlısının bu hikâyedeki
rolü böyle bir teşebbüsü lüzumsuz kılacak kadar azdır. O, sadece bu
geceyi idare eden tesadüflerin emrinde idi. Ve vazifesini o kadar iyi yaptı ki,
eğlentiden bir çeyrek saat sonra bütün kararlarıma rağmen Keçiören yoluna
düzülmüştüm.
Tabiî ilk Önce
reddettim, hastalığımı söyledim, sonra hakikî vaziyeti anlattım; fakat hiçbiri
kâr etmedi. Her şeyden sarfınazar, arkadaşım yeni aldığı otomobile ilk önce
benimle binmezse bunu bayıra yormıyacağını söyledi. Sonunda «haydi hayırlısı»
diyerek arabaya bindik.
Yol hakikaten güzeldi.
Ankarada ar aşıra tesadüf edilen gurupsuz akşamlardandı. Böyle akşamlarda
güneş, hiçbir mizansen yapmadan, çok olgun bir meyva gibi birdenbire ufkun
arkasına düşüverir; o anda ufuk kan sarısı ile karışık şişe dibi yeşili bir
renk alır. Sonra yavaş yavaş o da kaybolur, şeffaf bir gece ile başbaşa
kalırsınız.
Yolda hep Keti’yi
düşünüyordum. İçimde arkadaşımın verdiği teminata rağmen bu biricik fırsatı
kaçıracağım korkusu vardı. Hakikat şu idi ki, ne irademe, ne de talihime
güveniyordum; muttasıl kendi kendime; «Ne kadar uysal adamım, yarabbim, ne
kadar uysal adamım..» diye çıkışıyordum. Ve karanlık bastıkça bu vesvese bir
ıstırap, işin mahiyeti ile âdeta nisbetsiz denecek kadar hakikî bir azap halini
alıyordu. Bütün bu içten alışveriş arasında bana otomobilinin harikulade
meziyetlerini sayan dostumu hemen hemen hiç dinliyemedim. Kendimi yalnız
sanıyor ve talihin arabasında doludizgin gidiyordum.
Bağa geldiğimiz zaman
davetlileri orada, dışarıda, kapının önünde bizi bekler bulduk. Hepsi galeyan
halindeydiler. Bununla beraber ev sahibi mazeretlerimizi:
54 /Y' GEÇMİŞ ZAMAN ELBİSELERİ
8
’• ' — Neyse, yine o kadar
insafsız değilmişsiniz, bizi fazla bekletmediniz, diye kesti.
Bunun, dostumu müşkül
vaziyette bırakmamaktan ziyade oyun zamanını geciktirmemek için alınmış bir tedbîr,
bir nevi tabiye olduğunu biraz sonra, sofrada anladım. Filhakika bu müthiş
kumarbaz, âdeta elinden gelse bir an evvel yemeğini bitirip sofradan
kalkan davetliye bir mükâfat bile vâdedecekti. Mütemadiyen sabırsızlanıyor,
hırçınlaşıyor, sofra hizmetini görenlere çıkışıyor, acelesinden önündeki tabakları
âdeta olduğu gibi gönderiyordu. Bütün bu telâşı karısının nasıl
karşılıyaeağını bilmediğim için ilk önce bir aile sahnesine şahit olacağımızdan
korktum. Fakat sonra bu kadının, talihini bir kerede kabul eden insanlardan
olduğunu anladım. O, kocasının bütün hırçınlıklarını sadece sakin bir
tebessümle karşılıyordu ve biz bu tebessümün şefkatinde, hiç aldırmadan
yemeğimizi yiyorduk. Cenup Anadolu yemeklerinin kendilerine has çeşnisi
hepimizi birden sarivermişti. Anadolu dağlarının yetiştirdiği hiçbir ot yoktu
ki bu yemeklere konmuş olmasın. Onun için sade kokusunda bile bütün bir dağ ve
memleket havası, bütün bir seyahat duygusu vardı. Fakat bizi asıl şaşırtan, ev
sahibimize bir dostunun kimbilir nereden gönderdiği gül rakısı idi. Ben bu
kadar nefis bir içki hayatımda hatırlamıyorum. Bütün bir bahar, bir ilâh kanı
kadar sıcak ve bayıltıcı koku ve lezzetile gırtlağımızı > yaka yaka içimize
boşanıyordu. Evet, bu rakı değildi, bu Hafızdan bir gazel, yahut Anakreon’dan
bir manzume gibiydi.
Yemek, ev sahibinin
sabırsızlığına rağmen, çok neşeli geçti ve epeyce uzadı. Sofradan kalktığımız
zaman hepi-' üiiz sallanıyorduk. Gül rakısı hiç şaka götürmüyor; üçüncü.
kadehten itibaren bir tabanca sesi gibi kuru ve serttir.
Oyunda ilk önce şansım
iyi gitti. Bu benim için daima fena alâmettir. Başlangıçta kazandığım
oyunlardan hep zararlı çıkmışimdır. İlk kazançları diğerleri takip etti,
birbiri arkasınca birkaç el birden kazandım, bu muvaffakiyetin ve belki de,
onun bende doğurduğu korkunun verdiği bir kendimden geçişle masanın
muvazenesini bozacak bir şiddetle oynamağa başladım.
Bununla
beraber içimde en küçük bir kazanmak arzusu yoktu; kabul edeceklerini bilsem
cebimdekilerin yarısını boşaltıp gitmeğe razıydım. Fakat buna rağmen blöfler
yapıyor, açmazlar kuruyor, oyunu yükseltiyor ve mütemadiyen kazanıyordum.
Kafama bilmem nasıl takılmış olan çok kesirli bir rakamı kendime bir nevi uğur
yapmıştım. Artırmaları derhal ona veya iki misline çıkartıyor, kazandığım
parayı bir makine süratile derhal hesaplıyor, ona olan nisbetini buluyor,
kesirlerini tamamlamak üzere büyük bir hüzün ve dikkatle bir tarafa ayırıyordum. ' r
'
Etrafımda hemen hemen
hiç kimseyi görmüyor gibiydim. Sanki kafamın içinde tek bir noktaya çekilmiş
ve oradan, küçük, karanlık çukurunun içinden antenlerini uzatan bir böcek gibi
zaman zaman ellerimi uzatıyor ve yakalıyabildiğim avla geri dönüyordum. İşte
tam bu sıralarda nasıl içten bir itişle oldu, bilmiyorum birdenbire başımı
kaldırdım ve karşımda, bir elile oyunculardan 'birinin iskemlesine dayanmış,
ayakta duran bir kızın bana dikkatle baktığını gördüm. Bu hakikaten korkunç
bir darbe oldu. Bu bakıştaki karışık hissi nasıl, nasıl anlatmalı? Şüphesiz ki
beni bir deli ve yahut tamamüe düşmüş bir adam, bir sefil sanıyordu. Bu genç
kızın kim olduğunu biliyordum, sofrada beraber olmamıza rağmen ona hiç dikkat
etmemiştim, güzel veya çirkin olduğu hakkında hâlâ bir fikrim yoktur; bildiğim
bir şey varsa bütün bir oda dolusu insan arasında yalnız o, gecenin dikkate
değer tarafını bulmuş, kafasının kuyusuna gömülmüş zavallı bir otomatın
trajedisini farketmişti.
tik hareketim, boğucu
bir nefretle her şeyi önümden itmek ve fırlayıp gitmek arzusile yapılmış bir
hareketti. Yazık ki benim yaratılışımda olanlar ilk hareketlerini
hiçbir zaman tamamlıyamazlar,
bu sefer de öyle oldu. Evet, bu beyhude bir gösteriş olacak. Üstelik
etrafımdakileri de kıracaktı; ister istemez oyuna devam etmeğe, fakat ayni
zamanda soğukkanlılığımı da kontrol etmeğe karar verdim.
Kendi kendime:
— Zaten, diyordum, oyun
bitmek üzere... Ne kaldı ki...
Birdenbire saate bakmak
ihtiyacını duydum: on ikiye yirmi vardı. Ve işte o zaman Keti’yi düşündüm.
Geniş mavi gözlü, levent boylu Keti, uzun kirpikleri ve dişlerinin kamaştırıcı
tebessümile gözlerimin önüne geldi, daha iyisi küçük başını serzenişle bana
sallıyor gibiydi. İlk kayıplarım onu masanın üzerine çıkarmak için nuhayyelemin
yaptığı gayretler arasında oldu. Fakat .emelime nail oldum; o masanın üzerinde
idi ve ajurlu raks kundurasının uzun topuklarile önümdeki banknot ve fiş yığınına
basarak biricik İngilizce şarkısını söylüyordu. İkinci gayretim Keti’nin
ayakları ucuna yığmağa muvaffak olduğum bu önümdeki banknot yığınını çoğaltmak
için sarfedildi. O zamanlar intihar eden bir İskandinavyalI milr yarderin
kaybettiği serveti bu bağ evindeki oyun masasına yığabilmek için epeyce zahmet
çektim; fakat tam muvaffak olduğum zaman ikinci bir el daha ödedim, bunu
diğerleri takip etti; verdikçe deminki kazancımın büyüklüğünü anlıyordum.
Bununla beraber ilk
oturuşu bitirdiğimiz zaman yine epeyce kârım vardı. Saat yarımdı. Ben, yazık ki
artık devam edemiyeceğimi, mühim bir sözüm olduğunu, derhal gitmeğe mecbur
olduğumu söyledim. Etrafımdakiler ilk önce buna inanmadılar, fakat hakikaten
gitmeğe hazırlandığımı görünce bütün çehreler değişti. Ufacık kârım önüme bir
set gibi atıldı:
— Nasıl olur?
diyorlardı, nasıl olur, bu kadar kârdan sonra gitmeğe kalkmak...
Deminki o nazik ve
mültefit maskeler birdenbire düşmüş, yerini asıl yaratılışın iğrenç çizgileri
almıştı. Şimdi artık dost ve ahbap yoktu, sadece zarara sokulmuş insanlar
vardı, evvelâ ümitlerinde aldatmış, sonra da paralarını almış olduğum
insanlar... Ve bütün bu insanlar, kendi kuvvetlerine ve haklarına güvenmeleri
nisbetinde sükûnete doğru giden bir hiddet içinde benden kalmamı istiyorlardı.
Yerime bırakmak için dostumu aradım, «arabanın sahibi geldi, kavga ede ede
gittiler..» cevabını aldım. Tam bir felâket içindeydim, şimdi bana hakikî bir
zindan gibi görünen bu odada geceyi geçirmeğe mahkûm. dum. İşin fenası, masadan
kalkarken önümde toplanan parayı böyle bir neticeyi ummadığım için cüzdanıma
yerleştirmiş bulunuyordum. Bu sebeple, hemen hepsi kaybını birkaç misline
çıkarmış olan bütün bu insanlara paralarını geri vermek imkânım yoktu. Bir an
bütün cebimdekileri, ne var, ne yoksa masanın üstüne atıp hürriyetimi satın
almak aklıma geldi, fakat oldukça ağır bir hakaretin altında bu son çareyi de
unuttum.
Filhakika o zamana
kadar hemen hiç konuşmıyan ' genç bir adam, benim hâlâ kararımda ısrar ettiğimi
görünce yüzüme dik dik bakarak:
— Tevekkeli
tanımadığınız, bilmediğiniz adamlarla işe girmeyin derler, dedi.
Bu kırpık bıyıklı,
sıska bir gençti. Halinden güzel giyinmek iddiasında olduğu anlaşılıyordu..
İlk işim tokatlamak için üzerine doğru yürümek oldu. Fakat demin oyun oynarken
bana merhamet ve istihfafla bakan genç kızın araya girişi beni bundan menetti:
—Aman ağabey, çıldırdın
mı, ne diye üzüyorsun kendini... Zaten onun ne olduğu oyunundan belliydi...
Biraz evvel masa
başında yakaladığım acayip bakışın mânası anlaşılıyordu.
Ketimin yüzü biraz daha
gözlerimin önünden geçti, fakat bu sefer her ümide vedâ içindi:
— Pekâlâ., pekâlâ,
oturuyor ve oynuyorum, fakat bilmiş olunuz ki...
Bir sevinç gürültüsünde
cümlemin son tarafı kayboldu. Dost tebessümler derhal belirdi, ev sahibi istirahatimi
temin için bana odanın en rahatsız koltuğunu ikram etti, gül rakısı tekrar
masayı dolaştı ve. oyuna başladık.
Tabiî bu ikinci oyunun
benim için nasıl biteceği kolaylıkla tahmin edilebilirdi. Zihnimden Keti’ye
hazin vedâlar yaparak kaybediyordum. Merhametli genç kız yine karşımda idi ve
gözlerini üzerime dikmiş, ısrarlı bh' büyü veya ispiritizme vaziyetinde, hiçbir
hareketimi gözden kaçırmıyordu. İtiraf etmeli ki, bu hain ısrar hiç de
neticesiz kalmadı, tabiî şekilde kendi oyunumu oymyacak yerde açıkça sıska
delikanlı ile meşgul oluyor, onuvurmağa çalışıyordum. Saat biri yirmi geçe bu
manasız gayretin ilk mey vasim topladım: genç adam bütün parasını vermiş,
saatinin üzerine oynuyordu. Genç kıza baktım: yüzü zeytin yeşili bir renk
almış, gözlerinin içinde kırmızı bir çizgi peydahlanmıştı. Bana bakarken dudakları
yalvarır gibi titriyordu. Hatırıma David Copperfleld’deki Mister Hep’in annesi
geldi; hayır, bu kızcağız kardeşinden daha mütevazı idi. Hiç sıkılmadan güldüm.
Saat bir buçukta esmer, kırpık bıyıklı delikanlının saatine koyduğu kıymetin
gittikçe ehemmiyet kazanan izafîliği masa arkadaşlarımızın, dikkatini çekmeğe
başladı ve biraz sonra genç adam, «Sende hiç para yok mu?» diye kardeşine
sormağa mecbur oldu. Hayır, kardeşinde para yoktu. Oyunu bırakmış, iki 'kardeşi
seyrediyordum. Ömrümde bu kadar düştüğümü hissetmemiştim. Saklamağa hiç lüzum
görmediğim bir memnuniyetle ağır ağır cüzdanımı çıkardım, kendisine borç verdim
ve ödemeğe mecbur olmadığını da ilâve ettim. Bundan beş on dakika sonra idi ki
ben, son liramı da kaybetmiştim, ayağa kalktım ve boş cüzdanımı:
— Artık bana müsaade
edeceğinizi sanıyorum.
Diye gözlerinin önünde
silkerek evden fırladım.
Plânım basitti, akşam
üstü gelirken evden yüz elli, iki yüz adım uzakta, köşe başında bir polis
kulübesi görmüştüm, oradan telefon edip Ankaradan bir araba çağırtaeaktım,
ondan sonrası kolaydı.
Bütün bunları
düşünerek, kapının önünde ve bu yaz ..gecesinin yıldızları altında, bana
onların vâdedici gözlerile baktığını zannettiğim Keti’ye geniş bir buse gönderdim
ve polis kulübesine doğru koşmağa başladım.
Heyhat, bu gecenin
azabı henüz bitmemiş; tesadüflerin ihanetinden daha kurtulamamıştım. Uzun bir
müddet koştuktan sonra biraz nefes almak için durduğum ..yerde, yolu
şaşırdığımı anladım, geriye dönmek istedim, geçtiğim yerleri tanımıyordum,
müthiş bir şüphe içinde, sağa sola koşuyordum.
Hakikaten bu müthiş bir
şeydi; gecenin bu saatinde genç bir kızla bir randevusu olmak ve bir türlü
yolunu ■bulamamak... Başım çatlıyacak gibi ağrıyordu, üstelik, bağlardaki
köpeklerin şüphesini de uyandırmıştım, hiç ■de tatmin edici olmıyan havlamalar
gittikçe çoğalıyordu. Birdenbire yan sokaklardan keskin bir otomobil sesi geldi,
derhal fırladım. Otomobilin önüne atılarak beni de götürmesi için yalvaracaktım.
İşte tam bu esnada
geçirdiğim bir kaza, rahatsız edici bir rüyaya çok benziyen bu gecenin talihini
değiştirdi.'
Ben böyle acele acele
ve bastığım yeri görmeden kokarken birdenbire yumuşak ve canlı bir
şeyin’ayaklarıma dokunduğunu hissettim ve canı yanan hayvanın çok muhtemel bir
aksülâmelinden kendimi sakınmak için sağa doğru yaptığım insiyaki hareketle
muvazenem bozuldu, ve bütün ağırlığımla yuvarlandım.
Kendime geldiğim zaman
ihtiyar bir kadınla bir çocuğun benimle meşgul olduklarını gördüm. Çocuğun
elinde tuttuğu büyük bir lâmba ışığı altında kadın, şakaklarımı ıslatıyor,
arada bir manasız, sağır bir sesle bir şeyler söylüyordu. Burası küçük bir avlu
idi ve ben sokağa açılan kapının önünde boyluboyuna yatıyordum. Başım çok ağır
bir şeyle ezilmiş gibiydi, üstelik bütün vücudum ağrıyordu. Fakat geçirdiğim
kazanın büyüklüğünü ve vaziyetimin fenalığım ayağa kalkmağa davrandığım zaman
anladım. İki basamaklı bir merdivenden bütün ağırlığımda, avluya
yuvarlanmıştım.
Nihayet çocuğun
yardımile kalktım ve ihtiyar kadına teşekkür etmek istedim. O, elini ağzına ve
kulaklarına, götürerek birtakım işaretler yaptı. Ve sonra hançeresinin ayni
sağır gürültüsü içinde, ayalarını birbiri üstüne kapadığı iki elini sağ
şakağına götürerek gözlerini yumdu. Çocuk tercüme etti:
— Büyük tehlike
atlattınız, diyor, bir şeyiniz yok,, dinlenin, geçer. İçeriki odada size yer
hazırlıyacak. Yarın, sabah bir şeyiniz kalmaz...
Yapacak başka bir şey
de yoktu. Bu saatte şehre d.önebilmem imkânsızdı. Ev sahiplerimin yardımile
içeriye girdim ve sedire uzandım. Başımı yastığa koyar koymaz gözlerim kapandı.
Tekrar bir gayret sarfederek Keti’yi düşünmek istedim. Fakat beyhude idi; ağır
bir uyku beni kabuslu, korkunç vehimli mahzenine tıkamıştı.
Burada bu münasebetsiz
olduğu kadar talihsiz olan gecenin rüyalarını anlatmağa bilmem lüzum var mı? Günün
bütün olan bitenini, hiçbir şuurun düzen vermediği bir hatırlama içinde
karmakarışık yatıyordum. Hiçbir eski zaman müzesinde benim o geceki kısa
uykumun içine giren acayip ve mûnis ifritleri bulmak imkânı yoktur.. Esas temi
bağdaki oyunla Keti olan bu uzun ve çapraşık âlemde her şey altüst, her şey en
beklenmiyen şeklinde idi. Tabiî başta Keti geliyordu, fakat zavallı Keti, bu
nizamsız muhayyelede ne acayip terkiplere giriyordu. Bir Keti ki, başı biraz
evvelki ev sahibimizin omuzlan ve şişkin karnı üstünde duruyor ve asıl garibi,
deminki sıska delikanlının kırpık bıyıklarını taşıyordu. Sonra bu baş
birdenbire kayboluyor ve biz, ev sahibimizle berarber, elele Keti’nin başım
arıyor ve bir türlü bulamıyorduk. Birdenbire önümüzden kornasını öttüre öttüre
geçen bir -otomobil, Keti’nin başını ses halinde önümüze atıyordu. Evet,
aydınlık tebessümü ve saçlarının parıltısı ile bu başlar birbiri ardina
karanlık geceye fırlıyorlar ve bir .altın yağmuru gibi dökülüyorlardı. Fakat
biz onları toplıyamıyorduk, kırpık bıyıklı delikanlının kız kardeşi benim onları toplamama mâni
oluyor, muttasıl yolumu keserek elime küçük bir balık kavanozu sıkıştırıyordu.
Sonra birdenbire bütün
bunlar kayboluyor, kendimi tek
başıma bir bahçede buluyordum. Ayaklarımın altında bir sarnıç kapağı
vardı, ve ben bu kapağın hem üstünde ve hem altında olduğumu biliyordum. Evet, sarnıçta
mahpustum ve ayni zamanda, sarnıcın üstünde bekliyordum. Fakat hakikaten
sarnıcın üstündeki ben miydim? Çünkü bu demir kapağı sımsıkı örten kilit,
karamaça papazına çok benziyordu ve heyhat, bu karamaça papazı da sabahleyin
okuduğum Hoffmann hikâyesinin kahramanıydı. Ve işte o zaman hissettim ki Keti
bir kemandır
Bu acayip işkence uzun
sürmedi; birdenbire uzak ve o zamana kadar hiç duymadığım bir musiki dalgası,
huzursuz uykumun beni içine kapattığı karanlık yeraltı zindanına sızmağa
başladı. Yekpare, rutubetli duvarlar yavaş yavaş aydınlandılar, gerildiler,
etrafındaki kalabalık sesin ve ışığın sıcak çağlayanında karışık şekillerini
kaybettiler ve sert maskeler yumuşıyarak eşyanın her zamanki alışık yüzlerini
aldılar. Sonra yavaş yavaş musiki uzaklaştı ve ben ifadesi güç bir ruh hâleti
içinde uyandım. O anda. bütün benliğimi dolduran acayip, esrarlı, âdeta
fevkattabia saadet hissini nasıl anlatmalı? Henüz çalınmaktan vazgeçilmiş bir
saz gibi ihtizaz içindeydim. Ayrıca içimde, ne olduğunu bilmediğim, fakat
olacağına yüzde yüz emin olduğum bir şey, çok mühim bir şey bekliyen bir hal
vardı.
Oda, karşıma düşen
duvardaki bir hücreye konmuş büyükçe bir gaz lâmbasile aydınlanıyordu. Biraz
evvel girmiş olduğum avluya açılankapının karşısında ikinci bir kapı, evin içi
ile münasebetini temin ediyordu. Sol. tarafta bütün duvar boyunca, bir
köşesinde benim yattığım sedir vardı ve karşı tarafta iki açık pencere bahçeye
bakıyordu. Bu geniş oda baştan aşağıya eski Şark eşyasile döşenmişti. Sedir
alçaktı ve bazı Şark vilâyetlerinde bir vakitler dokunan ve bugün ,pek nadir
tesadüf edilen, eski sırmalı kumaşlarla örtülüydü. Bir iki rahle, duvardaki
küçük rafta iki üç eski gümüş eşya, mütevazı görünüşleriyle dekoru
tamamlıyorlardı. Duvarda bir iki yazı ve tam benim başucuma raslıyan köşede,
küçük boyda,, çerçevesiz bir genç kadının fotoğrafı...
Yattığım odadan
gerisini, tıpkı karanlıkta ele geçen, bir dalı zihnin tamamladığı bir ağaç
gibi, gece içinde ancak bir vehim halinde sezdiğim ev, tam bir sükûn içinde
idi. O kadar ki, en ufak bir ses, en küçük bir çatırtı, geniş bir su tabakasına
atılmış bir taşın açtığı halkalar gibi gittikçe genişliyen, büyüyen hârelerle
uzanıyordu. Bilmem hangi muharrir, sessizliğin dalgalarından bahseder. İşte
her an bu dalgalardan biri bulunduğum yere kadar geliyor ve kimbilir hangi
ebediyetin hududunu yoklamak için üstümden aşıp geçiyordu.
Birdenbire çok vâzılı
ve çok ihtiyatlı bir ayak sesi, bu kâbus kadar esrarlı sessizliği kırdı, ve
ayak sesile beraber demin uyanırken duyduğum o garip saadet hissi âdeta beni
boğabilecek bir kesiflikle çoğaldı.
Fakat bu, ne kadar
ihtiyatlı bir yürüyüştü. Her adım, uzvî bir mekanizmadan değil, âdeta son
derecede hesaplı bir mukaveleden doğuyormuş gibiydi.
Bununla beraber bana
gittikçe yaklaşıyordu, ve ben bunu sadece kulağımla değil, içimde aydınlanan
bir şuurla hissediyordum, ve nihayet bütün benliğimi şimşek altında kalmış bir
ağaç gibi sade aydınlık, sade parıltı olarak gördüğüm bir anda, fakat ayni
ihtimam ve dikkatle yavaşça odanın kapısı açıldı ve içeriye genç kadın girdi.
Şüphesiz başka şartlar
altında bir gecede böyle bir şeyle karşılaşsaydım, hayretten çıldırabilirdim.
Fakat o gece, beni uykumdan o kadar anî şekilde ve o kadar sarih bir bekleyişle
çağıran o acayip ruh hâle ti içinde şaşırmaktan çok uzaktım. Hattâ, daha
iyisi, bu genç kadın odaya girmeden evvel veya ayni zamanda yüzlerce büyük
hâdise olabilirdi, fakat ben yalnız ona: «Ben seni bekliyordum, senin için
uykunun bulanık hayaller dolu ülkesinden geldim ve belki yarın, senin yüzünden
şuurun aydınlık güneşine vedâ edeceğim.» diyebilirdim, o kadar bu görünüşe
hazırlanmıştım.
Kimdi bu kadın? Gecenin
bu saatinde niçin uyanmıştı ve neden kendi evinde bu uyku saatinde bu garip,
bununla beraber kendisine o kadar çok yakışan kıyafetle geziyordu?
Bütün bu sualleri ve
daha birçoğunu, belki yüzlercesini o geceden sonra günlerce ve aylarca kendi
kendime, hiçbir cevap almadan sordum.
Bu orta boylu, kumral,
âdeta çocuk denecek Kadar genç yaşta bir kadın; daha iyisi bir kızdı. Baştan
aşağı, üstünde küçük sırmadan koncalar ve yıldızlar serpilmiş mavi kumaştan,
ninelerimizin gelin oldukları zaman giydikleri cinsten bir eski zaman elbisesi
giymişti. Uzun kumral saçları iki sık örgü ile arkasına atılmıştı, çıplak
bileklerinde bir zaman Trabzon taraflarında yapılan ince, telkâri altın
bilezikler vardı ve belini yine ayni işten geniş bir kemer sıkıyordu. Ayaklarına
gülkurusu renginde küçük. pabuçlar giymişti, ve bu küçük renk değişikliği bütün
hüviyetinden akan mavi senfoninin içinde küçük ve mesut bir nota değişikliği
gibi göze çarpıyordu.
Yüzünü anlatmağa
çalışmıyacağım, bazı rüyaların anlatılması imkânsızdır, bu yüz hakikaten bir
bahar bahçesinde görülmüş bir rüya kadar güzeldi. Yalnız gözlerindeki garip
saadet hissinden bahsetmeliyim: zaten bu his, tükenmez dalgalarla bütün
hüviyetinden akıyor gibiydi. Olduğum yerde hiç kımıldanmadan bakıyordum. Odanın
ortasına kadar ilerledi ve benim ayağa kalktığımı görünce, elile bir sükût
işareti yaparak:
— Susunuz, dedi, çok
yavaş konuşmalıyız, duyabilirler... Bilmezsiniz, uykuları ne kadar hafiftir;
en küçük bir çıtırtı bile onları uyandırır. Dikkat etmediniz mi, merdiveni ne
kadar yavaş indim, âdeta teker teker.,.
Sonra biraz daha
yaklaşarak, bir sır tevdi eder gibi yavaş bir sesle ilâve etti:
— Şüphesiz
gelmemeliydim. Yaptığım doğru değil, bununla beraber duramadım, kim olduğunuzu
merak ettim... Sonra hep ayni insanlar, ayni yüzler... Yalnızlık o kadar fena bir şey ki...
Halbuki onlar bundan hiç sıkılmıyorlar... Hattâ hoşlanıyorlar bile...
Dayanamadım ve sordum:
— Onlar kim, dedim, siz
kimsiniz, niçin yalnızsınız ve kendi evinizde olduğunuza göre bu kadar ihtiyat
ve telâş niçin?..
— Onlar, dedi, babamla,
sizi kapı önünde bulan dilsiz kadın ve çocuğu... Çocuk şüphesiz onlar gibi
değil, fakat bilir misiniz babamın tabiati yavaş yavaş ona da geçti gibi. O da
konuşmaktan az hoşlanıyor.., Evvelce babam, öyle değildi, sonra birdenbire
hastalandı, böyle oldu. Şimdi hiç kimseyi istemiyor, hiçbir yere çıkmıyor ve
bir an beni yanından ayırmıyor.
Ne güzel ve ne tuhaf
bir konuşması vardı. O konuşurken dinliyenle kendi arasında bütün mânialar
kalkıyordu. Bu konuşma değil, yüksek bir âlemde bir nevi visal lezzetile devam
eden anlaşma idi. Söz söylerken ellerinin biraz acemi, çolpa denebilecek çok
tatlı jestleri vardı, elinden tutarak sedire oturttum:
— Siz kimsiniz, adınızı
söyleyin? Niçin bu acayip kıyafeti taşıyorsunuz? Sizi kapıdan girerken
görünce, birdenbire kendimi bir masalı yaşıyorum sandım. Kahramanların, iyilik
ve güzellik perilerinin insanlar arasında dolaşıp gezdikleri ve onların
talihlerine iştirâk ettikleri uzak zamanlardan kalmış gibisiniz.
Hafif bir tebessümle:
— Adımdan size ne,
dedi. Ayşe, Zeynep, Fatma... Bana istediğiniz adı verebilirsiniz.
— Öyle bir hakkım olsa
ben size başka isimler veririm dedim. Meselâ; Leylâ, Şirin, Zühre...
— Niçin olmasın., dedi,
ve sorduğum suale dönerek:
— Bu elbiselere gelince,
onları babam istediği için giyiyorum. Bana böyle yedi, sekiz elbise yaptırdı,
beni eski kıyafetle gezdiriyor, bir nevi merak... Gençliğini hatırlatıyormuş.
Biliyor musunuz ki ben bu evden çıkmam ve bu eve hiçbir misafir girmez, burada
baba, kız bütün mevsimleri ve günleri tek başımıza yaşarız.
— Amma da yaptınız,
dedim. Bir baba kalbi bu yaşta bir genç kızı böylece hapsetmekte ne lezzet
bulabilir?
— Dedim ya, hasta...
Korkuyor, beni çalacaklar diye korkuyor, biçarenin benden başka kimsesi yok. Ne
yapsın zavallı!..
— İyi ama, dedim, bu
bir zulüm. Düşünün bir kere, siz ki bu kadar genç ve güzelsiniz, babanız da
olsa nihayet bir çılgınlık bu...
— Oh, fena şeyler
söylüyorsunuz... Bırakın... Hem ben fedakârlığı bile bile, seve seve yapıyorum,
onu mesut etmek için... İhtiyarlar sevindirildikleri zaman o kadar güzel, o
kadar başka türlü oluyorlar ki...
Ne kadar güzel
konuşuyordu. Birdenbire sordum:
—■ Peki, ya yapmasanız,
dediklerim yapmasanız ne olur? Size zorla mı yaptırır?
Yüzü birdenbire
ciddileşti. Göz kapaklarım sıkı sıkıya yumdu, ve titrememesine çalıştığı bir
sesle reddetti:
— Hayır, hayır, ne
münasebet, imkânı mı var? A canım, hasta dedimse büsbütün deli değil... Bir
parça meraklı işte... Sonra birdenbire mevzuu değiştirdi:
— Hem niçin sade benden
bahsediyorsunuz. Biraz da sizi konuşalım. Kendinizi anlatın, dışarıdaki
işlerinizi söyleyin!..
«Dışarıda» derken
elinin yaptığı ufak bir hareket, bu kelime ile bütün hayatı kasdettiğini
anlatıyordu. Kendisine kim olduğumu, ne ile meşgul olduğumu söyledim. Sonra bu
gecenin hikâyesine geçtik. Bu gözlerle konuşan saf çocuğa yalan söylemek imkânı
yoktu. Ona bütün geceyi, olduğu gibi anlattım. Ben söylerken o hep «Olur şey
değil!» diye gülerek başım sallıyordu. Keti’yi çok merak etti:
— Çok mu seviyordunuz,
çok mu. güzeldi? Demek bir daha göremiyeceksiniz, ne yazık...
— Güzeldi, diye cevap
verdim. Oldukça güzeldi, fakat siz daha güzelsiniz...
Petrol lâmbasının
kifayetsiz aydınlığında yüzünün kızardığını hissettim.
— Bakın, dedi. Bu iyi,
hem çok iyi... Şimdiye kadar bana bunu kimse söylememişti. Halbuki bilir
misiniz, ben bunu istiyordum. Bir erkeğin ağzından güzelliğimin methedilmesini
istiyordum. İlk defa siz...
— O halde ilk âşıkmız
ben oldum demektir. Sayımız çoğalınca bu mazhariyetimi unutmayın! diye şaka ettim.
—■ Hayır, dedi. Hayır,
unutmam, emin olun ki size bazı imtiyazlar ayırırım; (sonra âşikâr bir hüzün ve
şüphe ile), fakat acaba bir daha beni görebilecek misiniz?
— Nasıl, diye sordum,
bir daha görebilecek miyim ha?.. Sizden bu kadar çabuk vazgeçecek miyim
sanıyorsunuz?
Yine bir an için
gözlerini kapıyarak kendi kendine gibi yavaş mırıldandı:
— Bilmem., diyordu,
kimbilir, belki... Bunlar bana o kadar garip, olmıyaçak şeyler gibi geliyor
ki... Bu evde, bütün bu eski şeyler içinde, bu eski zaman elbiselerde kendimi o
kadar başka bir dünyanın adamı, o kadar yaşadığım zamandan ayrı buluyorum
ki... (Bir müddet düşündü...) Demin beni eski masal kadınlarına benzettiğiniz
zaman ben size niçin olmasın, demiştim. Doğrusunu isterseniz yavaş yavaş ben
de kendimi onlardan biri gibi, hiç olmazsa babamın uydurduğu bir masalın kızı
gibi görmeğe başladım, ve içime sonuna kadar, böyle tek başıma, bir başkasının
gördüğü bir rüya olarak kalmanın korkusu çökmeğe başladı. Oh, ne mesutsunuz
bilseniz... Geniş dünyada,
kendi hayatını yaşamak, günlerin çıkrığını kendi ruhunun ilhamlarile
çevirmek...
Bütün bunları, çok uzak
ve güzel bir hayali anlatıyormuş gibi o kadar daüssılalı bir saadet hissile
söylüyordu ki daha fazla dayanamadım, yanma oturarak ellerini avuçlarımın içine
aldım ve en kandırıcı sesimle:
— Bakın, dedim, sabah
olmak üzere... İster misiniz, bu sabah güneşle beraber, siz de hayata
doğasınız... Vakıa geniş dediğiniz dünya bazan insan için zannedebileceğinizden
çok fazla darlaşır ve zamanın çıkrığı çok defa hiç istemiyeceğimiz bir şekilde
döner... Fakat ne olursa olsun, dışarısının ıstırabı bile bu kâbustan elbette
ki daha iyidir. Gelin, dedim, bu sabah sizinle beraber hayata tekrar
doğalım... Bir tek işaretiniz, bir sözünüz bunun için kâfi... Hemen şimdi çıkar
gideriz.
Hiçbir şey söylemeden
beni dinliyordu, ve ben bütün dikkatimle eğilmiş, dudaklarına bakıyordum, o
anda bütün saadet imkânlarım bu dudaktan çıkacak bir tek kelime idi; yüzü ümit
ve imkânsızlıktan sapsarı:
— Bu olabilse, dedi.,
bu olabilse... Fakat bilin ki, işler bu kadar basit değildir...
Sonra birdenbire
silkinerek ellerimden kurtuldu, pencerelerden, birinin önünde ürkek ve telâşlı
durdu; halinde darılmış gibi bir şey vardı:
— Niçin geldiniz, niçin
bu akşam buraya geldiniz ve benim rahatımı ne diye kaçırdınız? dedi.
Ellerile yüzünü, sanki
göz yaşlarını göstermemek istiyormuş gibi kapattı.
Şaşkınlıktan, hüzün ve
merhametten altüst olmuştum. Yanma kadar gitmek, onu kollarımın arasına , alıp
kucaklamak, teselli etmek istedim. Bu arzuyu hissetmiş gibi elini uzatarak beni
olduğum yerde durdurdu ve çok yavaş, çok acele bir sesle:
—■ Durun, dedi,
yaklaşmayın, konuşmayın da... İşitiyor musunuz, onun ayak sesleri... Neredeyse
gelir.
Sadece dikkat kesilmiş,
karanlığı ve benim bilmediğim şeyleri dinliyordu. Hiçbir ceylân, tehlikeyi bu
kadar uyanık bir dikkatle ve bütün uzviyetile diııliyemezdi. O anda yüzüne
baktım, bembeyazdı ve üstelik bütün çizgileri donmuş gibiydi, gözleri âdeta
korkutacak derecede açılmış, yüzü bir heykel veya portre kadar durgun,
hareketsiz, ayakta bekliyordu. Ve bütün uzviyetindeki bu değişme sanki
dışarıdan, kendine yaklaştıkça kudreti artan bir iradenin emri altındaymış gibi
gittikçe artıyordu. Büsbütün değişmiş, son derecede gayri şahsî, arkasında
İnsanî hiçbir şeyi ifşa etmiyen, nasıl söylemeli, âdeta bembeyaz bir sesle
tekrarladı:
— Geliyor... Geliyor...
Merdiveni indi, ah yarabbim...
— Ne oluyorsunuz, diye,
yalvardım. Allah aşkına söyleyin!.. Ve birdenbire bir manken gibi yere
yıkılacak korkusile üzerine atılmak istedim. Fakat daha elimi dokundurmamıştım
ki, kuvvetli bir el yakamdan yapıştı ve bir silkişte beni odanın bir köşesine
doğru fırlattı:
— Deli misiniz,
biçarenin ne halde olduğunu görmüyor musunuz? Öldürecek misiniz?
Bu, siyah elbiseler
giymiş, ortadan biraz yaşlı ve uzun boylu, tıknazca bir adamdı, saçları
bembeyazdı ve arkadan omuzları biraz çökmüş hissini veriyordu.
Beni olduğum yerden
köşeye kadar fırlatışındaki şiddete bakılacak olursa güçlü kuvvetli bir
adamdı. Müdahale o kadar anî olmuştu ki, bir müddet şaşkın şaşkın olduğum
yerde kaldım. O, bu esnada benimle hiç meşgul olmadan genç kıza yaklaşmış,
saçlarını okşıyarak istirahat tavsiye ediyordu:
—• Haydi, yavrum, git,
yat. Vakit çok geç, sonra fena olursun.
Sesi yumuşak ve
şefkatliydi, fakat her nedense bana, bu sözlerin genç kadından ziyade benim
için, benim duymam için söylenmiş hissi geldi. Bununla beraber söz ve yahut,
okşama, yahut da sadece bu adamın yakınında bulunması, genç kızın üzerinde
derhal tesirini yapmış olacak ki, bir iki dakika geçmeden onun sâkin adımlarla
odaçıktığmı gördüm; ah, bu sessiz, dalgın, her şeyden habersiz gidiş... Fakat
bu, canlı bir mahlûkun yürümesinden ziyade zaman mefhumundan habersiz bir
varlığın sadece mekânı katetmesiydi ve sâkin belâgatinde bir ölüm kadar tesirli
ve serpici hüznü vardı. Birdenbire içime korkunç ve öldürücü bir şüphe geldi ve
çok inanılmış şeylerin göz önünde çiğnenmesinden doğan bir hiddet ve kin içinde
ihtiyara doğru yürüdüm:
■— Alçak., dedim, sen
bir alçaksın, bu biçare mahlûka, bu melekler kadar güzel ve onlar kadar temiz
çocuğa yaptıklarını şimdi anlıyorum. Kızın bile olsa, bir insan iradesine karşı
bu zulmü yapmağa hakkın yoktur.
Ve nereden bulduğumu
bilmediğim bir kuvvetle tek, kat’î ve müthiş bir tokat attım. İhtiyar atlet bu
ânı ve ummadığı hücum karşısında ilk önce boğa gibi gerildi, ellerini korkunç
bir mengene gibi ileriye doğru uzattı, fena bitmesi çok muhtemel bir
mücadelenin başlamak üzere olduğunu anlıyordum, fakat ümidim gibi çıkmadı. Bana
hücum edeceği yerde sedirin üstüne oturarak hakikaten şaşırtıcı bir kahkaha
attı:
— Delikanlı, diyordu,
iyiliğe karşı garip bir teşekkür tarzınız var. Misafirim olduğunuzu, bu geceyi
evimde geçirdiğinizi unutmuş görünüyorsunuz.
— Keşke beni evinize
kabul etmeseydiniz, keşke kovsaydınız ve hattâ daha fenası keşke hiç uyanmamak
üzere uyuyup kalsaydım da şimdi gördüğüm şeyleri görmeseydim.
— Amma da yaptınız,
dedi, siz hiç hasta görmediniz mi?
' — Her şeyi gördüm, görmediklerimi de
tasavvur et
tim, fakat hiçbir zaman
bir babanın kendi kanım taşıyan kızına karşı...
Birdenbire yerinden fırladı:
— Hangi baba, hangi
kız, bu masalı çarçabuk size de mi anlattı? Yedi senelik karinadır, beş senedir
onu bu buhranlar zaman zaman yoklar, sonra geçer, sakinleşir. Bakın, biraz
sonra uyanınca görürsünüz, ne kadar dinç ve neşeli kalkacaktır.
Hayretten çıldıracak
gibiydim. Bütün bu insanlar bana uyanık hallerinde rüya görüyorlar gibi
geliyordu. Yarabbim, ne garip bir âlemdeydim. İki elimle başımı tutarak odada
gezinmeğe başladım. O bir müddet galiba sadece benim dolaşmamı seyretti. Sonra
yanıma geldi ve yavaşça omuzuma dokunarak:
— Delikanlı, dedi,
sakin olunuz, sakin olmağa mecbursunuz, bilmediğiniz şeylere karıştınız. Ben
beş senedir bu sırrı herkesten gizledim. Sağır ve dilsiz bir hizmetçi ile
oturmamın sebebi de budur. Dışarıdakilerin karımın rahatsızlığını duymalarını
istemiyordum. Yine kendisi için tabiî... Çünkü buhranlar hafızasında iz
bırakmadan geçiyorlar. Tabiatın kendisine unutturduğu bu zaafı niçin
başkalarından öğrensin. Zaten nöbetler sık sık olmalarına rağmen o kadar
zararsız ve hattâ mânâsız şeyler ki... Bir iki yalandan ibaret kalıyor. Hattâ
biraz şairce bir yalan. Kimbilir belki de, biçare, bilmeden bununla hayatını
güzelleştirmiş oluyor, yahut kendisine ikinci bir hayat yapmış, oraya herkesin
gözü önünde kaçıyor. Yani bizim hülyalarımızda yaptığımızı yüksek sesle
düşünüyor.
En kandırıcı sesile konuşuyordu.
Ne söyleyeceğimi
şaşırmıştım. Konuşurken genç kadında esrarlı ve acayip güzelliğinden başka -.
hiçbir fevkalâde hal görmemiştim. Bilâkis talihinden bahsederken o kadar güzel
bir tevekkülü vardı ki... Halbuki şimdi karşımdaki adam onun bir deli, hiç
olmazsa bir fikri sabitin, zaman zaman kurbanı olan bir zavallı olduğunu söylüyordu.
Hangisine inanmalıydı? En iyisi bütün bunları sonra,, salim bir kafa ile
düşünmek üzere bu evden derhal ayrılmaktı. Korkunç ve attığınız her adımda sizi
hiç beklenmiyen şaşırtıcı bir vakıanın karşıladığı bir lâbirente çok benziyen
bu geceyi burada bitirmeliydi. Karşı pencereye baktım; belirsiz bir aydınlık camları
bulandır' mıştı.
—' Bakınız, dedim,
demin size karşı çok haşin davrandım. Hâdise benim için o kadar yeni ve hiç
beklenilmiyen bir şeydi ki... Sonra sizin bu genç kadın üzerinde âdeta büyülü
bir nüfuzunuza şahit oldum. Bütün bunların, bilhassa her tesadüfün ayağıma ip
gibi dolandığı bu acayip, karmakarışık gecede beni aldatması kadar tabiî bir
şey olamaz. Yaptığıma mahcubum, beni affedin.
O sâkin ve hattâ
şefkatli bir edâ ile başını salladı:
— Affedilecek bir şey
yok, diyordu. Ben de sizin yerinizde olsaydım belki böyle yapardım. Üstelik
hasta ve sarhoştunuz. Şimdi yapılacak şey, bütün bunları unutarak yatıp güzel
bir uyku uyumanızdır.
— Hayır, dedim, bunu
yapmayın. Bakın sabah olmak üzere... Bırakın evime gideyim. Burada artık
uyumamın imkânı yoktur.
— Çocuk olmayın, dedi,
ne halde olduğunuzu bilmiyorsunuz; yüzünüz sapsarı, hiç bu saatte ve bu halde
sizi bırakabilir miyim? Hem dedi, siz bu aydınlığa o kadar güvenmeyin, sabaha
daha çok var...
— Fakat, burada
kalamam.. Bu evde, bu altüst olmuş sinirlerle... Bırakın gideyim, diye
yalvardım.
— Uyursunuz, uyursunuz,
diyordu. Hem göreceksiniz,'ne kolaylıkla uyuyacaksınız... Sonra hiç uyumasanız
bile, hattâ büyük bir rahatsızlığa katlanacak olursanız dahi bu gece burada
kalmanız lâzım. Buna mecbursunuz. Hiç tanımadığınız bir adamı itham ettiniz.
Hakikati kendi gözünüzle görmeniz lâzım. Sabahleyin beraber kahvaltı ederiz,
dinlenmiş olursunuz. Yıkanırsınız, karımı yakından tanırsınız. Onu bu gece bir
fikri sabitin esiri olarak gördünüz, yarın sabah hakikî yüzü ile tanıyacaksınız.
Bu gece aile hayatımızın kötü bir tarafı ile karşılaştınız, yarın bizim de
kendimize göre bir saadetimiz olduğunu göreceksiniz. Kimbilir, belki de dost
oluruz; burada çok yalnızız.
Bütün bunları ağır
ağır, fakat bir çocuk kandırır gibi yumuşak bir sesle söylüyordu. Kelimeleri
âdeta düşünerek buluyordu. Bununla beraber sesinde tarifi kabil olmıyan bir
nüfuz kabiliyeti vardı.
O söyledikçe ben yavaş yavaş sinirlerimin
gevşediğini, tatlı bir rehavetin etrafımı ılık bir su gibi aldığını ve yavaş
yavaş bütün iradem ve şuurumla etrafımda kabaran bu suya gömülüp kaybolduğumu
duyuyordum.
Bir deniz kazasındaki
son çırpmış gibi son bir gayretle kendimi toplamak, olduğum yerden silkinip
kalkmak istedim; beyhude... Eskilerin «Ölümün kardeşi» diye anlattıkları uyku
beni bir tarafımdan yakalamış, içinde hiçbir hareket ve şeklin kımıldamadığı,
koyu karanlığını hiçbir rüyanın yumuşatmadığı âlemine götürmüştü.
Ev sahibi sözünü ne
zaman bitirdi? odamdan ne vakit çıktı? ben kaç saat uyudum? Bugün bu suallerin
hiç birine cevap veremedim. Yalnız sonradan bu geceyi düşünürken bu yekpare
uykuya bir nevi vicdan azabına benziyen garip ve ağır bir hissin, tıpkı bir
ölüm musikisi gibi uzaktan refakat ettiğini hatırladım.
Herhalde uyandığım
zaman içimde, nefislerine karşı telâfisi kabil olmıyan bir hatâ işliyenlerin
duydukları en korkunç ve amansız bir azap vardı. Oda güneş içindeydi. Gözüme
ilk çarpan şey odanın boşaltılmış olmasıydı. Ne perdeler, ne sedirin muhteşem
örtüsü, ne yerdeki küçük seccade ve sedef rahleler, ne, duvardaki fotoğraf
vardı. Başımın altındaki yastıklar, üstümdeki örtüden başka odada hiçbir şey
kalmamıştı.
Bir masal dekoru içinde
uyuyup, bir mezbelede uyanan eski hikâye kahramanlarının şaşkınlığı ile,,
yattığım yerden gözlerimi yumarak etrafımı dinledim. Ev mutlak denilebilecek
bir sükûnet içindeydi. Yalnız zaman zaman, rüzgâr estikçe açılıp kapanan bir
dolap kapağının çıkardığı sese benziyen haddi zatinde mânâsız bir tıkırtı bu
sessizliği acayip ve muttarit ısrarile bozuyor, daha doğrusu ona bir nevi
kâbus halini veriyordu. Bir dakika içinde her şeyi anladım; ev sahibim ben
uyuduğum esnada evi boşaltmış ve kaçmıştı. Bu acele gidişe sebep neydi? Geceleyin
gördüğüm genç kızın bu kaçışta bir hissesi var mıydı? Yoksa onu bir esir gibi
sürüklemişler miydi? Kim bilir, belki de hiç iradesine sahip olmadan bir
arabaya veya otomobile bindirilmişti.
Evi gezdiğim zaman
tahminlerimin doğruluğunu anladım. Üst kattaki bütün odaların kapıları açıktı
yerde aceleyle boşaltılan bir konsolun önünde bir yığın eski çamaşır ve elbise
karmakarışık duruyordu. Bir yazıhanenin önüne acele yırtılmış mektup parçalan
atılmıştı. Fakat bütün evde ev sahiplerinin hüviyetlerini öğrenmeğe yarar bir
tek işaret yoktu. Lüzumsuz, taşınması güç yahut bırakılmasında mahzur olmiyan
her şey bırakılmış, öbürleri götürülmüştü. Bütün bunlar bana dün akşamki
ısrarın hakikî sebebini anlatıyordu.
Evi bir iki defa
dolaştım ve hiçbir şey öğrenmek ihtimali olmadığını anlayınca kapıyı üstüme
çekerek çıktım. Sokağın başında birkaç çocuk zıpzıp oynuyor, biraz ötede
ipleri ayağına dolaşmış bir kuzu uyuyordu. Bir şeyler öğrenmek ümidile
çocuklara yaklaştım. Fakat hiçbiri bir şey bilmiyordu. İster istemez komşu
evlerin kapılarını çaldım. Kimse bir şey bilmiyordu. Artık ümidimi kesmek
üzereydim ki yaşlıca bir kadın bana:
— İhtiyar adamla üvey kızını mı
soruyorsunuz, dedi. Onlar bu sabah gittiler. Sabahleyin erkenden kızla kendisi
bir otomobile bindiler. Biraz sonra da bir kamyon geldi. Eşya ile dilsiz kadını
ve oğlunu götürdü.
— Acaba nereye
gittiler? diye sordum.
İhtiyar kadın başını
salladı. Hiçbir şey bilmiyordu, yalnız kamyonun şoförü çocuğa şehre
gideceklerini söy' lemiş.
Ankaraya döndüğüm zaman
saat üç vardı. Hasta ve mecalsizdim. Dizkapağımda, kolumda ve başımda bir yığın
yara vardı. Bununla beraber istirahat etmek aklıma bile gelmedi. Akşama kadar
onları aradım. Ve bu günlerce devam etti. Benimle beraber vak’amn garabetini
merak eden birkaç dostum da bu muammayı halle çalıştılar. Fakat ne kim
olduklarını, ne de nereden gelip nereye gittiklerini anlıyabilmek mümkün
olmadı. Bir müddet sonra ben de yaz tatilinin geri kalan kısmını geçirmek üzere
îstanbula hareket ettim.
O seneyi İstanbulda
geçirdim. Hayatımı yeni baştan ve yeni şartlar içinde tanzim etmeğe macbur
oldum. Birbiri arkasınca gelen hâdiseler ve gündelik iş içinde o zaman, bana
o acayip geceyi ve onun şairane rüyasını unutturdu. İçimde yalnız bir defa
görülen güzelliklere karşı beslediğimiz o acayip, daüssılalı duygu kalmıştı.
Yavaş yavaş o da yosunlandı. Mayısa doğru bir hafta için Bursaya gitmiştim. Hem
dinlenecek, hem de camileri, türbeleri gezecektim.
Seyahatimin üçüncü
günüydü. Öğleden sonrayı tamamile Yeşilcami ile Yıldırımda geçirmiştim. Şimdi
de yorgun, fakat düşünce ve tahassüs itibarile zengin Çekirgedeki otelime
dönüyordum. Birdenbire acayip bir duygunun içimde dalga dalga büyüdüğünü ve
beni istilâ ettiğini hissettim. Bütün vücudum titriyordu. Fakat ne kadar
karışık bir Jıisti bu! Emsalsiz bir saadet, korkunç 'bir keder ve hasret
karışık bir his. Bu ruh hâletine son derece güzel bir musiki, daha doğrusu
içimden kopup gelen bir musiki vehmi refakat ediyordu. Ve ben kamaştırıcı bir
aydınlık içinde boğuluyor gibiydim. Bu hali ancak, bazı uykularda çok
sevdikleri insanların gözlerine bakarken uyananlar anlıyabilirler. Ve bütün bu
hislerin yambaşında çok mühim ve istisnaî şeyi bekler gibi bir halim vardı,
işte tam bu esnada ve bu marazî halin artık tahammül edilemiyecek bir. hadde
vardığı anda yanıbaşımızdan geçen arabanın içinde, o geceki ev sahiplerimi .gördüm.
İhtiyar adam hiçbir şeyden habersiz görünüyor, sâkin ve abus önüne bakıyordu.
Genç kız ay ışığından örülmüş yüzile ve bütün mevcudiyetinden taşan o garip
saadet duygusu ile gülümsiyerek bana işaret etti. Kendime gelir gelmez bir
arabayı, onları takip için ters yüzüne ^çevirttim.
Kaybettiğim
birkaç dakika ihtiyar atlete izlerini gizlemek için kâfi gelmişti. O gece -geç
vakte kadar Bursa sokaklarında dolaştım. Her türlü çareye başvurdum. Bütün
otelleri gezdim. Bursali bir dostumun delâleti ile polisin yardımını bile
temin ettiğim halde ne o gece, ne de ertesi günü bir şey öğrenebildim. Bu
onları son görüşüm olda. ' ■
BİR YOL
Birdenbire ayağa kalktı
ve elile trenin penceresinden işaret ederek:
— îşte, dedi, şu
gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç ara>smda'tepenin eteğini kıvrılan
patika... Fevkalâde hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol
rastgelebileceğimiz alelade bir şey... Bununla beraber nereye gittiğini,
nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasından başka
hiçbir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir.
On beş senedenberidir
ki bu yolda her ay bir iki seyahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve
onun döne döne değişen ufkunda tanımadığım hiçbir şey yoktur. Yattığım yerden
gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini
gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hattâ daha alelâde bir işaretle bütün ufku kendi
kendime canlandıracak kadar bu yolların âşinasıyım, fakat yıllar var ki bu
küçük yol parçasını, yol bile diycmiyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak
genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür
görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün
güzelliğini ve şiirini duydum.
Şüphesiz bunda ilk defa
gözüme çarptığı günün hususiyetinin de mühim bir hissesi vardır. İstanbuldan
soğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, ilk çocuğum on gün evvel ölmüştü,
karım hasta idi, başka üzüntülerim de vardı. Kısacası kaderle diş dişe, yumruk
yumruğa olduğum günlerden biriydi.
Bilmem sizde de böyle
midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar.
Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekânla, yahut hayatımızın tabiî muhiti ile
sıkı bir alâkası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif
şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde
biraz daha hafif ve daha kabili tahammül oluyor. Bununla beraber acıdan acıya
fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlât acısı idi, üstelik de yağmur
yağıyordu. Oh, size bu yağmurlu günlerin bende yaptığı akşülâmeli nasıl
anlatmalı? Böyle günlerde ben değişir, büsbütün başka adam olurum. Başka bir
adam, tam kelimesi değil.,. Bütün bir mazi, en kötü, en karanlık, en tamir
edilmez taraflariie içimde canlanır, hortlaklarımla başbaşa kalırım. Böyle
zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve
üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü
muhasebesini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de öyle oldu; her zaman ayak
basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum.
Haydarpaşa garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi. Trene
ayni ruh hâleti içinde bindim. İzmite kadar hep ayni ıslak ve rutubetli hava
içinde, tıpkı bir olukta seyahat eder gibi geldik. Hiçbir şey düşünmedim, hiç
kimseyi görmedim, sadece vagonların üstüne ve pencerelerin camlarına değdikçe
yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir tabutta uyananlar yeraltınm mutlak
sessizliğinde kendi nabızlarım ancak böyle dinlerler. Zaman zaman içimdeki
boşluğu kısa bir şimşek gibi oğlumun hâtırası deliyor, bir an için onun küçük
ve muztarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yağmurun dört bir tarafıma gerdiği kül
rengi üzüntü ağlarının içinden uzanıyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak
için ellerimle yüzümü kapatıyor, biteviye yer değiştiriyorum. Sonra tekrar
yağmurun sesine dalıyor, tekrar bu ince ve muzır ağın altında insana
sıkıntının ve kâbusun bizzat kendisi gibi görünen, güneşsiz, renksiz hayalet
manzaralara dalıyorum.
İzmitten sonra uzun bir
müddet yine böyle sürdü, sonra yağmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi;
bulutların arasından çamur rengindeki dünyaya, başka renkler, iki gün süren
bu kötü havanın unutturduğu sıcak kuvvetler girdi. Ve sonra tren yavaşladı. O
zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki gündenberi ilk defa küçük bir güneş
parçasını, küçük.ve aydınlık bir halı gibi serilmiş gördüm. Islak söğüt
dallarına sevinçle yayılan ve sonra orada, yerde sıcak ve aydınlık bir müjde
gibi birriken güneş... Ve ayni zamanda, bütün içimi altüst eden acayip akisli
uğultu... O anda içimden geçenleri size nasıl anlatmalı? Bu aylarca toprağın
karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve
aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi. îşte o zamandanberi bu yol, birçoğu,
binlercesi gibi birkaç yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasında
kaybolacağına hiç şüphe olmıyan bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini
değiştirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapısında güneşin
divan durduğu bir iklimin başlangıç noktası oldu; ve müthiş bir arzu ile, her
şeyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginliklerimi burada
bırakıp inmek, bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim.
Bana öyle geldi ki bunu
yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim dinecek,
yepyeni bir insan olacağım.
O zamandanberi dokuz
sene geçti. Ölen çocuğumun acısını zaman ve yenileri unutturdu. Küçük
sefaletlerim ve sıkıntılarım düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey
az çok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki mânası hep aynı kaldı. Onunla her
karşılamışımda hep ayayni saadet hissi beni dayanılmaz kuvvetile çekti, her
defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak
ihtiyacını duydum. Hattâ şu anda bile ayni ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki...
Bu kaçınma ihtiyacına
bakıp da beni, her an talihin yeni bir gadrine uğrıyan, hayatı felâketlerle
dolu biçarelerden sanmayınız. Herkes gibi ben de zaman zaman kaderin iyi veya
kötü yüzile karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikâyete büyük hakkım yok. İyi
bir kadınla evlendim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolunda
düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi
hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimî olayım ister misiniz? Bu
yaşadığım hayat o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana
«Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!> diye bağırsa sanki böyle bir şey
mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli... Herhangi bir
kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi
hüviyetini değiştirebilmek, lâalettayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde
bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske,
bir numara, bir sicil varakası, bir manivelâ, bir çark, bir düğme, her şey
olmak, yalnız...
Felâketim şu ki, ben zaman
zaman kendini bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz.
Bu gülüşünüzden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor. Kendi kendini
bulmak... Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat ayni zamanda güzel ve dikkate
değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve
sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile,
zaman ile kendi arasındaki alâkanın istihzasını geçiyor; bu bedbahtı zannetmem
ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu
cenneti... Bu uyanış, şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye için olabilir,
fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın
ürpermesile doludur.
Bakınız, bu ilk önce
nasıl oldu: daha henüz çocuğu^ muz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve
çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyorum, oğlum ayaklarımm dibinde
oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım onun
dizlerine abanmış, elinin hareketlerde beraber gidip gelmeğe çalışıyordu. Odamız
sıcak ve sâkindi. Bu aile ve ev dediğimiz acayip kuruluşun o cins, anlarından
biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde arasıra
gidip gelen gölgelerimize bakan herhangi bir yolcuya ufak bir kıskançlık hissi
verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı düşüncelere daldırabilirdi.
Nasıl oldu, ben de
bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi
doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün
etrafımdakiler benimle alâkalarını kesmiş gibiydiler; her şey, hepsi bana
yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın
her biri vaktinde hayatımın bir hâdisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe
ve üstümdeki elbiseye kadar hiçbir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi
yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın
hakikatinde uyanmıştım. Bu ne Baudelaire’in çift odasına, ne de Quincey’nin
afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha
sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip
ettiği bir nevi cürmü meşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin
sefaleti altında haberim olmadan için için kaynıyan asıl benliğimle ne alâkası
olabilirdi? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzellir ğinden muhteşem bir yadigâr
gibi duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım
olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Fakat böyle
olmalarını bir türlü kabul edemiyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on
seneyi, bu kapanık odada, bu acayip ve mânâsız eşya arasında, bu şimdi bana
yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi
soruyorum. Nihayet dayanamadım, lâalettâyin bir mazeret uydurarak sokağa
fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır: soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi,
sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime
«Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?» diye sora sora yürüyordum. Bir
müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar
tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek, bağırarak konuşuyorlar, oyun
oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden
dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir
itiyadı bir türlü anlıyamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hattâ bir nevi
sıcaklık duyuyordum. «Burası bizim ârafımız olsa gerek..» diye düşündüm, sonra
yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım.
Bir insan yüzünün en
manalı bir âlem olduğunu ben o geceye kadar anlıyamamıştım. Hayat dediğimiz o
girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimsiyeceğini, onların her hal
ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağım hiç
düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki herhangi bir çizginin, dudak kenarındaki
bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün,
küçük bir el işaretinin, mâr nasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, bir gülüşün,
bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez
taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?
Karşımda bana arkasını
dönmüş, tavla oynıyan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf, başı tepesine
doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün sokakta, dairede,
lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık omuzlarının arasına
sonradan yapıştırılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük, ikide bir kontrolsüz
bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki görünmiyen zehirli bir
böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu kemikli başın ikide bir
böyle arkaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir şeydi! Bir iki defa
yanmdakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru çevirdi.
Ne karışık bir çehresi
vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı, kırışık ve çizgi
içindeydi.. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum gözleri ne kadar genç
ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde, kızararak, konuşarak, şansa
lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir şey olmuş gibi
bir an durdu, düşündü, sonra hafif bir omuz kaldırışile ayağa kalktı, yukarıda
bahsettiğim el işaretile fikri sabitini bir kere daha koğdu. Oyun arkadaşile
hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine katlanmış
hüviyetile, fakat bu sefer nisbeten daha sakin bir yüzle kahveden çıkıp
gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Aykata neyi düşündü ve neye karar
verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkûmdu ve neden kahveden
çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükûnet ve kayıtsızlık vardı? Muamma.
Tam karşımda ayak ayak
üstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını sallıyor, bir taraftan da
mütemadiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir adamdı bu! Küçücük yüzü
insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi. Kimbilir kaç uzun
tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sır sızmaz
maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken ellerinin ve kollarının mübalâğalı
işaretlerile kendisini âdeta dört bir tarafa dağıtır gibiydi.
Size o gece
gördüklerimin hepsini anlatmağa kalksam bu geceyi beraber geçirmemiz lâzım
gelecek. Halbuki yolumuzun sonuna yaklaşıyoruz. Kimdi bunlar, nasıl adamlardı,
hangi cehennemden buraya fırlamışlardı? Böyle bin türlü, akla hayale gelmez
hareketlerle hangi korkunç düşünceden, hangi zalim ısrardan kurtulmak istiyorlardı?
Bütün bunları düşüne
düşüne eve döndüm. Bu sessiz ıstırabı, bu âdeta tabiî addedilen cehennemi
görmek beni biraz teskin etmiş, kendi hayatımla aramda biraz evvel bozulmak
üzere olan muvazeneyi iade etmiş gibiydi. Bununla beraber o muvazeneyi bir
daha, hiçbir zaman bulamadım. Olan olmuştu. Artık bundan sonra bu bende bir
itiyad oldu.
Hayatımın üzerinde
düşünmeğe başlamıştım. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükûneti
bana iade ettiremedi. Gündelik hayatımla arama yaşanmamış rüyaların azabı
girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamağa hazırlandığım bir anda
geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. O günden sonra
artık bir an bile yalnız değildim, soframda, yatağımda, çalışma masamda bir
misafir, dişleri hiddet ve kinden kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün
bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuurile kısılmış sesi
durmadan fısıldıyordu: «Ömrünü, ömrünü ne yaptın?» Ve ben bütün uzviyetimde bir
yılan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altında yapacağımı unutuyor, ânı ve
mekânı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden,
gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak,
kurtulmak istiyordum.
Artık uyku bile benim
için bir şifa değildi. Çünkü onda da rüyaların zalim ısrarı vardı. Size bu
rüyaları nasıl anlatmalı? Hemen her safhasında vaktile sevilmiş bir genç
kızın, şimdi nerede olduğunu, nasıl bir talihle yaşadığını bilmediğim sarı
saçlı, büyük mavi gözlü, nerkis boyunlu genç bir kızın bir nevi «laytmotif»
gibi dolaştığı bu rüyalar... Bu, hasta kafanın kendi vehim ve gölgelerinden
yarattığı değişici ve korkunç âlem...
İşte bu yol, bu küçük
acayip yol, ben bu ruh haletinde iken karşıma çıktı ve benim için birdenbire
yepyeni bir hayat imkânının, kendi kendimi bundan sonra olsun
gerçekleştirebilmek imkânının bir nevi müjdesi gibi oldu.
Evet, pekâlâ biliyorum, ki, bir gün ben
her şeyi bırakıp bu küçük yola dalarsam onun bittiği yerde bütün saadet ve
hasretlerimi, eski yaşanmış rüyalarımı bulacağım, temiz, yepyeni, mesut bir
adam olacağım.
Bunu biliyorum, fakat yapamıyacağımı da
biliyorum, Halbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.
ERZURUMLU TAHSİN
Tahsin Efendiyi ilk
defa olarak bir kış gecesi gördüm. Fakat daha evvel ondan bahsetmişlerdi.
Herkesin bildiği şekilde hikâyesi şu idi:
Erzurumun hali vakti
yerinde bir ailesinin çocuğu imiş; İstanbulda hukuk tahsilini yapmış, hattâ bir
iki küçük memuriyette dahi bulunmuş, sonra Balkan harbinde gönüllü olmuş,
Trakyada yaralanmış, iyileştikten sonra tekrar orduya girmiş, harbin sonunda
birdenbire her şeyi terketmiş ve bir daha ortalıkta görülmemiş. Uzun zamanlar
öldü sanmışlar, sonra haberleri gelmeğe başlamış: bir mektep arkadaşı büyük
seferberlikte onu Tebrizde bir cami kapısında görmüş, fakat yanma yaklaşınca
tanımamazlığa geldiği için konuşamamış. Bir başkası Şamda taslamış, üstü başı
pek pejmürde imiş, ilk önce arkadaşını tanımadan sadaka istemiş, fakat yüzüne
bakınca uzattığı parayı atarak kaçmış...
Bana Tahsin Efendiden
ilk önce bahseden bu İkincisi olmuştu. Bu esnada babası ölmüş, kardeşleri ve
annesi belki bir gün döner ihtimalile mirastan hissesini ayırmışlardı. Bu
oldukça mühim bir servetmiş. Annesi onun bir gün geleceğine o kadar eminmiş ki,
her kapı çalmışında «Tahsindir!» diye yerinden fırlarmış. Ben Erzurumda iken
bu bekliyen annelerin hikâyesini çok dinledim. Hemen her evde bir iki ölüye
ağlanır ve bir iki kayıp beklenirdi. Tahsin Efendi işte bu kayıplardan
biriydi.
Bir gün Tophaneli
kahvesinde birkaç kişi oturmuş, çay içiyorduk. Birdenbire bir arkadaş nefes
nefese içeriye girdi:
— Haberiniz var mı?
Tahsin Efendi gelmiş. Üç gündür, Erzurumda imiş. Kardeşleri gizlemişler; üst
baş bitik... Anası sevincinden ölümler geçirmiş. İki gece evde kalmış,
yıkamışlar, yeni urubalar giydirmişler, mirasını vermişler. Anası oğlunu
evlendirmeğe bile kalkmış... İlk önce «Olur, olur» la geçiştirmiş, sonra dün
akşam anasına «Vazgeçin, demiş, bunlardan vazgeçin. Benim dünya mar İmda gözüm
yok, ben dünyayı boşadım. Böyle evlerde oturamam, elbise, muntazam, yiyecek,
sıcak yatak; bunlar bana zor geliyor... Ben gideceğim, benim mala, mülke ihtiyacım
yok» demiş.
Anası yalvarmış,
yakarmış, baygınlıklar geçirmiş, kardeşleri: «Bari ananın hatırı için yapma»
demişler; onun üzerine: «Benim anam, kardeşim yoktur, ben ölüyüm; ölülerin
anası, kardeşi olmaz.» diye cevap vermiş. Sonra odasına kilitlenmiş, yemeğe
filân gelmemiş, kimseye de kapıyı açmamış. Onlar da, çaresiz, kendi haline
bırakmışlar.
Fakat Tahsin Efendi,
onlar uyuyunca, yavaşça aşağıya inmiş, eski partallarını bulup giymiş, evden
kaçmış. Şimdi nerede olduğunu kimse bilmiyormuş.
İçimizden biri:
— Acaba nereye gitti?
diye sordu.
— Kimse bilmiyor.
Kardeşleri her tarafa adam saldılar... Gören olmamış. Ilıcada gizlenmiş
diyenler var, Ağabeysi şimdi oraya gitti, ama zannetmem ki bulabil-, sinler.
Bugünden sonra
Erzurumun birinci dedikodu mevzuu Tahsin Efendi oldu. Akşam üstü Tahsin
Efendinin henüz şehirde olduğunu, Kars kapısında küçücük bir eve gizlendiğini
işittik. Ertesi gün tekrar -bir iki saat için -annesinin evine döndüğünü haber
aldık. İkindiye doğru onu İstanbul kapısında görenler çlduğu söylendi ve
nihayet üç dört gün sonra Tahsin Efendinin serseri derviş hayatına tekrar
döndüğünü, yapılacak hiçbir şey olmadığını anladıkları için ailesinin serbest
bıraktığını, birtakım çuvallar içinde gezdiğini ve günün yirmi dört saatini
sarhoş geçirdiğini öğrendk.
Gündelik hayatı bu
suretle istikrar bulduktan sonra, dedikodu Tahsin Efendinin mazisine geçti.
Çocukluğu, aile hayatı, gençliği, itiyatları teker t,eker bahis mevzuu oldu.
Bu sırada dinlediklerimi kısaca yukarıda anlattım. Bütün bu konuşulan şeyler
arasında bir taraf eksik kalıyordu: bu kadar mazbut ve çalışkan başlıyan bu
hayatta birdenbire olan bu değişikliğin sebebini hiç kimse anlatamıyordu. Çünkü
Tahsin Efendinin az çok herkesinkine benziyen hayatında böyle bir neticeyi
muhtemel kılacak hiçbir başkalık yoktu. Bu birdenbire olan bir değişiklikti.. Bütün
tahminler yapıldı, bütün ihtimaller ortaya atıldı; fakat kimse akla yakın bir
izah şekli bulamadı. Bunun bir hastalık neticesi olduğunu söyliyenler, veya
tasavvufa sardırdığı merakın yüzünden dünyayı bıraktığım ve hattâ daha hissî ve
beşerî bir izahla, bir sevgilinin acısı yüzünden bu hale düştüğünü iddia
edenler vardı. Fakat bütün bunlar biraz yakından hayatı üzerinde durunca uzak
birer ihtimal şekline giriyordu.
Tanıdıklarımın arasında
merakını bütün bu suallerin, cevabını bizzat kendisinden istemeğe kadar
vardıranlar olmuştu. Fakat Tahsin Efendi onları gayet lastikli ve hattâ biraz
da düşündürücü cevaplarla atlatıyordu. Kendisile tesadüfen karşılaşanlar, bazı
anlarında hakikaten çok güzel konuştuğunu söylüyorlardı. Fakat mükâlemeyi
karşısındaki davet etmemek şartile... En ufak bir üsteleme, biraz söz açmağa
çalışma karşısında insanı bırakıp gidiyordu.
Geçinmesi gayet
basitti: canı istediği herhangi bir şeyi ilk rasgeldiği adamdan istiyordu. Onda
iki şey en ziyade dikkati çekiyordu: Birincisi güzelliği idi. Her gören, onda
bir havari çehresi var, diyordu. İkincisi de konuşurken müstehcene hiç
kaçmaması idi. Bu alelade bir dikkat değildi. Onunla ilk konuşanlardan biri
olan doktor arkadaşım: «Kirli ve pis onun için yok gibi» demişti.
Çok gezmişti, fa'kat
seyahatlerinden hiç bahsetmez, «Her yer, birdir, insanlık hep aynıdır» diye
sözünü kapatırmış. En çok bahsettiği şey ölüm ve insandı.
Bu acayip adamı herkes
gibi ben de çok merak ettim ve birkaç gün, raslanm ümidile, ötede beride
dolaştım. Fakat raslamadım. Sonra yavaş yavaş etrafım onu unutmağa başladığı
için benim de alâkam kendiliğinden söndü. Böylece aradan birkaç ay geçti.
Çok soğuk, fırtınalı,
tipili bir geceydi. Yine Tophane kahvesinde çay içiyor ve Bayburtlu bir
arkadaşın hicret hikâyelerini dinliyorduk.
Birdenbire kahvenin
kapısı şiddetle açıldı ve içeriye rüzgârla, karla beraber ortadan biraz uzun
boylu, hafif tıknazca, âdeta çıplak denecek derecede sefil kıyafetli bir adam
girdi. Sırtında siyah ve çok eski bir palto vardı. Ayakları çıplaktı ve
düğmelenmemiş paltodan çıplak ve kıllı göğsü, üzerinde kar parçalarının yavaş
yavaş eridiği esmer bir kaya parçası gibi sert görünüyordu. Kapının önünde bir
lâhza durdu. Olduğum yerden büyülenmiş gibi ona bakıyordum ve galiba bu hal
biraz herkeste vardı, çünkü demin bilârdo tıkırtısı, tavla sesi ve bin türlü şamata
ile dolu olan koca kahve birdenbire tam bir sessizlik içine düşmüştü. Ondan
bahsedenler beni. aldatmamışlardı. Hakikaten güzel bir başı vardı. Daha iyisi,
siyah kıvırcık saçları, uzun sakalı, parlak gözleri ve geniş alnı île bu bir
insan başından ziyade, bu gece, bizim idrâk edemiyeceğimiz bir sırla birdenbire
hayatın mucizesine ermiş kadîm bir heykel başına benziyordu.
Bu yüz sade güzelliği
ile değil, ayni zamanda hoyr rat ve sert mânasile, taşkın ve karışık hayat
ifadesile bir insan başından fazla bir şeydi.
O etrafta uyandırdığı
dikkatten habersiz, yavaş yavaş kahvede ilerledi, tam ortada durdu ve sağ elini
göğsüne götürerek bizi dervişçesine selâmladıktan sonra Vâsıf m meşhur tercii
bendini okumağa başladı.
Ne güzel şiir okuyuşu vardı. Hele sıra:
Mihneti
kendine zevketmedir âlemde hüner
Gam-ü
şâdii felek böyle gelir, böyle gider.
Beytine geldikçe o
kadar yepyeni bir şekilde kelimelerin üzerinde duruyordu ki...
Manzume biter bitmez
bir köşeye çekildi ve kahvecinin masaların etrafında gezdirdiği tablanın
dolmasını bekledi. Fakat toplanan paranın hepsini almadı, içinden pek az bir
şey aldı; gerisini kapı yanında oturan bir ihtiyarın önüne bıraktı ve etraftan
yükselen:
— Buyurun Tahsin Bey,
bir kahve için! seslerine kulak bile asmadan kahveden çıktı.
Nihayetinde bir
meczuptan başka bir şey olmıyan bu adamın bu geliş ve gidişinde muhayyeleyi
gıcıklıyan öyle bir taraf vardı ki, onu, bir an içinden çıkıp yine karanlığına
daldığı bu tipili kış gecesinin bir nevi özü, yahut hiç olmazsa ona yakın bir
şey, doğrudan doğruya unsurlardan gelen ve onların kuvvetini taşıyan bir
mevcut zannetmemek için kendi kendime epeyce cebrettim.
Bu geceden sonra Tahsin
Efendiyi bir daha görmedim. Hattâ aramızda bahsi bile geçmedi. Diyebilirim ki,
ben de dahil olmak üzere hemen hepimiz, o geceki çocukça korkumuzu
hatırlamaktan utanıyor gibiydik.
Bununla beraber zaman
zaman onu hatırlıyor ve bu garip adamla konuşmayı istiyordum. Vakıâ ilk anların
vehimleri gitmişti, fakat muhayyelem bu deliye şimdi büsbütün başka bir hüviyet
veriyor, onu etrafımda her gün bir parça yakından tanıdığım yıkılışın bir
timsali gibi görüyordum.
Tahsin Efendi ile son
bir defa daha, bu sefer bir zelzele gecesinde, karşılaştım. 1924 senesi sonbaharında
olan ve o havaliyi Karsa kadar altüst eden bu felâket elbette hatırlardadır.
Ben o zamana kadar bu âfeti görmemiştim. Ve bir türlü ne dereceye kadar müthiş
olabileceğini anhyamıyordum. Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor,
büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz; deniz,
biliyoruz ki insan oğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından
düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabiî ve
ihtiyaçlarını uyandırıyor...
Halbuki toprak böyle
değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona
bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lâkayt ve sâkin
görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve
bir dost tarafından hançerlenmeğe benziyen vahim bir hali vardır. Onun için
denizden gelen tehlike karşısında atik ve cesaretli kesilen bir insan,
topraktan gelen tehlike karşısında maneviyatını kaybetmiş bir sürü şekline
giriyor. İlk zelzele gecesi daha bu işin mânasını anlamadığım için erkenden yatağıma ve
Selânikî tarihini okumağa başladım. Fakat beş dakika sonra harap evin bütün
kirişlerini ayrı ayrı gıcırdar bulunca ve baş üstümde bir buçuk metre kalınlığında
bir toprak tavanın her an beni gömmeğe hazır bulunduğunu anlayınca sokağa
fırladım. Bu biraz serin olmakla beraber tatlı bir sonbahar gecesiydi. Evimin
karşısında bulunan askerî ambarların bahçesindeki birkaç kavak ağacının
üstünde güzel bir ay solgun ve dost yüzile asılmış, dünyamıza eski sükûnetini
vermeğe, bizi hiçbir şeyin değişmediğine inandırmağa çalışıyordu. Uzakta bir
çeşme sesi gecenin bu münasebetsiz saatinde sokağa dökülmüş halkın uğultusile
yarışıyordu. Yolun ortasında -her iki duvardan kendi yükseklik nisbetlerine
göre uzakta durmak şartileyürüdüm. Fakat gözlerim daha ziyade kavak
ağaçlarındaki ayda idi.
Ne sâkin, ne mütebessim
bir yüzü vardı. Ona bakarken kozmoğrafyanm bize öğrettiği çiy hakikatlere
kızar gibi oldum; pekâlâ bu mûnis ve aydınlık çehreye ibadet edilebilir, onda
hayatı idare eden gayri mes’ul kuvvetlerden biri mevcuttur sanılabilirdi.
Sonra bu mütebessim çehrenin şimdi şu anda bile kimbilir ne korkunç yıkılışlarla
dolu olduğunu düşünerek ürperdim. Dünyamızı da böyle uzaktan gören bir insanlık
tasavvuru ne kadar korkunç! Kimbilir o anda arzımızın solgun bir kandil gibi
yanan yuvarlağına karşı, onun kendi sefaletlerinden habersiz kaç bin dua
yükseliyordu.
İkinci bir sarsıntı,
bir yuvarlanma tehlikesi pahasına beni bu düşüncelerden uyandırdı; ve daha
ihtiyatlı bir yürüyüşle dost aramağa çıktım. Bütün şehir çok acayip bir
kıyafetle ayakta idi; don ve gömleği ile fırlamış erkekler kapıların önünde
giyiniyorlardı; ekseriyet yarı çıplaktı ve insana bîr nevi şarkkârî mahşer
manzarası veren dört yol ağızlan vardı.
Kadınlara gelince...
Hakikat şu ki, bu zelzele sayesinde ben Erzurumda birkaç kadın yüzü görebildim.
Uykusuzluğuma rağmen o gece beni o kadar sarsmadı. Beklenilmiyen şeylerin
getirdiği değişiklik bir gece için ne olsa çekiliyor. Zaten beş on dost
birleşmiştik; ve söylemeğe lüzum yok ki bana konuşma az çok her şeyi unutturdu.
Yalnız gece ilerledikçe
bende «bir sabah olsa» temennisi kuvvetleştiğini hatırlıyorum. Sabah olsa...
Gece yansı zindanında uyanan mahpus, yatağında terliyen ümitsiz hasta, bir
zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten
muztarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefalet
ve ıstıraplarının hiç olmazsa hafifliyeceğini zanneder. Bu da gösteriyor ki
insan kafası için sarahat en tabiî ihtiyaçtır. Hakikatte bütün bu zavallılar
için güneşten beklenebilecek ne vardır? Hangimiz arkamızda bu zalim gözün ayni
çiy parıltı ile aydınlattığı günlerin birbirine benziyen sıkıcı yükünü
hatırlamayız?..
Fakat ne çıkar? Bir
kere güneş doğsun, gecenin, velevki uykusuz olsa bile yine yarı rüya dolu olan
eteği ortadan çekilsin ve insanlar kendi hakikî yüzlerini alsınlar,, şehir
bütün bu hayaletlerden kurtulsun ve çeşmenin sesi, gündüzün kalabalığında
sadece bir çeşme sesi olmağa razı olsun. Ben de işte, bu ilk zelzele gecesinde,
uykusuz bir günün her dakikası nasıl yükleneceğini bilmekle beraber çünkü
uykusuzluk bende ancak seyahat kitaplarında okuduğum o irtifa hastalıklarına
benziyen bir rahatsızlık yapar» sabahı bekliyordum. Ve nihayet sabah güneşi,
beni evimin bir türlü atlamağa cesaret edemediğim eşiğinde yorgunluktan
bitkin, insanoğluna bütün hayat ve çalışma emniyetini veren temkinini
kaybetmiş, sağa, sola rakkas gibi gidip gelen bir duvar parçasına hazin hazin
bakarken buldu.
Ertesi gece şehrin her
meydanı acayip bir panayıra dönmüştü. Çadırlar, tahtadan ve gaz sandıklarından
yapılmış kulübeler, dört direk arasına ve üstüne gerilmiş kilim ve seccadeden
yapılma acayip meskenler, hattâ sadece önleri örtülü arabalar... Ve bunların
arasında alçak sesle konuşan ihtiyarlar, kadınlar, ağlıyan küçük çocuklar,
gidip gelen siyahlı beyazlı hayaletler. Karısı doğurmuş, sevinç şaşkını bir
arkadaşa elime geçirdiğim birkaç gaz sandığı ile iki kalası hediye ettiğim için
ben yersiz yurtsuz kalmıştım. Gecenin ilk kısmını bir arkadaşın çadırında çay
içerek geçirdim ve sonunda geldiğim andanberi çadırın bir köşesinde arkası bize
dönük hiç kımıldanmadan ve konuşmadan duran karısına acıyarak ayrıldım.
İlerliyen gece ne olsa bu insan kalabalığına bu saatte getirdiği sükûnetle
.manzarayı tamamlamıştı. Sessizlik tamdı. Yalnız bir ninni, sanki gecenin bu
yalnızlığını ölçmek ister gibi uzanıyor, hazin ve alışkan edâsile bu. hoyrat
sessizliğe tanıdığımız bir hudut, bizi zamana, gündelik ümitlere çağıran bir
kenar çiziyordu.
Bu hakikî bir göç
manzarası idi ve muhayyele hiçbir zahmet çekmeden bu küçük karargâha tarihî
rengini veriyordu: kişneyen atar, sırtında ok ve yay dolaşan bir iki
nöbetçi, meşale ışığında
silâhlarını temizliyen erkek kalabalıkları ve gecenin sükûtunda birbirine
sokulmuş teprenen, kımıldanan, bağıran sığırlar, koyunlar ve onların etrafını
çeviren kağnılar. Ve sabahın meçhulünü düşünmeden yorgun uyuyan oba...
Asırlarca evvel bu toprağı kendilerinin
yapmak için, alıştıkları manzarayı, doğdukları toprağı, yıkandıkları dereyi ve
ecdat kabirlerini terkedip gelen sert, haşin, maceradan yılmaz ve ona
karısile, çocuğile ve ihtiyarlarile atılan insanların tetikte uyuyan
kalabalığı...
Ve sonra ay... Yalnız, bu
sefer Çifte minarenin Üstünde yine ayni sâkin gülüşle ve peşinden çok görmüş
geçirmiş ihtiyar çehrelerine baktığımız zaman duyduğumuz hâtıralar selini
sürükliyerek bakıyordu. Ne yapacaktım? İlk önce evime gidip yatmayı düşündüm.
Sarsıntı biraz kesilmişti, fakat gündüz kazalardan o kadar korkunç haberler gelmişti
ki, dört duvar arasına girmek için lâzım gelen ruh kudretini kendimde bulmak
oldukça güçtü. Bununla beraber, önümde koca bir gece, bu arızî hali tabiileştirmiş
uyuyan şehirde tek başına ve artan serinlik içinde dolaşmak da kolay değildi.
Bir müddet dolaştım ve nihayet
başka bir şey yapamıyacağımı görünce evime döndüm. Ne kadar zaman uyudum,
bilmiyordum. Birdenbire çok insiyakı bir korku ile uyandım; ve derhal ayakkabılarıma
sarıldım. Bir felâket olacağına o kadar katiyyetle emindim. Odanın ortasında
yüzüm bir türlü ayrılmağa razı olamadığım sıcak yatağa dönmüş, bekliyordum. O
zamana kadar ev ve yatak mefhumlarını bu kadar kuvvetle anlamamış, yatacak
yeri olmamanın azabını tatmamıştım. Korku, hiddet, uykusuzluk içinde perişan,
perdesiz pencereden dışarıya göz attım. Ay, dün akşamki yerinde, kavak
ağaçlarına sırmalarını giydirmiş, sâkin ve ayni gülümseyen yüzle bakıyordu.
Zelzeleden değil, bu sâkin ve gülümseyen yüzden bu skûnet ve kayıtsızlıktan, insanoğlunun
yeryüzündeki bu korkunç yalnızlığından korkarak odadan fırladım. Fakat, geç
kalmıştım. İlk sarsmtı beni merdiven başında yakaladı. Bu belki şimdiye kadar
olan sarsıntıların en kuvvetlisiydi ve hemen arkasından gelen uzak ve sağır
yıkılma sesinde bütün bir şehri örtebilecek bir kudret vehmedebilirlerdi. Tabiî
tekrar sokağa fırladım.
Gecenin bilmediğim bir
saatinde, gözüm ve belki de bütün vücudum uykudan şişkin, burnumda yatağımın ve
kendi tenimin kokusu, tekrar bu suali kendime soruyordum. Önümde nasıl
geçireceğimi bilmediğim bir gece ve heyhat, ertesi günün şimdiden beni korkutan
uzunluğu vardı. Yavaş ve dalgın, her adımda derimi çatlatacak kadar beni
dolduran uykudan bir parçasını kaybederek, ümitsiz ve emniyetsiz yürüyordum.
Arasıra yolda hemen olduğu yere uzanıvermiş insanlara basmak vehmile silkiniyordum.
Uyuyan bir şehirde tek başına dolaşan bir adamın yollar hakkındaki fikri
büsbütün başka oluyor. Zannederim ki bir şehrin hakikî topografyası ancak
böyle zamanlarda görülüyor. O gece Erzurumu asıl fiziyolojisinde tanıdım
zannediyorum. Arasıra başımı kaldırıp havaya bakıyordum. Ay ancak biraz daha
alçalmıştı. Fakat ayni sâkin ve soğuk güzellikte, aydınlığının donuk çeşmesini
açmış, bütün manzarayı o kendisine mahsus hülya ve ölüm şiir ile dolduruyordu.
Eşya, müstehzi ve zalim bir sihirbazın eline verilmiş gibi, bütün çizgi ve
şekillerini değiştirmişti. Her şey tanınmayacak kadar güzeldi. Bununla beraber
bu güzellik benden o kadar uzak, o kadar yabancı ve hattâ düşmandı ki...
Elimden gelse gözlerimi kapar, öyle yürürdüm. Toprak, kendisine olan emniyetimi
yıkmıştı. Tabiatle kolay kolay barışamazdım. Toprak, üzerinde emeklediğimiz,
gezdiğimiz, oturup kalktığımız, hayat dediğimiz gülünç ve muztarip oyunu
oynadığımız ve sonra bir gün tekrar kucağına döndüğümz katı anayı bana bu
zelzele geceleri öğretti. Bir an içimden tüyler ürpertici manzarasile bir
düşünce geçti: Ölüleri kucağından fırlatan toprak... Ve o zaman insanlığın
bütün hayatı bu korkuyla geçtiği halde niçin ölümü o kadar sık düşünmediğini
biraz hisseder gibi oldum; bütün korkularımıza rağmen onu bir dönüş gibi kabul
ediyoruz diye düşündüm. Fakat en elemli ve beni en ziyade korkutan düşüncem
yarı bırakılmış bir yapının karşısında geldi. Bu, iki katı genişçe bir evdi.
Önünden geçerken birdenbire başımı farkında olmadan salladığımı ve kendi
kendime «Zavallılar. Ne yapıyorlar, ömür bu zahmete değer mi?» diye mırıldandığımı
hissettim. Daha iyisi, ben bu sözleri mırıldandım. Ve bende bulunan ikinci bir
adam bunu farketti. İşte o zaman kendi kendimden korktum. Zelzele maneviyatımı
bozmuş, ölüm peşime takılmıştı; ve hakikaten ondan birkaç sene için
ayrılamadım.
Belediye bahçesinin
önüne geldiğim zaman yorgun ve perişandım. Nasıl oldu da buraya kadar hiç
farketmeden gelmiştim? Bunu düşünmeğe lüzum yoktu. Bu yorgun ve uykusuz adamı
şehir kendiliğinden aşağı doğru kaydırmıştı; ben tıpkı bir yokuştan yuvarlanan
taş gibi bu nisbî düzlüğe gelir gelmez durmuştum.
İlk gözüme çarpan şey,
o civardaki büyük bir yalağın yaptığı bataklıkta çömelmiş iki manda karaltısı
oldu. Bu mandalar burada bunu söylemeliyim Erzurumda benim bir nevi fikri
sabitim olmuştu. Günün her saatinde onlardan biriyle karşılaşır, sırtlarına ve
hattâ başlarına kadar taşıdıkları kurumuş çamur parçaları, pislik bakiyeleri
ile ve tepelerinin üstünde bir küçük kasırga gibi dalgalanan küçük hayvanlar
kümesile bana büyük ve cüsseli olmanın kefaretini bütün ömürlerince çekmeğe
mahkûm büyük zavallılar gibi görünürlerdi. Bu sefer de onları her zamanki
yerlerinde bulmak ihtimaldefarkında olmadan aramıştım. Eğer kahvede ışık ve
hattâ kalabalık farketmeseydim şüphesiz ki bu tesadüfün üzerinde biraz daha dururdum.
Fakat sıcak çay ümidi beni bu kendi kendime icat ettiğim acı felsefeden ayırdı.
İnsanlığın talihsizliği
üzerinde demindenberi kafamda geçen acı düşünceler, bana farkında olmadan bir
nevi
azamet vermişti. Hayatın
iradesine ve kanunlarına karşı isyan etmiştim. Ve şimdi bu isyanın şişkinliği
içindeydim. Onun için kahveden içeri girmedim, bahçenin kuytu bir köşesinde
bulduğum bir sandalyeye bir nevi yarım ilâh dargınlığı ile oturdum., yahut
daha doğrusu büzüldüm. Çünkü deminki serinlik şimdi hakikî bir ayaz halini
almıştı. Yüzüm ovaya dönük, hiçbir şey düşünmeden somurtuyordum. Yanıbaşımdan
birisi:
— Efendi, şu ateşi ver
bakalım, diye seslendi.
Bu sözlerle beraber çıplak ve kuvvetli bir
kol aşağıdan yukarıya doğru uzandı. Biraz dikkat edince tanıdım: Tahsin Efendi
îdi. Kendime bu gece için en münasip arkadaşı bulmuştum. Cigaramı uzatırken:
—■ Merhaba Tahsin Efendi,, dedim.
— Merhaba! diye kuru bir cevap verdi.
Sonbahar otlarının üzerine yanlamasına
uzanmıştı. Başı sağ koluna dayalı, serbest kalan sol elile cigarasmi. içiyordu.
Selâmıma mukabelesi o kadar anî ve kuru olmuştu ki, bu tek kelimeyi
söyliyeceği yerde havaya bir el tabanca sıksaydı, yine ayni tesiri yapabilirdi.
Tabiî bütün konuşma arzularım yarıda kaldı
ve hattâ bir nevi rahatsızlık bile duymağa başladım. Bununla beraber galiba
bir boşalma gecesi olmalı ki, tam ben yerimi terke hazırlanırken:
—■ Ne güzel gece, değil mi? diye tekrar
söze başladı, âdeta bir rüya gibi...
Sonra geniş bir nefes aldı ve yere, bu
sefer sırtüstü ve upuzun uzandı. Gözleri apaçık, gökyüzünü seyrediyordu. Ne
diyeceğini bilmiyordum, tabiati takdir ederken ondan bir parça gibi ot ve
toprağın içine gömülen bu adama ne söyliyebilirdim? Ayni sessizlik, fakat
biraz daha yumuşağı, bir müddet sürdü. Sonra daha tatlı bir sesle kendi kendine
mırıldanır gibi:
— Tabiatin sessizliği, dedi, öyle
zannedildiği kadar korkunç bir şey değil. Yalnız biz buna bir türlü alışamıyoruz.
Ne kadar düzgün konuşuyordu.
Söze yarım kalmış bir bahsi tamamlar gibi başlamış, öyle devam ediyordu:
— Biz, bataklığı
dolduran kurbağalar gibi, mutlaka bu sessizliği bozmak istiyoruz...
Cümlenin gerisi
gelmedi, başını öbür tarafa çevirmişti. '
— Evet, dedim, devam edin.
Fakat cevap vermedi,
yattığı yerde döndü. Bu sefer yüzükoyun toprağa kapanmıştı. Sonra birdenbire
hiç umulmaz bir çeviklikle fırladı ve tam yanımda yere bağdaş kurup oturdu:
— Bana bir nargile
ısmarla, bir de sen iç! dedi.
— Sizin için hay hay,
dedim., fakat bana dokunur, hasta olurum...
Alaylı bir homurtu ile
razı oldu. Beni beğenmediği belliydi. Nargilesi gelince bir de sandalye istedi.
Kahvecinin getirdiği iskemleyi:
— Şöyle bir efendice
oturalım, diye altına çekti, sonra hakikaten düşman bir sesle bana döndü:
—• Hasta olursan ne
olur ki., dedi.
— Ne olacak, hiç,
dedim, hasta olurum, güzel bir şey mi hastalık?
— Belki de ölürsün,
değil mi? diye yapma bir anne şefkatile mahzun mahzun sordu. Ah, sen ölürsen
dünya ne yapar? Zavallı dünyanın sensiz halini düşün, aman kendine dikkat et...
Ve mütearrız bir
hareketle paltomun yakasım, soğuk almıyayım diye düzeltti.
Tabiî bu manasız
sözleri kızmadan dinlemek kabil değildi.
— Niçin, dedim, böyle
konuşuyorsunuz, daha yeni gördüğünüz bir adama bu sözler söylenir mi?
— Vah yavrucuğum, vah!
Neredeyse’ ağhyacak.. diye alay etti; bu kadar yumuşak olduktan sonra insan ne
diye yaşamak zahmetine katlanır.
— Yumuşak veya katı,
dedim, bu dünyada yalnız ben mevcut değilim ya... Benim gibi ve benden zayıf
milyarlarca mevcut var, hepsi yaşıyor ve hepsi ölüyor.
Ve büyük bir ünâ
kasd'ile ilâve ettim:
— Benden kuvvetliler de
beraber...
— Şüphesiz, dedi,
şüphesiz senden yumuşak ve zayıfları da var. Fakat onlar hadlerini
biliyorlar... (Gözleri yarı karanlıkta ateş gibi parlıyordu.) Sen cüssene bakmadan
kâinatı fethe kalkmışsın... Dolduracağın çukurun dışında işin ne?
Benim şahsımda bütün
insanlıkla konuşuyordu. Sesi çok geniş bir kalabalığa söylüyormuş gibi tok ve
yüksekti. Oyunu olduğu gibi kabul ettim:
— İyi ama, dedim, bunda
muvaffak da oluyoruz!
Müthiş bir kahkaha
savurdu:
— Muvaffak mı, dedi,
nerede, ne vakit? Nasıl?.. Hangi muvaffakiyet... Sırtında bit gibi yaşadığın
devin müsamahasından bir an dışarı çıkabildin mi? Hayat mütemadiyen ölümün
zaferini teganni ediyor. Sen küçücük başını sallayıp geçmeğe çalışıyorsun!..
Mümkün mertebe yavaş ve
tatlı cevap verdim:
—■ Yaşamanın ve
sevginin zaferleri de var, dedim. Hem de tabiatin değişmez kanunları içinde!
Sözümü bir el işaretile
kesti:
— Vehim, dedi... Hayat,
ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir. Güneş bir
mezarlıktır ve toprak., ve biz...
Bütün bu saçma sapan
şeyleri o kadar doğrudan doğruya kalbin yolunu bulan bir sesle ve o kadar
emniyetle söylüyordu ki, yalvarmağa mecbur oldum:
— Susunuz, dedim. Çok
rica ederim, susun, bütün bunları niçin söylüyorsunuz. Hem söylemeğe ne
hakkınız var?..
Fakat o beni
dinlemekten çok uzaktı. Coşkunluğunun en yüksek haddinde ayağa kalkmış, bir eli
çay masasının üstünde, sımsıkı kıstığı ötekisi yarım bir işaretle yukarıda bir
şey gösterir gibi omuzunda, acayip bir vaiz ve tehdit vaziyetinde dimdik
duruyordu:
— Sana tekrar
söylüyorum. Her şey, hepsi ölümdür. Her şey ondan gelir ve oraya döner... Biz,
bütün bu gördüğün şeyler -elile atrafı gösterirken, ayağile otlan eziyorduher
şey, hepimiz, büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız...
Anlıyor musun? Kadavra kurtları...
Ne yapacağımı
şaşırmıştım. Bütün soğukkanlılığımı toplıyarak:
— Niçin bu kadar
bağırıyorsunuz? Oturunuz, bütün bunları oturduğunuz yerden sakin sâkin de
anlatabilirsiniz, dedim.
Bir müddet durdu. Donuk
aydınlıkta yüz çizgilerinin dğiştiğini farkediyordum; sonra gayet yavaş bir
sesle :
— Evet, dedi. Hakkınız
var; yavaş konuşmak daha iyi... Hem sizi de korkutmuş olmam...
Kimdi bu adam? Bir ölüm
peygamberi mi, yoksa insanları şaşırtmaktan hoşlanan bir budala mı? Bu uğursuz
kuşla ne diye bu gece karşılaşmıştım?..
Oturdu. Nargilesinin
yere düşen marpucunu elimden şaşılacak bir sükûnetle aldı ve yine o eski sükûta
gömüldü; sonra birdenbire tekrar ve çok tabiî bir tarzda konuşmağa başladı.
Erzurumdan yarın sabah
gideceğini, şehirde canı sıkıldığını söyledi:
— Biraz dolaşmak, dedi.
Sonra zelzeleye atladı, kendisine, gelirken gördüğüm acayip manzaraları
anlattım. İki gecedir, bu kahveden ayrılmadığı için bir şey bilmir yordu. Ben
sözümü bitirince alay etti:
— Demek ki şimdi bütün
şehir bana benzedi... O halde muhakkak gitmeliyim.
Ve sonra ayni
çeviklikle birdenbire ayağa kalktı;
106 GEÇMİŞ ZAMAN
ELBİSELERİ
— Allahaısmarladık,
efendi, dedi, kusura bakma, coştuk...
Hiç
acele etmeden, arkasına bakmadan yola koyuldu ve biraz sonra bahçenin güdük
fidanlarının, gecenin alaca' gölgelerine karıştığı noktada kayboldu. Onu bir
daha Erzurumda göremedim, nereye gittiğini kimse bilmiyordu, Yalnız muhakkak
olan bir şey varsa, bu çılgın adam bana güzel bir ders vermişti. Acele acele
evime döndüm ve derhal yatağa girdim. Bu ölümlü dünya uykusuz kalmağa
değmezdi... ■
— Bir hastanede bulunmuş cep defterinden —
Yatak oldukça geniş...
Ben bir kenarına uzanıyorum, o bir kenarına... O, yani hastalığım. Bundan evvel
de geniş yataklarda yattım; yanımda yine yatak arkadaşlarım vardı; ümitlerim,
hülyalarım, vehimlerim, gündelik acı ve kederlerim sırasile gecelerime
arkadaşlık ederlerdi. Fakat bu sefer onların hepsinden, hattâ büyülü gözlerile
en musırrı olan arzudan bile ayrıldım. Şimdi hastalığımla başbaşayım. Onu,
anlaşılan, geç doğan bir çocuk gibi yıllarca kendimde gezdirdim. Belki bu
yüzdendir ki bana hiç yabancı gelmiyor. Bu geniş yatakta yanyana, hattâ kucak
kucağa yatıyoruz; ayaklarımın ucunda hararetim var. Küçük, siyah, sokulgan bir
köpek gibi orada, ayaklarımın ucuna kıvrılmış yatıyor. Arasıra ince, uzun başını
uzatıyor, ellerimi yalıyor. Ah, bu yapışkan, sıcak yalama... Sanki erimiş
kauçuktan bir eldiven gibi onu giyiniyorum. Sonra yavaş yavaş bu okşama bütün
vücuduma dağılıyor, ayni musir, sıcak ve bunaltıcı dil bütün vüdumu ayni
yapışkan unsurla giydiriyor.
Hastalığımla ben,
birbirimize o kadar sâdıkız ki en ufak bir düşüncem bile ona yabancı kalamıyor.
Bütün hayat, seven bir insan için nasıl hep sevgilinin başı etrafında
toplanırsa, benim için de her düşünce onun etrafında toplanıyor. Ve hiçbir şey
bu düşünceden beni ayıramıyor; hattâ evvelki gün koridorun bir başında gördüğüm
daire müdürümüzün asık ve kibirli yüzü, insana derhal koparmak arzusunu veren
sevimsiz bıyıkları bile bir andan fazla beni işgal etmedi. Yarabbim, bu
bıyıklar; ve onların küçük bir akrep yavrusu kuyruğuna benziyen uçları..'. Ama
bu sefer halinde bir nevi yumuşaklık yok değildi.. Hattâ ikinci karşılaşmamızda
beni gülerek selâmlamaktan bile çekinmedi. Bunun sebebi galiba hastalığının,
ehemmiyetsizliği olacak. Sağ ayağı hafifçe burkulmuş; birkaç gün hâriciyede
istirahat edecekmiş...
Hafif bir ayak burkukluğu... Her türlü
ıstıraptan büyük ve dev cüsseli bir arı kovanı gibi uğuldıyan bu acayip yerde
böylesi bir rahatsızlığın ne ehemmiyeti olabilirdi? Bir hastanede, dışarıdaki
mevki ve pâyeleriiniz, servet ve imkânlarımız nasıl birdenbire ikinci derecede
kalıyor; bunu kibirli dostumun beni hürmetle selâmlayışından anladım. Elbette
ki burada, herkesin ıstırabile daha evvelden tâyin edilmiş hususî bir mevkii
vardı, ve ben doktorların baş sallıyarak teselli ettikleri hastalığımla onun
birkaç metre üstünde idim. Evet, daire müdürümüz bütün hüviyetinden akan
ehemmiyetine rağmen birdenbire, sadece birkaç gün, topalladıktan sonra
iyileşecek, yedinci, sekizinci derecede bir hastadan başka bir şey değildi.
Onun yanıbaşmda tasavvur edilmez acılarla bütün bu soğuk duvarları dolduran,
eşyanın kayıtsızlığına âdeta İnsanî bir ürperme sindiren ne mühim hastalar
vardı. Bunlardan bir tanesini yeni geldiğim zaman tanıdım. Beni ilk yatırdıkları
koğuşta ve benden iki yatak ötede yatıyordu. Gece sabaha kadar haykırdı.
Eminim ki bu çığlıkları benim gibi bütün hastane halkı duyuyor, ve her
defasında, bir türlü alışamadıkları için hepsi birden yattıkları yerden perişan
fırlıyorlar, dimdik olmuş saçları ve örtüler üzerinde kilitlenmiş parmaklarile
ürkek ve biçare etraflarına bakıyorlar, korka korka onu dinliyorlar, ve sonra
belki sonuncusudur ümidile tekrar yataklarına uzanıyorlar,, kendi sızı ve
ıstıraplarına çok rahat, çok dinlendirici bir şey gibi gömülüyorlardı; ve bunda
da haklıydılar, hiçbir ıstırap bu korkunç ses kadar müthiş olamazdı; her ıstırabın
sonunda nihayet ölümün kurtuluş kapısı vardır; onun aralığından maddeye
vâdedilen sükût sezilir; fakat bu çığlığın bir sonsuzluğa doğru uzanan
dehşetinde insana ölümün tecrübesini bile unutturan bir şey vardı. İnsan oınu
dinlerken ister istemez bu acıyı ölüm bile dindiremez. diye düşünüyordu. Bu
deri ve kemik yığını, bu yaralı hayvan çığlığını bu kadar mebzul bir surette
kendinde nasıl bulabiliyordu? Bu kadar keskin bir ıstırap acaba herhangi bir
şuurla beraber yürüyebilir miydi? Ertesi sabah onu. nisbeten sâkin bir halde
gördüm, «uyuyor» diyorlardı; dudakları mütemadiyen titriyordu, ve dışarıda
kalan sağ. elile bir saat rakkası kadar muntazam bir şekilde, üstündeki
battaniyeye vuruyordu. Herkes gibi ben de epeyce şey gördüm. Belki bunlardan
birçoğunu unutabilirim. Fakat kendi ıstırabını bir nabız gibi muntazam sayan
bu sapsarı ve zayıf elin faciasını hiçbir zaman unutamam.
Hastaneye geldiğimin üçüncü günü öldü.
Üzerinde beyaz bir örtü, onu sedye ile yanımdan geçirdiler. Ne kadar alelade
bir şey olmuştu; sanki bütün hüviyeti boşalmıştı. O hastalığında, hastalığı
onda, birbirini tüketmişlerdi. Korkunç bir Tanrının terkettiği çerden çöpten
bir vücut, şimdi alelade şeylerin talihini paylaşmağa gidiyordu. Bu adamın
bütün bir hastaneye, yüzlerce insanın gece ve gündüzüne hükmeden şahsiyetini
yapan neydi? Şüphesiz ki hastalığı. Bu hastalık konuştukça hepimiz susuyorduk;
ve o sustukça biz kulaklarımız kirişte onu bekliyorduk.
Bunlar şüphesiz ki korkunç şeylerdir, ve
doktorların bana bunları fazla düşünmememi söylemekte hakları var. Fakat ben ki
ölümlerin en korkuncunu yıllarca kendi etrafımda çok sıkı bir hava gibi
teneffüs ettim; bu dehşetler bana o kadar yabancı gelmiyor. Çünkü ben genç annemin
ölümünü, yarı deli bir Arap halayığından bütün çıldırtıcı teferruatile
senelerce dinledim; ve saadetlû Raif Paşa hazretlerinin bakır çalığı renginde
bir kütüğe benziyen vücudunu rahat döşeğinde seyrettim. Ayrıca bu korkunç
ölümün, onun etrafında yıllarca nasıl bir ısrarla gezdiğini gözlerimle gördüm.
Artık şimdiden kendi ölümümün şeklini de tahmin edebiliyorum. Çünkü ben, doktorlar
ne derse desinler, onların anladığı şekilde ölmiyeceğim. Ben Raif Paşa
ailesinin ölümile öleceğim. Ve doğrusunu isterseniz, bu ölüm bütün
insanlarınkinden ayrıdır. Onun muhteşem korkuları, eşsiz ürpermelerle dolu
uykusuz geceleri, soğuk ve azaplı terleme saatleri vardır. Ben bu ölümü
yıllarca beraberimde gezdirdim. Uyurken başımın ucunda o bekledi. Uyanmca
etrafımda bana ilk gülen, manzarada benimle ilk konuşan o oldu. Mektepte kitaplarımın
sayfalarını benim için o çevirdi. Ve daha büyük yaşlarda ilk buselerin
lezzetini tadarken, omuzumun üzerinden yine onun üç köşeli başım uzanmış gördüm.
Musul’da, evimizin
sofrasına o, her akşam, bizimle beraber otururdu. Zaten bu koca konağı asıl
dolduran o değil miydi? Ne yetmişlik bir vezir olan dedemin nişanlarla dolu
geniş bir tahtaperdeye benziyen göğsü, ne ihtiyar dadımın gümüş süsleri
dökülmüş bir abanoz çekmeceyi andıran buruşuk ve simsiyah yüzü, ne de kadın,
erkek bir .sürü hizmetçinin bir fısıltıdan ileriye gitmiyen sesleri bu. evi
dolduramazlardı. Onlar gibi ahırlardaki cins Arap atlarımız, kafeslerinde
yekpare bir mevsim yaşıyan acayip renkli kuşlar, hattâ ihtiyar dedemin ellerini
kanatmcaya kadar ısırtmaktan hoşlandığı büyük köpekler bile, bu acayip ve daimî
misafirin yanında bir maske kadar sessiz görünürlerdi. O her vakit görünmez ve
yalnız, kokusundan mevcudiyeti hissedilen eşya gibi, içimizdeki korkusile bize
kendisini hatırlatırdı. Fakat bazan birdenbire bu .sükûtu kırar ve en geniş
sesile konuşmağa başlardı.
İşte o zaman atlar,
yemliklerinde cins ve sinirli başlarını uzatarak tepinmeğe başlarlar,
ceylânlar nârin bar caklarının üstünde titriyerek sokulacak bir köşe ararlar ve
orada o güzel gözlerinden sessizce büyük yaş damlalan akıtırlardı. Kuşlar
kafeslerinde acı acı öterek kanallarını şakırdatırlardı. Ve ben korkudan
mecalsiz, fakat bir meraktan da sadece bir ürperme olan bu ânı tanımak ve
tatmaktan memnun, dedemin veya dadımın boynuna atılarak katıla katıla
ağlardım.
Korku, akşam oldu mu,
evimizi küçük ve tehlikeli bir deniz gibi istilâ ederdi. Onun, annemin öldüğünü
söyledikleri her zaman için kapalı odadan siyah dalgalarla yükseldiğini,
kabarıp büyüyerek etrafımızı aldığını kaç defa gözlerimle gördüm. Bu anlarda
bütün etrafımdaki çehreler, bir enginde raslanan gemi ışıklan gibi uzak ve
gurbetli görünürlerdi. O kadar onları bir daha görmeyi ümit etmezdim.
Kış geceleri benim için
bütün bir ürperme idi. Oturma saatleri sona erip de dadımla odamıza kapanır
kapanmaz, gülünçlüğünü bugün bile söylemeğe kolay kolay dilim varmıyan,
esrarlı bir âyin başlardı. Dadım, elinde büyükçe bir lâmba, başında bilmem
niçin o kadar mufassal ve hacimli sardığı bir yığın sargı, sonraları hiçbir
kitapta veya sofu ağzında tesadüf etmediğim birtakım dualar okuyarak, odayı
köşe bucak dolaşır, her şeyin üstüne eğilip kalkarak, yatak, minder, kanape,
yastık her şeyi yerinden oynatarak okur, üflerdi. Bu duanın kelimeleri o kadar
garip ve yabancı şeylerdir ki odamızın, dadımla beraber gidip gelen büyük
gölgelerle dolu sessizliğine, onlar âdeta bilinmez yıldızlardan getirilmiş
acayip parıltılı, henüz denenmemiş hassalara malik esrarlı taşlar gibi teker
teker düştükçe, benim etrafla olan alâkam yavaş yavaş kesilir; içinde dadımın
petrol lâmbasının ışığıyla pırıl pırıl parlıyan siyah yüzünün, bir gece yarısı
güneşi gibi kımıldadığını, uyku ile uyanıklık arasında, çok defa dışarıdan
gelen en küçük ihsaslara bile açık, bir rüya başlardı. O zaman bütün, o biraz
evvel dinlediğim yabancı tınnetli kelimeler, alışılmamış hecelerden doğan
hüviyetlerinin muhayyelemde büründükleri renk ve kıyafetlerle etrafımı
sararlardı. Bana hiçbir kımıldama ve itiraz hakkı vermiyen çevik hareketlerle
beni geldikleri meçhul âleme, odamıza, esrar ve hassalarını taşıdıkları o
meçhul ve uzak yıldızlara götürmeğe çalışırdı. Ve ben son bir gayretle onların
elinden kurtulup uyandığım zaman dadımı uyumuş bulurdum.
Beni ekseriya bu
gecelerde büyük babamın dışarıda gezinen tok damlalı ayak sesleri uyandırırdı.
Dedem, kızının ölümünden sonra, evin içini istilâ eden vehim yüzünden bir
yerde uyuyamaz olmuştu. Elindeki kuştüyü bir yastığı hemen daima karnının
üstünde tutarak muttasıl odadan odaya dolaşırdı. Zaten gece oldu mu, onun yorulduğu
zaman istediği yerde yatabilmesi için selâmlıktaki sofadan bizim odamıza kadar,
koca evin her tarafına battaniyeler, yastıklar konulurdu. Onun ayak sesleri,
çocukluk senelerimi bir hastalık gibi dört bir yanından saran büyük vehim ve
esrar kaynağıydı. Uzun kış gecelerinde herhangi bir sebeple uyandığım zaman,
uyku ile uyanıklık arasındaki o kısa boşluktan, yattığım odaya ve yaşadığım
zamana ancak onlarla, yahut onları bulamamanın verdiği üzüntüyle dönerdim.
Gitgide bu öyle bir terbiye olmuştu ki, sadece kulağımla uyanırdım,
diyebilirim. Yağmurlu veya rüzgârlı gecelerde bile, etrafımdaki gürültü
içinde, yattığım yerden bu ayak seslerini kalabalık bir caddede kaybedilen bir
dostu arar gibi arar, bulur ve onların vasıtasile dedemi evin herhangi bir
noktasına yerleştirirdim. Çünkü'bu sesler, evin ıssızlığı içinde, karanlık ve
boş gecede parhyan münzevi aydınlıklar, yahut eski kale nöbetçilerinin saat
başlarında yüksek sesle tekrarladıkları parolalar gibi, uzaklıkları,
yakınlıkları ille benim için bütün bir mesafe ölçüsü vazifesini görürlerdi ve
ben onları dinlerken geldikleri istikamete, akislerinin yavaşlığına veya
tokluğuna göre, kendi kendime: «Şimdi annemin odasının önünden geçiyor, kendi
odasına girdi, selâmlık tarafındaki sofadan geliyor, biraz sonra buradadır»
gibi çok defa doğru çıkan tahminler yapar ve ancak ondan sonra, günün ve
düşüncelerimin kervanına tekrar katılırdım. Evet, ancak ondan sonra, o gece
uyumadan önce dinlediğim masal, dedemin bana anlattığı eski muharebe,
İstanbuldan geldiğini, fakat henüz postadan alınmadığını dün akşam sofrada
işittiğim hediyeler, -ki bana ait olanlar hemen daima annem tarafından
gönderildiği için mevcudiyetlerine daima bir meçhul ve esrar cazibesi karışır
ve hayatıma bir servilikte açan çiçekler gibi, bir nevi siyah uçurum korkusile
girerlerdi selâmlıkta ilk defa gördüğüm ve siyah kehribar gibi parlak
sakalından, keskin bakışlarından ürktüğüm misafir, yarın yapacağımız at
gezintisi, yahut beni misafirliğe götürecekleri eşraf evi, saçları altın
dizilenle örülmüş, uzun entarili, ince boyunlu, ihtiyar saray kalfası veya
genç hindi vakarlı, sıkılgan ve yaygaracı küçük kızlar; hemen hepsi
nişanlım olduğunu iddia ederek beni sıkıştıran, okşıyan dolgun göğüslü
tazeler, ve bir yığın orta yaşlı hanım, beni meşgul edebilirdi.
Bunlar gibi, günün her
saatinde tek cümlesini, sert bir ceviz gibi tepemde kıran papağanın daha evvel
yaşadığına kat’iyyetle emin olduğum insan hayatı ile, evin her köşesinde
birkaçına birden tesadüf edilen büyük çay kutularının üzerindeki Japon veya Çin
işi resimleri, bulutlarla yarı örtülü, derinliklerinde hayalî leylekler ve
zümrütankalar dolaşan bir gök altında, uzak ve tepeleri güneşle yaldızlı
dağların çerçevelediği bir manzarada gezinen, yahut mucizeli berraklığı iki üç
ince çizgiye emanet edilmiş bir su başında düşünen, musiki faslı yapan, zarif
çizgili, uzun etekli, kenarı yıldız zırhlı lâcivert veya nar çiçeği renginde
ipek mantolarını giymiş, çekik gözlü, ay ışığı tenli genç kadınlar veya kızlar,
mürakabelerinden hikmetten ziyade aksilik taşan asık yüzlü, seyrek sakallı hakimler,
ellerindeki çay fincanlarından halka halka yükselen dumana bir aşk hâtırası
gibi eğilmiş narin endamlı delikanlılar, uzun firkete, zarif şemsiye,
ayaklara dolaşan etek, ince kayık biçimli pabuç, her nevi saz, ve hepsinin
birden insana verdiği acayip, büyülü bir uzak memleket daüssılası... Velhasıl
çocuk yaşımı dolduran hayal hakikat bin türlü şey ancak ondan sonra hatırıma
gelirdi'.
Çünkü bu ayak
seslerini, her zerresi ayrı ayrı uyuyan bir büyük konakta tek başına dinlemek
ve onlar sustuğu zaman samiamn ötesindeki bir hisle, evin içinde onlarla
beraber yürümek, onların uzak ve yakın akislerde etrafta bulunan her şeyin
perde perde canlandığını, birbirine bin türlü alâka ile birleştiğini duymak
hakikaten korkunç, hakikaten vehimli bir şeydi.
Bu ihtiyar adam hiçbir
şey söylemeden, dudaklarından tek bir şikâyet çıkarmadan, sadece bu bitmez,
tükenmez gezintisile, damlalı ayaklarını sürüye sürüye, bütün evi, bütün
geceyi ıstırabile dolduruyordu.
Bugün aradan uzun
yıllar geçtiği halde bu ayak seslerini, zaman zaman peşinde sürüklediği
vehimler, ürpermeler ve keskin acılarla yine içimde buluyorum. Kimsesiz otel
odalarında, demir karyolalı, yırtık keçeli fakir pansiyonlarda, hattâ şimdi
yatmakta olduğum bu hastane koğuşunda, keskin öksürük nöbetlerinin ve soğuk
terlerin beni uyandırdığı gece saatlerinde, onlar uzun yılların arkasından
yine ziyaretime geliyorlar, etrafımda, kuru yapraklarını ve dallarını
çatırdatan acı ve ölüm ormanı içinde, birdenbire onların aksini nabzımda
saymağa başlıyorum.
O zaman etrafımdaki her
şey değişiyor, bu renksiz duvarlara, geçmiş hayatımla birleşen bir sıcaklık
siniyor, etrafımda dalgın uyuyan veya ıstırapla kıvranan çehrelerin yerini
çocukluk yıllarımın saadetini yapan yüzler alıyor; yıllardır içinde yaşadığım
demir gibi sert kimsesizlik birdenbire yumuşuyor, ve ben rahat rahat akan göz
yaşlarımın arkasında daima solgun ve beyaz bir hayalet gibi bulduğum anamı ve
kısa bir zaman için bana güzelliğin cennetini açan genç ve güzel kadını
görüyorum.
Bu gecelerden birinde
idi. Dedemi yattığım yerden uzun uzadıya takip etmiştim. Onun bütün evi damlalı
ayaklarile dolaştıktan sonra annemin odasına girdiğini biliyordum. Birdenbire
dayanamadım. Anlatılması çok güç bir nevi duygu ile, daha iyisi, insanı
öldürecek kadar kuvvetli bir merhamet duygusu ile yerimden kalktım. İlle onu
görmek, bir şeyler söylemek, hiç olmazsa başımı geniş ve tıknefes göğsüne
dayıyarak ağlamak istiyordum. Yavaş adımlarla ve korka korka annemin odasına
kadar gittim. Odanın kapısı yarı açıktı. Dedem elindeki lâmbayı köşeye koymuş,
kendisi annemin yatağı önünde dizüstü oturmuştu. îlk önce anlıyamadım. Fakat
biraz sonra gördüğüm şeyi bütün ömrümce unutamayacağım. Dedem, yatağın önünde
kucağında tuttuğu bir taş bebeğe ninni söylüyordu. Çok defa sert ve daima
kendisine hâkim olarak işittiğim bu sesin, kendisini yumuşatmağa çalışması
kadar hazin olan pek az şey gördüm. Arasıra ninniyi kesiyor ye bebeğe çocuk
ağzından hitap ediyordu. Bunlar annemin çocukluk lügatinden hafızasında kalmış
kelimelerdi. Bunları söylerken sesinin aldığı inhina hakikaten dayanılmaz
şeydi. Arasıra bir hıçkırıkla bu ses kesiliyor ve başını kızının, yatağına
dayıyarak ağlıyordu. Ben, olduğum yerden, onun geniş omuzlarının sarsıldığını
görüyordum. Daha fazlasına dayanamadım: ben de rahat rahat ağlıyabilmek için
yatağıma gittim.
, Yaz gecelerinin biraz
da o memleketlerin havasından gelen başka türlü bir büyüsü vardı.
Aklı şaşırtan tesadüf
ve imkânlarile bana bir lâhzada her şeyi unutturan masallarda, içtikleri
ilâçların sihrile çeşme lülelerinden süzülüp kaybolan adamlar, konuşan
hayvanlar, şehzadeleri kanatlarında taşıyan zümrütankalar, yer altında mücevher
tavanlı, som altın sütunlu saraylarda göz yaşlarının ineisile gergef işliyen
mahpus kızlar, onları kurtarmağa gelen aptal görünüşlü zeki Keloğlanlar,
hâzinelerin kapısı önünde çöreklenmiş yatan mercan bakışlı yılanlar gelir
giderler, müthiş bir hareket kalabalığı içinde bizimkine hiç benzemiyen
maceralarını yaşarlardı.Dadım bunları anlatırken, birdenbire uykusu basar, son
cümleler birbirine karışır ve sözün akışı gece yolculuklarında ürkerek duran
atların silkinişile. durur ve benim «E., sonra... Sonra ne olmuş?» diye
sorduğum suallere çok defa keskin bir homurtu cevap verirdi. Ben çor cuk
muhayyelemde bu bitmemiş hikâyeyi bir müddet geveledikten sonra, gözlerim bu
memleketlerde büsbütün başka bir revnakla parlıyan büyük yıldızlarda, kahramanları
ben ve annem olduğumuz başka bir masala dalardım.
Annemi hiç görmemiştim. Fakat dadımın ve
bütün ev halkının anlattıkları şeylerle ona kendim için hususî bir çehre
vermiştim. İşte bu masallar, hep onun için dinlediğim şeylerle okuduklarımın
ve gördüklerimin terkibinden yapılmış bu hayalî çehrenin etrafında dönerdi.
Onu kâh mermerden bir yeraltı sarayında, kumral başını beyaz gergefine eğmiş,
muztarip ve sabırsız ağlar tasavvur eder ve bu yeraltı sarayından onu
kurtaracak tılsımı bana öğretecek olan dervişi ve beni o saraya açılan kuyunun
ağzına kadar götürecek esrarlı kuşu beklerdim. Bu kuyunun dibinde siyah ve
beyaz koyunlar vardı. Ben en çirkin ve huysuzu olan siyah koyuna binmeğe
çalışacaktım. Fakat bu, her nedense, daima imkânsız olur, önüme muttasıl beyaz
koyun çıkardı. Ve ben nihayet siyah koyuna bindiğimi zannederken birdenbire
kendimi beyaz koyunun sırtında ve annemin mahpus olduğu saraya giâen yeraltı
yolu yerine onun tam zıddı olan bir yolda, yıldızlar arasındaki korkunç
uçurumları, ağzından köpükler saçan bineğimin sıçrayışlarile geçer görür ve bu
hızın baş döndürücü zevki içinde onu unuttuğumu zannettiğim için muztarip ve
perişan, ne zaman başladığını bilmediğim uykudan silkinerek uyanırdım. Sonra
yine tekrar, fakat bu sefer başka bir şekilde, ayni rüya başlardı. Yine annemi,
dinlediğim masalların diyarında, yüzü sırtındaki gömlekten daha beyaz ve
solgun, uyumuş görürdüm. Karşismda büyük ve siyah bir yılan, gözlerinin
dondurucu parıltısile muttasıl ona bakardı ve bu bakışın soğuk parıltısı, bir
kere karşılaştıktan sonra beni de bırakmadığı için ben de uyuyakalırdım.
Ah, o günahsız yaşta
bana telâfisi kabil olmıyanın azabını tattıran bu rüyalar... Bir daha
göremiyeceğimi bildiğim o memleketlerin sıcak ve aydınlık geceleri... Onları
ağır âhengile dolduran ürpertici sesle, ölümü gizli olduğu bir taraftan
bayıltıcı ve ağır rayihalarını gönderen, gözle görünmez fakat elle tutulacak
kadar yakın bir bahçe yapan durgun ve hüzünlü hava, sonra yıldızlar, irili
ufaklı parıltılarile rüyalarıma dolan yıldızlar ve her sabah uyanmadan önce
onların benim yetim çocuk lıayalim.de aldığı acayip şekil... Kehkeşan cüsseli,
siyah derili, yıldız pullu yılan, annemin boğazına sarılıp öldüren yılan,
evimizin sahibi, düşüncemizin efendisi, bütün bir ev halkına her türlü gündelik
hareketlerden, her geceki rüyalarına varıncıya kadar hespini tâyin ve kabul
ettiren korkunç eser, harikulâde mevcut...
Hakikat şu ki evimizin
âdeta küçük ve ehli bir mitolojisi, nüfuz dairesi ailemizi geçmiyen bir nevi
hususî dini vardı. Yılan bu dinin tek mabudu idi. Bütün hayatımıza tasarruf
eden bu ilâhın kendine göre ibadet tarzları, âyinleri, köşe bucaklara akşam oldu
mu dökülen şerbetlerden ibaret adak ve kurbanları vardı. Dadım bu acayip dinin
bir nevi baş rahibesi, merasimi tanzim ve ona riyaset eden, hâkimi mutlakm
bütün sırlarına âşinâ olduğu her hareketinden belli olan büyük vâkıfı idi.
Dedem, ben ve evin diğer sâkipleri onun bu hususta bir dediğini iki etmiyen saf
âbitlerdik. Bununla beraber, bu din sadece evimize inhisar etmese gerekti.
Çünkü yılda iki üç defa uzak yerlerden geldiği söylenen şeyhler bizde
haftalarca kalırlardı. Bu sırada evimiz, okunmuş sularla baştan aşağı temizlenir,
biz de tütsüler üzerinden geçirilirdik. Ayrıca annemin öldüğü söylenen oda
açılır ve sadece dedemin gözü önünde temizlenirdi. Fakat bu yapılanların
hiçbiri akşam oldu mu, o büyük ve karışık korkunun bütün evi büyük bir kuş gibi
kanatlarının altına almasına mâni olamazdı.
İşin fenası, bütün
bunların dayandığı bir taraf, reddedilmez bir hakikat de vardı: annemi bir
yılan öldürmüştü ve bunu yapmadan önce ona bu felâketi, hattâ daha büyüklerini
haber vermişti. Bu inanılmıyacak kadar garip bir hikâye idi. Annem daha henüz
küçük bir kız denecek yaşlarda iken odasında her yalnız kalışında büyük, siyah
bir yılan, bir türlü bulunmıyan bir delikten çıkarak karşısına gelir,
gözlerini üzerine dikerek onu seyredermiş. Annem onu görür görmez çığlıklar
atar ve yürümeğe dizlerinde takat bulamadığı için olduğu yerde bar yılır
kalırmış. Bütün ev halkının gayretine rağmen hayvan bir türlü yakalanmamış.
Fakat zaman geçtikçe annem de kendisine alışmış ve aralarında bir nevi dostluk
teşekkül etmiş, hemen her gün birkaç saati bu münasebetsiz ve inatçı misafirle
geçermiş. Bu suretle dostluğunu anneme kabul ettiren hayvan yavaş yavaş
geceleri rüyalarına da girmeğe başlamış ve bu devam ettikçe annemde inziva
merakı, sinirlilik, dalgınlık gibi gayritabiî haller baş göstermiş. Dedem bu
can sıkıcı halden kurtulmak için annemi bir müddet dayısı ve annesi ile beraber
İstanbula göndermiş. Çünkü kendisi mabeyinden izin alamadığı için Musuldan
ayrılamiyormuş. O da bu esnada eski evimizi satmış, yerine benim içinde
doğduğum konağı satın almış. Seyahat anneme çok yaramış; gelişmiş,
güzelleşmiş, küçük b-ir çocuk olarak gittiği halde âdeta genç bir kız olarak
dönmüş. Tabiî yılan bu yolculukta onu takip edemediği için görünmez olmuş.
Geceleri de rüyalarına girmemiş. Yalnız bir defa, o yazı geçirdikleri
Rumelihisarmdaki bir akraba yalısında, akşam üstü kapının eşiğinde, eski fikri
sabitine benziyen bir karaltının içeriye kayar gibi olduğunu görmüş ve işin
garibi, ertesi sabah evi temizliyen hizmetçiler yerde, tam onun yattığı odanın
karşısında bir yılan gömleği bulmuşlar, fakat tenbihli oldukları için kendisine
hiçbir şey söylememişler. Aradan iki hafta geçer geçmez annemde bir değişiklik
başlar, neş’esi kaybolur, günlerini bilinmedik bir şey bekler gibi dalgın bir
sessizlik içinde mahzun mahzun geçirir. Ne sandal safalarından, ne araba
gezintilerinden, ne de yeni yeni peydahladığı ve çok sevdiği, yaşıtı olan genç,
kızların sohbetinden lezzet alabilir. Hattâ yeni başladığı tamburu bile
bırakır; daima bir an evvel Musula dönmeleri için yalvarırmış. İlk önce
aldırmazlar, fakat yavaş yavaş bu halin bir nevi melânkoli şeklini aldığını ve
genç kızın hakikaten sararıp solduğunu görünce bir iki doktor ra giderler,
okuturlar, üfletirler ve faydası olmadığım anlayınca ister istemez yola
çıkarlar. Garibi şu ki bu yolculuğun daha ilk gününden itibaren her şey
değişmiş, genç-, kız neş’elenmiş, sıhhati düzelmiş ve bu hal yol boyunca
gittikçe artmış. Hele son günü sevinci hakikî bir vecid. halini almış. Öyle ki
yüzü-saadetten patlıyormuş. Kendilerini bir günlük menzilden, Tellâfer’den
karşılıyan dedem bunu bir sıhhat alâmeti sandığı için son derecede memnun
olmuş ve Nebi Yunus’a geldikleri zaman birkaç kurban birden kestirmiş, hulâsa
dost ve ahbap sevinci içindegenç kız âdeta bir kraliçe gibi karşılanmış. Annem
yeni evi pek beğenmiş ve artık ninem kendisinden ayrılmak istemediği için bir
odada yatmağa başlamışlar. Fakat geldiğinin dahâ haftası geçmeden yılan tekrar
meydana çıkmış. Bu bir ikindi saati imiş, annem haremin avlusunda, havuzun
yanındaki büyük nar ağacının altında oturmuş, bir şey istiyormuş, birdenbire
yılanı karşısında görerek bayılmış. Kendisini oracıkta baygın bulan Gülboy
kadın yıllar sonra bu vak’ayı hiç değişmiyen şu cümlelerle anlatırdı:
«Sanki boğulmaktan
korkuyormuş gibi iki eli boğazında idi. Fakat yüzünde ne bir korku hali, ne de
bayılmalarda görülen o katılık vardı. Ben geldiğim zaman tatlı tatlı, mışıl
mışıl uyuyordu. Kör olasıca da karşısına geçmiş, onu seyrediyordu. Sanki
dersin bir âşık, öyle gözü gözlerinde...»
Yılan onu görünce hiç
telâş göstermeden çekilmiş gitmiş ve biraz sonra genç kız, gerine gerine, âdeta
gülümsiyerek uykudan uyanmış, gördüğü rüyayı anlatmağa başlamış.
O zamana kadar biraz
dedemin ve biraz da ninemin basiretile kendini tutan çeneler bu hâdiseden
itibaren işlemeğe başlar. Vak’a halka mahsus efsanevî tefsirini bulur: yılan
iyi saatte olsunlardandir ve anneme âşıktır ve birdenbire Raif Paşa
hazretlerinin kerimeleri Suphiye Hanım emsalsiz bir masalın kahramanı olur.
«Hele durun, derler, biraz sonra yılan ona asıl kıyafetile de görünür.» Ve
nitekim birkaç gece sonra rüyasında annem bir esmer delikanlı görür, İlk önce
divanhanenin kapısı önünde imiş, arkası dönük olduğu için yüzünü göremiyormuş.
Kimdir bu yabancı delikanlı diye düşünürken birdenbire geriye dönmüş, o zaman
bakışlarını görerek onu tanımış ve uyanmış. Bu rüyayı diğer rüyalar takip eder
ve yılan eskisi gibi annemin gündüz ve gece hayatına hâkim olur. Fakat bu sefer
sıhhatine o kadar tesir etmez, neş’esi, iştahı yerin dedir; denebilir ki
istisna içinde tabiî bir hayat yaşar. Bununla beraber ne de olsa bütün bu olan
biten şeyler dedemin rahatını kaçırır. Artık ağzını bıçak açmaz olur. Bu halin
önüne geçmek için Bağdattan,İstanbuldan doktorlar getirtir. Dostlarile konuşur.
Bütün fikirler bunun alelâde bir isteri vak’ası olduğunda ve önü ancak bir
evlendirme ile alınabileceğinde birleşir. O zaman Musul'da bulunan bildik bir
ailenin tek oğlu bir memurla annemi nişanlarlar, birkaç ay sonra da nikâh ve
düğünün yapılmasına karar verilir. Nişan gecesi Suphiye Hanıma rüyasında
yılan tekrar görünür ve bu nişanı bozmasını, bundan böyle kendisine ait
olduğunu, başka herhangi bir adamla birleşemiyeceğini, buna razı olmıyacağını,
büyük felâketlere sebebiyet vereceğini söyler, hattâ nişanın bozulması için üç
gün mühlet verir. Genç kız ertesi sabah ve üç gün, üç gece ağlar, yalvarır,
yakarır, «bana kıymayın, hayatımla oynuyorsunuz!» diye sızlanır, fakat kimseye
derdini dinletemez. Üçüncü gece yılan tekrar rüyasına girer, fakat bu sefer
mahzun bir delikanlı kıyafetindedir; uzun uzadıya onun yüzüne bakar ve «Artık
beni daha mühim işler olacağı zaman göreceksin» diyerek kaybolur.
Bundan sonra evde
gayritabiî birtakım haller başlar. Bütün ev halkını müthiş bir korku, bir asabiyet
istilâ eder. Akşam oldu mu, herkes korkunç ve bilinmez şeylerin tehdidile
dolu, elektrikli bir hava içinde kendiliğinden titremeğe başlar. Bu hal
hayvanlara bile sirayet eder. Atlar gecenin en umulmaz saatlerinde başlarını
birbirine vererek kişnerler, sabırsızlıkla eşinirler, ahırın kapılarını
zorlarlar, kuşlar, kafeslerine paralayıcı bir hayvan girmiş gibi kanatlarını
şakırdatarak çığlıklar atarlar. Her biri başka bir yerden getirilmiş, dedemin
büyük cins köpekleri bulundukları yerde ulumağa başlarlar, yahut başlarını
kapı altlarına uzatarak etrafı kokladıktan sonra zangır zangır titriyen
vücutlarile kanape altlarına, gölge yerlere ve hattâ o zamana kadar hiç
kendilerile meşgul olmamış adamların ayakları dibine sığınırlar. Dedemin çok
sevdiği bir geyik, bir gece kısa ve şiddetli bir tepinmeden sonra ahırdaki
bölmesinde ölüverir. İhtiyar Abdullah Çavuş, on beş sene sonra bu ölümün
hikâyesini bana anlatırken hâlâ titriyordu. O gecenin büyük bir kısmını bütün
uşaklar atların başında onları okşamakla geçirmişler; geyiğin bulunduğu
bölmenin kapısında bıçak yarası -gibi boynuz izleri varmış.
Fakat en garibi
kedilerde görülür: kedilerimiz birer birer evden kaçarlar. Hattâ o zamana kadar
baş köşedeki minderinden pek az kalkan ve selâmlık tarafına geçtiği dahi
görülmiyen ihtiyar bir Van kedisi bile sırrolur. Gece
yarısı ne olduğu
bilinmiyen gürültüler peydahlanır. Bu, birdenbire evin içinde hemen her yerden
ayni şekilde duyulan bir zangırtı ile başlar ve bir müddet böyle devam
ettikten sonra büyük bir insan çığlığile ve bazan da gayet vâzıh duyulan
hıçkırıklarla bitermiş. Bilhassa selâmlıktaki havuzlu salon ile haremde
annemin odasının altına düşen odanın önünden, gece vakti kimseler geçemez
olmuş, çünkü hemen daima ne olduğu bilinmiyen iniltiler duyulurmuş; sanki evin
içinde, görülmiyen bir yerde, kim olduğu bilinmiyen bir hasta varmış ve
inliyormuş gibi. Ben yıllar sonra bu gürültüleri ve bazan da bu iniltileri
duydum. Bu hakikaten korkunç bir şeydi: gece birdenbire merdivenlerden bir
adam yuvarlanıyormuş gibi bir zangırtı ile uyanır ve saçlarımız dimdik,
korkudan birbirimize bakarak yataklarımıza otururduk. 'Bu gürültülerden kaçmak
beyhude idi. Çünkü onlar sizinle beraber yürürlerdi. Böyle gecelerde dedem,
korkmıyayım diye, hemen odamıza gelir ve yatağıma oturarak beni avutmağa
çalışırdı.
O zamanlar Musuldan
başka bir yere kendisini nakletmeleri için dedem mabeyine istida istida üstüne
yollamış ve her türlü vasıtaya baş vurmuş. Fakat her defasında talebi
reddedilmiş. Şehirde bir üçüncü defa ev değiştirmek de gücüne gittiği için
çaresiz bu üzüntülere -belki bir gün sonu gelir ümidile katlanmağa çalışmış.
Bütün bunlara rağmen
hazırlıklar devam ediyor. Her gün Halepten, İstanbuldan paket paket eşya
geliyor. Evde kadınlar çalışıyor, gelinin çeyizi tamamlanıyordu. Bu'
kalabalığın, gidip gelmenin arasında annem, bütün canlılığı gözlerine çekilmiş
beyaz ve solgun hayalet, kumral saçlarının ağırlığı altında gittikçe küçülen
yüzü ve çenesinin iki yanından ayırmadığı küçük yumruklarının bakir endişesi
ile, her şeye yabancı, kendisini bir kurban yapan talihinden başka her şeye
uzak ve bütün kurbanlar gibi masumluğunun sırrı en küçük ve mânâsız çizgilerine
kadar sinmiş olduğu halde dolaşıyor, terzilere ölçü veriyor, ayni uzak
hüviyetile dikilen şeylerin provasını yapıyor, şakaları, tebrikleri dinliyor,
hiçbir zaman üstünde başkaları gibi sâkin aşkın ve tatmin edici anneliğin
bazlarım tadamiyacağı gelinlik yatağının süslerini tamamlamağa çalışıyor ve
artık tahammül edemiyeceğini anladığı zamanlarda evin nisbeten ıssız bir
köşesine çekilerek, iki eli yüzünde, kendisini ne olduğu bilinmiyen bir rüyaya
bırakıyordu. Fakat artık eskisi gibi yalnız kalmıyordu. İki hizmetçi,
mevcudiyetlerini ellerinden geldiği kadar gizlemek şartile onun peşini
bırakmıyorlardı.
Bütün hazırlık devresi,
yukarıda bahsettiğim haller müstesna olmak üzere, sükûnetle geçmiş, yılan
görünme,diği gibi, rüyalarına da girmemiş. Yalnız nikâh için tespit edilen
günden bir gün evvel, sabahleyin yatakları düzelten hizmetçi kadın, Paşaya siyah
bir yılanın, kızının yastığı altında çöreklenip yatmış olduğunu haber vermiş.
Raif Paşa, senelerdir uzayan bu meseleyi kökünden halletmek ümidile, artık
evden ayırmadığı iki kadiri şeyhi ile beraber kızının odasına giriyor. Hayvanı
yakalıyorlar, her nedense ellerile öldürmiyerek alelacele selâmlık avlusunda
yaktıkları büyük bir ateşe atıyorlar. Sonradan dadımın ve Gülboy kadının bana
anlattıklarına göre, yılan tam bir uykuda değilmiş. Buna rağmen son dakikaya
kadar hiçbir mukavemet göstermemiş. Fakat ateşin içinde büzülüp kavrulacağı
zaman birdenbire dikilmiş, âdeta insanca denecek bir bakışla uzun uzun
baktıktan sonra alevlerin içine kıvrılmış. Tam bu esnada harem tarafında annem,
birdenbire «Eyvah, beni mahvettiniz...» diye haykırarak olduğu yere düşüyor ve
bayılmayı takip eden heyecanlı, korkunç bir humma aylarca onu yatağına çiviliyor.
Bütün hastalığı esnasında hep görmediği öldürme sahnesini sayıklamış, ateşten,
alevden bahsetmiş.
Düğün ancak ertesi sene
olabiliyor. İlk seneler nisbt
bir saadet içinde geçiyor.
Benim doğmamdan birkaç ay sonra, bir bahar akşamı selâmlık kapısını kapatan
Abdullah Çavuş, karanlıkta siyah ve uzun bir şeyin birdenbire evin içine
girdiğini görüyor ve peşinden koşarken ayağı takılarak düşüyor ve tekrar
kalktığı zaman ortalıkta bir şeyler göremiyor. Bana bütün bunları sonradan
anlatanların rivayetine göre ayni akşam, annem yılanı son ölüm ânındaki halile
görüyor, alevler arasından uzanarak sar bit bakışlarile ona bakıyor, tekrar
alevlere giriyor. Annem bu rüyadan büyük bir korku ile uyanıyor, o sabah
Altmköprü taraflarındaki köylerimize gidecek olan babamdan, bu yolculuktan
vazgeçmesi için ısrar ediyor, fakat bir türlü dinletemiyor. Bir hafta sonra,
bir sabah vakti, eve babamın bir at sırtında cesedini getiriyorlar. Yüzü, gözü
şiş ve bere içinde tanınmaz bir halde imiş. Vak’a şöyle oluyor: dönüşte âdeta
kuru denebilecek bir sel yatağından geçerlerken birdenbire büyük bir gürültü
duymuşlar ve dağ gibi bir su kütlesinin taş, ot, ağaç., ne varsa hepsini
sürükliyerek kendilerine doğru geldiğini gölmüşler. Atlılardan bir kısmı beş on
adım ileride derenin en geniş yerinden karşı kıyıya, geridekiler de bir solukta
geldikleri tarafa doğru seğirtmişler. Yalnız babam bir türlü atını idare
edememiş; selden kaçacağı yerde önünde at koşuvermiş ve buna rağmen tam kıyıya
çıkacağı sırada atı birdenbire ürkerek şahlanmış ve devrilen binicisini de
beraber sürükliyerek suların içine dalmış. Arkadaşları babamın cesedini bütün
gün aradıktan sonra hâdisenin geçtiği yerden bir saat kadar uzakta, bir kaya
parçası ile suların sürüklediği bir kütüğün arasında ve bir yığın balçık ve saz
içinde gömülü bulmuşlar. Zavallı babam! Onun hakkında bu korkunç ölümünden
başka hemen hiçbir şey bilmiyorum.
Vak’a esnasında beraber
olanların bir türlü anlamadıkları şey, iyi bir binici olan babamın birdenbire
böyle şaşırması, atını idare edemiyerek kendini sulara kaptırmaşıydı. Fakat
hizmetçilerden birçoğu, bu işler olup biterken siyah bir yılanın sahilde ok
gibi süratle koştuğunu, ve atın tam kıyıya çıkacağı zaman birdenbire karşısında
dikilip onu ürküttüğünü, böylelikle felâkete sebep olduğunu anlattılar.
Annem bu felâketi hiç
umulmadık bir sükûnetle karşılamış. Fakat ondan sonra büsbütün sessizleşmiş.
Evin içinde bir gölge gibi dolaşırmış. Dedemle ninem saatlerce uğraştıkları
halde ağzından bir çift söz alamazlarmış. Bu, iki sene kadar böyle sürmüş, evde
neş’e namına bir şey kalmamış. Sonra yavaş yavaş açılmış,giyinip kuşanmağa,
gülüp söylemeğe başlamış, yine babasının biricik sevgili kızı olmuş. O zamana
kadar beni görmekten pek hoşlanmadığı halde bu sefer odasında yatmamı istemiş
ve artık bana ait işleri tek başına görmeğe başlamış. Bununla beraber yalnız
kaldığı zamanlarda başını iki elinin arasına alıp derin derin düşünürmüş. Ev
halkını asıl korkutan tarafı bu düşünmekten ziyade uzun dalgınlık anlarından
sonraki terlemeleri imiş. Böyle zamanlarda gözleri çok korkunç şeyler
görüyormuş gibi alabildiğine büyür, dudakları kısılır ve elleri rasgeidiği
eşyanın üzerinde kilitlenirmiş. Kendisine «Ne oluyorsun, ne var?» diye
soranlara «Ben de bilmiyorum, gözüme fena şeyler görünüyor.» diye cevap verir
ve sonra beni nerede isem aratıp buldurarak uzun uzun öpmeğe başlarmış.
Babamın ölümünden tam üç
sene sonra bir akşam üstü annemi odasında ölü buluyorlar. Bu güzel bir yaz günü
imiş. Bütün gün aşağıda, havuz başında herkesle oturup eğlendikten sonra biraz
dinlenmek için yukarıya,, odasına çıkıyor ve bir daha inmiyor. Yemek zamanı gelince
onu çağırmağa giden hizmetçi kız, gördüğü şeyin dehşetinden dili tutulmuş, iki
gözü iki çeşme aşağıya iniyor.. Bir feryat içinde herkes yukarıya fırlıyor.
Annem aynanın karşısında, yerde upuzun yatıyormuş; boynundabüyük ve siyah bir
yılan, bir gemi direğine sarılmış halatlar gibi sımsıkı ve ağır halkalarla
sarılmış,' başı dimdik, iki ateş damlasına benziyen gözlerde gelenlere bakıyormuş.
İşin garip tarafı, sahnenin korkunçluğuna rağmen ölünün yüzünde hiçbir dehşet
alâmeti yokmuş. Hattâ dudaklarında küçük bir kıvrım âdeta mesut bir tebessümle
gülüyor hissini bile veriyormuş. Göğsünün üstünde küçük bir bere yılanın
ısırdığı yermiş; ve yılan, etrafın telâşesi arasında hiç kimse görmeden
çekilip gitmiş.
Bu felâkete ninem ancak
bir yıl tahammül edebilmiş ve ben dedemle yalnız kalmışım. Ne annemi, ne de
ninemi iyice tanıyabilirdim. Bu sonuncudan bende kalan tek hayal, Yunus
İlâhileri okuyarak ağlıyan ihtiyarbir kadın hayalidir; bir de sonraları, evdeki
hizmetçilerin ağzından sık sık dinlediğim bir türkü bilirim. Beyaz başörtüsü,
ağır kumaşlardan entarisi, teşbihi, seccadesi, velhasıl bugün bende onun
hayalini vücuda getiren bir yığın teferruat, tıpkı bu türkü gibi sonraları
etraftan dinlediğim şeylerin zihnimde kalan izleridir.
İki üç ihtiyar kadının
arasında geçen çocukluğum daha ziyade bu üç ölüye ithaf edilmiş gibiydi. Her
vesile ile bana onları anlattılar; hakikatte evimizde asıl yaşıyanlar onlardı;
ne benim, ne dadımın, ne de evdekilerin kendimize mahsus bir hayatımız pek
yoktu. Buna sebep dedemin, kızının ölümünden sonra düştüğü vehimli kederdi. Ne
ölenleri, ne de bu ölümün fecaatini unutabiliyordu. Bu sonuncusu büyük
tehdidile onu âdeta büyülemişti. Bütün neş’esini, yaşamak iradesini
kaybetmişti. Ben bile onu ancak şöyle böyle, bu üstüste ölümlerin hâtırası
altından alâkadar edebiliyordum. Pek az konuşur ve daha az gülerdi. Ve bu gülüş
çok defa yaşıyan bir adamın gülüşüne benzemezdi; bir neş’eden ziyade, neş’enin
hâtırası gibiydi. Garip ve dalgın bir sükûnet içinde daima heybetli, daima
karanlık, daima mustarip ve sadece hâliralardan, vehimden ibaret bir hayatı vardı.
Gece sabaha kadar gezinir, ancak sabah vakti şöyle yatağına uzanırdı; bir
baygınlığa uyku denebilirse onun böylece geçirdiği iki üç saatlik bir dinlenme
zamanı vardı.
Anlatıldığı zaman daha ziyade bir kâbusa
benziyen bu hayat Meşrutiyetin ilânına kadar böylece devam etti. .Meşrutiyetin
ilânı ve İstanbula gidebilmek imkânı bile dedemi pek sevindirmedi. Halbuki bu,
Meşrutiyetin ilânı değil, menfa hayatının bitişi, evin içinde hakikî bir mesele
olmuştu. Şehirde kopardığı acayip ve gürültülü fırtınanın tam aksine olarak,
ev halkı günlerce başbaşa verip gizli gizli konuştular. İstanbula gidilip
gidilmiyeceğini münakaşa ettiler. Kimisi paşanın bu evden ayrılamayacağını,
kimisi sevgili kızı ile karısını gurbette bırakıp gidemiyeceğini iddia ediyor,
bazısı düpedüz gitmenin aleyhinde bulunuyor, onu ölülere karşı bir nevi
vefasızlık addediyor, bir kısmı da yavaşça bana bakarak «Kalırsa yazık olur,
bu çocuk da harap olur» diye yazıklanıyordu. Hattâ dadımla beraber bu fikri
paşaya açıktan açığa soyliyenler bile olmuştu. O günlerde dedemin hali büsbütün
acayipleşmişti. Kararsızlık ve ıstırap, yüzünden okunuyordu. Sık sık benim
bulunduğum yerlere geliyor, benimle konuşuyor, yahut beni yanma çağırıyor,
sonra bir vesile ile odasına kapanıyordu. O zamanlar ben de on üç, on dört
yaşlarında idim. Gitmek düşüncesi muhayyelerni gıcıklıyordu. Evvelâ İstanbulu
görecektim; ondan o kadar bahsedilmişti ki... Sonra yolculuğun kendisi vardı.
Bu değişikliği istiyordum. Etrafımdaki sıkıcı rüyadan kurtulacaktım.
Yaşadığımız hayatın acayipliğini çocuk zihnim yavaş yavaş farketmeğe
başlamıştı. Bütün bu fısıltılar, bu tütsüler, görmediğim ölülere sabah akşam
dörkülen bu göz yaşları, evin içini altüst eden ve beni o yaşıma rağmen bir
kedi yavrusu gibi rasgeldiğimin eteği dibine sokulmağa, oracığa sinmeğe mecbur
eden o sebebi bilinmez gürültüler, dedemin gece dolaşmaları, bütün gün sağdan
soldan işittiğim ölüm hikâyeleri, velhasıl içinde yaşadığım karanlık harikulade
beni bıktırmıştı. Kendimi kötü bir masalda mahpusum sanıyordum. Başka insanlara
benzememekten daha korkunç ne olabilirdi? Mektebe ilk başladığım gün çocuklar
etrafımdan: «Yılanlı evin çocuğu geldi..» diye kaçmışlardı. Günlerce
etrafımdaki yalnızlığın teşkil ettiği görünmez kafesi içinde mahpus olan bir
başka cinsten bir hayvan gibi bana uzaktan dikkat ettiler. Dedeme olan
saygısına rağmen, bu çeknime ve merak, hocamızda da vardı. O da bana her fırsat
buldukça garip garip bakar, bendeki harikulâdeyi başını sallıyarak taaccüple,
merhametle seyrederdi; her hali, bana sırrına erilmez kudretlerin biçare bir
mağduru olduğumu hatırlatıyordu. Ben, kendi hayatlarını serbestçe yaşıyan bu
insanlar arasında, talihini alnında gezdiren garip bir mahlûktum; sade talihim
değil, ölümüm bile ahumda böylece yazılıydı. Bunu bilmeleri beni kendilerinden
ayırmaları için kâfi geliyordu. Bu ayrılık arasından, onun şuuru ile, benim
her şeyim onlara bir hayret mevzuu oluyordu. Konuşmam, gülmem, ders çalışmam,
oynamam arkadaşlarım için mühim ve garip, gerçekten üzerinde durulacak
meselelerdi. Hiç unutmam, mektebe geldiğimin üçüncü günüydü; teneffüse çıkar
çıkmaz, yanımdaki çocuğa beraberce oynamamızı teklif etmiştim. Bana: «Oynayıp
ne yapacağız? Sen bize yılanı anlat» dedi. Gözünde parlıyan hain ve meraklı
iştah beni az kaldı çıldırtacaktı. O gün yeni arkadaşlarımla ilk kavgamı yatım.
Garibi şu. ki nihayet öbürlerine benzemek için yaptığım bu iş bile bir yığın
tefsire yol vermişti. İki hafta sonra evde bu kavganın hikâyesini hakikî bir
isteri vak’ası şeklinde dinledim: kendimden geçmişim, ağzım köpük içindeymiş,,
tırnaklarımı çocuğun yüzünden dakikalarca alamamışlar.„ filân. Bununla beraber
bu kavga, daha iyisi, attığım birkaç tokat, arkadaşlarımla münasebetimi biraz
düzeltir gibi oldu. Bütün bunlara rağmen, doğrusu istenirse, mektebi çok
severdim. Her şeyden evvel evin içini dolduran
kadın
kalabalığından orada kurtulurdum. Sonra bütün kalabalık bağırıp
çağırabiliyordu. Alçak sesle konuşan pek azdı ve ben buna bayılıyordum. Çok
defa bahçede bir kenara çekilir, bir dağ büyüklüğünde bir arı kovanından ancak
çıkabilecek bu uğultuyu arapça, kürtçe, türkçe en galiz küfürlerin birbirine karıştığı bu
çığırtkan yaygarayı lezzetle dinlerdim. O bir anda canlı, renkli ve sihirli
bir Babil Kulesi gibi vahşi, zalim ve anlaşılmaz, etrafımda yükseldikçe dört
bir tarafımda sıcak hayat kaynıyor sanırdım.
Bu, üç sınıfı birden
büyükçe bir mustatile sığdırılmış bir itipdaî mektebi idi. Her sınıfın ayrı
hocası vardı ve bölmelerde talebelerine ders verirlerdi. Bir mezarlıkla bitişik
geniş, ağaçsız bahçesinin biraz ötesinden Dicle geçerdi. İyi havalarda bizim
gürültümüze, sahilde çamaşır yıkayan kadınların, kirli çamaşırları taşta
döverlerken çıkardıkları ses karışırdı. Bazan, bahar başlangıçlarında, Dicle
kabarır, âdeta mektebe girecek kadar büyürdü, sonra sular biraz çekilince
çamurlu arazide kendi kendine bir yığın nerkis açardı. Bütün derslerimiz bu
nerkislerin ağır ve bayıltıcı kokuları arasında geçerdi. Bazan büyük
yağmurlardan sonra teşrinden sonra hemen sık sık sel gelirdi. Suya her zamanki
kabarıklığından fazla bir şey ilâve etmezdi, fakat dağlardan söktüğü bir yığın
ot, dallı budaklı küçük ağaç parçalan ve mevsimine göre son bostan mahsulleri
nehrin yüzünü âdeta kaplardı. Böyle zamanlarda fakir halk, suda yüzen şeyleri
kurtarmak için, kıyıya üşüşürdü.
Benim en büyük
zevklerimden biri de Musul’u karşı tarafa bağlıyan köprünün ahşap kısmının
sular kabarınca kaldırılması, suyun bir dev gibi köprü taşlarının üzerinden
atlıyarak akmasiydı. O zaman insanlar bir taraftan öbür tarafa «küfe» lerle geçerlerdi.
Sonra sular durulur, küçük bir adacık tekrar meydana çıkar ve birkaç gün içinde
zümrüt gibi yeşerirdi. Bütün bunlardan ayrılmak benim için bir ıstıraptı. Fakat
yine gitmeyi, her şeyi bırakıp gitmeyi istiyordum.
Nihayet gitmeğe karar verildi. Teşrinievvel
ortalarına doğru idi. Dedem bir akşam beni selâmlığa çağırttı. Onu büyük odada
aşağı yukarı gezer buldum. Beni görür görmez «Gel, dedi, karar verdim, bu hafta
İstanbula gidiyoruz...» Sevincimden ne diyeceğimi bilmiyordum; boğazıma
birdenbire bir şey tıkanmıştı. O devam etti: «Senin istikbalini düşünmemiz
lâzım. Burada biraz daha kalınsan, bize baka baka sen de çıldırırsın. Gider,
gitmez seni Galatasaraya vereceğim... Sen olmasaydın ben buradan
ayrılmazdım...» Gözleri dolu dolu idi ve hemen ağlıyacakmış gibi titriyordu.
Belli ki kızını, karısını düşünüyordu. Fakat ben onun ıstırabile alâkadar
değildim. Hattâ benimle konuşurken her zaman yaptığı gibi kulağımı sıkarken,
-iki parmağının arasında kulağımı tuhaf bir ufalayışı vardıcanımı fazla acıttığının
bile farkında değildim. Sadece gideceğimizi biliyordum. Dalgın ders saatlerinde
oturduğum yerden seyrettiğim şose yolunun küçük bir parçası gözümün
önünde sonsuzluğa doğru uzanıyordu. Dedem istikbalden bahsederken bu yolun bir
ucunda birdenbire acayip bir parıltı belirdi. Galatasaray kelimesi ağzından
çıkar çıkmaz, birkaç gün evvel ziyaretine gittiğimiz Nebi Yunus’un türbesine
benzer bir yerde kadiri şeyhleri zikretmeğe başladılar ve ben birbiri
arkasından geçen bu üç hayalde görgüsüz çocuk kafamın unsurlarile
kendime garip bir hayat yaptım. O hâlâ, devam ediyordu: «Hem sade senin için
değil... Burada kalırsak eskisi gibi yaşamamıza imkân yok. Kabahat benim; işler
altüst olmuş, her şeyi yüzüstü bırakmışım. Ben bu kadar olduğunu
bilmiyordum.» İşler altüst olmuş... Farkında olmadan dadımın daima karmakarışık
olan sandığını hatırladım. «Erazimizi satmak üzereyim. Ev zaten çoktan rehinde
idi, kurtarabileceğimizle gideceğiz... Seni Galatasaraya vereceğiz, dadınla
Gülboy kadını götüreceğim, ötekileri savarız, Ahmet Ağa da gelecek.
Erenköyündeki Köşke yerleşiriz. Hısım, akraba, mekteple sen de insan içine karışmış
oluruz.» Tekrar benim çocuk kafam için hakikî hayatın mucizeli terkibi olan
çığırtkan yaygaradan, bağırtıdan, küfürden, yanındaki ile beş kilometre uzakta
imiş gibi yüksek sesle konuşmaktan teşekkül eden o acayip kule kuruldu. Nihayet
dedem sözünü bitirdi: «İnşallah o güne kadar bir felâket olmaz da...» Ve bana
muhakkak bir felâketten kurtarılması istenen bir şeye bakar gibi garip, uzun uzun
baktı ve ben bu bakışla onun sözlerini dinlerken uçtuğum yerlerden toprağa
indim. Zavallı dedem ağlıyordu.
O akşam yemeğimizi iki
erkek selâmlıkta başbaşa yedik.
Dedem gitme kararını
verdikten sonra yerinde dura;maz olmuştu. Mümkün olsa hemen bir iki
gün içinde her şeyi satıp savıp gidecektik. Fakat işler istediği gibi olmuyor,
borçlular bir yığın güçlük çıkarıyor, araziyi alacak olanlar her gün yeni bir
pazarlığa girişiyorlar, tam gününde ortadan kayboluyorlardı. Onun için hareket
günü birbiri üstüne geçiyordu. Her günün sonunda dedem bana izahat veriyordu:
«Senetler kaybolmuş, yenisini çıkarttık. Allah belâsını versin, alırken vakıf
olduğunu düşünmemiştim.. Satmak şöyle dursun, yirmi senelik kira istiyorlar...
O Hacı Abdullah meğer dünyanın en namussuz adamı imiş, hep yalanlar söylermiş
de ben bilmezmişim..» Ve Hacı Abdullahm namussuzluğu hiddetle yere atılan
kehribar ağızlıkta; yahut dedemin elinde o anda neden bulunduğunu hiç
bilmediğim savatlı bir Hint kupasında cezasını çekiyordu.
Nihayet son işler de
bitti. Bir çarşamba akşamı dedem bana, ertesi gün, ikindiye doğru, sabahleyin
erkenden yola çıkacağımızı, arabaların tutulduğunu müjdeledi. «Birkaç gün
sonra, Allah izin verirse, İstanbuldayız...» O' akşam geç vakte kadar ondan
İstanbulu dinledim..
Heyhat, zavallı dedem,
o kadar yorularak ve o kadar acemice hazırlandığı bu seyahat için, evinin
eşiğinden bile atlaması nasip değilmiş: ertesi sabah, tam arabaya binmek için
onun aşağıya inmesini beklediğimiz bir anda yukarıdan bir çığlık koptu. Hep birden
koşuştuk ve dedemi yerde, iki halı denginin arasında, cansız yatıyor bulduk.
Vücudu kütük gibi şişmişti, yüzü mosmordu.
îstanbula, dedemin
kararlaştırdığı zamandan epeyce sonra, beni almak için Musula gelen bir akraba
He gidebildim. Bu geliş, dedemle beraber hülyasını kurduğumuz yolculuğa hiç
benzemedi. Bu felâket beni büsbütün harap etmişti. Tam kurtulacağımı sandığım
bir zamanda tekrar bin türlü vehmin pençesine düşmüştüm. Gölgesinde yaşamağa
alıştığım ihtiyar çınar devrilmişti. İskenderundan vapura yarı hasta binmiştim.
Humma vapurda arttı ve ben îstanbula çıktığım zaman kendimden habersizdim.
Sonradan, beni annemin teyzesinin evine götürdüklerini, günlerce dalgın ve ateş
içinde yattığımı öğrendim'. Kendime geldiğim zaman ilk işittiğim sözler şunlardı:
— Eniştemi bilmez
misin, ayol? Daha Musula gönderilmeden yarı deliydi, gitmiş, o yılanlı evde
oturmuş. Ahmet Ağanın söylediğine göre kıyıda bucakta hep yılan varmış... Az
kalsın zavallıyı da kendisine benzetecekmiş. Baksana, ne kadar cılız... Hiç
yaşının adamı görünüyor mu?
Gözlerimi daha ışığa
açmadan dinlediğim bu sözler bana, birdenbire, geçen senelerimin korkunç bir
izahı gibi geldi. İçimde bilmediğim bir şeyin koptuğunu hissettim. Demek dedem
deliydi? Demek bütün o korkular, o üzüntüler... Gözlerimi açıp etrafıma
bakacak, biraz su istiyer cek, ağrılarımdan şikâyet edecek, saati ve havayı
soracak, günlerdenberi mevcudiyetleri bir perde arkasından duyulan şeyler
gibi, yüzlerini görmeden etrafımda dolaştıklarını, şefkatlerini hissettiğim bu
insanları görmeğe çalışacaktım. Fakat bu sözler beni bundan menetti. Garip bir
boşalma hissi içinde onlarla karşı karşıya gelmekten korktum. Hayatıma
tuttukları aydınlık o kadar çiy ve zalimdi -ki, onlara düşman olmak istiyordum.
Evet, yaşadığım hayat korkunç ve delice bir şeydi, bütün hâdiseler, bu yıkım
ağırdı. Bu mukadderi bir zincir gibi boynumda taşımak delilikti. Fakat ben ona
alışmış, onun içinde büyümüştüm. O fısıltılar, o dualar, o korkular, dadımın
uykusunda sayıklamaları, dedemin gece gezintileri, bütün bu karanlık şeylerin
içinde ben kendimi bulmuştum. Şimdi bu geceyi hiçbir şeyi izah etmiyen zalim
bir aydınlıkla dağıtıyorlardı. Birdenbire içimde maziye, iki ay evvel bırakıp
gitmeyi çıldırasıya arzu ettiğim o şeylere karşı büyük, öldüresi bir hasret
kabardı. Birdenbire evimizi özr ledim. Harem kısmının avlusunda, küçük bir
havuzun başında, her yaz, yakut renkli çiçeklerini açan nar ağacı gözlerimin
önünde canlandı. Tekrar onun dibinde, onun havuzun berrak sularına düşen
gölgesini seyrede ede hülyalara dalmak istiyordum.
Hayır, burada her şeye bu kadar basit bir
gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecekti. Bunlar için ölüm,
hayat, günün her hâdisesi, saadetler ve felâketler o kadar tabiî şeylerdi
ki... Halbuki ben bütün bir masalı olan bir adamdım. İşte İstanbulla ilk
temasım bu duygular oldu. Galatasarayı, derslerimi, hocalarımı, yeni
arkadaşlarımı, teyzemi ve eniştemi hep bu dâüssıla? nm arkasından gördüm. Onun
hüznünde tanıdım, tattım. En ufak vesile beni onların dünyasından kaçmağa davet
ediyordu. Bu sakin, rahat geceler, hiçbir ürpermesi olmıyan bu dümdüz gözler
beni sıkıyordu. Dalgın ve sinirli oldum. Vakıâ çalışıyordum, fakat bu, bir
vazife hissinden veya yetişmek arzusundan ziyade, yaşadığım hayatın tatsızlığından
kaçmak içindi.
Bununla beraber teyzemin basit, fakat
müsbet kafası benim için hayırlı oldu. Torunları Hacerden başka kimiseler!
yoktu. Beni evlât gibi benimsediler. Dadım Musulda kalmayı tercih etmiş, Ahmet
Ağa İzmit civarındaki köyüne, kardeşinin yanma çekilmişti. Hulâsa eski bir vali
olan eniştemin Fatihteki evinde eskiyi benimle hatırlıyacak kimse kalmamıştı.
İster istemez onların
dünyasına uymağa mecbur oldum. Yavaş yavaş sıhhatim yerine geldi. Neşeli,
gürbüz bir çocuk oldum. Hacerle aramızda iyi bir arkadaşlık başladı. Uzun
münakaşalardan sonra benden kaçmamasına karar vermişlerdi. Haftada bir kere eve
tambur hocası geliyordu. Uzun tereddütlerden sonra ben de tambur* öğrenmeğe karar
verdim. Ders günlerini perşembe akşamına çevirdik.
Zavallı Hacer, eniştem
.gibi onu da Umumî Harpte ■kaybettik.
Şimdi bu sayfalan
yazarken hayatımı düşünüyorum ve onun bir ölüm hikâyesinden başka bir şey
olmadığını anlıyorum. Bütün hayatım boyunca onu yanıbaşımda gördüm.
Saatlerimi karanlık bir kumaş gibi o dokudu, çocukluğumu usta bir kuyumcu gibi
o işledi, gençliğimi bir mimar gibi o kurdu. O hayatıma, kudretinden hiçbir şey
kaybetmemek şartile kıyafetini değiştiren zalim bir hükümdar gibi girmiş, her
şeyi altüst etmiş, yakmış, yıkmış, koca evi söndürmüş ve yıllarca geceleri
yastığımın altında beraber uyuduktan, gündüzleri kıvrak bir su gibi önümde
kayıp dolaştıktan sonra, günün birinde iki halı dengi arasında mosmor, cansız
yatan bir ihtiyarın ayakları ucuna, tül gibi ince nakışlı bir yılan gömleğini
bırakarak gitmişti.
Gençliğimde ise onu bin
türlü şeklinde, fakat hep ayr ni yıkıcı vasfında, bütün hayata
hükmederken gördüm. Vakıâ bu sefer, masal yüzünü bırakmıştı; altında gizlendiği
şeyin ne olduğunu, hangi maskeye büründüğünü ifşa etmeden hüküm sürüyordu.
Fakat ben bir kere onun terbiyesinden geçmiştim; repertuvarmm ve sanatının
sırrını öğrenmiş bulunuyordum. Onu her gördüğüm yerde tanıdım ve dünyamızda
nasıl saltanat sürdüğünü gördüm. Balkan fecaatleri, Umumî Harbin sefaleti, yedi
cephede girişilmiş savaş, hep onun, bu zalim ve 'kanlı meleğin üstüste
takınmış olduğu çehrelerdi. Perşembe akşamları Galatasaraydan çıkıp teyzemin
evine geldiğim zaman onun, gittikçe harap ve sefil bir çehre alan bu mahallede,
geçtiğim yollarda olduğu gibi, her kapının eşiğinde, her pencerenin önünde
nasıl beklediğini; küçük mescitli, cılız, aşmalı, yıkık • çeşmeli, geceleri
yalnızlığını bir havagazı lâmbasının ancak ürpertebildiği sokaklarda nasıl
dolaştığını; Faust’un gözlerini kör eden tasa gibi en ince delikten nasıl
içerilere doğru süzüldüğünü görüyordum. Teyzemin daima biraz daha solgunlaşan
yüzünde, kocasının gittikçe küçülen omuzlarında, torunları Hacerin bakışlarında
hep o vardı. Geceleyin sokaktan geçen bekçinin ayak sesi ve taşlarda saati
sayan sopası onu söylüyor, sisli gece yarılarında Halice giren, vapurların acı
çığlıkları onu yayıyordu. Bunun gibi, akşam üstleri eski İstanbul sokaklarında
öteberi satan satıcıların sesleri de onun türküleriydi.
Nihayet bu dört
taraftan işittiğim ses, bir gün bizim evimizde üstüste ve en yüksek perdeden
konuştu: Hacer veremden öldü, arkasından eniştem gitti. Ömründe bir •kere
mutfak masrafını hesap etmemiş olan bu cömert, şık ve kibar İstanbul
efendisinin yatağı altından, odasında gizlice kemirmek için geceleri, evde el
ayak çekildikten sonra, mutfaktan çaldığı birkaç kahve şekeri çıkmıştı.
Harbin ikinci senesinde
Talimgaha gittim ve ondan sonra üstüste birkaç cephede bulundum. Ölüm dört bir
taraf muzdaydı; bazan koynumuza sokuluyor, derilerimiz birbirine dokunuyordu,
ve hemen daima, hiç olmazsa göz, göze bakışıyorduk. Bununla beraber
korkmuyordum. Bu haşin, zalim, ah ve iniltili kanlı ölümü, insanı bir lâhzada
bir kemik ve et yığını haline getiren, yahut genç ve dinç bir vücuttan toprakta
ancak kimıldanabilen bir mahlûk, renksiz bir yığın, çarpık ve eksik bir mevcut
yapan bu. ölümü öbürlerine tercih ediyordum. Onu herkesle beraber görüyor,
takip ediyor, çıkardığı seslerden geçtiği tarafı, yıktığı, kasıp kavurduğu
yeri bulabiliyordum. Bunun gibi açlık ve sefaletten de rahatsız değildim. Yavaş
yavaş bir imtihan, bir nevi yüksek bir tecrübe fikri bende yerleşmişti. Bu
kanaatla yürüyor, geziyor, emir alıyor, itaat ediyor, aç yatıyor; yorgun ve
uykusuz kalıyordum. Geniş ve büyük bir mekanizmanın bir çivisi olmanın verdiği
bir nevi rahatlık içinde kaderin son sözünü söylemesini bekliyordum. Ölümü bu
kadar yakından tecrübe etmek insan için başka türlü bir terbiye oluyor. Hele
benim gibi sinirlilerde... Bu kelimeyi o zamanki düşünüşümle söylüyorum. O
zaman kendimi herkes gibi, ben de, bir nevi irsî isterinin kurbanı gibi
görüyordum. Şimdi bu isteriyi açık havada ve en keskin mânasında bir hareketin
içinde tedavi ediyordum.
Şüphesiz herkes gibi
ben de etrafımdaki sefaletten muztariptim. Muhaceretler, hastalıklar, açlık,
harap ' olmuş şehirler, her nevi ve her şeklinde bütün bir haraplık beni de
zaman zaman affedilmez bir hatâ, nefse karşı işlenmiş bir günah gibi, garip
bir ıstırap, tarifi güç bir azap kompleksi içinde bırakıyordu. Fakat buna
rağmen bir ümidimiz vardı: Balkan felâketinin yıkıntısı tamir edilebilecek gibi
geliyordu. O kadar güzel, o kadar muhteşem şeyler kaybedilmiş ve bu yıkıntının
üzerinden »o kadar az zaman geçmişti ki... Onlar, dünün hâkimiyeti ve
terkedilen bu vatan, âdeta elimizi uzatarak tekrar yakalıyacakmışız gibi yakında
duruyordu. Hemen bütün nesil bunun peşinde, uzayıp giden bir ihtizara son
vermek azmindeydi. Yorgunduk, haraptık, fakat büyük bir işin humması
içindeydik. Meyus değildik. Bizi yalnız bir tek şey kurtarabilirdi: kurduğumuz
hülyaların, ümitlerimizin iflâsı.
Mütareke haberini
îstanbulda, bir hastanede aldım. Yaralarım kapanalı epeyce olmuştu. Birkaç güne
kadar çıkacaktım. O kadar büyük şeylerden, muhteşem ümitlerden artakalmış
olmanın, kendi kendisini bir rüyanın artığı hissetmenin verdiği hüzünle ölmüş olmayı
tercih ediyordum.
Bu kadar gayret,
fedakârlık, ıstıraptan sonra, birdenbire, her şeyin bittiği düşüncesine
alışmak lâzım geliyordu. Bununla beraber bir facia kapanmıştı. Eski ümit
ağacı, hain bir ısrarla yeni çiçekler açmak istiyordu. Tatlı bir sonbahar
güneşi hastanenin penceresinden içeriye kütle halinde düşüyor ve her şeye
rağmen güzel olan hayatı söylüyordu. Bir yangından, mutlak bir felâketten, bir
deniz kazasından kurtulmuş olmanın verdiği ürperme içinde, bu yaşama şuuru,
şimdi yeni imkânlar arıyordu. Fakat ben kendimde, onun bu davetini kabul
edecek, ona koşacak kuvvet bulamıyordum. İçimde çok korkulu bir ıstırap fikri
ancak, kımıldanabiliyordu. Yattığım yerden, aldığım haberin darbesi altında
sersem ve perişan, hiçbir yarını düşünmemek istiyordum. Binlerce defa hayatın
ve ölümün çemberinden geçtikten sonra, beklediği ve hasretini çektiği mutlak
sükûn yerine kendisini tekrar dünyâda, tanılmış ve sevilmiş şeylerin ortasında
gören ve ümidin, ıstırabın, malik olmak emelinin, kaybetmek korkusunun bin
türlü arzu ve ihtirasın, yeniden ve bütün iradesine rağmen, içinde bir hattı
üstüva nebatı gibi büyüdüğünü, bir kovan gibi uğuldadığını, kanını kırbaçlar
dığını, adalelerini gerdiğini, nabzının ritmini idare ettiğini hisseden ve bu
hisle beraber bu tecrübenin sonuna kadar yahut bir sonsuzluğa kadar böylece
devam edeceği şuuru kendisinde büyüyen bir budiste benziyordum; nasıl bu
şuurun aksülâmelile geçmiş hayat tecrübelerinin acılarını, beyhude
yorgunluklarını bir anda hatırlarsa bende de aldığım haberin aksülâmelile dört
harp senesinde çektiğim ıstıraplar öylece dirilmişti.
Üç gün sonra sakat bir
bacak, delik deşik iki ayak, istirahat ve tedavi ile şöyle böyle ancak
tıkanabilmiş bir vücutla kendimi sokakta, bir arabanın içinde buldum. Teyzem,
eniştemin ölümü üzerine, uzak akrabalarından, birinin evine taşınmıştı.
Çaresiz, oraya gidecektim. İnsan kafası mazi ile istikbal arasında işler. Ben
birincisinden,, kendi irademle yaklaşamıyacak kadar ürkmüştüm, ötekini ise
düşünmeğe mecalim yoktu. O sadece bilmediğim,, hakkında hiçbir düşüncem olmıyan
bir kaderdi. Garip bir boşluk içinde her gördüğüm şeyi âdeta bir sis1
arkasından bana tamamile yabancı gibi seyrede ede gidiyordum. Sadece «hal» e
hicret etmişe benziyordum. Yeni bir nevi nebatî hayatın içinde, • onun
emrindeydim. Sokaklarda bütün bir telâş vardı. Muztarip ve meyus insanlar, düne
kadar kendilerini idare etmiş olan ümit ve emellerin artığından, o muhteşem
kumaş yığınlarından şimdi kendilerine cılız ve zayıf vücutlarını ancak örtecek
dar ve yamalı gömlekler biçmeğe çalışan birtakım biçareler, gidip
geliyorlardı. Bunların içinde dünün kahramanları, bu. kahramanların anne ve
babalan vardı. Bunun gibi onları satanlar veya kanlarilebeslenenler de
şöhretsiz, ayni ıstırap ve korku içindeydiler. Hemen hepsi, ayaklarının
değdiği her kaldırım taşında etraflarım alan realiteye bir kere daha
çarpıyorlarmış gibi benirliye benirliye yürüyorlardı. Hepsinin gözlerinde,
üzerinde yürüdükleri yolun üç adım ötesinden ilerisini görmeğe razı olmıyan bir
nevi karar vardı. Yürümüyor, gezinmiyorlar; sadece bir eski tabutu taşıyormuş
gibi kendilerini taşıyorlardı. Hepsi, hiçbir şeklinde zengin olmıyan «hal» e
misafir olmuşlar, bu fakir kervansarayda ancak gündelik ihtiyaçlarını ve
onların tatmininden gelen küçük memnuniyetleri düşünüyordu: çıplak ayağa
çorap, aç mideye ekmek, ismi unutulmuş nimetler, uzaktakilerin, nerede olduğu
bilinmiyenlerin muhtemel dönüşü.
Acayip bir sıtma içinde
yine eski düşmanın etrafımda kaypak sırtını kabarta kabarta, yağlı halkalarını
çöze bağlaya dolaştığını hissediyordum; ölüm, acayip ve girift bir sarmaşık
gibi, bu insanların etrafında dolaşıyor, onları
birbirine kenetliyor, tek
bir kütle gibi yuğuruyordu: onun dal ve budaklarında bu endişe ile dolu, solgun
ve ömürlerinin faciasına bir anda uyanmış bu çehreler, küçük, zayıf ışıklı
kandiller gibi parlıyorlardı.
En iyisi hiçbir şey.
düşünmemek, hiçbir şey görmemek, yaşamıyor gibi yaşamaktı.
Bu hal bende tam iki
sene, Zeyneple tanıştığım zamana kadar devam etti. Ancak ondan sonra, aşkın
mucizesile, etrafıma başka türlü bakmağa başladım. Kuru dallarda, buzları yeni
çözülmeğe başlamış toprakta, bulutlan yumuşamış karanlık gökte bahar nasıl
yavaş fakat emin kımıldanırsa bende de tabiî hayat öylece kımıldandı. Yavaş
yavaş kül rengi duvarlara aydınlık serpilmeğe başladı. Eşya içimde sihirli bir
dille konuştu; saatler ümitten yüzlerini takındılar, arzu ve emelden tılsımlı
kuşaklarım bağladılar. Bir gün baktım ki geniş ve gür hayat, şarkısını içimde
söylüyor.
Zeynebi bir bahar günü
Kanhcada tanıdım. Yünmü Bey isminde bir aile dostuna davetliydim. Ben o
zamanlar nezaretlerden birinde küçük bir vazife bulmuştum. Teyzemle beraber
Beyazıtta küçük bir evde oturuyorduk; onun elde kalmış birkaç öteberisinin
getirdiği parayı benim maaşıma katarak geçiniyorduk. Bütün yaralarımız
küllenmişti; küçük, temiz bir hayatımız, hattâ çok ölçülü olmak üzere bir nevi
refahımız bile vardı. O torununa ve kocasına ağlamayı unutmuş, ben sakat
bacağımı, ilk bakışta hissettirmiyecek derecede, sürümeyi az çok öğrenmiştim.
İşimden vakit buldukça Hukuk Fakültesine devam ediyordum. Arkadaşlar, iş ve ev
arasında avunuyordum. Kendime yeni meraklar bulmuştum; eski musiki bunlardan
biriydi. Yümnü Beyle bu yüzden sevişmiştik. Bu altmışlık ihtiyar güzel tambur
çalıyor, eskileri seviyor ve biliyordu. Rauf Yekta ile, Musa Süreyya ile, Hakkı
Beyle dosttu. Bana eski
musikişinaslardan bahseder, besteler okur, söylerdi. Güzel bir saz koleksiyonu
vardı. Vaktile kışları İstanbulda geçirdiği zamanlar, evinde musiki geceleri
yaparmış. Fakat Kanlıcaya çekilince, yerin uzaklığından bırakmağa mecbur
kalmış. Arasıra teyzemi ziyarete geldikçe konuştuğumuz bu ihtiyar adamı
gittikçe fazla seviyordum. O da bana evlât gözile bakıyordu.
Bir gün ona, bilmem
kimden methini dinlediğim., Hayrullah Beyin Şevkitarap Nakış semâisini tanıyıp
tanımadığını sordum. «Semâiyi de tanırım, sahibini de... Bu cuma bize gelirsen
sana dinletirim.» Yüzündeki tebessümden bir sürpriz hazırladığını anladım.
İşte Zeynebi, bu Nakış semâiyi dinlemek için gittiğim -Yüm.nü Beylerde tanıdım
ve galiba ayni günde ona âşık oldum.
O zamana kadar hayat
tecrübelerimin arasına aşk girmemişti. Kadınları beğeniyor ve onlarla sohbetten
hoşlanıyordum. Bir iki Beyoğlu eğlencesinde, mânâsız ufak tefek çapkınlıklarım
olmuştu. Fakat iç benliğime hemen hiçbiri karışmamıştı. Onları daha ziyade hep
dışarıdan, genç, güzel ve biraz da tehlikeli mahlûklar gibi tanımıştım. Güzel
bir insan yüzünün, yumuşak bir tenin, bir bakışın, beş on seçme duruşun,
birkaç kelimelik mânâsız bir sözün üzerine günlerce katlanıp düşünmenin bu
basit şeylerden kendisine bir koza gibi dört tarafı kaplıyan bir kâinat
kurmanın zevkini, erkek ruhuna getireceği büyük ve hür tatmini bilmiyordum,
bunları o cuma gecesi tattım.
Eve saat üçe doğru
gitmiştim. Yümnü Beyi üst katta, denize bakan küçük odasında, kitaplarının ve
sazlarının arasında, her zamanki sevimli manyak haille buldum. Sırtında yakası
ve kolları iyice açık beyaz bir gecelik vardı; başındaki takkesi, elindeki
kamış kalemi, posbıyıklarının altından uzanmış çubuğu, burnunun üstündeki altın
gözlüğile, acayip ve çok ehlî, hattâ çok yerli bir telâş içinde yüzüyordu.
Bana, ertesi gün geri vereceği bir eski notayı kopye ettiğini söyledi; hem
benimle konuşuyor,, hem yazıyor, ikide bir kalemi bırakarak, mürekkepli ellerde
beyaz entarisini lekelediğini hiç düşünmeden, dizleri üzerinde, yazdığı
cümlenin temposunu tutuyor, besn teyi mırıldanıyordu. «Nedir?» diye soracak
oldum, iki elini havaya kaldırarak: «Bir şaheser, efendi oğlum, bir şaheser...»
dedi. Yüzünden İlâhî bir sevinç ve hayranlık içinde olduğu belliydi. Her
sanatkârda bir melek hali vardır; fakat musikişinasta bu açıktan açığa
böyledir; hakikatte karşımdaki adamın melek portresi tamamlanmak için bir çift
kanattan başka eksiği yoktu. Yümnü. Bey, uzun zamanlar Defterhâkanî
müfettişliği yapmış, eski bir memurdu. Evliydi, üç çocuk babasıydı; hayatında
büyük vak’alar geçmişti. Hulâsa herkes gibi yaşamış olan bir adamdı. Bununla
beraber o anda onu görenler, sadece nağmeden ve şiirden bir âlemde yaşadığını
zannederdi; bilmezlerdi ki bu bir yığın sazın ortasında, iki yana sallanarak
ve arasıra mürekkepli parmaklarını yalıyarak, tek dizinin üstünde dik sesile
mırıldana mırıldana bir eski besteyi kopye etmeğe çalışan bu adam, bir
Tanzimat konağının şaşırtıcı debdebesi içinden bu küçük eve düşmüştü ve
sabahına, akşamına, on bin lirayı geçen muazEam bir borcun endişesi hâkimdi.
Ayrıca, içinde yetiştiği anane kendisine eski paşa ailesinin haysiyetini sonuna
kadar muhafaza etmek için çırpınmasını emrediyordu. Zavallı Yümnü Bey! Onun iki
hayatı vardı. Birisi musiki, öbürü de alacaklıları. Bu ikisinin arasında,
ömrünü bir küp gibi içindekini sızdırmaz bir esrar kuyusu yapan bu biçare
adamın kafası en yüksek ruhanî zevkten, en korkunç maddî işkenceye bir anda
gidip gelen bir rakkasa benzerdi. Hayatının bu hazin tezadını oturduğum yerden
bile görüyordum; dizlerinin dibine yayılmış kâğıtlar arasında, daha o sabah
yazıldığı mürekkebinin taze renginden belli olan küçük bir borç pusulası;
üstünlü, esreli acayip ve natamam bilmecesinde bize Şakir Ağanın, Tab’î Mustafa
Efendinin, Eyyubî Bekir Ağanın, Itrî’nin, Hafız
.Post’un bir ruh
şehrâyinine benziyen ilhamlarını saklıyan notalar içinde, bütün bu mücerret
yıldız kümelerinin füsun ve esrarını bozmak istiyen, kara ve sert toprağın,
çiy ve insafsız hakikatlerin, zelil ve istihkara değer madder nin haşin ve
hoyrat bir remzi gibi bitmez tükenmez rakamlarını teşhir ediyordu. Yümnü Bey
benim -gördüğümü anlamış olacak ki, bir şey arayan bir adamın telâşile önündeki
kâğıtları birbirine karıştırdı. Ben de bir şey söylemiş olmak için «Bizim semâi
ne olacak?» dedim. «Bu gece burada saz var. Sen de kalırsın, hepsini çalacaklar..»
cevabını verdi.
Nihayet hemen hiçbir
ferdini tanımadığım iki aile eve geldiler. Taşlıkta uzun konuşmalar, helecanlı
öpüşmeler oldu. Ben «Kimdir bunlar?» dedikçe Yümnü Bey «Dur patlama, kadınlar
hele hoş geldin! bitirsinler» di. yor, notasını kopyeye devam ediyordu. Neden
sonra sesler biraz dindi, adımlar merdivene doğruldu ve biri çok ihtiyar ve
zayıf, ikisi ortasını biraz geçmiş, şişman iki beyle genç bir Tıbbiyeli içeriye
girdi. Arkalarından iki hanım göründüler. Yümnü Bey gelenlerle şöyle böyle ancak
meşgul olabildi. «Zeynebi getirmediniz mi... Kızımı neye getirmediniz?» dedi.
Hepsi birden cevap verdiler: «Geldi, geldi, büyük hanımla biraz konuşuyor...»
Büyük hanım Yümnü Beyin karısının yatalak annesiydi. Merdiven üstünde yarım
bir kat teşkil eden odasından yaz kış çıkmaz, neşesi, şikâyetleri, lâfzenliği,
dedikodu merakı ve zaman zaman parlıyan büyük hiddetleri tatmini imkânsız
denecek kadar bol iştahı ile evin hayatına oradan, yatağından, bir ânı öbürüne
uymıyan bir mizacın acayipliklerini katardı.
Sofrayı üst katın denize bakan büyük
odasına kurmuşlardı. Açık pencerelerden Boğaz, dâüssılalı mehtabile, su
hışırtılarile, karşı semtin büyük gölgeli dağlarile odaya giriyordu. Gecenin
geç vaktine kadar içkiye ve saza devam edildi. Davetlilerin hemen hepsi ya
söylüyor ya çalıyorlardı. Zeynebin çok güzel sesi vardı. Söylediklerine göre
bizzat Hayrullah Beyden meşketmişti. Eskileri çok iyi biliyor, hocasının hemen
bütün eserlerini tanıyordu. Üstüste üç makamdan tam fasıl yapıldı. Sonra
ayrıca Zeynep Hanım, babası Refet Beyle beraber bize sevdikleri parçaları
okudular. Hattâ gece yarısından sonra küçük bir kayık saf ası bile yaptık.
Burada o gece neler duyduğumu, hayata hangi ufuktan ve adeseden baktığımı
anlatacak değilim. Zeynep sıhhatile, tabiîliğile, neşesile, güzelliğile insana
daha ilk görüşte bir nevi yaşamak aşkı veren kadınlardandı. Daha yüzüne dikkatle
bakmak fırsatını bulmadan bu hissi kendimde yerleşmiş buldum. Birdenbire ömrümü
ne kadar boş yere ve ne mânâsız şekilde harcadığımı anladım. Bir kaplumbağanın
kabuğuna çekilişi gibi hiçbir mânası olmıyan bir vehimde, musallat bir fikirde
yaşamış, bir sinir buhranına içendim! kaptırmıştım. İlk defa kendi kendime
«Nedir,. ne oluyorum?» diye o gece sordum. Bu genç kız veya kadının, hulâsa
kim olduğunu henüz lâyıkile bilmediğim bu güzel ve aydınlık mahlûkun karşısında
birdenbire içimdeki bin yaşlı ihtiyarın kaybolduğunu hissettim. Bir zindandan
henüz kurtulmuş gibi hürdüm. O sıcak bir maden çağlıyanma benziyen sesin
delâletile etrafımdaki âlemi, eşya, renk, koku,, şekil., her şeyi tatmağa
başladım. Damarlarımda kanım başka türlü geziniyordu.
Denizden döndüğümüz
zaman gece epeyce ilerlemişti. Bana alt katta küçük bir odada bir yatak
hazırlamışlardı; iki gül fidanının açık penceresinden âdeta içeriye girmeğe
çalıştığı bu küçük' odada ben de herkes gibi kabuğuma çekilmeğe çalıştım.
Fakat uyumak mümkün olmadı.
Zeynebin sesi, çocukça neşesi beni büyülemiş gibiydi. Gözlerimi her kapamışımda,
kirpiklerimin altında onun duruşlarından biri canlanıyordu. Kâh Nakış semâinin
terennümünü yaparken, bestenin ritmine uyarak, koyu kumral saçlarının âdeta
efsanevî zenginliğile süslediği başını acemice sallayışını; kâh birinci
hanedeki «çemen» kelimesini okurken «men» hecesini her tekrarlayışında küçük,
kan kırmızısı dudak" larını yana doğru hafifçe kaydırışını görüyor, kâh
gözlerini kısarak ellerini bir çocuk gibi çırpa çırpa gülüşünü hatırlıyarak
silkiniyordum. Bu küçük, beyaz çehre, koyu kestane rengi gözlerinin altındaki
siyahlıkla ve saçlarının zengin bağ bozumu akşamile, her dakika gözlerimin önündeydi.
Fakat bu hayallerin en kuvvetlisi, şüphesiz ki, bende sesinden kalan hâtıraydı.
Kırılmış biı aynanın parçaları gibi, bu sesin hatırlıyabildiğim altın
inhinaları, çılgın ve ürkek kavisleri, imkânsız denecek bir kesiflikle
aksettirdikleri acayip ve dâüssılalı parıltı ile, zihnimde her an bir avize
gibi tutuşup sönüyorlardı. Sesi güzel mydl? Hâl" bu hususta mütereddidim.
Bildiğim bir şey varsa o da bu sesin içimde bir İsrafil sûru gibi, her zerreme
hitap ederek, her adımda üstüste yığılmış binlerce uykuyu dağıtarak, en
derinlere kadar muzaffer ve mesut yürümesi, bulutlar arasında onları dağıta
dağıta ilerliyen bir güneş gibi yol almasıydı. Onu dinlerken, yani bütün gece,
derinden gelen bir su çağıltısına koşan susamış geyikler g:bi, bu
sesin pınarına, içimden bir şeyin koşup atıldığım, onunla birleştiğini
hissetmiştim. Bir rüyada gibi, o içimde ilerledikçe bir yığın hayal ve hâtıra
kendiliğinden canlanmış, bende acayip dünyalar kurulmuştu. Halbuki şimdi,
yatakta, baştan aşağıya uykuya dalmış bu yab"ncı evin sessizliği içinde,
açık pencereden garip ve esrarlı bir visal daveti ile yatağımın başına kadar
uzanan gül kokuları arasında bu ses bana büsbütün başka bir şev "N
geliyordu. Bütün gece onu dinlerken ve onun yamnda iken, geniş hayatın her
zerremi ayrı ayrı davet ettiğini hissetmiştim. Âdeta, bilmediğim bir macera ve
hareket kervanına katılmak için sabahı sabırsızlıkla bekliyordum Halbuki
şimdi, ondan ayrılınca, sadece onu özlüy^rdum: içimde yalnız onunla
tamamlanacak bir yarımlık. bir hasret vardı ve sesinin hafızamda kendi kendine
dirilen parçaları, mucizeli ve hain bir ısrarla bana hep bu yalnızlığımı, tıpkı
bir nevi «bezmi elest» gibi uzun ve özlü bir beraberlikten sonra yaşanan,
tahammül edilmez bir ayrılığın azabına benzer bir kesiflikle, bu yarımlığı
hatırlatıyor, onu tekrarlıyordu.
Sabaha karşı, yorulan
uzviyetin uyku ihtiyacı ağırlaştıkça bu hayaller birbirine karıştılar ve
nihayet ben, gül kokusunun, eski musikinin ve sevilen bir kadın ihtiyacının
elele yaptıkları acayip bir rüyaya daldım.
Bu zengin geceye rağmen
ertesi sabah âdeta birbirimize yabancı gibi olmuştuk. Gece epeyce konuşmuş,
hattâ daha iyisi, sadece fasılalı bakışlarla olsa bile, birleşme anları
bulmuştuk. Hattâ yatmadan biraz evvel beş on dakika başbaşa bahçede gezmiş,
geceden, musikiden, mehtaptan ve gündelik şeylerden bahsetmiştik. Halbuki hep
beraber oturduğumuz kahvaltı sofrasında, benim de bulunduğumu ancak
hatırlıyabildi. Evden, bu unutmanın verdiği acılıkla perişan, yalnız Yümnü
Beye veda ederek ayrıldım.
O haftayı ve ondan
sonra geleni sadece onu düşünerek geçirdim; belki raslarım üinidile birkaç
defa Boğaziçine gittim; Emirgânda, Kandillide, Yeniköyde, şurada burada
dolaştım. Bunlardan bir şey çıkmayınca, onu, ilk defa buluştuğum yerde, yani o
gece dinlediğimiz musiki parçalarında aramağa başladım. Şüphesiz ki onun sıcaklığı
artık bu bestelerde yoktu; fakat çok sevdiğimiz aziz vücutların bir zaman
içinde oturmuş olduğu eski evler gibi, bu besteler de onunla, onun hâtırasıyla
dolu idiler. Kâh bir cümlenin ortasında birdenbire, güneşe uzanmış küçük bir
nezir, ihtirasın ve ıstırabın ocağında kendiliğinden yanmak için gelmiş küçük
ve zavallı bir şey gibi, beyaz yüzü, solgun ve ürpermeyle dolu uzanıyor, kâh
bir «terennüm» de tebessümünün beyaz inci rüyasını, gözlerinin tılsımlı
mücevher parıltısını, boynunun mehtapta kendiliğinden
kabaran sulan andıran
gümüş yuvarlağını omuzlarının bütün vücuda zarif bir çiçek manzarası veren
teslimiyeti canlanıyordu.
O gece ondan, üstüste
birkaç defa «Güzel âşık, çevrimizi Çekemezsin demedim mi?» diye başlıyan
meşhur nefesi dinlemiştik, Her defasında manzumenin redifi olan «mi» istifhamı
üzerinde çocukça bir fantezi ile gülerek lüzumundan fazla ısrar ettiğine dikkat
etmiştim. Şimdi o nefesi dinlerken bu «mi» ler geldikçe bu gülüş bende her
defasında, bir ağaçta baharın dönüşile kendiliğinden açan çiçekler gibi
uyanıyordu. Bunun gibi birçok şeyleri hatırlıyor, hakikatte birer hiçten başka
bir şey olmıyan bir. lezzetler dünyasında, onu özliyerek, onu tanımış olmaktan
mesut yaşıyordum.,
Birkaç günü de böyle
geçirdim. Nihayet her rüya gibi, o da içimde duruldu. Araya bir yığın şey,
yaşanan günler girdi. Onu unutmadım, fakat Yümnü Beyin, birincisinden, tam üç
hafta sonra yapmış olduğu ikinci bir davet olmasaydı, Zeynep benim için
sadece, bahar mevsiminde, çiçek açmış bir badem ağacı altında görülmüş lezzetli
bir rüya gibi, uzaktan hatırlanacak nağmeli, sihirli ve korkulu bir hâtıra,
aşkın tecrübesinden ziyade insanda ihtiyacını uyandıran ve kalbimizi
birdenbire, içi boş fakat çok kıymetli bir kâse, bir nevi murassa bir mahfaza
yapan bir hâtıra olacaktı. Ve şüphesiz, bu aşkın bitiş tarzı düşünülecek
olursa, böyle olması daha iyi idi.
Fakat büsbütün aksi
oldu: iki ay sonra Zeyneple evlendim. Bir akşam Yümnü Beyi evde teyzemle
başbaşa buldum. Bilmem nerede, Yümnü Beyin gayretile meydana çıkarılan eski
bir arsanın satılmasını konuşuyorlardı. Söz bitince Yümnü Bey bana dönerek:
«Birinci işim bitti, şimdi ikincis kaldı» dedi.
— Hayırdır inşallah,
dedim.
— Yarın akşam bizde
toplantı var, pazartesiye kadar bizde kalacaksın... Muhakkak gel, çok güzel şeyler
olacak... Ve benim duraklamamı bir nevi tereddüt alâmeti zannederek ilâve
etti:
— Kaçırırsan yazık olur, Hayrettin. Bey de
gelecek. Başka tanımadığın kimse yok...
Teyzem de «Git, git, ömrün bir ihtiyar
kadınla başbaşa geçiyor, yazık değil mi?» diye beni teşvik ediyordu. Hakikatte
duraklayışım, şaşkınlığımdan ve biraz da se>vincimdendi. Zeynebi tekrar
görecektim. Onu biraz evvel zannettiğim gibi unutmadığımı Yümnü Beyi, görür görmez
anlamıştım. Bu ihtiyar ve barok çehreyi görür görmez, bu çatal sesi işitir
işitmez, ömrümün gerçekten bana ait olan tek saadet gecesi, içimde birdenbire
bütün teferruatile uyanmıştı. Daha Yümnü Bey «Yarın akşam bizde toplantı yar»
der demez, geniş sofra, tepesine asılı mehtabile, deniz kokusu, su hışırtısı
ile Zeynebin kumral başı etrafında, bir «Şon Taam» kompozisyonunun İsanm
rahmani başı etrafında kuruluşu gibi, gözlerimin önünde canlanmıştı.
«Tanımadığın kimse yok» cümlesi, yarın gece, Zeynebin de orada bulunacağını,
çok gizli, âdeta kulağa, alçak sesle tevdi edilen bir sır gibi müjdelemişti.
Ve sadece bu ihtimalle, içimde onu yeniden görmek ihtiyacı, gecenin ve
karanlığın sildiği bir manzaranın, bir şehir veya ormanın, hulâsa zaman içinde
kurulmuş ve kökleşmiş bir bütünün, üstünde çınlayan ilk sabah ışığile beraber
tekrar zaman ve mekâna hükmeden kudret ve genişliğile bir anda doğuşu g-ibi,
doğdu, büyüdü.
Bu ikinci
görüşmemiz birincisinden çok farklı oldu: genç kadının aradaki yirmi gün içinde
teyzemin dostu olan bir hanımdan onun genç bir kız değil, bir dul. olduğunu,
bir kaymakam olan kocasının harbin son senesinde tifüsten öldüğünü
öğrenmiştim-, beni son derecede tabiî vo dost bir yüzle karşıladı; bir kaşını
kaldırarak, yüzünden ziyade gözlerinin içi gülerek halimi, hatırımı sordu. Sonra
sanki bu kadarcık mahremiyetin kâfi olduğunu, bana daha fazla zamanım
veremiyeceğini anlatmak ister gibi yanıbaşımdakilerin konuşmalarına karıştı.
Ben de, yakama yırtarcasma yapışarak, beni âdeta zorla sürükleyen Yümnü Beyle
beraber, içerik! odada yazma kitapları karıştıran Hayrettin Beyin yanma
gittim. Başka bir zaman olsaydı onunla tanışmak fırsatı beni sevinçten
çıldırtabilirdi. Galatasaraydanberi, onun şöhretini dinliyordum. Hemen herkes
bu merdümgiriz, tenkitlerinde oldukça zalim ve titiz ihtiyarın, eski musikinin
son üstadlarmdan biri olduğunda, ananenin en güzel, en öz taraflarını, bu her
şeyin birbirine karıştığı inhitat devrinde muhafaza ettiğinde mutekitti. Bazı
parçalarını bir dostumdan dinlediğim Kâr-ı Nâtık’ı bu cinsten, bir bakıma göre
sadece hünerle, virtüozlukla yazılan ve terkibinin istinat noktasını yalnız
görenekten alan, âdeta itibarî bir eser için, emsalsiz denecek kadar güzeldi.
Musikinin her makamını, kafiyenin gelişine göre ayrı ayrı metheden, yahut daha
iyisi zikreden çözük ve epeyce zevksiz bir manzumenin teşkil ettiği itibarî
zinciri, bu ihtiyar usta, halka halka, uzun uzletinin ve kendisini yaşadığı
devirde bir nevi kıble yapan sanat aşkının bütün zenginliklerile örmüş, onu
herbiri ayrı bir yıldızın cevher ve hassasını taşıyan kıymetli taşlardan yapılmış,
esrarlı, tılsımlı, ağır ve kıymet biçilmez bir gerdanlık haline getirmişti;
tıpkı küçük madalyonlarında Tevratm herhangi bir hikâyesini, yahut bütün
insanlığın talih ve macerasını teker teker, çok ustalıklı bir terkip halinde
canlandıran tunç Rönesans kapıları gibi bu Kâr-ı Nâtık da eski musikinin bütün
sırrını kavsi'kuzah renkli arabesklerin her türlü mücevher parıltısile tutuşup
yandığı küçük madalyonlarda toplamıştı. Hayrettin Beyin bu Kâr-ı Nâtık’tan
başka birkaç eserini daha, kendisinden öğrenen bir arkadaşımdan dinlemiştim.
Bunların içinde 'bir Bayatî peşrevi vardı ki her dinleyişimde bana dört
hanesi, ayni altın . külçesinden kaide üzerinde, ayni güzellikler -kimbilir
hangi uzak ve sırlı âlemin gayriiradî hatırlanışile dört ayrı pozda tespit
edilmiş heykelleri gibi gelirdi. Bütün bu hayranı olduğum güzel şeyleri yapan
adamı senelerce merak etmiştim. Fa| . kat
o kadar münzevî yaşıyordu ki, bir türlü, beni takdim
etmeleri
için dostlarıma rica edememiştim. Şimdi kuru, 1 zayıf
vücudile, orta boyu, geniş alnı ve burnunun üzerinI -den hiç ayırmadığı gözlüğü ile o, karşımdaydı ve ben bu
! karşılaşmadan icap ettiği kadar
memnun değildim. Bili
yordum
kİ onun orada, mecliste bulunuşu bu geceye başka bir şekil verecek, ruh
hâletlerimizi değiştirecek, irticai! bir coşkunluğun yerine, dehâ ile omuz
omuza yürüyen bu tecrübeli ve bilgiç bir sanatın kökü kırk senelik bir i maziye ve o kadar yüksekten parlıyan bir
yığın esere daI yanan bir şöhretin
nizamı hâkim olacaktı; onun iradesi,
1 mizacı ve fantezisi ile ve onun
etrafında geceyi geçireI çektik. Hulâsa,
bir kelimeyle genç kadının, fıtrî kabiliI yetlerinin
ve neşesinin, güzelliğinin, sesinin, tebessümü| nün
bir gül fidanı gibi ve sadece bizim için yetişip büyüI yeceği bir bahar yerine, belki de bizi bu güzellikleri lâyıI kile tatmaktan meneden yan İlâhî bir
âlemin hükmüne
râmolacaktık. Nitekim
öyle oldu: bu, dünyamızın dışından gelen âdeta efsanevî mevcudiyetin
karşısında Zeynep sadece onu dinlemek ve seyretmekle kaldı.
Hayrettin Bey içki
içmiyordu; sadece yemek yedik. Sonra, kendisinin iştirak ettiği, daha doğrusu
hissettirmeden idare ettiği musiki başladı. Üç hafta evvel sadece bir amatör
toplantısı olan bu saz, birdenbire onun gelişile değişmiş, bir olgunluk peyda
etmişti. Hayrettin Beyin sesi " ne gür, ne de güzeldi. Bu alçak ve âdeta
sağır sesin bütün hususiliği bilgisindeydi. Besteyi söylemiyor, âdeta
grafiğini, bir nevi kabartmasını havaya çiziyordu. îlk önce Kâr-ı Nâtık’tan
birkaç parça ile başlandı. Gözlerimizin önünde acayip, gayri şe’nî renklerle
bir halı dokundu, her makam kendi hususilikler ile, kendi akşamlarının, ve
şafaklarının büyüsile, mehtaplarının sihri, bahçelerinde açan çiçeklerinin
kokusu ve meyvalarmm lezzetile bir iklim tamlır gibi önümüzden geçti. Sıra
Bayatî peşrevine gelince Zeynebi aradım; yüzü bir nevi mabet kudsiliği alan
odanın havası içinde küçülmüş, donmuş gibiydi.
Belli
ki musikinin ihtişamı bu genç kadının narin omuzr larma ağır, ezici, altından
kalkılamıyacak bir yük gibi çökmüştü. Demindenberi dinlediğimiz parçalar, bu
çehreyi İçinden işleye işleye, kendi kendisi olmaktan çıkarmış, etrafında
mucizeli terkibi her an kurulan ve sonra bir başkasına yer vermek için silinen,
kendi kendisini yiyerek sonra altın halezonlar, mücevher basamaklı miraçlar
halinde dirilen âlem, kadar hayalî ve uçucu yapmıştı. Ve bu kendi beyazlığının
âdeta çizdiği çehrede haddinden fazla açılmış gözler, marazî bir sertlik
içinde, hiçbir şeye bakmıyor, hiçbir şeyi görmüyor, sadece dinliyordu. Anasıra
parmaklarile masanın' üstünde tempo' tutuyor, fakat sonra söyleyen ve
çalanların arasında Hayrettin Beyin, bulunduğunu düşündüğü için olacak, garip
bir hürmet hissile vazgeçiyordu. Benim kendisine baktığım zaman o da başını
kaldırarak bana baktı, sağ elile «işte bu böyleciir» gibi bir işaret yaptı, sonra
tekrar bütün mevcudiyetile teşkil ettiği beyaz hülya kayığını, musikinin
sularına bıraktı. Küçük ve beyaz yüzü, daha ziyade, haşin bir Tanrıya
nezredilmiş bir kurbana benziyen narin omuzlarile nağmelerin çağhyamna gömüldü.
Her parça değiştikçe ağır bir uykudan uyanmış gibi silkiniyor, sonra söylenen
veya çalman şeyin kendisi için ördüğü ağlarda kayboluyordu. /
Bayatîden eski bir
Yürük semai söylenirken dayanamadı, o da karıştı. Hayrettin Beyin yüzündeki
memnun, tebessümden ve tasvip edici baş işaretlerinden bu parçayı çok iyi
bildiğini anladım... Sonra bu baş işaretleri ve tebessüm, sert bir dikkat
haline geldi. İhtiyar adam, bu genç kadının söyleyişindeki kavrayıcı hummayı
sezmişti. Hepimiz başka bir hayata uyanmış gibi mahmur ve yüklü idik; sanki
dışımızdan ziyade içimizde bulduğumuz bir ses, bir nevi büyü gibi, henüz
ayrıldığımız dünyanın nimetlerini, güzelliklerini bize sayıyor ve saydıkça biz
hatırlıyorduk. Nihayet fasıl bitti. Hayrettin Bey oldukça muammalı bir
şekilde başını sallıyarak yerinden kalktı.
O gece Zeynep ile hiç konuşamamıştlk. Bu, iki ay sonra evlenmemize mâni olmadı.
Bir kadın aşkının, nasıl bir mucize olduğunu, bir erkeğin hayatında neleri
değiştirdiğini bu evlenme teklifini Zeynebin kabulü bana öğretti. Birdenbire
kendimi bir Tanrı kadar kuvvetli, mesut ve kendinden emin buldum.
lerim
bozulmağa başladı. Zeynep her bak’""''’"” ve emsalsizdi;
kan kocadan fazla bir şey, ık.
Teyzemle
iyi'anlaşmışlardı. İşlerim bile 11 w
la
düzelmişti. Dedemin, îstanbulda, şurad; on
parça
ufak tefek mülkü meydana çikmışt şıyordum.
Müşterek zevklerimiz vardı; ,.a-
manımızı alıyordu. Bir
akşam Yümnü Beyin evinde bir Tanrı gibi hayranlıkla seyrettiğim, dinlediğim
Hayrettin Bey şimdi ayda birkaç akşam bize geliyor, Zeynebin mevcudiyetinden
taşan sihirli havaya misafir oluyor, ney çalıyor, beste okuyor, konuşuyor,
hâtıralarını anlatıyordu. Bu saadetin sonuna kadar böyle devam etmemesi için
hiç bir sebep yoktu. Zeynebin beni sevdiği muhakkaktı. Hemen bütün zamanını
bana veriyordu. Fakat yavaş yavaş, bana karşı gösterdiği bu ihtiinamda gerçek
aşktan ziyade bir hasta bakıcısı şefkati sezmeğe başladım. Bu, şüphesiz, kendi
zaaflarımın doğurduğu bir vehimdi. Onu hiç yıpranmamış, benim geçirdiğim
tecrübelerin hiçbirinden geçmemiş gençliğinin ihtişamı içinde kendimden o kadar
sıhhatli, o kadar mükemmel, o kadar güzel buluyordum ki... bütün bu mükemmel
şeylerin yambaşmda, topal bacağım, delik deşik göğsüm, ve bozuk sinirlerimle
kendimi küçük ve biçare görüyor, ona lâyık olmadığımı düşünüyor, onu kaybetmek
korkusu ile harap oluyordu m .
i
Bu korku evvelâ
rüyalarda kendini gösterdi. Çocukluğumda, dedemin ölümüne kadar, hemen her
gece, çoğu onun etrafında toplanan bir yığın karışık rüya görürdüm. O öldükten
sonra uzun zaman uykularım rahatlaştı. Kaybedebileceğim hiçbir şeyim kalmadığı
için bu rüyalar da bitmişti. Zeynep ile evlendikten sonra, yavaş yavaş bu
rüyalar tekrar başladı. Hemen her gece rüyamda bir şeyimi kaybediyordum: kâh
paltomu, kâh ağızlığımı, velhâsıl o rüya esnasında bağlı bulunduğum bir şeyimi
ya çalıyorlar, ya ben bir yerde unutuyor, yahut doğrudan doğruya hediye
ediyordum. Sonra rüyalar değişti; bir türlü geçilemiyen bir kapı, yarısından
fazlası bir türlü çıkılamayan bir merdiven gibi muvaffakıyetsizlik rüyaları
görmeğe başladım. Nihayet bir müddet sonra rüyalarımın içine Zeynebin kendisi
de girdi; onu annemle beraber görmeğe başladım. Bu suretle rüyalarımla çocukluk
devrinin acayip ve karanlık ruh hâletine girmiş oluyordum.
İlk önce bu rüyaları küçük ve manasız gündelik
işlere yordum. Sonra açıktan açığa onlara ehemmiyet vermemek istedim ve
üzerlerinde düşünmemeğe karar verdim; fakat yavaş yavaş onların tehdidi içime
yerleşti. Hakikat şu ki Zeynebi çok seviyordum; bu saadete bağlıydım ve bir gün
gelip de onu kaybetmek korkusu beni perişan ediyordu.
Bazı geceler, sırf onun uykusunu seyretmek
için uyanırdım. Beyaz bir gül gibi aydınlık yüzünün kapandığı rüyayı merak
ederdim. .Saçlarını güzel bulurdum, çenesine, kaşlarının çapkın kavsine hayran
olurdum; ve bir. gün bütün bu güzelliklerden mahrum, sefil ve biçare yaşamanın
acılığını düşünürdüm. Dalgın, huysuz ve kederli olmağa başladım.
Zeynep bendeki bu değişikliğin pek çabuk
farkına vardı; fakat hiçbir şey belli etmedi, sadece tebessümlerine bir nevi
hüzün sindi; bu merhamet beni büsbütün çıldırttı. Bu andan itibaren rüyalarım
daha ziyade karıştı. Onu kıskanmak için hiçbir sebep yoktu. Ve ben de bu hisse
az çok yabancıydım. Bununla beraber artık akşamlan eve onu bulamamak korkusu
içinde perişan dönüyor, onu orada bir kış odası haline getirdiğimiz sofama penceresi
önünde beni bekliyor görünce, her defasında, sevinmeyi unutacak kadar
şaşırıyordum. Her dehasında ona «Demek beni bırakıp hâlâ gitmedin, ne kadar
iyisin., ne kadar merhametlisin» diye teşekkür etmek istiyordum. Evet, beni
bırakıp gitmiyecek kadar iyi kalpli ve merhametliydi; talihin kendisine nasip
ettiği bu hastabakıcılığını sonuna 'kadar yapacaktı. Böyle bir ruh haleti içinde
başbaşa geçirilen günlerin azabı kolayca tahmin edilebilir sanırım. Gerçekten
sıkıcı ve zalim günler yaşamağa, başladım; onunla hemen hiç konuşamıyordum.
İkimiz de muhakkak o dakikada yapılması lâzım gelen bir iş icat ediyor ve onu bir
makine gibi yapıyorduk; araşır a, tamamile kendisini bu işe verdiğini sandığım
anlarda, onu hayran ve bedbaht seyrediyordum. Güzel ve zengin başı, daima zarif omuzları,
emsalsiz kollarile, narin endamile onu her defasında daha güzel, daha fazla
hayranlığa lâyık buluyor ve bir kat daha seviyor, onu kaybetmek ihtimalinin
azabını daha kuvvetle duyuyordum. Bazan o, bu bakışlarımı yakalıyor ve «Evvelce
ne kadar mesuttuk» der gibi hazin bir tebessümle başını sallıyordu. O zaman ne
kadar budalaca bir vehme kapıldığımın şuuru bende uyanıyor, birdenbire yerimden
kalkarak «Affet, geçer» diye özür diliyordum. O da geçeceğinden emindi; bu bir
buhrandı, geçecekti, geçmesi lâzımdı. İşte böylece ve yalnız onun meziyetleri
sayesinde iyiliğe doğru giderken birdenbire her ikimizin de hayatını altüst
eden felâket vukua geldi.
Zeynebin beni bırakıp
gitmiyeceğine emniyetim arttıkça, onu kaybetmek korkusu içimde büsbütün başka
bir şekle girdi. Şimdi onun sıhhati için korktıyor, hasta olması, bir
kazaya kurban gitmesi vehmi ile harap oluyordum. Rüyalarım da bu hisle beraber
değiştiler; yukarıda dediğim gibi, annemle beraber rüyamda görmeğe başladım.
Yavaş yavaş Zeynep onun yerini, onun talihsiz macerasini yaşamağa başladı.
Hulâsa, yılan gizlendiği yerden çmgj,»ağını sallıyor, ıslığı başımın
üzerindeki havayı' her an yırtıyordu. Sinirlerim gittikçe bozuluyordu. Gelecek
bir felâketin korkusu içinde, onu bekliyerek bir yerde duramaz, bir işe yaramaz
olmuştum. İştahım kesilmiş, uykum azalmıştı; gecede iki üç saat ancak, o da
.kâbuslarla uğraşmak şartile, uyuyabiliyordum.
İşte bu kısa uykulardan
birisinden uyandığım zaman, yanıbaşımda yatan Zeynebe baktım: çocukluğumu
altüst eden, hayatımı bir cehennem yapan korkunç mahlûk ağır halkalarını onun
boynuna dolamış, boğmağa çalışıyordu. Korkudan ve halecandan çıldırmış gibi,
onu kurtarmak için üstüne atıldım ve yılanın halkaları sandığım saçlarını
uykunun lezzeti ve kendinden geçişi esnasında boynuna dolanmış olan uzun
saçlarını çekmeğe, boynunun etrafında sıkmağa başladım. Zeynebin çiğhğı
üzerine koşanlar karımı güç halle ve yan-ölü-olarak elimden kurtardılar.
İşi anlar anlamaz evden
kaçtım. O baygın, bir köşede yatıyordu. Bütün ev halkı başı uçundaydı. Uzaktan
limon gibi sararmış yüzünü ve ıslak kirpiklerini ancak görebildim.
Üç gün ne yaptığımı,
nereye gideceğimi bilmeden dolaştım. Üçüncü günü, akşamı, Zeynep beni Hayrettin
Beyin evinde buldu. İşi anlamıştı, nasıl bir vehme kurban olduğumu biliyordu.
Her şeyi affetti, eve dönmemi teklif etti. Fakat artık bende bu aziz vücutla
yaşamak kudreti yoktu. Ben talihin gazabına uğramış bir lânetliydim. Hiç bir
saadet rüyasına yanaşamazdım. Ona gençliğini, beyhude yere bir delinin, bir
lânetlinin uğrunda feda etmemesini söyledim; aramıza kötü bir kader girmişti;
ona karşı gelmeğe çalışmak beyhudeydi. İkimiz de ağlıyarak ayrıldık.
Hayatımın bundan
sonrasını bilmem anlatmağa lüzum var mı? Bu hastane koğuşuna düşene kadar
epeyce
yer dolaştım, epeyce
sefalet çektim, fakir otel odalarında, küçük ve biçare pansiyonlarda uykusuz,
sapsan geceler geçirdim. Her şeye küskün, her türlü ümitten uzak, acayip ve
zalim bir rüyanın kurbanı ömrümü sürükledim ve bir gün beyhude bir kurtuluş
vehminden sonra gözlerimi açtığım zaman kendimi koğuşta, bu ıstırabın ortasında
buldum.
Doktorların başlarını
sallayışlarındaki mânaya bakılacak olursa, hastalığım çok ağır. Fakat ben
biliyorum ki, onunla ölmiyeceğim. Beni bekliyen bir başka ölüm var. Bu
satırları yazarken bile onu bekliyorum, onun siyah müselles başının aralıktan
görünmesini, akar sular gibi, kıvrak vücudunu boynumun etrafında dolanmasını
bekliyorum. Ve biliyorum ki bir gün o gelecek, bu ağır, kasvetli, her an
hâtıraların hücumile delik deşik maceraya, bu karanlık hikâyeye siyah, kaypak
külçesile bir son çekecek. .'.
Abdullah efendinin
rüyaları ........ 7
Gedmiş
zaman elbiseleri ............................................... 49
I
ir yol .......................................................................... 77
Erzurumlu
Tahsin ...... :................................ 89
Evin,
sahibi................................................................ 107
Bir düzeltme:
61 inci sayfanın 19 uncu satın sonundaki : (Keti bir Alınandır.) cümlesi
(Keti bir kemandır.) olacaktır; özür dileriz.
ÖZET
Abdullah
Efendi'nin Rüyaları Özet
Eserimizin türü hikâyedir. İçerisinde
birçok öykü bulunmaktadır. Ben hikâyelerin içerisinden beğendiklerimin
özetinden bahsedeceğim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kalemi bir okunuşta anlaşılacak
tarzda değil diye düşünüyorum, özetinden bahsedeceğim bu eseri de sindirerek
okunacak türden bir eser. Başlangıçta anlatmak istediği olayları hemen
kavranamayabiliyor sonrasında yavaş yavaş okunduğu takdirde enfes hikâyelerin
tadına varabiliyorsunuz.
Abdullah Efendi’nin Rüyaları
Abdullah Efendi kırk yaşını çoktan geçmiş
bir adamdı. Hayatının hiçbir anını boşa geçirmemiştir. Çok sıkıntılar,
badireler görmüştür. Ama bu sıkıntılarına rağmen hayata bir şekilde tutunmaya
ayakta kalmaya çalışmıştır. Hikâyenin asıl kısmı Abdullah Efendi’nin
arkadaşlarıyla bir akşam eğlenmek üzere içkili bir mekâna gitmeleriyle başlar.
Abdullah Efendi rutin hayatından uzaklaşmak, kafasındaki sıkıntıların kendinde
yarattığı etkileri azaltmak ve kurtulmak için arkadaşlarıyla gece içkili bir
mekânda kafa dağıtmayı planlayıp bu davete katılır. Gece başladığında yavaş
yavaş içki içildikçe Abdullah Efendi’nin kafasında sürekli gördüğü rüyaların
etkileri ortaya çıkmaya başlar. Karşısında oturan çiftlerden kadın olan
dikkatini çeker onun üzerinden düşüncelere dalar. Mekanın her bir tarafına
baktıkça rüyasında gördüğü, kafasında sürekli kurduğu durumlar hayalinde
canlanır kendisini başka alemlere götürür. Kendi kafasında kurduğu bu hayal
dünyası onu içinden çıkılmaz bir hale büründürür. Bu durumlar yaşanırken
arkadaşları mekândan ayrılmanın vaktinin geldiğini söylerler. Mekândan çıkınca
da kadınların olduğu bir mekâna giderler. Abdullah Efendi burada bir kadınla
vakit geçirmek için odaya girer. Kadın odaya gelmeden önce odada ilginç bir
şekilde hayalet tarzında kişiler görür. Gördüklerinin etkisiyle odadan nasıl
çıktığını bilmeden oradan uzaklaşır. Abdullah Efendi bu gece boyunca acayip
şeyler yaşar, görür. En sonunda da ıssız bir ev ilgisini çeker oraya girer.
Orada da bir çocuk karşısına çıkar. Kendisine olmadık bir terslik yapar. Bunun
etkisiyle bir anda her şeyin kendi kafasında kurduğu hayal dünyası olduğu
kanısına varır.
Geçmiş Zaman Elbiseleri
Genç bir adam Keti isimli bir bayanla
buluşma planı yapar. Bu plan arkadaşının eğlence daveti üzerine zaman olarak
aksar. Arkadaşı kendisini kumar oynanan bir mekâna götürür. Kumar öyle bir
bataklık ki adamı içerisine çektikçe çeker. Keti ile buluşmaya geç kalır. Bu
buluşma aklına gelince kumarı bırakmak ister fakat etrafındakiler onu rahat
bırakmaz. İlla kumar oynamaya devam etmesi için baskı yaparlar. Genç adam
baskılara dayanamayıp kumara devam eder. Bir süre daha oynadıktan sonra
bırakmak zorunda olduğunu söyleyip mekândan ayrılır. Mekândan ayrılınca Keti
ile buluşmak için aceleyle araba bulmaya çalışırken kaza geçirir. Bu sırada
kendisine yaşlı adam ve kadın yardım edip evlerine alırlar. Uyandığında evin
kadını genç adamın odasına gelip ona babasının kendisini evden hiç
çıkarmadığını, tutsak bir hayat yaşadığını anlatır. Adam da bu duruma şaşırıp
ona yardımcı olmaya çalışayım derken evin sahibi adam genç adama karısının
hafıza kaybı yaşadığını yanlış şeyler anlattığını söyleyip adamı sakinleştirir.
Bu olay üzerine sabah olmadan evin sahipleri evi terk edip kaçarlar. Adam bu
olayın etkisinden bir süre çıkamaz.
Bir Yol
Hikâyenin de isminden anlaşıldığı üzere bir
yolun adam üzerinde etkisi anlatılmıştır. Adamın biri çocuğunu yakın zamanda
kaybetmiştir, karısı hastadır. Bu sıkıntı ve kederlerle belli bir nedenden
ötürü yaşadığı şehir olan İstanbul’dan ayrılır. Bu ayrılık esnasında geçtiği
yolun kendisinde bıraktığı tesirleri bizlere öyle etkileyici betimlemelerle
sunmuş ki hayran kaldım. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eşya ve zamana dair
gözlemlerini etkileyici bir üslupla anlattığı kanısı hemen aklınıza
geliveriyor. Adam bizlere bu yol üzerinden çıkışını yaparak kendi hayat
eksenindeki sorgulamalarını bizlere anlatıyor. İnsanın asıl kendisi olduğu
başka bir yüzü olduğunu, bu benliğinin nasıl ortaya çıkabildiği hakkında
bilgiler vermiş.
Erzurumlu Tahsin
Tahsin Efendi, Erzurum’un sayılı
ailelerinden birinin oğludur. Tahsilini hukuk alanında yapmış, birkaç yerde
memuriyet görevinde bulunmuş. Balkan Harbinde gönüllü askerlik yapmış. Harbin
sonunda birden her şeyi terk edip ortadan kaybolmuştur. Tahsin Efendi’nin
hikâyesi dilden dile etrafta dolaşırmış. Ailesi onu çok aramış ama ne
yaptılarsa bulamamışlar. Bir gün ansızın çıkıp gelmiş ama bir gün bile kalmadan
yine ailesini terk etmiş.
Evin Sahibi
Hastanede bulunan bir defterin okunması
üzerine bu hikâye mevcudiyet kazanmıştır. Bir gencin hastane köşesinde çektiği
acıların etkisiyle geçmişinin harmanlanması bu defterde anlatılmış. Raif Paşa
isimli dedesi vardır. Bu Paşa ailesi ile konakta yaşarmış. Bu gencin annesinin
başına evde bir yılanın musallat olmasıyla beraber hayatları zindan olmuş.
Annesi evlendiği halde bu yılan onu evinde boğarak öldürmüştür. Bu olaydan
sonra herkes Raif Paşa ailesinden kaçar olmuş. Bu durum Raif Paşa’nın canını
çok sıkar, torununun eğitim hayatı için bu şehirden, evden ayrılmaları
gerektiği kanaatine varır. Tam bu karar alınır ki Raif Paşa sabahına vefat
eder. Genç adamın yaşadığı talihsizlikler kat be kat artarak devam eder.
DEĞERLENDİRME
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
kaleminde zaman ve eşya kavramı üzerine yoğunluklu betimlemeler mevcuttur.
Özellikle bu iki kavramın insan üzerinde yarattığı etkiyi yazar bu kitabında
enfes bir şekilde işlemiş. Her bir betimleme, tasvir de hayranlığım katlanarak
arttı. Ben kitapları kolay okunmayan yazarları severim. Bu kitapta hemen
anlaşılan, kolay okunan bir eser değil bunu bilerek kitabı temin edip okumanızı
tavsiye ederim.